Bakara, 154-176; Kavram, 109-117

B A K A R A S Û R E S İ 154-176. Â Y E T L E R

 

ZORLUKLARLA İMTİHAN, ALLAH SEVGİSİ VE O’NUN HÜKÜMLERİNE TESLİMİYET

 

 

 

 

Bakara, 154-176. Âyetlerin Mealleri

Bu Bölümdeki Âyetlerin Konuları

Şehidler Ölmez; Onlara Ölü Demek Yasaktır

İmtihansız Hayat, Sabırsız Cennet Olmaz!

Musîbete Sabır; Allah İçin Yaşama ve O’na Dönme Şuuru

Af, Rahmet ve Hidâyet Yolu: Allah Yolunda Sabır

Bakara 154-157. Âyetlerin Kazandırdığı Ahlâkî Değerler ve Rûhî Donanımlar

Allah’ın Şiarlarından Bazıları: Safâ, Merve, Hac ve Umre

Hakkı Gizlemenin Cezâsı: Allah’ın Lâneti

Tevbe Edip Hallerini Islah Edenlere Allah Merhamet Eder

Kâfir Olarak Ölenlere Sonsuz Lânet Vardır

Dinin Yüzüne Bakmayanların Âhirette Yüzüne Bakılmayacaktır

Allah’tan Başka İlâh Yoktur!

Allah’ın Evrendeki Âyetleri, Okunmayı Beklemektedir

Tevhidin Gereği; Allah’ı Her Şeyden Çok Sevmek

İnsanları Saptıranlar, O Gün Peşinden Gidenleri Terkedecektir

Zâlimlere Uyanların Pişmanlıkları

Helâl ve Temiz Gıdalarla Yetinmemek, Şeytanın Peşine Düşmektir

Şeytanın Çağrısı Kötülüğe, Çirkinliğe ve Allah Hakkında Yanlış Sözleredir

Allah’ın Hükmüne Değil de, Atalarının Âdetine Uyan Zavallılar!

Hidâyet Çağrısına Kulak Vermeyen Sağır ve Körler, Hayvanlar Gibidir

Rızıkların Yalnız Temiz Olanlarından Yiyip Allah’a Şükretmek ve Sadece O’na Kulluk Yapmak

Allah’ın Haram Kıldığı Yiyecekler

Hakkı Gizleyip Az Bir Karşılığa Satanlar, Karınlarına Ateş Doldurmuşlardır

Bu Zararlı Ticaret, Cehennem Satın Almaktır

Hak Kitapta İhtilâf Edip Duranlar, Derin Bir Anlaşmazlık İçindedir

 

 

 

 

&#

Bakara, 154-176. Âyetlerin Mealleri

"Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Bilakis onlar diridirler, lâkin siz anlayamazsınız." (2/Bakara, 154)

"Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile imtihan eder/deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele!" (2/Bakara, 155)

"O sabredenler, kendilerine bir musîbet/belâ geldiği zaman: 'Biz Allah içiniz (O'nun için yaşıyoruz) ve biz O'na döneceğiz' derler." (2/Bakara, 156)

"İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır. Ve hidâyeti/doğru yolu bulanlar da onlardır." (2/Bakara, 157)

“Safâ ile Merve şüphesiz Allah’ın şiarlarından/alâmetlerindendir. Kim Beytullah’ı hacc/ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde bir günah yoktur. Kim gönüllü olarak (tetavvû/nâfile) bir hayır/iyilik yaparsa, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir.” (2/Bakara, 158)

"İndirdiğimiz açık delilleri ve Kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz hidâyet yolunu gizleyenlere hem Allah hem de bütün lânet ediciler lânet eder." (2/Bakara, 159)

"Ancak, tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeğiıklayanlar başkadır. Zira Ben onların tevbelerini kabul ederim. Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça merhamet edenim." (2/Bakara, 160)

"(Âyetlerimizi) İnkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince, işte Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların lâneti onların üzerinedir." (2/Bakara, 161)

"Onlar ebediyyen lânet içinde kalırlar. Artık ne azapları hafifletilir, ne de onların yüzlerine bakılır." (2/Bakara, 162)

"İlâhınız bir tek ilâhtır. O'ndan başka ilâh yoktur. O, Rahmândır, Rahîmdir." (2/Bakara, 163)

"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde aklını kullanan/şünen bir toplum için (Allah'ın varlığını ve birliğini isbatlayan) birçok âyetler/deliller vardır." (2/Bakara, 164)

"İnsanlardan bazıları, Allah'tan başkasını Allah'a endâd/denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zâlimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azâbının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi." (2/Bakara, 165)

"İşte o zaman (görecekler ki) kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve (o anda her iki taraf da) azabı görmüş, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır." (2/Bakara, 166)

"(Kötülere) Uyanlar şöyle derler: 'Ah, keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık! Böylece Allah onlara, işlerini, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkamazlar." (2/Bakara, 167)

"Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yiyin, şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir şmanınızdır." (2/Bakara, 168)

"O size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder." (2/Bakara, 169)

"Onlara (şriklere): 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?" (2/Bakara, 170)

"(Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağır, dilsiz ve kördür. Bu sebeple şünmezler." (2/Bakara, 171)

"Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin, eğer siz yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız O'na şükredin." (2/Bakara, 172)

"Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan, çokça merhamet edendir." (2/Bakara, 173)

"Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi (âhir zaman peygamberinin vasıflarını) gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyâmet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır." (2/Bakara, 174)

"Onlar hidâyet/doğru yol karşılığında dalâleti/sapıklığı, mağfirete bedel olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar!" (2/Bakara, 175)

"O azabın sebebi, Allah'ın, Kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı yorum yapıp) Kitapta ihtilâfa/ayrılığaşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir." (2/Bakara, 176)

Şehidler Ölmez; Onlara Ölü Demek Yasaktır

"Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Bilakis onlar diridirler, lâkin siz anlayamazsınız." (2/Bakara, 154)

Medine’deki müslüman topluluk, üzerine düşen yorucu ve ağır vazifesini yapmak, Allah nizamını hâkim kılmak, Peygamber’in sancağı altında toplanmak için yorucu bir cihad göreviyle karşı karşıya bulunuyordu. İşte Medine’de inen bu âyet-i kerimede Allah Teâlâ, buradaki kimselerin ruhuna hitap ediyor. Önlerinde bulunan bu bitmez tükenmez cihad esnâsında karşılaşacakları zorluklar ve ıstıraplar için sağlam ölçüler koyuyor: "Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Bilakis onlar diridirler, lâkin siz anlayamazsınız." buyuruyor.

Burada hak savaşında şehid düşenler var. Allah yolunun ulu şehidleri... Şüphesiz ki Allah yolunda cihada çıkanlar, hak yolunda kurban olanlar, temiz ruhlu ve yüce kalpli kimselerdir. Allah yolunda öldürülenler, ölü değildir, onlar kesinlikle diridirler. Onlara “ölü” demek doğru olmaz. Onlar, dış görünüş bakımından ortadan kaybolurlar. Ama hayatın ve ölümün mâhiyetini bu sathî ve şekilsel görünüşlere göre değerlendirmek yanlıştır. Hayatın belirtisi, hareket ve faâliyettir. Ölümün alâmeti ise donukluk ve sessizliktir. Allah yolunda öldürülenler, uğruna öldükleri dâvânın zafere ulaşması bakımından, topluluklarda büyük bir te’sir uyandırıyorlar. Onların şehid olmasıyla dâvâları daha fazla büyür ve gelişir. Onların şehâdeti arkada kalanlara etki eder. Şehid edildikten sonra, kitlenin iç âleminde etkili bir faâliyet unsuru olarak kalırlar. Bu da bir bakıma hareket ve faâliyet şeklidir. İşte asıl ölmezlik budur. Onlar, bu itibarla insanların dünyasında yaşarlar. Onlar, amellerinin sevâbının kesilmemesi hususunda diriler gibidir. Çünkü onlar, Allah'ın dinine yardım uğrunda öldürüldüler. Din, dünya üzerinde ayakta durduğu ve Allah yolunda sâbit bir kişi bulunduğu müddetçe bunun sevâbı, bu çığırı açanlara ve bu yolu tâkip eden bütün şehidlere de yazılmaktadır. Bu yollarla ve bu şekillerde olmasa bile, bizim künhüne vâkıf olamadığımız, mâhiyetini ancak Yüce Allah’ın bildiği hikmetlerle şehidler diridirler. Onların diriliğine bu âyet en büyük delildir. Bu hayatın gerçek mâhiyeti, bizim beşerî idrâkimizin üstündedir. Fakat onlar muhakkak ve muhakkak diridirler...

Diridirler! O yüzden ölüler gibi yıkanmazlar. Onların kefenleri şehidlik elbiseleridir. Yıkanmak ölünün cesedini temizlemek demektir. Onlarsa zaten temizdirler. Yaşarken giydikleri elbiselerini, ölürken de giyerler. Zira onlar öldükten sonra da yaşarlar. Diridirler! Zira onların ölümü yakınlarını, dost ve akrabalarını üzmez. Diridirler ve dostlarının günlük hayatında yaşarlar. Diridirler, ölümcül hayat süren toplumlarının dirilmesine sebep olurlar, onlar kanlarıyla diriliş destanı yazmışlar, bu fedâkârlıklarıyla Allah yolunu aydınlatmışlar, mesajlarını sürekli sürdürmekte, ümmete öğretmenlik yapmaktadırlar çünkü. Diridirler; ayrılışları, geride bıraktıkları kalplere zor gelmez. Yalnız diri olmakla da kalmayıp huzûrullahta en iyi mükâfatla ödüllendirileceklerdir.

Bu canlı şehidler kimlerdir? Allah yolunda öldürülenler... Yalnız O’nun yolunda öldürülenler! Allah’ın indirdiği bu hakikatler, O’nun gönderdiği bu nizam uğrunda öldürülenler! Başka gâye uğrunda değil; yalnız bu amaçla, hâlis niyet için bu dâvâ yolunda öldürülenler. Başka düşüncelerin, başka hedeflerin ortaklığı altında değil; yalnız bu hedefte öldürülenler. “Kim Allah kelimesi yücelsin diye savaşırsa, o Allah yolundadır.” (Ebû Dâvud). İslâm, İslâm’ın sancağından başka bir bayrak altında savaşmamayı emrediyor. İşte cihad budur! Yalnız bu yolda cihad edip dövüşen şehid olur. Ve yalnız bu şehidler ölümsüzdür!

“Ölmekten, öldürülmekten kaçmak size fayda vermez. Kaçsanız bile ancak az bir süre yaşatılırsınız.” (33/Ahzâb, 16). Şu fâni dünyada zilletle yaşamak yerine; hak yolunda şehid olmayı tercih eden insanlar, ebedî diriliğe kavuşur, peygamberlerle arkadaş olmak şerefine ererler.

Bu âyette, ruhların bedenden ayrı, başlı başına bir hayat sahibi olduğuna, insan öldükten sonra ruhların ölmediğine dâir bir işaret de vardır. Birçok sahâbi ve onları gören tâbiînin görüşleri budur. Bu konuda başka âyet ve hadisler de vardır. Bu âyetteki, şehid ruhlarının ölmezliğine dâir olan ifade, onların makamının Allah katındaki yüksekliğine işaret içindir.

 

 

 

İmtihansız Hayat, Sabırsız Cennet Olmaz!

"Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile imtihan eder/deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele!" (2/Bakara, 155)

Zahmetsiz rahmet olmaz. Bireyleri terbiye etmek için belâ ve sınama lâzımdır. Hak savaşında samimi olanlarla olmayanları ayırdetmek için; korku, açlık gibi imtihanlar gereklidir. Uğrunda eziyetlere katlanıldığı miktarda, gönüllere iman yerleşir. Zahmet çekilmeden, kolaylıklar içerisinde kabul edilen inançlar, ilk sadmede, ilk sarsıntıda yok olur. Ne zaman iman uğrunda eziyetlere katlanır, ne zaman dâvâ uğrunda canlar verilirse imanın gönüllere yerleştiği anlaşılır. Yeni mü’minler, kendilerinden önce birçok sıkıntılarla imtihan edilip sabredenlerin karşılaştıkları gibi musîbetlere dûçar olup sabırla mukabele ettikten sonra, ancak istenen seviyeye yükselebilirler.

Belâ, Bir Ders ve İmtihandır: Mü’minlerin imanının kuvvetlenmesi için elbette belâ (zorluklarla sınanma) lâzımdır. Şiddetler; gizlenmiş kuvvetleri, saklı enerjileri coşturup meydana çıkarır. Mü’minin imanı, şiddet darbeleri altında daha da kuvvetlenir. Gerçek ölçü ve değer, zorluklara karşı tahammüldür. Şiddette çekingenlik, hilekârlık kalmaz. Bütün bunlardan daha önemli olan taraf da, fertlerin zorluk esnâsında yalnız Allah’a yönelip gönlünü mâsivâdan temizleyerek yalnız O’na bağlamasıdır. Sıkıntı esnasında perdeler kalkar, basîret tecelli eder, göz alabildiğine ufukları seyre dalar ve kâinatta mü’min, güç ve kuvvet kaynağı olarak, irâde ve sığınak olarak yalnız Allah’ı görür.

Zor durumlar ve çetin engeller karşısında Allah’ı unutturmayan imânî ruh, her şeyiyle bütün hayatını her şeyi görüp gözeten Allah’ın huzurunda yaşar. Allah Teâlâ, insanın üzerinden geçen zararlar, musîbetler, zorluk ve darlıklar içerisinde insanı yoklayıp imtihan eder. Kulunun bütün bu başına gelenleri nasıl karşıladığını, sabır ile mi, telâş ve ümitsizlik ile mi, hoşnutluk ile mi, gönül darlığı ile mi karşıladığını, değişik şekilleriyle ve çeşitli yönlerden üzerine inen imtihan sırrı mesâbesindeki her bir belâyı nasıl anlayıp değerlendirdiğini, azap ve intikam olarak mı, yoksa Allah’ın doğru yolu üzerinde yürüyüp çalışan birçok kimsenin de başına gelen evrensel nizamın cilvesi olan İlâhî bir rahmet olarak mı algıladığını görmek, kontrol edip sınamak ister. Allah’ın doğru yolu, hayatın çeşitli alanlarında ortaya çıkan güçlüklerle doludur. İşte burada insana engellere karşı sebât, bağlılık ve kararlılık gücü veren sabrın rolü hâkimdir. Sabra bu rolü oynama imkânını veren insan, engeller karşısında sarsılmaz, sallanmaz, dâvâ yolunun güllerle serili olmadığını bilerek yaşayan gerçeklere açılır ve direnir. Bunun için dikenlerle çalışmanın yolunu, derin yaraların ve şiddetli acıların dilini öğrenir. Açılan yaraların kendisini ağlatmasına, şiddetli acıların bağırtmasına izin vermez. Aksine, dikenlere ve acılara rağmen İslâm dâvâsının sevinci ile tebessüm etmeyi öğrenir.

"Andolsun ki sizi ... imtihan eder/deneriz...” Bu ifâdeden belâ ve imtihan anlamında şunu algılayabiliriz: İnsanın, hayat içerisinde sahip olduğu konum, kendisi için kişiliğini yoğunlaştırmak ve irâdesini güçlendirmek noktasında, bir deneyim değeri taşımaktadır. İmtihanın taşıdığı dünya ve âhiret düzeyindeki sonuçların, işareti yoluyla insanın içinde bulunan güç unsurlarını yakalamak söz konusudur insan için. Bu imtihan sürecindeki tecrübelerin sonuçları, insanın sahip olduğu insanî güç unsurlarının yakalanmasından bunları, insanın çalışma stratejisi içerisinde geliştirip daha da güçlendirmeye dönüşecektir.

 

Bu mutlak ifade içinde bu âyet, İslâm dininde farz kılınacak olan bazı hükümlere ve sorumluluklara da işaret etmektedir. Korku, Allah korkusuna, açlık Ramazan orucuna, mal eksikliği zekâta, can eksikliği cihada, şehidliğe ve hastalığa; ürün eksikliği, evlât eksikliğine, kazanç zâyiine işarettir.

Allah Teâlâ, kullarını deneyip imtihan edeceğini haber veriyor. Nitekim bir başka âyet-i kerimede şöyle buyurur: “Andolsun ki içinizden cihada çıkanları ve sabredenleri meydana çıkarıncaya ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi tecrübe edeceğiz, sınavlardan geçireceğiz.” (47/Muhammed, 31). Bazen darlıkla dener, bazen varlıkla. Bazen azlıkla dener, bazen azgınlıkla. Bazen korkuyla dener, bazen rahatlıkla. Nitekim başka bir âyette şöyle buyrulur: “Allah size güven ve huzur içinde olan bir karyeyi (yerleşim yerini) misal verir. Her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah’ın nimetlerine nankörlük/küfür ettiler. Bu yüzden yaptıklarına karşılık Allah onlara açlık ve korku belâsını tattırdı.” (16/Nahl, 112). Çünkü korkan ve aç kalan kişilerde bu sıkıntı ve imtihan apaçık ortaya çıkar. Bu sebeple Allah Teâlâ “korku ve açlık belâsını” buyuruyor. Burada ise "Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile imtihan eder/deneriz” buyuruyor. Yakınların ve dostların ölmesi, malların yok olması, meyvelerin, ürünlerin ve bahçelerin ürün vermemesi gibi imtihanlarla deneyeceğiz. Nitekim seleften bazılarının dediğine göre, asr-ı saâdette bazen hurma ağacı, tek bir meyve vermezdi. Bütün bunlar Allah’ın kullarını denediği bir imtihandır. Kim bu imtihanda sabrederse sevaba ulaşır. Kim de ümitsizliğe düşerse, Allah’ın azabını hak eder. Bunun için Allah Teâlâ “sabredenleri müjdele!” buyurmuştur. Müfessirlerden bazıları, buradaki korkunun Allah korkusu, açlığın Ramazan orucu, mallardan eksiltmenin zekât, canlardan eksiltmenin hastalık, meyvelerden/ürünlerden eksikliğin de çocukların ölümü ve şiddetli hastalığı olduğunu belirtmişlerdir. Ancak, bu sınavları sınırlandırmamak gerekir. Düşman korkusuyla, rızık korkusuyla, evlâtla, avratla, malla imtihan edileceğiz. Bunlar ve benzerleri, imtihan sorularımızdır. Bolluk verir, şükretmemiz için; darlık ve zorluk verir sabretmemiz için. Aslında her iki çeşit imtihan da mü'minin derecesini artırmak için birer lütuftur.

Bu imtihanlar, iyi ile kötüyü, temiz ile pisi ayırdetmek (8/Enfâl, 37), iman edenler, şâhidlik edenler ortaya çıksın diye (3/Âl-i İmrân, 140), cihad edenleri belli etmek, sabredenleri ortaya çıkarmak içindir (3/Âl-i İmrân, 142). Nasıl ki ateşin içerisine demir atılıyor ve orada demirin pisliği yanıyor da, saf demir ortada kalıyorsa, bazen belâ ve musîbetler de iyi dostlarla kötü dostları (dost gözükenleri) birbirinden ayırıyor. Hani “gerçek dost, kötü günde belli olur” denir ya, gerçek mü’min de zor günlerde belli olur. Allah iyi mü’minleri ortaya çıkarmak için bazen mü’minlerin başına belâ ve musîbetler veriyor. Müslümanların son bir-iki asırdır artan şekilde üzerlerine yağan belâ ve musîbetlerin sebebi, Allah’ın rahmetiyle, lutfuyla mü’minleri içlerindeki pisliklerden temizlemesi olabilir. Mümkün ki zillet ateşinde temizlendikten sonra, izzete doğru tekrar yönelecektir bu sınavlardan başarıyla çıkanlar...

“... (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele!" Âyet, müslümanların daima denenmekte olduğunu, sabredenlerin büyük mükâfata ereceklerini anlatmakta ve müslümanlara, uğradıkları belâlar, âfetler karşısında sabretmelerini emretmektedir. Gerçekten felâketler karşısında ibâdet ile Allah’a ilticâ, Allah’tan yardım istemek, sabretmek, insan ruhunu kuvvetlendirir, mâneviyatını/psikolojisini düzeltir, Allah’ın kaderine inancını artırır ve onu bunalımlardan kurtarır. Sabır, felâket karşısında insanın hiç etkilenmemesi, üzülmemesi anlamına gelmez. Etkilenmek, üzülmek; merhamet ve yufka yürekliliğin eseridir. Kötü olan, üzülmek değil; insanı Allah’a isyana sevk eden aşırı sızlanma, dövünme, şikâyet ve haram söz ve davranışlardır. Yoksa, Hz. Peygamber de oğlu İbrâhim’in vefatı üzerine ağlamış, kendisine: “Sen bizi bundan men etmemiş miydin?” diyenlere, bunun bir acıma eseri olduğunu; “Göz ağlar, gönül üzülür. Ama biz, Rabbimizin rızâsına aykırı bir şey söylemeyiz. İbrâhim, biz senin ayrılığından üzgünüz!” (Buhârî, Cenâiz 43, hadis no: 61; Müslim, Fedâil 62; Ebû Dâvud, Cenâiz 24; İbn Mâce, Cenâiz 53) şeklinde dile getirmiştir.

 

 

 

Musîbete Sabır; Allah İçin Yaşama ve O’na Dönme Şuuru

"O sabredenler, kendilerine bir musîbet/belâ geldiği zaman: 'Biz Allah içiniz (O'nun için yaşıyoruz) ve biz O'na döneceğiz' derler." (2/Bakara, 156)

Biz yalnız Allah içiniz. Her şeyimiz, bütün varlığımız, bütün kimliğimiz, şahsiyetimiz Allah için. Tekrar dönüşümüz yine O’na. Yalnız O’na teslim oluyoruz. Sabredenler bu sözleriyle başlarına gelen musîbetlerden dolayı isyan etmeyip, Allah’a teslim olurlar ve bunun Allah’ın kudreti dâhilinde olduğunu ve O’nun, kullarına dilediği şekilde tasarruf edeceğini, tüm yaratılanlar gibi insanların da Allah’ın mülkü olduğunu bilirler. Ve yine bilirler ki; Allah katında, kıyâmet gününde zerre miktarınca bir şey zâyi olup kaybolmaz, boşa gitmez. Bu inanç, onların Allah’ın kulu olduklarını ve âhiret yurdunda tekrar Allah’a döneceklerini kabullenmelerinden gelmektedir.

Bu âyette sabırlı olan kimselerin temel özelliklerinden bahsedilmekte, onların kimler olduğu bildirilmektedir. Sabırlı kullar "İnnâ lillâh -Biz Allah içiniz-" diyerek mülkün ancak Allah'a ait olduğunu ikrar etmektedirler. Yani biz Allah'ın kulları, köleleriyiz. Kulun kendisi de elindekiler de sahibine/Allah'a aittir. İsterse, verdiklerini bizim elimizde bırakır, isterse alır. Biz onun kendi mülkünü, sahibi olduğu bir şeyi almasıyla feryat etmeyiz, ancak sabrederiz. Yaşarsak rızkımız O'na aittir, ölürsek dönüşümüz ancak O'nadır. Sevabımız O'nun yanındadır ve biz O'nun hükmüne râzıyız. "Ve innâ ileyhi râciûn -Ve sonunda O'na döneceğiz-" diyerek de kullar, öldükten sonra dirilerek Allah'a kavuşacaklarını kabullenmiş, ona inanmış, ona hazır olmayı hedeflemiş oluyorlar.

Bu âyette sabırla iman birbirine bağlanıyor. Âyet-i kerime, bunu bütün mahlûkatın Allah’ın yarattığı kulları, O’nun mülkü olduğuna imanın evrensel gerçeğine bağlıyor aynı zamanda. Bütün yaratıklar Allah’ın mülküdür. İnsan da Allah’ın sahip olduğu bu yaratıkların bir bölümünü oluşturmaktadır. Bunu da bize Allah’ın işinden hiçbir şeye sahip olmadığımızı hissettirircesine vurguluyor. Çünkü mülk bütünüyle Allah’ındır (3/Âl-i İmrân, 26). Yarattıklarını dilediği şekilde imtihan etmek tamamıyla O’nun hakkıdır. İnsanlara düşen ise, bütün bunlarda tamamen hayır ve yarar olduğunu düşünüp bunun şuurunda olmalarıdır. Çünkü Allah, kullarına ilişkin işleri hikmet ve rahmetiyle yönetip yönlendiren Hakîm ve Rahîm olan Allah’tır.

Âyet-i kerime, bundan sonra insanın ruhuna şu evrensel imanî gerçeği işliyor: Kullar, sonunda Allah’a döneceklerdir. Hayat bütünüyle son bulacak ve mülk, emânet olarak verilenlerden geri alınacak, tamamıyla Allah’a dönecektir. İnsan, bu İlâhî gidiş karşısında herhangi bir güce sahip değildir. Evet, insan tamamen Allah’ın mülkü olunca, artık bu yolda herhangi bir itirazın hiçbir anlamı yoktur. Hayat, bütün acılarıyla bitip Allah’a dönecek olduktan sonra, insan da O’nun hoşnutluk ve sevâbını almak üzere yine Allah’a dönecek olduktan sonra, alçalıp yerlere düşmesinin, tedirginlik ve ümitsizliğe kapılmasının ne anlamı vardır? O halde, Allah’ın irâdesine karşı sabır, rızâ ve kanaat kaçınılmaz bir zorunluluktur. Özellikle de insanın Allah’ın huzuruna çıktığında orada kendisi için rahmet, bağışlanma ve bol sevap bulabilmesi için.

İnsanî bir gerçek olan şehidlik yolu, imanın değerinin kapsamlı idrâki üzerine kurulu bir sabır yoludur. Kurbanlık ve acılar ister. Fakat sonuçta dünya ve âhirette hayır ve bereket verir. O hidâyetin canlı yoludur. Yolcuların sırtına şu güzel damgayı vurur: İşte bunlar hidâyete erenlerdir....”

Musîbet: Az olsun, çok olsun, insanın canına, malına veya aile bireylerine isâbet eden her şeye şâmildir. Hatta diken batması, sinek ısırması, evdeki lambasının (kandilinin) sönmesi bile buna dâhildir. İkrime (r.a.)’nin rivâyetine göre, bir gün Allah’ın Elçisi’nin lambası sönmüş: İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn -Biz Allah içiniz ve biz O’na döneceğiz-” demişti. Kendisine: “Yâ Rasûlallah, bu, musîbet mi ki?!” demişler. “Evet, mü’mini inciten her şey musîbettir” diye cevap vermiştir (Kurtubî, El-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'an Terc, c. 2, s. 403). “Mü’mine batan diken ve bunun üstünde her üzücü şey karşısında, Allah onu bir derece yükseltir.” (Müslim, Birr; Tirmizî, Cenâiz 1; Ahmed bin Hanbel, III/38, IV/56, 98)

İstircâ': Rucû etmek, geri dönmek ve musîbet zamanında: 'İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn -Biz Allah içiniz, O'ndan geldik ve sonunda O'na döneceğiz-' demektir. Bu, yalnız lisanla değil; kalple de yapılmalıdır. Şöyle ki, bir mü'min, bazı belâlarla imtihan edilebilir. O zaman düşünür: 'Bunda da elbette bir hikmet vardır. Ben şu âna kadar birçok İlâhî nimetlere mazhar bulunuyorum. Elhamdü lillâh müslümanım, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in ümmetindenim; şimdi böyle bir musîbete uğramam da elbette bir hikmet gereğidir. Allah'ın bana verdiği nimetler, şimdi elimden aldığı nimetlerden kat kat fazladır. Veren de O, alan da O'dur. Sahibi, emânet olarak bırakıp geçici şekilde verdiği kendi malını/mülkünü alıyor, gerçekten bana âit bir şeyi değil. Tüm mülkün sahibi O'dur. Ben de nihayet O'nun mânevî huzuruna varacağım, ebedî hayata ulaşacağım; artık belirli vakitle sınırlı belânın ne önemi vardır?' diye güzel kanaatini açıklar. Böyle bir anlayış ise, insana teselli bahşeder ve insanın kâmil imanının göstergesidir. Bu yüzden ecir ve mükâfata da nâil olunur. Allah'tan gelen her şeye rızâ göstererek; "Kahrın da hoş, lutfun da hoş!" diyecek olgunluğa ulaşır. "Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler" der. "Küllü mâ feale'l habîbu habîbun -Sevilenin her yaptığı da sevimlidir; Güzel Allah'ın her işi de son derece güzeldir-."

Biz istircâ'yı yalnız ölüm haberini duyduğumuzda okuyoruz; hatta o zaman bile aklına getirmeyen nice müslüman var. Ama her yerde okunabilir; özellikle her musîbetten sonra okunmalıdır. Başımıza gelen herhangi bir olumsuz halde, hatta olumlu hallerde bile bu ifadeye dilimizi alıştırırsak güzel olur. "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn -Biz Allah içiniz, O'na âidiz, O'nun mülküyüz. Yine O'na döneceğiz!" Bu Allah zikri, o belâ ve musîbetin ağırlığının da üzerimizden gitmesine, rûhumuzun sükûnete, kalbimizin huzura kavuşmasına sebep olur: "Ancak Allah'ın zikriyle kalpler huzura erer, mutmain olur." (13/Ra'd, 28). Çok sevdiğimiz çocuğumuz, babamız veya annemiz vefat etmiş, hani nerede ise beynimiz çatlayacak, öyle bir durumda istircâ etmemiz, kaynamakta olan bir suyun üzerine bir bardak soğuk su dökmek gibi bir şeydir. Adamı sâkinleştirir, huzura kavuşturur.

"Bir kulun çocuğu öldüğünde, Allah Teâlâ, meleklerine: 'Kulumun çocuğunu aldınız mı?' diye sorar, onlar da: 'Evet' derler. Allah tekrar: 'Onun kalbinin meyvesini mi aldınız?' buyurur. Onlar da: 'Evet' derler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak: 'Kulum ne dedi?' diye sorar. Melekler de: 'Sana hamdetti ve istircâ etti. Yani 'İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn -Biz Allah içiniz, O'ndan geldik ve sonunda O'na döneceğiz-' dedi, derler. Bunun üzerine Allah Teâlâ: 'Kuluma cennette bir köşk binâ edin ve ona beytü'l-hamd (hamd evi) ismini verin' buyurur." (Tirmizî, Cenâiz 36, hadis no: 1021)

"Allah kime hayır murâd ederse, ona musîbet verir." (Buhârî, Merdâ 1, 7/3)

Abdullah İbn Mes'ud (r.a.) şöyle demiştir: 'Ben, Peygamber (s.a.s.)'in hastalığında, vücudu humma (sıtma)nın harâretinden şiddetle sarsıldığı sırada huzuruna vardım ve vücuduna elimle dokunarak: 'Yâ Rasûlallah! Şüphesiz ki, humma harâretinden çok ıstırap çekmektesin!' dedim. Ardından: 'Yâ Rasûlallah! (bu şiddetli hummanın şüphesiz iki kat ıstırabı var,) elbette buna karşılık size de iki kat ecir ve mükâfat vardır!' diye arzettim. Rasûlallah (s.a.s.): "Evet, herhangi bir müslümana bir ezâ (eziyet, musîbet, belâ) isâbet ederse, muhakkak ağacın yapraklarının düşmesi gibi, o müslümanın günahları dökülür." buyurdu. (Buhârî, Merdâ 14)

"Müslümana, vücuduna batacak bir dikene varıncaya kadar yorgunluk, hastalık, gelecekten kederlenme, geçmişten hüzünlenme, başkalarından gelen eziyet ve iç sıkıntısı isâbet ederse, Allah, muhakkak bu musîbetleri sebebiyle o müslümanın günahlarından bir kısmını örter." (Buhârî, Merdâ 1; Müslim, Birr 52; Tirmizî, Cenâiz 1; Ahmed bin Hanbel, II/303, 335, III/4, 18, 24, 48, 61, 81)

Ümmü Seleme (r.a.) vâildemizin şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir. 'Rasûlullah (s.a.s.)'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Herhangi bir kula, bir musîbet isâbet eder de: 'İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. Allahümme'cürnî fî musîbetî ve ahlif lî hayran minhâ -Biz Allah içiniz, O'ndan geldik ve sonunda O'na döneceğiz. Ey Allah'ım! Beni bu musîbetimde mükâfatlandır ve onun yerine bana ondan daha hayırlısını nasip et-' derse, mutlaka Allah Teâlâ, musîbetinden dolayı onu mükâfatlandırır ve yerine daha hayırlısını ihsan eder." Ümmü Seleme (r.a.) annemiz devamla: 'Seleme'nin babası (kocam) vefat edince Rasûlullah (s.a.s.)'ın bana emrettiği gibi (yukarıdaki sözü/duâyı) dedim. Allah Teâlâ da bana, kocamın yerine ondan daha hayırlı olan Rasûlullah (s.a.s.)'ı nasip etti (beni ona zevce/eş olma şerefine erdirdi).' (Müslim, Cenâiz 3, 4)

"Başına bir musîbet gelen bir kimse, sonra o musîbeti hatırlayıp da 'İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn' sözünü tekrar ederse, o musîbet eskimiş olsa bile, Allah Teâlâ ona, o musîbetin başına geldiği günkü ecrin bir mislini yazar." (İbn Mâce, Cenâiz 55; Ahmed bin Hanbel, I/201, IV/27)

"Mü'min kişinin hali, bir sap üzerinde biten ekin gibidir. Hangi taraftan ona rüzgâr esip gelirse, rüzgâr onu eğer. Doğrulduğu zaman rüzgâr belâsıyla yine eğilir (,fakat yıkılmayıp doğrulur, doğru kalır). (Haktan yüz çeviren) Fâcir kişinin hali de sert ve düz çam gibidir ki, Allah onu dilediği vakit (bir defada) söküp kırıncaya kadar dimdik olmakta devam eder." (Buhârî, Merzâ 1, 7/3). Bu hadiste zikredilen "hame" ekinlerin, çimen halinde bir sapla çıkış şeklidir. Mü'minin buna benzerliğine gelince; Düzgün bir sapla çıkan ekin her zaman sâkin değildir, esen rüzgâr ile kâh eğilir, kâh doğrulur; bir zaman yeşil yaşar, bir zaman sonra sararır. Fakat o, rüzgârların şiddetleri ve iklimin değişiklikleri karşısında eğildiği halde, hiçbir zaman devrilmez; eğilir, sonra doğrulur. Mü'min de böyledir: Hastalık, hüzün, keder, zulüm gibi zamanın birtakım bunaltıcı halleri karşısında sarsılsa da bir türlü yıkılmaz. Allah'a kulluktan ayrılmaz. Fâsık ve fâcir de çam ve serviler gibi ne kadar metin, boylu poslu, güçlü ve sağlam görünümlü olursa olsun, günün birinde Allah onu fısk ve fücuru sebebiyle yere serer. Bir musîbet karşısında şoka girer, kalp krizi ve benzeri sebeple âniden yıkılır, kökü kazınır.

İmam Hasan bin Ali (r.a.) şöyle buyurur: "Cemaatle (kılınan) namazı kaçırdığın zaman istircâ yap; 'İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn' de. Çünkü o, musîbettir."

Abdullah İbn Amr (r.a.) şöyle der: "Dört şey vardır ki, bunlar kimde bulunursa, Allah ona cennette bir köşk binâ eder: 1) Her kim işinde, "Lâ ilâhe illâllah"a yapışırsa, 2) Başına bir musîbet geldiğinde, "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn" derse, 3) Kendine bir nimet verildiğinde, "el-hamdü lillâh" derse, 4) Bir günah işlediğinde, "estağfirullah" derse; işte o kimseye cennette bir köşk binâ edilir." (Süyûtî, Dürru'l-Mensûr, 1/378)

Allah Teâlâ kıyâmet gününde sabreden ve istircâ edenlere vereceği şeyleri hemen bu âyetin ardından haber veriyor:

 

 

 

Af, Rahmet ve Hidâyet Yolu: Allah Yolunda Sabır

"İşte Rablerinden salevât/bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır. Ve hidâyeti/doğru yolu bulanlar da onlardır." (2/Bakara, 157)

İşte sabredenler bunlardır. Kerem sahibi Rasûlullah’ın, tatlı nimetle müjdelediği kimseler onlardır. İşte celâl sahibi Allah’ın, gerçek sabır mükâfatı olarak müjdelerle nimetlendirdiği kimseler onlardır. Rableri tarafından salevat vardır onlara. Melekler de onlar için salevat getirir. Hak Teâlâ, peygamberinin nasibine bu yüce şehidleri de ortak etmektedir. Ne yüce makamdır bu! İlâhî rahmet de vardır onlara. Allah tarafından, onların hidâyete ermiş kimseler olduklarına şehâdet edilmektedir. Bütün bunlar ihtişam ve azamet ifade eder...

İslâm saflarına tevdî edilen o ağır meşakkat ve bu tatlı âkıbet üzerinde düşünelim. Açlık, korku, malların, nefislerin, meyvelerin azlığı. Şehâdet ve ölüm. Meşakkat ve çırpınma. Nihayet yorgunluk. Ağır mükellefiyetlere hâiz uzun ve ağır yükleri hâvi bitmez tükenmez cihadın, savaşın yorgunluğu... Hak Teâlâ, bütün bunları terazinin bir kefesine koyuyor ve karşı göze de tek şey yerleştiriyor: “Rableri tarafından bağışlama ve rahmet” Hak yolunda şehâdet. Allah burada mü’minlere mutlaka dünyevî bir zafer vaad etmiyor. Onları temkin edip güçlendireceğini söylemiyor. Ganimet sözü de vermiyor. Allah’ın rahmeti, mağfireti ve şehâdetinden başka hiçbir şey vaad etmiyor. Bu vaadi ile Allah, İslâm cemaatine, hayatlarında en büyük olay olan bir şey vaad ediyordu. Zorluklarla sınanan, cihadın ateş çemberinden geçen, şehâdete gözlerini kırpmadan atılan müslümanları, bütün gâyelerden, tüm hedeflerden, her türlü beşerî arzulardan, hatta akîdenin mutlak zafere ulaşmasını arzu etmekten bile soyutluyor, temizliyor. Evet mü’minleri Hak Teâlâ’ya mutlak itaati, boyun eğmeyi, ferâgatı engelleyen şâibelerden temizleyip arıtıyordu. Mü’min, sırât-ı müstakîmin güzel ama zorlu yolunda yürürken Allah’ın rızâsı, mağfireti, rahmeti ve şehâdet arzusundan başka hiçbir şeye sarılmaz, bağlanmaz. İşte hedef, işte gâye. Ve işte sadece mü’min gönüllere sunulan tatlı semere. Ama bundan sonra Allah’ın vereceği zafer ve yardım hususunda, mü’minlerin üzerine düşen bir şey yoktur. Kazanılan zaferler, elde edilen ganimetler sırf Allah ve Allah dâvâsı içindir.

Yüce Allah’ın kendilerine ihsan etmiş olduğu rahmet, mağfiret ve şehâdet, mükâfatların en büyüğüdür. Mallar, nefisler ve meyvelerden fedâkârlığın ödülü. Korkunun, açlığın ve sıkıntıların mükâfatı. Ölümün, daha doğrusu ölümsüzlüğü seçmenin, yani şehâdetin ödülü. Terazinin bu gözü, verilen ihsanlarla daha da ağır basıyor; zira bu ihsanlar, bütün vergilerden çok ağırdır. Evet bu ihsan, zaferden daha ağırdır... İşte Allah Teâlâ’nın müslümanları, o akıl almaz fedâkârlıklara hazırlamak için tatbik ettiği terbiye metodu. Kendisini; Allah’a, Allah dâvâsına, Allah dinine adayanlara Hak Teâlâ’nın koyduğu eğitim metodu...

"İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır. Ve doğru yolu bulanlar da onlardır." Hz. Ömer (r.a.) der ki: “ Ne güzeldir iki denk ve iki ilâvesi! "İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır” âyeti iki denktir. “Doğru yolu (hidâyeti) bulanlar da onlardır" âyeti ise bunun ilâvesidir. İlâve, iki dengi denkleştirmek için yüke eklenen bir fazlalıktır. İşte onlar da bu iki nimetin yanı sıra ayrıca ilâve bir ağırlıkla donatılmışlardır.

Bu âyetlerde mü’minlere verileceği belirtilen sıkıntıların bir cezâ kabul edilmemesi gerekir; çünkü Allah Teâlâ bu belâları Hz. Peygamber ve O’nun ashâbı gibi samimi mü’minlere vaad etmiştir. Bu sıkıntılar, sabır ile beraber bulunduğunda, dinî bakımdan çok yüksek dereceler ifade ederler. Bu musîbet ve sıkıntılar, insanı ulvî derecelere tırmandıran merdivenin basamaklarıdır. Hastalıkları, sıkıntı ve benzerlerini Allah’a değil de başka ilâha, başka sebeplere nisbet eden Seneviyye’nin (Hayır ve Şer Tanrısı olarak iki İlâha inanan dinlerin) veya bunları yıldızların/burçların uğur ve uğursuzluğuna veren müneccim, falcı ve astrologların ve de bunlara inananların aksine, bütün bunlar Allah’tandır. Yine bu âyetler gösteriyor ki, insanı doyuran gıda değildir, kandıran su değildir. Aksine, doyma ve kanma gibi neticeler, gıdayı ve suyu sebep yapan Allah’ın, yapmayı âdet ettiği bir nizam ile (sünnetullah, sebep-sonuç kanunu) meydana gelir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın "Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile imtihan eder/deneriz” buyruğu, bütün bu işlerin Allah’a nisbeti hususunda açık bir hüküm ifade eder. "Âyette 'imtihan eder/deneriz' demesi, Allah Teâlâ’nın sebepleri yaratması anlamına gelir." diyen kimsenin görüşü ise, zayıftır. Çünkü âyete bu şekilde mânâ vermek mecâzî bir ifade olur. Halbuki, mecâzî ifadelere, hakiki mânâ imkânsız olduğunda başvurulur.

Salevât: Âyette geçen salevât, salât kelimesinin çoğuludur. Salât ise, aslında duâ mânâsındadır. Allah'ın, kullarına olan salâtından maksat; şu sıfatları takınan kullarını mağfiret etmesi (günahlarını affetmesi) ve medh u senâ buyurmasıdır; meleklerin salâtı istiğfâr etmeleri, mü'minlerin salâtından murad da duâ etmeleridir. Ayrıca namaz denilen büyük ibâdete de salât ismi verilmiştir. Âyette salât kelimesinin çoğul olarak salevât şeklinde ifade edilmesi, kat kat mağfiret ve rahmete delâlet etmektedir. "O (Allah Teâlâ), sizi karanlıklardan (küfür ve mâsiyetten) nûra (iman ve tâate) çıkarmak için, üzerinize, melekleriyle beraber salât eden (rahmet yağdıran)dir. Ve O, mü'minelere çok merhamet edendir." (33/Ahzâb, 43)

 

 

Bakara 154-157. Âyetlerin Kazandırdığı Ahlâkî Değerler ve Rûhî Donanımlar

1- Bu Âyetlerin Kazandırdığı Değerler Rûhî Bir Güçtür: Kur’ân-ı Kerim, insanın inandığı değerleri rûhî gücün renklerinden birer renk olarak kabul etmektedir. İnsan, önüne zaaf engelleri yığıldığında engellerin karşısına birer karşı engel edâsıyla bunları yığarak bunlardan yardım alabilir. Bunun içindir ki Kur’ân-ı Kerim, insanı bütün rûhî ve fikrî özelliklerini inceden inceye bir irdeleme faâliyeti ile incelemeye yöneltmektedir. Böylece diğer şer kuvvetlere karşı savaşında sahip olduğu gücün anlamını bilecektir. Mâlum olduğu üzere bu şer kuvvetler; şehvetler, hevâ, hırs ve tamahlar gibi kendi nefsi içinde gizli olan karşı güçler ile; hayat içerisinde mücâdele alanında karşılaştığı açık dış güçlerdir. Bundan sonra insan, güç gerçeğinin sadece insanların sahip olduğu silâhlar, insan gücü, mallar, mülkler, merkezler, üsler ve diğerleri gibi maddî imkânlardan oluşmadığını anlar. Aksine, insanın kendi içinde hissedip inandığı büyük ilkeler ve yüksek değerlerin temsil ettiği rûhî bir gücün bulunduğunu, kendi içindeki zaaf noktalarından kendisini bu gücün koruyacağını idrâk eder. Bu gücün de, en azından saldırganların kendisine karşı kullandığı güçler gibi etkin, hatta bundan daha büyük olduğunu, bundan dolayı olumsuzluklar ve musîbetler/belâlar ne kadar zorlu olursa olsun sahip olduğu bu gizli kuvvetin kendisini doğru yolda kararlılığa sürüklediğini hisseder ve bu idrâkle yoluna devam eder.

2- Ruh Terbiyesinde Âhiret Şuurunun Rolü: İslâmî akîde temeli üzerine kurulu, Kur’ânî üslûp, ölümden sonraki âhiret hayatını mü’minin kalbinde canlandırarak onun fikrini ve vicdanını, insanın hayatını tehlikeye sokaca hereketlerden (men eden ölüm karanlığının yaydığı vahşet ve korku hislerinden) arındırmak istemektedir. Böylece mü’min Allah yolunda cihad hallerinde herhangi bir korku ya da tedirginlik duymayacaktır. Bu üslûp üzerinde iki hedefi gerçekleştirmek yolunda önemle durmalıyız: Birincisi; hislerin ayrıntılarıyla derinleştirilmesi yoluyla mü’minin içindeki inancın geliştirilip güçlendirmek; ikincisi ise, dünya sevgisi ve diğer dış güçlerin insanın önüne yığdığı korku ve kuşku halleri mârifetiyle insanın içinde toplanan zaaf noktalarına gelip bu noktaları bastırıp kahretmektir. İşte bu yaklaşım ışığında Kur’anî üslûp, ölümden sonraki âhiret hayatını, ayrıntılı lezzet ve nimetleri ile canlı bir şekilde inanan vicdanlara sunmakta ve bununla dünya hayatı hislerine karşı koymaktadır. Böylece ölümden kaçma eğilimini kırarak insana daha iyi ve daha güzel bir hayatın şevkini yerleştirmektedir.

3- Belâ, Mü’min İçin Bir Gelişim Etkeni ve Sınamadır: Belâ ve musîbetlere karşı meydan okuma ruhu, çeşitli güçlük ve zorlukları, acı ve azap duyguları gibi her türlü olumsuz duygulardan uzak tabiî hayatın canlı deneyimlerindendir. Dolayısıyla bu ruha sahip olan insan bu güçlük ve zorluklar karşısında yıpranıp helâk olmak hissinden uzak olur. Bunlara karşı direnip mücâdele etmeyi, sahip olduğu güçleri geliştirici ve gücünün ne düzeyde olduğunu sınayıcı bir faâliyet olarak görür. İslâmî şahsiyetinin eğitilip olgunlaşması ve Allah’a yakın mertebelere yükselmesi yolunda, büyük sonuçlar almak uğrunda bir imtihan verdiğinin şuurunda olur. İşte bütün alanlarda, küfür ve sapık güçlere karşı Allah yolunda çalışanların giriştiği savaşlarda, bizim buna ihtiyacımız vardır. Çünkü bugünün müslümanları olarak bizler de İslâmî dâvetin başlarında ilk müslümanların karşılaştığı güçlüklerle karşılaşmak ve bütün bunlara karşı imtihan vermek durumundayız. İlk ve öncü müslümanların sabrettiği gibi biz de sabredeceğiz ki, o öncü müslümanların aldığı yüksek sonuçları alalım ve ulaştıkları büyük hedeflere ulaşalım.

4- Sabrın, akîdenin Rûhî Boyutuyla İlişkisi: Zorluklar ve darlıklar karşısında sabra çağrı, diğer çevrelerin değişik üslûplarıyla yönelttikleri çağrılara benzemez. Çünkü bu sabır çağrısı olumlu ve olumsuz sonuçlar karşısında kişisel insanî değerler üzerine kuruludur ve bu çağrıyı yapan Kur’ân-ı Kerim konuyu inanca, Allah’ın rızâsına, sevgisine ve rahmetine bağlamaktadır. Böylece insan, bulunduğu her durumda kendisini dünyaya bağlayacak, kendini alçaltarak onun maddî ilişkilerine boyun eğdirecek, maddîleşmeden uzaklaşacaktır. İnsan, âhiret hayatı düzeyinde Allah’ın rızâsına, affına ve mağfiretine ulaştıracak olumlu sonuçlar elde ettikten sonra, dünya hayatı düzeyinde karşılaşacağı bütün olumsuz sonuçları altedebilecek güce ulaşmış olacaktır. Böylece de bütün durum ve şartlarda insanî zaaf noktalarından hiçbirine yakalanmadan, kendisini Allah’ın doğru yoluna bağlanmaya ve gereklerine uymaya iten, canlı ve güçlü etkenleri yakalamış olacaktır.

 

 

Allah’ın Şiarlarından Bazıları: Safâ, Merve, Hac ve Umre

“Safâ ile Merve şüphesiz Allah’ın şiarlarından/alâmetlerindendir. Kim Beytullah’ı hacc/ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde bir günah yoktur. Kim gönüllü olarak (tetavvû/nâfile) bir hayır/iyilik yaparsa, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir.” (2/Bakara, 158)

Şeâir: Bu âyette geçen "şeâir" kelimesi, şaîrenin çoğuludur. Bu ise, şiar ve alâmet demektir. İşte Safâ ve Merve gibi hac vazifelerinin yapıldığı yerler, Allah'a ibâdet edilmeye vesile olan nişanlar olduğundan, bunlara şeâir denmiştir.

Bu âyetin nüzul sebebi hakkında çeşitli rivâyetler vardır. Fakat İslâm’ın inşâ ettiği tasavvur ve rûhî mantık kurallarına en yakın olan, şu rivâyettir: Bazı müslümanlar; câhiliyye devrinde, Safâ ile Merve arasında sa’y yaptıklarından dolayı, umre ve hac yaparken bu iki tepenin arasını sa’y etmekten çekiniyorlardı. Zira câhiliyye devrinde, bu iki tepenin üzerinde Es’af ve Nâile adında iki put bulunuyordu. Bu yüzden müslümanlar, câhiliyye devrinde yaptıkları gibi Safâ ile Merve arasını tavaf etmeyi bir türlü uygun bulmuyorlardı. İmam Buhârî şöyle rivâyet ediyor: Bu âyetin nüzul sebebi olarak kendisine sorulan soru üzerine Enes bin Mâlik (r.a.) dedi ki, “Biz Safâ ile Merve meselesini câhiliyye işi kabul ediyorduk. İslâm gelince, buraları tavaf etmekten sakındık. Bunun üzerine Allah bu âyeti indirdi.” Şa’bî (r.a.) diyor ki: Es’af adındaki put, Safâ’nın üzerindeydi. Nâile putu ise, Merve’nin üstündeydi. Câhiliyye devrinde ikisine de Kureyşliler ellerini yüzlerini sürüp onları istilâm ediyorlar (selâmlıyorlar)dı. İslâmiyet’ten sonra, her ikisini de tavaf etmekten vazgeçtiler. Bunun üzerine yukarıdaki âyet nâzil oldu.

Bu âyetin nüzul tarihi hakkında kesin bir rivâyet yoktur. En tercihe şâyân olan kavil, bu âyetin kıblenin değiştirilmesini emreden âyetten sonra inmiş olmasıdır. O yıllarda Mekke, müslümanlar için bir dârulharp olmuştu. Buna rağmen müslümanlardan bazıları, bireysel olarak hac ve umre yapma imkânını buluyorlardı. Bunlar, Safâ ile Merve arasını tavaf etmekten çekinmekte idiler. Bu hareketleri, aldıkları terbiyenin ve ruhlarında iman mefkûresinin meydana getirdiği aydınlığın ifadesiydi. Ve bu aydınlık, câhiliyye devrinde yaptıkları her şeyden onları alıkoyuyordu. Bu bakımdan o derece hassas idiler ki, câhiliyye devrinde yaptıkları her şeyden çekinir oldular ve o şeylerin İslâm’da yasak olduğu hükmüne vardılar. Birçok münâsebetle müslümanların bu hassâsiyetlerine açıkça rastlanmakta idi. Ve bunun müsbet tesirleri, ruhlarının derinliklerine kadar inmişti. Onlarda, şuurlu bir itiraf hassası meydana getirmiş ve bu itiraf duygusu câhiliyye devrinden kalma âdetlerine nefretle bakmalarını sağlamıştı. Artık ne o hayat kendilerinin, ne de kendileri o hayatın malı olabilecekti. O kokmuş, o âdî ve denî hayata dönüş diye bir şey tasavvur olunamazdı!

Müslümanların, bu son hayat safhalarını gözden geçirdiğimiz zaman, bu akîdenin sahâbe gibi öncülerin hayatında meydana getirdiği müthiş tesirleri hayretle müşâhede ederiz. Hayat tasarruflarında öylesine kâmil bir değişme, bir devrim olmuştu ki, sanki Hz. Peygamber bunları tutup, var gücüyle silke silke bütün pisliklerini dökmüş ve elektrik akımının atom parçalarına yeni şekiller verdiği gibi, bünyelerindeki hücreleri yeni bir düzene sokmuş, yeni bir dokuyuş ile dokumuştu.

İşte İslâm budur! Câhiliyye devrine âit şeylerden tamamen sıyrılıp o devrin her türlü gelenekleriyle alâkayı kesmek... Allah nizamının yeni tasavvurunu her cephesiyle kalplere yerleştirebilmek için, câhiliyye devrinin gönüllerdeki kalıntılarını söküp atmak... İşte, ancak bunlar tahakkuk ettikten sonradır ki İslâm, beis görmediği bazı câhiliyye âdetlerinin tatbikatına müsaade etmiştir. Fakat, öncelikle onları aslından kopararak, İslâm rotasında eritir. Artık müslüman, onları yaparken câhiliyye devrinden kalma bir âdet olduğu için değil; İslâm mefkûresine istinad eden yeni bir emir saydığı için yapar. İşte burada, o derin terbiye nizamının bir örneğini görüyoruz. Âyet-i kerime, Safâ ile Merve’nin Allah’ın şiarlarından bir şiar olduğunu bildirerek başlıyor: “Safâ ile Merve şüphesiz Allah’ın şiarlarından/alâmetlerindendir.” O halde buraları tavaf eden kimse, sadece Allah’ın şeâirinden birisini îfâ etmektedir. Safâ ile Merve arasını tavaf (sa’y) eden kişinin gâyesi, Allah’ın emrine itaattir. Şu halde câhiliyye devrinden arda kalan tavaf ile bu tavaf arasındaki bağların hepsi kopmuştur. Bu tavaf, Es’af ve Nâile gibi câhiliyye devri putları için değil; yalnız Allah için yapılmaktadır. O takdirde sakınmağa ve günah saymağa mahal yoktur. Durum, hiç de eskisi gibi değildir. Bu yöneliş, evvelki yönelişten ayrıdır.

Mekke’de Kâbe’nin hemen yakınında bulunan Safâ ve Merve adındaki iki kayalık tepe arasındaki sahanın, Hz. İbrâhim’in Allah’ın emri ile Hâcer’i ve bebek yaştaki oğlu Hz. İsmâil’i çölde terkettiği ve anne Hâcer’in acı ve ıstırap çektiği mekân olduğu rivâyet edilir. Susuzluktan kıvranan ve çocuğunun hayatından endişeye kapılan Hâcer, iki kaya arasında koşup duruyor ve yardım için Allah’a yalvarıyordu. Sonunda Hâcer’in Allah’a güveni ve sabrı, hem kendisini ve hem de çocuğunu susuzluktan dolayı ölmekten kurtaran bir su kaynağının, bugüne kadar gelen ve Zemzem kuyusu diye bilinen suyun keşfiyle mükâfatlandırıldı. Hâcer’in bu şiddetli imtihanının ve Allah’a güveninin hâtırasıyla Safâ ve Merve, İslâm öncesi zamanlarda bile imanın ve sıkıntılara göğüs germenin sembolleri olarak görülmeye başlandı ve bu özellik, Safâ ile Merve’nin neden sabır ve Allah’a güven erdemlerini konu alan âyetler içinde zikredildiğini de açıklamaktadır.

“Kim Beytullah’ı hacc/ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde bir günah yoktur.” İslâmiyet, daha evvel Arapların yaptıkları hac âdetlerinin birçoğunu kabul etti. Putçuluğa ve câhiliyye evhâmına taalluk eden şeylerin hepsini de sildi attı. Kabul ettiklerini de İbrâhim (a.s.)’e Rabbi tarafından öğretilen âdetler/ibâdetler/menâsik olması vasfıyla İslâm mefkûresine bağladı. Umre de hac gibidir. Yalnız belirli bir vakte bağlı değildir. Ve Arafat’ta vakfesi yoktur. Hem hacda, hem de umrede Safâ ile Merve arasını tavaf etmek, usûl ve erkândandır. Âyet-i kerime, mü’minleri mutlak hayra teşvik ederek son buluyor: “Kim gönüllü olarak bir hayır/iyilik yaparsa, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir.” Bu ifade ile tavafın hayırlı olduğuna işaret edilerek mü’min gönüllerdeki çekingenlik yok ediliyor. Ve gönüller huzura kavuşturuluyor. Bu takdirde Allah’ın, tavafı hayır kabul edip, îfâ edenleri mükâfatlandıracağı belirtiliyor. Allah Teâlâ, kalplerde gizlenen her türlü niyet ve şuurlara vâkıftır.

“Kim gönüllü olarak (tetavvû/nâfile) bir bir hayır/iyilik yaparsa, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir.” Tetavvu': Âyette geçen tetavvu' kelimesi, Emrolunmadığı halde sırf kendi gönlünden koparak hayır işlemektir. İşte, farz ve vâcip olmayan sünnet ve nâfileleri işlemek, kulu Rabbına yaklaştırır. Nitekim, bir hadis-i kutsîde şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz Allah şöyle buyurdu: 'Her kim Benim bir dostuma (Bana gerçek anlamda iman edip ihlâsla Bana kulluk/ibâdet eden bir kuluma) düşmanlık ederse, Ben de ona savaş ilân ederim. Kulum Bana, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli olan hiçbir şeyle yaklaşamaz. Kulum Bana, nâfile ibâdetlerle de yaklaşmaya devam eder. Nihayet Ben onu severim. Ben kulumu sevince, artık işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı (mesâbesinde) olurum. (Diliyle de) her ne isterse muhakkak onları da kendisine ihsan ederim. Bana sığınmak isteyince de muhakkak kulumu sığındırır, korurum. Ben, yapmak istediğim hiçbir şey hakkında, mü'minin ölümü karşısındaki tereddüdüm gibi tereddüt etmedim. Çünkü kulum, ölümden hoşlanmıyordu, Ben de kuluma acı gelen şeyi sevmiyordum." (Buhârî, Rikak 38, hadis no: 6137). Görüldüğü gibi, mü'min kul, tetavvû', yani nâfilelerle, Allah Teâlâ'ya yaklaşa yaklaşa nihayet Allah Teâlâ, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olur. Elbette, bu ifâdeler mecâzî anlamdadır. Her işittiğini hak kulağıyla işitir, her gördüğünü hak gözüyle görür, her bildiğini hak bilgisiyle bilir; firâset ve basîret sahibidir, Allah'ın nûruyla bakar. İşlerinde şaşmaz, yanılmaz, aldanmaz, aldatılmaz, murâdına erer; Allah ile kendisi arasında bu derece yakınlık kazanır.

"Sizin biriniz (kasıtsız olarak) farz namazlarından bir şey eksik ederse, Allah Teâlâ mutlaka onu (eksik kıldığı farz namazları) nâfilesinden tamamlar." (Ahmed bin Hanbel, 5/429)

"Sizin herhangi biriniz (gece) uyuyunca şeytan onun boyun köküne üç düğüm bağlar. Her düğüme: 'Senin üzerinde uzun bir gece vardır (rahat uyu!' telkinini) vurur. O kimse, uyanıp Allah'ı anarsa bir düğüm çözülür. Abdest alırsa bir düğüm daha çözülür. Namaz da kılarsa bir düğüm daha çözülür. Artık o (teheccüd sahibi) kimse, gönlü hoş ve neşeli olarak sabaha girer. Fakat, Allah'ı zikretmez, abdest alıp namaz kılmazsa, gönlü kirli ve uyuşuk halde sabaha girer." (Buhârî, Teheccüd 12, Bed'ü'l-Halk 11; Müslim, Müsâfirîn 207; Ebû Dâvud, Tatavvû 18; İbn Mâce, İkame 174; Muvattâ, Sefer 95)

Hadiste geçen düğüm hakkında âlimler şu açıklamaları yapmıştır: İbn Melek: "Bir tembellik ve atâlet/gevşeklik düğümüdür ki, şeytan bu tembelliği gâfillerin üzerine yükler." Tıybî: "Şeytanın gaflet ehlini ağırlaştırması ve bunları, bağlamış gibi hareketten alıkoymasıdır." Beyzavî: "Şeytanın düğüm bağlaması, uykuyu tatlılaştırıp süslemesi ve o kimsede, uykuya karşı derin bir sevgi uyandırması yerine kullanılmıştır. Düğümlerin üç tane olması da, şeytanın, Allah'ı zikre, abdeste, namaza karşı birer düğüm atarak bu üç ibâdetten ğâfil ederek alıkoymasından dolayıdır." Yine, bu düğüm, kalbin düğümünden, azim ve irâdenin felce uğramasından ibârettir diye tefsir edilmiştir. Bu hadis-i şeriften anlaşıldığına göre, Allah'ı zikretmek, abdest almak ve namaz kılmak, şeytanı ve onun telkinlerini, nefsin şer ve fesada olan temâyülünü defeder. Bir de teheccüd kılanlar, gözü nurlu, gönlü sürurlu olarak yeni günün sabahına girerler. Bu neşe ve sevinç, teheccüd sahiplerinin yüzünde parlar ve açıkça görünür. Her günün hayır ve bereketi, vücudun sıhhat ve zindeliği de o günün fecriyle birlikte onun için ve onun yüzünde de doğar.

"Kim gece çok namaz kılarsa, gündüz onun yüzü güzel (nurlu) olur." (İbn Mâce, İkame 174, hadis no: 1333). İmam Sindî bu hadisin mânâsı hakkında şöyle der: "Gece namazına devam eden ve bunu bol yapanın yüzünde ibâdet nûru ve kabul belirtisi görülür. Mânevî bir güzellik, açıkça müşâhede edilir. Bunun anlamı, "Onların yüzlerindeki sîmâları/alâmetleri, secde izindendir (,onunla tanınırlar)." (48/Fetih, 29) âyet-i celîlesine uygundur. Müslümanlardan çok kimse, gece namazına devam edenleri, yüzlerindeki nurla tanır.

"Şüphesiz ki Allah mühlet verir; tâ ki gecenin ilk üçte biri gittiği vakit en alt semâya nüzul buyurarak: 'Var mı istiğfâr eden, var mı tevbe eden, var mı isteyen, var mı duâda bulunan?' der. Bu, tâ fecir aydınlanıncaya (imsâk oluncaya) kadar (böyle devam eder)." (Müslim, Müsâfirîn 172; Ahmed bin Hanbel, II/383, III/343)

"Ramazandan sonra en fazîletli oruç, Allah'ın ayı olan Muharrem'de tutulan oruçtur. Farz namazdan sonra en fazîletli namaz, gece namazıdır." (Müslim, Sıyâm 2)

"Bir kimse, geceleyin ehlini (ailesini) de kaldırarak (nâfile) namaz kılarlar veya beraber iki rekât kılarlarsa, ikisi de Allah'ı çok zikreden erkeklerden ve kadınlardan (zâkirîn ve zâkirâttan) yazılırlar." (Ebû Dâvud, Tetavvû 18, hadis no: 1309; Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl 5, 17; İbn Mâce, İkame 175; Ahmed bin Hanbel, I/132, II/250)

"Gece kalkıp namaz kılan, âilesini de uyandıran, hanımı uyanmazsa yüzüne su atarak uykusunu kaçıran erkeğe Allah merhamet etsin. Gece kalkıp namaz kılan, kocasını da uyandıran, uyanmazsa yüzüne su atan (onu namaza kaldıran) kadına da Allah rahmet etsin." (Ebû Dâvud, Tetavvû 18, hadis no: 1308; Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl 5; İbn Mâce, İkame 175; Ahmed bin Hanbel, II/250)

"Kıyâmu'l-Leyl'i (gece namazını) ihmal etmeyin; çünkü o, sizden önceki sâlih kişilerin âdetidir. Ve aynı zamanda gece ibâdeti, Allah'a yakınlık, günahtan sakınma, kötülüklere keffâret ve hastalıkları bedenden kovmaktır." (Tirmizî, Deavât 102, hadis no: 3780)

"Gerçekten, gecede öyle bir saat (an, vakit) vardır ki, müslüman bir kimse o âna rastlar da, Allah'tan dünya ve âhiret işlerine ait bir hayır isterse, o isteğini Allah kendisine mutlaka verir. Bu, her gece böyledir." (Müslim, Müsâfirîn 166, hadis no: 166)

 

 

 

Hakkı Gizlemenin Cezâsı: Allah’ın Lâneti

"İndirdiğimiz açık delilleri ve Kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz hidâyet yolunu gizleyenlere hem Allah hem de bütün lânet ediciler lânet eder." (2/Bakara, 159)

Bu konuyla ilgili Kur'an'da yine şöyle buyrulur: "Bildiğiniz halde, bile bile hakkı ketm etmeyin (gizlemeyin)." (2/Bakara, 42) "Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır." (2/Bakara, 174) "Ey ehl-i kitap! Neden hakka bâtılı karıştırıyor ve bile bile hakkı/gerçeği gizliyorsunuz?" (3/Âl-i İmrân, 71)

Muaz bin Cebel ve bazı sahâbiler, yahûdi bilginlerinden bir gruba Tevrat'taki bazı hükümleri sordular. Yahudiler bu bilgileri gizlediler ve haber vermekten kaçındılar. Bunun üzerine şu âyetler nâzil oldu: "İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz Kitaptan insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak tevbe edip, durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır. Onları bağışlarım; çünkü Ben tevbeyi çok kabul eden ve çokça merhamet edenim." (2/Bakara, 159-160)

Âyet-i Kerime'nin hükmü yalnız yahûdilere değil; Allah'ın âyetlerini gizleyen ve şer'î hükümleri açıklamayan herkese şâmildir. Çünkü âyetin ifade tarzı genel anlam ifade eder. Âyet, Allah'ın dininden olup da yayılmasına ve duyurulmasına ihtiyaç duyulan herhangi bir ilmi ve hükmü gizleyen herkesi içine alır. Allah’ın indirdiğini gizlemek, dünya menfaati için onu söylememek veya tahrif ederek söylemek, insanın başına lânet yağdırır. Allah’ın dinine dair bir şey bilen, onu bilmeyenlere öğretmek, soranlara söylemek zorundadır. Dilini eğip bükmeden, hakka bâtılı karıştırmadan, yuvarlamadan, olduğu gibi dosdoğru söylemelidir. Hakkı gizlemek, dâvet ve tebliğ görevinin geçersiz kalmasına yol açar, İslâm’ın hâkim olmasını geciktirir. Bu ise tüm insanlığın mahvı demektir. Bundan dolayı hakkı gizlemek, Allah’ın ve bütün lânet edebileceklerin lânetine müstahak kılacak derecede ağır bir günahtır. İnsan, kendi şahsına münhasır bir günah işleyip tevbe ederse Allah ğafûr ve rahîhimdir; onu affeder. Fakat Hz. Allah hakkı gizleyenleri, indirdiği dini ve hidâyeti tahrif edenleri yalnız kendi lânetiyle de değil; bütün canlıların lânetiyle cezâlandırır. Hadis-i şerifte şöyle buyrulur: "Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyamet gününde ateşten bir gem vurulacaktır." (Ebû Dâvud, İlm 9, hadis no: 3658; Tirmizî İlm 3, hadis no: 2651). Sahâbiler de bu âyeti aynı şekilde herkese şâmil olarak anlamıştır.

Hakikat/Gerçek, Âlimlerin Yanında Allah’ın Emânetidir: Bildiğini başkalarına öğretmek, Allah’ın, insan üzerinde bulunan bir hakkı olduğu içindir ki, ilk İslâm âlimleri Kur’an ve din ilimlerini öğretme karşılığında ücret almayı câiz görmemişlerdir. Herhangi bir olaya tanık olup da bir menfaat veya adam kayırma yüzünden olayı gizleyen veya yalancı şâhidlik yapan kimse de âyetin tehdidi altına girer. Kur’an’a göre müslüman, hiçbir halde doğruluktan ayrılmaz. Akrabasının, annesinin babasının, hatta kendi nefsinin aleyhinde dahi olsa hakkı gizlemez, doğruyu söylemekten kaçınmaz. İşte böyle bir toplumda haksızlık olmaz, cinâyetler işlenmez. Allah’ın emirleri uygulanır. Yuvalara mutluluk, kalplere huzur dolar. Bütün toplumu İlâhî saâdet kucaklar.

Hidâyete, mutlak hakikate âit bazı bilgilere sahip olan insan, bunu diğer insanlara açıklamakla sorumludur. İnsanlar, kendisinden, sahip olduğu gerçeği açıklamasını isteseler de, gâfil bulunup iltifat etmeyip sormasalar da, bildiği hakikati insanlardan gizleyip saklaması, bir mü'min için câiz değildir. Çünkü bu, gerçeği saklamak ve risâleti gizlemektir. Böyle olumsuz bir tutum, insanların dalâleti ve doğru yoldan şaşmaları, cehâlet ve tuğyan içinde kaybolmaları sonucuna götürür. Böyle bir durum, insanların gözlerini ve kalplerini hakikate açsınlar ve onlara dosdoğru ve apaçık bir metod üzere hayatın yolunu çizsinler diye peygamber gönderen, kitaplar indiren İlâhî sünnete de aykırıdır. Peygamberlerin ömürleri sınırlı, risâlet ve kitapların ulaşım araçları da belli kayıtlara tâbi olunca, peygamberlere uyanlara, aynı zincirin ard arda gelen halkaları misali rasullerin tebliğ ettiği emâneti nesilden nesle taşımak düşecektir. Böylece halkalar bir tek zincir oluşturacak şekilde uyumlu olarak birbirine bitişecek, hayatı aşama aşama hareket ettirip yükseltecek kararlı bir program üzerinde oluşturacaktır. Eğer böyle bir sorumluluk olmasaydı, bütün risâletler, ilk tâbilerinin ölümüyle birlikte ölerek kaybolup gider, yeryüzüne tekrar çıkmak için yeni bir risâlet beklerlerdi. Bundan dolayı, böyle önemli ve evrensel bir mesele, soracakların sorularına ve araştırmacıların sıkıştırmalarına bağlanamaz. Çünkü insanlar uyuşturucu bir gaflete dalabilirler. Veya düşüncelerini doğal akış ve yüceliş yolundan saptırıcı kötü yönlendirmelere uğrayabilirler. Böylece soracakları sorulardan uzak gündemlere dalabilirler. Bundan dolayı Allah’ı ve O’nun İslâmî hükümlerini bilen insanların sorumlulukları oldukça büyüktür. Bu büyük mes’ûliyetin oranı da sahip oldukları ilmî güce, toplum hayatındaki ilmî ağırlık ve konularına ve Allah’a dâvet yolunda kullanabilecekleri toplumsal güç ile doğru orantılıdır. Özellikle de İslâmî düşüncenin ve İslâmî esasların Allah’ın düşmanları tarafından önüne sürülen tehlike ve tehditlerle karşı karşıya bulunduğu durumlarda. İslâm dışı çevrelerin her türlü kurumlarla, medya organları ve propaganda araçlarıyla İslâm’a saldırıda bulunduğu, İslâm’ı çarpıttığı, tahrif etmeye çalıştığı, halkı saptırdığı, bazen Allah’ı unutturarak, bazen de Allah’la kandırarak insanları Allah’tan uzaklaştırdıkları durumlarda, bu sorumluluk daha büyümektedir. İslâmî gidişi engelleyip aksatacak bir tutum olan bilgisiz ve gâfil kimselerden Allah’ın onlara doğru yolu bulsunlar diye göndermiş olduğu gerçeği gizlemek İslâm’a ve müslümanlara ihânet hükmündedir.

Bu âyet, bir İslâmî temel ilkeyi beyan etmektedir. Bu ilke; İlim sahibinin bir imtiyaz değil; sorumluluk sahibi olduğudur. Bu ilke, insanları bu sorumluluk altında ihlâsla çalışmaya ve Allah’ın gerçeğini diğer insanlara tebliğ ederek, hiçbir hakikati gizlememeye ve herhangi bir hakkı saklamamaya, aksine kapsamlı bir dâvetle yalın gerçeği tüm açıklığıyla sergilemeye çağırmaktadır. “Onlar ki, Allah’ın gönderdiği emirleri tebliğ ederler, duyururlar. Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah herkese yeter.” (33/Ahzâb, 39)

Ebû Hüreyre'nin, şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Eğer Allah'ın Kitabındaki şu iki âyet olmasaydı, size hiç bir hadis rivayet etmezdim" Ebû Hüreyre, ilmi gizlemeyle ilgili yukarıdaki iki âyeti (Bakara, 159 ve 160. âyeti) okumuştur (Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. ve Şerhi, c. 1, s. 115). Müteahhirûn/sonraki âlimlerden bazıları hariç, âlimlerin çoğu, ilmi gizlemeye yol açacağı endişesiyle, yukarıdaki âyete dayanarak, Kur'an okuma karşılığında para almanın câiz olmadığını söylemişlerdir. Onlara göre âyet, hükümleri açığa vurmayı, yaymayı ve gizlememeyi emrediyor. Bir kimse, edâsı kendisine gerekli olan bir amel için ücret alamaz. Namaz kıldığı için ücrete hak kazanamaması gibi. Çünkü namaz, Allah'a yaklaşmak için yapılan bir ibâdettir. Bu yüzden namazı öğretmek karşılığında alınacak ücret câiz olmaz. "Hakikat güneşini örten bulutların en kesifi menfaattir."

İlmi gizlemekle ilgili Bakara sûresi 159-160. âyetlerinden çıkarılan hükümleri ve dersleri açıklayan Sâbunî, Ahkâm Tefsirinde şunları belirtir: "Âlimlerin ilmi gizlemesi, üzerlerindeki öğretme emânetine hiyânettir. İslâmî ilimleri yaymak veya yayılmasına vesile olmak, beşeriyetin hidâyete gelmesi için vaciptir. Şer'î hükümlerden birisini gizleyen kimse, ebedî lânete uğrar. Yalnız tevbe etmek kâfi değildir. Tevbeyle beraber yaşayışını ıslah etmesi ve amellerinde ihlâslı olması gerekir.

Allah, açık açık indirdiği âyetleri ve doğruyu, yalnız insanlığı doğru yola ve hayra sevketmek için göndermiştir. Dinî ilimleri ketmetmek ve halka öğretmemek ise, peygamberlerin tebliğ etmekle vazifeli bulunduğu yüce göreve ve âlimlere emânet edilen tebliğ vazifesine hiyânet etmektir. Zira Allah, kitap gönderdiği kimselerden emirlerini hemen insanlara anlatmaları ve onu gizlememeleri için mîsak (teminat) almıştır. Allah, halkın muhtaç olduğu bir şeyi bilhassa dinî meseleleri ketmeden ve şer'î hükümlerden herhangi bir hükmü gizleyip söylemeyenlerin, çok elem verici bir azaba düşeceklerini te'kitle beyan ediyor. Çünkü herhangi bir İslâmî meseleyi ketmetmek, büyük günahtır. Bu fiili yapan kimse, lânetlenmeyi ve Allah'ın rahmetin den uzaklaşmayı hak etmiştir.

Günümüzde Allah’ın âyetlerini gizlemek, daha çok şu şekillerde oluyor: 1) Belirli otorite tarafından Kur’an’ın mânâsını anlamaya giden yolu tıkamak, zorlaştırmak, unutturmak, tahrif etmek gibi yollarla, 2) Bildiği halde, hakkı söyleyince bazı çıkarları zedeleneceği, bâtıl düzenin memurluğundan atılacağı, resmî ve rızıkla ilgili problemlere uğrayacağı gibi endişelerle hakkı ketmetmek.

İlmi yaymak ibâdet olduğu gibi, onu ketmetmek de cinâyettir. Zira Rasûlullah "din hususunda benden duyduğunuzu tek bir âyet de olsa tebliğ ediniz" buyurmuştur."

İlmini ketmeden, câhil menzilesindedir. "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır." "En fazletli cihad, zâlim sultana karşı hakkı söylemektir." (Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 538). Bazen hakkı söylemekten dolayı başımıza belânın gelmesi, söylememekten dolayı öteki dünyada gelecek belânın yanında hiç kalır. Hz. İbrâhim'in iki ateşten en ehvenini seçmesi, seçtiği o ateşin de acı vermekten çıkması gibi, ne tatlıdır hakkı savunmaktan dolayı başa gelenler! Çünkü "hak yolunda yuvarlanan merdâne olur."

İlmi Gizlemek: Âlimler, sahip oldukları ilimleri başkalarına aktarmak zorunda mıdırlar? Başka bir deyimle, ilmi gizlemek, kınanan ve suç sayılan bir iş midir? Kur'ân-ı Kerim'de bu konuda yahûdi ve hıristiyanlarla ilgili olduğu halde, hükmü müslümanları da kapsayan bazı âyetler vardır. "İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz Kitap'da insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak, tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır; onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça merhamet edenim." (2/Bakara, 159-160)

"Allah'ın indirdiği Kitap'tan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah, ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlar doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfiret bedeli olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar, ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar! O azabın sebebi, Allah'ın, kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı yorum yapıp) Kitap'ta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir." (2/Bakara, 174-176)

Âyet-i kerimelerin hükmü, yalnız ehl-i kitaba değil; Allah'ın âyetlerini gizleyen ve şer'î hükümleri açıklamayan herkese şâmildir. Çünkü âyetin ifade tarzı, usûl âlimlerinin de dediği gibi özel sebebe bağlı olmaksızın genel anlam ifade eder. Hadis-i şerif, bu konuda müslüman bilginlerin sorumluluğunu aynı sertlikle ifade eder: "Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyâmet gününde ateşten bir gem vurulacaktır." (İbn Mâce, Mukaddime 24, hadis no: 261; Tirmizî, İlm 3, hadis no: 2787). Sahâbiler de bu âyeti aynı şekilde anlamıştır. Ebû Hureyre'nin şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Eğer Allah'ın kitabındaki bir âyet olmasaydı, size hiçbir hadis rivâyet etmezdim." Ebû Hureyre, bundan ilmi gizleyenlerle ilgili olan âyeti okudu. (Ebû Hayyan, el-Bahru'l-Muhît I/454)

"Kıyâmet gününde bir adam getirilir ve cehenneme atılır da cehennem değirmen merkebinin taşlarıyla (buğday) öğütmesi gibi onu öğütür. Bunun üzerine cehennem halkı onun başına toplanır da: 'Ey filan, sen ma'rufla emrediyor ve münkerden nehyediyor değil miydin?' derler. O da: 'Evet, ben ma'rufla emrederdim de onu kendim yapmazdım ve yine ben, münkerden nehyederdim de, onu kendim işlerdim' der." (Buhârî, Fiten, 17; hadis no: 46; Müslim, Zühd 7, hadis no: 51 (2989)

Âlim, bilmeyen kalabalığa gerçek ve doğru yolu gösterici olması bakımından "Rabbinden sana indirilen gerçekleri insanlara bildir." (5/Mâide, 67) İlâhî emrine muhâtap olan peygamberin izindedir. "Onlar ki, Allah'ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olara Allah (herkese) yeter." (33/Ahzâb, 39)

Kur'an'ın itikadda hedefi iki şey üzerinde yoğunlaşır. Bunlar: İlmî tevhid ve amelî tevhid'dir. Allah Rasülü, bu iki tehvidi sağlamk için gönderilmiş, diğer peygamberlerin daveti de yine bunları üzerine olmuştur. Çünkü saadet, manevî kemal şu iki şeyden gelir: Faydalı ilim ve sâlih amel. İlmî tevhid, faydalı ilim; amelî tevhid de sâlih ameldir. Faydalı ilim, Allah'ı bilmek; sâlih amel de Allah'ın emri gereği hareket etmektir. Faydalı ilim, iman ile, Peygamberin haber verdiği şeyleri tasdik etmek; sâlih amel de şeriki olmayan tek bir Allah'a kulluk ve Rasûlü'ne itaattir ki İslâm dini de işte budur.

Bize düşen, müslümanlığı gâye edinmek ve onu hayatın mihveri saymaktır. Artık bize gereken, Rasûl'ün dünyaya bıraktığı "mîras" ile kalbimizi diri tutmak, böylece fikrimize ve hayat yolumuza aydınlık ufuklar açmaktır. Üzerimize borç olan, fikrimizi ve ilmimizi Allah'ın nimeti kabul etmenin gereği olarak Allah yolunda kullanıp O'na fiilî şükrümüzü yerine getirmek, kulluğumuzu kanıtlamak. Bir hayat ki, tüm kurumları ile vahyi reddeder, kurumlarını, kurallarını, ilkelerini bâtıl tanzim eder ve ilim diye takdim edilen bilim, yalnızca yanlışın aracıdır. İnsanın övünçle, aldatıcı bir güvenle taşıdığı dünyada bile pek bir şeye yaramayan diploma ve etiketten ve tehlikeli ve faydasız bir yükten ibarettir; Artık o bilgi bir silâhtır, ama yalnızca imhâ ve intihar etmek için kullanılacak bir silâhtır. Bu bilgi ve onun taşıyıcıları, dalâletin hâmili, hakikatin katilidirler. Onlar, sırat-ı müstakimin önünde eşkıyâdır; hak yolu keser, hevâya ve tâğutlara kulluğa giden yolları açarlar. İlmiyle âmil bir âlim olamayıp sadece bilgi taşıyıcıları olanlar da bunların değirmenine su taşımaktadırlar. Bir depremlik, bir kıyamlık canı olan ölümcül sistemi canlandırmak için ilmi koltuk değneği ve payanda gibi dayarlar.

"İndirdiğimiz açık delilleri ve Kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz hidâyet yolunu gizleyenlere hem Allah hem de bütün lânet ediciler lânet eder." (2/Bakara, 159). Ensardan bir topluluk, yahûdilere Peygamberimiz’in Tevrat’taki vasıflarını ve hükümle ilgili bazı âyetleri sormuşlardı. Yahûdiler gizlediler, söylemediler. Onun üzerine bu âyet inmiştir. İbn Abbâs, Mücâhid, Hasan, Katâde, Rebî’, Süddî ve Asam’dan bu âyetin gerek yahûdi ve gerekse hıristiyan Kitap ehli âlimleri hakkında indiği de rivâyet edilmiştir. Fakat sebebin özel oluşu, hükmün genel olmasına mâni olmayacağından, âyetin hükmü; din işleriyle ilgili olarak bildiği herhangi bir gerçeği gizleyip söylemeyenlerin hepsini içine almaktadır.

Bunun için Ebû Hüreyre (r.a.), çok hadis rivâyet ettiği söylendiği zaman: “Kur’an’da iki âyet -ki biri bu (2/Bakara, 159), diğeri bunun benzeri Bakara, 174. âyeti- olmasaydı, hiçbir hadis rivâyet etmezdim” demiş ve bu âyetleri okumuştur (Buhârî, İlim 42, Vudû’ 24, Hars 21; Müslim, İman 229; Muvattâ, tahâret 29). Bunun için din işleriyle ilgili hiçbir ilim gizlenmemelidir. Zira Allah Teâlâ bu âyette buyuruyor ki: “Bizim indirdiğimiz apaçık delilleri, Allah’ın emrine, hükümlerine, irşâdına ve bunlara iman edip uymanın gerekli oluşuna işaret eden ve hidâyetin kendisi olan âyetleri ve delilleri, O Kitapta veya bu Kitapta, gerek Tevrat, İncil ve gerekse Kur’an cinsi bir Kitapta insanlara açıklamamızdan sonra, o insanlar içinden, bunları gizleyenler, yani ikrar ve itiraf etmeyen, ihtiyaç anında söylemeyen veya yaymayan, yahut yayılmasına engel olan, yahut onu tamamen veya kısmen değiştirip karıştırmak gibi yollarla gizleyenler, kim olursa olsun, işte bunlar var ya, bu gizlemelerinden dolayı mutlaka Allah bunları lânetler ve bütün lânet edebilecek, lânet duâsı yapabilecek olanlar da bunları lânetler. Kısaca bunlar, her zaman ve her taraftan hakkıyla lânetlenecek olan mel’unlardır.” Şüphesiz ki, “Hakka karşı, haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” Şeytan ise daima lânetlenmiş ve kovulmuştur.

 

 

 

Tevbe Edip Hallerini Islah Edenlere Allah Merhamet Eder

"Ancak, tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır. Zira Ben onların tevbelerini kabul ederim. Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça merhamet edenim." (2/Bakara, 160)

“Tevbe edip durumlarını düzeltenler...” ifadesinden sonra, “Ve beyyenû -ve gerçeği açıklayanlar-” buyrulması, gizleme günahının tevbesinin, mutlaka zıddı olan beyan ve açıklama sevabını işlemeye bağlı bulunduğunu anlatır. Demek ki, her günahın kendine mahsus bir tevbesi ve her çeşit inkârın bir iman tarzı vardır. Bir kayda bağlı olmamak üzere her tevbe, her günahın tevbesi olamaz. Kısaca apaçık bir hakkı/gerçeği gizlemek küfürdür. İman da hakkı/gerçeği açıklamaktır. Küfürden sonra da gerçeği açıklamak sûretiyle tevbe ve iman makbuldür. Bozduğunu düzeltmek gerekir bu konuda tevbe için. Kimlere hakkı bâtıl, bâtılı hak olarak gösterdiyse, kimlere hakkı gizlediyse onlara karşı görevlerini tam anlamayla yaparak, bu konudaki günahlarına keffâret olsun diye hakkı yaymak ve hâkim kılmak için başkalarından daha fazla gayret göstererek tevbede samimi olunduğu isbat edilmelidir.

 

 

 

Kâfir Olarak Ölenlere Sonsuz Lânet Vardır

"(Âyetlerimizi) İnkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince, işte Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların lâneti onların üzerinedir." (2/Bakara, 161)

“Küfür” kelimesinin Arapçada sözlük anlamı, "örtmek", yani “gizlemek” demektir. Zamanla bu kelime Hakk’ın gizlenmesi ve daha sonra da reddedilmesi anlamında, imanın karşıtı olarak kullanılmaya başlanmıştır. “İman”; inanmak, kabul etmek ve boyun eğmek demektir; küfür ise; inanmamak, reddetmek ve karşı çıkmak anlamlarına gelir. Kur’an’a göre bir kimse şu durumlarda küfür işlemiş olur:

1) Kişi Allah’a tamamen inanmaz veya O’nu Yüce Otorite, kendisinin ve tüm evrenin mutlak Hâkimi veya ibâdet edilecek tek mâbud olarak kabul etmezse,

2) Allah’ın varlığını tasdik eder, fakat hakikat ve kanunun ilmi/kaynağı hakkında O’nun emir ve hidâyetini kaynak olarak kabul etmezse,

3) Kişi, ilke olarak Allah’ın Hidâyetini (vahyini) kabul ettiği halde, Allah’ın hidâyet ve emrini onlarla gönderdiği peygamberleri reddederse,

4) Belirli bir veya bir grup peygamberi kabul edip, arzu ve istekleri doğrultusunda diğerlerini kabul etmezse,

5) Kişi, İslâm inancının tümünü veya bir kısmını, İslâmî hayat tarzını veya peygamberlerin öğretilerini inkâr ederse,

6) Kişi, eğer bunların tümünü teoride kabul eder de, Allah’ın emirlerini pratikte kasden çiğner, bu hal üzere devam eder ve teslimiyet yerine isyan dolu bir hayat seçerse.

Yukarıdaki tüm düşünce ve davranış şekilleri Allah’a karşı isyandır ve Kur’an’a göre küfürdür. Yukarıdaki kullanımlarının yanı sıra Kur’an, bazen küfrü sadece nankörlük anlamında da kullanır. Çünkü Allah’ın verdiği yetenek ve organları O’nun isteği dışında kullanmak ve kendisine nimet verene karşı âsi olmak nankörlükten başka bir şey değildir. Küfrün bu tanımından onun genelde sanıldığı gibi (olduğundan daha) küçültücü ve aykırı bir anlamda kullanılmadığı anlaşılacaktır. Müslümanlar inanmayanları “kâfir” diye adlandırdıklarında sadece bir gerçeği dile getirmektedirler.

Küfür, Fikrî Bir Konum Değil; Bir Sapmadır: İslâm nazarında küfür, herhangi bir delile dayanmaz. Aksine küfür, derin ve dingin bir düşüncenin ya da güçlü bir aklî delilin ortadan kaldırıp hükmüne son vereceği, bir şek ve şüphe durumuna dayanır. Bu yaklaşım ışığında ölünceye kadar küfür üzere kalan kâfirler, meseleyi iman gerçeğine sürükleyecek bir araştırma ve inceleme konumundan karşılamak istemeyen, direnen inatçılardan sayılırlar. Çünkü bu kimseler, hayatlarında iman-küfür meselesinin önemini hissetmeyenlerdir.

Yine, bu mesele insanın kâinat içerisinde hayatı ve insanı yaratan Allah karşısındaki konumuna ve O’nun doğru yolu üzerinde dosdoğru yürüyerek Allah’ın nimetlerine şükretmeye ilişkin mühim meselelerdendir. İnsan hayatının önemsiz ayrıntılarından bir teferruata ilişkin meseleden biri değildir. Yine bir fert olarak insanın kişisel hayatına ilişkin bireysel meselelerden biri de değildir. Aksine bu mesele, bir toplumu dört başı mâmur bir toplum yapan veya yıkıp yerle bir eden genel toplumsal meselelerin en önemlisidir. Öyle ki, bu meseleyi hafife almak, insanların genel hayatını, yani topyekün hayatı hafife ve basite almaktır. Bu bağlamda, Allah’ı inkâr edenler, O’nu gereği gibi takdir edemeyen, O’na şirk koşanlar, kendi kişiliklerinde Allah’ın nimetlerine karşı bir küfrânı taşımakla ve imanî meselelere karşı umursamaz yaklaşımlarıyla, aslında hayat gerçeğine karşı, helâk edici bir umursamaz tutum içerisinde bulunmaktadırlar. Bu noktadan hareketle, âyet-i kerime, küfredip de küfürlerinden dönmeyenlerin ve kâfir olarak ölenlerin durumlarını sergilemekte ve bunların, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lânetleri ile karşı karşıya olduklarını bildirerek bütün insanları uyarmaktadır. Çünkü küfür, Allah’ın kudsiyetine, hayatın ve insanın değerine karşı işlenen bir cinâyettir, bir büyük kötülüktür. Bunun için bundan sonraki âyette cezanın ilk âyetin içerdiği miktarda kalmasıyla yetinilmemekte, ateşte ebedî olarak kalacaklarını bildirmektedir. Bununla da kalmayarak, ebedî olarak çekecekleri şiddetli azabın bir nebze olsun hafifletilmeyeceğini, kendilerine özür beyan edebilecekleri herhangi bir fırsatın da verilmeyeceğini belirterek, küfürlerinin ve inatlarının bu kötü sonucunu pekiştirmektedir. Çünkü cinâyetlerinin büyüklüğü, adı geçen hafiflemelere ve iyi muâmelelere engel olacaktır. İşte bütün yaklaştırıp yakınlaştırıcı fırsatlara rağmen, imana yanaşmayanlara böyle kat kat lânet yağmak durumundadır.

 

 

Dinin Yüzüne Bakmayanların Âhirette Yüzüne Bakılmayacaktır

"Onlar ebediyyen lânet içinde kalırlar. Artık ne azapları hafifletilir, ne de onların yüzlerine bakılır." (2/Bakara, 162)

Her inkâr, bir hakkı/gerçeği gizlemek demek olduğuna göre bu âyet, önceki âyetteki tevbe ile istisnâ edilenlerden başka, gerçeği gizleyenler hakkındaki lânet hükmünü te’yid ve lânetleyecek olanları tefsir etmiş olmakla beraber, diğer yönüyle ondan daha geneldir. Çünkü dilden gerçeği söylemiş veya kalemle yazmış olmakla beraber, kalben iman etmeyip kâfir kalan (müslüman olmadığı halde İslâm’cılık yapanların) ve bu küfürlerinden tevbe etmeyerek ölenlerin yukarıdaki lânetin kapsamına girmeleri düşünülecek bir nokta olduğu halde bu âyet, hiçbir kayda bağlı olmamak üzere kâfirleri açıkça içine almaktadır.

 

 

 

Allah’tan Başka İlâh Yoktur!

"İlâhınız bir tek ilâhtır. O'ndan başka ilâh yoktur. O, Rahmândır, Rahîmdir." (2/Bakara, 163)

“Ey insanlar! Hepinizin ibâdet ve kulluğuna lâyık ve buna hakkı olan gerçek ilâhınız, bir tek ilâhtır.” Âyette geçen “vâhıd” sıfatı ile nitelendirilmiş bir ilâhtır ki, ilâhlıkta tektir. Sizin ilâhınız tektir, fakat sizden başkalarının da diğer bir ilâhı var sanmayın; ‘Ondan başka hak olan hiçbir ilâh yoktur.’ O’ndan başka ilâh kabul edinilenlerin hiçbiri ilâhlığa lâyık değildir. Hepsi boş, hepsi bâtıldır. O’ndan daha üstün veya O’na denk bir ilâh düşünülmesi imkânsız olduğu gibi, O’ndan daha aşağı seviyede olmak şartıyla da O’nun ilâhlığına ortak olabilecek mâbudlar, tanrılar yoktur. İlâhlığa ortak olmak mümkün değildir. Gerçek ilâh ancak o tek olan Allah’tır. Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. Yani sizi yaratan, sizi yaşatan ve sizi yöneten birdir. Allah’tan başka tanrı yoktur.

Âyet-i kerime, İlâhî gerçeği bütün açıklık ve sadeliği ile ortaya koymakta; kafa yorup düşünceyi zorlamaya hiç yer bırakmamaktadır. Allah'ın birliği, aklı eren ve gözü gören herkesin görüp idrâk edebileceği açıklıktadır. Kâinattaki nizamın birliği, dirlik ve düzen içinde işleyişi, tüm peygamberlerin aynı mesajları tebliği, kâinattaki dağılmış zayıf güçlerden herhangi birinin ilâhlığın bir tek özelliğine bile sahip olamaması, İlâhî gücün düzeyine ulaşamaması... İşte bütün bunlar, düşünen bir zihin ve gören bir göz için Allah'ın birliğinin açık ve net göstergeleridir.

Rahmetine gelince; insana sunduğu nimetler, insanı bulunduğu bütün şart ve durumlarda görüp gözetmesi ve yardım etmesi O'nun rahmetinin tezâhürlerindendir. Allah'ın rahmeti insanın hayatını ve ölümünü, uykusunu ve uyanıklığını, yemesini ve içmesini, giyimini ve zevklerini, özetle her halini kuşatmıştır. Bütün mahlûkatı yaratan Allah, insanı rahmet temeli üzerinde binâ etmiştir. Böylece insan da işin sonunda, bu büyük hedefe ulaşmak yolunda çalışıp çabalamak durumundadır.

“O, Rahmândır, Rahîmdir." Bütün bu yücelik ve büyüklüğü ile beraber O, hem Rahmân, hem Rahîm’dir. Bütün rahmetler O’nun, en ince merhametler O’nundur. Yeryüzünde mü’minle kâfir ayrımı yapmadan havayı, suyu, kanı, teni, bedeni, saçı, başı, kolu, bacağı... verir. Evlat verir, mal verir, çeşitli rızıklar/nimetler verir. Ortak koşanlar, böyle tek bir ilâha ortak koşmuş kâfirler, böyle çok acıyan, çok merhamet eden bir ilâhı inkâr etmiş oluyorlar. Bu sebeple kendilerini, bu ezelî ve ebedî rahmetten mahrum ederek lânete uğratıyorlar. Bunun için o şirk ve küfürden vazgeçmeli de Allah’a ve Allah’ın indirdiklerine hakkıyla iman etmeli, tevhid dairesinde bu rahmetlere ebedî olarak ermelidir.

 

Allah’ın Evrendeki Âyetleri, Okunmayı Beklemektedir

"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde aklını kullanan/düşünen bir toplum için (Allah'ın varlığını ve birliğini isbatlayan) birçok âyetler/deliller vardır." (2/Bakara, 164)

Etrafa hayvan gibi bakmayan, gözleri önünde gece gündüz işleyip duran büyük kâinat sistemini akıllıca bir gözleme tâbi tutan ve önyargılarla, inatçılıkla körelmemiş bir kimse hakikate işaret eden birçok âyetler görebilir. Böyle bir kimse, evrenin mutlak Kadir ve mutlak Hâkim olan tek bir Varlık tarafından yönetildiğini görecektir. Bunun yanı sıra, Allah’ın evrenin tek ilâhı olduğunu ve hiçbir eş ve ortağa yer bulunmadığını, çünkü hiç kimsenin nitelik, güç ve otorite bakımından ilâhlıkta ortaklık iddia etmeye gücünün yetmeyeceğini anlayacaktır.

Said bin Mesruk’dan rivâyet edildiğine göre Kureyş, yahûdilere ‘Mûsâ’nın getirdiği mûcizeleri bize söyleyin, bunlar nelerdi?” diye sormuşlar, onlar da “asâsının yılan oluşunu ve elinin bembeyaz parlamasını” anlatmışlardı. Aynı şekilde hıristiyanlara da sormuşlar, onlar da “doğuştan kör olanı, alaca hastalığına tutulanı iyileştirme ve ölüleri diritlme mûcizelerini” saymışlardı. Bunun üzerine Kureyş, Hz. Peygamber’e: “Sen de Allah’a duâ et, bize şu Safâ tepesini altın yapıversin de kesin bilgi ile imanımız ve düşmanlarımıza karşı kuvvetimiz artsın!” demişlerdi. Bunun üzerine Rasûlullah bunu Rabbinden niyaz etmişti. Allah Teâlâ da vahiyle: “Bunu yaparım, fakat bundan sonra yine yalanlamaya devam ederlerse, onlara dünyada hiç kimseye yapmadığım bir azap veririm” buyurmuştur. O zaman Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in: “Ey Rabbim! Kavmimi ve beni kendi halimize bırak; ben onları günden güne dâvet edeyim.” diye duâ etmesi üzerine Cenâb-ı Allah bu âyeti indirmiştir (Ahmed bin Hanbel, I/242, 258). Bununla göklerin ve yerin yaratılması ve buna bağlı yaratılış olayları, Safâ’nın altın’a dönüştürülmesi gibi istenen mûcizelerden daha büyük, daha faydalı ve daha mûciz (insanları, bir benzerini getirmekten âciz bırakan) olduğunu beyan etmiştir. Bunlar, mûcize meselesinde Kur’an’ın, insan fikrini ne güzel terbiye ettiğini anlatmaya yeterlidir.

Siz, O’nun birliğinden, kudretinden, rahmetinden ve bu kadar insanlara yeteceğinden şüphe edip zât ve sıfatlarına delil ve mûcize mi istiyorsunuz? Şu üstünüzdeki her tarafı kuşatmış uçsuz bucaksız uzaklık içinde, akla durgunluk verecek yükseklikte gök cisimleri ve aralarındaki uzun mesafe ve bu mesafeyi işgal eden hava boşluğu ve ışık gibi, görülen veya görülmeyen nice cisimler vardır. Bunlara ve bunların inceliklerine, fezâyı dolduran esir maddesinin niteliğine, her cismin yürüyüş ve hareketleriyle çizdikleri tabaka tabaka yörüngelere, hareketlerindeki ağırlık merkezine, toplu nizamlarıyla yer yer teşkil ettikleri sistemlere, burçlara bir bakın. Şu göklere ve o cisimlerden biri olup da denizleriyle, karalarıyla, dağlarıyla, dereleri, ovaları, çölleriyle, pınarları ve ırmaklarıyla, madenleri, bitkileri, ormanları ve mesire yerleriyle bütün o göklere direksiz, kuşaksız bağlılığı ve ilgisiyle ayağımızın altında yuvarlanan şu yerküreye bir bakın. İşte mekân denen uçsuz bucaksız fezâ içinde bu gökleri ve yeri yaratmada ve icad etmede, yaratılış nizamında ve gece ile gündüzün değişmesinde, uzayıp kısalmasında, birbiri ardı sıra gelmesinde, bu geliş ve tâkip ile ortaya çıkan yer konumunda, zaman sırrında ve bir tek yerde zıtların bir araya gelmesinde, insanlara faydalı yüklerle denizde akıp gide ve gök cisimlerinin uzak masmavi semâda akışlarını andıran gemilerin akışında, akıp gittiği denizlerin yaratılış sırrında, bunlarda meydana gelen hareket ve durma kanunlarında, bu kanunların insanlara temin ettiği menfaatin ortaya çıkma tarzında, Allah’ın yukarıdan indirdiği suda, indirip de kuru toprağa ölümünden sonra su ile tekrar hayat vermesinde ve bu bitki hayatının yaratılışında ve bu yeryüzünde akıl sahibi olanlara varıncaya kadar her türlü hayvanları sınıf sınıf, cins cins, çeşit çeşit ayırıp tasnif ederek yaymasında ve bu hayvan hayatının meydana gelmesinde, türlü türlü rüzgârları bir taraftan bir tarafa, bir şekilden bir şekle evirip çevirmesinde, gökle yer arasında emre boyun eğmiş olan bulutlarda, hiç şüphesiz birçok âyetler, maddî ve mânevî, dine ve dünyaya ait nimetler, sizin istediğinizden daha büyük mûcizeler vardır. “...Aklını kullanan/düşünen bir toplum için...." Evet, vardır ama, aklını kullanacak bir toplum için. Yani akıllı olan ve aklından istifade eden kimseler için. Bundan dolayı akıl da bu mûcizelerden biri ve belki de en büyüğüdür.

Kur’an’ın bu gibi âyetlerinde insanları, anlayış delil bulmak için mûcizelerden çok, tamamen akılla anlaşılabilecek hususlara sevketmek vardır. Bunun için Kur’an, mûcizelerin en büyüğüdür. Bu âyette özetlenen ve her biri için aslında en büyük icad hârikası olan sırları ve mûcizeleri ortaya koyan üstün kudret düşünüldüğü zaman, Safâ tepesinin altın’a dönüştürülmesinin, bu kudrete göre hiçbir önem taşımayacağı ve olması imkânsız bir şey teşkil edemeyeceği kolaylıkla anlaşılır. Bunun için Cenâb-ı Hak, âyetin iniş sebebi itibarıyla, bu âyette şunu da anlatmış oluyor ki, göklerin ve yerin yaratılıp var edilmesi ve bunlar üzerinde, anlatılan eşsiz yönetimin icrâsı gibi en büyük mûcizeler; devam eden bu mûcizelerin anlaşılmasından elde edilecek faydaların yanında Safâ’nın altın’a dönüştürülmesi gibi geçici ve tek bir hârika olay isteği pek küçük bir şeydir.

Allah, bu âyetiyle, balık isteyenlere, bir balık vermek yerine, balık tutmanın yollarını öğretmektedir. Bu büyük ve devamlı mûcizeleri anlayıp üzerinde iyice düşünenler ve bu düşünme ile Yüce Yaratıcı’nın kanunlarını kavrayıp ona uyanlar, Safâ tepesini altın yapmak gibi bir isteği, sonradan kendileri bile yapabilirler. Çünkü bu sâyede yalnız Safâ’nın değil; bütün Mekke dağlarının altın ile döşenmesi bile mümkün olur. Allah Teâlâ, bunun da yolunu yapmıştır. Yalnız maden kanunlarını iyice anlamak, bu istek için yeterli olur. Bunun için Allah’tan ve Peygamber’den daha büyük, daha hayatî, kutsal, genel ve ebedî şeyler talep etmek gerekir.

“...Aklını kullanan/düşünen bir toplum için (Allah'ın varlığını ve birliğini isbatlayan) birçok âyetler/deliller vardır." Akıl olmayınca, insan gerçeği düşünmeyince, doğrudan doğruya duyularda etkisini icrâ edecek olan mûcizelerin büyük bir faydası olmayacağı vurgulanmaktadır. Bu âyette “âyât -âyetler-” kelimesi, açık alâmetler ve kesin deliller, karşısında ciddi olarak hiçbir söz söyleme ihtimali bulunmayan apaçık mûcize demektir. Kur’an’ın âyetlerine “ayet” denilmesi de bu mânâ ile ilgilidir. Demek ki Allah Teâlâ’nın iki çeşit âyeti vardır: 1) İcad ve yaratılış kitabındaki fiilî âyetler (Evren ve insan), 2) İndirdiği kitaptaki sözlü âyetler. Bunların ikisi de Allah’ın zâtına, sıfatlarına, hüküm ve irâdesine delâlet ettiğinden dolayı âyet ismini almışlardır. Bu iki kitap ve bu iki çeşit âyet (evren ve insanı iki ayrı unsur kabul ettiğimizde, üç kitap ve üç çeşit âyet) karşılıklı olarak biri diğerinin işareti, öbürü de onun işaret edip gösterdiği şeydir. Biri, diğerinin açıklaması ve tefsiridir. Tam anlamıyla mârifet; Allah tarafından indirilen kitabın sözlü âyetlerinden, yaratılış kitabının fiilî âyetlerini ve ondan Hak Teâlâ’nın zat ve sıfatlarını okuyup anlamak, anladıktan sonra O’nun kanunlarına, emirlerine ve hükümlerine uymaktır.

Defalarca tekrarlanan şu manzaralarda ne acâyiplikler, ne garâbetler vardır. Kâinattaki manzaraları ilk gördüğü zaman gözler ve gönüller, ne helecana kapılırlar! Fakat zaman zaman meydana gelen ünsiyet/yakınlık ve devamlılık neticesinde gözler ve gönüller, bu muhteşem manzaraya karşı garipliğin, taaccübün ve heyecanın sarsıntılarından kurtulur.

İşte gökler ve yer... Şu uzak mesafeler, bu kocaman cisimler, şu zehirleyici ufuklar ve meçhul âlemler... Başları döndüren muhteşem fezâdaki varlıkların, yerlerini alışlarındaki intizam ve hareketlerindeki şu düzenlilik... Bilinmezlik örtüsüne bürünmüş, insanoğluna çok az sır veren şu meçhuller âlemi. Şu gökler ve yer. İşte insanoğlunun tekâmül edip, ilmî araştırmalar yapması sonunda, kendisine Allah Teâlâ’nın nisbet dâhilinde bazı bilgiler bahşettiği yer ve gökler. Aslında insanoğluna hakiki sırları, hakiki uzaklıkları ve hakiki hacimleri meçhul olan âlemler...

Geceyle gündüzün yer değiştirmesi; aydınlıkla karanlığın birbirini tâkip etmesi; şu doğuş ve batışlar; o fecir ve gurub. Bunların karşısında duygular ne kadar titremiş ve gönüller ne kadar sarsılmıştır. Hayretler hayretleri kovalamıştır. Nihayet insanoğlu, tekrarlanan bu korku ve dehşete alışmış ve heyecanını kaybetmiştir. Ancak bu dehşet ve heyecanı devamlı olarak yaşayan mü’min kalpler müstesnâ. O, dehşet saçan bütün bu varlıklarda Allah Teâlâ’nın kudret elinin bulunduğunu, her an tefekkür eder. Ve her varlığın karşısında, yeni yaratılmış gibi heyecan duyar.

İnsanlara faydalı olan şeyleri denizde akıtan (taşıyan) gemiler. Şu azametli okyanusta, bir nokta sayılacak kadar küçücük geminin, bizleri yüklenip seyr etmesi yeni yeni duygulara sevk ediyor. Sonsuz bir maviliğin korkunç dalgaları arasında geminin, bir şu yana, bir bu yana yalpa yaparak yol alışı. Bu, ancak Allah’ın kudreti ve muhâfazası altında cereyan etmektedir. Şayet “bunu yapan tabiat kanunudur” diyecek olursak, bilelim ki o kanunun sahibi de yine Allah’tır. O korkunç dalgaların arasında küçücük noktayı koruyup yürüten kuvvet, O’nun kuvvetidir. Allah’ın semâdan indirip yeryüzünü ölümden sonra dirilttiği suda, yeryüzünde çeşitli canlılar yaymasında, rüzgârların değişik yönlerden estirilmesinde, gökle yer arasında müsahhar olan bulutta... Bütün bunları insanoğlu açık gözle, duygulu kalp ve teemmül ile düşünse; kudret-i İlâhînin azameti, rahmeti ve yüceliği, onu tir tir titretecektir. Suyun toprağa bahşedilmesiyle topraktan fışkıran bu hayat... Lutf-ı İlâhî ile canlanan, serpilen ve güçlüce ilân eden; cevheri gizli, künhü meçhul şu hayat... Evet bu hayat nereden gelmektedir? Çekirdekte, yahut da tanede gizli. Ama, o taneye ve çekirdeğe nereden geldi? Esası nedir? İlk kaynağı neresidir? Fıtratın insanoğluna ısrarla yönelttiği bu sual karşısında, kaçmakla bir netice elde edilemez.

Ölülere hayat verme kudretine sahip bir Yaratanın mevcûdiyetinden başka cevabı olmayan bu soruyu; imansızlar hep bilmezlikten gelmeye çalışmışlardır. Ve uzun müddet insanlara kendilerinin de -hâşâ Allah’a muhtaç olmadan- hayat verebilme yolunda oldukları vehmini yaymaya çalışmışlardır. Sonunda bakıyorsunuz ki, onlar da küfür, inkâr ve ilhaddan ellerini silkerek, ister istemez gerçeği ikrar etmek mecbûriyetinde kalıyorlar: “Hayatı yaratmanın imkânsız olduğunu.”

Sonra, bir yandan öbür yana dönüp akan şu rüzgârlar, gökle yer arasındaki rahmet yüklü bulutlar ve Hak Teâlâ’nın mevcûdâta gizlediği esrârengiz kanunlara boyun eğen şu muammâlar. Şüphesiz ki bulutların meydana gelişi ve rüzgârların esişi hakkında, birtakım teoriler ileri sürmekle iş bitmez. Gerçekten bütün bu sırlar, sebeplerin gerisindeki o gizli sırdır. Kâinatın bu durum, bu nisbet ve bu tabiatla yaratılmış olması sırrı. Hayatın doğması ve gelişmesi için yerine göre rüzgâr, bulut, yağmur ve toprak gibi sebepleri ihtivâ eden bu hilkat sırrı. Bilinenleri binleri aşan bu tevâfuklar. Şartlardan bir tanesi eksik olsa, hayatın yok olacağı ve doğal seyrini kaybedeceği bu tevâfuklar. Şartlardan bir tanesi eksik olsa, hayatın yok olacağı ve doğal seyrini kaybedeceği bu tevâfuklar... Allah’ın irâde ve ihtiyârına uygun, aynı zamanda tedbir ve rahmetine muvâfık olan ince sır...

“... Aklını kullanan/düşünen bir toplum için (Allah'ın varlığını ve birliğini isbatlayan) birçok âyetler/deliller vardır." Evet, insanoğlu aklını gaflet ve alışkanlık ahmaklığından sıyırıp kâinatı, her an yenileşen bir hisle, ileri bir görüşle ve iman nuruyla nurlanmış bir kalple seyredebilse... Ve şu âlemi ilk gelen bir kılavuz gibi gezebilse, gözünü her parıltıya dikebilse, kulağını her güzel sese verebilse, hislerini her harekete celbedebilse, bıkmadan, her an gözüne, kulağına ve gönlüne ilişen bu muammâlarla varlığı titreyebilse... Bu hassâsiyet, bu kemal, işte imanın bahşettiği şey: Açılmak, şuurlanmak, güzelli, kemali ve insicâmı/uyumu takdir edebilmek... Şüphesiz ki iman; kâinata yeni bir bakışı, güzelliği, yeniden idrâk edişi ve geceli gündüzlü Allah’ın sanatından meydana gelen neşe ve âhenk içerisinde yaşamayı bahşeder. Bununla beraber; görüp düşünemeyen, varlığın isbat ettiği tevhid akîdesinden, kâinattaki hayret veren İlâhî kanunların vahdet sırrını görebilmekten uzak kalanlar da bulunmaktadır. Bu kimselerin durumu bundan sonraki âyette ele alınmaktadır.

Bu âyette akla bir çağrı var: Allah'ın yarattıklarının esrârını keşfetmek için aklın kâinatın ufuklarında dolaşıp hareket etmesi istenmektedir. Âyet-i kerime, iman meselesinin kalp meselesi olduğu kadar, bir akıl ve fikir meselesi olduğunu te'kid etmektedir. Akla hitap eden bir işaretle de, insanların Allah'tan gâfil olmalarının ve O'nun yolundan uzaklaşmalarının akıl, bilgi ve imanın doğal ufuklarından ve araçlarından uzaklaşma ortaya çıktığını belirtmektedir.

Bu âyetin bize verdiği mesaj, şu maddelerde özetlenebilir:

1- Bu âyet, inancı, günlük hayatın müfredâtı içerisinde izah etmektedir: Âyet-i kerimenin insanın önüne koydukları ve günlük hayat müfredatı içerisindeki görüntüler, âyetin insanı, günlük hayatta sık sık şâhit olduğumuz görüntülere yönelttiğini göstermektedir. Âyette geçen olaylarla insanın ilk bakışta gözünü alan günlük hayat olaylarından bazı örnekler arasındaki bu karşılaşma insana Allah'ı tanımanın yolunun, insanı yaşadığı gerçek hayattan uzaklaştırarak onu çeşitli varsayımların ve karmaşık yöntemlerin keşmekeşinde kaybeden soyut felsefî ufuklardan geçmediğini, bu yolun insanın tabii somut ortamından uzak ufuklardan başlamadığını, aksine bütün çabanın insanın kendisini çevreleyen doğal görüntülere ve yaşadığı doğal hayatın somut müfredâtına idrâk gözüyle iltifat edip bakmasından ibâret olduğunu öğretmektedir.

Evet, sanki âyet-i kerime bize şöyle demek istiyor: Gözlemlediğiniz âyetler (deliller) üzerinde akılla düşünürseniz, Allah'ı keşfedip tanımanız imkânlarınız dâhilindedir ve bu şekilde Allah'a iman olan gerçekçi sonuca ulaşabilirsiniz. Allah'ı düşünmek ve O'na ulaşmak için çok da aşkın çabalar sarfetmeniz gerekmemektedir. O'nu tanımak için yeryüzünü baştan başa dolaşmayı kapsayan uzun bir sefer düzenlemeniz veya denizlerin derinliklerine inmeniz ya da uzayın geniş ufuklarına yükselmeniz gerekmez. Aksine, günlük hayatınız ile karşılıklı gerçek bir ilişkiye girmeniz, bu günlük hayatın müfredâtı/olayları üzerinde hayata gerekli önem vererek düşünmeniz yeterli olacaktır. Allah'ı bütün hikmeti, rahmeti ve azameti ile keşfedip tanımanız için sizi saran çevreye ve başınızdan geçen olaylara bakıp bunlar üzerinde düşünmeniz kâfi gelecektir. Çünkü kendiniz ve sizi saran çevre üzerinde sürdüreceğiniz derin bir düşünce, tesadüfün böyle girift, ince ve muazzam bir düzen yaratmasının mümkün olmadığı, kuru ve kör kuvvetin (tabiat veya tesadüfün) bu nizamı oluşturamayacağı, herhangi bir varlığı yaratamayacağı ve yokluğun karanlıklarındaki ölümün hayatı var kılamayacağı; aksine, bütün bunların var olabilmesi için ne kadar büyük olursa olsun, hiçbir kuvvetin âciz bırakamayacağı kudreti ile yaratan hikmetli, güçlü, tanzim edici bir yaratıcının varlığının ve bu ilâhın bir olduğunun aklın kaçınılmaz şekilde kabul edeceği sonucuna götürecektir.

2-Âyetteki dâvet için yetiştirme üslûbu: Şüphesiz bu âyetten pratik bir yetiştirme üslûbu alabiliriz. Bu yetiştirme üslûbu özetle şöyledir: Allah'a dâvet eden İslâm dâvetçileri, insanları Allah'ı düşünmeye çağırırken, bütün gündelik ayrıntıları ile onların genel günlük hayatlarından hareket etmelidirler. Böylece onlara yaşadıkları bütün nimetlerde seyrettikleri ve gözlemledikleri bütün hayat görüntülerinde hayatlarında ilgilendikleri ve etkilendikleri bütün tabiî ve hayatî kanunlarda, Allah'ı düşünme imkân ve fırsatını vermiş oluruz. Bu, canlılık, derinlik ve netlikle ve bütün yapmacık felsefî teorilerden uzak olarak onların fikrî ve rûhî kanaatlerine ulaşmanın en ideal yoludur. Çünkü insan kendisini sarıp kuşatan duyumsal şeylerle uğraşıp ilgilenmeyi, onları irdelemeyi ya da diğer bir yaklaşımla kendi hayatı ile yakınlaşmayı seve seve ister. Bu yöntemin değeri şu iki düşüncede kendini gösterecektir:

Birincisi: Allah'ın varlığını bizi sarıp kuşatan bütün çevremize bağlarız. Böylece, geniş çevremiz olan kâinattaki her şey Allah'ın varlığına bir delil olur.

İkincisi: Biz Allah'ın bizden uzak olduğunu düşünemeyiz. Daima Allah'ın varlığının, rahmetinin, yardımının bizi saran sıcak havasını hissederiz. Bunun sırrı şudur: Allah'ın varlığını insanın hislerinden, zihninden ve yaşadığı hayat gerçeğinden uzak şeyler kanalıyla isbatlamaya çalıştığınızda, sanki kendisine Allah'ın azametli, derin, mukaddes ve kendisini her yanından gizlerin, gizemlerin sarıp sarmaladığı her efsânevî varlık gibi idrâk edilmez ve hayatına yaklaşıp yakınlaşması imkânsız bir gerçek olduğunu, O'nu ancak karanlığa batmış ufuklardaki çok uzak varlıkları hissettiği gibi hissedebileceğini söylemiş olursunuz. Fakat Allah'ın varlığının onun günlük hayatının müfredâtına bağlarsanız, Allah'ın varlığını hayatının bütün ayrıntılarında yanında kendisi ile beraber hissedecektir. Yine böylece Allah'a imanın sadece insanın vicdanında yaşayan soyut bir inanç olmadığını da idrâk edecek, Allah'ın günlük hayatı içerisinde daima var, hazır ve nâzır olduğunu hissedecektir. İslâm'ın hedeflediği iman da budur. İnandığımız üzere Allah'ın varlığı, insanın zihninde soyut bir düşünce veya kalbinde donuk bir inanç olarak kalmamalı; aksine, akılda bir düşünceye, şiarlarda bir duyuma, hayat ve vicdanda bütün varlığını hissettiren görüp gözetici bir varlığa dönüşmelidir.

3- Bu Âyet, Düşünceyi Farzetmeyip O'na Giden Yolu Çizmektedir: Bu âyet-i kerime, İslâm'ın gerçeğe ulaşma yolundaki daimî çabasında, insan için gerçekleştirmek istediği fikrî metod üzere açık seçik bir yol temsil etmektedir. Kur'ân-ı Kerim'de kâinatın sırları ve yaratılışın kanunlarının tahlilleri ve ayrıntıları ile çokça karşılaşmayız. Düşünceyi ancak ve ancak ortaya atılan fikir etrafında hareket ettiren telkinci bir üslûp çıkmaz karşımıza. Aksine, Kur'an âyetlerinin çoğunda onun insanı düşünmeye, aklını çalıştırmaya, aklî ve hissî güçlerini toparlamaya çağırdığını görürüz. Bu Kur'ânî üslûp üzere insan, bilginin tabii şartlarını, geniş ufuklarını ve gerçek araçlarını açığa çıkaran sağlam bir yönde yürüyecek, ve bu yol da onu hayatın ayrıntılı gerçeklerini öğrenip kavramaya götürecektir. Bu yolla bu gerçekleri yakalayan insan, en güçlü delile sahip bir araştırma sonucuna ulaşacaktır. İslâm bu üslûpla insanın düşüncesini bağımsızlık, özgürlük ve güven temelleri üzerine kurarak, ona delil getirme, akıl yürütme ve keşfedip ortaya çıkarma güçlerini kazandırırken, ona düşünce faâliyeti sürecinde hareket edebileceği alanların dar sınırlarla çevrili olmadığını, aksine bu alanların bütün evrensel, insânî ve hayâtî unsurları ile hayatın bütün yönlerini kapsayacak kadar geniş olduğunu da bildirmiş oluyor. Bu Kur'ânî üslûp içerisinde insanın bu dört başı mâmur islâmî metod üzere nasıl yürüyeceğini bilmekten başka yapacağı bir şey yoktur. Bu İslâmî metod, insanın önüne bilginin sorumluluğunu, iman ve bağlılık ile yaşayan bir düşünce şiarından başka bir şey de koymamaktadır.

4- Dinler, İnsanın Câhilliğinde mi Kaynaklanmıştır? Dinler tarihi üzerinde çalışan bazı araştırmacılar, dinlerin tarihini insan varlığının başlangıç dönemine dayandırmaya çalışırken, dinlerin kaynağını ilk insanların kâinattaki sebep-sonuç ilişkisi kanununu bilmemelerine dayandırmaktadırlar. Her doğal olayın kendi tabii sebeplerine dayandığını bilmeyen ilk insanın, bu câhilliğinin kendisini vehminde tabiatüstü bazı görünmez güçler yaratmaya ittiğini ve bu güçleri evrenin var oluşunun derin sebebi olduğunu düşündüğünü, sonunda da bu gizli güçleri bütün doğal olaylara bir temel olarak kabul ettiğini iddia etmektedirler. Özetle bu düşünceye göre; Allah fikri, kâinatın doğal sebeplerini bilmemekten kaynaklanmıştır. İnsanın bugün ulaştığı keşifler ve icatlar kanalıyla eşyaya hükmeden tabii kanunları öğrenmesi bu Allah fikrine olan ihtiyacı ortadan kaldırmıştır. Çünkü insanoğlunun yaptığı evrensel keşifler ve elde ettiği bilgiler, insanın zihnini meşgul eden ve onu tabiatın ardındakiler üzerine teoriler kurmaya iten karanlık soruların çoğunu cevaplamıştır. Artık insanoğlu duyarak ve yaşayarak gerçeği kavramaya ulaştıktan sonra, duyulmaz-kavranmaz gaybî cevaplara ihtiyaç yoktur.

Bu düşüncenin tahlili: Buna cevap olacak fikrî temelleri üç açıdan ele almak istiyoruz: a- Tarihî açıdan, b- Allah'a imanın fikrî temelleri açısından, c- Kur'an'ın iman meselesini inceleyiş üslûbu açısından. Böylece bu üç açıdan da değindiğimiz teorinin yanlışlığına ulaştığımızı göreceğiz:

Tarihî açıdan baktığımızda; Tevhid inancında temsil olunan Allah'ın birliği inancı, dinler tarihinin gösterdiği üzere putçuluktan öncedir. Diğer yandan tarihin ilk devirlerinde insan kâinatın sırlarının tamamını bilmiyor değildi. Aksine, gerek pratik tecrübeleri, gerekse aklî düşünceleri yoluyla ortaya çıkarmaya gücü yettiği kadarını biliyordu. Fakat bu durum onu Allah'a imandan alıkoymamış, iman çizgisinden uzaklaştırmamıştı. Sonra insanî bilginin geliştirdiği, felsefe çağının parladığı, hayatın çeşitli alanlarına ilişkin insan düşüncesinin ilerlemiş olduğu aşamaları değerlendirdiğimizde, iman meselesinin insan düşüncesinin ilerlemesi ve bilginin gelişmesi ile birlikte daha da ilerlediğini görüyoruz. Bundan da anlaşılıyor ki, iman meselesi cehâletle değil; ilimle alâkalı bir mesele; yani Allah'a iman, insanın câhilliğinden değil; aksine bilgisinden kaynaklanmaktadır. Sonunda insanı gezegenlere ulaştıran bilimsel keşifler çağı geldiğinde, bu keşifleri yapanların veya düşünceleri bu keşiflere katkıda bulunanların zihinlerinde Allah'a iman meselesi daha da yoğunlaştı. İnsanın tecrübe alanının ve bilgi ufuklarının genişlemesi, düşüncesine iman kapısını kapamadı. Aksine, en geniş ufuklara kadar açtı. Özetle insanın câhilliğinin ilme dönüşmesi, bilginlerin/âlimlerin gözünde imanın değerini, düzeyini ve imkânlarını yükseltti. Çünkü bu müsbet gelişim onlara canlı deneyimler ve geniş düşünce yolunda yeni araçlar bahşetti.

b- İmanın fikrî temelleri ile ilişkili olan ikinci açıdan bakacak olursak; Tabiatın gerisinde tabiatüstü bir güç bulunduğunu söyleyen Allah inancına sahip insanların, tabiat olaylarının dayandığı bu doğal sebeplerin nihâî (sonsuz) olmadığı, eninde-sonunda derin bir sebebe dayanarak orada noktalandığı temeli üzerinde oturan kesin aklî delillerden hareket ettiğini mülâhaza ederiz. Çünkü bu doğal sebepler içerisinde varlık ve yokluk imkânları karşı karşıya yarışmaktadırlar. Bu imkânlardan herhangi biri kendi içerisinde diğerine karşı kendisini (yani varlığa karşı yokluğu veya yokluğa karşı varlığı) tercih edecek bir zâttan yoksundurlar. Bu durumda da varoluşu yokluğa tercih ederek, varlık lehine bir tercih yapacak bir dış otoriteye ihtiyaç olduğu açıktır. İşte sebeplerin gelip sonunda kendisine dayandığı tercih ve irâde sahibi "Vâcibü'l Vücûd -Varlığı Zorunlu-" olan diye tâbir ettiğimiz zâttır. Bu açıklamalar ışığında anlıyoruz ki, tabiatın gerisinde var olan ulûhiyete inanan âlimler, kâinattaki sebepler kanunundan gâfil, eşyanın dayandığı zâhirî sebeplerin doğasını bilmiyor değildirler. Fakat onlar tabiat olaylarının gerisindeki kuvveti ararken aklî çabaları ile öncül olarak eşyaya sebep olma gücünü veren ilk sebebi araştırmaya çalışmışlardır. Kendilerince de mesele yüzeysel gözlemlerden, basit câhillik hâletlerinden veya beşerî tepkilerden kaynaklanmamıştır. Aksine, derin fikrî incelemelerden dakîk zihnî çalışmalardan ortaya çıkmıştır.

c- Kur'an'ın iman meselesini işleyiş üslûbu olan üçüncü açıdan baktığımızda; Kur'ân-ı Kerim'in tabiat olaylarından bahsederken fiili Allah'a nisbet ettiğini, ancak doğrudan doğruya insanın irâdesiyle ilişkili olan fiillere ilişkin hususlarda insanın rolünü de ihmal etmediğini de görüyoruz. Allah Teâlâ: "Sizi de sizin yaptıklarınızı da Allah yarattı" (37/Sâffât, 96) fermânında "yaratma" fiilini kendi kudsal zâtına isnad ettiği gibi, aynı üslûpla "yapma" fiilini bize isnad etmiştir. Bizden sâdır olan bir işi bizzat yapan biziz. Bu nedenle fiilin bize insan (nisbet) edilmesi elbette doğrudur. Bizim işlediğimiz bu "yapma" fiilinin "yaratma" boyutunun Allah'a nisbet edilmesine gelince -ki, "Sizi de sizin yaptıklarınızı da Allah yarattı" buyurulmaktadır-; bize hayatı, gücü ve yapılan işin gerek duyduğu el, ayak, dil gibi organları Allah vermiştir. Doğrudan doğruya yaptığımız iş yönünde hareket eden irâdeyi bize bağışlayan yine Allah'tır. Bu şekilde Allah bize kendisinin eşyanın sebepler silsilesinde kendisine dayanıp kendisinde noktalandığı derin nihâhî sebep olduğunu vahyetmektedir. Allah Teâlâ'nın "Attığında sen atmadın, gerçekte Allah attı..." (8/Enfâl, 17) sözünden algıladığımız da budur. Bu fermanın sahibi Allah, insanın kendi fiilindeki bağımsızlığını, her şeyin kendisinin yüce zâtına dayandığı düzeyde sınıflamakta, fakat insanın o fiili bizzat işlediğini reddetmemektedir. Böyle fiillerden, kâinattaki tabiat olaylarından, hayatın ve insanın hareketinden bahseden Kur'an âyetleri çok çeşitlidir. Fakat hepsi de, hem zâhirî, hem İlâhî sebepleri birlikte ele alarak insana bilginin gerçek metodunu vahyeden, bize kâinatın tabiî düzeninin temellerini vererek bizi varlığının gaybî çerçevesinde Allah'a bağlayan tek bir üslûpla hareket etmektedirler.

Şimdi bu geniş açıklamalar kanalıyla imanı, insanın kâinatın nizamının üzerine kurulmuş olduğu, tabiatla ilgili temelleri bilmemesine bağlayan düşüncenin yanlışlığına ulaşabiliriz. Buradan itibaren, iman meselesinin, insanı herhangi bir şeye bağlayan bir câhilce korku meselesi olmadığı, aksine meselenin tabiatla ilgili olayları, sorunları ve çeşitli meseleleri yeni bir soruya ihtiyaç duymayan son soruya varıncaya kadar soran ve sorularına cevap arayan bir düşünce yaklaşımıyla inceleyen bir fikrî mesele olduğu gerçeğine uzanabiliriz. Bunun için biz iman meselesinin kâinattaki sebep-sonuç ilişkisinden ayrılmadığını, ilmin gelişip ilerlemesinden uzak düşmediğini ikrar etmek istiyoruz. Biz, her yeni bilimsel keşifte, Allah'ın varlığına yeni bir delil görüyoruz. Çünkü bilim, her yeni şeyi keşfettiğinde onun arkasında kâinatın diğer tabiat olaylarına ilişkin bir hikmet, bir nizam ve bir kanun açığa çıkmaktadır. Açığa çıkan bu kanun ve nizamlardaki birlik, bizi bunların ilk sebebinin yani yaratıcısının birliğine götürüyor. Çünkü görünümleri ve şekilleri değişik olsa da bütün kâinata hükmeden temel kanunlarda (sünnetullahta) birleşmektedir.

Tevhidin Gereği; Allah’ı Her Şeyden Çok Sevmek

"İnsanlardan bazıları, Allah'tan başkasını Allah'a endâd/denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zâlimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azâbının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi." (2/Bakara, 165)

"Endâd" kelimesi, "nidd"in çoğuludur. Nidd: Misil, denk, eş, benzer demektir. Açıkça tapınılsın veya tapınılmasın ilah yerine konan, tanrı olarak benimsenen Allah'ın dışındaki şeylere denir. Birbiriyle çekişen, tartışan ortaklar için de bu kelime kullanılır.

Endâdı (Bir Şeyi) Allah'ı Sever Gibi Sevmek: "İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah'tan başkasını O'na endâd edinir; Allah'ı sever gibi onları severler. İman edenlerde ise, Allah sevgisi daha fazladır." (2/Bakara, 165). Şüphesiz ki mü'minler, Allah'ı sevdikleri kadar hiçbir şeyi sevmezler. Ne kendilerini, ne de başkalarını. Ne şahısları, ne değerleri, ne alametleri, ne de insanları peşine takan şu dünya kıymetlerinden birisini. Allah sevgisi, en büyük sevgidir. Her türlü kayıt ve ölçülerin üstünde, mutlak bir sevgi. Başkalarına karşı besledikleri bütün sevgilerin üstünde Allah sevgisi. Ayetteki sevgi tabiri; doğru ve yerinde bir ifade olduğu kadar da güzel bir tabirdir. Hakiki mü'minle Allah arasındaki bağlılık, sevgi bağlılığıdır. Kalpten bağlanmak. Bu bağ; ruhta meydana gelen bir cezbeyle, dostluk ve yakınlık bağıdır. Sevimli ve parlak muhabbet duygusuyla sıkıca bağlanmış vicdan bağı...

Ayette geçen "Endâd edindiklerini Allah'ı sever gibi severler" ifadesinin anlamı, "onlara itaat ve saygı duyma hususunda" demektir. Mü'minin Allah'ı sevmesi konusunda başka ayetlerde de açıklık vardır. "Allah onları, onlar da Allah'ı severler." (5/Mâide, 54) ayetinde olduğu gibi. Yine bir bedevî, Hz. Peygamber'e gelerek, "Ey Allah'ın Rasülü, kıyamet ne zaman?" diye sordu. Bunun üzerine Rasülüllah, "Onun için ne hazırladın?" dedi. Bedevî de: "Çok namazım ve orucum yok; ne var ki ben, Allah'ı ve Rasülünü seviyorum" dedi. Bunun üzerine de Peygamberimiz (s.a.s.): "El-mer'ü mea men ehabbe (Kişi sevdiği ile beraberdir.)" (Buhâri, Edeb 96, Ahkâm 10; Müslim, Birr 165) buyurdular. Bunu müteakiben Enes (r.a.) şöyle dedi: "İslam'dan sonra, müslümanların bu hadisle sevindikleri kadar, başka herhangi bir şeyle sevindiklerini görmedim."

Yaratılana değil, yaratana kulluk ve ibadet etmek zorundayız. O'nun emir ve yasaklarına uygun hareket etmeli; O'nun emir ve yasaklarına ters düşen bütün emir ve yasakları reddetmeli, O’ndan başka mutlak itaat mercii kabul etmemeliyiz. Hürriyetimizi korumalı, özgür olmalıyız. Bizim gibi yaratılanların emir ve yasaklarını Allah'ın emir ve yasaklarına tercih ederek insandan ilah türetemeyiz. Biliyoruz ki, bu üretilen ilahlar yok olacak, ölecektir. Ölenden ilah olmaz.

Halbuki müşrikler, ilahlarını severler. Allah'tan başka filan adamı ilah ediniyorlar. Onu seviyorlar. Ne gibi? Allah'ı sevdiği gibi. Yani bu kimseler Allah'a da iman ediyorlar. Allah'a inandıkları gibi Allah'ı seviyorlar da. Ama filanı da sevsek olmaz mı diyorlar. Allah ile Allah'ın kanunlarına zıt kanun koyan kişiyi ilahlaştırıyor, ikisini beraber seviyorlar. Mü'minlere gelince, mü'minlerin ise Allah'a olan sevgileri daha şiddetlidir. Onların putlarını sevdiklerinden daha fazla severler müslümanlar Allah'ı.

Bu ayetin yaptığı kıyas/karşılaştırma ile düşündüğümüzde, günümüzde iman konusunda ne kadar geçerli not alabileceğimizin muhasebesini yapmalıyız. "Şu kâfir grubun, veya şu bâtıl dâvâ adamının gayret ve mücadelesini müslümanlar da yapsa..." diyoruz. Adam, kendisi gibi bir insanın koymuş olduğu kuralların insanlar üzerinde hakim olması için malını veriyor, canını veriyor. Müslüman da diyor ki: "Bizim de imanımız ve gayretimiz, şu imansızınki kadar olsaydı." Bu ayette Rabbımız öyle demiyor. Sizin Allah'a olan sevginiz, onların putlarına olan sevgisinden daha şiddetlidir diyor. Eğer şiddetli değilse, imanımızdan şüphe etmemiz veya zayıf olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

Allah sevgisinden sonra Peygamber Efendimiz'i sevmemiz gerekiyor. Bir hadis-i şerifte öyle buyruluyor: "Bir kişi, beni anne ve babasından daha fazla sevmedikçe iman etmiş olmaz." (Buhâri, İman 8; Müslim, İman 69) Rasülüllah'ı Rabbimiz'den sonra sevmek zorundayız. Kul olduğunu hiç unutmadan sevmeliyiz. Sevmek adına -hâşâ- Hıristiyanların Hz. İsa'yı sevdiği gibi de olmayacaktır sevgimiz.

Kâfirlerin kendi liderleri, kendi yöneticileri, kendi kanun koyucuları yolunda verdikleri mücadeleye denk mücadele vermeyeceğiz. Bu ayete göre (2/Bakara, 165) onların verdiği mücadeleden daha üstün bir mücadele verirsek, ancak müslüman olduğumuzu ispatlayabiliriz.

Allah'ın itaat edilmesini yasakladığı kimselere, veya Allah'ın hükümlerine düşman olan kimselerin veya düzenlerin emir, yasak ve arzularına itaat etmek, Allah'a isyan olduğu gibi; aynı zamanda Allah'a karşı endâd tutmaktır. Şüphe yok ki, böyle yapmak, gerek Allah'ı inkâr ederek olsun ve gerekse olmasın, ilahlık manasında onları Allah'a endâd / ortak yapmaktır. Bunların bir kısmı, bu şirki açıktan yaparlar. Firavunlara, Nemrutlara yapıldığı gibi onlara açıktan açığa ilah, ma'bud adını vermekten çekinmezler. Onlara "rabbimiz, tanrımız" derler. Diğer bir kısmı da, açığa vurmadan aynı muameleyi yaparlar. Onları, Allah'ı sever gibi severler, onları nimet sahibi olarak tanırlar. Onların sevgisini, hareketlerinin başı kabul ederler. Allah'a yapılacak şeyleri onlara yaparlar. Allah rızasını düşünmeden onların rızalarını elde etmeye çalışırlar. Allah'a isyan olan şeylerde bile onlara itaat ederler.

Bu âyet (2/Bakara, 165) gösteriyor ki, ilahlık manasında son derece sevgi, bir esastır. Ve ma'bud, en yüksek seviyede sevilen şeydir. Böyle son derece sevilen şeyler, ne olursa olsun, ma'bud ve endâd edinilmiş olur. Sevginin sonucu ise itaattir. Bunun için, ma'buda son derece itaat edilir. Her insanın tuttuğu yolda hareket başlangıcı, onun ma'bududur. İnsanlar tarafından böyle sevgiyle ma'bud mertebesi verilerek Allah'a endâd / denk tutulan şeyler, o kadar çeşitlidir ki, bir taştan, bir maden parçasından, bir ottan, bir ağaçtan tutun da gök cisimlerine, ruhlara, meleklere kadar çıkar. Bununla beraber "onları severler" ifadesindeki akıl sahiplerine ait olan "hüm (onlar)" zamiri, bunların özellikle akıllılar kısmını açıkça ifade etmektedir. Bunun içindir ki, tefsirciler, "denk, benzer" manalarına gelen "endâd" ı "Allah'a isyanda itaat ettikleri liderleri, başkanları ve büyükleri" diye açıklamışlardır. Bu zamir, tağlib yoluyla putları da kapsamına alması takdirinde bile bu anlam açıktır.

Gerçekten servet, büyüklük, kuvvet, makam, itibar, güzellik gibi herhangi bir ümide sebep sayılan dilberler, kahramanlar, hükümdarlar, liderler gibi insanları, Allah'ı sever gibi seven ve onlar uğrunda her şeyi göze alan nice kimseler vardır ki bu, endâd ve şirk konusunun putperestlik esasını, insanlığın en büyük yarasını teşkil eder. Edebiyatta, romanda, şiir ve şarkılarda bu tür şirk o kadar ileri gitmiştir ki sevgililer ilah seviyesine çıkartılmıştır. En ufak bir işi övmek için, yaratma kudreti yakıştırılmış, sanatçılar, futbolcular açıkça veya üstü kapalı şekilde tanrılaştırılmıştır. Yeryüzündeki insanlık kavgaları, bütün bu çeşitli ve birbirine zıt olan endâdın mücadelesi yüzündendir. Bilimlerin, fenlerin, sanatların gelişmesi buna çare bulamaz; bilakis hepsi, bu şirk ocağını yakmak için gaz ve benzin yerine bu kavramları / endâdı kullanır. İslam dışı düzenler de şirk ve endâd için çok rahat ortam oluştururlar ve beslerler. Bunlar, biz de müslümanız deseler bile, gerçekte ne Allah tanır, ne peygamber. Her birinin gönlünde zaman zaman bir veya birkaç mahluk yer tutmuştur. Onları Allah'ı sever gibi severler, onlara ma'bud muamelesi yaparlar. Onlara itaat etmek için Allah'a isyan ederler. "Onları, Allah'ı sever gibi severler" ifâdesi, bütün bunları tasvir etmektedir. Buna velileri ve peygamberleri ma'bud derecesine çıkaranlar da dâhildir.

Bunun için Allah'ın velileri, peygamberleri ve melekleri gibi sevgili kullarını severken ayet-i kerimenin kapsamını iyi düşünmeli; sevgilerini, Allah sevgisi derecesine vardırmaktan kaçınmalıdır. Çünkü Allah için sevmekle, Allah'ı sever gibi sevmek arasındaki farkı bilmek gerekir. Allah'ı sevenler, Allah yolundaki O'nun sevgili kullarını da severler. Fakat Allah'ı sever gibi değil, Allah için severler ve bu sevgi ile Allah yolunda onlara uyarlar. "(Ey Muhammed!) De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin." (3/Âl-i İmran, 31). Buna göre, Allah'ın sevdiği kullarını sevmek ve onlara uymak, günah ve şirk değildir. Tersine Allah sevgisine delil olur. Fakat bu sevgi, hiçbir zaman Allah sevgisi gibi olmamalıdır. Velileri, peygamberleri veya onların ruhlarını ya da melekleri bir ilahlık payı vererek sevmek, onları severken Allah'ı ve Allah'ın emirlerini unutmak, onlar adına kurban kesmek, âyin yapmak, onlardan direkt dua şeklinde bir şeyler istemek, onlardan medet ve imdat beklemek... "Onları, Allah'ı sever gibi severler." ifadesinin tam anlamıyla şirk ve küfürdür. Ayrıca böyle yapmak onlardan uzaklaşmaktır. Çünkü onlar, ancak Allah'ı sevmişlerdir. Ölü veya diri, cansız veya canlı putlara bağlanıp, hurafelere boğulan, uydurma masalları ve efsaneleri din edinen, mezarlara ve ölülere tapınan insanların sayısı gittikçe artmaktadır; câhiliyye sistemi yürürlükte olduğu müddetçe de artacaktır. Bir de vahdet-i vücud adı altında gizlenen bir ateist felsefe vardır ki, din ve ahlak adına ilmî ve hikemî şekilde en büyük zarar, bundan gelmiştir.

Kısaca, başkanlarını ve büyüklerini, Allah'ı sever gibi sevenler ve onların, Allah'ın emrine uymayan emirlerine itaat ederek Allah'a isyan edenler, bunları Allah'a eş ve ortak edinmiş olurlar ki, bütün putperestliğin esası ve endâd konusu, bu tarz muhabbet beslemektedir. Bunlar, itaat ettikleri kimseleri Allah için değil; Allah gibi severler. "İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise çok daha fazladır." Mü'min olanların Allah'a sevgisi, Allah için sevmesi, her şeyden çok ve o müşriklerin tapındıkları endâda, eş ve benzerlere, hatta varsa Allah'a sevgilerinden daha çok ve daha kuvvetlidir. Çünkü mü'minler, ancak Allah'a yalvarırlar. Müşrikler ise pek sıkıştıkları ve muhtaç oldukları zaman Allah'ı hatırlarlar, ihtiyaçları kalmayınca da edindikleri eşlere uyarlar. Bundan dolayı, mü'minin gerek rahatlık zamanında ve gerekse sıkıntı anında, gerek darlıkta ve gerekse genişlikte Allah'a olan sevgisi devamlıdır.

Kâfir ve müşrik ise bazen rabbinden yüz çevirir, tutar bir puta tapar, sonra ondan daha güzel bir şey gördüğü zaman onu bırakır, buna tapar. Sonra ondan daha güzel bir şey gördükleri zaman onu da bırakır, başkasına tapar. Hatta Bahile kabilesinin yaptığı gibi acıktıkları zaman ma'budlarını yedikleri olur. (Sözgelimi, özgürlüğe, demokrasiye taparcasına sarılanların menfaatleri veya İslam düşmanlıkları gereği bu putlarını yedikleri çok görülmüştür.) Bu şekilde sevgi besledikleri şeyi ve ma'budlarını değiştirir giderler. Bunun için onların, mü'minler gibi devamlı bir sevgileri olmaz. Mü'minler, tek Allah'a inandıkları için bütün sevgileri, bizzat Allah'ta toplanır. Allah'ın yarattıklarına olan sevgileri de bu başlangıç noktasından dağılır. Yani sevdiklerini ancak Allah için, Allah rızası için severler. Müşrikler ve kâfirler ise bir ma'budun veya bir putun karşılığında diğer ma'budları ve putları da doğrudan doğruya sevdikleri ve bütün sevgilerini Allah sevgisiyle, Allah rızasıyla ölçmedikleri için sevgileri dağınık ve parçalanmıştır. Şüphe yok ki dağınık ve değişen sevgiler, toplu ve sabit sevgiye göre bir hiç demektir.

Bunun için mü'min bir halk topluluğuna sahip olan ve sırf Allah için sevilen başkanlar, kendilerine uyulan insanlar, ne kadar mutludurlar. Şüphe yok ki bu bahtiyarlığa kavuşmak da hakkıyla tek Allah'a inanan bir mü'min olmaya, her şeyden, hatta kendinden önce Allah'ı sevip, Allah'ın kullarına da Allah için muamele etmeye ve Allah için sevgi dağıtmaya bağlıdır. Başka türlü aşırı gidenler veya ihmal edenler, zulümden kurtulamazlar. Allah'a karşı başkalarını endâd, yani eş ve ortak tutmak, onları Allah'ı sever gibi sevmek ve Allah'a karşılık onları bizzat kendilerine uyulacak varlıklar edinerek emirlerine itaat etmek, özellikle Allah'ın hakkı olan ilâhlık sıfatına ve ma'budluğuna başkalarını da ortak etmek, en büyük zulümdür. "Şüphe yok ki şirk, büyük bir zulümdür." (31/Lokman, 13) Bunu yapanlar son derece zâlimdirler. Çünkü göklerin ve yerin yaratıcısı, kâinat saltanatının mutlak hâkimi olan Allah Teâlâ'nın hakkına tecâvüz etmek cür'etinde bulunanlar, hangi zulümden sakınırlar? Allah'ın kullarına, âciz yaratıklarına ne yapmak istemezler?

Kur'ân-ı Kerim, bu âyette (2/Bakara, 165) ve bundan sonra âyette bize; insanların yaşadıkları gerçek hayattaki teorik ve pratik sapma örneklerinden bir örnek sunmak üzere, yine insanların yaşamakta oldukları gerçek hayattan hareket etmektedir. Bu zulmün taraflarının ve tâbilerinin temsil ettiği bir örnektir. Bu kimseler, Allah'a iman ve Allah sevgisi ile efendilerinden ve büyüklerinden olan zâlimlere karşı besledikleri sevgiyi bir araya getirmektedirler. Tıpkı insanın bütün sıfat ve özelliklerde eşit olan iki ayrı şahsiyeti sevmesinde olduğu gibi. Bu eğilim, Allah ile zulmün elebaşları arasında bir eşitlik canlandırmak durumundadır. Yalnız bu eşitlik ve bu sevgi, bir sempatiden ibâret olmayıp, içinde yaşadıkları hayatın gerçeğinde pratik bir temele dayanmaktadır. Çünkü âyetin anlattığı bu sevgi insanın hissî yönelimlerinden kaynaklanan hissî bir sempati değildir.

Âyete konu olan; bu kimselerin gerçek hayatlarına hükmeden pratik olgulardır. Burada açıkça ortaya çıkan, bu sevgiden maksadın pratiğe dayalı bir sevgi olduğudur. Bu sevgi, onların sevgi besledikleri zâlimlerin, her gösterdiklerine ve her istediklerine kayıtsız şartsız katılıp uyup bağlanmalarında kendini göstermektedir. Tıpkı insanın Allah'ı sevmesinin mutlak itaat ve bağlılık anlamında olduğu gibi. İşte bu Allah'a ortak koşmanın bir pratik uygulamasıdır. Çünkü böyle bir itaatin Allah'tan başkasına yapılması yakışmaz. İnsan böyle bir itaati aynı düzeyde Allah'tan başkasına sunduğunda bunun anlamı o itaat edilen kimseyi Allah'a ortak yapmaktır. İşte bu, gerçek bir şirktir. Yalnızca burada ilâhlar, ilâh inancı düzeyinde değil; bu kimselerden elde edilen veya elde edilebileceği düşünülen istekler, tamahlar ve menfaatler doğrultusundaki şahsî etkenler yoluyla itaat düzeyinde çoğaltılmıştır.

Kur'ân-ı Kerim, bu insanlarla mü'minler arasında bir karşılaştırma yapmakta ve: "İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır" hükmünü vurgulamaktadır. Çünkü mü'minin Rabbi hakkındaki bilgisi, O'nun azametini idrâki; mü'mini bütün düşünceleri, şiarları ile, bütün organ ve alanları ile Allah'a bağlanmaya yöneltir. Artık ne kadar büyük olursa olsun, hiçbir güç onun yanında küçük bile olsa herhangi bir alan işgal edemez. Artık onun ruhu Allah'la karşı karşıyadır. Allah'tan başkası ile gerçek anlamda dostluğu ve muhabbeti yoktur. Allah'tan başkasına mutlak anlamda asla itaat etmez. Çünkü tevhidin anlamı, her şeyde ihlâsla bir tek Allah'a teslimiyettir. Allah sevgisinin nihâî anlamı da budur. Allah sevgisini bu nihâî anlam içerisinde işleyen Kur'ân-ı Kerim, mü'minlerin O'nun zâtı hakkında derin düşüncelere dalmadan bu sevgiyi yaşamalarını ve bunu vicdanlarında temsil etmelerini istemektedir.

Bunu nasıl anlayıp, nasıl ikrar edeceğimize gelince; Bu bir yandan âyetin ruhundan, diğer yandan İslâm risâletinin tabiatından ortaya çıkmaktadır. Bundan sonraki âyetin temelde tâbi olanlar ile tâbi olunanlar meselesini, kıyâmet günündeki karşılıklı konum ve durumlarını işlediğini de görüyoruz. Âyet bize, sevgi meselesinin temelinin tâbi olmak, yani bağlılık olduğunu, soyut bir sempati olmadığını bildirmektedir. Tıpkı Allah Teâlâ'nın diğer bir âyette geçen şu fermanından anladığımız gibi: "De ki,'eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı size bağışlasın..." (3/Âl-i İmrân, 31). Açıkça görüldüğü üzere bu âyet, Peygamber'e tâbi olmayı, sevginin belirti ve sonuçlarından kabul etmiştir. Sevgiyi İslâm risâletinin tabiatından anlamaya çalıştığımızda da bunu, Allah'ın bizim için O'nunla olan ilişkimizin, huzurunda duruşumuzun ve O'nun doğru yoluna bağlanıp bu yol üzerinde dosdoğru yürüyüşümüzün usûl ve stratejisini çizmesinden anlıyoruz. İşte insanı Allah'ın mahlûkatı ve sıfatları üzerinde düşünmeye çağıran Kur'ânî yönelimi ve Allah'ın mahlûkatı üzerinde düşünmeye çağırırken, O'nun zâtı hakkında düşünmekten alıkoyan haberleri hep bu izah ışığında anlamak durumundayız.

Böylece biliriz ki, Allah'ın mahlûkatını bırakıp, zâtı üzerinde düşünmek, insanı bir sonuca ulaşmayan soyut düşüncelerin ve mâkul bir esasa götürmeyen olumsuz tahayyüllerin karanlık çıkmazına sokar. Halbuki, O'nun mahlûkatı üzerinde düşünmek, yarattıklarını irdeleyip incelemek insanı, yaşayan canlı bir temel üzerine oturmuş bir inanca götürür. Buna ilâveten, bu inancı mâkul bir çizgiye ve nih3ayetinde Allah'a bağlanan müsbet tabii şiarlara, insanın yaşadığı hayatî şartlara ve nimetlere, gözlemlediği tabii görüntülere ve âyetlere bağlar. Öyle ki, insan, O'nun yarattığı mahlûkatın azamet ve sanatını idrâk aracılığı ile baktığı her şeyde O'nu görür ve O'nunla duyar, O'nunla yaşar.

Bu âyet (2/Bakara, 165), açıkça gösteriyor ki, ulûhiyetin en önemli özelliklerinden biri, muhabbettir, sevilmektir. Bundan dolayıdır ki, Kur'an ve İslâm ıstılahında/teriminolojisinde insan, daha çok "kul" vasfıyla anılır. Kulluk, kendisine kul olunan varlığa karşı beslenen, en ileri sevgi derecesini ifade eder. "Abd" kelimesinin bu anlamı, câhiliyye devri Araplarında da mevcut idi. Dünyevî mertebeler içinde risâlet en üstün mertebe olduğu halde, Rasül, kulluğu ile övünürdü. Şehâdet kelimesinde de biz O'nun önce kul olduğunu, sonra rasül vasfını zikrederiz. Mezkür ayet gösteriyor ki, Allah'tan başka herhangi bir şeyi veya kimseyi, Allah'ı severcesine seven, Allah'ın emir ve nehiylerine uyar gibi bu sevginin gereklerini yerine getiren kimse, Allah'tan başka endâd, yani nidler, nazirler edinmiş demektir. Bu, muhabbette niddir. Bâtıl tanrılara, tapanlarının gerçek bir sevgi taşıdıklarını 2/Bakara, 95 ve 29/Ankebut, 25 âyetleri bildirir. Mü'min, Allah'ı; halis, katışıksız, sabit ve en ileri derecede sevmelidir.

"Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın" (3/Âl-i İmran, 31) Demek ki, Allah'a inanan nezdinde onu sevmek, asıl fıtratı teşkil eder. Fıtratta olan bu sevgiye hitap olunarak, Allah'ın da kendilerini sevmesi için uymaları gereken yola, böylece irşad olunuyorlar. Öte yandan bu ayette "sevmek ve bağışlamak" kavramlarının münasebete konulmasından anlaşılıyor ki, Allah'ın mağfireti de, kula olan muhabbetinden ileri gelir. Normal olarak sevmeyen bağışlamaz.

Kur'an, kimi özellikleri imanın gereği sayar ki, bunlar ister istemez sevgiyi tazammun eder. Bunlardan biri "rızâ"dır. Rızâ, şunları gerektirir: Kul için en sevdiği varlık, Allah olacaktır. Çünkü bütün öbür şeyleri sevip sevmemesini belirleyen kıstas, Allah'ın onları sevip sevmemesidir. Ayrıca kul, Allah'ından bütün fiilleri, isimleri ve sıfatlarıyla râzı olacaktır: Rab, müdebbir, emredici, yasaklayıcı, Vekîl, Velî vb. olarak. Bunlar da, kendiliğinden O'nu sevmesini gerektirecektir.

Allah ve Rasülü'ne karşı çıkanlara, babaları ve evlatları bile olsa, mü'minler sevgi beslemezler (bkz. 58/Mücadele, 22; 9/Tevbe, 24). Bu âyet-i kerimelerde, insanın doğal olarak en çok seveceği varlıklar (baba, çocuk, zevce, mal, yakın akrabalar, yer-yurt), Allah sevgisi ile karşı karşıya konulmakta, eğer Allah'ın rızası başka yerde bulunuyorsa, Allah'a sadâkatın baskın gelmesi istenmektedir. Bunlara olan sevgiyi belirleyen, Allah'a olan sevgidir, O'nun rızasıdır. Bu ayetler kulun, Allah'a sevgi besleyebileceğini göstermekle kalmaz, o sevginin ne derece ileri olduğunu da gösterir.

 

"Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir topluluğun, Allah'a ve Rasülüne karşı çıkanlara sevgi beslediklerini göremezsin." (58/Mücadele, 22) Sevgi, kullanırken çok dikkat edilmesi ve ancak Allah'a, Peygamberi'ne ve İslam Düzeninin bağlılarına tahsis edilmesi gereken pek yüce bir hayat sermayesidir. İnançsızlara, müşrik ve münafıklara, bizi Allah'ın yolundan alıkoyan nesnelere israf edilmemesi gereken kıymetli varlığımızdır sevgi. Kur'an ve sünnet, Allah ve Rasülü'nün mutlak olarak, öncelikli şekilde ve en büyük tarzda sevilmesini emretmiştir. Bunun dışındakileri severken, ancak ve ancak Allah'ın ve Peygamberi'nin sevilmesini istediklerinin sevilebileceğini açıklar. "Rahmeti bütün canlıları kuşatan (Allah) iman eden ve güzel ameller yapanlar için (kalplerde) sevgi yaratacaktır." (Meryem, 96) "Amellerin en faziletlisi/değerlisi, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek/nefret duymaktır." (Ebû Dâvud, Sünnet 3) İmansız sevgiye ulaşılamaz ve sevgisiz de iman olgunlaşamaz. Hz. Peygamberimiz, "imanın tadını bulmayı (birinci derecede) Allah ve Rasülü'nü her şeyden çok sevmeye" bağlamıştır. (Buhâri, İman 9; Müslim, İman 67; Tirmizî, İman 10) "(Ancak) Allah için seven, Allah için buğz eden / nefret duyan, Allah için veren ve Allah için sıkılık yapıp vermezlik yapan kişi imanını kemâle erdirmiş, olgunlaştırmıştır." (Et-Tâc, c. 5, s. 78)

“Ey iman edenler! Yahudilerle, hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. İçinizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır.” (5/Mâide, 51) “Ey iman edenler! Ne sizden önce kitap verilenlerden dininizi oyuncak ve eğlence yerine tutanları, ne de diğer kafirleri dost edinmeyin. Eğer gerçek müminlerden iseniz Allah’tan korkunuz.” (5/Mâide, 57) “De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler, sizce Allah’tan, Rasülünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevgili ise, Allah’ın hükmü gelinceye kadar bekleyin. Allah, fasık kimseleri doğru yola eriştirmez.” (9/Tevbe, 24)

Endâda Tâbi Olup Allah'a İtaat Eder Gibi İtaat Etmek: Kur’an, herhangi bir kimseye, Allah’a teslim olur gibi emrine girmeye, ona kul köle olmaya, onun arzularına, emir ve yasaklarına kayıtsız şartsız itaat etmeye endâd edinme olarak, Allah'a şirk koşma olarak değerlendirmiş; herhangi bir şeye veya kimseye karşı beslenen aşırı sevgiyi ve kayıtsız şartsız itaati de, onu putlaştırmak olarak nitelemiştir. Allah'a inanmak, kişinin O’nun isteğini kendi dileğine veya başkalarının isteklerine tercih etmesini ve diğer arzuları O’nun yolunda feda edecek kadar O’nu sevmesini ve O'na mutlak itaat edilmesi gereken otorite olarak kabulünü gerektirir. Allah’ı sevmenin kanıtı, O'nu yegâne mutlak otorite olarak kabul edip O'nun belirli nitelik ve güçlerini başkalarına atfetmemek ve O’nun hakkını sahte ilah ve rablere vermemektir. Allah’ın sıfat ve güçlerini başkalarına atfedenler, O’nu sevdiklerini, O'na teslim olduklarını, sadece O'na itaat ettiklerini iddia edemezler; bilakis bu şekilde O’na ortak koşmuş, Allah'a endâd/denk tutmuş olurlar.

Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk temeline dayalı putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve putçuluktan pek de farklı olmadığını görürüz. Mekke’li müşrikler de bir Allah inancına sahipti (Bkz. 29/Ankebut, 61, 63; 39/Zümer, 3). Fakat, Allah’ın hükmü yerine Mekke site devletinin parlamentosu Dâru’n-Nedve’nin kanun yapmasını ve Ebû Cehil gibi tâğutların kendilerini yönetmelerini istiyorlardı. Yer yer dindar kesilmelerine rağmen, tevhid’in karşısında durarak şirke sarılıyorlardı.

Günümüzdede kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden kimselerin tâğutun hükmüne rıza gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah'a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu kimselerin Allah’ı bırakıp birtakım armaları, şiarları/sloganları, işaretleri, bayrakları, heykelleri, gelenek ve görenekleri, bazı kavram ve ideolojileri, sanatı, sanatçıları, futbolu, sporcuları, gruplarını, parti veya kurumlarını, devlet adamlarını, liderlerini... yücelttikleri ve bu sayılan değerler uğruna mallarını, mülklerini, namuslarını, ahlaklarını pâyimal ettikleri, böylece de bu değerlere kulluk ettikleri ortadadır. Sözü edilen bu şahısların, tâğutun ortaya koyduğu nefsânî, şeytanî ve indî değer yargılarıyla Allah’ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatını onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri, kısacası putların veya putların arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah’ın şeriatına tamı tamına zıt olan sistemleri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez.

İşte bunlar, Allah'ın dışında endâd edinenlerdir. Bundan daha açık putçuluk düşünülemez. Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek onların yolundan santim bile ayrılmayanlar, Allah’ın kitabına ve Rasülü’nün sünnetine kulaklarını tıkayarak putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenler, Allah'a endâd uyduranların ta kendileridir.

Hz. Adem'den günümüze kadar cahiliyye hayatını yaşayan bütün toplumlarda, büyük çoğunluğu teşkil eden Allah'a endâd uyduran insanlar, Allah'ın varlığına inanmış kimselerdir. Fakat yaratıcımızı O'nun bildirdiği ölçüler içerisinde, hükümleri, kanunları, itaat edilmesi gereken emirleri ile tasdik etmemişler, bu konularda nidler edinmişlerdir. Evet, "Onlara gökleri ve yeri yaratan kimdir, diye sorsan, elbette ki, Allah'tır diyecekler" (31/Lokman, 25) anlamındaki ayette açıklandığı üzere, Allah'a yaratıcı olarak inanmışlar, ancak varlığına inandıkları Allah'ın Peygamberleri aracılığıyla bildirdiği ve yaşanmasını istediği emir ve yasaklarını kabul etmemişlerdir. Kişisel, ailevî ve sosyal hayatlarını bu mukaddes emirler ve yasaklara göre düzenlememişlerdir. "(İnsanlar için uyulacak) emirler ve yasaklar koyma hakkı yalnız Allah'a aittir." (7/A'râf, 54) yasasını tanımayarak çiğnemişlerdir.

Cenab-ı Hak, bu kişileri yermekte ve uyarmaktadır: "Onlar, hâlâ cahiliyye hayatının hükmünü (bâtıl inançları, ilkeleri ve yaşayış tarzlarını) mı arıyorlar? Kanaate sahip olabilecek bir topluluk katında hükmü (kanunları), Allah'tan daha güzel olan kimdir?" (5/Mâide, 50) Allah'ın indirdiği emirler ve yasaklar dizisine uymayan insanlar, ya kendi arzu ve heveslerine veya zalim rejimlere ve uygulayıcılarına uyarak Allah'a endâd uydurmuşlardır.

"Onlara: Allah’ın indirdiğine uyun denilince, Hayır, atalarımızı yapar bulduğumuz şeye uyarız derler. Ya ataları bir şey akledemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?” (2/Bakara, 170) Allah’tan başkasına mutlak olarak emretme, yasaklama, helal ve haram kılma, kanun koyma ve hakimiyet hakkını verme gibi haller, onu endâd kabul etmektir. Allah’ın koyduğu hükümleri, ölçüleri bir tarafa bırakarak hakimiyeti herhangi bir şeye vermek bir mü’minin yapamayacağı şeydir. Bu konuda Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Huküm/ egemenlik yalnız Allah’a mahsustur. O sadece kendisine ibadeti/kul olmayı emretti. Dosdoğru din ancak budur.” (12/Yusuf, 40) “Onlar Allah’ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini, Meryem’in oğlu Mesih’i Rabler edindiler. Halbuki onlar da bir olan Allah’tan başkasına ibadet etmekle emr olunmamışlardı. O, bunların eş tutageldikleri her şeyden münezzehtir.” (9/Tevbe, 31)

Kur'an'da Allah'a şirk koşulan, Allah'tan başka ilâh kabul edilenin sadece heykellerden ibâret putlar olmadığı belirtilir. Asıl ilâh yerine konanların insanın hevâ ve hevesi ve ilâhlık taslayan insanlar olduğu, Rabbimizin kanununu beğenmeyip başka kanunlar koyan, insanları kendi ilkelerine göre yönetip yönlendiren insanlar olduğu belirtiliyor. Bu âyet, bu konuyu daha belirginleştiriyor. İnsanlardan bazılarının, ilâhlarını Allah'ı sever gibi sevdikleri belirtiliyor. Buradaki endâdı, taştan tunçtan heykeller olarak kabul etmek, bundan sonraki âyette açıklanan hususlara uygun düşmez. O heykellerin/putların temsil ettiği insanlar, ya da ölü veya diri putlaştırılan kişiler, tâğutlar, zâlim yöneticiler, insanları peşinden sürükleyip yönlendiren egemen güçler olduğu değerlendirilmelidir ki, 166. âyetin açıklamalarıyla çelişmesin.

 

 

 

İnsanları Saptıranlar, O Gün Peşinden Gidenleri Terkedecektir

"İşte o zaman (görecekler ki) kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve (o anda her iki taraf da) azabı görmüş, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır." (2/Bakara, 166)

Teberrî, uzaklaşma demektir. Bundan murat, sözleriyle kendilerine uyanları reddetmeleridir. Nitekim başka âyetlerde bu uzaklaşma şöyle izah edilir: "O küfredenler, 'biz hiçbir zaman bu Kur'an'a ve bundan önceki (Kitap)lara asla inanmayacağız' dediler. Sen, o zâlimleri Rablerinin huzurunda tutuklanmış, sözü (kabahati) birbirine çevirir (birbirlerini suçlayarak söz atar)ken bir görsen! (İçlerinde) müstaz'aflar (zayıf sayılanlar), o müstekbirlere (büyüklük taslayanlara): 'Siz olmasaydınız muhakkak biz mü'minler(den) olmuştuk' derler. Büyüklük taslayanlar da zayıf sayılanlara (kıyâmet gününde): 'Size hidâyet geldikten sonra, sizi ondan biz mi çevirdik? Hayır, siz kendiniz suç işleyici oldunuz' der. (Buna karşılık) müstaz'aflar da, müstekbirlere: 'Hayır! Gece ve gündüz (işiniz) hile (Allah'ın yolundan uzaklaştırmak için) tuzak kurmaktı. Çünkü siz, bize Allah'a küfretmemizi ve O'na ortaklar kılmamızı emrederdiniz' derler. Artık azâbı gördüklerinde (hepsi) pişmanlıklarını gizlerler (için için pişman olurlar). Biz de, o inkâr edenlerin boyunlarına bukağılar (ateşten demir halkalar) taktık (takacağız). Onlar işlediklerinden başka bir şeyle cezâlandırılmayacaklardır." (34/Sebe', 31-33)

"Allah'ı bırakıp da kıyâmet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere (putlara ve putlaştırılanlara) tapandan daha sapık kim olabilir?! Oysa onlar (kendilerine tapılanlar) bunların tapmalarından da habersizdirler. İnsanlar, mahşerde bir araya toplanıldıkları zaman onlara düşman kesilirler ve onların tapınmalarını inkâr ederler." (Ahkaf, 5-6)

"O gün Rabbin onları ve Allah'tan başka taptıkları şeyleri toplar da, der ki: 'Şu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan çıktılar?' Onlar: 'Seni tenzih ederiz. Seni bırakıp da başka dostlar edinmek bize yaraşmaz; fakat Sen onlara ve atalarına o kadar bol nimet verdin ki, sonunda (Seni) ziketmeyi/anmayı unuttular ve helâki hak eden bir kavim oldular' derler. (Bunun üzerine ötekilere hitâben şöyle denir:) İşte (taptıklarınız), söylediklerinizde sizi yalancı çıkardılar. Artık ne (azâbınızı) geri çevirebilir, ne de bir yardım temin edebilirsiniz. İçinizden zulmedenlere büyük bir azap tattıracağız!" (25/Furkan, 17-19)

"(Hesapları görülüp ) İş bitirilince, şeytan diyecek ki: 'Şüphesiz Allah size gerçek olanı vaad etti, ben de size vaad ettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (inkâra) çağırdım, siz de benim dâvetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi kınayın. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben, beni (Allah'a) ortak koşmanızı reddettim.' Şüphesiz zâlimler için elem verici bir azap vardır." (14/İbrâhim, 22)

"Allah buyuracak ki: 'Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları arasında siz de ateşe girin!' Her ümmet girdikçe yoldaşlarına lânet edecekler. Hepsi birbiri ardından orada (cehennemde) toplanınca, sonrakiler öncekiler için, 'Ey Rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar! Onun için, onlara ateşten, bir kat daha fazla azap ver!' diyecekler. Allah da: 'Zaten herkes için bir kat daha fazla azap vardır, fakat siz bilmezsiniz' diyecektir. Öncekiler de sonrakilere derler ki: 'Sizin bize bir üstünlüğünüz yok. O halde siz de yaptıklarınıza karşılık azabı tadın!" (7/A'râf, 38-39) (Toplumu yanlış yolda yönetip yönlendiren liderlere hem kendi kâfirliklerinden, hem de başkalarını doğru yoldan saptırdıklarından ötürü; bunların peşinden gidenlere de, hem kâfir olduklarından, hem de liderleri taklit etmelerinden dolayı iki kat azap edilecektir.)

"Şu muhakkak ki, Allah kâfirleri rahmetinden kovmuş ve onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. (Onlar) Orada ebedî olarak kalacaklar, (kendilerini koruyacak) ne bir dost ne de bir yardımcı bulacaklardır. Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün: 'Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik!' derler. Ey Rabbimiz! Biz reislerimize, efendilerimize/beylerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar' derler. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden kov." (33/Ahzâb, 64-68)

"(Kâfirler) Ateşin içinde birbirleriyle çekişirken zayıf olanlar, o müstekbirlere (büyüklük taslayanlara): 'Biz size uymuştuk. Şimdi ateşin birazını bizden savabilir misiniz?' derler. O müstekbirler ise: 'Doğrusu hepimiz bunun içindeyiz. Şüphe yok ki Allah kulları arasında vereceği hükmü verdi' derler." (40/Mü'min, 47-48) (Allah'ın vereceği hüküm, mü'minleri cennete, kâfirleri de cehenneme sokmasıyla ilgili hükümdür.)

 

Zâlimlere Uyanların Pişmanlıkları

"(Kötülere) Uyanlar şöyle derler: 'Ah, keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık! Böylece Allah onlara, işlerini, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkamazlar." (2/Bakara, 167)

Bütün bunlardan dolayı insanlar, bütün bu kuvvet ve kudretin tek sahibi ve hükümranı bulunan bir Allah’tan başka mâbud tanımamalı, O’nun emrinden başkasına mutlak şekilde itaat etmemeli, başkasına uymamalı ve bütün sevgisini Allah’a olan sevgisinde toplamalıdır.

Kur'ân-ı Kerim, müşriklerin Allah'tan başkasına karşı duydukları sapık sevgiyi, insan ruhundaki köklerine inerek incelemektedir. Bu köklerden biri de, bu sapık zâlimlerin dünyada mülk ve otorite sahibi olmalarının, kendilerine tâbi olan bu insanların içinde, bunların güçlü oldukları hissini canlandırmasıdır. Böylece bunlara bakanlar, bunların bütün işleri idare eden, kontrol edip gözeten mutlak bir kuvvete sahip olduklarını tahayyül eder. Bunun üzerine ruhunda çoğu hallerde sevgiye dönüşen bir hayranlık hissi yer eder. Sonra bu sempati duyguları, istediklerini yaparak, yasakladıklarından kaçınarak, onların rızâlarına ulaşmak yolunda, derin bir rağbet ve gayrete dönüşür. Bu âyet-i kerime, onların dünyadaki saltanat görüntülerinin perdeleyip örttüğü, zayıf tabiatlarını ve gerçekteki güçsüzlüklerini ortaya koymaktadır. Bu zâlimler, Allah'ın azabı ile karşı karşıya geldiklerinde kendilerinin ve diğer insanların bir zamanlar sahip oldukları kuvvetin herhangi bir kıymeti ve temeli olmadığını anlayacaklardır.

Dünyada büyük bir güç sahibi olduklarını zannedip aldandıkları halde, o gün Allah'ın alçaltıcı azabı önünde ne kendilerine, ne de bir başkasına herhangi bir fayda, ya da zarar verebilecek güçte olmadıklarını göreceklerdir. O an mutlak gerçek, gözlerinin önünü dolduracaktır. Bu gerçek, bütün gücün Allah'ın olduğu hakikatidir. Gücü dilediğine veren, dilediğinden alıkoyan, dilediği şekilde yönlendiren ve istediğini durmasını dilediği sınırlarda durduran O'dur. İşte böylece, alçak konumlarını kesinleştiren azabı görünce Allah'a karşı direnenlerin, isyan ederek haddi aşanların, yoldan sapanlara ve kâfirlere karşı Allah'ın azabının şiddetli olduğunu anlarlar.

Sonra Allah Teâlâ, bu âyette bize, bu zâlimlere uyan ve kendilerini koruduklarını zanneden, hayatın bütün zorluklarına karşı sorumluluklarını üstlendiklerini zannederek aldanan insanları bekleyen sonu anlatıyor. Bunu, kıyâmet sahnelerini gözlerimizin önünde canlandırarak anlatıyor bize. Bu kıyâmet sahnelerinde dünyada kendilerine tâbi olunan büyük zâlimlerin, ayrım yapmaksızın herkesi eşit tutan azabı gördüklerinde vaad ettikleri sorumluluktan kaçtıklarını, dünyada kendilerine aldanıp tâbi olan bu insanlarla herhangi bir ilişkileri olduğunu kabul etmediklerini, aralarındaki menfaat ve grup yakınlığı temeline dayanan bütün bağların koptuğunu görüyoruz. Çünkü bu bağlar, Allah'a dayanan güçlü bir temele oturmamış ilişkilerdir. Allah'tan kaynaklanan güçlü bir temele dayanmayan bütün bağlılıklar ise o gün kopmaya mahkûmdur.

Dünyada kendilerine tâbi olunan zâlimler, tâbi olanlardan kaçarken, tâbi olanlara gelince; bunlar, dünyada aldanıp kapıldıkları bütün bağlılıkları bir pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak karşılayacaklardır. O gün artık bu büyük hayal kırıklığının ardından rûhî bir iç parçalamasını andıran temenniler baş gösterecektir: "(Kötülere) Tâbi olanlar şöyle derler: 'Ah, keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!" ifâdesi bunu haber vermektedir. Uydukları zâlimlere o gün kendilerinden kaçışlarının karşılığı verilecek, yani kıyâmet günü azabı görünce, kendilerinden kaçtıkları gibi, onlardan kaçıp uzak durmak için, yeniden dünyaya dönmek isteyecekler, fakat bu istekleri havada kalacaktır. Dünyada zâlimlere uyup onlarla birlikte zulüm dünyasına katıldıklarını hatırladıkça: "Böylece Allah onlara, işlerini, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterecektir..." Artık ateşe düşmüşlerdir. Pişmanlıkları fayda vermeyecektir: "Ve onlar artık ateşten çıkacak değillerdir." Ne mâzeretler beyan ederlerse etsinler, akılları başlarına geleceği kadar gelse de, yine ebedî ateşten kurtulamayacaklardır. Çünkü bütün yapıp ettikleri üzerinden Allah'ın onlar aleyhlerindeki delili tamam olmuştur.

Bu bölümdeki âyetlerin mesajı olarak şu çıkarımları yapabiliriz:

1- Fikrî bağlılık, gönül bağlılığına götürür: Akîdeye bağlılık, insanın fikrî konumunu temsil eden fikrî bağlılıkta temsil olunmaz. Uyumlu insanî ilişkiler, gönül bağlılığına ve fikir çizgisiyle uyumlu rûhî bağlılığa sebep olur. Müslüman insanın şahsiyetinde, hissî ve fikrî yönlerin birleşmesi, şahsiyet birliğini ifade eder. Bu iki yön birbiriyle çelişiyor ise, insanın doğru İslâmî çizgi üzerindeki istikameti üzerinde olumsuz etkiler bırakan bir kişilik parçalanmasını meydana getirir.

2- Sevgi, bir konumdur, soyut sempatiden ibâret değildir: Kur'ânî anlamı ile sevgi, soyut bir iç sempati ve bunun yalın sempatik görüntüleri ile ifade edilemez. Kur'ânî anlamı ile sevgi, ancak bu sevgi çizgisi yönünde fiilî konumlara dönüşen bir gönülden bağlılıkta ifadesini bulabilir. Bu sevgi çizgisine muhâlif yönde ortaya çıkan fiilî konumlar sevginin zayıflığına, ciddiyet ve sadâkatten uzak olduğuna delildir. Sevgi fedâkârlıktır, itaattir, tâbi olmaktır, sevgi seve seve bedel ödemektir.

3- Dünyada güçlü geçinenlerinin zayıflığını keşfe çağrı: Kur'ân-ı Kerim, insanı güçlü azgınların içlerinde gizli olan zaaf noktalarını araştırarak bunların güçsüzlüklerini keşfetmeye çağırmaktadır. Kur'an bu çağrıyı yaparken, dünyanın güçlü görünen azgınlarının kıyâmet günü Allah'ın azabının karşısında düşecekleri güçsüzlük konumundan hareket etmektedir.

4- İslâm'da ferdî sorumluluk: Bu âyetler, dünya hayatında güçsüz düşen mü'minlere hitap ederek İslâm'daki sorumluluğun kişiye özgülüğünden bahsetmektedir. Her insan, kendi yapıp ettiklerinin ve yapmayıp terkettiklerinin sorumluluğunu yüklenmek durumundadır. Güçlülerin hâkimiyet duygularından kaynaklanan ve bunların dünyada sahip oldukları mal-mülk, mevki ve otoritelere dayanan baskıları, Allah'ın, kulları için çizmiş olduğu doğru yolundan sapmaktan yana herhangi bir şer'î sebep oluşturamaz. Yine Kur'ân-ı Kerim, güçsüz mü'minlere bu güçlü azgınların kendilerini dünya hayatının zorluk ve darlıklarına karşı koruyacakları hissini yerleştirmek gibi yöntemleri; İlâhî gerçekler karşısında hiçbir şey ifade etmeyen, saptırma yöntemlerden olduğunu bildirir. Çünkü gerçekte bu kimseler, kendi kendilerini korumak yolunda bile hiçbir şeye kadir değildirler. O halde nasıl olur da, başkalarını Allah'ın azap ve gazabından koruyabilirler? Allah'ın azabını karşılarında bulduklarında haklarındaki bu acı gerçek ortaya çıkacak ve bütün bağlılık ve sorumluluklarından kaçacaklardır. O halde müslümanlar, yeryüzünde güçsüz de olsalar, bu azgın güçlülerin Allah'ın hiçbir şekilde râzı olmadığı planlarını ve Allah'a isyan temeline dayanan projelerini uygulayıp ayakta tutmaya katılmamalıdırlar. Yoksa kıyâmet günü bu güçlüler Allah'ın azabını görüp de kendilerinden yüz çevirdikleri vakit, âyetin gözler önüne serdiği pişmanlık sahnesine düşecek ve: 'Ah, keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık! diye hayıflanacaklardır. İşte gözlerimizin önünde kıyâmet sahnelerini canlandıran bu âyetler insanı kıyâmet günü bu düşük ve alçaltıcı konuma düşmemek yolunda uyarmaya çalışmaktadır.

"Onların ateşin karşısında durdurulup: 'Ah keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve mü'minlerden olsak!' dediklerini bir görsen! Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahlar) kendilerine göründü. Eğer (dünyaya) geri gönderilseler yine kendilerine yasak edilen şeylere döneceklerdir. Zira onlar gerçekten yalancıdırlar." (6/En'âm, 27-28)

Cenâb-ı Allah, akıllara kudret ve rahmet delillerini gösterip hislere son derece korku ve sevgi telkin ederek müjde ve uyarı, teşvik ve sakındırma içinde birliğini aklî ve hissî bakımdan isbat ettikten ve bütün insanları her türlü şirkten sakındırmakla tevhid inancına dâvet ettikten sonra, ilâhlık ve rabliğinin eserlerini, ileride açıklayacağı kanun koyma noktasından da göstermek için, bundan sonraki âyette şöyle buyuruyor:

 

 

 

Helâl ve Temiz Gıdalarla Yetinmemek, Şeytanın Peşine Düşmektir

"Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yiyin, şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır." (2/Bakara, 168)

Ey insanlar! Sizin hepiniz böyle bir Allah’ın yarattığı ve kitabına lâyık gördüğü kullarısınız; kendilerine uyulan ve uyan, hepiniz yemeye içmeye muhtaç âcizlersiniz. Bunun için Allah’a kulluk edeceğiz diye kendinizi Allah’ın nimetlerinden mahrum ederek yormayın. O Rahmân ve Rahîm olan Rabbiniz size şöyle izin veriyor: “Şu yeryüzünde bulunan şeylerden yiyin. Fakat nasıl rastgelirse ve her elinize geçeni değil; helâl olanı, hoş ve tertemiz olarak yiyin. Yediğiniz şeyler pis, kirli, şunun bunun hakkı geçmiş, yaratılış itibarıyla ve dinî bakımdan yasaklanmış veya şüpheli şeyler olmasın. Helâlinden kazanın; haram, pis, şüpheli şeylerden sakının; onlara tenezzül etmeyin. Ve şeytanın adımlarına uymayın. Yani, onun arkasından, izinden gitmeyin. Âyette “şeytanın adımlarına uymayın!” denilir. Adıma uymak; arkasına düşmekten, bu da, sözünü dinlemek, emrini tutmaktan kinâyedir.

“... Çünkü şeytan sizin açık bir düşmanınızdır." Kendisi her ne kadar gözlerinize görünmez, gizliden gizliye kanınıza, iliklerinize işleyerek kalp ve fikirlerinize sokulursa da, onun size düşman olduğunda ve telkinlerinden hiçbirisinin hakka ve hayra yönelik olmayacağında şek ve şüpheye yer yoktur.

Bu âyette, insanlara rahmet çağrısı içerisinde, Allah'ın insanlar için hayat yollarını daraltmak istemediğini, aksine kendilerine hayatta geniş ufuklar ve verimli kaynaklar vermek istediğini hissettirmek isteyen Rabbânî bir nidâ var. Allah, insan için yeryüzünü, bütün rızık kaynakları ve nimetleri ile yaratmış ve insanı helâl, temiz rızıklardan ve saf, güzel ve bol nimetlerden istifade etmekte serbest bırakmıştır. Yeryüzündeki rızık kapılarının temizlerini yasaklamamış, hayatını devam ettirmek ve bedenini geliştirmek yolunda bunlardan istifade etmesini uygun görmüştür. Bu arada onu şeytanın yanlış adımlarından sakındırmıştır. Çünkü şeytanın önerdiği şehvetlerden, lezzetlerden, zararlı yiyecek ve içeceklerden insanın bedenine ve aklına zarar gelecek, bu zararlı saldırılar karşısında hayatı fesada uğrayacaktır. Şeytan bu bozgunculuk unsurlarını, insana süsleyip lezzetlendirerek hoş göstermeye çalışır. Bunların sıcaklığının insan kalbine girmesi için elinden geleni yapar. Güzel göstermeye çalıştığı kötülükleri bir yandan süslerken, diğer yandan da bu kötülüklerin zararlı taraflarını örtmeye, gözden kaçırmaya çalışır. İşte Kur'an, şeytanın insanoğlunun apaçık düşmanı olduğunu vurgulayarak, insana onun gerçek kimliğini tanıyarak kendisini çağırdığı kötü yollardan kaçınmasını telkin etmektedir.

 

 

 

 

Şeytanın Çağrısı Kötülüğe, Çirkinliğe ve Allah Hakkında Yanlış Sözleredir

"O size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder." (2/Bakara, 169)

Âyette geçen sû', kötülük demektir, küçüğüyle büyüğüyle kötülük. Fahşâ/fuhuş ise, aşırılık, her şeyin ve özellikle kötülüğün zirvedeki halidir. Fuhuş ve fâhişe denilince, insanımızın aklına yalnız zinâ geliyor. Halbuki, sözün fuhşu vardır, davranışın fuhşu vardır, ahlâksızlığın fuhşu vardır. Her şeyin en kötüsü, en aşırısı, fuhuş kelimesiyle ifade edilir Arapçada. Fâhiş fiyat dediğimizde de durum bu anlamdadır. Allah hakkında bilmeden konuşmak da, Allah'a iftira atmak, Allah'ın emri olmayan, O'nun hükmü ve kanunu olmayan bir şeyi O'na isnad etmek, bir söz âyet olmadığı halde âyetmiş gibi sunmak, Aslı olmadığı halde Kur'an'da şu konu şöyledir demek, hikâyelerden, kıssalardan, tasavvufî rüya veya keşiflerden yola çıkarak, Allah falan kişiye şunları söyledi gibi Allah hakkında bilmeden sözler atfetmek, Kur'an ve sahih hadislerden delil olmadan Allah hakkında ileri geri konuşmak anlaşılır.

Sağlam bir yaratılış, olgun bir akıl ve temiz bir kalp sahipleri için şeytanın düşmanlığını ve telkinlerinin kötülüğünü anlamak hiç de zor değildir. Çünkü o size ancak kötü ve gayet çirkin şeyleri, ve delili olmadan, kendi kendinize bilemeyeceğiniz Allah’la ilgili şeyleri Allah’a karşı iftira olarak söylemenizi emreder. O, Allah’ın emirleri hakkında hayal ve kuruntularla, arzularla söz söylemeye teşvik eder. Şeytanın bâtılı hak, kötülüğü iyilik gibi süsleyerek insanın hayal ve kuruntusuna sunmakla heyecanlandırması ve teşvik etmesi, emre benzetilmiştir. Nitekim nefsin şiddetli arzuları hakkında: “Nefsim bana böyle emrediyor” denir ki, “nefs-i emmâre”, yani “kötülüğü emreden nefis” deyimi bundandır. Bu benzetmede şeytanın vesvesesini kabul ile ona uyan insanların, şeytanın memurları ve uyduları yerinde olduklarına işaret buyurulmuştur.

Fenâlık görmek istemeyen insanların, fenâlığı denemeye kalkışmaları da akıl işi değildir. Fakat şeytan insanları, bunlar hakkında da gönlüne göre hüküm vermeye teşvik eder: “Adam sen de filân şeyi yemek neden haram olsun? Falan işi yapmak neden yasak olsun?” dedirtir. Böylece insana Allah’ın emrini, Allah’ın kanununu araştırtmadan, kendi kendine yalandan kanunlar uydurtur. Hakk’ın kanununa uymayan işler yaptırır ve nihayet başını belâya sokar.

Bu âyette Allah, şeytanın adımlarından, planlarından bazılarını açıklıyor ve bize üç örnek veriyor: 1- Şeytan insana, bütün zararlı düşünce ve eylemlerin kendisinde ifadesini bulduğu kötülüğü emrediyor. 2- Eşyanın doğal sınırlarını aşan bütün yasak şeylerin kendisi ile ifade edildiği fuhşu/fahşâyı (azgınlık, aşırılık ve çirkinliği) emrediyor. Bu yasak şeyler de iki kısımdır: a- Kul ile Allah arasındaki kulluk ilişkisine dayanan yasaklar, b- İnsan ile diğer insanlar (toplum) arasındaki ilişkiye dayanan yasaklar. Bu yasakların yükünü de malî, toplumsal, siyasal, ekonomik ve ahlâkî alanlardaki yasaklar oluşturur. Özellikle de ırz, hıyânet ve yalan konusundaki yasaklar bunların özüdür.

3. Emrine gelince; bu kendi ahkâm, akaid ve amellerini Allah'a nisbet etmesine ilişkindir. Şeytan, kendi ahkâm ve itikadını, kendi kötü işlerini mutlak İlâhî gerçeklerden kaynaklanıyormuş gibi gösterir. Halbuki şeytanların kendileri Allah'ın ilminden ve ahkâmından uzaktırlar. Bu yönde gerçek bir bilgiyi elde edebilme yoluna da sahip değillerdir. Kur'ân-ı Kerim'in müslüman insanın hayat yolundaki yürüyüşünde böyle bir durumun tehlikesini vurgulaması önemlidir. Çünkü şeytan zekîce çizdiği kendi şeytanî plan ve yöntemleriyle insanı nifak, yalan, hıyânet ve bozgunculuğa sürükler. Hak ile bâtılı birbirine karıştırarak insanın önüne hak görüntüsüyle sürer ve onu sapma çizgisine yöneltmeye çalışır. Hidâyete giden yolu kendisine kapatarak, onu koyu karanlıkların derinliklerinde döndürüp dolaştırır. Kur'an da, bu yönteme karşı kendi Kur'ânî üslûbu ile, onun hakka muhâlif, şirke dayalı inanç ve yöntemlerinin bâtıllığını delillerle gözler önüne sermektedir. Kur'ânî üslûp; "bilmeyenler", bir ilmi olmayanlar", "bir şey bilmeyen kimseler" tâbirlerini kullanarak müşriklerin vasıflarını ortaya koyar. Onların inandıkları ve insanları da inanmaya çağırdıkları inanç ve düşüncelerinde delilden hareket etmediklerini bildirir. Kur'an'ın üslûbu, insana gaflet havasından kurtularak gerçeği en güzel yolla yakalamayı teşvik eder. İnsanları taassup ortamına bağlayan ve anlaşma havasından çıkararak karşılıklı görüşüp tartışma/ihtilâf ve kavga özelliğinden uzaklaştıran, inkâr ve inat tavrından uzak durmayı öngörür. İşte Kur'an'ın üslûbu budur. Bunun gereği olarak da karşı fikirleri gerçek ve karşılıklı görüşme alanına sürükleme ihtiyacı hissettiğimiz alanlarda kırıcı ve uzaklaştırıcı ağır kelimeler yerine hafif ve yumuşak kelimeleri seçmek durumunda olmalıyız.

Bu âyette açıklanan üç emri ve telkini dışında, şeytanın diğer telkin ve tavsiyelerinden bazıları şunlardır:

"Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder..." (2/Bakara, 268)

"Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah'ı zikirden/anmaktan ve namazdan alıkoymak ister..." (5/Mâide, 91)

"...Şeytan onları büsbütün dalâlete düşürüp saptırmak istiyor." (4/Nisâ, 60

İlmi, yolu ve yöntemiyle delilinden aramayan; Allah’ın emrini gösteren delili bulmadan kendi kendine bilemeyeceği şeyler hakkında şeytanın telkin ettiği hayal ve kuruntusuna, gönüllerinin bozuk eğilimlerine göre söz söyleyen nice insanlar vardır ki, hep bunlar Allah’a karşı eş tutanlar cümlesindendir. Nitekim bunların delil yerine temel prensip olarak taklit ve taassupla atalarının izinden giden anlayış bunun en belirgin yansımasıdır:

 

 

Allah’ın Hükmüne Değil de, Atalarının Âdetine Uyan Zavallılar!

"Onlara (müşriklere): 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?" (2/Bakara, 170)

O insanlara; ‘Allah’ın indirdiği açık delillere, parlak belgelere ve bunların hükümlerine tâbi olup itaat edin’ dendiği zaman, ‘Hayır, biz ona değil; atalarımızı üzerinde bulduğumuz eski âdetlere uyarız’ derler. Yani atalardan kalma eski âdetlerin;

Hakk’ın emrine, Allah’ın hükmüne uygun olup olmadığını aramazlar da sırf taassupla onlara, ne olursa olsun uyup taklit edeceklerini söylerler.

Hayret! Ataları hiçbir şeye akılları ermez ve doğru yola gitmez olsalar bile mi onların bulunduğu hale uyacaklar, cehâlet ve sapıklıkta da mı onları taklit edecekler?

Taklîd: Devenin boynuna takılan yulardan alınmıştır. Yularını başkasının eline verip, güdülen bir varlık gibi onun peşinden giden, onun yaptığı şeyleri düşünmeden yapan kimseye mukallid denir. Taklid, insanı ne aslî, ne de fer'î bir bilgiye ulaştırmaz. Ancak, dinî hükümleri asıllarından çıkarma yeteneğinde bulunmayan kimse, zamanının en takvâlı âlimlerini bulup onların fetvâlarına uyar. Zira Cenâb-ı Hak: "Bilmiyorsanız zikir ehlinden (bilenlerden, âlimlerden) sorun." (16/Nahl, 43) buyurmuştur.

Atalar Yolu: Tarihin esasına, nakle ve ancak ilmî kaynakların tesbit edeceği birçok asırların tecrübelerine, daha doğrusu Allah’ın tayin edip indirdiği delillere bağlı olan hükümlerde geçmişi büsbütün atmak ve ondan habersiz olarak hep yeni şeyler aramak doğru değildir. Bununla beraber, körü körüne geçmişe taparcasına sevgi beslemek, ne olursa olsun atalar yolunu tutmak ve özellikle ilimden, dinden nasibi olmayan, hata ve sapıklıkları açık ve Allah tarafından beyan edilmiş bulunan ataları taassupla taklit etmek de onları, Allah’a eş ve ortak tutmak, cehâlet ve sapıklıkta boğulup kalmaktır.

Bu konuda aranacak olan şey; hak ve bâtıl, menfaat ve zarar, iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinliktir. Menfaatin, hakkıyla menfaat; iyiliğin hakkıyla iyilik, güzelliğin hakkıyla güzellik olması için de Allah’ın hükmünü, hakkın delilini bulmak lâzım gelir. Bundan dolayı, bir şeye tâbi olma sebebi; eskilik, yenilik veya atalar yolu olup olmaması değil; Allah’ın emrine ve Hakk’ın deliline uygun olmasıdır. Allah’ın emrine uyan ve yaptığını bilen atalara uyulur. Aksine, Hakkın emrini tanımayan, ne yaptığını bilmeyenlere -atalar bile olsa- yine uyulmaz. Bu durum, eskilerde böyle olduğu gibi, yenilerde de böyledir. Bunun için fıkıhta “zarar kadîm olmaz” diye bir genel kaide vardır. “Kadîm, kıdemi üzere terk olunur” genel kuralı da bununla kayıtlıdır.

Bu bakımdan eski, hiçbir kayda bağlı olmadan eski olduğu için değil; açık bir zararı bulunmaması yönünden geçerli olduğu gibi, iyiliği ve güzelliği ilmin sebeplerinden biriyle bilinen ve hakkın deliline uygun olup sonradan ortaya konan yeni de geçerlidir. Kısaca, hak ve iyilik ölçüsü, ne eski ve yeni, ne de bilgisizlik ve istektir. Allah’ın emrine ve delile dayanan ilim gerçektir. Bunun için eski olsun, yeni olsun Allah’ın indirdiği delillere bakmayıp da ataların halini, yalnız ata olduklarından dolayı taklit etmek, onları Allah’a eşler tutmak ve hakkı bırakıp hayal ve kuruntulara, şeytanın emirlerine uymak, izince gitmektir ki, buna tutuculuk denir.

"Onlara; 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler...” (2/Bakara, 170). Bu âyet gösteriyor ki, bir hak (doğru) delile dayanmayan katıksız taklit, din hakkında yasaklanmıştır. Belli bir bilgisizliğe, sapıklığa uyup onu taklit etmek, aklen bâtıl olduğu gibi; şüpheli olan hususta da delilsiz taklit, din açısından câiz değildir. Açıkça belli olmayan hususlarda delilsiz söz söylemek ve o yolda hareket etmek, bilmediği bir şeyi Allah’a iftira olarak söylemek ve şeytana uyup bilgisizce hareket etmektir. Nitekim “Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve diğer açık delillere, parlak belgelere ve bunların hükümlerine uyun” denildiği zaman Arap müşrikleri, taassupla böyle yapmış ve böyle söylemişlerdi ki, bu âyet bu sebeple inmiştir. Bir rivâyette de böyle diyen ve âyetin inmesine sebep olanlar, yahûdilerden bir gruptur. “Allah’ın indirdiğine uyun” dendiği zaman bunlar: “Hayır, biz babalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona tâbi oluruz. Çünkü onlar bizden hayırlı, bizden daha bilgiliydiler” demişler, yapılan bu teklifteki âyet ve delilleri hiç düşünmeyerek taassuba sapmışlardır. Onların bâtıl gelenekleri ile ilgili tek otoriteleri, bunların, atalarının da gelenekleri olmasıdır. Ahmak izleyiciler bu tür bir geleneği, uyulması gereken bir otorite olarak kabul ederler.

Âyet-i kerimede kast olunanlar, ister İslâm’a ve İslâm şeriatına dâvet edildikleri zaman, yukarıdaki sözü tekrarlayan ve İslâm’ın reddettiği câhiliyet âdetlerine sımsıkı sarılan müşrikler olsun; isterse bu dini kısmen veya tamamen reddedip atalarının yolundan ayrılmayan yahûdiler olsun; her iki zümre için de bahis konusu olmak üzere âyet-i kerime, akîde hususunda Allah’tan başkasından bir şey almayı ve dinî konularda bâtıl dinleri taklit ederek, düşünmeden, şuursuzca nakiller yapmayı kesinlikle reddediyor.

“... Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?” (2/Bakara, 170). Ya durum böyle idiyse; onlar hâlâ atalarına uymakta ısrar edecekler midir? Bu ne taklit, bu ne taassup? Bu yüzden âyet-i kerime onların halini, taklitçi ve mutaassıp tavırlarına yaraşan, azarlayıcı ve tekdir edici bir tablo halinde canlandırıyor. Söylenenden başka bir şey anlamayan, çobanlarının haykırışını mânâsız seslerden ibâret sayan, başıboş bir hayvan resmi var tabloda. Hatta onlar, hayvandan da aşağıdırlar. Hayvan görür, işitir ve bağırır. Fakat onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler: “(Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler." (2/Bakara, 171). Onlar sağırdır, dilsizdir, kördür. Her ne kadar kulakları, dilleri ve gözleri olsa da, bu Kur’an’dan istifade edip hidâyete ermedikten sonra onlar sağırdır, kördür, dilsizdir. Hilkatinin sebebi olan vazifeleri yerine getirmeyen kötürümleşmiş uzuvlar gibidirler. Sanki ne gözleri, ne dilleri, ne de kulakları var...

Ataların yolu, babalardan dedelerden devralınan din anlayışı, Kur’an ve Sünnet’e ters, hurâfe ve uydurmalarla, yanlışlarla dolu olabilir. Sırf babaların yolu diye, onların anlayışı diye bunları savunmak, bunları hak ve hakikat gibi görmek ataları kutsallaştırıp putlaştırmak, onları Allah’a ortak koşmak demektir. Bu problem, sadece eski câhiliyyenin problemi değildir; her dönemde ve her yerde izlerini devam ettiren bâtıl anlayıştır. Bu anlayış, bazen ecdâdı yüceltmekle, ırkçılıkla, tarihi kutsallaştırmakla ortaya çıkar; bazen gelenek, görenek, örf-âdet ve körü körüne taklitçilikle kendini gösterir; “ele güne karşı”, “başkaları ne der?” “ben bu yaşa geldim, bunları duymadım, dolayısıyla bu yanlıştır”, “senin yaşın kaç? Sen ne bilirsin?”, “biz hocalarımızdan, babalarımızdan böyle gördük, böyle duyduk; o yüzden doğrusu budur” gibi ifâdelerle ortaya çıkar; bütün bunlar hurâfe ve bâtıl inanışlar, câhiliyye mantığı olarak değerlendirilmelidir. Eski câhiliyye döneminde tevhidî çağrının önündeki en önemli itirazın bu anlayış olduğu gibi, günümüz modern câhiliyyesinde de de durum farklı değildir. Günümüzde şuurlu müslüman gençlerin sırât-ı müstakîm çizgisinde sahih İslâm’ı anlayıp inanarak yaşamalarının önündeki engellerden, belki de en büyüklerinden biri bu “atalar yolu” anlayışıdır.

Kur'ân-ı Kerim'de Atalar Yolu İle İlgi Âyetler: Peygamberlerin Allah’tan getirdiği hakikate, sadece Allah’a kulluk yapma mesajına karşı müşriklerin “atalarının yolu”nu gerekçe gösterip ecdatperestlik yapmaları Kur’ân-ı Kerim’de 25 yerde gündeme getirilir. Atalarının izini takip etmelerinin, atalarının yolunu şuursuzca sürdürmelerinin İlâhî ölçüye ters olduğu gibi, akla mantığa da uygun olmadığı, geçersiz bir gerekçe, daha doğrusu şirk için bahâne olduğu vurgulanır.

 

Atalar Kültü; Sosyal Çevre ve Geleneğin Putlaştırılması

Sosyal Çevre: İnsan, her türlü zihinsel ve duygusal yapıya sahip olarak gelişmeye hazır bir vaziyette dünyaya gelir. Bu gelişim sürecini devam ettirebilmek için toplum içinde yaşamak ve diğer insanlardan faydalanmak zorundadır. Bu yönüyle toplumsal bir varlık olarak değerlendirilen insan; inancını, bakış açısını, her türlü değer yargısını, kimlik ve kişiliğini içinde yaşadığı toplumdan alır. Fakat belirli bir noktaya gelindiğinde toplum, insanın benliğini, irâdesini, idrâkini kuşatır, âdeta esir alır, hapseder. İnsanın, toplumun koyduğu normları aşabilmesi bir mesele haline gelir. Zira toplumlar kendi normlarını bireylere benimsetmek onların düşünce, inanç ve davranışlarını yönlendirmek ister. Bu, toplumun putlaşması demektir.

Toplum, binlerce yıllık birimini, tecrübelerini, örf ve âdetlerini, inançlarını, değer yargılarını bireylere aktardıktan sonra, bu sosyal değer ve normların eleştirilmesine tahammül edemez, kendine mensup bireylerden mutlak itaat bekler. Bu normlar karşısında şüpheye düşülmesini bile istemez. Sosyal çevre, insanın her yönüyle gelişimine uygun bir ortam olmakla birlikte, belli bir aşamadan sonra yetersiz kalmakta, hatta fertlere alternatif tanımadığı zaman da zararlı olmaktadır. Hür düşünme ve araştırma imkânlarını ortadan kaldıran toplumsal çevre baskısı, hiçbir zaman hoş karşılanmamaktadır.

Kur'an kültürüne dayalı bir perspektiften baktığımızda, yapılarına göre iki tür toplumun varlığından söz edebiliriz. Biri normları İlâhî öğretiye dayalı toplumlar (İslâmî toplum/ümmet), diğeri normları câhilî öğretiye dayalı toplumlar (câhiliye). Câhiliye toplumlarında insanı doğruluktan, iyilikten, güzellikten uzaklaştırıcı bir baskı vardır. İşte böylesi toplumlarda toplumun yanlışlığına rağmen doğruyu görmek, toplumun kötülüğüne ve çirkinliğine rağmen iyiyi ve güzeli tercih etmek, söz konusu topluma ve toplumsal değerlere karşı çıkmayı, baskılara göğüs germeyi gerektirir. Ayrıca kişiliğini içinde bulunduğu toplumla özdeşleştirmiş kimseler için böyle bir durum geçerli değildir. Bunlar için, içinde yaşadıkları toplumu reddetmek kendi kişiliğini reddetmek gibi imkânsızdır. Bu tip insanlar İlâhî bir mesajla, hak sözle karşılaştıklarında kendilerine göre bir değerlendirme yapma yeteneklerini işlevsiz hale getirmişlerdir. Böyle bir durumda zihinlerinin ilk çağrıştırdığı şey, içinde yaşadıkları toplumun yaklaşımlarıdır. Doğru da olsa yanlış da olsa toplumun reddettiği her şey, toplumun bireylerince kabul edilemezdir; bu toplumun yazılı olmayan yasasıdır/nassıdır.

Hak bir sözle, İlâhî bir mesajla câhiliye toplumunun karşısına çıkanlar şu tür sorulara muhâtap olurlar: "Bu kadar insan bilmiyor da sen mi biliyorsun? Bunca insan yanlış yolda da, sen mi doğru yoldasın, yani bu kadar insan aldatıldığının farkında değil de, bunu bir sen mi farkettin? Daha senin yaşın kaç? Biz bu yaşa kadar atalarımızdan buna benzer bir şey duymadık, böyle bir şey görmedik..."

Evet, bu kimselerin anlayışına göre iyi ve doğru, çoğunluğun kabul ettikleridir. Peki nedir çoğunluğun özellikleri? Kur'ân-ı Kerim, çoğunluğun "yoldan çıkmış, fısk ehli" (5/Mâide, 59; 7/A'râf, 102; 9/Tevbe, 8), "vahiy bilgisine karşı ilgisiz" (7/A'râf, 187; 12/Yûsuf, 21; 30/Rûm, 6; 34/Sebe', 28), "Allah'ın verdiği sayısız nimetlere nankörlük eden" (2/Bakara, 243; 7/A'râf, 17; 12/Yûsuf, 38; 40/Mü'min, 61) ve "kâfir" (12/Yûsuf, 103; 13/Ra'd, 1; 17/İsrâ, 89) kimseler olduğunu belirtir. "Muhakkak ki Biz, bu Kur'an'da insanlara her türlü misali, çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların çoğu küfürden/inkârcılıktan başkasını kabullenmediler." (17/İsrâ, 89) "Andolsun ki eski milletlerin çoğu dalâlete düştü." (37/Sâffât, 71) "Sen iman etmelerine düşkün olsan bile yine de insanların çoğu iman edecek değillerdir." 12/Yûsuf, 103) "Elif Lâm Mîm Râ, Bunlar Kitab'ın âyetleridir. Sana Rabbinden indirilen haktır, fakat insanların çoğu iman etmezler." (13/Ra'd, 1)

Kur'an ölçülerine göre itikadî ve ahlâkî açıdan olumsuz kimlik taşıyan, normları câhiliye esaslarına göre belirlenmiş toplumlar, çoğunluğun câhil, gâfil ve kâfir olması sebebiyle insanları Hak yoldan saptırabilecek bir etkinliğe sahiptir. Yüce Allah konu üzerinde mü'minlerin dikkatini çekecek uyarılarda bulunur: "Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan; seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler." (6/En'âm, 116). Bu âyet, aynı zamanda, hakkın tek, bâtılların ise birden fazla olduğuna, yerküre üzerinde yaşayanların çoğunluğunun da kâfirler topluluğuna mensup olduğuna işaret eder. İnsanın bâtıl inançlara mensup toplumla etkileşiminden genellikle bâtıl inançlar doğar. Her insanda çoğunluğa ayak uydurma, çoğunluğun beğenisini kazanma eğilimi, çoğunluk tarafından dışlanma korkusu vardır. İnsanın içerisinde yaşadığı toplum inanç açısından Tevhid üzere ise, toplumun yapacağı etkileme olumlu olur. Fakat toplum dalâlet ehli insanlardan oluşuyorsa etkileşim de bu doğrultuda olacağından, dalâlet ehli toplum, inkâr motivi işlevini görür. Bu durumda İslâm, çoğunluğun değer yargılarına değil, Kur'an öğretilerine itibar etmeyi öngörür.

Bireyin kimlik ve kişiliğinin oluşmasında çoğunluğun, yani sosyal çevrenin rolü inkâr edilemez. Sosyal çevre, doğrudan doğruya olmasa bile, dolaylı olarak etkide bulunur. İslâmî açıdan bozuk bir çevre, öncelikle ruhu bozar. Ve bozulan ruhî ortamda, kutsal duyguların, yüce düşüncelerin gelişimi zayıflar, âdi düşünceler güçlenir, bayağı duygular revaç bulur. Böyle bir ortamda kişinin inkâra düşmesi kolaylaşır. Hatta olumsuz sosyal çevre, bireyin inkârcılığının bir motivi olur.

Atalar Kültü: Her doğan insan, bir toplum içerisinde, o topluma özelliğini veren kültür ortamı içerisinde bulur kendisini. Birey kültür ortamıyla başlattığı etkileşim sürecini bir ömür boyu devam ettirir. Fertler bir yandan mevcut kültürle hayatlarını şekillendirirken, diğer yandan bu kültürü yeni yetişen nesle aktarma uğraşına girerler. Başta yetişen nesil olmak üzere bütün toplum bireyleri kültür ortamına adapte olmaya çaba harcarlar. Zira sosyal bir varlık olan insan, doğal olarak, önceki nesillerin devretmiş olduğu fikirleri, inançları, davranış kalıplarını benimser, sahiplenir. Sahiplenilen bu sosyal normlar nesileller boyu sürekliliğini korur. Geçmiş nesilden alınan sosyal normların en belirgin özelliği süreklilik arzetmesi ve sürekliliği sağlayan ataların üstünlüğü fikridir. (Mustafa Armağan, Gelenek, Ağaç Y. s. 19)

Kültürün insana kazandırdığı normlardan insanın bir anda sıyrılması, onları terketmesi oldukça zor bir iştir. Bu tür değerler önceki nesillerden miras alınmış ve bireylerin benliğine ayrılmamacasına yerleşmiş, onların kişiliklerinin bir parçası olmuştur. Aynı şekilde toplumda bâtıl inançlar, kötü alışkanlıklar hâkim olunca, bu insanları atalarından taklit yoluyla devraldıkları bu inanç ve alışkanlıklardan uzaklaştırmak, ayırmak imkânsız gibidir. İşte toplumun yapısını oluşturan bâtıl inanç ve kötü davranışlar insanları hakikatleri idrâk etmekten ve hakka itaatten alıkoyan en önemli sosyal motivlerden birisidir. Bireyin içinde yaşadığı câhiliye toplumunun normları, insandaki inanma kabiliyetinin uyanmasını ve gelişmesini engelleyen etkili bir perdedir. Kur'ân-ı Kerim bu toplumsal yapıyı Hakk'ın tezâhüne en büyük engel kabul etmiş; aklî incelemeyi, delillere sarılmayı, bilinçli ve insanca yaşamayı önermiştir.

"Onlara: 'Allah'ın indirdiğine uyun' dendiğinde: 'Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız, derler. Ya şeytan, onları alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse?!" (31/Lokman, 21). Eski atalarına tapıyor olmalarının hiçbir aklî dayanağı yoktur (İbn Kesîr, III/458). Saf, katıksız mücerret taklide yöneliyorlar (Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, IV/241). Öyle bir taklit ki, taklit ettikleri şey doğru mu, yanlış mı bunun üzerinde hiçbir şekilde düşünmüyorlar. İnsan bir şeyi taklit edebilir, fakat bir yandan da onu sorgular veya taklit etmeden önce üzerinde düşünür. Fakat kâfirler kendilerine gelen İlâhî mesajı kabul etmedikleri gibi, taklit ettikleri gelenek ve değerlerin doğru olup olmadığı üzerinde düşünmek de istememişlerdir.

Câhiliye toplumlarında gelenekçi anlayış, geçmişin tartışılmasına, atalardan miras alınan sosyal normların analiz edilmesine ve seçmeciliğe tâbi tutulmasına karşı çıkar: "Onlara (müşriklere): 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?" (2/Bakara, 170). Kur'an'a, Peygamber'in getirdiklerine tâbi olmaları istendiğinde atalarını taklitle yetinmişlerdir.

İnançta ataları taklit, şeytanın planlarındandır: Ataları körü körüne taklit, şeytanın planlarına uyan insanların sergilediği örneklerden biridir. Bu insanlar, hayatta inandıkları ve uydukları şeylerde araştırma, inceleme ve düşünme temeline dayalı fikrî kanaatlerden hareket etmezler. İnsanı örflerinde, âdetlerinde, düşüncelerinde ve kutsal saydığı değerlerde mensup olduğu geçmişi kutsamaya yönelten basit bir sempatiden ve şahsî bağlılıktan hareket ederler. Bu tarz, onlar için hem fikrî kanaatlerinde hem de amelî bağlılıklarında bir temeldir. Buna uyanı kabul ederken, buna uymayan her şeyi reddederler. Hem de herhangi bir şekilde bu meseleler üzerinde, mesele ne kadar ince ve önemli fikrî meselelerden olursa olsun, görüşüp konuşmayı, tartışma ve incelemeyi kabul etmeyecek bir düzeyde...

Peygamberlerden ve diğer insanlardan bütün tebliğ ve dâvet sahipleri, Allah’a dâvet yolunda bu tür bir tepkiyle karşılaşmışlar, bu tarzı yıkmaya çalışmışlar ve oldukça yorulmuşlardır. Çünkü böyle bir gidişat, insana düşünme pencerelerini kapar ve onu içine kapanık, dikkatini çeşitli problemlere, düşünce ve ilkelere çekmeye çalışan diğer insanlarla diyalog ya da herhangi bir ilişkiye girmekten uzak bir kişiye döndürür. Toplumu da gelişen kanatlarıyla yükseklere uçmak ve istikbale yönelmek yerine, düşmeksizin mâzi tekerleğine bağlı geri kalmış bir topluluk haline getirir. Onu hayatını geliştirme ve gidişini bütün hayat işlerinde en iyiye doğru çevirmek gibi düşüncelerden uzaklaştırır. Ataların ve dedelerin kutsal mirası adı altında toplumu fikrî ve amelî yanlışlık ve sapmalara götürür ve bu kutsallaştırılır, ecdatperestliğe dönüşür.

İşte Kur’an, toplumsal ve insanî meseleler ve düşünceler karşısında böyle bir eğilime şiddetli bir savaş açmış, düşüncede ve eylemde hissî baskılardan uzak, düşünce özgürlüğü üzerine kurulu sâbit bir fikrî temelden hareket etmeye çağırmıştır. Kendilerine bağlanıp yollarına tâbi oldukları bu ataların kişilik ve kimlikleri üzerinde, aklî düzeyleri ve fiilî gidişatları üzerinde sıkı bir incele yapmaya çağırıyor Kur’an. Çünkü böyle bir inceleme sonunda, bu atalardan birçoğunun akıllarının bir şeye basmadığı ve doğru bir yol üzere olmadıkları açığa çıkacaktır. Çünkü bu atalar, hurâfeler ve efsânelerle doldurulmuş bâtıl bir külliyatın gölgesinde yaşamışlardır. Hayatlarının bütün renk ve boyutlarını çizerken, ilimden, kültürden uzak bir câhillik içerisinde bulunmuşlardır. Böyle olunca, tuttuğu düşünceye ve hayatına saygısı olan bir insan, nasıl olur da hayatını böyle kimselerin düşüncelerinin ve yaşayışlarının insaf ve merhametine bırakabilir?

Kur’an, insanın fikrî kanaatlere ulaşmak yolundaki yöntemini doğru ve sağlam dayanaklara bağlamasını ister. Atalara bağlılık meselesini ve bunun özgür düşünce üzerindeki baskıcılığını da örnek verir. Yine bu bağlamda bütün baskıcı ilişkiler bu kapsama dâhildir. Özgür düşünce üzerinde bir baskı unsuru oluşturan bu düşünceler, ataların düşünceleri olduğu gibi, insanların değişik düşünce ve modelleri, ilke ve yolları da olabilir. Onları taklit de atalar yolunu taklit gibidir. Bütün mesele, bu ilgi ve yakınlıkların; şartlar, şahıslar ve durum ne olursa olsun, gerçeğe ulaşmak adına bir anlam ifade etmediğidir.

Bu alanda, insanların hayatlarındaki dinî yönelimleri üzerine bir soru gündeme geliyor: Mâlum olduğu üzere insanların çoğunun bir dine bağlanması ve dindarlığı, düşünce ve araştırmadan kaynaklanmamaktadır. İnsanların çoğu babalarından ve dedelerinden miras kalan dinî inançlara bağlanmaktadır. Hiçbir araştırma ve inceleme yapmadan, bu dinin ayrıntılarına girip inanıp bağlanılacak haklı taraflarını ve inanılmaması, bağlanılmaması gereken bâtıl ve yanlış taraflarını sorgulayıp incelemeden... Bu durum insana irâdesiz ve seçimsiz bir kimlik(sizlik) kazandırmaktadır. Bunun yanında böyle bir dindarlık, düşünceyi hareketlendirip canlandırma fırsatı vermeyen, ortaya sorular atacak tartışma ve araştırmalara meydan vermek istemeyen, resmî kurumlara dönüşmüş bazı dinî kurumlarca oluşlu karşılanmakta ve teşvik edilmektedir. İşte bu noktada şöyle bir soru ortaya çıkıyor: İnsanların bugünkü dinî durumları ile Kur’an’ın bu âyette bahsettiği insanların durumu arasında ne gibi farklar vardır?

Cevap: Kur’ânî usûl, insanları tahmin ve ihtimale dayanan yollara değil, ilmî yollarla düşünceyi, inanca temellendirmeye yöneltmektedir. Bu açıklama ışığında inançta taklide dayalı yönelişler gerçeğe ulaşma yolunda İslâmî çizgiden sapma olarak kabul edilecektir. Bundan dolayı İslâm bu taklit yolunun inançta hataya sürüklediği insanı, Allah huzurunda mâzur görmemektedir. Bunun yanında gerçeği yakalama yolunda bütün çabasını sarfettiği halde, kendi elinde olmayan ve şartların bir neticesi olarak gerçeğe ulaşamayanı mâzur görmektedir. Buna mukabil yine, kendisinin elinde olmayan dış şartların etkileri sonucu taklidî yollarla gerçeğe ulaşan insanı da kabul etmektedir. İnsanların hayatına girmek isteyen bir din, bu son durumda müsâmahakâr ve hoşgörülü olacak elbette. Çünkü bu dinin yoluna girdikten sonra, sağlıklı düşünme imkân ve fırsatına daha yakın olabilirler. İslâmî gerçek içerisinde yaşamaları onlara İslâm’ı tanıma imkânları verebilir. Bu durumdaki insan, dışarıdan gelecek olumsuz etkilerden de nisbeten korunmuş olur.

İslâm, delil olmadan Allah’ın yoluna teslim olanları kabul etmekle beraber, taklidî inancı hiçbir şekilde teşvik etmez. Aksine, şu iki hedefi gerçekleştirmeye çalışır: Birincisi, insanı İslâm’a açılmaktan ayıran nefsî engelleri yıkmaktır. Bunu da insan ile İslâm’daki dinî şartlar arasında bir sıcaklık ruhu oluşturmak yoluyla gerçekleştirmeye çalışır. Böylece bu yolla insanı zorla inandırmaktan uzak bir sadelikle İslâmî kavramlarla karşılaştırma imkânı bulur. Burada amaç, inancın derinleştirilmesidir. Zaten içinde yaşayan ve hayatına uzanan mevcut bir inanca kuvvet kazandırılarak düşünce sorumluluğu ve hissiyat ciddiyeti yüklenecektir.

Taklitçilik, şirkin ayrılmaz niteliklerinden birisidir. Kur'ân-ı Kerim, ataları taklit ve onlara uyma bahanesiyle dünya ve âhiretle ilgili hakikatleri inkâr etme anlayışını pek çok âyette değişik vesilelerle kınar. "Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı tutunuyorlar? Hayır! Sadece, 'biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz' derler. Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: 'Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız' derlerdi. 'Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi bana uymazsınız)?' deyince, dediler ki: 'Doğrusu biz, sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz.' Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu?" (43/Zuhruf, 21-25). Aynı zamanda atalar kültü, tarihin belli bir dönemiyle belli nesille sınırlı olmayıp, sosyal etkileşim kuralı gereği nesilden nesile geçerek süreklilik özelliği gösterir: “Bizden önce babalarımız Allah’a şirk/ortak koşmuştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesiliz, işleri bâtıl olanların yaptıkları yüzünden bizi helâk mı edeceksin?” (7/A’râf, 173)

Kur'ân-ı Kerim, her inanç ve davranışta delile başvurmayı öngörürken, müşrikler inanç ve davranışlarında atalarını taklit etmeyi ölçü almışlardır. "İbrâhim sordu: 'Nelere tapıyorsunuz?' Onlar: 'Putlara tapıyoruz. Onlara bağlanıyoruz.' 'Çağırdığınız vakit sizi duyuyorlar mı? Yahut size bir fayda ve zarar verirler mi?' 'Hayır, ama babalarımızı da bu şekilde bulduk." (26/Şuarâ, 70-77). Müşrikler putların geçerliliğini geleneğe bağlıyorlar. Delil yerine taklitçiliği tercih etmeleri, şirkte kalmanın motivi olup, aynı zamanda Allah'a ortak koşanların düşünce esasını teşkil eder.

Atalardan miras olarak alınan sosyal normların ve bunlara bağlılığın en olumsuz tarafı, toplumun yahut bireyin hidâyete ermesi için bir aşama olan sosyal veya bireysel değişimi engelliyor olmasıdır. Meselâ, câhiliye toplumlarını hidâyete çağıran, onlarda bir değişim süreci başlatmak isteyen bütün peygamberle bu sosyal motiv ile karşı karşıya kalmışlardır. Geçmişi üstün görme ve beğenme duygusu, sosyal değişme karşısında kalan toplumlarda sıkça görülen bir olaydır. Çünkü âdetlerine bağlı olan toplumlar değişiklikten rahatsız olur. Fakat bu durum âdetlerin niteliğine göre de değişiklikler arzeder. Kendisine veya geçmişine kusur isnad etmek, insana zor gelir. Dolayısıyla önceden beri yürürlükte olan çok sayıdaki âdetlerden insanı vazgeçirmek güç bir meseledir. Özellikle köklü bir geçmişe sahip toplumların, yıllar öncesine âit hayat normlarının bir birikimi olan geleneksel yapıyı değiştirmenin kolay olmadığı görülüyor. Çünkü söz konusu geleneksel yapı toplum bireylerinin tamamının katılımyla bir kültür birikimi meydana getirmiştir. İşte toplum vicdanında kemikleşen bu dahilî geleneksel yapıyı değiştirmeyi başaran, aynı zamanda toplumu İlâhî geleneğe dâvet eden İslâm olmuştur.

İslâm'ın ilk dönemde değiştirmeyi başardığı toplumun geleneksel yapısı içerisinde dinin konumunu incelediğimizde, dinî inanç ve davranışların samimi bir insan ifadesi olmadığı, körü körüne atalara bağlılık olduğu görülür. Psiko-sosyal açıdan bir değerlendirme yapıldığında, İslâm öncesi Araplarda putperestliğin gerçek mânâda bir "din" olmaktan ziyade, kutsallaştırılmış geleneklere bağlı ve bir dereceye kadar sosyal düzeni sağlayan davranış kuralları olduğu sonucuna varılır.

Câhiliye devri Araplarında "din" ferde göre değişen bir inanç olmaktan çok, kollektif kabile şuurunun davranışlar şeklinde tezâhür eden bir görüntüsüdür; realitenin üstünde sadece vicdana hitap eden bir duygu veya düşünüş biçimi değildir. Kısacası inanç, sosyal çevrenin empoze ettiği bir davranış şekliydi. Rasyonel değerlendirmelerden uzak, körü körüne robotvari mekanik bir taklitçilik geçerliydi. Önemli olan atalara bağlı kalarak örf ve âdetlere uygun şekilde hareket etmekti.

Özellikle İslâmî tebliğin Mekke devrinde nâzil olan âyetler, İslâm öncesi Arap toplumunun din anlayışına ışık tutmaktadır. "De ki: 'Allah'ı bırakıp da taptığınız putlarınıza hiç baktınız mı? Yeryüzünde yarattıkları nedir? Bana göstersenize.' Yoksa onların Allah'la ortaklığı göklerde midir? Yoksa Biz onlara kitap verdik de ondaki delillere mi dayanırlar? Hayır! O zâlimler, birbirlerine sadece aldatıcı söz söylerler." (35/Fâtır, 40) "(Ey inkârcılar!) Şimdi Lât, Uzzâ ve bundan başka üçüncüleri olan Menât'ın ne olduğunu söyler misiniz? Bunlar (bu putlar), sizin ve babalarınızın taktığı adlardan başka bir şey değildir. Allah onları destekleyen bir delil indirmemiştir. Onlar sadece zanna ve nefislerinin hevâsına (canlarının isteğine/arzusuna) uymaktadırlar." (53/Necm, 19-20, 23) "Âyetlerimiz onlara apaçık olarak okunduğu zaman; 'Bu adam sizi babalarınızın taptıklarından alıkoymaktan başka bir şey istemiyor' derlerdi. 'Bu Kur'an düpedüz bir uydurmadan başka bir şey değildir' derlerdi. Hak, inkâr edenlere geldiğinde, onun için; 'bu apaçık bir büyüdür' demişlerdi." (34/Sebe', 43)

Kur'ân-ı Kerim'in ısrarla, hidâyetin önüne bir engel olarak dikilen atalar kültü üzerinde durduğunu görüyoruz. Kur'an'da en çok üzerinde durulan inkâr motivi olan atalar kültü, inkârın tarihî sebebi de sayılabilir. Gelenekçi toplumlar, bâtıl değer yargılarına son derece bağlı ve yeniliğe kapalıdırlar. Aslında her toplum bu özelliğe az çok sahiptir. İnsanların gelenek ve göreneklerinden vazgeçip yeni düşünceleri kabul etmeleri zor bir iştir. Özellikle toplumun yaşlı kesiminde eskiye bağlılık hissi gençlerden daha güçlüdür. Atalarından devraldıkları gelenek ve değerleri körü körüne izleyenler, bu gelenekleri uyulması gerekli bir otorite olarak kabul ederler. Geleneklerin otoritesini benimsemiş olmak Allah'ın otoritesini benimsemeye engel olur. (Abdurrahman Kasapoğlu, Kur'an'da İman Psikolojisi, s. 202-211)

 

Günümüzün din kültürü ve din içerikli ihtilâf ve tartışmalar konusunda biri ifrat, biri tefrit iki bâtıl çizgi göze çarpmaktadır. Bir tarafta geleneği ve içinde çeşitli bid'atlar, hurâfeler, isrâiliyat ögeleri bulunan geleneksel din anlayışını (içine bolca bâtıl karışmış, dolayısıyla hak olmaktan çıkmış, hak görünümündeki sentezi) bağnazca savunan dindar görünümlü insanlar; diğer tarafta bunlara tepki olarak çıkan, İslâm dışı çevrelerce, düzen ve medya tarafından destek gören ve gittikçe yaygınlaşma eğilimindeki modernist ve reformcu din anlayışı. Bize düşen, hakkı hak bilerek, ona hiçbir bâtılı karıştırmadan, eğer karıştırılmışsa Kur'an ve sahih sünnet ölçeğiyle yeniden ayıklayarak katıksız, hurâfelerden arınmış, atma ve katmalardan arınmış "hâlis din"e sahip çıkmak, "hak üzere", orta yol olan sırât-ı müstakîm çizgisinde yaşamaktır.

 

 

Hidâyet Çağrısına Kulak Vermeyen Sağır ve Körler, Hayvanlar Gibidir

"(Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağır, dilsiz ve kördür. Bu sebeple düşünmezler." (2/Bakara, 171)

Yukarıdaki âyette “atalar yolu” ifadesiyle açıklanan böyle tutuculuk ve taklitçilik, müşriklerin ve kâfirlerin belirtisidir. Bu kâfirlerin hali neye benzer dersiniz? Bütün kâfirlerin hali, o hayvanın haline benzer ki, bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyerek haykırır, duyup dinlediği kuru ses, çıkardığı yine kuru sestir; mânâdan haberi yoktur. Onlar, sağır, dilsiz ve kördürler. Bunun için hiçbir şey anlamazlar. Sadece kuru gürültülere, çan seslerine, kaval sesine (castık custuk müzik sesine, alkış, goool!, oley! gibi seslere) kulak verirler, haykırırlar. Bunlara söz söyleyecek, doğru yola dâvet edecek olanların hali de, o hayvan çobanının haline benzer, o yolda çobanlık etmesi gerekir. Çoban onlara insan gibi, “yiyin, için, yayılın!” derse anlamazlar, mânâsız seslerle ıslık, düdük çalar, bağırıp çağırarak azarlar, sürer, yönlendirirse bir şey duyarlar. İşte kâfirlerin durumu da böyledir. Bunlar, Allah’tan, Peygamber’den bir şey anlamazlar; mânâlı, hikmetli sözleri duymazlar, çan ve kaval sesleri arkasında dolaşırlar. Bunları işittikleri zaman haykırırlar, höykürürler, tepinirler/dans ederler. Yiyip içmek, yayılmak için yola gelirlerse, azarlama ile, haykırarak bağırıp çağırma ile gelirler.

Âyetteki ifadeler, kâfirler için bir örnektir. Bu örnek, kendisine takdim edilen düşünce ve dâvet edildiği inanç karşısında kâfirin gerçek iç yapısını keşfetmeyi hedeflemektedir. Bu kâfirler bir fikir ve inanç sorumluluğu taşımazlar. Düşünüp tartışmaları ve diğer insanların görüşlerini ve bakış tarzlarını değerlendirip bunların doğasını, özelliklerini ve ayrıntılarını anlamaya çalışmaları, sonra bunların doğru mu, yanlış mı olduğunu düşünmeleri gerektiğini idrâk etmezler. Zihinlerine ve kalplerine musallat olmuş sapık düşüncelere boyun eğmişlerdir. Bu sapma, kişiliklerinin her yanını kuşatmıştır. Sahip olduğu bu saptırıcı kanaati sarsacak herhangi bir soru işaretine müsâmaha etmezler. Sapıklık üzere olduklarını kesinkes önlerine koyacak, herhangi bir hak söze kulak asmazlar. Bunun için hayatlarında hak, iyi ve hidâyet kelimelerinin yeri yoktur. Tıpkı çobanların bağırıp çağırarak söylediklerinden bir şey anlamayan ve muhâtap olduğu sözün anlamı doğrultusunda bir tepki göstermeyen sürüler gibi. Kur’an bunların durumlarını çok açık bir şekilde anlatmakta, duyularını tatil edip Allah’ın âyetlerine alıcılarını kapadıklarını bildirmektedir. Aynen işitme gücünden yoksun kimseler gibidirler. Kendilerine hitap eden âyetler ve yöneltilen sorular karşısında dillerini kilitlemiş, konuşmaz kimseler gibidirler. Allah’ın yaratmış olduğu mahlûkatındaki âyetlerine de gözlerini kapamışlardır. Sanki kör gibidirler. Bütün bunların yanında akıllarını da düşünceye kilitlemişlerdir. Duyma, bakma ve akıl yürütme gibi düşünce ve bilgi araçlarını dondurmuşlardır. Hiç akletmez kimseler gibidirler.

Mü’minlerin tavrı ise Kur’an’da şöyle belirtilir: “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın hidâyet edip doğru yola ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir.” (39/Zümer, 17-18)

 

 

Rızıkların Yalnız Temiz Olanlarından Yiyip Allah’a Şükretmek

ve Sadece O’na Kulluk Yapmak

"Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin, eğer siz yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız O'na şükredin." (2/Bakara, 172)

Ey mü’minler! Siz o hayvanlar gibi olmayın. Size kısmet ettiğimiz rızıkların maddî ve mânevî temiz olanlarından yiyin. Çünkü yaratılış âleminde rızkın haramı da var, helâli de; pisi de var, temizi de. Fakat siz, bunların temizlerinden ve kimsenin hakkı geçmeyerek meşrû şekilde kazanılan helâllerinden insanca yiyin. Hem hayvanlar gibi pisboğaz olmayın, hem de bazılarının yaptığı gibi helâl, hoş ve temiz şeylerden kendinizi mahrum etmeyin; temiz temiz, helâl helâl yiyin.

“... Eğer siz yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız, O'na şükredin." O nimet ve rızıkları yaratan, veren Allah’a şükredin. O helâl ve temiz rızıklarla beslenen vücudunuzu, görünen ve görünmeyen organlarınızı, ne için yaratılmışlarsa onda, yani yaratılış gâyelerinde kullanın. Çünkü şükrün gerçek anlamda yerine getirilmesi, nimeti ihsan edene bu sûretle karşılık vererek saygı göstermektir. Vücudun organlarından her birinin bir yaratılış hikmeti vardır. Meselâ neslin devamı için verilmiş olan bir organı, nesli kaybetmek için kullanmanın, yine aynı şekilde gerçekleri keşfedip Allah’ı tanımak için bahşedilmiş olan aklı, bozgunculuğu körüklemek ve hukuku iptal için kullanmanın, nimete karşı büyük bir nankörlük olduğu ne kadar açıktır. İnsanlığının kıymetini bilmeyerek pis ve haram şeyler yiyenler, böylece nimete karşı nankörlüğe düşecekleri gibi, nimete nankörlük edenler de maddî ve mânevî pislikten kurtulamazlar. Birinden korunsalar, diğerine mutlaka bulaşırlar.

Tefsir bilginleri diyorlar ki, birinci “külû -yiyin-” emri, mutlak oluşuna göre ibâha (mubahlık), ikinci “üşkürû -şükredin-” emri vücûb (vâciplik, gereklilik) içindir. Çünkü usûl ilminde belirtildiği üzere, yeme içme gibi sırf kulların iyiliğine meşrû bir şekilde yararlanma imkânı bahşeden emirler, görev değil; birer hak teşkil ederler. Bunlar vazife gibi vâcip kabul edilecek olursa, yapılmadığında ceza lâzım gelir. Bu ise lehte olduğu açık olan bir emrin aleyhe dönmesini gerektirir. Buna, “konuyu tersine çevirme” denir ki, bir çelişki olur. Bundan dolayı helâlinden yemek bir hak, fakat haramdan kaçınıp Allah’a şükretmek bir vazifedir.

Ancak, “külû -yiyin-” emrinin mutlak oluşuyla mubah için olması, içindeki bazı kısımların vâcip olmasına engel değildir. Çünkü mubah, vücubdan daha geniştir. Bunun için de yemenin çeşitli mertebeleri bulunabilir. Gerçekten, fıkıhta uzun uzun açıklandığı üzere yemenin farz olan ve vazife bulunan kısmı da vardır. Bir insanın ölmeyecek kadar yemesi farzdır. Mümkün iken yemez de açlığından ölürse intihar etmiş, kendi canının katili olma günahıyla günahkâr olmuş olur. Sonra ölümden koruyacak miktardan fazla olarak ibâdete kuvvet kazanmak için yemek mendubdur. Tam doyacak kadar yemek mubah, ondan fazlası israftır, haramdır. İşte “külû -yiyin-” emri mubah mertebesine kadar yeme şekillerini içine almaktadır. Mubahlığa yormakla birlikte farzı da kapsamına almaktadır.

Ey mü’minler! Böyle temiz temiz yiyin de Allah’a şükredin; Eğer siz gerçekten yalnız Allah’a ibâdet ve kulluk ediyorsanız böyle yaparsınız. Gerçekten tek Allah’a inanmış mü’min olanlar, böyle yaparlar. "Hatırlayın ki Rabbiniz size: 'Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azâbım çok şiddetlidir!' diye bildirmişti." (14/İbrâhim, 7)

 

 

 

Allah’ın Haram Kıldığı Yiyecekler

"Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan, çokça merhamet edendir." (2/Bakara, 173)

Şimdi size haram kılınan şeyler de şunlardır: Allah size ancak şunları haram ve yasak kılmıştır: Ölü hayvan, yani kesilmesi gerektiği halde kesilmeden kendi kendine veya boğazlama yerine geçmeyecek diğer bir sebeple ölen herhangi bir ölü hayvan. Hatta balık kesilmeye ihtiyacı olmadığı halde, ölüp de su üstüne çıkmış olan ölü balık (semek-i tâfî) bile haramdır. Kan, yani dem-i mesfûh denen akar kan, domuz eti, yani gerek ölü olsun ve gerekse boğazlanmış olsun, kayıtsız şartsız domuz eti ki, bunun baştan başa murdar ve her şeyinin pis olduğunu göreceksiniz. Bir de Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlar. Âyette geçen “ihlâl”, aslında sesi yükseltmek demektir. Müşrikler mâbudlarına kurban kestikleri zaman, Lât adına, Uzzâ adına diyerek onların isimlerini yüksek sesle söylerlerdi. Böyle sesi yükseltme ile kesmeye de “ihlâl” denirdi. Sonraları ihlâl, isterse sessizce olsun, mutlak olarak kesme anlamında kullanılmıştır ki, bu âyette bu mânâyadır. Buna göre, gerek gizli, gerek açık olarak Allah’tan başkası adına kesilen kurbanların, hayvanların yenmesi haramdır. Meselâ, filan türbe için ve onun adına kesilen kurbanın eti yenmez. Bir devlet adamının, büyük kabul edilen bir lider veya başkanın bir şehre, bir açılışa gelmesi şerefine kesilen hayvanın eti yenmez. Bunlar haramdırlar. Bunların yenmesindeki zararlar saymakla bitmez. Bunun için son derece hayatî bir zarûret bulunmadıkça bunlardan yemek, kesinlikle yasak ve günahtır.

Haram şeylerin dörde indirgenmiş olmasını nasıl anlamalıyız? Burada karşımıza bir soru çıkıyor: Yiyecekler konusunda, özellikle de etler konusundaki yasaklar, köpek, haşereler, yırtıcı hayvanlar ve diğerlerinde olduğu gibi oldukça çok iken, En'âm sûresindeki; "De ki: 'Bana vahyedilende yiyecek olarak insana ölü (hayvanın etin)den, akan kandan, domuz etinden -ki bu pistir- ve sapıklık olarak Allah'tan başkası adına kesilmiş olan (hayvan)dan başka yasaklanmış bir şey görmüyorum." (6/En'âm, 146) âyeti ile de tam uygunluk arzeden bu âyet-i kerimede haram olan yiyeceklerin böyle dört şeye indirgenmesinin anlamı nedir?

Burada mesele, izafî bir indirgenmeye dayanmaktadır: Ehl-i kitabın Allah'ın şeriatinde helâl ve haram olan şeyler konusunda ortaya attıkları ve herhangi bir geçerli delile dayanmaksızın ileri sürdükleri iddiâlar üzerine vârid olmuştur. Bu iki âyet, Allah'ın Rasûlü Muhammed (s.a.s.)'e vahyettiği helâl ve haramdan ehl-i kitabın arzedildiği üzere ortaya attıkları tartışmalara konu olanlar hakkında gerçeği açıklamak bağlamında inmişlerdir. Yoksa, bütün helâl ve haramları sınırlayıp açıklamak bağlamında değil. Bundan dolayı, bu iki âyette dört haramın sayılması, aralarında tartışma konusu olmamış diğer haramların bulunmasına engel değildir.

Haram olanlar, sadece bu âyette sayılanlardan ibâret değildir. Yırtıcı hayvanların, yırtıcı ve leş yiyen kuşların, eşeklerin, katırların haram olduğunu bildiren hadisler vardır. Hz. Peygamber, "Azı dişi olan yırtıcı hayvanları yemeyi yasaklamıştır." (Buhârî, Zebâih 28, 29; Müslim, Sayd 12-15; Tirmizî, Sayd 11, Et'ıme 6; Ebû Dâvud, E'ıme 25, 32; Nesâî, Büyû' 79; İbn Mâce, Sayd 13) . Yine "Allah'ın Rasûlü, azı dişi olan yırtıcı hayvanları ve tırnaklı olan yırtıcı kuşları yemeyi yasaklamıştır." (Müslim, Sayd 15, 16; Ebû Dâvud, Et'ıme 32; Tirmizî, Sayd 9, 11; Nesâî, Sayd 86; İbn Mâce, Sayd 13). Câbir'in rivâyetine göre Hz. Peygamber, "Hayber günü ehlî merkeplerin etlerini yasaklamış, fakat at etine müsaade etmiştir." (Buhârî, Meğâzî 38, Zebâih 27, 28; Müslim, Sayd 36, 37; Ebû Dâvud, Et'ıme 25, 33; Tirmizî, Et'ıme 5; Nesâî, Sayd 65-71; İbn Mâce, Zebâih 12-14)

Bu âyetlerde mü'minlere bir çağrı vardır: Kendilerine rızık olarak verilen iyi ve temiz şeylerin helâl, bazı şeylerin de haram kılındığına dair bir nidâdır bu. Yine bu çağrı ile bu nimetlere karşılık Allah'a şükretmeye çağrılmaktadırlar. Bütün bunlar, Allah'a imanın sonuçlarındandır. Çünkü Allah'a iman edenler, hayatta Allah'ın kendilerini rızıklandırdığı iyi ve temiz şeyleri kabul ederler. Bunlar, rızkın kaynağını idrâk eden, hayattaki bolluk, lezzet ve mutluluğun kaynağı olan bu nimetlere karşı şükretmenin gerekliliğini bilen ve imanlarının derinliği ile Allah'a şükretmeye ve kulluk yapmaya yönelen kimselerdir. Amelle şükrün, Allah'a ibâdet ve kullukla yerine getirileceğine inanan ve insana ulaşan bütün iyiliklerin kaynağının Allah olduğunu kabul eden bir gösterge olduğunun idrâkindedirler.

Âyet-i kerime, Allah'ın insana bütün iyi ve temiz şeyleri serbest kıldığını, O'na inananların zevk alarak yediği iyi ve temiz şeylerden hiçbirini yasaklamadığını bildirmektedir. Onlara bütün bu iyi ve temiz şeylerden özgürce yiyip içmelerini, bunların hepsinden faydalanmalarını, bu temiz şeyleri kendi nefislerine haram etmemelerini vahyetmektedir. Çünkü bunlar Allah'ın insanın hayatını kurup yüceltmesini isteyerek verdiği rızıklardandır. Sonra haram olan şeyleri saymakta ve bunları anılan dört şeye indirgemektedir. Bu yasaklamayı yaparken de yasak konusu bu şeylerin insanın ruh ve bedenine zarar vereceği gerçeğinden hareket etmektedir.

Bunların haram olmasındaki hikmetlerden bazıları: Müslümanın her şeyden önce, Allah'a güvenmesi, O'nun her emir ve yasağının fayda ve hayır kaynağı olduğuna inanması ve Allah'ın hükümlerine teslim olması gerekir. Allah neyi yasakladıysa, o şey insanlar için zararlı olduğundan yasaklamıştır; neyi emrettiyse de o şey dünya ve âhiret açısından faydalı olduğu için emredilmiştir. İnsan aklı ve bilgisi, bu fayda ve zararları yeterince kavrayamayabilir, Müslüman, teslim olan insandır; Allah'a teslim olan. O yüzden hikmetleri bilinsin veya bilinmesin, biz o hikmetlerden dolayı ya da başka sebeple değil; sadece Allah'ın emrine uymak ve O'nun rızâsını kazanmak için haram-helâl hükümlerine tâbi oluruz. Bununla birlikte bu haramların bazı hikmetlerini sayabiliriz:

Ölmüş (leş, murdar) hayvan pistir. Çünkü kesilmeden ölen hayvan, vücudunun yapısını tahrip eden mikropların etkisiyle ölmüştür. Öldükten sonra da o mikroplar hayvanın hücrelerinde mevcuttur. Onu yiyen insan, bu mikropları kendi vücuduna nakletmiş olur, kendi eliyle kendisini tehlikeye atar. Ayrıca leş; kokusuyla, görüntüsüyle, yapısıyla iğrenç bir şeydir.

Akıtılmış kan da hem pistir, hem de mikrop almıştır, zararlıdır. Ama kesilen hayvanın damarında kalmış, dalaktaki, karaciğerdeki kan haram olmadığı gibi; insanların hayatını kurtarmaya vesile olmak için insandan alınıp muhâfaza edilen ve hasta insana verilen kan da haram değildir. Çünkü dinin gâyesinden biri, insanın sağlığını korumaktır. Bazı durumlarda kan vermek, insanın sağlığından öte, hayatının kurtulmasına sebep olur. Bu bakımdan Hak rızâsı ve insanların sıhhati için kan verenler sevap işlemiş olurlar.

Domuz etine gelince, bu hem pistir, hem de domuz, insan vücuduna zararlı olan bir şeridin aracısıdır. Bu şerit domuzda mayalanır, insanda ürer. Domuz etinin, insanın tabiatında düşüklük meydana getirdiği, insandan kıskançlık duygusunu kaldırdığı da söylenir. Yediği gıdalar, insanın moral/ahlâk yapısına tesir eder. Bizim bilmediğimiz daha birçok zararından ötürü Allah, domuzu ve diğer haram kıldıklarını yasaklamıştır. Sağlıkla ilgili uzmanlar da âyette sayılan haramlardan bu ilk üçünün insanın beden sağlığını bozan zararları olduğunu zikretmektedirler.

Allah'tan başkası adına kesilmiş olan hayvanın yasak edilmesindeki hikmet de dinin temeli olan tevhid inancını korumak, bu inanca aykırı her davranıştan kaçınmaktır. Bu yasak, insanın ruh sağlığı ile ilgilidir. İslâm, insanın yalnız beden sağlığı ile değil; aynı zamanda ve önemle onun ruh sağlığı ile de ilgilenir. Bu temel yaklaşımla hareket eden İslâm, Allah'a ortak koşulan ve tapılan putlar adına, kâfirlerin veya mezardaki ölülerin şerefine kesilen hayvanı yemekte insanın ruh sağlığına zarar görmektedir. Çünkü insan rûhen Allah'a bağlıdır. Bu bağlılık, bütün hayatında olduğu gibi, yediği içtiği şeylerde de kendini gösterecektir. Kesilen hayvanın, insanın inanıp bağlandığı ve rızkı kendisine O'nun verdiğine inandığı Allah'ın adına kesilmiş olmasında rûhî denge ile ilişkili, bir rûhî tatmin sözkonusudur.

Bununla beraber her kim mecbur kalır ve yemediği takdirde öleceği muhakkak bulunursa, bu zarûret içinde bulunan kimse, başkasının hakkına tecâvüz etmediği, yani kendisi gibi zarûret içinde bulunan diğer birinin elinde bulunana saldırarak, kendini kurtarmak için onun ölümüne sebep olmadığı ve taşkınlık yapmadığı, yani ölmemek için gerekli olan zarûret ölçüsünden fazlasına geçmediği takdirde, ona günah yoktur. Böyle zarûret içinde kalmış bir kimse için bunlardan hangisini bulursa zarûret miktarı, yani ölmeyecek kadar yemeye ruhsat vardır. O da bu ruhsatı terk ederse günahkâr olur. Fıkıh ilminde “Ez-zarûrât tubîhu’l-mahzûrât -zarûretler, haram olan şeyleri mubah kılar-” ve “zarûretler, kendi miktarınca takdir olunur” genel kuralı da bu ve benzeri âyetlerin mânâsıdır.

Âyet-i kerime, Allah'ın "Ğafûr -çok bağışlayan-" ve "Rahîm -çok merhamet eden-" sıfatlarını anarak son bulmaktadır. Bu da Allah'ın kulları ile olan ilişkisinin, bağışlama ve merhamet etme temeline dayalı olduğuna delâlet etmektedir. Tabiî ya da doğal olmayan şartlarda günah işlemek durumunda kalanlar, âsiler ve itaatkârlar, hepsi sonunda Allah'ın mağfiret ve rahmetinin kapsamındadırlar. Çünkü O'nun bağışlaması ve merhameti kapsamlıdır. O, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

 

 

Hakkı Gizleyip Az Bir Karşılığa Satanlar, Karınlarına Ateş Doldurmuşlardır

"Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi (âhir zaman peygamberinin vasıflarını) gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyâmet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır." (2/Bakara, 174)

Allah’ın indirdiği kitabı, yahûdi bilginlerinin yaptığı gibi gizleyenler ve bu gizleme sebebiyle az bir değer, yani ne kadar çok da görünse, işin aslında az olan bir dünya menfaati, para, mal veya makam satın alanlar, kısaca dünya murâdına ermek için Allah’ın kitabını veya o kitabın hükümlerini gizleyen ve gerçekleri değiştirenler yok mu? İşte onlar, karınları dolusu ateşten başka bir şey yemezler. Bu yüzden aldıkları bedeller, yedikleri şeyler, içlerinde gerçek bir ateş olacak, onları yakacak, yakacaktır. Ateşin odunun yapısını değiştirip küle döndürdüğü gibi, karındaki ateş, yani haram lokma da, insanın yapısını/karakterini değiştirecektir. Allah’a âsi, fıtratı bozuk ve stres, bunalım, anarşist yapılı insan olup çıkacaktır haram yiyen.

Bu âyetlerde, Allah'ın indirdiği âyet ve hükümleri, helâl ve haramları gizleyenlerden ve kendi yanlarından hükümler koyanlardan bahsedilmektedir. Kur'an, Allah'ın indirdiği vahyi saklama, bu ve diğer yollarla İlâhî hakikatleri gizleme, bu gerçekleri az bir dünyalık karşılığında değiştirip satarak din ticareti yapmak ve câhillerin câhilliklerini sömüren kimselerin durumunu açıklamakta ve bu işlere tevessül edenlerin acıklı bir sonuç ve acı verici bir azabı hakettiklerini bildirmektedir. Çünkü bu kimseler, bu davranışlarıyla yalnız kendilerine kötülük etmiş olmuyorlar. Aksine, bütün bir hayata ve tümüyle bütün insanlara karşı hem de çok büyük bir kötülük etmiş oluyorlar. Çünkü onların sakladıkları ve az bir dünyalık karşılığında değiştirip sattıkları bu gerçekler, insanların hayatında bir iman, fikir ve eylem olarak yayıldığı takdirde, insanlar için iyilik ve ilerlemenin kapıları açılacaktır. Açılan bu kapılar hayatı anlamlandıracak ve karanlıkları aydınlığa dönüştürecektir.

Bu âyetlerde Allah'ın vahyini gizleyerek onu tahrifçi yollarla basit dünyalık değerler karşılığında satan insanlardan bahseden Kur'an, bu tahrifçilik karşılığında elde ettikleri dünyalıkların karınlarını ve içten içe bütün bedenlerini yakacak bir ateşe dönüşeceğini, kıyâmet günü aşağılık ve rezillik konumunda olacaklarını, Allah'ın onları muhâtap alıp konuşarak iltifat etmeyeceğini, kapsamlı rahmetine ve hoşnutluğuna kavuşmak yolunda ruhlarını arındırmayacağını ve onları acıklı bir azabın beklediğini haber vermektedir.

Dünyada Hakkı Gizleyip Konuşmayanlarla Âhirette Cenâb-ı Hak Konuşmaz: "... Kıyâmet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır." Şer’î gerçeklerin aksine yapılan her işte mânevî ateş kıvılcımı vardır. Onu gizlemek sûretiyle elde edilen dünya menfaati, elbette ateşten başka bir şey olmayacaktır. Ve kıyâmet gününde Allah, onlara söz söylemeyecek, yani rahmetle iltifat etmeyecektir. Çünkü “Bir kötülüğün cezâsı, onun gibi bir kötülüktür.” (42/Şûrâ, 40). Bunlar ise Alla’ın kelâmını gizlediklerinden, âhirette rahmet sözünden mahrum kalacaklardır. Hakkı söylemeyen, Hakk'ın söylemesinden mahrum bırakılarak cezalandırılacaklardır. Allah onları tezkiye etmeyecek ve günahlarından temizlemeyecektir. Mü’mine yapacağı gibi affından hissedar kılmayacak, oldukları gibi bütün kirlilikleriyle mahşer yerine getirecektir. Bunların hakkı, acı veren devamlı azaptır.

 

 

 

Bu Zararlı Ticaret, Cehennem Satın Almaktır

"Onlar hidâyet/doğru yol karşılığında dalâleti/sapıklığı, mağfirete bedel olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar!" (2/Bakara, 175)

Bunlar, hidâyeti sapıklığa, mağfireti azâba satmış/değişmiş, hidâyet yerine sapıklığı, mağfiret yerine de azâbı almış kimselerdir. Artık sapıklık ve azap, onların ebedî olarak kazandıkları malları olmuştur. Bunlar, ateşe karşı ne sabırlı şeyler! Hayır ve sevaplara, iyiliklere, doğruluğa, hak ve hakikati açıklamaya, dünya zevklerinden birini fedâ etmeye hiç sabredemeyen bu adamlar, ateşe götürecek ameller yapmakta ne sabırlar gösteriyorlar! Ve ebedî olarak ateşte yanmak için neler yapıyorlar!?

İnsanın yaratılışı gereğince tahammül edilmesi mümkün olmayan ateşe karşı böyle sabır isnâdıyla bir hayret ortaya koymak, Allah tarafından onlara karşı bir alaydır. Aslında, bu zararlı ticareti tercih edenlerin yaptığı bir sabır değil, bir cür’ettir. Sabır, hayırdır, güzeldir; Allah yolunda zahmetlere katlanmaktır. Bunların sabrı(!), sonu selâmet olan bir sabır değil; ebedî felâket olan çaresizliktir.

Allah, doğru yoldan saparak yanlış kâr-zarar hesapları yapanları uyarmakta; hidâyet ve sapıklığın iki karşıt çizgi olduğunu vurgulayarak, bu insanların kendilerini iyiye, kurtuluşa götürecek doğru hidâyet yolunu seçme imkânları varken, yanlış bir kâr-zarar hesabı neticesinde bu imkânı, kendilerini kötülüğe, karanlığa ve zarara düşüren sapıklık yolunu tercih ettiklerini bildirerek bütün insanları uyarmaktadır. Çünkü bu insanlar azap unsurları ile bağışlanma unsurları arasında bir tercih yapma meselesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Az bir dünyalık için Allah'ın sevgisini ve O'na itaatı içeren bağışlanma unsurları yerine, Allah'a isyanı ve O'nun gazabını içeren azap unsurlarını seçmiş, azabı bağışlanmaya tercih etmişlerdir.

İmam Hasan (r.a.) buyurdu ki: "Şüphesiz zebânîler (cehennem melekleri), puta tapanlardan önce hamele-i Kur'an (Kur'an'ı yüklenen hâfız ve hocalar)ın fâsıklarını yakalamaya koşarlar. O zaman onlara: 'Yâ Rabbi, bizim suçumuz neydi ki, en evvel bizi yakalıyorlar?' diye sorarlar. Bunun üzerine Allah Teâlâ: 'Bilenle bilmeyen bir olmaz!' buyurur."

Kur'ân-ı Kerim, sonra bir hayret kipi ile, bunların kendilerini bekleyen bu acıklı azaba nasıl dayanacaklarını sorarak, onları bekleyen azabın dayanılmaz şiddetinden haber vermektedir.

 

 

 

Hak Kitapta İhtilâf Edip Duranlar, Derin Bir Anlaşmazlık İçindedir

"O azabın sebebi, Allah'ın, Kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı yorum yapıp) Kitapta ihtilâfa/ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir." (2/Bakara, 176)

Bu ateş azâbı, sebepsiz ve haksız da değildir. Çünkü Allah, kitabını şüphesiz hak ile, hakla ilgili, hakkı söyler olarak indirdi. Bunun için kitabını yalanlayanın veya gizleyenin hakkı ateş olur.

Kitap hakkında ihtilâfa düşenler, Allah’ın indirdiği kitapların hepsine inanmayıp da, kimi sadece Tevrat’a, kimi İncil’e inananlar ve sonra Kitabın bir kısmına inanmayanlar, elbette haktan/doğrudan, çok uzak bir ayrılık ve anlaşmazlık içindedirler. Haktan bu kadar uzak bir ayrılık içinde koşan bâtıl ehlinin hakkı da ebedî bir azaptır. İşte bu sebeple onlar, o ateş azabını hak etmişlerdir.

Bu âyet, bize şunu anlatıyor ki, aralarında kendisiyle amel edilen ve anlaşmazlığa düştükleri zaman hakem kabul edilecek hak bir kitaba iman etmemiş olanlar, tartışmadan ve anlaşmazlıktan kurtulamayacakları gibi, kitapları ayrı ayrı olan insanlar arasında birleştirici bir bağ bulunamayacağından ihtilâf ve anlaşmazlıkları ebedî olur. Bağlı göründükleri kitabın tamamına gerçekten sadâkatle inanmayarak, onu kendi gönüllerine, heveslerine göre anlamak isterler. Kitaplarının bir kısmına inanırlarsa, diğer kısmına inanmazlar ve böylece birinin inanır göründüğünü diğeri inkâr eder. Bunlar da heveslerinin değişikliği ölçüsünde ihtilâf ederler. Bunun neticesi de kitapsızlığa ve en büyük münâkaşa ve mücâdeleye götürür, Haktan uzaklaştırır. Bu da toplumları perişan eder ve ebedî azaba sürükler. Her ne yapılırsa yapılsın, insanlar için haktan başka birleşme yolu ve hakka uymaktan başka mutluluk sebebi yoktur.

Kitabın aslında ihtilâf etmeyerek, onu isteğine göre dünya menfaati nedeniyle inkâr, te’vil ve değiştirmek sûretiyle gizlemeye kalkışmayarak hüsn-i niyetle ve tam dürüstlükle anlamaya çalıştıkları halde insan olmaları bakımından kavrayışları farklı olanların ise asıl beraberliklerine zarar gelmez. Bunların anlaşmazlıkları, haktan uzak bir anlaşmazlık olmaz.

Allah’ın kitaplarına inanmamak ve hak kitabın bir kısmını tanımamak, Kitaba uyma gayretinde bulunmamak, felâketin başıdır. Allah’ın bütün kitaplarına iman etmek ve Kitap hakkında ihtilâfa düşmekten kaçınmak, imanın ve İslâm’ın gereklerindendir. Mümkün olan bütün gayretini sarfederek gerçek ilmî ictihadlar yoluyla meydana gelen ihtilâflar ise, ihtilâf icad etmeyi gâye edinmemek şartıyla muaftır. Hatta bir hadiste işaret buyrulduğu üzere kolaylaştırıp genişletme bakımından rahmet sebebi de olur. O şartla ki, bunlarla amel edecek olanlar, ihtilâfı değil; ittifak yönünü araştırma vazifesini unutmasınlar.

Bunun için bir ferdin, sıkıntılı bir zamanda hakkında ihtilâf edilen bir görüşle amel etmesinde bir sakınca yoksa da, sosyal konularda ittifak edilen yön araştırılmadan böyle ferdî bir görüşle fetvâ verilmesi tevhid prensiplerine aykırı ve bu âyetin uyarısına dâhil olur. Özellikle kalem ve söz sahibi olanlar, yazı ve te’lifle meşgul olanlar; emir, yasak, eğitim ve öğretim üzerinde bulunanlar, bu âyetleri dikkat nazarlarından asla uzak tutmamalı, hakkı gizlemenin, ihtilâfın, anlaşmazlığın ne kötü bir sonucu olduğunu düşünmelidirler.

Kâ’b bin Eşref, Kâ’b bin Esed, Mâlik bin Sayf, Huyey bin Ahtab ve Ebû Yâsir bin Ahtab gibi ve Tevrat’taki Hz. Muhammed (s.a.s.)’in sıfatları hakkındaki âyetleri ve diğer bazı hükümleri gizleyen ve bu sebeple hemcinslerinden hediyeler alan yahûdi reisleri hakkında inen bu gizleme âyetleri, müslümanlar için de çok ibretli bir ahlâk dersini kapsamaktadır.

Kısaca, insanın mutluluğu ve hakka yakınlık; şirkte, küfür ve nankörlükte, câhilce taklit ve taassubda, hayvanlıkta, hayvan gibi helâl ve haram tanımamakta, pis şeyler yemekte, pisboğazlıkta, şeytana uyup çirkin şeyler yapmakta, bilir bilmez ağzına geleni söylemekte, hakkı gizlemekte, Kitap hakkında ihtilâfa düşmekte, hakka karşı ayrılık ve anlaşmazlık çıkarmakta değil; tam mânâsıyla hayır ve ihsanda, bol iyiliktedir. O halde, asıl hayır ve iyilik nedir? Bundan sonra, hayır ve iyiliğin tanıtılıp izah edileceği âyet (Bakara, 177) gelecektir.

Bu bölümün son âyeti şu anlamla sona eriyor: Bu insanların tevhidî çizginin temsil ettiği hidâyet karşısında içerisinde bocaladıkları sapıklığın yapısı açıktır. Allah, Kitabı açık bir gerçekle indirmiştir. İçerisinde herhangi bir karışıklık ya da ihtilâf yoktur. Hal böyle iken, Allah’ın indirdiği kitabın kelimelerinde, anlamlarında ve kavramlarının kaynaklandığı Kur’ânî mesajın tabiatında ihtilâfa düşüp tartışma ve ayrılık çıkaran kimseler, derin bir çıkmaz içindedirler. Bunlardan hiçbiri görüş ve düşünceleri birbirine yaklaştıracak, onları bir kanalda toplayacak müsbet etkenlere sahip değildir. Çünkü bu kimselerin meselesi, nerede bulursa bulsun, alacağı hakikati arayan bir düşünce meselesi değildir. Tersine, kendini çatışma ve ayrılıkların karanlığında arayan tamahlar, hırslar ve ayrıcalıklar meselesidir. Bu nedenle bunlar, ancak uzaklaşmak için yaklaşır, yeniden bulanmak için durulurlar. Meseleleri, sâbit bir durak, bir dayanak, bir delil aramak değildir. Bunlar devamlı göçüp yer değiştiren kum tepelerinin peşi sıra azabın derinliklerine doğru yol almak durumundadırlar. İşte büyük sapıklık, derin çıkmaz ve apaçık hüsran budur.

Allah'ın Kitabında ihtilaf etmek yasaklanmıştır. Var gücünü harcayarak yapılan ilmî ictihadlardaki ihtilâf, kötü niyetli olmamak şartıyla hayırdır, iyidir; hatta bir hadise göre ictihad, dinde kolaylık ve genişlik getirdiği için rahmete vesiledir. Ancak bu ictihadlarla amel edecek olanların amacı, ihtilâf çıkarmak değil; ittifak yolunu bulmak olmalıdır. Sırf ihtilâf çıkarmak amacıyla Kitabı kendi keyiflerince mânâlandırıp yorumlamaya kalkanlar, Allah'a ve dine iftira attıkları gibi; toplumda ayrılık ve sürtüşmeye de sebep olurlar, büyük azâba müstahak olurlar. Her mü'minin, müslümanlar arasında vahdeti/birliği bozacak, ayrılık doğuracak davranışlardan sakınması, Kur'an'da ayrılık/karışıklık varmış gibi zihinleri bulandırmaması şarttır. *

* Bu tefsir bölümü, aşağıdaki kaynaklarda ismi yazılı tefsirlerin ilgili âyetler hakkındaki açıklamalarından yararlanılarak ve yer yer özetlenip iktibas edilerek hazırlanmıştır.

 

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

1. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s.293-329

2. Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 112-121

3. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 448-490 ; Eser Y. c. 1, 544-596

4. Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 304-348

5. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, 626-682

6. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 264-294

7. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 4, s. 74-258

8. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 482-597

9. El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 400-483

10. El-Esâs fi’t-Tefsîr, Said Havvâ, Şamil Y. c. 364-439

11. Muhtasar Taberî Tefsiri, İmam Taberi, 118-129

12. Rûhu’l Furkan, Mahmut Ustaosmanoğlu, 100-219

13. Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat c. 1, s. 262-287

14. Et-Tefsîru'l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 149-163

15. Furkan Tefsiri, Hicazi, Vahdet Y. c. 1, s. 111-126

16. Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 43-47

17. Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 194-213

18. Kur'an-ı Kerim'in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri, Ö. Nasuhi Bilmen, Bilmen Y. c. 1, s. 147-166

19. Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s.92-159

20. Bakara Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Erkam Y. s. 210-224