12/Yûsuf, 3; Kavram, 188

 

 

 

 

K I S S A

                       

 

·  Kıssa; Anlam ve Mâhiyeti    

·  Kur’an Kıssaları

·  Tebliğ Sürecinde Kur’an Kıssaları

·  Kur’ân-ı Kerim’de Anlatılan Kıssaların Hikmetleri

·  Kur’an Kıssalarında Sünnetullah (Değişmeyen İlâhî Yasalar)

·  Kur’an’da Kıssalar Yoluyla Verilen Mesaj

·  Kur’ân-ı Kerim’deki Bazı Kıssaların Tekrarı

·  Kur’ân-ı Kerim’de Kıssa Kavramı

·  Tefsirlerden İktibaslar

·  Hadis-i Şeriflerde Kıssa Kavramı

·  Hadis-i Şeriflerdeki Kıssalara Örnekler

·  Kıssacılık ve Kıssacılar

 

 

 

 

 

 

 

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحيم

 

نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ أَحْسَنَ الْقَصَصِ بِمَا أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ هَـذَا الْقُرْآنَ وَإِن كُنتَ

مِن قَبْلِهِ لَمِنَ الْغَافِلِينَ

 

 

“(Ey Muhammed!) Biz sana bu Kur’an’ı vahyetmekle (geçmiş toplumların haberlerini) en güzel şekilde sana anlatıyoruz. Gerçek şu ki; Sen bundan önce (bu haberleri) elbette bilmiyordun.” (12/Yûsuf, 3)

 

 

 

Kıssa; Anlam ve Mâhiyeti

 

Kıssa: Bir haberi nakletme, bir olayı anlatma hikâye etmek demektir. Bu, Arapça'da ‘kassa’ (hikâye etti) kelimesiyle ifade edilir. Anlatılan hikâye ve olaya da "kıssa" denilir. Buhâri, bab başlıklarında "kıssa"yı "olay" anlamında kullanmıştır: "Bâbu Kıssati Ehl-i Necran, Bâbu Kıssati Gazvet-i Bedr..." Aynı kökün "kesmek", "kısaltmak" anlamı da vardır.

 

"Kıssa" kelimesi esas olarak "izlemek", "izi tâkip etmek" anlamına gelmektedir. 18/Kehf, 64 ve 28/Kasas, 11'de bu anlamda kullanılmıştır: "(Mûsâ): ‘İşte aradığımız o idi’ dedi. Tekrar izlerini tâkip ederek geriye döndüler" (ferteddâ alâ âsârihimâ kasasâ) (18/Kehf, 64) "(Mûsâ'nın) kız kardeşine ‘Onun izini takip et (kussî hi)’ dedi. O da onlar farkına varmadan onu uzaktan gözetledi." (28/Kasas, 11)

 

Kıssa dilimize de girmiş bir kelimedir; “Kıssadan hisse” ve “bir kıssa bin hisse” gibi tâbirler Türkçede sıkça kullanılır. "Kıssa", edebiyatta "hikâye" anlamında kullanılır. Hikâye ise, olmuş veya olması muhtemel olayları belirli birtakım noktaları ön planda tutarak anlatan edebiyat türüdür. Kur'an'daki kıssalar, meydana gelmiş olayları anlattığı için "gerçek kıssa"lardir: "İşte (İsa hakkındaki) "gerçek kıssa" (el-kasasu'l-hakku) budur" (3/Âl-i İmrân, 62). Kıssanın gerçek olmayan bir türü vardır ki, buna hikâye denir. Kıssa denilebilecek hikâyeler nâdir olur. Bir haber veya hikâyenin kıssa olabilmesi için, yaşanmış ve kaleme alınmış bir özelliği olması gerekir.

 

Kur'an, kıssaların gerçeğini anlattığı, yani tarihte meydana gelmiş olanlarını anlattığı için ondaki kıssalara hikâye denilmez. Çünkü hikâye; meydana gelmemiş fakat vukua gelmesi muhtemel olayları temsil yoluyla anlatır. Kur'an'ın anlattığı kıssalar ise, bazı müsteşriklerin iddia ettiği gibi, tarihî hakikatlerle ilgisi olmayan, sırf öğüt vermek maksadıyla söylenmiş hikâyeler değildir. Kur'an'ın anlattığı kıssalar tarihî hakikatler, geçmişlerin haberleridir: "Böylece sana geçmişlerin haberlerinden bir miktar anlatıyoruz. Gerçekten sana katımızdan bir zikir (ibret verici olayları taşıyan bir kitap) verdik" (20/Tâhâ, 99); "Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz. Onlar Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidâyetlerini arttırmıştık." (18/Kehf, 13)

 

Kur'an'ın bu ifâdeleri, hem okuma-yazma bilmeyen, dolayısıyla eski kitapları okuyup da içindekileri öğrenmesi mümkün olmayan ümmî Peygamber’in bir mûcizesi, hem de Kur'an'a eskilerin masalları: Esâtîru'l evvelîn (68/Kalem, 15) diyen müşriklere bir cevaptır. Çünkü Kur'an eskilerin masallarını değil, geçmişlerin gerçek haberlerini, tarihlerini anlatır.

 

 

 

 

Kur'an Kıssaları

 

Kur'an, insanları doğru yola iletmek için gönderilmiştir. Bunun için de hikmet ve güzel öğüt metodunu kullanmaktadır. Yaşanmış olayları etkili bir üslûpla anlatmış, bunu yaparken, benzer olayların insanların başına her zaman gelebileceğini vurgulayarak dersler çıkarılmasını istemiştir.

 

Kur'an, muttakiler için bir öğüt ve insanlar için bir açıklama (beyan) dır: "Bu (Kur'an) insanlara bir açıklama, (Allah'tan) korkanlara yol gösterme ve öğüttür." (3/Âl-i-İmrân, 138) "(Ey Muhammed,) Sen hikmetle, güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve anlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, yolundan sapanları, en iyi bilen O'dur ve O, yola gelenleri de en iyi bilendir." (16/Nahl, 125)

 

Kur'an'ın metod olarak kullandığı beyan, öğüt ve hikmet unsurları kıssada bir araya gelmiş bulunmaktadır. Kur'an'ın içine aldığı beş konu (iman, ibâdet, muâmelât, ukûbât, ahlâk ve kıssalar) dan kapsam itibarıyla en geniş olanı ahlâk ve kıssalardır. Gerçekten de, peygamberlerin gönderiliş gayesi imanlı ve ahlâklı insanlar yetiştirmek olduğu için Kur'ân-ı Kerim'in yarısına yakın bölümü, insanlara ders ve ibret olmak üzere anlatılan geçmiş peygamberlerin ve milletlerin kıssalarıdır.

 

Kıssanın insan eğitiminde büyük rolü vardır. Geçmiş insanların başından geçen olayları ve sebeplerini anlatmak, bugünün insanına da yol gösterir, ders verir. Çünkü insan, yaratılışı, eğilimleri ve zaaflarıyla aynı insandır. Tarihte yaşamış insanlar ve milletler için sözkonusu olan, bugünün insanı için de sözkonusudur. Meselâ; inkârcıların ve zâlimlerin acı sonları Kur'an'da, Firavun ve ordusunun denizde boğulmasına yol açan zulümleri anlatılmak sûretiyle gözler önüne serilir. Yine sıkıntılara göğüs gererek, Allah'a olan iman ve tevekkülünü kaybetmeyen kimselerin, sonuçta büyük mertebelere ulaşacakları ve sabırlarının mükâfatını görecekleri Hz.  Yûsuf kıssasında en güzel şekilde anlatılır.

 

Kur'an'da geçen kıssalarda esas gâye; "tarihî bilgi vermek olmadığı için, yer ve zaman belirtilerek teferruata girilmez. Esas gâye: "çeşitli toplumların tarihlerindeki birtakım özellikleri belirtmek, diğer peygamberlerin hayatında, Hz.  Muhammed'in hayatında karşılaştığı olaylara benzeyen hâdiseleri açıklamak, hak ve hakikatin daima galebe çaldığını, daima üstün geldiğini göstermek; Peygamber’e ve mü'minlere teselli vermek, her peygamberin karşılaşmış olduğu muhâlefetin eninde sonunda yıkıldığını ve eridiğini tarihî misallerle tesbit ederek mü'minlerin azmini kuvvetlendirmektir" (Mehmed Sofuoğlu, Tefsire Giriş, s. 97).

 

Kur'an kıssaları; peygamber kıssaları ve geçmişlerin haberleri diye iki kısımdan meydana gelir.

 

Peygamber Kıssaları: Kur'an'da peygamberlerden yirmi beş veya yirmi sekizinin hayatları hakkında yeterli mâlûmat verilmiştir. Kur'an'da "Peygamber kıssaları" ifâdesi değil, "peygamberlerin haberleri: Enbâu'r-rusul" tâbiri geçer: "Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi sana anlatıyoruz (ki kavminden gördüğün haksız davranışlara karşı kalbin kuvvet bulsun, ruhun açılsın). Bunda da sana hak ve inananlar için bir öğüt ve ibret gelmiştir" (11/Hûd, 120)

 

Kur'an'da Hz.  Âdem, Nuh, Hûd, Sâlih, İbrâhim, İsmâil, İshak, Lût, Yakub, Yûsuf, Şuayb, Mûsâ, Dâvud, Süleyman, İdris, Lokman, Zü'lkifl, İlyas, Üzeyr, Eyyub, Yûnus, Zekeriyyâ, Yahyâ, İsa, Muhammed (s.a.s)'in kıssaları geçmektedir.

 

Geçmişlerin Haberleri: Kur'an'da 'geçmişlerin haberleri' (20/Tâhâ, 99) ifâdesiyle; Zülkarneyn, Ashâbu'l-Kehf, Ashâbü'l-Uhdûd, Ashâbü'l-Fîl, Ashâbu'r-Ress, Ashâbü'l-Eyke, Âd, Semûd, Lût, Nuh kavimleri kastedilir. Ayrıca İsrâ, Hicret, Bedr, Uhud, Benû Nâdir, Ahzâb, Mekke Fethi, Huneyn Gazvesi, İfk Hâdisesi, münâfıklara ait kıssalar yer almaktadır.

 

Genellikle muharref Tevrat ve İncil'de nakledilen Yahûdi-Hristiyan kültürüne âit kıssalara İsrâiliyyat adı verilir. Kur'an geçmiş milletlere âit haberlerin doğru olanlarını içine aldığı için, doğru olup olmadığı bilinmeyen, çoğu zaman uydurma olan bu gibi rivâyetlere ihtiyaç kalmamıştır.

 

Kur'an'da "en güzel kıssa" (ahsenü'l-kasas) olarak anlatılan Hz.  Yûsuf'un kıssasında çok yönlü dersler vardır: Sabır ve sıkıntılara katlanmanın büyük mükâfatı, Allah'tan hiçbir zaman ümit kesmemek, nefsin ve şeytanın kötü isteklerine uymayarak Allah'a bağlanmak, bilmeyerek kötülük yapanları affederek onlara güzel ahlâk dersi vermek, üzerine aldığı görevi en iyi şekilde yerine getirerek güvenilir olduğunu isbat etmek, emânete hiyânet etmemek ve üzerinde hakkı olanların hakkını gözetmek.

 

Eğitim ve Öğretim Aracı Olarak Kıssa: Çocukların ve gençlerin eğitiminde tarihî, dinî ve ahlâkî kıssaların büyük bir önemi vardır. Gerçek veya gerçekleşmesi muhtemel olayları canlı bir dille, edebî bir üslûpla tasvir etmek, okuyanlar üzerinde büyük bir etki bırakır. Kötülüklerin ve ahlâksızlıkların korkunç neticeleri, en güzel şekilde hikâye üslûbuyla anlatılır ve insanlar bu yolla kötülüklerden sakındırılır. İyi işler ve güzel ahlâklıların örnek davranışları da hikâye yoluyla etkili bir biçimde aktarılarak gençler bu iyi hareket ve davranışlara teşvik edilir.

 

İslâm'ı insanlara sevdirmek için kıssa ve menkıbelerden büyük ölçüde yararlanılmıştır. Eğitim maksadıyla bu çeşit ahlâkî hikâyelerin anlatılmasında bir sakınca yoksa da, Kur'an ve Sünnet'te bir dayanağı olmayan bir şeyi teşvik etmek veya yasaklamak için, dinî bir hüviyet vererek hikâye uydurmak yasaktır. Kıssanın insanlar üzerinde bıraktığı tesiri kötüye kullanarak, şahsî çıkarları için hikâye uyduran ve nakleden kıssacı (kassâs)lara tarihte rastlanmıştır. (1)     

 

Allah, muhâtaplarına tevhid ve ahlâk ilkelerini, tarihin kanunlarını anlatıp öğretirken, pedagojik açıdan çok önemli bir metod kullanmıştır. Bu da tarihte yaşanan hâdiseleri, dinî ve ahlâkî bir muhtevayla insanların önüne koyan kıssalar yoluyla anlatımdır.

 

Kıssa kelimesinin iştikak ettiği kökün anlamlarından biri, herhangi bir hâdiseyi veya bir haberi bildirmek ve nakletmektir (İbn  Manzur, Lisânu’l-Arab, 3/102). Bu mânâ ile alâkalı olarak önceki toplulukların, şahısların, nebî ve rasullerin yanında; başından geçen hâdiseleri anlatan Kur’an birimlerine de kıssa denir (Halis Albayrak, Tefsir Usulü, 47).

 

Kur’ân-ı Kerim’de, geçmiş peygamberler ve milletlere dâir kıssalar yer almaktadır. Ayrıca Rasûlullah’ın zamanında meydana gelen Hicret, Uhud, Mekke’nin Fethi, İfk Hâdisesi ve benzeri olaylar da Kur’an’da anlatılmıştır. “Kasasu’l-Kur’an” adını alan tüm bu olayların zikredilmesindeki maksat insanların ibret almalarını sağlamaktır. Yoksa tarihî bir olayın anlatılıp tesbit edilmesi gâye edinilmemiştir. Nitekim kıssaların bazısı birkaç kere tekrar edilmiştir. Bu tekrarlarla ahlâk ve terbiye ilkelerinin pekiştirilmesi hedeflenmiştir. Çünkü kıssalarda, daha önceki dönemlerde doğru yol üzerinde bulunan kimselere mükâfat verildiği, kötü ve yanlış yoldakilerin de cezalandırıldığı bildirilip öğretilmiştir. Bu arada geçmiş peygamberlerin ve toplumların başına gelenler anlatılmış ve sonunda hakkın gâlip geldiği açıklanmıştır. “Sana elçilerin haberlerinden -kalbini sağlamlaştıracak- doğru haberler aktarıyoruz. Bunda sana hak ve mü’minlere bir öğüt ve uyarı gelmiştir.” (11/Hûd, 120)

 

Kur’ân-ı Kerim’deki kıssalarda bir yandan müslümanların azimleri kuvvetlendirilirken öte yandan az sözle çok bilgi ve sonuç alma imkânı sağlanmıştır. Birçok sûrede ortaya konulan ibret sahneleriyle, kütüphaneler dolusu tarih kitabı okumaktan daha faydalı bilgi ve belgeler kazandırılmıştır. Ayrıca daha önce nakledilen birçok gerçek dışı motiflerle doldurulan olaylar en ciddi ve doğru şekliyle anlatılarak insan düşüncesi hayal ve masal dünyasından uzaklaştırılarak gerçeğin aydınlığına götürülmüştür. Kur’ân-ı Kerim’de en veciz ve en güzel şekilde anlatılan ve gözlerimizin önüne canlı tablolar halinde serilen kıssaların bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:

 

1) Âdem ile melekler ve İblis, Âdem ile Havva, Âdem ve iki oğlu (Hâbil ve Kabil) hâdisesi,

 

2) Nuh, Hûd, Sâlih, Şuayb, Eyyub (a.s.)’un hayatı ve tevhid mücâdelesi,

 

3) Lokman (a.s.)’ın oğluna yaptığı öğütler,

 

4) İbrâhim (a.s.) ve oğulları’nın kıssası, Kâbe’nin temellerinin yükseltilmesi, İsmail’in kurban edilmesi hâdisesi,

 

5) Yusuf (a.s.)’a karşı kardeşlerinin kıskançlığı ve onu kuyuya atmaları, Yusuf ile Aziz’in karısı arasında geçen hâdise, Yusuf’un hapse girmesi, kardeşleriyle görüşmesi,

 

6) Mûsâ (a.s.)’nın rasullüğünden önceki hayatı, risâleti, mûcizeleri, Firavun’un inadı, İsrailoğullarının Mısır’dan çıkması, Bakara ve Hızır (diye bilinen, kendisine rahmet ve ilim verilen kul) kıssası, 

 

7) Dâvud ve Süleyman (a.s.)’ın kıssası, Süleyman ve Belkıs,

 

8) İsa (a.s.)’nın doğumu, risâleti, sofrası,

 

9) İsrail oğulları, Zülkarneyn, Ashâb-ı Kehf, Ashâb-ı Uhdûd, Ashâb-ı Fil,

 

10) İsrâ, Hicret, Bedir, Uhud, Benî Nadir, Ahzab, Mekke Fethi, Huneyn Gazvesi, İfk Hâdisesi ve münâfıklara âit kıssalar (İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 171-172; Ali Turgut, Tefsir Usulü ve Kaynakları, s. 176-177).

 

Kur’an’da peygamber kıssaları yanında, başka insan ve topluluklarla ilgili kıssalar da vardır. Bunları şu şekilde tasnif edebiliriz:

 

a) Kur’an’da Kıssaları Anlatılan (Peygamberler Dışındaki) İnsan ve Topluluklar:

İsrailoğulları (yahûdiler), hıristiyanlar, sâbiîler, Semud toplumu, Lût kavmi, Medyen halkı, Ress halkı, bir kasaba halkı, Yesrib halkı, Hicr halkı, Âd halkı, bedevîler, Medine halkı, Tubba kavmi, Hz.  Mûsâ’nın kavmi, Yunus kavmi, Hz.  İbrahim ve onunla birlikte olanlar, ikiden biri (Hz.  Muhammed (s.a.s.)’in arkadaşı), Hz.  Mûsâ’nın yardımcısı, ilim sahibi bir kişi, Hz.  Mûsâ ve kadınlar, Tâlût ve topluluğu, Câlût ve ordusu, Ashâb-ı Kehf, Rakîm ehli, Ye’cûc v Me’cûc, bağ sahipleri, Hz.  Yusuf’un zindan arkadaşları, Hz.  Yusuf’un kardeşleri, Firavun ailesinden imanını gizleyen adam, Hz.  Nuh’un ve Hz.  Lût’un eşleri, şehir halkının üç elçisi, on iki güvenilir gözetleyici, Hz.  Nuh’un oğlu, Hz.  İbrahim’in babası Âzer, Hz.  Mûsâ’nın annesi ve kızkardeşi, Hz.  Lût’un ailesi ve karısı, Hz. Âdem’in iki oğlu, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in eşleri, İmran ailesi, Firavun ve önde gelen çevresi, sihirbazlar, büyücüler, Firavun ve orduları, Karun, Hâmân, Firavun, Firavun ailesi, Hz.  Mûsâ’dan sonra İsrailoğuları’nın önde gelenleri, Firavun’un eşi, Ebû  Leheb ve karısı, Mısırlı aziz ve karısı, müstazaflar-müstekbirler, Zü’lkarneyn, Zeyd, Sâmirî, Üzeyr, Sebe melîkesi, bahçe sahipleri.   

 

Bunun yanında Kur’an’da mü’minlerin ve kâfirlerin değişik özellikleri de anlatılır.

 

b) Kur’an’da Melekler:         

Güç sahibi melek; Cebrâil, çarpıcı bir güzelliğe sahip olması, Hz.  Muhammed (s.a.s.)’in Cebrâil’i görmesi, Cebrâil’in ufukta görülmesi, Cebrâil’in Hz. Meryem’e düzgün bir beşer kılığında gönderilmesi, gözetleyici ve yazıcı iki meleğin her insanın yanıbaşında olması, ikişer üçer ve dörder kanatlı elçi melekler, cehennemin sert ve güçlü melekleri, Allah’ın makamına süresi elli bin yıl olan bir günde çıkmaları, meleklerin şâhitliği, yakınlaştırılmış meleklerin Allah’a kulluğu, Arşın etrafını çevreleyen melekler, saflar halinde dizilen ve tesbih eden mlekler, Hz.  Âem’e scde een mlekler, mleklerin Rablerinden krkmaları ve erolundukları şeyi ypmaları, dzi dzi dran mlekler, iman edenlerin karanlıklardan nura çıkmaları için duâ etmeleri, meleklerin Peygamber’e salât etmeleri, iman edenlerin üzerine meleklerin inmesi ve onları müjdelemesi, Allah’ın mü’minlere meleklerle yardımı, meleklerin Kadir gecesi Rablerinin izniyle yeryüzüne inmeleri, inkâr edenlere lânet etmeleri, meleklerin ikrama lâyık görülmüş kullar olmaları, Hz.  İbrahim’e gelen melekler, Hz. Lût’a gelen melekler, Hz. İbrâhim’e müjde ile gelen meleklerin yemek yememesi, Hz. Zekeriya’ya gelen melekler, Hz. Meryem’e gelen melekler, ölüm melekleri, yazıcı melekler, Arşı taşıyan melekler, Hârut ve Mârut, Tabutu taşıyan melekler,  Kıyâmet gününde melekler, Cennet melekleri, Cehennem melekleri (bekçileri).

 

c) Kur’an’da Bahsedilen Mekânlar:

Tûr-i Sina, Tuvâ vâdisi, Mescid-i Haram (Beyt-i Haram, Beyt-i Atîk, Kâbe), Safâ-Merve, Mescid-i Aksâ, Mekke, Medine (Yesrib), Mısır, İrem, Babil.

 

d) Kur’an’da Peygamberlerin ve Mü’minlerin İmtihan Oldukları Mekânlar:

Hz. Yunus: Balık ve gemi, Hz. Yusuf: Kuyu ve zindan, Ashâb-ı Kehf: Mağara, Hz.  Muhammed (s.a.s.): Mağara, mescidler, Müminlerin yaşadıkları mekânlar.

 

e) Kur’an’da Dikkat Çekilen Diğer Mekânlar:

İki denizin birleştiği yer, güneşin battığı yer, güneşin doğduğu yer, iki seddin arası, Hz.  Meryem’in doğu tarafında çekildiği yer, hurma dalının altı, Hz. Meryem ve İsa (a.s.)’nın yerleştirildiği yer, Kehf ehlinin kaldığı yer, ekini olmayan bir vâdi.

 

 

Kur’an’daki kıssaların tarihî gerçekleri yansıtan ibret levhaları olduğuna inanıp bunların sebepleri üzerine düşünerek hayata müsbet yön vermeye çalışmalıyız.

 

Kur’ân'da anlatılan kıssalar en doğru kıssalardır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'tan daha doğru sözlü kimdir?" (4/Nisâ, 87). Bu ise, Kur’ân kıssalarının vâkıa ile eksiksiz bir uyum göstermesinden ileri gelmektedir.

 

Yine en güzel kıssalar da Kur’ân kıssalarıdır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz sana bu Kur’ân'ı vahyetmekle, sana en güzel kıssaları anlatıyoruz." (12/Yusuf, 3). Çünkü Kur’ân kıssaları belâğatta mükemmellik ve anlamda üstünlük derecelerinin en yücesini kapsamaktadır.

 

En faydalı kıssalar da Kur’ân kıssalarıdır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki onların kıssalarında olgun akıl sahipleri için bir ibret vardır." (12/Yusuf, 111).  Çünkü Kur’ân kıssalarının kalplerin ıslâhı, amellerin ve ahlâkın düzeltilmesi üzerinde güçlü bir tesiri vardır.

 

Yukarıda bazı ayrıntılı örnekleri görülen Kur’ân kıssaları, özetle üç kısma ayrılır:

 

Bir kısmı peygamberler; onların kendilerine iman edenlerle ve onları inkâr eden kâfirlerle, başlarından geçen olaylarla ilgilidir.

 

Bir diğer kısım başlarından ibretli olaylar geçen fertler ve çeşitli gruplarla alâkalıdır. Yüce Allah onların bu kıssalarını bize nakletmiştir. Meryem ve Lokman kıssaları ile duvarları çatıları üstüne yıkılmış bomboş bir kasaba yanından geçen kimsenin kıssası (bk. 2/Bakara, 259), Zükarneyn, Karun, Ashâb-ı kehf, Ashâb-ı fil, Ashâb-ı uhdûdd ve benzer kıssalar gibi.

 

Bir üçüncü kısım da Peygamber (s.a.s.) döneminde meydana gelmiş birtakım olaylar ve kimselerle ilgilidir. Bedir, Uhud ve Ahzab gazveleri, Kureyza oğulları, Nadir oğulları gazveleri, Zeyd b. Hârise, Ebû Leheb ve başka kimselere âit kıssalar gibi.

 

 

Tebliğ Sürecinde Kur’an Kıssaları

 

Kur’ân-ı Kerim’in anlatım tekniklerinden biri de kıssalar yoluyla olanıdır. Kıssalar muhâtaplara birer örnek ve ibret olarak anlatılır. Muhâtapların bu kıssalardan dersler alması istenir. “Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz bir haberi sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Bunda sana hak, mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.” (11/Hûd, 120)

 

Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’in yaklaşık yarısına yakınını oluşturan kıssaları sırf tarihî bir olay/anlatı olarak vahyetmemiştir. Yusuf (a.s.) kıssası hâricinde tüm ayrıntılarına kadar aynı sûre içerisinde anlatılan başka bir kıssa yoktur. Bir sûre içerisinde anlatılan bir bölüm diğer sûrelerde anlatılmamış olabilir. Aynı kıssanın o bölümünün başka sûre içerisinde değişik varyantlarla anlatıldığını görebiliriz. Bütün bu anlatım teknikleri Allah’ın, kıssaları bize, sırf kronolojik, tarihî bir biçimde anlatma arzusunda olmadığını gösterir. Kıssaların anlatımından Allah’ın o anda insanlara vermek istediği mesajların ön planda tutulduğunu görüyoruz.

 

Dolayısıyla Kur’an kıssalarının amacı tarih anlatmak değildir. Amaç geçmişte yaşanmış olayları ve kişileri örnek göstererek o anda yaşayanlar ve kıyâmete kadar yine aynı olayları yaşayabilecek diğer insanlara ibretler vermektir. “Allah’ın sünnetinde/kanununda bir değişme bulamazsın.” (35/Fâtır, 43)

 

Kur’an’ın iniş sürecinde; Rasûlullah ve sahâbe bu kıssalardan ne anlıyordu? Acaba Rasûlullah ve ashâb, bugünün muhâtapları bizler gibi kıssaların tarihî, edebî, sosyolojik, pedagojik yönlerini araştırıp öyle mi hayata aktarıyorlardı? Yoksa kıssaların özel oludğunu mu kabul ediyorlardı?

 

Mekke dönemi, müslümanların harıl harıl İslâm’ı tebliğ etmeye çalıştıkları bir dönemdir. Karşılarında ana ve babalarından tutun, âilelerinden kabile bireylerine kadar herkes vardır. Mü’minler İslâm’ı bu insanlara anlatmaya çalışırken Allah onlara, daha önce yaşayanlardan bir örnek verir. Bu örnek, aynı zamanda müşriklerle beraber hepsinin atası olan İbrâhim (a.s.)’in kıssasıdır. Hem tebliğ edenler hem de edilenler için öğüt ve ibret numûnesi… Aynı örnek bizler ve kıyâmete kadarki tüm muhâtaplar için de geçerlidir.

 

Tanrı ve evren üzerine sorular ve düşüncelerle başlayan bir tefekkür sonunda gerçeği, “Allah’ı bularak bu inancını diğer insanlara en başta babasına anlatmaya, onları düştükleri yanlıştan kurtarmaya çabalayan Hz. İbrâhim, Allah’ın tüm insanlara sunduğu öğüt ve ibret anıtıdır. Oysa günümüzde İbrâhim’in (a.s.) kıssasının Nemrud’un onu ateşe atması ve Hz. İbrâhim’in oğlunu kurban etmesi hâricinde diğer anlatılanlar geri plana itilmiş; “Nemrud”, “kurban” gibi rumuzlarla anılır olmuştur.

 

Müslüman ve müşrikler arasındaki mücâdele uzadıkça müşrikler müslümanları yoğun bir işkence ve baskı altına alırlar. İman edenler, bunalmaya, endişeye düşmeye başlamışlardır. Bu çaresizlik ve ıstırap içerisinde Allah’tan yardım dilemektedirler. Bu esnâda Allah Nûh’un (a.s.) kıssasını vahyeder. Bu kıssa nâzil olunca Müslümanların tavrı ne olmuştur? Nûh’un (a.s.) gemisinin ebatlarıyla mı uğraşmışlardır? Gemiye bindirilen hayvanların hangileri olduğu üzerinde mi kafa yormuşlardır? Yoksa Tûfan’ın tüm dünyayı mı, yoksa Nûh’un (a.s.) yaşadığı kavmi mi kapladığını bulmaya çalışmışlardır? Allah Nûh kıssasını bu düşüncelerin cevabı için mi indirmiştir?

 

Oysa Allah, Nûh’un kıssasını vahyetmekle, Mekkeli müslümanlara şu mesajları vermek istemiştir. Nûh (a.s.) gece-gündüz durmaksızın açık ve gizli olarak insanları İslâm’a dâvet etmiştir. “Gece gündüz çağırdım onları, açıkça da söyledim gizlice de.” (71/Nûh, 8-9). Müşriklerin, Nûh’un (a.s.) mü’minleri etrafından kovmasını, dâvâdan vazgeçmesini, buna karşılık olarak Nûh’a (a.s.) büyük ödüller vereceklerini vaat etmelerine karşılık o; Allah’ın dinini tebliğ etmeye devam etmiştir. “Benim ücretim Allah’a âittir” (11/Hûd, 29). Nûh (a.s.) bütün baskı ve eziyetlere rağmen tebliğin gidişâtını Rabbine havâle etmiştir. “Rabbim, beni yalanlamalarına karşı bana yardım et.” (23/Mü’minûn, 25) “Benimle onların arasında Sen hüküm ver.” (26/Şuarâ, 118)

 

Nûh kıssasının inişi, müşriklerin baskı ve eziyetlerinden yılan Mekkeli müslümanlara Nûh’u (a.s.) örnek alarak tebliğde gevşememelerini, sebat etmelerini öğütlemiş oluyordu. Tabii ki daha sonra kıyâmete kadar Kur’an’a muhâtap tüm insanlara da bir ibret ve öğüt olacaktı.

 

Günümüzde ise Nûh (a.s.) kıssası okunduğunda birçok kimse Kur’an’ın muhâtapları Mekkeli müslümlar gibi ibret almaktansa, Nuh’un gemisiyle, içine binen hayvanların nitelikleriyle, Tufan’ın nasıl olduğu gibi tarihî bilgilerle uğraşmaktadırlar. Yunus, Yusuf, Eyyub ve Süleyman kıssaları gibi diğer kıssalar da aynı kaderi paylaşmaktadırlar ne yazık ki…

 

Bazıları kıssalarla ilgili konular gündeme getirildiğinde “ne gereği var bunların üzerinde durmaya” gibi düşünceler içerisindedirler. “Biz bunları aştık, daha önemli konulara bakalım!” dercesine kayıtsız kalmaya çalışmaktadırlar. Halbuki rasüllerin kıssalarında görülen ortak noktalardan biri de vahyin iniş dönemi esnâsında müslümanların müşriklere karşı verdikleri tebliğ mücâdelesidir. Mekke’nin ilk dönemlerinden itibaren inen kıssaların tebliğ eylemindeki konumunu değerlendiremeyen müslümanlar tebliği neye göre ve nasıl yürüteceklerdir?

 

Kâfirlerin baskısını görünce Nûh (a.s.) gibi mi olacaklar, yoksa “Allah kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez” deyip, kendi gücünün neye yeteceğini denemeye bile gerek görmeyerek sadece çoluk-çocuğunun rızkını kazanmaya mı çalışacaklardır? Ya da, “devir değişti, insanlar bozuldu; kimseye din-min anlatılmaz” deyip, yanlış bir ictihadda bulunarak kavmini terk eden Yunus (a.s.) gibi toplumu terk mi edecekler? Ya da kırk gün kırk zeytinle inzivâya çekilip toplumun belâlarından kaçtıklarını söyleyenlere alkış mı tutacaklar?

 

Şayet ders alırlarsa Yunus kıssası onlara ibret olacaktır. Çünkü Yunus (a.s.) kavmine kızarak Allah’tan bir emir almadığı halde çeker gider, düşüncesine göre o kavim artık ıslah olamazdı. “O öfkelenip giderken kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı.” (21/Enbiyâ, 87). Ancak düşündüğü gibi olmadı. Allah, bu hatasına karşılık verdiği cezâdan sonra onu tekrar elçi olarak kavmine yolladı. Yunus’un (a.s.) kavmi daha sonra iman etti. “Sonunda ona inandılar.” (37/Sâffât, 148). Böylece müslümanların tebliğ eyleminde sonucu Allah’a bırakmalarını, gevşememelerini, Yunus (a.s.) kıssası vâsıtasıyla Mekkeli müslümanlara öğütlemiş oluyordu. Tabii daha sonrakilere de, bize de…

 

Ancak sonra gelenlerin birçoğu bu mesajları alacakları yerde, Yunus’un (a.s.) balığın karnına nasıl sığdığı, “yaktin”in nasıl bir ağaç olduğu üzerinde fikir yarıştırmakla meşgul olmuşlardır.

 

Görülüyor ki Kur’an’daki kıssalar yaşadığımız hayatla o kadar iç içedirler ki, onları anlamadan, ne yapacağımız hareketlerin, ne de bu hareketlerin karşılığı olarak gelecek sonuçları iyi değerlendirmemiz mümkün olacaktır.

 

Kıssalara tarih gözüyle bakmak, ya da onların yaşayan şahıslara özel, onlarla sınırlı olduğu şeklinde bir kabul, Kur’an’ın yeterince özümsenmediğinin bir göstergesi olacaktır. Kur’an’da Yusuf (a.s.) kıssası, onun hayatını anlatmak için midir? Süleyman (a.s.)’la Sebe melikesi arasında diyalog, Sebe kraliçesi gibi bir yöneticiye Allah’ın dininin tebliğ edilmesi örnekliği değil midir? Peygamberimiz’in diğer kavimlerin krallarına yaptığı İslâm’a dâvete örneklik teşkil etmemiş midir?

 

Mûsâ (a.s.), İsa (a.s.) ve diğer rasullerin kıssaları bize yaşadığımız anın ve gelecekte bunlara karşılık yaşayacağımız olayların ipuçlarını verir, yol gösterir. İslâmî mücâdelede yöntem sorunlarımıza cevaplar verir. Karşılaşacağımız soruları, atılacak çamur ve iftiraları bildirir. Kâfirlerin takınacakları tutumlar ve bunlara karşı alınacak tedbirler hakkında bizleri uyarır.

 

Öyleyse; tûfan, gemi, balık, taht, cin, köşk, yaktin, dâbbe vs. gibi tâlî meselelerle uğraşıp, kıssalardaki ana mesajları gözden kaçırmayalım. Kıssalardaki kapalı meseleleri ancak Kur’an’ın bildirdiği gayb bilgisinin sınırları içerisinde mütâlaa etmeli, bu meselelerin “kıssacılık” veya “İsrâiliyât”tan kaynaklanan mevzû haberlerle yorumlanması cihetine gitmemeliyiz. Özellikle kıssaları tarihî ayrıntılara hapsederek vakit geçirmeyelim; zira biliyoruz ki, bu tür bir çaba bize hak nâmına hiçbir şey kazandırmayacağı gibi, yaptığımız iş “gaybı taşlmak”tan öte bir şey olmayacaktır. Birer tebliğci olan/olması gereken bizler, bu gerçeklerin ışığında tekrar kıssaları okuyalım. Okuduklarımızı Kur’an bütünlüğü içerisinde ele alarak değerlendirelim. (2)            

 

 

 

              

Kur’ân-ı Kerim’de Anlatılan Kıssaların Hikmetleri

 

Kur’ân-ı Kerim'deki kıssaların oldukça büyük, pekçok hikmetleri vardır. Bunların bazıları şunlardır:

 

1. Yüce Allah'ın bu kıssaların ihtivâ ettiği hikmeti açıklaması. Çünkü Yüce Allah: "Andolsun onlara kendisinde alıkoyucu özelliği olan haberler gelmiştir." (54/Kamer, 4) buyurmaktadır.

 

2. Yalanlayanları cezâlandırmak sûretiyle Yüce Allah'ın adâletinin açıklanması. Allah Teâlâ yalanlayıcılar hakkında: "Biz onlara zulmetmedik; Fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler. Rabbinin emri gelince Allah'ı bırakıp da tapındıkları ilâhları onlara bir fayda sağlamadı." (11/Hûd, 101) diye buyurmaktadır.

 

3. Mü'minleri mükâfatlandırmak sûretiyle Allah'ın lutfunun açıklanması. Allah: "Biz üzerlerine ufak taş yağdıran bir rüzgâr gönderdik. Lût’un ailesi müstesnâ. Onları seher vaktinde kurtardık. Tarafımızdan bir nimet olmak üzere (bunu yaptık). İşte şükredenleri Biz böyle mükâfatlandırırız." (54/Kamer, 34-35) diye buyurmaktadır.

 

4. Peygamber (s.a.s.)'in, yalanlayıcıların kendisine yaptıklarına karşı teselli edilmesi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer seni yalanlıyorlarsa, onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Peygamberleri onlara apaçık delillerle (mûcizelerle), sahifelerle ve nur saçan kitaplarla gelmişti. Sonra kâfir olanları yakaladım. Şimdi onlara azâbım nasıldır!?" (35/Fâtır, 25-26)

 

5. Mü'minleri iman üzere sebat etmeleri ve imanlarını arttırmaları için teşvik etmek. Çünkü mü'minler kendilerinden önce yaşayan mü'minlerin kurtulduklarını ve cihad ile emrolunanların İlâhî yardıma mazhar olarak zafere eriştiklerini bu kıssalarla öğrenmiş bulunuyorlardı. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Biz de duâsını kabul edip, kendisini gamdan kurtarmıştık. Biz mü'minleri işte böyle kurtarırız." (21/Enbiyâ, 88) "Andolsun ki Biz senden önce kavimlerine rasûller gönderdik, onlar da kavimlerine açık açık delillerle geldiler. Biz günahkârlardan intikam aldık. Mü'minlere yardım etmek ise zâten üzerimize bir haktır." (30/Rûm, 47)

 

6. Kâfirleri küfürlerini sürdürmekten sakındırmak. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Acaba onlar yeryüzünde gezip kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı? Allah onları toptan helâk etmiştir. Kâfirlere de onların (âkıbetlerinin) benzerleri vardır." (47/Muhammed, 10)

 

7. Peygamber (s.a.s.)'in risâletini ispatlama. Çünkü geçmiş ümmetlere dâir haberleri ancak Yüce Allah bilir. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onları bundan evvel ne sen biliyordun, ne de kavmin." (11/Hûd, 49) "Sizden öncekilerin Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonra Allah'tan başkasının bilmediği kavimlerin haberleri size gelmedi mi?" (14/İbrâhim, 9)

 

 

 

 

Kur’an Kıssalarında Sünnetullah (Değişmeyen İlâhî Yasalar)

 

Kur’an kıssalarında vurgulanan ya da hikmet olarak çıkarılan toplumlarla ilgili sünnetullah özelliklerini şu maddeler halinde, ana başlıklarıyla sunabiliriz:

 

I.  Toplumların Yapılarıyla İlgili Sünnetullah Özellikleri

a-      İnsan, toplumsal bir varlıktır.

b-     Toplumlar canlı (hayatî) bir yapıya sahiptirler.

c-      Toplumlar yasalara (sünen/sünnetler) sahiptir.

d-     Toplumsal yasalarda değişme olmaz.

e-      Toplumların belirli hayat süreçleri (ecel) vardır.

f-       Toplumlar değişkendirler.

g-      Toplumların gelecekleri kendi davranışlarına bağlıdır.

h-      Bütün toplumlar elçiler aracılığıyla uyarılmıştır.

i-        Elçi gönderilmeyen toplumlar helâk edilmezler.

j-       Helâk edilen toplumlarca bütün elçiler yalanlanmıştır.

k-     Toplumun önderleri, toplumdan sorumludur.

l-        Toplumların mânevî yönleri maddî yönlerinden önceliklidir.

 

II.  Mü’min Toplumlarla İlgili Sünnetullah Özellikleri

a-      Yeryüzüne mü’min toplumlar hâkim olacaktır.

b-     Allah mü’minlerle beraberdir ve onlara yardım eder.

c-      Allah, dinine yardım edenlere yardım eder.

d-     Mü’minler, kâfir toplumlar helâk edilirken kurtarılırlar.

e-      Mü’min toplumlar, öncekilerin başına gelenlerle deneneceklerdir.

f-       Mü’minler yeryüzünde baskıya mâruz kalırlarsa, hicret etmelidirler.

 

III. Kâfir toplumlarla ilgili Sünnetullah Özellikleri

g-      Kâfir toplumlar varlıklarını sürdüremezler.

h-      Kâfir toplumlar hemen helâk edilmezler.

i-        Allah kâfir toplumları, belki inanırlar diye sıkıntılar ve bolluklarla imtihan eder.

j-       Kâfir toplumlar inkârdan vazgeçip inanırlarsa Allah affeder.

k-     Azap geldikten sonra kâfirlerin inanması fayda vermez.

l-        Ataları körü körüne taklit etmek, toplumları felâkete götürür.

 

 

IV. Bazı Toplumsal Sünnetullah İlkeleri

 

a- Allah, kâfirlere karşı mü’minlerin yardımcıdır (48/Fetih, 22-23)

 

b- İster sâlih bir toplum olsun, ister câhilî bir toplum; Allah, kendi nefislerini, benliklerini değiştirmeyen toplumların konumunu değiştirmez. “Bir toplum, kendi öz benliğinde olanları değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez.” (13/Ra’d, 11)

 

c- Bir toplumun niceliği değil; niteliği önemlidir. Kur’an, Tâlut’un az sayıdaki üstün nitelikli kuvvetiyle mü’minlerin, Câlut’un çok sayıdaki nicel açıdan üstün kuvvetini nasıl yendiğini anlatır (2/Bakara, 246-252 ve bu konudaki İlâhî sünnetini hatırlatır: “Nice az bir topluluk, Allah’ın izniyle nice çok sayıdaki topluluğa gâlip gelmiştir.” (2/Bakara, 249); “Eğer Allah’ın kimi insanları, diğerleriyle def edip yok etmesi olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesâda uğrardı.” (2/Bakara, 251)

 

d- Allah müstaz’aflardan ve muttakîlerden yanadır: “Biz istiyorduk ki; orada müstaz’aflara lütufta bulunalım; onları imamlar/önderler yapalım ve onları yeryüzünde vârisler kılalım.” (28/Kasas, 5); “Zâlimleri mutlaka helâk edeceğiz. Onları yok ettikten sonra yerlerine sizleri yerleştireceğiz. Bu da Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlar ve azap vaadimden korkanlar içindir.” (14/İbrâhim, 13)

 

Kur’ân-ı Kerim, toplumların yıkılış biçimlerini ve kötü sonlarını ortaya koyduğu gibi; onları, bu noktaya getiren sebepleri de açıkça beyan eder. Bu nedenlere ilişkin şu örnekler verilebilir:

 

a. Zulüm, baskı, haksızlık ve günahlar: “Onlara azâbımız geldiği zaman; ‘biz gerçekten zulmedenlerdendik’ demekten başka itirafları olmadı.” (7/A’râf, 5)

 

b. Lüks, israf, fısk ve bozgunculuk içinde olma: “Biz bir ülkeyi yok etmek istediğimiz zaman, oranın bolluktan şımaranlarına emrederiz. Orada bozgunculuk yaparlar.” (17/İsrâ, 16)

 

c. Cinsel sapıklık, aşırılık ve yol kesme: “Gerçekten siz (Lût kavmi), sizden evvel hiçbir kavmin yapmadığı çok kötü işi yapıyorsunuz. Siz erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantınızda edepsizlik yapıp duracak mısınız?” (29/Ankebût, 28-29)

 

d. Günah, zulüm, refah ve zevke dalma: “zulmedenler, kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar, mücrimlerden/günahkârlardan oldular.” (6/En’âm, 44)

 

e. İtaatsizlik, nankörlük: “Bu ülkenin halkı, Allah’ın nimetlerine nankörlük etti. Bu yüzden Allah onlara, yaptıklarına karşılık, korku ve açlık elbisesini/ıstırabını tattırdı.” (16/Nahl, 112)

 

f. Kitabın (Kur’an’ın) bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak. Bunun cezâsı dünya hayatında rezil olmaktır (2/Bakara, 85).

 

g. Hz. Peygamber’in emrine muhâlefet, fitne/belâ ya da acıklı bir azâbı getirir (24/Nûr, 63).       

 

h. Önde gelenlerin ve Sâlihlerin fesâdı önlememeleri (11/Hûd, 116).

 

i. Ekonomik dengesizlik, vurgun ve soygunlar (11/Hûd, 84-86).

 

A’râf sûresinin devam eden âyetleri sırasıyla Âd kavminin, Semûd kavminin, Lût kavminin ve Medyen kavminin helâklerini peşi peşine anlatmaktadır (bkz. 7/A’râf, 65-93). Sonra şu prensip açıklanmaktadır: “Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, halkı (peygambere başkaldırmasınlar ve Bize) yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır. Sonra kötülüğü (yoksulluk ve darlığı) değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik, nihâyet çoğaldılar ve ‘Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu’ (onlar da sıkıntılı ve sevinçli günler geçirmişlerdi) dediler. Biz de onları, hatırlarından geçmediği bir anda ansızın yakaladık.” (7/A’râf, 94-95)

 

 

Helâk Konusunda Sünnetullah

 

Allah’ın helâk etmesiyle ilgili olarak toplumlarla ilgili değişmez kanunu Kur’an’da çok açık bir şekilde anlatılır. Ana başlıklar halinde bu konudaki sünnetullah’ı şöyle maddeleştirebiliriz: 

 

Toplumların gelecekleri kendi davranışlarına bağlıdır (10/Yûnus, 44; 8/Enfâl, 51; 13/Ra’d, 31; 30/Rûm, 41; 42/Şûrâ, 30; 37/Saffât, 39; 91/Şems, 14; 7/A’râf, 147; 6/En’âm, 70; 56/Vâkıa, 24; 91/Şems, 9-10).

 

Bütün toplumlar, elçiler aracılığıyla uyarılmıştır (13/Ra’d, 7; 35/Fâtır, 24; 16/Nahl, 36; 15/Hicr, 10; 28/Kasas, 47; 20/Tâhâ, 134; 4/Nisâ, 165, 5/Mâide, 19; 16/Nahl, 35-36).

 

Elçi gönderilmeyen toplumlar helâk edilmezler (26/Şuarâ, 208-209; 6/En’âm, 130-131; 17/İsrâ, 15; 20/Tâhâ, 133-134).

 

Helâk edilen toplumlarca bütün elçiler yalanlanmıştır (38/Sâd, 14, 16; 50/Kaf, 12-14; 26/Şuarâ, 5, 136; 36/Yâsin, 30, 48; 6/En’âm, 33; 7/A’râf, 77...).

 

Toplumun önderleri toplumdan sorumludur (7/A’râf, 38; 38/Sâd, 61; 33/Ahzâb, 30-32; 40/Mü’min, 46-47; 34/Sebe’, 31-33; 28/Kasas, 63; 7/A’râf, 86, 90; 10/Yûnus, 83; 9/Tevbe, 34; 11/Hûd, 116). 

 

Toplumların mânevî yönleri, maddî yönlerinden önceliklidir (34/Sebe’, 45; 40/Mü’min, 21, 82; 30/Rûm, 9; 41/Fussılet, 15-16; 19/Meryem, 73-74; 8/Enfâl, 19; 2/Bakara, 249; 28/Kasas, 76-82; 68/Kâlem, 17-33).

 

Kâfir ve zâlim toplumlar, çok uzun zaman varlıklarını sürdüremezler (6/En’âm, 6; 7/A’râf, 94-95; 10/Yûnus, 13-14; 17/İsrâ, 16; 18/Kehf, 59; 19/Meryem, 73-75; 22/Hacc, 45).

 

Kâfir ve zâlim toplumlar hemen helâk edilmezler (7/A’râf, 182-183; 13/Ra’d, 32; 22/Hacc, 44, 48; 23/Mü’minûn, 54-56; 3/Âl-i İmrân, 178).

 

Allah, kâfir ve zâlim toplumları, belki inanırlar diye sıkıntılar ve bolluklarla imtihan eder (32/Secde, 21; 7/A’râf, 130; 6/En’âm, 42; 43/Zuhruf, 48; 32/Secde, 21; 30/Rûm, 41; 6/En’âm, 42-44; 7/A’râf, 94-95).

 

Kâfir ve zâlim toplumlar, inkâr ve isyandan vazgeçip iman ederlerse Allah affeder, helâk etmez (5/Mâide, 65-66; 4/Nisâ, 110; 16/Nahl, 119; 6/En’âm, 43, 48; 27/Neml, 11, 46; 10/Yûnus, 98; 37/Saffât, 148).

 

Azap geldikten sonra kâfirlerin inanması, fayda vermez (10/Yûnus, 90-91; 4/Nisâ, 18; 40/Mü’min, 84-85).

 

Ataları körü körüne taklit etmek, toplumları felâkete götürür (26/Şuarâ, 69-74; 11/Hûd, 109; 37/Saffât, 69-70; 2/Bakara, 170; 5/Mâide, 104; 23/Mü’min, 24; 11/Hûd, 62, 87;  7/A’râf, 70).

 

 

 

 

Peygamber Kıssalarında Zikredilen Helâklerin Sebepleri

 

Helâkler ve toplumsal çöküşler; itikâdî, ahlâkî, siyasî ve sosyo ekonomik sebeplere bağlanabilir. Ama, esas sebep, itikadîdir. Diğer sebepler, bu temel sebebe bağlı hususlardır.

 

Helâk ve toplumsal çöküşlerin itikadî sebeplerini şirk, küfür, irtidat, nifak, tekzîb, fısk, istikbâr, istihzâ, geleneğe körü körüne bağlılık yani atacılık olarak sınıflandırmak mümkündür.

 

Ahlâkî nedenleri de günahlar, haddi aşmak, fitne ve fesat, bencillik, ihtilâf ve tefrika, ıslah mekânizmasının olmayışı olarak değerlendirebiliriz.

 

Siyasî sebepleri ise; zulüm, kötülüğü yaygınlaştırma ve fesat, yönetici seçkinlere (tâğutlara) mutlak itaat olarak özetleyebiliriz.

 

Sosyo-ekonomik nedenleri ise; nankörlük, zenginlik ve maddî refah, israf ve tebzîr (saçıp savurma), ticârî ilişkilerde adâletsizlik olarak sıralamak mümkündür (Geniş bilgi için bak. Ejder Okumuş, Kur’an’da Toplumsal Çöküş, İnsan Y.)

 

Toplumların helâklerinin temel sebeplerini, âyetlerden yola çıkarak şöyle izah etmek mümkündür:  

 

a- Uyarıcıları Yalanlama: Uyarıcıların getirdiği gerçeklere sırt çevirip onların doğru olmadığını, gerçekten Allah katından gelmediğini iddia edip uyarıcıları sapıklıkla itham ederek atalarının yolunda yürümeye devam etmeleri, o toplumun helâke uğramalarının bir sebebidir (bkz. 7/A’râf, 94).

 

b- Başlarına Gelen Belâ ve Musîbetlerden Ders Almama: Allah Firavun’un kavmine, doğru yola gelmeleri için çeşitli belâlar veriyor. Onları ürün kıtlığına uğratıyor, tûfân, çekirge, kurbağa, kan gibi belâlarla karşı karşıya getiriyor, fakat onlar hiç ibret ve ders alma yoluna gitmiyorlar. Başlarına gelen felâketi Hz. Mûsâ ve kavminin uğursuzluğuna yoruyorlar. Bu belâdan kurtulunca da, bunu kendi iyiliklerine ve haklılıklarına delil görüyorlar. Zaman zaman Hz. Mûsâ’ya gelip Allah’ın kendilerine musallat ettiği belâları kaldırması için duâ etmesini istiyorlar. Mûsâ (a.s.) da duâ edip Firavun ve taraftarları bu belâdan kurtulunca da, yine eski saygısızlıklarına ve zulümlerine devam ediyorlar (bkz. 7/A’râf, 130-136).

 

c- İstikbâr (Büyüklük Taslama): Helâke uğrayan toplumların başta gelen özellikleri istikbâr ve ona bağlı olarak peygamberlere karşı çıkıştır. Büyüklenerek kendilerini yücelten, hem Allah’a, hem de küçük gördükleri insanlara karşı kibirlenerek kendilerini öne çıkaran toplumlar, büyüklenmeyle birlikte getirdikleri aşırı sosyal farklılaşma ve çözülme, haktan sapma, şımarma, zulüm, baskı ve işkence, hoşgörüsüzlük, toplumsal birliği bozma, ekonomik gücü tekelleştirme ve nihâyet kendilerini bunlardan vazgeçirmek için gelen peygamberi ve Allah’tan getirdiği âyetleri alaya alıp tahkir etme gibi olumsuz davranışları yüzünden helâk edilmişler, ortadan kaldırılmışlardır.

 

Helâke uğrayan her toplumun ortak yanlarından birisi, kendilerine azap tehdidi ile gelen uyarıcılara karşı büyüklük kompleksine kapılmak, zayıfları ezip sömürmek olmuştur. Bu kompleks ile Allah’ın âyetlerine kulak tıkayıp sırt çevirmişlerdir. “Kavminin küfreden ileri gelenleri şöyle demişti: ‘Biz seni beyinsizlik içinde görüyoruz ve senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz.” (7/A’râf, 66). “Kavminin büyüklük taslayan ileri gelenleri: ‘Ey Şuayb, ya seni ve seninle birlikte iman edenleri mutlaka ülkemizden çıkaracağız ya da siz bizim yolumuza döneceksiniz!’ dediler.” (7/A’râf, 88) “Biz bir ülkeyi helâk etmeyi murâd ettiğimiz zaman, oranın nimet ve refahtan şımarmış elebaşlarına emirlerimizi bildiririz. Onlar ise orada bozgunculuk yaparlar, kötülük işlerler. Artık onun üzerine hüküm hak olur ve o ülkeyi kökünden helâk ederiz.” (17/İsrâ, 16) 

 

Âd kavmi, büyüklenerek Allah’ın âyetlerini yalanladığı için, dondurucu kasırga (sarsar) azâbına uğradı (41/Fussılet, 15-16). Semûd kavmi, müstekbirliğin sonucu olarak bir sarsıntı tuttu, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler (7/A’râf, 77-79) Hz. Şuayb’ı ve iman edenleri tehdit eden Medyen halkının bu müstekbirliği yüzünden bir sarsıntı tuttu, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler; sanki hiç yaşamamış gibi oldular, izleri bile kalmadı (7/A’râf, 91-93). Müstekbirlerin en önemli sembol tipi olan Firavun ve çevresi, bunun karşılığını gördü: Önce su baskını, çekirge, haşerât ve kurbağa istilâsını ve kan musallat oldu. Bunlardan kurtulurlarsa iman etme sözü verdikleri halde, yine sözlerinden cayarak inanmadılar; Sonunda denizde boğuldular (7/A’râf, 132-137).

 

“Zâlimler, ölüm dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: ‘Haydi (bakalım, bizim elimizden) canlarınızı kurtarın, Allah’a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O’nun âyetlerine karşı istikbâr etmenizden/kibirlilik taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azâbı ile cezâlandırılacaksınız!’ derken onların halini bir görsen!” (6/En’âm, 93)     

 

d- Zulüm: Allah, toplumları zulüm işledikleri için helâk eder. Allah’ın âyetlerine, mûcizelerine, peygamberlerine, mü’minlere zulmeden ve inkârcılıkta direnen toplumlara uyarılar fayda etmeyince Allah’ın gazâbı ve azâbı hak olur. “Nice ülkeler vardır ki, zâlim oldukları için Biz oları helâk ettik. Şimdi o ülkelerde duvarlar, (çökmüş) tavanların üzerine yıkılmıştır. Nice kullanılmaz hale gelmiş kuyular ve (ıssız kalmış) büyük saraylar vardır (oralarda).” (22/Hacc, 45) “İşte şu ülkeler; zulmettikleri zaman onları helâk ettik. Onları helâk etmek için de belli bir zaman tayin etmiştik.” (18/Kehf, 59)   

 

“...Biz ahâlisi zâlim olanlardan başkasını helâk edici değiliz.” (28/Kasas, 59). “Halkı ıslahatçı olduğu halde Rabbin, bir haksızlık ile memleketleri (yıkıp) helâk etmez.” (11/Hûd, 117)

 

"Allah'ın, âhirete saklamakla beraber, bağy (zulüm) ve sıla-i rahim gibi daha dünyada iken sahibine cezâyı lâyık gördüğü hiçbir günah yoktur." (Ebû Dâvud; Avnu'l Ma'bûd, Şerh-i Sünen-i Ebî Dâvud, 13/244

 

Fakat bu dünyevî durum; "her zâlim, daha dünyada iken hemen cezâlanır", şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü, zâlime mühlet vermesi (imhâl), Allah'ın sünnetindendir. Onu cezâlandırmayı ihmal etmesi sözkonusu değildir; ama imhâl etmesi mümkündür.

 

Allah, Bazen Bir Zâlimi Diğer Bir Zâlimin Üzerine Musallat Ederek Cezâlandırır: Allah'ın zulüm ve zâlimler hakkındaki bir sünneti/kanunu da, bireyleri birbirine zulmeden bir toplumun başına, yaptıklarının bir cezâsı olarak, zâlim bir yöneticiyi ve yönetimi musallat etmesidir. "İşte kazandıkları (günahları)ndan ötürü zâlimlerden bir kısmını diğer bir kısmının peşine böyle takarız." (6/Enâm, 129). Dolayısıyla Allah, zulmün cezâsı olarak, zâlimi zâlime musallat kılar, o da onları zillet ve felâkete götürür. Nefsine zulmeden günahkâr zâlim, halkına zulmeden zâlim yönetici ve ticaretinde insanlara zulmeden hilekâr tüccar gibi bütün zâlimler bu âyetin tehdit eden kapsamına girmektedir. Fahreddin Râzi, bu âyetin tefsirinde şöyle der: Âyet gösteriyor ki, halk ne zaman zâlim durumda olurlarsa, Allah onlara başka bir zâlimi musallat eder. Bu zâlim yöneticiden (ve yönetimden) kurtulmak istedikleri zaman da zulmü terkederler. Hadis-i şerifte: "Nasılsanız öyle yönetilirsiniz" buyrulmaktadır (Tefsir-i Âlûsi, 8/27).  "Zâlim, Allah'ın kılıcıdır. Yoldan çıkmış azgınları onunla cezâlandırır; sonra o zâlimden de intikamı alır.” (Hadis-i Şerif). Bu, zâlimler için bir tehdittir. Eğer zulmünden vazgeçmezse, Allah ona diğer bir zâlimi musallat eder.  "De ki: 'Allah'ın azâbı size ansızın veya açıkça gelirse, zâlimlerden başkası mı yok olur!" (6/En'âm, 47)

 

Zâlimler Kurtulmazlar: Allah'ın zulüm ve zâlimler hakkındaki sünnetinden birisi de, onların, âhirette kurtulmayacakları gibi, dünyada da iflâh olmamalarıdır. "De ki: 'Ey kavmim, gücünüz yettiğince yapacağınızı yapın, ben de yapacağımı yapıyorum. Yakında (dünya) yurdu(nu)n sonunun kimin olduğunu bileceksiniz. Muhakkak ki zulmedenler, kurtuluş yüzü görmezler!" (6/En'am, 135)

 

Nice Kavim Kendi Zulümleriyle Helâk Olmuştur: Zulüm ve zâlim konusundaki sünnetullahın biri de toplumların kendi zulümleriyle helâk olmalarıdır. Bu kanunun izahı kabilinden Kur'an'da pek çok âyet bulunmaktadır: "Böylece (hiç bir fert kalmamak üzere) zulmeden toplumun kökü kesildi." (6/En'âm, 45) "Zâlimlerden başkası mı helâk olur!" (6/En'âm, 47) "...Zulmettiklerinden dolayı nice toplumları helâk ettik, (onları helâk etmeseydik bile) iman edecek değillerdi. İşte Biz suçlu kavimleri böyle cezâlandırırız." (10/Yûnus, 14) "(Halkı) zâlim olan nice beldeyi kırıp geçirdik; arkasından da başka nice topluluklar vücuda getirdik." 21/Enbiyâ, 11)

 

Zâlim Toplumların Helâki İçin Belli Bir Ecel (Süre) Vardır: Zâlim milletlerin yok olması için belli bir ecel söz konusudur. "Her ümmetin takdir edilmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman, ne bir saat geri kalırlar, ne de ileri giderler." (6/A'râf, 34; 10/Yûnus, 49) Zâlim milletler, belli bir süre yaşarlar, sonra ecelleri gelir, yok olurlar. Tıpkı ömrünün müddeti bitip eceli geldiğinde bir insanın ölüp yok olması gibi.

 

Bir Devlet, Küfür İle Ayakta Durabilir Ama Zulümle Duramaz: "Halkı sâlih ve muslih (ıslahatçı) olduğu halde Rabbin bir haksızlık ile memleketleri (yıkıp) helâk etmez." (11/Hûd, 117) Bir devleti, yalnız küfrü sebebiyle helâk etmesi, Allah'ın sünnetinden değildir. Fakat devlet, küfrüne zulüm eklerse durum farklı olur.

 

Toplumsal ve Siyasal Zulme Karşı Yardımlaşmak: "İnsanlar, bir zâlimi görür, (önlemeye güçleri yettiği halde) ona engel olmazlarsa,  bundan  dolayı  hemen  hepsi  cezâlanır." (Tirmizî; Tuhfetu'l Ahvezî Şerhu Câmiu't Tirmizî, 8/423). Zulümden uzak yaşamak, zâlime boyun eğmemek ve ona karşı direnmek, birey olarak engel olamayacakları zulme karşı yardımlaşmak mü'minlerin İslâmî kimlikleri açısından olmazsa olmazları arasındAdır. "Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman, birbirlerine yardım ederler." (42/Şûrâ, 39). Kurtubî, bu âyeti şöyle açıklar: "Yani, zâlimler tarafından zulme mâruz kaldıklarında teslimiyet göstermezler"  (Kurtubî 16/39). Sahih-i Buhâri'de İbrâhim en-Nehâî'nin şöyle dediği kayıtlıdır: "Ashâb horlanmaktan, zelil bir duruma düşürülmekten hoşlanmazlardı. Ama güçlü olduklarında da af ederlerdi." (Askalânî, Şerh-i Sahih-i Buhâri, 5/99)

 

Zulmedenlere Az da Olsa Meyletmek: Ümmeti helâke ve cehenneme sürükleyen şey, sadece zulmü işlemek değil; aynı zamanda zulüm işleyenlere az da olsa meyletmektir: "Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, sonra size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur. Sonra (Allah tarafından da) size yardım edilmez." (11/Hûd, 113). Zemahşerî, bu âyetin tefsirinde şöyle der: "Meyl etmenin yasaklığı; zâlimlerin arzularına boyun eğmeyi, onlarla beraber olmayı, sohbetlerine katılmayı, ziyaretlerinde bulunmayı, dalkavukluk etmeyi, yaptıklarına rızâ göstermeyi, onlara benzemeyi, şekilleriyle şekillenmeyi, övgüyü andıran ifâdeler kullanmayı ve tasvip anlamı taşıyacağı için onların süs ve giyimlerine özenip en küçük bakışı bile kapsamaktadır. Rükûn, az bir meyil demektir. Âyette "zulmedenlere" denilip de "zâlimlere" denilmemesinin inceliğini de düşünmek gerekir. (Zulmü kendisine âdet edinenlere zâlim denir; zulmü âdet edinmediği halde en ufak bir zulme yeltenene dahi hafif bir meylin olmaması gerektiğine işaret edilmiştir.) (Tefsir-i Zemahşerî, 2/433)

 

Zâlimlere meyleden onlardan olur. Zâlimlere verilen cezâ, ona da verilir. Bunları ateş cezâsından kurtaracak dostları da olmayacaktır. "Rabbimiz! Sen kimi ateşe koyarsan, artık onu rüsvay/perişan etmişsindir. Zâlimlerin hiç yardımcıları yoktur." (3/Âl-i İmrân, 192). Peygamber Efendimiz'in zâlim yöneticilere yardımcı olma konusundaki hadisleri meşhurdur: "Benden sonra birtakım emirler (yöneticiler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder ve yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa Benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse Benim havzımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez ve onlara zulümlerinde yardımcı olmazsa, o, Bendendir; Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında Bana ulaşacaktır." (Tirmizî; Nesâi; Tâc Tercümesi, c. 3, s. 106)     

 

Zâlime Yardımcı Olmak: Bütün şekil ve türleriyle zâlime meyletmek câiz olmadığına göre, zâlimin zulmüne yardım etmek haydi haydi câiz olmaz. Zâlime yardım edenler, aynen onun gibi zâlim olurlar. "Bir kimse bilerek zâlime yardım kastı ile onunla beraber yürürse, o kimse İslâmiyet'ten çıkmıştır." (Râmuz el-Ehadis, c. 2, s. 445). Zâlim bir yönetici, çevresinin ve yandaşlarının yardımıyla zulüm yapmaya imkân bulur, yoksa yalnız kendisi bunca zulmün hakkından gelemez. Hangi şekliyle olursa olsun, zâlime yardım câiz değildir. Çünkü bu, onu desteklemek, zulmünü icrâ etmesine müsâade etmek demektir. Bu sebeple zâlim yöneticiye azap geldiği zaman, aynı şekilde (bu zulümleri onaylayan) yardımcılarına ve memurlarına da gelir. Çünkü onlar da onun kadar zâlimdirler.

 

Nitekim Firavun'a gelen azap, avanesine de gelmişti. "Gerçekten Firavun, Hâmân ve askerleri hatalıydılar/yanılıyorlardı." (28/Kasas, 8). Allah, hepsini bu âyette "hata" vasfı ile bir araya getirmiştir. Hataları, Firavun'un zulmetmesi, yardımcısı Hâmân ve askerlerinin de buna yardımcı olmalarıdır. Bu sebeple azap Firavun'a inince, yardımcılarına da inmişti: "Biz hem onu, hem de askerlerini yakaladık. Onları denize atıp boğduk." (Zâriyât, 40) "Biz onu ve askerlerini tuttuk, denize attık; bak o zâlimlerin sonu nasıl oldu!" (28/Kasas, 40). Allah, hepsini "zâlim" olarak vasıflandırdı. Firavun'a ve ona yardım ettikleri için askerlerine "zâlimler" diyerek hepsini aynı azapla helâk ettiğini Rabbimiz haber vermektedir.       

 

Zâlime Duâ Etmek: Zulmün devamına, zâlimin zulmüne imkân bulacak tarzda yaşamasına duâ edilemez. "Zâlimin bekası için duâ eden kimse, Allah'ın mülkünde O'na âsi olunmasını istemiştir." (Beyhakî, Şuabu'l İman; Tefsîr-i Zemahşerî, 2/433). Süfyânu's Sevrî; "Çölde susuzluktan ölmek üzere olan bir zâlimi görürsek ona su verelim mi?" diye soranlara: "Hayır!"  cevabını  vermişti.   "Ama  ölür"   denilince  de,   "Bırakın   ölsün!"   demişti.   (Tefsîr-i Zemahşerî, 2/433). Allah Teâlâ, Hz. Nûh'a; "Zâlimler için Bana duâ etme, hiç yalvarma!" (23/Mü'minûn, 27) ihtârında bulunmuştur.   

 

Müslüman Cemaatin Zâlimlere Meyletmeye Benzer Davranışlardan Sakınması: Müslüman cemaatin, iyi niyetle de olsa, zâlimlere meyletme anlamı taşıyan davranışlardan son derece kaçınması lâzımdır. Çünkü, iyi niyet, bazen belli şartlar dâhilinde sahibinden günahı kaldırsa da yanlışı doğruya; haramı helâle çevirmez. Onun için, özellikle cemaat liderinin ve kadrosunun, zâlim yöneticilerin arasında bulunması, onları tasvip etmediğini ilân etmeksizin onlarla birlikte halkın önünde görülmesi, cemaatin zâlim idarecilere dalkavukluk ettiği veya onları desteklediğinin intibaını vererek insanları samimiyetlerinde şüpheye düşürücü davranışlarda bulunması câiz değildir. Aksi halde onlar, kendi sorumluluklarına cemaati de ortak ederler.      

                    

En büyük zulüm şirk olduğuna (31/Lokman, 13) ve en büyük zâlimin de müşrik olduğuna göre, en vahşî zulmün bedenlere değil; ruhlara yapılan olduğunu unutmamalıyız. Bedene yapılan zulüm,  en  kötü  ihtimalle,  sadece  dünya  hayatını   kaybettirdiği   halde;  ruhun  hak  nizamdan mahrum bırakılması ise sonsuz mutluluğu kaybettirmek demektir. En acımasız cânî, en büyük zâlim, insanları Allah'ın dininden alıkoyanlardır.  İslâm'ın bireysel ve toplumsal alanda egemen olmadığı bir yerde adâletten bahsetmek abestir ve aldatmacadır.

 

Özel ve tüzel kişiliğin, bir kurumun veya yönetici bir grubun şahsî veya toplumsal muâmelesinde âdil olma niteliği kazanabilmesi için, her şeyden önce "müslüman" vasfına sahip olması şarttır. Çünkü İslâm'sız bir statüye göre işleyen bir mekânizma ile adâlet sağlanamaz ve dağıtılamaz. Nasıl bir hüküm verilirse verilsin, mutlak sûrette zulüm işlenmiş olur. "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir."  (5/Mâide, 45)

 

İslâm’sız insanın yaptığı her şey nefsine, icraatı da diğer insanlara ve topluma zulümdür. Egemen durumda ve hüküm mevkiinde ise, kâfir ve müşrik insanın varlığı bile zulümdür. Çünkü bu insan, kendine yazık ederek kendini bozmakta, toplumu bozmakta ve dünyayı fesâda vermektedir. 

 

İslâm'da savaş, insanları zorla dine sokmak için emredilmemiştir. Fitne ve zulmü ortadan kaldırmaya çalışmak için savaş emredilmiştir. Dinlerini yaşama ve dine dâvet konusunda müslümanlara engel olan, insanların hürriyetlerini kısıtlayan güç odaklarına karşı savaşmak farzdır. Kur'an, mazlumların, ezilenlerin, sömürülenlerin hakkını korumak için müslümanlara mücâdeleyi emreder (4/Nisâ, 75).    

 

  

 

 

Kur’an’da Kıssalar Yoluyla Verilen Mesaj

 

Kur’an kıssalarında yer alan geçmiş toplumlar ve eski ümmetlerin hayat tecrübelerinin değerini anlayabilmemiz için şu gerçekleri iyice kavramalı, vicdanlarımızda canlandırmalıyız: Kur'an bu ümmetin yaşayan kitabı, öğüt verici kılavuzu ve içinde hayatına ilişkin dersler okuduğu okuludur. Yüce Allah ilâhi sistemini yeryüzünde gerçekleştirmekle görevlendirdiği ilk müslüman cemaati, bu son derece önemli göreve hazırladıktan sonra Kur'an aracılığı ile sürekli bir eğitime tabi tutmuştur. Bunun yanı sıra yüce Allah Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) vefatından sonra bu ümmetin bütün kuşaklarını yönlendirmek, eğitmek ve vaad ettiği üzere insanlığa ideal biçimde önderlik etmek hususunda Kur'ân-ı Kerim'in canlı ve sürekli bir kılavuz fonksiyonunu yerine getirmesini murad etmiştir. Yalnız bunun için müslüman kuşakların Kur'an'ın gösterdiği yolda yürümeleri, Ona olan sımsıkı bağlılıklarını hiç gevşetmeden sürdürmeleri, bir bütün olarak yaşama tarzlarını ondan almaları, diğer bütün yeryüzü kaynaklı sistemlerin câhiliyye sistemleri olması hasebiyle mümin, Kur'an'ın kendine sağladığı bir güvenle onlara aldırış etmeden, tepeden bakabilmelidir.

 

Bu Kur'an, sadece okunup geçilecek bir söz yığını değildir. Tersine geniş kapsamlı bir kılavuz, bir talimatnamedir. O, pratik hayatın talimatnamesi olduğu kadar aynı zamanda eğitim kılavuzu, eğitim talimatnamesidir. İşte bu gerekçe ile oluşturup, eğitmek üzere geldiği müslüman cemaate, insanlığın geçmişteki hayat deneyimlerini, duygulandırıcı bir üslupla sunuyor. Bu alanda Hz. Adem'den (a.s.) beri süre gelen iman çağrısının yaşadığı tecrübelere öncelik tanıyor, bu tecrübeleri gerek insan psikolojisine ve gerekse pratik hayata ilişkin türleri ile müslüman ümmetin bütün kuşaklarına bir çeşit yol azığı olarak sunuyor, bu ümmeti bu son derece değerli yol azığı ile ve değişik türde oluşmuş tarihsel birikimle donatırken onun hangi yolu izleyerek yürüyeceğini açık-seçik biçimde öğrenmesini amaçlıyor. İşte, Kur'an'da bu kadar çok sayıda, bu kadar çeşitli ve bu denli canlı, somut mesaj sunan kıssa ile karşılaşmamızın nedeni budur. Bu kıssaların en sık rastlanan türü İsrailoğulları'na (yahûdilere) ilişkin kıssalardır. Bunun birçok sebebi vardır. Bunlardan birkaç tanesini belirtelim:

 

Yüce Allah bu ümmetin kimi kuşaklarının vaktiyle İsrailoğulları'nın geçirdikleri tarih dönemlerinin benzerlerini yaşayacaklarını, bu kuşakların, dinlerine ve inançlarına karşı eski yahûdilerin tavırlarına benzer tavırlar takınacaklarını bildiği için yollarında karşılaşacakları tökezleme noktalarını, kendilerine yahûdi tarihinin olaylarında somutlaşmış örnekler halinde sunmuştur. Böylece bu kuşaklar yolları boyunca karşılaşacakları bu tökezleme noktalarına ayak kaptırmadan, ya da onlara saplanıp kalmadan önce bizzat Yüce Allah'ın, önlerine tuttuğu bu tarih aynasında yüzlerini görerek öğüt ve ibret alabilecektir.

 

Bu Kur'an, müslüman ümmetin kuşakları tarafından dikkatle okunmalı, bilinçli bir şekilde algılanmalıdır. Bu Kur'an, günümüzün meselelerini çözmek ve geleceğe uzanan yolumuzu aydınlatmak üzere sanki şimdi iniyormuşçasına canlı direktifler bütünü kabul edilerek üzerinde kafa yorulmalıdır. Yoksa Kur'an sadece âhenkle okunması lâzım gelen bir güzel sözler manzûmesi ya da bir daha geri gelmeyecek olan tarihe karışmış gerçeklerin tutanak defteri olarak düşünülmemelidir. Biz bu Kur'an'ı gerek geçmiş gerekse şimdiki hayatımızda birer direktifimiz olsun niyetiyle okumadıkça O'ndan asla yararlanamayız. Tıpkı ilk müslüman cemaat gibi; Onlar Kur'an'ı, o günkü pratik hayatlarının gelişmelerine ilişkin direktifler almak amacı ile okuyorlardı. Kur'an'ı bu bilinçle okuduğumuz taktirde her şeyi onun satırlarında buluruz. O'nun âyetlerinde Kur'an gerçeğini dikkate almak istemeyenlerin hiçbir zaman düşünemeyecekleri, deyim yerindeyse akıllarının ucundan bile geçmeyen nice şaşırtıcı, insanı hayrette bırakan açıklamalar bulacağız. Onun kelimelerinin, cümlelerinin ve direktiflerinin nabzı atan, hareket eden ve yolumuzun kritik dönemeçlerini işaretleyen canlı varlıklar olduklarını göreceğiz. Bu canlı varlıklar bize kimi zaman "şunu yapınız, şunu sakın yapmayınız", kimi yerde "şu düşmanınızdır, şu da dostunuzdur" ve kimi durumlarda da "şurada çok ihtiyatlı olunuz, şurada hazırlıklı olunuz" diyeceklerdir. Bu canlı varlıklar başımıza gelecek her olay, karşımıza çıkacak her gelişme önünde bize uzun, ayrıntılı ve yerli yerinde açıklamalar sunacaklardır. İşte o zaman Kur'an'ın yararlı ve hayat dolu bir gerçek olduğuna dikkat çeken Yüce Allah'ın şu buyruğunun anlamını kavrayabileceğiz: "Ey müminler, Allah ve Peygamber size hayat verecek gerçeğe çağırdıklarında onlara olumlu karşılık veriniz." (8/Enfâl, 24)

 

Kur'an mesajı, bir hayat çağrısıdır, sürekli ve yenilenen bir hayata çağrıdır. Onun çağrısı, tarihin eski bir dönemi ile sınırlı bir hayata ilişkin değildir.

 

Kur’an kıssalarının içerdiği bütün mesajları istesek de tümüyle kavrayamayız. Çünkü tecrübelerimizden de öğrendiğimiz gibi, Kur'an âyetleri kalplere yönelik mesajlarını, kalplerin içinde bulundukları durum ve bu durumların ortaya çıkardığı ihtiyaçlar oranında sunar ve her zaman ihtiyaç oranında mesaj birikimlerini kalplere açar (Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an).

 

 

 

Kur’ân-ı Kerim’deki Bazı Kıssaların Tekrarı

 

Bazı Kur’ân kıssaları sadece bir defa geçmektedir. Lokman kıssası, Ashâb-ı Kehf kıssası gibi. Kimisi de görülen ihtiyaca ve maslahata binâen birkaç defa tekrar edilmektedir. Fakat bu tekrarlama tek bir şekilde olmaz. Aksine kısalığı, uzunluğu, yumuşaklığı, sertliği farklılık arzeder. Diğer taraftan kıssanın bazı yönleri bir yerde zikredilirken, diğer yönleri bir başka yerde sözkonusu edilmektedir.

 

Kıssalarda bu tür tekrarın hikmetlerinin bazıları şunlardır:

 

1. Anlatılan bu kıssanın önemini açığa çıkarmak. Çünkü bu kıssanın tekrar edilmesi, ona itina gösterildiğini ortaya koyar.

 

2. İnsanların kalplerinde iyice yer etmesi için tekrar edilen kıssanın pekiştirilmesi,

 

3. Bu kıssalara muhâtap olanların durumlarını ve zamanı gözönünde bulundurmak. Bu sebepten ötürü çoğunlukla Mekkî sûrelerde geçen kıssalarda anlatım özlü ve üslûp serttir. Fakat Medine döneminde inen sûrelerde bunun aksini görüyoruz.

 

4. Kıssaların, durumun gerektirdiğine uygun olarak kimi zaman böyle, kimi zaman öbür türlü anlatılması sûretiyle Kur’ân belâğatinin açığa çıkması,

 

5. Kur’ân'ın doğru olduğunun ve onun yüce Allah tarafından gönderildiğinin açıkça ortaya konulması. Çünkü aynı kıssa, herhangi bir çelişki sözkonusu olmaksızın çeşitli şekillerde anlatılmış bulunmaktadır (3)

 

 

Kur’an Kıssalarının Gerçekliği: Günümüzde edebî türler arasında en gelişen roman ve hikâye türleridir. Bilindiği gibi roman ve hikâyelerde olayların gerçekliği aranmaz. Hatta gerçek bir olayı konu alsa bile yazar, olaylar arasındaki boşluğu doldurur ya da okuyucuya vermek istediği mesaj doğrultusunda olaylara yön vermeye çalışır. Bu yolla ortaya konulan edebî türlerin toplumların yönlendirilip eğitilmelerinde, hayata bakış açılarında birtakım etkilerinin olduğu da inkâr edilemez.

 

Çağımızın bilimleri arasında çekidüzen verilen bilim dallarından biri de tarihtir. Artık daha çok belgelere önem verilmekte ve belki de daha önce yer veilmeyen ve tarihe gerçekten ışık tutan belgeler, sözgelimi kazılar ve bu kazılarda elde edilen bulgular değerlendirilmektedir. Tarih araştırmaları için bu tür belgelerin elde edilebilmesi de maddî imkân, teknoloji ve ciddî disiplin isteyen bir iştir. İtiraf etmek gerekir ki, Batılılar bu konuda önemli bir mesafe kat etmişlerdir. Batıda yapılan bu çalışmaları basamak yaparak bazı müsteşrikler, Kur’an’da geçen bazı kıssaların tarihî gerçeklerle bağdaşmadıklarını ileri sürmüşlerdir.

 

Roman ve hikâye gibi bazı edebî türlerin gerçeklere dayanmıyor olsalar bile toplumu etkilediklerini gören ve Batılı müsteşriklerin saldırıları karşısında psikolojik yenilgiye uğramış bazı müslüman araştırmacılar, Kur’an kıssalarının gerçek olaylara dayanma mecburiyetlerinin bulunmadığını; kıssaların hikmetlerinin insanların ibret almaları olduğunu ve onlardan ibret alınması için de gerçek olmalarının gerekmediğini savundular.

 

1950’lerde Mısır’lı araştırmacı Muhammed Ahmed Halefullah, hazırladığı “el-Fennu’l-Kasas fi’l-Kur’an” isimli doktora tezinde bu görüşü ileri sürdü. O dönemde tezin lehinde ve aleyhinde çok şey yazıldı. Hatta bu tezi nedeniyle müellif üniversite hocalığından uzaklaştırıldı. Ancak onu takiben birçok modernist, bu görüşün savunucusu oldu.

 

Kur’ân-ı Kerim, Halefullah’ın iddiasının aksine müşriklerin “evvelkilerin masalları” nitelemelerini açık bir şekilde reddetmektedir. Bu konuyla ilgili olarak bk. 25/Furkan, 4-6, 16/Nahl, 24-25; 68/Kalem, 15-16; 3/Âl-i İmrân, 44; 12/Yusuf, 102; 18/Kehf, 13, 18, 22, 91. (4)   

 

 

 

 

 

Kur’ân-ı Kerim’de Kıssa Kavramı

 

Kıssa kelimesinin çoğulu olan “kasas” ve türevleri, Kurân-ı Kerim’de toplam 26 yerde geçer. Kıssa kavramına yakın anlamı olan, haber, vâkıa, hâdise anlamına gelen nebe’ ve çoğulu enbâ’ kelimeleri de toplam 29 yerde kullanılır. Hubr, haber ve ahbâr kelimeleri de toplam 7 yerde zikredilir. Yirmi sekizinci sûrenin ismi de Kasas (Kıssalar) sûresidir.

 

Kur’ân-ı Kerim’de, her haberin gerçekleşeceği bir zamanın olduğu vurgulanır (6/En’âm, 67). Kur’an’ın büyük bir haber olduğu beyan edilir (38/Sâd, 67-68, 88).

 

Kur’an, bazı geçmiş olayların ve eskiden yaşayan kimselerin haberlerini anlatır (20/Tâhâ, 99). Bu haberlere Kur’an, gayb haberleri (3/Âl-i İmrân, 44; 11/Hûd, 49), eğer bahsedilen kişiler peygamber ise Peygamber haberleri (11/Hûd, 120) der.     

 

Kur’an, peygamberlerin bir kısmının kıssalarını anlatmış, bir kısmının ise anlatmamıştır (4/Nisâ, 164; 6/En’âm, 83-87, 89; 21/Enbiyâ, 48-91; 40/Mü’min, 78).     

 

Kur’ân-ı Kerim’de kıssa kelimesi geçmez. Aynı kökten gelen, aslında isim olup masdar yerine de kullanılan kıssa kelimesinin çoğulu “kasas” biçiminde ve “kasasnâ”, “nekassu”, “lem naksus” gibi fiil hallerinde kullanıldığı görülür. Anlam olarak bakıldığında, kelime, peygamberlerin hayat ve mücâdeleleri olaylarına verilen bir isim olarak (kasas şeklinde, kıssalar olarak) geçtiği gibi; anlatmak, bir haber veya sözü bildirmek, açıklamak, tâkip etmek, izlemek gibi mânâlarda da pek çok yerde kullanılmaktadır. Bu kelime ve anlatım üslûbu, Kur’an’da geçmiş eserleri, izleri açığa çıkarmak, bu sûretle insanların unutmuş bulundukları veya gâfil oldukları olaylar üzerine dikkatleri yoğunlaştırarak derinden derine tefekkür alanına çıkarma gâyesine dikkat çekmek ister tarzda kullanılır. İşte bundan dolayı da Kur’an “kıssa” kelimesi yerine, ilk bakışta daha uygun gibi sanılan (Arapça) “hikâye” kelimesini kullanmamıştır. Çünkü hikâye kelimesinin lügat anlamı; bir şeyin aynısını ve benzerini getirnek mânâsına gelmektedir. Arapçada ve Türkçede hikâye denilince, ister vuku bulsun, ister (gerçek olabilecek tarzda ama)    hayâlî olsun, anlatılan her şeye hikâye denir ki, bu anlam Kur’an kıssalarının mâhiyet ve keyfiyeti ile asla bağdaşmaz. Kur’an kıssalarına hikâye demek doğru değildir.

 

Kur’ân-ı Kerim, kıssalar konteksi içerisinde geçmiş tarihî olaylar hakkında kasas kelimesi dışında nebe’ (çoğulu enbâ’), asr-ı saâdette vuku bulan hâdiseler için de haber (çoğulu ahbâr) kelimelerini de kullanmıştır. Ancak kasas kelimesi dışındaki farklı kelimelerle de ifâde edilen Kur’an kıssalarındaki ortak ve değişmeyen nokta, vukuu kesin tarihî olaylar ve haberler olmasıdır. Kıssa kelimesi, günümüzde çağrıştırdığı anlamın ötesinde Arapça’da hayale, tahrife, yanlışa dayanmaksızın gerçek olaylar hakkında kullanılan bir kelimedir. Vukuu kesin olmayan anlatımlar için kullanılan diğer kelimeleri kıssa kavramı yerine kullanmak kesinlikle yanlıştır.     

 

 

“Şüphesiz bu, gerçek kıssadır…” (3/Âl-i İmrân, 62)

 

“Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık…”  (4/Nisâ, 164)

 

“Görmediler mi ki, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz, gökten üzerlerine bol bol yağmurlar indirip evlerinin altından ırmaklar akıttığımız nice nesilleri helâk ettik. Biz onları, günahları sebebiyle helâk ettik ve onların ardından başka nesiller yarattık.” (6/En’âm, 6)

 

“Ve onlara olup bitenleri tam bir ilim ile mutlaka kıssa edeceğiz/anlatacağız; çünkü Biz, onlardan (onların yaptıklarından) uzak değiliz.” (7/A’râf, 7)

 

“İşte o ülkeler -ki, sana onların haberlerinden bir kısmını anlatıyoruz- andolsun ki, peygamberleri onlara apaçık deliller (mûcizeler) getirmişlerdi. Fakat önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi. İşte kâfirlerin kalplerini Allah böyle mühürler.” (7/A’râf, 101)

 

“…İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu budur. Bu kıssayı anlat, umulur ki düşünür, ibret alırlar.” (7/A’râf, 176)

 

“Andolsun ki Biz sizden önce, peygamberleri kendilerine mûcizeler getirdiği halde (yalanlayıp) zulmettikleri için nice nesilleri helâk ettik. (Onları helâk etmeseydik bile) iman edecek değillerdi. İşte Biz suçlu kavimleri böyle cezâlandırırız. Sonra da sizin nasıl davranacağınızı görmemiz için onların ardından sizi yeryüzünde halifeler (onların yerlerine hükümranlar) kıldık.” (10/Yûnus, 13-14)  

 

“İşte bu, (halkı helâk olmuş) memleketlerin haberlerindendir. Biz onu sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Onlardan (bugüne kadar izleri) ayakta kalan da vardır, biçilmiş ekin (gibi yok olan) da vardır.” (11/Hûd, 100)

 

“Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz bir haberi sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Bunda sana hak, mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.” (11/Hûd, 120)

 

“(Ey Muhammed!) Biz sana bu Kur’an’ı vahyetmekle (geçmiş toplumların haberlerini) en güzel şekilde sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Gerçek şu ki; Sen bundan önce (bu haberleri) elbette bilmiyordun.” (12/Yûsuf, 3)

 

"İşte bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir" (12/Yusuf, 102

 

“Andolsun onların (geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin) kıssalarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır. (Bu Kur’an) uydurulacak bir söz değildir. Ancak kendinden öncekilerin tasdiki, her şeyin açıklanması, iman eden bir toplum için bir rahmet ve hidâyettir.” (12/Yûsuf, 111)

 

“Onların (Ashâb-ı Kehfin başından geçenleri hak/gerçek olarak kıssa ediyoruz/anlatıyoruz…” (18/Kehf, 13)

 

“(Rasûlüm!) İşte böylece geçmiştekilerin haberlerinden bir kısmını sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Şüphesiz ki, tarafımızdan sana bir zikir (üzerinde düşünmeye ve ibret almaya lâyık olaylara dair haberleri içeren Kur’an) verdik.” (20/Tâhâ, 99)

 

“Andolsun senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, kıssalarını anlatmadığımız, /durumlarını sana bildirmediğimiz kimseler de var…” (40/Mü’min, 78)

 

“Andolsun, onlara kötülükten önleyecek nice önemli haberler gelmiştir. Bunlar, gâyesine ulaşan birer hikmettir. Fakat peygamberlerin uyarıları fayda vermiyor.” (54/Kamer, 4-5)

 

 

 

Tefsirlerden İktibaslar

 

Elmalılı Hamdi Yazır diyor ki: 

“Yâ Muhammed! Bu Kur'ân'ı sana vahyetmemizle en güzel kıssayı, sana biz anlatıyoruz…” (12/Yusuf, 3). Yani, bu sûre, kıssaların en güzelidir. Yusuf kıssası, "Yusuf'da ve kardeşlerinde sual edenlere âyetler vardır.” (12/Yusuf, 7) uyarınca, haddi zatında çok ibretli ve güzel bir kıssa olduğu gibi, bunun en güzel anlatımı da bu sûrede, bu Kur'ân'dadır. Hiçbir kitapta, hiçbir eserde bu kıssa bu kadar güzel nakledilip anlatılmamıştır. Arabî bir Kur'ân olarak indirilen bu Kitab-ı mübinin âyetlerinden bir bölüm olan bu sûre de sana Kur'ân vahyi ile, yani sözleri ve mânâsı ile birlikte vahyedilmiş bir Kur'ân olduğu ve Kur'ân'ın beyan güzelliği açısından benzersiz ve eşsiz bulunduğundan dolayı en güzel kıssa bu Kur'ân'ın vahiy diliyle sana anlatılmıştır ki, bunu anlatan ancak Allah'dır. Yoksa, şurası bir gerçek ki, bundan, bu vahiyden önce, sen elbette bundan habersizdin. Bu kıssadan haberin yoktu. Buna dair hiçbir bilgiye sahip değildin. Ne aklına gelmişti, ne hayaline, ne işitmiştin ne de düşünmüştün, tamamen habersizdin. Bu ne başka bir kaynaktan alıntı olan bir nakil, ne de senin tarafından tasavvur ve tasvir olunmuş hayali bir romandır. Senin hiç haberin yokken birden bire gaybdan vahiy yolu ile gelmiş olan gayb haberlerinden bir haberdir. Böylesine güzel bir anlatım, böylesine bir vahy-i metluv, (okunan vahy) böyle yüce bir gayb haberi hiç şüphe yok ki, ancak bir Allah vergisi olabilir.

 

Her biri apaçık birer burhan ve belge olan söz konusu üç burhan ile, bu âyetin ifade ve ihtar ettiği bu hakikatleri düşünecek ve güzel beyanı dinleyip anlayacak olanlara sûrenin sonunda açıkça ifade edileceği üzere, aklen ve naklen iyice açıklık kazanır ki, bu sûre "İşte bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir" (12/Yusuf, 102). Bu Kur'ân "Uydurulmuş herhangi bir söz değildir." (12/Yusuf, 111)

 

Ahsenü'l-kasas: En güzel anlatış veya en güzel kıssa, öykü, menkıbe anlamına mef'ul-i mutlak veya mef'ûl-i bih olur. "Kasas" aslında mastardır. Ve sözlükteki anlamı bir şeyin izini sürerek arkasına düşmektir. Nitekim (18/Kehf, 64) âyetinde de geçtiği üzere, "İzlerini takip ederek (kasasâ) geriye döndüler" demektir. "(Mûsâ'nın) kızkardeşine 'onun izini takip et (kussî hi)' dedi." (28/Kasas, 11) âyetinde izini takip et, arkasını bırakma, demektir. İkinci olarak yine bu anlamdan alınıp izlemeye değer bir haber nakletmek, bir gerçek hikâye anlatmak mânâsına gelir ki, Türkçe ayıtmak ve bazı lehçelerde ayırtmak denilir. Üçüncüsü, o anlatılan haber veya hikâyede mef'ul anlamında mastar olarak, yani maksus mânâsına kasas, yahut kıssa denilir ki, "kasas" bunun çoğulu olur.

 

Kıssa da esasen izi sürülmeye değer hâl ve durum mânâsınadır. İşte bundan dolayı şehnameler gibi kaleme alınan, dillerde dolaşan destan ve hikâyelere de kıssa adı verilir ki, buna farsçada destan veya efsane denilir. Ancak bizim dilimizde destan deyimi şöhreti yaygın olmak bakımından, efsane deyimi de inanılmayacak gibi acaipliği bakımından, kıssa da ibretli özelliği bakımından kullanılır. Demek ki, bir haber veya hikâyenin kıssa adını alabilmesi izlenmeye değer ve yazılmaya değer bir özelliği taşımasına bağlıdır. Bunun içindir ki, edebiyatta kıssanın özel bir yeri ve önemi vardır. Bir hikâyenin dillerde dolaşacak bir destan veya efsane halini alması, kalıcı bir güzelliği ifade eden bir olağanüstülükle ilgilidir. Güzellik ise çok yaygın bir şey olmadığından gerçekten de kıssa denilebilecek hikâyeler çok nadir olur. Kıssaların gerçeği de, hayalisi de vardır. Şüphe yok ki, en güzel kıssalar, hakiki olanlardır: Yani, gerçek bir olayın, kalıcı güzelliğe delâlet eden bedi'î nüktelerle tasviri ve belâgatlı bir şekilde anlatılmış olanlar arasındadır. Zira hakiki güzellik, daima hayallerin ötesindedir. Ve ideal güzellik, ancak gerçek güzelliğe bir sembol, bir misal olması bakımından önem taşır. Bir masum güzelliğin en mükemmel bir mâcerâsı olan ve ebedî güzelliğin gerçek yüzünü görmüş bir gözün, geçici güzelliğin cilvelerine nasıl bir küçümseme ile baktığını anlatan Yusuf Kıssası, gayb âleminden müteşabih bir sembol ile tecelliye başlayıp, git gide gelişerek meâlini bulmuş bir hakikatin belâğatli bir anlatımı ve aynı zamanda Muhammedî güzelliğin ezelî bir simgesi ve nişanıdır.

 

Hz. Yusuf'un rüyası, onun masum güzelliğinin gelecekte gelişecek olan olaylara ve mukadderatına İlâhî gayb âleminden nasıl bir sembol ve misal olmuş ise, bütün ayrıntılarıyla Yusuf Kıssası da Muhammedî güzelliğin en yüce anlamına öyle bir başlangıç simgesi ve sembolü olarak nâzil olmuş olan bir gaybî hakikattır. Ve bilhassa bu açıdan ve bu özelliğinden dolayı en güzel kıssadır (Hak Dini Kur’an Dili, Yusuf Sûresi Tefsiri, âyet 3).

 

 

Seyyid Kutub diyor ki: Sûrenin konusu bir kıssa olduğu içindir ki, burada anlatılan kıssaların da bu kitabın materyallerinden birini oluşturduğu özellikle belirtiliyor: "Biz bu Kur'an'ı vahyetmekle, sana kıssaların, eski milletler ile ilgili hikâyelerin en güzelini anlatıyoruz." Sana Kur'an'ı vahyederek, tüm bu kıssaları, en güzel kıssaları anlatıyoruz ki, bunlar vahyin bir parçası konumundadır.

 

"Oysa, daha önce bu hikâyeleri hiç bilmiyordun, sen bunlardan habersizdin." Daha önce sen de bulunduğun toplumun okuma-yazma bilmeyen insanlarından biriydin. Tıpkı onlar gibi sen de, Kur'an'ın sözünü ettiği türden konularla ve de böylesine ayrıntılı kıssalarla hiç ilgilenmemiş biriydin (Fî Zılâli’l Kur’an, 12/Yusuf sûresi tefsiri, âyet 3).

 

 

Mevdudi diyor ki: “Bu âyet dolaylı biçimde Mekke kâfirlerine seslenmekte ve Rasul'ün Mısır'da İsrailoğulları'nın yerleşmesine dair bir kıssa hakkında hiçbir şey bilmediğini, ancak bunun hakkında Allah'tan gelen vahiyle haberdar olduğunu vurgulamaktadır. Böyle bir görüş kaçınılmazdı zira, kâfirler bu meseleyi âniden ortaya atarak, Hz. Muhammed'i (s.a.s.) imtihandan geçirmek ve (güya) "gerçek yüzünü teşhir etmek" istiyorlardı. Bu girişim bu âyetlerle karşılandı: "Ey Muhammed, onlara de ki, bundan önce İsrailoğulları'nın Mısır'a yerleşmesi hakkında hiç bir mâlûmâtınız yoktu ve şimdi bu olayla ilgili bizden indirilmiş vahyî bir bilgi karşısındasınız." (Tefhîmu’l Kur’an, 12/Yusuf sûresi tefsiri, âyet 3).

 

 

 

 

Hadis-i Şeriflerde Kıssa Kavramı

 

“İsrâiloğulları, kıssa anlatırlardı da bu, onların helâk edilmelerine sebep oldu.” (Hâfız Irâkî’den Süyûtî, Tahzîr, s. 227)

 

“İsrâiloğulları sâlih ameli terk etmelerinden dolayı helâk oldukları zaman kıssalarla kendilerini avutuyorlardı.” (İbnu’l-Esîr, IV/71)

 

“Ancak emîr, memur veya hilekâr (gösteriş düşkünü, kibirli, çalımlı) olanlar kıssa anlatabilir, onlardan başkası kıssa anlatmaz.” (İbn Mâce, Edeb 40; Ebû Dâvud, İlim 13; Dârimî, Rikak 63; Ahmed bin Hanbel, IV/223, VI/28, 217)     

 

Hz. Peygamber’in kıssa söyleyip söylemediği Enes bin Mâlik’e sorulmuş, o da “Hz. Peygamber kıssa anlatmazdı” diye cevap vermiştir (Süyûtî, Tahzîru’l-Havâs, vr. 22a).

 

Abdullah bin Ömer: “Kıssacılık ne Hz. Peygamber zamanında, ne de Ebû Bekir ve Ömer devirlerinde vardı” (İbn Mâce, Edeb 40)

 

Rasûl-i Ekrem’in “Ancak emîr, memur veya hilekâr olanlar kıssa anlatabilir.” (İbn Mâce, Edeb 40) hadisi, her önüne gelenin kıssacılık yapamayacağını ve bu işin son derece mes’ûliyetli olduğunu ifâde etmektedir. Hz. Peygamber’in kıssa söyleyip söylemediği Enes bin Mâlik’e sorulmuş, o da “Hz. Peygamber kıssa anlatmazdı” diye cevap vermiştir (Süyûtî, Tahzîru’l-Havâs, vr. 22a). Abdullah bin Ömer’in “Kıssacılık ne Hz. Peygamber zamanında, ne de Ebû Bekir ve Ömer devirlerinde vardı” (İbn Mâce, Edeb 40) demesi de, İslâm’ın ilk devirlerinde kıssacılığın henüz başlamadığını göstermektedir.

 

Bu hadislerde kınanıp olumsuz şekilde bahsedilen kıssa konusunda ileriki sayfalarda Kıssacılık ve Kıssacılar başlığı altında bilgi verilecektir.

 

Hz. Peygamber’in Kur’an kıssalarında gözetilen hedeflere paralel olarak, zaman zaman mü’minlerin ibret ve öğüt almalarını sağlamak veya birtakım mücerret gerçeklerin daha iyi anlaşılmasını temin etmek maksadıyla vaazlarında tarihî ve temsilî mâhiyette kıssalara yer verdiği görülmektedir. Ayrıca onun hayatının değişik safhalarına âit ibret ve öğüt verici birçok olay da kaynaklarda yer almaktadır.

 

Rasûlullah (s.a.s.)'ın hadisleri kıssa yönüyle çok zengindir. Bir kısım peygamberlerle ilgili olarak Kur'anî ve gayr-ı Kur'anî kıssalar anlatıldığı gibi, Kur'an'da hiç yer verilmeyen bazı  eşhasın kıssaları da anlatılır. Bunlardan bir kısmı örnek kişilerin, bir kısmı da kötü kişilerin kıssasıdır. Bazan cennet ve cehennemin tefâhuru (birbirlerine övünmesi), hayvanların konuşması gibi daha farklı kıssalara da rastlanır. Hepsi hisseler alınacak derslerle doludur. Sırf eğlence olsun diye anlatılan kıssa mevcut değildir.

 

Yüce hakikatler, anlaşılması zor ve gâmız meseleler, kıssalar yoluyla müşahhas, herkesin ve hatta en avamdan bir kimsenin bile anlayabileceği bir hale getirilmekte, âdeta sahneye konmaktadır. Bu tarza, taşıdığı ta'limî (didaktik) değer sebebiyle eskiden beri bütün dinî kitaplarda yer verilmiştir. Şu halde kıssaya genişçe yer verme hâdisesi sadece İslâm'a has bir metod değildir. İncil ve Tevrat gibi diğer mukaddes kitaplarda da kıssalar mevcuttur. Telkin ve öğretimde kıssa anlatımının ehemmiyetini idrak eden  laik çevreler de günümüzde  kıssa edebiyatına çocuk-büyük her çeşit insan seviyesinde yer vermektedir. Roman bile bir kıssalar dizisinden meydana gelen bir büyük kıssa olarak tarif edilebilir.

 

Dinî mesajın, ahlakî ideallerin halka intikalinde kıssanın mühim ve müessir bir vasıta olduğunu görüyoruz. Bu sebeple bütün İlahî kitapların ve peygamberlerin kıssalara yer verdiğini, dolayısiyle günümüz şartlarında, dinî  öğretim ve ahlakî terbiyede  bu tekniğin yeterince kullanılması, işlenmesi geliştirilmesi gereğine dikkat çekiyoruz (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/217-218).

 

Hadis-i Şeriflerde Kıssa Kelimesinin Kullanıldığı Anlamlar: Hadis-i şeriflerde değişik türevleriyle yer alan “k-s-s” maddesi, genellikle dinî kıssalara dayanarak vaaz ve nasihat etmek (İbn Mâce, Fiten 1; Ahmed bin Hanbel, I/18, II/82, III/449, IV/24, VI/217), bir hâdise/olay (Buhârî, Enbiyâ 27; Müslim, Fezâil 170; İbn Mâce, Ezan 1) veya rüyâyı (Buhârî, Ta’bîr 26, 36, Teheccüd 2; Muvattâ, Cenâiz 30; Ahmed bin Hanbel, III/146) anlatmak, nakletmek, bir kimsenin izini takip etmek (Buhârî, Cihad 170, Megâzî 10; Müslim, Kasâme 13; Ahmed bin Hanbel, I/348, II/294, 310) gibi anlamlar taşımaktadır.  Özellikle Buhârî’nin “bab” başlıklarında yer alan kıssa kelimesi, bu ve benzeri yerlerde “mevzû, mesele, vâkıa (Buhârî, Enbiyâ 7, 13, Menâkıb 6, 9, 11, 12, 15, Megâzî 38; Müslim, Zühd 73, Fiten 119) anlamında kullanılmaktadır. Ayrıca kimlerin kıssa anlatabileceği ve ashâbın bu konudaki hassâsiyetleri de hadis kitaplarında yer alan bilgiler arasındadır (İbn Mâce, Edeb 40; Dârimî, Rikak 63; Ahmed bin Hanbel, IV/223, VI/28, 217) 

 

 

Nebevî Kıssaların Çeşitleri    

Hadislerde yer alan kıssaları tarihî, temsilî ve Hz. Peygamber’in şahsıyla ilgili vuku bulan hâdiseler şeklinde üç ana grupta mütâlaa etmek mümkündür

 

a) Tarihî Kıssalar: Kur’ân-ı Kerim’de olduğu gibi hadislerde de gayb haberleri olarak nitelendirilen ibret ve öğüt verici tarihî kıssalar önemli bir yer tutmakta ve bunların bir kısmını geçmiş peygamberlerin kıssaları teşkil etmektedir. Allah Rasûlü’nün haber verdiği peygamber kıssalarının büyük çoğunluğu Kur’ân-ı Kerim’de yer almazken, bunlardan bazıları kısaca zikredilmektedir. Nitekim Hz. Mûsâ ile Hızır arasında geçen hâdise Kur’ân-ı Kerim’de ana hatlarıyla yer alırken (18/Kehf, 65-82), hadislerde daha ayrıntılı olarak açıklanmaktadır (Buhârî, Enbiyâ 29; Tirmizî, Tefsir 19). Ayrıca Hz. İbrâhim’in Mekke’ye gelip Kâbe’yi inşâsına Kur’ân-ı Kerim’de sadece işaret edilirken (2/Bakara, 126-127), hadislerde bu konu ayrıntılı olarak yer almaktadır (Buhârî, Enbiyâ 9). Diğer taraftan Hz. İbrâhim’in, hanımı Sâre ile hicretleri esnâsında zâlim bir hükümdarla karşılaşmaları ve aralarında geçen hâdise, Hz. Âdem, Hz. Mûsâ, Hz. Eyyûb, Hz. Dâvud, Hz. Süleyman, Hz. Yahyâ ve Hz. İsa gibi peygamberlere âit değişik uzunluklardaki bazı kıssalar da Kur’ân-ı Kerim’de hiç yer almadığı halde, hadis kaynaklarında zikredilmektedir.

 

Peygamber kıssaları dışında Rasûl-i Ekrem tarafından anlatılan çeşitli konularda ve farklı uzunluklarda pek çok tarihî kıssa hadis kaynaklarında yer almaktadır. Asıl hedef sözkonusu hadisleri tek tek ele alıp değişik açılardan değerlendirmek olmadığından, burada bazılarına işaret etmekle yetinilecektir.

 

Yağmurlu bir günde mağarada mahsur kalan üç kişinin kıssası (Buhârî, Hars 13, Enbiyâ 53; Müslim, Zikr 100; Ahmed bin Hanbel, II/116, IV/274), günlerini ibâdetle değerlendiren âbid Cüreyc’in başından geçenler (Buhârî, Mezâlim 35, Enbiyâ 48; Müslim, Birr 7, 8; Ahmed bin Hanbel, II/434, 385) ve beşikte iken konuşan diğer çocuklar (Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Birr 8; Ahmed bin Hanbel, II/395) ile İsrâiloğullarından Allah’ın kendilerine zenginlik vererek denediği kel, kör ve alaca tenli üç kişinin kıssaları (Buhârî, Enbiyâ 51; Müslim, Zühd 10), ashâbu’l-uhdûd diye meşhur sihirbaz, râhip ve çocuk hâdisesi (Müslim, Zühd 73; Ahmed bin Hanbel, VI/17, 18), geçmiş milletlerin dinleri uğrunda çektikleri ezâ ve cefâ (Buhârî, Menâkıb 25, İkrâh 1; Ebû Dâvud, Cihad 97; Ahmed bin Hanbel, V/109, 110, 111), yüz kişinin katili olan adamın durumu (Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 46; İbn Mâce, Diyât 2; Ahmed bin Hanbel, III/20, 72) ve Ümmü Zer hadisi olarak anılan on bir kadının, kocaları hakkında sohbetlerini içeren (Buhârî, Nikâh 82; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 92) tarihî olaylar ilk anda dikkati çeken ve kıssa tanımına en uygun örneklerden birkaçıdır.

 

Ayrıca satın alınan bir tarlada bulunan altın külçe (Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Akdıye 21; Ahmed bin Hanbel, II/316), bin dinar borçlanan ve Allah’ı kefil gösteren adam (Buhârî, Kefâle 1; Ahmed bin Hanbel, II/348, 349), bahçeyi sulayan bulut (Müslim, Zühd 45; Ahmed bin Hanbel, II/296), öldükten sonra yakılıp külünün savrulmasını isteyen kimse (Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 28; İbn Mâce, Zühd 30; Ahmed bin Hanbel, II/13, 17) ile acıya dayanamayıp intihar eden kişinin durumu (Buhârî, Enbiyâ 50), kibirli adamın yere batırılması (Buhârî, Libas 5; Müslim, Libas 49; Ahmed bin Hanbel, II/456), susuzluktan can çekişen köpeği sulayan adamın veya günahkâr kadının affedilmesi (Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Selâm 155; Ahmed bin Hanbel, II/507) ile kedisini hapseden kadının azâba uğraması (Buhârî, Bed’ü’l-Halk 16; Müslim, Selâm 151) gibi oldukça kısa, buna karşılık İslâmî bir inancı veya düşünceyi etkili bir biçimde ortaya koyan eğitici mâhiyette pek çok tarihî kıssa da kaynaklarda zikredilmektedir.

 

b) Temsilî Kıssalar: Hz. Peygamber birtakım genel meseleleri ya da soyut aklî gerçekleri ortaya koyarken bunların daha iyi anlaşılmasını temin etmek ve zihinlerde kalıcı olmasını sağlamak maksadıyla, geçmişte meydana gelip gelmedikleri bir tarafa, temsilî mâhiyette kıssalara da başvurduğu görülmektedir.

 

Bunlar, mâhiyet itibarıyla kıssadan daha çok “meseller”i ilgilendirmekle beraber, teşbih ve kıyas yoluyla eğitici, öğretici, ibret ve öğüt verici birtakım hâdiselerin tasvirlerinden ibâret olması yönüyle de temsilî kıssalar şeklinde değerlendirilebilir.

 

Hz. Peygamber’in bir kulun tevbesinden dolayı Allah Teâlâ’nın ne derece hoşnut olacağı fikrini, ıssız bir çölde bütün erzâkıyla birlikte devesini kaybedip ölmek üzere iken bineceğine kavuşan ve böylece ölümden kurtulan bir kimsenin duyacağı sevinç ve mutluluğa benzeterek açıklamaya çalışması (Müslim, Tevbe 2-7; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 49), emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münkerin sosyal boyutunu ortaya koyarken kötülüklere müdâhale etmeyenlerin durumunu aynı gemide yolculuk edenlerden bir kısmının gemiyi batırma isteklerine karşı koymayan diğerlerinin haline benzetmesi (Buhârî, Şirket 6, Şehâdet 30; Tirmizî, Fiten 12), kendisinin son peygamber (Tirmizî, Emsâl 2) ve doğru sözlü bir uyarıcı olduğunu “en-nezîru’l-uryân” diye tasvir ederken (Buhârî, Rikak 26, İ’tisâm 2) ortaya koyduğu teşbih ve temsiller sözkonusu kıssalar arasında zikredilebilir. (Ayrıca cimri ile sadaka verenin tasviri ve İslâm ümmetinin Yahûdi ve Hıristiyanlara olan üstünlüğünü belirten temsilî kıssalar için bk. Buhârî, Zekât 28, İcâre 11; Müslim, Zekât 75).

 

Daha çok bir duygu, düşünce ve fikrin iyice açıklanması ve müşahhas hale getirilmesi bakımından büyük önem taşıyan temsilî kıssaların birçok örneğini hadis kaynaklarında bulmak mümkündür.

 

c) Hz. Peygamber’in Şahsıyla İlgili Kıssalar: Bunlar, Rasûl-i Ekrem’in şahsî tecrübeleri arasında yer almakta ve bir kısmı peygamberliğinden önce olmak üzere değişik zaman ve mekânlarda gerçekleşen ibret ve öğüt verici olağanüstü olaylardır. “Şakku’s-sadr” diye bilinen ve birden fazla gerçekleştiği rivâyet edilen Hz. Peygamber’in göğsünün yarılması (Buhârî, Enbiyâ 5; Dârimî, Mukaddime 3), isrâ ve mirac hâdiseleri (Buhârî, Salât 1, Menâkıb 42, Enbiyâ 5; Müslim, İman 259; Nesâî, Salât 5; Ahmed bin Hanbel, III/148) ile Rasûl-i Ekrem’in bir gazve dönüşü karşılaştığı sûikast teşebbüsü sırasındaki tutum ve davranışı (Buhârî, Cihad 84, 87; Müslim, Fezâil 13), yine Hz. Âişe vâlidemizin bir sorusuna karşılık, Allah Rasûlü’nün İslâm’a dâvet için gittiği Tâif’te mâruz kaldığı ezâ ve cefâ karşısında kendisini bir bulutun gölgelendirmesini ve bu esnâda Cebrâil ile arasında geçen konuşmayı dramatik bir şekilde nakletmesi (Buhârî, Bed’ü’l-Halk 7; Müslim, Cihad 111) gibi hususlar bu konudaki yaygın örneklerden birkaçıdır.

 

 

Nebevî Kıssaların Konuları

Hadislerde yer alan kıssaların insan hayatının değişik yönlerini kapsadığı ve bu sebeple de pek çok konuyu ihtivâ ettiği söylenebilir. Bu çerçevede nebevî kıssalarda başta Allah inancı olmak üzere itikadî konular önemli bir yer tutmaktadır. Zira, nübüvvetin en önemli hedeflerinden biri beşerî düşünceyi her türlü bâtıl fikir ve inançlardan arındırmaktır. Nitekim Hz. Peygamber’in naklettiği kıssalarda Allah’ın varlık ve birliği (Tirmizî, Emsâl 3), güç ve kudreti, af ve mağfireti (Buhârî, Enbiyâ 51; Müslim, Tevbe 46, Zühd 10), sadece Allah’a güvenmenin gerekli olduğu (Buhârî, Kefâle 1; Müslim, Fezâil 13; Ahmed bin Hanbel, II/348), O’nun izni ve dilemesi olmadan hiçbir şeyin meydana gelmeyeceği (Müslim, Eym3an 24) gibi doğrudan Allah inancı ve bu inancın insan hayatındaki etkisi konu edilerek vurgulanmaktadır (Müslim, Zühd 73; Ahmed bin Hanbel, VI/17, 18). Yine nebevî kıssalarda meleklerin varlığı (Müslim, İman 257, 259), peygamberlerin tevhid mücâdelesi, Rasûlullah’ın peygamberler zincirinin son halkası olduğu (Buhârî, İcâre 8, 11; Tirmizî, Menâkıb 1) gibi diğer inanç esaslarının da konu edildiği dikkat çekmektedir.

 

Diğer taraftan nebevî kıssalarda Allah’a tâzim (Buhârî, Hars 13, Enbiyâ 53; Müslim, Zikr 100), emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker (Buhârî, Şirket 6, Şehâdet 30; Tirmizî, Fiten 12), günahlardan tevbe (Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 46; İbn Mâce, Diyât 2; Ahmed bin Hanbel, III/20, 72), intiharın haram kılındığı (Buhârî, Enbiyâ 50; Ahmed bin Hanbel, IV/312), Allah adına yemin etmenin sorumluluğu (Buhârî, Enbiyâ 48; Müslim, Fezâil 149; İbn Mâce, Kefâret 4), iffet (Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 48; Ahmed bin Hanbel, II/23), ahde vefâ (Buhârî, Kefâle 1; Ahmed bin Hanbel, II/348, 349), borçluya kolaylık göstermek (Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Müsâkât 31; Ahmed bin Hanbel, II/361) ve tüm canlılara merhametli olmak (Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Selâm 155; Ahmed bin Hanbel, II/507) gibi İslâmî değerlerin ve ahlâkî güzelliklerin eğitici öğretici bir tarzda konu edildiği de görülmektedir.

 

Bütün bunlara ilâveten hadislerde yer alan kıssalarda, insan bir bütün olarak ele alınmakta, bir taraftan beşerî zaafları ortaya konulurken, diğer taraftan onun hayır yönü ve ahlâkî değerlere bağlılığı tarihî hakikatler olarak gözler önüne serilmektedir (Buhârî, Enbiyâ 48, 54; Müslim, Akdıye 21, Birr 7, 8, Zühd 73; Ahmed bin Hanbel, II/434, VI/17-18).

 

Netice olarak, Hz. Peygamber’in haber verdiği kıssalarda inanç esaslarının, İslâmî değer yargılarının, olumlu ve olumsuz yönleriyle insanın konu edildiği anlaşılmaktadır.

 

 

Nebevî Kıssaların Gâyeleri

Bütün çeşitleriyle Hz. Peygamber’den nakledilen kıssaların önemli maksatları vardır. Asıl hedefi dinî gâyeleri gerçekleştirmek olan nebevî kıssaları, maksatlarına göre iki ana ana grupta toplamak mümkündür.

 

a- İslâm’a Dâvet: Hz. Peygamber’in başta gelen görevi Allah yoluna dâvet ve İslâm’ı tebliğ etmek olduğundan, nebevî kıssalarda gözetilen en önemli gâye bu maksadı gerçekleştirmektir. Nübüvvet ve risâletin bir parçası olan nebevî kıssalar ise bu vazifeyi yerine getirmede en tesirli yol ve yöntemlerdendir. Nitekim, kıssalar vâsıtasıyla İslâm’ın Allah katında en son ve makbul din olduğu, bu dinin prensiplerini kabul edip gereğini yerine getirenlerin mükâfatlarını fazlasıyla görecekleri vurgulanarak insanlar doğrudan İslâm’a dâvet edilmektedir (Buhârî, İcâre 8, 11). Yine Hz. Peygamber’in nübüvvetine ve onun Allah tarafından gönderilen son elçi olduğuna ve faziletlerine işaret edilirken (Buhârî, Tefsir 17; Tirmizî, Menâkıb 1; Dârimî, Mukaddime 3), diğer taraftan Allah Rasûlü doğru sözlü bir uyarıcı olarak vasfedilerek ona itaat edip, ikazına kulak verenlerin kurtuluşa ereceği, isyan edenlerin ise hüsrâna uğrayacakları (Buhârî, Rikak 26, İ’tisâm 2; Müslim, Fezâil 16) temsilî kıssalar vâsıtasıyla açıklanmaktadır.

 

Ayrıca nebevî kıssalar vâsıtasıyla insanların; Allah’ın hudûduna riâyet etmeye (Buhârî, Şirket 6, Şehâdet 30; Tirmizî, Fiten 12), sâlih amellere (Buhârî, Hars 13, Enbiyâ 53; Ahmed bin Hanbel, II/116, IV/274), güvenilir olmaya (Buhârî, Enbiyâ 54), şüpheli şeylerden sakınmaya (Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Akdıye 21; İbn Mâce, Lukata 4; Ahmed bin Hanbel, II/326), Allah’tan korkmaya (Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 28; ibn Mâce, Zühd 30), O’nun verdiği nimetlere şükretmeye (Buhârî, Enbiyâ 51; Müsilm, Zühd 10), sadece O’na tevekkül etmeye (Buhârî, Kefâle 1; Müslim, Eymân 22, 25; Ahmed bin Hanbel, II/348) ve Allah için sevmeye (Müslim, Birr 38; Ahmed bin Hanbel, II/462), gerekirse O’nun yolunda nefsini fedâ etmeye (Müslim, Zühd 73; Ahmed bin Hanbel, VI/17, 18) çağrıldığı dikkat çekmektedir.

 

b- Eğitim: Nebevî kıssaların esas gâyelerinden biri de insanları değişik yollarla eğitmek ve müslümanların mâruz kaldıkları sıkıntılara karşı sabırlı olmalarını temin etmektir.

 

Hz. Peygamber’in naklettiği kıssaların en belirgin özelliklerinden birisi eğitici olmasıdır. Zira, Allah Rasûlü’nün ilk dönem İslâm toplumunun oluşmasında, itikadî, amelî ve ahlâkî hakikatlerin iman edenlerin gönüllerinde ve zihinlerinde yerleşmesinde, kötü duygu ve düşüncelerin sökülüp atılmasında kıssa ile eğitime büyük önem verdiği ve bu hususta başta öğretim (tâlim) olmak üzere teşvik ve sakındırma (terğîb ve terhîb), öğüt ve tevbe gibi eğitim metotlarına sıkça başvurduğu dikkat çekmektedir. Kur’an ve Sünnet’in genel eğitim öğretim ve dâvet metotları arasında önemli bir yeri olan güzel öğüt (mev’ızatü’l-hasene) ve kıssa ile terbiyenin insan fıtratı ve eğitim açısından büyük önemi olduğunu belirtelim.

 

Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, Kur’an ve hadislerde yer alan kıssalar birçok yönden benzerlikler göstermekte olup, her ikisinin de asıl amacı insanları hakka dâvet etmek, onları değişik yol ve yöntemlerle eğitmektir. (5)                             

 

 

 

 

Hadis-i Şeriflerdeki Kıssalara Örnekler

 

a) Hz.  İbrâhim ve Hz.  İsmâil (a.s.)’in Kıssaları

 

İbn  Abbas (r.a.) anlatıyor: "Hz.  İbrahim beraberinde Hz.  İsmail aleyhimasselam ve onu henüz emzirmekte olan annesi olduğu halde ilerledi. Kadının yanında bir de su tulumu vardı. Hz.  İbrahim, kadını Beyt'in yanında Devha denen büyük bir ağacın dibine bıraktı. Burası Mescid'in yukarı tarafında ve zemzemin tam üstünde bir nokta idi. O gün Mekke'de kimse yaşamıyordu, orada hiç su da yoktu. İşte Hz.  İbrahim anne ve çocuğunu  buraya koydu, yanlarına, içerisinde hurma bulunan eski bir azık dağarcığı ile su bulunan bir tuluk bıraktı.

 

Hz.  İbrahim (a.s.) bundan sonra (emr-i İlahî ile) arkasını dönüp (Şam'a gitmek üzere) oradan uzaklaştı. İsmail'in annesi, İbrahim'in peşine düştü (ve ona Kedâ'da yetişti). "Ey İbrahim, bizi burada, hiçbir insanın hiçbir yoldaşın bulunmadığı bir yerde bırakıp nereye gidiyorsun?" diye seslendi. Bu sözünü birkaç kere tekrarladı. Hz.  İbrahim, (emir gereği) ona dönüp bakmadı bile. Anne, tekrar (üçüncü kere) seslendi. "Böyle yapmanı sana Allah mı emretti?" dedi. Hz.  İbrahim bunun üzerine "Evet!" buyurdu.

 

Kadın: "Öyleyse (Rabbimiz hafizimizdir), bizi burada perişan etmez!" dedi, sonra geri döndü. Hz.  İbrahim de yoluna devam etti. Kendisini göremeyecekleri Seniyye (tepesine) gelince Beyt'e yöneldi, ellerini kaldırdı ve şu duaları yaptı: "Ey Rabbimiz! Ailemden bir kısmını, senin hürmetli Beyt'inin yanında,  ekinsiz bir vadide yerleştirdim -namazlarını Beyt'inin huzurunda dosdoğru kılsınlar diye-. Ey Rabbimiz! Sen de insanlarda mü'min olanların gönüllerini onlara meylettir ve onları meyvelerle rızıklandır ki, onlar da nimetlerinin kadrini bilip şükretsinler" (14/İbrahim, 37).

 

İsmail'in annesi, çocuğu emziriyor, yanlarındaki sudan içiyordu. Kaptaki su bitince susadı, (sütü de kesildi), çocuğu da susadı (İsmail bu esnada iki yaşında idi). Kadıncağız (susuzluktan) kıvranıp ızdırap çeken çocuğa bakıyordu. Onu bu halde seyretmenin  acısına dayanamayarak oradan kalkıp, kendisine en yakın bulduğu Safa tepesine gitti. Üzerine çıktı, birilerini görebilir miyim diye (o gün derin olan) vadiye yönelip etrafa baktı, ama kimseyi göremedi. Safa'dan indi, vadiye ulaştı, entarisinin eteğini topladı. Ciddi bir işi olan bir insanın koşusuyla koşmaya başladı. Vadiyi geçti. Merve tepesine geldi, üzerine çıktı, oradan etrafa baktı, bir kimse görmeye çalıştı. Ama kimseyi göremedi. Bu gidipgelişi yedi kere yatpı. İşte (hacc esnasında) iki tepe arasında hacıların  koşması buradan gelir.

 

Anne, (bu sefer) Merve'ye yaklaşınca bir ses işitti. Kendi kendine: "Sus" dedi ve sese kulağını verdi. O sesi yine işitti. Bunun üzerine: "(Ey ses sahibi!) Sen sesini işittirdin, bir yardımın varsa (gecikme)!" dedi. Derken zemzemin yanında bir melek (tecelli etti). Bu Cebrâil'di. Cebrâil kadına seslendi: "Sen kimsin?" Kadın: "Ben Hacer'im, İbrahim'in oğlunun annesi..." "İbrahim sizi kime tevkil etti?" "Allah Teâlâ'ya." "Her ihtiyacınızı görecek Zat'a tevkil etmiş."

 

Ayağının ökçesi -veya  kanadıyla- yeri eşeliyordu. Nihâyet su çıkmaya başladı. Kadın (boşa akmaması için) suyu eliyle havuzluyordu. Bir taraftan da sudan  kabına doldurdu. Su ise, kadın aldıkça dipten kaynıyordu."

 

İbn  Abbas (r.a.) dedi ki: "Allah İsmail'in annesine rahmetini bol kılsın, keşke zemzemi olduğu gibi akar bıraksaydı da avuçlamasaydı. Bu takdirde (zemzem, kuyu değil) akarsu olacaktı." Kadın sudan içti, çocuğunu da emzirdi. Melek, kadına: "Zayi ve helak oluruz diye korkmayın! Zîra, Allah Teâlâ 'nin burada bir Beyt'i olacak ve bunu da şu çocuk ve babası bina edecek. Allah Teâlâ  o işin sahiplerini zayi etmez!" dedi. Beyt yerden yüksekti, tıpkı bir tepe gibi. Gelen seller sağını solunu aşındırmıştı.

 

Kadın bu şekilde yaşayıp giderken, oraya Cürhüm'den bir kâfile uğradı. Oraya Kedâ yolundan gelmişlerdi. Mekke'nin aşağısına konakladılar. Derken orada bir kuşun gelip gittiğini gördüler. "Bu kuş su üzerine dönüyor olmalı, (burada su var). Halbuki biz bu vadide  su  olmadığını biliyoruz!" dediler. Durumu tahkik için, yine de bir veya iki atik adam gönderdiler. Onlar suyu görünce geri dönüp haber verdiler. Cürhümlüler oraya gelip, suyun başında İsmail'in annesini buldular.

 

"Senin yanında konaklamamıza izin verir misin?" dediler. Kadın: "Evet! Ama suda hakkınız olmadığını bilin!" dedi. Onlar da: "Pekâla! dediler. Rasûlullah (s.a.s.) der ki: "Ünsiyet istediği bir zamanda bu  teklif İsmail'in annesine uygun geldi. Onlar da oraya indiler. Sonra geride kalan adamlarına haber saldılar. Onlar da gelip burada konakladılar. Zamanla orada çoğaldılar. Çocuk da büyüdü. Onlardan Arapça'yı öğrendi. Büyüdüğü zaman onlar tarafından en çok sevilen, hoşlanılan bir genç oldu. Büluğa erince, kendilerinden bir kadınla evlendirdiler. Bu sırada İsmail'in annesi vefat etti.

 

Derken Hz.  İbrahim (a.s.), İsmail'in evlenmesinden sonra oraya gelip, bıraktığı (hanımını ve oğlunu) aradı. İsmail'i bulamadı. Hanımından İsmail'i sordu. Kadın: "Rızkımızı tedarik etmek üzere (avlanmaya) gitti" dedi. Hz.  İbrahim, bu sefer geçimlerini, hallerini sordu. Kadın: "Halimiz fena, darlık ve  sıkıntı içindeyiz!" diyerek şikâyetvâri konuştu. Hz.  İbrahim:

 

"Kocan gelince, ona benden selam et ve "kapısının eşiğini değiştirmesini" söyle!" dedi. İsmail geldiği zaman, sanki bir şey sezmiş gibiydi. "Eve herhangi bir kimse geldi mi?" diye sordu: Kadın: "Evet şu şu evsafta bir ihtiyar geldi. Senden sordu, ben de haberini verdim, yaşayışımızdan sordu, ben de sıkıntı ve darlık içinde olduğumuzu söyledim" dedi. İsmail: "Sana bir tavsiyede bulundu mu?"  dedi. Kadın: "Evet! Sana söylememi emretti ve kapının eşiğini değiştirmeni söyledi!" dedi. İsmail: "Bu babamdı. Seninle ayrılmanı bana emretmiş. Haydi artık ailene git!" dedi ve hanımını boşadı. Cürhümlülerden bir başka kadınla evlendi.

 

Hz.  İbrahim onlardan yine uzun müddet ayrı kaldı. Bilâhare bir kere daha görmeye geldi. Yine İsmail'i evde bulamadı. Hanımının yanına gelip, İsmail'i sordu. Kadın: "Maişetimizi kazanmaya gitti!" dedi. Hz.  İbrahim: "Haliniz nasıldır?" dedi,  geçimlerinden, durumlarından sordu. Kadın: "İyiyiz, hayır üzereyiz, bolluk içindeyiz" diye Allah'a hamd ve senâda bulundu. "Ne yiyorsunuz?" diye sordu. Kadın: "Et yiyoruz!" dedi. "Ne içiyorsunuz?" diye sorunca da: "Su!"  dedi. Hz.  İbrahim: "Allahım, et ve suyu haklarında mübarek kıl!" diye  dua ediverdi." Rasûlullah (s.a.s.) devamında buyurdu ki: "O gün onların hububatı yoktu. Eğer olsaydı Hz.  İbrahim, hububatları için de dua ediverirdi."

İbn  Abbas der ki: "Bu iki şey (et ve su) Mekke'den başka hiçbir yerde Mekke'deki kadar sıhhate uygun düşmez (başka yerde karın ağrısı yaparlar). Bu, Hz.  İbrahim'in duâsının bir bereketi ve neticesidir.

 

(Rasûlullah (s.a.s.) Hz.  İbrahim'den  anlatmaya devam etti:) "İbrahim (İsmail'in hanımına) dedi ki: "Kocan geldiği zaman, benden  ona selam söyle ve kapısının eşiğini sâbit tutmasını emret! (Çünkü eşik, evin dirliğidir)." Hz.  İsmail gelince (evde babasının kokusunu buldu ve) "Yanınıza bir uğrayan oldu mu?" diye sordu. Kadın: "Evet, bize yaşlı bir adam geldi, kılık kıyafeti düzgündü!" dedi ve (ihtiyar hakkında) bir kısım övgülerden sonra: "Sana bir tavsiyede bulundu mu?" diye sordu. Kadın: "Evet  sana selâm ediyor, kapının eşiğini sâbit tutmanı emrediyor"  dedi. Hz.  İsmail: "Bu babamdı. Eşik de sensin, seni tutmamı, evliliğimizin devamını emrediyor! (Sen yanımda değerli idin, kıymetin şimdi daha da arttı" der ve kadın İsmail'e on erkek evlâd doğurur.)

 

Sonra, Hz.  İbrahim Allah'ın dilediği bir müddet onlardan ayrı kaldı. Derken bir müddet sonra yanlarına geldi. Bu sırada Hz.  İsmail zemzemin yanında Devha ağacının altında kendisine ok yapıyordu. Babasını görünce ayağa kalkıp karşılamaya koştu. Baba-oğul karşılaşınca yaptıklarını yaptılar (kucaklaştılar, el, yüz, göz öpüldü). Sonra Hz.  İbrahim: "Ey İsmail! Allah Teâlâ bana ciddî bir iş emretti" dedi. İsmail de: "Rabbinin emrettiği şeyi yap!" dedi. Hz.  İbrahim: "Bu işte sen yardım edecek misin?" diye sordu. O da: "Evet sana yardım edeceğim!" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz.  İbrahim: "Allah Teâlâ bana burada bir Beyt yapmamı emretti!"  diyerek atrafına nazaran yüksekçe bir tepeyi gösterdi."

 

(İbn  Abbâs) dedi ki: "İsmail'le İbrahim işte orada Kâbe'nin (daha önceki) temellerini yükselttiler. Hz.  İsmail taş getiriyor, Hz.  İbrahim de duvarları örüyordu. Bina yükselince, Hz.  İsmail, babası için (bugün Makam olarak bilinen) şu taşı getirdi. Yükselen duvarı örerken, Hz.  İbrahim (iskele olarak)  onun üstüne çıkıyordu. İsmail de ona (aşağıdan) taş veriyordu. Bu esnâda onlar: "Ey Rabbimiz (Bu hizmetimizi) bizden kabul buyur! Sen gören ve  bilensin!" diyorlardı."

 

İbn  Abbâs der ki: "Hz.  İsmail ve Hz.  İbrahim binayı yaparken (zaman zaman) etrafında dolaşarak: "Ey Rabbimiz (bu hizmetimizi) bizden kabul buyur! Sen işiten ve bilensin!" (Bakara 127) diye dua ediyorlardı." (Buhârî, Enbiya 8; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/222-226)

 

Açıklama:

1- Önce şunu belirtelim: Rivâyet pekçok kısımlarıyla İbn  Abbâs (radıyallahu anhüma)'ın sözü gibidir. Ancak şarihler, rivâyette yer alan bazı karinelerden hareketle tamamının Rasûlullah (s.a.s.)'a ait olduğuna hükmederler.

 

2- Hz.  İbrahim (a.s.)'ın oğlu İsmail'le çocuğun annesi Hz.  Hacer'i Mekke'ye bırakması, sonra tekrar gelip gitmeleri  ve orada büyüyen Hz.  İsmail'le Kâbe'yi inşa etmesi ile ilgili rivâyet farklı vecihlerde gelmiştir. Kaydedilen vechi Buhârî'deki veçhidir. Diğer bazı vecihlerinde görülen birkısım mühim farklılıkları imkan nisbetinde köşeli parantez içerisinde göstermeye gayret ettik. Bazı mühim farkları burada belirtmeye çalışacağız.

 

3- Teysir'in kaydettiği vecih Buharî'nin metnine tamamen uymaz. Hadisin baş kısmı burada tayyedilmiş.

 

Bazı rivâyetlerde susayan çocuğun ayaklarını yere vurarak kıvrandığı, annenin Safa ile Merve arasında telaşla gidip geldiği, tepeye çıkışlarında dönüp çocuğa baktığı, bu sırada, çocuğun başına bir hâdise gelip gelmediğinden endişe ettiği belirtilir.

 

Keza suyun yerden çıkarılışı ile ilgili bazı farklılıklar da  rivâyetlerde görülür: Cebrâil ayağını vurarak, parmağıyla yeri deşeleyerek vs. zemzem yerden fışkırmıştır:

 

Kâbe ile ilgili olarak bazı rivâyetlerde şu ziyade gelmiştir: "Beyt, Tufan sırasında kaldırıldı. Peygamberler ona haccederlerdi. Fakat yerini (tam olarak) bilmezlerdi. Allah onu İbrahim için hazırladı ve yerini ona öğretti." Beyhakî'nin kaydettiği bir rivâyette: "Allah Teâlâ  Cebrâil'i Hz.  Adem'e gönderdi ve Beyt'in inşa edilmesini emretti. Böylece onu Adem bina etti. Kendisine: "Sen insanların ilkisin, bu da insanlar için yapılan Beyt'in ilkidir" denilir. Bir başka rivâyette: "Beyt'i ilk inşa eden Hz.  Adem'dir" denmiştir. Ancak: "Ondan da önce meleklerin inşa ettiği de söylenmiştir. Vehb İbn Münebbih'ten gelen bir rivâyette ise: "Beyt'i inşa eden Şîs İbn Adem'dir" denmiştir.

 

4- Alimler hadisten, zemzem suyunun bidâyette Hz.  Hacer ve oğlu İsmail için su ve yiyecek ihtiyaçlarına kâfi geldiği hükmünü çıkarmışlardır.

 

5- Hadis, Hz.  İsmail'in annesi Hacer ve babası İbrahim'in dillerinin Arapça olmadığını ifade eder. Çünkü rivâyette Arapça'yı Cürhümlülerden öğrendiği ifade edilmektedir. Böylece Arapçayı ilk konuşanın Hz.  İsmail olduğuna dair bazı rivâyetlerde gelen beyanın yanlışlığı ortaya çıkar. Keza bu rivâyet, "Arapların  tamamı İsmail evladından gelmektedir" diyenleri de yalanlar.

 

6- Hadiste, Hz.  İbrahim'in, Mekke'ye, Hz.  Hacer'in ölümünden ve Hz.  İsmail'in evlenmesinden sonra "bıraktıklarını aramak üzere"  uğradığı ifade edilmektedir. Bu ifadeden çıkan neticelerden biri, Hz.  İbrahim'in kurban edilmek üzere İsmail'i değil İshak'ı  yere yatırdığı, bir başka ifade  ile, semadan inen koçla kurban edilmekten kurtarılan  kimsenin İsmail değil, İshak olduğudur. İbn u't-Tin der ki: "Bu hadiste Hz.  İbrahim, İsmail'i süt emerken bırakmakta ve evlendiği zaman yanına gelmektedir. Hz.  İbrahim onu boğazlamakla emredilseydi, süt devresi ile evlenmesi arasında Mekke'ye uğradığı, hadiste zikredilirdi." Esasen boğazlanmak istenenin Hz.  İshak soyundan olduklarını söylerler ve semavî koçla kurban edilmekten kurtulmuş olan birinin neslinden olmakla ayrıca tefahur ederler, şeref payı çıkarırlar.

 

İbn u't-Tin'e: "Hadiste, Hz.  İbrahim'in Mekke'ye arada gelmiş olabileceğinin nefyedilmediği, dolayısıyle, gelmiş olabileceğinin zımnen mevcudiyeti"  belirtilerek cevap verilmiştir. İbn Hacer, bir başka rivâyette, Hz.  İbrahim'in zaman zaman Mekke'ye geldiğinin tasrih edildiğini göstererek, tenkidi te'yid eder: "Hz.  İbrahim, hanımı Hacer'i her ay, Burak üzerinde ziyaret ederdi. Bu maksatla öğleden evvel Mekke'ye gelir (ve ziyaretini yapıp aynı gün) döner ve Şam'daki evinde kaylulesini (öğle uykusu) yapardı." İbn Hacer, Hz.  İbrahim'in Burak üzerinde gelip Hz.  Hacer ve Hz.  İsmail'i ziyaret ettiğini te'yid eden Hz.  Ali ve başkalarından rivâyetler kaydeder:

 

7- Rivâyette Hz.  İsmail'in rızkını kazanmak üzere evden çıktığ belirtmektedir. Başka rivâyetler onun sürü otlattığını, bu esnada avcılık yaptığını ifade eder.

 

8- Hadiste kadın, "kapının eşiği"ne benzetilmiştir. Çünkü aralarında benzerlik var: "Kapı, evi ve içindekileri muhafaza eder; kadın da evin bekçisidir. Kocanın gıyabında evi ve içindeki eşyayı muhafaza eder. Ayrıca ikisi de vat mahallidir. Eşiğin değiştirilmesi, boşamadan kinaye yapılmıştır, ulema bunu boşamayı hasıl eden kinayat arasında mütalaa etmiştir.

 

İbn Hâcer, Hz.  İsmail’in hadiste zikri geçen iki hanımının isimleri üzerinde durur. Rivâyetlerde farklı isimleri gelmiştir. Mesela ikinci hanımı hakkında sekiz ayrı rivâyet, kadının hakkında da dört ayrı kavi ve isim bulunduğunu belirtir.

 

9- Hz.  İsmail'in ikinci hanımı, bazı rivâyetlerde, Hz.  İbrahim'e: "Buyurun, binekten inin, yemek yiyin, su için" diye teklifte bulunur. Hz.  İbrahim: "İnmeye gücüm yetmez" deyince, kadın: "Evet sizi (yolcu) saçı başı dağınık görüyorum. Dilerseniz (su getireyim) başınızı yıkayıp yağlayayım!" der. Hz.  İbrahim kabul eder: "Siz bilirsiniz" der. Kadın, Makam'ı getirir, -Makam, o zaman billur gibi beyazdır ve Hz.  İsmail'in evinde bir kenara bırakılmıştır.- Hz.  İbrahim bineğinin üzerinden inmeden sağ ayağını Makam'ın üzerine koyar ve başını kadına uzatır. Kadın başının sağ tarafını öncelikle yıkar, tamamlayınca sol ayağını koyması için Makam'ın yerini değiştirir. Hz.  İbrahim sol tarafı da yıkanmak üzere başını uzatır.

 

Bugün Makam-ı İbrahim'de görülen ökçe ve parmak izleri o günden kalmadır.

 

10- Bazı rivâyetlerde, Hz.  İbrahim'le Hz.  İsmail'in Kâbe'yi inşa etmek üzere biraraya geldikleri zaman babanın yüz, oğulun otuz yaşında oldukları zikredilmiştir.

 

11- Bazı rivâyetler, Hz.  İbrahim'in inşa sırasında yükselttiği temellerin Hz.  Adem tarafından atılmış olan temeller olduğunu tasrih eder. Bu durum Buharî rivâyetinde kapalıdır. Bir rivâyet şöyle:

 

"Hz.  İbrahim (s.a.s.), temellerle Hz.  Adem'in attığı temele ulaştı. Göğe doğru yüksekliğini dokuz zira', yerdeki genişliğini yani çevresini otuz zira' yaptı. Buradaki zira' (kol uzunluğu) kendi kollarıydı."

 

Bir başka rivâyette şu ziyade mevcuttur: "Sonra Hıcr kısmını Beyt'e idhal etti. Daha önce (orası) Hz.  İsmail'in  koyunlarının barınağı idi. Hz.  İbrahim Beyt'i taşları üst üste koyarak inşa etti, tavanı yoktu. Bir kapı yaptı, kapının yanında bir de kuyu açtı. Bu çukur, Beyt'in deposuydu. Beyt'e gelen hediyeler buraya atılıyordu."

 

Bir başka rivâyette şu ziyade mevcut: "Allah, İbrahim'e, Sekîne'ye uymasını vahyetti. Sekîne Beyt'in yerinde halkalandı, tıpkı bir bulut gibiydi. Baba-oğul (o hududu) kazdılar, Hz.  Adem'in attığı ilk temeli kazıyor gibiydiler."

 

Bir başka rivâyette: "Hz.  İbrahim başının üstünde Beyt'in yerinde bulut gibi bir şey gördü, içinde baş gibi bir şey vardı. Ona şöyle hitap etti: "Ey İbrahim! Benim gölgem üzerine benim miktarımca bina yap, ne artır ne de eksilt." İşte bundandır ki Allah Teâlâ: "Hani biz İbrahim'e Beyt'in yerini göstermiş ve "Bana hiçbir şeyi ortak koşma" diye vahyetmiştik" (22/Hacc 26) buyurmuştur.

 

Bir başka rivâyette, "İnşaat Rükn'ün bulunduğu yere ulaşınca, o gün Rüknü koyar, Makam'ı alıp Beyt'e yapışık şekilde yerleştirir" denmiştir.

 

12- Bir başka rivâyete göre Kâbe'nin inşaatı bu suretle tamamlanınca Hz.  Cebrâil (a.s.) gelir ve hacc menâsikini öğretir. Bundan sonra Hz. İbrahim (a.s.) Makam'ın üzerine çıkıp halka şöyle hitap eder: "Ey insanlar! Rabbinize icabet edin!" Hz.  İbrahim ve Hz.  İsmail bu yerlerde (bir müddet) kalırlar. Hz.  İshak ve Sâre Beytu'l-Makdis'ten buraya hacc yaparlar. Bundan sonra Hz.  İbrahim Şam'a döner ve orada vefat eder.

 

İbn  Abbâs'ın bir rivâyetine göre, "Hz.  İbrahim Makam'ın üzerine çıkınca şöyle hitap etmiştir: "Ey insanlar! Size hacc farz kılındı! Bu sesi O,  erkeklerin sulbünde, kadınların rahminde olanlara da işittirdi. Onun bu davetine, iman edenler ve Allah'ın ilminde kıyamete kadar gelip hacc edecekleri sebkat etmiş olanlar: "Lebbeyk Allahümme lebbeyk! =Buyur Allahım buyur!" diye cevap verdiler."

 

Bir başka rivâyette şöyle denir: "Hz.  İsmail vadiye  bir taş aramaya gitmişti ki Hz.  Cibril (a.s.) Haceru'l-Esved'i indirdi. Bu taş, yeryüzü Tufan'la sulara boğulunca semaya kaldırılmıştı. Hz.  İsmail gelince Haceru'l-Esved'i gördü ve: "Bu nereden geldi, kim getirdi?" dedi. Hz.  İbrahim: "Beni ne sana ne de taşına bırakmayan Zat" cevabını verdi." Bir başka rivâyette şu ziyade var: "Bu taş Hindistan'da idi; papatya gibi bembeyaz bir yakuttu." (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/226-230).

 

 

b) Ashâbu’l-Uhdûd Kıssası

 

Hz.  Süheyb (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Sizden öncekiler arasında bir kral vardı. Onun bir de sihirbazı vardı. Sihirbaz yaşlanınca krala: "Ben artık yaşlandım. Bana bir oğlan çocuğu gönder ve sihir yapmayı öğreteyim!" dedi. Kral da öğretmesi için ona bir oğlan gönderdi. Oğlanın geçtiği yolda bir Râhip yaşıyordu. (Bir gün giderken) Râhibe uğrayıp onu dinledi, konuşması hoşuna gitti. Artık sihirbaza gittikçe, Râhibe uğruyor, yanında (bir müddet) oturup onu dinliyordu.

 

(Bir gün) delikanlıyı sihirbaz, yanına gelince dövdü. Oğlan da durumu Râhibe şikâyet etti. Râhip ona: "Eğer sihirbazdan (dövecek diye) korkarsan: "Ailem beni oyaladı!"  de; ailenden korkacak olursan, "Beni sihirbaz oyaladı" de!" diye tenbihte bulundu.

 

O bu halde (devam eder) iken, insanlara engel olan büyük bir canavara rastladı. (Kendi kendine): "Bugün bileceğim; sihirbaz mı efdal, Râhip mi efdal!" diye mırıldandı. Bir taş aldı ve: "Allahım! Eğer  Râhibin işi, sana sihirbazın işinden daha sevimli ise, şu hayvanı öldür ve insanlar geçsinler!" deyip, taşı fırlattı ve hayvanı öldürdü. İnsanlar yollarına devam ettiler. Delikanlı Râhibe gelip durumu anlattı. Râhib ona: "Evet! Bugün sen benden efdalsin (üstünsün)! Görüyorum ki, yüce bir mertebedesin. Sen imtihan geçireceksin. İmtihana maruz  kalınca sakın benden haber verme!" dedi. Oğlan anadan doğma körleri ve alaca  hastalığına yakalananları tedavi eder, insanları başkaca hastalıklardan da kurtarırdı.

 

Onu kralın gözleri kör olan arkadaşı işitti. Birçok hediyeler alarak yanına geldi ve: "Eğer beni tedavi edersen, şunların hepsi senindir" dedi. O da: "Ben kimseyi tedavi etmem, tedavi eden Allah'tır. Eğer Allah'a iman edersen, sana şifa vermesi için dua edeceğim. O da şifa verecek!" dedi. Adam derhal iman etti, Allah da ona şifa verdi.

 

Adam bundan sonra kralın yanına geldi. Eskiden olduğu gibi yine  yanına oturdu. Kral: "Gözünü sana kim iâde etti?" diye sordu. "Rabbim!" dedi. Kral: "Senin benden başka bir rabbin mi var?" dedi. Adam: "Benim de senin de rabbimiz Allah'tır!" cevabını verdi. Kral onu yakalatıp işkence ettirdi. O kadar ki, (gözünü tedavi eden ve Allah'a iman etmesini sağlayan) oğlanın yerini de gösterdi. Oğlan da oraya getirildi. Kral ona: "Ey oğul! Senin sihrin körlerin gözünü açacak, alaca hastalığını tedavi edecek bir dereceye ulaşmış, neler neler yapıyormuşsun!" dedi. Oğlan: "Ben kimseyi tedavi etmiyorum, şifayı veren Allah'tır!"  dedi. Kral onu da tevkif ettirip işkence etmeye başladı. O kadar ki, o da Râhibin yerini haber verdi. Bunun üzerine Râhip getirildi. Ona: "Dininden dön!" denildi. O bunda direndi. Hemen bir testere  getirildi. Başının ortasına konuldu. Ortadan ikiye bölündü ve iki parçası yere düştü. Sonra oğlan getirildi. Ona da: "Dininden dön!" denildi. O da kaçındı. Kral onu da adamlarından bazılarına teslim etti.

 

"Onu falan dağa götürün, tepesine kadar çıkarın. Zirveye ulaştığınız zaman (tekrar dininden dönmesini talep edin); dönerse ne âla, aksi takdirde dağdan aşağı atın!" dedi. Gittiler onu dağa çıkardılar. Oğlan: "Allahım, bunlara karşı, dilediğin şekilde bana kifâyet et!" dedi. Bunun üzerine dağ onları salladı ve hepsi de düştüler. Oğlan yürüyerek kralın yanına geldi. Kral: "Arkadaşlarıma ne oldu?" dedi. "Allah, onlara karşı bana kâfi geldi" cevabını verdi. Kral onu adamlarından bazılarına teslim etti ve: "Bunu bir gemiye götürün. Denizin ortasına kadar gidin. Dininden dönerse ne âla, değilse onu denize atın!" dedi. Söylendiği şekilde adamları onu götürdü. Oğlan orada: "Allahım, dilediğin şekilde bunlara karşı bana kifâyet et!" diye dua etti. Derhal gemileri alabora olarak boğuldular. Çocuk yine yürüyerek hükümdara geldi. Kral:

 

"Arkadaşlarıma ne oldu?" diye sordu. Oğlan: "Allah onlara karşı bana  kifâyet etti" dedi. Sonra krala: "Benim emrettiğimi yapmadıkça sen beni öldüremeyeceksin!" dedi. Kral: "O nedir?" diye sordu. Oğlan: "İnsanları geniş bir düzlükte toplarsın, beni bir kütüğe asarsın,  sadağımdan bir ok alırsın. Sonra oku, yayın ortasına yerleştirir ve: "Oğlanın Rabbinin adıyla" dersin. Sonra oku bana atarsın. İşte eğer bunu yaparsan beni öldürürsün!" dedi. Hükümdar, hemen halkı bir düzlükte topladı. Oğlanı bir kütüğe astı. Sadağından bir ok aldı. Oku yayının ortasına yerleştirdi. Sonra: "Oğlanın Rabbinin adıyla!" dedi ve oku fırlattı. Ok çocuğun şakağına isabet etti. Çocuk elini şakağına okun isabet ettiği yere koydu ve Allah'ın rahmetine kavuşup öldü. Halk: "Oğlanın Rabbine iman ettik!" dediler. Halk bu sözü üç kere tekrar etti. Sonra krala gelindi ve: "Ne emredersiniz? Vallahi  korktuğunuz başınıza geldi. Halk oğlanın Rabbine iman etti!" denildi. Kral hemen yolların başlarına hendekler kazılmasını emretti. Derhal hendekler kazıldı. İçlerinde ateşler yakıldı. Kral: "Kim dininden dönmezse onu bunlara atın!" diye emir verdi. Yahut hükümdara "Sen at!" diye emir verildi. İstenen derhal yerine getirildi. Bir ara, beraberinde çocuğu olan bir kadın getirildi. Kadın oraya düşmekten çekinmişti, çocuğu:"Anneciğim sabret. Zîra sen hak üzeresin!" dedi. (Müslim, Zühd 73, hadis no: 3005; Tirmizî, Tefsiru Sûre-i Bürûc, hadis no: 3337; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/233-236)

 

Açıklama:

Ashâb-ı Uhdûd, Kur'an-ı Kerim'de temas edilen zalim bir zümredir. Büruc suresinin 4-10. âyetleri onlardan bahseder, Uhdûd, hendek demek olduğuna göre, ashâb-ı Uhdûd hendek sahipleri demektir. Kur'an'da bu hendek sahiplerinin kimler olduğu, ne zaman yaşadığı tafsil edilmez. Daha çok onların, mü'minlere dinlerinden dönmek için işkence yaptıkları belirtilir. Bunlar, içerisine ateş yakılmış hendeklerin sahipleridir. Dinlerinden dönmeyen mü'minleri bu hendeklere atıp yakmaktalar ve karşıdan bu manzarayı vicdansızca vahşi bir zevkle seyretmektedirler. Ama, hiçbir zalim felah bulmadığı gibi, bunlar da felah bulmamış, âyet-i kerime ashâb-ı Uhdûd'un gebertildiklerini belirtmiştir. Müfessirler, ashâb-ı Uhdûdla ilgili on ayrı hikâye kaydederler. Hikâyelere göre bu işkenceler Yemen'de, Mecran'da, Irak'ta, Şam'da, Habeşistan'da... Mecusiler, Yahudiler veya diğer bazı krallar tarafından icra edilmiştir.   Kur'an'ın ıtlakı hepsine hak verdirecek mahiyettedir. Sanki, âyette bir hadiseye değil, bu çeşitten pek çok hadiseye bir iş'ar olmaktadır. Dolayısıyle, nakledilen hikâyelerin farklı yerlerle ilgili olması, onların batıl olduğuna delil olmaz. Bilakis ateş dolu hendeklerde mü'minlerin, insanlık tarihi boyunca mükerrer kereler imha edildiklerini, yakıldıklarını ifade eder. Ancak,  Kur'an-ı Kerim'in öncelikle Kureyşliler tarafından bilinen bir hâdiseyi  nazara vermesi gâyet tabiidir. Kur'an bunları tel'in etmekte, kötü akibetlerini haber vermektedir. Bundan sonra gelip mü'minlere cehennemî azap verecek zalim kâfirlerin de aynı akibete uğrayacakları, mü'minlere bildirilerek teselli verilmektedir (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/236).

 

 

c) Beşikte Konuşanların Kıssası

 

Ebû  Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Üç kişi dışında hiç kimse beşikte iken konuşmamıştır. Bunlar: Hz.  İsa İbn Meryem aleyhima'sselam, Cüreyc'in arkadaşı.

 

Cüreyc, kendini ibâdete vermiş abid bir kuldu. Bir manastıra çekilmiş orada ibâdetle  meşguldu. Derken bir gün annesi  yanına geldi, o namaz kılıyordu. "Ey Cüreyc! (Yanıma gel, seninle konuşacağım! Ben annenim)" diye seslendi. Cüreyc: "Allahım! Annem ve namazım (hangisini tercih edeyim?)" diye düşündü). Namazına devama karar verdi.

 

Annesi çağırmasını (her defasında üç kere olmak üzere) üç gün tekrarladı. (Cevap alamayınca) üçüncü çağırmanın sonunda: "Allahım, kötü kadınların yüzünü göstermedikçe canını alma!" diye bedduada bulundu. Benî İsrail, aralarında Cüreyc ve onun ibâdetini konuşuyorlardı. O diyarda güzelliğiyle herkesin dilinde olan zâniye bir kadın vardı. "Dilerseniz ben onu fitneye atarım" dedi. Gidip Cüreyc'e sataştı. Ancak Cüreyc ona iltifat etmedi.

 

Kadın bir çobana gitti. Bu çoban Cüreyc'in manastırı(nın dibi)nde barınak bulmuş birisiydi. Kadın onunla zinâ yaptı ve hamile kaldı. Çocuğu doğurunca: "Bu çocuk Cüreyc'ten" dedi. Halk (öfkeyle) gelip Cüreyc'i manastırından çıkarıp manastırı yıktılar, (hakaretler ettiler), kendisini de dövmeye  başladılar, (linç edeceklerdi). Cüreyc onlara: "Derdiniz ne?" diye sordu. "Şu fâhişe ile zinâ yaptın ve senden bir çocuk doğurdu!" dediler. Cüreyc: "Çocuk nerede, (getirin bana?)" dedi. Halk çocuğu ona getirdi. Cüreyc: "Bırakın beni namazımı kılayım!" dedi. Bıraktılar ve namazını kıldı. Namazı bitince çocuğun yanına gitti, karnına dürttü ve: "Ey çocuk! Baban kim?" diye sordu. Çocuk: "Falanca çoban!" dedi. Bunun üzerine halk Cüreyc'e gelip onu öpüp okşadı ve: "Senin manastırını altından yapacağız!" dedi. Cüreyc ise: "Hayır! Eskiden olduğu gibi kerpiçten yapın!" dedi. Onlar da yaptılar.

 

(Üçüncüsü): Bir zamanlar bir çocuk annesini emiyordu. Oradan şahlanmış bir at üzerinde kılık kıyafeti güzel bir adam geçti. Onu gören kadın: "Allah'ım şu oğlumu bunun gibi yap!" diye dua etti. Çocuk memeyi bırakarak adama doğru yönelip baktı ve: "Allahım beni bunun gibi yapma!" diye dua etti. Sonra tekrar memesine dönüp emmeye başladı. (Ebû Hureyre der ki: "Ben Rasûlullah (s.a.s.)'ı, şehâdet parmağını ağzına koyup emmeye başlayarak, çocuğun emişini taklid ederken görür gibiyim.")

 

(Rasûlullah anlatmaya devam etti): "(Sonra annenin yanından) bir kalabalık geçti. Ellerinde bir câriye vardı. Onu dövüyorlar ve: "(Seni zânî seni!) Zinâ yaparsın, hırsızlık yaparsın ha!" diyorlardı. Câriye ise: "Allah bana yeter, o ne iyi vekildir!" diyordu. Çocuğun annesi: "Allahım çocuğumu bunun gibi yapma!" dedi. Çocuk yine emmeyi bıraktı, câriyeye baktı ve: "Allahım beni bunun gibi yap! dedi. İşte burada anne,evlat karşılıklı konuşmaya başladılar: (Anne dedi ki: "Boğazı tıkanasıca! Kıyafeti güzel bir adam geçti. Ben: "Allahım, oğlumu bunun gibi yap" dedim. Sen: "Allahım! Beni bunun gibi yapma!" dedin. Yanımızdan câriyeyi döverek, zinâ ve hırsızlık yaptığını söyleyerek geçenler oldu. Ben: "Allahım, oğlumu bunun gibi yapma"  dedim. Sen ise: "Allahım, beni bunun gibi yap!" dedin.")

 

Oğlu şu cevabı verdi: "Güzel kıyafetli bir adam geçti. Sen: "Allahım, oğlumu bunun gibi yap!" dedin, ben ise: "Allahım beni bunun gibi yapma!" dedim. Yanınızdan bu câriyeyi geçirdiler. Onu hem dövüp hem de: "Zinâ ettin, hırsızlık ettin!" diyorlardı. Sen: "Allahım, oğlumu bunun gibi yapma! "dedin. Ben ise: "Allahım, beni bunun gibi yap!" dedim. (Sebebini açıklayayım): O atlı adam cebbar zalimin biriydi. Ben de: "Allahım beni böyle yapma!"  dedim. "Zinâ ettin, hırsızlık yaptın!" dedikleri şu zavallı câriye ise  ne zinâ yapmıştı, ne de çalmıştı! Ben de "Alahım beni bunun gibi yap!" dedim." (Buhârî, Enbiyâ 50, Amel fi's-Salât 7; Müslim, Birr 7, 8, hadis no: 2550). (Metin Müslim'den alınmalıdır; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/238-240)

 

Açıklama:

1- Müellif, metnin Müslim'in  metni olduğunu söylerse de hadisin sonunda, Müslim'deki asla uymayan bir durum var; üçüncü hikâyede annenin suali eksik. Biz bunu Müslim'den alarak köşeli parantez ([...]) içerisinde kaydettik. Ayrıca, sahibinin açıklaması Müslim'deki asılda daha kısa. Biz bu kısımda Teysir'in metnindekini aynen tercüme ettik.

 

2- Buharî'de kıssalar toptan da, ayrı ayrı da anlatılmıştır.

 

3- Konuşma yaşından önce konuşan çocukların sayısı rivâyetlerde yediye çıkmaktadır. İbn Hacer, kaynaklarını da vererek diğerlerini de tanıtır.

 

Biri, Firavun'un kızına berberlik yapan kadının oğludur. Firavun ateşe atacağı zaman bebek: "Anneciğim sabret, biz hak yoldayız"  demiştir.

Ashâb-ı Uhdûddan bir kadın ateşe atılacağı zaman, memede olan çocuk: "Anneciğim sabret, sen hak üzeresin" demiştir.

Hz.  Yahya'nın beşikte iken konuştuğu rivâyet edilmiştir.

Hz.  İbrahim de beşikte konuşmuştur.

Rasûlullah'ın o devirde Mübareku'l-Yemame adında bir çocuğun beşikte konuştuğu rivâyet edilmiştir. Hz.  Yusuf'un şahidi ihtilaflıdır.

 

Aynî, hadiste üç denmiş olmasını, Rasûlullah (s.a.s.)'ın "üç" dediği zaman, diğerlerinin henüz vahyen bildirilmemiş olabileceği ihtimaliyle açıklar. Çünkü, Rasûlullah (s.a.s.) gaybı  bilmezdi. Cenab-ı Hakk'ın bildirdiği kadarını bilirdi. Hz.  Yusuf'a şahidlik eden çocuk, Firavun'un ateşe atmak istediği kadının çocuğu ve Yahya (a.s.) da konuşma yaşından önce konuşan çocuklar arasında zikredilirler. Kurtubî "Bu üç çocuğun beşikte iken, diğerlerinin beşikten çıkmış, biraz daha büyümüş ama henüz çocuk yaşına basmamış halde konuşmalarıyla" te'vil ederek tearuzu giderir.

 

4- Hadiste, Cüreyc namazda konuşuyor gözükmektedir. Halbuki konuşmak namazı bozar. Alimler bu hususta şu açıklamayı yapar: Cüreyc'in zamanındaki şeriatte namazda konuşmak namazı bozmayabilir. Nitekim, İslam'ın bidâyetinde namazda huşu ile ilgili âyet gelmezden önce namazda konuşulabiliyor, hareket edilebiliyordu. Âyetten sonra bu yasaklanmıştır. Mamafih, Cüreyc'in konuşmasını, "içinden, kendi kendine konuşmuş olabilir" şeklinde yorumlayan da olmuştur. Cüreyc annesine cevapla, namaza devam şıklarından "devamı" tercih etmiş, ancak annesinin bedduasına mazhar olmuş ve bu dua indallah kabul görmüştür. Birkısım alimler, hadisten böyle bir durumda anneye cevap vermek gerektiğini istidlal etmişlerdir. "Kıldığı namazı nafile idi, anneye cevabı ise vacibtir" demişlerdir. Rasûlullah (s.a.s.)' ın "Eğer Cüreyc alim olsaydı, annesinin çağırmasına cevap vermenin namazdan evla olacağını bilirdi"  dediği de rivâyet edilmiştir.

 

Nevevî şöyle der: "Annesinin duası kabul edilmiştir. Çünkü, Cüreyc' in namazı kısa tutup annesine cevap vermesi mümkündü. Ancak o, annesinin manastırı terkedip, dünyaya ve dünyaya ait işlere dönmesini talep edeceğinden korkarak cevap vermedi."

 

5- Hadisten Elde Edilen Bazı Faydalar:

Hadiste anne ve baba hukukunun büyüklüğü, çocuk mazur bile olsa anne ve babanın çocuğa yapacağı bedduanın makbul olacağı ders verilmektedir.

 

Terbiyecilerin, terbiye ettiklerine karşı rıfk ile muameleleri esastır: Annesi Cüreyc'e daha ağır bedduada bulunabilirdi: Ölmesi, fuhşa düşmesi gibi... Bunları talep etmiyor: "Fâhişe yüzünü görmeden ölme!"  şeklinde dileniyor.

 

Allah'a karşı sıdk içinde olana fitne zarar vermez.

 

Cüreyc kuvvetli bir yakine, sıhhatli bir ümide sahiptir. Nitekim, talebi üzerine, olmayacak şey vukua geliyor: Beşikteki çocuk konuşuyor.

 

İki iş teâruz ederse, daha mühim olana  öncelik verilmelidir.

 

Veliler kerâmet gösterirler. Bu, talep ve ihtiyarlarıyla da olabilir.

 

Nefsinde kuvvet gören, ibâdetin meşakkatlisini tercih edebilir.

 

Fuhşiyat işleyenin hurmeti kalmaz.

 

Hadisin bazı vecihlerinde “beytu’z-zevânî” (zinâ evleri) tabiri geçmektedir. Bu tabir, İsrailoğullarında fuhuş evlerinin mevcudiyetini ve onların zillete düşüşlerinin bir sebebini gösterir.

 

Abdest ve namaz önceki ümmetlerde  de mevcuttur (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/240-242).

 

 

 

 

d) Mağara Ashâbının Kıssası

 

İbn  Ömer (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Sizden önce yaşayanlardan üç kişi yola çıktılar. (Akşam olunca) geceleme ihtiyacı onları bir mağaraya sığındırdı ve içine girdiler. Dağdan (kayan) bir taş yuvarlanıp, mağaranın ağzını üzerlerine kapadı. Aralarında: "Sizi bu kayadan, sâlih amellerinizi şefaatçi kılarak Allah'a yapacağınız dualar kurtarabilir!" dediler. Bunun üzerine birincisi şöyle dedi:

 

"Benim yaşlı, ihtiyar iki ebeveynim vardı. Ben onları çok kollar, akşam olunca onlardan önce ne ailemden ne de hayvanlarımdan hiçbirine yedirip içirmezdim. Bir gün ağaç arama işi beni uzaklara  attı. Eve döndüğümde ikisi de uyumuştu. Onlar için sütlerini sağdım. Hâlâ uyumakta idiler. Onlardan önce aileme ve hayvanlarıma yiyecek vermeyi uygun bulmadım, onları uyandırmaya da kıyamadım. Geciktiğim için çocuklar ayaklarımın arasında kıvranıyorlardı. Ben ise süt kapları elimde, onların uyanmalarını bekliyordum.  Derken şafak söktü: "Ey Allahım! Bunu senin rızân için yaptığımı biliyorsan, bizim yolumuzu kapayan şu taştan bizi kurtar!" Taş bir miktar açıldı. Ama çıkacakları kadar değildi.

 

İkinci şahıs şöyle dedi: "Ey Allahım! Benim bir amca kızım vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ondan kâm  almak istedim. Ama  bana yüz vermedi. Fakat gün geldi kıtlığa uğradı, bana başvurmak zorunda kaldı. Ona, kendisini bana teslim etmesi mukabilinde yüz yirmi dinar verdim; kabul etti. Arzuma nail olacağım sırada: "Allah'ın mührünü, gayr-ı meşru olarak bozman sana haramdır!"  dedi. Ben de ona temasta bulunmaktan kaçındım ve insanlar arasında en çok sevdiğim kimse olduğu halde onu bıraktım, verdiğim altınları da terkettim. Ey Allahım, eğer bunları senin rızâyı şerifin için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar." Kaya biraz daha açıldı. Ancak onlar çıkabilecek kadar açılmadı.

 

Üçüncü şahıs dedi ki: "Ey Allahım, ben işçiler çalıştırıyordum. Ücretlerini de derhal veriyordum. Ancak bir tanesi [bir farak pirinçten ibaret olan] ücretini almadan gitti. Ben de onun parasını onun adına işletip kâr ettirdim. Öyle ki çok malı oldu. Derken (yıllar sonra) çıkageldi ve: "Ey Abdullah! Bana olan borcunu öde!" dedi. Ben de: "Bütün şu gördüğün sığır, davar, deve, köleler senindir. Git bunları al götür!" dedim. Adam: "Ey Abdullah, benimle alay etme!" dedi. Ben tekrar: "Ben kesinlikle seninle alay etmiyorum. Git hepsini al götür!" diye tekrar ettim. Adam hepsini aldı götürdü. "Ey Allahım, eğer bunu senin rızân için yaptıysam, bize şu halden kurtuluş nasip et!" dedi. Kaya açıldı, çıkıp yollarına devam ettiler." (Buhârî, Enbiyâ 50, Büyû’ 98, İcâre 12, Hars 13, Edeb 5; Müslim, Zikr 100, hadis no: 2743; Ebû  Dâvud, Büyû' 29, hadis no: 3387; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/244-245)

 

Açıklama:

1- Hadisin bazı vecihlerinde, bu üç yolcu, yaya giderken yağmura tutulurlar ve bu sebeple mağaraya iltica ederler. Sadedinde olduğumuz veçhinde, gece sebebiyle mağaraya  girdikleri ifade edilmektedir. İkisinin birleşmesi mümkündür, akşam vakti yağmura tutulmuş olabilirler.

 

2- Hikâyede, İslam'ın ahlak-ı hasenesinden üç ahlakın Allah indinde makbuliyeti ifade edilmektedir.

 

3) Anne-babaya hürmet, onların hukukuna riâyet.

 

4) Allah rızâsı için insanların iffetlerine riâyet.

 

5) Başkasının hakkına riâyet... Başkasının maddî menfaatini kendi  menfaati derecesinde gözetmek, hileye yer vermemek. Bu amelleri makbul kılan husus da, bunların ihlasla yani Allah rızâsı için yapılmış olmasıdır. Dolayısiyle, hadis, amelde ihlasın ehemmiyetine, tebliğde müstesna bir yer vermektedir.

 

6- Sadedinde olduğumuz rivâyette ücretin miktarı kaydedilmiyor. Fakat, bazı rivâyetlerde bu bir farak pirinç olarak belirtilmiştir. Hatta bir başka rivâyette yer alan açıklayıcı bir ziyade, hem miktar hususunda, hem de işçilerden birinin ücretini almayış sebebi hususunda bize bilgi sunmaktadır: "Ben bir grup insan tuttum,  her birine yarım dirhem yevmiye verecektim. İşleri bitince herkese ücretini verdim. Biri: "Vallahi ben iki kişilik iş yaptım, bana bir dirhem vermezsen ücretini almayacağım"  dedi ve almadan çekip gitti. İşte ben bu yarım dirhemi nemalandırdım."

 

Bir farak pirincin, o günün piyasasında yarım  dirhem değerinde olabileceğini belirttikten sonra, nemalandırılmaya tabi tutularak koyun, deve, sığır sürülerine ulaşılan bu taban sermayenin, günümüzdeki karşılığını bulmaya çalışırsak şu sonuca varırız: Bir farak, üç sa' miktarında bir ölçektir. Bir sa' ise 2,120 ile 2,650 litre arasında değişen bir hacim miktarı. Öyle ise bir farak 6,360 ile 7,950 litre arasında değişen bir ölçek olmaktadır. Daha yuvarlak hesapla 6,5 litre ile 8 litre arasında bir hacim tutmaktadır. Bir litre pirincin 888 gram kadar olduğu (şahsî tartımızda bir litre pirinç 888 gram geldi) gözönüne alınırsa, mezkur yarım dirhemlik pirincin yaklaşık 6 veya 7 kilo civarında olduğu anlaşılır.

 

Bazı rivâyetlerde işçiye on bin  dirhemlik para ödediği, yani verdiği deve, koyun, sığır vesairelerin bu değere ulaştığı belirtilmiştir. Hadisin muhtelif vecihleri gözönüne alınınca, mezkur zatın, işçisinin parasını önce ziraatle, sonra hayvancılık vs. ile nemalandırdığı anlatılmaktadır: Ekmiş, satmış satınalmış, doğurtmuş vs. Yani ticaret ve istihsal çeşitlerinden pek çoğuna başvurmuştur.

 

4- Hadis, sıkıntılı ve belalı anlarda sâlih amelleri zikrederek Allah'a iltica  ve duanın müstehab olduğunu ifade eder. Bazı fakihler, yağmur namazında da aynı tarzda dua etmenin müstehab olduğuna hükmetmiştir.

 

5- Hadiste dikkat çeken bir edeb, üç şahıstan hiçbiri, zikrettiği amelin sâlih olduğu hususunda cezmetmemesidir. Her biri "bu amelim rızâna uygunsa", "senin rızân için idiyse.." gibi amelin değerlendirilmesini meşiet-i İlahiyeye bırakan ihtiyatî ifadelere yer vermişlerdir. Hatta birinci konuşan zatın sarfettiği; "Ey Allahım, bunu senin rızân için yaptığımı biliyorsun..." şeklindeki -itikad açısından- mahzurlu ifadenin de bu endişeye baktığı belirtilmiştir. Yani o sözün sahibi, ameli hususunda mütereddittir; bu ameli Allah katında makbul mü, değil mi? Şöyle demek istemiştir: "Eğer bu amelim makbulse şu duamı kabul buyur."

 

5- Hadis, günahı bir noktada terketmenin, o noktaya kadar olan evveliyatını affettireceğini  de ifade eder; Amcasının kızına, son anda teması terketmesi, o ana kadarki günahlarını affettirdi ki, bu "terk"le yaptığı dua makbul oldu.

 

6- Tevbenin makbul olması halinde, geçmişi affettireceği de hadiste ifade edilmektedir.

 

7- İşçi ve patron tarafından bilinen belli bir miktar yiyecek mukabili ücretli tutmak câizdir.

 

8- Sâlih kimselerin keramete mazhar olması haktır.

 

9- Emaneti  edada büyük fazilet vardır.

 

10- Fakihler, hadiste fuzuli şahsın bey'inde cevaz bulmuşlardır.

 

11- Bazı alimler, "Emaneti taşıyan (müstevde') emanet malla ticaret yaparsa, kâr mal sahibine aittir" demiştir. Çoğunluk bu konuda başka görüşler ileri sürmüştür. "Mal, emaneti taşıyanın zimmetinde olduğu takdirde, izinsiz tasarrufta bulunsa, malın zimmeti üzerindedir, ticaret yaptığı takdirde kâr kendinin olur." Ebû  Hanife "Kâr onun, ancak tasadduk eder" demiştir. Başka görüşler de var.

 

12- Geçmiş milletlerde cereyan eden hadiseler, dinleyenlerin ibret almaları için anlatılabilir (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/245-247).

 

 

e) Kifl Kıssası

 

İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Sizden önce yaşayanlar arasında Kifl adında biri vardı. Bildiğinden hiç şaşmazdı. İhtiyaç içinde olduğunu bildiği bir kadına gelerek, altmış dinar verdi. Kadından kâm almak üzere teşebbüse geçince kadın, titredi ve ağladı. "Niye ağlıyorsun?" diye sorunca, kadın: "Bu benim hiç yapmadığım (haram) bir amel. Bu günaha beni râzı eden de fakrımdır!" dedi. Adam da: "Yani sen şimdi Allah korkusuyla mı ağlıyorsun? Öyleyse, Allah'tan korkmaya ben senden daha lâyığım! Haydi git, verdiğim para da senin olsun. Vallahi ben bundan böyle Allah'a hiç âsi olmayacağım!" dedi. Adam o gece öldü. Sabah, kapısında şu yazılı idi: "Allah Kifl'i mağfiret etti!" Halk bu duruma şaşırdı kaldı. Allah o devrin peygamberine Kifl'in durumunu vahyen bildirinceye kadar şaşkınlık devam etti." (Tirmizî, Kıyamet 49, (2498).] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/248)

 

 

f) Âd Kavmini Helâk Eden Rüzgârın Kıssası

 

Ebû Vail, Rebîa kabilesinden el-Haris İbn Yezid el-Bekrî adında bir adamdan naklen anlatıyor:

 

"Medine'ye gelmiştim, Rasûlullah (s.a.s.)'ın yanına gittim. Mescid, cemaatle dolu idi. Orada dalgalanan siyah bayraklar vardı. Hz.  Bilal (r.a.) kılıcını kuşanmış, Rasûlullah (s.a.s.)'ın yanında duruyordu. Ben: "Bu insanların derdi ne, (ne oluyor)?" diye sordum." Rasûlullah (s.a.s.) Amr İbn u'l-As'ı, Rebîa'ya doğru göndermek istiyor, (onun hazırlığı var)!" dediler. Ben: "Âd elçisi gibi olmaktan Allah'a sığınırım" dedim. Rasûlullah (s.a.s.): "Âd elçisi de nedir?" buyurdular. Ben:

 

"Bunu çok iyi bilen kimseye düştünüz. Âd (kavmi) kıtlığa uğrayınca Kayl'ı kendileri için su aramaya gönderdi. Kayl da, Bekr İbn Muaviye'ye uğradı. O, buna şarap içirdi ve Mekke'de o sıralarda seslerinin ve tegannisinin güzelliğiyle meşhur Cerade isminde iki câriye de şarkılar söyledi. [Bu suretle bir ay kadar kaldıktan sonra], Mühre (İbn Haydân kabilesinin) dağına müteveccihen oradan ayrıldı. Dedi ki:

 

"Ey Allahım! Ben  sana ne  tedavi edeceğim bir hasta, ne de fidyesini ödeyeceğim bir esir için gelmedim. Sen kulunu, sulayıcı olduğun müddetçe sula. Onunla birlikte Bekr İbn Muaviye'yi de sula. -Böylece kendisine içirdiği şarap için ona teşekür eder.- Bunun üzerine onun için üç parça bulut yükseltildi. Biri kızıl, biri beyaz, biri de siyah. Ona: "Bunlardan birini seç!" denildi. O, bunlardan siyah olanını seçti. Ona: "Âd kavminden tek kişiyi bırakmayıp helak edecek bu bulutu toz duman olarak al!" denildi."

 

Bunu söyleyince (s.a.s.): "(Onlara) sadece şu -yüzük halkası- miktarında rüzgâr gönderildi"  buyurdular ve arkasından şu mealdeki âyet-i kerimeyi tilâvet ettiler: "Âd (kavminin helak edilmesinde) de (ibret vardır). Hani onların üzerine o kısır rüzgârı göndermiştik. Öyle bir rüzgâr ki, her uğradığı şeyi (yerinde) bırakmıyor, mutlaka onu kül gibi savuruyordu" (51/Zâriyât,  41-42). (Tirmizî, Tefsiru Zâriyat, hadis no: 3269, 3270; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/249-250)

 

Açıklama:

Ebû Bekr İbn u'l-Arabi'nin hadisten çıkardığı bazı tesbitleri kısmen özetleyerek sunuyoruz:

 

1) Eski milletlerle ilgili haberler, dini ilgilendirmediği  takdirde, Rasûlullah (s.a.s.) dışınaki kimselerden de dinlenebilir, bu câizdir.

 

2) Bu hadisin aslı uzun ise de, Tirmizî kısaltarak almıştır. Aslına göre Rasûlullah'a Ad elçisinin hikâyesini anlatan el-Haris İbn Yezid el-Bekrî, Medine'ye, Rasûlullah (s.a.s.)'dan memleketindeki birkısım arazinin tasarruf yetkisini talep etmek üzere gelmiş birisi idi. Rasûlullah'ın yanında, aynı şeyi talep eden Temimli bir yaşlı kadın görünce: "Ey Allah'ın Resulü! Ben, Âd kavminin elçisi Kayl İbn Anz gibi olmaktan Allah'a sığınırım!" der. Bunu nüzerine Rasûlullah (s.a.s.): "Sen onların kıssasını biliyor musun?" diye sorar: Haris İbn Yezid: "Evet!" der ve anlatır: "Biz, onların memleketine iyiliklerini talep etmek üzere gelenlerdeniz. Atalarımız bize onlarla ilgili haberler anlattılar. Bu haberleri küçükler büyüklerden öğrenip yeni gelenlere anlatırlar!" der. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine hadiste geçtiği üzere sorusunu sorar ve diğeri anlatır.

 

3) İslam, tevatür bulduğu takdirde, kâfirin haberini kabul eder, bu hadiste onun delili var.

 

4) Âd kavminin su talebi için elçi göndermelerinin meşru bir aslı mevcuttur. Nitekim bütün şeriatlerde buna rastlanır. Bizde de araziye çıkıp yağmur duasında bulunmak sünnettir.

 

5) O sıralarda Mekke'de Amalika kavmi vardı. Bunlar Bekr İbn Muaviye kabilesine konakladılar. -Muaviye İbn Bekr İbn i Şübeym kabilesi de denmiştir.- Ama burada eğlenceye yöneldiler. Bekr'in meşhur iki çalgıcı câriyesi Ceradeler, Âd ve Semud için onlara şarkılar söylediler. Şiirlerinde, ne maksadla geldilerse onun yerine getirilmesini talep  etmeyi teşvik eden sözler vardı. Bu şiiri, Muğribe İbn Bekr, Âd kavmine helakın gelmesinden korktuğu için yazmıştı. Çünkü Âd onun dayıları idi. Muğribe İbn Bekr, bu şiirin okunmasını o iki câriyeye söyledi. Kendisi okumaktan kaçındı. Ta ki, misafirlerinin aklına onları ağırlamaktan bıkkınlık geldi diye bir vehim gelmesin. Şiir üzerine elçiler, gafletlerinden uyandılar ve su talebinde bulundular.

 

6) Yüzük halkası gibi rüzgârın gönderilmesi rüzgârın da Allah'ın diğer mahlukatı gibi bir mahluku olduğunu, büyük bir cisim olduğunu, bu cismi, Allah'ın kudret-i şerifi ile dilediği gibi tasarruf ve tahrik ettiğini, rastladığı şeyi Allah'ın onda yarattığı şiddet nisbetinde itip sarstığını, bunun sonucu olarak alt-üst olmaların, dağılıp toz olmaların, daha da öte, yok olmaların meydana geldiğini gösterir.

 

7)  Âyette geçen akim (kısır) rüzgâr, yağmur getirmeyen ve bitkileri ilkah etmeyen (döllendirmeyen) rüzgâr demektir.

 

8) Akim rüzgâr, rîhu'ddebur da denen garb yani batı rüzgârıdır. Doğu rüzgârı da denen sabâ rüzgârının zıddıdır. Rasûlullah (s.a.s.): "Sabâ rüzgârı ile yardıma mazhar oldum. Debur rüzgârı ile de Âd kavmi helak edildi" buyurmuştur. Kezâ: "Sabâ rüzgârı bana yardım etti, ama o, benden öncekilere azab olmuştu" buyurmuştur.

 

9) İbn u'l-Arabî, son olarak bu hâdisenin çarşamba günü cereyan ettiğini, bu yüzden  halkın çarşamba gününü uğursuz addettiklerini belirtir ve bu inancın hiçbir esasa dayanmayan bâtıl tahayyülât olduğunu söyler (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/250-252).

 

 

g) Kel, Ala Tenli ve Âmânın Kıssası

 

Ebû  Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Benî İsrail'den üç kişi vardı: Biri alatenli, biri kel, biri de âmâ. Allah bunları imtihan etmek istedi. Bu maksadla onlara (insan suretinde) bir melek gönderdi. Melek önce alatenliye geldi. Ve: "En çok neyi seversin?" dedi. Adam: "Güzel bir renk, güzel bir cild, insanları benden tiksindiren halin gitmesini!" dedi. Melek onu meshetti. Derken çirkinliği gitti, güzel bir renk, güzel bir cild sahibi oldu. Melek ona tekrar sordu: "Hangi mala kavuşmayı seversin?" "Deveye!" dedi, adam. Anında ona on aylık hâmile bir deve verildi. Melek: "Allah bunları sana mübârek kılsın!" deyip (kayboldu) ve kelin yanına geldi.

 

"En ziyade istediğin şey nedir?" dedi. Adam: "Güzel bir saç ve halkı ikrah ettiren şu halin benden gitmesi" dedi. Melek, keli elleriyle meshetti, adamın keli gitti. Kendisine güzel bir saç verildi. Melek tekrar: "En çok hangi malı seversin?" diye sordu. Adam: "Sığırı!" dedi. Hemen kendisine hamile bir inek verildi. Melek: "Allah bu sığırı sana mübarek kılsın!" diye dua etti ve âmânın yanına gitti.

 

Ona da: "En çok neyi seversin?" diye sordu. Adam: "Allah'ın bana gözümü vermesini ve insanları görmeyi!" dedi. Melek onu meshetti ve Allah da gözlerini anında iade etti. Melek ona da: "En çok hangi malı seversin?" diye sordu. Adam: "Koyun!" dedi. Derhal doğurgan bir koyun verildi."

 

Derken sığır ve deve yavruladılar, koyun da kuzuladı. Çok geçmeden birinin bir vadi dolusu develeri, diğerinin bir vadi dolusu sığırları, öbürünün de bir vadi dolusu koyunları oldu. Sonra melek, alatenliye, onun eski hali ve heyetine bürünmüş olarak geldi ve: "Ben fakir bir kimseyim, yola devam imkânlarım kesildi. Şu anda Allah ve senden başka bana yardım edecek kimse yok! Sana şu güzel rengi, şu güzel cildi ve şu malı veren Allah aşkına bana bir deve vermeni talep ediyorum! Ta ki onunla yoluma devam edebileyim!" dedi. Adam:

 

"(Olmaz öyle şey, onda nicelerinin) hakları var!" dedi ve yardım talebini reddetti. Melek de: "Sanki seni tanıyor gibiyim! Sen alatenli, herkesin ikrah ettiği, fakir birisi değil miydin? Allah sana (sıhhat ve mal) verdi" dedi. Ama adam: "(Çok konuştun!) Ben bu malı büyüklerimden tevarüs ettim!" diyerek onu tersledi. Melek de: "Eğer yalancı isen Allah seni eski haline çevirsin!" dedi ve onu bırakarak kel'in yanına geldi. Buna da onun eski halinde kel birisi olarak göründü. Ona da öbürüne  söylediklerini söyleyerek yardım talep etti. Bu da önceki gibi talebi reddetti. Melek buna da:"Eğer yalancıysan Allah seni eski haline çevirsin!" deyip, âmâya  uğradı.

 

Buna da onun eski hali heyeti üzere (yani bir âmâ olarak) göründü. Buna da: "Ben fakir bir adamım, yolcuyum, yola devam etme imkânı kalmadı. Bugün, evvel Allah sonra senden başka bana yardım edecek yok! Sana gözünü iade eden Allah aşkına senden bir koyun istiyorum; ta ki yolculuğuma devam edebileyim!" dedi. Âmâ cevaben: "Ben de âmâ idim. Allah gözümü iade etti, fakirdim (mal verip) zengin etti. İstediğini al, istediğini bırak! Vallahi, bugün Allah adına her ne alırsan, sana zorluk çıkarmayacağım!" dedi. Melek de: "Malın hep senin olsun! Sizler imtihan olundunuz. Senden memnun kalındı ama diğer iki arkadaşına gadap edildi" dedi (ve gözden kayboldu)." (Buhârî, Enbiyâ 50; Müslim, Zühd 10, hadis no: 2964; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/253-255)

 

Açıklama:

1- Hadiste, üç farklı arâzın, insan mizacında hasıl ettiği haleti görmekteyiz. Âmâ yumuşak kalpli ve cömert, kel ve ala tenlibencil ve merhametsiz. Kirmânî, bu durumdan şöyle bir netice çıkarır: "Âmânın mizacı, diğer iki arkadaşına rağmen daha sıhhatlidir. Çünkü alatenlilik, mizacın fesadından ve tabiatın bozulmasından husül bulan bir hastalıktır. Kel hastalığı da öyle. Âmâlık ise bunlardan ayrıdır; bu, mizaçtaki bozulmanın bir neticesi değildir. Çoğu kere haricî bir sebepten meydana gelir. Bu sebeple âmânın tabiatı güzel, diğerlerininki kötü olmuştur." (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/255)

 

2- Hadisten Çıkarılan Bazı Faydalar:

 

Dinleyenin ibret alması için, geçmişte vukua gelmiş olan hâdisatın zikri câizdir. Bu onlar hakkında gıybet  sayılmaz. Onların ismen zikredilmeyişindeki sır da burada yatmalıdır. Hatta bilahare bunların başına neler geldi, o da açıklanmamıştır. Ancak meleğin söylediği eski duruma döndükleri anlaşılmaktadır.

 

Hadiste nimete karşı nankörlükten tahzir (sakındırma), şükre teşvik ve nimeti itiraf etmeye ve Allah'a hamdetmeye teşvik var.

 

Sadakanın fazileti gösterilmekte, zayıflara merhametli olmaya, ihtiyaçlarını görmeye davet edilmektedir.

 

Cimrilikten zecr edilmektedir. Çünkü cimrilik, sahibini yalana ve Allah'ın nimetini inkâra sevketmiştir (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/256).

 

 

h) Bin Dinar Borç Alanın Kıssası

 

Ebû  Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) Benî İsrail'den bin dinar borç para isteyen bir kimseden bahsetti. Benî İsrail'den borç talep ettiği kimse: "Bana şahidlerini getir, onların huzurunda vereyim, şahid olsunlar!" dedi. İsteyen ise: "Şahid olarak Allah yeter!" dedi. Öbürü: "Öyleyse buna kefil getir" dedi. Berikisi "Kefil olarak Allah yeter" dedi. Öbürü:

 

"Doğru söyledin!" dedi ve belli bir vâde ile parayı ona verdi. Adam deniz yolculuğuna çıktı ve ihtiyacını gördü. Sonra borcunu vâdesi içinde ödemek maksadıyla geri dönmek üzere bir gemi aradı, ama bulamadı. Bunun üzerine bir odun parçası alıp içini oydu. Bin dinarı sahibine hitabeden bir mektupla birlikte oyuğa yerleştirdi. Sonra oyuğun ağzını kapayıp düzledi. Sonra da denize getirip: "Ey Allahım, biliyorsun ki, ben falandan bin dinar borç almıştım. Benden şahid istediğinde ben: "Şahid olarak Allah yeter!" demiştim. O  da şahid olarak sana râzı oldu. Benden kefil isteyince de: "Kefil olarak Allah yeter!" demiştim. O da kefil olarak sana râzı olmuştu. Ben ise şimdi, bir gemi bulmak için gayret ettim, ama bulamadım. Şimdi onu sana emanet ediyorum!" dedi ve odun parçasını denize attı  ve odun denize gömüldü.

 

Sonra oradan ayrılıp, kendini memleketine götürecek bir gemi aramaya başladı. Borç veren kimse de, parasını getirecek gemiyi  beklemeye başladı. Gemi yoktu ama, içinde parası bulunan odun parçasını buldu. Onu ailesine odun yapmak üzere aldı. (Testere ile) parçalayınca parayı ve mektubu buldu. Bir müddet sonra borç alan kimse geldi. Bin dinarla adama uğradı ve: "Malını getirmek için aralıksız gemi aradım. Ancak beni getirenden daha önce gelen bir gemi bulamadım" dedi. Alacaklı: "Sen bana bir şeyler göndermiş miydin?" diye sordu. Öbürü: "Ben sana, daha önce bir gemi bulamadığımı söyledim" dedi. Alacaklı: "Allah Teâlâ, senin odun parçası içerisinde gönderdiğin parayı sana bedel ödedi. Bin dinarına kavuşmuş olarak dön" dedi." (Buhârî, Kefalet 1, (muallak olarak); Büyû’ 10 (muallak ve mevsul olarak), İsti'zan 25 (muallak olarak); İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/257-258)

 

Açıklama:

Hadisten ulemâ şu faydalar çıkarmıştır:

Borçta vâde câizdir

Borçta vâdeye uymak vacibtir. Ancak: "Bu bir vecibe değil, maruf ve hoş olan prensiptir" diyen de olmuştur.

Benî İsrail'de ve başkalarında cereyan eden vak'aları ibret ve amel için anlatmanın cevazı vardır.

Deniz ticareti ve gemiye binmek câizdir.

Borç vermelerde şahid ve kefil istemek câizdir.

Borç alıpverme işlerinde Allah'a tevekkülün fazileti var. Kim hakiki tevekkülde bulunursa, Allah onun ödemesini tekeffül etmekte; yardımını, nusretini eksik bırakmamaktadır.

Rasûlullah (s.a.s.) bu kıssayı, mefhumu ile amel etmek için anlatmıştır. Aksi halde anlatmasında bir mana kalmazdı (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları,  14/258).

 

 

i) Hadislerdeki Bazı Müteferrik Kıssalar

 

Hz.  Selman (r.a.) dedi ki: "Hz.  İsa ile Hz.  Muhammed aleyhimessalatu vesselam arasındaki fetret altı yüz senedir." (Buharî, Menakıbu'l-Ensar 53; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/259)

 

Açıklama: Hadiste geçen fetretten murad, Allah tarafından bir peygamberin gönderilmediği müddettir. Selman'ın verdiği bu rakam  hususunda bazı ihtilaflar  var: Katâde'ye göre bu müddet 560 senedir. Kelbî'den, 540 olduğu rivâyet edilmiştir. 400  sene diyen de olmuştur (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/259).

 

Ebû  Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki:

"Tübba' mel'un mudur bilemiyorum. Keza Üzeyr, peygamber midir onu da bilemiyorum." (Ebû Dâvud, Sünnet 14, hadis no: 4674; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/259)

 

Açıklama:

Tübba' Himyerli bir  kraldır, büyük orduları olmuştur. Tübba' denilmesi tebaiyetinin çokluğundandır. Kur'an-ı Kerim'de iki yerde ondan  bahsedilir. Duhan 37 ve Kaf 14. âyetler... Rasûlullah, Tübba' hakkında, vahye mazhar olmazdan önce böyle söylemiştir. Ancak,  daha sonra "Tübba'a sövmeyin, çünkü o Müslüman olmuştur" diyecektir. Rasûlullah'tan gelen bazı hadislerde, "Tübba' lain mi; Zülkarneyn peygamber mi; hudud cezası, sahibini günahtan temizler mi bilemediğini" ifade etmiştir. Ancak bazı rivâyetlerde, Cenab-ı Hakk'ın, peygamberine "hududun kefaret olduğunu, Tübba'ın Müslüman olduğunu"  bildirdiği belirtilmiştir (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/259-260).

 

 

 

Kıssacılık ve Kıssacılar

 

Kıssacılık Ne Zaman Başladı? Halkın terbiyesine katkıda bulunarak dinî duygularını geliştirmek maksadıyla geçmiş milletlerin Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen hikâyelerini anlatıp şerheden vâizlere kas (kaas) veya kassâs (çoğulu kussâs) denmektedir.

 

Rasûl-i Ekrem’in “Ancak emîr, memur veya hilekâr olanlar kıssa anlatabilir.” (İbn Mâce, Edeb 40) hadisi, her önüne gelenin kıssacılık yapamayacağını ve bu işin son derece mes’ûliyetli olduğunu ifâde etmektedir. Hz. Peygamber’in kıssa söyleyip söylemediği Enes bin Mâlik’e sorulmuş, o da “Hz. Peygamber kıssa anlatmazdı” diye cevap vermiştir (Süyûtî, Tahzîru’l-Havâs, vr. 22a). Abdullah bin Ömer’in “Kıssacılık ne Hz. Peygamber zamanında, ne de Ebû Bekir ve Ömer devirlerinde vardı” (İbn Mâce, Edeb 40) demesi de, İslâm’ın ilk devirlerinde kıssacılığın henüz başlamadığını göstermektedir. Yalnız, Hz. Ömer devrinde (h. 13-23/m. 634-643) kıssacılık kapısının zorlanmaya başladığına dâir rivâyetler bulunmaktadır. Ashabdan Temîm ed-Dârî’nin bu mevzûdaki çeşitli müracaatlarını Hz. Ömer reddetmiş ve hatta bir defasında elini boğazına götürüp kesiyormuş gibi yaparak kıssacılığın çok tehlikeli bir meslek olduğunu anlatmak istemiştir (Ali el-Kari, Mevzûât, s. 15). Yine Hz. Ömer, aynı maksatla kendine müracaat eden Hâris bin Muâviye’ye “kıssacının zamanla gurura kapılarak kendini halktan üstün görmeye başlayabileceğini” söyler (Ali el-Kari, Mevzûât, s. 15). Müracaatları ile Hz. Ömer’i bîzâr eden Temîm ed-Dârî’nin sadece cuma günleri “Kur’an okuyarak halka hayrı emredip şerden nehyetmek şartıyla” izin koparabildiği rivâyet edilmektedir.

 

Diğer taraftan Hasan el-Basrî, kıssacılığın bid’at olduğunu söylerken, İbn Sîrîn de bu bid’atı Hâricîlerin ihdâs ettiğini ifâde etmektedir. Ayrıca fitnenin zuhurundan sonra kıssacığılı Muâviye’nin ihdâs ettiği de söylenmektedir.

 

Kıssacığın başlangıcı hakkındaki bu değişik rivâyetler, aynı zamanda bu mesleğe ashâb ve tâbiîn büyüklerinin itibar etmediklerini ve bu hususta onların çok titiz davrandıklarını da belirtmektedir. Medinelilerin kıssacısı olarak bilinen İbn Ebi’s-Sâib’e (II/VII. asır) halkı Kur’ân-ı Kerim’den usandırmamak için yalnız cuma günleri ve mahdut sayıda kıssa anlatmasını tavsiye eden Hz. Âişe’nin endişesi meydandadır (Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI/217).

 

Bu rivâyetler bize göstermektedir ki, kıssacılık İslâm âlimlerince hüsn-i kabul görmemekle beraber, ilk asırlarda kıssacıların işlediği mevzûlar muayyen idi. Daha sonraları bu belli ölçüler aşılarak, kıssacılık mesleğine küçüklük ve çirkinlik kazandıracak olan ölçüsüz hikâyecilik yoluna girilmiştir.

 

Kıssacıların Belli Başlı Özellikleri: Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker vazifesini îfâ etmek ve İslâm büyüklerinin müsaadeleriyle İslâmî esaslar dâhilinde halka nasihat eden iyi niyetli kıssacılar istisnâ bırakılarak, dinî bakımdan herhangi bir endişe duymaksızın kıssacılığı istismar eden pervâsız hikâyecilerin durumları bizi ilgilendirmektedir. Genellikle kıssacılar, İslâmî ilimlerden, özellikle hadis ve rivâyet inceliklerinden haberi olmayan câhil kimselerdir. Zaten bu durumları sebebiyledir ki, hadis âlimleri tarafından daha ilk anda yakalanmış ve teşhir edilmişlerdir. İslâm ruhuna vâkıf olamayışları yüzünden de Kur’ân-ı Kerim’e ters haberler rivâyet etmişlerdir. Suyûtî’nin karşılaştığı böyle bir vâizin (kıssacının) sözleri, onların ilmî hüviyetlerini göstermesi bakımından enteresandır. Suyûtî diyor ki: “Kur’ân-ı Kerim’e tamamen muhâlif haber-i vâhidler rivâyet ederek vaaz eden bir şahsa nasihat yollu dedim ki; ‘kardeşim, en iyisi bunları ne sen söyle, ne de biz kabul edelim.’ Bana kızarak: ‘o zaman râvîleri tekzib etmiş olmaz mıyız?’ diye çıkıştı. Ben de: ‘Ey miskîn, dedim; bunları kabul ettiğimiz zaman Kur’ân-ı Kerîm’i, reddettiğimizde ise râvîleri tekzîb etmiş oluruz; hangisi daha doğrudur? Sonra bunların doğru rivâyet edildiğini nereden biliyorsun?!”…” (Tahzîru’l-Eykaz, 56b)

 

Kıssacıların en belirli özellikleri mübâlağacı oluşlarıdır. Onların en sâdık müşterileri, zihnî ve fikrî durumlarını çok iyi bildikleri avâm tabakasıdır. Kıssacılar, normal bir aklın kabul edemeyeceği ölçüsüz masallar icat ederek bu müşterilerini memnun etme yolunu tutmuşlardır. Cennetin veya cehennemin tavsîfine girişince, Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde hiç temas edilmeyen konular uydurarak aşırı mübâlağa örnekleri vermişlerdir. Meselâ kıssacıların pek mübâlağalı uydurmalarından biri olan Hz. Âdem (a.s.) hakkındaki şu masal ne kadar gülünçtür: “Onun başı buluta (veya semâya) değiyordu. Bu sürtünme sebebiyle saçları dökülmüştü. Hz. Âdem, yeryüzüne indiği zaman, cennetten uzaklaştırılmasına o kadar ağladı ki, gözyaşları denize ulaştı ve bu gözyaşlarında gemiler yüzdü” (bk. İbn Kuteybe, Te’vîlu Muhtelifi’l-Hadîs, s. 281).

 

Mükâfat olarak dağıttıkları şeyleri de “sanki daha azını veya çoğunu vermek câiz değilmiş gibi” ekseriyâ yetmişer bin adet olarak tevzî etmişlerdir. Örnek verecek olursak; Mevzûât kitaplarında şu kabil uydurmalara pek sık rastlanır: “Allah Teâlâ sevdiği kimseye beyaz inciden yapılmış bir köşk ihsân eder; o köşkte yetmiş bin maksûre (saray) vardır; her maksûrede yetmiş bin kubbe vardır, her kubbede bin yatak vardır; her yatakta…” (bk. İbn Kuteybe, a.g.e., s. 280). Mükâfat olarak verilecek nimetlerin miktarı arttıkça, netice itibarıyla halkın hayreti de artıyor, hikâyecinin yanında daha çok kalıyor ve bunlara bağlı olarak kıssacıya verilecek bahşişlerin miktarı da çoğalıyordu.

 

Kıssacılar, aynı zamanda -ashâb devrindeki kıssacıların tersine- “Allah rızâsını hesaba katmayarak” ellerine geçecek birkaç kuruş veya ziftlenecekleri âdî dünyalık uğruna İslâm’ın temellerini dinamitlemekten çekinmeyecek kadar menfaatperest insanlardır. Akıl almaz masallarıyla kıssacılar, “esas gâyesi halkı memnun etmek, onların ceplerinden para sızdırmak olan efsâne üreticisi durumuna düştüler. Bu hedeflerine varmak için de onlar, alelâde halka yönelik hikâyelerin binlercesini uydurup Hz. Peygamber (s.a.s.)’e atfettiler ve onları dinleyicilerine anlattılar. Ahmed bin Hanbel ile Yahyâ bin Maîn’in karşılaştıkları kıssacının davranışı, onların menfaatçi yönleriyle birlikte ne derece utanmaz olduklarını göstermesi bakımından önemlidir. Bu iki meşhur hadisçi Bağdat’ta Rusâfe Mescidinde namaz kılarken bir kıssacı: “Haddesenâ Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn… şeklindeki bir isnâdla şu uydurma hadisi anlatmaya başlar: “Kim ‘lâ ilâhe illâllah’ derse, Allah Teâlâ bu sözün her kelimesinden, gagası altın, tüyleri mercan olan bir kuş yaratır…” Kıssacı bu hikâyeyi hayalinin genişliği oranında süsleyerek yazıyla kırk sayfa tutacak kadar uzatır. Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn, hayretler içinde kalarak adlarının karıştığı böyle bir hadisi rivâyet etmediklerini birbirine söylemek lüzumunu duyarlar. Şaşkınlıkları geçtikten sonra, Yahyâ bin Maîn dinleyicilerin verdiği bahşişleri toplamakta olan kıssacıyı yanlarına çağırır. Yeni bir dünyalık ümidiyle onların yanına gelen sözde vâize Yahyâ bin Maîn, “Bunu sana kim rivâyet etti?” diye sorar. O da Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn rivâyet etti” der. Yahyâ sözüne devamla, “Yahyâ bin Maîn benim, Ahmed bin Hanbel de bu yanımdaki kişidir; şayet mutlaka yalan söylemen icap ediyorsa, buna bizim adımızı karıştırma” diye azarlayınca, kıssacı şu cevabı verir: “Çoktan beri Yahyâ bin Maîn’in ahmağın biri olduğunu işitirdim. Bunun doğru olduğunu şimdi anladım. Yâhu dünyada sizden başka Yahyâ bin Maîn ve Ahmed bin Hanbel yok mu? Ben adları Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn olan on yedi kişiden hadis yazmışımdır!” Ahmed bin Hanbel koluyla yüzünü kapayarak, “bırak şunu gitsin!” demiş, kıssacı da onlarla alay eder bir tavırla oradan uzaklaşmıştır (İbnü’l-Cevzî, K. Mevzûât, 5a-b; Zehebî, Mîzân I/47; İbn Arâk, tenzîhu’ş-Şerîa, I/14).

 

Sahtekârlık ve riyâkârlık onların en belirli özelliklerindendir. Kıssacılığı çarşı-pazara kadar götüren dilenci hikâyeciler, uydurmalarına sahih hadis süsü verebilmek için birkaç tane de sağlam isnad ezberlemek ihtiyacını duymuşlar ve hilelerini bu sûretle gizlemek istemişlerdir.

 

İbnü’l-Cevzî, onların tipik hokkabazlıklarını şöyle anlatır: “Bunlar arasında, suratlarını her çeşit boyaya batıranlar ve bu sûretle kendilerini soluk benizli zâhidlermiş gibi gösterecek olan sarımsı bir ten kazananlar bulunmakta; diğerleri, istendiği an gözyaşı dökebilmek için tuzlar kullanmaktadır. Diğer bazıları kendilerini -zâten teâmüle aykırı olarak allı pullu kumaşlarla süslettikleri- kürsünün tepesinden aşağı atacak derecede gösteride ileri gitmekte; yahut da, dinleyicilerin alışık olduğu tarz dışında olarak, riyâkâr fıkralarını kuvvetli jestlerle nakletmekte, kürsüyü yumruklamakta, basamakları koşar adım inip çıkmakta, ayaklarından istimdâda başvurmaktadırlar… (İbnü’l-Cevzî, el-Kussâs ve’l-Müzekkirîn s. 93)    

 

Kıssacıların Halk ve Âlimler Karşısındaki Durumları: Halk tabakasının iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayıramayacak bir kapasitede bulunması, halk hikâyecisi denebilecek olan kıssacıların işine çok yarıyordu. Diğer bir deyişle kıssacıların mantık ölçülerini bir yana atarak alabildiğine saçma hikâyeler uydurmaları, halkın cehâleti sebebiyle mümkün olmuştur. Zira halk, “aklın kabul etmediği tuhaf hikâyeler anlatan veya kalbi rikkate getirip gözyaşları döktürebilen vâizleri dinlemekten hoşlanır” (İbn Kuteybe, Te’vîlu Muhtelifi’l-Hadîs, s. 279).

 

Bu saf ve câhil halk, muhakkak ki, kıssacıların her sözünü sonsuz bir itimatla kabule hazır bir derecede onlara bağlı idi. Şâir Külsüm bin Amr el-Attâbî (ö. 220/835), bir gün mescidde kendini dinlemek üzere etrafına toplanan cemaate şu sözleri hadis diye söylüyordu: “Dilini burnunun ucuna dokundurabilen kimse, cehenneme girmeyeceğinden emin olabilir.” Kıssacının istemesi üzerine hazır olan bütün cemaat cennetlik olup olmadıklarını denemeye girişmişlerdir.

 

Her devirde görüldüğü üzere “eğlenceli hikâye ve masalları sert hakikatlerden, kuru kanunlardan ve sahih hadislerden daha çok tasvip eden” halk, ciddî ve vakur âlimlere iltifat etmeyerek, kıssacıların etrafında toplanagelmiştir. Bunun sebebi, sadece kıssacıların çeşitli hilelerle kendilerini bir âlim olarak kabul ettirmeye çalışmaları değil; aynı zamanda halkın da zihnî yapıları itibarıyla onlardan hoşlanmalarıdır. Halkın kıssacılar tarafından söylenen her sözü, en ufak bir zihnî muhâkemeye tâbi tutmaksızın kabule âmâde olduklarını ifâde ettiği kadar, kıssacıların da din bakımdan hiçbir mülâhazaları olmadığını gösteren şu hal ne kadar düşündürücüdür: Mescid-i Hüseynî’de kendisini halkın çepeçevre kuşattığı bir vâiz, içinde bir duâ yazılı olan küçük bir kâğıdı etrafındakilere göstererek: “Bunda Mûsâ’nın (a.s.) duâsı vardır; bunu her kim okursa veya yanında taşırsa, üzerinden farz namazlar sâkıt olur!” diye bağırmaktaydı. Ne tuhaftır ki, onun bu pâyânsız cüreti üzerine bir an bile tefekkür etmeyen ve mahşeri andıran kalabalıklarıyla sadece “sarık, fes, kavuk ve başörtülerinin görünebildiği” bu topluluk, ellerinde hazırladıkları paralarla, kendilerini namaz külfetinden kurtaracak olan bu sihirli duâyı bir an önce alabilmeyi düşünüyordu (bk. Kasımî, Kavâidu’t-Tahdîs, s. 135-136).

 

İmam Ebû Hanife, bir mesele hakkında fetvâ almak isteyen annesinin müşkülünü halletmek ister; fakat annesi oğlunun verdiği cevapla tatmin olmayarak, zamanın meşhur kıssacısı Zür’a’ya danışmak istediğini söyler ve birlikte ona giderler. Ebû Hanife, Zür’a’ya annesini takdim ederek, bir mesele hakkında fetvâ almak istediğini söyler. Kıssacı tevâzu göstererek Ebû Hanife’nin kendinden daha âlim ve fakîh olduğunu ve binâenaleyh meseleyi onun halletmesi gerektiğini söyler. İmamın fetvâsını kıssacının tasdik etmesinden sonradır ki, annesi memnun ve mutmain olabilmiştir (Ali el-Kari, Mevzûât, s. 16).

 

Kıssacıların dinî bakımdan bir tehlike teşkil etmeye başlamaları üzerine İslâm âlimlerinin onlara karşı daha menfî tavırlar takındıkları görülmektedir. Abdullah bin Ömer, kıssacıların sesinden rahatsız olduğunu söyleyerek, onların bulunduğu mescidde daha fazla kalmazdı. Bir defasında yakınında oturan bir kıssacıyı, oradan emniyet memuru yardımıyla uzaklaştırmıştı. Abdullah bin Abbâs, zamanın kıssacılarından Nevf bin Fadâle el-Bikâlî’yi “yalan söylüyor Allah düşmanı!” diyerek tezyif etmişti (Buhârî, İlim 44, Tefsîru sûre (18), 2, 3, 4). Ebû Abdurrahman es-Sülemî (ö. 74/693), talebelerinin kıssacılarla bir yerde bulunmalarına izin vermemişti (Müslim, Mukaddime 7). Mâlik bin Enes, kıssacıların Medine câmisinde icrâ-yı faâliyette bulunmalarına müsaade etmemişti.

 

Şarlatan kıssacıların sahte tavırlarına aldanarak onları büyük âlim diye kabul eden halk tabakası, İslâm âlimleri ile kıssacılar arasında cereyan eden çetin mücâdelelerde -ne gariptir ki- kıssacıların taraflarını tutmuşlardır. Her devirde bunun birçok misalini görmek mümkündür. Bütün bu üzücü davranışlara rağmen İslâm ulemâsının kıssacılarla olan mücâdelelerini gevşetmedikleri anlaşılmaktadır. Ne var ki, hikâyecilerinin üzerine toz kondurmak istemeyen halkın tutumu, âlimleri zaman zaman müşkül durumlarda bırakmıştır. Hatta Suyûtî bile, kıssacıların aleyhinde konuşuyor diye avam tabakası tarafından ölümle tehdit edilmiştir.

 

Halkın bu şuursuz tarafgirliğini göz önünde bulunduran âlimler, kıssacılarla yaptıkları mücâdelede zaman ve zemine göre çeşitli taktikler kullanmışlardır. Edebiyatçı Ebu’l-Kasım, bazı arkadaşlarıyla birlikte hacca gider. Medine’ye vardıklarında hacıların, uydurma hadis rivâyet eden bir âmânın etrafında toplandıklarını görürler. Ebu’l-Kasım, bu hale bir son vermek ister; fakat aynı zamanda halkın âmânın tarafını tutarak kendilerine hücum etmelerinden de çekinir. Aklına güzel bir çare gelir; derhal yere oturarak Kur’ân-ı Kerim okumaya başlar. Halk onun güzel sesiyle Kur’an okuduğunu duyunca, âmâyı terk ederek bu defa da Ebu’l-Kasım’ın etrafında toplanır.

 

Bütün bu vakalar, halkın din konusundaki büyük cehâleti yüzünden, gerçek İslâm âlimlerini sahtesinden ayıramadıklarını, kim daha fazla bağırıp eğlendirici hikâyeler anlatırsa ona daha çok itibar ettiklerini göstermektedir. Bunun yanında, İslâm âlimlerinin gerek doğrudan doğruya hadis uyduran kimselerle, gerek imal edilen bu sözlerin piyasaya arzında büyük gayretler sarfeden kıssacılarla pek çetin mücâdele yaptıkları da anlaşılmaktadır. (6)           

 

 

      

1.        Halit Ünal, Şamil İslâm Ansiklopedisi,  c. 3, s. 363-364

2.        Cengiz Duman, Tebliğ Sürecinde Kur’an Kıssaları, Haksöz, sayı 30, Eylül 1993, s. 28-29

3.        Muhammed Sâlih el-Useymin, Tefsir Usûlüne Giriş, Çeviren M. Beşir Eryarsoy

4.        M. Sait Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, Kitap Dünyası Y., s. 367-369; daha geniş bilgi için bk. M. Sait Şimşek, Kur’an Kıssalarına Giriş, s. 49-63; Mitoloji, Kur’an Kıssaları ve Tarihî Gerçeklik, Şehmus Demir, Beyan Y., Ayrıca, şu makalelere bakılabilir: Kur’ân-ı Kerim ve Kıssalar, -Kur’an Kıssalarının Vâkiliği Problemi-, Ömer Mahir Alper, Haksöz, sayı 50, Mayıs 95; Kur’an Kıssaları Hakkında Uydurulan Şüpheler, Fadl Hasan Abbas, çev. Enver Arpa, Fecre Doğru, Sayı 76, Şubat 2002; Kur’an Kıssalarının Tarihî Değeri, İdris Şengül, Yeni Ümit, 1998, sayı X/40, s. 11-17, XI/41, s. 10-15; Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y., 1998, s. 169-184

5.        Hasan Cirit, Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları Vaaz ve Kıssacılık, s. 75-83

6.        M. Yaşar Kandemir, Mevzû Hadisler, İFAV Y., s. 83-90; daha geniş bilgi için bk. Hasan Cirit, Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları Vaaz ve Kıssacılık, Çamlıca Y.

 

 

 

Kıssa Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler

 

A- Kıssa Kelimesinin Çoğulu Kasas ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 26 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 62; 4/Nisâ, 164, 164; 6/En’âm, 57, 130; 7/A’râf, 7, 35, 101, 176, 176; 11/Hûd, 100, 120; 12/Yûsuf, 3, 3, 5, 111; 16/Nahl, 118; 18/Kehf, 13, 64; 20/Tâhâ, 99; 27/Neml, 76; 28/Kasas, 11, 25, 25; 40/Mü’min, 78, 78. 

 

B- Haber, Vâkıa, Hâdise Anlamındaki Nebe’ ve cemi Enbâ’ Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 29 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 44; 5/Mâide, 27; 6/En’âm, 5, 34, 67; 7/A’râf, 101, 175; 9/Tevbe, 70; 10/Yûnus, 71; 11/Hûd, 49, 100, 120; 12/Yûsuf, 102; 14/İbrâhim, 9; 18/Kehf, 13; 20/Tâhâ, 99; 26/Şuarâ, 6, 69; 27/Neml, 22; 28/Kasas, 3, 66; 33/Ahzâb, 20; 38/Sâd, 21, 67, 88; 49/Hucurât, 6; 54/Kamer, 4; 64/Teğâbün, 5; 78/Nebe’, 2.

 

C- Herhangi Bir Vâkıanın Anlatılıp Bildirilmesi Anlamındaki Hubr, Haber ve Çoğulu Ahbâr Kelimelerinin Kullanıldığı Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 9/Tevbe, 94; 18/Kehf, 68, 91; 27/Neml, 7; 28/Kasas, 29; 47/Muhammed, 31; 99/Zelzele, 4. (Haber Kelimesinin Fâil İsmi Olan ve Bütün İşlerin İçyüzünü Bilen, Her Şeyden Haberdar Olan Mânâsındaki Allah’ın İsimlerinden Olan Habîr Kelimesi ise Toplam 45 Yerde Kullanılır.) 

D- Kıssa ve Haberle İlgili Konular:

a- Kur’an, Büyük Bir Haberdir: 38/Sâd, 67-68, 88

b- Her Haberin Gerçekleşeceği Bir Zaman Vardır: 6/En’âm, 67.

c- O Gün Yer, Haberlerini Söyler: 99/4-5

d- Geçmişlerin Haberleri: 20/Tâhâ, 99.

e- Gayb Haberleri: 3/Âl-i İmrân, 44; 11/Hûd, 49.

f- Peygamber Haberleri: 11/Hûd, 120.     

g- Kıssaları/Hikâyeleri Anlatılan ve Anlatılmayan Peygamberler: 4/Nisâ, 164; 6/En’âm, 83-87, 89; 21/Enbiyâ, 48-91; 40/Mü’min, 78.     

 

 

 

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

 

1.        Kur’an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.

2.        Kur’an Kıssaları Üzerine, İdris Şengül, Işık Y.

3.        Kur’an Kıssaları ve Medeniyet İnşası, Abdülbaki Güneş, Gündönümü Y.

4.        İlmî ve Edebî Yönleriyle Kur’an Kıssaları, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.

5.        Mitoloji, Kur’an Kıssaları ve Tarihî Gerçeklik, Şehmus Demir, Beyan Y.

6.        Kur’an-ı Kerim’den Kıssalar, Cihan Bozaba, Dua Y.

7.        Kıssalar Hisseler, Zeki Soyak, Vakit Gazetesi Y.

8.        Peygamberimiz’in Anlattığı Hikâyeler, Osman Arpaçukuru, Elest Y.

9.        Peygamberlerin Kıssaları, Ebu'l Hasan en-Nedvî, Arslan Y.

10.     Hadislerden Kıssalar, Burhan Bozgeyik, Cihangir Y.

11.     Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları Vaaz ve Kıssacılık, Hasan Cirit, Çamlıca Y.

12.     Hadislere Kıssacılığın Girmesi ve Menfî Tesirleri, Ahmet Uyar, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri, 1993

13.     Türkiye’de Vaizlik (Tarihçesi ve Problemleri), Mehmet Faruk Bayraktar, İFAV Y., s. 27-35

14.     Va’z Edebiyatında Hadisler, Mahmut Yeşil, TDV Y., s. 15-18, 244-249

15.     Mevzû Hadisler Menşe’i Tanıma Yolları Tenkidi, M. Yaşar Kandemir, İFAV Y., s. 83-90, 178-180

16.     Mevzu Hadisler, Abdulfettah Ebû  Gudde, Terc. Enbiya Yıldırım, İnsan Y., s. 65-69

17.     Osmanlı HalkınınGeleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları, Hatice Kelpetin Arpaguş, Çamlıca Y.

18.     Tahzîru’l-Eykaz min Ekâzibi’l-Vuâz, Celâlüddin es-Suyûtî, Tahkik: Ali Toksarı, Kayseri, 1993

19.     Tahzîru’l-Havas min Ekâzibi’l-Kussâs, Celâlüddin es-Suyûtî, Tahkik: Muhammed Lütfi es-Sabbâğ, Beyrut, 1983

20.     Kültür Tarihi Kaynağı Olarak menâkıbnâmeler, Ahmet Yaşar Ocak, Ankara 1992

21.     Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkabeleri, A. Yaşar Ocak, Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Folklor Araştırma Dairesi Y., Ank. 1984

22.     Bektaşî Menâkıbnâmelerinde İslâmÖncesi İnanç Motifleri, Ahmet Yaşar Ocak, Enderun Kitabevi Y.

23.     Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. , c. 11, s. 414-428

24.     Şamil İslâm Ansiklopedisi, (Halit Ünal,) c. 3, s. 363-364

25.     TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 25, s. 498-502 

26.     Elmalılı Tefsirinde Kur’ânî Terimler ve Deyimler, Mehmet Y. Soyalan, Ağaç Y., s. 194-195

27.     Ulûmu’l Kur’an Kur’an İlimleri, Mennâ Halil el-Kattân, Timaş Y., s. 428-435

28.     Kur’an ve Hayat, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y., s. 207-217

29.     Kur’an Coğrafyası, Ali Akpınar, Fecr Y., s. 36-120

30.     Kur’an’ın Üslûbu ve Tekrarlar, Erdoğan Baş, Pınar Y., s. 49-55

31.     Kur’an’ı Anlamada Yöntem, Muhammed Gazâlî, Şule Y., s. 219-234

32.     20. Asırda Kur’an İlimleri Çalışmaları, Halil Çiçek, Timaş Y., s. 91-100

33.     Kur’an’da Edebî Tasvir, Seyid Kutub, Arslan Y.

34.     Tefsir Usûlü, İsmail Cerrahoğlu, TDV Y., s. 171-173

35.     Tefsir Uslûlü ve Kaynakları, Ali Turgut, İFAV Y.

36.     İlimler ve Yorumlar Açısından Kur’an’a Yönelişler, Celal Kırca, Tuğra Neşriyat, s. 191-199

37.     Tefsir ve Hadis Usulünün Bazı Meseleleri, Tayyib Okiç, Nûn Y., s. 119-120, 126-127

38.     Tefsire Giriş, Mehmet Sofuoğlu, Çağrı Y.

39.     Nüzûlünden Günümüze Kur’an-ı Kerim Bilgileri, Osman Keskioğlu, TDV. Y.

40.     Kur’an İlimleri ve Kur’ân-ı Kerim Tarihi, Abdurrahman Çetin, Dergâh Y.

41.     el-İtkan fî Ulûmi’l Kur’an, Celâleddin Suyûti

42.     Mebâhis fî Ulûmi’l Kur’an, Subhi es-Sâlih

43.     Kur’an Bilimi, Bahâuddin Hürremşâhî, İhtar Y., s. 112-115, 183-242

44.     Günümüz Tefsir Problemleri, M. Said Şimşek, Kitap Dünyası Y., s. 367-373

45.     Tefsirde Semantik Metod ve Kur’an’da “Kavm” Kelimesinin Semantik Analizi, Ali Galip Gezgin, Ötüken

46.     Tefsirde İsrâiliyyât, Abdullah Aydemir, D.İ.B. Y. 

47.     Tefsir ve Hadiste İsrâiliyyât, Muhammed es-Seyyid Hüseyin ez-Zehebî, Rağbet Y.

48.     Kur’an ve Sünnet Üzerine Makaleler, Hikmet Zeyveli, Birun Y., s. 161-170

49.     Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y., c. 14, s. 218-260

50.     Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y.

51.     Kavimlerin Helâki, Hârun Yahya, Vural Y.

52.     Allah’ın Yok Etmesi ve Yok Olan Toplumlar, Veysel Özcan, Mirfak Y.

53.     Allah’ın Gazapları, (Tarihî roman), Râgıp Şevki Yeşim, 4 cilt, Huzur Y.

54.     Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y.

55.     Kur’an’da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, İnsan Y.

56.     Kur’ân-ı Kerim’de Kavimler ve Toplumlar Âd, Semûd, Medyen, S. Süleyman Nedvî, İnkılâb Y.

57.     Vahyin Işığında Arkeolojik Kazılar, Güldeste, Muammer Çetin, Konya, 1982 

58.     Lânetlenmiş Kişiler ve İşler, Mehmet Emre, Erhan Y.

59.     Rabbanî Yol ve Sünnetullah, Said Hakim, İnsan Dergisi Y.

60.     Sünnetullah, -Bir Kur’an İfâdesinin Kavramlaşması-, Ömer Özsoy, Fecr Y. 

61.     İlâhî Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), Abdülkerim Zeydan, çev. Nizameddin Saltan, İhtar Y.

62.     Kur’an’da Edebî Tasvir, Seyyid Kutub, Arslan Y.

63.     Kitabu’l-Esnâm, İbn  Kelbî, Tevhid Y.

64.     Kur’an’da Toplumsal Değişim, Celaleddin Çelik, İnsan Y.

65.     Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, Cevdet Said, çev. İlhan Kutluer, İnsan Y.

66.     Toplumsal ve Kültürel Değişme, Mahmut Tezcan, Ank. Üniv. Eğitim Bilimleri Fak. Y.

67.     Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Emre Kongar, Bilgi Y.

68.     Sosyal Meselelerimiz ve Sosyal Değişme, Mustafa Erkal, Mayaş Y.

69.     Toplumsal Değişim Kuramları, Richard A. Appelbaum, çev. Türker Aklan, T. İş B. Kültür Y.

70.     Kur’an’a Göre Hz.  Mûsâ, Firavun ve Yahûdiler, Necati Kara, Seha Neşriyat

71.     Firavun, Hâmân ve Karun Karşısında Hz.  Mûsâ, Ali Sayı, İz Y.

72.     Kur’an’da Tarih Kavramı, Mazharuddin Sıddîkî, çev. Süleyman Kalkan, Pınar Y.

73.     İslâm’ın Tarih Yorumu, İmÂdüddin Halil, çev. Ahmet Ağırakça, Risale Y. 

74.     Tarihin Yorumu, İmÂdüddin Halil, Mazharuddin Sıddîkî, terc. M. Beşir Eryarsoy, Düşünce Y.

75.     İslâm Tarihi Bir Yöntem Araştırması, İmÂdüddin Halil, çev. Ubeydullah Dalar, İnsan Y.

76.     İslâmî Açıdan Tarihe Bakışımız, Muhammed Kutub, çev. Talip Özdeş, Risale Y.

77.     Tarih ve Toplum, Murtaza Mutahharî, terc. Cengiz Şişman, Yöneliş Y. 

78.     İnsan ve Tarih, M. H. Beheşti, C. Bahonar, terc. Ahmet Erdinç, Bir Y.

79.     Kur’an ve Tarihselcilik, Şevket Kotan, Beyan Y.

80.     Tarihselciliğin Sefaleti, Karl R. Popper, çev. Sabri Orman, İnsan Y.

81.     Kur’an ve Arkeoloji, Bahattin Dartma, Pınar Y.

82.     Niçin İslâm Sosyolojisi, İlyas Ba-Yunus, çev. İlham Güner, AKâbe Y.

83.     İslâm Sosyolojisi Bir Giriş Denemesi, Ba-Yunus, çev. Rıdvan Kaya, Bir Y.

84.     Din Sosyolojisi, Amiran Kurtkan Bilgiseven, Filiz Kitabevi

85.     Sosyoloji Tarihi, N. Şazi Kösemihal, İst. 1974

86.     Mukaddime, İbn  Haldun, çev. Süleyman Uludağ, Dergâh Y.

87.     İbn  Haldun’a Göre İnsan-Toplum-İktisat, İbrâhim Erol Kozak, Pınar Y.

88.     Ana Konularıyla Kur’an, Fazlurrahman, çev. Alpaslan Açıkgenç, Fecr Y.

89.     Modern Çağda İslâmî Meseleler, Ebu’l Mevdûdî, çev. Yusuf Işıcık

90.     İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Toshihiko İzutsu, çev. Selahaddin Ayaz, Pınar Y.

91.     Kur’an’da Edebî Tasvir, Seyyid Kutub, çev. Süleyman Ateş, Hilal Y.

92.     Her Nemrud'a Bir İbrâhim, Zübeyir Yetik, Beyan Y. s. 80-100

93.     İmamlar ve Sultanlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 8-10

94.     Kötülük Odakları, Firavun, Zübeyir Yetik, Beyan Y.

95.     Kur'an'da Firavun, Mevdudi, Çizgi Y.

96.     Firavun, Hâmân ve Karun Karşısında Hz.  Mûsâ, Ali Sayı, İz Y.

97.     Kur’an Sosyolojisi, Lütfullah Cebeci, İslâmî Araştırmalar, s. 3, Ocak 1987

98.     İbn Haldun Sosyolojisi, Satı el-Husrî, çev. Mehmet Bayyiğit, SÜİFD, sayı 4, Konya 1994

99.     Hz. Nûh Aleyhisselâm, M. Necati Bursalı, Ölçü Y.

100.  Nûh Tûfânı, Ahmed Ersöz, T.Ö.V. Y.

101.  Nûh’un Gemisine Binmek, Ali Bulaç, İz Y.

102.  Nûh Peygamberin Seyir Defteri, Yalçın Pekşen, Cep Kitapları Y.

103.  Peygamberler, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.

104.  Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdülkerim Süruş, Kıyam Y.

105.  Peygamberler Tarihi, M. Âsım Köksal, T. Diyanet Vakfı Y.

106.  Peygamberler Tarihi, İlhami Ulaş, Osmanlı Y.

107.  Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş, Nesil Basım Yayıyn

108.  Peygamberler Tarihi, Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y.

109.  Peygamberler Tarihi, Mehmet Dikmen, Cihan Y.

110.  Peygamberler Tarihi,  1, 2, 3,  Ahmet Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.

111.  Peygamberler Tarihi,  Ahmet Behçet,  Uysal Kitabevi Y.

112.  Peygamberlerden Kıssalar, Muhammed el-Habeş, İklim Y.

113.  Peygamberlerin Hayatı, Seyyid Kutub, Ravza Y.

114.  Peygamberlerin Hayatı, S. Kutub-Abdülkadir Cûde es-Sahhar, İslâmoğlu Y.

115.  Peygamberlerin Hayatı, Ebu'l Hasan en-Nedvî, Risale Y.

116.  Peygamberlerin Mûcizeleri, H. İbrâhim Acıpayamlı, Tuğra Y.

117.  Peygamberlik ve Peygamberler, Muhammed Ali Sâbûni, Kültür Basın Yayın Birliği Y.

118.  Kur'an-ı Kerim'e Göre Peygam. ve Tevhid Mücâdelesi, 1, 2, 3, M. Solmaz, İ. L. Çakan, Nesil/Ensar Y. 

119.  Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi ve Hz.  Peygamberin Hayatı, Mevdudi, Pınar Y. s. 305-308

120.  Peygamberler Tarihi, Ferhat Koç, Çekirdek Y.

121.  Kur'an'da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara, Gonca Y.

122.  Kur’an Işığında Üç Peygamber, Üç Kitap, Osman Cilacı, Mıstaş Basımevi, Konya

123.  Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdulkerim Suruş, Kıyam Y.

124.  Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Çağ Y.

125.  Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y. 

126.  Kur'an'ın Tanıttığı Peygamberler, A. Lütfi Kazancı, Nil A. Ş. 

127.  Âyetler Işığında Peygamberler Tarihi, Muhammed Ali Sâbûnî, Ahsen Y. s. 301-331

128.  İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, Abdullah Aydemir, T.D.V. Y. s. 47-55

129.  Kur'ân-ı Kerim Işığında Nebîler Silsilesi, Osman Nuri Topbaş, Erkam Y. 

130.  Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, Ahmed Cevdet Paşa, Akit Y. c. 1, s. 8-9   

131.  Kitâb-ı Mukaddes, Kur’an ve Bilim, Maurice Bucaille, çev. Suat Yıldırım, İst. 1981

132.  Kur'ân-ı Kerim'de Hz.  Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.

133.  Peygamberlerin Masumiyeti, Fahrüddin El-Râzî, çev. Hasan Fehmi Ulus, İlim Y.

134.  Peygamberimizin Yanılması Meselesi, İbrahim Canan, Rağbet Y.

135.  Tevhid, Rasüllerin Ortak Çağrısı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.

136.  Kur'an'da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 75-112

137.  İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y.

138.  Mekke Rasûllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.

139.  Hazreti Yûsuf Aleyhisselâm, Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Erkam Y.

140.  Sûre-i Yusuf’un Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y.

141.  Hz.  Yusuf, Harun Yahya, Vural Y.

142.  Hz.  Yusuf Medresesi, Harun Yahya, Vural Y.

143.  Kıssahanlar, Şettahlar, Meddahlar, Murat Uraz, Türk Folklor Araştırmaları, XVIII/354, 1979, s. 8535-8539

144.  Edebiyatımızda Kıssa, Kıssahanlık Geleneği ve Meddahlıkla Münasebeti Üzerine, İbrahim Altunel, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, I/1, Konya 1994, s. 157-167

145.  Kur’an’ın Hayata Müdahalesi, Heyet, Umran Dergisi Y., s. 293-356

146.  Tebliğ Sürecinde Kur’an Kıssaları, Cengiz Duman, Haksöz sayı, 30, Eylül 93

147.  Kur’an Kıssaları Hakkında Uydurulan Şüpheler, Fadl Hasan Abbas, çev. Enver Arpa, Fecre Doğru, Sayı 76, Şubat 2002

148.  Kur’an’daki Peygamber Kıssalarına Dair, Osman Kayaer, Fecre Doğru, Sayı 76, Şubat 2002

149.  Kur’an Kıssalarının Eğitici Yönü, Ramazan Varol, Fecre Doğru, sayı 27, 1998, s. 39-42

150.  Kur’an Kıssaları Yahûdilikten mi Alınmıştır? Afif Abdülfettah Tabbâra, çev. Osman Cilacı, İslâm Medeniyeti  Dergisi, 1973, sayı 32-33, s. 28-30, 31-33

151.  Kur’an Kıssalarının Kaynağı Eski Ahit mi? Yapı, Muhteva ve Kaynak Açısından Torah Kıssaları, Şinasi Gündüz, Ondokuz Mayıs Ün. İlâhiyat Fak. Dergisi, Samsun 1998, sayı 10, s. 49-88; Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y., 1998, s. 41-75

152.  Kur’an Kıssalarının Neliği (Mâhiyeti) Üzerine, Tahsin Görgün,  Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y., 1998, s. 19-40

153.  Kur’an Kıssalarının Tarihî Değeri, İdris Şengül, Yeni Ümit, 1998, sayı X/40, s. 11-17, XI/41, s. 10-15; Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y., 1998, s. 169-184

154.  Va’z, Kıssacılık ve Hadiste Kussâs, Mücteba Uğur, Ank. Ün. İlâhiyat Fak. Dergisi, sayı 28, Ank. 1986, s. 291-326

155.  Kur’an’da Kıssa Kavramı Üzerine, Ali Sayı, DEÜİFD, sayı 9, İzmir, 1995, s. 145-196

156.  Kur’an Mesajını Ulaştırmada Kıssaların Önemi, İdris Şengül, I. Kur’an Sempozyumu, Bilgi Vakfı, Ank. 1994, s. 133-140

157.  Kur’ân-ı Kerim’in Anlaşılması Bakımından Kıssalar, Yeminler ve Tekrarların Önemi, Ramazan Karaman, Din Öğretimi Dergisi, 1989, sayı 19, s. 47-52

158.  Kur’an’da Kıssa, Seyyid Kutub, çev. Süleyman Ateş, Hilâl dergisi, 1967, sayı VII/76, s. 22-23

159.  Kur’an’daki Kıssalar Üzerine, İmzasız, Yeni Ümit, 1995, sayı IV/29, s. 23

160.  İletişim Açısından Kur’an Kıssaları, Selahattin Sönmezsoy, Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y., 1998, s. 97-112

161.  Tarih Felsefesi Açısından Kıssalar, Sadık Kılıç,  I. Kur’an Sempozyumu, Bilgi Vakfı, Ank. 1994, s. 87-98

162.  Kur’ân-ı Kerim ve Kıssalar, -Kur’an Kıssalarının Vâkiliği Problemi-, Ömer Mahir Alper, Haksöz, sayı 50, Mayıs 95

163.  Kıssa ve Hukuk, Mehmet Nuri Güler, Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y., s. 113-144

164.  Kur’ân-ı Kerim’de Kıssalar, Suat Yıldırım, A. Ün. İlâhiyat Fak. Dergisi, 1979, sayı 3, s. 37-63

165.  Tefsîr-i Kebir’den Düşündürücü Kıssalar, Abdullah Yılmaz, Hakses, 1987, XXIII/269, 272

166.  İlâhî Mesajın Kadîm Medeniyetlerdeki İzdüşümleri, Kur’an’ın Arkapanına Arkeolojik Bir Yaklaşım, Eyyüb Ay, İslâmî Araştırmalar Dergisi, 1996, IX/1-4, s. 184-196

167.  Vahyin Işığında Arkeolojik Kazılar, Muammer Çetin, Güldeste, Konya, 1982, I?3, s. 1-4

168.  İlâhî Mesajın Kadîm Medeniyetlerdeki İzdüşümleri, Kur’an’ın Arkaplânına Arkeolojik Bir Yaklaşım, Eyyüb Ay, İslâmî Araştırmalar Dergisi, 1996, IX/1-4

169.  Tarihî Bir Kaynak Olarak Kur’an-ı Kerim, M. Beyyumî, Diyanet Dergisi 1996, XXXII/1, s. 107-114

170.  Tarih Kaynağı Olarak Kur’an, Rudi Paret, çev. Ömer Özsoy, Kur’an Üzerine Makaleler, Ank. 1995, s. 116-138

171.  Hz. Yusuf’un Mücâdele Örnekliği I-II, Cengiz Duman, Hak Söz, sayı: 55-56, Ekim-Kasım 95

172.  Hz. Yusuf (a.s.) ile Hz. Musa (a.s.) Kıssaları Arasındaki Benzerlikler ve Kur’an Mu’cizeliği, Davut Aydüz, Yeni Ümit, 1998, sayı 42, s. 27-31

173.  Hz. Yûsuf, Abdullah Aydemir, Diyanet Dergisi, 1975, XIV/2, s. 76-97

174.  Yusuf (a.s.)’un Hayatı, Şahin Öztürk, Hilâl, 1980, sayı: XVIII/213, 214, 215, 216, 1980-1981

175.  Hz. Yusuf Mısır’da, Ali Gürbüz, Zafer, 1992, sayı XVI/187, s. 9-11

176.  Hz. Yûsuf’un Kardeşleri, Mahmud Garib, çev. Abdullah Yılmaz, Hakses, 1989, sayı XXV/294, s. 13-15

177.  Kur’an’da Naklolunan Yûsuf Kıssası Işığında Görev İsteme Meselesi ve Molla Hüsrev, M. Zeki Duman, Diyanet Dergisi, 1987, sayı XXIII/3, s. 37-46