Bakara, 23; Kavram, 34

 

 

MEYDAN OKUMA (KUR'AN'IN İ'CÂZI)

 

İ'câz ve Mu'cize Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti

İ'câzu'l-Kur'an Ne Demektir?

Kur'an-ı Kerim'in Mûcize Oluşunun Delilleri:

Kur'an-ı Kerim'in Hârikulâde Oluşu

Kur'an'ın, Karşı Çıkan Muhaliflerine Meydan Okuması

Bir Benzerinin Getirilememesi

Kureyş İleri Gelenleri Gizlice Kur'an Dinliyor

Kur'an ile Diğer Peygamberlerin Mucizeleri Arasındaki Fark

Kur'an'ın İ'câz Yönleri:

Kur'an'ın Nazmı ve Te'lifi

Kur'an'ın Fesâhat ve Belâğatı (Anlatım ve İfade Güzelliği)

Gaybî İ'câzı:

Kur'an'ın Gelecekten Haber Vermesi

Geçmiş Toplumlardan Haber Vermesi

Bütün İnsanların İhtiyacını Karşılayacak Esaslar İhtiva Etmesi

Kur'an'ın, Hz. Peygamber'in Her Arzusuna Uygun Olarak Nazil Olmaması

Kur'an'ın İlmî İ'câzı

 

"Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan gayri şahitlerinizi (yardımcıları-nızı) da çağırın. Bunu yapamazsınız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş, kâfirler için hazırlanmıştır." (2/Bakara, 23-24)

 

İ'câz ve Mu'cize Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti

İ'câz: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, bütün insanların Kur'an'ın benzerini getirmekten âciz olduğunu göstermek suretiyle kendi doğruluğunu ortaya koymasıdır. İ'câzu'l-Kur'an: Kur'an'ın, bütün insanları benzerini getirmekten âciz bırakmasıdır. Mûcize: Benzeri getirilmesi için meydan okunarak gösterilen, bilinen sebeplerin dışında kalan, peygamberinin doğruluğunu göstermek için Allah tarafından halk edilen ve benzeri getirilemeyen hârikulâde olaydır. Mucizede üç ana şart vardır. Bunlar, onun hârikulâde bir olay olması, meydan okunarak gösterilmesi ve benzerinin getirilememesidir. Bu noktadan hareketle, Kur'an-ı Kerim'de de bu üç unsurun varlığı, delilleri ile gösterilmiş ve dolayısıyla onun en büyük mucize olduğu ortaya konmuştur.

Kur'an-ı Kerim'in Mûcize Oluşunun Delilleri

Mucizenin tanımında üç ana unsur/şart bulunmakta olduğunu belirttik. Bu özellikler, kendisinde en mükemmel şekilde bulunduğu ve ilelebet bulunacağı için Kur'an-ı Kerim, diğer mucizelerden daha farklı ve daha üstün bir mucize olma niteliğini taşımaktadır. Şöyle ki:

a- Kur'an-ı Kerim'in Hârikulâde Oluşu

Allah Teâlâ her peygambere, kendi zamanında geçerli ve rağbetli olan şeylere üstün gelecek cinsten mucizeler vermiştir. Bunun böyle olması gayet tabii ve bir bakıma gereklidir. Zira sihir ya da tıp alanında mâhir kişilerin bulunduğu bir devirde, başka cinsten mucizelerle ortaya çıkan kişilere, inanmayanlar tarafından "biz de sihrin en âlâsını yapıyor, birçok tehlikeli hastalıkları iyi edecek derecede tıbbı biliyoruz. Sen de onları yapamıyorsun" denilebilir. Mucizelerin, bahsedilen tarzda gösterilmesi ile, yapılması muhtemel olan bu tür itirazlara meydan verilmemiş olmaktadır.

Hz. Peygamber'e mucize olarak Kur'an'ın verilmesinin hikmeti de, o sırada Arap dilinin şiir, üslûp ve hitabetin en yüksek dereceye ulaşmış olmasıdır. Gerçekten Rasülüllah'ın peygamber olarak gönderildiği sırada Araplar, belâgat konusunda çok ileri gitmişlerdi. Şiirin her çeşidine vâkıf idiler. Lisanları şiire müsait idi. Bedevileri dahi güzel konuşur, konuşmalarını şiire benzetirdi. Methederler, hicvederlerdi. Methettiklerini yüceltir, hicvettiklerini batırırlardı. Panayırlarda şairler şiir yarışması yaparlar, halk dinler ve onlar hakkında notlarını verirdi. (1) Tertip edilen edebiyat ve şiir yarışmaları, bu edebî ürünlerin daha çok gelişmesine neden olurdu.

İşte, insanların edebî bakımdan en yüksek bir seviyeye ulaştıkları bu devirde fesâhat ve belâgatın en büyük timsali Kur'an-ı Kerim inzal edilerek, herkesin beğenisini kazandığı için Kâbe'nin duvarına asılmaya hak kazanan ve o devrin en büyük edebî ürünleri sayılan "Muallekat-ı Seb'a (Yedi Askı)"nın değersizliğini ve dolayısıyla, kendi benzerinin yapılamayacağını ispat etmiştir. O gelince, şairler utandıklarından kendi şiirlerini indirmişler, büyüklüğü karşısında dize gelmişlerdi.

Gerçekten harfi, kelime ve cümleleri, onların kullandıkları ile aynı olmasına rağmen Kur'an-ı Kerim'in, Arapların alışılagelen nesir ve nazım formundan ayrı, tamamen kendine has bir üslûbu vardır. Onların nesirlerine, nazımlarına, secî, recez ve şiirlerine benzemeyen bir özelliğe sahiptir. Araplar bu üslûba hayran kalmışlar, onun kendi üslûplarından farklı ve üstün olduğunu itiraf etmişler, kendi kelamlarından onun bir benzerini getirmekten âciz kalmışlardır. Sadece bu özelliği, onun hârikulâde bir eser olduğunu göstermeye yeterlidir.

b- Kur'an'ın, Karşı Çıkan Muhaliflerine Meydan Okuması

Beşeriyetin dinden istifadesi, hârikalara sarılmakta değil; Allah'ın sünnetine/evrendeki kanunlarına sarılmaktadır, yani ilimdedir. Hârikalar, kulların zor zamanlarında Allah'ın özel yardımıdır. Hidayetten gaye ise, zorluktan kurtarmadır. O yüzden mu'cizenin en önemlisi, ebedî, aklî ve ilmî kıymeti içeren mu'cizedir. Bu mu'cize ise Kur'an'dır. Allah, Rasülüne bunu o kadar kesin ve yakîn ile bildirmiştir ki, Kur'an'ın benzerini hiçbir insan, hatta bütün insanlar yapamaz. Bu, bizzat ilahî va'd ve taahhüt altındadır. Kur'an, nasıl bir kelam farzedilirse edilsin, en büyük dâhî sayılan edipler, filozoflar ve şairler onun benzerini yapmaya kalkışırsa âciz kalır. Kur'an'da o kadar fevkalâdelik görmek istemeyen körler veya kinciler ne farzederse etsin, Kur'an ile boy ölçüşmeye kalkıştıkları zaman mağlup olagelmişler, hiçbir şey yapamamışlardır. Allah, kudretlerini derhal bağlamış veya esasen hiç vermemiştir. İşte Allah, Peygamberine bu kuvveti vermiş ve asırlardan beri de bunu ispat etmiştir.

Dünya kuruldu kurulalı, geçmişle ilgili bu kadar büyük ve bu kadar eşsiz bir haberi, bu kadar ciddiyetle peygamberlerden ve bilhassa son Peygamber'den başka hiçbir kimse ispat etmeye değil; ortaya atmaya bile cesaret edememiştir. Çünkü yalancıların mumu yatsıya kadar yanar. Şarlatanlar, geçici bir zaman için parlar, söner. Napolyon Bonapart, Mısır'a geldiği zaman, savaşlardaki üstünlüğüne güvenerek ve bunları bir mu'cize sanarak: "Ben Muhammed'i severim, o da benim gibi büyük bir komutan idi, fakat ben daha büyüğüm" demişti. Bu gururu, bu boy ölçüşmeye kalkması, sonuçta Akka kalesinden başlayarak kırılmaya yüz tuttu, nihayet söndü gitti ve o zamandan beri Fransızlar, onun açtığı yaraları tedavi edemediler. Özetle (bu durum) Kur'an'ın meydan okuma sırrı ve Muhammed Aleyhisselam'ın peygamberliğinin ebedî bir kanun ve delilidir. Allah, bu delili hatırlatıyor ve Muhammedî nübüvveti, Kur'an'ın hak olduğunu te'yid ediyor ve insanlar içinde bunda şüphe edenlere meydan okuyor. (2)

Peygamber Efendimiz Kur'an ayetlerini insanlara okuduğu zaman, yetim büyüyen ümmî bir insana bu ayetlerin gelmesini hazmedemeyenler "Muhammed bunları kendisi uyduruyor" dediler. Allah, peki buyurun, siz de Arapsınız. Arapça'yı onun kadar biliyorsunuz. Bütün Arap edebiyatçılarını, bilginlerinizi çağırın ve o Kur'an'ın surelerinden bir surenin benzerini siz de söyleyin diyerek meydan okuyor.

İnsanların yazdığı kitaplarda bazen yüksek hikmetler görülürken, bazen gayet basit düşüncelere rastlanır. Bir sayfası gayet edibane iken, diğer sayfalarında kalite düşer. Baştan sona okunsa tezatlarla karşılaşılır. İnsanların koyduğu yasalarda da tezatlar vardır. Anayasayı koyan hukukçular, diğer yasaları koyarken Anayasaya aykırı olmaması için dikkat etmelerine rağmen, bir müddet sonra ceza yasasından bir maddenin Anayasaya aykırılığı ortaya konulur. Bu, normaldir. Çünkü insan aklının gücü, görüş alanı sınırlıdır. Yarının ne getireceğini bilemez. Allah'ın kitabı Kur'an-ı Kerim'in nazmında, manasında, haberlerinde, emir ve yasaklarında, edebiyatında, gramer kaidelerinin uyumluluğunda bugüne kadar bir eksikliğe, aykırılığa, düzensizliğe, çelişkiye rastlanmamıştır.

Yirmi sene önce yazılmış teknikle ilgili kitaplar bugün değerini yitirdi. Filozofların peygamberlerden aldıkları hikmetin dışında bütün fikirleri düşüncesizliklerinin belgesi oldu. Kur'an-ı Kerim, bin dört yüz seneden beri her çağa, her kesime kültür seviyelerine göre bir şeyler vermekte ve her çağda yepyeni oluşu, eskimezliği, tazeliği ortaya çıkmakta. İşte böyle bir kitabı yazmanızı istemiyoruz ey kâfirler; bu kitabın en kısa suresine benzer bir sure getirin yeter! (3)

Kur'an-ı Kerim, bir benzerinin getirilmesi için insanlara meydan okurken şu yolu takip etmiştir: İlk önce, kendisinden daha üstün bir kitap getirmelerini istemiştir. Bu yapılamayınca kendisinin bir benzerini getirmeleri için meydan okumuştur. Daha sonra on sûresinin, sonunda da bir sûresinin benzerini getirmelerini istemiş, fakat bütün bu talepler karşılıksız kalmıştır. Şimdi bu ayet meallerini görelim:

"(Ey Rasülüm,) Onlara de ki: Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz, bu ikisinden (Tevrat ve Kur'an'dan) daha doğru, Allah katından bir kitap getirin de ona uyayım." (28/Kasas, 49)

"(Ey Rasülüm,) De ki: Yemin olsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur'an'ın benzerini getirmek üzere toplansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine onun bir benzerini getiremezler." (17/İsrâ, 88)

"Yoksa müşrikler, Kur'an'ı kendisi uydurdu mu diyorlar? O halde şöyle de: 'Haydin onun gibi, uydurma on sûre getirin ve bunun için Allah'tan başka gücünüzün yettiğini de çağırın, eğer doğru söylüyorsanız." (11/Hûd, 13)

"Yoksa Kur'an'ı peygamber mi uydurdu diyorlar? (Rasülüm,) de ki: 'O halde iddianızda sâdık iseniz, onun gibi bir sûre yapın, getirin ve Allah'tan başka gücünüzün yettiği (edip, belîğ) kim varsa onları da yardıma çağırın." (10/Yûnus, 38)

"Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan gayri şahitlerinizi (yardımcıları-nızı) da çağırın. Bunu yapamazsınız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş, kâfirler için hazırlanmıştır." (2/Bakara, 23-24)

Aklı başında olan hiçbir beşer, yazdığı bir eseri ortaya koyarak, bu ayette olduğu gibi: "Hiçbir zaman bunun bir benzerini getiremeyeceksiniz" diyemez. Çünkü bu dünyada kendisi gibi, hatta kendisinden daha üstün yazarlar bulunabileceğini bilir. Bu da göstermektedir ki, "hiçbir zaman benzerini getiremeyeceksiniz" diye meydan okuyan kişi, alîm ve habîr olan Allah'tır. Görüldüğü gibi, mucizenin ana unsurlarından biri olan meydan okuma, bütün özellikleri ile Kur'an-ı Kerim'de mevcuttur.

c- Bir Benzerinin Getirilememesi

Mucizenin üç ana unsurundan biri de benzerinin getirilememesidir. Nüzulünden bu yana Kur'an-ı Kerim, yukarıda zikrettiğimiz ayetleri ile, devamlı olarak bütün insanlığa meydan okuyup durduğu halde bir suresinin dahi benzeri meydana getirilememiştir. Böylece mâzi, hal ve istikbale dair verdiği haberlerin doğruluğu da gerçekleşmiş olmaktadır. Her asırdaki âlim, edip, belîğ, münekkit ve müellifler onun mucizeliğini; belâğat, fesâhat ve beyânda onun derecesine çıkmaktan âciz olduklarını itiraf etmişlerdir.

Kur'an-ı Kerim'in bir sûresinin dahi bu güne kadar benzeri getirilememiş, bundan sonra da getirilemeyecektir. Böylece o, diğer peygamberlerin mucizelerinin aksine, belli bir zamanda yaşayan insanlara gösterilen ve zamanla etkisini kaybeden bir mucize olmayıp, son peygamberin ebedî risaletine paralel olarak ebediyyen varlığını sürdüren bir mucize olmaktadır.

Kur'an'ın "asla yapamayacaksınız" diye haber verişi, o günden bugüne kadar 14 asırlık bir tecrübe ile doğruluğunu gösteren bir ebedî mu'cizedir. Bu meydan okumanın i'câzı karşısında yarıştan vazgeçilmiş, dille susturamadıkları delile silahlar çekilmiş, kanlar akıtılmış, dünyalar karıştırılmış, her türlü zahmetler, masraflar tercih edilmiş ve fakat bu mu'cizeye hiçbir red cevabı verilememiştir. Ancak aldatmaca ile Kur'an irşadının önüne geçmeye çalışılmıştır. Bunlara karşı ilahî adalet, elbette yerini bulacaktır, o cehennem ateşi sönmemiştir. "Bunu yapamazsınız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş, kâfirler için hazırlanmıştır." (2/Bakara, 24). Ayetteki "taş" kelimesinin fennî bir açıklamayı içerdiğinde şüphe yoktur. Gerçi bu "taş"tan kastedilen heykeller ve putlardır. Ve cehennem ateşini tutuşturmaya sebep olan yakıtın, insanlar ve tapınılan heykeller olduğu beyan ediliyor. Fakat aynı ifadede o, çıra, kömür gibi ateş tutuşturan taşlar bulunduğunu da bildirmiş oluyor ki, fen adamları bunun "taş kömürleri" olduğunu söylüyorlar. Ayette geçen "vekûd (yakıt)" ateş yakılan kibrit, ot, çöp, çıra, odun ve diğerleri gibi şeylerin hepsi için söylenir. (4)

Seyyid Kutub da, taş-insan birlikteliğini şöyle yorumlar: "...Yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş, kâfirler için hazırlanmıştır." (2/Bakara, 24) Bu dehşet saçan korkunç manzarada niçin insanla taş bir arada zikrediliyor? Kâfirler için hazırlanmıştır bu ateş. Surenin başında vasıfları belirtilen kâfirler için. "Allah'ın kalplerini, kulaklarını mühürleyip gözlerini perdelediği" kâfirler için. Kur'an, meydan okuduğu ve meydan okuyuşa cevap vermekten âciz kaldıkları halde iman etmeyen kâfirler için. Şu halde bunlar, her ne kadar şekil itibariyle insan suretinde iseler de, aslında birer taş parçasıdırlar. Onun için taş nev'inden olan taşlarla, insan nev'inden olan taşların bir arada zikredilmesi tabiî ve beklenen bir şeydir. Bu korkunç manzarada taşın mevzu edilmesi, insanoğlunun zihninde başka bir tablo daha canlandırıyor: Öyle bir ateş yığını ki, taşları eritmekte ve öyle bir insan yığını ki, bir taş sellerinin önünde ateşe akmakta... (5)

Kur'an, öyle bir sözdü ki, ilk andan itibaren inananları da inanmayanları da büyülemişti. O zamanki Arapları İslam'a çeken tek kuvvet, Kur'an'ın ifade sihri idi. Hz. Ömer gibi sert bir insan, Kur'an'ı duyar duymaz yumuşamış, kalbi İslam'a ısınmış; Utbe bin Rabia onu dinleyince içinde ona karşı duyduğu cezbeyi izah edemeyip ona sihir demişti. Kureyş ileri gelenleri hep Kur'an'ın ifade sihrini hissettiklerinden ve Kur'an'a karşı koyacak bir söz olamayacağını bildiklerinden, yayılmasını önlemek için onu dinletmemeyi uygun görmüş, "Bu Kur'an'ı dinlemeyin. Okunurken gürültü edin, belki böylece galip gelirsiniz." (41/Fussılet, 26) demişlerdi.

Kur'an'ı dinleyen hıristiyan ve yahudiler de kendilerini tutamayarak ağlamışlardı: "Peygamber'e indirileni dinledikleri zaman gözlerini görürsün ki, yaşla dolup boşanarak Rabbimiz, derler, inandık, Sen bizi şehadet edenlerle beraber yaz." (5/Mâide, 82) İşte bunlar, Kur'an'ın ruh ve vicdanlara yaptığı etkinin, yani mucizeliğinin neticesidir: "Rablerinden korkanlar, onu (Kur'an'ı) duyunca derileri ürperir." (39/Zümer, 23)

Kur'an'da kendine has bir musiki vardır. Bu musiki, anlatılan konuya göre değişir. Dalgalar, konuya göre alçalıp yükselir. Kur'an'da biri sert, kaba dalgalı bir musiki, diğeri de yumuşak ve hafif dalgalı bir musiki olmak üzere kulağımıza iki musiki çeşidi vurmaktadır. Cehennem azabından bahseden ayetlerde âdetâ cehennemin kükremiş olan dilleri görülür ve ateşin kükreyen sesi duyulur. Haşinlik, zulüm ifade eden ayetlerde kelimeler çelik gibi sertleşmekte, mermer kaleler gibi katılaşmakta; rahmet, şefkat, cennet nimetlerini ifade eden ayetlerde kelimeler pamuk gibi yumuşamakta, bal gibi tatlılaşmakta, sanki ilahî rahmet, insanın kalbini okşamaktadır.

Nâs suresine bakalım: Burada tema, fısıltı, içten gizli telkin temasıdır. Cin ve insanlardan olan şeytanın insana fısıltı ile kötü telkinler yaptığı anlatılmaktadır. Nas suresini şimdi hafif sesle tekrar okuyun, bakın, bu fısıltıyı kulağınızla duyuyorsunuz değil mi? Kelimelerin sonundaki "sin"ler bir fısıltı sesi çıkarmıyor mu? İşte bu, Arapça bilmeyenlerin bile anlayabileceği Kur'an'ın bir mucizesidir.

İbn Hişam ve Taberi'nin rivayetine göre, Kureyş, kendi aralarında konuştular: "Hac mevsimi geldi, bu adam hakkında bir karar verelim, gelen hacılara hep aynı şeyi söyleyelim. Birimizin söylediğini öteki yalanlamasın. Velid bin Muğire'yi konuşmak için Rasülüllah'a gönderdiler. Velid gelmiş, Rasûl-i Ekrem'i dinlemişti. Hz. Peygamber "İnnallahe ye'müru bil'adli...(Şüphesiz Allah adaletle, iyilik etmekle ve yakınlara vermekle emreder, fuhşiyattan, kötülükten ve azgınlıktan nehyeder." (16/Nahl, 90) ayetini okuyordu. Velid, bu sözler karşısında bir teessür duymuş, kavmine varınca şöyle demişti: "Vallahi o sözün bir tatlılığı, bir güzelliği var. Kökü kuvvetli, dalları bereketli. Bunu beşer söyleyemez." Kureyş: "Velid saptı, eğer o saparsa bütün Kureyş sapar." demişler, Velid'in etrafını almışlardı. O da sapmadığını, fakat O'nun için de ne diyeceğini bilemediğini söyledi:

-- Hele O'nun hakkında siz bir şey söyleyin bakalım.

-- Kâhin diyelim.

-- Hayır vallahi kâhin değildir. O'nun söyledikleri kâhinlerin gizli sözlerine benzemez. Secî de yok.

-- Mecnun diyelim.

-- Hayır mecnun da değildir. Deliliği biliriz. Bunun bayılması, sarası ve vesvesesi yok.

-- Şair diyelim.

-- Şair de değil. Şiirin her çeşidini, rezecini, hezecini, karîzini, mebsutunu biliriz. O'nun söyledikleri şiir değildir.

-- Sihirbaz diyelim

-- Sihirbaz değildir. Sihirbazları ve büyülerini gördük. Bunun okuyup üflemesi, düğüm bağlaması yük.

-- O halde ne diyelim, ey Abd-i Şems'in babası?

-- Allah'a andolsun ki sözünde bir tatlılık var. Kökü sabit, dalları bereketli meyveye benziyor. Ona söyleyeceğiniz her şeyin boş olacağı anlaşılıyor. Bununla birlikte ona sihirbaz demek en uygun sözdür. Çünkü o, sihir gibi kişi ile oğlunun arasını, kişi ile kardeşinin arasını ve kişi ile karısının ve kabilesinin arasını açıyor, o halde sihirdir.

Böylece dağıldılar ve yollara oturup halkı Hz. Muhammed (s.a.s.)'e yaklaşmaktan, O'nunla görüşmekten kaçındırmaya başladılar. Allah, Velid hakkında Müddessir 11-25. ayetleri indirmişti.

Baktılar ki gün geçtikçe Kur'an, kalplere işliyor, duyanlar ona kapılıyorlar. Halkı islam'dan uzak tutmak için Mekke'nin dayatmacı egemen güçleri işi zorbalığa döktüler. "Küfredenler dediler ki: 'Bu Kur'an'ı dinlemeyin; okunurken gürültü edin. Belki bu suretle galip gelirsiniz. Elbette o küfredenlere şiddetli bir azap taddıracağız; ve onları yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız." (41/Fussılet, 26-27)

Hz. Peygamber Mekke'de iken yüksek sesle Kur'an okuduğu zaman müşrikler, etraftan dinleyen insanları kovar, dağıtırlar; "Dinlemeyin şu Kur'an'ı, lağvedin, yani gürültü yapın" derler ve ıslık çalar, gürültü yaparlardı. Çünkü derlerdi, siz onunla münakaşa ve münazara ederseniz, akibet sizi yener. İyisi mi hiç dinlemeyin ve başkalarının dinlemesine de engel olun." Kibirlerinden ve hasetlerinden böyle yapıyorlardı, yoksa ifadelerinden anlaşılacağı gibi Kur'an'ın Hak kelamı olduğunu, gayptan, Allah'ın ilminden haber verdiğini biliyorlardı ve O'ndaki ilahî tesirin Hak kelamı olmasından doğduğuna içten kanaatleri vardı. (6)

Kaba kuvvet, âcizliğin göstergesidir. Fikre ve düşünceye fikirle değil de cezayla, sopayla karşılık vermek, mağlup olmak demektir. Bunların sloganı, "vurun, söyletmeyin"dir. Başörtülü kızın ağzını tutan bayan polisi, Mahmut Kaçar'ın ağzını kapayanları, Kur'an Kurslarını, İmam-Hatip'leri kapatanları böyle değerlendirmek gerekir. İbn Mes'ud, mutluluk asrındaki bu mazlum ama gâlip kahramanlarından biriydi:

Bir gün Rasülüllah'ın sahabeleri, kendi aralarında konuşuyorlardı:

-- Kureyş, bu Kur'an'ı açıkça dinlemedi. Acaba kim onlara Kur'an'ı açıkça duyurabilir?

Abdullah İbn Mes'ud, ufak tefek, zayıf biriydi. Arka çıkacak köklü bir sülâlesi de yoktu.

-- Ben, dedi.

-- Ama senin başına bir şey gelmesinden korkarız. Aşireti, kavim ve kabilesi kuvvetli olan biri gitmeli ki, ona bir kötülük etmek istedikleri takdirde kabilesi onlara engel olsun.

-- Bırakın, aldırmayın siz, dedi ve gitti. Kâbe'nin yanında durup okumaya başladı:

-- Bismillâhirrahmanirrahim. Er-Rahmân. Alleme'l-Kur'ân... Ve devam etti.

Kureyş:

-- Ümmü Abd ne diyor, diye mırıldandılar.

-- Muhammed'in getirdiklerinden bir şeyler okuyor, diyerek üzerine üşüştüler. Başına vurmağa başladılar, yüzünü yaraladılar. Her tarafı kan içinde kaldı. Fakat Abdullah okuyabildiği kadar okudu; onu kolay susturamadılar. Sonra görevini başarmış bir eda ile arkadaşlarına döndü. Arkadaşları ona:

-- İşte korktuğumuz bu idi, deyip üzüntülerini ifade ettiler.

-- Hayır, dedi; üzülmeyin. Vallahi Kureyş, bugünkü kadar hiçbir zaman gözüme böyle küçük gelmemişti. İsterseniz yarın da aynı şeyi tekrarlayayım.

-- Hayır, kâfi. İstemedikleri şeyleri onlara işittirdin ya, bu yeter. (7)

Yüzü yara bere içinde, kulağı tümüyle yarılmış sallanıyordu. Rasulullah, onu bu halde görünce tebessüm etti. Ashâb, bu tebessümün sebebini sorduklarında, "kulağını yaran Ebu Cehil'den intikamını alırken, küçücük cüssesiyle çam yarması Ebu Cehil'in kulağını yararken gördüm, ona güldüm!" diyordu. Bedir savaşında Rasül'ün gelecekle ilgili verdiği bu haber, aynen gerçekleşti. Savaşın en hararetli anlarında, bütün müslümanlar, kâfirlere hadlerini bildirirken, Ensar'dan Muaz ve Muavviz isimli iki genç kardeş, Ebu Cehil'i devirmişler, yaralamışlar, öldü zannederek bırakmışlardı. Belki kendi boyu kadar olan kılıcını, cüssesinden beklenmeyen bir enerjiyle kâfirlerin boyunlarına indirmeye çalışıyordu İbn Mes'ud. Bir de baktı ki, Ebu Cehil, önünde, yaralı bir durumda yatıyor. Hemen atladı, çıktı onun göğsüne. Ve haykırdı: "Ya müslüman ol kurtul; ya da kılıcımla seni cehenneme yollayacağım." Ebu Cehil, hâlâ müstekbirlik taslamaya çalışıyordu: "Çıkabileceğin en yüksek yere, büyük tepeye çıkmışsın."

Bu olay, İbn Mes'ud'un yüksekliğini Ebu Cehil'e de gösteriyordu, ama aynı zamanda cehâletin atasının da dünyada bile alçalışını simgeliyordu. Ebu Cehil'in imana yanaşmaması üzerine İbn Mes'ud, kılıcıyla gövdesini başından ayırdı. Ebu Cehil'i öldürdüğünü kanıtlamak için kestiği kafayı kanıt olarak taşımak istedi, ama zulümle beslenmiş kelle o kadar ağırdı ki, kucaklayıp götürmekte zorlandı. Kulağını yarıp bulduğu bir ipi kulağına geçirerek taşımaya başladı. Kelleyi sürükleyerek götürürken kulağının biri yarıldı, ip çıktı. Diğer kulağını yararak ipi ona taktı. Savaşın sonlarına yakın cereyan eden bu olaya Rasulullah ve ashabı şâhid oldular. El-Müntakım olan Allah Teâlâ, mü'minlerin intikamını esas olarak âhirete bıraktığı halde, İbn Mes'ud'a ikram olarak intikam lezzetini böylece taddırmış oldu. Câhiliyyenin atası, döverek yardığı kulakların kısasını ödüyordu. Aynı kulaklar, aynı yerden yarılmış, yüzü daha çok darbe almış ve zâlimliğinin cezasını hayatıyla ödemişti; Hem de küçük ve hor gördüğü biri tarafından mağlup edilmenin acısını çekmişti.

Kureyş İleri Gelenleri Gizlice Kur'an Dinliyor

"Biz onların onu senden dinlediklerini biliyoruz, ama bir araya gelince zalimler: 'Siz ancak büyülenmiş bir adama tâbi oluyorsunuz' diyorlar. Bak seni nelere kıyas ettiler de nasıl sapıklığa düştüler. Artık doğru yolu bulamıyorlar." (17/İsrâ, 47)

Ebu Süfyan bin Harb, Ebucehil bin Hişam, Ahnes b. Şurayk bir gece gizlice Rasulullah'ın Kur'an okumasını dinlemeğe giderler. Birinin diğerinden haberi yoktur. Her biri bir yerde gizlenir. Hz. Peygamber'e kulak verir, şafak atıncaya kadar Kur'an dinlerler. Şafak atınca evlerine dönerken yolda karşılaşırlar. Birbirlerini, dolayısıyla kendilerini ayıplarlar. "Böyle bir âdet çıkarmayalım, sonra akılsızlar (halk) duyarsa başlarına bir iş getirmiş oluruz, der ve dönerler. Ama Kur'an'ın kalplerindeki izi onları ikinci gece aynı yere iter. Herkes bir yere oturmuş, Kur'an dinlemiştir. Sabaha yakın evlerine dönerken tekrar yolda karşılaşırlar. Yine birbirlerini ayıplar, ilk sözlerini tekrarlarlar. Üçüncü gece olunca yine her biri diğerinden habersiz olarak Rasulullah'ın evi etrafında gizlendikleri yerlerini alırlar. Gece dinler, şafak atınca dönerler. İlahî takdir bu; Onları yine yolda karşılaştırır. Birbirlerine derler ki:

-- Artık bir daha buraya gelmemeğe and içelim.

Bir daha dönmemeye and içerler ve ayrılırlar. O sabah, Ahnes değneğini eline alır, Ebusüfyan'a gider:

-- Ey Ebu Hanzale, der. Muhammed'den dinlediklerin hakkında fikrin nedir?

-- Vallahi, ey Ebu Sa'lebe, ondan öyle sözler işittim ki, hem manasını biliyorum, hem de istenildiğini anlıyorum. Öyle şeyler de işittim ki, ne manasını ve ne de ne istenildiğini bilmiyorum.

Ahnes, oradan Ebucehil'e gider:

-- Ey Ebu Hakem, Muhammed'den dinlediklerin hakkında fikrin nedir?

-- Muhammed'den dinlediklerim hakkında mı? Bak, biz Abd-i Menaf oğullarıyla öteden beri rekabet edegeldik. Onlar yedirdiler, biz de yedirdik; onlar verdiler, biz de verdik. Öyle ki, daima yarış atları gibi berabere kaldık. Şimdi onlar: "Bizden bir peygamber çıktı; ona gökten vahiy geliyor" diyorlar. Biz buna nasıl ulaşacağız? Andolsun ki, O'na asla inanmaz ve O'nu tasdik etmeyiz. (8)

Kur'an'ın bu ferman okumasına karşı fesahatte son derece ileri gitmiş olan Araplar âciz kaldılar, hiçbir edip ve hatip kalkıp onun bir ayetine benzer bir şey yapamadı. İslam'ı söndürmek için kılıca başvurdular, canlarını, mallarını, evlatlarını tehlikeye attılar da edebiyat yoluyla, kalem yoluyla cevap veremediler. Eğer lisanla, yazıyla karşı koymaya güçleri yetseydi, elbette bu daha kolaydı ve bunu tercih ederlerdi. Bunu yapabilmek için uğraşmadılar değil, uğraştılar ama çabaları boşa çıktı.

Kur'an ile Diğer Peygamberlerin Mucizeleri Arasındaki Fark

Bütün peygamberler, iddialarının doğruluğunu göstermek için, Allah'ın yardımı ile birtakım mucizeler göstermişlerdir. Bunlar, her peygamberin kendi devrinde en çok revaçta olan şeylere üstün gelecek nitelikte olurdu. Böyle olmasa, münkirler o devirde kendilerinin sahip oldukları üstünlüklerle peygamberlerin karşısına dikilebilirler ve diğer insanları aksi yönde etkileyebilirlerdi. Esasta aynı olmalarına rağmen, peygamberlerin mucizeleri bu bakımdan farklı olarak tezahür etmiştir. Ancak Hz. Peygamber'in mucizesi Kur'an, diğerlerinden farklı bir başka özelliğe daha sahiptir. Bu özellik, onun aklî bir mucize olmasıdır. Aklî mucize, akıl ve basiretle idrâk edilen mucizedir. Akla hitap ettiği ve sadece vuku bulduğu zamanda yaşayan insanlar tarafından görülebilen hissî mucizeler gibi olmadığı için, insanlar yaşadıkça var olur ve büyüklüğünden hiçbir şey kaybetmez.

Diğer peygamberler gibi birçok hissî mucize göstermesine rağmen, Hz. Peygamber, sadece Kur'an-ı kerim ile meydan okuduğu için Kur'an, O'nun risaletini te'yid eden tek mucize olmuştur. O'nun peygamberliği umumî (34/Sebe', 28) ve ebedîdir. Çünkü peygamberlik zinciri onunla tamamlanmıştır (33/Ahzâb, 40). Önceki peygamberlerin her biri bir kavme gönderildiği ve görevleri bir sonraki nebinin gelmesi ile sona erdiği için, gösterdikleri mucizeler hissî oluyor ve kendi zamanlarının insanlarına hitap ediyordu. Kendisinden sonra bir başka peygamber gönderilmeyeceği için, Rasülüllah'ın kıyamete kadar devam edecek olan peygamberliğinin, yine aynı vasıfta bir mucize ile te'yid edilmesi gerekiyordu. Hissî mucizelerin, böyle ebedî ve umumî bir risaletle bağdaşması mümkün değildi. O'nun risaletine uygun mucize, ancak Kur'an-ı Kerim olabilirdi. Zira Kur'an-ı Kerim mucizesi ebedîdir. Zamanın geçmesi ile yok olmaz. Hz. Peygamber'in vefatı ile, diğer mucizeler gibi etkisini kaybetmemiştir. Aksine o, bütün dünyanın dilinde her yalancı ve münkire meydan okumakta, bütün insanları İslam'a ve huzura davet etmektedir. İşte onu diğer peygamberlerin mucizelerinden ayıran en önemli özellik budur. O, kıyamet gününe kadar insanların faydasına sunulmuştur.

Kur'an'ın devamlı mucize olma özelliğinden dolayı Hz. Peygamber'in tâbileri, diğerlerinden daha çok olacaktır. Çünkü, büyüklüğünü görerek zamanımıza kadar ona inananlar olduğu gibi, bundan sonra da olacaktır. "Peygamberlerden hiçbir peygamber yoktur ki, ona mucizelerden (kendi zamanındaki) insanların inandıkları kadar verilmiş olmasın. Mucize olarak bana verilen ise, ancak Allah'ın bana vahyettiğidir. Bu nedenle ben, kıyamet gününde peygamberlerin en çok tâbi bulunanı olacağımı ümit ediyorum." (Buhâri, İ'tisam 1; Müslim, İman 70)

Yine bu hadis-i şeriften anlaşıldığına göre, diğer peygamberlere verilen mucizelerin benzerleri, ya suretçe veya hakikatçe kendilerinden önceki peygamberlere de verilmiş bulunuyordu. Kur'an-ı Kerim mucizesinin bir benzeri ise daha önce hiçbir peygambere verilmemişti. O, beşerî akla karşı koyan ve ilelebet ona meydan okuyan aklî bir mucizedir. "Sana indirdiğimiz bu Kur'an, o mucize isteyenlere karşı okunup dururken, (hâlâ mucize olarak) kendilerine kâfi gelmedi mi?" (29/Ankebut, 51) Kur'an varken başka mucizeye ihtiyaç yoktur. O, her zaman ve devirde mübâreze meydanında, kendisine karşı koyanlara meydan okuyup durmaktadır. Binâenaleyh, her zaman ve her yerde kıyamete kadar sabit ve nazil olduğu günkü gibi herkesi mağlup etmekte, kat'iyyen yok olmamaktadır. Ama diğer mucizeler böyle değildir; Kur'an gibi her an mucize olarak devam etmezler. Kur'an-ı Kerim, artık bugün görülmediği için kendisiyle başkalarına meydan okunamayan, asanın yılana çevrilmesi ve ölüleri diriltmek gibi, sadece bir yerde ve zamanda gösterilenlerden biri gibi değil; şimdi bile inkâr edene: "inanmıyorsan, bir benzerini de sen getir" diyebileceğimiz aklî bir mucizedir.

Kur'an'ın İ'câz Yönleri

Kur'an'da, kendisinin mucizeliğini gösteren bir çok delil vardır. Bunların her biri bir i'caz vechi/yönü olmaktadır. Müfessir ve araştırmacılar, Kur'an'ın i'cazını birçok yönde aramışlar; bazıları seksen kadar i'caz yönü tesbit etmişlerdir. Bu i'caz yönlerinin esasını, Kur'an'ın nazmı ve te'lifi, fesahat ve belâğatı teşkil eder.

a- Kur'an'ın Nazmı ve Te'lifi

Nazm: "Dizme, tertip etme, sıraya koyma" anlamlarına gelir. Kur'an'ın harf, kelime, ayet ve sureleri o şekilde tertip edilmiştir ki, daha güzel olsun diye bir tek harfin dahi yerinden oynatılması mümkün değildir. Asla bir noksanlık ve ziyadelik kabul etmez.

Harflerin kelimelere, kelimelerin ayetlere, ayetlerin surelere yerleştirilişindeki tertip gibi, surelerin birbirleri ile irtibatı olarak Kur'an-ı Kerim içine yerleştirilmeleri de onun i'cazını göstermektedir. Zira Kur'an 22 yılı aşkın bir süre içinde parça parça nazil olmuştur. Bazen bir tek, bazen de on ayete varıncaya kadar birkaç ayet birlikte nazil oluyordu. Hz. Peygamber, istikbalde neler olacağını bilmeden, her ayet veya ayetler nazil olduğunda; "Bu ayetleri, filan filan ayetlerin bulunduğu sureye koyun." (Tirmizî, Tefsiru'l Kur'an 10) derdi. Ayetlerin çok değişik sebeplerle, ayrı ayrı yer ve zamanlarda nazil olmasına rağmen Kur'an'ın bu şekilde te'lif edilerek, vahy tamamlandığında, sureleri ve ayetleri arasında muazzam bir âhenk ve irtibat bulunan bir eser olarak ortaya çıkması, mucizeliğinin delillerinden birisi olmaktadır.

Kur'an'ın nazmı, nesir, seci' ve şiir gibi Arap nazım şekillerinden tamamen farklıdır. Ona kelâm denildiği halde, kelâm çeşitlerinden olan risale, hitabe, şiir veya seci' diyemeyiz. Belîğ bir kimse, ayetlerini duyduğu zaman, onunla diğer nazım şekilleri arasındaki farkı hemen anlar. Allah, "Ona ne önünden, ne ardından (hiçbir suretle) bâtıl yaklaşamaz. O, hakîm ve hamîd olan Allah'tan indirilmedir." (41/Fussılet, 42) ayetiyle, onun nazım ve te'lifinin, beşerin kullandıklarından olmadığına, dolayısıyla diğer kitaplar gibi fazlalık ve noksanlık suretiyle değiştirilemeyeceğine dikkatimizi çekmiştir. Onun yerleştirilmiş olan bir tek harfi dahi i'cazındandır. Hiç kimse, onun bir kelimesinde buluna herhangi bir harf için: "Bu harfe burada ihtiyaç yoktu" diyemez. (9)

Kur'an'ın fesâhat ve belâğatı da, nazmı ile bütünleşen, ondan ayrı düşünülmesi mümkün olmayan bir i'caz yönüdür.

b- Kur'an'ın Fesâhat ve Belâğatı (Anlatım ve İfade Güzelliği)

ıklık, duruluk, sözün güzel olması anlamına gelen fesâhat ile; kelime veya cümlenin ibare içinde aldığı yere uygun olması, manayı en güzel bir lafızla kalbe ulaştırmak demek olan belâğat, en üstün şekli ile Kur'an'da mevcuttur. Alt, orta ve üst olmak üzere üç tabakası olduğu kabul edilen belâğatın, mu'ciz olan ve sadece Kur'an'da bulunan üst tabakası dışındakiler, belîğ olan herkes tarafından yapılabilir.

Bu anlatılanlarla ilgili çok sayıda örnek verilip Arapça bilenlere Kur'an'ın bu edebî yönü delillendirilebilir. Arapça bilmeyen kimseler için fesâhat ve belâğat konusunda örnekler vermek zordur. Ama, kısmen anlaşılacağını zannettiğimiz bir örnek verelim:

Allah, Kur'an'da "Ve leküm fi'l-kısâsı hayâtün (Ve bu kısasta sizin için hayat vardır.)" (2/Bakara, 179) buyuruyor. Bu veciz ifade, belâğatın en üst derecesine ulaşmış bir i'câz örneğidir. Bu ayet-i kerime ile, Arapların bu konuda Kur'an inzal olmadan önce en mu'ciz söz olarak kabul ettikleri "El-katlü enfâ li'l-katli (Öldürmeyi en çok yok eden yine öldürmedir)" sözü arasında, belâğat ve i'caz açısından birçok fark vardır:

1- Ayetin manası daha şümullüdür. Zira ayette, onların sözleri ile ifade edilmek istenen her şey ifade edildiği gibi, ayrıca "kısas" zikredilerek "adalet", "hayat" zikredilerek, kısastan beklenenin ne olduğu güzelce açıklanmıştır.

2- Ayetin ibaresi daha vecizdir. Zira, onların sözleri ile mukayese edilen kısmı "El-kısâsu hayâtün" dür. Bu, on harf; onların sözü on dört harftir.

3- Ayette, onların sözlerinde bulunan ve tekrarlama suretiyle oluşan külfet yoktur. Sözde böyle bir söyleme zorluğunun bulunması, onu belâğatın en üst derecesinden indirir.

4- Ayet, söyleniş bakımından birbirine uygun harflerle, en güzel şekilde te'lif edilmiştir. Zira, "sad"dan sonra "hâ"yı söylemek, "elif"ten sonra "lâm"ı söylemekten daha kolaydır.

5- Kısas, katilden bir bakıma daha genel, bir bakıma daha özeldir. Daha geneldir, zira yaralamaları da içine alır. Daha özeldir, zira her öldürmeye kısas denmez. Ayrıca öldürmenin her çeşidi öldürmeye engel olmaz. Aksine, saldırgan katiller fitneyi arttırarak kargaşaya neden olur. O halde "El-katlü" kelimesi, kısasa tahsis edilmedikçe vecize sahih olmaz. Böyle yapılmış olsa bile, kısasın yaralamalarla ilgili kısmı hâriç kalır.

6- "Hayâtün" kelimesi, nekra olarak söylendiği için, tenvini ta'zim ifade ederek, herkesin hayatına ve hayat hakkının büyüklüğüne işaret etmektedir. Diğer söz ise, ilmî olan bu hukukî ve dinî incelikten mahrumdur. (10)

 

Her ne kadar, eski Arapların vecize cinsindeki bu sözleri beliğ ise de, sayılan özelliklerden dolayı, bu ayet, tartışmasız daha beliğ olmaktadır. Bu ayetin belâğatinden bahsedilirken, onun Arapların bir vecizesi ile mukayese edilmesi, o vecizeyi, hâşâ, Kur'an'ın bu ayetine bir nazire olarak veya bu söz, Kur'an nazil olmadan da Araplar arasında kullanıldığı için, ayetin o söze karşılık olarak indiğinin kabul edildiği manasına alınmamalıdır. Bu karşılaştırma-dan maksat, muallekat-ı seb'a (Yedi Askı) şairlerine, başlarını önlerine eğdirerek yazdıklarını yırttıran o eşsiz fesâhat ve belâğat karşısında, Arapların üstün gördükleri daha nice söz, şiir ve hitabelerin ne kadar sönük kaldığına dikkat çekerek Kur'an'ın i'cazını göstermektir. (11)

Kur'an'ın indiği toplumda, ifade güzelliğinin revaçta olduğu, yukarıda ifade edildi. Kur'an'ın bu açıdan o dönem insanlarını ne kadar etkilediği, tarihî bilgilerle sabittir. Kur'an'dan birkaç ayeti dinledikten sonra, bu sözün insan sözü olamayacağını itiraf edenlerin sayısı pek çoktur.

İşte Hz. Ömer... Ömer, Hz. Peygamber'i öldürmek üzere kılıcını kuşanmış, O'nu aramaktadır. O arada kız kardeşi ile kocasının da İslam'ı kabul ettiklerini duyar ve yolunu değiştirerek herşeyden önce onlara bir ders vermeyi kararlaştırır. Büyük bir hiddet ve öfkeyle kız kardeşini tokatlar. Ancak orada Kur'an'dan birkaç ayeti dinledikten sonra bu sözün insan sözü olamayacağını itiraf eder ve İslam dinini kabul eder.

İfade güzelliği konusunda âdeta uzmanlaşmış olan o toplum, Kur'an'ın ifade güzelliği karşısında şaşkına dönmüş, inatlarından bazen Kur'an için bu bir şiirdir, demiş, sonra kendileri bu yakıştırmanın tutmayacağını anlayarak, bu bir sihirdir, insanları büyülüyor demişlerdir. (Bkz. 21/Enbiyâ, 5) Kur'an'ın karşısında âciz duruma düşen kâfirler, bazen şöyle, bazen böyle diyorlardı; bazen de iftira mahsulü düzmece sözlerdir, diyorlardı. Kur'an, işte bu konuda meydan okudu, hâlâ meydan okumaktadır.

Günümüzde de nice insan, hatta Arapça bilmeyen, Kur'an'ı meal veya tefsirinden okuyan nice inançsız insan, Arapça'daki güzelliğinin çoğunun muhafaza edilemediği bir mealden etkilenerek, bu ifade güzelliğine hayran olmakta, arayış ve iyi niyet sahibiyse İslam'ı kabul etmek zorunda kalmaktadır. Yine Arapça bilmeyen, okunan Kur'an'ın anlamından haberdar olmayan insanları bile, bir hâfızın Kur'an kıraati duygulandırmakta, ruhunun derinliklerine kadar etkisini hisseettirmekte, kalpleri ürpertip titretmektedir.

Gaybî İ'câzı

a- Kur'an'ın Gelecekten Haber Vermesi

Kur'an'da, hiçbir beşerin asla bilmesi mümkün olmayan ve istikbalde vuku bulacak olaylara dair birçok haber vardır. Kur'an'ın haber verdiği hadiseler, olduğu gibi çıkmıştır. Mesela:

1- "Onlar, yenilmelerinden sonra yakında yeneceklerdir." (30/Rûm, 2)

2- "Elbette inşâallah (Allah dilerse) Mescid-i Haram'a emin olarak (güven içinde) gireceksiniz." (48/Fetih, 27)

3- "Onu (İslam'ı) bütün dinlere üstün kılsın diye, peygamberini gönderdi." (48/Fetih, 28)

4- "Allah'ın yardımı ve fetih geldiği ve insanların dalga dalga, Allah'ın dinine girdiklerini gördüğün zaman..." (110/Nasr, 1-2)

5- "Allah, sizden iman edenlere ve salih amel işleyenlere kendilerinden öncekileri halife yaptığı gibi, kendilerini de yeryüzünde halife yapıp hakim kılacağını, kendileri için razı olduğu dini yerleştireceğini, onları korkmalarından sonra bir emniyete kavuşturacağını vadetti." (24/Nur, 55)

Bütün bunlar, ayetlerin belirttiği şekilde meydana geldi. 1- Rumlar, bu ayet indikten birkaç sene sonra İranlılara galip geldiler. 2- Müslümanlar, Mescid-i Haram'a Mekke'yi fethederek güven içinde girdiler. 3- İslam Dini, diğer dinlere üstün kılındı. 4- Halk, grup grup İslam'a girdi. Rasül-i Ekrem, vefat ettikleri sırada Arap yarımadasında hiçbir yer yoktu ki oraya İslamiyet girmiş olmasın. 5- Allah, mü'minleri doğudan batıya yeryüzüne hakim kıldı, dinlerini teyid etti, yerleştirdi. Hz. Ebubekir (r.a.) ile Hz. Ömer (r.a.) müslümanları gazaya götürdükleri zaman, zafer kazanacaklarına inanmalarını sağlamak ve moral vermek için, onlara Allah'ın bu va'dini hatırlatırlardı. Neticede bu ilahî vaad, gerçekleşmiş ve İslam dini, kısa zamanda doğuda İran, batıda İspanya'ya kadar yayılmıştır. Daha Hz. Ömer zamanda Mısır fethedilmiş, o zamanın ikinci süper devleti olan İran alınmış, Hindistan ve Ermenistan'a girilmiştir.

Ve Cenab-ı Hakk'ın, "Muhakkak Zikr'i biz indirdik ve onu biz koruyacağız." (15/Hıcr, 9) ayeti de aynen gerçekleşmiş Kur'an, tek harfi değiştirilmeden günümüze ulaşmıştır. Bütün dünyadaki mushaflar aynıdır. Kıyamete kadar da aynen korunacaktır. Müşriklerden, mülhidlerden, yahudilerden, her çeşit sapık fırkalardan, muattıladan, özellikle Kermatîlerden onun muhkem ayetlerini değiştirmeye, tahrif etmeye gayret edenler, sayılamayacak kadar çoktur. 14 asırdır hilelerini ve güçlerini bu konu üzerinde birleştirenler olmuş, ama Kur'an'ın nurundan bir şey söndürmeğe, sözlerinden bir kelime değiştirmeğe, müslümanları bir harfinden dahi şüpheye düşürmeğe kadir olamamışlardır.

b- Geçmiş Toplumlardan Haber Vermesi

Hz. Peygamber, hiç okuması, yazması olmadığı, hiçbir insandan eğitim görüp bir şey öğrenmediği, ümmî olduğu halde, geçmiş milletlerden haber vermesi -ki , eski kitaplara, tarih bilgisine vâkıf olanlar, bunların doğruluğunu itiraf eder- Kur'an'ın mucizelerinden biridir. Peygamberimiz, Adem (a.s.)'ın yaratılışından kendisinin peygamber olarak gönderildiği zamana kadar vuku bulan bir çok mühim olayı haber vermiştir. Rasül-i Ekrem'den birçok sorular sorulmuş, O bunları cevaplandırmıştır. Tevrat ve İncil'deki birçok hakikatleri ifade etmiştir. Yahudiler O'nu tekzib etmeye çok hırslı oldukları halde bu haberlerin doğruluğunu inkâr edememişlerdir. Bu hususta azıcık inat edene: "De ki: Doğru iseniz Tevrat'ı getirip okuyun." (3/Âl-i İmran, 93) ayetiyle cevap verilmiş ve susturulmuştur. Hiç kimse aksini iddia edememiştir. "Ey kitap ehli, size rasülümüz geldi, size gizlemekte olduğunuz şeyin çoğunu haber veriyor ve çoğundan da affediyor." (5/Mâide, 15)

Okuması yazması olmadığına, bunları bir yerden öğrenmesi mümkün olmadığına göre, bunların kaynağı ancak vahiy olabilir, onun için yüce Allah, şüphecilere şöyle diyor: "Sen bundan önce bir kitap okumuyor ve elinle yazı yazmıyordun ki iptalciler şüphe etsinler." (6/En'âm, 105) "Bu sana vahyettiğimiz, gaybe / gizliye ait haberlerdendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun, ne de kavmin..." (11/Hûd, 49) (12)

c- Bütün İnsanların İhtiyacını Karşılayacak Esaslar İhtiva Etmesi

Peygamberler, insanların dünya ve ahiret saadetlerini temin etmek için, Allah tarafından gönderilmiş elçilerdir. Rasül-i Ekrem de, bütün insanlara peygamber olarak gönderildiğine (34/Sebe', 28) ve kendisinden sonra bir peygamber gelmeyeceğine göre, onun tebliğ ettiği kitap ve din, kıyamete kadar bütün insanların ihtiyaçlarını temin edecek nitelikte olmuştur. Böylece Kur'an, hiçbir şeyi eksik bırakmadan, insanlığın yeryüzündeki kısa hayatı için gerekli olan idarî, iktisadi, manevî, ahlakî, sosyal... esasları ihtiva ettiği gibi, ahirete ait esasları da içermiştir. Fakat o, bütün bu esasları tafsilatıyla anlatmaz, çoğunun formülünü verir, düşünme ve araştırma yolu ile çözümünü insanlara bırakır. "Balık hediye ettiğin kişiyi bir günlüğüne doyurursun, fakat balık avlamayı öğrettiğin kişiyi her gün doyurursun" atasözünün ifade ettiği gibi, insanlara dünya ve ahiret mutluluğunu nasıl temin edeceklerini öğreterek, maddî ve manevî bakımdan daima tok kalmalarını sağlar. Zaman, onun esaslarını eskitemez, değiştiremez. O, insanların eserleri ve kanunları gibi ihtiyarlayıp yıpranarak etkisini ve tazeliğini yitirmez. O, bütün asırlardaki her seviyeden insana yöneltilen ilahî ve ezelî bir hitap olduğundan, yeni nazil olmuşçasına her devirde daima taze kalmaktadır.

Onun, bütün insanların ihtiyacını karşılayacak nitelikteki esaslarını şöyle özetleyebiliriz:

a- Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere iman adı altında mebde', meâd ve bu ikisi arasındaki hakikatlere insanları irşad etmek suretiyle akideleri;

b- Nefisleri tezkiye ederek ruhları gıdalandıracak, iradeyi kıvamına koyacak, fert ve topluma fayda verecek şeylere irşad etmek suretiyle ibadetleri;

c- Fazilete irşad etme, reziletten nefret ettirme suretiyle ahlakı;

d- Eşit şartlarda eşit hak ve sorumluluklar getirme suretiyle toplum hayatını ıslah etmesi; vicdanlara, akıllara ve fikirlere hürriyet vererek zorlamayı, baskıyı ve dinî tahakkümü men etmesi.

İslam'a girmeden önce müşrik Arap toplumunun ahlakî yapısı ve seviyesi tarihen sabittir. Her türlü ahlaksızlık ve çapulculuğun hüküm sürdüğü o toplum, İslam'a girdikten sonra insanlık için örnek bir toplum oldu. Birlik ve beraberliği sağlayan, güçsüzün hakkını koruyan, insanlık tarihinde eşine rastlanmayan bir toplum oldu. Geriliğiyle alay eden toplumlara fazilet ve medeniyet taşıyan bir toplum. O toplum, kısa bir müddet içerisinde çevresine hakim olmuş, sadece mü'minleri değil; İslam'ı kabul etmeyen diğer din mensuplarını da huzur ve güvenliğe kavuşturmuştur. Kur'an'ın getirdiği ilkelerin ilahîliğini ispatlayan bu tarihî gerçeklik, O'nun mu'cizeliğine güzel bir delildir. Kur'an'ın gerçekleştirdiği bu değişim ve dönüşüm, bu inkılab, tarihte hiçbir zaman hiçbir yerde gerçekleşmemiştir. Eşi benzeri görülmeyen bu devrim, yani insanların dalaletten hidayete; ahlaksızlıktan en erdemli kişiliğe; toplumların bedeviyetten medeniyete; küçük kabile yönetiminden kıtalara hükmeden büyük ve âdil bir devlete... ulaşmasını sağlayan Kur'an, bu yönleriyle de mu'cizedir, insanları benzerini yapmaktan âciz bırakır.

d- Kur'an'ın, Hz. Peygamber'in Her Arzusuna Uygun Olarak Nazil Olmaması

Hz. Peygamber, risalet görevini ifa ederken, zaman zaman öyle zor durumlarda kalmıştı ki, bu durumlar onun derhal bir hüküm vermesini ya da bir şeyler söylemesini gerektiriyordu. Kur'an onun kendi sözü olsaydı, öyle durumlarda, insan olarak bir şey söylememesi veya bir hüküm vermemesi mümkün değildi. Buna rağmen o günlerce susmuş, cevap verebilmek için vahyin gelmesini beklemişti. Mesela, ifk hadisesinde 40 gün kadar, kıblenin Kâbe'ye çevrilmesi için bir buçuk yıl beklemişti. Halbuki birinci olayda Hz. Aişe (r.a.)'nin temize çıkmasını, ikincisinde ise yahudilerin: "Hem bize muhalefet ediyor, hem de namazda kıblemize dönüyor. Biz olmasaydık nereye döneceğini bilemeyecekti" demeleri yüzünden ve bir de Kâbe'ye döndüğü takdirde Arapların İslam'a meylederek müslüman olmalarını umduğu için Kâbe'nin kıble olmasını şiddetle arzuluyordu. Eğer Kur'an, kendi kelamı olsaydı, bu ve benzeri durumlarda gerekeni hemen yapar, beklemezdi.

Ayrıca Hz. Peygamber'i kınar mahiyette bazı ayetlerin nazil olması da Kur'an'ın kendi kelamı olmadığını göstermektedir. Mesela, Abese suresinin ilk on ayeti, Hz. Peygamber kendilerini İslam'a sokmak ümidi ile Kureyş'in ileri gelenleri ile görüşürken, a'mâ Abdullah b. Ümmü Mektum'un gelip de: "Allah'ın sana öğrettiklerinden bana da öğret" demesi, O'nun da bunu kerih görerek yüzünü ekşitmesi üzerine kendisini kınar mahiyette nazil olmuştur. Aynı şekilde Tahrim suresinin birinci ayetinde Hz. Peygamber'in, zevcelerinin isteği doğrultusunda, Allah'ın helal kıldığı bazı şeyleri kendisine haram kılmasını kınamaktadır. Halbuki bir insanın, özellikle peygamberlik dâvâsında bulunan bir insanın, kendi görüş ve davranışlarındaki isabetsizlikleri acı ifadelerle kınaması tasavvur edilemez. (13)

Kur'an'ın İlmî İ'câzı

Allah, insanı fıtraten, akıl ve duyular gibi bazı kabiliyetlerle donatmış ve hayatta, yolunu seçip tercih ederken bu yeteneklerini mutlaka faal tutmasını ondan istemiştir. "Bilmediğin şeyin ardına düşüp gitme; doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur." (17/İsrâ, 36). İnsanın nefsinde ve çevresindeki tabiatta âyetler yaratan Allah, o fıtrî kabiliyetlere tabiî doneler (veriler) sunmuştur. Sahip olduğu kabiliyetleri seferber edip tabiattaki/tabiatındaki sözsüz âyetleri (41/Fussılet, 53) done alan insanoğlu, bir yere kadar varlığının mânâsını kavramak ve 'kaalû-belâ' temsîliyle ifade olunduğu üzere Rabbini birleyerek O'nu itiraf etmek sorumluluğundadır (7/A'râf, 172-173). Bununla beraber, insan, bütün zaaflarını bertaraf edememiş; Allah'ın özel hidâyetinden müstağnî kalamamıştır. İnsanoğlunun, doğrudan hidâyete en çok muhtaç bulunduğu sahaları tesbite çalışırken, onun, yeryüzündeki mücâdelesi boyunca, üç tür varlıkla olan münâsebetlerini doğru oluşturmak için çabalayıp durmuş olduğunu görürüz. 1- Mâ dûnu (alt-varlık) olan kendi dışındaki varlıklarla, 2- Mâ fevkı (üst-varlık) olan Yaratıcısı ile, 3- Hemcinsi olan insanlarla ve dolayısıyla kendisiyle.

İnsanoğlu; mâ dûnu olan varlıklar, yani kendi cinsi dışında kalan hayvanlar, bitkiler ve cansız varlıklar üzerinde, fıtraten yeterli kabiliyetlerle donatılmış olduğundan, İlâhî doğrudan hidâyetin (sözlü âyetlerin/vahyin) konusu, bu sahadaki ilişkileri tanzim etmek olmamıştır. Yaratılışta sahip bulunduğu yetenekleriyle insanın, bu varlıklara yönelmesi için Kur'an sadece bazı sevkler, impuls'lar vermiştir (Meselâ, bkz. 3/Âl-i İmrân, 190; 29/Ankebût, 20; 38/Sâd, 2).

Bu alanda Kur'an'dan elde edilebilecek olanlar, sadece, ilk muhâtap toplumu etkileyebilecek edebî ve diyagramatik tasvirlerdir. Bu tasvirlerden hareketle, günümüzde Bucaillizm diye de adlandırılan, "Kur'an âyetlerini, ilmin ya da teknolojinin ulaşmış bulunduğu bazı sonuçlarla intibak ettirme" gayretkeşliğine düşmemek gerekir. Bu yolda ileri sürülmüş bulunan iddiaların çoğunun, Kur'an diline ve üslûbuna vukufsuzluğun bir sonucu olduğunu kanıtlamak pek zor olmadığı gibi, bu teşebbüslerin, Kur'an'ın hidâyet hedefini saptırmaktan başka bir işe yaramadığı da görülmektedir.

Örnek verirsek, bir döneme kadar bazı tefsir kitaplarında, Kur'an âyetleri delil getirilerek dünyanın 'sath' yani düz (Meselâ bkz. Celâleyn Tefsiri, "Ve yeryüzüne (bakmazlar mı) nasıl yayılmış/düzleştirilmiş?" (88/Ğâşiye, 20) âyetinin tefsîrinde şunları okuyoruz: "Âyetteki "yayılmış/düzleştirilmiş" sözü, dünyanın, astronomi âlimlerinin inandıkları gibi 'küre' değil; düz olduğunun kesin delilidir. Mâmâfih, onların bu inancı dinin esaslarından birini nakzetmez.") ya da 'sâkin' yani hareketsiz (Mefâtîhu'l-Ğayb -Tefsrîru'l-Kebîr, Tahran, tarihsiz, c. 2, s. 102-103'de Fahreddin Râzî, burada, aklî ve naklî delillerle(!) dünyanın hareketsiz olduğunu ispatlamaya çalışır.) olduğu iddia edilmiştir. Günümüzde ise, yine Kur'an âyetlerine dayanılarak dünyanın 'küre' veya 'elipsoid' şeklinde olduğu ya da 'dönmekte' olduğu ispata çalışılmaktadır (Meselâ, Hasan Basri Çantay, Kur'ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, c. 3, s. 1143; Süleyman Ateş, Kur'ân-ı Kerim ve Yüce Meali; her iki mealde de 79/Nâziât, 30 âyeti... Ve bkz. Celâl Kırca, Kur'ân-ı Kerim'de Fen Bilimleri, s. 72-78). Oysa İlâhî hidâyetin hedefi ne onu, ne de diğerini ifade etmektir. Kur'an için insana yakın olan, onun hayatında olan gerçekler önemlidir.

'Dünyanın yuvarlak olduğu' şeklindeki inancın, insanın mutluluğu ve erdemi ile doğrudan ilgili olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Mahşer gününde, 'dünyanın düz olduğu ya da yuvarlak olduğu' yolundaki inancından dolayı insanların sorğuya çekileceğine dair elimizde aklî veya naklî bir delil de yoktur. Çünkü orada geçerli değerler, Allah'a olan şirksiz imanımız ve sâlih amellerimizdir.

Kur'an'ın; sadece aktüel yönüne önem verdiği ve işin ilmî yönünü -din haline getirmeksizin- insanın kabiliyetine ve tecessüsüne tevdî ettiği, bu maddî âlemle ilgili bazı edebî tasvirlerin din/akîde telakki edilmesinin müncer olduğu vahim bir anlayışa -günümüzde- bir örnek verelim:

Suûdi Arabistan'lı meşhur şeyh (T.C.'deki Diyanet İşleri Başkanı, hatta daha üst seviyede kabul edilen yetkili) Abdu'l-Aziz bin Bâz, el-Edilletu'l-Akliyye ve'l-Hissiyye alâ Cereyâni'ş-Şemsi ve Sükûni'l-Ardı ve İmkâni's-Suûdi ilâ'l-Kevâkib (=Dünyanın Sâkin, Güneşin Hareketli Olduğuna ve Gezegenlere Çıkmanın İmkânına Dair Aklî ve Hissî Deliller) isimli, 1975 yılında Medine'de, resmî makamlarca basılan risâlesinde 'güneşin yerinde durduğunu ve dünyanın onun etrafında hareket etmekte olduğunu' iddia edenleri, bakınız, Ortaçağ kilisesinin engizisyoncu zihniyetiyle nasıl mahkûm etmektedir: "...Kim bunu iddia ederse küfür ve dalâlete düşmüş olur. Çünkü bu iddia, hem Allah'ın, hem Kur'an'ın, hem de Peygamber'in (s.a.s.) tekzîbidir... (Bunu iddia eden kişi) tevbeye dâvet edilir. Ederse ne âlâl. Aksi takdirde, kâfir ve mürted olarak öldürülür ve malı da müslümanların beytulmâline irad kaydedilir. (...) Eğer ileri sürdükleri gibi dünya dönüyor olsaydı; ülkeler, dağlar, ağaçlar, nehirler, denizler bir kararda kalmazdı, insanlar batıdaki ülkelerin, doğuya; doğudaki ülkelerin batıya kaydığını görürlerdi, Kıblenin yeri değişir, insanlar kıble'yi tâyin edemezlerdi. Velhâsıl (bunların hiçbiri müşâhede edilmediğine göre) bu iddia ('dünyanın hareketli olduğu' iddiası), sayması uzun sürecek birçok nedenden dolayı bâtıldır."

Bu ilginç örnekte, Bucaillizm'in negatif olarak işletildiğini görüyoruz: Kur'an'ın zâhirine aykırı görülen ilmî buluşlar karşısında, onları ihbar eden nass'lar aramak psikozuna karşılık, bu defa, onları kesin reddeden ve savunanlarını da engizisyoncu kilise zihniyetiyle mahkûm eden bir zihniyete şâhit oluyoruz. (14)

Kur'an-ı Kerim, bir ilim kitabı olarak nazil olmamıştır. Yani O, bir Fizik, Kimya, Coğrafya, Tarih kitabı, bir ansiklopedi değildir. O, her şeyden önce bir tevhid, ibadet/eylem ve ahlak kitabıdır. Hz. Peygamber'in insanları Rablerinin izni ile, karanlıklardan aydınlığa, her şeye galip ve hamde lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarması için indirilmiş (14/İbrahim, 1) bir irşad (2/Bakara, 256) kitabıdır. Onun davetine ve çizdiği yola uyanlar, iki dünyada da selamet ve saadete ererler. Ancak, "Kur'an'da hiç ilmî hakikat, bilimsel gerçek yok" şeklinde bir iddia da tümüyle bâtıldır, yanlıştır. "Kur'an'da her şey mevcuttur, bütün icatlar ondan alınmıştır" sözü ne kadar sakat ise, "Onda hiçbir bilimsel gerçeğin olmadığı" kanısı da ötekinden daha sakat ve gerçekten uzaktır.

Hakikat şudur ki, Kur'an'da birçok bilimsel gerçekler, birçok tabiat kanunları formüle edilmiştir. Ancak, Kur'an, bunlara sadece bir mucize olarak işaret yapmış ve hiçbir zaman ilimle çatışmadığını göstermiştir. Seyyid Kutub'un da dediği gibi, ondaki kevnî hakikatler, ana prensipler halindedir. Öyle ki, hiçbir buluş onu nakzedememiştir ve nakzedemez. Yalnız, Kur'an'ın işaret ettiği hakikatleri anlayabilmek için, müsbet ilimlere iyice vâkıf olmak ve Kur'an'ı iyice düşünerek tetkik etmek gerekir. Bu nedenle, tabiatla ilgili ilimleri ilgilendiren birçok konuya, düşünmek suretiyle Allah'ın varlığı ve birliği anlaşılsın, dolayısıyla imana ve doğru yola gelinsin diye Kur'an zaman zaman temas etmiştir. (15)

Kur'an'ın inzal olan ilk ayeti "Oku" emriyle başlar; okumanın vasıtası olan kalemden, öğretimden söz eder, ilmin önemli dallarından biri olan anatomiye bu ilk ayetlerde dikkati çeker: "Oku, Yaratan Rabbinin adıyla. O, insanı alaktan (aşılanmış yumurtadan) yarattı. Oku, insana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir." (96/Alak, 1-5) İlmin önemini vurgulayan nice ayet, bu konuda delil olarak belirtilebilir. İlme son derece kıymet veren Kur'an'ın ilimle çatışması asla tasavvur olunamaz. Ne var ki bazı yanlış tefsirler ve indî teviller, onu ilme aykırı imiş gibi gösterebilmiştir. Bir de Kur'an'ın ilimden çok önce haber vermiş bulunduğu bazı hakikatler, o zamanın âlimlerince anlaşılmamış ve ilme aykırı sanılmıştır. Hakikatte bunlar, ilmin ta kendisidir. Şimdi, Kur'an'ın, bilimden önce haber verdiği ve neticede bilimin de onun söylediklerini desteklediğini açığa vuran birkaç misal üzerinde durarak O'nun ne ilahî bir mucize olduğunu göstermeye çalışalım:

Onun dünya, güneş, ay ve bütün gök cisimlerinin birleşik bir gaz kütlesinden koptuğunu (21/Enbiyâ, 30), arzın yuvarlaklığını (79/Nâziât, 30; 39/Zümer, 5), güneşin kendi yörüngesinde döndüğünü (36/Yâsin, 38), yer çekimi kanununu (13/Ra'd, 2; 31/Lokman, 10; 22/Hacc, 65), yıldızların yörüngeleri ve kara delikleri (56/Vâkıa, 75-76), evrenin genişlemesi (51/Zâriyât, 47) hava basıncının varlığı (6/En'âm, 125), insanın nasıl bir sudan yaratıldığı (86/Târık, 5-7), denizlerin kaynaması ve kıyametin kopması (54/Kamer, 50; 16/Nahl, 77; 81/Tekvir, 6), güneşin hararetini tazelemesi (17/İsrâ, 97), dünyanın dönüşünün yavaşlaması (28/Kasas, 71-72), insanın topraktan yaratılması (30/Rûm, 20; 6/En'âm, 2; 55/Rahman, 14), ceninde nutfenin yeri (7/A'raf, 172), insanın nasıl yaratıldığı (86/Târık, 5-8; 76/İnsan, 2; 23/Mü'minun, 11-13), anne karnındaki üç karanlık (üç sağır perde) (39/Zümer, 6), insanda cinsin tayini (31/Lokman, 34; 22/Hacc, 5, 77/Mürselât, 20-22; 75/Kıyâmet, 36-40) ve bunlara benzer birçok bilimsel gerçekleri, asırlar önce, bunlardan hiçbir ilim adamının haberi yokken anlatması ve özellikle bilginler, edebiyatçılar, filozoflar, kanun koyucular ve ahlakçıların hep birden benzerini getirmeleri imkânsız iken, bütün bunların ümmî/okuma yazması olmayan bir kimseden sâdır olması, ancak mucizeliğini ve ilahî kaynaktan geldiğini gösterir.

Kur'an'ın i'caz yönleri sadece bunlardan ibaret değildir. Yukarıda temas edilenlerin dışında Kur'an'ın mucizeliğini ispatlayan daha bir çok delil bulmak mümkündür. Mesela, birçok

sebep varken, müslüman olmayan Arapların Kur'an'a muaraza edememeleri, her mucizeye kıyas edilebilmesi, düşmanlarına menfi, dostlarına müspet etki etmesi, sanki bir tek söz imiş gibi ayetleri ve sureleri arasında münasebet bulunması, okuyana usanç vermemesi, kolay ezberlenebilmesi, hakikat, mecaz, teşbih, istiare, kinaye, i'caz ve itnab, darb-ı mesel gibi edebî konuları ihtiva etmesi, duyulduğu zaman kalplere nüfuz etmesi, ruhlara tesiri...

Özetle, Yüce Allah, insanlığın bilim ve düşünce yönünden pek gelişmediği ilk çağlarda, gönderdiği hak peygamberlerine gözle görülen ve açıkta meydana gelen mucizeler ihsan etmiştir. Bu çağlarda insanlar, sadece gözleri ile gördükleri şeylere inanıyorlardı. Bu yüzden de yüce Allah, insanlığın akıl ve düşünce bakımından kavrayabileceği ve gözleriyle gördüğü olağan üstü olaylardan iman etme yönünden kabulleneceği gerçekleri ihsan buyurmuştur. Yani, bu mucizelerin çoğu, hissiyatla/duygularla açıktan açığa görülen ve kavranılan türdendi.

Ancak, insanlığın akıl, düşünce ve ilim yönünden hızla ilerlediği bir çağda, hiç şüphesiz gözle görülen hissî mûcizelerin yanında, ilim ve akılla kavranacak mûcizelerin de bildirilmesi gerekmekteydi. Bir hak peygamberin doğruluğuna inanmak için sadece gözle görülen mucizele-rin gösterilmesi yeterli değildi. Bunun yanı sıra, bütün çağlar boyunca her insanın rahatlıkla düşünüp anlayabileceği ilmî ve aklî mucizeler de gerekliydi. İlim, akıl, düşünce ve mantık bakımından asla karşı konulmayacak büyük deliller getirmek, doğruluğunu aksi asla düşünülmeyecek belgelerle kanıtlamaya çalışmak, mucizelerin en büyüğüdür. Böyle bir mucizenin karşısında dağlar erir, akan sular durur.

Kur'an-ı Kerim, inişi ile bozgunculuğu, inançsızlığı, sapıklığı, haksızlığı ve her türlü câhiliyye âdetlerini temelden söküp atmıştır. İnsanlığın yaratılışına, akıl ve düşünce kurallarına uymayan her türlü bâtıl inanışları ve hurâfeleri yasaklamıştır. Kur'an, kötülüğün kaynağını kurutmuş ve insanlığın zararına olacak her türlü çirkin âdet ve alışkanlıkların kapısını kapatmıştır. Böylece insanlığı olgunlaştırmıştır. Kur'an'ın ana hedefi, putlara ve tağutlara kul olmaktan insanları kurtarıp sadece Allah'a ibadeti ve O'na kulluk yapmayı gerçekleştirmek, ferdin nefsini ıslah etmek, sosyal dayanışmayı sağlamak, şûrâyı, adaleti ve bütün insanlar arasında Allah'ın hükmünü egemen kılmaktır. İnsanları hak dine çağırmak ve mü'minler arasında kardeşlik duygusunu ve inancını yaymaktır.

İşte, bütün bunlar, Kur'an'ın en büyük mucize olduğunu göstermektedir. Çünkü saydığımız bu temel ilke ve kurallar, çağımız insanının şiddetle muhtaç olduğu ilke ve kurallardır. Bunları, Kur'an, çağımızın bütün çaresizliklerine derman olmakta ve ona çözüm yollarını sunmaktadır. Kur'an, böylece eşsiz ve büyüleyici beyanı ile, çağdaş bilim adamlarının altından kalkamadığı çağımız sorunlarına derman olmaktadır. Çağımızın en büyük hastalığı, maddecilik illetidir. İnsanlığın huzur ve mutluluğuna hizmet için yaratılmış olan madde, çağımız insanı tarafından tapılan ve uğrunda kavga edilen bir duruma getirilmiştir. Madde, putlaştırılmış, insanlar da onun kulu ve kölesi haline gelmiştir. Oysa Kur'an, insanları maddeciliğin köleliğinden kurtulmaya ve Allah'a iman etmeye çağırmaktadır. Çünkü iman, huzur ve mutluluğun kaynağıdır. İnsanın yaratılış amacı, Allah'a iman edip kulluk görevini yerine getirmektir. Ancak bu amaç ile insanlık, gerçek huzur, saadet ve barışa kavuşabilir.

Kur'an'ın mucize oluşu, ölü kalplerin onun ulaştırdığı iman nuru ile dirilmesi, kör olan manevî gözlerin Kur'an'ın sunduğu İslam hakikatleri ile açılması ve cahil olan bir toplumun ilim ve irfan ışığı ile aydınlanmasıdır. O çağda, yapılması ve gerçekleşmesi hayal bile edilmeyen birçok olayın, muhteşem bir inkılabın, Kur'an'ın inzaliyle kendiliğinden oluşmasıdır. Hz. Musa'nın, asası ile sert kaya parçasına vurup ondan suları akıtması nasıl bir mucize ise, Kur'an'ın ayetleri de öylece vahşi, âsi ve cahil kimselerin kalplerini yumuşatmış ve bu paslı kalplere iman nurunu yerleştirmiştir. Bu, başlı başına bir mucizedir. Hz. İsa, nasıl ölüleri bir ilahî mucize olarak diriltmiş ise, Kur'an da öylece küfrün, şirkin, vahşetin ve cehaletin bataklığında can çekişen bir milleti, hakka, hidayete ve İslam'ın nuruna erdirmekle diriltmiştir. Onları, uçurumun kenarından çekip kurtarmıştır. Çağlar boyunca bu millet, bütün dünya insanları için örnek alınacak bir ışık olmuştur.

Müslüman milletler, Kur'an'ın nuru ve hidayeti sayesinde yükselmişler, refah ve huzur içinde yaşamışlardır. Kur'an'a baş eğdikleri sürece bütün dünya da onlara baş eğmiştir. Onlar, Kur'an'ın dosdoğru yolunda yürüdükleri müddetçe, zaferi ve üstünlüğü elde tutmuşlardır. Müslümanlar, Kur'an'ın bayrağı altında toplandıkları zaman, izzet ve şereflerini korumuşlardır. Bu bayrak altında, yüce Allah'ın emrettiği bütün hüküm ve emirleri yerine getirdiklerinde iki cihan saadetine ulaşmışlardır. Bütün bunlar, Kur'an'ın mucizeliğini ispatlar. (16)

 

İslam'a İtirazlar ve Kur'an-ı Kerim'den Cevaplar, s. 154

Elmalılı Hamdi Yazır, c. 1, s. 234-235

Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, c. 1, s. 107-108

Elmalılı, c. 1, s. 238

Fi Zılali'l-Kur'an, c. 1, s. 99

İbn Hişam, Siretü'n-Nebi, c. 1, s. 313

A. g. e. c. 1, s. 315; Taberi, c. 2, s. 73

A. g. e. c. 1, s. 315-316

İ'cazü'l-Kur'an, s. 14 ve devamı

Elmalılı Hamdi Yazır, c. 1, s. 610

İ'cazü'l Kur'an, s. 42-43

İslam'a İtirazlar ve Kur'an-ı Kerim'den Cevaplar, s. 240-241

İ'cazü'l-Kur'an, s. 47-50

Hikmet Zeyveli, Kur'an'ın Aktüel değeri Üzerine, 1. Kur'an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. s. 280-283

İslam'a İtirazlar ve Kur'an-ı Kerim'den Cevaplar, s. 245

İslam'ın En Büyük Mucizesi Kur'an, s. 18-19

 

Kur'an'da İ'câzı İle İlgili Ayet-i Kerimeler

Kur'an'ın İ'câzı: Kur'an, Eşsizdir ve Benzerini Getirmekten İnsanları Aciz Bırakır: Bakara, 23-24, 62; Enfal, 31; Yunus, 38-40; Hud, 13-14; Nahl, 103; İsra, 88; Şuara, 210-212; Lokman, 27; Fussılet, 41-42; Tur, 34.

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c1, s. 234-239

Mefatihu'l Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s.138-152

Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2 s. 222-228

Fi Zılali'l Kur'an, Seyyid Kutub, HikmetY. c. 1, s. 97-99

Kur'an-ı Kerim ŞifaTefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 107-109

İslam Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 3, s. 80-81

İ'cazü'l-Kur'an, Nedim Yılmaz, Özel Y. (Fatih Y.)

Müsbet İlimlerde Kur'an Mucizesi, Hikmet Özdemir, Gonca Y. s. 9-17

Kur'an-ı Kerim Hakkında Bilmediklerimiz, Arif Arslan, Adım Y. s. 44-68

İlim ve Din Açısından Mucize, Osman Karadeniz, Marifet Y.s. 198-210

Son İlahi Kitap Kur'an-ı Kerim, Osman Keskioğlu, D.İ.B. Y. s. 21-24

Kur'an Cevap Veriyor, İzzet Derveze, Yöneliş Y. s. 46-52

İslam'ın En Büyük Mucizesi Kur'an, Muhammed Mahmud es-Savvaf, Emin Y.

Kur'an'da Edebi Tasvir, Seyyid Kutub, Hilal / Çizgi Y.

İslam'a İtirazlar ve Kur'an-ı Kerim'den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Kitabevi Y. s. 191-305

İlmin Işığında İslamiyet, Afif A. Tabbara, Kalem Y. s. 42-80

Büyük Tefsir Tarihi -Tabakatü'l-Müfessirin-, Ö. Nasuhi Bilmen, Bilmen Y.

Tefsir Usulü, İsmail Cerrahoğlu, D.İ.B. Y.

Kur'ân-ı Kerim Mucizesi, Mâlik bin Nebi, T. Diyanet Vakfı Y.

Kur'an Mucizesi, Muhammed M. Şaravi, Esra Y.

Mucizeler Mucizesi Kur'an, Ahmet Deedat, İnkılab Y.

Kur'an-ı Kerim ve 19 Efsanesi, Mahmut Toptaş, İnkılab Y.

Sonsuz Mucize Kur'an, İsmail Karaçam, Çağ Y.

Kur'an-ı Kerim ve Kur'an İlimlerine Giriş, Suat Yıldırım, Ensar Y.

Kur'an'da Edebi Veche, Safvet Senih, Nil A.ş.

Kur'an Tefsirinde Yeni Bir Metod, Emin Huli, Kur'an Kitaplığı

En Mühim Mesaj Kur'an, M. Abdullah Draz, Akçağ Y.

Kur'an'da Ölçü ve Ahenk, Abdürrezzak Nevfel, İnkılab Y.

Çağımızı Aydınlatan Kur'an Mucizeleri, Mehmet Eminoğlu, Hizmet Kit.

Kur'an Mûcizeleri, Harun Yahya, Vural Y.

Kur'an Mucizesi, Haluk Nurbaki, Damla Y.

Kur'an'ın ilmi Sırları, Süleyman Aksoy, Sır Y.

Kur'an'ın ve Peygamberimiz'in Çağımızı Aşan Mesajları, M. Avni Özmansur, Altınkalem Y.

Kur'an-ı Kerim ve Fenni Keşifler, Suat Yıldırım, D.İ.B. Y.

Kur'an'da Edebî Mucize, Abdullah Aymaz, Özel Y.