&&6/En’âm, 6; Kavrram, 177

 

 

H E L Â K

 

Helâk; Anlam ve Mâhiyeti

Kur’an’da Sünnetullah ve Toplumlarla İlgili Sünnetullah Özellikleri

Helâk Konusunda Sünnetullah

Helâklerin Sebepleri

Zulmün Cezâsı

Helâk Çeşitleri

Hangi Toplumlar Helâk Edildi?

Kâfir Toplumların İmtihanı

Helâk Sırasında Kâfirlerin “İman Ediyorum!” Demesi Fayda Vermez

Kur’ân-ı Kerim’de Helâk Kavramı

Hadis-i Şeriflerde Helâk Kavramı

Gazâb; Helâk Kavramına Yakın Anlamı Olan Bir Cezâ

Azâb; Helâk Kavramına Yakın Anlamı Olan Diğer Bir Cezâ

Kavimlerin Helâki

 

 

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

أَلَمْ يَرَوْا كَمْ أَهْلَكْنَا مِنْ قَبْلِهِمْ مِنْ قَرْنٍ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْأَرْضِ مَا لَمْ نُمَكِّنْ لَكُمْ وَأَرْسَلْنَا السَّمَاءَ عَلَيْهِمْ مِدْرَارًا وَجَعَلْنَا الْأَنْهَارَ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهِمْ فَأَهْلَكْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْ وَأَنشَأْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ قَرْنًا آخَرِينَ

 

“Görmediler mi ki, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz, gökten üzerlerine bol bol yağmurlar indirip evlerinin altından ırmaklar akıttığımız nice nesilleri helâk ettik. Biz onları, günahları sebebiyle helâk ettik ve onların ardından başka nesiller yarattık.” (6/En’âm, 6)

 

 

 

Helâk; Anlam ve Mâhiyeti

“Helâk”in sözlük anlamı, mahvolmak, yok olmak, yıkıma uğramaktır. Kur’an literatüründe “helâk” şekliyle masdar halinde geçmeyen bu kelime, çoğunlukla fiil halinde bulunur. Helâk, yok olmak, ölmek demektir. Râgıb’a göre helâk üç türlüdür:

Birincisi: Var olan bir şeyin yok olması, elden çıkmasıdır. “Heleke annî sultâniyeh ‘Gücüm (saltanatım) benden yok olup gitti” (69/Haakka, 29) âyetinde bu tür helâkten söz edilmektedir.

İkincisi: Bir şeyin değişim ve bozulma yoluyla yok olmasıdır. “Heleke’t-taâm”: Yemek bozuldu, demektir. “Dönüp gittimi (veya iş başına geçtimi) yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli helâk (yok) etmeye (yühlike) çalışır; Allah da fesâdı/bozgunculuğu sevmez.” (2/Bakara, 205) âyetindeki ihlâk/helâk etme de de bir şeyi bozarak yok etmektir.

Üçüncüsü de ölmektir: “Senden fetvâ istiyorlar. De ki: ‘Allah size ana-babasız ve çocuksuz kişinin mîrâsı hakkında hükmünü şöyle açıklıyor: Ölen (heleke; helâk olan) kişinin çocuğu yok, bir kız kardeşi varsa, bıraktığı malın yarısı o (kızkardeşi)nindir.” (4/Nisâ, 176); “Daha önce Yûsuf da size açık beyineler/kanıtlar getirmişti. Onun getirdiklerinden de kuşkulanıp duruyordunuz. Nihâyet o helâk olunca/vefat edip ölünce (heleke): 'Allah ondan sonra elçi göndermez' dediniz. İşte Allah, aşırı giden, şüpheci kimseleri böyle saptırır." (40/Mü'min, 34); "Dediler ki: ‘Ne varsa dünya hayatımızdır, başka bir şey yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi zamandan başkası helâk etmiyor.’ Fakat onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zannediyorlar." (45/Câsiye, 24) âyetlerinde helâk, ölüm anlamındadır.

Azâba, korkuya, yoksulluğa da helâk denilir. Râğıb, aşağıdaki âyetleri bu tür helâke örnek vermektedir: “Onlar hem (insanları) ondan (Peygamber’e yaklaşmaktan) menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar. Böylece yalnız kendilerini mahvediyorlar (helâk ediyorlar), ama farkında değiller!” (6/En'âm, 26) “Bunlardan önce nice nesilleri/kuşakları helâk ettik...” (19/Meryem, 98; 50/Kaf, 36) ve benzeri âyetler. İçimizden bazı beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk mi edeceksin?” (7/A'râf, 155); “Yahut: ‘(Ne yapalım) Daha önce babalarımız (Allah'a) şirk/ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesil old(uğumuz için öyle yapt)ık. (Gerçekleri) iptal edenlerin yaptıkları yüzünden bizi helâk mi ediyorsun?’ demeyesiniz diye (sizin Rabbiniz olduğum hakkında sizleri şâhid tutmuştuk).” (7/A'râf, 173)

Tehlike (tehlüke): Helâk kökünün türevlerinden olan “tehlüke”: Helâke Sebep olan, helâke götüren şeydir: “(Mallarınızı) Allah yolunda infak edip harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın, ihsân/iyilik edin, doğrusu Allah Muhsinleri, iyilik edenleri sever.” (2/Bakara, 195). Bu âyette müslümanlara, Allah yolunda mallarını infak edip harcamaları, cimrilik edip kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atmamaları, iyilik etmeleri, Allah'ın, iyilik edenleri sevdiği buyurulmaktadır.

Savaşla ilgili âyetlerin ardından gelen bu âyet, savaş masraflarını karşılamak için müslümanları Allah için mal-para vermeye teşvik etmektedir. Çünkü savaş, paraya dayanır. Mâlî destek olmadan savaşı sürdürmek mümkün değildir. Savaş masraflarının, müslümanlar tarafından karşılanması gerekir. Şâyet Müslümanlar cimrilik eder, savaş masraflarını karşılamazlarsa kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atmış olurlar. Çünkü kendilerinden güçlü ordulara, yenilip perişan olurlar. Âyetin sonunda Allah'ın, iyilik edenleri sevdiği belirtilmek sûretiyle Allah yolunda mal-para harcamanın önemi vurgulanıyor.

Buhârî'nin Huzeyfe'den naklettiğine göre âyet sadaka/infak hakkında inmiştir. Müslümanların İstanbul'u kuşattığı sırada bir müslüman, düşman saflarına hücum edip düşmanın arasına dalmış, sonra çıkıp gelmiş, herkes ona: "Subhânellâh! Kendisini tehlikeye attı!" diye bağırmış, Ebû Eyyûb (el-Ensârî) onlara: "Siz, âyeti yanlış yorumluyorsunuz. Bu âyet biz Ensâr hakkında inmiştir. Allah, dinini güçlendirip, dinin yardımcıları çoğalınca biz kendi aramızda: ‘Keşke artık biz mallarımızın başına dönsek de onlara baksak!’ demiştik de Allah bu âyeti indirdi." demiştir (Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, II/361-362; İbn Kesir, Tefsir, I/229). (1)

Toplumsal Helâkler: Allah Teâlâ insanoğlunu yeryüzüne gönderdiği günden beridir onu kılavuzsuz bırakmamış, görevlendirdiği peygamber ve onlara indirdiği kitaplarla insanlara uyarıda bulunmuştur. İnsanların gerçekleri görüp idrâk etmesi ve peygamberlerin kendi katından olduğunu isbat etmesi için de mûcizelerle desteklemiştir. Allah, uyarıcı olarak görevlendirdiği elçilerine iman etmeyen ve mûcizeleri eğlence konusu yapan toplumları da helâk etmiştir.

“Kendilerine âyetlerimiz ayan beyan okunduğu zaman inkâr edenlere: ‘İki topluluktan hangisinin (dünyadaki) mevki ve makamı daha hayırlı, meclis ve topluluğu daha güzeldir?’ dediler. Onlardan önce de, eşya ve görünüş bakımından güzel olan nice nesiller helâk ettik. De ki: ‘Kim dalâlette/sapıklıkta ise, çok merhametli olan Allah ona mühlet verir. Nihâyet kendilerine vaad olunan şeyi -ya azâbı (mü’minler karşısında yenilgiyi) veya kıyâmeti- gördükleri zaman, mevki ve makamı daha kötü ve topluluğu daha zayıf olanın kim olduğunu çok geçmeden görecekler.” (19/Meryem, 73-75)

Bir toplumu helâke sürükleyen aşamaları âyetlerden takip edelim: “Nûh’u kavmine peygamber olarak göndermiştik. ‘Ey kavmim’ dedi. ‘Sizin için kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a ibâdet edin; zira ben üzerinize gelecek şiddetli bir günün azâbından korkuyorum!’ Kavminin ileri gelenleri: ‘Biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz!’ dediler. Nûh da şöyle cevap verdi: ‘Ey kavmim, bende hiçbir sapıklık yoktur; fakat ben, âlemlerin Rabbı tarafından gönderilen bir peygamberim. Size Rabbimin haberlerini duyuruyorum. Size nasihat ediyorum ve Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Sizi uyarmak için, sakınmanız ve belki merhamet olunmanız için kendi içinizden bir adam vasıtasıyla size Rabbinizden bir ihtarın gelmesine hayret mi ediyorsunuz?’ Onu yalanladılar. Bunun üzerine Biz de onu ve onunla birlikte gemide olanları kurtardık, âyetlerimizi yalanlayanları ise, suda boğduk. Zira onlar kör bir toplumdu.” (7/A’râf, 59-64)

A’râf sûresinin devam eden âyetleri sırasıyla Âd kavminin, Semûd kavminin, Lût kavminin ve Medyen kavminin helâklerini peşi peşine anlatmaktadır (bkz. 7/A’râf, 65-93). Sonra şu prensip açıklanmaktadır: “Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, halkı (peygambere başkaldırmasınlar ve Bize) yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır. Sonra kötülüğü (yoksulluk ve darlığı) değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik, nihâyet çoğaldılar ve ‘Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu’ (onlar da sıkıntılı ve sevinçli günler geçirmişlerdi) dediler. Biz de onları, hatırlarından geçmediği bir anda ansızın yakaladık.” (7/A’râf, 94-95)

A’râf sûresi, devam eden âyetlerle yine helâk tarihini anlatmaya devam eder. Mûsâ (a.s.) ve Firavun toplumları arasında geçen olaylar ve sonuçta Hz. Mûsâ’nın kavminin kurtuluşa ermesi, Firavun ve taraftarlarının denizde boğulmak sûretiyle helâk edilişleri dile getirilir (bkz. 7/A’râf, 103-136). Sonra da İsrâiloğullarının çeşitli sebeplerle helâklere uğraması anlatılır.

 

 

 

 

 

Kur’an’da Sünnetullah ve Toplumlarla İlgili Sünnetullah Özellikleri

Kur’an’da toplumsal sünnetullah özelliklerini şu maddeler halinde, ana başlıklarıyla sunabiliriz:

I. Toplumların Yapılarıyla İlgili Sünnetullah Özellikleri

İnsan, toplumsal bir varlıktır.

Toplumlar canlı (hayatî) bir yapıya sahiptirler.

Toplumlar yasalara (sünen/sünnetler) sahiptir.

Toplumsal yasalarda değişme olmaz.

Toplumların belirli hayat süreçleri (ecel) vardır.

Toplumlar değişkendirler.

Toplumların gelecekleri kendi davranışlarına bağlıdır.

Bütün toplumlar elçiler aracılığıyla uyarılmıştır.

Elçi gönderilmeyen toplumlar helâk edilmezler.

Helâk edilen toplumlarca bütün elçiler yalanlanmıştır.

Toplumun önderleri, toplumdan sorumludur.

Toplumların mânevî yönleri maddî yönlerinden önceliklidir.

II. Mü’min Toplumlarla İlgili Sünnetullah Özellikleri

Yeryüzüne mü’min toplumlar hâkim olacaktır.

Allah mü’minlerle beraberdir ve onlara yardım eder.

Allah, dinine yardım edenlere yardım eder.

Mü’minler, kâfir toplumlar helâk edilirken kurtarılırlar.

Mü’min toplumlar, öncekilerin başına gelenlerle deneneceklerdir.

Mü’minler yeryüzünde baskıya mâruz kalırlarsa, hicret etmelidirler.

III. Kâfir toplumlarla ilgili Sünnetullah Özellikleri

Kâfir toplumlar varlıklarını sürdüremezler.

Kâfir toplumlar hemen helâk edilmezler.

Allah kâfir toplumları, belki inanırlar diye sıkıntılar ve bolluklarla imtihan eder.

Kâfir toplumlar inkârdan vazgeçip inanırlarsa Allah affeder.

Azap geldikten sonra kâfirlerin inanması fayda vermez.

Ataları körü körüne taklit etmek, toplumları felâkete götürür.

 

 

 

Helâk Konusunda Sünnetullah

Allah’ın helâk etmesiyle ilgili olarak toplumlarla ilgili değişmez kanunu Kur’an’da çok açık bir şekilde anlatılır. Ana başlıklar halinde bu konudaki sünnetullah’ı şöyle maddeleştirebiliriz:

Toplumların gelecekleri kendi davranışlarına bağlıdır (10/Yûnus, 44; 8/Enfâl, 51; 13/Ra’d, 31; 30/Rûm, 41; 42/Şûrâ, 30; 37/Saffât, 39; 91/Şems, 14; 7/A’râf, 147; 6/En’âm, 70; 56/Vâkıa, 24; 91/Şems, 9-10).

Bütün toplumlar, elçiler aracılığıyla uyarılmıştır (13/Ra’d, 7; 35/Fâtır, 24; 16/Nahl, 36; 15/Hicr, 10; 28/Kasas, 47; 20/Tâhâ, 134; 4/Nisâ, 165, 5/Mâide, 19; 16/Nahl, 35-36).

Elçi gönderilmeyen toplumlar helâk edilmezler (26/Şuarâ, 208-209; 6/En’âm, 130-131; 17/İsrâ, 15; 20/Tâhâ, 133-134).

Helâk edilen toplumlarca bütün elçiler yalanlanmıştır (38/Sâd, 14, 16; 50/Kaf, 12-14; 26/Şuarâ, 5, 136; 36/Yâsin, 30, 48; 6/En’âm, 33; 7/A’râf, 77...).

Toplumun önderleri toplumdan sorumludur (7/A’râf, 38; 38/Sâd, 61; 33/Ahzâb, 30-32; 40/Mü’min, 46-47; 34/Sebe’, 31-33; 28/Kasas, 63; 7/A’râf, 86, 90; 10/Yûnus, 83; 9/Tevbe, 34; 11/Hûd, 116).

Toplumların mânevî yönleri, maddî yönlerinden önceliklidir (34/Sebe’, 45; 40/Mü’min, 21, 82; 30/Rûm, 9; 41/Fussılet, 15-16; 19/Meryem, 73-74; 8/Enfâl, 19; 2/Bakara, 249; 28/Kasas, 76-82; 68/Kâlem, 17-33).

Kâfir ve zâlim toplumlar, çok uzun zaman varlıklarını sürdüremezler (6/En’âm, 6; 7/A’râf, 94-95; 10/Yûnus, 13-14; 17/İsrâ, 16; 18/Kehf, 59; 19/Meryem, 73-75; 22/Hacc, 45).

Kâfir ve zâlim toplumlar hemen helâk edilmezler (7/A’râf, 182-183; 13/Ra’d, 32; 22/Hacc, 44, 48; 23/Mü’minûn, 54-56; 3/Âl-i İmrân, 178).

Allah, kâfir ve zâlim toplumları, belki inanırlar diye sıkıntılar ve bolluklarla imtihan eder (32/Secde, 21; 7/A’râf, 130; 6/En’âm, 42; 43/Zuhruf, 48; 32/Secde, 21; 30/Rûm, 41; 6/En’âm, 42-44; 7/A’râf, 94-95).

Kâfir ve zâlim toplumlar, inkâr ve isyandan vazgeçip iman ederlerse Allah affeder, helâk etmez (5/Mâide, 65-66; 4/Nisâ, 110; 16/Nahl, 119; 6/En’âm, 43, 48; 27/Neml, 11, 46; 10/Yûnus, 98; 37/Saffât, 148).

Azap geldikten sonra kâfirlerin inanması, fayda vermez (10/Yûnus, 90-91; 4/Nisâ, 18; 40/Mü’min, 84-85).

Ataları körü körüne taklit etmek, toplumları felâkete götürür (26/Şuarâ, 69-74; 11/Hûd, 109; 37/Saffât, 69-70; 2/Bakara, 170; 5/Mâide, 104; 23/Mü’min, 24; 11/Hûd, 62, 87; 7/A’râf, 70).

 

 

 

Helâklerin Sebepleri

Helâkler ve toplumsal çöküşler; itikâdî, ahlâkî, siyasî ve sosyo ekonomik sebeplere bağlanabilir. Ama, esas sebep, itikadîdir. Diğer sebepler, bu temel sebebe bağlı hususlardır.

Helâk ve toplumsal çöküşlerin itikadî sebeplerini şirk, küfür, irtidat, nifak, tekzîb, fısk, istikbâr, istihzâ, geleneğe körü körüne bağlılık yani atacılık olarak sınıflandırmak mümkündür.

Ahlâkî nedenleri de günahlar, haddi aşmak, fitne ve fesat, bencillik, ihtilâf ve tefrika, ıslah mekânizmasının olmayışı olarak değerlendirebiliriz.

Siyasî sebepleri ise; zulüm, kötülüğü yaygınlaştırma ve fesat, yönetici seçkinlere (tâğutlara) mutlak itaat olarak özetleyebiliriz.

Sosyo-ekonomik nedenleri ise; nankörlük, zenginlik ve maddî refah, israf ve tebzîr (saçıp savurma), ticârî ilişkilerde adâletsizlik olarak sıralamak mümkündür (Geniş bilgi için bak. Ejder Okumuş, Kur’an’da Toplumsal Çöküş, İnsan Y.)

Toplumların helâklerinin temel sebeplerini, âyetlerden yola çıkarak şöyle izah etmek mümkündür:

a- Uyarıcıları Yalanlama: Uyarıcıların getirdiği gerçeklere sırt çevirip onların doğru olmadığını, gerçekten Allah katından gelmediğini iddia edip uyarıcıları sapıklıkla itham ederek atalarının yolunda yürümeye devam etmeleri, o toplumun helâke uğramalarının bir sebebidir (bkz. 7/A’râf, 94).

b- Başlarına Gelen Belâ ve Musîbetlerden Ders Almama: Allah Firavun’un kavmine, doğru yola gelmeleri için çeşitli belâlar veriyor. Onları ürün kıtlığına uğratıyor, tûfân, çekirge, kurbağa, kan gibi belâlarla karşı karşıya getiriyor, fakat onlar hiç ibret ve ders alma yoluna gitmiyorlar. Başlarına gelen felâketi Hz. Mûsâ ve kavminin uğursuzluğuna yoruyorlar. Bu belâdan kurtulunca da, bunu kendi iyiliklerine ve haklılıklarına delil görüyorlar. Zaman zaman Hz. Mûsâ’ya gelip Allah’ın kendilerine musallat ettiği belâları kaldırması için duâ etmesini istiyorlar. Mûsâ (a.s.) da duâ edip Firavun ve taraftarları bu belâdan kurtulunca da, yine eski saygısızlıklarına ve zulümlerine devam ediyorlar (bkz. 7/A’râf, 130-136).

c- İstikbâr (Büyüklük Taslama): Helâke uğrayan toplumların başta gelen özellikleri istikbâr ve ona bağlı olarak peygamberlere karşı çıkıştır. Büyüklenerek kendilerini yücelten, hem Allah’a, hem de küçük gördükleri insanlara karşı kibirlenerek kendilerini öne çıkaran toplumlar, büyüklenmeyle birlikte getirdikleri aşırı sosyal farklılaşma ve çözülme, haktan sapma, şımarma, zulüm, baskı ve işkence, hoşgörüsüzlük, toplumsal birliği bozma, ekonomik gücü tekelleştirme ve nihâyet kendilerini bunlardan vazgeçirmek için gelen peygamberi ve Allah’tan getirdiği âyetleri alaya alıp tahkir etme gibi olumsuz davranışları yüzünden helâk edilmişler, ortadan kaldırılmışlardır.

Helâke uğrayan her toplumun ortak yanlarından birisi, kendilerine azap tehdidi ile gelen uyarıcılara karşı büyüklük kompleksine kapılmak, zayıfları ezip sömürmek olmuştur. Bu kompleks ile Allah’ın âyetlerine kulak tıkayıp sırt çevirmişlerdir. “Kavminin küfreden ileri gelenleri şöyle demişti: ‘Biz seni beyinsizlik içinde görüyoruz ve senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz.” (7/A’râf, 66). “Kavminin büyüklük taslayan ileri gelenleri: ‘Ey Şuayb, ya seni ve seninle birlikte iman edenleri mutlaka ülkemizden çıkaracağız ya da siz bizim yolumuza döneceksiniz!’ dediler.” (7/A’râf, 88) “Biz bir ülkeyi helâk etmeyi murâd ettiğimiz zaman, oranın nimet ve refahtan şımarmış elebaşlarına emirlerimizi bildiririz. Onlar ise orada bozgunculuk yaparlar, kötülük işlerler. Artık onun üzerine hüküm hak olur ve o ülkeyi kökünden helâk ederiz.” (17/İsrâ, 16)

Âd kavmi, büyüklenerek Allah’ın âyetlerini yalanladığı için, dondurucu kasırga (sarsar) azâbına uğradı (41/Fussılet, 15-16). Semûd kavmi, müstekbirliğin sonucu olarak bir sarsıntı tuttu, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler (7/A’râf, 77-79) Hz. Şuayb’ı ve iman edenleri tehdit eden Medyen halkının bu müstekbirliği yüzünden bir sarsıntı tuttu, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler; sanki hiç yaşamamış gibi oldular, izleri bile kalmadı (7/A’râf, 91-93). Müstekbirlerin en önemli sembol tipi olan Firavun ve çevresi, bunun karşılığını gördü: Önce su baskını, çekirge, haşerât ve kurbağa istilâsını ve kan musallat oldu. Bunlardan kurtulurlarsa iman etme sözü verdikleri halde, yine sözlerinden cayarak inanmadılar; Sonunda denizde boğuldular (7/A’râf, 132-137).

“Zâlimler, ölüm dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: ‘Haydi (bakalım, bizim elimizden) canlarınızı kurtarın, Allah’a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O’nun âyetlerine karşı istikbâr etmenizden/kibirlilik taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azâbı ile cezâlandırılacaksınız!’ derken onların halini bir görsen!” (6/En’âm, 93)

d- Zulüm: Allah, toplumları zulüm işledikleri için helâk eder. Allah’ın âyetlerine, mûcizelerine, peygamberlerine, mü’minlere zulmeden ve inkârcılıkta direnen toplumlara uyarılar fayda etmeyince Allah’ın gazâbı ve azâbı hak olur. “Nice ülkeler vardır ki, zâlim oldukları için Biz oları helâk ettik. Şimdi o ülkelerde duvarlar, (çökmüş) tavanların üzerine yıkılmıştır. Nice kullanılmaz hale gelmiş kuyular ve (ıssız kalmış) büyük saraylar vardır (oralarda).” (22/Hacc, 45) İşte şu ülkeler; zulmettikleri zaman onları helâk ettik. Onları helâk etmek için de belli bir zaman tayin etmiştik.” (18/Kehf, 59)

 

 

 

Zulmün Cezâsı

Hakkın/doğrunun ve Adâletin ölçülerini koyan Allah, zâlimleri cezâlandırmak sûretiyle adâleti gerçekleştirmiş olur. Çünkü O, Âdil-i mutlaktır. Zulmün cezâsı esas olarak âhirette verilecektir. Çünkü bu dünya, ödül ve cezâ yeri değil; imtihan yeridir. Hesap ve mahkeme âhirette görülecek, hak edenlere cezâları orada verilecektir. Ancak, bazı azgın zâlimlerin cezâsı dünyada verilmeye başlanır. Çünkü cezâsı en çabuk ve hatta daha dünyada iken verilen suçlardan biri ve en önemlisi, zulüm; özellikle başkalarına yapılan zulümdür. Zulmün bazısı affedilebildiği gibi, bazısı da kesinlikle azâbı, hem de ebedî azâbı gerektirir. Zulmün affı ise, tevbeye bağlıdır. Zâlimlerin tevbesini kabul, Allah’a kalmıştır (3/Âl-i İmrân, 128). Allah, insanların zulümlerine rağmen onları bağışlayabilir. Cezâlandırması da çetindir (13/Ra’d, 6). Zulmedenler, âhirette, yeryüzündeki herşeyi, azâbın fidyesi olarak vermeye râzıdır. Ama artık onların hiçbir fidyesi kabul edilmez (10/Yûnus, 54; 39/Zümer, 47).

Günah işleyip kendisine yazık eden, nefsine zulmedenler, af dilemeli, tevbe etmelidir: “Kim zulmettikten sonra tevbe eder ve halini düzeltirse, Allah da tevbesini kabul eder.” (5/Mâide, 39). “Ve onlar, bir fâhişe/kötülük yaptıklarında veya nefislerine/kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe, istiğfâr ederler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.” (3/Âl-i İmrân, 135). Bu tevbe ile affedilen zulüm, başkalarının hukunun çiğnendiği, başkalarına karşı yapılan zulüm değildir. Bu tür zulmün affedilmesi için, o kişinin hakkını helâl etmesi şarttır.

Allah, zâlmleri sevmediği (3/Âl-i İmrân, 40, 57) gibi, onlardan intikamını alır (15/Hicr, 78-79). “...Biz ahâlisi zâlim olanlardan başkasını helâk edici değiliz.” (28/Kasas, 59). Bu dünyada helâke uğrayan Nûh kavmi, suda boğulmayla (23/Mü’minûn, 28), Âd kavmi, korkunç sesli azgın kasırgaya tutulmakla (23/Mü’minûn, 41), Lût kavmi üstlerinden taş yağmasıyla (11/Hûd, 82), Medyen halkı depremle (7/A’râf, 91), Eyke’liler buluttan ateş yağmasıyla (26/Şuarâ, 189), Firavun ve adamları suda boğulmakla (7/A’râf, 136) helâk olmayı hak etmişlerdir. Yoksa “Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (18/Kehf, 49).

Zâlimin Dünyada Cezâlandırılması: Her zaman değilse de, zâlim, başkasına yaptığı zulmünden dolayı, daha dünyada iken cezâ görür. Buna şu hadis delil olmaktadır: "Allah'ın, âhirete saklamakla beraber, bağy ve sıla-i rahim gibi daha dünyada iken sahibine cezâyı lâyık gördüğü hiçbir günah yoktur." (Ebû Dâvud; Avnu'l Ma'bûd, Şerh-i Sünen-i Ebî Dâvud, 13/244) Allah, bağy, yani zulüm ve İslâmî yönetime karşı gelmek, bir de sıla-i rahim, yani başta anne baba olmak üzere akrabalarla ilişkiyi kesmek gibi bir günahın cezâsını Allah esas olarak âhirete bırakmakla birlikte, işleyene âcilen verdiği başka bir günahın cezâsı yoktur. "Mazlumun bedduâsından sakınma"yı emreden hadis de, bu cezânın âcilen verildiğini hatırlatır.

Fakat bu dünyevî durum; "her zâlim, daha dünyada iken hemen cezâlanır", şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü, zâlime mühlet vermesi (imhâl), Allah'ın sünnetindendir. Onu cezâlandırmayı ihmal etmesi sözkonusu değildir; ama imhâl etmesi mümkündür. Bazen onu dünyada cezâlandırmaması, bizim bilmediğimiz, ama Allah'ın bildiği, ona nimet verip zulmünü ve küfrünü artıracak fırsat vererek hak ettiği azâbını artırması gibi bir hikmetten dolayıdır. Veya o mazlum başkalarına zulmetmiştir de, düştüğü durum, onun zulmünün bir cezâsı olarak karşısına çıkmıştır. Ya da Allah, zâlimin ileride düzelip samimi bir tevbe edeceğini veya mazlumun kendine zulmedenden ileride hakkını alacağını biliyordur. Allah'ın zâlimin cezâsını geciktirmesi veya âhirete bırakmasında başka hikmetler de olabilir. Bütün hikmetleri kavramamıza imkân yoktur. Ancak, zulüm, yukarıdaki hadiste belirtildiği gibi, zulmü yapana cezânın tez gelmesini sağlar. Zulme uğrayanın duâsı da makbuldür; Ki o, çoğu zaman kendisine zulmedene âcil bir intikamla bedduâ eder.

Allah, Bazen Bir Zâlimi Diğer Bir Zâlimin Üzerine Musallat Ederek Cezâlandırır: Allah'ın zulüm ve zâlimler hakkındaki bir sünneti/kanunu da, bireyleri birbirine zulmeden bir toplumun başına, yaptıklarının bir cezâsı olarak, zâlim bir yöneticiyi ve yönetimi musallat etmesidir. "İşte kazandıkları (günahları)ndan ötürü zâlimlerden bir kısmını diğer bir kısmının peşine böyle takarız." (6/Enâm, 129). Dolayısıyla Allah, zulmün cezâsı olarak, zâlimi zâlime musallat kılar, o da onları zillet ve felâkete götürür. Nefsine zulmeden günahkâr zâlim, halkına zulmeden zâlim yönetici ve ticaretinde insanlara zulmeden hilekâr tüccar gibi bütün zâlimler bu âyetin tehdit eden kapsamına girmektedir. Fahreddin Râzi, bu âyetin tefsirinde şöyle der: Âyet gösteriyor ki, halk ne zaman zâlim durumda olurlarsa, Allah onlara başka bir zâlimi musallat eder. Bu zâlim yöneticiden (ve yönetimden) kurtulmak istedikleri zaman da zulmü terkederler. Hadis-i şerifte: "Nasılsanız öyle yönetilirsiniz" buyrulmaktadır (Tefsir-i Âlûsi, 8/27). "Zâlim, Allah'ın kılıcıdır. Yoldan çıkmış azgınları onunla cezâlandırır; sonra o zâlimden de intikamı alır.(Hadis-i Şerif). Bu, zâlimler için bir tehdittir. Eğer zulmünden vazgeçmezse, Allah ona diğer bir zâlimi musallat eder. "De ki: 'Allah'ın azâbı size ansızın veya açıkça gelirse, zâlimlerden başkası mı yok olur!" (6/En'âm, 47)

Zâlimler Kurtulmazlar: Allah'ın zulüm ve zâlimler hakkındaki sünnetinden birisi de, onların, âhirette kurtulmayacakları gibi, dünyada da iflâh olmamalarıdır. "De ki: 'Ey kavmim, gücünüz yettiğince yapacağınızı yapın, ben de yapacağımı yapıyorum. Yakında (dünya) yurdu(nu)n sonunun kimin olduğunu bileceksiniz. Muhakkak ki zulmedenler, kurtuluş yüzü görmezler!" (6/En'am, 135)

Nice Kavim Kendi Zulümleriyle Helâk Olmuştur: Zulüm ve zâlim konusundaki sünnetullahın biri de toplumların kendi zulümleriyle helâk olmalarıdır. Bu kanunun izahı kabilinden Kur'an'da pek çok âyet bulunmaktadır: "Böylece (hiç bir fert kalmamak üzere) zulmeden toplumun kökü kesildi." (6/En'âm, 45) "Zâlimlerden başkası mı helâk olur!" (6/En'âm, 47) "...Zulmettiklerinden dolayı nice toplumları helâk ettik, (onları helâk etmeseydik bile) iman edecek değillerdi. İşte Biz suçlu kavimleri böyle cezâlandırırız." (10/Yûnus, 14) "(Halkı) zâlim olan nice beldeyi kırıp geçirdik; arkasından da başka nice topluluklar vücuda getirdik." 21/Enbiyâ, 11)

Zâlim Toplumların Helâki İçin Belli Bir Ecel (Süre) Vardır: Zâlim milletlerin yok olması için belli bir ecel söz konusudur. "Her ümmetin takdir edilmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman, ne bir saat geri kalırlar, ne de ileri giderler." (6/A'râf, 34; 10/Yûnus, 49) Zâlim milletler, belli bir süre yaşarlar, sonra ecelleri gelir, yok olurlar. Tıpkı ömrünün müddeti bitip eceli geldiğinde bir insanın ölüp yok olması gibi. Bunu şöyle izah etmek mümkündür: Bir millet içerisinde zulüm, insandaki hastalık gibidir. Hastalık, kendisi için takdir edilen sürenin bitiminden sonra hastanın ölümünü hızlandırır. Bu sürenin bitimiyle artık onun ölüm zamanı yaklaşmıştır. Aynı şekilde millet içerisinde zulüm, Allah'ın ecel olarak bildirdiği belirli müddetin bitmesiyle yıkıma, yok olmaya götüren zulüm mikroplarıyla o milletin helâkinı hızlandırır. Allah'ın milletlerin ecelleri için koymuş olduğu müddet, adâlet ve zulüm gibi âmillere bağlıdır. Bütün zâlimleri cezâlandırma hususunda O'nun sünneti/kanunu böyledir. Bu her zaman için geçerli bir kanundur. (2) #9;

Bir Devlet, Küfür İle Ayakta Durabilir Ama Zulümle Duramaz: "Halkı sâlih ve muslih (ıslahatçı) olduğu halde Rabbin bir haksızlık ile memleketleri (yıkıp) helâk etmez." (11/Hûd, 117) Bir devleti, yalnız küfrü sebebiyle helâk etmesi, Allah'ın sünnetinden değildir. Fakat devlet, küfrüne zulüm eklerse durum farklı olur.

Devletin zulüm sebebiyle helâk olması konusunda Abdülkerim Zeydan şöyle der: Aslında devletin zulmü bertaraf edip mazlumları himâye ederek zâlimleri cezâlandırması beklenir. O yüzden zulmün en ağır ve en acı olanı, seni korumakla yükümlü olandan gelen zulümdür. Zulmün bu ve diğer çirkin çeşitlerini bizzat devlet uygular veya göz yumar, yahut yardımcı pozisyonunda bulunursa, halkın zihninde kötü bir izlenim bırakır; devlet hakkında var olan ümitleri korku ve endişeye dönüşür ve devlete olan güvenleri sarsılır. Ayrıca bu durum, onları devleti önemsememeye, idareyi zayıflatmaya, yönetimin devamından yana olmamaya ve onu müdâfa etmemeye sevkeder. Daha kötüsü, onları devletin yıkımını, düşman istilâsıyla bile olsa yok olup gitmesini isteme gibi bir düşüncenin kucağına atar. Sonra da lisân-ı halleriyle şöyle derler: "Devlet, artık bizim için güven duyduğumuz, himâye gördüğümüz, haklarımızın korunması konusunda huzur içinde olduğumuz ve zâlimlerin düşmanlıklarına meydan verilmeyen büyük bir ev durumunda değildir." Zulüm, bilfiil devlet eliyle devam ederse, zâlimler himâye görür, zulümleri örtbas edilirse, iş, devleti kendilerine düşman gören insanlarla işbirliği yapıp devleti yıkmak üzere harekete geçen mazlumlara kalır. Zulmederek halkını bu hale düşüren, bu konuda zâlime yardımcı olan ve zulme engel olmayan devletin durumu budur." (3)

Zulmün Cezâsından Ümmeti Korumanın Yolları: Zulüm, ümmetin helâkine sebep olunca, zulme râzı olmamak, zâlime karşı çıkmak, zulmüne engel olmak, ona boyun eğmemek ve meyletmemek şer'an vâciptir. Ümmet ancak bununla içine düştüğü zulmün sebep olduğu helâkten ve hak ettiği cezâya çarpılmaktan kurtulur.

Zulme Râzı Olmamak: Zulüm yapana zâlim, zulme uğrayana da mazlum denildiğini hatırlayalım. Zulme rızâ da zulümdür. Bir zâlimin zulmüne engel olmak için çalışmamak, susup oturmak, onun zulmüne ortak olmak demektir. Zulümle mücâdele yalnızca mazlumların görevi değildir. İnsanlık onuru taşıyan, insan haklarının değerini bilen herkes zulümle ve zulmün uygulayıcısı zâlimlerle mücâdele etmelidir.

Kur’an, mü'minlere, zulme uğrayanlar uğruna mücâdele etmeyi, hatta savaşmayı emrediyor (4/Nisâ, 75). Zulme karşı mücâdele edenler haklıdırlar ve onlara bir kınama yoktur. Ama zâlimler için en uygun cezâlar vardır (42/Şûrâ, 42). Zulmedenler, tevbe edip zulümlerinden vazgeçmedikçe ve hakları sahiplerine vermedikçe, kendileri için bir kurtuluş yoktur. Zâlimin sonu kötü; zulmün sonu çöküştür (6/En’âm, 135; 28/Kasas, 37).

Mü’minler, birbirlerinin dostu olan yahûdi ve hıristiyanları dost edinemez, onları dost edinen onlardandır. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez (5/Mâide, 51). Mü’minlerle din uğrunda savaşanları, onları yurtlarından çıkaranları ve çıkarılmasına yardım edenleri dost edinmek haramdır. Onları dost edinen zâlimdir (60/Mümtehine, 9). Böyle olmayanlara iyi ve âdil davranılır, çünkü Allah iyi ve âdil olanları sever. Mü’minler, küfrü imana tercih eden babalarını ve kardeşlerini de dost edinemez. Onları dost edinenler, kendilerine zulüm/yazık etmiş olurlar (9/Tevbe, 23). Zâlimin dostu yine bir zâlimdir (45/Câsiye, 19) Allah, zâlimlerin bir kısmını, kazandıklarından ötürü, diğer bir kısmına musallat eder (6/En’âm, 129).

İnsanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere karşı durulmalıdır (42/Şûrâ, 42). Bozgunculuğa engel olunmalıdır. Kendilerine verilen nimete karşı haksızlık edenlere uyanlar suçludur (11/Hûd, 116). Cehennem görevlilerine; zulmedenleri, onlarla işbirliği edenleri cehenneme atmaları emredilir: “(Allah, meleklerine emreder:) ‘Zâlimleri, onların arkadaşlarını/işbirliği edenleri ve Allah’tan başka tapmış oldukları putları toplayın. Onlara cehennemin yolunu gösterin. Böylece onları tutuklayın, çünkü onlar suçludurlar.” (37/Saffât, 22-24). Hz. Peygamberimiz’e (ve dolayısıyla bütün mü’minlere) zâlimlerden uzak durma emri verilmiştir: “Âyetlerimiz hakkında (ileri geri konuşmaya) dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak ol (meclislerini terk et). Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk) o zâlimler topluluğu ile oturma.” (6/En’âm, 68). Zulmedenlerden değil; Allah’tan korkmak gerekir (2/Bakara, 150). Zâlimlere yönelinmez, mü’minlerin Allah’tan başka dostu yoktur, aksi halde yardım da görmezler (11/Hûd, 113). Zâlimler için Allah’a başvuruda bulunulmaz (11/Hûd, 37); 23/Mü’minûn, 27).

Kur’an’ın insanlara gönderiliş sebeplerinden biri de, yaptıklarından vazgeçsinler diye zâlimleri korkutmak ve tehdit etmektir (46/Ahkaf, 12).

Her gece yatmadan önce, Rabbimizle ahdimizi tazeliyor, Vitr namazında Kunut duâlarıyla O’na söz veriyoruz: “Yâ Rabbi! Sana karşı fücur işleyen günahkârları, zâlim ve fâcirleri hal’ edeceğiz (makamlarından al aşağı edip indireceğiz). Onları terk edeceğiz.” Mü’min, sözünde duran kimsedir; hele Allah’a verdiği sözden hiçbir şekilde caymaz. Eğer bu konuda gücü yoksa, küfre boyun eğip zillet içinde, ezilmiş ve müstaz’af olarak zâlimlerin emrinde ve zulmünde yaşamaktansa Allah’ın geniş arzında daha müslümanca/özgürce yaşayabileceği yere hicret etmelidir. Zulme uğratıldıktan sonra, Allah yolunda hicret edenleri, Yüce Allah, dünyada güzel bir yerde yerleştirir, âhiret ecri ise daha büyüktür (16/Nahl, 41). Zulüm beldesinden göç etmeyip, orada müstaz’af (zavallı/ezilen) olarak yaşamayı da, kendine zulüm olarak adlandırır, bunların sorumlu tutulacağını belirtir (4/Nisâ, 97). Buna göre, zulme rızâ gösterip karşı çıkmamak da bir çeşit zulümdür, zâlimle işbirliğidir.

Kur’an’ın savaşa izin veren (seyf/kılıç) âyetinin gerekçesi, zulme uğramaktır: “Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere) zulme/haksızlığa uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak sûrette kadirdir. Onlar, başka değil, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir.” (22/Hacc, 39-40). Savaş sırasında zulmedenlerden başkasına düşmanlık yoktur (2/Bakara, 193).

Zulme karşı savaşmak, yalnızca zulme kendisi uğradığında gerekli değildir. Yardım talebinde bulunan müstaz’afların yardımına, bir insanlık borcu olarak koşulur: “Size ne oldu da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip çıkan gönder, bize katından bir yardımcı lutf et’ diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? (Bu çağrıya uymayıp, savaştan kaçmaya hakkınız yok). İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; Şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.” (4/Nisâ, 75-76) (4)

Allah’a ve peygamberine itaatsizlik, zulmün görüntüsü ve isbâtıdır. Şüphesiz ki ölçüyü (hükmü ve ilkeleri) Allah ve Rasûlünden almayanlar, onların hükümleriyle hükmetmeyenler zulme mutlaka bulaşırlar. “Bunlar Allah’ın hudutlarıdır. Her kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse, onu altından ırmaklar akan Cennetine kabul edecektir. Kim de Allah’a ve Peygamberine itaatsizlik eder ve O’nun sınırlarına (İslâm’ın ölçülerine) tecâvüz ederse, onu sonsuza kadar kalmak üzere ateşe atacaktır.” (4/Nisâ, 13-14). Allah’ın sınırlarına da ancak zâlimler tecâvüz ederler (65/Talâk, 1).

Toplumsal ve Siyasal Zulme Karşı Yardımlaşmak: "İnsanlar, bir zâlimi görür, (önlemeye güçleri yettiği halde) ona engel olmazlarsa, bundan dolayı hemen hepsi cezâlanır." (Tirmizî; Tuhfetu'l Ahvezî Şerhu Câmiu't Tirmizî, 8/423). Zulümden uzak yaşamak, zâlime boyun eğmemek ve ona karşı direnmek, birey olarak engel olamayacakları zulme karşı yardımlaşmak mü'minlerin İslâmî kimlikleri açısından olmazsa olmazları arasındAdır. "Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman, birbirlerine yardım ederler." (42/Şûrâ, 39). Kurtubî, bu âyeti şöyle açıklar: "Yani, zâlimler tarafından zulme mâruz kaldıklarında teslimiyet göstermezler" (Kurtubî 16/39). Sahih-i Buhâri'de İbrâhim en-Nehâî'nin şöyle dediği kayıtlıdır: "Ashâb horlanmaktan, zelil bir duruma düşürülmekten hoşlanmazlardı. Ama güçlü olduklarında da af ederlerdi." (Askalânî, Şerh-i Sahih-i Buhâri, 5/99)

Zulmedenlere Az da Olsa Meyletmek: Ümmeti helâke ve cehenneme sürükleyen şey, sadece zulmü işlemek değil; aynı zamanda zulüm işleyenlere az da olsa meyletmektir: "Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, sonra size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur. Sonra (Allah tarafından da) size yardım edilmez." (11/Hûd, 113). Zemahşerî, bu âyetin tefsirinde şöyle der: "Meyl etmenin yasaklığı; zâlimlerin arzularına boyun eğmeyi, onlarla beraber olmayı, sohbetlerine katılmayı, ziyaretlerinde bulunmayı, dalkavukluk etmeyi, yaptıklarına rızâ göstermeyi, onlara benzemeyi, şekilleriyle şekillenmeyi, övgüyü andıran ifâdeler kullanmayı ve tasvip anlamı taşıyacağı için onların süs ve giyimlerine özenip en küçük bakışı bile kapsamaktadır. Rükûn, az bir meyil demektir. Âyette "zulmedenlere" denilip de "zâlimlere" denilmemesinin inceliğini de düşünmek gerekir. (Zulmü kendisine âdet edinenlere zâlim denir; zulmü âdet edinmediği halde en ufak bir zulme yeltenene dahi hafif bir meylin olmaması gerektiğine işaret edilmiştir.) (Tefsir-i Zemahşerî, 2/433)

Zâlimlere meyleden onlardan olur. Zâlimlere verilen cezâ, ona da verilir. Bunları ateş cezâsından kurtaracak dostları da olmayacaktır. "Rabbimiz! Sen kimi ateşe koyarsan, artık onu rüsvay/perişan etmişsindir. Zâlimlerin hiç yardımcıları yoktur." (3/Âl-i İmrân, 192). Peygamber Efendimiz'in zâlim yöneticilere yardımcı olma konusundaki hadisleri meşhurdur: "Benden sonra birtakım emirler (yöneticiler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder ve yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa Benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse Benim havzımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez ve onlara zulümlerinde yardımcı olmazsa, o, Bendendir; Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında Bana ulaşacaktır." (Tirmizî; Nesâi; Tâc Tercümesi, c. 3, s. 106)

Zâlime Yardımcı Olmak: Bütün şekil ve türleriyle zâlime meyletmek câiz olmadığına göre, zâlimin zulmüne yardım etmek haydi haydi câiz olmaz. Zâlime yardım edenler, aynen onun gibi zâlim olurlar. "Bir kimse bilerek zâlime yardım kastı ile onunla beraber yürürse, o kimse İslâmiyet'ten çıkmıştır." (Râmuz el-Ehadis, c. 2, s. 445). Zâlim bir yönetici, çevresinin ve yandaşlarının yardımıyla zulüm yapmaya imkân bulur, yoksa yalnız kendisi bunca zulmün hakkından gelemez. Hangi şekliyle olursa olsun, zâlime yardım câiz değildir. Çünkü bu, onu desteklemek, zulmünü icrâ etmesine müsâade etmek demektir. Bu sebeple zâlim yöneticiye azap geldiği zaman, aynı şekilde (bu zulümleri onaylayan) yardımcılarına ve memurlarına da gelir. Çünkü onlar da onun kadar zâlimdirler.

Nitekim Firavun'a gelen azap, avanesine de gelmişti. "Gerçekten Firavun, Hâmân ve askerleri hatalıydılar/yanılıyorlardı." (28/Kasas, 8). Allah, hepsini bu âyette "hata" vasfı ile bir araya getirmiştir. Hataları, Firavun'un zulmetmesi, yardımcısı Hâmân ve askerlerinin de buna yardımcı olmalarıdır. Bu sebeple azap Firavun'a inince, yardımcılarına da inmişti: "Biz hem onu, hem de askerlerini yakaladık. Onları denize atıp boğduk." (Zâriyât, 40) "Biz onu ve askerlerini tuttuk, denize attık; bak o zâlimlerin sonu nasıl oldu!" (28/Kasas, 40). Allah, hepsini "zâlim" olarak vasıflandırdı. Firavun'a ve ona yardım ettikleri için askerlerine "zâlimler" diyerek hepsini aynı azapla helâk ettiğini Rabbimiz haber vermektedir.

Zâlime Duâ Etmek: Zulmün devamına, zâlimin zulmüne imkân bulacak tarzda yaşamasına duâ edilemez. "Zâlimin bekası için duâ eden kimse, Allah'ın mülkünde O'na âsi olunmasını istemiştir." (Beyhakî, Şuabu'l İman; Tefsîr-i Zemahşerî, 2/433). Süfyânu's Sevrî; "Çölde susuzluktan ölmek üzere olan bir zâlimi görürsek ona su verelim mi?" diye soranlara: "Hayır!" cevabını vermişti. "Ama ölür" denilince de, "Bırakın ölsün!" demişti. (Tefsîr-i Zemahşerî, 2/433). Allah Teâlâ, Hz. Nûh'a; "Zâlimler için Bana duâ etme, hiç yalvarma!" (23/Mü'minûn, 27) ihtârında bulunmuştur.

Müslüman Cemaatin Zâlimlere Meyletmeye Benzer Davranışlardan Sakınması: Müslüman cemaatin, iyi niyetle de olsa, zâlimlere meyletme anlamı taşıyan davranışlardan son derece kaçınması lâzımdır. Çünkü, iyi niyet, bazen belli şartlar dâhilinde sahibinden günahı kaldırsa da yanlışı doğruya; haramı helâle çevirmez. Onun için, özellikle cemaat liderinin ve kadrosunun, zâlim yöneticilerin arasında bulunması, onları tasvip etmediğini ilân etmeksizin onlarla birlikte halkın önünde görülmesi, cemaatin zâlim idarecilere dalkavukluk ettiği veya onları desteklediğinin intibaını vererek insanları samimiyetlerinde şüpheye düşürücü davranışlarda bulunması câiz değildir. Aksi halde onlar, kendi sorumluluklarına cemaati de ortak ederler.

Müslüman cemaate düşen, halkın kusur ve yükümlülüklerini ümmete göstermesidir. Halkın kusurları, zâlim idarecinin karşısında susmak, eğilmek, ona meyletmek ve destek olmak sûretiyle zulmüne yardımcı olmalarıdır. İşte onların bu kusurları olmasa, zâlim, yetkisini kötüye kullanmayacak ve zulmünü sürdüremeyecekti. Müslümanlara düşen, zâlimi zulme götüren bütün sebepleri ortadan kaldırmaya ciddi bir gayretle yükümlülüklerini yerine getirmektir. Ayrıca, zâlim yöneticiyi onaylamama, ona olan fiilî hoşnutsuzluğu hayata geçirmek için gerekli gücü oluşturma ve fiilen zulmü ortadan kaldırma gibi sorumlulukları da yerine getirmesi gerekir.

Allah, hayat kanunlarını ve toplum içerisindeki genel sünnetlerini insanlar için devre dışı bırakmaz. Kaldı ki, onların durumları, Allah'a Rasûlullah'tan ve O'nun arkadaşlarından daha sevimli değildir. Allah onların çektiği eziyet ve Allah yolunda karşılaştığı musibetleri, yeryüzünden zâlimleri ve tâğutları kaldırmak için Allah'ın yardımına mazhar oluncaya kadar olağanüstü fedâkârlıklarını bize anlatır. Müslümanların, tâğutları ve zâlim idarecileri etkisiz ve yetkisiz kılmak için tüm güçlerini harcamaksızın onlardan rahatsızlık duyarak yalnız "of!" çekip üzüntülerini dile getirmeleriyle veya onların müslüman olduklarını delillendirip durmalarıyla sorumluluktan kurtulamayacaklarını bilmeleri lâzımdır. Bazı insanlar kendileri evlerinde oturup, müslümanlıklarıyla övünüp dururken, Allah'ın zâlim idarecileri yok etme gereğinden bahsederler. İsterler ki, Allah meleklerini göndersin de melekler onların yerine savaşsınlar, zâlim idareciyi bertaraf etsinler, neticede onun şerrinden onları kurtarsınlar. Hayır! Yok öyle şey! (5)

En büyük zulüm şirk olduğuna (31/Lokman, 13) ve en büyük zâlimin de müşrik olduğuna göre, en vahşî zulmün bedenlere değil; ruhlara yapılan olduğunu unutmamalıyız. Bedene yapılan zulüm, en kötü ihtimalle, sadece dünya hayatını kaybettirdiği halde; ruhun hak nizamdan mahrum bırakılması ise sonsuz mutluluğu kaybettirmek demektir. En acımasız cânî, en büyük zâlim, insanları Allah'ın dininden alıkoyanlardır. İslâm'ın bireysel ve toplumsal alanda egemen olmadığı bir yerde adâletten bahsetmek abestir ve aldatmacadır.

Özel ve tüzel kişiliğin, bir kurumun veya yönetici bir grubun şahsî veya toplumsal muâmelesinde âdil olma niteliği kazanabilmesi için, her şeyden önce "müslüman" vasfına sahip olması şarttır. Çünkü İslâm'sız bir statüye göre işleyen bir mekânizma ile adâlet sağlanamaz ve dağıtılamaz. Nasıl bir hüküm verilirse verilsin, mutlak sûrette zulüm işlenmiş olur. "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir." (5/Mâide, 45)

İslâm’sız insanın yaptığı her şey nefsine, icraatı da diğer insanlara ve topluma zulümdür. Egemen durumda ve hüküm mevkiinde ise, kâfir ve müşrik insanın varlığı bile zulümdür. Çünkü bu insan, kendine yazık ederek kendini bozmakta, toplumu bozmakta ve dünyayı fesâda vermektedir. (6)

İslâm'da savaş, insanları zorla dine sokmak için emredilmemiştir. Fitne ve zulmü ortadan kaldırmaya çalışmak için savaş emredilmiştir. Dinlerini yaşama ve dine dâvet konusunda müslümanlara engel olan, insanların hürriyetlerini kısıtlayan güç odaklarına karşı savaşmak farzdır. Kur'an, mazlumların, ezilenlerin, sömürülenlerin hakkını korumak için müslümanlara mücâdeleyi emreder (4/Nisâ, 75).

 

 

 

Helâk Çeşitleri

a- Suda Boğulmak: Nûh’un kavmi ve Firavun ve askerleri bu şekilde helâk edilmişlerdir. “Nûh’u yalanlamışlardı. Bunun üzerine Biz de onu ve onunla birlikte gemide olanları kurtarmış, âyetlerimizi yalanlayanları ise boğmuştuk. Zira onlar kör bir kavim idi.” (7/A’râf, 64)

“Tıpkı Firavun hânedanı ile onlardan öncekilerin hali gibi. Onlar da Rablerinin âyetlerini yalanlamışlardı da, kendi günahlarıyla onları helâk etmiştik. Firavun hânedanını boğmuştuk. Hepsi de zâlim idiler.” (8/Enfâl, 54)

b- Rüzgâr ve Sarsıntı: Âd kavmi, azgınlık ve peygamberleri Hz. Hûd’u yalanlamaları sebebiyle kavurucu bir rüzgârla helâk edildiler. “Âd kavminin kıssasında da bir ibret vardır. Hani üzerlerine kurutucu, kavurucu bir rüzgâr göndermiştik de üzerine uğradığı her şeyi ancak toz haline getirip bırakmıştı.” (51/Zâriyât, 41-42)

Semûd kavmi ise peygamberleri Sâlih (a.s.)’in uyarılarına kulak tıkadılar ve mûcize olarak gönderilen deveyi kestikleri için helâk edici bir sarsıntıya tutularak yok olup gittiler. “Semûd kavminden de alınacak ibretler vardır. Hani onlara ‘Bir süreye kadar dünya nimetlerinden faydalanın!’ demiştik. Buna rağmen büyüklük taslayıp Rablerinin emrinden çıkmışlardı da baka baka onları helâk edici bir sarsıntı yakalayıvermişti. Bu yüzden ne ayağa kalkacak bir güç bulabilmişler ve ne de yardım edilenlerden olmuşlardı.” (51/Zâriyât, 43-45)

c- Taş Yağmuru: Lût (a.s.)’un sapık kavmi ise, bir çığlık ve taş yağmuru ile helâke uğradılar. “Biz, üzerlerine taş yağdıran bir rüzgâr gönderdik.” (54/Kamer, 34) “Güneş doğarken helâk edici korkunç ses, onları yakalayıvermişti. Şehrin altını üstüne getirmiş ve üzerlerine sert taş yağdırmıştı. İşte bu yaptıklarımızda görebilenler için bir ibret vardır.” (15/Hicr, 73-75) “Emrimiz gelince oranın altını üstüne getirdik, üzerine yığın yığın Rabbin katında işaretlenmiş sert taş yağdırdık. Bu taşlar, zâlimlerden hiçbir zaman uzak değildir.” (11/Hûd, 82-83)

d- Maymunlaşma ve Domuzlaşma: Yahûdilerin azgınlık ve isyanlarına bir cezâ olarak da helâkin onların maymunlar ve domuzlar haline getirilmesi şeklinde tecellî ettiğini görüyoruz. “Kendilerine hatırlatılanı onlar unutunca, kötülükten men edenleri kurtarmış, zulmedenleri ise, işledikleri fısk yüzünden, şiddetli bir azap ile yakalamıştık. Men olundukları şeyden vazgeçmeyince, Biz de onlara ‘aşağılık maymunlar olun’ demiştik.” (7/A’râf, 165-166) “Allah katında bundan daha feci bir cezâyı haber vereyim mi? Allah, kimlere lânet edip onlardan maymunlar, domuzlar ve tâğutun kulları/köleleri yapmışsa, işte bunlar, mevki bakımından en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış kimselerdir.” (5/Mâide, 60)

 

 

 

Hangi Toplumlar Helâk Edildi?

Kur’an, sadece örnek vermek ve ibret için bazı toplumların helâk edilişinden bahseder. Yoksa tüm helâk edilen toplumların listesini vermez. İbret almasını bilenler için bu örnekler yeter. Kur’an’ın, helâk edildiğini haber verdiği toplumların başında şunlar gelir:

Nûh (a.s.) Kavmi: (71/Nûh, 1-28; 7/A’râf, 59-64)

Âd (Hûd a.s.) Kavmi: (7/A’râf, 59-64; 9/Tevbe, 70)

Semûd (Sâlih a.s.) Kavmi: (7/A’râf, 73-79; 9/Tevbe, 70)

Lût ve İbrâhim (a.s.) Kavmi: (7/A’râf, 80-84; 9/Tevbe, 70)

Medyen (Şuayb a.s.) Kavmi: (7/A’râf, 85-93; 9/Tevbe, 70)

Sebe’ Kavmi: (34/Sebe’, 15-21)

Tubbâ Kavmi: (50/Kaf, 14; 44/Duhân, 37)

Ress Kavmi: (50/Kaf, 12, 14; 25/Furkan, 38-39)

Firavun Kavmi: (7/A’râf, 103-136)

İsrâiloğulları: (7/A’râf, 161-166)

Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Toplumundaki Müşriklerin Elebaşları: (8/Enfâl, 12-14, 17, 51-54)

Helâkten Sonra: Helâk, dünya açısından işin sonudur. Helâkten sonra, tevbe imkânı ve bir daha kurtuluş yoktur. Sadece azap üstüne azap vardır. Yani, bu dünyevî cezâdan başka ebedî cehennem vardır. “Onlar, yalnızca sonucu mu bekliyorlar? Âkıbet geldiği gün, daha önce onu unutanlar: ‘Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler (onların getirdikleri hak imiş); şimdi bizim için şefaatçiler var mı ki bize şefaat etsinler? Yahut bir geri dönüşümüz mümkün mü, önceden işlediğimizden daha farklı bir iş yapalım?!’ derler. Onlar kendilerini hüsrâna uğratmışlar ve uydurageldikleri şeyler onlardan yok olup gitmiştir.” (7/A’râf, 53)

“Ateşte yüzleri çevrildiği gün, ‘Keşke Allah'a itaat etseydik, keşke Rasûl’e itaat etseydik!’ derler. Ve yine derler ki: ‘Rabbimiz! Biz, liderlerimize ve büyüklerimize itaat ettik; onlar da bizi doğru yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onlara büyük lânet et!” (33/Ahzâb, 66-68). (7)

 

Kâfir Toplumların İmtihanı

Allah’ın kâfir toplumları eziyet ve sıkıntılarla denemesi, onlar hakkında sürekli bir kanundur. Belki bu deneme/imtihan, küfür ve inatlarından vazgeçmelerini sağlar da Rablerine dönüverirler. Bu da olmazsa, onları sıkıntılarla, harp ve darplerle sınar. Sıkıntıların, onları böyle bir sınava çekmesi gibi, belki bu sınama da onları tevbeye sevkeder. “Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, onun halkının yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır. Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik getirdik de (insanlar) çoğaldılar ve: ‘atalarımıza da darlık ve sevinç dokunmuştu’ dediler ve hemen onları, hiç farkında olmadıkları bir sırada ansızın yakaladık.” (7/A’râf, 94-95). Yani, peygamberlerini yalanlayan toplumlar hakkında Allah’ın kanunu (sünnetullah), canlarına, bedenlerine, rızık ve mallarına verdiği zâyiatla onları cezâlandırmasıdır. Allah bunu yapıyor ki, kendisine boyun eğsinler. Çünkü şiddetli bir belânın, fıtratı ikaz etmesi ve inatçıları yaratıcılarına yöneltmesi tabiidir. Böylece O’na boyun eğer, rahmet ve afvını isterler.

Bunu da yapmayınca, Allah onları denemek için verdiği rahatlık ve bollukla cezâlandırır. “Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik getirdik...” buyruluyor. Yani, şükredip tevbe ve inkıyâdla Rablerine dönsünler diye, onların sıkıntılarını rahata, hastalıklarını sıhhat ve âfiyete, fakirliklerini de zenginliğe çevirdik. Şükür ve tevbe de etmediler. Ne bu, ne öteki; hiç biri onlar hakkında fayda vermedi. Üstelik, “bize gelen sıkıntı ve darlık, sonra da genişlik, aynen geçmişte atalarımıza da dokundu. Demek ki, bazen sıkıntı, bazen de rahatlık, zamanın, doğanın bir kanunudur. Din ve amelimizden ötürü bize Allah’tan bir azap söz konusu değildir” dediler. Böylece kendileri hakkındaki Allah’ın emrine uymadılar, ibret ve öğüt almadılar. Darlık ve bollukla her iki haldeki imtihanı anlamaya yanaşmadılar. Neticede azâbı hak ettiler. Allah “ansızın yakaladık” diyor. Yani, onları ansızın, işin farkında değillerken azapla yakaladık, buyruluyor.

Allah, yine şöyle buyuruyor: "Allah bir kasabayı size örnek verir ki, o, korkudan emin ve sâkindi. Rızkı da, kendisine her bir yandan bol bol geliyordu. Fakat bu kasaba halkı, Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük etti de, Allah onlara, işledikleri kötülükler yüzünden açlık ve korku elbisesini giydirip acıları tattırdı." (16/Nahl, 112) “Senden önce de ümmetlere elçiler gönderdik. (İnkârlarından dönüp Bize) boyun eğsinler/yalvarsınlar diye onları darlık ve çeşitli hastalıklarla yakalayıp cezâlandırdık. Hiç olmazsa kendilerine böyle azâbımız/baskınımız geldiği zaman yalvarsalardı! Fakat kalpleri (inatları yüzünden, iyice) katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını süslü (câzip) gösterdi.” (6/En’âm, 42). Yani onlara peygamberler gönderdik de yalanladılar. Biz de onları fakirlik ve hastalık gibi meşakkatlerle yakaladık ki, tevbe edip, Rablerine dönsünler. Yapmaları gerekeni, âfet ve belâ halinde bile yapmadılar. (8)

 

 

 

Helâk Sırasında Kâfirlerin “İman Ediyorum!” Demesi Fayda Vermez

Toplumlar, İlâhî cezâ ile helâk edilmeden önce tevbe edip dönerlerse Allah da azap etmez. Ancak, İlâhî azap gelip de, toplum yok edilirken yapacakları tevbe kabul edilmez. Çünkü bu tevbe, sapıklığı ısrarla sürdürmüş olanların mecbûriyet altında yaptıkları bir tevbedir. Artık günah işleme imkânı kalmamış, bütün kötülük işleme fırsatlarını pervâsızca kullandıktan sonra köşeye sıkışmış kimselerin tevbesidir bu tevbe; onun için de kabul edilmez. Çünkü böyle bir tevbe, ne kalbin ıslah olmasını sağlar, ne hayata düzelme, iyileşme getirir ve ne de kişilikte ve gidişatta olumlu bir değişim göstergesidir.

Son anda tevbenin kabulüne engel olan durum şudur: Ölmek üzere olan insan, birtakım haller ve dehşetler müşahede ettiğinde, bunları görürken zarûri olarak Allah'ı tanıyıp inanabilir. Nitekim Firavun'un imanı böyledir: "İsrâiloğullarını denizden geçirdi; Firavun ve askerleri de zulmetmek ve saldırmak için onların arkalarına düştü. Nihâyet boğulma kendisini yakalayınca (Firavun:) 'Gerçekten İsrâiloğullarının inandığından başka ilâh olmadığına iman ettim, ben de müslümanlardanım!' dedi. Şimdi mi? Oysa daha önce isyan etmiş; bozgunculardan olmuştun!’ (denildi)." (10/Yûnus, 90-91).

Fahreddin Râzi, Firavun'un iman edişinin kabul edilmemesini şöyle izah eder: O tam azap inerken iman etmiştir. O esnâdaki iman ise makbul değildir. Çünkü azap inerken durum kaçınılmaz hale gelmiş olur. Bu vakitte ise tevbe makbul olmaz. İşte bu sebepten ötürü Allah; "Fakat hışmımızı gördükleri zaman inanmaları kendilerine bir fayda sağlamadı." (40/Mü'min, 85) buyurmuştur.

Kur'an bu gerçeği birkaç yerde daha vurgular: "Kötülükleri yapıp yapıp da nihâyet kendilerine ölüm gelip çatınca; 'Ben şimdi tevbe ettim' diyenlere ve kâfir olarak ölenlere tevbe yoktur (öylelerinin tevbesi makbul değildir). Onlar için acı bir azap hazırlamışızdır." (4/Nisâ, 18). "Ne zaman ki hışmımızı gördüler. 'Tek Allah'a inandık ve O'na şirk/ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik' dediler. Fakat hışmımızı gördükleri zaman inanmaları kendilerine bir fayda sağlamadı. Allah'ın kulları hakkında eskiden beri yürürlükte olan yasası budur." (40/Mü'min, 84-85) (9)

 

 

Kur’ân-ı Kerim’de Helâk Kavramı

Helâk kelimesinin türediği kök (h-l-k), türevleriyle birlikte Kur’ân-ı Kerim’de toplam olarak 68 yerde geçer. Kur’an’da “helâk” şekliyle masdar halinde geçmeyen bu kelime, çoğunlukla fiil halinde bulunur. “Ehleknâ (Biz helâk ettik)” şeklinde kullanımı en çok olanıdır.

Yüce Allah, elçisine ve dolayısıyla dinine karşı çıkan herkesi mutlak sûrette cezâlandırmıştır, cezâlandıracaktır. Bu cezâ, bazen bir tûfan (54/Kamer, 11-12), bazen bir kasırga olur (17/İsrâ, 69; 51/Zâriyât, 41), bazen de bir deprem (22/Hacc, 1; 99/Zilzâl, 1). Allah, bazen melekleriyle (3/Âl-i İmrân, 124) ve bazen görünmeyen askerleriyle (9/Tevbe, 40) hak edenleri cezâlandırır. Dilerse, bir sivrisinekle. Her şey, O’nun emrinde askerdir. “Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.” (48/Fetih, 4, 7) İbrâhim kavmi, başta Nemrut olmak üzere, İbrâhim (a.s.)’i ateşe atacak kadar açıkça hakka cephe aldıktan sonra, Allah onları helâk etmiştir (21/Enbiyâ, 70). Rivâyete göre bu cezâ, sivrisinekle olmuştur. Nemrud’un kavmini sinekler istilâ etmiş ve böylece helâk olmuşlardır. Nemrud’un beynine giren topal bir sivrisinek de onun feci şekilde, inleye inleye ölümüne sebep olmuştur. Burnundan giren sinek, beynine geçmiş, onun ısırmasının acısından dolayı, hizmetçilerine kafasını tokmakla dövdürmek zorunda kalmış, bu şekilde acılar içinde ölmüştür.

Burada önemli olan, Yüce Allah’ın, elçisini hazırlanan tuzaklardan kurtarması, müslüman olmayan putperest toplumu da cezalarından biriyle topyekün cezalandırıp helâk etmesidir (21/Enbiyâ, 70).

 

“Mallarınızı) Allah yolunda infak edip harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın, ihsân/iyilik edin, doğrusu Allah muhsinleri, iyilik edenleri sever.” (2/Bakara, 195)

“Dönüp gittimi (veya iş başına geçtimi) yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli helâk (yok) etmeye (yühlike) çalışır; Allah da fesâdı/bozgunculuğu sevmez.” (2/Bakara, 205)

“...Onlar, sizinle karşılaştıklarında ‘iman ettik’ derler; kendi başlarına kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: ‘Kininizden (kahrolup) ölün! Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir.” (3/Âl-i İmrân, 119)

“Senden fetvâ istiyorlar. De ki: ‘Allah size ana-babasız ve çocuksuz kişinin mîrâsı hakkında hükmünü şöyle açıklıyor: Ölen (heleke; helâk olan) kişinin çocuğu yok, bir kız kardeşi varsa, bıraktığı malın yarısı o (kızkardeşi)nindir.” (4/Nisâ, 176)

“Görmediler mi ki, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz, gökten üzerlerine bol bol yağmurlar indirip evlerinin altından ırmaklar akıttığımız nice nesilleri helâk ettik. Biz onları, günahları sebebiyle helâk ettik ve onların ardından başka nesiller yarattık.” (6/En’âm, 6)

“Onlar hem (insanları) ondan menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar. Böylece yalnız kendilerini mahvediyorlar ama farkında değiller!” (6/En'âm, 26)

“Mûsâ tâyin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş adam seçti. Onları da müthiş deprem yakalayınca Mûsâ dedi ki: ‘Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah ve fesat) yüzünden hepimizi helâk edecek misin? Bu iş, Senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen bağışlayanların en iyisisin.” (7/A’râf, 155)

“Yahut: ‘(Ne yapalım) Daha önce babalarımız (Allah'a) ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesil old(uğumuz için öyle yapt)ık. (Gerçekleri) iptal edenlerin yaptıkları yüzünden bizi helâk mi ediyorsun?’ demeyesiniz diye (sizin Rabbiniz olduğum hakkında sizleri şâhid tutmuştuk).” (7/A'râf, 173)

“Öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (tüm insanlara sirâyet eder, hepsini perişan eder). Bilin ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25)

“O gün siz, vâdînin yakın kenarında idiniz, onlar da uzak kenarında idiler. Kervan da sizden daha aşağıda idi. Eğer sözleşmiş olsaydınız dahi, sözleştiğiniz vakitte öyle buluşamazdınız. Fakat Allah, yapılması gereken bir işi yerine getirmek için (sizi böyle buluşturdu) ki helâk olan, açık delille helâk olsun; yaşayan da açık delille yaşasın. Çünkü Allah, işitendir, bilendir.” (8/Enfâl, 42)

“Andolsun ki Biz sizden önce, peygamberleri kendilerine mûcizeler getirdiği halde (yalanlayıp) zulmettikleri için nice nesilleri helâk ettik. (Onları helâk etmeseydik bile) iman edecek değillerdi. İşte Biz suçlu kavimleri böyle cezâlandırırız. Sonra da sizin nasıl davranacağınızı görmemiz için onların ardından sizi yeryüzünde halifeler (onların yerlerine hükümranlar) kıldık.” (10/Yûnus, 13-14)

İşte Âd (kavmi)! Onlar Rablerinin âyetlerini bilerek inkâr ettiler, peygamberlerine âsi oldular, inatçı her zorbanın emrine uydular. Böylece onlar hem bu dünyada, hem de Kıyâmet gününde lânete tâbi tutuldular. Bilin ki, Âd (kavmi) Rablerini inkâr ettiler. (Yine) bilin ki Hûd’un kavmi Âd, Allah’ın rahmetinden uzak kaldılar.” (11/Hûd, 59-60)

“Fir’avn, Kıyâmet gününde kavminin önüne düşecek ve onları (çekip) ateşe götürecektir. Varacakları yer ne kötü yerdir! Onlar burada da, Kıyâmet gününde de lânete tâbi tutuldular. (Onlara) verilen bu armağan ne kötü armağandır!” (11/Hûd, 98-99)

“Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş emel onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!” (15/Hicr, 3)

“Bunlardan önce nice kuşakları helâk ettik... (19/Meryem, 98; 50/Kaf, 36)

“Lût’u da (peygamber olarak kavmine gönderdik). Kavmine şöyle demişti: ‘Göz göre göre hâlâ o hayâsızlığı yapacak mısınız? (Bu İlâhî ikazdan sonra hâlâ) siz, ille de kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşacak mısınız? Doğrusu siz, beyinsizlikte devam edegelen bir kavimsiniz! Kavminin cevabı, sadece ‘Lût ailesini memleketinizden çıkarın; baksanıza onlar (bizim yaptıklarımızdan) temiz kalmak isteyen insanlarmış’ demelerinden ibaret oldu. Bunun üzerine onu ve ailesini kurtardık. Yalnız karısı müstesnâ; onun geride (azâba uğrayanların içinde) kalmasını takdir ettik. Onların üzerine öyle bir yağmur indirdik ki... Ne kötü idi uyarılan (fakat aldırmayan)ların yağmuru!” (27/Neml, 54-58) (ve benzer âyetler için bkz. 26/Şuarâ, 165-173; 29/Ankebût, 33-35)

“O (Fir’avn) ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten Bize döndürülmeyeceklerini sandılar. Biz de onu ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Bir bak, zâlimlerin sonu nasıl oldu?! Onları, (insanları) ateşe çağıran öncüler kıldık. Kıyâmet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. Bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar Kıyâmet gününde de kötülenmişler arasındadır.” (28/Kasas, 39-42)

“Allah ile birlikte başka bir ilâha/tanrıya tapıp yalvarma! O’ndan başka tanrı yoktur. O’nun zâtından başka her şey helâk (yok) olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.” (28/Kasas, 88)

“Daha önce Yûsuf da size açık beyyineler/kanıtlar getirmişti. Onun getirdiklerinden de kuşkulanıp duruyordunuz. Nihâyet o helâk olunca/vefat edip ölünce (heleke): 'Allah ondan sonra elçi göndermez' dediniz. İşte Allah, aşırı giden, şüpheci kimseleri böyle saptırır. (40/Mü'min, 34)

"Dediler ki: ‘Ne varsa dünya hayatımızdır, başka bir şey yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi zamandan başkası helâk etmiyor.’ Fakat onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zannediyorlar.” (45/Câsiye, 24)

“Heleke annî sultâniyeh ‘Gücüm (saltanatım) benden yok olup gitti.” (69/Haakka, 29)

 

 

 

Hadis-i Şeriflerde Helâk Kavramı

Zeyneb bint Cahş (r. anhâ): “Yâ Rasûlallah! Aramızda Sâlihler varken biz helâk mı olacağız?” dedim. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Evet! Fısk u fücur çoğaldığı vakit!” buyurdu. (Buhârî, Fiten 4, 28, Menâkıb 25, Enbiyâ 7; Müslim, Fiten 1, h. no: 2880, Tirmizî, Fiten 21, 23; İbn Mâce, Fiten 9; Muvattâ, Kelâm 22; Ahmed bin Hanbel, 6/428, 429)

“Altına, gümüşe (paraya), elbiseye (mala mülke) kul olanlar helâk oldu; eğer bunlara mal verilirse hoşlanır, verilmezse hoşlanmaz.” (Buhârî, Rikak 10, Cihâd 70; İbn Mâce, Zühd 8)

“…Vallahi ben sizin adınıza fakirlikten korkmuyorum. Lâkin ben sizin nâmınıza dünyanın sizden öncekilere serildiği gibi, size de serilmesinden ve dünya için onların yarıştıkları gibi, sizin de yarış etmenizden, dünyanın onları helâkr ettiği gibi, sizi de helâk edeceğinden korkuyorum.” (Buhârî, Cizye 1, Meğâzî 12; Müslim, Zühd 6, h. no: 2961; Tirmizî, Kıyâmet 28; İbn Mâce, Fiten 18)

“Gerçekten Allah bana yeri topladı da, onun doğusunu batısını gördüm. Hiç şüphe yok ki, ümmetim bana toplanan yerlerin mülküne ulaşacaktır. Bana kırmızı ve beyaz iki define de verildi. Ben Rabbimden ümmetim için onu kıtlık senesiyle helâk etmemesini diledim. Bir de onların üzerine kendilerinden başka bir düşman musallat edip de onların mahvetmemesini istedim. Rabbim: ‘Yâ Muhammed! Ben bir hüküm verirsem, o geri çevrilmez. Ben ümmetin için sana onları umûmî kıtlıkla helâk etmeyeceğime ve üzerlerine kendilerinden başka olup, köklerine kibrit suyu damlatacak bir düşman musallat etmeyeceğime söz verdim. Velev ki, üzerlerine yerin her tarafındakiler -yahut yerin memleketleri arasındakiler demiştir- toplanmış olsunlar. Tâ ki, birbirlerini helâk edip birbirlerini esir alıncaya kadar’ buyurdu.” (Müslim, Fiten 19, h. no: 2889; Ebû Dâvud, Fiten 1)

“Rabbimden üç şey istedim. Bana ikisini verdi. Birini vermedi. Rabbimden ümmetimi açlıkla helâk etmemesini istedim, onu bana verdi. Ondan ümmetimi suda boğmakla helâk etmemesini diledim, onu da verdi. Felâketlerini kendi aralarında vermemesini diledim. Bunu bana vermedi.” (Müslim, Fiten 20, h. no: 2890)

Elsem Ebû Imrân et-Tecîbî’den rivâyet edilmiştir. O dedi ki: “(İstanbul’u fethetme niyetiyle cihad için) Rûm şehrinde (İstanbul’da) idik. Rumlardan (Bizanslılardan) karşımıza büyük bir saf çıkardılar. Onlara karşı, onlar kadar veya daha fazla Müslümanlardan çıktır. Mısırlıların başında Ukbe bin Âmir bulunuyordu. Cemaatin kumandanı ise Fedâle bin Ubeyd idi. Müslümanlardan bir asker, Rumların safına hücum ederek onların arasına girdi. Askerler bağırarak ‘sübhânallah!’ dediler, ‘kendi eliyle kendini tehlikeye atıyor!’ Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî , ayağa kalktı ve şöyle dedi: ‘Ey insanlar! Siz bu âyeti bu tarzda te’vil ediyorsunuz. Oysa bu âyet, biz Ensâr topluluğu hakkında nâzil olmuştur. Allah, İslâm’ı kuvvetlendirip İslâm’ın yardımcıları çoğalınca, biz Peygamber (s.a.s.)’den saklı olarak birbirimize ‘mallarımız ziyan oldu, Cenâb-ı Allah, İslâm’ı güçlendirmiş ve İslâm’ın yardımcıları da çoğalmıştır. Artık oturup mallarımızda ziyan olan (ihmal edilen) kısımları onarsak (bozalan maddî durumumuzu düzeltsek)!’ dedik. Bunun üzerine Ulu ve Yüce Allah, söylediğimiz sözü bize çevirerek Peygamberine (s.a.s.) şu âyetini indirdi: “Allah yolunda (mallarınızı) infak edip harcayın ve kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın!” (2/Bakara, 195). Tehlike; malların üzerinde oturmak, onları onarmak ve gazâyı (Allah yolunda cihadı) terk etmektir.’ Ebû Eyyûb (r.a.), Allah yolunda isbât-ı vücûda devam ederek nihâyet Rum toprağında defnedildi.” (Tirmizî, Tefsîru Sûre 2/19, h. no: 3152; Ebû Dâvud, Cihad 22)

“Bir kimse ‘insanlar helâk oldu’ derse, (kendini iyi yolda görüp gururlandığından) kendisi onların en ziyâde helâk olanıdır.” (Müslim, Birr 139, h. no: 2623, Ebû Dâvud, Edeb 77; Muvattâ, Kelâm 2; Ahmed bin Hanbel, 2/272, 342, 465, 517)

“Nefislerine zulmedip de azap gören, helâk olan kavmin evlerine girmeyin. Ancak (mecbursanız), onlara isâbet eden musîbetin benzerinin size de isâbet etmesinden sakınarak ağlar bir tarzda girin.” (Müslim, Zühd 38, 39, h. no: 2980)

“…(Hayber Gazvesi dönüşünde) ashâb: ‘Yâ Râsûlallah, helâk olduk, susadık!’ diyorlardı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) “Size helâk yoktur!" buyurdu ve “Bana küçük bardağımı getirin!” dedi. Su kabını da istedi. Artık Rasûlullah döküyor, Ebû Katâde de cemaate su veriyordu. Tüm insanlar o kaptan su içti, hâlâ kapta su vardı…” (Müslim, Mesâcid, 311, h. no: 681)

“Aşırı gidenler helâk oldu.” (Müslim, İlim 7, h. No: 2670)

“Ümmetimi Kureyş’in şu kabilesi helâk edecektir.” Ashâb: ‘Bize ne emir buyurursun?’ dediler. “Keşke insanlar onlardan uzak kalsalar!” buyurdu. (Müslim, Fiten 74, h. no: 2917; Buhârî, Tecrîd-i Sarih Terc. C. 9, s. 294)

“Ümmetimin helâki Kureyş’ten birtakım çocukcağızların (birkaç gencin) elinde olacaktır” Bu hadisi Ebû Hureyre rivâyet ederken, mecliste bulunan Mervân, Ebû Hüreyre’ye: ‘Gençler mi?’ demesi üzerine, Ebû Hüreyre: ‘İstersen filân oğulları, filân oğulları, diye adlarını anabilirim’ demiştir. (Buhârî, Menâkıb 25, Fiten 3, Tercrîd- Sarih Terc. C. 9, s. 295; Ahmed bin Hanbel, II/288, 324, 328, 377, 520, 536)

“Kisrâ (İran kralı) helâk olmuş, ölmüştür (kesinlikle helâk olacak, yok olacaktır). Ondan sonra kisrâ yoktur. Kayser (Bizans kralı) helâk olursa, ondan sonra da kayser yoktur. Nefsim yedinde olan Allah’a yemin ederim ki, size onların hazineleri mutlaka Allah yolunda verilecektir.” (Müslim, Fiten 75, 76, 77 h. no: 2918, 2919, Buhârî, Menâkıb 25, İman 3; Tecrîd-i Sarih Terc. C. 8, s. 391; Tirmizî, Fiten 41; Ahmed bin Hanbel, 2/233, 312, 467, 501, 5/24, 92, 99)

Abdullah bin Amr dedi ki: “Bir gün erken erken Rasûlullah (s.a.s.)’a gittim. Derken bir âyet-i kerime husûsunda ihtilâf eden iki adamın seslerini işitti de, Rasûlullah (s.a.s.) yanımıza çıktı. Yüzünde kızgınlık belli oluyordu. Ve: “Sizden öncekiler, ancak ve ancak Kitap hakkında ihtilâfları sebebiyle helâk oldular” buyurdu. (Müslim, Ilim 2, h. No: 2666; Ahmed bin Hanbel, I/401, 421, 2/467, 495, 503, 508, 517)

Ebû Hureyre (r.a.)’den rivâyet edilmiştir. O dedi ki: “Kader konusunda birbirimizle çekişmekte iken Rasûlullah (s.a.s.) üzerimize çıkageldi. O kadar kızdı ki, yüzü kırmızılaştı; hatta yanaklarına sanki nar sıkılmıştı. Sonra şöyle buyurdu: “Size bu (kader konusunda münâkaşa) mı emredildi veya ben size bununla mı gönderildim? Sizden önceki (toplum)ler, bu meselede çekiştikleri için helâk oldular. Artık bu konuda münâzaa etmemizi sizden ciddî olarak istiyorum.” (Tirmizî, Kader 1)

“…Sizden önce geçenler ancak çok sual sormaları ve peygamberleri hakkında ihtilâfa düşmeleri sebebiyle helâk olmuşlardır. Ben size bir şey emrettimmi ondan gücünüz yettiği kadarını yapın! Bir şeyden sizi men ettimmi onu derhal bırakın!” (Buhârî, İ’tisâm 2; Müslim, Hacc, 462, Fezâil 130; Tirmizî, İlim 17; Nesâî, Hacc 1; İbn Mâce, Mukaddime1, Ahmed bin Hanbel, I/401, 421, 452, II/247, 258, 428, 447, 467)

"Sizden evvelki (ümmet)ler, ancak şu sebepten helâk olmuşlardır: Onlar, aralarında şerefli bir kimse çaldığı zaman onu, bırakırlardı da, zayıf olan çaldığı zaman ona, cezâ uygularlardı. Allah'a yemin ederim ki, eğer Muhammed'in kızı Fâtıma çalmış olsaydı, muhakkak onun elini de keserdim!" (Buhârî, Hudûd 12, Enbiyâ 54, Meğâzî 53, Fedâilu Ashâb 77; Müslim, Hudûd 8, 9; Nesâî, Kat'u's-Sârik Bâb 6, h. no: 4864-4873; Ebû Dâvud, Hudûd 4, h. no: 4396-4397; Tirmizî, Hudûd, 6, h. no: 1454; İbn Mâce, Hudûd, B. 6, h. no: 2547-2548)

Peygamber (s.a.s.)’in huzuruna gelip zinâsını itiraf edip Peygamber’in kendisini cezâlandırarak temizlemesini isteyen ve sonra recmedilen Mâiz bin Mâlik’in recmedilmesi üzerine ashâb onun hakkında iki fırka olmuştu. Kimisi: ‘Helâk oldu! Onu günahı kuşattı!...’ diyor, bazısı da: Mâiz’in tevbesinden efdal tevbe olmaz! Zira o Peygamber’e gelerek elini onun eline koydu. Sonra: ‘Beni taşlarla öldür!’ dedi’ diyordu. Bu şekilde iki veya üç gün durdular. Sonra, onlar otururken Rasûlullah (s.a.s.) gelerek selâm verdi ve oturdu. Arkasından: “Mâiz bin Mâlik için istiğfâr edin!” buyurdular. Ashâb: ‘Allah Mâiz bin Mâlik’e mağfiret eylesin!’ dediler. Rasûlullah (s.a.s.) de: “Gerçekten o öyle bir tevbe etti ki, bu tevbe bir ümmet arasında taksim edilse onlara yeterdi” buyurdu. (Müslim, Hudûd 22, h. no: 1695)

“Sizden önce ehl-i kitabı, çok ihtilâf etmeleri helâklerine sebep olmuştur.” (Ahmed bin Hanbel, II/457)

“Arapların helâki Kıyâmet alâmetlerindendir.” (Tirmizî, Menâkıb 69)

İnsanların helâkinin alâmeti nedir?” diye sorulunca buyurdu ki: “Âlimlerinin helâkidir.” (Dârimî, Mukaddime 26)

“Müslümanlardan bir cemaat, veya mü’minlerden bir cemaat beyaz saraydaki kisrâ hânedânın hazinesini mutlaka fethedecektir.” (Müslim, Fiten 78, h. no: 2919)

Şüphesiz ki Allah haseneleri/iyilikleri ve seyyieleri/kötülükleri yazmış; sonra onları beyân etmiştir. Şimdi, kim bir iyilik yapmak ister de yapamazsa Allah onu kendi yanına tam bir hasene olarak yazar. O hayırlı işi yapmaya niyet eder de yaparsa Allah Azze ve Celle onu kendi yanına on kattan yedi yüz kata ve daha pek çok katlayarak hasenât yazar. Şayet kötülük yapmak ister de yapmazsa Allah onu kendi yanına tam bir hasene olarak yazar. O kötülüğü yapmak ister de yaparsa Allah onu bir tek seyyie olarak yazar. Allah o seyyieyi yok eder. Allah’a karşı (isyana) hırslı olandan başka hiçbir kimse helâk olmaz.” (Müslim, İman 207, 208, h. no: 131

“Bir yerde tâun (bulaşıcı hastalık) olduğunu işitirseniz, o yere gitmeyin! Bir yerde tâun zuhur eder, siz de orada bulunursanız, ondan kaçmak için o yerden çıkmayın!” (Müslim, Selâm 98, h. No: 2219)

“Helâk edici şu yedi şeyden kaçının: Allah’a şirk/ortak koşmaktan, sihirden, haklı durum hâriç Allah’ın haram kıldığı cana kıymaktan, fâiz yemekten, yetim malı yemekten, savaş günü harpten kaçmaktan, nâmuslu mü’mine habersiz hanımlara iftirâ etmekten.” (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud, Nesâî)

Şu beş şey zuhur ederse helâk ümmetim üzerine hak olur: Birbirlerine lânetleşme, içki içme, ipekli elbise giyme, çalgılar ve erkeklerin erkeklerle, kadınların kadınlarla iktifâ etmeleri.” (Hâkim, Müstedrek; Deylemî, Râmûze’l-Ehâdîs, Harfu’l-Elif, c. 1, s. 53)

Allah’ın, halkını helâk ettiği bir beldeye uğradığınızda, oradan sür’atle geçiniz.” (Taberânî, Kebîr, Râmûze’l-Ehâdîs, Harfu’l-Elif, c. 1, s. 63)

“Allah, bir kulu helâk etmek istediğinde, önce ondan ‘hayâ’ alınır. O zaman o kimse buğza lâyık olarak Allah’ın huzuruna olduğunda kendisinden ‘emânet’ alınır. Ve hâin olarak tanınır. Böyle olunca ‘rahmetten kovulur’. O zaman lânete lâyık hale gelmiş olur. Ve o zaman da ‘İslâm hırkası’ üzerinden alınır.” (İbn Mâce, Fiten 27)

Şu üç şey helâk edici, şu üç şey kurtarıcı, şu üç şey de derece, şu şey de keffârettir.” Denildi ki: ‘Yâ Rasûlallah, helâk ediciler nedir?” Buyurdu ki: İnsana hâkim olan hasislik, tâbi olan hevâ ve adamın kendini beğenmesi.” Denildi ki: “Kurtarıcılar nedir?” Şöyle buyurdu: “Gizli ve açıkta Allah’tan korkmak, fakirlik ve zenginlikte itidal üzere bulunmak, gazapta ve rızâda adâlet üzere olmak.” Denildi ki: “Keffâret nelerdir?” Buyurdu ki: “Mescide gitmek, namazdan sonra (diğer) namazı beklemek, şiddetli soğukta ve soğuk bir günde hakkı ile abdest almak. (Derecâtâ gelince;) Yemek yedirmek, selâmı açıkça vermek, insanlar uykuda iken gece namazı kılmak.”(Hatîb, Târih; Râmûze’l-Ehâdîs, Harfu’s-Se, c. 1, s. 260)

“Ümmetimin helâki üç şeydedir: Asabiyet (ırkçılık ve kabilecilik gayreti gütmek, bağnazlık), kaderiye, aslı olmayan (hadisi) rivâyet.” (Taberânî, Kebîr; Râmûze’l-Ehâdîs, Harfu’l-Hâ, c. 2, s. 455)

“Ümmetimin helâki Kitap ve süttedir. Kitaba gelince; Kur’an’ı okurlar, gerçek te’viline (tefsirine) uymayan şekilde yanlış te’vil ederler. Sütü de severler, kıra çıkarlar, cemaati ve cumaları terk ederler.” (Ahmed bin Hanbel, 4/105, 2/192)

“Çok mal toplayanlar helâk oldu. Ancak, şöyle şöyle diye infak edip hayra sarfedenler hâriç. Onlar da çok azdır.” (Ahmed bin Hanbel; Taberânî, Kebîr; Ebû Ya’lâ; Râmûze’l-Ehâdîs, Harfu’l-He, c. 2, s. 455)

“Erkekler kadınlara itaat ettiklerinde helâk olurlar.” (Ahmed bin Hanbel, 5/45; Taberânî, Kebîr; Râmûze’l-Ehâdîs, Harfu’l-He, c. 2, s. 455)

“Lût kavminin işini (cinsî sapıklık/homoseksüellik) yapana Allah lânet etsin!” (Ahmed bin Hanbel, I/309; Tirmizî, Tuhfetu’l-Ahvezî, 5/21)

“Ümmetim için korktuğum şeylerin en korkunç olanı, Lût kavminin ameli (olan çirkin ilişki)dir.” (Tirmizî, Tuhfetu’l-Ahvezî, 5/23)

“Kim karısına arka tarafından (ters ilişkiye girer,) varırsa mel’undur!” (Ebû Dâvud, II/249)

 

 

Gazâb; Helâk Kavramına Yakın Anlamı Olan Bir Cezâ

Allah’ın Sıfatı Olarak Gazap, Helâk ve Azâb: Allah Teâlâ’ya mahsus olan sıfatlardan rahmet ve gazap, mahlûkatın sıfatları gibi değildir. Allah’ın tüm vasıfları ve isimleri her yönüyle mükemmelliği içerdiğinden, beşerî olumsuzluk ve eksikliklerden münezzehtir. “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (42/Şûrâ, 11). O, tüm noksanlıklardan münezzehtir. Allah’ın rahmet ve gazâb sıfatları, Kur’ân’ın birçok âyetinde zikredilmekte ve Allah’ın gazâbına uğrayarak helâk edilen bazı kavimlerden ibret için bahsedilmektedir. Bütün bunların yanında, Allah’ın rahmeti gazâbından daha büyüktür. Bir kudsî hadiste Allah şöyle buyurur: “Rahmetim, gazâbımı geçmiştir (kuşatmıştır).” (Buhârî, Tevhid 15, 22, 28, 55; Müslim, Tevbe 14-16).

Allah’ın Gazâbına Uğrayanlar

a- Allah'a İsyan Eden Yahûdiler: Bıldırcın ve kudret helvası gibi daha iyi olan Allah’ın nimetlerini daha kötüyle değiştiren yahûdiler için şöyle buyrulur: “... Üzerlerine zillet (alçaklık) ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah’ın gazâbına uğradılar. Bu musîbetler (onların başına), Allah’ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak peygamberleri öldürmeleri Sebebiyle geldi. Onların hepsi, sadece isyanları ve düşmanlıkları sebebiyledir.” (2/Bakara, 61)

“... Allah’ın indirdiklerini inkâr edip kendi canlarına karşılık satın aldıkları şey (azap) ve o sebeple de gazap üstüne gazâba uğramaları ne kadar kötü! Ayrıca, kâfirler için ihânet edici bir azap vardır.” (2/Bakara, 90)

“Allah’tan gelmiş olan bir ipe ve insanlar tarafından ortaya konan bir ipe (sisteme) sığınmaları müstesnâ, onlar (yahûdiler) nerede bulunurlarsa bulunsunlar, kendilerine zillet (damgası) vurulmuş, Allah’ın gazâbına/hışmına uğramışlar, miskinliğe mahkûm edilmişlerdir. Bunun sebebi, onların, Allah’ın âyetlerini inkâr etmiş ve haksız yere peygamberleri öldürmüş olmaları, ayrıca isyan etmiş ve haddi aşmış bulunmalarıdır.” (3/Âl-i İmrân, 112; Ayrıca, bkz. 1/Fâtiha, 7; 5/Mâide, 60; 20/Tâhâ, 86; 58/Mücâdele, 14).

b- Putperest Yahûdiler (Altın Buzağıya Tapanlar): “Buzağıyı (tanrı) edinenlere, mutlaka Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir. İşte Biz iftiracıları böyle cezâlandırırız.” (7/A’râf, 152)

c- Şirk Koşanlar; Putperest Âdîler (Âd Kavmi): “(Hûd) dedi ki: ‘Artık size Rabbinizden bir azap ve bir gazap inmiştir. Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim! Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik.” (7/A’râf, 71-72)

d- İrtidat Edenler: “Kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse -kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka- fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah’ın gazâbı bunlaradır; bunlar için büyük bir azap vardır.” (16/Nahl, 106)

e- Maymunlaşan, Domuzlaşan ve Tâğûta Tapanlar: “De ki: ‘Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi? Allah’ın lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymunlar, domuzlar ve tâğûta tapanlar çıkardığı kimseler; işte bunlar, yeri (durumu) daha kötü olan ve doğru yoldan daha ziyâde sapmış bulunanlardır.” (5/Mâide, 60)

f- Allah Hakkında Kötü Zanda Bulunan Münâfık ve Müşrikler: “(Bunlar) Allah hakkında kötü zanda bulunan münâfık erkeklere ve münâfık kadınlara, Allah'a şirk koşan erkek ve kadınlara azap etmesi içindir. Kötülük onların başına gelmiştir. Allah onlara gazap etmiş, lânetlemiş ve cehennemi kendilerine hazırlamıştır. Orası ne kötü bir yerdir!” (48/Fetih, 6)

g- Allah Hakkında Tartışmaya Girenler: “Dâveti kabul edildikten sonra, Allah hakkında tartışmaya girenlerin delilleri, Rableri katında boştur. Onlar için bir gazap, yine onlar için çetin bir azap vardır.” (42/Şûrâ, 16)

h- Mü’minleri Öldürenler: “Kim bir mü’mini kasden öldürürse, cezâsı, içinde ebedî kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (4/Nisâ, 93)

i- Cihaddan Kaçanlar: “Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzî tutma dışında, kim öyle bir günde onlara arka çevirirse muhakkak ki o, Allah’ın gazâbını hak etmiş olarak döner. Onun yeri de cehennemdir. Orası, varılacak ne kötü yerdir!” (8/Enfâl, 16)

k- Yalancı ve İftiracılar: “Kadının, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah Adına yemin ile şâhitlik etmesi, beşinci defa da, eğer (kocası) doğru söyleyenlerden ise Allah’ın gazâbının kendi üzerine olmasını dilemesi kendisinden cezâyı kaldırır.” (24/Nûr, 8-9).

l- Yeme İçmede Taşkınlık ve Nankörlük Edenler: “Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin, bu hususta taşkınlık ve nankörlük de etmeyin; sonra sizi gazâbım çarpar. Her kim ki kendisini gazâbım çarparsa, hakikaten o, yıkılıp gitmiştir.” (20/Tâhâ, 81)

m- Rasûlüllah’a Eziyet Edenler: Rasûlüllah (s.a.s.) Uhud günü kırılan dişine işaret etti ve şöyle buyurdu: “Peygamberine böyle yapan bir kavme Allah’ın gazâbı/öfkesi arttı. Rasûlüllah’ın Allah yolunda öldürdüğü kişiye de Allah’ın gazâbı şiddetlendi.” (Buhâri, Megâzî 24; Müslim, Cihâd 106; Kütüb-i Sitte, 12/126)

 

Gazap Edilenleri Dost Edinmek: “Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinenleri görmedin mi? Onlar ne sizdendirler ne de onlardan. Bilerek yalan yere yemin ediyorlar. Allah onlara çetin bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları çok kötüdür!” (58/mücâdele, 14-15). Âyette Allah’ın gazâb ettiği yahûdileri kendilerine dost edinenlerin münâfık olduğu bildirilmektedir.

“Ey iman edenler! Kendilerine Allah’ın gazap ettiği bir kavmi dost edinmeyin. Zira onlar, kâfirlerin kabirlerdekilerden (onların dirilmesinden) ümit kestikleri gibi âhiretten ümit kesmişlerdir.” (60/Mümtehine, 13)

Kur’an’ın özü ve özeti olan Fâtiha sûresinde “Bizi dosdoğru yola ilet; Nimet verdiklerinin yoluna. Kendilerine gazap edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil.” (1/Fâtiha, 5-7) buyurulmaktadır. Allah haddi aşanlara, isyancılara, dini inkâr edenlere gazap üstüne gazap göndermiştir. Bunların kıssaları Kur’an’da gayb haberleri şeklinde bildirilmiştir. Gazap edilenler, daha çok, yahûdiler ve yahûdileşenlerdir. Allah’ın gazâbı, tarihteki inkârcı ve isyancıların başına türlü şekillerde gelmiştir. Onları yakalayıveren bir çığlık, bir yer sarsıntısı, ebâbil kuşları, kasırga, dağ gibi deniz dalgalarında boğulma...

 

 

 

Azâb; Helâk Kavramına Yakın Anlamı Olan Diğer Bir Cezâ

Azâb; Otorite sahibi bir kimse tarafından yapılan işkence, ezâ, cefâ; beden ve ruha tesir eden eziyet anlamına gelir. Bir terim olarak, Allah'ın günahkârlara dünya veya âhirette vereceği cezâ, sıkıntı ve eziyet demektir.

Kabir azâbı, Cehennem azâbı. İslâm'da azâb dünyevî ve uhrevî olmak üzere ikiye ayrılır:

1. Dünyevî azâb. Yüce Allah eski devirlerde imandan uzaklaşan, gönderdiği peygamberlere itaat etmeyen, Allah'a isyan eden kavimleri helâk etmiş, onları dünyada azaplandırarak sonraki nesillere ibret yapmıştır. Hz. Nûh (a.s.)'un kavminin sular altında kalması, sadece kendisiyle birlikte bir gemiye binen insanların ve hayvanların kurtulması, Âd ve Semûd kavminin başına gelen felâketler, Nemrud'un ve Firavun'un helâk oluşu, erkeklerin kadınları bırakarak birbirlerine yaklaştığı Lût kavminin yere batırılması dünyadaki azâba örnek verilebilir. Bunlar Kur'an-ı Kerîm'de ibret için zikredilen kıssalardır.

Dünyevî azâbın bir de eziyet, sıkıntı, fakirlik vb. şekillerde imtihan amacıyla karşılaşılan şekli vardır. Bu imtihanların gayesi insanın sabır ve tahammül gücünün ölçülmesi, buna karşılık günahlarının affedilmesi, ya da mânevî derecesinin yükselmesidir. Âyette şöyle buyurulur: “Ey mü’minler! (İtaat edeni âsî olandan ayırt etmek için) Sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden yana eksiltmek ile imtihan ederiz (ey habibim) sabredenleri müjdele.” (2/Bakara, 155). Buna göre, dünyadaki bazı sıkıntı ve ıstıraplar âhirette sevâba, dünya hayatının sonraki yıllarında refaha dönüşebilmektedir. Münkirler için dünyadaki azap da âhiretteki azap da aleyhlerinedir. Kur'ân-ı Kerîm'de; "Onlar için dünyada rezillik ve aşağılık, âhirette de elem verici bir azap ve cehennem ateşi vardır" (el-2/Bakara, 114; 22/Hacc, 9) buyurulmaktadır.

2. Âhiretteki azâb: Âhiret azâbı kabir azâbıyla başlar. Kabir hayatı hemen dünya hayatının bitimiyle başladığına göre, insanoğluna azap uzak değildir. Çünkü âyetlerde işâret yoluyla ve hadislerde net bir şekilde azâbın kabirde başlayacağı belirtilmiştir. Cenâb-ı Hakk buyurur: "Kim Benim zikrimden (Kuran'dan) yüz çevirirse, o kimse için (kabirde) dar, sıkıntılı bir yaşayış vardır. Biz onu Kıyâmet gününde kör olarak haşredeceğiz. O şöyle diyecek: Ey Rabbim, beni niçin kör olarak haşrettin? Halbuki ben daha önce görüyordum.' Allah diyecek: Bu böyledir. Çünkü sana âyetlerimiz geldi de, sen onları unuttun. Bugün de unutulma sırası sendedir." (20/Tâhâ, 124)

Hz. Peygamber, “sâlih kullar için kabrin Cennet bahçelerinden bir bahçe olacağını, günahkârlar için ise Cehennem çukurlarından bir çukur hâlini alacağını” bildirmiştir (Tirmizî, Kıyâme 26).

İbn Ömer'den nakledildiğine göre Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: "Sizden biriniz vefat ettiğinde sabah ve akşam ona kendi makamı gösterilir: O kimse Cennetlik ise Cennet'e gireceklerin makamı; Cehennemlik ise, Cehennem'in hücrelerinden bir yer gösterilir. Ve ona, ‘burası senin ebedî durağındır. Kıyâmet günü seni Allah buraya göndererektir’ denilir.” (S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Terc., 678).

Ebû Hüreyre'den, Hz. Peygamber'in şu duâya devam ettiği nakledilmiştir: "Ya Rabbî! Kabir azâbından, hayat ibtilâsından, ölümün şiddetinden, Mesih-Deccalin fitnesinden Sana sığınırım.” (S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Terc., 677).

Kıyâmete kadar bu şekilde sürecek bir kabir hayatı sonunda, mahşer yerinde hesap ve mizandan sonra sevapları günahlarından fazla gelenler Cennet'e, az gelenler ve inkârcılar ise Cehennem'e gireceklerdir. Günahkâr mü’minler bir süre azap gördükten sonra, sonunda yine Cennet'e gireceklerdir. Kâfirler ise ebedî Cehennem'de kalacaktır. Kur'an-ı Kerîm'in birçok âyetinde Cehennem azâbından, bu azâbın dehşet ve korkunçluğundan söz edilir:

“Defterleri sol tarafından verilen günahkârlara gelince; onlar ne acıklı durumdadırlar. Onlar ateşin alevi ve kaynar su içindedirler. Bir de üzerlerinde Cehennem'in kapkara dumanı olan bir gölge var. O gölge ne serindir, ne de mülâyim. Çünkü onlar dünya hayatında zevklerine düşkün kimselerdi.” (56/Vâkıa, 41-46)

İslâm'da azap İlâhî adâletin gerçekleştirilmesi içindir. Dünya hayatında uygulanan cezâ ve azaplar hukukî müeyyidelerdir. Bu da toplum içinde işlenebilecek kötülük ve suçların önlenmesi ve diğer insanlara bir ibret teşkil etmesi içindir. Âhiret azâbı mü’min insanlar için geçicidir. Bu geçici azâbın sonunda Allah'ın bir lûtfu olarak Cennet nimeti verilecektir. Allah'ın bütün emir ve yasaklarının hak olduğuna iman eden, yegâne din ve nizamın onun dini ve nizamı olduğunu kabullenip bütün emir ve yasaklarının yeryüzünde uygulanması gerektiği inancında olan, Allah'a hiç bir şekilde şirk koşmayıp, ancak bazan insanî fıtrat gereği olarak günah işleyen kimseler, bu günahlarının karşılığı olan cezâyı çektikten sonra, ebedî azâba çarptırılmayıp, af edilirler. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları dilediği kimse için affeder.” (4/Nisâ, 48). Buna göre küfrün dışında kalan diğer günahlar Cenâb-ı Allah'ın irâdesine kalmış bir husustur. O isterse bağışlar isterse azap eder. Fakat O’nun emir ve yasaklarını dinlemeyen, Kur'an'a sırt çevirip hükümlerinin uygulanamayacağını söyleyen veya böyle inananların düşüncesini paylaşan insanlar, küfürde olacakları için, ebedî azâba çarptırılacaklardır.

"Gerçekten küfredip (Peygamberliği ve İslâm'ın bütün hükümlerini reddedip insanları Allah'ın dininden ve hak yoldan alıkoymakla) zulmedenleri, Allah asla mağfiret edecek değildir. Onları Cehennem yolundan başka bir yola erdirecek değildir. Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar...” (4/Nisâ, 168-169). Ayrıca (72/Cinn, 23) ve (33/Ahzâb, 65) âyetleri aynı hususu hatırlatmaktadır.

Allah ve Rasûlü âyet ve hadislerde, âhiret nimetlerini müjdeleme yanında dünyada emir ve yasaklara uymayanlara, haksızlık ve zulüm edenlere, inkâr yoluna sapanlara, Allah'ın hükümlerine sırt çevirenlere azap edileceğini bildirmiştir. Bundan maksat da insanları kötülüklerden ve inançsızlıktan kurtarmaktır. (10)

 

 

 

 

Kavimlerin Helâki

“Bunlar, sana doğru haber (kıssa) olarak aktardığımız (geçmişteki) nesillerin haberleridir. Onlardan kimi ayakta kalmış, (hâlâ izleri var, kimi de) biçilmiş ekin (gibi yerle bir edilmiş, kalıntısı silinmiş)tir. Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendi nefislerine zulmettiler. Böylece Rabbinin emri geldiği zaman, Allah'ı bırakıp da taptıkları ilâhları, onlara hiçbir şey sağlayamadı, 'helâk ve kayıplarını' artırmaktan başka bir işe yaramadı.” (11/Hûd, 100-101)

İnsanoğlunu yaratan, onu rûhen ve bedenen şekillendiren, belirli bir ömür süresince yaşatan ve sonra da öldürerek kendi katına alacak olan Allah'tır. Allah insanı yaratmıştır ve "O, yarattığını bilmez mi?” (67/Mülk, 14) âyetine göre, insanı bilen, tanıyan ve ihtiyaçlarını karşılayıp onu eğitecek olan O'dur. Dolayısıyla insanın hayattaki tek amacı, Allah'ı tanımak, O'na yakınlaşmak ve O'na kulluk etmek olmalıdır. Aynı nedenle insan, Allah'ın insanlara elçileri aracılığıyla ulaştırdığı saf mesajını, vahyini kendisine tek yol gösterici edinmelidir.

Allah'ın son kitabı ve bozulmamış tek vahyi ise Kuran'dır. Bundan dolayı bizler, Kur’an’ı kendimize en büyük rehber, en büyük yol gösterici edinmek ve Kur’an’ın tüm hükümlerine titizlik göstermekle yükümlüyüz. Dünyadaki ve âhiretteki kurtuluşun tek yolu budur. Bu durumda Allah'ın Kuran'da bizlere neler bildirdiğini, son derece titiz ve dikkatli bir biçimde incelemek ve bunlar üzerinde düşünmek gerekir. Nitekim Allah, Kur’an’ın gönderiliş amacının insanları düşünmeye yöneltmek olduğunu bildirir: İşte bu (Kur’an) uyarılıp korkutulsunlar, gerçekten O'nun yalnızca bir tek İlâh olduğunu bilsinler ve temiz akıl sahipleri iyice öğüt alıp düşünsünler diye bir bildirip duyurma (bir belâğ)dır.(14/İbrâhim, 52)

Kur’ân’ın oldukça büyük bir bölümünü oluşturan geçmiş kavimlerin haberleri de kuşkusuz üzerinde düşünülmesi gereken konulardan biridir. Bu kavimlerin büyük bölümü, kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlamış, hatta onlara düşmanlık göstermiş kavimlerdir. Bu taşkınlıklarından dolayı da Allah'ın azâbıyla karşılaşmışlar ve yeryüzünden silinmişlerdir.

Allah Kuran'da, bu helâk olaylarının sonraki insanlara da birer ibret olması gerektiğini bildirir. Örneğin Allah'a isyan eden bir grup yahûdi'ye verilen bir cezâ anlatıldıktan sonra, "Bunu, hem çağdaşlarına, hem sonra gelecek olanlara 'ibret verici bir cezâ’, takvâ sahipleri için de bir öğüt kıldık ” (2/Bakara, 66) denmektedir.

Kuran, "Allah'a hamdolsun, O size âyetlerini gösterecektir, siz de onları bilip tanıyacaksınız" (27/Neml, 93) hükmü ile Allah'ın âyetlerinin dış dünyada görüleceğini vaat etmektedir ve bunları bilip tanımak da insanı imana götüren başlıca yoldur. Kuran'da anlatılan helâk olaylarının hemen hepsi ise, çağımızda yapılan arşiv araştırmaları ve arkeolojik bulgular sâyesinde "görülecek" ve "bilinip tanınacak" hale gelmiştir.

Önceki Nesiller

“Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nûh, Âd, Semûd kavminin, İbrâhim kavminin, Medyen ahâlisinin ve yerle bir olan şehirlerin haberi gelmedi mi? Onlara Rasûlleri apaçık deliller getirmişlerdi. Demek ki Allah, onlara zulmediyor değildi, ama onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.” (9/Tevbe, 70)

Allah'ın elçileri aracılığıyla insanlara yaptığı İlâhî tebliğ, insan yaratılışından beri bizlere ulaştırılmaktadır. Kimi toplumlar bu tebliği kabul etmişler, kimileri inkâr etmişlerdir. Bazen inkârcı bir toplumun içinden küçük bir azınlık çıkmakta ve sadece bunlar elçiye uymaktadırlar.

Ancak kendisine tebliğ gelen kavimlerin çok büyük bir kısmı bunu kabul etmemişlerdir. Sadece Allah'ın elçisinin kendilerine getirdiği tebliği dinlememekle kalmamış, aynı zamanda elçiye ve ona uyanlara da zarar vermeye çalışmışlardır. Elçiler, birçok kez "yalancılık, büyücülük, delilik, şımarıklık" gibi nitelendirmelerle suçlanmış, hatta birçok kez kavmin önde gelenleri onları öldürmeye teşebbüs etmişlerdir.

Oysa ki, her peygamber, kavminden yalnızca Allah'a itaat etmesini istemiştir. Bunun karşılığında para ya da başka bir dünyevî çıkar talep etmemişlerdir. Kavimlerinin üzerine bir zorlayıcı da olmamışlardır. Tek yaptıkları gönderildikleri toplumu gerçek dine dâvet etmek ve kendilerine uyanlarla birlikte o toplumdan farklı bir hayat tarzı yaşamaya başlamaktır.

Hz. Şuayb'ın kendisine gönderildiği Medyen halkıyla arasında geçenler, sözünü ettiğimiz peygamber-kavim ilişkisinin bir örneğidir. Kendilerini Allah'a iman etmeye ve yaptıkları adâletsizliklerden vazgeçmeye çağıran Hz. Şuayb'a, kavminin gösterdiği tepki ve bu yüzden uğradıkları son, gerçekten düşündürücüdür:

“Medyen (halkına da) kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: 'Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin, O'ndan başka ilâhınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın; gerçekten sizi bir 'bolluk ve refah (hayır)' içinde görüyorum. Doğrusu sizi çepeçevre kuşatacak olan bir günün azâbından korkuyorum.

Ey kavmim, ölçüyü ve tartıyı -adâleti gözeterek- tam tutun ve insanların eşyasını değerden düşürüp eksiltmeyin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın. Eğer mü’minseniz, Allah'ın bıraktığı (helâl işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır. Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.

Dediler ki: 'Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor? Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir Adam)sın.

Dedi ki: 'Ey kavmim görüşünüz nedir söyler misiniz? Ya ben Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve O da beni kendisinden güzel bir rızık ile rızıklandırmışsa? Ben, size yasakladığım şeylere (kendim sahiplenmek sûretiyle) size aykırı düşmek istemiyorum. Benim istediğim, gücüm oranında yalnızca ıslah etmektir. Benim başarım ancak Allah iledir; O'na tevekkül ettim ve O'na içten yönelip dönerim.'

Ey kavmim, bana karşı gelişiniz, sakın Nûh kavminin ya da Hûd kavminin veya Sâlih kavminin başlarına gelenlerin bir benzerini size de isâbet ettirmesin. Üstelik Lût kavmi size pek uzak değil. Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin. Gerçekten benim Rabbim, merhametlidir, sevendir.

‘Ey Şuayb!’ dediler. ‘Senin söylediklerinin çoğunu biz kavrayıp anlamıyoruz. Doğrusu biz seni içimizde zayıf biri görüyoruz. Eğer yakın çevren olmasaydı, gerçekten seni taşa tutar öldürürdük. Sen bize karşı güçlü ve üstün değilsin.

Dedi ki: ‘Ey kavmim, sizce benim yakın çevrem, Allah'tan daha mı üstündür ki, O'nu arkanızda unutuluvermiş (önemsiz) birşey edindiniz. Şüphesiz benim Rabbim, yapmakta olduklarınızı sarıp kuşatandır. Ey kavmim, bütün yapabileceğinizi yapın; şüphesiz, ben de yapacağım. Kime aşağılatıcı azap gelecek ve yalancı kimdir, yakında bileceksiniz. Siz gözetleyip durun, ben de sizinle birlikte gözetleyeceğim.

Emrimiz geldiği zaman, tarafımızdan bir rahmetle Şuayb'ı ve onunla birlikte iman edenleri kurtardık; o zulmedenleri dayanılmaz bir ses sarıverdi de kendi yurtlarında diz üstü çökmüş olarak sabahladılar. Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semûd (halkına) nasıl bir uzaklık verildiyse Medyen (halkına da Allah'ın rahmetinden öyle) bir uzaklık (verildi).” (11/Hûd, 84-95)

Kendilerini yalnızca iyiliğe çağırmaktan başka birşey yapmayan Hz. Şuayb'ı "taşa tutup öldürmeyi" tasarlayan Medyen halkı, Allah'ın azâbıyla cezâlandırılmış ve üstteki âyetlerde anlatıldığı gibi helâk edilmiştir. Medyen halkı, türünün tek örneği de değildir. Aksine, Hz. Şuayb'ın kavmiyle konuşurken belirttiği gibi, Medyen halkından önce de pek çok toplum helâk edilmiştir. Medyen'den sonra da yine pek çok toplum Allah'ın gazâbına uğramışlardır.

Bu konuyla ilgili olarak Kuran'da dikkat çekilen noktalardan biri, helâk edilmiş olan kavimlerin çoğu kez yüksek bir medeniyet kurmuş olmalarıdır. Kuran'da, helâk olmuş kavimlerin bu özelliği vurgulanırken şöyle denir: “Biz bunlardan önce nice nesiller yıkıma uğrattık ki onlar, zorbaca yakalamak (yakıp yıkmak, baskı ve şiddetle yönetmek, sindirmek) bakımından kendilerinden daha üstündüler; şehirlerde (yerin üstünü altına getirip, sayısız kazı, inşaat ve araştırmalarla her yanı) delik deşik etmişlerdi. (Ama) kaçacak bir yer var mı?” (50/Kaf, 36)

Âyette, helâk edilmiş toplumların iki özelliğine dikkat çekiliyor. Birincisi, "zorbaca yakalamak bakımından üstün" olmalarıdır. Bu, helâk olmuş kavimlerin disiplinli ve güçlü askerî bürokratik sistemler kurdukları ve kaba kuvvet yoluyla yaşadıkları coğrafyada iktidarı ele geçirdikleri anlamına gelir. Vurgulanan ikinci nokta ise, sözkonusu toplumların, mimarî özellikleriyle dikkat çeken büyük şehirler kurduklarıdır.

Dikkat edilirse, bu iki özellik de, tam tamına, bugün teknoloji ve bilim yoluyla süslü bir dünya meydana getirmiş, merkezî devletler, büyük şehirler kurmuş olan ancak tüm bunların Allah'ın verdiği güçle olduğunu unutarak Allah'ı inkâr ya da gözardı eden medeniyetlerin özelliğidir. Ancak âyette bildirildiği gibi, oluşturdukları medeniyet, helâk olmuş kavimleri kurtaramamıştır; çünkü medeniyetleri Allah'ı inkâr ve yeryüzünde bozgunculuk temeline dayanıyordu. İnkâr ve yeryüzünde bozgunculuk temeline dayandığı sürece, bugünkü medeniyetlerin sonu da farklı olmayacaktır.

İşte bazıları Kuran'da bildirilen bu helâk olaylarının önemli bir bölümü, modern çağda yapılan arkeolojik araştırmalar sonunda ortaya çıkarılmıştır. Kuran'da sözü edilen olayların delilleri olan bu bulgular, Kuran kıssalarının "ibret olma" özelliğini daha da açık bir biçimde gösteriyor. Çünkü Allah, Kuran'da "yeryüzünde gezip dolaşılması" ve "öncekilerin uğradıkları sonun anlaşılması" gerektiğini bildiriyor:

“Biz senden önce, şehirler halkına kendilerine vahyettiğimiz kimseler dışında (başkalarını elçi olarak) göndermedik. Hiç yeryüzünde dolaşmıyorlar mı, ki kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görmüş olsunlar? Korkup sakınanlar için âhiret yurdu elbette daha hayırlıdır. Siz yine de akıl erdirmeyecek misiniz?

Öyle ki elçiler, umutlarını kesip de, artık onların gerçekten yalanladıklarını sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmiştir; Biz kimi dilersek o kurtulmuştur. Suçlu/günahkârlar topluluğundan zorlu azâbımız kesin olarak geri çevrilmeyecektir.

Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl sahipleri için ibretler vardır. (Bu Kur'an) düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı, herşeyin 'çeşitli biçimlerde açıklaması' ve iman edecek bir topluluk için bir hidâyet ve rahmettir.” (12/Yûsuf, 109-111)

Gerçekten de öncekilerin kıssalarında temiz akıl sahipleri için ibretler vardır. Allah'a isyan ettikleri ve O'nun hükümlerini tanımadıkları için helâk edilmiş olan kavimler, bizlere insanın Allah karşısında ne denli âciz ve zayıf olduğunu göstermektedir.

Nûh tûfânı, livâta/homoseksüellik gibi çirkinliği işlemekten çekinmeyen Lût kavminin yaşadığı şehrin altının üstüne getirilmesi, kumların altına gömülen Âd kavminin yaşadığı Ubar kenti, sulara gömülen Firavun ve kavmi, Arim seli ile helâk olan Sebe’ kavmi, bu ibretlik helâk özelliklerinin Kur’an’da anlatılan prototip kıssalarıdır.

 

Nûh Tûfânı

“Andolsun, Biz Nûh'u kendi kavmine gönderdik, o da içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yaşadı. Sonunda onlar zulmetmekte devam ederlerken tûfân kendilerini yakalayıverdi.” (29/Ankebût, 14)

Hemen her kültürde yer aldığını gördüğümüz Nûh Tûfânı, Kuran'da anlatılan kıssalar arasında, üzerinde en çok durulanlardan biridir. Hz. Nûh'un gönderildiği kavmin uyarılara ve öğütlere kulak asmaması, gösterdikleri tepkiler ve olayın meydana gelişi birçok âyette detaylarıyla anlatılır.

Hz. Nûh, Allah'ın âyetlerinden uzaklaşarak O'na ortaklar koşan kavmini, sadece Allah'a kulluk etmeleri ve sapkınlıklarından vazgeçmeleri konusunda uyarmak amacıyla gönderilmişti. Hz. Nûh, kavmine Allah'ın dinine uymaları konusunda defalarca öğüt verdiği ve onları Allah'ın azâbına karşı birçok kez uyardığı halde, onlar Hz. Nûh'u yalanladılar ve şirk koşmaya devam ettiler. Mü’minûn Sûresi'nde, Nûh Kavmi'nde gelişen olaylar şöyle anlatılıyor:

“Andolsun, Biz Nûh'u kendi kavmine (elçi olarak) gönderdik. Böylece kavmine dedi ki: 'Ey Kavmim, Allah'a kulluk edin. O'nun dışında sizin başka ilâhınız yoktur, yine de sakınmayacak mısınız?'

Bunun üzerine, kavminden inkâra sapmış önde gelenler dediler ki: 'Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler indirirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz.'

O, kendisinde delilik bulunan bir Adamdan başkası değildir, onu belli bir süre gözetleyin.

Rabbim' dedi (Nûh). 'Beni yalanlamalarına karşılık, bana yardım et.” (23/Mü'minûn, 23-26)

Âyetlerde anlatıldığı gibi, kavminin önde gelenleri Hz. Nûh'u, onlara karşı üstünlük elde etmeye çalışmak, yani kişisel çıkarlar aramak gibi basit bir suçlamayla karalamaya çalıştılar ve ona "deli" damgası vurmak istediler. Ve onu gözetlemeye, baskı altında tutmaya karar verdiler.

Bunun üzerine Allah Hz. Nûh'a, inkâr edip zulmedenlerin suda boğularak azaplandırılacağını ve iman edenlerin kurtarılacağını haber verdi. Sözü edilen azap vakti geldiğinde, yerden sular ve coşkun kaynaklar fışkırdı ve bunlar şiddetli yağmurlarla birleşerek dev boyutlu bir taşkına neden oldu. Allah, Hz. Nûh'a "Onun içine her ikişer çift ile, içlerinden aleyhlerine söz geçmiş onlanlar dışında olan aileni de alıp koy" (23/Mü'minûn, 27) emrini verdi ve Hz. Nûh'un gemisine binmiş olanlar dışında -Hz. Nûh'un, yakındaki bir dağa sığınarak kurtulacağını sanan "oğlu" da dahil olmak üzere- tüm kavim suda boğuldu. Tûfân sonucunda sular çekilip, âyetin ifâdesiyle "iş bitiverince" de gemi, Kuran'da bildirildiğine göre, Cûdi'ye, -yani yüksekçe bir yere- oturdu.

Yapılan arkeolojik, jeolojik ve tarihî çalışmalar olayın Kuran'da anlatıldığı şekilde meydana geldiğini göstermektedir. Eski çağlarda yaşamış birçok uygarlığa ait tabletlerde ve elde edilen birçok tarihi belgede, tûfân olayı, kişi ve yer isimleri farklılık gösterse de, çok büyük benzerliklerle anlatılmış ve "sapkın bir kavmin başına gelenler" bir ibret kaynağı olarak çağdaşlarına sunulmuştur.

Tûfân olayı, Tevrat ve İncil'in dışında, Sümer, Asur-Babil kayıtlarında, Yunan efsanelerinde, Hindistan'da Satapatha, Brahmana ve Mahabharata destanlarında, İngiltere'nin Galler yöresinde anlatılan bazı efsanelerde, İskandinav Edna efsanelerinde, Litvanya efsanelerinde ve hatta Çin kaynaklı öykülerde birbirine çok benzer şekillerde anlatılır. Birbirinden ve Tûfân bölgesinden hem coğrafi hem kültürel olarak bu kadar uzak kültürlerde, Tûfân'la ilgili bu denli detaylı ve birbiriyle uyumlu bilgi nasıl yerleşmiş olabilir?

Sorunun cevabı açıktır: Eski dönemlerde birbirleriyle ilişki kurmuş olmaları imkânsız olan bu toplumların yazıtlarında aynı olaydan bahsedilmesi, aslında bu insanların bir İlâhî kaynaktan bilgi aldıklarını gösteren açık bir kanıt durumundAdır. Görünen odur ki, tarihin en büyük helâk olaylarından biri olan Tûfân, farklı uygarlıklara gönderilen birçok peygamberler tarafından ibret için anlatılmış ve bu şekilde Tûfân'la ilgili bilgiler çeşitli kültürlere yerleşmiştir.

Bununla birlikte, Tûfân olayı ve Nûh Kıssası bir çok kültür ve dini kaynaklarda anlatılmasına rağmen, kaynakların tahrif edilmesi veya yanlış aktarma ve kasıtlar Sebebiyle birçok değişikliğe uğramış, aslından uzaklaştırılmıştır. Yapılan araştırmalardan, temelde aynı olayı anlatan ancak aralarında birtakım farklılıklar da bulunan Tûfân anlatımları içinde, eldeki bilimsel bulgulara uygun yegane anlatımın Kuran'daki olduğunu görüyoruz.

Kuran'da Hz. Nûh ve Tûfân

Nûh Tûfânı, Kur’an’ın pek çok âyetinde anlatılır. Aşağıda, olayın gelişim sırasına göre âyetler derlenmiştir.

Hz. Nûh'un, Kavmini Dine Davet Edişi: “Andolsun, Biz Nûh'u kendi kavmine gönderdik. Dedi ki: 'Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur. Doğrusu ben, sizin için büyük bir günün azâbından korkmaktayım.” (7/A'râf, 59)

“(Nûh:) 'Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; benim ücretim yalnızca âlemlerin Rabbine aittir. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin.” (26/Şuarâ, 107-110)

“Andolsun, biz Nûh'u kendi kavmine gönderdik. Böylece kavmine dedi ki: Ey Kavmim, Allah'a kulluk edin. Onun dışında sizin başka ilâhınız yoktur, yine de korkup sakınmayacak mısınız?” (23/Mü’minûn, 23)

Hz. Nûh'un, Kavmini Allah'ın Azâbına Karşı Uyarması: “Hiç şüphesiz Biz Nûh'u: Kavmini, onlara acı biz azap gelmeden evvel uyarıp korkut diye kendi kavmine gönderdik.” (71/Nûh, 1)

“(Nûh:) 'Artık siz, ileride bileceksiniz. Aşağılatıcı azap kime gelecek ve sürekli azap kimin üstüne çökecek.” (11/Hûd, 39)

“(Nûh:) 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size (gelecek olan) acı bir günün azâbından korkarım.” (11/Hûd, 26)

 

Kavmin Hz. Nûh'u Yalanlaması: “Kavminin önde gelenleri? 'Gerçekte biz seni açıkça bir 'şaşırmışlık ve sapmışlık' içinde görmekteyiz' dediler.” (7/A'râf, 60)

“Dediler ki: 'Ey Nûh, bizimle çekişip-durdun, bu çekişmede ileri de gittin. Eğer doğru söylüyorsan bize vaadettiğini getir (görelim.)” (11/Hûd, 32)

“Gemiyi yapmaktaydı. Kavminin ileri gelenleri kendisine her uğradığında onunla alay ediyordu. O: 'Eğer bizimle alay ederseniz, alay ettiğiniz gibi biz de sizlerle alay edeceğiz' dedi.” (11/Hûd, 38)

“Bunun üzerine, kavminden küfre sapmış önde gelenler dediler ki: 'Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler indirirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz. O, kendisinde delilik bulunan bir Adamdan başkası değildir, onu belli bir süre gözetleyin.” (23/Mü’minûn, 24-25)

“Kendilerinden önce Nûh kavmi de yalanlamıştı; böylece kulumuzu yalanladılar ve 'delidir' dediler. O, baskı altına alınıp engellenmişti.” (54/Kamer, 9)

Hz. Nûh'a Uyanların Küçük Görülmeleri: “Kavminden, ileri gelen inkârcılar: 'Biz seni yalnızca bizim gibi bir beşerden başkası görmüyoruz; sana, sığ görüşlü olan en aşağılıklarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz ve sizin bize bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine, biz sizi yalancılar sanıyoruz' dedi.” (11/Hûd, 27)

“Dediler ki: 'Sana, sıradan aşağılık insanlar uymuşken inanır mıyız?' Dedi ki: 'Onların yapmakta oldukları hakkında benim bilgim yoktur. Onların hesabı yalnızca Rabbime aittir, eğer şuurundaysanız (anlarsınız). Ve ben mü’min olanları kovacak değilim. Ben, yalnızca apaçık bir uyarıcı-korkutucuyum.” (26/Şuarâ, 111-115)

Allah'ın Hz. Nûh'a Üzülmemesini Hatırlatması: “Nûh'a vahyedildi: 'Gerçekten iman edenlerin dışında, kesin olarak kimse inanmayacak. Şu halde onların işlemekte olduklarından dolayı üzülme.” (11/Hûd, 36)

 

Hz. Nûh'un Duâları: “(Nûh:) 'Bundan böyle, benimle onların arasını açık bir hükümle ayır ve beni ve benimle birlikte olan mü’minleri kurtar.” (26/Şuarâ, 118)

“Sonunda Rabbine duâ etti: 'Gerçekten ben yenik düşmüş durumdayım. Artık sen intikam al.” (54/Kamer, 10)

“(Nûh) Dedi ki: 'Rabbim, gerçekten ben kavmimi gece ve gündüz davet edip durdum. Fakat benim davet etmem, bir kaçıştan başkasını arttırmadı.” (71/Nûh, 5-6)

“(Nûh) 'Rabbim' dedi. 'Beni yalanlamalarına karşılık, bana yardım et.” (23/Mü’minûn, 26)

“Andolsun, Nûh Bize (duâ edip) seslenmişti de ne güzel icabet etmiştik.” (37/Sâffât, 75)

 

Geminin Yapılışı: “Bizim gözetimimiz altında ve vahyimizle gemiyi imal et. Zulme sapanlar konusunda da Bana hitapta bulunma. Çünkü onlar suda-boğulacaklardır.” (11/Hûd, 37)

 

Hz. Nûh'un Kavminin Suda Boğularak Helâk Olması: “Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, âyetlerimizi yalan sayanları da suda-boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi.” (7/A'râfi, 64)

“Sonra bunun ardından geride kalanları da suda boğduk.” (26/Şuarâ, 120)

“Andolsun, Biz Nûh'u kendi kavmine gönderdik, o da içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yaşadı. Sonunda onlar zulmetmekte devam ederlerken tûfân kendilerini yakalayıverdi.” (29/Ankebût, 14)

“Böylece onu ve onunla birlikte olanları katımızdan bir rahmet ile kurtardık. Âyetlerimizi yalan sayarak inanmamış olanların da kökünü kuruttuk.” (7/A'râf, 72)

 

Hz. Nûh'un 'Oğlunun' da Helâk Olması: Kuran'da, Tûfân'ın başlangıcında Hz. Nûh ile onun oğlu arasında geçen bir diyalog şöyle anlatılır: “(Gemi) Onlarla dağlar gibi dalga(lar) içinde yüzmekteyken Nûh, bir kenara çekilmiş olan oğluna seslendi: 'Ey oğlum, bizimle birlikte bin ve kâfirlerle birlikte olma.' (Oğlu) Dedi ki: 'Ben bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur.' Dedi ki: 'Bugün Allah'ın emrinden, esirgeyen olandan başka bir koruyucu yoktur.' Ve ikisinin arasına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu.” (11/Hûd, 42-43)

Tûfân'dan Mü’minlerin Kurtulmaları: “Bunun üzerine, onu ve onunla birlikte olanları yüklü gemi içinde kurtardık.” (26/Şuarâ, 119)

“Böylece Biz onu da gemi halkını da kurtardık ve bunu âlemlere bir âyet kılmış olduk.” (29/Ankebût, 15)

'Tûfân'ın Fiziksel Özellikleri: “Biz, bardaktan boşanırcasına akan bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttık. Derken su, takdir edilmiş bir işe karşı birleşti. Ve onu da tahtalar, çiviler üzerinde taşıdık.” (54/Kamer, 11-13)

“Sonunda emrimiz geldiğinde ve tandır feveran ettiği zaman, dedik ki: 'Her birinden ikişer çift (hayvan) ile aleyhlerinde söz geçmiş olanlar dışında, aileni ve iman edenleri ona yükle.' Zaten onunla birlikte çok azından başkası iman etmemişti.” (11/Hûd, 40)

“(Gemi) Onlarla dağlar gibi dalga(lar) içinde yüzmekteyken Nûh, bir kenara çekilmiş olan oğluna seslendi: 'Ey oğlum, bizimle birlikte bin ve kâfirlerle birlikte olma.” (11/Hûd, 42)

“Böylelikle Biz ona: 'Gözetimimiz altında ve vahyimizle gemi yap. Nitekim bizim emrimiz gelip de tandır kızışınca, onun içine her ikişer çift ile, içlerinden aleyhlerine söz geçmiş onlar dışında olan aileni de alıp koy; zulmedenler konusunda Bana muhâtap olma, çünkü onlar boğulacaklardır' diye vahyettik.” (23/Mü’minûn, 27)

Geminin Yüksekçe Bir Yere Oturması: “Denildi ki: 'Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen de tut.' Su çekildi, iş bitiriliverdi, (gemi de) Cudi üstünde durdu ve zalimler topluluğuna da: 'Uzak olsunlar' denildi.” (11/Hûd, 44)

Tûfân Olayı'nın İbret Verici Olması: “Gerçek şu ki, su taştığı zaman, o gemide Biz sizi taşıdık; Öyle ki, onu sizlere bir ibret kılalım. Gerçeği belleyip kavrayabilen kullar da onu belleyip kavrasın.” (69/Haakka, 11-12)

 

Allah'ın Hz. Nûh'u Övmesi “Âlemler içinde selâm olsun Nûh'a. Gerçekten Biz ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz. Şüphesiz o, Bizim mü’min olan kullarımızdandı.” (37/Sâffât, 79-81)

Tûfân Yerel Bir Âfet miydi?

Nûh Tûfânı'nın varlığını inkâr edenler, bu iddialarına delil olarak dünya çapında bir tûfânın varlığının imkânsız olduğunu söylemektedirler. Ayrıca böylesine bir tûfânın gerçekleşmemiş olduğu iddiasını, Kuran'a saldırmak amacıyla da öne sürmektedirler.

Oysa bu iddia, Allah'ın indirdiği ve tahrif edilmemiş tek kutsal kitap olan Kur’ân-ı Kerim için geçerli değildir. Çünkü Kuran'da, Tûfân olayına, Tevrat ve çeşitli kültürlerde bahsedilen Tûfân efsanelerinden çok daha farklı bir bakış açısı getirilir. Eski Ahit'in ilk beş kitabını oluşturan muharref Tevrat, bu tûfânın evrensel olduğunu ve tüm dünyayı kapsAdığını söylemektedir. Oysa Kuran'da böyle bir bilgi verilmez, aksine, ilgili âyetlerden Tûfân'ın yöresel olduğu ve tüm dünyanın değil, Hz. Nûh tarafından uyarılıp korkutulan Nûh Kavmi'nin cezâlandırıldığı anlaşılmaktadır.

Tevrat'ın ve Kur’an’ın Tûfân anlatımlarına bakıldığında bu farklılık kolaylıkla kendi gösterir. Tarih içinde çeşitli tahrifatlara ve eklemelere maruz kalmış olan Tevrat, Tûfân'ın başlangıcını şöyle açıklamaktadır: “Ve Rab gördü ki, yeryüzünde Adamın kötülüğü çoktu, ve her gün yüreğinin düşünceleri ve kuruntuları ancak kötü idi. Ve RAB yeryüzünde Adamı yaptığına nÂdim oldu, ve yüreğinde acı duydu. Ve RAB dedi: Yarattığım Adamı, ve hayvanları, sürünenleri ve göklerin kuşlarını toprağın yüzü üzerinden sileceğim; çünkü onları yaptığıma nÂdim oldum. Fakat Nûh, Rabbin gözünde inâyet buldu.” (Tekvin, 6:5-8)

Oysa Kuran'da tüm dünyanın değil, sadece Nûh kavminin helâk edildiği bildirilmektedir. Tıpkı Âd kavmine gönderilen Hz. Hûd (11/Hûd, 50) veya Semûd Kavmi'ne gönderilen Hz. Sâlih (11/Hûd, 61) ve diğer peygamberler gibi Hz. Nûh da yalnızca kendi kavmine gönderilmiştir ve Tûfân da Nûh'un kavmini ortadan kaldırmıştır:

“Andolsun, Biz Nûh'u kavmine gönderdik. (Onlara) 'Ben sizin için ancak apaçık bir uyarıp- korkutucuyum. Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size (gelecek olan) acıklı bir günün azâbından korkmaktayım' dedi.” (11/Hûd, 25-26)

Helâk olanlar Hz. Nûh'un tebliğini hiçe sayan ve isyanda direten kavimdir. Bu konudaki âyetler hiçbir tartışmaya meydan vermeyecek kadar açıktır: “Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, âyetlerimizi yalan sayanları da suda boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi.” (7/A’râf, 64); #9; “Böylece onu ve onunla birlikte olanları katımızdan bir rahmet ile kurtardık. Âyetlerimizi yalan sayarak inanmamış olanların da kökünü kuruttuk.” (7/A’râf, 72)

Ayrıca Kuran'da Allah, herhangi bir kavme elçi gönderilmedikçe, o kavmin helâk edilmeyeceğini söylemektedir. Helâk için, kavmin kendisine uyarıcı korkutucu gelmiş olması ve bu uyarıcının yalanlanmış olması gerekmektedir. Kasas Sûresi'nde şöyle denilir:

“Senin Rabbin, 'ana yerleşim merkezlerine' onlara âyetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve Biz, halkı zulmeden şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz.” (28/Kasas, 59)

Kendisine uyarıcı gönderilmeyen bir kavmin helâk edilmesi, Allah'ın sünneti değildir. Bir uyarıcı olan Hz. Nûh ise sadece kendi kavmine gönderilmiştir. Bu Sebeple Allah, uyarıcı gönderilmemiş olan kavimleri değil, sadece Hz. Nûh'un kavmini helâk etmiştir.

Kuran'daki bu ifâdelerden Nûh Tûfânı'nın tüm dünyayı kaplayan değil, yöresel bir felâket olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Tûfân'ın gerçekleştiği düşünülen arkeolojik bölgede yapılan kazılar da, Tûfân'ın tüm dünyayı kaplayan evrensel bir olay değil, Mezopotamya'nın bir bölümünü etkisi altına almış olan çok geniş bir âfet olduğunu göstermektedir.

Gemiye Bütün Hayvanlar Alındı mı? Kitab-ı MukÂddes yorumcuları, Hz. Nûh'un yeryüzündeki tüm hayvan türlerini gemiye aldığına ve hayvan neslinin Hz. Nûh sayesinde yok olmaktan kurtulduğuna inanırlar. Bu inanışa göre yeryüzündeki tüm hayvanlar toplanmış ve gemiye yerleştirilmiştir.

Bu iddiâyı savunanlar elbette birçok açıdan çok zor duruma düşmektedirler. Gemiye alınan hayvan türlerinin nasıl beslendikleri, gemide nasıl istiflendikleri, birbirlerinden nasıl tecrit edildikleri gibi soruların cevaplanması elbette mümkün değildir. Dahası, farklı kıtalara has hayvanların nasıl toplandığı da merak konusudur; kutuplardaki memeliler, Avustralya'daki kangurular veya Amerika'ya has bizonlar gibi. Ayrıca insan için son derece tehlikeli olan yılan, akrep gibi zehirli olanların ve vahşi hayvanların nasıl yakalandığı, Tûfân'a kadar bunların kendi doğal ortamlarının dışında nasıl yaşatılabildiği gibi sorular da birbirini izlemektedir.

Ancak bunlar Tevrat'ın karşı karşıya kaldığı zorluklardır. Kuran'da ise, yeryüzündeki tüm hayvan türlerinin gemiye alındığına dair bir açıklama bulunmamaktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi Tûfân belirli bir bölgede gerçekleşmiştir. Bu nedenle gemiye alınan hayvanlar, Nûh kavminin bulunduğu bölgede yaşayanlar olmalıdır.

Ancak sadece o bölgede yaşayan tüm hayvan türlerinin bile biraraya getirilmesinin mümkün olmadığı açıktır. Hz. Nûh'un ve çok az sayıda oldukları belirtilen mü’minlerin (11/Hûd, 40) çevrelerindeki yüzlerce hayvan türünden çiftler toplAdıklarını düşünmek de zordur. Yaşadıkları bölgedeki hayvanlardan sadece böcek türlerinin toplanması bile mümkün değildir; hem de erkek dişi ayrımı yaparak! Bu nedenle, toplanan hayvanların rahatlıkla yakalanıp himaye edilebilecek ve özellikle de insanlara yarar sağlayacak evcil hayvanlar olduğu düşünülebilir. Buna göre, Hz. Nûh muhtemelen, inek, koyun, at, tavuk, horoz, deve ve benzeri hayvanları gemiye almış olabilir. Çünkü Tûfân nedeniyle canlılığını büyük ölçüde yitirmiş olan bölgede yeni kurulacak hayat için gerekli olan temel hayvanlardır bunlar.

Burada önemli olan nokta şudur: Allah'ın Hz. Nûh'a verdiği hayvanları toplama emrindeki hikmet, hayvanların neslini korumaktan çok, Tûfân sonrasında kurulacak yeni yaşama gerekli olan hayvanların toplanması olmalıdır. Çünkü Tûfân yerel olduğu için hayvanların soylarının tükenmesi söz konusu olamaz. Nasıl olsa Tûfân'dan sonra zamanla diğer bölgelerden hayvanlar bu bölgeye göç edip bölgeyi eski canlılığına getireceklerdir. Önemli olan Tûfân'dan hemen sonra bölgede kurulacak yaşamdır ve toplanan hayvanlar temelde bu amaçla toplanmış olmalıdırlar.

Sular Ne Kadar Yükseldi? Tûfân hakkındaki bir başka tartışma ise, suların dağları kaplayacak kadar yükselip yükselmediği konusundAdır. Bilindiği gibi Kuran'da, geminin Tûfân sonrası "Cudi"ye oturduğu bildirilmektedir. "Cudi" kelimesi kimi zaman özel bir dağ ismi olarak alınır, oysa kelime Arapça'da "yüksekçe yer-tepe" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Kuran'da "Cudi"nin, özel bir dağ ismi olarak değil, sadece geminin yüksekçe bir mekâna oturduğunu anlatmak için kullanılmış olabileceği gözardı edilmemelidir. Ayrıca cudi kelimesinin bu anlamından, suların belirli bir yüksekliğe eriştiği, ama yine de büyük dağların seviyesine kadar yükselmemiş olduğu da çıkarılabilir. Yani Tûfân Tevrat'ta anlatıldığı gibi tüm yeryüzünü ve yeryüzündeki tüm dağları yutmamış, sadece belirli bir bölgeyi kaplamış olmalıdır.

Nûh Tûfânı'nın Yeri: Nûh Tûfânı'nın gerçekleştiği yer olarak Mezopotamya Ovası gösterilir. Bu bölgede tarihte bilinen en eski ve en gelişmiş uygarlıklar kurulmuştur. Ayrıca bu bölge, Dicle ve Fırat nehirlerinin ortasında yer alması Sebebiyle, coğrafi olarak büyük bir su baskınına uygun bir zemin teşkil etmektedir. Tûfân'ın etkisini artıran Sebeplerden birisi, büyük bir ihtimalle, bu iki nehrin yataklarından taşıp bölgeyi etkisi altına almış olmasıdır.

Bu bölgenin Tûfân'ın gerçekleştiği yer olarak kabul edilmesinin ikinci bir Sebebi de tarihseldir. Bölgedeki birçok medeniyetin kayıtlarında, aynı dönemde yaşanmış bir Tûfân'ı anlatan çok sayıda belge ortaya çıkarılmıştır. Nûh kavminin helâk edilmesine tanık olan bu medeniyetler, bu felâketin oluş biçimini ve sonuçlarını tarihsel kayıtlara işleme ihtiyacı hissetmiş olmalıdırlar. Tûfân'ı anlatan efsanelerin çoğunluğunun Mezopotamya kökenli olduğu da bilinmektedir. En önemlisi de arkeolojik bulgulardır. Bunlar, bu bölgede gerçekten de büyük bir su baskınının meydana geldiğini göstermektedir. Bu su baskını, ayrıntılı olarak inceleyeceğimiz gibi, bölgede bulunan uygarlığın bir süre için duraksamasına neden olmuştur. Yapılan kazılarda böylesine büyük bir felâketin açık izleri toprağın altından çıkartılmıştır.

Mezopotamya bölgesinde yapılan kazılardan anlaşıldığına göre, bu bölge tarih içinde birçok kez seller ve Dicle, Fırat nehirlerinin taşması sonucu meydana gelen felâketlerle yüz yüze gelmiştir. Örneğin, MÖ 2000 civarında Mezopotamya'nın tam güney kısmında bulunan büyük Ur kentinin hükümdarı olan İbbi-sin zamanındaki bir yıl, "gökle yer arasındaki sınırları yok eden bir Tûfân sonrası" (Max Mallowan, Noah’s Flood Reconsidered, Iraq: XXVI-2, 1964, s. 66) şeklinde tanımlanmaktadır. MÖ 1700'lerde Babilli Hammurabi zamanında bir yıl da "Eşnunna kentinin bir selle yıkılması" olayıyla tanımlanmaktadır.

MÖ 10. yüzyılda hükümdar Nabu-mukin-apal zamanında Babil şehrinde bir su baskını gerçekleşmiştir (a.g.e., aynı sayfa). Milattan sonra 7., 8., 10., 11. ve 12. yüzyıllarda da bölgede önemli su baskınları vuku bulmuştur. 20. yüzyılda 1925, 1930 ve 1954 yıllarında da bu meydana gelmiştir (Muazzez İlmiye Çığ, Kuran, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökleri, 2.b., İstanbul: Kaynak Yayınları, 1996). Anlaşılan odur ki bölge, her zaman için bir sel felâketine açıktır ve Kuran'da belirtildiği gibi büyük çaplı bir selin tüm bir kavmi yok etmesi açıkça mümkündür.

Tûfân'ın Arkeolojik Delilleri: Kuran'da helâk edildiği haber verilen kavimlerin birçoğunun izlerine günümüzde rastlanılması bir teSâdüf değildir. Arkeolojik verilerden anlaşılmaktadır ki, bir kavmin ortadan kaybolması ne kadar ani olursa, buna ait bulgu elde edilmesi şansı da o kadar fazla olmaktadır.

Bir uygarlığın birdenbire ortadan kalkması durumunda -ki bu bir doğal felâket, ani bir göç veya bir savaş sonucu olabilir- bu uygarlığa ait izler çok daha iyi korunmaktadır. İnsanların içinde yaşadıkları evler ve günlük hayatta kullandıkları eşyalar, kısa bir zaman içinde toprağın altına gömülmektedir. Böylece bunlar, uzunca bir süre insan eli değmeden saklanmakta ve günışığına çıkartılmalarıyla geçmişteki yaşam hakkında önemli ipuçları sunmaktadırlar.

İşte Nûh Tûfânıyla ilgili birçok delilin günümüzde ortaya çıkarılması bu sâyede olmuştur. MÖ 3000 yılları civarında gerçekleştiği düşünülen Tûfân, tüm bir uygarlığı bir anda yok etmiş ve bunun yerine tamamen yeni bir uygarlık kurulmasını sağlamıştır. Böylece Tûfân'ın açık delilleri, bizlerin ibret alması için binlerce yıl boyunca korunmuştur.

Mezopotamya Ovası'nı etkisi altına alan Tûfân'ı araştırmak için yapılmış birçok kazı vardır. Bölgede yapılan kazılarda başlıca dört şehirde büyük bir tûfân sonucu gerçekleşmiş olabilecek sel felâketinin izlerine rastlanmıştır. Bu şehirler Mezopotamya Ovası'nın önemli şehirleri Ur, Uruk, Kiş ve Şuruppak'tır. Bu şehirlerde yapılan kazılar, bunların tümünün MÖ 3000'li yıllar civarında bir sele maruz kaldıklarını göstermektedir.

Önce Ur şehrinde yapılan kazıları ele alalım: Günümüzde Tel-El Muhayer olarak isimlendirilen Ur şehrinde yapılan kazılarda ele geçirilen medeniyet kalıntılarının en eskisi MÖ 7000'li yıllara kadar uzanmaktadır. İnsanların ilk uygarlık kurdukları yerlerden birisi olan Ur şehri, tarih boyunca birçok medeniyetin birbiri ardına gelip geçtiği bir yerleşim bölgesi olmuştur.

Ur şehrinde yapılan kazılarda ortaya çıkartılan arkeolojik bulgular, buradaki medeniyetin çok büyük bir sel felâketi sonunda kesintiye uğradığını, daha sonra zaman içinde tekrar yeni uygarlıkların meydana çıkmaya başladığını göstermektedir. Bu bölgede ilk kazıyı yapan kişi, British Museum'dan R. H. Hall'dür. Hall'den sonra kazıyı yürütme görevini devralan Leonard Woolley, British Museum ve Pennsylvania Üniversitesi tarafından ortaklaşa yürütülen bir kazı çalışmasına da başkanlık etmiştir. Woolley'in yürüttüğü ve dünya çapında büyük sansasyon yaratan kazı çalışmaları 1922'den 1934 yılına kadar sürdürülmüştür.

Sir Woolley'in kazıları Bağdat ile Basra Körfezi arasındaki çölün ortalarında gerçekleşti. Ur şehrinin ilk kurucuları, Kuzey Mezopotamya'dan gelmiş olan ve kendilerine "Ubaidyen" ismini veren bir halktı. Bu halka dair bilgi elde etmek için detaylı kazılar başlatıldı. ReÂder's Digest dergisinde Woolley'in kazıları şöyle anlatılıyor:

Kazı yapılan bölgede, derine inildikçe çok önemli bir buluntu ortaya çıkarılmıştı, bu Ur şehrinin krallar mezarlığıydı. Araştırmacılar Sümer krallarının ve soyluların gömülmüş olduğu bu mezarlıkta birçok efsanevi sanat eserlerine rastlAdılar. Miğferler, kılıçlar, müzik aletleri, altından ve kıymetli taşlardan yapılmış sanat yapıtları. Bunlardan çok daha önemli olan başka şeyler de vardı; kil tabletlere hayret verici bir ustalık ve beceriyle, yüksek bir teknikle pres edilmiş tarihsel kayıtlar. Araştırmacılar, Ur'da kral listelerindeki aynı Âdları taşıyan yazılar bulmuş, hatta bunların arasında Ur'un ilk krallık ailesini kuran kişinin Adına rastlamıştı. Woolley, mezarlığın ilk Ur Hanedanlığı'ndan önce başladığı neticesine vardı. Bu nedenle, son derece gelişmiş bir medeniyetin ilk hanedandan daha önceleri var olduğu sonucuna vardı.

Kanıtın iyice incelenmesinden sonra Woolley kazıyı daha derinlere, mezarların altına doğru ilerletmeye karar verdi. İşçiler çamur olmuş tuğlaların içinden bir metre kadar derine daldılar ve çanak çömlekleri çıkarmaya başladılar. "Ve sonra birdenbire herşey durdu." Woolley böyle yazıyordu. "Artık ne çanak, ne çömlek, ne kül vardı, yalnız suyun getirdiği temiz çamur."

Woolley kazıya devam etti, iki buçuk metre kadar temiz kil tabakasından geçilerek derine dalındı ve sonra birdenbire işçiler, tarihçilerin son Taş Devri kültürü olarak isimlendirdiği bu devrin insanları tarafından yapılmış zımpara taşından aletler ve çanak çömlek parçalarına rastlAdılar. Çamur iyice temizlenince altında kalmış bir medeniyet ortaya çıktı. Bu durum, bölgede büyük bir su baskınının meydana geldiğini gösteriyordu. Ayrıca mikroskobik analiz, temiz kilden kalın bir katmanın, eski Sümer uygarlığını yok edecek kadar büyük bir tûfân tarafından buraya yığılmış olduğunu gösteriyordu. Gılgamış Destanı ile Nûh'un öyküsü, Mezopotamya Çölü'nde kazılan bir kuyuda ortak bir kaynakta birleşmiş oluyordu (Fred Warshofsky, “Ur of the Chaldees”, ReÂders Digest, Aralık 1977).

Ayrıca Max Mallowan kazıyı yürüten Leonard Woolley'in düşüncelerini şöyle aktarıyordu: Woolley, tek bir zaman diliminde oluşmuş böylesine büyük bir mil kütlesinin sadece çok büyük bir sel felâketinin sonucu olabileceğini belirterek; Sümer Ur'u ile Al-Ubaid'in boyalı çanak çömlek kullanan halkı tarafından kurulan kenti ayıran sel tabakasını, efsanevi Tûfân'ın kalıntıları olarak tanımlAdı (Max Mallowan, Noah’s Flood Reconsidered, Iraq: XXVI-2, 1964, s. 70).

Bu veriler, Tûfân'ın etkilediği yerlerden birinin Ur şehri olduğunu gösteriyordu. Alman arkeolog Werner Keller de söz konusu kazının önemini şöyle ifâde etmişti: "Mezopotamya'da yapılan arkeolojik kazılarda balçıklı bir tabakanın altından şehir kalıntılarının çıkması burada bir sel olduğunu ispatlamış oldu." (Werner Keller, Und die Bibel hat doch recht (The Bible as History; a Confirmation of the Book of Books), New York: William Morrow, 1956, s. 40)

Tûfân'ın izlerini taşıyan bir başka Mezopotamya şehri ise günümüzde Tel El-Uhaymer olarak isimlendirilen, Sümerlilerin Kiş şehridir. Eski Sümer kayıtlarında, bu şehir "Büyük Tûfân'dan sonra başa geçen ilk hanedanlığın başkenti" olarak nitelendirilmektedir (“Kiş” maddesi, Ana Britannica, Cilt 13, s. 361).

Günümüzde Tel El-Fara olarak Adlandırılan Güney Mezopotamya'daki Şuruppak kenti de Tûfân'ın açık izlerini taşımaktadır. Bu kentteki arkeolojik çalışmalar 1920-1930 yılları arasında Pennsylvania Üniversitesi'nden Erich Schmidt tarafından yürütüldü. Kazılarda MÖ 3000-2000 yılları arasında var olan bir uygarlığın doğuşu ve gelişmesi değişik tabakalarda rahatlıkla izlenebiliyordu. Çivi yazılı kayıtlardan anlaşılan oydu ki, bu bölgede MÖ 3000'li yıllarda, kültürel olarak oldukça gelişmiş bir halk yaşıyordu (“Şuruppah” maddesi, Ana Britannica, Cilt 20, s. 311).

Asıl önemli nokta ise, bu şehirde de MÖ 3000-2900 yılları civarında büyük bir sel felâketinin gerçekleştiğinin anlaşılmasıydı. Schmidt'in çalışmalarını anlatan Mallowan şöyle diyor: "Schmidt 4-5 metre derinlikte kil ve kum karışımı sarı topraktan bir tabakaya erişti (bu tabaka selle beraber oluşmuştu). Bu tabaka, höyük kesitine göre ova seviyesine yakın bir düzeyde yer alıyordu ve höyüğün her yerinde izlenebiliyordu..." Cemdet Nasr dönemini Eski Krallık döneminden ayıran kil ve kum karışımı tabakayı Schmidt "tamamen nehir kökenli bir kum" olarak tanımlayarak Nûh Tûfânı ile ilişkilendirdi (Max Mallowan, Early Dynastic Period in Mesapotamia, Cambridge Ancient History 1-2, Cambridge: 1971, s. 238).

Kısacası Şuruppak kentinde yapılan kazılarda da yaklaşık MÖ 3000-2900 yıllarına rastgelen bir selin kalıntıları ortaya çıkartılmıştı. Diğer şehirlerle beraber Şuruppak kenti de muhtemelen Tûfân'dan etkilenmişti (Joseph Campbell, Doğu Mitolojisi, Ankara: 1993, s. 129).

Tûfân'dan etkilendiğine dair elde kanıtlar olan son yerleşim birimi, Şuruppak'ın güneyinde yer alan ve günümüzde Tel El-Varka olarak isimlendirilen Uruk kentidir. Bu kentte de diğerleri gibi bir sel tabakasına rastlanmıştır. Bu sel tabakası da, MÖ 3000-2900'li yıllarla tarihlendirilmektedir (Bilim ve Ütopya, Temmuz 1996, 176. dipnot, s. 19).

Bilindiği gibi Dicle ve Fırat nehirleri Mezopotamya'yı boydan boya kesmektedir. Anlaşılan odur ki, olay anında, bu iki nehir ve irili ufaklı bütün su kaynakları taşmış, bunlar yağmur sularıyla birleşerek büyük bir su baskını oluşturmuşlardır. Kuran'da olay şöyle anlatılır: “Biz de 'bardaktan boşanırcasına akan' bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttık. Derken su, takdir edilmiş bir işe karşı birleşti.” (54/Kamer, 11-12); “Gerçek şu ki, su taştığı zaman, o gemide biz sizi taşıdık.” (69/Haakka, 11)

Aslında felâketin gerçekleşmesine neden olan öğeler tek tek ele alındığında hepsi gâyet doğal olaylardır. Tüm bu olayların aynı anda olması ve Hz. Nûh'un da kavmini böyle bir felâket için uyarması, olayın mûcizevî yönünü oluşturur.

Yapılan çalışmalar sonucu elde edilen ipuçları değerlendirildiğinde Tûfân'ın oluştuğu alanın boyutlarının yaklaşık olarak doğudan batıya (genişlik) 160 km, kuzeyden güneye (boy) 600 km. olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu tespit de, Tûfân'ın tüm Mezopotamya ovasını kaplAdığını göstermektedir. Tûfân'ın izlerini taşıyan Ur, Uruk, Şuruppak ve Kiş şehirleri dizilimini incelediğimiz zaman bunların bir hat üzerinde yer aldığını görürüz. Öyleyse Tûfân, bu dört şehri ve çevresini etkilemiş olmalıdır. Ayrıca MÖ 3000'li yıllarda Mezopotamya ovasının coğrafi yapısının günümüzdekinden daha farklı olduğunu söylemek gerekir. O devirlerde Fırat nehrinin yatağı, bugünküne göre daha doğuda bulunmaktaydı; bu akış rotası da Ur, Uruk, Şuruppak ve Kiş'ten geçen bir hatta denk geliyordu. Kuran'da belirtilen "yeryüzü ve gökyüzü pınarları"nın açılmasıyla, anlaşıldığına göre, Fırat nehri taşmış ve yukarıda belirtilen bu dört şehri yerle bir ederek yayılmıştı.

Tûfân'dan Söz Eden Din ve Kültürler: Hak dini tebliğ eden peygamberlerin ağzından hemen her kavme duyurulmuş olan Tûfân, zamanla çeşitli dejenerasyon ve eklemelerle karıştırılarak, sözü edilen toplumların efsaneleri haline dönüştürülmüştür.

Allah, Nûh Tûfânı'nı, insanlara bir ibret ve ders konusu teşkil etmesi için farklı toplumlara gönderdiği peygamberler ve kitaplar yoluyla aktarmıştır. Ancak her defasında metinler orijinalinden uzaklaştırılmış ve Tûfân anlatımlarına mistik, mitolojik öğeler katılmıştır. Arkeolojik bulgularla uyuşan ve onları tasdik eden tek kaynak ise Kuran'dır. Bunun tek nedeni Allah'ın Kur’ân-ı en ufak bir değişikliğe uğramÂdan korumuş olması ve aslının bozulmasına izin vermemesidir. Kuran, "Hiç şüphesiz zikri (Kur’ân’ı) Biz indirdik Biz; onun koruyucuları da biziz" (Hicr Sûresi, 9) hükmüne göre, Allah'ın özel koruması altındAdır.

Tûfân konusunu tamamlamÂdan, bu olayın -oldukça bozulup tahrif edilmiş olmakla birlikte- çeşitli kültürlerde, ayrıca Tevrat ve İncil'de nasıl yer aldığını inceleyelim:

Tevrat'ta Nûh Tûfânı: Hz. Mûsâ'ya indirilmiş hak kitap olan Tevrat, bilindiği gibi zamanla orijinalliğini yitirmiş, bazı kısımları Yahûdi toplumunun önde gelenleri tarafından değiştirilmiştir. Hz. Mûsâ döneminden sonra İsrailoğulları'na gönderilen peygamberlerin bildirdikleri de aynı sona uğramış ve tahrif edilmiştir. Dolayısıyla orijinalliğini kaybetmiş olan "muharref Tevrat"ın bu özelliği, bizim ona bir kutsal kitaptan çok, bir tarih kitabı gibi bakmamızı gerektirir. Nitekim muharref Tevrat'ın bu yapısı ve barındırdığı çelişkiler, -bazı bölümlerinde Kuran ile paralellikler içermekle birlikte-, Nûh kıssasında da kendini gösterir.

Tevrat'a göre, Allah, Hz. Nûh'a yeryüzünün zorbalıklarla dolu olması Sebebiyle, inananların dışındaki tüm insanların yok edileceğini bildirir. Bunun için kendisine gemi yapmasını emreder ve gemiyi nasıl yapacağını etraflıca tarif eder. Ayrıca, gemiye ailesiyle beraber üç oğlunu ve onların üç karısını ve tüm canlılardan ikişer Âdet ve birtakım yiyecek erzak da almasını söyler.

Yedi gün sonra Tûfân vakti geldiğinde, yerin bütün kaynakları yarılmış, göklerin pencereleri açılmış ve büyük bir sel ortaya çıkmıştır. Bu kırk gün, kırk gece devam etmiştir. Gemi, bütün yüksek yerleri ve dağları örten sular üzerinde yüzmüştür. Böylece Hz. Nûh ile beraber gemide olanlar kurtulmuşlar, geride kalanlar ise Tûfân'ın sularına kapılıp gitmiş ve boğularak ölmüşlerdir. 40 gün 40 gece süren tûfândan sonra yağmurlar kesilmiş ve bundan 150 gün sonra sular alçalmaya başlamıştır.

Bunun üzerine gemi yedinci ayda, ayın on yedinci gününde, Ararat (Ağrı) dağları üzerine oturur. Hz. Nûh, suların iyice çekilip çekilmediğini anlamak için birkaç defa güvercin yollar ve sonunda güvercin geri dönmeyince suların iyice çekildiği anlaşılır. Bunun üzerine Allah da Hz. Nûh'a yeryüzüne yayılmaları için gemiden çıkmalarını söyler.

Tevrat'ta yer alan Nûh Tûfânı ile ilgili bazı bölümler şöyledir: “Ve Allah Nûh'a dedi: Önüme bütün beşerin sonu geldi; çünkü onların Sebebiyle yeryüzü zorbalıkla doldu, ve işte, ben onları yeryüzü ile beraber yok edeceğim. Kendine gofer ağacından bir gemi yap; Ve ben, işte ben, göklerin altında kendisinde hayat nefesi olan bütün beşeri yok etmek için yeryüzü üzerine sular tûfânı getiriyorum; yeryüzünde olanların hepsi ölecektir. Fakat seninle ahdimi sabit kılacağım; ve sen ve seninle beraber oğulların, ve senin karın ve oğullarının karıları gemiye gireceksiniz. Ve seninle beraber sağ kalmak için her yaşayan, bütün beden sahibi olanlardan, her nevinden ikişer olarak gemiye getireceksin; erkek ve dişi olacaklar. Ve Nûh Allah'ın kendisine emrettiği her şeye göre yaptı; öyle yaptı.” (Tekvin, 6/13-22)

“Ve gemi yedinci ayda, ayın on yedinci gününde, Ararat dağları üzerine oturdu.” (Tekvin, 8/1-19)

“Bütün yeryüzü üzerinde zürriyetlerinin sağ kalması için, kendine her temiz hayvandan, erkek ve onun dişisi olarak yedişer ve temiz olmayan hayvanlardan, erkek ve onun dişisi olarak ikişer... ” (Tekvin, 7/1-24)

“Ve ahdimi sizinle sabit kılacağım, ve bütün beşer artık tûfânın suları ile silmeyecektir, ve yeryüzünü helâk etmek için artık tûfân olmayacaktır. ” (Tekvin, 9/11)

Tevrat'a göre, tüm dünyayı kaplayan bir Tûfân'la "yeryüzünde olanların hepsi ölecektir" hükmü gereği, tüm insanlar cezâlandırılmış, Tûfân sonrasında yaşayan yegane insanlar Hz. Nûh ile gemiye binenler olmuştur.

İncil'de Nûh Tûfânı: Bugün elimizde var olan İncil de gerçek anlamda İlahi bir kitap değildir. Yeni Ahit, Hz. İsa'nın sözlerini ve eylemlerini içeren, onun göğe yükselişinden 30 ila 50 yıl sonra, onu hiç görmemiş ya da bir süre yanında bulunmuş kişiler tarafından yazılmış dört "İncil"le başlar; Matta, Markos, Luka ve Yuhanna. Bu dört İncil arasında çok belirgin çelişkiler vardır, özellikle Yuhanna İncili, birbirlerine büyük ölçüde paralel olan diğer üçünden (Snoptik İnciller) çok farklıdır. Yeni Ahit'in diğer kitapları ise Hz. İsa'dan sonra onun havarilerinin yaptıkları işleri anlatan ve havârîler veya Tarsuslu Pavlus (sonrÂdan Aziz Paul) tarafından yazılan mektuplardan oluşur. Dolayısıyla bugünkü İncil de İlâhî bir metin değil, bir tarih kitabı niteliğindedir.

İncil'de Nûh Tûfânı kısaca şöyle geçmektedir: Nûh peygamber sapkın ve itaatsiz kavme gönderilmiş, ancak kavmi ona uymayıp sapkınlıklarına devam etmiştir. Bunun üzerine Allah tûfân ile inkâr edenleri yakalamış, Nûh peygamberi ve inananları gemiye bindirip kurtarmıştır. Konuyla ilgili bazı İncil bölümleri şöyledir:

“Nûh'un günlerinde nasıl olduysa, İnsanoğlu'nun gelişinde de öyle olacak. Nûh'un gemiye bindiği güne dek, tûfândan önceki günlerde insanlar yiyip içiyor, evlenip evlendiriliyorlardı. Tûfân gelinceye, hepsini süpürüp götürünceye dek başlarına geleceklerden habersizdiler. İnsanoğlu'nun gelişi de öyle olacak. ” (Matta, 24/37-39); “Tanrı, eski dünyayı da esirgemedi. Ama Tanrısızların dünyası üzerine tûfânı gönderdiği zaman, doğruluk yolunu bildiren Nûh'u ve yedi kişiyi daha korudu.” (II. Petrus, 2/5)

 

Tûfân'la İlgili Diğer Kültürlerdeki Bilgiler

Sümerlerde: Enlil isimli bir tanrı, diğer tanrıların insanlığı yok etmeye karar verdiklerini, kendisinin de onları kurtarmaya niyetli olduğunu insanlara açıklar. Olayın kahramanı Sippar kentinin sofu kralı Ziusudra'dır. Tanrı Enlil, Ziusudr'aya Tûfân'dan kurtulmak için ne yapması gerektiğini anlatır. Metnin kayığın yapılışını anlatan parçası yitiktir, ancak böyle bir parçanın varlığı, Tûfân'ın gelip, Ziusudra'nın nasıl kurtulduğunu anlatan bölümlerinden anlaşılmaktadır. Tûfân'ın Babilonya versiyonuna dayanılarak, olayın eksiksiz Sümer versiyonunda, Tûfân'ın nedeni ve kayığın yapılışı hakkında çok daha doyurucu ayrıntının bulunduğu sonucuna varılabilir.

Sümer ve Babil kayıtlarına göre, Xisuthros ya da Khasisatra, ailesi, arkadaşları, kuşlar ve hayvanlarla birlikte 925 metre uzunluğunda bir gemiyle Tûfân'dan kurtulmuşlardır. "Sular göğe doğru uzandı, okyanuslar kıyıları örttü ve nehirler yataklarından taştı." denir. Gemi daha sonra Gordiyen Dağı'na oturmuştur.

Asur-Babil kayıtlarına göre ise Ubaratutu ya da Khasisatra, ailesi, uşakları, sürüleri ve vahşi hayvanlarla birlikte 600 kübit uzunluğunda, 60 kübit yüksekliğinde ve genişliğinde bir tekneyle kurtulmuştur. Tûfân 6 gün 6 gece sürmüştür. Gemi Nizar Dağı'na gelince uçurulan güvercin dönmüş ama karga dönmemiştir.

Bazı Sümer, Asur ve Babil kayıtlarına göre de, Utnapishtim, ailesiyle birlikte 6 gün 6 gece süren Tûfân'ı atlatmışlardır: "Yedinci gün Utnapishtim dışarı baktı. Her şey çok sessizdi. İnsanoğlu tekrar çamura dönmüştü" diye anlatılır. Gemi Nizar Dağı'nda karaya oturunca Utnapishtim bir güvercin, bir karga ve bir de kırlangıç gönderir. Karga cesetleri yemek için kalır, fakat diğer iki kuş geri dönmez.

Hindistan'ın Satapatha, Brahmana ve Mahabharata destanlarında, Adı geçen Manu, Rishiz ile birlikte Tûfândan kurtulmuştur. Efsaneye göre Manu'nun yakalayıp yaşamını bağışlAdığı bir balık birdenbire büyüyüp, bir gemi inşa edip boynuzlarına bağlamasını söylemiştir. Balık gemiyi dev dalgaların üzerinden aşırıp, kuzeye, Himavat Dağı'na çıkarmıştır.

Britanya'nın Galler yöresi efsanelerine göre, Dwyfan ve Dwyfach büyük felâketten bir gemiyle kurtulmuşlardır. Dalgalar Gölü Adı verilen Llynllion'un patlaması sonucu oluşan korkunç seller durulunca, Dwyfan ve Dwyfach yeniden Britanya halkını oluşturmaya başlarlar.

İskandinav Edna efsaneleri Bergalmer ile eşinin büyük bir tekneyle Tûfân'dan kurtulduğunu anlatır.

Litvanya efsanelerinde ise birkaç çift insanın ve hayvanın yüksek bir dağın tepesinde bir kabuğun içinde barınarak kurtuldukları anlatılır. 12 gün 12 gece süren rüzgârlar ve seller yüksek dağa erişip oradakileri de yutacağı zaman, Yaratıcı onlara dev bir ceviz kabuğu atar. Dağdakiler ceviz kabuğu ile yolculuk yaparak felâketten kurtulurlar.

Çin kaynaklı öyküler Yao Adında birisinin 7 kişiyle birlikte, ya da Fa Li, eşi ve çocuklarıyla birlikte bir yelkenliyle sel ve depremlerden kurtulduğu anlatır. "Dünya paramparça oldu. Sular fışkırıp her tarafı kaplAdı." diye söylenir. Sonunda sular çekilir.

Tüm bu bilgiler bizlere somut bir gerçeği göstermektedir. Tarihte her topluluğa İlâhî vahyin mesajı ulaşmıştır ve bu sayede de pek çok toplum Nûh Tûfânı ile ilgili bilgileri öğrenmişlerdir. Ancak insanların İlâhî vahyin özünden uzaklaşmalarıyla birlikte Tûfân ile ilgili bilgiler de çeşitli değişikliklere uğramış, efsanelere ve mitolojiye dönüşmüştür.

Hz. Nûh'un ve onun inkârcı kavminin gerçek hikayesini öğrenebileceğimiz yegane kaynak ise, İlâhî vahyin bozulmamış tek kaynağı olan Kuran'dır.

Kur’an’ın bu özelliği, yalnızca Nûh Tûfânı değil, başka tarihsel olaylar ve kavimler hakkında da doğru bilgileri edinmemizi sağlar. İlerleyen bölümlerde bu gerçek bilgileri araştırmaya devam edeceğiz.

 

Hz. İbrâhim ve Kavmi

İbrâhim, ne yahûdi idi, ne de hıristiyandı: ancak, o hanif (muvahhid) bir müslümandı, müşriklerden de değildi. Doğrusu, insanların İbrâhim'e en yakın olanı, ona uyanlar ve bu peygamber ile iman edenlerdir. Allah, mü'minlerin velisidir.” (3/Âl-i İmran, 67-68)

Hz. İbrâhim, Kuran'da kendisinden sıklıkla bahsedilen ve Allah'ın insanlara örnek gösterdiği bir peygamberdir. Putlara tapan kavmine Allah'ın mesajını getirmiş ve onları uyarıp korkutmuştur. Kavmi ise Hz. İbrâhim'in uyarılarını dinlememiş, aksine ona cephe almıştır. Kavminin baskıları artınca Hz. İbrâhim, eşi, Hz. Lût ve beraberindeki birkaç kişiyle beraber bir başka yere göç (hicret) etmek zorunda kalmıştır.

Kuran'da, öncelikle Hz. İbrâhim'in Hz. Nûh'un soyundan geldiği belirtilmektedir. “Âlemler içinde selâm olsun Nûh'a. Gerçekten Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz. Şüphesiz o, bizim mü'min olan kullarımızdandı. Sonra diğerlerini suda boğduk. Doğrusu İbrâhim de onun (soyunun) bir kolundandır.” (37/Sâffât, 79-83)

Hz. İbrâhim'in zamanında Mezopotamya ovasında, Orta ve Doğu AnÂdolu'da yaşayan birçok kavim, göğe ve yıldızlara tapıyorlardı. En büyük tanrıları Ay tanrısı "Sin" idi. Ay tanrısı uzun sakallı ve elbisesinin üzerinde hilal şeklinde ay bulunan bir insan Sûretinde canlandırılıyordu. Ayrıca bu kavimler bu tanrılara ait birçok kabartma resim ve heykelcik yapıyor ve bunlara tapıyorlardı. Oldukça yaygın olan bu inanç, özellikle Yakındoğu'da kendisine oldukça uygun bir yaşam sahası bulmuş ve bu sayede uzun zaman varlığını sürdürmüştü. Bölgede yaşayan insanlar MS 600'lü yıllara kadar bu tanrılara tapmaya devam ettiler. Bu inancın bir sonucu olarak, Mezopotamya'dan AnÂdolu'nun içlerine kadar olan bölgelerde "Ziggurat" ismiyle bilinen ve hem gözlem evi hem de tapınak olarak kullanılan yapılar inşa edilmiş ve buralarda başlıca Ay tanrısı "Sin" olmak üzere çeşitli tanrılara tapınılmıştı... (Everett C. Blake, Anna G. Edmonds, Biblical Sites in Turkey, İstanbul: Redhouse Press, 1977, s. 13)

Günümüzde ancak arkeolojik kazılarla belirlenebilen bu inanç şeklini, Kuran'da bulabilmek mümkündür. Kuran'da belirtildiğine göre, Hz. İbrâhim bu ilâhlara tapmayı reddetmiş ve sadece tek gerçek ilâh olan Allah'ı tanımıştı. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İbrâhim'in bu davranışı şöyle anlatılır:

“Hani İbrâhim, babası Azer'e (şöyle) demişti: 'Sen putları ilâhlar mı ediniyorsun? Doğrusu, ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.'

Böylece İbrâhim'e, -kesin bilgiyle inananlardan olması için- göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.

Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: 'Bu benim rabbimdir." Fakat (yıldız) kayboluverince: Ben kaybolup gidenleri sevmem' demişti.

Ardından Ay'ı, (etrafa aydınlık saçarak) doğar görünce: 'Bu benim rabbim' demiş, fakat o da kayboluverince: Andolsun, demişti, 'Eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum."

Sonra güneşi (etrafa ışıklar saçarak) doğar görünce: 'İşte bu benim rabbim, bu en büyük' demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine demişti ki: 'Ey kavmim, doğrusu ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım."

Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim. (6/En’âm, 74-79)

Kuran'da Hz. İbrâhim'in doğduğu ve yaşadığı yer hakkında ayrıntılı bir bilgi verilmez. Ancak verilen önemli bir bilgi, Hz. İbrâhim ve Hz. Lût'un aynı zamanda ve yakın coğrafyalarda yaşadıklarıdır. Çünkü Lût kavmine gönderilen melekler, Hz. Lût'u ziyaret etmeden önce Hz. İbrâhim'e gelmişler ve karısına bir çocuk müjdesi vermişlerdir.

Kuran'da Hz. İbrâhim hakkında bahsedilip de, Eski Ahit'te bahsedilmeyen bir konu Kâbe'nin inşaasıdır. Kuran'da Kâbe'yi Hz. İbrâhim'in oğlu İsmail ile beraber inşa ettikleri anlatılmaktadır: İbrâhim, İsmail'le birlikte Evin (Kâbe'nin) sütunlarını yükselttiğinde (ikisi şöyle duâ etmişti): 'Rabbimiz bizden (bunu) kabul et. Şüphesiz, Sen işiten ve bilensin.(2/Bakara, 127)

Bugün Kâbe'nin geçmişi hakkında bilinen yegane şey ise, buranın çok eski zamanlardan itibaren kutsal bir yer olarak kabul edildiğidir. Bu nedenle, Kâbe'ye peygamberimiz öncesindeki cahiliye döneminde putların yerleştirilmesinin, Hz. İbrâhim tarafından tebliğ edilen İlâhî dinin zaman içinde yozlaştırılmasının ve dejenere edilmesinin bir sonucu olduğunu söylemek mümkündür.

Eski Ahit'te Hz. İbrâhim'in Doğum Yeri: Hz. İbrâhim'in doğduğu yerin neresi olduğu sorusu her zaman için üzerinde tartışılan bir konu olmuştur. Hıristiyanlar ve Yahûdiler Hz. İbrâhim'in Güney Mezopotamya'da doğduğunu söylerlerken, İslâm dünyasındaki yaygın kanı, İbrâhim peygamberin doğum yerinin Urfa-Harran civarı olduğudur. Eldeki bazı yeni bulgular, Yahûdi ve Hıristiyan tezlerinin tam olarak doğruyu yansıtmadığını göstermektedir.

Yahûdiler ve Hıristiyanlar, Hz. İbrâhim'in doğum yerinin Güney Mezopotamya olduğunu söylerlerken dayanakları, Tevrat'tır. Tevrat'ta Hz. İbrâhim'in doğum yerinin Güney Mezopotamya'daki Ur şehri olduğu söylenmektedir. Hz. İbrâhim, bu şehirde doğup büyüdükten sonra Mısır'a gitmek için yola çıkmış, Türkiye sınırları içinde bulunan Harran bölgesini geçerek uzun bir yolculuk sonunda Mısır'a varmıştır.

Oysa yeni bulunan bir Eski Ahit nüshası, bu bilginin doğruluğu hakkında ciddi şüphelerin oluşmasına yol açmıştır. Zira bugüne kadar bulunan en eski Eski Ahit nüshası olarak kabul edilen MÖ 3. yüzyıla ait bu Yunanca kopyada, "Ur" şehrinin ismi bile geçmemektedir. Bugün birçok Eski Ahit araştırmacısı, "Ur" kelimesinin bir yanlış yazılma veya sonrÂdan eklenme olduğunu söylerler. Buna göre Hz. İbrâhim, Ur şehrinde doğmamış, belki de hayatında hiç Mezopotamya bölgesine gitmemiştir.

Ayrıca şu bilinmektedir ki, zaman içinde bazı yerlerin isimleri ve kapsAdıkları bölgeler değişebilmektedir. Günümüzde Mezopotamya ovası dendiği zaman, herkes kabaca Fırat ve Dicle nehirlerinin arasında kalan Irak topraklarının güney kesimlerini anlamaktadır. Oysa günümüzden 2000 yıl önce Mezopotamya olarak tanımlanan yer, daha kuzeyde, neredeyse Harran'ı da içine alan ve Türkiye topraklarına kadar uzanan bir bölgeydi. Bu Sebeple Eski Ahit'te yazan Mezopotamya Ovası ifâdesinin doğru olduğunu kabul etsek bile günümüz Mezopotamyası ile 2000 yıl öncesinin Mezopotamyası’nın aynı yerler olduğunu düşünmek yanlış olacaktır.

Hz. İbrâhim'in doğum yeri olarak gösterilen Ur şehri hakkında ciddi şüpheler ve anlaşmazlıklar varsa da, Hz. İbrâhim'in yaşadığı yerin Harran ve çevresi olduğu konusunda bir fikir birliği vardır. Hatta Eski Ahit üzerinde yapılacak kısa bir inceleme, burada bile Hz. İbrâhim'in doğum yerinin Harran olarak gösterildiğine dair bazı ifâdeler ortaya çıkartır. Örneğin Eski Ahit'te Harran bölgesine "Aram bölgesi" ismi verilmektedir (Tekvin, 11/31 ve 28/10). Hz. İbrâhim'in soyundan gelen kişilerin ise kendilerini bir "Arami'nin oğlu" olarak tanıttıkları söylenmektedir. (Tesniye, 26/5) Hz. İbrâhim'in bir Arami olarak tanınıyor olması, onun bu bölgede hayatını sürdürdüğünü göstermektedir.

Nitekim İslâmi kaynaklarda da Hz. İbrâhim'in doğum yerinin Harran ve Şanlıurfa olduğu yönünde güçlü bir kanı vardır. "Peygamberler şehri" olarak nitelendirilen Şanlıurfa'da Hz. İbrâhim'le ilgili birçok hikaye ve efsane bulunmaktadır.

Eski Ahit Neden Değiştirildi? Eski Ahit ve Kuran iki ayrı Hz. İbrâhim'den bahseder. Kuran'da Hz. İbrâhim putperest bir topluluğa elçi olarak gönderilmiştir. Kavmi göğe, yıldızlara, aya ve çeşitli putlara tapmaktadır. O ise kavmiyle mücâdele eder, onları batıl inanışlarından geri çevirmeye çalışır, bu nedenle de başta babası olmak üzere tüm kavmin düşmanlığı ile karşılaşır.

Oysa bunların hiçbiri Eski Ahit'te yer almaz. Hz. İbrâhim'in ateşe atılması, kavminin putlarını kırması gibi olaylar da Eski Ahit'te bulunmaz. Hz. İbrâhim'in Eski Ahit'teki konumu, daha çok Yahûdilerin atası şeklindedir. Eski Ahit'teki bu tablonun "ırk" kavramını ön plana çıkartmak isteyen Yahûdi önde gelenleri tarafından çizildiği ise açıktır. Kendilerinin Allah tarafından ebediyen seçilmiş ve üstün kılınmış bir halk olduklarına inanan Yahûdiler, bilerek ve isteyerek Kutsal Kitaplarını tahrif etmişler ve söz konusu inanış doğrultusunda eklemeler ve çıkarmalar yapmışlardır. Bu Sebepten dolayıdır ki Eski Ahit'te anlatılan Hz. İbrâhim, sadece Yahûdilerin atasıdır.

Eski Ahit'e inanmakta olan Hıristiyanlar da Hz. İbrâhim'in Yahûdilerin atası olduğunu düşünürler; ancak bir farkla: Hıristiyanlar'a göre Hz. İbrâhim bir Yahûdi değil, bir Hıristiyan'dır. Irk kavramını Yahûdiler kadar önemsemeyen Hıristiyanlar'ın bu tutumu, bu iki dinin arasında bir çatışmaya ve tartışmaya yol açmıştır. Allah, Al-i İmran Sûresi, 65-68. âyetlerinde bu tartışmalara şöyle bir açıklama getirir:

“Ey Kitap ehli, İbrâhim konusunda ne diye çekişip tartışıyorsunuz? Tevrat da, İncil de ancak ondan sonra indirilmiştir. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz?

İşte sizler böylesiniz; (diyelim ki) hakkında bilginiz olan şeyde tartıştınız, ama hiç bilginiz olmayan bir konuda ne diye tartışıp duruyorsunuz? Oysa Allah bilir, sizler bilmezsiniz.

İbrâhim, ne Yahûdi idi, ne de Hıristiyan'dı: ancak, O hanif (muvahhid) bir müslümandı, müşriklerden de değildi.

Doğrusu, insanların İbrâhim'e en yakın olanı, ona uyanlar ve bu peygamber ile iman edenlerdir. Allah, mü'minlerin velîsidir.” (3/Âl-i İmran, 65-68)

Kuran'da Hz İbrâhim, Eski Ahit'te yazandan tamamen farklı olarak kavmini uyarıp korkutan ve onlarla mücâdeleye girişen bir kişidir. Küçük yaşlardan başlayarak putlara tapmakta olan kavmini uyarmış ve onlara bu davranışlarından vazgeçmelerini öğütlemiştir: İbrâhim de; hani kavmine demişti ki: Allah'a kulluk edin ve O'ndan sakının, eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.(29/Ankebût, 16); “Eğer yalanlarsanız, sizden önceki ümmetler de (elçilerin çağrısını) yalanlamışlardır. Elçiye düşen ise, yalnızca açık bir tebliğdir.(29/Ankebût, 18)

Kavminin Hz. İbrâhim'e olan cevabı ise onu öldürmeye teşebbüs etmek olmuştur: “Bunun üzerine kavminin (İbrâhim'e) cevabı yalnızca: 'Onu öldürün ya da yakın' demek oldu. Böylece Allah onu ateşten kurtardı. Şüphesiz bunda, iman eden bir kavim için âyetler vardır.(29/Ankebût, 24)

Kavminin kötülüklerinden kurtarılan Hz. İbrâhim bu olaylardan sonra hicret etmiştir: “Ona bir düzen (tuzak) kurmak istediler, fakat biz onları daha çok hüsrana uğrayanlar kıldık.(21/Enbiyâ, 70); “Sizden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan kopup ayrılıyorum ve Rabbime duâ ediyorum. Umulur ki, Rabbime duâ etmekle mutsuz olmayacağım.(19/Meryem, 48)

Lût Kavmi ve Altı üstüne Getirilen Şehir:

“Lût kavmi de uyarıları yalanladı. Biz de onların üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Yalnız Lût ailesini (bu azâbtan ayrı tuttuk;) onları seher vakti kurtardık; Tarafımızdan bir nimet olarak. İşte Biz, şükredenleri böyle ödüllendiririz. Oysa andolsun zorlu yakalamamıza karşı onları uyarmıştı. Fakat onlar bu uyarıları kuşkuyla karşılayıp-yalanlamakta direttiler. (54/Kamer, 33-36)

Lût Peygamber, İbrâhim peygamberle aynı dönemde yaşamıştır. Hz. Lût, Hz. İbrâhim'e komşu kavimlerden birine elçi olarak gönderilmişti. Bu kavim, Kuran'da belirtildiğine göre, o güne kadar dünya üzerinde görülmemiş bir sapıklığı, eşcinselliği uyguluyordu. Hz. Lût, onlara bu sapıklıktan vazgeçmelerini söylediğinde ve onlara Allah'ın İlâhî tebliğini getirdiğinde onu yalanladılar, peygamberliğini inkâr ettiler ve sapıklıklarına devam ettiler. Bunun sonucunda da kavim, korkunç bir felâketle helâk edildi.

Hz. Lût'un yaşadığı bu şehrin, Eski Ahit'te geçen ismi Sodom'dur. Kızıldeniz’in kuzeyinde kurulmuş olan bu kavmin aynı Kuran'da yazılanlara uygun bir şekilde helâk edildiği anlaşılmıştır. Yapılan arkeolojik çalışmalardan anlaşıldığına göre şehir, İsrail-Ürdün sınırı boyunca uzanan Tuz Gölü'nün (Ölü Deniz) yakınlarında bulunmaktadır.

Bu helâk olayının kalıntılarını incelemeden önce, Lût Kavmi’nin neden bu cezâya çarptırıldığına bakalım. Kuran'da, Hz. Lût'un kavmine yaptığı uyarı ve onların cevabı şöyle anlatılır: "Lût (kavmi) de, gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Lût: 'Sakınmaz mısınız?' demişti. 'Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca âlemlerin Rabbine aittir. Siz insanlardan (cinsel arzuyla) erkeklere mi gidiyorsunuz? Rabbinizin sizler için yaratmış bulunduğu eşlerinizi bırakıyorsunuz. Hayır, siz sınırı çiğneyen bir kavimsiniz.' Dediler ki: 'Ey Lût, eğer (bu söylediklerine) bir son vermeyecek olursan, gerçekten (buradan) sürülüp çıkarılanlardan olacaksın.' Dedi ki: 'Gerçekten ben, sizin bu yaptığınıza öfke ile karşı olanlardanım." (26/Şuarâ, 160-168)

Kendilerini doğru yola davetine karşılık kavminin Hz. Lût'a karşı cevabı onu tehdit etmek olmuştu. Lût Kavmi, kendilerine doğru yolu göstermesinden dolayı Hz. Lût'a karşı öfke duyuyor, onu ve onunla birlikte iman edenleri sürgün etmek istiyorlardı. Başka âyetlerde olay şöyle anlatılır:

"Hani Lût da kavmine şöyle demişti: 'Sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayâsız çirkinliği mi yapıyorsunuz? Gerçekten siz Kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavimsiniz.' Kavminin cevabı: 'Yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları, çünkü bunlar çokça temizlenen insanlarmış!' demekten başka olmadı." (7/A’râf, 80-82)

Hz. Lût, kavmini apaçık bir doğruya çağırıyor ve anlaşılır bir şekilde uyarıyordu. Ancak kavim hiçbir uyarıyı dinlemiyor ve Hz. Lût'u inkâr etmeye ve onun haber vermekte olduğu azâbı yalanlamaya devam ediyordu:

"(Lût da; hani kavmine demişti: 'Siz gerçekten, sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı 'çirkin bir utanmazlığı' yapıyorsunuz. Siz, (yine de) erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve bir araya gelişlerinizde çirkinlikler yapacak mısınız?' Bunun üzerine kavminin cevabı yalnızca: 'Eğer doğru söylüyor isen, bize Allah'ın azâbını getir!' demek oldu." (29/Ankebût, 28-29)

Kavminden bu cevabı alan Hz. Lût, Allah'tan yardım istedi: Dedi ki: "Rabbim, fesat çıkaran (bu) kavme karşı bana yardım et." (Ankebut Sûresi, 30); "Rabbim, beni ve ailemi bunların yaptıklarından kurtar." (26/Şuarâ, 169)

Hz. Lût'un isteği üzerine Allah, erkek kılığına girmiş iki melek gönderdi. Bu melekler, Hz. Lût'a gelmeden önce Hz. İbrâhim'e gitmişlerdi. Hz. İbrâhim'e yaşlı karısının bir çocuk doğuracağı müjdesini veren elçiler asıl gönderiliş Sebeplerini de açıkladılar: Azgın Lût Kavmi, helâk edilecekti.

"(İbrâhim) dedi ki: 'Şu halde sizin asıl isteğiniz nedir, ey elçiler?' 'Doğrusu biz, suçlu/günahkâr bir kavme gönderildik' dediler. 'Üzerlerine çamurdan (iyice sertleşip kaskatı kesilmiş) taşlar yağdırmak için. (Ki bu taşların her biri,) Rabbinin katında ölçüyü taşıranlar için (herkese ayrı ayrı) işaretlenmiştir." (51/Zâriyât, 31-34)

"Ancak Lût ailesi hariçtir; biz onların tümünü muhakkak kurtaracağız. Ama karısını (kurtaracaklarımız) dışında tuttuk, o, geride kalanlardandır." (15/Hicr, 59-60)

Elçilikle görevlendirilmiş melekler Hz. İbrâhim'in yanından çıktıktan sonra Hz. Lût'a geldiler. Elçileri tanımayan Hz. Lût önce endişeye kapıldı, ancak onlarla konuştuktan sonra yatıştı:

Elçilerimiz Lût'a geldiği zaman, onlardan dolayı kaygılandı, göğsünü bir sıkıntı bastı ve: "Bu, zorlu bir gün" dedi. (Hûd Sûresi, 77)

(Lût) Dedi ki: "Sizler gerçekten tanınmamış bir topluluksunuz." "Hayır" dediler. "Biz sana, onların hakkında kuşkuya kapıldıkları şeyle geldik. Sana gerçeği getirdik, biz şüphesiz doğru söyleyenleriz. Hemen aileni gecenin bir bölümünde yola çıkar, sen de onların ardından git ve sizden hiç kimse arkasına bakmasın; emrolunduğunuz yere gidin." Ve onlara şu emri verdik: "Sabaha çıkarlarken onların arkası mutlaka kesilecektir." (Hicr Sûresi, 62-66)

Bu sırada kavim, Hz. Lût'un konuklarının geldiğini haber almıştı. Bu konuklara da sapıkça bir eğilimle yaklaşmaktan çekinmediler. Evin etrafını çevirdiler. Konuklarına mahçup olmaktan endişelenen Hz. Lût, kavme şöyle seslendi:

Lût onlara) 'Bunlar benim konuğumdur, beni utandırıp dillere düşürmeyin' dedi. "Allah'tan korkup sakının ve beni küçük düşürmeyin." (15/Hicr, 68-69)

Kavminin cevabı ise, Hz. Lût'a çıkışmak oldu: "Dediler ki: 'Biz seni 'herkes(in işin)e karışmaktan' alıkoymamış mıydık?" (Hicr Sûresi, 70)

"Elindeki tüm imkânları kullanan Hz. Lût, misafirlerine ve kendisine bir kötülük yapılacağı endişesiyle şöyle dedi: 'Size yetecek gücüm olsaydı veya sağlam bir yere sığınabilseydim." (11/Hûd, 80)

Misafirleri ise, Hz. Lût'a Allah'ın elçileri olduklarını hatırlatarak şöyle dediler: "(Elçiler) Dediler ki: 'Ey Lût, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana kesin olarak ulaşamazlar. Gecenin bir parçasında ailenle birlikte yürü (yola çık). Sakın, hiçbiriniz dönüp arkasına bakmasın; fakat senin karın başka. Çünkü onlara isabet edecek olan, ona da isâbet edecektir. Onlara vaadolunan (azâb) sabah vaktidir. Sabah da yakın değil mi?" (11/Hûd, 81)

Şehir halkının azgınlığının son noktaya varmasıyla beraber Allah, meleklerin yardımıyla Hz. Lût'u kurtardı. Sabah vakti de, kavmin üzerine Hz. Lût'un uyardığı azap gönderildi: "Andolsun onlar, onun konuklarından da murâd almak için baskı yaptılar. Biz de onların gözlerini silip kör ettik. 'İşte azâbımı ve uyarmamı tAdın.' Andolsun onları bir sabah vakti erkenden, üzerlerinde kararını kılmış bir azâb yakalayıp bastırıverdi." (54/Kamer, 37-38)

Âyetlerde, kavmin helâki şöyle tarif ediliyor: "Derken, tan yerinin ağarma vaktine girdiklerinde onları (o korkunç ve dayanılmaz) çığlık yakalayıverdi. Anında (yurtlarının) üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taş yağdırdık. Elbette bunda 'derin bir kavrayışa sahip olanlar' için gerçekten âyetler vardır. O (şehir de) gerçekten bir yol üstünde (hâlâ) durmaktadır. " (15/Hicr, 73-76)

"Böylece emrimiz geldiği zaman, üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık; Rabbinin katında 'belli bir biçime sokulmuş, damgalanmış' olarak. Bunlar zalimlerden uzak değildir." (11/Hûd, 82-83)

"Sonra geride kalanları yerle bir ettik. Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık; uyarılıp-korkutulanların yağmuru ne kötü. Gerçekten, bunda bir âyet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, merhametlidir." (26/Şuarâ, 172-173)

Kavim helâk olurken içlerinden Hz. Lût ve sayıları ancak "bir ev halkı" kadar olan iman edenler kurtarıldı. Hz. Lût'un karısı iman etmemişti ve o da helâk edildi: "Bunun üzerine biz, karısı dışında onu ve ailesini kurtardık; o (karısı) ise (helâke uğrayanlar arasında) geride kalanlardandı. Ve onların üzerine bir (azâb) sağanağı yağdırdık. Suçlu-günahkârların uğradıkları sona bir bak işte. " (7/A’râf, 83-84)

Böylece Hz. Lût karısı dışındaki ailesiyle ve kendisine inananlarla beraber kurtarıldı. Sapık kavim ise, yerle bir oldu.

Lût Gölü'ndeki "Apaçık Âyetler" Hûd Sûresi'nin 82. âyeti "böylece emrimiz geldiği zaman, üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık" ifâdesiyle, Lût Kavmi'nin başına gelen felâketin şeklini açıkça bildirir.

Âyetin başında geçen "üstünü altına çevirmek" fiilinin şiddetli bir deprem ile bölgenin yerle bir olduğunu anlatıyor olması mümkündür. Nitekim, helâk olayının yaşanmış olduğu bölge olan Lût Gölü, böyle bir depremin oluştuğuna dair "apaçık deliller" taşımaktadır.

Alman arkeolog Werner Keller konu hakkında şöyle diyor: Bu bölgede bir gün kendini göstermiş olan çok büyük bir çökmede patlamalar, yıldırımlar, yangınlar ve doğal gazlarla birlikte korkunç bir deprem olmuş ve Siddim Vaadisi ile birlikte Lût Kavmi'nin şehirleri yerin derinliklerine gömülmüşlerdi (Werner Keller, Und die Bibel hat doch recht (The Bible as History; a Confirmation of the Book of Books), New York: William Morrow, 1956).

Zaten Lût Gölü, ya da diğer Adıyla Ölü Deniz, aktif bir sismik bölgenin, yani bir deprem kuşağının tam üstünde yer almaktadır: Ölü Deniz'in tabanı Rift Vaadisi denilen tektonik kökenli bir çöküntü içinde yer alır. Bu vaadi kuzeyde Taberiye Gölü'nden, güneyde Arabah Vaadisi'nin ortasına kadar 300 km.'lik bir uzantıda yer alır (“Le Monde de la Bible”, Archeologie et Histoire, Temmuz-Ağustos 1993).

Âyetin devamında "üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık" cümlesiyle ifâde edilen olayın ise, Lût Gölü kıyısında meydana gelen volkanik bir patlama ve bunun sonucunda püsküren "pişirilmiş kıvamdaki" kaya ve taşlar olması mümkündür. (Şuara Sûresi'nin 173. âyetinde aynı olay "...ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık; uyarılıp-korkutulanların yağmuru ne kadar da kötü" şeklinde bildirilmiştir.)

Werner Keller bu konuda da şöyle diyor: Bu deprem sırasında, yerkabuğunun çatlayıp çöküşü, kabuğun altında uyuyan volkanlara serbest yol vermiştir. Şeria'nın yukarı vaadisinde bugün de sönmüş kraterlere rastlanmakta olup buralarda kireç katmanları üzerinde geniş lav kütleleri ve bazalt katmanları yer almıştır (Werner Keller, Und die Bibel hat doch recht (The Bible as History; a Confirmation of the Book of Books), New York: William Morrow, 1956).

İşte bu lâv ve bazalt katmanları, zamanında burada volkanik bir patlamanın ve depremin olduğunu gösteren en büyük kanıtlardır. Kuran'da, "üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık" ifâdesiyle tarif edilen olay da büyük olasılıkla bu volkanik patlamadır. Aynı âyette "...emrimiz geldiği zaman üstünü altına çevirdik" şeklinde ifâde edilen olay da Rift Vaadisi'nde tektonik kökenli olan ve volkanların yeryüzüne büyük bir şiddetle çıkmasına Sebep veren deprem ile onun getirdiği yarılma ve çöküntüler olmalıdır.

Lût Gölü'nün taşıdığı "apaçık âyetler" gerçekten de son derece dikkat çekicidir. Kuran’da anlatılan kıssalar ve bildirilen olaylar, genelde, Ortadoğu, Arap YarımÂdası ve Mısır etrafında yoğunlaşır. İşte bu toprakların hemen ortasında Lût Gölü vardır. Lût Gölü, etrafında geçen olaylar kadar jeolojik olarak da dikkat çekicidir. Göl, Akdeniz'in yüzeyinden yaklaşık 400 metre daha alçaktadır. Gölün en derin yeri de 400 metre olduğundan, göl tabanı Akdeniz'in yüzeyinden 800 metre alçaktadır. Bu, dünyanın en alçak noktasıdır: Dünyanın deniz yüzeyinden aşağı olan başka bölgelerinde alçaklık en fazla 100 metre kadardır. Lût Gölü'nün başka bir özelliği de suyundaki tuz yoğunluğunun çok yüksek olması, tuz miktarının %30'u bulmasıdır. Bundan dolayı gölde balık ya da yosun gibi herhangi bir canlı yaşayamaz. Batı dillerinde Lût Gölü'ne "DeÂd Sea" (Ölü Deniz) denilmesinin Sebebi de budur.

Kuran'da anlatılan Lût Kavmi ile ilgili olay, tahminlere göre yaklaşık MÖ 1800 yıllarında olmuştur. Alman araştırmacı, Werner Keller, arkeolojik ve jeolojik incelemelere dayanarak yaptığı açıklamalarda Lût Kavmi’nin yaşadığı Sodom ve Gomorra şehirlerinin yerlerinin Siddim Vaadisi denilen ve Lût Gölü'nün en alt ucunda bulunan bölgede olduğunu ve zamanında buralarda büyük ve geniş yerleşim alanlarının bulunduğunu belirtiyor.

Lût Gölü'nün en dikkat çekici yapısal özelliği ise, Kuran'da anlatılan helâk olayının nasıl yaşandığını gösteren bir kanıttır: Lût Gölü'nün doğusunda bir yarımÂda oluşturan ve dile benzeyen bir kısım, gölün içine uzanır. Bu kısma Araplar "El Lisan" yani "dil" Adını vermişlerdir. Burada suyun tabanında, Âdeta gölü ikiye ayıran fakat görülmeyen keskin bir dirsek uzanmaktadır. Bu yarımÂdanın sağında taban 400 metre derin olduğu halde, sol tarafı şaşılacak kadar sığdır. Son yıllarda yapılan ölçümlerden burasının derinliğinin ancak 15-20 metre kadar olduğu anlaşılmıştır. Daha sonrÂdan oluştuğu tesbit edilen bu sığ bölge, önceki yazıda belirttiğimiz deprem ve bu deprem sonucu oluşan kütlevi bir çöküntünün eseridir. Eskiden Sodom ve Gomorra'nın bulunduğu, yani Lût Kavmi'nin yaşadığı yer işte burasıdır:

Zamanında buradan karşı kıyıya yürüyerek geçmek mümkündü. Eskiden Siddim Vaadisi'nde bulunan Sodom ve Gomorra şehirlerini, şimdi Ölü Deniz'in alt bölümünün düzgün yüzeyi örtüyor. MÖ 2. bin yılın başlarında korkunç bir doğal felâket sonucu tabanın çökmesi, kuzeyden gelen tuzlu suyun bu yeni oluşan boşluğa akmasına ve buranın dolmasına Sebep oldu (Werner Keller, The Bible as History in Pictures, New York: William Morrow, 1964).

Lût Kavmi'nin izleri, gözle de görülebilir... Kayıkla Lût Gölü'nün bu alt ucunda gezildiğinde, güneş ışınları da suya uygun bir açıyla yansıyorsa, insan şaşılacak bir görünümle karşılaşır. Kıyıdan biraz ötede suyun içinde ağaçların belirdiği görülür. Bunlar da gölün son derece yoğun olan tuzlarının konserve ettiği ağaçlardır. Derinlerde yeşil renkte görülen ağaç gövdeleriyle ağaç artıkları çok eskidir. Bir zamanlar bu ağaçların yapraklarının yeşillendiği ve çiçek açtığı yer yani Siddim Vaadisi, bölgenin en güzel yerlerinden biriydi.

Lût Kavmi’nin uğradığı felâketin teknik yönü, jeologların araştırmalarından anlaşılıyor. Buna göre, Lût Kavmini yok eden deprem, oldukça uzun bir yerkabuğu çatlağı (fay hattı)nın sonucunda oluşmuştur: Şeria Nehri'nin yatağını oluşturan 190 kilometrelik mesafe boyunca Şeria Nehri toplam 180 metrelik bir düşüş yapar. Bu durum ve Lût Gölü'nün deniz seviyesinden 400 metre alçak olması, burada bir zamanlar büyük bir jeolojik olayın meydana geldiğini gösteren önemli delillerdendir.

Şeria Nehri ile Lût Gölü'nün bu ilginç yapısı da, yerkürenin bu bölgesinden geçen bir yarık ya da çatlağın ancak bir parçasından ibârettir. Bu çatlağın durumu ve uzunluğu son zamanlarda saptanmış bulunmaktadır.

Bu çatlak, Toroslar'ın eteklerinden başlayıp güneye doğru Lût Gölü'nün güney kıyılarından ve Arap çölü üzerinden AKâbe Körfezi'ne uzayıp oradan da Kızıl Denizi geçerek Afrika'da son bulmaktadır. Bu uzun çöküntünün uzayıp gittiği yerlerde kuvvetli yanardağ hareketlerinin olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ki, İsrail'deki Galilee Dağları'nda, Ürdün'ün yüksek yayla kısımlarında, AKâbe Körfezi ve diğer yakın yerlerde siyah bazalt ve lavlar bulunmaktadır.

Tüm bu kalıntılar ve coğrafi özellikler, Lût Gölü'nde büyük bir jeolojik olayın yaşandığını göstermektedir. Werner Keller bu jeolojik olayı şöyle anlatıyor: Bu bölgede bir gün kendini göstermiş olan çok büyük bir çökmede patlamalar, yıldırımlar, yangınlar ve doğal gazlarla birlikte korkunç bir deprem olmuş ve Siddim Vaadisi ile birlikte Lût Kavmi'nin şehirleri de yerin derinliklerine gömülmüşlerdir. Bu deprem sırasında, yer kabuğunun çatlayıp çöküşü, kabuğun altında uyuyan volkanları harekete geçirmiştir. Şeria'nın yukarı vaadisinde bugün de sönmüş kraterlere rastlanmakta olup buralarda kireç katmanları üzerinde geniş lav kitleleri ve bazalt katmanları yer almıştır (Werner Keller, Und die Bibel hat doch recht (The Bible as History; a Confirmation of the Book of Books), New York: William Morrow, 1956, s. 88).

National Geographic ise Aralık 1957 sayısında konu hakkında şöyle diyordu: Sodom tepesi, ölü denize doğru yükselir. Hiç kimse şimdiye dek yok olan şehirler Sodom ve Gomorra'yı bulamadı, fakat bilim Adamlarına göre bu şehirler kayalıkların karşısındaki Siddim Vaadisi'nde duruyorlar. Büyük ihtimalle Ölü Deniz'in taşkın suları ve depremin altında kaldılar (G. Ernest Wright, “Bringing Old Testament Times to Life”, National Geographic, Vol. 112, Aralık 1957, s. 833).

 

Pompei de Aynı Sona Uğramıştı: Kuran'da, Allah'ın kanunlarında hiçbir değişiklik olmadığı şöyle haber verilir: "...Onlara uyarıcı/korkutucu geldiğinde, nefretlerinden başkasını arttırmadı. (Hem de) Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın." (35/Fâtır, 42-43)

Evet, "Allah'ın sünnetinde (kurallarında) hiçbir değişiklik" yoktur. Allah’ın kurallarına aykırı giden, O'na başkaldıran herkes, aynı İlâhî kanunla karşılık görür. Roma İmparatorluğu'nun dejenerasyonunun sembolü olan Pompei de, aynı Lût kavmi gibi, cinsel sapkınlıklara batmıştı. Sonu da Lût Kavmi'yle benzer oldu.

Pompei'nin helâki, Vezüv Yanardağı'nın patlamasıyla gerçekleşmişti. Vezüv Yanardağı, İtalya'nın, özellikle de Napoli kentinin sembolüdür. Yaklaşık, 2000 yıldan beri suskun olan Vezüv "İbret Dağı" şeklinde Adlandırılır. Vezüv'ün bu şekilde tanımlanması boşuna değildir. Ünlü Sodom ve Gomorra kentlerinin başına gelen felâketle, Pompei fâciası birbirine çok benzemektedir.

Vezüv'ün batı yamacında Napoli, doğu yamacında ise Pompei kenti yer alır. Yaklaşık 2000 yıl önce yaşanan bir lav ve kül felâketi, bu kentin insanlarını ani bir biçimde yakalamıştı. Felâket öylesine ani olmuştu ki, her şey 2000 yıl öncesinde olduğu gibi kaldı. Sanki zaman dondurulmuştu.

Pompei'nin böyle bir felâketle yeryüzünden silinmesinde elbette ders çıkarılabilecek bir yön vardı. Tarihi kayıtlar, şehrin yok olmadan önce tam bir sefahat ve sapkınlık merkezi olduğunu gösteriyor. Şehrin en belirgin özelliği, fuhuşun çok yaygın olmasıydı. Ancak Vezüv'ün lavları bir anda tüm kenti haritadan sildi. Olayın en ilginç yanı ise, kentin günlük yaşantısı içinde, Vezüv'ün korkunç patlamasına rağmen, kimsenin kaçmamış ve Âdeta büyülenerek felâketin farkına bile varamamış olmalarıydı. Yemek yiyen bir aile, o andaki gibi aynen taşlaşmıştı. Cinsel birleşme halinde, sayısız taşlaşmış çift bulunmuştu. Daha da önemlisi, bu çiftler arasında, aynı cinsten olanlar, küçük erkek ve kız çocuklar da vardı. Pompei kalıntılarından çıkarılan taşlaşmış insan cesetlerinin, bazılarının yüzleri hiç bozulmÂdan kalmıştı. Genel yüz ifâdesi şaşkınlıktı.

İşte fâcianın en akıl almaz yönü burÂdAdır. Nasıl olmuş da binlerce insan hiçbir şey görmeden ve duymÂdan, Âdeta ölümün gelip kendilerini yakalamasını beklemişlerdir? Olayın bu yönü, Pompei'nin yokoluşunun Kuran'da anlatılan helâk olaylarına benzediğini gösteriyor. Çünkü Kuran'da, helâk olayları anlatılırken "birden yok olma" üzerinde durulur. Örneğin Yasin Sûresi'nde anlatılan "şehir halkı", tek bir anda topluca ölmüşlerdir. Sûrenin 29. âyetinde bu durum şöyle anlatılır: "(Onlara) Yalnızca bir tek çığlık (yetti); anında sönüverdiler." (36/Yâsin, 29)

Kamer Sûresi'nin 31. âyetinde Semûd kavminin helâki anlatılırken de yine "ânında yok olma" olayına dikkat çekilir: "Çünkü Biz onların üzerine bir tek çığlık gönderdik. Böylece onlar, ağıldaki çalı-çırpı olan kuru ot gibi oluverdiler. " (54/Kamer, 31)

Pompei halkının ölümü de âyetlerde anlatıldığı şekilde, "anında yok olma" tarzında gerçekleşmiştir. Tüm bunlara rağmen, Pompei'nin eski yerinde bugün olaylar pek fazla değişmiş değil. Napoli'nin sefahat mahalleleri, Pompei'den hiç aşağı kalmıyor. Kapri Âdası, eşcinsellerin ve çıplakların kamp yaptıkları bir üs durumunda. Kapri Âdası turizm reklamlarında "Eşcinseller Cenneti" olarak tanımlanıyor. Sonuçta, yine bölge halkının aynı tür bir yaşamı seçtikleri görülüyor. Yalnızca Kapri'de ve İtalya'da değil, dünyanın hemen hemen her tarafında bu tür bir ahlaki dejenerasyon yaşanmakta ve insanlar geçmiş kavimlerin başlarına gelen felâketlerden ders almamakta ısrar etmektedirler.

 

Âd Kavmi ve Kumların Atlantis’i Ubar Kenti

"Âd (halkın)a gelince; onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile helâk edildiler. (Allah) Onu, yedi gece ve sekiz gün, aralık vermeksizin üzerlerine Musallat etti. Öyle ki, o kavmin, orada sanki içi kof hurma kütükleriymiş gibi çarpılıp yere yıkıldığını görürsün. Şimdi onlardan hiç arta kalan (bir şey) görüyor musun? " (69/Haakka, 6-8)

Kur’an’ın çeşitli Sûrelerinde sözü geçen bir başka helâk olmuş kavim ise, Adı Nûh Kavmi'nden sonra anılan Âd Kavmi'dir. Âd Kavmi’ne gönderilen Hz. Hûd tüm peygamberler gibi kavmini ortak koşmÂdan Allah'a iman etmeye ve kendisinin söylediklerine itaat etmeye çağırır. Kavim, Hz. Hûd'a düşmanlıkla cevap verir. Hûd Sûresi'nde Hz. Hûd ve kavmi arasında geçenler ayrıntılı olarak anlatılmaktadır:

"Âd (halkına da) kardeşleri Hûd'u (gönderdik). Dedi ki: 'Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur. Siz yalan olarak (tanrılar) düzenlerden başkası değilsiniz. Ey kavmim, ben bunun karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir. Akıl erdirmeyecek misiniz? Ey kavmim, Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin. Üstünüze gökten sağanak (yağmurlar, bol nimetler) yağdırsın ve gücünüze güç katsın. Suçlu/günahkârlar olarak yüz çevirmeyin.' 'Ey Hûd' dediler. 'Sen bize apaçık bir belge (mûcize) ile gelmiş değilsin ve biz de senin sözünle ilâhlarımızı terketmeyiz. Sana iman edecek de değiliz. Biz: 'Bazı ilâhlarımız seni çok kötü çarpmıştır' (demekten) başka bir şey söylemeyiz.' Dedi ki: 'Allah'ı şahid tutarım, siz de şahidler olun ki, gerçekten ben, sizin şirk koştuklarınızdan uzağım. O'nun dışındaki (tanrılardan). Artık siz bana, toplu olarak dilediğiniz tuzağı kurun, sonra bana süre tanımayın. Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.) Buna rağmen yüz çevirirseniz, artık size kendisiyle gönderildiğim şeyi tebliğ ettim. Rabbim de sizden başka bir kavmi yerinize geçirir. Siz O'na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Doğrusu benim Rabbim, herşeyi gözetleyip-koruyandır.' Emrimiz geldiği zaman, tarafımızdan bir rahmet ile Hûd'u ve onunla birlikte iman edenleri kurtardık. Onları şiddetli-ağır bir azaptan kurtardık. İşte Âd (halkı): Rablerinin âyetlerini tanımayıp reddettiler. O'nun elçilerine isyan ettiler ve her inatçı zorbanın emri ardınca yürüdüler. Ve bu dünyada da, Kıyâmet gününde de lanete tabi tutuldular. Haberiniz olsun; gerçekten Âd (halkı), Rablerine (karşı) inkâr ettiler. Haberiniz olsun; Hûd kavmi Âd'a (Allah'ın rahmetinden) uzaklık (verildi)." (11/Hûd, 50-60)

Âd Kavmi'nden bahseden diğer bir Sûre ise Şuarâ Sûresi'dir. Bu Sûrede Âd Kavmi'nin bazı özelliklerine dikkat çekilir. Buna göre Âd, "yüksek yerlere anıtlar inşa etmekte" ve "ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları edinmekte" olan bir kavimdir. Ayrıca bozgunculuk yapıp, zorbaca davranmaktadır. Hz. Hûd, kavmini uyardığında ise, onun sözlerini "geçmiştekilerin geleneksel tutumu" olarak yorumlarlar. Başlarına bir şey gelmeyeceğinden de son derece emindirler:

"Âd (kavmi) de gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Hûd: 'Sakınmaz mısınız?' demişti. 'Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca âlemlerin Rabbine aittir. Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz? Tutup yakaladığınız zaman da zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz? Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeylerle size yardım edenden korkup-sakının. Size hayvanlar, çocuklar (vererek) yardım etti. Bahçeler ve pınarlar da. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azâbından korkuyorum.' Dediler ki: 'Bizim için fark etmez; öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da. Bu, geçmiştekilerin 'geleneksel tutumundan başkası değildir. Ve biz azap görecek de değiliz.' Böylelikle onu yalanladılar, Biz de onları yıkıma uğrattık. Gerçekten, bunda bir âyet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, merhamet edendir." (26/Şuarâ, 123-140)

Hz. Hûd'a düşmanlık eden ve Allah'a başkaldıran kavim, gerçekten de yıkıma uğradı. Korkunç bir kum fırtınası Âd'ı "sanki hiç yaşamamışcasına" yok etti...

İrem Şehri Hakkındaki Arkeolojik Bulgular: 1990'lı yılların başında dünyanın tanınmış gazeteleri çok önemli bir arkeolojik bulguyu "Muhteşem Arap Şehri Bulundu", "Efsanevi Arap Şehri Bulundu", "Kumların Atlantisi Ubar" başlıklarıyla verdiler. Bu arkeolojik bulguyu daha ilgi çekici hale getiren özelliği, isminin Kuran'da anılıyor olmasıydı. O güne kadar Kuran'da bahsi geçen Âd kavminin bir efsane olduğunu veya hiçbir zaman bulunamayacağını düşünen birçok kişi, bu yeni bulgu karşısında hayrete düştüler.

Kuran'da sözü edilen bu şehri bulan kişi, amatör bir arkeolog olan Nicholas Clapp idi (Thomas H. Maugh II, “Ubar, Fabled Lost City, Found by LA Team”, The Los Angelas Times, 5 Şubat 1992). Bir Arap uzmanı ve belgesel yapımcısı olan Clapp, Arap tarihi üzerine yaptığı araştırmalar sırasında çok ilginç bir kitaba rastlamıştı. Bu, 1932 yılında İngiliz araştırmacı Bertram Thomas tarafından yazılmış olan Arabia Felix idi. Arabia Felix, Romalıların Arap YarımÂdası’nın güneyinde bulunan ve günümüzdeki Yemen ve Umman'ı kapsayan bölgeye verdikleri isimdi. Bu bölgeye Yunanlılar "Eudaimon Arabia", Ortaçağdaki Arap bilginleri ise "Al-Yaman as-Saida" ismini veriyorlardı (Kamal Salibi, A History of Arabia, Caravan Books, l98O).

Bu isimlerin tümü "Şanslı Araplar" anlamına geliyordu. Çünkü eski zamanlarda bu bölgede yaşayan insanlar o devrin en şanslı kavimleri olarak biliniyorlardı. Peki, böylesine bir yakıştırmanın Sebebi neydi acaba?

Bunun Sebebi, bu bölgenin stratejik konumuydu. Bölge, Hindistan ve Kuzey Arabistan arasında yapılmakta olan baharat ticaretinin merkezi durumundaydı. Ayrıca bölgede yaşayan kavimler "frankicense" isminde nÂdir bulunan bir bitkinin üretimini yapıyor ve bunu pazarlıyorlardı. Eski toplumlar tarafından oldukça rağbet gören bu bitki, çeşitli dinsel ayinlerde tütsü olarak kullanılıyordu. Bu bitki, o zamanlar neredeyse altın kadar değerliydi.

Kitabında bütün bunlardan bahseden İngiliz araştırmacı Thomas, sözünü ettiği bu "şanslı" kavimleri uzun uzun tarif ediyor ve bunlardan bir tanesinin kurmuş olduğu bir şehrin izini bulduğunu iddia ediyordu. Bu, Bedeviler’in "Ubar" ismini taktıkları şehirdi. Bölgeye yaptığı araştırma gezilerinden bir tanesinde çölde yaşayan Bedeviler, kendisine eski bir patika yolu göstermişler ve bu patikanın Ubar isimli çok eski bir şehre ait olduğunu anlatmışlardı. Konuyla çok ilgilenen Thomas, bu araştırmalarını tamamlayamÂdan ölmüştü (Bertram Thomas, Arabia Felix: Across the “Empty Quarter” of Arabia, New York: Schrieber’s Sons 1932, s. 161).

İngiliz araştırmacı Thomas'ın yazdıklarını inceleyen Clapp de, kitapta bahsedilen bu kayıp şehrin varlığına inanmıştı. Çok vakit kaybetmeden araştırmalarına başladı. Clapp, Ubar'ın varlığını kanıtlamak için iki ayrı yola başvurdu. Önce bedeviler tarafından var olduğu söylenen patika izlerini buldu. NASA'ya başvurarak bu bölgenin resimlerinin uydu aracılığıyla çekilmesini istedi. Uzun bir uğraşıdan sonra, yetkilileri bu bölgenin resimlerinin çekilmesi için iknâ etmeyi başardı (Charles Crabb, “Frankincense”, Discover, Ocak 1993).

Clapp daha sonra Californiya'da Huntington kütüphanesinde bulunan eski yazıtları ve haritaları incelemeye başladı. Amacı, bölgenin bir haritasını bulmaktı. Kısa bir araştırmadan sonra buldu da. Mısır-Yunan coğrafyacısı Batlamyus tarafından MS 200 yılında çizilmiş bir haritaydı bulduğu. Haritada, bölgede bulunan eski bir şehrin yeri ve bu şehre doğru giden yolların çizimi gösterilmişti.

Bu sırada NASA'dan resimlerin çekilmiş olduğu haberi de geldi. Resimlerde, yerden çıplak gözle görülmesi mümkün olmayan, ancak havadan bir bütün halinde görülebilen bazı yol izleri ortaya çıkmıştı. Bu resimleri elindeki eski haritalarla karşılaştıran Clapp, sonunda beklediği sonuca vardı. Hem eski haritada belirtilen yollar hem de uydudan çekilen resimlerde görülen yollar birbirleriyle kesişiyorlardı. Bu yolların bitiş noktası ise eskiden bir şehir olduğu anlaşılan geniş bir alandı.

Sonunda Bedevilerin sözlü olarak anlattıkları hikayelerin konusu olan efsanevi şehrin yeri bulunabilmişti. Kısa süre sonra kazılara başlandı ve kumların içinden eski bir şehrin kalıntıları çıkmaya başladı. Bu nedenle de bu kayıp şehir "Kumların Atlantisi Ubar" olarak tanımlandı.

Peki, bu eski şehrin Kuran'da bahsedilen Âd Kavmi’nin şehri olduğunu kanıtlayan şey neydi? Yıkıntılar ilk olarak ortaya çıkarıldığı andan itibaren bu yıkık şehrin Kuran'da bahsedilen Âd Kavmi ve İrem'in sütunları olduğu anlaşılmıştı. Zira kazılarda ortaya çıkartılan yapılar arasında, Kuran'da varlığına dikkat çekilen uzun sütunlar yer alıyordu. Kazıyı yürüten araştırma ekibinden Dr. Zarins de, bu şehri diğer arkeolojik bulgulardan ayıran şeyin yüksek sütunlar olduğunu ve dolayısıyla bu şehrin Kuran'da bahsi geçen Âd Kavmi’nin kenti İrem olduğunu söylüyordu. Kuran'da, İrem'den şöyle söz ediliyordu: "Rabbinin Âd (kavmin)e ne yaptığını görmedin mi? 'Yüksek sütunlar' sahibi İrem'e? Ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi." (89/Fecr, 6-8)

Âd Kavmi’nin İnsanları: Buraya kadar, Ubar'ın Kuran'da bahsi geçen İrem şehri olabileceğini gördük. Kuran'a göre şehrin halkı, kendilerine mesaj getiren ve uyarıp korkutan peygamberlerini dinlememişler ve böylece helâk edilmişlerdi.

İrem şehrini kuran Âd Kavmi’nin kimliği de tartışmalara yol açmış bir konudur. Tarih kayıtlarında böylesine gelişmiş kültüre sahip bir halktan ve bunların kurmuş oldukları medeniyetten bahsedilmemektedir. Böyle bir halkın isminin, tarih kayıtlarında bulunmamasının oldukça garip bir durum olduğu düşünülebilir.

Aslında bu halkın varlığına kayıtlarda ve eski devletlerin arşivlerinde rastlanmamasına çok fazla şaşırmamak gerekir. Zira bu halk, Ortadoğu ve Mezopotamya bölgesinde bulunan diğer kavimlerden uzak bir bölge olan Güney Arabistan'da yaşıyordu ve onlarla olan ilişkileri sınırlıydı. Haklarında pek az şey bilinen bir devletin kayıtlarda geçmemesi olağan bir durumdu. Bununla birlikte, Ortadoğu'da Âd Kavmi hakkında halk arasında ağızdan ağıza anlatılan hikayelere rastlamak mümkündür.

Âd Kavmi’ne yazılı kayıtlarda rastlanılmamasının en önemli Sebebinin ise bu tarihlerde, bu bölgede henüz yazılı iletişimin yaygın olarak kullanılmaması olabilir. Âd Kavmi’nin bir devlet kurmuş olduğunu, ancak bu devletin tarih kayıtlarına geçirilmediğini düşünmek mümkündür. Bu devlet biraz daha uzun yaşasaydı belki de günümüzde bunlar hakkında çok daha fazla şey biliniyor olacaktı.

Âd kavmi ile ilgili tarihsel bir kayıt yoktur ama, onların "torunları" hakkında önemli bilgiler bulmak ve bu bilgiler sayesinde Âd Kavmi hakkında fikir yürütmek mümkündür.

Âd'ın Torunları Hadramîler: Âd Kavmi insanlarının ya da onların torunlarının kurdukları olası bir medeniyetin izlerinin araştırılması gereken ilk yer, "Kumların Atlantisi Ubar"ın bulunduğu ve "Şanslı Araplar"ın bölgesi olarak nitelendirilen Güney Yemen'dir. Güney Yemen'de Yunanlılar tarafından "Şanslı Araplar" olarak isimlendirilmiş dört halk yaşamıştır. Bunlar Hadramîler, Sebe’liler, Minalar ve Katabanlılar'dır. Bu dört halk uzunca bir süre birbirlerine yakın bir coğrafyada hüküm sürmüşlerdir.

Günümüzde birçok tarihçi, Âd kavminin bir değişim süreci içine girdiğini ve tarih sahnesine tekrar çıktığını söyler. Bunlardan Ohio Üniversitesi'nde araştırmacı olan Dr. Mikail H. Rahman, Âd Kavmi’nin Güney Yemen'de yaşamış bulunan dört kavimden birisi olan Hadramîlerin ataları olduğuna inanmaktadır. Ortaya çıkışları MÖ 500'lü yıllara rastlayan Hadramîler, "Şanslı Araplar" olarak nitelendirilen insanlar içinde en az bilinenlerdir. Bu kavim, çok uzun bir süre Güney Yemen bölgesinin kontrolünü elinde tutmuş, uzun bir zayıflama sürecinin sonunda da MS 240 yılında tamamen ortadan kalkmıştır.

Hadramîlerin Âd Kavmi’nin torunları olabileceğinin bir belirtisi, bunların isimlerinde gizlidir. MÖ 3. yüzyılda yaşamış Yunanlı yazar Pliny, bu kavimden "Âdramitai" -bu kelime Hadramî demektir- olarak bahsetmektedir (Nigel Groom, Frankincense and Myrrh, Longman, 1981, s. 81). "Âdramitai" kelimesinin isim hali ise "Âdram"dır. Kuran'da "Âd-ı İrem" olarak ismi geçen bu ismin zaman içinde meydana gelen bozulma sonucu "Âdram" haline getirilmiş olması mümkündür.

Yunan coğrafyacı Batlamyus (MS 150-160) da, "Âdramitai" isimli kavmin yaşadığı yer olarak Arap YarımÂdası'nın güneyini gösterir. Nitekim bu bölge, yakın bir tarihe kadar da "Hadramût" ismiyle bilinmiştir. Hadramî Devleti’nin başkenti Sabwah, Hadramût vaadisinin batısında yer almıştır. Bu arada birçok eski efsaneye göre de Âd Kavmi’ne elçi olarak gönderilmiş olan Hz. Hûd'un mezarı Hadramût'tadır.

Hadramîler’in Âd Kavmi’nin devamı olduğu düşüncesini güçlendiren bir diğer etken, bunların zenginlikleridir. Yunanlılar, Hadramîleri "dünya üzerindeki en zengin ırk" olarak nitelendirmişlerdir. Tarih kayıtları, Hadramîlerin o çağların değerli bitkisi "frankinsce"in tarımında çok ileri gittiklerini söylemektedir. Bitkinin yeni kullanım alanlarını bulmuşlar ve kullanımını yaygınlaştırmışlardır. Hadramîlerin yaptığı tarım üretimi, bu bitkinin günümüzdeki üretiminden çok daha fazladır.

Hadramîler’in başkenti olduğu bilinen Sabwah'ta yapılan kazılarda bulunanlar oldukça ilginçtir. 1975 yılında başlanan kazılarda, yoğun kum yığınları Sebebiyle arkeologların kentin kalıntılarına ulaşması son derece zor oldu. Kazılar sonunda elde edilen bulgular şaşırtıcıydı; çünkü ortaya çıkartılan antik şehir, o güne kadar rastlanılanların içinde en muhteşemlerinden bir tanesiydi. Şehri çevreleyen kalenin duvarları, Yemen'de bulunanların arasında en kalın ve en kuvvetli olanıydı. Krallık sarayının ise artık bir harabe halinde olmasına rağmen, bir zamanlar çok muhteşem bir bina olduğu anlaşılmaktaydı.

Hadramîler’in bu mimarî üstünlüklerini, ataları olan Âd Kavmi’nden miras aldıklarını varsaymak son derece mantıklıydı kuşkusuz. Nitekim Hz. Hûd, Âd Kavmi’ni uyarırken onlara şöyle demişti: "Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz?" (26/Şuarâ, 128-129)

Sabwah'ta bulunan yapıların bir başka dikkat çekici özelliği de gösterişli sütunlardı. Yemen'deki birçok şehirde sütunlar, kare şeklinde ve yekpare olarak yapılmışlardı. Sabwah'tan çıkartılan sütunlar ise bölgede bulunan diğer şehirlerin sütunlarına hiç benzemiyordu; bunlar yuvarlak yapılıydılar ve dizilişleri de dairesel şekildeydi. Sabwah halkı, ataları Âd Kavmi’nin mimari tarzını miras olarak almış olmalılardı. MS 9. yüzyılda yaşamış Bizans İstanbul Başpiskoposu Photius, günümüzde kaybolmuş eski Yunan yazıtlarını, özellikle Agatharacides'in (MÖ 132) yazdığı Kızıl Deniz Hakkında isimli kitabı kullanarak, Güney Arapları ve onların ticari faaliyetleri hakkında birçok araştırma yapmıştı. Photius bir yazısında şöyle diyordu: "Şu söyleniyor ki onlar (Güney Araplar) üzeri gümüş ve altınla kaplı birçok sütunlar inşa etmişlerdi. Bu sütunların yerleştirilişi de görülmeye değerdi." (Nigel Groom, Frankincense and Myrrh, Longman, 1981, s. 72)

Photius'un bu ifâdesi, doğrudan Hadramîlere işaret etmese bile, bu bölgede yaşayan halkların zenginliğini ve mimari alanındaki gelişmişliğini göstermesi bakımından dikkate değerdir. Yunanlı klasik yazarlar Pliny ve Strabo da bu şehirlerden "çarpıcı güzellikte tapınaklar ve saraylarla bezeli" yerler olarak bahsetmektedirler.

Bu şehirlerin sahiplerinin Âd Kavmi’nin torunları olduğunu düşündüğümüzde Kur’an’ın, Âd Kavmi’nin yurdunu "sütunlar sahibi İrem" (89/Fecr, 7) olarak tanımlamasının nedeni açıkça anlaşılmaktadır.

Âd Kavminin Pınarları ve Bahçeleri: Günümüzde Güney Arabistan'a seyahat eden bir kişinin en sık karşılaşacağı şey, geniş çöl alanları olacaktır. Şehirlerin ve sonrÂdan ağaçlandırılmış bölgelerin dışında kalan yerlerin çoğu kumlarla kaplıdır. Bu çöller, yüzlerce belki de binlerce yıldır burada bulunmaktadırlar.

Ancak Kuran'da, Âd Kavmini anlatan âyetlerin birinde önemli bir bilgi verilir. Kavmini uyaran Hz. Hûd, onlara Allah tarafından bahşedilmiş olan pınarlara ve bahçelere dikkat çekmektedir:

"Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeylerle size yardım edenden korkup-sakının. Size hayvanlar, çocuklar (vererek) yardım etti. Bahçeler ve pınarlar da. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azâbından korkuyorum." (26/Şuarâ, 131-135)

Ama belirttiğimiz gibi, İrem şehriyle özdeşleştirilen Ubar, veya bölgede Âd kavminin yaşaması muhtemel olan herhangi bir yer, bugün tümüyle çöllerle kaplıdır. Öyleyse Hz. Hûd neden kavmini uyarırken böyle bir ifâde kullanmıştır?

Cevap, tarihteki iklim değişimleridir. Tarihsel kayıtlar, günümüzde çölleşmiş bulunan bu yerlerin, bir zamanlar oldukça verimli ve yeşil bir toprak olduğunu göstermektedir. Bölgenin büyük bir kısmı, günümüzden birkaç bin yıl öncesine kadar Kuran'da anlatıldığı gibi yeşil alanlarla ve pınarlarla kaplıydı, bölge halkları da bu nimetlerden faydalanıyordu. Ormanlar, bölgenin sert iklimini yumuşatıyor ve yaşamaya daha uygun hale getiriyordu. Çöl yine vardı ancak günümüzdeki kadar geniş bir alan kaplamıyordu.

Güney Arabistan'da, Âd Kavmi’nin yaşadığı bölgelerde bu konuya ışık tutacak önemli ipuçları elde edildi. Bunlar, bölgede yaşayan kavimlerin gelişmiş bir sulama sistemi kullandıklarını gösteriyordu. Bu sulama sistemi tek bir amaca hizmet ediyor olabilirdi: Sulu tarım. Günümüzde yaşamaya elverişli olmayan bu bölgelerde insanlar bir zamanlar tarım yapıyorlardı.

Uydudan çekilen resimlerde Ramlat at Sab'atayan isimli bir yerleşim bölgesinde çeşitli sulama kanalları ve baraj kalıntıları bulunmuştu. Bu yapıların şekilleri ve boyutları, bunların bu bölgede yaşayan 200.000 kişilik bir topluluğa yetecek kadar büyük olduklarını gösteriyordu (Joachim Chwaszcza, Yemen, 4 PA Press, I992).

Araştırmayı yürüten arkeologlardan Doe şöyle demişti: "Ma'rib çevresinde bulunan alan o kadar verimliydi ki, bir zamanlar Ma'rib ve Hadramût arasında kalan bölgede çok yüksek verimli bir tarım yapıldığı söylenebilir." (Joachim Chwaszcza, Yemen, 4PA Press, I992)

Yunanlı klasik yazar Pliny de yazılarında bu bölgede bulunan verimli topraklardan, sislerle kaplı, ağaçlıklı dağlardan ve kesintisiz uzanan ormanlardan bahsediyordu. Hadramîlerin başkenti Sabwah yakınlarında erken döneme ait bazı tapınaklardaki yazıtlarda, bu bölgede hayvanların avlandığından ve bunların kurban edildiklerinden söz ediliyordu. Bütün bunlar, bu bölgede bir zamanlar çöllerin yanı sıra verimli toprakların da geniş bir alan kaplAdığını gösteriyordu.

Bir bölgenin çölleşmesi için geçerli olan süre, çeşitli araştırmalara konu olmuştur. Bunlardan biri, Smithsonian Enstitüsü'nün Pakistan'da yaptığı araştırmadır. Ortaçağ'da verimli bir aRâzî olduğu bilinen bir bölgenin günümüzde 6 metrelik bir kum tepesine dönüştüğü görülmüştür. Kumlar, günde 15 cm. kadar kalınlaşabilmekte ve böylece en yüksek yapıları bile zaman içinde yutabilmekte, bunları sanki hiç var olmamış gibi örtebilmektedir. Yemen'de Timna bölgesinde 1950'li yıllarda başlatılan kazılar sonucu ortaya çıkartılan yapılar, günümüzde tekrar kumlara gömülmüştür. Mısır piramitleri de bir zamanlar tümüyle kumlar altındaydı ve ancak çok uzun süren kazılar sonucunda tekrar yeryüzüne çıkartılabilmişlerdi. Kısacası, bugün çöl olarak bilinen bir bölgenin geçmişte daha değişik bir görünüme sahip olması olası bir durumdur.

 

Âd Kavmi Nasıl Helâk Edildi? Kuran'da, Âd Kavmi’nin helâk edilme şeklinin "kulakları patlatan bir kasırga" vasıtasıyla gerçekleştirildiği söylenmektedir. Âyetlerde bu kasırganın yedi gece ve sekiz gün sürdüğünden ve Âd Kavmi insanlarını tümden yok ettiğinden de bahsedilir:

“Âd (kavmi) de yalanladı. Şu halde Benim azâbım ve uyarmam nasılmış? Biz, o uğursuz (felâket yüklü ve) sürekli bir günde üzerlerine 'kulakları patlatan bir kasırga' gönderdik. İnsanları söküp atıyordu; sanki onlar, kökünden sökülüp-kopmuş hurma kütükleriymiş gibi.” (54/Kamer, 18-20); “Âd (halkın)a gelince; onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile helâk edildiler. (Allah) Onu, yedi gece ve sekiz gün, aralık vermeksizin üzerlerine Musallat etti. Öyle ki, o kavmin, orada sanki içi kof hurma kütükleriymiş gibi çarpılıp yere yıkıldığını görürsün.” (69/Haakka, 6-7)

Daha önceden uyarılmış olan kavim, hiçbir uyarıya kulak asmamış ve elçisini sürekli yalanlamıştı. Hatta öylesine bir gaflet içindeydiler ki, helâkin kendilerine gelmekte olduğunu gördüklerinde bile bunu kavrayamamış ve inkâra devam etmişlerdi: "Derken, onu (azâbı) vaadilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, ‘Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur’ dediler. Hayır, o, kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgâr; onda acı bir azap vardır." (46/Ahkaf, 24)

Âyette, kavmin kendisine azap getirecek olan bulutu gördüğü, ancak bunun gerçekte ne olduğunu anlayamadıkları ve bir yağmur bulutu sandıkları belirtilmektedir. Bu durum, kavme gelen azâbın ne şekilde olduğu konusunda önemli bir gösterge sayılabilir. Çünkü çöl kumunu kaldırarak ilerlemekte olan bir kasırga da uzaktan bir yağmur bulutuna benzer. Âd Kavmi insanlarının da bu görüntüye aldanmış ve azâbı fark etmemiş olmaları mümkündür. Güney Arabistan'da araştırmalar yapan Doe, bir kum fırtınasını şöyle tarif etmektedir: Bir (kum fırtınasının) ilk işareti, kuvvetli rüzgârla savrulan ve yükselmekte olan akımlarla yüzlerce metre yükseğe çıkan kumla dolu bir buluttur (Brian Doe, Southern Arabia, Thames and Hudson, 1971, s. 21).

Nitekim Âd Kavmi’nin kalıntısı olduğu düşünülen "Kumların Atlantisi Ubar" da, metrelerce kalınlıktaki bir kum tabakasının altından çıkarılmıştır. Anlaşılan Kur’an’ın ifâdesiyle "yedi gün ve sekiz gece" süren kasırga, şehrin üzerine tonlarca kum yığmış ve kavmin insanlarını diri diri toprağa gömmüştür. Ubar'da yapılan kazılar da aynı gerçeği gösterir. Fransız Ça m'Interesse dergisi aynı tespiti şu ifâdeyle bildirir: "Ubar, çıkan bir fırtına neticesinde 12 metre kumun altına gömülmüştü." (Ça m’Interesse, Ocak 1993).

Âd Kavmi’nin bir kum fırtınası ile toprağa gömüldüğünü gösteren en önemli delil ise, Kuran'da Âd Kavmi’nin yerini belirtmek için kullanılan "ahkaf" kelimesidir. Ahkaf Sûresi'nin 21. âyetinde geçen ifâde şöyledir: "Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcılar gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azâbından korkarım' diye uyarıp korkutmuştu." (46/Ahkaf Sûresi, 21)

Ahkaf Arapça'da "kum tepeleri" demektir ve "kum tepesi" anlamına gelen "hikf" kelimesinin çoğuludur. Bu ise Âd Kavmi’nin "kum tepeleri"yle dolu bir bölgede yaşadığını gösterir ki, bir kum fırtınası ile toprağa gömülmüş olmasının bundan daha mantıklı bir zemini olamaz. Bir yoruma göre, Ahkaf "kum tepeleri" anlamından çıkarak doğrudan bir bölgenin, güney Yemen'de Âd Kavmi’nin yaşadığı bölgenin adı haline gelmiştir. Ama bu da kelimenin kökeninin kum tepeleri olduğu gerçeğini değiştirmez, sadece kelimenin bu bölgedeki yoğun kum tepeleri nedeniyle yöreye has hale geldiğini gösterir.

Verimli topraklar üzerinde tarım yaparak yaşayan ve kendisine barajlar ve su kanalları yapan Âd Kavmi’ne "insanları içi boş hurma kütükleri gibi söküp atan" kum fırtınasıyla beraber gelen helâk, tüm kavmi kısa sürede yok etmiş olmalıdır. Kavmin tüm verimli ekili tarlaları, su kanalları, barajları kumlarla kaplanmış, tüm şehir ve içindekiler diri diri kuma gömülmüşlerdir. Kavim helâk edildikten sonra da zamanla genişleyen çöl, bu kavimden hiçbir iz bırakmayacak şekilde üzerlerini örtmüştür.

Sonuç olarak şöyle söylenebilir ki, tarihsel ve arkeolojik bulgular, Kuran'da bahsi geçen Âd Kavmi’nin ve İrem şehrinin varlığını ve Kuran'da anlatıldığı biçimde helâk olduklarını ispatlamaktadır. Yapılan araştırmalarla bu kavmin kalıntıları kumların içinden çıkarılmıştır.

İnsana düşen, kumların içine gömülmüş olan bu kalıntılara bakarak Kuran'da çok defa üzerinde durulan şekilde ibret almaktır. Allah Kuran’da, Âd Kavmi’nin kibirlenme nedeniyle doğru yoldan saptığını bildirir ve "yeryüzünde haksız yere büyüklenerek, 'kuvvet bakımından bizden daha üstünü kimmiş?'" dediklerini haber verir. Âyetin devamında ise şöyle denir: "Onlar, gerçekten kendilerini yaratan Allah'ı görmediler mi? O, kuvvet bakımından kendilerinden daha üstündür..." (41/Fussılet, 15)

İşte insana düşen, bu değişmez gerçeği her zaman görmek, en büyük ve en üstün olanın her zaman için Allah olduğunu ve sadece O'na kulluk etmekle kurtuluşa erişilebileceğini bilmektir.

 

Semûd Kavmi

“Semûd (kavmi) de uyarıları yalanladı. Dediler ki: "Bizden biri olan bir beşere mi uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir sapıklık (delalet) ve çılgınlık içinde kalmış oluruz." "Zikr (vahy) içimizden ona mı bırakıldı? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır." Onlar yarın, kimin çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarık olduğunu bilip-öğreneceklerdir.” (54/Kamer, 23-26)

Kur’an'da belirtildiğine göre Semûd Kavmi de aynı Âd Kavmi gibi Allah'ın uyarılarını gözardı etmiş ve bunun sonucunda helâk olmuştur. Günümüzde arkeolojik ve tarihsel çalışmalar sonunda Semûd Kavmi’nin yaşadığı yer, yaptığı evler, yaşama biçimi gibi birçok bilinmeyen, gün ışığına çıkartılmıştır. Kuran'da bahsedilen Semûd Kavmi, bugün, hakkında birçok arkeolojik bulguya sahip olunan bir tarihsel gerçektir.

Semûd kavmiyle ilgili bu arkeolojik bulgulara bakmÂdan önce, elbette, Kuran'da anlatılan kıssayı incelemekte ve bu kavmin peygamberlerine çıkardıkları zorlukları gözden geçirmekte yarar var. Zira Kuran her çağa hitap eden bir kitap olduğundan, Semûd Kavmi’nin kendisine gelen tebliği inkâr etmesi de her çağ için ibret alınması gereken bir olaydır.

Hz. Sâlih'in Tebliği: Kuran'da Semûd Kavmi’ni uyarıp korkutması için Hz. Sâlih'in gönderildiğinden bahsedilir. Hz. Sâlih, Semûd halkı içinde tanınan bir kişidir. Onun hak dini tebliğ etmesini ummayan kavim ise, kendilerini içinde bulundukları sapkınlıktan uzaklaşmaya çağırması karşısında şaşkınlığa düşmüştür. İlk tepki, yadırgama ve kınamadır:

“Semûd (halkına da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur. O sizi yerden (topraktan) yarattı ve onda ömür geçirenler kıldı. Öyleyse O'ndan bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz benim Rabbim, yakın olandır, (duâları) kabul edendir.’ Dediler ki: ‘Ey Sâlih, bundan önce sen içimizde kendisinden (iyilikler ve yararlılıklar) umulan biriydin. Atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan sen bizi engelleyecek misin? Doğrusu biz, senin bizi davet ettiğin şeyden kuşku verici bir tereddüt içindeyiz." (11/Hûd, 61-62)

Sâlih Peygamber'in çağrısına halkın az bir kısmı uydu, çoğu ise anlattıklarını kabul etmedi. Özellikle de kavmin önde gelenleri Hz. Sâlih'i inkâr ettiler ve ona karşı düşmanca bir tavır takındılar. Hz. Sâlih'e inananları güçsüz duruma düşürmeye, onları baskı altına almaya çalıştılar. Hz. Sâlih'in kendilerini Allah'a ibâdet etmeye çağırmasına öfke duyuyorlardı. Bu öfke sadece Semûd halkına özgü de değildi aslında; Semûd Kavmi, kendisinden önce yaşayan Nûh ve Âd Kavimleri’nin yaptığı hatayı yapıyordu. Kuran'da bu üç toplumdan şöyle söz edilir: “Sizden öncekilerin, Nûh kavminin, Âd ve Semûd ile onlardan sonra gelenlerin haberi size gelmedi mi? Ki onları, Allah'tan başkası bilmez. Elçileri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi de, ellerini ağızlarına götürüp (öfkelerinden ısırdılar) ve dediler ki: "Tartışmasız, biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeyden de gerçekten kuşku verici bir tereddüt içindeyiz.” (14/İbrâhim, 9)

Hz. Sâlih'in uyarılarına rağmen kavim, Allah hakkında kuşkulara kapılmaya devam etti. Ancak yine de Hz. Sâlih'in peygamberliğine inanmış bir grup vardı, ki bunlar, daha sonra azap geldiğinde Hz. Sâlih ile beraber kurtarılacaklardı. Önde gelenler ise, Hz. Sâlih'e iman etmiş olan topluluğa zorluk çıkarmaya çalıştılar: “Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler), içlerinden iman edip de onlarca zayıf bırakılanlara (müstaz'aflara) dediler ki: ‘Sâlih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?’ Onlar: ‘Biz gerçekten onunla gönderilene inananlarız.’ dediler. Büyüklük taslayanlar (müstekbirler de şöyle) dedi: ‘Biz de, gerçekten sizin inandığınızı tanımayanlarız.” (7/A’râf, 75-76)

Semûd Kavmi hala Allah ve Hz. Sâlih'in peygamberliği hakkında kuşkulara kapılmaktaydı. Üstelik bir kısım, Hz. Sâlih'i açık olarak inkâr ediyordu. Hatta, inkâr edenlerden bir grup -hem de sözde Allah Adına- Hz. Sâlih'i öldürmek için planlar yapıyordu: “Dediler ki: ‘Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık." (Sâlih) Dedi ki: ‘Sizin uğursuzluğunuz (başınıza gelenler) Allah katında (yazılı)dır. Hayır, siz denenmekte olan bir kavimsiniz.’ Şehirde dokuzlu bir çete vardı, yeryüzünde bozgun çıkarıyorlar ve dirlik düzenlik bırakmıyorlardı. Kendi aralarında Allah Adına and içerek, dediler ki: ‘Gece mutlaka ona ve ailesine bir baskın düzenleyelim, sonra velisine: Ailesinin yokoluşuna biz şahid olmadık ve gerçekten bizler doğruyu söyleyenleriz, diyelim.’ Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk. (27/Neml, 47-50)

Hz. Sâlih, Allah’ın vahyi üzerine, kavminin Allah'ın emirlerine uyup uymayacaklarını belirlemek için son bir deneme olarak onlara dişi bir deve gösterdi. Kendisine itaat edip etmeyeceklerini denemek için kavmine, sahip oldukları suyu bu dişi deve ile paylaşmalarını ve ona zarar vermemelerini söyledi. Böylece kavim bir denemeden geçirildi. Kavminin Hz. Sâlih'e cevabı ise, bu deveyi öldürmek oldu. Şuara Sûresi'nde, bu olayların gelişimi şöyle anlatılır: “Semûd (kavmi) de, gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Sâlih: ‘Sakınmaz mısınız? demişti. ‘Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; Siz burada güvenlik içinde mi bırakılacaksınız? Bahçelerin, pınarların içinde, ekinler ve yumuşak tomurcuklu gözalıcı hurmalıklar arasında? Dağlardan ustalıkla zevkli evler yontuyorsunuz. Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Ve ölçüsüzce davrananların emrine itaat etmeyin. Ki onlar, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyor ve dirlik düzenlik kurmuyorlar (ıslah etmiyorlar).’ Dediler ki: ‘Sen ancak büyülenmişlerdensin. Sen yalnızca bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsin; eğer doğru sözlü isen, bu durumda bir âyet (mûcize) getir görelim.’ Dedi ki: ‘İşte, bu bir dişi devedir; su içme hakkı (bir gün) onun, belli bir günün su içme hakkı da sizindir. Ona bir kötülükle dokunmayın, sonra büyük bir günün azâbı sizi yakalar.’ Sonunda onu (yine de) kestiler, ancak pişman oldular.” (26/Şuarâ, 141-157)

Hz. Sâlih ile kavmi arasındaki mücâdele Kamer Sûresi'nde ise şöyle bildirilir: “Semûd (kavmi) de uyarıları yalanladı. Dediler ki: ‘Bizden biri olan bir beşere mi uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir sapıklık (dalâlet) ve çılgınlık içinde kalmış oluruz. Zikr (vahy) içimizden ona mı bırakıldı? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır.’ Onlar yarın, kimin çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarık olduğunu bilip-öğreneceklerdir. Gerçek şu ki Biz, bir fitne (imtihan ve deneme konusu) olarak o dişi deveyi kendilerine göndereniz. Şu halde sen onları gözleyip bekle ve sabret. Ve onlara, suyun aralarında kesin olarak pay edildiğini haber ver. Su alış sırası (kiminse, o) hazır bulunsun. Derken arkadaşlarını çağırdılar, o da bıçağını kapıp 'hayvanı ayağından biçip yere devirdi.” (54/Kamer, 23-29)

Deveyi öldürdükten sonra kendilerine azâbın çabucak gelmemesi, kavmin azgınlığını daha da arttırdı. Hz. Sâlih'i rahatsız etmeye, onu eleştirmeye ve yalancılıkla suçlamaya başladılar: “Böylelikle dişi deveyi öldürdüler ve Rablerinin emrine karşı çıkıp (Sâlih'e de şöyle) dediler: ‘Ey Sâlih, eğer gerçekten gönderilenlerden (bir peygamber) isen, vaad ettiğin şeyi getir, bakalım.” (7/A’râf, 77)

Allah, inkâr edenlerin kurdukları hileli düzenleri boşa çıkarttı ve Hz. Sâlih'i kötülük yapmak isteyenlerin ellerinden kurtardı. Bu olaydan sonra artık kavme her türlü tebliği yaptığını ve hiç kimsenin öğüt almadığını gören Hz. Sâlih, kavmine kendilerinin üç gün içinde helâk olacaklarını bildirdi: “...(Sâlih) Dedi ki: 'Yurdunuzda üç gün daha yararlanın. Bu, yalanlanmayacak bir vaaddir.” (11/Hûd, 65)

Nitekim üç gün sonra Hz. Sâlih'in uyarısı gerçekleşti ve Semûd Kavmi helâk edildi: “O zulmedenleri dayanılmaz bir ses sarıverdi de kendi yurtlarında dizüstü çökmüş olarak sabahladılar. Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semûd (halkı) gerçekten Rablerine (karşı) inkâr etmişlerdi. Haberiniz olsun; Semûd (halkına Allah'ın rahmetinden) uzaklık (verildi).” (11/Hûd, 67-68)

Semûd Kavmi Hakkındaki Arkeolojik Bulgular: Günümüzde Semûd Kavmi, Kuran'da bahsi geçen kavimler içinde hakkında en fazla bilgiye sahip olunanlardan bir tanesidir. Tarih kaynakları da, Semûd isimli bir kavmin yaşadığına deliller sunmaktadır.

Kuran'da bahsi geçen Hicr halkı ve Semûd Kavmi’nin aslında aynı kavim oldukları tahmin edilmektedir; zira Semûd Kavmi’nin bir başka ismi de Ashâb-ı Hicr'dir. Bu durumda "Semûd" kelimesi bir halkın ismi, Hicr şehri ise bu halkın kurduğu şehirlerden biri olabilir. Nitekim Yunan coğrafyacı Pliny'nin tarifleri de bu yöndedir. Pliny, Semûd Kavmi’nin oturmakta olduğu yerlerin Domatha ve Hegra olduğunu yazmıştır ki, buralar günümüzdeki Hicr kentidir (“Hicr” maddesi, İslâm Ansiklopedisi: İslâm Âlemi, Tarihi, Coğrafya, Etnoğrafya ve Bibliyografya Lugati, Clit 5/1, s. 475).

Semûd Kavmi’nden bahseden bilinen en eski kaynak, Babil Kralı II. Sargon'un bu kavme karşı kazandığı zaferleri anlatan Babil devlet kayıtlarıdır. (MÖ 8. yüzyıl) Sargon, Kuzey Arabistan'da yaptığı bir savaş sonunda onları yenmiştir. Yunanlılar da bu kavimden bahsetmekte ve Aristo, Batlamyus ve Pliny'nin yazılarında isimleri "Thamudaei", yani "Semûdlar" olarak anılmaktadır (Phillip Hitti, A History of the Arabs, London: Macmillan, I970, s. 37). Peygamberimizden önce, yaklaşık MS 400-600 yılları arasında ise izleri tamamen silinmiştir.

Kuran'da Âd ve Semûd Kavimleri’nin isimleri daima birlikte anılır. Dahası Allah âyetlerde, Semûd Kavmi’ne Âd Kavmi’nin helâkindan ders almalarını öğütlemektedir. Bu ise, Semûd Kavmi’nin Âd Kavmi hakkında detaylı bir bilgi sahibi olduğunu gösterir: “Semûd (toplumuna da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik. Sâlih:) "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur... (Allah'ın) Âd (kavminden) sonra sizi halifeler kıldığını ve sizi yeryüzünde (güç ve servetle) yerleştirdiğini hatırlayın. Ki onun düzlüklerinde köşkler kuruyor, dağlardan evler yontuyordunuz. Şu halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın, yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın.” (7/A’râf, 73-74)

Âyetlerden anlaşıldığına göre Âd Kavmi ve Semûd Kavmi arasında bir ilişki vardır, hatta belki de Âd Kavmi, Semûd Kavmi’nin tarihinin ve kültürünün bir parçasıdır. Hz. Sâlih, Semûd Kavmi’ne Âd Kavmi’nin örneğini hatırlamalarını ve bundan ders almalarını emretmektedir.

Âd Kavmi’ne de kendilerinden önce yaşamış olan Nûh Kavmi’nin örnekleri gösterilmiştir. Âd Kavmi’nin Semûd Kavmi için tarihsel bir önemi olması gibi, Nûh Kavmi’nin de Âd Kavmi için tarihsel bir önemi vardır. Bu kavimler birbirlerinden haberdardırlar ve belki de aynı soydan gelmektedirler. Oysa Âd Kavmi ve Semûd Kavimleri’nin yaşadıkları yerler, birbirlerinden coğrafi olarak uzak bir konumdAdırlar. Bu iki kavim arasında görünüşte herhangi bir bağlantı yoktur; öyleyse âyette Semûd Kavmi’ne hangi Sebepten dolayı Âd Kavmi’ni hatırlamaları söylenmektedir?

Cevap, biraz araştırıldığında ortaya çıkar. Âd ve Semûd Kavimleri arasındaki coğrafi uzaklık aldatıcıdır. Semûd Kavmi Âd Kavmi’ni bilmekteydi, çünkü bu iki kavim, büyük bir olasılıkla aynı kökenden geliyorlardı. Ana Britannica Ansiklopedisi "Semûdlar" başlığı altında bu kavimden şöyle bahseder: Eski Arabistan'da önem taşıdığı anlaşılan kabile ya da kabileler topluluğu. Güney Arabistan kökenli oldukları, ancak içlerinden büyük bir grubun çok eskiden kuzeye göç ederek Aslab Dağı yamaçlarına yerleştiği sanılmaktadır. Hicaz ve Şam arasında yaşayan Semûdlar, Ashâb-ı Hicr olarak bilinir. Son arkeolojik araştırmalarda, Arabistan'ın orta kesimlerinde Semûdlar'a ait çok sayıda kaya resim ve yazı ortaya çıkartılmıştır (“Semûdlar” maddesi, Ana Britannica, Cilt 19, s. 232).

Semûd medeniyetinin kullandığı bir çeşit alfabenin (buna "Semûdik alfabe" ismi verilir) çok benzeri bir alfabeye hem Hicaz'da hem Güney Arabistan'da rastlanmıştır.32 Bu alfabe, ilk defa Orta Yemen'deki bugünkü Semûd kasabası yakınlarında bulunmuştur. Bu bölgenin kuzeyinde Rub al-Khali, güneyinde Hadramût ve batısında da Sabwah kenti vardır.

Daha önce Âd Kavmi’nin, Güney Arabistan'da yaşayan bir kavim olduğunu görmüştük. Âd Kavmi’nin yaşadığı bölgede, özellikle Âd'ın torunları olan Hadramîler'in yaşadıkları bölgenin ve başkentlerinin yakınlarında Semûd Kavmi’ne ait bulguların elde edilmesi ise son derece önemlidir. Bu durum, Kuran'da işaret edilen Âd-Semûd Kavimleri’nin bağlantısını da açıklar. Bu bağlantı, Hz. Sâlih'in, Semûdların Âd Kavmi’nin yerine geldiklerini belirten sözünde şöyle açıklanmaktadır: “Semûd (toplumuna da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik. Sâlih:) "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur... (Allah'ın) Âd (kavminden) sonra sizi halifeler kıldığını ve sizi yeryüzünde (güç ve servetle) yerleştirdiğini hatırlayın.” (7/A’râf, 73-74)

Kısacası Semûd Kavmi, Allah'ın elçilerine uymamanın karşılığını helâk olarak ödemiştir. Yapmakta oldukları yapılar, sanat eserleri kendilerini azaptan koruyamamıştır. Semûd Kavmi, daha önceki ve sonraki birçok inkârcı kavim gibi şiddetli bir azapla helâk edilmiştir.

 

Sulara Gömülen Firavun

"Firavun ailesinin ve onlardan öncekilerin gidiş tarzı gibi. Onlar, Rablerinin âyetlerini yalanladılar; biz de günahları dolayısıyla onları yıkıma uğrattık. Firavun ordusunu suda boğduk. Onların tümü zulmeden kimselerdi." (8/Enfâl, 54)

Eski Mısır medeniyeti, Mezopotamya'da aynı tarihlerde kurulmuş şehir devletleriyle birlikte, tarihin en eski uygarlıklarından biri ve döneminin en ileri sosyal düzenine sahip organize devleti olarak bilinir. MÖ 3000'ler civarında yazıyı bulup kullanmaları, Nil nehrinden faydalanmaları ve ülkenin doğal yapısı sayesinde dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı korunmuş olmaları Mısırlılar'ın sahip oldukları medeniyetin ilerlemesine büyük katkıda bulunmuştu.

Ancak bu uygarlık, Kuran'da inkâr sisteminin en açık ve net tarif edildiği "firavun yönetiminin" geçerli olduğu bir medeniyetti. Büyüklük taslamışlar, sırt çevirmişler ve inkâr etmişler, bunların neticesinde de ileri medeniyetleri, sosyal ve siyasal düzenleri, askeri başarıları onları helâk olmaktan kurtaramamıştı.

Firavunların Otoritesi: Mısır uygarlığının temelinde Nil nehrinin bereketi vardı. Bu nehrin hayat verici özelliği sayesinde Mısırlılar Nil vaadisinde yerleşmiş ve yağmur mevsimlerine bağımlı kalmÂdan nehirden sağlAdıkları suyla tarım yapabilmişlerdi. Tarihçi Ernst H. Gombrich, bu konuda şunları söyler: "Afrika sıcaktır. Aylarca yağmur yağmaz. Bundan dolayı bu büyük kıtanın pekçok yeri kuraktır. Ülkenin o bölümleri çöllerle kaplıdır. İşte Mısır'ın sağı ve solu da bu durumdadır. Mısır'da da aslında çok az yağmur yağar. Ama orada yağmura pek ihtiyaç yoktur, çünkü Nil ırmağı boydan boya ülkenin ortasından akar gider." (Ernst H. Gombrich, Dünya Tarihi, Çev. Ahmet Mumcu, İstanbul: İnkilap Kitabevi, 1997, s. 25)

Böylesine büyük önemi olan Nil nehrini kontrolü altında tutan, aynı zamanda Mısır'ın en önemli ticaret ve tarım kaynağını da kontrol edebilmekteydi. Firavunlar da işte bu yolla Mısır üzerinde büyük hakimiyet kurmuşlardı.

Nil vâdîsinin dar ve uzunlamasına yapısı, nehrin etrafına kurulan yerleşim birimlerinin fazlaca genişlemesine olanak vermemiş, büyük şehirlerden oluşan bir uygarlık yerine daha ufak çaplı kasaba ve köylerden oluşan bir medeniyet şekillenmişti. Bu faktör de firavunların halk üzerindeki hakimiyetini perçinledi.

Tarihte ilk olarak Kral Menes'in MÖ 3000 dolaylarında eski Mısır'ı büyük üniter bir devlet olarak kendi hakimiyeti altında birleştirdiği ve ilk Mısır firavunu olduğu bilinir. Aslında, "firavun" nitelendirmesi ilk zamanlarda Mısır kralının yaşadığı sarayı tanımlamaktayken, zamanla, Mısır krallarının ünvanı haline geldi. Bu nedenle Eski Mısır'ın hükümdarları olan krallar zamanla "firavun" olarak anılmaya başlandı.

Tüm devletin ve ülke topraklarının sahibi, yöneticisi ve hükümdarı olan bu firavunlar, eski Mısır'ın çok tanrılı çarpık dininde, en büyük tanrının dünyadaki bir yansıması olarak kabul edildiler. Mısır topraklarının idaresi, paylaştırılması, gelirleri kısacası ülke sınırları içindeki her türlü mal ve hizmet üretimi firavun için gerçekleştiriliyordu.

Yönetimdeki mutlakiyet, ülkenin yöneticisi olan firavunu, her dilediğini yaptırabilecek bir güç sahibi kılmıştı. Henüz ilk sülalenin kurulmasıyla birlikte, Mısır'ın ilk kralı olan Menes döneminde, Nil suyunun kanallar vasıtasıyla halka ulaştırılmasına başlanmış, ayrıca ülkede yapılan üretim kontrol altına alınarak tüm mal ve hizmet üretiminin krala aktarılması sağlanmıştı. Bu mal ve hizmetleri kral, halkının ihtiyacı olduğu oranda dağıtıyor, paylaştırıyordu. Ülkede böyle bir hakimiyet kuran kralların, halkı boyunduruk altına almaları zor olmadı. Mısır kralı, yani daha sonra yaygınlaşacak sıfatıyla firavun, halkının tüm ihtiyaçlarını karşılayan büyük kudret sahibi birisi olarak kutsal bir varlık sayıldı ve tanrılaştırıldı. Firavunlar da, zamanla kendilerinin tanrı olduklarına kesin olarak inandılar.

Kuran'da bahsedilen Firavun'un Hz. Mûsâ ile yaptığı konuşmalardaki bazı sözleri bunu kanıtlar niteliktedir. Hz. Mûsâ'yı "andolsun, benim dışımda bir ilâh edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım" (26/Şuarâ, 29) diyerek tehdit etmesi, ya da yakın çevresindeki insanlara "sizin için benden başka ilâh olduğunu bilmiyorum" (28/Kasas, 38) demesi kendisinin bir tanrı olduğuna inanmasından kaynaklanıyordu.

Dinî İnançlar: Tarihçi Heredot'a göre Eski Mısırlılar dünyanın en "dindar" insanlarıydılar. Ancak dinleri "Hak Din" değil, çok tanrılı sapkın bir dindi ve içinde bulundukları koyu tutuculuk Sebebiyle bu sapkın dinlerinden bir türlü vazgeçemiyorlardı.

Eski Mısır kavmi, içinde yaşadığı doğal çevre şartlarından çok etkilenmişti. Mısır'ın doğal coğrafyası ülkeyi dış saldırılara karşı çok iyi koruyordu. Mısır'ın dört bir yanı çöllerle, dağlık aRâzîlerle ve denizlerle çevriliydi. Ülkeye yapılabilecek saldırıların iki geçiş yolu bulunuyordu ve bu yolları da savunmak Mısır orduları için son derece kolaydı. Böylece Mısırlılar, bu doğal koşullar sayesinde dış ülkelerden soyutlanmış olarak kaldılar. Ancak geçen yüzyıllar, bu soyutlanmayı koyu bir taassuba dönüştürdü. Böylece Mısırlılar yeni gelişmelere ve yeniliklere kapalı, dinleri konusunda son derece tutucu bir görünüm kazandılar. Kuran'da sıkça bahsedilen "ataların dini" onların en önem verdikleri değerleri haline geldi.

Bu nedenle Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun, Firavun'a ve yakın çevresine Hak Din'i tebliğ ettiklerinde "Onlar: Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacak değiliz" (10/Yûnus, 78) diyerek yüz çevirmişlerdi.

Eski Mısır'ın dini bir kaç kola ayrılmıştı. Bunların en önemlileri devletin resmi dini, halkın inanışları ve ölümden sonraki yaşam ile ilgili inanışlardan oluşuyordu.

Devletin resmî dinine göre Firavun, kutsal bir varlıktı. O, tanrılarının dünyadaki bir yansımasıydı ve görevi de dünyada insanlara Adâlet dağıtmak ve onları korumaktı. Halkın arasında yaygın olan inanışlar son derece karışıktı, ve devletin resmi dini ile çatışan inançlar da Firavun yönetimi tarafından baskı altına alınmıştı. Temelde çok tanrıya inanılıyor, bu tanrılar genellikle hayvan başlı ve insan vücutlu olarak tasvir ediliyordu. Ancak bölgeden bölgeye değişebilen yerel geleneklerle de karşılaşmak mümkündü.

Ölümden sonraki hayat Mısır inançlarının en önemli bölümünü oluşturuyordu. Beden öldükten sonra ruhun yaşamaya devam ettiğine inanıyorlardı. Onlara göre ölünün ruhu görevli melekler tarafından Yargıç Tanrı ve şahitlik için hazır bulunan kırk iki yargıcın karşısına çıkarılıyor, ortaya bir tartı koyuluyor ve ruhun kalbi bu tartı ile tartılıyordu. İyilikleri ağır gelenler güzel bir mekâna geçiyor ve mutluluk içinde yaşıyor, kötülükleri ağır gelenler ise büyük işkenceler görecekleri bir yere yollanıyorlardı. Burada "Ölülerin Yiyicisi" Adı verilen garip bir yaratık tarafından sonsuza dek işkence görüyorlardı.

Mısırlılar'ın âhiret hakkındaki bu inanışlarının tevhid inancıyla ve hak dinle bir paralellik gösterdiğini fark etmemek mümkün değildir. Sadece ölümden sonraki hayata inanç bile eski Mısır medeniyetine de hak dinin ve tebliğin ulaşmış olduğunu fakat bu dinin sonrÂdan bozulmaya uğradığını, tek tanrı inancının da bu bozulmayla birlikte çok tanrı inancına döndüğünü ispatlar niteliktedir. Nitekim dönem dönem insanları Allah'ın birliğine ve O'na kul olmaya çağıran uyarıcıların eski Mısır'a da gönderildiği bilinmektedir. Bunlardan biri, hayatı Kuran'da detaylıca anlatılan Hz. Yusuf'tur. Hz. Yusuf'un tarihi, İsrailoğulları'nın Mısır'a gelmeleri ve burada yerleşik düzene geçmelerinin başlangıcını teşkil etmesi açısından da son derece önemlidir.

Öte yandan, tarihi kaynaklarda Hz. Mûsâ öncesinde kavmi tek ilâhlı dinlere çağıran Mısırlılar'dan da bahsedilmektedir. Bu, Mısır tarihinin en dikkat çekici firavunu Neferkheperure Amenhotep'dir, yani IV. Amenofis.

Tek Tanrıya İnanan Firavun; IV. Amenofis: Mısır firavunları çoğunlukla zorba, baskıcı, savaşçı ve acımasız kişilerdir. Bu firavunların ortak özellikleri; Mısır'ın çok tanrılı dinini benimsemeleri ve bu din sayesinde kendilerini tanrılaştırmalarıdır.

Ancak Mısır tarihinde bir tek Firavun vardır ki, diğerlerinden çok farklıdır. Bu Firavun tek bir Yaratıcı'ya inanılması gerektiğini savunmuş, bu yüzden Amon Rahipleri ve bunlara destek veren bazı askerler tarafından büyük baskıya maruz kalmış, sonunda da öldürülmüştür. Bu Firavun MÖ 14. yüzyılda başa geçmiş olan IV. Amenofis'tir.

IV. Amenofis MÖ 1375'te tahta çıktığında yüzyılların getirdiği bir tutuculuk ve gelenekçilik ile karşılaştı. Bu döneme dek toplum yapısı ve halkın kraliyet sarayı ile olan ilişkileri değişmeden gelmişti. Toplum, dış olaylara ve dinsel yeniliklere kesin olarak kapılarını kapalı tutuyordu. Antik Yunan gezginleri tarafından da tespit edilen bu çılgın tutuculuk, yukarıda da ıkladığımız gibi, Mısır'ın doğal coğrafi koşullarından kaynaklanmaktaydı.

Firavunların halka benimsettirdiği resmi din, eski ve geleneksel olan herşeye katıksız bir bağlılığı zorunlu kılıyordu. Oysa IV. Amenofis, resmi dini benimsemiyordu. Tarihçi Ernst Gombrich şöyle yazıyor: Eski geleneğin kutsAdığı bir çok alışkanlığı kaldırıp, halkının, garip bir biçimde betimlenmiş sayısız tanrısına saygı göstermek istemedi. Onun için tek bir yüce tanrı vardı, o da Aton'du. Aton'a taptı ve onu güneş biçiminde imgeleştirtti. Öteki tanrıların rahiplerinin etkisinden korunmak için, sarayını bugünkü El-Amarna'ya taşıdı (E. H. Gombrich, Sanatın Öyküsü, Çev. Bedrettin Cömert, 4.b., İstanbul: Remzi Kitabevi, 1992, s. 41).

Babasının ölümünden sonra genç yaştaki IV. Amenofis, büyük bir baskıya maruz kaldı. Bu baskının Sebebi, geleneksel çok tanrılı Mısır dinini değiştirerek tek tanrı inancına dayalı bir din getirmiş olması ve her alanda köklü değişikliklere girişmesiydi. Ancak Teb önde gelenleri bu dini tebliğ etmesine müsâade etmediler. IV. Amenofis ve ahalisi Teb şehrinden uzaklaşarak Tell El-Amarna'ya yerleştiler. Burada "Akh-en-aton" Adında yeni ve modern bir şehir inşa ettiler. IV. Amenofis de "Amon'un Hoşnutluğu" anlamına gelen Adını, Akh-en-aton yani "Aton'a Boyun Eğen" olarak değiştirdi. Amon, çok tanrılı Mısır dininde en büyük toteme verilen isimdi. Aton ise, Amenofis'e göre "göklerin ve yerin yaratıcısı" idi, ki bu sıfatla Allah'ı kast etmiş olması kuvvetle muhtemeldir.

Bu gelişmelerden hoşnut olmayan Amon Rahipleri, ülkenin içinde bulunduğu bir ekonomik krizden de faydalanarak Akhenaton'un gücünü elinden almak istediler. Düzenlenen bir komplo ile Akhenaton zehirlenerek öldürüldü. Ondan sonra gelen firavunlar da hep rahiplerin etkisi altında kaldılar.

Akhenaton'dan sonra başa asker kökenli firavunlar geçti. Bunlar eski geleneksel çok tanrılı dini yeniden yaygınlaştırdılar ve eskiye dönüş için önemli bir çaba harcAdılar. Yaklaşık bir yüzyıl sonra da Mısır tarihinin en uzun süre hükümdarlık yapacak firavunu II. Ramses başa geçti. Ramses, birçok tarihçiye göre İsrailoğulları'na eziyet eden ve Hz. Mûsâ ile mücâdele eden firavundu (Eli Barnavi, Historical Atlas of The Jewish People, London: Hutchinson, 1992, s. 4; “Egypt”, Encyclopædia Judaica, Cilt 6, s. 481 ve “The Exodus and Wanderings in Sinai”, Cilt 8, s. 575; Le Monde de la Bible, No: 83, Temmuz-Ağustos 1983, s. 50; Le Monde de la Bible, No:102, Ocak-Şubat 1997, ss. 29-32; Edward F. Wente, The Oriental Institute News and Notes, No:144, Kış 1995; Jacques Legrand, Chronicle of The World, Paris: Longman Chronicle, SA International Publishing,1989, s. 68; David Ben-Gurion, A Historical Atlas Of the Jewish People, New York: Windfall Book, 1974, s. 32).

Hz. Mûsâ'nın Gelişi: Eski Mısırlılar koyu taassupları Sebebiyle putperest inanışlarından vazgeçmiyorlardı. Tek bir Allah'a ibâdet edilmesi gerektiğini tebliğ eden kişiler gelmişti ama Firavun'un kavmi hep eski sapkın inanışlarına geri dönmüştü. Sonuçta Hz. Mûsâ, hem Mısır halkının hak dine karşı batıl bir sistemi benimsemiş olduğu ve hem de İsrailoğulları'nın köleleştirilmiş olduğu bir dönemde Allah tarafından Elçi (Rasûl) olarak gönderildi. Hz. Mûsâ, hem Mısır'ı hak dine davet etmek hem de İsrailoğulları'nı kölelikten kurtararak doğru yola iletmekle görevlendirilmişti. Kuran'da, bu konuya şöyle dikkat çekilir:

“Mü'min olan bir kavim için hak olmak üzere, Mûsâ ve Firavun'un haberinden (bir bölümünü) sana okuyacağız. Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır'da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp Kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mirasçılar kılmak istiyoruz. Ve (istiyoruz ki) onları yeryüzünde 'iktidar sahipleri olarak yerleşik kılalım', Firavun'a, Haman'a ve askerlerine, onlardan sakındıkları şeyi gösterelim.” (28/Kasas, 3-6)

Firavun yeni doğan erkek çocukların hepsini öldürterek İsrailoğulları'nın sayıca artmasını engellemek istiyordu. Bu Sebeple annesi, Hz. Mûsâ'yı Allah'ın ilhamıyla, bir sepetin içine yerleştirerek nehre bıraktı. Onu Firavun'un sarayına götürecek bir yoldu bu. Kuran'da bu konuyla ilgili âyetler şöyledir:

“Mûsâ'nın annesine: ‘Onu emzir, şâyet onun için korkacak olursan, onu suya bırak, korkma ve üzülme; çünkü onu biz sana tekrar geri vereceğiz ve onu gönderilen (elçilerden) kılacağız’ diye vahyettik (bildirdik). Nihâyet Firavun'un ailesi, onu (ileride bilmeksizin) kendileri için bir düşman ve üzüntü konusu olsun diye sahipsiz görüp aldılar. Gerçekte Firavun, Haman ve askerleri bir yanılgı içindeydi. Firavun'un karısı dedi ki: ‘Benim için de, senin için de bir göz bebeği; onu öldürmeyin; umulur ki bize yararı dokunur veya onu evlât ediniriz.’ Oysa onlar (başlarına geleceklerin) şuurunda değillerdi.” (28/Kasas, 7-9)

Firavun'un karısı Hz. Mûsâ'nın öldürülmesini engelledi ve onu evlat edindi. Böylece Hz. Mûsâ çocukluk yıllarını Firavun'un sarayında geçirdi. Allah'ın yardımıyla kendi öz annesi de ona süt annesi olarak saraya getirildi.

Bir dönem sonra, Hz. Mûsâ İsrailoğulları'ndan birisinin bir Mısırlı tarafından eziyete uğratıldığını görünce duruma müdahale etti. Fakat şehrin önde gelenleri bu davranışın karşılığını ölüm cezâsı olarak belirlediler. Bunun üzerine Hz. Mûsâ Mısır'dan uzaklaştı ve Medyen'e geldi. Burada geçirdiği sürenin sonunda Allah onunla konuşacak ve ona peygamberlik görevi verecekti. Görevi Firavun'a geri dönmek ve Allah'ın dinini tebliğ etmekti.

Firavun'un Sarayı: Hz. Mûsâ ve kardeşi Hz. Hârun, Allah'ın emri doğrultusunda Firavun'a gittiler ve ona Hak Din'i tebliğ ettiler. İstekleri de, artık Firavun'un İsrailoğulları'na eziyet vermemesi ve onları serbest bırakarak Hz. Mûsâ ile birlikte gitmelerine izin vermesiydi. Firavun için yıllarca yanında tuttuğu birinin, karşısına çıkıp böyle konuşması kabul edilemez bir durumdu. Bu Sebeple Firavun onu nankörlükle suçladı: “(Gittiler ve Firavun:) Dedi ki: ‘Biz seni içimizde daha çocukken yetiştirip büyütmedik mi? Sen ömrünün nice yıllarını aramızda geçirmedin mi? Ve sen, yapacağın işi (cinâyeti) de işledin; sen nankörlerdensin.” (26/Şuarâ, 18-19)

Firavun Hz. Mûsâ'ya duygusallıkla yaklaşmaya çalışıyordu. MÂdem ki onu büyütüp yetiştirenler kendileriydi, Hz. Mûsâ'nın onlara uyması gerekiyordu. Firavun'un yaratmaya çalıştığı bu duygusal atmosfer, kavmin önde gelenlerini de etkilemeye yarayacaktı. Onlar da Firavun'a hak vereceklerdi böylece.

Öte yandan, Hz. Mûsâ'nın tebliğ ettiği Hak Din, Firavun'un gücünü elinden alıyor, onu diğer insanların mertebesine indiriyordu. Böylece Hz. Mûsâ'ya uyması gerekecekti. Sonra, İsrailoğulları'nı serbest bırakırsa elindeki iş gücünün önemli bir kısmını da kaybedecekti.

Tüm bu Sebeplerden dolayı Firavun, Hz. Mûsâ'nın anlattıklarını dinlemedi bile. Aklınca onunla alay etmeye çalıştı, saçma sorular sorarak konuyu dağıtmaya gayret etti. Bu arada Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun'u düzeni bozmaya çalışan kişiler olarak gösterip onları suçlu çıkarmaya da çalışıyordu. Sonuç olarak ne Firavun, ne de yakın çevresindeki kavmin önde gelenleri Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun'a itaat etmediler. Kendilerine açıklanan Hak Din'e de uymadılar. Bunun üzerine Allah, üzerlerine çeşitli felâketler gönderdi.

Firavun'a ve Yakın Çevresine Gelen Felâketler: “Felâketler tüm memleketi sarmıştı. Her yerde kan vardı (Ipuwer Papirüsü, 2. Bölüm, 5-6). Firavun ve yakın çevresi kendi çok tanrılı sistemlerine, putperest inanışlarına, yani "atalarının dini"ne öylesine koyu bir taassupla bağlanmışlardı ki, hiçbir şekilde bundan dönmeyi göze almıyorlardı. Hz. Mûsâ'nın getirmiş olduğu iki mûcize, yani elinin beyaz çıkması ve asasının yılana dönüşmesi bile, onları batıl inançlarından döndürmemişti. Üstelik bunu açıkça ifâde ediyorlardı. Şöyle demişlerdi: “Onlar: Bizi büyülemek için mûcize (âyet) olarak her ne getirirsen getir, yine de biz sana inanacak değiliz.” (7/A’râf, 132)

Bu tutumlarının karşılığında Allah, onlara dünyada da bir azap tattırmak için âyetin ifâdesiyle "ayrı ayrı mûcizeler" (A’râf Sûresi, 133) olarak felâketler yollAdı. Bunlardan ilki kuraklık ve dolayısıyla elde edilen ürünlerin azalmasıydı. Konuyla ilgili Kuran âyeti şöyledir: “Andolsun, Biz de Firavun aile (çevre)sini belki öğüt alıp düşünürler diye yıllar yılı kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık.” (7/A’râf, 130)

Mısırlılar tarım sistemlerini Nil nehrine dayandırmışlardı ve bu sayede doğal şartların değişimi onları etkilemiyordu. Ancak Firavun ve yakın çevresinin Allah'a karşı büyüklenmesi ve Allah'ın peygamberini tanımaması Sebebiyle kendilerine beklenmedik bir felâket gelmişti. Büyük bir ihtimalle, çeşitli Sebeplerle Nil'in seviyesinde büyük bir düşüş yaşanmış ve nehirden çıkan sulama kanalları yeterli miktarda suyu tarım aRâzîlerine taşıyamamıştı. Aşırı sıcaklar da ürünlerin kurumasına Sebep olmuştu. Böylece, Firavun ve önde gelenler hiç beklemedikleri bir yönden, çok güvendikleri Nil nehrinden kaynaklanan bir felâketle karşılaştılar. Bu kuraklık, kendi kavmine "Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?" (43/Zuhruf, 51) diye seslenen Firavun'u da en güzel biçimde yalanlıyordu.

Fakat âyette de belirtildiği gibi "öğüt alıp düşünmeleri" gerekirken, bu olanları Hz. Mûsâ'nın ve İsrailoğulları'nın getirdiği bir uğursuzluk olarak kabul ettiler. Bâtıl inançları ve atalarının dini Sebebiyle böyle bir düşünceye saplanmışlardı. Bu yüzden de büyük sıkıntılar çekmeye mahkumdular. Ancak başlarına gelecekler bununla sınırlı değildi. Bu, daha başlangıçtı. Ardından Allah, bir seri felâket gönderdi. Bu felâketler Kuran'da şöyle bildirilmiştir: “Bunun üzerine, ayrı ayrı mûcizeler (âyetler) olarak üzerlerine tûfân, çekirge, buğday güvesi, kurbağa ve kan Musallat kıldık. Yine büyüklük taslAdılar ve suçlu-günahkâr bir kavim oldular.” (7/A’râf, 133)

Allah'ın Firavun'a ve çevresindeki inkârcı kavme yollAdığı bu felâketlerden Tevrat'ta da Kuran ile bir mutabakat halinde ayrıntılarıyla bahsedilir:

“Ve eğer sen salıvermek istemezsen, işte, ben senin bütün sınırlarını kurbağalarla vuracağım. Ve ırmak kurbağalarla kaynayacak, ve çıkacaklar, ve senin evine, ve senin yatak odana, ve senin yatağının üzerine, ve kullarının evlerine ve kavmina ve fırınlarına ve hamur teknelerine girecekler.” (Çıkış, 8/2-3)

“Ve Rab Mûsâ'ya dedi: Hârun'a de: Değneğini uzat ve yerin tozuna vur, ta ki bütün Mısır diyarında tatarcık olsun.” (Çıkış, 8/16)

“Ve bütün Mısır diyarı üzerine çekirge çıktı, ve Mısır'ın bütün Hûduduna kondu; gâyet çok idiler, ondan evvel böyle çekirge, bunun gibisi olmamıştı, ondan sonra da böylesi olmayacaktır.” (Çıkış, 10/14)

“...Fakat Rabbin söylediği gibi Firavun'un yüreği katılaştı, ve onları dinlemedi.” (Çıkış, 8/19)

Firavun'a ve yakın çevresine üst üste korkunç felâketler geliyordu. Bu felâketlerin önemli bir özelliği, bunların bir kısmının putperest kavmin tanrı olarak tapındığı şeylerden kaynaklanmasıydı. Örneğin Nil nehri ya da kurbağalar onlar için kutsaldı ve bunları tanrılaştırmışlardı. Onlar "tanrılarından" medet umar ve yardım dilerken, Allah hatalarını görmeleri ve yaptıkları günahların karşılığını almaları için onları bu "tanrıları" aracılığıyla azaplandırdı.

Tevrat yorumcularına göre "kan", Nil nehrinin kana dönmesidir. Mecazi anlamda bu, nehrin renginin kıpkırmızı olmasıyla açıklanabilir. Nehre bu rengi veren özellik ise, bir yoruma göre, bir bakteri çeşitidir. Mısırlılar'ın ana hayat kaynakları Nil'di. Bu kaynağa herhangi bir zarar gelmesi, tüm Mısır için ölüm anlamına gelirdi. Eğer Nil nehrini bakteriler kırmızıya çevirecek kadar yoğun oranda kaplamışsa bu, suyu kullanan her canlının da bu bakterilerden zarar görmesine yol açacaktı.

Bugüne dek yapılan araştırmalarda, kırmızı renge Sebep olarak; protozoalar, zooplanktonlar, tatlı ve tuzlu su planktonları (phytoplankton) ve dinoflagellatesler gösterilmektedir (http://www2.plaguescape.com/a/plaguescape/). Tüm bu jenerasyonlar (bitki, mantar ve protozoa) suyu desoksijene ederek canlılar için zehir etkisi taşıyan zararlı toksinler üremesine Sebep olurlar.

ABD Ulusal Balıkçılar Birliği'nden Patricia A. Tester, New York Bilimler AkÂdemisi Yıllığı'na yazdığı bir yazısında, en az 50 cins phytoplanktonun toksit olduğunu, ve bunların deniz hayatına zarar verdiğini açıklamıştır. Aynı yayında KanÂda Sağlık Bakanlığı'ndan Ewen C. D. Todd ise, tarihsel verilere dayanarak yaklaşık 25 çeşit phytoplanktonun dünya çapında çeşitli salgınlara Sebep olduğunu iddia etmiştir. W. W. Carmichael ve I. R. Falconer ise, tatlı sularda yaşayan mavi yeşil algların Sebebiyet verdiği hastalıkların bir listesini çıkarmışlardır. Kuzey Carolina Devlet Üniversitesi'nden Deniz ekolojisti Joann M. Burkholder ise, Pfiesteria piscimorte isimli bir dinoflagellate tanımlamıştır. Bu, türünün Adından da anlaşıldığı gibi, balıkları öldüren bir cinstir.

Firavun zamanında da bu şekilde zincirleme bir felâketler serisi yaşanmış olabilir: Nil zehirlendiğinde balıklar da ölür ve Mısırlılar önemli bir gıda maddesinden yoksun kalırlar. Bu sırada yumurtaları balıklar tarafından tüketilmeyen kurbağalar da aşırı oranda üreyerek etrafı istila ederler, ancak daha sonra onlar da zehirlenerek ölürler. Balıkların ve kurbağaların ölümü, Nil'in zehiri ile birlikte verimli toprakları da zehirler. Kurbağa neslinin tükenmesi ise, çekirge ve buğday güveleri gibi böceklerin aşırı üremesine Sebebiyet verir.

Elbette bu sayılanlar sadece birer yorumdur. Sonuç olarak, felâketler her nasıl cereyan etmiş ve her ne etki bırakmışlarsa da, ne Firavun ne de kavmi bundan öğüt alarak Allah'a tevbe etmediler, yine büyüklenmeye devam ettiler. Firavun ve yakın çevresi öylesine ikiyüzlüydüler ki, akıllarınca Hz. Mûsâ'yı ve dolayısıyla Allah'ı (Allah'ı tenzih ederiz) kandırmayı planlıyorlardı. Korkunç azap üzerlerine gelince hemen Hz. Mûsâ'yı çağırmış, kendilerini bundan kurtarmasını istemişlerdi: “Başlarına iğrenç bir azâb çökünce, dediler ki: ‘Ey Mûsâ, Rabbine -sana verdiği ahid Adına- bizim için duâ et. Eğer bu iğrenç azâbı üzerimizden çekip giderirsen, andolsun sana iman edeceğiz ve İsrailoğullarını seninle göndereceğiz. Ne zaman ki, onların erişebilecekleri bir süreye kadar, o iğrenç azâbı çekip giderdik, onlar yine andlarını bozdular.” (7/A’râf, 134-135)

Mısır'dan Çıkış: Firavun'a ve yakın çevresine Hz. Mûsâ vasıtasıyla sakınmaları gereken şeyler açıklanmış, Allah onları uyarmıştı. Buna karşılık onlar isyan edip, peygamberi delilik ve yalancılıkla suçladılar. Allah da onlar için alçaltıcı bir son hazırladı. Ve Hz. Mûsâ'ya olacakları vahyetti: “Mûsâ'ya: 'Kullarımı gece yürüyüşe geçir, çünkü izleneceksiniz' diye vahyettik. Bunun üzerine Firavun şehirlere (asker) toplayıcılar gönderdi. ‘Gerçek şu ki bunlar azınlık olan bir topluluktur. Ve elbette bize karşı da büyük bir öfke beslemektedirler. Biz ise uyanık bir toplumuz’ (dedi). Böylelikle biz onları (Firavun ve kavmini) bahçelerden ve pınarlardan sürüp çıkardık. Hazinelerden ve soylu makam(lar)dan da. İşte böyle; bunlara İsrailoğullarını mirasçı kıldık. Böylece (Firavun ve ordusu) güneşin doğuş vakti onları izlemeye koyuldular. İki topluluk birbirini gördükleri zaman Mûsâ'nın Adamları: ‘Gerçekten yakalandık’ dediler.” (26/Şuarâ, 52-61)

Tam böyle bir ortamda, İsrailoğulları yakalandıklarını zannettikleri ve Firavun'un Adamları da onları yakalayacaklarını sandıkları bir sırada Hz. Mûsâ Allah'ın yardımından asla ümit kesmedi ve "Hayır, şüphesiz Rabbim, benimle beraberdir; bana yol gösterecektir." (26/Şuarâ, 62) dedi. Allah da tam bu sırada denizi yararak Hz. Mûsâ ve İsrailoğulları'nı kurtardı. Firavun ve adamları ise azgın suların altında boğuldular: “Bunun üzerine Mûsâ'ya: "Asanla denize vur" diye vahyettik. Deniz hemencecik yarılıverdi de her parçası kocaman bir dağ gibi oldu. Ötekileri de buraya yaklaştırdık. Mûsâ'yı ve onunla birlikte olanların hepsini kurtarmış olduk. Sonra ötekileri suda boğduk. Şüphesiz, bunda bir âyet vardır. Ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve hiç şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, merhametlidir.” (26/Şuarâ, 63-68)

Hz. Mûsâ'nın asası mûcizevî özelliklere sahipti. Allah Hz. Mûsâ'ya indirdiği ilk vahiyde onu bir yılana dönüştürmüş, sonra bu asa Firavun'un büyücülerinin büyülerini yutmuştu. Şimdi de Hz. Mûsâ aynı asa ile denizi yarıyordu. Bu, Hz. Mûsâ'ya verilen en büyük mûcizelerden biriydi.

Firavun ve Adamlarının Suda Boğulmaları: Kuran'da, denizin yarılması olayının önemli noktaları anlatılır. Buna göre, Hz. Mûsâ kendisine itaat eden İsrailoğullarını yanına alarak Mısır'dan ayrılmak üzere yola çıkmıştır. Ancak Firavun kendi izni olmadan yapılan bu çıkışı hazmedemez. "O ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla" (10/Yûnus, 90) mü’minlerin peşlerine düşerler. Deniz kıyısına geldiklerinde Firavun ve ordusu onlara yetişir. İsrailoğulları'ndan bazıları bunu görünce Hz. Mûsâ'ya isyan etmeye başlarlar. Tevrat'a göre Hz. Mûsâ'ya "bizi niçin yurdumuzdan çıkardın, orada köleydik ancak yaşıyorduk, şimdi ise öleceğiz" derler. Gösterdikleri bu zaafiyet, Kuran'da da şöyle ifâde edilmiştir: İki topluluk birbirlerini gördükleri zaman Mûsâ'nın Adamları: 'Gerçekten yakalandık' dediler.” (26/Şuarâ, 61)

Aslında İsrailoğulları'nın gösterdiği bu tevekkülsüz tavır ne ilkti ne de son olacaktı. Daha önce de kavmi Hz. Mûsâ'ya şöyle yakınmıştı: “Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da eziyete uğratıldık.” (7/A’râf, 129). Kavmindeki bu tevekkülsüzlüğe karşılık, Hz. Mûsâ Allah'a karşı son derece büyük bir güven duygusu içerisindeydi. Hakkıyla Allah'a güvenmekteydi. Mücâdelesinin en başından beri Allah, yardımının onunla olacağını bildirmişti: “Korkmayın, çünkü Ben sizinle birlikteyim, işitiyorum ve görüyorum.” (20/Tâhâ, 46)

Firavun'un büyücüleriyle ilk karşılaştığında Hz. Mûsâ "kendi içinde bir tür korku" duymuştu (20/Tâhâ, 67). Bunun üzerine Allah ona korkmamasını ve muhakkak üstün geleceğini ilham etmişti (20/Tâhâ, 68). “Sonuçta, kendi kavminden insanlar yakalanmış olmaktan korkarlarken Hz. Mûsâ şöyle demişti: ‘Hayır... Şüphesiz Rabbim benimle beraberdir, bana yol gösterecektir. (26/Şuarâ, 62)

Allah Hz. Mûsâ'ya asasını denize vurmasını vahyetti. Bunun üzerine "deniz hemencecik yarıldı ve her parçası kocaman bir dağ gibi oldu." (26/Şuarâ, 63). Bu durumda, Firavun'un böyle bir mûcizenin gerçekleştiğini gördüğü anda ortada bir olağanüstülük olduğunu, İlâhî bir müdahale ile karşı karşıya bulunduğunu anlaması gerekirdi. Deniz, Firavun'un öldürmeye çalıştığı insanların önünde açılarak onlara yol veriyordu. Üstelik onlar geçtikten sonra suların kapanmayacağından emin olunamazdı. Ancak buna rağmen İsrailoğulları'nın ardından suya girdiler. Büyük bir ihtimalle, Firavun ve ordusu, içinde bulundukları azgınlık ve düşmanlık Sebebiyle sağlıklı düşünebilme yeteneğinden yoksun kaldılar ve bu durumun mûcizevî niteliğini kavrayamadılar.

Firavun'un son anlarını Allah, Kuran'da şöyle bildirir: “Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): ‘İsrailoğulları'nın kendisine inandığı (ilâhtan) başka ilâh olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım’ dedi.” (10/Yûnusi, 90)

Burada Hz. Mûsâ'nın bir mûcizesini daha görmek mümkündür. Bunun için şu âyeti hatırlayalım: “Mûsâ dedi ki: ‘Rabbimiz, şüphesiz Sen, Firavun'a ve önde gelen çevresine dünya hayatında bir çekicilik (güç, ihtişam) ve mallar verdin. Rabbimiz, Senin yolundan saptırmaları için (mi?) Rabbimiz, mallarını yerin dibine geçir ve onların kalplerinin üzerini şiddetle bağla; onlar acı azâbı görecekleri zamana kadar iman etmeyecekler.” (10/Yûnus, 88)

Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Hz. Mûsâ, Firavun'un acı azap kendisine gelince iman edeceğini önceden haber vermişti. Nitekim sular yükseldiğinde Firavun gerçekten de iman ettiğini söylemeye başladı. Ancak bu davranışın samimiyetsizliği, sahtekarlığı çok açıktı. Firavun kendisini ölümden kurtarabilmek için böyle demişti.

Sonuç olarak Firavun'un son anda iman etmesi, bağışlanma dilemesi Allah tarafından kabul edilmemiş, Firavun ve ordusu sular altında kalarak ölmekten kurtulamamışlardır: Şimdi, öyle mi? Oysa sen önceleri isyan etmiştin ve bozgunculuk çıkaranlardandın. Bugün ise, senden sonrakilere bir âyet (tarihi bir belge, ibret) olman için seni yalnızca bedeninle kurtaracağız (herkese cesedini göstereceğiz). Gerçekten insanlardan çoğu, bizim âyetlerimizden habersizdirler.” (10/Yûnus, 91-92)

Dikkat edilirse, Firavun'un yanı sıra askerleri de azaptan paylarına düşeni almışlardır. Firavun ordusunun da Firavun gibi "azgın ve düşman" (10/Yûnus, 90) oldukları, "bir yanılgı içinde" (28/Kasas, 8) oldukları, "zulmettikleri" (28/Kasas, 40), "yeryüzünde haksız yere büyüklendikleri ve gerçekten Allah'a döndürülmeyeceklerini sandıkları" (28/Kasas, 39) için Allah'ın azâbı onlar için de hak olmuştu. Böylece Allah hem Firavun'u hem de tüm ordusunu yakalayıp suda boğmuştu (28/Kasas, 40).

“Allah onlardan intikam almış ve âyetleri yalanlamaları ve bunlardan habersizmiş gibi davranmaları nedeniyle onları suda boğmuştu.” (7/A’râf, 136). Firavun'un bu dehşetli ölümünün ardından olanları da Allah Kuran'da şöyle açıklamıştır: “Kendisine bereketler kıldığımız yerin doğusuna da, batısına da o hor kılınıp-zayıf bırakılanları (müstaz'afları) mirasçılar kıldık. Rabbinin İsrailoğulları'na olan o güzel sözü (vaadi), sabretmeleri dolayısıyla tamamlandı (yerine geldi).” (7/A’râf, 137)

 

Sebe’ Halkı ve Arîm Seli

"Andolsun, Sebe’ (halkı)nın oturduğu yerlerde de bir âyet vardır. (Evleri) Sağdan ve soldan iki bahçeliydi. (Onlara demiştik ki:) "Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin. Güzel bir şehir ve bağışlayan bir Rabb(iniz var)." Ancak onlar yüz çevirdiler, böylece biz de onlara Arim selini gönderdik." (34/Sebe’, 15-16)

Sebe’ halkı, Âd Kavmi bölümünde bahsettiğimiz, Güney Arabistan'da yaşamış olan dört büyük uygarlıktan birisidir. Bu kavmin kuruluş tarihi hakkındaki tahminler MÖ 1000-750 seneleri arasında değişir, yıkılışı da MS 550'li yıllarda İranlılar'ın ve Müslüman Araplar'ın iki yüzyıl süren saldırılarıyla olmuştur.

Sebe’ Devleti’nin kuruluş tarihi anlaşmazlık konusudur. Sebe’ Kavmi, devlet tutanaklarını MÖ 600'lü yıllarda işlemeye başlamıştı. Bu Sebeple Sebe’liler'in bu tarihten öncesine ait kayıtları bulunmamaktadır.

Sebe’ Kavmi’nden bahseden en eski kaynaklar, Asur kralı II. Sargon'un zamanından kalma savaş yıllıklarıdır. (MÖ 722-705) Sargon, bu yazıtlarda kendisine vergi ödeyen devletlerden söz ederken Sebe’ Kralı Yis'i-amara'dan bahsetmektedir. Bu kayıt, Sebe’ Devleti hakkında bilgi veren en eski yazılı kaynaktır. Ancak sadece bu kaynağa dayanarak Sebe’ Devleti’nin MÖ 700 yılında kurulduğunu söylemek doğru olmayacaktır; zira Sebe’ Devleti’nin yazılı kaynaklara geçirilmeden uzun bir ömür sürmüş olması oldukça kuvvetli bir ihtimaldir. Yani Sebe’ Devleti’nin tarihi, bilinenden çok daha eskilere dayanıyor olabilir. Nitekim Ur Krallığı’nın son hükümdarlarından Arad-Nannar'ın kitabelerinde "Sebe’liler memleketi" anlamına geldiği düşünülen "Sabum" kelimesi yer almaktadır (“Seba” maddesi, İslâm Ansiklopedisi: İslâm Âlemi, Tarihi, Coğrafya, Etnoğrafya ve Bibliyografya Lugati, Cilt 10, s. 268). Eğer bu kelimenin gerçek anlamı buysa, bu, Sebe’ devletinin tarihinin MÖ 2500'lü yıllara kadar uzandığını gösterir.

Sebe’ kavmini anlatan tarihi kaynaklar, bunun Fenikeliler gibi yoğun ticari faaliyetlerde bulunan bir devlet olduğunu söylerler. Buna göre Kuzey Arabistan ticaret yollarının bir kısmı, bu kavmin elindeydi. Sebe’li tüccarların, Kuzey Arabistan yoluyla Akdeniz'e ve Gazze'ye mal götürebilmeleri için bütün o bölgelerin yeni hakimi olan II. Sargon'dan izin almaları veya ona vergi vermeleri gerekiyordu. Bunların Asur Krallığı'na vergi vermeye başlamalarıyla beraber isimleri de bu devletin yıllıklarına işlenmeye başladı.

Sebe’liler, tarihte medeni bir kavim olarak bilinmişlerdir. Sebe’ hükümdarlarının yazıtlarında "onarma", "vakfetme", "inşa etme" gibi kelimeler ağırlıktadır. Bu kavmin en önemli eserlerinden olan Marib Barajı da, ulaştıkları teknolojik seviyenin önemli göstergelerindendir.

Sebe’ devleti, bölgenin en güçlü ordularından birisine sahipti. Ordusu sayesinde yayılmacı bir politika izleyebiliyordu. Eski Kataban devleti topraklarını ele geçirmişti. Afrika kıtasında birçok toprağa sahipti. MÖ 24 yılında başkenti Marib'e sefer yapan dönemin tartışmasız en güçlü devleti olan Roma İmparatorluğu'nun Mısır valisi Marcus Aelius Gallus yönetimindeki bir ordusunu ağır bir yenilgiye uğratmıştı. Sebe’, ılımlı bir politika izleyen, ancak gerektiğinde şiddet kullanmaktan da çekinmeyen güçlü bir devlet tablosu çiziyordu. Gelişmiş kültürü ve ordusuyla Sebe’ devleti, tam anlamıyla zamanında o bölgenin bir "süper gücü" idi.

Sebe’ devletinin bu dikkat çekici derecede güçlü ordusundan Kuran'da da bahsedilmektedir. Sebe’ ordusunun komutanlarının Kuran'da aktarılan bir ifâdesi, bu ordunun kendisine ne kadar güvendiğini göstermektedir. Komutanlar, Sebe’nin Kadın yöneticisine (Melikesi'ne) şöyle derler: “Biz kuvvet sahibiyiz ve zorlu savaşçılarız. İş konusunda karar senindir, artık sen bak, neyi emredersen (biz uygularız).” (27/Neml, 33)

Sebe’ ülkesinin başkenti, bulunduğu coğrafyanın avantajlı konumu Sebebiyle oldukça zenginleşmiş olan Marib idi. Başkent, bölgede bulunan Âdhana Irmağı'nın çok yakınındaydı. Bu nehrin Cebel Balak'a girdiği nokta, baraj yapımına çok uygundu; bundan yararlanan Sebe’liler de daha uygarlıklarını kurma aşamasındayken buraya bir baraj inşa etmişler ve sulama yapmaya başlamışlardı. Bu baraj sayesinde de çok ileri bir refah seviyesine kavuşmuşlardı. Başkent Marib o dönemin en gelişmiş şehirlerinden bir tanesiydi, bölgeyi gezen ve bu diyarı oldukça öven Yunanlı yazar Pliny, buranın ne kadar yeşil bir bölge olduğundan bahsetmekteydi (Hommel, Explorations in Bible Lands, PhilÂdelphia: 1903, s. 739).

Marib'deki bu barajın yüksekliği 16 metre, genişliği 60 metre ve uzunluğu da 620 metreydi. Hesaplara göre baraj aracılığıyla sulanabilen toplam alan 9.600 hektardı ki, bunun 5.300 hektarı güney, geri kalanı ise kuzey ovasına aitti. Bu iki ova, Sebe’ kitabelerinde bazen "Marib ve iki ova" diye anılırdı (“Marib”, İslâm Ansiklopedisi: İslâm Âlemi, Tarihi, Coğrafya, Etnoğrafya ve Bibliyografya Lugati, Cilt 7, ss. 323-339). İşte Kuran'daki "sağdan ve soldan iki bahçe" ifâdesi, muhtemelen bu iki vaadideki gösterişli bağ ve bahçelere işaret eder. Bu baraj ve sulama tesisleri sayesinde bölge, Yemen'in en iyi sulanan ve en verimli kesimi olarak ün yapmıştı. Fransız J. Holevy ve Avusturyalı Glaser, Marib setinin çok eski devirlerden beri var olduğunu yazılı belgelerle ispat ettiler. Himer lehçesiyle yazılan belgelerde bu barajın ülke topraklarını verimli kıldığı yazılıydı.

Bu baraj, MS 5. ve 6. yüzyıllarda geniş çaplı onarımlar görmüştü. Ancak bu onarımlar barajın MS 542 yılında yıkılmasını önleyemedi. Bu tarihte yıkılan baraj, Kuran'da bahsedilen "Arim seli"ne yol açmış ve büyük tahribata neden olmuştu. Sebe’ Halkı’nın yüzlerce seneden beri işletmekte olduğu bağları, bahçeleri ve tarım alanları tamamen yok olmuştu. Barajın yıkılmasından sonra Sebe’ Kavmi’nin de hızlı bir gerileme sürecine girdiği görülmektedir; barajın yıkılmasıyla başlayan bu sürecin sonunda Sebe’ devletinin de sonu gelmiştir.

Sebe’ Devleti'ne Gönderilen Arim Seli: Yukarıda belirttiğimiz tarihsel gerçekler ışığında Kuran âyetlerini incelediğimiz zaman, ortada çok somut bir uyum olduğunu görürüz. Arkeolojik bulgular ve tarihsel gerçekler, Kuran'da yazanlara işaret etmektedir. Âyette belirtildiği gibi, kendilerine gönderilen peygamberin uyarılarını dinlemeyen ve Allah’ın nimetine nankörlük eden halk, sonunda korkunç bir sel felâketiyle cezâlandırılmıştır. Kuran'da Sebe’ Devleti’ne gönderilen sel felâketi şöyle tarif edilmektedir: “Andolsun, Sebe’ (halkı)nın oturduğu yerlerde de bir âyet vardır. (Evleri) Sağdan ve soldan iki bahçeliydi. (Onlara demiştik ki:) "Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin. Güzel bir şehir ve bağışlayan bir Rabb(iniz var)." Ancak onlar yüz çevirdiler, böylece biz de onlara Arim selini gönderdik. Ve onların iki bahçesini, buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde az bir şey de sedir ağacı olan iki bahçeye dönüştürdük. Böylelikle nankörlük etmeleri dolayısıyla onları cezâlandırdık. Biz (nimete) nankörlük edenden başkasını cezâlandırır mıyız?” (34/Sebe’, 15-17)

Yukarıdaki âyetlerde de vurgulandığı gibi, Sebe’ Halkı, estetik yönüyle çarpıcı, bereketli bağ ve bahçeleri olan bir toprakta yaşıyordu. Ticaret yolları üzerinde bulunan ve bu nedenle de refah düzeyi oldukça yüksek olan Sebe’ ülkesi, dönemin en gözde beldelerinden biriydi.

Hayat şartlarının ve ortamın böylesi olumlu olduğu ülkede Sebe’ Halkına düşen, âyette söylendiği gibi "Rablerinin rızkından yemek ve O'na şükretmek"ti. Ama öyle yapmadılar. İçinde bulundukları refahı sahiplenme yoluna gittiler. O ülkenin kendilerine ait olduğunu, içinde bulundukları olağanüstü ortamı kendi kendilerine elde ettiklerini sandılar. Şükretmek yerine kibirlenmeyi seçtiler. Âyetin ifâdesiyle, Allah'tan "yüz çevirdiler…"

Ve içinde bulundukları refahı sahiplenmeye kalkmaları nedeniyle onu kaybettiler. Âyette bildirildiği gibi, Arim seli bütün ülkeyi yerle bir etti. Kuran'da Sebe’ Kavmi’ne gönderilen azaptan "Seyl-ül Arim" yani "Arim seli" olarak bahsedilmektedir. Kuran'da geçen bu ifâde, aynı zamanda bu selin meydana geliş şeklini göstermektedir. Zira "Arim" kelimesinin anlamı, baraj ya da settir. "Seyl-ül Arim" kelimesi de, setin yıkılması sonucunda meydana gelen bir seli anlatmaktadır. Bu konuyla ilgili İslâm yorumcuları da Kuran'da Arim seli ile ilgili olarak kullanılan terimlerden yola çıkarak, konuyla ilgili tutarlı yer ve zaman tespitlerinde bulunmuşlardır. Mevdudi, tefsirinde şöyle yazar:

Metindeki (Seyl-ül Arim) ifâdesinde kullanıldığı gibi "arim" kelimesi "baraj, set" anlamına gelen ve Güney Arapçası'nda kullanılan "arimen" kelimesinden türemiştir. Yemen'de yapılan kazılarda ortaya çıkarılan harabelerde bu kelime sık sık bu anlamda kullanılmıştır. Mesela Yemen'in Habeşli hükümdarı Ebrehe'nin büyük Marib seddinin tamirinden sonra yazdırdığı MS 542 ve 543 tarihli bir kitabede, bu kelime tekrar baraj (set) anlamında kullanılmıştır. O halde Seyl-ül Arim, "bir set yıkıldığında meydana gelen sel felâketi" anlamına gelir.

Ve onların iki bahçesini, buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde az bir şey de sedir ağacı olan iki bahçeye dönüştürdük" (Sebe’ Sûresi,16). Yani setin (barajın) yıkılmasından sonra meydana gelen sel sonucu bütün ülke harab oldu. Sebe’liler'in dağların arasına setler inşa ederek kazdıkları kanallar yıkıldı ve bütün sulama sistemi bozuldu. Bunun sonucu daha önceden bir bahçe gibi olan ülke yabani otların yetiştiği bir cangıl haline geldi ve küçük bodur ağaçların kiraza benzer yemişi dışında yenebilecek hiçbir meyve kalmadı (Mevdûdî, Tefhîmü’l Kuran, İnsan Yayınları, c. 4, s. 517).

"Kutsal Kitap Doğruyu Söyledi" (Und Die Bibel Hat Doch Recht) kitabının yazarı Hıristiyan arkeolog Werner Keller de, Arim selinin Kuran'a uygun olarak gerçekleştiğini kabul ederek şöyle yazar: "Böyle bir barajın olması ve yıkılarak şehri tamamen harap etmesi, Kuran'daki bahçe sahipleriyle ilgili verilen örneğin gerçekten de meydana geldiğini kanıtlıyor." (Werner Keller, Und die Bibel hat doch recht (The Bible as History; a Confirmation of the Book of Books), New York: William Morrow, 1956, s. 230)

Arim seliyle beraber gelen felâketten sonra bölgede çölleşme başlamış ve tarım alanlarının yok olmasıyla Sebe’ kavminin en önemli gelir kaynağı da ellerinden çıkmıştı. Allah’ın kendilerini iman etmeye ve şükretmeye çağırmasına kulak asmayan halk, sonunda böylesine bir felâketle cezâlandırıldı. Selin verdiği büyük tahribattan sonra kavim çözülme sürecine girdi. Halk, evlerini terkediyor ve Kuzey Arabistan'a, Mekke'ye ya da Suriye'ye göç ediyordu (New Traveller’s Guide to Yemen, s. 43).

Sebe’ halkının yaşadığı ve artık tümüyle ıssız bir harabe konumuna gelmiş olan Marib, şüphesiz, Sebe’ Halkıyla aynı hatayı işleyen herkes için bir ibrettir. Sebe’, sel ile altüst edilen kavimlerin tek örneği değildir. Kehf Sûresi'nde iki bahçe sahibi anlatılır. Birinin, aynı Sebe’ Halkı gibi, çok gösterişli ve verimli bir bahçesi vardır. Hatası da Sebe’ Halkı'yla aynıdır: Allah'tan yüz çevirmek. Kendisine nimet olarak verilenleri, kendisine "ait" sanır ve şöyle der: “...Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: 'Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm.' Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): 'Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum' dedi. 'Kıyâmet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım.' ...(Derken) Onun ürünleri (âfetlerle) kuşatılıverdi. Artık o, uğrunda harcAdıklarına karşı avuçlarını (esefle) oğuşturuyordu. O (bağın) çardakları yıkılmış durumdaydı, kendisi de şöyle diyordu: 'Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım.' Allah'ın dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu, kendi kendine de yardım edemedi…” (18/Kehf, 34-36, 42-43)

Âyetlerden anlaşıldığı gibi, bahçe sahibinin hatası, Allah'ın varlığını inkâr etmek değildir. O, Allah'ın varlığını inkâr etmez, tam tersine "eğer Allah’a döndürülecek olsa" daha da iyi bir sonuçla karşılaşacağını öne sürer. İçinde bulunduğu durumu ise, kendi başarısı olarak görmektedir.

Zâten Allah'a ortak koşmanın bir yönü de budur. Tümü Allah'a ait olan şeyleri sahiplenmeye kalkmak ve Allah korkusundan uzaklaşmak... Bu, Sebe’ halkının da yaptığı şeydir. Karşılaştığı cezâ da aynı olmuştur, tüm yurdu darmÂdağın edilmiştir. Ki mülkün "sahibi" olmadığını, o mülkün kendisine "verildiğini" anlasın...

 

Hz. Süleyman ve Sebe’ Melîkesi

“Ona: ‘Köşke gir!’ denildi. Onu görünce derin bir su sandı ve (eteğini çekerek) ayaklarını açtı. (Süleyman:) Dedi ki: ‘Gerçekte bu, saydam camdan olma düzeltilmiş bir köşk-zemindir. Dedi ki: ‘Rabbim, gerçekten ben kendime zulmettim; (artık) ben Süleyman'la birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum." (27/Neml, 44)

Kur’an'da yer alan Hz. Süleyman ve Sebe’ Melikesi'nin buluşması ile ilgili tarihsel kayıtlar, Güney Yemen'deki eski Sebe’ ülkesinde yapılan incelemeler sonucunda gün ışığına çıktı. Kalıntılar üzerinde yapılan incelemeler MÖ 1000 ile 950 seneleri arasında burada bir "melike"nin (kraliçe) yaşadığını ve kuzeye (Kudüs'e) bir yolculuk yaptığını gösteriyordu.

İki hükümdarın aralarında geçenler, ülkelerin ekonomik ve siyasal gücü, yönetim şekilleri ve bazı detaylar Neml Sûresi'nde anlatılmıştır. Neml Sûresi'nin büyük bölümünü kapsayan kıssa, Hz. Süleyman'ın ordusuna dahil olan Hüdhüd'ün Hz. Süleyman'a haber vermesiyle birlikte, Sebe’ Melikesi'nden söz etmeye başlar. Hüdhüd, Hz. Süleyman'a şu bilgileri verir: “Derken uzun zaman geçmeden geldi ve dedi ki: 'Senin kuşatamadığın (öğrenemediğin) şeyi, ben kuşattım ve sana Sebe’den kesin bir haber getirdim. Gerçekten ben, onlara hükmetmekte olan bir Kadın buldum ki, ona her şeyden (bolca) verilmiştir ve büyük bir tahtı var. Onu ve kavmini, Allah'ı bırakıp da güneşe secde etmektelerken buldum, şeytan onlara yaptıklarını süslemiştir, böylece onları (doğru) yoldan alıkoymuştur; bundan dolayı onlar hidâyet bulmuyorlar. Ki onlar, göklerde ve yerde saklı olanı ortaya çıkaran ve sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilen Allah'a secde etmesinler diye (yapmaktadırlar). O Allah, O'ndan başka ilâh yoktur, büyük Arş'ın Rabbidir. (Süleyman:) 'Durup bekleyeceğiz, doğruyu mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun?' dedi.” (27/Neml, 22-27)

Hz. Süleyman, Hüdhüd'den bu bilgileri aldıktan sonra ona şu talimatı verir: “Bu mektubumla git, onu kendilerine bırak sonra onlardan (biraz) uzaklaş, böylelikle bir bakıver, neye başvuracaklar?” (27/Neml, 28)

Kuran'da bundan sonra Sebe’ Melikesi'nin mektubu almasından itibaren gelişen olaylardan da bahsedilir: “(Sebe’ Melikesi) Dedi ki: 'Ey önde gelenler gerçekten bana oldukça önemli bir mektup bırakıldı. Gerçek şu ki, bu, Süleyman'dandır ve şüphesiz Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyladır. Bana karşı büyüklük göstermeyin ve bana müslüman olarak gelin' diye (yazılmaktadır). Dedi ki: 'Ey önde gelenler, bu işimde bana görüş belirtin, siz (her şeye) şahidlik etmedikçe ben hiçbir işte kesin (karar veren biri) değilim.' Dediler ki: 'Biz kuvvet sahibiyiz ve zorlu savaşçılarız. İş konusunda karar senindir, artık sen bak, neyi emredersen (biz uygularız).' Dedi ki: 'Gerçekten hükümdarlar bir ülkeye girdikleri zaman, orasını bozguna uğratırlar ve halkından onur sahibi olanları hor ve aşağılık kılarlar; işte onlar, böyle yaparlar. Ben onlara bir hediye göndereyim de, bir bakayım elçiler neyle dönerler.' (Elçi hediyelerle) Süleyman'a geldiği zaman: 'Sizler bana mal ile yardımda mı bulunmak istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır; hayır, siz, hediyenizle sevinip övünebilirsiniz' dedi. 'Sen onlara dön, biz onlara öyle ordularla geliriz ki, onların karşı koymaları mümkün değil ve biz onları ordan horlanmış-aşağılanmış ve küçük düşürülmüşler olarak sürüp çıkarırız.' (Elçinin gitmesinden sonra Süleyman:) 'Ey önde gelenler, onlar bana teslim olmuş (müslüman)lar olarak gelmeden önce, sizden kim onun tahtını bana getirebilir?' dedi. Cinlerden ifrit: 'Sen daha makamından kalkmadan, ben onu sana getirebilirim, ben gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir bir güce sahibim.' dedi. Kendi yanında kitaptan ilmi olan biri dedi ki: 'Ben, (gözünü açıp kapamÂdan) onu sana getirebilirim.' Derken (Süleyman) onu kendi yanında durur vaziyette görünce dedi ki: 'Bu Rabbimin fazlındandır, O'na şükredecek miyim, yoksa nankörlük edecek miyim diye beni denemekte olduğu için (bu olağanüstü olay gerçekleşti). Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim Gani (hiçbir şeye ve kimseye ihtiyacı olmayan)dır, Kerim olandır.' Dedi ki: 'Onun tahtını değişikliğe uğratın, bir bakalım doğru olanı bulabilecek mi, yoksa bulmayanlardan mı olacak?' Böylece (Belkıs) geldiği zaman ona: 'Senin tahtın böyle mi?' denildi. Dedi ki: 'Tıpkı kendisi. Bize ondan önce ilim verilmişti ve biz müslüman olmuştuk.' Allah'tan başka tapmakta olduğu şeyler onu (müslüman olmaktan) alıkoymuştu. Gerçekte o, inkâr eden bir kavimdendi. Ona: 'Köşke gir' denildi. Onu görünce derin bir su sandı ve (eteğini çekerek) ayaklarını açtı. (Süleyman) Dedi ki: 'Gerçekte bu, saydam camdan olma düzeltilmiş bir köşk-zemindir.' Dedi ki: 'Rabbim, gerçekten ben kendime zulmettim; (artık) ben Süleyman'la birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum.” (27/Neml, 29-44)

Hz. Süleyman'ın Sarayı: Sebe’ Melikesi'nden bahseden Sûre ve âyetlerde aynı zamanda Hz. Süleyman'dan da bahsedilir. Kuran'da Hz. Süleyman'ın muhteşem sarayı ve hükümranlığı hakkında bir çok detay verilir.

Bu bilgilere göre, Hz. Süleyman'a Allah tarafından döneminin en ileri tekniği verilmişti. Sarayında gözalıcı sanat eserleri ve görenleri hayran bırakıp etkileyen değerli eşyalar vardı. Sarayın giriş bölümünün tabanı da camdan yapılmıştı. Kuran'da, bu estetik yapı ve bunun Sebe’ Melikesi üzerinde yaptığı etki şöyle vurgulanır: “Ona: "Köşke gir" denildi. Onu görünce derin bir su sandı ve (eteğini çekerek) ayaklarını açtı. (Süleyman) Dedi ki: "Gerçekte bu, saydam camdan olma düzeltilmiş bir köşk-zemindir." Dedi ki: "Rabbim, gerçekten ben kendime zulmettim; (artık) ben Süleyman'la birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum.” (27/Neml, 44)

Hz. Süleyman'ın sarayının ismi, Yahûdi literatüründe "Süleyman Tapınağı"dır. Sarayın ya da tapınağın bugün yalnızca "Batı Duvarı" ayaktadır ve burası aynı zamanda Yahûdiler'in "Ağlama Duvarı" olarak Adlandırdıkları yerdir. Hz. Süleyman'ın sarayının ve Kudüs'teki birçok yerin yıkılmasının sebebi ise Yahûdiler'in bozguncu ve kibirli oluşlarıdır. Kuran'da, bu sır şöyle haber verilir: “Kitapta İsrailoğullarına şu hükmü verdik: "Muhakkak siz yer(yüzün) de iki defa bozgunculuk çıkaracaksınız ve muhakkak büyük bir kibirleniş-yükselişle kibirlenecek-yükseleceksiniz. Nitekim o ikiden ilk-vaid geldiği zaman, oldukça zorlu olan kullarımızı üzerinize gönderdik de (sizi) evlerin aralarına kadar girip araştırdılar. Bu yerine getirilmesi gereken bir sözdü. Sonra onlara karşı size tekrar 'güç ve kuvvet verdik', size mallar ve çocuklarla yardım ettik ve topluluk olarak da sizi sayıca çok kıldık... Sonunda vaad geldiği zaman, (yine öyle kullar göndeririz ki) yüzlerinizi 'kötü duruma soksunlar', birincisinde ona girdikleri gibi mescid (Kudüs)e girsinler ve ele geçirdiklerini 'darmÂdağın edip mahvetsinler.” (17/İsrâ, 4-7)

Bundan önceki bölümlerde bahsedilen tüm kavimler Allah'a isyanları ve O'nun nimetlerine olan nankörlükleri Sebebiyle azâbı hak etmiş ve başlarına muhakkak bir felâket gelmiştir. Yüzyıllar boyunca yurtsuz ve devletsiz oradan oraya göç eden ve Hz. Süleyman döneminde kutsal topraklarda yurt edinen Yahûdiler, yine haddi aşmaları, bozgunculukları ve itaatsizlikleri nedeniyle yıkıma uğradılar. Yakın tarihte kendilerine tekrar aynı yerleri yurt edinen Yahûdiler, aynı birinci vaatte olduğu gibi, bozgunculuk çıkararak "büyük bir kibirleniş-yükselişle kibirlenip yükselmiş" durumdalar.

 

Ashâb-ı Kehf

“O gençler, mağaraya sığındıkları zaman, demişlerdi ki: "Rabbimiz, katından bize bir rahmet ver ve işimizden bize doğruyu kolaylaştır (bizi başarılı kıl).” (18/Kehf, 10)

Kur’an’ın "Kehf" (mağara) isimli 18. Sûresinde, Allah'ı tanımayan, inananlara karşı baskı ve zulüm uygulayan bir rejimden sakınmak için bir mağaraya sığınan gençlerden söz edilir. Konuyla ilgili âyetler şöyledir:

“Sen, yoksa Kehf ve Rakim Ehlini bizim şaşılacak âyetlerimizden mi sandın? O gençler, mağaraya sığındıkları zaman, demişlerdi ki: 'Rabbimiz, katından bize bir rahmet ver ve işimizden bize doğruyu kolaylaştır (bizi başarılı kıl)'

Böylelikle mağarada yıllar yılı onların kulaklarına (ağır bir uyku) vurduk.

Sonra iki gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini belirtmek için onları uyandırdık. Biz sana onların haberlerini bir gerçek (olay) olarak aktarmaktayız. Gerçekten onlar, Rablerine iman etmiş gençlerdi ve biz de onların hidâyetlerini arttırmıştık.' Onların kalpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı) rabtetmiştik;

(Krala karşı) kıyam ettiklerinde demişlerdi ki: 'Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi'dir; ilâh olarak biz O'ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız. Şunlar, bizim kavmimizdir; O'ndan başkasını ilâhlar edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Öyleyse Allah'a karşı yalan düzüp-uydurandan daha zalim kimdir?'

(İçlerinden biri demişti ki): 'MÂdem ki siz onlardan ve Allah'tan başka taptıklarından kopup-ayrıldınız, o halde, (dağlara çekilip) mağaraya sığının da Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir miktarını) yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın.' #9;

(Onlara baktığında) görürsün ki, güneş doğduğunda onların mağaralarına sağ yandan yönelir, battığında onları sol yandan keser geçerdi ve onlar da onun (mağaranın) geniş boşluğundalardı. Bu, Allah'ın âyetlerindendir. Allah, kime hidâyet verirse, işte hidâyet bulan odur, kimi de saptırırsa onun için asla doğru yolu gösterici bir veli bulamazsın.

Sen onları uyanık sanırsın, oysa onlar (derin bir uykuda) uyuşmuşlardır. Biz onları sağ yana ve sol yana çeviriyorduk. Onların köpekleri de iki kolunu uzatmış yatmaktaydı. Onları görmüş olsaydın, geri dönüp onlardan kaçardın, onlardan içini korku kaplardı.

Böylece, aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik (uyandırdık). İçlerinden bir sözcü dedi ki: 'Ne kadar kaldınız?' Dediler ki: 'Bir gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık' Dediler ki: 'Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir; şimdi birinizi bu paranızla şehre gönderin de, hangi yiyecek temizse baksın, size ondan bir rızık getirsin; ancak oldukça nazik davransın ve sakın sizi kimseye sezdirmesin. Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya dinlerine geri çevirirler; bu durumda ebedi olarak kurtuluş bulamazsınız.'

Böylece, Allah'ın va'dinin hak olduğunu ve gerçekten Kıyâmetin, kendisinde şüphe bulunmadığını bilmeleri için (şehir halkına ve sonra ki insan kuşaklarına) onları buldurmuş olduk. (Onları bulanlar) kendi aralarında durumlarını tartışıyorlardı, (bir kısmı) dedi ki: 'Onların üstüne bir bina inşa edin, Rableri onları daha iyi bilir.' Onların işine galip gelen (sözleri geçen)ler ise: 'Üstlerine mutlaka bir mescid yapmalıyız' dediler.

(Sonra gelen kuşaklar) diyecekler ki: 'Üçtüler, onların dördüncüsü de köpekleridir.' Ve: 'Beştirler, onların altıncısı köpekleridir' diyecekler. (Bu), bilinmeyene (gayba) taş atmaktır. 'Yedidirler, onların sekizincisi de köpekleridir' diyecekler. De ki: 'Rabbim, onların sayısını daha iyi bilir, onları pek az (insan) dışında da kimse bilemez' Öyleyse onlar konusunda açıkta olan bir tartışmÂdan başka tartışma ve onlar hakkında bunlardan hiç kimseye bir şey sorma.

Hiçbir şey hakkında: 'Ben bunu yarın mutlaka yapacağım' deme. Ancak: 'Allah dilerse' (yapacağım, de). Unuttuğun zaman Rabbini zikret ve de ki: 'Umulur ki, Rabbim beni bundan daha yakın bir başarıya yöneltip iletir.'

Onlar mağaralarında üçyüz yıl kaldılar ve dokuz (yıl) daha kattılar.

De ki: 'Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybı O'nundur. O, ne güzel görmekte ve ne güzel işitmektedir. O'nun dışında onların bir velisi yoktur. Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz. (18/Kehf, 9-26)

Hem Hıristiyan hem de İslâm kaynaklarında övülen Ashâb-ı Kehf'in (Mağara Ehli) karşı karşıya oldukları zalim hükümdar, genel kabule göre, Roma İmparatoru Decius olduğu tahmin edilmektedir. Decius'un baskı ve zulmü ile karşılaşan gençler, bulundukları topluma Allah'ın dinini terketmemeleri konusunda birçok uyarılarda bulunmuşlardır. Toplumun yaptıkları tebliğlere kayıtsız kalması, imparatorun baskıyı arttırması ve ölüm ile tehdit edilmeleri Sebebiyle gençler yaşadıkları yerden uzaklaşmaya karar vermişlerdir.

Tarihsel belgelerin de ortaya koyduğu gibi, henüz dejenere olup bozulmamış Hıristiyanlığın (İseviliğin) temsilcisi olan mü’minlere yönelik sindirme, baskı ve zulüm politikaları, birçok imparator tarafından yoğun bir şekilde uygulanıyordu.

Kuzey Batı AnÂdolu'da bulunan Roma Valisi Piliniyus'un (MS 69-113) İmparator Trayanus'a yazdığı mektupta "İmparator'un heykeline tapınmadıkları için cezâlandırılan Mesihçiler"den (Hıristiyanlar'dan) bahsedilir. Bu mektup, o dönemde İsevilere yapılan baskıları anlatan önemli belgelerden birisidir. İşte böyle bir ortamda kendilerinden Allah'ı bırakıp imparatora veya din karşıtı bir sisteme boyun eğmeleri istenen gençler, bunu kabul etmemişler ve şöyle demişlerdir: “Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi'dir; ilâh olarak biz O'ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız. Şunlar, bizim kavmimizdir; O'ndan başkasını ilâhlar edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Öyleyse Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir?(18/Kehf, 14-15)

Ashâb-ı Kehf'in yaşadığı yer konusunda ise birkaç iddia vardır. Bunlardan en makul görünenleri ise Efes ve Tarsus'tur. Hemen hemen tüm Hıristiyan kaynaklar, gençlerin sığındıkları mağaranın bulunduğu yer olarak Efes'i gösterirler. Bazı müslüman araştırmacı ve Kuran yorumcuları da Efes konusunda Hıristiyanlar'la hemfikirdirler. Bazıları da bölgenin Efes olmadığını uzun uzadıyaıkladıktan sonra, olayın geçtiği yerin Tarsus olduğunu ispatlamaya çalışmışlardır. Biz bu çalışmÂda iki ihtimal üzerinde de duracağız. Tüm bu araştırmacı ve yorumcular -Hıristiyanlar da dâhil- olayın Roma İmparatoru Decius (veya başka bir ismiyle Decianus) zamanında, yani MS 250 civarında geçtiğini belirtirler.

Decius, Neron'la birlikte Hıristiyanlar'a en çok zulmeden Roma İmparatoru olarak bilinir. İktidarda bulunduğu kısa dönemde, hakimiyeti altında yaşayan herkesin Roma tanrılarına kurban Adamalarını zorunlu kılan bir kanun çıkarmıştır. Herkes bu putlara kurban Adamakla, dahası bunu yaptıklarını gösteren bir onay belgesi almak ve devlet görevlilerine göstermekle yükümlü tutulmuştur. Karara uymayanlar için de idam cezâsı uygulanmıştır. Hıristiyan kaynakları bu dönemde Hıristiyanlar'ın önemli bir bölümünün "şehirden şehire" kaçarak ya da daha gizli sığınaklara giderek bu putperest ibâdetinden kaçındıklarını yazarlar. Ashâb-ı Kehf, büyük olasılıkla, bu İsevilerin içinden sâlih bir gruptur.

Bu arada vurgulanması gereken bir nokta vardır: Konu, bazı Hıristiyan ve müslüman tarihçi ve yorumcular tarafından hikaye tarzında anlatılmış, birçok uydurma ve eklenen rivâyetler neticesi efsaneye dönüştürülmüştür. Oysa ki olay tarihi bir gerçektir.

Ashâb-ı Kehf Efes'te mi?: Ashâb-ı Kehf'in yaşadığı şehir ve sığındığı mağara konusunda çeşitli kaynaklarda değişik yerler gösterilmektedir. Bunun en büyük Sebebi, halkın, bu denli cesur ve yiğit insanların kendi yaşadıkları ortamda olmalarını istemeleri ve bu bölgelerdeki mağaraların birbirine çok benzemesidir. Örneğin bu yerlerin hemen hepsinde mağaraların üzerine yapıldığı belirtilen birer mabed vardır.

Bilindiği gibi Efes Hıristiyanlarca kutsal kabul edilir. Çünkü Efes'te şimdi kiliseye dönüştürülmüş olan ve Hz. Meryem'e ait olduğu söylenen bir ev vardır. Ashâb-ı Kehf'in Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen bu yerlerde yaşamış olması da onlara göre büyük ihtimaldir. Hatta bazı Hıristiyan kaynakları yer konusunda kesinlik bildirirler.

Konuyla ilgili en eski kaynak Suriyeli rahip Saruclu James'e aittir. (Doğumu MS 452) Ünlü tarihçi Gibbon Roma İmparatorluğunun Çöküşü Adlı kitabında James'den birçok alıntı yapmıştır. Buna göre, yedi Hıristiyan gence işkence yaparak onları mağaraya sığınmaya zorlayan kralın ismi, İmparator Decius'tur. Decius Roma İmparatorluğu'nu MS 249-251 yılları arasında yönetmiştir ve onun dönemi Hz. İsa'yı takip edenlere yapılan işkencelerle ünlüdür. Müslüman tefsircilere göre olayın geçtiği yer "Aphesus" veya "Aphesos"tur. Gibbon'a göreyse bu yerin ismi Ephesos (Efes)tir. Yani AnÂdolu'nun batı sahilinde, Roma'nın en büyük limanlarından ve en büyük şehirlerinden biri... Bu şehrin harabeleri bugün de Efes Antik Kenti olarak bilinmektedir.

Gençlerin uzun uykularından uyandıkları dönemin İmparatorunun Adı ise müslüman araştırmacılara göre Tezusius, Gibbon'a göre ise II. Theodosius'tur. Bu İmparator, Roma İmparatorluğu Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra MS 408-450 yıllarında tahtta bulunuyordu.

Bazı tefsirlerde aşağıdaki âyeti açıklarken, mağaranın ağzının kuzeye baktığından ve bu nedenle güneş ışığının içeri girmediğinden sözedilir. Böylece mağaranın önünden geçen birinin içeriyi görmesi de mümkün değildir. Nitekim âyette de şöyle denmektedir: “(Onlara baktığında) görürsün ki, güneş doğduğunda onların mağaralarına sağ yandan yönelir, battığında onları sol yandan keser geçerdi ve onlar da onun (mağaranın) geniş boşluğundalardı. Bu, Allah'ın âyetlerindendir.(18/Kehf, 17)

Arkeolog Dr. Mûsâ Baran da, Efes Adlı kitabında gençlerin yaşadığı yer olarak Efes'i gösteriyor ve ekliyor: Milattan önce 250 yılında Efes'te yaşayan 7 genç Hıristiyanlığı seçer ve putperestliği reddederler. Kaçış yolu arayan gençler, Pion dağı'nın doğu yamacında bir mağara bulurlar. Romalı askerler bunu görüp mağara girişine bir duvar örerler (Mûsâ Baran, Efes, ss. 23-24).

Bugün bu kalıntı ve mezarların üzerlerine birçok dini yapı inşa edildiği biliniyor. 1926'da Avusturya Arkeoloji Enstitüsü tarafından bölgede yapılan kazılardan sonra, Panayır (Pion) Dağı'nın doğu yamacında bulunan kalıntıların, V. yüzyılın ortalarında (II. Theodosius dönemi) Ashâb-ı Kehf Adına yapılmış olan yapıya ait olduğu bilinmektedir (L. Massignon, Opera Minora, c. III, s. 104-108).

Ashâb-ı Kehf Tarsus'ta mı? Ashâb-ı Kehf'in yaşadığı yer olarak gösterilen ikinci yer Tarsus'tur. Gerçekten de Tarsus'un kuzeybatısında Encilüs veya Bencilüs adıyla bilinen dağda Kuran'daki tariflere uygun bir mağara vardır.

Tarsus fikri birçok İslâm aliminin de ortak görüşüdür. Kur’an tefsircilerinin en ünlülerinden biri olan Taberi, Tarihu’l-Ümem isimli kitabında, Ashâb-ı Kehf'in mağarasının bulunduğu dağın Adını "Bencilüs"olarak belirtmiş, bu dağın da Tarsus'ta olduğunu söylemiştir (Taberî, Tarihu’l-Ümem).

Yine tanınmış tefsircilerden olan Muhammed Emin, dağın isminin "Pencilüs" olduğunu ve Tarsus'ta bulunduğunu belirtmiştir. "Pencilüs" olarak telaffuz edilen isim bazen "Encilüs" olarak da söylenmektedir. Ona göre, buradaki isim farklılığı, "B" harfinin farklı söylenmesi veya "tarih aşındırması" denen kelimenin harf kaybından ibarettir (Muhammed Emin).

Bir diğer tanınmış Kuran alimi olan Fahreddin Râzî de eserinde, "bu yere Efsus denilse de, buradan kasıt Tarsus'tur, zira Efsus, Tarsus'un başka bir Adıdır" diyor (Fahreddin Râzi).

Bunlardan başka, Kadı Beyzavi'nin ve Nesefi'nin tefsirlerinde, Celaleyn ve Tıbyan tefsirlerinde, Elmalılı'nın, Ö. Nasuhi Bilmen'in ve diğer birçok alimin tefsirlerinde bu yerin ismi olarak "Tarsus" verilmiştir. Ayrıca tüm bu müfessirler 17. âyetteki "güneş doğduğunda onların mağaralarına sağ yandan yönelir, battığında onları sol yandan keser geçerdi" cümlesini, bu dağdaki mağaranın ağzının kuzeye bakıyor olmasıyla açıklarlar (Kadı Beyzavi’nin, Nesefi’nin, Celaleyn ve Tıbyan tefsirlerinde, Elmalılı’nın, Ö. Nasuhi Bilmen’in tefsirlerinde).

Ashâb-ı Kehf'in yaşadığı yer, Osmanlı İmparatorluğu zamanında da merak edilmiş ve bununla ilgili bazı araştırmalar yapılmıştır. Başbakanlık Osmanlı arşivlerinde konuyla ilgili bir dizi yazışma ve bilgi mevcuttur. Örneğin Tarsus mahalli idaresinin Osmanlı Devleti Hazine Amirine gönderdiği bir mektupta, Tarsus'ta bulunan Bencilus Dağı'ndaki Ashâb-ı Kehf mağarasının koruma ve temizliği ile ilgilenenlere maaş bağlanması konusundaki talebini bildiren bir dilekçe ve mektup yer alır. Bu mektuba cevap olarak, istenen maaşların devlet hazinesince ödenebilmesi için, burasının hakikaten Ashâb-ı Kehf'in yaşadığı yer olup olmadığı konusunun araştırılması gerektiği bildirilmiştir. Bunun için yapılan araştırmalar da Ashâb-ı Kehf'in mağarasının yerinin tesbitinde yararlı olmuştur.

Meclis tarafından yaptırılan bir araştırmadan hazırlanan raporda şöyle denmiştir: "Adana eyâletine bağlı bulunan Tarsus'un kuzeyinde ve Tarsus'a iki saat uzaklıktaki dağda bir mağara bulunmaktadır ve bu mağaranın ağzı Kuran'da bildirildiği gibi kuzeye bakar." (Ahmet Akgündüz, Tarsus Tarihi ve Ashâb-ı Kehf).

Ashâb-ı Kehf'in kimler olduğu, ne zaman yaşadıkları ve nerede yaşadıkları gibi konular her zaman ilgili insanları araştırmaya yöneltmiş bu konu ile ilgili birçok yorum yapılmıştır. Ancak bu yorumların hiçbirisi bir kesinlik içermemektedir, dolayısıyla Mağaraya sığınan bu inançlı gençlerin hangi tarihlerde yaşadıkları, âyetlerde zikredilen mağaranın nerede olduğu sorularına kesin cevaplar verilememektedir.

 

Kavimlerin helâki ile ilgili son olarak şunları söyleyebiliriz: "Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler. Onlar, güç bakımından kendilerinden daha üstün idiler, toprağı alt-üst etmişler (ekmişler, mâdenler, sular arayıp çıkarmışlar) ve onu, kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Elçileri de, onlara açık delillerle gelmişti. Demek ki Allah onlara zulmetmiyordu, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı." (30/Rûm, 9)

Buraya kadar incelediğimiz tüm kavimlerin Allah'a başkaldırmak, O'na ortak koşmak, yeryüzünde haksız yere büyüklenmek, insanların mallarını haksızlıkla yemek, cinsel sapmalara ve azgınlığa yönelmek gibi ortak bazı özellikleri vardı. Bir başka ortak özellikleri ise, yanlarındaki müslümanlara karşı baskı ve zulüm uygulamalarıydı. Müslümanları sindirmek için her türlü yolu deniyorlardı.

Kur’an’ın bütün bunları hatırlatmaktaki amacı, elbette tarih bilgisi vermek değildir. Kuran’da, peygamber kıssalarının "ibret" alınması için anlatıldığı bildirilir. Önceden helâk olanlar, sonrakileri doğruya yöneltmelidir: "Kendilerinden önceki kuşaklardan nicelerini yıkıma uğratmamız, onları doğruya yöneltmedi mi? (Oysa bugün kendileri) onların kaldıkları yerlerde (tarihî kalıntıları üzerinde) gezinip durmaktadırlar. Şüphesiz bunda sağduyu sahipleri için âyetler vardır." (20/Tâhâ, 128)

Eğer tüm bunlara "ibret" gözüyle bakarsak, bugün içinde bulunduğumuz toplumun bazı kesimlerinin de helâk olmuş kavimlerden hiç de az sayılmayacak bir bozulma ve taşkınlık içinde olduğunu görebiliriz.

Özellikle -sosyete olarak da bilinen- "kavmin önde gelenlerinin" önemli bir bölümü, kıssalarda anlatılan helâk olmuş kavimlerden pek farklı değildir. Bu kesim, büyük çoğunluğu İslâm'ın hükümlerini bildiği halde, her türlü taşkınlığı ve sapkınlığı uygulamaktan çekinmemektedir. Müslümanlara karşı olan düşmanlıkları da herkesçe bilinmektedir.

İşin daha da ilginç yanı, içinde bulunduğumuz toplumda sayısı oldukça kabarık bir "Lût Kavmi"nin bulunmasıdır. "Kavmin önde gelenleri"yle birlikte toplu seks partilerine katılan homoseksüeller, Sodom ve Gomora'lı benzerlerini geride bırakacak sapkınlıklar sergiliyorlar. Özellikle İstanbul'da yaşayan belli bir kesim, Pompei'yi bile "aşmış" durumda...

İncelediğimiz bütün kavimler, mutlaka doğal sebeplerle gelen âfetler neticesinde cezâlandırılmışlardır (deprem, sel, fırtına, vs. gibi). Günümüzde aşırı giden ve eski kavimlerin işlediği suçları işleyen toplumlar da, benzer yöntemlerle cezâlandırılabilirler. Ülkemizde de durum pek farklı değildir. Özellikle İstanbul, halkı müslüman olan ülkeler arasında, eşcinsellik, cinsel sapıklık, dini inkâr etme ve alaya alma, sosyal adâletsizlik konularında önde giden bir şehir olmuştur.

Unutulmamalıdır ki Allah, dilediği anda dilediği insanı ya da toplumu helâk edebilir. Ya da dilediğini dünya hayatı boyunca normal bir şekilde yaşatır ve âhirette azaplandırır. Kuran’da, bu konuda şöyle bildirilir: "İşte Biz, onların her birini kendi günahı ile yakalayıverdik. Böylece onlardan kiminin üstüne taş fırtınası gönderdik, kimini şiddetli bir çığlık sarıverdi, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmedici değildi, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı." (29/Ankebût, 40)

Kuran’da, Hz. Mûsâ döneminde Firavun ailesinden olup da imanını gizlemekte olan bir mü’minin kavmine olan seslenişi de şöyle aktarılır: "Dedi ki: ‘Ey Kavmim, ben o fırkaların gününe benzer (bir günün felâketine uğrarsınız) diye korkuyorum. Nûh kavmi, Âd, Semûd ve onlardan sonra gelenlerin durumuna benzer. Allah, kullar için zulüm istemez ve ey kavmim, doğrusu ben sizin için o feryat gününden korkuyorum. Arkanızı dönüp kaçacağınız gün; sizi Allah'tan koruyacak yoktur. Allah, kimi saptırırsa artık onu doğruya yöneltecek bulunmaz." (40/Mü’min, 30-33)

Gönderilen tüm peygamberler imanını saklayan bu mü’min kişi gibi kavmini uyarmış, Kıyâmet gününü haber vermiş ve onları Allah'ın azâbı ile korkutmuşlardır. Her peygamber ve uyarıcının hayatı bu gerçekleri anlatmakla geçmiştir. Ancak her defasında gönderildikleri toplumlar onları yalancılıkla, maddî çıkar elde etmeye çalışmakla ya da üstünlük peşinde koşmakla suçlamış ve onların anlattıklarını düşünmeden, kendi yaptıklarını yargılamadan uygulamakta oldukları sistemlerini devam ettirmişlerdir. Bir kısmı daha da ileri giderek mü’minleri öldürmeye veya toplumdan sürmeye çalışmıştır. Peygambere iman edip itaat eden mü’minlerin sayısı ise her defasında çok sınırlı olmuş ve Allah yalnızca peygamberi ve ona inananları kurtarmıştır.

Aradan binlerce sene geçmesine ve mekânların, şekillerin, teknoloji ve medeniyetlerin değişmesine rağmen bahsedilen toplum yapısında ve inkâr sisteminde değişen pek bir şey yoktur; az önce vurguladığımız gibi, yaşadığımız toplumun bir kesimi, Kuran'da anlatılan kavimlerin tüm özelliklerini üzerinde barındırıyor. Tartıda adâletsizlik yapan Semûd Kavmi gibi bugün de sahtekâr ve dolandırıcılar azımsanmayacak sayılarda. Veya cinsel sapmaların doruğa ulaştığı Lût Kavmi'nden hiç de aşağı kalmayan ve her fırsatta da bazı çevreler tarafından savunulan bir "eşcinseller topluluğu" var. Ya da en az Sebe’ halkı kadar Allah'ın nimetlerine nankör ve isyankâr, İrem halkı kadar verilen zenginliğe şükretmeyen, Nûh Kavmi gibi itaatsiz ve mü’minlere karşı alaycı, Âd Kavmi kadar sosyal adâlete önem vermeyen bir kitle, toplumun büyük bir kesimini oluşturuyor.

Bunlar çok önemli işaretlerdir... Unutulmamalıdır ki, toplumlarda ne türlü değişiklik olursa olsun, teknolojik yönden ulaşılan seviye veya edinilen imkânlar, hiçbir önem taşımamaktadır. Bunlar, kimseyi Allah'ın azâbından kurtarıcı değildir. Kuran’da bu gerçek şöyle hatırlatılır: "Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler. Onlar güç bakımından kendilerinden daha üstün idiler, toprağı alt üst etmişler (ekmişler, mâdenler, sular arayıp çıkarmışlar) ve onu, kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Peygamberleri de onlara açık delillerle gelmişti. Demek ki Allah onlara zulmetmiyordu, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı." (30/Rûm, 9) (11)

 

Tarihin helâk olayları tekrarlanmasın, eski kavimlerin başına gelen bu âfetler, içinde yaşadığımız toplumlara ulaşmasın istiyorsak, helâk sebeplerini tümüyle terk etmek mecbûriyetimiz vardır. İbret alınmadığı müddetçe tarihin tekerrür edeceğini unutmamalıyız. Kur’an sırf ibret alalım, bizden öncekilerin başına neler gelmiş görelim ve aynı tehlikeli yolu tutmayalım diye yeryüzünde gezip eski kavimlerin durumunu öğrenmemizi ister. Bu gerekçelerle helâk olan kavimleri anlatır.

Türkçe’de tehlike olarak bilip kullandığımız kelimenin aslı, helâk kavramıyla ilgilidir. Helâk kelimesiyle tehlike kelimesi aynı kökü paylaşırlar. Tehlike (aslı, tehlüke): Helâke Sebep olan, helâke yani yok olmaya, büyük zarara sebep olabilecek durum demektir. İnsanlar tehlikeden, tehlikeli olan şeylerden kaçınmak ister. Bu, doğaldır; insanın kendini koruma fıtratıyla ilgilidir. Yok olmak, helâk olmak istemez insan. Ama insanların çoğu, tehlikenin ne olup olmadığı ve esas tehlikeye karşı nasıl bir tedbir aldıkları konusunda çoğunlukla aldanmaktadırlar.

Tehlike konusu, aynı zamanda şeytanın istismârına, insanın kendi hevâsına ve çevre putlarına uymasına da sebep olabilmektedir. Şeytan insana sanal tehlikeler gösterir. Esas tehlikeyi unutturur, hatta insanı esas tehlikeden kurtaracak şeyleri tehlike diye sunmaya çalışır. İnsanları özelllikle mal ve dünyalıklar konusunda korkuya düşürür. Onların dünyalıklara hırslarının artması için fakirliği silâh olarak kullanır, cimriliği ve aç gözlülüğü teşvik eder. Allah yolunda fedâkârlık yapmayı, infak etmeyi tehlike olarak gösterir. Maldan ve dünyalıklardan başka bir kutsal tanımayan insanlar, elbette şeytanın istediği noktaya gelen kimselerdir. Şeytan, bu gibi kimseleri çok rahat güdebilir. Onlara çok rahat kötülükleri yapmalarını emreder. Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği emreder/telkin eder…” (2/Bakara, 268)

İblis, kendine bağladığı, Hakk'tan yüz çeviren kimselerin yaptıklarının doğru, üzerinde bulundukları yolun sağlam olduğunu, inançlarında, sözlerinde ve işlerinde bir yanlışlık bulunmadığını onlara telkin eder. Onların yanlış ve sapık işlerini allayıp pullar. Böylece onların bu kötülüklere devam etmelerini sağlar (27/Neml, 24; 16/Nahl, 63).

Şeytan günahı, haramları, sağlığa zararlı, birey ve toplum için tehlikeli olan şeyleri tehlikeli olarak göstermeyip, içinde câzibe gösterir. Şeytan, onların amlellerini ziynetleyip süsler.” (16/Nahl, 63; 27/Neml, 24; 29/Ankebût, 28…). Tehlikeli olanları unutturmakla yetinmez; insanları Allah'ın rahmetinin ve affının geniş olması ile aldatır ve onları âhiretleri ve hatta dünyaları için tehlikeli şeylere teşvik eder, günahları süsler. Onlara sanki 'yiyin, için, zevkinize bakın, ibâdeti sonra yaparsınız, Allah nasıl olsa affedicidir, sizi de affeder' der. İman açısından, âhiret ve dünya saâdeti açısından tehlikeli olan şeyleri unutturarak, te’vil ettirerek, hiç değilse önemsiz göstererek insanları helâke sürükler. "...Sizi ğarûr/aldatıcı (olan şeytan), sakın Allah'a güvendirerek aldatmasın." (31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5)

Şeytan, insanları kendi yoluna dâvet etmek için birtakım araçlardan yararlanır. Bu araçların başında putlara tapmak, şirk, içki, kumar gibi şeyler gelir (5/Mâide, 90-91). Bu gibi şeyler, esasen şeytanın pis işlerindendir. Bunlardan sakınmak, şeytanın aldatmasından kurtulmak anlamına gelir. İçki ve kumar gibi alışkanlıklara dalanların akıl ve şuurları yerinde olmadığı için şeytanın oltasına kolay takılırlar. Bütün kötülüklerin anası olan içki, şeytanın işini kolaylaştırır. Şüphesiz ki İblis'in en önemli tuzaklarından biri de içki ve uyuşturucudur. İçki, insanın hem âhireti ve hem dünyası için ciddi bir tehlikedir. Günümüzde içkinin ve uyuşturucunun çokça tüketildiği toplumlarda şeytanın saltanatı ve düzeni hâkimdir. O toplumlarda yaşayan insanların çoğu, şeytanın iki ayaklı askerleri haline gelmişlerdir.

İçki gibi bütün günahlar, başta şirk ve küfür olmak üzere insanın âhiretini ve dünyasını mahveden tehlikelerdir. Kur’an, sırât-ı müstakîm yolcusuna bu tehlikeli hususları kırmızı ışık gibi “haram” işaretleriyle uyarmakta, tehlikeyi ve helâki bildirmektedir. Başta şirk olmak üzere her çeşit haram, tehlike ve uyarı işaretleriyle, Cennet yolcusu mü’min, yoldan sapmaması, kazâya uğramaması için İlâhî rahmet ikazlarıyla uyarılmaktadır. Peygamberler ve onların izinden giden âlim ve sâlih insanlar, bu yoldaki trafik görevlileri gibidir. Onların temel görevlerinden biri inzâr (uyarı, ikaz ve korkutma)dır.

Esas tehlike nedir? “(Mallarınızı) Allah yolunda infak edip harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın, ihsân/iyilik edin, doğrusu Allah muhsinleri, iyilik edenleri sever.” (2/Bakara, 195). Bu âyette müslümanlara, Allah yolunda mallarını infak edip harcamaları, cimrilik edip kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atmamaları, iyilik etmeleri, Allah'ın, iyilik edenleri sevdiği buyurulmaktadır. Buhârî'nin Huzeyfe'den naklettiğine göre âyet infak/sadaka hakkında inmiştir. Müslümanların İstanbul'u kuşattığı sırada bir müslüman, düşman saflarına hücum edip düşmanın arasına dalmış, sonra çıkıp gelmiş, herkes ona: "Subhânellâh! Kendisini tehlikeye attı!" diye bağırmış, Ebû Eyyûb (el-Ensârî) onlara: "Siz, âyeti yanlış yorumluyorsunuz. Bu âyet biz Ensâr hakkında inmiştir. Allah, dinini güçlendirip, dinin yardımcıları çoğalınca biz kendi aramızda: ‘Keşke artık biz mallarımızın başına dönsek de onlara baksak!’ demiştik de Allah bu âyeti indirdi." demiştir (Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, II/361-362; İbn Kesir, Tefsir, I/229).

Esas tehlike, Allah yolunda infak etmemek, fedâkârlık yapmamak, cihadın tüm şûbelerini hayata geçirmede yeterli gayret sarfetmemektir. Kısaca, Allah’ın tüm emirlerine tam bir teslimiyetle itaate yönelmemek, tüm yasaklarından kaçmaya çalışmamaktır. Helâk budur, tehlike budur. Esas tehlike, esas helâk; dünyada başa gelenler değil; âhiretteteki ebedî felâketlerdir.

“Allah ile birlikte başka bir ilâha/tanrıya tapıp yalvarma! O’ndan başka tanrı yoktur. O’nun zâtından başka her şey helâk (yok) olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.” (28/Kasas, 88). Var eden de, helâk edip yok eden ve edecek olan da Allah’tır. O’nun izni dışında helâk yoktur. O yüzden O istemedikçe dünyadaki bütün insanlar ve imkânları bir araya gelse bir insana en küçük bir zarar veremezler. O yüzden tehlike insanlardan gelecek olan şeyde değil; kendi elimizle yapacağımız suçların cezâsı olarak Allah’ın cezâlandırmasındadır.

İnsanoğlu, suçlu olduğunu, elleriyle yaptıklarından dolayı helâki hak ettiğini vicân mahkemesinin kararıyla anladığından dolayı, yakın gelecekteki helâk endişelerinin cezâsını şimdiden çekmeye başladı. Medyada sık sık yakın gelecekteki kıtlıktan, kuraklıktan, iklim değişikliklerinden bahsediliyor. İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde (şehirde ve kırda) fesat yayıldı, düzen bozuldu, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” (30/Rûm, 41). Toplumsal fesâda ve yeryüzünün düzenini bozacak çevre felâketlerine yol açacak zararlı davranış ve kötü fiillere, ibret olsun diye dünyadayken verilen karşılıklar için “bir kısmı” denmekte ve asıl cezânın âhirette olduğuna işaret edilmektedir.

Kur’an’a teslim olup onun hükmünü tatbik etmeyen insanlar, kendini ve nesillerini de mahvedip helâk edilmesine sebep olacak fesattan kurtulamıyorlar. Ozon tabakasının delinmesi, uzayın birsürü uydularla kaplanması, “yıldızlar savaşı” diye ad verilen, içinde toplu katliamlara yol açacak silâhların uzayda bile cirit atması, ormanların mahvedilmesi, zararlı zannedilerek sayısız haşeratın topraklardan, arâzilerden yok edilmesi, denizlerin petrol ve benzeri atıklarla kirletilmesi, insanın helâkini hazırlayan ve kısmen şimdiden cezâsını çektiği fesat cinsinden hemen sayılabileceklerdir. Bu fesat ve fitnenin cezâsı, sadece onu yapmaktan çekinmeyen uluslara ve devletlere has değildir. Dünyayı kirletip fesâda boğanlar, bunun cezâsını mâsum insanlara da çektiriyorlar. Kur’an, bizi uyarmaktadır: “Öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (tüm insanlara sirâyet eder, hepsini perişan eder). Bilin ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25) “...İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah ve fesat) yüzünden hepimizi helâk edecek misin? ...Bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen bağışlayanların en iyisisin.” (7/A’râf, 155)

Filmlerde çeşitli tehlike sahneleri, artık yerini helâk sahnelerine bırakıyor. Toplumsal helâk senaryoları romanların ve filmlerin temel konusu gibi oldu. Armagedon, Altıncı Element, Yarından Sonra gibi filmler, bir taraftan yaklaşan helâkin sinyallerini verirken, diğer yandan bu yaşayışın çıkmaz sokağını, yolun sonunun nasıl bir helâk olduğunun cezâsını da düşündürüyor, hatta sanal âlemde de olsa, psikolojik olarak kısmen yaşatıyor. Küresel ısınma, çölleşme, buzullaşma gibi insanın iklim değişikliklerine sebep olabilecek küresel fitne ve fesatlarının sonuçlarını, Allah bilir ama, bu çağın insanı tadacağa benziyor. Batının gidişi, teknolojinin aldığı boyut, uygarlık diye takdim edilen İslâm dışı dünya görüşünün durumu, toplu helâkleri paratoner gibi çekiyor. Kıyâmet senaryoları yetmiyor, Tanrıyı kıyâmete zorlama(!) faâliyetleri için Ortadoğudaki Müslümanlar, uygar Batının insanat bahçelerini dolduranlar tarafından, sözüm ona insan eliyle helâk edilmeye çalışılıyor. Aslında kıyâmeti, çevre felâketlerinin yol açacağı bir tabiat olayı olarak düşünmek, Kur’an’daki kıyâmet olayını çarpıtmak demektir. Bütün bunlarla birlikte, Kıyâmeti unutan, Kıyâmet sonrasına hazırlanmayan, hatta Kur’an’daki Kıyâmet olayını inkâr eden insan, bunun dehşetini istemese de daha şimdiden yaşıyor. Ne dersiniz, bu tehlikeli gidiş tümüyle helâke doğru değil mi? Toplumlar şimdiden helâki yaşamaya başlamadılar mı? Helâk gelip çatmadı mı?!

“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (42/Şûrâ, 30)

“Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.” (4/Nisâ, 79)

“Mü’minin konuşması zikir, susması fikir, bakışı ibrettir.” (Hadis-i Şerif rivâyeti)

“Dört şeyde tehlike vardır: Sultana/yöneticilere yakınlık, kötülerle dostluk, dünya sevgisi, kadın düşkünlüğü.”

“Kötü insanlar vardır ki, hiç iyi tarafları olmasa, daha az tehlikeli olurlardı.”

“Helâk ve felâket gibi hoca az bulunur.”

“Bir musîbet, bin nasihatten evlâdır.”

“Helâk ve felâket gelip çatmadan önce, açık veya kapalı bir şekilde geleceğini mutlaka haber verir.”

“Helâk ve felâket, çoğu zaman güle oynaya gelir.”

“Büyük tehlike, asla küçük tehlikeyi göze almadan yenilemez!”

“Hiçbir tehlikenin baş göstermeyeceğine inanmak, çok tehlikelidir.”

“Dünyevî tehlikeler, âhiretteki büyük tehlikeden korkan insanları yıldıramaz!”

“Korkacaksan, asıl âhiretinin mâruz kaldığı tehlikelerden kork. Korumak istiyorsan, önce mânevî varlığını koru!”

“Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş emel onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!” (15/Hicr, 3). Yakında, çok yakında!

 

 

Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 25, s. 196-198

Abdülkerim Zeydan, İlâhî Kanunların Hikmetleri, s. 150-158

A. Zeydan, a.g.e., s. 161-162

Vecdi Akyüz, Kur’an’da Siyasi Kavramlar, Kitabevi Y., s. 260-261

A. Zeydan, A.g.e. s. 165-174

Ekrem Sağıroğlu, Kur'an'da İnsan ve Toplum, Pınar Y., s. 70-71

Kur’an Okulu, Hanif Y. 9. cüz

A. Zeydan, A.g.e., s. 118-120

Nuri Tok, Kur'an'da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, s. 86-87

Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 183-184)

Hârun Yahya, Kavimlerin Helâki, Vural Y.

 

 

 

Helâk Kavramıyla İlgili Âyet-i Kerimeler

A- Helâk Kelimesi (H-l-k) ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 68 Yerde): 2/Bakara, 195, 205; 3/Âl-i İmrân, 117; 4/Nisâ, 176; 5/Mâide, 17; 6/En’âm, 6, 6, 26, 47, 131; 7/A’râf, 4, 129, 155, 155, 164, 173; 8/Enfâl, 42, 42, 54; 9/Tevbe, 42; 10/Yûnus, 13; 11/Hûd, 117; 12/Yûsuf, 85; 14/İbrâhim, 13; 15/Hıcr, 4; 17/İsrâ, 16, 17, 58; 18/Kehf, 59, 59; 19/Meryem, 74, 98; 20/Tâhâ, 128, 134; 21/Enbiyâ, 6, 9, 95; 22/Hacc, 45; 23/Mü’minûn, 48; 26/Şuarâ, 139, 208; 27/Neml, 49; 28/Kasas, 43, 58, 5959, 78, 88; 29/Ankebût, 31; 32/Secde, 26; 36/Yâsîn, 31; 38/Sâd, 3; 40/Mü’min, 34; 43/Zuhruf, 8; 44/Duhân, 37; 45/Câsiye, 24; 46/Ahkaf, 27, 35; 47/Muhammed, 13; 50/Kaf, 36; 53/Necm, 50; 54/Kamer, 51; 67/Mülk, 28; 69/Hakka, 5, 6, 29; 77/Mürselât, 16; 90/Beled, 6.

B- Helâki Hak Eden Kâfir Kavimlerin Bazı Özellikleri

a- Kâfirler, Peygamberlerden İnanmayacakları Mûcizeler İsterler: 6/En'am, 37, 57-58; 10/Yunus, 48-53; 11/Hûd, 32-33; 14/İbrâhim, 9-10; 15/Hıcr, 14-15; 18/Kehf, 55; 20/Tâhâ, 133-135.

b- Kâfirler, Allah’ın Nimetinden Dünyada Faydalanırlar: Bakara, 126; A’râf, 32; Hıcr, 3; İsra, 20; Taha, 131; Enbiya, 44; Mürselat, 46.

c- Kâfirlerin Yaptıkları İyi İşler Boşa Gider: Bakara, 217; Al-i İmran, 117; Maide, 5; A’râf, 147; İbrâhim, 18; Kehf,103-106; Nur, 39-40; Furkan, 23, 77; Zümer, 47; Muhammed, 1, 3, 8-9, 32.

d- Allah ve Melekler Kâfirlere Lanet Eder: Bakara, 161-162

e- Kâfirlerin Malları ve Evlatları Kendilerine Fayda Vermez: Al-i İmran, 10, 91, 116; Maide, 36; En’am, 70; A’râf, 48; Ra’d, 18; Meryem, 77-80; Casiye, 10; Mücâdele, 17; Hakka, 25-29; Leyl, 8-11; Hümeze, 2-6; Leheb, 1-3.

f- Kâfirler, Allah'a Zarar Veremezler, Zararları Kendilerinedir: Al-i İmran, 176-177; Muhammed, 32.

g- Allah Kâfirlere Mühlet (Süre) Verir: Al- İmran, 178; En’am, 44; A’râf, 182-183, 186; Yunus, 11; Hûd, 8; Ra’d, 32; Hıcr, 2; Meryem, 75; 83-84; Enbiya, 39-40; Hacc, 44; Lokman, 24; Şura, 21; Mürselat 46; Tarık, 17.

h- Kâfir Olarak Öleceklerin Tevbesi: Nisa, 18, 168-169.

C- Kâfirlerin Cezâsı ve Helâki

a- Kâfirlerin Cezâsı: Bakara, 39, 104, 161-162, 210, 217, 257; Al-i İmran, 11, 56, 151, 176-177; Nisa, 56; Maide, 36-37; 86; En’am, 70; A’râf, 38, 40-41, 50-51; Yunus, 4, 7-8; Hûd, 111; Ra’d, 5; İbrâhim, 2-3; 16-17; Nahl, 24-25, 29, 104; Kehf, 29, 106; Hacc, 19-22, 51, 57; Nur, 57; Furkan, 34; Ankebut, 68; Secde, 14; Ahzab, 64-65; Fâtır, 7, 36; Zümer, 32; Fussılet, 26-28; Şura, 8, 26; Zuhruf, 74-76; Casiye, 10-11; Muhammed, 11; Teğabün, 10; Hakka, 35; İnşikak, 24; Fecr, 1-5.

b- Kıyâmet Günü Kâfirlerin Durumu: A’râf, 38-39, 48; Yunus, 45-46, 54; İbrâhim, 21-22, 28-29, 49-50; Hıcr, 2, 922-93; Nahl, 27, 84-85; İsra, 72; Kehf, 102-104, 124-127; Furkan, 11-14, 22, 27-29; Neml, 83-85; Rum, 12, 14-16, 55-57; Secde, 12; Ahzab, 66-68; Fatır, 36-37; Yasin, 48-53; Zümer, 47-48, 71-72; Mü’min, 10-12, 71-72; Fussılet, 19-24; Şura, 22, 44-46; Duhan, 47-50; Casiye, 27, 31-35; Ahkaf, 20, 34; Tur, 11-16; Kamer, 6-8; Rahman, 39, 41, 43-44; Vakıa, 41-46, 51-56; Teğabün, 9; Tahrim, 7; Mülk, 6-11; Müddessir, 8-10; İnsan, 4; Mürselat, 19, 24, 29-37, 45, 47-49; Nebe’, 21-30; Naziat, 34-39; İnfitar, 14-16; Mutaffifin, 15-17; inşikak, 10-14; Tarık, 10; A’la, 11-12.

c- Kâfirler, Azâbı Gördükleri Zaman Tekrar Dünyaya Dönmek İsteyecekler: Fatır, 37; Mü’min, 10-11; Fussılet, 24; Şura, 44; Fecr, 24.

d- Kâfirlerin Ölümü: Nahl, 28-29, 33-34; Muhammed, 34; Vakıa, 83-87, 92-94; Naziat, 1, 4.

e- Küfre Önderlik Edenlerin Cezâsı: Nahl, 24-25, 88.

f- Kâfirler, Azâbı Gördüklerinde Yok Olmak İsteyeceklerdir: Furkan, 13-14; Zuhruf, 77-78; Nebe’, 40; İnşikak, 10-11.

g- Kâfirlerin Amellerinin Misali: Nur, 30-40.

h- Kâfirler, Kurtuluşa Eremezler: Kasas, 82.

D- Zâlimlerin Cezâsı

a- İnkâr Ederek Zâlim Olanlar ve Cezâları: 2/Bakara, 165, 254; 5/Mâide, 29; 6/En'âm, 33; 10/Yûnus, 39, 52; 11/Hûd, 19, 113; 14/İbrâhim, 22; 19/Meryem, 72; 21/Enbiyâ, 29; 25/Furkan, 37, 207; 40/Mü'min, 52; 42/Şûrâ, 8, 21-22, 42; 68/Kâlem, 12.

b- Zâlimlere Verilen Mühlet (Süre): 11/Hûd, 100-102; 14/İbrâhim, 42-43; 16/Nahl, 61.

c- Zâlimler Lânetlenmişlerdir: 7/A'râf, 44; 11/Hûd, 18.

d- Zâlimler, Kurtuluşa Eremezler: 6/En'âm, 21, 135; 12/Yûsuf, 23; 28/Kasas, 37.

e- Kıyâmet Günü Zâlimler Azâbı Görünce Tekrar Dünyaya Dönmek İsterler: 14/İbrâhim, 42-44; 25/Furkan, 27; 39/Zümer, 24.

f- Mü'minlere Zulüm Yapanların Cezâsı: 85/Bürûc, 10.

g- Allah, Zâlimlerin Kimini Kimine Musallat Eder: 6/En'âm, 129.

h- Allah, Zâlimleri Başarıya Ulaştırmaz: 2/Bakara, 258; 6/En'âm, 21; 14/İbrâhim, 27; 46/Ahkaf, 10.

i- Zâlimler, Allah'ın Rahmetine Eremezler: 2/Bakara, 124.

j- Allah Zâlimleri Affetmez: 4/Nisâ, 168-169; 5/Mâide, 72.

k- Allah'ın Azâbı Zâlimleredir: 6/En'âm, 47; 11/Hûd, 100-102, 117; 22/Hacc, 45; 27/Neml, 52; 29/Ankebût, 40; 32/Secde, 22.

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y.

Kavimlerin Helâki, Hârun Yahya, Vural Y.

Allah’ın Yok Etmesi ve Yok Olan Toplumlar, Veysel Özcan, Mirfak Y.

Allah’ın Gazapları, (Tarihî roman), Râgıp Şevki Yeşim, 4 cilt, Huzur Y.

Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y.

Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. Helâk ve Tehlüke md. c. 25, s. 196-198

Sünnetullah md. Muhiddin Bağçeci, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 463-465

Kur’an’da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, İnsan Y.

Kur’ân-ı Kerim’de Kavimler ve Toplumlar Âd, Semûd, Medyen, S. Süleyman Nedvî, İnkılâb Y.

Lânetlenmiş Kişiler ve İşler, Mehmet Emre, Erhan Y.

Rabbanî Yol ve Sünnetullah, Said Hakim, İnsan Dergisi Y.

Sünnetullah, -Bir Kur’an İfâdesinin Kavramlaşması-, Ömer Özsoy, Fecr Y.

İlâhî Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), Abdülkerim Zeydan, çev. Nizameddin Saltan, İhtar Y.

Kitabu’l-Esnâm, İbn Kelbî, Tevhid Y.

Kur’an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.

Kur’an Kıssaları Üzerine, İdris Şengül, Işık Y.

İlmî ve Edebî Yönleriyle Kur’an Kıssaları, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.

Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, Cevdet Said, çev. İlhan Kutluer, İnsan Y.

Toplumsal ve Kültürel Değişme, Mahmut Tezcan, Ank. Üniv. Eğitim Bilimleri Fak. Y.

Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Emre Kongar, Bilgi Y.

Türkiye’nin Çöküşü, Hüseyin Kâzım KÂdri, Hikmet Neşriyat

Sosyal Meselelerimiz ve Sosyal Değişme, Mustafa Erkal, Mayaş Y.

Toplumsal Değişim Kuramları, Richard A. Appelbaum, çev. Türker Aklan, T. İş B. Kültür Y.

Modern Dünyaya Başkaldırı, Jius Evola, çev. Fevzi Topaçoğlu, İnsan Y.

el-Medinetü’l-Fâzıla, Fârâbî, çev. Naifiz Danışman, MEB Y.

Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi ve Hz. Peygamber, Mevdudi, çev. Ahmed Esrar, Pınar Y.

Kur’ân-ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücâdelesi, M. Solmaz, İ. Lütfi Çakan

Kur’an’a Göre Hz. Mûsâ, Firavun ve Yahûdiler, Necati Kara, Seha Neşriyat

Firavun, Hâmân ve Karun Karşısında Hz. Mûsâ, Ali Sayı, İz Y.

Kur’an’da Tarih Kavramı, Mazharuddin Sıddîkî, çev. Süleyman Kalkan, Pınar Y.

İslâm’ın Tarih Yorumu, İmÂdüddin Halil, çev. Ahmet Ağırakça, Risale Y.

Tarihin Yorumu, İmÂdüddin Halil, Mazharuddin Sıddîkî, terc. M. Beşir Eryarsoy, Düşünce Y.

İslâm Tarihi Bir Yöntem Araştırması, İmÂdüddin Halil, çev. Ubeydullah Dalar, İnsan Y.

İslâmî Açıdan Tarihe Bakışımız, Muhammed Kutub, çev. Talip Özdeş, Risale Y.

Tarih ve Toplum, Murtaza Mutahharî, terc. Cengiz Şişman, Yöneliş Y.

İnsan ve Tarih, M. H. Beheşti, C. Bahonar, terc. Ahmet Erdinç, Bir Y.

Tarihselciliğin Sefaleti, Karl R. Popper, çev. Sabri Orman, İnsan Y.

Kur’an Coğrafyası, Ali Akpınar, Fecr Y.

Niçin İslâm Sosyolojisi, İlyas Ba-Yunus, çev. İlham Güner, AKâbe Y.

İslâm Sosyolojisi Bir Giriş Denemesi, Ba-Yunus, çev. Rıdvan Kaya, Bir Y.

Din Sosyolojisi, Amiran Kurtkan Bilgiseven, Filiz Kitabevi

Sosyoloji Tarihi, N. Şazi Kösemihal, İst. 1974

Mukaddime, İbn Haldun, çev. Süleyman Uludağ, Dergâh Y.

İbn Haldun’a Göre İnsan-Toplum-İktisat, İbrâhim Erol Kozak, Pınar Y.

Ana Konularıyla Kur’an, Fazlurrahman, çev. Alpaslan Açıkgenç, Fecr Y.

Modern Çağda İslâmî Meseleler, Ebu’l Mevdûdî, çev. Yusuf Işıcık

İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Toshihiko İzutsu, çev. Selahaddin Ayaz, Pınar Y.

Kur’an ve Psikoloji, M. Osman Necati, çev. Abbas Arab,

Kur’an’da Edebî Tasvir, Seyyid Kutub, çev. Süleyman Ateş, Hilal Y.

Kur’an’da Günah Kavramı, SAdık Kılıç, Hibaş Y.

İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, çev. Ali Turgut, Yöneliş Y.

Kur’an ve Sünnet Üzerine Makaleler, Hikmet Zeyveli, Birun Y. (Kur’an Kıssaları, ) s. 161-170

Her Nemrud'a Bir İbrâhim, Zübeyir Yetik, Beyan Y. s. 80-100

İmamlar ve Sultanlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 8-10

Kötülük Odakları, Firavun, Zübeyir Yetik, Beyan Y.

Kur'an'da Firavun, Mevdudi, Çizgi Y.

Firavun, Hâmân ve Karun Karşısında Hz. Mûsâ, Ali Sayı, İz Y.

TDV İslâm Ansiklopedisi, Celâl Kırca, Âd md.

El Kirliyse Yıkanır, Ya Toplum Kirliyse, Mehmet Ali Kılıçbay, Türkiye Günlüğü, s. 30, Eyl-Ek. 94

Kur’an Sosyolojisi, Lütfullah Cebeci, İslâmî Araştırmalar, s. 3, Ocak 1987

İbn Haldun Sosyolojisi, Satı el-Husrî, çev. Mehmet Bayyiğit, SÜİFD, sayı 4, Konya 1994

Hz. Nûh Aleyhisselâm, M. Necati Bursalı, Ölçü Y.

Nûh Tûfânı, Ahmed Ersöz, T.Ö.V. Y.

Nûh’un Gemisine Binmek, Ali Bulaç, İz Y.

Nûh Peygamberin Seyir Defteri, Yalçın Pekşen, Cep Kitapları Y.

Peygamberler, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.

Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdülkerim Süruş, Kıyam Y.

Peygamberler Tarihi, M. Âsım Köksal, T. Diyanet Vakfı Y.

Peygamberler Tarihi, İlhami Ulaş, Osmanlı Y.

Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş, Nesil Basım Yayıyn

Peygamberler Tarihi, Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y.

Peygamberler Tarihi, Mehmet Dikmen, Cihan Y.

Peygamberler Tarihi, 1, 2, 3, Ahmet Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.

Peygamberler Tarihi, Ahmet Behçet, Uysal Kitabevi Y.

Peygamberlerden Kıssalar, Muhammed el-Habeş, İklim Y.

Peygamberlerin Hayatı, Seyyid Kutub, Ravza Y.

Peygamberlerin Hayatı, S. Kutub-Abdülkadir Cûde es-Sahhar, İslâmoğlu Y.

Peygamberlerin Hayatı, Ebu'l Hasan en-Nedvî, Risale Y.

Peygamberlerin Kıssaları, Ebu'l Hasan en-Nedvî, Arslan Y.

Peygamberlerin Mûcizeleri, H. İbrâhim Acıpayamlı, Tuğra Y.

Peygamberlik ve Peygamberler, Muhammed Ali Sâbûni, Kültür Basın Yayın Birliği Y.

Kur'an-ı Kerim'e Göre Peygam. ve Tevhid Mücâdelesi, 1, 2, 3, M. Solmaz, İ. L. Çakan, Nesil/Ensar Y.

Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi ve Hz. Peygamberin Hayatı, Mevdudi, Pınar Y. s. 305-308

Peygamberler Tarihi, Çekirdek Y. Ferhat Koç, s. 16-20

Kur'an'da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara, Gonca Y.

Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.

Kur'an'ın Tanıttığı Peygamberler, A. Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.

Âyetler Işığında Peygamberler Tarihi, Muhammed Ali Sâbûnî, Ahsen Y. s. 301-331

İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, Abdullah Aydemir, T.D.V. Y. s. 47-55

Kur'ân-ı Kerim Işığında Nebîler Silsilesi, Osman Nuri Topbaş, Erkam Y.

Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, Ahmed Cevdet Paşa, Akit Y. c. 1, s. 8-9

Tefsirde İsrâiliyyât, Abdullah Aydemir, D.İ.B. Y. s. 281-291

Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.

Kur'an Coğrafyası, Ali Akpınar, Fecr Y.

Kur'an'da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 78-80

İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y. s. 28-35

Kur’an Okulu, Hanif Y. 9. cüz

Kütüb-i Sitte, c. 4, s. 215-216, 340-343; c. 6, s. 400; c. 12, s. 374-382; c. 17, s. 167; 7/109-110 (Helâkin gelmesi); 6/254 (Lût kavmi); 4/384-385 (Sâlih kavminin helâki);

Tebliğ Sürecinde Kur’an Kıssaları, Cengiz Duman, Haksöz sayı, 30, Eylül 93

Nûh Peygamber’in Tebliğ Mücâdelesindeki Örneklik, Hak Söz, Cengiz Duma, sayı 50, (Mayıs 1995), s. 39-41

Kur’ân-ı Kerim ve Kıssalar, -Kur’an Kıssalarının Vâkiliği Problemi-, Ömer Mahir Alper, Haksöz, sayı 50, Mayıs 95

Lût Kavminin İzlerini Ararken, Ahmet Sarbay, Tarih ve Medeniyet Dergisi, 12, Şubat 1995

Kur’an’ın Kur’an’la Tefsiri Metoduna Bir Örnek: Bağî ve Âdî, Şeyh Muhammed Hâdi Ma’rifet, Evrensel Mesaj, Ekim 99

Âd Kavmi ve Hz. Hûd, Cengiz Duman, Haksöz, sayı 38, Mayıs 94

Sâlih (a.) ve Semûd Kavmi, Cengiz Duman, Haksöz, sayı 39, Haziran 94

Cinsellik Bunalımı ve Hz. Lût, Cengiz Duman, Haksöz, sayı 40, Temmuz 94

Yunus (a.s.) ve Tevhidî Mücâdelede Sabır, Cengiz Duman, Haksöz, sayı: 35-36, Şubat-Mart 94

Hz. Yusuf’un Mücâdele Örnekliği I-II, Cengiz Duman, Haksöz, sayı: 55-56, Ekim-Kasım 95

Büruc Sûresi ve İşkence, Cengiz Duman, Haksöz 41-42 (Ağustos-Eylül 94) s. 66-68

Yeryüzünde İlâhî Adâleti Uygulama Görevi Mü’minlerindir, Fevzi Zülaloğlu, Haksöz 71 (Şubat, 97)