Bakara, 21-29; kavram, 29-39

 

BAKARA   SÛRESİ  21-29.  ÂYETLER

 

TEK MA'BUD ALLAH'IN EVRENDEKİ

BAZI ÂYETLERİ (DELİLLERİ)

 

Bakara Sûresi, 21-29. Âyetlerin Mealleri

Bütün İnsanlığa Hitap

Yaratan Rabbe Kulluk / İbadet

Her Şey İnsan İçin; İnsan da Allah'a Kulluk İçin Yaratılmıştır

Endâd/Şirk Koşmak

Çağımız İnsanı Allah'a Nasıl Endâd/Eş Koşuyor?

Bilimsel Endâd ve Şirkler

Çeşitli İnanç Şirkleri ve Sebeplerin Endâd Edilmesi

Kur'an Mucizesi ve Meydan Okuma

Kur'an'ın Bir Sure Veya Ayetinin Benzeri Neden Yapılamaz?

İman ve Sâlih Amelin Ödülü: Cennet

Cennette Dünyadakilere Hem Benzeyen Hem Benzemeyen Rızıklar

İbretli Misaller

Fâsıklar

Ahid ve Allah'la Ahidleşme

Ölüm ve Hayat

Her şey İnsan İçin; İnsan da Tek İlahı Allah'a Kulluk İçin

 

"Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet / kulluk edin. Umulur ki, böylece takvâ sahibi / korunmuş (Allah'ın azabından kendinizi kurtarmış) olursunuz." (2/Bakara, 21)

"O Rab ki arzı / yeri sizin için bir döşek, ğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah'a endâd / şirk koşmayın." (22)

"Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan gayri şahitlerinizi (yardımcıları-nızı) da çağırın." (23)

Bunu yapamazsanız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş kâfirler için hazırlanmıştır." (24)

"İman edip sâlih amellerde / iyi davranışlarda bulunanlara, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikçe: 'bundan önce dünyada bize verilenlerdendir bu' derler. Bu rızıklar onlara (bazı yönlerden dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler de vardır. Ve onlar orada ebedî kalıcılardır." (25)

"Şüphesiz Allah (hakkı açıklamak için) sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez. İman edenlere gelince, onlar böyle misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler. Kâfirlere gelince; 'Allah böyle misal vermekle ne murat eder?' derler. Allah onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da hidâyete / doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır." (26)

"Onlar öyle (fâsıklar) ki, kesin ahid / söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi keserler ve yeryüzünde fesat çıkarırlar. İşte onlar, gerçekten zarara uğrayanlardır." (27)

"Allah'ı nasıl inkâr edersiniz? Siz olü idiniz O diriltti (dünyaya getirip hayat verdi). Sonra sizi O öldürecek, sonra sizi yine O diriltecek, sonra da O'na döndürüleceksiniz." (28)

"O Allah ki, yeryüzünde olanların tamamını sizin için yaratan, sonra semâya yönelip onu yedi kat olarak donatıp düzenleyen O'dur. O her şeyi hakkıyla bilendir." (29)

 

Bütün İnsanlığa Hitap

Surede üç grubun, yani mü'min, kâfir ve münafıkların halleri ayrı ayrı tasvir edildikten sonra her üç gruba, bütün beşeriyete, tüm insanlığa hitap ediliyor ve en güzel manzarayı seçmesi isteniyor. Saf ve berrak manzarayı... Yapıcı ve faydalı manzarayı... Kurtaran ve felâha götüren manzarayı... Müttakilerin manzarasını...

"Ey insanlar! Sizi de sizden öncekileri de yaratan Rabb'inize ibadet/kulluk edin. Umulur ki, böylece takvâ sahibi / korunmuş (Allah'ın azabından kendinizi kurtarmış) olursunuz." (2/Bakara, 21)

 

Yaratan Rabbe Kulluk / İbadet

Ey insanlar, bakın, gerek “iyyâke na’büdü (ancak sana ibadet ederiz)” antlaşmasını yapmış olsun gerek olmasın hepiniz mü’min, kâfir, münâfık, hangi sınıfa, dünyadaki kavimlerden hangi kavme mensup olursanız olunuz, fakir-zengin, âlim-câhil, hangisinden bulunursanız bulunun, hepiniz her zaman şu emirle sorumlusunuz: “sizi ve sizden öncekileri, babalarınızı, analarınızı, bütün atalarınızı, dedelerini ve diğerlerini yaratan Rabbiniz’e, âlemlerin Rabbi’ne ibadet ve kulluk edin, sevgi ve korkunun kemaliyle, en güzel edep ve saygı ile boyun eğin ve O’nun emirlerine, hükümlerine uyun. “iyyâke na’büdü” sözünü verenler onu ifa etsin; vermeyenler vermeye çalışsın; O’na ibadet ve itaat edin ki, “gerçekten korunabilesiniz, takvâ sahibi gerçek muttakîlerden olmanızı ümit edebilesiniz. Ayette “lealleküm” buyruluyor; bu ise ümit ifade eder. Bu şekilde de korunmanız bir kuvvetli ümit olarak gösteriliyor da, “korunacağınızdan emin olunuz” denilmiyor. Çünkü ilâhî iradeyi hiçbir şey şarta koşamaz. “İbadet ediyoruz” diye her sonuçtan emin olmayın, ancak ümitvar olun ve ümidinizi Allah’tan başkasına bağlamayın ve Allah’ı tanımak için yaratılışınıza ve yetiştirilip terbiyenize bakın.

Kur'an'ın tertibine göre bu ayet, Allah Teâlâ'nın açık olarak ilk emrini içeriyor ki, bu emir, İslam binasının temel esası olan tek Rabb'e kulluk ve ibadetten oluşuyor. Bu davet, bütün insanlığadır. Bütün insanlar, kendilerini ve kendilerinden öncekileri yaratan Rablerine ibadete çağrılıyor. Yaratıcılıkta tek olan Rableri şüphesiz ki ibadet edilmekte de birdir, tektir. İbadette ise, insanların erişmesi ve gerçekleştirilmesi beklenen bir hedef vardır: "Tâ ki takva sahibi olasınız" Tâ ki beşer sıfatlarından, seçilmiş yüksek sıfatlara eresiniz: Allah yolundaki âbidlerin, müttakilerin sıfatlarına... O müttakiler yaratanın rububiyet hakkını edâ ederler ve ibadetlerini tek bir yaratıcıya yaparlar. O, var olanların da, yok olmuşların da Rabbidir. Ortağı veya şeriki yoktur. Bütün insanları O yaratmıştır. Onları yerden ve gökten faydalandıran O'dur.

Sizden önce hem insan olarak, hem diğer varlıklar şeklinde olsun, niceleri yaratılmıştır. Sen, şimdi dünyaya yeni bir varlık gibi gelmiş de, olayları kendi başına tahlile mi çalışıyorsun? Nice dâhîler gelmiş, Allah'a teslim olmuş; nice azgın yöneticiler, zâlim tâğutlar gelmiş, isyan edip perişan olmuştur. Nice sağlam evler yapan, saraylar köşkler kuran, ölmeyeceğini sanan, dini yalanlayanları da O yarattı; hepsi sonunda Allah'a döndüler. Siz de Allah'a döneceksiniz. Çıkar yol, sizi ve sizden öncekileri yaratan Allah'a kulluk ve ibadettir.

Sizi yaratana ibadet edin. Sizin gibi yaratılanların sizden farkı yoktur. Onun için sizi yaratan, yaşatan ve yönetene ibadet edin. Onun emir ve yasaklarına uygun hareket edin. O'nun emir ve yasaklarına zıt düşen bütün uygulamaları reddedin. Hürriyetinizi koruyun. Sizin gibi yaratılanların emir ve yasaklarını Allah'ın emir ve yasaklarına tercih ederek insandan ilah türetmeyin. Siz de biliyorsunuz ki, bu ürettiğiniz ilahlar ölecektir, ölenden ilah olmaz.

 

Her Şey İnsan İçin; İnsan da Allah'a Kulluk İçin Yaratılmıştır

"O ki yeryüzünü sizin için bir döşek, ğü de bir kubbe/tavan yaptı. O gökten su indirip onunla türlü türlü meyvelerden sizin için rızık çıkardı. O halde kendiniz bilip dururken Allah'a endâd /eşler koşmayın." (2/Bakara, 22)

"O ki yeryüzünü sizin için bir döşek yaptı." Bu cümle, beşeriyete yeryüzündeki hayatında kolaylıklar sağlandığını ifade ediyor. İnsanoğluna dünya bir döşek misali rahat bir mesken ve koruyucu bir sığınak olarak hibe edilmiş. İnsanlar, ömürleri boyunca normal bir hayat geçirebilmeleri için Allah'ın kendilerine lutfettiği bu döşeğin rahatlığını unutuyorlar. Allah, sizi o döşekte yaratmış, yetiştirmiş, üzerinde her türlü rahatınızın sebeplerini temin etmiş, yatıp kalkıyor, uyuyup uyanıyor, dayanıp oturuyorsunuz. O altınızdan alınıvermiş olsa nerede yerleşirdiniz?

Hayatta kalabilmeleri ve hayatı en faydalı şekilde idame ettirebilmeleri için Allah'ın yer küresine bahşettiği ihsanları göz önünde tutmuyorlar. Hayat ve yaşama şartlarını temin eden bu, biri diğerini tamamlayıcı vasıflar olmasaydı, dünya dediğimiz küre üzerinde şu refah ve güven fışkıran hayat olmazdı. Hayatı vücuda getiren maddelerden bir tanesinin kaybolması, insanoğlunun emniyet içinde geçirdiği hayatın sönmesi demektir. Mesela, havayı meydana getiren maddelerden bir tanesi normal oranından eksik olsa, insanoğlu hava içinde bulunmasına rağmen teneffüs edemeyecek ve hayat felce uğrayacaktır...

"Ve ğü de bir kubbe yaptı." Semânın yapılışında bir başka kudret, bir başka insicam gizli. Semânın, yeryüzündeki insanların hayatında ve bu hayatın suhûletle akışında büyük bir payı vardır. O, ziyasıyla, ısısıyla, sinesinde barındırdığı varlıkların cazibiyetiyle, insicamı ve dünyayla olan diğer bütün münasebetleriyle yeryüzündeki hayatın tahakkukunu sağlar, hayatın devamına yardımcı olur. İnsanlara, yaratanın kudreti, gerçek anlamda rızık veren'in fazl-u ihsanı ve ma'budun yaratılan kulları tarafından yegâne ibadete lâyık olduğu zikredilirken, semâdan bahsedilmesi hiç de hayret uyandırmamalıdır.

Kimin binasında, kimin döşeğinde yattığınızı düşünürseniz, hangi Mevlâ’nın kulu olduğunuzu ve olmanız gerektiğini bilirsiniz. Arzın döşeğe ve semâ’nın binaya benzetilmesi de gösteriyor ki, semâ bütün yeryüzünü kaplıyor ve yeryüzü binadaki bir döşek gibi onun içindedir.

"O gökten su indirip onunla türlü türlü meyvelerden sizin için rızık çıkardı." Kur'an-ı Kerim'in bir çok yerinde Allah'ın kudreti ve nimeti anılırken gökten su indirdiği ve onunla türlü türlü meyveler, mahsuller bitirdiği de zikredilir. Gökten inen su, dünyadaki bütün canlıların hayatında ana maddeyi teşkil eder. "Sudan her şeyi canlı kıldık." (21/Enbiyâ, 30) Bu hayat, ya onun toprakla teması neticesinde yerden türlü şeyler bitirmesiyle, yahut meydana getirdiği nehir ve göllerin sağladığı faydalarla, veya toprağın derinliklerine inip meydana getirdiği yer altı sularının, kaynaklar, artezyenler halinde tekrar yeryüzüne çıkarılarak kullanılması sonunda tahakkuk eder.

Canlıların bütün suret ve şekillerinde hayat kaynağı olan ve insan hayatında en büyük rolü oynayan suyun yeryüzündeki değeri münakaşa kabul etmeyen bir gerçektir. Bunun içindir ki, Hâlık, Rezzak ve Vehhâb olan Allah'a ibadete davet bahsinde suyun önemine yalnızca işaret edilip onu hatırlatmakla iktifa edilmiştir.

Semâ, herhangi bir şeyin üstünde olan şey demektir. Hatta evin tavanına bile semâ denir. Semâdan yağmur indirilmesi, yukarıdan, o semâ tarafındaki bulutlardan demektir.

Tahliline çalıştığımız bu ayet-i kerimede, İslâmî tasavvurun esaslarından iki ana unsur göze çarpmaktadır:

Bütün yaratılmışların bir tek yaratanı bulunduğu: "O ki sizi ve sizden öncekileri yarattı."

2- Kâinatta mevcut olan her şeyin tek varlık halinde, sâdıkane bir insicamla insanoğluna ve hayat mefhumuna boyun eğip onun hizmetine koyuluşu: "O ki yeryüzünü sizin için bir döşek, ğü de bir kubbe yaptı. O gökten su indirip onunla türlü türlü meyvelerden sizin için rızık çıkardı."

 

Endâd/Şirk Koşmak

Şu yeryüzü insan için sergilenip döşenmiş, sularıyla ürünlerin yetişmesini sağlayan gök, belirli bir nizamla insan için kurulmuş. Bütün bunların fazileti şüphesiz ki bir tek yaratıcı olan

Allah'a aittir: "O halde kendiniz bilip dururken Allah'a endâd /eşler koşmayın." Sizleri ve sizden öncekileri O'nun yarattığını; sizler için yeri döşek misali sergilediğini, göğü muayyen bir nizam manzumesi olarak yaratıp oradan sular indirdiğini biliyorsunuz. Ve O'na yardımcı olan bir ortağın, karşı koyabilecek bir eşin mevcut olmadığını da biliyorsunuz. Şu halde, bütün bunları bile bile O'na şirk koşmak insanoğluna yakışır mı? Rabbiniz nasıl rahmetiyle size muamele ediyor, bu sayılanları hep bilirsiniz, bunları bilmek için çok okumaya veya derin felsefeler yapmaya hiç de lüzum yoktur. O halde siz bunları ve yaratıcıdan başka ilâh olamayacağını bilip dururken, bir olan Allah’a denk aramaya, benzerler uydurmaya, endâd / ortaklar koşmaya ve Firavun’un yaptığı gibi yerde gökte ilah aramaya ve ilahlık taslamaya kalkmayın da, bu emri veren ve bütün bunları yapan, ihsan eden ve ortağı, benzeri bulunmayan yaratıcınıza tevhid ile inanın, sadece O’na kulluk ve ibadet yapın.

Tevhid akidesinin berraklığını ve sadeliğini korumak için Kur'an-ı Kerim'in şiddetle yasakladığı (Allah'a şirk/eş koşma) keyfiyeti, her zaman müşriklerin yapageldiği gibi birtakım şeyleri ilah ittihaz edip Allah'la birlikte onlara da ibadet etmek şeklinde olmaz. Bunun, muhtelif şekilleriyle bir de gizli olanı vardır: Mesela, ümitlerini herhangi bir şekilde Allah'tan başkasına bağlamak; Allah'tan başkasından korkmak; her ne suretle olursa olsun vâki olan zarar veya faydanın Allah'tan başkasından geldiğine inanmak şirkin bir çeşididir. Yani gizlice Allah'a şirk koşmak demektir. İbn Abbas (r.a.) bir rivayetinde şöyle demektedir: "Âyette geçen "endâd" öyle bir gizli şirk çeşididir ki bu gizlilik gecenin karanlığında kaypak siyah taş üzerinde yürüyen karıncanın ayak seslerinden daha gizlidir. Bir kimsenin: "Ey falan, Allah hakkı için, hayatımı sana borçluyum" gibi tâbirler kullanması; "eğer şu köpek olmasaydı dün bize hırsız girmişti, ördek evde olmasaydı hırsızlar gelirdi" şeklinde konuşması; arkadaşına: "Allah ve sen isterseniz bu iş olur, Allah'la falan adam olmasaydı işimiz olmayacaktı" gibi sözler söylemesi hep bu gizli şirkin çeşitleridir." Diğer bir hadis-i şerifte, bir adamın Peygamber Efendimize: "Allah ve sen isterseniz" dediği ve bu söze karşılık Rasul-i Ekrem'in: "E cealtenî lillâhi niddâ / Beni Allah'a nidd/eş mi koşuyorsun?" buyurduğu rivayet edilir.

İşte, bu ümmetin geçmişleri, Allah'a eş koşmak ve gizli şirk konusunda böyle düşünürlerdi. Bir de kendimize bakalım. O, kıldan ince hassasiyeti ne dereceye kadar tatbik ediyoruz? O büyük tevhid hakikatinin neresindeyiz?

Kur'an, şirki sık sık vurgular. Çünkü Allah'a ortak koşmayı, dünyadaki tüm kötülüklerin kökeni olarak kabul eder. Bu nedenle Allah'a bağlılıkta, itaatte veya ibadette ortak koşmak üzere, bir kişinin, bir kavmin veya bir taşın putlaştırılmasına izin vermez. Bu yüzden, Allah'ı tüm insanlığın ve hayatın devamını sağlayan, her şeyin yaratıcısı olarak kabul eden insanları, yalnızca kendine boyun eğmeye davet eder.

Çağımız İnsanı Allah'a Nasıl Endâd/Eş Koşuyor?

Bilimsel Endâd ve Şirkler

Evrende farklı kuvvetler tanıyarak bunların ilgilerini, etkilerini tesadüflere bağlamak; hayatı, dolayısıyla evreni, böyle çelişik kuvvetlerin arenası sanmak. Cenab-ı Hak, bu ayette verdiği dört örnekte, yani arzı beşik ve döşek yaptığı, semâyı bina kıldığı, semâdan su indirdiği ve o su vasıtasıyla rızıklar verdiği örneklerinde olduğu gibi, tüm kudret ve iradenin kendinde olduğunu, başka bir kudretin var sayılamayacağını açıkça bildiriyor. Hâşâ! Eğer çeşitli kuvvetler kendi başına evreni etki alanı olarak kullansa, semâlar bina olur ve arzdaki nizam eksiksiz hâkim olur muydu? Deniz kendi başına kalsa; dünyanın her yöresine suyunu arıtılmış, elektrikle güçlendirilmiş yağmur olarak yayabilir miydi? Ve arz kendi manyetik câzibesini (çekim kuvvetini) iki zıt manyetik konveksiyonla böylesine sakin şekilde ayarlamasa, şiddetli çekim karşısında biz arzda nasıl huzur bulurduk? Ya bitkiler! Sayısız hikmet içinde besini, vitaminini, ilacını böyle âhenkli sergileyebilir miydi? İnkârcı, yaratan Allah'tır diyemiyor; "tabiattır, doğadır" diyor. Eğer bu tabiat, kara topraktan beyaz gülü, acı biberi, tatlı elmayı çıkarabilecek ince zekâya ve ilme sahip olsaydı, insanları omuzlarında taşımaz ve kendisini kirlettirmezdi. Bu gerçeklere rağmen şirk içinde iseniz, bunu bilerek yapıyorsunuz!

 

Çeşitli İnanç Şirkleri ve Sebeplerin Endâd Edilmesi

Tüm kudretin, ayette verilen dört örnekte anlatıldığı gibi, ilâhî kudretin tasarrufunda olduğunu gördükten sonra, nasıl olur da olayların seyrinde özellikle kaderde, başka kuvvetlerin, etkilerin varlığına inanılabilir? Ve nasıl para, mevki, şer güçler gibi kavramların ilâhî takdire karşı bir kuvvet olduğuna inanılabilir? Nasıl sebepler putlaştırılabilir? Allah mülkün ve rızkın sahibidir. Senin ağzındaki lokmanın kaderi, ta okyanustaki su zerresinin semâya çıkıp bahçene yağmur şeklinde inişiyle takdir edilmiştir. Sen bu ilâhî hikmeti gözardı ederek hâlâ başka zâhirî ve yalancı güçlere nasıl kulluk edersin?

Kur'an Mûcizesi ve Meydan Okuma

Yahudiler, Hz. Peygamber'in risaletinde insanları şüpheye düşürmeğe çalışıyorlardı. Mekke'deki müşrikler gibi münafıklar da aynı ithamlara baş vurmakta idiler. Kur'an-ı Kerim burada hepsini birden iddialarının doğruluğunu isbata çağırıyor. Yaptığı hitapta bütün insanlara meydan okuyor. Ve münakaşaya yer bırakmayan gerçek tecrübelerle iddialarının isbatını istiyor:

"Şayet siz, kulumuza indirdiğimizden şüphe ediyorsanız, haydi ona benzer bir sûre de siz getirin. Allah'tan başka şahitlerinizi de çağırın. Eğer sâdıklardan iseniz (bunu deneyin)." (2/Bakara, 23)

Bu meydan okuyuşun giriş kısmı oldukça mânidardır. Girişte, önce Rasul-i Ekrem'in Allah'a olan kulluk vasfı zikrolunuyor: "Şayet siz, kulumuza indirdiğimizden şüphe ediyorsanız..." Böyle bir anda bu vasfın zikrolunması, şüphesiz ki çok çeşitli manalar taşır. Her şeyden evvel bu sıfat Hz. Peygamber'in ubûdiyetinin/kulluğunun Allah'a izafe edilmesiyle kazandığı büyük şerefi ve Allah'a olan yakınlığını ifade eder. Böylece en ulvî makamın Allah'a ibadet olduğuna işaret ediliyor. Ve bundan dolayıdır ki, beşeriyet ibadete davet edilmekte ve onunla şereflenmesi istenmektedir. Diğer taraftan bütün insanları, bir olan Allah'a ibadete ve Allah'tan gayri tapınılan her şeyi reddetmeğe davet ederek, ubûdiyetin / kulluğun asıl manasını beyan etmiş oluyor. İşte, makamların en yükseği olan vahiy makamındaki Rasul-i Ekrem dahi Allah'a ubûdiyetle/kullukla tavsif olunarak şerefyab ediliyor.

Meydan okumak konusunda surenin baş tarafına bir göz atmak gerekir. Surenin başında görüleceği gibi Allah tarafından indirilen bu kitab, kendilerinin ellerinde bulunan harflerden meydana gelmiştir. Bu kitabın Allah tarafından indirilmiş olmasından şüphe ediyorlarsa ne duruyorlar? Onlar da aynı harflerle ona benzeyen bir sure meydana getiriversinler. -Allah'tan başka- bu işte kendilerine şahitlik edip destekleyecek kimleri varsa onları da çağırsınlar. Allah, kulu Hz. Muhammed'in, dâvâsında doğru olduğuna şahitlik etmektedir. Bu meydan okuma, Rasulullah'ın hayatında olduğu gibi sonra da günümüze kadar devam etmiş ve ilânihâye devam edecektir. Bu, itiraza, şek ve şüpheye yer bırakmayan bir hüccettir. Kur'an-ı Mübîn, beşer tarafından söylenen bütün sözlerden ayrı bir kelâm olduğunu kat'i ve açık olarak muhâfaza etmeye devam ediyor ve kıyamete kadar da devam edecektir. Devam edecektir ki, Allah Tealâ'nın şu ayet-i kerimedeki sözü tahakkuk etsin:

"Fakat yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamazsınız- çırası insanlarla taşlar olan ateşten sakının. O, kâfirler için hazırlanmıştır." (2/Bakara, 24)

Buradaki meydan okuyuşta bir dehşet var. Buna cevap vermenin imkânsız oluşundaki kat'iyyet ise, daha korkunç bir dehşet... Zaten cevap vermek kudretine sahip olsaydılar, vakit kaybetmeden yapacaklardı. Kur'an-ı Kerim'in beyan buyurduğu gibi onların bunu yapamayacakları kesindir. Bu, Kur'an'ın mucizesi olarak üzerinde söz etmeğe dahi mahal bırakmayacak şekilde tahakkuk etmiştir. Şayet yapabilip bu kat'i beyanı yalanlamış olsalardı; meydan açıktı kendilerine. O vakit, Kur'an-ı Mübîn'in mucize sayılan hüccetliği yıkılmış olacaktı. Fakat bu olamadı ve hiçbir zaman olmayacaktır da.

"Fakat yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız-" Günümüzde hâlâ Mekke'li müşriklerin söylediğini tekrarlayan yobazlara biz bu ayeti okuyoruz; "buyurun bu kitabın Allah'tan geldiğinde şüpheniz varsa, bu teknik ve elektronik çağda iletişim araçlarının hepsini kullanarak bütün bilginlerinizi, bilgisayarlarınızı bir araya getirin ve Allah'ın kelâmına uygun bir kelâm söyleyin" diyoruz. Buradaki hitap her ne kadar muayyen bir nesle yapılmakta ise de, aslında bütün insanlaradır. İşte, yalnız bu dahi, hakla bâtılı birbirinden ayıran tarihî bir ifade olmuştur.

Hal böyle olunca, üslûp ve ifade zevkine sahip bulunan herkes; beşeriyetin mevcudat ve eşya hakkındaki tasavvurlarına vâkıf bulunan her insan, beşerin meydana çıkardığı sosyal ve psikolojik teori, metod ve sistemlerden anlayan her Âdemoğlu, fütur getirmeden kabul eder ki, Kur'an-ı Kerim'in bütün bu konularda getirdiği şeyler, beşerin maddî olarak yaptığı şeylerden apayrıdır. Bunun aksini iddia etmek, ya kör cehaletten, yahut da hakka bâtılı karıştırmak arzusundan doğar.

Kur’an, mucizelerin en büyüğüdür. Hârikalar, kulların zor durumlarında Allah’ın özel yardımıdır. Hidâyetten gaye ise zorluktan kurtarmadır. Şu halde mucizenin en önemlisi, ebedî, aklî ve ilmî kıymeti içeren mucizedir. Bu mucize ise Kur’an’dır. Bu gerçek, o kadar kesin ve yakîn ile Allah tarafından bildirilmiştir ki, hiçbir insan, hatta bütün insanlar, hiçbir zaman diliminde ve hiçbir coğrafyada Kur'an'ın benzerini yapamazlar.

 

Kur'an'ın Bir Sure Veya Ayetinin Benzeri Neden Yapılamaz?

Kur'an'ın îcazını özet olarak birkaç madde sayalım:

Kur'an'ın getirdiği hükümler, kavramlar hiç eskimez. Yeryüzünde eskimeyen tek kitap Kur'an'dır. Her dem canlı, taptaze ve yepyenidir.

Kur'an'ın matematik mucizeleri, taklidi imkânsız bir bilgisayar düzenini temsil eder. Tek harfinin değiştirilmesi mümkün değildir. (Mesela, bkz. Kur'an'da Ölçü ve Âhenk, Abdurrezzak Nevfel, İnkılab Yay.)

Gönüllerin esrarlı güzelliğini, duygu sistemini harekete geçiren; sevgi ve merhameti canlandıran tek kitap, tek mesaj Kur'an'dır.

Kur'an, çağlar ötesi bilimin tüm inceliklerini on dört asır önce bildiren ilâhî bir mesajdır. Kara deliklerden atomun tanımına, akıl almaz biyolojik gerçeklerden parite teorisine, manyetik gerilimden zamanın değişkenliğine kadar bütün ilmî sırları onda rahatça bulursunuz.

O, çağın yanlışlarından korunan tek kitaptır. Çünkü kul yazısı hiçbir kitap, çağının yanlış kavram ve değerlendirmelerinden kurtulamamıştır. Halbuki Kur'an'da o çağ için kesin bilgi sanılan hiçbir yanlışa rastlamak mümkün değildir.

Kur'an, âhenk ve sedâsıısından da benzeri olmayan ilâhî bir senfoni sırrı taşır. Onun lâfzındaki âhenk ölü gönülleri diriltir; tüm acıları siler.

Kur'an, akıl almaz insan bilinmezini tüm ayrıntıları ile çözen tek kitaptır. Bu yüzden, ayetleri bir goncanın yaprakları gibi iç içe binbir hikmeti içerir.

Ve gerçekten onun taklidi, benzerinin getirilmesi bir ayeti için dahi mümkün değildir. Şu halde Allah kitabı olduğu kesin olan Kur'an gerçeği karşısında inkâr ve isyan cezasız kalamaz.

İşte bunun içindir ki, o meydan okuyuşun karşısında âciz kaldığı halde apaçık hakikatlere iman etmeyenlere şu korkunç tehdit yapılmaktadır: ırası insanlarla taşlar olan ateşten sakının. O, kâfirler için hazırlanmıştır." Bu dehşet saçan korkunç manzarada niçin insanla taş bir arada zikrediliyor? Kâfirler için hazırlanmıştır bu ateş. Surenin başında tavsif olunan kâfirler için. "Allah'ın kalplerini, kulaklarını mühürleyip gözlerini perdelediği" kâfirler için. Kur'an-ı Kerim'in meydan okuduğu ve meydan okuyuşa cevap vermekten âciz kaldıkları halde iman etmeyen kâfirler için. Şu halde bunlar, her ne kadar şekil itibariyle insan suretinde iseler de, aslında birer taş parçasıdırlar. Onun için taş çeşidinden olan taşlarla, insan nev'inden olan taşların bir arada zikredilmesi tabiî ve beklenen bir şeydir. Bu korkunç manzarada taşın konu edilmesi, insanoğlunun zihninde başka bir tablo daha canlandırıyor: Öyle bir ateş yığını ki, taşları eritmekte ve öyle bir insan yığını ki, bir taş sellerinin önünde ateşe akmakta...

ırası insanlarla taşlar olan ateşten sakının." Yani, "sadece siz, ateşin yakıtı olmakla kalmayacaksınız; fakat taptığınız putlar da, taştan başka bir şey olmadığı gösterilmek üzere sizinle birlikte ateşe atılacaklar." Bu taştan kastedilen heykeller ve putlar olmasına rağmen, cehennem ateşini tutuşturmaya sebep olan yakıtın taşlardan olduğu, Kur’an’ın indiği zaman kimse tarafından bilinmeyen taş kömürleri olduğu da anlaşılabilmektedir.

Allah Tealâ, bu korkunç tablonun yanında, bunun mukabili olan bir başka tablo sunuyor. Mü'minleri bekleyen nimet tablosunu...

 

İman ve Sâlih Amelin Ödülü: Cennet

"İman eden ve salih amel işleyenlere müjdele. Şüphesiz ki altında ırmaklar akan cennetler onlarındır. Kendilerine ne zaman onlardan bir meyve rızık olarak yedirilirse 'hâ, bu, evvelce de rızıklandığımız şeydi' diyecekler. Onlara, birbirlerine benzeyen –böyle nimetler- verilecek. Orada onlar için temiz eşler de vardır. Hem onlar orada daimî kalıcıdırlar.” (2/Bakara, 25)

Bir ayet önce cehennemden bahsedilmiş, insanlar ondan korkutulmuştu. Bu ayette de cennete yer verilmiş, ona ümit beslenmesi ve teşvik edilmesi gündeme gelmiştir. Bu sünnetullah'tır; Kur'an'ın üslûbudur. Nerede Allah'ın azabından veya cehennemden bahsedilirse, hemen ayetin devamında Allah'ın rahmetinden, mağfiretinden veya cennetten bahsedilir. Yalnız korku veya sadece ümit engellenir; mü'minin korku ile ümit arasında denge kurması istenir.

Yalnız dünya için çalışanlar, çalıştıklarının karşılığını bu dünyada alırlar. Ahiret yurduna hazırlık yapanlar ise, hem bu dünyada hem de ahirette karşılığını en güzel şekilde alırlar. Kâfire, ahirette yakıtı insan ve taş olan cehennem gösterilirken; mü'mine ise köşklerin, suların, bahçelerin, en güzel ve tertemiz eşlerin olduğu cennet vaad ediliyor. Mü'minler, kendilerini esas vatanları olan ahirete göre ayarlarlar. Allah, onlara bu dünyayı da verir. Ama geçici olan bu dünya nimetleri, cennette solmadan devam eder. Cenneti yaratan ve bizi imtihan için bu dünyaya indiren Rabbimiz "Rabbinizden olan rahmet ve cennete doğru koşunuz." (3/Âl-i İmran, 133) emriyle kıyamete kadar gelecek insanları uzun bir yarışa başlattı ki, varış noktası dünyada devlet; ahirette cennet. Yarışı kazananlara ödül ise cennet nimetleri ve cemâlullah.

Dünyadaki bütün lezzetler şu üç şeyde toplanmıştır: Ev, yiyecek ve evlilik. Güzel bir bahçe içinde geniş bir villa; Çeşitli, bol, leziz yiyecek ve içecekler; Güzel ve sâliha bir hanım ve huzurlu bir aile hayatı: Bunlar bütün zevkleri içerir. Bu ayette bu üç nimetin zikredildiğini görüyoruz. Hem de en güzel ve en mükemmeli ahirette verilecektir. Dünyada bunların elden çıkacağı, kaybolacağı korkusu yararlanmayı kederlendirip gölgelendirir. Bu korku cennette yok. Orada bu zevkli nimetler ebedî, sonsuz. Dünya zevklerinin kusuru, eksiği var; elde edilmesi pek kolay değil, bedeli var; aynı zamanda geçici, kısa süreli bir zevk; ve sonunda zahmet ve sıkıntı. Cennetteki zevkler ise, gözün görmediği, kulakların işitmediği ve beşer hayaline sığmayacak kadar güzel, mükemmel ve muhteşem...

Temiz eşlerin yanı başında –dikkati çeken- ikramlardan biri de beklenilmeyen anlarda peşi peşine takdim edilen; her defasında yeni bir şekil arzeden ve daha evvel yenmiş meyvelerden olduğu hissini veren birtakım meyvelerdir. Birbirine benzeyen meyveler... Bu benzetiş, ya dünyadaki meyvelere ismen, yahut şeklen benzemesi, veyahut da cennette daha önce yedikleri cennet meyvelerine benzemesidir. Tatlı bir meltem gibi ruhlarını okşayıp ona sonsuz bir memnunluk duygusu bahşeden bu hal, belki de dıştaki benzeyişle aslındaki çeşitliliğin her seferinde husule getirdiği bir meziyettir. Bu nimet, mü’mine beklenilmeyen anlarda peşi peşine takdim edilir ve her defasında yepyeni bir şekil arzeder. Ve cennetteki rızıklardan her yediklerinde onu dünyadaki nimet türünden görecekler. Çünkü bu rızıklar, iman ve sâlih amellerinin sevabıdır. Cennetteki o bahçeleri, dünyadaki bu iman ve amel ile yetiştirdiler ve bunların bir çeşit meyvesi dünyada da az çok görülür ve tadılır. Nitekim, “Rabbinin huzurunda hesap vermekten korkan kimse için iki cennet vardır.” (55/Rahman, 46) buyurulmuştur ki, biri dünya, biri ahiret cenneti diye yorumlanabilir.

 

Cennette Dünyadakilere Hem Benzeyen Hem Benzemeyen Rızıklar

Gerçekte insanların hepsi Allah’tan korkmuş ve ona göre amel etmiş olsalardı, dünyanın da her tarafı bir cennet kesilirdi. "Allah, güven ve huzur içinde olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı her taraftan bol bol gelirdi. Fakat, Allah'ın nimetlerine nankörlük (küfr) ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı." (16/Nahl, 112) Allah’ı ve ilâhî makamı tanıyanlar ve ondan korkanlar için bundan başka ve gerçek anlamda bir cennet daha var, hem de sonsuz. Onlar fânî dünyada bu ümit ve müjdeyle hiçbir üzüntünün altında ezilip kalmazlar. Allah korkusu hiçbir korkuya benzemez. O korkuyla birlikte ebedî bir neşenin zevki vardır, rıdvân (Allah’ın rızası) zevki. Acaba her iki âlemdeki bu zevk, bu meyve aynı çeşitten midir? Ayet, cevap veriyor: Hayır, aynı çeşitten değildir; benzerdirler, birbirlerine karşılıklı olarak benzeyişleri vardır. Gerçekte aralarında aynı şey olma bakımından büyük farklar vardır. Biri saf olmayan, diğeri saf, biri gaybe ait zevk, diğeri tamamen görünen her yönüyle insanı tatmin eden gerçek zevktir. Dünyada bu rızık, gölgesiyle sırf ruhanî ve aklî olarak tadılır. Ahirette ise tam hakikati ile hakka’l-yakîn bir şekilde tadılır. Biri elden kaçabilir, kesik, sonlu, ebedî olmayan; diğeri kaçmaz, devamlı ve ebedîdir. Bu ayetin bu iki cümlesi bize gösteriyor ki, dünyada anlayış ne kadar yükselir, iman ve sâlih amel de onunla ne kadar uygun olursa, ahirete ait meyveler de o kadar çok olacak ve o oranda yükselecektir.

Cennettekiler için, yeryüzünde iken alışık oldukları meyvelerin benzerleri ile karşılaşmak hoş bir sürpriz olacaktır. Tabii ki cennettekiler çok daha lezzetlidir. Söz gelimi, bu meyveler elma, kiraz vs. şeklinde ve renginde olacak ve cennettekiler ilk anda onları tanıyacaklar; fakat bu meyveler, dünyadaki elma ve kirazdan çok daha lezzetli olacaktır.

Şekildeki bu benzerliğin yanında mahiyetteki bu çeşitlilik Allah Tealâ’nın san’at-ı ilâhiyyesi’sinin açık bir delilidir. Bu yüce sanat gösteriyor ki, mevcûdât, göründüğünden daha büyük ve daha esrarlıdır. Bu azametli gerçeği açık bir ifadeyle belirtebilmek için insanı örnek alalım:

Yaratılış itibariyle her insan insandır: Baş, gövde, el ve ayaklar... Et, kan, kemik ve sinirler... Gözler, kulaklar, ağız ve dil... Canlı hücrelerden vücut bulan canlı bir varlık... Şekli ve maddesi bakımından birbirine benzeyen terkipler. Şu halde netice olarak insanın ihtiva ettiği ayrılık ve çeşitli meziyetler nereden geliyor? Neredendir ahlaklardaki ve kabiliyetlerdeki farklar? Bu benzerliğe rağmen iki insanı birbirinden ayıran şey, bazen yerle gök arasındaki mesafeden daha farklıdır.

Böylece Yaratıcı’nın san’atındaki baş döndürücü ve hayret verici çeşitlilik meydana çıkıyor: Cins ve nevilerdeki çeşitlilik, şekil ve alâmetlerdeki çeşitlilik, sıfat ve meziyetlerdeki çeşitlilik... İşte bu çeşitliliğin hepsi... Hepsi terkip ve yapı bakımından birbirine benzeyen hücrelerden meydana gelmiştir.

Hal böyle olunca, Allah’ın şu sanat eserleri ve kudret alâmetleri karşısında kim yalnız O’na ibadet etmez? O’na şirk koşmak cür’etine hangi akıllı yeltenir? İşte, gözlerin görebildiği ve görmekten âciz bulunduğu bütün âlemlerdeki i’caz kudretinin eserleridir bu...

 

İbretli Misaller

Bundan sonra konu, Allah Tealâ’nın Kur’an-ı Kerim’de zikrettiği darb-ı mesellere intikal ediyor:

Şüphe yok ki Allah bir sivrisineği ve onun üstünde bulunan herhangi bir şeyi misal getirmekten çekinmez. İman etmiş olanlar bunun Rablerinden bir hak olduğunu bilirler. Kâfirler ise ‘Allah bu misal ile ne murad etmiş?’ derler. Allah onunla birçoğunu şaşırtır, birçoğunu da yola getirir. Bununla fâsıklardan başkasını şaşırtmaz.” (2/Bakara, 26)

Bir ayet önce, Kur’an’ın ilâhî kaynaklı olduğunu kabul etmeyenler konu ediliyordu. Bu ayette ise, Kur’an’a ait açıklamaları kötü telakki ile karşılamak isteyenleri hem red ve hem doğru yola getirmek için Kur’an’ın üslûbu, dili ve ifade tarzı hakkında hatırlatma yapılmaktadır. Bu ayet, Allah’ın münafıklar hakkında beyan buyurduğu darb-ı mesellerle ilgilidir. Bilindiği gibi Cenab-ı Hak münafıklara; etrafını görmek için ateş yakan kimseyi, bulutun kesâfetindeki karanlığı, gürültü ve şimşekler arasında semâdan boşanan yağmuru misal vermişti. Bunlardan başka, daha önce Mekke’de nâzil olup da, Medine’de okunan bazı ayet-i kerimelerde Allah’ı inkâr edenlere: “Allah’tan başka veliler edinenlerin misali, kendisine bir yuva yapan örümceğin misali gibidir. Halbuki bilmiş olsalardı evlerin en çürüğü şüphesiz ki örümcek yuvasıdır.” (Ankebut, 41) Ve ilâh diye anılan, bir sinek yaratmaktan bile âciz olan tanrılarına da: “Ey insanlar, size bir misal getirildi. Şimdi onu dinleyin. Şüphesiz ki sizin Allah’ı bırakıp da taptığınız şeyler bir sinek bile yaratamazlar. Hepsi bunun için bir yere toplanmış olsalar dahi. Şayet sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de âciz, istenen de.” (22/Hacc, 73) diye misaller veriliyordu.

Bu teşbih ve darb-ı meselleri münafıklar, yahudiler ve müşrikler kötüye kullanarak Kur’an-ı Kerim’in Allah tarafından gönderilişi hakkında ortalığa şüphe saçmak için istismar etmeğe çalıştılar. Onlara göre Allah, gülünç ve küçük şeylerden misaller vermez. Allah Tealâ, kelâm-ı ilâhisinde sinek ve örümcek gibi küçük şeyleri zikretmez!.. Bu, münafıklarla yahudilerin Medine’de ve müşriklerin Mekke’de kamuoyunu karıştırmak için giriştikleri faaliyetlerin bir tanesiydi.

İşte bu ayet-i kerime, o fitneyi izâle etmek, Allah’ın misal vermekteki hikmetini açıklamak, inanmayanları verilen mühlet sonunda karşılaşacakları felâketle korkutmak ve mü’minlerin imanlarını artırarak, içlerine güven vermek için nâzil olmuştur: Şüphe yok ki Allah bir sivrisineği ve onun üstünde bulunan herhangi bir şeyi misal getirmekten çekinmez.” Büyüğü de yaratan Allah’tır, küçüğü de. Sivrisineğin Rabbi de O’dur, filin de. Fildeki ilâhî kudret ve mucize ne ise, sivrisinekteki de odur. Bu, inkârı mümkün olmayan hayat mucizesidir. İçyüzünü bilmediğimiz bu mucizenin hakiki esrarına Allah’tan başkası vâkıf olamaz. Misallerde mühim olan hacim veya şekil değildir. Neyle verilirse verilsin misaller, konuyu aydınlatmak ve gözler önüne sermek için bir teşbih vasıtasıdır. Darb-ı meseller ayıplanamayacağı gibi, kullanılış tarzında beis görmek de yersizdir. Böylece Allah Tealâ misaller vermek suretiyle kalpleri yoklamak ve şahısları imtihan etmek istemektedir. Nitekim kalplerindeki imanla ilgili olarak: İman etmiş olanlar bunun Rablerinden bir hak olduğunu bilirler.” buyuruyor. Evet, onlar, Allah’a olan imanları sayesinde Allah’ın celâl ve azametine yakışır şekilde sâdır olan her şeyi hikmet-i ilâhiyye bilerek kabul etmektedirler.

Kâfirler, Allah'ın yarattığı bazı şeyleri hakir görürler. Ama bu hakir gördükleri sinek, onların gözlerinde büyüttükleri ve tapındıkları put olarak dikilen heykeller üzerine konsa, onu büyük zannedilen put kovamaz. O puttan bir şey alsa, alma diyemez. Böylesine zayıf insanların mantığa ters arzu ve hevâlarına uyduklarını bir sinekle anlatıverir Allah onlara. Bu ayette sivrisinek zikredilmiş. Sivrisinek aç kalınca yaşar. Karnını insan kanıyla doyurunca ölür. Zâlim kâfirler de sivrisineğe benzerler. İnsanların kanını, alın terini, göz yaşını sömürüp karınlarına doldurunca sonlarını kendileri hazırlamış olur.

Cenab-ı Hak, mesel ve misale Kur’an’da yer vermeseydi, insanlar bir şey anlayamazlardı. Özellikle hissedilen şeylerden hiçbir şey bilemezlerdi. Çünkü bütün hissî / duygusal ve aklî biçimler gerçeğe göre bir mesel, bir temsildir. Bunun içindir ki, insan kendini kendi nefsinde soyut “ben” demekten başka bir şekilde bilmez. Zira ne duygusal ne de akılsal benzer biçimini kapsamış değildir. Onu alırsa, “insan insanın aynasıdır” sözüne ve misaline göre dışından alır. Demek ki maneviyatın ve aklî gerçeklerin mesel ve misal ile anlatılmasında büyük hikmetler saklıdır.

İlâhî mesajlarda çok önemli bir anlatım metodu misal ve kıssalardır. Nitekim bundan önceki ayetlerde de münafıkların içinde bulunduğu çıkmazlar iki örnekte gösterilmiştir (Bkz. 2/Bakara, 17-20). Dünya, özellikle insan, gayb âleminin pek çok sırrını taşır. Bunları anlatabilmek ise, şüphesiz örnek ve bilinenlerden benzetme yolu ile mümkündür. Nitekim modern ilim öğretiminde de bu yol en etkin metoddur.

Ayet-i kerime, benzetme ve örnekleme metodunda misalin en küçük olabileceğini ve en basit örnekle bile en derin ilmî sırların açıklanabileceği gerçeği ile başlıyor. İlâhî kudretin, her hareketi kapsadığını bildiren bir emri, Efendimiz açıklarken: "Bir sivrisineğin kanadını her açış kapatışı ilâhî izne ve iradeye bağlıdır" buyurmuştur. Tarih boyunca ilâhî kudreti, basit gibi görünen bu örnekten daha iyi tanımlayan bir misal verilememiştir.

Kur'an'da cennet ve cehennemle ilgili misaller getirilip gaybî özellikler örneklerle açıklanır. Koskoca insan bilinmezi Hz. Yusuf kıssası içinde en ince ayrıntıları ile açıklanmıştır. Kur'an'da bir küçük örnek, basit bir cümle sandığımız herhangi bir beyan dahi çok derin hikmetler açıklar. İlâhî mesajlar ne kadar sade örneklerde verilirse verilsin; mü'minler "Rabbimizden gelen bir hak/gerçek sırdır" derler; onu uygular, inceliğini anlamak için gayret sarfederler. İmanın çok önemli bir belirtisi; Kur'an mesajlarına karşı duyarlık ve uyumdur. Çünkü, kalp gözü Kur'an mesajlarındaki inceliği hemen sezer. Mü'minin gönlü Allah sözünü duyar duymaz ilâhî bir alıcı radyo gibi âhengin zevkine varır. Kâfirler ise gönül makineleri çalışmadığı, kalpleri ve basiretleri perdeli olduğu için ilâhî mesajlar karşısında bocalar durur. Allah, böylece verdiği örneklerle mü'minlerin imanını artırarak hidayete erdirir; kâfirleri de büsbütün çıkmazlara, dalâlete ve karanlığa sürükler.

Gerçeği anlamak istemeyen ve Hakk'ı araştırmayan kimseler bu misallere takılıp kalırlar; bunlardan yanlış sonuçlar çıkarırlar ve kendi sapıklıkları nedeniyle Hakk'tan uzaklaşırlar. Gökdükleri, bunların ne kadar küçük ve önemsiz yaratıklar olduğudur. Bu misallerle verilmek istenen dersi kavrayamazlar. Diğer taraftan Hakk'ı arayanlar, bu misaldeki hikmeti düşünerek araştırırlar ve bu yüce hikmetlerin Allah katından olduğu konusunda şüpheden arınırlar.

Allah tarafından kendilerine gelen her söz ve emirdeki ilâhî hikmetlere bağlanmaları; kalplerindeki nur, ruhlarındaki incelik ve idraklerindeki açıklık, hep imanın eseridir. İnkârda olanlar hakkında da Allah Tealâ: Kâfirler ise ‘Allah bu misal ile ne murad etmiş?’ derler.” buyurmaktadır.

Bu, Allah Tealâ’nın ilâhî nizamıyla ilgisini kesip, O’nun nur ve hikmetinden mahrum kalanların sorusudur. Bu sual, âlemlerin Rabbi’nin hüküm ve fermânı karşısında kula yakışan vakar ve edebi takınmayanların sualidir. İtiraz ve inkâr kastıyla ileri sürdükleri bu soru, ancak cehaletlerinin ve kusurlarının ifadesidir. Yahut da, Allah Tealâ’dan bu gibi sözlerin sâdır olmasını yersiz göstererek, bile bile zihinleri bulandırmak istemektedirler. Allah, takdir ve tedbirin ifadesi olan misallerden sonra bunlara korkutma, tehdit ve uyarı yoluyla cevap veriyor:

“Allah onunla birçoğunu şaşırtır, birçoğunu da yola getirir. Bununla fâsıklardan başkasını şaşırtmaz.” Allah, ibtilâları ve imtihan sayılacak olayları kendi mecrâsındaki tabiî akışına bırakmıştır. Bu ibtilâ ve sınavlara her kul kendi seciyye ve kabiliyeti oranında kucak açar. Olayları, kendine seçtiği prensip ve inanca uygun şekilde karşılar.

İmtihan sayılan olaylar, aslında aynı olmakla beraber, şahıslar üzerindeki etkisi, her şahsın takip edeceği yol ve prensibe göre değişir. İnsanların başına gelen birtakım acı olaylar olur. Allah’a ve Allah’ın hikmet ve rahmetine bağlanmış olan mü’minin karşılaştığı herhangi bir acı olay, ancak onun Allah’a olan yönelişini, niyaz ve haşyetini artırır. Fâsık yahut münafığın başına gelen aynı olay ise, onun şiddetle sarsılıp Allah’tan uzaklaşmasına ve tamamen saf dışına çıkmasına sebep olur.

Bir de insanların nâil oldukları refah ve saâdet nimeti vardır. Bu nimete erişen müttaki mü’minde manevî uyanıklık, hassasiyet ve Allah’a olan şükür müşahede edilir. Fâsık ve münafık ise bunun aksinedir. Onu nimet şımartır, refah mahva sürükler ve imtihan sayılan olaylar arasında yolunu şaşırıp dalâlet çukurlarına yuvarlanır. İşte, Allah insanlara verdiği misallerle bu gerçekleri aydınlatmak istemiştir. “Allah onunla birçoğunu şaşırtır.” Haddi zatında dalâlete düşenler, Allah’tan gelen imtihan edici olayları hüsn-ü kabulle karşılamayanlardır. “Birçoğunu da yola getirir.” Bunlar ise, Allah’ın hikmetini idrâk edebilenlerdir.

“Bununla fâsıklardan başkasını şaşırtmaz.” O fâsıklar ki, daha önceden kalpleri Allah’ın ibadetinden uzaklaşmış, hak ve hidayet yolundan sapmış kimselerdir. Bunların cezası, içinde bulundukları korkunç halin daha da artırılmasıdır.

Surenin baş tarafında müttakîlerden tafsilatla bahsedildiği gibi, burada da fâsıklar hakkında geniş bilgi veriliyor. Sure, asırlar boyu beşer arasında sık sık görülen bu toplulukların beyanına devam ediyor:

“Allah’ın ahdini te’kid ettikten sonra bozanlar, birleştirilmesini emrettiği şeyi kesenler, yeryüzünde fesad çıkaranlar; işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.” (2/Bakara, 27) Acaba bozdukları ahid, Allah’a verdikleri sözlerin hangisidir? Ne idi o şey ki, Allah devamını istemişti de, onlar kesip atmışlardı? Ve yeryüzünde çıkardıkları fesâdın şekil ve rengi nasıldı acaba?

ıklanmıyor... İzah gayet kısa ve muhtasar. Zira konu, bir vâkıanın tafsili, bir olayın tescili konusu olmayıp, örnek bir tipin tasviri ve bir insan tabiatının teşhisi mevzusudur. Buradaki tipin tasviri, konunun genelini ifade eden bir şekildedir. Böylece anlaşılıyor ki, bu zümrelerin Allah ile aralarındaki her türlü ahid bozulmuştur.

 

Fâsıklar

Bakara suresi, bu bölümünde fâsıkların çirkin yüzünü açıklayacaktır. Bakara suresi, hârika bir düzen içinde önce mü'minleri, sonra kâfirleri ve münâfıkları tanıtmıştır. Şimdi de fâsıkların çirkin çehreleri tanıtılacaktır. Mü'minlerin sâlih amellerle takvâ sahibi / müttakî olup felâha erip cennetle müjdelendiği gibi; kâfirlerin inanç ve davranışta fısk işleyerek fâsık olarak hüsrâna uğrayıp cehennem yakıtı olmakla uyarıldıkları muazzam bir düzenleme ile ifade edilmiştir.

Bu ayette "fâsık"ın tam tarifi verilmektedir: Fâsık, insanla Allah arasında veya insanla diğer insanlar arasındaki ilişkileri bozup kesen ve yeryüzünde karışıklık çıkaran kimsedir. Yine bu ayetten anlıyoruz ki; fâsıkların tanımı, Kur'an ayetlerini anlamama, yanlış yorumlama ve hatta onu eleştirmedir.

Bu ayet-i kerimede özellikleri anlatılan fâsıkların küfürlerinde şüphe yoktur. Çünkü bunda üç vasıf zikredilmektedir. Allah’a verdiği sözü bozup inancını bozmak, ilâhî emrin aksini yapmak, yasaklananları yapmakla da yeryüzünü fesada vermek. Bu üç fısk birleşince küfür gerçekleşir; buradaki özelliklere sahip (inanç fıskı, salih ameli terk ve haramları –hem de sosyal fesada yol açacak şekilde- yapan) kimse mutlak fâsık, yani kâfirdir. Fısk, biri ilmî, diğeri amelî iki yönü içerir. Asıl küfür, ilmî yöndedir. Bu da bilir bilmez kötü yorum meselesine dönüşür. Buna da en çok temsiller ve müteşâbihler vesile yapılır. Ve bu çoğunlukla amelî küfür ile de beraber olur.

Allah, zâtı ilâhîsiyle bunlar arasında devamını emrettiği bütün alâkalar kesilmiştir. Yeryüzündeki her türlü fesâdı bunlar çıkarırlar. Allah ile beşer arasındaki bu türlü bağlar kopmuştur. Sapık seciyyelerin icabı, ahde vefa göstermezler. Sağlam yere tutunmazlar ve herhangi bir fesâdı yaymaktan da çekinmezler. Bunlar, olgunlaşmadan hayat ağacından kopan ham meyve gibidirler. Hamlıkları ve hayat ağacıyla irtibatlarının kesilmesi sebebiyle çürümüş, kokmuş ve hayatın bükülmez eliyle saf dışına atılmışlardır. Bundan ötürüdür ki, mü’minlerin hidayete ermesine vesile olan darb-ı meseller, onların dalâlete düşmesine sebep olmuş ve müttakîlerin hidayete ermesi onların azgınlıklarını bir kat daha artırmıştır.

Bu ilâhî davet karşısında beşeriyetten koparak vaktinde Medine-i Münevvere’de yahudi, münafık ve müşrik suretinde yıkıcı faaliyette bulunanların bu faaliyetlerinin şeklini inceleyecek olursak, günümüzde de devam etmekte olan ilâhî emrin karşısında, birtakım zümrelerin gayet sathî isim ve unvan değişikliğiyle aynı faaliyeti yaptıklarını görürüz:

 

Ahid ve Allah'la Ahidleşme

“Allah’ın ahdini te’kid ettikten sonra bozanlar...” Allah ile beşer arasında akdolunan ahdin birçok çeşitleri vardır. Bunlardan biri insanoğlunun Hâlik’ını bilmesi ve O’na yönelip ibadet etmesi için yaratılışında sahip olduğu fıtrî ahiddir. Allah’ın mevcudiyetine inanmak ihtiyacı, insan fıtratında daimîdir. Şu kadar var ki bu fıtrat, bazen şaşırıp yolunu sapıtır ve Allah’a ortak aramaya koyulur. Diğer birisi de Allah’ın Âdem (a.s.)’ı yeryüzüne halife göndererek ondan aldığı ahiddir.

“Eğer benim tarafımdan size bir hidayet gelirse, kim benim hidayetime uyarsa, artık onlar için korku yoktur. Ve onlar mahzun da olacak değildirler.” (Bakara, 38) “Küfredenler, ayetlerimizi tekzip edenler, işte onlar cehennem ashabıdırlar. Ve onlar ateşte ebediyyen kalıcıdırlar.” (2/Bakara, 39) Bunlar Allah’ın peygamberler vasıtasıyla her kavim ve milletten aldığı muhtelif ahidlerdir. Ahidler gereğince yalnız Allah’a ibadet etmeleri, hayatlarında Allah’ın şeriat ve nizamını hâkim kılmaları icab etmektedir. İşte fâsıkların bozduğu ahidler bu ahidlerdir. Verdiği sözde durmayıp Allah’la ahdini bozan kimse, aynı zamanda Allah’la olan sözleşmesi dışındaki diğer ahidlerini de bozmuş sayılır. Zira Allah’ın ahdini bozmağa cür’et eden kimseden, hiçbir ahde saygı göstermesi beklenemez.

“Birleştirilmesini emrettiği şeyi kesenler...” Allah, insanlar arasında birçok râbıtaların kurulmasını emretmiştir: Akrabalık ve sıla-i rahim râbıtaları, büyük insanlık âlemiyle ilgili râbıta ve bütün bu râbıtaların mihverini teşkil eden akîde ve iman kardeşliği... Allah’ın emrettiği bu râbıtalar koparıldığı takdirde bütün bağlar çözülmüş, cemiyetin her türlü âhengi bozulmuş, yeryüzünü fesat kaplamış ve dünyaya anarşi hâkim olmuş demektir.

“Birleştirilmesini emrettiği şeyi kesenler...” Bu kısa ayet, anlam bakımından öylesine geniştir ki, iki insan arasındaki ilişkiden, uluslar arası ilişkilere kadar tüm ahlâkî durumları ihtiva eder. Bu ayete göre Allah'ın insanlara korunmasını emrettiği ilişkileri kesmek, kaos ve düzensizliğe neden olur. Çünkü sadece bu ilişkiler, insanları Allah'a ve birbirlerine bağlayabilir. "İlişkileri kesmek" aynı zamanda "onları kötüye kullanmak" anlamına da gelir. Çünkü bu bağlar doğru bir şekilde gözetilmediği sürece aynı sonuçlar ortaya çıkar. Bu nedenle Kur'an sadece bu bağların koparılmasını değil, dünyada karışıklık, kaos ve düzensizliğe neden olduğu için suiistimal edilmesini de yasaklar.

“Ve yeryüzünde fesat çıkaranlar...” Yeryüzündeki fesatların çeşidi çoktur. Bütün sapıklık ve fesatlar Allah’ın emrinden uzaklaşmak, O’nunla olan ahdi bozmak ve bağlanmasını emrettiği bağları koparmak yüzünden doğar. Yeryüzündeki anarşinin başı, Allah’ın beşer hayatını idare ve tanzim için seçtiği ilâhî nizamdan yüz çevirmenin neticesidir. İşte, neticesi mutlak surette hüsran olan yolun ayrılış noktası buradan başlar. Şu halde, yeryüzü Allah’ın nizamı ile idare edilmekten mahrum ve hayat da şeriat-ı ilâhîden uzak kaldığı müddetçe yeryüzünde huzur ve sükûn aranamaz.

Evet, insanlarla Rableri arasındaki bağların yukarıda tasvir edildiği şekilde kopması demek; ruhların, toplumların hayat ve yaşayışın, özetle yeryüzüyle birlikte bütün beşeriyet ve eşyanın anarşiye kurban gitmesi demektir. Şüphesiz ki bu çöküş, bu şer ve fesad, Allah’ın yolundan sapmanın neticesidir. Onun içindir ki Allah, birtakım sebeplerle mü’min kullarını hidayete; münkirleri ise hakettikleri sapıklığa sevketmiştir.

 

Ölüm ve Hayat

Yeryüzündeki isyan ve küfrün husule getirdiği fesad ve fenalıkları açıklayan bu beyan gösteriyor ki, bütün bu anarşi ve fenalıklar, Muhyî, Mümît, Hâlık, Râzık, Müdebbir ve Alîm olan Allah’ı inkârları yüzünden başlarına gelmektedir:

“Nasıl oluyor da Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki siz ölüler iken sizi O diriltti. Sonra sizi öldürür, sonra tekrar diriltir. En sonunda yalnız O’na döndürüleceksiniz.” (2/Bakara, 28)

Bütün bu deliller ve nimetler karşısında Allah Teâlâ’yı inkârdaki küfrün manası pek ağır, pek çirkin ve pek korkunçtur. Bu küfrün dayanacağı hiçbir mesnet ve mantık tasavvur olunamaz. Kur’an-ı Kerim beşeriyete tabiatın kaçınılmaz gereği olarak karşılaştıkları ve kabullenip boyun eğdikleri şeyler müvâcehesinde hitap eder. Bu hitap, hayatlarının akışını ve hayat merhalelerinin bütününü içine alır.

Onlar yoklukta iken hayat bahşetti. Varlıklarını ölümden hayata çevirdi. Ancak ilâhî kudretlerle izahı mümkün olan bu gerçeklerden kaçma imkânı yoktur. Diridirler onlar; Kendilerinde hayat vardır. Fakat kimdir bu hayatın yaratıcısı? Kimdir yeryüzündeki ölü ve

cansız varlıklardaki şu yeni neşv ü nemânın sânii? Şüphesiz ki cemâdâtı / cansız cisimleri kaplayan ölümün manası ile hayat âlemi, başlı başına ayrı şeylerdir. Şu halde nereden geldi bu hayat varlığı? Bilelim ki, aklın ve ruhun karşılaştığı bu ısrarlı sualden kaçmakta fayda yoktur. Öyleyse, bu mahlûkatta görülen tabiî varlığın, ilâhî bir kudret olmadan meydana gelmesine illet aramak yersizdir. Yeryüzündeki cansız varlıkların hiç biriyle mukayese kabul etmeyen ve bambaşka bir meziyete sahip olan hayatın bu hale gelmesi, hayatın yaratılması, elbette ki Allah Tealâ’nın eliyle olmuştur. Doğru cevap budur. Evet, bu cevabı kabul etmeyen gelsin ve konuşsun! Var mıdır başka cevap? Burada, ayetin akışı insanlara şu hakikati tevcih ediyor: “Nasıl oluyor da Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki siz ölüler iken O diriltti.” Evet, sizler de, yeryüzünde etrafınızı çevreleyen cansızlardandınız. Allah ruh verdi, hayat bahşetti. Hayatı kendisinden aldığı Allah’ı insan, nasıl olur da inkâr eder?

Siz, gerek her biriniz, gerek tümünüz başlangıçta hep ölü idiniz, ölüler halindeydiniz, hayatınız yoktu. O zaman şahsî olarak neyiniz vardı? Bir toprak, ve nihayet babanızın belinde bir nutfe idiniz. Gerçekten siz böyle cansız ölüler halindeydiniz. Ölülerin kabre taşındığı gibi öteye beriye taşınıp duruyordunuz. Böyle iken “Allah sizi diriltti, size hayat (canlılık) verdi.” Nefes alıp veren, gıdalanan, üreyen, duyan, düşünen, isteyen, istediği işi yapabilen, çevresindeki dışa ait olaylara fizikî ve ruhî kuvvetleriyle dayanan, karşı koyan, etli, canlı, akıllı, fikirli birer insan yaptı. Bunları yapan kim ise, işte tek ilâhınız olan Allah odur. İyi düşünün, bu hayat sizin kendinizin midir? Kendi şahsî malınız, mülkünüz müdür? Elbette değil; o kadar değil ki, bir kılınızın rengini değiştiremezsiniz. Siz hayatı seversiniz, ona herşeyi feda etmek istersiniz. Hayatınıza faydası dokunacağını sandığınız kimseler karşısında nasıl fedâkâr ve saygılı davranırsınız. Onlara kul köle olursunuz.

Olümcül bir durumdan kurtulmak için neler yapmazsınız? Hayatınızın kurtulması için neler vermezsiniz? Halbuki kendinizi, bundan önceki halinizi, geleceğinizi düşünecek olursanız, bu hayatın sizin kendi malınız olmadığını anlarsınız. O halde bu hayatı size bahşeden Allah’ı nasıl inkâr eder ve O’na nasıl nankörlük edersiniz?

Allah size bir şey yapmamış ve yapmayacak olsa bile, hayatınızı size bağışlayan ve onun gerçek sahibi olduğu için, sizin O’na iman ve kulluk etmeniz, hayat sevdasıyla Allah’ı unutmamanız gerekir. Ama, siz bu hayatı o kadar benimsemeyiniz. Çünkü Allah bundan sonra sizi yine öldürür, öldürüyor ve öldürecek. Sonra da diriltir ve diriltecektir. Size önce verdiği gibi ve hatta ondan daha yüksek bir hayatı yine verir ve verecektir. Öldükten sonra dirilmek de, ölüm gibi yokluktan yaratılan insan için temel gerçeklerdendir.

Çevremize dikkat edersek devamlı var oluş, yok oluş, tekrar var oluş sürüp gitmektedir. Görmez misiniz, olan yine olur. Eğer oluş tekrarlanmasaydı, hiçbir kanun (tabiat kanunu, Arşimet, Newton...kanunu denen Allah’ın tabiattaki kanunları, sünnetullahı) göremezdik. Bir yaptığımızı bir daha yapamazdık. İlimden, sanattan hiçbir hissemiz olmazdı. Biz bu sayede hangi şeyi iyi bilirsek onu bir daha ve bir daha yapabiliriz. İnsan, hayat kanununu tamamen bilseydi, ba’sü ba’del-mevt konusunda hiçbir şüphe taşımazdı.

O halde bu tekrar kanunu ile şunu zorunlu olarak biliriz ki, bu hayatı yapan ve bunun kanununu bilen bir yüce zat var. Olan yine olacak, ölen yine dirilecektir. Ve bunu ancak Allah yapabilecektir. “Sonra hepiniz O’na döndürüleceksiniz” Bu ilk hayatta nasıl yaşadıysanız, neye liyakat kesbettiyseniz onu göreceksiniz. Nasıl bir hayat sürdüyseniz ona göre tartıdan geçecek, mükâfat veya cezasına ereceksiniz. “Kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür.” (99/Zilzal, 7-8)

“Sonra sizi öldürür.” Ölüm, münakaşa ve mücadele kabul etmeyen bir gerçektir. İtiraz kabul etmeden mecburi olarak kendisini kabul ettirir.“Sonra tekrar diriltir.” Asırlar öncesi ilk cahiliyye devrinde olduğu gibi, bugün de birtakım gözsüzler yönlerini o cehalet devirlerine çevirip bu noktada münakaşa ve mücadeleye girişiyorlar. Halbuki bunlar, ilk yaratılışlarını düşünürlerse, ikinci yaratılışları hakkında ne hayrete düşer, ne de inkâra saparlar.“En sonunda yalnız O’na döndürülürsünüz.” Allah’ın ilk yarattığı şekilde O’na döneceksiniz. Yeryüzüne sizleri saçtığı gibi, aynı kudretle bir araya toplanacaksınız. Murâd-ı ilâhîsiyle ölüm âleminden hayat âlemine nasıl çıktınızsa, hakkınızda hükm-i ilâhîsini vermesi için de, aynı şekilde ona avdet edeceksiniz.

Böylece kısa bir ayet-i kerimede bütün hayatın sicil defteri açılıp kapanmakta ve yaratıcının kabzasındaki beşeriyetin hali, şimşek çakışı kadar parlak ve kısa bir tasvirle beyan edilmektedir. Allah, beşeri, ilk önce yokluğun cansızlığından hayata ulaştırır. Bilâhere ölümün pençesine düşürüp hayatına son verir ve tekrar, birincisinde olduğu gibi onlara ikinci bir hayat bahşetmek suretiyle ahirette huzuruna çıkarır. Bu kısa açıklamada Kadir-i Mutlak olan Allah’ın kudret tablosu çizilmekte ve duygulara O’nun tesirli ve derin ilhamı aktarılmaktadır. Bundan sonra mevzu, birinci merhaleyi tamamlayan ikinci kısma intikal ediyor:

 

Her şey İnsan İçin; İnsan da Tek İlahı Allah'a Kulluk İçin

“Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan, sonra ğe yönelip onları yedi gök halinde tesviye eden O’dur. O her şeyi hakkıyle bilendir.” (2/Bakara, 29)

O Allah, öyle bir yaratıcıdır ki, size ihsan ettiği nimetleri saymakla bitiremezsiniz. Şu altınızdaki yeri ve bu yerde bulunan şeylerin hepsini; unsurları, bileşiklerini, denizleri, karaları, dağları, dereleri, ovaları, çölleri, ormanları, ırmakları, pınarları, madenleri, otları, ağaçları, çiçekleri, meyveleri, hayvanları, kuşları, özetle yerde ne varsa hepsini sizin için, sizin hayatınızda faydalanmanız için yarattı. Hep bunları, insanı yaratmak ve yarattıktan sonra mesut yaşatmak için yarattı. Hepsini insanlara itaatli, çekici ve mubah kıldı. Bunların hepsinden, esas itibariyle insanlar için bir faydalanma hakkı ve bir faydalanma şekli vardır.

Allah, insanın yaratılış hikmetini, onun yeryüzündeki büyük vazifesini, Allah terazisindeki kıymetini ve bütün bunların gerisinde de, insanoğlunun İslam mefkûresindeki ve İslam’ın sosyal hayattaki yerini beyan ederek: “Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O’dur.” buyuruyor. Ayeti-i kerimede geçen “siz” kelimesi, mana itibariyle derin olduğu kadar, işaret ettiği hususlar bakımından da pek önemlidir. Allah’ın insanları mühim bir vazife için yarattığında şüphe yoktur. Onu yeryüzünde kendisine halife kılmak istemiş ve dünyaya hükmetmesi için yaratmıştır. Dünyada yapıcı bir faaliyet göstermesini istiyor.

Evet, bu geniş mülkün en üstün varlığı insandır. İnsan bu mülkün ilk efendisidir. Yeryüzündeki bütün faaliyet ve gelişmelerde baş rolü insanoğlu oynar. İnsanoğlu, hem dünyanın, hem de dünyadaki makinelerin hâkimidir. Gerçi günümüzün materyalist dünyasında insanoğlunu makinenin esiri olarak görüyoruz. Bugün insan, tekniğin beşeriyete sağladığı birtakım faydalara kendini kemende kaptırır gibi kaptırmış sürüklenmektedir. Beşeriyet, bu korkunç felâkete, basîretsiz materyalistlerin insandaki meziyetleri küçük görmesi neticesinde itilmiştir. Bütün varlıkların efendisi ve en değerlisi olan insanoğlu, cansız makineye köle

edilmek isteniyor. O kâinatın bütün maddî kıymetleri bir araya gelse yine insanoğlundaki değeri aşamaz, ona hükmedemez ve boyun eğdiremez. İnsandaki manevî değerleri küçümseyip bütün gayretlerini madde inkişafına sarf edenler ne kadar başarı sağlarlarsa sağlasınlar, bilmelidirler ki bu tutum insanoğlunun üstünlüğüne vurulan darbedir; tek kanatlı kuşa benzemektir.

Burada, Allah’ın insanoğluna bahşettiği nimet –ki Allah, bu nimetin inkârını kabul etmemektedir- yeryüzündeki bütün varlıkların kendisine verilmesinden ibaret değildir. Buna ilaveten insanoğluna, kâinattaki bütün varlıkların ihtiva ettiği değerlerin üstünde bir değer bahşedilmiştir. Bu, kendisine, mülkün sahibi olmanın ve ondan her türlü faydalanmanın dışında Hakk’ın bir nimet ve ikramıdır.

“Sonra göğe yönelip onları yedi gök halinde tesviye eden O’dur.”İstivâ” kelimesindeki mana derinliklerine dalmağa lüzum görmeden belirtelim ki, bu tâbir, yaratmak ve var etmek kudretini içine alan hükümranlığın ifadesidir. Bu arada, (yedi kat gök) tâbirinin içine aldığı büyüklük, şekil vs. gibi vasflar üzerinde durmayı da lüzumsuz buluyoruz. Burada kast olunan genel mana: Kâinatın sahibi Allah’ı insanların inkâr etmesini protesto eder mahiyette Kadir-i Mutlak olan Allah Tealâ’nın yeri göğü yaratıp bu kudretini insanoğlunun gözleri önüne sermiş olması ve yeryüzünü onun emrine verdiği gibi, semâyı yaratmak suretiyle de yerde hayatı mümkün kılmış olmasıdır. Allah, insanı yalnız yerde yaşayacak ve yerdeki şeylerden faydalanabilecek bir halde yaratmamış, ona gökyüzünden de bir faydalanma hissesi ayırmış ve hatta bununla ilgili olarak göklerin yedisinde insanların istifadesine yönelik değişiklik yapmıştır. Şu halde insan yalnız yeryüzüne has bir yaratık değildir. O, yerlerde daralırsa, göklerden faydalanmaya izinlidir.

"O her şeyi hakkıyle bilendir.” Burada insanlar Allah'a isyan etmemeleri için uyarılıyor. Çünkü Allah, her şeyi bilir ve hiç kimse O'ndan bir şey gizleyemez. Aynı zamanda, hangi hayat tarzının insanoğluna daha uygun olduğunu sadece O bildiği için, insanlar O'nun davetine uymaya ve O'na itaat etmeye çağrılıyorlar. O'nun gösterdiği hidayetten yüz çeviren herkes cehalete sapacaktır; çünkü, gerçek bilginin tek kaynağı O'dur. Kişi, O'nun hidayetinden yüz çevirirse hiçbir şey elde edemez; zira Hak bilginin elde edilebileceği başka bir kaynak yoktur. Etrafını çevreleyen karanlıktan insanı, ancak O'nun nuru kurtarabilir.

Evet, her şeyin yaratıcısı O... Ve her şeyin oluş mekanizması O’nun elindedir. Buradaki bilmenin şümulü, sevk ve idarenin şümulü kadar geniştir. İşte bu durum karşısında, insanoğlunun küfrân-ı nimet etmiş olmaması için, yegâne yaratıcının, rızıkları tekeffül edenin, asıl sevk ve idare sahibinin Allah olduğuna inanıp nimetlerine mukabil O’na ibadet etmesi gerekmektedir. Böylece bu surenin kalplere imanı hâkim kılarak insanları müttakî mü’minler kafilesine davet eden birinci kısmı sona ermiş oluyor.

Not: Bu konu, aşağıda isimleri yazılı tefsirlerin ilgili bölümlerinden yararlanılarak ve yer yer özetlenip iktibas edilerek hazırlanmıştır.

 

            Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 93-110

Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 57-61

Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 256-283

Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 106-117

Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 208-255

Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 71-90

Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 74-230

El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 89-162

Furkan Tefsiri, Hicazi, Vahdet Y. c. 1, s. 30-37

Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 7-11

Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, İz Y. c. 1, s. 67-79

Kur'an-ı Kerim'in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri, Ö. Nasuhi Bilmen, Bilmen Y. c. 1, s. 24-35

 Et-Tefsîru'l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 53-60

                                         El-Esas fi't-Tefsir, Said Havva, Şamil Y. c. 1, s. 101-124

                            Muhtasar Taberî Tefsiri, İmam Taberi, Ümit Y. c. 1, s. 26-34

Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat, c. 1, s. 116-127

 Ruhu'l-Furkan Tefsiri, Mahmud Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 1, s. 207-252

                            El-Câmiu li-Ahkâmi'l Kur'an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 1

Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 98-147

Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 58-73

Bakara Suresi Yorumu, Halûk Nurbaki, Damla Y. s. 149-171

Bakara Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Erkam Y. s. 75-95