Bakara, 124-153; Kavram, 101-108
B A K A R A S U R E S
İ 124-153. Â Y E T L E RHZ.
İBRÂHİM, ÖNDERLİK VE KIBLE
Bakara, 124-153. Âyetlerin Mealleri
Bu Bölümdeki Âyetlerin Konular
Hz.
İbrâhim; Mesajı ve Önderliğin Serüveniİbrâhim (a.s.)'in İmtihanı ve İmamlığı/Önderliği
Mü’minler, Çocuklar
ının İmânî Geleceğini, onların da Dâvâ Adamı Olmasını DüşünmelidirGünvenli Yer, Toplanma ve
İbâdet Mahalli; KâbeGeçici Dünya R
ızıkları Herkese; Âhiret Nimetleri Sadece Mü’minlereBeytullah’
ın Temeli ve Bu Amelin Kabulü İçin DuâPeygamberlerin Duâs
ı: “Ey Rabbimiz, Bizi ve Neslimizi Sana Teslim Olan Müslümanlardan Eyle!”Ümmete
İmâmette Kitap ve Hikmeti Öğretecek Elçinin ÖnemiAhmaklardan Ba
şka Kim Tevhid Dininden Yüz Çevirir?Peygamberlerin Tümü,
İslâm’ı Arzedip Allah’a Teslim Olan Gerçek MüslümanlardıEn Önemli Tavsiye ve Vasiyet: Müslümanca Ya
şayıp Müslümanca Ölün!Ölüm Yata
ğında Bile, Sadece Allah’a Kulluk ve İbâdeti TavsiyeHerkes Kendi Yapt
ığından SorumludurDo
ğru Yol; Şirkten Uzaklaşıp Tevhid Dinine YapışmaktırBütün Peygamberlere ve Onlara Verilen Kitaplara
İmanİman Etmeyenlere Karşı Allah Size Kâfidir
Allah’
ın Boyasından/Dininden Daha Güzeli Olabilir mi?Allah Hakk
ında Tartışma mı, O’na İhlâsla Bağlanmak mı?Siz mi Daha
İyi Bilirsiniz, Yoksa Allah mı? Tüm Peygamberlerin Dini, Elbette İslâm’dırOnlar
ın Yaptıkları Kendilerine, Sizin Yaptıklarınız Size!Do
ğu da Allah’ındır, Batı da!İnsanlara Örnek Olmak İçin Dengeli/Âdil Ümmet
Yüzünü Mescid-i Harâm Taraf
ına Çevir!Onlar
ın Hevâlarına/Arzularına Uyarsan, Zâlimlerden Olursun!Onlar Bildikleri Halde Hakk
ı GizlerlerHak/Mutlak Do
ğru, Rabbinden Gelen HükümlerdirHerkes Bir Tarafa Yönelir; Siz Hay
ırda Yarışmaya Bakın!Namazda K
ıbleye Yönelmek“Sak
ın Onlardan Korkmayın; Benden Korkun ki, Size Verdiğim Nimetimi Tamamlayayım”Bize Âyetler Okuyan, Bizi Temizleyen, Bize Kitab’
ı ve Hikmeti Öğreten Bir Peygamber; RasûlullahAllah’
ı Zikredin ki, Allah da Sizi Zikretsin!Sab
ır ve Namazla Allah’tan Yardım İstemek
Bakara, 124-153. Âyetlerin Mealleri
"Bir zamanlar Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu." (2/Bakara, 124)
"Biz, Beyt'i (Kâbe'yi) insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrâhim'in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrâhim ve İsmâil'e: 'Tavaf edenler, ibâdete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim'i temiz tutun' diye emretmiştik." (2/Bakara, 125)
"İbrâhim de demişti ki: 'Ey Rabbim! Burayı emîn bir şehir yap, halkından Allah'a ve âhiret gününe iman edenleri çeşitli meyvelerle rızıklandır/besle.' Allah buyurdu ki: 'Kim küfr edip inkâr ederse onu az bir süre faydalandırır, sonra onu cehennem azâbına sürüklerim. Ne kötü varılacak yerdir orası!" (2/Bakara, 126)
"Bir zamanlar İbrâhim, İsmâil ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor, (şöyle diyorlardı:) 'Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz Sen her şeyi işitirsin, her şeyi bilirsin." (2/Bakara, 127)
“Ey Rabbimiz! Bizi Sana teslim olanlardan/müslümanlardan kıl, neslimizden de Sana teslim olan müslüman bir ümmet çıkar, bize ibâdet yerlerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin.” (2/Bakara, 128)
“Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden Senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, hüküm ve hikmet sahibi olan, her şeyi yerli yerince yapan yalnız Sensin." (2/Bakara, 129)
"İbrâhim'in dininden, kendini bilmezlerden başka kim yüz çevirir? Andolsun ki, Biz onu dünyada (elçi) seçtik, şüphesiz o, âhirette de sâlihlerden/iyilerdendir." (2/Bakara, 130)
"Çünkü Rabbi ona: 'Müslüman ol!' demiş, o da: 'Âlemlerin Rabbine teslim oldum, müslüman oldum' demişti." (2/Bakara, 131)
“İbrâhim de bunu kendi oğullarına vasiyet etti. Ya’kub da, ‘oğullarım! Allah sizin için o dini (İslâm’ı) seçti. O halde sadece müslümanlar olarak ölünüz’ (dedi).” (2/Bakara, 132)
"Yoksa Ya'kub'a ölüm geldiği zaman siz orada mı idiniz? O zaman (Ya'kub) oğullarına: 'Benden sonra kime kulluk/ibâdet edeceksiniz?" demişti. Onlar: 'Senin ve ataların İbrâhim, İsmâil ve İshak'ın ilâhı olan tek Allah'a kulluk/ibâdet edeceğiz; biz ancak O'na teslim olduk/müslüman olduk' dediler." (2/Bakara, 133)
"Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları/yaptıkları (sevaplar) kendilerinin; sizin kazandıklarınız/yaptıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz." (2/Bakara, 134)
"(Yahûdiler ve hıristiyanlar, müslümanlara:) 'Yahûdi ya da hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız' dediler. De ki: 'Hayır! Biz, hanîf olan İbrâhim'in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi." (2/Bakara, 135)
"Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya'kub ve esbâta (torunlara) indirilene, Mûsâ ve İsa'ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah'a teslim olduk, O'nun için müslüman olduk' deyin." (2/Bakara, 136)
"Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi inanırlarsa hidâyeti/doğru yolu bulmuş olurlar, dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olurlar. Onlara karşı Allah sana yeter. O (her şeyi) işitendir, bilendir." (2/Bakara, 137)
“Allah'ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na ibâdet/kulluk ederiz (deyin)." (2/Bakara, 138)
“De ki: 'Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz olduğu halde, O'nun hakkında bizimle tartışmaya mı girişiyorsunuz? Bizim yaptıklarımız (ın mükâfâtı) bize; sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz O'na muhlis kullarız, ihlâsla (gönülden) bağlananlarız.” (2/Bakara, 139)
"Yoksa siz, İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya'kub ve esbâtın (torunların) yahûdi, yahut hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: 'Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah tarafından kendisine (bildirilmiş) bir şâhitliği gizleyenden daha zâlim kim olabilir? Allah yaptıklarınızdan gâfil değildir." (2/Bakara, 140)
"Onlar bir ümmetti; gelip geçti. Onların kazandıkları/yaptıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size âittir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz." (2/Bakara, 141)
“İnsanlardan birtakım beyinsizler, ‘üzerinde bulundukları kıblelerinden onları çeviren nedir?’ diyecekler. De ki onlara; ‘doğu da, batı da Allah’ındır. O dilediğini doğru yola iletir.” (2/Bakara, 142)
“İşte böylece sizin insanlar üzerinde şâhitler olmanız, Rasûl’ün de sizin üzerinizde bir şâhit olması için sizi orta (dengeli) bir ümmet kıldı. Senin arzulayıp da şu anda üzerinde bulunduğun kıbleyi (Kâbe’yi) Biz, ancak, Peygamber’e uyanı, ökçesi üzerinde geri dönenden (münâfıktan) ayırt etmemiz için kıble yaptık. Bu şekilde kıblenin (Kudüs’ten Kâbe’ye) çevrilmesi, Allah’ın hidâyet ettiği/yol gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zâyi edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanlara (her şeye rağmen) şefkatli ve merhametlidir.” (2/Bakara, 143)
“(Yâ Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (gökten haber beklediğini) görüyoruz. Hemen seni, râzı olacağın/hoşlanacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Yüzünü (namazda) artık Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, ehl-i kitap, onun gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.” (2/Bakara, 144)
“Yemin olsun ki (habibim!) sen kendilerine kitap verilenlere her türlü âyeti (mûcizeyi) getirsen yine de onlar (inatlarından) sana uyup kıblene dönmezler. Sen de onların kıblesine dönecek değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine dönmezler. Sana gelen ilimden sonra eğer sen onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, işte o zaman sen haksız davrananlardan olursun.” (2/Bakara, 145)
“Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (o kitaptaki peygamberi) öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizler.” (2/Bakara, 146)
“Hak ve gerçek olan, Rabbinden gelendir. Sakın kuşkulananlardan olma!” (2/Bakara, 147)
“Herkesin yöneldiği bir yönü (tutumu) vardır. O halde (ey mü’minler!) Siz de hayır işlerine koşun, hayırda yarışın. Nerede olursanız olun, sonunda Allah sizi bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye kaadirdir.” (2/Bakara, 148)
“Nereden yola çıkarsan (namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu emir, elbette sana Rabbinden gelen gerçek bir emirdir. (Bilin ki) Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (2/Bakara, 149)
“Nereden yola çıkarsan yüzünü (namazda) Mescid-i Haram’a doğru çevir. Nerede olursanız olunuz, yüzünüzü o yana çevirin ki, insanların aleyhinizde (kullanabilecekleri) bir delil bulunmasın. Yalnız haksızlık edenler müstesnâ. Sakın onlardan korkmayın! Yalnız Benden korkun ki size olan nimetimi tamamlayayım. Umulur ki doğru yolu bulursunuz.” (2/Bakara, 150)
“Nitekim kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab’ı ve hikmeti getirip size bilmediklerinizi öğreten bir Rasûl gönderdik.” (2/Bakara, 151)
“Öyle ise size Beni (tâat ve ibâdetle) zikredin/anın ki Ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin!” (2/Bakara, 152)
“Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.” (2/Bakara, 153)
Bu Bölümdeki Âyetlerin Konular
ıSûrenin geçen bölümlerinde umûmiyetle yahûdiler; az miktarda da hıristiyanlar olmak üzere Mûsâ Peygamber’den Hz. Peygamber’e kadar geçen devrede İsrâiloğullarının peygamberlerine vermiş oldukları ahidlere ve şer’î emirlere karşı takip ettikleri hareket ve tutumlar üzerinde duruldu. Ve ehl-i kitab ile olan münâkaşaların cereyan şekli izah edildi. Bu arada müşriklerin de ehl-i kitab ile birçok hususta müşterek hareket ettikleri yer yer açıklanmıştı. Şimdi, âyet-i kerimelerin akışı Mûsâ (a.s.) devrinden daha önceki tarihî devrelere yani İbrâhim (a.s.)’in devrine dönüyor. Burada âyet-i kerimeler, bir taraftan müstesnâ ifâde ve seyrini devam ettirirken, diğer yandan Medine’de müslümanlarla yahûdiler arasında cereyan eden münâkaşa ve münâzaaları bütün yönleriyle izah ediyor.
Kitab ehli olanlar, nesepleri itibarıyla, İshak Peygamber yoluyla İbrâhim (a.s)’e bağlanırlar. Bunlar, Hz. İbrâhim’e mensup oluşlarını, Allah’ın onun zürriyetine bereket ve bolluk vaad edip ahid yapıldığını ileri sürerek gururlanıyor ve bunu istismar ederek kibirleniyorlardı. Ne yaparlarsa yapsınlar, cennetin kendilerine mahsus olduğunu, yalnız kendilerinin hidâyet ve hak din üzerinde sâbit kaldıklarını ileri sürüp bütün faziletleri kendi kavimlerine inhisar ettiriyorlardı.
Kureyş kabilesinin kökü de İsmâil (a.s.) vâsıtasıyla Hz. İbrâhim’e intisap ettiği için, bununla övünürlerdi. Hz. İbrâhim’e mensup olmalarından faydalanarak Kâbe işleriyle ve Mescid-i Harâm’ın tâmiri ile meşgul olmayı kendileri için bir fazilet sayıyorlardı. Ve böylece Kureyş kabilesi Araplar üzerinde bir hâkimiyet kurarak kendisine şerefli bir yer temin etmişti. Kur’ân-ı Kerim yahûdi ve hıristiyanların cennet konusundaki haddi aşkın iddiâ ve propagandalarına daha önce temas etmişti (Bkz. 2/Bakara, 111). Yine biraz önce ehl-i kitabın; müslümanları yahûdi veya hıristiyan yapmak için sarfetmiş oldukları gayreti de zikretmişti (Bkz. 2/Bakara, 109, 120). Onların bütün gâyesi, müslümanları yahûdi veya hıristiyan yaparak güya hidâyete erdirmekti. “Ve dediler ki: ‘yahûdi veya hıristiyan olun ki hidâyete eresiniz.” (2/Bakara, 135). Yine aynı tarzda Allah’ın mescidlerinde Allah ismimin anılmasına mâni olanlara ve bu mescidlerin tahrib edilmesi için çalışanlara da temas edilmişti (2/Bakara, 114). Bunlar; kıblenin değiştirilmesi konusundaki tutumları ve bu münâsebetle İslâm saflarında yaptıkları zehirli propagandaları ile bilinen yahûdilerdi.
Şimdi konu İbrâhim, İsmâil, İshak (a.s.)’a, Beytü’l Harâm’a, onun yapılışı ve hac menâsikine dâir meselelerin izahına geçiyor. Bunları gâyet muvâfık bir hava içerisinde anlatıyor. Yahûdilerin, hıristiyanların ve müşriklerin ileri sürdükleri iddiâların esası mevzûunda bütün hakikatleri gözler önüne seriyor. Bu arada müslümanların yönelmesi gereken kıblenin hükmü konusunda da bazı ifâdeler zikrediliyor. Yine uygun bir şekilde İbrâhim (a.s)’in dininin hakiki çehresini -ki o tümüyle tevhiddir- onun diniyle ehl-i kitabın bozuk ve tahrif edilmiş itikadları arasındaki mesâfenin uzaklığını, yahûdilerin İbrâhim (a.s.)’e mensup olduklarını iddiâ ettikleri itikat prensipleri ile en son din olan İslâm itikadının birbirine yakınlığı çeşitli şekillerde izah edilmektedir. Bu arada Allah dininin tek olduğu ve bu dinin tevhid akîdesine dayandığı, Allah’ın göndermiş olduğu peygamberler aracılığıyla devamlı olarak insanlığa sunulduğu belirtilmekte, Allah’ın dininin bir toplumun veya ırkın elinde istismar vâsıtası olmasını kesinlikle reddetmektedir. Ve açıkça; itikadın mü’min kalplerin mirası olup kör taassubun malı olmadığı anlatılmaktadır. Bu mirasa sahip olmaya, kan ve cins yakınlığı değil; iman ve itikad yakınlığının vesîle olabileceği, hangi ırktan olursa olsun, bu dine inanıp bu yola baş koyanların ırk ve kan farkı gözetilmeksizin, bu dâvâya daha çok lâyık olacağı münâsip bir şekilde beyan edilmektedir. Din, Allah’ın dinidir. Allah’la hiçbir kul arasında kan ve ırka dayalı nesep ve sihriyet bağı yoktur!
İslâm düşüncesinin en önemli esaslarından bir kısmını temsil eden bu hakikatleri Kur’ân, şâyân-ı hayret bir intizam içerisinde, hârikulâde bir üslûp ile beyan ediyor.
Bu bölümdeki âyet-i kerîmeler, bizi tâ İbrâhim (a.s.) devrine götürüp hâdiseleri adım adım tâkip ettiriyor. Hz. İbrâhim’in Allah tarafından imtihan edildiğini, bu sınavı kazandığını ve sonra insanlara rehber seçildiğini beyan ediyor. Ve İslâm ümmetinin doğuşunu, İbrâhim (a.s.) ile İsmâil (a.s.)’in Kâbe’nin duvarlarını yükseltirken yaptıkları duâya bağlıyor. İşte bu yüzden İlâhî emânete İbrâhim (a.s.)’in bütün torunları değil; sadece bir kısmının hak kazandığını bildiriyor. İtikad mirasına sahip olabilmek için, peygambere iman edip emirlerine itaat etmenin şart olduğunu anlatıyor. Bu tarihî tabloyu arzederken, İslâm’ın, -yüzünü sadece Allah’a döndürmek mânâsına gelen- ilk ve son risâlet olduğu, âyetlerin akışı ile ifâde ediliyor. İbrâhim Peygamber’in itikadı budur. Ondan sonra gelen Hz. İsmâil’in, Hz. İshak’ın, Hz. Yakub (a.s.)’un ve onu tâkip edenlerin itikadı da bu şekildedir. Bu itikad sonra Hz. Mûsâ’ya ve Hz. İsa’ya kadar tevârüs edip geldi. İbrâhim (a.s.)’in itikadı ve inanış tarzı nihayet müslümanlara geçti.
Kim bu itikada sapasağlam sahip olursa İbrâhim’in vârisi odur. Onun vaad etmiş olduğu ahidlerin ve muştulukların vârisi de odur. Kim bu itikaddan çıkar, İbnrâhim (a.s.)’in dininden yüz çevirirse, Allah’ın ahdinden çıkmış ve Allah’tan yüz çevirmiş olur. Böylece bu ahidlere ve müjdelere vâris olma hakkını da kaybeder. Şu halde yahûdilerin İbrâhim (a.s.)’in torunları olmalarından dolayı üstünlük kazanıp onun vârisi sayıldıklarına dair ileri sürdükleri iddiâlar, tamâmen suya düşmüş oluyor. Bu akîdeden inhiraf ettikleri demden beri verâset hakkını kaybettiklerini bu âyetler bildiriyor. Bu arada Kureyşlilerin aynı şekilde Beytü’l Harâm’a ve onun tâmir ve hizmet işlerine kendilerinin Allah tarafından seçildiklerine dâir bütün iddiâları suya düşmüş oluyor. Zira bunlar da o Beytin kurucusu ve temellerinin yükselticisi olan İbrâhim (a.s.)’in itikadını inhiraf etmeleri dolayısıyla verâset hakkını kaybetmişlerdir. Aynı zamanda, müslümanların yönelmesi gereken kıble hususunda yahûdilerin iddiâlarının da bâtıl olduğu ortaya çıkıyor. Zira Kâbe, müslümanların ve ataları İbrâhim (a.s.)’in kıblesidir. Bütün bu ifâdeler, dikkate şâyân hayretâmiz izahlar ve insanı duygulandırıcı işaretler, derin mânâ ve insicamlı ifâdeler, gâyet kuvvetli tesire sahip açıklamalarla doludur.
Hz.
İbrâhim; Mesajı ve Önderliğin SerüveniBu âyetlerden itibaren başlayan yeni hitabı doğru anlayabilmek için şu noktalar gözönünde bulundurulmalıdır:
Hz. İbrâhim (a.s.), Hz. Nuh’tan sonra Allah tarafından İslâm’ın evrensel mesajını yaymakla görevlendirilen ilk peygamberdi. Dâvetine kendi ülkesi olan Irak’ta başladı ve insanları İslâm’a (Allah’a teslim olmaya) çağırdı. Daha sonra aynı görevle Suriye, Filistin, Mısır ve Arabistan’a gitti. Bunu tâkiben, çeşitli yerlere elçilerini gönderdi. Yeğeni Lut’u eski Ürdün’e; oğlu İshak’ı Suriye ve Filistin’e; büyük oğlu İsmâil’i de Arabistan’a gönderdi. Daha sonra Allah ona Mekke’de, Kâbe adı verilen bir ibâdetgâh yapmasını ve orayı dâvetinin merkezi olarak belirlemesini emretti.
2- Hz. İbrâhim (a.s.)’in iki oğlundan iki kavim meydana geldi; İsmâiloğulları ve İsrâiloğulları. Birincisi Arabistan’a yerleşen Hz. İsmâil (a.s.)’in torunlarıydı. Kureyş ve diğer bazı Arap kabileleri onun doğrudan torunları oluyorlardı. Fakat gerçekte Hz. İsmâil’in torunları olmayan Arap kabileleri de, onun dâvetinden az çok etkilendikleri için onun torunları olduklarını iddiâ ediyorlardı. İkincisi, yani İsrâiloğulları, İshak’ın oğlu Ya’kub’un torunlarıydılar. Hz. Yusuf, Hz. Mûsâ, Hz. Dâvud, Hz. Süleyman, Hz. Yahyâ, Hz. İsa (Allah’ın selâmı hepsinin üzerine olsun) ve birçok peygamber bunların arasından çıkmıştır. Bunlar Hz. İsrâil’den (Ya’kub’un ikinci ismi) sonra İsrâiloğulları adını almışlardı. Onların dinini kabul eden başka gruplar da bu kavme katılmışlardır. Hz. İsa (a.s.) dâhil bütün İsrâil peygamberleri İslâm’ı, Allah’a teslimiyeti yaymaya çalışmışlardır. Fakat İsrâiloğulları bozulup dinlerini (İslâm) kaybedince, yahûdiliği, daha sonra da hıristiyanlığı icat etmişlerdir.
3- Hz. İbrâhim, bütün insanları Alah’a teslim olmaya çağırmak ve onları Allah’ın hidâyeti doğrultusunda ıslah etmekle görevlendirilmişti. Kendisi de teslim olmuş, Allah’tan aldığı bilgiye uygun hareket etmiş, bu bilgiyi yaymak ve bütün insanları evrenin hâkimi Allah’a boyun eğmeye iknâ etmek için elinden geleni yapmıştı. Bu nedenle de, dünyaya önder olarak seçilmişti. Daha sonra onun liderliği, tüm sorumluluklarıyla birlikte İshak ve Ya’kub’un torunları olan İsrâiloğullarına devredilmişti. İsrâiloğullarından tekrar tekrar hatırlamaları istenen özel nimet işte budur. Buna uygun bir şekilde, Kudüs’teki Kutsal Mâbed, Hz. Süleyman (a.s.) döneminde merkez ve Allah’a ibâdet edenlerin kıblesi (namazda yüzün döndürüleceği yer) yapılmıştı. İsrâiloğulları bu görevin önderleri olarak kaldıkları sürece de Kutsal Mâbed aynı şekilde korundu.
4- Buraya kadar yapılan hitaplarda (40-121. âyetler) Allah, İsrâiloğullarını önderlikleri sırasında işledikleri günahlar nedeniyle suçluyor. Bu nedenle Kur’an onların ahlâkî durumuna işaret ederek diyor ki: “Siz, size verilen nimete lâyık olmadığınızı gösterdiniz. Size verilen önderlik vazifelerini ihmal etmekle kalmayıp, Allah’ın hidâyetini de hayatınızdan çıkardınız. Şimdi olaylar öyle bir dereceye geldi ki, artık siz önderliğe uygun olmayan bir millet haline geldiniz.”
5- Onlara, insanlığa önderlik etmenin Hz. İbrâhim (a.s.)’in soyundan gelenlerin tekelinde olmadığı; çünkü, hiç kimsenin doğuştan getirdiği özellikleri nedeniyle böyle bir hak iddiâ edemeyeceği söyleniyor. O, sadece Hz. İbrâhim (a.s.) gibi kendisini Allah’a teslim eden ve O’nun hidâyeti üzere olan kullarına lutfedilen bir mertebedir. İsrâiloğulları, yoldan saptıkları ve önderliğe uygun olmadıklarını gösterdikleri için bu görevden alınmışlardır.
6- Hz. İbrâhim’in soyundan geldikleri için övünen İsrâiloğulları dışındaki yahûdi ve hıristiyanların da İbrâhim (a.s.)’in yolundan saptıkları bildiriliyor. Aynı şekilde Hz. İsmâil kanalıyla Hz. İbrâhim’e bağlandıkları için övünen Arabistan müşriklerine de Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil’in yolundan saptıkları için önderliğe lâyık olmadıkları söyleniyor.
7- Artık İsrâiloğlulları önderlik görevlerinden alınmışlardır. Bundan sonra Hz. İsmâil ve Hz. İbrâhim’in duâlarına uygun olarak Hz. İsmâil’in soyundan Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamber olarak seçildiği gösteriliyor. Onun peygamber olarak seçilmesinin nedeni, kendinden önceki bütün peygamberlerin uyduğu yola tâbi olmasıdır. O ve O’na uyanlar, Allah tarafından gönderilen bütün peygamberlere inandılar ve bütün dünyayı, daha önceki peygamberlerin çağırdığı yola dâvet ettiler. Bu nedenle, sadece Hz. Peygamber’e uyanlar, önderliğe uygun niteliklere sahiptirler.
8- Önderliğin el değiştirmesiyle merkezin de değişmesi gerekiyordu. İsrâiloğullarının önderlik ettiği dönemde Kudüs’teki mâbed merkez ve tüm Hakk’a inananların kıblesi idi. Bu nedenle ilk önceleri, Hz. Muhammed (s.a.s.) ve O’na inananlar namazda o tarafa dönüyorlardı. Fakat İsrâiloğulları önderlikten alındıklarında doğal olarak kutsal Mescid (Mescid-i Aksâ) kıble olmaktan çıktı. Bundan sonra Hz. Muhammed (s.a.s.)’in dâvete başladığı yer olan Mekke’deki Kâbe’nin kıble olacağı ilân edildi. Kâbe aynı zamanda Hz. İbrâhim’in dâvet merkezi olduğu için İsrâiloğulları da, Araplar da buna karşı çıkamazlardı. Çünkü her iki grup da Hz. İbrâhim’i ataları olarak kabul ediyorlardı. Bu nedenle, Kâbe’nin merkez yapılmasına karşı öne sürebilecekleri hiçbir sebepleri yoktu. Fakat inatçı insanların, Hakk’ın hak olduğunu bildikten sonra da O’na karşı çıkmaya devam ettikleri bir gerçektir.
9- Allah müslümanları önderler olarak ilân ettikten ve Kâbe’yi merkez tâyin ettikten sonra, onların önderlik görevlerini yapabilmeleri için onlara belli tâlimatlar veriyor (Bkz. 2/Bakara, 153-186).
İbrâhim (a.s.)'in İmtihanı ve İmamlığı/Önderliği
"Bir zamanlar Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu." (2/Bakara, 124)
Rabbi İbrâhim (a.s.)’i birtakım kelimelerle mübtelâ kılmış, mükellef tutmuştu, yani imtihana çekmiş, neticede İbrâhim (a.s.) o kelimeleri tamamlamış, yani sınavı baştan sona başarıyla vermişti. İbtilâ ve Belâ: Tecrübe ve imtihan mânâsınadır ki, esasen iki farklı anlamı içine alır: Birisi, bir şeyin gizli olan özelliğini, içyüzünü tanımayı istemek, diğeri de, o şeyin iyi ve kötü yanlarını, eksik veya üstün taraflarını ortaya çıkarmaktır. Birinci mânâ, gizliyi ve açığı bilen Cenâb-ı Allah hakkında zâten tasavvuru bile mümkün olmayan bir mesele olduğundan, Allah Teâlâ’nın İbrâhim (a.s.)’i imtihana çekmesi, ancak ikinci anlamıyla ele alınabilir. Bir de sınav, imtihan olunan hakkında hayır veya şer bir mihneti, bir zahmeti gerektirir ki, bu bakımdan imtihan kelimesi, genellikle zahmetli ve meşakkatli şeyler hakkında kullanılır. Cenâb-ı Hakk’ın kullarına ait sorumluluk gerektiren emirleri de kulun nefsânî temâyülleri ile Allah’ın rızâsı arasında dönüp dolaştığından, bir taraftan bir külfet ve zahmeti, öbür taraftan kulda, sevap ve azâba sebebiyet verecek hal ve davranışların ortaya çıkmasını gerektiren ve bu bakımdan kulun iyi yönde gelişmesini sağlayan terbiyeye âit özellikler taşıdığından onlar da tecrübe ve imtihana benzer şeylerdir. Kulların kendi işlerinde deneyim ve sınava dayanan gerçekler üzere amel etmelerini, mücerret nazariyelerle, soyut düşüncelerle yetinmemelerini öğretmek için bunları emretmiş olabilir. Cenâb-ı Allah, İbrâhim (a.s.)’e kendi fiilini tecrübe ve imtihan sûretinde anlatmak istemiş olabilir.
İbrâhim (a.s.)’in imtihan olduğu “kelimeler”in ne olduğunu Kur’an belirlemediği için, burada kastedilenin, sadece Hz. İbrâhim’in Allah’tan aldığı her emre tam bir teslimiyet içinde uyması olduğunu kabul etmek zorundayız. Kur’an’ın değişik yerlerinde Hz. İbrâhim (a.s.)’in insanlara imam ve rehber tâyin edilmeden önce tâbi tutulduğu zor imtihanlardan bahsedilir. İbrâhim (a.s.) bu sınavları başarıyla atlatıp bu büyük sorumluluğu yerine getirebileceğini ispatladığında bu yüksek dereceye ulaşmıştı. Hakikat ona vahyolunduktan sonra tüm hayatı bir dizi fedâkârlıklarla geçmişti. O, hayatında değerli olan her şeyi fedâ etmiş ve Hak yolunda her türlü zorluğa göğüs germişti.
Rabbi İbrâhim (a.s.)'i imtihan etti. O da başarılı oldu. Yani, Allah'ın emrettiklerini yerine getirdi, yasaklarından kaçındı. Böylelikle imtihanda da başarılı oldu. Bu sınavları başarınca ona bir diploma ve ödül olarak Allah: "Ben seni insanlara önder kılıyorum" buyurdu. İmam, kendisine uyulan kişi, önder demektir. İmâmet/imamlık, iki şekilde olur. Biri, imâmet-i suğrâ (küçük imamlık) dır ki, namaz imamlığına denir. İkincisi, imâmet-i kübrâ (büyük imamlık)dır ki devlet başkanlığına denilir. Kur'ân-ı Kerim'de "imam" denildiğinde kastedilen, daha çok devlet başkanı ve peygamberdir. Kendilerine uyulan kişi olmaları nedeniyle küfrün önderleri için de "küfür imamları/önderleri" denilir. Allah İbrâhim’e diyor ki: “Muhakkak Ben seni insanlara imam yapacağım, yani imâmet-i kübrâ ile seni öne geçirip herkesi sana tâbi kılacağım; seni muktedâ bih (kendisine uyulan) önder yapacağım.” İmam; öne geçen, önder ve kendisine tâbi olunup uyulan öncü demektir. İmâmet-i kübrâ, din ve dünya işlerinde insanlara öncülük ve riyâset etmektir. Bunun en son ve yüce mertebesi de risâlet/peygamberliktir. Bu imâmet ise, amelde düstur olacak birtakım dinî hükümlere, millet ve şeriate sahip kılmak ve bununla insanların önüne geçirmek demek olur.
Sorumluluk, bir yeterlilik imtihanından ve sınanmadan geçmeden verilmez. Hele özellikle de bu sorumluluk, yaşadığı dönem ve geleceği ile bir ümmetin değiştirilmesi iddiâsını taşıyan bir işe ilişkin ise, kesinlikle genel kanaatler veya şahsî değiniler ve öznel değerler temeline dayandırılamaz. Sözlerinde ve eylemlerinde kendisine tâbi olunacak bir insana, böyle bir sorumluk, ihlâs hayatî gidişat, tavırlar, davranışlar ve ilişkiler alanlarındaki yeterliliği tesbit edilmeden önce verilemez. Çünkü liderlik demek, lider kişinin, insanların yöneldiği yönünü ve toplumun hareket ettiği temeli temsil etmesi demektir. Böyle önemli bir rolün ve sorumluluğun verilmesi de, uzunca bir imtihandan ve sınamadan geçirilmeden nasıl mümkün olabilir?
“Ben seni insanlara imam/önder yapacağım’ demişti.” Örnek ve önder kabul edecekleri bir imam... Kendilerini Allah’a götürecek, hayra ulaştıracak olan bir imam. Ona tâbi olabileceği ve rehberlik vasfını tamâmen bulabilecekleri bir imam... Kumandanlığı teslim edebilecekleri bir imam... İşte bu sırada İbrâhim (a.s.)’e beşer fıtratı hâkim oluyor. Çocuklar ve torunlar yolu ile aynı vasıfların devam etmesi arzusu peydâ oluyor. Allah Teâlâ’nın hayatın gelişmesi ve çizilen yolda yürümesi, önce gelenin sonradan gelene ulaşması, nesillerin birbiri ile yardımlaşarak uzayıp gitmesi için beşer fıtratına tevdî etmiş olduğu o derin ve ince fıtrat şuuru... Bazı kimselerin yıkmaya, parçalamaya ve zincire vurmağa çalıştıkları o şuuru... Bu şuur, hadd-i zâtında o çok uzak gâyeyi tahakkuk ettirmek için insan fıtratının özüne yerleştirilmiştir. İslâm bu şuura dayanarak miras hukukunu yerleştirmiştir. Fıtrata uyması ve onu destekleyerek çalışır hale getirmesi ve bütün gayretini oraya yöneltmesi için bu hususu teşvik etmiştir. Bu esası, yani mirastaki usûlü yıkmak için sarfedilen bütün gayretler, hadd-i zâtında beşerin fıtratını yıkma çabasından başka bir şey değildir. Aksi takdirde sapık sosyal ve iktisadî düzenlerin doğurduğu bazı aksaklıkları giderebilmek için yapılan zorlama, kısa görüşlülük ve zulümden başka bir ifâde ile tâbir etmek imkânsızdır. İnsan fıtratı ile çatışan her türlü tedâvi yolu ve kurtuluş reçetesi asla fayda vermez ve devam etmez.
İslâmî çalışma yapanların; müesseseleri kurmakla uğraşırken yaşamaları gereken ruhî hava, yapılan iş için bir ibâdet, görev ve sorumluluk havası kalsın ve bu iş gerçekte bir araç olduğu halde amaç haline gelmesin diye işin kendi tabiatının getirdiği zorunluluk ve maddî problemlerinin, kendilerini -insanın, işin kendisi için yapıldığı zât olan Allah’a açıldığı- kapsamlı rûhî çizgi dâhilinde kalmaktan alıkoymamasıdır.
Birçok dinî kurumda gördüğümüz gibi, kurucuları başlangıçta nebevî düşünce noktasından hareket ederler. Sonra bu müessese ile iç içe geçerek özdeşleşir; kurumun ilgi, ilişki ve bazı bağlayıcı dünyevî gereklerin getirdiği maddî hava içerisinde yaşar ve bu alanda hiçbir rûhî canlılığa sahip olmayan donuk ve kuru kişilere dönüşürler. Yine dar ferdî akılcılık, kurumların tabiatına ve pratik işleyişlerine hükmetmek kasdıyla da işe başlayabilir. Fakat çok geçmeden mizacın veya şahsî menfaatin gerektirdiği yönde kişisel veya tarafgir bir yön alır. İşte böyle bir ortam ve hava içerisinde, bir kurum ile diğeri arasında bu müesseseleri yaşatan insanların kişisel çıkarları veya şu ya da bu şahsın üzerinde yürüdükleri çizgiler arasındaki çatışmalar doğrultusunda mücâdeleler yaşanmaya başlanır. Böylece de dinî kurumlar kin, nefret, tamah ve ayrıcalıklar üzerindeki kişisel iştahlanmalar ortamında sürüklenerek dinî çalışma yolunda korkunç tehlikelere dönüşürler. Çünkü artık bu hava içerisinde stratejik yöntemler ve ilkeler dinî değerleri, dünyevî tamah ve zevkleri korumak yolunda kullanmak noktasından hareket eder olmuşlardır. Bunun sırrı da dinî çalışma havasının Allah’tan uzaklaşıp kişiselliğin ve keyfîliğin karanlığında boğulup kaybolmasında yatmaktadır. Yani İbrâhim ve İsmâil (a.s.)’in Allah’ın evi Beytü’l Harâm’ı binâ ederkenki nurlu rûhâniyetlerinde gördüğümüz hava ve hissiyatın aksi sözkonusu olmuştur.
Mü’minler, Çocuklar
ının İmânî Geleceğini, onların da Dâvâ Adamı Olmasını DüşünmelidirBu âyetten anlaşılan, Allah yolunda çalışan mü’minlerin çocuklarının geleceği üzerine derin düşüncelere daldıklarıdır. Mü’minler, kendileri gibi çocuklarının da Allah’a iman eden, müslüman toplumun ve İslâm ümmetinin güçlü temelini gerçekleştirmek yolunda çalışan kimseler olmalarını isterler her şeyden önce. Böylece terbiye, bu hava içerisinde bu yönde pratik çalışmaya ve stratejiye dönüşür. Böylece insanın, çocukları ile olan ilişkisi, kendileri için dünya ve âhiretteki rûhî başarıdan uzak, dünyevî ve maddî başarıları düşünüp düşleyen kişisel romantizm noktasından değil; nebevî hareket noktasından hareket eden tevhidî bir ilişkiye dönüşür. İşte Allah yolundaki dâvetçilerde pırıltılarını görmek istediğimiz fakat çok kere göremediğimiz ilişki budur. Çoğu müslümanlar, Allah yolunda kendi çocukları ile başkalarının çocukları arasında bir ayrım gözetiyor, çoğunlukla bu terâzidekilerden birinin dengesini bozuyorlar.
Bu âyet, bize şunu da düşündürmektedir: İslâmî çalışmadan sorumlu olanlar, nebevî sorumlulukları içerisinde, toplum hayatında bulunan dinî mes’ûliyetin bilincinde olan şuurlu kimseler yoluyla insanlara İslâmî havayı yaşatmalıdır. Bu dâvetçiler de kendilerine yolun açık ve parlak izini kaybettirecek temel konularda birbirleri ile ayrılığa düşmeyen, yoldaki değişik işaretler ve günbegün yer değiştiren kum tepeleri arasında kaybolmayan ve insanları stratejik düşüncenin ayrıntılı temelleri üzerinde yönetip yönlendirme gücüne sahip olacak şekilde yetiştirilmelidirler.
“...'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi...” Onu tecrübe eden ve insanlar arasından seçen Rabbı tarafından daha önce anlatılmış olan büyük ve evrensel esası yerleştirmek için bu red cevâbı geliyor. İmamlık; amel ve şuurla, salâh ve imanla ona müstahak olanlarındır. Yoksa soy ve sop takip eden bir verâset malı değildir. Aslında akrabalık, kan bağından ibâret değildir. Akrabalık, sadece din ve itikat bağından ibârettir. Akrabalığı kan, cins ve kavmiyet iddiâları ile yürütmek isteyenler sağlam iman tasavvuru ile esas bakımından tam bir çarpışma ve çatışma içindedirler. Bu tip iddiâlar câhiliyyet dâvâsından başka bir şey değildir.
“...Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu." Zulmün bir yığın çeşidi ve rengi vardır. Allah’a şirk koşarak nefse zulüm, çeşitli işkenceler yaparak insanlara zulüm... Zâlimler için yasak olan imâmet vazifesi de çeşitlidir. Risâlet imâmeti, hilâfet imâmeti, namazda imâmet... Her birisi de ayrı ayrı bir nevî imâmet ve rehberlik mânâsı taşır. Ne şekilde olursa olsun bu imâmete hak kazanmanın en mühim esaslarından birisi bütün mânâları ile adâlet sıfatına sahip olmaktır. Hangi çeşitten olursa olsun zulmeden kişi kendi nefsini imâmet hakkından vazgeçirmiş sayılır. Ümmetin işlerini yönetip yönlendirenler, kendi hayatlarında zulüm sıfatının tüm boyutlarından uzak bir düzeyde olmak zorunluluğundadırlar. Çünkü kendi hayatında zulmü yaşayan bir insan, zulmü insanların hayatından kaldırma savaşında -ki, imamlık bu demektir- nasıl başarılı olabilir?
İbrâhim (a.s.)’e söylenen şu sözlerde açıkça ifâde edilen bu ahitler... Yahûdileri zulmetmeleri, fâsıklık yapmaları, Allah’ın emrinden dışarı çıkmaları, ataları İbrâhim’in itikadından sapmaları yüzünden liderlik ve imamlık görevinden tamâmen sıyırıp atmıştır. İbrâhim (a.s.)’e söylenen bu sözler, bu net ahidler, aynı zamanda, zulmeden, fâsıklık yapan ve bu vesîle ile Allah yolundan uzaklaşan, Allah’ın şeriatını gerilerine attığı halde kuru kuruya müslüman olduğunu iddiâ edenler için... Bu tamâmen yalan, tamâmen sapık ve hiçbir esasa dayanmayan boş bir iddiâdan başka bir şey değildir.
İslâm, itikat ve amel esasına dayanmayan bütün bağları koparıp atar. İtikad ve amel bağları kopunca hiçbir şekilde akrabalık ve kan bağını kabul etmez. İtikad ve amel zinciri ile bağlanmadıktan sonra bütün râbıta ve değerleri kökünden siler. Bir toplumun iki nesli birbirine itikad yönünden muhâlefet ederse, aradaki bütün bağlar kesilir. Hatta itikad ipi kopunca karı ile koca, baba ile evlât arasındaki bağlar bile kopar. Müşrik Araplar ayrı, müslüman Araplar ayrıdır. Şirk devrinin Arabı ayrı şey, İslâm devrinin Arabı ayrı şeydir. Aralarında ne bir bağ, ne bir ilişki, ne de bir akrabalık vardır. Ehl-i kitaptan iman edenler ayrı, İbrâhim, Mûsâ ve İsa (a.s.)’nın dininden inhiraf edenler ayrıdır. Aralarında hiçbir bağ yoktur. Aile; sadece ana-babadan, evlât ve torunlardan ibâret değildir. Bu birlik, aralarında müşterek bir itikat bağı olunca doğrudur. Ümmet de belirli bir ırkın birbiri ardınca gelen nesiller topluluğundan ibâret değildir. Millet; ırkları ve cinsleri, renkleri ve vatanları ne olursa olsun birleşen mü’minler topluluğundan ibârettir. İşte kerîm olan Allah’ın şu Rabbânî beyanından çıkan iman tasavvuru, iman duygusu, iman şuuru, iman düşüncesi bundan ibârettir.
Âyette, sınavları kazanan kimseye, Allah tarafından imamlık verildiği belirtiliyor. Demek ki insanların devleti ele geçirip imam/devlet başkanı olmaları için Allah'ın kelimelerini yerine getirmeleri, tüm zor sınavları başarmaları gerekiyor.
Peygamberlik makamına zaten zâlim insan geçemez. Ama biz imam kelimesini devlet başkanlığı olarak alacak olursak, yine aynı şekilde "zâlimler bu makama nâil olamazlar" denildiğine göre, o zaman şu akla gelir: Bugün yeryüzündeki bütün devlet başkanları acaba âdil de, biz mi farkında değiliz? Zâlim adamlar, nasıl imam/önder olmuşlar? Adâletli bir topluluğun başına tarih boyunca zâlim bir devlet başkanı hiç gelmemiştir; tarih bunu hiç yazmamıştır. Zorla veya başka bir yöntemle de olsa âdil bir topluluğun başına zâlim biri başkan olarak oturmamıştır. Günümüzdeki müslümanlar da topyekün âdil, dürüst insanlar olsa, birbiriyle kenetlenmiş olsa, ne kadar güçlü olursa olsun, zâlim biri onlara hâkim olamaz. Bin insan, "beni sokmayan yılan bin yıl yaşasın" diyorsa, belki en sonuncu olarak o sokulabilir, ama o da sokulacaktır. Yılan, yılanlığını yapacak, sıradan herkesi sokacaktır. "Bana değmiyor, bana dokunmuyor, öyleyse yaşasın, Allah zevâl vermesin, başımızdan eksik etmesin" derken, bir gün kendisi de zehirlenecek, sokulacaktır. "Bir toplum kendini değiştirmedikçe Allah o toplumu değiştirmez." (13/Ra'd, 11)
Evvelâ insanlar kendilerini değiştiriyorlar. Sonra da Allah onları, onların başını ve yönetimini değiştiriyor. Olumlu yönde değişenlere aynı şekilde hayırlı bir değiştirme, hayırlı imam ve âdil yönetim şeklinde dünyevî bir ödül verilirken; halktaki olumsuz değişiklik de zâlim lider ve zulüm düzeni şeklinde cezâyı gerektiriyor. İnsanlar içerisinde bozulma meydana gelince, onların başına da bozuk insan çıkıyor. Bir hadis-i şerifte de; "Nasılsanız öyle idâre olunursunuz" (Keşfu'l-Hafâ, Hakim'den naklen) buyuruluyor. Bir başka hadis-i şerif rivâyeti de şöyledir: "Sizin emirleriniz, devlet başkanlarınız; sizin amellerinizdir." (Keşfu'l-Hafâ, Taberânî'den naklen). Toplumun amelleri toplanarak şekillenecek, bir adam cismine bürünüp başlarına geçiverecektir.
İbrâhim (a.s.), kendisinin insanlara imam kılınacağı müjdesini aldıktan sonra, cevâben dedi ki:
“...'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi...” Yani, “ey Rabbim, beni imam yap, fakat bu ihsânın sadece bana has kalmasın, zürriyetimden de bir kısım insanları zamanı gelince imam yap, bana vereceğin nimeti, imâmet ve risâleti onlara da ver” diye kelimenin tamamlanmasını istedi. Âyetteki ifâdeden anlaşılıyor ki, İbrâhim (a.s.) bütün neslinin imam olmasını istemedi; “içlerinden bazılarına” dedi. Zira biliyordu ki, imamlığı bütün zürriyetine istemek uygun olmaz, hikmete aykırı olurdu. Zürriyeti/soyu içinde imam bulunurken, ümmet de bulunmalı idi. Bunun için “zürriyetimi de imam yap” demeyip, “zürriyetimden, soyumdan da” dedi. Rabbi, bunun tamamına onları erdirmek için “zâlimler Benim ahdime nâil olamazlar’ buyurdu.” İbrâhim’in soyundan imam olabilecek kısmın, zâlimler güruhu olmadığını ve zâlimlerin bu büyük devletten/nimetten kesinlikle mahrum olacaklarını ve imâmeti hak etmenin ve ona lâyık olmanın adâletli olmaktan geçtiğini anlatmış oldu.Bu âyet, zâlimin imâmete ehil ve lâyık olmadığına ve başlangıçta âdil olup sonradan zulüm yaparsa, hal’ edilip makamından azledilmesinin vâcip olduğuna delildir. Lâm-ı târif ile ma’rife (belirli) olan isimler, genellik ifade ettiklerinden “ez-zâlimîn” tâbiri, kıyâmete kadar gelecek bütün zâlimlerin hepsine şâmildir. Fakat bunun özellikle Kur’an’ın nüzûlü sırasında tamâmen bilinen muhâtapları vardır ki, o da İsrâiloğullarıdır; bu nassın siyâkına hedef olanlar onlardır. Bundan dolayıdır ki, yukarıdaki âyetlerde çok sayıda “ve entüm zâlimûn -siz zâlimlersiniz-” şeklinde azarlanmış ve ayıplanmışlardı. Sûrenin başından beri İsrâiloğullarının tarih boyunca işlemiş oldukları suçların sayılıp dökülmesindeki esas maksat ve hikmet, onlara bu zulümlerini ispat idi. “İsrâiloğulları sonradan zâlim oldular, zâlimlerden ise imam ve peygamber olmaz, onlardan imâmet kesilmiş olacaktır” demektir. İşte, ey İsrâiloğulları, sizin vaktiyle o nimete, o üstünlüğe nâil olmanızın sebebi, tâ Hz. İbrâhim devrinden, onun Rabbine verdiği imtihandan ve bu kelimelerden ve Rabbinin ona olan ahid ve vaadinden ileri geliyordu.
Siz Hz. Mûsâ devrinde zâlim değil; bilakis İbrâhim soyundan gelenler içinde belki en mazlumları idiniz. İşte bundan dolayı o nimete ulaştınız. Uzun süre nübüvvet ve imâmete nâil olmuş bir ümmet olarak, âlemlere üstün tutuldunuz. Fakat o altın buzağıya tapma olayından itibaren zulme başladınız; gittikçe bütün hareketlerinizde bu zulüm sonunda kavminizin genel karakteri haline geldi; artık bundan sonra imâmet, İsrâiloğullarından çıktı ve İbrâhim soyunun öbür koluna geçti. İbrâhim’in bu imtihanını ve bu kelimelerini iyi hatırlar ve üzerinde iyi düşünürseniz, açık seçik anlarsınız ki, Tevrat’ta geleceği vaad edilen âhir zaman peygamberi İsrâiloğullarından değil; İsrâil’in amcası olan Hz. İsmâil evlâdından gelecektir. Siz, Tevrat’ın verdiği haber gereğince bir son peygamberin geleceğinden şüphe etmez ve onunla büyük fetihler yapacağınıza inanırken, bugün gönderilmiş bulunan son peygamber Hz Muhammed Mustafâ’yı “bu bizden değil; İsrâiloğullarından değil!” diyerek, kıskançlık yüzünden inkâra kalkışıyorsunuz. Halbuki o, bir bakıma sizden değil ise de, diğer bakımdan sizden sayılır; sizin gibi zulüm damgası yemiş zâlim olmaktan uzak bir koldandır, İbrâhim zürriyetindendir. Bununla beraber siz bu yolla gelen bir imâmet şerefinden de pay almak istemezseniz zulmünüz ve haksızlığınız kat kat artacaktır, ebediyyen nimet yüzü görmeyeceksiniz.
Allah’ın kullarına yönelttiği emir ve yasaklarla, bütün imtihanlar ile bilgi edinmek için yapılan bir sınama kastedilmemektedir. Çünkü Allah, kullarının düşeceği bütün durumları ve onlardan sâdır olacak her şeyi ezelî ilmiyle bilendir. Bundan dolayı bilgi edinmek için herhangi bir araca muhtaç değildir. Aksine, böyle bir imtihandan istenen leh veya aleyhine beşer nazarında da açık bir delil olması için Allah’ın zâten her şeyi kuşatan sınırsız ilmi ile bildiği durumun açığa çıkarılmasıdır. Allah, kullarına yapacağı ikramları da bu açık delillere dayandırmak istemektedir. O’nun İbrâhim Peygamber’e uyguladığı imtihan da bu kabildendir.
İmâmetin iki anlamı vardır. Birincisi; kelimenin lügat anlamının işaret ettiği anlamdır. Bu da söz ve eylemlerinde kendisine tâbi olunan insan demektir. İkincisi ise; ümmetin işlerini yürüten, siyâsetini belirleyen, onları yönetip yönlendiren, suçlularını terbiye edip âmirlerini tâyin eden, hak edenlere hadlerle öngörülen cezaları uygulayan, ümmete karşı tuzaklar kurup düşmanlık güden saldırganlara karşı savaşan ve bundan başka tam bir otoriteye ilişkin diğer bütün plan ve uygulamaları gerçekleştiren otorite sahibi insan anlamındadır. İmâmet teriminin birinci anlamı ile bütün peygamberlerden her birinin imam olduğu kaçınılmazdır. İkinci anlama gelince, her peygamberin imam olması gerekmez. Çünkü suçluları terbiye, düşmanlarla savaş, dini savunmak ve kâfirlere karşı cihad etmekle memur da olabilir. İşte Allah Teâlâ, İbrâhim (a.s.)’i birtakım kelimelerle imtihan ettiğinde, o da bunları tamamlayınca bu iyi sonuca müsbet bir karşılık, bir mükâfat olarak kendisini imam yapmıştır.
Günvenli Yer, Toplanma ve
İbâdet Mahalli; Kâbe
"Biz, Beyt'i (Kâbe'yi) insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrâhim'in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrâhim ve İsmâil'e: 'Tavaf edenler, ibâdete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim'i temiz tutun' diye emretmiştik." (2/Bakara, 125)
Hani Biz, “Beyt”, “Beytu’l-Atîk (En Eski Ev/Mâbed)”, “Beytullah” adıyla bilinen Kâbe’yi vaktiyle insanlara sevap mahalli ve güvenlik yurdu yapmıştık. İnsanlar onu hac ve ziyâret etsinler, sevap kazansınlar, ona sığınanlar saldırılardan emin olsunlar diye. Şimdi siz bunu hatırlayın ve İbrâhim’in makamından bir namazgâh edinin; orada namaz kılıp duâ edin.
Kureyşliler’in müslümanları korkuttukları, eziyet ettikleri, dinlerinden döndürmeye çalıştıkları Beytü’l Harâm. Bu yüzden müslümanlar bu diyardan hicret etmek mecbûriyetinde kalmışlardı. Halbuki Allah o evi insanların toplanacağı bir yer, kendilerini emniyette hissedecekleri bir makam, çevresinde huzur ve sükûn bulacakları bir mahal yapmak istemişti. Allah bu Evin bizzat emniyet, sükûnet ve huzur yuvası olmasını arzu etmişti.
Makam-ı İbrâhim: İbrâhim (a.s.)’in, beyti (Kâbe’yi) binâ ederken veya insanları hacca dâvet ederken üzerine çıktığı taşın bulunduğu yerdir ki, bu gün bile “Makam-ı İbrâhim” adıyla bilinmektedir. Tavaf namazı burada kılınır. “Vettehızû -edinin-” kelimesi; Nâfi ve İbn Âmir kıraatlerinde “Vettehazû -edindiler-” diye mâzi sîğasıyla okunur. Yani, “Biz Kâbe’yi insanlara bir mercî ve güvenlik yeri yapmıştık, insanlar da onu kıble edinmişlerdi. Beytü’l-Makdis’den daha önce orası kıble idi. Şu halde burada da kıblenin değiştirilmesine teşvik ve işaret vardır.
“İbrâhim makamı” ile Beytü’l Harâm’ın tümünün kast edildiği görüşünde olan âlimler de vardır. Beytü’l Harâm’ı müslümanların kıble edinmeleri, hiçbir itirazı gerektirmeyen doğal bir iştir. İman ve sağlam tevhid esasına dayalı İbrâhim Peygamber’in mirasçıları olan müslümanların oraya yönelmesi, orayı kıblegâh edinmesi, elbette ki daha evlâdır. Zira orası Allah’ın evidir; herhangi bir insanın evi değil. Allah Teâlâ, -evin sahibi- sâlih kullarından iki kuluna kendi evini temizlemelerini, ziyâret edenler ve orada rükû ve secde edenler için hazırlamalarını emretmişti. İbrâhim ve İsmâil bile bu evin sahipleri değildi ki nesep yoluyla onlardan miras kalsın. İbrâhim ve İsmâil (a.s.) Allah’ın emrine uygun şekilde Allah’ı arayan mü’min kullara hazırlamak için Allah’ın emri ile orada bulunan hizmetçilerdi...
“...Evim'i temiz tutun' diye emretmiştik." Kâbe’nin temizlenmesi sadece maddî pislik için değil; Allah dışında tapılan her şey için de geçerliydi. Allah’ın Evi Kâbe’nin gerçekten temizlenebilmesi demek, orada Allah’tan başkasının adının anılmaması demektir. Çünkü başka birine ibâdet veya yardım için başka bir ismin anılması, Beytullah’ı kirletir. Bu âyet, kapalı bir şekilde, Kâbe’de put bulunduran ve Allah yerine onlara tapan Kureyşlileri uyarmaktadır. Yani Hz. İbrâhim’in ve Hz. İsmâil’in vârisleri olmakla övünen bu putperestler, bu mirasın gereklerini yerine getirmiyorlardı. Bu nedenle onlar da, İsrâiloğulları gibi, Allah’ın Hz. İbrâhim'e verdiği söze aykırı davranıyorlardı.
Geçici Dünya R
ızıkları Herkese; Âhiret Nimetleri Sadece Mü’minlere"İbrâhim de demişti ki: 'Ey Rabbim! Burayı emîn bir şehir yap, halkından Allah'a ve âhiret gününe iman edenleri çeşitli meyvelerle besle.' Allah buyurdu ki: 'Kim küfredip inkâr ederse onu az bir süre faydalandırır, sonra onu cehennem azâbına sürüklerim. Ne kötü varılacak yerdir orası!" (2/Bakara, 126)
İbrâhim (a.s.) şöyle duâ etmişti: "Ya Rabbi, şurayı bir belde yap, yani burası bir yerleşim yeri, bir yurt olsun. Sonra da bu yurdu her türlü belâ ve musîbetten emin kıl. Burayı âfet ve helâkten, düşman saldırılarından emin kıl” diyor. İbrâhim (a.s.)’in iman edenleri çeşitli rızıklarla nasiplendirmesini istediğinde Allah, bu dünyada rızık konusunda mür’min-kâfir ayrımının olmadığını belirtiyor. Rahmân olan Allah yarattığı her varlığın dünyada rızkını vereceğini açıklıyor. Bu, aynı zamanda kişinin sahip olduğu servetin, Allah katında o kişiden râzı olmasının bir ölçüsü olmadığını da göstermektedir. Eğer bir kimseye çok mal verilmişse bu, Allah’ın ondan râzı olduğu ve önderliğe lâyık olduğu anlamına gelmez.
"İbrâhim de demişti ki: 'Ey Rabbim! Burayı emîn bir şehir yap...” Hz. Âdem’den bu güne kadar, silâh zoruyla Mekke yağmalanmamıştır. Hani en son olarak Peygamber Efendimiz’in dünyaya geldiği sene, Habeş İmparatorluğunun Yemen komutanı Ebrehe, en güçlü askerleriyle Beytullah’a saldırmak üzere hazırlanmıştı. Bugünün tankları yerine kullanılan fillerle desteklenmiş büyük bir ordu ile Kâbe-i Muazzama’yı tahrip etmek için Mekke’ye gelmişti. İbrâhim (a.s.)’in duâsıyla Allah’ın emin/güvenli kıldığı Mekke ve özellikle Kâbe’yi nasıl koruduğunu Allah Teâlâ anlatıyor: “Görmedin mi Allah fil sahiplerine ne yaptı? Onların kötü planlarını boşa çıkarmadı mı? Onların üstüne ebâbil kuşlarını göndermedi mi? Ki o kuşlar, onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar (bombalar) atıyorlardı. İşte bu atışlar, onları yenik ekin yaprağı gibi paramparça ediverdi.” (105/Fîl, 1-5). Orada kan dökülmesi, savaş ve benzeri davranışlar çok eski dönemlerden itibaren Kâbe’ye hürmetsizlik kabul ediliyordu. Bunun için orası Mescid-i Harâm (kutsal, dokunulmaz, saygısızlığın haram olduğu, hürmete lâyık Mescid) kabul ediliyordu.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Mekke’yi fethettiği gün, “Allah bir günün bir ânında burayı (burada savaşıp gerekirse kan dökmeyi) benim için helâl kıldı” buyuruyor. Yani, geçici bir süre orada savaşa müsaade edilmiştir. Hatta Mekke’nin fethi’nde de savaş olmamış, müşrikler mukavemet edememiş, orası kan akıtılmadan müslümanların kontrolüne girmiştir.
Ey Rabbim, burayı, bu ekin ekmeye elverişsiz vâdiyi güvenli bir belde yap, ahâlisine meyve, tahıl ve her türlü yiyeceklerden rızık ver; fakat hepsine değil; içlerinden Allah’a ve âhiret gününe iman edenlere ey Rabbim!... Bunu tamamlamak üzere Rabbi ona dedi ki: “Sadece iman edenlere değil; hem onlara, hem de kâfirlere rızık veririm. Onları az bir süre faydalandırırım, ancak onun faydalanması bu dünya hayatına mahsus olur, sonra o kâfirleri ateş azâbına uğratırım; onlar, âhiret azâbından kurtulmaya imkân bulamaz. Aslında Hz. İbrâhim, Allah’ın “zâlimler Benim ahdime nâil olamazlar” İlâhî ifâdesine dayanarak “rızık” meselesini de imâmet gibi bir nimet sayıp onu yalnızca iman edenlere mahsus kılarak duâ etmişti. Cenâb-ı Allah, bu düşüncenin doğru olmadığını, rızkın hem mü’mine, hem de kâfire âit genel bir dünya nimeti olduğunu, bunun hem din, hem dünyada üstünlük demek olan imâmete benzemediğini, onun buna kıyas edilmesinin yanlış olduğunu ihtar buyurarak duâyı tamamlamış oldu. Demek ki, peygamberlerin bile kıyas ve ictihadlarında bazen hata yapabildikleri oluyor; fakat Allah onların hatalarını derhal düzeltip tashih buyuruyor. Bundan dolayı İlâhî işlerde kıyas, sağlam bir delil değildir. Cenâb-ı Allah gösteriyor ki, kâfir de dünyada rızık sahibi olabilir. Fakat bu dünyada sağlanan fayda sınırlı, geçici ve az bir faydadır. “...Kim küfredip inkâr ederse onu az bir süre faydalandırır, sonra onu cehennem azâbına sürüklerim. Ne kötü varılacak yerdir orası!"
Beytullah’
ın Temeli ve Bu Amelin Kabulü İçin Duâ"Bir zamanlar İbrâhim, İsmâil ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor, (şöyle diyorlardı:) 'Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz Sen her şeyi işitirsin, her şeyi bilirsin." (2/Bakara, 127)
Âyet-i kerîme, o Beytin temizlenip tavaf eden, orada bulunan rükû ve secde eden kimseler için hazırlama emrini İbrâhim ve İsmâil (a.s.)’in ne şekilde yerine getirdiklerini bir tablo halinde canlandırıyor. Öyle bir tablo ki şu anda gözlerle görülüyor ve kulaklarla işitiliyormuş gibi taze ve canlı... "Hani İbrâhim, İsmâil ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyordu...” İfâde, haber sîğası ile başlıyor. Anlatılan bir hikâye/kıssa misâli. Biz, kıssanın geriye kalan kısmını beklerken, âyetin akışı İbrâhim ile İsmâil’i hayal ederek değil de; gözümüzle görüyormuşuz, önümüzde hazır vaziyette imişler ve telbiye sesleri kulaklarımıza kadar ulaşıyormuş gibi tasvir ediyor: “...'Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz Sen her şeyi işitirsin, her şeyi bilirsin."
Duâ nağmesi, duâ mûsikîsi ve duâ atmosferi. Bir anda somut hareketli bir halde imiş gibi, hepsi de gözümüzün önünde hazır vaziyette. İşte Kur’an’ın o güzel üslûp özelliklerinden birisi. Geçmiş ve görünmeyen bir manzarayı gözlerimizin önüne görülüyormuş, işitiliyormuş, şahısları ile birlikte hareket halindeymiş gibi sermek. Canlılık fışkıran bir manzara. İşte en doğru mânâsı ile ebedî olan Kitaba yakışan “edebî tasvir” özelliği.
Yapılan iş, Kâbe gibi en büyük ve en muhterem bir mescid de olsa, yapanlar peygamber bile olsa, niyetleri tümüyle Allah rızâsı için ve katıksız ihlâs dolu olsa, yine de “ya Allah kabul etmezse?!” Sâlih insan, böyle düşünür ve duâ eder, yalvarır: “Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur!...” Bu, kabul isteğidir. Zâten gâye de budur. Ve bu istek, hâlis bir ameldir. Huşû ve huzur içinde Allah’a yönelmek ve bunun gerisinde rızâ ve kabul dileği...
Allah her şeyin gerisinde bulunan niyet ve duyguları hakkıyla bilir. Duânın içinde ne var? Orası, peygamberlik âdâbıdır. Orası nübüvvet imanıdır. Bu, şu varlık âleminde peygamberlik şuurunun, itikat değerinin ifâdesidir. Kur’an’ın peygamber vârislerine öğretmek istediği iman, şuur ve edep... Kur’an’ın kalplerin derinliklerine, zihinlerin duygu hazinesine yerleştirmek istediği erkân. Ve peygamberlerin duâsı devam ediyor:
Peygamberlerin Duâs
ı: “Ey Rabbimiz, Bizi ve Neslimizi Sana Teslim Olan Müslümanlardan Eyle!”“Ey Rabbimiz! Bizi Sana teslim olanlardan/müslümanlardan kıl, neslimizden de Sana teslim olan müslüman bir ümmet çıkar, bize ibâdet yerlerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin.” (2/Bakara, 128)
Bu; İslâm hidâyetine ulaşmak için Rablerinden yardım dileğidir. Bu, hidâyetin yalnız O’nun hidâyeti, kuvvet ve kudretin sadece O’nun kuvveti olduğunu anlamanın ifâdesidir. Allah’a yönelip O’ndan yardım diliyorlar. Şüphesiz ki kendisinden yardım dilenecek, yalnız Allah’tır.
Sonra bu duâ müslüman ümmetin karakteristik özelliğini ifade eder: Yardımlaşma. Nesillerin itikatla yardımlaşması. “... Neslimizden de Sana teslim olan müslüman bir ümmet çıkar...” Bu, mü’minin kalbindeki endişeleri açığa çıkaran bir duâdır. Mü’minin en mühim meşgalesi itikadî konulardır. Mü’minin en önemli düşüncesi dinidir. En büyük işi de odur. Bu peygamberlerin Allah’ın kendilerine sunduğu nimetin değerini anlamaları... İman nimetinin... Kendilerinden sonra gelecek olan evlâtları için de bu hususta ihtiras göstermeğe ve hiçbir nimetin yerini tutmayacağı, bu ihsândan soylarını da mahrum etmemesi için Allah’a duâ etmeye sevk ediyor onları. Zâten önce soylarına meyvelerden ihsân etmesi için Allah’a duâ etmiş idiler. Ancak bu arada onlara iman ihsân etmesi ve haccın menâsikini göstermesi, ibâdetlerini açıklaması ve tevbelerini kabul etmesi isteğini de unutmuyorlar. Zira tevbeleri kabul eden ve çok merhametli olan O’dur.
Menâsik: Menseke’nin çoğuludur ki “nüsük” veya “nüsük yerleri” demektir. “Nüsük”, aslında son derece tapınmaktır. Fakat hac ve kurban hakkında kullanılır.
Ümmete
İmâmette Kitap ve Hikmeti Öğretecek Elçinin Önemi“Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden Senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, hüküm ve hikmet sahibi olan, her şeyi yerli yerince yapan yalnız Sensin." (2/Bakara, 129)
Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil (a.s.), kendilerinden çok sonra gelecek nesillerini de hidâyetsiz bırakmaması için Allah’a duâ ediyorlar. Bu duâların kabulü neticesinde Allah Teâlâ, asırlar sonra Rasûl-i Ekrem Hz. Muhammed (s.a.s.)’i göndermiştir. Kabûle şâyân olan duâyı, elbette Allah kabul eder; fakat o duânın karşılığı, Allah’ın bir hikmete mebnî takdir ettiği zamanda tezâhür eder. Duânın kabulünde aceleci olmak yanlıştır. Peygamberlerin duâlarının bile kabulünün, bazen asırlardan sonra ancak gerçekleşmesinde büyük hikmetler vardır. İnsanlar ise acelecidir. Hemen olsun isterler. Ulaşamayınca da beklemekten bıkıp ümitsizliğe düşerler...
Yahûdilerle İslâm cemaati arasında cereyân eden çeşitli ve çetin anlaşmazlıklarda duânın büyük ağırlığı görülür. Allah Teâlâ’nın emri üzerine Kâbe’nin duvarlarını yükselten, tavaf eden ve namaz kılıp ibâdette bulunmak isteyenler için, onu temizleyen Hz. İbrâhim’le İsmâil (a.s.), bu hizmette Kureyş’lilere nisbetle daha asîl sayılıyorlardı. Bu peygamber duâlarında; İslâm ümmetinin Hz. İbrâhim’in emânetine ve Kâbe’nin hizmetine vâris olmaları istenmektedir. Onun için İslâm ümmetinin kıblesi olan Kâbe, müşriklerden daha çok müslümanlara lâyıktır. Yahûdi ve hıristiyanların kıblesine yönelmektense oraya dönmek daha münâsiptir. Şu halde yahûdi ve hıristiyanlardan İbrâhim Peygambere diyânet yönünden bağlandıklarını iddiâ edenler, kendilerini onun vârisleri sayıp cennetin ve hidâyetin yalnız kendtilerine mahsus olduğunu ileri sürenler; soylarını puta tapan müşrik Kureyşlilerden tâ İsmâil Peygambere kadar uzatanlar duysunlar ki; İbrâhim (a.s.) kendi soyundan geleceklerin kendisine mirasçı ve insanlara rehber olmasını dilediği zaman Allah Teâlâ ona: “Zâlimler ahdime eremez” demişti.
Hikmet: Aslında ilim ve amelde sağlamlık, diğer bir deyişle sözde ve işte isâbet demektir. Bu âyette, Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil’in Allah’tan, göndermesini istediği peygamber, Muhammed Mustafâ (s.a.s.) olduğu apaçık bellidir. Çünkü İsmâil zürriyeti içinde başka bir peygamber gelmiş değildir. Nitekim Rasûlullah Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde; “Ben, babam İbrâhim’in duâsı, kardeşim İsa’nın müjdesi ve annemin rüyâsıyım” (Ahmed bin Hanbel, Müsned 4/127, 128; 5/262) buyurmuştur. Hz. İbrâhim’in bu duâsına bir şükrân olmak üzeredir ki, Muhammed ümmetine de namazlarda “Allahümme salli” ve “Allahümme bârik” duâlarını okumak emir ve tavsiye edilmiştir (Buhârî, Tefsir Sûre 33/10, Enbiyâ 10, Deavât 31, 32; Müslim, Salât 65, 66, 69; Ebû Dâvud, Salât 179; Nesâî, Sehv 49). Bu âyetler düşünüldüğü zaman, bu salevât-ı şerifenin mânâsı ve salevât içindeki benzetmenin sebebi daha iyi anlaşılır. İşte İbrâhim (a.s.) emrolunduğu kelimeleri edâ edip aday bulunduğu makama yükselmek için Kâbe’nin temellerini atarken, oğlu İsmâil (a.s.) ile beraber yaptıkları duâda, o kelimelerin böylece tamama erdirilmesini duâ etmiş ve kendine vaad olunan imâmetin, zürriyetinden bir müslüman ümmete de ihsân edilmesini, kendi içlerinden görevlendirilecek bir peygamberle onlara da verilmesini istemişler ve duâlarının, âhir zaman nebîsi için de geçerli olmasını dilemişlerdir. Onların duâları Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamber olarak gönderilmesiyle tamam olmuştur. İmâmetten zâlimlerin mahrum oluşu, Kâbe ve Kâbe’yle ilgili haller, Mekke, İbrâhim ve İsmâil zürriyeti, bu soydan meydana gelecek müslüman ümmet ve içlerinden çıkacak şanlı peygamber, âyetlerin tilâveti, kitap ve hikmetin öğretilmesi, tezkiye ve tahâret ile İslâm kelimesinin çeşitli mânâları iyice hatırlanır ve üzerinde derin derin düşünülürse, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliği ile İbrâhim milleti demek olan İslâm dini hakkında Kitap ehlinin hiçbir şüphesi kalmaz.
“...Onları temizleyecek bir peygamber gönder.” Onların temizlenmesi, inançların, amellerin, fikirlerin, alışkanlıkların, âdetlerin, kültürün, siyasetin, kısacası hayatın her yönünün temizlenmesi demektir.
İbrâhim ile İsmâil (a.s.)’in, Allah’tan kendi nesillerine bir peygamber göndermesini istedikleri bu son duâları da bize; toplumu kökünden değiştirmeyi hedefleyen bütün inkılâbî işlerde risâlete ve rasûle olan ihtiyacı hissettirmektedir. Çünkü elde bir risâlet olmadıktan sonra önderliğin hiçbir kıymeti yoktur.
Ahmaklardan Ba
şka Kim Tevhid Dininden Yüz Çevirir?
"İbrâhim'in dininden, kendini bilmezlerden başka kim yüz çevirir? Andolsun ki, Biz onu dünyada (elçi) seçtik, şüphesiz o, âhirette de sâlihlerden/iyilerdendir." (2/Bakara, 130)
Artık Cenâb-ı Allah’ın insanlara böyle bir imam ve böyle bir önder yaptığı İbrâhim’in milletinden, onun câmiasından ve onun dininin özü olan İslâm’dan kim yüz çevirir, kim kaçar? Hangi akıl sahibi buna karşı çekimser durur da, onun zürriyetine vaad edilen bu saâdetten mahrum kalmak ister? Olsa olsa kendisini zillete atmak, hor ve hakirliğe terk etmek, aşağılanmayı ve esâreti gönüllü olarak kabul etmek isteyen biri böyle yapar. Bu gibi beyinsizlerden başkası o büyük milletten vazgeçemez.
İbrâhim’in dininden ancak sefih/ahmak insanlar, geri zekâlılar yüz çevirir. Sefîh; İslâm hukukunda kârını zararından ayırt edemeyen, malını çarçur eden kimseye denir. Denilebilir ki: “nice insanlar var, cin gibi; dünyanın parasını da toplamışlar, onlara geri zekâlı demek mümkün değil, ama Allah’a da gerçek anlamda iman etmiyorlar!”
Bir adama denilse ki, “bak şurada bir bahçe ve içinde çiçekler var. Bu bahçe sana şu anda verilecek, ama bu çiçeklerin ömrü altmış veya yetmiş günlüktür. Bu çiçekler yaklaşık yetmiş gün kokarlar, ama sonra solarlar ve bir daha açmazlar. Ancak, bu bahçenin sahibi diyor ki; o çiçekleri tercih etmez de Bana yönelirse, Benim dediklerimi tutarsa ona Ben bir başka bahçe vereceğim. O bahçenin çiçekleri solmaz, gölgeleri dondurmaz, güneşi yakmaz, oraya ihtiyarlık uğramaz. Orada dert, gam, kasâvet denen bir şey de yoktur. Altından, gümüşten inşâ edilmiş ve zeminlerinden ırmaklar akan köşkler vardır. Burayı mı istersiniz, orayı mı tercih edersiniz?” Bu adam da, altmış gün kokup ölecek çiçeklerin bulunduğu bahçeyi tercih etse, bu adama ne derler? Aynı şekilde ebedî hayatı önemsemeyip bu dünyada bazı şeyler elde edenleri de değerlendirirken onların seviyelerini bu âyet ışığında görmek gerekiyor. Hem dünyada bunca varlık varken bile nice yokluklar çekecekler, sıkıntılar ve eziyetler içinde yaşayacaklar, hem öbür tarafta da cehennem! Bunlara ahmak ve geri zekâlı denmez de ne denir?
O ıstıfâ, o seçim ne zaman oldu?; Bu İbrâhim (a.s.)’in özelliği nedir? Bundan sonraki âyet, bu sorulara cevap veriyor:
Peygamberlerin Tümü,
İslâm’ı Arzedip Allah’a Teslim OlanGerçek Müslümanlard
ı"Çünkü Rabbi ona: 'Müslüman ol!' demiş, o da: 'Âlemlerin Rabbine teslim oldum, müslüman oldum' demişti." (2/Bakara, 131)
Âyet metninde kullanılan Arapça kelime, “Müslüman ol” veya “İslâm’ı kabul et (Allah’ın isteğine boyun eğ, O’na teslim ol)” anlamlarına gelen “eslim”dir. O halde müslüman, kendisini tamâmen Allah’a teslim eden ve O’na itaat eden, Rab, Mâlik, Hâkim, Yönetici, Kanun koyucu ve Mâbud olarak yalnız Allah’ı kabul eden ve O’nun koyduğu hayat düzenini yaşayan kimsedir. İslâm, bu inanç ve tutum üzerine kurulan bir dinî sistemdir. Farklı ülke ve toplumlara gelen bütün peygamberlerin dini de buydu.
“Eslim -İslâm’ını arzet, ihlâs ve iman ile Bana teslim ol-” emri, ilk iman teklifi karşısında onun yönelişinden kinâyedir ki, En’âm sûresinde; “Böylece Biz, (birlik ve kudretimize) kesin iman edenlerden olması için İbrâhim’e göklerin ve yerin muhteşem varlıklarını/delillerini gösteriyorduk” (6/En’âm, 75) âyetiyle başlayan ve daha sonraki âyetlerde devam eden, Allah’ın birliğini isbat uğrunda getirdiği delillere bir işârettir ki Allah Teâlâ, onun kalbine İslâm bilgisine götüren tevhid esaslarıyla ilgili delilleri göstermiş; yıldızların, ayın ve güneşin batmasından, gerçek yaratıcının yüceliğine deliller getirmeyi ilham ve ihsân etmiştir. O da henüz büluğ çağından önce ve peygamberlik mertebesine ermeden nazarî/teorik ve aklî istidlâl yollarıyla bu delilin özünü kavrayarak, âlemin sonradan yaratıldığını, onu yaratanın Allah olduğunu anlamış ve: “Ben bir hanîf olarak yüzümü öyle bir yaratıcıya çevirdim ki O, gökleri ve yeri yoktan var edendir. Ve ben asla O’na şirk/ortak koşanlardan değilim” (6/En’âm, 79) diyerek âlemlerin Rabbine iman ve İslâm’ını sunmuştu. Dolayısıyla onun kalbi hiçbir zaman şirk
ile dolu olmadı. Bütün hayatı boyunca hep muvahhid (Allah’ı birleyici) ve müslim idi. Rabbi onu, aklı ermeye başladığı andan itibaren ıstıfâ etti/seçti, kalbini ve aklını yanlış düşünce, inanç ve duygulardan ayıklayarak terbiye etti. Onun ibtilâ (imtihan) ve ıstıfâsı da o zaman başladı. “İslâm” kelimesi, o zamandan, yani İbrâhim’in teslimiyeti zamanından itibaren “İbrâhim milleti” demek oldu.
Rabbi ona “teslim ol, İslâm’a gir” dediğinde, “ben âlemlerin Rabbine teslim oldum, İslâm’a girdim” demişti. Müslüman olmayan, âlemlerin Rabbına teslim olmayan kişi, mutlak sûrette bir başkasına, ya da nefsine/hevâsına teslim oluyor. İnsanların fıtratında teslim olmak var. Yaratıcı’ya teslim olmayan, yaratıklara teslim oluyor. Allah’ın dediklerine uymayan, bir insanın dediğine uymak zorunda kalıyor.
En Önemli Tavsiye ve Vasiyet: Müslümanca Ya
şayıp Müslümanca Ölün!“İbrâhim de bunu kendi oğullarına vasiyet etti. Ya’kub da, ‘oğullarım! Allah sizin için o dini (İslâm’ı) seçti. O halde sadece müslümanlar olarak ölünüz’ (dedi).” (2/Bakara, 132)
İşte İbrâhim (a.s.)’in milleti bu millettir. Onun dini de, bu dindir. Saf ve apâşikâr İslâm. Bu dinden, ancak kendi nefsine zulmedenler, kendi kendisiyle alay edenler yüz çevirirler. Allah’ın dünyada imâm, âhirette de kurtuluş rehberi olarak seçmiş olduğu İbrâhim (a.s.),
”Rabbı ona ‘teslim ol, müslüman ol!’ dediği zaman” seçtiği İbrâhim. Hz. İbrâhim Rabbından gelen bu emre tereddüt göstermeden itaat etmiş ve emr-i İlâhiyyeyi kabullenmişti. “... O da: 'Âlemlerin Rabbine teslim oldum, müslüman oldum' demişti.” İşte İbrâhim’in milleti budur. İbrâhim’in dini budur. Berrak ve apaçık İslâm. İbrâhim bu emri sadece kendisi yerine getirmekle yetinmemiş, İslâm’ı kendi soyundan gelenlere de tavsiye ve vasiyet etmişti. Ya’kub (a.s.) kendi torunlarına bu dini tavsiye ettiği gibi, Hz. İbrâhim de kendinden sonra gelenlere tavsiye/vasiyet ediyordu. Hz. Ya’kub; yahûdilerin kendi sülâlelerini tevcih ettikleri İsrâil’den başkası değildir. Hal böyle iken mensubu oldukları sülâlenin dedesi İbrâhim’le Ya’kub’un tavsiyelerine kulak asmamışlar, onu yerine getirmemişlerdi. İbrâhim ve Ya’kub, evlâtlarına; Allah’ın bu din nimetini kendilerine vererek bağışlarda bulunduğunu anlatmışlar ve hatırlatmışlardı.Mısırlıların türlü türlü putlara taptıklarını gören Hz. Ya’kub, onların içinde yaşayacak olan oğullarına, daha önce yaptığı çeşitli tavsiye ve uyarılara titizlikle uyulmasını ve kendisinden sonra da dinin elden bırakılmamasını hatırlatmak için, aynı vasiyeti son nefesinde bile oğullarına bir kere daha hatırlatmak gereğini duymuştu. O, gerçekten Allah’a bağlı bir kul olduğunu ve İslâm üzere ölmenin önemini kendi şahsında örnek olarak göstermişti. Oğulları da böyle cevap vererek bu uğurda kararlı ve azimli olduklarını ortaya koymuşlardı.
Ya’kub da: “...Oğullarım! Allah sizin için o dini (İslâm’ı) seçti...” diyordu. Şu halde din; Allah’ın seçmesine bağlıdır. İlâhî irâdenin tahakkukundan sonra insanların irâde ve ihtiyar gücü yoktur. Allah’ın vermiş olduğu fazîlet ve nimete karşılık, kulların yapacağı şey ise, bu nimete lâyık gördüğü için Allah’a şükretmek ve O’nun emirlerine dikkatle sarılarak dünyada Allah emânetini muhâfaza edip âhiret hayatına hazırlıklı olmaktır: “...O halde sadece müslümanlar olarak ölünüz’ (dedi).” Artık fırsat hazırdır. Allah’ın Rasûlü onları İslâm’a dâvet ediyor... İşte bu dâveti yapan peygamber, ataları İbrâhim’in duâ ederek istediği Peygamber’in bizzat kendisidir. Bu lütuf, o duânın meyvesidir.
İbrâhim ve Ya’kub Peygamberlerin çocuklarına müslümanlığı tavsiye etmeleri gibi biz de çocuklarımıza, en önemli tavsiye ve vasiyet olarak İslâm’ı sunmalı, Allah’a teslimiyetlerini arzedip başkalarına teslim olmamalarını, İslâm’dan başka bir inanç sistemi, dünya görüşü, yaşam biçimi seçmemelerini ısrarla istemeliyiz. Müslüman olarak, müslümanca ölmek çok önemlidir.
“Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (3/Âl-i İmrân, 102). Bu önemden dolayı, Hz. Yusuf gibi bazı peygamberler bile müslüman olarak ölmek için Allah’ın yardımını istemişler, bu şekilde duâ etmişlerdir: “... Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da âhirette de benim velîmsin (dostum ve sahibimsin). Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat.” (12/Yûsuf, 101). Nasıl yaşarsak öyle öleceğimizden; müslüman olarak ölebilmek için de müslüman gibi, müslümanca yaşamalıdır.
Ölüm Yata
ğında Bile, Sadece Allah’a Kulluk ve İbâdeti Tavsiye"Yoksa Ya'kub'a ölüm geldiği zaman siz orada mı idiniz? O zaman (Ya'kub) oğullarına: 'Benden sonra kime kulluk/ibâdet edeceksiniz?" demişti. Onlar: 'Senin ve ataların İbrâhim, İsmâil ve İshak'ın ilâhı olan tek Allah'a kulluk/ibâdet edeceğiz; biz ancak O'na teslim olduk/müslüman olduk' dediler." (2/Bakara, 133)
Ya’kub (a.s)’un ölüm ânında evlâtlarıyla beraber konuşmalarını canlandıran bu manzara; gayet şümullü mânâlar ifâde eden, derin duygular ve kuvvetli tesirler icrâ eden bir tablodur. Ölüm döşeğindeki bir insanın öleceği an zihnini meşgul eden şeye dikkatle eğilelim: Sekerât-ı mevtte kendisini uğraştıran en büyük mesele nedir? Kendisinden sonra evlâtlarına bıraktığı ve titizlikle üzerinde durduğu emânet nedir? Herkesin huzurunda, bütün tafsilâtıyla üzerinde durup emânet ettiği mîras nelerden ibârettir? İşte bu son derece mühim olan şey itikattır. Bıraktığı miras, verdiği emânet “din”dir. En büyük kaynak, en büyük hazine... En büyük mesele. En müthiş ânında kendisini en çok meşgul eden şey bu. İşte ölüm sarhoşluğunun ve baygınlığının engelleyemediği en büyük mîras.
“...Benden sonra kime kulluk/ibâdet edeceksiniz?” İşte sizi toplamamda esas gâye bu. Beni gönül rahatlığına ve huzura kavuşturacak olan büyük dâvâ budur. İşte mukaddes emânet, ulu mîras ve bitmeyen hazine... “...Onlar: 'Senin ve ataların İbrâhim, İsmâil ve İshak'ın ilâhı olan tek Allah'a kulluk/ibâdet edeceğiz; biz ancak O'na teslim olduk/müslüman olduk' dediler.” Onlar kendi dinlerini zâten düşünüp bilmekte idiler. Teslim aldıkları mîrası koruyabileceklerdi. Ölüm döşeğinde olan babalarını memnun edip müsterih kılacak vazifelerini yapıyorlardı.
İbrâhim (a.s.)’in torunu Ya’kub da Allah’ın kelâmını hayatının sonuna kadar yaşamış ve çevresine hâkim kılmaya gayret etmiş, bir öğüt olarak sunmuş, hayatının son anlarında da diğer insanların “vasiyet etmek” denilince, akıllarına gelen mal, mülk ve dünya hayatının çeşitli iş ve uğraşlarını bir tarafa bırakıp böyle basit şeylere değer vermeden, evlâtlarına esas önemli olan şeyi tavsiye etmiştir. Evlâtlarına, kime kulluk edeceklerini sormuştu. Gözü arkada kalmadan rahat ve huzur içerisinde ölmesini sağlayan cevap, kendisinden sonra hâlis tevhid yolundaki nebevî çizgide yürümeye devam edecekleri yolunda idi. Oğullarının verdiği cevap, kendisini tatmin etmişti.
İsrâiloğulları doğrudan Hz. Ya’kub’un torunları olduğu için özellikle onun adı anılıyor. Bunu bazı yahûdiler ve hıristiyanlar inkâr ediyor. “Ya’kub (a.s.) çocuklarına böyle dememişti” diyorlar. Allah da bu âyetiyle onlara itiraz edemeyecekleri bir soru ve delil sunuyor. Günümüzdeki Kitab-ı Mukaddes'te Hz. Ya’kub’un ölümüyle ilgili tüm ayrıntıların anlatılmasına rağmen, onun bu son isteğine değinilmemektedir.
Bilindiği gibi, ibâdetin mânâsı, sadece namaz ve oruç gibi emirlerle sınırlı değildir. Allah’ın bütün emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmak, hüküm ve kanun olarak Allah’a teslimiyetle bağlanmaktır ibâdet.
Herkes Kendi Yapt
ığından Sorumludur"Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları/yaptıkları (sevaplar) kendilerinin; sizin kazandıklarınız/yaptıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz." (2/Bakara, 134)
Bu âyet ve aşağıda gelecek olan 141. âyet, bireysel sorumlulukla ilgili temel İslâmî prensibi vurgulamakta ve soylarından dolayı “seçilmiş kavim” oldukları şeklindeki yahûdi düşüncesini ve -dolaylı olarak- hıristiyanların, Hz. Âdem’in yasak ağaçtan yiyerek kerem ve rahmetten mahrum kalışı nedeniyle bütün insanlığın yüklendiğine inandıkları “ilk/aslî günah” doktrinini reddetmektedir. “Hiçbir günahkâr/suçlu, başkasının günahını/suçunu yüklenmez.” (6/En’âm, 164; 17/İsrâ, 15; 35/Fâtır, 18; 39/Zümer, 7)
Ümmet: İmam kökünden alınmış bir çoğul isimdir ki, çeşitli insan gruplarına önder olan ve kendisine uyulan bir cemaat demektir. Yani bir imamın çevresinde sağlam bir birlik oluşturup düzenli bir şekilde faâliyet gösteren ve bu şekilde çeşitli insan grupları üzerine hâkim olan bir topluluktur. Diğer bir tâbirle ümmet, imâmet-i kübrâ sahibi cemaattir. Cemaatlere göre ümmet, fertlere göre imam gibidir. Demek ki ümmet, hâkim bir milletin fertlerinden meydana gelmiş olan bir sosyal toplumdur.
Bu âyette İsrâiloğullarına şöyle denmektedir: “Siz onların evlâtları, torunları olmanıza rağmen, onlarla aranızda gerçek bir bağ yoktur. Onların yolundan saptıktan sonra, onlarla aranızda bir bağ olduğunu iddiâ etmeye hakkınız yoktur. Allah size atalarınızın ne yaptığını değil; kendinizin ne yaptığını soracaktır.”
Herkesin hesabı ayrıdır. Herkesin bir yolu ve bir ünvânı vardır. Ve herkesin sıfatları ayrı ayrıdır. Onlar mü’minlerden bir ümmetti. Kendilerinden sonra gelen fâsıklarla hiçbir alâkaları yoktur. Bu gelenler, o gidenlerin devamı değildir. Bunlar ayrı bir grup, onlar ayrı bir gruptur. İmana dayanan düşünce tarzı ayrı, câhiliyyete dayanan düşünce tarzı ayrıdır. Câhiliyye mefkûresi, milletin bir nesli ile diğer nesli arasını ayırmaz. Zira onların bağı, ırk ve soy bağıdır. Fakat iman mefkûresi, milletin nesillerini mü’min ve fâsık/kâfir olarak birbirinden ayırır. Mü'minlerle fâsıklar/kâfirler aynı milletten olamazlar. Aralarında hiçbir bağ ve akrabalık yoktur. Onlar, hem Allah’ın ölçüsünde, hem de mü’minlerin ölçüsünde tamâmen birbirlerinden ayrı millettir. İman mefkûresine göre ümmet, bir itakada ve bir dine bağlanan çeşitli ülkelerden, çeşitli cinslerden meydana gelmiş bir birliktir. Yoksa bir cinsten veya bir memleketten insanların meydana getirdiği birlik değildir.
“Benim ecdâdım şöyle büyükmüş, böyle uçarmış, şöyle kaçarmış” demeyin. Bu âyetin mânâsı o. Size ecdâdınızın -gerçek olmuş olsa bile- büyük insan olmalarının ne faydası var? Ancak, onların gerçek dinleri üzerine olunursa, gerçekten büyük insanlar örnek alınırsa o zaman faydası olabilir. Ama peygamberler dışında büyük insanların bile çokça hataları olabileceğinden, sadece peygamberleri örnek almak en güvenilir yoldur. Örnek ve önder kabul edilmediği zaman ise, peygamber çocuğu olmanın bile bir faydası dokunmayacaktır. Geçmişteki insanların yaptığı güzel şeyleri de, kendine pay çıkararak övünmek için tekrarlamanın fayda yerine zararı bile olacaktır. Esas fayda ve hayır, onların yaptığı iyiliklerin tekrarlanmasındadır. Onların dönemindeki kötülük yapan insanların kötülüklerini bilip ibret alarak onlardan uzaklaşmanın faydası olacaktır. Biz, yaşamadığımız eski dönemlerden sorumlu değiliz. Şu anda ve günümüz dünyasından ve öncelikle kendimizden ve çevremizden sorumluyuz.
Âhirette insanlar arasında soy sop yoktur. Burada olduğu gibi orada da öyle birbirlerinin soyunu, atasını sormazlar. Çünkü orada herkesin değeri ameliyle ölçülür; atasıyla değil. Evet, iyi atalarının yolundan gidenler, muhakkak ki onların şerefinden istifade ederler. Fakat kendileri tamamen o yoldan ayrıldıkları halde sırf atalarının iyiliklerine güvenenler, boş hayale kapılmış olurlar. Çünkü bunların onlarla mânevî/imânî bağı tamamen kopmuştur.
“...Onların kazandıkları/yaptıkları kendilerinin; sizin kazandıklarınız/yaptıklarınız da sizindir.” Bizim “amel ve iş” dediğimiz şeyler, Kur’an’a göre, bizim kazançlarımızdır. Çünkü her hareket, her iş, ya iyi ya da kötü bir sonuç doğurur. Eğer yaptığımız iş iyi ise, Allah bizden râzı olacak ve bize bunun karşılığı olan mükâfatı verecektir. Eğer yaptığımız iş kötü ise, Allah buna denk gelen cezâyı bize verecektir. Kur’an, sonuçlarının ciddiyetine dikkat çekmek için yapılan iş ve hareketleri kazanç olarak nitelemektedir.
İyilerin, geçmiş büyüklerin evlatları ve mensupları onlara uyup, onlara benzeyip İslâm ve ihsân ile iyi ameller ve büyük işler yapmazlarsa, kuru bir nesep ve mensûbiyet iddiâsıyla kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar. Aynı şekilde kötülerin evlatları, geçmiş atalarına uymayarak iyi ve güzel işler yaparlarsa sırf onların soyuna mensup olmaları yüzünden, geçmişlerinin yaptıkları kötülüklerden dolayı hesaba çekilmezler ve kendilerini kurtarmış olurlar. “Herkes kendi yaptığıyla rehin tutulur.” (52/Tûr, 21) “Gerçekten de insan için kendi emeğinden başkası yoktur.” (53/Necm, 39) âyetleri bunu kesin olarak ortaya koymuştur. Nitekim Peygamber Efendimiz, akrabaları olan Hâşimoğulları’na; “Başkaları bana hizmetleriyle gelirken, siz sadece neseplerinizle gelmeyin” buyurmuştur. Gerçi nesep ve yakın akrabalık bir şereftir. Fakat sadece nesep, halâs ve felâh (kurtuluş) için yeterli bir sebep değildir. Fayda getiren yakınlık asıl amelde, din ve ahlâkta, hâsılı geçerli olan gerçek sebeplere sarılmaktadır. İşte bundan dolayıdır ki; âyet-i kerimede “Sûra üfürüldüğü zaman, artık o gün aralarında ne soy-sop kalır, ne de birbirlerini arayıp soracak halleri!” (23/Mü’minûn, 101)
Cenâb-ı Hakk’ın yaratılışta verdiği ihsân ve ikramları çoktur; bunlar bütün yaratıklarına şâmildir. Yaratılışın kanun ve ilkeleri herkes için geçerli ve zorunludur. Fakat insan için buna karşılık başka bir kanun daha vardır ki, o da istek ve emek kanunudur ve insan işte bundan sorumludur. Kazançların hesabı görüldüğü zaman, doğuştan sahip oldukları imkân ve kabiliyetleri kötüye kullananlar daha çok zarar ederler, o vakit büyük nesepler, şerefli atalar onlar için yüz karası olur. İşte bundan dolayıdır ki, herkes kendi kazancına bağlıdır. Acaba bu mesele böyle mutlak mıdır? Başka sebeplere bağlı olarak değişmez esas mıdır? Bu âyetlere göre mutlak ve kesin görünüyor. “Ancak, herkesin fayda ve zararı yalnız kendi çalışmasına bağlı kalacaksa, kimse kimsenin yaptığından fayda ve zarar görmeyecekse, sosyal yardımlaşmanın, ümmet ve imâmetin hikmet ve faydası nedir? Bu sosyal yardımlaşma ve dayanışmalar, işleri kolaylaştırmaya yarıyorsa bu da bir fayda değil midir? Sonra, tevârüs (kalıtım) denilen şey, yalnızca dünyaya ait bir özellik olsa bile, ortaya çıkardığı sonuçlar bakımından âhirete de faydası olmuyor mu? Eğer kesinlikle böyle ise, yukarıdan beri İsrâiloğulları kıssalarında, onlar halef ve selef olarak, niçin birbirlerinin yaptıklarıyla övülüyor ve yeriliyorlar?” şeklinde sorular akla gelebilir. Gerçekten bu hükümler mutlak ve kesin gibi görünmüyor.
“Herkes kendi yaptığıyla rehin tutulacaktır, ancak meymenetli dostlar böyle değildir.” (52/Tûr, 21) âyeti gereğince uymak ve tâbi olmak şartıyla zürriyetin, köke katılması, kendi kazancının üstünde bir mutluluktur. Demek İlâhî lütuflar kazancın yalnızca başlangıcında değil; arasında ve sonunda da kesintisiz olarak vardır. Kalıtım ve yardımlaşma ilkeleri de böyledir. Şu halde âyetin mânâsı, herkesin birbirinden yararlanma ve zarar görmesini yok saymak ve inkâr değildir; sadece kişinin kendi şahsî hareketlerinden, kendi irâdesiyle yaptığı tercihlerden yalnızca kendisinin sorumlu tutulacağını, özgür tercihlerindeki çalışma ve kazancın önemi ve bunların birbiriyle ilişkisini isbat içindir.
Bütün bunlardan, İlâhî mevhibelerin (bağışların), ikram ve ihsanların yokluğu ve inkârı gerekmeyeceği gibi, ecir ve sevabın da mutlaka çalışmayla uygun olması da gerekmez. Allah’ın ihsanları, çalışmaya bağlı olan yerlerde bile o gayretin derecesiyle sınırlanmış değildir: Küçük bir amele büyük bir ecir verilebilir. Böylece sosyal yardımlaşma esasları, bir tarafın öbür taraftan faydalanmasına dayandığı halde gerçekte bunlar bile az çok müktesep (kazanılmış) hakka ve şarta bağlı bulunmaktadır. Bu da daha önceden mevcut olan din, millet ve vatandaşlık bağları gibi bağlardır. Bütün bu bağlar da iman şartına bağlıdır. Bundan dolayıdır ki, çalışmanın bazı dereceleri toplumun bütününün faydalanmasına mânidir. Yine bundan dolayıdır ki, sırf nesep ve akrabalık, bütünüyle o mirasa sahip olmaya yetmez. Aslında kalıtım, mirasçının o mirası bırakana halef olması demektir ki, bu da onun milletine uymayı sürdürmesi şartına bağlıdır. Bu sebeple din ve diyar farklılıkları mirasa engeldir. Mirasçı nesep sebebiyle miras bırakanın kazancından faydalanmış görünüyorsa da, bu faydalanmanın asıl sebebi yine mirasçının kendi çalışması olan dinine bağlılığıdır. Ayrıca o mirası çarçur etmeden iyi kullanacağı güvenini vermiş olması şartına da bağlıdır.
İşte âyetlerin mutlak gibi görünen hükmünün ilgili yönleri budur. Bundan çıkan sonuç da herkesin menfaatinin kendi kazancına bağlı olmasıdır. Herkes kazancından sorumludur. Kimse kimsenin günahından hesaba çekilmeyeceği gibi, hiçbir kimse bir başkasının kazancından, kendisinin bir çalışması olmadan istifade edemez. Sosyal çalışmaların kâr ve zararının adâletle dağıtılmasını sağlamayan ve başkalarının emeğinden haksız yere faydalanmaya kalkışan ümmetler çabucak yıkılırlar ve böyle zâlimler ümmet ve imâmete lâyık olamazlar. Bütün bunlarla beraber; az, fakat düzenli ve güzel işlerle büyük menfaatler elde etmenin bir yolu vardır. O yol, doğru ve hak yol olan sırât-ı müstakîmdir. Yukarıdaki âyetlerde görüldüğü gibi, halef, selefin yaptıklarıyla övülüyor veya yeriliyor olduğu zaman dahi bu övme ve yermelerin yalnızca nesebe değil; iman ve İslâm yoluna uymaya, hak yola girip girmemeye bağlandığı dikkat çekicidir. Bu da yine onların kendi çalışma ve tercihleriyle olacak bir şeydir.
İnsanlar vaktiyle yaşamış büyük bir ümmetin nesli ve mensupları olmakla kendilerini kurtaramazlar ve onlar gibi büyük olamazlar. Onlar gibi büyük olabilmek için onlar gibi güzel işler ve büyük eserler yapmak zorundalar. Dahası var, sonradan gelenler, daha öncekilerden daha çok güzel işler yaparlarsa büyüklükte onları da geçerler. İşte o zaman selefler ile haleflerin gelişme yarışından daha büyük ve daha mesut bir ümmet meydana gelir ve işte Hz. İbrâhim buna duâ etmiş, Hâtemü’l-Enbiyâ Efendimiz de bu duâyı tahakkuk ettirmek için ve onun tasdiki olarak gelmiştir. İşte bu zaman böyle bir büyük ümmeti meydana getirme ve geniş bir doğru yol kurma zamanıdır. Bu iş, sadece nesep ve soy dâvâsı güden, büyük bir soydan gelmekle övündükleri halde atalarının gittiği yoldan gitmeyenlerin kârı değildir. Hem eskilerin güzel yollarını yıkmayıp yaşatmalı, hem de o yolu daha da genişleterek ve daha güzel işler yaparak, dünya çapında bir ana yol, bir sırât-ı müstakîm (dosdoğru yol) haline getirmeye çalışmalıdır ki, bunda sadece nesebin tesiri olmaz. Bütün nesepler, bütün hasepler dâhil, bütün insanlığın istifadesi sağlanmış olur.
Bu âyetlerdeki tarihî anlatım, insanlara şu çağrıyı yönelten ifâdeyle sona eriyor: “Bu anılan tarih, yapıp ettikleri, lehlerine ve aleyhlerine kazandıkları ile geçmiş ümmetlerin tarihidir. Siz, bunların azıyla çoğuyla yaptıklarının veya yapmadıklarının hiç birinden sorumlu değilsiniz. Aksine, doğru çizgide dosdoğru yürümelerinden, sapık çizgilere sapmalarına kadar, yaşadıkları hayatın bütününden sorumlu olanlar, bizzat onların kendileridir. Size gelince; siz kendi bağımsız tarihinizden, yapıp ettiklerinizle cenneti ya da cehennemi kazandığınız amellerinizden sorumlusunuz. Size düşen, bu andığımız tarihî olaylara bakarak kendi sorumluluğunuza yönelmenizdir. Bunlar üzerinde yapacağınız incelemelerden elde edeceğiniz sonuçlar yardımıyla, bu yol üzerinde kendi stratejilerinizi belirlemeniz ve bu evrensel tarihî olaylardan eşyanın tabiatı, olayların, tavır, davranış ve tepkilerin sonuçları konusunda her alanda ders ve ibret almanızdır.”
Do
ğru Yol; Şirkten Uzaklaşıp Tevhid Dinine Yapışmaktır"(Yahûdiler ve hıristiyanlar, müslümanlara:) 'Yahûdi ya da hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız' dediler. De ki: 'Hayır! Biz, hanîf olan İbrâhim'in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi." (2/Bakara, 135)
Daha önceki bir âyet-i kerîmede geçmişti: “Sen onların milletine/dinine uyuncaya kadar yahûdiler de hıristiyanlar da senden râzı olmazlar.” (2/Bakara, 120). Yukarıdaki âyet, bunu açıklıyor. Yahûdiler ve Hıristiyanlar, herkese: “Siz de yahûdi ve hıristiyan olun ki, hidâyet bulasınız” dediler. Yahûdiler yahûdiliğe; hıristiyanlar da hıristiyanlığa dâvet edip durdular. Bunlar, ikisi bir araya gelmez iken, her biri kendi yoluna dâvet edip ihtilâf ve nizâ çıkardılar, hem de bunun hidâyet olduğunu iddiâ ettiler. İşte bundan dolayı, de ki: Yahûdi ve hıristiyan olmak değil; bilakis hanîf, yani küfür ve şirkten arınmış, hakka ve tevhide yönelik olarak İbrâhim milleti olalım, hep onun milletine uyalım, onun milletinden ve ehlinden olalım. İbrâhim hanîf idi, müşriklerden değildi. Kendisinden sonra gelen ve yukarıda görüldüğü üzere, birçok yönden müşriklere benzeyen yahûdi ve hıristiyanlardan hiç değildi. Lâkin onlar geçmiş bir ümmetti. “Biz onlardan nasıl olalım?” derseniz, onun da kolayı vardır: Evvelâ geçmiş olması, onların arkasından gitmeye, onlara uymaya engel değildir. İkincisi, zaten siz o geçmiş ümmetin aynen kendisi değilsiniz; onu yenileyen, yeniden ihyâ eden, daha da genişleten ve İbrâhim’in (a.s.) duâsında onun isteğinin gâyesi olan yeni ve büyük bir ümmet, müslim bir ümmet olun ki, bu ümmet İbrâhim’in ümmetini de içine alan daha büyük bir toplum olmuş olsun.
"(Yahûdiler ve hıristiyanlar, müslümanlara:) 'Yahûdi ya da hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız' dediler.” Bunların dâveti geçersizdir. Yahûdilik de bozulmuştur, hıristiyanlık da. Her ikisi de, İslâm’ın o dönemlerdeki şekli olan tevhid, hanîf, İslâm diye adlandırılan “Hak din” olma vasfını kaybetmiş, tahrif edilmiş, temizliğini kaybetmiş, içlerine şirk bulaştırılmıştır. Artık bunların hiçbiri hidâyet yolu değildir. Sırât-ı müstakîm, Hz. İbrâhim’in gösterdiği tevhid yoludur. İbrâhim (a.s.) şirk koşanlardan değildi; onun dininde zerrece şirk izi yoktu. İşte o din, yeniden ve tam kemâliyle gelmiştir. Şeriatlerde farklılık olsa bile bütün peygamberlerin getirdiği din, İslâm dinidir. Ancak İslâm’a uyanlar doğru yolu bulurlar, selâmete erer, cennete girerler.
"(Yahûdiler ve hıristiyanlar, müslümanlara:) 'Yahûdi ya da hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız' dediler.” Dün olduğu gibi, bugün de batılılar; “bizim gibi olun, bizim değerlerimize uyun, kurtulun” demektedirler. Müslümanların başındaki onları yücelten yöneticiler de onlara benzemeye, onlara uymaya çalışmakta ve halka da bu yönde dayatmalarda bulunmaktalar. Cuma’sını Pazar’la, Hicret esasına dayanan Hilâl takvimini Hz. İsa’nın doğumu ile başlayan güneş takvimi ile, Kur’an yazısını İncil yazısıyla, kurtarıcı peygamberi örnek almayı, sahte kurtarıcılara bağlanmakla, Allah’ın hükmüyle hükmetmeyi Batı kanunlarıyla, kadın-erkek müslüman kıyafeti, batı giysileriyle... değiştirmişler. Belki bunlar değişince dinleri de değişir kanaati hâsıl olmuş ama bütün bu tepeden inme devrim ve değiştirmelere rağmen bu insanlar dinlerini değiştirmemişler. Ve Batılılar dışarıdan, yerli uşakları içeriden, müslüman mahallesinde salyangoz satmaya devam ediyorlar; propagandalarını, devletin imkânlarını ve medyanın sihirli gücünü kullanarak sürdürüyorlar: “Yahûdi ya da hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız' dediler.” Bu çağrılara karşı bizim ne yapmamızı, nasıl cevap vermemizi âyet öğretiyor:
"De ki: Hayır, biz tamamen İbrâhim'in dinine yöneliyoruz. Sizin ve bizim atalarımız olan İbrâhim'in dinine." O İbrâhim'in hanîf/tevhid dini, İslâm dininin de esasıdır. Rabbiyle muâhede yapan da İbrâhim (a.s.)'dir. "O, müşriklerden değildi." Halbuki siz Allah'a şirk koşuyorsunuz. Meselâ Hıristiyanlık propagandası yapmaya gelen bir adama biz de şunu demeliyiz: “Buyurun hep beraber İbrâhim’in dinine uyalım. İbrâhim (a.s.)’i siz de seviyorsunuz, biz de seviyoruz. Öyleyse İbrâhim’in dinine uyalım!”
Niye İbrâhim’in dinine ortak çağrı yapılıyor? Halbuki biz peygamberler arasında ayrım yapmayız. Niye “Hz. Muhammed (s.a.s.)’in dinine tâbi olalım” denilmiyor. Bunun sebebi şudur: Yahûdiler de, Hıristiyanlar da Hz. İbrâhim’i tanıyor, seviyor ve ona iman ediyor. Öyle olunca, günümüzde bir insana müslümanlığı anlatmak için gittiğinizde, onun da sizin de sevdiğiniz bir insanın aracılığıyla giderseniz daha etkili olursunuz. Müşterek tanıyıp sevdiğiniz bir adam olursa, onun aracılığının sizin o tebliğinize yardımı olacaktır.
Onların bir kısmı kurtuluş için “yahûdi olun” diyor, öbürleri de “hıristiyan olun” diyor. Sen de bir üçüncü bir şeyle, onlara ters gelecek, zıt bir şeyle çıkma. Onların da kabul edebileceği, senin de kabul ettiğin ve iman ettiğin bir şeyle onlara teklif götür; ki, o da İbrâhim (a.s.)’dir. Bir âyet-i kerîmede Allah şöyle buyurur; “Gelin hep beraber aramızda müşterek bir kelimede bir araya gelelim: Allah’tan başkasına tapmayalım; Ona hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman, ‘bizim müslüman olduğumuza şâhitler olun’ deyin.” (3/Âl-i İmrân, 64). Bu; başka bir âyette açıklandığı gibi, papazları, râhipleri, din önderlerini kendimize ilâh kabul etmeyelim, onları Rab kabul etmeyelim (9/Tevbe, 31) demektir.
Bundan sonra Kur'an, bütün müslümanların, tüm peygamberlere gelen dinlerin bir olduğunu ilân etmesini emrediyor. Peygamberlerin atası İbrâhim (a.s.)'den Meryem oğlu İsa (a.s.)'ya ve oradan da Peygamberimiz'e kadar bütün dinlerin evrensel birliğine dâvet ediyor. Ve ehl-i kitabı bu tek dine çağırıyor.
Hanîf: Hanîf ifâdesi, lafzî/lügat olarak “doğru bir yöne veya hedefe yönelen” anlamındadır. İslâm öncesinde bu terim, kesinlikle tevhidî bir muhtevâya sahipti ve günahtan, dünyevî zevklerden ve bütün şüpheli inançlardan, özellikle de puta tapıcılıktan uzak duran bir insanı tanımlamak için kullanılırdı.
Müşrik, Türkçede kullanılan “şirket” kelimesi ile aynı kökü (ş-r-k) paylaşıyor. Şirket, iki veya daha fazla kişinin aynı işi yönetmede ortak haklara sahip olmalarıdır. Hani iki kişi bir araya gelip bir işyeri açıyor veya üç-beş kişi bir araya geliyor, fabrika kuruyorlar. Herkes kendi hissesi oranında orada söz sahibi oluyor. Müşrik de, yeryüzünün idaresi ve insanların yönetimi konusunda, Allah’tan başka birine de yetki veren kişiye denir. Yapılan bu işe şirk denilir. Allah’tan başka o yönetimi elde ettiği kabul edilen kişi veya anlayışa da put (sahte ilâh) denilir. İnsanların yönetimi Allah’a aittir. “Siz Allah’ı bırakıp sadece sizin ve atalarınızın taktığı (birtakım anlamsız) isimlere tapıyorsunuz. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm Allah’tan başkasının değildir. O da kendisinden başkasına ibâdet/kulluk etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (12/Yûsuf, 40). İnsanların yönetimi Allah’a aittir; çünkü yaratan O’dur. Onların ayağının altındaki toprağı, rızkı, nimetleri O yaratmıştır. İnsanın da nasıl yönetileceği konusundaki kanunları da O indirmiştir. Allah’ın dışında bir başkasına da bu özellik verilince müşrik olunur. Yani, Allah’ın yönetiminde bir başka kimseye yetki verilince, kendisinde o güç varsayılan da ilâhlaştırılmış/putlaştırılmış oluyor ve ilâhlaştıran da müşrik oluyor. “İbrâhim müşriklerden değildi.”
“De ki: 'Hayır! Biz, hanîf olan İbrâhim'in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi." Bu cevabın önemini kavrayabilmek için iki şey göz önünde bulundurulmalıdır:
1) Yahûdilik ve Hıristiyanlık, Hz. İbrâhim’in (a.s.) ölümünden çok sonra ortaya çıkmıştır. Özel âyinleri, düzenlemeleri vs. ile birlikte Yahûdilik, Hz. İsa’dan (a.s.) dört yüz yıl kadar önce doğmuş ve bu adı almıştır. Hıristiyanlık ise, Hz. İsa’nın (a.s.) dünyadan kaldırılmasından çok sonra bu adı almış ve bu özel inanç ve şekle girmiştir. Bu nedenle doğru yolda olmak için hıristiyan veya yahûdi olunması gerektiği iddiâsı tarihsel olarak uygulanamaz bir iddiâdır. Çünkü bu durumda Hz. İbrâhim (a.s.), Hz. İsa (a.s.) ve diğer bütün peygamberler, Hıristiyanlık ve Yahûdiliğin ortaya çıkmasından önce yaşayan tüm iyi insanlar, sadece onların yaşadıkları dönemde bu dinler olmadığı için doğru yolda sayılmayacaklardır. Bu nedenle yahûdi ve hıristiyanlar, peygamberlerin doğru yolda olmadığını da, onların hıristiyan veya yahûdi olduklarını iddiâ edemezlerdi. Bunun aksine, onlara göre bile, gerçek hidâyet, onları ayrı dinlere bölen belirli bir özellik değil; Allah’ın bütün peygamberleri tarafından gösterilen ve çağlardaki iyi insanların uyduğu evrensel bir yoldur.
2) Bu cevap aynı zamanda şirk işleyen ve böylece ibâdette, teslimiyette, saygıda ve itaatte Allah’a şirk/ortak koşmayan Hz. İbrâhim’in (a.s.) yolundan sapan yahûdi ve hıristiyanları uyarmayı amaçlıyor. Onlar bunu inkâr edemezler; çünkü, kendi ellerindeki kitaplar buna şâhitlik etmektedir.
Bütün Peygamberlere ve Onlara Verilen Kitaplara
İman"Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya'kub ve esbâta (torunlara) indirilene, Mûsâ ve İsa'ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah'a teslim olduk, O'nun için müslüman olduk' deyin." (2/Bakara, 136)
Biz, yahûdi ve hıristiyanların yaptığı gibi, peygamberlerin bir kısmını tanıyıp bir kısmını tanımazlık etmeyiz. Böyle söylemek, “hepsinin derecesini eşit ve aynı biliriz” demek değildir. “Hiç birini inkâr etmeyiz, hepsinin peygamberliğini kabul ederiz, peygamberliklerine iman etme konusunda farklı bir tutum içine girmeyiz” demektir. Şu halde önce Allah’ı, sonra kendi peygamberimizi, daha sonra da O’nun, “peygamberdir” diye bize bildirdiği peygamberleri tanırız. Biz sadece Allah’a teslim olduk ve O’na bağımlıyız. İşte İslâm milleti, böylesine geniş ve bütün dinleri içine almış olan en mükemmel bir din ve muhteşem bir ümmettir.
“Onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık” ifâdesi, Allah’ın gönderdiği bütün peygamberlere inanırız ve hiçbirini inkâr etmeyiz anlamına gelir. Allah’tan gelen bütün peygamberlerin aynı hakkı/gerçeği getirdikleri ve insanları aynı hidâyete (doğru yola) çağırdıkları bir gerçektir. Bu nedenle Hakka uyan herkes, bütün peygamberleri kabul etmelidir. Bir peygamberi kabul edip de diğerini inkâr eden kişi, gerçekte kendi kabul ettiği peygamberi de reddetmiş olmaktadır. Onlar Hz. Mûsâ, Hz. İsa ve diğer peygamberlerin (Allah’ın selâmı üzerlerine olsun) öğrettiği evrensel dâvete uymuş olsalardı, diğer peygamberleri (örneğin Hz. Muhammed (s.a.s.)’i inkâr etmezlerdi. Gerçekte onlar hiçbir peygamberin öğretisine uymamaktadırlar. Onlar sadece kendi peygamberlerine uyduklarını iddiâ ederler, çünkü babaları öyle yapmıştır.
Bütün rasullerin ve risâletlerin arasını ayırmamak İslâm düşüncesinin en büyük esaslarından biridir. İşte müslüman ümmetini, Allah'ın yeryüzünde kaim olan itikat mirasının vârisleri durumuna getiren, hidâyet ve nur yolunda yürüyen o büyük kafileye bağlayan esas unsur budur. Ve bu esas, taassuba mâruz bırakmadan hayatın her yanına hâkim olan âlemşümul/evrensel İslâm nizamına bu kapsamlılığı veren unsurdur. İşte bu esas; İslâm toplumunu sevgi ve barış prensibi içerisinde bütün insanlığa açık bir cemiyet haline getirir. İşte bu yüzden Kur'an'ın akışı, hakikati açıkça ortaya döküyor. Ve mü'minleri bu itikad yolunda azim ve sebâta sevkediyor. Gerçekten bu itikad hidâyetin ta kendisidir. Ona uyan hidâyete ermiştir. Ondan yüz çeviren aslâ sâbit bir temele dayanamaz. O yüzden de esaslı bir âmile dayanmayan diğer gruplarla devamlı mücâdeleye dalar. Daima bir ihtilâf içerisindedir. Bu ihtilâf, bundan sonraki âyette açıklanıyor.
Müslümanlar olarak bütün peygamberlere ve onlara verilen kitaplara iman ettiğimizi ilân ediyoruz. Ehl-i kitap gibi dinde ırkçı değiliz; ırkçılığı, kavmiyetçiliği reddediyoruz. Yahûdiler diyorlar ki, “bizim peygamberimize gelen Tevrat’tan başka kitap ve bizim peygamberimizden başka peygamber yoktur. Dünyadaki bütün insanlar ona boyun eğmelidir. Hıristiyanlar da İncil ve Hz. İsa’da ısrar ediyor ve Hz. İsa’dan sonra peygamber ve kitap kabul etmiyorlar. Biz de diyoruz ki; İsa’ya İncil’i indiren Allah, Mûsâ’ya Tevrat’ı indiren Allah, onları Peygamber seçen Allah, Hz. İbrâhim’i peygamber seçen ve ona sayfalar gönderen Allah ve kullarından Hz. Muhammed’i peygamber seçen ve ona da Kitabı indiren Allah’tır. Başta Allah’a iman ettik dediğimize göre, Allah kimi peygamber seçmişse ona da iman etmekle zorunluyuz biz. Hangi kitabı kime indirmişse onlara da iman etmeğe mecburuz. Bunların hepsine iman ediyoruz. Böylece kesinlikle dinde ırkçılık yapmıyoruz. Yani “biz de yalnız Hz. Muhammed’i (s.a.s.) peygamber olarak kabul ediyor, sadece ona indirilen Kitaba iman ediyoruz; onun dışında peygamber ve kitap kabul etmeyiz” diye bir iddiâmız kesinlikle yoktur. Peygamber olmaları bakımından aralarında hiçbir fark görmüyor, bütün peygamberlere iman ediyoruz. Aynı suyun değişik zamanda değişik kaplara dökülmesi gibidir peygamberlere indirilen vahiy. Kaplar ve kaplara dökülme zamanında başka bir değişiklik yoktur. Aynı kaynaktan gelmedir. Aynı ağacın meyveleri gibidir. Kökleri aynı, zamanlar olarak dallara ayrılmışlar. Dallarda meyveler olarak peygamberleri görüyor; onların aynı kokuyu, aynı tadı taşıdığına inanıyoruz.
Âyette geçen “esbât”: Sıbt’ın çoğuludur. Sabt ve sebit şeklinde de söylenen ve Kitab-ı Mukaddes’te “sebat” şeklinde geçen bu kelime, bir kökten türeyen cemaat anlamınadır. Arapçadaki kabilenin karşılığıdır. Ya’kub oğullarından türeyen kabilelerden her birine “sıbt” denmiştir. Bilindiği gibi Ya’kub (İsrâil) oğulları, 12 sıbta (kabileye) ayrılmışlardır. Kitab-ı Mukaddes’te Tekvîn Sifrinin 46. bâbında açıklandığı üzere bunlar Hz. Ya’kub’un şu oğullarıdır: Ruben, Şimeon, Levi, Yehuda, Peretsin, İsakar, Zebulun, Cad, Aşer, Beria, Yusuf ve Benyamin.
“Kuulû âmennâ... -inandık deyin!-” buyurulması, iman konusunda kalp ile tasdikin yanında dil ile ikrârın da gerekliliğini dile getirmektedir. Rivâyet olunuyor ki, bu âyet nâzil olduğu zaman, Rasûlullah (s.a.s.) yahûdilerle hıristiyanlara, “Allah böyle emretti” diye söylemiş ve bu âyeti okumuştu. Bu âyette Hz. İsa’nın isminin anılmasına gelince, Yahûdiler inkâr edip ona küfrettiler. Hıristiyanlar da “İsa diğer peygamberler gibi değildir, o Allah’ın oğludur” dediler. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu:
İman Etmeyenlere Karşı Allah Size Kâfidir
"Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar, dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olurlar. Onlara karşı Allah sana yeter. O (her şeyi) işitendir, bilendir." (2/Bakara, 137)
Müslümanların peygamberlere ve kitaplara imanı özetlendikten sonra, Kitap ehli de böyle bir imana dâvet edilmektedir. Onlara deyin ki; eğer yahûdiler ve hıristiyanlar sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, gerçekten ihtidâ etmiş, doğru yola girmiş, hak yolu tutmuş olurlar; aranızda birlik ve bütünlük sağlanmış olur. Eğer yüz çevirirlerse onlar hakikaten şikak, yani ihtilâf, münâkaşa, parçalanma ve didişme içindedirler; bölünüp parçalanmadan kurtulamazlar, sürekli didişir dururlar. İslâm’dan yüz çevirecek olurlarsa, o takdirde onlar mutlaka bir ayrılığın içindedirler. Yani, asıl olan İslâm’dır. Bu insanlar, yüz çevirmekle ayrılmış oluyorlar. Ayrıcalığı onlar yapıyorlar.
Günümüzde bir kısım insanlarımız, belirli yerlerde, bir dâirede, bir iş yerinde veya fabrikada İslâmî olan görevlerini, dinî görevlerini, yani emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker farîzasını yerine getirse; “ayrıcalık, bölücülük yapıyorsun” diye o müslümana karşı çıkıyorlar. Allah da diyor ki, asıl ayrıcalığı yapanlar onlar. Asıl olan “din”dir; İslâm’dır. Allah’ın belirlediği ve seçtiği, bizim için râzı olduğudur. Sırât-ı müstakîmi terkeden, ana caddeden, dosdoğru yoldan sapan, ayrıcalık yapmış olur. Haktan kopandır ayrıcalık, bölücülük yapanlar. Bu konuda çoğunluğun da bir kıymeti yoktur. Kim hak yoldan kopuyorsa o ayrıcalık yapmış olur. İsterse bunlar, toplumun egemen güçleri veya halkın çoğunluğunu teşkil etsin.
“Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar, dönerlerse mutlaka anlaşmazlık/ayrılık içine düşmüş olurlar.” Yani ayrılık tohumlarını onlar ekiyorlar. İslâm’dan yüz çevirenler ayrılık tohumları ekiyorlar. Fakat bazı egemen güçler öylesine kendilerini asıl kabul ediyorlar ki, kendileri çoğunluğu, demokrasiyi yücelttikleri halde, kendi ifâdelerine göre % 99 olan görüş ve inanç, bu doğrultuda İslâmî hayatı yaşayacak olursa, ayrıcalık yapmış oluyor. “Bunlar ayrılık tohumu ekiyorlar, bölücülük yapıyorlar!” diye bas bas bağırıyorlar. Demokrasiden yana olduğunu iddiâ eden nice insan, özellikle egemen güçler, yetkili ve etkili çevreler ve medya % 1’i, yani kendilerini asıl kabul ediyorlar. Geri kalan % 99 onların inancında olmadığı zaman, bundan dolayı ayrıcalık çıkaranlar onlar oluyor!.. Allah ise, İslâm’dan yüz çevirenler ayrılık içindedir diyor.
(Ey Muhammed!) Bundan sonra onların şerrine karşı Allah sana kâfidir. Biraz geciktirse bile hiç şüphesiz onların hakkından gelecektir. O Allah Semî’dir, duânızı ve her söylediğinizi işitir; Alîm’dir, gizli niyetlerinize varıncaya kadar her şeyinizi bilir ve ona göre hükmünü icrâ eder. Hakka ihlâs ile sarılmanın hükmü felâh (kurtuluş) ve zaferdir. Hakka karşı muhâlefet ile direnmenin hükmü de er veya geç helâke uğramaktır. “Onlara karşı Allah sana yeter.” Bugün için bu âyet, bize de aynen hitap ediyor. Eğer Rasûlullah’ın çizgisinde yürüyorsak, hepimize teker teker, onlara karşı Allah bize yeter.
İşte Allah'ın kelâmı. İşte Allah'ın şehâdeti. Mü'min kalplere inandığı şeyin izzetini damla damla akıtan hüküm. Hidâyete eren sadece iman edendir. Mü'minlerin inandıklarına inanmayanlar Hakk'a karşıdırlar. Hidâyete düşmandırlar. Hidâyete ermeyen, iman etmeyen kişi ile mücâdele etmek mü'mine yakışmaz. Onların hile ve oyunları mü'mine kâr etmez. Aynı zamanda onlarla mücâdele edip muâraza yapmak mü'minin vazifesi değildir. Allah mü'minleri onlardan korur. Yeter mü'minlere bu. Kâfidir o kadarı:
"Onlara karşı Allah sana yeter. O (her şeyi) işitendir, bilendir." Mü'minin vazifesi sadece doğru yolda yürümek, hiçbir vâsıtaya başvurmadan Rabbinden aldığı, Hakk'ın ve hakikatin izzetiyle şereflenmek, Allah'ın dostlarına vurduğu damgalarla damgalanmak ve yeryüzünde bu şekilde tanınmaktır. Müslüman, alâmetinden/boyasından bellidir.
Allah’
ın Boyasından/Dininden Daha Güzeli Olabilir mi?“Allah'ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na ibâdet/kulluk ederiz (deyin)." (2/Bakara, 138)
İşte fıtrî iman, Allah’a teslim olup peygamberler arasında bir ayrım yapmadan hepsine inanmaktır. Bu şekilde inanan kimse, Allah’ın fıtrî boyasıyla boyanmıştır. Baksana bütün tabiat, Allah’ın bu doğal boyasıyla boyalıdır. Onun doğal boyası dururken yapma boyalarla boyanmağa ne gerek var? Bu yapma boya, insana güzellik değil; çirkinlik verir. Gerçeğe aykırı inançları ruha doldurmak, insan kafasını bunaltır, ruhu kirletir. Bu âyette Allah’ın boyasıyla, ezelden beri insan ruhuna konan, doğuştan gelen tevhid inancı kastedilmektedir. Hıristiyanlar, çocuklarını sarımtırak bir suya batırarak vaftiz ederler. Bu boyalı su ile çocuğu gerçek Hıristiyanlığa soktuklarını sanırlar. Onlara göre bu su, İsa (a.s.)’nın içinde doğduğu sudur. Pavlos’un Hıristiyanlığa koyduğu anlayışa göre, sünnet yerine geçen bu su, çocuğu mânevî kirlerden temizler.
Hıristiyanlıktan önce, yahûdiler arasında, yahûdiliği kabul eden kimseleri yıkamak bir âdet olmuştu. Yıkanan (vaftiz edilen) kimsenin bütün günahlarının temizleneceği ve onun yeni bir hayat rengine kavuşacağı ifade edilmek üzere böyle yapılırdı. Daha sonra bu âdet hıristiyanlar tarafından benimsenerek vaftiz adını aldı. Vaftiz, suya batırma ve su ile ıslatma şeklinde yerine getirilen bir başlangıç âyini veya Kilisenin kutsama törenidir. Dine yeni girenlere ve yeni doğan bebeklere uygulanır. Kur’an, bu “renk verme” töreninin kurtuluş için gerekli olmadığını, özünde zarûri şeyler bulunmadığını işaret yoluyla söyler. Bu amaçla kişi, O’nun yolundan gidip O’nun kanunlarına uyarak Allah’ın rengine boyanmalıdır.
İşte bu âyetle Cenâb-ı Hak onlara, imanın öyle boyalı suya sokmakla olmayacağını, imanın fıtrattan geldiğini, fıtrattan gelen imanı, sudan imanla değiştirmenin doğru olmadığını bildirmektedir. İman kalp işidir. Sarı suya sokulmakla insanın kalbine iman girmez. Bunlar şekilden ibaret şeylerdir. Bunların gerçek imanla alâkası olamaz. Bundan dolayı Hz. Peygamber: “Her çocuk, İslâm fıtratı/yaratılışı üzerine doğar; sonra onun annesi babası onu yahûdi, hıristiyan veya mecûsi yaparlar.” (Buhârî, Cenâiz 92; Ebû Dâvud, Sünne 17; Tirmizî, Kader 5; Muvattâ, Cenâiz 52) buyurmuştur.
Siz hıristiyanlar gibi sudan imana, yapay boyaya tenezzül etmeyin. Allah boyasına bakın. Allah boyasına; zira Allah’ın boyasından daha güzel kimin boyası vardır? Maddiyatta, tabiatta ve bütün kâinatta, O’nun boyasından daha güzeli var mı? Ağaçlara ve otlara, bütün çiçeklere, özellikle insanların sîmâlarına ve göz renklerine şöyle bir göz atın, onlardaki fıtrattan/doğuştan boya ile insanların sonradan sürdüğü yapay boyalar arasında kıymet ve güzellik bakımından ne kadar büyük fark olduğunu görürsünüz. Özellikle insan bedenlerine sürülen ve yaratılışı bozan boyalar ne kadar ârızî, ne kadar çirkin ve mülevves şeylerdir. İşte mâneviyatta, din ve ahlâkta da durum böyledir. Din fıtrî bir din, iman İlâhî bir iman, temizlik doğuştan bir temizlik, güzellik fıtrattan bir güzelliktir. Sonradan elde edilen bütün temizlik ve güzellik, aslında doğuştan gelen güzellik ve temizliğin korunmasına yöneliktir, sonradan ona ârız olmuş birtakım pisliklerin giderilmesine dönüktür.
İnsanları bir paçavra boyar gibi, renkli bir suya sokup çıkarmakla elde edileceği sanılan iman, sudan bir imandır, çok temelsiz bir dindir. Bunun ne kıymeti var ki? İman ile dini bir boyaya benzetmek gerekirse, biz Allah boyası olan bir fıtrî iman ile ve Allah tarafından boyanmış olmayı üstün tutarız. Maddî ve mânevî bütün temizlik çabalarımız ve güzelliklerimiz hep ilk oluştan, doğuştan gelen temelin muhâfazasına yöneliktir. İslâm dini ve tevhid imanı, insanların Allah tarafında boyanmasıdır. İman en güzel Allah boyasıdır.
İnsanlara “senin rengin ne?” diyorlar günümüzde. Siyasi anlamda yeşil renk var, kırmızı renk var, kıpkızıl renk var, alaca renk var, bir de renksizler var. Allah da diyor ki:
“Allah’ın boyasıyla boyanın.” İnsan Allah’ın boyasıyla nasıl boyanır? Oturuşunu, kalkışını, yürüyüşünü; eşiyle, çocuklarıyla, dostlarıyla, arkadaşlarıyla, komşularıyla, tanıdıkları ve tanımadıklarıyla, tabiattaki bütün yaratıklarla olan münâsebetlerini; kendi nefsiyle ve Rabbıyla olan ilişkilerini Allah’ın Kitabına göre yönlendirecek olursa, Allah’ın boyasıyla boyanmış demektir. Yani, buradaki boya, bizim hayatımızın aldığı istikamettir. İslâmî çizgide yürümekten daha güzel bir yolun olmadığını ifade ediyor Allah Teâlâ. Bununla birlikte tabiattaki bütün renkleri, sözgelimi yeşilin yüzlerce tonunu da yaratan Allah’tır.Allah’ın güzel adlarından biri de “el-Musavvir”dir. “O, yaratan, var eden, varlıklara şekil veren (el-Musavvir) Allah’tır. En güzel isimler O’nundur...” (59/Haşr, 24). Allah musavvirdir; yani eşyaya şekil veren, desen veren, renk veren Allah (c.c.)’tır. Bakıyoruz da, dünyanın en ünlü ressamlarının yaptığı bir resim, milyonlarca dolarlara satılabiliyor. Böyle çok yüksek rakamlara satılan meselâ “Ay Çiçekleri”ni resmeden sanatkârın kendisi yaptığından memnun değilmiş. “Ben bu ay çiçeğinin bin halinden bir halini, kokusuz, cansız ve o tazeliğini de veremeden donduruyorum” diyor. Dışarıda gördüğünüz gerçek ayçiçeği. O çiçeğin yaşarken canlı tazeliği var, kokusu var, gıdâsı var içinde. Ama bir ressam veya bir fotoğraf makinesi, o çiçeğin binlerce halinden bir halini bir karede donduruveriyor. Ondan sonra da bize sanat diye sunuluyor. Sanat olabilir; ama asıl sanatkâr, gerçek sanatkâr Allah’tır. Musavvir olan O’dur. O’nun verdiği renkten daha güzel bir renk vermek de mümkün değil. Resme ve ressama tapanlar O’nu tanıyamasa da, sanattan gerçek pay almış olanlar O’nu takdir etmeye kendilerini mecbur hissederler. Hatta tabiat, sanatçıya ilham kaynağıdır; çoğunlukla sanatçı tabiatı, Allah’ın yarattığını taklit etmeye çalışır. Sanattan zevk alanlar ve sanatçılar, tabiatı yaratanı tanıdıkları oranda O’na hayran olurlar. Bunca gerçek sanat hârikası olarak yarattıklarını en güzel şekilde süsleyen, bin bir çeşit boyayla boyayan, canlandıran “Mutlak ve Gerçek Sanatkâr”ı tanımadan sanat da cılızdır, sanatçı da.
Sahte sanatlara, cılız ve âciz sanatçılara tapanlara da duyuruyoruz: “Biz o tabiatı boyayana ibâdet ederiz” Sanat galerilerini, sergileri, müzeleri gezenler, bazen defterlere yazıyorlar: “Hoşuma gitti, renkleriniz fenâ değil, çizginiz güzel!” Biz de Allah’ın galerisinde (sanat hârikalarıyla dolu, tabiatta) dolaştıktan sonra, Allah’ın ahkâmına göre yaşayarak sergi defterine yazar gibi demeliyiz ki: “Biz bu tabiatı yaratan, doğayı yöneten ve renk cümbüşünü, ses armonisini meydana getiren Yüce Allah’a ibâdet ediyoruz. O’nun yaratıklarına kulluk yapmıyoruz! O’nun yarattıklarına, Allah’ın hâkimiyetine karşı isyan edecek bir yönetim hakkını da vermiyoruz!”
Allah'ın boyası, bu risâletin beşeriyete en son risâlet olmasını istedi. Ufukları oldukça geniş, insanlık birliğini tahakkuk ettirmek için taassuba ve kine, renk ve cins ayrılığına dayanmayan risâletini gönderdi.
Burada Kur'an'ın derin mânâ taşıyan tâbir özelliklerinden birisiyle karşı karşıya bulunuyoruz. Allah'ın kelâmında âyetin esas noktası "Allah boyası(yla boyandık). Boyası Allah'tan daha güzel olan kimdir?" Geriye kalan kısım ise mü'minlerin sözü. Âyetin akışı hiçbir fâsıla vermeden aynı tempoyla mü'minlerin sözünü, Bârî olan Allah'ın kelâmıyla birleştiriyor. Ve bunların hepsi de Rasûlullah'a indirilmiş olan Kur'an'ın içinde geçmektedir. Ancak, âyetin ilk bölümü kavl-i İlâhîyi naklederken, ikinci kısmı mü'minlerin sözlerini anlatmaktadır. Bir ifade akışı içerisinde mü'minlerin sözleriyle İlâhî kelâmın ard arda zikredilmesi mü'minler için büyük bir şeref, aynı zamanda Rablarıyla aralarında bulunan kuvvetli bir bağ hükmündedir. Buna benzer ifadelere Kur'ân-ı Kerim'de çok rastlanır. Ve bu çeşit ifade tarzı, ehemmiyetli bir mânâ taşır.
“Biz ancak O'na ibâdet/kulluk ederiz.” O’nun kulları, O’nun köleleriyiz. Diğer bütün peygamberlere inanmamız, O’nun gerçek peygamberleri olmalarından ve O’nun emirlerini bildirmelerinden dolayıdır. Yoksa biz onları ilâhlaştırıp tanrı yerine koymayız. Hele hele hıristiyanların Hz. İsa’ya yaptığı gibi, şirke sapmayız, kendi peygamberimize de tapmayız. Onun hakkında da “eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûluh –Şâhitlik ederiz ki, Muhammed Allah’ın kulu ve Rasûlüdür-” diyerek kelime-i şehâdet getiririz.
Allah Hakk
ında Tartışma mı, O’na İhlâsla Bağlanmak mı?“De ki: 'Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz olduğu halde, O'nun hakkında bizimle tartışmaya mı girişiyorsunuz? Bizim yaptıklarımız (ın mükâfâtı) bize; sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz O'na muhlis kullarız, ihlâsla (gönülden) bağlananlarız.” (2/Bakara, 139)
Allah hakkında, “Allah’ın hak dini yahûdilik veya hıristiyanlıktır. Cennete ancak yahûdi ve hıristiyanlar girebilecektir, gelin siz de yahûdi ve hıristiyan olun ki, hidâyet bulasınız” diyerek münâzara ve mücâdele mi ediyorsunuz? Halbuki o Allah, hem sizin, hem bizim Rabbimizdir.” Biz O’na iman ederken O’nun sizin de Rabbiniz olduğunu inkâr etmeyiz. O halde bize karşı verdiğiniz bu mücâdele ne kadar boş bir mücâdeledir. Bununla beraber, bizim amellerimiz bizimdir; sizin amelleriniz de sizin. Biz müslümanlar, bu âyette belirtilen imanımız gereğince başka din sahiplerinin kendi inançlarına göre yaptıkları dinî amellere karışmayız. Din ve vicdan hürriyetine riâyet ederiz. Bu bakımdan İslâm toplumu, her toplumdan daha geniş görüşlüdür. Onun içinde semâvî dinlerden her biri kendi halinde yaşayabilir ve tarih boyunca müslüman toplumların içinde yaşayabilmiştir. Allah Teâlâ hepimizin Rabbidir ve O’nun katında her birimiz kendi yaptığımız amellerden sorumlu olacağız. Bununla birlikte, “Biz O'na muhlis kullarız, ihlâsla (gönülden) bağlananlarız.” Amellerimizde ancak O’na ihlâsla yöneliriz. İhlâs ve samimiyetimizi sunacak başka bir mâbud veya birtakım aracılar tanımayız. O’nun rızâsına uygun olmayan hususta hatır gönül dinlemeyiz. İşte O’nun huzuruna amellerimizle giderken aramızdaki bu farkla gideceğiz ve ona göre hesap vereceğiz.
Allah'ın vahdâniyeti ve rubûbiyeti konusunda hiçbir münânakaşaya imkân yoktur. O, hem bizim Rabbimiz, hem de sizin Rabbinizdir. Biz kendi amellerimizden sorumluyuz; siz de kendi amellerinizden mes'ulsünüz. Biz sadece O'na kendimizi vermişiz. O'na hiçbir şeyi eş koşmayız. Allah'tan başka kimseden yardım dilemeyiz. Bu ifade, müslümanların itikadını belirttiği gibi, hiçbir münakaşa ve mücadeleye de meydan bırakmamaktadır.
Yahûdilerin, hıristiyanların, putperestlerin hepsi biliyor ki Allah Teâlâ’dır onları yaratan. Allah'ın yaratıcılığını inkâr eden kimse hemen hemen yok. Peki, ayrılık nereden geliyor? Yönetimden geliyor. Diyorlar ki, Allah yeri göğü yaratmıştır, güzelliklerle donatmıştır, ama yönetimi bizlere bırakmıştır. Biz de kendi çıkarlarımız doğrultusunda bu işi yaparız. Peygamber’e ve mü’minlere Allah şöyle demelerini emrediyor: “Allah sizin de Rabbiniz, bizim de Rabbimiz olduğu halde niye siz Allah konusunda bizimle tartışıyorsunuz? O’nun huzuruna döneceksiniz. Öyleyse O’nun dediklerini yapın. Allah hakkında bizimle çekişmeyin.” Eğer onlar tartışma ve çekişmeye devam ederlerse, “Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız size. Biz Allah’a ihlâsla iman edeceğiz, ihlâsla amel edeceğiz’ de.” İhlâsla iman ve amel; karışıksız, katkısız, saf ve net özellikte olandır. Yani Allah’a imanla birlikte, Allah’a ait özellikleri olduğu kabul edilen başka bir sahte tanrıya da inanmak; 'Allah’ın % 99 emrini yerine getirelim de, bir de şu kahraman kabul edilen kişinin Allah’ın emir ve hükümlerine ters olsa da emrini yerine getirelim' demek... Herhangi birinin yaptığını, Allah’ın emriyle endâd/eş/denk kabul etmek, 99 gramlık tatlı suya bir gram zehir katmak/karıştırmaktır.
Siz mi Daha
İyi Bilirsiniz, Yoksa Allah mı?Tüm Peygamberlerin Dini, Elbette
İslâm’dır"Yoksa siz, İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya'kub ve esbâtın (torunların) yahûdi, yahut hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: 'Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah tarafından kendisine (bildirilmiş) bir şâhitliği gizleyenden daha zâlim kim olabilir? Allah yaptıklarınızdan gâfil değildir." (2/Bakara, 140)
"Yoksa siz, İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya'kub ve esbâtın (torunların) yahûdi, yahut hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?" Hıristiyan ve yahûdilere: “Bu sayılan peygamberlere iman ediyor musunuz?” diye sorulduğunda; “iman ediyoruz, onlar peygamberdi” diyecekler. “Peki, onlar yahûdi veya hıristiyan mıydılar?” “Hayır” demeleri lâzım. Çünkü, sayılan bu peygamberlerin tümü, Hz. Mûsâ ve Hz. İsa’dan çok önce yaşamışlardır. “Yahûdi -veya hıristiyan- değildirler” derlerse, zâten kendi iddiâlarını kaybedecekler. Çünkü, “hidâyette olanlar, azaptan kurtulanlar yahûdi -veya hıristiyan- olanlardır, bizim dinimize mensup olmayanlar kurtulamaz” diyorlar. “Peki, İbrâhim, İsmâil, Ya’kub, İshak... yahûdi değildi. Öyleyse bunlar cehennemlik midir?” Demek ki bir insan, yahûdi veya hıristiyan olmadan da cennete girermiş, doğru yolu bulurmuş. Yani, kendi ifâdeleriyle kendi çıkmazlarını ortaya çıkarmaktadır bu âyet-i kerime.
Bu saydıklarımız, Mûsâ (a.s.)'dan da, yahûdilikten de, hıristiyanlıktan da daha önce yaşamışlardı. Onların gerçek dinlerinin İslâm olduğu, Allah'ın şehâdetiyle daha önce açıklanmıştı: "De ki: 'Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?" Bu, cevabı mümkün olmayan bir sualdir. Bu ifadede hiçbir cevap vermeden dilleri kökünden kesen bir tenkit tonu vardır.
“Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?” Elbette Allah daha iyi bilir. Öyle değil mi? Halbuki Allah öyle biliyor ve öyle şâhitlik ediyor ki, o peygamberler ne yahûdi idiler, ne de hıristiyan. Daha önce yaşamış birer geçmiş ümmettiler. İbrâhim (a.s.) hanîf ve müslimdir ve müşriklerden de değildir. Siz ise kesin olan bu gerçeği, bile bile inkâr ediyor ve dile getirmiyorsunuz. Acaba kendince bilinen ve Allah tarafından sâbit olmuş olan bir şâhitliği yapmayıp inkâr edenden daha zâlim kim vardır? Zira doğru olan bir şâhitliği yapmayıp sus pus olmak ve ketûm (gizleyici) davranmak da en büyük haksızlıktır, en büyük zulümlerden biridir. Ve Allah Teâlâ, duâsına karşılık İbrâhim’e; “Zâlimler Benim ahdime nâil olamazlar.” (2/Bakara, 124) buyurmuştur.
Siz nasıl olur da hakkıyla uyulacak ve ardından gidilecek bir millet olabilirsiniz? Size uyanlar nasıl olur da hidâyete erebilirler? Siz yoksa yaptığınız zulüm ve haksızlıklardan, bile bile şâhitliği ketmetmenizden Allah’ı gâfil mi sanıyorsunuz? “Allah yaptıklarınızdan gâfil değildir." En gizli yerde, karanlık bir gecede, kara taşın üzerindeki kara karıncanın ayağının hareketini bilir, ayağının sesinin işitir, onu görür. Öyleyse, gizli bir yerde gizli bir hareket yapmaya, gizli bir kötülük yapmaya, ya da Allah için şâhitliği ve şehâdeti gizlemeye imkân yoktur.
Ayrıca, biliyorsunuz ki onlar yahûdilerden de, hıristiyanlardan da daha önce yaşadılar. Aynı zamanda Allah'a hiçbir şirk koşmayan ilk hanîf dini üzere idiler. Sizin yanınızdaki kitaplarda âhir zamanda İbrâhim (a.s.)'in dini olan hanif dini üzerine bir Peygamber'in gönderileceği açıkça belirtilmişti. Siz hâlâ o şehâdeti gizliyor musunuz? "Allah tarafından kendisine (bildirilmiş) bir şâhitliği gizleyenden daha zâlim kim olabilir?" Sizin emîn olduğunuz o şâhitliği gizleyip örtbas ettiğinizi Allah biliyor. Ve bu konuda yapmış olduğunuz mücadelelere de Allah muttalîdir. "Allah yaptıklarınızdan gâfil değildir."
Onlar
ın Yaptıkları Kendilerine, Sizin Yaptıklarınız Size!"Onlar bir ümmetti; gelip geçti. Onların kazandıkları/yaptıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size âittir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz." (2/Bakara, 141)
Onlar geçmiş bir toplumdur. Biz, o dönemin yahûdisi veya hıristiyanıyla mücâdele etmek durumunda değiliz; günümüzün İslâm düşmanlarıyla mücâdele etmekle görevliyiz. Adamın biri, İslâm tarihinin anlatıldığı bir ortamda, Peygamber Efendimiz’e hakaret eden Kâ’b bin Eşref için; “vay imansız vay! O dönemde yaşasaydım, boynunu sıkıverseydim!” diyor. Ona ve bu anlayışta olanlara deniliyor ki; “Peki ama, günümüzde aynı düşmanlık, aynı hakaretler oluyor; İslâm düşmanları değişmedi. Bu kişilere karşı ne çeşit mücâdele veriyorsun?” Her insan, kendinden, kendi çevresinden, kendi çağından sorumlu. Bu âyet bu sorumluluğu ifade ediyor. Geçmiş toplumlara lânet okumak yerine; kendi çağımızdaki İslâm düşmanlarına karşı mücâdele vermemizi bize işaret ediyor. Yine, o İslâm düşmanlarına karşı mücâdele veren o sahâbe, geçmiş bir toplumdur. Onların yaptıkları iyi ameller kendilerinedir; sizin yaptığınız iyi amelleriniz de kendinizedir. Siz onların yaptıklarından pay almayacaksınız” şeklinde de anlayabiliriz bu âyet-i kerîmeyi.
Özellikle ehl-i kitaba ve diğer insanlara deniyor ki, siz kendinizden sorumlusunuz. Halinizi ve geleceğinizi iyi düşünün ve bu çalışma ilkesine riâyet edin. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliği ve imâmeti altında teşekkül eden ve bütün peygamberler tarafından önem verilmiş bulunan bu muazzam ümmete, bu tevhide bağlı olanların birliğine siz de dâhil olmaya çalışın.
Tefsircilerin açıklamasına göre, bu âyette birkaç uyarı vardır: Birincisi; Geçmiş ataların fazîletlerini dile dolamakla kalınmamalıdır. Herkes ameliyle hesaba çekilecektir. Kendi yaptığından sorumlu tutulacaktır. İkinci olarak; Geçmişlere farz kılınan hükümlerin, aynen onların soyuna da farz kılınması nasıl garip karşılanacak bir olay değilse; değişik maslahatlara bağlı olarak Muhammed (s.a.s.)’in, insanları eski bir milletten yeni bir millete geçirmesi ve bunun için yeni bir şeriat getirmesi de mümkündür. Bu da inkâr edilmeye çalışılmamalıdır. “Zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişmesi” gerektiğine dair fıkıh kaidesi de bu gibi âyetlerin çerçevesi içindedir. Hükümlerin böyle çeşitli sebep ve faydalarını bilmeye yarayan ilme “fıkıh” denilir.
İslâm dininin böyle bir taraftan değişmez ilkelere, diğer taraftan değişik şartlara göre uygun düşen esnek kurallara dayanması, onun kıyâmete kadar ayakta duracağını gösteren belli başlı özelliklerinden biridir. Bu sâyede insanlığın hem ilerlemesi muhâfaza olunur, hem de yıkıcı buhranlar, inkılâp ve değişmelerden korunmuş olur. Üçüncü olarak; peygamberlerin açtığı yola girmek isteyenlerin, öncekileri doğru ve yanlışlarıyla olduğu gibi ve körü körüne taklit etmeye uğraşmayıp hak ve bâtılı bizzat seçip ayırt ederek amel etmeleri lâzım gelir. Çünkü, âyetin sonunda; “Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz" buyurulmuştur.
Bu gibi önemli ilkeleri içine alan bu âyet, ayrı ayrı siyak ile takrir edilmiştir. Bu takrir, sadece tekrardan ibâret kalmamıştır. Birinde soya bağlılık, diğerinde dine bağlılık açısından ele alınmıştır. Ayrıca, öncekinde “esbât”, yani torunlar, “tilke (onlar)” işaretine açıkça dâhil olmadığı halde, sonrakinde dâhil olmuştur. Ve bu sûretle birinci cüz sona ererken, İslâm ruhunun birliği ve bütünlüğü sağlanmıştır ki, bundan sonraki cüzde İslâm’ın maddî ve cismânî birliğinin sağlanması demek olan “kıble” meselesine geçilecek ve Muhammed ümmetinin teşekkülüne ve onun özünde mevcut belli başlı özelliklerine işaret buyurulacaktır. Buraya kadar olan âyetleriyle Bakara sûresi, Fâtiha sûresi’nin “iyyâke nesteıyn -ancak Senden yardım istiyoruz-” âyetine kadar olan birinci kısmına benzemekte, o âyetleri tefsir edip açıklamaktadır. Bundan sonra yeni bir “sırât-ı müstakîm -doğru yol-” hidâyetine başlanacaktır:
Do
ğu da Allah’ındır, Batı da!“İnsanlardan birtakım beyinsizler, ‘üzerinde bulundukları kıblelerinden onları çeviren nedir?’ diyecekler. De ki onlara; ‘doğu da, batı da Allah’ındır. O dilediğini doğru yola iletir.” (2/Bakara, 142)
Kıble: Esasen insanın herhangi bir tarafa dönmesi ve yönelmesi halidir ki, Türkçe “yön” demektir. Dindeki geleneksel anlamıyla namazda dönülen mekâna isim ve terim olmuştur. Burada kıblenin, yani namazda yüzün çevrildiği yönün Kudüs’teki Mâbed’den (Mescid-i Aksâ’dan), Mekke’deki Mescid-i Haram’a çevrilmesi kastediliyor. Önceleri, Medine’ye hicretle birlikte Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ashâb namazda yüzünü Kudüs’e doğru çevirirdi; fakat Hicret’in ikinci yılının ortalarında yüzün Kâbe’ye (Mekke) döndürülmesi emredildi.
Peygamberliğinden önce ve risâletinin Mekke döneminin başlangıç yıllarında Peygamberimiz ve onunla birlikte olanlar, namazlarında Kâbe’ye doğru yönelirlerdi. Bu, Kur’an tarafından tavsiye edilmiş değildi, ama Kâbe’nin o zamana kadar tek Allah’a adanmış ilk mâbed olarak görülmesinin bir sonucu olabilir. Hz. Peygamber, tevhid inancının öteki kutsal merkezi olan Kudüs’ün (Mescid-i Aksâ) yüceliğinin farkında olduğundan, kural olarak, Kâbe’nin güney duvarının önünde durup kuzeye doğru namaz kılardı ki, hem Kâbe’yi, hem de Kudüs’ü karşısına alabilsin. Medine’ye hicretinden sonra kuzeye doğru, yalnız Kudüs’ü kıble edinerek namaz kılmaya devam etti. Ancak Medine’ye varışından yaklaşık 16 ay sonra Kâbe’yi kesin şekilde Kur’an’a tâbi olanların kıblesi olarak tâyin eden vahiy (bu sûrenin 142-150. âyetleri) geldi. Böylece Kudüs’ün terk edilmesi, daha önce müslümanların kendi kutsal şehirlerine doğru namaz kılmalarından dolayı sevinç duymuş olması gereken Medine yahûdilerini üzdü. İşte bu âyetteki ifâdelerin ilk cümlesi onlara atıf yapmaktadır.
Cenâb-ı Hak kıblenin değiştirilmesine ve yeni bir sırât-ı müstakîm (doğru yol) gösterilmesine ve bu şekilde yeni bir ümmetin oluşumuna işaret buyururken, aynı zamanda bazı kendini bilmezler tarafından bu konuda söylenecek câhilce sözlerin geçersizliğini de açıklamak için şöyle buyuruyor: “İnsanlardan birtakım beyinsizler, ‘üzerinde bulundukları kıblelerinden onları çeviren nedir?’ diyecekler.” İnsanlar içinden birtakım beyinsizler, hafif akıllı anlayışsızlar
diyecekler ki; bunları, yani Muhammed (s.a.s.) ve ümmetini, bulundukları kıblelerinden, yani Beyt-i Makdis’den (Mescid-i Aksâ’dan) çeviren nedir? Bu söz, şeriatler arasında geçerli olan neshi inkâr eden ve kıblenin değiştirilmesine itiraz etmek isteyen yahûdiler veya münâfıklar tarafından ileri sürülmüş, âyet de onlar hakkında inmiştir. Bu sûrenin baş tarafında, “Şunu muhakkak bilin ki, asıl beyinsizler, asıl budalalar onlardır.” (2/Bakara, 13) âyetinin hükmüne göre, bu âyetin münâfıklar hakkında inmiş olması daha münâsiptir. Yani bunlar böyle söylemiş ve söyleyeceklerdir.
Sefîh: Kârını zararından ayırt edemeyen kişiye denir. Âyetlerde ifâde edilen bu geri zekâlılar, dünya işlerini biliyorlar, ticareti beceriyorlar. Mallarını mülklerini, dünyevî çıkarlarını biliyorlar; ama asıl ticareti, esas menfaat ve kârı bilmiyorlar, büyük ticareti hesaba katmıyorlar. Bir insana; “geçici olarak şu nimeti, meselâ şu köşkü alacaksın, ama bu, senin elinde bir ay kalacak. Bir ay sonra senden alınacak. Bir aylığına burada kalacaksın” deniliyor. Köşkün içinde yiyip içecek de, her türlü pislik ve günah da var. “Burada bir ay kalmayı tercih etmezsen, ilerisindeki bir köşke geçeceğiz; orada ömür boyu kalacaksın” denilse ve ikinci köşk her yönüyle çok daha güzel olduğu halde, ancak sefîh olanlar, beyinsizler bir aylık geçici ve az güzel olanı tercih ederler. Allah da, bu dünya hayatı çok kısadır, âhirete göre bir gün gibidir. Bu dünya hayatında da güzellik isteyin; ama haram olmadan, harama bulaşmadan. Burada gerçekten güzel kavramına uygun şekilde yaşar, sınavı geçerseniz âhiretin sonsuz ve eşsiz güzelliklerine ulaşacaksınız demiş oluyor. Bu geri zekâlılar da; “biz bu dünyada vur patlasın, çal oynasın deriz. Öbür taraf ya olur, ya olmaz. Öyleyse biz bu dünyada murâdımıza erelim” diyor, acele az kârı veresiye çok büyük kâra tercih ediyorlar. Bu anlayış, geri zekâlılık değil de nedir?
“De ki onlara; ‘doğu da, batı da Allah’ındır. O dilediğini doğru yola iletir.” “O dilediğini doğru yola iletir, yahut; (hidâyet bulmak) isteyeni dosdoğru bir yola ulaştırır.” Gün doğusundan gün batısına kadar bütün yönleriyle yeryüzü Allah’ındır. Allah’ın hiçbir mekâna ihtiyacı, kendine özgü bir mekânı yoktur. Bütün yönlerin sahibi olan Allah, dilediği kimseyi yeni bir sırât-ı müstakîme hidâyet eder, başarılı kılar. Burada, doğrudan doğruya Fâtiha sûresindeki “İhdina’s-sırâta’l-müstakîm -bize doğru yolu göster-”(1/Fâtiha, 6) duâsına açık bir bağlantı, iki şekilde ince bir cevap var.
Birincisi; Burada “sırât-ı müstakîm”in nekre oluşu, yani “el” harf-i târifiyle belirlenmeyişi, bu yolun büyüklüğüne ve yeniliğine bir işarettir ki, istenilenden daha güzel, öteden beri gidilenin ve bilinenin dışında, bambaşka, daha fazla nimet ve saâdete elverişli, daha kolay selâmete götüren, yani gazap ve sapıklıktan uzak bulunan bir doğru yol demek olur. İkincisi; Bu sırât-ı müstakîme hidâyet, bu yola girebilmek, sırf İlâhî irâdeye bağlanmıştır. Yaratılışta İlâhî irâdeye bağlı olmayan hiçbir şey bulunmadığı halde, bunun burada böyle özellikle vurgulanması, böyle bir sırât-ı müstakîmi ihsân etmesi ve ona kulların girebilmeleri hususunda, daha önceden kulların herhangi bir istek ve gayretleri bulunmadığına ve bunun Allah tarafından bir ihsan ve ikram olduğuna tenbih içindir. Yolu açan Allah olduğu gibi, o yola girecek olanları seçen de Allah’tır. Ayrıca burada çalışma kanununun bir yönüne ve İlâhî irâdenin çalışmanın başlangıcından da önce olduğuna işaret vardır.
Çalışma meselelerinde de İlâhî irâde ve dileme, kulların istek ve irâdelerine göre tecellî eder. Burada olduğu gibi, tamamıyla vehbî (Allah vergisi/bağışı) olan hususlarda ise kulun çalışması, İlâhî irâde ve dilemeyi tâkip eder. Özetle, Cenâb-ı Hak, her şeye mâliktir ve dilediği kulunu, sırf kendi irâde ve dileğiyle peygamber yapar, ona büsbütün yeni bir şeriat ihsan eder. Bu hususta (tüm konularda olduğu gibi) O’nu engelleyecek hiçbir kuvvet yoktur. Peygamberlik de bir çalışma işi değildir ve bu iş, “Kazandığı iyilikler kendi lehine, kazandığı kötülükler de kendi aleyhinedir” (2/Bakara, 286) ilkesinin çerçevesi dışında kalan bir iştir. Söz konusu ilke bu ihsandan sonra geçerlik kazanır. Kudretiyle yeni bir peygamber ve yeni bir din gönderebilen Allah’ın, kıblenin değişmesini emretmesine itiraz edebilmek için hiçbir sebep yoktur.
“De ki onlara; ‘doğu da, batı da Allah’ındır. O dilediğini doğru yola iletir.” Bu değişikliğin asıl önemini kavrayamayan bazı anlayışsız kişiler, mü’minlerin zihninde şüphe uyandırmak için çeşit çeşit fikirler öne sürmeye başladılar. Beyinsiz oldukları için, Allah’ın belli bir nokta veya yön ile sınırlı olduğunu ve kıble değişikliğinin Allah’tan yönünü döndürmek anlamına geldiğini düşünüyorlardı. Bu saçma fikir, doğunun da batının da Allah’ın olduğu ilân edilerek cevaplandırılmıştır. Kıblenin belli bir yönde olması, Allah’ın sadece o yönde olduğu anlamına gelmez. Kendilerine hidâyet verilenler bu tür kısır görüşlerle kendilerini meşgul etmezler.
İnsanlara Örnek Olmak İçin Dengeli/Âdil Ümmet
“İşte böylece sizin insanlar üzerinde şâhitler olmanız, Rasûl’ün de sizin üzerinizde bir şâhit olması için sizi orta (dengeli) bir ümmet kıldı. Senin arzulayıp da şu anda üzerinde bulunduğun kıbleyi (Kâbe’yi) Biz, ancak, Peygamber’e uyanı, ökçesi üzerinde geri dönenden (münâfıktan) ayırt etmemiz için kıble yaptık. Bu şekilde kıblenin (Kudüs’ten Kâbe’ye) çevrilmesi, Allah’ın hidâyet ettiği/yol gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zâyi edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanlara (her şeye rağmen) şefkatli ve merhametlidir.” (2/Bakara, 143)
“İşte böylece sizin insanlar üzerinde şâhitler olmanız, Rasûl’ün de sizin üzerinizde bir şâhit olması için sizi orta (dengeli) bir ümmet kıldı...” Bu, İslâm ümmetinin önderliğinin ilân
edilmesidir. “Kezâlik -böylece-” sözü hem Hz. Muhammed (s.a.s.), hem de kıblenin değiştirilmesini kasdetmektedir. Müslümanlar kendilerinin “vasat ümmet” olmalarını sağlayan üstün meziyetlere, hidâyete tâbi olarak ulaşmışlardı. Kıblenin, Mescid-i Aksâ’dan Kâbe’ye çevrilmesi ise, İsrâiloğullarının önderlik görevinden alınıp yerine müslümanların konulduğunu gösteriyordu. Bu nedenle kıblenin Kudüs’ten Kâbe’ye çevrilmesi, beyinsizlerin sandığı gibi sadece bir yön değişikliği değil; aslında önderlik görevinin İsrâiloğullarından alınıp Hz. Muhammed (s.a.s.)’e iman edenlere verildiğinin ilânı idi.
Arapça “vasat ümmet” ifâdesi, başka bir dilde hiçbir kelimenin tam anlamını karşılayamayacağı kadar geniş anlamlıdır. O, belirli sınırları aşmayan, orta yolu izleyen, diğer toplumlara âdil davranan ve diğer topluluklarla olan ilişkilerini hak ve adâlete dayandıran doğru ve soylu bir toplumdur.
Vasat, dengeli, orta ümmet: Bir tarafta zulmeden insanlar var. Bir tarafta da kaderimiz buymuş diyerek zulmü kabullenen, tepki göstermeyenler var. Biz ümmet olarak öyle değiliz. Ne zulmederiz, ne zulme rızâ gösteririz. Ne zâlimliği, ne mazlumluğu seçeriz. İşte orta ümmet olmak bunu gerektiriyor. Yoksa, zâlimin yanında yer alıp mazlumu ezmek veya mazlumun yanında kalıp boyun eğmek bize yaraşmaz. Niçin? “insanlara şâhit olasınız diye...” Yani, Allah’ın orta ümmet kılması, insanlara şâhit olmamız için. Şâhit olan ne yapar? Kulağını açar, gözünü açar. Ne oluyor, ne tür dalavereler dönüyor bu memlekette, neler oluyor bu dünyada? Bu âyetteki ifadeye göre, müslüman, diğer insanların neler yaptığını bilmeli, olayları takip etmeli, olayların gerisindeki planlardan haberdar olmalıdır.
“Vasat ümmet”, aşırılıklar karşısında âdil bir denge gözeten, hem zevk ve sefâhatı, hem de mübâlağalı bir zühdü reddederek insanın tabiatını ve imkânlarını değerlendirmede gerçekçi ve mâkul davranan bir topluluk. Kur’an, sıkça tekrarladığı, hayatın her cephesinde dengeli ve ölçülü olma çağrısı ile uyumlu olarak mü’minlere, hayatlarının bedenî ve maddî yönüne çok fazla ağırlık vermemelerini öğütler; ama aynı zamanda insanın bu “bedenî hayat” ile ilgili ihtiyaç ve isteklerinin İlâhî irâdenin eseri ve bu nedenle de meşrû olduğunu kabul eder. Daha ileri bir tahlilde, “dengeli ve ölçülü bir toplum” ifâdesinin insanın varoluş problemine İslâmî yaklaşımı temsil ettiği söylenebilir: Ruh ile beden arasında fıtrî bir çatışma olduğu görüşünün reddi ve insan hayatının bu ikili cephesindeki tabiî ve İlâhî bütünlüğün açık bir teyidi. İslâm’a özgü olan bu dengeli davranış, doğrudan Allah’ın birliği ve bütün hilkatin temelinde yatan amacın tekliği kavramından doğmaktadır. Böylece, burada “dengeli ve ölçülü toplum”dan söz edilmesi, Allah’ın birliğinin bir sembolü olarak Kâbe temasına uygun düşen bir giriştir.
“İşte böylece sizin insanlar üzerinde şâhitler olmanız, Rasûl’ün de sizin üzerinizde bir şâhit olması için...” âyetinin anlamı: Bütün insanların bir araya toplanacağı kıyâmet gününde her peygamberden, kendisine vahyolunan Hakk’ı hiç gizlemeksizin söz ve fiil ile ümmete tebliğ ettiğini ispatlayacak deliller göstermesi istenecektir. Buna karşılık ümmetten de, peygamberden aldığı şekliyle Hakk’ı söz ve fiil ile diğer insanlara tebliğ etmek için elinden geleni yaptığını gösterir deliller istenecektir. “Sizin insanlar üzerinde şâhitler olmanız, Rasûl’ün de sizin üzerinizde bir şâhit olması için...” Yani “Hz. Peygamber’in size örnek olması gibi, sizin hayat tarzınızın da bütün insanlığa bir örnek olduğuna.”
Şuna da dikkat edilmelidir ki Allah, önderlik şerefiyle, insanlar önünde Hakk’a şâhitlik etme görevini aynı düzeyde tutmaktadır. Önderlik şerefli bir konum olmakla birlikte, yanında birçok şerefli sorumlulukları da getirmektedir. Bu görev peygamberin diğer insanlara şâhitlik etmesi gibi, İslâm toplumunun diğer insanlar önünde hakkın, doğruluğun, adâletin yaşayan şâhitleri olmalarını ve hakkın, doğruluğun ve adâletin anlamını tüm dünyaya göstermelerini gerektirir. İslâm toplumunun hesaba çekileceği bu görev çok büyük sorumluluk ister. Nasıl Hz. Peygamber (s.a.s.) ve diğer peygamberler, Allah’ın hidâyetini tebliğ etmekle sorumludur; aynen bunun gibi tüm ümmetler de eğer Allah huzurunda, görevlerini ellerinden geldiğince iyi bir şekilde yerine getirdiklerini göstermezlerse, orada cezalandırılacaklardır. Eğer Hakk’ın şâhitleri olarak görevlerinde en ufak bir gevşeklik göstermişlerse, kendi kötü amelleri ile birlikte kendi önderlikleri zamanında yayılan kötülüklerden de sorumlu tutulacaklardır. Kıyâmet gününde Allah şöyle soracaktır: “Dünyayı kasıp kavuran sapıklık, zulüm ve günah salgınını gördüğünüzde onu engellemek için ne yaptınız?”
Şühedâ ve şâhit:
Âyette geçen “şühedâ” kelimesi, ‘şehîd’in çoğuludur. Şehîd de, şâhid ve meşhûd anlamındadır. İslâmî gelenekte, şehîd; “meşhûd bi’l-cenneh” yani cennetlik olduğuna şâhitlik edilen kişi demektir. Ancak, burada kelime “şâhid” mânâsınadır. Şâhit, bir gerçeği ispat konusunda şâhitliğine, yani bilgisine ve görüşüne dayanarak verdiği habere başvurulan, verilecek hükme delil niteliğinde olan kimsedir ki, bundan istifâde edilerek; ıstılahta, herhangi bir genel yargıyı ispat için başvurulan delil veya tanığa da şâhit denilir. Şer’an, kendisinin başkası aleyhinde bir hakkı bulunduğunu haber verme ve beyan etmeye “ikrar” denildiği gibi, bir başkasının bir başkası üzerindeki hakkını açıklama ve haber vermeye de şehâdet (şâhitlik) denilir. Şu halde şâhit, dâvâcı ile dâvâlı arasında ortada, tarafsız, âdil ve yalnızca gerçeği söyleyen, sözü dinlenir ve sözüne itibar edilir bir kimse demektir. Bundan dolayı da gerek hareket ve davranışları bakımından, gerek diğer halleri bakımından örnek alınan kimselere de “şâhit” denilir:“Bu böyledir, çünkü filan böyle söyledi, falan iş böyle yapılmalıdır, çünkü filan böyle yapıyor” tarzında herhangi bir konuda kesin hüküm için senet kabul edilen kişiler de hep şâhit hükmündedirler ki, bunlar en büyük insanlar demektir. İşte Yüce Allah, Muhammed ümmetini, insanlar arasında böyle hakşinas, doğru sözlü, âdil, dürüst ve iyi ahlâk sahibi, ilim ve irfan ile seçkin, şâhitlik yapmaya lâyık, merkezî bir câzibeye ve imâmete sahip, önder bir cemaat yapmak ve tam mânâsıyla âdil ve hâkim bir ümmet teşkil etmek için, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)'nın gölgesinde ve çevresinde insanları yeni bir sırât-ı müstakîme hidâyet buyurmuştur. Diğer kavimler arasında İslâm ümmetinin, bu vazifelerini unutmaması gerekecektir. Müslümanlar şuna buna uyuntu olmayıp, başka milletlere örnek ve mercî olması gerekecektir. Bunu temin eden sırât-ı müstakîm vehbî (Allah bağışı) olduğu halde, onun üzerinde bu noktadan yürümek kulun veya kulların çalışmasına bağlı olan bir iştir. Ve bunu elde eden, bu saydığımız özellikleri kazanmış olan ümmetin icmâı (toplanması) da hak bir delil, gerçek bir şâhit olur. Gerçekte bu şartlar altında yürüyen müslümanlar ve özellikle ashâb-ı kirâm, yeryüzündeki bütün kavimlerin teveccüh ve güvenini kazanan bir merkez olarak hak konusunda önderliğe sahip bir büyük ümmet olmuşlardı.
“Ey müslümanlar! Siz, işte böylece insanlar üzerine şâhit olasınız, bu Rasûl de sizin üzerinize şâhit ve sizin için uyulacak, ardına düşülecek bir önder olsun.” “Gerçekten de Allah Rasûlü’nde sizin için güzel bir örnek vardır.” (33/Ahzâb, 21) âyetinin delâlet ve işaret ettiği gibi, siz onu, söz ve davranışlarınızda, oturup kalkışınızda kendinize şâhit tutar, imam ve önder kabul eder; bir örnek, numûne-i imtisal edinirseniz ve onun getirdiği sırât-ı müstakîm üzerinde giderseniz, bütün insanlar sizin arkanızdan gelir ve sizi cemaatinizle birlikte kendisine imam tanır, hakkın açığa çıkması için size ve sözünüze başvururlardı. Bunun için icmâ-ı ümmetin delil olması, her şeyden önce ümmetin Kitaba ve Sünnete uygun yaşamasına bağlıdır. Böyle yapmayanlar gerçek bir ümmet olamazlar. Aksine, başka ümmetlerin, başka milletlerin arkasına düşmeye mecbur kalır, onlara tâbi olur, uydu olmaya mahkûm olurlar. Hürriyetleri de ellerinden gider, esir milletler durumuna düşerler. Bir hadis-i şerifte rivâyet olunmuştur ki: “Ahirette, diğer ümmetlerin hepsi, kendi peygamberlerinin tebliğlerini inkâr edecekler. Cenâb-ı Hak, mahkeme icabı, o peygamberlerden tebliğ ettiklerine dair belge isteyecek, nihayet Muhammed ümmeti huzura getirilecek ve onlar şâhitlik edecekler. Diğer ümmetler, ‘siz bunları nereden biliyorsunuz?’ diyecekler. Muhammed ümmeti de: ‘Bunu bize Allah, Kitabı ile ve gönderdiği hak Peygamber’in diliyle bildirdi’ diye cevap verecekler. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.s.) getirilecek, kendisinden ümmeti sorulacak, tezkiye edilmeleri istenecek, o da ümmetinin adâletine ve doğru söylediğine şehâdet edecek ve onları açıkça tezkiye edecektir.” (Buhârî, Tefsîr sûre 2/13)
“...Senin arzulayıp da şu anda üzerinde bulunduğun kıbleyi (Kâbe’yi) Biz, ancak, Peygamber’e uyanı, ökçesi üzerinde geri dönenden (münâfıktan) ayırt etmemiz için kıble yaptık...” Kıblenin değiştirilmesi, aynı zamanda gerçek mü’minlerle, önyargılarına tapanların ve ırkçıların ayırt edilmesini de sağlamıştı. Bir tarafta, kendi Kâbe’lerini bırakıp Mescid-i Aksâ’yı kıble olarak kabul etmeye hazır olmayan Araplar vardı. İlk önce onlar denendi. Bu, zorlu bir sınavdı, fakat samimi mü’minler bu imtihanı geçtiler; kavmiyetçilik putuna tapanlar ise sınavı kaybettiler. Kıble, Kudüs’ten Kâbe’ye çevrildiğinde ise müslüman olan yahûdi ve hıristiyanlar deneniyordu. Atalarının kıblesinden başka bir kıble kabul etmek onlar için çok zordu. Bu şekilde İslâm’dan yüz çeviren ırkçılar, Allah’ın gerçek kullarından ayırt edildi ve Hz. Peygamber’in yanında sadece gerçek mü’minler kaldı.
“...Bu şekilde kıblenin (Kudüs’ten Kâbe’ye) çevrilmesi, Allah’ın hidâyet ettiği/yol gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir.” Yani, “anlama ve kavrama (yeteneği) verdiklerinden” başkası için zor bir sınavdır. “Kebîre (zor sınav)” tanımlaması, Kur’an’da zikredilen önceki peygamberlerin büyük çoğunluğunun öğretilerini hatırlayarak Kudüs’e doğru namaz kılmaya alıştıkları halde Medine’ye hicretten sonra müslümanlardan Kâbe’ye yönelmelerinin istenmesinden doğmaktaydı. Kâbe o zaman (Hicrî 2. yılda), müşrik Kureyşliler tarafından hâlâ sayısız putlarını adadıkları bir mâbed olarak kullanılmaktaydı. Buna karşılık Kur’an, gerçek mü’minlerin Kâbe’yi bir kez daha kıble kabul etmekte zorlanmayacaklarını ifâde eder: Mü’minler, Hz. İbrâhim’in mâbedini Allah’ın birliğinin bir sembolü ve İslâm’ın ideolojik bütünlüğünün bir odak noktası olarak tesbit eden bu buyruğun gerisindeki İlâhî hikmeti içgüdüsel olarak anlayabilirler.
Allah Teâlâ, Rasûlü Muhammed (s.a.s.)’e bu hidâyeti bahşetmiştir. Ve ey Muhammed ümmeti! Sizi işte böyle bir doğru yola hidâyet etmek sûretiyle “Biz sizi vasat, orta, merkez ve her tarafı denk, mûtedil, uyumlu, ılımlı ve hayırlı bir ümmet yaptık ki, siz diğer insanlar üzerine sözlü olarak veya fiilen veya hâlen âdil bir şâhit ve örnek alınacak kimseler olasınız.
Yüzünü Mescid-i Harâm Taraf
ına Çevir!“(Yâ Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (gökten haber beklediğini) görüyoruz. Hemen seni, râzı olacağın/hoşlanacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Yüzünü (namazda) artık Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, ehl-i kitap, onun gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.” (2/Bakara, 144)
Hz. Peygamber, yukarıdan beri devam edip gelen bu işaretler üzerine artık kıblenin değişmesiyle ilgili vahiy emrinin gelmesini bekleyip duruyordu. Âdetâ semâdan Cibrîl’in yolunu gözlüyor ve atası İbrâhim (a.s.)’in kıblesi olan Kâbe’ye yönelmek için Allah’a duâ ediyordu. Nihâyet bu âyetler nâzil oldu.
“...Yüzünü (namazda) artık Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin...” Bu, kıblenin değiştirilmesi için verilen emirdir. Bu âyet nâzil olduğunda Hz. Peygamber dâvet üzere gittiği Bişr bin Ber’a bin Mearur’un (r.a.) evinde öğle namazını kılıyordu. Âyet, namazın yarısında nâzil oldu. Hz. Peygamber (s.a.s.) namaz sırasında hemen Kâbe’ye döndü, onun ardında namaz kılanlar da aynısını yaptılar. Daha sonra Medine ve çevresine kıblenin değiştirildiği ilân edildi. Berâ bin Azib (r.a.) diyor ki: Bu ilânın yapıldığı sırada bir grup insan namaz kılıyorlardı. Fakat kıblenin değiştirildiğini duyar duymaz Kâbe’ye döndüler. Enes bin Mâlik (r.a.) de ertesi gün Benî Selime’nin (Medine dışında yaşayan bir kabîle) sabah namazında bu değişikliği duyduklarında cemaat halinde Kâbe’ye yöneldiklerini bildiriyor.
Bu bağlamda Kudüs’teki Mâbed’in Medine’nin kuzeyine, Mekke’deki Kâbe’nin ise Medine’nin güneyine düştüğüne de dikkat edilmelidir. O halde imam cemaatin arkasına doğru yürümüş ve safları düzeltmek için biraz hareket etmiş olmalıdır. Tüm bunlar konuyla ilgili hadislerde ayrıntısıyla anlatılmaktadır.
“Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (gökten haber beklediğini) görüyoruz...” ve “...Hemen seni, râzı olacağın/hoşlanacağın bir kıbleye döndürüyoruz...” sözlerinden Hz. Peygamber’in bu kıble değişikliğini beklediği ve bu nedenle duâ ettiği anlaşılmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) de İsrâiloğullarının liderliğinin sona erdiğini ve Kudüs’ün merkez niteliğini kaybettiğini düşünüyordu. “Mescid-i Harâm”, dokunulmaz ibâdet ve sığınma yeri demekti. Burada, Mekke’de, merkezinde Kâbe bulunan ibâdet yeri kastedilmektedir.
Su sûretle eski kıble kaldırılmış ve istikbâl-i kıble (kıbleye yönelme) farz olmuş oldu. Yüzün dosdoğru olarak kıbleye çevrilmesi, bedenin ön tarafından tamamıyla yönelmesi demek olduğu açıktır. Şu halde yüzün ve bedenin Kâbe’den başka bir tarafa dönmesi namazı bozar. “...Yüzünü (namazda) artık Mescid-i Haram tarafına çevir...” emri, dünyanın her yerinden tam olarak Kâbe’nin bulunduğu noktaya dönülmesi gerektiği anlamına gelmez. Dünyanın her yerinde
herkesin her zaman böyle yapmasının çok zor olduğu açıktır. Bu nedenle Kur’ân-ı Kerim bize yönümüzü noktası noktasına Kâbe’ye değil; “Mescid-i Harâm’a doğru, Mescid-i Harâm tarafına” dönmemizi emretmektedir. Mescid-i Harâm ise, Kâbe’nin kendisi değil; çevresindeki Harem-i Şeriftir. Burada savaş, kavga, her türlü saldırı yasak bulunduğu ve tam bir güvenlik hedef tutulduğu için, hurmet edilmesi ve kudsiyet atfedilmesinden dolayı “haram” veya “harem” denilmiştir. Şatr: Bir şeyin yarısı veya en önemli parçası, veyahut bir yanı mânâlarına gelir. Kâbe, Mescid-i Harâm’ın tam ortasında bulunduğu için; yarısı, Kâbe’nin yarısında (ortasında) son bulur. Mümkün olduğu kadar Kâbe tarafına dönülmek emredilmiş oluyor. Yani şatr, doğrudan doğruya Kâbe’yi, Mescid-i Harâm da, Kâbe semtini ifâde eder.
Biz yine de, Kâbe’nin tam yönünü belirleyebilmek için elimizden geleni yapmalıyız. Eğer bir yönün Kâbe’nin yönü olduğuna kanaat edersek, işte o zaman yüzümüzü o yöne döndürmeliyiz. Fakat tam yönü belirlemek imkânsız olduğunda (örneğin bir gemide veya trende) kişi yüzünü belirlenebilen en muhtemel yöne döndürmelidir. Eğer namaz sırasında doğru yön bulunursa, hemen o tarafa dönmelidir.
“...Şüphe yok ki, ehl-i kitap, onun gerçek olduğunu çok iyi bilirler...” Ehl-i kitabın da bu Kâbe’nin kıble olduğu konusunda gerçekten bilgileri var. Çünkü onlar da diyorlar ki, Kâbe’yi İbrâhim (a.s.) yaptı. Onlar da biliyor ki, İbrâhim oraya yöneldi; İshak oraya yöneldi, İsmâil oraya yöneldi, Ya’kub... oraya yöneldi. Bunu biliyorlar. Onun için Allah (c.c.), “onlar da bunu biliyorlar” buyuruyor. “...Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.”
“...(Ey müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin...” Demek ki, namaz kılmak için bir mescid gibi belli ve özel bir yerde bulunmak şart değildir; mutlaka bir mescidde namaz kılmak farz değildir. Fakat belli bir kıble olarak Mescid-i Harâm’a doğru, Kâbe tarafına doğru dönmek herkese farzdır. Ancak düşman korkusu gibi zarûri bir mâzeret karşısında buna imkân bulunmadığı hallerde ve zamanlarda, buna yakın herhangi bir yöne dönmek yine yeterli olur. “Nereye dönerseniz dönün; Allah’ın vechi/yüzü oradadır.” (2/Bakara, 115) âyetinin gerçek mânâsı da budur. Yani âyet, kıbleye yönelmenin çeşitli sebeplerden dolayı mümkün olmadığı veya kıblenin hangi yönde olduğu kestirilemediği istisnâî ve ârızî haller için geçerlidir. Bu da İslâm ümmetine Allah’ın ayrıca bir lutfu ve kolaylığıdır.
Onlar
ın Hevâlarına/Arzularına Uyarsan, Zâlimlerden Olursun!“Yemin olsun ki (habibim!) sen kendilerine kitap verilenlere her türlü âyeti (mûcizeyi) getirsen yine de onlar (inatlarından) sana uyup kıblene dönmezler. Sen de onların kıblesine dönecek değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine dönmezler. Sana gelen ilimden sonra eğer sen onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, işte o zaman sen haksız davrananlardan olursun.” (2/Bakara, 145)
Yani, “Sen kıble konusunda tartışanları, bu değişikliğin hikmeti hakkında tartışma yolu ile iknâ edemezsin. Çünkü onlar hiçbir sebebi dinlemeye, önyargı ve inatlarından vazgeçmeye niyetli değildirler. Onlardan birinin kıblesini kabul ederek de bu tartışmayı sona erdiremezsin; çünkü her birinin başka kıblesi vardır. Allah’ın peygamberi olarak senin bu ilkede uzlaşmaya gitmen gerekmez. Bu nedenle senin yapacağın tek şey, emirlerime sağlamca bağlı kalmandır. Eğer bu emirlerden yüz çevirirsen peygamberlik sınırlarını aşmış ve sana lutfettiğimiz önderlik nimetine nankörlük etmiş olursun.”
Sen onlara naklî ve aklî âyet ve delillerin en açığını gösterdin. Akıl ve hikmetten, eski zamanlardan kanıtlar getirdin ve özellikle Hz. İbrâhim kıssası ile Kâbe’nin şerefi hakkında bilgiler verdin. Bütün bunları anlamak istemeyenler, hiçbir delili dikkate almazlar ve senin tâbi olduğun kıbleye uymazlar. Zâten sen de onların kıblesine tâbi olmazsın. Bundan başka, onlar birbirlerinin kıblesine de tâbi olmazlar. Çünkü yahûdiler Kudüs’e, hıristiyanlar da gün doğusuna dönerler. Onların birbirleriyle uyum sağlamaları ihtimali de yoktur.
“Bu Kur’an nâzil olduktan sonra, ehl-i kitabın, yahûdi ve hıristiyanların arzularına, kendi uydurduklarına, kanun ve ideolojilerine uyarsan o zaman sen zâlimlerden olursun!”
Onlar Bildikleri Halde Hakk
ı Gizlerler“Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (o kitaptaki peygamberi) öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizler.” (2/Bakara, 146)
“Öz oğullarını tanıdıkları gibi tanıma” deyimi; kişinin, bir şeyin hüviyeti hakkında kesinlikle bir şüphe taşımadığını ifade etmek için kullanılır. Buradaki mecâzî ifâde, kişinin çocuklarını farketmemesinin imkânsız olduğu gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Hıristiyan ve yahûdi âlimleri, Kâbe’nin, Hz. İbrâhim tarafından inşâ edildiğini kendi çocuklarını bildikleri gibi biliyorlardı. Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’nın Hz. Süleyman tarafından, Hz. İbrâhim’in Kâbe’yi inşâsından yaklaşık 1300 yıl sonra yaptırdığını da biliyorlardı. Bu nedenle Kâbe, Mescid-i Aksâ’dan daha üstün bir konumdaydı. Bu yüzden yahûdiler ve hıristiyanlar yukarıdaki gerçeklerin ışığında Kâbe’yi kıble olarak kabul etmekte hiçbir zorluk çekmemeliydiler.
Tevrat’ta, “Hz. Mûsâ’ya benzer bir peygamber” diye, vasıfları anlatılmış bulunduğu için öteden beri kitap ehli tarafından Hâtemü’l-Enbiyâ (peygamberlerin sonuncusu), “en-Nebiy”, yani “O peygamber” diye anılırdı, böyle tanınırdı. “O” dedikleri zaman, bunu anlarlardı. Ancak O’nun Hz. Muhammed (s.a.s.) olduğunu gösterecek bir belgeye, kesin bir delile ihtiyaç vardı. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in getirdiği açıklayıcı âyetler ve apaçık mûcizelerle bu da hakkıyla temin edilmişti. Bunların karşısında özellikle o zamanki Kitap ehlinin âlimlerinin hiçbir şekilde şüphe ve tereddüdü kalmamıştı. Bunu, çocuklarını bildikleri gibi kesin bir şekilde biliyorlardı. Nitekim Hz. Ömer, daha önce yahûdi iken, müslümanlığı kabul eden Abdullah bin Selâm’a bunu sorduğu zaman; “Ben O’nu oğlumu bildiğimden daha iyi bilirim. Çünkü O’nda hiçbir şüphe ve tereddüde yer yoktur. Fakat çocuklarıma gelince; ne bileyim, belki anneleri ihânet etmiş olabilir” demişti. Âyetteki “ya’rifûnehû -O’nu tanırlar-“ buyrulmasında bu tanıma nüktesine ve “O peygamber” ünvânına büyük bir işaret vardır.
Bu âyet, özellikle şunu da isbat ediyor ki, sadece bilmek, sırf kalbe âit olan ilim ve mârifet, iman için yeterli değildir. Şer’î iman için itaat ve boyun eğmek, bundan başka gerçeği gizlemeyip açıktan ikrar ve itiraf etmek de lâzımdır. İmanın kökü, kalbe âit bir nitelik olmakla beraber onun geçerli bir iman olması, o kökün, zorunlu bir engel bulunmadıkça açıktan ortaya çıkıp yayılmasına bağlıdır. Kitap ehlinin âlimleri O peygamberi, kalben pek iyi tanıdıkları halde mü’min olamamışlar, aksine bile bile gerçeği gizlediklerinden halktan daha fazla yerilen ve ayıplanan inatçı kâfirlerden olmuşlardır.
Bir insan, en iyi çocuğunu bilir. Kendi çocuklarını bildikleri gibi Kâbe-i Muazzama’nın kıble olduğunu, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in peygamber olduğunu biliyorlar. Ama onlardan bir kısmı, bile bile hakkı gizliyorlar. Günümüzde de, birçok insan var ki, “müslümanım!” diyor. Allah’ın âyetlerini, o âyetlerin hak olduğunu ve onlara uyulmasının farz olduğunu bildiği halde; makam, maaş, rütbe, sosyal çevre, insanlardan korkma vb. endişelerle hakkı gizleyebiliyorlar. Aynen âyette belirtilen yahûdi karakterini kendilerine yakıştırıyorlar.
Hak/Mutlak Do
ğru, Rabbinden Gelen Hükümlerdir“Hak ve gerçek olan, Rabbinden gelendir. Sakın kuşkulananlardan olma!” (2/Bakara, 147)
“Hak”, Cenâb-ı Hakk’ın ismidir. Allah’a âit hükümlere, doğrulara da hak denir. “Hak”, mutlak (hiçbir şart ve kayıtla sınırlanmaksızın, kesin) doğru demektir. Zamana, şahsa ve yere göre değişmeyen; her coğrafyada, her zaman diliminde ve her insana göre sâbit olan doğruya “hak” denilir. Kur’an’da kesin olarak belirtilmeyen, Rasûlullah tarafından söylendiği kesin olmayan doğrular, beşerî doğrulardır. Bunlar nisbî/göreceli doğrulardır, şahsa, zamana, yere göre değişiklik arzedebilir, doğrulukları ya da ne kadar doğru oldukları, ondan daha doğru başka şey olup olmadığı... tartışılabilir. Dinin teferrutı ile ilgili ictihadlar ve her çeşit yorumlar bu çeşit doğrulardır ki, bu doğrular, bazen 1’den fazla olabilir. Bu tür doğrular; mutlak doğru ile ilişkisi, delilleri, mantıksal bağlantılarının kuvveti yönünden değerlendirilince insanlar için önemi ve bağlayıcılığı söz konusu olabilir.
Doğru olan, mutlak doğru olan Rabbinden olandır. Yoksa, insanların doğru zannettikleri kesinlik ifade etmez. Rabbimizin hükmünden, O’nun verdiklerinden şüphe etmek yasaklanmıştır. Bu şüphe, imanla bağdaşmaz. Çünkü iman, Allah’tan emin olmak, O’na güvenmek demektir.
“Hak ve gerçek olan, Rabbinden gelendir. Sakın kuşkulananlardan olma!” Şüphe yok ki, bu hitâbın Peygamber’e yöneltilmesi, bütün ümmetini, şüphe ve karşı koymaktan şiddetle sakındırmak ve özellikle kıble işini bir daha takviye etmek içindir. Gerçekten, bir din, bir millet, bir ümmet için kıble meselesinin pek büyük bir önemi vardır. Çünkü vücutta ruh ile bedenin derin bir kaynaşması vardır. Maddî bir görünüm arz edemeyen rûhâniyetin hiçbir hükmü yoktur. Ruh en büyük özelliği, birlik olduğu ve aynı zamanda her kalp ve vicdanın rûhânî duygusu sırf kendine âit bulunduğu için, maddî bir görünüm içerisinde birleşmeyen ruhlar arasında bir birlik bağı ortaya çıkamaz. Buna göre sadece rûhî birlik üzerine kurulan bir sosyal ruh tasviri faydasız ve belki de imkânsızdır. Birbirine benzer ruhlu fertler arasında rûhî birliğin varlığı, aralarında bir maddî birliğin görünmesiyle bilinir. Böylece ruh vücuttan, vücut ruhtan katmerli bir yakınlaşma ile kuvvet kazanır ve sosyal ruh bu sâyede teşekkül eder, ümmet bununla meydana gelir. Bunun için kıble, bir ümmetin rûhânî birliğine kefil olacak ilk maddî görünümü temin eder ve kıblesiz bir ümmet olamaz.
“Hak ve gerçek olan, Rabbinden gelendir. Sakın kuşkulananlardan olma!” Hitâb-ı İlâhî’nin Rasûlullah’a yöneltilmesi, müslümanlar için kuvvetli telmihler ifâde eder. Bunlar ister o gün yahûdilerin hile ve oyunlarının tesiri altında kalanlardan olsun, ister sonradan gelip de yahûdilerin ve başkalarının din konusundaki uydurmalarıyla müteessir olanlardan olsun. Hele bu gün, bizim bu İlâhî tahzîre (korkutup sakındırmaya) ne kadar kulak vermemiz gerekir. Biz, -eşi görülmemiş bir ahmaklıkla- yahûdi, hıristiyan ve her çeşit İslâm düşmanı müsteşrik, araştırıcı, öğretmen, yazar ve entellerden dinimiz hususunda fetvâ danışıyor, tarihimizi onlardan öğreniyor, kültür mirasımız konusunda onların sözlerine güveniyoruz. Gençlerimiz, onların üniversitelerini bitirip akılları ve vicdanları karışık halde bize dönüyor.
Bu Kur’an, bizim Kur’an’ımızdır. İslâm ümmetinin Kur’an’ı... Bu kitap, müslümanların yapacakları ve sakınacakları şeyler hususunda, Rablerinin kendilerine hitap ettiği ebedî bir kitaptır. Ehl-i kitap, yine eski ehl-i kitaptır; kâfirler yine aynı kâfirlerdir. Din, yine o dindir.
Herkes Bir Tarafa Yönelir; Siz Hay
ırda Yarışmaya Bakın!“Herkesin yöneldiği bir yönü (tutumu) vardır. O halde (ey mü’minler!) Siz de hayır işlerine koşun, hayırda yarışın. Nerede olursanız olun, sonunda Allah sizi bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye kaadirdir.” (2/Bakara, 148)
“Herkesin yöneldiği bir yönü (tutumu) vardır. O halde (ey mü’minler!) Siz de hayır işlerine koşun, hayırda yarışın...” Bu âyetteki birinci cümle ile ikinci cümle arasında okuyucunun doldurması için bir boşluk bırakılmıştır. Namaz kılmak isteyen herkes yüzünü ya o, ya bu yana döndürmelidir. Fakat asıl önemli olan şey, namazda yüzünü bir yöne döndürmek değil; namaz kılarak kazanılan güzel niteliklerdir. O halde, önemli olan, namazın rûhu ve asıl amacıdır; belirli bir yön veya yan değil.
“Herkesin yöneldiği bir yönü vardır...” İbrâhim milletine tâbi olmak ve böylece en büyük ve orta yolu tutan muazzam ve seçkin bir ümmet olmak isteyenlerin yönü de, en eski olmakla bilinen, en geniş birlik yönü olmaya lâyık olan ve İbrâhim’in kıblesi bulunan Kâbe’dir. Bu büyük ümmet buna yönelmelidir; bu, herkesin yönelişine uygun gelir. Yeryüzündeki kavimlerden her birinin de buna yönelecek bir tarafı, bir yönü vardır. Meselâ, kuzey halkı, Kâbenin kuzey tarafına, güney halkı güney tarafına, doğu halkı doğu tarafına, batı halkı batısına ve aradakiler aradaki yöne yönelirler. Hepsinin yönleri farklı olmakla beraber yine tamamı, bir Kâbe etrafında toplanmış olur. Kâbe, alttan, üstten göğe kadar bir merkez ve çepeçevre ona yönelen yeryüzünün sâkinleri, onun etrafında sıra sıra birer yuvarlak saf teşkil ederek, tek düzen, tek ümit ve tek hedefli büyük bir cemaat teşkil edebilirler.
“Herkesin yöneleceği bir istikameti vardır.” Hz. Peygamber’in ashâbı ile sonraki dönemlerde yaşamış hemen hemen bütün klasik müfessirler bunu, çeşitli dinî topluluklara ve onların ibâdetlerindeki farklı “Allah’a yöneliş” biçimlerine bir atıf olarak görürler. İbn Kesîr, bu âyet ile ilgili yorumunda, bunun 5/Mâide, 48. âyette yer alan “her biriniz için (farklı) bir sistem ve (farklı) bir hayat tarzı tâyin ettik” ibâresi ile içsel bağlantısını vurgular. “Her toplumun” Allah’a teslimiyetini ifâde ederken “kendi istikametine doğru yöneleceği” ifâdesi, ilk olarak, insanın namazda Allah’a yaklaşma niyetinin çeşitli zamanlarda ve çeşitli toplumlarda farklı biçimler aldığına; ikinci olarak, namazın hangi yöne doğru kılındığının -sembolik anlamı ne kadar önemli de olsa- inancın özünü teşkil etmediğine işaret eder. Çünkü Kur’an, “gerçek birr (iyilik, erdemlilik) yüzünüzü doğuya veya batıya çevirmenizle ilgili değildir.” (2/Bakara, 177) ve “Doğu da, batı da Allah’ındır.” (2/Bakara, 115; 142) buyurmuştur. Kâbe’yi müslümanların kıblesi olarak tâyin eden vahiy, ne öteki itikadların mensupları ile bir tartışmanın konusu yapılmalı, ne de onların Kur’an vahyinin gerçekliğine inanmamaları için bir sebep teşkil etmelidir.
“Kâbe Arab’ın olsun; Bize Çankaya yeter!” diyen kapıkulu şâir gibi, başka kıbleler seçip, Kâbe’ye sırt çevirenler çıkacaktır. İnsan, mutlak sûrette bir yere yönelip dönüyor. Kâbe’ye yönelemeyen adam, Moskova’ya, Washington’a, İsrâil’e, Merkez Bankasına... yöneliyor. Buralara yönelmeyen, benzer başka yerlere yönelecektir. Bu bir ihtiyaçtır, fıtrattır. Allah’ı tek ilâh ve otorite kabul etmeyen, kendisine bir başka tanrı seçmek zorunda kalıyor. Peygamberini inkâr eden kişi, kendisine bir peygamber/önder/rehber seçiyor, uyup izinden gideceği birini buluyor. Allah’ın kitabını kabul etmeyen kimse, kendisine bir kitap bulmak zorunda kalarak, o kitabın doğrultusunda hareket ediyor. Kendisi gibi ölümlü, kendisi gibi yanılabilen, kendisi gibi âciz birinin görüşlerini, emirlerini, ilkelerini, yazdıklarını kutsal kabul etmekten kurtulamıyor, kendini o zavallıların kulu, ümmeti, hizmetçisi durumuna düşürmekten alıkoyamıyor.
“...Siz hayır işlerine koşun, hayırda yarışın...” Çünkü kıbleden maksat da, böyle düzenli bir beraberlikle hayır yarışına girişmektir. Siz bunu bilin de, diğer din mensuplarından daha fazla hayır yapın, onları geçin. Çeşitli yönlerde, başka başka beldelerde bulunduğunuzdan dolayı aranızda sosyal birlik yoktur, sanmayın. Çünkü “...Her nerede olursanız olun, sonunda Allah sizi bir araya getirir...” Bir kıbleye yönelmeniz sâyesinde, yön farklılığına rağmen, hepiniz bir cemaat olur, hepiniz Mescid-i Harâm içinde namaz kılıyor gibi düzenli bir sosyal cemaat (ümmet) hali elde edersiniz ve mükâfatınızı da o şekilde alırsınız. “Böyle şey olur mu?” demeyin. Çünkü; “...Şüphesiz Allah her şeye kaadirdir.” Sizi böyle toplamaya ve mükâfatınızı vermeye de kaadirdir.
Namazda K
ıbleye Yönelmek“Nereden yola çıkarsan (namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu emir, elbette sana Rabbinden gelen gerçek bir emirdir. (Bilin ki) Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (2/Bakara, 149)
Aynen ikamet halinde olduğu gibi, sefer (yolculuk) halinde de namaz kılarken yine yüzünüzü Mescid-i Harâm tarafına çevirin. Bu emre ister uygun bulunsun, ister bulunmasın, yaptıklarınızdan hiçbiri mükâfatsız veya cezasız kalmaz.
Kâbe, dünyanın merkezidir. Pervanelerin, ışık kaynağı etrafında halka olarak döndüğü gibi, gök cisimlerinin dairesel bir yörünge tâkip ettikleri gibi, ayçiçeğinin devamlı güneşe bakıp ona yöneldiği gibi Kâbe’ye yönelen mü’minler de Kâbe’nin çevresinden genişleye genişleye bütün dünyaya yayılan bir halka meydana getirirler. Bir birlik meydana getirmiş olurlar.
Kıble meselesi, çok önemli ve kıblenin değişmesi, büyük bir iş ve özellikle bunun içine aldığı eski şeriatlerle ilgili bazı hükümlerin nesh edilmesi, şeytanların fitne ve fesat için aldatmaya bahane ve fırsat edinebilecekleri çok ince bir meseledir. Bundan dolayı kıble hakkındaki bu emirler, aşağıda geleceği üzere bir daha tekrar edilerek pekiştirilecek ve bununla beraber içine aldığı bazı hikmetler de açıklanmak sûretiyle bu pekiştirme ayrıca müstakil bir mânâyı da ifade edecektir.
“Sak
ın Onlardan Korkmayın; Benden Korkun ki, Size Verdiğim Nimetimi Tamamlayayım”“Nereden yola çıkarsan yüzünü (namazda) Mescid-i Haram’a doğru çevir. Nerede olursanız olunuz, yüzünüzü o yana çevirin ki, insanların aleyhinizde (kullanabilecekleri) bir delil bulunmasın. Yalnız haksızlık edenler müstesnâ. Sakın onlardan korkmayın! Yalnız Benden korkun ki size olan nimetimi tamamlayayım. Umulur ki doğru yolu bulursunuz.” (2/Bakara, 150)
“...Nerede olursanız olunuz, yüzünüzü o yana çevirin ki, insanların aleyhinizde (kullanabilecekleri) bir delil bulunmasın...” Yani, “Biz bu emri tekrar tekrar vurguladık ki, hiçbiriniz namazda yüzünüzü başka tarafa döndürmeyin ve düşmanlarınızın şöyle demesine neden olmayın: “Şu ümmet-i vasat, Hakk’ın şâhitleri olduklarını iddiâ ediyorlar; fakat, davranışları bunun aksini gösteriyor. Kıble değişikliği ile ilgili emrin Rableri katından geldiğini tasdik etmelerine rağmen, bu emri uygulamıyorlar.”
“...Nerede olursanız olunuz, yüzünüzü o yana çevirin ki, insanların aleyhinizde (kullanabilecekleri) bir delil bulunmasın...” Yani, kıblenin değişmesi emrinin hikmetleri vardır: Bu emir, Kitap ehli ve müşrikler gibi size karşı olan bayağı insanlar tarafından aleyhinizde kullanılmaya uygun hiçbir delil bırakmamak içindir. Çünkü geçmiş kitaplara göre vaad edilen son peygamberin vasıfları arasında kıbleyi Kâbe’ye çevireceği hakkında deliller veya işaretler vardır.
Bu cümleden olarak İbrâhim (a.s.) kıssasında nakledildiği üzere Eski Atik’ten Eş’ıyâ Kitabında Mekke’nin geleceğini anlatan ifâdeler buna açıkça işaret etmektedir. Bu sebeple Kitap ehli “Son Peyamber’in kıblesi Mekke’de olacaktı. Muhammed ve ashâbı ise hâlâ Beyt-i Makdis’e (Mescid-i Aksâ’ya) yöneliyorlar” diye şüphe edebilirler ve bunu naklî bir delil olarak ortaya atabilirler. Sonra İbrâhim’in kıblesine muhâlefet, “İbrâhim milleti” dâvâsıyla uygun düşmemektedir. Bunu da müşrikler aklî bir delil olarak gerçekten ortaya getirebilirler.
İşte kıblenin değişmesi emrinde önce size karşı böyle aklî ve naklî bakımdan haklı olabilecek delilleri büsbütün kaldırmak ve hasımlarınıza aleyhinizde hiçbir delil bırakmamak hikmeti vardır. Bundan sonra, onların hiçbiri böyle bir itiraz ileri süremez, ağızları kapanır. “Ancak, o insanlar içinden zulmü âdet edinmiş olan haksızlar başka!” Onlar hüccet, delil aramadan ağızlarına geleni söylerler. Haklı bir itirafa imkânları olmadığı halde, bu gibi zâlimlerin ağzı durmaz. Fakat böyle belgesiz, delilsiz ve sırf haksız sözlerin de hiç kıymeti yoktur. “Bundan dolayı siz onların hiçbirinden korkmayın da, Ben’den korkun ve Benim emrime karşı gelmekten sakının. İşte kıbleyi değiştirme emri, insanlara aleyhinizde öyle bir itiraz delili bırakmamak içindir.
Diğer bir hikmet de; “size nimetimi tamamlamam içindir ki, bu sâyede hidâyete ermeyi ve doğru yolda sapasağlam gidip arzu edilen hedefe ulaşmayı kuvvetle ümit edebilesiniz. Asıl nimet, doğru yola ulaşmaktı. Kıble işi de bu doğru yoldandır. Nimeti tamamlamak ise, bir nimetin eksik tarafı bırakılmayıp, mümkün olan olgunluğuna erdirmek demek olduğundan, bu nimetin tamamlanması da o yoldan doğruca gidip, kurtuluş gâyesine ermektir. Hz. Ali “Nimetin tamamlanması, İslâm üzerine ölmektir” (Tirmizî duâ 93; Ahmed bin Hanbel, 5/231, 235) buyurmuş ve “nimetin tamamlanması, cennete girmektir” diye de bir haberde vârid olmuştur.
“Nerede olursanız olun, sefer halinde de, hazar halinde de; mukim iken de, misafir iken de yüzünüzü Mescid-i Haram tarafına çevirin. Böylece insanların aleyhinizde kullanabilecekleri bir delil olmasın. Yani birliğinizi sağlamak, sizi parçalamalarını engellemek, aleyhinizde delil getirmelerini engellemek için oraya yönelin. Ancak zâlim olanlar oraya yönelmezler. Zâlim olanların, başka kıblelere yönelenlerin sayısı ne kadar çok olursa olsun; o zâlimlerden korkmayın; Ben’den korkun.”
“...Yalnız Benden korkun ki size olan nimetimi tamamlayayım...” Buradaki nimet, Allah’ın İsrâiloğullarından alıp müslümanlara devrettiği önderlik görevidir. Devlettir, devlet nimetinin tamamlanmasıdır. Bu, doğru yolu izleyen ve tüm dünyayı doğru yola çağırmakla görevlendirilen bir topluluğa verilebilecek en büyük mükâfattır. Burada Allah müslümanlara şöyle demektedir: “Kıblenin değiştirilmesi, önderliğin değiştirilmesinin bir sembolüdür. İsyanınız ve nankörlüğünüz nedeniyle önderliğin elinizden alınmaması için bu emre uymalısınız. Eğer emre uyarsanız, bu nimet tamamen size lutfedilecektir.” “Umulur ki, böylece doğru yola gelebilesiniz.” Yani, “eğer kıble değişikliği hakkında emre uyarsanız, bu ihsânı bekleyin.” Bu, bir kul için çok cesâret verici bir vaaddir. Bu vaad ona, eğer samimiyetle Rabbinin emrine uyarsa, Rabbinden böyle büyük bir mükâfat beklemeye hak kazandığı inancının rahatlığını verir.
Bize Âyetler Okuyan, Bizi Temizleyen, Bize Kitab’
ı ve Hikmeti Getirip Öğreten Bir Peygamber; Rasûlullah (s.a.s.)“Nitekim kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab’ı ve hikmeti getirip size bilmediklerinizi öğreten bir Rasûl gönderdik.” (2/Bakara, 151)
İnsan cinsinin yine beşer olarak bir peygambere kavuşması ne büyük bir nimettir! Şüphe yok ki, Allah’ın, kullarına göndereceği elçi, sâdık yaratıklarından biri olacaktır. Zira Allah ile kulları arasında vâsıta olacak, mahluk olmayan birtakım tâlî mâbutlar düşünmek imkânsızdır, bâtıldır. Bundan dolayı Allah’ın insanlara gönderdiği peygamber, insandan başka diğer yaratıklardan biri olsaydı, insanlık adına büyük bir şeref olmaz ve genel toplum için o kadar istifâdeye uygun bulunmazdı.
İnsanlara, yine içlerinden
“Ben de ancak sizin gibi bir beşerim/insanım.” (18/Kehf, 110) diyen bir peygamber göndermesi, insan cinsinin, Allah Teâlâ’ya doğrudan doğruya yaklaşmasına, Âdem kıssasında açıklanan halîfeliğine en büyük delil olan sonsuz bir şereftir. O peygamberin içinde yetiştiği kavim için de bu şeref, elbette daha kuvvetli ve daha katmerlidir. Öyle bir peygamber ki, “size bizim ebedî bir mûcize olan âyetlerimizi okuyor.” Bunlar, o gelip geçici mûcizeler gibi geçici nimetler cinsinden değildir. Bunlarla, her zaman buna karşı çıkanlar cevap veremez hale getirilir ve susturulur. Şüpheler ortadan kaldırılır, olaylar tahlil olunur. Birçok ilimler elde edilir, bunlar güzel güzel okunur, ibâdetler yapılır, güzel ahlâkın en büyük ve en kapsamlı ilkelerine erilir.“...Sizi temizleyen... Rasûl gönderdik.” Peygamber Efendimiz, birinci derecede kelime-i tevhidi bütün mü’minlerin gönüllerine yerleştirmekle, pisliklerin en pisi olan şirkten temizlemiştir. Başta şirk olmak üzere, haramlardan, günahtan, insanlığın yüceliğini lekeleyecek maddî ve mânevî çirkinliklerden, pisliklerden temizleyecek hakkın temiz, pak, adâletli bir şâhidi haline getirecek ve çoğaltıp düzenleyecek bir hayata sevkediyor. Temizliğin en güzel, en değerlisi de budur. “Müşrikler ancak bir pisliktir.” (9/Tevbe, 28).
Peygamberimiz (s.a.s.) bizi önce iç temizliğiyle etkilemiş; içimizi şirkten imana, yalandan doğruluğa, gıybetten güzel sözler söylemeye, cimrilikten cömertliğe... sevketmiştir. Bunun yanında dış dünyamızı da temizlemiştir. Ebû Dâvud’un rivâyet ettiğine göre Peygamberimiz için sahâbe şöyle söylüyor: Rasûlullah bize her şeyi öğretti. Babamız ve anamız gibi. Hatta tuvalette nasıl temizleneceğimizi, nasıl oturacağımızı öğretti. İstincâ ve istibrâyı nasıl yapacağımızı öğretti. Elimizi, yüzümüzü, ayaklarımızı günde beş defa nasıl yıkayacağımızı, guslü nasıl yapacağımızı öğretti. Namaz kılacağımız yeri, çevremizi nasıl temizleyeceğimizi öğretti.
“...Size Kitab’ı ve hikmeti getirip size bilmediklerinizi öğreten bir Rasûl gönderdik.” Size, bütün filozoflara ders verecek kitap ve hikmeti öğretiyor, okuma-yazma bilmezken size kitap ve yazı belletiyor. Her türlü hikmeti içine alan hukuk ilmi ve şartlarını, kanun koymadaki hikmeti, yüksek ahlâkı, toplumun sırlarını, insanlığın menfaatini, dünya ve âhiret ilmini, kâinat nizamında geçerli ve hükümran olan kanunları ve İlâhî sünnetin sonucunu, bunların tatbik ve uygulama şeklini sözlü ve fiilî sünneti ile öğretiyor. “Ve size hiç bilmediğiniz, akıl ve düşünce ile bilme imkânını bulamayacağınız şeyleri, gayba âit sırları ve âhiretle ilgili durumları vahiy ile bilip size öğretiyor.” Öğretiyor da, sizi dünyanın üstâdı, cihanın hâkimi olacak ve bütün insanların örnek alacakları, orta yolu tutan bir ümmet teşkil edecek hale getiriyor.
Hikmet, İlâhî Kitabın içerdiği bilgidir. Gerçeğe uygun, sağlam, yararlı ve kendisiyle amel edilen bilgiye hikmet denir. “Bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdendir.” (17/İsrâ, 39) âyetinde belirtildiği üzere Kur’an’ın ve bütün İlâhî kitapların sunduğu bilgi, hikmettir. Peygamberimiz, Kur’an’ın sunduğu bilgiyi öğrenen kimseye gıpta edilip imrenileceğini bildirmiştir.
“İşte Biz, ilâhlık şânımızla size İbrâhim’in duâsında olduğu üzere böyle bir peygamber gönderdiğimiz gibi, kıblenizi değiştirip tesbit etmek sûretiyle de size olan nimetimi tamamlamak için bu hak emri verdim.”
“Muhammed (s.a.s.) insanlığa ne getirdi?” diye sorulacak olursa, bu âyeti okumak yeterlidir. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamber olarak gönderilişinde gerek dünya ve gerekse âhiretle ilgili böyle büyük bir nimeti tamamlama vardır. Kâbe’nin kıble yapılması da dünya ve âhirette buna benzer bir nimeti tamamlamak için bir sebeptir. O orta yolu tutan büyük ümmet bu sâyede teşekkül edecek ve büyük kurtuluş, bununla başlayacaktır. Bunun için size şimdi iki vazife vardır: Zikir ve şükür.
Allah’
ı Zikredin ki, Allah da Sizi Zikretsin!“Öyle ise size Beni (tâat ve ibâdetle) zikredin/anın ki Ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin!” (2/Bakara, 152)
Zikir: “Anma”nın Arapçası zikr’dir. Zikir: Hatırlamak, şan, şeref, övmek, namaz kılmak, duâ etmek, Kur’an okumak anlamlarına gelir. Allah’ı zikr/anmak en büyük ibâdettir.
“...Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin!” Şükür: Bir iyiliği bilmek ve iyilik edene teşekkür etmek demektir. Yüce Allah’ın bize nimetleri sonsuzdur. Nefes alırken ciğerlerimize oksijen girer, nefes verirken ciğerlerimizde biriken zehirli gaz dışarı atılır. Sadece bir nefes alıp verme işleminde Allah’ın bize iki nimeti vardır. Sağlık nimeti, dünyaya değer bir devlettir. Bütün bunlardan ayrı olarak Allah, tabiatı bizim hizmetimize vermiştir. O’nun verdiği bu nimetlere teşekkür etmek de bizim görevimizdir. Allah'a şükür, söz ve fiille beraber olur. Asıl şükür, Allah’ı anmak, O’na kulluk etmektir. Allah’a ibâdet, O’nun nimetlerine karşı bir teşekkür ifâdesidir. Şükür, nimetin artmasına, şükrün karşıtı olan nankörlük ise, nimetin elden gitmesine sebep olur. İnsan şükrettikçe Allah onun nimetini artırır, onun gönlüne kanaat ve huzur verir. Ama nankörlük eden, “Allah bana ne verdi ki..., karnımız doymuyor ki...” deyip de dilini “Allah’a şükür, hamdolsun Allah’ın verdiklerine...” gibi sözlere alıştırmayan insanın gönlü sıkıntıdan kurtulamaz, nimeti de elinden gider. Allah Teâlâ buyuruyor ki: “Şükrederseniz, (nimetimi) arttırırım. Ama nankörlük ederseniz, muhakkak ki azâbım şiddetlidir.” ( 14/İbrâhim, 7)
Her ilerleme adımında zikir başlangıç, şükür ise bir sonuçtur. Sonsuz yolculukta bunlar peşi peşine birbirlerine girift olarak giderler. Allah Teâlâ, zikir çeşitlerinden hangisiyle zikredilirse, O da ona lâyık bir şekilde kendisini zikreden kimseyi, zikredip anacaktır. Bu âyet çeşitli tâbirlerle açıklanmıştır. Bu cümleden olarak:
Beni, Bana itaatle zikredin; Ben de sizi rahmetimle zikredeyim.
Beni duâ ile zikredin; Ben de sizi duânızı kabul ve ihsânımla zikredeyim.
Beni övgü ve itaatle zikredin; Ben de sizi övgü ve nimetle zikredeyim.
Beni dünyada zikredin; Ben de sizi âhirette zikredeyim.
Beni gizli yerlerde zikredin; Ben de sizi açıkta zikredeyim.
Beni refahınız, rahatınız zamanında zikredin; Ben de sizi musîbet ânınızda zikredeyim.
Beni ibâdetle zikredin; Ben de sizi yardımla zikredeyim.
Beni, Benim yolumda cihadla zikredin; Ben de sizi hidâyetimle zikredeyim.
Beni doğruluk ve samimiyetle zikredin; Ben de sizi kurtuluş ve size tahsis ettiğim şeyleri artırmakla zikredeyim.
Beni önceden ilâhlığımı kabul ile zikredin; Ben de sizi sonunda rahmet ve kulluğa kabul ile zikredeyim.
Kısaca, kulluğun başı zikir, sonu ise şükürdür. “Onların dâvâlarının sonu şudur: Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.” (10/Yûnus, 10)
Sab
ır ve Namazla Allah’tan Yardım İstemek“Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.” (2/Bakara, 153)
“Ey iman edenler!...” Önderler olarak tâyin edildikten itibaren mü’minler, bu sorumluluk gerektiren konumun görevlerini yerine getirebilmelerini sağlayacak olan emir ve tâlimatlarla eğitilmeye başlıyor. Onlara ilk önce önderliğin gülünden çok dikeninin olduğu söyleniyor. Başlangıçtan itibaren mü’minler zorluklar, engeller ve sıkıntılarla karşılaşacaklar ve birçok kayıp ve acıya katlanmak zorunda kalacaklardır. Fakat tüm bu engelleri sabırla geçip Allah yolunda ilerledikleri takdirde, Allah’ın sayısız nimet ve mükâfatlarıyla karşılaşacaklardır.
“Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.” Yani, “sabır ve namaz; sizde, verilen görevin yükünü taşımak için gerekli olan gücü ortaya çıkaracaktır. Sabır, karşılaşacağınız üzüntü, zayıflık ve keder anlarında size cesâret verecek ve tehlikelerle dolu Allah yolunda gerekli olan moral gücü ve desteği sağlayacaktır. Namaz ise, disiplin ve önderlik görevinde gerekli olan diğer ahlâkî nitelikler yönünden sizi eğitecektir.”
Kur’ân-ı Kerim’de sabır, tekrar tekrar zikredilir. Zira âlemleri yaratan Yüce Allah, insanların bunca nefsânî arzu ve isteklerin baskısı altında, doğru istikamette yürümelerinin zorluğunu, bunca çekişmeler içinde ve engeller karşısında hak dâvâsını hâkim kılmanın azametini, fertlerin gerilen âsaplarını, iç ve dış düşmanlara karşı bütün yardımcı kuvvetleri uyanık tutmanın zorluğunu çok iyi biliyor ve o yüzden bunlara karşı sabırlı olmayı emrediyor. Bütün bunlara karşı sabretmek gerek.
Allah’ın emirlerine karşı sabır. Günahlardan sakınmak için sabır. Hakka karşı gelenlerle cihad etmek için sabır. Her türlü hilekârlığa karşı sabır. Zaferin gecikmesine karşı sabır. Bâtılın çığırtkanlığına ve yayılışına karşı sabır. Yardımcının azlığına karşı, tehlikeli yolların uzamasına karşı sabır. Nefsin süflî arzularına karşı sabır. İnsanların inatçılığına ve sapıklığa meyline karşı sabır...
Eğer meydanda tâyin edilmiş bir müddet, iyi hazırlanmış yol azığı yoksa, zaman uzayıp, zorluklar artınca sabır azalır veya tükenir. Bunun için Allah, Kur’ân-ı Kerim’de sabırla namazı aynı paralelde zikrediyor. Namaz; kurumayan bir kaynak, bitmeyen bir hazinedir. Kalbi sükûnete
ulaştırır ve azmi arttırır. Sabır ipi yalnız namazla uzar ve namazla birlikte olduğu müddetçe kopmaz. Namaz, sabra Allah’ın rızâsını, tatlı yüzü, iç huzurunu, güveni ve yakîni ekler.
Elbette şu zayıf, fâni, tâkati sınırlı büyük ve ebedî güç olan İlâhî kuvvete sarılması gerekir. Karşılaşılan iş insanoğlunun zayıf tâkatini aşınca, mutlaka o Büyük Varlıktan yardım dilemek mecbûriyetindedir. Nefsânî arzuları yenmenin, şehvânî duyguları yok etmenin, hak yolunda azimle yürümenin, fesad ve zulümle cihad etmenin zorlaştığı zamanlarda insanoğlunun o Ezelî ve Ebedî Güce sarılmaktan başka çaresi yoktur. Şu sınırlı, fâni hayatta yollar uzayıp, şiddetler artar, hedefe bakınca henüz ön belirtilere bile rastlamadığı ve ömrün zevâle doğru yöneldiğini gördüğü zamanlarda elbette o bitmez tükenmez İlâhî kuvvete sarılmak mecbûriyetini duyar. Şer hareketlerin yayıldığı, hayır fiillerin gizlenildiği, ufukta ışık belirtilerinin görülmediği, yolda işaretlere rastlanılmadığı zamanlarda elbette yöneliş yalnız O’na olacaktır.
İşte bu gibi dar zamanlarda namazın hüviyeti ortaya çıkar. Namaz; fâni olan insanla, bâki olan Allahü Zelcelâl arasında bir bağdır. Namaz, bir zerrelik damlayla, bitmez tükenmez derya arasında buluşma zamanı ve yeridir. Namaz, kaynayıp coşan bir hazinenin anahtarıdır. Namaz, fâni olan şu insanoğlunun bu daracık kara parçasının sahasından uçup kâinatı ihâta eden İlâhî kudretin sahasına süzülüşüdür. Namaz, kızgın çöl güneşinin altında, serin bir ağaç gölgesidir. Namaz, bir ilkbahar yağmuru ve bitmeyen meltemdir. Namaz, üzgün ve yorgun gönüllerin şefkatli bir Kudret eli tarafından okşanışıdır. Bunun için Rasûl-i Kibriyâ, zorluklarla karşılaştığı anlarda “Bizi ona (namaza) çağır yâ Bilâl!” derdi. İşinin çok olduğu yorgun zamanlarında, gönlünü İlâhî haşyetin derinliklerine bırakmak için namaz kılardı.
“Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.” Allah, sabredenleri destekler. Mü’minlere sebat verip takviye eder ve tehlikeli yollarda yalnız bırakmaz. Mü’minleri sınırlı tâkatleri, zayıf kuvvetleriyle baş başa terketmez. Yol azıkları tükenince imdatlarına yetişir. Katedecekleri mesâfeler uzayınca azimlerini artırır. *
* Bu tefsir bölümü, a
şağıdaki kaynaklarda ismi yazılı tefsirlerin ilgili âyetler hakkındaki açıklamalarından yararlanılarak ve yer yer özetlenip iktibas edilerek hazırlanmıştır.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Z
ılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 233-2972. Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi,
İnsan Y. c. 1, s. 99-1113. Hak Dini Kur'an Dili, Elmal
ılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 403-450; Eser Y. c. 1, 488-5464. Kur'an-
ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 246-3045. Hadislerle Kur'an-
ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 528-584; c. 3, 595-6336. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Ne
şriyat, c. 1, s. 220-2647. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akça
ğ Y. c. 3, s. 408-557, c. 4, s. 5-748. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 379-485
9. El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an,
İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 304-39910. Yüce Kur'an'
ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 231-26411. Et-Tefsîru'l-Hadis,
İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 125-15112. El-Esas fi't-Tefsir, Said Havva,
Şamil Y. c. 1, s. 288-36913. Muhtasar Taberî Tefsiri,
İmam Taberi, Ümit Y. c. 1, s. 98-11714. Ruhu'l-Furkan Tefsiri, Mahmud Ustaosmano
ğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 1, s. 584-681c. 2, s. 4-9815. Furkan Tefsiri, Hicazi, Vahdet Y. c. 1, s. 92-113
16. Kur'an Mesaj
ı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 34-4217. Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Ne
şriyat, c. 1, s. 168-19518. Kur'an-
ı Kerim'in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri, Ö. Nasuhi Bilmen, Bilmen Y. c. 1, s. 119-14719. Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s.9-91
20. Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 256-283
21. Bakara Sûresi Tefsiri, Ramazano
ğlu Mahmud Sâmi, Erkam Y. s. 188-212