Bakara, 61-74; kavram, 66-74

 

BAKARA  SURESİ 61-74. ÂYETLER

BUNCA NİMETE BUNCA NANKÖRLÜK

VE AZGINLIĞIN CEZASI

 

 

Bakara, 61-74. Âyetlerin Mealleri

Köle Psikolojisi, Pisboğazlık ve Allah’ın Gazabına Giden Yol

Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir; Oraya Gerçek İman ve Sâlih Amel Sahipleri Gidecektir

Tûr-ı Sinâ’nın Altında Alınan Mîsak/Söz; Kitab’a Kuvvetle Sarılın!

Allah’ın Yasağını Çiğnemenin ve Putperestleri Taklidin Cezası: Maymunlaşma!

Bakara Olayı

Küstahlık; Peygamberlerini Sorguya Çekip Emri Savsaklama

Soru Yağmuru Devam Ediyor

Kurtuluş İçin Herkes Putunu Kesmelidir

Kalplerin Taştan Daha Katı Hale Gelmesi;

                          Taşlardan Su Çıkar, Kasvetli Kalpten Allah İçin Gözyaşı Çıkmaz

 

Bakara, 61-74. Âyetlerin Mealleri

“Hatırlayın (ey İsrâil oğulları!) Verilen nimetlere karşılık, 'Ey Mûsâ! Bir tek yemekle dayanamayız, bizim için Rabbine duâ et de yerin bitirdiği şeylerden; sebzesinden, kabağından, sarmısağından, mercimeğinden, soğanından bize çıkarsın' dediniz. Mûsâ ise (onlara): 'Daha iyiyi daha kötü ile değiştiriyor musunuz?! O halde mısıra (şehre) inin. Herhalde istedikleriniz sizin için orada vardır.' dedi. İşte (bu hâdiseden sonra) üzerlerine zillet (alçaklık) ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah'ın gazabına uğradılar. Bu musîbetler (onların başına), Allah'ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak nebîleri/peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Onların hepsi, sadece isyanları, haddi aşmaları ve düşmanlıkları sebebiyledir." (2/Bakara, 61)

Şüphesiz senden evvel peygamberlere iman edenler, yani yahudilerden, hristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah’a ve âhiret gününe hakkıyla iman edip sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi onlar için hüzün de yoktur (onlar üzülmeyeceklerdir).” (2/Bakara, 62)

“Bir zamanlar (Tevrat ile amel edeceğinize dair) sizden sağlam bir mîsak/söz almış, Tûr’u üzerinize kaldırmış, ‘size verdiğimizi kuvvetle tutun, onda bulunanları daima hatırlayın. Umulur ki ittika eder korunursunuz’ (demiştik).” (2/Bakara, 63)

“Ondan sonra sözünüzden dönmüştünüz. Eğer sizin üzerinizde Allah’ın ihsânı ve rahmeti olmasaydı, muhakkak husrâna/zarara uğrayanlardan olurdunuz.” (2/Bakara, 64)

İçinizden Cumartesi günü azgınlık edip de, bu yüzden kendilerine: ‘Aşağılık maymunlar olun!’ dediklerimizi elbette bilmektesiniz.” (2/Bakara, 65)

“Biz bunu (maymunlaşmış insanları), hâdiseyi bizzat görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, müttakîler için de bir öğüt vesilesi kıldık.” (2/Bakara, 66)

Mûsâ, kavmine: ‘Allah bir bakara/sığır kesmenizi emrediyor’ demişti de: ‘Bizimle alay mı ediyorsun?’ dediler. ‘Câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım’ dedi.” (2/Bakara, 67)

Rabbine duâ et, bize o sığırııklasın’ dediler. ‘Allah diyor ki, o, ne yaşlı ne de körpe; ikisi arası bir inek. Size emredileni hemen yapın’ dedi.” (2/Bakara, 68)

“Tekrar, ‘Rabbine duâ et, bize onun rengini anlatsın’ dediler. ‘O diyor ki, sarı renkli, parlak tüylü bir inektir, bakanlara sevinç ve sürûr verir’ dedi.” (2/Bakara, 69)

“Yâ Mûsâ! Rabbine duâ et de onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın; zira o, bizce karıştı (başka ineklere benzer oldu). Biz inşâallah emredileni yapmaya yol buluruz’ dediler.” (2/Bakara, 70)

“Dedi ki: ‘Allah şöyle diyor: ‘O, henüz boyunduruk altına alınmayan, toprak sürmeyen, ekin sulamayan, serbest dolaşan (salma), renginde hiç alacası bulunmayan bir inektir.’ Bunun üzerine, ‘işte şimdi gerçeği anlattın’ dediler. Hemen ineği (güç belâ bulup) kestiler; amma az kalsın kesmeyeceklerdi.” (2/Bakara, 71)

“(İnek kesildikten sonra Allah buyurdu:) ‘Hani sizden biriniz bir adam öldürmüştü de onun katili hakkında birbirinizle atışmıştınız. Halbuki Allah gizlemekte olduğunuzu ortaya koyacaktır.” (2/Bakara, 72)

“Haydi şimdi (öldürülen) adama, (kesilen ineğin) bir parçasıyla vurun’ dedik. Böylece Allah ölüleri diriltir, size âyetlerini (Peygamberine verdiği mûcizelerini) gösterir. Umulur ki, şünür de gerçeği anlarsınız.” (2/Bakara, 73)

“Bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı, Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da kasvetli/katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gâfil değildir.” (2/Bakara, 74)

 

Köle Psikolojisi, Pisboğazlık ve Allah’ın Gazabına Giden Yol

“Hatırlayın (ey İsrâil oğulları!) Verilen nimetlere karşılık, 'Ey Mûsâ! Bir tek yemekle dayanamayız, bizim için Rabbine duâ et de yerin bitirdiği şeylerden; sebzesinden, kabağından, sarmısağından, mercimeğinden, soğanından bize çıkarsın' dediniz. Mûsâ ise (onlara): 'Daha iyiyi daha kötü ile değiştiriyor musunuz?! O halde mısıra (şehre) inin. Herhalde istedikleriniz sizin için orada vardır.' dedi. İşte (bu hâdiseden sonra) üzerlerine zillet (alçaklık) ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah'ın gazabına uğradılar. Bu musîbetler (onların başına), Allah'ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak nebîleri/peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Onların hepsi, sadece isyanları, haddi aşmaları ve düşmanlıkları sebebiyledir." (2/Bakara, 61)

Gözünün önünde yavrusu öldürülmüş, ekmeği elinden alınmış, evi üstüne yıkılmış ve böyle bir ortamda doğup büyümüş insanlardan kölelik, eziklik, pasiflik özelliklerini birden silip atmak, tertemiz mücâhid müslüman yapmak çok zor. Bunlar, düşünmemeye alıştırılmışlar. Firavun emredecek, bunlar yapacak. Mûsâ (a.s.), bunlarla yepyeni hür bir dünya ve İslâm toplumu oluşturmak için, bunları küfrün pisliğinden uzaklaştırır. Çölde bıldırcın eti, kudret helvası yedirip kayadan fışkıran buz gibi kaynak suyu içirip Tevrat ile onları eğitip Kudüs’ü fethetmek için onları kampa alır, ama onlar soğanı, sarmısağı, kabağı özlerler.

Bunlar, helâl rızıklardır. İstekleri, dine aykırı değildir; ancak bunlar Mûsâ (a.s.)’nın denetim ve gözetiminde özel eğitim görmektedirler. Cihad kampında ve dâru’l-İslâm’a yeni geçiş aşamasında her çeşit yiyecek değil; önderlerinin verdiği yenilir, dediği tutulur. Cihad eğitiminin yapıldığı, kendini güçlük ve zorluklara alıştırdığı yer ve zamanlarda insanın, eski alışkanlık ve tiryakiliklerini gündeme getirmesi, temiz ve helâl gıdalar varken, (güncel yaklaşımla, sigara ve kola gibi) daha aşağı gıdalar istemesi şiddetle eleştirilmektedir. Âyetten şu anlaşılmaktadır: “Siz çölde kalmanızın nedeni olan büyük amacı -kalplerinizin temizlenmesi ve dünyanın önderleri olmaya hazırlanmanız- unutuyorsunuz. Bunun yerine arzularınızın tatmini peşinde koşuyorsunuz ve bunları bir müddet olsun terk edemiyorsunuz.”

Kumlar, taşlar ve kayalarla dolu kurak çölde, semânın kızgın lâvlar ve ateşler saçtığı sıralarda Allah Teâlâ, onlara o sarp kayalardan sular fışkırttı. Lâvlar saçan semâdan kudret helvası ve bıldırcın eti indirdi. Yani, bal ve kuş eti... Ama tefessüh etmiş/bozulmuş bir ruh yapısına ve aşağılık bir karaktere sahip olan insanlar, bir yüce gaye uğrunda Mısır’dan çıkarılıp çöllere açıldıkları halde o gayenin yüceliğini kavrayıp, aşağılık hallerinden kurtulamadılar. Halbuki Allah, Mûsâ (a.s.) vasıtasıyla onları zilletten kurtarıp mukaddes emanetlere vâris kılmak için Mısır’dan çıkarmıştı. Şüphesiz ki bu özgürlüğün bedeli, izzetin sorumluluğu, ilâhî emanetin bir karşılığı olması gerekirdi. Ama İsrâiloğulları, hürriyetin bedelini ödemek istemediler. Görevleri îfâ etmediler. Alışmış oldukları aşağılık hayatlarıyla baş başa bırakılmalarını arzu ettiler. Mısır’da âdet haline getirdikleri yiyecek ve içeceklerinin değiştirilmemesini istediler.

Eski dönemlerden beri sürekli nankörlük yapan bu kavim, bu kez de verilen nimetlerin kadrini bilmediler. Şükrü ve itaati bir yana bırakarak, terbiyesizlik edip bir çeşit yemeğe katlanamayız; yeter artık, her gün bıldırcın eti ve kudret helvası yemekten bıktık, usandık demişlerdi. Buna benzer, istekleri bitmeyen ve memnun edilmesi zor ve alışkanlıklarının esiri olan tipler, onları büyük ideallere hazırlayan önderlerin önünde büyük engellerdir. Gerçi, tekdüzeliğin, insan istekleri üzerinde az çok sıkıcı bir tesiri vardır. Buna karşı, çeşitlilik isteğinde bulunmakta esasen bir günah da yoktur. Fakat bunu yaparken, bir taraftan eldeki nimetin yokluğu zamanında çekilen acıları unutmamak, diğer taraftan da yüce bir ruh haliyle ve temiz bir kalple hareket edip şükrü artırmak ve daha önemlisi, bedenin istek ve ihtiyaçlarına kapılıp, irâdeye sahip olamayarak edep ve terbiye dışına çıkmadan hareket etmek icap eder. Onların “Rabbimize duâ etsen” diyecek yerde, edepsizce “Rabbine duâ et!” diye bir nevi imansızlık eseri göstermemeleri gerekirdi.

İsrâiloğullarının bu isteğinde, şüphesiz göçebelikten kurtulup, yerleşik hayata, şehir hayatına geçmek arzusu vardı. Fakat bu arzu; eğitim, ilim ve ibâdet gibi yüksek bir maksat ve hedefe değil; bıldırcın ve kudret helvası yerine, soğan ve sarmısak gibi kötü kokulu yiyecek yiyebilmek gibi bayağı bir maksada dayanıyordu. Bunda da, vaktiyle Mısır’da yaşadıkları sefil hayata istek ve hasret yatıyordu ki, bu da özgürlüğün kıymetini takdir edemeyip, köleliğe tâlip olmak demekti. Bundan dolayı, Hz. Mûsâ, cevaben şöyle dedi: “Daha iyiyi daha kötü ile değiştiriyor musunuz?! O halde mısıra (şehre) inin. Herhalde istedikleriniz sizin için orada vardır.” Bu cevap, bir taraftan isteklerinin çabuklaşmasına sebep olacak şeyi göstermekte ve nimete gidecek yolu bildirmekte, diğer taraftan da yaptıkları kötü tercihin âkıbetinde uğrayacakları fenalığı ifade etmektedir. Hz. Mûsâ, onların bu isteklerinin, akılsız kimselerin düşüncesizlikle yaptıkları cinsten bayağılık olduğunu belirtti. Bunları elde etmek için Allah’a duâ etmeye gerek yoktur; Mısır’a veya herhangi bir şehre inin, orada bu istediğiniz şeylerden çokça bulabilirsiniz.

Mısır: Âyette geçen “Mısır”, Arapçada hem özel isim, hem de cins isim olarak kullanılır; yani, Afrika’daki bir ülke adı olan Mısır anlamına geldiği gibi, herhangi bir şehir, kasaba anlamında da kullanılır. Gerçek anlamda Mısır diye anlaşıldığı takdirde, âyetteki emir, sırf bir kınama ve azarlama emri olur. Yani, “Mısır’a geri döner de oraya yerleşirseniz, orada bol bol soğan ve sarmısak yersiniz, belânızı da bulursunuz!” anlamına bir azarlama sözü olur. Bununla beraber, ikinci takdirde, yani herhangi bir kasabaya yerleşme anlamına alındığında bile, azarlamaya yönelik bir îma söz konusudur. Burada ya, “sizin istedikleriniz çok basit ve aşağılık şeylerdir, istemeye ve Allah'a duâ etmeğe değmez. Her yerde bol bol bulunur, herhangi bir şehre inin, o istediklerinizi elde edersiniz” denmektedir. Yahut da, “O halde çıkarıldığınız Mısır’a gidin, alıştığınız o aşağılık hayata dönün. Zelil ve hakir olarak yaşayın. Orada bol bol soğan, sarmısak bulunur. Allah’ın size emânet etmek istediği büyük vazifeleri bırakın; siz ona lâyık değilsiniz!” denmek isteniyor. Hz. Mûsâ, onları tekdir etmek için böyle bir ifade kullanmış olabilir. Hz. Mûsâ, onlara şöyle demiş oluyor: Sizin istediğiniz bu şeyler değerli değildir, bildiğiniz her yerde ekilip biçilerek bulunabilecek yiyeceklerdir. Şehirlerde, kasabalarda çok bulunması ve menn ve selvâya göre değersiz olması nedeniyle onları Allah’tan istemem uygun düşmez.

Demek oluyor ki, İsrâiloğulları, böyle sırf soğan ve sarmısak yemek için Mısır’daki esâreti andırır bir zillet haline taraftar olmuş oldular. Özgürlüğe, Mısır’daki esâretleri sırasında anlamsız rahatlığı tercih ettiler. Acaba âkıbetleri ne oldu? Bu noktaya gelince, Cenâb-ı Hak, onları yine muhâtap tutma şerefinden mahrum ederek, buyuruyor ki: “üzerlerine zillet ve meskenet damgası vuruldu.” Aşağılandılar, hakarete uğradılar, ağır vergilere, fakirliğe ve ezikliğe mahkûm oldular. Onların üstüne horluk ve yoksulluk vuruldu, omuzlarına damga gibi vuruldu. Onlar sürekli zillet altında kalacaklardır. Onları kim görürse horlayıp aşağılayacaktır. Ve”Allah’tan bir gazaba uğradılar.” Devletleri yıkıldı, toplulukları dağılıp perişan oldular. Hz. İşâya, Hz. Zekeriyyâ, Hz. Yahyâ gibi peygamberleri şehid etmişlerdi. İsyanı da alışkanlık haline getirmişler, durmadan hadlerini aşıyorlardı. Doğaldır ki, küçük günahlarda ısrar büyük günaha; büyük günahlarda ısrar da küfre götürür. Küfür ise, her türlü kötülüğü yaptırır.

“Öyleyse mısıra inin.” Âyette geçen “ihbitû (inin)” kelimesi, yani “habeta” fiili, yokuş aşağı indi anlamına gelir; kezâ mecâzî olarak, onurunu yitirmek ve düşkün, sefil hale gelmek anlamında kullanılır. Hz. Mûsâ’nın bu acı hitabı, “utanç içinde Mısır’a dönün” diye Türkçeye çevrilebilir.

 

Men ve selvânın onların talep ettikleri şeylerden üstün olmasını gerektiren yönlerin ne olduğu hakkında beş ayrı görüş ortaya atılmıştır:

1- Baklagiller, men ve selvâya nisbetle önemli olmadığından dolayı men ve selvâ daha üstündür.

2- Men ve selvâ, Yüce Allah’ın kendilerine lutfedip verdiği ve yemelerini emrettiği bir yiyecek idi. Dolayısıyla Allah’ın emrini yerine getirmeye, nimetini şükür ile karşılamaya devam etmek, âhirette ecir sahibi olmaya bir vesiledir. Onların istediklerinin ise bu özellikleri yoktur. O bakımdan o istekleri bunlardan daha aşağı idi.

3- Allah Teâlâ’nın kendilerine lutfettiği, istedikleri şeylerden daha hoş ve daha lezzetli olduğundan dolayı onların istedikleri daha aşağıda idi.

4- Onlara verilen, sıkıntı çekmeden, yorulmadan ihsan ediliyor idi. İstedikleri ise, ancak ekerek, sürerek ve yorularak elde edilebilecek şeylerdi. O bakımdan bunlar daha bayağı idi.

5- Onlara indirilen Allah katından indirildiği için helâl ve temiz olduğunda en ufak bir şüphe yoktur. Tahıllar ve araziler ise, alışverişlere konu olur, gasp edilir, şüphelere mâruz kalırlar. O bakımdan istedikleri daha aşağılık şeylerdi.

Dünyaya karşı meyilleri, hırs ve arzularını tatmine yönelmeleri nedeniyle peygamberleriyle beraber sade bir yaşayışı ve kamp hayatının zorluklarına karşı sabretmeyi yitirmişlerdi. Hz. Mûsâ, onların bu isteklerine karşı çıkarak şimdi yaşadıkları hayatın daha önce yaşadıkları hayattan daha üstün olduğunu söylemişti. Çünkü bu hayat, insanı saf ve mânevî bir havaya götürüyor, onları bu atmosferde huzura kavuşturuyordu. Onlarsa, onurlu, şerefli hayatın üzerinde kurulduğu ana ilkeyi; Allah'a imanı ve O’nun gösterdiği yolda yürümeyi terketmişlerdi. Basit, maddî varlıkları ve değerleri onların hepsine tercih etmişlerdi. İrâdeleri zayıflamış, basit duygu ve arzularına, maddî zevklerine kapılmış, onlara teslim olmuşlardı.

Sonuçta, basit isteklerin ve maddî zevklerin hepsine hükmeden güce boyun eğmeye kadar varmışlar, kendi benliklerini ve hayatlarını zâlimlere, diktatörlere satmışlar, bu zâlimler de onları zillete düşürmüş, canlarının istediği biçimde kendilerine boyun eğdirmiş, dolayısıyla alçaklık, hayatı hayvanî duyguları ve ihtirasları için yaşayan, bunları kendisine garanti eden güçlere teslim olan her toplumun âkıbeti bunları da kuşatmıştır. Böyle bir teslimiyet ve bu tür bir yöneliş, onları Allah’ın dosdoğru çizgisinden saptırır, Allah’ın gazabına uğramalarına sebep olur. Zira böyle bir hayat, toplumları inada ve sapıklığa dayanarak dünyayı âhirete tercih ettirecek, Allah’ın âyetlerini inkâra kadar sürükleyecek, Allah’ın peygamberleri ve onların ilâhî misyonları karşısında olumsuz tavır takınmalarına sebep olacaktır.

Bu âyet-i kerime, istekten isteğe, ihtiyaçtan ihtiyaca atlayan bir inat, kararsızlık ve düşüncesizliği yaşayan yahûdiler ve yahûdileşenler hakkında bir tablo sunmaktadır. Onlar, bu tutarsızlıklarını önleyebilecek mânevî veya fikrî bir zemine dayanmıyorlardı. Aksine, onlar hayvanî duygularına, ihtiraslarının ve arzularının direktiflerine göre hareket ediyorlardı. Bu nedenle mûcize yoluyla dahi gerçekleşen, yerine getirilen isteklerini içlerindeki zaaf noktalarını genişletmek için kullanmaya çalışmışlar, istismar etmişlerdi.

Bu ve benzeri âyetler, Hz. Mûsâ’nın en belirgin vasfı olan ilâhî misyona/risâlete dayalı mânevî kuvveti hakkında bize açık bir fikir vermektedir. O, bu sataşmaların, isyankârlıkların hepsini engin bir gönül, kendisinden emin, güvenli bir risâlet mantığı ve mahâretiyle karşılıyordu. Nitekim risâleti güçlü bir şekilde yüklenen tüm peygamberlerin tavırları da bu olmuştur. Bunların hepsi de isyan ve azgınlıkların her çeşidini yöntem, metod ve hedef konusundaki sorumluluklarıyla âhenk içine giren bir anlayışla ele almışlardır. Çünkü onlar, peygamberin görev ve fonksiyonunun kendi karakterine göre değil de; risâlete göre yaşamaları gerektiğini kavramışlardı. Yine onlar, hidâyete vesile olmak için her türlü imkânları bu alanda kullanmaları, dâvet ve eylem alanında onları denemeleri gerektiğini çok güzel idrâk etmişlerdi.

İşte mesaj ulaştırma çalışmalarında ihtiyaç duyduğumuz konulardan biri de budur. Sataşmaları, saldırıları, azgınlıkları, itham ve hakaretleri, güzel biçimde engellemek ve benzeri karşı koyuşlara peygamberlerin bile karşılaştıklarını değerlendirmek ve bu güzel örnek ve modellerle kendilerini kıyaslamak, çağlarındaki ve toplumlarındaki tüm olumsuz tavırlara karşı bu yöntemle görevlerini sürdürmek, çağdaş dâvetçinin temel dinamikleri olmalıdır. Dâvet ve tebliğ çalışmalarında en zor şartlarda tâviz vermeden insanları eğitmeye çalışan bu çizgiyi baz ve model almak zorundayız.

İşte (bu hâdiseden sonra) üzerlerine zillet (alçaklık) ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah'ın gazabına uğradılar.” Zillet: Aşağılık ve küçüklük; meskenet de fakirlik demektir. Zengin olsa dahi fakirlik kılığından, fakirliğin verdiği horluk ve hakirlikten uzak bir yahûdi zor bulunur. Cimriliğinden ve parasına kıyamadığından dolayı, nimetlerin üzerinde görülmediği bir zillet onları kaplar. Meskenet, fakir anlamına gelen miskin’in masdarıdır veya “sükûn” kelimesinden türemiştir ve boyun eğmek anlamındadır. Yani fakirlik dolayısıyla hareket ve kıpırdanışı az olan demektir.

Gazaba uğratılmalarının sebebi: “Allah'ın gazabına uğradılar. Bu, Allah'ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak nebîleri/peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi.” Allah’ın âyetlerini, yani O’nun Kitabını, Hz. İsa, Yahya, Zekeriyyâ ve Muhammed (aleyhimu’s-selâm) gibi peygamberlerin mûcizelerini inkâr edip yalanlamalarından ve haksız yere peygamberleri öldürmelerinden dolayı oldu. İsrâiloğullarının tarihi, kendi peygamberlerini öldürme olayları ile doludur. Kitab-ı Mukaddes’te de bu konu, açıkça belirtilir (II. Tarihler, 16/1-14; I. Krallar, 19/1-10; 22/26-27; II. Tarihler, 24/20-21; Yeremya, 15/10; 18/20-23; 20/1-18; 20/36-40; Matta, 23/37; Markos, 6/17-29; 27/22-26). Allah’ın âyetlerine karşı gelmeleri, hükümlerini tatbik etmemeleri, âyetleri tahrif ederek hak ile bâtılı birbirine karıştırmaları, yalnız Allah’a ait olan hak, sıfat ve yetkileri başkalarına vererek haddi aşmaları ve nebîlerini öldürmeye kadar varan azgınlıkları gazaba uğramalarına sebep oldu. Bu âyette Kur’an, İsrâiloğullarının tarihindeki en utanç verici bölüme değinir ve onların Allah’ın lânet ve gazabını hak ettiklerini bildirir. Onlar, aralarından hukuka ve ahlâka en aykırı kişileri seçmişler, onları önder, lider ve başkan yapmışlar, en iyi insanları ise ya zindana, ya da darağacına göndermişlerdir. Peygamberleri ve onlara bağlı olanlara kötü davranmalarının sebebi ise, istikbâr içinde olmalarıydı. Büyüklendikleri için, peygamberlerini bile küçük gördüler ve sonuçta onları öldürmekten bile çekinmediler. Zaten kibir de hadis-i şerifte öyle tanımlanıyordu: “Kibir; hakka karşı şımarıklık etmek ve insanları hor görmektir.”

Peygamberleri Öldürmeleri: Zillet, meskenet ve gazabın sebebi: “haksız yere peygamberleri öldürmeleri” idi. “Haksız yere” ifadesi, onların işlediği günahın ne kadar büyük olduğunu belirtmek içindir. Bu ifade, onların öldürülme şekillerinin sıfatıdır. Yani, onlar zulmen öldürülmüşlerdir. Bu ifade ile onların yaptıkları işin ne kadar büyük çapta çirkinlik olduğu gösterilmektedir. Bilindiği gibi, hak ile hiçbir peygamber öldürülmez. Hak peygamber hak üzere olduğu halde öldürülür. Hiçbir peygamber, öldürülmesini gerektirecek bir iş, asla yapmaz. Burada, bunların Peygamber Efendimiz’e karşı giriştikleri sûikastlara da işaret buyrulmuş oluyor.

“Kâfirlerin peygamberleri öldürmelerine Allah’ın imkân vermesi nasıl olabilir?” denilecek olursa, şu cevap verilir: Bu, peygamberler için bir şereftir ve mevkilerini yüceltmek için bir araçtır. Tüm mü’minlerden Allah yolunda öldürülen şehidlerin durumunda olduğu gibi. Bu, onları yardımsız bırakmak değildir. İbn Abbas der ki: Peygamberler arasından öldürülmüş hiçbir peygambere savaşma emri verilmiş değildir. Çünkü kendisine savaşma emri verilmiş her bir peygamber mutlaka muzaffer olmuştur.

Gazaba uğrayışlarının Diğer Bir Sebebi: “Onların hepsi, sadece isyanları, haddi aşmaları ve düşmanlıkları sebebiyledir." Onlar Allah’a isyan ettiklerinden dolayı gazaba uğradılar. İsyan; itaatin zıddıdır. “İ’tidâ”, taşkınlık ve her hususta haddi aşmak demektir. Zulüm ve mâsiyetler hakkında kullanılır.

Bu gazaptan sonra, acaba, bunlar için hiçbir kurtuluş imkânı yok mudur? Buna cevap, bundan sonraki âyette verilecektir.

 

Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir;

Oraya Gerçek İman ve Sâlih Amel Sahipleri Gidecektir

Şüphesiz senden evvel peygamberlere iman edenler, yani yahudilerden, hıristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah’a ve âhiret gününe hakkıyla iman edip sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi onlar için hüzün de yoktur (onlar üzülmeyeceklerdir).” (2/Bakara, 62)

Yahûdiler, haktan ayrıldıkları, hakkı tahrif edip Allah’ın hükümlerinden saptıkları halde, yine de kendilerinin doğru yolda bulunduklarını, diğer insanlardan daha üstün olduklarını ve sadece kendilerinin cennete gireceklerini iddia ederler. Fakat onların bu iddiası hiçbir zaman doğru yolda olduklarını ve diğer insanlardan üstün olduklarını göstermez. Allah’ın bir topluluktan râzı olması, o toplumun özelliklerine veya belli bir ırktan olmasına bağlı değildir. Kim Allah’ın istediği şekilde O’na iman eder, emir ve yasaklarına riâyet eder ve sâlih amel işlerse, Allah katında üstünlüğe sahip olur. Allah, böyle kimseleri gerek dünyada ve gerek âhirette muhakkak mükâfatlandıracaktır.

Yahûdiler, haktan ayrıldıkları, hakkı tahrif ettikleri ve Allah’ın hükümlerinden saptıkları halde yine de kendilerinin diğer insanlardan daha üstün olduklarını ileri sürüyorlardı. Bu âyet, yahudilerin iman ve amelleri ne olursa olsun, ebedî kurtuluşun kendi tekellerinde olduğu konusundaki yanlış zanlarını ortadan kaldırmak içzin burada yer almıştır. Onlar, kendilerinin Allah’la özel bir yakınlıkları olduğunu, inançları ne olursa olsun, sadece yahudi ırkından olmaları nedeniyle doğruca Cennet’e gideceklerini ve diğer insanların Cehennem’e gideceklerini iddia ediyorlardı. Bu âyette bu yanlış anlama eleştiriliyor. Üstünlüğün belli bir kavme ve ırka bağlı olmakla hiçbir alâkası yoktur. Üstünlük, iman ve sâlih ameldedir. Allah, ebedî kurtuluşun, kişinin bir gruba mensup olmasına dayanmadığını, kişinin imanına ve iyi amellerine bağlı olduğunu bildiriyor. Allah’ın hükmü, bu dünyadaki genel kanaat ve kayıtlara değil; kişinin gerçek değerine dayanacaktır. Bu nedenle onlar, Allah’tan gelen “hidâyet”i kabul etmek zorundadırlar.

İnsanlar, Hz. Âdem’in sülbünden yeryüzüne indikleri zaman Cenâb-ı Allah, kendilerine “Eğer Benden size bir hidâyet gelir de, kim Benim hidâyetime uyarsa, işte onlara herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü de çekmeyecektir.” (2/Bakara, 38) diye herhangi bir zamanda gelen hidâyetine uymaları şartıyla bunu vaad etmişti. İşte Hz. Âdem’in tevbesinin semeresi olan o ilâhî vaad, ebediyete kadar sürüp gidecek bir genel kanundur. Yahudiler gibi zillet ve meskenete düşenler ve Allah’ın gazabına uğrayanlar bile ne zaman tevbe eder, Allah’a ve âhiret gününe cidden iman ederek Allah’ın âhir zamanda gönderdiği hidâyete uyar ve ona göre sâlih amel işlerlerse, o gazaptan kurtulurlar ve Allah katında mükâfat bulurlar. Sonuçta korku ve hüzünden kurtulurlar.

Bu sûrenin baş tarafında İşte onlar Rablerinden gelen bir hidâyet üzeredirler ve gerçekten kurtuluşa erenler de ancak onlardır.” (2/Bakara, 5) müjdesinin kimlere mahsus olduğu bilinmektedir ve bunda “Sana indirilene ve senden önce indirilene iman edenler” (2/Bakara, 4) şartı da bulunmaktadır. Bunun için âhirete iman ve gerçek anlamda yakîn de bütün peygamberlerle birlikte Hz. Muhammed (s.a.s.)’e ve ona indirilen Kitab’a iman etmiş olanlara mahsus bulunduğu tebliğ edilmişti. Şu halde “Allah’a ve âhiret gününe hakkıyla iman edip sâlih amel işleyenler” ifadesiyle beyan buyurulan gerçek imanın Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamber olarak gönderilmesinden sonrakiler diye tefsir edilmesi lâzım geldiğinde hiç şüphe yoktur.

O yüzden bu âyet, özellikle benî İsrâili İslâm dinine dâvet sadedinde ve “Sizin yanınızda bulunan Kitab’ı doğrulayan bu Kitab’a (Kur’an’a) iman edin ve onu ilk inkâr eden olmayın!” (2/Bakara, 41) ilâhî emrini desteklemek için gelmiş olduğu kesindir. Hz. Muhammed’in peygamberliğinden önce Allah’a ve âhiret gününe iman eden ve sâlih amel işleyenler bile Tevrat ve İncil hükmünce geleceğin büyük peygamberine iman ile mükellef idiler, buna işaret olmak üzere “Ahdimi yerine getirin.” (2/Bakara, 40) buyurulmuştu. Böyle iken Hz. Muhammed’in peygamberliğinden sonra onu inkâr edenler arasında gerçek iman ehli bulunduğu varsayımına imkân kalır mı? Allah’a ve hesap gününe imanı bulunan ve bu iman ile mütenâsip sâlih amel işleyecek olan kimselerin Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr etmelerine imkân olabilir mi? Tarih sayfalarının şâhitliğinde Hz. Muhammed’in peygamberliğinden daha açık, daha belirgin hangi peygamberlik vardır?

Yahûdi: Arapçada (hâde-yahûdü-hevden) esasen tevbe etmek manasında olduğu gibi, yahûdi olmak manasına da gelir. Deniliyor ki, Araplar arasında bunlara yahûdi denilmesi, ya buzağıya tapmaktan vazgeçip tevbe etmeleri dolayısıyladır, yahut da “Yahûza” isminin Arapça söylenişi sebebiyledir. Yahûza ise, Hz. Ya’kub’un on iki oğlunun en büyüğünün ismidir. Buna göre; yahûdi, İsrâiloğullarının on iki boyundan birincisinin adı olması gerekirken, öneminden dolayı zamanla bütününe birden isim olmuştur. Bu demektir ki, “yahûd” cins isim olarak kavmin veya boyun adıdır. Tekil olarak kullanıldığında “yahûdi” denilir ki, o kavme mensup olan kişi demektir.

 

“Allah’a ve âhiret gününe hakkıyla iman edip sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi onlar için hüzün de yoktur (onlar üzülmeyeceklerdir).”

Burada Kur’an, hem yahûdilerin yalanlarla dolu sığ iddialarını tekzib ediyor, hem de bütün Kur’an kıssalarında mevcut olan genel kaidelerden birini; iman birliği ve itikad vahdeti kuralını yerleştiriyor. Nefislerin Allah'a teslim olduğu, Allah'a iman duygusunun eseri olan sâlih amellerin cihanda yayıldığı her asırda, itikad ve iman esasları hep aynıdır. Allah’ın fazl u keremi de, bir ırka, bir topluma veya bir zümreye ait değildir; Bütün zaman ve mekânda iman edenlerin hepsine şâmildir. Herkes inandığı dini üzere iken, inanması gereken ikinci bir peygamber gelinceye kadar iman ettiği dinin hakikatlerine bağlanmak mecbûriyetindedir. Hz. Peygamberimiz’in bi’setinden sonra cihan tarihinde nihâî akîde şekli meydana çıkmış; başlangıçta İslâm’ın o dönemdeki şekli ve hak din olduğu halde, sonradan tahrif edilen, içine şirk unsurları katılan eski inanç sistemleri ve dinler tümüyle geçersiz olmuştur.

“Allah’a ve âhiret gününe hakkıyla iman edip sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır.” Kur’an’da birçok yerde tekrarlanan bu ifade, İslâm’ın temel bir doktrinini inşâ etmektedir. Başka hiçbir itikadda benzeri olmaya bir görüş zenginliği ile, “kurtuluş” fikri, burada sadece üç şarta bağlanmıştır. Allah'a iman, âhirete, hesap gününe iman ve sâlih amel, yani hayatta doğru ve yararlı işler yapmak. İsrâiloğullarına yönelik bir dâvetin tam ortasında bu doktrinin ifade edilmesi, yukarıda geçtiği gibi, bu kavmin kendilerine “Allah’ın seçilmiş halkı” olarak kabul edilme imtiyazını verdiği bâtıl inancı nedeniyledir.

Allah'a İman: Ebedî hayatta, korkusuz ve üzüntüsüz bir saâdet ve mükâfat için ilk şart, Allah'a imandır. Bu iman, Allah’ın istediği şekilde olmadıkça hiçbir zaman kabul edilmez. Allah’ın istediği şekilde iman etmek ise, ancak, peygamberin tebliğ ve tâlim ettiği esaslara gönülden inanmakla gerçekleşir. Ümmetlere gelen rasullerin gönderiliş gayelerinden biri de Allah'a nasıl iman edileceğini öğretmektir. Peygamberlerin vermiş olduğu bilgiler dışında, başka şeyleri Allah'a izâfe ederek Allah'a iman edenin imanı geçersizdir. Allah, insanların hevâ ve heveslerinin istikametinde kendisine iman eden kimsenin imanını kabul etmez. Allah’a iman konusunda peygamberler arasında hiçbir farklılık yoktur. Hepsi Allah hakkında aynı bilgileri vermiştir. Bu sebeple, bir kimsenin imanının Allah’ın istediği şekilde olup olmadığını anlamak için, o kişinin imanı Son Peygamber’in bizlere öğretmiş olduğu imanla mukayese edilir. Kişinin imanı, Rasûlulah’ın öğrettiği imana uygunsa geçerlidir; uygun değilse asla geçerli olmaz.

Şurası da unutulmamalıdır ki; Allah’ın istediği iman, Hz. Muhammed (s.a.s.) de dahil olmak üzere, gönderilen tüm peygamberlere iman etmeyi gerekli kılar. Peygamberimiz’den sonra yaşadığı halde Hz. Muhammed (s.a.s.)’in son peygamber olduğuna iman etmeyen kimse, Allah'a iman etmiş sayılmaz. Oysa, Rasûlullah’ın peygamber olarak gönderildiği dönemde yaşayan yahûdi, hıristiyan ve sâbiîler böyle bir imana sahip değildiler. Bu şekilde iman etmiş olsaydılar, ancak o zaman imanları geçerli olurdu.

 

Âhirete İman Etmek: Allah, ancak peygamberlerin öğrettiği şekilde âhirete iman edenin imanını kabul eder. Bütün peygamberler, tüm iman esaslarında olduğu gibi, âhirete imanla ilgili olarak da aynı haberleri vermiştir. Bu konuda da aralarında hiçbir farklılık yoktur. Bu sebepten dolayı, şöyle diyebiliriz: Ancak Son Peygamber’in öğrettiği şekilde ve getirmiş olduğu bilgiler dâhilinde âhirete iman edenin imanı geçerlidir. Yoksa, yahudilerin iddia ettiği gibi; Cennetin yalnız yahûdilere ait olduğuna veya hıristiyanların iddiası gibi yalnız kendilerine has olduğuna veya yahûdilerin Cehennemde ancak birkaç gün kalacaklarına iman etmek, Allah’ın istediği şekilde âhirete iman etmek değildir. Allah, böyle delilsiz olarak, kendi hevâ ve heveslerine göre âhirete iman edenlerin imanını asla kabul etmez.

 

Sâlih Amel İşlemek: Bir amele sâlih denilebilmesi için, o amelin Allah’ın rızâsına uygun olarak, Allah’ın istediği şekilde ve Rasûlü’nün uyguladığı biçimde yapılmış olması gerekir. Rasûlullah, peygamber olarak gönderilince onun şeriatı, önceki tüm peygamberlerin şeriatlarını nesh etmiş, geçersiz kılmıştır. Artık Allah katında geçerli olan sâlih amel, sadece Rasûlullah’ın öğrettiği ve gösterdiği şekilde yapılmış olan sâlih amellerdir. Önceki peygamberlerin gösterdiği şekilde yapılan ameller artık geçerli değildir. “Allah katında din, İslâm’dır” (3/Âl-i İmrân, 19) “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, ondan bu, kesinlikle kabul olunmaz ve âhirette hüsranda/zararda olanlardan olur.” (3/Âl-i İmrân, 85)

“Amel-i sâlih”in tarifini kim yapacak? Yahûdi olmayan birini iğneli fıçıya koyup kanının son damlasına kadar akıtıp, o kanla hamur yoğurmak ve o ekmeği kutsal günlerinde yemek, yahûdilerce sâlih ameldir. Filistinlilerden öldürdükleri adam sayısınca derecesi yükselmektedir bir yahûdinin. Amel-i sâlihi kim belirleyecek? Hindistan’ın devlet başkanı, annesi İndra Gandi’nin cesedini kendi elleriyle yakarken, amel-i sâlih işlediğine inanıyordu. Amerikalı hıristiyanlar, Irak devlet başkanı Saddam’ı bahane ederek Irak’a milyonlarca ton bomba atarak yüzbinlerce sivil ve savunmasız insanı öldürürken, bütün bunları dünya barışı için, yani amel-i sâlih diye yapıyordu.

O yüzden amel-i sâlihi bâtıl inançlar ve nefisler belirleyemez. Ancak Kur’ân-ı Kerim belirleyip bildirir. Cenneti ve Cehennemi yaratan Allah’tır. İnsanları yaratan Allah’tır. Öyleyse Cennete veya Cehenneme kimlerin gideceğini belirleme hakkı da Allah’ındır.

Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: “Nefsim elinde olan’a yemin ederim ki, bu ümmetten (dine dâvet ettiğim kıyamete kadar gelecek bütün insanlardan) olup da yahûdi veya nasrânî (hıristiyan) olsun, beni işitir de sonra benimle gönderilene iman etmezse, mutlaka cehennemliklerden olur.” (Müslim, İman 240)

 

Tûr-ı Sinâ’nın Altında Alınan Mîsak/Söz; Kitab’a Kuvvetle Sarılın!

“Bir zamanlar (Tevrat ile amel edeceğinize dair) sizden sağlam bir mîsak/söz almış, Tûr’u üzerinize kaldırmış, ‘size verdiğimizi kuvvetle tutun, onda bulunanları daima hatırlayın. Umulur ki ittika eder korunursunuz’ (demiştik).” (2/Bakara, 63) “Ondan sonra sözünüzden dönmüştünüz. Eğer sizin üzerinizde Allah’ın ihsânı ve rahmeti olmasaydı, muhakkak husrâna/zarara uğrayanlardan olurdunuz.” (2/Bakara, 64)

“Sizden sağlam bir mîsak/söz almış, Tûr’u üzerinize kaldırmıştık.” Bu olay, Kur’an’ın çeşitli yerlerinde, benzer şekillerde beyan edilmiştir (Bkz. 2/Bakara, 93; 4/Nisâ, 154; 7/A’râf, 171). Bu olayın İsrâiloğulları tarihinde meşhur bir vâkıa olduğunda şüphe yoktur. Fakat günümüzde bu olayın ayrıntılarına vâkıf olmak şansına sahip değiliz. Ancak genel anlamıyla bu olayın şu şekilde cereyan ettiği anlaşılmaktadır: Allah Teâlâ ile İsrâiloğulları dağın eteğinde ahid yaparlarken, korkunç bir manzara meydana gelmiş ve dağ âdeta İsrâiloğulları’nın tepesine çökecek gibi görünmüştür. Nitekim bu manzara A’râf sûresinde de gözler önüne serilmiştir:

“Bir zamanlar dağı, sanki bir gölgelikmiş gibi kaldırdık da üstlerine düşecek sandılar. ‘Size verdiğimiz (Kitab’ı) kuvvetle tutun ve içinde olanı hatırlayın ki korunasınız’ dedik.” (7/A’râf, 171) Bu, üzerinde benî İsrâil ile yapılan sözleşmenin bulunduğu taş levhaların Hz. Mûsâ’ya verilmesi sırasında Sinâ Dağının eteğinde vuku bulan olaya bir işarettir. Kitab-ı Mukaddes şöyle der: “Ve Allah’ı karşılamak için Mûsâ kavmini ordugâh olan kamp yerinden çıkardı ve dağın eteğinde durdular... ve dağ şiddetle sarsıldı.” (Çıkış, 19/17-18).

Allah, şânını ve sözleşmenin önemini, belki kavrarlar diye İsrâiloğullarından bir misak almadan önce yukarıda anlatılan hallerin vukuunu diledi. Bu olay, Allah’la antlaşmaya girmeyi istemedikleri ve korkutma yoluyla onların buna zorlanmış oldukları anlamına gelmez. Onlarla sıradan bir yolla antlaşma yapmak yerine, kendisiyle sözleşme yaptıkları Allah Teâlâ’nın ne kadar azamet sahibi olduğunu göstermek ve bu antlaşmayı bozmanın ciddî sonuçlarını belleklerinde hep canlı tutmaları ve bu sözleşmenin büyük önemine dikkat etmeleri için, bu heybetli manzaranın meydana getirilmesi yoluna gidilmiştir.

Bu mîsakın neleri içerdiğini, yirmi âyet kadar sonra, Cenâb-ı Hak açıklar: “Bir zamanlar Biz, benî İsrâile ‘Yalnızca Allah'a kulluk/ibâdet edeceksiniz, ana-babaya ihsân edecek/iyi davranacaksınız, yakın akrabaya, yetimlere, miskinlere iyilik edeceksiniz’ diye emretmiş, onlardan bunu tutacaklarına dair mîsak/söz almış ve ‘insanlara güzel söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin’ demiştik. Ey İsrâiloğulları! Sonunda azınız müstesnâ, yüz çevirerek geri dönüp gittiniz.” (2/Bakara, 83)

“Size verdiğimizi kuvvetle tutun, onda bulunanları daima hatırlayın.” Kitapların indirilmesinde gözetilen maksat budur. Kitap’taki hükümlerle gerektiği gibi amel etmek. Yoksa Kitaplar, dil ile onları okuyup tertil etmek için nâzil olmamıştır. Bu konuda Rasûlulah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: İnsanlar arasında en kötü kimse, Kur’ân-ı Kerim’i okuyup da onun hiçbir yasağından çekinmeyen fâsık bir kimsedir.” (Nesâî, Cihad 8; Müsned-i Ahmed bin Hanbel, III/42, 58) Bizden öncekilerin yerine getirmekle yükümlü oldukları hususlar ve onlardan alınmış olan sözler bizim için de bir görevdir, yükümlülüktür. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ve Rabbinizden size indirilenin en güzeline tâbi olun.” (39/Zümer, 55) Yüce Allah, bizlere kendi Kitabına uymayı, onun gereğince amel etmeyi emretmiştir. Fakat aynen yahudilerin ve hıristiyanların bunu terkettiği gibi biz de terkettik. Geriye hiçbir fayda vermeyen Kitapların şekilleri ve mushaflar kaldı. Çünkü cahillik üstün görülmüş, başkanlık talebi, hevâlara uymak öne geçmiştir.

Ebu’d-Derdâ şöyle demiştir: “Peygamber (s.a.s.) ile birlikte idik. Gözünü semâya doğru kaldırıp baktı, sonra şöyle buyurdu: “Bunlar öyle anlardır ki bunlarda ilim insanlardan farkında olmadan çekip alınır ve nihayet hiçbir şeye güç yetiremezler.” Ensardan olan Ziyad bin Lebid: “Kur’ân’ı okuyup öğrendikten sonra, bizden nasıl farkında olmadan ilim alınabilir?” diye sordu ve devam etti: “Allah’a yemin ederim, hem biz onu okuyacağız, hem kadınlarımıza ve çocuklarımıza okutup öğreteceğiz.” Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Anan seni kaybedesice ey Ziyad! Ben de seni Medine’nin fakihlerinden birisi sayıyordum. İşte yahudilerle hıristiyanların elinde bulunan Tevrat ve İncil. Onlara faydası ne?” (Tirmizî, İlim 5; İbn Mâce Fiten 26; Dârimî, Mukaddime 29; Müsned, IV/160, 218-219)

Muvattâ’da rivâyet edilen bir hadis-i şerife göre Peygamberimiz ashâbdan birisine şöyle demiştir: “Sen fukahâsı bol, kurrâsı (Kur’an’ı bilip okuyanı) az bir çağdasın. Bu çağda Kur’an’ın sınırları korunmakta, fakat harfleri kaybedilmektedir. İsteyeni az, verileni çok bir zamandır bu. (İnsanları) uzun uzun namaz kılarlar, hutbeleri kısa keserler. Bu zamanda hevâlarından önce amellerini işlerler. Fakat insanlar üzerinde pek yakında öyle bir zaman gelecektir ki, fukahâsı az, kurrâsı çok olacaktır. Kur’an’ın harfleri gereği gibi muhâfaza edilecek, fakat hudûdu/sınırları zâyi edilecektir. İsteyeni çok, verileni az olacaktır. Hutbeyi uzun tutacak, namazı kısa keseceklerdir. Amellerinden önce o zamanda hevâlarına göre iş yapacaklardır.” (Muvattâ, Kasru’s-Salât 88)

Yüce Allah, Tevrat’ı indirdikten sonra onlardan bir taahhüt, bir söz almıştı. Kendilerine gönderilen vahyin sorumluluğunu üstlenmelerini, ona bağlılıkta ve dâvet etmede bu mesaja sımsıkı sarılmalarını istemişti. Durum ve şartlar ne olursa olsun, bunu unutmamalarını, sürekli onu hatırlamalarını talep etmişti. Çünkü Allah’ın emirlerine bağlılık, yasaklarından kaçınma imkânı ve alışkanlığını sağlayan takvâ melekesini elde etmelerinin biricik yolu buydu. Ne var ki, onlar bütün bunlardan sonra yüz çevirmişler ve bu verilen söze bağlı kalmamışlardı. Onların bu tutum ve tavırları, hayatları boyunca devam edebilir ve onları hem dünyada hem de âhirette hüsrâna sürükleyebilirdi. Fakat Yüce Allah, kendi rahmeti, fazileti ve keremiyle onları son anda kurtardı. Dönüş yaptılar. Allah'a tevbe ettiler.

Herhangi bir ümmete Kitab’ın gönderilişi, Allah tarafından bir sözleşme olarak kabul edilir. Sanki onlar, bu Kitap ile Allah'a söz vermişlerdir. Yüce Allah, onların bu Kitab’a ve muhtevâsına bağlı kalmalarını istemiştir. Nitekim insan başkalarıyla yaptığı kişisel anlaşma ve sözleşmelere de bağlı kalmak zorundadır. Bu sözleşmenin önemi, herhangi bir kişi ile değil; Allah’la yapılmış olmasından ve hayatın bütün olay ve gelişmelerini kapsamasından dolayıdır. Kitap, kendi hükümlerine ve yasalarına göre insanın hem düşüncesini ve hem de hareketlerini, teorisini ve pratiğini düzenler. Bu nedenle Kitab’ın hükümlerinden herhangi birini çiğnemek, Kitab’ı gönderen ile yapılan sözleşmeyi çiğnemek anlamına gelir. Burada Allah'a verilen sözün bütünüyle çiğnenmiş olacağına dikkat çekilmiş olabilir.

Tûr, dağ anlamına geldiği halde, Kur’an’da Tûr ibâresi, hep Tûr-ı Sina, “Sina Dağı” anlamında kullanılır. Bu dağın kaldırılması konusunu, Muhammed Esed, “dağın şâhitliği” olarak değerlendirir ve âyeti meâl olarak şöyle çevirir: “Sinâ Dağını üzerinize şâhit tutarak ciddî ve samimi (görünen) taahhüdünüzü kabul etmiş ve ‘Size bahşettiğimiz şeye (bütün) gücünüzle sımsıkı sarılın ki Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincine varasınız!” (demiştik).”

 

“Ondan sonra sözünüzden dönmüştünüz. Eğer sizin üzerinizde Allah’ın ihsânı ve rahmeti olmasaydı, muhakkak husrâna/zarara uğrayanlardan olurdunuz.” (2/Bakara, 64)

Verdiğiniz sözde durmadınız, onu kuvvetle tutmadınız, Kitabın içindeki emir ve yasaklara uymayı ihmal ettiniz. Allah’ın lutfu ve size mühlet vermesi yetişmemiş olsaydı, size tekrar tekrar peygamberler göndermeseydi, muhakkak zarara uğrayanlardan olurdunuz. Kendinize ve nesillerinize çok zarar vermiş olurdunuz. Hüsran: Noksanlık, eksiklik demektir, zarara uğramak anlamına da gelir. O’nun lutfunun, tevbeyi kabul etmek, rahmetinin de, affetmek olduğu da söylenir. Lutuf (fadl): Gerekenden fazlasını vermek demektir. Fadl, fazlalık ve hayırdır.

“Biz ne yaptık ki?!” diyeceksiniz. Yaptıklarınızın bazıları size yukarıda hatırlatılmıştı; diğer bazı büyük suçları da bundan sonraki âyetlerde anlatılacaktır.

 

Allah’ın Yasağını Çiğnemenin ve

Putperestleri Taklidin Cezası: Maymunlaşma!

 

İçinizden Cumartesi günü azgınlık edip de, bu yüzden kendilerine: ‘Aşağılık maymunlar olun!’ dediklerimizi elbette bilmektesiniz.” (2/Bakara, 65)

“Biz bunu (maymunlaşmış insanları), hâdiseyi bizzat görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, müttakîler için de bir öğüt vesilesi kıldık.” (2/Bakara, 66)

Yahudilerin haddi aşmalarından biri de, cumartesi gününün kudsiyetini kaldırmaları nedeniyle maymuna dönüşmüş olmalarıdır. A’râf sûresinin 163. âyetinin açıklamasına göre yahudiler deniz kenarında yaşıyorlar. Cumartesi günleri balıklar daha çok geliyor. O gün de avlanmak yasak. Balıkları cumartesi günü denizden özel havuzlara alıyorlar, pazar günü de o havuzdan yakalıyorlar. Böylece, insanlara yaptıkları hileyi Allah’a da yapmaya kalkıyorlar; ama o cumartesi gününün önemini kavrayamamanın ve Allah’ın yasağını çiğnemenin ve en önemlisi dinde hile yapmanın cezasını çekiyorlar. Allah’ın kullarıyla oynamanın, Allah’ın âyet ve hükümlerine hile ile yaklaşmanın cezası, bazen bu dünyada acele veriliyor, bazen de acıklı azabı âhirete bırakılıyor. Bu dünyada verilmesi, başkalarını caydırmak; müttakî insanlara da nasihat olması içindir.

“Cumartesi günü azgınlaşıp haddi aşanlar” Yahûdiler, Allah Teâlâ’dan mukaddes bir istirahat ve ibâdet günü temenni ettiler. Bunun üzerine Allah, cumartesi gününü onlar için mukaddes bir tatil günü yaptı. O gün hiçbir iş yapmazlardı. İsrâiloğullarından sürekli bir ahid ve “Allah’la onlar arasında nesiller boyu sürecek bir işaret” olmak üzere sebt’e/cumartesi gününe uymaları istenmişti. Bu konu, Kitab-ı Mukaddes’te şöyle ifade edilir: “Altı gün iş yapılabilir; fakat yedinci gün Rabb’a mahsustur ve sebt/cumartesi günüdür. Kim sebt günü iş yaparsa, mutlaka öldürülecektir.” (Çıkış, 31/12-17) Fakat İsrâiloğulları her yönden bozulunca bu yasağı hile ile çiğnediler. Sonra açıkça işlemeye ve cumartesi günü iş yapmaya başladılar.

Sebt: Cumartesi manasına isim olduğu gibi; bu güne saygı gösterme, onda dünya işi yapmayıp yalnızca ibâdet etme manasına masdar da olur. İşte burada bu anlamda kullanılmıştır. Azgınlaşıp haddi aşan ve meshe uğrayıp maymunlaşan bu kimselere “ashâb-ı sebt (cumartesi ashâbı)” da denilir.

İnsanı insan yapan ve ulvîleştirip yeryüzünün efendisi konumuna getiren şey, Allah’a verdiği söze bağlı kalması, sadece Allah’a kulluk yapıp O’na itaat etmesidir. İşte, bu özelliklerden sıyrılan kişi, hayvanlaşmış olur. “Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla (hakkı) görmezler; kulakları vardır, onlarla (hakkı) işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha şaşkındırlar. İşte asıl gâfiller onlardır.” (7/A’râf, 179) “Yoksa sen, onların çoğunun geçekten (söz) dinleyeceğini, yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha sapıktırlar.” (25/Furkan, 44) Bu gibi kimseler, akıllarına ve kendilerine ulaşan ilâhî tebliğe uymayıp sırf duyularına göre hareket ettiklerinden hayvanlara benzerler. Hayvanların hareketlerinin kendilerine verilen güç ve kabiliyetlerin yaratılış amacına uygun olmasına karşılık böyle kimselerin davranışlarının bu özellikten yoksun bulunmasından ötürü de onlardan gidişât bakımından daha sapık oldukları belirtilmiştir.

Bilindiği gibi maymun, dış görünüşü ve şekliyle insana en çok benzeyen hayvandır, ama gerçekte onlar, insandan çok farklı hayvanlardır. İşte onların amelleri ve hileleri, hakikate benzediği ve gerçekte ise ona aykırı düştüğü için cezaları da yaptıklarının cinsinden olmuştu. Onlar, sırf dünya metaını elde edip midelerini bununla doldurmak için Allah’ın yasağını hiçe saydılar ve onu çiğnediler; irâdelerini kullanmadılar. Allah da onları irâdesi olmayan, sırf midesi için yaşayan zelil ve aşağılanmış maymunlara çevirdi. İrâdelerini kullanmadan yaşayanlar, ancak hayvanlara benzerler. Çünkü insanlarla hayvanları birbirinde ayıran en belirgin özellik, insanların irâdelerini kullanabilme yeteneğine sahip olmaları, hayvanların ise bu yeteneğe sahip olmamalarıdır. Kim böyle birtakım dünyevî menfaat uğruna Allah’ın emirlerini geçersiz te’viller ve hileyle yerine getirmezse, âkıbeti, mesh edilenlerden pek farklı olmayacaktır. Allah’ın azâbı er veya geç onları yakalayıverir; dünyada olmazsa bile âhirette mutlaka!

Bu olay, daha ayrıntılı bir şekilde 7/A’râf sûresi, 163-166. âyetlerinde açıklanır. Maymuna çevrilme olayı konusunda müfessirler arasında görüş ayrılığı vardır. Az sayıda müfessir, meshin mânevî olduğu, maymuna çevrilmenin sadece karakterlerini etkilediği ve o insanların maymun gibi davranmaya başladıklarını söylerler. Müfessirlerin çoğunluğu ise, tam bir mesh olduğu, onların fiziksel olarak da maymuna çevrildiği görüşündedirler. Kur’an’ın ifadesi, bunun fiziksel bir değişme olduğuna işaret eder. Onların mevcutlarının maymuna çevrildiği, azabın en şiddetlisini çekmeleri için zihinlerinin insan zihni olarak bırakıldıkları tercih edilen görüştür.

Bizden önceki ümmetlerin cezası, bedenlerini muhâtap alan bir ceza olup süründürülmek veya yere geçirilip helâk olmak şeklinde idi. Bu ümmetin cezası ise, kalplerinin, karakter ve ahlâklarının değiştirilmesidir. Kalplere verilen ceza, cesetlere verilen cezadan daha hafif değildir. “Onların gönüllerini ve gözlerini ters çevirir, değiştiririz de sanki O’na hiç iman etmemişler gibi yaparız. Ve onları tuğyanları/azgınlıkları içinde şaşkın vaziyette bırakırız.” (6/En’âm, 110)

Bugünkü maymun ve domuzların meshe uğrayanların nesilleri olmadığını da biliyoruz. Peygamberimiz (s.a.s.)’e domuz ve maymunlara dair “bunlar mesholunanlardan mıdır?” şeklinde sorana ve bize, şöyle buyurmuştur: “Allah, bir kavmi helâk edecek veya azab edecek olursa, onlardan nesil bırakmaz. Maymunlar ve domuzlar, bu olaydan önce de var idi.” (Müslim, Kader 32-33) İbn Abbas’tan gelen rivâyete göre meshe uğrayanlar, aç ve susuz olarak yeryüzünde ancak üç gün yaşayabildiler ve hiçbir nesil/üreme meydana gelmedi ve sonra hepsi öldü.

İman, insanın zorunlu veya haram olan işleri yüzeysel bir şekilcilikle değil; fikrî, rûhî ve amelî boyutlarıyla derin bir itaat bilinci içinde karşılamasını zorunlu kılar. Düşünceyi şekilcilikle tasmalamaya çalışmak, itaate, realiteye dayalı hedefleri açısından, harfî manasıyla bakmayı gerektirir. Bu da düşünceyi, düşünce adıyla oyuncak haline sokmaktadır. İşte bu nedenle Yüce Allah onları cumartesi eylemini, verilen söze aykırı bir hareket saymıştır. Halbuki onlar emrin, harfî/şeklî manasına karşı gelmemişlerdi. Çünkü onlardan istenen, cumartesi günü avlanmamalarıydı ve onlar bu emre normalde karşı çıkmamışlardı. Onu görünüşte uyguluyorlardı. Fakat onlar, cumartesi günündeki bu avlanmanın neticesini dolaylı yoldan elde etmenin bir yolunu bulmuşlardı. İşte buna bağlı olarak onların hem dünya, hem âhiret cezası gerçekten yaptıkları iş gibi ağır olmuştu. Çünkü emirlere ve yasaklara bu şekilde yaklaşmak, itaatın muhtevâsını boşaltır. Hüküm ve hükmü belirleyen ile alay etmek ve onları hafife almak anlamına gelir. Böyle bir yaklaşım, mükellefe yasanın hedeflerini saptırabileceği imajını verir. Bu durum ise, yasayı belirleyen otoritenin hükmüne muhâlefet halinde bile yükümlüye ceza uygulayamayacağı anlayışına sebep olur. Allah’ı kandırmaya çalışmak, Allah’ı her şeyi bilemeyen, kalpteki niyetlerden haberi olmayan biri kabul etmektir; Allah’ın, böyle, aldatılabilecek bir eksiklikte olduğunu zannetmektir ki bu da büyük bir şirktir.

“...Müttakîler için de bir öğüt vesilesi kıldık.” Mealde “öğüt” diye çevrilen kelime, “mev’ıza”: Yapılan korkutma ve öğütten dolayı korkutulan şeyden uzak durmak demektir. Va’z: Korkutmak anlamındadır. Vaaz: Kalbe incelik verecek şekilde hayırlı şeyleri hatırlatmak anlamındadır. “Müttakîler için”, yani takvâ sahipleri için denilmesi, öğüt her ne kadar bütün âlemler için ise de, özellikle mattakîlerin sözkonusu edilmesi, inatçı kâfirlerden ayrı, yalnızca onların bu öğüdün gereğini yerine getirmelerinden dolayıdır. Takvâ sahipleri ifadesi, daha çok Muhammed (s.a.s.) ümmetine, Allah’ın kendilerine yasak kıldığı haramları çiğnememeleri için bir öğüttür.

Bakara Olayı

“Mûsâ, kavmine: ‘Allah bir bakara/sığır kesmenizi emrediyor’ demişti de: ‘Bizimle alay mı ediyorsun?’ dediler. ‘Câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım’ dedi.” (2/Bakara, 67)

Bu âyetle, bu sûrenin, bu ismi almasına sebep olan “Bakara” kıssası anlatılmaya başlanıyor. Fakat bu hatırlatma, sadece İsrîloğullarına mahsus bir hitap şeklinde değil; genel anlamda bir hatırlatma olarak ifade buyuruluyor. Ayrıca, unutulmamalıdır ki, Kur’an, bir tarih kitabı değildir; Onun anlattığı olaylar, tarihî şartlar ve zamanla sınırlı değil; evrenseldir. Kur’an, her coğrafyada ve her zaman görülebilecek benzeri durumlara dikkat çeker; ibret ve öğüt için bu kıssaları anlatır.

Bakara olayı, her devirde ve her yerde olabilecek putlaştırma olaylarına dikkat çekmektedir ve putların, putlaştırılanların kesilmesini/yok edilmesini öğütlemektedir.

Mûsâ (a.s.), kavmine Allah’ın sığır kesme emrini bildirince, onlar, “bizimle alay mı ediyorsun?’ dediler. ‘Câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım’ dedi.” Böylesine ciddî bir konuda, “Allah emrediyor” diye Allah’a atfederek dalga mı geçilir? Bu, kendisinden Allah’a sığınılacak büyük bir suç, kaba bir câhilliktir. Allah’la, O’nun âyetleriyle, diniyle alay edilemez, o konularda iş şakaya alınamaz, bu konular fıkra ve istihzâ konusu yapılamaz. Bunları yapanlar, her iki anlamıyla tam “câhiller”dir. Onlardan olmaktan Allah’a sığınmamız gerekir. Doğru yolu araştıran ve bu maksatla soru soran kimselere, istediğinin dışında bir cevap verip alay etme yolunu tutmak da bir cahilliktir. Onlar, “bizimle alay mı ediyorsun?” diye Allah’tan aldığını kendilerine bildiren kimseye karşı câhillik ettikleri gibi, o câhillik etmekten Allah’a sığınmıştır. Söyledikleri böyle bir söz, zâhiren o sözü söyleyenin itikadındaki bozukluğu gösterir. Mûcizesi ortaya çıkmış bir peygambere böyle diyen ve “Allah bize bunu mu emrediyor, sen bizimle alay mı ediyorsun, dalga mı geçiyorsun?” diyenlerin imanı sahih olamaz. Âyette, Allah’ın dini, müslümanların tevhid inancı ve ta’zim edilmesi gereken kutsal şeyler ile alay etmenin yasak olduğunun delili vardır. Böyle bir şey yapmak, hem küfür anlamındaki ve hem de bilgisizlik anlamındaki cehâlet olduğu gibi, azap tehdidine de müstahak olmaktır.

İnek kesme emri üzerine, “bizimle alay mı ediyorsun?” demelerinin sebebi şuydu: Allah’ın bir bakara kesmeyi emretmesini akılları almadı. Buna bir sebep bulamadılar. Biz bundan şunu anlıyoruz ki, Mûsâ (a.s.)’nın kavmi, o zamana kadar sığırı kutsal bir hayvan görüyor ve öyle kabul ediyorlardı. Bundan dolayı bakaranın kurban edilmesini, edilebilmesini tasavvur bile edemiyorlar, bunu akılları almıyordu. Böyle olması ise, bu emrin onlara henüz Mısır’da iken ve Hz. Mûsâ’nın peygamberliğinin ilk zamanlarında verilmiş olmasına işaret eder. Firavun kavmi olan putperest Mısırlıların Apis öküzüne taptıkları ve boğanın, bunların en yüce mâbutlarını temsil ettiği tarihî vâkıalardan olduğuna göre, sığır kurban etmek, o zaman İsrâiloğulları üzerinde şiddetle hâkim olan Firavun kavminin taptığı tanrıları boğazlamak demek olacağı için, İsrâiloğulları açısından Mısır’da iken bir devrim/ihtilâl anlamı taşıyan böyle müthiş bir emir, elbette kolayca yerine getirilebilecek bir emir ve tasavvuru mümkün bir iş değildi.

Mısır’dan çıktıktan sonra bile yine buzağı meselesinin dinden sapma ve dalâlete âlet edilmesinden anlaşılıyor ki, Mûsâ kavmi henüz sığır kesilmesini içine sindiremeyecek, bundan memnun olmayacak, bunun Allah tarafından bir hayır vesilesi olduğunu kolaylıkla anlamayacak bir durumda bulunuyordu. Şu halde bu zihniyeti ıslah etmeye yönelik ve netice itibarıyla ölünün yeniden dirilmesine bir misal vererek fitneyi def edecek olan bu sığır kurban edilmesi emrini duydukları zaman Hz. Mûsâ’ya karşı, “böyle şey mi olur, sen bizimle eğleniyor musun?” diye durumu tuhaf karşıladılar, ona inanmadılar. Hz. Mûsâ da, kendisinin yalnızca ilâhî emirleri tebliğ ettiğini ve bu tebliğin câhilâne bir dâvet olmadığını anlatmak istedi.

Allah’ın emrini yerine getirmemek için kırk dereden su getiriyorlar. Sığırı kesmemek için her türlü hileye ve oyalama taktiklerine başvuruyorlar. Bu yahûdi karakteri, sadece benî İsrâile has değil; diğer insanlara da sirayet edebilen bir kalbî hastalıktır. Bu hastalık, çoğunlukla hile-i şer’iyye denilen hile-i şerriyye (şerli, kötü hile) konularında kendini gösterir.

İsrâiloğullarına, etraflarındaki putperest toplumlardan etkilenerek edindikleri ineğe tapma ve ineğin kutsiyeti inançlarını kırmak için bir inek kurban etmeleri emredilmişti. Bu, onların imanlarının sınanmasıydı. Eğer gerçekten tevhide, Allah’ın birliğine inanıyor ve ibâdette başka bir şeyi Allah’a ortak koşmuyorlarsa, daha önceden taptıkları putu kendi elleriyle kırmalıydılar. Bu sınav onlara çok zor geldi, inek kurban etmekten kaçınmaya çalıştılar. Bu görevden kurtulmak için ayrıntı üzerine ayrıntıya daldılar, gereksiz teferruatla ilgili sorular sordular. Fakat çok soru sordukça daha da köşeye sıkıştılar. O kadar ki, sonunda onlara açıkça, o dönemde özellikle tapmak için seçilen altın renkli ineği kurban etmeleri söylendi.

Bilindiği gibi, Eski Mısır geleneğinde sığıra tapılıyordu. Hâlâ o gelenek bugün Hindistan’ da devam ediyor. İnsanoğlunun tarlasını onunla sürmüş olmasından, temel gıda maddesi ekmek, onun aracılığıyla sürülen ekinden elde edilmesinden kaynaklan araçları amaçlaştıran ve kutsallaştıran şeytânî mantık, böyle aşağılık putçuluğu doğuruyordu.

Bu kavim, kendilerini köleleştiren Firavun ve halkının putları olan sığıra tapmak gibi rûhen de köleliklerini göstermişlerdi. Mısır’dan ayrıldıktan kısa bir süre sonra, putperest çevrenin etkisinde kalarak, Amalika kavminin taptığı puta benzer bir put yapması için peygamberleri Hz. Mûsâ’dan istekte bulunacak kadar (7/A’râf, 138) tevhid rûhuna ihanet etmişlerdi. Yine Sinâ Dağına Rabbiyle mülâkata giden Hz. Mûsâ’nın yokluğunu fırsat bilen Sâmirî de onlara altından bir buzağı yapmış, onlar da bu buzağıya tapmaya başlamıştı (7/A’râf, 148; 20/Tâhâ, 85-98). Kalplerine yerleşen buzağı/dana sevgisi (2/Bakara, 93) sığır kesmekle tedâvi olacaktı. O yüzden Allah, onlardan putlarını yıkmalarını istiyor. Putlaştırdıkları şey, kesilince put olmaktan çıkacak. Günümüzde de bu ölmüş toplumun dirilmesi için, insanların putlaştırdıkları şeyin kesilmesi gerekiyor. Putlar yok edilecek olursa, Allah bu müslüman milleti yeniden diriltecektir. Bir insanın gönlünde put varken, gerçek anlamıyla Allah inancı oraya giremez. Onun için “Lâ ilâhe” derken putu alıp atıyoruz; sonra “illâ Allah” diyerek gerçek Allah inancını gönle yerleştiriyoruz. Hem put, hem gerçek anlamıyla Allah inancı bir arada bulunamadığından, dirilebilmek için, putun kesilmesi gerekiyor.

 

Küstahlık; Peygamberlerini Sorguya Çekip Emri Savsaklama

“Rabbine duâ et, bize o sığırı açıklasın’ dediler. ‘Allah diyor ki, o, ne yaşlı ne de körpe; ikisi arası bir inek. Size emredileni hemen yapın’ dedi.” (2/Bakara, 68)

“Bizim için Rabbine duâ et de...” dediler. Bu, onların zorluk çıkarmalarını ve emre itaat etmeye pek niyetleri olmadığını göstermektedir. Eğer emre uyup da herhangi bir ineği kesmiş olsalardı, maksat gerçekleşmiş olurdu. Fakat onlar, işi güya sıkı tutmak istediler; Allah da onların işlerini zorlaştırdı. Öncelikle, onlar “Bizim için Rabbine duâ et” diyorlar. Sanki O Rab, sadece Mûsâ’nın Rabbıymış da kendilerinin Rabbı değilmiş gibi. Sanki mesele, kendilerini ilgilendirmez de, sadece Hz. Mûsâ’yı ve Rabbını alâkalandırırmış gibi. Ayrıca, Hz. Mûsâ’dan Rabbına duâ edip kendilerine o sığırın mâhiyetini, ne olduğunu bildirmesini istiyorlar. Buradaki soru, sığırın mâhiyeti ile ilgili olup inkâr ve istihzâ üslûbunu taşır. “Nedir o?” O bir sığırdır.

Zaten Mûsâ (a.s.) bunu ilk başlangıçta sığırın vasıflarını saymadan önce söylemişti. Ve bu kadarı kâfi idi.

Hz. Mûsâ, onları yine doğru yola sevkediyor. Sual sormadan önce emre itaat etmelerini bildiriyor, ama onlar yine soru yoluna saptıklarından sırf şeklî bir münakaşaya girişmemek için hemen cevap vermiyor. Beyinsiz sapıkları terbiye ve imtihan eden bir öğretmen edâsıyla gereken cevabı veriyor.

“(Mûsâ: Size emredileni hemen yapın’ dedi.” Anlayan kimse için bu kadar yeterdi. Yeterdi; zira peygamberleri onları iki defa doğru yola çekip sual ve telakki hususunda gereken edep ve yöntemi öğretmişti. “Size emredileni hemen yapın.” Bu ifade, emri yenilemek, te’kid etmek ve bu konuda işi zora koşmayı terk etmek için bir uyarıdır. Ancak onlar, yine bu işi terk etmediler. Bu ifade, emrin vücub ifade ettiğinin delillerindendir. Yine verilen emrin fevren (derhal) yapılmasının gerektiğini de göstermektedir.

Allah, ineğin vasıflarını zikrettikten sonra, Mûsâ (a.s.), İsrâiloğullarına: Artık emrolunan şeyi yapın dediği halde, onlar Allah'a ve O’nun Rasûlüne teslim olmuyor, emredilen şeyi yerine getirmiyor ve hâlâ oyalayıcı sorular sormaya devam ediyorlar.

İşte onların bu davranışları, onların gerçek anlamda iman etmemiş olduklarını ortaya koymaktadır. Hakikî anlamda iman eden kişi, Allah ve Rasûlü’nün emrine derhal tâbi olur ve emri tatbik eder. Kim Allah’ın Rasûlü Muhammed (s.a.s.)’in getirmiş olduğu şeyleri tasdik etmez, onlarla amel etmez veya bu konuda tereddüt ederse, İsrâiloğullarına benzemiş, yahûdileşmiş ve onların karakterine sahip olmuş olur; sonunun onların âkıbetleri gibi olmasından korkulur.

 

Soru Yağmuru Devam Ediyor

“Tekrar, ‘Rabbine duâ et, bize onun rengini anlatsın’ dediler. ‘O diyor ki, sarı renkli, parlak tüylü bir inektir, bakanlara sevinç ve sürûr verir’ dedi.” (2/Bakara, 69)

“Yâ Mûsâ! Rabbine duâ et de onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın; zira o, bizce karıştı (başka ineklere benzer oldu). Biz inşâallah emredileni yapmaya yol buluruz’ dediler.” (2/Bakara, 70)

Bu son âyetten anlaşılıyor ki, onlar, gereksiz yere dördüncü soruyu sordular; fakat bu açıklamalara rağmen emri hâlâ yerine getirmemişlerdi.

“Biz inşâallah (Allah dilerse) emredileni yapmaya yol buluruz” ifadesi ile onlar, istisnâ yapmış oluyorlar. Bu son sorularında, bu şekilde istisnâ yapıp inşâallah demekle belli bir dönüş ve emre itaat ifadesi vardır. Emre uygun hareket etmediklerinden dolayı da pişmanlık duyduklarını göstermektedir. Peygamberimiz’in “Eğer istisnâ yapmamış (inşâallah dememiş) olsalardı, hiçbir zaman bu ineği bulup kesemeyeceklerdi.” (Süyûtî, ed-Durru’l-Mensûr, I/189) dediği rivâyet edilmiştir. “Allah’ın dilemesine bağlamadıkça (inşâallah demedikçe) hiçbir şey için ‘bunu yarın yapacağım’ deme. Bunu unuttuğun takdirde Allah’ı an ve: ‘Umarım Rabbım beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yola iletir’ de.” (18/kehf, 23-24)

 

Kurtuluş İçin Herkes Putunu Kesmelidir

“Dedi ki: ‘Allah şöyle diyor: ‘O, henüz boyunduruk altına alınmayan, toprak sürmeyen, ekin sulamayan, serbest dolaşan (salma), renginde hiç alacası bulunmayan bir inektir.’ Bunun üzerine, ‘işte şimdi gerçeği anlattın’ dediler. Hemen ineği (güç belâ bulup) kestiler; amma az kalsın kesmeyeceklerdi.” (2/Bakara, 71)

Vasıfları belirtilen bu ineğin niteliklerinin bu şekilde sıralanışı, onların ayrıntıya boğulup işi zora sokmalarına karşılık Allah’ın da bu işi onlara zorlaştırmasıdır. Aslında Allah’ın dini kolaylıktır. Peygamberlere ve onların izindeki gerçek ilim adamlarına kılı kırk yararcasına soru sormak, yani onları sorguya çekmek ve kasıtlı sorular yerilmiş şeylerdir.

Baktılar ki, gittikçe şartlar ağırlaştı, seçme imkânı azalıp iş zorlaştı ve artık soracak soruları da, bahaneleri de kalmadı. İşte şimdi gerçeği anlattın’ dediler.” İşte şimdi. Sanki daha öncekilerin hiçbirisi hakikat değilmiş gibi veya peygamberlerinin getirmiş olduğu şeylerin hakkın kendisi olduğuna inanmıyorlarmış da ancak şimdi inanmışlar gibi söz ettiler.

“(İnek kesildikten sonra Allah buyurdu:) ‘Hani sizden biriniz bir adam öldürmüştü de onun katili hakkında birbirinizle atışmıştınız. Halbuki Allah gizlemekte olduğunuzu ortaya koyacaktır.” (2/Bakara, 72)

Muhammed Esed, bu âyete, klasik anlayıştan çok farklı bir şekilde yaklaşır ve şöyle der: Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, bu ve takip eden âyetlerle ilgili kıssa, hemen hemen kesin bir şekilde, çözümlenmemiş bazı öldürme olaylarında bir inek kurban edilmesini ve öldürme olayına en yakın köy ve kasaba yaşlılarının ellerini kurban edilen inek üzerinde yıkayıp “bu kanı ne ellerimiz döktü, ne de gözlerimiz onu gördü” diye beyanda bulunmalarını emreden Hz. Mûsâ’nın yasasına işaret eder. Bu yolla toplum, müşterek sorumluluktan muaf kılınmış oluyordu. Bu Tevrat kuralının detayı için bkz. Tesniye, 21/1-19. Âyetin meali de Kur’an Mesajı’nda klasik meallerden hayli farklıdır: “Çünkü ey İsrâiloğulları, siz bir adam öldürmüştünüz ve sonra da bu (suç)un sorumluluğunu birbirinizin üstüne atmıştınız. Oysa Allah, sizin örtbas ettiğiniz her şeyi açığa çıkarmağa kaadirdir. Biz dedik ki: ‘Bu (prensib)i bu gibi (çözümlenmemiş cinayet olaylarının bazılarına da uygulayın. Bu yolla Allah canları ölümden korur ve kendi irâdesini size gösterir ki (bunu görüp) muhâkemenizi kullan(mayı öğren)ebilesiniz.” (2/Bakara, 72-73) Esed’e göre, âyette geçen “siz” ifadesi, Hz. Mûsâ’nın şeriatında, meçhul bir şahsın veya şahısların işlediği cinayetlerde öngörülen kollektif, toplumsal sorumluluk prensibine işaret eder. Allah’ın suçları açığa çıkarması, açıkça Hesap Günü’ne işarettir.

“Haydi şimdi (öldürülen) adama, (kesilen ineğin) bir parçasıyla vurun’ dedik. Böylece Allah ölüleri diriltir, size âyetlerini (Peygamberine verdiği mûcizelerini) gösterir. Umulur ki, düşünür de gerçeği anlarsınız.” (2/Bakara, 73)

Şimdi, kıssanın başka bir cephesine ulaşmış oluyoruz. Allah’ın kudretini, ölümden sonra dirilişin hakikatini, ölüm ve hayatın mâhiyetini bildiren cephesine... Bu şekilde Allah’ın bir âyeti gösterilmiş olmakta, aynı zamanda onların taptığı şeyin ne kadar güçsüz olduğu ve öldürülmesinin hiçbir zarar vermediği gözler önüne serilmektedir. Diğer taraftan onun kesilmesinin nice yararlı yönleri de vardır. Allah, maktul bir kimseyi canlı birisinin öldürülmesiyle diriltti. Böylelikle eşyayı zıtlarından var etmek hususundaki kudretini daha açık bir şekilde ortaya koymuş oldu.

Allah, ölüyü böylece diriltti. Fakat neden böyle bir yola başvurulmuştu? Hiç şüphe yok ki Allah Teâlâ hiçbir sebep olmadan da ölüleri diriltmeye kadirdir. Sonra kesilen sığırla dirilen ölü arasında ne gibi bir münasebet vardı? Kıssada anlatıldığı gibi kesilen sığırın bir parçasıyla ölünün cesedine vurulması ile ceset canlanıyor. Bu et parçasında ne hayattan bir unsur, ne de canlandırma kudreti vardı. Öyleyse neden bu yola başvurulmuştu?

Bu soyut olarak ilâhî kudretin nasıl işlediğini bilmeyen insanlara Allah’ın kudretini apaçık göstermek için başvurulan bir yol idi. İnsanoğlu, Allah’ın yeryüzündeki âyetlerini, nimetlerini gözüyle müşâhede ediyor. Fakat bunların esasını ve çalışma yollarını anlayamıyor. İşte böylece Allah ölüleri diriltir.” Böylece... Bizzat pratik olarak. Şu anda gördüğünüz gibi... Nasıl vukua geldiğini bilmezsiniz siz. Hiçbir meşakkate ve zorluğa mahal kalmadan, kolayca diriltir. Ölümle hayatın mâhiyet ve tabiatı arasında başları döndürecek kadar muazzam ve korkunç mesafeler vardır. Ancak Allah’ın kudreti karşısında bu fark gayet basitleşir, ilâhî kudrete göre ölüm ve hayat çok basit bir iştir. Nasıl?... İşte bu nasılı hiçbir kafa tam kavrayamaz. Ölümün ve hayatın nasıl olduğunu ve mâhiyetini idrâk; ilâhî sırlardan bir sırdır. Fâni olan yaratıklar o sırra eremezler. Fâniler dünyasından oraya yol gitmez. İnsanoğlunun aklı, ancak bu ilâhî esrârın dış görünüşüne ulaşabilir.

Muhammed Esed, bu âyette geçen ve meal olarak “(öldürülen) adama, (kesilen ineğin) bir parçasıyla vurun’ dedik” diye belirtilen ifadeye, farklı anlamlar verir: İdribûhu bi ba’dıhâ” tâbirinin en uygun karşılığı, “bu (prensib)i bu gibi (çözümlenmemiş cinayet olay)larından bazısına uygulayın” olmalıdır. Çünkü, açıktır ki, bilinmeyen şahıs veya şahıslar tarafından işlenen cinayetteki toplumsal sorumluluk prensibi, bu tür bütün durumlara değil; yalnızca bazılarına tatbik edilebilir. Âyetin devamını da Esed, aynı orijinal doğrultuda yorumlar: Meal olarak verdiğimiz “Böylece Allah ölüleri diriltir, size âyetlerini gösterir” ifadesi için şunları söyler: Yani, O, irâdesini bu tür mesajlar veya emirler vasıtasıyla gösterir. “O ölüye hayat verir” sembolik ifadesi, hayatların korunmasına işaret eder ve şu âyettekine benzer bir muhtevâ taşır: İşte bu yüzdendir ki İsrâiloğullarına şöyle yazmıştık: ‘Kim bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur.” (5/Mâide, 32) Bu bağlamda, ister ferdî intikam olayları sonucu olsun, isterse yalnızca belirsiz bir şüpheye ve belki de haksızlığa yol açan ikinci dereceden delillere dayalı hatalı bir hukukî sürecin sonucu olsun, kan dökülmesine ve mâsum kişilerin öldürülmesine engel olmaya işaret eder.

“Ve sizlere âyetlerini gösteriyor ki aklınızı başınıza alasınız.”

Bakara kıssasında İsrâiloğullarının tabiat ve karakterine dair belli başlı özellikleri açıkça ifade edilmektedir. Bunları şöylece sıralayabiliriz: Kalpleri arasındaki bağların kopmuş ve gaybe iman, Allah’a bağlılık, peygamberlerin getirmiş olduğu hakikatleri tasdik kaynaklarının kurumuş olması. Sonra mükellefiyetleri yüklenmekten kaçınmak, mâzeretler aramak, deliller uydurmak. Kalbin lâübâliliğinden, lisanın gevezeliğinden doğan alaylar, hafiflikler.

 

Kalplerin Taştan Daha Katı Hale Gelmesi; Taşlardan Su Çıkar,

Kasvetli Kalpten Allah İçin Gözyaşı Çıkmaz

Kıssanın bu son kısmı, İsrâiloğullarının gönlünde huşû, takvâ ve hassâsiyet duygularını canlandırmalıydı. Aynı zamanda geçen bunca ibret ve nasihatla dolu olaylar onları ikaz etmeliydi. Ama alınan netice, yine beklenen ve umulanların aksi oldu.

“Bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı, Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da kasvetli/katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gâfil değildir.” (2/Bakara, 74)

Kalpleriniz katılaştı, şimdi onlar taş gibidir, ebediyyen yumuşamaz. Bunun için Allah, mü’minlerin aynı duruma düşmemeleri için uyarıda bulunuyor. Bir başka âyette şöyle buyurur: İman edenlerin gönüllerinin Allah’ı anması ve O’ndan inen gerçeğe içten bağlanması zamanı daha gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine Kitap verilenler gibi olmasın, onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı, onların çoğu fâsıktır.” (57/Hadîd, 16)

İbn Abbas’ın şöyle dediği rivâyet edilir: Taşlar, sizin kendisine çağrıldığınız hakikat karşısında bazen sizin kalplerinizden daha yumuşaktır. “Taşlardan öylesi vardır ki, içinden ırmaklar kaynar” ifadesi çok ağlamak olarak açıklanır. “Öylesi vardır ki, çatlar da ondan su fışkırır” ifadesi, az ağlamaktır. “Taşlardan öylesi de vardır ki, Allah korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır” ifadesi de, gözden yaş dökmeden kalp ile ağlamaktır diye değerlendirilir.

“Bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı.” Kasvet; sertlik, katılık, kuruluk demektir. Kalplerin Allah’a yönelmekten, Allah’ın âyetlerine boyun eğip itaat etmekten uzak kalması, bundan bir eser taşımaması demektir.

Kalp katılığı hakkında Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Allah’ı zikretmeksizin çokça konuşmak kalp için katılıktır. İnsanlar arasında Allah’tan en uzak olan kişi, katı kalp (sahibi)dir.” (Tirmizî, Zühd 62)

Allah kalpleri, birkaç sebepten dolayı daha katı olarak nitelendirmiştir.

a- Şayet taş akıllı olsaydı ve onun karşısına bu mûcize çıkmış olsaydı, şüphesiz bu mûcizeyi kabul ederdi. Nitekim Cenâb-ı Hak: “Eğer Biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, muhakkak ki onu Allah’ın korkusundan başını eğmiş dağılıp parça parça olmuş görürdün.” (59/Haşr, 21) buyurmuştur.

b- Taş, her ne kadar katı olsa dahi, taşta Allah’ın emriyle kendisinde meydana gelen şeyi kabul etmeme gibi bir husus bulunmamaktadır. Tam aksine o, Allah’ın irâdesine göre, kendi bünyesine koyduğu yapıya uygun olarak hareket eder. O’nun çalıştırmasına, musahhar kılmasına karşı koymaz. Halbuki bunlar, kendilerine birbiri ardınca gelen mûcizeler ve Allah tarafından peşpeşe verilen nimetlere rağmen, Allah'a itaat etmekten imtinâ ediyor ve kalpleri hakkı bilmek hususunda bir türlü yumuşamıyor. Bu, tıpkı Cenâb-ı Hakk’ın 6/En’âm, 38-39. âyetlerinde belirttiği gibi insanoğlunun dışındaki kuşların ve canlıların her biri bir şeyin emrine verilmiş ve kendisinden istenilen şeye inkıyad etmiş birer ümmettir. Halbuki kâfirler, Allah’ın kendilerinden istediği şeyden imtinâ ediyorlar.

c- Onların kalbi, taştan daha serttir. Çünkü taşlardan, bazı yönlerden istifade edilir. Meselâ bazı hallerde onlardan su çıkar. Ama bunların kalplerine gelince, bu kalplerde kesinlikle hiçbir fayda yoktur ve kalplerden su çıkıp gözyaşı şeklinde gözlerinden Allah korkusu sebebiyle hiç damlama olmaz. Allah'a itaat konusunda onların kalpleri hiçbir şekilde yumuşamaz.

Allah da, bu taşlardan bazen üç türlü faydanın meydana geldiğini, onların kalbinde ise hiçbir faydanın olmadığını beyan etmek suretiyle, bu taşları onların kalbinden üstün kılmıştır. Âyette ifade edilen taşların faydalarından ilki: “Taşlardan öylesi vardır ki, içinden ırmaklar kaynar” ifadesidir. Evet, nice nehir, taşların yarılıp içinden akan sulardan meydana gelir. O ırmaklar sebebiyle değerli ürünler meydana çıkar, böylece taş, yeryüzüne bolluk ve bereketin yayılmasına sebep olur.

Taşların faydalarından ikincisi, taşın yarılıp içinden su çıkmasıdır. “Taşlardan öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır.” Taşın yarılıp içinde akan bir nehir değil de; pınar, kaynak su çıkmasıdır. Yani, taş bazen az, bazen de çok suyla nemlenir. Bunda, taşlarda rutûbetin kaybolduğuna ve o nemin bazı durumlarda kendisinden su çıkacak ve nehirler halinde akacak kadar çok olduğuna, bazen de azaldığına bir delil vardır. Halbuki bunların kalpleri, son derece katıdır. Öğütlerden herhangi bir hususu kabul etmek suretiyle yumuşamaz, bu öğütleri kabul etmez ve hidâyeti kabule yönelmez.

Taşların diğer bir faydası, âyette geçen “Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır.” ifadesidir. Bundan maksat, Rabbi kendisine tecellî ettiğinde parçalanan Hz. Mûsâ’nın bulunduğu Sinâ Dağı olmalıdır. “...Rabbi o dağa tecellî edince onu paramparça etti, Mûsâ da baygın düştü...” (7/A’râf, 143) Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk’ın şu âyetidir: “Derilerine, ‘niçin bizim aleyhimize şâhitlik yaptınız?’ derler. Onlar da: ‘Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu. İlk defa sizi O yaratmıştır. Yine O’na döndürülüyorsunuz’ derler. Siz ne kulaklarınızın, ne gözlerinizin, ne de derilerinizin aleyhinize şâhitlik etmesinden sakınmıyordunuz, yaptıklarınızdan çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz.” (41/Fussılet, 21-22) Allah deriyi konuşturduğu gibi, dağa da korku kabiliyeti verebilir. “Yedi gök ile yer ve bunların içinde bulunan varlıklar O’nu tesbih ederler. Hiçbir şey hâriç olmaksızın hepsi O’nu hamd ile tesbih eder.” (18/İsrâ, 44) “Göklerde ve yerde olan her varlık Allah’a secde eder.” (16/Nahl, 49) “Bitkiler de, ağaçlar da Allah’a secde ederler.” (55/Rahmân, 6)

Allah Teâlâ’nın, âyette geçen “Allah korkusundan” ifadesi, “Cenâb-ı Hakk, kullarının kendisini sayması, korkarak duâ ve niyaz ile, tevbe ile kendisine sığınmaları ihtiyacını uyandırmak için zelzeleler meydana getirir. Bu depremlerde yuvarlanan, yarılan, birbirinden ayrılıp giden taşlar bulunur” anlamına da gelebilir. Bunun hakikati şudur: Şiddetli depremlerde taşların yuvarlanmasından asıl maksat, kulların kalbinde Allah korkusunun meydana gelmesi olduğu için, bu korku o yuvarlanmanın bir illeti, sebebi gibi olmuş olur. Buna göre bu âyetteki “Allah korkusundan” ifadesi, “kalplerde Allah korkusunun meydana gelmesi için...” şeklinde olur. Cübbâi bu konuda şöyle der: Âyette geçen taş, “Allah tarafından kulları korkutmak ve bu vâsıta ile kulları kötülüklerden menetmek için bulutlardan inen dolu” demektir. Bu âyetteki ifade, “Allah korkusu ile, yani kulları korkutmak için veya Allah’tan korkmaya sebep olacak bir şey için iner” manasınadır demiştir. Kadı Abdülcebbâr ise: “Bu te’vil, bir zarûret olmadığı halde zâhirî manayı terk etmektir. Çünkü doluya taş denmez. Zira her ne kadar o şiddetli olarak ve büyük büyük yağsa da, aslında sudur. Ona “taş” demek yersizdir” diye cevap verir.

Âyette geçen “Allah korkusundan” ifadesi; yağmur, kasırga, zelzele gibi ilâhî kudretin eseri olan olaylardan etkilenerek “Allah korkusundan düşer, yuvarlanır, yerinden oynar.” Halbuki sizin kalpleriniz bu kadar ayan beyan olan vahiy âyetleri ve kesin açıklamalar karşısında bile zerre kadar tesir altında kalmaz, teşvikten ve engellemeden etkilenmez.”

“Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır.” Yani, bazı taşlar sizin kalplerinizden daha faydalıdır. Çünkü bunların bazısından sular çıkar, bazısı da yukarıdan aşağıya doğru yuvarlanır. Müfessir Mücâhid der ki: Bir dağın tepesinden ne kadar taş yuvarlanırsa, bir taştan ne kadar pınar kaynamışsa ve bir taştan ne kadar su çıkmışsa mutlaka hepsi Allah korkusundan olmuştur. Kur’ân-ı Kerim bunu ifade etmektedir.

Bazı müfessirler de taşların Allah korkusundan yuvarlanması konusunu şöyle değerlendirir: Bu, bulutlardan düşen dolu demektir. Burada “yuvarlanmak” kelimesi mecazdır denilmiştir. Şöyle ki, kalpler, taşların yaratılışından ibret aldığından, ona bakarak kalplerde Allah’ın korkusu harekete geçtiğinden dolayı o taşlara bakan kimsenin alçak gönüllülüğü, burada taşlara izâfe edilmiştir. Kurtubî, bu açıklamaları yaptıktan sonra kendi kanaatini de ifade eder: Birtakım cansız varlıklara mârifet verilerek akleder hale gelmeleri imkânsız değildir. Rasûlullah (s.a.s.)’ın hutbe okuduğu vakit dayanmış olduğu hurma kütüğünün yanından ayrılınca inlemesine dair rivâyet (Buhârî, Menâkıb 25; Tirmizî, Cumua 10, Menâkıb 6; Nesâî, Cumua 17) ile Hz. Peygamber’in “Câhiliyye döneminde bana salât u selâm getiren bir taş vardı ve ben onu şu an dahi tanıyorum” (Müslim, Fedâil 2; Tirmizî, Menâkıb 5) hadisindeki ifadeleri de böyledir. Kur’ân-ı Kerim’de de şöyle buyurulmuştur: “Biz emâneti göklere, yere ve dağlara arzettik/teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zâlim ve çok câhildir.” (33/Ahzâb, 72) “Eğer Biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, muhakkak ki onu Allah’ın korkusundan başını eğmiş dağılıp parça parça olmuş görürdün.” (59/Haşr, 21)

Allah, kendisine itaat ve ibâdet etmeyen, halka yumuşak davranmayan insanın kalbini, katılık yönüyle taşa benzetiyor, taştan daha sert olduğunu ifade ediyor. Taş, Allah’ın tabiata koyduğu kanunu icrâ ediyor, kendi görevini yerine getiriyor. İnsana kendiliğinden bir zarar vermiyor. Ama katı kalpli yahûdi, eline taşı alıyor ve bütün dünyanın gözü önünde müslüman delikanlıların koluna vura vura onu kırıyor. Belki taş üzülüyordur ama, vuran kişinin yüzünde ve yüreğinde merhamet izi görülmüyor. O yüzden Allah, onların kalplerinin taşlardan daha katı olduğunu ifade ediyor.

Kalplerinin mukayese edildiği taşı onlar daha önceden tanıyorlardı. Taştan on iki pınarın fışkırdığını (Bakara, 60), Allah’ın nuru tecellî edince dağın lime lime eridiğini ve Hz. Mûsâ’nın yere düşüp bayıldığını (7/A’râf, 143) onlar bizzat görmüşlerdi. Fakat bakıyorsunuz ki kalpleri o taştan daha kara ve daha katı... Bütün bunlara rağmen bir türlü yumuşamıyor. Haşyet-i ilâhî ile coşmuyor. Huşû, gözyaşı olup gözlerden taşmıyor, takvâ ile akmıyor. Katı, kuru, çorak ve kâfir kalpler... O yüzden şu ilâhî tehdit geliyor: “Allah yapmakta olduklarınızdan gâfil değildir.” Yani O, sizin amellerinizin küçük olsun, büyük olsun hepsini tesbit eder, sayıp döker. “Kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa onu görecektir; kim de zerre ağırlığınca bir şer yaparsa onu görecektir.” (99/Zilzâl, 7-8)

Bütün bu anlatılanları, tarihin bir kesitinde ve toplumlardan birinin yaptığı eylemler olarak ele alırsak, Kur’an mantığını ve kıssa esprisini anlayamamış oluruz. Tarihin bir kesitinde gerçekleştiğini Kur’an’dan öğrendiğimiz bu olaylar, her yerde ve her zaman diliminde karşımıza çıkabilecek acımasız insan tipinin canlı bir örneğini oluşturmaktadır. Hz. Mûsâ’nın bu taş kalplilere gösterdiği tahammül, onları her şeye rağmen hâlâ kazanılabilecek muhâtap olarak görmesi, sabrın sınırlarını sonuna kadar zorlayan davranışlarına katlanarak yumuşak, sakin ve eğitici rol üstlenmesi, böyle davranırken dinden tâviz de vermemesi; müslüman liderlerin, dâvet ve tebliğcilerin örnek alması gereken modeli gösterir. *

 

* Bu tefsir bölümü, aşağıdaki kaynaklarda ismi yazılı tefsirlerin ilgili âyetler hakkındaki açıklamalarından yararlanılarak ve yer yer özetlenip iktibas edilerek hazırlanmıştır.

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

1- Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 154-167

2- Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 79-86

3- Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 309-325, Eser Y. c. 1, s. 367-389

4- Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 142-157

5- Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 359-390

6- Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 139-155

7- Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 523-547; c. 3, s. 41-107

8- El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 267-298

9- El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 125-179

10- Furkan Tefsiri, Hicazi, Vahdet Y. c. 1, s. 53-62

11- Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 17-22

12- Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, İz Y. c. 1, s. 108-123

13- Et-Tefsîru'l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 75-84

14- El-Esas fi't-Tefsir, Said Havva, Şamil Y. c. 1, s. 168-180

15- Muhtasar Taberî Tefsiri, İmam Taberi, Ümit Y. c. 1, s. 54-64

16- Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat, c. 1, s. 171-183

17- Ruhu'l-Furkan Tefsiri, Mahmud Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 1, s. 359-402

18- Kur'an-ı Kerim'in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri, Ö. Nasuhi Bilmen, Bilmen Y. c. 1, s. 60-72

19- Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s. 62-90

20- Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 142-162

21- Bakara Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Erkam Y. s. 137-149