Bakara, 158; Kavram 111

&H A C

 

 

 

Hac; Anlam ve Mâhiyeti

Haccın Hükmü ve Delilleri

Haccın Fevrî veya Ömrî Oluşu

Haccın Şartları

Haccın Sıhhatinin Şartları

Haccın Çeşitleri

Haccın Menâsikı/Hac Fiilleri

Haccın Vâcipleri

Hac Nasıl Yapılır? (Hacla İlgili Uygulama Özeti)

Kur’ân-ı Kerim’de Hac

Hadis-i Şeriflerde Hac ve Haccın Fazîleti

Haccın Hikmetleri

Hac, Sadece Ferdî Bir İbâdet Değil; Ümmetin Yıllık Büyük Kongresidir

 

 

 

“Safâ ile Merve şüphesiz Allah’ın şiarlarından/alâmetlerindendir. Kim Beytullah’ı hacc/ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde bir günah yoktur. Kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir.” (2/Bakara, 158)

 

Hac; Anlam ve Mâhiyeti

Hac, İslâm’ın temel ibâdetlerinden biridir. Arafat’ta belirli vakitte bir süre durmaktan, daha sonra Kâbe-i Muazzama’yı usûlüne göre ziyâret etmekten (tavâf) ibâret olan ve İslâm’ın şartlarından/rükünlerinden birisini teşkil eden ibâdettir.

Hac, “h-c-c” kökünden bir masdar olup bir farzın edâsı, ibâdet amacıyla belirli yerleri belirli günlerde ziyâret edip gerekli amelleri yapmak demektir. Kur’ân-ı Kerim’in 22. sûresinin adı da “Hacc Sûresi”dir.

Hac ibâdeti maksadıyla ziyâret edilecek olan yerler; Mekke şehrinde bulunan Kâbe, Arafat ve çevresidir. Zamanı ise, hac ayları diye isimlendirilen; Şevval, Zilkade ve Zilhicce aylarıdır. Hacda her fiil için özel zamanlar vardır. Ziyaret tavafının, kurban bayramı sabahından, ömrün sonuna; Arafat’ta vakfenin ise, arefe günü zevalden, kurban bayramı sabahı şafak sökünceye kadar yapılabilmesi gibi. Diğer yandan bu büyük ziyarete hac niyetiyle ve ihramlı olarak yönelmek de gereklidir.

Allah elçisine, “hangi amelin daha fazîletli olduğu” sorulunca şöyle buyurdu: “Allah’a ve Rasûlüne iman.” “Sonra hangisi?” denildi. “Allah yolunda cihad” buyurdu. “Sonra hangisi?” sorusuna ise; “Mebrûr hac” cevabını verdi. (Buhârî, Cihad 1, Hacc 4, 34, 102; Umre 1; Müslim, İman 135, 140; Tirmizî, Mevâkît 13, Hacc 6, 14, 88; Dârimî, Menâsik 8, Salât 24, 135)

“Umre, ikinci bir umreye kadar olan günahlara keffârettir. Mebrûr haccın karşılığı ise ancak cennettir.” (Nesâî, Hacc 3, Zekât, 49, İman 1; Dârimî, Menâsik 7, Salât 135; Tirmizî, Hacc 6; Ahmed bin Hanbel, I/387, III/114, 412, IV/342). Mebrûr hac; kendisine hiçbir günah karışmayan, eksiksiz olarak îfâ edilen makbul hac anlamına gelir.

Amellerin fazileti ile ilgili birbirinden farklı olan hadisler, Hz. Peygamber’e soru soran muhâtabın durumuna göre verilmiş cevaplar olarak değerlendirilir. İmam Mâlik’e göre, farz, hattâ nâfile hac, düşman korkusu olmadıkça (farz-ı ayın olmayan) cihaddan daha üstündür. Ancak düşman korkusu olursa, cihad, nâfile hactan önde gelir.

Hac ve umre ile, her yıl Kâbe’nin ihyâsı gerçekleşir. Umre’yi bir yılın veya ömrün herhangi bir gününde îfâ imkânı vardır. Umre, belirli günlerde yapılabilen hac ibâdetinden daha kolaydır. Hac, küçük günahlara keffâret olur ve ruhu ma’siyet kirlerinden temizler. Hatta bazı Hanefî âlimlerine göre, büyük günahları da örter. Mebrûr hac yapanın cennete gireceğini bildiren hadisle, yine Hz. Peygamber’in şu hadisleri bu konuda önemli delil teşkil eder:

“Kim hac yapar, bu esnâda cinsî temastan korunur, çirkin söz ve davranışlardan uzak durursa, annesinden doğduğu gündeki gibi günahlarından kurtulur.” (Buhârî, Muhsar 9, 10; Nesâî, Hac 4; İbn Mâce, Menâsik 3; Dârimî, Menâsik 7; Ahmed bin Hanbel,II/229, 410, 484, 494). “Hac ve umre yapanlar Allah’ın misafirleridir. O’ndan bir şey isterlerse, onlara cevap verir (duâlarını kabul eder), af isterlerse onları affeder.” (İbn Mâce, Menâsik 5). “Allah’ım! Hac yapanı ve hacının kendisine duâ ettiği kimseleri mağfiret et.” (İbn Huzeyme, Sahîh; el-Hâkim)

Kadı Iyâz şöyle demiştir: “Ehl-i sünnet, haccın büyük günahlara, ancak tevbe edilirse keffâret olacağı konusunda görüş birliği içindedir. Namaz ve zekât gibi Allah’a ait veya para borcu gibi kula ait bir borcun haccı yerine getirmekle düştüğünü söyleyen bilgin yoktur. Kul hakları zimmette devam eder. Allah Teâlâ Kıyâmet günü hak sahiplerini, haklarını almak üzere toplar. Ancak Yüce Yaratıcı’nın bu alacaklılara vereceği birtakım nimetlerle onları râzı etmesi ve bir ikram olmak üzere borçlulara müsâmaha göstermesi de mümkündür.”

Hac ibâdeti, dünyanın çeşitli yörelerinden, renk, dil ve ülke ayrımı gözetilmeksizin, milyonlarca müslümanı bir araya getirir. Tanışıp görüşmelerine, ekonomik bakımdan bütünleşmelerine, düşmanları karşısında tek saf halinde yardımlaşmalarına zemin hazırlar. Ümmet bilinci açısından haccın çok büyük rolü vardır. Böylece şu âyetlerdeki mânâ tecellî eder: İnsanları hacca dâvet et ki, gerek yaya olarak ve gerekse uzak yollardan gelen çeşitli vâsıtalarla sana varsınlar. Böylece onlar, dünyevî ve uhrevî menfaatlerini görsünler ve belli günlerde, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları kurban ederken, Allah’ın adını ansınlar. Siz de onlardan yiyin, yoksula ve fakire yedirin.” (22/Hacc, 27-28)

Hac, dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan mü’minler arasındaki kardeşlik bağlarını güçlendirir. İnsanlar, gerçekten eşit olduklarını birlikte yaşayarak gösterirler. Arap olanla olmayanın, beyazla siyahın takvâ dışında bir üstünlüğünün bulunmadığı inancı, vicdanlara yerleşir.

 

 

Haccın Hükmü ve Delilleri

İslâm âlimleri, haccın ömürde bir defa farz olduğu konusunda görüş birliği içindedir. Delilleri; Kitap ve Sünnettir. Kur’an’da şöyle buyrulur: “Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe’yi ziyâret edip haccetmek farzdır.” (3/Âl-i İmrân, 97) “Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın.” (2/Bakara, 196) İnsanları hacca dâvet et ki, gerek yaya olarak ve gerekse uzak yollardan gelen çeşitli vâsıtalarla sana varsınlar.” (22/Hacc, 27). Hadislerde şöyle buyrulur: Şüphesiz Allah size haccı farz kıldı, haccı îfâ edin.” (Müslim, Hacc 412; Nesâî, Menâsik 1; Ahmed bin Hanbel, II/508). İslâm beş şey üzerine binâ edilmiştir: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.s.)’in Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Beytullah’ı haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak.” (Buhârî, İman 1, 2; Müslim, İman 19-22; Tirmizî, İman 3; Nesâî, İman 13). “Kim bir’den fazla hac yaparsa, bu nâfile hac olur.” (Ahmed bin Hanbel, II/508; Nesâî, Menâsik 1). “Hac ve umreyi peşi peşine yapın. Bu ikisi, körüğün demir, altın ve gümüşün pasını yok ettiği gibi, fakirliği ve günahları yok eder. Mebrûr haccın sevabı, ancak cennettir.” (Tirmizî, Hac 2; Nesâî, Hac 6; İbn Mâce, Menâsik 3).

Bazı durumlarda birden fazla hac yapmak gerekebilir. Adak haccı ve bozulan bir nâfile haccı kaza etmek gibi. Bazen hac haram olur; haram para ile haccetmek gibi. Bazen de mekruh olur; hizmete ihtiyacı olan ana-babanın iznini almadan haccetmek gibi. Ebeveyn bulunmayınca dede ve ninelerden, borcunu ödeyecek başka malı bulunmayan borçlu ve kefilin alacaklılardan izin almaksızın, hac yapması da mekruhtur. Hanefîlere göre bu kerâhet, tahrîmendir.

Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlere göre, haram para ile yapılan hac, gasbedilen arâzide kılınan namazda olduğu gibi farz veya ikinci defa hac yapılıyorsa nâfile olarak sahih olur. Bu kimsenin üzerinden farz veya nâfile düşer. Hanbelîler ise, haram malla yapılacak hacca icâzet vermezler. Çünkü bu mezhep, gasbedilen arâzide kılınacak namazı da sahih kabul etmez.

 

 

 

 

 

Haccın Fevrî veya Ömrî Oluşu

Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf, Mâlikîler ve Hanbelîlere göre, hac fevrîdir. Yani, yükümlünün, gerekli şartları taşıdığı ilk yılda haccetmesi gereklidir. Haccı, yıllar boyunca geciktirirse fâsık olur ve şâhitliği reddedilir. Çünkü haccı geri bırakmak, küçük ma’siyettir. Bunda ısrar etmek, kişiyi fıska götürür. Böyle bir kimse hac yapmadan malı telef olsa, borç para alıp haccetmesi halinde, İlâhî mağfirete nâil olacağı umulur.

Haccın geciktirilmeden îfâsına, hacla ilgili âyetler delâlet ettiği gibi, şu hadisler de bunu destekler: “Hac yapmakta acele ediniz. Çünkü sizden biriniz ölümün kendisine ne zaman geleceğini bilmez.” (Ebû Dâvud, Menâsik 5; İbn Mâce, Menâsik 1, Ahmed bin Hanbel, I/214, 225) “Bir kimseyi hastalık, açık bir ihtiyaç, bir sıkıntı veya zâlim bir sultan alıkoymaksızın hac yapmazsa; ister yahûdi, isterse hıristiyan olarak ölsün.” (eş-Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, 4/284). “Kim kendisini Beytullahi’l-Haram’a ulaştıracak kadar azık ve bineğe sahip olduğu halde haccetmemişse onun yahûdi veya hıristiyan olarak ölmesi arasında fark yoktur. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Oraya yol bulabilen insanın, Allah için Kâbe’yi haccetmesi gerekir.” (3/Âl-i İmrân 97) (Tirmizî, Hacc 3, hadis no: 812)

Şâfiîlere ve İmam Muhammed’e göre, hac ömrî (terâh)dir; yani, hac için gerekli şartları taşıyan yükümlü, bunu ilk yılda yapmak zorunda değildir. Ancak bu kimsenin hac veya umreyi, geciktirmeksizin yapması sünnettir. Çünkü tâat sayılan amelleri çabuk yapmak, hayırlı işlerde acele etmek İslâm’ın tavsiye ettiği hususlardandır. Âyette; “Ey mü’minler, hayır işlerine koşunuz, birbirinizle hayırda yarış ediniz.” (2/Bakara, 148) buyrulur.

 

 

 

 

Haccın Şartları

Haccın şartları, erkekleri ve kadınları içine alan genel veya yalnız kadınlarla ilgili özel şartlar olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlar, tam olarak bulununca haccın edâsı farz olur. Aksi halde farz olmaz.

Genel şartlar: Bunlar; farz oluşunun, sıhhatinin veya edâsının şartları kabîlinden olur. Müslüman, akıllı, ergen, hür ve haccetmeye gücünün yeter olması gibi.

1. Müslüman olmak: Kâfire hac farz olmaz. İbâdeti edâ ehliyeti bulunmadığı için, onun yapacağı hac geçerli değildir. Münkir hac yapsa, sonra İslâm’a girse, ona İslâm’ın haccı farz olur. Hanefîlere göre, kâfir şeriatın fürûu ile muhâtap olmadğı için haccı terkten dolayı ayrıca hesaba çekilmez. Çoğunluk hukukçulara göre ise o, fürû (İslâmî emir ve yasaklar)a da muhâtaptır ve âhirette bunlardan da hesaba çekilir.

2. Ergen ve akıllı olmak: Çocuklar ve akıl hastaları hacla yükümlü değildir. Çünkü bunlar şer’î hükümlerle yükümlü tutulmamışlardır. Akıl hastasının yapacağı hac veya umre, ibâdet ehliyeti bulunmadığı için sahih olmaz. Bu ikisi hac yapsa, sonra çocuk büluğ çağına ulaşsa, akıl hastası iyileşse bunlara hac farz olur. Çocuğun büluğdan önce yaptığı hac, nâfile sayılır. Hadiste şöyle buyrulur: “Üç kişiden kalem kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, gençlik çağına girinceye kadar çocuktan, şifâ buluncaya kadar akıl hastasından.” (Ebû Dâvud, Hudûd 17; İbn Mâce,Talâk 15). Akıl hastalığı, bayılma, sarhoşluk ve uyku; ihrâmı ortadan kaldırmaz.

3. Hür olmak: Köle, esir ve mahkûma hac farz değildir. Çünkü hac, süresi uzun, belli bir yolculuğu gerekli kılan ve yolculuğa güç yetirilmesi şart kılınan bir ibâdettir. Hürriyetten yoksun olan kimsenin bunu îfâ etmesi mümkün olmaz.

4. Vakit: Arafat’ta vakfe ve ziyâret tavafı için belirli vakitlere yetişmedikçe hac farz olmaz. Şu âyetler haccın vakitli bir ibâdet olduğunu gösterir: “Sana yeni doğan ayları (hilâlleri) sorarlar. De ki: ‘O, insanların faydası ve özellikle hac için vakit ölçüleridir.” (2/Bakara, 189) “Hac ayları, bilinen aylardır.” (2/Bakara, 197). Hanefî ve Hanbelîlere göre hac ayları: Şevvâl, Zilkade ve Zilhicce’nin ilk on günüdür. Bu, Abâdile adıyla anılan İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, İbn Ömer ve İbn Zübeyr’den nakledilendir. “En büyük hac (hacc-ı ekber) günü, kurban bayramı günleridir” (Buhârî, Hacc 33, 34, Umre 9; Müslim, Hacc 123; Nesâî, Menâsik 77; Dârimî, Menâsik 38; Muvattâ, Hacc 63) hadisi delil olarak gösterilir.

Bu sürenin dışındaki vakitler, farz hac için ihrama girmeyi ve haccın rükünlerini îfâya elverişli değildir. Ancak hac niyetiyle ihrama, bu aylardan önce girilse, ihram geçerli ve yapılacak hac sahih olur. Delili: “Hac ve umreyi Allah için tamamlayın” (2/Bakara, 196) âyetidir. Bu durumda hac ayları girmedikçe hac fiillerinden bir şey yapmak câiz olmaz. Hanefîlere göre ihram bir şart olup, bunun öne alınması, abdestin namaz vaktinden önce alınması gibidir. Çünkü ihram, hac yapacak kişinin kendisine bazı şeyleri yasaklaması ve bazı şeyleri de gerekli kılmasıdır. Yine bu, ihramı, mikattan önce başlatmak gibi olur. Bununla birlikte hac aylarından önce ihrama girmek mekruhtur. İbn Abbâs’ın naklettiği; “Hac için, ancak hac aylarında ihrama girilmesi sünnetlerdendir” (Buhârî) hadisi delildir. Bir kimse bayram sabahı şafak sökmezden önce, bir an, ihramlı olarak Arafat’ta dursa hacca yetişmiş olur. Geride ziyâret tavafı ve sa’y gibi ibâdetler kalır.

5. Haccı îfâya gücünün yetmesi (istitâa). Bu; beden, mal veya yol emniyeti ile ilgili olabilir. Âyette “Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe’yi ziyâret edip haccetmek farzdır” (3/Âl-i İmrân, 97) buyurulur. Âyetteki “hacca yol bulabilen, hacca gitmeye gücü yeten” ifâdesi, Hanefîlere göre “bedenî, mâlî ve emniyet” unsurlarını kapsamına alır. Bunlar haccın edâsının şartlarını oluşturur.

a. Beden sağlığı ve sağlamlığı: Buna göre; yatalak, hasta, kör, felçli, iki ayağı kesik, binit üzerinde kendi başına duramayan yaşlı kimse, tutuklu bulunan ile zâlim yöneticilerin hac için vize vermediği kimseler üzerine hac farz olmaz. Çünkü Allah Teâlâ, haccın farz olması için “gücün yetmesi”ni şart koşmuştur (3/Âl-i İmrân, 97).

b. Gerekli maddî güce sahip olmak: Bu yolda tüketeceği yiyecek ve oraya varabilmek için bineceği vâsıtadan ibârettir. Buna göre, bir kimseye haccın farz olabilmesi için, hac süresince hem kendisinin, hem de bakmakla yükümlü olduğu kimselerin nafakalarını ve nakil vâsıtasını temin gücüne sahip olmalıdır. Mekkeliler ve Mekke çevresinde oturanlar için nakil aracına sahip olmak şart değildir; yaya yürüyecek durumda bulunmaları yeterlidir.

c. Yol emniyeti: Haccın farz olması için yol güvenliğinin bulunması şarttır. Bu, Ebû Hanîfe’ye göre, vücûbunun, bazılarına göre ise edâsının şartlarındandır. Kadın için yol emniyeti; beraberinde neseb veya sihrî (evlilikle doğan hısımlık) akrabâlardan fâsık olmayan, akıllı, ergen veya mürâhık (12 yaşla büluğ arası erkek çocuğu) mahrem birisinin veya kocasının bulunmasıyla gerçekleşir. Kadının yanında kocası veya mahrem bir akrabası olmaksızın, Mekke’ye üç gün üç gece (sefer mesâfesi) ve daha uzak yerden gelerek hac yapması tahrîmen mekruhtur. O, mahremsiz hac yaparsa kerâhetle birlikte câiz olur. Mahremin bulunması vücub şartıdır; edâ şartı diyenler de vardır. Şâfiîler buna “kadının, kafilede güvenilir diğer kadınlarla birlikte hac yapabileceği” esasını ilâve ederler.

 

Haccın, Yalnız, Kadınlarla İlgili Özel Şartları: Kadınlarla ilgili iki şart vardır:

1. Hacda yol arkadaşının bulunması: Hac yapacak kadının yanında kocası veya mahrem bir hısmının bulunması gereklidir. Aksi halde kendisine hac farz olmaz. “Kadın, yanında mahrem akrabâsı bulunmadıkça üç günden fazla yolculuk yapamaz.” (eş-Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, IV/290) “Bir kadın, yanında kocası bulunmadıkça hac yapmasın.”(eş-Şevkânî, a.g.e. IV/491) hadis-i şerif rivâyetleri buna delildir. Şâfiîler ise, kadına, güvenilir kadınlarla birlikte olunca, haccı gerekli görürler. Yol arkadaşı olarak tek kadın yeterli değildir. Mâlikîlere göre ise kadın, yalnız kendilerine emanet edilmiş kadın arkadaşları veya yalnız erkekler yahut da erkek-kadın karışık bir toplulukla birlikte hac yapabilir. Bu iki mezhebin dayandığı delil; “Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe’yi ziyâret edip haccetmek farzdır” (3/Âl-i İmrân, 97) âyetinin genel anlamıdır. Bu yüzden, kadın kendisi aleyhine kötülükten güvende olunca, ona hac gerekli olur.

Mahrem akraba ifâdesi, nesep, süt veya sıhrî hısımlık yüzünden kendisiyle evlenmek ebediyyen haram olan kimseleri içine alır. Oğul, torun, baba, dede, süt oğul, süt kardeş, dâmat, kayınpeder gibi. Kız kardeşin, hala veya teyzenin kocası olmak, sadece geçici evlenme engeli doğurduğundan, sadece eniştelerle hac yolculuğu, Hanefî fıkhına göre câiz olmaz.

2. İddetli olmaması: Hac yapacak kadının boşanma veya vefattan dolayı iddetli olmaması gereklidir. Çünkü Yüce Allah şu âyetle iddetli kadınların evden çıkışını yasaklamıştır: “Boşadığınız kadınları evlerinden çıkarmayın. Kendileri de çıkmasınlar.” (65/Talâk 1). Haccın başka bir vakitte edâsı mümkündür. İddet ise, ancak özel bir vakitte sözkonusu olur.

 

İslâm’da haccın bazı engelleri vardır. Bu engeller İslâm âlimleri tarafından şöyle tesbit edilmiştir:

1. Ebeveyn: Ana veya baba, Mekke’li olmayan çocuğunu nâfile hac veya umre için ihrama girmekten alıkoyabilir. Ancak bu ikisi, farz hacca engel olamaz. Çünkü ebeveyne hizmet, bir cihaddır. Farz hacda ana babadan izin almak sünnettir.

2. Evlilik: İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, koca, karısının farz haccına engel olamaz. Çünkü bu, ilk yükümlülük yılında (fevrî) farz olmuştur. Şâfiîlere göre ise, koca, karısını farz veya sünnet hacdan alıkoyabilir. Çünkü kocanın hakkı önceliklidir. Hac ibâdeti ise ömür boyu îfâ edilebilir.

3. Hapis: Haksız olarak veya maddî sıkıntı içinde olduğu halde bir borçtan dolayı hapiste bulunmak hacca engeldir.

4. Borçluluk: Vâdesi gelen borcunu ödemek için başka bir malı olmayan borçlunun hac yapmasına, alacaklı engel olabilir. Vâdesi gelmeyen borçlar ise hac engeli teşkil etmez.

5. Hacr altında bulunmak: Sefîh olan kimse velî veya vasînin izni olmadıkça hac yapamaz.

6. İhsâr: Hac veya umre için ihrama girmiş olan kimsenin, düşmanın engel olması veya hastalık gibi bir sebeple hac veya umreyi tamamlayamadan ihramdan çıkmak zorunda kalmaya “ihsâr” denir. Böyle bir engelle karşılaşan kimseye de “muhsar” adı verilir. Ölüm veya malını verme dışında engeli aşmaya gücü yetmeyen hacı, engelin kalkması umulan bir süre bekledikten sonra ihramdan çıkabilir. Ancak, bu durumda kurban kesmesi gerekir.

7. Hastalık: Bir kimse ihrama girdikten sonra hastalansa, Ebû Hanife’ye göre, muhsar sayılır ve ihramdan çıkabilir. Şâfiî, Mâlik ve Ahmed bin Hanbel’e göre ise; ihramda iken hastalanan kimse, uzun sürse bile, iyileşinceye kadar ihramlı olarak kalır.

 

 

 

Haccın Sıhhatinin Şartları

Yapılacak haccın geçerli olması için dört şartın bulunması gereklidir:

İslâm: Haccın, hem farz olma ve hem de sıhhat şartıdır.

Özel yerler: Arafat ve Kâbe.

Özel vakit: Arafatta vakfe, arefe günü zevalden itibaren, Kurban bayramı sabahı şafak sökünceye; ziyâret tavafı ise, bayram sabahından, ömür sonuna kadar yapılabilir. Ancak, ziyâret tavafını bayramın ilk üç gününde yapmak vâcip olduğu için, ziyâret tavafını bundan sonraya bırakana, vâcibi terkettiği için, kurban kesmek gerekli olur.

4. İhram: Hac veya umre niyetiyle, diğer zamanlarda helâl olan bir kısım fiil ve davranışları, kişinin kendisine hac veya umre süresince haram kılması demektir. Halk arasında ihramlı erkeğin örtündüğü iki parça örtüye de "ihram" denilmektedir.

İhrama Girme Yerleri (Mikatlar): Mikat, ihrama girme yeri ve zamanı demektir. Bir terim olarak, Mekke çevresinde, çeşitli bölge ve ülkelerden hacca gelenlerin ihrama girecekleri özel yerleri ifâde eder. Bir kimsenin, hac veya umre için, mikatları ihramsız geçmesi câiz olmaz. Aksi halde kurban kesmek veya mikat yerine dönmek gerekir. Ancak mikat yerinden önce ihrama girmek ittifakla câizdir. Hatta Hanefîlere göre, bir sakınca doğmayacaksa, ihramı öne almak daha fazîletlidir. "Hac ve umreyi Allah için tamamlayın" (2/Bakara, 196) âyetinde buna delâlet vardır. Mikatları beklemeksizin, ailesinin bulunduğu yerden ihrama girmek hac ve umreyi eksiksiz tamamlamak demektir. Hz. Ali ve Abdullah bin Mes'ud'un görüşü budur. Çünkü bunda daha çok meşakkat ve daha büyük ta'zim vardır.

İhrama girme yerleri, Mekke'de, Mekke (Harem) ile mikatlar arasında (hıl bölgesi) veya mikatların dışında kalan bölgelerde (âfâkî) oturanlara göre değişiklik gösterir. Mikatların çevrelediği alan dışında oturanlar (âfâkî): Arabistan'da mikatlar dışında oturanlarla, dış ülkelerden hac veya umre niyetiyle Hicaz'a gidenler için geldiği bölge veya ülkeye göre ihrama girme yerleri (mikat) belirlenmiştir. İbn Abbas (r.a.)'tan şöyle dediği nakledilmiştir: "Nebî (s.a.s.), Medine'liler için Züzhuleyfe'yi, Şam'lılar için el-Cuhfe'yi, Necidliler için Karnü'l-Menâzil'i ve Yemenliler için Yelemlem'i mikat olarak belirledi. Bunlar, belirtilen bölge veya ülke tarafından gelen diğer belde yolcuları için de mikat yeridir." (Buhârî, Hacc 7, 9, 11, 12, Sayd 18; Müslim, Hacc 11, 12; Ebû Dâvud, Menâsik 8; Nesâî, Menâsik 19, 20 23; Ahmed bin Hanbel, I/238). Câbir (r.a.)'den merfû olarak rivâyet edilen Müslim hadisinde bunlara, Irak'lılar için Zât-ı Irk ilâve edilmiştir (Ebû Dâvud, Menâsik 8).

Gelinen ülkelere göre mikatlar şöyledir: a- Türkiye, Suriye, Mısır, Mağrib ve Avrupa tarafından deniz yoluyla gelenlerin mikatı Cuhfe (Rabiğ)'dir. Cuhfe ile Mekke arası yaklaşık 187 km.dir. b- Medine'den gelenlerin mikatı Zülhuleyfe (Âbâr-ı Ali) olup, Mekke'ye yaklaşık 464 km.dir. En uzak mikat yeri burasıdır.

İhrama girme yerlerini Hz. Peygamber tâyin ettiği için hac, umre, ticaret veya başka bir amaçla Mekke'ye gelen her müslümanın buralarda veya daha önce ihrama girmiş olması lâzımdır. Eğer yol, bu noktalardan geçmiyorsa buraların hizalarından ihrama girilir. Medine'ye gelenler, hac için Mekke'ye doğru yola çıkınca Zülhuleyfe'de bugün Âbâr-ı Ali denilen yerde ihrama girerler. Mikatlardan içeride bulunan kimseler, ihramsız Mekke'ye girebilirler. Fakat hac veya umre için, bulundukları yerden ihrama girerler. Mikat içinde, fakat Mekke dışında bulunan, bulunduğu yerde; Mekke'nin içinde oturanlar ise, kaldığı evde ihrama girerler.

Dışarıdan hac veya umre için gelen kimse, mikatı ihramsız geçerse ya bir kurban keser veya geri dönüp mikat yerinde ihrama girer. Mekke'ye girme niyeti olmaksızın mikatı ihramsız geçene bir şey lâzım gelmez.

İhram: Hac dışında yapılması mubah olan bazı şeyleri kendisine haram kılmak demektir. Hanefîlere göre, ihram, haccın rüknü değil; şartıdır. Bu da niyet ve telbiye ile gerçekleşir. Hac veya umreye yahut her ikisine niyet etmek ve Allah için telbiye getirerek ihrama girmekle hac ibâdeti başlamış olur. İhrama giren kadınlar, elbiselerini çıkarmazlar, başlarını ve ayaklarını açık bulundurmazlar. Yalnız yüzleri açık bulunur, telbiye ederken seslerini yükseltmezler.

Telbiye: İhram namazından sonra telbiye getirmeye başlanır. Çünkü Hz. Peygamber böyle yapmıştır, efdal olan budur. Vâsıtaya bindikten sonra telbiye getirip sonra hacca veya umreye niyet edilebilir. Telbiye şudur: “Lebbeyk Allahumme lebbeyk, lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk, inne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk, lâ şerîke lek.” (Buyur Allah’ım buyur! Dâvetine bütün samîmiyetimle icâbet ettim! Buyur Allah’ım buyur! Senin eşin/ortağın yoktur. Buyur Allah’ım buyur! Hamd Senin, nimet Senin, mülk Senin. Bunların hiçbirinde eşin/ortağın yoktur!) (Buhârî, Hacc 26, Libâs 69; Müslim, Hacc 147, 269, 271; Dârimî, Menâsik 22; Tirmizî, Hacc 97). Bir kimse mikatta niyet ederek telbiye getirince ihrama girmiş olur. Telbiye; yolda, iniş çıkışlarda, yol arkadaşlarıyla karşılaşmalarda, namazların ardından tekrarlanır ve zaman zaman ses yükseltilir. Telbiye, Mâlikîler dışında âlimlerin çoğunluğuna göre, Kurban bayramının ilk günü Akabe cemresine ilk taşın atılmasıyla kesilir. Çünkü Hz. Peygamber böyle yapmıştır (Nesâî, Menâsik 229; İbn Mâce, Menâsik 69; Ebû Dâvud, Menâsik 27, 28; Tirmizî, Hacc 78). Ancak taşlamadan önce tıraş olunursa, telbiye kesilir. Umre yapan ise tavafa başlamakla telbiyeyi keser.

 

 

 

Haccın Çeşitleri

Hac; farz, vâcip ve sünnet olmak üzere üç kısma ayrılır. Gerekli şartlara sahip olan her müslümana ömründe bir defa hac yapması farzdır. Hac yapmayı adayan kimsenin hac etmesi vâciptir. Yine, başlanmış iken bozulan nâfile bir haccı kazâ etmek de vâciptir. Farz haccı yapmış olan kimsenin, birden fazla yapacağı haclarla, henüz yükümlü olmayan çocuğun yapacağı hac nâfiledir. Umre ise, hac ayları dışında da yapılabilen sünnet bir ibâdettir. Gerek farz, gerek vâcip, sünnet veya nâfile hac üç çeşide ayrılır: İfrad, temettû ve kıran haccı.

1. İfrad Haccı: Mikatta ihrama girerken yalnız hac yapmaya niyet edilince, buna ifrad haccı denir. Bu haccı yapana da “müfrid” denir. Bunda, umre yapmaksızın yalnız hac ibâdeti îfâ edilir. Akabe cemresini yapıncaya kadar müfrid hacı ihramda kalır. Akabe cemresinden sonra dilerse kurban keser. Çünkü ifrat haccı yapana kurban kesmek vâcip değildir. Dilerse nâfile olarak keser. Sonra tıraş olur veya saçlarını kısaltır ve ihramdan çıkar.

2. Temettû Haccı: Hac aylarında önce umre için ihrama girip, umreyi tamamladıktan sonra, aynı yılın hac aylarında hac için yeniden ihrama girerek yapılan hacca “temettû haccı” denir. Burada umre ve hac ayrı ayrı ihramla îfâ edilmektedir. Bu çeşit haccı yapana “mutemettî” denir. Temettû haccı yapacak olan kimse, mikatta umre niyetiyle ihrama girer. Mekke’ye ulaşınca tavaf ve sa’yeder, tıraş olur veya saçlarını kısaltır. Böylece umreyi tamamlayıp ihramdan çıkar. Normal elbiselerini giyer, ihramlı olmayanlara mubah olan şeylerden yararlanır. Sonra Zilhicce’nin sekizinci günü veya daha önce Mekke’de kaldığı evde ihrama girer, kudüm tavafını yapar, diğer hac amellerini tamamlar. Bir haccın temettû haccı sayılması için, umre ile haccın aynı hac mevsimi içinde yapılması gereklidir. Hac mevsiminden önce umre yapıp, sonra hac mevsiminde hac yapmak, temettû haccı olmadığı gibi, bir yıl umre, sonraki yıl hac yapmakla da temettû meydana gelmez.

Mikatların dışında kalan belde ve ülkelerden gelen hacılar (âfâkîler), uzun süre ihramda kalmamak için, daha çok temettû haccını tercih ederler. Burada umre ile haccı, aynı hac mevsiminde ayrı ihramlarla birlikte yapmaya muvaffak kıldığından, Allah Teâlâ için bir şükür kurbanı kesilir. Bu kurban, Akabe cemresi taşlandıktan sonra, tıraştan veya saçları kısaltmazdan önce, kurban bayramı günlerinden birinde kesilir. Kurban kesmeye gücü yetmeyen kimse, hac sırasında Arefe günü bitmek üzere üç gün, bayram günleri çıktıktan veya kendi beldesine döndükten sonra yedi olmak üzere toplam on gün oruç tutar.

3. Kıran Haccı: Aynı hac mevsimi içinde umre yaptıktan sonra ihramdan çıkmadan yapılan hacca, kıran haccı, bu haccı yapana kaarin denir. Kişi, umre ile haccı beraber yapmak üzere ihrama girer; umreyi tamamlar, ihramdan çıkmaz; ihramın gereklerine riâyet ederek hac fiillerine başlar, kudüm tavafını yapar, Arafat’ta durur, bayramın birinci günü Akabe cemresini attıktan sonra kurbanı kesip tıraş olur, ihramdan çıkar.

Temettû ve kıran haccı yapanlara şükür kurbanı kesmek vâciptir. İfrat haccı yapanın böyle yükümlülüğü yoktur; dilerse nâfile kurban kesebilir. Kıran haccı yapan hacı, şükür kurbanı kesemezse, bayramdan önce üç gün, evine döndükten sonra yedi gün olmak üzere on gün oruç tutar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Güvene kavuştuğunuz zaman hac zamanına kadar umre ile faydalanmak isteyen kimse, kolayına gelen kurbanı keser, kurban bulamayan, üç gün hacda, yedi gün de döndüğünüz zaman olmak üzere tam on gün oruç tutar. Bu, ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar içindir.” (2/Bakara, 196). Temettû veya kıran haccı yapan kimsenin şükür kurbanı kesmeye gücü yetmez ve kurban bayramından önceki üç gün orucu da tutmamış bulunursa, sonra yedi günü de tutması gerekmez. Bunun yerine kurban kesmesi gerekir. Kurban kesemeyecek durumda ise ihramdan çıkar, fakat bu kez, iki kurban lâzım gelir. Birisi temettû veya kıran kurbanı, diğeri kurban kesmeden ihramdan çıktığı için ceza kurbanıdır. Mekke’lilere ve mikat sınırları dâhilinde oturanlara temettû veya kıran haccı yoktur. Onlar, yalnız ifrad haccı yaptıklarından şükür kurbanı kesmeleri gerekmez.

Hedy Kurbanı: Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanmak için veya hac ibâdetindeki bir eksiklikten yahut ihram yasaklarına uymamaktan dolayı keffâret (ceza) olarak kesilmek üzere Harem-i Şerif’e götürülen veya kendisi yahut parası gönderilen kurbana “hedy” denir. Ayette şöyle buyrulur: “Eğer emniyet içinde iseniz, hac zamanına kadar umre yapana, gücünün yettiği bir kurban (hedy) gerekir.” (2/Bakara, 196). Temettû veya kıran haccında kesilen şükür kurbanı ile hac mevsiminde Harem’de kesilen nâfile her cins kurban “hedy kurbanı” olup, bunların sahipleri etlerinden yiyebilir. Ceza veya keffâret kurbanı ise hedy olmakla birlikte zekât, adak kurbanı ve fıtır sadakası türünden sayıldığı için, bunun etinden sahibi, eşi, usûl ve fürûu yiyemezler. Yiyecek olurlarsa kıymetini yoksullara ödemeleri gerekir. Şükür kurbanı bayramın ilk üç gününde tıraş olmazdan önce kesilebilirse de, birinci günü kesilmesi daha fazîletlidir.

 

 

 

 

Haccın Menâsikı/Hac Fiilleri

İslâm fakihlerine göre haccın menâsikı, yani haccın fiilleri rükün, vâcip ve sünnet kısımlarına ayrılır.

Haccın Rükünleri: Hanefîlere göre haccın rükünleri ikidir: Arafat’ta vakfe yapmak ve ziyâret (ifâda) tavafını îfâ etmek. Bu rükünlerden birisi eksik kalırsa hac bâtıl olur. Rükün veya farz kesin delille; vâcip ise zannî bir delille sâbit olan hükümdür. Vâcibi bir özürden dolayı terkedene bir şey gerekmez. Ancak özürsüz terkederse kurban cezası gerekli olur.

1. Vakfe: Arefe günü, güneşin zevâlinden, kurban bayramının birinci günü şafak sökünceye kadar, Arafat’ta kısa bir süre de olsa, durmanın, haccın aslî bir rüknü olduğunda, İslâm bilginleri görüş birliği içindedir. Hadiste; “Hac Arafat’tır.” (Tirmizî, Tefsiru sûre 2/22; Ebû Dâvud, Menâsik 68; İbn Mâce, Menâsik 57; Dârimî, Menâsik 54) buyurulur. Bu yüzden, vakfe yapamayan kimse, haccı kaçırmış olur ve ertesi yıl yeniden hac yapar. Bugün belirli sınırlarla çevrelenen Arafat’ın her yeri vakfe yeridir. Hadiste “Arafat’ın tamamı vakfe yeridir.” (Müslim, Hacc 149; Ebû Dâvud, Savm 5, Menâsik 56; Tirmizî, Hacc 54) buyurulmuş, ancak Urene vâdisi, şeytan vâdisi olarak nitelendirilerek, vakfe yeri dışında tutulmuştur (İbn Mâce, Menâsik 55, 73). Arafat’ın Cebelü’r-Rahme denilen yerinde vakfe yapmak daha fazîletlidir. Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre, Arafat’ta gece ile gündüzün arasını birleştirmek için güneş batıncaya kadar kalmak vâciptir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) böyle yapmış ve “Hac ile ilgili ibâdetlerinizi benden alın” (Ahmed bin Hanbel, III/318, 366) buyurmuştur. Bu yüzden, güneşin batışından önce Arafat’tan ayrılana kurban cezası gerekir. Şâfiîler gurûba kadar kalışı sünnet kabul ederler.

İslâm bilginleri arasında, vakfe için abdest, setr-i avret, kıbleye dönme ve niyetin şart olmadığı konusunda herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Bu duruma göre, abdestsiz, cünüp, hayızlı veya nifaslı kimsenin yapacağı vakfe de geçerlidir. Çünkü Hz. Âişe (r.a.), Rasûlullah (s.a.s.)’ın emriyle, hayızlı iken vakfe yapmıştır.

2. Tavaf: Tavaf, sözlükte; ziyâret etmek, bir şeyin etrafında dolaşmak demektir. Bir terim olarak; Kâbe-i Muazzama’nın etrafında yedi defa dolaşmak anlamına gelir. Tavaf, Kâbe’nin Haceru’l-Esved köşesinden Kâbe sola alınarak başlar. Gerek tavafa başlarken ve gerek tavaf arasında Haceru’l-Eseved’in önüne geldikçe, ona doğru dönülür, namazda durur gibi tekbir ve tehlil ile kutsal taşa mümkünse eller sürülür veya öpülür. Bu mümkün olmazsa -ki günümüzde istisnâ dışında hiç mümkün değildir- karşıdan elle selâmlanır. Buna “istilâm” adı verilir. Tavafta her bir dolanmaya “şavt” denir.

Hacda üç çeşit tavaf sözkonusu olur. Kudüm, ziyâret (ifâda) ve Vedâ (Sader) tavafı. Bunun dışında yapılan fazla tavaflar nâfiledir.

a. Kudüm tavafı: Fakihlerin çoğunluğuna göre, Arafat’ta vakfeden önce Mekke’ye giren hacılar için kudüm tavafı sünnettir. Bu konuda ifrad veya kıran haccı arasında fark yoktur. Mekkeliler ve mikat bölgesi içinde oturanlar kudüm tavafı yapmazlar. Yine mikatlar dışından (âfâkî) gelse de umre ve temettû haccı yapanların da bu tavafı yapma zorunluluğu yoktur.

b. Ziyâret tavafı (ifâda): Bu tavafın bir rükün olduğunda görüş birliği vardır. Hac, bu olmaksızın tamamlanmaz. Âyette; “Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve o Beyt-i Atîk’i (Kâbe) tavaf etsinler.” (22/Hacc, 29) buyrulur. Ziyaret tavafının şart veya vâcipleri beş tanedir: 1) Tavaf niyeti, 2) Gücü yetenin yürüyerek tavaf etmesi, 3) Mescid-i Haram içinde, Beytullah’ın çevresinde yapılması, 4) Tavafın zamanı, kurban bayramının birinci günü şafak söktüğü zaman başlar ve ömür boyu devam eder. Ancak bu tavaf, bayram günlerinden sonraya kalırsa bir ceza kurbanı gerekir. 5) Bu tavafın ilk dört şavtı farz, geri kalan üç şavtı sünnettir. Tavaf, bir çeşit namazdır. Hadiste şöyle buyrulur: “Tavaf, Allah Teâlâ’nın kendisinde yani tavaf yaparken konuşmayı mubah kıldığı bir namazdır.” (Nesâî, Menâsik 36; Dârimî, Menâsik 32; Ahmed bin Hanbel, III/414, IV/64, V/377)

c. Vedâ tavafı (Sader): Hac sırasında Mina’dan Mekke’ye inildiği vakit yapılan tavaftır. Bu tavaf, Mâlikîlere göre mendup, diğer mezheplere göre ise vâciptir. Mekke ve çevresinde oturanlar için veda tavafı, gerekli değildir. Bununla hac ibâdetleri son bulmuş olur. Hacılar Kâbe-i Muazzama’ya vedâ ederek ülkelerine dönmek üzere bulunurlar.

Mâlikî ve Hanbelîlere göre haccın rükünleri; ihram, Safâ ile Merve arasında yedi şavtlık sa’y, Arafat’ta vakfe ve ziyâret tavafı olmak üzere dört tanedir. Şâfiîler bu dört rükne, saçların tıraş edilmesini veya kısaltılmasını ilâve ederler. Bunların dışında tavaf çeşidi olarak nâfile ve umre tavafı sözkonusudur. Nâfile (tatavvu) tavaf, Mekke’ye dış belde ve ülkelerden gelenler için nâfile namaz kılmaktan daha fazîletlidir. Umre tavafının dört şavtı, umrenin rükünlerinden olup, umrede kudüm veya vedâ tavafı bulunmaz.

 

 

 

Haccın Vâcipleri

Hanefîlere göre, hacda, kendi başına vâcip olan beş ibâdet vardır: Sa’y, Müzdelife vakfesi, şeytan taşlama, tıraş veya saçları kısaltma ve vedâ tavafı. Bunlardan başka, haccın rükün, farz veya şartlarını tamamlayıcı nitelikte olmak üzere on tane de daha vâcip vardır. Bunları kısaca açıklayalım:

1. Sa’y: Safâ ile Merve arasında yedi şavtlık sa’yi (hızlı yürüyüş) yapmak, Hanefîlere göre vâcip, diğer mezheplere göre bir rükündür. Kur’an’da şöyle buyrulur: Şüphesiz ki; Safâ ile Merve Allah’ın alâmetlerindendir. Kim, hac için Kâbe’yi ziyâret eder veya umre yaparsa, Safâ ile Merve’yi tavaf etmesinde bir sakınca yoktur.” (2/Bakara, 158). Hz. Peygamber şöyle buyurur: Şüphesiz Allah size sa’yi farz kıldı; size sa’y farz kılındı, sa’y yapın.” (eş-Şevkânî, Neylu’l-Evtâr, I/50). Sa’yın tavaftan sonra yapılması, Safâ’da başlayıp Merve’de bitirilmesi ve yedi şavt halinde Safâ ile Merve arasındaki mesâfeyi tam olarak kapsaması gereklidir.

2. Müzdelife’de vakfe: Bayram akşamı şafağın sökmesiyle güneşin doğması arasında Müzdelife’de bir an da olsa bulunmak vâcip, geceyi orada geçirmek sünnet, Meş’ar-i Haram denen Kuzah Dağı’na gitmek ise müstahaptır. Âyette şöyle buyrulur: “Arafat’tan sel gibi akıp inerken Meş’ar-i Haram’da Allah’ı zikredin” (2/Bakara, 198). Hadiste şöyle buyrulur: “Kim bizim şu sabah namazımızda hazır bulunur, biz ayrılıncaya kadar bizimle birlikte vakfe yapar ve daha önce gece veya gündüz Arafat vakfesini de yapmış durumda ise, onun haccı tamam olur.” (Nesâî, Menâsik 211; Tirmizî, Hacc 57). Müzdelife vakfesi, bir özür sebebiyle terk edilirse bir şey lâzım gelmez. Çünkü Hz. Peygamber bu vakfeyi yapamayan zayıf kimselere keffâreti emretmemiştir. Özürsüz terk ise, kurban cezasını gerektirir.

3. Mina’da şeytan taşlamak: Buna “remyu’l-cemerât” denir. Câbir (r.a.) şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.)’ı, kurban bayramı gününde, biniti üzerinde şeytan taşlarken (cemrelere taş atarken) gördüm. O, şöyle diyordu: “Hac menâsikini (ibâdetini) benden alınız. Ben bu haccımdan sonra hac yapıp yapamayacağımı bilmiyorum.” (Müslim, Hudûd 12, 13; Ebû Dâvud, Hudûd 23; Nesâî, menâsik 220). Mina’da üç ayrı yerde bulunan ve küçük, orta ve büyük (akabe) cemresi adı verilen taş yığınlarına, kurban bayramı günlerinde “Bismillâhi Allahu ekber” denilerek yedişer tane küçük taş atılır. Bunun, Hz. İbrâhim, eşi Hacer ve oğlu İsmâil’in o yörede şeytan taşlamasının bir sembolü olduğu söylenir.

4. Tıraş olmak veya saçları kısaltmak (halk veya taksîr): Mina’da taşları attıktan sonra, kıran veya temettû haccı yapanın kurban kesmesi, daha sonra da Mekke hareminde ve bayramın ilk üç gününden birinde saçlarını tıraş etmesi veya kısaltması vâciptir. Kadınlar saçlarının ucundan biraz keserler. Böylece ihramdan çıkmış olurlar. Kur’an’da şöyle buyrulur: “Sonra kirlerini gidersinler.” (22/Hacc, 29). İbn Ömer, âyetteki “tefes”in; saçları tıraş etmek ve ihramı çıkarıp elbiseleri giymek anlamına geldiğini söyler. Enes (r.a.)’den şöyle dediği nakledilir: Rasûlullah (s.a.s.), Mina’ya geldi, cemrelere vardı, onları taşladı. Sonra Mina’da kaldığı yere gitti ve kurban kesti. Sonra berbere başının sağ ve sol yanlarını göstererek, saçlarını almasını söyledi (Şevkânî, a.g.e. V/68).

5. Vedâ tavafı (Sader): Mikatların dışından gelenlerin, haccı tamamladıktan sonra Mekke’den ayrılacakları zaman, son olarak Kâbe-i Muazzama’yı tavaf etmeleri vâciptir. Hz. Ömer’den şöyle nakledilmiştir: “Kim, Beytullah’ı haccederse, onun son niyeti Beytullah olsun. Ancak hayızlı kadın müstesnâdır. Rasûlullah (s.a.s.) onlara ruhsat verdi.” Buna göre vedâ tavafının şartları; hacının Hicaz’a dışarıdan gelmiş olması, hayızlı veya nifaslı bulunmaması, tavafa niyet etmesi ve ziyâret (ifâda) tavafından sonra yapılmasıdır.

Haccın rükün veya şartlarını tamamlayıcı nitelikteki diğer bazı vâcipler de şunlardır:

6. İhrama mikat denilen yerlerden başlamak: Mikatı ihramsız geçen kimse, geri dönüp mikatta ihrama girer ve telbiye getirirse bir şey gerekmez. Kurban cezası sâkıt olur. İbn Abbâs mikattan sonra ihrama giren kimseye şöyle demiştir: “Mikata dön ve telbiye getir. Aksi halde hac etmiş olmazsın.”

7. İhramlıya yasak olan şeyleri terketmek: Dikişli elbise giyilmesi, avlanması, daha ihramda iken saçların kesilmesi gibi.

8. Arafatt’ta güneşin zevâlinden, guruba kadar durmak.

9. Dört dolanımı farz olan ziyâret tavafını yedi şavta tamamlamak.

10. Ziyaret tavafını, kurban bayramının birinci, ikinci veya üçüncü gününde yapmak.

11. Tavaf sırasında abdestli olmak ve avret yerleri örtülü bulunmak.

12. Kâbe-i Muazzama’yı tavafa daima Haceru’l-Esved tarafından başlayıp, Beyt’i sola alarak tavaf etmek ve bunu yaya olarak yapmak.

13. Tavafı, Hatim’in gerisinden yapmak.

14. Her tavaftan sonra iki rekât namaz kılmak.

Haccın vâciplerinden birini terketmek, haccın sıhhatine mâni olmaz. Bundan dolayı ceza olarak yalnız kurban kesmek gerekir. Kurbanın eti Mekke-i Mükerreme yoksullarına dağıtılır. Bununla birlikte, terkedilen bir vâcip yeniden yapılınca ceza düşer. Abdestsiz yapılan bir tavafı, abdestli olarak yeniden yapmak gibi.

 

 

 

Hac Nasıl Yapılır? (Hacla İlgili Uygulama Özeti)

1. İhrama girmek: Mikat yerinde yıkandıktan veya abdest aldıktan sonra hacca veya umreye yahut her ikisine niyet edilir. Niyet şöyle olur: “Hacca (veya umreye) niyet ettim, ey Allah’ım, onu bana kolay kıl ve onu benden kabul buyur. Ben Allah için ihrama girdim.” Başkasının yerine hac veya umre yapacak olan kimse ise; “falancanın yerine hacca (veya umreye) niyet ettim ve Allah için ihrama girdim” der. İki rekât ihram namazından sonra telbiyede bulunur: “Lebbeyk Allahumme lebbeyk...”

2. Mekke’ye Kedâ’ denilen üst taraftan girilir ve Mescid-i Harâm’a Benî Şeybe kapısından dâhil olunur. Sonra Haceru’l-Esved köşesinden başlanarak Kudüm tavafı yapılır.

3. Tavaf: Kudüm, ziyâret (ifâda) ve vedâ (sader) tavafları yerine getirilir. Haccın rükünlerinden olan ziyâret tavafı, kurban bayramı sabahından itibaren bayram günlerinde; bu mümkün olmadığı takdirde ömür sonuna kadar yapılabilir. Hayız ve nifaslı kadın, haccın tavaf dışındaki bütün ibâdetlerini yapabilir.

4. Sa’y: Kudüm veya ziyâret tavafından sonra Safâ ile Merve arasında, dört defa Safâ’dan Merve’ye, üç defa da Merve’den Safâ’ya gider gelir. Belirli bir bölgede (bugün için iki yeşil direk arasında) hızla koşar. Safâ ve Merve tepesine Kâbe görülünceye kadar çıkıp Beytullah’a yönelerek tekbir, tehlil ve salât u selâmda bulunur.

5. Yalnız hacca niyet eden kimse, sa’yden sonra Mekke’de yine ihramlı olarak kalır; dilediği zaman Beytullah’ı nâfile tavaf eder. Zilhicce’nin sekizinci günü Mina’ya gider, orada kalır.

6. Arafat’ta kalış: Arafe günü, güneşin doğmasından sonra Mina’dan Arafat’a gider. Öğle ve ikindi namazlarını Nemire Mescidi’nde veya başka yerde imamla birlikte birleştirerek kılar. Haccın vakfe rüknünü yerine getirdikten sonra, güneşin batışını müteâkip Müzdelife’ye geçer.

7. Müzdelife’de gecelemek: Müzdelife, Mina ile Arafat arasındadır. Hacılar burada, bayram akşamı, akşamla yatsı namazını, şafak kaybolduktan sonra birleştirerek kılarlar. Sabah namazı da Meş’ar-i Haram’da kılınır. Tazarrû ve duâ için vakfe yapılır ve güneş doğmadan önce Mina’ya gidilir.

8. Şeytan taşlama: Bayramın birinci günü, Akabe Cemresi’ne yedi tane küçük taş atılır. Bundan sonra, temettû veya kıran haccı yapanın kurban kesmesi vâcip olur. İfrad haccı yapanın kurban kesmesi ise isteğine bırakılmıştır.

9. Sonra saçlar tıraş edilir veya kısaltılır. Kökünden tıraş, daha fazîletlidir. İmam Şâfiî’ye göre, iki üç tel saç kesmek de yeterlidir. Bundan sonra normal elbiseler giyilir, eşiyle cinsel temas dışında tüm ihram yasakları sona erer.

10. Mümkün olursa, aynı gün ziyâret tavafı yapılır; iki rekât tavaf namazı kılınır; zemzem suyu içilerek duâ edilir. Ziyâret tavafından sonra artık cinsel temas da serbest olur.

11. Bundan sonra Mina’ya gidilir. Acelesi olmayan hacılar orada üç gün daha kalarak, bayramın ikinci, üçüncü ve dördüncü günleri ilk, orta ve büyük (Akabe) şeytana yedişer taş atarlar. Acele edenler, bayramın üçüncü günü yapılacak taşlama ile yetinerek, o gün güneş batmazdan önce Mina’dan ayrılabilirler. Taşlamalar, güneşin zevâli ile batışı arasında yapılır. Ancak, dördüncü gün taşlaması, zevâlden önce de yapılabilir.

12. Vedâ tavafı: Taşlamalar bittikten sonra Mekke’ye dönülür; vedâ tavafı yapılarak iki rekât namaz kılınır. Kana kana zemzem içilir, bununla yüz ve baş yıkanır, zorluk olmazsa bedene dökülür. Zemzem içerken şöyle duâ edilir: “Allahumme innî es’eluke ilmen nâfiâ ve rızkan vâsiâ ve şifâen min küllî dâin.” Mânâsı: “Allah’ım, ben Senden faydalı ilim, geniş rızık ve her türlü hastalıktan şifâ dilerim.”

Artık tam bir edep ile tekbir ve tehlil getirerek, Haceru’l-Esved’le Kâbe kapısı arasında bulunan ve Mültezem denilen yere gelip, -imkân varsa- yüz ve göğüs sürülür; Kâbe-i Muazzama örtüsüne yapışarak duâda bulunulur. Artık memleketine dönecek olan hacılar yüzünü Beytullah tarafından ayırmayarak hüzünlü bir şekilde arka arka çekilirler ve Harem-i Şeriften çıkarlar.

Yalnız umre yapmak isteyen kimse, mikatta; Mekkeli ise harem dışında, umre yapmaya niyet edip ihrama girer. Erkek, elbiselerini çıkarıp peştemala bürünür; telbiye getirir ve yol boyunca telbiyeye devam eder; ihram yasaklarından kaçınır. Mekke-i Mükerreme’ye girince umre için tavafta bulunur. Hacerü’l-Esved’i her defasında selâmlar ve ilk üç dolaşımında sürat gösterir, tekbir ve tehlilde bulunur. Bundan sonra Safâ ile Merve arasında yedi defa sa’y yapar. Daha sonra saçlarını tıraş ettirmek veya kısaltmak sûretiyle umresini tamamlamış ve ihramdan çıkmış olur. Artık Mekke’de kaldığı sürece Kâbe’yi nâfile olarak tavaf edebilir. Normal elbiselerini giyer ve kendisine daha önce helâl olan şeyler, yine helâl olmuş olur.

Umrenin rüknü, tavaftır. Âyette; “Onlar o Beyt-i Atîk’ı tavaf etsinler” (22/Hacc, 29) buyrulur. Vâcipleri ise; Safâ ile Merve arasında sa’y yapmak, tıraş olmak veya saçları kısaltmaktan ibarettir. Tavafın ilk dolanımında, Haceru’l-Esved selâmlandığı andan itibaren telbiye kesilir. Bu, umrenin sünnetidir.

Umre için belirli bir zaman yoktur. Yılın her mevsiminde yapılabilir. Ancak Hanefî mezhebine göre, yalnız Arafe günü ile kurban bayramının ilk dört gününde umre yapılması tahrîmen mekruhtur. Ramazan ayında yapılması ise menduptur. Şâfiîler, Arafe ve kurban bayramı günlerinde yapılacak umrenin daha az fazîletli olduğunu söylerler. (1)

 

 

Kur’ân-ı Kerim’de Hac

“Safâ ile Merve şüphesiz Allah’ın şiarlarından/alâmetlerindendir. Kim Beytullah’ı hacc/ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde bir günah yoktur. Kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir.” (2/Bakara, 158)

“Sana, yeni doğan hilâl şeklindeki ayları sorarlar. De ki: ‘Onlar, insanlar ve özellikle hac için vakit ölçüleridir...” (2/Bakara, 189)

“Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın. Eğer (elde olmayan bir sebeple) bunlardan alıkonursanız, kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban yerine varıncaya kadar, başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden her kim hasta olursa yahut başından gelen bir rahatsızlığı varsa, oruç veya sadaka ya da kurban olmak üzere fidye vermesi gerekir. Emin olduğunuz vakit kim hac günlerine kadar umre ile faydalanmak isterse, kolayına gelen bir kurban kesmek gerekir. Kurban kesemeyen kimse hac günlerinde üç, memleketine döndüğü zaman yedi olmak üzere oruç tutar ki hepsi tam on gündür. Bu söylenenler, ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar içindir. Allah’tan korkun. Bilin ki Allah’ın vereceği ceza ağırdır.

“Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse (ihram giyerse), hac esnâsında kadına yaklaşmak, fısklara/günah sayılan davranışlara yönelmek, kavga etmek yoktur. Hayır işlerden neyi yaparsanız, Allah onu bilir. (Ey mü’minler!) Âhiret için azık toplayın. Bilin ki, azığın en hayırlısı takvâdır (Allah korkusudur). Ey akıl sahipleri! Yalnız Benden korkun.

“(Hac mevsiminde ticaret yaparak) Rabbinizden gelecek bir lutuf ve keremi aramanızda size herhangi bir günah yoktur. Arafat’taki vakfeden ayrılıp (sel gibi Müzdelife’ye) akın akın ettiğinizde Meş’ar-i Harem’de zikir ile Allah’ı anın. Her ne kadar O’nun göstermesinden önce yanlış gidenlerden idiyseniz de (zararı yok).

Sonra insanların sel gibi akın ettiği yerden siz de akın edin. İstiğfâr edin/Allah’tan mağfiret isteyin. Çünkü Allah affedendir, merhamet edendir.

Hac ibâdetlerinizi bitirince, babalarınıza seslendiğiniz gibi yahut ondan daha yüksek bir sesle Allah’ı zikredin/anın (O’na yalvarın). İnsanlardan öyleleri var ki; ‘Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver’ derler. Böyle isteyenlerin âhiretten hiç nasibi yoktur.

Onlardan bir kısmı da; ‘Ey Rabbimiz! Bize dünyada bir hasene/iyilik, âhirette de bir iyilik ver. Bizi ateş azâbından koru’ derler.

İşte onlar için, kazandıklarından (âhirette) büyük bir nasip (hisse) vardır. Şüphesiz Allah’ın hesaba çekmesi sür’atlidir.

Sayılı günlerde (eyyâm-ı teşrikte) Allah’ı zikredin/anın (Telbiye ve tekbir getirin). Kim iki gün içinde acele edip (Mina’dan Mekke’ye) dönmek isterse, üzerine günah yoktur. Kim geri kalırsa, o zaman da kötülükten sakınan için günah yoktur. Allah’tan korkun ve bilin ki hepiniz O’nun huzuruna toplanacaksınız.” (2/Bakara, 196-203)

Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbed), Mekke’deki (Kâbe)dir.

Orada apaçık âyetler/nişâneler, (ayrıca) İbrâhim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yol bakımından gücü yetenlerin/gidebilenlerin o evi haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnîdir.” 3/Âl-i İmrân, 96-97)

“Hacc-ı Ekber (En büyük hac) gününde Allah ve Rasûlünden insanlara bir bildiridir: Allah ve Rasûlü müşriklerden berîdir/uzaktır. Eğer tevbe ederseniz, bu, sizin için daha hayırlıdır. Ve eğer yüz çevirirseniz, bilin ki, siz Allah’ı âciz bırakacak değilsiniz. (Ey Muhammed!) O kâfirlere acıklı azâbı müjdele!” (9/Tevbe, 3)

“(Ey müşrikler!) Siz hacılara su veren ve Mescid-i Harâm’ı onaran kimseyi, Allah’a ve âhiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerle bir mi tutuyorsunuz? Halbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez (böylece onlar da hidâyete ermiş mü’minlerle eşit olmazlar).” (9/Tevbe, 19)

“Kâfir olup inkâr edenler, Allah’ın yolundan ve -yerli taşralı ayırımı yapmaksızın- bütün insanlar için (kıble) yaptığımız Mescid-i Harâm’dan (insanları) alıkoymaya kalkanlar (şunu bilmeliler ki) kim orada (böyle) zulüm ile haktan sapmak isterse, ona acı azaptan tattırırız.

Bir zamanlar İbrâhim’e Beytullah’ın yerini hazırlamış ve (ona şöyle demiştik): ‘Bana hiçbir şeyi şirk/eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibâdet edenler, rukû ve secde edenler için evimi temiz tut.’

İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde (uzak yollardan gelen çeşitli vâsıtalarla) kendilerine ait birtakım yararları yakînen görmeleri, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın ismini anmaları (kurban kesmeleri için) sana (Kâbe’ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yiyin, hem de yoksula, fakire yedirin.

Sonra kirlerini gidersinler; adaklarını yerine getirsinler ve o Eski Evi (Kâbe’yi) tavaf etsinler.” (22/Hacc, 25-29)

 

 

 

Hadis-i Şeriflerde Hac ve Haccın Fazîleti

“Ey insanlar, size hac farz kılınmıştır. Haccı edâ edin!” Cemaatte bulunan bir adam: “Her sene mi, ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordu. Rasûlullah cevap vermedi. Adam sorusunu üç kere tekrar etti. Bunun üzerine: “Ben sizi bıraktıkça siz de beni bırakın (Ben sükût ettiğim halde, niye sormada ısrar ediyorsunuz?). Şâyet (sorunuza) ‘evet’ deseydim, her yıl haccetmek vâcip oluverirdi ve buna güç yetiremezdiniz. Şunu bilin ki, sizden öncekileri helâk eden şey, çok sual sormaları ve peygamberleri hakkında ihtilâflarıdır. Size bir iş emrettiğim zaman, bunu gücünüz yettiğince îfâ edin, bir yasaklamada bulunduğum vakit de ondan kaçının (bu emir ve yasakla ilgili olarak aklınıza gelen her şeyi sormaya kalkmayın!)” (Buhârî, İ’tisâm 4; Müslim, Hacc 412, hadis no: 1337, Fedâil 130, hadis no: 1337; Nesâî, Hacc 1, hadis no: 5, 110-111)

Akrâ İbnu’l-Hâbis (r.a.) Rasûlullah (s.a.s)’a sordu: “Hac, her sene midir, ömürde bir kere midir?” Rasûlullah şöyle cevap verdi: “Bir keredir; fazla yapan nâfile yapmış olur.” (Ebû Dâvud, Hacc 1, hadis no: 1721; Nesâî, Hacc 1, hadis no: 5, 111; İbn Mâce, Menâsik 2, hadis no: 2886)

“Kim kendisini Beytullahi’l-Haram’a ulaştıracak kadar azık ve bineğe sahip olduğu halde haccetmemişse onun yahûdi veya hıristiyan olarak ölmesi arasında fark yoktur. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Oraya yol bulabilen insanın, Allah için Kâbe’yi haccetmesi gerekir.” (3/Âl-i İmrân 97) (Tirmizî, Hacc 3, hadis no: 812)

Şüphesiz Allah size haccı farz kıldı, haccı îfâ edin.” (Müslim, Hacc 412; Nesâî, Menâsik 1; Ahmed bin Hanbel, II/508).

İslâm beş şey üzerine binâ edilmiştir: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.s.)’in Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Beytullah’ı haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak.” (Buhârî, İman 1, 2; Müslim, İman 19-22; Tirmizî, İman 3; Nesâî, İman 13)

“Hac ve umreyi peşi peşine yapın. Bu ikisi, körüğün demir, altın ve gümüşün pasını yok ettiği gibi, fakirliği ve günahları yok eder. Mebrûr haccın sevabı, ancak cennettir.” (Tirmizî, Hac 2; Nesâî, Hacc 6 hadis no: 5, 115; İbn Mâce, Menâsik 3, hadis no: 2886)

“Hac yapmak isteyen acele davransın.” (Ebû Dâvud, Menâsik 6, hadis no: 1732) Bu hadis, hac konusunda acele davranmanın gereğine dikkat çekmektedir. Haccın arzuya bağlı nâfile bir ibâdet olmayıp, şartlara bağlı bir farz olduğu gözönüne alınınca; “Hac yapmak isteyen” tâbirini, “hac kime farz olmuşsa” şeklinde anlayıp şöyle ifâde etmemiz gerekir: “Bir kimseye hac farz oldumu, bunu yerine getirmede acele etsin.” Öyle ise, hacda esas olan ta’cildir/acele davranmaktır. Özellikle yurdumuzda kökleşmiş olduğu üzere ileri yaşlara, yaşlılığa bırakmak doğru değildir. Bu hadisin Beyhakî’deki ziyâdesi meseleye daha da açıklık getirir: “Sizden kimse, başına ne gelecek bilemez; hastalanacak mı, fakir duruma mı düşecek?”

Allah elçisine, “hangi amelin daha fazîletli olduğu” sorulunca şöyle buyurdu: “Allah’a ve Rasûlüne iman.” “Sonra hangisi?” denildi. “Allah yolunda cihad” buyurdu. “Sonra hangisi?” sorusuna ise; “Mebrûr hac” cevabını verdi. (Buhârî, Cihad 1, Hacc 4, 34, 102, Umre 1; Müslim, İman 135, 140; Tirmizî, Mevâkît 13, Hacc 6, 14, 88; Dârimî, Menâsik 8, Salât 24, 135)

“Kim hac yapar, bu esnâda cinsî temastan korunur, çirkin söz ve davranışlardan uzak durursa, annesinden doğduğu gündeki gibi günahlarından kurtulur.” (Buhârî, Muhsar 9, 10; Nesâî, Hac 4; İbn Mâce, Menâsik 3; Dârimî, Menâsik 7; Ahmed bin Hanbel, II/229, 410, 484, 494)

“Hac ve umre yapanlar Allah’ın misafirleridir. O’ndan bir şey isterlerse, onlara cevap verir (duâlarını kabul eder), af isterlerse onları affeder.” (İbn Mâce, Menâsik 5)

“Cenâb-ı Hakk’ın arefe günü (vakfe sırasında) cehennemden âzâd ettiği kulların sayısı diğer günlerde âzâd edilenlerle kıyaslanmayacak kadar çoktur. Allah, arefe günü vakfe yapanlara yaklaşır. Sonra onlarla meleklere karşı iftihar ederek ‘bunlar ne istiyorlar ki, bütün işlerini bırakıp burada toplandılar’ der.” (Müslim, Hacc 1348)

“Allah’ın cehennemden en çok kul âzâd ettiği gün, arefe günüdür.” (Müslim, Hacc 436; Nesâî, Menâsik 194; İbn Mâce, Menâsik 56)

Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasûlü, dedim, cihâdı amellerin en fazîletlisi görüyoruz; biz (kadınlar) de cihâd etmeyelim mi?” Rasûlullah (s.a.s.) şöyle cevap verdi: “Ancak (kadınlar için), cihâdın en efdal ve en güzeli hacc-ı mebrûrdur.” Hz. Âişe der ki: “Bunu işittikten sonra haccı hiç bırakmadım.” (Buhârî, Hacc 4, Cezâu’s-Sayd 26, Cihâd 1; Nesâî, Hacc 4, hadis no: 5, 113)

“Küçüğün, büyüğün(ihtiyarın), zayıfın, kadının cihadı hac ve umredir.” (Nesâî, Hacc 4, hadis no: 5, 114; İbn Mâce, Menâsik 8, hadis no: 2902)

“Umre, ikinci bir umreye kadar olan günahlara keffârettir. Mebrûr haccın karşılığı ise ancak cennettir.” (Buhârî, Umre 1; Müslim, Hacc 437, hadis no: 1349; Tirmizî, Hacc 6, 90, hadis no: 933; Nesâî, Menâsik 3, 5hadis no: 5, 112, 115, Hacc 3, Zekât, 49, İman 1; İbn Mâce, Menâsik 3, hadis no: 2887; Muvattâ, Hacc 65, hadis no: 2, 346; Dârimî, Menâsik 7, Salât 135; Ahmed bin Hanbel, I/387, III/114, 412, IV/342).

“Beyt’i (Kâbe-i Muazzama’yı kim elli defa tavaf ederse, günahlarından çıkar ve tıpkı annesinden doğduğu gündeki gibi olur.”(Tirmizî, Hacc 41, hadis no: 866)

Hz. Câbir anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.), (üç kere hac yaptı. Şöyle ki:) Hicret etmezden önce iki, hicretten sonra da bir hac ve bununla birlikte bir umre yaptı. Bu hac sırasında (Medine’den) altmış üç deve sevketti. O sırada Hz. Ali (r.a.) Yemen’den geldi (Beraberinde, Rasûlullah’ın kestiği kurbanların) geri kısmı da vardı. Bunlar arasında (Ebû Cehil’e ait olup, Bedir savaşında ganimet olarak alınan) burnunda gümüş halka bulunan deve de vardı. Rasûlullah (s.a.s.) hepsini kesti. Rasûlullah, her deveden bir parça alınmasını emretti. Bunlar (bir kapta) pişirildi. Efendimiz suyundan içti.” (Tirmizî, Hacc 6, hadis no: 815)

Bir adam; “Ey Allah’ın Rasûlü! Bana hac farz oldu; Borcum da var (önce hangisini ödeyeyim?)” diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.): “Önce borcunu öde!” buyurdu. (Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 6, s. 164)

Bir kadın, Rasûlullah (s.a.s.)’a gelerek: ‘Ben haccetmek için hazırlık yapmıştım. Bana (bir mâni) ârız oldu, ne yapayım?’ diye sordu. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu: “Ramazanda umre yap; zira o ayda umre tıpkı hac gibidir.” (Buhârî, Umre 4, Cezâu’s-Sayd 26; Müslim, Hacc 222; Nesâî, Sıyâm 6, hadis no: 4, 130; Muvattâ, Hacc 66; Ebû Dâvud, Hacc 79; Tirmizî, Hacc 95; İbn Mâce, Hacc (Menâsik) 45)

Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.)’a “Hangi hac daha efdaldir?” diye sorulmuştu. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Yüksek sesle telbiye getirilip, kurban kesilerek yapılan hac!” (Tirmizî, Hacc 14, hadis no: 827, Tefsîr, Âl-i İmrân, hadis no: 3001)

 

“Telbiyede bulunan hiçbir müslüman yoktur ki, onun sağında ve solunda bulunan taş, ağaç, sert toprak onunla birlikte telbiyede bulunmasın, bu iştirak (sağ ve solunu göstererek) şu ve şu istikamette arzın son hudûduna kadar devam eder.” (Tirmizî, Hacc 14, hadis no: 828). Telbiye, hac sırasında ihrâma girildiği andan itibaren bayramın birinci günü (Zilhicce’nin 10. günü) Cemre-i Akabe’de ilk taşın atılmasına kadar yüksek sesle okunan şu duâdır: “Lebbeyk Allahumme lebbeyk, lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk, inne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk, lâ şerîke lek.” (Buyur Allah’ım buyur! Dâvetine bütün samîmiyetimle icâbet ettim! Buyur Allah’ım buyur! Senin eşin/ortağın yoktur. Buyur Allah’ım buyur! Hamd Senin, nimet Senin, mülk Senin. Bunların hiçbirinde eşin/ortağın yoktur!).

Rasûlullah (s.a.s.) bin bir sıkıntıya katlanarak, pek çok müşkilleri hallederek mübârek beldelere gelmekle Allah’ın emrine fiilen uymuş bulunan insanların icâbet hallerinin kavlî ifâdesi olan “telbiye”yi, sözdeki samîmiyete binâen hâsıl olan ihlâs sebebiyle, kişinin sağ ve solunda yer alan taş, ağaç, toprak bütün mevcûdâtın, arzın son hudûduna varıncaya kadar tekrar edeceğini haber vermektedir. Bu hadisle haccın haşmetini, mânevî değerinin de sosyal ve siyasal yönlerine paralel şekilde müstesnâ bir azamet taşıdığını anlamaktayız.

İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’ı telbiye ederken işittim; şöyle diyordu: “Lebbeyk Allahumme lebbeyk, lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk, inne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk, lâ şerîke lek.” Bu kelimelere başka ilâvede bulunmuyordu.” (Buhârî, Hacc 26, Libâs 89; Müslim, Hacc 19, hadis no: 1184; Muvattâ, Hacc 28; Tirmizî, Hacc 13, hadis no: 825; Ebû Dâvud, Menâsik 27, hadis no: 1812; Nesâî, Hacc 54, hadis no: 5, 159-160)

Âbis bin Rebîa (r.a.) anlatıyor: Ben Hz. Ömer (r.a.)’i Haceru’l-Esved’i öperken gördüm. Onu hem öptü, hem de: “Biliyorum ki sen bir taşsın; ne bir faydan ne de zararın vardır. Ben Rasûlullah (s.a.s.)’ı seni öper görmeseydim, seni asla öpmezdim” dedi. (Buhârî, Hacc 50, 57, 60; Müslim, Hacc 248, 120; Muvattâ, Hacc 36, hadis no: 1367; Tirmizî, Hacc 37, hadis no: 860; Ebû Dâvud, Menâsik 47, hadis no: 1873; Nesâî, Hacc 147, hadis no: 5, 227; İbn Mâce, Menâsik 27, hadis no: 2943)

İbn Ömer anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.), (tavâfın) her şavtında Rükn-i Yemânî ve Haceru’l-Esved’i istilâm etmeyi terketmezdi.” (Ebû Dâvud, Menâsik 48, hadis no: 1876; Nesâî, Hacc 156, hadis no: 5, 231)

Hanzala (r.a.) anlatıyor: “Tâvus merhumu (tavaf yaparken) gördüm. Rükne gelince (Haceru’l-Esved) üzerinde izdiham bulursa sıkışıklık yapmaz, geçer giderdi; boş ve müsait bulursa üç sefer öperdi. Sonra şunu söyledi: “Ben İbn Abbas (r.a.)’ı aynen böyle yaparken gördüm.” İbn Abbas da: “Hz. Ömer (r.a.)’i aynen böyle yaparken gördüm” dedi. Hz. Ömer (r.a.) de: “Ben Rasûlullah (s.a.s.)’ı böyle yaparken gördüm” dedi. (Nesâî, Hacc 148, hadis no: 5, 227)

“Beytullah etrafında tavaf, namaz gibidir. Ancak, bunda konuşabilirsiniz. Kim tavaf sırasında konuşursa sadece hayır konuşsun.” (Tirmizî, Hacc 122, hadis no: 960; Nesâî, Hacc 136, hadis no: 5, 222)

“Beytullah’ı tavaf etmek, Safâ ve Merve arasında sa’y etmek ve şeytan taşlamak Allah’ı zikretmek için emredilmiştir.” (Ebû Dâvud, Menâsik 51, hadis no: 1888; Tirmizî, Hacc 64, hadis no: 902)

İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’a zemzem suyu verdim, ayakta içti.” (Buhârî, Hacc 76, Eşribe 16; Müslim, Eşribe 117, hadis no: 2027; Tirmizî, Eşribe 12, hadis no: 1883)

“(Kâbe’ye) Kur’ân-ı Kerim’de, ‘Beytu’l-Atîk’ denmiş olması (22/Hacc, 29, 33) ona hiçbir cebbârın/zorbanın galebe çalamamış olmasındandır.” (Tirmizî, Tefsir, Hacc, hadis no: 3169). Kur’ân-ı Kerim’de Kâbe’ye iki ayrı âyette Beytu’l-Atîk denmektedir. Lügat olarak atîk; kadîm (eski), nefîs, kıymetli, şerefli demektir. Kâbe-i Şerîfe’ye bu mânâların hepsini izâfe ederiz. Eskidir, çünkü bizzat Kur’ân-ı Kerim’in ifâdesiyle: “Yeryüzünde ibâdet için inşâ olunan ilk beyt’tir.” (3/Âl-i İmrân, 96). Atîk, bir de “âzâd edilmiş” anlamına gelir. Nitekim bir rivâyette: “Allah onu cebbârların galebesinden âzâd etmiştir” buyrulmaktadır. Cebbâr; zâlim, ‘öfke sebebiyle cana kıyan, öldüren’ demektir. Şu halde tâ bidâyetlerden beri hiçbir devirde kahırla, zorla zâlimler Kâbe üzerinde hâkimiyet kuramamışlardır. Bunun en güzel misali, Ebrehe ordusunun bozgunudur. Fîl sûresinde Ebâbil kuşlarının havadan bıraktıkları bombamsı küçük parçacıklarıyla Kâbe’yi istilâya gelen Habeş ordusunun nasıl perişan edildiği anlatılır (105/Fîl, 1-5). İkrime (r.a.): “Kâbe’ye Beytu’l-Atîk denmesinin sebebi, onun Nûh tûfanı sırasında yıkılmaktan âzâd edilmiş olmasıdır” demiştir. Şu halde, bütün rivâyetler Kâbe’nin eskiliği, şerefi ve korunmuşluğu hususunda ittifak ederler.

 

İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: “(Câhiliyye devrinde) Kadın, Kâbe-i Muazzama’yı çıplak olarak tavaf eder ve şöyle derdi: ‘Bana kim ödünç bir tavaf elbisesi verecek?’ Elbiseyi, fercinin üzerine kor: (Şiir diliyle): ‘Bugün bir kısmı veya tamamı görülür, ama ondan açılanı helâl etmem’ derdi. Bu tatbikatla ilgili şu âyet indi: “Ey Âdemoğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi giyerek gidin. Yiyin, için; fakat israf etmeyin. Allah müsrifleri sevmez.” (7/A’râf, 31) (Müslim, Tefsir 25, hadis no: 3028, Hacc 131, hadis no: 5, 233, 234)

Rasûlullah’a, ihramlının giyebileceği şeylerden sorulmuştu. Şu cevabı verdi: “Muhrim (ihramlı) kamîs (gömlek), sarık, bürnus (takke), şalvar/pantolon, vers (sarı boya veya koku) veya zâferan bulaşmış bir giysi taşımaz. Ayağında da mest (ve benzeri ayakkabı) yoktur. Ancak nalın (terlik) bulamazsa, mestlerin topuktan aşağı kısmını kesmelidir.” Buhârî’de şu ziyâde var: İhramlı kadın, yüzünü örtmez, eldiven de kullanmaz.” (Buhârî, Hacc 21, Cezâu’s-Sayd 13, 15, İlm 53, Salât 9; Müslim, Hacc 1, hadis no: 1177; Muvattâ, Hacc 8, Tirmizî, Hacc 18, hadis no: 833; Ebû Dâvud, Menâsik 32; Nesâî, Hacc 28, hadis no: 5, 129)

 

 

Haccın Hikmetleri

Hac, belirli fiillerin sadece Allah rızâsı için yapılmasından oluşan bir ibâdettir. Kur’ân-ı Kerim’de hac ibâdetinin çeşitli safhaları hem şeklî hem de mânevî ve rûhî yönlerden tasvir edilerek çeşitli yararlarının bulunduğu belirtilir (meselâ, bkz. 22/Hacc, 28-33). Böylece insanlar, haccın hikmetlerini kavramaya ve gerek fert ve gerekse ümmet olarak onu lâyıkı vechiyle îfâ edip âzamî ölçüde hikmetlerini gerçekleştirmeye teşvik edilir.

Mü’minin hem malı, hem de bedeniyle gerçekleştirdiği bir ibâdet olan hac, insanın bütün varlığını ilgilendirir ve bu haliyle küllî bir teslimiyetin ifadesidir. Diğer yükümlülükler gibi hac da insan merkezli ve insanın ihtiyaç duyduğu hayırların tahakkukunu hedef alan bir ibâdettir. Bu bakımdan onun hikmetlerini üç noktadan hareketle tesbit etmek mümkündür. Bunlardan birincisi, Allah’ın insanlara bazı şeyleri yapmalarını emretmesi ve bunların yerine getirilmesi sûretiyle kendilerine lütufta bulunmasıdır. İkincisi haccı gerçekleştiren insanın ona hazırlanırken, menâsikını îfâ ederken ve ibâdetini tamamladıktan sonra kendi kabiliyetine göre elde edebildiği olumlu sonuçlar, üçüncüsü de bu ibâdeti sadece Allah rızâsı için yerine getiren tek tek insanların irâdelerinin ve tesir alanlarının dışında haccın bütün ümmete sağladığı faydalar ve onları ulaştırdığı yüksek seviyedir. Haccın hikmeti, Allah’a yönelmiş insanla Allah arasında kul-Rab ilişkisinin insanın kendi hayatı ve ayrıca içinde bulunduğu ümmet üzerindeki etkisiyle ortaya çıkar. Gazzâlî’nin ifâdesiyle hac, dinin kemâle ermesi ve teslimiyetin tamamlanmasıdır.

Hac ibâdetinin fert ve müslüman toplum açısından sağladığı mânevî kazançların kişiden kişiye, toplumdan topluma ve devirden devire farklılık arzettiği görülür. Bunun çeşitli sebepleri vardır. Her insan niyetine, irâdesine ve yeteneklerine bağlı olarak hacdan farklı nasipler elde edebileceği gibi, hiç nasip almadan bu seyahatten dönenlerin bulunması da mümkündür. Çünkü hac, dış görünüşü itibarıyla sembolleri andıran, gerçekte ise çeşitli rûhî eğitimleri sağlayan birbirinden farklı davranışların toplamından ibârettir. Bazıları için şeytan taşlama, çok şey ifade ederken; bazılarına tavaf, bazılarına Arafat, bir gruba da hac esnâsında kurulan insanî ilişkiler daha anlamlı gelebilir.

Haccın “kast ve yönelme” şeklindeki kelime anlamıyla oynadığı mânevî rol arasında ilişki vardır. Şöyle ki: Müslümanlar ömürleri boyunca günde beş defa Kâbe’ye yönelerek namaz kılarlar. Her müslüman, imandan sonra en faziletli ibâdet sayılan namazın (Müslim, İman 137-140) kıblesini oluşturan mübârek mekânı görmek, orada başta Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) olmak üzere geçmiş peygamberlerin hak din uğrunda verdikleri mücâdeleleri hatırlamak, asırlar boyunca birçok mü’minin namaz, duâ ve niyazlarına sahne olan mânevî atmosferde yaşamak ister. Hac bu açıdan tarihin yeniden yaşanmasının ve mücerredin müşahhas hale gelmesinin vâsıtası olmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de Kâbe’den “Allah’ın evi” diye söz edilir (22/Hacc, 26).

Bütün benliğiyle Allah’a bağlanan mü’min O’nun evini ziyâret etmeyi en büyük mânevî zevk olarak telakkî eder. Aslında diğer ibâdetlerde olduğu gibi hacda da kulluk sınavı (ibtilâ), hem bu ibâdetin amacını hem de anlamını oluşturur. Genellikle insanlar emir ve yasakların hikmetlerini ancak gereği gibi onları yerine getirdikten sonra farkederler. Bu farkediş, ya bizzat kendi hayatlarında ortaya çıkmakta veya başkalarının hayatı incelendiğinde görülmektedir. Hacda önemli olan, sadece bir fiilin yapılması değil; onun özel bir amaçla, yani Allah’ın emrine uymak niyetiyle yapılmasıdır. Bir fiilin bu niyetle gerçekleştirilmesi onu ibâdet haline getirir. Şu halde hac ibâdetinin temel gâyesi ve hikmetlerinden biri, insanların Allah’ın emri gereğince yurtlarını, ailelerini ve dostlarını, mallarını terketmeye, bazı arzularına karşı koyup sıkıntıları göğüslemeye hazır olduklarını göstermeleridir.

Hac, belli bir zamanda ve belirli mekânlarda gerçekleşen bir ibâdet olduğu için müslümanlara zaman ve mekân mefhumunu, dünyada her şeyin belli bir düzen içinde gerçekleştiği şuurunu kazandırır. Vakfe, tavaf, sa’y vb. hac menâsikinin yerine getirilmesi, dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan müslümanların gözlerini ve gönüllerini Arafat, Kâbe, Safâ-Merve gibi “İlâhî şiarlar/semboller” olarak nitelendiren (2/Bakara, 158) mekânlara çevirmelerini sağlamakta ve formel bir anlaşma olmaksızın bütün müslümanları aynı zaman ve mekân içinde mânevî bir ittifak anlayışına ulaştırmaktadır.

İslâm kültüründe hacca hazırlık safhası, bir yönüyle ölüme hazırlanmaya benzetilir; şu farkla ki hac irâdeye bağlı iken, ölüm insanın beklemediği, belki de istemediği bir anda gerçekleşebilir. Hac ibâdetinde kişi çevresinden ve arzularından uzaklaşacağı, ölmeden önce bir anlamda ölümü yaşayacağı için önemli bir irâde egzersizi yapmakta ve İlâhî irâdeye boyun eğmeye hazır olduğunu kendine telkin etmektedir. Bu duygunun belirtilerini özellikle hacca ilk defa gidecek olanlarda gözlemek mümkündür. Bundan dolayı hacca hazırlanan mü’min hak ilişkisi içine girdiği herkesle helâlleşir, borçlarını öder, bakmakla yükümlü olduğu insanların nafakalarını ayırır ve ondan sonra yola koyulur.

Haccın farziyetini belirten âyette ona güç yetirmekten söz edilir (3/Âl-i İmrân, 97). Bunun anlamı, insanın hac için gerekli olan bütün imkânlara kavuşması, şartların da bunu kolaylaştıracak bir durumda bulunması demektir. Söz konusu âyet, dolaylı olarak haccın îfâsını sağlayacak her türlü vâsıtayı hazırlamaları için müslümanları uyarmakta, gerekli tedbirleri almalarını bir vecîbe olarak onlara yüklemektedir. Bu sebeple tarih boyunca hac yollarının güvenliğini temin etmek ve haccın yapılacağı mekânların hizmetkârı olmak müslüman devlet adamları için büyük bir şeref telakkî edilmiştir. Bu şartlar bir bakıma, Allah’a teslimiyetini göstermek isteyen müslümanın kendini bu amaca yönelik olarak hazırlaması gerektiğini de ifade etmektedir.

Mü’minin hac esnâsında elde ettikleriyle orada gerçekleştirdiği menâsık arasında da bir ilişki vardır. Burada özellikle belirtilmesi gereken husus, haccın gerçekleştirildiği mekânla Hz. Peygamber’in ve ilk müslümanların yaşadıkları mekânın aynı olmasıdır. Mü’min hac esnâsında, Rasûl-i Ekrem’in ve ashâbının bulunduğu coğrafî mekânla karşılaşmakta, Kur’an’da “Allah’ın koyduğu dinî işaret ve nişanlar (şeâirullah -Allah’ın şiarları-)” olarak tavsif edilen (2/Bakara, 158; 22/Hacc, 32, 36) bu mekânlarda bulunarak o dönemin mânevî ruhundan nasip almaktadır. Diğer taraftan, hacca giden her müslüman, ihrama girerken büründüğü örtüyle kabre girerken bürüneceği kefenin benzerliğinin şuurunda olarak artık bir bakıma dünya dışı bir düzene ayak uydurduğunu hissetmekte ve bunun etkilerini duymaktadır. İhram, sözlük anlamının da çağrıştırdığı gibi, sadece zâhirî bir kıyafet değişikliği değil; insanın yaşama ve davranış biçiminin köklü bir değişikliğe uğraması demektir. Nitekim ihramlı kişi, bu kıyafeti taşıdığı süre içinde başka zamanlarda kendisine meşrû olan bir dizi davranıştan uzak durmak zorundadır. Bu program dışı hayat, kişinin alışkanlıklarından ve bağımlılıklarından kurtulmasına ve kendisiyle hesaplaşmasına imkân tanıyan önemli bir fırsattır. Bu esnâda yapılan her ihlâl ya bir keffâretle karşılanır veya haccın bozulmasıyla sonuçlanır ki bir anlamda dünya-âhiret bütünlüğünü canlı bir şekilde yaşamak demektir.

Kâbe ve çevresi için kullanılan “harem” tâbiri, bölgedeki bütün ilişkilerin Allah’ın emir ve yasaklarına saygı esasına göre düzenlendiğini, başta insan olmak üzere ağaç ve bitki örtüsünden hayvanlara kadar bölgedeki bütün varlıkların İlâhî koruma altına alındığını ifade eder. Tavaf kişiye, her şeyin bir başka şey etrafında belli bir düzen içinde döndüğü ve insanın da bu kozmik düzenin bir parçasını teşkil ettiği şuurunu verir. Sa’y, müslümanın sırf Allah istediği için katıldığı bir yürüyüştür; müslüman bu sâyede kendisi gibi aynı yola girmiş, aynı niyet ve duyguları taşıyanlarla beraber koşmanın ne demek olduğunu farkeder. Sa’y sırasında “hervele” denilen çalımlı ve hızlı yürüyüş, niyet ve duygu bütünlüğü ile kaynaşmış ümmet ruhunun azametini yansıtır. Arafat’ta diğer mü’minlerle bir arada bulunan, kıyafetiyle artık bu dünyayı terkettiğini gösteren mü’min, haşir ve hesaba çekiliş sahnesini temsilî bir şekilde yaşayarak sorumluluğun ve hesaba çekilmenin idrâkine varır. Arafat’ta Rabbine yönelen insan, daha bu dünyada, hiçbir yardımcının bulunmadığı şartlarda O’nun huzurunda durmanın mânâsını, makam, servet ve ilim gibi üstünlüklerin gerçek değerinin hesaba çekileceği zaman ortaya çıkacağını anlar; üstünlüğün sadece takvâda olmasının ne demek olduğunu kavrar. Hac esnâsında çeşitli münâsebetlerle yapılan duâlar, sadece Allah’a teslim olmanın ve bunu söz ve davranışlarla yaşamanın özlü bir ifâdesidir. Özellikle telbiye çok anlamlıdır: “Buyur Allah’ım, buyur! Dâvetini duydum, Sana yöneldim, kapına geldim. Hamd Sanadır; nimet Senin, mülk Senindir. Şerîkin/ortağın yok Allah’ım!” Nihayet orada kesilen kurban, mü’minin sırf Allah istediği için malından vazgeçebildiğini belirtmesi, kendi İsmail’ini, yani en sevdiği şeyi ve bizzat kendini dahi Allah yolunda kurban edebileceğini fiiliyle göstermesi açısından mânidardır.

Hac esnâsında hiçbir şeye zarar vermemek esas olduğundan insanın çevresiyle ilişkisinde son derece dikkatli davranması gerektiği ortaya çıkar. Bu husustaki titizliğin ölçüsü, Kur’ân-ı Kerim’deki yasaklardan ve bu yasakların çiğnenmesi halinde verilecek cezaları bildiren âyetlerin açık üslûbundan anlaşılmaktadır (bkz. 2/Bakara, 158, 196-200; 3/Âl-i İmrân, 96-97; 5/Mâide, 95-96; 22/Hacc, 26-29, 33-34). Özellikle bitki ve hayvan türünden canlılara karşı gösterilmesi gereken hassâsiyet, kişiye başka zamanlarda kazanamayacağı ölçüde bir duyarlılık sağlar. Bunun yanında öfkelenmemek, kimseyi incitmemek ve güler yüzlü olmak gibi ahlâkî davranışlar da haccı gereği gibi yerine getirenlerin elde edecekleri mânevî kazançlar arasında yer alır. Sonuç olarak hac esnâsında müslüman daha önce teorik olarak haberdar olduğu, fakat lâyıkı ile yaşayamadığı bir dizi imanî ve ahlâkî özellikler kazanır. Hac mü’minin kendi kendisinin farkına varma sürecidir.

Hacdan dönen mü’min, İslâm’ın ilk muhâtapları olan ve hayatlarını ona vakfeden asr-ı saâdet müslümanlarının yaşadığı yerleri gezerek, Peygamber’i kitaplardaki bilgilerle tarihî bir şahsiyet olarak tanımanın ötesinde sanki onu bizzat görerek imanını ve ikrarını tazelemiştir. Rasûl-i Ekrem’in yaşadığı yerleri ve kabrini ziyaret etmiş, tebliğ vazifesini başarıyla yerine getirdiği mekânlarda peygamberliğine bir daha şehâdet etmiştir. Aynı zamanda dünyada mevcut çok çeşitli ırkları, bunların konuştuğu dilleri gözlemiş, ancak bu farklılıkların, sadece insanların birbirlerini tanıyarak iletişim kurabilmeleri için (49/Hucurât, 13) Allah tarafından birer alâmet olarak yaratıldığının şuuruna varmıştır. Bunun yanında insanlar arasındaki bu farklılıkların birlik ve beraberliği engellemediğini, mevcut farklılıklarla birlikte Allah’a teslim olmanın her türlü vahdetin esasını oluşturduğunu farketmiştir. Böylece dünyasının sınırları genişlemiş, coğrafî bilgileri nazarî boyutlarını aşmış, yer küresinin muhtelif bölgelerinde yaşayan yüz binlerce insanla bir arada bulunmuş, en olumsuz şartlarda bile insanların birbirine müsâmaha göstermesinin ne demek olduğunu bizzat tecrübe ederek anlamıştır.

İslâm âlimlerinin biyografileri incelendiğinde onların hac seyahati esnâsında diğer birçok âlimle tanıştığı, bu vesile ile çeşitli fikir ve eserlerden haberdar olduğu, birçoğunun ilmî hayatında gelişmeler meydana geldiği görülür. Kitap basımının ve iletişim imkânlarının çoğaldığı günümüzde de hac seyahatinin bu ilmî fonksiyonu, önemini korumaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de İslâmiyet’in bütün dinlere gâlip gelmesi amacıyla insanlığa gönderildiği ifade edilmektedir (48/Fetih, 28). Hemen bütün ırklara mensup olan, fizyonomileri, psikolojik yetenekleri, sosyal konumları ve coğrafî bölgeleri farklı bulunan birçok insanın katıldığı hac ibâdeti günlerinde Mekke ve Medine’yi dolduran kalabalıkları seyretmek, bu sâyede birlik içinde çokluğun ve çokluk içinde birliğin tecellîlerine muttalî olmak, gerçekten İslâm’ın azamet ve mükemmelliyetini müşâhede etme sonucunu doğurmaktadır.

Hac sırasında dünyanın her tarafından Kâbe’ye gelen müslümanlar, aralarında önceden yapılmış herhangi bir anlaşma olmaksızın aynı fiilleri aynı şekilde gerçekleştirirler. Böylece müslümanlar, birbirlerinden habersiz olarak aynı ideallere yönelik bir gayret içinde bulunduklarını farkederler; bu arada kendileri dışında milyonlarca insanın aynı amacı paylaştığının bilincine ulaşırlar. Hac, dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, bütün müslümanların aynı değerlere sahip oldukları ve bu değerlerin kendileri için ortak bir zemin oluşturduğu gerçeğini ortaya koyar. Hacca giden müslüman bir ailenin ferdi, bir köyün, bir kasabanın veya bir şehrin sakini olarak ülkesinden ayrılır, bir ümmetin ferdi olarak memleketine döner. (2)

 

Hac ibâdeti, birçok karar, fiil, terk ve düşünceden oluşmakta, bunların da müslümanların ferdî, sosyal, siyasî ve kültürel hayatlarında önemli tesirleri, faydaları ve sonuçları bulunmaktadır.

Haccın, bu ibâdeti yapan kişiye sağladığı maddî ve mânevî faydaları, hacca niyetten itibaren ibâdeti adım adım tâkip ederek, her davranışın mânâ ve mâhiyetini tahlil ederek ortaya koymak mümkündür.

Mü'minin Düşüncesinde Haccın Mânâsı: Bedene âit zevklere dalan, rûhunu gıdasız, nefsini dizginsiz bırakan bir kimsenin Allah'a yaklaşması, İlâhî ilham ve tecellîlerden nasip alması mümkün değildir. Bu sebeple geçmiş ümmetlerde dünyadan el etek çekme (rehbâniyet/ruhbanlık), toplumdan uzaklaşarak kendini Allah'a verme yolu açılmış, bunu yapanlar Kur'ân-ı Kerim'de de öğülmüştü (5/Mâide, 82; 57/Hadîd, 27). Bu yola hakkıyla riâyet edilemediği, gâyesinden saptırıldığı için Allah, son peygamberini göndermiş ve kullarını aynı maksada ulaştıracak ibâdetler öğretmiştir. Nitekim Peygamberimiz'e ruhbanlık ve din uğruna evi barkı terkedip seyâhate çıkmak sorulunca; "Allah'ın bu ümmete, ruhbanlık yerine haccı ve cihâdı, seyâhat yerine de orucu verdiğini" bildirmişti. Hac ibâdeti, belli bir saha içinde yerine getirilmektedir. Bu alanın merkezinde Kâbe vardır.

Allah Teâlâ, mekândan münezzeh olduğu halde Kâbe'ye "Beytullah -Allah evi-" demek sûretiyle orayı şereflendirmiş, çevresinde belli bir bölgeyi bu evin korusu (harem) haline getirmiş, buralarda avlanmayı yasaklamış; Arafat, Müzdelife gibi bazı mekânları da feyiz, bereket, zikir ve nur sahaları kılmıştır. Bütün bu hususlar, aklın ötesindedir; akıl bunların niçin, hangi özelliklerinden dolayı böyle olduğunu kavrayamaz; ancak Allah böyle dediği için öyle kabul eder. Zaman ve mekândan münezzeh olan Rabbini ziyâret etmek isteyen mü'min, O'nun "evim" dediği yere gider ve yine O'nun dilediği, öğrettiği şekilde kulluğunu arzeder. Yerin, özelliklerin ve hareketlerin akıl ötesinde olması, nefsin zevklerini ve bedenin hazlarını sıfır noktasına getirir, hareketler fayda ve hazzın ötesinde yalnızca Allah rızâsına yönelik; yani ihlâs içinde, kulca olur. İşte bu mânâsıyla hac ibâdeti, geçmiş ümmetlerde rehbâniyetin sağladığını veren bir ibâdet olmaktadır.

Hac İbâdetinin Çekiciliği: Hac ibâdeti, bir mü'min için iki yönden çekicidir: a) Seven kişi, sevdiğine ait her şeyi sever ve özler; Kâbe'ye Allah "evim" dediğine göre Allah'ı sevenlerin O'nun evini özlemeleri, ziyaretine can atmaları doğaldır. b) Ziyâret kavuşmaktır, buluşmaktır, hasret gidermektir; ancak insanların yaratılışı dünyada Allah'a kavuşmaya, O'nu görmeye müsâit değildir. Bu yaratılış ve özellikleriyle dünya hayatında Allah Evi'ni ziyaret edenlere cennet, cennete girenlere ise Cemâl (Allah'ı görme saâdeti) vaadolunmuştur; ebediyete göre yaratılışları yenilenecek ve değişecek olan insanlar için cennette bu vaat gerçekleşecek, dünyada ziyâretine geldiklerini, ebedî âlemde hazır ve müsait oldukları an göreceklerdir.

Niyet ve Hazırlık: Hac ibâdetini böyle anlayan ve böyle gören bir mü'min, içinde bulunduğu durumun önemini kavrayacak, ziyâretine tâlip olduğu Zât'ın büyüklüğünü düşünecek, bu ziyârette başka şeylere gönül düşürmenin yakışıksızlığını idrâk edecek ve ihlâs derecesini yakalamaya çalışacaktır. Ziyâretçinin kabul edilmeyi umabilmesi için engelleri kaldırması gerekir. Bu noktada iki çeşit engelden söz etmek mümkündür:

a) Dış engel: Bu, kulun günahları ile üzerinde bulunan kul haklarıdır. Bu engelin kaldırılması ise, tevbe ve istiğfar yanında hak sahiplerine haklarını teslim etmek ve onlardan helâllik almak sûretiyle gerçekleşecektir.

b) İç engel: Bu engel de kulun gönlünün, ziyâretine gittiği Zât'tan, O'nun sevgi ve özleminden başka şeylerle dolu olması, beden ve dünya zevklerine, menfaatlerine takılmış bulunmasıdır. Bu engeli ortadan kaldırabilmek için de vücut nasıl Kâbe'ye yönelmiş ise, gönlü de o evin Sahibi'ne yöneltmek, O'ndan başka bir şey düşünmemeye çalışmak gerekecektir.

Yolculuğa çıkan bir kimsenin geri gelip gelmeyeceği belli değildir. Bu sebeple vasiyetini yazıp ilgililere bırakması uygun olacaktır. Mü'min bu yolculuğa hazırlanırken bundan daha yakın olan ve her an çağrılması mümkün bulunan âhiret yolculuğunu da hatırdan çıkarmamalı, bu yolculuğun onu kolaylaştırmaya vesile olmasını dilemelidir. Yolcumuzun gerek kendine ve gerekse geride bırakıp nafakalarını teminle yükümlü olduklarına yetecek kadar para ve eşyaya ihtiyacı vardır. Bunların sıkıntıya düşmeyecek, başkalarına da az çok yardımda bulunacak ölçüde ve mutlaka helâl yoldan elde edilmesi, hazırlanması gerekmektedir. Hac nasıl azıksız ve hazırlıksız olmuyorsa, âhiret yolculuğu da azıksız olmaz; mü'min bu vesile ile âhiret için ne hazırladığını düşünmek ve en hayırlı âhiret azığının takvâ olduğunu hatırlamak durumundadır.

Yolculuk: Hac yolculuğu hangi vâsıta ile yapılırsa yapılsın, rahatsızlık ve sıkıntılarla karşılaşmamak mümkün değildir. Bunlara karşı sabretmek, yol arkadaşlarını, hatta bineğini incitmemek, mukaddes yolun yolcusuna borçtur. Bunu yerine getirebilmek için de nasıl bir yolculuğa çıktığını, kimi ziyârete gittiğini, gittiği yerde nasıl bir muâmele görmeyi beklediğini düşünmek yetecektir. Bu düşüncelere bir de âhiret yolculuğu düşüncesini eklemek, bir gün geri dönme ümidi de olmaksızın bu yolculuğa çıkacağını, şimdi geçici olarak geride bıraktıklarını o zaman devamlı olarak bırakacağını hatırından uzak tutmamak, yolcunun sabır ve metânetini, hasret ve iştiyaka çevirecektir.

İhrâm: Kulun, Beytullah'ın kapısını çalması ve kabul niyaz etmesi mânâsını da ihtivâ eden "Lebbeyk..." sözleri, şeytan taşlamaya kadar ağızlardan düşmeyecek, her fırsatta tekrarlanacaktır. İhram elbisesini giyerken hac yolcusu ayrıldığı dünyadan üzerinde kalan son parçaları da çıkarmış, ölmeden evvel ölmüşçesine kefene bürünmüştür, ancak bu ölüm, dünya ve beden zevklerine âit olduğu ve ruh için vuslat zamanı yaklaştığı için temizlenmiş ve güzel kokular sürünmüştür. Şimdi âdetâ ayrı bir dünyada rûhânî bir hayat başlamıştır. Bu hayat içinde ne çekişmek, döğüşmek, günaha girmek, beden zevki yaşamak vardır; ne de bir canlıya, hatta kendi saç ve sakalına kıymak vardır. Bütün düşünce ve umut "geldinse buyur, seni kabul ediyorum" hitâbına mazhar olmaktan ibârettir. Böyle bir yaşayışın, bundan sonraki hayat için insanda derin izler bırakacağı, kişiyi yaratılış maksadına döndüreceği kuvvetle umulur.

Mekke'ye Giriş ve Kâbe'yi Müşâhede: Mekke'ye girmeden önce harem sınırları içine girilmiş olmaktadır. Harem-i Şerif, Allah Evi'nin dokunulmaz sahası ve insanlar için güvenlik bölgesidir. İlâhî korumanın güvenliğini yaşayan kulun aynı zamanda lâyık olamamanın korkusunu gönlünde taşıması gerekmektedir.

Bir müddet sonra Kâbe görünecek, bir mânâda hedefe varılmış, Allah evine girilmiş olacaktır. Bu sırada kulun Allah'ı görmüşçesine bir heyecan ve zevk ummânına dalması tabiîdir. Bir yandan Allah'ın bu lütfuna şükredilecek, bir yandan da "dünyada evini gösteren ve ziyâreti nasip eden Allah'ın âhirette de cemâlini göstereceği" umulacaktır.

Tavaf: Allah'ın Evi, O'nu temsil ettiğine göre kul, Kâbe'yi tavaf ederken İlâhî huzurda kabul niyazı ile dönüp dolaştığını düşünecektir. Haberlerden anlaşıldığına göre yerde Kâbe, mânevî semâlarda Beyt-i Ma'mûr'un hizâsına düşmekte, onun yerini tutmaktadır. Arşın ve Beyt-i Ma'mûrûn çevresinde melekler dönerek ibâdet etmekte, Kâbe'nin çevresinde de insanlar dönerek tavaf ibâdetini yerine getirmektedirler. Hacer-i Esved, kulların ezelde Allah'a verdikleri kulluk sözünün imzası ve mührü olarak kabul edilmiştir. Onu öpen veya geriden selâmlayan insanlar, ezelde verdikleri sözü hatırlayacak, yeminlerini tazeleyecek ve Allah'a kulluktan ayrılmayacaklarını te'yid edeceklerdir. İbn Abbâs'a dayanan bir rivâyetten anlaşıldığına göre Hacer-i Esved'i öpen, yahut selâmlayan kullar, Rableri ile tokalaşmış gibi olmaktadırlar. Erkeklerin pazularını çıkarıp üç şavtta/dolanımda koşarcasına ve çalımlı bir şekilde yürümeleri Rasûlullah (s.a.s.) ve ashâbının uygulamalarına dayanmaktadır. Hicretten sonra ashâbın Medine'de hastalandıkları ve bitkin hale geldikleri dedikodusu üzerine müşrikler Hacer-i Esved'in bulunduğu tarafa toplanmış, hicretten sonraki ilk tavaflarında Rasûlullah ve ashâbını görmek istemişlerdi. Peygamberimiz (s.a.s.) müşriklerin gözünü yıldırmak ve güçlü görünmek için zikredilen şekilde davranılmasını istemiş, bu geçici tedbir güzel bir hâtıra olarak haccın sünnetleri arasına girmiştir. Hac ibâdetini yapan her müslüman, ıztıbâ ve remel denilen bu sünneti yerine getirirken kendisini Rasûlullah ve ashâbının arasında hissetmekte ve âdetâ o günleri bu kutlu cemaat ile birlikte yaşamaktadır.

Tavaftan sonra Hacer-i Esved ile Kâbe'nin kapısı arasındaki duvara (Mültezeme) karın ve göğsü, elleri ve sağ yanağı yapıştırmak, bu şekilde ve sonra Kâbe örtüsünden veya Kâbe duvarına tutunarak duâ ve niyazda bulunmak da haccın sünnet ve âdâbı içinde yer almaktadır. Bunlardan birincisi Allah'a yakınlığı, hasret ve sevgiyi temsil etmekte, bu şekilde yapılan niyazın kabul edileceği, Kâbe'ye yapışan vücudun yanmayacağı umulmaktadır. İkincisi ise, bir büyüğe karşı suç işlemiş olan kişinin, onun eteğine sarılarak affını istemesini temsil etmektedir. Kulun, bu şekilde mânen ve mecâzen eteğine sarılarak af dilediği, yakınlık ve lütuf talep ettiği Yüce Zât'tan başka sığınacağı, dayanacağı, yalvaracağı, kulluğunu arzedeceği kimse yoktur. Duâda ısrar, Mevlâ'nın murâdıdır. Bu sarılış ve yakarış da o ısrârı gerçekleştirmektedir.

Kulun Allah'a en yakın olduğu durum, secdedir; hem bunca ikrâma şükür, hem de yakınlığı yaşamak için tavaftan sonra İbrâhim Makamında iki rekât namaz kılınır; ruh gıdâlanmış, susuzluğunu nisbeten gidermiş, fakat bunca çabadan sonra beden susamıştır. Onu da tatmin için Zemzem'in başına gidilir ve doya doya içilir, şifâ olması için duâ edilir. Sıra sa'ye gelmiştir.

Sa'y: Hac ibâdeti, Hz. İbrâhim ve ailesi, Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ashâbı ile iç içe, beraber yaşanan bir ibâdettir. Allah'ın emri üzerine Hz. İbrâhim, eşi Hâcer ile oğlu İsmâil'i Mekke'de Kâbe'nin bulunduğu yere getirip bıraktı ve Rabbine şöyle duâ ettikten sonra tevekkül içinde çekip gitti: "Ey Rabbimiz, (burada Sana ibâdet etsinler ve) namazı kılsınlar diye çocuklarımdan birkısmını Senin mukaddes Evinin yanında, ekinsiz bir vâdiye yerleştirdim. Artık Sen, insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve meyvelerden onlara rızık ver; umulur ki (onlar da bu nimetlere) şükrederler." (14/İbrâhim, 37). Hadislerde anlatıldığına göre Hâcer, yanlarında su tükenince susuz kalmış, henüz süt emen çocuğunu da doyuramaz olmuştu. Uzaklardan gelip geçen birini görürüm diye Safâ tepesine çıkıp etrafa baktı, düze inince koşuyor, tırmanırken yavaşlıyordu, yedinci çıkışında Merve'ye gelmişti. Bir ses işitti, dönüp baktığında İsmâil'in bulunduğu yerden su çıktığını gördü; işte bu Zemzem idi. Allah Teâlâ, Hz. İbrâhim'in duâsını kabul buyurmuş ve mü'min kulların gönlüne Mekke ve Kâbe sevgisini yerleştirmiştir; her mü'min bitmez tükenmez hasreti ve arzusu Kâbe'ye, Mescid-i Harâm'a ve Ravza'ya yöneliktir. Sa'y ibâdeti de, tevhid dininin büyük peygamberi Hz. İbrâhim'den Son Peygamber'in ümmetine kadar uzanmış kutlu ve feyizli bir ibâdettir. Umre ve hac tavafından sonra yapılan bu ibâdet Hanefîlere göre vâcip, diğer bazı müctehidlere göre rükün ve farzdır.

Müslüman, bu ibâdeti yaparken En Büyüğün sarayı önünde nöbet tuttuğunu, iki nöbet mahalli arasında gidip geldiğini; yahut bir büyüğün ziyâretinden sonra onun hoşnut olup olmadığını anlayabilmek için heyecan içinde avluda gidip gelen, arasıra bakışını onun tarafına yönelterek heyecan içinde sonucu bekleyen insanın halini düşünebilir. Safâ ile Merve, Allah'ın nişâneleridir/şiarlarıdır (şeâir) (2/Bakara, 158). Akıl, bu iki tepenin niçin nişane olduğunu kavrayamaz, aklın kavrayamadığı bir hususa inanıp riâyet etmenin nefse ve bedene vereceği bir zevk ve menfaat de yoktur; bu sebeple sa'y, iman ve ihlâsa dayalı kulluğun tecellî ettiği seçkin bir ibâdettir.

Arafat ve Müzdelife Vakfesi: Arefe günü Arafat'ta, bayram gecesi, gece yarısından sonra Müzdelife'de bulunmak, buralarda Allah Teâlâ'ya telbiye, tesbih, tekbir vb. zikirlerle, istiğfar ve duâlarla, tefekkür ve tazarrûlarla ibâdet etmek, haccın en önemli vazifeleri arasındadır. Safâ ve Merve gibi, buralar da İlâhî nişânelerdir. Allah'ın af, rahmet ve ikrâmının tecellî ettiği yerlerdir. Dili, rengi, ülkesi ve âdetleri birbirinden farklı, fakat aynı Allah'ın kulu ve aynı Rasûl'ün ümmeti olan milyonlarca insan, aynı anda burada Allah'a yönelmekte, O'na kulluk arzetmekte ve dilekte bulunmaktadırlar. Bu insan seli içinde bulunup da temizlenmemek, Allah'ın rahmet, lütuf ve ikrâmından nasip almamak mümkün değildir; yeter ki gönüller de eller gibi O'na açılmış olsun! Vakfe, aynı zamanda dünyada mahşeri temsil eden tek toplantıdır; üzerlerinde kefene benzer giysilerinden başka şeyleri bulunmayan, grup grup rehberlerine uymuş, Allah'a ilticâ ederek sonuç bekleyen bu büyük topluluk içinde mü'min, mahşeri düşünmeli, fırsat elde iken o güne hazırlık yapmaya azmetmelidir.

Şeytan Taşlama ve Kurban: Rivâyetlere göre Hz. İbrâhim, Allah'ın emrini yerine getirmek üzere Mina'ya doğru ilerlerken şeytan yolunu kesmiş ve onun zihnini çelmek istemişti. Hz. İbrâhim ona kapılmadı, onu taşlayarak yanından uzaklaştırdı. Hac ibâdetini yapan müslüman, cemre adı verilen yerleri taşlarken aslında içindeki şeytanı taşlamakta, onu kendinden uzaklaştırmaya çalışmakta, bütün engellere rağmen Allah kulluğunda sebat edeceğini ifâde etmektedir.

Kurban, Allah'a teslimiyet ve O'nun nâmına yapılacak fedâkârlığın nişânesidir. Allah'a can dahil her şey fedâ edilir; buna rağmen O'nun hak ettiği şükür yerine getirilmiş olmaz, kul yine de kusurlu ve mahcup olarak kalır.

Medine ve Ravza Ziyâreti: Medine, Allah'ın son peygamberi ve sevgili kulunun dünyadaki hayatının son on yılına şâhit olan, O'na kucak açan, mübârek vücudunu dünya durdukça bağrında taşıyan şehirdir; "Peygamber Şehri"dir. Medine şehrinde dolaşırken insan kendini şu düşüncelerin doyumsuz heyecan ve zevkine kaptırmaktadır: Belki de Rasûlullah şu yerlere basmış, şu yerlere bakmış, burada oturmuş, şurada vahye mazhar olmuş, ashâbı ile sohbet etmiştir... Mescid'e ve özellikle mescidin ilk sınırları içine girildiği zaman Allah Rasûlü ile ümmetin en yüce nesli olan ashâbın ibâdet ettikleri, zamanlarının önemli bir kısmını içinde geçirdikleri mâbede girildiği hissedilmektedir. Bunun da ötesinde hâlen Rasûlullah'ın mübârek vücudu ile iki büyük halîfesinin kabirleri burada bulunmaktadır. Onlara maddî ve mânevî olarak bu kadar yaklaşmış olmak, Peygamber sevgisi ile yanıp tutuşmuş ruhlar için bir büyük vuslattır; bu vuslatın zevki yalnızca yaşanır, tarif edilemez. Medine'de bu duygu ve düşünceler yaşanır, Mescidde böyle bir mânevî cemaat ile ibâdet edilir, Ravza vuslat duygusu içinde âdâbı ile ziyâret edilir. Bunları yaşayan mü'minin nazarında maddî ve mecâzî bütün sevgiler küçülür, bu vuslat ebedî bir hasret haline gelir, kalan hayat yeni vuslatların ümidi içinde geçirilir.

Hac Sonrası Hayat: Aslında müslümanın hac öncesi ve sonrasında farklı iki hayatı olmaz; ancak hac ibâdeti, kişiyi mânen temizlediği ve anasından doğduğu gündeki günahsızlığına döndürdüğü için kişinin bunu korumaya çalışması, tekrar günah ile kirlenmekten kaçınması da tabiîdir. Haccın kendisine bağlı sonuçları doğurması, makbul olmasına dayandırılmıştır. Diğer ibâdetler gibi haccın da makbul olup olmadığını bilmek, kullar için mümkün değildir. Bununla beraber, İslâm ahlâkçıları haccın kabulüyle ilgili bazı işaretleri tesbit etmişlerdir. Şöyle ki, Allah kabul ettiği kulunu sever, sevdiği kulunu korumasına alır ve onda sevgisinin işaretleri görülür. Bu işaretler, kulun gönlüne Allah sevgisinin taht kurması, dünyadan ve geçici zevklerden ebedî âleme ve mânevî zevklere meyletmesi, şeytana ve nefse karşı koyabilmesi, hayatının İslâm çizgisinde devam etmesidir. Hac ibâdetinden dönen kişi kendini yoklamalı, bu işaretleri bulduğu zaman Allah'a şükredip sevinmeli, aksini bulduğu zaman ise üzülüp tevbe etmelidir. Haccın böyle bir otokontrole sebep olması, ferdin müslümanca yaşantısı üzerindeki en önemli tesiri olsa gerektir.

Toplum Hayatında: Toplumu meydana getiren, topluma âit müesseseleri kuran ve işletenler insanlardır. Teker teker insanları eğitmek, onlara belli mânevî değerleri kazandırmak, aynı zamanda toplumu eğitmek, örnek bir toplumun temelini kurmak demektir. Temizlik, namaz, oruç, zekât gibi ibâdetler yanında hac ibâdeti, İslâm'ın genel prensipleri ve ahlâk eğitimi, "İslâm insanı" denilen prototipi ortaya çıkarmaktadır. Bu insanın hayatı dünyadaki ile sınırlı değildir. Ona göre dünya, âhiretin tarlası, oraya geçişi sağlayan kısa bir köprüdür. Bu hayat imtihandır, onu kazanabilmek için vahyin rehberliğine ihtiyaç vardır. Vahiy, mutlak kemâl, kudret, ilim ve hikmet sahibi Allah'tan, peygamberleri vâsıtasıyla gelmektedir. Peygamber aynı zamanda örnektir. Onun ashâbı da örnek nesildir. Gerçek sevginin hedefi Allah'tır. Her şey, O'nun için, O'ndan diye güzeldir ve sevilir; sevilmeyen, O'ndan uzaklaşandır, O'ndan uzaklaşmaktır...

Bu inanç ve örneklik içinde eğitim gören, yetişen insanların meydana getirdiği toplum, karşılıklı sevgiyi, yardımlaşmayı, dayanışmayı hayat temeli kılan bir toplumdur. Bu toplumun bütün fertleri kardeştir, eşittir, hürdür, hak sahibidir, saygı ve sevgiye lâyıktır. Bu toplum, bütün insanlık için de bir rahmet ve ümit kaynağıdır. (3)

 

İslâm binasının beş temelinden biri olan hac, Allah’ın rızâsına erdiren ve ümmet birliğini gerçekleştiren mâlî ve bedenî evrensel bir ibâdettir. Hac, yeryüzünde Allah’a ibâdet edilen ilk ma’bed olan ve 14 asırdır, yüz binlerce câmi ve mescidin mihrapları ve yüz milyonlarca mü’minin bedenleri ve ruhları ile yöneldiği Kâ’bemizin varlığı sebebiyle emrolunan bir ibâdettir.

Fânîliğin koyu karanlıklarından ebediyetin aklığına çıkaran ihrâmı ile, İslâm dini üzerinde yaşanacağının taahhüdü olan telbiyesi ile, mahşerî ve büyük muhâkemeyi andıran vakfesi ile, kulluk imzası olan kurbanı ile, bütün kötülükleri ve kaynaklarını kınamak olan şeytan taşlaması ile İslâm dışı düşünce ve duyguları koparıp atmak olan saç kesmesi ile ve din gerçeği etrafında pervâneleşmeyi remzeden tavâfı ile hac, ancak yapıldığı ve yaşandığı zaman kavranabilecek bir ibâdettir. Ruhları yücelten, melekleştiren ve Allah’ın rızâsına erdiren bir ibâdettir.

Hac, dünya müslümanlarının yaşadığı her bucağından yolları Mekke’ye çıkaran İslâm turizmini yaygınlaştıran, mecbûrileştiren ve böylece mü’minleri evrenselleştiren bir ibâdettir. Hac, mü’minleri, özellikle 14 asır evveline bağlayan, nûrânî bir köprüdür. Hac, şanlı Peygamberimiz’in doğduğu, büyüdüğü, Kur’an âyetlerinin nâzil olduğu, İslâm’a dâvetin başladığı, çile ve ıstırapların çekildiği mukaddes topraklarda, İslâm inkılâbının nasıl gerçekleştiğini, her bucağı binlerce kudsî hâtıraya müze olmuş mekânları tanıtarak anlatan bir ibâdettir. Hac, İslâm dinine bağlanarak yaşayabilmenin köklü bir iman, sönmeyen bir aşk, sarsılmaz bir azim, tükenmez bir ferâgatla olabileceğini, Ebû Leheblerin, Ebû Cehillerin her devirde bulunabileceğini ve onlara karşı malı, canı ve cânânı fedâ ederek mücâdele vermenin lüzumunu öğreten bir ibâdettir.

Hac, İslâm dininin fiiliyatta en güçsüz devrini yaşarken bile en parlak istikbâle aday olduğunu, cihad neşesini mü’min rûhuna sindirerek anlatan bir ibâdettir. Çünkü hac bizâtihî cihaddır. Maddî meşakkati ve mâlî ferâgati ihtivâ eden haccın ihlâslı mü’minler için fazîletli bir cihad olduğunu Peygamberimiz müjdeliyor.

Hac, çağlar üstü İslâm inkılâbının insanlık câmiasına hediye ettiği en büyük eşitlik ve birlik kurumudur. Zira hac, dünya mü’minleri arasında cihanşümul bir râbıta/bağ tesis eden; ırk, renk, dil ve coğrafya farklarını potasında eriterek mü’minleri eşitlik çizgisinde birleştiren ve müslümanlar için inanç, gâye ve mekân birliğini gerçekleştiren bir ibâdettir. Mü’minlerin zencisi ile beyazını, Faslısı ile Almanını, Afganlısı ile İngilizini ve Türkü ile Acemini ruhlarını arındırarak ihramlar içerisinde birleştiren, kaynaştıran ve seviştiren hac müessesesinde sıradan insanların tasavvur bile edemeyeceği gerçek insanlık ve eşitliğin hakikat olduğunu görebilir.

Hac, müslümanların yaşadığı ülkeler arasında siyasî ve iktisadî birliğin gerçekleştirilmesine ve kültür birliğinin sağlanmasına ortam hazırlayacak mûcizevî bir kurumdur. Hiç şüphsiz hac vesîlesi ile her yıl mukaddes belde Mekke’yi müslümanların yaşadığı

ülkeler arası fabrikasyon araç ve gereçlerin teşhir edilip el değiştirebileceği bir fuar, İslâm toplumlarının kaderiyle ilgili kararların alınabileceği siyasî bir merkez, dinî ilimlerin ve tecrübî bilimlerin müzâkere edilebileceği bir ilim şehri haline getiremeyen mü’minler, İlâhî rızâya erdirecek bir hac yapamazlar. Zira belirtilen faydaların sağlanılması haccı farz kılan Allah’ın gösterdiği hedeftir: “(İnsanlar hacca gelsinler de) kendileri için (çeşit çeşit) faydaları görsünler ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine belli günlerde onları kurban ederken Allah’ı zikredip ansınlar...” (22/Hacc, 28). Bilinen sayılı günlerde Allah’ın zikredilerek hac görevlerinin îfâ edilmesinden önce mü’minlerin kendi menfaatlerine tanık olmaları gereğinin bildirilmiş olması, gerçek haccın ancak bu şekilde gerçekleştirilebileceğine İlâhî bir işarettir.

Mukaddes hac toplantısının dünya uluslarının dikkatle izlediği bir ibâdet ve dünyanın siyasî ve iktisadî yapısına etki edebilecek dinî bir sosyal kurum olamayışı, müslümanların yaşadığı ülkelerin emperyalist kültürler ile kuşatılmış olmaları sebebiyle haccı değerlendirememelerinden kaynaklanmaktadır.

Müslümanlar için ulvî bir ibâdet, canlı bir sevgi ve eşitlik panayırı, bir tarih şuuru ve zevki, sosyal ve iktisadî bir kongre ve bir cihad olan hac, İslâm dininin tam on dört asırdır aralıksız devam eden ve kıyâmet gününe kadar da devam edecek olan bir mûcizesidir. Bu mûcizeye kafa ve gönül gözü ile tanık olmak, tarihî hâtıraların sînesinde yaşayarak alacağımız güçle hayatımıza atılım gücü ve aşkı kazandırmak için farz olan hacca gitmeyi her müslüman planlamalı, gerçek anlamda hac yapma imkânları için duâ ve gayret etmelidir. (4)

 

 

 

Hac, Sadece Ferdî Bir İbâdet Değil; Ümmetin Yıllık Büyük Kongresidir

Hac; fizikî, mânevî ve mâlî açıdan İslâm'daki ibâdetlerin en kapsamlı olanıdır. Îfâsı, hem zamana, hem de mekâna bağlıdır ve değiştirilmesi ya da ertelenmesi söz konusu olamaz. Ne var ki her yıl milyonlarca müslüman bu büyük ibâdeti gerçek mânâsını ve önemini kavramaksızın îfâ etmektedir. Birçoklarınca hac, mekanik bir biçimde yapılmakta ve Allah Teâlâ'nın murad ettiği çeşitli amaçlar ve işaretler gözden kaçırılmaktadır.

Bedensel olarak hac, çok meşakkatli, hasta ve sakatların altından kolay kalkamayacakları bir ibâdettir. Diğer ibâdetlerde olduğu gibi, haccın ilk ve en önemli şartı niyet etmektir. Müslümanların çoğu için hac, aynı zamanda kişinin kendi evinden yurdundan çıkıp Mekke'ye Allah'ın evine hicret etmesini içerir. Bu hicret, belli aylar içinde gerçekleştirilir (2/Bakara, 97). Bu aylar: Şevval, Zilkade ve Zilhicce aylarıdır. Maalesef Suudî rejimi tarafından hac, Zilhicce ayının birkaç gününe sıkıştırılmıştır. Daha önceden (Şevval ve Zilkade aylarında) hacca gelmek isteyen insanlara büyük zorluklar çıkartılmakta ve hacılar hacdan sonra alelacele bölgeden gönderilmektedirler.

Hac, belli fiillerin belli biçimlerde yapılması demek olan menâsikını aşan boyutlarıyla kavranmak durumundadır. İlk ve en önemli husus, kulun Yaratıcısına, Rabbine mutlak teslimiyeti ve bağlılığıdır. Telbiye, kulun tüm varlığı ile Allah'a yöneldiğinin ve diğer tüm otoriteler ve bağlılıklardan yüz çevirdiğinin özlü bir ifâdesidir. "Lebbeyk Allahumme lebbeyk; lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk; inne'l-hamde ve'n-ni'mete leke ve'l-mülk, lâ şerîke lek -Ey Allah'ım! Senin dâvetine icâbet ediyorum. Senin ortağın yoktur. Hamd ü senâ ancak Sanadır. Her nimet Sendendir, mülk de Sana mahsustur; senin şerîkin yoktur.-" Telbiye, tam bağlılık demektir; burada artık ikili hesaplara yer yoktur. Ama ne yazık ki, birçok müslüman bu sözleri, mânâsı hakkında hiçbir bilgi sahibi olmaksızın tekrarlayıp durmaktadır. İşte bu kavrayış eksikliğidir ki, Ümmet'in bugün yüz yüze olduğu sorunların temelini teşkil etmektedir.

Hac, büyük bir eşitleyicidir. İki parça dikişsiz beyaz örtüden oluşan ihram, her türlü sınıfsal farklılıkları ortadan kaldırır; Allah önünde herkes eşittir. Her gün kıldığımız namazda da konum ya da yetki farkı olmaksızın aynı safta yan yana gelmekteyiz. Fakat namazda insanlar arasında mevcut bulunan ekonomik seviye farklılıklarını yansıtan giyim için bir standart ve sınırlama yoktur. Ancak, hacda durum böyle değildir; herkes aynı iki parça bezi giyinmek, daha doğrusu sarınmak zorundadır. Arafat'ta vakfe, aynen kıyâmet gününde Allah'ın huzûrunda durmaya benzemektedir. Kişi burada geçmişte yaptığı bütün eylemleri hatırlar; tam bir samimiyetle Allah'ın affediciliğine sığınır; çünkü O, bunun af için en uygun zaman ve mekân olduğunu bildirmiştir.

Hac bütün yönleriyle nebevî gelenekle, peygamberlerin hâtıralarıyla irtibatlıdır. Haccın menâsikı, Hz. İbrâhim (a.s.)'in Allah'ın emrine uyarak büyük bir teslimiytle gerçekleştirdiği fedâkârlık eyleminin temsilî bir ifadesidir. Ne kendisi, ne de oğlu İsmâil (a.s.) Allah'ın emrine uyma konusunda bir tereddüt göstermişlerdi. Hac, günümüz ile onların tarihi arasında bir köprü kurar ve nefsimizi, amellerimizi, hayatımızı arındırmak için bizlere fırsat sunar. İbrâhim, Hâcer, İsmâil ve Hz. Muhammed (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) gibi birçok büyük örneğin izlerinden yürümemize zemin oluşturur. Kâbe'yi tavaf etmekle yalnız Allah'a olan bağlılığımızı gösteririz. Bizler O'nun evinde, O'nun misafirleriyiz ve yalnız O'ndan yardım niyaz ederiz. Tavafı tamamladıktan sonra Makam-ı İbrâhim'de iki rekât nâfile namaz (Hanefî fıkhına göre vâcip olan Tavaf namazı) kılmak için durduğumuzda İbrâhim (a.s.)'in hâtırasını canlandırırız. Safâ ve Merve tepeleri arasında sa'y, Hz. İbrâhim'in karısı Hz. Hâcer'in susuzluktan ölmek üzere olan yavrusu için çırpınırcasına su arayışının bir temsili, yeniden canlandırılmasıdır. Zemzem kuyusunda susuzluğumuzu giderdiğimizde, aynı zamanda bebeği ve annesini ölümden kurtaran İlâhî yardımı da tadarız.

Mekke'den Mina ve Arafat'a yapılan yolculukta bilâhere Müzdelife üzerinden Mina'ya dönüşte oldukça zengin bir temsilî yön ve kendini adama boyutu mevcuttur ve bunlar da ancak bu şekilde kavranılmalıdır. İslâm'ın büyük ordusunun yürüyüşüdür bu; Allah'a yönelen bir yolculuk. Başka güçlere yer yoktur burada. Arafat vakfesi, mekanik bir egzersiz değildir; amellerimizden hesap sorulacağımız kıyâmet gününü hatırlatmalıdır bize. Hac sırasında kefene benzer bir kıyafet içindeki milyonlarca insan Allah'ın huzuruna gelip rahmetine ve bağışlayıcılığına sığınır; kıyâmet günü ise tüm insanlar yaptıklarının hesabını vereceklerdir.

Arafat'tan Müzdelife'ye hareket, daha önce değil; ancak güneşin batımından sonra başlamalıdır. Bu önemlidir. İslâm ordusu gece örtüsü altında hareket etmek için tüm tedbirleri almalıdır. Mina'daki şeytanlara atmak için Müzdelife'de taş toplamaktır hedef. Taşlar, İslâm ordularının Mina'daki üç cemerât tarafından temsil edilen şeytanlara karşı kullanacakları silâhlarını simgelemektedir. Her yıl müslümanlar öfke ve azimle taşlamaktalar şeytanı. Fakat ne yazık ki bu taştan sütunlar ile günümüz şeytanları arasındaki irtibatı bir türlü kuramamaktalar. İşte bu bağlantı kuramama sorunudur ki, aslî vazifelerimizi yapma önünde bize büyük engel oluşturmaktadır. Bizden istenilen acaba yalnızca taş sütunlara küçük çakıl taşları atmak mıdır? Ya İslâmî uyanışı yok etmek için müslümanları katleden ABD, Rusya, siyonist İsrâil, Hindistan, Sırbistan... gibi günümüz dünyasında işbaşında olan şeytanî güçler ne olacak? Bu ibâdetin gerçek anlamda îfâsı, ancak biz müslümanların taş atma eyleminin önemini kavraması ve kendi hayatımızda bu mânâyı gerçekleştirmemizle mümkün olacaktır.

Haccın dikkat çeken başka iki yönü daha mevcuttur. İlk olarak hac, tarihte ve çağımızda benzeri olmayan bir tarzda Ümmet'in yıllık olarak gerçekleştirilen büyük bir kongresidir. Ümmetin birliğini yansıtır. Dünyanın her yerinden müslümanların bir araya gelmelerine rağmen, büyük bir çoğunluk diğer kardeşlerine ilgisiz biçimde gelip geri dönmektedir. Bu kaybedilen büyük bir fırsattır. Allah bizden birbirimizi tanımamızı istiyor; hac bunun gerçekleştirilmesi için büyük bir imkân. Fakat pek çok müslüman öyle bir şekilde hac îfâ etmekte ki, yanı başındaki milyonlarca kardeşinin sorunlarından veya imkânlarından bütünüyle habersiz kalmakta.

Bununla bağlantılı bir diğer konu da, Kur'an'ın bir emri olan hac sırasında müslümanların müşriklerden berî olduklarının ilânı görevidir (9/Tevbe, 3). Bu âyetler hicretin 9. yılında müslümanlar hac görevini yerine getirmek üzere Hz. Ebûbekir (r.a.)'in önderliğinde Medine'den Mekke'ye doğru yola çıkmalarından sonra inzal olmuştu. Hz. Peygamber bu âyetleri Arafat'ta duyurması için aceleyle Hz. Ali'yi yolladı. Müşriklerden uzak olma (berâ), Kur'ânî bir emirdir. Buna rağmen resmî dogmalar ve tarihsel çarpıtma sâyesinde bu açık ve net mesaj bulandırılmış ve hatta unutturulmuştur.

Hac, Ümmetin birliğini, Allah'ın dinine bağlılığımızı ve İlâhî emirler ve Rasûlullah'ın örnekliği doğrultusunda dünyanın tüm baskıcı güçlerine karşı tavır alma kararlılığımızı dile getirmek için büyük bir fırsat sunmaktadır. Filistin halkının çaresizliği ve Kudüs'te siyonistlerce sürdürülen işgal, haccın İslâm'ın düşmanlarına karşı müslümanları harekete geçirmek için değerlendirilmesi gerekliliğini ortaya koymaktadır. Biz müslümanlar bu âcil görevi yerine getirmeyi başaramazsak, kıyâmet gününde Rabbimize karşı hesap vermemiz mümkün olamayacaktır. Haccın İlâhî ve nebevî muhtevâsından boşaltılarak kalıplaşmış bir tür törene ya da ticarî bir panayıra dönüştürülmesi kabul edilemez. Mevcut hal maalesef budur. Bu halin giderilmesi ve Kur'an'daki haccın, Rasûlullah'ın sünnetindeki haccın, yani gerçek haccın canlandırılması günümüz müslümanlarının önündeki büyük bir vazifedir. (5)

Müslümanın rûhunun susuzluğunu gidermesi, yüce sevgisinin ateşini söndürmesi, putperestlik haline gelen âdet ve alışkanlıklarına karşı isyan etmesi, Ramazan’da midesini dinlendirmek sûretiyle ruhunu doyurması mümkündür. Fakat sınırlı bir zamanda ve muayyen saatlerde. Üstelik hırçın bir denizin küçük bir adayı kuşatması gibi oruçluyu kuşatan ve orucun etkisini azaltan çok yemek, israf etmek, gereğinden fazla istirahat etmek ve isyankâr bir toplum içinde yaşamak gibi faktörlerle... Bütün bunlarla beraber müslüman, dar ve eski hapishaneden kurtaracak, her türlü kayıt ve bağları koparacak bir sıçrayışa muhtaçtır; diğer taraftan hepsi eski alışılmış, sınırlı ve kayıtlı, monoton ve yapmacık bir âlemden tamamı gerçek sevgi olan bir âleme intikal etmesi de zarûrîdir. O öyle bir âlemdir ki müslüman ona kavuştumu her türlü kölelikten kurtulur, her türlü puta isyan eder, ırk ve renk ayrımına karşı gelir, Allah’ın birliğine, insanlığın vahdetine, akîdenin tekliğine, gâyenin aynılığına inanır. Orada bütün insanlar koro halinde “lebbeyk...” diye nidâ ederler. Şüphesiz müslüman, her gün kıldığı namazdan, Ramazan’da tuttuğu oruçtan ve şartları tahakkuk edince verdiği zekâttan sonra, sevgi ve muhabbetin kaynaştığı, âbid ve ihlâslıların toplandığı bir mevsimi görmeye muhtaçtır.

“Seven kimse, sevdiğine nisbet edilen her şeyi sever. Allah’ı seven de O’nun şiarlarına karşı sevgi ve saygı duyar. Kâbe, Allah’a nisbet edilmiş ve “Beytullah -Allah’ın evi-” adını almıştır. Vaad edilen mükâfatlar şöyle dursun, burayı ziyâret için yalnız Allah’a nisbet edilmesi bile kâfîdir.” (İmam Gazâli, İhyâ, 1/24)

“Bazen insan, Rabbini son derece arzular; bu arzusunu dindirmek için bir şey arar ve hacdan başkasını bulamaz.” (Şah Veliyyullah Dehlevî, Huccetullahi’l-Bâliğa).

 

 

1- Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 254-267

2- Tahsin Görgün, TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 14, s. 397-399

3- Hayreddin Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, s. 33-43

4- A. Rıza Demircan, İslâm Nizamı, Eymen Y. 1/42-45

5- Zafer Bangaş, Crescent, Haksöz, sayı 120 (Mart, 2001), s. 42-43

 

 

 

 

Hac Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler

A- Hacc Kelimesinin Geçtiği Âyetler: 2/Bakara, 158, 189, 196, 196, 196, 197, 197, 197; 3/Âl-i İmrân, 97; 9/Tevbe, 3, 19; 22/Hacc, 27

B- Kâ’be Kelimesinin Geçtiği Âyetler: (2 âyet): 5/Mâide, 95, 5/Mâide, 97)

C- Mescid-i Harâm Teriminin Geçtiği Âyetler: 2/Bakara, 144, 149, 150, 191, 196, 217; ; 5/Mâide, 2; 8/Enfâl, 34; 9/Tevbe, 7, 19, 28; 17/İsrâ, 1; 22/Hacc, 25; 48/Fetih, 25, 27.

D- Kâ’be Anlamında “Beyt” Kelimesinin Geçtiği Âyetler: 2/Bakara, 125125, 127, 158; 3/Âl-i İmrân, 96, 97; 5/Mâide, 2, 97; 8/Enfâl, 35; 14/İbrâhim, 37; 22/Hacc, 26, 26, 29, 33; 52/Tûr, 4; 106/Kureyş 3.

E- Tavâf Kelimesinin Geçtiği Âyetler: 2/Bakara, 125, 158; 7/A’râf, 201; 22/Hacc, 26, 29; 37/Sâffât, 43/Zuhruf, 71; 45; 52/Tûr, 24; 55/Rahmân, 44; 56/Vâkıa, 17; 68/Kalem, 19, 19; 76/İnsan, 15, 19.

F- Safâ ve Merve Kelimelerinin Geçtiği Âyet: 2/Bakara, 158.

G- Hacla İlgili Ahkâm

a- Haccın Farziyeti: 3/Âl-i İmrân, 97; 22/Hacc, 27-28, 34.

b- Hac Menâsiki (Hac Sırasında Yapılacak İşler): 2/Bakara, 128, 196-203; 5/Mâide, 2; 22/Hacc, 28-30, 32.

c- Hac Ayları: 2/Bakara, 197.

d- Hac Yolculuğunda Yetecek Kadar Para ve Azık: 2/Bakara, 197.

e- Safâ ile Merve: 2/Bakara, 158.

f- Hz. İbrâhim’in İnsanları Hacca Dâvet İçin Emrolunması: 22/Hacc, 27-29.

g- Hac Sırasında Ticaret: 2/Bakara, 198; 22/Hacc, 28.

h- Hacca Gelenlere Hürmetsizlik: 5/Mâide, 2.

i- Hac ve Tavaf Sırasında Örtünmek: 7/A’râf, 31; 8/Enfâl, 35.

j- Hac Dönüşü Evlere Kapılardan Gelmek: 2/Bakara, 189.

k- Hacc-ı Ekber: 9/Tevbe, 3.

l- Haram Aylar: 9/Tevbe, 36.

H- Umre

a- Umre Yapmak: 2/Bakara, 158, 196.

İ- İhram

a- İhramlı İken Kadına Yaklaşmamak: 2/Bakara, 197.

b- İhramlı İken Günah İşlememek: 2/Bakara, 197.

c- İhramdan Çıkınca Avlanmak: 5/Mâide, 94-97.

d- İhramlı İken Avlanmanın Keffâreti: 5/Mâide, 95.

e- İhramlı İken Helâl Olanlar: 5/Mâide, 1-2.

K- Zemzem

a- Hac Mevsiminde Zemzem Dağıtmak: 9/Tevbe, 19.

L- Kâ’be

a- Kâbe’nin Varlık Hikmeti: 2/Bakara, 125.

b- Makam-ı İbrâhim: 2/Bakara, 125; 3/Âl-i İmrân, 97.

c- Kâ’be’nin Bakımı ve Temizliği: 2/Bakara, 125.

d- Hz. İbrâhim’in Kâ’be İçin Duâsı: 2/Bakara, 126-127.

e- Kâ’be’nin İnşâsı: 2/Bakara, 127.

f- Kâ’be’nin Kıble Oluşu: 2/Bakara, 142-145, 149-150.

g- Kâ’be’nin İlk Mâbed Oluşu: 3/Âl-i İmrân, 96.

h- Kâ’be İnsan İçin Emin Yerdir: 3/Âl-i İmrân, 97.

i- Kâ’be’de Kötülük ve Zulüm Yapanlar: 22/Hacc, 26.

j- Beytü’l-Ma’mûr: 52/Tûr, 4.

M- Mekke

a- Mekke, Dünyanın Mânevî Merkezidir: 6/En’âm, 92.

b- Mekke, Emîn Yerdir: 27/Neml, 91; 29/Ankebût, 67; 95/Tîn, 3.

c- Mekke, Şehirlerin Anasıdır: 6/En’âm, 92; 42/Şûrâ, 7.

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

1. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 457-460, c. 2, s. 401-403

2. Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 113, 247-248

3. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 308-313, c. 2, s. 366-370

4. Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 314-315

5. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, 637-640, c. 4, s. 1306-1315

6. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neş. c. 1, s. 269-271, c. 2, s. 670-676

7. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 4, s. 97-108, c. 6, s. 496-503

8. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 536-540

9. El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 416-413

10. Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 270-271

11. Et-Tefsîru'l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 151-153

12. Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 43-44

13- Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s. 109-112

14. Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 198-199

15. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 7, s. 107-134

16. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 14, s. 382-416

17. Şâmil İslâm Ansiklopedisi (Hamdi Döndüren), Şamil Y. c. 2, s. 254-267

18. Yazılar, Sezai Karakoç, Diriliş Y. s. 56

19. Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sâbûnî, Şamil Y. c. 1, s. 197-211, 337-347

20. Hitabeler, Mevdûdi, Hilâl Y. s. 213-253

21. Dört Rükûn, Ebul Hasen Ali Haseni en-Nedvî, İslâmî Neşriyat, s. 241-300

22. Kur'an'ın Ana Konuları, M. Sait Şimşek, Beyan Y. s. 167-172

23. Kur'an'da Kulluk, Zekeriya Pak, Kayıhan Y. s. 265-269

24. Psikoloji Açısından Hz. Pegamber'in İbâdet Hayatı, Habil Şentürk, Bahar Y. s. 92-93

25. Kur'an ve Psikoloji, Osman Necati, Fecr Y. s. 257-259

26. Hadis ve Psikoloji, Muhammed Osman Necati, Fecr Y. s. 332-333

27. Şafak Yazıları, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 118-123

28. Dağarcık, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 294-296

29. İbâdet mi, Âyin mi?, Mustafa Karataş, Dersaadet Y. s. 135-148

30. İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, Hayreddin Karaman, Nesil Y. c. 3, s. 19-29

31. Hac, Ali Şeriati, Özgün Y.

32. Kur’an’da Hac, Muhammed Hüseyin Beheşti, Bir Y.

33. Hac’dan Çizgiler, Renkler ve Sesler, Necip Fâzıl Kısakürek, Büyük Doğu Y.

34. Rasûlullah (s.a.v.)’ın Haccı, İ. Hakkı Sezer, Esra Y.

35. Mekke’ye Giden Yol, Muhammed Esed, İnsan Y.

36. Mekke Rasullerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.

37. Hicaz’dan Endülüs’e, Ersin Nazif Gündoğan, İz Y./İnsan Y.

38. Hac ve Sırları, Abdullah Arığ, Esma Y.

39. Hac, Mehmed Zâhit Kotku, Seha Neşriyat

40. Hac Hâtırdalarım, Mustafa Yazgan, Sebil Y.

41. Hac Rehberi, Yılmaz Feridun Yüceler, Timaş Y.

42. Hac Rehberi, Mevlüt Özcan, Sabır Y.

43. Hac Rehberi, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Y.

44. Hac Rehberi, Mustafa Şeker, Nizam Y.

45. Hac Rehberi, Abdurrahman Topraklı-Ahmet Aksakal, Hilâl Y.

46. Hac Rehberi, A. Fikri Yavuz-Y. Vehbi Yavuz, Feyiz Y.

47. Hac Umre Rehberi ve Duâlar, Mustafa Uysal, Uysal Y.

48. Hac ve Umre, A. Rıza Temel-Yahya Alkın, Seha Neşriyat

49. Hac ve Umre Rehberi, Osman Karabulut, Şems Y.

50. Hac ve Umre Rehberi ve Pratik Bilgiler Klavuzu, Mustafa Varlı, Esma Y.

51. Hac ve Haremeyn Rehberi, H. Ahmet Hilmi İmre, Salâh Bilici Kitabevi Y.

52. Hac ve Umrede Karşılaşılacak Mühim Meseleler, Mustafa Uysal, Uysal Y.

53. Hac Yolunda, Cenap Şehabeddin, Kitabevi Y.

54. Hacc, Ömer Öngüt, Hakikat Neşriyat

55. Haccın Faziletleri ve İncelikleri, M. Esad Coşan, Sehan Neşriyat

56. Delilleriyle Hac ve Umre Menâsiki, Muzaffer Can, Cantaş Y.

57. Tatbikatlı Hac Önderi, Şeref Danışman, Özel Yayın

58. Kâbe Yollarında, Said Özadalı, Yeni Asya Gazetesi Neşriyat

59. Kâbe ve Mekke Tarihi, Ebu'l-Velid el-Ezrakî, Feyiz Y.

60. Kırk Hadisle Hac ve Umre Rehberi, Mustafa Şeker, Nizam Y.

61. Mufassal Hac Rehberi ve Kurban Hükümleri, M. Saim Yeprem, Hisar Y.

62. Muhtasar Hac Rehberi, Mehmed Feyzi Efendi, Fazilet Neşriyat

63. Pratik Hac Rehberi, Muzaffer Can, Cantaş Y.

64. Hac ve Umre Âdâbı, Burhan Bozgeyik, Erhan Y.