III- Kur'ân Tefsirinin Kaynakları:
1- Kur'ân'ın Kur'ân'la Tefsiri
2- Hz. Peygamber'in Kur'ân'ı Tefsîri:
IV. ASHAB'IN TEFSİRİ VE BAZI ÖRNEKLER
V- SAHABELER DÖNEMİNDE TEFSİR FAALİYETİ
1- Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Osman (r.a.)'ın Tefsire Hizmetleri.
2- Hz. Ali (r.a.)'nın Tefsire Hizmetleri
3- Abdullah ibn Abbâs'm (r.a.)'ın Tefsire Hizmetleri
4- Abdullah İbn Mes'ûd'un Tefsire Hizmetleri
5- Übeyy İbn Kâb'ın Tefsire Hizmeti
6- Zeyd İbn Sabi t'in Tefsire Hizmeti
7- Ebu Mûsfi el-Eş'arî'nin Tefsire Hizmeti
8- Abdullah İbn Zübeyr'Jn Tefsire Hizmeti
9- Ebu Hüreyre'nin Tefsire Hizmeti
10- Abdullah İbn Amr tbn Âs'm Tefsire Hizmeti
11- Abdullah tbn Ömer'in Tefsire Hizmeti
12- Câbir tbn Abdullah'ın Tefsire Hizmeti
13- Enes Ibn Mâlik'in Tefsire Hizmeti
VI. TABİÎN DÖNEMİNDE TEFSÎR FAALİYETİ
1- Saîd İbn Cübeyr (öl. 95/713)
2- Mücâhid tbn Cebr (öl. 104/722)
4- Tâvûs İbn Keysân. (öl. 106/724)
5- Alâ İbn Ebu Rcbâlı (öl. 115/733)
2- Muhammed fbn Kâ'b cl-Kurazî (Öl.108/726)
3- Zeyd İbn Eşlem (öl. 136/753)
1- Alkame İbn Kays (öl. 62/681)
3- Esved İbn Yezîd (öl. 75/694)
4- Mürre İbn Şurahbil (öl. 76/695)
5- Âmir eş-Şa'bî (öl. 109/727)
6- Hasan cl-Basrî (öl. 110/728)
7- Katâde tbn Diâme (öl. 117/735)
1- İbrâhîm en-Nehaî (öl. 95/713)
2- Dahhâk İbn Mezâhim (öl. 105/723)
3- Muhammed İbn Şîrîn (öl. 110/728)
4- Adyye el-Avfî (öl. 111/729)
5- Süddî ei-Kebîr (öl. 127/744)
6- İbn Ebu Necîh (veya Nüceyh) (öl. 131/749)
7- Ali İbn Ebu Talha (öl. 143/760)
8- Rebr İbn Enes (öl. 140/757)
10- İmâm A'zam Ebu Hanîfe (öl. 150/677)
11- Mukâtil İbn Süleyman (öl. 150/767)
12- Şu'be ibn el-Verd (öl. 160/777)
13- Süfyân es-Sevrî (öl. 161/778)
14- Enes İbn Mâlik (öl. 179/795)
TEFSÎR FAALİYETİNİN GELİŞMESİ TEFSİRLERİN TEDVÎNİ
1- Tefsirden Mevzu' Rivayetler:
2. RİVAYET TEFSİRİNİN İLK ÖRNEKLERİ
1- Yûnus İbn Habîb (öl. 183/799)
2- Ebu'l-Hasan el-Kisâî (öl. 189/804)
3- Muhammed er-Rüvâsî (ö. 190/805)
4- Süfyân İbn Uyeyne (ö. 198/813)
5- Vekî' İbn Cerrah (öl. 197/812)
6- Ebu Abdullah Muhammed tbn tdriİ-eş-Şâffi (öl. 199/814)
7-Revh İbn UbSde (öl. 205/820)
8- Yeztd lbn Hflrûn (öl. 206/821)
9- Âdem fbn Ebu Iyfls (öl. 220/835)
10- Muhammed' tbn Hâlim (öl. 235/849)
11- Ebu Bekir lbn Ebu Şeybe (235/849)
12- lshSk lbn Rahûye veya Râhcvcyh (öl. 238/852)
13- Osman İbn Ebu Şcybc (239/653)
14- Ebu'l-Hasan Alf el-Mcrvezî, (öl. 244/858)
15- Ahmed fbn Hanbel (öl. 241/855)
21- Ebu Dâvûd es-Sicistânî (öl. 275/888)
22- İbn'ün Nakîb el-Endelûsî (öl. 276/889)
23- Bakiyy tbn Mahled el-Endelûsî (öl. 276/889)
24- Ebu Hatim cr-Râzî (öl. 277/890)
25- Ebu îsâ e(-Tİrmizî (öl, 279/892)
26- Ebu Hanîfe ed-Dîneverî (öl. 282/895)
27- Ebu Yahya er-Râzî (ÖL 291/904)
3- TEDVİN EDİLMİŞ İLK TEFSİRLER
1- Yalıya İbn Sel I ânı (öl. 200/815)
2- Yezîd tbn Hârûn es-Sülemi (öl. 206/821)
3- Ebu Abdullah Muhammed tbn Ömer el-Vâkidî (öl. 207/823)
5- Ebu'l-Hasan el-Mâzenî (öl. 203/818)
6- Ebu Ubeyde Ma'mcr İbn el-Müsennâ (öl. 210/825)
7- Ebu Bekir İbn Hemmâm es-San'ânî (öl. 211/827)
8- Ahfeş el-Evsat (öl. 221/835)
9- Ebu Ubeyde Kasım İbn Seli ânı (öl. 223/837)
10- İbn Kuteybc ed-Dîneverî (öl. 276/889)
11- İsmail tbn tshfik (öl. 282/895)
13- Ebu'I-Abbâs Sa'leb (öl. 291/904)
14- Ebu İshâk cz-Zcccâc (ÖL 311/923)
15- Ebu Ali Kutrub (öl. 206/821)
1- Ebu Ca'fer Muhammed İbn Cerîr Taberi (öl. 310/923) Cfimi'ül-Beyan an Tefsîr'ü-Kur'ân
Sonsuz hamd-û senalar olsun ol Hâlik-iZü'l-Celâle ve ol Mevlây-i Müteâle. Ebedî ve daimî olarak salât ve selâm olsun ol Resûl-i Ekreme ve ol Habîb-i Emcede. dünya döndükçe Allah 'in rızâsı onun seçkin Ehl-i Beytinin ve değerli ashabının üzerine olsun. Rahmeti ve bereketi de onlara tâbi olanlara ve onların izinden gidenlere olsun. "Rabbımız, bizi hidâyete erdirdikten sonra kalblerimizieğriltme. Katından bize rahmet lütfet. Şüphesiz en çok lütfeden Sensin Sen." (Âl-i İmrân, 8)
"Rabbımız, soyumuzdan da Sana teslîm olanlar yetiştir. Bize ibâdet edeceğimiz yerleri göster. Tevbelerimizi kabul et. Çünkü Sensin Sen Tevvâb, Rahîm" (Bakara, 128)
"Rabbımız, unuttuk veya yanıldıysak sorumlu tutma bizi. Rabbımız, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbımız, bize gücümüzün yetmeyeceğini yükleme. Affet bizi. Bağışla bizi. Sen, bizim Mevlâmızsın. Kâfirler güruhuna karşı yardım et bize." (Bakara 286)
Değerli okuyucu,
Hicret-i Nebeviyye'nin onbeşind asrında, haddimiz! bilmeyip Hz. Fahr-i Kâi-nât'm mübarek hatırasına takdim etme cüretkârlığını göstererek yayınlamaya başlamış olduğumuz "Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm TefsîriMni el-Hamd'ü li'-lâh tamamlamış bulunuyoruz. Bilindiği gibi bu eser nev'i itibariyle dilimizde yayınlanan ilk ve en geniş rivayet tefsiridir.
Büyük şehîd Seyyid Kutub'un Fî Zılâl'il-Kur'ân tefsîrini tercüme etmeye çalıştığımız günlerde, türkçemizde güvenilir bir rivayet tefsirinin bulunmadığını görmüş ve bunun Türk kültürü bakımından kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğunu farketmiştik. Zîrâ dilimizde mevcfld tefsirlerin hepsi daha çok dirayet tefsîri türündendi. Ve bu tefsîrlerde rivayetlere kısaca temas edilip geçiliyordu. Halbuki dirayet tefsirlerini okuyanların mutlaka rivayet tefsirlerinden de haberdâr olmaları gerekmekteydi.
Seyyid Kutub'un anılan tefsirinin tercümesini tamamladıktan sonra yeni kurulan Çağrı Yayınları'nm sahibi arkadaşımız sayın Şaban Kurt, eksikliği hissedilen bir rivayet tefsirinin dilimize kazandırılması konusunda bizi ısrarla teşvik ve tahrik etti. Bu konuda hiçbir fedâkârlıktan kaçınmayacağını belirtti. Ve böylece bu tefsirin tercümesine başladık. Meslektaşımız sayın Bedreddîn Çetiner'in himmetleriyle yaklaşık on sene süren yorucu bir mesaî sonunda İslâm ilimlerinin en önemlisi olan tefsir sahasının en güvenilir ve değerli bir klasiğini dilimize kazandırdık.
Eserin dilimize aktarılmasında zorluklarla karşılaşmadık değil. Bilhassa müellifin VIII. asırda yaşamış olması nedeniyle o günün üslûbunu bugünün insanının anlayacağı şekilde ve bir başka dilde ifâde edebilmek oldukça güçtü. Cümle kuruluşundan ifâde tarzına kadar oldukça eski olan bu üslûbun, orijinalitesini hiç bozmadan, ama günümüz Türk okuyucusunun anlayabileceği bir dille ifâde edebilmek için büyük çaba harcadık. Bunda tâm olarak başarılı olduğumuzu elbette söyleyemeyiz. Ama çam sakızı çoban armağanı kabilinden biz elimizden geleni yapmaya çalıştık. Eğer okuyucularımız zaman zaman sıkıcı veya bıktırıcı gibi gelen bir üslub ile karşılaşırlarsa bunu, bizim eksikliğimiz kadar eserin yazılış döneminin diline de hamletmeleri gerekir.
Eserde karşılaşılan bir diğer husus ta çoğu kez birbirinin aynı imiş gibi görünen tekrarlardır. Bazı okuyucularımız, bu tekrarların gereksiz olduğunu söyleyerek onları atmamızın uygun olacağını belirttilerse de, gerçekte meseleye "Sünnet" açısından bakılınca bu tekrarların lüzumlu, hattâ eserin en önemli özelliği olduğu görülecektir. İbn Kesir, birbirinin aynı olan hiçbir ifâdeyi tekrârlamamıştır. Her farklı ifâde farklı yorumlar getirecek inceliklere sahiptir. Gerek dil kuralları bakımından, gerekse dinî hükümde sened olmaları bakımından birbirinden ayrı olan rivayetleri naklctmiştir. Biz de bu nüans farklılıklarım olduğu gibi dilimize aktarmaya çalıştık. Böylesine klasikleşmiş bir eserin -kendi zannımizca- lüzumsuzdur diyerek bazı kısımlarını atmak, şüphesiz ki eserin orijinalitesini haleldar edecektir. Bu nedenle en küçük bir varyantı bile tercüme etmeden geçmedik.
Eserde âyetlerle ilgili haberlerin yanısıra bazı gramer kaidelerine de yer verilmiş ve özellikle şevâhid kabilinden birkaç şiirler nakledilmiştir. Bunların türkçemi-ze aktarılması halinde, hiçbir Özellik taşımayacağı gibi, bu incelikleri aynıyla verebilmek için uzun açıklamalara gerek duyulacağından Ötürü tercüme edilmemiştir. Fakat okuyucunun, eserin orijinalitesinden haberdâr olmasını sağlamak üzere çok az miktarda ve genellikle yukarda belirttiğimiz nitelikteki atlamalar parantez içinde üç nokta koyularak gösterilmiştir. Diğer taraftan çok az miktarda anlaşılmayan ve gerçekten arapça metinlerinde de iyi okunamamış bulunan bazı kelimeler parantez içinde soru işareti konularak gösterilmiş ve böylece okuyucuların farklı anlamlar çıkarabilmelerine imkân verilmiştir.
Az Önce de belirttiğimiz gibi, bu eser VIII.yy. da kaleme alınmıştır ve dolayısıyla o yüzyılın insanlarının ihtiyaç duydukları konulara ağırlık vermektedir. Biz, eserin günümüz insanının ihtiyaçlarına da cevâp verebilmesini sağlamak üzere çağdaş müelliflerden nakiller yaparak tabir caizse "güncel" hale getirmeye çalıştık.
Diğer taraftan İbn Kesir Tefsiri herne kadar rivayet tefsiri ise de müellif, zaman zaman -çok az miktarda da olsa- dirayet tefsiri niteliğinde açıklamalara da yer vermiştir. Hattâ kritiği yapılmamış olan nüshalarda başta Fahreddîn Râzî'nin tefsî-ri olmak üzere, diğer tefsirlerden yapılan alıntılar Önemli bir yer tutmaktadır. Biz, esere bütünlük kazandırabilmek amacıyla, başlangıcından günümüze kadar yazılan dirayet tefsirlerinden seçmeler yaparak, birbirinin tekrarı sayılmayacak ifâdeleri olduğu gibi tercüme ettik ve "İzah" başlığı altında her bölümün sonuna ekledik.
Bu izahları seçerken, âyetlerin tefsirinde farklı yorumlara ışık tutacak bölümleri tercih ettik. Ayrıca hangi eserin hangi sayfalarından alıntı yaptığımızı da izahın hemen sonunda belirttik. Alıntı yaptığımız kısımları seçerken özetlemek yerine olduğu gibi tercüme ederek tekrar niteliğinde olan veya konuyu ilgilendirmeyen açıklamaları atladık. Bunu da okuyucularımıza göstermek amacıyla -tıpkı metinde yaptığımız gibi- parantez içinde üç nokta ile belirttik. Böylece alıntı kısımlara da bir bütünlük ve otantisite kazandırdık.
Başlangıçta izahlar kısmını daha geniş olarak vermeyi planlıyorduk. Ancak bu takdirde eserin hacminin bir hayli artacağını düşünerek mümkün mertebe birbirine yakın olan tefsirlere yer vermemeye çalıştık. İzahların seçiminde dikkat ettiğimiz bir diğer husus ta günümüz okuyucusuna klasik tefsîr bilgisini aktarırken, İslâm düşüncesini uzun asırlar meşğûl etmiş olan temel problemlere ışık tutmak olmuştur. Aynca günümüz müslümanının karşı karşıya bulunduğu problemlere muhtelif bakış açılarından çözüm getirmeye de özen gösterdik. Bu bakımdan daha çok modern müfessirlerin eserlerine geniş yer vermeye çalıştık.
"Bu nitelikleriyle Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri" İslâm tefsîr literatürünün sahip olduğu bütün bilgi hazînelerini içinde toplayan ansiklopedik bir tefsîr niteliği kazanmış oldu. Eklenen her metinde, eserin baş kısmında belirttiğimiz amaç doğrultusunda okuyucuya fikir verilmek istenmiştir. Kısacası eserin her bakımdan klasik bir nitelik kazanması için hiçbir fedâkârlıktan kaçınılmamıştır. Ne var ki böylesine bîr çalışma tür olarak Türk okuyucuları için oldukça yenidir. Bu bakımdan bazı kimselere yabancı gelebilir. Nitekim bu noktadan bazı eleştiriler yapılmıştır. Ama klasik bir eseri modern insana aktarabilmenin yollarından birisi de budur sanıyoruz. Aksi takdirde birçok bilgi yığını altında ezilen okuyucu, ne okuduğunun dahi farkına varamayacaktır.
İzahlar eklenirken dikkat edilen bir diğer husus ta; İslâm düşüncesinin muhtelif ekollerine ait değişik anlayışlardaki tefsîr ve yorumlara kapı açmaktır. Bu bakımdan bütün fıkhî mezheplerin görüşlerini yansıtan bölümler iktibas edilmiş ve muhtelif fikir akımlarının görüşleri sergilenmiştir. Böylece okuyucu aynı konudaki farklı yaklaşımlardan haberdâr olabilmektedir. Bu da okuyucuların farklı perspek-tivlerden bakabilmelerine imkân sağlayan bîr yöntemdir. Ancak Ehl-i Sünnet akidesi bakımından doğru kabul edilen ve benimsenen görüş, gerek müellif tarafından, gerekse diğer bilginler tarafından zikredilmiş olduğu için yanlış bir istikâmete yönelme ihtimali bertaraf edilmiştir. Kaldı ki Ehl-i Sünnet akîdesiyle taban tabana zıt mezheblerin görüşlerine de yer verilmemiştir.
"Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri"ne bütünlük kazandırabilmek amacıyla tarafımızdan; biri başa, biri de sona olmak üzere iki cild eklenmiştir. Bu cildleri ekle-yişimiz de eserin ebadını genişletmek gibi basît bir amaca yönelik değildir. Bilindiği gibi ülkemiz son yüzelIİ yıllık tarihi boyunca büyük bir kültürel değişime sahne olmuştur. Türk okuyucusunun kısm-ı azamı klasik kültürümüzden haberdâr olmak şöyle dursun kavramlarını dahi bilmekten uzak hale gelmiştir. Özel din eğitimi veren kurumlar da bile tefsîr metodolojisi ve Kur'ân ilimlerinin yeterince öğretilebil-diğini savunmak zordur. Bu nedenle biz bu esere eklediğimiz birinci ciltte "vahiy müessesesini" toptan ele alıp değerlendirmeye çalıştık. Vahyi gönderen Zât-ı Bârî'-den, vahyi alan yüce şahsiyete, vahyi getiren görünmez varlıktan, vahyin muhtevasını oluşturan yüce kelâma kadar vahiy müessesesinin, ana esâslarını günümüz bilim ve düşüncesinden de yararlanarak açıklamak istedik. Daha sonra Kur'ân ilimleri ve tefsîr usûlü ile ilgili yeterli açıklamalar verdik. Nihayet o cildin sonuna bir de Kur'ân terminolojisi ekleyerek bu konularda sıkıntı çeken okuyucularımıza kolaylık sağlamaya çalıştık. Böylece bu cildde gerek İslâmı bilsin, gerekse bilmesin her seviyyeden okuyucunun konuyu kolaylıkla anlamasına imkân sağlayan bir metod geliştirmeye çalıştık. Belki bu ka, klasik modellere alışmış bulunan bazılarına gereksiz gibi görülebilir. Ama okuyucunun gerçek durumundan hareket edildiği zaman bu cildin ne kadar lüzumlu olduğu görülecektir. Nitekim bize kadar ulaşan bilgilerden bu cildin fazlasıyla yararlı olduğu sonucuna varılmıştır.
Elinizde bulunan bu son cildde de İslâm düşüncesinin ve kültürünün en önemli bir bölümünü teşkil eden tefsir düşüncesi hakkında tarihi bilgi verilmiştir. Tefsîr tarihinden ibaret olan bu cildin birinci bölümünde Asr-ı Saadetten günümüze kadar gerçekleştirilmiş olan tefsîr faaliyetine ilişkin fazla ayrıntılara kaçmayan ancak ana esâsları da gözardi etmeyen derli toplu bilgi verilmeye çalışılmıştır. Tedvîn dönemine ait farklı tefsîr anlayışları detaylı olarak açıklandığı gibi, her görüşe mensûb, mü-fessirierin kısaca biyografileri, eserleri ve tefsîr alanında gerçekleştirmiş oldukları orijinal çalışmaları tanıtılmıştır.
Son dönem tefsîr faaliyeti anlatılırken siyasî tarihle düşünce tarihi birlikte değerlendirilmeye çalışılmış ve tefsîr disiplininin karşı karşıya bulunduğu problemler gösterilerek bunların çözümü konusuna temas edilmiştir.
Böylece "Vahiy müessesesi", tefsîr metodolojisi ve tefsîr tarihi ile eser şimdiye kadar ne türkçemizde, ne de arapça tefsîrlerde bulunmayan bir orijinaliteye sahip olmuştur.
Bu cildin geriye kalan kısmı ise indekslere ayrılmıştır. Bilindiği gibi günümüz insanının zamanı az ve meşguliyetleri pek çoktur, özellikle televizyonun ve yazılı basının inkişâfı ile birlikte okumaya ayırdığı zaman oldukça azalmıştır. Baş döndürücü bir hızla ilerleyen gündelik hayatın akışı içerisinde sayısı cildleri bulan bir eserden yararlanmak i m kânı-kısa vadede-cok zor olmaktadır. Bu sebeple "Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsi'ri"ne eklemiş olduğumuz yedi çeşit indeksle hemen hemen eserin bütün muhtevasını okuyucunun gözleri önüne sermeye çalıştık. Yaklaşık iki yıla varan uzun ve oldukça meşakkatli bir çalışmadan sonra, gerek arapça, gerekse türkçe tefsîrlerde ilk kez bizim uyguladığımız kapsamlı ve geniş bir indeks hazırlamaya çalıştık.
Önce Kur'ân'daki sıralarına göre sûrelerin fihristini verdik. Sonra bu sûreler fihristini alfabetik hale getirdik. Sonra hangi sûrenin ve hangi âyetin hangi ciltte yeraldığını gösteren, cildlere göre sûre ve âyetler indeksini verdik- Burada birinci sırada Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsirinde, tefsîr edilen âyetlerin numaraları gösterilmiş, ikinci sırada bu âyetlerin bulunduğu cildler ve son sırada ise o âyetlerin yeraldığı sayfa numaraları gösterilmiştir. Diğer taraftan tefsîrde yeralan konu başlıkları alfabetik olarak sıralanmış ve bu başlıkların hangi sayfalarda bulunduğu gösterilmiştir.
Konu başlıklarının yanısıra "izahlar" kısmında yeralan tefsîrler müellif isimlerine göre alfabetik hale getirilerek sunulmuştur. Böylece yalnız bir müellifin yorumlarını okumak isteyen okuyucuların bunları nerede bulacakları gösterilmiştir.
İndeks cildinin en önemli bölümlerinden birincisi şüphesiz ki "Analitik genel konular indeksindir. Burada tefsîrde yeralan konular Önce anabaşlıklar halinde ve alfabetik olarak sıralanmış ve bu, sayfanın ortasına siyah harflerle dizilmiştir. Sonra bu anabaşlıkların altında o başlığın içinde yeralan fâlî konular sıralanmış, sonra da bu konuların bulunduğu sûrelerin isimleri Kur'ân-ı Kerîm'deki sıra nazar-ı itibâra alınarak gösterilmiş, sonra bu sûrelerdeki âyetlerin numarası verilmiş ve en sonunda da tefsirdeki yerlerinin sayfa numarası kaydedilmiştir. Değişen her sayfa numarası da noktalı virgül ile belirtilmiştir. Görüldüğü gibi toplam olarak 8832 sayfayı tutan ana metindeki bütün konular analitik biçimde gözler önüne serilmeye çalışılmıştır.
İndeks cildinin ikinci en önemli kısmı ise "kişi, eser ve yer isimleri indeksi"dir. Bu bölümde ana metinde geçen bütün şahsiyetlerde eser ve yer isimleri alfabetik hale getirilerek gösterilmiştir. Böylece okuyucunun adını bildiği herhangi bir şahsiyye-ti veya eseri kolayca bulması sağlanmıştır.
Görülüyor ki indeks bölümü gerçekten son derece detaylı tutulmaya çalışılmış ve kullanışlı olması için elden gelen gayret sarfedilmiştir. Ancak bunun da yeterli olduğu kantatında değiliz, gözden kaçan bazı noktaları bulunduğunun farkındayız, înşâallah mütâkib baskılarda bu eksikleri asgarîye indirmeye çalışacağız.
Bu indeks bölümü, yalnızca "Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri"nin ana metni için yani I-XV. cildler içindir. Birinci ve son cildin indeksleri ise hemen o cildin sonunda verilmiştir. Böylece ana metin ile ilâve cildlerin karışması Önlenmiştir. Ayrıca gerek Kur'ân ilimlerine Giriş cildinin, gerekse Tefsir Tarihi'nin sonunda yararlanılan ana kaynaklar ve baskı tarihleri gösterilmiştir.
Değerli okuyucu; son derece dar ve kısıtlı imkânlarla çalışarak ortaya koyduğumuz bu eserin birçok eksiklikleri bulunduğunu da biliyoruz, özellikle imlâ konusunda çok titiz davranmamıza rağmen bazı yanlışlıklar yapıldığı görülmektedir. Bu yanlışlıkların bir kısmı da dilimizin yapısından kaynaklanmaktadır. Biz, eserin ana metninde arapça telaffuza yakın bir imlâ kullanmaya çalıştık. Bu sebeple günlük dilde yaygınlaşmış bulunan birçok kelimenin türkçe telaffuzunu değil de arapçada-ki kullanışını esâs aldık. Bunu yaparken de amacımız, bir tefsîr terminolojisi geliştirmekti. Gerek Kur'ân mealinde gerekse tefsîr, kısmında terim niteliğindeki kelimeler aslına uygun olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Bize ait olan birinci ve son cildlerde ise kelimelerin günlük dildeki kullanışları esâs alınmıştır.
Bundan önceki tefsîr çalışmamızda edindiğimiz tecrübelerden de yararlanarak, eserin ana metninde anlam kaymasına sebebiyyet verecek dizgi ve tashih hatâlarını asgarîye indirmek için büyük bir çaba harcadığımızı belirtmek isterim, özellikle konumuzun imâm ve akîdeyle ilgili bir konu olması ve yayınladığımız eserin Allah kelâmının tefsiri olması bu konuda azamî titizliği gerektirmekteydi. Bu nedenle hemen her satır beş kez tashihten geçmiştir. Her seferinde kaçaklar yakalanmaya çalışılmıştır. Buna rağmen, gözden kaçan hususlar varsa bunların beşerî zaafımıza ham-ledilmesini diler, ve değerli okuyucularımızın gördükleri eksiklikleri lütfedip bize bildirmelerini önemle rica ederiz. İnsan elinin mahsûlü olan her şey, şüphesiz ki pek-çok eksikliklerle ma'lûldür.
Bu büyük eserin dilimize kazandırılmasında şüphesiz ki değerli meslektaşım Dr. Bedreddîn Çetiner'in önemli payı vardır. Onun değerli mesaîsi olmasaydı elbette ki bu çalışmayı gerçekleştirmek güç olacaktı. Bu nedenle kendisine hassaten teşekkürü borç bilirim. Ayrıca eserin başlangıcındaki sonuna kadar her merhalede emeği geçen ve burada ismini sayamayacağım öğrencilerimizden ve arkadaşlarımızdan yüzü aşkın kişinin değerli katkıları sayesinde onbin sayfanın üzerindeki bu eser okuyucuya ulaşabilmiştir. Burada kendilerine teşekkür etmeyi manevî bir vecîbe addederim.
Sözümüzü Hz. Ebubekir Sıddîk'ın mânâsını pek iyi bilmediği bir âyetin sorulması üzerine vermiş olduğu cevapla noktalamaya çalışalım; "Allah'ın kitabı (hakkında) bilmediğim bir şeyi söylersem, hangi yer beni barındırır, hangi gök beni gölgelendirir?"
Dr. Bekir Karlığa Göztepe-1988[1]
(Tefsîr-Te'vîl-Tercüme)
1- Tefsîr:
Tefsîr Tarihine girmeden önce tefsirle ilgili bazı temel kavramların açıklanmasında fayda vardır. Bu eserin birinci cildini teşkîl eden "Kur'an-ı Kerim'e giriş"te de belirttiİimiz gibi; Tefsîr kelimesi fesere kökünden, ya da Arab dili grameri kuralları uyannca zaman zaman kullanılan harflerin yer değiştirmesi (takltb) metoduyla sefere kökünden türemiştir. O halde bu iki kelimenin kök anlamlan üzerinde durmakta yarar vardır.
a) Fesere kelimesi; lügat itibarıyla; hastalığı teşhîs doktorun bakmış olduğu çok az mikdârdaki suya denir. (Lisan'ül-Arab, V, 55; Tâc*ül-Arûs; III, 470) Ayrıca bu kelime açıklama izah etme anlamına gelir. Nitekim bu mânâda Allah Teâlâ Furkân sûresinde şöyle buyurur: "Onlar sana bir misâl getirmeyegör-sünler. Biz onun gerçeğini ve en iyi "anlaşılanını** sana getirmişizdir." (Furkân, 33), Burada "anlaşılanım" diye tercüme ettiğimiz kelime "Tefsîr" kelimesidir. Keza Tefsîr kelimesi; üzeri kapalı bir şeyi açmak anlamına da gelir. Nitekim ünlü Kâmûs mütercimi Âsim Efendi bu kelimeye şöyle mana vermektedir: "el-Fesr; kesr vezninde örtülü nesneyi keşf-ü ayan eylemek manasınadır... ve tabiî İllete istidlal için hastanın kârûrede bevline bakmak mânâsına isti'mâl olunur. Tefsîr fefîl vezninde fesr gibi pûşîde ve mesrur nesneyi rûşen ve a'yân eylemek manasınadır. Ve müfessirîn örfünde tefsîr; İmam Sa'leb kavli üzere te*vîl ile mürâdiftir. Ve ind'el-gayr, Tefsîr; lafz-i müşkilden mânâ-yı muradı keşf ve beyân, Te'vîl; iki muhtemel olan mananın birini zâhir-i kelâma mutabık olan mânâya red eylemekten ibarettir.** (Kâmûs Tercümesi, II, 606).
Ebu Hayyân et-Tevhîdî el-Bahr*ül-Muhît isimli tefsîrinde der ki: "Tefsîr kelimesi, aynı şekilde salıvermek için bir şeyi soyup çıplak kılmaya denir. Nitekim Sa'leb bu kelime için; atı soydum, dediğiniz zaman salıvermek üzere çıplaklaştırdım, demek olduğunu bildirir. Bu mânâ da keşf anlamına gelir. Sanki sırtını açtım demek istemiştir." (Bahr'ül-Muhît, I, 13)
Buradan da anlaşılıyor ki lügat anlamı itibariyle tefsîr; bazan duyularla ifâde edilmek istenen açıklamalar için, bazan da zihnî anlamların açıklanması için kulla nıhr. ikinci anlamda kullanılışı ise birinciden daha fazladır. (Zehebî, et-Tefsîr ve'l MüfessirÛn, I, 13).
Sefere kelimesi ise değişik anlamlarının yanısıra, tıpkı fesere kelimesi gibi kapalı bir şeyi açıp aydınlatmak anlamına kullanılır. (Tâc'Ül-Arûs, III, 270; Lisân'ûl-Ârab, IV, 369), Âsim efendi bu kelimeyi de şöyle türkçeleştirir:" Sefr sînin fethi ve fa'mn sükûnuyla süpürmek manasınadır... Müellifin Besâir'de beyânına göre, sefr maddesi; bir nesnede gıtâ ve sitâreyi keşfeylemek mânasına mevzu'-dur ve a'yâna mahsûstur. Ve isfâr-ki ifâl bâbındandır-levne muhtasstır. Ve maânî-i şâire birer münâsebetle onlardan müteferri'dir. Sefr bir nesneyi bir şeyin yüzünden sıyırıp yahut kaldırıp açmak manasınadır." (Kâmûs Tercümesi, II, 396).
Sefere ve fesere köklerinden gelen her iki kelime Arap dilinin taklîb kurallarına uygun olarak tef'îl babına dönüştüğünde -aralarında küçük farklılıklar olsa da- genellikle eski felsefî ve ilmî eserlerin açıklanıp izah edilmesi anlamına kullanılır. (İslâm Ansiklopedisi, Tefsir maddesi) Ne var ki her iki kelime arasındaki nüans farkı tefsîr kelimesinde birleşmiş gibi görünmektedir. Nitekim Emîn el-Hûri şöyle der: "Fesere ve sefere her ikisi de keşf manasınadır. Sefr kelimesinde zahirî, maddî ve keşif, fesr kelimesinde zahirî, maddî bir keşif, fesr kelimesinde ise ma'nevî bir keşif görürüz. Ve bunlardan tef'îl babı ise mânâyı keşf ve izhâr demektir." (Nakleden,
I. Cerrahoğlu, Tefsîr Usulü, 210).
Istılahı olarak tefsîr kelimesinden kasdolunan mânâ şöyledir: Müşkül olan lafızdan, murâd olan mânâyı keşfetmektir. (Lisân'ûl-Arab, V, 55; Tâc'ül-Arûs, III,
470).
İslâm bilginlerinin örfünde ise Tefsîr kelimesi, Kur'an-ı Kerîm'in değişik anlamlarını açıklamak ve Kur'ân'dakİ garîb, müşkil lafızlardan neyin kastedildiğini açıklamak mânâsına kullanılır. Ancak bu mânâda tefsîr kelimesi yalnız Kur'an-a hâs bir açıklama ilmî, edebî ve fikrî eserlerdeki açıklama ve izahları da içerir. Beyân ehline göre tefsîr kelimesi kapalı ve anlaşılmaz olan sözün kapalılığını giderip açıklayacak şekilde sözü uzatıp fazlalaştırmaktır (Tehânevİ, Keşşâfû Istılâhâti'l-Fûnûn, II, 1115-1116).
Gramer kitaplarında ve tefsir eserlerinde manevî tefsîr ve i*râb tefsîri diye bir ayırımdan sözedilir ki, mâna bakımından tefsirde, gramer kuralları nazar-ı itibâra alınmazken, i'râb tefsirinde gramer kuralları gözönünde bulundurulmaya çalışılır. (Tehânevi, A.g.e., II, 1117)
Istılah bakımından tefsire gelince; bilginlerden çoğu tefsirin tanımının yapılamayacağını, pozitif bilimlerde olduğu gibi onun genel kurallarından sözedilmeyece-ğini söylerler. Yalnızca tefsirin Allah'ın kelâmının açıklanması veya Kur'ân'ın lafızlarının ve kavramlarının izahı diye tanımlanacağını belirtirler. Diğer yandan bazı bilginler de tefsirin öteki bilimlerdeki gibi birtakım kurallarını ve bu kurallardan neş'et eden sonuçlan olacağını kabul ederek kelimenin tanımını vermeye çalışırlar ve tanımlarken de Kur'ân-ın anlaşılması için gerekli olan öteki bilimleri de gözönü-ne alarak cami ta'rîfler yapmaya çalışırlar.
Ebu Hayyân et-Tevhîdî'ye göre tefsîr; Kur'ân'ın lafızlarının söylenişi, bu lafızların delalet ettiği ve bu anlamlarının tek ve bileşik olarak hükümlerinden bileşme halindeki mânâlardan bahseden bir ilimdir. (Bahr'ül-Muhît, I, 13-14)
Zerkeşî'ye göre tefsîr; Allah tarafından O'nun peygamberi olan Muhammed (a.s)'e indirilmiş olan kitabın çıkarılarak sağlamlaştırılmasını (sağlayan) bir bilimdir. (el-Itkân, II, 174)
Tefsîrin bir başka tanımı da şöyledir: Yüce Kur'ân'ın Allah Teâlâ'nın maksadına delâleti noktasındaki durumlarını beşer! takat ölçüsü içerisinde araştıran bir ilimdir. (Menhec el-Furkân, II, 6).
Daha başkaları da tefsiri şöyle tanımlamışlardır: Âyetlerin inişlerini, durumlarını ve kıssalarım, âyetlerin nazil olduğu sebepleri, sonra mekk! ve medenî, muhkem ve müteşâbih, nâsih ve mensûh, hass, ve âmm, mutlak ve mukayyed, mücmel ve mufesser oluşlarını, helâli haramı, va'di ve vaîdi, emri ve nehyi, ibret ve emsali gösteren bir ilimdir. (Suyûti, el-Itkân, II, 174).
Seyyid Şerif Cürcânî "Ta'rîfât" isimli eserinde tefsir kelimesini şöyle tanımlar: "Aslında tefsir, açıklama ve izhâr etmedir. Şeriatta ise âyetin mânâsının durumunu, kıssasını ve nazil oluş sebebini, ona açık bir delâletle delâlet edecek bir ifâde ile izah etmektir." (Ta'rîfât, 43).
Zerkânî ise tefsîr ilmini şöyle tanımlar: Beşerin takati ölçüsünde Kur'ân-ı Ke-rîm'in Allah'ın muradı üzerinde delâlet ettiği hususlardan bahseden bir ilimdir. (ManâhiFül-lrfân, I, 471) Zerkânî devam ederek der ki: Ta'rîfin muhtevasını açıklayacak olursak, her kelimede ayrı ayrı tafsilât mevcûddur. "ilim" kelimesiyle tasavvur ve tasdike dâir bilgiler kasdedilmektedir. Abdülhakîm, Mutavael şerhinde der ki: "Tefsîr ilmi, tasavvurlar cinsindendir. Çünkü ondan maksad âyetin lafızlarının anlamlarını kavramaktır." Seyyid Şerîf ise bunun tasdîk türünden olduğunu öne sürer. "Kur'ân-ı KerînTden bahsederken" başka konulardan bahseden ilimler bu ta'rîfin dışında kalmaktadır. "Allah'ın murâd ettiği şeylerle delâleti bakımından" demekle, delâlet ettiği şeylerin dışında Kur'an'dan bahseden ilim dışta kalmaktadır. Kırâet ve diğer Kur'ân ilimleri gibi. "Beşerin takati ölçüsünde" ifâdesi ile de müteşâbihlerin mânâsını anlayamamak veya Allah'ın murâdını olduğu gibi anlayamamak hususu dışarda kalmaktadır.
Başka bilginler de tefsîr ilmini şöyle ta'rîf ederler: Tefsîr, Azîz olan kitabın ahvâlini, nüzulü, senedi, üslûbu, lafızları ve gerek ahkâma müteallik, gerekse lafızlara müteallik anlamlan bakımından araştıran ilimdir. (Zerkânî, Menâhil'ül-lrfân, 1,471).
Tefsîr ilminin bir başka tarifini de Zerkânî şöylece zikretmektedir: "Tefsîr öyle bir ilimdir ki, onda Kur'ân-ın lafızlarının söyleniş şekilleri, onların delâlet ettiği hususlar tek tek ve birleşik olarak hükümleri hamledilecek anlamları ve diğer hususlar araştırılır." (Zerkânî, Menâhil'ül-lrfân, 472).
Şu halde tefsîr ilminin konusu bütünüyle Kur'ân âyetleridir. Tefsîr Kur'ân-ın bütün âyetlerini ve kelimelerini tedkîk konusu yapar. Bu ilmin gayesi; gerek bu dünyada, gerekse öbür dünyada kişilerin selâmete ve saadete ulaşmalarını sağlamak için Allah'ın kitabını onun ifâde etmek istediği maksada yakın olarak anlamak, anlatmak ve faydalı sonuçlar çıkarmaya çalışmaktır.
2- Te'vîl kelimesi masdanndan türemiş olup, geri dönmek mânâsına gelir. (Tâc'ül-Arûs, VII, 215; Lisân'ül-Arab, 9, 32; Kamus'ül-Muhît, III, 331), Bu takdîrde te'vîl kelimesi açıklamak ve beyân etmek anlamlarına gelir. Kamus mütercimi Âsim Efendi bu kelimeyi şöyle açıklamaktadır: "Evi ve meal rücû* eylemek manasınadır... Bir nesne pek koyulanıp galîz olma manasınadır... Ve bir nesneden geriye dönmek manasınadır. Vâlî olup hükümet eylemek manasınadır... Ve devâbb (canlılar) ve mevâşî (hayvanlardı hüsn-ü tekayyüd ve tîmâr ile ıslâh eylemek manasınadır... Te'vîl ise tefîl vezninde; bir nesneye red ve irca' eylemek manasınadır...
Merci-i kelâmı tedebbür ve teharrî ve takdir ile tefsir eylemekten ibarettir... Te'vîl rücû' mânâsına gelen evl'den ma'hûzdur. Pes ind'el müfessirîn bir âyetin mânâsını bir nesneye irca' ile beyân eylemekten ibarettir. Ve bazıları evvel lafzından ma'hûzdur dediler.... Buna göre te'vîl; müevvil olan kimse zihin ve fikreti sırr-i kelâmın tetebbuuna taslît eylemekten ibarettir ki kelimeden maksud olan mânâ zahir ve murâd-i mütekellim ayan olur. Pes tefsir ile te'vîl beyninde farkolur. Tefsir; nüzul-ü âyetin sebebinden bahs ve min haysü ılluğa mevzı-i kelâmın beyânıne müteallik maddeye mübaşeretten ibarettir. Vete'vil; esrâr-i âyâtı ve estâr-i kelimâtı tefah-hus ve vâhid-i ihtimâlât-i ayâtı ta'yîn eylemekten ibarettir ki vücûh-ü muhteîifeye muh-< temel olan âyette olur." (Kamus Tercümesi, III, 1159-1161).
Bazılarına göre de te'vîl siyâset anlamına gelen el-iyâle ( «VSft ) kelimesinden alınmıştır. Çünkü te'vil yapan kişi sözü yerine yerleştirmekte ve böylece sözü idare edip gitmektedir. (Zamahşerî, Esâs'üM-Belağa, I, 15).
Kur'ân-ı Kerîm'de te'vîl kelimesi ve bu kökten müştakk olan kelimeler muhtelif mânâlara kullanılmıştır. Nitekim Râğıb el-Müfredât isimli eserinde bu kelimenin muhtelif mânâlarını verirken şöyle demektedir: "Te'vil asla dönmektir. Nitekim dönülen yere de mev'il adı verilir. Te'vîl; bir şeyi ister ilmen olsun, ister fiilen olsun, kastedilen amaca döndürmektir. İlimde te'vîlin örneği şu âyet-i kerîmedir: "İşte kalb-lerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve te'vîline yeltenmek için müteşâbih olanlara uyarlar. Halbuki onun te'vîlini Allahtan başkası bilemez." (Âl-i tmrân, 7).
Fiilde te'vîlin örneği de AllahfTeâlâ'nın şu mübarek kavlidir: "Onlar onun te1-vîlinden başkasını mı bekliyorlar? Onun te'vîl i geldiği gün daha önce onu unutmuş olanlar derler ki..." (A'râf, 53), Yani ondan kasdedilen amacın beyânı geldiği gün demektir. "Eğer bir şeyde çekişirseniz Allah'a ve âhiret gününe inanmışsaniz onun hallini Allah'a bırakın. Bu, hem hayırlı, hem de netîce itibânyle (te'vîl) daha güzeldir." (Nisa, 5Ş) Yani anlam ve tercüme olarak bu daha güzeldir. Bazıları ise âhiret-te sevap olarak bu, daha güzeldir, mânâsını vermişlerdir." (Râğıb, el-Müfredât, 31).
Te'vîl kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de yukarıda zikredilen muhtelif anlamlarda geçmektedir. Sözgelimi az önce de belirttiğimiz ÂI-i İmrân süresindeki: "Halbuki onun te'vîlini Allah'tan başkası bilmez." (Âli-i İmrân, 7) âyetinde te'vîl tefsîr ve ta'yîn mânâlarına gelmektedir. Nisa sûresinde geçen: "bu, hem hayırlı, hem de netîce itibarıyla (te'vîl) daha güzeldir." (Nisa, 59) âyetinde ise âkibet ve netîce anlamlarına gelir. A'raf sûresinde: "Onlar onun te'vîlinden başkasını mı bekliyorlar? Onun te'-vîlinin geldiği gün..." (A'râf, 53) ve Yûnus sûresinde: "Bilgileriyle kuşatamadıkları şeyi yalanladılar. Ama onun te'vîli kendilerine geldiğinde..." (Yûnus, 39), âyetlerinde ise haber verilen şeyin gerçekleşmesi anlamına gelir. Yûsuf süresindeki: "Ve sana sözlerin te'vîlini Öğretir..." (Yûsuf, 6), "mutlaka onun te'vîlini size haber veririm..." (Yûsuf, 27), "biz rü'yâların te'vîlini biliciler değiliz..." (Yûsuf, 44), "ben onun te'vîlini size bildireceğim..." (Yûsuf, 45) ve "işte benim daha Önceki rü'yâ-mm te'vîli budur..." (Yûsuf, 100) âyetleriyle kasdedilen mânâ rü'yânın delâlet ettiği şeyin aynıdır. Kehf sûresinde yer alan: "Senin sabredemediğin şeyin te'vîlini sana bildireceğim..." (Kehf, 78), "İşte senin dayanamadığın şeylerin te'vîli budur..." (Kehf, 82) kavli ile kasdedilen te'vîl, davranışların izahı ve yorumudur. Yoksa sözlerin te'vîli değildir.
Bu kelime Kur'ân-ı Kerîm'de şu sûrelerde yer almaktadır: "Bakara, 49, 50,248; Âl-i İmrân, 7, 11, 33; Nisa, 54 59; A'râf, 53, 130, 141; Enfâl, 52, 54; Yûnus, 39; Yûsuf, 6, 21, 36, 37, 44, 45, 100, 101; tbrâhîm, 6; Hicr, 59, 61; Isrâ, 35; Kehf, 78, 82; Meryem, 6; Nemi, 56; Kasas, 8; Sebe', 13; Ğâfir, 28, 45, 46; Kamer, 34, 41.
Istılahı olarak te'vîl iki farklı anlamda kullanılmıştır:
a) Te'vîl; ister zahirine uysun, ister uymasın sözün meramını açıklayıp mânâsını izah etmektir. Bu ta'rîfe göre te'vîl ve tefsir eşanlamlı olmaktadır. Mücâhid ve İbn Cerîr Taberî'nin te'vîl kelimesinden anladıkları mânâ budur. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, 1, 17).
b) Te'vîl sözle kasdedilen mânânın kendisidir. Eğer söz bir taleb cümlesi ise onun te'vîli istenen fiilin kendisidir. Haber cümlesi ise onun te'vîli de haber verilen şeyin kendisidir.
Birinci mânâ ile bu anlam arasında açık bir fark vardır. Çünkü birincide te'vîl tefsîr, şerh ve izah gibi bilgi ve söz cinsinden bir şey olur. Ve bu takdîrde te'vîlîn biri zihinde, biri de dış dünyada olmak üzere iki varlığı bulunmuş olur. Halbuki ikinci anlamda, ister geçmişte olsun, ister gelecekte olsun te'vîl; zihinde varolan nesneden çok, dış dünyada varolan nesneye âit olur. İbn Teymiyye gibi bazı düşünürlere göre te'vîl Kur'ân-ın indirilmiş olduğu ifâdelerin kendisidir.
Te'vîl kelimesi daha sonraki (müteahhirûn), fakîhler, kelâmcılar, tasavvufçu-lara göre; aralarında bulunan bir delil dolayısıyla lafzın tercih edilmesi gereken sözden bir başka söze çevirilmesidir.
Şu halde ıstılâhî olarak te'vîl; zahiri mutabık olan iki ihtimâlden birini reddetmektir. Sa'lebî ise te'vîli şöyle açıklar: Te'vîl, âyetin ön ve arkasına muvafık olduğu muhtemel mânâlardan birine sarfedilmesidir. (Keşf-Ül-Beyân, IX) Zerkeşî ise; Te'vîl, âyetin muhtemel olduğu mânâlardan bîrine ircâıdır, der. (el-Burhân, II, 148).
Râğıb müfredât'ında tefsîr ile te'vîli şöyle ayırd eder: "Tefsîr, te'vîlden daha umûmîdir. Tefsîr çoğu kez lafızlarda, te'vîl ise anlamlarda kullanılır. Sözgelimi rü'-yânın te'vîli böyledir. Te'vîl çoğunlukla ilâhiyyât kitaplarında kullanılırken, tefsîr hem ilâhiyyât kitaplarında hem de diğer kitaplarda kullanılmıştır. (Râğıb, Müfredat, Tefsîr maddesi).
İslâm bilginleri tefsîr ile te'vîl arasındaki ayırımda değişik görüşler serdetmis-lerdir. Çoğu kerre de bu noktada ortak bir yaklaşıma varmak zorlaşmıştır. Nitekim Nisâbûrî şöyle der: "Zamanımızda o kadar müfessirler çıkmıştır ki kendilerine tefsîr ile te'vîl arasındaki fark sorulsa, onu bulamazlar." (Suyûtî, el-Itkân, II, 173) Elbetttki bu ihtilâfın kaynağı bu kelimenin Kur'ân'da -az önce de belirttiğimiz gibi-muhtelif anlamlarda kullanılmasıdır.
Eski tefsîr bilginlferi arasında yaygın olan kanâata göre; tefsîr ile te'vîl aynı mânâya gelir. Ebu Ubeyde bu görüştedir. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, II, 19).
İmam Mâtürîdî'ye göre tefsîr; lafızdan kasdedilen mânânın şu olduğunu kesinlikle açıklamak ve Allah Teâlâ'nın bu lafızla bu mânâyı kasdettiğini belgelemektir. Eğer bu te'vîl kesinleşmiş bir delîle dayanıyorsa sahihtir. Aksi takdirde kendi görüşüne dayalı tefsîrdir ve (şeriata göre böyle bir tefsir) yasaktır. Te'vîl ise muhtemel olan iki mânâdan birini tercîh etmek, ancak kesinlikle bu mânâyadır veya Allanın bu âyetle kasdettiği mânâ budur diye kestirip atmamaktır. (Nakleden Suyûtî el-Itkân, II, 173).
Ebu Tâlib es-Salebî'ye göre; tefsîr, ister hakikat olsun, ister mecaz olsun lafzın durumunun açıklanmasıdır. kelimesinin yol ile ve kelimesinin de yağmur ile tefsîr edilmesi gibi. Te'vîl ise lafzın derûni anlamının açıklamasıdır... Binâenaleyh, te'vîl; kasdedilen şeyin hakikatinin bildirilmesidir. Tefsîr ise; kasdedüen şeyin delilinin bildirilmesidir. Çünkü söz, maksadı açıklar. Açıklayan ise delildir." (Nakleden Suyûtî, el-Itkân, II, 173).
Bağavî'ye göre te'vîl âyetin başı ve sonuyla uyuşan muhtemel mânâya döndürülmesidir. Ancak te'vîlin istinbât yoluyla kitab ve sünnete aykırı olmaması gerekir. Tefsîr ise âyetin nüzul sebebi, durumu ve kıssası ile alâkalı sözdür. (Bağavî, Tefsîr, I. 18).
Bazı bilginlere göre tefsîr, rivayetle alâkalı, te'vîl, ise dirayetle alâkalıdır. (Suyûtî, el-Itkân, II, 173).
Daha sonra gelen müteahhirûn müfessirler arasında şöhret bulan kanâata göre; tefsîr, ibarenin durumundan yararlanılarak mânânın açıklanması, te'vîl ise işaret yoluyla elde edilen mânâların açıklanmasıdır. Nitekim Alûsî tefsirinin baştarafında bu görüşü tercîh etmektedir. (Âlûsî, Tefsîr, I, 5).
Tefsîr ve teTvîl arasındaki farkı açıklamaya yarayan bu görüşlerden elde edilen neticeye göre; tefsîr rivayetle, te'vîl dirayetle ilgili görülmektedir. Çünkü tefsîr açıklama ve izah etme anlamlarına geldiğinden Allah'ın muradının ne olduğunu açıklamak konusunda bizim kesin bir tavır takınmamız mümkün değildir. Ancak Allah ve Resulünden murâdını açıklayan bir rivayet nakledilirse bunun kesinkes öyle olduğunu söyleyebiliriz. Te'vile gelince; burada daha çok delîle dayanarak lafzın muhtemel olduğu mânâlardan birini tercîh etme anlamı düşünülmektedir. Tercîh ise bir fikrî çabanın sonucudur, yani içtihada dayanır, lctihâd yapabilmek için de sözün mânâ ve medlullerini Arap dilindeki ifâde ettiği anlamlan bilmek ve kullanış tarzlarım tesbît etmek gerekir. Bu sebeple de şahsın dirayetine ihtiyâç vardır. (Daha geniş bilgi için bkz. Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn I 13.22)
3- Tercüme: Rübaî bir kelime olan tercüme, terceme fiilindendir. Cevherîye göre; tercüme kelimesi receme kelimesinden yani sülâsî bir fiilden gelmektedir. (Cevheri, Sıhâh, V, 1928), Genellikle: "Bir sözü bir dilden başka bir dile çevirmek anlamına gelen tercüme kelimesinin daha geniş mânâları bulunmaktadır. Nitekim "terceme bir baba isim koymak anlamına geldiği gibi, bir kimsenin hayatını anlatmasına da ıtlak olunur. Sözü, kendisine ulaşmayan kişiye teblîğ etmek ve bir şeyi söylendiği dilde tefsîr etmek, bir şeyi kendi dilinden başka bir dile tefsîr edip açıklamak ve bir sözü bir dilden başka bir dile aktarmak anlamlarına da gelir. Bu sözü nakleden kişiye ise tercüman adı verilir.'* (Zerkânî, MenâhiPüİ-trfân, II, 6; Zehebî-et-Tefasîr ve'Ulüfessirûn, I,23; t. Cerrahoğlu, Tefsîr Usûlü, 212), Bu kelimeyi mütercim Âsim Efendi şöyle açıklar: "Terceme, dahrece vezninde: bîr lisânı, âher ile tefsir ve beyân eylemek manasınadır. Tercemân veya tercümen ise şol âdeme denür ki, bir lügati, âher lüğata tefsîr ve beyân eyleye." (Kâmûs Tercümesi, IV, 198). Bu kelime arapça aslında terceme olduğu halde dilimizde galat-ı meşhur olarak tercüme seklinde geçmiştir. Bu yüzden biz de kelimeyi dilimizde kullanılan şekliyle kullanmayı -galat olsa da- uygun görüyoruz. (Bkz. Şemsettin Sami, Kâmûs-İ Türki, 395).
Tercüme kelimesinin ıstılahtaki anlamı ise: "Bir kelamın mânâsını diğer bîr lisanda dengi bîr ta'bir ile aynen ifâde etmektir. Terceme aslın mânâsına tamamen mutabık olmak için sarahatte, delâlette, icmalde1, tafsîlde, umûmda, hususta, ıtlakta, takyîdde, kuvvette, isabette, hüsn-ü edada, üslûb-U beyânda, hâsılı ilimde, san'-atta asıldaki ifâdeye eşit olmak iktiza eder, yoksa tam bir terceme değil eksik bir anlatış olmuş olur. Halbuki muhtelif lisânlar beyninde husûs-u müştereke ne kadar çok olursa olsun, her birini diğerinden ayıran birçok hususiyetler de vardır. Onun için lisânı hususiyeti olmayıp sırf akıl ve mantığa hitaben yazılan kuru ve fennî eserlerin, ilmî kabiliyeti terakkî etmiş olan lisânlar hakkıyle tercemesi kabil olduğunda söz yoksa da, hem akla, hem kalbe, yahut yalnız zevk ve hissiyata hitâb eden ve lisân noktasından edebî kıymeti ve san'at zevkini hâiz bulunan canlı ve bedîî eserlerin tercemelerinde muvaffakiyet görüldüğü nâdirdir." (M. Hamdi Yazır, Hak dini Kur'an Dili, I. 9).
Lügavî ve ıstılahı anlamına bakıldığında iki tür tercümeden söz etmek mümkündür:
a) Harfi veya lafzî tercüme: Cümlenin nazmında ve düzeninde aslına benzemesi hedef alman veya bir başka deyimle "mürâdifinin" yerine konmaya benzeyen tercümedir. (1. Cerrahoğlu, Tefsîr Usûlü, 213). Harfî veya lafzî tercümeyi yapan kişi tercüme edeceği metnin her kelimesini; teker teker muhtelif anlamlan yönünden ele alır ve bunu aynıyla karşılayabilecek olan tercüme edebileceği dildeki sözleri gözden geçirir ve netîcede onu, en uygun kelimelerle aktarmaya çalışır ki bu takdîrde tercüme edilen dilde istenen anlam yeterince verilemez, verilse de üslûb akıcılığı ortadan kalkar.
b) Ma'nevi veya tefsîrî tercüme: Cümlenin düzeninde ve tanzîminde aslına benzemesi gözetilmeyen tercümedir. Bu tercümede asıl hedef, eserin ana dilindeki metinde kasdettiği maksadın ve anlamın çevirilen dilde gayet güzel bir akıcı bir şekilde ifâde edilmesidir. Mütercim, eserin ana dilindeki mânâyı korumak ve ona bağlı kalmak kaydıyla, çevirdiği dilde aynı anlamı ifâde edecek fakat olduğu gibi kelimenin tercümesi olmayan bir çeviriyle karşılar. Bu tercüme herne kadar aslın bütün maksadını harfi harfine aktarmazsa da eserin akıcılığım ve çevirilen dildeki kullanılışım sağlayacağından mânâyı rahatlıkla ve okuyanları bıktırmadan aktarır. Bir tercümede bulunması gereken bazı özellikler vardır. İster harfî tercüme olsun, ister tefsirî tercüme olsun bir tercümede mutlaka şu hususların bulunması gerekir:
a) Mütercim; her iki dilin üslûb özelliklerini gayet iyi bilmelidir.
b) Mütercim; kelimenin ana dilindeki manâsıyla çevirdiği dilde kullandığı kelimenin mânâsını bilmelidir.
c) Mütercim; kelimenin ana dilindeki mânâyı ve maksadları son derece güvenilir biçimde diğer dile aktarmalı ve bu mânâya uymaya dikkat etmelidir.
d) Tercüme asimi gerektirmeyecek ve aslın yerine geçebilecek şekilde asla uygun olmalıdır.
Ayrıca lafzî tercümede dikkat edilmesi gereken bazı hususlar bulunmaktadır. Buna göre lafzî tercümede, her iki dilde maksadı karşılayacak kelimelerin bulunması gereklidir. Ancak böylece ana dildeki kelime çevirîlen dildeki benzeriyle uygun olabilir. Ayrıca her iki dilin gramer özelliğine vâkıf olmak ve bir dildeki gramer farklılığını diğer dilde de karşılamak icâbeder. Bunun için ortak dil yapısına sahip olmayan dillerde birbirine tercüme son derece zordur. Özellikle dillerden birisi -Arapça gibi- son derece geniş ise, bunu aynı genişlikte olmayan bir başka dile aktarmada elbetteki büyük zorlukla karşılaşılacaktır. Nitekim arapçadan türkçeye yapılan tercümelerde bu zorluklar müşâhade edilmektedir. Ve yine bu sebepledir ki, İslâm dünyasının ortak ibadet dili olan Arapça indirilmiş olan Kur'an âyetlerinin başka dillere aynıyla aktarılması imkânsızdır. Bu aktarma esnasında büyük çapta anlam ve üslûb değişikliği ortaya çıkmaktadır. Bunu telâfi etmek için ne kadar çalışılırsa çalışılsın, verimli bir sonuç elde edileceğini sanmıyoruz'. Bu sebeple ibâdetin ancak kendi diliyle yapılacağı gerçeğini bir kerre daha tekrarlıyoruz.
Akif merhumun ifadesiyle;, "bir lisan ki bir kelimesi, bir sîğası, birden hem zât, hem zaman, hem mekân ifâde eder, başka bir lisâna bunun tercümesi kolay mı olur? O lisân bunu hakkıyla nasıl ifâde eder?" (Eşref Edib, Mehmed Âkîf, Hayatı, Eserleri, I, 199).
Tefsîr ile tercüme arasındaki farklar: Gerek lafzî gerekse tefsirî tercüme olsun, tercüme tefsirden farklıdır. Tefsîr ile tercüme arasındaki farkları şöylece sıralayabiliriz:
a) Tercüme bütünü itibariyle başlıbaşına bir hüviyet arzeder. Tercümede mak-sad, tercüme edilen metnin, aslın yerine geçmesidir. Tefsîr ise böyle değildir. Tefsîr dâima asıl ile bağlantı halindedir. Başlangıcından sonuna kadar tefsirde asıl ile irtibatı kesmek imkânsızdır. Halbuki tercümede aslı arattırmayacak şekilde ve asla uygun bir nakil yapılmaktadır.
b) Tercümede söz dışı ve asla uymayan açıklamalar yapılmaz, ama aslın aışın-da ve konu dışı izahlar yapılabilir. Çünkü tercümenin asla uygun ve aslın aynı olması bir aracılık borcudur. Hattâ asılda bir yanlış varsa tercümede de aynı yanlışın aktarılmasına dikkat edilir. Sadece o yanlışın düzeltilmiş şekli not halinde verilir. Tefsirde ise durum tamamen farklıdır. Tefsirde maksad, aslı aynıyla aktarma olmayıp açıklama olduğundan konunun bazan müellifin kanâati dışında onu aydınlatıcı ve genişletici izahlarla açıklanması gerekebilir. Bunun için tefsirde hemen hemen bütün ilim şubelerinin verilerinden faydalanılır ve zaman zaman onların yorumlarına yer verilir. Tercümede ise böyle bir şeye başvurulamaz.
c) örf bakımından da tercüme tefsirden farklıdır. Tercüme aslın bütün mânâ ve maksadlarını koruma anlamını taşır. Bu, en azından müellife karşı bir vefa borcudur. Tefsîr ise, böyle değildir. Tefsîrde gerek özet halinde, gerekse geniş açıklamalara girişilebilir.
Mütercim; naklettiği mânâ ve maksadların müellif tarafından kasdedilmiş olduğuna emîn olur ve öylece ifâdeyi nakleder. Binâenaleyh mütercim, müellifin kanâatlerini zann-ı gâlib ile bilmek ve bunu diğer dile aktarmak zorundadır. Müfessirin durumu ise farklıdır. Müfessir kimi zaman müellifin kanâatini olduğu gibi, kimi zaman da kendi kanâatini karıştırarak, olması gerektiği gibi ifâde eder. Muhtelif ihtimâlleri belirterek netîcede kendi kanâatini de serdeder. Binâenaleyh, tefsir ile tercüme birbirinden tamamen farklı şeylerdir.
Dilimizde kullanılan bir de meal kelimesi bulunmaktadır. Meal, kelimesi te'vil kelimesinin de türetilmiş olduğu eVl kökünden türetilmiş olup aynı anlamı ifâde için kullanılan mimli bir mastardır. Meal bir şeyin varacağı yer ve gaye anlamına mekân ismi de olur. Bu takdirde te'vilin özü ve neticesi anlamına gelir, örf bakımından meal, bir kelimenin anlamını her bakımdan değil de, biraz eksiğiyle ifâde etmek demektir. Bunun için Kur'ân tercüme edenlerin bir çoğu tercüme ta'bîri yerine, meal deyimini kullanmaya tercih etmişlerdir. (Daha geniş bilgi için bakınız, Zer-kânî Menâhil'Ül !-lrfân, II, 3-4; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, 1,23; Muhammed Hasaneyn Mahlûf, el-Medhal, 41; Zerkeşî, el-Burhân, II, 149 ve devamı; Subhî Sâ-lih, Mebâdî'ün fî Ulûm il-Kur'ân; t. Cerrahoğlu, Tefsîr Usûlü, 205-215; M. Sofu-oğlu, Tefsire Giriş, 239-248).[2]
Bilindiği gibi Kur'ân-ı Kerîm, herhangi bir ilmî, edebî ve fikrî eserde rastlanması mümkün olmayan bazı Özelliklere sahiptir. İnsanoğluna alışageldiği türden bir eser olmadığı için onu anlayabilmek ve kavrayabilmek ancak onun sistematiği ve kendi iç yapısı gözönünde bulundurularak mümkün olabilir. Bu hususiyet Kur'ân-ı Kerîm'in getirmiş olduğu ilahî mesajın niteliği ile de alâkalıdır. Kur'ân-ı Kerîm Arap toplumunu yepyeni bir anlayışla yetiştirip donatmaya çalışırken, kullandıkları kavramlarda dahi eskiyle bütün ilişkisini koparıp yeni gelen davetin amaçlarına uygun şekilde yönlendirmiştir. Devrimci niteliği bulunan bütün düşünce sistemlerinde aynı özelliği görmek mümkündür. Tıpkı insanlar gibi kelimelerin de hayatları vardır; doğarlar, büyüyüp gelişirler ve ölürler. Hiçbir sağlam düşünce sistemi ölü kelimeler üzerine bina edilemez. İşte bu nedenden Kur'ân-ı Kerîm kendine has bir terminoloji geliştirmiştir. Nitekim Kur'ân ile ilk muhâtab olan insanlar "salât" denilince duayı, "zekât" denilince bereketi ve arınmayı, "hacc" denilince kasd manâlarını anlamaktaydılar. Ama bu kelimelerin Kur'ân'da ve onun getirmiş olduğu risâlette İfade ettiği mânâları yani ıstılâhî anlamlarını kavramaları mümkün değildir. Görülüyor ki, Kur'ân kendi terminolojisini de beraberinde getirmiştir ve bu terminolojinin açıklanması ya bizzat Kur'ân'ın kendi ifadeleriyle ya da onun teblîğcisi durumunda olan Resûlullah'ın beyân ve açıklamalarıyla mümkün oluyordu. İşte bu sebeple daha başta Kur'ân'ın tefsîrine ihtiyâç duyulmuştur. Kaldıki Arap dilinin yapısı bu dilin nüansları çok iyi ayıran zengin kelime hazinesi bu dille ifâde edilen fikirlerin muhtelif şekillerde anlaşılması sonucunu doğuruyordu.
Diğer taraftan Kur*ân-ı Kerîm, bütün insanlığa hitâb eden ve her asırda yaşayan insanların problemlerini çözmeyi amaçlayan âlemşümul bir nizâm getiriyordu. •Bu nizâmın âlemşümul olması için her devirde yaşayan insanların ihtiyâçlarına ce-vab vermesi ve her seviyeden insana mesajım iletmesi gerekiyordu. Bu nedenle, Kur'ân-ı Kerîm çok elastikî bir kavramsal yapıya sahip bulunmakta idi. Her asırda birçok insanı büyüleyen edebî ve fikrî icazı bu elastikî niteliğinde dercedilmiş bulunmaktadır. Daha eski kültürlere mensub insanlarla daha genç kültürlere mensûb insanlara aynı ölçüde ve aynı derecede hitâb edebilmesi işte bu elastikî yapısından kaynaklanmaktadır. Sözgelimi Kur'ân-ı Kerîm, o günkü Arap toplumuna dünyanın güneşin etrafında dönmekte olduğunu söylemiş olsaydı, zâten peygamberin getirmiş olduğu düşünce yapısına düşman olan bu topluluk onun toplumda geçerli olan kültürel gerçeklere de aykırı fikirler savunduğunu öne sürerek kendisine karşı çıkacaklardı. Aynı şekilde bu dünyanın durup güneşin dünyanın etrafında dönmekte olduğunu söylemiş olsaydı; yine o günkü toplumun düşünce tarzına uygun, fakat modern gelişmelere tamamen ters düşmüş olurdu. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerîm'in ifâdelerinde kesinlikle her iki toplum tarzının reddetmeyeceği ve her iki toplum tarzının da kabul edeceği üslûb tercih edilmiştir. Tevrat'ta rastladığımız gibi kesin tarihler vermekten kaçınması, bunun yerine geniş anlamlara gelebilecek kavramları seçmesi, Kur'ân-ı Kerîm'e her asra hitâb eden bir kitâb olma özelliğini te'min etmektedir.
Fakat bu özellikle beraber başka bir ihtiyâç ortaya çıkıyordu. Şöyle ki; umûm ifâde eden Kur'ân lafızlarının kasdedilen anlamlardan hangisine delâlet ettiğini anlayabilmek için bir fikrî çaba gerekiyordu. Kur'ân-ı Kerîm'de muhkem müteşâbih, mecaz ve hakikat, kıssa ve emsal, müşkil ve garîb lafızlar, mücmel ve mübeyyen, müphem ve muhtelif manalara kullanılan vücûh ve nezâir diye ifâde edilen bölümler, hitâb, suâl, nasîh ve mensuh gibi hususlar yer alıyordu. (Bunların izahı için bu tefsirin birinci cildi olan Kur'ân-ı Kerîm'e Giriş bölümünü 305-430 sayfalarına bakınız).
Bu saydığımız konular özellikleri itibarıyla açıklamayı ve yorumu gerektirmekte idiler. Sözgelimi Kur'ân âyetlerinden bir kısmı herkesin anlayacağı şekilde açık ve sarîh iken (muhkem) bir kısmı da anlaşılması güç (müteşâbih) idi. Müteşâbih âyetlerin yorumu, gerek peygamber devrinde, gerekse hülefâ-î Râşidîn devrinde müslü-manlarca fazla tartışma konusu yapılmazdı. Ancak zamanla ortaya çıkan gelişmeler ve özellikle Kur'ân'a cephe alan muhtelif kültürlerin mcnsûblanyla yüz yüze gelinmesi, bu âyetlerin yorumu konusunda bir arzu ve isteğin belirmesine neden oldu. Kur'ân-ı Kerîm'de namaz, hacc, zekât ve oruç gibi ibâdetlerle helâl ve haram gibi ahkâmı ilgilendiren konulardaki âyetler genellikle muhkem ayetlerdir. Buradaki ifâdelerin lügat anlamlan anlaşıldığı takdirde herkes tarafından aynı anlamlara alınması mümkündür. Buna karşılık birçok mânâlara ihtimâli bulunup, bunlardan birinin tayîn edilmesi için bir delîl gerektiren âyetler ise her zaman için farklı yorumlara neden oluyordu. Diğer taraftan bazı kelimeler aynı anda iki zıt anlama gelebiliyor-du. Nitekim Tekvîr süresindeki (âyet 17) kelimesi gelmeye başlayan gece anlamına geldiği gibi, geçmeye başlayan gece anlamına da gelmekteydi. Yine Bakara süresindeki (âyet 228) kelimesi hem âdet görme haline, hem de âdetten temizlenmiş olma hâline delâlet etmekteydi. Dolayısıyla bu iki zıt anlamdan hangisinin bahsedildiğinin tesbitinde başvurulacak birtakım esâsların belirlenmesi Kur'ân-ı Kerîm'in tefsîrini gerekli kılıyordu. Bütün bu hususların tefsir edilmemesi halinde anlaşılmak üzere indirilmiş olan yüce kitabın anlaşılmaması sonucunu doğuracaktı. (Bu konularda daha geniş bilgi için bkz. Cilt 1, 415-422).[3]
Tefsirin ilk merhalesi olan Asr-ı Saadet döneminde Kur'ân'ın tefsirinde dört önemli kaynağa başvurulmakta idi: 1- Kur'an-ı Kerîm
2- Hz. Peygamber.
3- Sahabenin içtihadı
4- Ehl-i Kitâb'tan naklediîen.rivâyetler.[4]
Bilindiği gibi, Kur'ân-ı Kerîm'de bir yerde kısa ve öz olarak anlatılan bir konu; bir başka yerde mufassal olarak açıklanır. Bir âyette mutlak olarak zikredilen bir husus; bir başka âyette sınırlandırılır. Bir âyetin umûmî olarak ifâde ettiği konuyu, bir başka âyet tahsis edebilir. Bu sebeple Kur'ân'ı tefsir edecek kişinin, öncelikle yine Kur'ân'a bakması ve âyetleri karşılaştırarak bir konu ile ilgili bütün âyetleri gözönüne aldıktan sonra onu yorumlaması gerekir. Binâenaleyh, özet olarak anlatılan konu mufassal olarak anlatılan konunun yardımıyla, mücmel olan. ifade mü-beyyen ifâdenin yardımıyla, mutlak mukayyedin, âmm hâssın yardımıyla tefsir edilmelidir. İşte bu şekilde yapılan tefsîre Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsîri adı verilir. Allah'ın muradı ancak yine Allah'ın kelâmıyla anlaşılır ve anlatılabilir. Kur'ân'ı tefsir ederken Kur'ân'a başvurmadan önce başka bir kaynağa geçmek doğru değildir. Çünkü Allah'ın kelâmını yine en iyi Allah'ın kelâmı açıklar.
Meselâ Âdem ve İblis kıssası, Mûsâ ve Firavun kıssası, bazı sûrelerde çok kısa ve özet olarak zikredilirken, bazı sûrelerde uzun ve detaylı olarak zikredilmiştir. Bi-nânaleyh, bu kısaca zikredilen yerlerdeki âyetleri tefsir ederken mufassal âyetlerden yararlanılması gerekir.
Kur'ân'da mücmel olan ifâdenin, açıklanmış (mübeyyen) olan ifâdeye dayanarak tefsîr edilmesi gerekir. Mücmel ve ifâdenin başka bir âyet tarafından beyân edilmesinin birçok Örnekleri vardır. Meselâ Bakara süresindeki: "Âdem Rabbından bazı kelimeler öğrendi." (Bakara, 37) âyetindeki "kelimeler", A'râf sûresinde yer alan: "O ikisi dediler ki: Rabbımız, biz kendimize zulmettik. Eğer Sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen elbette hüsrana uğrayanlardan oluruz." (A'râf, 23) âyeti tarafından tefsîr edilmiştir. Ve yine En'âm süresindeki: "Gözler onu idrâk edemez." (En'âm, 103) âyetini Kıyamet süresindeki: "Rabbına bakıcıdır." (Kıyamet, 23) âyeti tefsîr etmektedir. Ve yine Mâide süresindeki: "Size bildirilecek olanlar dışında hayvanlar helâl kılındı. (Mâide, 1) âyetini yine aynı sûredeki: "Size Ölü, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesilenler... haram kılındı." (Mâide, 3) âyeti beyân etmektedir.
Kur1 ân'in Kur'ân'ı tefsîr yollarından birisi de mutlak ifâdenin mu kay yede, âmm ifâdenin hâssa hamledilmesidîr. Meselâ Allah Teâlâ Mücâdele sûresinde zıhâr kef-fâretînden sözederken "Bir köle âzâd etmektir" (Mücâdele 3,) buyurarak mutlak bîr ifâde kullanmıştır. Nisa sûresinde ise kati cezasının keffâreti olarak: "Mu'min bir köle âzâd etmektir." (Nisa, 92) buyurarak bir önceki mutlak ifâdeyi ikinci âyette takyîd etmiştir.
Kur'ân'ın Kur'ân'ı tefsîr şekillerinden birisi de aralarında farklılık varmış gibi görülen konuları birleştirmektir. Sözgelimi Hz. Âdem'in bazı âyetlerde topraktan yaratıldığı, bazı âyetlerde çamurdan yaratıldığı, bazı âyetlerde balçıktan yaratıldığı zikredilmektedir. Bütün bu yaratılış merhaleleri Âdem'in yaratılışından ruhun üflenmesine kadar geçen merhalelerdir.
Kur'ân'ın Kur'ân'ı tefsir şekillerinden birisi de; bazı kırâetlerin bir başkasına hamledilmesidir. Arap dilinin ve alfabesinin yapısından kaynaklanan kırâet farklılıklarından kimi zaman mânâda ayrılık, kimi zaman da ifâdede farklılık göze çarpar. K;irâat farklılıklarının birbirine hamlinin güzel örneklerinin Isrâ sûresinin âyetinde geçen kelimesinin Abdullah lbn Mes'ûd'un kırâetinde:
şeklinde olmasına dayanılarak bu kelimesinin altın anlamına tefsir edilmesidir. Bazı kırâetlerde ise lafız ve mânâ farklılıkları bulunmaktadır. Meselâ Cum'a sûresinde: "Ey îmân edenler, Cum'a günü namaza çağırıldığında Allah'ın zikrine koşun." (Cum'a 9) âyetindeki kelimesi bir başka kırâette Allah'ın zikrine gidiniz, anlamında şeklindedir. Birinci kırâette hızlı yürümek olan koşma ifâdesi kullanılmış olsa da asıl hikmet namaza gitmektir.
Bu ve benzeri örneklerde görüldüğü gibi Kur'ân tefsirinde öncelikle, Kur'ân'ın Kur'ân'ı tefsiri metoduna başvurmak icabetmektedir.[5]
Kur'ân'ın anlaşılmasında başvurulan ikinci kaynak, bizzat Allah Resulünün Kur'ân tefsirleridir. Sahâbe-i Güzîn Allah'ın Kitabında bir müşküle karşılaştıkları zaman onun tefsîri için Resûlullah'a başvururlardı ve Resûlullah da onlara bu konularda bilgi verirdi. Zaten Resûlullahm gönderilişindeki amaçlardan birisi de teb-lîğ idi. Hadîs kitaplarında Kur'ân tefsîrleriyle ilgili özel bölümler yer almaktadır. Hz. Peygamber'in Kur'ân'ı tefsîrinden birkaç örnek vermemiz gerekirse şunları sıralayabiliriz.
İmâm Ahmed ibn Hanbel ve Tirmizî ile başkaları Adiyy'den nakleder ki Resûlullah (s.a) Fatiha süresindeki: "Kendilerine gazâb edilenler" kavli ile yahûdîlerin "Sapıklar" kavli ile de hıristiyanların kastedilmiş olduğunu söylemiştir. Yine Tirmizî ve lbn Hibbân Sahîh'lerinde Abdullah İbn Mes'ûd'dan naklederler ki Resûlullah (s.a): Orta namaz ikindi namazıdır, buyurmuştur. İmâm Ahmed lbn Hanbel ile Buhârî ve Müslim Abdullah ibn Mes'ûd'dan naklederler ki: "îmân edip de imânlarına zulmü karıştırmayanlar" âyeti nazil olduğunda, bu ifâde halka ağır gelmiş ve demişler ki? Ey "Allah'ın Resulü,.hangi birimiz kendi nefsine zulmetmez ki? Resûlullah (s.a) buyurmuş ki: Burada kasdedilen şey, sizin kasd ettikleriniz değildir, **p sâlih kulun" dediğini duymadınız mı: "Doğrusu şirk, elbette_büyük bir zulümdür. (Lukmân, 13) İşte buradaki zulüm de şirktir. Müslim ve başkaları Ukbelfn Âmir'den naklederler ki; o, Resûlullah (s.a)'ın minberde iken: "Ve onlara karşı gücünüz yettiğince kuvvet hazırlayın." kavlindeki kuvvetin atmak olduğunu söylemiştir. Yine Tirmizî Hz. Ali'den nakleder ki; o, şöyle demiştir: Ben Resûlullah (s.a)'a büyük hac gününden sözettiğimde; o, kurbân günüdür, dedi. Yine Ahmed lbn Hanbel ve Müslim, Enes lbn Mâlik'ten naklederler ki; Resûlullah (s.a) Kevser; Rabbımm bana cennette vermiş olduğu bir ırmaktır buyurmuştur. İşte bu ve benzeri hadisler Peygamber'in Kur'ân tefsirinin örnekleridir.
Sünnet'in Kur'ân tefsîr etmesi muhtelif şekiller de olabilir:
1- Sünnet; Kur'ân da yer alan bir konuyu, yine ona uygun olarak te'kîd eder.
2- Sünnet; Kur'ânda kasdedilen bir hususu açıklar. Mücmel ve müteşâbih âyetleri izah etmesi bu nevidendir. Namazların vakitleri ye rek'atları, secde ve rükû' ile diğer ibâdetlerin şekilleri, zekâtın mikdân, vakti, nev'î ve haccın edâ ediliş tarzı böyledir.
3- Sünnet; Kur'ân'da mutlak olarak vârid olan âyetleri takyîd eder. Nitekim: "Hırsız erkek ile hırsız kadınların ellerini kesiniz." (Mâide, 38) âyetinde vârid olan mutlak emri sünnet takyîd etmiştir.
4- Sünnet; Kur'ân'da umûmî olarak vârid olan lafzı tahsîs eder. Az önce belirtmiş olduğumuz ve Enfâl süresindeki: "Ey îmân edip îmânlarına zulmü karıştırmayanlar." (Enfâl, 82) âyetindeki zulmün şirk olduğunu bildiren Hz. Peygamber bu âyeti tahsîs etmiştir.
5- Sünnet; Kur'ân'da müşkil olan lafzı beyân eder. Sözgelimi" fecrin ak ipi, kara ipinden seçilinceye kadar yeyiniçin." âyetin de vârid olan iki ipten maksadın gündüzün aydınlığı ve gecenin karanlığı olduğunu Resûlullah (s.a.) beyân etmiştir.
6- Sünnet; Kur'ân'ın sükût ettiği hükmü açıklığa kavuşturur, Kur'ân'ın zahiren sükût ettiği hükümlere sünnet ya ilhak yoluyla veya nass yoluyla, yahut da cüzden küllin istinbâtı yoluyla açıklık getirir. Sözgelimi Kur'ân-ı Kerîm bir şeyin helâl başkasının da haram olduğunu belirtirken, üçüncü bir şeyin helâl mı haram mı olduğunu belirtmez. İşte sünnet, o şeyi bu iki hükümden birine ilhak edebilir. Veya Sünnet; Kur'ân'ı nass yoluyla izah eder. Sözgelimi Kur'ân bir şeyin hükmünü belirtir. Hz. Peygamber de ortak sebeplere dayanmaları nedeniyle kıyâs yoluyla başka bir şeyi ona ilhak eder. Aslında ilhak edilen şeyin sarih hükmü Kur'ân'da mevcûd değildir. Fakat Hz. Peygamber kıyâs yoluyla onu Kur'ân'da mevcûd olan hükme ilhak etmiştir. Bazen de Kur'ân'da muhtelif mânâlara delâlet eden nasslar bulunabilir. Bu nassları birleştirerek tek bir anlama yorumlamak mümkün olmaz. İşte burada da ne sünnet nassın muhtelif mânâlarım birleştirerek tek noktada cem'eder.
Ancak Resûlullah Kur'ân'ın bütününü ashabına açıklamış mıdır? tbn Teymiy-ye gibi bazı tslâm bilginlerine göre; Resûlullah (s.a) Kur'ân'ın hepsini lafız lafız ashabına açıklamıştır. İmâm Süyûtî'nin başında bulunduğu bir diğer gruba göre de; Resûlullah (s.a) Kur'ân'ın ancak çok az bir kısmım açıklamıştır. (SUyûtî, el-Itkân, II, 174-179; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 49).[6]
Ashâb-ı Güzîn, Allah'ın Kitabîni açıklarken, Kur'ân'da veya Sünnet'te bir tef-sîr bulamazlarsa, kendi ictihâdlarıyla Kur'ân'ı tefsir etmeye çalışırlardı. Nitekim bu davranışı Resûlullah (s.a)'a şöylece te'yîd etmiştir: Ebu Dâvûd nakleder ki: Hars tbn Ömer Şu1 be'den, o da Ebu Avn'dan ve bir gruptan şöyle nakletmiştir: Resulu-lah (s.a) Muâz-ı Yemen'e göndermek istediği zaman: Sana bir hüküm getirilirse nasıl hükmedersen? dedi. O da: Allah'ın kitabı ile, dedi. Resûlullah (s.a); Allah'ın kitabında bulamazsan? dedi. O da; Allah'ın Resulünün Sünneti ile, dedi. Resûlullah (s.a); Ya Allah'ın kitabında ve Resulünün Sünnetinde bulamazsan? deyince, Mu-âz; kendi re'yimle ictihâd ederim, ne fazlalaştırırım, ne eksiltirim, dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a) Muâz'ın göğsüne vurarak; Allah'ın Resulünün elçisinin Allah'ın Resulünün memnun kalacağı şeye muvaffak kılan Allah'a hamdolsun, dedi. (Ebu Dâvûd, Sünen, IV, 18-19, Kitâb el-Akdıyye, bâb, II; Tirmizî Sünen, Kitâb el-Ahkâm, bâb 3).
Bu hadîs te bize gösteriyor ki, Resûlullah (s.a) bazı konularda ashabına ictihâd için izin vermiştir. Kur'ân'ı tefsîr ederken ashâb; Arap dilinin kavramlarıyla anlaşılabilecek olan konularda Arap gramerinin inceliklerine başvururlardı. Bu arada Hz. Ömer'in de belirttiği gibi, arapçanın dîvânı durumunda bulunan câhiliyyet şiirinde vârid olan kelimelere ve lafızlara müracaat ederlerdi. Ancak bu sözü edilen kaynaklarda bilgi bulamayınca, kendi ictihâd ve görüşleriyle tefsîr ederlerdi. İctihâd ile tefsîr yaparken de yine dilin durumunu ve sırlarını, Arap adetlerini ve Arap Yarımadasında yaşayan hıristiyan ve yahûdîlerin durumunu da göz önünde bulundururlardı. Ayrıca konuyu derinlemesine kavrayabilmek için kendi anlayış güçlerini de zorlarlardı. Arap dilinin incelik ve sırlarını bilmek Kur'ân âyetlerinin anlaşılmasına yardım ettiği gibi, Arap âdetlerinin bilinmesi de âyetlerin anlaşılmasına yardımcı oluyordu. Sözgelimi: "Nesi* ancak küfürde artırmadır. "(Tevbe, 37) âyetindeki nesî' kavlini ancak Kur'ân'ın nüzûlu esnasında araplarda âdet olan nesî' geleneğini bilince anlamak mümkün olurdu. Bu sebeple vahidî der ki: Âyetlerin tefsiri ancak onların kıssasının ve nüzulünün bilinmesiyle mümkün olur. (Vahidî, Menhec' ül-Furkân, I, 36) îbn Dakîk de; Kur'ân'ın mânâsının anlaşılmasında nüzul sebebinin açıklanması en sağlam yoldur, der. Binâenaleyh, tefsirde nüzul sebeplerini bilmek önemlidir. Anlayış ve idrâk zenginliğine gelince; bu, Allah'ın kullarından dilediğine vermiş olduğu ilahî bir lütuftur. Sözgelimi Abdullah Îbn Abbâs Kur'ân'ın anlaşılmasında derin bir kâbiliyyete sahipti. Bu sebeple ona Bahr'ûl Kur'ân adı verilmişti. Ne var ki ashabın hepsi Kur'ân'ı anlama noktasında aynı seviyede değildiler.-Bu sebeple farklı görüşleri benimsiyorlardı. Ve farklı tefsirlerin ortaya çıkmasında da bu farklı anlayış kapasiteleri etkili olmuştur. Sahabenin Kur'ân'ı farklı anladıklarına örnek olarak şöyle bir olay nakledilir: Hz. Ömer Kudâme Îbn Maz'-ûn'u Bahreyn emirliğine tayîn eder. Cârût gelip Hz. Ömer'e der ki: Kudâme şarâb içti ve sarhoş oldu. Hz. Ömer (r.a): Dediğine şâhidlik edecek kimse var mı? deyince, Cârût; Ebu Hüreyre dediğime şehâdet eder, karşılığım verir. Bunun üzerine Hz. Ömer Kudâme'ye sana sopa vuracağım, der. Kudâme karşılık olarak; Allah'a an-dolsun ki onun dediği gibi şarâb içmişsem sen bana sopa vuramazsın? Hz. Ömer: Neden? deyince Kudâme der ki: Allah Teâlâ: "imân edip sâlih amel işleyenler; sakınırlar, inanırlar ve sâlih amel İşlerlerse; sonra sakınır ve ihsan ederlerse; (daha önce) yapmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur. Allah ihsan edenleri sever." (Mâide, 93) İşte ben İmân edip sâlih amel işleyen, sonra sakınıp imân eden ve yine sakınıp ihsan edenlerdenim. Resûlullah (s.a) ile Bedir, Uhud, Hendek savaşında hazır bulundum. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a): Onun söylediğine karşılık vermeyecek misiniz? diye çevresindekilere sorunca, Abdullah Îbn Abbâs der ki: Doğrusu bu âyetler öncekiler için ma'zeret, sonrakiler için hüccet olmak üzere indirilmiştir. Zîrâ Allah Teâlâ: "Ey İmân edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytân işi pisliklerdir. Bunlardan kaçınınız ki felaha eresiniz." (Mâide, 90) buyurmaktadır. Hz. Ömer: Doğru söyledin, diye karşılık verir. (Ahmed Emîn, Fecr'ül-İslâm, 243, 244)
Yine Sahabenin farklı görüşlerine örnek olmak Üzere şu olay zikredilebilir: Allah Teâlâ'nın Mâide süresindeki: "Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim." (Mâide, 3) âyeti nazil olunca, ashabın bir çoğu bu âyetin dinin kemâle erdirildiğinin muştu-su olduğunu sanıp sevinmişlerdi. Ancak Hz. Ömer ağlayıp kemâlden sonra zeval vardır, demiş ve Resûlullah (s.a)'ın vefatının haber verilmekte olduğunu hissetmişti. Gerçekten de bunda isabet etmişti. Zîrâ Rcsûlullah (s.a) bundan sonra ancak seksen bir gün yaşamıştı. Şâtıbî, el-Muvâfakât, III, 384)
Sahabenin farklı görüşlerine bir diğer örnek de imâm Buhârî'nin Saîd İbn Cü-beyr kanalıyla İbn Abbâs'dan naklettiği şu hadîstir: Abdullah İbn Abbâs der ki: Hz. Ömer Bedir'in yanlılarıyla beraber beni de meclisine girdirîrdi. öyle sanıyorum ki onlardan bir kısmı; bizim aramızda bunun işi ne? bizim onun gibi çocuklarımız var? demiş olacaklar ki Hz. Ömer: O, sizin en bilginlerinizdendir, diye karşılık vermişti. Bir gün Bedir'in yaşlılarını çağırdı ve beni de onlarla beraber meclisine girdirdi. Sadece onlara göstermek için beni çağırdığını sanmıştım. Hz. Ömer dedi ki: Allah Teâlâ'nın: "Allah'ın yardımı ve fethi geldiğinde "âyeti hakkında ne dersiniz? Bazıları dediler ki: Allah bizi muzaffer kılınca ve üzerimize kapılarını açınca kendisine hamdedip mağfiret dilememizi emrediyor. Bazıları da hiçbir şey demeyip sustular. Bunun üzerine bana dedi ki: Ey Abbâs'ın oğlu sen de böyle mi dersin? Ben; hayır, dedim, öyleyse sen ne dersin? deyince, şöyle karşılık verdim: Bu, Allah Resulünün ecelidir, Allah bunu Resulüne Allah'ın yardımı ve fetih geldiğinde "diyerek bildirmiş ve senin ecelinin İşareti budur", öyleyse Rabbını hamd ile tesbîh et ve O'ndan mağfiret dile. Muhakkak ki O, tevbeleri kabul edendir", buyurmuştur. Bunun üzerine Hz. Ömer dedi ki: Bu ifâdeden senin söylediğinden başkasını bilmiyorum. (Ze-hebî, et-Tefsîr ve*l-Müfessirûn, I, 57-61)[7]
Asr-ı Sâadet'te tefsirin dördüncü kaynağı da Yahûdî ve Hıristiyanların kitâb-ları olmuştur. Bilindiği gibi, Kur'ânı Kerîm, özellikle peygamber kıssaları ve geçmiş milletlere, âit haberlerin naklinde zaman zaman Tevrat ile birleştiği gibi îsâ (a.s.)'ın doğuşu ve gösterdiği mucizeler konusunda da !ncîl İle uyuşmaktadır. Ancak Kur'ân'ın amacı; bu kıssaları tarihî sıra içinde nakletmek olmayıp sadece bazı örnek alınabilecek ana esâslarını aktarmaktır. Bu kıssaların detaylarını öğrenmek İsteyen ashâbtan bazı kimseler, Kur'ân ve sünnette bahis mevzuu edilmeyen hususlarda Abdullah İbn Selam, Ka'b el-Ahbâr ve benzeri müslüman olmuş Yahûdî ve Hıristiyanların naklettikleri bilgilere müracaat etmişlerdir. Ne var ki müslümanlar bu kaynakları doğru birer bilgi kaynağı olarak değerlendirmiyorlardı. Çünkü her ikisinin de tahrîf ve tebdile uğradığını kabul ediyorlardı. Dolayısıyla ehl-i kitabın kaynaklarından ancak kitâb ve sünnete uygun düşenleri benimsiyor, aykırı olanları da reddediyorlardı. Her iki kategoriye girmeyen bazı konularda ise Hz. peygamberin gösterdiği direktif doğrultusunda hareket ediyorlardı: "Ehl-i Kitâb'ı yalanlamayın da tasdik de etmeyin. Sâdece Allah'a ve bize indirilene îmân ettik deyin." buyruğuna uygun olarak bazı bilgileri aktarıyor ama bunların doğru veya yanlış olduğunu belirtmiyorlardı. Bilâhere ortaya çıkacak olan rivayet tefsirlerinde bu kaynaklar fazlasıyla kullanılmaya başlanacaktır.
Fatiha sûresinde yeralan; "nimete erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğrayanların ve dalâlete düşenlerinkine değil" (Fatiha, 7) âyetiyle ilgili olarak, gazaba uğrayanlardan maksadın, yahûdîler, dalâlete düşenlerden maksadın da hıristiyanlar olduğuna dâir Resûlullah'ın tefsîri, kaynaklarda muhtelif kanallardan nakledilmiştir. Nitekim Hammâd İbn Seleme Semmâk kanalıyla... Adiyy tbn Hâtİm'den nakleder ki; o, Resûlullah'a gazaba uğrayanların kimler olduğunu sorduğunda bunların ya-hûdiler, sapıkların da Hıristiyanlar olduğunu belirtmiştir. Bu hadîsi Süfyân tbn Uyeyne Ismâîl ibn Hâlid yoluyla Şa'bî'den ve Adİyy İbn Hâtim'dcn nakleder. Ve yine Abdürrezzak der ki: Bana ma'mer... Abdullah İbn Şakîk'den nakletti ki; ona Resû-lullah (s.a)'dan işiten birisi haber vermiş. Resûlullah (s.a) Vadi el-Kurâ'da ve atının üzerinde imiş. Adamın biri Resûlullah'a; ey Allah'ın Resulü, bunlar kimlerdir? diye sormuş. O da: Gazaba uğrayanlar yahûdîlerdir, sapıklar da hıristiyanlardır, buyurmuş. Bu hadîsi Cüreyrî, Urve, Hâlid el-Hazzâ, Abdullah İbn Şakîk'den rivayet ederler.^ (Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. İbn Kesîr, Hadislerle Kur'ân Tefsî-ri, II, 116-117)
Resûlullah'ın tefsirinde bir diğer örnek de Asr-ı Saâdct'in başlangıcında sahabelerin namazda İhtiyâç duydukları zaman arkadaşlarıyla konuşabilmclcriydi. Ancak Bakara sûresinin 238. âyeti nazil olunca ashâb, bir daha namazda konuşmamıslar-dı. Nitekim Zeyd İbn Erkam der ki: Biz namazda konuşurduk. Kişi namazda yanı-başındaki arkadaşıyla konuşurdu. Nihayet "Ve Allah'ın divanına hûşû ile durun." âyeti nazil oldu da böylece biz susmakla emrolunduk ve konuşmadan nehyedildik. (Buhârî, Sahîh, II, 78-79; Müslim, Sahîh, I, 383) Buradaki kunût kelimesi itaat, uzun süre ayakta durmak, sükût, hûşû' ve duâ gibi anlamlara gelir. Hz. Peygamber bu kelimeyi namazda susmak şeklinde tefsir etmiştir. Yine aynı sûredeki aynı âyette sözlkonusu edilen orta namaz Peygamber tarafından ikindi namazı olarak tefsir edilmiştir. Nitekim Semure İbn Cündüb der kî: Resûlullah (s.a):- Orta namaz, ikindi namazıdır, buyurdu.
Hz. Peygamber'in tefsirinden bir örnek de orta ümmet tâbirinin tefsiridir. Nitekim Ebu Sâid el-Hudrî'den nakledildiğine göre Resûlullah (s.a): "işte böylece sizi orta ümmet kıldık." (Bakara, 183) âyetindeki orta.kclimesini adaletli diye tefsir etmiştir. (Tirmizî, Sünen, XI, 83) Orta anlamına gelen vasat lügat bakımından iki tarafı denk bir şey veya bir şeyin ortası gibi ifâde edilirse de bu kelimenin adalet mânâsına geldiğini Resûlullah'ın tefsirinden anlıyoruz. (İbn Manzûr, Lisân'ül-Arab, VII, 426-432)
Resûlullah'ın tefsirinden bir örnek de beyaz iple siyah ipten bahseden âyet-i kerîmenin tefsiridir. Nitekim Adiyy İbn Hatim der ki: Ben, Resûlullah'a dedim ki: Siyah ipten beyaz ip nasıl ayırdedilecektir? Bu ikisi iki ayrı ip midir? Resûlullah (s.a) buyurdu kî: Doğrusu sen, iki ipe bakarsan kafası geniş birisin. Sonra da şöyle buyurdu: Hayır bu, gecenin karanlığıyla gündüzün beyazlığıdır.
Resûlullah'ın tefsirlerinden bir örneği de Fecr süresindeki "tek ve çift" ile kelimeleriyle ilgili tefsiridir. Nitekim İmrân İbn Husayn der ki: Resûlullah (s.a)'a "çift ve tek" sorulduğunda şöyle buyurdu: Bu, namazdır. Bir kısmı çift, bir kısmı tektir. (Tirmizî, Sünen, XII, 243) Burada Allah'ın kasem ettiği şeylerin Resûlullah tarafından neye delâlet ettiği açıklanmaktadır.
Resûlullah'ın tefsirlerinden bir diğer örnek de Makam-ı Mahmûd ile ilgilidir. Ebu Hüreyre (r.a) der ki: Resûlullah (s.a): "Umulur ki Rabbm seni Makam-ı Mah-mûd'a gönderir." (Isrâ, 79) kavli sorulduğunda şöyle buyurdu: Bu, şefaattir. Burada övülen makam olarak ifâde edilebilecek bu makamın şefaat anlamına geldiğini Hz. Peygamber haber vermiştir.
Resûlullah'ın tefsirinin bir diğer örneği de Zilzâl süresindeki: "İşte o gün yeryüzü haberlerini söyleyecektir." âyetindeki tefsirleridir. Nitekim Ebu Hureyre der
ki: Resûlullah (s.a) bu âyeti okudu ve yeryüzünün haberleri nedir, biliyor musunuz? dedi. Orada bulunanlar: Allah ve Resulü en iyi bilendir, dediler. Resûlullah (s.a) buyurdu ki: Onun haberleri her kölenin ve cariyenin üzerinde ne yaptığına şehâdet etmesidir. Falanca falan gün şu ameli yaptı, demesidir. İşte onun haberi budur. (Tir-mizî, Sünen, XII, 254-255. Bu hususlarda daha geniş bilgi için bkz. I. Cerrahoğlu, Kur'ân Tefsirinin Doğuşu ve Buna Hız Veren Âmiller, 23-44) Görüldüğü gibi Hz. Peygamber'in Kur'ân tefsirinin örnekleri daha çok hadis kitaplarının tefsîr bölümlerinde yer almaktadır. Ancak bu, ahşa geldiğimiz mahiyette bir tefsîr değildir. Zîrâ alışageldiğimiz tefsîr tarzında Arap dili ve edebiyatının zengin materyallerinin kullanıldığına şâhid olmaktayız. Resûlullah'ın tefsirinde ise şeriatın ahkâmla ilgili kısımlarının açıklandığı görülmektedir. Dolayısıyla o, bize âyetin kelime anlamını değil, bütün olarak muhtevasını öğretmektedir. Allah'ın kelâmını bize İleten elçi olarak Resûlullah (s.a) âyetlerdeki ilahî muradı yine kendisine gelen dîn uyarınca izah etmiş ve açıklamıştır.[8]
Bilindiği gibi, Ashâb-ı Kiram vahiy kaynağına en yakın kişiler olarak Kur'ân'ı en iyi anlayan kimseler olmuşlardır. Çünkü onlar Pcygamber'den aldıkları vahyi öğreniyor ve hayatlarına tatbîk ediyorlardı. Nitekim kaynaklarda buna dâir pek çok örnekler bulunmaktadır. Bu tefsîrin birinci cildinde görüldüğü gibi, A'meş, Abdullah Ibn Mes'ûd'un şöyle dediğini rivayet eder: Bizden bir kişi on âyet öğrenince onların mânâlarını belleyip onunla amel edinceye kadar bu on âyeti aşmazdı. Ebu Abdurrahmân es-Sülemî der ki: Bizi okutanların anlattıklarına göre onlar, Resûlul-lah'tan okurlarmış. On âyet öğrendikleri zaman o âyetle amel etmeden geçmczler-miş. Böylece biz Kur'ân'ı ve onunla amel etmeyi birlikte Öğrendik, derlermiş.
İmâm Ebu Ca'fer Ibn Cerîr Taberî der ki: Bize Ebu Küreyb, Mesrûk'tan nakletti ki; Abdullah ibn Mes'ûd şöyle demiş: Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah'a yemîn ederim ki; Allah'ın Kitabından hiçbir âyet nazil olmamıştır ki ben onun nerede ve kimin hakkında nazil olduğunu bilmeyeyim. Allah'ın kitabını benden daha İyi bilen birisi bulunursa adımlarım beni ona götürdüğü sürece giderim. (İbn Ke-sîr Hadislerle Kur'ân Tefsiri, 1, 5) Hattâ Abdullah İbn Ömer'in Bakara sûresini öğrenmek için sekiz sene bu sûrenin üzerinde durduğu belirtilmektedir. (Süyûtî Tenvîrûl-Havâlik, I, 209)
Sahâbe-İ Güzîn Kur'ân'ı tefsir ederken, ya Peygamberden işittikleri bir rivayete dayanıyor, ya da kendi ictihâdlarıyla tefsir ediyorlardı. Çoğu kez bu âyetlerin indiği esnada onun mânâsını ve sebeb-i nüzulünü birlikte görmüş ve yaşamışlardı. Kendi ictihâdlarıyla yaptıkları tefsirlerde ise, daha çok dil ve dinî ahkâm yönünden âyetleri inceliyorlardı. Bazan da âyetleri tarihî olarak İzaha kalkışıyorlardı. DİI yönünden izah ederken, o devirdeki bilgi seviyesine göre izah ediyorlardı. Bu sebeple az önce de belirttiğimiz gibi aralarında farklı görüşler doğmuştu. Âyetlerin nüzul sebeplerini incelerken o âyetin inmesine sebep olan hâdiseyi ve o âyetle ilgili soru soran kişilerin durumunu ve neden o soruları sorduklarını biliyorlardı. Nitekim Harûriye vak'asıyla ilgili olarak Nâki'c; Abdullah İbn Ömer'in görüşü sorulduğunda şöyle demişti: Abdullah İbn Ömer bu vak'aya katılanları yaratıkların en kötüsü olarak görmektedir. Zîrâ onlar kâfirler hakkında nazil olan âyetleri mü'minlerc hamletme yoluna gittiler, dermiş. (Kasımı, Tefsir, 1, 38) Kur'anııı nüzul sebebi nokta ve harekelerin durumu, kıraat farklılıkları ve özellikle Kur'ân'ın yedi harf üzerine indirilmiş olduğunu belirten rivayetler sahabenin farklı kanâatlara yönelmesine sebep olmuştur.
Ashâb arasında Kur'ân tefsîriyle şöhret bulanların sayısı çok azdır. Tefsir usûlü bilginlerinin ifâdesine göre, sahabeden meşhur müfessirlerin sayısı on'dur: Bunlar Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Abdullah İbn Abbâs, Abdullah Ibn Mes'ûd, Übeyy İbn Kâ'b, Zcyd İbn Sabit, Ebu Musa el-Eş'arî ve Abdullah İbn Zübeyr'dir. önümüzdeki sayfalarda bunlarla ilgili olarak daha geniş bilgi vermeye çalışacağız.
Şüphesiz ki ashâbtan tefsir yapanlar yalnız bunlar değildir. Ancak bunların tefsiri fazlaca olduğu için şöhret bulmuşlardır. Tefsir nakleden sahabeler arasında Enes İbn Mâlik, Ebu Hüreyre, Abdullah İbn Ömer, Câbir İbn Abdullah, Abdullah İbn Amr ibn Âs ve Hz.Âişe'yî sayabiliriz.
Tefsirleri şöhret bulmuş olan saydığımız ilk on kişi arasında bazıları fazlaca tefsîr naklederken, bazıları da çok az nakillerde bulunmuşlardır. Sözgelimi Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'dan birkaç âyetin tefsirinden başka bir şey rivayet nakledilebilmiş değildir. Bu halîfeler peygamberden sonra devlet işlerini üstlendikleri için tefsir rivayetine fazla bir zaman ayıramamışlardır. Hülâfa-i Râşidînin arasında en çok rivayet nakledilen Hz. Alî (r.a)'dir. Bunun nedeni de Hz. Ali'nin en son halîfe olması ve yine onun döneminde Kur'ân'ı anlayan ve yorumlayan ashabın sayısının azalması ve muhtelif siyasi ve sosyal nedenlerle Hz. Ali'ye Kur'ân'la ilgili birçok soruların sorulması olabilir. Kczâ Abdullah İbn Abbâs'dan, Abdullah ibn Mcs'ûd'dan ve Übeyy İbn Kâ'b'dan pek çok tefsîr rivayet edilmiştir. Bunları ayrıca göreceğiz. Zeyd İbn Sabit, Ebu Musa cl-Eş'arî, Abdullah tbn Übcyy gibi diğer ünlü sahabelere gelince, bunlar her ne kadar tefsîrde şöhret sahibi iseler de kendilerinden nakledilen rivayetler çok azdır. Sahabenin tefsirine örnek olmak üzere bir kaç misâl zikredebiliriz:
Hz. Ömer der ki: Kur'ân'da geçen el-cibt kelimesi büyü, tâğût kelimesi de şeytândır. (Buhârî, Sahîh, VI, 57) Bilindiği gibi cibt kelimesi Allah'tan başka ibâdet edilen herşeye verilen isimdir. Bu sebeple put, kâhin, büyücü gibi mânâlar verilebilir. Bu kelimenin Habeş asıllı olduğu İbn Abbâs ve İkrime'den nakledilmiştir. İbn manzûr Lisan'ül-Arab, II, 21) Tâğût ise tuğyan kelimesinin mübalâğalı ismi failidir. Bu kelime de batıl olarak ibadet edilen her şey, şeytân, kâhin, büyücü ve insanlardan, cinlerden inatçı anlamlarına gelmektedir. (Seyyid Kutûb, Fîzılâl'İI Kur'an, III, 269-173; İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri, IV, 1732-1734) Görüldüğü gibi bu iki kelime her iki anlamı da içerebileceği halde Hz. Ömer bu kelimelerin büyü ve şeytân anlamlarına geldiğini belirterek tefsîr etmiştir.
Hz.'Ömcr'in Kur'ân tefsirine bir diğer örnek de "Ruhlar çiftlcştirildiği zaman" (Tekvîr, 7) âyetindeki çiftleştirilme anlamına gelen kelimesidir. İbn Ke-sîr'in rivayetine göre İbn Ebu Hatim Nu'nıân İbn Beşîr'dcn nakleder ki: Hz. Ömer hutbe okumuş ve "Ruhlar çiftlcştirildiği zaman" âyetini tefsîr ederken her grub kendi grubuyla birleştirilip yanyana getirildiği zaman, demiştir. Bir başka rivayette de çiftler, aynı ameli işleyen iki insandır ki birlikte amelleri onları ya cennete, ya cehenneme götürür, demiştir. Nu'mân tbn Beşîr'den nakledilen bir başka rivayette de o şöyle der: Hz. Ömer'e bu ayet sorulduğunda şöyle dedi: Salih kişi, sâlih kişi ile eşleştirilir. Kötü kişi de kötü kişi ile eşleştirilir ve cehenneme götürülür. İşte ruhların çiftleş-tîrilmesi budur. Yine Nu'mân'dan nakledilen bir başka rivayette Hz. Ömer halka şöyle demiş: Siz "Ruhlar çift leş t iri İd iği zaman" kavli hakkında ne dersiniz? Halk susmuş. Hz. Ömer demiş ki: o, cennet ehlinden kendisine benzeyen kişilerle eşleşen kişidir. Bir diğer kişi de cehennem ehlinden kendisine benzeyen kişilerle eşleştirilir. Sonra "zulmedenleri ve eşlerini sürükleyin" âyetini okumuş. (İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîrî, XV, 8322) Görüldüğü gibi buradaki ruhların birleştirilmesinden maksad, cennet enlinin cennet ehliyle, cehennem ehlinin de cehennem ehliyle birleştirilmesidir. Ve Hz. Ömer (r.a) bu birleştirilmeyi "Zulmedenleri, onlarla işbirliği edenleri ve Allah'ı bırakıp da taptıklarını derleyin, onları cehennem yoluna koyun." (Sâffat, 22) âyeti ile tefsîr etmiştir.
Buhârî'nin belirttiğine göre Hz. Ali Zâriyât sûresinin birinci âyetindcki "Zariyat" kelimesinin rüzgâr anlamına geldiğini söylemiştir. (Buhârî, Sahîh, VI, 174) Hz. Ali'nin bu tefsirini Sahâbe-i Güzin'in hepsi kabul etmişlerdir. Bilindiği gibi zâriyât kelimesi, lügâtta kırıp ufalayan, toz edip savuran ve alıp götüren şeyler için kullanılır. Binâenaleyh toprağı ve tozu kaldırıp savuran rüzgârlar anlamına gelebileceği gibi, zürriyyet yayan doğurgan kadınlara, ya da kırıp dağıtan meleklere ve hattâ her türden patlayıcı maddelere ve tahrik edici nedenlere de bu kelime kullanılabilir. İbn Manzûr (Lisân'ül Arâb, XI, 287) Bu âyete Hz, Ali rüzgâr anlamını verirken onu büsbütün yorumlamak yerine sadece kelimenin ihtiva ettiği anlamlardan birine hamletmiştir. Kehf süresindeki "Rüzgârın yayıp savurduğu" (Kchf, 46) âyetini gözönünde bulundurarak bu anlamı vermiştir. Başka tefsîrciler de bu kelimeye darılma anlamını vermişlerdir.
İmâm Buhârî der ki: Bize Muhammed tbn Beşşâr... Abdullah İbn Ömer'den nakletti ki; ona Abdullah İbn Zübeyr fitnesi esnasında iki kişi gelip şöyle demiş: Halk yapacağını yaptı, sen Hz. Ömer'in oğlu ve Resûlullah'ın sahâbesisin. Seni sas-vaşa çıkmaktan alıkoyan nedir? Abdullah İbn Ömer demiş ki: Beni Allah'ın kardeşin kanını kardeşe haram kılmış olması (savaşa çıkmaktan) alıkoyuyor. Onlar: Allah Teâlâ: "Fitne kalmayıp din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 193) buyurmuyor mu? demişler. Abdullah İbn Ömer demiş ki: Biz, fitne kal-mayıncaya kadar savaştık. Din de yalnız Allah'ın oldu. Siz ise fitne yayıp din de Allah'tan başkası için oluncaya kadar savaşmak istiyorsunuz.
Bu haberde, Haricî bir gencin Abdullah İbn Ömer'e: Fitne kalmayıp din de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın, âyeti hakkındaki sorusu üzerine Abdullah İbn Ömer'in bu âyeti tefsiri görülmektedir. Aynı vak'ayla ilgili olarak Osman tbn Sabit de Nâfı'den şöyle nakleder: Adamın biri Abdullah İbn Ömer'e gelip dedi ki: Ey Ebu Abdurrahmân, Allah'ın teşvik ettiğini bildiğin halde seni bir yıl hacca gidip ertesi yıl umre yapmaya, Allah yolunda cihâda gitmemeye sevkeden şey nedir? Abdullah İbn Ömer dedi ki: Yeğenim, İslâm beş şey üzere bina edilmiştir: Bunlar, Allah'a Ve Resulüne îmân, beş vakit namaz, Ramazan orucu, zekât ve Allah'ın evini haccetmektir. Adam dedi ki: Ey Ebu Abdurrahmân, Allah Teâlâ'nın kitabında şöyle dediğini duymadın mı: "Eğer mü'minlerden iki gurub birbiriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin. Eğer biri diğerine saldırırsa saldıranlarla Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar savaşın." (Hucûrat, 9) ve yine Allah Teâlâ: "Fitne kalmayıp din de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 193) buyurmuyor mu? Abdullah İbn Ömer dedi ki: Biz, Resûlullah devrinde böyle yaptık. O zaman İslâm azınlıkta idi. Kişi dini nedeniyle zorlanıyor, ya öldürülüyor, veya işkenceye uğruyordu. Nihayet İslâm hâkim oldu ve fitne kalmadı. Adam dedi ki: Ali ve Osman hakkında ne dersin? Abdullah İbn Ömer dedi ki: Osman'a gelince Allah onu affetmişti, ama siz onun affedilmesinden hoşlanmıyorsunuz. Hz. Ali'ye gelince; o, Resûlullah'ın amcası oğlu ve damadıdır. Abdullah tbn Ömer eliyle göstererek dedi ki: tşte şu gördüğünüz, onun evidir." (İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri,III, 759-760) Böylece Abdullah İbn Ömer bu âyetteki fitne kelimesinin müslüman-.ların kendi aralarındaki ihtilâf değil kâfirler ve müşriklerle savaşıp harb etmelerinin kasdedildiğini belirtmiştir. Soruyu soran Haricî genç ise fitnenin müslümantar arasındaki ihtilâf olduğu kanâatim taşımaktadır. Nitekim daha sonra sahabenin ve tabiînin birçoğu bu âyeti Abdullah İbn Ömer gibi anlayacaklardır. Herne kadar bu kelime lügâtta imtihan, deneme gibi mânâlara gelirse de fâsıklık, şirk, ihtilâf, küfrü yayrrîak ve irtidâd, asayişi ihlâl gibi mânâlara da gelmektedir, (fbn Manzûr, Lisân'ül-Arab, XIII, 317)
Buhârî'nin belirttiğine göre, Abdullah İbn Mes'ûd ümmet kelimesini hayır öğreten mânâsına tefsir etmiştir. (Buhârî, Sahîh, VI, 103) Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. lb-râhîm'in ümmet olduğu ifade edilmektedir. Abdullah İbn Mes'ûd buna, kendisine uyulması gereken bir hayır öğretmeni anlamım vermiştir.
Buhârî'nin ifâdesine göre; Abdullah İbn Mes'ûd Teğâbün süresindeki: "Kim de Allah'a îmân ederse o, bunun kalbini hidayete erdirir." (Teğâbün, 11) âyetini o kimse kendisine bir musibet isabet edince hoşnûd olur ve bunun Allah'tan geldiğini bilir, diye tefsîr etmiştir. (Buhârî, Sahîh, VI, 193) Görülüyor ki Abdullah İbn Mes'ûd bu âyeti baştarafıyla ilgili olarak tefsîr etmiştir. Böylece Abdullah tbn Mes'ûd kalbi hidâyete ermiş olan kimse için Allah onu hidâyette isabet ettirdiğinden dolayı hatâya düşürmemiş olur. Hatâya düşürdüğü için de ona hidâyeti isabet ettirmemiş olduğunu bilir, diye mânâ vermiştir. Dolayısıyla hidâyete eren kişi; her musibetin ancak Allah'ın izniyle geleceğini düşünür ve Allah'a güvenerek huzur bulur.
Müslim'in Sahîh'İnde belirttiğine göre; Hz. Âişe Azîz ve Celîl olan Allah'ın: "Hani onlar üst ve altınızdan gelmişlerdi de; gözler yılmış, yürekler gırtlaklara gelmişti." (Ahzâb, 10) âyeti hakkında bu olay Hendek günü olmuştur, demiştir. (Müslim, Sahîh, IV, 2316; Taberî, Tefsîr, XXI, 74) Burada Hz. Âişe'nin âyeti, nüzûlüyle ilgili tarihî bir vak'ayla izah ettiğini görüyoruz. Bu dehşetli ve korkunç ânın Hz. Âişe bize Hendek muharebesinde olduğunu belirtmektedir.
Buhârî Sahîh'İnde nakleder ki; Hz. Ömer (r.a) bir gün Peygamberin ashabına: "Sizden biriniz kendisinin bir bahçesi olmasını ister mi..." âyetinin ne hakkında nazil olduğunu biliyor musunuz? demiş. Ashâb: Allah ve Resulü daha iyi bilir, demişler. Bunun üzerine Hz. Ömer kızmış ve demiş ki: Ya biliyoruz veya bilmiyoruz, deyin, ibn Abbâs demiş ki: Ey mü'minlerin emîri, benim içimde bu konuda birşey var. Hz. Ömer demiş ki: Ey yeğenim; söyle, kendini hor görme. Abdullah İbn Abbâs demiş ki: Bu âyet bir amel için örnek verilmiştir. Hz. Ömer: Hangi tür amel? deyince, Abdullah İbn Abbâs; bir amel için demiş. Hz. Ömer demiş ki: Bu âyet Azîz ve Celîl olan Allah'a itâatla amel işleyen zengin bir kişi hakkında örnek verilmiştir. Sonra Allah ona şeytânı yollamış ve o da günâhlar işleyerek bütün amellerini batırmıştır. (Buhârî, Sanıh, VI, 39) Burada Hz. Ömer'in dinî bir hükmü remizli olarak izah ettiğini görmekteyiz. Sahabenin bu âyetle ilgili bilgisini yoklayan Hz. Ömer, Abdullah ibn Abbâs'm bir nebze bilgi sahibi olması üzerine kendisi âyetin ne için Örnek verildiğini açıklamıştır. Abdullah İbn Abbâs'dan bahsederken onun tefsirine âit daha geniş örnekler vereceğiz.[9]
Daha önce de belirttiğimiz gibi, ashâb içerisinde tefsir rivayet edenlerin arasında dört halîfe de bulunmaktaydı. Ne var ki bunların devlet işleriyle uğraşmaları ve erken vefat etmeleri nedeniyle bunlardan nakledilen rivayetler çok azdır. Sözgelimi Hz. Ebu Bekir, sıddîk (Öl. 13/634) cemaata hitâbederek "Ey insanlar, siz Allah Teâlâ'nm "Ey îmân edenler, siz kendinize bakın. Şayet siz doğru yolda olursanız sapanlar size zarar veremezler." (Mâide, 105) âyet-i kerîmesini okuyorsunuz ama onu konulması gereken yerden başka yere koyuyor (yanlış tefsîr ediyor)sunuz, demişti. Ben Resûlullah'tan şöyle buyurduğunu işittim: İnsanlar münkeri görüp de onu değiştirmezlerse Allah Teâlâ da onların arasında azabını yayıverir, demişti. Burada mezkûr âyeti mârufu emir ve münkeri nehiy görevinin gerekleri doğrultusunda yorumlamıştır. Dolayısıyla hidâyete erebilmek için emirleri yerine getirmek ve nehiy-lerden sakınmak gerekir.
Şu'be, İbn Ebu Ma'mer'den nakleder ki; Hz. Ebu Bekir (r.a) şöyle buyurmuştur: Ben, Allah'ın kitabı hakkında bilmediğim bir şey söylersem hangi yer beni barındırır ve hangi gök beni gölgelendirir?
Ebu Ubeyd Kasım Îbn-Sellâm der ki: Ebu Bekir sıddîk'a Abese süresindeki "meyvalar ve mer'âlar..." (Abese, 31) âyeti sorulduğunda şöyle demiştir: Ben Allah'ın kitabı hakkında bilmediğim bir şey söylersem, hangi yer beni barındırır ve hangi gök beni gölgelendirir? (İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri, II, 9)
Hz. Ömer de (öl.23/643) bazı âyetleri tefsîr etmiştir. Nitekim yukarıda geçen Abese süresiyle ilgili ondan nakledilen rivayet meşhurdur:
Ebu Ubeyd Kasım İbn Sellâm nakleder ki; Ömer İbn Hattâb minberde "meyveler ve mer'âlar..." (Abese, 31) âyetini okumuş ve şöyle demişti: Biz bu meyveyi biliyorduk. Ancak sonundaki mer'âlar kelimesinin ne anlama geldiğini bilmiyorduk. Sonra kendi kendisine dönerek; zorlama olur ya Ömer, demişti.
Bir başka rivayette de bu olay şöyle nakledilir: Abd İbn Humeyd, Enes'ten nakletti ki; o, şöyle demiş: Biz Ömer tbn Hattab'ın yanında idik, gömleğinin arkasında dört yama vardı. Bu âyeti okudu ve mer'âlar nedir? diye sordu. Sonra; İşte bu, te-kellüftür, sen onu bilmesen ne olur? dedi. (tbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri, II, 9)
Hz. Ömer'in Kur'ân tefsirine bir Örnek de Zâriyât sûresinin ilk âyetleriyle ilgili yorumdur. Nitekim Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr, İbrâhîm İbn Hâni kanalıyla... Saîd İbn Müseyyeb'ten nakleder ki; o, şöyle demiştir: Sabîğ et-Temimi, Ömer Ibn Hat-..tâb'a geldi ve; ey mü'minlerin emîri, bana "Esip savuranları" (Zâriyât, 1) haber ver, dedi. Hz. Ömer: Onlar rüzgârlardır. Şayet bunu Allah Resulünün söylediğini işitmiş olmasaydım söylemezdim, dedi. Sabîğ: "işi ayıranlar" (Zâriyât, 4)'ı bana haber ver, dedi. Hz. Ömer: Bunlar meleklerdir. Şayet bunu Allah Resulünün söylediğini işitmiş olmasaydım söylemezdim, dedi. Sabîğ: "Kolayca süzülenler" (Zâriyât, 3)'i*bana haber ver, dedi. Hz. Ömer: Onlar gemilerdir. Şayet bunu Allah Resulünün söylediğini işitmeseydim, söylemezdim, dedi. Ve ona yüz sopa vurulmasını, sonra da bir eve hapsedilmesini emretti. İyileşince tekrar ona yüz sopa vurdu ve bir semere yükleyip Ebu Musa el-Eş'arî'ye: İnsanları onunla birlikte oturmaktan men'et, diye, yazdı... Sabîğ İbn Asel ile Hz. Ömer arasında geçen hâdise meşhurdur. Hz. Ömer'in onu dövmesi onda gördüğü inâd ve muhatabını zor durumda bırakma arzusundan olmalıdır." (İbn Kesîr, Tefsîr, XIII, 7472)
Hz. Osmân*ın (öl. 35/655) Kur'ân anlayışıyla ilgili olarak, Abdullah İbn Ab-bâs ile aralarında geçen şu hâdise güzel bir örnektir: Abdullah İbn Abbâs Hz. Osman'a Enfâl sûresi ile Tevbe sûresini bitişik yazdınız, aralarını neden besmele ile ayırmadınız? Bu sûreyi niçin yedi uzun sûre denilen sûreler sırasına yerleştirdiniz? diye sormuştu. Hz. Osman ona şöyle karşılık vermişti: Resûl-i Ekrem zamanında, vakit vakit sûreler, âyetler nâzü olunca vahiy kâtiblerine; şu âyeti şu sûredeki şu âyetlerin yanına yazın, diye emrederdi. Enfâl sûresi Medine'de ilk nazil olan sûrelerdendir. Tevbe sûresi ise en son nazil olan âyetlerden bir kısmını ihtiva eder. Dolayısıyla her ikisinin muhteviyatı arasında bir benzerlik vardır. Bu sebeple biz bu iki sûrenin bir olduğu kanâatına vardık. Resulullah vefat etmeden önce bu sûrenin o sûreden olup olmadığım bize bildirmemişti. Dolayısıyla bunları bitişik yazdık, aralarını besmele ile ayırmadık ve bu iki sûreyi yedi uzun sûre arasına yerleştirdik. (Ö. Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Târihi, I, 214)[10]
Hz. Ali (öl. 40/660) halîfeler arasında en çok tefsîr rivayet edenlerden birisidir. Zaten kendisini ilme vermiş olan Hz. Ali, halîfelerin sonuncusu olması nedeniyle Kur'ân'in anlaşılması için büyük gayretler göstermişti, örnek olması için onun tef-sîrinden birkaç misâl aktarmaya çalışacağız: İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Hz. Ali'den nakletti ki, o, şöyle demiştir: Size Allah'ın kitabındaki en önemli âyeti haber vereceğim. Bize Allah'ın Resulü haber verip şöyle buyurdu: "Size musibetten ne gelirse kendi ellerinizin kazandığındandır. Bununla beraber O, çoğunu affeder." (Şûra, 30) Ey Ali, sana bu âyeti tefsîr edeceğim: Dünyada ikejı sizin başınıza gelen bir hastalık veya musîbet veya belâ sizin kazandıklarınızdandır. Allah Teâlâ âhiret-te ikinci kez cezalandırmayacak kadar Halîmdir. Dünyada iken bağışlamış olduğuna gelince; Allah Teâlâ bağışladıktan sonra tekrar dönmeyecek kadar Kerîm'dir. Ibn Ebu Hâtim'in bu hadîsi rivayeti ise şöyledir: Bize babam... Ebu Cuhayfe'den nakletti ki; o, şöyle demiş: Ebu Tâlib oğlu Ali yanıma geldi ve; size her mü'minin ezberlemesi gereken bir hadîsi haber vereyim mi? dedi. Biz de hadîsi ona sorduk, o "Size musibetten ne gelirse kendi ellerinizin kazandığındandır. Bununla beraber O, çoğunu affeder." (Şûra, 30) âyetini okuyup şöyle dedi: Allah Teâlâ dünyada bir kimseyi bir şey yüzünden cezâlandırmışsa kıyamet günü ikinci kez cezalandırmayacak kadar Halîm'dir. Dünyada iken bağışlamış olduğuna gelince; kıyamet günü affından dönmeyecek kadar Kerîm'dir." (İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri, XIII, 7106)
Şu'be İbn Haccâc Semmâk kanalıyla... Hz. Ali'den rivayetine göre; o, Kûfe'-de minbere çıkmış ve; bana Allah'ın kitabından hangi âyeti, Resûlullah'ın Sünnetinden hangi sünneti sorarsanız size onu haber vereceğim, demişti. İbn Kevâ kalkıp; ey mü'mınlerin emîri, Allah Teâlâ'nm "Esip savuranlara" (Zâriyât, 1) kavlinin mânâsı nedir? diye sordu. Hz. Ali; rüzgârdır, dedi. Onun "yükünü yüklenenlere" (Zâriyât, 2) kavlinin anlamı nedir? sorusuna, buluttur, cevâbını verdi. "Kolayca süzülenlere" (Zâriyât, 3) âyetinin anlamı nedir? sorusuna; gemilerdir, cevâbını verdi. Onun "işi ayıranlara" (Zâriyât, 4) kavlinin anlamı nedir? sorusuna da; meleklerdir, cevâbını verdi, (ibn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri, XIII, 7472)
Hz. Ali ilim beldesinin kapısı olarak nitelendirilmiş ve gerçekten delilleri bulmada son derece güçlü, neticelere varmada son derece sağlam bir düşünce yapısına sahip idi. Gerek belagatta, gerek fesâhatta, gerekse şiir ve hitabette devrinin önde gelenlerindendİ. Mes'elelerin dış yüzüne vâkıf olduğu kadar iç tarafına da vâkıf olan Hz. Ali, her zor ve müşkil konuda sahabenin müracaat kaynağı idi. Resûlullah'ın bütün savaşlarına katılmış olan Hz. Ali, yalnızca Tebûk'te ailesinin başında bırakılmıştı. Hattâ Hayber günü Allah'ın Resulü savaşın en sıkışık olduğu zamanda şöyle demişti: Yarın bu sancağı, öyle bir kişiye vereceğim ki Allah onun elinde fethi müyesser kılacak, Allah ve Resulü onu severler, o da Allah ve Resulünü sever. Ertesi gün sancağı Allah Rasûlü, Hz. Ali'ye vermişti. Peygamber onu kendi kardeşi kabul etmiş ve: Dünyada ve âhirette sen benim kardeşimsin, demişti. Ycmcn'c vali tayin ederken Hz. Ali için; Allahım onun diline sebat, kalbine hidâyet ver, diye duâ etmişti. Her güçlüğü çözmede gerçekten mahirdi. Hattâ; Ebu'l-Hasan'ın çözemeyeceği hiçbir mes'ele yoktur, sözü dilden dile dolaşan bir darb-ı mesel olmuştu. Alkame'nin Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayetine göre; o şöyle demişti: Biz kendi aramızda Medînelilerin en doğru hüküm vereninin Ebu Tâlib oğlu Ali olduğunu söylerdik. Atâ'ya; Muhammed (a.s)'in ashabı arasında Hz. Ali'den daha bilgin biri var mı? denildiğinde, O; hayır, Allah'a andolsun ki böyle birisini tanımıyorum, diye karşılık vermişti. Saîd ibn Cübeyr de Abdullah tbn Abbâs'dan nakleder ki; o, Hz. Ali'den bir görüş mevcûd olursa başkasına müracaat etmezdik, dermiş. (Daha geniş bilgi için bkz. (İbn'ül-Esîr, Üsd'ül-Ğâbe.)
Hz. Ali'nin her konuda olduğu gibi Kur'ân ilimlerinde de derin bilgiye sahip olduğu kaynaklarca -hemen hemen üzerinde ittifak edilen bir husustur. Nitekim daha sonra Kur'ân ilimlerinin deryası diye nitelendirilecek olan Abdullah İbn Abbâs; Kur'an tefsîrinden ne öğrendiysem Ebu Tâlib oğlu Ali'den öğrendim, demiştir. Hz. Ali'nin bizzat şöyle dediği rivayet edilir: Allah'a andolsun ki; hangi âyet inmişse onun kimin hakkında ve nerede indiğini bilirim. Doğrusu Rabbim bana çok düşünen bir kafa ve çok soru soran bir dil lütfetmiştir. Ebu Tüfeyl'in rivayetine göre Hz. Ali, halka îrâd ettiği bir hutbede; bana soru sorun, Allah'a andolsun ki; ne sorarsanız mutlaka size haber vereceğim, demiş ve şöyle devam etmişti: Bana Allah'ın kitabından sorun. Allah'a andolsun ki; ondaki her bir âyetin gece mi gündüz mü, ovada mı dağda mı nazil olduğunu en iyi ben bilirim, demiştir. (Zehebî, et-Tefsîr ve'I-Müfessjrûn, I, 89-90) Hz. Ali'den pekçok rivayet nakledilmiştir. Ancak bu rivâyetierde çoğunlukla şîa'nın etkisi göze çarpmaktadır. Hattâ şîî kaynakların ifâdesine göre Hz. Ali'nin şöyle dediği bildirilir: İsteseydim Kur'ân'ın tefsîrinden yetmiş deve yükü tefsir yapardım. Bu da Hz. Ali sevgisinde aşırı giden şîa'nın onu ne derece abarttığının tipik örneklerinden birisidir. Hz. Ali'den nakledilen sahîh rivayetlerin tarîki şöyledir:
a) Hişâm, Muhammed İbn Şîrîn, Abîde es-Selmânî, Ali (r.a) Bu sahîh rivayet tarîkini,<Bühârî ve diğer sahîh hadîs râvîleri benimserler.
b) İbn Ebu Huseyn, Ebu Tufeyl, AH (r.a) İbn Uyeyne'nin tefsirinde takîb ettiği bu rivayet tarîki de sahihtir.
c) Zührî, Ali Zeyn el-Âbidîn, babası Hüseyin, babası Ali. Bu rivayet tarîki de gerçekten sahihtir. İbn Salâh'ın ifâdesine göre; bazıları ondan nakledilen en sahîh isnâd tarîkinin bu yol olduğunu söylemişlerdir. Ne var ki Hz. Ali'nin torunu ve kendi adını taşıyan Ali Zeyn'el-Âbidîn'e pekçok uydurma ve yalan rivayetler isnâd edildiği için bu sonuncu tarîk öncekilerden daha az şöhret bulmuştur. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 91)[11]
Künyesi Ebu'l-Abbâs olan Abdullah İbn Abbâs İbn Abdü'l-Mutıalib el-Hâşimî, Hz. Peygamber'in amcası Abbâs'ın oğludur. Resûlullah'ın Medîne'ye hicretinden birkaç sene evvel Hâşim oğullarının Şib'de boykota tâbi tutuldukları vakit doğduğu söylenir. Resûlullah'ın vefatı esnasında onüç veya onbeş yaşlarında bulunuyordu. Daha çok Hz. Osman zamanında temayüz eden Abdullah İbn Abbas, hicrî 35 yılında halîfe Osman tarafından hac emîri tayin edilmişti. Daha sonra Hz. Ali'nin saflarında yer alan Abdullah İbn Abbâs daha çok, sefîr olarak görev yaptı. Bilâhare halîfe onu Basra'ya vali tayîn etti. Sıffîn vak'asında Hz. Ali'nin temsîlcisi olması bizzat halîfe tarafından işlenmişse de Hz. Ali'nin akrabası olması nedeniyle pek uygun görülmemişti. Bilâhare Hz. Hasan'ın hilâfetten çekilmesi üzerine Abdullah İbn Abbâs Muâviye'nin hilâfetini kabullenecek, fakat Yezîd'in hükümdarlığına karşı çıkacaktır. Abdullah İbn Abbâs hicri 68 yılında (687-688) yetmiş yaşlarında iken Tâif'te vefat etmiş ve buraya gömülmüştür. Hz. Ali'nin oğlu Muhammed İbn Ha-nefiyye onu kabre yerleştirirken ve toprağını düzeltirken: Allah'a andolsun ki; bugün, bu ümmetin en derin bilgini vefat etmiştir, demiştir. (F. Buhl, İslâm Ansiklopedisi, Abdullah İbn Abbâs maddesi)
Abdullah ibn Abbâs Allah'ın kitabını bilmede en üstün ictihâd derecesine varan isimlerin başında yer aldığı için tefsîr ve fetvada reîslik mevkiine geçmiş ve el-Bahr el-Hibr unvanıyla anılmıştır. Daha önce naklettiğimiz rivayetlerde de görüldüğü gibi, Hz. Ömer (r.a) onu ashabının büyükleriyle beraber kendi meclisinde bulundurur ve en yakınında oturturdu. Onu gördüğünde; sen, bizim.delikanlılarımızın yüzü en Rüzef ahlakı en iyi ve Allah'ın kitabını en derin bilenlerdensin, derdi. Ve yine Abdullah İbn Abbas hakkında Hz. Ömer (r.a.)'nın: İşte size genç delikanlı, onun çok suâl soran bir dili ve çok düşünen bir gönlü var, derdi. Abdullah İbn Abbâs, edebinden Hz. Ömer bir soru sorduğunda hemen cevâb vermez, ancak ashâb görüşünü söyledikten sonra o, konuşurdu. İbnü'l-Esîr'in Ubeydullah İbn Abdullah İbn Utbe'den naklettiğine göre; Hz. Ömer'e müşkil mes'eleler geldiğinde o, İbn Abbâs'a bugün Önümüze zor mes'eleler çıktı. Sen, bu ve benzeri mgs'eleler için yaratılmışsın, derdi ve onun görüşünü alırdı. Bu gibi zor mes'elelerde Hz. ömer ondan başkasının görüşüne başvurmazdı. (Usd'ül-Gâbe, 192-195).
Onun hakkında Abdullah Ibn Mes'ûd, Kur'ân'ın en iyi tercümanı İbn Abbâs'-dnv demiştir. Atâ da, Abdullah İbn Abbâs'tn meclisinden daha değerli bir meclis görmedim. Fıkıhçılar onun yanında, Kur'ân bilginleri onun yanında, şiir bilginleri onun yatımdadır. Onların her birisi geniş bir vâdîden çıkar gibi yanından çıkarlar, dermiş. Ubeydulah İbn Abdullah İbn Utbe'nin ifâdesine göre, Abdullah İbn Abbâs, birçok özellikleriyle insanları geride bırakmıştır. Öncekilerin bilgisine sahip olması, kendisine gerek duyulan konularda derin fıkhı bilgisi olması, yumuşak huyluluğu, -soyluluğu ve te'vîl bilgisine sahip olmasıyla. Resûİullah'ın hadîsinde onu geçen birini görmedim. Ebu Bekir Ömer ve Osman'ın hükmünde ondan daha bilginine rastlamadım. Kendisine gerek duyulan konularda ondan daha derin fıkhı bilgiye ve daha isabetli görüşe sahip olanı görmedim. Bir gün oturur ve yalnızca fıkıh konuşulurdu. Bir gün te'vîl, bir gün mağâzî, bir gün şiir ve bir gün de arapların eski destanları (Eyyâm-ül-Arab) konuşulurdu. Onun yanında oturan bütün bilginlerin ona boyun eğdiğini gördüm. Kim ona bir soru sorduysa mutlaka onun yanında bîr bilgi bulmuştur." (İbn'ül-Esîr, Üsd'ûl-Ğâbe, 192-195). tâvûs'a-Abdulah Ibn Abbâs kastedilerek şu çocukla oturuyor da Peygamber'in ashabından büyükleri terkediyorsun, denilince şöyle karşılık vermişti: Ben, Peygamberin ashabından yetmiş kişinin bir konuda düşündükleri zaman Abdullah İbn Abbâs'ın görüşüne başvurduklarını gördüm.
Daha sonra Abbasî halîfelerinin iktidara gelmeleri nedeniyle Abdullah İbn Abbâs hakkında fevkalade birçok özellikler isnâd edildiği sanılmaktadır. Sözgelimi A'meş'in Ebu VâıFden rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Hz. Ali Abdullah İbn Ab-bâs'ı hac mevsimi için halîfe tayîn etti. O, bir hutbe okuyarak Bakara sûresini -bir rivayete göre de Nûr sûresini- öyle bir tefsir etti ki şayet Rûm,Türk ve Deylem halkı onu işitmiş olsalardı muhakkak müslüman olurlardı. (Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn, 1,66-67) Hz. Ali de onun tefsirini övgüyle karşılamış ve onun için: Sanki ince bir perdenin ötesinden gayba bakıyor gibiydi, demiştir.
Şüphesiz ki onun bu zengin bilgisi, herşeyden önce Peygamberin evinde büyümüş olmasına ve ayrıca peygamberin eşi Meymûne'nin onun teyzesi olması nedeniyle Pey-gamber'den küçük yaşta birçok bilgiyi öğrenmesine dayanır. Ayrıca Resûİullah'ın: "Allahım, onu dinde fakîh kıl ve kendisine te'vîli öğret" duasına mazhar olmasına ve Resûİullah'ın vefatından sonra ashâb-ı güzîn'in büyüklerinin yanında bulunarak onlardan istifâde etmesine bağlanır. Elbette ki onun Arap dilinin inceliklerini bilmesi ve ictihâd mertebesine Arap dilinin inceliklerini bilmesi ve ictihâd mertebesine ulaşmış olmasının da bunda etkisi vardır. Fakat bunca bilgisine rağmen Abdullah tbn Âbbâs'ın tefsirine birçok itirazlar da vukû'bulmuştur. Bilindiği gibi rivayet tefsirlerinin zamanımıza kadar gelişinde en önemli kaynak ve rivayet tarîki Abdullah İbn Abbâs tarîkidir. Ahmed İbn Hanbeİ'in ifâdesine göre; Abdullah İbn Abbâs'ın bilgisi, sahabenin önderlerinden Hz. Ömer, Hz. Ali ve Übeyy İbn Ka'b'a dayanır. (İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 288, 289).
Peygamberin vefatı esnasında onüç ve onbeş yaşlarında bulunan Abdullah İbn Abbâs'ın çocuk yaşta bu kadar rivayeti naklediyor olması, cihetteki dikkatleri çekecektir. Daha çok müsteşrikler ve modern araştırmacılarla İslâm'a düşman olanlar Abdullah İbn Abbâs'ın şahsiyeti ve rivayetleri üzerinde çok ağır sözler söylemişlerdir. Bu Bahusus yahüdî kaynaklarından istifâde etmesi Abdullah İbn Selâm, Kâ'b el-Ahbâr'dan pek çok rivayetlerde bulunması onun eleştirilen yönlerinden birisi olmuştur. Abdullah İbn Abbâs'ın Ebu Celd Ğaylân İbn Ferve el-Ezdî isimli bir adamdan rivayetler nakletmesi ve bu zâtın kendi kızının ifâdesine göre yedi günde bir Kûr'ân-ı altı günde bir Tevrat'ı hatmettiği rivayetinin yaygınlığı onun görüşlerine bazı itirazlar, yöneltilmesine neden olmuştur. Ne var ki Abdullah İbn Abbâs, müslüman olan bu yahûdîlerden görüş alırken, dinin aslını veya detayını ilgilendiren itikâdî konularla alâkalı bilgiler değil, yalnızca Kur'ân'da vârid olan İsrâilogul-larının da kabul ettikleri peygamberlerin kıssaları ve geçmiş milletlerin haberleriyle ilgili konularda suâl soruyorlardı. Ve ayrıca hiçbir zaman onların görüşlerini olduğu gibi de almıyordu. Hattâ bu konuda Hz. Peygamber'in; İsrâiloğullarından hadîs aktarın, bunun bir zararı yoktur, dediği rivayet ediliyordu. Ve yine Resûlullahın ehl-i kitâb-ın sözlerini ne doğrulayın ne de yalanlayın buyurduğu bildirilmişti. Kaldı ki Abdullah İbn Abbâs'ın İsrail kaynaklarının aktarılması konusuna karşı çıktığı da Buhâri'nin Sahîh'inde nakledilen şu rivayetten anlaşılmaktadır: Abdullah ibn Abbâs der ki: Ey müslümanlar, siz ehl-i Kitab'a soruyorsunuz. Halbuki Allah'ın peygamberine indirdiği sizin kitabınız, Allah tarafından gelen haberlerin en yenisidir. Siz, onu okuyorsunuz. O, eskimiş veya eksik değildir. Allah Teâlâ size kitâb ehlinin Allah'ın gönderdiği kitabı değiştirdiklerini ve kendi elleriyle tahrif, ettiklerini, sonra da az bir bedele satın almak üzere "bu, Allah'ın kalındandır" (Bakara, 79). dediklerini bildirmektedir. Size gelen bu bilgi onlara soru sormanızı engellemiyor mu? Allah'a andolsun ki, onlardan hiçbir kişinin size indirilen âyetler konusunda suâl sorduklarını biz görmedik. (Buhârî Sahîh, II, 163. Kitab'üş-Şehâdât, ,29).
Ancak Abdullah İbn Abbâs buna rağmen kendisi ehl-i kitâb'tan birçok rivayet nakletmiştir. Sözgelimi Abdullah İbn Abbâs Kâ'b el-Ahbâr'a Resülullah*ın Tevrat'ta niteliklerinin nasıl olduğunu sorduğunda, o, bu nitelikleri abartmalı olarak naklediyordu. Kendisinden 1660 civarında hadîs rivayet edilen tbn Abbâs'a izafe edilen Tenvîr'ül-Mikbâs isimli tefsirdeki sahîh rivayetlerin sayısının ancak yüz civarında olduğu bizzat imâm Şafiî tarafından nakledilmektedir. (İbn Sa'd, Tabakât, II, 365, Suyûtî el-Itkân, IV, 205-209, Abdullah Aydemir, Tefsirde tsrâliyât, 53-54). Abdullah İbn Abbâs'dan nakledilen rivayet tarîkleri şöyledir:
a) Muâviye İbn Salîh, Ali İbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs. Bu nakil tarîklerinin en sağlamıdır. İbn Cerîr Taberî, İbn Ebu Hatim ve İbn Münzir, İmâm Müslim ve diğer Sünen ashabı bu tarîki kullanırlar. Ancak bu tarik silsilesinde yer alan İbn Ebu Talha'nın Abdullah İbn Abbâs'dan tefsir nakletmediği yalnızca Mücâhid veya Saîd İbn Cübeyr'den tefsir dinlemiş olduğu söylenmiş ise de İbn Hacer ve Ze-hebî gibi hadîs bilginleri bu görüşü kabul etmeyerek reddetmişlerdir.
b) Kays İbn Müslim, Atâ İbn, Saîd İbn Cübeyr, Abdullah ibn Abbâs. Buhârî ve Müslim'in şartları uyarınca bu tarik de sahihtir.
c) İbn İshâk, Muhammed İbn Ebu Muhammed, İkrime veya Saîd İbn Cübeyr, Abdullah İbn İbbâs. İbn Cerîr Taberi'nin ve İbn Ebu Hatim'in çok kez kullandıkları bu tarîkin da sağlam ve bu tarîkla gelen rivayetlerin isnadının hasen olduğu kabul edilir.
d) İsmail İbn Abdurrahman, (ya Ebu Malik veya Ebu salih) Abdullah tbn Ab-bâs. Bu rivayet silsilesinde yer alan İsmail konusunda hadîs bilginleri ihtilâf etmişlerdir. Onun tabiînden ve şîî birisi olduğu bilinir. Ancak Suyûtî'nin ifâdesine göre; Sevrî ve Şu'be gibi birçok imâm ondan hadîs nakletmiştir. Ibn Cerîr Taberî bu rivayet tarîkini kullanırken, İbn Ebu Hatim bu tarîki benimsememiştir.
e) Abdulmelik îbn Cüreyc, İbn Abbâs. Bu tarik ile nakledilen rivayetlerin dikkatlice ve titiz olarak incelenmesi halinde ancak sahîh ile zayıf rivayetlerin ayırd edilebileceği hadîs otoriteleri tarafından bildirilmiştir.
f) Dahhâk Ibn Müzâhim el-Hilâlî, Abdullah tbn Abbâs. Bu tarîk ile gelen rivayetler de pek beğenilmez. Çünkü Dahhâk İbn Müzâhim'i birçok hadîs bilgini sika râvî olarak kabul ederse de onun İbn Abbâs'dan hadîs rivayeti münkati (kopuk) tur. Zîrâ o Abdullah Ibn Abbâs'Ia karşılaşmamıştır. İbn Cerir ve İbn Ebu Hatim; Bişr İbn Imâre, Ebu Revk, Dahhâk kanalıyla tbn Abbâs'a dayanan rivayetleri naklederlerse de, buradaki Bişr tbn İmâre'nin zayıf bir râvî olması nedeniyle bu rivayet de zayıf kabul edilmiştir.
g) Atıyye el-Avfî, Ibn Abbas. Bu rivayet tariki da beğenilmemiştir. Çünkü Atıyye el-Avfî'nin rivayetinin zayıf olduğu söylenir. Bazan Tirmizî bunun rivayetini hasen olarak kabul eder. Ancak İbn Cerîr Taberî ve tbn Ebu Hatim; bu rivayetle birçok hadis naklet mislerdir.
h) Mukâtİl İbn Süleyman el-Ezdî el-Horasânî, Abdullah İbn Abbâs. Bu rivayet tarîki de zayıf kabul edilmiştir. Çünkü Mukâtil İbn Süleyman, Dahhâk'ten hadîs İşitmediği halde ondan hadîs rivayet etmiştir.
i) Muhammed İbn Sâib el-Kclbî, Ebu Salim, Abdullah tbn Abbâs. Bu rivayet tarîki en zayıf tarîktir. Çünkü tefsiri meşhur da olsa Kelbî'nin hadîsi çoğunluk tarafından kabul görmemiştir.
Abdullah İbn Abbâs, hadîs rivayet etme konusunda son derece gayretli idi. Hattâ kendisi başından geçen bir olayı şöyle nakleder; Resûlullah'ın hadîslerinin hepsini Ansânn yanında buldum. Bir adama varıyor ve onu uyur buluyordum. Uyandırıl-masını arzu etseydim uyandırılırdı. Fakat kapısında rüzgârın yüzüme fırlattığı kum altında o uyanıncaya kadar oturup bekliyordum. Uyandıktan sonra soracağımı soruyor, oradan ayrılıyordum. (Ibn Sa'd, Tabakât, II, 366) Bu sebeple sahabe ve tabiînin birçoğu Allah'ın kitabında anlayamadıkları bir nokta ile karşılaşırlarsa ona başvuruyor ve şüphelerini gidermesi için gerekli açıklamaları öğreniyorlardı. Nitekim Mûsâ peygamberin Şuayb (a.s.)'ın yanında sekiz sene n i, on sene mi hizmet ettiği konusu ile ilgili olarak Saîd tbn Cübeyr'den şöyle bir rivayet nakledilir: Küfe'de hacca gitmek üzere hazırlandığım sırada bir Yahûdî dedi ki: Ben, senin İlmî araştırmalar yapan bir adam olduğunu görüyorum, öyleyse bana Mûsâ (a.s)'ın ne kadarlık bir süre (Şuayb a.s'ın yanında geçirdiğini) haber ver. Ben; bilmiyorum, ancak şimdi arabın âliminin yanına (Abdullah İbn Abbâs) gidiyorum. Bunu ona soracağım, dedim. Mekke'ye geldiğimde Abdullah îbn Abbâs'a bunu sordum ve yahüdî-nin sözünü ona bildirdim. Abdullah İbn Abbâs dedi ki: En güzel ve en çok olan süreyi geçirmiştir. Çünkü bir peygamber va'dedince va'dinden dönmez. Saîd İbn Cübeyr der ki: Irak'a geldiğimde Yahûdî ile buluşup kendisine durumu bildirdiğimde Yahûdî dedi ki: Doğrusu Musa'ya indirilen rivayet de bunu tasdîk eder. Allah en iyisini bilendir. (İbn Cerîr Taberî, Tefsîr, XX, 43).
Abdullah İbn Abbâs'a yöneltilen eleştirilerden birisi onun eski Arap şiirine başvurarak Kur'ân'da vârid oıan yabancı ve anlaşılması zor ifâdeleri anlamaya çalışmasıdır. Gerçi bu konuda câhiliyye devri şiirine başvuran tek kişi Abdullah İbn Abbâs değildir. Sözgelimi Hz. Ömer arkadaşlarına Allah Teâlâ'nın Nahl süresindeki: "yahut yok olmak endişesindeyken yakalamasından mı?" (Nahl, 47) kavlinde endişe içerisindeyken anlamına gelen kelimesinin mânâsını sorar. Hüzeyl kabilesinden yaşlıca birisi kalkıp: Bu, bizim dilimizde eksilme azalma anlamına gelir, der. Hz.*Ömer de ona: Arapların şiirinde böyle kullanıldığını da biliyor musun? diye sorar. O; evet, diyerek bîr şiirden İki mısra okur. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a) arkadaşlarına der ki: Dîvânlarınıza sarılın ki sapıklığa düşmeyesiniz. Onlar; bizim dîvânlarımız da ne? deyince, Hz. Ömer (r.a); câhiliyye devri şiiri. Çünkü onda sizin kitabınızın tefsiri ve sözünüzün mânâları bulunmaktadır, der. Bu olay Şâtıbî tarafından el-Muvâfâkat, (II, 88) zikredilmektedir. Ne var ki Abdullah İbn Abbâs'ın bu eski Arap şiirine fazlasıyla başvurduğu görülmektedir. Abdullah İbn Abbâs-ı denemek isteyen Nâfî tbn Ezrak'ın sorduğu sorulara Abdullah İbn Abbâs'ın beyitlerle cevâb verdiği görülmektedir. Kaynakların belirttiğine göre Ezârika fırkasının kurucularından olan Nâfi' İbn Ezrak ikiyüze yakın mes'ele ile ilgili olarak Abdullah İbn Abbâs'a sual sormuştu. Ebu Bekir İbn el-Enbârî bunların bir kısmını eİ-Vakf ve'1-Ibtidâ* isimli eserinde nakletmiştir. (Tabcrânî de kalan bir kısmını el-Mu'cem'ül-Kebîr'inde nakleder. Abdullah İbn Abbâs ile Nâfi' İbn Ezrak arasındaki tartışmayı Süyûtî el-Itkân'da şöylece nakleder: Abdullah İbn Abbâs Kâ'bc'nin avlusunda oturmuştu. Halk onun etrafını sarmış kendisine Kur'ân'ın tefsîrinden suâller soruyorlardı. Nâfi' İbn Ezrak Necde İbn Uveymİr'e dedi ki: Gel şu bilgisi olmadığı halde Kur'ân'ı tefsir eden adamın yanına gidelim. Onun yanına geldiler ve dediler ki: Biz, sana Allah'ın kitabından bazı şeyler sormak istiyoruz, onları bize tefsîr etmeni ve bu tefsirinin doğrulanması mâhiyetinde arapların sözlerinden dcdil-ler getirmeni arzu ediyoruz. Çünkü Allah Teâlâ Kur'ân'ı apaçık Arap diliyle indirmiştir, Abdullah İbn Abbâs onlara: Ne istiyorsanız sorun, demiş, Nâfi'de ona Allah Teâlâ'nın "Sağdan soldan topluluklar halinde". (Meâric, 37) âyetindeki kelimesi ne demektir? diye sormuş. Abdullah İbn Abbâs bu, halka halka topluca manasınadır, demiş. Bu konuda Arapların sözünden bir şey biliyor musun? dediğinde de; evet Ubeyd İbn Abraş bir şiirinde bu kelimeyi kullanıyor, demiş ve şiiri okumuştur.
Nâfi' Allah Teâlâ'nın "ona vesile arayınız" (Maide, 35) kavlrnedir? deyince, Abdullah İbn Abbâs; vesile ihtiyâç manasınadır, demiştir. Nâfi İbn Ezrak Araplardan bunu te*yîd eden bir söz biliyor musun? dediğinde, o, evet demiş ve Antere'nin şöyle dediğini duymadın mı diyerek Antere'den bir şiir okumuştur. (Suyûtî, el-Itkân, I, 120).
Daha önce de belirttiğimiz gibi Abdullah İbn Abbâs'a nisbet edilen Tcnvîr'ûİ-Mikbâs isimli tefsirin ona izafesi şüpheli görülmektedir. Bu tefsiri, ünlü Kamus müellifi Fîrûzâbadî derlemiştir. Bu tefsirde görülen rivayet tariki az önce Abdullah İbn Abbâs'dan naklettiğimiz rivayet tarîklerinin en zayıfı ve tehlikelisi sayılan sonuncu tarîka yakındır. İmâm Şâfî'nin Abdullah İbn Abbâs'ın tefsirle ilgili ancak yüz civarında hadîs naklettiğine dair sözü gerçekten ona aitse bu hususta herkes tarafından hüccet kabul edilen dinin âlimi ve ilimlerin denizi sayılan Abdullah İbn Abbâs'a birçok uydurma rivayetler atfedilmiş olmalıdır.
Şimdi de Abdullah İbn Abbâs'dan nakledilen rivayetlerden birkaç örnek verelim:
îmâm Buhârîder ki: Bize Jshâk__Atâ'dan nakletti ki; o İbn Abbâs'ın bu âyeti (Bakara suresinin 184. âyeti) şeklinde okunduğunu duymuş. Abdullah İbn Abbâs âyetin mensûh olmadığını, sadece yaşlı kadın ve çocuklara mahsûs olduğunu, ve bunların oruç tutmaya muktedir olmadıkları için her güne mukabil bir miskin doyuracaklarını bildirmiştir. (İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri, II, 706-707) Burada sözkonusu olan âyet "Gücü yetmeyenler de bir yoksul doyumu fidye verir." (Bakara, 184) âyetidir. Abdullah İbn Abbâs bu âyeti güç yetirebilenlere de bir yoksul doyumu fidye vardır şeklinde okurmuş.
Abdullah İbn Abbâs der ki: "Allah'ın nimetini küfür ile değiştirenleri görmediniz mi?" âyeti ile kasdedilenler Mekkeli kâfirlerdir.
Abdullah İbn Abbâs der ki: "Kur'ân'ı paramparça kılanlar" âyetiyle kasdedilenler ehl-i kitabtır. Onu parça parça ayırmışlar bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr etmişlerdir.
Abdullah İbn Abbâs der ki: "Allah katında canlıların en kötüsü akletmeyen sağır, dilsizlerdir." (Enfal, 22) âyetiyle kasdedilenler Abdüddâr oğullarından bir topluluktur.
Abdullah İbn Abbâs'a Allah Teâlâ'nın "Ancak yakınlıktaki dostluk" (Şûra, 23) kavli sorulduğunda Saîd İbn Cübeyr, yakınlardan maksad Muhammed (a.s)'in âilesidir, demiş. Bunun üzerine Abdullah İbn Abbâs acele ettin. Rasûlullah (s.a)'ın bütün Kureyş soyu ile akrabalığı vardı. Bunun için Allah Teâlâ ancak benimle sizin aranızda akrabalık bağım bağlayanlar müstesnadır, demek istemiştir, diye cevap vermiştir.
Abdullah İbn Abbâs der ki: "Seni dönülecek yere elbette döndürecektir" kavli ile kasdedilen yer Mekke'dir.
Abdullah ibn Abbâs der ki: Allah Teâlâ'nın "Sana göstermiş olduğumuz rü'-yâ ancak insanlar için bir imtihandı." (Isrâ, 60) kavlinde sözkonusu edilen rü'yâ Peygamber'e mîrâc gecesi gösterilen rü'yânın aynı idi. Lanetlenmiş ağaç ise zakkum ağacıdır.
Abdullah İbn Abbâs'tan nakledilen tefsir örnekleri bu tefsîrde bol olarak nakledildiği için burada birkaç örnekten fazla nakletmek istemiyoruz. Daha çok bilgi için, indekste ona atfedilen bölümlere bakılabilir.[12]
Ebu Abdurrahmân Abdullah İbn Mes'Ûd Gafil İbn Habîb ibn Şemh İbn Fe'r İbn Manzum İbn Sahile İbn Kâhil tbn Haris İbn Temîm İbn Sâ'd İbn Huzeyl'in doğum yılı kesinlikle bilinmemekle beraber Ukbe İbn ebu Muayt'ın sürülerine çobanlık etmiştir. Onun kardeşi Ukbe ile annesi Ümmü Abd bint Abd İbn Süvâ' sahabenin ilklerindendir-ler. Bu sebeple ona sahabe İbn Sahâbİyye nâmı verilmiştir. İlk müslümanlardan olan Abdullah, ilk defa açıkça Mekke'de Kur'ân okumuş ve ResÛlullah'tan sonra Ku-reyşliler Kur'ân'ı ilkin onun sesinden duymuşlardır. Bu sebeple de Kureyşlİlerden çok eziyet görmüştür. Resûlullah (s.a) müslüman olan Abdullah İbn Mes'ûd'u yanına almış ve hayatı boyunca Resûlullah'a hizmet etmiştir. Peygamberin evine engelsiz girenlerden birisi idi. Hattâ Ebu Mûsâ el-Eş'ârî, onu Resûlullah'ın ailesinden zannetmişti. Buhârî ve Müslim'in ifâdesine göre Ebu Mûsâ el-Eş'arî der ki: Ben ve kardeşim Yemen'den gelmiştik. Uzun bir süre Abdullah tbn Mes'ûd'u ve annesini Resûlullah'ın ailesinden zannettik. Çünkü gerek o, gerekse annesi Resûlullah'ın evine çokça girip çıkıyorlardı. Abdullah İbn Mes'ûd Habeşistan'a hicret edenler arasında yer almış ye Medîne'ye gelerek Kıbleteyn camı'inde namaz kılanlardan olmuştu. Bedir savaşında Ebu Cehl'in başını keserek Resûlullah'a götürmüştür. Uhud'da, Hendek'te ve diğer savaşlarda Hz. Peygamber ile birlikte savaşmış, Bîat-ı Rıdvan'a katılarak Resûlullah'tan sonra cereyan eden Yermûk savaşında bulunmuştur. Cennetle müjdelenen on kişiden birisi olan Abdullah tbn Mes'ûd hakkında Resûllah (s.a) buyurmuştur. Mü'minlerle istişare etmeden bir kişiyi emîr tayin edecek olsaydım İbn Ümmi Abdi (Abdullah İbn Mes'ûd) tayîn ederdim. Hz. Ömer tarafından Kûfe'ye emîr ta-yîn edilmiş ve orada İslâm'ı ta'lîm etmek üzere görevlendirilmiştir. Daha sonra Hz. Osman tarafından bu göreve devamı uygun görülmüş ve ömrünün sonlarına doğru Medîne'ye gelmişti. Hicretin 32. veya 33. yılında altmış yaşı civarında iken vefat etmiştir. Vasiyyeti uyarınca geceleyin Bakî' el-öarkad'a gömülmüştür.
Abdullah tbn Mes'ûd'un 848 hadîs rivayet ettiği söylenir. Resûlullah (s.a) ile ilgili bir hususu anlattığı zaman ter dökecek kadar titrediği nakledilir. (A.J. Wen-sinek, l.A) Abdullah İbn Mes'ûd ashâbtan Allah'ın kitabını en iyi hıfzedenler arasında bulunuyordu. Resûlullah (s.a) onun okuduğu Kur'ân'ı zevkle dinliyordu. Kendisinin bizzat ifâdesine göre Resûlullah (s.a) ona Nisa sûresini okumasını bildirmiş o da: Kur'ân sana indirildiği halde onu ben mi sana okuyacağım? demiş, Resûlullah (s.a) da; ben onu kendimden başkasından dinlemekten zevk alıyorum, demiş. Abdullah tbn Mes'ûd diyor ki: Ben Resûlullah'a Nisa sûresini okudum. 41. âyete gelince ki bu âyet şu mealdedir: "Her ümmetten bir şâhid kıldığımız ve onlara da seni şâhid getirdiğimiz zaman (bakalım nice olacak)'' (Nisa, 41) iki gözü birden coştu. (Zehebî, et-Tefsîr ve'I-Müfessirûn, 1, 84).
Resûlullah (s.a): Kur'ân'ı ilk indiği gibi terütâze okumak isteyen ümmü Abd'-in (Abdullah İbn Mes'ûd) kırâetine göre okusun, buyurmuştur. Mesrûk'un ifâdesine göre; Resûlullah'ın ashabının bilgisi şu altı kişide son bulmuştur. Bunlar: Ömer, Ali, Abdullah tbn Mes'ûd, Übeyy İbn Kâ'b, Ebu Derdâ ve Zeyd İbn Sâbit'tir. Sonra bunların bilgisi de Ali ve Abdullah İbn Mes'ûd'da son bulmuştur. Hz. Ömer Abdullah ibn Mes'ûd'u Kûfe'ye gönderdiğinde Kûfelilere şu nâmeyi yazmıştı: Doğrusu ben, size Yâsir oğlu Ammâr'ı emîr, Mes'ûd oğlu Abdullah'ı da Öğretmen ve vezîr olarak gönderdim. Bu ikisi Resûlullah'ın ashabından Bedir savaşına katılmış seçkinlerdendir, onlara uyun, sözlerini dinleyin ve itaat edin. Nitekim daha sonra Hz. Ali Kûfe'ye geldiğinde Küf dilerden bir topluluk onun huzuruna varıp Abdullah İbn Mes'ûd'un sözlerinden bir kısmını nakletmişler ve: Ey mü'minlerin emîri ondan daha güzel huylu, daha kolayca öğreten, daha güzel sohbet eden ve daha çok muttaki birini görmedik, demişlerdi. Hz. Ali derki: Gerçekten bunu gönlünüzden doğrulayarak mı söylüyorsunuz? Onlar; evet, deyince; Allahım şâhid ol, ben de onların dediği gibi ve daha fazlasını diyorum, diye cevâb vermiştir. (Îbn'ûl-Esîr, Üsd'ûl-Câbe, III, 256-260).
Abdullah tbn Mes'ûd'un Hz. Osman'ın mushafından biraz daha farklı biçimde tanzim edilmiş bir mushaf nüshası meydana getirdiği bilinmektedir, özellikle şîa arasında bu nüsha uzun süre kabul görmüştür. Abdullah İbn Mcs'ûd ashâb arasında "mümtaz bir mevkie sahip bulunduğu gibi, Kur'ân tefsîri ve Kur'ân anlayışı bakımından da önde gelenlerden idi. Mesrûk'un ifâdesine göre; Abdullah İbn Mes'ûd şöyle dermiş: Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah'a yemîn ederim ki; ben, Allah'ın kitabından hangi âyetin niçin ve nerede indiğini bilirim. Onun, Rcsûlul-lah'ın ağzından yetmiş sûreyi bizzat dinlediği kaynaklarda zikredilir. Yine Mesrûk'un ifâdesine göre; Abdullah İbn Mes'ûd bir sûreyi gündüz okur, sonra akşama kadar onu tefsîr edermiş. Ukbe İbn Âmir de; Muhammed'e (s.a) indirileni Abdullah İbn Mes'ûd'dan daha iyi bilen birisini tanımıyorum, dermiş. Ebu VâiPin rivayetine göre, Hz. Osman ana mushafın dışındaki mushafları yakınca bu husustan haberdar olan Abdullah İbn Mes'ûd şöyle demiş: Muhammed'in (s.a) bilir ki ben, onların arasından en iyileri olmadığım halde Allah'ın kitabını en iyi bilenim. Eğer birinin Allah'ın kitabını benden daha iyi bildiğini bitecek olursam develer beni ona ulaştı-rırsa mutlaka ona varıp giderim, demiş.
Abdullah İbn Abbâs'tan sonra sahabeden en çok tefsîr rivayet eden kişi Abdullah ibn Mes'ûd'dur. Ondan nakledilen rivayet tarîklerinin en meşhurları şunlardır:
a) A'meş, Ebu Duhâ, Mesrûk, Abdullah İbn Mes'ûd. Buhârî'nin de sahîh'inde dayandığı bu tarîk en sağlam yoldur.
b) Mücâhid, Ebu Ma'mer, Abdullah İbn Mes'ûd. Bu tarîk de sahihtir ve Buhâ-rî bazen bu tarîki de kullanmıştır.
c) A'meş, Ebu Vâil, Abdullah İbn Mes'ûd. Bu tarîk de Buhârî tarafından kullanılmış olan sahih bîr rivayet tarîkidir.
d) Süddî el-Kebîr, Mürre el-Hemadanî, Abdullah İbn Mes'ûd. Hâkim ve İbn Cerîr Taberî bu tarîki kullanmış ve sahîh saymışlardır.
e) Ebu Revk, Dahhâk, Abdullah İbn Mes'ûd. Bu rivayet zincirinde yer alan Dahhâk Abdullah İbn Mes'ûd'Ia buluşmamış olduğu için pek uygun görülmeyen bir rivayet tarîkidir. Ancak İbn Cerîr Taberî tefsirinde bu tarîki kullanmıştır. (Ze-hebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, 87-88) Abdullah İbn Mes'ûd Kûfe'de görev gereği bulunmuş olduğundan, Mesrûk'ibn Ecda' el-Hemedanî Alkame İbn Kays en-Nehâî, Esved İbn Yezîd gibi birçok Kûfeli bilginler onun tefsîr rivayetinden istifâde etmiş ve meclisinde bulunmuşlardır. Mesrûk'un rivayetine göre; Abdullah İbn Amr İbn Âs'ın meclisinde Abdullah İbn Mes'ûd'dan sözedüdiğinde; o, şöyle demiş: Öyle bir adamdan bahsediyorsunuz ki, onu çok seviyorum. Çünkü Resûlullah (s.a)'ın onun hakkında şöyle buyurduğunu işittim: Kur'ân'ı dört kişiden Öğreniniz. Bunlar İbn Ümmü Abd'in oğlu (Abdullah İbn Mes'ûd), Muâz İbn Cebel, Übeyy İbn Ka'b ve Ebu Hüzeyfe'nin kölesi Salim. (Müslim, Sahîh, VII, 148-149) Onun 848 civarında hadîs naklettiğini daha önce belirtmiştik. Bunlardan 64'ünü Buhârî ve Müslim müştereken naklederler. Ayrıca Buhârî 121 tanesini, Müslim de 35 tanesini münferiden nakleder. (Ahmed Nedvî ve Saîd Ansârî, Peygamberimizin Ashabı, II, 248; Türkçe çev. Ali Genceli)
Dînî konularda son derece titiz olan Abdullah İbn Mes'ûd ile ilgili kaynaklarda şöyle bir vak'a nakledilir: İmâm Ebu Hanîfe Hammâd'dan o da İbrahim cn-Nehaî'den rivayet eder ki; adamın biri bir hanımla nikâh akdetmiş, fakat mehir beliflemeden ve zifafa girmeden Önce ölmüş. Kadın Abdullah İbn Mes'ûd'a başvurarak mes'elesini çözümlemesini istemiş. Abdullah tbn Mes'ûd onunla aynı akranda olan hanımlara verilen mehrin kendisine de verilmesini kararlaştırmış ve bu karârı verdikten sonra; eğer hükmüm doğruysa Allah'tandır, yanlış ise bendendir. Allah ile Resulü benim hatâmdan uzaktırlar, demiş. Mecliste hazır bulunan Ma'kil tbn Sinan, Abdullah İbn Mes'ûd'a dönerek: Sen Resûlullah'ın Vâsik'ın kızı hakkında verdiği Hükmü verdin, demiş ve İbn Mes'ûd da Resûlullah'ın hükmüne uygun bir hüküm verdiği için fazlasıyla sevinmiş. (Ahmed Nedvî, Peygamberimizin Ashabı, II, 256-257).
Abdullah İbn Mes'ûd'un Tefsirinden Birkaç örnek:
Abdullah İbn Mes'ûd der ki: "Onlar Rablarına vesîle ararlar." (Isrâ, 57) İnsanlardan bir grup cinlerden bir gruba ibâdet ediyordu. Cinler mü si uman oldu ve bunlar dinlerine bağlandılar. Abdullah İbn Mes'ûd burada câhiliyc döneminde arap-ların Allah'a yaklaşmak için ne gibi vesilelere başvurduklarını izah etmekledir. Ona göre araplar cinleri veya melekleri Allah'a ulaşmak için vesîle ediniyorlardı.
Abdullah İbn Mes'ûd der ki: "Sizden her biriniz mutlaka oraya uğrayacaktır." (Meryem, 71) Oraya varacaklar amelleriyle oradan çıkacaklardır. Burada Abdullah İbn Mes'ûd varmak anlamını verdiğimiz yürûd kelimesine duhûl manasını vermemiştir.
ibn Mes'ûd der ki: "İbrâhîm şüphesiz Allah'a yönelen ve ona boyun eğen bir Ümmetti." (Nahl, 120) Buradaki ümmet kelimesi hayır öğreticisi demektir.
Abdullah tbn Mes'ûd der ki: "Kim Allah'a îmân ederse Allah onun kalbini hidâyete erdirir." (Tegâbün, 11) Bu kimse kendisine bir musibet isabet ettiğinde hoş-nûd olur ve bunun Allah'tan geldiğini bilir. Bu tefsirde Abdullah İbn Mes'ûd'dan pekçok rivayet aktarılmış olduğundan daha fazla örnek vermeye gerek duymuyoruz. İsteyenler indekste bunları tespit edip okuyabilirler.[13]
Künyesi Ebu Münzir veya Ebu Tufeyl olan Übeyy İbn Kâ'b Ansâr'ın Hazrec kabilesinden Neccâr soyuna mensûbtur. Nesebi şöyledir: Übeyy tbn Kâ'b tbn Kays İbn Ubeyd İbn Zeyd İbn Amr İbn Mâlik İbn Neccâr. Übeyy İbn Kâ'b Akabe bîatı-na iştirak etmiş, Bedir savaşına katılmış Medînclilerdendir. Resûlullah'ın bütün, savaşlarına iştirak eden Übeyy sadaka toplama görevini de deruhde etmişti. Resûlullah'ın vefatından sonra Übeyy tbn Kâ'b, Hz. Ebu Bekir tarafından Kur'ân'-ın tertib ve tedvini ile görevlendirilen ashâb arasında bulunuyordu. Hz. Ömer devrinde şûra meclisinde çalışmış ve halka dinî emirleri tâ'lîm ile görevlendirilmişti. Hz. Osman devrinde onun mushafım tedvîn eden oniki zevat arasında bulunan Übeyy İbn Kâ'b, Kur'ân'ı okumuş ve Zeyd İbn Sabit de onu yazmıştı. (Saîd Ansarî, Peygamberimizin Ashabı, IV, 326-328) Hicrî, 35 yılında vefat eden Übeyy lbjı Kâ'bin cenaze namazı bizzat halîfe Hz. Osman tarafından kılınmıştır. Hz, Ömer onun için: Übeyy ibn Kâ'b müslümanların efendisidir, diye medh-ü senada bulunmuştur.
Kurrâ'nın önderi olan Übeyy İbn Kâ'b, Resûlullah'ın vahiy kâtibleri arasında da yer almıştı. Tirmizî'nin Enes İbn Mâlik'ten naklettiğine göre; Resûlullah (s.a) Übeyy İbn Kâ'b'a: Allah bana Beyyine sûresini sana okumamı emretti, demiş, O da; Allah, benim adımı sana verdi mi? diye sormuştu. Resûlullah (s.a): Evet, deyince Übeyy İbn Kâ'b ağlamaya başlamıştı. (İbn'ül-Esîr, Üsd'ül-Gâbc, 1 49-51) Übcyy İbn Kâ'b Resûlullah'ın ashabı arasında Kur'ân'ı en iyi bilenlerden birisi idi. Eski kaynakları da iyi bildiği için Kur'ân-i Kerîm-i daha-derinden öğrenmiş, nâsih ve men-sûhuyla nüzul sebeplerini çok iyi tanımıştı. Ona dâir birçok rivayet uydurulmuştur. Ancak ondan nakledilen rivayet tarîklerini şöylece zikredebiliriz:
a)Ebu Ca'ferer-Râzi, Rebî'lbn Enes, Ebu'l-Âliye, Übeyy İbn Kâ'b. Bu, sahîh bir rivayet tarîkidir. Gerek İbn Cerîr Taberî ve İbn Ebu Hatim, gerekse Hâkim ve İmâm Ahmed İbn Hanbel bu rivayet tarikiyle ondan birçok hadîs nakletmişlerdir.
b) Vekî', Süfyân, Abdullah İbn Muhammed İbn Akîl, Tufeyl İbn Übeyy İbn Kâ'b, Übeyy İbn Kâ'b, İmâm Ahmed, Müsned'inde bu tarîkle ondan hadîs rivayet etmiştir. Ancak bu rivayet tarîki bir önceki kadar kuvvetli değildir. Yerimizin fazla geniş olmaması nedeniyle bundan sonra konu edinilen zevat'm tefsirinden örnekler vermeyeceğiz. Dileyen okuyucularımız indekse bakarak bu zevatın rivayetlerini görebilirler.[14]
Ansar'dan Zeyd İbn Sâbit'in babası Peygamber'in Medîne'ye hicretinden önce Evs ve Hazrec kabileleri arasında cereyan eden ve Buâs Günü diye anılan savaşta vefat etmişti. Zeyd İbn Sabit, Resûlullah'ın hicreti esnasında onbir yaşlarında bir çocuktu, daha sonra Hendek savaşına da katılan Zeyd, Peygamber tarafından; ne güzel çocuk? şeklinde iltifata mazhar olmuştu. Resûlullah (s.a) Tebûk harbinde İmâre İbn Hazm'in taşıdığı sancağı Zeyd İbn Sâbit'c vermiş İmâre'nin bunun sebebini sorması üzerine Resûlullah (s.a); Kuran herşeyden öncedir. Zeyd Kur'ân'ı öğrenmede senden daha ileridedir diye ona iltifatını izhar etmiştir. Hz. Ömer ve Hz. Osman devrinde Medine'de halîfenin yerine görev yapmıştı, Hicrî 54 yılında vefat etmiştir. Hz. Ömer'in ve Hz. Osman'ın Zeyd'in görüşlerine pek iltifat ettikleri ve hattâ dinî konularda sorulan sorularda Zeyd'in görüşünü tercih ettikleri kaynaklarda zikredilmektedir. Nitekim Zeyd İbn Sâbit'i Hz. Ebu Bekir Kur'ân'ı derleme göreviyle vazifelendirmiş ve daha sonra Hz. Osman tarafından da ana nüshanın yazılması için vazîfeleridirilmişti. Zeyd İbn Sabit aynı zamanda Hz. Peygamber'in vahiy kâtibliği görevinde de bulunmuştu. Zeyd İbn Sâbit'in sahabe arasında ünlü on müfessir arasında bulunduğunu daha Önce belirtmiştik.[15]
Abdullah İbn Kays İbn Selîm künyesi ile bilinen Ebu Mûsâ el-Eş'arî müslü-manlardan Habeşistan'a hicret eden Ca'fer ile görüşmüş, bir süre sonra Medîne'ye gelmiş ve Hayber'in fethi esnasında Resûlullah ile tanışmıştır. Resûlullah onu Yemen bölgesine vali tayın etmiş ve Hz. Ömer de Ebu Mûsâ el-Eş'arî'yi Küfe ve Basra valilikleriyle taltif etmişti. Hz. Osman devrinde bu görevden alınan Ebu Mûsâ daha sonra halkın isteği Ü2erine bu göreve döndürülmüştür.Hz. Ali ile Muâviye arasında cereyan eden Sıffîn savaşında Hz. Ali'nin temsîlcisi olarak hakem olmuş ve bu olayda Amr İbn Âs'ın oyununa gelerek daha sonra doğacak birçok tartışmalara zemîn hazırlamıştır. 63 yaşında iken hicrî 45 yılında Mekke-i Mükerreme veya Kûfe'de vefat etmiştir.
Sesinin çok güzel olduğu belirtilen Ebu Mûsâ cl-Eş'arî'yi dinleyen Rcsûlullah*-ın; doğrusu buna, Dâvûd hanedanının seslerinden bir ses verilmiştir, buyurduğu görülmektedir. Resûlullah'tan birçok hadîs de nakletmiş olan Ebu Mûsâ el Eş'arî'nİn 360 civarında rivayeti kaydedilmiştir. Bunlardan 50'sini Buharı ve Müslim ittifakla nakletmişler, 5'ini Buhârî münferiden, 15 ini de Müslim münferiden naklctmiştir. Safvân İbn Süleym'in ifadesiyle, Resûlullah zamanında Hz. Ömer ile, Hz. Ali Mu-âz ve Ebu Mûsâ el-Eş'arî'den başka kimse fetva vermezmiş. Ashâbdan tefsir nakleden on kişi arasında bulunan Ebu Mûsâ el-Eş'arî'nin rivayetleri herkes tarafından kabul görmüştür.[16]
Zübeyr İbn Avânı'ın oğlu olan Abdullah Medine'de doğan muhacirlerin ilk çocuğudur. Rivayete göre, yahûdîler; Medine'ye göç eden müslümanların hiç birinin-çocuğu olmayacak, çünkü biz onlara büyü yaptık, demişler ve Abdulah'ın doğuşu üzerine müslümanlar fazlasıyla sevinç duymuşlardı. Babası Zübeyr cennetle müjdelenen on kişiden birisidir. Annesi ise Hz. Ebu Bekir'in kızı Esmâ'dır. Hz. Âişe teyzesi idi. Abdullah tbn Zübeyr Abdullah İbn Sa'd ile beraber Afrika'nın fethine iştirak etmişti. Abdullah îbn Zübeyr Cemel vak'asına da katılmış ve daha sonra Yezîd'e bîat etmemesi üzerine Yezîd'in kumandanlarından Müslim tarafından Medine'de muhasara edilmiş ve Hz. Hüseyin'in şehîd edilmesi, daha sonra Yezîd'in ölmesi üzerine Mekke'de hilâfetini İlan etmiş. Hicaz ve çevresini buyruğu altına almıştı. Ancak Emevî hükümdarı, Abdülmelik'in emriyle zâlim Haccâc tarafından Mekke'de kuşatılmış ve hicrî 72 yılında adıgeçen Emevî kumandanı tarafından şehîd edilmiştir. Ashâbdan tefsîr rivayet eden on kişi arasında bulunmaktaydı.[17]
Yemenli Süleym İbn Fehm kabilesine mensup olan Ebu Hüreyre hicretin yedinci yılında Hayber savaşı esnasında (629) Medîne'ye gelerek tslâmiyeti kabul etmiştir. Ebu Hüreyre künyesini kendisine bizzat Hz. Peygamber'in verdiği bildirilir. Hz. Ömer zamanında Bahreyn valiliğine ta'yîn edilmiş, ancak daha sonra bu görevden alınmıştı. Hicrî 57 veya 58 yılında (676-678) 78 yaşında iken vefat etmiştir. Kabri Bakî'dedir.
Ebu Hüreyre'nin 3500'ün üzerinde hadîs rivayet ettiği bildirilir. Ancak bu kadar hadîs rivayet etmesi çoğu zaman tenkîd edilmesine sebep olmuştur. Ne var ki Ebu Hüreyre Resûlullah devrinde Medine'de suffa ashabı arasında bulunarak kendini Resûlullah'ın buyruklarından istifâdeye hasretmişti. Onun tefsirle ilgili nakilleri pek fazla değildir. Ebu Hüreyre'nîn naklettiği hadîslerden 325'i Buharî ve Müslim tarafından ittifakla nakledilmiştir. Ayrıca Buhârî 93'ünü, Müslim de 190'ını münferiden kaydederler. Ebu Hüreyre bu çok hadîs rivayet edişi konusunda bizzat şöyle diyor: Resûlullah'a karın tokluğuna hizmet ederdim. Muhacirler ise çarşıda alış-veriş yaparlardı. Ansa* mallarıyla uğraşırlardı. Bir gün Hz. Peygamber, kim elbisesini yayarsa benden işiteceği şeyleri unutmaz diye buyurmuştu. Bunun üzerine ben elbisemi açıp yaydım. Resûlullah sözünü bitirince elbisemi toplayıp giyindim. Ondan sonra işittiğim hadîslerden hiçbirini unutmadım, (Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, It 234).
Onun bu konudaki merakı üzerine Resûluliah (s.a) kendisine şöyle hitâb etmiştir: EyEbu Hüreyre; sende ilme karşı gördüğüm hırstan dolayı senden evvel kimsenin bu hadîsi sormayacağını katiyetle biliyordum. • (îbn Sa'd, Tabakât, II, 364; nakleden Abdullah Aydemir, Tefsîrde îsrâiliyât, 55).
Ebu Hureyre'nin fazla hadîs rivayet etmesine yapılan itirazlara bizzat kendisi şöyle cevap verir: Ebu Hüreyre çok hadîs rivayet ediyor, diyorsunuz. Allah'a yemin ederim ki; Allah'ın kitabı Kur'ân'da şu iki âyet olmasaydı bir tek hadîs rivayet etmezdim: "İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti, kitâbta insanlara açıkça beyân ettikten sonra gizleyenlere; muhakkak ki onlara, Allah la'net eder ve la'net etmek sânından olanlar da la'net ederler. Ancak tevbe edenler, ıslâh edenler ve (gerçeği) söyleyenler müstesna. Ben, onların tevbelerini kabul ederim. Tevvab, Rahîm'im Ben. "(Bakara, 159-160) Muhacirler çarşıda ticâretle, Ansâr bağ ve bahçelerinde zirâatle uğraşırken Ebu Hüreyre karın tokluğuna Hz. Peygamber'e hizmet ediyor ve hadis topluyordu, başkalarının bilmediği şeye şâhid oluyordu. (Îbn Sâd, Tabakât, II, 362-363) Ancak Ebu Hüreyre'nin Abdullah Îbn Selâm ve Kâ'b el-Ahbâr gibi yahû-dîlikten dönen zevattan ders aldığı kaynaklarda zikredilmektedir. Öyle ki Kâ'b el-Ahbâr, Tevrat'ı okuyamayanlar arasında Ebu Hüreyre kadar ona âşinâ olanı görmedim, demiştir. Hattâ bazı kaynaklar onu Kâ'b el-Ahbar'ın öğrencisi olarak kabul etmişlerdir. Ve bu sebeple Isrâiliyâti onun Kâ'b'den öğrenip islâmiyete soktuğu söylenmiştir.[18]
Abdullah îbn Amr İbn Âs, babası Amr'dan önce müslüman oldu ve Abâdile diye zikredilen zevattan biridir. Kur'ân'ı çok okuduğu, İbâdete düşkün ve takva sahibi olduğu kaynaklarda zikredilir. Siffîn savaşına katıldığı ve silâh kullanmadığı zikredilir, ömrünün sonlarına doğru gözünü kaybeden Abdullah İbn Amr İbn Âs hicrî 65 senesinde 72 yaşında iken vefat etmiştir. Onun hadîs naklinde mahir bir zât olduğu bizzat Ebu Hüreyre tarafından nakledilir. Ebu Hüreyre der ki: Ashâb içinde benden daha fazla hadîs bilen yoktur. Yalnız Âs'ın oğlu Amr'ın oğlu müstesnadır, Çünkü o, yazardı ben ise yazmazdım. Kaynakların ifâdesine göre Abdullah tbn Amr İbn Âs Yermûk harbinde "Zemîletan" diye kaydedilen iki deve yükü ağırlığında ehl-İ kitaba dâir eserler ele geçirmişti. (Zehebî, Tezkiret'ül-Huffâz, I, 42) Bu sebeple Abdullah İbn Amr'dan gelen rivayetler üzerinde titizlikle durulmuştur ve isrâili-yiyattan olma ihtimâli gözönünde bulundurulmuştur.[19]
Abdullah İbn Ömer, Hz. Ömer'in büyük oğludur. Hicretten bir süre önce Zey-neb bint Maz'ûn'dan doğmuş olan Abdullah İbn Ömer, babası Hz. Ömer ile birlikte müslüman olmuştur. Medine'ye hicret etmiş olan Abdullah İbn Ömer, Hendek savaşı ve daha sonraki seferlere iştirak etmiştir. Hz. Ebu Bekir devrinde Arabistan'da başkaldıran kabilelere karşı yapılan sefere iştirak etmiş ve Nihâvend savaşına katılmıştır. Afrika fütuhatına da katılmış olan Abdullah İbn Ömer, Yezid devrinde Bizanslılara karşı yapılan savaşa da iştirak etmiştir. Hz. Ömer, yerine seçilmek üzere tavsiye ettiği kişiler arasında oğlunun bulunmamasını hâsseten arzu etmiş ve bu sebeple birçok kişi tarafından İstenmesine rağmen halîfe seçilmemiştir. Daha sonraki olaylarda tarafsız kalmaya çalışan Abdullah İbn Ömer takva ve güzel ahlakıyla herkes tarafından sevilmiştir. 73 yılında (693) hac yaptıktan sonra 84 yaşında iken vefât etmiştir. Çok müttakî olduğu ve fazlasıyla haccettiği bilinen Abdullah Ibn Ömer'in Allah yolunda infâkı seven bir zât olduğu da kaynaklarda belirtilir. Nitekim daha sonra Câbir îbn Abdullah şöyle diyecektir: Bizden dünya kendisine, kendisi de dünyaya meyletmemiş bulunan kimse yoktur. Ancak Hz. Ömer ile oğlu Abdullah müstesna. Mekke'de en son vefat eden sahâbînin Abdullah İbn Ömer olduğu ve ömrünün sonlarına döğrü gözünü kaybettiği bilinmektedir. Abdullah Ibn Ömer'in 2630 civarında ha'Üîs naklettiği görülmektedir. Bunlardan 170'i Buhârî ve Müslim'de mev-cûddur. 81'i yalnız Buhârî'de, 31'i de yalnız Müslim'de yer almaktadır.[20]
Ansâr'dan olan Câbir Ibn Abdullah Islâmiyyeti ilk kabul eden Medineli'dir. Birinci Akabe'den önce Resûlullah ile buluşmuş ve müslüman olmuştu. Daha sonra yetmiş kişiyle birlikte ikinci Akabe bîatında hazır bulunmuştu. Resûlullah'ın bütün savaşlarına katılmış olan Câbir Ibn Abdullah hicrî 78 yılında Medîne'de 94 yaşında iken vefat etmiştir. Kendisinden başka iki kişi ashâbtan, beş kişi de tabiîn ve teba-i tabiînden aynı ismi taşımaktadır. Kendisinden 1540 civarında hadîs nakledilmiştir. Bunlardan 58 tanesi Buhârî ve Müslim'de 26'sı yalnız Buhârîde, 126'sı da yalnız Müslim'de zikredilmektedir. Tefsîrle ilgili fazla bir rivayeti görülmezse de bazı Kur'ân âyetlerini tefsir ettiği müşahade edilmektedir.[21]
Ansâr'dan Hazrec kabîlesine mensûb olan Encs İbn Mâlik, Resûlullah'ın hicreti esnasında on yaşında bulunuyordu. Annesi tarafından Resûlullah'ın hizmetine verilmişti. Bedir savaşında hazır bulunmuşsa da harbe katılmamıştır. Vefat edinceye kadar Resûlullah'ın hizmetinde bulunmuş ve daha sonra çeşitli savaşlara iştirak etmişti. Abdullah îbn Zübeyr tarafından Basra'ya imâm tayın edilen Enes İbn Ma-lik'in Zâlim Haccâc'ın hakaretâmiz tavırlarına ma'ruz kaldığı kaynaklarca bilinmektedir. Basra'da 91 veya 93 yıllarında 97 yahut 107 yaşlarında vefat ettiği sanılmaktadır. Resûlullah'ın kendisi hakkında "Allahım, onun malını ve çocuklarını bereketli kıl, ömrünü uzun et ve günahını bağışla" buyurduğu dört şeyden üçünün tahakkuk ettiğini bildirir, artık hayattan usandım, şimdi dördüncüsü olan ilah? mağfireti ummaktayım, dermiş. Enes İbn Mâlik Basra'da vefat eden ashabın sonuncusudur. Resûlullah'ın özel hizmetinde bulunması nedeniyle Resûlullah'tan pek çok hadîs rivayet etmiştir. 2186 civarında hadîs naklettiği belirtilir. Bunlardan I68'i Buhârî ve Müslim'de, 83'ü yalnız Buhârî'de, 91'i de yalnız Müslim'de mev-cûddur. Tefsîrle ilgili olarak da birçok rivayetler nakletmiştir.
Böylece seçkin ashâbtan tefsir nakleden zevatın bir kısmını kısaca görmüş bulunuyoruz. Şimdi sahabeden nakledilen bu rivayetlerin tefsîr ilmi bakımından değeri üzerinde kısaca duralım: Hâkim'in el-Müstedrek isimli eserinde belirttiğine göre vahye şâhid olmuş bulunan sahabenin tefsiri merfû rivayet hükmündedir ve sanki o, Resûlullah (s.a)'dan bu rivayeti nakletmiş gibidir. Ona göre Buhârî ve Müslim sahabenin tefsirini müsned hadîs olarak kabul etmişlerdir. Fakat İbn Salâh Nevevî ve diğer hadîs imamları mutlak mânâda merfû' veya müsned hadîs saymak yerine Esbâb-ı Nüzul ve re'yi gerektirmeyen konularda böyle sayılabileceğini bunun dışında kalan kanunlarda böyle sayılamayacağım belirtmişlerdir. Nitekim İbn Salâh Mu-kaddime'sinde der ki: "Sahabenin tefsirinin müsned hadîs olduğu konusunda söylenenlere gelince; bu, ancak sahabenin haber verdiği bir âyetin nüzul sebebiyle veya hakkında görüş beyân edilemeyen ancak Hz. Peygamber'den alınabilen benzer tefsirlerle alâkalıdır. Câbir (r.a)'in dediği gibi: Yahudiler, karısıyla arka tarafından (cinsel organından) temas eden kişinin çocuğu şaşı olur demişlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ: "Sizin hanımlarınız sizin için ekindir..." (Bakara, 223) âyeti nazil olmuştur." (Zehebî, et-Tefsîr,ve'l-Müfessirûn, I, 94)
Sahabenin Resûlullah'ın sözüne ilâve bir şey taşımayan tefsirlerine gelince, bunlar mevkuf rivayet sayılmıştır. Şu halde sahabenin tefsiri merfû' hadîs hükmündedir. Ancak bu tefsirler yalnızca hakkında görüş beyân edilemeyen ve nüzul sebebiyle ilgili açıklamalara münhasırdır. Hakkında görüş beyân edilebilen konulara gelince Resûlullah'a isnâd edilmediği sürece mevkuf sayılır. Binâenaleyh, tefsîr ilmi bakımından merfû' olduğu kabul edilen bir rivayetin reddi ittifak ile caiz değildir, aksine müfessir onu almak ve hiçbir şekilde ondan vazgeçmemek zorundadır. Ama mevkuf rivayetlerin hükmü değişiktir. Hadîs bilginlerinden büyük bir kısmı sahabeden nakledilen mevkuf rivayetlerin alınmaması gerektiği kanâatındadırlar. Çünkü sahabe bunu peygambere kadar yükseltemediğine göre, bu konuda ictihâd etmiş sayılır. Müctehidin de hatâ veya isabet ettirmesi mümkündür. Sahabenin içtihadı da diğer müctehidlerin içtihadı gibidir. Bir başka gruba göre sahabenin içtihadına müracaat edilmesi vaciptir. Çünkü onlar her ne kadar kendi görüşlerine göre tefsîr etmişlerse de Allah'ın kitabını en iyi bilen ve Peygamber ile yakın arkadaşlık eden kimseler olmaları nedeniyle onların görüşleri en doğrudur. Nitekim İbn Kesîr bu tefsîrin Önsözünde şöyle demektedir: "Biz, Kur'ân'da ve sünnette bir âyetin tefsirini bulamazsak, o zaman sahabenin sözüne, müracaat ederiz. Çünkü onlar özel durumları ve karîneleri gördükleri için bunu en iyi bilenlerdir. Ayrıca onlar tâ m bir anlayış, sağlam bir bilgi ve amelde sebat sahibi idiler. Bilhassa içlerinden bilgin olanlar, Hulefâ-i Râşidîn ve Abdullah İbn Mes'ûd gibi ashabın önde gelenleri hem kendileri hidâyete ermişler, hem de başkalarını hidâyete erdirmişlerdi. Allah onların cümlesinden razı olsun. (İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri, U, 5)
Ashâb devri tefsirlerinin genel karakterine baktığımızda; bunların tâm anlamıyla bir Kur'ân tefsîri olmadıkları ancak Kur'ân'dan bazı âyetlerin tefsiri oldukları görülmektedir. Ayrıca Kur'ân'ın anlaşılması konusunda ashabın farklı anlayışlara sa-hib olmadıkları, bu sebeple daha çok mücmel tefsirlerle yetindikleri görülmektedir. Kelimelerin anlamlarını açıklarken de lügat mânâlarını izah etmenin ötesinde ancak nüzul sebepleriyle ilgili bilgiler aktarmaktadırlar. Fıkhı ve îtikâdî konulara fazla temas etmemektedirler. Çünkü bu konularda henüz önemli ihtilâflar mevcûd değildir. Genellikle bu dönemdeki tefsirler âyetlerle ilgili hadîslerin rivayet edilmesi şeklindedir. Çünkü henüz münferid kur'an tefsirleri tedvîn edilmiş değildir.[22]
Bilindiği gibi, Peygamber'e en yakın kaynak durumunda olan Sahâbe-i Güzin'in tefsiri re'yden çok rivayete istinâd eder. Ashabın birer birer hayat sahnesinden çekilmesini müteâkıb rivayet tefsirinin ve dolayısıyla Kur'ân anlayışının önemli devrelerinden biri son bulmuş ve yeni bir devir başlamıştı. Tabiîn devri denilen bu dönemde İslâm toplum ve düşünce yapısı büyük istihaleler geçirmiş ve yeni bir şekle bürünmüştü. Hz. Peygamber devrinde Yarımada hudûdlarım zorlayan İslâmiyet, sahabe devrinde o günkü dünyanın yaklaşık üçte ikisine yakın bir bölgeye yayılmıştı, tslâmiyetin yayıldığı bu bölgeler antik kültürlerin yeşerip geliştiği ve tarihte önemli medeniyetlerin kurulup boy saldığı topraklardı. Ya silâh zoruyla veya gönülden inanarak İslâm hâkimiyetine teslîm olan bu topraklardaki insanlar, yavaş yavaş kendilerini İslâm'ı anlamak ve öğrenmek için zorlamaya başladılar. Ancak bu insanlar, bu dinin emirlerini kendi ana dilleriyle öğrenebiliyor değildiler ve henüz islâm'ın ana kaynağı olan Kur'ân bu dillere tercüme edilme aşamasına gelmemişti. Kaldı ki müslümanlar fethettikleri toprakların halkının diliyle onlara hitâb edeceklerine, onları kendi dillerine çekmeye çalışıyor ve böylece o toprakların İnsanlarının âşinâ oldukları antik kültürlerle bağlantılarını koparmaya çalışıyorlardı. Bu insanlar da yeni davetin kendilerince son derece yeni olan kavramlarını ve bu kavramların oluşturduğu temel prensiplerini öğrenmeye gayret ediyorlardı. Bu sebeple cmcvîlcr devrinde kendilerine Mevâlî (köleler) adı verilen Arap asıllı olmayan müslümanlar, İslâmî ilimleri öğrenme merakıyla yeni bir akımı başlattılar. Arap diliyle konuşan insanların İslâmî konuları kavramaları için Kur'ân'ın getirdiği yeni kavramların dışında büyük bir çabaya ihtiyâçları yoktu. Ama arap olmayan müslümanlar bu yeni dinin muhtevasını kavrayabilmek için Öncelikle arapça öğrenmek ve bununla da yetinmeyip sahabeden ya da onlarla tanışan insanlardan duydukları muhtelif rivayetleri derleyip toparlayarak buradan İslâm'ı daha sahîh ve aslî şekline uygun olarak anlama yollarını aradılar. Yeni gelen dinin yeni olan mesajının bu kitlelere ulaştırılmasında Ashâb, yanına almış olduğu kölesiyle ulaştırmaya çalışıyordu. Bu sebeple sahabenin her birinin yanında bir köle bulunuyor ve köle de sahibinin ilgi alanına göre ihtisaslaşmaya çalışıyordu. Sözgelimi tabiîn döneminde tefsirde temayüz edecek olan tkrime Abdullah tbn Abbâs'ın, Ebu Zübeyr Muhammed tbn Hâkim İbn Hizam'in, Atâ İbn Ebu Rebâh Fihr oğullarının, Saîd İbn Cübeyr Valibe oğullarının, Hasan İbn Yessâr Zeyd İbn Sâbit'in mevlâsı idiler. Dört Abdullahlar (Abâdile) diye bilinen Abdullah İbn Abbâs, Abdullah tbn Zübeyr, Abdullah İbn Amr tbn Âs, Abdullah tbn Ömer'in vefatından sonra Mekke'nin fakîhi olarak bilinen Atâ tbn ebu Rebâh, Yemen'in fakîhi olarak bilinen Tâvûs, Yemâme'nin fakîhi olarak bilinen Yahya İbn Kesîr, Basra'nın fakîhi olarak bilinen Hasan el-Basrî, Kûfc'nin fakîhi olarak bilinen İbrâhîm en-Nehaî, Şam'ın fakîhi olarak bilinen Mekhûl ve Horasan'ın fakîhi olarak bilinen Ata el-Horasânî hep birer mevâli idiler. (Yâkût, Mu'cem'ül-Buldân, II, 354)
Mevâlîden olan bu zevat Allah'ın kitabını anlamaya çalışırken doğrudan doğruya Allah'ın kitabından ve sahabinin gerek Hz. Peygamberden nakletmiş olduğu ve gerekse kendi şahsî ictîhâdlanyla çıkarmış olduğu görüşlere istinâd ediyorlardı. Bunların yanı sıra Ehl-i Kitabın kitâblarında Kur'ân'da anlatılan konularla ilgili bilgilere başvuruyor ve en sonunda da kendi görüş ve ictihâdlarına göre anlayıp yorumlamaya çalışıyorlardı. Sahabe devrinde rivayetler ön planda görülürken tabiîn devrinde daha çok re'y ile tefsîr hareketi karşımıza çıkmaktadır. Kur'ân'ı kendi görüşleriyle tefsîr eden bu zevat aynı zamanda kendi düşünce dünyalarım oluşturan eski kültürlerinden de birtakım fikirler katıştırmaya çalışıyorlardı. Ancak Kur'ân'-ın re'y ile tefsîr edilip edilmeyeceği tartışması üzerine tabiîn Kur'ân âyetlerinden ve Resûlullah'ın hadîslerinden istifâde ile re'y ile tefsirin lüzumunu ortaya koymaya çalışıyordu. "Onlar Kur'ân'dan mânâlar taleb ediyorlar, eğer onu Kur'ân'da bulamazlarsa Sünnet'e müracaat ediyorlar veyahut da sebeb-i nüzuPa şâhid olan sahabeye soruyorlardı. Eğer taleb ettikleri mânâyı Kur'ân'da, Sünnette ve sahabede bulamıyorlarsa o zaman müfred lafızların peygamber zamanındaki isti'mâli nazar-ı dikkate alınarak lügat, iştikak ve sarfa müracaat ediliyordu. Bunlardan başka ter-kîblerin i'râbı, belagatı, hakîkî mânânın mecaz üzerine tahmîli, kelâmın siyakı, yapılan re'y ile tefsîrin içtimaiyat, tarih ve kâinat kânunlarına mutabakatı, yapılan izah tarzının Peygamber'in söz, fiil ve takrirlerine uygunluğunu göz önünde bulunduruyorlardı." (İsmail Cerrahoğlu, Kur'ân Tefsîrinin Doğuşu ve Buna Hız Veren Âmiller, 109)
Tabiîn devri müfessirleri zaman zaman Kur'ân'daki âyetleri kendi devirlerinde-ki hâdiselere intibak ettirebilmek için peygamberin bu devirde cereyan edecek olayları önceden haber vermiş olduğunu isbât edebilmek için âyetlerden dayanaklar bulmaya çalışıyorlardı. Sözgelimi Sa'd ibnEbu Vakkâs*ınoğlu Mus'ab, Kehf süresindeki: "Size amelleri bakımından en çok kayıpta olanları haber vereyim mi?" (Kehf, 103) âyetinin Harûriye vak'asına katılanlar hakkında nazil olup olmadığını babasına sorduğunda, babası Sa'd İbn ebu Vakkas bu âyetin Yahûdî ve Hıristiyanlar hakkında nazil olduğunu ancak: "Allah'a verdikleri sözü daha sonra bozanlar..." (Bakara, 27) âyetinin Harûriye vak'asına İştirak edenlerle ilgili bulunduğunu bildiriyordu. Bir diğer olay da Muhammed İbn Sîrîn'İn: "O'dur öldürüp dirilten. Bir konuda karar verdi mi ona sadece *ol* der, o da oluverir." (Mü'min, 68) âyetinin kaderciler hakkında nazil olduğunu belirten rivayetidir. Taberî'nin ifâdesine göre; o; bu âyet eğer kaderiyye hakkında nazil olmamışsa kimin hakkında nazil olduğunu bilmiyorum, demiştir. (Taberî, Tefsîr, XXIV, 49).
Bundan sonra gittikçe Kur'ân'ın anlaşılmasında zorluklar başgösterecek ve siyâsî, sosyal olaylara paralel olarak Kur'ân'ın tefsîrinde değişik usûller denenecektir.
Bir önceki bölümde isimlerini zikrettiğimiz ashabın tefsîr bilginlerinden her birisi; bulundukları yerlerde Kur'ân'ın anlaşılması için gayret sarfetmiş ve bunların etrafında Kur'ân tedrisâtıyla uğraşan bir halka teşekkül etmişti. İşte bu halkalardan bîr kısmı şöhret bularak tefsîr ekolleri haline dönüşmüştür. Tabiîn devrinde biri Mekke'de, diğeri Medîne'de ve üçüncüsü de Irak'ta olmak üzere Üç büyük tefsîr mektebi teşekkül etmişti. Mücâhid, Atâ İbn Ebu Rebâh, İbn Abbâs'ın kölesi İkri-me, Saîd İbn Cübeyr, Yemenli Tâvûs İbn Keysân gibi Mekke'de yaşayan bilginler, Abdullah İbn Abbâs'ın tefsîr halkasından feyz alıp Kur'ân'a hizmet veren tabiînden idiler. Medine'de ise Zeyd İbn Eşlem, Ebu'I-Âliye, Muhammed İbn Kâ*b el-Kurazî gibi tabiînin önde gelen isimleri de ashâbdan Übeyy tbn Kâ'b'ın tefsîr halkasından feyz alıp yetişmiş ünlü kişilerdir. Küfe ve civarının oluşturduğu Irak tefsîr ekolünün mümessilleri de Abdullah İbn Mes'ûd'un tefsîr halkasından feyz almış bulunan Alkarna İbn Kays, Mesrûk, Esved İbn Yezîd, Mürre el-Hamcdânî, Âmir eş-Şa'bî, Hasan el-Basrî, Katâde İbn Düâme gibi ünlü tabiîn devri tefsîr bilginleriydi.
Şimdi bu dönemdeki tefsîr ekollerini ve bu ekollere mensûb başlıca zevatı tanımaya çalışalım:[23]
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Abdullah İbn Abbâs Mekke'de ders halkası açarak ashaba ve tabiîne Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerini tefsîr ediyordu. Onun vefatından sonra öğrencileri Abdullah İbn Abbâs'ın tefsîr metodunu benimseyerek aynı doğrultuda çalışmalar yapmışlardır. Bu öğrenciler arasında tabiînin önde gelen isimlerinden Saîd İbn Cübeyr, Mücâhid, Abdullah İbn Abbâs'ın kölesi lkrime, Yemenli Tâvûs İbn Keysân ve Atâ İbn Ebu Rebâh gibi zevatın yanısıra daha başka birçok kişi bulunuyordu. Bunlar çoğunlukla köleler idiler. Senedleri Abdullah İbn Abbâs'a dayanan bu zevatın rivayetleri üzerinde çok söz edilmiştir. Şimdi bunlardan her biri hakkında ayrıntılı bilgi vermeye çalışalım:[24]
Ebu Muhammed veya diğer oğlunun adıyla Ebu Abdullah Saîd İbn Cübeyr İbn Hişâm el-Esedî, aslen Habeşli olup 45 yılı civarında doğmuştur. Siyâhî olan Saîd tbn Cübeyr'in hayatının detayları hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Ancak onun Abdullah İbn Abbâs ve Abdullah İbn Ömer gibi sahabelerden ders aldığı bilinmektedir. Nitekim daha sonra Abdullah İbn Abbâs ona; hadîs naklet, dediğinde o: Sen burada iken ben nasıl hadîs naklederim, demiş. Abdullah İbn Abbâs da şöyle karşılık vermiştir: Ben, senin yanındayken hadîs nakletmen Allah'ın senin üzerindeki nimetlerinden bir nimet değil midir? Eğer isabet ettirirsen bu, sana aittir. Eğer yamlırsan ben sana doğruyu öğretirim. (İbn Hallikân, Vefâyât'Ul-A'yân, II, 371)
Saîd tbn Cübeyr hadîste, fıkıhta ve tefsirde tabiînin önde gelenlerinden bir kişi olarak Abdullah tbn Abbâs'tan hem kırâet ilmini Öğrenmiş, hem de tefsîr dinlemiştir. Saîd tbn Cübeyr sahabeden sabit olan bütün kırâetteri derleyerek bunu namaz esnasında da okumuştur. Nitekim tsmâîl İbn Abdülmelik der ki: Saîd tbn Cübeyr, Ramazân ayında bize imamlık yapıyordu ve bir gece Abdullah İbn Mes'ûdun kırâe-tine göre, bir gece Zeyd İbn Sabit*in kırâetine göre, bir gece de başka bir kırâete göre okuyor ve böylece devam edip gidiyordu. (İbn Hallikân, A.g.e., I, 371) Onun bu muhtelif kırâetlere göre Kur'ân okuması, elbetteki tefsirde derinliğine bilgi sahibi olmasına neden oluyordu. Ancak kendisi tefsîr yapmaktan sakınır ve Kur'ân'ı kendi görüşüyle açıklamaktan çekinirdi. Nitekim bîr kişi Saîd tbn Cübeyr'den Kur'ân'in tefsirini yazmasını İstediğinde, Saîd tbn Cübeyr kızarak; bir yanımın parçalanıp düşmesi benim için bundan daha sevimlidir, diye karşılık vermiştir. Başlangıçta Abdullah tbn Ütbe îbn Mes'ûd'un kâtibi olan Saîd İbn Cübeyr, sonra Ebu Bürde tbn Ebu Mûsâ el-Eşarî'nin kâtibi olmuştur. Abdullah İbn Abbâs onun bilgisine fazlasıyla güvenir ve kendisine sorulan bazı sorulan, ona gönderirdi. Hattâ Saîd İbn Cübeyr'in Kûfe'de bulunduğu sıralarda Mekke'ye gelip Abdullah İbn Abfiâs'a suâl tevcîh edenlere o, Saîd İbn Cübeyr'i kastederek: Kara ananın oğlu sizin yanınızda değil mi? dermiş. Hadîs bilginleri Saîd İbn Cübeyr'i güvenilir bir râvî olarak zikrederler. Ebu'I-Kâsım et-Taberî onun sika, hüccet ve müslümanlara imâm bir râvî olduğunu zikreder. İbn Hibbân da onu sika râvîler arasında zikreder. (Zehcbî, ct-Tefsîr ve'1-Müfessirûn), I, 102-103)
Husayf onun için şöyle der: Tabiînin boşanma konularını en İyi bileni Saîd tbn Müseyyeb, haccı en iyi bileni Atâ, helâl ve haramı en İyi bilenin Tâvûs, tefsîri en iyi bileni Ebu'l-Haccâc Mücâhid idi. Bütün bu konulardan hepsini birlikte dedi toplu olarak en iyi bileni de Saîd İbn Cübeyr idi. (İbn Hallîkân, A.g.e., II, 372) Katâde de onun tabiîn arasında tefsîri en iyi bilen kişi olduğunu söyler. Amr İbn Meymûn babasından şöyle dediğini nakleder: Saîd tbn Cübeyr öldüğünde, yeryüzünde bulunan herkes onun ilmine muhtaç idi. (Zehebî, A.g.e., I, 103) Saîd İbn Cübeyr yalnız tefsîr ve hadîs rivâyetiyle ve diğer bilimlerdeki engin bilgisiyle değil aynı zamanda celâdet dolu şahsiyeti ile de tabiîn arasında mümtaz bir şahsiyetti. Özellikle bu şahsiyeti onun kahramanca son bulan hayatında dikkatleri çekmektedir.
Meşhur Emevî kumandanı Zâlim Haccâc, Abdurrahmân İbn Eş'as'ı Türkistan seferine gönderdiğinde Saîd tbn Cübeyr de onun yanında bulunuyordu. Sonra bu azgın kumandana karşı çıkan Abdurrahmân İbn Eş'as, mağlûb olmuştu. Ordusu içerisinde yer alan Saîd'ibn Cübeyr de bu yenilgi üzerine Isfanân taraflarına kaçmış ve Azerbaycan'a gitmişti. Daha sonra Ömer tbn Abdülazîz'İn vâlîliği esnasında gizlice Mekke'ye dönmüş ve burada yaşamaya başlamıştı. Ne var ki Hâlid İbn Abdullah el-Kasrî'nin Mekke'ye vâlî olması üzerine Saîd İbn Cübeyr, Mücâhid, Talha ve Übeyd ile birlikte tutuklanarak Haccâc'ın eyâletine gönderilmişti. Bu ünlü zevattan Mücâhid, Haccâc'in ölümüne kadar tutuklu kalmış, Talha yolda vefat etmiş, Saîd İbn Cübeyr ise Kûfe'ye götürülerek önce göz hapsinde tutulmuş daha sonra da Haccâc'in emriyle öldürülmüştür. Klasik İslâm kaynaklarında bu ölüm sahnesi canlı olarak aktarılmış ve o dönem bilginlerinin azgın yöneticilere karşı nasıl bir tavır takındıklarını gözler önüne seren belge olarak günümüze ulaşmıştır. İbn Hallikân'-ın nakline göre; öldürülmezden önce Saîd tbn Cübeyr ile zâlim Haccâc arasında şöyle bir tartışma geçer: "Haccâc; adın nedir? dedi. O; Saîd İbn Cübeyr, dedi. Haccâc dedi ki: Hayır, sen Cübeyr'in oğlu Saîd değil, aksine Hüseyin'in oğlu şakisin. O; hayır, aksine annem benim adımı senden daha iyi bilirdi, demişti. Haccâc; annen de şakî idi sen de şakîsin. demişti. Abdullah İbn Cübeyr: Gaybı senden başkası daha iyi bilir, dedi. Haccâc; ben seni alevli ateşe atarak dünyanı değiştireceğim, demiş, Saîd İbn Cübeyr; eğer bunun senin elinde olduğunu bilseydim elbette seni tanrı edinirdim, demişti. Haccâc; ona hitaben; Muhammed (aleyhisselâm) hakkında ne dersin? demiş, o da; rahmet peygamberi ye hidâyet önderi, demiş. Haccâc; Ali hakkında ne dersin? O, cennette mi yoksa cehennemde mi? demiş. Saîd İbn Cübeyr de; Eğer ben cennete girmiş ve orada bulunanları tanımış olsaydım cennetlikleri tanırdım, diye karşılık vermiş. Haccâc halîfeler hakkında ne dersin? dediğinde, Saîd; ben onlarla görevli değilim* demiş. Haccâc; onlardan hangisi daha çok senin hoşuna gidiyor? deyince, Saîd; yaratanımı en çok hoşnüd eden demiş Haccâc yaratanı hangisi daha çok hoşnûd etmiştir? dediğinde Saîd; onun bilgisi benim ve onların gizlilerini de, açıklarını bilenin katındadır, demiş. Haccâc beni doğrulamanı istiyorum, 'dediğinde o; seni sevmezsem de seni yalanlamam, karşılığını vermiş. Haccâc; neden gülmüyorsun? dediğinde o; çamurdan yaratılmış bir yaratık nasıl gülebilir? Çamuru ateş yer, demiş. Biz gülüyoruz o zaman bizim hakkımızda ne düşünüyorsun? dediğinde o; gönüller eşit olmaz, demiş.
Sonra Haccâc inci, yâkût ve zeberced getirip onun önüne yığmış. Saîd İbn Cu-beyr demiş ki: Eğer bunları kıyamet gününün dehşetinden korunmak üzere topla-mışsan iyidir, aksi takdîrde bir çığlıkla her emzikli kadın emzirdiğini düşürüverir. Güzel ve arınmış olmadıkça dünya için toplanan bir şeyde hayır yoktur, demiş. Sonra Haccâc ud ve nay istemiş, ud çalınıp nay üflenince Saîd Ibn Cübeyr ağlamaya başlamış. Haccâc; neden ağlarsın? bu bir oyun, dediğinde, Saîd tbn Cübeyr demiş ki: Bu bir hüzündür. Üfürülen nay bana büyük bir günü, sûr'a üfürüldüğü günü hatırlattı. Ud ise haksız olarak koparılmış bir ağaçtır. Yaya gelince, bu kıyamet günü birlikte dönderilecek olan hayvanların (bağırsağından) yapılmıştır. Haccâc ona; Vay sana ey-Saîd! dediğinde o; cehennemden kurtarılıp cennete girdirilene vay değil, karşılığını vermiş. Haccâc ona; ey Saîd, hangi ölümle seni öldürmem gerektiğini bana söyle, demiş, o da; kendin seç, ey Haccâc Allah'a andolsun ki sen, beni nasıl bir ölümle öldürürsen muhakkak Allah da âhirette seni aynı ölümle Öldürür, demiş. Haccâc; seni bağışlamamı ister miydin? dediğinde, Saîd İbn Cübeyr; bağışlama ancak Allah'tandır, sana gelince sen ne kurtulabilirsin, ne de özrün kabul edilir, demiş. Haccâc: Götürün onu öldürün, demiş ve Saîd İbn Cübeyr Haccâc'ın yanından çıkarken gülmüş. Güldüğü Haccâc'a bildirilince, Haccâc onu geri çağırtıp; neden güldün? demiş. Saîd İbn Cübeyr de demiş ki: Senin Allah'a karşı cür'etkâr tavrına ve Allah'ın da sana karşı olan hilmine hayret ettim. Haccâc onu zorlayarak yatırılmasını istemiş ve; öldürün, demiş. Saîd İbn Cübeyr ise "Doğrusu ben yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olana hanîf olarak çevirdim ve ben müşriklerden değilim." (En'-âm, 79) âyetini okumuş. Haccâc; onu kıbleden başka bir yöne çevirin, dediğinde Saîd İbn Cübeyr: "Nereye döndürürseniz orası Allah'ın vechidir." (Bakara, 115) âyetini okumuş. Haccâc; onu yüzü üstü yatırın, dediğinde, Saîd İbn Cübeyr: "Sizi ondan yarattık ve oraya döndüreceğiz. Sonra da bir başka kez oradan çıkaracağız." (Tâ-Hâ, 55) âyetini okumuş. Haccâc; onu Öldürün dediğinde Saîd İbn Cübeyr: "Ben, şehâdet ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur, O bir tektir, ortağı yoktur. Muham-med Allah'ın kulu ve Resulüdür. Kıyamet günü sana ulaşıncaya kadar bu şahadetimi al ve kabület. Sonra duâ ederek; Allahım, benden sonra onu başkasının üzerine musallat edip onları Öldürmesine fırsat verme, demiştir. Rivayete göre bu hâdise 95 yılı Şa'bân'ında veya 94 yılı Şa'bân'ında Vâsıfta cereyan etmiştir. 49 yaşında iken şehîd edilmiş bulunan Saîd İbn Cübeyr Vâsıt kabristanına defnedilmiştir. (İbn Hal-likân, Vefeyât'ül-A'yân, II, 371-373)
Saîd İbn Cübeyr'in öldürülmesinden altı ay veya bir yıl sonra da zâlim Haccâc Ölmüştür. Saîd İbn Cübeyr'in duasında belirttiği gibi Haccâc ondan sonra hiçbir kimseyi öldürememiştir. Hasan el-Basrî'ye, Haccâc'ın Saîd İbn Cübeyr'i öldürdüğü haber verilince şöyle demiş: Allahım Sakîf kavminin fâsıkmı mahvet. Allah'a andolsun ki; Doğudan Batıya kadar kim onun (Saîd tbn CUbeyr) ölümüne ortaklık ederse Allah onların hepsini muhakkak cehenneme yuvarlar.
Rivayet ki; Haccâc öleceği zaman geceleri gözüne uyku girmiyor ve uykuya dalar dalmaz ayılıp; ne oluyor şu Cübeyr oğlu Saîd'e? diyormuş. Hastalığı esnasında gözünü yumduğu zaman Saîd İbn Cübeyr'i elbisesini toplayarak gözönünün önünde canlanmış görüyor ve Saîd ona; ey Allah'ın düşmanı, niye beni öldürdün? diyormuş. Bunun üzerine haccâc heyecanla uyanarak; benim saîd ile hâlim ne olacak? diyormuş. (Ibn Hallikân, A.g.e., II, 374; Ayrıca Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tef-sîr Tarihi, I, 268-269)
Saîd İbn Cübeyr Abdullah İbn Abbâs, Abdullah İbn Ömer, Abdullah İbn Câ-bir, Abdullah İbn Zübeyr ve daha pek çok sahabeden tefsir rivayet etmiştir. Atâ tbn Dînar Saîd İbn Cübeyr'in tefsirini nakletmiş, Dahhâk de onun vasıtasıyla İbn Abbâs'tan rivayetler nakletmiştir. Süfyan es-Sevrî der ki: Tefsîr ilmini dört kişiden Öğreniniz. Bunlar: Saîd İbn Cübeyr, Mücâhid, İkrime ve Dahhâk'tir.
İbn Kesîr merhum Saîd Ibn Cübeyr'den pekçok rivayet nakletmiştir. Bunun için indekste zikredilen yerlere bakılabilir.[25]
Ebu'l Haccâc Mücâhid İbn Cebr. Mekke'nin bu ünlü kırâet imâmı, Ömer İbn Hattâb'ın hilâfeti sırasında ve hicri 21 yılında doğmuş, aynı şehirde 104 yılında ve 83 yaşında iken secdede hakkın rahmetine kavuşmuştur. Abdullah İbn Saîd el-Mahzûmî'nin âzâdlı kölesi olan Mücâhid İbn Cebr Abdullah Ibn Abbâs'ın en az rivayet nakl eden öğrencilerinden ve en güvenilir râvîlerdcndir. Bu sebeple İmâm Şafiî ve Buhârî Mücâhid'in tefsirinden birçok rivayetler nakletmişlerdir. Hattâ İbn Meymûn'un ifâdesine göre, Mücâhid; Kur'ân'ı otuz kez Abdullah İbn Abbâs'ın önünde okudum, demiştir. Ve yine bir başka rivayete göre Mücâhid İbn Cebr şöyle demiştir: Kur'ânı üç kez Abdullah İbn Abbâs'ın huzurunda okudum. Her âyetin üzerinde duruyordum ve bu âyetin niçin ve nasıl indiğini ona soruyordum. İbn Ebu Müleyke de Mücâhid'in beraberinde yazı araçları bulunarak Abdullah İbn Abbâs'tan Kur1 ân tefsirini sorduğunu ve Abdullah İbn Abbâs'ın da ona; yaz, dediğini nakleder. (İbn Teymiyye, Mukaddime fi Usal-it-Tefsîr, 28) Katâde der ki: Tabiînden tefsiri en çok bileni Mücâhiddi. İbn Sa'd ise onun güvenilir bir râvî, fakîh, âlim ve çok hadîs nakleden birisi olduğunu bildirir. İbn Hibbân da onun fakîh, zâhid, âbid ve i'tinâlı birisi olduğunu zikreder. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirun, 1, 104-105) İbn Cerîr Taberî'nin Süfyân es-Sevrî'den nakline göre, Süfyân şöyle demiştir: Sana Mücâhid'den bir tefsîr gelirse bu, senin için yeterlidir. (İbn Cerîr Taberî, Tefsîr, I, 30) Zehebî, Mîzân'ül-İ'tidâl'de Mücâhid İbn Cebr'in tercüme-i halini verdikten sonra der ki: Bütün ümmet Mücâhid'in imamlığı konusunda icmâ' etmiştir. Kütüb-U Sitte müellifleri ondan hadîs nakletmişlerdir. (Zehebî, Mîzân'ül-I'tidâl, III, 9)
Mücâhid'in rivayetlerinde sağlam olmakla beraber ehl-i kitâbtan bazı haberleri tefsîre girdirdiği ve bu sebeple onun tefsirinden yabancı menşe'ler bulunduğu bazı tefsir bilginleri tarafından belirtilir. Ne var ki Mücâhid ve üstadı Abdullah İbn Abbâs gibi bu konuda dinin esâsını alâkadar eden mes'elelerde fazlasıyla titiz davranmıştır. Rivayete göre, ilk tefsîr kitabı Mücâhid'c aittir. Bu eser Kasım İbn Ebu Bezze tarafından imlâ suretiyle meydâna getirilmiştir. Gerek İbn Ebu Necîh, gerekse lbn Cerîr Taberî gibi Mücâhid'den tefsîr nakleden müfessirler de yine onu lbn Ebu Bez-ze kanalıyla rivayet etmişlerdir.
Mücâhid, bazı âyetleri kendi re'yiyle tefsîr etmiştir. Özellikle onun yahüdîler-den aşağılık maymun lıaline dönüştürülenlerle ilgili Bakara süresindeki 65. âyetin tefsirinde nakledilen şu rivayet tartışılagelmiştir. Bu konuda lbn Kesîr şöyle demektedir: "Aşağılık maymunlar olun dedik." (Bakara, 65) lbn Ebu Hatim der ki: Bana babam, Mücâhid'in bu âyet-i kerîme konusunda şöyle dediğini nakletti: Onların kalb-leri maymun haline çevrildi, yoksa kendileri maymunlaşmadüar. Bu, sadece Allah'ın verdiği bir misâldir. Tıpkı "Kitap yüklü merkebin misâli gibi..." Bu rivayeti İbn Çerîr Taberî Mücâhid'den... Müsennâ kanalıyla nakleder. Mücâhid'den nakledilen bu sened sağlamdır. Ancak burada ve diğer yerdeki âyetlerin zahirine aykırı düştüğü için garîb bîr kavildir... Ben derim ki: Bu imamların bu nakilleri serdetmelerinin maksadı; Mücâhid merhumun: Onların maymun şekline döndürül meleri gerçek olarak değil, manevîdir, demesine karşı bir fikir beyân etmek içindir. Doğrusu onların maymun şekline döndürülüşleri hem şekil bakımından, hem de mâ'nevî idi. Doğruyu en iyi Allah bilir." (lbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri; II, 367-371) Her-ne kadar Mücâhid kendi re'yiyle tefsîr nakletmiş ve bu konuda bazan tenkid edilmişse de şüphesiz ki bütün tefsîr erbabı onu dinde imâm saymıştır.[26]
Abdullah lbn Abbâs'ın kölesi olan Ebu Abdullah İkrime Berberi asıllı ve Kuzey Afrikalıdır. Abdullah lbn Abbâs, Hz. Ali tarafından Basra'ya vâlî tayîn edildiğinde, kendisine hediye edilmiştir. Abdullah lbn Abbâs ona Kur'ân ve sünneti öğretmeye çalışmış ve kendisine Arap ismi takmıştır. İkrime, Abdullah lbn Abbâs, Abdullah lbn Ömer, Abdullah lbn Amr lbn Âs, Ebu Hüreyre, Ebu Saîd el-Hudrî, Hasan lbn Ali ve Hz. Âişe'den hadîs nakletmiştir. İkrime Mek-keli fakîhlerin ünlülerinden birisi olup diyar diyar dolaşırdı. Nitekim Saîd tbn Cü-beyr'e; senden daha bilgin birini tanıyor musun? denildiğinde, o; ikrime, demiştir.
Kaynakların rivayetine göre Abdullah lbn Abbâs Öldüğünde İkrime'yi âzâd etmiş değildi. Oğlu Ali lbn Abdullah ikrime'yi Hâlid lbn Yezîd'e dört bin dînâra satmıştı. Bunun üzerine İkrime efendisi Ali'ye gelerek; neden babanın bilgisini dört bin dînâra sattın? demiştir. İkrime 105 yılında (723) seksen yaşlarında iken Medî-ne'de vefat etmiştir, (lbn Hallikân, Vefayât'ül A'yân, III, 265-266)
Bilginlerden bir kısmı İkrime'yi güvenilir bir râvi olarak kabul ederken, bir kısmı da ona güvenmez ve kendisinden rivayet nakletmezler. Rivayet nakletmeyenler Ik-rime'nin Kur'ân'daki herşeyi bildiği iddiasında bulunduğunu ve hattâ efendisi Abdullah lbn Abbâs'a pek çok yalan rivayetler isnâd ettiğini söylerler. Nitekim Abdullah lbn Haris der ki: Ben, Abdullah lbn Abbâs'ın oğlu Ali'nin yanına vardığımda İkrime hela kapısının yanında bağlı bulunuyordu. Ben; siz kölenize böyle mi yaparsınız? dediğimde, Ali; bu, babama yalan isnâd ediyor, dedi, der. (İbn Hallikân, A.g.e., III, 265-266) Hattâ onun Haricî görüşlere mensûb olduğu ve efendisi Abdullah tbn Abbâs'ın da Haricî olduğunu iddia ettiği söylenir. Şu'be Amr İbn Mürre'den nakleder ki; adamın biri Abdullah lbn Müseyyeb'e Kur'ân'dan bir âyeti sormuş, o da; bana Kur'ân'dan sorma, onu Kur'ân'dan bilmediği hiçbir şey bulunmadığını söyleyene (ikrime) sor, demiş. İbrahim lbn Meysere de Tâvûs'un şöyle dediğini nakleder: Abdullah İbn Abbâs'ın kölesi Allah'tan korkmuş ve sözünü tutmuş olsaydı, herkes ona doğru koşardı. Yahya el-Bekkâ'dan da nakledilir ki, o, Abdullah İbn Ömer'in, kölesi Nâfi'e şöyle dediğini, duydum, demiştir: Ey Nâfi' yazıklar olsun sana, Allah'tan kork ve İkrime'nin Abdullah İbn Abbâs'a yatan İsnâd ettiği gibi, sen de bana yalan isnâd etme. (Zehebî, et-Tcfsîr vc'1-Müfcssirûn, I, 107-108)
An^ak İkrime'ye yapılan ithamların üzerinde durulması ve titizlikle değerlendirilmesi gerekir. Çünkü o devirde birçok kişiye yalan rivayet naklettiğine dair ithamlar yapılmıştır. Hattâ İkrime'nin: Şu, beni yalan sayanlar arkamdan yalan sayıyorlar. Ya yüzümden yalan saysalar ya; dediği nakledilir. Ve yine kendisi bu yalan ithamlara cevâb niteliğinde bazı bilgiler aktarmaya çalışır. Sözgelimi Osman îbn Hâkim der ki: Ben Sehl İbn Huneyf ile oturuyordum, bu esnada İkrime gelip dedi ki: Ey Ebu Ümâme, Allah adına sana hatırlatırım. Abdullah tbn Abbâs'ın şöyle dediğini işitmedin mi? İkrime benden size ne naklederse onu doğrulayın, çünkü o, bana yalan isnâd etmez. Ebu Ümame; evet, işittim, dedi. (Zehebî, A.g.c, I, 108-109) İkrime ile ilgili bu ithamlara rağmen hadîs imamlarının pek çoğu ondan rivayet nak-letmişlerdir. İmâm Buhârî der ki: Bizim arkadaşlarımızdan herkes İkrime'yi hüccet sayar. Neseî, Buhârî, Müslim, Ebu Dâvûd ve diğerleri de onu güvenilir râvî sayarak kendisinden hadîs nakletmişlerdir. Mervezî de bütün hadîs bilginlerinin İkrime'nin hadîsini hüccet sayma konusunda icmâ' ettiklerini nakleder. (Zehebî A.g.e., I, 110)[27]
Ebu Abdurrahmân Tâvûs İbn Keysân el-Havlânî, Abdullah İbn Abbâs ve Ebu Hüreyre'den hadîs ve tefsîr dinlemiş, tabiînin Önde gelen simalarından olup, dört Abdullah'tan ve başkalarından rivayet nakletmiştir. Onun sahabeden elli kişinin sohbetinde bulunduğu ve dikkatli bir bilgin ve Allah'ın kitabının mânâlarını en İyi bilenlerden olduğu söylenir. Abdullah İbn Abbâs onun hakkında hüsn-ü şahadette bulunarak. Tâvûs'un cennet ehlinden olduğunu sanıyorum, demiştir. Amr İbn Dî-nâr da; Tâvûs gibisini görmedim, demiştir. Kırk kerre hacca gittiği ve son haccında Mekke'de 106 yılında vefat ettiği söylenir. İbn Uyeyne der ki: Ubeydullah İbn Ye-zîd'e şöyle dedim: Abdullah İbn Abbâs'ın yanına kiminle giriyorsun? O; Atâ ve arkadaşlarıyla, dedi. Ya Tâvûs? dediğimde, o dedi, havastan olan yakın dostlarıyla giriyordu. Kaynakların ifâdesine göre Tâvûs Mekke'de vefat ettiğinde cenazesine katılan kalabalık arasından cenazeyi çıkarmak mümkün olmamış ve Mekke emîri özel olarak onun techîziyle ilgilenmişti.
Tâvûs'un sağlam bir şahsiyete ve İmâna sahip olduğu kaynaklarca ifâde edilir. Tâvûs'un Emevî hükümdarı AbdUlmelik oğlu Hişâm ile karşılaşması dikkat çekicidir. Şöyle ki, İbn Hallikân'ın bildirdiğine göre "Hişâm İbn Abdülmelik Allah'ın evini haccetmek üzere Kâ'be'ye geldi ve Harem-i Şerife girince; bana ashâbdan bir kişi getirin, dedi. Kendisine: Ey mü'minlerîn emîri, onlar geldiler, denildi. Bunun üzerine Hişâm; tabiînden bir kişi getirin, dedi. Ve Tâvûs el-Yemânî getirildi. Tâvûs onun yanına girince, ayakkabılarını halîfenin sergisinin bir kenarında çıkardı ve ona mü'minlerin emîrine yapılan selâmı vermedi, onu ağırlamadı ve izni olmaksızın geçip yanına oturdu. Sonra da: Ey Hişâm, nasılsın? dedi. Hişâm İbn Abdülmelik buna çok kızdı, hattâ onu öldürmek istedi. Ancak kendisine; ey mü'minlerin emîri, sen Allah'ın ve Resûlullah'ın haremindesin, bu mümkün değildir, dediler. Bunun üzerine Tâvûs'a: Ey Tâvûs, neden bunu yaptın? dedi. Tâvûs: Ne yapmışım? dedi. Hişâm'ın kızgınlığı ve nefreti daha da arttı ve dedi ki: Ayakkabılarını sergimin bir yanında çıkardın, bana mü'minlerin emîrine verilen selâmla selâm vermedin, künyemi yâd etmedin, iznim olmaksızın gelip yanıma kuruldun, ve; ey Hişâm nasılsın? dedin. Tâvûs dedi ki: Ayakkabımı serginin bir kenarında çıkarmam konusuna gelince, doğrusu ben onları günde beş kez yüce Rabbım huzurunda çıkarıyorum da O, beni ne kınıyor, ne de kızıyor. Bana mü'minlerin emîrine verilen selâmı vermedin demene gelince; bir kerre bütün mü'minler senin emirliğinden hoşnûd değiller, dolayısıyla yalancı olmaktan korktum. Beni künyemle yâd etmedin demene gelince; Azîz ve Celîl olan Allah peygamberlerinin adını vererek: Ey Dâvûd, Ey Yahya, Ey îsâ buyurmaktadır. Kendi düşmanlarının künyelerini zikrederek de: "Ebu Leheb'-in eli kurusun." buyurmaktadır. Yanıma gelip kuruldun demene gelince; ben, mü'minlerin emîri Ebu Tâlib oğlu Ali'nin şöyle dediğini işitmiştim: Cehennem ehlinden bir kişiye bakmak istersen, kendisi oturup .da çevresindeki insanların ayakta durduğu kişiye bak." (İbn Hallikân, Vefeyât'ül-A'yân, II, 510)[28]
Ebu Muhammed Atâ İbn Ebu Rebâh, 27 hicret yılında doğmuş ve 114 ya da 115 hicrî yılda vefat etmiştir. Abdullah İbn Abbâs, Abdullah İbn Ömer, Abdullah İbn Amr Âs ve diğerlerinden hadîs rivayet etmiştir. İkiyüzün üzerinde sahabenin meclisinde bulunmuş olan Atâ İbn Ebu Rebâh âlim, fakîh, güvenilir bir râvî idi. Mekke halkı onun fetvasına başvururlardı. Hattâ Abdullah İbn Abbâs etrafında toplanmış bulunan Mekkelilere şöyle demişti: Mekke halkı benim çevremde toplanıyor, halbuki onların yanında Atâ var. Katâde ise onun hac menasikini en iyi bilen olduğunu belirtir. İbrâhîm İbn Ömer İbn Keysân da der ki: Ümeyye oğullan zamanında hac mevsiminde bir münâdînin Atâ İbn Ebu Rebâh'tan başka kimsenin insanlara fetva veremeyeceğini yüksek sesle bağırdığını hatırlarım. Son zamanlarında onunla karşılaşan Süleyman İbn Râfi' onun hakkında şöyle der: Mescid-i Harâm'a girdiğimde insanlar bir kişinin etrafında toplanmışlardır. Baktım ki bu, Atâ İbn Ebu Rebâh'tır. O, siyah bir karga gibi onların arasında oturmuştu. İbn Ebu Leylâ; Atâ'nİn yetmiş kez hacca gittiğini söyler. (İbn Hallikân, Vefayafül-A'yân, III, 261-263).
İmâm A'zam Ebu Hanîfe'nin; karşılaştığım insanlar arasında Atâ İbn Rebâh'tan daha değerlisini görmedim ve yine karşılaştığım İnsanlar arasında Câbir el-Cu'fî'den daha yalancısına rastlamadım, dediği bildirilir. Bütün Kütüb-i Sitte sahipleri Atâ İbn Ebu Rebâh'tan rivayet nakletmişlerdir. Hattâ Katâde onun için şöyle demiştir: Tabiînden en bilgini dört kişiydi. Atâ İbn Ebu Rebâh Haccın menasikini en iyi bilirdi. Saîd tbn Cübeyr tefsiri en iyi bilirdi. İkame* siyer i en'iyi bilirdi. Hasan el-Basri de helâl ve haramı en iyi bilenlerdendi. Atâ İbn Ebu Rebâh kendi görüşünü tefsire karıştırmaktan çok çekinirdi. Hattâ Abdülazîz İbn Râfi'İn bildirdiğine göre kendisine bir mes'ele sorulduğunda; bilmiyorum, demişti. Bilmiyorsan kendi kanâatini bildirsen, denildiğinde de; yeryüzünde benim görüşüme göre, din edinilmesinden Allah'a sığınırım, demişti. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 113-114) Ebu İshak, Mücâhid, Zührî, Amr İbn Dînâr ondan ilim öğrenmişlerdir. İmâm A'zam Ebu Hanîfe, Eyyûb, Hüseyin el-Muallim, İbn Cüreyc ve Evzaî gibi zevat da ondan rivayet naklederler.[29]
Daha önce de belirttiğimiz gibi, sahabenin birçoğu Medînede bulunuyor ye yanlarına gelen kişilere, Allah'ın kitabını ve Resûlullah'ın Sünnetin; öğretiyorlardı. Tabiînden şöhret sahibi müfessirlerin birçoğu bu ekolde yetişmişlerdi. Ancak Medîne tefsîr mektebi daha çok Übeyy İbn Kâb'ın tefsir anlayışına bağlıydı. Burada şöhret bulan zevat arasında Ebu'l-Âliye, Zeyd îbn Eşlem ve Muhammed İbn el-Kurazî gibi müfessirleri görmekteyiz. Bu zevattan bir kısmı doğrudan Übeyy İbn Kâ'b'tan tefsîr dersi almış, bir kısmı da ondan ders alanlardan öğrenim görmüşlerdir.[30]
Ebu'ul-Âliye Refi İbn Mihrân er-Rifâîr el-Basrî cahiliyye döneminde yaşamış ve Resûlullah'ın vefatından iki yıl sonra müslüman olmuş ve bu sebeple sahabe olma şerefini yitirmiş bulunan Refi İbn Mihrân, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'le tanışma şerefine nail olmuş, Hz. Ali, Abdullah İbn Mes'ûd, Abdullah İbn Abbâs, Abdullah İbn Ömer, Ubeyy İbn Kâ'b ve başkalarından hadîs rivayet etmiştir. Tef-sîrde tabiînin şöhretli ve güvenilir müfessirlerinden birisi olarak ün salmıştır. İbn Maîn, Ebu Zür'a ve Ebu Hâtİm onun sika bir râvî olduğunu söylerler. Kütüb-i Sİtte sahibi muhaddisler de ondan rivayet nakletmişlerdir. Hattâ İbn Ebu Dâvûd onun için; ashâbtan sonra Ebu'l-Âliye'den daha iyi kırâet bilen biri yoktur, demiştir. Übeyy İbn Kâ'b'dan nakledilen büyük bir tefsîr nüshası onun kanalıyla günümüze intikâl etmiştir. Bu tefsîri Ebu Ca'ferer-Râzî, Rebî' İbn Enes, Ebu'l-Âliye kanalıyla Übey-y İbn Kâ'b'dan naklederler. Hemen hemen tefsîr sahipleri ve hadîs imamlarının bir çoğu Ebu'l-Âliye'nin bu rivayetini olduğu gibi nakletmişlerdir. Hattâ Abdullah İbn Abbâs'ın Kureyşlilerin bulunduğu mecliste Ebu'I-Âliye'yi yanına oturtarak; ilim insanın şerefini işte böyle yükseltir, dediği bildirilir.[31]
Ebu Hamza (veya Ebu Abdullah) Kâ'b İbn Selîm İbn Esed ei-Kurazî el-Medenî, Abdullah İbn Abbâs ve Abdullah İbn Mes'ûd gibi ünlü tefsîr bilginlerinden rivayetler nakletmiş, güvenilir, âdil, sika ve müttakî bir zât olarak şöhret bulmuştur. Kaynaklar onun güvenilirliği ve takvası üzerinde ittifak etmiş gibidirler. Bu sebeple Kütüb-i Sitte sahihleri onun rivayetlerini nakletmişlerdir. Hattâ İbn Avn; Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî'den daha İyi Kur'ân te'vîlini bilen bir kimseyi görmedim, demiştir. Medine'de Mescid-i Nebevî'de hadîs okuturken tavanın yıkılması üzerine cemaatten birçok kişiyle birlikte vefat etmiştir. Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî bir süre Kûfe'de ikâmet etmişse de tekrar Medîne'ye gelerek burada derslerini devam ettirmiştir. Kendisi Hz. Âişe'den, Abdullah İbn Ömer'den, Abdullah İbn Abbâs'-dan, Zeyd İbn Erkam'dan, Fudâle İbn Ubeyd'den ve Ebu Hüreyre'den hadîsler naklettiği gibi, Abdullah tbn Minkedir, Yezîd îbn Hâdî, Velîd İbn Kesîr gibi zevat da kendisinden rivayetler nakletmişlerdir.[32]
Ebu Üsâme (veya Ebu Abdullah) Zeyd İbn Eşlem el-Medînî, tabiînin büyüklerinden olup Ömer İbn Hattâb'ın kölesi idi. Hz. Ömer'in oğlu Abdullah onu âzâd etmişti. Hayatı hakkında fazla bilgi sahibi bulunmadığımız bu zâtın sika bir râvî olduğunu İmam Ahmed İbn Hanbel, Ebu Zür'a, Ebu Hatim ve Neseî belirtirler.
Nitekim Ali İbn Hüseyn'in Zeyd İbn EslemMn meclisine gittiği ve ona; kavminin toplantılarına katılmadığı, bunu gören Nâfî* İbn Cübeyr'in ona kavminin meclisini bırakıyor, Ömer İbn Hattâb'ın kölesinin meclisine gidiyorsun? demesi üzerine, Ali İbn Hüseyin'in şöyle dediği belirtilir: Kişi ancak dininde menfaat elde ettiği mecliste oturur. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, 1,117) Zeyd İbn Eslem'in kendi görüşü doğrultusunda tefsîrler yaptığı, ancak bu tefsirlerin onun sika ve âdil bir râvî olmasını önlemediği belirtilir. Zeyd İbn Eşlem birçok sahabe ve tabiîn gibi Kur'ân'-ın re'y ile tefsir edilmesini caiz görenlerden idi. Ancak re'y ile tefsire kail olmasına rağmen, hakkında herhangi bir bid'at mezhebine mensûb olduğuna dâir itham vâ-rid olmamıştır. Zeyd İbn Eslem'den, oğlu Abdurrahmân ibn Zeyd ve İmâm Mâlik İbn Enes muhtelif rivayetler nakletmişlerdir.[33]
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Halîfe Ömer (r.a) Ammâr İbn Yâsir'i Kûfe'ye vâlî olarak gönderdiğinde Abdullah ibn Mes'ûd'u da onunla birlikte öğretmen ve vezîr olarak Kûfe'ye göndermiş Abdullah İbn Mes'ûd burada halka Kur'ân öğretmeye çalışmıştı. Bu sebeple Irak yani Küfe ve Basra civarında yetişmiş olan tefsir âlimleri daha çok Abdullah İbn Mes'ûd'un ekolüne mensup görülmektedirler. Bu ekolde rivayetin yanı sıra re'y ve görüşle Kur'ân-ı Kerîm'in tefsîr edilmeye çalışıldığı müşahede olunmaktadır. Bu sebeple Irak tefsîr mektebinde re'y ve ictihâd yanlıları ağır basmaktadırlar. Sayılan pekçok olan tabiîn devri müfessirlerinden İrak'ta şöhret bulmuş olanlar arasında Alkame İbn Kays, Mesrûk, Esved İbn Yezîd, Mürre el-Hemedânî, Âmir eş-Şa'bî, Hasan el-Basri ve Katâde ibn Diâme gibi zevatı saymak mümkündür.[34]
Ebü Şibl Alkarna İbn Kays İbn Abdullah el-Kûfî, Resûlullah'ın vefatından önce doğmuş ancak onu hayatında göremediği için sahabe olma şerefine erememiştir. Hz. Ömer; Hz.Osman;Hz. Ali ve Abdullah İbn Mes'ûd gibi zevattan rivayet nak-Ietmiştir. Abdulah İbn Mes'ûd'un en ünlü râvîsi, onun haberlerini en iyi bilen ve en iyi öğreten kişi olarak şöhret bulmuştur. Hattâ Osman İbn Saîd der ki: Ben İbn Maîn'e; Alkame'y» m* daha çok seviyorsun, yoksa Ubeyde'yi mi? dediğimde, o bir tercih yapamamıştı. Ancak Osman her ikisinin de sika râvîler olduğunu, Alkame'-nin Abdullah'tan daha iyi bildiğinin muhakkak olduğunu söyler. İbrâhîm en-Nehaî de der ki: Abdullah İbn Mes'ûd'un arkadaşlarından halka Sünneti öğreten Alkame ve diğer altı kişidir, Ancak Alkame merhum hem daha güvenilir, hem de sika bir zât idi. Bunun yanisira son derece sâlih ameller işleyen müttakî bir kimseydi. Kütüb-i Sitte sahipleri onun sika bir râvî olduğunu bildirirler. Hattâ Ebu Mürre el-Hemedânî, Alkame'nin "Rabbâniyyûn"den olduğunu söyler. (Zehebî, A.g.e., I, 119)
Ebu Vâil, Muhammed İbn Şîrîn, İbrâhîm en-Nehaî, Şa'bî gibi zevat da Alka-me'den rivayet nakletmişlerdir. Hattâ Kâbus İbn Ebu Zübyân el-Kûfî der ki: Ben, babama; ashabın meclisini bırakıp da niçin Alkame'nin meclisine gidiyorsun? dediğimde, babam şöyle ded,i: Resûlullah'ın ashabından birçoğuna yetiştim. Onlar da Alkame'ye bazı şeyleri soruyor ve kendisinden istifâde ediyorlardı, der. (Ömer Na-sûhî Bilmen, Tefsîr Tarihi, I, 262)[35]
Ebu Âişe Mesrûk Ibn Ecda' Kûfeli Âbid diye de bilinen Mesrûk'a Hz. Ömer; adının ne olduğunu sorar, o da Mesrûk Ibn Ecda' olduğunu söyler. (Ecda' kelimesi Arapçada bir uzvu kesik olan kimseye ve şeytâna verilen isim sıfattır) Hz. Ömer der ki: Ecda' şeytân demektir. Sen Rahmân'm kulunun oğlu Mesrûk'sun. Hulefâ-i Râşidîn İle beraber Abdullah Ibn Mes'ud ve Übeyy Ibn Kâ'b gibi sahabenin önde gelenlerinden rivayetler nakletmiş olan Mesrûk Abdullah Ibn Mes'ûd'un öğrencilerinin en bilginlerindendi. Ünlü Kâdî Şureyh zor mes'elelerde ona danışırdı. Ali Ibn el-Medînî der ki: Abdullah'ın arkadaşlarından hiçbir kimse Mesrûk'un önüne geçemedi. Şa'bî de der ki: Mesrûk'tan daha çok ilim talep edeni görmedim. Bizzat Mesrûk'un ifâdesine göre; Abdullah Ibn Mes'ûd: kendilerine, bir sûreyi okur sonra gün boyu onu anlatır ve tefsir edermiş." Mesrûk'un rivayetlerinde güvenilir bir râvî olduğu, cerh ve ta'dîl metodunun bilginleri tarafından kabul edilen bir husustur. Kütüb-i Sitte müellifleri ve İbn Hibbân onu sika râvîlerden sayar. Hayatı hakkında fazla bir bilgiye sahip bulunmadığımız Mesrûk'un hac esnasında hiç uyumadığı kaynaklarda zikredilir. (Ibn Hacer, Tehzîb'üt-Tehzîb, X, 109-111)[36]
Ebu Abdurrahmân Esved Ibn Yezîd İbn Kays en-Nehaî, Abdullah İbn Mes'ûd'un ekolüne mensûb râvîlerin başında gelen tabiînin ulularından bir kişidir. Hz. Ebu Bekir, Ömer, Ali, Huzeyfe ve Bilâl gibi sahabenin seçkinlerinden rivayetler nak-letmiştir. Esved Ibn Yezîd, Allah'ın kitabıyla ilgili derin bilgisinin yanısıra gerçekten sıka bir zât idi. Nitekim İmâm Ahmed İbn Hanbel onun için; hayır ehli, sika biridir, der. Yahya İbn Maîn, İbn Sa'd ve diğer hadîs kritikçileri de onun sika bir râvî olduğunu zikrederler. Yıl boyu oruç tuttuğu ve bu nedenle gözlerinden birini yitirdiği söylenir. (Ibn Hacer, Tehzîb-üt-Tehzîb, I, 342-343)[37]
Ebu İsmâîl Mürre İbn Şurahbil el-Hemedânî, Kûfeli tabiînden olup Mürre et-Tîb (Güzel Mürre) ve Mürre el-Hayr (iyi Mürre) diye de bilinir. Ebu İsmâîl, Hz. Peygamber devrinde doğmuş ise de Hz. Peygamber'i görme şerefine eremediği için ashâb arasında yer alamamıştır. Ancak yukardaki lakablardan da anlaşıldığı gibi ibâdeti ve takvası ile Ünlü bir zât idi. Hz. Ebu Bekir, Ömer, Ali ve Abdullah İbn Mes'ûd gibi Sahabe-i Güzînin önde gelenlerinden rivayetler nakletti. Hadîs kritikçileri, onu sika bir râvî olarak kabul ederler ve Kütüb-i Sİtte sahipleri de ondan hadîs naklederler. Çok fazla namaz kılmakla şöhret bulduğu hattâ günde altıyüz rek'at namaz kıldığı söylenmiştir. (İbn Hacer, Tehzîb'üt-Tehzîb, X, 88-89) îsmâîl ez-Süddî, Talha İbn Müsâfır, Atâ İbn Sabi gibi tabiîn ondan hadîs nakletmişlerdir. Klasik kaynakların ifâdesine göre; tefsîrde derin görüş sahibi bir zat imiş. (Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, I, 264)[38]
Ebu Arar Âmir İbn Şurahbil (veya Şerahbil) Kûfeli tabiînin önde gelenlerin-dendir. Bir süre Küfe kadılığı da yapmış ve Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah İbn Mes'-ûd'dan rivayetler nakletmiştir. Zührî'ye göre; tabiînden bilginler dört tanedir.
Medîne'de Abdullah Ibn Müseyyeb, Kûfe'de Şa'bî, Basra'da Hasan en-Basrî, Şam'da Mekhûl. (Ibn Hallikân, Vefeyât'M-A'yân, III, 13) Şa'bî'nin ifâdesine göre beşyüze yakın sahabeye ulaşmış ve onların sohbetinde bulunmuştur. Mekhûl Şa'bî hakkında; kendisinden daha fakîh kimseyi görmedim, der. İbn Uyeyne ise der ki: Sahabeden sonra Abdullah Ibn Abbâs kendi zamanında Şa'bî kendi zamanında ve Sevrî de kendi zamanında söz söyleyen kişilerdi. Başta Kütüb-i Sitte sahipleri olmak üzere hadîs imamlarına göre Şa'b! sika râvîlerdendir. Hattâ tbn Ebu Hayseme'nin anlattığına göre; Ebu Hüseyn; Şa'bî'den daha âlim birini görmedim, demiş de Ebu Bekir Ibn Ayyaş; Şureyh de mi değil? demiş. Bunun üzerine Ebu'l-Hüseyn; yalan söylememi mi istiyorsun? Şa'bî'den daha âlim birini görmedim, demiş. İbn Şîrîn de; Kûfe'ye geldiğimde Rasûlullah'ın ashabından o zaman pek çok kişi vardı, Şâ-bî'nin Kûfe'de bir ders halkası bulunuyordu, diyerek sahabeler arasında da Şa'bT-nin görüşüne itibâr edildiğini belirtir.
Sahabeler tarafından görüşüne itibâr edilmesine ve üstün bir mevkiye sahip bulunmasına rağmen, Şâbî hiçbir zaman için kendi görüşüne göre Kur'ân'ı tefsîre yeltenmemiş ve hattâ bu konuda çok titiz davranmıştır. Nitekim İbn Atıyye der ki: Selef-i Sâlihinin seçkinlerinden Saîd tbn Müseyyeb ve Âmir eş-Şa'bî gibi seçkinler, Kur'ân tefsirini yüceltiyorlardı ve bu konuda durup ileri geçmiyorlardı, idrâklerinin fazlalığı ve öncülüklerine rağmen takva ve ihtiyatlı olmalarından dolayı tefsîre yeltenmi-yorlardı. (Kurtubî, Tefsir, I, 34) Şa'bî'nin; Kur'ân re'y ile tefsîr konusunda ölünceye kadar bir şey söylemem, dediği nakledilir. (İbn Cerîr, Tefsîr, I, 28)[39]
Ebu Saîd Hasan İbn Ebu'I-Hasan Yessâr el-Basrî. Hz. Ömer'in hilâfetinin son ikinci senesinde Vâdî el-Kurâ'da doğmuş ve yetişmişti. Babası İslâm fetihleri sonrasında Medine'ye götürülerek satılmış ve Zeyd İbn Sâbit'in kölesi olmuştu. Bilâhare Zeyd İbn Sâbİt tarafından âzâd edilerek kendisi gibi bir âzâdlı câriye olan Hayra adında bir kadınla evlendirilmişti. İşte bu evlilikten Medîne'de Hasan dünyaya gelmişti. Daha sonra Basra'ya giderek zühd ve takvasının yanısıra ilmi ve belagatı ile büyük bir üne kavuşmuştu. Hasan el-Basrî, tasavvuf ve kelâm gibi ilimlerin de aynı zamanda ilk kurucu üyelerinden sayılır. Fasîh, müttakî ve zâhid olan Hasan'ın vaazları dinleyicilerin kalbinde büyük ve derin etkiler bırakıyordu. Hz. Ali, Abdullah İbn Ömer, Enes İbn Mâlik ve Sahabe ile Tabiînden büyük bir topluluktan rivayetler nakletmiştir. Rivayete göre, peygamberin eşi Ümmü Seleme'nin cariyesi olan annesi bir gün ihtiyâcım gidermek üzere dışarı gittiğinde Hasan ağlamış ve Ümmü Seleme de onu oyalamak için emzirmişti. Hikmet ve fesahatin bu emzirmeden dolayı dilinde yer ettiği söylenir. Enes İbn Mâlik onun hakkında şöyle der: Hasan'a sorun, çünkü o, ezberledi biz unuttuk. Kendi devrindeki bütün insanlar Hasan el-Basrî'nin ilmi ve takvası karşısında hayran kalıyorlardı. Hattâ Ehl-i Beyt'in ünlü imamlarından Ebu Cahil el-Bâkır'm bulunduğu mecliste ondan sözedİIdiğinde Ebu Ca'fer el-Bâkır; onun (Hasan'ın) sözü peygamberlerin sözüne benziyor, dermiş. Kader konusundaki görüşleri nedeniyle zamanında tartışma mevzuu yapılmış olan Hasan el-Basrî'nin klasik mânâda Kaderiyye mezhebine merisûb olduğu ifâde edilemez. Ancak onun; kaderi yalanlayanlar küfre dalmış olur dediği nakledilir. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 124-125) Hasan el-Basrî siyâsetle ilgilenmemekle beraber Emevîlerin ve özellikle onların komutamdan zâlim Haccâc'ın uygulamalarına karşı çıkmış ve hattâ Yezîd'e bi'at edilmesini uygun görmemiştir. Hasan el-Basrî büyük günâh işleyen kişinin durumunu âhirete havale eden ve bu konuda bir şey söylenemeyeceğini kabul eden Mürcie'ye karşı olduğu gibi, fâsıkın durumunun küfürle nİfâk arasında bir mertebe olduğunu (el-Menzile Beyne'1-Menzileteyn) diyen Mu'tezile'ye de karşı çıkmıştı. Ona göre diliyle ikrar edip büyük günâh işleyen kişi fâsıkdır. Ve cezasını da çekecektir. Hasan el-Basrî'nin zühd ve takva anlayışı daha sonra gelişecek olan tasavvuf erbabı tarafından kabul görecek ve kendisi şeyh olmadığı halde bütün tasavvuf kollan onu şeyh kabul edeceklerdir. Bilhassa fütüvvet teşkilâtı denilen imân kardeşliği bağlıları arasında Hasan cl-Basrî'nin öğütleri yaygınlaşacaktır. Mu'tezİle mezhebinin doğuşuna neden olarak gösterilen Vâsıl İbn Atâ'nın Hasan el-Basrî'nin ders halkasından ayrılması da yine yukarıda sözünü ettiğimiz kader mes'-elesindeki görüşlerden ortaya çıkan ayrılıktan kaynaklanıyordu. Hasan el-Basrî, 110 yılı (728) Recebinin başlarına doğru Basra'da vefat etti. Perşembe gecesi Ölen Hasan el-Basrî'nin cenazesi Cuma günü büyük bir kitlenin iştiraki ile kaldırıldı. (Daha geniş bilgi için bkz: İbn Hacer Tehzîb, VII, 156; Tehzîb'üt-Tehzîb, II, 263; mîzân'ül-l'tidâl, I, 527; Tezkiret'üt-Huffâz, 71; Hilyet'ül-Evliyâ, II, 131; İbn Hallikân, Vefayât'ül-A'yân, II, 69-73; Zehebî, et-Tefsîr ve'I-Müfessirûn, I, 124-125; H. Rit-ter, İslâm Ansiklopedisi, ilgili mad.)[40]
Ebu'l-Hattâb Katâde İbn Diâme ez-Sedûsî el-Basrî yaklaşık hicretin altmışıncı yılında (679) kör olarak doğmuş, ömrünün büyük bir kısmını Basra'da geçirmiştir. Enes İbn Mâlik, Ebu Tufeyl, İbn Şîrîn, İkrime, Atâ İbn Ebu Rebâh ve benzeri meşhurlardan hadîs rivayet etmiştir. Hafızası geniş olduğu gibi Arap şiirinin derinlikle rine de vâkıf idi. Bîr yandan eski Arap soy bilimine, diğer yandan da Arap gramerine vâkıf idi. Tefsirdeki şöhreti de bu bilgisinden kaynaklanıyordu. Hattâ Ebu Ubeyde bu konuda şöyle bir rivayeti nakleder: Ümeyye oğulları tarafından bir süvarinin atı m, Katâde'nin kapısı önünde yatırdığını görürdük. Ona eski haberleri, neseb ve şiirle ilgili şeyleri sorarlardı. Katâde bu konuda halkın en çok bilgiye sahip olanıydı. Hattâ bir rivayete göre Mu'tezile isminin Vâsıl İbn Atâ ve taraftarlarına verilmesinin nedeni de Katâde'nin Hasan el-Basrî'nin meclisine gelip Amr İbn Ubeyd ve arkadaşlarının safında namaz kılması, sonra bunların Hasan el-Basrîden ayrıldıklarını öğrenince kendilerine bunlar Mu'teziledir, demesi gösterilir. (İbn Hallikân, Vefeyât'ül-A'yân, IV, 85) Onun kuvvetli hafızasına şâhid olarak İbn Şîrîn; insanlar arasında Katâde'den daha iyi ezberleyen birini görmedim, demiştir. Hatta Saîd İbn Müseyyeb de onun için şöyle der: Hiçbir kimse Katâde'den daha iyi olarak Irak'tan yanıma gelmemiştir. Ebu Hâtim'in ifâdesine göre, Ahmed İbn Hanbel uzun uzadı-ya Katâde'yi anar ve onun bilgisinden sözedermiş. Katâde de bu iyi hafıza gücünü şöyle belirtirmiş: Ben, hiçbir hadîsçiye; bir kerre daha, söyle diye ricada bulunmadım. Kulaklarımın duyduğu her şeyi aklım mutlaka hıfzetmiştir. (Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, I, 285)
Katâde, Enes İbn Mâlik'ten, Abdullah İbn Sercîs'ten, Saîd İbn Müseyyeb'ten, İbn Sîrîn'den, İkrime'den ve Hasan el-Basrî'den rivayetler nakleder. Mis'ar, Ma'-mer, Şeybân, Şu'be, Hammâd İbn Seleme, îbn Amreveyh gibi zevat da Katâde'den rivayet nakletmişlerdir. Onun rivayet tarzı Üzerinde bazı şeyler söylenmiştir. Hattâ üstadını bırakarak daha yukardaki zevattan hadîs rivayet ettiği (tedlîs) söylenir. Sözgelimi Saîd İbn Cübeyr'den ve Mücâhid'den kendisi hadîs işitmediği halde bunlardan hadîs rivayet eder ki bu, hadîs tekniği bakımından bir zaaftır.
Böylece tabiîn devrindeki tefsîr faaliyetini görmüş olduk. Bilindiği gibi Rasû-lullah'ı görmüş ve onu tanıma şerefine nail olmuş bulunan birinci nesle Ashâb-ı Güzin adı verilir Peygamberi görmemiş, ancak ashabı görmüş ve onların feyz kaynağından istifâde etmiş olan ikinci nesle de tabiîn adı verilir. Ve nihayet ashabı görmemiş olup da ashabı görmüş olan tabiîni görmüş olan üçüncü nesle de teba-i tabiîn veya etba'i Tabiîn adı verilir. Rivayet tefsirinin oluşup gelişmesinde sahabenin ve tabiînin büyük hizmeti olmuştur. Zaten daha başlangıçta bu değerli insanların takdîr edilecek gayretleri olmasaydı gerek Kur'în-ı Kerîm, gerekse onun tefsirinden ibaret olan Sünnet-i Seniyye günümüze ulaşma imkânını bulamazdı. Veya en azından tahrife uğramaktan kurtulamazdı. Diğer dinlerin mukaddes metinlerinin başına gelen facia-Allah korusun Kur'an ve Sünnetin de başına gelebilirdi.[41]
Şimdi biz tabiînden tefsîr faaliyetinde bulunmuş olan ancak belirli bir ekole girdirilmeyen bazı zevat hakkında da kısaca bilgi vermeye çalışalım:[42]
Ebu İmrân (veya Ebu Ammâr) İbrâhîm İbn Yezîd İbn Kays el-Kûfî, aslen Yemenli Neha kabîlesinden olup bilahare Kûfe'de yerleşmiştir. Hz. Âişe'yi tanımış ve onun yanına gidip gelmiş, ancak hiçbir şekilde ondan hadîs nakletmemiştir. 49 yaşında iken- 58 yaşında olduğu da söylenmiştir - hicrî 95 senesinde vefat etmiştir. (İbn Hallikân, Vçfeyât'ül-A'yân, I, 25)
Tabiînin bu büyük hadîs ve tefsîr bilgini hakkında Abdülmelik İbn Ebu Süleyman şöyle der: Ben, Saîd ibn Cübeyr'in şöyle dediğini işittim: Aranızda İbrâhîm en-Nehaî bulunduğu halde siz hâlâ bana fetva danışıyorsunuz. îmâm-ı A'zam Ebu Hanîfe'nin üstadı Hammad'ın da şöyle dediği bildirilir: Ben İbrâhîm en-Nehâî'ye zâlim Haccâc'ın öldüğünü bildirdiğimde hemen secdeye kapandı ve sevincinden ağladı.
İbrâhîm en-Nehaî, Alkame, Mesrûk ve Esved'den hadîs nakletmiş, Hammâd ibn Ebu Süleyman ve Simâk gibi zevat da kendisinden hadîs rivayet etmişlerdir.[43]
Ebu'l-Kâsım veya Ebu Muhammed Dahhâk Ibn-el-Mezâhim el-Horasânî, Horasanlı olup hadîs ve tefsîr nakleden tabiînin Ünlülerindendir. Menkıbeye göre, anasından doğarken gülerek'doğduğundan kendisine çok gülen anlamına Dahhâk adı . verilmiştir. Bazı tefsîr ve hadîs bilginleri onu sika bir râvî olarak kabul ederken, bazıları da zayıf saymıştır.
Dahhâk Abdullah ibn Ömer, ibn Abbâs, Ebu Hüreyre ve Enes İbn Mâlik'ten nakiller yapmış, ibn Cerîr Taberî ve İbn Ebu Hatim de kendisinden rivayet naklet-mişlerdir. Ancak Dahhâk'ın gerek İbn Abbâs'tan ve gerekse Ebu Hüreyre'den naklettiği rivayetler üzerinde dikkatle durulması gerekir. Çünkü kendisi bunlarla buluşmamıştır. Bu sebeple ona çok mürsel rivayet nakleden kişi denmiştir. Dahhâk'in çocuklar için özel bir okul açtığı söylenir. Zâlim Haccâc; devrinin bütün ünlü şahsiyetleri gibi Dahhâk'ı da tâkîb etmiş ve Belh'e kaçmış bulunan Dahhâk burada yakalanarak hapse atılmış ve zindanda vefat etmiştir.[44]
Ebu Bekr Muhammed Ibn Şîrîn el-Ansârî el-Basrî, Enes Ibn Mâlik'in kölesi olup sonradan ücretini ödeyerek âzâd olmuştur. İbn Sîrîn'in annesi Safiyye de Hz. Ebu Bekir'in âzâd edilmiş kölesiydi. Tabiînin bütün ferdleri gibi zühdü ve takvâsıy-la şöhret bulmuş olan İbn Şîrîn, sika bir râvî olarak kabul edilir. Otuz kadar ashâb ile karşılaşmış ve Hz. Âişe'den, Ebu Hüreyre'den, İmrân İbn Husayn'dan, Abdullah İbn Abbâs'dan ve Abdullah İbn Ömer'den rivayetler nakletmiştir. Katâde, Ebu Eyyûb, İbn Avn, Şa'bî, Mâlik îbn Dînar ve Ebu Hilâl gibi zevat da kendisinden rivayet nakletmişlerdir. İbn Sîrîn'in tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerinin yanısıra rü'yâ tabirinde de çok derin bilgiye sahip olduğu kaydedilir.[45]
Atıyye İbn Saîd el-Avfî, Küfeli olup Hz. Ali'nin taraftârlarındandır. Bu sebeple Ibn Eş'as'la birlikte isyan etmiş ve Haccâc tarafından yakalanarak Hz. Ali'ye küfretmesi istenmiş, bundan kaçınması üzerine dörtyüz sopa vurulmuştur. Bir süre sonra Horasan'a kaçmış ve İbn Hübeyre'nİn vâlîliğine kadar bir daha Irak'a dönmemiştir. Atıyye el-Avfi, ünlü bir tefsîr bilgini olup İbn Abbâs tarîkinin yedincisi-dir. Ancak onun tariki çok kuvvetli değildir. Kelbî tefsîre âit bazı malûmatı nakletmiştir. Ondan naklettiği rivayetleri; Ebu Saîd dedi ki, diyerek aktarır. Atıyye el-Avfî; Ebu Hüreyre, Abdullah İbn Ömer, Abdullah İbn Abbâs, Zeyd İbn Erkam gibi ashâbtan ve ayrıca Kelbî'den rivayet nakleder. Oğulları Hasan Ibn Atıyye ile Ömer İbn Atıyye ve A'meş ile İbn Ebu Leylâ gibi bazı zevat kendisinden rivayet nakletmişlerdir. Atıyye'yi Ahmed İbn Hanbel zayıf bir râvî olarak kabul eder.[46]
Ebu Muhammed İsmâîl İbn Abdurrahmân es-Süddi Isfahân'h bir ailenin çocuğu olarak Hicaz'da dünyaya gelmiş ve Küfe camiinde dersler vermiştir. Hattâ bir rivayete göre; Küfe câmiinin gölgesinde oturduğu için bu anlamda Süddî denilmiştir. Bir başka rivayete göre de Medine yakınlarındaki Süd adı verilen mevkide oturduğu için buraya nisbet edilmiştir. Hadîs bilginlerinin birçoğu ondan rivayet nakletmişler İse de Taberî onun hadîsinin hüccet sayılamayacağını belirtir. Hatta Cüzcânî gibi Kûfeli zevatı itham eden bazı kimseler de Süddî'nin hadîsinde yalan bulunduğunu ifâde ederler. (Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, I, 288) Süddî'nin Abdullah İbn Mes'ûd ve Abdullah îbn Abbâs'tan rivayet ettiği bir tefsiri bulunmaktadır. Bu tefsîri öğrencisi Esbât el-Hemedânî rivayet ederse de Ebu Zür'a, Esbât'ın zayıf olduğunu bildirir. Süddî Enes Ibn Mâlik, Abdullah İbn Abbâs, Ebu Abdurrahmân es-Sülemi, Atâ ve İkrime gibi zevattan rivayetler naklettiği gibi; Sev-rî, Ebu Avâne ve Ebu Bekir İbn Ayyaş gibi zevat kendisinden rivayetler naklederler. Süddî'nin tefsirinden bazı parçalan İbn Cerîr Taberî de tefsirinde nakleder.[47]
Ebu Yesâr Abdullah îbn ebu Necîh, Mekke'li bir bilgindir. Bazıları onun Ka-deriyye mezhebinden olduğunu söylemişlerse de îbn Hayyân ve başkaları tarafından sika bir râvî olaratc zikredilmiştir, tbn Ebu Necih babasından, Atâ'dan, Mücâhid'den, Ikrime'den ve Tâvûs'tan rivayet nakleder. İbn Uyeyne, Şu'be gibi zevat da kendisinden rivayet naklederler, tbn Ebu Necîh'in Mücâhid'den naklettiği bir de tefsîr vardır. Ondan Buhârî'de bazı rivayetler nakledilir.[48]
Ebu'l-Hasan Ali İbn Ebu Talha, Cezîre civarında doğmuş, Hıms'ta yaşamış ve bu sebeple kendisine Hımsî nisbesi de verilmiştir. Mukri' Raşîd ibn Sa'd'dan ve Kasım İbn Muhammed'den Kur'ân okumuş ve hadîs öğrenmiştir. Davûd İbn Ebu Hind Muâviye İbn Salih ve Sevrî gibi zevat da ondan hadîs nakletmişlerdir. Herne kadar kendîsi Abdullah İbn Abbâs'tan tefsîr rivayet ederse de ondan tefsîr dinlediği sabit değildir. Ancak yine de rivayeti sahîh kabul edilmiştir.[49]
Benû Bekr veya Benû Hanîfe kabîlesine mensûb olan bu ünlü müfessir hakkında fazlaca bir bilgi bulunmamaktadır. Sadece Basra'da yaşadığı bilinmektedir. Basra'da iken Abdullah İbn Ömer, Câbir ve Enes İbn Mâlik gibi ashâbtan ve Ebu'l-ÂIiye, Hasan el-Basrî gibi tabiînden istifâde etmiştir. Ebu Ca'fer er-Râzî, Mukâtil İbn Hay-yân ve A'meş gibi zevat da ondan rivayet naklederler. Onun Übeyy ibn Kâ'b'tan naklettiği bazı tefsirleri de vardır. Haccâc'ın korkusuyla gizlenerek Horasan'a gittiği ve Ebu Ca'fer el-Mansûr devrinde tekrar döndüğü bilinmektedir. Rivayetlerinde şîanın tarafını tuttuğunu söylenmişse de sika bir râvî olarak kabul edilmiş ve dört hadîs imâmı tarafından nakillerine yer verilmiştir.[50]
İbn Saîd el-Kelbî, Kûfe'de yetişmiş tabiînden müfessir olup gerek babası," gerekse dedesi Cemel vak'asında Hz. Ali tarafında yer almış, kendisi de İbn Eş'as'-ın zâlim Haccâc'a başkaldırdığı Cemâcim vak'asına iştirak etmiştir. Şîî temayülleri ile tanınır. İlmî bakımdan kudretli olduğu, mezheb bilgisine sahip bulunduğu belirtilir. Ümmühâni'nin âzfidlı kölesi Ebu Salih Bazan, Şa'bî, Süfyân ve Seleme'den rivayetler nakleder. Sevrî, ibn Uyeyne, Hammâd İbn Seleme, Abdullah ibn Mübarek, İbn Cüreyc, Ebu Avâne ve Ebu Bekir İbn Ayyaş gibi zevat da ondan hadis rivayet etmişlerdir. Ebu Salih vasıtasıyla İbn Abbâs'tan naklettiği tefsirleri meşhurdur. Ancak Ebu Salih'in Ebu Abbâs'dan tefsîr dinleyip okuduğu vârid değildir. Bu nedenle Kelbî kanalıyla İbn Abbâs'a ulaşan tefsîr tarîki en zayıf tarîktir. Fakat Sa'lebî ve Vâkidî gibi bazı müfessirler bu tarîkten hadîs rivayet etmişlerdir. Onun ahkâma dâir hadîsleri pek itimâda şâyân görülmemiştir.[51]
İmâm A'zam Ebu Hanîfe Nu'mân İbn Sabit, Hanefî mezhebinin kurucusu olup 80 tarihinde (699) Kûfe'de doğmuş 27 kez Basra'ya giderek oradaki bilginlerle buluşup çeşitli tartışmalara iştirak etmiştir. Emevîler döneminde Ebu Hanîfe'nin Küfe kadısı olması istenmişse de Ebu Hanîfe bunu kabul etmemiştir. Bu sebeple Mekke ve Medine'ye gitmiş, sonra Abbasîler döneminde tekrar memleketine dönmüştür. Keza Abbasî hükümdarı Ebu Ca'fer el-Mansur tarafından Bağdâd'a çağırılıp Bağ-dâd kadısı yapılmak istenmişse de yine kabul etkediğinden cezalandırılmıştır. İmâm A'zam, devrindeki bütün bilginlerden istifâde ederek hadîs, tefsîr ve fıkıhta pek üstün bir mevki ihraz etmiştir. Ashâb'tan bazılanyla tanıştığı rivayet edilir. Ancak onun fıkıhtaki üstadı Hammâd tbn Ebu Süleyman'dır. Atâ, Nâfı, Adiyy îbn Sabit, Seleme, Katâde, Arar Îbn Dînâr gibi zevattan hadîs öğrenmiştir. Vekî' Îbn Yezîd; Sa'd Îbn Ebu Salt, Ebu Âsim, Abdullah îbn Mûsâ ve Ebu Nuaym gibi zevat da kendisinden hadîs rivayet etmişlerdir. Ebu Hanîfe'nin fıkıhtaki öğrencileri ise pek çoktur.
îmâm A'zam'in başlı başına tefsîrle ilgili bir eseri mevcûd değildir. Ne var ki bütün ictihâdlannda Kur'ân'a dayanması nedeniyle Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerini tefsîr etmiş ve bu konuya derinden vâkıf olduğunu göstermiştir. Nitekim İmâm Ebu Yûsuf; ben hadîs tefsîr ve izah hususunda Ebu Hanîfe'den daha âlim birini görmedim, demiştir. Yahya İbn Maîn de onun sika bir râvî olduğunu, ezberlediği hadîsleri rivayet edip diğerlerini rivayet etmediğini belirtir, imâm A'zam Ebu Hanîfe'nin Müs-ned Ebu Hanîfe adıyla bir de Hadîs kitabı olduğu bilinmektedir.[52]
Ebu Hasan Mukâtil ibn Süleyman, Horasan'ın Belh şehrinden yetişmiş ünlü bir müfessirdir. O, Nâfi\ Ebu Ishâk, Zührî, Dahhâk, Mücâhid, İbn Şîrîn, Zeyd İbn Eşlem, Atâ, İbn Ebu Müleyke, Atıyye gibi zevattan tefsîr ve hadîs nakletmiştir. Sa'd İbn Savt, İbn'ül-îd gibi zevat da ondan rivayet naklet mislerdir. Mukâtil İbn Süleyman'ın rivayetleri takdîr gördüğü gibi, tenkîd de edilmiştir. Hattâ imâm Şafiî merhum, onun için; halk Mukâtil'in tefsirine muhtaçtır, demiştir. Ancak Zehebî onun hadîsinin metruk olduğunu belirtir. Cehm İbn Safvân ile dostluğu bulunduğu, ancak görüşlerinin birbirinden çok farklı olduğu söylenmiştir. Mukâtil, ibn Abbâs'-tan tefsîr nakleder. Ancak bu tefsîri Dahhâk'in tedvîn etmiş olduğu da söylenir. Beğavî Mukâtil'den nakledilen tefsîri Abdullah İbn Sabit kanalıyla tahrîc eder. Ebu Hanîfe'nin oğlu Hammâd'a Mukâtil'in tefsîrini Kelbî'den aldığı söylendiğinde, Hammâd; Mukâtil'in Kelbî'den daha bilgin olduğunu ve bu sebeple ondan tefsîr almış olamayacağını ifâde etmiştir. Mukâtil'den nakledilen tefsîr nüshası günümüze kadar intikâl etmiştir. (Bkz. Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, 301)[53]
Vasıflı olan Şu'be İbn Verd aynı zamanda Şu'be İbn Haccâc olarak da bilinir. Daha sonra Basra'ya gelerek burada öğrenim görmüş ve öğretime devam etmiştir. Sika ve Zâhid bir zât olan Şu'be, Enes İbn Mâlik ve Ömer ibn Seleme gibi sahabeleri görmüş, Muâviye İbn Kurra, Enes, ibn Şîrîn, Sabit el-Benâni ve A'meş gibi tabiînden hadîs nakletmiştir. Eyyûb es-Sahtiyânî, Süfyân es-Sevrî, Abdullah İbn el-Mübârek gibi zevat da ondan tefsîr nakletmişlerdir. Şu'be'den nakledilen rivayetlerin sayısı iki bin civarındadır. Süfyan es-Sevrî onun için; hadîs ilminde mü'-minlerin emîridir, dermiş. İmâm Şafiî de; Şu'be İbn Haecâc olmasaydı Irak'ta hadîs bilinmezdi, dermiş. Edebî yönü de bulunan Şu'be'nin tefsîri meşhurdur.[54]
Ebu Abdullah Süfyân İbn Saîd Mudar kabilesinden olup Kûfe'de doğmuş ve Basra'da vefat etmiştir. Büyük bir müctehid ve bilgin olan Sevrî kendi adıyla anılan mezhebin de kurucusudur. Ancak Süfyân es-Sevrî'nİn mezhebi devam etmemiştir, tik hadîs bilgisini babasından alan Süfyân devlet görevlerini red etmiş ve böylece idarecilerden uzak durmaya çalışmıştır. 150 yılında büyük bir ihtimâlle kadı tayın edilmemek için Kûfe'yi terketmiş ve Irak'ın dışına çıkmıştır. Bilâhare Yemen'e gittiği ve burda ticâretle uğraştığı, sonra Mekke'ye geldiği ve Mekke'den de Basra'ya gelerek Yahya İbn Saîd'in evine yerleştiği bilinmektedir. Birçok fakîh kendisinden ders almak üzere Basra'ya gelmiş, devlet tarafından yerinin tesbît edilmesi üzerine Abbasî sarayı ile ilişki kurmuş, fakat 161 yılı (778) Şa'bân ayında vefat etmiştir. Süfyân es-Sevrî'nin hadîs rivayeti bazı tedlîs (üstadını atlayarak daha yukardaki bir râvîden hadîs rivayet etmek) ithamına mâruz kalmış ise de bütün hadîs bilginleri tarafından nakledilmiştir. Onun Câmi'ül-Kebîr, Cami'üs-Sağîr, Kitâb'ül-Ferâiz gibi eserlerinin yanisıra bir de tefsirinin bulunduğu söylenmektedir. Fıkıhta kendi adına anılan bir mezhebin kurucusu olduğunu az önce belirtmiştik. Ne var ki bu mezheb devam etmemiştir. Tasavvufta ise zühd hareketinin önemli temsilcilerinden birisidir. Bu sebeple hemen hemen bütün tasavvuf kollarında Süfyân es -Sevrî'ye yer verilmektedir. Ibn'ül-Cevzî onun menkıbeleriyle ilgili bir eser yazmıştır.[55]
Ebu Abdullah Mâlik İbn Enes İbn Mâlik ünlü Mâlikî mezhebinin kurucusudur. Yemen asıllı olup Himyerî hanedanına mensûhtur. 93 veya 95 (71 i veya 713) yıllarında Medîne-i Münevvere'de doğmuş ve burada yetişerek Medîne fıkhının mümessili olmuştur. Tabiînden pek çok kişiye yetişmiş olan İmâm Mâlik 300'ü tabiînden, 600'ü de teba-i tabiînden olmak üzere 900 kişi ile görüşmüş ve bunların bilgisinden yararlanmıştır. Hemen hemen o miktarda kişi de İmâm Mâlik'ten rivayet nakletmiştir. İmâm Mâlik hadîste Ünlü el-Muvatta' isimli eseriyle şöhret bulmuş, tefsirde ise Hâlid İbn Abdurrahmân el-Mahzûmî'nin rivayet ettiği Tefsirü öarib'il-Kur'ân isimli bir eserinin bulunduğu bilinmektedir.
Görüldüğü gibi tabiîn devrinde tefsîr faaliyeti oldukça hızlı ve yaygın idi. Bu ismi sayılan zevatın yanı sıra Kays tbn Müslim, (öl. 120/732), Atâ İbn Dînâr (öl. 126/743), Yahya İbn Kesîr (öl. 129/747), Amr İbn Ubeyd (öl. 144/761), Atâ el-Horasânî (öl. 133/750), Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem (öl. 182/798), Huşeym İbn Beşîr (öl. 183/799), Yûnus İbn Hâlid (öl. 183/799), Muhammed er-Ruvâsî (öl. 190/805), Ebu'l-Hasan el-Kisâî (öl. 189/804), Süfyân İbn Uyeyne (öl. 198/813), Vekî' ibn el-Cerrâh (öl. 197/812), Revh İbn Ubâde (öl. 205/820), Yezîd İbn Hârün (öl. 206/821) gibi zevatın da isimlerini zikretmek gerekir. Tabiîn ve Teba-i Tabiîn devrindeki bu tefsîr faaliyetleri daha çok rivayet nakli tarzındadır. Ancak bu rivayetlerin hüccet olma durumu tartışmalıdır. İmâm Ahmed İbn Hanbel'e göre; Tabiîn ve Teba-i Tabiînden nakledilen rivayetler kabul de edilebilir, red de edilebilir. Tabiînin rivayetlerinin benimsenmeyeceğini söyleyen birçok bilgin de bulunmaktadır. Genellikle tabiînden nakledilen rivayetlerde onların kendi re'ylerinin dışında haber olarak nakledilenleri benimsemek, diğerlerini reddetmek kanâati hakimdir. Daha önce biz bu konuya temas etmiştik. Bu dönemde önemli bir hüsûs da Hıristiyan ve Yahûdîlere dâir birçok haberlerin tefsîrlere sızmasıdır. Çünkü Ehl-i Kitâbtan müs-lüman olanlar, şer'î hükümlerle ilişkisi bulunmayan ve tarihî malûmat kabilinden olan bilgilerini İslâm dünyasına girdirmişler ve böylece birçok Yahûdî kaynaklı görüşler ve haberler yayılmaya başlamıştır. Bunu bir sonraki bölümde ele alacağız. Diğer taraftan bu dönemdeki tefsîr faaliyetinin esâsı; bir üstâddan bir rivayeti dinlemek sonra da bir başkasına bu rivayeti aktarmak şeklinde idi. Bu dönemin bir diğer özelliği-de mezheb ihtilâflarının ana noktalarının belirmeye başlamış olmasıdır. Kaza ve kader konusunun tartışılması, sıfatların bahis mevzuu edilmesi bu dönemde başlamaktadır. Bu dönemin karakteristik özelliklerinden birisi de tartışma konularının daha çok ahkâm ile ilgili olmasıdır. Ancak bu tartışmalar genellikle dil menşe'li olup ifâdenin belirlemek istediği anlam konusundadır. Lafzın muhtemel mânâlarından birini tercih etmek ve bu nokta üzerine fikir bina etmek bu dönemin ana özelliğini teşkil eder. Bu dönemden sonra tefsir tarihinin önemli bir merhalesi başgösterir ki bu, üçüncü merhalede münferid tefsîr rivayetleri yerine kitâb halinde tedvin edilmiş tefsirler ortaya çıkacaktır.[56]
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Resûlullah (s.a) Kur'ân-ı Kerîmi fiilî, kavlî ve takriri sünneliyle tcfsîr etmiş ve bu tefsiri onun değerli ashabı, hem kendi aralarında, hem de kendilerinden sonrakilere rivayet ederek nakletmişlerdir. Ashâbtan sonra gelen tabiîn de aynı metodu takîb ederek hem birbirleri arasında, hem de kendilerinden sonrakilere İntikâl ettirmek üzere ashâbdan duydukları rivayetleri nakletmişlerdir. Bu dönemde daha çok rivayet nakli ve bu rivayetler arasından bir kısmının tercih edilmesi şeklinde olan tefsîr çalışmaları, müşahede edilmekteydi. Ancak Emevîlerin son dönemiyle Abbâsîlerin ilk döneminde Peygamberin hadîsleri tedvîn edilmeye başlandı. Hadîslerden muhtelif konular ayrı bablar altında toplanıyor ve tefsîr konusu da bu hadîs mecmuaları içerisinde ayrı bir bölüm olarak yer alıyordu. Henüz sûre sûre baştan sona Kur'an tefsîrimevcûd değildi. Peygamberin veya sahabenin veya tabiînin rivayet ettikleri Kur'an âyetlerinin tefsirleri Yezîd îbn Hârûn es-Sülemî (öl. 117/735), Şu'be Îbn Haccâc (öl. 160/777), Vekî' İbn Cerrah (öl. 197/812), Süfyân İbn Uyeyne (öl. 198/813), Revh İbn Ubâde (öl. 205/820), Abdür-rezzâk İbn Hemmâm, (öl. 211/826), Âdem tbn Ebu İyâs (öl. 220/835), Abd İbn Humeyd (öl. 249/864) gibi hadîs imamlarının derledikleri mecmualar içerisinde yer alıyordu. Ancak bu mecmualarda tefsîr yalnızca bir bölüm halinde mevcûd idi ve kendilerinden önce geçen zevatın tefsirlerinin aktarılmasından öteye geçmiyordu.
Bir müddet sonra üçüncü bir adım daha atılarak tefsîrler ayrı mecmualar halinde derlenmeye başlandı. Kur'ân'daki her âyetin tefsîriyle ilgili peygamberden ve ashâbdan nakledilen rivayetler yine mushaftaki sırasına göre tanzîm edilerek ilk tefsîr mecmuaları meydana getirildi. Bunlar arasında bilhassa İbn Mâce (öl. 273/886), İbn Cerîr Taberî (öl. 310/922), Ebu Bekir İbn Münzir en-Neysâbûrî (öl. 318/930) İbn Ebu Hatim (öl. 327/938), İbn Hibbân (öl. 369/979), Hâkim (öl. 405/1014) ve Ebu Bekir ibn Merduyeh (öl. 410/1019) gibi değerli tefsîr âlimleri bulunuyordu. Bu tefsîrler de yine peygamberden, ashâbdan, tabiînden ve teba-i tabiînden nakledilmiş olan rivayetlerin isnâdlar halinde aktarılmasından ibaretti. Kısacası rivayet tefsiri idi. Yalnızca İbn Cerîr Taberî nakledilen rivayetleri zikrettikten sonra, kendi tercihini belirttiği gibi bazı yerlerde gramer ve i'râbla ilgili bilgiler de veriyordu. Ayrıca âyetlerden çıkarılabilecek hükümleri de zikrediyordu. Böylece ilk rivayet tefsîrleri ortaya çıktı. Ancak Kur'ân'ı-rivâyet tarîkıyla da olsa-baştan sona tefsîr ederek ki-tab yazan ilk kişinin kimliği bilinmemektedir. Ferrâ'nın, arkadaşlarına; gelin size Kur'ân'ı okutayım, diyerek bir ders halkası teşkil ettiği ve baştan sona kadar Kur'-ân'ı tefsîr ettiği rivayet edilir. (tbn'ün-Nedim, el-Fihrist, 99).
207 (822) yılında vefat etmiş bulunan Ferrâ'nın baştan sona Kur'ân'i âyet âyet tefsîr ettiği söylenemezse de Kur'ân'ın anlaşılmaz olan ibarelerinin tefsîriyle yetindiği söylenebilir. Bu arada Ebu Ubeyde'nin, Ferrâ'nın Maânî'I-Kur'ân'ına benzer, Mecaz'ül-Kur'ân isimli eserinin bulunduğu ve her sûrenin mecaz san'atıyla ilgili bölümlerinin burada açıklandığı bilinmektedir. Ancak îbn Abbâs'a ve Mücâhid'e nis-bet edilen tefsirlerin de bulunması bu tefsir faaliyetinin daha önceki dönemlerde başlamış olduğunu gösterir. Daha Önce de zikretmiş olduğumuz gibi, Saîd İbn Cü-beyr'in de Kur'ân'ı bir kitap halinde dercederek tefsîr ettiği bilinmektedir. Şu halde daha hicrî birinci asırdan itibaren Kur'ân tefsîriyle ilgili derleme faaliyetleri başlamış bulunuyordu. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 142-144)
Daha sonraki dönemlerde isnâd kaidelerine riâyet edilmeksizin ve doğrudan rivayetlerin nakliyle yetinilme temayülleri belirdi. Bu sebeple titiz bir isnâd zincirinden yoksun bulunan rivayetler ortaya çıktı. Böylece ilk kez hadîs ve tefsîrde uydurma rivayetler yer almaya başladı. Özellikle Kur'ân kıssalarının açıklanması için isrâiliy-yât nakledilmeye başlandı. Bu sebeple de âyetlerin tefsirinde çok farklı yorumlara gidildi. Genişleyen islâm devleti, yaygınlaşan islâm toplumu ve gelişen İslam kültürü doğrultusunda ortaya çıkan yeni problemlere Kur'ân'ın ışığında çareler bulmak arzusuyla aklî istidlallerle Kur'ân'dan hükümler çıkarılmaya çalışıldı. Başlangıçta kişisel çabalarla nakledilen rivayetlerden bir kısmının tercihi şeklinde görülen ve nis-beten de kabul gören bu faaliyet gittikçe genişledi. Antik kültürlerin kalıntıları, değişik bilgi malzemeleri, farklı görüşler, birbiriyle çelişen inançlar yavaş yavaş tefsîr kitaplarında sergilenmeye başlandı. Gramer faaliyetleri hızlanarak sarf ve nahivle ilgili eserler tedvîn edilince, fıkhî ahkâmla alâkalı farklı görüşler ortaya çıkınca, kelâm problemleri tartışılmaya başlayınca, fırkalar değişik inanç ve görüşlerini yayma gayreti içine girince ve Grek felsefesinden eserler tercüme edilerek İslâm düşünürleri tarafından tartışılınca, bu disiplinlerin her biri kendi görüşlerini Kur'ân'ın tefsirinde yansıtmaya çalıştılar. Bu disiplinlerden herhangi birisinde derinleşmiş olan kişi, onu Kur'ân'a da uygulamaya yeltendi. Bu sebeple Zeccâc, Vahidî ve Ebu Hayyân gibi müfessirlerde göreceğimiz üzere, gramer fâaliyetlerine ağırlık veren, Kur'ân'ın i'râbıyla alâkadar olan tefsirler yazılmaya başlandı. Cessâs ve Kurtubî gibi âlimlerin tefsirlerinde karşılaşacağımız gibi, fıkhî mes'elerle ilgilenen bilginler, fıkhî yanı ağırlıklı olan tefsirler yazdılar. Kelâmcılarm ve özellikle Râzî'nin tefsirinde müşahede edeceğimiz gibi, aklî bilimlerde gelişmiş olan düşünürler de felsefî ve kelâmî yönleri ağır basan tefsirler yazdılar. Tarihçilerin kaleminden çıkan tefsîrler de daha çok-doğru/yanlış-geçmiş haberlerin naklinden ibaret oluyordu. Sa'Iebî ve Hâzin gibi. Bu arada gerek Mu'tezile'den gerekse Şîa'dan birçok bilgin de kendi mezheplerinin görüşlerini yansıtan tefsîrler yazdılar. Rummânî, Cübbâî, Kadı Abdü'l-Cebbâr, Zemahşerî gibi bilginler Mu'tezilî inançlara ağırlık veren tefsîrler yazarken, Tabres-sî ve Molla Muhsin el-Kâşî gibi bilginler de Ca'ferî ve imâmî tefsîrler yazdılar. Bu arada zühd ve takva yönü ağır basan Sülemî ve benzeri mutasavvıflar da Kur'ân'ın tasavvuf! yorumlarına yeltendiler. Daha sonra İbn'ül-Arabî ve Sadreddîn Konevî gibi bilginler de işârî tefsirler yapmaya çalıştılar. Böylece her görüş kendi kanâatları doğrultusunda Kur'ân âyetlerini yorumlamaya çalıştı.
Diğer taraftan bazı bilginler de kur'ân-ı Ker'im'deki değişik konuları içeren tefsir kitapları yazdılar. Sözgelimi Ebu Ca'fer en-Nahhâs nasih ve mensûh ile ilgili, Ebu U bey de-az önce de belirttiğimiz gibi-Kur'ân'dakî mecazla ilgili, Râğıb el-Isfahânî Kur'ân'daki terimlerle alâkalı, Vahidî Kur'ân'daki nüzul sebeplerini anlatan, Ces-sâs Kur'ân'daki ahkâmı belirten ve İbn'ül-Kayyim ise Kur'ân'daki yeminleri konu edinen tefsirler yazdılar. Bunun sonunda tefsir faaliyeti, o devrin bütün kültür müesseselerini içine alacak geniş bir yapıya kavuştu. Ve böylece muhtelif tefsir çalışmaları ortaya çıktı.
Şimdi biz tedvîn edilmiş tefsirlerle ilgili olmak üzere muhtelif tefsir türlerini ve her türden yazılmış olan eser ve müellifleri tanımaya çalışalım.[57]
Daha önce de belirttiğimiz gibi, gerek Rasûlullah'tan, gerek ashabından, gerekse tabiînden nakledilen rivayetlere dayalı olarak yapılan tefsîrlere rivayet tefsîri adı verilir. Şöyle de diyebiliriz: Allah'ın kitabında kasd ettiği hususları açıklayıcı nitelikte Kur'ân'da, Sünnette, sahabenin sözleri arasında vârid olan ifâdeleri naklederek meydana getirilen tefsirlerdir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, tabiînden nakledilen rivayetlerin ne derece geçerli olduğu tartışmalıdır.
Rivayet tefsirlerinde; Resûlullah tarafından ashabına açıklanmış olan âyetlerin tefsîri ile ashâb tarafından tabiîne aktarılmış olan nakillerden ve tabiînin de daha sonra gelen nesillere intikâl ettirdikleri rivayetlerden oluşan bir isnâd zinciri bulunmaktadır. Peygamberin ashabı Kur'ân'ı kendi görüşlerine uygun olarak tefsir etmek yerine, daha çok peygamberden duyduklarını aktarmakla yetiniyorlardı. Tabiîn devrinde ise gelişen olaylar muvacehesinde peygamberden ve ashâbdan nakledilen rivayetlerin yanısıra anlaşılması zor olan hususlarda şahısların görüş ve içtihadına da yer verilmeye başlandı.
Tefsirin özel bâblar halinde tedvîn edilmesi döneminde öncelikle rivayetlere dayanan hadîsler biraraya getirilerek müstakil eserler yazıldı.
Bu konuda hadîs bilginleri önemli görevler üstlendiler. Ve böylece tefsîr, hadîsin bir şubesi olarak gelişmeye başladı. Ancak zamanla sahîfeler adı verilen tefsirle ilgili özel tc'lîfler ortaya çıktı. Ali lbn Ebu Talha'nın, Abdullah İbn Abbâs'tan rivayet ettiği sahîfe bunun örneğidir. (Suyutî, el-Itkân, II, 88) Daha sonra tefsirle ilgili Cüz' adı verilen özel kitapçıklar belirmeye başladı. Ebu Revk'e nisbet edilen Cüz' ile Muhammed lbn Sevr'in lbn Cüreyc'ten rivayet ettiği üç formalık cüz* bunun örneğidir. (Suyûtî, A.g.e., II, 88) Ve nihayet üçüncü safha olarak başhbaşına tefsirle ilgili eserler ve kitaplar ortaya çıktı. İbn Cerîr Taberî'nin ünlü tefsîri ile diğer rivayet tefsirleri bu türün güzel örnekleridir.
Ancak bu rivayet tefsîrleri beraberinde bazı zaafları da getiriyorlardı. Şöyle ki: Rivayet tefsîri; Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsiri veya Kur'ân'ın Sünnet ile tefsîri,yahut Kur'ân'ın sahabeye dayanan ya da tabiînden nakledilen rivayetlerle tefsirinden oluşuyordu. Kur'ân'ın yine Kur'ân'da vârid olan bir âyetle tefsîri herkes tarafından veya Peygamber'den vârid olan Sahih bir sünnet ile tefsîri kabul ediliyor ve pek tartışma konusu olmuyordu. Ne var ki sünnetten nakledilen rivayetler; gerek rivayet zinciri bakımından, gerekse ifâdenin metni bakımından herhangi bir eksiklikle malûl olduğu takdirde sahih olarak kabul edilmiyor ve reddediliyordu. Sahabe veya tabiînden nakledilen rivayetlerde ise, pekçok tutarsızlıklar ve zaaflar göze çarpıyordu. Bilhassa sahabeden ve tabiînden herkesin itibâr ettiği, Kur'ân konusunda derin bilgi sahibi olan zevata pek çok sözler izafe ediliyor ya da maledi-liyordu. Herne kadar hadîs ve tefsîr bilginleri tarafından bu rivayetlerin isnadı ve metni titiz bir kritiğe tâbi tutularak değerlendiriliyor idiyse de, yine rivayet tefsirinin herkes tarafından kuşkuya vesîle olan bir zaaf unsuru olarak dikkatleri üzerine topluyordu. Rivayet tefsîrlerindeki zaaf nedenlerini üç noktada toplayabiliriz:
1- Uydurma rivayetler
2- tsrâiliyât
3- İsnâd kopukluğu
Şimdi bu üç konuyla ilgili olarak bir nezbe bilgi vermeye çalışalım: [58]
Az önce de belirttiğimiz gibi, tefsir; başlangıçta hadîs ilminin bir şubesi olarak ortaya çıktığından, hadîs uydurma faaliyetinin doğmasına sebep olan amiller bu uydurma hadîslerin tefsirlerde yer almasına da neden olmuştur. Hadîs uydurmanın nedenlerini araştırdığımızda bunun temelinde daha çok siyâsî; sosyal ve kültürel sâîklerin yatmakta olduğunu görürüz. Hadîs uydurma faliyetinin başlangıçta peygambere izafeten yalan haberler yayılmak suretiyle daha Resülullah'ın hayatında başladığı görülmekte İse de bunun tam anlamıyla bir hadîs uydurma faaliyeti sayılamayacağı muhakkaktır. Nitekim kimliği hakkında bilgi sahibi bulunulmayan bir kişi peygamberin kılığına bürünerek Medine'ye 2 mil mesafedeki Benu Leys kabîlesine gelir ve peygamberin memuru olduğunu bildirir. Daha önce bu kabileden bir kadınla evlenmek istediği halde bu arzusu gerçekleşmemiş olan bu kişinin böyle bir hîle yoluna başvurarak kendisini peygamberin memuru diye takdim ederek arzuladığı kadının evine gider. Ancak bu husustan kuşku duyan mezkûr kabîle halkı Resûlullah'a bir kişiyi göndererek konuyu inceletmek ister. Bu durumdan haberdâr olan Resûlullah; yalan söylemiş Allah düşmanı, buyurarak adı geçen kişiyi yakalamak üzere ashâb-tan bazı kişileri görevlendirir. Ancak onu bulmak üzere görevlendirilen ashâb, adı-geçen kabîlenin bulunduğu mahalle vardıklarında bu şahsın bir yılan tarafından sokularak öldürüldüğü anlaşılır. Görevliler Medine'ye döndüklerinde durumdan haberdâr olan Resûlullah; kim, bilerek bana yalan isnâd ederse cehennemde kendi yerini hazırlasın, buyurur. Böylece Resülullah'ın ağzından yalan rivayetin kişiyi cehenneme sevkettirecek bir suç olduğu ortaya konur. (Gerek bu hadîs ve gerekse bu hususla ilgili olarak daha geniş bilgi için bkz,: M. Yaşar Kandemîr, Mevzu' Hadîsler, 24)
îşte bilmeyerek de olsa Resûlullah'a yanlış bir şey isnâd etmiş olabilme ihtimâlini ve endîşesini taşıyan ashabın büyük bir çoğunluğu duyduklarından emîn oldukları hadîslerin dışında herhangi bir rivayeti aktarmamaya özen göstermişlerdir. Nitekim Zeyd tbn Erkam'ın; Resûlullah'tan hadîs rivayet etmek çok güç bir iştir, dediği ve Abdullah İbn Mes'Ûd'un hadîs rivayet edeceği zaman boyun damarlarının şişip terlediği ve gözlerinden yaşlar aktığı bilinmektedir. Ashabın bu noktadaki hassasiyetini gösteren şu olayı gerek Buhârî, gerekse Müslim Sahihlerinde müştereken naklederler. Buna göre; Ebu Mûsâ el-Eş'arî Hz. Ömer'i ziyarete gelir ve içeri girmek üzere izin almak maksadıyla dışardan üç kerre selâm verir. Cevâb alamayınca dönüp gider. İşi bittikten sonra Ebu Musa'yı kabul etmek isteyen Hz. Ömer, onun gittiğini öğrenince arkasından adam yollayarak çağırtır ve niçin beklemediğini sorar. Ebu Mûsâ da Resülullah'ın; sizden bir kimse herhangi bir eve girmek istediği zaman üç defa selâm versin, cevâb almazsa dönsün, buyurduğunu duyduğunu bildirir. Bu sözü daha Önce duymamış olan Hz. Ömer Ebu Musa'dan bu hadîsi birlikte duyduğu bir şâhid getirmesini, aksi takdirde elinden kurtulamayacağını söyler. Ebu Saîd cl-Hudrî böyle bir hadîsi duymuş olduğuna şehâdet ettikten sonra Hz. Ömer Ebu Mûsâ el-Eş'arî'yi serbest bırakır, (liuhârî, Sahih, III, 6; Müslim, Sahih, VI, 177; nakleden M. Yaşar Kandemir, A.g.c., 27)
Hadîs Uydurulmasına Sebep Olan Âmiller:
Hadîs uydurulmasında etkin olan âmilleri; siyâsi, kültürel, i'tikâdî, dinî ve şahsî menfaat endişesi gibi âmiller olarak zikretmek mümkündür.
Bilindiği gibi Rcsûlullah'ın hayatında müslümanlar her konuda Resûlullah'a danışıyor ve onun gösterdiği hareket tarzını takîb ediyor ve bu hususta herhangi bîr tartışma, ya da ihtilâfa sürüklenmiyorlardı. Peygamberin vefatından sonra böyle bir yüce kaynaktan mahrum olan ashâb ilkin peygamberin yerine geçecek olan şahsın (halîfe) tayininde farklı kanâatlar serdettîler. Daha sonra Hz. Osman'ın katline varan olaylar ve bunu müteakiben Hz. Ali ile Hz. Âişe ve Hz. Ali ile Muâviye arasında cereyan eden çatışmalar, nihayet Emevîlcrin hilâfeti saltanata çevirmeleri sonra da Emevî hanedanına son verilerek Abbâsoğullarının iktidarı ele geçirmeleri ile gelişen siyasî hadiseler birçok konuda müslümanbr arasında farklı görüşlerin doğmasına sebep olmuştur. Bu farklı görüşlerin mcnsûblafı, kendi görüşlerini te'ykl eder mâhiyette Kur'ân'dan ve sünnetten deliller getirmeye çalıştılar. Kendi kanaâtlarını destekleyen bariz deliller bulamayınca da Kur'ân âyetlerini te'vîle ve yorumlamaya çabaladılar. Ancak Kur'ân'a dayanmak konusunda rahat hareket etme imkânına sahip değildiler. Çünkü muhalif gruplar da kendi kanâatları doğrultusunda yorumlarla âyetten destekler bulabiliyorlardı. Hadis-i Şerifler Hz. Peygamberin hayatında derlenip toparlanmadığı için ve Özellikle Kur'ân-ı Kerîm ile karışması ihtimâline binâen bizzat peygamberin hadîslerin yazılmasını yasaklaması, daha sonra muhtelif görüş mensûblannın kendilerini destekler mâhiyette hadîsler araştırma isteklerini harekete geçirdi.
Kendi kanaâtlarını destekler mâhiyette hadîs bulamayınca; görüşlerine karşı olan bazı hadîslerin Hz. Peygambere İsnadını reddederek hadîs olmadıklarını söylediler. öte yandan peygamberin söylemediği bazı sözleri ona isnâd ederek kendi kanâatları doğrultusunda hadîs uydurma yoluna gittiler. Böylece karşımıza mevzu' hadîsler olayı çıktı.
Mevzu' hadîsler konusunda en büyük gayretin siyâsî ve i'tikâdî mezheb mensupları tarafından gösterildiği müşahede edilmektedir. Özellikle Hz. Ali ve peygamberin soyundan gelenlerin hakkını müdâfaa etmekte olduklarını savunan ve kendilerine şîatü Ali denilen bir grub bu konuda büyük bir gayret içinde görülmektedir. Bunlar öncelikle Hz. Peygamberin Hz. Ali'yi kendisine vasî tayîn ettiğini, binâenaleyh, gerek Hz. Ebu Bekir'in, gerekse Hz. Ömer ve Osman'ın Hz. Ali'nin hakkı olan hilâfet mevkiini haksız yere işgât ettiklerini Öne sürdüler. Ve onlara göre Hz. Peygamber yüz binden fazla ashâbyla birlikte Veda' haccından dönerken Ğadîru-humm (Mekke'den Medine'ye giden yol üzerinde Cuhfe denilen mevkide bulunan bataklık bölgede) bir müddet durmuş ve Hz. Ali'nin elini tutarak beraberinde bulunan ashaba hitâb etmiş ve; işte benim vasîm, kardeşim ve benden sonra halîfem budur. Onu dinleyin ve kendisine itaat edin. buyurmuştur. (Ali el-Kârî, Mevzuat, 109)
Şîanın iddiasına göre; Hz. Peygamberin bu açık talimatına rağmen sahabeler haksız yere Hz. Ali'yi değil Hz. Ebubekir'i halîfe seçmişlerdir.
Yine Şîanın iddiasına göre Hz. Peygamber, miraçtan döndüğü gece, sabahleyin orada gördüğü fevkalâde halleri ashabına anlatırken, Mekke üzerinde bir yıldızın düştüğü görülür. Bu hâdise üzerine Rasûlullah (s.a); Bu yıldız kimin evine düşmüşse benden sonra halîfe odur, der. Yapılan incelemede yıldızın Hz. Ali'nin evine düştüğü anlaşılır. Mekkeliler Peygamberin hissî davrandığını belirterek; Mu-hammed yanıldı, doğru yoldan saparak kendi ailesinin hevesine kapıldı ve amcasının oğlunun tarafına meyletti, derler. Bu vak'a üzerine Allah Teâlâ Necm sûresinin ilk âyetlerini: "Andolsun yıldıza, battığı demde. Arkadaşınız sapmamış ve azma-mıştır. Kendiliğinden konuşmaz o. Yalnızca kendisine İlkâ edilen bir vahiydir. Onu müthiş kuvvetli olan öğretti. O, akıl ve görüşünde kâmildir." (Necm, 1-6) İnzal buyurur, işte bu olay ve bu âyetin nüzûlu ile Hz. Peygamber kendinden sonra gelecek halîfenin Hz. Ali olduğunu söylemiş olur. Ancak ashâb bunu da unutmuştur. (İbn Teymiyye, Minhâc'üs-Sünne, I, 37-38) Şiilerin Hz. Ali'nin hilâfeti ve onun şahsiyeti etrafında uydurmaya çalıştıkları bu ve benzeri daha pek çok hadîslere karşılık vermek üzere Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Osman gibi ilk üç halîfeyi sevenler de hadîsler nakletmeye başlarlar. Sözgelimi bu mevzu' hadîslerden birine göre; Hz. Peygamber Miraçta iken kendinden sonra Hz. Ali'nin halîfe olması için duâ eder. Ancak bu esnada gökler sarsılıp sallanmaya başlar ve her yandan melekler yüksek sesle "Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz." (İnşân, 30) âyetini okumasını söylerler. Ve Allah Teâlâ; senden sonra Ebu Bekir'in halîfe olmasını dilemiştir, derler. (Ibn Arrâk, Tenzîh'üş-Şerîa, I, 345) Böylece Resûlullah'm kendisinden sonra Ebu Bekir'in halîfe olacağını anladığını belirtilir. Bu arada Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'in fazîletine dâir birçok hadîsler uydurarak bu ikisini sevenlerin cennete, sevmeyenlerin cehenneme gideceği nakledilir. (İbn Arrâk, A.g.e., I, 347)
Diğer taraftan Hz. Ebu Bekir ve Ali'nin yamsıra Hz. Ali ile Muâviye arasında cereyan eden olaylarla ilgili olarak da birçok hadîs vaz'edilir. Peygamberin geleceğe dair olayları önceden haber verdiği ve Muâviye'nin ilerde saltanat iddiasında bulunacağını bildirip, Muâvİye'yi benim minberimde konuşurken görürseniz, onu derhal öldürünüz, dediği nakledilir. (Zehcbî, Mîzân.1,268; Suyutî el-Leâlîl-Masnûa, I, 424) Hattâ Resûlullah'ın; her ümmetin bir Firavun'u vardır, bu ümmetin Firavunu da Muâvİye'dir, dediği nakledilir. Bu ve benzeri rivayetler karşısında Muâvîye tarafdarlan da boş durmazlar ve Muâviye'nin vahiy kâtibi olduğunu belirterek onun üstünlüğüne dâir pek çok hadîs uydururlar. Sözgelimi Hz. Cebrail bir gün Resûlul-lah'a gelerek Allah Teâlâ'nın selâmını söyler ve ona som altından bir kalem verip şöyle dediğini bildirir: Ya Muhammed; Ben, bu kalemi yüce Arşımdan Muâvîye'ye hediye ediyorum. Bu kalemi ona ver ve bununla ona Âyet el-Kürsî'yi yazmasını söyle. (İbn Arrâk, Tenzîh'üş-Şerîa, II, 3) Bununla da yetinmeyen Muâviye tarafdarlan bizzat Hz. Ali'nin ağzından şu haberi uydururlar. Gûyâ Hz. Ali Resûlullah'ın huzurunda yazı yazarken Muâvîye çıkıp gelir. Rcsûlullah da kalemi Hz. Ali'den alarak Muâviye'ye verir ve bunun ilâhî bir emir olduğunu belirtir. Hz. Ali de bu emirden asla hoşnûdsuzluk duymadığını ifâde eder. (İbn Arrâk, A.g.e., II, 19)
Emevîlerin İktidardan uzaklaştırılmalarını Abbasilcrin iktidara gelmeleriyle gerek peygamberin amcası Abbâs ve gerekse onun oğlu Abdullah tbn Abbâs hakkında birçok hadîs uydurulduğu görülür. Keza Hz. Peygamberin Abbasî saltanatının gerçekleşeceğine dair bilgi verdiği haberi yayılır. Hattâ Resûlullah'ın; Abbâs benim va-sîm ve vârisimdir, dediği ifâde edilir. (Süyûtî, el-Leâlî'1-Masnûa, I, 429) Daha sonra Abbâsilerin kuşanacakları kıyafetin bizzat Cebrail (a.s) tarafından giyildiği iddîa edilerek; Cebrâîl'in üzerinde siyah bir kaftan ve başında siyah bir sarık ile Hz. Pey-gamber'in yanına geldiği ve Resûlullah'ın da şimdiye kadar görmediği bu kıyafetin nedenînMtendisine sorduğunu, bunun üzerine Cebrail'in şöyle dediği bildirilir: Bu kıyafet amcan Abbâs'ın soyundan gelecek olan hükümdarların kıyafetidir. Bunların iktidarının hak ve adalet üzere kâim olacağını anlayan Resûlullah, amcası Abbâs ve onun soyundan gelenler hakkında duâ etmiştir. (İbn Arrâk, Tenzîh'üş-Şeria, II, 10)
Görülüyor ki; siyâsî görüş sahipleri kendi görüşlerini topluma kabul ettirebilmek için pek çok hadîs uydurmuşlar, ve bu türden hadîs uyduranları desteklemişlerdir. Bu anlayış uzun yıllar İslâm dünyasında yayılacak ve hatta türklerin devlet sahnesine çıkması olayında bile türklerle ilgili lehte ve aleyhte birçok hadîs uydurulacaktır. (Daha geniş bilgi için bkz. M. Yaşar Kandemir, Mevzu' Hadîsler, 31-42)
Diğer taraftan İslâm'ın hâkimiyeti ile birlikte o güne kadar insanlığın tarih sahnesinde önemli bir varlık gösterememiş olan arapların büyür bir güç halinde ortaya çıkmaları ve kendilerinden önce büyük kültür mirasına sahib bulunan kavimleri hâkimiyetleri altına almaları bu toplumlarda araplara karşı bir nevi kıskançlık duygusunun doğmasına neden olmuştur. Ayrıca Emevîler devrinde islâm'ın getirmiş olduğu eşitlik anlayışına ters olarak birtakım şovenist duyguların yayılmaya çalışılması ve arapların üstünlüğünün diğer müslüman mîlletler tarafından da benimsenmesini sağlamak üzere Arap kavminin yüceliğine dâir pek çok hadîs uydurulmuştur. Hz. Peygamberin Arap olması Kur'ân-ı Kerîm'in arapça inmiş bulunması ve cennet sâkinlerinin arapça konuşacaklarının ifâde edilmesi fikrinden hareketle arapların kavimlerin en hayırlısı olduğu belirtilmiştir. Hattâ Allah'ın cennetliklerin arapça konuşacaklarını, cehennemliklerin Buhârâlıların diliyle şeytânların da Hûzistânlıların diliyle konuştuklarını ifâde ettiğini ve bu sebeple Hak Teâlâ'nın fars dilinden nefret ettiğini bildiren hadîsler yayılmaya çalışılmıştır. (Suyûtî el-Leâlî'1-Masnûa, 1,11; İbn Arrâk, Tenzih'üş-Şerîa, I, 137) Buna mukabil İranlıların da kendi dillerinin faziletine dâir hadîsler uydurdukları görülmektedir. Arşın etrafında dönen meleklerin fars-ça konuştukları ve Allah Teâlâ'nın şiddetle ilgili bir konuyu anlatırken arapça vahy indirdiği, kolaylık ifade eden bir konuyu anlatırken farsça vahiy indirdiği söylenmiştir. Hattâ bu noktadan hareketle daha sonraları Peygamberin Fars veya türk asıllı olduğunu isbât için birçok rivayetler serdedilmiştir. Diğer taraftan peygamberin bazı şehirleri medhettiğî ve bunların cennet şehirlerinden olduğunu söylediği haberleri yayılmıştır. Sözgelimi Medîne, Mekke, Kudüs ve Şâm cennet şehirleri olarak ifâde edilirken Konstantiniyye (istanbul) Tuvâne, Antakya ve San'â gibi şehirler cehennem kentleri olarak gösterilmiştir. (Zehebî, Mîzan, III, 75) Hattâ Allah Teâlâ'nın Horasan ülkesinde Merv adlı bir şehri bulunduğu Peygamber tarafından ifâde edilir ve orayı Zülkarneyn'in kurduğu, Uzeyr (a.s)'in burada namaz kıldığı kapılarının her birinin üzerinde Kıyamete kadar Merv şehri halkını musibetlerden koruyan kılıcını çekmiş birer meleğin bulunduğunu ifâde edilmiştir. (Suyûtî, el-Leâlî'1-Masnûa, I, 466)
Öte yandan antik Bâbil ve Kelde kültleriyle ilgili olarak birçok hadîsler uydurulup o dönemde yaygın olan gnostik fikirler ve sihrî anlayışlar peygambere maledil-meye çalışılmıştır. Sözgelimi Resûlullah'ın cennette bir kurt görüp hayret ettiği, ancak kendisine» bu kurdun bir bekçinin çocuğunu yediği için ilâhî mükâfata nail olarak cennete girdiğinin söylendiği belirtilir. Hatta bekçinin oğlunu yediği için bu kurdun cennete konulduğu, bekçinin kendisini yemiş olsaydı llliyyîn'e yükseltilebileceği şeklinde Abdullah İbn Abbâs'a izafeten bir rivayet te nakledilir. (Zehebî, Mîzân, II, 287) Süheyl yıldızının Yemen'de vergi memuru olduğu ve bu esnada halka zulmettiği için Allah tarafından bir yıldız haline getirilip göğe asıldığı, farenin bir Yahûdî kadım olduğu, kertenkelenin âsî bir yahûdî olduğu belirtilir. (Daha geniş bilgi için bkz. M. Yaşar Kandemir, A,g,e, 48-54)
Hadîs uydurmalarına sebep olan âmillerden birisi de itikadı ve fıkhî mezheb farklılıkları olmuştur. Her mezheb kendi görüşünü destekler mâhiyette âyetleri te'-vîle yeltendiği gibi, diğer taraftan birçok hadîs de uydurmaya çalışmıştır. Hattâ Önce Kaderiyye mezhebine mensûb iken bilâhare tevbe ederek bu mezheb'ten ayrıldığı belirtilen Ebu Recâ'ın şöyle dediği bildirilir: Kaderiyye'den hiçbir şey nakletmeyiniz. Allah'a andolsun ki biz, İnsanları mezhebimize çekebilmek için hadîsler uydurur ve bu hareketimizle de sevâb kazanacağımızı umardık. Bu sebeple ben Kaderiyye mezhebine dört bin kişiyi kattım, (İbn Ebu Hatim, el-Cerh ve't-Ta'dîl, I, 32) Bu anlayışla; gerek Kaderiyye, gerek Mürcie gerek Cehmiyye, gerek Cebriyye ve gerekse Müşebbihe gibi mezheblerin mensûbları pek çok hadîs uydurmuşlardır. Sözgelimi Mücessime Allah Teâlâ'ya isim isnâd edebilmek için pekeok uydurma rivayetler nakletmîşlerdir. Bunlardan birisine göre; Allah Teâlâ Arefe günü akşam olunca dünya göğüne iner. Arafede vakfeye durmuş bulunan müslümanları müşahede eder ve; merhaba ey benim ve evimin ziyaretçileri, izzetim ve celâlim hakkı için sizin yanınıza ineceğim ve sizinle birlikte olacağım, diyerek Arafat'a iner, güneş batıncaya kadar orada kalır, hacılarla birlikte Müzdelife'ye gider ve o gece gökyüzüne çıkmaz. (İbn Arrâk, Tenzîh'Üş-Şerîa, 1,138) İleride gelişen itikadı mezheblerden her biri, kendisinin liderlik mevkiinde bulunan kişilerle ilgili olarak da hadîs uyduracaklardır. Hattâ Kerrâmiyye, Resûlullah'ın şöyle dediğini yayacaktır: Âhir zamanda sünnet ve cemâati ihya edecek olan Muhammed İbn Kerrâm adında birisi gelecektir. Benim Mekke'den Medîne'ye hicretim gibi o da Horasan Mukaddes Eve hicret edecektir, (İbn Arrâk, A.g.e., II, 30)
îtikâdî imamlarla ilgili hadîs uydurma hareketi; bilâhere fıkıh imamları içinde hadîs uydurulması sonucunu doğuracaktır. Sözgelimi Hz. Peygamber Ebu Hanîfe*-nin geleceğini müjdeleyerek şöyle diyecektir: Ümmetimin arasından Ebu Hanîfe adında birisi gelecek ki o, ümmetimin ışığıdır, (tbn Arrâk, A.g.e., II) Bu tür uydurma hadîsler diğer mezheb imamları için de serdedilecektir. Hattâ mezheplerin dinin teferruatıyla İlgili konulardaki görüşlerini tenkîd edebilmek için bile bu türden hadîsler uydurulacaktır. Sözgelimi ağıza ve buruna üç kerre su vermenin farz olduğu (Zehebî, Mîzân, III, 258) belirtilecek ve mezheblerin kendi görüşlerine uygun kanâ-atlar serdedilmeye çalışılacaktır.
Hadîs uydurulmasının ana sebeplerinden birisi de; müslümanları kötülüklerden sakındırmak ve iyilikleri işlemeye teşvik etmektir. Hattâ bu sebeple müslümanlan hayra teşvik için hadîs uydurmanın caiz olduğu bildirilecektir. Gerek Allah tarafından belirtilen ve gerekse Resûlullah'ın davranışlarında ortaya çıkan ibâdetlerin miktar ve sayısını çoğaltmak üzere bilhassa zühd ve takva yolunun sempatizanı olan âbidler, zâhidler ve nâsikler tarafından birçok hadîs irâd edilecektir. Sözgelimi belirli vakitlerde şu kadar rek'at namaz kılan kişi, şu kadar sevaba erişecektir veya her rek'atta şu sûreleri okuyan kişi, cennette şu makama ulaşacaktır gibi pek çok uydurma rivayetler nakledilecektir. Bilâhare bu rivayetleri tasavvuf! akımlar tarafından birer mesned ittihâz edilerek bunun üzerine manevî mertebeler silsilesi İkâme edilmeye çalışılacaktır. îbn Arrâk'in bu kabîl ifâdelere örnek olmak üzere naklettiği şu misâli burada aktarabiliriz: Resûlullah (s.a).buyurmuş ki: Kim pazartesi günü dört rek'at namaz kılar v*e her rek'atta Fatiha, İhlâs, Felak ve Nâs sûreleri ile Âyet el-Kürsî*yi birer defa okur ve selâm verdiğinde on kez istiğfar ederek salavât-ı şerîfe getirirse; bütün günâhları bağışlanır. Allah Teâlâ ona cennette beyaz inciden yapılmış on odalı bir köşk verir. Her odanın uzunluğu ve genişliği üçer bin arşındır. Birinci oda beyaz gümüşten, ikinci oda altından, üçüncü oda inciden, dördüncü oda zümrütten, beşinci oda zebercedden, altıncı oda iri incilerden, yedinci oda parlayan bir nurdan yapılmıştır. Odaların kapıları anberden olup her kapının üzerinde Za'-ferândan bir Örtü vardır. Her odada Kâfurdan yapılmış bin sedir ve her sedirin üzerinde de bin yatak vardır. Her yatakta Allah Teâlâ'nın en güzel kokulardan yarattığı birer hÛrî vardır. Hurilerin ayaklarından dizkapaklarına kadar olan'kısımları yaş za'ferândan, dizkapaklarından göğüslerine kadar olan yerleri en değerli miskten, göğüslerinden boyunlarına kadar olan yerleri kül rengi anberden, gerdanları beyaz kâfurdan yaratılmıştır. Hurilerden her birinin üzerinde cennet elbiselerinin en güzellerinden yetmiş elbise vardır. (tbn Arrâk, Tenzih'üş-Şerua, II, 86) Hattâ bir vakit nafile namaz kılanın yetmiş peygamber sevabına erişeceği bile ifâde edilecek noktaya gidilir. Bu türden uydurmalardan rahatsız olan ünlü hadîs bilgini Ali el-Kârî; "bir kişi Nûh peygamber kadar yaşamış olsa ve her ânı ibâdetle geçse bir peygamberin sevabını kazanamayacağını bu pis yalancı bilseydi bari" diyerek uydurmacıları kınayacaktır. (M.Y. Kandemir, Mevzu* Hadîsler, 56-57)
Hadîs uyduran bu zevatın birçoğunun zühd ve takvâlarıyla ün salmış ve devrinin bilginleri tarafından hürmet ve takdirle yâd edilmiş, gerçekten iyi niyetli kişiler olması da işin bir başka garîb yanıdır. Hattâ Yahya Îbn Saîd el-Kattân şöyle diyecektir: Bu sâlih kişileri hadîste olduğu kadar hiçbir yerde yalancı olarak görmedik. (Müslim, Sahih, I, 13) Öldüğünde Bağdâd halkının büyük bir kısmının dükkânını kapattığı ve ölümüne üzüldüğü kaynaklarca belirtilen Ahmed Îbn Muhammed el-Bâhilî halkın kalbini yumuşatmak için kendisinin hadîs uydurduğunu söyleyecektir. Halkı dine teşvîk için hadîs uyduranların yanısıra birtakım menfaatçi kişiler de şahsi menfaat elde edebilmek için hadîsler uyduracaklardır, özellikle hükümdarların yanında makam ve mevki elde edebilmek için onların zevklerine uygun hadîsler uydurulduğu ve özellikle mensûb bulundukları hanedana dâir hadîsler rivayet edildiği hadîs tarihçileri tarafından çok iyi bilinmektedir. Sözgelimi halîfe Mchdî'nin güvercin sevgisini gören Gıyâs tbn İbrâhîm Hz. Peygamber'in at, deve, ok ve kuş yarışlarından elde edilen mükâfatın helâl olacağını söylediğini nakleder. Bu rivayetten hoşnûd olan Mehdî ona on bin dirhem ihsanda bulunur. Keza Mukâtil tbn Süleyman'ın Mehdî'ye gelerek atası Abbâs hakkında hadîsler vaz'edebileceğini söylediği bazı kaynaklar tarafından zikredilir. (Suyûtî Tedrîb'ür-Râvî, I, 286) Hattâ sahip bulundukları emtiayı satabilmek için hadîs uyduran birçok uydurukçuya da rastlanmıştır. Peygamberin; menekşe kokusunun diğer kokulara üstünlüğü benim diğer insanlara üstünlüğüm gibidir, buyurduğu belirtildiği gibi, ayvanın kalbi temizleyeceğini söylediği ve patlıcanın her derde deva olacağını bildirdiği, etle birlikte yenen hıyarın cüzzâm hastalığını önleyeceğini belirttiği nakledilir. (Zehebî, Mîzân, I, 134; 273; II, 183, 238)
Görülüyor ki hadîs uydurulmasıyla ilgili faaliyetin önündeki kapılar aralanınca sonuna kadar açılmış ve bu hususta iyi niyetli insanlarla kötü niyetliler birbirleriyle yarış edercesine hadîs uydurmaya çalışmışlardır. Ancak hadîs edebiyatı tarihinde çok iyi görüldüğü gibi, hadîs bilginleri bu noktada kılı kırk yararcasına dikkatli bir titizlikle en ince detaylara kadar inerek zayıf ve uydurma hadîsleri kritik yapmışlar ve bu noktada tarihin hiçbir döneminde görülmeyen üstün bir gayret örneği göstermişlerdir, özellikle uydurma hadîslerin tenkidinde; gerek râvîler zincirinden oluşan sened kritiği, gerekse nakledilen rivayetin metinlerinin tenkîdinden oluşan metin ten-kîdi, hadîs bilginleri tarafından son derece sağlam ve titizlikle konulmuş kurallara göre tanzim edilmiştir. İslâm bilginlerinin gerçekten takdîre şâyân olan bu titizliklerine örnek olmak Üzere hadîs krîtiği ile ilgili kısaca bilgi vermeden bu konuyu kapamak istemiyoruz.
Râvîler zincirini meydana getiren senedin sıhhati, ve senedle ilgili incelemeler; nakledilen rivayetin doğruluğu hakkında bilgi edinmemizi sağlayan önemli bir etkendir. Bu sebeple Abdullah İbn Mübarek; isnâd dindendir, eğer isnâd olmasaydı her rastgelen dilediği sözü söylerdi, diyecektir. (Müslim, Sahih, I, 12) Daha başlangıçtan itibaren sahabenin Önde gelenleri, hadîs rivayetinde çok titiz davranmışlar ve Hz. Ömer hadîs rivayet, eden'kişinin aynı hadîsi duyduğuna dâir bir şâhid getirmesini zorunlu kılmış, ve Hz. Alî de râvîlere yemîn ettirmedikçe naklettikleri rivayeti kabul etmemiştir. Peygambere yanlış bir söz isnâd edebilme endîşesinden dolayı ashabın büyük bir kısmı hadîs rivayet etmekten çekinmişlerdir. Hadîsçiler, senedi zikredilmeksizin nakledilen haberleri muteber saymamışlardır. İbn Şîrîn'in belirttiği gibi, başlangıçta isnâd üzerinde fazla durulmazken bilahâre fitne kopunca hadîsçiler râvîlerin isimlerini istemeye başlamışlardır. Bu suretle sünnet ehlinin hadîsleri alınmış, bid'at ehlinin hadîsleri reddedilmiştir. (Müslim, Sahih, 1,15) Burada sözü edilen fitne Hz. Osman'ın şahadeti ile başlayan olaylardır, islâm'dan önce başka hiçbir dinde örneği görülemeyen el-cerhu ve't- Ta'dîl diye adlandırılan çeşitli kritik metodlarıyla; hadîs rivayet'eden kişilerin hal ve davranışlarını, şahsiyetlerini, akıl ve hafızalarının sağlam olup olmadığını, itikâdî durumlarını, sözlerine güvenilip güvenilemeyeceğini, doğuş ve yaşayış yerlerini ve tarzlarını, hadîs tahsîli için sarfettik-leri mesaîyi, kimlerle arkadaşlık yaptıklarını, kimlerden ders alıp kimlere ders verdiklerini ve rivayet metodlarına ne derece riâyet ettiklerini çok sıkı olarak ten-kîd konusu yapmışlardır. Gerek sahabe gerek tabiîn ve gerekse onlardan sonra gelen münekkidler bu konuda pek çok eserler yazmışlardır. Çok sağlam kriterlere dayanarak yapılan rivayet tenkidinde râvîler başlıca beş gruba ayrılmıştır:
1- Sika, hafız, muttaki, sağlam, müetehid ve hadîs münekkidi olanlar. Bu vasıflara hâiz olan râvîler hakkında ihtilâf yoktur. Hadîsi delîl olarak alınabilir, onların başka râvîler hakkındaki sözleri makbuldür, cerh ve ta'dîl yaparken görüşlerine itibâr edilir.
2- Âdil, rivayetinde sika, naklinde sâdık ve dininde takva sahibi olup rivayet ettikleri hadîsleri tamamen ezberlemiş olan hadisçiler. Bunların hadîslerine güvenilir ve delîl olarak alınır.
3- Zaman zaman yanılmakla beraber; samîmi, takva sahibi, güvenilir râvîler. Hadîs kritikçileri bu kategorideki râvîlerin de hadislerine güvenilebileceğini ve delîl olarak kullanılabileceğini belirtmişlerdir.
4- Doğru sözlü ve müttakî olmakla beraber; vehim, hatâ, galat gibi kusurları fazlaca olan râvîler. Bunların terhîb, zühd ve islâmî edeb konusundaki hadîslerinin yazılabileceği, ancak helâl ve haram gibi ahkâmla ilgili hadîslerinin delîl sayılamayacağı kabul edilir.
5- Sâdık ve emîn olmayan ve kendilerini hadîs râvîsi diye kabul ettirmeye çalışan kimseler. Hadîs münekkidlerinin tenkîdlerine hedef olan raviler daha çok bu gruba girenlerdir. Ancak bunların rivayetleri hiçbir şekilde güvenilir sayılmaz ve dayanılmaz. (M. Yaşar Kandemir, Mevzu'Hadîsler, 104-106) İmâm Şafiî merhum, güvenilir bir râvîöe bulunması gereken şartlan şöylece sıralar: Hadîs rivayet eden kişi son derece dindar olmalıdır. Rivayet ettiği konularda doğruluğu ile tanınmalıdır. Rivayet ettiği şeyi iyi bilmelidir. Lafızların mânâyı nasıl bozabileceğini iyice anlamalıdır. Duyduğu hadîsi olduğu gibi nakletmelidir. Hadîsin ifâdesini naklederken kendi ifâdesini ona karıştırmaman, mânâ olarak değil lafız olarak nakletmelidir. Eğer hadîsi ezberden naklediyorsa; naklettiği hadîsi çok iyi ezberlemiş olmalıdır. Ki-tâbtan naklediyorsa; onu iyice hatırlamalıdır. Hafızası sağlam olmalıdır. (İmâm Şafiî, er-Risâle, 370-171)
Muhaddisler kısaca sağlam bir râvîde bulunması gereken vasıfları adalet ve zabt terimleriyle karşılarlar.
Makbul olmayan râvînin niteliklerini de muhaddisler şöylece sıralarlar: Bilinen râvîlerden onların hiç bilmediği haberleri nakletmek. Rivayet ederken hatâ yapmak. Rivayet ettiği hadîsin yanlış olduğunu öğrendikten sonra da onu ısrarla rivayet etmeye devam etmek. Hadîs uydurmak veya yalan söylemekle itham edilmiş olmak. Hadîs kritikçileri bu hususta çok titiz davranmışlar ve en küçük bir yalanı tesbît edilmiş olan râvîyi terketmişlerdİr. Fâsık ve sefih olmak. Halkı kendi mezhebine davet eden bid'atçı olmak. Âbid ve zâhid bir kişi olsa da hafızası zayıf olmak. Kendi yazdıklarını kaybedince pek iyi hıfzetmemiş olmakla birlikte başkalarının yazdıklarından rivayet aktarmak. Hadîslerin metnini veya senedlerini tahrif etmek. Uydurduğu metinleri sahîh bir senedle veya sahîh bir senedden bir râvînin adını silerek kendi adıyla hadîs nakletmek. Ve dolayısıyla hadîsleri bu şekilde tahrîf etmek. İşte bu nitelikleri bulunan kişinin hadîsi muteber sayılmamıştır. Abdullah İbn Mübarek; yalan isnâd edilen râvîden hadîs rivayet etmektense, yol kesicilik yapmanın daha iyi olacağım söylemektedir. (Tirmizî, Sahih, 13, 309; Daha geniş bilgi için bkz. M. Yaşar Kandemir, Mevzu' Hadîsler, 107-111)
Hadîs kritikçileri; hadîslerin rivayetinde yeralan senedler konusundaki bu titiz davranışlarının yanı sıra, hadîs metinlerinin tenkîdinde de çok titiz davranmışlardır. Metin kritiğinde en önemli bir unsur olarak; hadîs metinlerinin Kur'ân'ın ifadesiyle çelişmemesi prensibi önemli bir yer tutar. Dolayısıyla hadîs kritikçisi Kur'ân'ın ifâdesine ters düşen bir metni kolaylıkla reddeder. Binâenaleyh, Kur'ân, hadîs kritiğinde önemli bir mihenk olarak ortada bulunmaktadır. Bu sebeple Kur'ân'da vâ-rid olan konularda hadîs uydurmak oldukça güç görülmüş, ancak Isrâiliyyât olarak nakil yoluna başvurulmuştur. Daha başlangıçta ashabın önde gelenleri bu noktada titiz davranarak nakledilen rivayetleri İfâde bakımından gözden geçirmeye çalışmışlardır. Sözgelimi Abdullah İbn Abbâs'a ulaştırılan Hz. Ali'nin bazı fıkhî hükümleriyle alâkalı bir bilgiyi, Abdullah îbn Abbâs; Hz. Ali böyle bir hüküm vermezdi, diyerek reddetmiştir. Keza Muhammed İbn Rebî; Allah Teâlâ kendi rızâsını arayarak Allah'tan başka ilâh yoktur diyen kimseye cehennem ateşini haram kılmıştır, mealindeki bir hadîsi naklettiğinde orada hazır bulunan Ebu Eyyûb el-Ansârî; Re-sûlullah'ın böyle bir söz söylediğini zannetmiyorum, diyerek karşı çıkmıştır. (Şiblî, Asr-ı Saadet, I, 41, 92) Hadîs bilginleri İl mü Dirayet'iI-Hadîs adım alan bir ilimde kurarak, hadîslerin gerek senedi ve gerekse metinleriyle ilgili bir sistem geliştirmişlerdir. Böylece zayıf hadîsler çokyönlü incelenerek tedkik konusu yapılmıştır. Bu hususta bu tefsirin ikinci cildinde yeterli açıklama yapıldığı için burada ayrıca tekrarına gerek duymuyoruz. İsteyenler II. cild, XV-XXVII. sayfalara bakabilir.
Hadîs uyduranlar; Vazzâ', olarak İsimlendirilmiş olup hadîs bilginleri tarafından sıkı bir incelemeye tâbi tutulmuşlardır. Bazı mezheblcr hadîs uydurulmasını uygun görürken Ehl-i sünnet hadîs uydurulmasına karşı çıkmıştır. Hadîs uyduran meşhur kişiler arasında; Maklebe îbn Melkân el-Harizmî, İbn Ebu Dünyâ diye şöhret bulan Osman İbn Hattâb, Muzaffer İbn Âsim, Ca'fcr İbn Nestür er-Rûmî, Hindli vâlî Serbâtek, Kays İbn Temîm et-Tâî el-Eşecc gibi daha çok kıssahân olan kişilerin ismi geçmektedir. Cübeyr îbn Haris, Ma'mer veya Muammer tbn Büreyk, Rebî' İbn Mahmûd, Ebu'l-Hasan İbn Nevfel, Reten îbn Abdullah, Abdülkerîm İbn Ebû Evcâ, Ahmed İbn Abdullah İbn Hâlid el-Cübârî, Beyân İbn Sem'ân en-Hadî, Ebu Mikyes el-Habeşî, Hirâş îbn Abdullah, İbrâhîm İbn Hudbe el-Fârisî, İshâk Ibh Ne-cîh el-Melatî, Me'mûn İbn Ahmed el-Herevî, Meysere tbn Abdürabbih, Muğîre İbn Saîd el-Becelî, Muhammed İbn Kasım et-Teykânî, Muhammed İbn Saîd el-Kelbî, Muhammed İbn Ziyâd el-Yeşkûrî, Muhammed İbn Ükkâşe el-Kirmânî, Süleyman îbn Amr en-Nehaî, Vehb el-Kâdî, Yağnem İbn Salim İbn Kanber, Mukâtil İbn Süleyman el-Horasânî, İbrâhîm İbn Ebu Yahya, Muhammed İbn Saîd cş-Şâmî, Muhammed İbn Ömer el-Vâkidî, gibi isimlerin de hadis uydurdukları tesbit edilmiştir.
Bunlardan ibn Ebu Evcâ'nın dört bine yakın hadîs uydurduğu (Zehebî, Mî-zân, II, 644), Meysere İbn Abdürabbih'in yalnızca Kazvin kentinin fazîietine dâir kırk hadîs uydurduğu (Zehebî, A.g.e., IV, 231), Muhammed İbn Ükkâşe el-Kirmânî'nİn onbinden fazla hadîs uyduran üç yalancıdan birisi olduğu (İbn Hacer, Lisân'ül-Mîzân, V, 286) kaynaklarca ifâde edilmektedir. (Dalia geniş bilgi İçin bkz. M. Yaşar Kandemir, Mevzu* Hadîsler, 71-77)
Hadîs bilginleri hangi konudaki hadîslerin uydurma olabileceği hususunda da çok titiz çalışmalar yapmışlardır. Mevzu'hadîslerle ilgili çalışmasında sayın M. Yaşar. Kandemir'in de belirttiği gibi, uydurma hadîslere pek çok rastlanan başlıca konulan şöylece sıralayabiliriz:
1- Senenin veya haftanın belirli gün ve gecelerinde kılınması tavsiye edilen namazlar hakkındaki hadîsler.
2- Receb ayının ve bu ayda tutulacak oruçların fazîleti hakkındaki hadîsler.
3- Belirli tarihlerde bazı hâdiselerin cereyan edeceğini haber yeren hadîsler
4- Kıyamet alâmetlerinin muayyen aylarda zuhur edeceğini beyân eden hadîsler.
5- Türkleri, Haberlileri, Sudanlıları zemmeden hadîsler.
6- Ebu Hanîfe, Şafiî'nin adlarını anarak medh veya zemmeden hadîsler.
7- Hızır ve llyâs (a.s)'ın hayatlarından bahseden hadîsler.
8- Mürcie, Cehmiyye, Kaderiyye ve Eş'ariyye gibi mezheblerden bahseden hadîsler.
9- fckenderiyye, Dimyat, Basra, Bağdâd, Kazvîn, Ürdün, Abadan, Cidde, As-kalân, Nusaybin, Antakya, Horasan, Talekân, Şâş, Merv, Buhârâ, Semerkand, Tûs, Cürcân, Herât, Kayrevân, Sebte ve Fas gibi şehir ve memleketleri medh veya zemmeden hadîsler.
10- Peygamberin veya diğer büyük zevatın kabirleri hakkında ileri sürülen hadîsler.
11- Aşûrâ gününün faziletinden ve o gün sürmelenmek, süslenmek veya hüzün-lenmek, namaz kılm'ak, infâk etmek ve aşûrâ çorbası pişirmekten bahseden hadîsler.
12- Mercimek, pirinç, bakla, patlıcan, portakal, üzüm, pırasa, karpuz, ceviz, peynir ve helva gibi yiyecek maddeleri; gül, nergis, menekşe gibi çiçek ve bitkiler hakkındaki hadîsler.
13- Sokakta yemek yemeyi ve eti bıçakla kesmeyi yasaklayan ve etin faziletinden bahseden hadisler.
14- Hz. Âişe'nin lakabı olan Hümeyrâ kelimesiyle başlayan veya içinde bu lakabın geçtiği hadîsler.
15- Hz. Ali'ye Hz. Peygamber'in muhtelif vasiyetlerde bulunduğu iddia edilen hadîsler.
16- Hz. Peygamber'in Hz. Fâtıma ve Ebu Hüreyre'ye vasiyetlerini ihtiva ettiği bildirilen hadîsler. Bu uydurma hadîsler Vasâya'n-Nebî adıyla bir kitapta da toplanmıştır. Bunlardan yalnızca Hz. Peygamberin Hz. Ali'ye hitaben; ya Ali, Harun'un Musa'ya yakınlığı ne ise sen de bana öylesin, mealindeki hadîsi sahîhtir.
17- Kur'ân-ı Kerîm'in sûrelerinin faziletleri hakkındaki hadîsler. Fatiha, Bakara, Âl-i İmrân, Nisa, Mâide, En'âm, A'râf, Tevbe, Kehf, Yâsîn, Duhân, Mülk, Zelzele, Nasr, Kâfirûn, Ihlâs ve Muavizeteyn süreleriyle alâkalı hadîslerden bir kısmının sahîh olduğunu Suyûtî bildirmektedir (Suyuti, Tedrîb'ür-Râvî, II, 290)
18- İmânın artıp eksilmesiyle ilgili hadîsler.
19- Akılla ilgili hadîsler.
20- Çocuklara Muhammed veya Ahmed adını koymanın faziletine dâir hadîsler.
21- Çocukları kötüleyen hadîsler.
22- Bekarlığı öven hadîsler.
23- Beyaz horozu öven hadîsler.
24- Akik taşından yapılmış yüzük takmanın faziletini bildiren hadîsler.
25- Mescide .kandil ve lamba takmanın, hasır sermenin sevabını bildiren hadîsler.
26- Ticâreti zemmeden ve malın fitne olduğundan bahseden hadîsler (Daha geniş bilgi için bkz. M. Yaşar Kandemir, Mevzu' Hadîsler, 169-172)
Gerek daha sonra bahsedeceğimiz Isrâiliyât, gerekse eski Hind, Iran hakimlerine dâir ifâdeler veya garib hikâyeler, sözler ve meseller, hadîs uyduranların işine yarayan temel malzemeler olmuştur. Özellikle Gnostik felsefenin yaygın olduğu dönemde Orta şarkta dilden dile dolaşan ve sözlü geleneği belirten hikemiyyât şeklindeki özlü sözler ve vecizeler de hadîs uyduranlara temci malzeme teşkil etmiştir.
Bu mevzu' hadîsler birçok müfessır tarafından tefsirlere aktarılmış ve bunlara dayalı olarak tefsirler kaleme alındığı gibi, münferid eser yazan müellifler de bu eserlerine mevzu1 hadîsleri iktibas ederek buna dayalı düşünceler geliştirmişlerdir.
Zayıf ve uydurma hadîsleri daha iyi tanımak için Ali el-Kârî'nİn Mevzuat isimli eserinden, bazı bölümleri özetle nakletmek istiyoruz. Ali el-Kârî, uydurma ve zayıf hadîslerle ilgili olarak şu bilgileri vermektedir,
a- Senedine bakılmadan, lafzından zayıf olduğu anlaşılan rivayetler:
Ca'fer İbn Hasan'm Enes'den merfû olarak rivayet ettiği:
"(Sub.hanâllâhi ve bihamdihî) diyen kimse için, Allah Teâlâ Cennet'te kftk-lerî altından olmak üzere bir milyon hurma ağacı diktirir." sözüdür. Bu Ca'fer, Bâsralıdır. Bazı hadîs âlimleri bütün rivayetlerinin münker; bâzıları da zayıf olduğunu söylemişlerdir,
Cuveybirli yalancı Abdullah'ın oğlu Ahmed'în Hz. Ömer ve Hz. Ali'den rivayet ettiği; "Kim ki, Allah'ım, Sen ölmez dirisin, mağlûb olmayan bir gâlibsin, görüp duyduklarında şek ve şüphesi olmayan işitici ve görücüsün, yalan söylemeyen, sâdık, ihtiyâcı olmayan Samedsin, okumadan âlimsin." ve böylece bir müddet devam ettikten sonra: "Nefsim yed-i kudretinde olan ve beni hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki; bu dualar demir levhalara okunsa, o demirler erir ve akar, su üzerine okunsa akan sular dururdu. Uykuya yatarken bu duayı okuyan kimse için Allah Teâlâ yetmiş bin melek gönderir. Onun İçin tevbe ve istiğfar ederler." Sözü de böyledir.
Aynı sözü diğer bir yalancı olan Süleyman İbn îsâ da, İbrâhîm tbn Edhem'den rivayet etmiştir. Bu ve benzeri rivayetlerin Resûl-i Ekrem'in ağzından sâdır olmadığını Resûl-i Ekrem'i tanıyanlar anlar ve bilir.
Yalancılardan biri olan Belh'li Abbâs İbn Dahhâk'ın yine kimliği bilinmeyen bir adam vasıtasıyla Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği; "Besmeleyi yazan kimse, daha Allah Lâfza-i Celâl'inin (H) Sini yazmadan Allah Teâlâ kendisine bir milyon sevâb yazar, bir milyon günâhını mahveder, Cennette bîr milyon derecesini âlî eder." rivayetidir.
Ebu Alâ'nın İbn Ömer'den merfû* olarak rivayet ettiği; "Ölüye kefen saran kimseye kefenin temas ettiği her tüy sayısınca Allah Teâlâ sevâb verir." hadîsidir. Bu Ebu Alâ, Nâfî'in söylemediklerini ondan rivayet eden bir kimsedir. Kendisine dayanılmaz. Başka bir rivayet eden bir kimsedir.-Kendisine dayanılmaz. Başka bir rivayet Tarîki varsa da, râvîler arasında şuuru bozulmuş olan bir zât vardır.
Muhammed İbn Abdurrahmân el-Beylemânî'nin İbn Ömer'den rivayet ettiği; "Ramazan Bayramı günü oruç tutan kimse bütün sene oruç tutmuş gibidir." hadîsidir. Bu rivayet bâtıldır. Zâten İbn Beylemânî münker hadîsler rivayet etmekle tanınmıştır. Bu adamın babasından rivayet ettiği seksen hadîs var ki hepsi mevzu'dur.
"Âşûre günü oruç tutan kimseye Allah Teâlâ altmış senelik sevâb yazar. "Bu hadîsi Habîb ibn Habîb, İbn Abbâs'dan rivayet etmiştir. Fakat rivâyet( bâtıldır.,
Yalancılardan biri olan Kendli Düveyl'in oğlu Zekeriyyâ'nm Enes'den rivayet ettiği; "Kuşluk namazına devam edip, ma'zeretsiz olarak arayı kesmeyen kimseyle ben, Cennet'te nurdan bir denizde, nurdan bir gemi içinde Allah Teâlâ1 yi ziyarete gideriz." hadîsidir.
"Akşamın farzından sonra hiç konuşmadan altı rek'at namaz kılan kimse, oniki senelik ibâdet sevabını alır." İmâm Ahmed ve diğerleri hadîsi rivayet eden Ömer'in zayıf olduğunu, hadîsin bîr.değer taşımadığım; Buhârî ise bu rivayetin cidden mün-ker olduğunu; tbn Hibbân da bu adamın sika'dan olan zatlar adına hadîs uydurdu-ğunu söylemişlerdir.
"Pazar günü her rek'atında Fatiha ve Âmene'r-Resûlü okumak suretiyle ve bir selâm ile dört rek'at namaz kılan kimse için bin hac, umre ve bin gaza sevabı yazılır, ayrıca her rek'atı bir'milyon rek'ata muâdilolur.Kendisiyle Cehennem arasında bin hendek kazılır.'* Uydurana, Allah lanet etsin.
"Pazar gecesi her rek'atmda bir Fatiha ve onbeş ihlâs okumak, suretiyle dört rek'at namaz kılan kimseye kıyamet günü Allahu Teâlâ on kerre Kur'an'ı hatmetmiş ve Kur'ân'ın bütün hükmüyle amel etmiş olan kimsenin sevabını verir. Yüzü ayın ondördü gibi olduğu halde kabrinden kalkar. Her rek'atına içi incilerle dolu bin şehir verir. Her şehirde zebercedden bin köşk ve her köşkte yakuttan bin dâire ve her dâirede miskden bin oda ve her odada bin döşek bulunur." İşte bu mel'ûn da böyle bin bin sayıp gidiyor.
"Pazartesi gecesi her rek'atında bir Fatiha ve yirmi ihlâs okumak suretiyle altı rek'at namaz kılıp, sonunda on kerre İstiğfar eden kimseye kıyamet günü Allah Te-âiâ bin sıddîk, bin. âbid ve bin zâhid sevabı yazar." Bu rivayet de Cüveynarî'nin uydurmasıdır. Allah'ın la'netine uğrasın.
"Pazartesi gecesi her rek'atında birer kerre Fatiha İhlâs, Âyet el-Kürsî ve Mu-avvizeteyh okumak suretiyle dört rek'at namaz kılan kimsenin bütün günâhları bağışlanır. Allah Teâlâ Cennette kendisine beyaz inciden yapılmış yetmiş köşk verir, her köşkte yetmiş oda var, her odanın eni boyu üç bin zirâ'dır." Bu habîs herif de böyle yetmiş ve binler ile lâfı uzatıp gitmiştir ki, İbrâhîm'in oğlu yalancı Hüseyin'dir. Haftanın her günü ve gecesi için böyle sayıp dökmüş ve bir sürü yalan hadîsler uydurmuştur.
İşte bu hadîslerin uydurma oldukları kolaylıkla anlaşılır. Bunlar daha pek çoktur. Biz misâl olarak ancak bu kadarını verebildik, ne yazık ki, zâhid ve fakîh geçinen bâzı câhil kimseler, bu mevzu' hadîslere bağlanmışlar ve bu suretle kendilerini tesellîye çalışmışlardır.
"Kuşluk namazını şu kadar rek'at ve şöyle böyle kılan kimseye yetmiş peygamber sevabı verilir." Bunu uyduran yalancı, habîs herif bilmiyor mu, peygamber olmayan kimse, Nuh'un ömrü boyunca namaz kılsa, bir ncbî'nin derecesine ulaşmasına imkân yoktur.
"Cum'a günü Allah rızâsını niyet ederek haşyet içinde yıkanan kimse için, kıyamet günü Allah Teâlâ her tüyünün sayısınca nûr verir. Yıkandığı suyun her damlasına Cennet'te bir derece verir. Her derecesi inci ve pırlantadandır. Her derecesinin arası bin senelik yoldur." Böyle sayıp giden bu adam, Sahîb'in oğlu, yalancı Ömer'dir. Allah la'net etsin.
Burada mevzu' hadisleri bilmek için bazı umûmî kaideler vermek isteriz:
Bunlardan biri: Resûl-i Ekrem'in ağzına yakışmayacak şekilde bu gibi mübalağalı sözleri ihtiva etmiş olmaktır: Meselâ:
"Kim ki (Lâ ilahe illa'llah) derse, Allah Teâlâ yetmiş bin dili konuşan kuşlar yaratır, her dil yetmiş bin lügat konuşur, bütün bu diller, bu adam için istiğfar ederler."
"Şöyle böyle iyilikler yapan kimseye, Cennet'te yetmiş bin şehir verilir..." ve benzeri sözler gibi ki, bunlar tamamen yalan ve uydurmadır. Bu gibi rivayetleri uyduranlar, ya çok câhil ve ahmak kimselerdir, ya da Resûl-i Ekrem'in şerefini düşürmek için yazan zındıklardır.
İkincisi: Akıl ve duyguların, hadisi kabul edememesidir. Meselâ:
"Patlıcan ne maksatla yeairse, onun için olur." ve "Patlıcan bütün hastalıklara şifâdır." gibi rivayetlerdir. Bütün bunlar uydurmadır. Değil Peygamber, bir câhil bile bu sözü söylese, herkes onunla alay eder. Patlıcan mideyi doldurmaktan başka bir şeye yaramaz.
"Konuşurken aksırmak, kişinin doğru konuşmasının delilidir." Herne kadar bazıları bunu doğrulamışlarsa da, akıl ve duygular uydurma olduğuna şehâdet eder. Çünkü aksırığın yalan ve doğru ile bir münâsebeti olmaz. Hadîs rivayet ederken bin defa da aksırsa, bu aksırık hadîsin sıhhatine asla delîl olamaz. Ben derim ki: "Duâ ederken aksırmak, duanın kabulüne şâhiddir." rivayeti Câmiu's-Sağîr'da vardır.
"Mercimek yeyiniz zîrâ o mübarektir. Kalbi yumuşatır, rutubeti çoğaltır, yetmiş peygamber onu takdîs etmiştir." Abdullah İbn Mübârek'e; bu hadîs senden rivayet edilmiş, ne diyorsun? diye soruldukta; beni bırakın, ben böyle bir şey bilmiyorum, bu yahûdîlerin uydurmasıdır. Değil yetmiş peygamber, bir peygamber bile onu takdîs etse, her derde derman olurdu. Halbuki Allah Teâlâ Kur'ân-ı Ke-rîm'de onu, bal ve helvadan kalitesi düşük olarak tavsîf etmiş, sarmısak ve pırasa seviyesine indirmiştir. Geçmiş peygamberlere de bu bir iftiradır. Çünkü; mercimeğin sevdayı tahrîk ve nefes darlığı vermek gibi zararlı tarafları vardır ve bu bir uydurmadır, dedi.
"Allah Teâlâ yer ve gökleri Aşûr'a günü yarattı." "Yemek üzerine içiniz ki, doyasınız..."
"İnsanların en yalancıları, boyacılar, dikiciler ve terzilerdir." rivayetleri gibi. Halbuki görüp duyduklarımız bu rivayeti reddeder. Çünkü, bunlardan çok daha üstün yalancıların bulunduğunu görmekteyiz. Râfızîler, kâhinler ve müneccimler gibi. Bu rivayeti te'vîle lüzum yoktur. Ben derim ki: Bu hadîs, Câmİu's-Sağîr'da Ebû Hüreyre'den rivayet edilmiştir. Bütün bunlar uydurmadır.
"Pirinç insan olsa, iyi bir adam olurdu. Onu yiyen her aç adamın karnı doyar." Bu ifâdeye herkes güler, aynı zamanda pirinç fazla yendiği vakit, zararlıdır, bilenler bundan sakınır, nerede kaldı, Resûl-i Ekrem.
"Ceviz şifâ, peynir hastalıktır..." (Mevzu hadîsini) Uydurana lanet olsun. "İnsanlar boy otunun hassalarını bileydi onu altın ile tartarlardı." "Sofranızda baklagilleri bulundurun, şeytânı uzaklaştırır." "Göynük yapraklarında, Cennet suyu vardır."
"Maydonoz ne kötü yemektir. Ondan akşamleyin yiyip yatan kimsenin nefes boruları daralır. Onu gündüzleri yiyin."
"Menekşe yağının diğer yağlardan üstünlüğü, Ehl-i Beyt'imin diğerleri üzerine üstünlüğü gibidir."
"Hilyon ve pırasanın diğer baklagillere Üstünlüğü, buğdayın diğer tanelere üstünlüğü gibidir."
"Domalan ve kereviz llyas ve Elyasa'nin (a.s) yiyecekleriydi." "Dünya narları, Cennet narlarından aşılanır." "Ümmetimin bahân ve yağmuru üzüm ile karpuzdur." "Üzümü ekmek ile yiyiniz."
"Tuza devam edin, yetmiş derde devadır." (gibi mevzu' hadîsleri) Uydurana Allah la'net etsin. Ben de derim ki: Bu hadîsi İbn Hibbân Zuâfa'da (Zayıf Ravîlçr isimli bölümde Âişe'den merfÛ' olarak rivayet etmiştir.
"Horoza söğmeyîn, o benim dostumdur. Âdemoğlu onun sesindeki kerameti bilse, etini ve tüyünü altın ile tartarak alırdı." Ben derim ki: Hadîsin birinci fıkrasını Ebû Dâvûd, hasen sened ile, merfû' olarak Zeyd Ibn Hârise'den rivayet etmiştir. Rivayet şekli de şöyledir: "Horoza sövmeyin, o insanı sabah namazına uyandırır." Ayrıca İbn Kani Eyyûb Ibn UtbeMen zayıf sened ile; "Beyaz horoz dostumdur.", diğer bir rivayette, "Dostumun dostu ve Allah'ın düşmanının da düşmanıdır." İlâvesi de vardır. Başka bir rivayette: "Sahibinin evini ve etrafındaki dokuz haneyi de bekler." denir. Buna benzer daha birçok rivayet şekilleri vardır. Bütün bunlar Câmiu's-Sa£îr'da mevcûddur. Zayıf olsalar bile, birbirini takviye eden bu rivayetler karşısında bu hadîse bu kadar dokunmak uygun olmaz. Ancak ikinci fıkra müstesnadır.
"Beyaz horoz bulunan eve, şeytân yaklaşmaz ve sihir te'sîr etmez." Ben derim ki: Beyhakî İbn Ömer'den, "Horoz namaza çağırır, beyaz horoz bulunduran kimse, şeytânın şerrinden, sâhirin sihrinden ve kâhinin kehânetinden korunmuş olur." rivayeti vardır.
"Allah Teâlâ öyle bir horoz yaratmıştır ki, başı Arşın altında, ayakları ise yerin dibindedir."
İşte bütün bu rivayetler kendi kendilerini tekzîb ederler. "Horozun ötmesini duyduğunuz vakit Allah'dan isteyiniz. Çünkü o, melek görür." hadîsinden başka horoz hakkında rivayet edilen bütün hadîsler yalandır.
b- Rivayet edilen hadîsin açıkça bilinen bir sünneti bozmuş olması:
Fesâd, zulüm ve abesi ihtiva eden, bâtılı övüp hakkı yeren ve buna benzer sözleri içine alan hadîslerden Rcsûl-i Ekrem münezzehtir. Bunlardan bâzıları:
"Ahmed veya Muhammed adını taşıyanlar Cehennem'e girmezler." Bu rivayet, "Cehennem'den isim ve lakablar ile kurtuluş olmaz. Ondan necat; ancak, îmân ve iyi ameller İle olur." mealindeki gerçek rivayete aykırıdır ve yalandır. Buna benzer daha çok rivayetler vardır. Meselâ: Bu gibi rivayetlerde Cehennem'den kurtuluş öyle sevâblara bağlanmış ki, olsa olsa bu sevâblar birer küçük iyilik kabîlindendir-ler. Cehennem'den kurtuluş için asla kâfi gelmezler.
c-Resûl-i Ekrem'in ashâb huzurunda aşikâre olarak yaptığı bir şeyi Sahabenin gizleyip yapmadıklarını bildiren rivayetler:
Meselâ: Râfızîlerin, Veda' Haccı'nda, Rasûl-î Ekrem bütün sahabe huzurunda Hz. Ali'nin elinden tutarak, "Bu benim kardeşim, vasîm ve halefimdir. Benden sonra bunu dinleyin ve buna itaat edin.'* diye buyurduktan sonra sahâbe-i kirâm'ın hepsi bunu gizledi ve bozdular, dedikleri sözler gibi. Yalancıya Allah la'net etsin. Güneş battıktan sonra, geri dönmesine dair olan rivayet de bunun gibidir.
d- Hadîsin bâtıl bir söz olması "Samanyolu -gökteki beyazlık- Arşın altındaki yılanın terinden hâsıl olur."
"Rabbım gazaplandığı vakit, vahyi fârsça indirir; gazabı geçince Arapça indirir."
"Altı şey unutkanlık getirir. Bunlar: Farenin girdiği yemeği yemek, biti ateşe atmak, akarsuya bevl etmek, sakız çiğnemek, olgunlaşmamış elma yemek ve kafadan kan aldırmak."
"Ey Humeyrâ, güneşde ısınmış suyla yıkanma, çünkü abraş hastalığı getirir." Esasen "Humeyrâ kelimesi (Hz. Âişenin lakabı) ile başlayan bütün hadîsler yalandır. Yalnız şeyh Celâleddîn Suyutî, sahîh hadiste "Ya Humeyrâ" diye vârid olduğunu söylemiştir. Şöyle ki: Hâkim'in Ümmü Seleme'den rivayetinde Resûl-i Ekrem, zevcelerinden birisinin gelecekte halîfeye karşı isyan edeceğini söyleyince, Hz. Âişe gülümsedi. Resûl-i Ekrem; Ya Humeyrâ, dikkat et, senin olmandan korkarım, buyurdu. Sonra Hz. Alî'ye dönerek; "Âişe eline düşerse, ona karşı yumuşak davran, buyurdu. Müstedrek'de Buhârî ve Müslim'in şartları üzerine hadîsin sahîh olduğu söylenmektedir. Zehebî ise, Buhârî ile Müslim'in bu adamdan hadîs rivayet etmediklerini söylemişlerdir.
"Sadaka verecek malı olmayan kimse, yahûdîlere la'net etsin." La'net hiçbir surette sadaka yerine geçmez.
"İsmi Ahmcd veya Muhammed olan kimseyi Cehennem'e koydurmamak için karâr aldım."
Teberrüken oğluna Muhammed adını veren kimse, oğluyla beraber Cennet'te-dir."
"Doğacak çocuğuna Muhammed adını vermek maksadıyla temasta bulunan kimseye Allahu Teâlâ erkek evlâd verir."
Bu hususta daha birçok rivayetler var. Hepsi de yalandır. Ben derim ki: Tabe-rânî ve Ibn Adiyy'in İbn Abbâs'dan, "Üç oğlu olup, hiçbirine Muhammed adını vermeyen cehalet etmiş olur." rivayeti vardır. Câmiu's-Sağîr'de de, bütün bu rivayetlerin kendi kendilerini yalanlayan rivayetler olduğu bildirilir.
e- Rivayet edilen hadîsin Peygamber ve ashâb sözüne benzememesi
"Üç şey gözün ziyasını artırır. Bunlar: Yeşillik, su ve güzel yüzdür." Bu sözden Ebû Hüreyre, İbn Abbâs, Saîd İbn Museyyeb, Hasan, Ahmed ve Mâlik gibi zâtları tenzîh etmek lâzımdır. Ben derim ki: Yukarıda zayıf olup mevzu' olmadığını söylemiştik. Gerek bu hadîs ve gerek "Güzele bakmak gözü cilâlandırır" hadîsleri zındıkların uydurmalarıdır. Ben derim ki: "Güzel kadına ve yeşilliğe bakmak gözün nurunu artırır." Hadisini Ebu Nuaym Hilye'de Câbir'den rivayet etmiştir,
"Güzel yüz ve kara kaşlara bakınız. Allah Teâlâ güzeli Cehennem'de yakmaktan haya eder." Bu rivayeti uydurana Allah la'net etsin.
"Güzele bakmak ibâdettir." Ben derim ki: Mevzu' olmayıp zayıf olduğunu yukarıda anlatmıştık.
"Tepeden saçı dökülen birçok kimseleri Allah Teâlâ bu sayede affeder. Ali de onlardan birincisidir."
"Burnunda biten kıllar, insanı cüzzâmdan korur." Bu rivayeti İmâm Ahmed'e sordular, o da, hiçbir şey değildir, dedi. Ben derim ki: Ebu Ya'lâ ve Taberânî Evsafında zayıf senedi ile Âişe'den rivayet etmişlerdir.
"Güzel yüz ve güzel isim kendisine nasîb olan kimse, bunları yerinde kullanmazsa, bunların Allah Teâlâ'nın vasıflarından olduğunu unutmuş sayılır." Güzel yüzleri öven, onlara bakmayı ve onlardan iltiması emreden veya onları ateş yakmaz diye rivayet eden bütün hadîsler yalandır, uydurmadır. Bu hususta pek çok hadîs varsa da, biz bunların önemlilerinden bir tanesini zikredelim:
"Bana gözcü göndereceğiniz vakit, yüzü ve adı güzel olanını seçiniz." Bunun râvîlerİ arasında, Ömer İbn Saîd vardır ki, Ibn Hibbân bu adamın hadîs uydurduğunu söylemiştir. Ebu'l-Ferec de bu hadîsi Mevzûât'ına almıştır. Fakat, "İyilikleri güzel yüzlerde arayınız." Hadîsini Buhârî Tarîh'inde Ibn Ebu Dünya, Ebu Ya'lâ ve Taberânî, Âişe'den; diğerleri de, Ibn Abbâs, Enes, Câbir ve Ebu Hüreyre'den rivayet etmişlerdir ki, buna göre hadîs mevzu' olmaz. Ya hasen, ya da zayıf olur.
f- Hadîslerde tarihin bulunması:
Falan sene veya falan tarihte şöyle olursa, böyle olur, gibi. Meselâ: "Muhar-rem'de ay tutulursa, kıtlık ve muharebeler olur." Böylece aylar ile ilgili olan rivayetlerin hepsi yalandır.
g- Tababetle ilgili hadîsler:
"Keşkül beli kuvvetlendirir; balık yemek, bâzı hastalıkları önler.", "Cinsî münâsebet azlığından şikâyet edene yumurta ve soğan yemeyi tavsiye etmek, keşkülün Cennet'ten çıktığı ve onu yemekle, kırk erkek kudretine sahip oldum." buyurduğu, "Mü'min tatlıdır, tatlıyı sever." (buna dâir yukarıda izahat verilmiştir), "Aç karnına hurma yemek bağırsaktaki kurtları döker." (Bu hadîsi, Câmiu's-Sağîr'de de olduğu gibi Ebu Bekir ve Deylemî Ibn Abbâs'dan rivayet etmişlerdir.) "Nifâs hâlinde kadınlarınıza kuru hurma yediriniz. "Ben derim ki: Bunu inkâr doğru değildir. Birçoklarının Hz. Ali'den rivayetlerinde," Lohusa kadınlarınıza yaş hurma yediriniz. Yaş bulamazsanız kuru hurma yedirin; zîrâ Allah katında en makbul ağaç hurma ağacıdır. Meryem bint İmrân, îsâ Aleyhisselâm'ı bu ağacın altında doğurdu." Ayrıca yine birçoklarının Ibn Kays'dan mcrfû' olarak rivayetlerinde: "Nifâs hâlinde hurma yiyen kadının çocuğu halîm olur. Zîrâ, îsâ'yı doğuran Meryem'in ilk yediği hurmadır. Allah katında daha İyi bir yemek olaydı Meryem'e onu yedirirdİ." Bu hususta daha birçok rivayet zikredildikten sonra, "Onu kendine doğru silkele" (Meryem, 25) âyet-i celîlesini okudu. Yine "Din kardeşine tatlı bir lokma yediren kimselerden Allahu Teâlâ mahşerin acılığını kaldırır.", "Pislik yoluna düşen bir lokmayı alarak yıkadıktan sonra yiyen kimsenin günâhları bağışlanır." Ayrıca, "Yemeğe üf-lemek, yemeğin bereketini yok eder." Ben derim ki: Resûl-i Ekrem'in yemeği üfle-mekten nehyettiğini Ahmed hasen sened ile, tbn Abbâs'dan rivayet etmiştir. Yine: "Kulağınız çınladığı vakit, salavat-ı şerife getirin." ve "Beni hayır ile yâd edeni, Allah da hayır ile yâd etsin." deyiniz. Gerek bu ve gerek kulağın çınlamasiyla ilgili diğer bütün hadîsler yalandır. Ben derim ki: Hâkim, İbn Sünnî, Taberânî, Ukaylî ve tbn Adiyy bu hadîsi Ebu RafPden rivayet etmişlerdir. Hadîsi, Süyûtî Câmiu's-Sağirine almış ve mevzu' olmadığını söylemiş, Cezerî de, sahîh olduğunu kabul etmiştir. Bütün bu rivâyetler-aralardaki istisnalardan başka-hepsi mevzû'dur.
h- Akıl hakkında rivayet edilen hadîsler:
"Allah Teâlâ akıl yarattığı vakit, ona; sağa sola dön, buyurdu, akıl da aynı şekilde hareket etti. Bunun üzerine, Allah Teâlâ: Senden azîz, bir mahlûk yaratmadım, seninle alır seninle veririm, buyurdu." Ben derim ki: Taberânî ve Ebû Nuaym hadîsi zayıf senedlerle rivayet etmişlerdir.
"Her şeyin bir kaynağı var, takvanın kaynağı ariflerin kalbidir." Ben derim ki: Tirmizî'nin Enes'den rivayetinde, Resûl-i Ekrem'in huzûrunda,bir adamı son derece övüyorlardı. Resûl-i Ekrem aklı nasıldır? diye sordu. İbn Kayyım'ın Hatîb'den naklettiğine göre; Şuûr'lu Hafız Abdulganî'nin Dârekutnî'den öğrendiğine göre, akıl hakkında rivayet edilen hadîsleri uyduranlar dört kişidir. Birincisi, Mesîre İbn Abd Rabbihi'dir. Sonra, bu rivayetleri ondan çalarak sened ile tezkiye eden, Dâvûd ibn Minber, sonra Süleyman ibn îsâ, birkaç sened ile tezkiye ederek yalancı Evdî'nin uydurduğu hadîslerini çalmıştır. Ebu'I-Feth el-Ezdî,'niri akıl hakkındaki hadîslerin hiçbiri Sahîh değildir, dedi. Ebû Ca'fer el-Ukaylî ile, Ebu Hatim de aynı görüştedirler. Fakat Sehâvî, îbn Mihber'in yalancı olmadığını, rivayet ettiği hadîsler sahîh değilse de, mevzu' olmaları lâzım gelmediğini söylemiştir.
i- Hızır ve hayatından bahseden rivayetler:
Bunların hepsi yalandır. Hayatına dâir rivayetlerin hiçbiri sahîh değildir.
"Resûl-i Ekrem mesciddeyken arkadan bir ses duyuldu. Gidip baktılar ki, Hızır'dır."
"Hızır ile İIyâs, her sene başında buluşurlar."
Arafât'da Cebrâîl ve Mîkâîl ve Hızır buluşurlar, diye başlayan uzun hadîs... Ben derim ki: İkinci hadîsi Ukaylî, Dârekutnî ve İbn Asâkir merfû' olarak İbn Ab-bâs'dan rivayet etmişlerdir. Üçüncü hadîsin de aslı vardır. "Keşfu'l-Hazer an emri'l-Hızır" adlı risalemize bakınız.
j- Rivayet edilen hadîsin bâtıl olduğuna doğru delîllerin şehâdet etmesi.
Unk İbn Un hakkındaki rivayetleri böyledir. Bu rivayetleri uyduranlar peygamberlere hakaretten başka birşey yapmamışlardır. Bu uzun ve uydurma rivayetlerde "Üc"un üç bin üçyüz otuz üç zira' boyu olduğu, tufanın topuklarına kadar yükseldiği, deniz dibinden aldığı balığı güneşe tutarak pişirdiği, Hz. Musa'nın askerini ezecek şekilde büyük bir taşı başına aldığı ve bu taşın bir halka şeklinde boynuna geçtiği gibi, birçok akıl ve mantık dışı uydurmalar vardır. Uydurandan ziyâde şaşılacak cihet; tefsîr ve benzeri kitaplara da bu rivayetin alınması ve tekzîb edilmemesidir. Bu rivayete göre Ûnk İbn Un Nûh Aleyhisselâm'ın adamlarından olmaması gerekir. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm'de: "Biz ancak, Nuh'un zürriyetini ibkâ ettik." buyurulu-yor. Yine Resûl-i Ekrem; Allah Teâlâ Âdem'i altmış zira' boyunda yarattı. Zamanla nesli küçülerek bu şekle indi, buyurdu. Yer ile gök arası şu kadar mesafede ve güneş dördüncü kat gökte olduğu halde balığı oraya nasıl ulaştıracaktı? Şüphesiz bütün bunlar İslâmiyeti alaya alan yahûdî zındıklarının uydurmalarıdır. Ben derim ki: BeğavTnin anlattığı gibi ulemânın ittifakıyla, Üc tbn Unk'u Mûsâ Aleyhisselâm öldürmüştür. Bu kadar. Demek ki, aslında "Ûc" vardır, fakat yalancılar bunun hakkında lafı uzattılar. "Hani Biz demiştik ki şu kasabaya girin" âyetinin tefsirinde tbn Abbfis'ın bu kasabanın azgınlar memleketi olan (Erîha) olup, buranın halkının, (Âd) neslinden olduğu ve kendilerine Amâlika denildiği, başkanlarının Ûc olduğunu rivayet ettiler, dedi. Ayrıca ed-Dürr'ül Mensûr'da anlatıldığı gibi, İbn Cerîr ve îbn Münzir "Doğrusu orada zâlim bir topluluk var." âyet-i celîlesinin tefsirinde Ka-tâdeMen, onların iriyarı insanlar olduğu rivayet edilmektedir. Bu hususta başka rivayet yolları da vardır. Bunların boylarının, kafa taslarının büyüklükleri ve göz deliklerinin genişlikleri hakkında daha birçok rivayetler zikredilir. Ibn Cerîr ve İbn Ebu Hâtim'in İbn Abbâs'dan rivayetlerinde Mûsâ Aleyhisselâm'm bu cebbarlar memleketine gitmekle emrolunduğu adamlarıyla beraber, Erîha şehrine yakın bir yere vardıkları Mûsâ Aleyhisselâm'm casusluk için oniki kabileden oniki adam gönderdiği adamların bir bahçeye girdikleri, ancak bahçe sahibinin, bunları teker teker yakalayarak bir meyve torbasına koyduğu ve kralın huzuruna götürdüğü, rivayet edilmiştir. Ayrıca, bir bahçe duvarı gibi, dünyayı kaplayan yeşil zümrütten ma'mûl "Kâf" dağından ve gök kubbesinin bu dağ üzerine oturtulmasından söz edilir. Ben derim ki: Bunu Bağavî, Meâlim'de tkrime'den, Dahhâk.ed-Dürr'ül-Mensûr'da Mü-câhid*den rivayet etmiştir. Bundan başka İbn Münzir, Ebu'ş-Şeyh ve Hâkim, Abdullah tbn Büreyde'den Allah Tcâlâ'nın "Kâf" âyet-i celîlesinin tefsîrinde Kâfin dünyayı ilıâıa eden, zümrütten ma'mûl bir dağ olduğu söylenmektedir.
Yerin kaya üzerinde, kayanın öküzün boynuzunda... olduğuna dâir rivayette böyledir. Ben derim ki: Ebu Dünyâ ve Ebu Şeyh,. İbn Abbâs'dan rivayet ederler ki "Allah Teâlâ âlemi kuşatan Kâf adında bir dağ yaratmıştır. Damarları arzın, üzerine oturduğu kayaya bağlıdır, deprem olacak yerlerde Allah Teâlâ dağa emreder, dağ da oranın damarını çeker ve mevziî olarak deprem olur, denmiştir. Yine Rasûl-i Ekrem'e cinnîlerden bir kadın ki peygamberi, ziyaret etliği, bir seferinde kadının ziyaretini geciktirdiğinden Resûl-i Ekrem sebebini sorunca, Hindistan'da bir cenâT zeye katıldığını, yolda taş üzerinde İblîs'in namaz kıldığını gördüğünü ve İblîs'e; Âdem'in evlâdlarını azdırdığı halde, bu yaptığın nedir? diye sorduğunu, İblis'in de; Allah'tan mağfiret taleb ettiğini, söylediği ve bunun üzerine o gün merakından Râsul-İ Ekrem'in yüzünün gülmediği söylenir. Hâme İbn Heyscnı'İn ve Zcrbcp İbn Bâr'ın rivayet ettikleri uydurmalar gibi bütün bunlar da bâtıl şeylerdir.
k- Rivayet edilen hadîsin Kur'ân-ı Kerîm'in sarahatine uygun olmaması.
Dünyanın ömrünün yedi bin sene olup, bizim yedi bininci yılın içinde bulunduğumuz hakkındaki rivayet tamamen ve açık bir yalandır. Buna göre, herkesin, kıyamete ne kadar kaldığını bilmesi, gerekir. Halbuki Kur'ânı Kerîm'de kıyametin vaktini Allah'tan başka kimsenin bilmediği kesinlikle ifâde edilmiştir. Ben derim ki: Celâleddİn Suyûtî, bu hususa dâir bir risale yazdı ve asıl amacın kıyametin yaklaştığını bildirmek olduğundan, vakti belli olmadığı için, âyet ile bu rivayet arasında çelişki olmaz, dedi. Hattâ Resûl-i Ekrem'in kıyametin kopacağı zamanı bildiğini iddia edenler de, en büyük yalancılardır, dedi. Çünkü Cibrîl hadîsinde yeralan soru soran bedevinin kim olduğunu bilemediği gibi, kıyametin ne zaman kopacağı hakkındaki soruya da; Bu hususta sorulan, sorandan daha fazla bir şey bilmez ifâdesini; yalnız soran ve sorulan bilir, mânâsında tahrif etmişlerdir. Allah Teâlâ'mn her bildiğini Rasûl-i Ekrem de bilir, demek küfürdür. Çünkü, Allah Teâlâ Kur'ân-ı Ke-rîm'de, "Senin etrafında öyle münafıklar var ki, sen onları bilmezsin." mealinde âyet indirmiş ve bu âyet son zamanlarda nazil olmuştur, Resûl-i Ekrem'in her şeyi bilmediğini te'yîd eden rivayetlerden birisi de, Hz. Âişe'nin gerdanlığını düşürmesi olayıdır. Hadîs âlimlerinden İmâd Üddİn İbn Kesîr, Buhârî'nin Hz. Âişe'den rivayetinde şöyle dediğini bildirir: "Rasûl-i Ekrem İle bir sefere çıktık. Beydâ veya Zât'ul Ceyş'e geldiğimizde gerdanlığımın düşmüş olduğunu gördüm. (Hz. Hatîce-nin yadigârı olduğu için) Resül-i Ekrem ve ashabı gerdanlığı aramak üzere durdular. Bu sırada bazı kimseler Hz. Ebu Bekir'e giderek; Âişe'nin yaptığım beğendin mi? bizi burada bekletiyor. Halbuki ne suyumuz kaldı, ne de buralarda su var dediler. Bunun üzerine babam Ebu Bekir yanıma geldi, o sırada Resûl-i Ekrem başını dizime koymuş uyuyordu, bana darıldi ve eliyle koltuklarıma dürttü. Fakat, Resül-i Ekrem dizimin üstünde olduğu için ben hiç kımıldayamıyordum. Sabahleyin uyandığında abdest alacak su yoktu, işte bu sırada teyemmüm âyeti nazil oldu. Bunun üzerine Es'ad İbn el-Hudri, ey Ebu Bekir sülâlesi, bu sizin ilk hayır ve bereketiniz-dir, dedi. Keza bunun gibi Rasûl-i Ekrem Medine'ye hicret ettiğinde Medînelilerin hurmalara bir nevi aşı yaptıklarını gördü. Bu bir şey değil, demek istedi ve onlar da vaz geçtiler. Fakat o sene hurma iyi mahsûl vermedi. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem, Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz, buyurdu. Kur'ân-ı Kerîm'de, "De ki, size Allah'ın hazîneleri bendedir demiyorum, gaybı bildiğimi de iddia etmiyorum." deniyor. Ayrıca "Eğer gaybı bileydim, çok hayır isterdim." buyurulmuştur. yine, Hz. Âişe'ye isnâd edilen, "tfk" olayı hakkında vahy gelinceye kadar Resûl-i Ekrem gerçeği bilmiyordu. O, ancak Allah Teâlâ'nın bildirdiğini bilir, bildirmediğini bilmezdi. Kur'ân-ı Kerîm'e uymayan bu gibi rivayetler mevzû'dur.
1- Râvîsinde galat olan hadîsler:
Meselâ: Ebu Hüreyre'den gelen bir rivayette, Allah Teâlâ yerleri Cumartesi günü yaratmıştır denmektedir. Bu rivayet, Müslim'in Sahîh'ine böyle geçmişse de, Buhâ-rî ve diğerleri bu sözün râvîsinin Ebu Hüreyre olmayıp Kâ'b'ül-Ahbâr olduğunu söylemişlerdir ve doğrudur. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'de yer ve göklerin altı gün içinde yaratıldıkları açıkça anlatılmıştır.
Mescîd-i Aksâ'da Sahra (Taş) hakkında; Allah Teâlâ'nın küçük ve yakın olan Arşıdır, rivayeti de Kur'ân'a uymayan bir rivayet olup yalancıların uydurmasıdır. Bu taş hakkındaki bütün rivayetler yalandır. Taş hakkında en sağlam rivayet cumartesi günü yahûdîlerin günü olduğu gibi, bu taş da onların kıblesi idi. Bize de Allah Teâlâ sonradan kıble olarak Kâ'be'yi seçmiştir, ifadesidir. Hz. Ömer bu taşın yanında cami yaptıracağı zaman, yanındakilere sordu; Camiyi taşın önünde mi yapalım, arkasında mı? Kâ'b, taş camiin önünde kalsın, deyince, Hz. Ömer; ey yahû-dî çocuğu, senin eski yahûdîliğin tutmuş, öyle şey yok, taş arkada kalacaktır, dedi ve görüldüğü gibi, Mescidi ön tarafta yaptı. Beyt el-Makdis'in ve bu taşın fazileti hakkında yalancılar lâfı çok uzatmışlardır. Beyt el-Makdis'in fazîleti hakkında en doğru rivayeti. Yolculuk üç mescid için yapılır. Bunlar: Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve benîm mescidimdir, hadîsidir ki, Buhârî ve Müslim'de vardır.
Keza Ebu Zer'den gelen bir rivayette; Yeryüzünde ilk mabedin Mescid-i Haram ve sonra Mescid-i Aksa olduğu... bildirilmiştir. Bu da ittifâklıdır. Yine Abdullah İbn Ömer'den gelen rivayette; Süleyman Aleyhİsselam Mescid-i Aksâ'yı yaptırdığı vakit, Allah'dan üç şey diledi. Birincisi, Allah Teâlâ'mn hükmüne uygun hüküm vermek; ikincisi; kendisinden başka kimseye layık olmayan bir mülke sahip olmaktır. Allah Teâlâ bunların ikisini de kendisine verdi. Üçüncüsü de, bu mescidde namaz kılanların bağışlanmalarını istemesidir. Bu dileğinin de kabul olmasını Allah'dan ümid ederim, rivayetidir. Bu hadîsi, İmâm Ahmed, Müsned'inde ve Hâkim Sahîh*-İnde rivayet etmişlerdir.
Bu husâsta dördüncü bir rivayet de vardır. O da, tbn Mâce'nin Sünen'inde muz-darib olarak rivayet ettiği; Mescid-i Aksâ'da bir namaz, elli bin namazdan üstündür, hadisidir, muhaldir. Zîrâ Resûl-i Ekrem'in mescidi, bundan faziletli iken, orada kılınan namaz, ancak diğerlerinde kılınan bin namaza muâdildir. Başka bir rivayette, Mescid-i Aksâ'da kılınan-bir namazın diğer camilerdeki beşyüz namaza muâdil olduğu bildirilmektedir. Bu' rivayet daha uygundur.
Resûl-i Ekrem'in, oradan Mirac'a çıktığı ve orada peygamberlerin ruhlarına imâm olduğu, Burak'ı kapıdaki halkaya bağladığı, mü'minlerin Ye'cûc ve Me'cûc'-dan korunmaları için buraya sığınacakları rivayetleri sahîhtir. Ben derim ki: Mehdî mü'minlerle birlikte Deccâl'dan kaçarak buraya iltica edecek, îsâ Aleyhisselam Şâm mescidinin minaresinden inecek ve Deccâlî İsâ öldürecektir. Sonra mescide girip orada birinci namazı Mehdî'nin imamlığında kılacaktır. İşte istisna edilen bu rivayetlerden başkaları uydurmadır.
m- Gece ve gündüzlere tahsis edilen bazı nafile namazlar hakkındaki rivayetler. Haftanın her gün ve gecesi için sayılan namazlara âit tafsilât yukarıda geçmiştir. Receb ayının ilk cum'asmda kılman Reğâib namazı ve benzerleri de uydurmadır. Bunların bir benzeri de, kendisi doğru sözlü olan Abdurrahmân İbn Mende'nin, hadîs uyduran İbn Cuhzum yolu ile İbn Enes'den merfû olarak rivayet ettiği; Receb Allah'ın, Şa'ban benim, Ramazân da ümmetimin ayıdır, hadisidir. Bu rivayette; Ramazânın ilk cum'a gecesini unutmayın. Melekler ona Regâib adını vermişlerdir, diye uzun ilâveler de vardır. İbn el-Cevzî, İbn Cuhzum'un yalan uydurduğunun söylendiğini belirtir. Abdulvehhâb, râvîlerinin meçhul olduğunu ve bu rivayetin hiçbir hadîs kitabında bulunmadığını söyler.
Ben derim ki: Hadîsin baş tarafı Ebu'l-Feth'in Emâlî'sinde mûrsel olarak Ha-san'dan rivayet edilmiştir. Süyûtî, bunu Câmiu's-Sağîr'inc almıştır. Receb ayında tutulan oruç ve kılınan namazlar hakkında rivayete edilen hadîslerin hepsi yalan ve iftiradır, sözü üzerinde de dururuz. Zîrâ Receb ayında oruç tutma hakkında müte-addid rivayetler vardır. Herne kadar teker teker bu rivayetler zayıf iseler de, birbirlerini takviye ederler. Bununla beraber, Receb ayında kılınan namazlar hakkındaki bazı rivayetlerin mevzu' olduğunda şüphe yoktur.
Meselâ; Receb-i şerifin ilk gecesinde, akşam namazını müteakip yirmi rek'at namaz kılan kimse, hesâb görmeden Sırât'ı geçer.
Receb'den bir gün oruç tutup, iki rek'at namaz kılan ve birinci rek'atında yüz Âyet-i Kürsî, ikinci rek'atında yüz Ihlâs okuyan kimse, cennetteki yerini görmeden ölmez, rivayetleri hep uydurmadır. Bu hususta doğruya en yakın olanı Receb ayında oruç tutmaktan Resûl-i Ekrem'in men' ettiğine dâir İbn Mâce'nin Sünen'indeki rivayettir. Ben derim ki (Ali el-Kârî) Rasûl-i Ekrem'in bu ayda oruçtan men'etmesi, borç olduğuna inanarak oruç tutanlar içindir. Yoksa, Receb ayında oruç tutmanın kerahetini bilen kimse için söylememiştir.
Şa'ban ayının onbeşinci gecesinde kılınacak namazlara dâir rivayetler de böyledir. Meselâ: Ya Ali, Şâbân'ın onbeşinci gecesi bin ihlâs okumak suretiyle yüz rek'at namaz kılan kimsenin, Allah Teâlâ o gece bütün dileklerini kabul eder ve kendisine birçok mükâfatlar verir. Her hürînin etrafında yetmiş bin câriye ve gılmân olduğu halde, kendisine yetmiş bin hûrî verir, ve devamla; Anne ve babası yetmiş bin kişiye şefaat eder, şeklindeki rivayet gibi. İlimden azıcık nasibi olanların bu gibi hezeyanlara kapılmayacaklarında şüphe yoktur. Bu gece ile ilgili namaz, hicrî dördüncü asırdan sonra Beyt el-Makdis*de îcâd edildi ve buna dâir hadîsler uyduruldu.
n- Hadîsin lâfzındaki rekabet ve hadîsin ifâdesini kulağın kabul etmeyip zevk-i selimin çirkin görmesi.
Meselâ; Dört şey dört şeyden doymaz: Kadın kocadan, yer yağmurdan, göz bakmaktan, kulak dinlemekten. Ben derim kî: Camiu's-Sağîr'de de olduğu gibi, bu hadisi Ebu Nuaym Ebu Hüreyre'den, Ibn Adiy ve Taberânî Âişe'den rivayet etmişlerdir. Şu kadar ki; Kulak dinlemekten doymaz, yerine; Âlim ilimden doymaz, şeklindedir. Olsa olsa hadîs zayıf olur, mevzu' olmaz.
Hatırlı iken itibârını kaybeden, zengin iken fakir olan, âlim iken çocukların elinde oyuncak olan kimselere acıyınız. Ben derim ki: Hakkâkük ve benzeri mübâh olan san'atlar aleyhinde de RasûM Ekrem'den rivayet edilen bütün hadîsler yalandır. Çünkü Allah Teâlâ ve Resulü hiçbir san'atı yermezler. Ancak, bazı san'atlarda irtikâb edilen mekruh ve haramlardan men ederler.
Sarhoş olarak ölen, mezara sarhoş olarak girer, sarhoş olarak kabirden kalkar ve sarhoş olarak Cehennem'e sevk edilir.
Allah Teâlâ'nın yarattığı bir melek var, adma"İmâre" denir, yakuttan bir atı vardır. Boyu göz gördüğü kadar uzundur. Memleketleri dolaşır, çarşı ve pazar yerlerinde durarak; Şu ve şu kimseler azıtsın, şuna ve şuna müsâade edilsin, diye çağırır.
Allah Teâlâ'nın "tmâre" adında taştan bir meleği var, taştan bir merkep Üzerinde yere iner ve güçlükler çıkarır. Bütün bu İfâdeler aslı astarı olmayan uydurmalardır,
o- Habeşilileri ve Sudanlıları yeren hadîsler.
Bırakın şu Sudanlıları, o siyah derililer ancak yiyip içmeyi ve cinsi münâsebette bulunmayı bilirler.
Zencî'nin karnı doydu mu gözü zinada; acıkınca da hırsızlıkta olur. Ben derim ki: Bu hadîsi İbn Adiyy zayıf sened ile, Âişe'den rivayet etmiştir. Ayrıca bu hadîste, cömertlik ve kahramanlıklardan da bahsedilir.
Zencilerden sakının. Zîrâ onlar çirkin yaratıklardır.
Resûl-i Ekrem, bir yerde bir sofra gördü ve bu yemek kimin için hazırlandı? diye sordu. Habeşliler için hazırlandığı söylenince Resûl-i Ekrem; onlara yedirmeyin, zîrâ onlar acıkınca gözleri hırsızlıkta, doyunca da gözleri zinadadır, buyurdu.
Türkleri, (hadım edilmiş) insanları ve köleleri yeren hadisler de bunlar gibi uydurmadır.
Allah Teâlâ burulmuş insanlarda hayrı murad edeydi, onlardan ibâdet eden evlâd meydana getirirdi.
"Âhir zamanda insanoğlunun mâlik olduğu şeylerin en kötüsü kölelerdir." Ben derim ki: Câmiu's-Sağîr'de olduğu gibi, bunu Ebu Ya'lâ birşey yoktur diyerek İbn Ömer'den rivayet etmiştir.
Habeşliler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayın. Zîrâ Kâ'be'nin hazînelerini iki baldırı çıplak karabacakh habeşli çıkaracaktır. Bu hadîsi Ebu Dâvud ve Hâkim Müstedrek'inde tbn Ömer'den rivayet etmişlerdir.
Size dokunmadıkça türklere dokunmayın. Zîrâ benim ümmetimi ilk soyacak olan onların melikleridir. Bunlar, Kantura neslindendirler. Câmiu's-Sağîr'de olduğu gibi, bunu da Taberânî, İbn Mes'ûd'dan rivayet etmiştir. Kantura, Halîl İbrahim'in câriyelerindendir. Nihâye'de yazıldığı gibi, Türk ve Sîn adında evlâdları olmuştur.
p- Güvercin hakkında rivayet edilen hadîslerin hiçbiri sahîh değildir. Güvercine bakmak Resûl-i Ekrem'in hoşuna giderdi.
ResüM Ekrem yeşilliğe, turunç ve ağaç kavununa ve kızıl güvercine bakmaktan hoşlanırdı. Ben derim ki: Taberânî, İbn Sünnî ve Ebu Nuaym Kebşe'den, yine İbn Sünnî ve Ebû Nuaym Ali'den ve yine Ebu Nuaym Âişe'den; Resûl-i Ekrem turunç ve kızıl güvercine bakmaktan hoşlanırdı, diye rivayet etmişlerdir.Yeşilliğe ve akar suya bakmaktan hoşlandığını da rivayet etmişlerdir.
Yalnızlıktan Resûl-i Ekrem'e şikayette bulunan bir kimseye ResÛl-i Ekrem; güvercin bulundursanız hem onunla eğlenir, hem de yumurtasından faydalanırdınız, demiştir.
Kanadı kesik güvercinler bulundurunuz, zîrâ onlar çocuklarınızdan cinleri uzaklaştırır. Ben derim ki: Bu hadîsi Şîrâzî, Hatîb ve Deylemî İbn Abbâs'dan ve İbn Adiy Enes'den rivayet etmişlerdir. Zekeriyyâ İbn Yahya diyor ki: Ebu'l-Buhterî, Hârûn' er-Raşîd'in huzuruna girdi. Hârûn er-Reşîd güvercin uçuruyordu. Buhterî'ye, güvercin hakkında bir rivayet biliyor musun? diye sordu, Buhterî; evet, Hisâm babasından, o da Hz. Âişe'den rivayetinde; Resûl-i Ekrem güvercin uçururdu, dedi. Bunun üzerine Reşîd Buhterî'yi yanından kovdu ve Kureyş'den olmayaydı ben onu kadılıktan azlederdim, dedi.
Ben derim ki: Bu boş bir ma'zerettir. Zîrâ yalan söylediğini ve hele Resûl-i Ekrem'e yalan isnâdda bulunduğunu kesin olarak bildikten sonra, adaletten sakıt olmuş ve kadılıktan azledilmeyi haketmiştİr. Diğer bir rivayette de şöyle denir. Senin bu sözün yalandır, dedi ve bu yalana sebep olan güvercini de öldürdü. Güvercin hakkında en sağlam rivayet; Rasûl-i Ekrem bir adamın güvercin peşinde dolaştığını görünce: Şeytânın peşinde dolaşan şeytân, sözüdür. Ben derim ki: Bu rivayet Aska-lânî'nin de dediği gibi mevzu' değil, belki hasen bir rivayettir. Çünkü bunun şahitleri vardır.
r- Tavuk yetiştirmek hakkındaki rivayetler.
Bu hususta da sahih bir rivayet yoktur. Tavuk yoksulların koyunudur.
Yoksullara tavuk, zenginlere de koyun beslemelerini tavsiye ederim. Ben derim ki: İbn Mâce'nin Ebu Hüreyre'den böyle bir rivayeti vardır. Ve bu rivayetin sonunda, zenginler de tavuk yetiştirmeye kalkışırsa, memleket harâb olur buyurulmuştur.
Râvîler arasında, şüpheli bir zât vardır. İbn Hibbân bu adamın hadîs uydurduğunu bildirdi. Ben derim ki: Buna göre hadîs zayıf olur, mevzu' olmaz.
s- Çocukları yeren hadîsler de yalandır.
Meselâ: Hicrî yüzaltmış senesinden sonra çocuk yetiştirmedense kedi-köpek beslemek daha hayırlıdır.
Hicri altıyüz yılından sonra doğacak çocuklarda hayır yok, hadîsleri gibi.
ş- Yukarıda.da işaret edildiği gibi istikbâlde tarih bildiren hadîsler de bâtıldır.
Falan sene olduğu vakit şöyle olur veya fâlân ay girdiği vakit gibi rivayetlerin hepsi uydurmadır.
Ramazân ayında öyle gürültülü bir ses duyulur ki, uykuda olant uyandırır, ayakta olanı çökertir ve yırtıcı hayvanları inlerinden çıkarır. Sonra Şevval ayında büyük ve korkunç bir hâdise olur. Zûlkade de kabileler birbirinden ayrılır. Ve Zülhicce'de kan dökülür.
Ramazân'ın onbeşi cumaya tesadüf ederse, öyle gürültülü bir ses duyulur ki, yetmiş bin kişi bayılır ve yetmiş bin kişi de birbirine girer. Ben derim ki: Ebu Nu-aym Şehr Ibn-i Havşeb'den mürsel olarak, bu gibi senede Ramazân'da ses, Şevvâl'-de korkunçluk, Zülkâde'de harb, Zülhicce'de hacıları soymak gibi vak'alar olur ve Muharrem'de de göklerden şöyle bir ses duyulur. Mehdî doğdu, ona itaat edin. Diğer rivayet yollarında bu anlattıklarımızın yanında bir de, Minâ da büyük savaş olur, Rükn ile Makam arasında Mehdî'ye bîat edilir, şeklinde ilâveler vardır.
Yüzüncü yıl başında Allah Teâlâ soğuk bir rüzgâr estirir ve bütün İyilerin ruhu kabzolur.
Hicrî yüzotuz yılında; zâlimin ezberinde Kur'an okunmayan yerde Mushaf, kötüler arasında iyi insan garîbtir.
Hicrî yüzotuzbeşte, Süleyman Aleyhisselam'ın adalara hapsettiği şeytânlar çıkar, bunların onda dokuzu Irak'a ve onda biri de Şam'a giderek Kur'ân ile mücâdele ederler.
Hicrî yüzelliden sonra, evlâdlannızın hayırlısı kız çocuklarıdır. Hicrî yüzaltmişdan sonra şöyle böyle olur.
Hicrî kırk yılına kadar ashabım îmân ve amel ehlidir. Seksen yılma kadar birr ve takva erbabıdır. Yüzyirmi yılına kadar sıla-i rahm adamlarıdır. Yüzaltmış yılından sonra da insanlar birbirine arka çevirecekler ve sonradan pek çok karışıklıklar olacaktır.
Hicrî ikiyüz yılından sonra âfetlerin çoğalacağına dair rivayetlerin hicrî üçyü-zaltmıştan sonra dağlara kaçmaktan başka çâre olmadığına dâir rivayetlerin hiçbirisinin aslı yoktur.
Aşûrâ günü kan almak, süslenmek ve evde bolluk göstermek, bugüne ait namaz kılmak ve diğer bu günün faziletini bildiren rivayetlerin hiçbirinin aslı yoktur. Sadece o günde oruç tutmak hakkındaki rivayet müstesnadır.
Aşûrâ günü çocuklarına genişlik ve bolluk gösteren kimse, sene içinde darlık görmez. Ahmed İbn Hanbel, bu hadîsin sahîh olmadığını söylemiştir. Ben derim ki: Sahîh olmamasından, mevzu olması lazım gelmez. Olsa olsa zayıf olur. Çünkü Taberânî ve Beyhakî bu hadîsi Ebu Saîd'den rivayet etmişlerdir.
Aşûrâ günü, gözüne tutya ile sürme çeken kimse göz ağrısı görmez. Bu hadîsi Beyhakî lbn Abbâs*dan riyâyet etmiştir.
Bunlardan başka, Aşûrâ günü sürmelenmek, yağlanmak ve koku sürünmek gibi bütün rivayetler yalancıların uydurmalarıdır. Bir kısmı böyle yaparken, diğer bir kısmı da bugünü matem günü diye ilan etmiştir. Aslında iki taraf da bid'at ehlidir. Ehl-i sünet ise, Resûl-i Ekrem'in yaptığı ve emrettiği gibi o gün oruç tutarlar, şeytânın yoluna sapmaktan sakınırlar.
t- Sûrelerin faziletlerini bildiren ve sûreyi okuyana şu kadar mükâfat var, diyen rivayetler.
Sa'Iebî ve Vahidî gibi müfessirler sûrelerin başında, Zemahşerî ve ona uyan Beyzâvî ve Müftî Ebu's-Suûd Efendi gibi zâtlar da, sûrelerin sonlarında bu fazîlet-leri saymışlardır. Abdullah lbn Mübarek; bu faziletleri uyduranların zındıklar olduklarını sanıyorum, demiştir. Hattâ, bunları uyduranlardan birisi bunu itiraf etmiş ve halkı Kur'an ile meşgul etmek istediğini söylemiştir. Bunları uyduran câhillerden bazıları da: Biz Resûl-i Ekrem'e yalan isnâd etmiyoruz, Resûl-i Ekrem için bu yalanları uyduruyoruz, demişlerdir. Bilmiyorlar ki, her ne şekilde olursa olsun Resûl-i Ekrem'in demediğini dedi diyen en şiddetli azabı hakkeder.
u- Hz. Ebu Bekir ve diğer zâtlar hakkında uydurulan hadîsler.
Kıyamet günü Allah Teâlâ herkese umûmî ve yalnız Ebu Bekir'e husûsî bir şekilde tecellî eder.
Allah Teâlâ bana her neyi verdiyse, ben onu Ebu Bekir'e verdim. Ebu Bekir ile benim aramdaki mesafe, atbaşı gibidir. Allah Teâlâ Ebu Bekir'in ruhunu tercîh etmiştir.
Hz. Ömer anlatıyormuş: Resûl-i Ekrem ile Ebu Bekir konuşurlarken, ben aralarında bir zencî gibi kalırdım.
Nuh'un ömrü boyunca Ömer'in faziletleri anlatılsa yine bitmez. Bununla beraber Ömer, Ebu Bekir'in faziletlerinden yalnızca biri olabilir.
Ebu Bekir, fazla namaz kılmakla ve oruç tutmakla, sizi geçmiş değil, belki onun üstünlüğü kalbine akıtılan bir şey sayesindedir. Bu söz, aslında Ebu Bekir tbn Ayyaş'in sözüdür. Bunların hepsi asılsız rivayetlerdir. Râfızîler Hz. Ali'nin fazileti hakkında pek çok yalan hadîs uydurmuşlardır. İrşâd kitabında Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'in fazîleti hakkında üçyüz bine yakın hadis uydurulduğunu, Ebu Ya'lâ haber vermiştir. Bunu bir mübalağa sanma, incelersen bu hususta pek çok rivayetler bulursun. Bir başka uydurma hadîste Ehl-i Sünnet câhillerinin Muâviye'nİn fazîletine dâir uydurdukları hadîslerdir. îshâk bin Râhuye; Muâviye'nİn fazîleti hakkında Resûl-i Ekrem'e izafe edilen hiçbir rivayet sahîh değildir, der.
Bunlardan birisi de, İmâm A'zam ve Şafiî'nin isimlerini tasrîh ederek, onların menkıbelerine dâir uydurulan rivayetlerdir. Onları yeren rivayetler oi aynı şekilde uydurmadır. Muâviye, Amr lbn Âs, Emevîler, Mansûr ve Saffâh'ı öğüp yeren; Ye-zîd, Velîd ve Mervân'ı yeren hadîsler de bunlardandır. Bağdâd, Basra, Küfe; Merv, Kazvîn, Askalân, İskenderiye, Nusaybin ve Antakya hakkında rivayet edilen hadîsler de yalandır. Abbâs sülalesinin cehennem'de yanmayacağını, hilâfetin Abbâs'ın evlâdlarında olacağını, Horasanlıları öven hadîsler; Abbâs’m evlâdlarından halîfe olanları sayan rivayetler ve şu şehirler cennet şehirlerinden veya cehennem şehirle-rindendir... gibi sözler; Ekrem'in Muâviye ve Amr İbn Âs'a bakarak: Bun-
ları bırak, fitneye dönsünler, sonra da cehenneme dalsınlar, buyurması ve ayrıca Ebu Musa'yı yeren hadîsler de tamamen uydurma ve yalandır.
îmânın artmayıp eksilmediğine ve bunun karşısında, artıp eksildiğine dâir uydurulan hadîsler de yalandır. îmân artar ve eksilir, sözünün sahîh bir söz olduğunu söylerler. Ben derim ki: îmân artmaz, eksilmez sözü de doğru bir sözdür. Ancak, dâvamız bu sözlerin hadîs olup olmadıklarmdadır. imânın artıp eksilmediğine dâir olan rivayeti, Ahmed, Ebu Dâvûd, Hâkim ve Beyhakî'nin sahîh senet ile, Muâz'-dan gelen bir rivayetleri te'yîd eder. Fakat bu rivayetler daha ziyâde, sahabe ve tâ-biîn'in ittifakı gibi bir şeydir. Meselâ: Bütün Ehli Sünnet, Kur'ân-ı Kerîm'in mahlûk olmadığında ittifak halindedirler. Fakat, Kur'an mahlûk değildir, sözü hadis değildir. (Ali el-Kârî, Mevzuat (Türkçe çev. Ahmet Serdaroğlu), 138-155)[59]
Rivayet tefsirinin zayıf noktalarından birisi de bu tür tefsirlere İsrâiliyâtın fazlasıyla sızmış olmasıdır, lsrâiliyât terimi ile; yalnızca yahûdî kaynaklı fikirler değil, aynı zamanda Hıristiyan kaynaklı fikirler ve bunların ikisinin karışımından ibaret olan Bâtınî ve Gnostik (irfânî) fikirler de kasdedilir. Yahûdî kaynaklı fikirler anlamına lsrâiliyât denmesinin nedeni, bu fikirlerin tefsirlerde daha çok yer almış olmasındandır.
Bilindiği gibi, Isrâîl; Hz. Ya'kûb'un adı veya lakabıdır. Hz. Yâkûb (a.s), Kur'-ân'da sözü edilen oniki Yahûdî boyunun (Esbât) atasıdır. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerîm yahûdîlerden, daha çok Benu Isrâîl (İsrâîloğulları) şeklinde sözeder. İslâm kaynaklarının ifâdesine göre, Isrâîl kelimesi İbrânîce Allah'ın kulu anlamına gelmektedir, îsrâiliyât ise, az Önce de belirttiğimiz gibi diğer dinlerin yanı sıra daha çok Yahûdî menşe'li fikirler için kullanılan bir ta'bîrdir. lsrâiliyât haberleri metin ve sened bakımından sahîh olan ve olmayan haberler diye ikiye ayrılabilir. Bazılarının senedi zayıftır, bazılarının da metni zayıftır. Metni ve senedi sahîh olupta muteber hadîs kitâblarında da yer almış bulunan yahûdîlerle ilgili haberler, İslâm bilginleri tarafından makbul sayılmıştır. îsrâîloğulları ile ilgili birçok uydurma haberler Hz. Peygamber'e mal edilmiştir. Sözgelimi Bâbîl hükümdarı Buhtunnasr'ın İran hükümdarı olarak gösterildiği ve yediyüz yıl hükümdarlık yaptığının zikredildiği Hüzeyfe İbn Yemmân'dan rivayet edilen hadîs bunun örneğidir. (Taberî, XV, 22).
Resûlullah (s.a) genellikle îsrâiliyâtm nakledilmesini yasaklamıştır. Nitekim Ebu Hüreyre'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber zamanında yaşayan Ehl-i Kitâb Tevrât-ı ibranca okuyor ve onu müstumanların anlaması için arapça tefsîr ediyorlardı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a) şöyle buyurmuştu: Ehl-i Kitabı ne tasdik ediniz, ne yalanlayınız. Sadece; biz, Allah'a ve bize indirilmiş olana îmân ettik." (Bakara, 136) deyiniz, buyurmuştu.
(Ahmed İbn Hanbei, Müsned, IV, 136)
Taberî'nin ifâdesine göre; Abdullah İbn Mes'ûd;ehl-i Kitaba birşey sormayınız, onlar size doğru yolu gösteremezler çünkü kendileri sapıtmışlardır. Aksi takdîrde hakkı yalanlar ya da bâtılı tasdîk edersiniz, demiştir. (Taberî, XXI, 3) Buhârî'nin Abdullah İbn Abbâs'tan nakline göre; o da şöyle demiştir: Ey müslü-manlar topluluğu; Allah'ın peygamberine indirmiş olduğu ve Allah'ın en yeni haberlerini İhtiva eden, sizin de okuduğunuz kitabınız hiç bozulmadan yanınızda bulunduğu halde, Ehl-i Kitâb'a nasıl sual soruyorsunuz? Halbuki Allah Teâlâ; Ehl-i Kitâb'ın Allah'ın yazdığını değiştirdiğini ve kitabı elleriyle tahrif edip az bir pahaya satmak için; bu, Allah katındandır, dediğini size bildirmiştir. Size gelen bilgi, onlardan soru sormaktan sizi alıkoymaz mı? Allah'a andolsun ki; onlardan hiçbir kişinin size indirilmiş olanla ilgili sorular sorduğunu görmedim. (Buhârî, Kitâb'ül-itisâm, bâb, 25)
Ahmed İbn Hanbel'in Câbir'den naklettiğine göre; Hz. Ömer Tevrat'tan bir parçayı (bir kitâb) arapça istinsah edip Resûlullah'a gelmiş ve okumaya koyulmuştu. O, okudukça Resûlullah (s.a)'uı yüzü değişiyordu. Ansâr'dan bir kişi Hz. Ömer'e: Ey Hattâb'ın oğlu, yazıklar olsun sana. Resûlullah (s.a)'ın yüzünü görmüyor musun? demişti. Resûlullah (s.a) bunun üzerine şöyle buyurmuştu: Ehl-i kitaba birşey sormayınız. Çünkü onlar sapıtmış olduklarından sizi asla hidâyete sevkedemezler. Doğrusu siz, ya bir gerçeği yalanlar veya bir bâtılı tasdîk etmiş olursunuz. Allah'a andolsun ki; Mûsâ, aranızda bulunmuş olsaydı; ona bana tâbi olmaktan başka bir şey yapmak helâl olmazdı. (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, III, 378) Ve yine Ömer İbn Hattâb'ın; Kâ'b ei-Ahbâr'ın konuşmasını yasakladığı ve onu ülkesine tekrar sürgün etmekle tehdîd edip şöyle buyurduğu kaynaklarca ifâde edilir: Ya öncekilerin sözlerini bırakırsın, ya da seni maymunlar ülkesine ulaştırırım. (Remzi Na'na', el-Isrâîliyât ve Eseruha fi Kütüb'it-Tefsîr, 87)
Aynı konuda İbn Kesîr'in Hz. Ömer'den nakleddiği son derece mânîdâr ifadeler için bkz. Hadîslerle kur'an-ı Kerîm Tefsîri, VIII, 4031-4033.
Ne var ki Buhârî gibi bazı güvenilir kaynaklarda yer alan hadîslerde Resûlullah (s.a)'ın isrâîloğullarından nakillere izin verdiği de belirtilmektedir. Sözgelimi Abdullah ibn Amr ibn Âs'ın naklettiğine göre; Resûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: Bir âyet de olsa benden tebliğ edin ve Isrâîloğullarından nakledin. Bunda bir beis yoktur. Kim de bana kasıtlı olarak yalan isnâd ederse cehennemden yerini hazırlasın. (Buhârî, Kitâb'ûl-Enbiyâ, 50; Müslim, Kitâb'üz-Zühd, 72)
Isrâîliyâtı Nakleden Sahabe ve Tabiînden Bazı Kişiler: Daha öncede belirttiğimiz gibi başta Abdullah İbn Abbâs, Ebu Hüreyre, Abdullah İbn Amr İbn Âs olmak üzere ashâbdan bazı kişiler İsrâiliyât diye nitelendirilebilecek ehl-i kitâbdan bazı haberleri nakletmişlerdir. Ancak İsrâîliyâtla ilgili bilgiler genellikle başta Abdullah İbn Selâm olmak üzere Temîm ed-Dârî, Kâ'b el-Ahbâr, Vehb İbn Münebbih, Ab-dülmelik ibn Abdülaziz İbn Cüreyc ve Kelbî gibi bilginler tarafından yaygın olarak rivayet edilmiştir. Şimdi bu zevat hakkında kısaca bilgi vermeye çalışalım:
a- Abdullah İbn Selâm (öl. 43/663)
Yûsuf Abdullah İbn Selâm İbn Haris el-İsrâilî el-Ansâri. Asıl adı Hüseyn olan Abdullah îbn Selâm, Medine'de Hazrec kabilesinin bir kolu olan Avf oğullarının müttefiki Kaynuka' oğullan kabilesine mensûb bir Yahûdî mühtedîsidir. Resûlullah (s.a) Medine'ye hicret ettiklerinde Hz. Peygamber'e üç soru tevcîh etmiş ve ancak peygamber olan kimsenin bu sorulara cevâb verebileceğini bildirmiştir. Kıyametin ilk alâmetinin ne olduğunu, cennet ehlinin yiyeceği ilk yemeğin ne olduğunu ve doğan bir çocuğun annesine ya da babasına niçin benzediğini sorar ve Hz. Peygamber de kıyametin ilk alâmetinin insanları Doğudan Batıya götüren bir ateş olduğunu, cennete girenlerin yiyecekleri ilk yemeğin balık ciğerinin fazlası olduğu ve erkeğin suyunun kadının suyundan önce geçmesi halinde çocuğun babasına; kadının suyunun erkeğin suyundan öne geçmesi halinde çocuğun anasına benzeyeceğini bildirmesi üzerine Abdullah tbn Selâm Peygamberin hak peygamber olduğunu bildirmiş ve bu bilginin ancak bir peygamberden sâdır olacağını ifâde etmiştir. Bilâhere Re-sûlullah'a; kendisinin yahûdîler arasında itibarlı bir kişi olduğunu, fakat müslüman olduğu takdirde yahûdîlerin bunu kabullenmeyeceklerini ifade ederek müslüman olduğunu ilân etmezden önce Hz. Peygamberin kendisiyle ilgili olarak yahûdîlere bazı sorular yöneltmesini rica etmiş ve bunun üzerine de Resûlullah (s.a) haber göndererek yahûdîleri çağırtmış ve onlara şöyle demişti: Ey Yahûdî topluluğu, yazıklar olsun size. Allah'tan korkun. Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allaha ye-mîn ederim ki, siz elbette benim Allah'ın gerçek Resulü olduğumu ve size hak olarak gönderilmiş peygamber bulunduğumu bilirsiniz, öyle ise müslüman olun. Yahudiler; biz senin hak peygamber olduğunu bilmiyoruz, dediler. Resûlulîah (s.a) da bunu üç kez kendilerine tekrarladı. Sonra; sizin arkadaşınız olan Abdullah İbn Selâm hakkında ne dersiniz? dedi. Onlar: O, bizim efendimiz, efendimizin çocuğu, en bilginimiz ve en bilginimizin çocuğudur, dediler. Resûlullah (s.a): Ne dersiniz ya o müslüman olduysa? dedi. Yahûdîler: Hâşâ Allah'a andolsun ki o, müslüman olacak biri değildir, dediler. Resûlullah (s.a) bunu üç kez tekrarladı. Sonra da: Ey İbn Selâm, yanlarına çık onların, dedi. Abdullah İbn Selâm onların yanına gelip: Ey Yahûdî topluluğu; Allah'tan korkun. Kendisinden başka İlâh bulunmayan Allah'a yemîn ederim ki, onun Allah'ın Rasûlü olduğunu ve hak ile geldiğini bilirsiniz. Onlar; yalan söyledin, dediler. (Buhârî, Sahîh, V, 63) Müslüman olduktan sonra yahûdîler Abdullah İbn Selâm'ın bütün meziyetlerini reddettiler. Sahabe arasında yüksek bir mevkie sahib olan Abdullah İbn Selâm'ın, cennetle müjdelendiğİ ve Ra'd sûresinin 43., Ahkâf sûresinin 10. âyetinin onun hakkında nazil olduğu rivayet edilir. Abdullah İbn Selâm Tevrat'ı iyi bilen bir zât olduğu gibi, bir gecede Tevrat'ı okuyup bitirdiği ve Resûlullah'ın bu konuda kendisine ruhsat verdiği kaynaklarda nakledilir. Genellikle islâm kaynakları, Tevrat'ta Resûlullah'ın zikrinin geçtiği ve onların çocuklarını tanıdıkları gibi Peygamberi tanıdıkları halde îmân etmediklerini bildirirler. Abdullah İbn Selâm'ın Hz. Osman'a baş kaldıran âsîlere karşı çıktığı ve âsîlere seslenerek; kendisinin câhiliyet dönemindeki durumunu anlatmış, Resûlullah'ın ona Abdullah adını verdiğini ve hakkında âyet nazil olduğunu hatırlatmış, Hz. Osman'ı katletmeleri halinde başlarına gelecek felâketleri sıralamıştı. Ancak âsîler; öldürün şu yahûdîyi diyerek kendisine karşı çıkmışlardı. Hz. Ömer ile birlikte Kudüs fethini görmüş bir sâhâbî olan Abdullah İbn Selâm bizzat Hz. Peygamber'den hadîs rivayet ettiği gibi oğlu Yûsuf ve Muhammed ile birlikte Avf İbn Mâlik, Ebu Hüreyre, Ebu Bürde İbn Mûsâ ve Atâ İbn Yesâr gibi zevat da ondan hadîs rivayet etmişlerdir.
Bütün hadîs imâmlarınca sika bir râvî olarak kabul edilen ve başta Buhârî olmak üzere diğer muhaddislerin kendisinden hadîs naklettikleri Abdullah İbn Selâm, sahabe arasında bilgisi ile de haklı bir şöhret kazanmıştır. Hattâ Muâz İbn Cebel ölüm yatağında iken ilim ve îmânın dört kişinin yanında olduğunu söylediği ve bunların da Ebu Derdâ, Selmân el-Fârisî, Abdullah İbn Mes'ûd ve Abdullah İbn Selâm olduğunu bildirdiği, kaynaklarca belirtilir. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 186)
Abdullah tbn Selâm'ın Yahûdî ve İslâm kültürüne vâkıf bir zât olması nedeniyle onun mevkuf olan hadîs rivayetlerinde ihtiyatlı davranmak gerektiği muhad-dislerce ifâde edilmiştir. Özellikle kıyamet alâmetleri ve âhir zaman fitneleri ile ilgili tsrâiliyat kıssalarını nakledenler arasında onun bulunduğu (Subhi Salih, Usûl'ül-Hadîs, 219) belirtilerek rivayetleri ihtiyatla karşılanmıştır. Ancak hiçbir kaynak diğer isrâiliyât nakledenleri itham ettiği gibi onu itham etmiş değildir.
b- Temîm ed-Dârî (öl. 40/660)
Yemenli Hıristiyan bir aileye mensûb olan Temîm ed-Dârî hicretin 9. yılında müs-lümân olmuş ve Hz. Osman'ın şehâdetine kadar da Medîne'de kalmıştır. Müslümanlar arasında bilhassa ibâdet ve takvâsıyla ün salmış olan bu zât, Mescid-i Nebevi'de kandil yakılmasını gelenekleştirmiş ve Hz. Ömer zamanında halîfenin Özel izniyle Mescİd-i Nebevî'de kıssa anlatmasına izin verilmiştir. Hz. Peygamber'in hutbe okurken yorulduğunu söylemesi üzerine; Şam'da gördüğü şekilde bir minber yapmak için izin istemiş ve Resûlullah'ın izin vermesi üzerine de Hz. Peygambere minber yapmıştır, ölüm tarihi pek iyi bilinmeyen ancak Hz. Ali'nin hilâfetinin son senelerinde vefat ettiği sanılan Temîm ed-Dârî eski Hıristiyan menkîlerini İslâm dünyasına nakleden kişi olarak bilinir. Ancak bu konuda itham edilecek derecede nakiller yapmadığı kabul edilmektedir.
c- Kâ'b el-Ahbâr (öl. 32/veya 34/652 veya 654)
Ebu İshâk Kâ'b îbn Mâna' İbn Haysu' el-Himyerî, Yemen yahûdîlerinden olup Hz. Ebu Bekir ya da Hz. Ömer'in halîfeliği esnasında müslüman olmuştur. Bazı kaynaklar ise onun peygamber devrinde müslüman olup geç dönemde hicret ettiğini söylerler. Müslüman olduktan sonra Medine'ye yerleşmiş ve Hz. Ömer'in yakın dostluğunu kazanmıştır. Hz. Ömer ile birlikte Kudüs'ün teslîmi törenine katılmış ve yine onun vefatından üç gün önce kendisine öleceğini haber verdiği bazı kaynaklarda (Taberî, Tarih, I, 2722) bildirmiştir. Hz. Osman'ın halîfeliği döneminde Şam'a git-mİş ve Muâvİye'nin yanında husûsî müşavirlik görevi yapmıştır. Hz. Osman'ın hilâfeti zamanında Hımıs'ta vefat etmiş ve buraya gömülmüştür. Kendisi Rasûlullah'tan mürsel rivayetler nakletmiş, Hz. Ömer, Hz. Suheyb ve Hz. Âişe'den nakiller yapmıştır. Muâviye, Ebu Hüreyre, Abdullah İbn Abbâs, Atâ İbn Ebu Rebâh ve başkaları da Kâ'b'dan hadîs rivayet etmişlerdir.
Kâ'b isminin, Ya'kûb kelimesinden maklûb olduğu tahmîn edilmektedir. Ah-bâr ise hibr kelimesinin cem'i olup İbranca haber kelimesinden alındığı ve derin bilgin anlamına geldiği Bâbil yahûdîlerinde Rabbi diye isimlendirilen dinî unvandan sonra bir ünvân olduğu belirtilir. (M. Schmit İslâm Ansiklopedisi, Kâ'b mad.) Hz. Ömer'in vefatını önceden haber vermesi nedeniyle şehâdetinde parmağı olduğu bazı kaynaklarca ifâde edilmişse de bu konuda kesin bir kanaat belirtmek mümkün değildir. Herne kadar Reşîd Rızâ ve Ahmed Emîn gibi son dönem müellifleri onu ağır biçimde itham ederlerse de, İbn Abbâs ve Ebu Hüreyre gibi sahabenin ondan nakiller yapması, İmâm Müslim gibi bir hadîs imamının onun rivayetlerini nakletmesi, Ebu Dâvûd, Tirmizî ve Neseî'nin ondan hadîs tahrîc etmeleri bu hadîs bilginleri yanında onun güvenilir bir şahsiyyet olduğu sonucunu ortaya koymaktadır. Kâ'b el-Ahbâr'ın müslüman olduktan sonra Mescid-i Nebevî de Tevrat'tan bölümler okuduğu İbn Sa'd tarafından nakledilmektedir (İbn Sa'd, Tabakât, VII, 79) Hattâ Abdullah İbn Zübeyr'in onun hakkında; başıma gelecek her şeyi gelmezden önce Kâ'b bana haber vermişti, demesi onun gelecekten haber veren eski Yahûdî bilgeliğinden haberdâr bir kişi olarak tanınmasına neden olacaktır.
Hadîs ve tefsîrde tsrâiliyâti en çok yaygınlaştıran bu zât olmuştur. İlk Tefsîr bilginleri ondan pek rivayet nakletmezken ve Özellikle Taberî onun görüşlerine fazlaca yer vermezken, Sa'Iebî ve Kisâî gibi müellifler ondan büyük çapta rivayetler nakletmişlerdir. Hattâ İbn Cerîr Taberî'nin ifâdesine göre; Hz. Ömer'in öldürülmesinden üç gün önce yanına gelen Kâ'b el-Ahbâr; üç gün içinde öldürüleceğine and içerim, demiş, Hz. Ömer; bunu nereden biliyorsun? dediğinde, o; Azîz ve Celîl olan Allah'ın kitabında, Tevrat'ta gördüm, demiştir. Hz. Ömer kendisine: Sen Hattâb oğlu Ömer'i Tevrat'ta mı görüyorsun? diye sormuş, o: Allah'a andolsun ki hayır, ancak senin niteliğini ve şemailini orada gördüm ve ecelinin bittiğini orada buldum, diye karşılık vermiştir.
Hz. Ömer'in meclisinde bir kişi Nisa sûresinin 56. âyetini okumuş ve mecliste bulunan Kâ'b Hz. Ömer'e; bu âyetin tefsîrini müslüman olmazdan önce okumuştum, diyerek bildiğini ifâde etmiş, Hz. Ömer de kendisine: Söyle bakalım. Şayet söylediğin Resûlullah'tan işittiğime uygunsa seni tasdîk ederiz, değilse kulak asmayız, diye karşılık vermiştir. Bu olayda Hz. Ömer'in Kâ'b'ın rivayetlerini ihtiyatla kabûliendiğini göstermektedir. Hattâ müslüman olduktan sonra Tevrat'tan nakiller yaptığı için Kâ'b el-Ahbâr'ın Hz. Ömer tarafından dövüldüğü, gözetim altında bulundurulduğu ve hadîs nakletmesinin yasaklandığı bildirilmektedir, (t. Cerrahoğlu, Tefsîr Usulü, 252, 253) Yalnız Hz. Ömer değil Avf İbn Mâlik de Kâ'b'ın kıssa anlatmasını yasaklamış ve sahabenin ileri gelenlerinden birçoğu Kâ'b'ın görüşlerine itimâd edilemeyeceğini belirtmişlerdir. (M. Zâhid el-Kevserî, Makâlât, 39) Hakkında âyet nazil olduğu söylenen bir zâta selâm gönderen Kâ'b, sözkonusu âyetin kendisi hakkında nazil olmadığını bildirmiş ve bu sebeple üzülmemesinİ İfâde etmişti. Bu zatın Kâ'b'dan haber getiren kimseye cevabının: Kâ'b Yahûdî iken bu âyet nazil olmuştu, kendisi nereden bilecektir? şeklinde olduğunu Taberî nakleder. (Taberî, Tefsîr, IV. 208) Ve yine Hz. Osman'ın sorduğu soruya yanlış cevâb veren Kâ'b el-Ahbâr'ın başına Ebu Zerr el-öıfarî'nin elindeki sopayı indirdiği ve; ey Yahûdî oğlu Allah Teâla: "Daha önceden Medine'yi yurt edilmiş ve gönüllerine îmân yerleştirilmiş olan kimseler kendilerine hicret edip gelenleri severler. Onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önce tutarlar, nefsinin tamahkârlığından korunabilmiş kimseler. İşte onlar saadete erenlerdir." (Haşr, 9) "Onların mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardı onu verirlerdi." (Zâriyât, 19) "Onlar içleri çektiği halde yiyeceği yoksula, öksüze ve esîre yedirirler." (İnşân, 8) âyetlerinde böyle buyuruyor diyerek onun yanlışını düzeltir. Kâ'b el-Ahbâr'ın Sâd sûresinin 34. âyetini tefsîr ettiğini duyan Abdullah îbn Abbâs işittiklerini Hz. Ali'ye nakletmiş ve Hz. Ali de; Kâ'b yalan söylemiş, diyerek onun yorumunu reddetmiştir.
Bu konuda İbn Kesîr'in Taberî'den naklettiği bir rivayet şöyledir: Adamın biri Abdullah İbn Mes'ûd'un yanma geldi. İbn Mes'ûd ona; nereden geldin? dedi. Adam; Şam'dan, dedi. Kiminle buluştun? deyince, adam; Kâ'b ile, dedi. Abdullah İbn Mes'ûd Kâ'b sana ne anlattı? dedi. Adam; bana göklerin bir meleğin omuzunda döndüğünü söyledi, dedi. Abdullah İbn Mes'ûd; sen onu yalanladın mı, yoksa tasdik mi ettin? dedi. Adam; ne tasdik ettim, ne de yalanladım, dedi. Abdullah îbn Mes'ûd dedi ki: Sanırım ki sen ona gitmekle bineğini ve yükünü heba etmişsin. Kâ'b yalan söylemiş. Allah Teâlâ: "Muhakkak ki zail olmasınlar diye gökleri ve yeri tutan Allah'tır. Eğer zail olurlarsa andolsun ki bundan sonra onları kimse tutamaz. Şüphesiz ki O; Halîm, Ğafûr olandır." buyuruyor. (İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri, XXII, 6710-6711)
Kâ'b el-Ahbâr'ın isrâiliyât naklettiğini zikreden Taberî'nin verdiği bir örneği de kayd ederek konuyu bitirmeye çalışalım: İkrime'den nakledilen rivayette Abdullah İbn Abbâs'ın bir yerde oturduğu sırada yanına bir adam gelerek; ey Abbâs'ın oğlu, Kâb el-Ahbâr'dan garîb sözler işittim. O güneş ve ay hakkında birtakım garîb sözler söylüyor, demiş. Abdullah İbn Abbâs, bir yanı üstü dayanmışken adamın sözü üzerine ayaklarını dikip oturmuş ve; ne söylüyor? demiş. Adam Kâb'ın kıyamet günü güneş ile ay yaralanmış ve ayaklan kesilmiş deve şeklinde (Allah'ın huzuruna) getirileceğini ve her ikisinin bilâhare cehenneme atılacağını söylüyor, demiş. Abdullah İbn Abbâs fazlasıyla Öfkelenmiş, dudaklarının rengi değişmiş ve; Kâ'b yalan söylüyor, yalan diyerek üç kerre tekrarlamış, sonra da şöyle demiş: Bu, yahûdîlerin sözleridir. Kâ'b onu islâmiyete sokmak istiyor. Allah, emrine boyun eğip itaat eden yaratıklarını asla azâb-landırmaz. Allah bu yahûdî bilginini kahretsin, onun bilginliğini takbîh etsin o Allah'a karşı ne kadar cesur davranıyor, demiş. (Taberî, Tarih, I, 83-85);
d- Vehb İbn Münebbih (öl. 110/728)
Ebu Abdullah Vchb İbn Münebbih, aslen îrân'h bir aileye mensûb olup tabiîn bilginlerinin seçkinlerindendir. Babası Münebbih İran hükümdarları tarafından Horasan'dan Yemen'c sürgün edilmiş ve Peygamberin huzuruna gelip müslüman olmuştur. Münebbih Ycmen'de iken hicri 34 yılında Vehb doğmuş ve bir süre San'â'da kadılık yapmıştır. İsrâiliyât isimli bir kitabının olduğu da belirtilen Vchb, isrâİlî rivayetleri nakleden kaynakların başında gelir. Bazı hadîs bilginleri onu sika bir râvî saymışlarsa da zayıf ve hattâ yalancı diyenler de olmuştur. (İbn el-Cevzî, Mevzuat, I, 141) Ebu Hürcyre, Ebu Saîd el-Hudrî Abdullah İbn Abbas, Abdullah İbn Ömer, Abdullah İbn Amr İbn Âs, Câbir ve Enes İbn Mâlik gibi ashabın önde gelen sîmâla-rından hadîs nakletmiş olan Vchb İbn Münebbİh'ten oğullan Abdullah ve Abdur-rahmân'ın yanı sıra Amr İbn Dînâr gibi zevât hadîs nakletmişlerdir. Buhârî, Müslim, Nescî, Tirmizî ve Ebu Dâvûd da ondan rivayet naklederler. Kaderi olduğu da söylenen Vchb İbn Müncbbih'in, büâherc bu görüşünden vazgeçtiği belirtilir. Vehb'in kendisinin derin bilgiye sahip olduğunu söylediği ve Abdullah İbn Selâm ile Ka'b el-Ahbâr'ın bilgisinin kendisinde toplandığını ifade ettiği, belirtilir. (Zehebî, et-tefsîr ve'1-Müfcssirûn, I, 196) Vchb kendisinin gökten indiği söylenen doksaniki kitabı okuduğunu ve bunlardan bir kısmının insanların ellerinde bulunduğunu, ancak yirmiye yakınını yalnızca kendisinin bildiğini ifâde eder. Kırk yıl boyunca hiçbir canlıya kötülük yapmadığı ve yirmi yıl boyunca da yatsı namazıyla sabah namazı arasında yatağa girmediği söylenen Vehb'in zühd ve takvâsıyla şöhret bulduğu belirtilir, (ibn Sa'd, Tabakât, V, 543; Zehebî, Mîzan'ül-I'tidâl, IV, 353) Zehebî ve İbn Hacer Nescî ve İbn Hibbân gibi hadîs bilginlerinin onu sika râvîler arasında saydıkları, Buhârî'nin onun hadîsine güvendiği Zehebî tarafından bildirilmektedir.- (Zehebî, et-Tefsîr ve'I MüfessirÛn, I, 197)
e-Abdülmelik İbn Abdülazîz İbn Cüreyc (öl. 150/767)
Ebu Hâlid veya Ebu Velîd Abdülmelik İbn Abdülazîz İbn Cüreyc, Emevîlerin âzâdlı kölesi olup Hıristiyan Rûm asıllıdır. Mekke hadis ekolüne mcnsûb olan tbn Cüreyc, Hicaz'da kitâb tasnif eden ilk kişi olarak tanınır ve tâbîîn döneminde Isrâi-liyât nakleden simaların başında yer alır. İbn Cüreyc, çoğunlukla Hıristiyan kaynaklarındaki rivayetleri nakletmiştir. O, babası Abdülazîz tbn Cüreyc'den, Atâ İbn Ebu Rebâh'tan, Zeyd İbn Eslem'den ve ZührîMen rivayetler nakletmiş, kendisinden de iki oğlu Abdülazîz ve Muhammed ile Evzaî, Leys, Yahya ibn Saîd ve Ham-mâd İbn Zeyd gibi zevat rivayet nakletmişlerdir. Ölüm tarihi olarak 150 veya 159 seneleri gösterilmektedir. (767/776) Abdülmelik İbn Cüreyc Mekke'de doğmuş, sonra birçok ülkeleri gezmiş, Basra, Yemen ve Bağdâd'ı ziyaret etmiştir. Abdullah İbn Abbâs'tan bir kısmı sahîh, bir kısmı sahîh olmayan tefsîre dâir bir çok rivayet nakletmiştir. Hadîs bilginlerinden bir kısmı onu sika râvî kabul ederken bir kısmı da zayıf saymışlardır. Ancak onun sika bir râvî olmakla beraber tedlîs yoluna başvurduğu ve Mekke fakîhleri arasında mût'a nikâhına izin veren kimse olduğu, hattâ doksan kadınla müt'a nikâhı yaparak evlendiği söylenir. (Zehebî, A.g.e.., I, 199) Ahmed İbn Hanbel'in oğlu Abdullah, babasının İbn Cüreyc'i mürsel rivayetler nakleden ve mevzu' hadîsleri aktaran kimse olarak zikrettiğini bildirir. İmâm Mâlik de onun, nakillerinde dikkatli olmadığını belirtir. İbn Hacer Tehzîb'üt-Tehzîb'de mü-fessirlerin tefsîr rivayetinde İbn Cüreyc'in nakillerinde dikkatli davranmaları gerektiğini ancak böylece zayıf bir rivayeti nakletmemelerinin veya eksik bir rivayete dayanmamalarının mümkün olacağını ifâde eder. (İbn Hacer, Tehzîb'üt-Tehzîb, VI, 402-406)
Böylece gerek hadîslere, gerekse tefsîre tsrâiliyâta dâir haberleri girdiren sahabe ve tabiînin Ünlü sîmâlan hakkında bir nebze de olsa bilgi vermiş olduk. Şimdi tsrâiliyât kabilinden olarak tefsîrlerde yer alan bazı konuları kısaca zikretmeye çalışalım:
Allah Teâlâ'nın Furkân süresindeki: "O ki göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Çocuk edinmemiştir, mülkte ortağı yoktur. Herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş ve bir ölçü ile takdîr etmiştir." (Furkân, 2) âyetiyle ilgili olaıak işârî tefsirler; Allah'ın önce altı şeyi yaratıp ona bir nizâm vermiş olduğunu ve bir ölçüye göre tertîb ettiğini belirtirler. Bu altı şeyden birincisi, meşiyyettir ve nûr Üzerine Âdem yaratılmıştır. Sonra nefis, sonra rûh, sonra suret, sonra harfler, sonra isimler, sonra renk, sonra tat, sonra koku, sonra da dehr yaratılmıştır. Bilahare ölçüler, sonra amel, sonra bereket, sonra sükûn, sonra vücud, sonra Adem yaratılmıştır ki böylece yaratılış belirli bir sırayı izlemiştir. (Sülemi, Hakâik, varak 163; nakleden A. Aydemir, Tefsîrde Isrâiliyât, 73)
Yerin ve'göğün yaratılışıyla ilgili âyetlerin tefsirinde de Ebu Hüreyre'den nakledilen bir rivayete göre; Allah, cumartesi günü toprağı, pazar günü dağları, pazartesi günü ağaçları, salı günü kötülükleri çarşamba günü de nuru yaratmıştır. Ancak yaratılışla ilgili bu rivayet hakkında İbn Kesîr şöyle demektedir: İbn Ebu Hatim, İbn Merdûye'den bu âyetin (Bakara, 29) tefsiri konusunda Neseî ve Müslim'in de rivayet ettiği bir hadîsi rivayet eder ki bu hadîste İbn Cüreyc... Ebu Hürcyrc'nin şöyle dediğini bildirir: Resülullah (s.a) elimi tuttu ve dedi ki: Allah toprağı cumartesi gûnû yarattı, onun üzerindeki dağlan pazar günü yarattı, pazartesi günü ağaçları yarattı, sah günü kötülükleri, çarşamba günü aydınlığı yarattı. Perşembe günü yeryüzünde canlıları yaydı ve cuma günü son-saatta, ikindi ile akşam arasında, Hz. Âdem'i yarattı. Bu hadîs Müslim'in garîb hadîslerindendir. Bu konuda Ali İbn el-Medînî, Buhârî ve birçok hafızlar söz söylemişler ve bunun Kâ'b'm (el-Ahbâr) sözü olduğunu belirtmişlerdir. Bu sözü o, Kâ'b el-Ahbâr'dan duymuş ancak bazı râvîler varolarak onu merfû* hadîs haline getirmişlerdir. Beyhakî de böyle kaydeder. (İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri, II, 242)
IsrâiliySt haberlerinden tefsirlerde çokça yer alan bir konu da âlemlerin sayısı ile alâkalıdır. Nitekim Fatiha süresindeki "âlemlerin Rabbi" kavlini tefsir ederken bu hususta çok değişik kanâatlar serdedilmektedir. Konu ile ilgili bilgi veren tbn Kesîr şöyle diyor: Ebu Cafer er-Râzî Rebî' İbn Enes'ten, o da Ebu'I-ÂIiye'den rivayet eder ki; o, "âlemlerin Rabbi" kavli hakkında söyle demiştir: İnsanlar bir âlemdir, cinler bîr âlemdir. Onun dışında kalanlar onsekiz bin âlem veya on dört bin âlemdir -ki, o, bu rakamda şüphe etmiştir- melekler dünyanın üzerindedir ve dünyanın dört zaviyesi vardır. Her zaviyesinde üçbinbeşyüz âlem vardır ki Allah onları kendisine ibâdet için yaratmıştır, tbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim de bunu rivayet ederler. Bu, garîb bir sözdür ve böyle sözlerin sağlam bir delîle dayanması icâbeder." (İbn Kesir, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri, II, 82) Hattâ İbn Ebu Hâtim'in nakline göre; Übeyy el-Himyerî; âlemlerden murâd bin ümmettir, bundan altıyüzü denizde, dörtyüzü karada yasar, demiştir. Nitekim Hafız ibn Ebu Ya'lâ, Ahmed İbn AH İbn el-Müsennâmüsned'inde der ki: Bize Muhammed İbn Mttsennâ Câbir İbn Abdullah'tan nakleder ki; o, şöyle demiştir: Hz. Ömer'in hilâfeti yıllarından bir yıl çekirge azaldı. Bunun sebebim araştırdı hiçbir haber bildir ilemedi. Bunun üzerine Hz. Ömer üzüldü. Bir atlıyı Yemen'e, diğerini Şam'a, öbürünü de Irak'a yolladı. Çekirgenin görülüp görülmediğini araştırmalarım istedi. Câbir der ki: Yemen yönüne giden atlı Ömer'e geldi bir avuç çekirge getirdi ve huzuruna döktü. O, bunu görünce tekbîr getirdi ve sonra şöyle dedi: Resülullah'tan duydum ki şöyle diyordu: Allah bin Ümmet yaratmıştır. AltıyüzD denizde, dörtyüzü karadadır. Bu ümmetlerin ilk helak olanı çekirge ümmetidir. O, helak olunca ipi kırılmış dizi gibi diğerleri de ard arda gelir, (ibn Kesîr, A.g.e., II, 82) İbn Kesîr bu rivayeti zikrettikten sonra râvîler arasında yer alan Muhammed tbn İsa'nın zayıf bir râvî olduğunu zikreder. Bilahere yalnızca dört ciltlik baskıda mevcut olan ve kritikli neşirlerde bulunmayan şu rivayetleri zikreder: Vehb İbn Münebih der ki: Allah Teâlâ'nm onsekiz bin âlemi vardır. Dünya bunlardan bir âlemdir. Mukâtil de der ki: Âlemler seksen bindir, İmâm Kurtubî, Ebu Saîd el-Hudrî'den nakleder ki; o, şöyle demiştir: Allah Teâlâ'nın kırk bin âlemi vardır, doğusundan batısına kadar dünya o âlemden biridir.
SüyÛtî, el-Leân*l-el-M.esnÛa'da bu rivayetlerin mevzÛ' olduğunu bildirir. (Su-yÜtî* A.g.e., 80-81) Bu rivayetler denizler, rüzgârlar hakkındaki spekülasyonlarla devam eder.
Arşla ilgili
rivayetler de bu kabildendir. İbn Kesîr'İn bildirdiğine göre Sa'd et-Tâî Arşın
kırmızı yakuttan olduğunu belirtmiştir. Vehb İbn Münebbih ise Allah'ın Arşı
kendi nurundan yarattığını söylemiştir. (İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm
Tefsiri, VIII, 3741) Ancak İbn Kesîr bu açıklamanın garîb olduğunu
ilâve eder. İbn . Kesîr Arş'tan sözeden Hûd süresindeki âyetin (7) tefsirinde
Müslim'den naklen Abdullah İbn Amr İbn Âs'dan rivayet edilen bir hadîste
Resûlullah'ın şöyle buyurduğunu bildirir: ÂHah Teâlâ, gökleri ve yeri
yaratmazdan elli bin sene önce yaratıkların Kaderini takdîr etti. Ve
"Arş'ı su üzerindeydi." buyurdu... İmâm Ahmed der ki Bize Yezîd İbn
Harun'un... Ebu Rezîh İbn Âmir el-Ukeylî'den rivayetine göre; o, şöyle
demiştir. Ey Allah'ın elçisi, Rabbimiz yaratıklarını yaratmazdan önce
neredeydi? diye sordu da şöyle buyurdu: Bir bulutun üstündeydi. Altında hava,
üstünde hava vardı. Bundan sonra Arş'ı yarattı». Tirmizî hadîsin hasen olduğunu
söyler... Rebî' İbn Enes'te "Arş'ı su üstünde idi" kavlini; gökleri
ve yeri yarattığında bu suyu ikiye böldü. Yarısını Arşın altına koydu ki
doldurulmuş deniz İşte odur, diye tefsir etmiştir... İsmail ibn Ebu Hâlid'in
Sa'd et-Tâî'den işittiğine göre; o, Arşın kırmızı yakuttan olduğunu
söylemiştir." (İbn Kesîr, A.g.e., VIII, 3903) Tâ-Hâ sûresinde ise şöyle demektedir: Bu konuda
en salim yol selefin yolu olup o da keyfiyetini araş-tirmaksızm, tahrif
etmeksizin, teşbihe, İbtâle ve temsile kaçmaksızın kitâb ve sünnette geçtiği
şekilde
lsrâiliyâtm çokça zikredildiği konulardan birisi de yeryüzünün Üzerinde durduğu şeyle ilgilidir. Bazı müfessirler Lokman sûresinde: "Oğulcuğum, işlediğin şey bir hardal tanesi kadar da olsa, bir kayanın içinde veya göklerde, yahut yerin derinliklerinde de bulunsa Allah onu getirir." (Lokman, 16) âyet indeki kayadan maksadın yeryüzünün üzerine oturduğu kaya olduğunu zikretmektedirler. İbn Kesîr bu konuda şöyle der: Bazıları "Bir kayanın içinde bulunsa" âyetindeki kaya ile yedinci kat yerin altındaki kayanın kastedildiğini zannetmişlerdir. Süddû bu görüşü kendi isnâdıyla -şayet sahîh ise- ibn Abbâs, İbn Mes'ûd ve sahabeden bir cemaattan rivayetle zikreder. Bu, Atıyye el-Avfî, Ebu Mâlik, Sevrî, Minhâl İbn Amr ve başkalarından da rivayet edilmiştir. En doğrusunu Allah bilir ama bu, sanki doğrulanmayacak ve yalanlanmayacak olan Isrâiliyâttan alınmış gibidir." (İbn Kesîr, A.g.e., XII, 6407) Sonra da tefsîrler bu kayanın Kalem süresinde sözkonusu edilen "Nûn" (balık) un üzerinde olduğunu belirtirler. Bu konuda da İbn Kesîr şöyle der: "Denildi ki: "Nûn" kavlinden murâd yedi kat yeri taşıyan Büyük Okyanusun su dalgalan üzerinde yaşayan büyük bir balıktır... Beğavî ve tefsîrcİlerden bir topluluğun zikrettiğine göre; bu balığın sırtında bir kaya varmış. Kayanın ağırlığı gökle yeryüzünün ağırlığmdaymış. O balığın sırtında bir Öküz varmış ve onun kırk bin boynuzu varmış. Yedi kat yer ve onun üzerinde bulunanlar ve bunların üzerinde bulunanlar Onun sırtında imiş. Allah en iyisini bilendir." (ibn Kesîr, A.g.e., XIV, 8030-8031)
Yer ve göklerin yaratihşıyla ilgili rivayetlerin birçoğu da yine Isrâiliyâttan alıntılarla doludur. Nitekim az önce yaratılışın günleriyle ilgili bilgileri aktarmıştık. Kur? tubî'nin ifâdesine göre; yer", Nûn"un üzerinde; "Nûn"da denizin üzerindedir. "NÛn"un iki tarafı, başı ve kuyruğu arşın altında birleşir. Deniz ve gökyüzünün yeşilliğini kendisinden aldığı yeşil bir kaya üzerindedir. Bu kaya da Cenâb-ı Hakkın (Lokman sûresinde) belirtmiş olduğu kayadır. Bu kaya, bir öküzün boynuzu üzerinde, öküz de yaş toprağın üzerindedir. Bu yaş toprağın altında neyin bulunduğunu Allah'tan başka kimse bilmez. (Kurtubî, Tefsir, XII, 169-170) Aynı vak'ayla ilgili olarak Vehb îbn Münebbih de şu malûmatı veriyor: Yeryüzünde yedi deniz vardır.
Yerler yedi kattan meydana gelir. Her katın arasında bir deniz vardır. En altta bulunan deniz cehennemin kenarına bitişiktir. Eğer bu denizin büyüklüğü sularının çokluğu ve soğukluğu olmasaydı cehennem yeryüzünün üzerinde bulunan her şeyi yakar kavururdu. Cehennem; rüzgârın sırtında, rüzgârın sırtı da büyüklüğünü yalnız Allah'ın bileceği karanlıktan bir perde üzerindedir. Bu perde ıslak toprağın üzerindedir. Yaratıkların bilgisi de bu ıslak toprakta son bulur. (Kurtubî, Tefsir, XI, 169-170) Görülüyor ki yeryüzü ve âlemlerle ilgili rivayetlere pek çok sayıda tsrâiliyât veya bu adla Kuzey Arabistan'da yaygın olan antik kültür kalıntıları sirayet etmiştir.
îsrâüiyâtın en çok yaygın olduğu konulardan birisi de Kur'ân tarafından mâhiyeti açıklanmayan rûh mevzuudur. İbn Abbâs'ın rivayetine göre; yahûdîler Hz. Pey^-gamber'e; bize ruhtan haber ver. Bedende olan rûh nasıl azaba uğrar? Rûh Allah katındandır, dediler. Bu konuda Hz. Peygambere hiçbir şey inmediği için onlara bir söz söyleyemedi. Bunun üzerine Cebrail gelip dedi ki: "De ki rûh, Rabbimin emrindendir ve size bilgiden ancak çok azı verilmiştir." Hz. Peygamber onlara bu âyeti bildirince onlar, dediler-ki: Sana bu haberi kim getirdi? Hz. Peygamber de; bunu Cebrâîl bana Allah katından getirdi, dedi. Onlar ise; Allah'a andolsun ki; sana bunu ancak bize düşman olan birisi getirmiştir, dediler. Bunun üzerine Allah Te-âlâ: "De ki kim Cebrâîl'e düşman olmuşsa kahrolsun. Doğrusu bu kitabı Allah'ın izniyle, senin'kalbine indiren odur." âyetini inzal buyurdu.
Ve yine Nebe' süresindeki; "O gün; rûh ve melekler saf halinde duracaklardır." (Nebe\ 38) âyetindeki ruhla ilgili olarak Taberî, Muhammed İbn Halef kanalıyla... Abdullah İbn Mes'ûd'dan nakleder ki; o, şöyle demiştir. Rûh dördüncü semadadır. Ö göklerden, dağlardan ve meleklerden daha büyüktür. Her gün oniki bin kerre Allah'ı tesbîh eder. O.nun her bir teşbihinden Allah bir melek halkeder ki o, kıyamet gününde tek bir saf olarak gelecektir. Bu rivayeti nakleden İbn Kesîr hemen ardından şunu eklemektedir: Bu da gerçekten garîb bir sözdür. (İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri, XV, 8265)
İsrâiliyâtın örneklerinden birisi de Allah Teâlâ'nın atı neden yarattığını anlatan şu tefsirdir: Abdürrezzâk der ki: Bize İbn CüreycMn İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Atlar vahşi idiler de Allah Teâlâ onları İbrâhîm oğlu Ismâîl (a.ş)'e itaat ettirdi. Vehb İbn MünebbüYin tsrâiliyâtı içinde anlattığına göre; Allah Teâlâ atlan Güney rüzgârından yaratmıştır. En doğrusunu Allah bilir. (İbn Kesîr, A.g.e., IX, 4433)
Ençok İsrailiyâta rastladığımız konular arasında kıyamet alâmetlerinden birisi olarak zikredilen doğu ile batı arasım doldurup kırk gün kırk gece duracak olan ve mü'minin nezleye tutulmuş gibi, kâfirin de sarhoş gibi olacağı dumanla ilgili rivayetlerdir. Rahmet kapısının Kudüs'te bulunduğuna dâir Kâ'b el-Ahbar'dan nakledilen rivayetler, kıyamet günü Allah'ın yeryüzüne yetmiş bin perde ile ineceğine dâir rivayetler, Kâf dağı, yer ve göklerin anahtarı, İnsanın şekli, Emevîlerin saltanat süresi ve gökyüzünün Hz. Hüseyin'in şehîd edilişine ağlaması gibi rivayetlerde de Isrâiliyât fazlasıyla gözlenmektedir. Nitekim İbn Kesîr Duhân sûresi (29) nin tefsîrinde Hz. Hüseyin'in öldürüldüğü gün, hangi taş kaldırılmışsa altında taze kan bulunduğunu, güneşin tutulup ufkun kızarmış ve taş yağmış olduğunu söyler. İbn Ebu Hâtim'in Ali İbn Hüseyin kanalıyla Yezîd İbn Ebu Ziyâd'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Hz: Ali'nin oğlu HUseyin katledildiği zaman, gökyüzünün ufukları dört ay kıpkırmızı olmuştu. Yezîd Ibn Ebu Ziyâd der ki: Gökyüzü ufuklarının kızarması ağlamasıdır. Süddî el-Kebîr'de böyle demiştir. Yine Ibn Ebu Hatim der ki: Bize Ali îbn Hüseyin'in... Ibrâhîm en-Nehaî'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Dünya var olduğundan beri gökyüzü sadece iki kişinin ölümüne ağlamıştır. Ubeyde'; gök ve yer, mü'min ölümüne ağlamaz mı? dedim de, şöyle cevâb verdi: Mü'minin ölümüne ağlayan, amelinin yükseldiği yerdir. Gökyüzünün ağlamasının ne olduğunu biliyor musun? Ben; hayır diye cevâb verdim de o, şöyle dedi: Kızarır ve kırmızı sahtiyan gibi bir gül halini alır. Hz. Zekeriyyâ'nın oğlu Yahya.katledildiğinde gökyüzü kıpkırmızı olmuş ve ondan kan damlam işti. Hz. Ali'nin oğlu Hüseyin de katledildiği zaman yine gökyüzü kıpkırmızı olmuştu.
Bu rivayetleri nakleden tbn Kesîr hemen ardından; "bütün bunlar şüphelidir. Açıkça görüldüğü üzre bunlarşîa'nınuydurduğu yalanlardan ibarettir ki böylece onlar, bu işi büyütmek istemişlerdir. Şüphe yok ki Hz. Hüseyin'in katledilmesi büyük bir şeydir. Ne var ki onların uydurarak ileri sürdüğü yalanlar vuku bulmamıştır. Hz. Hüseyin'in katledilmesinden daha büyük olaylar meydana geldiğinde bile onların anlattıklarından hiçbirisi olmamıştır. Meselâ icmâ yoluyla ondan daha büyük olan babası Ali İbn ebu Tâlib katledildiği zaman bunlar olmamıştır. Osman Ibn Af-fan evinde kuşatılıp mazlum olarak katledilmiş iken bunlardan hiçbirisi meydana gelmemiştir. Hz. Ömer Ibn Hattâb sabah namazında mihrâbda iken katledilmiş, müs-1 umanlara bundan önce böyle bir musibet gelmemişti. O zaman da Şîâ'nın anlattıklarından hiçbirisi meydana gelmemiştir. Dünya ve âhirette beşeriyetin efendisi olan Allah, Resulünün vefat ettiği günde onların anlattıklarından hiçbirisi vuku' bulmamıştır. Hz. Peygamberin oğlu İbrahim'in öldüğü gün güneş tutulmuş, insanlar: Güneş İbrahim'in ölümü sebebiyle tutuldu, demişler. Allah Resulü onlara küsuf namazı kıldırmış ve hitabetmiş güneş ve ayın hiç kimsenin ölümü veya hayatı nedeniyle tutulamayacağını söylemiştir. (İbn Kesîr, A.g.e., XIII, 7192-7193) Bu ve benzeri muhtelif rivayetlerin hangi sâiklerle tefsirlere girdiğini daha önce görmüştük.
Isrâiliyâtın en çok yaygın olduğu sahalardan birisi de geçmiş milletlere ve özellikle peygamberlere dâîf rivayetlerdir. Çalışmamızın sınırları bunların hepsini ele alıp incelemeye müsâid olmadığı için biz, sadece birkaç örnekle yetinmeye çalışacağız.
Daha önce gördüğümüz gibi, evrenin yaratıhşıyla ilgili konularda pek çok isrâi-liyât tefsirlere girmişti. Aynı şekilde Âdem peygamberin ve Hz. Âdem'den önce yeryüzünün durumuyla ilgili birçok tsrâilî rivayetlere de tefsirlerde bol bol rastlanmaktadır. Nitekim İbn kesîr'in naklettiğine göre, İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... Abdurrahmân îbn Sâbit'ten nakletti ki; Resûlullah (s.a) şöyle buyurmuş: Yeryüzünü Allah Teâlâ ilkin Mekke'de düzeltmiştir. Allah'ın evini ilk tavaf edenler de meleklerdir. Allah buyurdu ki: Ben, yeryüzünde bir halîfe yaratacağım. Yani Mekke'de. İbn Kesîr bu rivayetin mürsel olduğunu belirterek, şöyle diyor: Senedinde zaaf vardır ve bu hadîs aynı zamanda müdreetir. Doğruyu en iyi Allah bilir. Çünkü âyetin zahirînden, maksadın bundan çok daha geniş olduğu anlaşılmaktadır.
îbn Kesîr bu konuda, îbn Cerîr Taberî'den naklen şu rivayeti de aktarmaktadır: Ebu Kür ey b, îbn Abbâs'tan nakletti ki; o, c.öyle demiş: Yeryüzünde ilk yerleşmiş olan varlık cinlerdir. Onlar yeryüzünü fesada vermişler ve orada kan akıtmışlar, birbirlerini öldürmüşlerdir. İbn Abbâs der ki: Allah onlara îblîs'i gönderdi ve tblîs beraberindekilerle birlik olup onlarla savaştı, Öldürdü ve onları denizlerdeki adaların, dağların çevresine kadar uzaklaştırdı. Sonra Allah Hz. Âdem'i yaratıp onu yeryüzüne yerleştirdi. İste bunun için "Yeryüzünde bir halîfe yaratacağım" buyurmuştur. (İbn Ke-sîr. Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri, II, 257)
Hz. Âdem'in yaratılışından önceki yeryüzünün sakinleriyle ilgili olarak İbn Kesir, İbn Ebu Hatim kanalıyla Abdullah İbn Amr'ın şöyle dediğini nakleder: Cinler Cânn'ın çocuklarıydı ve Hz. Âdem yaratılmazdan iki bin sene önce dünyada bulunuyorlardı. Yeryüzünü fesada verdiler ve kanlar akıttılar. Bunun Üzerine Allah, meleklerden bir ordu gönderdi, onları vurdular ve denizdeki adalara gidinceye kadar takîb ettiler. Bu sebeble Allah, meleklere: "Yeryüzünde bir halîfe yaratacağım", deyince onlar da: "Biz, Seni hamd ile tesbîh ve takdis edip dururken yeryüzünde fesâd çıkarıp kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?" demişlerdi. Allah Teâlâ ise: "Siziu bilmediklerinizi Ben bilirim" buyurmuştu.
Ebu Ca'fer er-Râzî, Rebî* İbn Enes vasıtasıyla Ebu'l-Âliye'den nakleder ki; bu âyet-i kerîme konusunda o, şöyle demiştir: Allah melekleri çarşamba, cinleri perşembe
ve Âdem'i de Cuma günü yaratmıştır. Cinlerden bir grup küfretti, bunun üzerine melekler yeryüzüne iniyor ve onlarla savaşıyorlardı. Aralarında kan akıtılmıştı ve yeryüzü fesada verilmişti. Bunun için melekler: "Yeryüzünde fesâd çıkarıp kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?" demişlerdi. Tıpkı cinler gibi kanlar döküp fesâd çıkaracak. (İbn Kesîr, A.g.e.-, II, 258)
Yine bu konuda İbn Ebu Hatim'd en naklen İbn Kesîr şu rivayeti aktarıyor: Ebu Ca'fer Muhammed İbn Ebu Ali der ki: Enbiyâ sûresinin son âyetinde geçen "sicili", bir melekti ve Hârût ile Mârut da bunun yardımcılarıydılar. Günde üç defa ana kitaba bakarlardı. Bir keresinde baktı ve orada kendisine Âdem'in yaratılışı ve onda bulunan emirler gösterildi. Bu gördüğünü, arkadaşları olan Hârût ve Mârût'a gizlice söyledi. Allah Teâlâ: "Yeryüzünde bîr halîfe yaratacağım", buyurunca onlar da; "Yeryüzünde fesâd çıkarıp kanlar akıtacak kimse mi yaratacaksın?" demişlerdi. Bu İkisi meleklerden öne çıkarak böyle söylemişlerdi. Bu rivayeti aktaran İbn Kesîr sonra şunu ekler: Bu hadîs, garîbtîr. Ebu Ca'fer Muhammed İbn Ali İbn Hüseyin el-Bâkır'a isnadının reddini gerektiren birtakım hususlar vardır. Doğruyu en iyi bilen . Allah Teâlâ'dır. Reddedilmesi gereken şey; bunu söyleyenin iki melek olmasıdır ki bu, âyetin akışına ters düşer. Bundan daha garib olanı İbn Ebu Hâtim'in naklettiği şu rivayettir: Bana babam, Abdullah İbn Yahya İbn Ebu Kesîr'den nakletti ki; o. Söyle demiş: Ben, babamdan şöyle dediğini duydum: "Yeryüzünde fesâd çıkarıp kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?" diyen melekler, on bin adet imişler. Bu söz üzerine Allah katından bir ateş çıkıp onları yakmış. Bu rivayet de bîr önceki gibi çirkin bir israil hurâfesidir. Doğruyu en iyi Allah bilir. (İbn Kesîr, A.g.e., II, 259)
İblîs'in yaratılışı dolayısıyla tefsirlerde pekçok Isrâilîyâta yer verilmektedir. İbn Kesîr, İbn Cerîr Taberî'den naklen der ki: Bize Ebu Küreyb. İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, söyle demiş; lblîs, kendilerine Hinn denilen meleklerin kabilelerinden bir kabiliyete mensûb idi. Bu kabîle Semûm ateşinden yaratılmıştı. Melekler arasında bulunuyordu. Adı Haris olup cennet bekçilerinden bir bekçi idi. İbn Abbâs der ki: Bu kabilenin dışında meleklerin hepsi nurdan yaratılmışlardı. İbn Abbâs der ki: Kur'-ân'da zikri geçen cinler ise ateşten yaratılmışlardır. Yeryüzünde İİk yerleşenler cinler idi. Onlar burada fesâd çıkarmış, kan dökmüş ve birbirlerini öldürmüşlerdir. İbn Abbâs der ki: Allah onlara meleklerden bîr ordu halinde lblîs'i gönderdi. Bu melekler, kendilerine Hinn" denilen kabileden idiler. İblis ve beraberinde bulunanlar onları öldürdüler. Nihayet denizlerdeki adalara ve dağların yamaçlarına sürdüler. İblîs bunu yapınca, kendi kendine gururlandı ve kimsenin yapamadığı bir şeyi yaptım, dedi. İbn Abbâs der ki: Allah: Onun kalbinden geçeni kendisine niuttaili' kıldı. Beraberinde bulunan meleklerden hiçbirisi buna muttali' olmamıştı. Allah Teâlâ, onunla beraber olan meleklere dedi ki: "Ben, yeryüzünde bir halîfe yaratacağım." Melekler de "Sen, yeryüzünde fesâd çıkaracak bir kimse mi yaratacaksın?" dediler. Tıpkı cinlerin fesâd çıkarıp kan döktükleri gibi. Halbuki Sen, bizi bu sebeple onların üzerine göndermiştin. Bu vesîle ile Allah Teâlâ buyurdu ki: "Sizin bilmediklerinizi Ben bilirim" Yani İblîs'in kalbindeki kibir ve gururu siz bilmezsiniz ancak Ben bilirim. Ibn Abbâs dedi ki: Sonra Âdem'in toprağına emretti ve toprak kalktı. Allah, Adem'i balçıktan, işlenebilen kara bir topraktan yarattı. Sonra Âdem'in cesedi kırk gece atılı kaldı. İblîs geliyor, ona ayağıyla vuruyor ve o da ses çıkarıyordu. Allah Teâlâ'iun: "İnsanı pişmiş çamur gibi kuru bir balçıktan yaratmıştır" âyetinde buyurduğu budur. İbn Abbâs dedi ki: Sonra İblîs cesedin ağzından giriyor, arkasından çıkıyor, arkasından giriyor, ağzından çıkıyordu ve o sessiz cesede diyordu ki: Sen, birşey değilsin ve birşey için de yaratılmadın, eğer ben senin üzerine musallat edilirsem seni mahvederim, eğer sen benim üzerime musallat edilirsen sana isyan ederim. İbn Abbâs diyor ki: Allah, ona ruhundan neftıedince, soluk baştarafından geldi. O soluk bedenin neresine sirayet ederse et ve kan oluyordu. Soluk göbeğine kadar uzanınca cesedine baktı ve cesedinde gördüğü şey kendisinin hayretini mûcib oldu. Kalkmak istedi, gücü yetmedi...
Bu rivayeti naklettikten sonra İbn Kesir meşhur olmasına rağmen, garîbliklerle dolu bir ifâde olduğunu zikrederek şöyle der: Bu rivayetin siyakı garîbtir, içinde münâkaşası uzun sürecek, dikkat edilmesi gereken birçok husus vardır. Ancak tbn Ab-. bas'tan nakledilen bu rivayeti meşhur müfessirler zikrederler. (İbn Kesîr, A.g.e., II, 284-286)
Aynı konuda bir başka rivayeti de Suudî'nin tefsirinden aktaran tbn Kesîr şöyle der: Süddî tefsirinde Epu Mâlik ve Ebu Sâlİk kanalıyla İbn Abbâs'tan ve Mürre kanalıyla da İbn Mes'ûd ve peygamberin ashabından bir topluluktan nakleder ki; onlar şöyle demiştir: Allah Teâlâ istediklerini yaratmayı bitirdikten sonra Arş'a yöneldi ve oraya hâkim oldu. İblîs'e de dünya göğünün hükümdarlığını verdi. İblîs kendilerine cinn denilen meleklerden bir kabîleye mensûbtu. Cinnlere bu ismin verilmesi cennetin bekçileri olmalarındandır. İblîs dünya göğünün-hükümdarı olduğu gibi, cennetin bekçisi idi de. lbhVin kalbinde kibir belirdi ve; Allah bana bu şerefi benim meleklerden farklı bir meziyetim olduğu için verdi, dedi. İblis'in nefsinde bu kibir belirince, Allah ondaki bu duruma muttali* olup meleklere dedi kî: Ben "Yeryüzünde bir halîfe yaratacağım." Onlar da: "Rabbımız, bu halîfe de ne oluyor?" dediler. Allah: "Onun soyundan gelenler yeryüzünde fesâd çıkarırlar, kıskançlık yaparlar ve birbirlerini öldürürler, buyurdu... Allah Teâlâ Cibril'i yeryüzüne gönderdi ve kendisine yeryüzünden toprak getirmesini emretti. Yeryüzü dedi kî: Benden bir parça alman veya hor düşünmen konusunda Allah'a sığınırım. Bunun üzerine Cibril döndü ve bir şey almadan dedi ki: Rab bun, toprak benden Allah'a sığındı ve ben de ondan vazgeçtim. Bunun Üzerine Mîkaîl'i gönderdi. Toprak yine Allah'a sığındı o da toprağı almaktan vazgeçti ve döndü, Cebrail'in dediği gibi dedi. Allah Azrâîl'i gönderdi. Toprak Allah'a sığındı ise de o: Ben de Allah'ın emrini yerine getirmeyip geri dönmekten Allah'a sığınırım, dedi. Ve yeryüzünden toprağı aldı. Alırken tek bir yerden değil karışık topraklar aldı. Kırmızı, beyaz ve kara toprağı karıştırdı. Bunun için Âdem'in çocukları değişik şekilde oldular. Ölüm meleği toprağı çıkardı, toprak yaşardı ve balçıkla karışıp çamur haline geldi. Sonra Allah meleklere dedi ki: "Ben, çamurdan bir insan yaratacağım. Onu düzeltip kendisine ruhumdan Üflediğimde ona secdeye kapanın." Âl-i İmrân, 49)
Allah Âdem'i kendi eliyle yarattı ki İblîs ondan dolayı kibirlenmesin ve ona; kendi elimle yarattığım şeyden sen kibirleniyorsun ben ondan kibirlenmiyorum, di-yebilsin. Ve onu insan şeklînde yarattı. Cuma günü sayılarak kırk gün çamurdan bir cesed halinde idi. Melekler ona rastladıkça ondan ürküyorlardı. Ondan ençok ürken de İblîs idi. İblîs ona rastlayınca vuruyor ve balçıktan nasıl ses çıkarsa, cesed-den de öylece ses çıkıyordu. İşte Allah Teâlâ'nın: "İnsanı pişmiş çamur gibi kuru bir balçıktan yaratmıştır." (Rahman, 14) buyruğu bundandır. Şeytân diyordu ki: Sen, herhangi bir şey için yaratılmadın. Ona ağzından giriyor ve arkasından çıkıyordu. Meleklere de demişti ki: Bundan korkmayın. Çünkü Rabbınız Samed'dir. (içi boş) bunun da içi boştur (samed). Eğer ben, onun üzerine hâkim kılınırsam onu mahvederim. Allah Azze ve Celle'nin Âdem'e ruhu nefhetme süresi yaklaşınca meleklere dedi ki: "Ben, ona ruhumdan üfürdü ğümde ona secde edin." Âdem'e ruhu üfleyince rûh başından girdi ve Âdem aksırdı. Melekler; Elhamdülillah, de, dediler. O da; "Elhamdülillah", dedi. Allah Teâlâ ona: Rabbın sana merhamet etti, dedi. Rûh gözlerine girince, cennetin meyvelerine baktı. Rûh karnına girince yemek istedi ve rûh daha ayaklarına ulaşmadan cennetin meyvelerine çabucak koşmak için sıçradı. İşte Allah Teâlâ'nın: "İnsan eceleden yaratılmıştır." (Enbiyâ, 37) âyetinde kas-dettiği budur...
Sahabelere kadar isnâd edilen bu rivayet meşhur olup'Süddî'nin tefsîrinde yer alır. Bunda pekçok isrâiliyât vardır. Belki de bir kısmı müdreetir ve sahabenin kelâmından değildir veya onu geçmiş kitapların bir kısmından almışlardır (İbn Kesîr, A.g.e., II, 286-288)
Bu tür rivayetleri tefsîr erbabından birçoğu şüphe ile karşılamışlardır. Hattâ Reşîd Rızâ Tefsîr el-Menâr'a bu rivayetleri naklettikten sonra şöyle der: İslâm'da bu görüşün ve kıssaların dayanabileceği hiçbir mesned yoktur. Sadece geçmiş milletlerden arta kalan âdetler ve efsâneler var ki dikkate değer bir şey bildirmez. (Reşîd Rızâ, Tefsîr el-Menâr, I, 258)
Bu türden kıssalar Âd kavmi hakkında da vârid olmuştur. Âd kavminin kıtlığa tutulduktan sonra yağmur duasında bulunmak üzere Mekke'ye yetmiş kişiyi gönderdikleri ve bunların Muâviye İbn Bekr'in evinde müsâfır edildikleri ve burada bir ay kaldıkları, sonra bu müsâfirlerden rahatsız olması nedeniyle şarkıcı Cerâdetân'a bir şiir söylettiği ve bilâhere Allah'a Muğîs ismindeki ova tarafından gelen siyah bir bulut içinde bunlara felâket gönderdiği ve bulutta nelerin bulunduğu anlatılır. İlkin Mehdet adında bir kadının farkettiğini hükmederler ve uzun uzadıya burada geçen vak'alan zikrederler. Hattâ Âd kavminin boylarının en uzunu yüz, en kısası altmış Zira olduğu ve Âd kavminden bir kişinin iki eliyle bir dağı tuttuğu ve dağdan bir kaya parçası kopardığı, hattâ bunlardan bir kişinin başının büyük bir kubbe ve tepeyi andırdığı, gözyuvalarımn ve burun deliklerinin ise sırtlan yavrularını andırdığı zikredilir. (A. Aydemir, Tefsirde Isrâiliyât, 106-107)
tsrâiloğullarmın kıssası, Firavun ordusunun sayısı, Firavun'un cesedi, Ress Ashabı gibi konuların yanısıra, Isrâüoğullarınm nankörlüğü, Rablarının emirlerine itaat etmeyişleri, Tâlût, Câlût ve Dâvûd (a.s) ile ilgili haberler, Tâlût'un boyunun ölçüldüğü asâ, Tâlût'un mesleği, Tâlût'un ordularının imtihan edildiği nehirler, Câlût ile karşılattığı zaman Dâvûd (a.s)'un nasıl bir ata bindiği ve sapanıyla Câlût'tan başka kimleri öldürdüğü konusunda pek çok haberler nakledilmiştir.
Diğer taraftan Tâlût ile Câlût arasında cereyan eden savaştan sözeden âyet-i kerimede (Bakara, 246-251) bahis mevzuu edilen "tâbûf'un kime âit olduğu, neden yapıldığı ebadı, nerede bulunduğu ve yine aynı âyette bahis mevzuu edilen "Se-kîne'nin ne anlama geldiği, "Bakıyye"dcn kasdedilen hususun neler olduğu îsrâil kaynaklarına dayanılarak aktarılmaya çalışılır. Isrâiliyât a bir diğer örnek de A'râf sûresinde (176-176) sözü edilen "O kimsenin" Bel'am İbn Ba'cürâ olduğu, Bel'am'ın başından geçen mâcerâ'dır.
tsrâiliyâtın en çok yaygın olduğu konulardan birisi de daha önce belirttiğimiz gibi, Hârût ve Mârût kıssasıdır. Bilindiği gibi, Bakara sûresinin 102 nci âyetinde bahis mevzuu edilen bu olayın mâhiyeti İbn Abbâs'tan, Saîd İbn Cübeyr'den ve daha sonra Süddî gibi bazı^ zevattan nakledilen muhtelif rivayetlerle zenginleştirilmiştir. Âyetin nüzul sebebi olarak gösterilen Hz. Süleyman ile eşi olduğu kaydedilen Cerâde arasında varid olan yüzük mes'elcsi, bir şeytânın peygamber veya melek kılığına girerek Hz. Süleyman'ın yüzüğünü çalmış olması, Hz. Süleyman'ın yaygın olan büyü ve efsunları toplattırıp gömmesi ve âyette sözü edilen Bâbil'in yeri, Hârût ve Mârût'un kimler olduğu konulan Isrâiliyât ile dolu olarak tefsirlerde yeral-maktadır. (Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri, II, 437-480)
Ve bu konuyla ilgili olarak Abdullah tbn Abbâs'tan daha başka rivayetler de nakledilir. Taberânî'nİn ifâdesine göre; Muhammed İbn Abdullah... Abdullah İbn Abbâs'dan nakleder ki; o, şöyle demiştir: Resûlullah'ın şöyle buyurduğunu işittim: Allah Teâlâ'nın öyle bir meleği vardır ki, ona; yedi göğü ve yerleri bir lokmada yut, denilse o, bunu hemen yapıverir. Onun tesbîhi: "Seni olduğun gibi tenzih ederim" kavlidir. (İbn Kesîr, A.g.e., IX, 4820) Sonra İbn Kesîr bu hadîsin garîb, hattâ mün-ker olduğunu zikreder. Diğer taraftan İbn Cerîr Taberî'ye dayanarak Hz. Ali'nin şöyle dediğini kaydeder: Rûh, meleklerden bir melektir. Onun yetmiş bin yüzü vardır. Her yüzünde yetmiş bin dil vardır. Her dilinde yetmiş bin lügat vardır. O, bütün lügatlarla Allah'ı tesbîh eder. Allah onun her teşbihinden bir melek yaratır ve diğer meleklerle birlikte kıyamete kadar uçup gider. Bu haberi nakleden İbn Kesîr arkasından hemen; bu haber de hem garîb hem de acâyibtir. Allah en İyisini bilendir, diye ekler. Sonra Süheylî'den naklen Hz. Ali'nin şöyle dediğini bildirir: Rûh bir melektir. Onun yüz bin başı, her başında yüz bin yüzü vardır. Her yüzünde yüz bin ağzı vardır. Her ağzında yüz bin dili vardır. O, muhtelif lügatlarla Allah'ı tesbîh eder." (İbn Kesîr, A.g.e., IX, 4821)
İsrâiliyâtın en bol rastlandığı konulardan birisi de şimşek ve yıldırımla ilgili konulardır. Nitekim Ra'd süresindeki "O'dur sizi korku ve ümîde düşürmek için şimşeği ve yağmur yüklü bulutları gönderen." (Ra'd, 12) âyetinin tefsirinde İbn Kesîr, İbn Ebu Hatim'den naklen şu rivayeti kaydeder: Bize ulaştığına göre; şimşek dört yüzü olan bir melektir. İnsan, öküz, akbaba ve arslan yüzü. Kuyruğuyla vurduğu zaman o şimşek olur. Ayrıca Mûsâ İbn Übeyde Sa'd İbrahim'in şöyle dediğini nakleder. Allah Teâlâ yağmuru gönderir, gülmesinde ondan daha güzeli ve konuşmasında ondan daha güzel ve Ünsiyet kazanmışı yoktur. Onun gülmesi şimşek, konuşması"da yıldırımdır. Hattâ bununla ilgili İbrahim İbn Sa'd'dan nakledilen bir, rivayet de şöyledir: Sa'd mescidde Humeyd İbn Abdurrahmân'ın yanında otururken Cifâr oğullarından bir ihtiyar gelir, Humeyd onu yanına davet eder ve peygamber ile beraber bulunduğu için kendisine saygı gösterilmesini bildirir. İhtiyar gelir ve ikisinin araşma oturur. Humeyd peygamberden duymuş olduğu hadîsi sorar o da; Allah Resulünü şöyle buyururken işittim der: Muhakkak Allah bulutları meydana getirir de onlar en güzel şekilde konuşur, en güzel şekilde güler. En doğrusunu Allah bilir ama konuşmasından maksadı yıldırım, gülmesinden maksad da şimşektir. Ve Sa'd İbn İbrahim'den nakledilen az önce kaydettiğimiz rivayeti belirtir. (İba Kesir, A.g.e.» VIII, 4222) Keza Suyûtî'nin ifâdesine göre; gökgurültüsü bir meleğin sesidir. Şimşek ise meleğin kamçısıdır ve onunla bulutları sürükler. (Nakleden Re-şîd Rızâ, Tefsîr'ül-Menâr, I, 174-177)
Isrâiliyata en çok rastlanan bir konuda ay ve güneşle ilgilidir. Nitekim Isrâ sûresinde gece ile gündüzün iki âyet kılındığını belirten (12) âyetin tefsirinde Kurtubî İbn Abbâs'dan naklen der ki: Allah güneşi de, ayı da yetmiş parça olarak yaratmıştır. Ayın nurunun altmışdokuz parçasını almış ve güneşin parçasına eklemiştir. Binâenaleyh güneş şimdi yüzotuzdokuz parçadan meydana gelmektedir. Ay ise bir parçadan ibaret kalmıştır. Ve yine İbn Abbâs'dan naklen; Allah, Arşının nurundan iki güneş yaratmış ur. Kendi katındaki bilgi uyarınca güneşi dünya büyüklüğünde, ayı da güneşten daha küçük olarak yaratmıştır. Bu yaratma tamamlanınca ayı söndürmek için Cebrail'i görevlendirmiştir. Cebrail üç kez kanadım ayın yüzeyinden geçirmiş ve ay bundan önce güneş gibi parlak iken ziyası sönmüş, ancak nuru kalmıştır. Bugün ayın yüzeyinde görülen siyah lekeler Allah'ın silmiş olduğu bu âyettir. Eğer Allah ayı ilk hali ile bırakıp ta bu işlemi yapmasaydı gece ile gündüz birbirinden seçilip ayrılmazdı. (Kurtubî, Tefsir, X, 227-228)
Bu rivayetleri kaydeden İbn Kesîr genellikle rivayetlerin Kâ'b el Ahbâr'a dayandığını, Kâ'bin bu rivayetleri lsrâiloğullarının kitaplarından aktardığını nakleder ve zaman zaman da; bu isnadın râvîleri sika olmakla beraber rivayet, cidden garîb-tir veya sahîh değildir, münkerdir, diyerek (İbn Kesîr, A.g.e., 448-449) şu ifâdeleri ekler: Bu isnâdların hadîsleri sahîh olsa da mâsûm olan peygamberden geldiğine dâir haber duyma yoluyla sâbît olduğu ve tam olarak tesbît edilmediği için delilsiz isrâi-liyât hurafeleri olmaktan öteye geçmez, der. (İbn Kesîr, A.g.e., II, 452) Bazan da; bu ifâdede pek çok fazlalıklar, garabetler ve çirkinlikler vardır, diyerek sırf dikkat çekmek için bu haberleri naklettiğini bildirir.
Isrâîliyâun en çok göze çarptığı konulardan birisi de Ashâb-ı Kehf ile alâkalı haberlerdir. Bilindiği gibi, Kehf Sûresinde (9-22) vâki âyetlerin nüzul sebebi olarak zikredilen hâdise, ashâb-ı Kehf in başından geçen olaylar, bunların isimleri, aralarından kasabaya yiyecek almak üzere gönderdikleri arkadaşlarının adı ve alınan erzakın cinsi, mikd&n, köpeklerinin adı, kime ait olduğu, rengi, cinsi, Ashâb-ı KehPin sağa-sola dönmeleri ve nihayet bunlara yapılan sanduka gibi konularda da pekçok rivayetler tefsirlerde yer almıştır. (Daha geniş bilgi için bkz. İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri, IX, 4937-4979)
Yine Isrâiliyâtın tefsirlerde fazlasıyla yeraldığı konulardan birisi de Fecr Sûresinin 7-8 uci âyetlerinde bahis mevzuu edilen "direkli irem'le" alâkalı haberlerdir. İrem'le neyin kasdedildiğİ, direk sahibinden kasdedilenin ne olduğu, bu şehrin halkının Uk addan olduğu ve Âd&anŞedîd ve Şeddâd adında iki oğlunun bulunduğu» Şeddâd'ın kaç yılında yaşadığı, kaç hanımı olduğu, kaç çocuğu bulunduğu, bunların boyları, Şeddâd'ın yaptığı binanın kaç bin direği olduğu, müfessirler tarafından uzun uzadıya aktarılır. (Daha geniş bilgi için, bkz. A. Aydemir, Tefsîr'de İsrâiliyât, 216-222)
tsrâiliyâtın en çok yaygın olduğu konulardan birisi de Karun'la ilgili âyetin tefsiridir. Hz. Musa ile Kârûn arasındaki yakınlık, Karun'un hazineleri nasıl elde ettiği, hangi ma'rifetleri bulunduğu, Karun'un anahtarlarının kaç tane olduğu, büyüklüğü ve bu anahtarları taşıyan katırların sayısı, anahtarların neden yapıldığı, Karun'un böbürlenerek halkın karsısına çıktığı ve nihayet nedenli kötü akıbetlere ne denli düştüğü mufassal olarak anlatılır. (Bu hususta Kasas 76-82; Ankebüt, 39 ve Ğâfîr, 24 âyetlerinin tefsirine bakılabilir).
Ve yine Isrâiliyâtın bolca zikredildiği bir konu da Bürûc Sûresinde (4) bahsi geçen Uhdûd kavmi ve bunların başına gelen olaylarla alâkalıdır. (Bu konuda daha genig bilgi için bkz. İbn Kesîr, Hadîslerle Kur*ân-ı Kerîm Tefsiri, XV, 8376-8396)
îsrâUiyâtm en çok görüldüğü konular arasında Hz. Âdem'in yaratılışı, Hz. Havva'nın yaratılışı, İblis'in cennete girişi, Âdem ve Havva'ya yemeleri yasaklanan ağaç ve bu ağacın cinsi, ağacı kimin yedirdiği, Hz. Âdem ve Havva'nın elbiseleri, Âdem ve Havva'nın üstlerini ne ile örttükleri Âdem, Havva, yılan ve İblîs'in yeryüzünde nereye indirildikleri, Havva'ya ve yılana verilen ceza, Hz. Âdem'in öğrendiği kelimeler, Hz. Âdem'in cennetten indiği zaman içinde bulunduğu durum ve beraberinde yeryüzüne getirdiği şeyler, Hz. Âdem'in soyundan gelenlere şeytânın musallat olması hususları geniş bir yer tutmaktadır. (Bu konularda daha fazla bilgi için bkz. İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri, II, 290-318; ayrıca konunun yer aldığı; Âl-i İmrân, 33-59; Mâide, 27; A'râf, il, 19, 26, 27, 31. 35, 172; İsrâ, 61, 70; Kehf, 50; Meryem, 58; Tâ-Hâ, 115-117,120-121; Vâsîn, 60 âyetlerin tefsirine bakılabilir)
ÎsrâUiyâtm fazlasıyla rivayet edildiği konulardan birisi de Hz. Âdem'in oğlu Hâbîl ve Kabil'den bahseden Mâide süresindeki 27-31 nci âyetlerdir. (Bu konuda da daha geniş bilgi için bkz. İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri, V, 2200-2212)
Isrâiliyâtın sergilendiği konulardan birisi de Nûh (a.s) ve Tufan ile ilgilidir. Nuh peygamberin kavmini hak yola davet etmek üzere büyük çaba harcamasına rağmen, onların kendisine tâbi olmaması üzerine ağaç dikmesi ve bu ağaçtan gemi yapması, geminin şekli, kaç yılda yapıldığı, gemiye binenlerin sayısı, gemiye Uk ve son alınan hayvanlar, gemide domuzun ve kedinin halkedilmesi, karganın ve güvercinin gemiden salınması, suların dağlar Üzerinde yükselişi, Tennûr ve Tûfân'ui vukuu gibi konularda pek çok lsrâilî rivayetler zikredilmiştir. (Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri, VIII, 3918-3957)
Ayrıca Hz. Yûnus, Hz. ldrîs, Hz. İbrâhîm ile ilgili birçok rivayetlerde isrâiliyâta rastlamak mümkündür. Isrâiliyâtla ilgili daha geniş ve detaylı bilgi almak için bkz. Zehebî, e-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 165-201; A. Aydemir, Tefsirde İsrailiyât)[60]
Rivayet tefsîrlerindeki zaafın nedenlerinden üçüncüsü de isnadın siünmesidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Ashâb-ı Güzîn naklettikleri her rivayeti çoktitizlik-le inceliyor ve haberi kimden, ne zaman duyduğunu özenle tesbît etmeye çalışıyordu. Ancak sahabeden şahadet veya yemîn yolu ile bir rivayetin sıhhati sabit olduktan sonra, o sözün peygambere âit olduğu kabul ediliyordu. Hattâ Übeyy İbn Kâ'b'ın rivayet etmiş olduğu bir hadîs üzerine Hz. Ömer'in; delîl getirmesini istediği ve Übeyy İbn Kâ'b'ın delîl aramak üzere çıktığı, Ansâr'dan bir topluluğa durumu anlatınca onların da Übeyy İbn Kâ'b'ın naklettiği rivayeti peygamberden duyduklarını tesbit ettiği ve bunun üzerine Hz. Ömer'in; seni itham etmek için değil, ancak o sözün peygamberden sâdır olduğunu isbât etmek istediğimden böyle davrandım, dediği bildirilmektedir. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 201)
Sonra Tabiîn döneminde peygambere isnâd edilerek bir çok sözler söylenmeye başlandı. Ortaya çıkan şartlara göre her grup kendi görüşünü te'yîd etmek üzere peygamberden hadîsler nakletmeye başlayınca, tabiîn; bir hadîsin senedini görmeden peygambere aidiyetini kabule yanaşmadı. Râvîler arasında bulunan zevatın adi ve zabt ehli olduğunun tesbiti esâs alındı. Senedi atlanmış olan veya rivayetinde güvenilmeyen kişilerin bulunduğu hadîsler kabul edilmedi. Böylece tabiîn döneminde peygamberden veya ashâbtan nakledilen rivayetlerin hepsi ancak senedi olduğu zaman kabul gördü. Daha sonra gelen bazı bilginler isnâdlan gözönünde bulundurmadan peygamberden veya sahabeden rivayetler naklettiler. Ve bu naklettikleri rivayetlerin sıhhatine ve râvînin zabt ve adalet ehli olduğuna dikkat etmediler. Tef-sîrlerde lsrâiliyâtın ve mevzu' hadîslerin fazlasıyla yer almasının önemli nedenlerinden birisi; isnadın hazfı oldu.
Buraya kadar rivayet tefsirlerinin en önemli zaaf nedenlerinden üçünü detaylı olarak ortaya koymaya çalıştık. Daha sonra İslâm bilginleri ve Özellikle hadîs ve tefsîr âlimleri bu üç zaafı ortadan kaldırabilmek için büyük gayret sarfettiler ve hadîs kritiği ilmini te'sîs ederek bu zaafları telâfi etmeye çalıştılar. Ne var ki dilden dile aktarılan bu rivayetler toplum tarafından da kabul gördüğü için, yine de bazı tefsîr hadîs ve özellikle mev'ize kitâblarında tekrarlanıp durdu.[61]
Şimdi rivayet tefsirlerinin en önemlilerini görmeden önce, bu tefsirlere malzeme teşkil eden rivayetleri nakleden tefsîr âlimlerinden bazılarım tanımaya çalışalım:[62]
Ebu Abdurrahmân veya Ebu Muhammed Yûnus İbn Habîb, lrân asıllı olup Leys oğulları ve Dabbe kabîlesinin kölelerinden imiş. Yüz yaşını aşkın olarak vefat etmiş olan Yûnus İbn Habîb'in Ebu Amr İbn Alâ'nın arkadaşlarından olup Basra'da ders verdiği ve nahîv ilmine vakıf bir zât olduğu belirtilmektedir. Meâni'l-Kur'ân isimli bir tefsirinin bulunduğu İbnü'n-Nedîm tarafından kaydedilmektedir. (İbn'ün-Nedîm, el-Fihrist, 51)[63]
Ali İbn Hamza tbn Abdullah Kûfeli olup Bağdâd'a yerleşmiş ve Hârûn er-Reşîd ile birlikte sefere çıkarak Rey'de vefat etmiştir. KûîeMerin nahîv ilminde İmâmı sayılan ve yedi ünlü Kurrâ'dan biri kabul edilen Kisâî bir örtü ile ihrâmlandığı için kendisine bu nisbe verilmiştir. Onun vefatında Hârûn er-Reşîd*in fazlasıyla üzülüp bir günde fıkıh ve nahvi mezara gömdük, dediği belirtilir. Bağdâd'ta Hamza'dan kırâet öğrenimi görmüş, Süleyman İbn Erkam ve Ebu Bekir İbn Ayyâş'tan hadîs dinlemiş» el-Herrâ'dan nahîv okumuş ve bilâhere Basra'ya giderek ünlü nahîv bilgini İmâm Halîl ile buluşmuş ve onun derslerine devam etmiştir. Hârûn er-Reşîd'in oğluna hocalık yaptığı, bu arada Ünlü Hanefi İmâmı Ebu Yûsuf ile tartışmalara giriştiği söylenir. Kisâsî'nin Meânîl-Kur'ân İsimli tefsire dâir bir eser yazdığı kaynaklarda zikredilmektedir.[64]
Ebu Ca'fer Muhammed İbn Ebu Sâre el-Kûfî'nin hayatı hakkında fazla bir bilgi bulunmamakla beraberKûfeliolup (190/805) yıllarında vefat ettiği ve tefsîrle ilgili olarak Meânî'l-Kur'ân isimli bir eseri bulunduğu rivayet edilmektedir.[65]
iîbu Muhammed.el-Hilâlî, Kûfe'de doğup Mekke'de vefat etmiştir. Harem-i Şerifin muhaddisi, diye de şöhret bulmuş olan Süfyân İbn Uyeyne: Amr ibn Dînâr Zührî, Ziyâd ibn Alâka gibi zevattan hadîs dinlemiş ve A'meş, ibn Cüreyc, Şu'be, İbn Mübarek, İmâm Şafiî, Ahmed İbn Hanbel, îshâk îbn Rahuye gibi ünlü kişiler ondan rivayet nakletmişlerdir. Abdullah İbn Vehb onun için; tefsîrde kendisinden da,ha âlim birini bilmiyorum, der.
Hadîsle ilgili Cami' isimli eserinin bulunduğu yanı sıra et-Tefsîr adında, bir eseri kaynaklarda zikredilmektedir.[66]
Ebu Süfyân İbn Melîh İbn Adiyy Kûfeli meşhur bilginlerdendir. Nîsâburlu veya Sindli olduğu da söylenir. er-Rüvâsî de denilen VekHbn Cerrâh'ın hac dönüşünde Feyd denilen yerde vefat ettiği belirtilir. Tabiînin büyüklerinden olan Vekîf ibn Cerrah aynı zamanda İmâm A'zam Ebu Hanîfe'nin de öğrencisi olmuştu. Hişâm İbn Urve, Süfyân ibn Uyeyne, Süfyân es-Sevrî, Evzaî Şu'be İbn Hâlid gibi zevattan hadîs öğrenmiş, Ebu Hanîfeden fıkıh tahsil etmiş, Ebu YusÛf, ve züfer'den yararlanmıştır. Abdullah ibn Mübarek, Yahya İbn Eksem, Yahya ibn Naîm, Ahmed İbn Hanbel, Îshâk İbn Rahûyet Ebu Hayseme, Ali İbn el-Medenî gibi'ünlü kişiler de kendisinden rivayet nakletmişlerdir. lmâm-ı A'zam'ın mezhebine göre fetva veren Vekî'i Hârûn er-Reşîd kadı tayîn etmek istemişse de o, bu görevi kabul etmemiştir. Bu sebeple Ahmed İbn Hanbel'in şöyle dediği belirtilir: Gözlerim Vekr gibisini görmemiştir,[67]
Dedelerinden Şâib ve Şafiî peygamberin ashabı arasında bulundukları ve Ku-reyş kabilesine mensûb tek mezhep imâmı olan İmâm Şâfıî, 150 yılında (767) Şâm yakınlarında bulunan Gazze'de veya Askalân'da veya Yemen'de doğmuş, ömrünün sonlarına doğru Mısır'a göçederek Fustât'a yerleşmiş ve burada vefat etmiştir. Daha gençliğinde lügat; şiir, Arap edebiyatı gibi konularda yakından ilgilenen İmâm Şafiî Mekke müftüsü Müslim lbn Hâlid'den, imâm Mâlik'ten, İmâm Muhammed İbn Hasan'dan fıkıh öğrenmiş, İmâm Mâlik, Süfyân lbn Uyeyne, Abdülazîz lbn MâcişÛn gibi büyüklerden hadîs dersleri almıştır. Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerinde zengin bilgiye sahip bulunan İmâm Şafiî'nin tefsîre dair bazı rivayetleri bulunmaktadır.[68]
Ebu Muhammed lbn Alâ lbn Hasan el-Kaysî 125 yılı civarında (742) Basra'da dpğmuş ve yine burada vefat etmiştir. Avn, Hüseyn el-Muallim gibi zevattan hadîs nakletmiş olan Revh'dan İmâm Ahmed lbn Hanbel, lshâk, Bündâr ve benzeri zevat rivayet nakletmişlerdir. Kur'ân-ı Kerîm'in bazı âyetlerinin tefsîriyle ilgili nakilleri bulunduğu bazı kaynaklarda belirtilir.[69]
Ebu Hâlid lbn Zâzan Yezîd lbn Hârûn, Vâsitlı olup Seleme oğulları kabîlesi-nin âzadlı kölelerindendir. Doksan yaşlan civarında Vâsıfta vefat ettiği sanılmaktadır. Yezîd îbn Harun'un Halîfe Me'mÛn üzerinde etkili olduğu bilinmektedir. TefsMe İlgili bazı rivayetler nakletmiştir.[70]
Ebu'l-Hasan Adem lbn Ebu Iyâs, Horasan'ın Merv şehrinde doğmuştur. Bağ-dSd'da yetişmiş ve burada tahsil gördükten sonra Küfe, Basra, Hicaz, Mısır ve Şam'a gitmiş, ömrünün sonlarına doğru Askalân'a gelerek burada vefat etmiştir. Âdem lbn Ebu Iyâs Şu'be, lbn Yûnus, lbn Ebu Zi'b gibi birçok hadîs bilgininden rivayetler nakletmiş ve Ebu Zür'a Ebu Hatim, imâm Buhârî, Neseî, Ebu Dâvûd, lbn Mâ-ce, Taberânî ve Dârîmî gibi zevat de kendisinden hadîs nakletmişlerdir. Tefsîr kitablannda onun naklettiği tefsîr rivayetleri mevcuddur. Ayrıca bir de tefsiri olduğu kaydedilir..[71]
Ebu Abdullah lbn Me'mûn es-Semîn, Horasan yöresinde yetişmiş tefsîr bilginlerinden birisidir. Muhammed lbn Hatim, Abdullah tbn İdrîs, Süfyân tbn Uyeyne, lbn Uleyye, VekT ve Kattan gibi zevattan hadîs rivayet etmiş ve İmâm Müslim, Ebu DâvÛd, Hüseyin lbn Süfyân gibi zevat da kendisinden hadîs nakletmişlerdir. Onun tefsîrle ilgili bir mecmuası bulunduğu ve Bağdad'da birçok kimsenin bu mecmuadan istinsah yaptığı söylenir.[72]
Abdullah lbn Muhammed lbn Ebu Şeybe, KÛfeli olup Kadı ŞÛreyk, Ebu'I-Ahvaz, Abdullah lbn Mübarek, Süfyân lbn Uyeyne, Cerîr lbn AbdÜlhamîd gibi zevattan hadîs Öğrenmiş Ebu Zür'a, İmâm Buhârî, İmâm Müslim, Ebu Dâvûd, lbn Mâce ve Ebu Bekir lbn Ebu Âsim gibi zevat da ondan rivayet nakletmişlerdir. Kitâb'ül-Ahkâm isimle tefsîre dâir bir eseri olduğu kaynaklarda zikredilir,[73]
Ebu Ya'kÛb lbn lbrâhîm lbn Mahled el-Hanzelî, Horasan yöresinde doğmuş, daha sonra Irak'a, Hicaz'a, Şâm ve Yemen'e gitmiş ve nihayet Nîsâbur'da vefat etmiştir. Babasının Mekke yolunda dünyaya gelmiş olması nedeniyle ona Farsça'da yola ait anlamına Râheveyh denilmiştir. Gerek fıkıh gerekse hadîs ilminde haklı bir şöhrete sahip bulunun İshâk lbn Rahüye Horasanlılar tarafından hadîsin Şehinşahı unvanına lâyık görülmüştür. Gerdiği beldelerde daha çok hadîs cem'eden bu zât, Abdullah lbn Mübarek, Cerîr lbn Hamîd, Süfyân lbn Uyeyne, Derâverdî gibi zevattan hadîs nakletmiş, Buhârî, Müslim, Ebu Dâvûd, Tirmizî, Neseî ve Ahmed lbn Hanbel gibi zevat da kendisinden rivayet nakletmişlerdir. Ebu Dâvûd el-Hattâb'ın ifâdesine göre; İshâk lbn Rahûye onbirbin hadîsi ezberinden rivayet edip yazdırmış, sonra aynıyla ezberinden tekrar etmiştir. Ahmed lbn Hanbel, Horasan köprüsünden İshâk lbn Rahûyeh gibi bir zât daha geçmedi, diyerek onu takdirle zikretmiştir.[74]
Ebu'l-Hasan Osman lbn Muhammed lbn Ebu Şeybe ibrShîm, Küfeli olup tah-mînen hicrî 156 (772) yılında doğmuştur. Daha önce zikri geçen Ebu Bekir lbn Ebu Şeybe'nin kardeşidir. Şâm ve Irak taraflarında bir süre dolaştıktan sonra ŞÛreyk, Huşeym, lsmâîl lbn Ayyaş, Abdullah lbn Mübarek gibi ünlü kişilerden hadîs dinlemiştir. Başta Buhârî ve Müslim gibi hadîs imamları olmak üzere Ebu Ya'lâ, Beğavî ve daha başka birçok kimse de kendisinden rivayet nakletmiştir. Rivayetlerinde güvenilir bir zât olarak tanınan Osman İbn Ebu Şeybe (239/833) tarihinde vefat etmiştir. et-Tefsîr başlığı altında derlediği bir rivayetler mecmuası bulunmaktadır.[75]
Tefsir ilminde mahir olan bu zâtın Ahkâm'ül-Kur'ân isimli bir mecmuası bulunduğu MervMe doğduğu, şiir ve edebiyata âşinâ bir kişi olduğu, muhtelif yerlerde seyahat ettiği ve rivayetlerinde güvenilir bir zât olduğu kaynaklar tarafından ifâde edilmektedir.[76]
Ahmed lbn Muhammed lbn Hanbel lbn Hilâl eş-Şeybânî cl-Mervezî, soylu bir Arap kabilesine mensup olup Bağdâd'ta ya da Merv'de 164 (780) yılında doğmuş, bilShere Küfe, Basra, Mekke, Medîne, Yemen, Şâm ve Horasan'ı gezerek tekrar Bağ-dâd'a dönmüştür. Dört sünnî mezhebten birisi olan Hanbclî mezhebinin kurucusu olup İmâm Şafiî, Süfyân lbn Uyeyne, İbrâhîm lbn Sa'd ve ünlü Hanefî İmâmı Ebu YüsuPtan fıkıh ve hadîs ilmini öğrenmiştir. Özellikle Kur'ân âyetlerinin tefsîrine dâir hadîsleri derlemiş ve bir nevi rivayet mecmuası denilebilecek şekilde tanzîm etmiştir. Kişiliği ile devrinde haklı bir şöhret kazanmış olan Ahmed lbn Hanbel özellikle halîfe Me'mûn döneminde Mu'tczile mezhebi mensûblannın hükümet nezdinde İtibâr gördüğü sıralarda, büyük bir sıkıntı ve mihnet içine düştüğü, buna rağmen fikirlerinden en küçük bir tavîz vermeden inançlarını cesaretle savunduğu bilinmektedir. Bilâhere Abbasî halîfesi, Mu'tasım ve Vâsık döneminde de büyük sıkıntılara ma'rûz bırakılan İmâm Ahmed lbn Hanbel, Halîfe Mütevekkil zamanında tekrar itibâr gören bir şahsiyet haline gelmiş ve vefatına kadar da bu ikram ve hürmet devam etmiştir. Ahmed lbn Hanbel 241 (855) yılında BağdâdMa vefat ettiği ve Bab-ı Harb adı verilen mezarlığa gömüldüğü bilinmektedir. Ünlü Müsnedin müellifi de bulunan Ahmed lbn hanbel'in fıkıhta kendine hâs görüşleri vardır.[77]
Ebu Muhammed Abdullah İbn Humeyd en-Nasr el-Kîsî Türkistândaki Semer-kand yakınında bulunan Kîs'te yetişmiş ünlü bir tefsir bilginidir. Ca'fer tbn Avn, Yezîd tbn Harun Revh İbn Ubâde, Abdürrezzâk gibi zevattan tefsîr ve hadîs bilgisi almıştır. J3aşta Müslim ve Tirmizî olmak üzere Sehl tbn Şazeveyh ve Süleyman tbn Isrâîl gibi zevat da kendisinden rivayetler nakletmişlerdir. Rivayet tefsirlerinde Abd tbn Humeyd kanalıyla birçok tefsîr rivayeti zikredilmektedir. Müsned isimli hadîs kitabı meşhurdur.[78]
Ebu Muhammed Abdullah İbn Abdurrahmân et-Temîmî ed Dârimî, Türkistan'ın Ünlü Semenkand çevresinden yetişmiş büyük bir bilgindir. Yetmişini aşkın bir yaşta vefat etmiş bulunan Dârimî Semenkand kadılığında bulunmuş ve burada tefsîr ve hadîs bilimini yaymaya çalışmıştır. Özellikle İmam Müslim, Ebu Dâvûd ve Tirmizî ondan rivayet .naklederler.[79]
Ebu Abdujlah Muhammed tbn İsmâîl İbn İbrâhîm İbn Muğîre el-Cu'fî, hicrî 194 (809) yılında Türkistan'da, Buhârâ'da doğmuştur. Ulemâdan babası Ebu'I-Hasan tsmâîl'dcn ders almış, Muhammed İbn Scllâm el-Beykendî, Muhammed tbn Yusuf el-Beykendî ve İbrâhîm İbn Eş'as'tan hadîs öğrenmiş, Abdullah tbn Mübârek'in tasniflerini ezberlemişti. Bilâh6re Belh'e giderek Mekkî tbn İbrahim'den, Merv'e giderek Ali İbn Hasan İbn Şefik'ten, Nîsâbur'a giderek Yahya İbn Yahya'dan, Rey'e giderek tbrâhîm İbn Musa'dan, Bağdâd'a giderek Sureye tbn Nu'mân'dan ve Han-belî mezhebinin kurucusu Ahmed İbn Hanbel'den, Basra'ya giderek Ebu Âsim en-Nebîl'den, Kûfe'ye giderek Ebu Nuaym'dan, Mekke'ye gederek Humeydî'den, Me-dîne'ye giderek Abdülazîz el-Evsî'den hadîs dinlemiş, ayrıca Vâsıt, Mısır, Şâm ve Kuzey Suriye şehirlerinde pek çok sayıda üstâddan hadîs derlemiştir. Ebu Zür'a, Neseî, Ebu Hatim er-Râzî, Tirmizî, Müslim İbn Haccâc, Muhammed İbn Nasr el-Mefvezî, Salih tbn Muhammed, Ebu Bekir İbn Huzeyme ve Ebu'l-Abbâs es-Serrac gibi pekçok şahısta ondan hadîs nakletmişlerdir. Hadîs derlemek için birçok gezilerde bulunmuş olan İmâm Buhârî'nin; tefsire dâir büyük bir eser yazdığı bazı kaynaklarca belirtilmekte ise de günümüze ulaşmış herhangi bir nüshası yoktur. Sadece ünlü el-Câmi'üs-Sahîh isimli hadîs mecmuası içerisinde yer alan tefsirle ilgili bölüm bu sâhâda büyük bir üstâd olduğunu gösteren güzel bir örnektir. Tefsîrde daha çok Mücâhİd İbn Cübeyr'den rivayetler aktarmıştır. Kaynaklarca; yüz bini sahîh, iki-yüz bini de sahîh olmayan hadîsi ezbere bildiği söylenen Buhârî, el-Câmi'üs-Sahîh isimli eserini altıyUz bin hadîs arasından seçtiği mükerrer yedi bin ikiyüz yetmişbeş hadîsten meydana getirmiştir. Mükerrerlerin dışında bu mecmua içerisinde dört bin civarında hadîs yer almaktadır, tbn Huzeyme'nin ifâdesine göre; gökkubbesi altında Buhârî'den daha çok hadîs bilen kimse olmamıştır. 869 yılında Semerkand'ın Hartenk köyünde vefat etmiş bulunan İmâm Buhârî'nin merkadi burada bulunmaktadır.[80]
Ebu'l-Hüseyn Müslim îbn Haccâc tbn Müslim el-Kuşeyrî en-Nîsâburî; 204 (819) tarihinde İran'ın Nîsâbur kentinde doğmuş, burada öğrenim gördülcten sonra Hicaz, Mısır ve Şam'a seyâhatlar yapmış, birçok kez Irak'a gitmiş ve devrin bilginlerinden hadîs dinlemiştir. Yahya tbn Yahya en-Nîsâbûrî, Kuteybe İbn Saîd, İshâk İbn Raheveyh, Ahmed İbn Hanbe!, Abdullah İbn Mesleme, Ahmed İbn Yûnus gibi zevattan hadîs Öğrenmiş ve İmâm Buhârî ile karşılaşmış, ona fazlasıyla saygı göstermiştir. İmâm Tirmizî başta olmak üzere İbrâhîm İbn Ebu Tâlib, İbn Hüzeyme, İbn Sâib, Abdurrahman İbn Ebu Hatim gibi zevat da ondan rivayet nakletmişler-dir, İmâm Müslim 261 (874) yılında doğum yeri olan Nîsâbur'da vefat etmiş kabri Nîsâbur yakınlarındaki Nasrâbâd'da bir ziyâretgâh olarak bugüne kadar gelmiştir. Başlı başına bir tefsir kitabı yazmamış olan İmâm Müslim ünlü el-Câmi'üs-Sahîh'inde tefsir bahsine bir kitâb tahsis etmiştir. Rivayete göre bu eserini üçyüz bin hadîs arasından seçmiş ve eserde mükerrerler çıkarılınca dört bin hadîs derlemiştir.[81]
Ebu Abdullah Muhammed İbn Yezîd er-Kazvînî İran'da Kazvîn'de 209 (824) yılında dünyaya gelmiş, burada öğrenim gördükten sonra devrin ilim ve kültür merkezleri olan Bağdâd, Basra, Küfe, Mekke, Şâm, Mısır ve Horasan'a seyâhatlarda bulunmuş ve 273/886 yılında vefat etmiştir. Kendisi Leys, İbrâhîm İbn Münzir, Muhammed İbn Abdullah İbn Nümeyr gibi zevattan hadîs öğrenmiş ve Ebu'l-Hasan el-Kattân Ahmed İbn Revh ve Muhammed İbn îsâ gibi zevat da kendisinden rivayet nakletmİşlerdir. Ünlü Sünen isimli eserinde İbn Mâce dört bin civarında hadîs derlemiştir. Sünen'indeki tefsirle ilgili bölümden ayrı olarak bir de tefsîr mecmuası bulunduğu zikredilir.[82]
Ebu Dâvûd Süleyman İbn Eş'as İbn İshâk es-Sicistânî İran'ın Sicistân bölgesinde 202 (817) tarihinde doğmuş daha sonra, Şâm, Mısır, Hicaz, Irak, Horasan ve Basra'da seyâhatlar etmiş, bir müddet Bağdâd'da ikâmet ettikten sonra Basra'ya yerleşmiş ve burada anılan tarihte vefat etmiştir. Kütüb-i Sitte'yi teşkil eden mecmua içerisinde yer alan Ebu Davud'un Sünen'inde tefsîre dâir büyük bir bölüm bulunmaktadır. Başta Müslim İbn İbrâhîm, Süleyman İbn Harb, Abdullah tbn Mesleme, Yahya İbn Maîn, Ahmed îbn Hanbel olmak üzere birçok hadîs imamından hadîs dinlemiş ve kendisinden de oğulları Abdullah ve Abdurrahman Ahmed İbn Muhammed el-HalIâc ve Tirmizî gibi meşhur hadîs bilginleri rivayet nakletmİşlerdir.[83]
İbn'ün-Nakîb İbn Muhammed el-Endelûs^EndüIüs'te yetişmiş ünlü hadîs ve tefsîr bilginlerinden birisidir. Birçok İslâm bilgini gibi doğduğu bölgeden doğuya gelen İbn'ün Nakîb İmâm Ahmed İbn Hanbel, Yahya İbn Yahya el-Leysî, Ebu Mus'-ab ez-Zührî, Yahya İbn Bükeyr, Ebu Bekir İbn Şeybe gibi zevattan hadîs öğrenmiş ve kendisinden de başta oğlu Ahmed olmak üzere Eşlem İbn Abdülazîz, Abdullah, Yûnus, Muhammed İbn Rübâbe gibi kişiler hadîs öğrenmişlerdir. İbn'ün-Nakîb'in tefsîr ilminde derin bilgisi bulunduğu detaylı bir tefsîr kitabı yazdığı kaynaklarca zikredilmektedir. İbn Hazm'e göre; onun tefsiri gibi hiçbir tefsîr yoktur. Ne İbn Cerîr Taberî*nin ne de başkasının ona denk olması mümkün değildir. Onun sayesinde Endülüs'te tefsîr ve hadîs ilmi yayılmıştır. Kendisi el-Müsned'ül-Kebîr isimli eserinde bin ikiyüzü aşkın sahabenin nakillerine yer vermektedir. Ancak tefsiri günümüze kadar ulaşabilmiş değildir.[84]
Ebu Abdurrahmân Bakiyy İbn Mahled el-Endelûsî, Kurtuba'da yetişmiş ünlü bir tefsîr ve hadîs bilginidir. Onun tefsîrİ hakkında İbn Başkuvâl; bu tefsirin benzeri İslâm dünyasında meydanagetirümiş değildir, diyor Ne yazık ki tefsîri günümüze kadar ulaşamamıştır.[85]
Muhammed İbn İdrîs İbn Münzir el-Hanzalî, Horasan'ın Rey şehrinde 195 yılında (810) dünyaya gelmiş, memleketinde öğrenim gördükten sonra Bahreyn, Mısır, Remle, Tarsus, Bağdâd, Basra'da seyâhatlarda bulunmuş, dönüşünde Bağdâd'ta vefat etmiştir. Abdullah İbn Mûsâ, Muhammed İbn Abdullah el-Ansârî, Esma'î, Ahmed İbn Hanbel gibi zevattan hadîs öğrenmiş; Yûnus İbn Abd'ül-A'lâ, Muhammed İbn Avf, Ebu Dâvûd, Neseî, Ebu Avâne el-İsferâînî, Ahmed İbn Mansur ve İbn Fbu Dünyâ gibi ünlü bilginler de ondan rivayetler nakletmişlerdir. Ebu Hatim er-Râzi rivayet dalında şöhret bulmuş bîr kişidir.[86]
Ebu îsâ Muhammed İbn îsâ es-Sülemî et-Tirmizî, Türkistan'da Tirmiz'de 209 (824) yılında dünyaya gelmiş Hicaz, Irak ve Horasan çevresinde seyâhatlar yapmış ve doğduğu yer olan Tirmiz'de vefat etmiştir. Kütüb-i Sitte adı verilen mecmuanın dördüncüsünü oluşturan Sünen'i hem hadîs hem de tefsîr sahasında önemli bir kaynaktır. Kendisi Kuteybe İbn Saîd, Ebu Mus'ab, Mahmud İbr Geylân, Muhammed İbn Beşşâr, Süfyân İbn Vekî* ve İmâm Buhârîgibi büyük bilginlerden ders almış, Hammâd İbn Şâkir ve Makbul İbn FazI gibi zevat ve ondan rivayetler nakletmişlerdir. Buhârî, Tirmizîve Hâkimin eserlerinin tefsîr bölümü, müfessirler arasında "tef-sîrlerjn en sahihi = "Esah'üt-Tefâsîr" sayılmıştır.[87]
Ebu Hanîfe Ahmed İbn Dâvûd İbn Venend, Hemedân yakınlarındaki Dîne-ver'de doğmuş, Basra ve Kûfe'ye gelerek buradaki ünlü bilginlerden edebiyat, gramer, tahsil etmiş, Fıkıh, Matematİk.Tarih ve Astronomi alanında mütehassıs olmuş bir bilgindir. Kur'ân tefsîri ve botaniğe dair. Kitâb'ün-Nebât isimli eserleri meşhurdur.[88]
Abdurrahmân İbn Muhammed İbn Müslim, Rey'de yetişmiş ünlü bir tefsîr bilginidir. Isfahan mescidinin imâmı olan bu zâtın tefsirle ilgili eseri kaynaklarca zikredilmektedir.
İbn Keysân (öl. 299/911)
Ebu'l-Hasen Muhammed tbn Ahmed İbn İbrâhîm İbn Keysân, sarf ve nahiv ilminde şöhret bulmuş ve Basrahlar ile Kûfelilerin gramerle ilgili görüşlerini birleştirerek müşterek bir sistem meydana getirmiştir. Onun Maânî'l-Kur*ân isimli bir eseri bulunduğu kaynaklarda zikredilmektedir.
Buraya kadar zikri geçen bilginler diğer çalışmalarının yanısıra Kur'ân tefsiri alanında da eser vermiş olan müelliflerdir. Şimdi de başlı başına Kur'ân tefsiri yapmış olan müfessirlerden bazılarını tanımaya çalışalım:[89]
Daha önce de belirtildiği gibi, Kur'ân-ı Kerîm'in anlaşılması güç olan lafızlarını izah etmek üzere tabiîn devrinden İtibaren müstakil eserler yazılmaya başlanmıştı. Özellikle Arap olmayan milletlerin Islâmiyete girmeleri ve bu dinin ana kitabı olan Kur'ân'ı Öğrenmeye çalışmaları, diğer taraftan arapların da Kur'an'da geçen bazı mücmel lafızları anlayamamaları; Kur'ân ve Sünnete bağlı sahabe ve tâbiîn'i, Kur'ân'm açıklanması icâbettiği kanısına sevketmiştir. Bunun sonucunda İlk Kur'ân tefsiri çalışmaları ortaya çıkmıştır.
Müstakil olarak Garîb'ül-Kur'ân, (Maânî'I Kur'ân ve Mecâz'ül-Kur'ân adlarıyla anılan bu ilk tefsîr faaliyetleri müteâkib asırlarda ortaya çıkacak olan müdev-ven tefsîr çalışmalarının başlangıcını ve esâsını, teşkîl edecektir. Nitekim daha hicretin ikinci yüzyılında Zeyd İbn Ali'nin (öl. 121/738) Tefsîrü öârîb'ü-Kur'ân'il-Mecîd isimli bir eserinin rivayet yoluyla elden ele dolaştığı bilinmektedir. Bunu müteakiben yine Ehl-İ Beyt'ten biri olan imâm Ca*fer es-Sâdık'ın (Öl. 148/765) kendi adıyla anılan bir tefsiri bulunduğu kaynaklarca zikredilmektedir. Bu tefsirden bazı bölümler gerek Şiî gerekse Sünnî kaynaklarda günümüze kadar intikâl etmiştir. Ancak ilk muntazam lefsîr örneğini Mukâtil İbn Süleyman'ın (öl. 150/767) Tefsîr'ül-MukâtU isimli eserinde görmekteyiz. Daha öncede belirttiğimiz gibi İmâm Şafiî'nin; halk, tefsirde Mukâtil İbn Süleyman'a muhtaçtır, dediği bilinmektedir.[90]
Yahya İbn Sellâm tbn Ebu Talha 124 (741) yılında Kûfe'de doğmuş ve burada öğrenim gördükten sonra, babasının Basra'ya yerleşmesi üzerine burada Hasan el-Basrî'nin öğrencilerinden kırâet dersleri almıştır. Daha sonra ticaret maksadıyla gittiği Mısır ve Kayravân'da uzun müddet ikâmet eden Yahya İbn Sellâm oğlu Muham-med ile birlikte iki kez hac vazifesini yaptıktan sonra tekrar Kuzey Afrika'ya dönmek üzere yola çıkmış, ancak Mısır'da hastalanarak vefat etmiştir. Kabri Kâhire'de el-Mukattam mevkiinde bulunmaktadır. Basra'da bulunduğu sırada Hasan el-Basrî'nin öğrencilerinden Hasan tbn Dînâr'dan dersler almış, Hammâd İbn Seleme, Hammâm İbn Yahya, Saîd İbn Ebu Arûbe gibi zevattan rivayetler nakletmiş-tir. Keza Mısır da bulunduğu sırada Leys İbn Sa'd ve Abdullah tbn Lehâîda hadîs öğrenmiştir. Başta oğlu Muhammed İbn Yahya olmak üzere, Zeyd tbn Sinan el-Esedî, Ahmed İbn Mûsâ, Ahmed îbn Muhammed İbn Kadîm gibi birçok kişi de ondan rivayetler nakletmişlerdir. Birçok eserlerinin yanısıra Tefsîrü Yahya îbn Sellâm adıyla şöhret bulan tefsirinin üç nüshası günümüze kadar intikâl etmiştir. (Yahya tbn Sellâm'm tefsîr metodu hakkında,daha geniş bilgi için, bkz. İsmail Cerrahoğlu, Yahya İbn Sellâm ve Tefsirdeki Metodu)[91]
Ebu Hâlid Yezîd İbn Hârûn îbn Zâdân el-Vâsıtî Benu Süleym kabîlesinin âzâdlı kölelerinden olup Vâsıfta yetişmiş ünlü bir bilgindir. Halîfe Me'mûn devrinde muteber bîr kişi olduğu ve halîfenin ondan çok çekindiği zikredilir. Yezîd İbn Hârûn'-un Tefsir es-Sülemî isimli eserinin bulunduğu ve bu eserin Farsçaya tercüme edildiği belirtilmektedir.[92]
Ebu Abdullah Muhammed İbn Ömer el-Vâkidî, 129 (746), yılında Medine'de doğmuş, gençliğinde ticâretle uğraşmış, bilâhere ilim yoluna İntisâb ederek Halîfe Me'mûn'un ilgisini kazanmış ve Bağdâd kadılığına getirilmiştir. Bağdâd'da vefat eden Vâkıdî'nin kabri Hayrezân isimli kabristandadır. Vâkıdî'nin Tefsîr el-Vâkidî isimli bir tefsiri bulunmaktadır. Tefsîr, Hadîs ve Fıkıh alanında şöhret bulmuş olan bu zât İmâm Sevrî, İmâm Mâlik gibi zevattan dersler almış, Muhammed İbn İshâk ve Muhammed İbn Sa'd gibi zevat da kendisinden rivayetler nakletmişlerdir. Aynı zamanda ilk islâm tarihçisi olan Vâkıdî'nin Fütûh'üş-Şam, Fütûh'ül-Acem, Fütuh'ül-Mısr, Futûh'ül-Cezîre gibi eserleri çok meşhurdur.[93]
Ebu Zekeriyyâ Yahya ibn Ziyâd İbn Abdullah İbn Manzûr ed-Deylemî el-Ferrâ, İran asıllı olup ünlü nahiv bilgini Kisâsi'nİnönde gelen talebelerindendir. İlk kez Bağdâd mescidinde Kur'ân tefsîri için meclis kuran kişi olarak da bilinen Ferrâ aynı zamanda Küfe dil okulunun da önde gelen isimlerindendir. 207 yılında hacca giderken vefat eden Ferrâ'nın Maânî'l-Kur'ân isimli tefsîri meşhurdur.[94]
EbuM-Hasan Nadr İbn Şumeyl el-Mâzenî, Merv'de doğmuş, uzun süre Bâdi-ye'de ikamet ettikten sonra halk diliyle konuşulan orijinal arapçayi iyice öğrenmiş, sonra doğum yeri olan Merv'e gelmişti. Halîfe Me'mûn döneminde ilk sünnî Merv kadısı olarak şöhret bulmuştur. Sa'lebî onun Ğârîb'ül-Kur'ân isimli tefsirinden bazı parçalar nakletmektedir.[95]
Ebu Ubeyde Ma'mer İbn el-Müsennâ el-Basrî, ünlü nahiv bilgini İmâm Halîl'-in öğrencilerindendir. 110 (728) yılında Basra'da doğmuş Ebu Amr İbn'üI-AIâ ve Yunus ibn Habîb'den dersler almıştır. Vezîr Fadl İbn Rebî' onu halîfe Hârûn er-Reşîd'e takdîm etmiştir. İbâziyye mezhebine mensûb olduğu nedeniyle çeşitli töhmetlere mâruz kalan Ebu Ubeyde'nin ikiyüze yakın eser kaleme aldığı, ancak bunlardan küçük bir kısmının günümüze ulaştığı sanılmaktadır. Onun Mecâz'ül-Kur'ân veya Tefsîr Ğarîb'ül-Kur'ân isimli tefsîri günümüze kadar intikal etmiştir. Kendisi Osman el-Mâzenî, Ebu Hatim es-Sicistânî gibi ünlü bilginlerden öğrenim görmüş ve Kasım İbn Sellâm gibi bazı bilginler de ondan ders almışlardır.[96]
Ebu Bekir Abdürrezzâk İbn Hemmâm İbn Nâfi' el-himyerî es-San'ânî, San'â'da doğmuş olup Benu Himyer kabilesinin âzâdlılarından idi. Mutedil şîa mezhebinin bağlılarından olduğu söylenen Abdürrezzâk lbn Hemmâm, Abdullah el-Ma'merî, İbn Cüreyc, Evzaî, Sevrî ve Mâlik gibi zevattan rivayetler nakletmiş, Buhârî, Ah-med lbn Hanbel gibi hadîs bilginleri de ondan rivayet nakletmişlerdir. Tefsîr'ül-Kur'ân isimli tefsiri günümüze kadar ulaşmıştır.[97]
Ebu'I-Hasan Saîd lbn Mes'ade, Belh kökenli olup ünlü nahiv bilgini Sîbeveyh'in öğrencilerindendir. Birçok konuda Üstadının görüşüne iştirak etmemiş olan Ahfeş'-in MaânîM-Kur'ân isimli bir tefsîri bulunmaktadır. Kelbî, Nehaî ve Hişâm lbn Ur-ve'den rivayet nakletmiş, Ebu Hatim es-Sİcistânî de kendisinden rivayet aktarmıştır. Rivayete göre, Bağdâd'da ünlü nahiv ve tefsîr bilgini Kisâî ile tartışmış ve onun takdirine mazhar olmuş ve yine onun arzusu uyarınca adı geçen tefsirini kaleme almıştır. Bilindiği gibi Isllam dünyasında nahiv biliminde şöhret kazanan üç Ahfeş bulunmaktadır: Birincisi Ebu'l-Hattâb Abdül Hamîd lbn Abdülmecîd'dir. (öl. 177/793) Câhiliyye şiiri ile tefsîr yapmayı deneyenlerin başında yer alan ve Ahfeş el-Ekber diye anılan zât budur. Ahfeş el-Evsat'tan ayrı olarak Ebu'I-Hasan Ali lbn Süleyman lbn Mufaddal (öl. 315/920) Ahfeş el-Asgar diye anılır. Bu zâtta ünlü Bağ-dâd nahiv ekolüne mansubtur.[98]
Ebu Ubeyde Kasım lbn Sellâm el-Herevî ünlü nahiv bilgini es-EsmaTnin öğrencilerinden olup 174 (770) yılında Herât'da doğmuş, Basra ve Kûfe'de öğrenim görmüştür.
Hârûn er-Reşîd'in Horasan vâlîsi bulunan Herteme oğullarının eğitimi ile uğraşmış olan Ebu Ubeyde bilâhere Tarsus'a giderek burada Tarsus vâlîsi Sabit lbn Nasr'ın çocuklarına hocalık yapmış ve Tarsus kadılığı görevinde 18 yıl kalmıştır, ömrünün sonlarına doğru Bağdad'a gelmiş, bilâhere mücavir olmak üzere Mekke'ye gitmiş, burada vefat etmiştir. Takva ve veraı ile şöhret bulmuş olan Ebu Ubeyd başta hocası Esma'î olmak üzere Ebu Muhammed el-Yezîdî, İbn'ül-Arabî ve Kisâî gibi zevattan ders almış, Yahya İbn Maîn de kendisinden ders almıştır. ûarîb'Ul-Kur'ân, Maânî'l-Kur'ân gibi tefsîre dâir eserlerinin yanısıra, FedâiPül-Kur'ân isimli bir eseri bulunmaktadır. Ayrıcı fıkıh ve gramere dâir eserleriyle meşhurdur.[99]
Ebu Muhammed Abdullah İbn Müslim İbn Kuteybe ed-Dîneverî 213/828 yılında Bağdâd veya Kûfe'de doğmuş olup babası İranlı yada Türktür. Gramer ve hadîs öğrenimi gördükten sonra bir müddet Dînever'de kadılık yapmış ve bu sebeple kendisine Dîneverî nisbesi verilmiştir. Bilahare Bağdad'a gelerek burada öğrenime devam etmiş ve Bağdâd'da vefat etmiştir. İshâk lbn Raheveyh, Ebu İshâk İbrâhîm İbn Süfyân ve Ebu Hatim es-Sicistânî gibi zevattan dersler almış ve oğlu Ebu Ca'fer Ahmed başta olmak üzere Ebu Muhammed Abdullah İbn Deresteveyh gibi bazıları ondan rivayet nakletmişlerdir. Üyun'ül-Ahbâr isimli tarihi eserinin yanısıra, edebiyata dair el-Maârif. eş-Şi'r ve'ş Şuârâ Edeb'ül-Kâtib isimli eseri hadîse dâir Te'vîl Muhtelef'ül-Hadîs isimli eseri ve devlet idaresi, ile ilgili el-İmâme ve Siyâse isimli eseri çok meşhurdur. Onun Maânî'l-Kur'ân ve Müşkil'ül-Kur'ân adıyla anılan Ğarîb'ül-Kur'ân isimli eseri de tefsire dâir önemli bir eserdir.[100]
Bu İshâk Ismâîl İbn İshâk İbn Hammâd İbn Zeyd İbn Dirhem el-Ezdî Basra'da yetişmiştir ve Ünlü Ezd kabilesine mensuptur. Halîfe Mütevekkil zamanında Bağ-dâd kadısı olmuş, sonra da görevden uzaklaştırılmış, bilâhere, Halîfe Mu'temid devrinde tekrar kadı olmuş ve 282 (895) yılında vefat edinceye kadar bu makamda kalmıştır. Vefatından sonra üç ay Bağdâd kadısız kalmıştır. Maânî'l-Kur'ân veya Ahkâm'ül-Kur'ân isimli tefsiri bulunmaktadır.[101]
Ebu'I-Abbâs Muhammed İbn Yezîd eİ-Ezdî Ebu Osman el-Mâzinî ve Ebu Hatim es-Sicistânî'nin öğrencisi olan bu ünlü nahiv ve tefsir bilgini 210/825 yılında Basra'da doğmuş ve döneminde Basrah dil bilginlerinin reîsi olmuştur. Onun muhalifi bulunan Sa'leb ise Kûfeli nahiv bilginlerinin reîsi idi. Bu sebeple Küfe ve Basra gramer ekolleri arasındaki büyük tartışmanın liderleri arasında yer alıyorlardı. Nahivde kendine hâs bir metod izlemiş bulunan Müberred, Sîbeveyh'in görüşlerine karşı çıktığı gibi kendi üstadı olan Ebu Osman el-Mâzinî'ye karşı çıkdığı da meşhurdur. Mâzenî, Kisâî, Ezdî ve Sicistânî'den ders aldığı gibi, Niftaveyh, Mâzenî, Kısâsî, Ez-dî ve İsmail es-Saffâr gibi bilginler de ondan ders almışlardır. Onun Meânî'l-Kur'ân, I'râb'ül-Kur'ân ve Ma ittefaka lafzuhu ve ihtelefe mânâhu min'el-Kur'ân'il-Mecîd gibi tefsire dair önemli eserleri bulunmaktadır.[102]
Ebu'I-Abbâs Ahmed İbn Yahya Sa'leb, Şeybân oğulları kabilesinin âzâdlı kölelerinden olup 200 (815) yılında Kûfe'de doğmuş ünlü bilgin Ferrâ'nın yanında öğrenim görmüş tbn'ül-Arabî'nin ve Basrah bazı bilginlerin derslerinde bulunmuş, Küfe nahiv ekolünü benimsemiş ünlü bir bilgindir, tmâm Müberred ile tartışması ünlüdür. Ğarîb'ül-Kur'ân, Maânî'l-Kur'ân isimli tefsîre dair eseri günümüze kadar ulaşmıştır.[103]
Ebu İshâk İbrâhîm İbn Sırrî İbn Sehl ez-Zeccâc ünlü nahiv bilgini el-Müberred'in en ünlü öğrencilerindendir. 241 (855) yılında Bağdâd'da doğmuş, gençliğinde oymacılık yaparak geçimini sağlamış, bilâhere nahiv ile ilgilenerek rivayete göre devrin ünlü nahiv bilgim el-Müberred'e ölünceye kadar günde bir dirhem ücret ödeyerek kendisinden öğrenim görmüştür. Halîfe Mutazıd'ın vezîri Ubeydullah İbn Süleyman onu oğluna hoca tutmuş ve öğrencisinin vezirlik makamına geçmesi üzerine de Zec-câc Kâsım'ın kâtibleri arasında yer almıştır. Daha çok gramer ve Belagat yönünden Kur'ân'ı incelemeye çalışan Zeccâc'ın tefsiri, bilâhere ünlü tefsîr bilgini Zemahşe-rî'nin Keşşafına kaynaklık edecektir. Hanbelî mezhebine mensûb bulunan Zeccâc'ın Maânî'l-Kur'ân veya I'râb'ül-Kur'ân isimli tefsîre dâir eseri günümüze kadar ulaşmıştır.[104]
Ebu Ali Muhammed İbn el-Müstenîr el-Basrî, Kutrub diye bilinen Sîbeveyh'in bu ünlü öğrencisi, Basra'da doğmuş Salîm İbn Ziyâd'in kölelerinden idi. Sîbeveyh ve îsâ İbn Ömer es-Sakifî'den dersler almış, bilâhere Hârûn er-Reşîd'in oğlu Emîn'e hocalık yapmıştır. Mu'tezile mezhebinden Nazzâm'ın görüşlerine tâbi olduğu söylenir. Onun Maânî'I-Kur'ân isimli bir eseri bulunmaktadır.
Müstakil eserlerin tedvin edilmesinden önce eser vermiş olan bu ünlü müfessir-lerin yanısıra rivayet tefsin nakleden zevat arasında; Abdullah İbn Vehb, Haccâc İbn Muhammed, Muhammed İbn Yûsuf el-Firyâbî, FadI İbn Dekkîn, Hasan İbn Muhmûd es-Serrâd er-Kûfî, Ebu Osman Saîd İbn Mansûr, Muhammed İbn Sellâm el-Cumâhî Ebu Muhammed Bekr İbn Sehl ed-Dimyâtî, Abdullah İbn Ebu Ca'fer er-Râzî, Ebu Bekir Abdurrahman İbn Keysân, Saîd İbn Bişr, Dâvûd İbn Ebu Hind, İsmâîl İbn Ebu Ziyâd, Ebu Revk Atıyye İbn Haris, Reşîd İbn Dâd, Yûsuf el-Kattân, Ebu Recâ' Muhammed İbn Seyf, Ebu Küreyme Yahya İbn Mühelleb, Ebu Abdullah Muhammed İbn Sevr gibi birçok zevat rivayet tefsirleri yazmışlardır. Şimdi ted-vîn edilmiş tefsirler konusuna geçebiliriz.[105]
Ünlü İslâm tefsir ve tarih bilgini Ebu Ca'fer Muhammed İbn Cerîr İbn Yezîd ibn Kesîr İbn Ğâlib et-Taberî 224 yılı sonunda ya da 225 yılı başlarında (839) Tabe-ristân'ın Âmül şehrinde dünyaya gelmiştir. Yedi yaşında Kur'ân'ı hıfzetmiş, ÂmüFde ilk tahsilini gördükten sonra maddî durumu müsaîd olan babasının da desteği ile Rey'e gelmiş ve buradan Bağdâd'a geçmiştir. Bağdâd'ta Ahmed İbn Hanbel'in derslerinden yararlanmayı düşünmüş ise de Ahmed İbn Hanbel'in vefatı üzerine ondan yeterince faydalanmadığı sanılmaktadır. Bilâhere Basra ve Kûfe'de de ikâmet etmiş bulunan Taberî, yeniden Bağdâd'a gelmiş ve kısa bir süre sonra Mısır'a geçmek üzere yola çıkmış, Suriye'de hadîs incelemeleri yaptıktan sonra 253 (867) yılları civarında Mısır'a gelmiştir. Tekrar Suriye'ye dönen bilgin, 256 (870) yılında Mısır'a avdet etmiştir. Ertesi yıl Bağdâd'a giden Taberî, iki kez memleketi olan Taberistân'a gittikten sonra Bağdâd'a yerleşmiş ve 26 Şevval 310 (16 Şubat 923)'da Bağdâd'ta vefat etmiştir. İbn Hallikân; Mısır'da el-Mukattam eteklerinde ibn Cerîr Taberî'ye âit olduğu söylenen bir kabrin bulunduğunu bizzat gördüğünü ancak bunun doğru olmadığını ifâde eder. (Vefeyât'ül-A'yân, IV, 192)
Sakin bir mîzâca sahip olan Taberî ömrünü daha çok ders vermek ve kitâb yazmakla geçirmiştir. Abbasî halîfesi el-Mu'temid'in vezirlerinden Ebu'l Hasan Ubey-dullah *bn Yahya el-Hâkânî kendisine kadılık teklîf etmişse de Taberî bunu kabul etmemiştir.
Fıkıhta Şafiî mezhebini benimseyen Taberî, bilâhere babasının adına nisbetle Cerîriyye adı verilen bir mezheb kurmuş ve bu mezheb esâsta Şafiî mezhebinin prensiplerini benimsememekle beraber teferruatta ondan farklı görüşlere sâhib olmuştur. Taberî, İmam Ahmed ibn Hanbel'in hadîste otorite olduğunu kabul etmesine karşılık, fıkıhta onun görüşlerini benimsememiş ve bu sebeple de Hanbelîler tarafından çok ağır ithamlarla tenkîde ma'rûz kalmıştır. Onun vefatı devrinin bütün ilim ve kültür adamlarını üzmüş, hattâ ünlü şâir İbn Düreyd onun vefatı üzerine şu mısraları yazmıştı:
ölüm bununla yalnız bir adamı yok etmekle kalmadı,
Aksine din için dikilmiş bir ilim abidesini yıktı.
Onunla zaman ahlâk bakımmdan anmrdı.
Ama şimdi, safiyetini yitirdi ve bulandı,
Hayır, onun günleri son derece parlaktı,
Takva için bir mihrâb ve bilim için bir nurdu.
Taberî; Muhammed Ibn Abdülmelik, îshâk tbn Ebu İsrail, Velîd Ibn şücâ' gibi ünlü zevattan hadîs okumuş ve Mısır'da bulunduğu sırada Rebî* Ibn Süleyman'dan, Bağdâd'ta bulunduğu sırada Muhammed ez-Za'ferânî'den Şâfıî fıkhı öğrenmişti. Yûnus Ibn Abdü'l-A'lâ'dan Mâlikî fıkhını ve Rey'de bulunduğu sırada da Ebu Mu-kâtiPden Irak fıkhını öğrenmişti. Ebu Şuayb el-Harrânî ve Abdü'I-öaffâr el-Hüseybî gibi zevat da kendisinden rivayetler nakletmişlerdir.
Taberî esâs olarak tefsîr, tarih, fıkıh ve kırâet sahasında mütahassıs bulunmakla beraber, şiir, lügat, sarf, nahiv, ahlâk, matematik ve tıp konularıyla da ilgilenmiştir. Eserleri bütünüyle zamanımıza ulaşamamıştır. Bir rivayete göre kırk yıl müddetle her gün kırk varak yazı yazmıştır. (Hatîb el-Bağdâdî, Tarihü Bağdâd, II, 163) ve yine kaynakların ifâdesine göre, yazmış olduğu kitâbların varakları bulûğa erdiği günden, ölüm tarihine kadar olan günlere taksîm edilmiş ve her gün ondört varak isabet etmiştir. (Ömer nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, I, 367), Taberî gerçekten tefsîrde İmâm unvanını hak eden bir bilgindir. Onun kontunuzu teşkil eden tefsiri ile ilgili daha sonra malumat vermek üzere önce diğer eserlerini tanımaya çalışalım:
1- Ahbâr'ür-Rüsül ve'I-Mülûk. Yaratılışın başından kendi zamanına kadar olan hadisleri anlatmaya çalıştığı bu kitabı gerçekten islâm dünyasında tarih alanında yazılmış eserlerin en ünlüsüdür. Rivayete göre onüç cilt olarak (Kahire 1228), basılmış bulunan ve ünlü tarihi, on misli genişlikte olan daha büyük bir tarih kitabının özetlenmiş şeklinden meydana gelmektedir. Bir girişi müteâkib yaratılıştan itibaren cereyan eden olayları kaleme âlân Taberî, daha sonra eski peygamberler ve hükümdarların tarihini müteakiben de İran ve 302 yılının Zülhicce (Temmuz 915) ayına kadar İslâm tarihini anlatır. Sabit İbn Sinan, Hilâl Ibn Muhsin, Muhammed İbn Abdülmelik el-Hemedânî, Necmeddîn İbn'ül Melik'il-Kâmil el-Eyyûbî, Abdullah İbn Ahmed el-Fergânî tarafından zeyillerle tamamlanan bu eser, kısmen Alman-caya İtalyancaya, Farsçaya, Türkceye.Çağataycayaçevirilmiştir. Arib îbn Sa'd Kurtubî'nin özet olarak meydana getirdiği tarihi, Sâmânî vezirlerinden Ebu Ali Muhammed el-BePamî'nin (öl. 363/972) emriyle Farsçaya tercüme edilmiş, Farsça'dan da Fransızcaya ve Türkçeye, Çağataycaya çevirilmiştir. Keza bu muhtasar tercüme Hızır İbn Hızır el-Amedî (öl. 937/1530) tarafından Farsçadan Arapçaya tercüme edilmiştir. (Daha geniş bilgi için bkz. C. Brockelmann, G.A.L. (Arapça çev.) III, 46-49).
2- Tehzîb'ül-Âsâr
3- Ihtilâf'ül-Fukahâ,
4- Tebsîrü Ûli'n-Nühâ ve Meâlim'ül-Hüdâ.
5- Şerh'üs-Sünne.
6- Beşâret'ül-Mustafâ.
7- Risale fi Sınâat'il-Kavvâsîn ve Remyi's-Sihâm.
Taberî'nin şüphesiz ki en ünlü eseri Câmi'ül-Beyân an-Te'vîl (veya Tefsîr) il-Kur'ân isimli zengin malzemelerle dolu ilk derli toplu rivayet tefsiri olan eseridir. Birçok kütübhânede yazmaları mevcûd olan bu eser 1.321'de ve 133O'da Kâhire'de otuz cüz olarak basılmıştır. Hausleiter 1912*de Strasbourg'ta Taberî tefsirinin bir fihristini neşretmiştir. Bu tefsîr Sâmânî hükümdarlarından Mansur Ibn Nuh'un emriyle Farsçaya tercüme edilmiştir. Ayrıca Türkçeye bir çevirisinin bazı nüshaları da kütüphanelerde bulunmaktadır. Pierre Gode tarafından yapılan Fransızca tercümesi 1983*de 5 cild olarak yayınlanmaya başlamıştır.
tbn Cerîr Taberî bu tefsirinde dil bakımından ünlü nahiv bilgini Ahfeş, Kisâî, Ferrâ, Kutrub gibi âlimlerin eserlerinden istifâde etmiş, rivayet bakımından Ibn Cü-reyc, Abdurrahmân Ibn Zeyd Ibn Eşlem, MukâtiFin tefsirlerinden yararlanmıştır. Esbât vasıtasıyla Sliddî el-Kebîr'den, Bişr Ibn Ammâr vasıtasıyla da Dahhâk'ten rivayetler nakletmiş ise de bu nakillerinden dolayı tenkide uğramıştır. İran asıllı olması nedeniyle ve özellikle fıkıhta Hanbelî mezhebini benimsemediği için Bağdâd'h Hanbeliler eserlerinde şiilik bulunduğunu söylemişlerse de pek taraftar bulamamışlardır.
Câmi'ül-Beyân, daha sonraki bütün müfessirler tarafından benimsenmiş ve özellikle Ibn Kesîr bu tefsirinde ondaki rivayetlerden ve görüşlerden seçmeler yapmaya çalışmıştır. Ibn Cerîr Taberî'nin tefsiri her ne kadar rivayet ağırlıklı ise de, zaman zaman dirayet tefsirine de yer vermektedir. Hattâ İmâm Nevevî; tefsîrde Taberî'nin tefsiri gibi bir eser meydana getirilmediği konusunda İslâm ümmeti icmâ' etmiştir, der. (Suyûtî, el-Itkân, II, 190), Ebu Hamİd el-Isfarayînî de derki: Bir kişi Ibn Cerîr Taberî'nin tefsîr kitabını elde etmek için Çin'e kadar gitse pek fazla sayılmaz. (Yâ-kût, Mu'cem'ül-Udebâ, I, 42) Rivayete göre; Ibn Huzeyme, Ibn Cerîr Taberî'nin tefsîri'nin İbn Haleveyh'ten emaneten almış ve yıllarca sonra iade ederken demiş ki: Baştan sona bu tefsire göz attım. Düz toprak üzerinde Ibn Cerîr Taberî'den daha âlim bir kimse bilmedim. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, 208).
Sübkî'nİn Tabakât'ında anlattığına göre; Ebu Ca'fer Taberî öğrencilerine demiş ki: Kur'ân tefsîri için siz kendinizde yazacak gücü buluyor musunuz? Onlar; ne kadar olur? diye sorduklarında; otuz bin varak, demiş, bunun üzerine öğrencileri; belki de tamâmlanamadan ömür biter, demişler ve bu sebeple Taberî bundan özetleyerek üç bin varak yazmış. Yine; Âdem'den vaktimize değin âlemin tarihini yazmaya hazırmısınız? dediğinde, onlar; ne kadar tutar? diye sormuşlar. Taberî de; tefsirdeki gibi, otuz bin sayfa, demiş. Öğrencileri aynı şekilde karşılık vererek; tamamlanmasına belki de ömürler yumez, demişler. Bunun üzerine Taberî; Allah Allah! insanların himmetleri yok olmuş, demiş ve Özetleyerek üç bin varakta tamamlamış. (Sübkî, Tabakât'üş-Şâfiiyye II, 137).
Taberî'nin tefsîri günümüze kadar ulaşmış en eski tefsîr olduğu gibi, hem de üslûb ve teknik bakımından da en değerlisidir. O, bir âyeti tefsîr etmek istediğinde önce bu âyetin te'vîli ile ilgili görüşleri açıklar, sonra da kendi senediyle sahabeden veya tabiînden nakledilen rivayetleri kaydeder. Bir âyetle ilgili birden fazla görüş varsa her birini delilleriyle zikreder, en sonunda bu görüşlerden birini tercîh eder.
[1] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/XI-XVI
[2] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/3-11
[3] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/11-12
[4] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/12-13
[5] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/13-14
[6] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/14-15
[7] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/15-17
[8] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/17-19
[9] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/20-23
[10] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/24-25
[11] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/25-27
[12] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/27-32
[13] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/32-35
[14] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/35-36
[15] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/36
[16] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/36-37
[17] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/37
[18] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/37-38
[19] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/38
[20] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/38-39
[21] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/39
[22] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/39-40
[23] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/41-43
[24] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/43
[25] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/43-46
[26] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/46-47
[27] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/47-48
[28] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/48-49
[29] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/49
[30] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/50
[31] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/50
[32] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/50
[33] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/50-51
[34] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/51
[35] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/51
[36] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/51
[37] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/51
[38] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/52
[39] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/52-53
[40] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/53-54
[41] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/54-55
[42] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/55
[43] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/55
[44] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/55-56
[45] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/56
[46] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/56
[47] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/56
[48] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/56-57
[49] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/57
[50] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/57
[51] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/57
[52] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/57-58
[53] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/58
[54] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/58
[55] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/58-59
[56] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/59-60
[57] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/63-65
[58] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/66-67
[59] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/67-91
[60] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/91-108
[61] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/108
[62] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/108
[63] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/108
[64] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/109
[65] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/109
[66] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/109
[67] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/109
[68] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/109-110
[69] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/110
[70] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/110
[71] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/110
[72] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/110
[73] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/110
[74] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/110-111
[75] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/111
[76] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/111
[77] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/111
[78] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/112
[79] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/112
[80] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/112
[81] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/112-113
[82] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/113
[83] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/113
[84] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/113-114
[85] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/114
[86] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/114
[87] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/114
[88] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/114
[89] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/114-115
[90] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/115
[91] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/115
[92] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/116
[93] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/116
[94] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/116
[95] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/116
[96] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/116
[97] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/116-117
[98] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/117
[99] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/117
[100] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/117-118
[101] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/118
[102] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/118
[103] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/118
[104] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/118
[105] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/119