6/En’âm, 141; Kavram, 179
İ S R Â F
İsrâf
; Anlam ve MâhiyetiMüsrif;
İsrafçı, SavurganCimrilik;
İsrâfın Zıddı Olan Aşırılıkİktisad; Harcamada Orta Yol
Cömertlik; Allah’
ın Verdiğini Allah Yolunda SarfetmekSaç
ıp Savuranlar Şeytanın KardeşleridirKur’ân-
ı Kerim’de isrâf KavramıHadis-i
Şeriflerde İsrâf KavramıReklâm;
İsrâfı Emreden Şeytânî İllüzyonKapitalizm; Tüketimi ve
İsrâfı Dayatan RejimMal; Dünya Varl
ığıR
ızıktaki Farklılığın HikmetleriR
ızık Genişliği İmtihanı Karşısında Müslümanın Tutumuİnfak
; İsrafın Alternatifiİnfakın Fayda
ve HikmetleriMal Y
ığmaYeme-
İçmede İsrafTefsirlerden
İktibaslarTüketim Ç
ılgınlığı ve İnsanımızDünyaya,
İsrafla Harcamak İçin Değil; Âhirete Azık Postalamaya Geldik!
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَهُوَ الَّذِي أَنْشَأَ جَنَّاتٍ مَعْرُوشَاتٍ وَغَيْرَ مَعْرُوشَاتٍ وَالنَّخْلَ وَالزَّرْعَ مُخْتَلِفًا أُكُلُهُ وَالزَّيْتُونَ وَالرُّمَّانَ مُتَشَابِهًا وَغَيْرَ مُتَشَابِهٍ كُلُوا مِنْ ثَمَرِهِ إِذَا أَثْمَرَ وَآتُوا
حَقَّهُ يَوْمَ حَصَادِهِ وَلَا تُسْرِفُوا إِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ
“Çardaklı ve çardaksız (asmalı ve asmasız üzüm) bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmaları, ekinleri birbirine benzer ve benzemez biçimde zeytin ve narları yaratan O’dur. Her biri ürün verdiği zaman meyvesinden yiyin. Devşirilip toplandığı gün de hakkını (zekât ve sadakasını) verin, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri/israf edenleri sevmez.” (6/En’âm, 141)
İsrâf; Anlam ve Mâhiyeti
İsrâf; İnsanın sahip olduğu nimetleri gereksiz ve aşırı tüketmesi demektir. Bu tür bir davranış, İslâm tarafından uygun görülmemiş ve insanoğlunun yeme, içme ve harcama konusunda belirli bir denge içerisinde kalması istenmiştir. Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Kerîm'in çeşitli yerlerinde bu hususa işaret etmiştir:
"Elini bağlı olarak boynuna asma. Onu büsbütün de açıp saçma. Sonra kınanmış pişman bir halde oturup kalırsın" (17/İsrâ, 29). Burada "boynuna asma" tâbirinden cimrilik etmenin kasdedildiği belirtilmektedir. "Açıp saçma" tâbirinden kasdın ise, israf olduğu belirtilmektedir. Bu iki husus da birbirinin zıddı olan fakat tasvip edilmeyen alışkanlıklardır. İkisinde de hem kişiye hem de topluma sayısız zararlar bulunmaktadır.Başka bir âyette Cenâb-ı Hak, "Ey Âdemoğulları, her mescide gidişinizde temiz ve güzel elbiselerinizi giyin. Yiyin için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez" (7/A'râf, 31) buyurur. Cimrilik, meşrû bir şeyden faydalanmaktan nefsi mahrum bırakmaktır. İslâm ise, meşrû sınırlar içerisinde kişiyi faydalanmakla mükellef tutar, haram kılınmamış bir şeyi insanların haram olarak kabul etmelerinden hoşlanmaz. Çünkü hayatın güzelleştirilmesi, çirkinliğe ve israfa kaçmaksızın gerçekleştirilmelidir. İsraf hem fert ve hem de toplum için bir bozuluştur. Hepsi bu yolda verilse bile, Allah yolunda malı infâk etmek israf değildir.
Hz. Peygamber ve ashâbının; "Yüce Allah dağ gibi altın verse, bunu O'nun yolunda harcamayı temenni ettikleri" nakledilmektedir (bk. Buhârî, Fedâilü's-Sahâbe 6, Temennî 2, Zekât 4; Müslim, Münâfîkîn 52, Zekât 31, Fedâilü's-Sahâbe 221, 222; İbn Mâce, Mukaddime 10, Zekât 3). Bu yönüyle israf, İslâm'ın ileri derecede hoş görmediği lüks hayattan kaynaklanmaktadır. Servetin büyüyüp lüks uğruna harcanması sonucuna gitmemesi için malın zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olması İslâm tarafından reddedilmiştir (bkz. 59/Haşr, 7). Bu yüzden lüks, bir toplum için "şer" kabul edilmiştir. Lüksün hoş görülmediği ve haram kılındığı konusunda çeşitli nasslar bulunmaktadır. Ancak buradaki lüks'ü ileri teknoloji ürünü âletleri evimize sokma şeklinde anlamak yanlıştır. Burada lüksten içki, kumar, fuhuş, aşırı giyim, gücünun üzerinde gereksiz harcamalar, gurur-kibir, şan ve şöhret için ziyafet düzenlemeler gibi harcama ve yaşantılar kastedilir.
Kur'ân-ı Kerîm bazen tarih boyunca lüks ve rahat bir hayat sürenlerden söz eder. Bu tür halklar kendilerini helâke sürükledikleri gibi onlara uyanları da aynı âkıbete götürmüşlerdir. Bir toplumda lüks içerisinde olanlar varsa, mutlaka orada zayıf durumda olan mağdur kesimler de bulunur. Refah ve lüks içerisinde olanlar hasta ve rahat hayatlarına tutkundurlar. Şehvet ve lezzetlerine bağlıdırlar. Kur'an-ı Kerîm bu tür sapmış ve haddi aşmış toplumların isyan içerisinde bulunduklarından söz etmektedir. "Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşlere, besili atlara, hayvanlara ve ekinlere karşı duyuları aşırı istek, insanlara süslü gösterildi. Oysa bunlar, sadece dünya hayatının geçici malıdır. Varılacak güzel yer ise Allah'ın katındadır" (3/Âl-i İmrân, 14). "Biz herhangi bir ülkeye bir uyarıcı göndermişsek, oranın zengin ve şımarık ileri gelenleri, mutlaka; 'Biz, sizin getirdiklerinizi inkâr ediyoruz' demişlerdir" (34/Sebe', 34)
İsraf, ferdin olduğu kadar İslâm toplumuna yön verecek otoritelerin de dikkat etmesi gereken bir husustur. Tüketici, gerekli ihtiyaç maddelerinden kabul edilen malları harcarken de, gereğinden fazla harcamamaya dikkat etmek durumundadır. Kişinin iyi bir hayat sürmesi için yapacağı harcamalara hiçbir şekilde sınırlama getirilemez. Elverir ki, bu harcamalar etkinliğin artmasına ve İslâm'ın gerçek bir müslümandan toplum içinde beklediği hizmetlerin yerine getirilmesine yarasın.
Öte yandan "kıt kaynaklar" iddiasına rağmen sınırsız ihtiyaçlara göre üreten Batı iktisat sistemi tabii kaynakları alabildiğine israf eder. Oysa israf fikrinin olmadığı bir İslâm toplumu kaynakları verimli olarak kullanır. Yine İslâm toplumunda ihtiyaçları öncelikle zarûretler tâyin eder. İslâm, kaynaklarla ihtiyaçlar arasındaki ilişkileri esasta israfın bertaraf edilmesi gereği açısından düzenler. İsraf yasağı temeli üzerinde oluşan İslâmî üretim tarzı, İslâm devletine tâbi olanların beslenme, barınma, giyinme, ulaşım ihtiyaçlarını yeterli olarak karşılamak hedefine yöneliktir. Bu üretim tarzında ihtiyaç dolayısıyla tüketim, ilk sevkedici güçtür. Çağdaş kapitalist sistemde ise tüketimin sevkedicisi üretimdir. Üretim yapıldığı için insanlar tüketmek durumundadırlar. Tüketim için hevâ, yani asınırsız arzular, oldukça câzip pazarlama ve reklâm faâliyetleriyle sürekli olarak kamçılanır. Böylece ihtiyaçlar üretimin peşinde koşar.
Kapitalizmin tüketim hırsı, sınır tanımayan, açgözlü bir insan tipi ortaya çıkarmıştır. İslâm'da gerçekleştirilen üretimin hedefi insandaki maddî tatmini mânevî sahaya aktarmakla bu ihtiyacı giderir. Bir müslümanın tüketim sahasında göz önünde tutacağı başlıca esaslar, haramdan kaçınma, helâlinden tüketme, temizlik, aşırılıklardan kaçınma, sağlığını tehlikeye düşürmeme ve çevredekileri de hesaba katma şeklinde ortaya çıkar.
İslâm, israf yasağı ile özel mülkiyet hakkına bir sınır getirmiş ve servet kimin olursa olsun, onda toplumun hakkı bulunduğu ilkesini benimseyerek, israfla bu hakkın yok edilmesine engel olmak istemiştir. İslâm'ın yasak ettiği her türlü harcama, -içki, kumar, uyuşturucu maddeler gibi- kişiye ve topluma hiçbir yararı olmayan ve insanı başkalarına muhtaç hale getirecek kadar ölçüsüz yapılan bağış ve harcamalar israf sayılmıştır. Yalnız israf kavramını daha geniş tutmak ve maddî-mânevî her türlü servet ve imkânın boşu boşuna harcanmasını israf olarak değerlendirmek mümkündür.
Sağlık, Allah'ın bize bir lütfu, bir nimetidir. Zaman yine bir nimettir. Sağlığımıza dikkat etmemek, zamanımızı boşa harcamak israftır ve bunun hesabı bizden sorulacaktır. Gereksiz olarak musluktan akıtılan su, yakılan elektrik israftır; Bütün ümmete ait olan nimetlerin boşa harcanmasıdır. (1)
‘İsraf’ kavramı, ‘serefe’ kökünden türemiştir. Kelime anlamı; herhangi bir işte normal olan sınırı aşmak, aşırı olmak demektir. Ayrıca, ihtiyaçtan fazla tüketmek, gereksiz yere harcama yapmak, savurganlık yapmak gibi anlamlara da gelir. Her türlü haddi (sınırı) aşmak, insanın ve onun içinde yaşadığı toplumun dengesini bozar onları huzursuzluğa götürür. İster harcamlarda aşırılık olsun, isterse davranışlarda aşırılık olsun sonuç aynıdır.
Kur’ân-ı Kerim, aşırıya kaçan, harcamalarında ve davranışlarında dengeyi kaçıran kimselerin yaptıklarını hoş görmemektedir. İsraf, sapmaların, bozulmaların, haksızlıkların, bozgunun kaynaklarından biri olarak gösterilmektedir. İsraf yapanlara ‘müsrif’ denir.
Kur’an’da İsrafın Mânâları: Kur’an bu kavramı iki anlamda kullanmaktadır.
Birincisi; ‘haddi (sınırı) ve ölçüyü aşmak anlamındadır ki, bu aynı zamanda inkârcıların bir sıfatıdır. Çünkü onlar, Allah’tan gelen helâl ve haram ölçülerini tanımazlar. O ölçüleri işlerine geldiği gibi değiştirmeye kalkışırlar. Onlar, insan olarak kulluk yapmaları gerekirken Allah’ın ölçülerini çiğneyip geçerlar. İnsanla Rab arasında olması gereken dengeyi korumazlar. Davranışlarında normal sınırı gözetmezler ve konulan ölçünün ötesine geçerlar, aşırıya giderlar. “(Sâlih onlara dedi ki) Allah’tan korkun ve bana itaat edin. O müsriflerin (israf edenlerin) emrine uymayın. Onlar yeryüzünde bozgunculuk yaparlar ve ıslah etmezler (düzeltmezler).” (26/Şuarâ, 149-151)
Görüldüğü gibi Kur’an, Sâlih peygamberi dinlemeyen ve inanmamaya devam eden inkârcılara müsrifler (israf edenler) demektedir. Kendilerini uyarmak üzere gelen bir şehir halkının tavrı da ibret verici bir ‘israf’ örneğidir. Allah’ın elçileri o şehir halkını doğru yola çağırdıkları zaman; onlar elçilerin davetine uyacakları yerde, onları uğursuzlukla suçladılar. Bunun üzerine elçiler şöyle dediler: “...Uğursuzluğunuz sizin kendinizdedir. Size öğüt verildiği için mi (uğursuzluğa uğruyorsunuz)? Hayır siz müsrif (aşırı giden) bir kavimsiniz.” (36/Yâsin, 19)
Günlük yaşayışında ellerindeki malı, serveti, imkanları veya parayı gereksiz yere harcayanlar da bir çeşit sınırı aşanlar, aşırı gidip dengeyi bozanlardır. “Ey Âdemoğulları! Her mescide (gidişinizde) ziynetlerinizi alın (uygun elbise giyin). Yeyiniz içiniz fakat ‘israf’ etmeyiniz. Çünkü Allah müsrifleri (israf edenleri) sevmez.” (7/A’râf, 31). Buradaki ‘israf’ hem yiyecek ve eşya kullanımında aşırılık hem de Allah’ın koyduğu helâl ve haram ölçüsüne uymamak anlamındadır.
Câhiliyye Arapları, ‘günah işlediğimiz elbiselerle Kabe’yi tavaf (ziyaret) edemeyiz’ diyerek Kabe’yi çıplak olarak ziyaret ederlerdi, kendi anlayışlarına göre ibâdet ettiklerini sanarlardı. Bu âyet ile hem bu yanlış anlayış kaldırıldı hem de elbise, yeme-içme, eşya kullanma, Allah’ın hükümleri konularında bir ölçü ve denge getirildi. Kendini açlığa ve çıplaklığa alıştırarak veya helâl olan şeyleri kendine haram kılarak Allah’ı memnun edeceğini sananlar önemli bir aldanış içindedirler. Allah, böyle haramı helâl, helâlı haram yapan müsrifleri (sınırı aşanları) sevmez. Öyleyse insanlar, Allah’ın nasip ettiği helâl yiyecekleri ve eşyaları kullanacaklar, güzel ve süslü elbiseler giyecekler; ama israf etmeyecekler, ölçüde ve eşya kullanımında aşırıya kaçmayacaklar.
Allah’ın ölçüsüne göre, süslü elbise giymek günah değil, bilakis helâlı haram, haramı helâl sayma günahtır.
İsrafın ikinci anlamı savurganlıktır. Dünya nimetlerini Allah insanlar ve canlılar için yaratmaktadır. Bu nimetleri kullanma ve yeme arzusunu da insanın içerisine koyan yine Allah’tır. Bunları yemek, içmek veya kullanmak insanın hem hakkıdır, hem de şükrünün bir gereğidir. İnsan nimetleri yiyecek, ama nimeti vereni de bilecek. Savurganlık anlamındaki ‘israf yasağı’ çok güzel bir ‘ekonomik denge’dir. İsraf, bu dengeyi bozar. Birisi çok harcarsa, diğerinin hakkına el atmış olur. Herkes gücüne, çalışmasına ve şartlarına göre nimetlerden yararlanır. Ancak israf edenler bu nimet dengesini bozarlar.
Kur’an, hem aşırı harcamayı hem aşırı kısmayı (cimriliği) hoş görmüyor. İkisi arasında orta bir tutum tavsiye ediyor. “Elini bağlı olarak boynuna asma (cimri olma). Onu büsbütün de açıp savurma (israf etme). Sonra kınanmış bir halde oturup kalırsın.” (17/İsrâ, 29). Peygamberimiz de buyuruyor ki: “Yiyiniz, içiniz, sadaka veriniz ve giyininiz. Ancak kibirlenmeyin ve israf etmeyin. Şüphesiz Allah (c.c.) nimetinin eserini (görüntüsünü) kulunun üzerinde görmek ister.” (Buhârî, Libas 1; İbn Mâce, Libas 23, hadis no: 3605; Nesâî, Zekât 66)
İnsana emânet olarak verilen malı saçıp-savurmak, gerekli yerlere harcamamak, insanlar arasındaki ekonomik dengeyi bozar, kişiler arasındaki kıskançlığı artırır. Cimrilik ise yardım düşüncesini öldürdüğü gibi, ihtiyaç sahiplerine ulaşmayı engeller. İnfak ve sadaka ahlâkını köreltir. Halbuki infak kurumu yakın akrabanın ihtiyaçlarını karşılamayı temin eder, sadaka kurumu ise insanlardan muhtaç olanları sıkıntıdan kurtarmayı sağlar.
Kur’an, israf kelimesinin yanında bir de ‘bezr’ kavramını kullanıyor. ‘Bezr’ de israf gibi malı saçıp savurmaktır. ‘Bezr’ sözlükte tohum ekmek, ölçüsüz dağıtmak demektir. Buradan hareketle ‘tezbir’ masdarına; tohumu gereken yere atmamak, böylece onun kaybolmasına sebep olmak, karşılığında bir şey alamamak mânâsı verilmiştir.
‘Bezr’, malı saçıp-savurmak, gerektiği yerlere sarfetmemek, yerli yerinde değil de yok olup gideceği yerlerde harcamak demektir ki, israfla yakın anlama gelmektedir. Malı lüzumsuz yere, ihtiyaç olmayan yerlere harcamak, infak edilmesi gereken kimselere infak etmemek, malı hayır yollarında harcamamak eldeki serveti Allah isyan yollarında harcamak ‘bezr’dir.
İslâm insan hayatına her konuda bir denge getiriyor. İnançta, amellerde, ahlâkta, mal kazanma ve harcamada, duygularda, nefret ve sevmede hep orta yolu tavsiye ediyor. Ne aşırılık, ne de tembellik veya gevşeklik. Ne ifrat, ne de tefrit. İslâm ümmeti, ‘vasat bir ümmettir’ (2/Bakara, 143). Yani orta yolu izleyen, dengeli ve hayır yolları üzerinde olan bir ümmettir. Bu ümmetin mal konusundaki tutumu da dengelidir, harcamaları da ölçülüdür.
Mülk aslında Allah’a aittir. İnsana emanet olarak geçici bir süre için verilir. Malı ve geçimlikleri helâl yoldan kazanıp helâl yola harcayanlar, Allah yolunda infak edip hak sahiplerinin haklarını verenler, ‘bezr’ etmeyenler mal konusundaki imtihanı kazanırlar. Kur’an buyuruyor ki: “Akrabaya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. Bezr ederek saçıp-savurma. Çünkü bezr (israf) edenler şeytanın kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı nankördür.” (17/İsrâ, 26-27) (2)
İsraf; Arapça bir kelime olup, serefe kökünden gelmektedir. Seref, herhangi bir şeyde ma’kul haddi aşmak demektir. Lugatlarda, lüzumsuz yere harcamak, ihtiyaçtan fazla tüketmek, savurganlık gibi mânâlara gelen israf, ıstılâhta ise gayrımeşrû (şer'î olmayan) bir gaye için mal sarfetmeye denir. Ehl-i hal ûlema, "İsraf'ta hayır yoktur" vecizesi ile bunu g
âyet güzel ifâde etmiştir.Kur'ân-ı Kerim'de: "Ey Âdemoğulları, her mescid huzurunda (namaz ve tavaf anında -Celâleyn) ziynetinizi alın, giyin, yiyiniz, içiniz; israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri (müsrifleri) sevmez" buyurulmuştur. (7/A’raf, 31). Kadı Beyzâvî Envaru't Tenzil, isimli tefsirinde, câhiliyye döneminde Arapların "Günah işlediğimiz elbise ile tavaf edemeyiz" gerekçesi ile Kâbe-i Muazzama'yı çıplak tavaf etmelerini, takbih ve setr-i avreti farz kıldığını beyan etmektedir. (Mecmuat'u't Tefâsir, Mtb. Amire, İst. 1318'den ofset, Çağrı Yayını, c. II, sh. 543)
Bu âyet-i kerimeyi ve Resûl-i Ekrem (s.a.s.)'in "Mide hastalıklar evidir. Perhiz ve az yemek, her devânın (şifânın) başıdır. Bedenine âdet ettiği şeyleri ver." (İmam Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmû'1 Kur'an, Kahire, 1967 (3. bsm.) c. VII, sh.192). Hadîs-i şerifini esas alarak: "Hayatta kalacak kadar yemek farzdır. Bir kimse yeme-içmeyi terk etse ve bu yüzden ölse, âsi olmuş olur. Farz olan ibâdetleri ayakta eda edebilecek ve orucu kolaylıkla tutabilecek kadar yemek mendup, doyacak kadar yemek mübahtır. Bunun dışında haramlık başlar. Doymaktan ziyade bedenin kuvvetlenmesini kastederek yemek haramdır" (Musannıf İbrahim Halebi, İzahlı Mülteka el-Ebhur, İst.1976, c. IV; sh.132-133). hükmü zikredilir. Allah Teâlâ mü'minlerle kâfirleri târif ederken: "Şüphesiz ki Allah iman edip, sâlih amellerde bulunanları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Küfredenlere gelince; onlar dünyada sadece zevk ü sefâ ederler, hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri de ateştir." (47/Muhammed, 12) buyurmaktadır. Fahrüddin-i Râzi, "kâfırlerin yemeleri ile hayvanların yemelerinin birbirine benzetilmesinde üç unsur vardır. Bunlar:
Kâfirler ancak hayvan gibi, sadece yemeyi içmeyi düşünürler,
Küfredenler, tıpkı hayvan gibi yediği nimetleri yaratanı, yani Allahû Teâlâ’yı düşünmezler,
Hayvanlar yeme içme sonucu semizlenip boğazlanacaklarını bilmedikleri gibi, kâfirler de bundan habersizdirler" (Mehmed Vehbi, Hulâsat'ül Beyan fi Tefsirü'I Kur'an, İst. c. XIII, sh. 5385) demektedir.
Mü’minler emek vermek, ev konforu ve diğer hususlarda ihtiyaçtan fazlasının israf olduğunun şuurundadırlar. Münâfıklar ise bu hususta ciddî değildirler. Bilindiği gibi, müsriflerin lideri Karun ve Ebû Cehil'dir. (3)
Müsrif;
İsrafçı, Savurgan
Müsrif; Gereksiz harcama yapan israf eden, savurgan kimse demektir. İsraf, savurganlık, gitmek, yanılmak, gâfil olmak manâlarına gelir. Aynı zamanda, insanın yaptıklarında sınırı aşması anlamını da taşır. Bazılarına göre de malı gereksiz yerde harcamaktır. Süfyan-ı Sevri'ye göre az da olsa, Allah yolunda harcanmayan her şey israftır. Ayrıca israf, "Allah'ın haram kıldığı şeylere el uzatmak" şeklinde de tarıf edilmiştir (İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu'l-Beyan, II. 262).
Zarûrî ihtiyaçlardan fazla harcamak; şerîatın haram ettiği şeylere yönelmek, nefs ve şehvetin isteklerini yerine getirmek, gaflet ve saygısızca harcamak ifrat derecede bir israftır. Kulluk görevini yerine getiremeyecek kadar vücudun zarûrî ihtiyaçlarını kısmak da tefrid sayılacak bir israftır.
Müsrif, müsrifler, israf vb. kavramlar, Kur'ân-ı Kerim'in değişik âyet ve sûrelerinde değişik anlamlarda kullanılmıştır (3/Âl-i İmrân, 147; 4/Nisâ, 6; 6/En'âm, 141; 7/Arâf, 31; 20/Tâhâ, 127; 10/Yûnus, 12; 40/Mü'min, 128; 39/Zümer, 53). Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurur: "Çardaklı ve çardaksız üzüm bağlarını, tadları ve yemişleri muhtelif hurmaları, hububatı (tahılları), zeytinleri, narları, birbirine hem benzer hem de benzemez bir halde meydana getiren Allah'tır. Her biri mahsul (ürün) verdiği zaman mahsulünden yiyin. Hasad (devşirme) günü de hakkını (zekât ve sadakasını) verin; israf etmeyin, şüphesiz Allah israf edenleri sevmez." (6/En'âm, 141)
İnsan, fikrî, ruhî ve bedenî ihtiyaçlarını meşru yollardan tatmin etmek zorundadır. Aksi halde fikren şüphe ve tereddüde, ruhen bunalıma, bedenen de zâfiyet ve güçsüzlüğe uğrar. Böyle bir durumda hem dinî, hem de bedenî sorumluluklarını yeri
ne getiremez olur. Âyet-i kerimede görüldüğü gibi Allah'ın yarattığı her şeyin meşru yoldan ve ihtiyaç kadar yenmesi emredilmiştir. Ancak bu, aşırı ve taşkınlık derecesine varmamalıdır. Zira israf noktasına varan tüketimin zararları ferdi aşarak aile ve topluma yansır. Bu da haramdır.İslâm, bütün ibâdetlerde niyeti şart koşmuştur. Niyet, müslümanın neyi, niçin, ne zaman, nasıl ve ne gaye ile yaptığının bilincinde olmasıdır. Dolayısıyla müslüman şuursuz, faydasız ve gayesiz bütün hareketlerden sakınır: İsraf da lüzumsuz ve gayesiz harcamalardır ve bunun için müslümana yasaklanmıştır:
"Ey Adem Oğulları! Her namazınızda süslü elbisenizi giyinin. Yiyin, için israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez..." (7/A'râf, 31)Allah (c.c.), her türlü boş ve gayesiz harcamaları sevmez. Bu bir ekmek olabileceği gibi, bir ekmek kırıntısı olabilir. Bir damla su olabileceği gibi boşa akan bir nehir de olabilir. Bu bir ömür olabileceği gibi, boşa geçen bir dakika da olabilir. Bunun içindir ki israfın haram olması İslâm ekonomik sisteminin temel ilkelerinden biri kabul edilmiştir.
Müslüman müsrif olamaz, elindekileri israf edemez, lüzumsuz ve fuzûli yerlerde kullanamaz. İsrafın ferd, aile ve toplum hayatında açtığı yaralar, yaptığı tahribat, tarih boyunca olduğu gibi bu gün de başlıca sorunlardan biridir. Şuursuz bir tüketim toplumu yerine dengeli ve ruhî disipline girmiş bir toplum meydana gelmedikçe gerçekçi bir tasarruf yapılamaz ve gerekli yatırımlar gerçekleştirilerek dışa bağımlılıktan kurtulup bağımsız ekonomik sistem kurulamaz. Bunu da ancak İslam'ın hakim olduğu bir toplum gerçekleştirebilir.
Yılda bir milyon tona yakın ekmeğin (buğdayın) israf edildiği toplumda dökülerek israf edilen yemekler, boşa akıtılan sular, gereksiz harcanan enerji, lüzumsuz tüketilen elbise, süs malzemeleri vs. ilâve edilirse büyük bir bütçenin yok edildiği görülecektir. (4)
Bilindiği gibi, harcamalarda ve hareketlerdeki her türlü aşırılık, ölçüyü kaçırmak israftır. İslâm, insan hayatında ve ona emânet olarak verilen eşyanın (dünya nimetlerinin) harcanmasında denge, orta yol istemektedir. Bu orta yol, insanı aşırılıklardan, başkalarının ve Allah’ın hakkına tecâvüzden koruyacaktır. Eşyanın ve geçim kaynaklarını paylaşılmasına denge getirecektir. Çünkü her türlü aşırı harcama bir başkasının hakkına saldırıyı doğurur.
Söz gelimi, elindeki malını ölçüsüzce saçıp savuran, onunla kimseyi faydalandırmaz. İsraf ettiği malı kazanmak için de belki başkasının hakkına el atar. Meselâ, Allah’ın içki yasağına kulak asmayıp haram ölçüsünü kaçıranlar, içki içerek kendilerine ve başkalarına zarar verirler. Bu da, davranışlarda aşırıya kaçmaktır.
Hareketlerinde ve harcamalarında israfa kaçanlara, israf edenlere ‘müsrif’ denir. Müsrifler, haddi aşan, ölçüyü kaçıran ve dengeyi bozan insanlardır. Gerek ekonomik hayatta, gerekse sosyal hayatta, aşırı davranışta bulunurlar. Ellerine geçirdikleri dünyalıkları ‘benimdir’ deyip, gerekli yerlere, yani ihtiyaç duyulan yerlere değil de, ihtiyaç olmayan ama nefse hoş gelen yerlere harcarlar. Böylece ekonomik dengeyi bozarlar, başkalarına faydalı olabilecek paylaşıma fırsat vermezler. Allah’ın kendilerine gönderdiği ölçüye uymayıp, canlarının istediğini yaparlar ve davranışlarında aşırıya kaçarlar. Bu da toplumun zararına yol açar, sosyal barışı bozar, hak ihlâllerine sebep olur.
Müsrifler, hakkı tanımak ve sâlih ameller yapmak üzere kendilerine verilen akıl ve irâdeyi, dünyanın geçici zevkleri uğruna kötüye kullanırlar. Hakkın âyetlerinden habersiz olarak, dünya zevklerini âhiretin mutluluğuna tercih edip ömürlerini boşa geçirirler. Müsriflerin yaptığı ‘israf’ faâliyetleri, bir sürü bozulmanın, zulmün ve sapmanın sebebidir. Müsriflere boyun eğmek insanı her bakımdan zarara ve bozulmaya götürür, toplumların dengesini bozar. Müsriflerin hâkim olduğu bir toplumda dengenin ve orta yolun kurulması mümkün değildir.
Müsrifler, İlâhî işaret doğrultusunda kurulması gereken dengeyi tanımayan ve bozan insanlardır. İsrafa düşmeyen mü’minlerin hareketleri ve harcamaları ise bir orta yol üzerindedir ve dengelidir. Kur’an, Lut kavmini ‘müsrif’ diye niteler. Çünkü onlar Allah’ın izin verdiği bir ilişki yerine sapık bir ilişkiye başvurdular (7/A’râf, 80-81).
Firavun ve Sâlih (a.s.) kavminin zorbaları gibiler, Allah’a kulluk yapmaları gerekirken, kendileri için çizilen sınırları aşıyorlar, şirk koşuyorlar, haksız yere büyüklük taslıyorlar ve Allah’ın yolundan gitmek isteyenlere engel oluyorlardı (20/Tâhâ, 33; 26/Şuarâ, 151).
Allah, kısas konusunda mü’minlere bir ölçü koymuştur. Kısas dâvâları konusunda aşırıya gidilmesi (müsrif olunması), hakların sahiplerine gitmesini engeller, kan dâvâları çıkar, düşmanlıklar giderek artar.
Mü’minler duâ ederken, yaptıkları hataları ‘israf’ kabul ederler ve bu ‘israf’larının bağışlanmasını isterler (3/Âl-i İmrân, 147). Allah (c.c.) haddi aşıp alabildiğine hak aleyhine yalan söyleyen müsrifleri doğru yola iletmez (40/Mü’min, 28). Allah’a şirk koşmak ve O’nun emirlerini dinlemeyerek müşrik olan ‘müsrif’ler cehennem ehlidirler (40/Mü’min, 42-43).
Allah, mü’minlere; dengeli harcamalarını, kendilerine verilen temiz ve helâl yiyeceklerden yemelerini, süslerden yararlanmalarını; ama asla ‘israf’ ederek ‘müsrif’ olmamalarını emrediyor (6/En’âm, 141; 7/A’râf, 31). Allah’ın gönderdiği ölçüleri çiğneyip haddi aşarak ‘müsrif’ olmak, daha çok müşriklerin ve inkârcıların bir sıfatıdır. “Müsrif olmayın” emri, elbette bütün insanlara yöneliktir. Kur’an ayrıca yeme-içmede, nimetleri paylaşmada, eşyayı kullanmada, hatta Allah yolunda infak etmekte aşırılığı hoş görmüyor ve mü’minleri sakındırıyor. Müsrifler, bir diğer deyişle ‘tebzîr’ edenlerdir (saçıp-savuranlardır). Tebzîr edenler ise şeytanın arkadaşıdırlar (17/İsrâ, 27). (5)
Cimrilik;
İsrâfın Zıddı Olan Aşırılık
Cimrilik: Harcanması gereken malı sarfetmekten kaçınmak, para ve malı çok sevdiğinden dolayı, başkasına bir şey vermekten çekinmek demektir. Dinimiz, başta zekât olmak üzere bazı malî harcamalarda bulunmamızı emretmiştir. Aile bireylerinin bakımı, akrabaların görülüp gözetilmesi de bu emirler arasındadır. Çevremizdeki yoksullara imkân ölçüsünde malî yardım ise bir insanlık görevidir. Parası ve malı olduğu halde bir insan bu görevlerini yapmaz ve malını sarf etmekten çekinirse, cimrilik yapmış demektir.
Cimriliğin başlıca sebebi aşırı mal hırsı ve gelecekte yoksul kalma korkusudur. Peygamberimiz: "Çocuk, cimrilik ve korkaklık sebebidir" buyurmuştur. Aşırı mal hırsı ve cimriliği yüzünden durmadan mal biriktiren ve tükenir endişesi ile hastalıklarında bile harcamayıp, dünyayı kendilerine zindan eden cimriler vardır. Halbuki mal Allah'ın nimetidir ve bu nimet yerli yerince harcanırsa Allah onu artırır.
Cimriler, insanlar arasında da, Allah katında da sevimsiz ve aşağılık kişiler olarak görülür. Allah Teâlâ: "Onlar ki hem kıskanır, cimrilik ederler, hem de herkese cimrilik tavsiye ederler ve Allah'ın kendilerine fazlından verdiği Şeyleri saklarlar. Biz de böyle nimetleri gizleyen nankörlere hor ve rüsvay edici bir azap hazırladık." (4/Nisâ, 37) buyurmuştur. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) de şöyle buyurmaktadır: "Cimrilikten sakınınız. Çünkü cimrilik, sizden önceki milletleri helâk etmiştir." "Her sabah gökten iki melek iner. Birisi: ‘İlâhi İnfak edene karşılığını ver; diğeri: ‘Allah'ım! Cimrilik edene de telef ver (malını yok et)’ diye duâ ederler." (Riyazü's-Sâlihin, I, 253). "...Cimri kişi Allah'a uzak, Cennet'e uzak, insanlara uzak ve Cehennem ateşine yakındır." (Tirmizî, Birr 40)
Cimriler hakkında söylenen sözler, cimrilerin insanlar arasındaki durumunu, çok güzel anlatmaktadır. Bişr bin el-Hâris, cimriler hakkında şöyle demiştir: "Cimrinin yüzüne bakmak, insanın kalbini katılaştırır. Cimrilerle karşılaşmak mü’minler için belâdır" Yahya bin Muaz da şöyle demiştir: "Kötü kimseler olsalar bile, cömertler için herkesin kalbinde bir sevgi vardır. İyi olsalar bile, cimrilere karşı herkesin kalbinde yalnız nefret vardır." İbnu'l-Mutez'in cimrilik hakkındaki görüşü de şudur: "İnsan malına cimrilik ettiği nisbette şerefinden kaybeder."
Mallarını kendileri için bile harcamaktan çekinen cimriler, Allah Teâlâ'nın kendilerine verdiği nimeti harcamamakla sadece kendilerini değil, eş ve çocuklarını da sıkıntıya sokarlar. Çevrelerindeki diğer insanlara fenalık yapmış olurlar. Çünkü, Allah'ın verdiği bu nimetlerde nafaka veya sadaka olarak diğer insanların da hakkı vardır. Bu hakkın sahiplerine verilmemesi zulümden başka bir şey değildir. Servet, Cenâb-ı Hakk'ın ihsanıdır. Allah (c.c.), serveti dilediğine verir, dilediğinden alır. Mal ve mülkün gerçek sahibi O'dur. Cimriler, bu şuura eremeyen insanlardır.
Müslümanların, cimrilik konusunda, Allah Teâlâ'nın aşağıdaki ihtarını unutmamaları gerekir. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: "Allah'ın verdiklerinden cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar bilakis bu onların kötülüğünedir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah işlediklerinizden haberdardır." (3/Âl-i İmrân, 180).
Beşer nefsi zayıftır, muhteristir. Ancak Allah'ın koruduğu kimseler bundan müstesnadır. Ancak imanla kendilerini mâmur edenler, bu cimrilik cehaletinden temizlenebilir, yeryüzünün zaruretlerinden kurtulabilir, menfaata karşı duydukları hırs kaydından vazgeçebilirler. Çünkü iman sahipleri, Allah'dan, maldan da üstün birşey umabilirler. Bu umulan şey Allah'ın rızâsıdır. Mümin kalp; mal ile değil, iman ile mutmain olur; Allah yolunda infak etmekle fakir düşeceğinden korkmaz. Kendi hiç bir şey değilken Allah onu meydana getirmiş, vücut, göz, kalp, lisan ve sayısız nimetler bağışlamış ve mal sahibi yapmıştır. Bunlar Allah'a aittir. Öyle ise Allah'a güvenen birisi Allah yolunda ve Allah rızâsı için malını infak etmekten çekinmez.
Ama kalp gerçek imandan yoksun olunca, infak etmeye veya sadaka vermeye teşebbüs ettiği zaman, her defasında, nefsinde bir cimrilik duygusu dalgalanmaya başlar, fakir düşeceğinden korkar. Böylece infak etmekten vazgeçer. Sonra onun hayatı emniyetsiz ve istikrarsız bir korku ve ihtiras Cehennemi haline gelir. Allah'a söz verdiği halde ahdine ihanet eden, verdiği söze vefa göstermeyip Allah'a karşı yalan söyleyen, hiç bir zaman kalbini münâfıklıktan kurtaramaz. Ölçülü hareket etmek İslâm nizamının temel esaslarından birisidir. Aşırı müsrif davranmak da cimri davranmak kadar dengeyi bozar. İslâm, dengenin bozulmamasını öngörür: "Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma. Yoksa pişman olur açıkta kalırsın." (17/İsrâ, 29). Âyet-i Celîlede cimrilik, ellerini boynuna bağlıyan bir insan gibi tasvir ediliyor. İsraf ise, elini son haddine kadar açıp elinde ve avucunda ne varsa dağıtmak şeklinde ifâde ediliyor.
Cimri insanın da, müsrif insanın da varacağı netice aynıdır. Cimriliğin de israfın da sonu pişmanlık duygusudur. Her şeyin en iyisi orta hallisidir. Orta yol, iman ahlâkı ile küfür ahlâkının sınırıdır: Cimrilik cehaletten gelen kara bir lekedir. İsraf ise şeytanın işini yapmaktır. Müsrifler şeytanın kardeşleri olarak tanıtılmaktadır.
Cimrilik kelimesinin Kur'an'daki diğer bir karşılığı katur kelimesidir. Bu kelime, Türkçe'deki hasis kelimesini karşılamaktadır. Anlamı, eli sıkı, yahut çok cimri demektir. Kur'an'da, kişinin elindeki şeyleri çar-çur etmesi demek olan israfın zıddı olarak kullanılmıştır. "Ve onlar ki harcadıkları zaman, ne israf ederler, ne de cimrilik ederler; (harcamaları) bu ikisinin arasında dengeli olur." (25/Furkan, 67)
Cimrilik konusu, Allah'ın çok kötülediği bir haslettir. İman eden bir kimse asla cimri davranıp mal yığmaz. Tamahkâr davranmaz. Nefsinin cimriliğinden kendini kurtarır. Cimriliğin ve tamahkârlığın son derecesi olarak Kur'an'da bir kelime daha vardır. Bu kelime şih, şuh veya şihh'dir. Kelime güçlü bir kötüleme anlamında tamahkârlık ve cimrilik demektir.
"O halde gücünüz yettiği kadar Allah'dan korkun. (O'nun öğütlerini) dinleyin. İtaat edin. Kendi iyiliğinize olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden (şuhhe nefsihi) korunursa işte onlar, kurtuluşa erenlerdir." (64/Teğâbün, 16). Bu âyete göre, cimrilik, nefsin kendisinde bulunan bir belâdır. Nefsi, bu belâdan ancak iman kurtarır. Allah'a ve âhiret gününe inanan insan, infak ederek nefsindeki bu cahilî lekeyi temizler, bu belâdan kurtulur. Cimrilik belâsından kurtulamayan insan İslâmî bir hayata aşina olamaz. İslâmî hayata alışkın olmayan cimriler, Allah'ın rahmet hazinelerine sahip olsalar bile, biter korkusuyla cimrilik ederler. Halbuki Allah'ın hazineleri bitmez ve tükenmez.
"De ki, Rabbimin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız tükenir korkusuyla yine de cimrilik ederdiniz. Hakikaten insan çok cimridir." (17/İsrâ, 100). Bu ifâde ile cimriliğin son haddi dile getiriliyor. Allah'ın rahmeti, her şeyi kaplamıştır. Onun ne bitmesinden ne de eksilmesinden endişe edilebilir. (6)
İktisad; Harcamada Orta Yol
Arapça bir kelime olan iktisad; Orta yolu tutmak, itidal ile hareket etmek, tutumlu olmak, gereğinden az veya çok harcamaktan kaçınmak anlamına gelir. İktisad kelimesinin türediği “k-s-d” ve türevleri Kur’an’da 6 âyette geçer (5/Mâide, 66; 9/Tevbe, 42; 16/Nahl, 9; 31/Lokman, 19, 32; 35/Fâtır, 32).
İslâmiyet, yeme, içme, giyim, kuşam, eşya kullanımı gibi her hususla aşırılıktan kaçınmayı, orta yolu tutmayı emretmiştir. Savurganlık ve cimriliği yasaklamıştır. İşlerin hayırlısı orta olanıdır. Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Yürüyüşünde ölçülü ol; sesini kıs (bağıra bağıra konuşma)" (31/Lokmân, 19); "Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme; büsbütün açıp tutumsuz olma. Yoksa pişman olur, açıkta kalırsın" (17/İsrâ, 29). İktisadın karşıtı israftır. İsraf aşırı gitmek, gereğinden fazla yemek, içmek ve harcamaktır. Bu ise dinimizce yasaklanmıştır. Tutumlu olanlar kimseye muhtaç olmazlar, rahat ve huzur içinde yaşarlar. "Tutumlu olan fakir olmaz."
İslâmiyet insanlar arasında eşitliğe, güçsüzü korumaya özel bir önem vermiştir. Zekât ve sadaka övülen davranışlardır. toplum teşvik edilmiştir. Fakat servet ve refahın tabana yayılması esas alınmıştır. Servetin, çoğunluğun aleyhine bir azınlığın elinde toplanması yasaklanmıştır.
"Servet içinizde zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın" (59/Haşr, 7) âyeti bunu ifade eder. İslâmiyet özel mülkiyeti korur ve teşvik eder. Emeğe üretim faktörleri içerisinde büyük değer verir. "Gerçekten de insan ancak kendi çalıştığını elde eder" (53/Necm, 39) âyeti bunu ifâde eder.Peygamber efendimiz en kutsal kazancın el emeği ürünü olduğunu belirtmiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/466, IV/141). Tembellik ve başkalarının sırtından geçinmek yasaklanmıştır. Bu nedenle fâiz yasak kılınmıştır (bkz. 2/Bakara, 275-279). Teşebbüse de büyük değer verilmiştir, sermaye emekle beraber değerlidir.
İsraf (savurganlık) yasağı, temel ilkelerden biridir. Ticarete önem verilmiş ve kâr haddi geniş tutulmuştur. Karaborsacılık ve haksız kazançlar yasaklanmıştır. Tüketicileri aldatacak faâliyetlerden kaçınılması istenmiş; malların üreticilerden tüketicilere en kısa yoldan ulaştırılması amaçlanmıştır (bk. Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984, s. 125-202; Günümüz Ekonomik Problemlerine İslâmî Yaklaşımlar, İstanbul 1988, s. 10 vd.; Orhan Oğuz-İlhan Uludağ, Genel Ekonomi, İstanbul 1981, s. 39-41; Abdullah Yücel, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 125-126)
İktisat, amelde itidaldir. İstediğini iyi bilen, eğilip bükülmeden onu gerçekleştirmeye çalışandır iktisatlı. İktisat, istenen şeyi iyi bilmek mânâsına geldiğine göre, müslümanın istediği ye Allah rızâsıdır, öyle olmalıdır. Allah rızâsı Allah’ın emirlerine uymakla elde edilir. Allah’ın emirlerine uymada, yani ibâdetlerde para ve mal gibi şeyler önemli bir yer tutar. Her ibâdetin içinde para, mal, mevki, şöhret gibi şeyler vardır. Bunları müslümanca değerlendirmeyen kimsenin ibâdet
leri ne derece kabul olur?Bedir Savaşının pek çok hikmetlerinden biri de düşman kervanını vurmak, müşrikleri zayıflatmak, müslümanları iktisâden güçlendirmekti. Peygamberimiz’le birlikte başlayan dönemdeki İslâm tarihinin ilk savaşı içinde iktisâdî bir sebebin bulunması dikkat çekicidir. Zaten başta Peygamberimiz (s.a.s.) olmak üzere, sahâbîlerin tümü, diğer insanlar gibi “dünya hayatı” yaşadılar. Dünya hayatında paranın, malın, olmadığı yer olabilir mi? Onlar, her işlerini İslâm’a uygun hale getirdiler, kısa zaman içinde müşriklere, Pers ve Bizans İmparatorluklarına galebe çaldılar, devirlerinin işlerini İslâm’a uygun hale getirdiler ve tek süper güç oldular.
İslâmiyet, paraya, mala, sokağa, çarşıya, pazara müdâhale eden bir dindir. Kapitalizmle, sosyalizmle İslâm’ın alâkası yoktur. İslâm, insanlarla ilgili her şeyi kendine uygun hale getirmek ister. İslâm’da önemli olan, öncelikle “şirkten ve haramlardan kaçmak”tır. Şirk ve haramdan kaçan müslümanlar farz, vâcip ve sünnet sıralamasıyla ibâdetlerini yerine getiriyorsa, dünya onlar için terakkî ve sınav yeri, âhiret de ebedî saâdet diyarı olur. Hiçbir müslüman, iktisadın dışına çıkamaz. İnsanın ihtiyaçları, iktisat ile sıkı sıkıya bağlı olduğu gibi, ihtiyaçların helâlinden temini de önemli ve sürekli bir ibâdettir.
Kur’ân-ı Kerim, cimriliği de, isrâfı da haram kılmıştır. “Akrabâya, miskîne/yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma... Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker kalırsın. Çünkü Rabbin rızkı dilediğine çok, dilediğine az verir.” (17/İsrâ, 26, 29-30). Zenginlikte, fakirlikte ve ibâdette iktisad iyi şeydir. Âyet ve hadislerde geçen, yani İslâmî literatürdeki iktisaddan kasıt, tutumluluk değildir. Zira, hayırda israf, israfta da hayır yoktur. İslâm, hem kazandığımızı, hem de harcadığımızıkendi ölçüleri dâhilinde tutmamızı ister. İslâm’ın dışına çıkan her işlem, iktisaddan çıkıp ekonomiye girmiştir. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulmuştur: “Biz (servete kavuştukları için) maîşetlerine/refhlarına şımarmış nice memleketleri helâk ettik.” (28/Kasas, 58). Bir bakıma, şu âyet bu konuya açıklık getirmektedir: “Allah güven (ve) huzur içinde olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı, her taraftan bol bol gelirdi. Fakat, Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı.” (16/Nahl, 112). Bu anlatılanlar bizim için büyük ibret taşımaktadır. Şu âyet, meseleye iyice açıklık getiriyor: “(Cezayı hak etmiş bir toplumu) Bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşılarına (iyilikleri) emrederiz; buna rağmen onlar orada kötülük işlerler. Böylece o ülke, helâke müstahak olur; Biz de orayı darmadağın ederiz.” (17/İsrâ, 16). Yani, Peygamber lisânıyla, “Nasılsanız, öyle (bulunduğunuz ve lâyık olduğunuz hale göre) yönetilirsiniz.” O yüzden zenginlik veya fakirliğin hangisinin kendimiz açısından hayırlı olduğunu bilemediğimizden, “Yâ Rab, beni rızâna uygun noktada bulundur, hakkımda zenginlik ve fakirlikten hangisi hayırlı ise onu ver” diye duâ etmek en doğrusu olsa gerektir. Zaten müslüman halkımız da, atasözü olarak şöyle duâ eder: “Allah, çok verip azdırmasın, az verip gezdirmesin.”
İktisat, İslâm nizamı içindedir. “Bir şey, bütünüyle elde edilemezse, tümüyle de terk edilmez” sırrınca, İslâm nizamı içinde bulunmayan günümüz müslümanlarının çoğu, imkânı varsa kapitalistçe, imkânı yoksa ona özenerek yaşamaktalar. Halbuki, hangi düzen ve ortam içinde bulunurlarsa bulunsunlar, müslümanlar, en azından kendi özel hayatlarında, ev ve işyerlerinde İslâm iktisadını yaşayabilirler. İslâm’ı yaşayan birkaç kişi bulup bunlarla bir araya gelebilirler. İslâm’ı yaşayanlar, aralarında işbirliğine giderek, hem maddî, hem mânevî açıdan kazanabilirler de. Biz, yaşantımızla İslâm’ı izhar etsek, diğer dinlerin toplumları kitleler halinde İslâm’ı kabul ederler. En etkili ve tekzip edilmez tebliğ, İslâm’ı yaşamaktır. Zaten ya inandığımız gibi yaşarız veya yaşadığımız gibi inanmaya başlarız. Parayla, malla ilgili ibâdetler hayli zordur. Müslümanların çoğu bu hususta başarısızdır. Felâketlerin çoğu da buradan kaynaklanmaktadır.
İnsan İktisadın Dışında Kalabilir mi? İktisadın mânâsının amelde itidal olduğunu belirttik. Bungünkü anlamı ise: Üretim ve tüketim işlerini düzenleyen, kaynakların insanlar arasında eşit veya âdil şekilde paylaşılmasını sağlayan maddî refah, iş hayatı demektir. Dolayısıyla iktisat anlayışı, bireylerden devletlere kadar uzanır. Hatta iktisat açısından dünyaya bakarsak, devletler arasında bu konuda öylesine sıkı irtibat var ki, sanki dünyada tek devlet bulunuyor. Giderek küreselleşen, tek bir şehir gibi birbiriyle iletişim ve etkileşim içinde bir dünyada yaşıyoruz. Dolar ve euro gibi paraların bütün dünyada işlem görmesi, dünyanın öbür ucundaki bir üretimin, en uzak bir yerleşim yerinde rahatlıkla pazarlanması buna bir örnektir. Zamanımızda para, eski dönemlere oranla daha büyük önem kazanmıştır; parasız hemen hiçbir şey olmuyor. İnsan, parasız bir hayat yaşayamadığına göre, herkes iktisatla sıkı sıkıya bağlıdır. İslâmiyet’te her türlü ibâdetin iktisat ile irtibatı vardır. Hatta riyâzâta çekilen bir âbidin, elindeki tesbihi, ağzındaki gıdası, üstündeki elbisesi iktisat içinde değerlendirilir.
İnsan; yemek-içmek, giymek ve barınmak zorundadır. Böylece iktisat fıtrî, doğal bir ilim dalıdır. İktisadı bilmeyen bu konuyla hiç ilgilenmeyen insan da, aslında iktisatla, para ile bir bütün yaşamaktadır. Nasıl ki güneş battığında karanlık kendiliğinden gelirse, İslâm nizamı ve ona bağlı İslâm iktisadı olmayınca, kapitalist anlayış ve diğerleri de kendiliğinden gelir ve müslümanlar, o iktisadın içinde yer alır.
Menfaat: Menfaat duygusu Allah tarafından içimize yerleştirilmiştir. Doğal olarak herkes menfaatinin peşinde koşar. Menfaatinin peşinde koşanlar iki kısma ayrılır: Helâlı-haramı düşünmeden kazananlar ve helâl kazanç peşinde koşanlar. Bunlar tekrar iki kısma ayrılır: Menfaatini müşterek çalışmaların içinde görenler ve ferdî kazanç temin edenler. Elbette, kazanan kimse, harcayacak da. Harcamalar da içiçe daireler şeklindedir. Midesi için çokça harcam yapanlar, beynini doyurmak için çeşitli şekillerde bilgisini arttıran ve imanını güçlendirmek için İslâm’ın temel meseleleriyle meşgul olanlar. Çoluğuna çocuğuna bakanlar, akrabâlarını düşünenler, cemaat şuuruna erenler. Ümmet için didinenler, İslâm milleti için çalışanlar... “Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir millettir.”
Her şey Allah’ın ihsânıdır. Bir kısım kimseler, Allah’ın ihsanlarını, Allah’a isyan etmekte kullanır. Allah bu hususta kullarını uyarır. Kur’an’da Allah, verdiği nimetleri hatırlatır. İnsan, menfaat duygusunu müsbete çeviremezse, menfaatine yardım eden şeyleri putlaştırır. Dikkat edilmesi gereken nokta, menfaat duygusunun iptal edilemediği, ama ya haramda veya helâlde çalıştırılmasıdır. Menfaat anlayışının dışına çıkamayan insan, ya sadece dünyevî basit çıkarına göre yaşar; ya da âhirette, bitmeyecek, sonu gelmeyecek menfaati öncelikleyen bir hayat sürer.
Herhangi bir günahı işleyen kimse, bu günah sadece kişi ile Rabbi arasındaki ilişkiyi ilgilendiriyorsa, Allah’la onun arasında kalmış bir durumdur; kazâ ederek, tevbe ederek affettirebilir. Ama bir şahsa olan borcunu birkaç gün geciktirse, bu durum o iki insanın arasını açar. Hele bu devirde... İstediği gün bankadan parasını çeken insan, tâyin edilen günde alacağını alamazsa, bir daha müslüman kardeşine para vermez, böylece müslümanların kardeşliği, birliği sarsılır, ümmet duygusu zedelenir, ortaklık, işbirliği ve yardımlaşma kolay kolay kurulamaz.
İmanın meyvesi ibâdettir. En önemli ibâdetler de mal ve etrafında bulunanlardır. Bunun için, her müslüman helâlinden kazanmaya, helâl dairede harcama yapmaya çalışmalıdır. Helâl daire, keyfe kâfi gelir/gelmelidir. Fertler tek tek şuurlu müslüman oldukları gün, bireylerden oluşan halk zâten İslâm’ı yaşayacaktır. Öyle ise, toplum hayatının dinden uzak olmasının cezâsını, dini yaşamayan her fert çekecektir.
Bugün “İslâm İktisadı” tâbiri yaygın olmakla beraber, böyle bir tâbir Kur’an’da ve hadislerde geçmemektedir. Çünkü İslâm’da iktisat, başlı başına bağımsız bir bilim dalı değil; İslâmî ilimlerin bütünündedir ve ibâdetlerin içindedir. Kısacası, insandan ayrı düşünülmeyen bir nesnedir. Psikolojide “yalınlama” diye bir tâbir vardır; yani elmayı, renginden ayrı düşünemezsiniz. Bunun gibi İslâmiyet’i, iktisattan ayrı, iktisadı da İslâm’dan ayrı düşünmek mümkün değildir. Aynen dünyayı âhiretten, âhireti de dünyadan ayrı düşünemeyeceğimiz gibi. Elbette, müslümanlar, helâlinden kazanıp zengin de olabilirler. Yine müslümanların içinde fakirler de bulunabilir. Son üç asırdır, zengin-fakir durumunda ciddî değişmeler oldu. Çünkü bir taraftan zekât unutulurken, öte yandan fâiz, zengini daha zengin edip, fakiri de daha çok fakirleştirdi. Zenginle fakir arasındaki makas iyice açıldı. Bu da zengin-fakir düşmanlığını doğurdu. Dünyanın % 20’lik nüfusu, yer altı ve yerüstü zenginliklerinin % 80’ine, geri kalan % 80’lik nüfus da servetin % 20’lik dilimine sahip oldu. İnfak ve yardımlaşma yerine sömürü egemen olduğundan, kapitalist-sosyalist çatışmaları çıktı, çok sayıda müslümanın yaşadığı ülkelerde de bu rüzgâr estiğinden, yemyeşil yapraklar sarardı.
Bundan daha beteri de şu: Fakirin kaybedecek bir şeyi yoktur. Bir canı var, belki intihar etmeyi düşünmese de, ölümden de pek korkmaz. Zaman zaman yaşadığı hayat, ölümden beter olunca, ölmeyi mumla arayabilir. O zaman saldırgan olabilir. Zengine gelince; o, mal mülk sahibi oldukça, çoluk çocuk sayısı arttıkça, ölmek istemez. Bir yandan ölümden korkarken, öte yandan malının kaybından, yakınlarının ölümünden de korkmaya başlar, ıstırabı arttıkça artar. Bu tabloda ortaya çıkan terslik şudur: Fakir İslâm’ı öğrenip yaşamazsa, hangi yüce dâvâ için hayatını ortaya koyacak? Zengin de İslâm’ı öğrenip hayatına geçirmeye çalışmadığı, malını ve gerektiğinde hayatını Allah yolunda fedâ için ortaya koyamadığı durumda, İslâm’ı ne ölçüde koruyabilir? Âhirete inanmayan bâtıl bir dâvâ adamı, bir anarşist, terörist; ölümle sona ereceğini düşündüğü bir hayatta nice fedâkârlıklara katlanıyor, hapis hayatını, işkenceyi, fakirce yaşantıyı tercih ediyor, hatta niceleri ölümü göze alıyor. Hırsızlar, girdiği evde vurulursa, yakalanırsa, kaybedecek pek bir şeyleri yok. Ama ev sahibinin ise, çok haklı olmasına rağmen, kaybedecek çok şeyi bulunduğu için hırsızdan, karakoldan, soruşturmadan korkmaktadır. (7)
Cömertlik; Allah’
ın Verdiğini Allah Yolunda Sarfetmek
Cömert; Eli açık, ikramcı, kerem sahibi demektir. Cömertlik; Sehâvet, İkram, ihsan ve yardım alışkanlığına denir. Cömertlik; insanın, sahip olduğu imkânlardan, muhtaçlara meşrû ölçüler dahilinde, ve Allah rızâsından başka hiç bir gaye gütmeden, ihsan ve yardımda bulunmasını sağlayan üstün bir ahlâk kuralıdır.
Cömertlik, ruhun bir melekesidir. İnsanları, muhtaç olanlara vermeye, ihsanda bulunmaya sevkeder. Bu melekeye sahip olan kişi, ferdî ve ictimaî alanda lüzumlu olan her şeye yardım eder. Hiç bir kimsenin zorlaması olmadan ihsanda bulunmayı can ve gönülden ister. "Rızkı veren Allah'tır" (27/Neml, 64; 51/Zâriyât, 58) düşüncesi ile hareket ettiklerinden, kalpleri de temiz ve zengindir (92/Leyl, 17-20). Kendi varlıklarıyla, her ne suretle olursa olsun başkalarına faydalı olmağa çalışırlar. Allah Teâlâ'nın kendilerine fazl ve kereminden verdiğine ve bunlarda da muhtacların hakkı olduğuna (11/Hüd, 6) inanırlar. Cömertliği kul hakkının temeli sayarlar. Kendi haklarını affederler. Kendi ihtiyaçlarını düşünmeden başkasının ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlar. Hatta zarurî ihtiyacı olan bir şeyi, başka birine vermeyi tercih ederler.
Cömertlik vasf'ının elde edilebilmesi için; yardımın gönüllü olarak yapılması (59/Haşr, 5; 57/Hadîd, 11-18; 5/Mâide, 13); karşılığında hizmet, övgü, mükâfaat beklenilmemesi (76/İnsan, 8-l0); yardım edileni rencide edebilecek davranışlardan kaçınılması (2/Bakara, 263-264); yapılan yardımın sahibi katında üstün bir değeri olması (3/Âl-i İmrân, 92) şarttır.
Sıralanan şartlar altında, İslam âlimleri cömertliği şöyle derecelendirirler:
Sehâvet: Malının bir kısmını dağıtarak yapılan cömertlik. Bu, cömertliğin asgarî derecesi olarak kabul edilir. Zekât vermek gibi.
Cûd: Malının çoğunu dağıtıp, geriye azını bırakarak yapılan cömertlik. Hz. Ebû Bekir'in çoğu zaman cihat için yaptığı yardım gibi.
Îsâr: Kendi için gerekli olan bir şeyi, zarar ve sıkıntılara katlanarak kendisi kullanma yerine, başkalarının istifadesine sunmak sureti ile yapılan cömertlik. Bunun Asr-ı Saâdet'teki misâli; Medineli müslümanların (Ensâr), Mekke’li Muhâcirleri şehirlerine dâvet edip onları her şeylerine ortak ederek Allah Teâlâ'nın takdirini kazanmalarıdır. (bkz. 59/Haşr, 5). Bir başka örnek de Hz. Ebû Bekir'in Hicret esnasında mağarada hayatını tehlikeye atarak canını, sevdiği Hz. Peygamber için fedâ etmesidir (9/Tevbe, 40).
Kur'ân-ı Kerîm'de cömertlik, cihad ile aynı seviyede tutulmakta; Allah'ın insanlara verdiği rızıktan diğer kulların da yararlandırılması istenmektedir (2/Bakara, 254). Cömertliğin, kıyamet gününde insanı her türlü sıkıntı, elem ve kederden kurtarmaya vesile olacağı bildirilmektedir (2/Bakara, 222). Bazı âyetlerde cömertlik alışverişe benzetilmekte; Allah Teâlâ'ya verilen bir borç olarak temsil edilmektedir (2/Bakara, 244; 5/Mâide, 13; 57/Hadîd, 11).
Kalpler cömertlik sayesinde temizlenir (92/Leyl, 17-20). Çünkü, küfür ve nifaktan sonra kalbi karartan âmillerden biri de, aşırı mal sevgisi ve servete bağlılık arzusudur. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de; "Serveti de düşkünce seviyorsunuz." (89/Fecr, 20) buyurulur. İşte bu sevgi ile insan, "Ben bu malı sarfedersem bana bir şey kalmaz" korkusuna düşer ve hemen şeytan harekete geçer: "Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size cimriliği emreder." (2/Bakara, 268). Oysa ki Allah Teâlâ'nın bildirdiğine göre; "Mal ve servet insan için bir imtihandır." (39/Zümer, 49-52). Bu imtihandan başarılı çıkmanın yolu da cömertliktir (64/Teğâbün, 15-17).
İnsanların cömertlikten kaçmasının sebepleri başında: "Benim olan varlığı başkalarına niçin vereyim?" duygusu ile, "Başkalarına verirsem,benim varlığım azalır ve zaruret zamanında zahmete düşerim" düşüncesi gelir. İslam dini ise bu duygu ve düşünceyi kökünden kaldırmıştır. İslâm'a göre mal ve servet herhangi bir şahsın inhisarı altında değildir. Mal ve servet yalnız Allah Teâlâ'nındır. Her şeyin gerçek Mâlik'i O'dur (3/Âl-i İmrân, 179; 57/Hadîd, 10). Kur'ân-ı Kerîm'de bu durum yirmiyi aşkın âyette vurgulanmaktadır. Mülk Allah Teâlâ'nın olduğuna göre, tabiî olarak sahibinin yolunda sarfedilmesi, iman eden kimse için en mâkul bir hadise olarak değerlendirilir. Mü’mindeki cömertlik duygusu da bu düşünceden kaynaklanır.
Hz. Peygamber, şöyle buyurur: "Cömert kişi, Allah'a yakın, Cennet'e yakın, insanlara yakın ve Cehennem ateşinden uzaktır. Hasis insan, Allah'tan uzak, Cennet'ten uzak ve Cehennem ateşine yakındır. Cömert cahil, ibadet eden cimriden Allah'a daha sevimlidir." (Tirmizî, Birr, 40) "Gıbta edilecek kişilerden biri de cömertlerdir" (Buhârî, Temennâ, 5; Tevhid, 45). Peygamberimiz, insanlara dünyada yaşadıkları sürece cömert olmalarını, işi öldükten sonraya bırakmamalarını tavsiye eder: "Sadakanın en iyisi bizzat kendisinin vereceği sadakadır. Sadaka sağ iken, malınız elinizde iken, istediğiniz kimseye istediğiniz kadar verdiğinizdir. Yoksa can boğaza geldikten sonra geç kalmış olursunuz. Sizden sonrakiler istediklerini yapar." (Buhârî, Vesâya, 14)
Abdullah b. Abbâs, Hz. Peygamber'in cömertliğini şöyle anlatır: "Allah'ın Rasûlü, insanların en cömerdi ve en iyilik severi idi. Ramazan'da Cebrâil ile beraber bulunduğu zamanlarda her şeyini verirdi." Cebrâil, her Ramazan gecesi Rasûlullah'ın yanına gelir, ona Kur'an öğretirdi. Cebrâil şöyle derdi: "Allah'ın Rasûlü bereket getiren rüzgârlardan daha cömerttir." (Müslim, Fezâil 12, hadis no: 2308)
Câbir b. Abdullah şöyle derdi: "Rasûlullah (s.a.s.) kendisinden herhangi bir şey istendiğinde, asla, ‘hayır’ dememiştir." (Yusuf Kandehlevî, Hayâtü's-Sahâbe, III, 1181). Hz. Ali'den şöyle rivâyet edilmiştir: "Rasûlullah'dan bir şey istendiği zaman, eğer bu isteği yerine getirmek isterse, ‘peki’ derdi. Yapmak istemediği zaman da susardı. Hiç bir şey için ‘hayır’ dememiştir" (Yusuf Kandehlevî, aynı yer).
"Öyle zamanlar yaşadık ki, aramızdan hiç biri, müslüman kardeşinden daha çok altın ve gümüşe sahip olmayı düşünmedi..." diyen Abdullah b. Ömer (r.a.)'ın sözü, bize, ashâbın cömertlik ve isâr konusunda nasıl davrandığını göstermektedir. Şu halde, sonradan pişmanlık duymamak için, müslümanın cömert davranarak Allah Teâlâ'nın kendisine ihsan ettiği malını sağlığında Allah yolunda ve O'nun rızâsına uygun bir biçimde harcaması gerekir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: "Sizden birinize ölüm (alâmetleri) gelip de: "-Ey Rabbim, beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de, sadaka versem ve sâlihlerden olsam" demeden önce size, rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayın." (63/Münâfikûn, 10). Gazzâli der ki: "Malı olmayan kişide hırs değil kanaat olmalıdır. Malı olan kişide ise cimrilik değil cömertlik olmalıdır." (8)
Saç
ıp Savuranlar Şeytanın Kardeşleridir
Saçıp savurmak anlamında Kur’ân-ı Kerim’de “bezr” kavramı kullanılır. Bezr: Tohumu verimsiz ve çorak yerde israf etmek, malı Allah'a isyanda, gereksiz ve faydasız yerde kullanmak demektir.
İslâm, orta yol olduğu gibi, İslâm ümmeti de orta ümmettir; yani, düşüncede ve davranışta, almada ve vermede, kısaca insan hayatının her safhasında ifratın ve tefritin İslâm'da yeri yoktur. İslâm, mülk her şeyden önce Allah'ın olduğu için, kişiye tahsis edilmiş özel mülkü bile dilediği şekilde ve dilediği yere harcama yetkisi vermemiştir. Her şeyden önce, müslüman yeryüzünün halifesi olarak, yeryüzündeki geçim kaynaklarını bu hilâfetin gerektirdiği biçimde kullanmak, üretmek ve dağıtmakla yükümlüdür. Öyle ki, kişi üzerinde nefsinin bile bir hakkı olduğundan, mal benim, beden benim' anlayışı içinde tıka basa yemek veya kendisini yemek ve içmekten mahrum etmek, ifrat ve tefrit olduğu için yasaklanmış ve bedenin de, malın da Allah'a kulluk sınırları çerçevesinde kullanılması emredilmişti.
Dünya, âhiretin tarlasıdır ve âhirette biçeceği ekini kişi dünyada eker; Cenneti'ni de Cehennemi'ni de dünyada hazırlar. Attığı her adım, söylediği her söz insan için âhiret tarlasına atılmış bir tohumdur. Bu bakımdan, müslüman, sözünde ve davranışında ölçülü olmak, tohum israfında bulunmamak ve azamî verimi elde etmeğe çalışmak zorundadır. Bu bağlamda olmak üzere, akrabanın, düşkünlerin, fakirlerin ve yolcuların... müslüman üzerinde hakları vardır. Gerek insaniyet, gerekse kişinin kazanmasına yol açan güç, kabiliyet, toprak, su, ısı, ışık gibi temel öğelerin Allah vergisi olması ve muhtaçların da Allah'ın kulu bulunması bu hakkı gerekli kıldığı gibi; dünya hayatının ahenk ve düzeni de böyle bir hakka sebebiyet vermektedir.
Ayrıca, bu hakkın ifâsı da öyle rastgele olamaz. Her şeyden önce, verimsiz ve çorak arazi kendisine atılan tohumu vermeyeceği gibi, rastgele her toprağa atılan tohum da sahibini memnun etmez. Bu bakımdan, malın harcanma yeri, miktarı ve şekline de gereken dikkat gösterilmelidir ki; kişi ektiğinin karşılığını bol bol alsın. Bu yüzden, Kur'ân "Akrabaya, düşküne ve yolcuya hakkını ver: sakın bezr'e de gitme; çünkü bezredenler şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise, Rabbi'ne karşı çok nankördür. Elini de boynuna asıp bağlama ve bütün bütüne de yayma; sonra kınanmış ve perişan olarak oturup kalırsın." (17/İsrâ, 26-27, 29) buyururken; bezr edeni, her yaptığı boşa giden ve Allah'ın nimetlerini inkârla kesin küfre düşen şeytanın kardeşi yapmakla, Allah rızâsı dışında ve İbn Abbas'la İbn Mes'ud'un tefsiri üzere, her türlü yersiz harcamayı bezr ve Allah'a karşı nankörlük saymaktadır.
Müslüman, ne ekonomik durumunu çökertecek ölçüde verip kendisini ve çoluk çocuğunu başkalarına muhtaç edecek; ne de malını faydasız yerlere, gösteriş, lüks ve günaha sarfedecektir. O, malını da, bedenini de, bilgi ve zekâsını da Allah'ın çizdiği ölçüler içinde kullanmak zorundadır. (9)
Kur’ân-
ı Kerim’de isrâf Kavramıİ
srâf kelimesi ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam 23 yerde geçer. Savurganlık, saçıp savurma anlamındaki tebzîr kelimesi ve türevleri ise toplam 3 yerde zikredilir.İsraf ayrıdır, cömertlik ayrı. Cömertlik, Allah’ın verdiği nimetleri Allah yolunda kullanmak için nefsin hevâsının emrettiği cimriliğin önüne geçmek, âhirete yatırım yapmaktır. Cömertliğin göstergesi olan "infak" kavramı, Kur'anda türevleriyle birlikte 73 yerde geçmektedir. Cömertlik vasfının elde edilebilmesi için; yardımın gönüllü olarak yapılması (59/Haşr, 5; 57/Hadîd, 11-18; 5/Mâide, 13); karşılığında hizmet, övgü, mükâfat beklenilmemesi (76/İnsan, 8-l0); yardım edileni rencide edebilecek davranışlardan kaçınılması (2/Bakara, 263-264); yapılan yardımın sahibi katında üstün bir değeri olması (3/Âl-i İmrân, 92) şarttır.
Kur'an-ı Kerîm'de cömertlik, cihad ile aynı seviyede tutulmakta; Allah'ın insanlara verdiği rızıktan diğer kulların da yararlandırılması istenmektedir (2/Bakara, 254). Cömertliğin, kıyamet gününde insanı her türlü sıkıntı, elem ve kederden kurtarmaya vesile olacağı bildirilmektedir (2/Bakara, 222). Bazı âyetlerde cömertlik alışverişe benzetilmekte; Allah Teâlâ'ya verilen bir borç olarak temsil edilmektedir (2/Bakara, 244; 5/Mâide, 13; 57/Hadîd, 11).
Kalpler cömertlik sâyesinde temizlenir (92/Leyl, 17-20). Çünkü, küfür ve nifaktan sonra kalbi karartan âmillerden biri de, aşırı mal sevgisi ve servete bağlılık arzusudur. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de; "Serveti de düşkünce seviyorsunuz." (89/Fecr, 20) buyurulur. İşte bu sevgi ile insan, "Ben bu malı sarf edersem bana bir şey kalmaz" korkusuna düşer ve hemen şeytan harekete geçer: "Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size cimriliği emreder." (2/Bakara, 268). Oysa ki Allah Teâlâ'nın bildirdiğine göre: "Mal ve servet insan için bir imtihandır." (39/Zümer, 49-52). Bu imtihandan başarılı çıkmanın yolu da cömertliktir (64/Teğâbün, 15-17).
İsraf ve savurganlık kötü olduğu gibi (17/İsrâ, 26-27), bunların karşıtı olan “buhl” ve “şuhh” (cimrilik ve pintilik) de kötüdür (17/İsrâ, 29; 59/Haşr, 9). Mü’min, daima orta yolu izler (31/Lokman, 19).
Dünya tutkusu, mal yığma sevdâsı, gerçek dindarlıkla bağdaşmaz. “Ey iman edenler, hahamlardan ve râhiplerden birçoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yoluna engel olurlar. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara acı bir azâbı müjdele. O gün cehennem ateşinde bunların üzeri ısıtılıp (pullanır); bunlarla, onların alınları, böğürleri ve sırtları dağlanır. ‘İşte nefisleriniz için yığdıklarınız, yığdıklarınızı tadın!’ (denilir.)” (9/Tevbe, 34-35)
Ebû Zerr-i Ğıfârî gibi bazı sahâbîler, bu âyete: “Ve sana Allah yolunda ne infak edeceklerini soruyorlar. De ki: ‘Af (yani, ihtiyacınızdan fazlasını veya helâl güzel olan şeyleri verin)’.” (2/Bakara, 219) âyetine dayanarak zekâtı verilmiş dahi olsa, ihtiyaçtan fazla mal biriktirmenin, haram olan “kenz/yığma” sayılacağını söylemiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de, kimin yanında ihtiyaçtan fazla şusu busu varsa, olmayanlara vermesini emretmiş, bu sözünü o kadar tekrar etmiştir ki, dinleyen sahâbîler, hiç kimsenin, ihtiyaçtan fazla bir şey saklamaya hakkı olmadığını sanmışlardır (Müslim, Lukata 18; Ebû Dâvud, Zekât 32; Ahmed bin Hanbel, 3/34).
Süs ve güzel rızıklar helâldir (7/A’râf, 31-32). Ancak, başkalarını kıskandıracak davranışlardan imkânlar ölçüsünde kaçınmak gerekir.
Şükreden zengin, sabreden fakirden; veren el, alan elden daha iyidir. “Allah’ın sana verdiği mal içinde âhiret yurdunu ara, fakat dünyadan da payını unutma!” (28/Kasas, 77) âyeti, her iki cihan için çalışmayı emrettiği gibi, “Rabbimiz, bize dünyada iyilik ver, âhirette de iyilik ver!” (2/Bakara, 201) meâlindeki duâ âyeti de insana, iki cihan için de çalışmayı telkin etmektedir.
“Yetimleri, nikaha erişecekleri çağa kadar deneyin; şâyet kendilerinde bir (rüşd) olgunlaşma gördünüz mü, hemen onlara mallarını verin. Büyüyecekler diye israf ile çarçabuk yemeyin. Zengin olan iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan da artık maruf (ihtiyaca ve örfe uygun) bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, onlara karşı şahid bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.” (4/Nisâ, 6)
“Çardaklı ve çardaksız (asmalı ve asmasız üzüm) bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmaları, ekinleri birbirine benzer ve benzemez biçimde zeytin ve narları yaratan O’dur. Her biri ürün verdiği zaman meyvesinden yiyin. Devşirilip toplandığı gün de hakkını (zekât ve sadakasını) verin, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri/israf edenleri sevmez.” (6/En’âm, 141)
“Ey Ademoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.” (7/A’râf, 31)
“Çünkü siz, şehveti tatmin için kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere yanaşıyorsunuz. Doğrusu siz taşkın bir milletsiniz." (7/A’râf, 81)
“Firavun ve kavminin kendilerine işkence etmesinden korkuya düştükleri için kavminden bir gurup gençten başka kimse Musa'ya iman etmedi. Çünkü Firavun yeryüzünde ululuk taslayan (bir diktatör) ve haddi aşanlardan idi.” (10/Yûnus, 83)
“Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş emel onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!” (15/Hicr, 3)
“Akrabaya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. İsraf ederek saçıp savurma. Çünkü saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı nankördür.” (17/İsrâ, 26-27)
“Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun.” (17/İsrâ, 29)
“De ki: Rabbimin rahmet hazinesine eğer siz sahip olsaydınız, harcanır korkusuyla kıstıkça kısardınız. İnsanoğlu da pek eli sıkıdır!” (17/İsrâ, 100)
“Onlar, harcadıkları zaman, ne israf ederler, ne kısarlar; (harcamaları,) ikisi arasında orta bir yoldur.” (25/Furkan, 67)
“Firavun ailesinden olup, imanını gizleyen bir mümin adam şöyle dedi: Siz bir adamı "Rabbim Allah'tır" diyor diye öldürecek misiniz? Halbuki o, size Rabbinizden apaçık mucizeler getirmiştir. Eğer o yalancı ise yalanı kendisinedir. Eğer doğru söylüyorsa sizi tehdit ettiğinin (azâbın), bir kısmı olsun gelip size çatar. Şüphesiz Allah, haddi aşan, yalancı kimseyi doğru yola eriştirmez.” (40/Mü’min, 28)
“Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.” (2/Bakara, 155)
“Birbirinizin mallarını haksızlıkla yemeyin ve bile bile günahla insanların mallarından bir bölümünü yemeniz için onları hâkimlere aktarmayın.” (2/Bakara, 188)
“Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareketinizde dürüst davranın. Çünkü Allah muhsinleri/dürüstleri sever.” (2/Bakara, 195)
“Onlardan öylesi vardır ki: ‘Rabbimiz, bize dünyada da hasene (iyilik ve güzellik) ver, âhirette de hasene (iyilik ve güzellik) ver ve bizi ateş azâbından koru’ der.” (2/Bakara, 201; ayrıca: 7/A’râf, 156; 16/Nahl, 122)
“İnsanlardan öyleleri de var ki, Allah'ın rızâsını almak için kendini ve malını fedâ eder. Allah da kullarına şefkatlidir.” (2/Bakara, 207)
Hadis-i
Şeriflerde İsrâf Kavramı“Yiyiniz, içiniz, sadaka veriniz ve giyininiz. Ancak kibirlenmeyin ve israf etmeyin. Şüphesiz Allah (c.c.) nimetinin eserini (görüntüsünü) kulunun üzerinde görmek ister.” (Buhârî, Libas 1; İbn Mâce, Libas 23, hadis no: 3605; Nesâî, Zekât 66; Ahmed bin Hanbel, II/181-182)
“Peygamber (s.a.s.) malın boşa harcanmasını yasakladı” (Buhârî, Zekât 18; Husûmât 3, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 14)
“Müslüman olan, yeterli geçime sahip kılınan ve Allah’ın kendisine verdiklerine kanaat etmesini bilen kurtulmuştur.” (Müslim, Zekât 125; Tirmizî, Zühd 35)
“Gerçek zenginlik, mal çokluğu değil; gönül tokluğudur.” (Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekât 130; Tirmizî, Zühd 40; İbn Mâce, Zühd 9)
“Âdemoğlu, karnından daha şerli bir kap doldurmamıştır. İnsana belini doğrultacak birkaç lokma yeter. Eğer mutlaka yemesi gerekli ise midesinin üçte birini yemeye, üçte birini içmeye, üçte birini de nefes almaya (havayla doldurup boş tutmaya) ayırsın.” (Tirmizî, Zühd 47; Ahmed bin Hanbel, IV/132)
“Gerçekten şu mal çekici ve tatlıdır. Kim onu hırs göstermeksizin alırsa, o malda kendisine bereket verilir. Kim de ona göz dikerek hırs ile alırsa, o malın bereketi olmaz. Böylesi kişi, yiyip yiyip de bir türlü doymayan obur gibidir. Üstteki (veren) el, alttaki (alan) elden daha hayırlıdır.” (Buhârî, Vesâyâ 9, Cihad 27, Zekât 47, 50, Humus 19, Rikak 7, 11; Müslim, Zekât 96; Tirmizî, Fiten 26, Zühd 41; Nesâî, Zekât 50, 80, 93; İbn Mâce, Fiten 19)
“İki kişinin yiyeceği üç kişiye, üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter.” (Buhârî, Et’ıme 11; Müslim, Eşribe 178; Tirmizî, Et’ıme 21)
“Bir kişinin yiyeceği iki kişiye, iki kişinin yiyeceği dört kişiye, dört kişinin yiyeceği ise sekiz kişiye yeter.” (Müslim, Eşribe 179-181; Tirmizî, Et’ıme 21; İbn Mâce, Et’ıme 2)
“Eş’arîler, gazâda azıkları tükenmeye yüz tuttuğu veya Medine’de ailelerinin yiyeceği azaldığı zaman, yanlarında ne varsa getirip bir yaygıya dökerler. Sonra bunu bir kapla aralarında eşit olarak paylaşırlar. İşte bu sebeple Eş’arîler Bendendir, Ben de onlardanım.” (Buhârî, Şirket 1; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe167)
“Yalnız şu iki ikimseye gıpte edilmelidir: Biri, Allah’ın kendisine verdiği malı Hak yolunda infak edip tüketen kimse; diğeri, Allah’ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimse.” (Buhârî, İlim 15, Zekât 5, Ahkâm 3, İ’sitâm 3; Müslim, Müsâfirîn 268; İbn Mâce, Zühd 22)
“Yalnız şu iki kişiye gıpte edilmelidir: Biri, Allah’ın kendisine verdiği Kur’an ile gece-gündüz meşgul olan kimse; diğeri, Allah’ın kendisine verdiği malı gece-gündüz infak edip harcayan kimse.” (Buhârî, Temennî 5, Tevhid 45; Müslim, Müsâfirîn 266, 267; İbn Mâce, Zühd 22)
"Sadakanın en iyisi (insanın sağ iken) bizzat kendisinin vereceği sadakadır. Sadaka sağ iken, malınız elinizde iken, istediğiniz kimseye istediğiniz kadar verdiğinizdir. Yoksa can boğaza geldikten sonra geç kalmış olursunuz. Sizden sonrakiler istediklerini yapar." (Buhârî, Vesâya 14)
“En cimri (Gerçek bahîl) olan, yanında anıldığım halde bana salevat getirmeyendir.” (Tirmizî, Deavât 100, h. No: 3540; Ahmed bin Hanbel, I/201)
"Mide hastalıklar evidir. Perhiz ve az yemek, her devânın (şifânın) başıdır. Bedenine âdet ettiği şeyleri ver." (İmam Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmû'1 Kur'an, Kahire, 1967 (3. bsm.) c. VII, sh.192)
"Her ümmet için bir fitne vardır, benim ümmetimin fitnesi de maldır." (Tirmizî, Zühd: 26, hadis no: 2337)
"İnsanlar dünyalık karşısında dört kısımdır: Bir kul vardır, Allah ona mal ve ilim vermiştir, o bu mal hususunda Allah'tan korkar da onu sıla-ı rahimde harcar, malda mevcut olan Allah'ın hakkını bilir ve yerine getirir. İşte bu en yüce mertebeyi elde eder.
Bir diğer kul vardır, Allah ona ilim vermiştir fakat mal vermemiştir, ancak iyi niyet sâhibidir, şöyle der: Eğer malım olsaydı falanca gibi hayır yollarında harcayacaktım. Allah onu niyyetiyle kabûl eder ve ecir yönüyle önceki ile eşit olur.
Bir üçüncü kul vardır, mal sahibidir, ancak Allah ilim vermemiştir, malını şehvet yolunda câhilâne harcar. Ne Rabbinden korkar ne de onunla sıla-i rahimde bulunur. Malda mevcut Allah'ın hakkını da bilmez. Bu en fena bir mertebedir.
Dördüncü bir kimse daha vardır. Allah ona ne mal ne de ilim nasib etmiştir. Ancak, sefihlere gıbta ile: "Eğer param olsaydı der, falanca gibi harcar onun gibi yaşardım." Bu da niyyeti ile o sefih gibi olur ve günahta eşit olurlar." (İ. Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/169-170)
Abdullah İbnu'ş-Şihhîr (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) Elhâkümü'ttekâsür sûresini okurken yanına geldim. Bana: "İnsanoğlu 'malım, malım!' der. Halbuki Âdemoğlunun yiyip tükettiği, giyip eskittiği ve sağlığında tasadduk edip gönderdiğinden başka kendisinin olan neyi var? (Gerisini ölümle terkeder ve insanlara bırakır.)" (Müslim, Zühd 3, 4, hadis no: 2958; Nesâî, Vesâya 1 hadis no: 6, 238; Tirmizî, Tefsîru Tekâsür, hadis no: 3351)
"Altına tapanlar mel'undur, gümüşe tapanlar mel'undur." (Tirmizî, Zühd 42, hadis no: 2376
İbn Mes'ud (r
.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) bir keresinde, "Hanginiz, vârisinin malını kendi malından daha çok sever?" diye sordu. Cemaat: "Ey Allah'ın Rasûlü, içimizde, herkes kendi malını vârisinin malından daha çok sever" dediler. Bunun üzerine: "Öyleyse şunu bilin: Kişinin gerçek malı hayatında gönderdiğidir. Geriye koyduğu da vârislerinin malıdır." (Buhârî, Rikak 12; Nesâî, Vesâyâ 1, hadis no: 6, 237-238)
"Sizden birine, dünyalık olarak bir hizmetçi ve Allah yolunda cihadda kullanacağı bir binek edinecek kadar mal toplaması yeterlidir." (Tirmizî, Zühd 19, hadis no: 2328; Nesâî, Zînet 119, h. no: 8, 218-219); İbn Mâce, Zühd 1, h. no: 4103)
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) ve ailesi üst üste pek çok geceleri aç geçirirler ve akşam yemeği bulamazlardı. Ekmekleri çoğunlukla arpa ekmeği idi." (Tirmizî, Zühd 38, hadis no: 2361)
Nu'mân İbnu Beşîr (r.a.) anlatıyor: "Hz. Ömer (r.a.) insanların nâil oldukları dünyalıktan söz etti ve dedi ki: "Gerçekten ben Rasûlullah (s.a.s.)'ın bütün gün açlıktan kıvrandığı halde, karnını doyurmaya âdi hurma bile bulamadığını gördüm." (Müslim, Zühd 36, hadis no: 2978)
Enes (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'a arpa ekmeği ile kokusu değişmiş erimiş yağ getirmiştim. (Bir seferinde) şöyle söylediğini işittim: "Muhammed ailesinde, dokuz kadın bulunduğu bir zamanda, ne bir sa' hurma, ne de bir sa' hububat gecelemiştir." (Buhârî, Rehn 1, Büyû 14; Tirmizî, Büyû 7, h. no: 1215; Nesâî, Büyû 50, hadis no: 7, 288)
Süleymân İbn Surad (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) bize geldi ve bir yiyecek (ikramına) gücümüz yetmeksizin -veya bir yiyeceğe gücü yetmeksizin- üç gece kaldık."
Hz. Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)’a bir gün sıcak bir yemek getirilmişti. Yedi ve yemekten çıkınca: "Elhamdülillah, şu şu vakitten beri mideme sıcak bir yemek girmemişti" buyurdu."
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'ın kızı (Fâtıma gerdek gecesi) bana gönderildi. Onun gönderildiği gece yatağımız koyun derisinden başka bir şey değildi."
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) şöyle duâ etmişti: "Allah'ım, beni miskin (yoksul) olarak, yaşat, miskin olarak ruhumu kabzet, kıyâmet günü de miskinler zümresiyle birlikte haşret." Hz. Âişe (r. anhâ) atılarak sordu: "Niçin ey Allah'ın Rasûlü?" "Çünkü, dedi, onlar cennete, zenginlerden kırk bahar önce girecekler. Ey Âişe! fakirleri sev ve onları (rivâyet meclisine) yaklaştır, tâ ki Kıyâmet günü Allah da sana yaklaşsın." (Tirmizî, Zühd, hadis no: 2353)
"Fakirler, cennete zenginlerden beşyüz yıl önce girerler. Bu (Allah'ın indinde) yarım gündür." (Tirmizî, Zühd 37, hadis no: 2354) (Beşyüz yılın Allah indindeki yarım gün etmesi, Allah'ın indindeki bir gün, dünya ölçülerindeki bin yıla tekabül etmesindendir. Zîra âyette şöyle denmiştir: "Rabbinin katında bir gün, saydıklarınızdan bin yıl gibidir." -22/Hacc, 47-)
Ebû Abdirrahman el-Hubulî anlatıyor: "Bir adam Abdullah İbnu Amr (r.a.)'a sorarak dedi ki: "Biz muhâcirlerin fakirlerinden değil miyiz?" Abdullah da ona sordu: "Kendisine sığındığın bir zevcen var mı?" Adam: "Evet" dedi. Abdullah: "Senin oturduğun bir meskenin var mı? Adam: "Evet!" deyince Abdullah: "Sen zenginlerdensin!" dedi. Adam: "Benim bir de hizmetçim var!" diye ilave edince, Abdullah: "Öyleyse sen krallardansın!" dedi." (Müslim, Zühd 37, hadis no: 2979)
Ebû Saîd (r.a.) anlatıyor: "Muhâcirlerin fakirlerinden bir grupla birlikte oturmuştum. Bunlardan bir kısmı, bir kısmı(nın karaltısından istifâde) ile çıplaklıktan korunuyordu. Bir okuyucu da bize (Kur'ân) okuyordu. Derken Rasûlullah (s.a.s.) çıkageldi ve üzerimizde dikildi. Resûlullah'ın yanımızda dikilmesi üzerine kaari okumayı bıraktı. Resûlullah da selam verdi ve: "Ne yapıyorunuz?" diye sordu. "Ey Allah'ın Rasûlü! dedik, o kaarimizdir, bize (Kur'ân) okuyor. Biz de Allah Teâlâ'nın kitabını dinliyoruz. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): "Ümmetim arasında, kendileriyle birlikte sabretmem emredilen (18/Kehf, 28) kimseleri yaratan Allah'ıma hamdolsun!" dedi. Sonra, kendisini bizimle eşitlemek üzere Resûlullah, ortamıza oturdu.Ve eliyle işâret ederek: "Şöyle (halka yapın)" dedi. Cemaat hemen etrafında halka oldu, yüzleri ona döndü. Ebû Saîd der ki: "Rasûlullah (s.a.s.)'ın onlar arasında benden başka birini daha tanıyor görmedim. (Herkes yeni baştan vaziyetini alınca) Rasûlullah şu müjdeyi verdi: "Ey yoksul muhâcirler, size müjdeler olsun! Size Kıyamet günündeki tam nûru müjde ediyorum. Sizler cennete, insanların zenginlerinden yarım gün önce gireceksiniz. Bu yarım gün, (dünya günleriyle) beşyüz yıl eder." (Ebû Dâvud, İlim 13, hadis no: 3666; Tirmizî, Zühd 37, hadis no: 2352)
"(Mirâc sırasında) cennetin kapısında durup içeri baktım. Oraya girenlerin büyük çoğunluğunun miskinler (yoksullar) olduğunu gördüm. Dünyadaki imkân sâhiplerinin cehennemlikleri ateşe gitmeye emrolunmuşlardı, geri kalanlar da mahpus idiler..." (Buhârî, Rikâk 51; Müslim, Zühd 93, hadis no: 2736)
"Bana zayıflarınızı arayın. Zîra sizler, zayıflarınız (onların duâları, tevekkül ve sabırları) sebebiyle yardıma ve rızka mazhar kılınıyorsunuz." (Ebû Dâvud, Cihâd 77, hadis no: 2594; Tirmizî, Cihâd 24, h. no: 1702; Nesâî, Cihâd 43, -6, 45,46-)
"Kuvvetli mü'min Allah'a zayıf mü'minden daha hayırlı ve daha sevgilidir, ancak her birinde hayır vardır." (Müslim)
"Allah hiçbir peygamber göndermedi ki, koyun çobanlığı yapmamış olsun." "Sen de mi, Ey Allah'ın Rasûlü?" diye sordular. "Evet, ben de bir miktar kırat mukabili Mekke ehline koyun güttüm." (Buhârî, İcâre 2; Muvattâ, 18 -2, 971-; İbn Mâce, Ticârât 5, hadis no: 2149) (Nesâî'nin bir rivâyetinde şöyle denir: "Koyun sahipleri ile deve sahipleri övünmüşlerdi. Rasûlullah (s.a.s.): "Hz. Mûsâ koyun çobanı olduğu halde pegamber oldu. Hz. Dâvud koyun çobanı olduğu halde peygamber oldu. Ben de ehlimin koyunlarını Ciyâd'da güderken peygamber oldum" dedi.)
Abdullah İbnu Muğaffel (r.a.) anlatıyor: "Bir adam gelerek "Ey Allah'ın Resûlü! Ben seni seviyorum" dedi. Rasûlullah: "Ne söylediğine dikkat et!" diye cevap verdi. Adam: "Vallâhi ben seni seviyorum!" deyip, bunu üç kere tekrar etti. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine adama: "Eğer beni seviyorsan, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni sevene fakirlik, hedefine koşan selden daha sür'atli gelir." (Tirmizî, Zühd 36, hadis no: 2351)
Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) buyurdu ki: “Dünya arkasını dönmüş gidiyor, âhiret ise yönelmiş geliyor. Bunlardan her ikisinin de kendine has evlâtları var. Siz âhiretin evlâtları olun. Sakın dünyanın çocukları olmayın. Zira bugün amel var hesap yok; yarın ise hesap var amel yok.” (Buhârî, Rikak 4) (Hz. Ali’ye atfedilen bu söz, merfû hadis olarak da rivâyet edilmiştir.)
İbn Ömer (r.a.): “Akşama erdinmi sabahı bekleme, sabaha erdinmi akşamı bekleme. Sağlıklı olduğun sırada hastalık halin için hazırlık yap. Hayatta iken de ölüm için hazırlık yap.” (Buhârî, Rikak 2; Tirmizî, Zühd 25, hadis no: 2334)
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Biz Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte otururken uzaktan Mus'ab İbn Umeyr (r.a.) göründü, bize doğru geliyordu. Üzerinde deri parçası ile yamanmış bir bürdesi vardı. Rasûlullah (s.a.s.) onu görünce, (Mekke'de iken giyim kuşam yönünden yaşadığı) bolluğu düşünerek ağladı. Sonra şunu söyledi: "Gün gelip, sizden biri, sabah bir elbise, akşam bir başka elbise giyse ve önüne yemek tabakalarının biri getirilip diğeri kaldırılsa ve evlerinizi de (halılar ve kilimler ile) Kâ'be gibi örtseniz o zamanda nasıl olursunuz?" "O gün, dediler, biz bugünümüzden çok daha iyi oluruz. Çünkü hayat külfetimiz karşılanmış olacak, biz de ibâdete daha çok vakit ayıracağız.” Buyurdu ki: "Hayır! Bilakis siz bugün o günden daha iyisinizdir." (Tirmizî, Kıyâmet 36, hadis no: 2478)
Ebû Ümâme İbn Sa'lebe el-Ensârî (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'ın yanında dünyayı zikretmişlerdi. Buyurdular ki: "Duymuyor musunuz, işitmiyor musunuz? Mütevâzi giyinmek îmandandır, mütevâzi giyinmek imandandır!" (Ebû Dâvud, Tereccül 1, hadis no: 4161; İbn Mâce, Zühd 22, h. no: 4118)
Hz. Câbir (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)’ın yanında bir adamın çok ibâdet ettiğinden, bir diğerinin de verâ sahibi olduğundan bahsedilmişti. Efendimiz: "Verâ'ya denk olacak onunla tartılabilecek bir şey yoktur!" buyurdu." (Tirmizî, Kıyâmet 61, hadis no: 2521) (Verâ: Haramlardan, harama benzeyen şeylerden, şüpheli şeylerden kaçınmak mânâsına gelir.)
"Kişi mahzurlu olan şeyden korkarak mahzursuz olanı terketmedikçe gerçek takvâya ulaşamaz." (Tirmizî, Kıyâmet 20, hadis no: 2453)
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Evimden soğuk bir günde çıktım. Çok açtım, (yiyecek) bir şey arıyordum. Bir yahudîye rastladım, bahçesinde çıkrıkla sulama yapıyordu. Duvardaki bir açıklıktan adama baktım. "Ne istiyorsun ey bedevi, kovasını bir hurmaya bana su çeker misin?" dedi. Ben de: "Evet! ama kapıyı aç da gireyim!" dedim. Adam kapıyı açtı, ben girdim, bir kova verdi. Su çekmeye başladım. Her kovada bir hurma verdi. İki avucum hurma ile dolunca kovayı bıraktım ve bu bana yeter deyip hurmaları yedim, sudan içip sonra mescide geldim." (Tirmizî, Kıyâmet 35, hadis no: 2475)
Fudâle İbn Ubeyd (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) halka namaz kıldırırken, bazı kimseler açlık sebebiyle kıyam sırasında yere yıkılırlardı. Bunlar Ashâb-ı Suffe idi. (Medîne'de misâfireten bulunan) bedevîler, bunlara delirmiş derlerdi. Efendimiz namazdan çıkınca yanlarına uğrar ve: "Eğer (bu çektiğiniz sıkıntı sebebiyle) Allah indinde elde ettiğiniz mükâfatı bilseydiniz, fakirlik ve ihtiyaç yönüyle daha da artmayı dilerdiniz" derdi." (Tirmizî, Zühd 39, hadis no: 2369)
"Sizden kim nefsinden emin, bedeni sıhhatli ve günlük yiyeceği de mevcut ise sanki dünyalar onun olmuştur." (Tirmizî, Zühd 34, h. no: 2347; İbn Mâce, Zühd 9, h. no: 4141)
"Âdemoğlunun şu üç şey dışında (temel) hakkı yoktur. İkamet edeceği bir ev, avretini örteceği bir elbise, katıksız bir ekmek ve su." (Tirmizî, Zühd 30, hadis no: 2342)
"İslâm hidâyeti nasip edilen ve yeterli miktarda maişeti olup, buna kanaat edene ne mutlu!" (Tirmizî, Zühd 35, hadis no: 2350)
Ebû Saîdi'l-Hudrî (r.a.) anlatıyor: "Ensâr (r.a.)'dan bazı kimseler, Rasûlullah (s.a.s.)'dan bir şeyler talep ettiler. Peygamberimiz de istediklerini verdi. Sonra tekrar istediler, o yine istediklerini verdi. Sonra yine istediler, o isteklerini yine verdi. Yanında mevcut olan şey bitmişti; şöyle buyurdular: "Yanımda bir mal olsa, bunu sizden ayrı olarak (kendim için) biriktirecek değilim. Kim iffetli davranır (istemez)se, Allah onu iffetli kılar. Kim istiğnâ gösterirse Allah da onu zengin kılar. Kim sabırlı davranırsa Allah ona sabır verir. Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir ihsanda bulunulmamıştır." (Buhârî, Zekât 50, Rikak 20; Müslim, Zekât 124, hadis no: 1053; Muvattâ, Sadaka 7 -2, 997-; Ebû Dâvud, Zekât 28, h. no: 1644; Tirmizî, Birr 77, h. no: 2025; Nesâî, Zekât 85, -5, 95-) Rezin rahimehullah şu ziyâdede bulunmuştur: "İslâm'a girip, yeterli miktarla rızıklandırılan ve verdiği bu miktara Allah'ın kanaat etmeyi nasip ettiği kimse kurtuluşa ermiştir."
"Ey Âdemoğlu! Eğer fazla malını Allah yolunda harcarsan bu senin için daha hayırlıdır. Kendine saklarsan senin için zararlıdır. Kefâf (yeterli miktar) sebebiyle levm edilmez, kınanmazsın. (Harcamaya), bakımları üzerinde olanlardan başla. Üstteki el (yani veren), alttaki elden (yani alandan) daha hayırlıdır." (Müslim, Zekât 97, hadis no: 1036; Tirmizî, Zühd 32, h. no: 2344).
"Siz Allah'a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de, kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı: Sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz." (Tirmizî, Zühd 33, hadis no: 2345)
Hz. Ömer (r.a.) şöyle hitap etmiştir: "Ey insanlar! Bilin ki tamahkârlık fakirliktir, yeis (tamahkâr olmamak) zenginliktir. Kişi bir şeye tamah göstermezse ondan müstağnî olur." (Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 14, s. 68)
Abdullah İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "(Babası) Ömer İbnu'l-Hattab (r.a.) dedi ki: "Rasûlullah (s.a.s.), (zaman zaman) bana ihsanda bulunuyordu. (Her seferinde ben): "(Ey Allah'ın Rasûlü!) bunu, buna benden daha muhtaç olan birine verseniz!" diyordum. Rasûlullah da: "Al bunu! Bu maldan, sen istemediğin ve gelmesini bekler durumda olmadığın halde gelen birşey olursa onu al ve temellük et (yani kendi malın kıl, malın olduktan sonra) dilersen ye, dilersen sadaka olarak bağışla. (Bu vasıfta) olmayan mala nefsini bağlama!" buyurdular. (Hadisi İbn Ömer'den rivâyet eden) Sâlim der ki: "Bu (hadis) sebebiyle Abdullah, kimseden bir şey istemezdi, (kendiliğinden) gelen bir şey olursa onu da reddetmezdi." (Buhârî, Ahkâm 17, Zekât 51; Müslim, Zekât 110, hadis no: 1045; Nesâî, Zekât 94, -5, 105-)
Abdullah İbn Amr es-Sa'di'nin anlattığına göre, "kendisi, hilâfeti sırasında Hz. Ömer'ın yanına geldi. Hz. Ömer kendisine: "Bana haber verildiğine göre, sen Müslümanların işlerinden bir kısmını üzerine almışsın ve sana maaş verilince almaktan kaçınmışsın (doğru mu)?" diye sordu. Ben de: "Evet!" dedim. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Bundan maksadın ne?" dedi. Ben de: "Benim atlarım var, kölelerim var (halim vaktim iyidir), hayır üzereyim. Ben maaşımın Müslümanlara sadaka olmasını istiyorum" dedim. Hz. Ömer: "Hayır! Böyle yapma! Çünkü (bir ara ben de senin gibi düşünmüş), senin arzu ettiğin şeyi arzu etmiştim. Rasûlullah (s.a.s.) bana ihsanda bulunuyordu. Ben de: "Bu parayı ona benden daha çok muhtaç olan birine ver!" diyordum. Hatta bir seferinde (Peygamberimiz) yine bana mal vermişti. Ben yine: "Bunu, onu benden daha çok muhtaç olan kimseye ver!" demiştim. Rasûlullah: "Onu al, kendi malın yap, sonra tasadduk et! Bu maldan, sen talep etmeden, bekler vaziyeti almadan, gelen olursa onu al. Böyle olmayana gönlünü bağlama!" buyurdular." (Buhârî, Ahkâm 17; Müslim, Zekat 111, hadis no: 1045; Nesâî, Zekât 94, -5, 103-)
Amr İbnu Tağlib anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'a bir mal -veya bir şey- getirilmişti. Hemen onu taksim edip dağıttı. (Ancak, bunu yaparken) bir kısmına verdi, bir kısmına vermedi. Kendilerine verilmemiş olan kimselerin, sonradan hakkında dedikodu yaptıkları kulağına geldi. Bunun üzerine, (uygun bir fırsatta, halka hitap etmek üzere doğruldu). Allah'a hamd ve senâ ettikten sonra: "Sadede gelince; vallahi ben, birine verip diğerine vermediğim olur (bu doğrudur, ancak) vermediğim, nazarımda, verdiğimden daha çok sevgiye mazhardır. Ben bir kısım insanlara, kalplerinde gördüğüm sabırsızlık ve hırs sebebiyle veririm; bir kısmını da, Allah Teâlâ'nın kalplerine koymuş bulunduğu zenginlik ve hayra havâle eder (ve onlara bir şey vermem). İşte bunlardan biri Amr İbnu Tağlib'dir!" buyurdular. Amr devamla der ki: "Vallahi, Rasûlullah (s.a.s.)'ın (hakkımda telaffuz buyurduğu) bu kelâmına bedel kırmızı develerim olsaydı bu kadar sevinmezdim." (Buhârî, Cum'a 29, Humus 19, Tevhid 49)
Ebû Eyyub (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’a bir adam gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bana (dini) öğret, fakat çok özlü olsun!’ dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Namaza kalktığın vakit (dünyaya) vedâ edenin (namazı gibi) namaz kıl. Sonradan (pişman olup) özür dileyeceğin sözü söyleme. İnsanların elinde bulunan (dünyalık şeylerden) ümidini kesmeye azmet.” (Kütüb-i Sitte, 17/579)
“Malı şöyle, şöyle, şöyle ve şöyle dağıtanlar hâriç dünyalığı çok kazananlara yazıklar olsun!” “Şöyle” kelimesini Rasûlullah dört kere tekrar etti. Bunlarla “sağından, solundan, önünden ve arkasından (hayır için harcayanlar” demek istedi). (Kütüb-i Sitte, 17/571)
“Âdemoğlu, ‘malım, malım’ diyor. Ey Âdemoğlu, senin yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin, yahut tasadduk edip (sevabını) defterine geçirdiğinden başka senin malın mı var?!” (Riyâzu’s-Sâlihin, M. Emre Terc. s. 354)
“Kim gam ve tasalarını bire indirir ve sadece âhiret tasasına gönlünde yer verirse, onun dünyevî gamlarını Allah izâle eder. Kim de gam ve tasalarını dünya ahvâline dağıtacak olursa, Allah onun, vâdilerden hangisinde helâk olacağına aldırış etmez.” (Kütüb-i Sitte, 17/565)
Sehl İbn Sa’da (r.a.) anlatıyor: ‘Biz (hac sırasında) Zülhuleyfe’de Rasûlullah (s.a.s.) ile beraberdik. O, birden, şişkinlikten ayağı havaya kalkmış bir davar ölüsüyle karşılaştı. Bunun üzerine şöyle buyurdu:“Şu leşin, sahibine ne kadar değersiz olduğunu görüyor musunuz? Nefsimi elinde tutan Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun, şu dünya, Allah yanında, bunun sahibi yanındaki değersizliğinden daha kıymetsizdir. Eğer dünyanın Allah katında sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı, kâfire ondan ebediyyen tek damla su içirmezdi.” (Kütüb-i Sitte, 17/565)
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) (bir gün) şöyle hitap ettiler: "Ey insanlar! Allah Teâlâ tayyibtir, tayyibten başka bir şey kabul etmez. Allah'ın mü'minlere emrettiği şeyler, peygambere emretmiş olduklarının aynısıdır. Nitekim Allah Teâlâ hazretleri (peygamberlere): 'Ey Peygamberler, temiz olanlardan yiyin de sâlih amel işleyin' (23/Mü'minûn, 51) diyeemretmiş, mü'minlere de: 'Ey iman edenler, size rızık olarak verdiklerimizin temizlerinden yiyin' (2/Bakara, 172) diye emirde bulunmuştur. Sonra seferi uzatıp, saçı başı dağınık, toz-toprak içinde kalan ve elini semâya kaldırıp: 'Ey Rabbim, ey Rabbim" diye duâ eden bir yolcuyu zikredip, dedi ki: 'Bu yolcunun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır ve (netice itibarıyla) haramla beslenmektedir. Peki böyle bir kimsenin duâsına nasıl icâbet edilir?" buyurdular." (Müslim, Zekât 65, hadis no: 1015; Timizî, Tefsir Bakara, hadis no: 2992)
"Kim bize memur olursa, kendine bir zevce edinsin. Hizmetçisi yoksa bir de hizmetçi edinsin. Meskeni yoksa bir mesken edinsin." (Hz. Ebû Bekir (r.a.) dedi ki: "Rasûlullah (s.a.s.)'ın şöyle buyurdukları bana haber verildi:) "Kim bunun dışında bir şey edinirse, bu kimse hâindir, hırsızdır." (Ebû Dâvud, Harac 10, hadis no: 2945)
"Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: Su, ot ve ateş." (Ebû Dâvud, Büyû' 62, h. no: 3477)
Vedâ haccı sırasında hutbede Rasûlullah (s.a.s.)'ın şöyle söylediği rivâyet edildi: "Ey insanlar! İhsanları, onlar ihsan kaldığı müddetçe alın! Ne zaman, Kureyş saltanat kavgasına düşer ve ihsan dininizden rüşvet mukabili olursa, o zaman onu bırakın ve almayın!" (Ebû Dâvud, Harac 17, hadis no: 2958, 2959)
El-Misver İbn Mahreme'ye Amr İbn Avf (r.a.) şunu anlatmıştır: "Rasûlullah (s.a.s.) Ebû Ubeyde'yi Bahreyn'e, oranın cizyesini getirmek üzere yolladı. Mallarla dönünce ensâr geldiğini işitti. Sabah namazını Hz. Peygamber'le kıldılar. Namaz bitince, Resûlullah'ın etrafını sardılar. Rasûlullah (s.a.s.) tebessüm buyurdular ve: "Öyle zannediyorum, Ebû Ubeyde'nin bir şeyler getirdiğini işittiniz" dedi. Hep birlikte: "Evet!" dediler. Bunun üzerine şunları söyledi: "Öyleyse sevinin ve sizi sevindiren şeyi ümid edin. Allah'a yemin olsun, sizler için fakirlikten korkmuyorum. Ben size dünyanın genişlemesinden korkuyorum. Sizden öncekilere dünya genişlemişti de hemen dünya için birbirleriyle boğuşmaya başladılar ve helâk oldular. Genişleyen dünyanın onlar gibi sizi de helak etmesinden korkuyorum." (Buhârî, Rikâk 7, Cizye 1, Meğâzî 11; Müslim, Zühd 6, hadis no: 2961; Tirmizî, Kıyâmet 29, hadis no: 2464)
"... Senin vârislerini zengin olarak bırakman, halka ihtiyaçlarını açan fakir olarak bırakmandan daha hayırlıdır. Sen azîz ve celîl olan Allah'ın rızâsını arayarak her ne harcarsan, -hatta bu, hanımının ağzına koyduğun bir lokma bile olsa-, mutlaka onun sebebiyle mükâfatlanacaksın..." (Buhârî, Cenâiz 37, Vesâyâ 2, 3, Fezâilu'l-Ashâb 49, Meğâzî 77, Nafakat 1, Marzâ 13, 16, 43, Ferâiz 6; Müslim, Vesâyâ 5, hadis no: 1628; Tirmizî, 6, hadis no: 975; Ebû Dâvud, Vesâyâ 2, hadis no: 2864; Nesâî, Vesâyâ 3; Muvattâ 4 -2, 763-)
“Ümmetler (uluslar), insanların birbirlerini sofraya dâvet etmeleri gibi birbirlerini sizin üzerinize dâvet edecek ve üzerinize üşüşecekler.” Birisi sordu: “Bizim azlığımızdan mı?” Rasûlulullah cevap verdi: “Hayır, aksine, siz o gün çok olacaksınız. Fakat selin sürüklediği çer çöp gibi... Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı duydukları korkuyu kaldıracak ve sizin kalbinize de ‘vehn’ atacak.” Yine birisi sordu: “Ey Allah’ın Rasûlü, vehn nedir?” Cevap verdi: “Dünya sevgisi ve ölüme karşı isteksizlik.” (Ebû Dâvud, Melâhim 5; Ahmed bin Hanbel, V/278)
"Sizden kim nefsinden emin, bedeni sıhhatli ve günlük yiyeceği de mevcut ise sanki dünyalar onun olmuştur." (Tirmizî, Zühd 34, Hadis no: 2347; İbn Mâce, Zühd 9, Hadis no: 4141)
"Ey ademoğlu! Eğer fazla malını Allah yolunda harcarsan bu senin için daha hayırlıdır. Kendine saklarsan senin için zararlıdır. Kefaf (yeterli miktar) sebebiyle levm edilmezsin. (Harcamaya), bakımları üzerinde olanlardan başla. Üstteki el (yani veren), alttaki elden (yani alandan) daha hayırlıdır." (Müslim, Zekât 97, hadis no: 1036; Tirmizî, Zühd 32, h. no: 2344)
"(Hakiki) Fakir, kapı kapı dolaşırken verilen bir iki lokmanın veya bir iki hurmanın geri çevirdiği kimse değildir. Fakat gerçek fakir, ihtiyacını giderecek bir şey bulamayan ve halini anlayıp kendisine tasaddukta bulunacak biri çıkmayan, (buna rağmen) kalkıp halktan birşey istemeyen kimsedir." (Buhârî, Zekât, 53, Tefsir, Bakara 48; Müslim, Zekât 102, hadis no: 1039; Muvattâ, Sıfatu'n-Nebiyy 7; Ebû Dâvud, Zekât 23, hadis no: 1631, 1632; Nesâî, Zekât 76)
Rasûlullah (s.a.s.), seferi uzatıp saçı başı dağınık, toz toprak içinde kalan ve elini semâya kaldırıp: "Ey Rabbim, ey Rabbim" diye duâ eden bir yolcuyu zikredip dedi ki: "Bu yolcunun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır ve (netice itibariyle) haramla beslenmektedir. Peki böyle bir kimsenin duâsına nasıl icabet edilir?" buyurdular." (Müslim, Zekât 65, hadis no: 1015; Timizî, Tefsir Bakara, hadis no: 2992)
"Kimin emeli dünya olursa Allah onun işini aleyhine darmadağın eder, fakirliği iki gözünün arasında kılar, dünyadan eline geçen miktar da kaderinde yazılandan fazla olmaz. Kimin de kasdi ahiret olursa, Allah, onun (dağınık) işini lehinde toplar, zenginliğini kalbine koyar, dünya nimetleri ona koşarak (kendiliğinden) gelir." (Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/564)
"Benim nazarımda en ziyade gıbta etmeye değer kimse şu evsafı taşıyan kimsedir: (Dünyevi yükü ve) hâli hafif, namazdan nasibi fazla, insanlar içinde (adem-i şöhretle) gizli kalmış ve kendisine (cemiyette) iltifat edilmemiş mü'mindir. Onun rızkı (zaruri ihtiyaçlarına) yetecek kadardı, o buna sabretti, ölümü de çabuk geldi, az miras bıraktı, kendisi için mâtem tutan kadın da az oldu." (Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/566)
"Kıyamet günü, dünyada iken yetecek kadar rızık verilmiş olmasını temenni etmeyecek ne fakir ne de zengin olacaktır." (Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/575.
"Başlarınız kımıldadığı müddetçe rızık hususunda yeise düşmeyin. Zira insanı annesi kıpkızıl, üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur, sonra aziz ve celil olan Allah onu her çeşit rızıkla rızıklandırır" buyurdular." (Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/578)
"Şüphesiz, her derede, âdemoğlunun kalbinden bir parça bulunur (yani kalp her şeye karşı bir ilgi duyar). Öyleyse kimin kalbi bütün parçalara ilgi duyarsa, Allah onun hangi vadide helak olacağına hiç aldırmaz. Kim de Allah'a tevekkül ederse, kalbinin her şeye (ilgi kurarak dağılmasını önlemek için) Allah ona yeter." (Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/579)
Hz. Ömer (r.a.) şöyle hitap etmiştir: "Ey insanlar! Bilin ki tamahkârlık fakirliktir, yeis (tamahkâr olmamak) zenginliktir. Kişi bir şeye tamah göstermezse ondan müstağnî olur." (Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 14, s. 68)
“Cömert; Allah’a, cennete ve insanlara yakın, cehenneme uzaktır. Cimri ise; Allah’a, cennete ve insanlara uzak, cehenneme yakındır.” (Tirmizî, Birr 40)
"Sadakanın en iyisi bizzat kendisinin vereceği sadakadır. Sadaka sağ iken, malınız elinizde iken, istediğiniz kimseye istediğiniz kadar verdiğinizdir. Yoksa can boğaza geldikten sonra geç kalmış olursunuz. Sizden sonrakiler istediklerini yapar." (Buhârî, Vesâya, 14)
“Veren el, alan elden daha üstündür/hayırlıdır.” (Buhârî, Vesâyâ 9, Zekât 18; Müslim, Zekât 94, hadis no: 1033, 97, h. no: 1036; Tirmizî, Zühd 32, h. no: 2344; Ahmed bin Hanbel, II/4)
“Kıyâmet gününde cehennem ehlinden olan kimseye denilir ki: ‘Dünya dolusu malın olsaydı (şu azaptan kurtulmak için) o malını fidye olarak verir miydin?’ O kimse, azâbın şiddetini gördüğü için: ‘Evet!.. Muhakkak verirdim’ der. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ben (dünyada) senden, bundan daha kolay bir şey istemiştim. Henüz ruhlar âleminde iken, Bana hiçbir şeyi şirk koşmaman hakkında senden misak almıştım. Sen ise sözünden döndün. Bana ortak koşmaktan başka bir şey kabul etmedin." (Buhârî, Rikak 49; Ahmed bin Hanbel, III/218)
“Mü’min, bir midesi ile yer; kâfir ise yedi mide ile yer.” (İbn Mâce, hadis no: 3256) (Bkz. 47/Muhammed, 12).
"Mallarınızı zekâtla koruyun, hastalarınızı sadaka ile tedâvi edin. Belâya duâ ile karşı koyun." (Kütüb-i Sitte, c. 7, s. 322)
"Malın zekâtını ödedin mi, kendinden onun şerrini def ettin demektir." (Kütüb-i Sitte, c. 7, s. 323)
“Sizden biri, mal ve yaratılış itibariyle kendinden üstün bir kimseyi gördüğünde, kendinden daha aşağı olanına baksın (Kendisini onunla mukayese etsin). (S. Buhârî, Askalâni Şerhi, 11, s. 322) Sahih-i Müslim’de şu ilave rivâyet edilmiştir: “...İşte bu, Allah’ın size olan nimetlerini hakir görmemek için uygun olan bir davranıştır.”
“Dünya, Allah katında bir sivrisineğin kanadı kadar değerli olsaydı, hiçbir kâfire asla ondan su içirmezdi.” (Tirmizî; Kütüb-i Sitte, 17/565)
Hz. Ömer birgün Rasûlullah’ın hâne-i saâdetlerine girdi ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Efendimiz niçin ağladığını sorunca, şöyle dedi: “Yâ Rasûlallah! Dünya kralları, kisrâlar servet içinde yüzüyorlar. Senin ise altına sereceğin bir sergin bile yok. Yatağın hasır ve teninde yattığın yerin izleri var...” Allah Rasûlü şu cevabı verdi: “İstemez misin yâ Ömer, dünya onların, âhiret de bizim olsun!” (Buhârî, Tefsir (66) 2; Müslim, Talâk 31)
Bir iftar sofrasında Hz. Ebû Bekir’e bir bardak soğuk su ikrâm edilir. Suyu ağzına götürdüğünde ağlamaya başlar. Yanındakiler ne olduğunu sorarlar. Cevap verir: “Bir gün Rasûlullah, kendisine getirilen böyle bir bardak soğuk suyu içmiş, sonra da ağlamış ve “O gün nimetlerden hesaba çekileceksiniz” (102/Tekâsür, 8) âyetini okuyarak, “İşte bu nimetten de hesaba çekileceğiz” buyurmuştu. Bunu hatırladım ve onun için ağladım.” (Müslim, Eşribe 140)
“Hanımının senin üzerinde hakkı vardır. Misafirlerinin senin üzerinde hakkı vardır. Bedeninin de senin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver.” (Müslim, Savm 181)
“Aşırı gidenler helâk olmuştur” (Müslim, İlim 7; Ebû Dâvud, Sünnet 5; Ahmed bin Hanbel, I/386)
“Sizin için korktuğum şeylerden biri, dünyanın süs ve güzelliklerinin size açılmasıdır...” (Buhârî, Zekât 47, Cum’a 28; Cihad 37, Rikak 7; Müslim, Zekât 123; Nesâî, Zekât 81)
“Dünya tatlı ve hoştur. Allah sizi ona vâris kılacak ve nasıl hareket edeceğinize bakacaktır. Öyleyse dünyadan sakının, kadınlardan da sakının! Zira benî İsrâilin ilk fitnesi kadın yüzünden çıkmıştır.” (Müslim, Zikr 99; Tirmizî, Fiten 26; İbn Mâce, Fiten 19)
“Kim dünyaya çok önem verirse, Allah onun işini dağıtır (zorlaştırır). İki gözünün arasına fakirliği (aç gözlülüğü) koyar. (Halbuki) dünyadan ona ulaşacak olan kendisi için yazılandan başkası olamaz. Kimin de niyeti âhiret(i kazanma) ise Allah onun işini toparlar (kolaylaştırır). Onun kalbine zenginliği koyar. Ona dünyadan da ihtiyaç duyduğu şey ulaşır.” (İbn Mâce, Zühd 1, hadis no: 4104, 2/1378; Tirmizî, Kıyâmet 31, hadis no: 2467)
“Dünya, mü’mine hapishane; kâfire cennettir.” (Müslim, Zühd 1; Tirmizî, Zühd 16)
“Allah bir kulu sevdimi, onu dünyadan korur. Tıpkı sizden birinin (perhiz gerektiren hastalığa uğramış) hastasına suyu yasaklaması gibi.” (Tirmizî, Tıbb 1)
“Ben kim, dünya kim! Dünya (hayatı) ile benim ilgim, bir ağacın altında gölgelenip sonra da bırakıp giden yolcunun durumu gibidir.” (İbn Mâce, Zühd 3, hadis no: 4109, 2/1386; Tirmizî, Zühd 44, hadis no: 2377, 4/588)
“Dünyada bir garib veya bir yolcu gibi ol!” Tirmizî’nin rivâyetinde, hadisin devamında şu ifade vardır: “Kendini (ölmeden önce) kabir ehlinden say.” (Buhârî, Rikak 2; Tirmizî, Zühd 25, hadis no: 2334)
“Birinize dünyalık olarak bir yolcunun azığı kadar yeterlidir.” (Kütüb-i Sitte, 17/564)
“Müslüman olup da kendisine ancak yetecek kadar rızık verilen ve Allah’ın kendisine verdiği ile kanaat getirdiği kimse muhakkak felâh bulmuştur.” (Müslim, hadis no: 1054; S. Müslim Terc. ve şerhi, c. 5, s. 478)
"Zenginlik mal çokluğuyla değildir. (Hakiki) zenginlik göz tokluğudur, gönül zenginliğidir." (Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekât 120, hadis no: 1051; Tirmizî, Zühd 40, h. no: 2374)
Üstteki el (yani veren), alttaki elden (yani alandan) daha hayırlıdır." (Buhârî, Vesâyâ 9, Zekât 18; Müslim, Zekât 94, hadis no: 1033, 97, h. no: 1036; Tirmizî, Zühd 32, h. no: 2344; Ahmed bin Hanbel, II/4)
“Hayır, vallahi ey cemaat! Ben sizin için ancak Allah’ın size vereceği dünya ziynetlerinden korkuyorum.” (Müslim, hadis no: 1052; S. Müslim, Terc. ve Şerhi, A. Dâvudoğlu terc, 5/471)
“Sizin elde ettiğiniz dünya metâı, hayır değil; bir fitnedir. Evet, hayır, ancak hayır getirir. Lâkin bu dünya ziynetleri hayır değildir. Çünkü bunlar fitneye sebep olur. Onlarla siz âhiret hususuna yönelmekten meşgul olursunuz. Baharın yetiştirdiği nebatların bazısı, çok yiyen hayvanları ya patlatıp öldürür, yahut ölüme yaklaştırır. Ancak ihtiyacına kadar yiyenlere zarar vermez. Dünya malı da öyledir, insanlar ona hoş görerek meylederler. Bazısı mala gark oldu denilecek şekilde çok mal edinir, bazısı fazlasına tamah etmeyerek azı ile yetinir. Mala gark olanlar, ekseriyetle onun sebebiyle ya helâk olur, yahut helâke yaklaşırlar.” (Müslim, S. Müslim Terc. ve Şerhi, c. 5, s. 474)
“İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o zamanda ancak öldürmekle ve zorla mülke erişilir, ancak gasb ve cimrilikle zengin olunur, ancak dinden çıkmak ve hevâya uymakla sevgi kazanılır; kim bu zamana ulaşır da zengin olmaya gücü yettiği halde fakirliğe sabreder, sevgi kazanmaya gücü yettiği halde buğz olunmaya sabreder, izzete gücü yettiği halde alçaltılmaya sabrederse Allah kendisine beni doğrulayan elli doğrulayıcı sevabı verir.” (Naklen: Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 444-445)
“İhtiyarın kalbi iki şeyi sevme hususunda gençtir: Yaşama sevgisi ile mal sevgisinde.” Diğer rivâyetler de şöyledir: “Âdemoğlu ihtiyarlar, fakat onun iki şeyi genç kalır: Yaşama sevgisi ve mal sevgisi.” “Âdemoğlu büyür, onunla beraber iki şey de büyür: Mal sevgisi, uzun ömür sevgisi.” (Müslim, hadis no: 1046; S. Müslim Terc. ve Şerhi, 5/463)
“Âdemoğlunun iki vâdi dolusu malı olsa, üçüncü bir vâdi daha isterdi. Âdemoğlunun karnını topraktan başka bir şey dolduramaz. Ama Allah tevbe eden kimsenin tevbesini kabul eder.” (Müslim, hadis no: 1048; S. Müslim, Terc. ve Şerhi, 5/465)
Sehl İbn Sa’d es-Saidî (r.a.) anlatıyor. “Bir gün Rasûlullah (s.a.s.)’a bir adam gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bana öyle bir amel gösterin ki, ben onu yaptığım takdirde Allah beni sevsin, halk da beni sevsin’ dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Dünyaya rağbet etme, Allah seni sevsin. İnsanların elinde bulunanlara göz dikme ki onlar da seni sevsin!” (Kütüb-i Sitte, 17/563)
"Dünyada zâhidlik, helâl olanı haram etmek veya malı ziyân etmekle olmaz. Gerçek zâhidlik, Allah'ın elinde olana, kendi elinde olandan daha çok güvenmen ve bir müsîbete düştüğün zaman getireceği sevabı sebebiyle, onun devamına rağbet göstermendir." (Tirmizî, Zühd 29, hadis no: 2341; İbn Mâce, Zühd 1, hadis no: 4100)
Hz. Âişe (r. anhâ) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "(Ey Âişe! Cennette) benimle olman seni mesrur/sevinçli edecekse sana dünyadan bir yolcunun azığı kadarı kifâyet etmelidir. Sakın zenginlerle sohbet arkadaşlığı etme. Bir elbiseye yama vurmadan eskimiş addetme." (Tirmizî, Libâs 38, hadis no: 1781)
"Allah'ım, Âl-i Muhammed'in rızkını belini doğrultacak kadar ver.” -Bir diğer rivâyette- "yetecek kadar ver." (Buhârî, Rikâk 17; Müslim, Zekât 126, hadis no: 1055; Tirmizî, Zühd 38, hadis no: 2362)
Reklâm;
İsrâfı Emreden Şeytânî İllüzyon
Reklâm; Bir malı övme, niteliklerini sayma, benzeri mallardan ayrıldığı veya üstün olduğu noktaları ortaya koyma demektir. Alış verişin amacı kâr sağlamaktır. İslâm hukukuna göre, çeşitli mallara yüzde hesabiyle bir kâr haddi belirlenmemiştir. Genel olarak arz ve talep kanunlarına bağlı, serbest rekabet esasları içinde kendiliğinden oluşacak fiyatlar ölçü alınmıştır. Ancak serbest rekabet esasını korumak ve insanların temel ihtiyaçlarının istismarını önlemek için bir takım tedbirler öngörülmüştür. Ribânın yasaklanması, haksız kazanç yollarının kapatılması ve gerektiğinde narh'a başvurulması bunlar arasında sayılabilir.
Reklâmın amacı, müşterileri kendi malına yönelterek, tercihi bu yönde yapmasını sağlamaktır. Malın doğrulukla gerçek özellikleri söylendiği, kendisinde olmayan sıfatlarla övme, bazı kusurları gizleme, sözlerini yeminle teyid etme gibi davranışlar bulunmadığı sürece reklâm mümkün ve câizdir.
İslâm hukukunda tarafların yalan ve hile ile birbirlerini aldatması ve böylece malın çok yüksek veya çok düşük fiyatla satılması meşrû görülmemiştir. Âyetlerde şöyle buyurulur: "Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin. Ancak kendi rızânızla yaptığınız ticaretle yemeniz helaldir.” (4/Nisâ, 29); "Onlar Allah'ı ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar. Fakat bunun farkında değillerdir." (2/Bakara, 9); "İnsanlardan bir şey ölçüp alırken tam alan, onlara bir şeyi ölçüp veya tartarken de eksik tutan hilekarların vay hâline!" (83/Mutaffifin, 1-3)
Enes bin Mâlik (r.a.)'ten rivâyete göre, Hıbbân b. Munakkız alış-verişlerinde aldatılıyordu. Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisine şu tavsiyede bulundu: "Alış-veriş ettiğin zaman şöyle de: Aldatma yok ve benim için üç gün muhayyerlik hakkı vardır" (Buhârî, Büyû', 48, Husûmât, 3; Müslim, Büyû', 48). Birgün Rasûlüllah (s.a.s.) pazar yerine çıkmış, bir buğday yığınının içine elini sokunca alt tarafının ıslak olduğunu görmüştü. Buğdayın yağan yağmurla ıslandığını, daha sonra bu durumu müşterilerden gizlemek için, üzerine kuru buğday yayıldığını anlayınca şöyle buyurdular: "İnsanların görmesi için ıslak buğdayı meydanda bırakman gerekmez miydi? Hile yapan bizden değildir" (Müslim, İman, 164; Ebû Dâvud, Büyû’, 50; Tirmizi, Büyû’, 72).
Özellikle bu son hadis-i şerifte, malın gerçek özelliği gizlenerek veya maldaki kusur örtülerek yapılan bir reklâmla müşteriler etkilenmek istenmektedir. Diğer yandan, malın fiyatının bu dış görünüşe göre belirleneceğini, bunun da haksız kazanca ve haksız rekabete yol açabileceğini eklememiz gerekir.
Hileli reklâm fıkıhta "tağrir" terimiyle ifade edilir. Tağrir sözlükte; hile ve aldatma demektir. Alış-verişte hileden maksat; bir kimseyi söz, fiil ve davranışlarıyla etkileyerek, satım akdinin onun yararına olduğunu telkin etmek ve onu malın gerçek değerinin üstünde bir satış bedeline râzı etmektir.
1. Fiilî hile Taraflardan birisinin diğerini etkilemek ve alış-verişe râzı etmek için birtakım hileli hareketler yapmasıdır. Meselâ; kalitesi düşük bir mala aynı cins fakat kaliteli bir malın damgasını vurmak, kalori değeri yüksek olan kömüre düşük kalitelisini karıştırmak, sütsüz ineğin memelerini bağlayarak süt biriktirmek ve alıcıya süt varmış gibi göstermek, otomobilin büyük ölçüde çürümüş olan kaportasını macun ve boya ile kapatarak satışa arzetmek ve böylece piyasa fiyatının üstünde, fâhiş gabin derecesinde bir satış bedeli ile satmaya çalışmak, fiili hileye örnek gösterilebilir.
2. Sözlü hile Taraflar birbirini etkilemek ve akde râzı etmek için, bir takım aldatıcı ve yanıltıcı sözlerle malın reklâmını yapmış olabilirler. Burada da amaç, malın tercih edilmesini sağlamak veya müşteriyi yüksek fiyat konusunda etkilemektir. Meselâ; satılanı mevcut olmayan niteliklerle övmek, malın kusurunu gizlemek, üçüncü bir kişi aracılığı ile fiyatın yükseltilmesini sağlamak bunlar arasındadır.
Reklâmın, diğer benzer mal sahipleri için yıkıcı rekabet özelliği taşımaması gerekir. Ebû Hureyre (r.a)'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Rasûlüllah (s.a.s.) şehirlinin köylü adına satış yapmasını ve müşteri kızıştırıp satış yapılmasını yasaklardı. Yine o; "Bir kimse kardeşinin satışı üzerine satış yapmaz, bir kıza dünürlük üzerine dünür göndermez. Bir kadın, onun kabındaki nimeti, kendi kabına doldurmak için, mü'min kardeşi olan bir kadının boşanmasını istemez" buyurdu (Buhârî, Büyû’ 58, 64, 70, Şurût 8; Müslim, Nikâh 52, Büyû’ 11, Birr 30).
Şehirlinin köylü ad
ına satışı bir komisyonculuk olup, karaborsacılığa ve piyasaya kontrollü mal sürülerek fiyatların yükselmesine neden olur. Müşteri kızıştırma; başkalarının o malı tercih ettikleri imajını vermek için gerçek alıcı olmayanların alıcı gibi davranması anlamına gelir. Bu da bir çeşit hileli reklâm yolu olup yasaklanmıştır. Başkasının satışı üzerine satış yapmama ise, haksız rekabet yoluyla, diğer satıcıları saf dışı bırakma ve çeşitli yollarla onların satışını engellemedir (bk. ez-Zebîdi, S. Buhârî Tecrîd-i Sarih Terc, Kâmil Miras, Ankara 1984, VI, 486, 487).İmam Mâlik'e göre, piyasa fiyatından ne aşağı ve ne de yukarı bir fiyatla satış yapılmamalıdır. Piyasa fiyatı, ticaret yapanların büyük çoğunluğunun islâmî esaslar içinde serbest rekabetle oluşturduğu satış bedelleridir. Bu görüşün dayandığı delil; Hz. Ömer'in, Hâtıb b. Ebî Beltea (r.a) ya söylediği narh'la ilgili sözlerle, Ömer b. Abdülazîz'in uygulamasıdır. II. Ömer'in hilâfeti zamanında bir bölge halkı, diğer bölge halkını engellemek için fiyatlarında bir indirim yapmışlardı. Halîfe fiyatların Allah'ın elinde olduğunu belirterek, kendilerinden bu duruma son vermelerini istedi (el-Bâci, el-Munteka
, V, 17-18).Ebû Hanife'ye göre, bir menkul veya gayri menkulü paylaşma hakkına sahip olanların, sırf fiyatları yükseltmek amacıyla, aralarında anlaşarak ortaklık kurmaları caiz değildir. Bu görüş, günümüzdeki hileli bazı reklâm ve yollarla hisse senedi fiyatlarının yükseltilmesini de kapsamına almaktadır. İşte İbn Teymiyye (ö. 728/1327) ve İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 750/ 1350) bu görüşü ticaret kesimine de teşmil ederek şöyle demişlerdir: "Belli bir mal çeşidini alıp satmakta olan bir grup tüccar, piyasa fiyatından daha düşük ve kendi kararlaştırdıkları bir fiyatla satın alarak zulüm ederlerse ve sattıklarını da piyasa fiyatından daha yüksek bir fiyata satar ve aralarında ortaklık kurup, elde ettiklerini bölüşürlerse, bu işten alıkonulurlar." (İbn Teymiyye, el-Hisbe fil-İslâm, 1967, s. 16)
Burada öngörülen yasaklama ile, günümüz ekonomilerinde görülen "kartel" uygulaması aynı niteliktedir. Kartel; çeşitli firmaların aralarında rekabete yer vermemek ve piyasayı istismar etmek amacıyla kurdukları bir birliktir. Bunlar, satış pazarlarını birleştirme, sürüm pazarlarını aralarında paylaşma, ortak büro açma ve asgarî bir satış bedeli belirleme gibi amaçlarla kurulur (Feridun Ergin, İktisat, İstanbul 1964, s: 311-315).
Günümüzde, radyo, televizyon, gazete ve dergilerde yapılan reklâmlar büyük harcamalara yol açmakta ve bunlar maliyetleri etkilemektedir. Bunların İslâm hukuku bakımından maliyete eklenip eklenmemesi önemli bir problemdir. Mal sahibinin malın alımı, nakli ve pazarlaması sırasında yapacağı masraflar, malda veya kıymetinde bir artış meydana getirmişse bu girdiler mâliyete eklenebilir. Nakliye, dikiş, cilâlama, boyama, tamir ve bakım masrafları bunlar arasında sayılabilir (el-Kasâni, Bedayius-Sanayi', Beyrut 1974, V, 223; İbnül-Hümam, Fethül-Kadir, Mısır 1316/ 1868, V. 225). Komisyoncu ücretinin eklenmesi de caiz görülmüştür (el-Kâsani, a.g.e., V, 223).
Ancak mal sahibinin kendi şahsı için yaptığı yeme, içme, yatıp kalkma vb. masraflarla, çoban, bekçi, doktor veya veteriner masrafları ana paraya eklenmez. Çünkü bunlar malda veya kıymetinde artış meydana getirecek nitelikte değildir. Ayrıca bu konuda açık örf de yoktur (es-Serahsi, el-Mebsût, Beyrut 1398/1978, XIII, 80-81; el-Fetava'l-Hindiyye, III,162).
Sonuç olarak, reklâm masraflarının reklâmı yapılacak malın kendisinde veya kıymetinde doğrudan bir artış sağlayacak bir nitelikte olmadığı dikkate alınırsa, bunların mâliyete eklenmemesi gerekir. Çünkü mâliyete eklenen reklâm harcamaları müşterilere yansıtılmış olur. Alıcıların böyle bir yükün altına sokulması bedelsiz kalır. Diğer yandan, satıcı reklâmlar sayesinde oluşacak sürümden fazla kazanç elde eder. Bu yüzden, reklâm masraflarının fazla sürüm kârından karşılanması daha adaletli bir çözüm olur. Böylece aşırı reklâm yapma isteği frenlenmiş ve reklâm yapanla yapmayan arasında da ticari denge kurulmuş olur. (10)
Kapitalizm; Tüketimi ve
İsrâfı Dayatan RejimBatı dünyasında feodalizmin çöküşünden bu yana egemen olan ekonomik sistem. Anamalcılık, Sermayecilik, Serbest Piyasa Ekonomisi, Serbest Girişinin Ekonomisi adlarıyla da anılır. Liberal sistem, serbest ticaret, karma ekonomi deyimleri de kapitalizmi belirtir. Kapitalist ekonominin temel özelliği üretim araçlarının büyük çoğunluğunun özel ellerde bulunması ve üretimle gelir bölüşümüne önemli ölçüde piyasaların işleyişinin yön vermesidir.
Kökleri ilkçağa kadar uzanan kapitalizm Ortaçağın sonlarına doğru Avrupa'nın belirli bölgelerinde gelişmeye başladı. Ancak bir sistem olarak yerleşmesi onaltıncı yüzyıldan sonra gerçekleşti. Onaltı, onyedi ve onsekizinci yüzyıllarda İngiliz kumaş sanayisindeki büyüme kapitalizmin gelişimini hızlandırdı. Kapitalizm öncesi sistemlerde üretimin tüketimi aşan bölümünün üretim kapitalitesinin genişletilmesi amacıyla kullanılmasıyla ayrılıyordu. Birçok tarihsel etmen de bu gelişmeyi pekiştirdi. Onaltıncı yüzyıldaki reform hareketinin çabasını aşağılayan geleneksel ahlâkın etkilerini kırarken çok çalışma ve tutumlu olmaya da dini bir temel kazandırdı. Artık ekonomik eşitsizlik zenginlerin de ahlâklı olabileceği gerekçesiyle rahatça savunuluyordu.
Kapitalizmin gelişmesine katkıda bulunan diğer bir etmen de Avrupa'da değerli maden arzındaki artış ve bunun sonuncunda fiyatların yükselmesi oldu. Bu dönemde fiyatlar ücretlerden daha hızlı arttığından enflasyondan en çok sermaye sahipleri yararlandı. İlk kapitalistler (1500-1750) Merkantilist dönemde güçlü ulusal devletlerin ortaya çıkmasında da yararlandılar. Bu devletlerin izlediği ulusal güçlenme politikaları bir örnek para ve hukuk sistemleri gibi iktisadi gelişme için gerekli temel toplumsal şartların oluşmasını ve sonuç olarak ağırlığın devletten özel teşebbüse kaymasını sağladı.
İngiltere'de onsekizinci yüzyılda kapitalist gelişmenin odağı ticaretten sanayiye kaydı. Önceki yıllarda sağlanan sermaye birikimi, Sanâyi Devrimi sırasında teknik bilginin sanayiye uygulanması yolunda kullanıldı. Adam Smith (1723-1790) "Ulusların Zenginliğinin Nedenleri ve Kaynakları Üzerine bir inceleme" adlı eserinde klasik kapitalizmin ideolojisini ortaya koydu. Smith, toplumların gelişmesini Marksist kurama benzer biçimde çeşitli aşamalara ayırıyordu. Buna göre toplumlar avcılık, göçebeliğe dayalı tarım, feodal çiftçilik ve ticari karşılıklı bağımlılık aşamalarından geçerler. Her aşamanın kendine özgü kurumları vardır. Sözgelimi avcılık aşamasında mülkiyet olmadığı için adlî kurumlara gerek yoktu. Ama toplumsal çevrenin büyümesiyle birlikte düzenli orduların yanısıra özel mülkiyetin ve çeşitli ayrıcalıkların korunmasını aracı olarak devlet kurumu gelişti. Böylece daha karmaşık bir örgütlenme ortaya çıktı. Ücretleri loncaların yerine piyasaların belirlediği, özel girişime devletçe konan kısıtlamaların kalktığı son aşama ise sonradan serbest rekabet kapitalizmi olarak adlandırılan "kusursuz özgürlük" aşamasıdır. Bu aşamada bireylerin tutkuları doğrultusunda kendi durumlarını iyileştirmeye yönelik faaliyetlerini toplumsal bakımdan yararlı sonuçlara dönüştüren mekanizma rekabettir. Örneğin bireylerin rekabete dayalı mücadelesi sayesinde malların fiyatları, geçici sapmalar dışında üretim maliyetini denk düşen doğal düzeylerde oluşur. Ulusal servet ise toplumun üç ana sınıfını oluşturan işçiler, toprak sahipleri ve sanayiciler arasında gene ortak yararı en yüksek düzeye çıkarılacak biçiminde ücret rant ve kâr olarak bölüşülür. Dolayısıyla kendi kendine işleyen ve kendini sürekli olarak düzelten piyasa mekanizması devlet müdahalesi olmadan toplumsal düzenliliği sağlar. Bireylerin kendi çıkarları peşinde koşması ulusal zenginliği de artırır. Ekonomideki üretkenlik artışının temeli ise emeğin iş bölümüdür. Bireyler işbölümü sayesinde bir yandan kendi verimliliklerini artırırken aynı zamanda toplumsal üretkenliğin de artmasına katkıda bulunur. Rekabetçi sistemin isleyişini engelleyecek ayrıcalıklara ve devletin müdahalelerine izin verilmediği sürece ulusal zenginlik durmadan büyüyecek, toplum kendiliğinden en iyi noktaya ulaşacaktır.
Fransız Devrimi ve Napoleon Savaşları'nın feodalizmin kalıntılarını silip süpürmesinden sonra Smith'in önerdiği politikalar giderek daha çok uygulamaya konuldu. Ondokuzuncu yüzyılda siyasal liberalizmin başlıca politikaları serbest ticaret, sağlam para (altın standardı), dengeli bütçe ve sosyal yardımların son derece kısıtlı tutulması biçiminde kendini gösteriyordu.
I. Dünya Savaşı kapitalizmin gelişmesinde bir dönüm noktası oldu. Savaştan sonra uluslararası piyasalar daraldı, altın standardının yerini uluslararası para birimi aldı, bankacılık alanında hegemonya Avrupa'dan ABD'ye geçti, Afurika ve Asya ulusları sömürgeciliğe karşı başarılı mücadelelere giriştiler ve dış ticaretin önündeki engellere yenileri eklendi. 1929 Büyük Bunalımı pek çok ülkede devletin ekonomiye karışmamasını öngören kapitalizmin ünlü "bırakınız yapsınlar" politikasına son vererek bir süre kapitalist sistemin geleceğine ilişkin şüpheleri artırdı. Ama II. Dünya Savaşı'ndan sonra Amerika, Avrupa ülkeleri ve Japonya'daki başarısı sistemin yaşama gücünü sürdürdüğünü göstermekle kalmayarak Son yıllarda doğu bloğu ülkelerini de etkileyerek komünizme karşı sürdürdüğü rekabette önemli ölçüde başarı kazandı.
Günümüzde en yaygın ve güçlü ekonomik sistem durumundaki kapitalizm, felsefi temelleri, kuralları, amaçları ve sonuçları bakımından İslâm'ın tam karşısında yer alır. Kapitalizmin temelini maddecilik oluşturur. İnsana öngördüğü biricik amaç maddi zenginliğe ulaşmak ve bunu dilediğince tüketmektir. Bu amaca ulaşmak isteyen bireye sınırsız bir özgürlük tanır. Bu nedenle aşırı ölçüde bireycidir. İnsan ve toplum hayatında belirleyici olarak kabul ettiği tek ilke piyasa şartları ve rekabettir. Fırsatçılık ve acımasızlık ise onun ahlâk kurallarıdır. Hep daha çok kâr yapmaya yönelttiği insanlar tutkuları yönünde hiçbir engelle karşılaşmamalıdır. Bütün bunlar kapitalizmi insanlık dışı bir sistem durumuna götürmüştür. Bireye tanıdığı sınırsız özgürlük ve kabul ettiği "bırakınız yapsınlar" kuralı doğal olarak en çok sermaye sahiplerinin işine yaradığı için büyük kitlelerin yoksullaşmasına, sömürülmesine yol açmıştır. Kapitalistin doymak bilmeyen mülkiyet tutkusu kapitalizmi, sınırlarını aşarak dünya ölçüsünde yayılmaya ve özellikle yoksul ülkelerin doğal kaynaklarını yağmalamaya götürmüştür. Bu nedenle kapitalizm İslâm gözünde zulmün ve sömürünün ortadan kaldırılması gereken başlıca nedenlerinden birisidir. (11)
Mal; Dünya Varl
ığı
Mal: Bir kimsenin sahip olduğu şey; menkul ve gayr-i menkul varlık, servet demektir. Mal terimi, Arapçada önceleri altın ve gümüş için kullanılırken, kapsamı genişlemiş, nakit para, menkul ve gayrimenkul mallardan maddî değeri olan herşeyi şumülüne almıştır. Çoğu "emvâl"dir. Aynı kökten mal verme anlamında "temvîl", mal sahibi olma anlamında "temevvül" terimleri kullanılmıştır. Bu kelimenin, donuk bir kelime olmayıp, ismi mevsul "mâ"sı ile, mülkiyet ifade eden "li" harfi cerri ve birinci tekil şahsa ait "y" zamirinden olmuş "mâlî" yani "bana ait olan şeyler" anlamında bir terim olduğu, kısaltma sonucunda "mal" şeklini aldığı belirtilmiştir (İbn Manzûr, Lisanü'l-Arab, XI, 636; İbnü'l-Esîr, en-Nihâye, mal maddesi; Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, s., 13, 14).
Hanefîlere göre, bir İslâm hukuki terimi olarak mal; elde edilip ihtiyaç için biriktirilmesi ve normal olarak yararlanılması mümkün olan her şey demektir. Buna göre, malın iki özelliğe sahip olması gerekir: 1) Elde edilip biriktirmeye elverişli olması. Bu yüzden ilim, sağlık, şeref ve zekâ gibi manevî şeylerle, mutlak olarak hava, güneş ve ayın ışığı ya da sıcaklığı gibi elde edilip depolanamayan şeyler mal sayılmaz. Ancak temelde mübah olan bu gibi değerler yeni teknolojik imkânlarla depolanırsa mal sınıfına girebilir. 2) Yararlanmanın mümkün ve caiz olması. Murdar ölmüş hayvan eti, zehirli veya bozuk gıda maddeleri gibi temelde mülk olmayan şeylerle, bir buğday tanesi, bir damla su, yırtık bir kâğıt parçası gibi, insanların yararlanmayı alışkanlık haline getirmediği şeyler de mal sayılmaz.
Bir şeyin mal oluşu, herkesin veya bir kısım insanların ona ilgi duyup mal edinmesiyle sabit olur. Mecelle, malı şöyle tarif etmiştir: "Mal; tab'-ı insanî maîl olup da Vakti hâcet için iddihar olunabilen şeydir ki, menkule ve gayrimenkule şâmil olur" (madde, 126). Bunu şöyle ifade edebiliriz: Mal, insan tabiatının meylettiği, ihtiyaç için elde biriktirilebilen şeyler olup, menkul ve gayrimenkulü kapsamına alır.
Hanefîler dışındaki diğer çoğunluk İslâm hukukçularına göre maddî bir değeri olan ve telef edildiğinde tazmini gereken herşey maldır. İmam Şafiî şöyle der: "Mal denilince akla gelebilen şeyler şunlardır: Az da olsa bir ticarî değeri olup, telef edenin tazmin etmek zorunda kalacağı ve insanların normal olarak sokağa atmadıkları para gibi şeyler" (Suyûtî, el-Eşbâh ve'n Nezâir, Mısır 1959, s., 327). Hanefîler malı, maddî varlığı olan şeylere hasrederler. Menfaat ve hakları mal değil, mülk olarak kabul ederler. Hanefîler dışındaki mezheb müctehidleri ise, bunları da mal sayar. Çünkü eşyadan kasdolunan, bunların maddesi (aynı) değil, menfaatıdır. Evde oturmak, at ve katıra binmek gibi... Meselâ; mahkemede davacının davalıya yemin teklif etme hakkı, maddî bir yönü bulunmadığı için Hanefîlere göre mal değildir. Bu görüş ayrılığı, gasp, miras ve kira gibi muamelelerde farklı sonuçlar doğurur. Bir kimse bir gayrimenkulü gasbedip bir süre yararlansa, sonra sahibine iade etse, Hanefîler dışındaki fakîhlere göre bu yararlanmanın kıymetini tazmin etmesi gerekirken; Hanefîlere göre, gasbedilen mal ancak vakıf veya yetim malı yahut otel, lokanta gibi kira için hazırlanmış bir yer olursa zararı tazmin gerekir. Yine Hanefîlere göre, kiracının ölümüyle kira sona erer. Çünkü kira akdinde, yararlanma bir mal olmadığı için mirasla geçmez. Diğer fakihlere göre ise, kira akdi, kiracının ölümüyle sona ermez ve akit sonuna kadar devam eder. Şart veya görme muhayyerlikleri de mirasçıya geçer. Hanefîlere göre ise geçmez.
İslâm hukukçuları malları özelliklerine göre: Mütekavvim- gayri mütekavvim, menkul-gayrimenkul, misli kıyemî, tüketime elverişli (istihlâkî) -kullanmaya elverişli (istimâlî) gibi kısımlara ayırmışlardır.
a) Mütekavvim mal: Fiilen elde edilmiş olan ve İslâm'ın yararlanmayı mübah kıldığı her şey mütekavvim maldır. Gayrimenkuller, menkuller, yiyecekler, avcının vurduğu av hayvanı, oduncunun mübah ormandan kestiği odun, ihya edilen ölü arazi gibi...
b) Gayri mütekavvim mal: Fiilen elde edilmemiş olan veya İslâm'a göre, zaruret hali dışında yararlanılması mübah olmayan şeylerdir. Sudaki balık, havadaki kuş, toprak altındaki madenler ve ormandaki av hayvanları gibi henüz elde edilmemiş şeyler örfen gayri mütekavvim maldır. Ayrıca şarap ve domuz eti müslümana göre mütekavvim mal değildir. Çünkü zaruret dışında bu ikisinden müslümanın yararlanması mübah değildir. Bunlar gayrimüslimlere göre ise mütekavvim maldır (es-Serahsi, el-Mebsût, XI, 102; Şafiî, el-Ümm, IV, 198, 205; Muhammed Hamidullah, el-Vesâiki's-Siyâsiyye, Vesîka no: 59; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletuh, IV, 40, 45).
Mütekavvim mal üzerindeki satım, kira, hibe, iâre, rehin, vasiyet, ortaklık vb. akitler geçerli (sahih); gayri mütekavvim mal üzerindekiler ise batıl olur. Yine mütekavvim mal telef edilirse, mislî ise mislini, kıyemî ise kıymetini tâzmin etmek gerekir. Gayri mütekavvim mal, müslümana ait olursa tazmin yükümlülüğü bulunmaz.
c) Menkul mal: Bir yerden başka bir yere nakli mümkün olan şeylerdir. Nakit paralar, ticaret eşyası (urûz), hayvanlar, ölçü veya tartı ile alınıp satılan mallar gibi (Mecelle mad. 128).
d) Gayri menkul mal: Bir yerden başka yere nakli mümkün olmayan ev, arazi gibi, yerde sabit duran şeylerdir (Mecelle, mad. 129). Binâ, ağaç ve topraktaki ekin, araziye bağlı olarak akar sayılır. Üzerinde binalar, ağaçlar ve ekinler bulunan bir arazi satıldığı zaman, bunlara da arazi hükümleri uygulanır. Bunların araziden ayrı satılmaları halinde ise menkul hükümleri söz konusu olur (İbn Âbidîn, Reddül-Muhtar, III, 408).
e) Mislî mal: Çarşı ve pazarda misli ve benzeri bulunan mallardır. Mislî mallar dörde ayrılır. 1) Mekîlât; buğday, arpa gibi hacim ölçüsüyle alınıp satılanlar. 2) Mevzûnât; pamuk, demir gibi ağırlık ölçüsüyle alınıp satılanlar. 3) el-Adediyâtü'l-Mütekaribe; ceviz ve yumurta gibi sayıyla satılan standart mallar. 4) Zer'iyyât; kumaş, kereste gibi uzunluk ölçüsüyle satılan bazı standart mallar.
f) Kıyemî mal: Hayvanlar, araziler, ağaçlar, halılar, kullanılmış otomobil, kitap vb. şeyler gibi çarşı ve pazarda benzeri bulunmayan veya bulunsa da standart olmayan şeylerdir (Mecelle mad. 146).
Mislî mal, cins ve sıfatı belirtilerek zimmette borç olarak kalabilir. Satım akdinde satış bedeli olur. Kıyemî mal ise, zimmette borç olmaz, satım akdinde satış bedeli olarak da belirlenemez. Bir hak kıyemî mala bağlandığı zaman bunun hangi mal olduğu ayırdedilerek belirlenmesi gerekir. Çünkü bunlarda standartlık yoktur. Bu yüzden kıyemî mallar arasında faiz söz konusu olmaz. Bir koyunla iki koyun veya ayni cinsten olan az malla çok mal mübadele edilebilir.
g) Tüketime elverişli (istihlâkî) mal: Bunlar, kendisinden ancak aynını tüketmekle yararlanmak mümkün olan şeylerdir. Yiyecek, içecek, odun, petrol, nakit para ve kâğıt gibi... Bunlardan nakit paranın tüketimi mâlikinin elinden çıkarma şeklinde olur.
h) Kullanmaya elverişli (isti'mâlî) mal: Maddesi devam etmekle birlikte kendisinden yararlanılabilen şeyler. Gayrimenkuller, mefrûşât, kumaşlar, kitaplar gibi.
Tüketime elverişli mallar, bu amaca hizmet eden karz ve âriyet verme gibi akitleri kabul ederken, kullanmaya elverişli mallar da yine kira ve âriyet verme gibi kullanmaya yönelik akitlere elverişli bulunurlar (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', V, 134, 208, 209, 234, 237; es-Serahsî, a.g.e., XI, 50, 52, XIV, 90; ez-Zühaylî, a.g.e., IV, 49, 55; Fahri Demir, a.g.e., 33 vd; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, İstanbul 1983, s., 83 vd). (12)
Mal kelimesi, ‘meyl’ kelimesinden türemiştir. ‘Meyl’ sözlükte; denge noktasından sağa sola sapmak demektir. Sürekli değişen ve ölümsüz olmayan değerlere bu bakımdan ‘mal’ denilmiştir. Malın ana özelliği, devamlı değişmesi, sâbit olmaması ve ebedî (ölümsüz) olma özelliğinin bulunmamasıdır. ‘Mal’, insanın yaşayabilmesi ve ayakta kalabilmesi için bir vâsıtadır. İnsanı ayakta tutmak amacına yönelik olarak kullanılırsa bir anlam taşır. Eğer dünyalık değerlerin elde edilişi uğruna harcanırsa veya bu amaç için elde edilmeye çalışılırsa o zaman olumsuz bir anlam kazanır.
Mal, fıkıh dilinde, bir kimsenin sahip olduğu şey, menkul (taşınabilir) veya gayri menkul (taşınamaz) varlık veya servettir. Mallar;
a- Elde edilebilen ve biriktirelebilen şeylerdir. Bu yüzden ilim, sağlık, güneş ışığı gibi şeyler mal değildir. Ama güneş ışığı enerjiye çevrilirse mal olur.
b- Yararlanılması mümkün olan bir şeydir. İnsanlar onu kullanırlar, ondan fayda sağlarlar. Ölmüş hayvan eti, bozuk gıdâlar, zehirli maddeler gibi şeyler mal sayılmazlar.
Mal, esâsen insanların sahip olmak istedikleri, ihtiyaç için elde edebildikleri, biriktirilebilen, taşınabilir veya taşınamaz şeylerdir, varlıklardır. Mallar ve çocuklar dünya hayatının süsüdür (18/Kehf, 46). Bunlar aynı zamanda birer fitnedir, yani insan için birer deneme alanıdırlar (64/Teğâbûn, 15; 3/Âl-i İmrân, 186). Mala sahip olma ile onu harcama yeri; onun kullanılış gâyesidir. Mallar, Allah’ın insanlara birer emânetidir. O’nun helâl kıldığı yoldan kazanılmalı ve o mal Allah’a varmak gâyesi için kullanılmalıdır. İnsan ölünce Rabbine kavuşacaktır. Öyleyse kendisine emânet olarak verilen malı, bu ‘Son Varış-Meâd’ anlayışı doğrultusunda harcamalıdır. Bir başka deyişle, mal insanın hayatını sürdürebilmesi için Yaratıcı tarafından insanın emrine verilen bir faydalanma aracıdır. İnsan bu aracı güzel bir yoldan elde etmeli ve emânetin asıl sahibinin gösterdiği gibi kullanmalı, bu şekilde hem dünya hem âhiret mutluluğuna ulaşmalıdır. Mal, insanın sonsuz hayattaki durumuna kesinlikle etki edecektir.
Allah, insanlara ellerindeki malı O’nun yolunda ‘infak’ etmeyi emretmektedir. Bu, hem toplum dengesi, hem insanın mala karşı aşırı ilgisinin törpülenmesi, hem de insanların ihtiyaçlarının karşılanması açısından son derece önemlidir. Dünyadaki mallar ve zenginlikler, insanlar için süslü kılındı (3/Âl-i İmrân, 14). Bütün mallar dünya hayatının süsüdür, ama asıl varılacak yer Allah’ın huzurudur. İnsan bu yüzden malı ve dünyalıkları çok sever (89/Fecr, 20). Kimileri de malının çokluğundan dolayı övünür, kibir gösterir (18/Kehf, 34; 34/Sebe', 35). Ancak malı olduğu halde, Allah’a hakkıyla kulluk yapmayan, Allah’a karşı ‘istikbâr’ eden azgınları (bağîleri), malları ve evlatları kurtaramayacaktır (92/Leyl, 11; 111/Mesed, 2; 58/Mücâdele, 17).
Malın insan hakkında daha faydalı olabilmesi için onun Allah yolunda harcanması gerekmektedir (4/Nisâ, 95; 8/Enfâl, 72; 9/Tevbe, 20). Bu harcamanın en güzel şekli, gerekli kimselere zekât vermektir (6/En’âm, 141; 30/Rûm, 38). Mal konusu, müslümanların en önemli meselelerinden biridir. Malı helâldan kazanmak kadar, ona ilgiyi dengeli tutmak, onu gerekli yerlere harcamak, onunla insanlara faydalı olmak, onun peşinden sürüklenip gitmemek ve onunla şımarıp istiğnâ (zengin oldum) duygusuna kapılmamak önemli şeylerdir. İnsan ne kadar yaşarsa yaşasın bir gün ölecektir ve malından ayrılacaktır. Kişi, mal üzerinde yalnızca nöbetçilik yapmaktadır. Öyleyse bu nöbetçilik ve emanetçilik iyi yapılmalıdır.
“Mal bir kahpeye benzer; bir gün attarın evinde bir gün baytarın evinde olur.” (Râgıp el-Isfehânî, Müfredat 726). Mal kazanmak, servet sahibi olmak, o maldan faydalanmak mübahtır (helâldir). Zekâtı ancak malı olanlar verebilir. Malı olanlar Allah yolunda daha çok harcama yapabilirler. Hakkıyla elde edilen bir zenginlik daha iyidir. Ancak mü’min, Allah’ın büyüklüğü karşısında ‘fakr’ duygusu içerisinde olmalı, yani yetersizliğini, her şeyin Allah’ın olduğunu bilmeli. Peygamberimiz (s.a.s.) müslümanların mal fitnesiyle karşılaşacaklarını haber veriyor (İbn Mâce, Fiten 18, hadis no: 3995; Tirmizî, Zühd 26, Hadis no: 2336). Âhirette de mal mülk değil, ancak selim kalbe sahip olmak fayda verecektir (26/Şuarâ, 88). (13)
Mal-Mülk Allah'ındır: "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır." (3/Âl-i İmrân, 189; 5/Mâide, 17, 18, 40, 120; 9/Tevbe, 116; 24/Nûr, 42; 45/Câsiye, 27; 48/Fetih, 14). "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur." (2/Bakara, 107; 3/Âl-i İmrân, 189; 5/Mâide, 40; 7/A'râf, 158; 25/Furkan, 2; 39/Zümer, 44; 42/Şûrâ, 49; 43/Zuhruf, 85; 57/Hadîd, 2, 5; 85/Bürûc, 9). "Mülk O'nundur." (6/En'âm, 73; 35/Fâtır, 13; 39/Zümer, 6). Ve yine bkz. 3/Âl-i İmrân, 26; 17/İsrâ, 111; 22/Hacc, 56; 25/Furkan, 26; 40/Mü'min, 16; 64/Teğâbün, 1)
Bu âyetler ve benzerleri mülkün, hükümranlığın Allah'a âit olduğunu, gerçek mülk sahibinin O olduğunu vurgulamaktadır. Allah, mülkünü yönetme hakkını, yeryüzünde halîfe tâyin ettiği insana vermiştir. "Allah'a ve Rasûlüne iman edin ve (O'nun) sizi hâkim kıldığı, sizin yönetiminize verdiği şeylerden (Allah için) infak edip harcayın. Sizden, iman eden ve (Allah rızâsına) infak edip harcayanlar için büyük mükâfat vardır." (57/Hadîd, 7). Bu âyetten anlaşıldığı üzere mal, gerçekte Allah'ındır. İnsan, yeryüzünde halîfe olarak mala sahip olur; mal, aslında ona emânettir. Göklerin ve yerin mülkü Allah'a âittir. Mülkün gerçek sahibi Allah'tır. İnsanın mala halîfe kılınması, iki anlama gelebilir: Ya Allah adına malın üzerinde vekil kılınması, malın yönetiminin kendisine bırakılmasıdır. Yahut başkasından kendisine geçmesi, kendisi başkasının yerine geçip mala sahip olmasıdır. Mal denilen şey, böyle insandan insana geçen, insanların mülkiyetini birbirinden devraldıkları bir şey olduğu için âyette "cealeküm müstahlefîne fîh; başkasının yerine geçirildiğiniz, başkasının ardından size verilen şey" diye nitelendirilmiştir.
Şimdi insan, mülkiyeti geçici olarak elinde bulunan malı Allah yolunda harcarsa, aslında kendi malını değil; Allah'ın malını harcamakta; O'nun adına, O'nun yoluna vermektedir. Mülkün gerçek sahibi Allah olduğuna göre, neden Allah'ın malını, Allah'ın emrettiği yere harcamaktan çekinir, niçin kendisini mutlu edecek şeyden geri kalır? Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Sizi çokluk mahvetti. İnsanoğlu 'malım, malım' der. Yiyip tükettiğinden, ya da giyip eskittiğinden, ya da sadaka verdiğinden başka senin malın mı var? (Çünkü bundan ötesi başkasının eline geçecektir)." (Müslim, Zühd 3; Tirmizî, Zühd 31, Tefsir, sûre 102; Nesâî, Vesâyâ 1; Ahmed bin Hanbel, 4/24, 26)
R
ızıktaki Farklılığın HikmetleriAllah, bazan kulunun rızkını geniş tutar, bazan da kısar. Kulunu zengin veya fakir kılmak O’na aittir. Bu durum, rızık verilen kişinin, sâlih bir kul olduğuna, rızkı kısılan kişinin ise sâlih olmadığına delil olmaz. Zira zenginliğin elde edilmesi, kazanılmış bir hak olmadığı gibi; sahibi de Allah’ın hoşnutluğunu kazandığı için zengin kılınmış değildir. Çünkü Allah, çoğu kez âsî, günahkâr ve kâfirlerin rızkını geniş tutar. Bunu, ya dilediğini yaptığı ve istediği tarzda hüküm verdiği için yapar, yahut da bir maslahat ve bir hikmetten dolayı yapar. Allah, bazan sâdık kullarına kendisinin bildiği bir hikmetten dolayı veya sünnetullahı (genel yasaları) gereği rızkı dar tutar. Kulun, bunu bir mükâfat veya Rabbına yakınlık veya ceza ve Rabbına uzaklık derecesi tarzında telakki etmemesi gerekir.
“Fakat insan böyledir; Rabbı ne zaman kendisini imtihan edip ona ikramda bulunur, ona nimet verirse; ‘Rabbım bana ikram etti’ der. Ama Rabbı onu imtihan edip rızkını daraltırsa; ‘Rabbım bana ihanet etti, beni küçük düşürdü’ der. Hayır, doğrusu siz, yetime ikram etmiyorsunuz. Yoksula yemek vermeye teşvik etmiyorsunuz. Mirası, helal haram demeden yiyorsunuz. Malı da pek çok seviyorsunuz.” (89/Fecr, 15-20) İbn Kesir, bu âyetin tefsirinde şöyle der: İmtihan maksadıyla rızkını geniş tuttuğunda, kulunun bunun kendisi için Allah’tan bir ikram olduğu kanaatını taşımasını Allah hoş karşılamıyor.
Zaten durum, böyle değildir. Bu bir imtihandır, bir sınamadır. Aynı şekilde, rızkını daraltarak imtihana tâbi tuttuğunda ise zanneder ki bu, kendisi için bir ihanettir. Allah, “kellâ = hayır” diyor. Yani, durum zannedildiği gibi değil. Ne bunda, ne onda. Çünkü Allah, malı, sevdiğine de verir; sevmediğine de. Burada gaye, her iki durumda da Allah’a itaata teşviktir. Zengin olunca, bununla Allah’a şükretmesi, fakir olunca da sabretmesi. İşte bu sabır ve şükür ile kulun Rabbına yakınlık derecesi söz konusu olur. (İbn Kesir, Fecr Sûresi tefsirinden)
“Rabbının rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik ve onlardan kimini ötekine derecelerle üstün kıldık ki, biri diğerine iş gördürebilsin. Rabbının rahmeti, onların toplayıp yığdıklarından daha hayırlıdır.” (43/Zuhruf, 32) “Allah, kullarına rızkı bollaştırsaydı, yeryüzünde azarlardı. Fakat dilediği ölçüde indiriyor. Çünkü O, kullarından haberdardır, her şeyi görendir.” (42/Şûrâ, 27)
Şiddetli fakirlik içinde de olsa, mü’min, Allah’
ın hikmeti gereği olan bu farklılıktan dolayı mahzun olmaz. Çünkü insana verilen tüm dünyalık, az bir metâ ve geçici bir zevktir. Onun için mü’minin haksızlık etmesi, gaye ve gayretinin dünyalık olması ve onun yokluğu veya elden çıkması durumunda fazlaca üzülmesi doğru olmaz. Çünkü mü’minin maksadı âhiret; gayesi Allah’ın rızâsıdır. Ve o, dünyanın Allah katındaki değersizliğinin derecesini bilir. “İnsanlar bir tek ümmet olacak olmasaydı, Rahman’ı inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine binip çıkacakları merdiven yapardık. Ve evlerine kapılar ve üzerine yaslanacakları koltuklar, kanepeler ve süsler verirdik. Bütün bunlar, sadece dünya metâından ibarettir. Âhiret ise, Rabbının katında sakınanlara mahsustur.” (43/Zuhruf, 33-35)Yani, cahillerin birçoğu mal vermemizin, verdiğimiz kimselere olan sevgimizin bir delili olduğuna inanmayıp, mal için küfür üzerine toplanmasalardı, “Rahman’ı inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine binip çıkacakları merdiven (asansör) yapardık.” Yani, merdiven, kapılar, koltuk ve yastıklar hep gümüşten olacak. Ama, bütün bu dünyalıklar, Allah katında değersiz ve geçici olan şeylerdir. Mü’min, rızık darlığında ve başkaları için bir genişlik sözkonusu iken, kendisinin çektiği sıkıntı karşısında dünyalık hiçbir şeye üzülmez. Onun hırs ve gayreti, Allah rızâsına ve âhirete yöneliktir; dünya metâına değil. Çünkü, “dünya, Allah katında bir sivrisineğin kanadı kadar değerli olsaydı, hiçbir kâfire asla ondan su içirmezdi.” (Tirmizî)
Bu söylenenlerden, müslümandan fakirliğe teslim olmasını ve çalışmayı bırakmasını istediğimiz anlaşılmamalıdır. Burada kast edilen, müslüman, sebeplere tutunma konusunda dinin kendisinden istediği şeyi yerine getiriyor ve rızık kazanmak için meşru yollarla çalışıyor da buna rağmen rızkı az ve kısık kalıyorsa, onun yukarıda ifade edilenleri hatırlaması, elinin darlığından ve rızkının azlığından dolayı üzülüp huzursuz olmamasıdır.
R
ızık Genişliği İmtihanı Karşısında Müslümanın TutumuRızkın bollaşıp yayılması durumunda müslümana düşen, bütün gaye ve incelikleri göz önünde bulundurması, Allah’ın zenginlere gösterdiği görevleri yerine getirmesidir. Bu görevler, kısaca şunlardır:
a- Yakînen inanmalı ve zihninde tutmalı ki, elindeki mal, Allah’ın malıdır. “(O muttakiler ki,) Bizim rızıklandırdığımız şeylerden infak ederler (Allah için harcarlar).” (2/Bakara, 3) “Ve Allah’ın, size verdiği malından onlara da verin.” (24/Nur, 33) “Bu (mal), Allah’ın rızıklarından (bir rızık)dır. Size verdiğimiz rızıktan infak edin (Allah için harcayın.)” (63/Münâfıkun, 10)
b- Malı kötüye kullanmaktan (zulüm ve sömürü vasıtası yapmaktan –tuğyanu’l mal-) sakınmalıdır. Çünkü mal, bazan sahibini azdırır. “Size verdiğimiz rızkın temizlerinden yiyin. Ama bu hususta taşkınlık etmeyin; sonra gazabım üzerinize iner. Kimin üstüne gazabım inerse artık o, (ateşe) düşmüştür.” (20/Tâhâ, 81) Allah’ın verdiği rızıkta tuğyan, yani azgınlık; rızık verene nankörlük etmek, eğlenceyle meşgul olup rahat bir hayatla oyalanarak kulluğu unutarak nimetlerin şükrünü eda etmemek ve mallarını günah yollarda harcamak, fakir fukaranın haklarını gözetmemek suretiyle hududullahı (Allah’ın çizdiği şer’î sınırları) çiğnemek şeklinde olur.
c- Karun ve Salebe kıssasını aklında bulundurması gerekir. Karun’a Allah çokca mal vermişti de, o azmış ve mal onun şımarmasına sebep olmuştur. Hatta daha da ileri giderek malı, kazanç yollarını bilmesi sayesinde kendisinin elde ettiğini iddia etmişti. Taşkınlığının sonucu da Kur’an’ın haber verdiği gibi olmuştu: “Nihâyet biz, onu da evini de yere batırdık!” (28/Kasas, 81) (14)
İnfak
; İsrafın Alternatifiİnfak kelimesi; ne-fe-ka kökünden türemiştir. Lügat olarak, tükenmek, azalmak anlamlarına gelir. “Nafaka”; harcanan para veya ihtiyaçların tamamı için gerekli kazanç anlamında kullanılır. İnfak ise; malı veya benzeri ihtiyaç maddelerini hayır yolunda harcamak, tüketmek anlamındadır. Allah yolunda harcamaya infak denir. Terim olarak infak: Gerek akrabalardan ve gerekse diğer insanlardan yoksul ve muhtaç olanlara para veya maişet yardımı yaparak, onların geçimini sağlamak demektir.
"İnfak"; Malın elden çıkarılması, harcanması ve sarfedilmesi demektir. İnfak'ın farz, vacip, mendup kısımları vardır. Zekât ve diğer sadakaları, bağışları, yardımları ve vakıf gibi fakirlere ve diğer çeşitli hayırları, aileye yardım gibi bütün mal ile yapılan ibadetleri içine alır. "Sana infak'ı (Allah yolunda ne harcayacaklarını) soruyorlar. De ki: 'Verdiğiniz hayır, ana-baba, yakınlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Yaptığınız hayrı, muhakkak, Allah bilir." (2/Bakara, 215)
İnfak, mecaz yoluyla maldan başkasına da genelleştirilir. İlim öğretme ve benzeri gibi manevî şeyleri de içerir. Bununla beraber bunların hepsinin başında, İslâm'ın binâsından biri olan zekât vardır.
"Zekât, İslâm'ın köprüsüdür." (Kütüb-i Sitte, cilt 7, s. 322). Zekât, İslâm'ın bir geçididir. Dinin iman ile temeli atılıp, namaz ile direği dikildikten sonra, geçilecek mühim bir geçidi vardır ki, zekât işte o geçidi geçirecek bir köprü olmak üzere kurulacaktır. Çünkü dünya ve âhirette korunmak için yapılacak olan görkemli İslâm binasının, dünyadaki "dâru'l-İslâm" (İslâm yurdu), âhiretteki "dâru's-selâm" (esenlik yurdu)ın yapımı için birtakım malî masrafları vardır ki, bunlar malî ibadetler ile yapılacaktır ve bunun en zarurisini de zekât teşkil eder. Zira "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz" (1/Fâtiha, 5) diye bir tevhid üslubu içinde sadece Allah'a kulluk etmek ve kardeş topluluk ile namaz kılabilmek için safları doğrultmak ve o saflarda bir eşitlik duygusu ile devamlı bir şekilde bulunmak gereklidir. Bu ise, o toplum içinde günlük azıkla yetinme durumunda olan kimselerin kalmaması ile mümkün olur.Bir aç ile tokun bir safta kurşunla kenetlenmiş binalar gibi, bir sevgi ve kardeşlik duygusuyla biri diğerine kalben perçinlenmesi kabil değildir. Şu halde cemaatin hakiki bir ibadet birliği içinde olması, gerçekten fakir ve kimsesiz olanların gözetilmesi ve çalışabileceklerin çalıştırılması için ilk önce zekât ve fıtır sadakaları ile, zenginlerle fakirler arasındaki uçurumu kapatarak bir sevgi bağının kurulması, hem de hepsinin mevlası (efendisi) Allah Teâlâ olduğunu bildiren bir duygu ve iman ile kurulması büyük bir görevdir.
Bu görevin, bu niyetle yapılmasında müslüman artık yalnızlığında beşerî bayağılıktan silkinecek, Allah Teala'nın bir halifesi olma rütbesini kazanacak ve elindeki malın, Allah'ın malı olduğunu ve kendisinin onu muhtaç olan Allah'ın kullarına ulaştırmaya görevli bulunduğunu anlayarak: "Al kardeşim, bu benim değil; senin hakkındır, bende bir emanettir, ben sana Allah Teala'nın gönderdiği şu çıkını, postalanmış koliyi teslim etmeye görevlendirmiş bir dağıtıcıyım" diyerek, aynı şekilde alçak gönüllülüğü ile fakirin, sabırlı fakirin hakkını vererek kalbini okşayacak ve bununla o topluluğun mümkün olduğu kadar açıklarını kapatacaktır.
İşte Kitap ve Sünnetin araştırılmasına göre, Fıkıh Usulü ve Fıkıh'a ait kitaplarımızın zekât görüşü özet olarak budur. Bu şekilde zekât; müslümanı, beşerî düşüklüklerden ilahî vekilliğe geçiren bir köprüdür. Namaz, hayat kademelerinden ilahî huzura çıkaran bir mi'raç olduğu gibi, zekât da o mi'raçta alınan bir ilahî görevin köprüsüdür. Ve her müslüman, bu köprüyü yapıp geçmeye, yani zekât vermek için helal mal kazanıp zekât verecek dereceye çıkmaya çalışacak ve henüz verecek halde değilse, en az onun yüksekliğine iman ile dolu olacaktır. Yani müslümanın gözü, zekât almaya değil; zekât vermeye dönük bulunacak ve ancak çaresiz kaldığı zaman zekât ve sadaka alabilecek ve tersi durumda aldığının haram olduğunu unutmayacaktır. Bu şekilde kurulan İslâm toplumunun namazında ne büyük bir birlik kuvveti bulunacağı ve bunların o görkemli İslâm binasını tamamlamak ve bitirmek için nasıl bir aşk ve şevkle çalışmaya atılacakları düşünülürse, İslâm dininin esasındaki yükseklik ve bu âyetlerle o muttakilere verilen övme değerinin önemi derhal anlaşılır.
Görülüyor ki Bakara suresi, 3. âyette İslâm binasından, imandan sonra iki amel zikredilmiştir ve dinde bunlar, diğerlerinden önce farz kılınmıştır: Namaz ve zekât. Çünkü bunlar, bütün ibadetlerin aslıdırlar ve burada bilhassa anılmaları, özelliklerinden dolayı değil; diğerlerinin çeşitliliğine işareti de içine alıcı olduklarından dolayıdır. Zira bütün ibadetler iki çeşide ayrılmıştır. Biri bedene ait ibadetler, diğeri de mala ait ibadetlerdir.
Hac gibi hem bedenî ve hem de malî olan üçüncü bir kısım da, bu iki değerin birleşmesidir. Şu halde namaz, bütün bedenî ibadetlerin asıl temsilcisi; zekât da bütün malî ibadetlerin asıl temsilcisidir. Ve bunlar, imanın ilk müeyyidesi (yaptırımı) ve amel ile ilk gelişmesidirler. Buna göre bu âyet-i kerimede bütün iman prensipleri gaybde; bütün amellerin esasları da namaz ve infakda özetlenerek, İslâm dininin ilmî, amelî esasları ve dalları kısaca anlatılmıştır. (15)
Sonradan pişmanlık duymamak için, müslümanın cömert davranarak Allah'ın kendisine ihsan ettiği malını sağlığında Allah yolunda ve O'nun rızâsına uygun bir biçimde infak etmesi gerekir. " Sizden birinize ölüm (alâmetleri) gelip de: 'Ey Rabbim, beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de, sadaka versem ve sâlihlerden olsam' demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak edin." (63/Münâfikun, 10)
İnfak, Allah'a ibadetin öylesine bir parçasıdır ki, onsuz din olmaz. Bir insanın gönlünde yaktığı iman ışığının devamı, ancak namaz-infak ikilisiyle yürür. "Acaba imanım ne durumda?" diye düşünüyorsanız; namaz ve infaktaki seviyenize bakın. İmanın sağlaması ve göstergesi, bu iki temel ibadettedir. Bunlarda nasibiniz yoksa, iman ışığınız ya sönmüş, ya da sönmek üzeredir. Genelde infak; Mü'minin kendisinde mevcut her nimeti başkalarına yansıtması, başkalarını o nimetlerden yararlandırması demektir. Her türlü malî yardımlarla davranış biçimindeki yardımlar infak kavramının içine girer. İnfak; paradan, maldan olduğu gibi, ilimden, güzel sözden, güler yüzden de olur. Ayrıca sağlığın, saâdetin, gençliğin de infakı vardır. Ve infak, farz olan cihadın bir şubesidir.
Mü'minler, bilirler ki, sahip bulundukları şeylerin yaratıcısı kendileri değildir. Bunlar rızık olarak Allah tarafından kendilerine bahşedilen bir ikramdan ibarettir. İşte bu itiraf ve şuur neticesinde mü'minler, fakir ve zayıf kimselere karşı iyilik ve ikram kapılarını açarlar. Bu kapıların açılması, kulların birbirine karşı kardeşlik duygusunu, insanlık şuurunu ve beşerî tesanüdü meydana getirir. Bu sıfatların kıymet ve ehemmiyeti insandaki cimriliğin ve egoistliğin zail olup yerini iyiliğe, cömertliğe terketmesiyle meydana çıkar. Aynı zamanda bu sıfatlar, hayatı çatışma ve ihtiraslardan uzaklaştırıp sevgi ve yardımlaşmaya sevkeder. Zayıf ve çaresizlere tam bir emniyet sağlayarak onlara vahşet ve hırs pençeleri arasında değil; kalplerde, gönüllerde yaşadıklarını hissettirir. İnfak; zekâtı, sadakayı ve hayır yolda verilen her yardımı içine alan bir ifadedir. Zekât, infakın ihtiva ettiği umumilikten bir cüzdür. Ve infak, asıl olması hasebiyle zekâttan önce emrolunmuştur. Peygamberimiz: "Malda zekâttan başka da hak vardır." (Tirmizî) buyuruyor. Bu hadis-i şerifte kastolunan mana, zekâtı içine almakta olan infakın zekâttan önce emrolunmasıdır. (16)
İnfakın Fayda
ve HikmetleriBir toplumda zenginlerin ve fakirlerin bulunması doğaldır. Doğal olmayan, bunların birbirlerinin haklarını gözetmemesi ve sosyo ekonomik açıdan bir bakıma sünnetullah denilebile-cek bu durumun toplumda gerilim ve gerginlik sebebi olmasıdır. Bunun için de hem zengin ve fakir arasındaki ekonomik düzey farkının uçuruma dönüşmemesi, yani zenginin daha zengin; fakirin daha fakir olmasının engellenmesi, hem de bu yüzden gerçekleşmesi muhtemel olan bu duygusal gerilimin önlenmesi gerekir. Kur’ân-ı Kerim'de sosyal gerilimin, müstaz'af - müstekbir ikileminin engellenme yolları belirtilmektedir. Kur'an'da cennet ehli muttakiler tanıtılırken "...Mallarında muhtaç ve mahrumların hakkı vardır." (51/Zâriyât, 19) buyurulur. Namaz kılan ve namazlarında devamlı olanların eline mal geçip zengin olunca pintileşen kimseler gibi olmadıkları belirtilerek "Bunlar, sahip oldukları mallarda muhtaç ve mahrumların belli bir hakkı bulunduğunu unutmazlar" (70/Meâric, 22-25) buyurulmuştur. Bu düzenleme aynı zamanda bunun işleyişinde son derece önemli insanî meziyetlere, psikolojik faktörlere de işaret ediyor. 2/Bakara 263 ve 264. âyetlerden anlaşıldığına göre; zengin, verirken gönülsüz davranmayacak, başa kakmayacak, aynı şekilde fakir de alırken ezilmeyecek, her türlü meşrû sebebe yapıştığı halde, gücü geçinnmeye yetmediğinden mahcûbiyet duyması gerekmeyecek. Çünkü, biri borcunu ödüyor, diğeri hakkını alıyor, alacağını tahsil ediyor. Başa kakma ve mahcubiyet için hiçbir neden kalmıyor. Bu düzenleme, bir anlamda toplumsal gerilim sigortası görevi görür.
Namaz ve oruç, bireysel ve kişisel gelişme ve yükselişe; infak ise, ferdî cimrilik, bencillik gibi kötü huylardan arındırma yanında, toplumsal bünyeye girmiş zararlı mikroplardan arınmaya, toplumsal bünyenin sağlıklı bir şekilde serpilip büyümesine, gelişmesine hizmet ediyor. İnfakın bir ibadet oluşunun anlamı burada gerçekleşiyor; İnfak, toplumsal ibadettir. "Onların mallarından sadaka al. Onunla kendilerini temizlemiş ve tezkiye etmiş olursun." (9/Tevbe, 113) Temizleme ve tezkiye; bu iki kelime, zenginin ruh ve nefsinin, mal ve servetinin hem maddî hem de manevî yönden temizlenme ve arınmasını içine almaktadır. İnfak eden, başta cimrilik olmak üzere birçok kötü huy ve alışkanlıktan arınır. Cimrilik, fert ve toplum için kötü bir hastalıktır. Bu hastalık kişiyi mal uğruna kan dökmeye, kul haklarına tecavüz etmeye, haramlarla da olsa mala hırs göstermeye götürür. İnfak, mü'mini mala tutkunluk zilletinden temizler, paraya kulluk bağından kurtarır. İslâm, insanın sadece Allah'a kul olmasını, Allah'tan başka her şeyin esaretinden kurtulmasını, yaratılmışların efendisi olma özelliğini korumasını arzu etmektedir. Bunun bir yolu da, zenginin infak ederek hem Allah'ın emrine boyun eğmesi, hem de dünya malının kendisine geçici bir süre için tevdi edilmiş bir emanet olduğunun bilincine varmasıdır.
İnfak, Allah'ın verdiği nimetlere şükürdür. Namaz, oruç gibi bedenî ibadetler, Allah'ın ihsan ettiği vücut sıhhat ve selametinin şükrüdür. Her çeşit infakı içeren malî ödemeler de mal nimetinin şükrüdür. Bu duygularla infak eden mü'min, her nimetin, mesela sağlığın, ilmin, sanatın şükürlerinin de o nimetlerle ödeneceğinin şuuruna varır.
Sosyal dayanışma sisteminin temelini oluşturan zekât ve diğer infak çeşitleri, bir ibadet anlayışıyla ele alınması ve fakir, kimsesiz, muhtaç,yetim, yolda kalmış ve borçlu gibi yardıma muhtaç bütün sınıfları kapsayacak kadar geniş olması, İslâm'ın toplumsal bütünleşme, kaynaşma ve dayanışmaya büyük bir önem verdiğini gösterir. Her türlü infak, malı ve malın bereketini artırır. Yoksul zümrelerin eline geçen para, her şeyden önce insan onurunu geliştirir, iş gücü kalitesini artırır. Bunun yanında artan satın alma gücü sayesinde yükselen umumi talep hacmi, ekonomik hayata dinamizm getirir. İnfak sayesinde zenginle fakir arasında güven, saygı ve sevgi oluşur. İslâm kardeşliği de böylece gerçekleşir.
Rasulullah'ın benzetmesiyle müslümanlar bir vücut, bir bünye gibidir. Vücudun bir âzâsı sızlayınca bu ağrıyı öbür organların duymaması, bu derdi paylaşmaması mümkün mü? Hayır, çünkü böyle bir durum, vücudun fıtrî -doğal- yapısına terstir. Toplumda fakirlerin haklarına riâyet edilmemesi, vücuttaki bir uzvun kanaması gibidir; vaktinde tedbir alınmazsa kan kaybı bu vücudun hastalanmasına, belki ölmesine yol açarsa, aynı şekilde fakirlerin haklarına tecavüz, sosyal bir kanamadır ve vaktinde tedbirler alınmazsa canlı organizma olan sosyal bünyenin sağlığını yitirmesine yol açacaktır. Bu durum, toplum üzerindeki ilahî yardımın, rahmet ve bereketin çekilmesi demektir. Bugün toplumumuzda görülen ekonomik problemlerin önemli bir kısmı bu hastalıkla ilgilidir.
Mü'min, Allah yolunda dağıtmanın bir görev ve sorumluluk meselesi olduğunun bilincindedir. Her çeşit malı ve nimetleri, asıl kaynağı olan Allah'a nisbet eder. "Onlara rızık olarak verdiklerimizden..." ifadesi mü'minin özel mülk ve gerçek mâlik anlayışını düzenler. Böylece infak eylemi, dağıttığı şeylerin kendi özel malı olmadığını, kendi özel mülkiyetinden tasarrufta bulunmadığını hatırlatarak onun bağış bencilliğini kırar. Mü'minlerin tüm yaptıkları, Allah'ın verdiği rızıktan infak etmektir. Bir postacıdır, bir veznedardır, bir emanetçidir mü'min. Bu telkin, asıl verenin, asıl sahip olanın Allah olduğunu hatırlatır. Böylece mü'min, Allah'ın kendisine verdiği rızıklardan sorumlu olduğunu anlar. Mü'min, malını istediği biçimde, dilediği şekilde özgürce harcayamaz. Sadece malını değil; rızık kelimesinin, mülk kelimesinin kuşattığı tüm maddî ve manevî nimetler konusunda aynı bilinç ve davranış söz konusudur. İnfak, insanın sahip olduğu her enerjiyi, her gücü kapsamına almaktadır. İlme sahip olanlar, ilme muhtaç olan insanlardan ilimlerini saklamamak ve ona ihtiyacı olanlara bu ilmi dağıtmak zorundadırlar. Makam, şöhret, çalışma, tecrübe ve diğer konulardaki imkânlar da böyledir. Bu tür imkânları olanlar, onları sırf kendileri için saklamamak, aksine buna ihtiyacı olan insanlara dağıtmak mecburiyetindedirler. Bu sorumluluk, arta kalan bir şeyi verme niteliğinde ve nafile bir ibadet değil; bir görevi yerine getirme sorumluluğu, bir farzı edâ etme bilincidir.
Mü'minler; Karun gibi toplayıcı değil; Harun gibi dağıtıcıdırlar. Dağıtmak için kazanırlar. Verirken tükeneceğinden korkmazlar. Çünkü veren Allah'tır; "ver" diyen de Allah'tır. "Siz Allah için bir şey verdiğinizde Allah onun daha iyisini verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (34/Sebe', 39). Mü'min, İblis gibi fakirlikten korkutup cimriliği emretmez (2/Bakara, 268); İdris gibi cömertliği emreder.
Ne kadar verelim sorusuna Bakara 219. âyette ihtiyaç fazlasının verilmesi gerektiği; nereye verelim sorusuna 215. âyette anne-babaya, yakınlara, yetimlere, fakirlere, yolda kalmışlara diye cevap verirken bunların müslüman veya kâfir oldukları bildirilmemiştir. Hatta, Bakara 26. âyeti kâfirlere hidâyet vermek sana düşmez; sana infak etmek düşer anlamındadır.
Allah yolunda infakda oran yoktur. Zekâtta sınır vardır ama sadakada sınır yoktur. Sadaka infakının sınırını İsra suresinin 29. âyeti göstermiş ve eli boş kalacak şekilde saçıp savurmayı da yasaklamıştır.
'Sizden birine ölüm gelip 'Ya Rabbi keşke yakın bir zamana kadar ecelimi geciktirsen de sadaka versem' demeden önce size verdiğimiz rızıkdan veriniz." (63/Münâfıkun, 10). İlminizin sadakasını verin. Makam ve mal varlığınızın sadakasını verin. Allah yolunda yapılan infakın verildiği zamanlar da önemlidir. Müslümanların dar ve zor durumlarında yardım edenle, bol günlerinde yardım eden bir değildir. Rabbimiz Mekke fethinden önce infak eden ve harb edenlere Mekke fethinden sonra infak ve harb edenlerin denk olmadığını haber veriyor. (57/Hadîd, 10)
Mü'min, canını yaratanın Allah olduğunu, malını verenin Allah olduğunu bilir ve O'nun yolunda mal ve canıyla cihad eder. Bakara suresi 3. âyetindeki "onlara verdiğimiz rızıktan infak ederler" âyetini okuyunca, biz verdiğimizi kendi malımızdan değil; Allah'ın bize emaneten verdiğinden infak ettiğimizi anlıyoruz. Düğün evinde yemek kazanının başındaki aşçı yemek dağıtırken kimseyi minnet altına alamadığı gibi, kimsenin başına kakamadığı gibi, "ben malımdan dağıtıyorum" diyerek övünemediği gibi infakda bulunan kişi de haddini bilir. (17)
Kur'an'dan faydalanabilmenin şartlarından biri, kişinin, Allah'ın ve insanların hakkını vermek üzere Kitap'taki talimatlara uygun olarak parasını başkalarıyla paylaşmaya hazır olmasıdır. Bu çok önemli bir şarttır. Çünkü bir cimrinin veya parayı her şeyden çok seven bir servet düşkününün, İslâm uğrunda malî fedakârlıklar yapması beklenemez. (18)
Cimrilik, yahudilerin ve yahudileşenlerin, kapitalistlerin özelliğidir. Cimri, paranın egemenliğine boyun eğdiğinden paranın mahkûmudur. O yüzden cimri, devamlı psikolojik bunalım içindedir, doyumsuzdur, sevgisizdir. Fedakârlığın, vermenin tadına varmanın ne kadar güzel olduğunu, âhiret ödülü yanında, dünyada da insanı mutlu ettiğini bilemez cimri. Cimriliğin sebebi, aşırı para, mal hırsı ve gelecekte yoksul kalma korkusudur. Cimrilik yüzünden durmadan para biriktiren ve tükenir endişesiyle hastalıklarında bile harcamayıp, dünyayı bile kendilerine zehir eden para mahkûmları vardır. Halbuki para, mal Allah'ın nimetidir ve bu nimet yerli yerince harcanırsa Allah onu artırır. Cimriler, insanlar arasında da, Allah katında da sevimsiz ve aşağılık kişiler olarak görülür. "Onlar ki hem kıskanır, cimrilik ederler, hem de herkese cimrilik tavsiye ederler ve Allah'ın kendilerine fazlından verdiği şeyleri saklarlar. Biz de böyle nimetleri gizleyen nankörlere hor ve rüsvay edici bir azab hazırladık." (4/Nisâ, 37)
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) de şöyle buyurmaktadır: "Cimrilikten sakınınız. Çünkü cimrilik, sizden önceki milletleri helâk etmiştir." "Her sabah gökten iki melek iner. Birisi: İlahi, infak edene karşılığını ver; diğeri: Allah'ım! Cimrilik edene de telef ver (malını yok et), diye duâ ederler." (Riyâzü's-Sâlihîn, 1/ 253) "Cimri kişi, Allah'a uzak, cennete uzak, insanlara uzak ve cehennem ateşine yakındır." (Tirmizî, Birr 40)
Paralarından ve mallarından en az yararlanan cimrinin kendisidir. Cimriler, kendilerinin ölmelerini isteyenler için servet biriktiren insanlardır. Cimri, yeryüzünde kendi yararlanamayaca-ğı serveti biriktirirken; infak sahibi cömert gökyüzünde kendisi ebedî yararlanacağı serveti biriktirir. İnfak eden mü'min, istikbalini düşünen kimsedir; yarın gideceği yere yatırım yapmakta, içinde ebedî yaşayacağı köşkünü hazırlamaktadır.
İnsan, malına cimrilik ettiği nisbette şerefinden kaybeder. Kötü kimseler olsalar bile, cömertler için herkesin kalbinde bir sevgi vardır. İyi olsalar bile, cimrilere karşı herkesin kalbinde yalnız nefret vardır. Mallarını kendileri için bile harcamaktan çekinen cimriler, Allah Teâlâ'nın kendilerine verdiği nimeti harcamamakla sadece kendilerini değil, eş ve çocuklarını da sıkıntıya sokarlar. Çevrelerindeki diğer insanlara fenalık yapmış olurlar. Çünkü, Allah'ın verdiği bu nimetlerde nafaka veya sadaka olarak diğer insanların da hakkı vardır. Bu hakkın sahiplerine verilmemesi zulümden başka bir şey değildir. Servet, Cenab-ı Hakk'ın ihsanıdır. Allah, serveti dilediğine verir, dilediğinden alır. Mal ve mülkün gerçek sahibi O'dur. Cimriler, bu şuura eremeyen insanlardır. "Allah'ın verdiklerinden cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar; bilakis bu onların kötülüğünedir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah işlediklerinizden haberdardır." (3/Âl-i İmran, 180)
İnfak, mutluluğun merdivenidir. Alan kimse, nimetlerden geçici ve sınırlı bir şekilde yararlanırken; veren mü'minin hazzı kısa sürede sona ermez. Mü'min kalp, mal ile değil; iman ile mutmain olur. Allah yolunda infak etmekle fakir düşeceğinden korkmaz. Kendi hiçbir şey değilken Allah onu meydana getirmiş, vücut, göz, kalp, lisan ve sayısız nimetler bağışlamış ve mal sahibi yapmıştır. Bunlar Allah'a aittir. Öyle ise Allah'a güvenen birisi Allah yolunda ve Allah rızâsı için malını infak etmekten çekinmez. Kalpler, cömertlikle, infak sayesinde temizlenir. (Bkz. 92/Leyl, 17-20). Çünkü, küfür ve nifaktan sonra kalbi karartan sebeplerden biri de aşırı mal sevgisi ve servete bağlılık arzusudur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim'de; "Serveti de düşkünce seviyorsunuz." (89/Fecr, 20) buyrulur. İşte bu sevgi ile insan, "ben bu malı infak edersem bana bir şey kalmaz" korkusuna düşer ve hemen şeytan harekete geçer: "Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size cimriliği emreder." (2/Bakara, 268). Oysa Allah'ın bildirdiğine göre: "mal ve servet insan için bir imtihandır." (Bkz. 39/Zümer, 49-52) Bu imtihandan başarılı çıkmanın yolu da cömertlik ve infaktır (bkz. 64/Teğâbün, 15-17).
İnsanların cömertlikten ve infaktan kaçmasının sebepleri başında: "benim olan varlığı başkalarına niçin vereyim?" duygusu ile, "başkalarına verirsem, benim varlığım azalır ve zaruret zamanında zahmete düşerim" düşüncesi gelir. İslâm dini ise bu duygu ve düşünceyi kökünden kaldırmıştır. İslâm'a göre mal ve servet herhangi bir şahsın tekeli altında değildir. Mal ve servet yalnız Allah Teala'nındır. Her şeyin gerçek mâliki Allah'tır (3/Âl-i İmran179; 57/Hadîd, 10). Kur’ân-ı Kerim'de bu durum yirmiyi aşkın âyette vurgulanmaktadır. Mülk Allah'ın olduğuna göre, tabiî olarak sahibinin yolunda sarfedilmesi, mü'min için en makul bir olay olarak değerlendirilir. Mü'mindeki infak ve cömertlik duygusu da bu düşünceden kaynaklanır.
Hesap gününü düşünen her mü’min, malın bir imtihan sebebi olduğunu bilir ve mâlî ibadetlerini eda etme hususunda titiz davranır. Tüketim hırsının alabildiğine kamçılanması ve hesap günü şuurunun yok edilmesi, başlı başına bir fâciadır. "Kâfirler/inkâr edenler (dünyada) zevklenirler, hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir." (47/Muhammed, 12). Rasul-i Ekrem de: “Mü’min, bir midesi ile yer; kâfir ise yedi mide ile yer.” (Sünen-i İbn Mâce, hadis no: 3256) buyurmuştur. Buradaki yedi rakamının mübalağa için olduğu ve mü’minlere darb-ı mesel olarak zikredildiği âlimlerce belirtilmiştir. Mü’min, dünyaya karşı zâhiddir. Kâfir ise hırsla doludur. Dolayısıyla mü’min, yemeği, hayatını devam ettirebilmek ve ibadetlerini eda edebilmek için yemektedir. Kâfirler ise; hırs, şehvet ve lezzet duygularını tatmin edebilmek için yemektedirler. Elbette yemek ihtiyacı insandan insana değişebileceği gibi, insanın çalıştığı işin zorluğuna veya kolaylığına göre de değişebilir.
Kur’ân-ı Kerim’de: “Onların mallarında isteyenin ve (iffetinden dolayı dilenemeyen) yoksulun da bir hakkı vardır.” (51/Zâriyât, 19) hükmü beyan buyurulmuştur. Mü’minlerin mallarıyla, dilleriyle ve canlarıyla cihad etmeleri, kat’i nasslarla emredilmiştir. İşte cihadın ilk ve vazgeçilmez çeşidi olan malla cihada infak adı verilir. İnfak amelinin eda edilmesi için ilk rükûn, imandır. “Kıyamet gününde cehennem ehlinden olan kimseye denilir ki: ‘Dünya dolusu malın olsaydı (şu azaptan kurtulmak için) o malını fidye olarak verir miydin?’ O kimse, azabın şiddetini gördüğü için: ‘Evet!.. Muhakkak verirdim’ der. Allahu Teala şöyle buyurur: ‘Ben (dünyada) senden, bundan daha kolay bir şey istemiştim. Henüz ruhlar âleminde iken, bana hiçbir şeyi şirk koşmaman hakkında senden misak almıştım. Sen ise sözünden döndün. Bana ortak koşmaktan başka bir şey kabul etmedin." (Buhârî, Rikak 49; Ahmed bin Hanbel, III/218)
İnfak amelinin edası için ikinci rükûn, ihlastır. Nitekim,
Kur’ân-ı Kerim’de mü’minlerin infak hususundaki tavırları izah buyurulmuştur: “Yemeğe olan sevgilerine rağmen; yoksulu, yetimi ve esiri doyururlardı. ‘Biz size ancak Allah’ın rızâsı için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür istemeyiz. Çünkü biz Rabbimizden, o suratların ekşiyeceği çetin günden korkarız’ derlerdi. İşte bundan dolayı Allah, o günün şerrinden onları korumuş, (yüzlerine) bir güzellik, (kalplerine) sevinç vermiştir.” (76/İnsan, 8-11). İhlâsdaki seviyelerinden dolayı, sahabe-i kiram, infak amelini eda için, genellikle gece karanlığından faydalanmıştır. Buna imkân bulamazlarsa, fakir kimse uyurken, infak edecekleri malı yanına bırakıp oradan hızla uzaklaşmışlardır. Rasül-i Ekrem’in: “Sağ elin verdiğinden, sol elin haberi olmasın.” (S. Müslim, I/715; Tirmizî, Tefsiru’l Kur’an 96) tavsiyesi, farz olan zekâtın dışında bütün infak için geçerlidir.İnsanın fıtrî hallerinden birisi de, iyilik gördüğü kimseyi sevmek, kötülük gördüğü kimseden de uzaklaşmaktır. Bu, esasen her canlıda bulunan bir özelliktir. Fakat bazen öyle iyilik edenler olur ki, yaptığı iyiliği başa kakarak, insanı “keşke bu iyiliği yapmasaydı” dedirtecek noktaya götürür. Nitekim
Kur’ân-ı Kerim’de: “Mallarını (Allah yolunda) harcayıp da, sonra o harcadıklarının arkasından başa kakmayan ve eziyet etmeyenler (yok mu?) Onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir.” (2/Bakara, 262) buyurulmuştur. Yapmış olduğu iyiliği her fırsatta gündeme getiren ve karşısındaki insanın hislerini rencide eden kimse “infakını iptal etmiş” hükmündedir. Zira iyiliği başa kakmayan ve diliyle eza vermeyenler için korku kaldırılmıştır. Diğerlerine gelince, Allah Teaala: “İyi (ve güzel) bir söz veya bir ayıbı örtme; ardından eziyet gelen (başa kakılan) bir sadakadan hayırlıdır. Allah (kullarının infaklarından) müstağnidir, halimdir.” (2/Bakara, 263) hükmünü beyan buyurmuştur. Bilindiği gibi, güzel bir söz veya bir ayıbı örtmek için, mutlaka zengin olmak gerekmez. Her mü’min (zengin veya fakir) bu ameli eda edebilir. Bu âyette, beliğ bir üslupla, önce infakta bulunan, daha sonra (bu sebeple) eziyet eden mükellefin, amelinin (sevap açısından) iptal edildiği haber verilmiştir. Dolayısıyla infak amelinin değişmeyen iki rüknü vardır. Birincisi, iman; ikincisi ihlâstır.Kimlere infak edilmesi gerektiğini Kur’an açıklar: “Onlar hangi şeyi (ve kimlere) infak edeceklerini sana sorarlar. De ki; ‘maldan vereceğiniz nafaka, öncelikle annenin, babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların ve İbn sebil’in (yolcunun, misâfirin) hakkıdır. Her ne işlerseniz, şüphesiz ki Allah onu çok iyi bilendir.” (2/Bakara, 215). Âyetteki sıralamaya ve önceliklere dikkat edilmesinin önemini de tekrar hatırlatalım. Peyğamberimiz de infak hususunda tercih önceliklerini şöyle bildirir: “Evvelâ kendinden başla (kendi ihtiyacını karşıla)! Şâyet bir şey artarsa ailene, ailenden de bir şey artarsa akrabana ver. Akrabana verdikten sonra bir şey artarsa şöyle ve şöyle yap buyurdu. Ve önünde, sağında, solundaki muhtaçlara ver diye işaret etti.” (Müslim, Hadis no: 41 -997-)
Kur’ân-ı Kerim’de: (Sadakalar, infaklar) Allah yolunda kendisilerini vakfetmiş fakirler içindir ki, onlar yeryüzünde dolaşmaya muktedir olamazlar. (Hallerini) Bilmeyenler, iffet ve istiğnalarından (hallerini gizlemelerinden) dolayı onları zenginlerden sanır. Sen (ey Peygamber) o gibileri simalarından tanırsın. Onlar insanlardan yüzsüzlük edip de bir şey istemezler. Siz ne mal harcarsanız, şüphesiz Allah onu hakkıyla bilendir.” (2/Bakara, 273) buyurulmuştur. Rasül-i Ekrem, gerçek fakiri şu şekilde tarif etmiştir: “Asıl fakir, ortalıkta dolaşıp dilenen, kendisine bir-iki hurma veya lokma, ya da ekmek parçası verilen kimse değildir. Kendisine yetecek kadar rızık bulamayan, hali bilinmediği için sadaka da verilmeyen, kimseden de bir şey talep etmeyendir.” (Müslim, I/719; Ahmed bin Hanbel, I/384; Muvattâ, II/924)
İslâm toplumu, “iyilik ve takva hususunda yarışma”yı esas alan fertlerin bir araya gelmesiyle hayatiyet kazanır. İman eden,
sâlih amel işleyen, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye eden insanlar hüsrandan kurtulabilirler. İnfak amelinde, riâyet edilmesi gereken en önemli prensip şudur: Mükellef, en sevdiği şeyi infak edecektir. Bu husus, kat’i nasslarla sabittir: ”Siz sevdiğiniz şeylerden infak edinceye, (Allah yolunda) harcayıncaya kadar asla birr’e, iyiliğe ermiş olamazsınız. Her ne infak ederseniz şüphesiz Allah onu bilendir.” (3/Âl-i İmran, 92) Bu âyet-i kerime inzal olunca, sahabe-i kiram infak hususunda birbirleriyle yarışmışlardır. Ensardan Hz. Talha (r.a.) Mescid-i Nebi’nin karşısında bulunan ve Beyraha denen çok kıymetli bahçesini infak etmiştir (Müslim, K. Zekât 42). Hz. Ömer, malının en iyisi olan Hayber hurmalığını vakfeder. Hz. Câbir (r.a.): “Ben hicret edenlerden veya ensardan mal sahibi olup da infakta bulunmayan hiç kimseyi hatırlamıyorum” diyerek, sahabenin bu husustaki tavrını izah etmiştir.Rasül-i Ekrem’in: “Veren el, alan elden daha hayırlıdır.” (Müslim, Zekât 32; hadis no: 94 –1033-) buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla mü’minler, en sevdikleri mallardan, ihlasla infakta bulunmalıdırlar. İslâmî mücadelenin hedefine varabilmesi için iyilik ve takva hususunda birbirleriyle yarışan, muttakî mü’minlere ihtiyaç vardır. Bu husus asla unutulmamalıdır. (19)
Kur'an'ın koyduğu ilkelerin başında yer alan infak konusu oldukça önemli bir konudur. Bir insanı tanımak istiyorsanız, o insanın hayatında infakın yerini araştırınız. Araştırınız, çünkü çok önemli bir ipucu yakalamış olursunuz. O, insanın kalitesini anlamada yardımcı olur. Evet! Allah için vermek, infak etmek, çok büyük bir meziyettir. İnfak, sahibini yüceltir, Allah katında sevimli kılar. Allah Rasulü, bir çok hadislerinde vermeyen, infak ruhu gelişmeyen ve Allah için vermeyi bir vicdan zevki haline getirmeyenleri uyarmış, ikaz etmiştir. Hatta cimri olan bir âlime, cömert olan fakat İslâm adına fazla bir şey bilmeyen insanları tercih etmiştir.
Rabbimiz Kur'an'da sıkça arınan ve sakınanlardan bahseder ve onlara özel iltifatlarda bulunur. Ayrıca arınmanın yolunu da gösterir. Bu konuda Rabbimiz infak ederek arınacağımız konusunda telkinde bulunur. "O (mü'min) ki, malını (Allah için) vererek arınır, yücelir." (92/Leyl, 18) Demek ki arınmanın yolu infak etmekten geçer. İnfak edersek kalben ve ruhen arınırız. İnfak ederek manen yüceliriz. Gerçek iyiliğe kavuşuruz. Olgun bir kişilik, emin bir şahsiyet oluştururuz. Mallarımızdan O'nun için infakta bulunursak arınırız. Peki, arınanlara Allah'ın yardımı nedir sorusuna başka bir âyet cevap vermektedir: "Eğer siz arınır ve sakınırsanız, Allah sizlere iyilikle kötülüğü birbirinden ayıracak ince bir anlayış verir." (8/Enfâl, 29). Âhiretteki büyük nimetinden başka bu dünyada gaybî yardımları ile destekleme taahhüdünde bulunmuştur. Basiretimizi açmayı, gerçekleri görecek gözü ihsan edecek doğru yol üzere bulunmamızda yardımcı olacaktır. İnfak edenler, Allah ile aralarında özel bir bağ oluşturacaklardır. Yalnız Allah için vermek, yalnız O'nun rızâsını gözeterek vermek, insanı Allah'a yaklaştıracak, Allah için olma ve Allah için yapma, amel işleme alışkanlığı kazandıracaktır. Zira Allah için infak edince insanların duyarak reklâmını yapmalarına engel olacak, Rabbim bilsin yeter diyecektir. Bu anlayış, onu ihsan makamına erdirecek, ruhî bir olgunluk kazandıracaktır. "Her ne infak ederseniz şüphesiz Allah onu hakkıyla bilendir." (3/Âl-i İmran, 92). Yani, yaptıklarınızı, yardımlarınızı insanlara duyurmaya, afişe etmeye kalkışmayın. İnfak edeceğiniz şeyleri değersiz şeylerden seçmeyin. Çünkü Allah hakkıyla bilendir. Ne verdiğinizi ve niçin verdiğinizi bilir.
Elde avuçta olanı paylaşmak, iman kardeşliğini ve imanda kemali gösteren bir yüceliktir. Tıpkı Medine'li ensar'ın, Mekke'li muhacirler ile paylaştığı gibi. İşte gerçek infak böyle olur. Asr-ı saadetteki infak ile ilgili somut olaylarla kendi durumumuzu karşılaştırmalıyız. Belki yaptıklarımızın, infak adına yaptığımız teberruların basitliğini, gerçek infak olmadığını o zaman daha iyi anlamış oluruz. Belki de verdiğimiz küçük bağışların, vicdanımızın baskısından kurtulmanın aracı ve kendimizi tatmin yöntemi olduğunu göreceğiz.
Bilindiği gibi Hz. Ebûbekir (r.a.) iman etmeden önce Mekke'nin en zenginlerindendi. İslâm ile tanışıp, gerçek imanın haz ve lezzetini alınca, imanın bir gereği olarak olabildiğine yardımsever bir kişilik olarak göründü. Nerede yardıma muhtaç biri varsa yanı başında yardımına koşan biri de vardı: Hz. Ebûbekir! Hz. Bilal'ler her türlü zulüm ve işkence altında inlemeye, mahkûm edilmeye dursun, onları hürriyetine kavuşturmak için dünyalık adına sahip olduğu tüm varlığını seferber eden biri vardır: Hz. Ebûbekir! Hicret etmek zorunda kalmıştır, ancak yarı yolda karşısına çıkan Mekke'li müşrik İbn Duğine; "ne olur gitme, ne kadar hayırsever olduğunu herkes biliyor, bu insanların sana ihtiyacı var. Senin yardımına, fedakârlı-ğına ihtiyacımız var." diyerek himayesinde Mekke'ye geri getirdiği insan da yine Hz. Ebûbekir (r.a.)'den başkası değildir.
Aslında Peygamber'e gönül veren tüm ashabda bu ruhu görmek mümkündür. Ancak Hz. Ebûbekir'de bu şuur daha bir belirgin idi. Bunun için misalimizi ondan verelim: Tebük seferine çıkılmak üzeredir. İslâm savaşçılarına silah ve mühimmat gereklidir. Bunun için sevgili Peygamber, müslümanlardan infak etmelerini istemiştir. Hz. Ömer uzun zamandan beri Hz. Ebûbekir'in infak anlayışına gıbta etmektedir. İşte fırsat doğmuş, ondan daha fazla infak etmenin sırası gelmiştir. Herkes gücü yettiğince infak eder ve geçer. Sıra Hz. Ömer'e geldiğinde: "Ya Rasulallah! İşte malım, tam yarısını Allah için infak ediyorum." diyerek gönüllerde taht kurmuştur. Ancak sıra Hz. Ebûbekir'e gelmiştir. Büyük bir özveri ve fedakârlık ile: "Ya Rasulallah! İşte malım, tamamını infak ediyorum." dediğinde, Efendimiz (s.a.s.) itiraz etmişti: "Ya Ebabekir, ehline, çoluk-çocuğuna bir şey bırakmadın mı?" Hz. Ebûbekir: "Allah ve Rasulü'nü bıraktım, yetmez mi ya Rasulallah, kâfi gelmez mi ya Rasulallah?" diyordu. Malının tamamını infak etmek her babayiğidin kârı değildi. İşte gerçek infak bu ve benzerler idi. Şimdi kendi yaptıklarımızın ne kadar komik kaldığını, aylık gelirimizin yüzde kaçına tekabül ettiğini görerek, kendimize çekidüzen vermemiz gerekmektedir. (20)
İnfak, Zekât ve Her Türlü Cömertlik, Malın Mülkün Gerçek Sahibini Hatırlatır ve Kişinin Emanet Bilincini Güçlendir
ir: Mü'min, Allah yolunda zekât vermenin ve infak yapmanın bir görev ve sorumluluk meselesi olduğunun bilincindedir. Her çeşit malı ve nimetleri, asıl kaynağı olan Allah'a nisbet eder. İnfak eylemi, dağıttığı şeylerin kendi özel malı olmadığını, kendi özel mülkiyetinden tasarrufta bulunmadığını hatırlatarak onun bağış bencilliğini kırar. Mü'minler bilirler ki, tüm zekât ve bağışlarını, Allah'ın verdiği rızıktan infak etmektedir. Bir postacıdır, bir veznedardır, bir emanetçidir mü'min. Bu telkin, asıl verenin, asıl sahip olanın Allah olduğunu hatırlatır. Böylece mü'min, Allah'ın kendisine verdiği rızıklardan sorumlu olduğunu anlar. Mü'min, malını istediği biçimde, dilediği şekilde özgürce harcayamaz. Sadece malını değil; rızık kelimesinin, mülk kelimesinin kuşattığı tüm maddî ve manevî nimetler konusunda aynı bilinç ve davranış söz konusudur.Mü'min, canını yaratanın Allah olduğunu, malını verenin Allah olduğunu bilir ve O'nun yolunda mal ve canıyla cihad eder. Zekât ve her çeşit bağışımızı kendi malımızdan değil; Allah'ın bize emaneten verdiğinden bir kısmını dağıttığımızı anlıyoruz. Düğün evinde yemek kazanının başındaki aşçı yemek dağıtırken kimseyi minnet altına alamadığı gibi, kimsenin başına kakamadığı gibi, "ben malımdan dağıtıyorum" diyerek övünemediği gibi zekât veren ya da cömertlik yapan kişi de haddini bilir.
İnsanların cömertlikten, zekât ve infaktan kaçmasının sebepleri başında: "benim olan varlığı başkalarına niçin vereyim?" duygusu ile, "başkalarına verirsem, benim varlığım azalır ve zaruret zamanında zahmete düşerim" düşüncesi gelir. İslam dini ise bu duygu ve düşünceyi kökünden kaldırmıştır. İslam'a göre mal ve servet herhangi bir şahsın tekeli altında değildir. Mal ve servet yalnız Allah Tealâ'nındır. Her şeyin gerçek mâliki Allah'tır (3/Al-i İmran179; 57/Hadid, 10). Kur’ân-ı Kerim'de bu durum yirmiyi aşkın âyette vurgulanmaktadır. Mülk Allah'ın olduğuna göre, tabiî olarak sahibinin yolunda sarfedilmesi, mü'min için en makul bir olay olarak değerlendirilir. Mü'mindeki zekât, infak ve cömertlik duygusu da bu düşünceden kaynaklanır.
Mü'minler; Karun gibi toplayıcı değil; Harun gibi dağıtıcıdırlar. Dağıtmak için kazanırlar. Verirken tükeneceğinden korkmazlar. Çünkü veren Allah'tır; "ver" diyen de Allah'tır. "Siz Allah için bir şey verdiğinizde Allah onun daha iyisini verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (34/Sebe', 39). Mü'min, İblis gibi fakirlikten korkutup cimriliği emretmez (2/Bakara, 268); İdris gibi cömertliği emreder.
İnfak, Zekât ve Her Türlü Cömertlik, Ferdi/Kişiyi Maddeperestlikten Korur; Kalpteki Dünya Sevgisine Karşı Bir İlâç Olur:
Mal, mülk ve para insanlarca sevilen bir varlık olduğu kadar, aynı zamanda bir imtihan sebebidir. Başta zekât olmak üzere tüm bağışlar, yani cömertlik, bu sevginin aşırılığını kırar, maddenin endâd/put edinilip Allah sevgisini gölgelemesine giden yolları tıkar. Kişiyi mala, paraya esirlikten, paraya kul olmaktan muhâfaza eder. Mal sevgisi, insanın kalbini kaplayınca onu, Allah'ı gereği gibi sevmekten ve öldükten sonrası için hazırlanmaktan gâfil kılar. Bu sebeple İlâhî hikmet, mal sahiplerine, mala çok meyledip bütün varlığı ile ona yönelerek tapmalarını önlemek ve insanın gerçek mutluluğunun, mal biriktirmekte olmayıp onu Allah yolunda, dolayısıyla toplum yararına harcamakta olduğunu zekât emriyle hatırlatır, infaka teşvikle bu olgunluğu zirveye çıkartmaya çalışır.Zekât ve infak gibi Allah yolunda ve O'nun için cömertlik, insanı özgürlüğe kavuşturur; mala bağlanmak, ona boyun eğerek esir olmak ve paraya tapmak zilletinden kurtarıp serbestliğe eriştirir. Zira İslâm dini, müslümanı her türlü esirlikten uzakta tutarak yalnız Allah'a tapmaya, mânevî ve insanî değerlere bağlı kalmaya iter; onun Allah'tan başka hiç bir varlığa boyun eğmeden hür bir hayat geçirmesini ve kâinatta bulunan bütün varlıkların efendisi olmasını emreder. Allah'tan başkasına tapmayı sonuçlandıran paraya tapmak gibi öldürücü zehirden Peygamberimiz şöyle sakındırır: "Altın ile gümüşe (paraya) tapanlarla kadifeye (lüks yaşayışa) tapanlar helâk olmuştur." (Buhârî, Kitabü'l-Cihad; İbn Mâce, K. Zühd) Burada kadifeden maksat, giyim-kuşam ve evlerin tefrişindeki/döşemesindeki aşırılığın yanlışlı-ğıdır.
İnfak ve Cömertlik İhtiras Zincirini Kırar, İnsanı Hırstan Korur, Nefsin Maraz ve İletini Tedâvi Eder:
Malın, paranın çokluğu kuvvetin çoğalmasını ve insanın kendini büyük görmesini neticelendirir. Malın ve dolayısıyla kudretin artması, o güçten ve imkânlardan bir haz duymayı gerektirir. Bu haz ve zevkin artması da insanı buna sebep olan malı daha çok elde etmek için çalışmaya çağırır. Bu şekilde fâsit daire, kısır döngü içinde insan içinden çıkamadığı probleme batar. Hırs, insanı mal kazanmak ve dünya için daha çok çalışmaya iter. Ölüm gelmeden bunun sonu da gelmez. İşte İslâm, bu sonu gelmeyen ihtiras kısır döngüsüne kesilecek bir nokta, insanın kurtulacağı bir fren vermiştir. Kula, Allah'ın rızâsını gözeterek, nefsini o sonu gelmeyen karanlık yoldan çevirip Allah'a yöneltmek için zekât, infak ve her türlü cömertlik, en etkili bir çözümdür.Sonradan pişmanlık duymamak için, müslümanın cömert davranarak Allah'ın kendisine ihsan ettiği malını sağlığında Allah yolunda ve O'nun rızâsına uygun bir biçimde infak etmesi gerekir. " Sizden birinize ölüm (alâmetleri) gelip de: 'Ey Rabbim, beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de, sadaka versem ve sâlihlerden olsam' demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak edin." (63/Münafikun, 10)
Kur'an'dan faydalanabilmenin şartlarından biri, kişinin, Allah'ın ve insanların hakkını vermek üzere Kitap'taki tâlimatlara uygun olarak parasını başkalarıyla paylaşmaya hazır olmasıdır. Bu çok önemli bir şarttır. Çünkü bir cimrinin veya parayı her şeyden çok seven bir servet düşkününün, İslâm uğrunda malî fedâkârlıklar yapması beklenemez.
Zekât, İnfak ve Cömertlik Kişiyi Cimrilikten Korur, Cömertleştirir: Cimrilik, yahudilerin ve yahudileşenlerin, kapitalistlerin özelliğidir. Cimri, paranın egemenliğine boyun eğdiğinden paranın mahkûmudur. O, parayı değil; para onu kullanır. O yüzden cimri, devamlı psikolojik bunalım içindedir, doyumsuzdur, sevgisizdir. Fedakârlığın, vermenin tadına varmanın ne kadar güzel olduğunu, ahiret ödülü yanında, dünyada da insanı mutlu ettiğini bilemez cimri. Cimriliğin sebebi, aşırı para, mal hırsı ve gelecekte yoksul kalma korkusudur. Cimrilik yüzünden durmadan para biriktiren ve tükenir endişesiyle hastalıklarında bile harcamayıp, dünyayı bile kendilerine zehir eden nice para mahkûmları vardır.
Halbuki para, mal Allah'ın nimetidir ve bu nimet yerli yerince harcanırsa Allah onu artırır. Cimriler, insanlar arasında da, Allah katında da sevimsiz ve aşağılık kişiler olarak görülür. "Onlar ki hem kıskanır, cimrilik ederler, hem de herkese cimrilik tavsiye ederler ve Allah'ın kendilerine fazlından verdiği şeyleri saklarlar. Biz de böyle nimetleri gizleyen nankörlere hor ve rüsvay edici bir azab hazırladık." (4/Nisâ, 37)
Rasül-i Ekrem (s.a.s.) de şöyle buyurmaktadır: "Cimrilikten sakınınız. Çünkü cimrilik, sizden önceki milletleri helâk etmiştir." "Her sabah gökten iki melek iner. Birisi: İlâhî, infak edene karşılığını ver; diğeri: Allah'ım! Cimrilik edene de telef ver (malını yok et), diye duâ ederler." (Riyazü's-Sâlihin, 1/253) "Cimri kişi, Allah'a uzak, cennete uzak, insanlara uzak ve cehennem ateşine yakındır." (Tirmizî, Birr 40)
Paralarından ve mallarından en az yararlanan cimrinin kendisidir. Cimriler, kendilerinin ölmelerini isteyenler için servet biriktiren insanlardır. Cimri, yeryüzünde kendi yararlanamayaca-ğı serveti biriktirirken; zekât veren infak sahibi cömert, ebedî mekânı cennette kendisi ebedî yararlanacağı serveti biriktirir. Zekât ve sadaka veren cömert mü'min, istikbalini düşünen kimsedir; yarın gideceği yere yatırım yapmakta, içinde ebedî yaşayacağı köşkünü hazırlamaktadır.
İnsan, malına cimrilik ettiği nisbette şerefinden kaybeder. Kötü kimseler olsalar bile, cömertler için nice insanın kalbinde bir sevgi vardır. İyi olsalar bile, cimrilere karşı hemen herkesin kalbinde yalnız nefret vardır.
Mallarını kendileri için bile harcamaktan çekinen cimriler, Allah Teâlâ'nın kendilerine verdiği nimeti harcamamakla, sadece kendilerini değil, eş ve çocuklarını da sıkıntıya sokarlar. Çevrelerindeki diğer insanlara fenalık yapmış olurlar. Çünkü, Allah'ın verdiği bu nimetlerde nafaka veya sadaka olarak diğer insanların da hakkı vardır. Bu hakkın sahiplerine verilmemesi zulümden başka bir şey değildir. Servet, Cenab-ı Hakk'ın ihsânıdır. Allah, serveti dilediğine verir, dilediğinden alır. Mal ve mülkün gerçek sahibi O'dur. Cimriler, bu şuura eremeyen insanlardır. "Allah'ın verdiklerinden cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar; bilakis bu onların kötülüğünedir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah işlediklerinizden haberdardır." (3/Al-i İmran, 180)Rasül-i Ekrem’in: “Veren el, alan elden daha hayırlıdır.” (S. Müslim, K. Zekât 32; hadis no: 94 –1033-) buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla mü’minler, en sevdikleri mallardan, ihlâsla infakta bulunmalı, zekât için malın kötülerini ayırmamalıdırlar.
Cömertlik; İsrâf ve Lüks Gibi Şeytanî Eğilimleri Azaltır: Hesap gününü düşünen her mü’min, malın bir imtihan sebebi olduğunu bilir ve mâlî ibâdetlerini edâ etme hususunda titiz davranır. Tüketim hırsının alabildiğine kamçılanması ve hesap günü şuurunun yok edilmesi, başlı başına bir fâciadır. Rasûl-i Ekrem: “Mü’min, bir midesi ile yer; kâfir ise yedi mide ile yer.” (İbn Mâce, hadis no: 3256) buyurmuştur. Buradaki yedi rakamının mübalağa için olduğu ve mü’minlere darb-ı mesel olarak zikredildiği âlimlerce belirtilmiştir. Mü’min, dünyaya karşı zâhiddir. Kâfir ise hırsla doludur. Dolayısıyla mü’min, yemeği, hayatını devam ettirebilmek ve ibadetlerini edâ edebilmek için yemektedir. Kâfirler ise; hırs, şehvet ve lezzet duygularını tatmin edebilmek için yemektedirler. Elbette yemek ihtiyacı insandan insana değişebileceği gibi, insanın çalıştığı işin zorluğuna veya kolaylığına göre de değişebilir.
Cömertlik Kalbin Katılaşmasını Önler; Kalbe Sevinç, Mutluluk ve Huzur Verir: Malın çokluğu, kalpte bir katılaşma ve azgınlaşmaya sebep olur. "Şüphesiz insan, (malına güvenerek) kendini Allah'tan müstağnî görmek suretiyle tuğyan eder/azar." (59/Alak, 6-7) Zekât, azgınlığı azaltıp kalbi Allah'ın rızâsını kazanmaya doğru iter.
Zekât, infak ve her türlü cömertlik, mutluluğun merdivenidir. Alan kimse, nimetlerden geçici ve sınırlı bir şekilde yararlanırken; veren mü'minin hazzı kısa sürede sona ermez. Mü'min kalp, mal ile değil; iman ile mutmain olur. Allah yolunda zekât verip infak etmekle fakir düşeceğinden korkmaz. Kendi hiçbir şey değilken Allah onu meydana getirmiş, vücut, göz, kalp, lisan ve sayısız nimetler bağışlamış ve mal sahibi yapmıştır. Bunlar Allah'a aittir. Öyle ise Allah'a güvenen birisi Allah yolunda ve Allah rızâsı için malını vermekten çekinmez. Kalpler, cömertlikle, zekât sayesinde temizlenir (Bkz. 92/Leyl, 17-20). Çünkü, küfür ve nifaktan sonra kalbi karartan sebeplerden biri de aşırı mal sevgisi ve servete bağlılık arzusudur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim'de; "Serveti de düşkünce seviyorsunuz." (89/Fecr, 20) buyrulur. İşte bu sevgi ile insan, "ben bu malı infak edersem bana bir şey kalmaz" korkusuna düşer ve hemen şeytan harekete geçer: "Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size cimriliği emreder." (2/Bakara, 268) Oysa Allah'ın bildirdiğine göre: "mal ve servet insan için bir imtihandır." (Bkz. 39/Zümer, 49-52) Bu imtihandan başarılı çıkmanın yolu da cömertlik, zekât ve infaktır (bkz. 64/Teğabün, 15-17).
Cömertlik Halka Şefkat ve Merhameti Arttırır, Dost Kazanmaya Sebep Olur: Zekât, infak ve her çeşit cömertlik, mü'minlerin bir duvarın tuğlaları gibi birbirlerine kenetlenmelerini sağlar, kardeşliklerini perçinler. Mü'minlerin birbirlerine güvenmelerini ve kötü günlerinde yardımcı olacak sosyal güvenceleri olduğunu ispatlayarak, huzurlu bir toplum oluşmasına büyük katkıları olur. Allah, ruh cevherini şefkat ve merhametin güzelliklerine ulaştırmak için zekât vermeyi emretmiş, infak ve cömertliği tavsiye etmiştir. Bu özellikler de, insanın halka iyilikte bulunması, onlara hayırlı hizmetler ulaştırması ve İslâm toplumunu iktisâdî bunalımdan meydana gelecek çalkantı ve fitnelerden kurtarmaya çalışmasıdır.
Cömertlik, İnsanı Bir Şeye Muhtaç Olup Onsuz Olamama Tiryakiliğinden Kurtarır; Allah'tan başkasına İhtiyaç Duymama Faziletine Yükseltir: Bir şeye muhtaç olmamak, o şeyi elde ettikten sonra ihtiyacı gidermekten daha üstündür. Allah'tan başka her şeyden müstağnî olmak; bir şeyi elinde bulundurmamak sûretiyle ihtiyaçtan kurtulmak, varlıklara bağlı kalmamaya, onlara muhtaç olmamaya çalışmaktır. Meselâ, lüks hayatı sevmeyen bir kimse, lüks ve israf yaşayışıyla ilgili bütün istek ve imkânlardan müstağnîdir. Bu hayata ve gereklerine ihtiyaç hissetmez.
Hiç bir şeye ihtiyaç hissetmemek, tam bir zenginliktir. Bu türlü zenginlik ise, yalnız Allah'ın sıfatıdır (35/Fâtır, 15). Bir şeye muhtaç olup onu kazandıktan sonra zengin olmak sıfatı, kulların özelliğidir. Allah, bir kuluna çok mal verince ona, çok nasip vermiş demektir. Ona zekât vermeyi emredince, infakı ve cömertliği teşvik edince, Yüce Allah onu, varlıkla zengin olma derecesinden daha yüksek bir makam olan maddî varlıklardan müstağnî kılarak daha zengin olma derecesine yükseltmeyi dilemiştir. Çünkü maddî bir şeye ihtiyaç hissetmemek, tam bir zenginliktir, gönül zenginliğidir. İşte her çeşit cömertlik ve başta zekât olmak üzere Allah için her türlü infak, maddî varlıklara ihtiyaç belirtmeksizin, maddeyi başkalarına vererek insanı manevî olarak yükseltir, maddî olarak da onun diğer maddelerden üstün olduğunu, maddenin kulu ve kölesi olmadığını ispatlamasına vesile olur.
Cömertlik, insanların sevgi ve muhabbetini kazandırır. Zenginle fakir arasında kin, nefret ve kıskançlığı gidererek, birbirlerine sevgi bağı oluşturur. Mü'minler, bilirler ki, sahip bulundukları şeylerin yaratıcısı kendileri değildir. Bunlar rızık olarak Allah tarafından kendilerine bahşedilen bir ikramdan ibârettir. İşte bu itiraf ve şuur neticesinde mü'minler, fakir ve zayıf kimselere karşı iyilik ve ikram kapılarını açarlar. Bu kapıların açılması, kulların birbirine karşı kardeşlik duygusunu, insanlık şuurunu ve beşerî dayanışmayı meydana getirir. Bu sıfatların kıymet ve önemi insandaki cimriliğin ve egoistliğin yok olup yerini iyiliğe, cömertliğe terketmesiyle meydana çıkar. Aynı zamanda bu sıfatlar, hayatı çatışma ve ihtiraslardan uzaklaştırıp sevgi ve yardımlaşmaya sevkeder. Zayıf ve çaresizlere tam bir emniyet sağlayarak onlara vahşet ve hırs pençeleri arasında değil; kalplerde, gönüllerde yaşadıklarını hissettirir.
Bir toplumda zenginlerin ve fakirlerin bulunması doğaldır. Doğal olmayan, bunların birbirlerinin haklarını gözetmemesi ve sosyo ekonomik açıdan bir bakıma sünnetullah denilebilecek bu durumun toplumda gerilim ve gerginlik sebebi olmasıdır. Bunun için de hem zengin ve fakir arasındaki ekonomik düzey farkının uçuruma dönüşmemesi, yani zenginin daha zengin; fakirin daha fakir olmasının engellenmesi, hem de bu yüzden gerçekleşmesi muhtemel olan bu duygusal gerilimin önlenmesi gerekir. Kur’ân-ı Kerim'de sosyal gerilimin, müstaz'af-müstekbir ikileminin engellenme yolları belirtilmektedir. Kur'an'da cennet ehli muttakiler tanıtılırken "...Mallarında muhtaç ve mahrumların hakkı vardır." (51/Zâriyât, 19) buyurulur. Namaz kılan ve namazlarında devamlı olanların eline mal geçip zengin olunca pintileşen kimseler gibi olmadıkları belirtilerek "Bunlar, sahip oldukları mallarda muhtaç ve mahrumların belli bir hakkı bulunduğunu unutmazlar" (70/Meâric, 22-25) buyurulmuştur.
Bu düzenleme aynı zamanda bunun işleyişinde son derece önemli insanî meziyetlere, psikolojik faktörlere de işaret ediyor. Bakara 263 ve 264. âyetlerden anlaşıldığına göre; zengin, verirken gönülsüz davranmayacak, başa kakmayacak, aynı şekilde fakir de alırken ezilmeyecek, her türlü meşrû sebebe yapıştığı halde, gücü geçinnmeye yetmediğinden mahcûbiyet duyması gerekmeyecek. Çünkü, biri borcunu ödüyor, diğeri hakkını alıyor, alacağını tahsil ediyor. (Tabii, fakir bu konuyu istismar etmeyecek; bedavacı ve asalak olmayacak, kendi eliyle kazandığı maldan daha lezzetli bir yiyeceğin olmayacağı bilincinde olacaktır.) Başa kakma ve mahcûbiyet için hiçbir neden kalmıyor. Bu düzenleme, bir anlamda toplumsal gerilim sigortası görevi görür.
Allah İçin Cömertlik, Malı Ebedîleştirir: Mal, meyl edilen, yönelinen demektir. Mala "mal" adı verilmesinin sebebi, herkesin ona karşı çok meyilli olmasından dolayıdır. Mal tatlıdır, canın yongasıdır. Ama malın tatlı kokusu çabuk kaybolur; dağılıp gider. Mal, sahibinin elinde durduğu müddet, ölüme ve parçalanmaya mahkûm olan kimse gibidir. İnsan onu, iyilik, hayır ve insanlığın faydasına Allah rızâsı için harcarsa, bir daha kaybolmayacak şekilde mal ebedîleşir.
Zira o mal, hayra dönüştüğünden dünyada devamlı olarak övülmeyi, âhirette de mükâfatlanmayı gerektirir. "İnsan öldüğü zaman amelleri kesilir. Ancak üç şey bundan müstesnâdır. Sadaka-i câriye, kendisinden yararlanılan ilim veya kendisine hayır duâ eden sâlih evlât." (Dârimî, Mukaddime 46)
Yatırımı en kârlı yere ve kaybolmayacak şeye yapmak, en kârlı ticarettir. Allah da kulundan böyle bir kârlı ticaret yapmasını istiyor. "Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah'a ve Rasülü'ne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur." (61/Saf, 10-12)
"Allah, mü'minlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır. Onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde, O'nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır." (9/Tevbe, 111)
Zekât, İnfak Gibi Cömertlikler Malı Çoğaltır, Bereketini Arttırır: Zekât, malın büyümesine ve bereketlenmesine büyük ölçüde bir sebep teşkil etmektedir. "Zekât, görünüşte malı noksanlaştırıyor, nasıl olur da onu çoğaltır?" denilirse, şu cevabı verebiliriz: Gerçekten bu meseleyi kavrayanlar, bu zâhirî noksanlaşmanın arkasında hakikaten bir artışın bulunduğunu anlarlar. Başta zekât olmak üzere Allah için yapılan her çeşit bağış ve cömertlikte bütün mal için, özellikle zenginin kendi serveti için bir artış vardır. Çünkü mal sahibinin verdiği az bir miktar, ona bilmediği taraftan kat kat iâde edilir.
Bunun örneğini günümüzde şu ekonomik durumda da görmekteyiz: Maddî yönden kalkınmış zengin devletlerin, bütçelerinden, bazı fakir devletlere -tabii ki Allah rızâsı için değil; kendi çıkarları için- yalnız kendi sanayi ürünlerini, teknolojik aygıtlarını onlara satabilmek düşüncesiyle bu devletlerin satın alma güçlerini çoğaltmak, dolayısıyla verdiklerinin birkaç mislini almak için yardım fonu ayırmaları, bu fikri açıklıkla ispatlıyor.
Zekât ve Allah için yapılan cömertlikte, Allah rızâsı gözetilmek zorunluluğu bulunduğu için, dünyevî çıkar ve karşılık düşünülemez. Fakat, Allah, rızâsına uygun hareket edenlere elbette diğerlerinden daha çok verecektir. Toplumdaki güçsüz şahıs ve kurumların mâlî yardımlaşma ile güç kazanması sonunda, toplum refaha kavuşacaktır. Ticarî hayatta yatırımların azalmasından doğan iktisadî sıkıntılar ve piyasa darlığı, genele tesir ettiği gibi, fertlere de etki eder.
Bu gerçek bize gösteriyor ki, kapital sahipleri harcamaları kısıtladıkları takdirde piyasada meydana gelecek darlıktan bizzat kendileri de zarar görür; daha az kazanırlar. Yatırımları çoğaldıkça kazançları da çoğalır. Zekât ve Allah için yapılan bağışlar da geniş mânâda düşünüldüğü takdirde, bir yatırımdır. Bu yatırımla piyasada ferahlık doğar, satın alma gücü noksan olanların güçleri çoğalarak piyasa daha hareketli duruma gelir. Netice itibarıyla verilen zekât ve bağışlar, birkaç misli daha fazlasıyla geri döner.
Üzüm ağacının, asmanın daha fazla ürün vermesi için dallarının budanması gerekir. Görünüşte ağaçtan küçülme ve azalma olan bu durum, ürünün artması için kesin zarûrettir. Yine, malın gözle görünen büyüklüğü kadar, mânen büyümesi ve bereket denilen artış vardır ki, zekât, malı bereketlendirir. "Allah, fâize verilen malı noksanlaştırır; zekâtı verilen malı ise çoğaltır." (2/Bakara, 276) "Verdikleriniz muhakkak yerine gelecektir. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır." (34/Sebe', 39) "Şeytan, sizleri fakir olmaktan korkutuyor ve kötülükleri emrediyor. Allah ise sizlere, mağfiret ve fazileti vâdediyor. Allah'ın hazinesi geniştir. O, her şeyi bilendir." (2/Bakara, 268)
İnsanlar, alışkanlık zaafları sebebiyle iyiliğe de kötülüğe de meyyaldirler. Az da olsa insan, iyilik yapa yapa en büyük hayırsever bir kimse olabileceği gibi; kötülük yapa yapa, vermeye vermeye nih
âyet en cimri kimse olarak bunu karakter haline getirebilir.Bir aç ile tokun bir safta kurşunla kenetlenmiş binalar gibi, bir sevgi ve kardeşlik duygusuyla biri diğerine kalben perçinlenmesi kabil değildir. Şu halde cemaatin hakiki bir ibâdet birliği içinde olması, gerçekten fakir ve kimsesiz olanların gözetilmesi ve çalışabileceklerin çalıştırılması için cömertçe yardımlaşma ile, zenginlerle fakirler arasındaki uçurumu kapatarak bir sevgi bağının kurulması, hem de hepsinin mevlâsı (efendisi) Allah Teala olduğunu bildiren bir duygu ve iman ile kurulması büyük bir görevdir. Bu görevin, bu niyetle yapılmasında müslüman artık yalnızlığında beşerî bayağılıktan silkinecek, Allah'ın bir memuru ve emanetçisi olma rütbesini kazanacak ve elindeki malın, Allah'ın malı olduğunu ve kendisinin onu muhtaç olan Allah'ın kullarına ulaştırmaya görevli bulunduğunu anlayarak: "Al kardeşim, bu benim değil; senin hakkındır, bende bir emânettir, ben sana Allah Teâlâ'nın gönderdiği şu çıkını, postalanmış koliyi teslim etmeye görevlendirmiş bir dağıtıcıyım" diyerek, aynı şekilde alçak gönüllülüğü ile fakirin, sabırlı fakirin hakkını vererek kalbini okşayacak ve bununla o topluluğun mümkün olduğu kadar açıklarını kapatacaktır.
Kapitalizm, zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapan ve sömürüye dayanan, para kazanmak için hemen her yolun meşrû sayıldığı bir zulüm düzenidir. Para, bir kapitalist için bir tanrı, banka tapınak, çek ve hisse senedi kutsal bir kitaptır. "Alevler içinde ev, üst katında ziyafet!" Şâirin dediği gibi tam bir adâletsizlik ve duyarsızlık düzenidir yaşanan kapitalizm:
"Allah'ın on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;
Yaşasın, kefenimin kefili kara borsa!" (Necip Fâzıl)
Komünizm ve sosyalizm de kapitalizme tepki olarak ortaya çıkan kişisel mülkiyeti yok saymaya kadar vardıran, tembel-çalışkan, iyi-kötü herkesi her konuda eşit sayan, uygulamada ise halkı sadece yokluklarda eşitleyip, yine belirli zümreyi sömürücü kılan bir zulüm düzeni. Biri ifrat, öbürü tefrit. Hürriyetlere alabildiğine izin vererek, her kötülüğe kapı açan, suyu gaz haline getirip buharlaştıran düzen: Kapitalizm. Başta mülkiyet hakkı olmak üzere özgürlükleri kısıtlayan, suyu dondurup buz haline getirip insana sunan bir düzen: Komünizm ve Sosyalizm. İslâm ise hayat kaynağı su. Orta yol; fâiz, sömürü, duyarsızlık, fakirin perişanlığı üzerine kurulan haram servet yok; ama helâl yoldan çalışanın, fakirin ve toplumun derdiyle dertlenme şartıyla mülkiyet ve ticaret hakkına, meşrû zenginliğe de izin veren orta yol.
İslâm'ın toplum plânında yayılıp hâkim olması için cihad dediğimiz fedâkârlık şarttır. Zengin, malı ile bu cihada katılmak zorundadır. İster yakın çevrede, ister ülke içinde, isterse tüm dünyada İslâm'ın kitlelere ulaştırılması, fitne ve zulmün kaldırılmaya çalışılarak, tüm beşerî zulüm düzenlerinin insanları perişan etmesine karşı Allah için yapılacak maddî fedâkârlık, önemli bir cihad aracıdır. İslâm'ı insanlara ulaştırma ve sevdirme aracıdır. O yüzden zekât verilecek sınıflardan biri Allah yolunda cihad edenler, biri de kalpleri İslâm'a ısındırılacak müellefe-i kulûbdur (9/Tevbe, 60).
Sosyal dayanışma sisteminin temelini oluşturan zekât ve diğer infak çeşitleri, yani Allah için cömertlik, bir ibâdet anlayışıyla ele alınması ve fakir, kimsesiz, muhtaç, yetim, yolda kalmış ve borçlu gibi yardıma muhtaç bütün sınıfları kapsayacak kadar geniş olması, İslam'ın toplumsal bütünleşme, kaynaşma ve dayanışmaya büyük bir önem verdiğini gösterir. Yoksul zümrelerin eline geçen para, her şeyden önce insan onurunu geliştirir, iş gücü kalitesini artırır. Bunun yanında artan satın alma gücü sayesinde yükselen umumi talep hacmi, ekonomik hayata dinamizm getirir. Allah için yapılan cömertlik sâyesinde zenginle fakir arasında güven, saygı ve sevgi oluşur. İslâm kardeşliği de böylece gerçekleşir.
Rasûlullah'ın benzetmesiyle müslümanlar bir vücut, bir bünye gibidir. Vücudun bir âzâsı sızlayınca bu ağrıyı öbür organların duymaması, bu derdi paylaşmaması mümkün mü? Hayır, çünkü böyle bir durum, vücudun fıtrî/doğal yapısına terstir. Toplumda fakirlerin haklarına riâyet edilmemesi, vücuttaki bir uzvun kanaması gibidir; vaktinde tedbir alınmazsa kan kaybı bu vücudun hastalanmasına, belki ölmesine yol açarsa, aynı şekilde fakirlerin haklarına tecâvüz, sosyal bir kanamadır ve vaktinde tedbirler alınmazsa canlı organizma olan sosyal bünyenin sağlığını yitirmesine yol açacaktır. Bu durum, toplum üzerindeki İlâhî yardımın, rahmet ve bereketin çekilmesi demektir. Bugün toplumumuzda görülen ekonomik problemlerin önemli bir kısmı bu hastalıkla ilgilidir.
Allah için yapılan cömertlik, malı âfetlerden, kişiyi belâlardan korur. Fakirin kıskançlık duygusunu körletir. Cömertlik, zenginin şahsiyetini geliştirir, müslümanı mal fitnesinden korur, ruh ile beden arasında bir denge sağlar. Müslümanı Mâlî disipline sokar. Cömertlik, toplumun ruhî değerlerini takviye eder. Allah için yapılan infak ve cömertlikler; kapitalizme, sömürüye, fakirin daha fakirleşeceği düzenlere son verir, komünizm ve sosyalizme giden yolu tıkar. (21)
Mal Y
ığmaNice insan, helâl-haram demeden mîrâsa düşkünlük yapar, yoksullara yardım etmez, malı çok sever: "Hayır, doğrusu siz yetime ikrâm etmiyorsunuz; yoksula yedirmeye önayak olmuyorsunuz; mîrâsı hırsla tutuyorsunuz. Malı pek çok seviyorsunuz." (89/Fecr, 17-20). Âdiyât sûresinde de insanın mala düşkünlüğü, kınama üslûbuyla dile getirilmiştir: "Doğrusu o, malı çok sever." (100/Âdiyât, 8). "Dini yalanlayanı gördün mü? İşte o öksüzü iter, kakar. Yoksulu doyurmaya ön ayak olmaz." (107/Mâûn, 1-3; Hâkka, 34). Cimrilik, inkârcı kâfirin vasıfları arasında sayılmaktadır: "İnsanları diliyle çekiştiren, kaş ve göz işaretleriyle alay eden her fesad kişinin vay haline. O ki mal yığdı, onu saydı, durdu. Malının kendisini ebedî yaşatacağını sanır. Hayır, o Hutame'ye atılacaktır." (104/Hümeze, 1-4).
"(Mal) toplayıp kasada yığanı!" (70/Meâric, 18) âyetinde de insanın mal hırsı, mal toplayıp yığma tutkusu, kınama üslûbuyla anlatılmaktadır. Mala düşkünlük, insanın doğasında vardır. "Mal canın yongasıdır" atasözü, bu âyetlerin tefsiri gibidir. İman ile olgunlaşmayan insanlar, dünya malına düşkün olurlar. Çünkü onlar için ne varsa, hep bu dünyadadır, ötesi yoktur. Onun için malı severler, helâl-haram demeden mîrâsa konarlar, başkalarının mîrâs hakkını dahi yemek isterler.
İnsanın hep kendisini düşünmesi, mala düşkün olması çok çirkin bir şeydir. Elinde imkân varken fakiri düşünmeyen, yetime ikram etmeyen insanın Allah'tan ikram beklemeye hakkı yoktur. Allah, verdiği nimetlerle kulunu imtihan eder. Onun, Allah'ın verdiği nimetlerden, başkasına da yardım edip etmediğine bakar. İşte insan düşünmelidir ki, yoksul iken kendisi nasıl sızlanır, Allah kendisine az nimet verince nasıl gücenir, üzülürse; zenginlik zamanında ihtiyacı olanlara yardım etmeyince o âcizler, yetimler, yoksullar da kendisine gücenirler. Malının içinde onların gözleri kalır. O halde insan, Allah'ın âciz, yoksul kullarına ikram etmeli, onları kollamalıdır ki Allah da kendisine ikram edip onu kollasın. Çünkü Allah kullarının hareketlerini gözetlemektedir. Servet, nimet ve mevki bulunca başkalarını hiç düşünmeyen, hatta onları ezen, köle gibi kullanmak isteyen insanlar, bu yüzden helâk edilmiş olan zâlim kavimler gibi davranmış olurlar. Allah'ın, o zâlimlerin üstüne şaklayan kırbacı, bir gün bunların üstüne de şaklar.
Mala değil; insana değer verilmelidir: "sabah akşam Rablerinin rızâsını isteyerek, O'na yalvaranları kovma. Onların hesabından sana bir sorumluluk, senin hesabından da onlara bir sorumluluk yok ki, onları kovup da zâlimlerden olasın!" (6/En'âm, 52). "Nefsini sabah akşam, rızâsını isteyerek Rablerine yalvaranlarla beraber tut (onlarla beraber bulunmaya candan sabret). Gözlerin, dünya hayatının süsünü isteyerek onlardan başka yana sapmasın. Kalbini Bizi zikirden/anmaktan alıkoyduğumuz keyfine uyan ve işi, hep aşırılık olan kişiye itaat etme." (Kehf, 28). Bu âyetlerde, yoksul insanlarla aynı mecliste oturmaya tenezzül etmeyen ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'in yanına gelip kendisiyle konuşmaları için fakir insanları yanından çıkarmasını öneren kibirli insanların davranışı kınanmakta, Allah Rasûlüne, Allah'ın rızâsını isteyen fakir insanları yanından kovmaması, herkesin kendi yaptığından sorumlu olduğu bildirilmekte; Allah'tan gâfil, aşırı insanların keyfine uymaması emredilmektedir. Mekke döneminde inzâl olmuş olan bu âyetler, gururlu, zengin kâfirlerin düşünce ve davranışını anlatmaktadır.
Münâfıkların mallarının ve çocuklarının çokluğuna imrenilmemelidir. Allah'ın o mal ve çocuklarla o kimselere mümkün ki, dünyada azâb edecektir. Yani çokça parası ve çocukları olanlar, mümkün ki bunlarla cehennem gibi azâb olmaktadırlar: "Onların malları da, evlâtları da seni imrendirmesin. Allah bunlarla onlara dünya hayatında azâb etmeyi ve kâfir olarak canlarının çıkmasını istiyor." (9/Tevbe, 55)
Mal, aslında kötü bir şey değildir. Hz. Peygamber'in "İyi adama iyi mal, ne güzeldir!" (Ahmed bin Hanbel, 4/197) dediği rivâyet edilir. Fakat mal, çoğunlukla insanı gurura, kendini beğenmeye götürür. İşte malıyla gurura kapılan kimseler, çoğunlukla Allah ile ilgisini kesmiş gururlu, fakirleri kendilerinin kölesi sanan insanlardır. Mekke'de Allah Rasûlü'ne ilk iman edenler zayıf, ezilmiş tabaka, karşı gelenler ise zayıfları ezen şımarık, zengin tabaka idi. Medine'de de ona halk tabakası inanmış, ama genellikle mutlu azınlık grubu inanmamış, münâfıklık yapmıştır. Çünkü dinin prensiplerini, liderliklerini sürdürmelerine engel görmüşlerdir.
Her insanın böyle olduğu iddia edilemez. Kuralların istisnâları olur. Şimdi, dini sömürü âleti gören komünizm, dinlerin çıkışı sırasında peygamberlere ilk defa kimlerin inandığını görmek istemiyor. Bütün peygamberlere önce fakir halk tabakalır inanmış, şımarık zenginler onlara karşı çıkmışlardır: "Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden zayıf görülen mü'minlere: 'Siz, dediler, Sâlih'in, gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz? (Onlar da:) '(Evet,) Doğrusu biz onunla gönderilene inananlarız!' dediler." (7/A'râf, 75) âyeti bu tarihî gerçeği dile getirmektedir. Demek ki din, sosyal açıdan zenginlerin sömürü âleti değil; tersine fakir halkın sömürü tabakasına karşı kurtarıcısı ve savunmacısıdır.
İslâm, servetin belli ellerde yığılmasını istememiş, halka yayılmasını emretmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında halk tabakaları arasında sosyal denge sağlanmış, aradaki büyük farklar erimişti. Ama insan karakteri kolay değişmez. Zaman geçince insanların servet tutkusu yine üste çıkmış, yine mülkler, büyük sayıda köle ve câriye sahibi zenginler, ağalar ve ezilen geniş halk kütleleri görülmeye başlamıştır. Ne Emevî idaresini, ne Abbâsi idaresini, ne de Osmanlı idaresini, tam İslâm'ın ruhuna uygun örnek idareler olarak görmek mümkün değildir. İslâm, dengeli bir servet dağılımı istemektedir. Bu idarelerde denge mi vardı? Üç-beş zenginin köyünde ırgat olarak çalışan halk kütleleri, ya da onların zekâf ve fıtrasına bakan insanlar. Ne yazık ki bunlar, bu despotluklarını sürdürebilmek için İslâm'ı da kendi servetlerine kalkan yapmasını bilmişlerdir. Muâviye'nin, denge isteyen Ebû Zerr'i Şam'dan nasıl kovduğunu biliyoruz. İhtiraslı kişilerin iş başına gelişi, İslâm'ın rûhuna uygun idarenin kurulmasına engel olmuştur. Nasıl Arap müşrik ve münâfıkları, geleneklerini inanmalarına engel, daha doğrusu yönettikleri sömürü düzenine kalkan yapmış idiyseler.
Mal, karakteri zayıf insanları çabuk bozar. Siyaset de öyledir. Ama sağlam karakter sahibi kişileri mal bozamaz. Bunların elinde mal, hayra vesîle olur. Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Abdurrahman ibn Avf gibi kişileri servet bozmamış; onlar, servetlerini, dâvâlarının yayılmasına vâsıta kılmışlar, Hz. Ebû Bekir, fakirlik sınırına varıncaya dek malını Allah yolunda harcamıştır. İşte bu rûhu yaşatmaya çalışan nice şuurlu müslüman da, fakir düşünceye kadar mallarını Allah yolunda infak etmeyi prensip edinmişlerdir.
Tamahkâr insanın elindeki mal ve evlât, kendisine azâptır. Çünkü öyleleri hep malın korunmasını düşünürler. Düşündükçe tamahları artar, düşmanları da çoğalır. Vicdânen rahatsız olurlar. Çünkü Allah'ın, kişiye malı ile azâb etmesi, malının kendisini huzursuz edip dertlere sokmasıdır. Evlâdıyla azâb etmesi de, evlâdının kendisine karşı gelmesiyle, çeşitli dertlere ve musîbetlere düşmesiyledir. İnsan çeşitli şekillerde evlâdından çeker.
Şimdi insan şöyle düşünmeli: Acaba sadece karnını doyurabilen orta halli bir insan mı mutludur, yoksa yüz yerde apartmanları, bahçeleri, arsaları, otomobilleri olan zengin mi? Sanıyorum orta halli, kanaatkâr insan daha mutludur. Çünkü onun taşıyacağı yükü yoktur. Ötekinin her apartmanı, her arabası, kendisine ayrı ayrı derttir, yüktür. Otomobilinin bozulması, kazâ yapması, çalınması; bahçesinin sulanmaması, ürün vermemesi; apatmanının kiracısız kalması veya kiracının kirayı ödememesi, ayrı ayrı dertlerdir. Malı, mal olarak düşünenler için bu böyledir. Ama malı Allah'ın rızâsını kazanmak için bir vâsıta, Allah'ın emâneti bilenler için mal dert olmaz. Onlar ellerinde oldukça malı Allah uğrunda harcarlar. Ellerinden çıkarsa "veren de Allah, alan da Allah" der, üzülmezler. İşte böyle "İyi insanlar için helâl mal, ne güzeldir!" Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur: "Malın içinde gerçekten senin malın olan şey, sadece yiyip tükettiğin; giyip eskittiğin; ya da sadaka verip ileriye gönderdiğindir." (Müslim, Zühd 3; Tirmizî, Zühd 31, Tefsir, sûre 102; Nesâî, Vesâyâ 1; Ahmed bin Hanbel, 4/24, 26) (22)
İslâm, mal yığmayı -ki buna "kenz" denir- hoş görmez.
"Ve sana Allah yolunda ne infak edip harcayacaklarını soruyorlar. De ki: 'Af (yani ihtiyaçlarınızdan fazlasını veya helâl ve güzel olan şeyleri verin).' Allah size âyetleri böyle açıklıyor ki, düşünesiniz." (2/Bakara, 219). Nefsinin, çoluk çocuğunun ihtiyacından fazlasını fakirlere vermeyi, Hak rızâsına harcamayı öğütler. Ancak bütün varını yoğunu harcayıp başkasına el açacak duruma düşmek de doğru değildir. Nitekim: "(Allah) Sizden (bütün) mallarınızı istemez. Eğer onları isteseydi de sizi sıkıştırsaydı, cimrilik ederdiniz ve (bu), kinlerinizi ortaya çıkarırdı (Allah'ın elçisine kin beslemeye başlardınız." (47/Muhammed, 36-37) âytlerinde de Allah'ın, mü'minlerden bütün mallarını vermelerini emrederek onları sıkıştırmak istemediği, çünkü böyle emrettiği takdirde nefislerin cimrilik zaafı ortaya çıkacağı belirtilmektedir. Mal, canın yongasıdır. İnsanın her şeyini harcaması kolay değildir. Ayrıca, bu durum, kişinin sıkıntıya düşmesine sebep olur. Bundan dolayı her şeyde dengeli, ölçülü davranmayı emreden İslâm, bu konuda da kolay olanı emretmekte, ihtiyaçtan fazlasını Allah için harcamayı öğütlemektedir. Peygamber (s.a.s.) de: "Yanında bir mal bulunan kimse, önce kendi nefsine harcasın, bakımı kendisine âit bulunan kimselere ve böyle böyle (derece derece akrabâya, sonra başkalarına) harcasın!" (Ebû Dâvud, Itk 9; Nesâî, Büyû' 84; Ahmed bin Hanbel, 3/305)İslâm, her konuda ifrâtı ve tefrîti, yani aşırılığı ve gevşekliği hoş görmediği gibi, infak husûsunda da orta yolu izlemeyi öğütler:
"Ve harcadıkları zaman, ne israf ederler, ne de cimrilik ederler; harcamaları, bu ikisinin arasında dengeli olur." (25/Furkan, 67). İnfak iyidir, ama israf haramdır. Allah, Kur'an'da saçıp savurmayı yasakladığı gibi, avucu sıkı sıkıya kapayıp para yığmayı da yasaklamıştır. Kur'an, ihtiyaçtan fazla olan her şeyin verilmesini emretmiyor, tavsiye ediyor. Mü'minleri böyle gönül zenginliğine, cömertliğe, başkalarını düşünmeye teşvik ediyor. Herkes ihtiyacından fazlasını zorla değil; fakat gönül hoşluğuyla verirse ülkede fakir kalmaz, bunalımlar durulur. Gönüllerden gönüllere sevgiden köprüler kurulur."...Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara acı bir azâbı müjdele! O gün, cehennem ateşinde bunların üzeri ısıtılır; bunlarla, onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır. 'İşte nefisleriniz için yığdıklarınız. Yığdıklarınızı tadın!' (denilir.)" (9/Tevbe, 34-35). Altın ve gümüş, toplanıp yığılmak için değil; toplumda dağılıp iş görmek içindir. Para dolaşırsa iş yapar, çok kimsenin karnı doyar. Belli ellerde birikirse birkaç kişi doyar, büyük kesim aç kalır. Bu, Allah'ın istediği adâlete aykırıdır. İnsan ihtiyacını karşılamalı, ama fazlasını muhtaçlara vermelidir.
Mal ve paranın belli ellerde birikimini önlemek için Kur'an zekâtı, sadakayı ve humusu emretmiştir. Toprak mülkiyeti, büyük ölçüde devlete bırakılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.) insanlara ihtiyacından fazla nesi varsa olmayanlara vermesini emretmiş, bu sözünü o kadar tekrar etmiştir ki, dinleyen sahâbîler, hiç kimsenin, ihtiyaçtan fazla bir şey saklamaya hakkı olmadığını sanmışlardır (Müslim, Lukata 18; Ebû Dâvud, Zekât 3, Tefsir, sûre 3; Nesâî, Zekât). Zekâtı verilmeyen malın, Kıyâmet gününde yılan olup sahibinin boynuna dolanacağına, ateş olup canına yapıştırılacağına dair hadisler mevcuttur (Bz. Buhârî, Zekât 3, Tefsir, sûre 3; Nesâî, Zekât).
Son zikredilen âyetler (9/Tevbe sûresinin 34-35. Âyetleri) inzal edildiğıi zaman Allah'ın Rasûlü (s.a.s.) üç defa: "Yuh olsun altına, yuh olsun gümüşe!" buyurdu. "Yâ Rasûlallah, öyle ise hangi mala sahip olabiliriz?" dediklerinde, şöyle buyurmuştu: "Zikreden dile, huşû eden kalbe, dininize yardım edecek sâliha zevceye." (Ahmed bin Hanbel, 5/366)
"Kim sarı (yani altın), beyaz (yani gümüş) bırakırsa onunla dağlanır." Bir adam öldü, gömleğinde bir dinar (altın para, sarı lira) bulundu. Peygaber (s.a.s.) ona: "Bir dağlamadır" dedi. Bir başka adam öldü, gömleğinde iki dînar bulundu. Peygamber (s.a.s.) ona: "İki dağlamadır" buyurdu (Ahmed bin Hanbel, 1/101, 137, 138, 412, 421, 457; 2/356, 429, 493).
İslâm âlimlerinin genel kanaatine göre zekâtı, sadakası verilen malı biriktirmekte bir sakınca yoktur. Yalnız, kişinin sadece kendisini ve zürriyetini düşünmesi doğru değildir. Malını topluma hayırlı işlerde kullanması, yastık altında ve hele bankalarda fâiz için saklama yerine, iş sahası açıp insanlara iş imkânları sağlaması, böylece toplum yararına üretim yapması uygun olur. Yoksa, insanın ihtirası tükenmez. Kişi milyarını trilyon, trilyonunun katirliyon yapmak ister. Bu da sosyal dengeyi bozar. Sonunda toplumda sosyal patlamalara yol açar. Toplumlara dünyevî cennet vaad eden komünizm ahtapotu neredeyse bir asır insanların en basit özgürlüğünü de elinden aldı. Allah korkusundan uzak kapitalizm de insanların gönlünden merhamet ve diğergâmlık duygularını sökmektedir. Tek çare, helâl kazanıp ihtiyacından fazla olanın bir kısmını, Allah için, gönül hoşnutluğuyla başkalarına verme prensibi getirmiş olan İslâm'ın
rûhuna sarılmak ve onu uygulamaktır. Böylece insan çalışır, kazanır, kendisi yer, başkalarına da yedirir. Mutluluğunu başkalarıyla paylaşır. Kendi canı kadar başkalarını da düşünür. (23)Allah'ın bizim için seçtiği İslâm'ın yaşanmadığı, onun yerine çıkarcı insanların düzeni olan acımasız sömürücü kapitalizmin yaşandığı tüm ülkelerde olduğu gibi, Türkiye'de de servetin % 80'ine % 20'lik nüfus sahip olurken ve istedikleri gibi harcarken, % 80'lik insan nüfusu da % 20 ile yetinmeye çalışıyor. Bu olayı şair şöyle dile getirir:
"Allah'ın on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;
Yaşasın, kefenimin kefili kara borsa!"
"Allah'ın, o kent halkından, Elçisine verdiği ganîmetler, Allah'a, Rasûlüne, akrabâ olanlara, yetimlere, yoksullara, yolcuya âittir. Tâ ki (o mallar), içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan dûlet olmasın." (59/Haşr, 7). Bu âyette geçen "dûlet" kelimesi, dal'ın ötüresiyle dûlet, üstünüyle devlet okunur, ikisi de aynı anlama gelir. Bazılarına göre ikisi arasında fark vardır: Devlet; mal elde etmek, dûlet ise; savaş kazanmak anlamına gelir. Kimine göre de devlet, elde dolaşan şeyin adıdır. Dûlet ise masdardır, mal ve diğer güzel şeyi elde etmek anlamındadır. Aynı kökten müdâvele; elden ele dolaştırmak demektir (3/Âl-i İmrân, 140).
"Tâ ki (o mallar), içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan dûlet olmasın." Hükmüyle Kur'an, gelirin hep belli ellerde toplanmasını engelliyor, onu geniş halk tabakasına yayarak sosyal adâletin temelini atmış oluyor. Bu âyet, devlet başkanına, servetin yaygınlaşması, fakirlerin de refaha kavuşturulması için meşrû tedbirler alma yetkisini vermektedir. Devlet başkanı, gerektiğinde bazı gelirleri sırf fakirlere tahsis edebilir. Hz. Ömer'in şöyle dediği rivâyet edilir: "Eğer şu işimden, yani halîfeliğimden geride bıraktığım yıllar önümde olsaydı, zenginlerin fazla mallarını alır, muhâcirlerin fakirlerine paylaştırırdım." (Taberî, Tarihu'l-Ümem ve'l-Mülûk, 4/226; et-Tefsîru'l-Hadîs 8/215). Hz. Ömer'in bu sözü, devletin, gerektiğinde fakirlerin ihtiyaçlarını gidermek üzere vergi koyabileceğini de gösterir. Asıl imana dayalı sosyal adâleti İslâm dini getirmiştir. Ama müslümanlar, onun getirdiklerinde işlerine geleni uygulamışlar, işlerine gelmeyeni bırakmışlardır.
"Ey iman edenler, mallarınızı aranızda bâtıla (doğru olmayan yollarla, haksız yere) yemeyin. Kendi rızânızla yaptığınız ticaret olursa başka. Nefislerinizi de öldürmeyin. Doğrusu Allah, size karşı çok merhametlidir." (4/Nisâ, 29). Bu âyette, karşılıklı rızâya dayalı ticaretin dışında, insanların, birbirlerinin mallarını bâtıl yollarla yemeleri ve birbirlerini öldürmeleri yasaklanmaktadır. Tefecilik, kumar, rüşvet, gasb, çalma, hiyânet gibi hileli kazanç yollarının hepsi bâtıldır. Bu tür yollarla para kazanmak haramdır. Yalnız, kişinin çalışması, karşılıklı rızâya dayanan ticaret, hibe ve miras yoluyla elde ettiği mal helâldir. Ticaretin yasallığı, karşılıklı rızâya bağlıdır. Aldatma bulunan ve aldatmanın farkına varıldığı zaman taraflardan birinin râzı olmayacağı ticaret yasal değildir. “Aldatan kimse bizden değildir!” (Müslim, İman 43, hadis no: 164; Tirmizî, Büyû’ 74; İbn Mâce, Ticârât 36). Güvenilir, doğru tâcirin Kıyâmet gününde şehidlerle beraber bunacağını (İbn Mâce, Ticârât 1) söyleyen Hz. Peygamber (s.a.s.), yalanın insanı cehenneme sürükleyeceğini (İbn Mâce, Mukaddime 7), Allah nasip ettiği rızkı güzel, helâl yoldan aramayı (İbn Mâce, Ticârât 2), başkasının satışına engel olmamayı (Müslim, Büyû’ 4), hayvanların sütlerini memelerinde bekletip satmamayı (Müslim, Büyû’ 4), gereksiz yere ticaret aracı ve komisyoncuların girmemesini emretmiş (Müslim, Nikâh 51; İbn Mâce, Ticârât 15), vurgunculuğu kesin şekilde yasaklamıştır (İbn Mâce, Ticârât 6, 16).
Yeme-
İçmede İsrafAz Yemenin Dindeki Önemi ve Faydaları: Az yemede, kalbin (gönlün) safası, inceliği, hassâsiyeti vardır. Gönlün Hakk'a bağlılığı artar. Çok yemede kalp katılığı oluşur; giderek kalbin nuru kaybolur. Nitekim Peygamber Efendimiz'in şöyle buyurduğu rivâyet edilir: "Kalplerinizi çok yemekle öldürmeyin. Fazla suyun ekinleri öldürdüğü gibi, muhakkak fazla yemekle de kalp ölür." "Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), karnını tamamen doyurmaz ve şöyle buyururdu: "Mü'min, karnını tamamen doyurmaz." (Dârimî, Vesâyâ 1, hadis no: 108) Az yemek, insana tembellik, uyuşukluk ve ahmaklık veren fazla uykuyu giderir. Nefis, açlıkla kırıldığı kadar hiç bir şeyle kırılmaz. Çok yiyenin gafleti artar. O yüzden Peygamberimiz (s.a.s.) az yeme hakkında ısrarlı tavsiyelerde bulunmuştur: “Âdem oğlu, midesinden/karnından daha şerli/fena bir kap doldurmamıştır. Belini doğrultacak birkaç lokmacık ona yeter. Yok, birkaç lokma ile yetinmeyecekse (nefsinin galebesiyle) ille de midesini dolduracaksa hiç olmazsa onu üçe ayırsın: (karnının) üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğine/suya, üçte birini de nefesine (ayırsın, üçte birden fazlasına yemek koymasın).” (Tirmizî, Zühd 47 –2381-; İbn Mâce, Et’ıme 50 –3349-; Kütüb-i Sitte, 11/131; Riyâzu’s Sâlihîn, Açlığın Fazileti Bâbı, hadis no: 26) “Çok yemek (nefse) kötülüktür. Ey Ebû Zer! Yemeği ve konuşmayı azalt ki, cennette benimle beraber olasın.” (Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 4238; Keşfu’l Hafâ, h. no: 3278)
Bu hadis-i şerifte mide, öncelikle bir kaba ve içerisine bir şeyler konan zarfa benzetilmekte, böylece değer itibariyle düşürülmektedir. Zira kap ve zarf, gaye değil; vasıtadırlar. Kendi zatları sebebiyle değil; içlerine konan şeyler sebebiyle kıymet taşırlar. Öyle ise onlar değil; içlerine konan şeyler asıldır. Hadis, mîdeye ayrıca “şerli” sıfatı vererek ikinci bir değerden düşürmeye tâbi tutmaktadır. Yani mide, sıradan bir kap değil; zarar veren, şer getiren bir kaptır. Mideyi çok doldurmanın dinî, tıbbî zararları vardır; dengesiz, kalitesiz... beslenmenin nice hastalığa sebep olması söz konusudur. “Kimin fikri fazla ise yemesi azdır; kimin tefekkürü azsa yemesi çok, kalbi de katıdır.” (Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 126) “Bu mal, tatlı ve hoştur. Ama bilin; kim onu nefsânî hırsla alırsa, yediği halde doymayan kimse gibi olur.” (Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 126)
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: ‘Rasulullah (s.a.s.) kâfir bir misafir ağırlamıştı. Derhal onun için bir keçinin sağılmasını emretti. Keçi sağıldı. O kâfir onun sütünü içti. Sonra diğer bir keçinin daha sağılmasını emretti (adam doymadı). Bu suretle tam yedi keçinin sütünü içti. Adam yatıp, sabah olunca müslüman oldu. Rasulullah, bir keçi sağılmasını emretti. Adam onun sütünü içti, sonra ikinci bir keçi daha sağıldı. Fakat bunun sütünü tamamen içemedi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.): “Mü’min bir mideye içer; kâfir ise yedi mideye içer.” buyurdular.’ (Buhârî, Et’ıme 12; Müslim, Eşribe 186 -2063; Tirmizî, Et’ıme 20 –1820-; Muvattâ, Sıfatu’n Nebî 10 –2, 924-; K. Sitte, 11/122) Hadisin başka rivâyetinde “Bu gün o mü’mindir, bir tek mideye yedi. Dün ise yedi mideye yemişti. Kâfir, yedi mideye yer, mü’min ise tek bir mideye yer.” Ve artık müslüman olan Ebû Gazvan’a “Senin dün yedi miden vardı; Bugün ise tek miden var!” (Hadisin farklı rivâyetleri için bkz. K. Sitte, 11/123)
Muhaddisler ve âlimler, kâfirlerin yedi mideye yemesi konusunda çeşitli görüşler ileri sürmüşler, cidden çok yönlü değerlendirmeler yapmışlardır. (Bu değerlendirmelerin özeti olarak yedi sayfa tutarında açıklamalar için bkz. K. Sitte, c. 11, s. 122-128) Ulemâ bu konuda der ki: Hadis-i şeriflerde, dünyalık (yeme-içme) hususunda azlığa teşvik, bunda zühd ve harama gitmeden elde edilene kanaat etmeye rağbet vardır. Akıllı kimseler, hep açlığı övmüşler, çok yemeyi zemmetmişlerdir. Yeme hususunda insanlar üç kısımdır: Bir grup vardır, her yiyeceği, ihtiyaç olsa da olmasa da yer. Bu, câhil takımın amelidir. Bir grup vardır, acıktığı zaman, açlığı örtecek kadar (aşırılığa kaçmaksızın doyuncaya kadar) yer. Bir grup da vardır ki, bunlar nefislerini açlığa mahkûm ederler, bu davranışlarıyla nefsin şehvetini kırıp, dizginlemek murad ederler. Bunlar, yedikleri vakit ihtiyaçlarını örtecek kadar yerler. (Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 128)
Peygamberimiz, aza kanaat etme ve az yeme ve beraber yiyenlerin sayısı arttıkça yemeğin bereketinin de artacağı konusundaki meşhur bir hadiste de şöyle buyurur: “İki kişinin yiyeceği üç kişiye de yeter. Üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter.” (Buhârî, Et’ıme 11; Müslim, Eşribe 178 –2058-; Tirmizî, Et’ıme 21 –1821-; Muvattâ, Sıfatu’n Nebî 20, 52, 928; K. Sitte, 11/128) Bu hadisin İbn Mâce’de gelen bir rivâyeti ise şöyledir: “Bir kişinin yemeği iki kişiye kâfidir. İki kişinin yemeği üç-dört kişiye kâfidir. Dört kişinin yemeği, beş-altı kişiye kâfidir.” “Birlikte yiyin, ayrı ayrı yemeyin; zira beraber olunca bir kişilik yemek, iki kişiye de yeter.” (Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 129)
Bir zât, Rasulullah’ın yanında öğürmüştü. Rasulullah ona şöyle buyurdu: “Öğürtünü/ geğirmeni bizden uzak tut. Zira, dünyada insanların en çok doymuş olanları, Kıyamet günü en çok aç kalacak olanlardır.” (Tirmizî, Kıyâmet 38 –2480-; İbn Mâce, Et’ıme 50 –3350-; K. Sitte, 11/130). Hadiste öğürtü/geğirti diye tercüme edilen 'cüşâ' kelimesi: “doyma sırasında mideden çıkan gaz” diye tarif edilir ki, çok yemenin belirtisidir. Rasulullah, öğürmeyi kınamakla, onun sebebi olan çok yemeyi takbih etmiş olmaktadır; nitekim hadisin devamından, çok yemenin kötülüğü rahatlıkla anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu hadis-i şerif, çok yemenin ölçüsü hakkında bir ip ucu vermektedir: Öğürme oluşturacak kadar yememek gerekir. Zira öğürme, çok yemeden oluşur. Yoksa, Rasulullah, gayr-ı irâdî olarak meydana gelen bir olaydan dolayı kimseyi kınamazdı. Öğürme irâdî değildir; ama ona sebep olan çok yeme irâdeye bağlıdır.
Münâvi, bu hadisi şu manada açıklar: Esasen bu derece fazla yemek, tıbben de yasaklanmıştır. Mesele, dinî tabirle, “tokluk kişiyi şeytana yaklaştırır, nefsi azdırır ve tuğyâna atar; açlık ise, şeytanın yollarını daraltır, nefsin hâkimiyetini kırar. Böylece onların şerlerini bertaraf eder. Tokluktan insanda çok değişik arzu ve hırslar harekete geçebilir. Bu da âhiret açısından tehlikeli sonuçlar doğurabilir. (24)
Acıkmadan yemek yenmeyeceği ve mideyi fazla doldurmama ile ilgili, şu olay meşhurdur: Asr-ı Saâdette, hükümdarlardan biri Hz. Peygamber (s.a.s.)'e hizmet için bir doktor göndermişti. Bu tabip, Rasul-i Ekrem'in yanında uzun müddet kalarak ashâb ve ehl-i beytten hastaları tedavi için beklemiş, fakat tedaviye çok az kimsenin muhtaç olduğuna şahit olarak memleketine dönmek için izin isteyince, az hastalanmanın sebebi hakkında Hz. Peygamber, "Ashâbın iyice acıkmadıkça yemek yemediklerini ve yemekten iyice doymadan ayrıldıklarını" söylemiştir. (25) İbn Sîna da "yediğiniz yemeği hazmetmeksizin yemek yemekten sakının" diyor. (26)
Az yemek konusunda bugünün tıbbı da şöyle diyor: Sofradan doymamış olarak kalkmalı, mideyi alabildiği kadar doldurmaya çalışmamalıdır. Bazı doktorlar, yiyeceklerin miktarı, rejimden daha önemlidir derler. Mideye fenalık etmenin başlıca yolları: Çok sık yemek, çok fazla yemek, çok sıcak veya çok soğuk şeyler yemek, yeteri kadar çiğnememek, alkol vb. şeyler kullanmaktır. (27)
Eskiden kuvvetli gıdalar almakla ve çok yemekle sağlıklı olunacağı ve daha uzun yaşanacağı zannedilirdi. Halbuki şimdi tıp ilmi de az yemeyi tavsiye ediyor. Araştırmacılar, farelere her zamanki yedikleri normal yiyeceği azaltarak sadece yüzde kırkını verdiler. Neticede bunların ömürlerinin uzadığını gördüler.
R. Walford gibi bilim adamları, insanlar da az yer ve açlık çekerlerse daha çok yaşayacaklarına inanıyor. Walford ve üç meslektaşı kendilerine iki sene süreyle az kalorili bir diyet uyguladılar. Neticede tansiyonlarının ve kandaki kolestrol seviyelerinin düştüğünü gördüler. Bugünkü tıp ilmi şişmanlığı bir hastalık, fazla yemeyi de zehir olarak kabul etmektedir. Bilim adamları, ayrıca sağlıklı ve uzun ömürlü olmak isteyenlere, sigara ve içki içmemeyi, bol jimnastik yapmayı ve az yağlı yemeyi tavsiye ediyorlar. Amerika Milli Yaşlanma Enstitüsü Araştırmaları tarafından bildirildiğine göre, küçük canlılarda ispatlanan az yiyerek daha uzun yaşama kuralı, maymunlarda ve insanlarda da geçerli olabilir.
Hayatı boyunca az yemeyi prensip edinen Peygamberimiz, ümmeti hakkında korktuğu şeylerden birini çok yeme hastalığı olarak sayar: “Benden sonra, ümmetim için üç hususta korkuyorum. Bunlar, sapık arzular, bilgiden sonra gaflet, çok yemek ve şehvetlere tutulmaktır.” (Câmiu’s Sağîr, 1/13)
İlim de kabul etmektedir ki, çok yemek zararlıdır. Romatizma, kalp hastalıkları, kan dolaşımındaki bozukluklar, şeker vb. hastalıklarda en büyük etkenlerin başında çok yemek yemek gelir. Çok yemenin sonucu, vücut lüzumundan fazla kilo alır ki, bu sebeple kalbin etrafı yağ tabakasıyla kaplandığı için, insan rahat nefes alıp veremez. Kollestrin (kanda yağ birikmesi) denilen hastalığın başlıca sebebi yine çok yemektir. Çok yemek neticesinde böbrekler vaktinden önce yorulur ve bozulur, görevini yapamaz olur. Mide doğal şeklini kaybeder, büyür, elastikiyetini koruyamaz. Dolayısıyla yenilenleri kolay kolay hazmedemez. Bu yüzden bütün vücut da rahatsız hale gelir. Çok kere mide ülseri, mide veya kalın bağırsakta çıban da meydana gelir. Bu saydıklarımız ve daha birçok rahatsızlıklar hep çok yiyip içme neticesi meydana gelen zararlardandır. Bu gibi hastalıkların oruç tutulmayan yerlerde ve oruç tutmayan kimselerde daha çok bulunduğunu hatırlatalım.
İslâm’ın yeme içme ile ilgili emir ve tavsiyelerinden, özellikle sünnete uygun olarak az yeme ile ilgili hadislerden şu yargılara varabiliriz:
Müslüman, hayatı; yalnız yeme içme, egoist duygu ve sınırsız arzuları tatmin etme felsefesine dayandıramaz. O yeme için yaşamaz; ibadete güç yetirebilmek, kulluk bilincine katkı için ve o miktarda yer.
Yiyecek ve içecek konusundaki yasaklara uymak ve sünnete uygun tarzda yemekle insan olgunlaşır, kendi içinden gelen arzulara ve çevreden gelen zararlı çağrılara gem vurmasını, fıtratı zorlamadan, insan bu yolla kazanabilir.
Yeme içme arzusu, disipline ve düzene sokulması gereken bir duygudur. Her konuda olduğu gibi bu hususta da aşırılık ve düzensizlik dinimizce yasaklanmıştır. “Bir lokma, bir hırka” anlayışı yanlış olduğu gibi; esas ve daha kesin olarak aşırı tüketim ve oburluk yasaklanmıştır.
İnsanlar, nefsinin her isteğine uyarsa, isteklerini sınırlamazsa, hem kendileri, hem toplumları bundan zarar görecektir. Hırs ve doymak bilmeyen isteklerine; kişi, dış baskılarla değil; insanda doğuştan mevcut olan din duygusuyla Rabbından korkarak O’nun rızâsı doğrultusunda kendisi sınır koymalıdır.
Nefis ve hevâ/aşırı istekler, insanın yapısına baskın çıkarsa, büyük savaştan insan, kendine zulmederek, kendine yazık ederek mağlup olarak çıkmış ve dünya imtihanını kaybetmiş olur.
Bedeni, akıl ve ruha tâbi kılmak gerekir. Bunun için de bedenin kuvvetini sınırlamak ve ruhun gücünü arttırmak lâzımdır.
Çok yemek, doymadan sofradan kalkmamak, hatta doyduktan sonra bile lezzetinden dolayı yemeye devam etmek, sigara ve içki gibi zararlı alışkanlıklar... bütün bunları önlemeye çalışmak, irâdeye hâkim olma mücadelesinde gâlip gelmek için azmetmek/kararlı olmak, helâl ve temiz gıdalara dikkat etmek; dinin bu konudaki önemli tavsiyelerindendir.
Tıka basa, oburca yemeyi, israf ve lüks tüketimi yasaklayan İslâm, insanı aza kanaat etmeye alıştırdığı gibi, açların halini unutturmayıp onları doyurmayı önceliklerinin arasına aldırır. İslâm, komşusu açken tok yatmayı, müslümanlardan ayrılmak ve insanlığa ihanet olarak görür.
Müslüman, imkân nisbetinde nâfile oruç tutmaya çalışacak, özellikle evlenmeye yol bulamayan gençler, orucu fazlalaştıracak ve az yiyecektir. Nefsi, yeme içmede dizginlenince, şeytanî bakış, düşünce ve duygulardan da korunmaya daha kolay alışacaktır.
Az yemek kanaati doğurur. Kanaat ise tükenmez hazinedir.
Geçim sıkıntısının önemli bir sebebi, gereksiz mutfak harcamalarıdır. Sünnet çizgisinde ve selim akıl ölçüsünde gerçekten ihtiyaç olmayan yiyecek ve giyecekler devreden çıkarılırsa, bereket artacak, huzur çoğalacak, sıkıntılarsa azalacaktır.
Sünnete uygun yenildiğinde kadınların ömrü mutfakta heder olmaktan çıkacak, kadına bu yönden yapılan zulüm, yerini hayırlı faaliyetlere bırakacaktır.
Sünnete uygun yeme içme kültürü, insanı doldur boşalt makinesi olmaktan, sömürüye kurban olmaktan, “çok kazan çok tüket” felsefesinden kurtaracaktır.
Yiyeceklerin Temiz ve Helâlinden Yararlanmak: Helâl kılmak da, haram kılmak da Allah’a ait bir haktır. Hiç kimsenin, zühdünden, yani dünyaya rağbet etmemesinden dolayı, nefsini kırmak için ve Allah’ın mubah kıldığı bir şeyi, lezzet verdiği için haram kılması caiz değildir. Bir şey, helal ise, nefsimizin hoşuna gidecek şekilde temiz ve lezzetli de olsa, ondan yararlanmak caiz olur. Çünkü İslam, mubah oldukça lezzet veren şeylerden faydalanmayı kişiye yasaklamamıştır. Eğer o şey, haram ise, ondan uzak durmak ve o nitelik onda oldukça onu kullanmamak gerekir. Allah, haram kılmadığı bir zîneti, süsü veya temiz rızıkları haram sayanları reddeder. “De ki: ‘Allah’ın, kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?’ De ki: ‘O, dünya hayatında mü’minlerindir; kıyamet günü de yalnız onlarındır.’ İşte Biz, bilen bir topluluk için ayetleri böyle açıklıyoruz.” (7/A'râf, 32)
Müslümana düşen, helalinden ne bulduysa yemesi, leziz olana kendini zorlamaması ve bunu âdet ve alışkanlık haline getirmemesidir. Tiryakilik, alışkanlık yapan, onsuz yapamadığımız şeyler, giderek helal olmaktan çıkan bir duruma gelebilir. Tiryakilik yapan gıdalardan sakınmaya çalışmalıdır. Peygamberimiz, bulduğu zaman karnını helal yiyeceklerle doyurur, ama yemede aşırıya, lüks ve israfa kaçmaz ve şükreder; bulamayınca da sabrederdi. Eline geçtikçe tatlı yer, rastladıkça bal şerbeti içer, buldukça et yerdi. Bunların hiç birini özellikle yapmadığı gibi; âdet ve alışkanlık da edinmemişti. (28)
“Size verdiğimiz rızkın temizlerinden yiyin. Ama bu hususta taşkınlık etmeyin; sonra gazabım üzerinize iner. Kimin üstüne gazabım inerse artık o, (ateşe) düşmüştür.” (20/Tâhâ, 81)
Hz. Peygamber'in sünneti, az yeme ve sofradan doymadan kalkma konusunda ciddî tavsiyelerde bulunur. Fakat, bu konu, fıkıh açısından, haram ve helâl hükümleriyle yanlış değerlendirilmemelidir. İslâm fıkhı açısından hüküm şudur: Az yemek, sofradan doymadan kalkmak sünnet; doyuncaya kadar yemek câiz; doyduktan sonra yemek ise haramdır. Helâl ve temiz yiyecekleri doyduktan sonra yemeye devam etmek, öncelikle israf olduğu için haramdır. "Yiyin, için; fakat israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri (israf edenleri) sevmez.” (7/A’râf, 31) Ayrıca, doyduktan sonra yemek, fıtratı zorlamaktır ve vücuda zararı kesindir. Bu yönlerden dolayı da câiz olmaz.
Allah, insanların ve canlıların ihtiyaç duyduğu her şeyi yaratarak, yeryüzüne depo etmiştir. İnsana düşen; hem bu dünyadaki, hem ahiretteki rızkı için gayret sarfetmektir. Ama gayretin yönü ve içeriği ile rızkın helalını veya haramını tercih etmiş olacaktır. Böylece de ahiret rızkını bu dünyadan kendisi göndermiş veya sadece burada tüketmiş olacaktır.
Tefsirlerden
Hamdi Yazır 6/En’âm, 141-142. âyetlerin tefsirinde diyor ki: Halbuki Allah o yüce yaratıcıdır ki, ma'rûş ve gayrı ma'rûş cennetler, yani yapılı yapısız, çardaklı çardaksız, köşklü köşksüz bağlar, hurmalıklar, ekinler ki her birinin yemişleri farklı, birbirine benzeyen ve benzemeyen zeytinler, narlar meydana getirdi. Yani bütün bunları yenilmesi ve faydalanılması için yarattı. Bu âyetin bir benzeri yukarda geçmişti. Fakat orada, Yüce yaratıcının varlığına, gücüne ve öldükten sonra dirilmeye delil olması yönünde geldiği için, sonunda icad ve icad gayesine dikkat çekmek amacıyla "Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakın" (6/En'âm, 99) buyrulmuştu. Burada ise, onu hatırlatmakla beraber, müşriklerin rızk konusundaki baskı ve iftiralarına, yasaklayıp haram kılma iddialarına karşılık, yüce Allah'ın, yaratmasındaki ihsan ve iyiliği ortaya koyma ve ürünlerle hayvanlardan yararlanmada helal ve mubah oluşun asıl olduğunu belirtmek üzere gelmiş bulunduğu için buyruluyor ki: her biri meyve verdiği zaman meyvesinden yiyin, bunda serbestsiniz. Bununla beraber hasat günü hakkını da verin, muhtaç olanlara da yedirin.
Gerek yerken ve gerek hakkını verirken israf da etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez. Öyleyse "Büsbütün eli açık da olma; sonra kınanır, pişmanlık içinde kalırsın" (İsrâ, 17/29) hükmünce tutumlu olmak ve müşriklerin düştüğü iktisadî sefaletten sakınmak gerekir. Görülüyor ki burada, ürünlerin hasat günü, yani kesilip toplandıkları vakit, yerine getirilmesi gerekli olan değişmez bir hak bulunduğuna işaret edilmekte ve bunun verilmesi emredilmektedir. Ancak bu hakkın ölçüsü ve kimlere verilmesi gerektiği açıklanmayıp mutlak ve kapalı bırakılmıştır. Bunun zekat, yani öşür ve yarım öşür olduğu hakkında rivâyetler varsa da, zekat âyetleri Medine'de nazil olmuş bulunduğuna göre, Mekke'de nazil olan bu âyetteki hakkın, ondan başka bir vacip sadaka olduğu ve miktarının belirlenmesinde, mükellefin israftan kaçınması kaydıyla kendi takdirine bırakılmış olduğu; bununla beraber, sadece hayırseverlik gereği verilecek nafile bir sadaka değil, bunda bir yükümlülük de bulunduğu açıklanıyor ki, yine Mekke döneminde nazil olan Zâriyât sûresindeki "Onların mallarında dilenci ve yoksul için bir hak vardır" (51/Zâriyât, 19) âyeti, aynı şekilde Meâric sûresindeki "Onların mallarında, isteyene ve isteyemediği için mahrum kalmışa belli bir hisse vardır" (70/Meâric, 24-25) âyeti, bunun daha genel bir açıklaması demektir ki, "sâil" (dilenci) ve "mahrum"a (yoksula, dilenemediği için mahrum kalana) verilecek bir hak olduğunu gösterir. Bununla beraber bu âyetteki hak, mutlak olduğu için, zekat emrinin yerine getirilmesiyle, bu hakkın da yerine getirilmiş olacağı, yani bu emrin, öşrü de kapsadığı açıktır. "Cennât" üzerine atfedilmiştir. Önceki âyette ürünlerin, bundan sonra da hayvanların genel olarak helal olduğu açıklanıyor.
Hamûle, yük götüren, ağırlık çeken yüklü demektir ki, çektiği yüke "humûle" denilir. Bunu, dilimizde fethalı olarak (hamule) şeklinde söyleyenler, yanlış söylerler. Ferş, döşek demektir ki, burada kastedilen, döşek gibi yere döşenen, yatırılıp kesilen veya yünlerinden, kıllarından döşekler, yaygılar, sergiler, pöstekiler yapılan veya yeryüzüne serilip yayılan demektir. Yani en'âm denilen yumuşak (huylu) hayvanlardan da hamule ve ferş; yükler taşıyan ve yatırılıp kesilen şeyler yarattı. Allah'ın size helal kılıp rızık yaptığı şeylerden yiyin şeytanın izlerine uymayın. Uyup da, Allah'ın helal olarak belirlediği rızıklarınızı, müşriklerin: "Şu bahiredir (binilmez, sütü sağılmaz devedir), haramdır; şu sâibedir (puta adanmış devedir, sağılmaz ve binilmez) haramdır" dedikleri gibi (Bkz. 5/Mâide, 103) haram kılmağa, kendi kendine helal-haram hükümler koymağa veya başkasının hakkına tecavüz etmeğe kalkışmayın. "Şeytan, sizin için apaçık bir düşmandır." (Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, En’âm, 141-142. âyetlerin tefsiri)
Yine Elmalılı diyor ki: “Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde güzel giysilerinizi giyin ve yiyin, için, fakat israf etmeyin, Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (7/A’râf, 31). Her mescid yanında ziynetinizi tutunuz. Yani gerek tavaf ve gerek namaz halinde elbisenizi üzerinize alınız, en güzel hâl ve durumda bulununuz, çirkin yerlerini açmak insanın en büyük ayıbı ve rüsvaylığı olduğundan, esasen elbise, insanın bir ziyneti, süsüdür. Bu da yukarda açıklandığı üzere en az avret yerlerini örtmekten "rîş" (güzellik ve öğünme elbisesi) derecesine kadar farklıdır ve en hayırlısı takva giysisidir. Bunun için setr-i avret (avret yerlerini örtmek) insana her zaman farz olduğu gibi, özellikle namazda ve tavafta da farzdır. Ve bir müslümanın namazda mümkün olan en güzel durum ve şekilde bulunması sünnettir ki, cemaat ile namazda safların intizamı ve câmiye giriş çıkış ve oturuş duruşta edep ve hayâ, vakar ve ağırbaşlılık da bu ziynet ve güzel sûret anlayışının işaretin de dahil olur. Nitekim önceki âyetlerdeki yüzleri doğrultma anlayışında da bu intizam işareti vardır. Aynı şekilde âyetin işaret ve eğiliminden şu da anlaşılır ki, bir islâm şehrinin güzellik bakımından tanzim ve teşkilâtında câmi ve câmi civarları en güzel yerleri ve ziynet merkezi noktaları edinilmelidir. Bununla beraber bütün bunların içinde mescitlerin asıl süsü, ibadet ile mamurluğu ve ibadetle ilgilenen kimselerin hâl ve tavırlarıdır. Fenalar, en güzel yerleri kirletir ve çirkinleştirir. İyiler, en kötü yerleri bile temizler, güzelleştirir. Bunun için asıl istenen insanların iyiliği ve güzelliği olduğundan buyurulmuştur ki: "Her mescide gidişinizde güzel giysilerinizi giyiniz." Ve yiyiniz, içiniz, bununla beraber israf da etmeyiniz. Haramı helâl kılmak veya helâlı haram yapmak veya yemek ve içmekte, süs eşyasında hırs ve ifrat etmek gibi bir şekilde orta hal sınırını geçmeyiniz. Çünkü O, yani Allah israf edenleri sevmez, işlerine râzı olmaz, bu muhakkak. Bunun nüzul sebebinde çıplak tavaf âdetinden başka bir de şu rivâyet ediliyor ki: Âmiroğulları, hacc günlerinde yemek ve yağlı yemezler, ancak bayılıp düşmeyecek kadar kût miktarı (ölmeyecek kadar yiyecek bir şey) yerlerdi ve bu şekilde haclarını ulularlardı.. Müslümanlar da böyle yapmak istemişler bu âyet nazil olmuştur. Demişler ki bu âyette tıbbın yarısı özetlenmiştir. Biz bunu bir kaç bakımdan anlıyoruz: Birincisi: Tıp gerçi başlıca hastalıkların ilim ile tedavi sanatında özetlenir. Fakat her ikisinden gaye sıhhattır. Şu halde sıhhati koruma baştan sona tıbbın en büyük şartını ve gayesini teşkil ettiğinden, tıbbın bir yarısı sıhhati koruma, diğer bir yarısı da hastalıkları tedavi demektir. Bu âyet ise sıhhati koruma (hıfzı's- sıhha)nın esasla ilgili şartlarını özetlemiştir.
“De ki: ‘Allah'ın kulları için çıkardığı ziynetleri ve tertemiz rızıkları kim haram kılmış?’ De ki: ‘Bunlar, bu dünya hayatında inananlar içindir, kıyamet gününde de yalnız onlara mahsustur. İşte böylece biz âyetleri bilen bir topluluğa uzun uzun açıklıyoruz.” (7/A’râf, 32) “De ki: ‘Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti (mesela pamuk, keten gibi bitkilerden, yün ve ipek gibi hayvanlardan, zırh vb. gibi madenlerden çıkan ve insanları süsleyen giysiler gibi Allah ziynetlerini). Ve rızık türünden temiz ve lezzetli şeyleri: (kısmet olup lezzet ve iştahla faydalanılacak, hoş hoş, temiz temiz çeşitli yiyecek ve içecekleri) kim haram kılmış?” Bu bir inkârî istifham (soru)dır. Yani Allah'ın çıkardığı bu ziynetleri ve tertemiz şeyleri haram kılmak kimsenin haddi değildir. Şu halde bu âyet yenecek ve giyilecek ve çeşitli süs eşyalarında aslolanın mubahlık olduğuna delildir. İbnü Abbas ve birçok tefsir bilgini ziyneti, giyilecek şeyler ile tefsir etmişlerdir. Fakat diğer bir görüşe göre israf olmamak üzere çeşitli ziynetlerin hepsini içine almaktadır ki, zahiri de budur. Şu halde her yönden bedeni temizleme, hayvanlar ve diğerlerinden üzerine binilen binitler ve ziynet eşyalarının her çeşidi, ziynet deyimi altında dahildir. Çünkü hepsi ziynettir. Eğer nebevî hadiste erkek için altın, gümüş ve ipeğin haram olması hakkında özellikle nass (dînî delil) gelmemiş olsaydı bunlar da bu genele dahil olurdu. De ki o ziynet ve temiz şeyler bu dünya hayatında iman edenler için kıyamet gününde halis olarak vardır. Yani o ziynetler, o temiz şeyler, esas itibariyle, müminler içindir. Çıkarılmasının hikmeti müminlerin faydalanmasıdır. Fakat bu, dünya hayatında kâfirler de ona, tâbi olmak sûretiyle de olsa, iştirak ederler. Fakat kıyamet gününde onlar yalnız bu dünyadaki müminlere mahsus olacak, kâfirler asla ortak olamayacaklardır. İkinci olarak o ziynet ve temiz şeyler, bu dünyada, her ne olursa olsun eksiklikten, tatsızlıktan, karışıklıktan, kederden uzak kalmaz. Kıyamet gününde ise her türlü kederlerden uzak olarak vardır. O zaman o özel ziynet, ancak bu dünya hayatında iman etmiş olanların olacak, kâfirlere de sadece mahrumiyet ve acı kalacaktır. İşte bilecek olan bir topluma âyetleri biz böyle açıklarız.
Seyyid Kutub diyor ki: “O ki, çardaklı ve çardaksız bahçeleri, ürünleri değişik hurmaları ve ekinleri, yaprakları benzer ve meyvaları benzemez zeytin ve nar ağaçlarını yarattı. Bu ağaçlar ürün verdiklerinde meyvalarından yiyiniz ve hasat günü haklarını veriniz, fakat israf etmeyiniz, çünkü Allah israf edenleri sevmez.”
“Kimi yük taşıyan ve kiminin yününden yaygı yapılan hayvanları yaratan da O'dur. Allah'ın size verdiği rızıklardan yiyiniz ve şeytanın izinden gitmeyiniz. Çünkü o sizin açık düşmanınızdır.” (6/En’âm, 141-142)
Kuşkusuz bu bahçeleri ilk defa yaratan yüce Allah, hayatı da ölüden çıkarmıştır. Bu bahçelerden bazısı insanların oturaklar ve duvarlarla hazırladıkları, çardaklarla oluşturduklarıdır. Bazısı da çöllerde kendi kendine -Allah'ın takdiri uyarınca- insan yardımı ve düzenlemesi söz konusu olmaksızın yeşermektedir. Değişik renk, tat ve şekilleriyle ekinleri ve hurmaları var eden Allah'dır. Birbirine benzeyen ve benzemeyen çeşitli türden, zeytin ve nar yaratan O'dur. Bütün bu hayvanları yaratan, bazısını yerden yüksek olan uzun ayakları nedeniyle ağırlık taşıyıcısı binek hayvanı kılan O'dur. Yere yakın küçük boyluları da yününden ve kıllarından yaygı için yararlanılan türden kılmıştır.
Yeryüzünde hayatı yaygınlaştıran, bu şekilde türlere ayıran ve insanın yeryüzündeki hayatını gereklerine uygun kılan yüce Allah'dır. O halde bunca kanıta ve gerçeğe karşın, insanlar nasıl olur da gidip ekinler, hayvanlar ve mallar konusunda Allah'dan başkasının hükmüne başvurabiliyorlar? Kur'an'ın ifade yöntemi, insanların hayatı üzerindeki hakimiyet noktasında yüce Allah'ın birlenmesinin zorunluluğuna bir kanıt olması için tek başına yüce Allah'ın insanlara bahşettiği rızık gerçeğini sık sık gözler önüne sermektedir. Çünkü tek başına yaratan, yarattıklarının rızkını veren ve onları koruyan kimse, tartışmasız olarak Rabblığın, hakimiyetin ve otoritenin O'na ait olması gerekendir:
Burada âyetlerin akışı ekin, meyve verme, hayvanlar ve bu vesileyle Allah'ın nimetlerinin oluşturduğu sahneler üzerinde yoğunlaşmaktadır. Daha önce ilâhlık sorunu tartışılırken, üzerinde yoğunlaştığı bu etkenleri şimdi de hakimiyet sorununda kullanmaktadır. Böylece İslâm inancında ilâhlık ve hakimiyet sorunlarının aslında aynı şey oldukları gerçeğine işaret etmektedir.
Âyet, ekinler ve meyveleri söz konusu ederken, şöyle demektedir: "Bu ağaçlar ürün verdiklerinde meyvalarından yiyiniz ve hasat günü haklarını veriniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez." Âyette yer alan hasat günü haklarını verme direktifi, bu âyetin Medine'de nazil olduğuna ilişkin bazı rivâyetlere neden olmuştur. Ancak biz surenin tanıtımında, "Bu âyet Mekke'de nazil olmuştur. Çünkü Mekke'de nazil olan bölümünün akışı içinde bu âyet olmaksızın bütünlük sağlanamaz. Dolayısıyla bu âyetin indirilişi Medine'ye ertelenecek olursa âyetin öncesi ile sonrası arasında bir kopukluk meydana gelecektir. Bununla beraber, hasat günü hakkını veririz direktifiyle zekâtın kastedilmiş olması kesin değildir. Çünkü âyete ilişkin bazı rivâyetlerde burada amaçlananın sınırları belirsiz sadaka olduğu ifade edilmektedir. Oysa belirlenmiş oranlarıyla birlikte zekât, hicretin ikinci senesinde Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- uygulaması (sünneti) ile belirlenmiştir" demiştik:
"Fakat israf etmeyiniz, çünkü Allah israf edenleri sevmez" sözü sadaka vermeye dönük olabileceği gibi, yemeye de dönük olabilir. Rivâyetlerde müslümanların mallarını dağıtmada israf edercesine vardıkları anlatılır. Bu yüzden yüce Allah: "İsraf etmeyiniz, çünkü Allah israf edenleri sevmez" buyurmuştur.
Hayvanlar söz konusu edilirken şu ifadeye başvurulmaktadır: "Allah'ın size verdiği rızıklardan yiyiniz ve şeytanın izinden gitmeyiniz. Çünkü o sizin açık düşmanınızdır." Amaç, bu rızıkları verenin ve onları yaratanın yüce Allah olduğunu belirtmektedir. Oysa şeytanlar hiçbir şey yaratamazlar. O halde onlara ne oluyor ki Allah'ın verdiği rızıklar konusunda şeytanlara uyuyorlar? Bir de şeytanın onlara açıktan açığa düşman olduğu vurgulanmaktadır. Açıktan açığa düşman olduğu halde, nasıl olur da onun adımlarını takip edebilirler? (Fî Zılâli’l-Kur’an, 6/Mâide, 141-142. âyetlerin tefsiri)
Yine Seyyid Kutub diyor ki:
İ
sraf ve Allah’ın Nimetleri: Sonra surenin akışı, belirlenen yolda süren uzun yolculuğu sunmadan önce bu duraklamada da "Ademoğulları"na yönelik çağrı yinelenmektedir:"Ey insanoğulları, her mescide girişinizde güzel elbiseler giyiniz. Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez. "
"De ki; "Allah'ın kullarının yararına sunduğu güzellikleri ve temiz yiyecekleri kim haram etti? De ki; Bunlar, dünya hayatında müminler içindir kıyamet günü ise sadece onlarındır, biz âyetlerimizi bilenlere böyle ayrıntılı biçimde açıklıyoruz. "
"De ki; Allah sadece açık-gizli bütün kötülükleri, günahı, haksız saldırıyı, Allah'ın hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediklerinizi söylemeyi haram kıldı." (7/A’râf, 31-33)
Bu câhiliye döneminde Arap müşriklerinin inançlarına karşılık olarak sunulan inancın temel gerçeklerini iyice yerleştirmek için yapılan vurgudan sonrâ yer alan bir başka vurgudur. Bu da büyük insanlık hikayesiyle yüzyüze gelinirken, tüm Ademoğulları'na yönelik çağrının akışı içinde yer almaktadır.
Bu gerçeklerden en belirgini, yüce Allah'ın kulları için varettiği iyi şeyleri O'nun izni ve hükmü sözkonusu olmaksızın yasaklamaları ile bu yasaklamayı gerçekleştiren ve Allah hakkında bilmeden konuşan, bu konuda birtakım şeyleri ileri süren kimsenin doğrudan doğruya sıfatı konumundaki şirk arasındaki ilgidir.
Yüce Allah, kullarına kendilerine gönderdiği giysilerden oluşan süslerini, dış elbiselerini her ibadette giymeleri çağrısında bulunuyor. Bu ibadetler arasında çıplak olarak yerine getirdikleri ve bu esnada yüce Allah'ın yasaklamadığı tersine, kullarına bir nimet olarak bahşettiği giysiyi yasakladıkları tavaf da yer alıyordu. Oysa O'nun indirdiğine uymak (elbiseyi giymek) suretiyle ibadet etmeleri daha iyiydi. Elbiseleri çıkarmak ve yaptıkları aşırılıklarla değil:
"Ey insanoğulları, her mescide girişinizde güzel elbiselerinizi giyiniz." Aynı şekilde yüce Allah, israfa kaçmaksızın yiyeceklerin iyisinden yararlanmaları çağrısında bulunmaktadır: "Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez." Gelen rivâyetlerde Arap müşriklerinin tıpkı giysi konusundaki yasaklamaları gibi yiyeceklerde de birtakım yasaklamalar getirdikleri anlatılmaktadır. Bu da aynı şekilde Kureyş'in uydurduğu bir şeydi kuşkusuz.
Müslim'in sahih'inde, Hişam'a Urve'den, o da babasından şöyle rivâyet etmektedir: "Hums (Kureyş) olanların dışındaki Araplar Kâbe'yi çıplak tavaf ederlerdi. Hums ise, Kureyş ve Kureyşliler arasında doğanlara denirdi. Kendilerine `Hums' adını veren Kureyşliler müzdelifeden çıkmazlardı İnsanlar Arafat'a ulaştıklarında onlar şöyle derlerdi: "Biz Harem ehliyiz. Birinin bizim elbiselerimizi giymeden Kâbe'yi tavaf etmesi ve bizim bölgemize girdikten sonra bizim yiyeceklerimizden başkasını yemesi olacak iş değildir. "Mekke'de ödünç elbise alacağı bir arkadaşı bulunmayan ya da elbise kiralayacak kadar parası bulunmayan biri şu ikisinden birini yapmak durumunda kalırdı: Ya Kâbe'yi çıplak tavaf ederdi, ya da kendi elbisesiyle. Tavaf bittikten sonra da elbisesini çıkarıp atardı, kimse de dokunmazdı. Bu elbiseye `atık' derlerdi."
Kurtubi'nin "Ahkâm-ul Kur'an adlı tefsirinde şu açıklama yer almaktadır: Câhiliyye döneminde Araplar'ın hac zamanında etli yemekler yemedikleri, hafif yiyeceklerle yetindikleri ve Kâbe'yi çıplak tavaf ettikleri söylenmiştir. Bunun için onlara "Her mescide girişinizde güzel elbiseleri giyiniz. Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz" denmiştir. Yani size yasaklanmamış bir şeyi yasaklamak açısından aşırılığa düşmeyiniz. İsraf, helâl olanı haram kılmakla olabileceği gibi, sınırı aşmakla da olur. Bu bir açıdan o da bir açıdan sınırı aşmaktır çünkü.
Âyetlerin akışı, her mescide girişte güzel elbiseleri giymeye ve güzel yiyecek ve içeceklerden yararlanmaya ilişkin çağrıyla yetinmiyor, bunun yanında, yüce Allah'ın kulları için varettiği güzellikleri ve temiz rızıkları haram kılmayı da kınıyor. Gerçekten bir insanın -kendi görüşüne dayanarak yüce Allah'ın insanlar için varettiği güzellikleri ve temiz şeyleri haram kılması ayıplanacak bir şeydir. Çünkü Allah'ın hükmü olmaksızın herhangi bir şeyin haram ya da helâl kılması sözkonusu olamaz.
“De ki; Allah'ın kullarının yararına sunduğu güzellikleri ve temiz yiyecekleri kim haram etti?” Bu ayıplamanın ardından şu güzel elbiseler ve şu temiz rızıklar kendileri için bunları vareden Rabblerine inanmalarından dolayı mümin olanların hakkı olduğu belirtiliyor. Her ne kadar bu dünyada başkaları da bunlara ortak oluyorsa da bunlar kıyamet günü sırf kendilerine özgü olacaktır. Kâfir olanların onlara ortak olması sözkonusu olmayacaktır.
"De ki; Bunlar dünya hayatında müminler içindir kıyamet günü ise sadece onlarındır." Durum bu değildir ki, onlara haram olsun, yüce Allah'ın ahirette onlara ayırdığı bir şeyin haram olması mümkün değildir. "Biz âyetlerimizi bilenlere böylece ayrıntılı biçimde açıklıyoruz."
Bu dinin gerçeğini bilenler, bu açıklamadan yararlanan kimselerdir. Yüce Allah'ın gerçekten haram kıldığına gelince; bu giysilerden dengeli bir şekilde süslenme, savurganlık ve kibirlenmeye kaçmaksızın yiyecek ve içeceğin iyisinden yararlanmak değildir. Yüce Allah'ın gerçekten haram kıldığı onların yaptıklarıdır. "De ki; "Allah sadece açık-gizli bütün kötülükleri, günahı, haksız saldırıyı, Allah'ın hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediklerinizi söylemenizi haram kıldı."
Allah'ın haram kıldığı budur. İnsanların görebildiği ya da göremediği kötülükler ve Allah'ın belirlediği sınırları aşan davranışlar. Günahlar... -genel anlamda Allah'ın emirlerine yapılan her isyan günah olarak nitelendirilmektedir Haksız saldırı... Allah'ın belirlediği şekliyle hak ve adalete uymayan her davranış demektir bu... Allah'ın kendilerine hiçbir güç ve yetki vermediği şeyleri ve kimseleri ilâhlığın özelliklerinde Allah'a ortak koşma... Câhiliyye toplumunda olup bitenler bu açıklamanın kapsamına girmekteydi ve bu, her câhiliyye toplumunda yaşanan bir olgudur. İnsanlar için kanunlar koymak suretiyle Allah'a ortak koşma, kimilerine ilâhlığın özelliklerini verme... Allah hakkında bilmedikleri şeyleri söyleme... Tıpkı müşriklerinin helâl kılma ve haram kılmada söyleyip bir bilgiye ve kanıta dayanmaksızın Allah'a mal ettikleri sözler gibi...
İ
lk defa bu âyetlerle muhatap olan ve aşağıdaki kınamayla karşı karşıya kalan müşriklerin durumuna ilişkin olarak gelen rivâyetler oldukça ilginçtir. "De ki, Allah'ın kullarının yararına sunduğu güzellikleri kim haram etti? Kelbi şöyle rivâyet etmektedir: "Müslümanlar elbise giyerek Kâbe'yi tavaf edince, müşrikler onları kınadılar... Âyet bunun üzerine nazil oldu."Câhiliyye, taraftarlarına neler yapıyor, görün. Fıtratları yozlaşmış ve Kur'ana Kerim'in Adem ve Havva'ya ilişkin olarak "... Ağacın meyvesinden tadar-tatmaz ayıp yerleri meydana çıktı. Bunun üzerine cennet yaprakları ile örtünmeye koyuldular" şeklinde sözünü ettiği sağlam fıtrattan uzaklaşmış, sapmış birtakım insanlar Allah'ın evini çıplak tavaf ediyorlar. Bu, yetmiyormuş gibi, müslümanları giyinik olarak, yüce Allah'ın insanları onurlandırmak ve örtmek, fıtrî sağlamlığı ve güzelliği içinde fıtratlarının temel özelliklerini geliştirmek ve onları hayvansal çıplaklıktan, hem bedensel, hem de ruhsal çıplaklıktan kurtarmak için insanlara lütfettiği güzellikler içinde Kâbe'yi tavaf ederken görünce... Allah'ın yarattığı fıtrat uyarınca Allah"ın lütfettiği güzel giysiler içinde Allah'ın evini tavaf ederken görünce onları "kınıyorlar."
Câhiliyye, insanları bu hale getirir, işte... Fıtratlarını, zevklerini, düşüncelerini, değer ve ölçülerini işte böyle yozlaştırır, altüst eder... Acaba çağdaş câhiliyye, bu konuda insanlara Arap câhiliyyesinde eski Yunan câhiliyyesinde Roma câhiliyyesinde, eski İran câhiliyyesinde ve her zaman ve her yerdeki câhiliyyelerde yaptıklarından farklı bir şey mi yapmaktadır?
Çağdaş câhiliyye, insanların elbiselerini çıkarmaktan, onları Allah korkusu ve utanma duygusundan uzaklaştırmaktan başka bir şey mi yapıyor? Bu çıplaklığı ilericilik, çağdaşlık ve yenilik olarak kitlelere kabul ettirmiyor mu? Örtünen özgür ve iffetli müslüman kadınları "gericiler", "gelenekçiler" ve "köylüler" diye ayıplamıyor mu?
Yozlaşma aynı yozlaşmadır. İnsanların sağlam fıtrattan uzaklaşıp çarpık bir karaktere sahip olmaları yinelenmiştir. Ölçülerdeki başkalaşım aynı başkalaşımdır. Bütün bunlardan sonra aynı büyüklenme duygusudur egemen olan. "Böyle bir direktif mi almışlar? Tersine onlar azgın bir millettir." (Zariyat, 53)
Ş
u çıplaklık, şu yozlaşma, şu hayvanlaşma ve şu büyüklenme ile şirk ve Allah`ın dışında insanlar için yasalar koyan sahte tanrılar arasındaki ilgi açısından câhiliyye toplumları arasında ne gibi bir fark vardır? Şâyet Arap müşrikleri, kâhinlerin, tapınak bekçilerinin ve kabile önderlerinin buyruklarına göre hareket eden benzerleri diğer eski câhiliyye toplumları gibi şu çıplaklık konusunda yarım adadaki egemenliklerini garantiye almak için onların bilgisizliklerini istismar eden, akıllarını hiçe sayan yeryüzünün sahte tanrılarının buyruklarına göre hareket etmişlerse günümüz müşrik erkek ve kadınları da bu konuda yeryüzü tanrılarının buyruklarına göre hareket ediyor, bunlara uymazlık edemiyor. Kadınıyla, erkeğiyle çağdaş câhiliyye mensuplarının kendilerini kurtaramadıkları bu çılgınlığın gerisinde moda evleri ve stilistleri,. güzellik uzmanları ve güzellik salonları denen sahte tanrılar yer almaktadır. Bu tanrılar emirler yağdırırlar, ardından yeryüzünün her tarafındaki züppeler ve çıplak hayvanlar onur kırıcı bir itaatle bu buyrukları hemen uygularlar. Bu seneki yeni moda herhangi bir kadının boyuna posuna uysa da uymasa da, güzellik için öngörülen şatafatlar kendisine uygun olsa da olmasa da bu zavallı kadın ister istemez hepsini uygulayacaktır. Bu sahte tanrıların emirlerine itaat edecektir. Yoksa çevresindeki diğer hayvancıklar tarafından ayıplanır.Moda evlerinin, güzellik salonlarının, çıplaklık ve teşhir kamplarının, bu kızgın hamleyi yönlendiren bilimlerin, fotoğrafların, roman ve hikâyelerin, dergi ve gazetelerin gerisinde kimler vardır? Bir kısmı, ahlâksızlık için tercih edilecek ve elden ele dolaştırılacak duruma gelmiş dergi ve hikâyelerin bu duruma gelmesinde kimlerin parmağı vardır? Evet bütün bunların gerisinde yer alanlar kimlerdir?
Bütün dünyada, tüm bu iletişim araçlarının gerisinde yer alanlar yahudidir... Yahudiler, ruhsal hezimete uğramış bu hayvanların üzerinde tanrılık yetkilerini ve özelliklerini ellerinde tutuyorlar. Her yerde başlattıkları bu akımlar aracılığıyla hedeflerine ulaşıyorlar. Bu salgınlar aracılığıyla bütün dünyayı oyuncak haline getirmek, bunun ardından psikolojik ve ahlâki çözülmeyi yaygınlaştırmak, insan fıtratını yozlaştırıp moda ve güzellik uzmanlarının ellerinde oyuncak haline getirmek onların hedefleri arasında yer almaktadır. Sonra kumaş, süs ve güzellik araçlarının ayrıca bu pazara dayanan ve ondan beslenen birçok sanayi ürünlerinin tüketimindeki savurganlıkla ekonomik hedeflerine ulaşmayı amaçlamaktadırlar.
Kuşkusuz elbise ve kıyafet sorunu, Allah'ın şeriatından ve O'nun hayat sisteminden kopuk olarak ele alınacak bir sorun değildir. Surenin akışı içinde bu sorunla iman ve şirk sorunu arasındaki bu ilginin kurulması bu yüzdendir.
Bu sorunun inanç sistemi ve şeriatla çeşitli yönlerden ilgisi vardır. Her şeyden önce bu sorun,Rabblık sorunuyla ilgilidir. Bu konularda insanlar için hükümler koyan, hem ahlâk, hem ekonomi hem de hayatın birçok yönünde derin etkisi bulunan mercinin belirlenmesiyle ilgilidir.
Câhiliyye, düşünceleri, zevkleri, değerleri ve ahlâkları yozlaştırır. Böylece hayvanlara özgü çıplaklığı, açık-saçıklığı ilericilik, gelişmişlik olarak nitelendirir, bunun yanında insana özgü örtünmeyi de gelişmemişlik, gericilik olarak nitelendirir. İnsan fıtratının ve insanî özelliklerin bundan daha fazla yozlaşması, tersyüz olması düşünülemez.
Bütün bunlardan sonra bazı câhiliyye mensubu kişiler kalkıp bize şunu söylüyorlar: Dinle kıyafetin ne ilgisi var? Kadın giyimiyle dinin ne alâkası var? Güzellik, dini neden ilgilendirsin?.. İşte bu, her zaman ve her yerdeki câhiliyye toplumlarında insanların yaşadığı bir yozlaşma, bir tersyüz olma durumudur. Ayrıntılı bir sorun olarak belirmesine karşın Allah'ın ölçüsünde ve islâmın değerlendirmesinde bu denli önemsediği için öncelikle tevhid ve şirk sorunuyla ilişkisi bulunduğu için, ikinci olarak insan fıtratının, ahlâki yapısının, toplumun ve hayat düzeninin sağlam ya da bozuk oluşuyla ilişkili olduğu için... Surenin akışı bu sorunun üzerine, güçlü, etkin ve vurgulu bir değerlendirme yapıyor. Büyük inanç sistemine ilişkin konuları ele alırken başvurduğu yöntemle soruna değiniyor. İnsanoğluna, yeryüzünde hayatlarının sınırlı ve belirlenmiş olduğuna, süre dolduğu zaman bir saat geriye ya da ileriye alınmasına imkân bulunmadığına ilişkin bir uyarıda bulunmak suretiyle sorun üzerine etkin bir değerlendirme yapıyor. (Fî Zılâli’l Kur’an, 7/A’râf, 31-33. âyetlerin tefsiri)
Akrabalık Bağları: Anne-babanın haklarını ortaya koyan surenin akışı, şimdi de bütün akrabaya yöneliyor. Bunlara bir de yoksulları ve yolda kalmışları ilave ediyor. Böylece yakınlık bağlarını genişletiyor. En geniş anlamı ile insani bağların hepsini kuşatıyor:
“Akrabalarına, yoksula ve yarı yolda kalan yolcuya hakkını ver. Fakat savurganca davranma.”
“Çünkü savurganlar; harcamalarında ölçü gözetmeyenler, şeytanın kardeşleridir ve şeytan da Rabbine karşı son derece nankördür.”
“Eğer Rabbinden umduğu bir bağışın beklentisi içinde o hak sahiplerinin haklarını verememenin ezikliği ile yüzlerine bakamıyorsun, bari onlara tatlı söz söyle.” (17/İsrâ, 26-28)
Kur'an'ı Kerim'in akrabanın, yoksulların, yolda kalmışların, imkânları olanlar üzerinde bir hakkı olduğunu ve insanın boynuna borç bir yardım türü olarak kabul ettiğini anlıyoruz. Bu bir insanın başka birine lütfen yaptığı bir yardım değildir. Bu, Allah'ın farz kıldığı, belirlediği kulluk ve tevhid ilkesiyle birlikte ele aldığı bir haktır. Mükellefin vermekle kendi görevini yaparak kendisini kurtardığı, o sadece Allah'ın kendisine farz kıldığı bir görevi yerine getirmesine rağmen kendisi ile yardımı alan arasında bir sevgi ortamı oluşturan bir haktır.
Kur'an saçıp savurmayı yasaklıyor. Saçıp savurma (İbn Mes'ud ve İbn Abbas'ın da açıkladığı gibi) "doğru olmayan yerlere harcamada bulunmaktır." Mücahid der ki: Bir insan malının hepsini Allah yolunda harcasa, "saçıp savurmuş" olmaz. Bir avuç dahi doğru olmayan yerlere harcasa "saçıp savurmuş"lardan olur.
Demek ki, saçıp-savurmanın az veya çok harcama ile ilgisi yoktur. Harcamanın yapıldığı yerle ilgisi vardır. İşte bu nedenle saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşi olmuşlardır. Zira onlar boş yerlere harcama yaparken, kötü şeylere de harcama yaparken günahta harcama yaparlar. İşte onlar şeytanın dostları ve arkadaşlarıdırlar: "Şeytan Rabbine karşı çok nankördür." Nimetin hakkını vermez. Saçıp-savuran kardeşleri de nimetin hakkını ödemezler. Nimetin hakkı, haddi aşmadan ve saçıp savurmadan onu Allah'a itaat etmek amacıyla hakların korunması uğrunda harcamaktır.
Eğer bir insan akrabanın, yoksulların ve yolda kalmışların hakkını ödeyecek bir imkân bulamıyor ve onlarla yüzyüze gelmekten utanıyorsa, Allah'a yönelsin, hem kendisine hem de onlara rızık göndermesini O'ndan dilemelidir. Kendilerini rahata, bolluğa çıkarmasını dilemelidir. Onlara yumuşak söz söylemelidir. Onların gelişi ile canını sıkmamalıdır. Onları kendi hallerine bırakıp susmamalı ve onların gelişiyle sıkıldığı imajını vermemelidir. Hoş ve tatlı bir söz bunun yerine geçer, umut verici ve güzel olur.
Orta Yol: “Elini sıkıp boynuna bağlama (cimri olma) onu büsbütün de açma; sonra kınanmış ve eli boş kalırsın.” (17/İsrâ, 29). Denge, İslâm yolunun en büyük ilkelerinden biridir. Aşırı gitmek de, ihmal etmek gibi dengeyi bozar. Burada ifade ki, tasvir metoduna göre şekillenmiştir. Buna göre cimrilik elleri boynuna bağlı bir insan olarak tasvir ediliyor. Savurganlık ise, hiçbir şey tutmayan sonuna kadar açılmış bir el olarak gösteriliyor. Cimriliğin sonu da savurganlığın sonu da bir oturuş şeklinde veriliyor. "Kınanmış ve yorgun düşmüş" bir insanın oturuşu. Âyette geçen "Hasir" kelimesi sözlükte "yürüyemez hale düşmüş, zayıflığından ve acizliğinden durup dinlenen hayvan" demektir. Cimrinin hali de böyle. Cimriliği, onu öyle bir yorgun düşürür ki, takattan düşürür, durup dinlenmek zorunda bırakır. Savurganın durumu da farklı değildir. Onun bu savurganlığı kendisini yorgun düşmüş hayvanın durumu gibi bir duruma getirir. Her iki halde de kınanmış,pişman olmuştur. Cimrilikte de, savurganlıkta da... Demek ki, işlerin en hayırlısı orta olanıdır.
Bu orta yol önerilip emredildikten sonra rızık verenin Allah olduğu, rızkı genişletip bollaştıranın O olduğu gibi, daraltıp kısanın da O olduğu belirtiliyor. Harcamada orta yolu emredenin de rızkı verenin de kendisi olduğu açıklanıyor. “Rabbin dilediğine geniş rızık verir ve dilediğinin rızkını kısıtlar. Hiç şüphesiz O, kullarını iyi görür, onların durumundan yakından haberdardır.” (17/İsrâ, 30). Dilediği kimsenin rızkını görerek ve bilerek artırır. Yine görerek ve bilerek dilediği kimsenin rızkını da kısar. Orta yolu ve itidali emreder. Cimriliği ve savurganlığı yasaklar. Bütün durumlarda en sağlıklı şeyin ne olduğunu gören ve bilen O'dur. Zaten o her durumda en doğru yola iletmesi için Kur'an'ı indirmiştir.
Fakirlik Kaygısı ve İğrenç Fiiller: Câhiliyye döneminde bazı kimseler fakirlik ve yoksulluk korkusundan kız çocuklarını öldürüyorlardı. Önceki âyette yüce Allah'ın rızkı dilediğine bol şekilde verdiği, dilediğinin rızkını da kıstığı vurgulandıktan sonra surenin seyri içindeki en uygun yerde fakirlik korkusuyla çocukları öldürme yasağı geliyor. Madem ki, rızık Allah'ın elindedir, öyleyse çocukların çokluğu veya bu çocukların kız ya da erkek oluşu ile fakirliğin hiçbir ilgisi yoktur. Bu konuda yetkinin tamamı Allah'ın elindedir. İnsanların düşüncesinde fakirlik ile nüfus artışı arasındaki ilgi reddedildikten sonra ve bu açıdan inançları düzeltildikten sonra canlıların fıtratına ve hayatın yasasına aykırı olan bu barbarca geleneğin etkenleri de ortadan kaldırılmış olmaktadır.
“Yoksulluk kaygısıyla evlâtlarınızı öldürmeyiniz. Onların da sizin de rızkınızı veren biziz. Onları öldürmek ağır bir suçtur.” (17/İsrâ, 31). İnanç sisteminde başgösteren bozukluk, toplumun pratik hayatında da etkisini gösterir. Bu sapma ve bozulma sadece inanç bozukluğu ve ibadet niteliği taşıyan ayinlerle sınırlı kalmaz. Duyguların sağlıklı biçimde işlemesi ve yanlış algılamadan kurtulması sosyal hayatın da düzelip sağlıklı biçimde işlemesi ve yanlış algılamadan inanç sisteminin doğruluğundan kaynaklanır. Kızların diri olarak toprağa gömülmesi örneği insanın sosyal hayatı ve pratiğinde inancın etkilerini en açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu örnek gösteriyor ki, hayatın inançtan etkilenmemesi mümkün değildir. İnancın da hayattan kopuk biçimde yaşaması düşünülemez.
Ş
imdi de biz burada Kur’ân-ı Kerim'in hayret verici ifade inceliklerini dile getiren bir örnek üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Burada çocukların rızkı babalarının rızkından önce gelmektedir. "Onların da sizin de rızkını veren Biziz." En'am suresinde ise babaların rızkı çocukların rızkından önce gelmekteydi. "Sizinde onların da rızkını veren Biziz.” (6/En'âm, 151). Bu surede çocuklar fakirliğe sebep oldukları için öldürülmüşlerdir. Bu nedenle onların rızkı âyette öne alınmıştır. En'am suresinde ise, onların öldürülüşü babalarının bilfiil fakir olmaları nedeniyle olduğundan, babalarının rızkı öne alınmıştır. Dolayısıyla rızıkların ileriye-geriye alınışı her iki yerde de ifadelerin anlamlarına göre uygun yere yerleştirilmiştir.
Mevdûdi diyor ki: “…Asmalı ve asmasız bahçeleri…” Arapça 'Cennat (ün) ma'şurat' kelimeleri kemerli, yerden yükselip sırt yaparak yeniden yere dökülen bitki bahçeleri olup, bağlar olarak çevrilebilir; ve ğayru ma'şurat ise yerde yatmayan bitki bahçeleri anlamına gelip yüksek ağaçlardan oluşan bahçeler şeklinde çevrilebilir.
“…Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden yiyin ve şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır…” (6/Enâm, 142). Bu âyetin bulunduğu bölümden Allah'ın üç şeyi vurguladığı ortaya çıkmaktadır:
1) "Bahçeler, tarlalar ve sahip olduğumuz hayvanların hepsi Allah vergisidir ve kimsenin bu nimetlerde payı yoktur, dolayısıyle, Allah'tan başka kimseye bunlar için şükredilmez."
2) "Bu nimetlerde kimsenin payı olmadığından, bunlar Allah'ın Kanunu doğrultusunda kullanılmalı ve kimseye bu kullanıma sınır koyma hakkı tanınmamalıdır. Bu nedenle, Allah'tan başkasının koyduğu tapınma biçimlerine uyan herhangi bir kişi Allah'ın çizdiği sınırları aşmış ve Şeytan'ın yollarına girmiş olur."
3) "Bütün bu şeyler insanlığın yiyeceği ve daha başka kullanım yerleri için Allah tarafından yaratılmış olup kimsenin bunları 'ilimsiz haram kılma hakkı yoktur. Bu yüzden, bâtıl inançlar ve zanlar sonucu bunlara getirilen sınırlamaları Allah kesinlikle onaylamaz." (Tefhîmu’l-Kur’an, 6/En’âm, 141. âyetin tefsir)
Yine Mevdûdi diyor ki: “Ey Ademoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez. De ki: ‘Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?’ De ki: ‘Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca onlarındır.’ Bilen bir topluluk için âyetleri böyle birer birer açıklarız.” (7/A’râf, 30-32)
“Ey Ademoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının.” (7/A’râf, 30). Burada "ziynet" kelimesi, bütün ve uygun bir elbiseyi ifade eder. Âyet, ibadete başlayacakları zaman insanları, tam olarak örtülü olmaya teşvik ediyor. Bu maksat için, sadece İslam'ın mahrem yerler ve bunlara ilaveten toplumdan gizlenmesini istediği kısımların kapanması yeterli değildir. Bundan dolayı kişi imkânları nisbetinde, her iki gayeye de uyacak şekilde münasip ve temizce giyinmelidir. Bu emir, o devirde cahil kimselerin benimsedikleri ve o zamandan beri uygulayageldikleri yanlış tutumu çürütme anlamınadır. Bu kimseler, insanın Allah'a tam veya yarıçıplak halde ibadet etmesi ve O'nun huzurunda saçı-başı dağınık, perişan bir görünümde bulunması gerekmektedir diye düşündüler. Tam aksine Allah, sadece çıplaklığı yasaklamakla kalmaz, aynı zamanda insanın ibadet sırasında tam, düzgün ve temiz bir elbise giyinmiş olmasını emreder.
“Çünkü O, israf edenleri sevmez.” Yani, "Helâlı haram, haramı helâl kılmak yoluyla, tayin edilen sınırları aşan kimseleri Allah sevmez. Bundan dolayı O, umursamaz bir tavır takınan, kendilerini açlık rejimine tabi tutan veya Allah'ı memnun edeceği zannıyla, temiz ve helâl olanları kendilerine haram kılmak gibi ahmakça inanç sahiplerinden hiç hoşlanmaz. O, kendisine ibadet etmenin icaplarından olarak böyle bir şey istememektedir, hayır, aksine kişinin güzel-temiz bir elbise giymesinden ve lütfettiği temiz şeyleri kullanmasından memnun olur. Onun şeriatına göre asıl günah olan şey, helâlı haram veya haramı helâl kılmakla O'nun koyduğu sınırları aşmaktır.
“De ki: ‘Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?” Bu soru şeklinin, Kur’ân-ı Kerim'in bâtıl yol ve dinleri çürütmek için kullandığı tipik bir usul olduğuna dikkat edilmelidir. Soruda ima edilen tema şudur: Allah tüm temiz, iyi ve güzel olan şeyleri kulları için yarattığından, bunların kullarına haram kılınması Allah'ın iradesi ile olamaz. Binaenaleyh, eğer dinî, ahlâkî toplumsal bir sistem, bunları haram veya mekruh kılar veya bunları ruhî yücelme ve ilerlemeye engel olarak düşünürse, işte bu özelliği, o sistemin Allah'tan gelmediğini daha başında gösteren açık bir delildir.
De ki: ‘Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca onlarındır.” Yani, "aslına bakılırsa, hayatın iyi ve hoş olan bütün yönlerinin müminler için olması istenir. Çünkü hakiki mülk sahibine tam olarak inanan ve inanç sahibi olmanın mükâfatına layık olan kullar da onlardır. Fakat bu dünyada, hayatın nimetleri kâfirlere de verilir, çünkü burası insanoğlunun imtihan yeridir. Bundan dolayıdır ki kâfir, müminden daha büyük bir pay alabilir. Fakat, iyi ve güzel şeylerin iman temeline göre dağıtılacağı ahirette ise, bütün bu güzel ve temiz şeyler sadece müminlerin istifadesine sunulacaktır. Diğer tarafta, Allah'a karşı isyan tavrını benimsemiş olan inançsız kimseler, bu dünyada O'nun nimetleriyle yaşamalarına rağmen, âhirette bu ikramlardan hiçbir şey alamayacaklardır." (Tefhim, 7/A’râf, 30-32. âyetin tefsiri)
Mevdûdi, yine şöyle der: “Eğer Rabbinden ummakta olduğun bir rahmeti beklerken (darlıkta olduğundan) onlara sırt çevirecek olursan, bu durumda onlara yumuşak söz söyle…” Bu üç madde (17/İsrâ, 28-30. âyetlerde ifâde edilen), üç-beş kişinin kazanç ve servetini sadece kendisine harcaması için ayırmaması gerektiğini vurgulamaktadır. Kendi ihtiyaçlarını normal bir şekilde karşılamak ve akrabalarının, komşularının ve diğer muhtaç insanların haklarını vermek için elinden geleni yapmalıdır. Bu tür davranışlar, İslâm'ın toplumsal hayatında birlik, sevgi, ve adalet ruhunun doğmasına yardımcı olacaktır. Böylece her akraba diğeriyle birlik olacak, her zengin yakınındaki fakirlere yardım edecek ve her yolcu kendisini cömert ev sahipleri arasında şerefli bir misafir olarak bulabilecektir. Hak kavramı o denli geniş kapsamlıdır ki, her birey tüm diğer insanların kendisi ve serveti üzerinde hakları olduğunu kabul etmeli ve onlara iyilik yapmadığı, bilakis haklarını verdiği gibi bir duygu içinde yardım etmelidir. Bu durumda eğer bir kimse yardım edebilecek durumda değilse karşısındakinden özür dileyecek ve Allah'a, O'nun kullarına yardım edebilmesini sağlayacak, servet vermesi için duâ edecektir.
“Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın.” (17/İsrâ, 29) "Elini boynuna bağlı olarak asma" diye kelimesi kelimesine tercüme edilen cümle "cimri olma" anlamına gelir. "Onu büsbütün de açıp saçma" ise, "Savurgan ve müsrif olma" anlamına gelir. Eğer 27 ve 29. âyetler birlikte okunursa Kur'an'ın insanlardan orta yolu takip etmelerini, yani ne servetin dönüşümünü ve dağılımını engelleyecek denli cimri, ne de kendi ekonomik durumlarını çökertecek denli savurgan olmamalarını istediği anlışılır. Bunun aksine onlar dengeli bir biçimde davranmayı öğrenmeli; parayı harcaması gereken yere harcamalı ve kendilerini felakete sürükleyecek savurganlıktan sakınmalıdırlar. Gerçekte parayı insanın gerçek ihtiyaçlarından olmayan, faydasız yerlere, yani gösteriş, lüks, günah fiiller ve buna benzer yerlere harcamak, Allah'ın verdiği nimete karşı nankörlük etmektir. Bu nedenle bu tür yerlere para harcayanlar şeytanın kardeşleridir.
Bu iki cümle de sadece bireye yapılan ahlâkî tavsiye ve emirden ibaret değildir. Bu emirler, İslâm toplumunu ahlâkî eğitim, sosyal baskı ve hukukî sınırlamalarla savurganlıktan korumaya yöneliktir. Buna uygun bir şekilde Medine İslâm Devleti'nde toplumu savurganlıktan korumak için bazı önlemler alınmıştı. Birincisi, savurganlık ve lüksün bir çok çeşidi kanunen yasaktır; yani haramdı. İkincisi bunlara karşı hukukî önlemler alınmıştı. Üçüncüsü, israfı içeren gelenekleri ortadan kaldırıcı sosyal düzenlemeler yapılmıştı. Devletin, bireylerin açıktan yaptıkları israfı engelleme hakkı vardır. Her şeyin ötesinde zekat ve sadaka, pintiliği ve para biriktirme arzusunu ortadan kaldırmaya yardımcı oluyordu. Bu önlemlerin yanı sıra insanların savurganlıkla cimriliği, cömertlikle hasisliği birbirinden ayırmasını sağlayan genel bir toplumsal sağduyu yaratılmıştı. Öyle ki cimri insanlar aşağı görülüyor, cömert insanlar şerefli kabul ediliyordu. Bu zihni ve ahlâkî tavır İslâm toplumunun bir parçası olmuştu. Bugün de İslâm toplumunda cimri ve savurgan insanlar aşağı görülmekte, cömert insanlara ise her yerde saygı gösterilmektedir.
“Şüphesiz senin Rabbin, rızkı dilediğine -genişletir- yarar ve daraltır. Gerçekten O, kullarından haberi olandır, görendir.” (17/İsrâ, 30). Yani, "İnsan, insanlar arasında servet bakımından var olan eşitsizliğin hikmetini anlayamaz." Bu nedenle suni araçlarla doğal servet dağılımını değiştirmeye çalışmamalıdır. Doğal eşitsizliği ortadan kaldırmak veya onu adaletsiz bir hale sokmak için suni araçlar kullanmak doğru değildir. Her iki aşırı uç da yanlıştır. En iyi ekonomik sistem, servetin ilâhî kanuna uygun bir şekilde dağıtılmasına dayanan sistemdir.
Ekonomik eşitsizliğin hikmetini anladıktan sonra, bu farklılığı kendiliğinden kötü saymak ve sınıfsız bir toplum yaratmaya çalışmak gibi problemler söz konusu olmaz. Böyle bir problemin doğmamasının yanı sıra, insan doğasına daha yakın olan ve bu ilâhî kurallar üzerine kurulan Medine toplumunda ekonomik farklılıklara suni araçlarla müdahale edilmiyordu. Fakat ahlâkî ve hukuki düzenlemelerle bunlar, adaletsizlik yerine bir çok ahlâkî, ruhi ve kültürel fayda ve güzelliğin doğmasında rol oynamışlardır. Böylece evrenin yaratıcısı tarafından yaratılan ekonomik farklılıkların hikmeti Medine'de gözler önüne serilmiştir.
“Yoksulluk endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin; onlara da, size de biz rızık veririz. Şüphe yok, onları öldürmek büyük bir hata (suç ve günah)dır.” (17/İsrâ, 31). Bu âyet, eski çağlardan günümüze dek süregelen doğum kontrolü hareketini kökten yasaklamaktadır. İnsanları, çocuklarını öldürmeye veya düşük yaparak yok etmeye yönelten dürtü açlık korkusuydu. Çağımızda buna yeni bir metot daha eklenmiştir: Kürtaj, İslâmî tebliğin bu maddesi insanların suni metotlarla çoğalmayı engellemesini yasaklamakta ve Allah tarafından emredilen doğal metotlarla üremeyi, çoğaltmaya teşvik etmektedir.
Bu maddeye göre, açlık ve kaynakların azlığına doğum oranını kontrol etmek gibi bir çözümü öne sürmeleri, insanların en büyük hatasıdır. Bu nedenle bu âyette insana şöyle bir uyarı yapılmaktadır: "Ey insan, yiyeceklerle ilgili düzenlemeleri yapan sen değilsin, fakat seni yeryüzüne yerleştiren, sana nimetler veren ve senden sonra geleceklere de nimetler verecek olan Allah'tır." Tarih bize, bir bölgenin nüfusu ile beslenme kaynaklarının aynı oranda arttığını hatta besin kaynaklarının daha da hızla arttığını söylemektedir. Bu nedenle insanın Allah'ın işine ve düzenlemesine karışması aptallıktır.
Bu öğretinin bir sonucu olarak Kur'an'ın indirilişinden bu yana müslümanlar arasında ne bir doğum kontrol hareketi başlamış, ne de çocuk öldürmeye doğru bir eğilim ortaya çıkmıştır. (Tefhîmu’l-Kur’an, 17/İsrâ, 26-31. âyetlerin tefsiri)
Tüketim Ç
ılgınlığı ve İnsanımızDünya nüfusuyla birlikte beklentiler de artıyor. Otomobiller, cep telefonları, televizyonlar, gazeteler, ev eşyaları, seyahat acentaları, tatil köyleri, lokantalar artıyor. Trafik kazaları, sosyal patlamalar, kuşak kopuklukları, uyuşturucu kullanımı ve boşanmalar da artıyor. Cinâyetler, intiharlar, depresyon, yolsuzluklar da katlanarak çoğalıyor.
Böyle yoğun tempolu bir üretim-tüketim-harcama-harcanma ortamında, kendimiz ve çevremizin bir taşıma kapasitesi olduğunu anlamak zorundayız. Sürekli harcamaya programlanan toplumun mânevî termostatlarının nereye kadar dayanacağını tahmin edebilir miyiz?
Tüketim çılgınlığındaki ısrarımız pek çoğumuzu yorucu, sıkıcı ve ahlâkî yönden şüpheli işlerde çalışmaya mecbur bıraktı. İnsanlar, kendilerini sürekli para harcamaya şartlandırınca, geçmişte asla vazgeçemedikleri bazı inanç ve duygularından fedâkârlıklar yapmaya başladı. Sabır, kanaat, şükür ve cömertlikte gereken performansa ulaşamadı. Yardımlaşma refleksleri yavaşlarken, çıkarcılık ve hırslar arttı.
Dünyadaki bütün kurum ve kuruluşlar ister istemez, üretim-tüketim-pazarlama zincirinin herhangi bir yerinde bulunuyor. Televizyon yayınları, uydu bağlantıları, internet ağları ve telefon operatörleri yalnızca bir şeye odaklanmış: Tüketim. Trafik felâketinin, sağlık problemlerinin, globalleşen açlık felâketinin, sosyal patlamaların tetikleyicisi olan tüketim çılgınlığı, durdurulması gereken en önemli felâketlerden biri olsa gerek. İlk bakışta fark edilmese bile, yapılan araştırmalar, dünyada çözüm bekleyen dev problemlerin kaynağında tüketim çılgınlığı olduğunu gösteriyor.
Etrafımızı kuşatan tüketim girdabından kurtulmak, sanıldığı kadar zor değil aslında. İlk olarak kendi tüketim anlayışımızı sorgulamak ve bu konudaki sessizliğimize meydan okumak, yanlışlarımızı itiraf etmek gerekiyor. Tüketim çılgınlığında kendimize de meydan okuyalım, çevreye de. Ve hemen şunları soralım: “Her an para harcamak zorunda mıyım? Almak istediğim şeyler, gerçek bir ihtiyaç mı, geçici bir heves mi? Alışverişlerime belli bir gün, belli bir saat aralığı tâyin edebilir miyim? Tüketim çılgınlığı beni mutlu ediyor mu?” Bu soruları sormak, çözümün en zor. Ama en önemli aşaması. Sorulardan sonrası daha kolay. Sonraları aşamalarda daha sâkin ve ve sâde bir yaşam modeli geliştirip bizimle aynı düşünceleri paylaşan kişilerle görüş alışverişi yapabiliriz.
Çerçeveyi Belirlemek: Tüketim girdabından uzaklaşmak sanıldığı kadar zor değil. Bu konuda kararlıysanız, küçük gayretlerle büyük sonuçlar alınabileceğine inanıyorsanız, şu birkaç küçük öneri üzerinde düşünün:
Tasarruf edin, para biriktirin. Kendininize ait felâketli günler için, yardım etmekten hoşlanacağınız sevdikleriniz için, infak etmek, hayırlı bir işte kullanmak, yani Allah için para biriktirin. Daha az harcama yapın. Daha çok okuyun, daha az televizyon izleyin. Televizyon reklâmlarının bizi para harcamaya yönelten en büyük sebep olduğunu hatırlayın. Hayatınızı sadeleştirin. Yaşam tarzları sade olan dostlarla belirli günlerde bir araya gelip sohbet edin, cemaat çalışması yapın. Sahip olduklarınızdan fazlasını isteyince fakirliğe yaklaşacağınızı unutmayın.
Efsânelerin Yanlışlarını Ortaya Koymak: Bizi sade bir hayat yaşamaktan ve böylece mânen doyuma ulaşmaktan alıkoyan birtakım efsânelerle kuşatılmış durumdayız. Bunları objektif bir şekilde tahlil ettiğimiz zaman, ciddî bir geçerliliklerinin bulunmadığını görür ve böylece sorunun çözümünde en önemli adımı atmış oluruz. İşte bunlardan birkaçı:
“Yaşam standardının yükselmesi, para harcamaktan ve konfordan geçer.” Hayır! Yaşam standardını yükseltmek, insanî ve ahlâkî değerleri canlandırmakla mümkündür. “Tüketim çılgınlığı normaldir.” Kesinlikle hayır! Tüketim çılgınlığı, geleceğimizi ipotek altına alan anormal bir şeydir. “Ekonominin işlemesi için, aşırı tüketim şarttır.” Asla! Sağlıklı bir ekonomi için tasarruflu harcama gerekir. “Hükümet programları, iş hayatının her şeyi kökten değiştiren prensipleri ve yeni teknolojiler aşırı tüketimle mümkündür.” Acaba? Bunların yanında sınırsız isteklerimizi frenlemek, hayat anlayışımızı değiştirmek ve ahlâkî değerler de gerekmez mi? “Bir kişinin değişmesiyle hiçbir şey düzelmez.” Bu anlayış geçmişte kaldı. Eğer para harcayan kişiler fikirlerini değiştirirse, dünya da değişir. Dünya değişmese bile kendi hayatımız değişir. O da bize yeter!
Tüketim Çılgınlığı Konusunda Birbirimizi Eğitmek: Her sohbet bir fırsat demektir. Ölçülü harcamayla ilgili fikir ve tecrübelerimizi arkadaş, komşu ve meslektaşlarınızla paylaşın. Onlarla tüketim çılgınlığıyla ilgili haberleşme, görüşme ve tartışmalar yapın. Birlikte bir çalışma grubu kurun. Basın ve yayın organlarından yararlanın. Bulduğnuz yöntemleri başkalarının da faydalanabilmesi için not edin.
Değişime Kendinizden Başlayın: Tüketim çılgınlığına karşı bütün dünyada yürütülen çalışmalar, “gönüllü Sadelik Hareketi” etrafında odaklanıyor. Bu hareketin gönüllüleri hemen her ülke, yaş ve meslekten kişiler. Hepsinin ortak özelliği hızlı ve karmaşık yaşam biçimine karşı alternatif tarzlar geliştirmek. Kredi kartlarından, televizyondan, eşya kalabalığından, aşırı yemekten, israftan kurtulmak.
Gönüllü sadelik hareketindekilerin, alış-veriş konusunda kendilerine hergün sordukları soru ise: “Bana ne kadarı yeterli?” (29)
İhtiyaçlar nerede bitiyor, aşı
rılık ve israf nerede başlıyor? Bunu belirlemek için “yeterlilik” denen olağanüstü güzel şeyi keşfetmiş olmak lâzım. Onu keşfetmiş insanların güzel özellikleri var. Peygamberimizin yaşadığı hayatı gözümüzün önüne getirelim: “Ben kim, dünya kim! Dünya (hayatı) ile benim ilgim, bir ağacın altında gölgelenip sonra da bırakıp giden yolcunun durumu gibidir.” (İbn Mâce, Zühd 3, hadis no: 4109, 2/1386; Tirmizî, Zühd 44, hadis no: 2377, 4/588) Rasûlullah’ın (s.a.s.) yeterlilik ölçüsü şöyledir: "Sizden kim nefsinden emin, bedeni sıhhatli ve günlük yiyeceği de mevcut ise sanki dünyalar onun olmuştur." (Tirmizî, Zühd 34, Hadis no: 2347; İbn Mâce, Zühd 9, Hadis no: 4141); "Ademoğlunun şu üç şey dışında (temel) hakkı yoktur. İkamet edeceği bir ev, avretini örteceği bir elbise, katıksız bir ekmek ve su." (Tirmizî, Zühd 30, Hadis no: 2342) Ve müjde: "İslâm hidâyeti nasip edilen ve yeterli miktarda maişeti olup, buna kanaat edene ne mutlu!" (Tirmizî, Zühd 35, Hadis no: 2350)Tavsiyesi de o istikamettedir: “Dünyada bir garib veya bir yolcu gibi ol!” (Buhârî, Rikak 2; Tirmizî, Zühd 25, hadis no: 2334); “Birinize dünyalık olarak bir yolcunun azığı kadar yeterlidir.” (Kütüb-i Sitte, 17/564); “Müslüman olup da kendisine ancak yetecek kadar rızık verilen ve Allah’ın kendisine verdiği ile kanaat getirdiği kimse muhakkak felâh bulmuştur.” (Müslim, hadis no: 1054; S. Müslim Terc. ve şerhi, c. 5, s. 478); “Allah bir kulu sevdimi, onu dünyadan korur. Tıpkı sizden birinin (perhiz gerektiren hastalığa uğramış) hastasına suyu yasaklaması gibi.” (Tirmizî, Tıbb 1); “Sizin için korktuğum şeylerden biri, dünyanın süs ve güzelliklerinin size açılmasıdır...” (Buhârî, Zekât 47, Cum’a 28; Cihad 37, Rikak 7; Müslim, Zekât 123; Nesâî, Zekât 81)
Sahip olduğu şeylerin az gibi görünmesi, çoğunlukla daha zengin insanlarla karşılaştırma yapma hatasından kaynaklanır. Bu konuda Peygamberî tavsiye şöyledir: “Sizden biri, mal ve yaratılış itibariyle kendinden üstün bir kimseyi gördüğünde, kendinden daha aşağı olanına baksın (Kendisini onunla mukayese etsin). (S. Buhârî, Askalâni Şerhi, 11, s. 322) Sahih-i Müslim’de şu ilave rivâyet edilmiştir: “...İşte bu, Allah’ın size olan nimetlerini hakir görmemek için uygun olan bir davranıştır.”
İnsan, sadece rûhunun ve maddî bedeninin zarûri ihtiyaçlarını düşünmek ve bunları helâl yolla temin etmekle yetinmiyor. Hırs, tamah ve dünyevî yarış kendini çekiyor; sonu gelmeyen psikolojik arzular ihtiyaçmış gibi gözüküyor, bu da sonu gelmeyecek kısır döngüyü oluşturuyor. İlâveler arttıkça, güçlükler de artıyor. İnsanlardan çoğu, içinde yaşadığımız tüketim kültürünün çılgınlığından ve adâletsizliğinden şikâyet etseler de, kendi uygulamalarının, söylediklerinden çok uzak düştüğünü hissediyor. Kimi utanarak, kimi suçluluğun acısı içinde, lüks tüketim konusundaki suçlarını itiraf ediyor.
“Sende var iken bunca varlık, bitmez gönlündeki darlık” diyen ve “yeterlilik”, “kanaat” denen olağanüstü güzel şeyi keşfetmiş olanların dünyası da bambaşka sâdelik ve güzellikte. Onlar, bir dâvâ adamı, arzuların sonsuz olduğunu, tümünün tatmin edilmesinin imkânsız ve bu gayretin dünyada huzursuzluğa, âhirette azâba sebep olacağının bilinci içinde. Gerçek ihtiyaçlarıyla geçici heveslerini birbirinden ayırabiliyor. Böylelikle tercihlerinin ve meşguliyetlerinin doğrultusu, yalnızca dâvâsına ve yaratılış amacına hizmet eden işlere yöneliyor.
İnsan, parasının hesabını yapabilmeli; parasının nereden geldiğini ve nereye gittiğini iyi bilip hesap edebilmeli. Ancak helâl yoldan ve kendini tüketmeden kazanacağı parayı, helâl yollara ve israfa kaçmadan zarûri ihtiyaçlarına yöneltip kalanı âhirette büyük yatırımlara dönüşecek şekilde infak edebilmeli. İnsan, sahip olduğu nimetleri takdir edemez ve kimden geldiğini düşünemezse, asla yeteri kadarına sahip olamaz, gerekli yerlere gerektiği gibi sarfedemez.
Yeterlilik bilincine sahip olan israftan kaçan insan, huzurludur, içsel bir tatmine sahiptir . Onlar vermenin zevkine varmış insanlardır. İmtihanı kazanmanın, nimetlere şükretmenin kazancını daha dünyadayken avans olarak tatmış insanlardır. Bu huzur, kesinlikle israf ile para harcanarak elde edilemez. İsraftan kaçıp aza kanaat eden yeterlilik bilincine sahip olanların kanaat duygusu, başkalarının neye sahip olduklarına bağlı değildir. Kendinden zengin olanlara bakma yerine kendi içlerine dönüp bakmayı tercih ederler. Sahip olacakları şeyler, onlara ölümle bitmeyen bir mutluluğu sağlayacak mı, yoksa sadece depolanacak eşyalar arasına girmeye mahkûm mu olacak? Yatırımlarını âhirete mi, tuvalete mi yapmış olacaklar, bunları düşünürler. Olgun insan, kendini gerçekten huzura kavuşturup tatmin etmek için yeterli olacak ihtiyaçlarını belirler ve sadece o kadarını helâl olarak tüketmeyi hedefler. Yeterlilik ve kanaat, uyulacak bir prensip değil, bir keşiftir, doğru ve şefkatli bir İslâmî hayat aracılığı ile ulaşılacak bir keşif. Kapitalizmin yolları çıkmaz sokağa döndürdüğü ortamda bu keşif, insana kendini ve Rabbini kazandıracaktır.
Dünyaya,
İsrafla Harcamak İçin Değil; Âhirete Azık Postalamaya Geldik!Allah, merhametini göstererek ikaz etmekte, dünyanın aldatıcılığını hatırlatmaktadır: “Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın evlâdı, evlâdın da babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (31/Lokman, 33)
“Dünya”ya, ister ‘yakın hayat’, ‘âhiretin önündeki hayat’ diyelim; isterse ‘ednâ’ kökünden alarak ‘en âdi, en değersiz, en iğreti en basit hayat’ diyelim; o insana ait istekler, arzular, şehvetler, uzun emeller ve bitip tükenmek bilmeyen hayaller olduğuna göre, gönül ile Allah sevgisi ve O’na itaat arasına perde olan her şey “dünya” sayılabilir. Akıllı insan, Allah sevgisi ile gönlü arasına girerek perde ve engel olabilecek bu imtihan dünyasına dikkat etmeli, aldanmamalı; onu kulluk bilinciyle değerlendirmelidir. Esas hayat, sonsuz hayat, en hayırlı hayat; sonraki hayatımız, yani âhirettir. Dünyada ekilenin orada biçileceğine göre, bu dünya hayatını âhiret bilinciyle yaşamalı, dünyadaki görevlerimizi yaparak, orası için hazırlanmalıyız.
“Zaman sana uymazsa, sen zamana uy” sözü gibi, “...hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalış!” sözü de Kur’an ve sünnetin dünya konusundaki değerlendirme ve tavsiyelerine terstir; bunlar bazen hadis diye takdim edilmektedir, Kütüb-i Sitte’de böyle bir hadis rivâyeti yoktur. Bazı insanlar da “Allah, nimetlerini kulu üzerinde görmekten hoşlanır” şeklindeki hadis rivâyetini, kendilerini kibir ve gurura, lüks ve isrâfa yönelten haramları nimet diye takdim ederek, farkında olmadan da olsa, davranışlarıyla Allah’a ve Rasûlüne iftira atma gibi büyük bir yanlışa düşebilmektedir. Bu hadisle cimrilik, malı gerektiği şekilde kullanmama, sadece biriktirmekten hoşlanma kınanmış olmakla birlikte; nimeti Allah yolunda ve meşrû bir şekilde kullanmak tavsiye edilmiştir. Ama unutulmak istenen “nimet” tanımıdır. Esas nimet; İslâm’dır, takvâdır, yardımlaşmadır, kötü değil; iyi örnek olmadır. Allah, her şeyden önce bu nimetleri kulu üzerinde görmek ister.
Dünya bir aynadır. Aynanın rengi, büyüklüğü, çukur ve tümsekliğine, arkasındaki sırların dökülüp dökülmediğine göre şekil aldığı/yansıdığı, görüntüleri farklılaştırdığı görülür. Bir şeyin önemi, fazileti veya fenalığı, başka bir şeyle mukayese yapılarak anlaşılır. Dünya konusundaki değersizlik, kendi başına ifade edilirse yanlış olur. Dünya, Allah’ın imtihan alanı olarak yarattığı ve nice muhteşem sanatlarını sergilediği bir alan olduğu gibi; insanın da halifesi olduğu, sınav yeri olan, helâl nimetlerinden istifade edileceği, imar ederek gelişme ve kalkınmalarda bulunulacağı bir yerdir. Dolayısıyla kötü ve değersiz değildir. Ama âhiretle karşılaştırıldığında durum değişir. Âhiret devamlı ve dünyadaki eksik ve olumsuzlukların olmayacağı sonsuz bir mutluluk yeri olduğundan, âhirete göre dünya önemsizdir. Dünyayı değerlendirmede âhiret inancı temel ölçüdür. O yüzden âhirete inanmayanlar, onu başka bir şeyle karşılaştırma imkânından mahrum oldukları için veya yoklukla (ölüm, onlar için yok olmaktır) karşılaştırdıklarında câzip gelmekte ve dünyayı yalancı cennet gibi kabul etmektedirler.
Dünyanın zemmi, başlı başına bir hayır değildir. Her konuda olduğu gibi dünya konusunda da ölçü: “Allah için sevmek, Allah için buğzetmek”tir. Eline geçmediği, sahip olamadığı için dünyayı kötüleyip tahkir eden kişi, erişemediği ciğere “pis” diyen kedi gibidir. Aslında eleştirisi, sevgisinden ileri gelmektedir. Yine, dünya, eline geçtiği halde, zaman akıp gidiyor, zamanla birlikte sahip olduğu dünyalıklar da azalıyor, eriyor diye teselli bulmak için kızdığından dünyayı kötülemek, dünyaya bağlılıktan kaynaklanmaktadır. Makbul olan tahkir, Allah için, Allah sevgisinden, âhiret sevgisinden ileri gelendir. İnsanın, Allah’ın mağfiretine, muhabbet ve ibâdetine engel olduğu için, dünyanın zarûrî işlerinin, kendisini uhrevî güzelliklerden alıkoyduğu için veya cennetin güzelliklerine nisbetle dünyayı basit görmek, makbul olan bakıştır. Nasıl ki, Hz. Yusuf’la güzel/yakışıklı bir adam karşılaştırılsa, mukayese edilen yakışıklının çirkin göründüğü gibi, dünyanın kıymet verilen güzellikleri de cennetin güzellikleriyle mukayese edildiğinde “hiç” hükmündedir.
Dün, en sevdiğimiz gıdaları yemiş, eğlenmiş, günümüzü zevkle geçirmiş olsaydık, bugüne kalan hiçbir şey olmayacaktı, gafletle geçirilen, dolayısıyla kaybedilen zamandan başka. Hele o zevk ve eğlenmelerde ölçüye dikkat etmediysek, bugüne ve yarına kalacak olan sadece günah yükü olacaktı. Yok, dünü zorluk ve sıkıntılarla geçirmiş isek de bugün için pek bir şey değişmeyecek, hatta bu gün daha az sıkıntı içinde isek, dünle karşılaştırdığımızda bu, mutluluk sebebi olacaktı. Ve eğer o sıkıntılar Allah için idiyse ve sabrettiysek, bugüne ve yarınlara taşınacak kalan şey, sevaplar olacaktı. Hayat, dünler, bugünler ve yarınlardan ibaret olduğuna göre; dün geçmiştir, yok hükmündedir. Yarın yaşayacağımız meçhuldür, bugünü değerlendirmek ve âhirete azık hazırlamak en akıllı yol olsa gerek. Hayat oyun ve eğelenceden ibaret. Hayat oyunu bitmek üzere, göz perdelerimizin kapanmasına kim bilir, belki fazla bir vakit kalmadı. Zevkler, sanal; hayat ise bir oyun, masal, rüya. Bir varmış bir yokmuş.
İnsanın dünyevî olarak zarûrî ihtiyacı, beslenme/gıda, giyinme/tesettür ve ev/barınmadan ibâret olduğu ve bu gereksinmelerini israfa ve lükse kaçmadan helâl yoldan temin etmesi, kalan birikimlerini infak etmesi gerektiği halde, tüketim toplumunun bir ferdi olarak insan, günümüzde ihtiyaç labirentinde yolunu şaşırmaktadır. Alınır, tüketilir, tekrar alınır, alınır... Ömür biter, alınacaklar ve ihtiyaçlar(!) bitmez. Kimi savunmacı ve uzlaşmacı insanlar öyle derler: “Batılıların sadece tekniği alınmalı, ahlâk ve kültürü alınmamalıdır.” Düşünülmez ki, teknik ve teknolojik aygıtlar, dünya görüşü ve yaşama biçimiyle birlikte gelir. Zaten bunlar, belirli bir kültürün ürünüdür ve o arkaplandan koparılamaz. Sözgelimi, “buzdolabı”, kültürüyle birlikte gelmiştir. Eskiden, artan yemekler, ertesi güne saklanamayacağından bir komşuya ve özellikle fakirlere verilirdi. İnsanlar, evlerine gıda depola(ya)mazlardı. Buzdolabı, “verme”yi unutturan “egoist” kültürüyle, kullananlara sadece kendini düşündüren yaşama biçimiyle geldi. Çamaşır makinesi alınca ister istemez deterjan, yumuşatıcı, kireç sökücü gibi yan ürünlere de abone olacaksınız. Çamaşır için fakir komşuyu yardıma çağırıp onun da bu bahaneyle geçimine katkıda bulunma gibi düşünceler, makine alır almaz, artık aklınızın ucundan bile geçmeyecek. Örnekleri çoğaltabiliriz. TV, radyo, kasetçalar, bilgisayar, kendileriyle birlikte hangi kültür, oyun, anlayış ve ahlâkı da kaçınılmaz olarak getiriyor, düşünmek yetecektir.
İnsanımız artık aklıyla değil; bin bir çeşit göz alıcı illüzyonlarla tahrik edilen “doymak bilmeyen gözleriyle” düşünüyor, daha doğrusu düşündüğünü zannediyor. Çarşılar, pazarlar, marketler, vitrinler de insanın bu midesi olmayan gözlerine nasıl hitap ediyor? Başkalarına (kendinden maddî yönden öndekilere) bakıyor bu gözüyle düşünen insan ve mukayese ediyor: “Onda var, bende niye yok?” ve daha çok harcamak için daha çok çalışması, çalışması, çalışması gerektiğini görüyor. Sonra bakıyor ki, çalışarak kazanılan para “ihtiyaç” maskesini takmış “gereksiz” veya “olmasa da olur”lara yetmiyor, çalışmadan para kazanmanın yollarını arıyor. Herkes bir başkasını kandıracak yollar aramaya başlıyor. Kumarın binbir çeşidi, sahtekârlığın hiç akla gelmeyecek şekli, insanları en yakınlarına bile itimat edemeyen, yardım edemeyen, borç veremeyen duruma getiriyor.
Tüketim hastalığının mikrobu, moda, âdet, “ele güne karşı”, “iyi ama, herkeste var” ambalajlarıyla öyle çabuk bulaşıyor ki, kimini cebinden, kimini yüreğinden yaralıyor, hatta öldürüyor. Kendi değerini, eşyasının ve elbisesinin değeriyle ölçen insanlar, eşyasını ve giysisini teşhir ediyor; sözgelimi oturma odalarına, en dikkat çeken karşı duvara konulan vitrin, belki hayat boyu hiç kullanılmayan ve sadece göze hitap eden mutfak eşyalarının fuarı rolünü üstleniyor. Arabada motor olmasa da önemli değil; kaporta fiyakalı olsun yeter; insan, dış görünüşe, vitrine, makyaja değer vermeden çağdaş olabilir mi, ne dersiniz? Anadolu evlerinin çoğunda yer sofrasında yemek yenildiği halde, odanın biri veya büyükse salonun yarısı, süs ve gösteriş olsun diye yemek odası olarak düzenlenmiştir. Koltuklar da, evdeki hayatı daha rahat kılmak için değil; zorlaştırmak içindir. O halılar ve koltuklara şu kadar para verilmiştir, çoluk çocuk rahatça oturup keyfini çıkaramaz; annenin gözü oradadır, ya kirletirlerse...
En fakirimizin evindeki eşyalara verilen parayla, sahâbe belki hayat boyu, hem de huzur ve şükür dolu şekilde yaşardı. Herkeste benzeri şeyler olduğundan, modanın temel felsefesi olan farklı ve özel görünme tutkusunun sanallığını, eşyaya daha çok sahip olmada başkalarına ulaşılmaz fark atma imkânsızlığının ıstırabını yaşıyor günümüz insanı. Kullan at; al, yine al; yarışın sonu gelmiyor, ihtiyaçlar(!) tükenmiyor; âhirete yatırım yapamadan insan ölüp gidiyor.
Sadece moda için dökülen parayla neler yapılmaz? Hangi müslüman hanımın evindeki gardrobda boş yer vardır, buna rağmen alma isteği azalıyor mu dersiniz? Çeyizler, düğün ve evlilik için gerekli gereksiz masraflar... Kimileri için olmazsa olmaz ihtiyaç olan sigaraya yatırılan para, meselâ kitaba yatırılsa, vücudu zehirlemektense kafayı ve gönlü güçlendirse bu para, neler olur dersiniz? Eşya, para kötü bir şeydir demiyoruz. Eşyanın, maddenin, paranın insanı yöneten efendi olmasına, bunların insan için değil; insanın bunlar için yaşıyor, bunlar için çalışıyor olmasına sözümüz. Onlar hâkim, insan mahkûm ve hizmetçi. Oyuncak, insanla oynuyor. Mal, insanı, insanî değerleri yutuyor. Dünyevîleşme çarkı, insanımızı değirmen gibi öğütüyor. Düşünmeyi, okumayı, ibadeti... engelleyen tv. başta olmak üzere medya ve reklâmlar... Taksitleri, ay sonunu düşünen insan, dünyada varoluş gayesini düşünemiyor.
Her konu paraya çıkıyor; söz, ufak bir tur attıktan sonra para durağında düğümleniyor; gönül plağı parada parazit yapıp takılı kalıyor. Lüks hayat, daha rahat yaşam, dipsiz bir kuyu, bir girdap, tatminsizlik cehennemi, bitmeyen, ama insanı bitiren sonsuz yarış. Yiyen ama doymayan insan, kendine/nefsine/hevâsına kul/köle. Para para diye paralanan insan, şükrü unutmuş, sabrı lugatından silmiş, şikâyetin ise binbir çeşidini tekrarlamakta. “Alma tutkusu”, “verme zevki”ni katletmiş. Hırs ve tamahın sonu yok. “İnsanoğlunun iki vâdi dolusu altını olsa, üçüncüsünü ister” kutlu sözü ibret levhası olmaktan çıkmış. Sahâbe birbirleriyle hayırda yarışıyordu; şimdiki insan ise fâni eşyada yarışıyor. Akıl, midelerin hizmetçisi; gönül, vicdan ve fıtratın sesi çıkmıyor; demek ki duyguların esiri olarak hapis hayatı yaşıyor bunlar.
Dünkü lezzet veya acı, bugün yok hükmünde. Akıllı, bazı istek ve zevklerini ertelemesini bilen, az önemli ile çok önemliyi ayırt edebilen insandır. İnsan, en çok 60-70 yaşında hükmü infaz edilecek müebbet hapisteki bir idam mahkûmu gibi gününü bekliyor. Ölüm olmasa, belki bazı zevklerin kıymeti olabilir; ama ölüm var, ruh ve ego ise sonsuzluk ve yarınlarda mutluluk istiyor. Bir çelişki doğuyor. Temel çatışma denilen bu durumdan kurtulmak için insan, sonunu, yani ölümü hatırlamak istemeyip unutmaya çalışmak için eğlenceye, içki ve uyuşturucuya, futbol-müzik-tv. seyretmek gibi avutucuya yöneliyor; bu temel çatışmadan ölümü yok sayarak kurtulmaya çalışıyor. İslâm insanı ise, bilir ki, ölüm yokluk değil; daha güzel, daha hayırlı ve ebedî bir âleme açılan kapıdır. Dolayısıyla böyle bir çatışma, gerçek müslüman için sözkonusu değildir.
Allah'ın bizim için seçtiği İslâm'ın yaşanmadığı, onun yerine çıkarcı insanların düzeni olan acımasız sömürücü kapitalizmin yaşandığı tüm ülkelerde olduğu gibi, Türkiye'de de servetin % 80'ine % 20'lik nüfus sahip olurken ve istedikleri gibi harcarken, % 80'lik insan nüfusu da % 20 ile yetinmeye çalışıyor. Bu fakirler aleyhine her gün biraz daha açılan makas, israf ekseninde bu açılışını sürdürüyor.
Kapitalistleşen modern insan, tüketim ve israf adlı şeytanları doyurup tatmin etmek ve azdırmak için için dipsiz bir kuyuya dalıyor. Daha çok harcamak için sağlığından, onurundan, evinden, aile hayatının güzelliklerinden, cemaat çalışmalarından, ilimden, evlât ve âilesine faydalı olup onlara karşı görevlerini yerine getirmekten, insanlığından ve müslümanlığından, âhiretinden tâvizler veriyor.
Kredi kartlarıyla alışverişin nasıl bir israfa yol açtığını 2004 yılı ilk ayları itibarıyla 21.000'i geçen kredi kartı kullananların iyi bildiğini zannediyorum. Cebinde kredi kartı denilen tüketim canavarı olanlar, ayağını yorganına göre uzatma ihtiyacı hissetmiyor, yorganları kısacık da olsa, ayağını alabildiğine uzatıyor, sarkıtıyor. Sonradan ayağının niye üşüdüğünü, bütün vücudunun niye hastalandığını merak edip kendisinden başka suçlu aramaya kalkıyor.
Kapitalizmin, holdinglerin, hiper ve süper marketlerin, reklâmların, modanın... israfı teşvik etmek için uyguladıkları bin bir çeşit göz boyayıcı illüzyonuna kapılıyor günümüz insanı. Bir-iki kalem mal almak için girdiği süpermarketten arabayı doldurmadan çıkamıyor. Cebinin boşaldığını da fark etmiyor, nasıl olsa kredi kartı var, parası yoksa da taksit imkânı var… Düşünmüyor ki, kendisine bu imkânları sağlayanlar bunları hayır olsun, sevap olsun diye yapıyor değiller ve bu yapılanlar da aslında âdî hırsızlıktan daha çirkin bir dolandırıcılık… Akılla düşününce bunca israfa, gereksiz harcamalara yönelmeyecek insanı, değişik uyutucu ve uyuşturucularla düşünemez hale getiriyorlar; zaten pek çalışmaz hale getirdikleri beyinleriyle değil, gözleriyle düşündürüp aldatıyorlar. İsraf, çoğunlukla psikolojik tatmin için göz aynası aracılığıyla insana câzip getiriliyor; şeytan kötü amelleri, israf ve savurganlığı güzel gösteriyor. Reklâm, pazarlama hileleri, albenili ambalajlar, şuuraltına hitap eden kapitalist cambazlıklar şeytanın illüzyon küresi, sirk aynası oluyor.
Öyle bir sömürü düzeni içinde, öyle bir karanlık ve fırtınalı câhiliyye döneminde yaşıyoruz ki, kapitalizm din olmuş, para da kapitalistleşen halk için tanrı, banka tapınak, çek ve hisse senedi kutsal kitaptır artık. İslâm’dan başka dine teslim olmaması gereken muvahhid Müslümanlar, tevhidi kendi içlerinde, âilelerinde ve toplumlarında ikame etmek için öncelikle kapitalizm dinine savaş açmak zorundadırlar. Bu savaş da, onların safından çıkmakla, tuzağından kurtulmakla, onları beslemekten vazgeçmekle başlamalıdır.
Garibanların alınterini vampir dişleriyle sömürüp hortumlayan sömürü odakları, müslümanların ve müslüman geçinenlerin gereksiz tüketim hastalığı sebebiyle bu zülmü sürdürüyorlar. Namaz kılan müslümanlar bankalardan paralarını çekse, kredi kartı kullanmasa, taksitle alış-verişten kaçınsa, zarûrî ihtiyaç kategorisine girmeyen malları satın almasa, bankacı kapitalist sömürü düzeni kendiliğinden yıkılacaktır. Müslümanlar Amerikan dolarını boykot etseler dolar tepetaklak düşecek, ABD çok kolay tarihin çöplüğünde yerini almanın eşiğine gelecektir. Sömürü düzenleri paranın sırtında egemenliklerini sürdürüyorlar. Halkın israflarıyla beslenen hortumları kesilmiş olsa, zâlim israfçı düzenler de “Hak geldi, bâtıl zâil oldu” hükmü gereği, üflemekle yıkılıverecektir. Siyonizm, ABD ve onların işbirlikçisi düzen ve etkili çevrelerle mücâdele etmede güçleri yetmediğini düşünen samimi müslümanlar, aslında hiç de güçsüz değiller. Günümüzde zâlim ve emperyalistlere karşı en etkili silâh paradır. Kapitalizm ve kapitalistler için para her şeydir. Gariban halk, kendi cebinden onların midelerine giden hortumları kesse, kendisi bu parazitten kurtulup canlanacak, kendi kanıyla beslenen can düşmanı asalak da zâil olacaktır. Bu azgın canavarlar da ancak gereksiz tüm harcamalar kısılarak aç bırakılıp ölüme mahkûm edilebilir.
Kapitalist düzen, israfçıdır, savurgandır. Halktan aldığı ağır ve haksız vergi parasıyla fabrika yerine heykeller yapan, bazı semtlerde yılda birkaç kez kaldırım taşı değiştiren israfçı zihniyet, Meclis’i, askeriyeyi, devlet dairelerini israfhânelere çevirmiştir. Halktan alıp hak etmeyenlere dağıtan, dağıtırken de bal tutan parmağını yalayan yapıdadır yöneticilerin hemen tamamı; çünkü düzen öyle kurulmuştur. Adı üstünde kapitalizm, kapitalin/paranın, yani israfın egemenliği demektir. Holding, kartel, banka ve hortumcularla yardımlaşıp işbirliği yapan ve daha çok onların düzeni olduğunu ispatlayan kurulu düzen, haksız vergilerle, harçlarla, enflasyonla… fakirin cebindeki parayı devlete aktarmakla yetinmez, hırsız sömürücülerin bin bir hile ile halkı dolandırıp kazıklamasına yasal çanaklar tutar. Daha çok ihtiyaç adlı tuzağa konulan israf yemiyle fakir halk gâfil avlanır. Ne zorluklarla biriktirdiği para, devletin ve egemen güçlerin büyük israflarına ayrılır. Tüyü bitmemiş yetimin hakkını zenginlere peşkeş çekmek, banka boşaltanlara ve diğer hortumculara ceza vermek yerine, onların boşalttığı bankaları fakir halka vergiler bindirerek ödetmek devletin temel görevlerinden sayılır bu ülkede. Bütün bu zulümlerin arkasında yatan temel faktörü “israf” olarak değerlendirebiliriz. Faizin, sigortanın tüm toplumu saran anaç israf açısından tahribatı hesap edilemeyecek boyuttadır ve bunun izâlesi, düzen bataklığının kurutulmasından başka şekilde mümkün değildir. Devlet dairelerinde müthiş insan israfı vardır. Devlet dairelerinde vakit israfı da çok ciddi boyuttadır. Hastahaneye işi düşenlerin saatleri kuyrukta geçer. Emekli maaşı kuyruğu gibi, hemen her devlet kurumuna işi düşen tüm kişilerin vakitlerinin israfı, günlük toplam kim bilir kaç milyar saattir?
Vakit israfı, nakit/para israfından çok daha vahim sonuçlar doğurur. Vakit, nakitten kıymetlidir çünkü. Trafikte, kahvede, maçta, televizyon karşısında... insanların zamanları israf edilir. Belediye otobüsü saatinde gelmediği, bilmem kaç dakika geciktiği için duraklardaki o kadar insanın vakitleri israf olur. Toplantılar, dersler, düğünler, programlar hep duyurulan saatten hayli geç başlar. Çünkü vakitlerin israfı nedense bazılarının pek hoşuna gider. Vakit öldürmenin adı, “felekten gün çalmak”tır bu bazılarınca. Dersi kaynatmak, uzunca tatil yapmak, boş vakit geçirmek kazanç sayılmaktadır müsrif insanlarca. Bazı âlimlerin yemek yerken ve uyku uyurken geçen vakitlere bile üzülüp bunu azaltacak formüller bulmaya çalıştıklarını günümüz insanına anlatamayız. Evet, günümüz insanı da namaza, ibâdetlere, ev halkına, hatta kendine ve Rabbine vakit ayıramamaktan şikâyet eder, ama vakitlerini nerelere israf etmez ki… Tembelhane demek olan kahvehanelerin sayısı ve içinde ömür tüketen, kendini tüketen insanların oranı, câmi ve kütüphanelerle karşılaştırma yapılsın, netice ortaya çıkacaktır. Televizyon karşısında katledilen saatler, insandan dünya ve âhirette intikamını almayacak mı sanılıyor? Geyik muhabbetlerinin boynuzları insanın gönlüne darbe vurmuyor mu zannediliyor? Tatili en bol ülke sayılıyor Türkiye. Buna rağmen nefis tembelliği sever, israftan yana doymaz.
Moda adlı bir maske takarak çok sayıda farklı iş alanı, sektör olmuş, yolunacak kaz veya kız arıyor. Genç erkeklerin hayâlarını, müslümanca yürüme hakkını çalmaya çıkan genç kız ve kadınlar da ava giderken avlanıyorlar. Bu moda canavarı, ne israflarla karnını doyuruyor, düşünen pek çıkmıyor. Moda baştan sona israftır, hem haddi (sınırı) ve ölçüyü aşmak anlamında israf, hem de savurganlık anlamında…
Tüketim çılgınlığının ne boyutta olduğuna bir örnek olarak makyaj ürünlerini verebiliriz. Makyaj ürünlerine bir yılda tam 18 milyar dolar harcanıyor. Eğitimin yeterli olması için 5 milyar dolara, sağlığa da 12 milyar dolar yatırımın yeteceği ifade edildiğini göze alırsak, makyaj gibi olmasa olabilecek israf ve fitne araçlarına ayrılan bütçenin büyüklüğü anlaşılabilir. Evinin eşyasının alımında en büyük karar mercii olan ve gıda gibi temizlik ürünleri gibi maddeleri de direkt olarak çoğunlukla kendisinin aldığı kadınlar, israf konusunda erkekleri geçiyor diyebiliriz. Tabii az sayıda olgun, haramlardan kaçınan ve tutumlulukta kocasına bile örnek ve yardımcı olan hanımları takdirle anmamız gerekir. Kadınların özel ihtiyaçları, giyim ve süslerine ayrılan para, tüm kadınların çalışarak kazandıkları paranın toplamından daha fazla olsa gerektir…
70 milyonluk ülkede bir çekilişte 36 milyon adet milli piyango bileti satılıyor. Kim demiş "müslüman mahallesinde salyongoz satılmaz!" diye. Millî takım kadar, millî marş gibi “millî” olan piyangoya, diğer “şans oyunları” adı verilen kumar çeşitlerini ilâve edin ve halkın hırs ve hayallerini sömürüp paraya çeviren kumarbaz devlete mi, geçimden başka bir şey düşünemez hale getirilip inanç ve ahlâkî değerlerden soyutlanan kurban garibana mı daha çok kızmak gerektiğine karar verin. Kur’an’a göre “dinî” anlamına gelen “millî” piyangonun halk açısından ne büyük israf olduğunu, bu kumara ne kadar para ayrıldığını düşünmek bile israfın boyutlarının ne büyük olduğunu göstermeye yeter. Mâsum ve mübârek atlar da âlet edilir kumar adlı soygun ve israflara. At yarışlarına her hafta yatırılan umutların, paraların, mutlulukların hesabını kim tutabilir? Toto, loto, sayısal, kazı kazan gibi cadı kazanlarına her ay yenileri ilâve edilmeye çalışılır. Televizyon kanalları da isrâfa "yarışma" ve "para dağıtıyoruz" maskesi takarak, halktan (ç)alıyor değil, ona veriyor görüntüsünü sihirli kutu sâyesinde gözünü boyadığı halka hizmet adıyla katılır. Hep halk kandırılarak israfa gönüllü koşturulur. Kapitalizmin nassları durumundaki sloganlar, hizmet eder bu isrâfa: “Halka hizmettir, hizmette sınır ve sinir yoktur. Hatta halka hizmet hakka hizmettir, aynen vergilendirilmiş her türlü haram paranın kutsal olduğu gibi, soyguncu devlete itaatin ibâdet olduğu” gibi; hutbelerde duymadınız mı yoksa? Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinde her yıl tekrarlanarak okutulan konuları da mı unuttunuz?
İsraf denilince akıllarına sadece para ve mal gelen insan, maddeden daha önemli şeylerin varlığını kabul etmiyor olmalı. Esas israf, daha büyük değerler üzerinde olmaktadır. Sağlıklarını, ilimlerini, akıllarını, gönüllerini, enerjilerini, imkânlarını, fırsatları, Allah’ın açtığı kredi ve avansı, yani hayatı israf edip boşa harcayanlar en büyük israfçı müsriflerdir. Bu dünyada israflarının hesabı sorulmasa bile, bütün insanlar öteki dünyada, sağlığını nerelerde harcadığından, malını nereden kazanıp, (israf için mi, meşrû yolda mı) nereye harcadığından, ilmine uygun davranıp davranmadığından (ilmini israf edip etmediğinden), gençliğinin hakkını verip vermediğinden, ömrünü israf edip etmediğinden mutlaka hesaba çekilecektir.
Sigara içmek (özellikle tiryakilik) kaç yönüyle israftır, haramdır saymak vakit israfına yol açar mı bilmem. Hele geçim darlığından şikâyet edenlerin nafaka mükellefiyetleriyle ilgili zorluklara da sebep olan israf daha büyüktür. Sigara hem içenin sıhhatine, hem de yanında bulunanların sıhhat ve rahatına zarar vererek sağlık gibi bir büyük nimetin israf edilmesidir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.): “Ne doğrudan ne de karşılık olarak zarar vardır” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, 5/327; Muvattâ, Akdiye, 31; İbn Mâce, Ahkâm 17) buyurarak zarar vermeyi men etmiştir. Allah Teâlâ da “Kendinizi elinizle tehlikeye atmayın...” (2/Bakara, 195), “kendinizi öldürmeyin...” (4/Nisâ, 29) buyurmuştur. Malı faydasız yere harcamak da israftır. “Yiyin, için; isrâf etmeyin” (7/A'râf, 31) âyeti ile “Peygamber (s.a.s.) malın boşa harcanmasını yasakladı” (Buhârî, Zekât 18; Husûmât 3, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 14) hadisi, isrâfı haram kılmaktadır. Nafaka mükellefiyeti: Kocalar, babalar ve muhtaç yakınlarına bakan erkekler, nafaka (onların yiyecek, giyecek, mesken, tedâvi... ihtiyaçlarını temin) ile mükelleftir. Çoluk çocuğunun nafakasından keserek sigaraya para vermek, israfla ilgisi açısından kesin haramdır. Tabii ki, sigaraya benzeyen nargile, her çeşit tütün, bira ve alkollü içkiler, uyuşturucu çeşitleri de aynı hükme tâbîdir. Tiryakilik yapan, kendisine esir eden her çeşit yiyecek-içecek ve oyun cinsinden alışkanlık, çeşitli isrâfa yol açmaları yönüyle müslümanların kaçınması gereken hususlardandır.
Gazetelere yansıdığı şekliyle CIA'in resmî istatistiklerine göre, dünyada sigara içen insan sayısı 1milyar 150 milyon. Sigara içen müslümanların sayısı 400 milyon. En büyük sigara üreticisi Phillip Morris. Bu da kazancının % 12'sini İsrail'e gönderiyor. Müslümanların, çeşitli markalarla piyasaya sunulan Morris'e günlük cirosu: 800 milyon dolar. Müslümanlarların ortalama günlük kâr katkısı 80 milyon dolar. 9.600.000 dolar müslüman parası her gün İsrail'e gitmiş oluyor, evet her gün! Ve Türkiye, yıllık 150 milyon kg. sigara tüketimiyle; Brezilya, Güney Kore ve Hindistan'dan sonra 4. sırada yer alıyor. Dünya Bankasının 1999-2000 yıllarında yaptığı sigara araştırmasının sonuçlarına göre, sigara kullanımı son on yılda dünyada % 4,12 azalırken, Türkiye'de ise % 52,18 oranında arttı.
Sigara ve içki tükettikçe tükenen insanımız, bir yandan bedenini, enerjisini, sağlığını tüketirken, diğer yandan da parasını tükettirmekte, hem de en azılı düşmanlarına. Her sigara, İslâm düşmanlarına malzeme, her iskambil bileti, müslümanın karşısına bir silâh olarak çıkmaktadır.
Her kaka kola İsrail için bir kurşun, her MC Donald hamburgeri, bir tank mermisi, her Amerikan ve Yahudi firmalarının sattığı bir ürün, bir Filistin çocuğunun ölümü demek. Parasını israf eden, sağlığını harap eden, imanî hayatını tehlikeye atan ve yavaş yavaş intihar eden içki ve kumar gibi haramlara parasını veren her müslüman, farkında olmasa da, İslâm’a ve müslümanlara savaşa katkıda bulunuyor, tâğut yolunda infakçı ve savaşçı oluyor. "İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır." (4/Nisâ, 76). Ve iki hadis rivâyeti: "Kim bir zâlime yardım ederse, Allah Teâlâ, o zâlimi ona musallat eder." "Kim, bildiği halde zâlime yardım kastı ile onunla beraber yürürse, o kimse İslâm'dan dışarı çıkmış olur."
At yarışı, piyango, loto, şans topu, on numara gibi resmî ve millî kumarlardan halkın cebinden çıkan bu kara, kapkara paranın, 2001 yılında tam 1 katrilyon 37 trilyon lira olduğu açıklandı. 2002 yılının ilk sekiz ayında ise 1 katrilyon 198 trilyon liraya yükselmiş bu rakam. Halk, evine ekmek götürmekte zorlansa da sigaraya ve kumara yatıracak parayı bulabiliyor demek ki. Bu hale gelen vatandaşı kandırıp umut satmak da, ona hizmet etmekle görevli düzene düşüyor elbette. Halkın cebinden çıkan bu paraların yarısından çoğu, devlete gidiyor. Diğer kalanlar da Ahmed’in parası Mehmed’e... Kumar vebalini de kazanan ve kaybeden herkes sırtına yüklenirken; psikolojik, sosyal ve daha önemlisi din yönüyle kaybeden hep halk oluyor. Dolaylı ve dolaysız bunca vergi vermek yetmiyor mazlum halka, bir de bu tür kumarlarla “enâyi vergisi” veriyor, “cehâlet vergisi” ödüyor. Dünyada huzursuzluğu, âhirette cehennemi dişinden tırnağından artırdığı, çocuklarının da hakkı olan para ile satın alıyor. Ne kötü bir alışveriş bu! “İşte onlar, hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu ticareti kazanmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.” (2/Bakara, 16). Bu katrilyon liraların içine vergisi verilmediği için kaçak/yasak kabul edilen kahvehane ve gayri resmî kumarhanelerde oynananlar tabii ki dâhil değil. Alıp satacak bir şeyi kalmayan gariban insanlara umut tâcirliği yapan, onlara umut satarak sukut-ı hayaller içinde başka ciddî meseleleri düşünemeyecek müstaz’af yığınlar düzenin eseridir; doğru, ama bu oyuna gelen halkın hiç mi kabahati yoktur? Hatta bunlara seyirci kalan müslümanların, tebliğcilerin?!
Ülkenin niye kalkınamadığı, maddî yönden Batı ülkelerinin çok gerisinde kaldığını fâiz örneği çok iyi açıklamaktadır. 1993 ilâ 2002 yılı arasındaki son 9 yılda Türkiye Cumhuriyeti, tam 211.4 milyar dolar fâiz ödedi. 9 Yılda fâize ayrılan 211 milyar dolar yatırıma yöneltilebilseydi, kişi başına millî gelir 2003 yılında 2857 dolar yerine, 3922 doları bulacaktı. 2003 yılında ödenecek fâiz tutarı tam 40 milyar doları bulmaktadır. Bir başka deyişle bir saniyede 1078 dolar fâiz parasına gidiyor. Evet, ayda 2 milyar 833,3 milyon dolar, günde 93 milyon 151 bin dolar, sâniyede 1078 Amerikan doları, halkın, fakir-fukaranın cebinden çıkıp fâize ayrılıyor. T.C.'nin 2003 yılında ödeyeceği borç fâiz ödemeleriyle İstanbul boğazına 142 adet köprü yapılabileceği, 87 adet Atatürk Barajı inşâ edilebileceği, 2 milyon 200 bin sosyal konut, ya da 5585 kilometre otoyol yapılabileceğini söyleyelim. Yine, bu parayla tanesi 140 milyon dolardan 261 üniversite kurmak, İzmir limanı gibi 39 liman yaptırmak, değeri 40 milyon dolardan 977 adet çimento fabrikası yapmak mümkün olmaktadır.
Halkın dertlerine derman olması gereken devlet, halkın cebine elini uzatıyor, bulduğunu alıyor, bulamadığını borçlandırıyor ve (ç)aldıklarını fâizcilere sunuyor. 1993 yılında toplam yatırımların dörtte biri (% 24.1) kadar olan iç ve dış borç fâiz ödemeleri, 2001 yılında toplam yatırımların % 96.2’sine ulaştı. Bu rakamın 2002 yılında % 81.1 oranında gerçekleşeceği, 2003 yılında ise % 91.2 oranında olacağı tahmin ediliyor. Toplam kamu fâiz ödemeleri 1993 yılında 67 katrilyon 873 trilyon lira olarak belirlendi.
Yapılan araştırmaya göre açlık sınırı, 2003 Ocak ayında 401 milyon liraya yükseldi. Asgarî net ücret ise 2003 Ocak ayında 226 milyon lira olarak belirlendi. Yoksulluk sınırı ise 2003 Ocak ayı itibarıyla 1 milyar 200 milyon liraya ulaştı. Asgarî ücretin 300 milyon TL. civarında olduğu ve ülkenin % 12’sinin işsiz bulunduğu bir ülkede bu istatistikler gerçekten dehşet vericidir. Bütün bu vahim rakamlara rağmen yoksulluk, Türkiye’de hâlâ öncelikli bir sorun olarak ele alınmamakta ve fâizle israfın bu yoksullaşmadaki rolü değerlendirilmemektedir.
Halktan alarak devletin ödediği ve ödemek zorunda olduğu fâize ayrılan bu paralarla neler yapılmaz ki! Bunun yanında devletin; elektrik, su, doğalgaz, telefon, SSK primi ve vergi borçlarına uyguladığı gecikme fâizleri oranlarının enflasyonun çok üzerinde olduğunu hatırlamak da gerekiyor. 1997-2002 yılları arasındaki son 6 yılda enflasyonun % 346 artmasına karşılık, devletin vatandaşa uyguladığı gecikme fâizleri, % 929 arttırılmıştır. Kamu kurumlarından aldığı mal ve hizmet karşılığı devlete 100 milyon lira borcu bulunan bir vatandaşın, bu borcu ödeyememesi sebebiyle 2002 yılında 929 milyon lira ödemek zorunda kalmaktadır. Oysa, enflasyon oranlarına göre, aynı vatandaşın 346 milyon lira ödemesi gerekirdi. Bu şekilde devlet, vatandaştan 583 milyon lira fazladan fâiz almaktadır.
Bankalardan kredi alarak fâizle borçlanan çiftçilerin, esnafın durumu tümüyle içler acısıdır. Tüm hayvanlarını ya da evini barkını satarak fâiz borcundan kurtulmaya çalışan nice insan vardır. Sadece kumar değildir evi barkı söndüren, aynı zamanda fâiz de depremden büyük hasarlar ortaya çıkarmaktadır. 2003 yılı ocak ayı hesabıyla Türkiye’de kredi kartı kullanan insan sayısının 16 milyon olduğunu belirtirsek, müslüman geçinen halkın banka ile, fâizle nasıl içli-dışlı olduğu anlaşılır. Kredi kartları temerrüt fâizinin % 500 civarında olduğunu, kartla borçlanan kişinin kısa zaman sonra borcunun 5 katına yükseldiğini, ödemeyi uzattıkça, borcun daha katlanarak yükseldiğini bilmeyenimiz yoktur. Ne acıdır ki, insan emeğini sömürüp kan emici vampir olan bankalar, müslümanların ve müslüman geçinenlerin desteğiyle bu zülmü sürdürüyorlar. Namaz kılan müslümanlar bankalardan paralarını çekse, sadece bankalar değil, bankacı kapitalist sömürü düzeni de kendiliğinden yıkılacaktır. Müslümanlar Amerikan dolarını boykot etseler dolar tepetaklak düşecek, ABD çok kolay tarihin çöplüğünde yerini alacaktır.
Öyle bir karanlık ve fırtınalı câhiliyye dönemi yaşıyoruz ki, fâizden en kaçınanımız bile, Peygamberimiz’in lisânıyla fâizin tozundan kurtulamıyor. "İnsanlar öyle bir devre ulaşacak ki, o zamanda ribâ yemeyen kalmayacak. Öyle ki, (doğrudan) yemeyene buharı (veya tozu) ulaşacak." (Ebu Dâvud, Büyû’ 3, h. no: 3331; Nesâî, Büyû’ 2, h. no: 7, 243; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no: 2278). Öyle bir sömürü düzeni içinde yaşıyoruz ki, kapitalizm din olmuş, para da, bir kapitalist için tanrı, banka tapınak, çek ve hisse senedi kutsal bir kitaptır. "Allah'ın on pulunu bekleye dursun on kul; / Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul. / Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa; / Yaşasın, kefenimin kefili kara borsa!"
İsrafın ne olduğunun anlaşılması için lüksün ne olduğunun bilinmesi, lüksün tanımı için de zarûretin doğru tanınması gerekir. Örnek olarak “tatil” kavramını ele alabiliriz. Tatil ihtiyaç mıdır, ihtiyaç ise kim için, ne kadar, nasıl, hangi şartlarla? Tatil ne demektir? Tembellik, boşa vakit geçirmek, zamanı israf etmek, parayı israf etmek, israf edilecek ne varsa onları bulup boşa harcamak demek midir tatil?
Kadınların fazla takıları (beş-on bilezik, beş-on altın, kolyeler, gerdanlıklar vs.), bankalarda yatan paralar, yastık altında duran paralar hep israf kavramıyla izah edilebilir. İslâm fıkhında meselâ para veya kıymetli eşyanın küp’e, sandığa konulup toprağa gömülmesi israf sayıldığı için câiz görülmez, kenz sayılır. Kullanılmayan arsaların, bahçe ve tarlaların boş olarak tutulmasına onay vermez dinimiz. Üç yıl ekilmeyen, faydalı şekilde kullanılmayan, yani israf edilen arsa, tarla veya bahçelerin işleyecek insana verilmesini tavsiye edip hükme bağlar dinimiz.
Henüz tıbbın, psikiyatrinin alanına girmeyen hastalık ve anormallikler giderek salgın hale geliyor. Tüketim virüsü, sahip olmanın câzibesi mânen nice ölümcül hastalıklara yol açıyor. Alışverişkolik insan tipi oluştu artık; para harcamanın dayanılmaz hafifliği ve paranın, o da yoksa kredi kartı ve taksitlerin gıdıklaması, kaşındırması, sahibini almaya zorlaması… “Hastalık” kelimesi bile bu fecî durumu ifade etmekte yetersiz kalmakta. Şeytan amelleri süslüyor. Vermeye unutan insan almanın yalancı zevki içinde paranın ve malın kulu-kölesi oluyor. Evlerinde çöp biriktiren, oluşturduğu çöp evlerde hiç kullanılmayacak eşyalarından ayrılamayan, mutluluğu sahiplendiği çöplerde arayanlar var. Henüz bu kapitalist hastalığın da adı konulmuş değil. Bir de harcadıklarını çöpe atanlar var. Bazı insanlar harcamamak için çöp biriktirir, çöp yapar; bazıları da harcayarak çöp yapar. Esas olarak âhirete yatırım yapması gereken insan, en büyük yatırımını tuvalete, çöpe yapmış oluyor israf sâyesinde. İnsan, onca harcamayı az sonra tuvalette pislik olacak ya da çöp kutusuna atılacak şey için yapmış oluyor.
Teknolojik araçların da çoğu, ihtiyaçtan çok sahip olma duygusuna ve alışkanlık gibi, moda gibi şeytanî dürtülere hitap ediyor aslında. Tiryakilik de yapıyor. Gameboy, atari, volkmen, müzik seti gibi araçlar ve bu araçlarla oyun-eğlence, bir zamanların vazgeçilmez tiryakilikleri idi. Moda sürekli değişiyor. Şimdi laptoplar başta olmak üzere bilgisayar ve yan ürünleri, CDler, digital fotoğraf makineleri ve özellikle de cep telefonu moda. İlkokul öğrencilerinin bile ceplerinde cep telefonu. 2004 yılı verilerine göre 68 milyonluk Türkiye’de 24 milyon cep telefonu kullanıcısı olduğu belirlendi. Bu telefon sahiplerinin kaçta kaçı gerçekten ihtiyaç olduğu için bu araca sahip olmuştur? Avrupa ülkelerinde ortalama bir buçuk yıl olan telefon modelini değiştirme müddeti, Türkiye’de ortalama altı ay. Onca para verilerek alınan bu aygıt birkaç ay sonra ölü parasına elden çıkarılıyor, bir üst modelle değiştiriliyor. Yeni modeller Avrupa’dan daha fazla Türkiye ve benzeri ülkelerde fakir kitlelere daha câzip geliyor. Sadece telefon adlı iletişim gerecine verilen para değildir israf olan. Cepte uslu uslu durmamaktadır bu israf âleti. İnsanı arada bir gıdıklamakta, “kullan beni!” diye insanı tahrik etmektedir. Gerekli-gereksiz insan uydu aracılığıyla konuşacak birini arayıp bulacaktır. İnsanların günlük konuşmalarının % 85’i gereksiz, olmazsa olabilecek sözlerden oluşmakta olduğu araştırma sonucu. Bu tespit, telefonla konuşmalar için de en az bu oranda değerlendirilebilir. Hem paralar, hem sözler, hem vakitler israf ediliyor.
Otomobil kim için ihtiyaçtır, kim için de hastalık; tespit zor. Lüks arabanın kimse için ihtiyaç olmadığını söyleyelim. Kocaman araba, çoğunlukla sadece bir, bilemediniz iki kişinin ihtiyacını karşılıyor, diğer koltuklar boş duruyor. İşine toplu ulaşım araçlarıyla belki daha rahat gidebilecek insanlar biraz da hastalık icabı ve çeşitli fiziksel hastalıklara kapı açacak şekilde arabayla gitmeyi tercih ediyor, yürümeyen hareketsiz insan sağlığını da israf etmiş oluyor. Her sene kaç değişik marka kaç değişik modelle israfı otomobil adıyla da tahrik ediyor, sayılması bile hayli zor.
İnsanlar artık evde tertemiz pişirilen yemeklerden zevk almıyor, hangi ürünlerden ve nasıl pişirilip hazırlandığı bilinmeden sunulan fastfoodlar moda. Kimbilir kaç hastalığa dâvetiye çıkaran hamburger vb. bu Batı tipi yemek gençlerin kolay terk edemeyeceği bir israfı da getiriyor. Çarşılar bu tür yiyecek mekânlarıyla dolup taşıyor.
Ev araç ve gereçlerinin kaçta kaçı olmazsa olmazlardan, kaçta kaçı da israflardan oluşuyor, tespiti çok zor. Çünkü tespiti yapan da eşya tutkunu olduğu için zarûret ile ihtiyacı, ihtiyaç ile lüks ve israfı ayırd etmekte objektif olamıyor.
İnsan israfı, bazen beyin göçü şeklinde kendini gösterir. Yetişmiş eleman israfı, nice zorluklarla yetişmiş kaliteli insanların
uygun şekilde değerlendirilmeyip harcanması, yani israfı hem devletin, hem cemaatlerin, hem toplumun ciddi problemidir. Okullarda geçen zamanın, askerlikte geçen zamanın kaçta kaçı verimli ve gerekli, ne kadarı da israftır? Bunu okullardan ve askerlikten geçmiş her insan bilir, ama yetkililer israfsız bir dünya istemedikleri için bilmezlikten gelirler. En az beş milyon erkek işsiz iken, karı-koca çalışanların durumu israfla izah edilemez mi? Kadınların Türkiye’de tezgâhtar ve sekreter olarak çalışmaları, israf açısından araştırılmalıdır. İşyerinde erkeklerle birlikte süslü püslü bir bayanın hem kendisi, hem çevresine ne gibi israflara yol açtığı değerlendirilmelidir. Kazandığının kaçta kaçı kendini güzel göstermeye gitmektedir? Her çeşit kozmetik araçların, moda ve yan ürünlerinin durumu israf açısından tam madalyalıktır.İlaç israfı da ciddi boyutlardadır.
Avrupa’da reçetelere nâdiren ve bir-iki çeşit yazılan ilaçların çoğu, kutu ile değil, tane ile hastaya yetecek kadar verilirken, Türkiye’de eczacıları ve daha çok da çoğu yabancı ilaç üreticilerini semirtecek boyutta reçeteler önlü-arkalı, bazen birkaç sayfa doldurulmaktadır. Herkesin evi, kullanılmayan ilaçların deposu şeklindedir. Kimi insan ilaç bulamazken nice insanın ilaç israfına niçin çözüm bulunmaya çalışılmaz? Çarşılarda, pazarlarda en çok giyim ve yeme-içme ile ilgili çok çeşitli ticarethaneler göstermektedir ki, insanlar elbise ve gıda israfına çok düşkündür. Kâğıt israfı ayrı bir yaradır. Sadece gazetelerdeki kâğıt israfını düşünün. Bir gazete kaç sayfa çıkar, ama lüzumlu yazılar aslında kaç sayfaya sığabilir? Gazetelerin en azından onda dokuzunun ve gazete sayfalarının onda dokuzunun israf kavramıyla izah edilebileceğini söyleyebiliriz. Romanlar ve kitaplar için de benzer değerlendirmeler yapılabilir mi tartışılabilir ama, gereksiz yazışmalar, dilekçe ve bürokratik kâğıt masrafları ciddi bir israftır. Erken kalkılmayıp gece geç yatıldığı için enerji israfını hesaplayacak makineler icat edilebilmiş değil, icat edilse o da israf olmaz mı, o da ayrı bir konu. Evler de bir tembelhanedir, her tembelhane sadece vaktin değil, aynı zamanda paranın, sağlığın ve daha birçok şeyin israf edildiği yerdir.
Çöpe atılan ekmekler, dökülen yemekler, damlayan musluklar, boşa yanan ampuller, önemsiz görülmemelidir. Denizde, okyanusta abdest alırken bile suyu fazla kullanmak israf kabul edilmiştir İslâm fıkhında ve câiz görülmemiştir. Abdest organlarını üç yerine dört veya daha fazla yıkamak da aynı şekilde mekruh görülmüştür. Bir ton ağaç için en az on yedi ağacın katledildiğini hesaba kattığımızda israfın ne tür doğal tahribata yol açtığı değerlendirilebilir. Bir düğünün olmazsa olmazları yanında olmasa da olabilecek ne tür israflara sahne olduğu, bir seçimin kaç milyon insanın asgarî ücretine eşit olduğu hesap edilebilir. Kapitalizm denilen sömürü düzeni, “tüket, kim olursan ol, ne olursa olsun tüket!” anlayışının kaçınılmaz devamını devreye soktu: “Kullan at!” Artık, teknolojik ve elektronik araçlar başta olmak üzere her türlü ev eşyaları ve araç gereçlerin tamiri tarihe karışmak üzere. Bozuldu, hatta bozulmasa da eskidi ve hatta hatta eskimese de modası geçti diye yüksek meblağlar harcanarak alınan eşya, araç-gereç çöpe atılmaya başlanıyor. Evler kullanım dışı lüzumsuz eşya çöplüğüne dönüşüyor. Yeni imal edilen birçok araç ve eşya, “kullan at!” mantığına uygun üretiliyor. Kâğıt mendil ve plastik çay bardağı gibi mâsum ve bütçeyi zorlamadığı zannedilen israf, giderek jiletten fotoğraf makinesine çok çeşitli araç-gereç ve eşyanın da içine dâhil olduğu bu alışkanlık, bir yaşam biçimi haline geliyor.
Devletin, belediyelerin israfları Avrupa ülkelerinin benzer harcamalarının kat kat üstünde olduğu, “ayranı yok içmeye...” vecizesini hatırlatır. Zahmetle kazanılmayan paranın israfı daha kolaydır. Halkın bütçesinden kerhen de olsa alınan vergilerle toplanan paralar, müteahhitlere, bankerlere peşkeş çekilir, sokağa kaldırımlara ve daha abesi heykellere yatırılır. Fâiz belâsının açtığı israf, T.C. hükümetlerinin halkın sırtına yüklediği büyük kamburdur. Dış borçların fâizleri on yıllardır ödene ödene bitmiyor. Dışa bağımlı sanayi, ihrâcâtın birkaç misli ithâlât, madenlerin işlenemeyip çok ucuza ham olarak dış ülkelere satılması ve en az misli fiyatla işlenmiş olarak tekrar ithal edilmesi gibi ihânet derecesindeki ihmal ve problemler israf açısından da değerlendirilmelidir. Küçük bir bilgisayar çipi imalinde bile gelişme gösteremeyip basit elektronik ve teknolojik araçlarda bile yabancı ülkelere bağımlılık israf rakamlarını şişirmektedir. Uçak, helikopter ve her çeşit ağır silâh için ne büyük rakamlar kimlere gitmektedir? Bu kimlerin içinde İsrail gibi İslâm ve Müslüman düşmanlığında sınır tanımaz barbarların olduğu ve bu ülkelerin Türkiye’nin güçlenmesini istemediği istemediği için yapıp sattığı şeylerin de o cinsten olacağı da görülmek istenmemektedir. Ülke, Batının elektronik ve teknik çöplüğü olmaya doğru hızla gitmektedir.
Bütün bunların yanında hiç tükenmeyecekmiş gibi doğayı yağmalamak, orman katliamı yapmak, toprak ve deniz ürünlerini yok edecek şekilde israf etmek elbette cezâsı sadece âhirette görülecek suçlardan değildir. Bu tür israfların cezâsı, sadece o israfı yapanlara değil; aynı zamanda seyirci kalıp karşı çıkmayanlara da ulaşır (8/Enfâl, 25). Tarihin hiçbir döneminde görülmeyecek kadar 20. ve 21. yüzyılda tabiat ve kaynakları israf edilmiştir, edilmektedir.
İnsanoğlu, suçlu olduğunu, elleriyle yaptıklarından dolayı cezâyı hak ettiğini vicân mahkemesinin kararıyla anladığından dolayı, yakın gelecekteki azap endişelerinin cezâsını şimdiden çekmeye başladı. Bin bir çeşit isrâfın cezâsı olarak, medyada sık sık yakın gelecekteki kıtlıktan, kuraklıktan, iklim değişikliklerinden bahsediliyor. “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde (şehirde ve kırda) fesat yayıldı, düzen bozuldu, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” (30/Rûm, 41). Toplumsal fesâda ve yeryüzünün düzenini bozacak israfa, çevre felâketlerine yol açacak zararlı davranış ve kötü fiillere, ibret olsun diye dünyadayken verilen karşılıklar için “bir kısmı” denmekte ve asıl cezânın âhirette olduğuna işaret edilmektedir.
Kur’an’a teslim olup onun hükmünü tatbik etmeyen insanlar, kendilerini ve nesillerini de mahvedip helâk edilmesine sebep olacak fesattan kurtulamıyorlar. Teknolojik araçların hiçbir sınır tanımadan artması sadece paranın israfına sebep olmuyor, aynı zamanda doğanın tahrip edilmesine sebep teşkil ediyor. Teknoloji yoluyla paranın, doğanın, oksijenin israfı, ozon tabakasının delinmesine, ormanların mahvedilmesine, zararlı zannedilerek sayısız haşeratın topraklardan, arâzilerden yok edilmesine, denizlerin petrol ve benzeri atıklarla kirletilmesine sebep olarak, israfın cezâsı peşinen görülmeye başlanıyor. Bu israf, fesat ve fitnenin cezâsı, sadece onu yapmaktan çekinmeyen toplumlara, uluslara ve devletlere has değildir. Dünyayı israfa boğup kirleterek fesâda boğanlar, bunun cezâsını mâsum insanlara da çektiriyorlar. Kur’an, bizi uyarmaktadır: “Öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (tüm insanlara sirâyet eder, hepsini perişan eder). Bilin ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25) “...İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah ve fesat) yüzünden hepimizi helâk edecek misin? ...Bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen bağışlayanların en iyisisin.” (7/A’râf, 155)
Filmlerde çeşitli tehlike sahneleri, artık yerini helâk sahnelerine bırakıyor. Toplumsal helâk senaryoları romanların ve filmlerin temel konusu gibi oldu. Armagedon, Altıncı Element, Yarından Sonra gibi filmler, bir taraftan yaklaşan helâkin sinyallerini verirken, diğer yandan bu yaşayışın çıkmaz sokağını, yolun sonunun nasıl bir helâk olduğunun cezâsını da düşündürüyor, hatta sanal âlemde de olsa, psikolojik olarak kısmen yaşatıyor.
Yeryüzünde halife olması için yaratılan, kendi emrine müsahhar kılınıp boyun eğdirilen doğayı Allah’ın hükmü doğrultusunda imar etmesi gereken insan, intihara doğru sürüklenmektedir. Küresel ısınma, çölleşme, buzullaşma gibi insanın iklim değişikliklerine sebep olabilecek küresel israf, fitne ve fesatlarının sonuçlarını, Allah bilir ama, bu çağın insanı tadacağa benziyor. Batının gidişi, teknolojinin aldığı boyut, uygarlık diye takdim edilen İslâm dışı dünya görüşünün durumu, toplu problem ve azapları paratoner gibi çekiyor. “Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (42/Şûrâ, 30)
Fıtrat israfı kabul etmez; fıtrat, israfçıdan intikam alır. Tembelin vücudu, sağlığı bozulur. Fazla yiyen müsrif, çok yönlü hastalıklara kapı açan ve kendisi de bir hastalık olan obezite başta olmak üzere nice hastalıklara musallat olur. Yeme-içme yönüyle israf, vücutta ur gibi şişen göbek tarafından deşifre edilir. Vücut israfa isyan etmektedir bu yağ deposuyla. Bu ikazdan anlamayanlara birçok hastalık sırayla geçit resmi yapacak, vücut, sahibine israf suçunun cezâsını avans şeklinde çektirmeye başlayacaktır. “Mü’min, bir midesi ile yer; kâfir ise yedi mide ile yer.” (İbn Mâce, hadis no: 3256) (Bkz. 47/Muhammed, 12). "Mide hastalıklar evidir. Perhiz ve az yemek, her devânın (şifânın) başıdır. Bedenine âdet ettiği şeyleri ver." (İmam Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmû'1 Kur'an, Kahire, 1967 (3. bsm.) c. VII, sh.192)
Zayıflamak için yılda kırk milyar dolar harcanıyor. Bu paranın büyük kısmı Amerika ve Avrupa’daki insanların cebinden çıkıyor. Şişmanların sayısı orada çok fazla çünkü. Afrika zayıf, Asya zayıf. Zayıflık ne kelime, açlıktan ölenler var. Bir deri bir kemik halinde yaşamaya çalışanlarla, zayıflamak için yılda kırk milyar dolar harcayanlar aynı dünyanın insanları; ne garip! Diyet sektörünün bu derece büyümesine sebep olanlar, paylaşmayı bilmeyen Avrupa ve Amerika’nın oburları. Sadece zayıflamak için o kadar para harcayan oburlar, şişmanlayana kadar kimbilir kaç milyar dolar harcamakta!? Ölçülü olmayı bilseler, bütün para ceplerinde kalacak halbuki. Hem zayıflamak için, hem şişmanlamak için harcadıkları bütün para tasarruf edilebilecek. Ve sağlıklı yaşayacaklar. Belki o zaman paylaşma fikri de doğacak kendiliğinden.
İsraf; toplumsal fesâdı, anarşi ve huzursuzluğu da körükler. “Kimi yer, kimi bakar, kıyâmet ondan kopar.” Açlıktan dert yanan insanlar, karşılarında yemeklerinin yarısını çöpe atanları, bir gece eğlencesinde asgarî ücret miktarı parayı tüketenleri görünce, kendilerini onlarla karşılaştıracak, israfçılara karşı düşman olacaktır. Böylece israf, İslâm yeterince bilinmediği için sosyalizmi, komünizmi de dâvet edecektir. İnsanlar israf edenlere tepkisini
servet ve zengin düşmanlığıyla gösterecek, anarşi ve fesat yollarıyla da olsa zenginlere ve haksız kazanç sahiplerine saldırmayı düşünecektir. Unutmayalım, israfçılar, saçıp savuranlar şeytanın kardeşleridir, dostlarıdır.
“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlü’ne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih. Mü’minleri (bunlarla) müjdele.” (61/Saff, 10-13). İki yol var: Biri dünyevîleşme, dünyayı âhirete tercih; ikincisi ise dünyayı ebedî hayatın kapısı yapmak. Bugün yol ayrımındayız: Ya nefsimizin arzuları, veya Rabbımız. Ya geçici menfaat, veya dâvâ. Ya israf, ya infak. Ya fâni olan, ya bâki olan. Tercih bize kalmış. Tercihini Allah’tan yana yapanlara selâm olsun!
“Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş emel onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!” (15/Hicr, 3)
“Fıtratta israf da yoktur, faydasızlık da. Hilkatte israf ve abes yoktur. Ezelî hikmet, kısa ve müstakîm yolu terk etmez. Evrende israfa ve ölçüsüzlüğe yer olmadığı, bakmasını bilen gözler için açık bir gerçektir. Bütün kâinatın temel düsturu iktisattır. İsrafçı kimse, tüm yaratıklara muhâlefetiyle onların mânevî nefret ve buğzunu üzerine çeker.”
“Bütün nimetlerin sahibi, insanlığa verdiği sayısız nimetler karşılığında şükür istiyor. İsraf ise şükre zıttır, nimetleri küçümsemektir.”
“İsraf, kanaatsizliği neticelendirir. Kanaatsizlik ise, çalışmanın şevkini kırar.”
“İsraf, sefâhetin, sefâhet de sefâletin kapısıdır.”
“İktisat ve kanaat, İlâhî hikmeti harekete geçirir. Tat alma duyusunu, kapıcı hükmüne geçirerek ona bahşiş verir. İsraf o hikmete zıt hareket ettiği için tokat yer, mideyi karıştırır, gerçek iştahı kaybeder. Yiyeceklerin çeşitliliğinden gelen yapay ve yalancı bir iştah ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.”
“On bin liraya bir lokma yiyecek yenilebildiği gibi yüz bin liralık da bir lokma vardır. ağza girmeden ve boğazdan geçtikten sonra ikisi de birdir. Yalnız birkaç saniye ağızdaki lezzette farklılık olur, o kadar. Müfettiş ve kapıcı olan tat alma duyusunu okşamak ve memnun etmek için bir ücretin on misline çıkmak, israfın en sefîhidir.”
“Bu zamanda, israflara yol açacak para çok pahalıdır. Karşılığında bazen haysiyet, nâmus, rüşvet alınıyor. Birazcık israfa para ayırmak için bazen dinin mukaddesâtı karşılık olarak veriliyor. Demek ki, israfa ayrılacak maddî bir birim karşılığı bir mal, mânevî olarak on misli zarar ile karşılanmaktadır.”
"Ey Âdemoğlu, şaşıyorum sana! Kendi arzularının yerine gelmesi için israf olarak harcıyorsun da, bir dirhem ile Rabbinin rızâsını kazanmakta cimrilik ediyorsun." (Hasan-ı Basrî r.a.)
"İktisâda (tutumluluğa) riâyet eden kimse fakir olmaz." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Yoksulluk korkusu ile ömrünü servet toplamak peşinde harcamak fakirliğin ta kendisidir."
"Kişinin günahları çoğaldığı vakit (günahlarına keffâret olarak) Allah Teâlâ onu geçim sıkıntısı ile imtihan eder." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Günahlardan öyleleri vardır ki, onları ancak geçim sıkıntısı uğrunda çekilen zahmetler mahveder." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Ey Âdemoğlu, şaşıyorum sana! Kendi arzularının yerine gelmesi için israf olarak harcıyorsun da, bir dirhem ile Rabbinin rızâsını kazanmakta cimrilik ediyorsun." (Hasan-ı Basrî r.a.)
"Hayırda israf, israfta hayır yoktur."
"Fakir zengini taklide girişti mi, mahvolur."
"Dünyanın en yoksul insanı, paradan başka hiçbir şeyi olmayandır."
"Aza sahip olan değil, çoğu isteyen yoksuldur."
"İnsanlar, fakir olmaktan korkarak dünyalık için çalıştıkları kadar cehennemden korkup korunmak için âhirete çalışsalardı, mutlaka Cennete girerlerdi."
"Yokluk varlıkta, güçlük darlıkta." (Atasözü)
"Esas fakirlik, fakir olmaktan korkmak; esas zenginlik ise Allah'a güvenmektir."
"Zengin, çok mala sahip olana denmez; zengin kalbi olana denir." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Zengin, bilgisi çok olan insandır." (Hz. Ali)
"Zengin adam, elindekini yeterli görendir."
"Zenginlik, dünya köleliğinden âzâd olmaktır."
"Dünyanın en zengini, iktisadı bilen, en yoksulu cimri olan insandır."
"Bir ülkede vahiyden, akıl ve sanattan çok maddî servete kıymet verilirse, bilinmelidir ki, orada keseler şişmiş, kafalar boşalmıştır."
"Ne kadar zengin olsan, ancak yiyebileceğin kadar yersin. Denize testiyi daldırsan, alabileceği kadar su alır, gerisi kalır."
"İki şeyin hazmı çok güçtür. Biri zenginlik, diğeri şöhret."
"Çoluk çocuktan, maldan veya benzeri şeylerden her ne ki seni Rabbinden alıkorsa, bil ki o senin için hayırsızdır/uğursuzdur."
"Mevki ve zenginlik, çoğu zaman yüz kızartıcı hareketlere karşı alınan rüşvettir."
"Servetin toplandığı yerde, çoğu zaman insanlar ahlâkını yitirir."
"Zengin olmak istiyorsan, kazanmayı düşündüğün kadar biriktirmeyi de düşün."
"Hayatın en büyük trajedisi, yoksulluk değil; zenginliğe doyamamaktır."
"Dünyanın en zengini, tutumu bilen; en yoksulu cimri olan insandır."
"Zengin adam, elindekini yeterli görendir."
"Zenginliğe açılan kapı küçüktür; oraya girmek için eğilmek gerekir."
"İnsan ancak kendini harcayarak zenginleşir."
"Hiçbir iyi adam, birden zengin olmamıştır."
"İlimsiz, hünersiz zenginler de bir çeşit fakirdir."
"Zenginlik, kullanılacak bir silâhtır; tapınılacak bir mâbut değil."
"Huzur dolu bir kalple bir parça ekmek, vicdan azâbı ile beraber olan zenginlikten bin kere bin kere bin daha iyidir."
"Büyük servetler, çoğu zaman insanı yalnızlaştırır."
"Servetin batırdığı insan sayısı, kurtardığından elbette fazladır."
"Zenginlik, soysuzları daha çok soysuzlaştırır."
"Mâlik olduğundan fazla bir şey istemeyen insan zengindir."
"Nice zengin geceleyenler, ertesi gün fakir olurlar."
"Hayırlı para, insanın kendisine, ailesine ve geçimine harcadığı paradır." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Para her şeyi yapar' diyen adam, para için her şeyi göze alan adamdır."
"İnsanlar sahte para yaparlar, ama çok kere para da sahte insanlar meydana getirir."
"Para yağmuru altında çok şeyler delinir."
"Ak akçe kara gün içindir." (Atasözü)
"Sakla samanı gelir zamanı." (Atasözü)
"Paralı olmak ve onun bekçiliğini yapmak üzüntü doğurur."
"Cebiniz delikse, onu para ile doldurmanın bir yararı yoktur."
"Son ağaç yıkılıp, son nehir kirletilip son balık da tutulduktan sonra, paranın yenmediğini anlayacaksınız." (Kızılderili Atasözü; Greenpeace'in sloganı)
"İnsanoğlunun hiçbir icadı, para kadar fesat verici değildir."
"Para, gübre gibi etrafa yayılmazsa işe yaramaz."
"Para, çok kimseye kötü yollar öğretir."
"Para vererek ölümden, ağır hastalıklardan, yaklaşan ağrılı yaşlılıktan kurtulanamaz."
"Dünyada hem yokluğu, hem çokluğu kötü yalnız bir şey vardır: Para."
"Kalmadı artık paranın nazarımda kadri / Kirli ellerde görünce paradan iğrendim."
"Parayı yönetmesini bilmeyen bir adamı mahvetmenin en emin yolu, ona biraz para vermektir."
"Kapitalizmde fertler, sosyalizmde devlet, İslâm ekonomisinde millet zengin olur."
"Müslüman, materyalistlerin putlaştırdığı parayı esir alıp İslâm’a köle etmeden süper güçlere kafa tutamaz."
"Birikmiş para ya bizi idare eder, ya bize itaat eder."
"Para sevdâsında olmayan kişi, her nerede olursa olsun selâmettedir."
"Para olmadan onu harcamaya başlama."
"İnsana paraya davrandıkları gibi davrananlar, onu harcamak için kazanırlar."
"Para en iyi dost ve en tehlikeli düşmandır."
"Para, iyi bir uşak, kötü bir efendidir."
"Para, ya bizim başımızın belâsı, ya da bizim hizmetkârımızdır."
"Para, insana hizmet eder, ya da hükmeder."
"Paranın en büyük değeri, paraya gerçek değerinden daha yüksek bir değer tanıyan bir dünyada yaşamamızdan ileri gelmektedir."
"Saçarak paranı nâhak yerde / Olma muhtâc sakın nâ-merde."
"Uzun ve ağır bir emekle, alın teriyle kazanılmış parayla; kaldırımda rastgele bulunmuş paranın değeri aynı mıdır?"
"En dar zamanlarda bile münâsebetsiz işlere harcanacak devlet parası vardır."
"Budala ile parası, uzun zaman bir arada duramaz."
"Para, naz, nimet çok devam etmez."
"Paranın, insana işletemeyeceği suç yoktur."
"Akçenin değerini ancak üstündeki pas belli eder."
"Paranın saklanılması kazanılmasından daha zahmetli bir iştir."
"Bir insanın dostluk derecesini tâyin etmek ister misiniz? Menfaatine hafifçe dokununuz."
"Mal sahibi, mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan / Var biraz da sen oyalan."
"Az malın hesabı daha azdır." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Mal ve mevkîye aşırı düşkünlük, suların sebzeleri yeşerttiği gibi insanın kalbinde nifak tohumunu yeşertir."
"Bir şeye sahip olmanın hakları olduğu kadar, görevleri de vardır."
"İnsanların seni sevmesini istersen, malının artan kısmını onlara dağıt. (Hadis rivâyeti)
"Malın hayırlısı, kulun şeref ve ırzını koruması için sarfettiği malıdır."
"Doğduğumuz zaman dünyaya hiçbir şey getirmediğimiz gibi, ölürken de hiçbir şey götüremeyiz."
"Malı ve parayı hor gören çoktur; ama Allah için veren azdır."
"Allah'a karşı takvâya yardımcı olan mal ne güzeldir."
"Zühd ü takvâ bir ağaçtır ki, kökü kanaat, meyvesi rahattır." (Atasözü)
"Dünyalık sana yöneldiği zaman sen de vermesini bil. Zira vermek, onu tüketmez. Dünyalık senden yüz çevirdiği zaman yine ver. Çünkü o devamlı kalmaz." (Hz. Ali)
"Mal kazanılmakla şan kazanılmaz, kişi kerim gerek." (Atasözü)
"Malın bekçisi zekâttır." (Atasözü)
"Malını yemiş de onmuş var mı?" (Atasözü)
"Müjde o kimseye ki, İslâm hidâyetine ulaşmış, geçimi yetecek kadar verilmiş ve buna kanaat etmiştir." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Her gün bir melek: 'Ey Âdemoğlu, sana yetecek kadar az varlık, seni azdıracak çoktan hayırlıdır' diye seslenir." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Şüpheli şeylerden sakın, insanların en âbidi olursun. Kanaatkâr ol, insanların en çok şükredeni sayılırsın. Kendin için sevdiğini başkaları için de sev ki, mü'min olursun." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Kanaatten nasibi olmayanı dünya malı nasıl zengin eder?"
"Kanaat, tükenmeyen hazinedir."
"Yeryüzünde ıstırapların çoğu, aza kanaat etmemekten doğar."
"Kanaatten nasibi olmayanı dünya malı nasıl zengin eder?"
"kime yeteri kadar az gelirse, ona hiçbir şey yetmez."
"Yetişir kanaat devlet istersen / Tükenmez âlemde nimet istersen."
"Kanaattir nefse yular demişler."
"Cömert, Allah'a yakın, insanlara yakın, Cennete yakın ve Cehennemden uzaktır. Cimri, Allah'tan uzak, insanlardan uzak, Cennetten uzak ve Cehenneme yakındır. Allah katında cömert bir câhil, cimri olan bir âlimden daha sevimlidir. En ağır hastalık, cimrilik hastalığıdır." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Allah cömerttir, cömertliği ve güzel ahlâkı sever." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Akıllı kimse odur ki; Malını güve düşmeyecek, hırsız çalmayacak yerde saklayandır; yani Allah yolunda harcayan." (Abdullah bin Mes'ud r.a.)
"Her sabah iki melek: 'Allahım, cimrinin malını tezden elinden al, cömerdin malını da artır' diye duâ ederler."
"Geçim kaynağı için çalışmasına veya ticaretine haram karıştıranlara şunu hatırlatmak gerekir: 'Kendisine isyan ettiğin hallerde bile rızkını kesmeyen Allah Teâlâ, kendisine itaat ettiğinde mi rızkını vermeyip kesecek?"
"Cömertlik fazla vermekten ziyade, yerinde ve zamanında vermek demektir."
“Kişi bu dünyaya tenezzül etti mi, bala kapılmış sineğe döner.”
“Bazıları ‘dünyada mekân, âhirette iman’ der; ama doğrusu şöyle olmalı: ‘Dünyada sağlam iman, Âhirette cennet gibi mekân.”
“Kim dünyaya mâlik olursa yorgun düşer, kim dünyayı severse ona kul olur, dünyanın azı yeter, çoğu da zengin yapmaz.”
“Âhirette mü’mini bekleyen nimetler, güzellikler yanında, dünya hayatı ne kadar güzel ve şâşaalı bile olsa, zindan gibi kalmaktadır.”
“Ey insan! Dünyaya kalıbınla sahip ol; fakat kalbini ve himmetini ondan ayır.” (Abdullah bin Ömer)
“Mü’min, dünyada, doktoru yanında olan bir hastaya benzer. Doktoru, ona faydalı olanı ve olmayanı bilir. Hasta kendisine zararlı bir şeyi isterse ona engel olur. Mü’minin hali de buna benzer. O, birçok şeyi arzu eder; ama imanı, ona zararlı olan şeylere mâni olur. Ölünceye kadar, bu böyle sürer gider.” (Selmân-ı Fârisî)
“Müslümanlar arasında nerede ve ne zaman tartışma çıkarsa, bilin ki işin içinde servet, şöhret veya şehvet, yani para, makam veya kadın vardır. Ya bunlardan biri veya birkaçı. Kavganın sebebi bilindiğine göre tedâvisi kolaydır. Bize verilen herşeyin emânet olduğunu ve bunlarla sınava çekildiğimiz şuuru. Müslüman olduğumuzu hiçbir zaman unutmamak ve Allah’ın bize devamlı gördüğü şuurunda yaşamak.”
“Çarşıyı pazarı müslümanlaştırmadan, İslâm’ı çevreye hâkim kılmak mümkün değildir.”
“Paraya hâkim ol(a)mayan müslümanıın dünyası da, büyük ihtimalle âhireti de cehennem olacaktır.”
“Her işini para ile görüp paraya düşman olan müslümanlar; konforlu hayat yaşayıp ‘dünya sevgisi hataların başıdır’ diyenler; sermâye biriktirip bankayla iş görüp kapitalizme düşman olanlar; kapitalistler gibi yaşayıp sosyalizmin gelmesini istemeyenler tezat içindedir.”
“Hapse girmemek için T.C. kanunlarına gösterilen gayret kadar, Cehenneme girmemek için Allah’ın kanunlarına uyulsa, dünyamız da, âhiretimiz de cennete dönüşecektir. Üniversite sınavına hazırlanan bir genç kadar âhirette Cennet kazanmak için dünya imtihanına özen göstersek Cennetin bütün kapıları bize açılır. Dünya huzuru da avans olur.”
“Helâl-haram gözetmeden para kazanan ehl-i dünyadır, laiktir, kapitalisttir. Haramdan kaçan, helâl kazanç sağlayan ise ehl-i diyânettir, mü’mindir, mübârektir. Karun gibi, Firavun gibi, yahûdiler gibi zengin olmak, dini satıp dünyayı da mezara kadar sırtlamaktır. Her yolcu, birşeyler götürür. Âhirete giden de sevaptan, günahtan başka bir şey götüremez.”
“Dünya, mü’minin zindanı, kâfirin ise cennetidir.” (Hadis-i Şerif)
“Dünya, âhiretin tarlasıdır.” (Hadis-i Şerif)
“Âhirete nisbetle dünya, sizden birinizin parmağını denize daldırması gibidir. Dikkat etsin, o, parmağıyla neyi geri getirebilir?”
“Ebedî olan âhirete inandığı halde bütün mesâisini aldatıcı olan dünyalık için harcayanlara alabildiğine şaşarım.”
“Önünüzde çok zor ve güç bir yokuş var. Ancak yükü hafif olanlar onu aşabilecektir.”
“Dünya derin bir denizdir. Çok kimse burada boğulmuştur. Bu deryada boğulmaktan kurtulmak için gemin takvâ, yatağın iman, yelkenin Allah’a tevekkül olsun ki, batmaktan kurtulabilesin. Yoksa kurtuluş zordur.”
“Dünyayı kendinize efendi edinmeyin ki, o da sizi kendisine köle etmesin. Servetinizi kaybolmayacak yerde toplayın.”
“Hasta adam, hastalığı sebebiyle yemeğin tadını alamadığı gibi, dünyaya meyleden de dünya sevgisi sebebiyle ibâdetlerin tadını alıp zevkine varamaz.”
“Dünyanın lezzetini, zevkini, saâdetini, rahatını isterseniz, meşrû dairedeki keyifle yetinin. O, keyfe kâfidir.”
“Şu dünya; imtihan meydanıdır ve hizmet yeridir; lezzet, ücret ve mükâfat yeri değildir.”
“Dünya, kâmil mü’minin kıymetsiz oyuncağı, gâfillerin değersiz salıncağıdır.”
“Dünya, ‘bir gün’ gibi çabucak geçecek, Kur’an’ın ‘yarın’ dediği gün uyanacak, ‘dünya’ için ‘dün ya!’ diyeceksin.”
“Dünya sana oyuncak olarak verilmişken, oyuncak seni oynuyor!”
“İnsan dünyada ancak dünyaya boş verdiği zaman mutlu olur.”
“Dünya âhiretin bir şantiyesi mesabesindedir.”
“Bu dünyaya aşırı tutkun olup meyletmek, insanın kalbinden imanın tadını çıkarır.”
“Dünya kalbe yerleşince, âhiret kalpten göç edip gider.”
“Kim dünyaya evlenme teklifinde bulunursa, dünya ondan mehir bedeli olarak, dinini ister.”
“Dünyanın karakteri, önce yaldızlı şeylerle aldatıp sonra helâk etmektir. O, kendini beğendirmek için süslenip püslenen, evlendikten sonra da kocasını öldüren bir kadına benzer.”
“Dünya malı çok olanın, aldanma dünyasına.
Dünya benim diyenin, gittik dün yasına.”
“Bazıları ‘dünyada mekân, âhirette iman’ der; ama doğrusu şöyle olmalı: ‘Dünyada sağlam iman, Âhirette cennet gibi mekân.”
“Dünyada hırs ve tamah varken, dolandırıcılar açlıktan ölmez.”
“Bir başka âlemin bekleme odasıdır bu dünya”
“Dünya terzi dükkânı, ölçüyü veren gider.”
“Kim dünyaya mâlik olursa yorgun düşer, kim dünyayı severse ona kul olur, dünyanın azı yeter, çoğu da zengin yapmaz.”
“Âhirette mü’mini bekleyen nimetler, güzellikler yanında, dünya hayatı ne kadar güzel ve şâşaalı bile olsa, zindan gibi kalmaktadır.”
“Ey insan! Dünyaya kalıbınla sahip ol; fakat kalbini ve himmetini ondan ayır.” (Abdullah bin Ömer)
“Mü’min, dünyada, doktoru yanında olan bir hastaya benzer. Doktoru, ona faydalı olanı ve olmayanı bilir. Hasta kendisine zararlı bir şeyi isterse ona engel olur. Mü’minin hali de buna benzer. O, birçok şeyi arzu eder; ama imanı, ona zararlı olan şeylere mâni olur. Ölünceye kadar, bu böyle sürer gider.” (Selmân-ı Fârisî)
"Komşusu açken tok yatan Biz’den değildir." (Hadis-i Şerif)
"Az yiyenin içi nurla dolar." (Hadis-i Şerif)
"Tıka basa yiyip içmekten sakının. Bu, bedeni yıpratır, hastalık getirir." (Hadis-i Şerif)
"Tembellik ve karın büyüklüğünden Allah'a sığınırım." (Hadis-i Şerif)
"Sadaka ömrü uzatır." (Hadis-i Şerif)
"Az ye, çok yaşa!" (Hadis-i Şerif)
"İnsanın kalbi, tarladaki ekin gibidir. Yemek de yağmur gibidir. Fazla su ekini kuruttuğu gibi, fazla gıda da kalbi öldürür." (Hadis-i Şerif)
"Tok olan cümle cihanı tok sanır,
Aç olan âlemde ekmek yok sanır."
"Az yemekdir âdeme mahz-ı şifâ
Çok yemekten olur emrâz-ı belâ."
"Yiyin efendiler, yiyin; bu hân-ı iştihâ sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!" (T. Fikret)
"Câhiller, 'Üzümünü ye, bağını sorma' dese de, ey müslüman! Sen, bağını sormadığın -şüpheli- üzümü yeme!"
"Tok iken yemek yiyen mezarını dişiyle kazar."
1- Sami
2- Hüseyin K. Ece,
İslâm’ın Temel Kavramları, s. 311-3133- Yusuf Kerimo
ğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Yayınları, s. 215-2164- Abdullah Ünalan,
Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 3835- Hüseyin K. Ece,
İslâm’ın Temel Kavramları, s. 465-4666- Osman Çetin,
Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 313-3147- Hekimo
ğlu İsmail, İktisat Bilinci, s. 10 vd.8- Ahmed Sezikli,
Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 322-3239- Ali Ünal,
Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 239-24010- Hamdi Döndüren,
Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 244-24511- Ahmet Özalp,
Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 299-30112- Hamdi Döndüren,
Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 52-5413- Hüseyin K. Ece,
İslâm’ın Temel Kavramları, s. 381-38214- Geni
ş bilgi için bak. Abdülkerim Zeydan, İlâhî Kanunların Hikmeti (Sünnetullah), İhtar Y. s. 343-36515- Elmal
ılı, Hak Dini Kur'an Dili, 1/180-18116- Seyyid Kutub, Fi Z
ılâli'l Kur'an, c. 1, s. 80-8117- Mahmut Topta
ş, Şifa Tefsiri, c. 1, s. 85-8618- Mevdûdi, Tefhimül Kur'an, c. 1, s. 49
19- Yusuf Kerimo
ğlu, Kelimeler Kavramlar, İkinci Kitap, s. 78-8220- Hüseyin Caneri, Ahlak Bilinci, s. 86-90
21- Geni
ş bilgi için bkz. Y. Vehbi Yavuz, İslâm'da Zekât Müessesesi, İstanbul 1972, Feyiz Y. s. 54-8722- Süleyman Ate
ş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 13, s. 34-3823- A.g.e. c. 11, s. 380-386
24-
İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 11, s. 13025- Milasl
ı İsmail Hakkı, Tıbb-ı Nebevî, s. 2226- Kastalâni, el-Mevâhibu'l Ledünniye, s. 22
27- Hemmerdinger, Midenizi Koruyunuz, Terc. Cevat Bilge, s. 31
28-
İmam Kurtubi, el-Câmiu li Ahkâmi'l Kur'an, c. 7, s. 19829- N. Ka
ğan Çetin, Tüketici Efsaneleri, Özgür ve Bilge, sayı 3, Nisan 2002
İsrâf Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A-
B- SAVURGANLIK, SAÇIP SAVURMA ANLAMINDAK
İ TEBZÎR KELİMESİ VE TÜREVLERİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 3 Yerde): 17/İsrâ, 26, 26, 27.C
İMRİLİK ANLAMINDAKİ “BUHL” KELİMESİ VE TÜREVLERİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 12 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 180, 180; 4/Nisâ, 37, 37; 9/Tevbe, 76; 47/Muhammed, 37, 38, 38, 38; 57/Hadîd, 24, 24; 92/Leyl, 8.İSRAF VE İKTİSAT (SAVURGANLIK VE TUTUMLULUK) KONUSUYLA İLGİLİ ÂYET-İ KERİMELER
İsraf Etmekten Sakınmak: 6/En'âm, 141; 7/A'râf, 31.
Saç
ıp Savurmaktan Sakınmak: 6/En'âm, 141; 7/A'râf, 31; 17/İsrâ, 26-27, 29.Mü'minler
İsraf Etmezler: 25/Furkan, 67.Allah
İsraf Edenleri Sevmez: 6/En'âm, 141; 7/A'râf, 31.EKONOM
İK EŞİTLİĞİN ANLAMIR
ızık Konusunda Kimi Kiminden Farklıdır: 16/Nahl, 71; 17/İsrâ, 21; 42/Şûrâ, 27; 43/Zuhruf, 32.Zengin Fakir Ay
ırımı Yoktur: 6/En'âm, 52-53.ZENG
İNLİK VE ZENGİNLERAllah, Diledi
ğine Hesapsız Rızık Verir: 2/Bakara, 212; 3/Âl-i İmrân, 27, 37; 28/Kasas, 79-82; 29/Ankebût, 62; 42/Şûrâ, 19.Zenginli
ği Veren Allah'tır: 53/Necm, 48.Zenginlik Bir Üstünlük Sebebi De
ğildir: 6/En'âm, 52-53.Mal, Zenginler Aras
ında Dolaşan Bir Servet Olamaz: 59/Haşr, 7.Kâfirler Mal Gururuna Kap
ılırlar: 6/En'âm, 52-53; 7/A'râf, 49; 11/Hûd, 27; 18/Kehf, 28; 26/Şuarâ, 106-114.Câhil ve Gururlu Zenginler: 96/Alak, 6-7, 12.
Mal, Fitne ve
İmtihan Sebebidir: 8/Enfâl, 28; 64/Teğâbün, 15.C
İMRİLİKCimrilik Etmek: 2/Bakara, 195; 3/Âl-i
İmrân, 180; 4/Nisâ, 36-37; 47/Muhammed, 38; 57/Hadîd, 23-24; 92/Leyl, 8-10.Mal
ı ve Parayı Biriktirmek: 3/Âl-i İmrân, 49; 9/Tevbe, 34-35; 64/Teğâbün, 15-18; 104/Hümeze, 1-4.İnsan Cimridir: 17/İsrâ, 100; 70/Meâric, 19-21; 100/Âdiyât, 8-11.
Şeytan Fakirlikle Korkutur: 2/Bakara, 268.
Cimrilik Etmekten Sak
ınmak: 17/İsrâ, 29, 31; 47/Muhammed, 37-38; 59/Haşr, 9; 64/Teğâbün, 16.Mü'minler Cimrilik Yapmaz: 25/Furkan, 67.
İ- CÖMERTLİK
Cömert Olmak: 17/
İsrâ, 29.Allah Cömerlere Bolluk Verir: 2/Bakara, 268.
J- YED
İRİP İÇİRMEKFakirlere Yedirip
İçirmek: 22/Hacc, 28, 36; 76/İnsan, 8-12.Yetimlere Yedirip
İçirmek: 76/İnsan 8-12.Esirlere Yedirip
İçirmek: 76/İnsan, 8-12.Kâfirler, Fakirlere Yedirip
İçirmezler: 36/Yâsin, 47; 69/Haakka, 34; 74/Müddessir, 43-44; 107/Mâûn, 1, 3.K- RIZIK
Allah, Diledi
Allah, R
ızkı Daraltır veya Genişletir: Bakara, 245; Ra'd, 26; İsra, 30; Kasas, 82; AnkEbût, 62; Rum, 37; Sebe'36, 39; Zümer, 52; Şura, 12, 27; Mülk, 21.R
ızkı Veren Allah'tır: Yunus, 31; Hicr, 21; AnkEbût, 17, 61; Rum, 40; Sebe',24, 39; Fatır, 3; Zariyat, 58.R
ızık Konusunda Kimi kiminden Farklıdır: Nahl, 71; İsra, 21; Şura, 27; Zuhruf, 32.Allah, Bütün Canl
ıların Rızkını Verir: Hud, 6.R
ızık Verenlerin En Hayırlısı Allah'tır: Hacc, 58; Mü'minun, 72; Cum'a, 11.Allah, En Temiz Nimetlerden R
ızıklandırır: Mü'min, 64.Allah, Cimrilik Etmeyenlere Bol R
ızık Verir: Bakara, 268.Yer Üzerinde R
ızık Sebepleri Yaratılmıştır: Hıcr, 20.R
ızık Endişesi, Hakka Davet Görevine Engel Olamaz: Taha, 132.Ya
ğmurla Gökten Rızık İner: Zariyat. 22.R
ızık Aramak: Cum'a, 10.R
ızkın Bolluğu ve Darlığında, İbretler Vardır: Zümer, 52Yarat
ılan Her Şeyin İnsan İçin Olmasında İbretler Vardır: Casiye, 13R
ızık Endişesi, Tebliğ Görevine Engel Olamaz: Taha, 132Zenginli
ği Veren Allah'tır: Necm, 48Zenginlik Bir Üstünlük Sebebi De
ğildir: En'am, 52-53Mal, Zenginler Aras
ında Dolaşan Bir Servet Olamaz: Haşr, 7.Kâfirler, Mal Gururuna Kap
ılırlar: En'am, 52-53; A'raf, 49; Hud, 27; Kehf, 28; Şuara, 106-114Cahil ve Gururlu Zenginler: Alak, 6-7, 12
Mal, Fitne ve
İmtihan Sebebidir: Enfal, 28; Teğabün, 15.Fakir Dü
şmekte Hikmet Vardır: En'am, 42, Tevbe, 28.R
ızık Konusunda Kimi Kiminden Farklıdır: Nahl, 71; İsra, 21; Şura, 27; Zuhruf, 32.Zengin Fakir Ayr
ımı Yoktur: En'am, 52-53.L-
İNFAKİnfak/Allah Yolunda Harcamak: Bakara, 3, 195, 245, 254, 261, 270, 272, 274; Enfal, 3; Ra'd, 22; İbrahim, 31; Hacc, 35; Kasas, 77; Secde, 16; Fatır, 29-30; Hadid, 7; Münâfıkun, 10-11; Teğabün, 16-17.
Mala Olan Sevgiye Ra
ğmen Allah Sevgisiyle Harcamak: Bakara, 177; İnsan, 8.Harcamada Ölçü: Furkan, 67; Muhammed, 36-38.
Allah
İçin Harcamak ve Harcayanların Hali: Bakara, 264-266, 272; Kasas,77; Münafikun, 10-11; Leyl,17-21Harcamay
ı Malın İyisinden ve Sevilen Şeylerden Yapmak: Bakara, 267; Al-i İmran, 92.Harcama Yap
ılacak Mal: Bakara, 3, 219; Şura, 38.Kendilerine Verilecek Kimseler: Bakara, 215, 273; Nur, 22.
Harcad
ıklarını Başa Kakanlar: Bakara, 262-264, 266, Müzzemmil, 20.Gösteri
ş Olsun Diye Harcamak: Bakara, 264, 266, 270, 272; Nisa, 38-39.İnfaktan Kaçılmaz: Bakara, 268; Hadid, 10.
İnfaktan Kaçanlar: Mearic, 18-21.
İnfak Edenler Takva Sahibi Mü'minlerdir: Al-i İmran, 16-17, 134.
İnfak Edenlerin Mükafatı: Bakara, 272; Hadid, 7, 11; Teğabün, 17; Mearic, 24-25, 35; Leyl, 5-7,18.
Kafirler ve Mü
şrikler İnfak Etmezler: Yasin, 47; Kalem, 17-40; Hakka, 34; Müddessir, 43-44; Mâûn, 1, 3.Kâfirler Mallar
ını Allah Yolundan Çevirmek İçin Harcarlar: Enfal, 36; Beled, 5-12.Fakirlere Yedirip
İçirmek: Hacc, 28, 36; İnsan, 8-12, Fecr, 18.Yetimlere Yedirip
İçirmek: İnsan, 8-12.Esirlere Yedirip
İçirmek: İnsan, 8-12.Kâfirler, Fakirlere Yedirip
İçirmezler: Yasin, 47; Hakka, 34; Müddessir, 43-44; Maun, 1-3.Cömert Olmak:
İsra, 29.Allah, Cömertlere Bolluk Verir: Bakara, 268.
Fakirlere
İyilik Etmek: Bakara, 83; Nisa, 36.Fakirlere Vermek: Bakara, 177, 215, 273;
İsra, 26; Nur, 22; Rum, 38; Mearic, 24-25.Sail'i (
İsteyeni, dilenciyi) Azarlamaktan Sakınmak: Duha, 10.Kâfirler, Fakirleri Küçük Görürler: En'am, 52-53; A'raf, 49; Hud, 27; Kehf, 28;
Şuara, 106-114.Kâfirler ve Mü
şrikler, Fakirlere Vermezler: Yasin, 47, Kalem,17-40; Hakka,34; Müddessir,43-44; Mâûn, 1-3M- MAL VE MALI KULLANMAK
a- Mal, Fitnedir, İmtihan Sebebidir: 8/Enfâl, 28; 64/Teğâbün, 15.
b- Mal, Dünya Hayatının Süsüdür: 18/Kehf, 46.
Zenginlik, Bir Üstünlük Sebebi Olamaz: 6/Er’âm, 52-53.
Mal, Zenginler Arasında Dolaşan Bir Devlet/Servet Olmamalıdır: 59/Haşr, 7.
Malı Kullanmakta Reşit Olmak: 4/Nisâ, 5-6; 17/İsrâ, 34.
Sefihlere (malını İyi Kullanamayacak Akılsızlara) Mal Verilmez: 4/Nisâ, 5.
Ekonomik Esâret: 59/Haşr, 7.
Malı ve Parayı Biriktirmek (Stokçuluk): 3/Âl-i İmrân, 49; 9/Tevbe, 34-35; 64/Teğâbün, 14-18; 104/Hümeze, 1-4.
Mal Sevgisi: 3/Âl-i İmrân, 14; 9/Tevbe, 35; 89/Fecr, 20.
Mal Sevgisini, Allah’tan, Peygamber’den ve Allah Yolunda Cihaddan Üstün Tutmak: 9/Tevbe, 24, 34-35; 63/Münâfıkun, 9; 92/Leyl, 8-11; 96/Alak, 6-8.
Mal, Dünyada Kalacaktır: 6/En’âm, 94.
Kâfirlere Malları ve Evlâtları Fayda Vermez: 3/Âl-i İmrân, 10, 91, 116; 5/Mâide, 36; 6/En’âm, 70; 7/A’râf, 48; 13/Ra’d, 18; 19/Meryem, 77-80; 45/Câsiye, 10; 58/Mücâdele, 17; 69/Haakka, 25-29; 92/Leyl, 8-11; 104/Hümeze, 2-6; 111/Leheb, 1-3.
Münâfıklar, Mal Sevgisi ile Doludurlar: 9/Tevbe, 58-59, 67, 75-76; 48/Fetih, 15; 49/Hucurât, 14, 16-17.
Mûsâ (a.s.)’nın Ümmetinden Karun’un Mal Sevgisinin Sonu: 28/Kasas, 76-84; 29/Ankebût, 39-40.
N- MÜLK VE MÜLKÜN SAHİBİ
Mülk Allah’ındır: 35/Fâtır, 13; 57/Hadîd, 10; 64/Teğâbün, 1; 67/Mülk, 1.
Allah, Mülkü Dilediğine Verir: 2/Bakara, 247; 3/Âl-i İmrân, 26.
Göklerdeki ve Yerdeki Her Şey, Allah’ındır: 2/Bakara, 255, 284; 3/Âl-i İmrân, 109, 129; 4/)Nisâ, 126, 131-132; 5/Mâide, 120; 10/Yûnus, 55; 14/İbrâhim, 2; 16/Nahl, 52; 20/Tâhâ, 6; 22/Hacc, 64; 24/Nûr, 64; 30/Rûm, 26; 31/Lokman, 20, 26; 34/Sebe’, 1; 42/Şûrâ, 4; 53/Necm, 31; 57/Hadîd, 2, 5.
Göklerin ve Yerin Tasarrufu Allah’ındır: 2/Bakara, 107; 3/Âl-i İmrân, 189; 5/Mâide, 40; 9/Tevbe, 116; 24/Nûr, 42; 25/Furkan, 2; 36/Yâsîn, 83; 39/Zümer, 62-63; 42/Şûrâ, 49; 43/: Zuhruf, 85; 45/Câsiye, 27; 48/Fetih, 14; 57/Hadîd, 2, 5; 85/Bürûc, 9.
O- DÜNYA N
İMETLERİCennetin Nimetleri Dünya Nimetlerinden Hay
ırlıdır: 3/Âl-i İmrân, 14-15; 16/Nahl, 30.Dünya Nimetleri Fânîdir; Âhiret Nimetleri Son Bulmaz: 4/Nisâ, 77; 16/Nahl, 96; 35/Fât
ır, 5; 42/Şûrâ, 36.Dünya Nimetleri
İle Âhiret Nimetlerinin Karşılaştırması: 28/Kasas, 60; 29/Ankebût, 64.Sâlih Amel, Dünyan
ın Süsünden Hayırlıdır: 18/Kehf, 46; 19/Meryem, 76.P- ZENG
İNLİK VE ZENGİNLERa- Allah, Diledi
ğine Hesapsız Rızık Verir: 2/Bakara, 212; 3/Âl-i İmrân, 27, 37; 28/Kasas, 79-82; 29/Ankebût, 62; 42/Şûrâ, 19.b- Zenginli
ği Veren Allah'tır: 53/Necm, 48.Zenginlik Bir Üstünlük Sebebi De
ğildir: 6/En'âm, 52-53.Mal, Zenginler Aras
ında Dolaşan Bir Servet Olamaz: 59/Haşr, 7.Kâfirler Mal Gururuna Kap
ılırlar: 6/En'âm, 52-53; 7/A'râf, 49; 11/Hûd, 27; 18/Kehf, 28; 26/Şuarâ, 106-114.Câhil ve Gururlu Zenginler: 96/Alak, 6-7, 12.
Mal, Fitne ve
İmtihan Sebebidir: 8/Enfâl, 28; 64/Teğâbün, 15.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
Zenginlere ve Zengin Olmak
Fakirler ve Zenginler, Vehbi Karaka
ş, Timaş Y. İst. 1993Zenginler, Yoksullar ve Robotlar, Deniz Can Saner, Birle
şim Y. İst. 1993Neden Bu Kadar Fakirler, Abdullah Arslan, Akademi Y.
İst. 1989Hayat
ın Pahalılanmasını Nasıl Engelleyebiliriz? Birlik Y. Ank. 1979Niçin Yoksuluz? Birlik Yay
ıncılık, Ank.Uluslar
ın Yeni Zenginliği, Guy Sorman, Afa Y.TDV
İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. Fakir: Osman Eskicioğlu, c. 12, s. 129-131; Fakr: Süleyman Uludağ, c. 12, s. 132-134; İsraf: Cengiz Kallek, c. 23, s. 179-180; Kanaat: Mustafa Çağrıcı, c. 24, s. 289-290Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. Fakirlik: Hamdi Döndüren, c. 2, s. 141-143 el-Ğanî: M. Sait Şimşek, c. 2, s. 212-213; (Kanaat: Zübeyir Tekkeşin) c. 3, s. 297-298; Tevekkül c. 6, s. 211; Zenginlik: Arif Köten, c. 6, s. 448 ?Miskin, Zühd? İsraf?, Müsrif? Cimrilik? Cömertlik? Mal?
Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ate
ş, KUBA Y. c. 10, s. 324-329Delilleriyle Ticaret ve
İktisat İlmihali, Hamdi Döndüren, Erkam Y.İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y.
Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y.
TDV
İslâm Ansiklopedisi, TDV Y.Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ate
ş, KUBA Y.Tüketim Virüsü, Mustafa Karaalio
ğlu, Şehir Y. /Yeni Şafak Gazetesi Y.Tüketicinin El Kitab
ı, Osman Altuğ, Sezai Dumanoğlu, Yasa Y.Tüketicinin Korunmas
ı, Mehmet AydınTüketicinin Korunmas
ı, Pazarlamacı Karşısında Tüketici, Yıldırım KılkışPazarlama Yönetimi I-II, Philip Kotler, Bilimsel Y.
Pazarlama
İlkeleri, İsmet Mucuk, Der Y.AT’de Tüketiciyi Koruma Politikalar
ı ve Türkiye’de Durum, İsmet Mucuk, TÜSİAD Araştırmaları Y.Yar
ın Çok Star Olacak, Jaques Seguela, Afa Y.Amerikan Yüzy
ılının Sonu, Mustafa Özel, İz Y.Piyasa Dü
şmanı Kapitalizm, Mustafa Özel, İz Y.Küresel Rekabet, Derleyen Mustafa Özel,
İz Y.İktisat Risaleleri, Derleyen Mustafa Özel, İz Y.
Birey Burjuva ve Zengin, Mustafa Özel,
İz Y.İktisat ve Din, Hazırlayan Mustafa Özel, İz Y.
İktisat, Siyaset ve Din, Mustafa Özel, Yeni Şafak, İst. 1995
Tüketicinin Korunmas
ı Hakkında Mevzuat, Mehmet Köksal, Alfa Y.Tüketici Hukuku ve
İlgili Mevzuat, İ. Yılımaz Aslan, Ekin Kitabevi Y.Tüketici Davran
ış ve Tüketicilik Bilinci, Rauf Arıkan, Yavuz Odabaşı, Anadolu Ün. Aç.Öğ. Fak. Y.Reklam Dünyas
ının İçyüzü, Jim Ring, Milliyet Gazetesi Y.Reklam Bize S
ırıtan Bir Leştir, Oliviero Toscani, Milliyet Gazetesi Y.Reklamc
ılık, Arman Mattelart, İletişim Y.AT Ülkelerinde Tüketici Politikalar
ı ve Türkiye TSE Y.Kapitalizm ve Özgürlük, Milton Fr
ıedman, Altın Kitaplar Y.Tüketim Köleli
ği, İvan İllich, Pınar Y.Şenlikli Toplum, İvan İllich, Ayrıntı Y.
İslâm'ın İktisadî Görüşü, Sabahaddin Zaim, Yeni Asya Y. İst. 1981
İslâm ve Ekonomik Hayat, Ahmet Tabakoğlu, D.İ.B. Y. İst. 1987
İslâm'a Göre Banka ve Sigorta, Hayreddin Karaman, Nesil Y. 3. Bs. İst. 1992
İslâm'da Para, Ahmed el-Hasenî, Çev. Adem Esen, İz Y. İst. 1996
İdeal Ekonomik Politikası, Abdurrahman Maliki, Ta-ha Y.
Müslüman ve Para, Hekimo
ğlu İsmail, Timaş Y. 7. bs. İst. 1996Para, Faiz ve
İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 1987İktisat Penceresinden İslâm, Ferit Yücel, Şahsi Y. İst. 1979
Herkes
İçin Ekonomi, George Soule, Gerson Antell, Çev. Nejat Muallimoğlu, Avcıol Basım Yayın, 3. Bs. İst. 1996İnfak (Allah Yolunda Harcama), Veysel Özcan, Mirfak Y.
Çal
ışma Hayatı ve İslâm, Yunus Vehbi Yavuz, Tuğra Neşriyat, İst. 1992İslâm'da İşçi-İşveren Münâsebetleri, Hayreddin Karaman, Marifet Y.İst. 1981
İslâm'da Ticaret Prensipleri, M. Cevat Akşit, Gaye Vakfı, İst. 2001
İslâm'da Ticaret Hukuku, Abdülkerim Polat, Sabah Gaz. Kültür Y. İst. 1977
İslâm'da Tüketici Hakları, Hüseyin Arslan, T. Diyanet Vakfı Y. Ank. 1994
İslâm Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı, Fahri Demir, D.İ.B. Y. Ank. 1988
Ça
ğdaş Ekonomik Problemlere İslâmî Yaklaşımlar, Hamdi Döndüren, İklim Y. İst. 1988Aksiyon, Ahlâk, Ekonomi, Zübeyir Yetik, Ç
ığır Y. İst. 1975Ekonomi Bir Din midir, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
İst. 1991S
ınıfsız Dünya, Saadettin Elibol, Dergâh Y. İst. 1978Gazâlî’nin
İktisat Felsefesi, Sabri Orman, İnsan Y. İst. 1984Al
ışverişte Vâde Farkı ve Kâr Haddi, Heyet, İlmî Neşriyatİktisadî Kalkınma ve İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat
Türkiye’de Zekât Potansiyeli, Heyet,
İlmî Neşriyatİşçi İşveren Münasebetleri, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 1990
Toplumlar
ın Çöküşünde Rüşvet, Seyyid Hüseyin el-Attas, Çev. Cevdet Cerit, Pınar Y. İst. 1988Sosyal Siyaset Aç
ısından İslâm'da Ücret, Adem Esen, T. Diyanet Vakfı Y. 2. Bs. Ank. 1995Ekonomik Adâletin Temelleri, Muhammed Nuveyhi, Beyan Y. 2. Bs.
İst. 1984Tüketim Köleli
ği, Ivan İllich, Çev. Mesut Karaşahan, Pınar Y. İst. 1990Küreselle
şen Dünyada Özgür Birey, Zengin Toplum, Mehmet Traş, Birey Y. İst. 2003Türkiye'de Kapitalizmin Geli
şmesi ve Sosyal Sınıflar, Ali Gevgilili, Bağlam Y. İst. 2. Bsk, 1989Ana Hatlar
ıyla İslâm Ekonomisi, Servet Armağan, Timaş Y.Ça
ğdaş Ekonomik Doktrinler ve İslâm, İ. M. İsmail, Boğaziçi Y.Çal
ışma Hayatı ve İslâm, Yunus Vehbi Yavuz, Tuğra Y.Ekonomiye De
ğinmeler, Zübeyir Yetik, Akabe Y.El-Hisbe,
İbn Teymiyye, İnsan Y.Hz. Muhammed’in Getirdi
ği Ekonomik Düzen, Sadık Yılma, Yeni Ufuklar NeşriyatHz. Peygamber Döneminde Devlet ve Piyasa, Cengiz Kellek, Bilim ve Sanat Vakf
ı Y.Hz. Ömer Döneminde Ekonomik Yap
ı, İrfan Mahmud Rânâ, Bir Y.İktisat Bilinci, Hekimoğlu İsmail, Denge Y. İst. 1996
İslâm Devlet Bütçesi, Celâl Yeniçeri, Şamil Y.
İslâm Ekonomi Sistemi, Muhammed Bakır Sadr, Rehber Y.
İslâm Ekonomisi Sistemi, M. Ömer Çapra, Fikir Y.
İslâm Ekonomi Düşüncesi, Sıddıkî, Bir Y.
İslâm Ekonomi Toplumunun Kuruluşu, Muhammed Abdülmennan, Fikir Y.
İslâm Ekonomisi (Teori ve Pratik), M. A. Mannan, Fikir Y.
İslâm Ekonomisi ve Sosyal Güvenlik Sistemi, Faruk Yılmaz, Marifet Y.
İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, Heyet, Ensar Neşriyat
İslâm Ekonomisinde Gelir ve Sermaye, M. Sabri Erdoğdu, Sebil Y.
İslâm Ekonomisinde Tasarruf ve Ekonomik Gelişme, M. Sabri Erdoğdu, Sebil Y./Marm. Ü. İl. FkV.Y.
İslâm Ekonomisinin Temel Meseleleri, M. Ekrem Han, Kayıhan Y.
İslâm İktisadında Helâl Kazanç, İmam Muhammed Şeybani, Seha Neşriyat
İslâm İktisadının Esasları, Celâl Yeniçeri, Şamil Y.
İslâm İktisat ve Metodolojisi, Yusuf Mısri, Birleşik Yayıncılık İst.
İslâm İktisat Tarihine Giriş, Abdulaziz Durî, Endülüs Y. İst. 1991
İslâm’da İktisadî Nizamı, Ömer Çapra, Çev. Hulûsi Yavuz, Sebil Y.
İslâm Şirketler Hukuku (Emek-Sermaye Şirketi), Osman Şekerci, Marifet Y.
İslâm ve Çağdaş Ekonomik Konular, M. A. Mannan, Fikir Y. İst. 1984
İslâm ve Çağdaş Ekonomik Doktrinler, Muhammed İsmail, çev. Cemal Karaağaçlı, Serda, Yeni Neşr.
İslâm Ekonomisinin Strüktürü, Sezai Karakoç, Diriliş Y.
İslâm’da Ekonomik ve Sosyal Düşüncenin Çağdaş Görünümü, Heyet, Düşünce Y. İst. 1978
İslâm Devletinde Malî Yapı, S. A. Sıddıkî, Çev. Rasim Özdenören, Fikir Y. 2. bs. İst. 1980
İslâm ve Ekonomik Hayat, Ahmet Tabakoğlu, D.İ.B. Y.
İslâm ve İktisadi Ekoller, M. Bakır es-Sadr, Akademi Y. İst. 1991
İslâm ve Mülkiyet, Mahmud Talegani, Yöneliş Y.
İslâm’da Tüketici Hakları, Hüseyin Arslan, T. Diyanet Vakfı Y.
İslâmî Yaklaşımlar, Hamdi Döndüren, Kültür Basın Yay. Birliği
İslâmî Açıdan Borsa, Heyet, Ensar Neşriyat
İslâmî İktisadın Felsefesi, Murtaza Mutahhari, İnsan Y.
İslâm İktisadında Narh, Davut Aydüz, Işık Y. x
İslâm’da İktisat Anlayışımız, M. Said Çekmegil, Nabi-Nida Y. 2. bs. Malatya, 1994
Ça
ğdaş İktisadi Sistemleri, Beşir Hamitoğulları, Savaş Y.Adil Ekonomik Düzen, Necmettin Erbakan, Ank. 1991
Modern
İktisat ve İslâm, Sabahaddin Zaim, MTTB Basın-Yayın Md. Neşr. 3. bsk. İst. 1969Cumhuriyet Döneminin
İktisadi Tarihi, Yahya S. Tezel, Tarif Vakfı Yurt Y.Türkiye’de Ekonomi Politikalar
ı ve İşsizlik Meselesi, Şevki Çobanoğlu, Uhud Y.Türkiye’de Özel Finans Kurumlar
ı ve İslâm Bankacılığı, İsmail Özsoy, Timaş Y. İst. 1987Türkiye’de Ekonomik Güçlükler ve Çözüm Yollar
ı, Emin Çarıkçı, Adım Y.Türkiye’de Enflasyonla Mücadele, Tuncay Artun, Tekin Y.
Türkiye’de Özelle
ştirme, Cevat Karataş, Ziya Öniş, Yeni Yüzyıl Kitaplığı Y.Darbelerin Ekonomisi, Mehmet Altan, Afa Y.
İst. 1990Yabanc
ı Sermaye, Komisyon, TÜGİAD Y.Toplum Suskun, Sermaye Serbest, Heyet, Bire
şim Y.Ekonomi ve Ahlâk, N. Haydar Nakvî,
İnsan Y. İst. 1985Tüketim Virüsü, Mustafa Karaalio
ğlu, Yeni Şafak Y. İst. 1995Ekonomik Çözüm,
Şevki Çobanoğlu, Uhud Y. İst. 1991Risk Sermayesi, Özel Finans Kurumlar
ı ve Para Vakıfları, Murat Çizakça, İlmî NeşriyatTürkiye’de Zekât Potansiyeli, Heyet,
İlmî NeşriyatReklâm Dünyas
ının İçyüzü, Jim Ring, Milliyet Gazetesi Y.Reklâm Bize S
ırıtan Bir Leştir, Oliviero Toscani, Milliyet Gazetesi Y.Parasal Bunal
ımlar ve Uluslar arası Reform, İsmail Şengün, T. Ekonomi Kurumu Y.Türkiye’de Ekonomi Politikalar
ı ve İşsizlik Meselesi, Şevki Çobanoğlu, Uhud Y.Bireysel Yat
ırım Araçları, Mehmet Çavaş, İletişim Y.Tarikat Sermayesinin Yükseli
şi, Faik Bulut, Öteki Y.Faiz, Ebû’l-A’lâ Mevdûdî, Çev. M. Hasan Be
şer, Hilâl Y. İst. 1966Faiz, Seyyid Kutup, Çev. Cafer Tayyar,
İslâmoğlu Y.Faiz, Mehmet Zahid Kotku, Seha Ne
şriyatFaiz ve Problemleri,
İsmail Özsoy, Nil A.Ş. Y.Faizsiz Bankac
ılık ve Kalkınma, Cihangir Akın, Kayıhan Y.Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli, Heyet,
İlmî Neşriyat İSAV, İst. 1987Türkiye’de Dünyada Faizsiz Bankac
ılık ve Hesap Sistemleri, Mustafa Uçar, Fey Vakfı Y.Faiz Politikalar
ının Enflasyon Üzerindeki Etkileri ve Türkiye, Muhammed Akdiş, Yimder Y.İslâm’da Faiz Meselesine Yeni Bir Bakış, Süleyman Uludağ, Dergâh Y. İst. 1988
Alternatif Faizsiz Banka, Süleyman Karagülle,
İz Y. İst. 1991Te
şvik Kredileri ve Faiz, Ali Özek, İlmî NeşriyatTefsîr-i Âyeti’r Ribâ, Seyyid Kutup,
İslâmoğlu Y.İslâm’a Göre Faizsiz Banka, Kalkınma ve Sigorta, M. Ahmet Zerkâ, Kalem Y.
Türkiye’de Faiz Politikalar
ı, Adnan Büyükdeniz, Bilim ve Sanat Vakfı Y.Türkiye’de Serbest Faiz Politikas
ı, Tuncay Artun, Tekin Y.Para, Faiz ve
İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 1987Para, John Kenneth Galbraith, Alt
ın Kit. Y.Para Bulma ve Yat
ırım, Ali Sait Yüksel, Beta Basım YayımPara ve Banka, Halil Dirimtekin, Anad. Üniv. A. Ö
ğr. Fak. Y.Finansal Kurumlar ve Piyasalar, Mustafa Ç
ıkrıkçı, Derya Kitabevi Y.Finsal Kurumlar, Güven Sevil, Anad. Üniv. A. Ö
ğr. Fak. Y.Finansal Teknikler, Ali Ceylan, Ekin Kit. Y.
Finansal Yönetim, Niyazi Berk, Türkmen Kitabevi Y.
Dünyada ve Türkiye’de Yat
ırım Fonları, Gürman Tevfik, T. İş Bankası Y.100 Soruda Para ve Para Politikas
ı, Sadun Aren, Gerçek Y.Akdeniz Dünyas
ında Para, Fiyatlar ve Medeniyet, Carlo M. Cipollo, Bağlam Y.Kriz Ekonomisi, M.
İlker Parasız, Ezgi Kitabevi Y.Uluslararas
ı Ekonomik Kuruluşlar, S. Rıdvan Karluk, Tütünbank Y.Dünya Ekonomisi ve Uluslararas
ı Ekonomik İlişkiler, Tuba Ongun, Evrim Y.Döviz Ekonomisi, Emin Ertürk, Der Y.
Alt
ın, Nedim Şener, Dünya Y.Alt
ın, İstanbul Altın Borsası ve Dünyadaki Örnekler, Nedim Şener, Dünya Y.S
ınıf Açısından Azgelişmişlik, Yves Lacoste, Göçebe Y.Tek Pazardan Ekonomik ve Parasal Birli
ğe Avrupa Birliğinin Yetkileri, Komisyoın, İKV Y.Türkiye Avrupa Ekonomik Toplulu
ğu Ortaklığı (Anlaşmalar), Tevfik Saraçoğlu, Akbank Y.