Bakara, 106-123; Kavram, 91-100
B A K A R A S U R E S
İ 106-123. Â Y E T L E R
MÜSLÜMAN, DÜ
VE UYANIK OL!
Bakara, 106-123. Âyetlerin Mealleri
Nesh ve Unutturma; Eski
Şeriat Hükümlerinden Bazılarının Kur’an’la DeğiştirilmesiAllah Her
şeyin Sahibi ve HâkimidirPeygamberi Rahats
ız Etmek; İmanı Küfürle DeğiştirmekEhl-i Kitab
ın Çirkin Kıskançlığı; Mü’minleri Küfre Döndürme GayretiNamaz, Zekât ve Âhiret
İçin Yatırım YapmakBo
ş Kuruntu; Cenneti Kendine Garanti Görüp Tekeline AlmakKorku ve Üzüntülerden Kurtulman
ın Yolu; Samimiyetle Allah’a TeslimiyetBa
şkalarını Dışlayıp Sadece Kendini Doğru Yolda SanmakMescidlerin Gerçek
İşlevlerine Engel Olanlar, En Büyük ZâlimlerdirDo
ğu da Allah’ındır, Batı da!Allah’a O
ğul İsnâd Etmek; Her Şeyin Yaratıcısı’na Büyük İftiraBunca Güzellik ve Lutfu Görmeyip Hârikalar
İstemekTebli
ğcinin Görevi; Kur’an ile Müjdeleyip KorkutmakMüslüman Dâvâ Adam
ı ve TâvizOnlar
ın Hevâlarından Oluşan Dinine Uymadıkça Kâfirleri Memnun Edemezsin!Kitaba
İman; Onu Hakkıyla Okuyup Hayata GeçirmektirAllah’
ın Nimetlerini Unutup Nankör OlmamakTorpilin Geçmedi
ği, Herkesin Ameliyle Başbaşa Kalacağı Gün İçin Hazırlanmak
Bakara, 106-123. Âyetlerin Mealleri
“Biz, bir âyeti nesh eder (yürürlükten kaldırır) veya onu unutturursak (ertelersek), mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki, Allah her şeye kadirdir.” (2/Bakara, 106)
"Bilmez misin, göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allah'ındır. Sizin için Allah'tan başka bir velî/dost ve bir yardımcı yoktur." (2/Bakara, 107)
"Yoksa siz de (ey müslümanlar), daha önce Mûsâ'ya sorulduğu gibi peygamberinize sorular sormak (,onu sorguya çekmek; daha önce Mûsâ’dan istenen şeyler gibi talepte bulunmak) mı istiyorsunuz? Kim imanı küfre değişirse, şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur." (2/Bakara, 108)
"Ehl-i kitaptan çoğu, hak/hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek istediler. Yine de siz, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedip bağışlayın. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir." (2/Bakara, 109)
"Namazı kılın, zekâtı verin, önceden kendiniz için yaptığınız her hayrı/iyiliği Allah'ın katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı noksansız görür." (2/Bakara, 110)
"(Ehl-i kitap:) 'Yahûdiler yahut hıristiyanlar hâriç hiç kimse cennete giremeyecek' dediler. Bu onların kuruntusudur. Sen de onlara: 'Eğer sâhiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin' de." (2/Bakara, 111)
"Hayır, kim muhsin olarak yüzünü Allah'a döndürürse (Allah'a hakkıyla kulluk ederse) onun ecri Rabbi katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır, ne de üzüntü çekerler." (2/Bakara, 112)
"Hepsi de Kitabı (Tevrat ve İncil'i) okumakta oldukları halde yahûdiler: 'Hıristiyanlar doğru yolda değillerdir' dediler. Hıristiyanlar da: 'Yahûdiler doğru yolda değillerdir' dediler. Kitabı bilmeyenler de birbirleri hakkında tıpkı onların söylediklerini söylediler. Allah, ihtilâfa düştükleri hususlarda kıyâmet günü onlar hakkında hükmünü verecektir." (2/Bakara, 113)
"Allah'ın mescidlerinde O'nun adının zikredilip anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir (Başka türlü girmeye hakları yoktur). Bunlar için dünyada rezillik, âhirette de büyük azap vardır." (2/Bakara, 114)
"Doğu da Allah'ındır, batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zâtı) oradadır. Şüphesiz Allah ('ın rahmeti ve nimeti) geniştir. O, her şeyi bilendir." (2/Bakara, 115)
"Allah çocuk edindi' dediler. Hâşâ! O, bundan münezzehtir. Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir." (2/Bakara, 116)
"(O,) Göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde ona sadece 'ol!' der, o da hemen oluverir." (2/Bakara, 117)
"Bilmeyenler (câhiller) dediler ki: 'Allah bizimle konuşmalı, ya da bize bir âyet (mûcize) gelmeli değil miydi?' Onlardan öncekiler de işte tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri (akılları) nasıl da birbirine benzedi?! Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri apaçık gösterdik." (2/Bakara, 118)
"Doğrusu Biz seni hak (Kur'an) ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin." (2/Bakara, 119)
"Milletlerine (dinlerine) uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da asla senden râzı (hoşnut) olmayacaklardır. De ki: 'Doğru yol/hidâyet, ancak Allah'ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir velî/dost ne de bir yardımcı vardır." (2/Bakara, 120)
"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler(den bazısı) onu, hakkını gözeterek okurlar. Çünkü onlar, ona iman ederler. Onu inkâr edenlere gelince, işte gerçekten zarara uğrayanlar onlardır." (2/Bakara, 121)
"Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi (bir zamanlar) cümle âleme üstün kılmış olduğumu hatırlayın." (2/Bakara, 122)
"Ve bir günden sakının ki, o günde hiç kimse başkası nâmına bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez. Onlar hiçbir yardım da görmezler." (2/Bakara, 123)
Nesh ve Unutturma; Eski
Şeriat Hükümlerinden BazılarınınKur’an’la De
ğiştirilmesi“Biz, bir âyeti nesh eder (yürürlükten kaldırır) veya onu unutturursak (ertelersek), mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki, Allah her şeye kadirdir.” (2/Bakara, 106)
Bu âyet, yahûdilerin, mü’minlerin zihinlerinde şüphe uyarmak için sordukları bir soruya cevaptır. Onlar şöyle diyorlardı: “Kur’an, önceki kitapların Allah tarafından gönderildiğini söylüyor. Eğer böyleyse Kur’an, neden önceki kitaplardakilerden değişik emirler veriyor? Nasıl olur da, aynı Allah, farklı zamanlarda farklı emirler verir?” Ayrıca şöyle de diyorlardı: “Kur’an, yahûdi ve hıristiyanların kendilerine indirilen öğretilerin bir kısmını unuttuklarını söylüyor. Allah’ın öğretilerinin hâfızalardan silinmesi nasıl mümkün olur?” Onların bu soruları, Hakka ulaşmak için değil; karışıklık çıkarmak için sordukları açıktır. Allah, onların bu sorularına şöyle cevap verir: “Ben Kaadirim, Benim gücüm sınırsızdır. Ben herhangi bir emrimi değiştirebilirim veya onun unutulmasına izin verebilirim. Fakat onun yerine aynı amacı yerine getiren, ondan daha iyi veya ona denk bir şey koyarım.”
Muhammed Esed, bu âyeti yorumlarken, klasik nesh anlayışını şiddetle eleştirerek şöyle der: “Bu pasajda ortaya konulan prensip –Kitab-ı Mukaddes öğretisinin, yerini Kur’an’ın getirdiği öğretiye bırakması- birçok müslüman âlimin yanlış yorumlarına sebep olmuştur. Bu bağlamda kullanılan “âyet”(mesaj) kelimesi, aynı zamanda Kur’an’ın bir “hükmü”nü ifade etmek için de kullanılmaktadır (Çünkü bu hükümlerin her biri, bir mesaj taşır).
Âyet terimini bu sınırlı anlamda alan bazı âlimler, yukarıdaki pasajdan (Bakara, 106 âyetinden), Kur’an’ın bazı âyetlerinin vahiy tamamlanmadan önce Allah’ın tâlimatı ile “nesh” edildiği (yürürlükten kaldırıldığı) sonucunu çıkarmaktadırlar. Bu iddianın –ki, yazdıklarını tashih için ikinci defa okurken bazı bölümleri atan veya başkaları ile değiştiren herhangi bir yazarı akla getirmektedir- saçmalığının yanısıra, Kur’an’ın herhangi bir âyetinin “nesh” edilmiş olduğunu bildiren tek bir sahih hadis bile bulunmamaktadır. Sözde “nesh doktrini”nin temelinde bazı eski müfessirlerin Kur’an’ın bir pasajını diğeri ile uzlaştırmadaki yetersizlikleri yatmaktadır: Sözkonusu âyetlerden birinin “neshedildiği” yargısına vararak altından kalkılmaya çalışılan bir yetersizlik. Bu keyfî değerlendirme, “nesh doktrini”nin taraftarları arasında kaç Kur’an âyetinin ve hangilerinin neshedildiği; ayrıca bu sözde nesih ile, sözkonusu âyetin Kur’an’ın tertibinden tamamen çıkarıldığı mı yoksa yalnızca o âyet ile konulan özel hükmün veya beyanın mı iptal edildiği konusunda neden hiçbir görüş birliği olmadığını da açıklamaktadır. Kısacası, “nesh doktrini” hiçbir tarihsel olguya dayanmamaktadır ve bu nedenle de reddedilmelidir. Diğer taraftan, yukarıdaki Kur’an pasajını (Bakara, 106. âyeti) yorumlamadaki zâhirî güçlük, âyet teriminin “mesaj” olarak anlaşılması ve bu âyetin, yahûdilerin ve hıristiyanların Kitab-ı Mukaddes’in yerini alan herhangi bir vahyi kabul etmediklerini ifade eden önceki pasaj (Bakara, 105) ile bağlantılı olarak okunması halinde derhal ortadan kalkar; çünkü onu bu şekilde okumamız halinde, neshin, bizzat Kur’an’ın herhangi bir bölümü ile değil; sadece geçmiş ilâhî mesajlar ile ilgili olduğunu görürüz (Kur’an Mesajı, 1/30-31).
Hâzin, Nesefî, el-Kasımî gibi müfessirler, bu âyetle ilgili olarak şu rivâyete yer verirler: Müşrikler veya yahûdiler Peygamberimiz’i çekiştirirlerdi ve çeşitli sözlerle müslümanların içine kuşku tohumlarını ekmeyi amaçlarlardı: “Bir şeyi emrediyor, sonra onu yasaklıyor. Böyle peygamber olur mu?” derlerdi. Dolayısıyla âyet-i kerimede onlara bir cevapla birlikte Rabbânî bir direktif de sunulmaktadır: Yüce Allah’ın bir hükmü erteleyip yerine bir başka hükmü koyması, eski şeriatleri neshetmesi, yahut nesh ve yürürlükten kaldırma amacı ile Tevrat ve İncil’in bazı âyetlerini unutturması, olmayacak bir şey değildir. Çünkü gökler ve yer üzerindeki egemenlik O’nun elindedir. Önce de sonra da emir O’na aittir. Bir zaman bir şeyi emreder, sonra onu nesheder veya bir başka hükümle değiştirir ya da olayların ve ortamın seyrine göre erteler veya unutturur. Bu son derece doğaldır.
Âyetlerle konuya ilişkin rivâyetin örtüştüğünü söyleyebiliriz. Ancak Peygamber (s.a.s.)’i diline dolayanların yahûdiler olması, müşrikler olmasından daha güçlü bir ihtimaldir. Medine’de bu düzeyde bir düşünsel ve dinsel tartışma için Peygamberimiz’in karşısına çıkma cesaretini gösterecek bir müşrik bulunamazdı. Bu âyetlerin indiği ortamda Peygamberimiz’in emirleri veya Kur’an âyetleri bağlamında değiştirme ya da erteleme anlamında nesh olayı yaşanmıştı. Bu da çeşitli dedikodulara sebep olmuştu. Yahûdiler bu gelişmeyi zihinleri bulandırmak, şüphe topumlarını ekmek için bir fırsat olarak değerlendirmişlerdi. Dolayısıyla âyet, bu tutum ve davranışlara bir cevap ve eleştiri niteliğindedir.
Ehl-i kitapla ilgili âyetler zincirinin bir sonraki halkasının son kısmında (2/Bakara, 142-150. âyetler) Mescid-i Aksâ’dan Mescid-i Haram’a yapılan kıble değişikliğinden, yahûdilerin buna itiraz edişlerinden ve zihinleri bulandırmak için çeşitli girişimlerde bulunduklarından söz ediliyor. Bu da yukarıdaki âyet-i kerime ile bu olay arasında bir bağlantı olması ihtimalini aklımıza getiriyor. Kur’an’ın ifade tarzı, ayrıca âyetin mutlak bir ifadeye sahip olması, yukarıdaki değerlendirmenin doğruluğunu pekiştirici niteliktedir. Bunun yanısıra, Kur’anî ilimlerde otorite sayılan âlimler, kıble değişikliğini Kur’an’ın gerçekleştirdiği nesh olayları kapsamında değerlendirmişlerdir (Bkz. Süyûtî, el-İtkan, 2/22; Taberî, âyetin tefsiri).
Bu âyetten birkaç âyet sonrasında belirtildiği gibi ister yahûdilerin hücumuna kıblenin değiştirilmesi olayı veya İslâm cemaatinin büyüyerek tekâmül etmesi neticesinde birtakım emirlerin ve kuralların değiştirilmesi sebep olsun, ister Kur’an’ın genel olarak Tevrat’ı kabul etmesine rağmen, Tevrat’ta geçen bazı hükümleri reddedişi sebep olsun hiçbir fark yoktur. Yahûdilerin bu itikadın esasına şüphe düşürmek için âlet olarak kullandıkları bütün entrikalardan hangisi olursa olsun, meseleyi değiştirmez. Zira Kur’ân-ı Kerim nesh ve ta’dil mevzuunu açıklarken yahûdilerin sırf İslâm’ın prensiplerine karşı savaş açtıklarını, İslâm’ın etrafında yayacakları şüphelerle bu dâvânın önüne geçebileceklerini tahayyül ettiklerini açık sûrette ortaya koymaktadır. Bu hususta kesin hükmünü vererek bütün şüpheleri bertaraf etmektedir.
Risâlet devresinde muhtelif hallere göre İslâmî hükümlerde meydana gelen kısmî değişiklikler, hem insanlığın hayrı, hem de tekâmül prensibinin icabıdır. Bu, insanlık tarihi boyunca gelişecek olan hayatî tekâmülün gerektirdiği büyük bir hayrın tahakkuku esasına mebnîdir. İnsanları yaratan, peygamberleri gönderen, âyetleri indiren ve bütün eşyayı idaresi altında yürüten yalnız Allah’tır. Bütün bu hâdiseleri takdir eden yine O’dur.
Allah Her
şeyin Sahibi ve Hâkimidir
"Bilmez misin, göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allah'ındır. Sizin için Allah'tan başka bir velî/dost ve bir yardımcı yoktur." (2/Bakara, 107)
Burada ilâhî hitabın mü’minlere yöneltilmesi hem sakındırma ve hem de hatırlatma mânâsı taşır. Mü’minlere, yegâne dostlarının Allah olduğunu ve O’ndan başka bir yâr ve yardımcılarının bulunmadığını hatırlatmaktadır. Belki de bu hitap, bazı müslümanların, yahûdilerin sapık hamlelerine aldanarak, onların yalancı oyunlarıyla fikirlerinin sarsılması neticesinde, Peygamber’e itimat ve emniyetle bağdaşmayacak sualler sormaya kalkışmaları yüzünden yöneltilmiştir. Bundan sonra gelen âyet-i kerimede belirtilen açık sakındırma buna delâlet eder.
İbn Cerîr Taberî der ki: Âyetin te’vili şöyledir: “Ey Muhammed, Görmez misin ki göklerin ve yerin mülkü Benimdir. Onlarda Benden başka hâkim yoktur. Göklerde ve yerde dilediğimi dilediğim gibi değiştirir, dilediğimi neshederim. Kullarım için dilediğim hükümleri, dilediğim şekilde tebdil eder, dilediğim şekilde bırakırım.” Bu ifade, her ne kadar Allah tarafından peygamberine azametini haber verme sadedinde ve hitap şeklinde ise de, aynı zamanda Tevrat’ın hükümlerinin neshedildiğini inkâr eden, Hz. İsa (a.s.) ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamber olarak gönderilmelerini reddeden yahûdileri yalanlama sadedindedir de. İsa (a.s.) ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Allah katından getirdiklerin kitapların Tevrat’ın hükmünü değiştirdiğini kabul etmeyen yahûdileri tekzip niteliğindedir. Bunun için Allah Teâlâ, göklerin ve yerin mülkünün ve hâkimiyetinin kendisine âit olduğunu, yeryüzünde ve gökyüzünde bulunan bütün varlıkların O’na itaat edip O’nun emir ve yasaklarını dinlediklerini belirtiyor. Allah onlara dilediğini emreder, dilediğini yasaklar; dilediğini siler, dilediğini bırakır; dilediğini yazar, dilediğini kaldırır.
Yahûdileri nesh meselesini araştırmaya sevkeden husus, küfür ve inatlarıdır. Zira akıl bakımından neshin imkânsız olduğunu gösterecek hiçbir delil yoktur. Özellikle Allah Teâlâ’nın hükümlerini neshetmesinin imkânsızlığını gösterecek hiçbir delil yoktur. Allah, nasıl, istediğini yaparsa, dilediğine de hükmeder. Kaldı ki nesh, eski kitaplarda ve geçmiş şeriatlarda da meydana gelmiştir. Nitekim Hz. Âdem’in kız çocuklarının farklı zamanlarda doğan erkek çocuklarıyla evlendirilmesi helâl kılınmışken, sonra haram kılınmıştır. Kezâ Nûh (a.s.)’a gemiden çıktıktan sonra tüm hayvanları yemek helâl kılınmışken, sonra bazıları haram kılınmıştır. Yâkub ve çocuklarının iki bacıyla evlenmeleri mubah iken Tevrat’ta ve daha sonraki şeriatlarda bu, haram kılınmıştır. Daha buna benzer zikri hayli uzayacak pek çok mesele vardır ki, neshedilmiştir. Yahûdiler bu hususları kabul ettikten sonra yüz çevirmektedirler. Bu delillere verilen lafzî cevaplar, asıl maksadı teşkil eden mânânın delâletini ortadan kaldırmaz. Nitekim onların kitaplarında, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in geleceğinin müjdelendiği bilindiği ve Kitaplarına tâbi olmanın Hz. Peygamber’e tâbi olmayı gerektireceği apaçıktır. Hz.Peygamber’in şeriatı üzere yapılan amellerden başkasının makbul olmayacağı ortadadır. İsterse, “eski şeriatlar Hz. Peygamber’in peygamber olarak gönderilişine kadar sınırlıydı, dolayısıyla bunlar nesh sayılmaz” denilsin. Nitekim Allah Teâlâ’nın: “Sonra orucu geceye kadar tamamlayın” kavli böyledir. İsterse, “bunlar mutlaktır. Hz. Peygamber’in şeriatı onları neshetmiştir” denilsin. Her iki takdirde de Hz. Peygamber’e tâbi olma gereği kesindir. Çünkü O, Allah Teâlâ’nın en son ahdi olan son kitabı getirmiştir.
Göklerin ve yerin tüm mülkünün Allah’a âit olduğunu bildiren bu âyetteki hükmün, kıbleyle ilgili duruma bir işaret olması da muhtemeldir; çünkü Cenâb-ı Hak onlara, kendisinin göklerin ve yerin mâliki olduğunu, bütün mekân ve cihetlerin O’nun mülkü olduğunu, ancak Allah Teâlâ dilerse, herhangi bir cihetin diğer yönlerden daha muhterem ve saygıya değer olduğunu bildirmiştir. Durum böyle olup kıbleye yönelme ile ilgili emir de ancak, orayı şereflendirmeye dair bir tahsis olmuş olunca, kıblenin bir yönden başka yöne değişmesinin hikmeti daha iyi anlaşılmış olur.
Peygamberi Rahats
ız Etmek; İmanı Küfürle Değiştirmek
"Yoksa siz de (ey müslümanlar), daha önce Mûsâ'ya sorulduğu gibi peygamberinize sorular sormak (,onu sorguya çekmek; daha önce Mûsâ’dan istenen şeyler gibi talepte bulunmak) mı istiyorsunuz? Kim imanı küfre değişirse, şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur." (2/Bakara, 108)
Yahûdiler kılı kırk yarma hastalığına tutulmuşlardı. Müslümanlara anlaşılması güç ve gereksiz sorular yöneltiyorlar ve onları Hz. Peygamber (s.a.s.)’e aynı soruları sormaları için ayartmaya çalışıyorlardı. Müslümanlar, yahûdilerin oyununa gelmemeli, kendilerinden isteneni yapmalı ve yasaklanandan kaçınmalıdırlar. Güç ve enerjilerini gereksiz çabalarla harcamamalı, aksine önemli meselelere dikkat etmelidirler.
“Ey Muhammed ümmeti! Yoksa siz bu şânı yüce peygamberinizden, daha önce Mûsâ’dan istenenler gibi şeyler mi talep etmek istiyorsunuz?” Hayır, siz ona benzer, öyle boş, öyle kâfirâne ve inatçı taleplerde bulunmazsınız. “Allah’ı görmeden sana inanmayız” demeye kalkmazsınız. Bakara kıssasında olduğu gibi, peygamberinizi uzun uzadıya imtihana çekmeye girişmezsiniz. Bunu kâfirler yapar. Nitekim Kureyş kâfirleri de bu kabil şeyler istemişlerdi. Halbuki “iman yerine küfre rağbet eden, kendi imanını küfürle değiştirmeye çalışan, düz yolda sapmış, şaşkınlık vâdilerine sürüklenmiş olur. Siz başkalarının, o kitap ehlinin sözlerine kulak asmayın.
Rasûl-i Ekrem’in getirdiği emir ve teklifler karşısında bazı mü’minlerin inat edip ondan burhanlar ve hârikulâde şeyler istemek sûretiyle Hz. Peygamber’i müşkil durumda bırakmaya çalışmalarını İsrâiloğullarına benzeten âyet-i kerime, onların bu hallerini tenkit ediyor. Böylece tâkip ettikleri yolun âkıbetinden korkutuyor. Bu yolun sonu, mutlaka dalâlet ve küfürdür. İsrâiloğulları da bu âkıbete uğramışlardı. Nitekim müslümanları götürmek istedikleri sonuç da bundan başkası değildir.
Mekke’de nâzil olan birçok âyetin akışı içinde müşriklerin isteklerine yer verilir. İlk anda aklımıza geldiği gibi, burası bir kez daha onların isteklerine işaret edilecek bir yer değildir. Nisâ sûresinin bir âyetinde de yahûdilerin isteklerine işaret edilmiştir: Ehl-i kitap üzerlerine gökten bir kitap indirilmesini senden isterler. Mûsâ’dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi. “Bize Allah’ı açıkça göster” demişlerdi. Şu halde, burada onların isteklerinden de söz edilmiyor. Âyetin içeriği ve atmosferi âyetin müslümanlara yönelik olması ihtimalini güçlendirmektedir. Sözkonusu âyetin ve genel olarak grubun tüm âyetlerinin oluşturduğu atmosferden algıladığımız kadarıyla bazı müslümanlar Peygamberimiz’e tâciz amaçlı, ya da kuşku uyandırıcı sorular yöneltiyorlardı. Âyetin imanı küfürle değiştirenlere yönelik bir uyarı içermesi de bu yorumu desteklemektedir.
Bu âyet-i kerimede Allah Teâlâ, olayların olmasından önce Hz.Peygamber’e çok soru sorulmasını yasaklamaktadır. Nitekim bir başka âyette şöyle buyurulur: “Ey iman edenler, size açıklanınca hoşunuza gitmeyen şeyleri sormayın. Kur’an indirilirken onları sorarsanız size açıklanır. Allah (sorduğunuz şeyleri veya açıklanmadığına göre diğer hususları) affetmiştir. Ve Allah ğafûrdur, halîmdir.” (5/Mâide, 101) Eğer âyetin nüzûlünden sonra tafsîlâtını soracak olursanız o konu size açıklanır. Ayrıca bir şeyi, olmazdan önce sormayın; belki sormanız nedeniyle o şey yasaklanabilir. Bunun için, sahih hadiste ifade edilmiştir ki; müslümanlardan vebâli en büyük olan, yasaklanmamış olan bir şeyi sorup da bu soru sebebiyle o şeyin yasaklanmasına sebep olanlardır. Bunun için Buhârî ve Müslim’de Muğîre bin Şu’be’den naklen zikredilen hadiste Rasûlullah (s.a.s.)’ın, “denilmiş ve dedi” gibi şeyleri çok sormayı ve malı boşa harcamayı yasakladığı belirtilir. Müslim’in Sahîhinde de buyrulur ki; “Benim bıraktığım şeyleri, siz de bırakın. Çünkü sizden öncekiler çok soru sormaları ve peygamberlerine karşı çıkmaları sebebiyle helâk olmuşlardır. Ben, size bir şeyi emredersem gücünüzün yettiğince yerine getirin. Size bir şeyi de yasaklarsam ondan sakının.” Hz. Peygamber’in Allah Teâlâ’nın müslümanların üzerine haccı farz kıldığını bildirmesinden sonra, adamın biri, “her yıl mı yâ Rasûlallah?” dediğinde Hz. Peygamber susmuş. Adam üç kere tekrarlayınca O, “hayır!” demiş. “Eğer evet deseydim, böyle gerekirdi ve sizin buna gücünüz yetmezdi. Benim bıraktığım şeyleri siz de bana bırakın!” buyurmuştur.
“Yoksa daha önce Mûsâ’ya sorulduğu gibi siz de peygamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz?” İstiyor olabilirsiniz. Veya inkârî istifham kabîlinden olarak “istiyor musunuz?” Bu, hem mü’minleri, hem de kâfirleri içerir. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.) bütün insanlığın peygamberidir. Nitekim Allah Teâlâ, bir başka âyet-i kerimede şöyle buyuruyor: “Ehl-i kitap senin gökten kendilerine bir kitap indirmeni isterler. Mûsâ’dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi ve ‘bize Allah’ı apaçık göster’ demişlerdi. Zulümlerinden dolayı onları yıldırım çarpmıştı.” (4/Nisâ, 153)
İbn Abbas’tan rivâyete göre, Râfî bin Hüreymle veya Vehb bin Zeyd dedi ki: “Yâ Muhammed, bize gökten bir kitap getir ki onu okuyalım; bize yerden bir ırmak fışkırt ki sana tâbi olup doğrulayalım.” Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-i celîleyi inzal buyurdu.
Ehl-i Kitab
ın Çirkin Kıskançlığı; Mü’minleri Küfre Döndürme Gayreti
"Ehl-i kitaptan çoğu, hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek istediler. Yine de siz, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedip bağışlayın. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir." (2/Bakara, 109)
Yani, “onların düşmanlığı ve kıskançlığı, sizin dengenizi yitirip onlarla tartışma, kavga ve münâkaşalara dalmanıza sebep olmasın. Siz vakarınızı kaybetmemeli ve değerli vaktinizi bu tip anlamsız çabalarla harcamamalısınız; fakat, doğru yolda gitmeye devam etmeli ve sabırla Allah’ın hükmünü beklemelisiniz. Allah’ı anıp iyi ameller işlemelisiniz. Çünkü, Allah önünde sizi kurtaracak olan şeyler onlar değil; ancak iyi amellerdir.
O kitap ehlinin birçoğu cân u gönülden isterler ki, sizleri imana girmenizden sonra, geri çevirip hepinizi kâfir yapsınlar, küfre sürükleyip irtidat ettirsinler... Bunu yapabilseler çok memnun olurlar. Onlar sizin dinden dönüşünüzü, imandan önceki devirlere dönmenizi, câhiliyye hayatına dönüşünüzü arzu ederler. Bunun için her hileye başvururlar. Bu da iyilik severliklerinden, dindarlıklarından değil; sırf nefislerinden, nefsâniyetlerinden kaynaklanan hasetten, kıskançlıktan dolayıdır. Hak ve hakikat kendilerine iyice belli olduktan, İslâm dininin hak din olduğuna her yönüyle, hatta ellerindeki kitap uyarınca bile vâkıf olduktan sonra, yine de kıskançlıklarından dolayı sizi imanınızdan caydırmaya çalışırlar.
Bu âyetin nüzul sebebi hakkında rivâyet olunuyor ki, yahûdi hahamlarından Fenhas bin Azura ve Zeyd bin Kays ve daha birkaç kişi, Uhud savaşından sonra Huzeyfe bin Yemân ile Ammar bin Yâsir’e; “Başınıza gelenleri gördünüz ya, eğer hak din üzerinde olsaydınız, savaşta bozguna uğramaz, mağlûp olmazdınız. Artık bizim dinimize girin; bu sizin için daha iyi, daha hayırlıdır. Bizim yolumuz sizinkinden daha doğrudur” demişler. Bunun üzerine Ammar onlara: “Sizce ahdini ve andını bozmak nasıldır?” diye sormuş, onlar da: “korkunç şey” demişler. O da: “Öyleyse dinleyin, ben hayatta olduğum müddetçe Muhammed (s.a.s.)’e küfretmemeye (O’nu inkâr etmemeye) söz vermiş ve and içmişim” diye cevap vermiş. Yahûdiler, “bu adam sapıtmış” demişler. Huzeyfe de: “Bana gelince, Rabbim Allah, peygamberim Muhammed, dinim İslâm, imanım Kur’an, Kâbe kıblem, mü’minler de kardeşim. Ben de bundan memnunum” demiş. Daha sonra bunu gelip Rasûlullah’a anlatmışlar. O da “isâbet etmiş ve felâh bulmuşsunuz” buyurmuş. Daha sonra da bu âyet inmiştir.
Evet, onlar bütün hakikat güneş gibi açığa çıktıktan, iyice mâlum olduktan sonra bile yine hasetlerinden böyle arzu ederler. Bundan dolayı siz onları affedin, dediklerine bakmayın, heyecana kapılıp da didişmeye ve dövüşmeye kalkmayın, onlara aldırmayın; Allah’ın emri gelsin, bulacaklarını bulsunlar. Elbette bir gün belâlarını bulacaklar. Zamanı gelir, daha başka felâketlerini gözlerinizle görürsünüz. Nihayet âhirette büyük bir azap içinde kıvrandıklarını müşâhede edersiniz. Çünkü Allah, her şeye kaadirdir.
"Ehl-i kitaptan çoğu, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek isterler.” İşte iğrenç kindarlığın ruhlarda meydana getirdiği tahribat bundan ibârettir. Başkalarının elde ettikleri iyiliklerin yok olmasını istemek. Neden bu? O şirretli kimselerin bunu bilmeyişinden mi? Asla! Bilâkis onlar bunu bile bile yapmaktadırlar: "...Hak/hakikat, kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü...” Haset... Çirkin ve aşağılık bir infial. Yahûdilerin İslâm’a ve müslümanlara karşı nefislerinde canlanan ve halen de devam eden o hasis hareket. Bunca desiselere ve oyunlara sebep olan ve günümüze kadar devam ettirilen, bu iğrenç alışkanlıktır. Kur’ân-ı Kerim müslümanlara bunu haber vermektedir. Yahûdilerin İslâm itikadını sarsmak, Allah Teâlâ’nın mü’minleri iman nimeti sayesinde kurtardığı küfür bataklığına tekrar yuvarlamak için sarf ettikleri bütün gayretlerin gerisinde gizlenen en mühim sebebi açıklıyor. Yahûdilerin müslümanlardan kıskandıkları en büyük nimet; Allah’ın müslümanlara ihsan etmiş olduğu iman nimetidir.
Bu âyette, yahûdilerin kendilerine karşı besledikleri kötü niyetlere karşı mü’minlerin dikkati çekiliyor. Onların birçoğu iman ettikten sonra müslümanların tekrar küfre dönmelerini ister. Bu müslümanlara duydukları kinin ve onulmaz öfkenin bir göstergesidir. Halbuki Peygamberimiz’in gerçek bir peygamber, Kur’an’ın da Allah katından inen bir hitap olduğunu biliyorlar. Sözkonusu isteği içeren âyetten sonra böyle bir âyetin yer almış olması gösteriyor ki yukarıdaki istek, yahûdilerin telkinleri sonucu dile getirilmişti. Dolayısıyla, geçmişte yaşayan yahûdilerin Mûsâ (a.s.)’yı tâciz etmeleri ile bu olay arasında bir bağlantı kurulmuştur. Yahûdilerin karakteristik tavırlarını, hile ve desiselerini, müslümanların zihinlerini bulandırma girişimlerini, onları Peygamber’i tâciz etmeye, canını sıkacak isteklerde bulunmaya teşvik etmelerini somutlaştıran çarpıcı bir tablo ile karşı karşıyayız.
Bu uyarılardan, yahûdilerin müslümanlar üzerinde ne denli etkili oldukları sonucunu çıkarıyoruz. Bunların çoğu Medine’li komşularıydı ve İslâm öncesi müttefikleri arasında yer alıyorlardı. Bu âyetin bir amacı da, yahûdilerin asıl niyetlerini, iğrenç planlarını ortaya çıkarmak, müslümanları onların güçlü etkilerinden kurtarmak, Rasûlullah’a ve İslâm’a ilişkin komplolarının başarıya ulaşmasını engellemektir.
Bu âyette yahûdilere üstü kapalı bir uyarı yöneltiliyor. Bu âyetin ikinci yarısında müslümanlara görmezlikten gelme, affedici olma, ya da zamanı gelinceye kadar öfkelerini yenmeleri, sabretmeleri tavsiye ediliyor. O gün gelince, kuşkusuz yahûdilerin; komplolarının, hile ve desiselerinin, müslümanlara karşı besledikleri kötü niyetlerinin cezasını görecekleri vurgulanıyor.
Ehl-i kitabın, mü’minleri küfre döndürme istemelerinin tek sebebi olarak haset, yani kıskançlık gösteriliyor. Allah, mü’min kardeşine bir nimet ihsan ettiğinde, eğer sen o nimetin yok olmasını istersen, işte bu hasettir. Eğer o nimetin bir benzerinin kendin için olmasını arzu edersen, bu da gıpta ve iyilikte yarışmadır. Haset, her durumda haramdır. Ancak bir fâcirin (günahkârın) veya bir kâfirin elde edip şer ve bozgunculuk yoluna yardımda kullandığı nimet hâriç. Bu nimetin yok olmasını istemek günah değildir. Çünkü o durumda, bu nimetin yok olması, bir nimet olduğu için değil; o nimet ile fesâda, şerre ve kötülüklere yol açıldığı için yok olması istenmektedir. Hasetle ilgili Kur’an’da çok sayıda âyet vardır: “Eğer size bir iyilik dokunsa, bu, onları tasalandırır. Ama eğer size bir kötülük isâbet ederse, buna da sevinirler.” (3/Âl-i İmrân, 120) Buna göre, haset ile başkasının başına gelen belâya sevinmek birbirinden ayrılmayan iki vasıftır. Allah Teâlâ, Yûsuf (a.s.)’un kardeşlerinin hasedini anlatarak onların kalplerindeki bu duyguyu bildirir (12/Yûsuf, 8-9). “Yoksa onlar, Allah’ın onlara vermiş olduğu fazlından dolayı insanlara haset mi ediyorlar?” (4/Nisâ, 54). Birbirlerine haset etmeyen mü’minler Kur’an’da övülmüştür: “Ve onlar, onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç duygusu hissetmezler.” (59/Haşr, 9) Yani, onların kalpleri daralmaz ve kederlenmezler.
Hasedin kınanan bir suç olduğuna dair birçok hadis-i şerif vardır. Bunlardan birkaçını sayalım: “Ateşin odunu yiyip bitirmesi gibi, haset de iyilik ve hasenâtı yiyip bitirir." (İbn Mâce, Zühd 22, 2/1408) “Sizden önceki ümmetlerin haset, buğz ve kin hastalıkları size de geçti. Bunlar kökünden kazıyan şeylerdir. ‘Saçı kökünden kazıyan şeyler’ demiyorum; fakat ‘dini kökünden kazıyan şeyler’ (diyorum).” (Ahmed bin Hanbel, I/165, 167) “Ümmetime (daha önceki) ümmetlerin hastalığı bulaşacaktır.” Sahâbe; “Ümmetlerin hastalığı nedir?” diye sordular. O şöyle dedi: “Taşkınlık, şımarıklık, dünya hususunda birbirlerine karşı övünmek ve yarışmak, birbirinden uzaklaşmak ve hasetleşmek. Öyle ki, böylece zulüm ortaya çıkar ve anarşi (hezec) olur.” (Tefsir-i Kebir, 3/322)
Hayırda yarışmak (münâfese), haram değildir. “Yarışacaklar, işte bunda yarışsın.” (83/Mutaffifîn, 26) “Rabbinizden olan bir mağfirete doğru yarışın.” (57/Hadîd, 21). Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ancak şu iki kimseye haset (gıpta) edilir: Allah’ın, kendisine bir mal verip de, bunu Allah yolunda infak eden (harcayan) kimse ile; Allah’ın, kendisine bir ilim verip de onunla amel ederek, onu insanlara öğreten kimse.” (Buhârî, İlim 15). Haset konusunu özetlersek; kınanmış olan şey, nimetin başkasının elinden çıkmasını istemek ve arzulamaktır; ama o nimetin kişinin kendisi için de olmasını arzulaması ve kendisindeki eksikliğin gitmesini istemesi ise kınanacak bir şey değildir.
Allah Teâlâ’nın; “...Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar onları bağışlayın geçin.” Kavli, tıpkı şu âyeti gibidir: “Andolsun ki mallarınız ve canlarınızla imtihana çekileceksiniz. Hiç şüphesiz sizden önce kitap verilenlerden ve Allah’a şirk koşanlardan çokça üzücü sözler işiteceksiniz. Sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, bilin ki bu, büyük işlerdendir.” (3/Âl-i İmrân, 186)
Bu âyet, müslümanların, dâvet ve tebliğ aşamasında kâfirlere karşı toleranslı davranmalarını, onların üzerine gitmeyip bağışlamalarını istemektedir. Bu, izlenmesi gereken sosyal ve siyasal aşamaların pratik uygulamasıdır. Bu konuda izlenmesi gereken plan ve stratejinin gereğidir. Bütün barışçı yöntemler kullanıldıktan ve bunların hepçi çaresiz kaldıktan sonra ancak kuvvete başvurulabilir. Kâfirlere ve İslâm karşıtlarına karşı onların İslâm'a kazandırılmaları, iman çerçevesine girmeleri için izlenmesi gereken tüm barışçı yolları ustaca kullanmak gerekir. Savaş şartları oluşuncaya, safların ayrılmasına kadar bu zorunludur.
Bu âyette; “...Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar onları bağışlayın.” buyurulmuştu. Sonraları, savaş şartları oluşunca, Allah’ın izni ve emri geldi: “Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak sûrette kaadirdir.” (22/Hac, 39) “Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün.” (2/Bakara, 191), “Allah’a ve âhiret gününe inanmayanlarla savaşın.” (9/Tevbe, 29)
Namaz, Zekât ve Âhiret
İçin Yatırım Yapmak
"Namazı kılın, zekâtı verin, önceden kendiniz için yaptığınız her hayrı/iyiliği Allah'ın katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı noksansız görür." (2/Bakara, 110)
“Siz namazınızı güzel güzel kılmaya, zekâtınızı vermeye devam edin. Özellikle dinin bu iki temeli sizi her türlü yükselmeye hazırlar. Gerek kıldığınız namaz ve verdiğiniz zekât, gerek kendiniz için yaptığınız daha başka hayır ve iyilikler cinsinden olan şeyler, yani iyilik adına ne takdim ederseniz, karşılığını peşin olarak hemen istemeyip de ilerisi için hayır defterinize kaydolmak üzere hayır cinsinden ne yaparsanız onu Allah katında bulursunuz, hesap görüldüğü gün, onun ecir ve sevabını eksiksiz olarak alırsınız. Meşhur bir söz vardır: “Yap iyiliği at denize; balık bilmezse Hâlik bilir” denir. Zira Allah Teâlâ, hayır ve şer, her ne yaparsanız muhakkak ki onu görür, bilir, hepsinden haberdar olur.
Sen filan vakit, filan işi yaptın. Artık onu yapmamış olamazsın; olan olmuştur. İster bir an için olsun, bir kere de olsa vâki olan, artık hiçbir zaman vukua gelmemiş sayılamaz. Meydana geldiği an itibarıyla ona her zaman vâki olmuştur, denilir. O gizli ise, onu evvelâ işleyen kimsenin kalbi bilir. Unuttum dese de, o yine o kimsenin ruhunun derinliklerinde gizli olarak mevcuttur. Düşünürse kendisi bulur; ona hatırlatılırsa farkına varır. Demek ki, her şeyden önce insanın ruhu, onun nefs-i nâtıkası, onun hakkında Cenâb-ı Hakk’ın bir defteridir. İnsan bu defterin hangi meleklerin eliyle yazıldığını göremese de bunu bilir. Bundan başka, buna benzer ne kadar defter vardır ki; insanın yaptıkları onlara kaydedilir. Bütün bunlar aynen “Levh-i Mahfûz” denilen ilâhî defterde kayıtlıdır. Ve hepsi bizzat Allah’ın emrinde, O’nun eli altındadır. Parmağına ufak bir diken batsa, kişinin ruhu, ondan derhal haberdar olduğu gibi, Allah da her insanın ruhuna, bedenine, kalbine ilişen her şeye aynıyla vâkıftır. Ne varsa, hepsi oradadır. İnsana imtihan aracı olarak irâde verilmiştir. Neticesine katlanmak şartıyla istediğini seçebilir, beğendiğini yapabilir. Orada yaptığı hayrı hayır olarak; yaptığı şerri de şer olarak bulacaktır. Hayır ile şer terazisinin Hakk’ın elinde olduğu unutulmamalıdır.
Âyetin akışı müslüman toplumun şuur ve hislerini uyarıyor. Bütün dikkatleri tehlikenin kaynağına, hilelerin gizlendiği yere çekiyor. Müslümanların şuurunu fena niyetler, kötülükler, hasetler, hile ve oyunlar karşısında teçhiz ediyor. Sonra tamamen mücehhez (donanımlı) bir kuvvetle onları Allah’ın hükmünü beklemeleri, hareketlerini O’nun emrine âmâde kılmaları için hepsini Allah huzuruna ve divanına topluyor. Kalplerini kin ve haset kokusundan temizleyerek kuvvet, kudret ve irâde sahibi Hz. Allah’ın hükmünü beklemeye, Allah’ın hükmü gelinceye kadar affedip müsâmahakâr davranmaya dâvet ediyor.
"Namazlarınızı dosdoğru kılın ve zekâtlarınızı verin" deniliyor. Sağlam bir müslüman toplum meydana getirin. Böyle bir ortamda insanların, imansızlaştırmayı önleyecek en iyi tedbiri, namazlarını kılmaları ve zekâtlarını vermeleridir. Birliği sağlayabilmek için "namazı dosdoğru kılın" cemaat olun, emri veriliyor. Bu birlik ve beraberlik de yetmez. İçinizde zengin de fakir de olduğundan, bunlar arasındaki uçurumları kaldırın; zekâtlarınızı verin. Çünkü imansızlar bir kısmınızı para yönüyle satın alabilir. Hiç değilse nisap miktarına sahip hale gelebilmesi, orta seviyeye ulaşabilmesi için fakir kardeşinize de zekâtlarınızı verin. Namazla mânevî yönden, zekâtla da maddî yönden mü'minleri güçlendiriyor Allah. Yine, "namaz", Allah'a karşı görevler için prototip bir ibâdet; "zekât" da insanlara karşı, topluma karşı görevler için bir temel örnektir.
Bu âyet-i kerimede Yüce Allah, ehli- kitaba toleranslı davranmayı emrettikten sonra, müslümanların namaz kılıp zekât vermelerini emretmiştir. Onlara, dünya hayatında yaptıkları her iyiliğin karşılığını Allah katında görecekleri vaadinde bulunmuştur. Allah onların yaptıklarını çok iyi bilmektedir. O'nun ilminden, ne yeryüzünde, ne de gökyüzünde zerre kadar bir şey asla gizlenemez. İşte bu, Kur'an'ın bütün alanlarda kullandığı eğitim metodudur. Yüce Allah, emirlerini ve yasaklarını bildirirken, bunu diğer başka yükümlülüklerle destekler. Böylece mü'minin psikolojik yönünü imanın pratik şahsiyetini pekiştirir. İleride Allah katında kendisine vaat edilen sevaptan söz eder. Böylece kişinin psikolojik yapısıyla hayırlı işlere ruhî/mânevî güçleri açılır. Böylece Allah'ın irâdesini gerçekleştirmeye yönelir. Bilinçli bir şekilde Allah'a itaat konumuna geçer. Bu durumda müslüman dâhilî ve hâricî zorlukları ve kompleksleri İslâmî bir ruhî yapıyla karşılar. Önceden sonuçları kestirmeye çalışır. Sarsılmaz, zayıflamaz, yıkılmaz. Bu âyette namaz kılmak ve zekât vermek ile toleranslı olmak, bağışlamak arasındaki âhengi görebilmek zor değildir. Çünkü bu namaz ve zekât, ibâdet penceresinden mü'minin kalbini Allah'a açar. İnsanlara da bağış penceresini açar. Her yönüyle mü'min kazançlı çıkar. İbâdetlerle olgunluk kazanan ruhu, çevresindekilere karşı bağışlamayı daha iyi kavrayıp uygulayabilir. Tüm bunları yaparken Yüce Allah'a yaklaşmayı esas alır.
Bu âyete baktığımızda ilk önce aklımıza şu husus geliyor: Mü’minlere yahûdilerin ayak oyunlarına, komplolarına aldırmamaları, canlarını sıkmamaları tavsiye ediliyor. Onlar Allah’a ve insanlara karşı görevlerini yerine getirmekle yükümlüdürler. Onlardan istenen budur. Önceden takdim ettikleri hayırlar, âhiret için bir hazırlık olacaktır.
İbn Cerîr, “Allah yaptığınızı hakkıyla görendir” âyeti hakkında şöyle diyor: Bu, Allah’ın hitap ettiği mü’minlere, verdiği bir haberidir. Onlar ister iyilik, ister kötülük yapmış olsunlar; ister gizlice, ister açıkça yapsınlar Allah onu görür. Çünkü Allah’a hiçbir şey, saklı ve gizli değildir. İyiliği, iyilikle; kötülüğü de kötülükle cezalandırır. Bu ifade, her ne kadar haber sadedinde vârid olmuşsa da, bunda hem vaad, hem ceza, hem emir, hem de yasak vardır. Bunun için O, mü’minler topluluğuna, bütün amellerini görmekte olduğunu bildirmiştir. Öyleyse onlar Allah’a itaat etsinler. Çünkü kendileri için Allah katında saklanacak olan budur. Allah katında buna göre sevaba ulaşacaklardır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Kendiniz için hayırdan ne gönderirseniz onu Allah katında bulursunuz.” (2/Bakara, 110; 73/Müzzemmil, 20)
Bo
ş Kuruntu; Cenneti Kendine Garanti Görüp Tekeline Almak"(Ehl-i kitap:) 'Yahûdiler yahut hıristiyanlar hâriç hiç kimse cennete giremeyecek' dediler. Bu onların kuruntusudur. Sen de onlara: 'Eğer sâhiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin' de." (2/Bakara, 111)
Sizin irtidâdınızla (gerisin geriye küfre dönmenize) memnun ve mutlu olmak isteyen, türlü türlü şüpheler ortaya atarak sizi imandan geri çevirmeye çalışan o kitap ehli; “cennete yahûdi ve hıristiyan olanlardan başka hiç kimse girmeyecek” dediler. Yani yahûdiler, yahûdilerden başkası, hıristiyanlar da hıristiyandan başkası cennete giremeyecek, dediler. Demek ki, asr-ı saâdetteki yahûdiler, cennet ve cehennemden de söz ediyorlarmış. Bu iddiâlar, onların kendi kuruntularıdır; kuru bir idealden ibâret boş bir hayaldir, bu onların kendi hülyâlarıdır. Lâkin, yalnız “ümniyye” ile, sadece boş mefkûre ve hayallerle iş bitmez. Delilsiz, ispatsız ve belgesiz kuru laf ile, gönülleri öyle istiyor diye, sırf taklit ile dâvâ kabul edilmez, Allah katında imanın feyzine erilmez. Birbirleriyle çelişkili olan bu iki dâvâdan hangisinin doğru olduğunu anlamak için delil gerekir. Bundan dolayı, ey doğru sözlü peygamber! “Sen onlara de ki: ‘hanginiz bu dâvânızda sâdıksanız, delilinizi getirin bakalım. Haydi getirin de görelim!” Zira insanları doğru bir noktada toplayacak olan şey delildir, yani kesin belgedir. Halbuki bunların bu kuru ümniyyelerine delil getirmelerine, belge göstermelerine imkân yoktur.
Medine’de müslümanlarla karşı karşıya bulunan ehl-i kitap, yalnız yahûdilerdi. Zira orada yahûdilerin karşısında bir hıristiyan kitlesi mevcut değildi. Fakat Kur’ân-ı Kerim’in getirmiş olduğu kesin hüküm, genele hitap eder mâhiyettedir. Her iki tarafa sesleniyor. Sonra bunlara da, onlara da gereken cevabı veriyor. Bu arada her iki tâife hakkında müşriklerin görüşünü de anlatmayı ihmal etmiyor: "(Ehl-i kitap:) 'Yahûdiler yahut hıristiyanlar hâriç hiç kimse cennete giremeyecek' dediler...” Bu kısım, onların müşterek iddialarının hikâyesinden ibârettir. Yoksa, yahûdiler cenneti sadece kendilerine mahsus kabul ediyorlar ve şöyle diyorlardı: “yahûdilerden başkası asla cennete girmeyecektir.” Nasrânîler de aynı iddiayı kendi nâmı hesaplarına tekrar ediyorlardı: “Hıristiyanlardan başkası asla cennete giremez!” Bu söz, diğer sözün aynısıdır. Boş bir iddia olmaktan başka hiçbir delile dayanmamaktadır İşte bu yüzden Allah Teâlâ, Peygamberine onlara meydan okumasını ve iddialarını destekleyen deliller istemesini tavsiye ediyor: “Sen de onlara: 'Eğer sâhiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin' de."
Bu âyet, bir şey iddiâ eden kimsenin, ister bir şeyi ispat etmek, isterse nefyetmek istesin, mutlaka bir delilinin bulunması gerektiğini gösterir. Bu ise, taklit ile hükmetmenin yanlış olduğunu gösteren en doğru delillerdendir.
Korku ve Üzüntülerden Kurtulman
ın Yolu; Samimiyetle Allah’a Teslimiyet"Hayır, kim muhsin olarak yüzünü Allah'a döndürürse (Allah'a hakkıyla kulluk ederse) onun ecri Rabbi katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır, ne de üzüntü çekerler." (2/Bakara, 112)
“Hayır, mesele ne öyledir, ne de böyle! Cennet, ne yahûdilere mahsustur, ne de hıristiyanlara. Hakikat şu ki; kim Allah için yüzünü lekeden sâlim tutar, nefsini şirkten ve şirk emârelerinden temizleyerek ihlâs ve samimiyetle Allah’a yönelir, bir tek Allah tanır ve bu halinde de özü muhsin/ihsân sahibi olursa, yani Allah’ı görüyormuş gibi kendini Allah huzurunda bilirse, yaptığı her ibâdeti temiz kalp ile ve her yönüyle güzel yaparsa, işte onun Rabbi katında mükâfatı vardır. Ve bunlara hiçbir korku yoktur; bunlar mahzun da olmayacaklar.” İşte bunlara müslüman ve bu dine de İslâm denilir. Cennet bunlarındır. Allah katındaki din de bu İslâm’dan ibârettir. Daha önceki bir âyette, haklarında; “Kim Benim hidâyetime tâbi olursa, onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar.” (2/Bakara, 38) ve yine bunun gibi; Kim Allah’a ve âhiret gününe iman eder ve sâlih amel işlerse, işte onların ecirleri Rablerinin yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (2/Bakara, 62) buyrulan kimseler işte hep böyle olanlardır.
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in tebliğ ettiği dinin esası da budur. Bu, bir hakikattir; boş bir kuruntudan ibâret değildir. Bunu Allah bildiriyor ve O vaad ediyor. Buna bütün vahiyler ve bütün akıllar şâhitlik eder. Bu, her şeyden önce bizâtihi delildir. Ayrıca hiçbir şahsın, hiçbir zümrenin kuruntusu sayılabilecek bir sanı da değildir. Zira bu iman, bu ihlâs, bu ihsan ile İslâm, gönüllerin bir isteği ile değil; o hevâ ve hevesleri silip temizlemekle yapılacak bir haslettir. Bunun içindir ki, İslâm Allah’a karşı yüz aklığı, alın temizliğidir. Bilindiği gibi, yüz aklığı ve alın temizliği deyimi, sahibinin içinin ve dışının, niyet ve düşünceleriyle hareket ve davranışının temizliğinden bir kinâyedir. Bu âyette de yüz (vech), nefs ve zâttan, yani kişiliğin bütününden mecazdır. “Nefsehû” denilmeyip “vechehû” denilmesinin sebebi de, İslâmiyet’in sadece insanın içiyle ilgili bir şey olmadığına işaret ve tenbihtir. Zira secde uzvu olan yüzün, öteki bütün uzuvların en şereflisi ve bütün vücudun temsilcisi olan bir uzuv olduğu kesindir. Sadece yüzün görülmesi bir insanın bütünüyle teşhis edilmesine yeter. Onun tasviri, bütün bir bedenin tasviri hükmündedir.
İslâm: “Silm” ve “selâmet” kökünden geldiği için, bağlanmak, sâlim bulundurmak, selim ve lekesiz tutmak, selâmete girmek, selâmete çıkarmak, karşılıklı güven ve barış sağlamak, ihlâs ve samimiyet gibi çeşitli anlamlar ifade eder. Ve esasta iman ile birleşir. İslâm dini denilince bütün bu saydığımız mânâlar anlaşılır ve hepsi de mûteberdir. Kendini Allah’a teslim etmek, iman ve ihlâs ile O’na inkıyad etmek/bağlanmak mânâsı ise bütün öteki anlamları da içine alır.
İhsan: Güzellemek, güzel yapmak, yani aslında ve Allah katında güzel olan bir şeyi lâyıkı veçhiyle, gereği gibi yapıp, o işin, özündeki güzelliği, dış yüzündeki güzellik ile süsleyip ortaya koymak demektir. Zira birçok güzel şeyler vardır ki, yapılırken çirkinleştirilir. Peygamber Efendimiz meşhur Cibril hadisinde, ihsânı şöyle tefsir buyurup açıklamıştır: “İhsân, Allah’a, O’nu görüyormuşsun gibi kulluk/ibâdet etmendir; çünkü sen O’nu göremesen de O seni görüyor.” (Buhârî, İman 37, Tefsir Sûre 31/2; Müslim, İman 1, 5, 7; Nesâî, İman 5, 6). Şu halde ihsan, İslâm’ın kemâlindendir. Bunun için ilke olarak İslâm şöyle özetlenebilir: Her şeyden önce temizlik, ikinci olarak da güzelliktir. İslâm’ın “Lâ ilâhe illâllah” kelime-i tevhidinden, eûzü besmelesinden, abdest ve namazından tutun da bütün emirlerinde ve yasaklarında hep bunun tatbikatını bulursunuz. Bu âyette de “Allah’a yüzü temiz, özü güzel olarak yönelmek” buyrulmuş ve bu iki ilke en güzel şekilde ve özet olarak ortaya konulmuştur.
İşte cennete girmenin doğru yolu, bu İslâm ve bu ihsan, bu temizlik ve bu güzelliktir. Böyle olduğu halde bundan sapmış olan yahûdi ve hıristiyanlar, cennete başkalarını sokmak istemezler. Bu iddialarının doğruluğunu kanıtlayacak delilleri ve belgeleri olmadığı gibi; tam aksine bunun yalan olduğuna dair belge vardır. Bunların her biri öbürü aleyhine şâhitlik de ederler.
Bu âyetle Kur’an, hiçbir millete, hiçbir tâifeye, hiçbir ferde imtiyaz kabul etmeyen, ayrıcalık tanımayan amel ve mükâfat konusundaki İslâm düşüncesinin esaslı kurallarından birini yerleştiriyor: Ameller karşılığında söz konusu olan sadece İslâm ve ihsândır. Yoksa, isimlerin ve ünvanların hiçbir değeri yoktur. "Hayır, kim muhsin olarak yüzünü Allah'a döndürürse (Allah'a hakkıyla kulluk ederse) onun ecri Rabbi katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır, ne de üzüntü çekerler."
Daha önce Kur’an bu kuralı onların cezalandırılması konusunda belirtmişti. Onların: “bize sayılı günlerden başka asla ateş (cehennem) dokunmaz.” (2/Bakara, 80) sözlerine karşılık Kur’ân-ı Kerim: “Hayır; kim bir günah kazanır ve hatası onu çepeçevre kuşatırsa onlar cehennemliktir. Onlar orada devamlı kalacaklardır.” (2/Bakara, 81) buyurmuştu. Sevap ve ceza konusunda her iki yönüyle ele alınarak yerleştirilen genel bir kural: Bir tarafta; “Kim bir kötülük yapıp da, günahı onu kuşatırsa...” hükmü var. Böyle olan bir kişi her şeyden evvel şuurdan soyutlanmış bir halde kendisini saran günahlarının mahkûmudur. Ona açık olan sadece günah yönüdür. Diğer tarafta; “Kim ihsan edici olarak yüzünü Allah'a döndürürse (Allah'a hakkıyla kulluk ederse)...” İşte burada İslâm’ın gerçek çehresi açıkça beliriyor. Yüzün teslimi –burada yüz, bütün uzuvların remzidir- ile ilgili olan kelime “esleme” sözcüğü, teslimiyetten gelip tamamen bağlanıp İslâm’a girmektir. Hem mânen teslimiyet, hem de hareketlerle... Bununla beraber bu teslimiyetin birtakım zâhirî delilleri olması gerekir. İşte âyetin son kısmı onu tamamlıyor. “İhsan edici olarak...” İslâm’ın alâmeti, duygu ile hareketler, itikad ile fiiliyat ve imanla ihsan arasındaki birlik bağıdır. İşte bu şekilde ancak kalbî olan itikad, pratik hayatın nizamı haline gelebilir. Hayatı tamamen kaplayan bir cihan nizamı haline intikal eder. Ancak bu şekilde insan şahsiyeti bütün canlılığıyla teşekkül edebilir. Böylece mü’min, şu ilâhî ihsanlara müstahak olur.
110. âyette ifadesini bulan yahûdilerin hıristiyanlara, hıristiyanların da yahûdilere bakış açıları bir gerçeğin ifadesidir; bunu pratikte de gözlemlemek mümkündür. Bu, ayrıca Hz. Muhammed (s.a.s.)’in mesajını pekiştirici bir unsurdur. Bunların her biri ötekisini akılsızlıkla, bâtıl ve sapkın bir esas isnad etmekle suçluyor. Bunların içinden İslâm’ı kabul edip kendini Allah’a teslim ederek sâlih amel işleyenler kurtuluşa erecektir. İşte ilâhî risâlete olumlu karşılık verenlerin, onu benimseyenlerin durumu bundan ibârettir. Bu risâlet, insanları hakka çağırmaktadır; hakla bâtılı, hidâyetle sapıklığı birbirinden ayırmaktadır. Her şeyi, hak ettiği yere koyar, yahûdi ve hıristiyanların içinde bocaladıkları dinsel sorunları çözüme kavuşturur. Sözgelimi, her iki grubun İsa (a.s.)’ya bakışı taban tabana zıttır (birinde ifrat, diğerinde de tefrit sözkonusudur).
Bir diğer özellikleri de Allah’ın şeriatına aykırı hareket etmeleri, ilâhî yasaları tahrif etmeleri, dosdoğru yoldan sapmalarıdır. Halbuki, Peygamberimiz’in sunduğu ilâhî mesaj, yol gösterici bir ışık, doğru ve engebesiz bir yol konumundadır. Bu yolda en ufak bir zorlukla, sapma ve aşırılık ile, ifrat ve tefrit ile, azgınlık ile karşılanmaz. Âyet-i kerimede ifadesini bulduğu gibi: “Böylece Biz sizi, insanlara şâhit ve örnek olmanız için orta bir ümmet kıldık; Peygamber de üzerinize bir şâhit olsun...” (2/Bakara, 143). “Sana da daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere Kitab’ı (Kur’an’ı) gönderdik. Artık aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet; sana gelen hakkı bırakıp da onların arzularına uyma...” (5/Mâide,48)
"Kim muhsin olarak yüzünü Allah'a döndürürse (Allah'a hakkıyla kulluk ederse)...” Yani, kim tüm benliğini Allah’a teslim ederse...” Lafız olarak; “kim yüzünü Allah’a teslim ederse...” Kişinin yüzü, bedeninin en anlamlı parçası olduğundan klasik Arapça’da insanın bütün kişiliğini yahut bütün benliğini göstermek için kullanılırdı. Kur’an’da defalarca tekrarlanan bu ifade, “İslâm”ın mükemmel bir tanımını vermektedir -ki “esleme -kendini teslim etti-” kök-fiilinden türetilmiş olan İslâm kelimesi, “kendini (Allah’a) teslim etmek” anlamına gelir ve Kur’an’ın tümünde “İslâm” ve “müslim” terimleri bu anlamda kullanılmıştır.
"Kim muhsin olarak yüzünü Allah'a döndürür, Allah'a teslim ederse," özünü Allah'a teslim ederse, yani müslüman olursa, o muhsin olarak sözü güzel, özü güzel, yaptığı güzel, her şeyi güzel olur.
“...Öyleleri için ne bir korku vardır, ne de üzüntü çekerler." Böylece Kur’an’a göre kurtuluş, herhangi bir özel “zümre”ye tahsis edilmiş olmayıp Allah’ın birliğini kavrayan, kendini O’nun irâdesine teslim eden ve dürüst şekilde yaşamak sûretiyle bu ruhsal tercihe pratik bir anlam kazandıran herkese açıktır. Korkusuz ve üzüntüsüz bir hayat, yani cennet için İslâm ve ihsânın şart olduğunu görüyoruz. "Cennete sadece müslüman gidecek" diye biz kendimiz söylemiş olsaydık, aynen yahûdi ve hıristiyanın durumuna düşmüş olurduk; Ama bunu biz söylemiyoruz. Yahûdiyi, hıristiyanı, cenneti, cehennemi yaratan Allah diyor ki, cennete İslâm ve ihsan sahibi girecektir. Hz. Mûsâ zamanındaki yahûdiler de müslüman idiler; Tevrat'a göre amel ediyorlardı. İsa (a.s.) zamanında yaşayan Hz. İsa'ya iman eden ve İncil'i kabul eden insanlar da müslümandı ve bunlar da cennete gideceklerdir. Kur'an'a iman eden ve Kur'an doğrultusunda hareket eden insan da cennete gidecektir. Ama bu üç kitabı tahrif etmeye çalışan ve Kitab'ın emrini çiğneyip yasaklarına riâyet etmeyen kişiler cennete gitmeyeceklerdir. Yani Allah'ın emirlerine bağlanan, özünü O'na teslim eden, özü güzel, sözü güzel, yaptığı güzel, yani Allah'ın emrine uygun olan kişi cennete gidecektir.
İhsan, Allah'ı görür gibi ibâdet/kulluk yapmaktır. Yani, caddede gidiyorsunuz. Allah beni görüyor diye gözüne sahip olacaksın. Konuşurken Allah benim konuştuklarımı duyuyor diyecek ve diline sahip olacaksın. Meselâ, uzun yolda otomobille giderken radara yakalanmamak için radarın olduğu yerlerde arabanın hızını 90 km.nin üzerine çıkartmıyorsunuz; radar burada tespit eder ve ileride ceza kesilir diye. Bu dünyada da bizim radarlarımız meleklerdir. Allah kendisi görüyor. Melekler de her yaptığımızı kaydediyor, radar gibi ileride mahşer günündeki meleğe teslim ediyor. Orada cezalar biçilecektir. Öyle ise Allah'ın sınırını yaşantımızda aşmamaya dikkat etmemiz gerekiyor.
Vech kelimesinin mânâları: “Vech”, yüz demektir. Yüz; duyguların, düşüncelerin ve hayallerin kaynağı olması bakımından, uzuvların en şereflisidir. Organların en şereflisi Allah’a itaat edince, onun dışındakilerin itaati daha evlâdır. “Yüz” kelimesiyle bazen zât ifade edilir. Nitekim Cenâb-ı Hak; “O’nun zâtı (vechi) hâriç, her şey yok olucudur.” (28/Kasas, 88) ve “Ancak yüce Rabbinin zâtını (vechini) istemek...” (92/Leyl, 20) buyurmuştur. Yine, ibâdetlerin en büyüğü secdedir ki, bu da ancak “yüz” vâsıtasıyla yerine getirilir. İşte bu sebeplerden dolayı, âyet-i kerimede özellikle “yüz” kelimesi zikredilmiştir. Allah, bu âyetinde vech (yüz) kelimesini zikredip bununla bir şeyin kendisini kasdetmiştir. Bu da, ancak boyun eğmek, mütevâzi olmak, Allah’a itaat hususunda nefsin arzularını kırmak ve onun günah işlemesinden kaçınmakla olur.
Âyette geçen “lillâhi” ifadesinin mânâsı ise, kendisine hiçbir şirk bulaşmamış olduğu halde, sırf Allah için demektir. Böylece kişi, Allah’la beraber bir başkasına ibâdet etmiş ve ümidini Allah’tan başkasına bağlamış olmaz. Bu ifadede, kişinin ameliyle, onu ancak, ihlâs ve ibâdet hususunda Allah için bir ibâdet tarzında yaptığı zaman faydalanabileceği hususuna bir delâlet bulunmaktadır.
Âyette geçen “korku” ve “hüzün” kelimelerine gelince; Korku, istikbâle âittir. Hüzün ise, bazen hale, bazen geçmişe ve bazen de geleceğe âit olur. Bu şekilde Cenâb-ı Hak bu iki hususun, yani korku ve hüznün olmaması ile, saâdetin sonsuzluğuna dikkat çekmiştir. Çünkü büyük nimet, devamlı ve çok olandır. Korkudan ve hüzünden de uzak olunca, kişi elde ettiğine veya elde edemediklerine üzülmeyip içinde bulunduğu halin sona ermesinden ve değişmesinden korkmayınca, işte o zaman nimet, zirveye ulaşmış olur. İşte bu ifâdede, bu yola teşvik ve daha önce zikredilmiş olan ve bu yolun zıddı olan kâfirlerin yolundan bir sakındırma mevcuttur.
Ba
şkalarını Dışlayıp Sadece Kendini Doğru Yolda Sanmak
"Hepsi de Kitabı (Tevrat ve İncil'i) okumakta oldukları halde yahûdiler: 'Hıristiyanlar doğru yolda değillerdir' dediler. Hıristiyanlar da: 'Yahûdiler doğru yolda değillerdir' dediler. Kitabı bilmeyenler de birbirleri hakkında tıpkı onların söylediklerini söylediler. Allah, ihtilâfa düştükleri hususlarda kıyâmet günü onlar hakkında hükmünü verecektir." (2/Bakara, 113)
“Yahûdiler, ‘hıristiyanların dayandığı hiçbir şey yoktur’ dediler. Öbür yandan hıristiyanlar da ‘yahûdilerin dayandığı hiçbir şey yoktur’ dediler” ve bu şekilde birbirlerinin güttüğü dâvâyı ve dinlerini kökünden çürüttüler, birbirlerini sapıklık ve küfürle itham ettiler.
Rivâyet olunuyor ki, Necran ahâlisi hıristiyanlarından bir heyet, temsilci olarak Peygamber Efendimiz’in huzuruna geldikleri zaman, Medine’deki yahûdi bilginleri de huzura gelmişlerdi. Orada iki taraf birbirleriyle mübâhaseye (fikir belirtmeye, atışmaya) giriştiler, derken münâkaşaya başladılar. Yahûdilerden Rafi’ bin Hureymile, onlara karşı “siz hiçbir şey üzerinde değilsiniz!” dedi, Hz. İsa’ya ve İncil’e küfretti. Buna karşılık Necranlılar’dan biri de yahûdilere: “asıl siz bir şey üzerinde değilsiniz!” dedi, Hz. Mûsâ’nın nübüvvetini inkâr edip Tevrat’a küfretti. İşte bu olay üzerine bu âyet nâzil oldu (İbn Kesir).
Âyet, bu tartışma ve münâkaşanın ferdî bir mesele olmayıp genellikle yahûdilerle hıristiyanlar arasında cereyan eden yaygın bir mesele olduğunu ortaya koydu. Onlardan her biri diğerinin dinini temelden inkâr eder ve geçersiz sayar. Yahûdilerin Hz. İsa’ya ve İncil’e asla iyi gözle bakmadıkları bilinmektedir. Fakat hıristiyanların Hz. Mûsâ’yı ve Tevrat’ı inkâr etmeleri genel ve yaygın bir görüş olmasa gerektir. Âyet, tartışmanın sadece birinci şıkkını beyan buyurmuş, diğerlerinin anılmaya ve üzerinde durulmaya değer yaygın bir mesele olmadığını anlatmak istemiştir. Böyle olmakla beraber yahûdilerin hiçbir şeye dayanmadıkları, dâvâlarının asılsız olduğu hıristiyanlarca ittifakla söylenir. Çünkü bunlar, birbirlerinin iddialarını ve dinlerini hiçbir şey değildir diye büsbütün inkâr etmektedirler. “Halbuki bunlar sözde kitap okuyorlar.” Özellikle Tevrat’ı iki grup da okurlar. Kitap okuyanlara ve özellikle aynı kitabı okuyanlara bu hal yakışmaz. Bazı anlayışlarda ihtilâfa düşmek başka şey; böyle temel görüşlerde, ana ilkede ihtilâfa düşmek ise başka bir şeydir. Kitap ise böyle çelişkiye engeldir. Aslında o, böyle ihtilâfları kaldırmak içindir.
İşte okudukları o kitap, ikisinin de sözlerinin, hakikate aykırı olduğuna şâhittir. Özellikle Tevrat, hem Hz. İsa’nın, hem Hz. Muhammed’in belli vasıfları hakkında birtakım müjdeleri de içinde bulundurmaktadır. Böyle iken yahûdilerin, hıristiyanlığa bu kadar hücum etmeleri, kitaplarındaki hükümlere de ters düşen bir ifrattır. Hıristiyanların ise, Tevrat okuyup dururken, yahûdiliğe karşı bu kadar hücumda bulunmaları, daha da ileri bir iftira, aynı zamanda kendi dinlerinin temel ilkeleriyle çelişkili olan bir durumdur. Fakat bütün bunlardan sonuç olarak şu kesin gerçek ortaya çıkar ki; gerek yahûdiler, gerekse hıristiyanlar, her ikisi de yalan söylüyorlar; ihsandan, ihlâs ve samimiyetten çok uzak bulunuyorlar. İşte “cennet yalnızca bize mahsus” demeleri de bu yalanlardan biridir. Böyle yalan iddialara kapılanlara cennet ne kadar uzaktır. Bu âyet ile Cenâb-ı Allah, İslâm ehlini irşâd ile dikkatli olmaya, yani aklını başına almaya dâvet ediyor, ihlâs ve samimiyete çağırıyor: Ey mü’minler, siz sakın bunlar gibi olmayın, hepiniz aynı kitabı okuyup dururken, İslâm ile ihsanı bir yana bırakarak böyle fena bir anlaşmazlığa düşmeyin, böyle boş hayallere kapılıp birbirinize girmeyin, mealinde uyarıyor.
Görüyorsunuz ya, yahûdiler ile hıristiyanlar aynı kitabı okuyup dururken, birbirlerine “onlar hiçbir şey değil, dinlerinin aslı astarı yoktur” dediler. “İşte aynen onlar gibi, bilgisi olmayan câhiller de öyle söylediler.” Arap müşrikleri, putperestler, câhil dinsizler de tıpkı bunların söyledikleri gibi söylediler. Bu bilgisizler de yahûdiliğe, hıristiyanlığa ve diğer semâvî dinlere karşı, “hiçbir şeye dayanmaz, hiçbirinin aslı yoktur!” dediler. O halde yahûdi ve hıristiyanların, bu aynı kitabı okuyanların, o bilgisiz inkârcılardan ne farkı kaldı? Aradaki fark şudur; o ilkel câhiller bilmedikleri ve akıl erdiremedikleri için böyle söylüyorlar; yahûdi ve hıristiyanlar ise, bilerek ve sırf nefsâniyetlerinden, hevâ ve heveslerine uyduklarından öyle söylüyorlar. İşte müslümanlar böyle olmamalı, öbür dinleri kökünden inkâr etmemeli, söylediklerini nakle dayandırmalı ve akıl süzgecinden geçirerek söylemeli ve daima delile dayandırmalı, belgelerle isbat etmelidirler. Hep Allah huzurunda söz söylüyormuş gibi ihsan ile söylemeli, söyleyince gerçeği dile getirmeli ve hak söylemelidirler. “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütlerle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et!” (16/Nahl, 125); “Kitap ehli olanlarla en güzel yoldan başka bir yolla mücâdele etme!” (29/Ankebût, 46) âyetleri başta Hz. Peygamber olmak üzere bütün müslümanları, açıkça uyarmaktadır.
Yoksa yahûdi, hıristiyan ve diğer câhillerin tuttukları yol ve usûllerle bu dünyada hiçbir anlaşmazlık çözülmez. İnsanlık, aynı Allah’ın yaratıkları olmanın zevkini tadamaz, yeryüzündeki ilâhî nimetlerin ve güzelliklerin tadını alamaz. Fakat bu anlaşmazlıklar ebediyete kadar sürüp gidemez. Cenâb-ı Allah, bunların dünyada böyle ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında kıyâmet günü kesin hükmünü verecektir. O gün, bütün bu anlaşmazlıkları hükme bağlayacaktır. Bu dünyada cerbeze ile, safsata ile, yalan ve şarlatanlıkla, sihir ve oyunla, baskı ve zorbalıkla ve daha akla hayale gelmez yollarla alınan ve verilen ve artık kesinlik kazanmış, hiç bozulmaz sanılan haksız hükümleri, Birleşmiş Milletler’den de çıkmış olsa, âkibet hepsini feshedecektir. Fakat o büyük mahkemeden çıkan kararlar, orada verilen hükümler, hiçbir zaman değişmez. Onlar ebediyyen kesinlik kazanmıştır. O gün işte böyle bir mahkemede aleyhlerine hüküm verilecek haksızların, zâlimlerin vay hallerine!..
“Bilmeyenler”; kendilerine kitap verilmemiş olan ümmî Araplardır. Bunlar, yahûdilerle hıristiyanlar arasındaki ayrılıkları, karşılıklı ithamları biliyorlar; Allah’a şirk koşup oğullar ve kızlar nisbet etmek sûretiyle câhiliyye devri efsânelerinden pek de seviyeli olmayan hurâfelere bağlandıklarını görüyorlardı. O yüzden de yahûdi ve hıristiyanlara karşı çekimser bir tavır takınarak onların hiçbir şey üzerinde olmadıklarını söylüyorlardı. Kur’an; yahûdilerin ve hıristiyanların cennetin sadece kendilerine mahsus olduğuna dair iddialarını iyice çürüttükten sonra, her iki grubun birbirlerine karşı söyledikleri sözleri de kaydediyor. Sonra aralarındaki ihtilâf konusunu ilâhî hükme bırakıyor: “Allah, ihtilâfa düştükleri hususlarda kıyâmet günü onlar hakkında hükmünü verecektir."
Bu, mutlak şekilde âdil bir hükümdür. Allah âdildir, hakîmdir. Bütün işlerin varacağı en son durak O’nun nezdidir. Mantıkî hükümlere dayanmayan, delilsiz efsâneler peşinde koşan bir ırkın cennetin sade kendilerine ait olduğunu ve yalnız kendilerinin hidâyet üzerinde olduklarına dair iddialarını çürüttükten sonra en uygun olan hareket, şüphesiz ki bütün işleri Allah’a havâle etmek olacaktır.
“...Allah, ihtilâfa düştükleri hususlarda kıyâmet günü onlar hakkında hükmünü verecektir." Yani, “anlaşamadıkları şeyler konusunda kıyâmet günü, aralarında hüküm verecek olan Allah’tır.” Başka bir deyişle, “Allah, (onların inançlarındaki) doğruları tasdik edecek ve (ondaki) yanlışların yanlışlığını da gösterecektir.” Kur’an, sürekli olarak, ilâhî vahye dayanan bütün inançlarda büyük bir hakikat payı bulunduğunu ve sonraki farklılıkların “kuruntu”larının ve asıl öğretilerin zamanla tahrif edilmiş olmasının eseri olduğunu ifade eder.
Yahûdiler, Hıristiyanlar ve Müşrikler Birbirlerini Nasıl Değerlendirir? Bu âyette Allah'ın düşmanlarına karşı müslümanları uyarması devam ediyor. Müslümanların karşılarında yer alan düşmanların iç yapılarını bilmeleri, onların kendi içlerinde nasıl bir yapı arzettiğini öğrenmeleri gerektiği belirtiliyor. İslâm'a karşı olanlar, zannedildiğinin aksine; kendi aralarında birlik değillerdir. Aralarında gerçek anlamda bütünlük yoktur. Birbirlerinden aslında nefret etmektedirler. Her grup, yalnız kendi taraftarlarını övüp diğerlerini eleştirmekte ve dışlamaktadır. Düşünce, fikir ve bilince ilişkin ayrılıklar, farklılıklar onlar arasında mânevî bir engel oluşturur. Her bir grubu diğerinden ayıran bir duvar konumuna girer. Her grup, diğerinin saygı duyduğu, kutsadığı ve takdir ettiği değerleri ayak altına alır. Yahûdiler, hıristiyanlar ve müşrikler, bu konuda aynı bencil yaklaşımdadırlar. Kur'an, onların hepsini "bilmeyenler" kategorisine katar. Onların küfürlerinin ve şirklerinin nedeni, sürekli olarak bilgisizlik, kör taassup ve câhilliktir.
Kur'an, bu şekilde bu grupların pratik hayatlarında yaşadıkları sarsıntılı realiteyi ortaya koyuyor. Böylece müslümanlar her gruba kendi başlarına nasıl karşı koyacaklarını öğrensinler. Onların bu ayrılıklarından nasıl yararlanacaklarını fark etsinler. Mücâdelenin aşamaları boyunca onların aralarındaki bu ayrılıkları ve farklılıkları göz önünde bulundurarak bir savaş stratejisi belirlesinler ve bu merkezden hareketle onları bir bir ele alsınlar. Kâfir grupların sahip olduğu gücün pek fazla olmadığının bilincine varsınlar. Kendilerinin onlara oranla daha güçlü olduklarını hissetsinler. Buna bağlı olarak çokluğun neden olduğu korkuya teslim olmasınlar. Çünkü karşıdaki güçlerin çokluğu, aslında parçalanmış ve dağılmış bir çokluktur. İnsanın kalbine korku ve endişe verecek kenetlenmiş bir birlik değildir.
"...Hepsi de kitabı okuyorlar." Âyetin bu kısmında, onların eleştirildiğine işaret vardır. Yahûdiler ve hıristiyanlar, tek bir kitaba iman ettikleri, aynı kitabı okudukları halde, biri diğerini yanlış çıkaran ve onu reddeden hükümler ileri sürüyor. Halbuki samimiyetle Kitaba yönelebilirler, hep birlikte Kitabın âyetlerini inceleyip kesin bir sonuca ulaşabilirler. Hem kendilerini ve hem de başkalarını bağlayacak Kitabın ana hükmüne, tevhide ve vahdete ulaşabilirler... İşte bu nokta, hepsinin kendisine iman ettiği Kur'an'ı okuyan müslümanların gerçekten iyice kavramaları gereken önemli bir durumdur. Kur'an'ı okuyup iman ettikleri halde onun âyetleri üzerinde düşünmeden birbirini tekfir edenler, Kur'an'ın atmosferinden uzaklaşmış, gerçeğe ulaşmak için çaba göstermeyen, ayrılığı esas kabul eden kimselerdir. Halbuki onların meseleyi her türlü taassuptan ve kompleksten uzak bir şekilde ele almaları ve bu atmosferde kesin sonuçlara varmaları en ideal çözümdür. Kitabı okuyup iman ettikleri halde, tefrika gözlüğüyle birbirlerine bakanlar, ehl-i kitabın durumuna düşmüş olurlar. Çünkü bu halleriyle onların konumu arasında fark yoktur; dolayısıyla hüküm de aynı olur.
Bu âyetten çıkaracağımız sonuçlar şöyle olmalıdır: Biz İslâmî hareket içinde çalışırken, İslâm'a ve müslümanlara karşı düşmanca tavır takınan grupların durumlarını iyice incelemeliyiz. Onlara hükmeden ana ilkeleri, temel ilişkileri, onlar arasındaki bağların doğasını iyice tesbit etmeliyiz. Onların her birinin diğerine nasıl baktığını, ayrıldıkları noktaları öğrenmeliyiz. Onlara karşı çıkarken, onların birbirine bakış açılarından yararlanmalıyız. Hangi hareketle karşı güçleri bir araya getireceğimizi, yine gerektiğinde, onları İslâm'la savaşmak yerine, hangi tutumlarla birbiriyle sürtüştüreceğimizi, sonra da onları sarsacağımızı, darmadağın hale getireceğimizi, güçlerini ve birliklerini dağıtacağımızı iyice kavramalı ve planlamalıyız. Böylece, buradaki âyetin direktiflerinden yola çıkarak kendimize dönmeli, müslümanlar arasındaki teorik ve pratik ilişkileri gözden geçirmeliyiz. Çünkü onların düştükleri ayrılıklara müslümanlar da düşebilmektedir. Hatta, günümüzde onların birbirleriyle oluşturdukları (görünüşteki) birlik kadar bile dünya müslümanlarının toplu gözükmedikleri bir vâkıadır. Müslümanları bir araya getirecek ve birleştirecek ana ilkeleri çıkarıp o konularda işbirliğine gidebilmeli; teferruatta ve metottaki farklı anlayışlara da müsâmaha ile bakabilmeliyiz.
Bugün kâfirlerin bir ve bütün gibi hali, müslümanları aldatmamalıdır. Ortak bazı menfaat gereği, dış görünüş olarak bütün gibi gözüküyorlar. Fakir halklardan çalarak önlerine koydukları pastayı paylaşmak, dünyayı beraberce sömürmek için toplu gözükseler de önlerindeki pasta biter bitmez görün siz kavgaları! Batının tarihi buna şâhittir. Hıristiyan mezheplerinin bile kendi aralarında yüz yıllarca süren savaşlar bunun bir örneğidir. Daha dün denilecek zamanda iki dünya savaşı, onların birbirlerine karşı bastırılan düşmanlıklarının içyüzünü sergilemiştir. Her ne kadar yahûdilerin, hıristiyanları da kendilerine hizmet etmek zorunda bir eşek gibi görmesini, onların kanlarını emip sömürmesini açıkça anlatmasalar da, hıristiyan Almanların yahûdilere yaptıkları hâlâ gündemde tutulmaktadır.
Bu âyet, Hacc sûresindeki şu âyete benzemektedir: “Doğrusu iman etmiş olanlar, yahûdiler, sâbiîler, hıristiyanlar, mecûsîler ve puta tapanlar arasında kıyâmet günü Allah kesin hüküm verecektir. Doğrusu Allah, her şeye şâhiddir.” (22/Hacc, 17)
Mescidlerin Gerçek
İşlevlerine Engel Olanlar, En Büyük Zâlimlerdir"Allah'ın mescidlerinde O'nun adının zikredilip anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir (Başka türlü girmeye hakları yoktur). Bunlar için dünyada rezillik, âhirette de büyük azap vardır." (2/Bakara, 114)
Allah’ın mescidlerini, içlerinde Allah’ın isminin zikredilmesinden men eden ve o mescidlerin maddeten ve mânen harap olmasına, yıkılmasına, terkedilmiş kalmasına veya mescidlikten çıkarılmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?! Böyle zâlimlerin cennet ile ne ilişkileri vardır? Her şeyin hakkı, onun lâyık olduğu yere konmasıdır. Zulüm de bir şeyi, kendi yerinden başka yere koymaktır. Demek ki, bir şey lâyık olduğu yerinden, ne kadar uzaklaştırılırsa, o kadar haksızlık, o kadar zulüm yapılmış olur ve o şey, ne kadar yüce ve ne kadar kutsal ise zulüm de o ölçüde aşırı gitmiş olur. Nitekim Allah’a şirk koşmak, en büyük zulümdür. Allah’ın mescidlerini, içlerinde Allah denilmekten men etmek ve harap olmalarına çalışmak da hem Allah’ın, hem mescidlerin, hem de insanların hakkına son derece tecâvüz demektir. Bunu yapabilen zâlimler, hiçbir zulümden çekinmez, her türlü haksızlığı yapar, hepsine kapı açarlar. Şu halde mescidlere saldırmak ve onların maddeten veya mânen harap olmalarına çalışmak, zulümlerin en büyüğüdür ve bunu yapanlar en zâlim kimselerdendir. Zulmün bu derecesi ve benzerleri tasavvur olunsa bile, daha fazlası tasavvur olunamaz. Nitekim; “Yalan yere Allah’a iftira edenden daha zâlim kim olabilir?!” (6/En’âm, 21, 93, 144) âyetlerinde olduğu gibi, diğer bazı âyetlerde de benzeri zulümler açıklanmıştır. Bu inkârî istifhamların hepsi, bu zulümlerin üstünde başka bir zulüm bulunmadığını beyan içindir. “Allah’ın mescidleri” şeklindeki isim tamlamasından çıkan hüküm, hiçbir istisnâsı olmayarak bu ifadenin bütün mescidler hakkında geçerli olduğunu gösterir ve âyetin hükmü genelde bütün mescidler için de geçerlidir.
Mescidleri/câmileri tahrip etme konusunda yarış yapan kişiden daha zâlimi yoktur deniliyor bu âyette. "Mescid" denilince cemaat halinde namaz kılınan yer anlaşıldığı gibi; hadis-i şerifte "Yeryüzü bana mescid kılındı" ifadesini de hatırlıyoruz. Yani yeryüzünde Allah'ın adının anılmasını engelleyen, Allah'ın hükümlerinin uygulanmasını istemeyen, yeryüzünde fesat ve bozgunculuk çıkaran kişiden daha zâlim kimse yoktur anlamına da gelir.
Câmilerde, mânâsını anlamadan Allah'ın adını anmaya veya bir adı da zikir olan Kur'an'ı yüzünden okumaya kimsenin karışmadığını görüyoruz. Fakat, bunu bir de mânâsını anlayarak ve günlük hayattaki değerlendirmeleriyle söylenildiğinde, mesciddeki bu zikir karşısına "büyük zâlimler" çıkacaktır. İnsanın ibâdetlerine ve ibâdet niteliği taşıyan tüm çalışma, toplanma, eğitim, teşkilatlanma gibi alanlarda insanın dokunulmazlığına bir saldırı, büyük bir zulümdür. Yüce Alah, müslümanların bu zulme ve zâlimlere karşı kuvvet kullanmalarını istemiştir. Onların câmilere (ve câmi gibi ibâdet faâliyetinde bulunulan dernek, vakıf, kurs ve okullarına) korku ve endişe içinde girmeleri dışında girişlerini yasaklamıştır. Yani, onların güçlerini yok etmeyi, onları zayıf düşürmeyi, toplumda Allah'ın zikri karşısında hareket ederken endişe ile hareket edecek konuma düşürülmelerini istemiştir. Artık orada onlardan biri câmiye (ve câmi gibi müslümanların özel kurumlarına) girdiğinde korku içinde ve ürperti içinde girebilmelidir. Sonra, Yüce Allah onlara hem dünyada, hem de âhirette rezil olacaklarını bildirmekte ve onları böylece tehdit etmektedir. Zira hem dünya ve hem âhiretin tüm gücü Allah'ındır. İzzet ve şeref, Allah'ın, Rasûlünün ve mü'minlerindir. Zâlim ve azgın tasarrufları sebebiyle onların dünyada zillete, horlanmışlığa ve zaafa mâruz kalacaklarını, âhirette ise zâlimler için hazırlanan dehşetli azâba çarptırılacaklarını haber vermiştir.
Âyetin sibakı hem yahûdi, hem hıristiyan ve hem de müşriklere temas ederek, mescidlerin hürmet hakkını genelleştirmiştir. Hangi dinden olursa olsun, hatta isterse dinsiz ve putperest olsun, Allah’ın adı anılan mescidlere, mâbedlere herkesin saygılı olması gerektiği vurgulanmıştır. Bu sûretle Mekke müşriklerinin Rasûlullah’a ve müslümanlara Kâbe’de ibâdet etmeyi yasaklamaları, baştan sona mescidler hakkında yapılmış ve yapılacak engelleme ve yıkımlar cümlesine dâhil olan bir zulüm şeklidir. Gerçekten de başta hıristiyanlar olmak üzere, bu engellemeleri yapan ve tahribe çalışanlardan daha zâlim kim vardır? “İşte o zâlimler yok mu? Onların bu mescidlere korka korka girmekten başka bir giriş hakları yoktur.” Onlar yıkmaya çalıştıkları o mescidlere yanaşmamalı, el sürememeli, şayet girerlerse can korkusuyla titreye titreye girebilmelidirler. Onların hakkı budur. Allah Teâlâ bunu er geç tatbik edecektir. Hürmet etmedikleri o mescidler, onların elinden çıkar, başkalarının eline geçer. O zaman da oralara girmek isteseler de giremez olurlar veya çekine çekine girerler. Nitekim Kur’an’ın bu mûcizevî haberi zuhur etmiş, Kudüs Bizanslılar’ın elinden çıkmış, müslümanların eline geçmiş, Beytü’l-Makdis yeniden imar edip mescid haline getirilmiş, o zâlimler de oraya korka korka girebilir olmuşlardır ki, bu âyette bugünkü müslümanlar için de pek büyük ders ve ibret vardır. “Bunları yapan o zâlimlere dünyada büyük bir felâket, bir perişanlık, bir mahrûmiyet vardır. Bir gün gelecek, o engellemeleri, o zulümleri yapanlar ve yaptıranlar devletlerini, güç ve kuvvetlerini yitirecek, güçsüz kalıp perişan olacaklardır.
Lâkin o zâlimler, bununla da kalmayacaklar, “onlara dünyadaki bu ‘hizy’ ve felâketten başka, âhirette de pek büyük bir azap vardır.” Dünyadaki ve âhiretteki böylesi azaplar işte o zâlimlerin hakkıdır. Allah kıyâmet günü bunu uygulayacaktır. Durumları böyle iken, bir de kalkmış cenneti tekelleri altına almak iddiasına kapılmışlardır. O mescidlerden men edilen ve Allah’a cidden ibâdet etmek isteyenler asla ye’se kapılmamalı ve ümitsizliğe düşmemelidirler. O mescidlerde ibâdet etmekten engellendik diye Allah’tan ve Allah’a ibâdetten vazgeçmemelidirler.
Burada ilk hatıra gelen şey, bu âyetin kıblenin değişmesi ve yahûdilerin, müslümanların Kâbe’ye yönelmesini engellemek için çalışmaları konusuyla ilgili olduğudur. Kâbe; yeryüzünde insanlar için yapılan ilk ev ve ilk kıblegâhtır. Bu âyetlerin nüzûlü konusunda başka rivâyetler de vardır. Buna rağmen, âyet-i kerime, mescidlerde Allah’ın adının anılmasını engellemek ve mescidleri harab etmeye çalışmak konusunda genel bir hüküm koymaktadır. Âyetlerin seyri içerisinde bu hareketin sebep olacağı hüküm ifade edildiği gibi böyle bir fiile teşebbüs eden kimsenin lâyık olacağı ceza da takdir edilmektedir: “Onların oralara korka korka girmekten başka hakkı yoktur.”
Yani onlar kovulmaya, def edilmeye, emniyetten mahrum bırakılmaya müstahaktırlar. Ancak Allah’ın evine sığındıkları, oraya hürmet ederek, eman diledikleri zaman kurtulabilirler (tıpkı Mekke’nin fethi zamanında olduğu gibi). Mekke fethedildikten sonra Rasûlullah’ın emri ile bir münâdî şöyle bağırmıştı: “Kim Mescid-i Haram’a girerse emniyettedir...” Bunun üzerine Kureyş’in ileri gelen büyükleri eman dileyerek Kâbe’ye ilticâ etmişlerdi. Halbuki bir müddet önce Rasûlullah’ı ve beraberindekileri Allah’ın evinden men eden, Mescid-i Haram’ı ziyaret etmelerine mâni olan kendileriydi. Sadece bu kadar değil; bu hükme ilâveten onlar için dünyada bir rüsvaylık, âhirette de büyük bir azap vardır. “Dünyada rüsvaylık onlarındır. Âhirette de onlara büyük bir azap vardır.”
Bu arada Allah Teâlâ’nın: “Onların oraya korka korka girmekten başka hakkı yoktur” kavl-i şerîfinin başka şekilde tefsir edildiğini de kaydetmemiz gerekir. Bu tefsire göre; Allah’ın mescidlerine ancak huşû içerisinde girilebilir. Allah’ın evlerine lâyık olan edep, Allah’ın celâl ve azametine yaraşan erkân bu şekildedir. Bu çeşit te’vil şekli de konuya uygundur. Kıblenin değiştirilmesi hususunda nâzil olduğu rivâyet edilen bu iki âyetten, ikincisinin konuya daha uygun olduğu kabul edilmektedir.
Taberî, Beğavî, İbn Kesir ve Hâzin gibi müfessirler, “onların durumu, içlerine korkarak girmekten başkası değildir” cümlesine ilişkin olarak çeşitli yorumlarda bulunmuşlardır. Bunlardan birine göre: “Allah’ın mescidlerini işlevsiz hale getirenler, herkesten daha çok müslümanların öfkesinden korkarak oralara girmek durumundadırlar. Allah’ın heybetinden korkarak mescidlere girmeleri gerekirken, nasıl oluyor da oraları yıkmaya cür’et edebiliyorlar!” Gerçi, âyetler özel bir duruma işaret ediyorlar; ancak evrensel mesajlar da içermektedirler. Allah’a ibâdet etmek amacı ile kurulan yerlerin dokunulmazlığı yanısıra Allah’a ibâdet etme özgürlüğü, Allah’ın mescidlerinde ibâdet edilmesine engel olanların, oraları yıkmaya çalışanların, işlevsiz hale getirenlerin eleştirilmesi gibi. Bu ifade aynı zamanda İslâm dininin ârazdan çok öze gösterdiği ihtimâma ilişkin ufkunun genişliğini de ortaya koymaktadır.
“...Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir (Başka türlü girmeye hakları yoktur)...” Yani, “ibâdet yerleri böyle günahkâr kimselerin elinde olmamalıdır; aksine, Allah’tan korkanların yönetiminde olmalıdır. Bu düzenleme, günahkâr insanların cezalandırılma korkusu yüzünden orada fesat çıkarmalarını önleyecektir.” Burada aynı zamanda Mekke’li müşriklerin (İslâm’ı kabul eden) kendi kardeşlerini “Allah’ın evi” diye adlandırdıkları Kâbe’ye girmelerini men etmelerine de atıfta bulunulmaktadır.
Mescidi tahrip etmek iki şekilde olur:
1- Namaz kılanları, ibâdet edenleri ve oranın bakımını üzerine almış olan kimseleri, oralara girmekten men etmek şeklinde mescidleri tahrip etmek.
2- Onları maddî olarak yıkmak ve tahrip etmek sûretiyle. Allah’ın mâbedlerini tahripten ve insanları ibâdetten alıkoymaktan daha büyük bir zulüm olamaz. Ne şekilde olursa olsun, mescidlerde Allah’ın adının anılmasını önleyen ve mescidlerin tüm fonksiyonlarını yapmasına engel olandan daha zâlim kimse yoktur. Bunu yapanlar, Allah’tan uzaktırlar. Onların mescidlere korku ve ürperti içerisinde girmekten başka yapacakları bir şey yoktur. Müslümanlar güç ve kudret kazanınca ve Kur’an’ın hükümlerini yerine getirince, Allah yolundan alıkoyanlar mâbedlere ancak korku içerisinde girebilirler. Aksi takdirde müşrikler mescidlere girmekle kalmayacak, onları tahrip de edeceklerdir. Mescidlerde Allah’ın adının anılmasına engel olanlar, dünyada zillet ve âhirette de azâba çarptırılırlar.
Do
ğu da Allah’ındır, Batı da!
"Doğu da Allah'ındır, batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zâtı) oradadır. Şüphesiz Allah ('ın rahmeti ve nimeti) geniştir. O, her şeyi bilendir." (2/Bakara, 115)
Sadece o mescidler değil; doğusu ve batısı ile bütün yeryüzü, bütün yönleri ve istikametleriyle bütün yer küresi Allah’ındır. Şu halde, her nereye dönerseniz dönünüz; orada Allah’a çıkan bir yön, bir cihet vardır. Allah’ın bir mekânı yoktur. O, aslında yönden de, cihetten de münezzehtir, fakat bütün yönler, bütün cihetler O’nundur. Namaz kılmak için, mutlaka bir mescidde bulunmak zarûrî değildir. Açık olan şu ki, yeryüzünün her tarafında, hatta zarûret halinde her yana, her cihete namaz kılınabilir ve Allah’ın rızâsına erişilebilir. “Allah hem vâsi’dir, hem de alîmdir.” Vâsi’dir, rahmet ve kudreti geniş ve her şeyi kuşatmıştır, kullarına da geniş görüşlü, hoşgörülü ve müsaade edicidir. Sınırlanamaz ve sıkıştırmayı sevmez. Burada “İş sıkışınca genişler” fıkıh kaidesine bir işaret de vardır. Allah alîmdir, her şeyi bilir, tamamıyla ve hakkıyla bilir. Kendisine yapılan ibâdet ve duâdan haberdar olur. Nerede yapılırsa yapılsın, haberdar olur.
Allah'ın, peygamberlere ve mü'minlere bir kıbleye yönelmeyi emretmesi, darlıktan veya bilgisizlikten değil; kullarını korumak ve onları birlik ve beraberlik demek olan tevhid sırrıyla terbiye etmek içindir. Allah vâsi’ ve alîm olduğu için daha önce emrettiği bir kıbleyi değiştirerek, ona benzer ve hatta ondan daha hayırlı bir başka kıbleye tahvil edebilir. Görülüyor ki, bu âyette ibâdet için, özellikle namaz kılmak için büyük bir genişlik öngörülmüş ve kıblenin değişmesi işine de güzel bir mukaddime (başlangıç) yapılmış, âdeta kıblenin değişmesi gerektiğine işaret edilmiştir. Önceki ümmetler kendi mescid ve mâbedlerinden başka bir yerde namaz kılamazlarken, müslüman ümmete yeryüzünün her yanı mescid ve namazgâh yapılmıştır. Yahûdilere de yasaklandıkları Beytü’l-Makdis’ten daha eski olan Kâbe’ye yönelmeleri için hissiyatlarını okşayacak şekilde güzel bir öğüt verilmiştir.
Ey mü’minler! Allah Teâlâ, böyle geniş ve böyle bilgili iken, cenneti kendi tekellerine almaya kalkan o yahûdi ve hıristiyanların, müşriklere ne kadar benzediklerini gördünüz. Bunların müşriklere katıldıkları noktalar bu kadar da değildir. Şirkin en çirkin özelliğinden biri olan Allah’a -hâşâ- çocuk isnad edilmesi de vardır ki, bundan sonraki âyette o konudan bahsedilecektir.
Bu âyet-i kerime, yahûdilerin “müslümanların Kudüs’e doğru kıldıkları namazın bâtıl olduğu, boşa gittiği, Allah indinde kabul edilmediği” konusundaki iddialarını reddetmek için gelmiştir. Âyet-i kerime, onların bu zanlarını yüzlerine çarparak her tarafın kıble olduğunu, hangi yöne dönülürse dönülsün Vech-i ilâhînin orası olduğunu, ibâdet eden bir kul nereye teveccüh ederse etsin Allah’a yönelmiş olacağını takrir ediyor. Belirli bir kıble tahsisi ise ilâhî bir yönlendirme ve çevirmedir. Şeksiz şüphesiz ona itaat etmek gerekir. Yoksa bir tarafın vech-i ilâhî olup, diğer tarafın olmadığı mânâsında değildir. Allah kullarını asla sıkıntıda bırakmaz. Sevapları azaltmak istemez. O, kullarının kalplerini, niyetlerini ve bütün arzularını iyice bilir. Mesele oldukça geniş bir mâhiyet arzetmektedir. Niyet sadece Allah içindir: “Şüphesiz ki Allah Vâsi’dir, Alîmdir.”
"Doğu da Allah'ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zâtı) oradadır...” Yani, Allah, doğu ve batı gibi belirli bir yöne bağlı değildir; O, bütün yönlerin ve her yerin sahibidir. İbâdet için belli bir yönün belirlenmiş olması, Allah’ın sadece o yönde bulunduğu anlamına gelmez. Bunun için neden belirli bir yönün diğerine tercih edilip seçildiği veya önceleri belli bir yöne dönülürken, sonradan neden başka bir yön ve başka bir yerin belirlendiği konusunda tartışmaya girmeye hiç gerek yoktur.
Ne tarafa yönelirsek Allah'ı o tarafta buluruz. Fıkıh kitaplarında şöyle denir: Karanlık bir gecede veya bilinmeyen bir vâdide olan bir mü'min, güneş ve yıldızlar gibi kıbleyi tâyin edecek unsurlar da olmadığından kıbleyi tâyin edemiyorsa, kalbi hangi tarafa kanaat getirmişse o yöne doğru namazını kılar. Sabahleyin baksa ve tam aksi istikamette kılmış olduğunu anlasa da, bu namaz câizdir.
“...Şüphesiz Allah ('ın rahmeti ve nimeti) geniştir. O, her şeyi bilendir." Allah, ne sınırlı ve dar görüşlü, ne de onların sandığı gibi fakir ve cimridir. Aksine, O’nun mülkü, cömertliği ve görüşü sonsuz ve sınırsızdır. O, hangi kullarının kendisini zikretttiğini ve nerede, ne zaman ve hangi niyetle zikrettiğini bilir.
Allah’a O
ğul İsnâd Etmek; Her Şeyin Yaratıcısı’na Büyük İftira
"Allah çocuk edindi' dediler. Hâşâ! O, bundan münezzehtir. Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir." (2/Bakara, 116) "(O,) Göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde ona sadece 'ol!' der, o da hemen oluverir." (2/Bakara, 117)
Bunlar, Allah’a oğul isnâd ettiler. “Allah bir oğul edindi” dediler. Yahûdiler “Uzeyir Allah’ın oğlu” demişlerdi, hıristiyanlar da “Mesih Allah’ın oğlu” dediler. Arap müşrikleri de “melekler Allah’ın kızlarıdır” dediler. “Hâşâ, Allah sübhândır. O, böyle benzetme, böyle bir ihtiyaç ve böyle bir fânilik şâibelerinden uzaktır. O, yücelerden yücedir. Hayır, O’nun evlâdı yoktur. Aksine göklerde ve yerde ne varsa, yukarılarda ve aşağıda neler bulunuyorsa hepsi O’nundur. O’nun mülkü, O’nun mahlûkudur. Her şey ve hepsi O’nun emrine boyun eğmiştir, O’nun irâdesine râm olmuştur. O’na inkıyad etmiş, bağlanmış, emrine âmâde olmuştur. Halbuki mâlik ile memlûk arasında evlatlık olmaz, baba ile evlat arasında ise böyle bir mutlak inkıyat bulunmaz. Az çok bir cinsiyet benzerliği bulunur. “O’nun gökleri ve O’nun yeryüzü, ne kadar bedî’, ne kadar eşsiz ve benzersizdir.” Bunların seyrine doyulmaz, sırlarına erişilmez. Allah bu güzel, bu örneksiz ve benzersiz gökler ile yerin yaratıcısıdır. “Ve O, bir işi yapmayı isteyince, sadece ona ‘ol!’ der, o da hemen oluverir.” Başka hiçbir şeye muhtaç olmaz. İşte mülkü olan bütün bu gökleri ve yeri ve bunlardaki her şeyi, bir düzen üzere hep böyle yalnız bir irâde ile ve sadece “ol!” demekle icat etmiştir.
Evlât edinmek ise böyle yalnız bir irâde ile değil; doğum ile ve güçlükle olur. Şu halde bütün bu kâinat ile O’nun arasındaki ilk ilişki, işte böyle bir yaratma ve yaratılan ilişkisidir. Yoksa doğurma ve çoğalma alâkası değildir. Yaratıklar O’nun zâtında meydana gelen bir değişmeyle değildir. Hakiki anlamda sebep sonuç ilişkisini böyle bir şey zan ve tasavvur etmek çelişkidir. Bu ise, ilk değişmeyi sebepsiz tasavvur etmek demektir; nedensellik kanununu bozmaktır. Böyle olsa idi, O, bir gün gelir tükenirdi, yaratılış kesintiye uğrardı. Özetle, bütün ilimlerin, felsefelerin ve hikmetlerin temeli olan bu noktada şunu bilmelidir ki, illiyet denilen nedenselliğin başlangıcı yaratma ve icattır; doğurtma ve çoğaltma değildir. Her oluş, bir yaratıcıya muhtaçtır ve Allah işte böyle bir yaratıcıdır. O, Hâlik Teâlâdır.
Eski din ve şeriatlerin mensupları, Allah Teâlâ’ya yaratılışta ilk sebep olması dolayısıyla “Baba” adını verirlerdi. Hatta kendi babalarına “küçük baba”, Allah’a da “Büyük Baba” derlerdi; fakat “O’nun evlâdı var” demezlerdi. Sonradan bazı câhiller bundan maksadın, doğurmak ve evlât sahibi olmak demek olduğunu zannederek, “babanın evlâdı olur, öyleyse oğlu var, kızı var” demeye başladılar. Bu ise Allah’ı bilmemek ve O’na şirk koşmaktır. Çünkü evlâtta, ne de olsa babaya benzerlik vardır. Nitekim “evlât, babanın bir parçasıdır” sözü boşuna söylenmemiştir. Bu yüzdendir ki, önceleri Hz. İsa’ya “Allah’ın oğlu” diyen hıristiyanlar, daha sonra ona “Allah” da dediler. Bu âyet de işte onların dediklerinin yanlış olduğunu ispat etmektedir. Bundan dolayıdır ki, İslâm’da Allah’a baba demek küfür sayılmıştır. Böyle bir mânâ için böyle bir deyim, mârifetullah (Allah’ı bilme) konusunda cehâlete ve ilkelliğe yol açacak gayet zararlı, gayet art niyetli bir deyim olduğu için, derhal ve kesin bir şekilde yasaklanmıştır. Yahûdilerle hıristiyanların müşriklere katıldıkları noktalardan biri, işte bu oğul meselesidir.
Âyet-i kerime, yahûdilerin ulûhiyet konusundaki tasavvurlarının yanlışlığını, Allah’ın dininin ve bütün dinlerin esas kaidesi olan tevhid akîdesinden sapmaları anlatıyor. Yahûdilerin inhiraf etmiş tasavvurlarıyla Allah’ın zât ve sıfatına dair câhiliyye devrinin putçu tasavvurları arasında mukayese yapılıp puta tapan müşrik Arapların kalpleriyle kitap ehli müşriklerin kalpleri karşılaştırılıyor ve aralarındaki benzerlik belirtiliyor. Her iki tâifenin de şirke düştüklerini ifade ederek en doğru iman esaslarını açıklıyor: "Allah çocuk edindi' dediler. Hâşâ! O, bundan münezzehtir. Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir." (2/Bakara, 116) "(O,) Göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde ona sadece 'ol!' der, o da hemen oluverir." (2/Bakara, 117)
Allah’ın çocuk edindiği iddiası, her yönüyle yanlış ve çirkin bir iddiadır. “Allah, kendisine oğul edindi” sözü, sadece hıristiyanların Hz. İsa için kullandıkları bir şey değildi. Yahûdiler de Üzeyr (a.s.) için aynı şeyi söylüyorlardı. Müşrikler de meleklerin Allah’ın kızları olduğunu iddia ederlerdi. Âyet-i kerime, burada her birisinin sözünü ayrı ayrı anlatmıyor. Zira konu, sadece o günkü Arap yarımadasında İslâm’a karşı direnen o üç fırkanın özet olarak durumunu anlatmaktan ibaretti. Ne tuhaftır ki bugün İslâm’a karşı büsbütün bir direniş hareketi gösterenler de bu eski fırkalardan başkaları değildir. Bir kısmı uluslararası siyonizm şeklinde, bir kısmı haçlılar biçiminde, bir kısmı da beynelmilel komünizm halinde İslâm’a karşı durmaktadırlar. Bu savaşlar, o günkü müşrik Arapların şirkinden daha çirkin ve daha korkunçtur. İşte bu şekilde, yahûdi ve hıristiyanların sadece kendilerinin hidâyette olduklarına dair iddiâlarını âyet-i kerime tamamen yıkıyor. Onları da müşriklerle aynı seviyeye indiriyor.
Onların Allah Teâlâ konusundaki bozuk düşüncelerinin diğer yönlerini açıklamaya geçmeden önce, âyet-i kerime Yüce Allah’ın bu nevi tasavvurlardan tamamen münezzeh olduğunu ve Allah ile kulları arasındaki hakiki bağları beyan ediyor: “Hâşâ! O, bundan münezzehtir. Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir. (O,) Göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde ona sadece 'ol!' der, o da hemen oluverir."
İşte burada, İslâm’ın tam ve mükemmel olan Allah akîdesine ve yaratanla yaratılanlar arasındaki alâkalar konusuna ulaşıyoruz. İslâm’ın koyduğu tasavvurlar bu hususlarda en yüce ve en açık hükümlerdir. Bütün kâinat:
“Ol der de oluverir” hükmünde kendisini bulan mutlak ve kaadir bir irâdenin teveccühü ile Hâlık-ı Zülcelâl’den sudûr etmiştir. İlâhî irâdenin herhangi bir varlığın yaratılması için teveccühü, o varlığın hiçbir vâsıta, madde ve kuvvet bulunmadan takdir edilen sûrette mevcut olması için kâfidir. Ancak bizim mâhiyetini bilmediğimiz bu ilâhî irâdenin meydana gelişi, istenilen o varlığa nasıl ulaşabilmektedir? İşte insan idrâkinin keşfedemeyeceği ilâhî sır buradadır. Zira beşerin tâkati, o sırrı idrâk etmeye muktedir değildir. Beşer idrâki onu anlayamaz. Çünkü onun esas görevi bu değildir. Beşerin yaratılmasına sebep olan en önemli vazife, yeryüzünün hilâfetidir. İnsan kendi görevini îfâ edebilmesi için kâinat kanunlarını keşfetmek konusunda Allah’ın verdiği kudret miktarında onlardan istifade edebilir. İnsana büyük hilâfet vazifesi dışında diğer sırları çözebileceği miktarda kâinat kuvvetlerinden faydalanma gücü verilmiştir.Ne yazık ki bir yığın felsefî akımlar; insanları tek lâmbası bulunmayan karanlık bir uçuruma doğru itmiştir. Bu uçuruma dalmış olan insan, o İlâhî esrârı keşfetmek için çırpınarak beşerin alanı dışında bir yığın faraziyeler uydurmakta, buna rağmen de mârifet yollarını bir türlü elde edememektedir. Bu faraziyelerin en üstün seviyeli olanları bile son derece gülünçtür. Evet, insanı hayrete düşürecek derecede komik. Bu tip hareketler bir filozoftan nasıl ortaya çıkabiliyor? Bunların esas sebebi; bu felsefî akımlara kapılmış olanların insan idrâkini yaratılışının tabiatından dışarı çıkarıp insan için takdir edilen alana tecâvüz etmeye çalışmalarıdır. Buna rağmen güvenilecek hiçbir şey bulamamışlardır. Hatta İslâm tasavvurunu gören ve İslâm’ın gölgesinde yaşayan kimseler tarafından hürmete lâyık hiçbir şey ortaya çıkarmamışlardır. İslâm; mü’minleri bu gibi delilsiz uçurumlara sürüklenmekten, bu çeşit boş çırpınışlara düşmekten korumuştur. Bu düşüncelerin başlangıçtan beri sistemi bozuktur. Müslümanlardan ve özellikle Yunan filozoflarının etkisinde kalarak felsefe akımına kapılanlar olmuşsa da konuya ellerini uzattıkları zaman bir yığın karışıklıklar içerisinde kalıp üstadları, Grek filozofları gibi işin içinden çıkamamışlardır. Bu sûretle İslâm düşüncesine, İslâm’ın tabiatında bulunmayan ve İslâm tasavvurunun hakikati ile alâkalı olmayan bir yığın fikirler sokmuşlardır. Kendi alanı dışına çıkan, yaratılışının ve doğasının üstüne atlamak isteyen her türlü beşerî çırpınışın varacağı kesin sonuç budur... Başka değil!
İslâmî düşünceye göre; Yaratan ayrı, yaratılanlar apayrıdır. Ve Yaratanın hiçbir benzeri yoktur. İşte burada “vahdet-i vücûd” felsefesi tamamen İslâmî tasavvurun dışında kalır. Ve İslâm, gayr-ı müslimlerin vahdet-i vücûd anlayışını tamamen reddeder. Yabancılar vahdet-i vücudu mevcûdât ile Yaratıcının bir olduğunu ve bu kâinatın haddi zâtında Allah’tan koptuğunu veya bu mevcûdâtın Allah’ın bir görünen sûreti olduğunu kabul etmektedirler. Müslümanın nazarında bütün mahlûkat birdir. Yani bir olana, Yaratıcı ilâhî irâdenin taallukundan dolayı birdir. İlâhî kanunun kâinatta cereyan eden şekli ile birdir. Kâinattaki bütün yaratıkların uygun ve münâsip şekilde ibâdet ve huşû içerisinde Allah’a yönelişleri bakımından birdir: “Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir.”
El-Bedî' olan Allah; yeri ve göğü, önceden bir modeli, örneği olmadan en güzel şekilde yaratandır. El-Bedî'; örneği olmadan yaratan Allah mânâsına gelir. (Bunun için "Bedî..." diye başlayan bir sıfatı, bir insan için kullanmak doğru olmaz.) Yeri ve göğü daha önce bir benzeri görülmeden en güzel şekliyle yaratandır Allah. "Bir şeyin olmasını istediğinde 'ol' der; o da oluverir." (36/Yâsin, 83)
Gökle yer arasında bulunan herşeyin Allah’ın malı olduğu, O’nun çocukları olmasını icap ettirmez. Bütün kâinat tek bir derecede ve bir tek vâsıta ile O’nun yaratıklarıdır. “Göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde ona sadece 'ol!' der, o da hemen oluverir."
İlâhî irâdenin teveccühü beşer idrâkinin anlayamayacağı ve kavrayamayacağı bir keyfiyetle yerini bulur. Çünkü bu konular, insan idrâkinin tâkati dışındadır. O halde bu sırrın esasına vâkıf olmak için, hiçbir kılavuz olmadan bataklığa dalmanın, enerjiyi boş yere sarfetmenin gereği yoktur.
"Allah çocuk edindi' dediler. Hâşâ! O, bundan münezzehtir...” Yani, Allah, lafzî veya mecazî anlamda “çocuk” sahibi olma gerekliliğinde (veya mantıkî olabilirliğinde) ifadesini bulan benzeri her türlü eksiklikten münezzehtir. “Sübhâne” ifadesi, -özellikle Allah için kullanılmaktadır- O’nun herhangi bir noksanlıktan ve ne kadar hafif olursa olsun, yaratılmış bir varlık veya nesne ile herhangi bir benzerlikten mutlak uzaklığını ifade eder.
Bu âyette geçen “küllün lehû kaanitûn (Hepsi O’na itaat eder)” ifadesindeki “kunût” kelimesinin asıl mânâsı, “devam etmek”tir. Bu kelime, İslâmî ıstılahta dört mânâda kullanılmıştır: a) Tâat mânâsında; “Ey Meryem, Rabbine kunût et/itaat et.” (3/Âl-i İmrân, 43) b) Uzun müddet kıyamda (ayakta) durmak anlamında. Peygamberimiz (s.a.s.)’e “hangi namaz daha efdaldir?” diye sorulduğunda, O’nun; “Tûlu’l-kunût (kunutu uzun olan)” (Müslim, Müsâfirîn 164-165, 1/520) cevabını vermesi gibi. c) Susmak mânâsında; “Ve kuumû lillâhi kaanitîn (Allah’ın (divanında) tam huşû ile (sessiz olarak) durun.” (2/Bakara, 238) d) Devam etmek anlamında.
Bunca Güzellik ve Lutfu Görmeyip Hârikalar
İstemek
"Bilmeyenler (câhiller) dediler ki: 'Allah bizimle konuşmalı, ya da bize bir âyet (mûcize) gelmeli değil miydi?' Onlardan öncekiler de işte tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri (akılları) nasıl da birbirine benzedi?! Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri apaçık gösterdik." (2/Bakara, 118)
Ehl-i kitabın Allah’a evlât iddiâsındaki sözlerini arzettikten ve bu ifadeleri tashih ederek onların yüzüne çarptıktan sonra, yahûdilerin bu anlayışına tamamen uyan müşriklerin sözlerini gündeme getirmeye başlıyor: "Bilmeyenler (câhiller) dediler ki: 'Allah bizimle konuşmalı, ya da bize bir âyet (mûcize) gelmeli değil miydi?” Burada “bilmeyenler”den maksat, müşrik olan ümmî Araplardır. Çünkü müşrik Arapların kitabî hiçbir bilgileri yoktu. Çok kere Rasûlullah’tan Allah’ın kendileri ile konuşmasını veya maddî hârikalar türünden bir mûcize göstermesini istiyorlardı.
Onların bu çeşit sözlerini zikretmekten maksat; öncekilerin de, yani yahûdi ve hıristiyanların kendi peygamberlerinden böyle şeyler istediklerini açıklamaktır. Mûsâ (a.s.)’nın kavmi de Allah’ı açıkça görmek istemişlerdi. Mûcize ve hârikalar konusunda şiddetli ve inatçı isteklerde bulunmuşlardı. İşte onlarla bunlar arasında tabiat ve dalâlet bakımından bir benzerlik vardır: “Kalpleri (akılları) nasıl da birbirine benzedi?!”
Şu halde yah
ûdilerin müşriklerden farklı tarafları yoktur. Tasavvur, inat ve dalâlet bakımından kalpleri birbirine benzemektedir! “Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri apaçık gösterdik." Kalbinde yakînî imanın huzurunu bulan kimse o yakînin (kesin inancın) hakikatini bu âyetlerde açıkça görür. Böylece vicdanında bir huzur hisseder. Hiçbir delil ve hârika, insanda yakinî iman temin edemez. Yakînî iman sahibi, mûcizelerin neye delâlet ettiğini idrâk eder, hakikate güvenerek bağlanır. Ve kalbini sağlam telâkkîlere hazırlar.“...Kalpleri (akılları) nasıl da birbirine benzedi?!” Yani, “Bugün Hakk’a karşı çıkanların öne sürdükleri fikirler ve istekler yeni değildir. Bunlar doğru yoldan sapanlar tarafından her zaman öne sürülen sebeplerin aynısı. Çünkü her çağdaki sapık kimseler aynı şekilde düşünüp aynı iddialarda bulunurlar.” Küfür cephesinde yeni bir şey yok! Kâfirlerin din ve müslümanlar hakkında söyledikleri hep taklit ve kâfir atalarının mirası. Bin sene, iki bin sene önce yaşayan bir kâfirin kalbiyle, aynı sözleri söyleyen şimdi yaşayan kâfirin kalbi birbirine benzer. Hani, "Allah'ı görmeden iman etmeyiz" diyen yahûdi kâfirin kalbiyle, günümüzde "ben laboratuvarda görüp inceleyemediğim şeye iman etmem" diyen kâfirin kalbi aynıdır.
“...Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri apaçık gösterdik." Allah’ın bizzat konuşmasının istenmesi o kadar saçma idi ki, bu isteğe cevap bile verilmemiştir. Diğer isteğe, yani Allah’tan bir âyet (mûcize) göstermesinin istenmesine ise, Allah, birçok açık âyetler gösterdiğini, fakat inanmaya eğilimli olmayanların bunları göremeyeceklerini söyleyerek cevap verir.
Bu âyet, yahûdi ve hıristiyanların tevhid inancını yaralayan inançları gibi, müşriklerin de Allah’tan ve Peygamber’den yanlış beklentilerini anlatmaktadır. Müşriklerin bu isteklerini Kur’an, bize haber veriyor: “Onlar, ‘bizim için şu topraktan bir pınar akıtmadan sana kesinlikle inanmayız’ dediler.” (17/İsrâ, 90) “Evvelki (peygamber)lere gönderildiği gibi, o (Muhammed) bize de bir mûcize getirsin.” (21/Enbiyâ, 5) “Bizim üzerimize melekler indirilmeli değil miydi? Veya Rabbimizi görmeli değil miydik?” (25/Furkan, 21) “Ehl-i Kitab, senin, üzerlerine gökten bir kitap indirmeni isterler. Onlar Mûsâ’dan daha büyüğünü istemişlerdi.” (4/Nisâ, 153) “Onlar, ‘Ona Rabbinden (başka) âyetler indirilmeli değil miydi?’ dediler. De ki: ‘O âyetler ancak Allah’ın nezdindedir. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.’ Sana indirdiğimiz ve kendilerine devamlı okunan Kitap onlara yetmiyor mu?” (29/Ankebût, 50-51)
“Biz yakînen bilmek isteyen bir kavme âyetlerimizi apaçık indirdik.” Yani, "Biz, peygamberin doğruluğunu gösteren delilleri açıkladık. Artık o delillerin yanısıra yakînen inanan, doğrulayan ve peygamberlere tâbi olanlar için daha başka delile gerek yoktur. Onlar Allah Teâlâ’nın katından gelenleri anlayıp kabul ederler." Allah’ın kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kişilere gelince, işte onlar hakkında, Allah şöyle buyurmaktadır: “Doğrusu Rabbınızın vaad ettiği azâbı hak edenler; can yakıcı azâbı görene kadar kendilerine her türlü belge de gelse yine inanmazlar.” (10/Yûnus, 96-97)
Tebli
ğcinin Görevi; Kur’an ile Müjdeleyip Korkutmak"Doğrusu Biz seni hak (Kur'an) ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin." (2/Bakara, 119)
"Hak"; Cenâb-ı Hakk'ın bir ismidir. Hak, Kur'ân-ı Kerim'in bir adıdır. Hak, mutlak doğru; şahsa, zamana ve yere göre değişmeyen kesin doğru anlamındadır. Beşerî doğrular, göreceli yaklaşımlar, teori ve zanlarla; hak, farklı şeylerdir. Allah'tan bize gönderilen kanuna da hak diyoruz. Çünkü Hak olan Allah'tan geldiği için haktır. Hak kelimesinin çoğulu "hukuk"tur. O yüzden haklar, yani hukuk da, Hakk'a dayanmalı, mutlak doğru hükümler olmalı; şahsa, zamana ve yere göre değişen, beş on sene içinde eskiyip değiştirilen, nice haksızlıklara/zulümlere kılıf olan şekilde olmamalıdır. "Kim Allah'ın indirdiği ("hak"la, "hukuk"la) hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir." (5/Mâide, 45) Hak ve hukuk, Hak olan Cenâb-ı Hak'tan gelirse hak ve hukuk olur. Yoksa, bunu insan belirlemeye kalkarsa o, hak ve hukuk olmaz. Çünkü insanın kendisi hak değildir. Kendisi hak olmayandan, hak türeyip ortaya çıkmaz. İnsanoğlunun geçmişi ve sonu, evveli ve yokluğu vardır. Belirli zaman içinde yaşar, belirli düşüncelerin etkisinde kalır. Her an düşüncesini değiştirebilir. Onun içindir ki, kendisi hak olmayanın söylediği de mutlak anlamda hak ve hukuk olamaz; insanları bağlamaz. Ama Hak olan Allah ve indirdiği kitap, Haktır, hukuktur.
“Ey Muhammed! Hiç şüphe yok ki, Biz seni hak olan Kur’an ile müjdeci ve korkutucu bir rasûl olarak gönderdik. Sen gerçek bir peygambersin ki, vazifen ilerideki müjdeleri ve tehlikeleri herkese tebliğ etmektir. Her birinin kalbine imanı sokup yerleştirmek değildir. Sen, cehennem ehlinden, cehenneme gideceklerden sorumlu değilsin. Herkes kendi yaptığından, çalışıp kazandığından kendisi sorumludur. Onların cezaları da sönmek bilmeyen ve durmadan yanan o kızgın ateşten çıkmamaktır ki, ona “nâr-ı cahîm”, bunlara da “ashâb-ı cahîm” (cehennemin dostları) denilir.” “Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin" ifadesi, farklı kırâate göre, “cehennemliklerin halini sorma!” şeklinde anlaşılır. Bu ifade, “artık onlar hakkında Benden bir şey sorma, bir şey dileme, onlara ne yapacağımı Ben bilirim” demektir.
"Bu insanlar, niye cehenneme gittiler?" diye yarın öbür dünyada Sana sormayacağız. Ama Sen görevini yerine getireceksin. Mü'minlere müjde verecek; cehennemden de sakındıracak, korkutacaksın. İnsanlara cenneti gösterecek ve o tarafa yönelteceksin. Ama geriye kaldıkları takdirde cehenneme düşebileceklerini haber vereceksin. Allah'ın koyduğu sınırlar içinde yaşandığı takdirde cennete gidileceğini, dünyada devlete, âhirette cennete varılacağını, bu hududa riâyet etmeyip haddini aşanların cehenneme yuvarlanacaklarını duyurmakla görevlisin. Yoksa; "Onlar üzerine zorba biri değilsin." (88/Ğâşiye, 22) Onlar üzerinde dine zorlayıcı da değilsin. "Dinde zorlama yoktur." (2/Bakara, 256). Tabancayı alıp insanların kafasına tutup "iman et" demek yoktur. Çünkü iman denen şey, gönül işidir. İnsan, tabancanın karşısında "iman ettim" diyebilir ama, bu korkudan kurtulunca, yalnız kalınca "iman etmedim" der. İmansızı zorla mü'min yapmak mümkün olmadığı gibi; iman eden bir mü'mini de zorla imansız yapmak mümkün değildir.
Bilindiği gibi Ammar bin Yâsir'in, ana ve babasını kendi gözleri önünde feci şekilde işkence ederek şehit etmişlerdi. Ammar bin Yâsir de, sıra kendisine gelince; "peki, sizin dediğiniz gibi olsun!" demişti. Peygamber Efendimiz'in yanına ağlayarak gelmiş ve Efendimiz; "O sözü söylediğinde kalbin nasıldı?" diye sormuştu. "Kalbim imanla dopdoluydu yâ Rasûlallah" demişti. Peygamberimiz de "tekrar sana aynı şeyi yaparlarsa sen de o sözü söyleyiver" demişti. Bu örnek de gösteriyor ki, zorla küfre de imana da döndürülmez. İman bir gönül işidir. Sevgi de öyledir; zorla bir insan sevilmez.
Cehennemliklerden sorumlu olmamak için, beşîr ve nezîrlik, yani, o hayatı seçmiş insanlara dâvet ve tebliğ yapılmış olması gerekir. Biz dilimizin ve gücümüzün yettiği kadar görevimizi yerine getirirsek, akrabamıza, komşumuza, çevremize Kur'an hakikatlerini anlatırsak, o insanlar iman etmeyip cehennemi hak etseler de, onlardan sorumlu olmayız. "Yâ Rabbi, benim gücüm bu kadar. Bana verdiğin imkânları ben yerine getirdim, kullandım, neticeyi ve hidâyeti ancak Sen verirsin" diyebilirsek, o zaman o inatçılardan dolayı hesaba çekilmeyiz. Ama, "canım, bilmiyorlar mı?" deyip doktorluk ve itfaiyecilik görevimizi aksatırsak...
"Doğrusu Biz seni hak (Kur'an) ile gönderdik.” Bu cümle, sapıkların bütün şüphelerini gideren, hilebazların bütün oyunlarını suya düşüren, ehl-i küfrün bütün yalanlarını kökünden yıkan hükümleri yerleştirmektedir. Bu cümlenin ses tonunda kesinliğe işaret eden kuvvetlilik hâkimdir.
“Müjdeleyici ve uyarıcı olarak...” Senin vazifen tebliğ ve emri yerine getirmektir. İtaat edenlere müjdeler verirsin; isyan edenleri korkutursun. Ve böylece senin işin biter...
“Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin." Veya diğer bir kırâate göre; “Cehennem ashâbından sorma...” Günahkârlıklarından dolayı kendi nefislerine uyup cehenneme girenlerden...
Diğer âyetler bir yana, en göze çarpan ve en açık âyet, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in kişiliği idi. O’nun peygamber olmadan önceki hayatını, ülkesinin ve kavminin şartlarını, büyüdüğü çevre ve ortamı ve peygamber olmadan önceki hayatının kırk yılını nasıl geçirdiğini çok iyi biliyorlardı. Tüm bunlarda, şu anda yaptığı büyük ve hârika işlere vesile olabilecek hiçbir şey olmadığını da iyice anlıyorlardı. O halde O, gerçekten Allah’ın Rasûlü olmalıydı. Bu, o denli açık bir âyettir ki, bundan sonra başka bir işaret veya mûcizeye gerek yoktu.
Bu kâfirler inatlarında, bâtıl diretmelerinde ısrar edip işi yokuşa sürmek için yeni mûcizeler isteyince, Allah, nebîsi eliyle, onların dinî faydaları için, başka mûcize vermeyeceğini beyan etmiştir. Allah, bu şekilde açıkladığı gibi, onların küfürde ısrar etmelerinden dolayı peygamberinin üzüntüsü artmasın diye, tebliğ ve ikaz konusunda Hz. Peygamber’in daha fazla bir şey yapamayacağını da açıklamış, o yüzden kendisini yıpratmamasını istemiştir.
Onlar
ın Hevâlarından Oluşan Dinine UymadıkçaKâfirleri Memnun Edemezsin!
"Milletlerine (dinlerine) uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da asla senden râzı (hoşnut) olmayacaklardır. De ki: 'Doğru yol/hidâyet, ancak Allah'ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır." (2/Bakara, 120)
Yahûdiler Hz. Peygamber’e “gel bizimle bir müddet hoş geçin, bizi memnun et de sana tâbi olalım” diye bir teklifte bulunmuşlar. Bu teklifteki art düşüncelerini anlatmak için şu âyet inmiş: “Ey Muhammed! Yahûdiler de hıristiyanlar da, sen onların milletlerine tâbi olmadıkça asla senden memnun olmazlar.” Hiçbir şekilde onların gönüllerini hoş edemezsin, tâ ki onların milletlerine tâbi olasın. Halbuki senin için, ikisinin de milletine tâbi olmak mümkün değildir. Çünkü birbirlerine “hiçbir şey değil!” diyen bu iki millet, aslında birbirlerine son derece zıttırlar. İki zıddın birleşmesi mümkün olmadığından bu iki milletin ikisine birden tâbi olmanın, ikisini birden râzı etmenin yolu yoktur. Yahûdiler yahûdi, hıristiyanlar hıristiyan kaldıkça, ikisinin de senden râzı olmaları mümkün değildir. Şu halde sen peygamberlik diline mahsus olan bir belâğat ve edeple onlara “de ki; ‘Allah’ın hidâyeti, işte uyulacak hidâyet ancak odur.” Hidâyet diye ona denilir; sizin hidâyet dediğinize değil. Bir başka mânâ ile Allah rehberi yok mu? İşte esas uyulacak olan odur. Ben size değil; siz bana uyacaksınız. Uyulmaya lâyık olan haktır. Yol hak yolu; hidâyet, Allah hidâyetidir. Onlara işte böyle söyle ve şunu da bil ki; “eğer sen, sana gelen bunca ilimden sonra, meselâ onların hevâ ve heveslerine, keyiflerine uyacak olsaydın, kesinlikle Allah’tan senin ne bir dostun, ne de bir yardımcın bulunur.” Ortada kalır, helâk olur gidersin. Çünkü Allah katında küfre ve şirke yardım yoktur.
Millet: Şeriat ve din demektir. Nitekim Kur’an’da “İbrâhim milleti” tamlaması da bunu gösterir. Kur’ân-ı Kerim’de geçen bütün “millet” kelimeleri “din”anlamındadır. Bu âyette geçen “ehvâehum (hevâ ve hevesleri)” ifadesi, yahûdi ve hıristiyanların tâkip ettikleri millet/din, yukarıdan beri, inkâr edilemez delil ve burhanlarla isbat edildiği üzere, kendi hevâ ve hevesleriyle, gönüllerinin keyfince uydurulmuş hurâfeler, din adına ortaya konulmuş bozmalardır. Bunlar hakka değil; keyiflerine tâbidirler; milletleri, peygamberlere indirilen kitaplardan ve hak yol olan tevhidden, İslâm ve ihsan esaslarından çıkmış, bambaşka bir şey olmuştur. Cenâb-ı Allah, bütün bu eski dinlerin temel ilkelerini Kur’an’da açıklamış, bunları tasdik ve te’yid edip yeniden onaylamış ve o ilkelerden ayrılanların, gerçek dine değil; kendi hevâlarına uyduklarını göstermiştir. Bunların din dedikleri şeylerin aslında hevâdan ibâret bulunduğunu hatırlatarak peygamberini bunlara uymaktan şiddetle sakındırmıştır. Bir âyet öncesinde son derece okşayıcı ve güven verici bir ifade kullandığı peygamberine, onun arkasından bu sert uyarıyı inzal etmesi, ne kadar mânâlıdır. Bu ihtarın peygamberden ziyade, ümmetine yapılmış olduğuna şüphe yoktur.
Yahûdi ve hıristiyanlar seninle savaşa devam edecekler. Sana tuzaklar hazırlayacaklardır. Sen bu ilâhî emri bırakıp bu hakikatten vazgeçmedikten, bu yakînî imanı terk edip onların şirk ve dalâlet dolu kötü tasavvurlarına kapılmadığın müddetçe, yahûdi ve hıristiyanlar Seninle savaşa devam edeceklerdir. Sana tuzaklar kuracaklardır. Ve asla Senden râzı olup barış yapmayacaklardır. Onlara delil gönderildiği halde, Senin hak üzere olduğunu, Sana gelenlerin hak olarak Rabbından indiğini bile bile Senden râzı olmazlar. Onlara ne verirsen ver, hangi arzularını yerine getirirsen getir. Yine sana tâbi olacak değiller. Sen onların dinine tâbi olup hakkı ve hakikati terk etmedikçe Senden asla râzı olmazlar.
İşte her yerde ve her zaman rastlanan bir kör düğüm. Bu itikad, bu iman... İşte yahûdi ve hıristiyanların her zaman ve her yerde müslümanlara karşı giriştikleri savaşın yegâne sebebi. Birbirlerine düşman olmalarına rağmen müşterek bir savaşa sevk eden hakiki âmil... Bu, bir itikad savaşıdır. Yahûdi ve hıristiyanlar arasındaki çatışmalar bazen şiddetlenebilir. Fakat İslâm’a ve müslümanlara karşı yaptıkları savaşta her zaman birlik halindedirler. Bu; hakiki ve gerçek mânâsı ile bir itikat savaşıdır. Bir din muhârebesidir. Yalnız, İslâm’ın ve müslümanların düşmanları bu savaşı çeşitli renklere boyamaktadırlar. Üstüne çeşitli armalar koyarak başka başka adlar altında yürütmektedirler. Bunlar; müslümanların tek bir bayrak altında birleştikleri zaman, din sancağı altında toplandıkları vakit, imanları uğrunda ne kahramanlıklar gösterdiklerini bilmektedirler. O yüzden bu dinin müşterek düşmanları, savaşın adını ve armasını değiştirirler ve din savaşı yaptıklarını söylemezler. Asıl korkuları müslümanların iman ve itikat duygularının galeyana gelip hamâset derecesine varmasıdır. Din nâmına savaştıklarını söylemezler de arâzi muhâlefeti, ekonomik ve siyasî anlaşmazlıklar yüzünden veya askerî sebeplerden harb açtıklarını iddia ederler! Bizim gâfil budalalara göre, iman sancağı ile hareket geçmek, din adı altında savaşa katılmak mantıksız bir Orta Çağ âdetidir. Böyle bir hareketi ancak gericiler(!) ve mütaassıplar(!) yaparlar. Bütün bunların esas gâyesi mü’minlerin dinî hamâsetini, itikadî heyecanının öldürmektir. Halbuki onlar, kendi aralarında beynelmilel siyonizm ve uluslar arası haçlılar ordusu birliği halinde -bunlara ilâveten bir de beynelmilel komünizm şeklinde- ilk önce uzun müddet çatıştıkları ve her zaman kayıplarla geriye çekilmek mecbûriyetinde kaldıkları, her çatışmada mağlûbiyete uğradıkları bu granit kayayı devirip yıkabilmek için hep birlikte bu dine harp ilân etmişlerdir.
Hayır... Bu bir itikat savaşıdır. Bu bir iman kavgasıdır. Bu bir din mücâdelesidir. Ne toprak çatışması, ne sömürgecilik savaşı, ne askerî çarpışma, ne de bu yalancı bayraklar ve maskeler, hiç birisi değil... Onlar aslında bizi aldatıyorlar. İçlerinde esas gâyeleri gizli; sırf bizi savaşın hakiki cephesinden ve gerçek savaş meydanından uzaklaştırmak için oyalıyorlar. Ve onların bu oyunlarına aldandığımız takdirde artık hiçbir kimseyi levmetmeye, hiçbir kimseyi suçlamaya hakkımız yoktur. Suç bizimdir. Çünkü Allah’ın ve Peygamberinin emirlerine sırt çevirirek bu ümmete göstermiş olduğu yönden saptığımız için bunlar başımıza gelmiştir. Yüce Allah, şüphesiz ki sözlerin en doğrusunu söyler: “Sen onların milletine/dinine uyuncaya kadar yahûdiler de, hıristiyanlar da senden asla hoşnut olmazlar.” İşte onları memnun edecek biricik bedel. Geriye kalanın hepsi boş ve onlar tarafından reddedilmeye mahkûm. Fakat kesin emir ve hakiki hüküm hemen geliyor:
“De ki, Allah’ın hidâyeti asıl hidâyetin ta kendisidir...” Kısa ve evrensel bir hüküm. Allah’ın hidâyeti, hidâyetin ta kendisi. Geriye kalanların hiçbirisi hidâyet değil. Bunda hiçbir şüphe yok. Bütün çırpınışlar boşuna. Bütün kapılar kapalı. Az veya çok hiçbir fedâkârlık yok. İsteyen inansın, isteyen küfretsin. Sakın ha onların hidâyetine, imanına, sadâkatine ve dostluklarına rağbet etmeyesin. Böyle bir temâyüle kapılmayasın: “Şayet Sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır." Bu korkunç tehdit, bu kesin hüküm, bu dehşetli azap... Kim için bunlar? Allah’ın Nebîsi, Rasûlü ve sevgili Habibi için!.. Eğer Sen hidâyetten dönüp de o duygulara ve arzulara eğilim gösterirsen... Ondan başka hiçbir hidâyet olmayan Allah’ın hidâyetinden dönecek olursan...
Seni onların karşısında bu tutuma sevkeden ve böylece dimdik ayakta tutan, ne getirmiş olduğun hüccetin noksanlığı, ne de delilin zayıflığıdır. Sadece o arzular... Bunlardan soyutlanıp onların hevâ ve heveslerine uymayanlar; işte onlar kitaplarını hakkıyla okuyanlardır. Zaten o yüzden de Senin getirdiğin hakikate inanmaktadırlar. O hakikatlere küfredenlerse hüsrâna uğrayanlardır. Ne Sen, ne de Sana inananlar... Sadece onlardır hüsrâna uğrayanlar!
"Milletlerine (dinlerine) uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da asla senden râzı (hoşnut) olmayacaklardır...” Yani, “bu insanların Senden hoşlanmamalarının nedeni, Hakkı arayan samimi kimseler olmaları ve Senin Hakkı, gereği gibi açıkça anlatmayı becerememen değildir. Aksine, onların Sana karşı çıkmalarının sebebi, Senin Hakkı o denli açıkça ortaya koyup; onlara, dini kendi arzu ve isteklerine göre değiştirebilecekleri bir boşluk bırakmamandır. Bu nedenle onları bırak ve uzlaşmaya çalışma; çünkü, Sen dine karşı onların takındığı tavrı takınmadıkça, onlar Senden râzı olmazlar. Eğer Sen de onlar gibi iki yüzlülük yapsan ve Allah’a ibâdeti nefse tapınma için bir kılıf olarak kullansan, o zaman Senden hoşnut olurlardı. İnanç ve kötü amellerinde onlara uymadıkça, onları hoşnut edemezsin.”
Müfessirler, bu âyetle ilgili olarak, gerek yahûdilerin ve gerekse hıristiyanların kendileriyle uzlaşmasını, dinlerine tâbi olmasını Hz. Peygamber'den istediklerini, bunları yapması karşılığında kendisine inanacaklarını belirttiklerini ifade etmişlerdir. Yine müfessirlerin belirttiğine göre gerek yahûdiler ve gerekse hıristiyanlar kıble olarak Mescid-i Aksâ’ya yönelmeye devam etmesi durumunda kendisine iman edeceklerini söylemişlerdir. Bunun üzerine yahûdi ve hıristiyanlara bir cevap, Peygamberimiz’e de bir uyarı olmak üzere, bu âyet inmiştir. O yüzden bu âyetle, birinci derecede yahûdiler kast edilmiştir.
Hz. Peygamber’in yahûdilik, ya da hıristiyanlık dinine uymaya eğilim gösterdiği şeklinde bir vehme kapılmak yersizdir. Çünkü bu âyette yer alan konuya ilişkin cümlenin kuruluş biçimi, üslûptan kaynaklanan bir durumdur; değişik münâsebetlerle benzer ifadelere yer verilmiştir. Bu tür bir ifadeyle güdülen asıl amaç, Hz. Peygamber’e moral, destek verme, güven duygusunu aşılama ve uyarmadır.
Yahûdi ve hıristiyanlara uyma noktasında yapılan bu uyarının bir amacı da âyetin indiği dönemde onların dinlerinin İslâm’la uyuşan temel prensiplerinden sapmış olmalarına dikkat çekme, dolayısıyla diğer semâvî kitaplarla uyuştuğu belirtilen, ancak bu kitaplara uyanları sapık olarak nitelendiren Kur’an’a ve Peygamber’e gelebilecek bir tutarsızlık eleştirisinin önünü almaktır. Buna göre zımnen şu mesaj veriliyor: Kur’an sözkonusu hitapların orijinalleriyle uyuşur, mensuplarının tahrif ettikleri, içine yalan yanlış sokuşturdukları eldeki muharref kitaplarla değil. O yüzden bu uyarı, son derece önemli ve aynı zamanda evrensel bir direktif de içerir. Buna göre, Kur’an ve sünnette somutlaşan Muhammedî risâletin berrak mesajı üzere sâbit kalmak ve ondan sapmamak, önceki ehl-i kitabın yaptığı gibi kitap ve sünneti te’vil ederken hevâ ve tutkulara göre hareket etmemek bir zorunluluktur.
Yüce Allah, peygamberi vâsıtasıyla tüm müslümanlara kendilerini kuşatan realiteyi görmelerini, etraflarını kuşatan olayları ve gelişmeleri kapsamlı ve bilinçli bir şekilde tanımlamalarını, bu bilgileri ve deneyimleriyle realitenin tehlikesinden sakınmalarını, kendilerini yok edecek gelişmelere karşı önlem almalarını, apaçık net bir düşünceyle yollarına devam etmelerini âni tepkilere ve temelsiz kuruntulara kapılmamalarını dilemektedir.
Allah diyor ki, "Milletlerine (dinlerine) uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da asla senden râzı (hoşnut) olmayacaklardır. De ki: 'Doğru yol/hidâyet, ancak Allah'ın yoludur." Yani, AT'ın yolu, putun yolu değil; Allah'ın yoludur. Kendinize yol mu arıyorsunuz? Buyurun gerçek yol, Allah'ın yoludur. Sana, bu ilim geldikten sonra yine sen onların hevâsına uyarsan, yani kendi selîm olmayan akıllarından yazdıkları kanunlara tâbi olursan, Allah tarafından sana bir dost da yoktur, bir yardımcı da. Bu âyetler, dünya hayatının tanzimi için söylenmiştir. Allah'ın yolu varken, kâfirlerin yoluna uyarsan, o zaman Allah'ın yardımı senin üzerinden kalkar. Ve de öyle olmuş. Müslümanlar, Allah'ın Kitabına tâbi olmayı bırakıp başkalarının kitabına uymaya başladığından bugüne kadar hâlâ bellerini doğrultamamışlar. Hani, birisi önde gider, birisi de onu taklit ederse, takip ederse, onun gerisinde kalmaya mahkûmdur. Tâkip, Arapça bir kelimedir; adamın ökçesiyle bastığı yere basarak gitmek demektir. Eğer tâkip edecek olursanız, o adamı hayat boyu geçmeniz mümkün değildir. Öndeki birinin izini tâkip ederek o adamı geçmek imkânsızdır. Çünkü adamın izine gözünü alıştırmışsın; o iz olduğu müddetçe gideceksin. Baktın ki adam durmuş, sen de duruyorsun; o yürüyor, sen de yürüyorsun...
Müslüman Dâvâ Adam
ı ve TâvizBu âyet, Allah yolunda çalışan dâvâ adamları ve tebliğcilerin kâfirlerle, münâfık ve fâsıklarla ilişkilerini belirlemede en önemli meseleleri ele almaktadır. Allah yolunda çalışanlar tertemiz bir niyet ile İslâm düşmanlarının hidâyete gelmelerini arzu edebilir ve onların doğruya yanaştıklarını sezebilirler. Onların müslümanlara karşı kullandıkları taktiklere aldanabilirler. Onların İslâm'ı temize çıkarmalarına, tepkiselliklerine ve duygusallıklarına kendilerini kaptırabilirler. Yolun aşamaları boyunca ortaya koydukları birtakım tavırlarla, ileri sürdükleri düşüncelerle gerçeğe yaklaştıkları imajını verebilirler. Hakka doğru yol aldıklarını hissettirebilirler. Onların bu durumu, başka gelişmelere de neden olabilir. Onlardaki bu gelişmeleri gören müslümanlar, bunların samimiyetini de değerlendirmeden birtakım söz ve davranışlarla onları râzı etmeye çalışabilirler. Onların planları, müslümanların düşünce ve eylem olarak onlara bazı tâvizler vermelerine sebep olabilir.
Allah yolunda çalışan müslümanların pek çoğu, Allah düşmanları tarafından kurulan bu şeytanî oyuna gelebilmektedir. Buna bağlı olarak İslâm düşmanları İslâmî akîde, sosyal ve siyasal tavır gibi konularda bazı etkin müslümanlardan tâvizler koparmaya muvaffak olmuşlardır. Bu da normal müslümanlar gözünde onların ilkelerinin meşrû olduğu imajını vermiştir. Ayrıca İslâm düşmanları, bu durumun doğal ve rasyonel sonucu olarak onlardan yeni yeni tâvizler istemişlerdir. Bunun sonucunda din düşmanlarına ilerleme fırsatı verilmiş ve onlara dini kullanma imkânı verilmiştir. Müslümanlar da bu tâvizlerin doğal bir sonucu olarak teori ve pratik alanda düşünce ve eylem planlarında pek çok zararlara ve hüsrâna uğramışlardır. Artık müslümanların akîdesinde ve dinî yaşantısında nice tâvizler vererek ancak müslümanlığını koruyabileceği düşüncesi hâkim hale gelmiştir.
Bugün hâlâ İslâm düşmanları pazarlık peşinde dolaşmakta pek çok müslüman da onları doğru yola getirmek için, onları râzı etmek için bir dizi tâvizler vermektedir. Sonra mesele, müslümanların düşünce, siyaset ve askerî planda aldıkları yenilgilerden kaynaklanan psikolojik hezimete dönüşmüştür. Şimdi artık nice müslüman, zayıf ve güçsüz insanların güçlülerin rızâsını elde etmek, onların himayesini, bağışlarını ve hayattaki basit ihtiyaçlarını elde etmeye çalışan insanlar gibi İslâm düşmanlarının rızâsını elde etmeye çalışıyor. "Hoşgörü", "diyalog" sloganlarıyla kâfirlere sempati dağıtanlar, Atatürkçülüğe, laiklik ve demokrasiye sahip çıktığı izlenimi verenler, kâfirler gibi yaşamaya, onlar gibi eğlenip düğün yapmaya... çalışanlar, bu tâvizlerinin karşılığında kâfirleri kendilerinden hoşnut edemedikleri gibi, Allah'ın ve samimi müslümanların da rızâlarını kaybetmektedirler.
İşte Kur'ân-ı Kerim'in Peygamberimiz'i kesin bir ifade ile sakındırdığı sonuç budur: Ey Muhammed (s.a.s.) ve ey müslüman, sen yolunda yürürken onların hoşnutluğunu elde etmeyi hedef almamalısın. Çünkü burada mesele, geçici ve kişisel bir düşmanlık meselesi değildir ki sen bu düşmanlık halini, dostluk haline çevirmeyi başarabilesin. Aksine, mesele bir dinî problemdir. Bu kâfirler kendilerinin hak, senin ise bâtıl üzerinde olduğuna inanıyorlar. Senin onlara tâviz vermen onlara kendi hâince tavırlarında destek verme anlamına gelir. Kendi akîdeleri üzerinde sebat etmelerine vesile olur. Her tâviz yeni bir tâvizi doğurduğundan, onlar senin bir tâviz verdiğini gördüklerinde yeni yeni tâvizler isteyeceklerdir. Böylelikle seni en son tâvize kadar götüreceklerdir. Ve en son tâviz de onların milletine tâbi olman, dinine girmendir.
Onların sana güvenmelerinin, senden şikâyetçi olmamalarının yolu, onların dinlerine girmen, onların hevâlarına uymandır. O yüzden Allah bu meseleyi ana ilke olarak ele alıp ortaya koymaktadır: Kâfirlere şirin görünmeye, tâviz vermeye, dinin ilkeleri hakkında pazarlık yapmaya yer yoktur. Hak ve hidâyet açık bir şekilde ilân edilmelidir. Başkalarına da Allah'ın yolundan başka yol olmadığı, Allah'ın hidâyetinden başka hidâyet bulunmadığı imajı kesinkes verilmelidir. İzlenmesi gereken yol, Allah'ın gösterdiği yoldur. Bu şekilde insanlar bileceklerdir ki, mesele ciddidir, tavır kesindir. Burada herhangi bir geri dönüşe ve tâvize yer yoktur. Özel ve genel, bireysel ve cemaatsel ilişkilerde ne kadar sürtüşmelere, düşmanlıklara ve ayrılıklara neden olursa olsun, bu prensiplerin değişmesi mümkün değildir. Kur'an'ın üslûbu, burada net bir şekilde kesinleşmektedir. Peygamber aracılığıyla İslâm ümmetine kesin bir ifade ile hitap etmektedir ki, psikolojik zaaf noktalarına teslim olduklarında yoldan sapacaklarını ifade etmektedir.
"Eğer onların arzularına uyarsan..." Onların senin içinde harekete geçirdiği aldatıcı duygusal havaya kapılır, onların istediği şekilde hareket eder, onlarla beraber yürürsen, "sana gelen ilimden (hak olan vahiyden) sonra" senin hak üzere, onların da bâtıl üzere olduğunu kesin öğrendikten sonra onların hevâ ve heveslerine uyarsan, "Allah tarafından bir velî/dost da, bir yardımcı da bulamazsın." İnsan Allah'ın yardımını, himâyesini ve desteğini yitirdikten sonra Allah'a karşı kim ona yardım edebilir, bundan sonra onu kim koruyabilir?
Kitaba
İman; Onu Hakkıyla Okuyup Hayata Geçirmektir
"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler(den bazısı) onu, hakkını gözeterek okurlar. Çünkü onlar, ona iman ederler. Onu inkâr edenlere gelince, işte gerçekten zarara uğrayanlar onlardır." (2/Bakara, 121)
"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler(den bazısı) onu, hakkını gözeterek okurlar. Çünkü onlar, ona iman ederler...” Burada ehl-i kitaptan Kur’an’ı samimiyetle inceleyen ve O’nu doğru buldukları için kabul eden dindar bir grup kastediliyor.
O hevâ ve heves sahipleri, o tahrif ve bid’at ehli, artık gerçek mânâsıyla Kitap ehli değiller. Çünkü “Bizim kendilerine kitap verdiğimiz ehliyetli kimseler, verdiğimiz kitabı tilâvet ederler, yani dikkatle ve tane tane okurlar, dillerine vird ederler, ders yaparak okurlar, üstelik hakkıyla tilâvet ederek okurlar, tilâvetinin hakkını vererek okurlar.” Tahriften, karıştırmaktan koruyarak, hevâ ve heveslerinden uzak kalarak, kelimelerinin telaffuzunu, mânâsını ve hükümlerini ciddiyetle gözeterek, dikkatlice, saygılı ve devamlı bir şekilde, bilmediklerini, anlamadıklarını ehlinden sora sora, iyi niyetle, temiz kalple ve temiz ağızla okurlar. Gelişi güzel, baştan savma, bir eğlence gibi okumazlar. Şarkı, gazel, türkü, mâni, roman, hikâye yerine koymazlar, Kemâl-i hürmet ve tâzimle, edeple okurlar. “İşte böyle okuyanlar, o kitaba iman ederler ve gerçekten Kitap sahibidirler. Fakat kim o kitaba inanmaz, onu inkâr ile ona nankörlük ederse, onu hakkıyla okumayıp, kendi hevâsına göre tağyîr eder bozarsa, işte onlar hüsrâna uğramış kimselerdir. O büyük saâdetten mahrumdurlar.” Bu âyet, ashâbın âlimlerinden Abdullah bin Selâm ve benzeri kimseler gibi Kitap ehlinin mü’minleri hakkında nâzil olmuştur ki, bunlar Tevrat ve İncil’i hakkıyla tilâvet edegelen gerçek iman sahibi kimseler oldukları için Kur’an ve son peygamber olan Peygamber Efendimiz’e iman etmişler ve Rasûlullah’ın gelişinden memnun ve râzı olmuşlardır. “Ashâb-ı Sefîne” (Gemi Ashâbı) denilen zevât da bu sınıftandır: Bunlar, Câfer bin Ebî Tâlip ile beraber bir gemide gelmiş olan otuz ikisi Habeşistan’lı, sekizi de Şam râhiplerinden olmak üzere kırk kişi idiler.
Bu âyet, açıkça pratik bir duruma işaret ediyor. Medine’de ehl-i kitaba mensup bazı kimselerin hakkın tarafını tuttukları, Peygamber’in sunduğu mesaja iman ettikleri realitesi gündeme getiriliyor. Âyet-i kerimenin ifadesi mutlaktır. Dolayısıyla hem yahûdilerin, hem hıristiyanların ve hem de her iki grubun birlikte kastedilmiş olması muhtemeldir. Bununla beraber, yahûdilerin kastedildiği daha belirgindir. Çünkü âyetlerin birinci derecede muhâtabı onlardır. Nitekim Medine’de bazı yahûdilerin Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğine inandıkları birçok âyette ifade edilmiştir.
“Onu inkâr edenlere gelince, işte gerçekten zarara uğrayanlar onlardır." İman kaybından daha büyük kayıp olabilir mi? Kâinatta Allah’ın insanlara sunduğu en büyük nimet iman nimetidir. O kaybedildikten sonra geriye ne kalır şu dünyada?
Allah’
ın Nimetlerini Unutup Nankör Olmamak"Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi (bir zamanlar) cümle âleme üstün kılmış olduğumu hatırlayın." (2/Bakara, 122)
Bu âyetten itibaren yeni bir hitap başlıyor. Bu hitabı anlayabilmek için aşağıdaki noktalar gözönünde bulundurulmalıdır:
1) Hz. İbrâhim (a.s.), Hz. Nuh’tan sonra Allah tarafından İslâm’ın evrensel mesajını yaymakla görevlendirilen ilk peygamberdi. Dâvetine kendi ülkesi olan Irak’ta başladı ve insanları İslâm’a (Allah’a teslim olmaya) çağırdı. Daha sonra aynı görevle Suriye, Filistin, Mısır ve Arabistan’a gitti. Bunu tâkiben, çeşitli yerlere elçilerini gönderdi. Yeğeni Lût’u eski Ürdün’e; oğlu İshak’ı Suriye ve Filistin’e; büyük oğlu İsmâil’i de Arabistan’a gönderdi. Daha sonra Allah O’na, Mekke’de, Kâbe adı verilen bir ibâdetgâh yapmasını ve orayı dâvetinin merkezi olarak belirlemesini emretti.
2) Hz. İbrâhim (a.s.)’in iki oğlundan iki kavim meydana geldi; İsmâiloğulları ve İsrâiloğulları. Birincisi Arabistan’a yerleşen Hz. İsmâil (a.s.)’in torunlarıydı. Kureyş ve diğer bazı Arap kabileleri O’nun doğrudan torunları oluyordu. Fakat gerçekte Hz. İsmâil’in torunları olmayan Arap kabileleri de, O’nun dâvetinden az çok etkilendikleri için O’nun torunları olduklarını iddia ediyorlardı. İkincisi, yani İsrâiloğulları, İshak’ın oğlu Yâkub’un torunlarıydılar. Hz. Yûsuf, Hz. Mûsâ, Hz. Dâvud, Hz. Süleyman, Hz. Yahya, Hz. İsa (Allah’ın selâmı hepsinin üzerine olsun) ve birçok peygamber bunların arasından çıkmıştır. Bunlar Hz. İsrâil’den (Yâkub a.s.’ın ikinci ismi/lakabı) sonra İsrâiloğulları adını almışlardı. Onların dinini kabul eden başka gruplar da bu kavme katılmışlardır. Hz. İsa (a.s.) dâhil bütün İsrâil peygamberleri İslâm’ı, Allah’a teslimiyeti yaymaya çalışmışlardır. Fakat İsrâiloğulları bozulup dinlerini (İslâm) kaybedince, yahûdiliği, daha sonra da hıristiyanlığı icat etmişlerdir.
3) Hz. İbrâhim (a.s.) bütün insanları Allah’a teslim olmaya çağırmak ve onları Allah’ın hidâyeti doğrultusunda ıslah etmekle görevlendirilmişti. Kendisi de teslim olmuş, Allah’tan aldığı vahye/ilme uygun hareket etmiş, bu bilgiyi yaymak ve bütün insanları Evrenin Hâkimi’ne boyun eğmeye iknâ etmek için elinden geleni yapmıştı. Bu nedenle de, dünyaya önder olarak seçilmişti. Daha sonra O’nun liderliği, tüm sorumluluklarıyla birlikte İshak ve Yâkub’un torunları olan İsrâiloğullarına devredilmişti. Buna uygun bir şekilde, Kudüs’teki Kutsal Mâbed, Hz. Süleyman (a.s.) döneminde merkez ve Allah’a ibâdet edenlerin kıblesi yapılmıştı. İsrâiloğulları bu görevin önderleri olarak kaldıkları sürece de Kutsal Mâbed aynı şekilde korundu.
4) Buraya kadar yapılan hitaplarda (2/Bakara, 40-121. âyetler) Allah, İsrâiloğullarını önderlikleri sırasında işledikleri günahlar nedeniyle suçluyor. Bu nedenle Kur’an onların ahlâkî durumuna işaret ederek diyor ki: “Siz, size verilen nimete lâyık olmadığınızı gösterdiniz. Size verilen önderlik vazifelerini ihmal etmekle kalmayıp Allah’ın hidâyetini de hayatınızdan çıkardınız. Şimdi olaylar öyle bir dereceye geldi ki, artık siz önderliğe uygun olmayan bir millet haline geldiniz.”
5) Onlara, insanlığa önderlik etmenin Hz. İbrâhim (a.s.)’in soyundan gelenlerin tekelinde olmadığı; çünkü hiç kimsenin doğuştan getirdiği özellikleri nedeniyle böyle bir hak iddia edemeyeceği söyleniyor. O, sadece Hz. İbrâhim (a.s.) gibi kendisini Allah’a teslim eden ve O’nun hidâyeti üzere olan kullarına lutfedilen bir mertebedir. İsrâiloğulları, yoldan saptıkları ve önderliğe uygun olmadıklarını gösterdikleri için bu görevden alınmışlardır.
6) Hz. İbrâhim (a.s.)’in soyundan geldikleri için övünen İsrâiloğulları dışındaki yahûdi ve hıristiyanların da Hz. İbrâhim (a.s.)’in yolundan saptıkları bildiriliyor. Aynı şekilde Hz. İsmâil kanalıyla Hz. İbrâhim’e bağlandıkları için övünen Arabistan müşriklerine de Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil’in yolundan saptıkları için önderliğe lâyık olmadıkları söyleniyor.
7) Artık İsrâiloğulları önderlik görevlerinden alınmışlardır. Bundan sonra Hz. İsmâil (a.s.) ve Hz. İbrâhim (a.s.)’in duâlarına uygun olarak Hz. İsmâil (a.s.)’in soyundan Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamber olarak seçildiği gösteriliyor. O’nun peygamber olarak seçilmesinin nedeni, kendinden önceki bütün peygamberlerin uyduğu yola tâbi olmasıdır. O ve O’na uyanlar Allah tarafından gönderilen bütün peygamberlere inandılar ve bütün dünyayı, daha önceki peygamberlerin çağırdığı yola dâvet ettiler. Bu sebeple, sadece Hz. Peygamber (s.a.s.)’e uyanlar, önderliğe uygu niteliklere sahiptirler.
8) Önderliğin el değiştirmesiyle merkezin de değişmesi gerekiyordu. İsrâiloğullarının önderlik ettiği dönemde Kudüs’teki mâbed, merkez ve tüm Hakk’a inananların kıblesi idi. Bu nedenle ilk önceleri, Hz. Muhammed (s.a.s.) ve O’na inananlar namazda o tarafa dönüyorlardı. Fakat İsrâiloğulları önderlikten alındıklarında doğal olarak kutsal mescid kıble olmaktan çıktı. Bundan sonra Hz. Muhammed (s.a.s.)’in dâvete başladığı yer olan Mekke’deki Kâbe’nin kıble olacağı ilân edildi. Kâbe aynı zamanda Hz. İbrâhim (a.s.)’in dâvet merkezi olduğu için ne İsrâiloğulları, ne de Araplar buna karşı çıkamazlardı. Çünkü her iki grup da, Hz. İbrâhim (a.s.)’i ataları olarak kabul ediyorlardı. Bu nedenle, Kâbe’nin merkez yapılmasına karşı öne sürebilecekleri hiçbir sebepleri yoktu. Fakat inatçı insanların, Hakk’ın hak olduğunu bildikten sonra da O’na karşı çıkmaya devam ettikleri bir gerçektir.
9) Allah müslümanları önderler olarak ilân ettikten ve Kâbe’yi merkez tâyin ettikten sonra, onların önderlik görevlerini yapabilmeleri için onlara belli tâlimatlar veriliyor (Bkz. 2/Bakara, 153-186. âyetler).
Bu kesin hükmü yerleştirdikten sonra âyetin akışı İsrâiloğullarına dönüyor. Onlara hitap ediyor. Sanki İsrâiloğullarına son olarak sesleniyor. Bunca uzun mücâdeleyi, peygamberleriyle, Rableriyle geçmiş olan tarihî hâdiseleri arzettikten sonra, dönüp Rasûlullah’a ve mü’minlere hitap ederek tekrar İsrâiloğullarına yöneliyor ve son olarak bir kere daha sesleniyor. İsrîloğulları gaflet ve ihmal kapısı önünde daha önce verilmiş olan itikat emânetinden uzaklaştırıldıktan sonra... İşte burada ilk başlangıçta olduğu gibi ilâhî dâvet bir daha tekrarlanıyor: “Ey İsrâiloğulları!...
Ey İsrâiloğulları! Size, her şeyden önce Âdem soyu içinde kitap ve nübüvvete âşina olmanız, ilâhî ahdin sorumluluğunu yüklenmiş büyük bir ümmet olmanız ve bir de Mûsâ kavminden bulunmanız dolayısıyla hitap edildi, lâkin dinleyenleriniz çok az oldu. Şimdi onları destekler mâhiyette bir de İbrâhim soyundan gelmeniz dolayısıyla bazı ihtar ve uyarılara muhâtap tutulacaksınız. Kitap ehli ne demekmiş, nasıl olurmuş, gördünüz ya! Artık insafa gelerek aklınızı başınıza alarak “vaktiyle size ihsan ettiğim nimetlerimi, nübüvvet nimetimi ve özellikle âhir zaman peygamberinin gönderileceğini bildiren vaadimi ve onun bir mukaddimesini teşkil eden geçmişteki devleti ve o zaman sizi bütün akıl sahiplerine üstün tuttuğumu hatırlayın.
Bu âyetin bir benzeri daha önce geçmişti: “Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi (bir zamanlar diğer) insanlardan üstün kıldığımı hatırlayın.” (2/Bakara, 47)
Torpilin Geçmedi
ği, Herkesin Ameliyle Başbaşa KalacağıGün
İçin Hazırlanmak
"Ve bir günden sakının ki, o günde hiç kimse başkası nâmına bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez. Onlar hiçbir yardım da görmezler." (2/Bakara, 123)
Önemine binâen tekrar edilen bu âyetteki ifadelerin bir benzeri daha önce geçmişti: “(Ey İsrâiloğulları!) İleride gelecek bir günden korkun ki, o günde hiçbir kimse, başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz. Hiç kimseden (Allah izin vermedikçe) şefaat kabul olunmaz ve fidye (bedel) de alınmaz. Onlara asla yardım edilmez.” (2/Bakara, 48) “Hiç kimsenin, bir başkası yerine hiçbir şey yapamayacağı, kimseden fidye kabul edilmeyeceği, şefaatin de bir fayda sağlamayacağı ve bunlara hiçbir taraftan yardım edilmeyeceği günden, o korkunç günün azâbından korunun!” Bunlar size üçüncü defa olarak hatırlatılıyor. Çektiğiniz, çekeceğiniz belâları hesaba katarak takvâya sarılın. *
* Bu tefsir bölümü, a
şağıdaki kaynaklarda ismi yazılı tefsirlerin ilgili âyetler hakkındaki açıklamalarından yararlanılarak ve yer yer özetlenip iktibas edilerek hazırlanmıştır.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Z
ılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 215-2302. Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi,
İnsan Y. c. 1, s. 91-983. Hak Dini Kur'an Dili, Elmal
ılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 380-405; Eser Y. c. 1, 459-4904. Kur'an-
ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 219-2465. Hadislerle Kur'an-
ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 485-5286. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Ne
şriyat, c. 1, s. 195-2207. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akça
ğ Y. c. 3, s. 299-4088. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 353-378
9. El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an,
İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 260-30410. Yüce Kur'an'
ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 213-23011. Et-Tefsîru'l-Hadis,
İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 110-12412. El-Esas fi't-Tefsir, Said Havva,
Şamil Y. c. 1, s. 222-28813. Muhtasar Taberî Tefsiri,
İmam Taberi, Ümit Y. c. 1, s. 87-9814. Ruhu'l-Furkan Tefsiri, Mahmud Ustaosmano
ğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 1, s. 502-58415. Furkan Tefsiri, Hicazi, Vahdet Y. c. 1, s. 82-91
16. Kur'an Mesaj
ı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 30-3417. Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî,
İz Y. c. 1, s. 15618. Kur'an-
ı Kerim'in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri, Ö. Nasuhi Bilmen, Bilmen Y. c. 1, s. 103-11819. Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s.150-187
20. Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 217-254
21. Bakara Sûresi Tefsiri, Ramazano
ğlu Mahmud Sâmi, Erkam Y. s. 171-186