12/Yûsuf, 3; Kavram, 188
K I S S A
·
Kıssa; Anlam ve Mâhiyeti
·
Kur’an Kıssaları
·
Tebliğ Sürecinde Kur’an Kıssaları
·
Kur’ân-ı Kerim’de Anlatılan Kıssaların
Hikmetleri
·
Kur’an Kıssalarında Sünnetullah (Değişmeyen
İlâhî Yasalar)
·
Kur’an’da Kıssalar Yoluyla Verilen Mesaj
·
Kur’ân-ı Kerim’deki Bazı Kıssaların Tekrarı
·
Kur’ân-ı Kerim’de Kıssa Kavramı
·
Tefsirlerden İktibaslar
·
Hadis-i Şeriflerde Kıssa Kavramı
·
Hadis-i Şeriflerdeki Kıssalara Örnekler
·
Kıssacılık ve Kıssacılar
بِسْمِ
اللهِ الرَّحْمنِ
الرَّحيم
نَحْنُ
نَقُصُّ
عَلَيْكَ
أَحْسَنَ
الْقَصَصِ
بِمَا
أَوْحَيْنَا
إِلَيْكَ
هَـذَا الْقُرْآنَ
وَإِن كُنتَ
مِن
قَبْلِهِ
لَمِنَ
الْغَافِلِينَ
“(Ey Muhammed!) Biz sana bu Kur’an’ı vahyetmekle
(geçmiş toplumların haberlerini) en güzel şekilde sana anlatıyoruz. Gerçek şu
ki; Sen bundan önce (bu haberleri) elbette bilmiyordun.”
(12/Yûsuf, 3)
Kıssa: Bir haberi nakletme, bir
olayı anlatma hikâye etmek demektir. Bu, Arapça'da ‘kassa’ (hikâye etti)
kelimesiyle ifade edilir. Anlatılan hikâye ve olaya da "kıssa"
denilir. Buhâri, bab başlıklarında "kıssa"yı "olay"
anlamında kullanmıştır: "Bâbu Kıssati Ehl-i Necran, Bâbu Kıssati Gazvet-i
Bedr..." Aynı kökün "kesmek", "kısaltmak" anlamı da
vardır.
"Kıssa" kelimesi esas
olarak "izlemek", "izi tâkip etmek" anlamına gelmektedir.
18/Kehf, 64 ve 28/Kasas, 11'de bu anlamda kullanılmıştır: "(Mûsâ):
‘İşte aradığımız o idi’ dedi. Tekrar izlerini tâkip ederek geriye
döndüler" (ferteddâ alâ âsârihimâ kasasâ) (18/Kehf, 64) "(Mûsâ'nın)
kız kardeşine ‘Onun izini takip et (kussî hi)’ dedi. O da onlar farkına
varmadan onu uzaktan gözetledi." (28/Kasas, 11)
Kıssa dilimize de girmiş bir kelimedir; “Kıssadan hisse” ve “bir kıssa
bin hisse” gibi tâbirler Türkçede sıkça kullanılır.
"Kıssa",
edebiyatta "hikâye" anlamında kullanılır. Hikâye ise, olmuş veya
olması muhtemel olayları belirli birtakım noktaları ön planda tutarak anlatan
edebiyat türüdür. Kur'an'daki kıssalar, meydana gelmiş olayları anlattığı için
"gerçek kıssa"lardir: "İşte (İsa hakkındaki) "gerçek
kıssa" (el-kasasu'l-hakku) budur" (3/Âl-i İmrân, 62). Kıssanın
gerçek olmayan bir türü vardır ki, buna hikâye denir. Kıssa denilebilecek
hikâyeler nâdir olur. Bir haber veya hikâyenin kıssa olabilmesi için, yaşanmış
ve kaleme alınmış bir özelliği olması gerekir.
Kur'an, kıssaların gerçeğini
anlattığı, yani tarihte meydana gelmiş olanlarını anlattığı için ondaki
kıssalara hikâye denilmez. Çünkü hikâye; meydana gelmemiş fakat vukua gelmesi
muhtemel olayları temsil yoluyla anlatır. Kur'an'ın anlattığı kıssalar ise,
bazı müsteşriklerin iddia ettiği gibi, tarihî hakikatlerle ilgisi olmayan, sırf
öğüt vermek maksadıyla söylenmiş hikâyeler değildir. Kur'an'ın anlattığı
kıssalar tarihî hakikatler, geçmişlerin haberleridir: "Böylece sana
geçmişlerin haberlerinden bir miktar anlatıyoruz. Gerçekten sana katımızdan bir
zikir (ibret verici olayları taşıyan bir kitap) verdik" (20/Tâhâ, 99);
"Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz. Onlar
Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidâyetlerini arttırmıştık." (18/Kehf,
13)
Kur'an'ın bu ifâdeleri, hem
okuma-yazma bilmeyen, dolayısıyla eski kitapları okuyup da içindekileri
öğrenmesi mümkün olmayan ümmî Peygamber’in bir mûcizesi, hem de Kur'an'a
eskilerin masalları: Esâtîru'l evvelîn (68/Kalem, 15) diyen müşriklere bir
cevaptır. Çünkü Kur'an eskilerin masallarını değil, geçmişlerin gerçek
haberlerini, tarihlerini anlatır.
Kur'an, insanları doğru yola
iletmek için gönderilmiştir. Bunun için de hikmet ve güzel öğüt metodunu
kullanmaktadır. Yaşanmış olayları etkili bir üslûpla anlatmış, bunu yaparken,
benzer olayların insanların başına her zaman gelebileceğini vurgulayarak
dersler çıkarılmasını istemiştir.
Kur'an, muttakiler için bir
öğüt ve insanlar için bir açıklama (beyan) dır: "Bu (Kur'an) insanlara
bir açıklama, (Allah'tan) korkanlara yol gösterme ve öğüttür."
(3/Âl-i-İmrân, 138) "(Ey Muhammed,) Sen hikmetle, güzel öğütle Rabbinin
yoluna çağır ve anlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, yolundan
sapanları, en iyi bilen O'dur ve O, yola gelenleri de en iyi bilendir."
(16/Nahl, 125)
Kur'an'ın metod olarak
kullandığı beyan, öğüt ve hikmet unsurları kıssada bir araya gelmiş
bulunmaktadır. Kur'an'ın içine aldığı beş konu (iman, ibâdet, muâmelât, ukûbât,
ahlâk ve kıssalar) dan kapsam itibarıyla en geniş olanı ahlâk ve kıssalardır.
Gerçekten de, peygamberlerin gönderiliş gayesi imanlı ve ahlâklı insanlar
yetiştirmek olduğu için Kur'ân-ı Kerim'in yarısına yakın bölümü, insanlara ders
ve ibret olmak üzere anlatılan geçmiş peygamberlerin ve milletlerin
kıssalarıdır.
Kıssanın insan eğitiminde büyük
rolü vardır. Geçmiş insanların başından geçen olayları ve sebeplerini anlatmak,
bugünün insanına da yol gösterir, ders verir. Çünkü insan, yaratılışı,
eğilimleri ve zaaflarıyla aynı insandır. Tarihte yaşamış insanlar ve milletler
için sözkonusu olan, bugünün insanı için de sözkonusudur. Meselâ; inkârcıların
ve zâlimlerin acı sonları Kur'an'da, Firavun ve ordusunun denizde boğulmasına
yol açan zulümleri anlatılmak sûretiyle gözler önüne serilir. Yine sıkıntılara
göğüs gererek, Allah'a olan iman ve tevekkülünü kaybetmeyen kimselerin, sonuçta
büyük mertebelere ulaşacakları ve sabırlarının mükâfatını görecekleri Hz. Yûsuf kıssasında en güzel şekilde anlatılır.
Kur'an'da geçen kıssalarda esas
gâye; "tarihî bilgi vermek olmadığı için, yer ve zaman belirtilerek
teferruata girilmez. Esas gâye: "çeşitli toplumların tarihlerindeki
birtakım özellikleri belirtmek, diğer peygamberlerin hayatında, Hz. Muhammed'in hayatında karşılaştığı olaylara
benzeyen hâdiseleri açıklamak, hak ve hakikatin daima galebe çaldığını, daima
üstün geldiğini göstermek; Peygamber’e ve mü'minlere teselli vermek, her
peygamberin karşılaşmış olduğu muhâlefetin eninde sonunda yıkıldığını ve
eridiğini tarihî misallerle tesbit ederek mü'minlerin azmini
kuvvetlendirmektir" (Mehmed Sofuoğlu, Tefsire Giriş, s. 97).
Kur'an kıssaları; peygamber kıssaları ve geçmişlerin haberleri diye iki kısımdan meydana
gelir.
Peygamber Kıssaları: Kur'an'da peygamberlerden yirmi beş veya yirmi sekizinin hayatları
hakkında yeterli mâlûmat verilmiştir. Kur'an'da "Peygamber kıssaları"
ifâdesi değil, "peygamberlerin haberleri: Enbâu'r-rusul" tâbiri
geçer: "Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini sağlamlaştıracak her
şeyi sana anlatıyoruz (ki kavminden gördüğün haksız davranışlara karşı kalbin
kuvvet bulsun, ruhun açılsın). Bunda da sana hak ve inananlar için bir öğüt ve
ibret gelmiştir" (11/Hûd, 120)
Kur'an'da Hz. Âdem, Nuh, Hûd, Sâlih, İbrâhim, İsmâil,
İshak, Lût, Yakub, Yûsuf, Şuayb, Mûsâ, Dâvud, Süleyman, İdris, Lokman,
Zü'lkifl, İlyas, Üzeyr, Eyyub, Yûnus, Zekeriyyâ, Yahyâ, İsa, Muhammed
(s.a.s)'in kıssaları geçmektedir.
Geçmişlerin Haberleri: Kur'an'da 'geçmişlerin haberleri' (20/Tâhâ, 99) ifâdesiyle;
Zülkarneyn, Ashâbu'l-Kehf, Ashâbü'l-Uhdûd, Ashâbü'l-Fîl, Ashâbu'r-Ress,
Ashâbü'l-Eyke, Âd, Semûd, Lût, Nuh kavimleri kastedilir. Ayrıca İsrâ, Hicret,
Bedr, Uhud, Benû Nâdir, Ahzâb, Mekke Fethi, Huneyn Gazvesi, İfk Hâdisesi,
münâfıklara ait kıssalar yer almaktadır.
Genellikle muharref Tevrat ve
İncil'de nakledilen Yahûdi-Hristiyan kültürüne âit kıssalara İsrâiliyyat
adı verilir. Kur'an geçmiş milletlere âit haberlerin doğru olanlarını içine
aldığı için, doğru olup olmadığı bilinmeyen, çoğu zaman uydurma olan bu gibi
rivâyetlere ihtiyaç kalmamıştır.
Kur'an'da "en güzel
kıssa" (ahsenü'l-kasas) olarak anlatılan Hz. Yûsuf'un kıssasında çok yönlü dersler vardır:
Sabır ve sıkıntılara katlanmanın büyük mükâfatı, Allah'tan hiçbir zaman ümit
kesmemek, nefsin ve şeytanın kötü isteklerine uymayarak Allah'a bağlanmak,
bilmeyerek kötülük yapanları affederek onlara güzel ahlâk dersi vermek, üzerine
aldığı görevi en iyi şekilde yerine getirerek güvenilir olduğunu isbat etmek,
emânete hiyânet etmemek ve üzerinde hakkı olanların hakkını gözetmek.
Eğitim ve Öğretim Aracı Olarak
Kıssa: Çocukların ve gençlerin eğitiminde tarihî, dinî ve
ahlâkî kıssaların büyük bir önemi vardır. Gerçek veya gerçekleşmesi muhtemel
olayları canlı bir dille, edebî bir üslûpla tasvir etmek, okuyanlar üzerinde
büyük bir etki bırakır. Kötülüklerin ve ahlâksızlıkların korkunç neticeleri, en
güzel şekilde hikâye üslûbuyla anlatılır ve insanlar bu yolla kötülüklerden
sakındırılır. İyi işler ve güzel ahlâklıların örnek davranışları da hikâye
yoluyla etkili bir biçimde aktarılarak gençler bu iyi hareket ve davranışlara
teşvik edilir.
İslâm'ı insanlara sevdirmek
için kıssa ve menkıbelerden büyük ölçüde yararlanılmıştır. Eğitim maksadıyla bu
çeşit ahlâkî hikâyelerin anlatılmasında bir sakınca yoksa da, Kur'an ve
Sünnet'te bir dayanağı olmayan bir şeyi teşvik etmek veya yasaklamak için, dinî
bir hüviyet vererek hikâye uydurmak yasaktır. Kıssanın insanlar üzerinde
bıraktığı tesiri kötüye kullanarak, şahsî çıkarları için hikâye uyduran ve
nakleden kıssacı (kassâs)lara tarihte rastlanmıştır.
(1)
Allah, muhâtaplarına tevhid ve
ahlâk ilkelerini, tarihin kanunlarını anlatıp öğretirken, pedagojik açıdan çok
önemli bir metod kullanmıştır. Bu da tarihte yaşanan hâdiseleri, dinî ve ahlâkî
bir muhtevayla insanların önüne koyan kıssalar yoluyla anlatımdır.
Kıssa kelimesinin iştikak
ettiği kökün anlamlarından biri, herhangi bir hâdiseyi veya bir haberi
bildirmek ve nakletmektir (İbn Manzur, Lisânu’l-Arab,
3/102). Bu mânâ ile alâkalı olarak önceki toplulukların,
şahısların, nebî ve rasullerin yanında; başından geçen hâdiseleri anlatan
Kur’an birimlerine de kıssa denir (Halis Albayrak, Tefsir Usulü, 47).
Kur’ân-ı Kerim’de, geçmiş
peygamberler ve milletlere dâir kıssalar yer almaktadır. Ayrıca Rasûlullah’ın
zamanında meydana gelen Hicret, Uhud, Mekke’nin Fethi, İfk Hâdisesi ve benzeri
olaylar da Kur’an’da anlatılmıştır. “Kasasu’l-Kur’an” adını alan tüm bu
olayların zikredilmesindeki maksat insanların ibret almalarını sağlamaktır.
Yoksa tarihî bir olayın anlatılıp tesbit edilmesi gâye edinilmemiştir. Nitekim
kıssaların bazısı birkaç kere tekrar edilmiştir. Bu tekrarlarla ahlâk ve
terbiye ilkelerinin pekiştirilmesi hedeflenmiştir. Çünkü kıssalarda, daha
önceki dönemlerde doğru yol üzerinde bulunan kimselere mükâfat verildiği, kötü
ve yanlış yoldakilerin de cezalandırıldığı bildirilip öğretilmiştir. Bu arada
geçmiş peygamberlerin ve toplumların başına gelenler anlatılmış ve sonunda
hakkın gâlip geldiği açıklanmıştır. “Sana elçilerin haberlerinden -kalbini
sağlamlaştıracak- doğru haberler aktarıyoruz. Bunda sana hak ve mü’minlere bir
öğüt ve uyarı gelmiştir.” (11/Hûd, 120)
Kur’ân-ı Kerim’deki kıssalarda
bir yandan müslümanların azimleri kuvvetlendirilirken öte yandan az sözle çok
bilgi ve sonuç alma imkânı sağlanmıştır. Birçok sûrede ortaya konulan ibret
sahneleriyle, kütüphaneler dolusu tarih kitabı okumaktan daha faydalı bilgi ve
belgeler kazandırılmıştır. Ayrıca daha önce nakledilen birçok gerçek dışı
motiflerle doldurulan olaylar en ciddi ve doğru şekliyle anlatılarak insan
düşüncesi hayal ve masal dünyasından uzaklaştırılarak gerçeğin aydınlığına
götürülmüştür. Kur’ân-ı Kerim’de en veciz ve en güzel şekilde anlatılan ve
gözlerimizin önüne canlı tablolar halinde serilen kıssaların bir kısmını şöyle
sıralayabiliriz:
1) Âdem ile melekler ve İblis,
Âdem ile Havva, Âdem ve iki oğlu (Hâbil ve Kabil) hâdisesi,
2) Nuh, Hûd, Sâlih, Şuayb,
Eyyub (a.s.)’un hayatı ve tevhid mücâdelesi,
3) Lokman (a.s.)’ın oğluna
yaptığı öğütler,
4) İbrâhim (a.s.) ve
oğulları’nın kıssası, Kâbe’nin temellerinin yükseltilmesi, İsmail’in kurban edilmesi
hâdisesi,
5) Yusuf (a.s.)’a karşı
kardeşlerinin kıskançlığı ve onu kuyuya atmaları, Yusuf ile Aziz’in karısı
arasında geçen hâdise, Yusuf’un hapse girmesi, kardeşleriyle görüşmesi,
6) Mûsâ (a.s.)’nın
rasullüğünden önceki hayatı, risâleti, mûcizeleri, Firavun’un inadı,
İsrailoğullarının Mısır’dan çıkması, Bakara ve Hızır (diye bilinen, kendisine
rahmet ve ilim verilen kul) kıssası,
7) Dâvud ve Süleyman (a.s.)’ın
kıssası, Süleyman ve Belkıs,
8) İsa (a.s.)’nın doğumu,
risâleti, sofrası,
9) İsrail oğulları, Zülkarneyn,
Ashâb-ı Kehf, Ashâb-ı Uhdûd, Ashâb-ı Fil,
10) İsrâ, Hicret, Bedir, Uhud,
Benî Nadir, Ahzab, Mekke Fethi, Huneyn Gazvesi, İfk Hâdisesi ve münâfıklara âit
kıssalar (İsmail
Cerrahoğlu,
Tefsir Usûlü, s. 171-172; Ali Turgut, Tefsir Usulü ve Kaynakları, s. 176-177).
Kur’an’da peygamber kıssaları yanında, başka insan ve topluluklarla
ilgili kıssalar da vardır. Bunları şu şekilde tasnif edebiliriz:
a) Kur’an’da Kıssaları Anlatılan (Peygamberler
Dışındaki) İnsan ve Topluluklar:
İsrailoğulları (yahûdiler), hıristiyanlar, sâbiîler, Semud toplumu, Lût
kavmi, Medyen halkı, Ress halkı, bir kasaba halkı, Yesrib halkı, Hicr halkı, Âd
halkı, bedevîler, Medine halkı, Tubba kavmi, Hz. Mûsâ’nın kavmi, Yunus kavmi, Hz. İbrahim ve onunla birlikte olanlar, ikiden
biri (Hz. Muhammed (s.a.s.)’in
arkadaşı), Hz. Mûsâ’nın yardımcısı, ilim
sahibi bir kişi, Hz. Mûsâ ve kadınlar,
Tâlût ve topluluğu, Câlût ve ordusu, Ashâb-ı Kehf, Rakîm ehli, Ye’cûc v Me’cûc,
bağ sahipleri, Hz. Yusuf’un zindan
arkadaşları, Hz. Yusuf’un kardeşleri,
Firavun ailesinden imanını gizleyen adam, Hz.
Nuh’un ve Hz. Lût’un eşleri,
şehir halkının üç elçisi, on iki güvenilir gözetleyici, Hz. Nuh’un oğlu, Hz. İbrahim’in babası Âzer, Hz. Mûsâ’nın annesi ve kızkardeşi, Hz. Lût’un ailesi ve karısı, Hz. Âdem’in iki
oğlu, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in eşleri, İmran ailesi, Firavun ve önde gelen
çevresi, sihirbazlar, büyücüler, Firavun ve orduları, Karun, Hâmân, Firavun,
Firavun ailesi, Hz. Mûsâ’dan sonra
İsrailoğuları’nın önde gelenleri, Firavun’un eşi, Ebû Leheb ve karısı, Mısırlı aziz ve karısı,
müstazaflar-müstekbirler, Zü’lkarneyn, Zeyd, Sâmirî, Üzeyr, Sebe melîkesi,
bahçe sahipleri.
Bunun yanında Kur’an’da mü’minlerin ve kâfirlerin değişik özellikleri
de anlatılır.
b) Kur’an’da Melekler:
Güç sahibi melek; Cebrâil, çarpıcı bir güzelliğe sahip olması, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Cebrâil’i görmesi,
Cebrâil’in ufukta görülmesi, Cebrâil’in Hz. Meryem’e düzgün bir beşer kılığında
gönderilmesi, gözetleyici ve yazıcı iki meleğin her insanın yanıbaşında olması,
ikişer üçer ve dörder kanatlı elçi melekler, cehennemin sert ve güçlü
melekleri, Allah’ın makamına süresi elli bin yıl olan bir günde çıkmaları,
meleklerin şâhitliği, yakınlaştırılmış meleklerin Allah’a kulluğu, Arşın
etrafını çevreleyen melekler, saflar halinde dizilen ve tesbih eden mlekler,
Hz. Âem’e scde een mlekler, mleklerin
Rablerinden krkmaları ve erolundukları şeyi ypmaları, dzi dzi dran mlekler,
iman edenlerin karanlıklardan nura çıkmaları için duâ etmeleri, meleklerin
Peygamber’e salât etmeleri, iman edenlerin üzerine meleklerin inmesi ve onları
müjdelemesi, Allah’ın mü’minlere meleklerle yardımı, meleklerin Kadir gecesi
Rablerinin izniyle yeryüzüne inmeleri, inkâr edenlere lânet etmeleri,
meleklerin ikrama lâyık görülmüş kullar olmaları, Hz. İbrahim’e gelen melekler, Hz. Lût’a gelen
melekler, Hz. İbrâhim’e müjde ile gelen meleklerin yemek yememesi, Hz.
Zekeriya’ya gelen melekler, Hz. Meryem’e gelen melekler, ölüm melekleri, yazıcı
melekler, Arşı taşıyan melekler, Hârut ve Mârut, Tabutu taşıyan melekler, Kıyâmet gününde melekler, Cennet melekleri,
Cehennem melekleri (bekçileri).
c) Kur’an’da Bahsedilen Mekânlar:
Tûr-i Sina, Tuvâ vâdisi, Mescid-i Haram (Beyt-i Haram, Beyt-i Atîk,
Kâbe), Safâ-Merve, Mescid-i Aksâ, Mekke, Medine (Yesrib), Mısır, İrem, Babil.
d) Kur’an’da Peygamberlerin ve Mü’minlerin İmtihan
Oldukları Mekânlar:
Hz. Yunus: Balık ve gemi, Hz. Yusuf: Kuyu ve zindan, Ashâb-ı Kehf:
Mağara, Hz. Muhammed (s.a.s.): Mağara,
mescidler, Müminlerin yaşadıkları mekânlar.
e) Kur’an’da Dikkat Çekilen Diğer Mekânlar:
İki denizin birleştiği yer, güneşin battığı yer, güneşin doğduğu yer,
iki seddin arası, Hz. Meryem’in doğu
tarafında çekildiği yer, hurma dalının altı, Hz. Meryem ve İsa (a.s.)’nın
yerleştirildiği yer, Kehf ehlinin kaldığı yer, ekini olmayan bir vâdi.
Kur’an’daki kıssaların tarihî
gerçekleri yansıtan ibret levhaları olduğuna inanıp bunların sebepleri üzerine
düşünerek hayata müsbet yön vermeye çalışmalıyız.
Kur’ân'da anlatılan kıssalar en doğru kıssalardır. Çünkü Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Allah'tan daha
doğru sözlü kimdir?" (4/Nisâ, 87). Bu ise, Kur’ân kıssalarının vâkıa
ile eksiksiz bir uyum göstermesinden ileri gelmektedir.
Yine en güzel kıssalar da Kur’ân kıssalarıdır. Çünkü Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Biz sana bu Kur’ân'ı
vahyetmekle, sana en güzel kıssaları anlatıyoruz." (12/Yusuf, 3).
Çünkü Kur’ân kıssaları belâğatta mükemmellik ve anlamda üstünlük derecelerinin
en yücesini kapsamaktadır.
En faydalı kıssalar da Kur’ân kıssalarıdır. Çünkü yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Andolsun ki onların
kıssalarında olgun akıl sahipleri için bir ibret vardır." (12/Yusuf,
111). Çünkü Kur’ân kıssalarının
kalplerin ıslâhı, amellerin ve ahlâkın düzeltilmesi üzerinde güçlü bir tesiri
vardır.
Yukarıda bazı ayrıntılı örnekleri görülen Kur’ân kıssaları, özetle üç
kısma ayrılır:
Bir kısmı peygamberler; onların kendilerine iman edenlerle ve onları
inkâr eden kâfirlerle, başlarından geçen olaylarla ilgilidir.
Bir diğer kısım başlarından ibretli olaylar geçen fertler ve çeşitli
gruplarla alâkalıdır. Yüce Allah onların bu kıssalarını bize nakletmiştir.
Meryem ve Lokman kıssaları ile duvarları çatıları üstüne yıkılmış bomboş bir
kasaba yanından geçen kimsenin kıssası (bk. 2/Bakara, 259), Zükarneyn, Karun,
Ashâb-ı kehf, Ashâb-ı fil, Ashâb-ı uhdûdd ve benzer kıssalar gibi.
Bir üçüncü kısım da Peygamber (s.a.s.) döneminde meydana gelmiş
birtakım olaylar ve kimselerle ilgilidir. Bedir, Uhud ve Ahzab gazveleri,
Kureyza oğulları, Nadir oğulları gazveleri, Zeyd b. Hârise, Ebû Leheb ve başka
kimselere âit kıssalar gibi.
Tebliğ Sürecinde Kur’an Kıssaları
Kur’ân-ı Kerim’in anlatım tekniklerinden biri de kıssalar yoluyla
olanıdır. Kıssalar muhâtaplara birer örnek ve ibret olarak anlatılır.
Muhâtapların bu kıssalardan dersler alması istenir. “Peygamberlerin
haberlerinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz bir haberi sana kıssa
ediyoruz/anlatıyoruz. Bunda sana hak, mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı
gelmiştir.” (11/Hûd, 120)
Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’in yaklaşık yarısına yakınını oluşturan
kıssaları sırf tarihî bir olay/anlatı olarak vahyetmemiştir. Yusuf (a.s.)
kıssası hâricinde tüm ayrıntılarına kadar aynı sûre içerisinde anlatılan başka
bir kıssa yoktur. Bir sûre içerisinde anlatılan bir bölüm diğer sûrelerde anlatılmamış
olabilir. Aynı kıssanın o bölümünün başka sûre içerisinde değişik varyantlarla
anlatıldığını görebiliriz. Bütün bu anlatım teknikleri Allah’ın, kıssaları
bize, sırf kronolojik, tarihî bir biçimde anlatma arzusunda olmadığını
gösterir. Kıssaların anlatımından Allah’ın o anda insanlara vermek istediği
mesajların ön planda tutulduğunu görüyoruz.
Dolayısıyla Kur’an kıssalarının amacı tarih anlatmak değildir. Amaç
geçmişte yaşanmış olayları ve kişileri örnek göstererek o anda yaşayanlar ve
kıyâmete kadar yine aynı olayları yaşayabilecek diğer insanlara ibretler
vermektir. “Allah’ın sünnetinde/kanununda bir değişme bulamazsın.” (35/Fâtır,
43)
Kur’an’ın iniş sürecinde; Rasûlullah ve sahâbe bu kıssalardan ne
anlıyordu? Acaba Rasûlullah ve ashâb, bugünün muhâtapları bizler gibi
kıssaların tarihî, edebî, sosyolojik, pedagojik yönlerini araştırıp öyle mi
hayata aktarıyorlardı? Yoksa kıssaların özel oludğunu mu kabul ediyorlardı?
Mekke dönemi, müslümanların harıl harıl İslâm’ı tebliğ etmeye
çalıştıkları bir dönemdir. Karşılarında ana ve babalarından tutun, âilelerinden
kabile bireylerine kadar herkes vardır. Mü’minler İslâm’ı bu insanlara
anlatmaya çalışırken Allah onlara, daha önce yaşayanlardan bir örnek verir. Bu
örnek, aynı zamanda müşriklerle beraber hepsinin atası olan İbrâhim (a.s.)’in
kıssasıdır. Hem tebliğ edenler hem de edilenler için öğüt ve ibret numûnesi…
Aynı örnek bizler ve kıyâmete kadarki tüm muhâtaplar için de geçerlidir.
Tanrı ve evren üzerine sorular ve düşüncelerle başlayan bir tefekkür
sonunda gerçeği, “Allah’ı bularak bu inancını diğer insanlara en başta babasına
anlatmaya, onları düştükleri yanlıştan kurtarmaya çabalayan Hz. İbrâhim,
Allah’ın tüm insanlara sunduğu öğüt ve ibret anıtıdır. Oysa günümüzde
İbrâhim’in (a.s.) kıssasının Nemrud’un onu ateşe atması ve Hz. İbrâhim’in
oğlunu kurban etmesi hâricinde diğer anlatılanlar geri plana itilmiş; “Nemrud”,
“kurban” gibi rumuzlarla anılır olmuştur.
Müslüman ve müşrikler arasındaki mücâdele uzadıkça müşrikler
müslümanları yoğun bir işkence ve baskı altına alırlar. İman edenler,
bunalmaya, endişeye düşmeye başlamışlardır. Bu çaresizlik ve ıstırap içerisinde
Allah’tan yardım dilemektedirler. Bu esnâda Allah Nûh’un (a.s.) kıssasını
vahyeder. Bu kıssa nâzil olunca Müslümanların tavrı ne olmuştur? Nûh’un (a.s.)
gemisinin ebatlarıyla mı uğraşmışlardır? Gemiye bindirilen hayvanların
hangileri olduğu üzerinde mi kafa yormuşlardır? Yoksa Tûfan’ın tüm dünyayı mı,
yoksa Nûh’un (a.s.) yaşadığı kavmi mi kapladığını bulmaya çalışmışlardır? Allah
Nûh kıssasını bu düşüncelerin cevabı için mi indirmiştir?
Oysa Allah, Nûh’un kıssasını vahyetmekle, Mekkeli müslümanlara şu
mesajları vermek istemiştir. Nûh (a.s.) gece-gündüz durmaksızın açık ve gizli
olarak insanları İslâm’a dâvet etmiştir. “Gece gündüz çağırdım onları,
açıkça da söyledim gizlice de.” (71/Nûh, 8-9). Müşriklerin, Nûh’un (a.s.)
mü’minleri etrafından kovmasını, dâvâdan vazgeçmesini, buna karşılık olarak
Nûh’a (a.s.) büyük ödüller vereceklerini vaat etmelerine karşılık o; Allah’ın
dinini tebliğ etmeye devam etmiştir. “Benim ücretim Allah’a âittir” (11/Hûd,
29). Nûh (a.s.) bütün baskı ve eziyetlere rağmen tebliğin gidişâtını Rabbine
havâle etmiştir. “Rabbim, beni yalanlamalarına karşı bana yardım et.” (23/Mü’minûn,
25) “Benimle onların arasında Sen hüküm ver.” (26/Şuarâ, 118)
Nûh kıssasının inişi, müşriklerin baskı ve eziyetlerinden yılan Mekkeli
müslümanlara Nûh’u (a.s.) örnek alarak tebliğde gevşememelerini, sebat
etmelerini öğütlemiş oluyordu. Tabii ki daha sonra kıyâmete kadar Kur’an’a
muhâtap tüm insanlara da bir ibret ve öğüt olacaktı.
Günümüzde ise Nûh (a.s.) kıssası okunduğunda birçok kimse Kur’an’ın
muhâtapları Mekkeli müslümlar gibi ibret almaktansa, Nuh’un gemisiyle, içine
binen hayvanların nitelikleriyle, Tufan’ın nasıl olduğu gibi tarihî bilgilerle
uğraşmaktadırlar. Yunus, Yusuf, Eyyub ve Süleyman kıssaları gibi diğer kıssalar
da aynı kaderi paylaşmaktadırlar ne yazık ki…
Bazıları kıssalarla ilgili konular gündeme getirildiğinde “ne gereği
var bunların üzerinde durmaya” gibi düşünceler içerisindedirler. “Biz bunları
aştık, daha önemli konulara bakalım!” dercesine kayıtsız kalmaya
çalışmaktadırlar. Halbuki rasüllerin kıssalarında görülen ortak noktalardan
biri de vahyin iniş dönemi esnâsında müslümanların müşriklere karşı verdikleri
tebliğ mücâdelesidir. Mekke’nin ilk dönemlerinden itibaren inen kıssaların
tebliğ eylemindeki konumunu değerlendiremeyen müslümanlar tebliği neye göre ve
nasıl yürüteceklerdir?
Kâfirlerin baskısını görünce Nûh (a.s.) gibi mi olacaklar, yoksa “Allah
kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez” deyip, kendi gücünün neye yeteceğini
denemeye bile gerek görmeyerek sadece çoluk-çocuğunun rızkını kazanmaya mı
çalışacaklardır? Ya da, “devir değişti, insanlar bozuldu; kimseye din-min
anlatılmaz” deyip, yanlış bir ictihadda bulunarak kavmini terk eden Yunus
(a.s.) gibi toplumu terk mi edecekler? Ya da kırk gün kırk zeytinle inzivâya
çekilip toplumun belâlarından kaçtıklarını söyleyenlere alkış mı tutacaklar?
Şayet ders alırlarsa Yunus kıssası onlara ibret olacaktır. Çünkü Yunus
(a.s.) kavmine kızarak Allah’tan bir emir almadığı halde çeker gider,
düşüncesine göre o kavim artık ıslah olamazdı. “O öfkelenip giderken
kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı.” (21/Enbiyâ, 87). Ancak
düşündüğü gibi olmadı. Allah, bu hatasına karşılık verdiği cezâdan sonra onu
tekrar elçi olarak kavmine yolladı. Yunus’un (a.s.) kavmi daha sonra iman etti.
“Sonunda ona inandılar.” (37/Sâffât, 148). Böylece müslümanların tebliğ
eyleminde sonucu Allah’a bırakmalarını, gevşememelerini, Yunus (a.s.) kıssası
vâsıtasıyla Mekkeli müslümanlara öğütlemiş oluyordu. Tabii daha sonrakilere de,
bize de…
Ancak sonra gelenlerin birçoğu bu mesajları alacakları yerde, Yunus’un
(a.s.) balığın karnına nasıl sığdığı, “yaktin”in nasıl bir ağaç olduğu üzerinde
fikir yarıştırmakla meşgul olmuşlardır.
Görülüyor ki Kur’an’daki kıssalar yaşadığımız hayatla o kadar iç
içedirler ki, onları anlamadan, ne yapacağımız hareketlerin, ne de bu
hareketlerin karşılığı olarak gelecek sonuçları iyi değerlendirmemiz mümkün
olacaktır.
Kıssalara tarih gözüyle bakmak, ya da onların yaşayan şahıslara özel,
onlarla sınırlı olduğu şeklinde bir kabul, Kur’an’ın yeterince özümsenmediğinin
bir göstergesi olacaktır. Kur’an’da Yusuf (a.s.) kıssası, onun hayatını
anlatmak için midir? Süleyman (a.s.)’la Sebe melikesi arasında diyalog, Sebe
kraliçesi gibi bir yöneticiye Allah’ın dininin tebliğ edilmesi örnekliği değil
midir? Peygamberimiz’in diğer kavimlerin krallarına yaptığı İslâm’a dâvete
örneklik teşkil etmemiş midir?
Mûsâ (a.s.), İsa (a.s.) ve diğer rasullerin kıssaları bize yaşadığımız
anın ve gelecekte bunlara karşılık yaşayacağımız olayların ipuçlarını verir,
yol gösterir. İslâmî mücâdelede yöntem sorunlarımıza cevaplar verir.
Karşılaşacağımız soruları, atılacak çamur ve iftiraları bildirir. Kâfirlerin
takınacakları tutumlar ve bunlara karşı alınacak tedbirler hakkında bizleri
uyarır.
Öyleyse; tûfan, gemi, balık, taht, cin, köşk, yaktin, dâbbe vs. gibi
tâlî meselelerle uğraşıp, kıssalardaki ana mesajları gözden kaçırmayalım.
Kıssalardaki kapalı meseleleri ancak Kur’an’ın bildirdiği gayb bilgisinin
sınırları içerisinde mütâlaa etmeli, bu meselelerin “kıssacılık” veya
“İsrâiliyât”tan kaynaklanan mevzû haberlerle yorumlanması cihetine
gitmemeliyiz. Özellikle kıssaları tarihî ayrıntılara hapsederek vakit
geçirmeyelim; zira biliyoruz ki, bu tür bir çaba bize hak nâmına hiçbir şey
kazandırmayacağı gibi, yaptığımız iş “gaybı taşlmak”tan öte bir şey
olmayacaktır. Birer tebliğci olan/olması gereken bizler, bu gerçeklerin
ışığında tekrar kıssaları okuyalım. Okuduklarımızı Kur’an bütünlüğü içerisinde
ele alarak değerlendirelim. (2)
Kur’ân-ı Kerim'deki kıssaların oldukça büyük, pekçok hikmetleri vardır.
Bunların bazıları şunlardır:
1.
Yüce Allah'ın bu kıssaların ihtivâ ettiği hikmeti
açıklaması. Çünkü Yüce Allah: "Andolsun
onlara kendisinde alıkoyucu özelliği olan haberler gelmiştir."
(54/Kamer, 4) buyurmaktadır.
2. Yalanlayanları cezâlandırmak
sûretiyle Yüce Allah'ın adâletinin açıklanması. Allah Teâlâ yalanlayıcılar
hakkında: "Biz onlara zulmetmedik;
Fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler. Rabbinin emri gelince Allah'ı
bırakıp da tapındıkları ilâhları onlara bir fayda sağlamadı." (11/Hûd,
101) diye buyurmaktadır.
3. Mü'minleri mükâfatlandırmak sûretiyle Allah'ın
lutfunun açıklanması. Allah: "Biz
üzerlerine ufak taş yağdıran bir rüzgâr gönderdik. Lût’un ailesi müstesnâ.
Onları seher vaktinde kurtardık. Tarafımızdan bir nimet olmak üzere (bunu
yaptık). İşte şükredenleri Biz böyle mükâfatlandırırız." (54/Kamer,
34-35) diye buyurmaktadır.
4. Peygamber (s.a.s.)'in, yalanlayıcıların kendisine
yaptıklarına karşı teselli edilmesi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer seni yalanlıyorlarsa, onlardan
öncekiler de yalanlamışlardı. Peygamberleri onlara apaçık delillerle
(mûcizelerle), sahifelerle ve nur saçan kitaplarla gelmişti. Sonra kâfir
olanları yakaladım. Şimdi onlara azâbım nasıldır!?" (35/Fâtır, 25-26)
5. Mü'minleri iman üzere sebat etmeleri ve imanlarını
arttırmaları için teşvik etmek. Çünkü mü'minler kendilerinden önce yaşayan
mü'minlerin kurtulduklarını ve cihad ile emrolunanların İlâhî yardıma mazhar
olarak zafere eriştiklerini bu kıssalarla öğrenmiş bulunuyorlardı. Allah Teâlâ
şöyle buyurmaktadır: "Biz de duâsını
kabul edip, kendisini gamdan kurtarmıştık. Biz mü'minleri işte böyle
kurtarırız." (21/Enbiyâ, 88)
"Andolsun ki Biz senden önce kavimlerine rasûller gönderdik, onlar da
kavimlerine açık açık delillerle geldiler. Biz günahkârlardan intikam aldık.
Mü'minlere yardım etmek ise zâten üzerimize bir haktır." (30/Rûm, 47)
6. Kâfirleri küfürlerini sürdürmekten sakındırmak.
Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Acaba
onlar yeryüzünde gezip kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nasıl olduğuna
bakmadılar mı? Allah onları toptan helâk etmiştir. Kâfirlere de onların
(âkıbetlerinin) benzerleri vardır." (47/Muhammed, 10)
7. Peygamber (s.a.s.)'in risâletini ispatlama. Çünkü
geçmiş ümmetlere dâir haberleri ancak Yüce Allah bilir. Zira Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: “Bunlar sana vahyettiğimiz
gayb haberlerindendir. Onları bundan evvel ne sen biliyordun, ne de
kavmin." (11/Hûd, 49)
"Sizden öncekilerin Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonra
Allah'tan başkasının bilmediği kavimlerin haberleri size gelmedi mi?"
(14/İbrâhim, 9)
Kur’an kıssalarında vurgulanan ya da hikmet olarak çıkarılan
toplumlarla ilgili sünnetullah özelliklerini şu maddeler halinde, ana
başlıklarıyla sunabiliriz:
I.
Toplumların Yapılarıyla İlgili Sünnetullah Özellikleri
a-
İnsan, toplumsal bir varlıktır.
b-
Toplumlar canlı (hayatî) bir yapıya sahiptirler.
c-
Toplumlar yasalara (sünen/sünnetler) sahiptir.
d-
Toplumsal yasalarda değişme olmaz.
e-
Toplumların belirli hayat süreçleri (ecel) vardır.
f-
Toplumlar değişkendirler.
g-
Toplumların gelecekleri kendi davranışlarına bağlıdır.
h-
Bütün toplumlar elçiler aracılığıyla uyarılmıştır.
i-
Elçi gönderilmeyen toplumlar helâk edilmezler.
j-
Helâk edilen toplumlarca bütün elçiler yalanlanmıştır.
k-
Toplumun önderleri, toplumdan sorumludur.
l-
Toplumların mânevî yönleri maddî yönlerinden önceliklidir.
II. Mü’min
Toplumlarla İlgili Sünnetullah Özellikleri
a-
Yeryüzüne mü’min toplumlar hâkim olacaktır.
b-
Allah mü’minlerle beraberdir ve onlara yardım eder.
c-
Allah, dinine yardım edenlere yardım eder.
d-
Mü’minler, kâfir toplumlar helâk edilirken kurtarılırlar.
e-
Mü’min toplumlar, öncekilerin başına gelenlerle deneneceklerdir.
f-
Mü’minler yeryüzünde baskıya mâruz kalırlarsa, hicret etmelidirler.
III. Kâfir toplumlarla
ilgili Sünnetullah Özellikleri
g-
Kâfir toplumlar varlıklarını sürdüremezler.
h-
Kâfir toplumlar hemen helâk edilmezler.
i-
Allah kâfir toplumları, belki inanırlar diye sıkıntılar ve bolluklarla
imtihan eder.
j-
Kâfir toplumlar inkârdan vazgeçip inanırlarsa Allah affeder.
k-
Azap geldikten sonra kâfirlerin inanması fayda vermez.
l-
Ataları körü körüne taklit etmek, toplumları felâkete götürür.
IV. Bazı Toplumsal Sünnetullah İlkeleri
a- Allah, kâfirlere karşı mü’minlerin yardımcıdır (48/Fetih, 22-23)
b- İster sâlih bir toplum olsun, ister câhilî bir toplum; Allah, kendi
nefislerini, benliklerini değiştirmeyen toplumların konumunu değiştirmez.
“Bir toplum, kendi öz benliğinde olanları değiştirmedikçe, Allah onların
durumlarını değiştirmez.” (13/Ra’d, 11)
c- Bir toplumun niceliği değil; niteliği önemlidir. Kur’an, Tâlut’un az
sayıdaki üstün nitelikli kuvvetiyle mü’minlerin, Câlut’un çok sayıdaki nicel
açıdan üstün kuvvetini nasıl yendiğini anlatır (2/Bakara, 246-252 ve bu
konudaki İlâhî sünnetini hatırlatır: “Nice az bir topluluk, Allah’ın izniyle
nice çok sayıdaki topluluğa gâlip gelmiştir.” (2/Bakara, 249); “Eğer
Allah’ın kimi insanları, diğerleriyle def edip yok etmesi olmasaydı, yeryüzü
mutlaka fesâda uğrardı.” (2/Bakara, 251)
d- Allah müstaz’aflardan ve muttakîlerden yanadır: “Biz istiyorduk
ki; orada müstaz’aflara lütufta bulunalım; onları imamlar/önderler yapalım ve
onları yeryüzünde vârisler kılalım.” (28/Kasas, 5); “Zâlimleri mutlaka
helâk edeceğiz. Onları yok ettikten sonra yerlerine sizleri yerleştireceğiz. Bu
da Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlar ve azap vaadimden korkanlar
içindir.” (14/İbrâhim, 13)
Kur’ân-ı Kerim, toplumların yıkılış biçimlerini ve kötü sonlarını
ortaya koyduğu gibi; onları, bu noktaya getiren sebepleri de açıkça beyan eder.
Bu nedenlere ilişkin şu örnekler verilebilir:
a. Zulüm, baskı, haksızlık ve günahlar: “Onlara azâbımız geldiği
zaman; ‘biz gerçekten zulmedenlerdendik’ demekten başka itirafları olmadı.” (7/A’râf,
5)
b. Lüks, israf, fısk ve bozgunculuk içinde olma: “Biz bir ülkeyi yok
etmek istediğimiz zaman, oranın bolluktan şımaranlarına emrederiz. Orada
bozgunculuk yaparlar.” (17/İsrâ, 16)
c. Cinsel sapıklık, aşırılık ve yol kesme: “Gerçekten siz (Lût
kavmi), sizden evvel hiçbir kavmin yapmadığı çok kötü işi yapıyorsunuz. Siz
erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantınızda edepsizlik yapıp duracak
mısınız?” (29/Ankebût, 28-29)
d. Günah, zulüm, refah ve zevke dalma: “zulmedenler, kendilerine
verilen refahın peşine düşüp şımardılar, mücrimlerden/günahkârlardan oldular.” (6/En’âm,
44)
e. İtaatsizlik, nankörlük: “Bu ülkenin halkı, Allah’ın nimetlerine
nankörlük etti. Bu yüzden Allah onlara, yaptıklarına karşılık, korku ve açlık
elbisesini/ıstırabını tattırdı.” (16/Nahl, 112)
f. Kitabın (Kur’an’ın) bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak. Bunun
cezâsı dünya hayatında rezil olmaktır (2/Bakara, 85).
g. Hz. Peygamber’in emrine muhâlefet, fitne/belâ ya da acıklı bir azâbı
getirir (24/Nûr, 63).
h. Önde gelenlerin ve Sâlihlerin fesâdı önlememeleri (11/Hûd, 116).
i. Ekonomik dengesizlik, vurgun ve soygunlar (11/Hûd, 84-86).
A’râf sûresinin devam eden âyetleri sırasıyla Âd kavminin, Semûd
kavminin, Lût kavminin ve Medyen kavminin helâklerini peşi peşine anlatmaktadır
(bkz. 7/A’râf, 65-93). Sonra şu prensip açıklanmaktadır: “Biz hangi ülkeye
bir peygamber gönderdiysek, halkı (peygambere başkaldırmasınlar ve Bize)
yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır. Sonra
kötülüğü (yoksulluk ve darlığı) değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik,
nihâyet çoğaldılar ve ‘Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu’ (onlar
da sıkıntılı ve sevinçli günler geçirmişlerdi) dediler. Biz de onları,
hatırlarından geçmediği bir anda ansızın yakaladık.” (7/A’râf, 94-95)
Helâk Konusunda Sünnetullah
Allah’ın helâk etmesiyle ilgili olarak toplumlarla ilgili değişmez
kanunu Kur’an’da çok açık bir şekilde anlatılır. Ana başlıklar halinde bu
konudaki sünnetullah’ı şöyle maddeleştirebiliriz:
Toplumların gelecekleri
kendi davranışlarına bağlıdır
(10/Yûnus, 44; 8/Enfâl, 51; 13/Ra’d, 31; 30/Rûm, 41;
42/Şûrâ, 30; 37/Saffât, 39; 91/Şems, 14; 7/A’râf, 147; 6/En’âm, 70; 56/Vâkıa,
24; 91/Şems, 9-10).
Bütün toplumlar, elçiler
aracılığıyla uyarılmıştır
(13/Ra’d, 7; 35/Fâtır, 24; 16/Nahl, 36; 15/Hicr, 10; 28/Kasas, 47;
20/Tâhâ, 134; 4/Nisâ, 165, 5/Mâide, 19; 16/Nahl, 35-36).
Elçi gönderilmeyen toplumlar
helâk edilmezler
(26/Şuarâ, 208-209; 6/En’âm, 130-131; 17/İsrâ, 15; 20/Tâhâ, 133-134).
Helâk edilen toplumlarca
bütün elçiler yalanlanmıştır
(38/Sâd, 14, 16; 50/Kaf, 12-14; 26/Şuarâ, 5, 136;
36/Yâsin, 30, 48; 6/En’âm, 33; 7/A’râf, 77...).
Toplumun önderleri toplumdan
sorumludur
(7/A’râf,
38; 38/Sâd, 61; 33/Ahzâb, 30-32; 40/Mü’min, 46-47; 34/Sebe’, 31-33; 28/Kasas,
63; 7/A’râf, 86, 90; 10/Yûnus, 83; 9/Tevbe, 34; 11/Hûd, 116).
Toplumların mânevî yönleri,
maddî yönlerinden önceliklidir
(34/Sebe’, 45; 40/Mü’min, 21, 82; 30/Rûm, 9;
41/Fussılet, 15-16; 19/Meryem, 73-74; 8/Enfâl, 19; 2/Bakara, 249; 28/Kasas,
76-82; 68/Kâlem, 17-33).
Kâfir ve zâlim toplumlar,
çok uzun zaman varlıklarını sürdüremezler
(6/En’âm, 6; 7/A’râf, 94-95; 10/Yûnus, 13-14;
17/İsrâ, 16; 18/Kehf, 59; 19/Meryem, 73-75; 22/Hacc, 45).
Kâfir ve zâlim toplumlar
hemen helâk edilmezler
(7/A’râf, 182-183; 13/Ra’d, 32; 22/Hacc, 44, 48; 23/Mü’minûn, 54-56;
3/Âl-i İmrân, 178).
Allah, kâfir ve zâlim toplumları,
belki inanırlar diye sıkıntılar ve bolluklarla imtihan eder
(32/Secde, 21; 7/A’râf, 130;
6/En’âm, 42; 43/Zuhruf, 48; 32/Secde, 21; 30/Rûm, 41; 6/En’âm, 42-44; 7/A’râf,
94-95).
Kâfir ve zâlim toplumlar,
inkâr ve isyandan vazgeçip iman ederlerse Allah affeder, helâk etmez
(5/Mâide, 65-66; 4/Nisâ,
110; 16/Nahl, 119; 6/En’âm, 43, 48; 27/Neml, 11, 46; 10/Yûnus, 98; 37/Saffât,
148).
Azap geldikten sonra
kâfirlerin inanması, fayda vermez
(10/Yûnus, 90-91; 4/Nisâ, 18; 40/Mü’min, 84-85).
Ataları körü körüne taklit
etmek, toplumları felâkete götürür
(26/Şuarâ, 69-74; 11/Hûd, 109; 37/Saffât, 69-70;
2/Bakara, 170; 5/Mâide, 104; 23/Mü’min, 24; 11/Hûd, 62, 87; 7/A’râf, 70).
Peygamber Kıssalarında Zikredilen Helâklerin
Sebepleri
Helâkler ve toplumsal çöküşler; itikâdî, ahlâkî, siyasî ve sosyo
ekonomik sebeplere bağlanabilir. Ama, esas sebep, itikadîdir. Diğer sebepler,
bu temel sebebe bağlı hususlardır.
Helâk ve toplumsal çöküşlerin itikadî sebeplerini şirk, küfür, irtidat,
nifak, tekzîb, fısk, istikbâr, istihzâ, geleneğe körü körüne bağlılık yani
atacılık olarak sınıflandırmak mümkündür.
Ahlâkî nedenleri de günahlar, haddi aşmak, fitne ve fesat, bencillik,
ihtilâf ve tefrika, ıslah mekânizmasının olmayışı olarak değerlendirebiliriz.
Siyasî sebepleri ise; zulüm, kötülüğü yaygınlaştırma ve fesat, yönetici
seçkinlere (tâğutlara) mutlak itaat olarak özetleyebiliriz.
Sosyo-ekonomik nedenleri ise; nankörlük, zenginlik ve maddî refah,
israf ve tebzîr (saçıp savurma), ticârî ilişkilerde adâletsizlik olarak sıralamak
mümkündür (Geniş bilgi için bak. Ejder Okumuş, Kur’an’da Toplumsal Çöküş, İnsan
Y.)
Toplumların helâklerinin temel sebeplerini,
âyetlerden yola çıkarak şöyle izah etmek mümkündür:
a- Uyarıcıları Yalanlama:
Uyarıcıların getirdiği
gerçeklere sırt çevirip onların doğru olmadığını, gerçekten Allah katından
gelmediğini iddia edip uyarıcıları sapıklıkla itham ederek atalarının yolunda
yürümeye devam etmeleri, o toplumun helâke uğramalarının bir sebebidir (bkz.
7/A’râf, 94).
b- Başlarına Gelen Belâ ve
Musîbetlerden Ders Almama:
Allah Firavun’un kavmine, doğru yola gelmeleri için çeşitli belâlar
veriyor. Onları ürün kıtlığına uğratıyor, tûfân, çekirge, kurbağa, kan gibi
belâlarla karşı karşıya getiriyor, fakat onlar hiç ibret ve ders alma yoluna
gitmiyorlar. Başlarına gelen felâketi Hz. Mûsâ ve kavminin uğursuzluğuna
yoruyorlar. Bu belâdan kurtulunca da, bunu kendi iyiliklerine ve haklılıklarına
delil görüyorlar. Zaman zaman Hz.
Mûsâ’ya gelip Allah’ın kendilerine musallat ettiği belâları kaldırması için duâ
etmesini istiyorlar. Mûsâ (a.s.) da duâ edip Firavun ve taraftarları bu belâdan
kurtulunca da, yine eski saygısızlıklarına ve zulümlerine devam ediyorlar (bkz.
7/A’râf, 130-136).
c- İstikbâr (Büyüklük
Taslama):
Helâke uğrayan toplumların başta gelen özellikleri istikbâr ve ona bağlı olarak
peygamberlere karşı çıkıştır. Büyüklenerek kendilerini yücelten, hem Allah’a,
hem de küçük gördükleri insanlara karşı kibirlenerek kendilerini öne çıkaran
toplumlar, büyüklenmeyle birlikte getirdikleri aşırı sosyal farklılaşma ve
çözülme, haktan sapma, şımarma, zulüm, baskı ve işkence, hoşgörüsüzlük,
toplumsal birliği bozma, ekonomik gücü tekelleştirme ve nihâyet kendilerini
bunlardan vazgeçirmek için gelen peygamberi ve Allah’tan getirdiği âyetleri
alaya alıp tahkir etme gibi olumsuz davranışları yüzünden helâk edilmişler,
ortadan kaldırılmışlardır.
Helâke uğrayan her toplumun ortak yanlarından birisi, kendilerine azap
tehdidi ile gelen uyarıcılara karşı büyüklük kompleksine kapılmak, zayıfları
ezip sömürmek olmuştur. Bu kompleks ile Allah’ın âyetlerine kulak tıkayıp sırt
çevirmişlerdir. “Kavminin küfreden ileri gelenleri şöyle demişti: ‘Biz seni
beyinsizlik içinde görüyoruz ve senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz.”
(7/A’râf, 66). “Kavminin büyüklük taslayan ileri gelenleri: ‘Ey Şuayb, ya
seni ve seninle birlikte iman edenleri mutlaka ülkemizden çıkaracağız ya da siz
bizim yolumuza döneceksiniz!’ dediler.” (7/A’râf, 88) “Biz bir ülkeyi
helâk etmeyi murâd ettiğimiz zaman, oranın nimet ve refahtan şımarmış
elebaşlarına emirlerimizi bildiririz. Onlar ise orada bozgunculuk yaparlar,
kötülük işlerler. Artık onun üzerine hüküm hak olur ve o ülkeyi kökünden helâk
ederiz.” (17/İsrâ, 16)
Âd kavmi, büyüklenerek Allah’ın âyetlerini yalanladığı için, dondurucu
kasırga (sarsar) azâbına uğradı (41/Fussılet, 15-16). Semûd kavmi,
müstekbirliğin sonucu olarak bir sarsıntı tuttu, oldukları yerde diz üstü
çöküverdiler (7/A’râf, 77-79) Hz. Şuayb’ı ve iman edenleri tehdit eden Medyen
halkının bu müstekbirliği yüzünden bir sarsıntı tuttu, oldukları yerde diz üstü
çöküverdiler; sanki hiç yaşamamış gibi oldular, izleri bile kalmadı (7/A’râf,
91-93). Müstekbirlerin en önemli sembol tipi olan Firavun ve çevresi, bunun
karşılığını gördü: Önce su baskını, çekirge, haşerât ve kurbağa istilâsını ve
kan musallat oldu. Bunlardan kurtulurlarsa iman etme sözü verdikleri halde,
yine sözlerinden cayarak inanmadılar; Sonunda denizde boğuldular (7/A’râf,
132-137).
“Zâlimler, ölüm dalgaları içinde, melekler de
pençelerini uzatmış, onlara: ‘Haydi (bakalım, bizim elimizden) canlarınızı
kurtarın, Allah’a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O’nun âyetlerine karşı
istikbâr etmenizden/kibirlilik taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azâbı ile
cezâlandırılacaksınız!’ derken onların halini bir görsen!” (6/En’âm, 93)
d- Zulüm:
Allah, toplumları zulüm
işledikleri için helâk eder. Allah’ın âyetlerine, mûcizelerine,
peygamberlerine, mü’minlere zulmeden ve inkârcılıkta direnen toplumlara
uyarılar fayda etmeyince Allah’ın gazâbı ve azâbı hak olur. “Nice ülkeler vardır
ki, zâlim oldukları için Biz oları helâk ettik. Şimdi o ülkelerde duvarlar,
(çökmüş) tavanların üzerine yıkılmıştır. Nice kullanılmaz hale gelmiş kuyular
ve (ıssız kalmış) büyük saraylar vardır (oralarda).” (22/Hacc, 45) “İşte
şu ülkeler; zulmettikleri zaman onları helâk ettik. Onları helâk etmek için de
belli bir zaman tayin etmiştik.” (18/Kehf, 59)
“...Biz ahâlisi zâlim
olanlardan başkasını helâk edici değiliz.”
(28/Kasas, 59). “Halkı ıslahatçı olduğu halde Rabbin, bir haksızlık ile
memleketleri (yıkıp) helâk etmez.” (11/Hûd, 117)
"Allah'ın, âhirete
saklamakla beraber, bağy (zulüm) ve sıla-i rahim gibi daha dünyada iken
sahibine cezâyı lâyık gördüğü hiçbir günah yoktur."
(Ebû Dâvud; Avnu'l Ma'bûd, Şerh-i Sünen-i Ebî Dâvud, 13/244
Fakat bu dünyevî durum;
"her zâlim, daha dünyada iken hemen cezâlanır", şeklinde
anlaşılmamalıdır. Çünkü, zâlime mühlet vermesi (imhâl), Allah'ın
sünnetindendir. Onu cezâlandırmayı ihmal etmesi sözkonusu değildir; ama imhâl
etmesi mümkündür.
Allah, Bazen Bir Zâlimi Diğer Bir Zâlimin Üzerine Musallat Ederek
Cezâlandırır: Allah'ın zulüm ve zâlimler hakkındaki bir
sünneti/kanunu da, bireyleri birbirine zulmeden bir toplumun başına,
yaptıklarının bir cezâsı olarak, zâlim bir yöneticiyi ve yönetimi musallat
etmesidir. "İşte kazandıkları (günahları)ndan ötürü zâlimlerden bir
kısmını diğer bir kısmının peşine böyle takarız." (6/Enâm, 129).
Dolayısıyla Allah, zulmün cezâsı olarak, zâlimi zâlime musallat kılar, o da
onları zillet ve felâkete götürür. Nefsine zulmeden günahkâr zâlim, halkına
zulmeden zâlim yönetici ve ticaretinde insanlara zulmeden hilekâr tüccar gibi
bütün zâlimler bu âyetin tehdit eden kapsamına girmektedir. Fahreddin Râzi, bu
âyetin tefsirinde şöyle der: Âyet gösteriyor ki, halk ne zaman zâlim durumda
olurlarsa, Allah onlara başka bir zâlimi musallat eder. Bu zâlim yöneticiden
(ve yönetimden) kurtulmak istedikleri zaman da zulmü terkederler. Hadis-i
şerifte: "Nasılsanız öyle yönetilirsiniz" buyrulmaktadır
(Tefsir-i Âlûsi, 8/27). "Zâlim,
Allah'ın kılıcıdır. Yoldan çıkmış azgınları onunla cezâlandırır; sonra o
zâlimden de intikamı alır.” (Hadis-i Şerif). Bu, zâlimler için bir
tehdittir. Eğer zulmünden vazgeçmezse, Allah ona diğer bir zâlimi musallat
eder. "De ki: 'Allah'ın azâbı
size ansızın veya açıkça gelirse, zâlimlerden başkası mı yok olur!"
(6/En'âm, 47)
Zâlimler Kurtulmazlar:
Allah'ın zulüm ve zâlimler
hakkındaki sünnetinden birisi de, onların, âhirette kurtulmayacakları gibi,
dünyada da iflâh olmamalarıdır. "De ki: 'Ey kavmim, gücünüz yettiğince
yapacağınızı yapın, ben de yapacağımı yapıyorum. Yakında (dünya) yurdu(nu)n
sonunun kimin olduğunu bileceksiniz. Muhakkak ki zulmedenler, kurtuluş yüzü
görmezler!" (6/En'am, 135)
Nice Kavim Kendi Zulümleriyle Helâk Olmuştur: Zulüm
ve zâlim konusundaki sünnetullahın biri de toplumların kendi zulümleriyle helâk
olmalarıdır. Bu kanunun izahı kabilinden Kur'an'da pek çok âyet bulunmaktadır: "Böylece
(hiç bir fert kalmamak üzere) zulmeden toplumun kökü kesildi."
(6/En'âm, 45) "Zâlimlerden başkası mı helâk olur!" (6/En'âm,
47) "...Zulmettiklerinden dolayı nice toplumları helâk ettik, (onları
helâk etmeseydik bile) iman edecek değillerdi. İşte Biz suçlu kavimleri böyle
cezâlandırırız." (10/Yûnus, 14) "(Halkı) zâlim olan nice
beldeyi kırıp geçirdik; arkasından da başka nice topluluklar vücuda
getirdik." 21/Enbiyâ, 11)
Zâlim Toplumların Helâki İçin Belli Bir Ecel (Süre) Vardır:
Zâlim milletlerin yok olması için belli bir ecel söz konusudur. "Her
ümmetin takdir edilmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman, ne bir saat geri
kalırlar, ne de ileri giderler." (6/A'râf, 34; 10/Yûnus, 49) Zâlim
milletler, belli bir süre yaşarlar, sonra ecelleri gelir, yok olurlar. Tıpkı
ömrünün müddeti bitip eceli geldiğinde bir insanın ölüp yok olması gibi.
Bir Devlet, Küfür İle Ayakta Durabilir Ama Zulümle Duramaz: "Halkı sâlih ve muslih (ıslahatçı) olduğu halde Rabbin bir
haksızlık ile memleketleri (yıkıp) helâk etmez." (11/Hûd, 117) Bir
devleti, yalnız küfrü sebebiyle helâk etmesi, Allah'ın sünnetinden değildir.
Fakat devlet, küfrüne zulüm eklerse durum farklı olur.
Toplumsal ve Siyasal Zulme
Karşı Yardımlaşmak:
"İnsanlar, bir zâlimi görür, (önlemeye güçleri yettiği halde) ona
engel olmazlarsa, bundan dolayı
hemen hepsi cezâlanır."
(Tirmizî; Tuhfetu'l Ahvezî
Şerhu Câmiu't Tirmizî, 8/423). Zulümden uzak yaşamak, zâlime boyun eğmemek ve
ona karşı direnmek, birey olarak engel olamayacakları zulme karşı yardımlaşmak
mü'minlerin İslâmî kimlikleri açısından olmazsa olmazları arasındAdır. "Bir
zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman, birbirlerine yardım ederler."
(42/Şûrâ, 39). Kurtubî, bu âyeti şöyle açıklar: "Yani, zâlimler tarafından
zulme mâruz kaldıklarında teslimiyet göstermezler" (Kurtubî 16/39). Sahih-i Buhâri'de İbrâhim
en-Nehâî'nin şöyle dediği kayıtlıdır: "Ashâb horlanmaktan, zelil bir
duruma düşürülmekten hoşlanmazlardı. Ama güçlü olduklarında da af
ederlerdi." (Askalânî, Şerh-i Sahih-i Buhâri, 5/99)
Zulmedenlere Az da Olsa
Meyletmek: Ümmeti
helâke ve cehenneme sürükleyen şey, sadece zulmü işlemek değil; aynı zamanda
zulüm işleyenlere az da olsa meyletmektir: "Sakın zulmedenlere en ufak
bir meyil duymayın, sonra size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostunuz
yoktur. Sonra (Allah tarafından da) size yardım edilmez." (11/Hûd,
113). Zemahşerî, bu âyetin tefsirinde şöyle der: "Meyl etmenin yasaklığı;
zâlimlerin arzularına boyun eğmeyi, onlarla beraber olmayı, sohbetlerine
katılmayı, ziyaretlerinde bulunmayı, dalkavukluk etmeyi, yaptıklarına rızâ
göstermeyi, onlara benzemeyi, şekilleriyle şekillenmeyi, övgüyü andıran
ifâdeler kullanmayı ve tasvip anlamı taşıyacağı için onların süs ve giyimlerine
özenip en küçük bakışı bile kapsamaktadır. Rükûn, az bir meyil demektir. Âyette
"zulmedenlere" denilip de "zâlimlere" denilmemesinin
inceliğini de düşünmek gerekir. (Zulmü kendisine âdet edinenlere zâlim denir;
zulmü âdet edinmediği halde en ufak bir zulme yeltenene dahi hafif bir meylin
olmaması gerektiğine işaret edilmiştir.) (Tefsir-i Zemahşerî, 2/433)
Zâlimlere meyleden onlardan olur. Zâlimlere verilen cezâ, ona da
verilir. Bunları ateş cezâsından kurtaracak dostları da olmayacaktır. "Rabbimiz!
Sen kimi ateşe koyarsan, artık onu rüsvay/perişan etmişsindir. Zâlimlerin hiç
yardımcıları yoktur." (3/Âl-i İmrân, 192). Peygamber Efendimiz'in
zâlim yöneticilere yardımcı olma konusundaki hadisleri meşhurdur: "Benden
sonra birtakım emirler (yöneticiler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik
eder ve yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa Benden değildir. Ben de
onlardan değilim. O kimse Benim havzımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim
onların yalanlarını tasdik etmez ve onlara zulümlerinde yardımcı olmazsa, o,
Bendendir; Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında Bana
ulaşacaktır." (Tirmizî; Nesâi; Tâc Tercümesi, c. 3, s. 106)
Zâlime Yardımcı Olmak:
Bütün şekil ve türleriyle zâlime
meyletmek câiz olmadığına göre, zâlimin zulmüne yardım etmek haydi haydi câiz
olmaz. Zâlime yardım edenler, aynen onun gibi zâlim olurlar. "Bir kimse
bilerek zâlime yardım kastı ile onunla beraber yürürse, o kimse İslâmiyet'ten
çıkmıştır." (Râmuz el-Ehadis, c. 2, s. 445). Zâlim bir yönetici,
çevresinin ve yandaşlarının yardımıyla zulüm yapmaya imkân bulur, yoksa yalnız
kendisi bunca zulmün hakkından gelemez. Hangi şekliyle olursa olsun, zâlime
yardım câiz değildir. Çünkü bu, onu desteklemek, zulmünü icrâ etmesine müsâade
etmek demektir. Bu sebeple zâlim yöneticiye azap geldiği zaman, aynı şekilde
(bu zulümleri onaylayan) yardımcılarına ve memurlarına da gelir. Çünkü onlar da
onun kadar zâlimdirler.
Nitekim Firavun'a gelen azap, avanesine de gelmişti. "Gerçekten
Firavun, Hâmân ve askerleri hatalıydılar/yanılıyorlardı." (28/Kasas,
8). Allah, hepsini bu âyette "hata" vasfı ile bir araya getirmiştir.
Hataları, Firavun'un zulmetmesi, yardımcısı Hâmân ve askerlerinin de buna
yardımcı olmalarıdır. Bu sebeple azap Firavun'a inince, yardımcılarına da
inmişti: "Biz hem onu, hem de askerlerini yakaladık. Onları denize atıp
boğduk." (Zâriyât, 40) "Biz onu ve askerlerini tuttuk, denize
attık; bak o zâlimlerin sonu nasıl oldu!" (28/Kasas, 40). Allah,
hepsini "zâlim" olarak vasıflandırdı. Firavun'a ve ona yardım
ettikleri için askerlerine "zâlimler" diyerek hepsini aynı azapla
helâk ettiğini Rabbimiz haber vermektedir.
Zâlime Duâ Etmek:
Zulmün devamına, zâlimin
zulmüne imkân bulacak tarzda yaşamasına duâ edilemez. "Zâlimin bekası
için duâ eden kimse, Allah'ın mülkünde O'na âsi olunmasını istemiştir." (Beyhakî,
Şuabu'l İman; Tefsîr-i Zemahşerî, 2/433). Süfyânu's Sevrî; "Çölde
susuzluktan ölmek üzere olan bir zâlimi görürsek ona su verelim mi?" diye
soranlara: "Hayır!"
cevabını vermişti. "Ama
ölür" denilince de,
"Bırakın ölsün!" demişti.
(Tefsîr-i Zemahşerî, 2/433). Allah Teâlâ, Hz. Nûh'a; "Zâlimler
için Bana duâ etme, hiç yalvarma!" (23/Mü'minûn, 27) ihtârında
bulunmuştur.
Müslüman Cemaatin Zâlimlere
Meyletmeye Benzer Davranışlardan Sakınması:
Müslüman cemaatin, iyi niyetle de olsa,
zâlimlere meyletme anlamı taşıyan davranışlardan son derece kaçınması lâzımdır.
Çünkü, iyi niyet, bazen belli şartlar dâhilinde sahibinden günahı kaldırsa da
yanlışı doğruya; haramı helâle çevirmez. Onun için, özellikle cemaat liderinin
ve kadrosunun, zâlim yöneticilerin arasında bulunması, onları tasvip etmediğini
ilân etmeksizin onlarla birlikte halkın önünde görülmesi, cemaatin zâlim
idarecilere dalkavukluk ettiği veya onları desteklediğinin intibaını vererek
insanları samimiyetlerinde şüpheye düşürücü davranışlarda bulunması câiz
değildir. Aksi halde onlar, kendi sorumluluklarına cemaati de ortak
ederler.
En büyük zulüm şirk olduğuna (31/Lokman, 13) ve en büyük zâlimin de
müşrik olduğuna göre, en vahşî zulmün bedenlere değil; ruhlara yapılan olduğunu
unutmamalıyız. Bedene yapılan zulüm,
en kötü ihtimalle,
sadece dünya hayatını
kaybettirdiği halde; ruhun
hak nizamdan mahrum bırakılması
ise sonsuz mutluluğu kaybettirmek demektir. En acımasız cânî, en büyük zâlim,
insanları Allah'ın dininden alıkoyanlardır.
İslâm'ın bireysel ve toplumsal alanda egemen olmadığı bir yerde
adâletten bahsetmek abestir ve aldatmacadır.
Özel ve tüzel kişiliğin, bir kurumun veya yönetici bir grubun şahsî
veya toplumsal muâmelesinde âdil olma niteliği kazanabilmesi için, her şeyden
önce "müslüman" vasfına sahip olması şarttır. Çünkü İslâm'sız bir
statüye göre işleyen bir mekânizma ile adâlet sağlanamaz ve dağıtılamaz. Nasıl
bir hüküm verilirse verilsin, mutlak sûrette zulüm işlenmiş olur.
"Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, zâlimlerin ta
kendileridir." (5/Mâide, 45)
İslâm’sız insanın yaptığı her şey nefsine, icraatı da diğer insanlara
ve topluma zulümdür. Egemen durumda ve hüküm mevkiinde ise, kâfir ve müşrik
insanın varlığı bile zulümdür. Çünkü bu insan, kendine yazık ederek kendini
bozmakta, toplumu bozmakta ve dünyayı fesâda vermektedir.
İslâm'da savaş, insanları zorla dine sokmak için emredilmemiştir. Fitne
ve zulmü ortadan kaldırmaya çalışmak için savaş emredilmiştir. Dinlerini yaşama
ve dine dâvet konusunda müslümanlara engel olan, insanların hürriyetlerini
kısıtlayan güç odaklarına karşı savaşmak farzdır. Kur'an, mazlumların, ezilenlerin,
sömürülenlerin hakkını korumak için müslümanlara mücâdeleyi emreder (4/Nisâ,
75).
Kur’an kıssalarında yer alan geçmiş toplumlar ve eski ümmetlerin hayat
tecrübelerinin değerini anlayabilmemiz için şu gerçekleri iyice kavramalı,
vicdanlarımızda canlandırmalıyız: Kur'an bu ümmetin yaşayan kitabı, öğüt verici
kılavuzu ve içinde hayatına ilişkin dersler okuduğu okuludur. Yüce Allah ilâhi
sistemini yeryüzünde gerçekleştirmekle görevlendirdiği ilk müslüman cemaati, bu
son derece önemli göreve hazırladıktan sonra Kur'an aracılığı ile sürekli bir
eğitime tabi tutmuştur. Bunun yanı sıra yüce Allah Peygamberimizin (salât ve
selâm üzerine olsun) vefatından sonra bu ümmetin bütün kuşaklarını
yönlendirmek, eğitmek ve vaad ettiği üzere insanlığa ideal biçimde önderlik
etmek hususunda Kur'ân-ı Kerim'in canlı ve sürekli bir kılavuz fonksiyonunu
yerine getirmesini murad etmiştir. Yalnız bunun için müslüman kuşakların
Kur'an'ın gösterdiği yolda yürümeleri, Ona olan sımsıkı bağlılıklarını hiç
gevşetmeden sürdürmeleri, bir bütün olarak yaşama tarzlarını ondan almaları,
diğer bütün yeryüzü kaynaklı sistemlerin câhiliyye sistemleri olması hasebiyle
mümin, Kur'an'ın kendine sağladığı bir güvenle onlara aldırış etmeden, tepeden
bakabilmelidir.
Bu Kur'an, sadece okunup geçilecek bir söz yığını değildir. Tersine
geniş kapsamlı bir kılavuz, bir talimatnamedir. O, pratik hayatın talimatnamesi
olduğu kadar aynı zamanda eğitim kılavuzu, eğitim talimatnamesidir. İşte bu
gerekçe ile oluşturup, eğitmek üzere geldiği müslüman cemaate, insanlığın
geçmişteki hayat deneyimlerini, duygulandırıcı bir üslupla sunuyor. Bu alanda
Hz. Adem'den (a.s.) beri süre gelen iman çağrısının yaşadığı tecrübelere
öncelik tanıyor, bu tecrübeleri gerek insan psikolojisine ve gerekse pratik
hayata ilişkin türleri ile müslüman ümmetin bütün kuşaklarına bir çeşit yol
azığı olarak sunuyor, bu ümmeti bu son derece değerli yol azığı ile ve değişik
türde oluşmuş tarihsel birikimle donatırken onun hangi yolu izleyerek
yürüyeceğini açık-seçik biçimde öğrenmesini amaçlıyor. İşte, Kur'an'da bu kadar
çok sayıda, bu kadar çeşitli ve bu denli canlı, somut mesaj sunan kıssa ile
karşılaşmamızın nedeni budur. Bu kıssaların en sık rastlanan türü
İsrailoğulları'na (yahûdilere) ilişkin kıssalardır. Bunun birçok sebebi vardır.
Bunlardan birkaç tanesini belirtelim:
Yüce Allah bu ümmetin kimi kuşaklarının vaktiyle İsrailoğulları'nın
geçirdikleri tarih dönemlerinin benzerlerini yaşayacaklarını, bu kuşakların,
dinlerine ve inançlarına karşı eski yahûdilerin tavırlarına benzer tavırlar
takınacaklarını bildiği için yollarında karşılaşacakları tökezleme noktalarını,
kendilerine yahûdi tarihinin olaylarında somutlaşmış örnekler halinde
sunmuştur. Böylece bu kuşaklar yolları boyunca karşılaşacakları bu tökezleme
noktalarına ayak kaptırmadan, ya da onlara saplanıp kalmadan önce bizzat Yüce
Allah'ın, önlerine tuttuğu bu tarih aynasında yüzlerini görerek öğüt ve ibret
alabilecektir.
Bu Kur'an, müslüman ümmetin kuşakları tarafından dikkatle okunmalı,
bilinçli bir şekilde algılanmalıdır. Bu Kur'an, günümüzün meselelerini çözmek
ve geleceğe uzanan yolumuzu aydınlatmak üzere sanki şimdi iniyormuşçasına canlı
direktifler bütünü kabul edilerek üzerinde kafa yorulmalıdır. Yoksa Kur'an
sadece âhenkle okunması lâzım gelen bir güzel sözler manzûmesi ya da bir daha
geri gelmeyecek olan tarihe karışmış gerçeklerin tutanak defteri olarak
düşünülmemelidir. Biz bu Kur'an'ı gerek geçmiş gerekse şimdiki hayatımızda
birer direktifimiz olsun niyetiyle okumadıkça O'ndan asla yararlanamayız. Tıpkı
ilk müslüman cemaat gibi; Onlar Kur'an'ı, o günkü pratik hayatlarının
gelişmelerine ilişkin direktifler almak amacı ile okuyorlardı. Kur'an'ı bu
bilinçle okuduğumuz taktirde her şeyi onun satırlarında buluruz. O'nun âyetlerinde
Kur'an gerçeğini dikkate almak istemeyenlerin hiçbir zaman düşünemeyecekleri,
deyim yerindeyse akıllarının ucundan bile geçmeyen nice şaşırtıcı, insanı
hayrette bırakan açıklamalar bulacağız. Onun kelimelerinin, cümlelerinin ve
direktiflerinin nabzı atan, hareket eden ve yolumuzun kritik dönemeçlerini
işaretleyen canlı varlıklar olduklarını göreceğiz. Bu canlı varlıklar bize kimi
zaman "şunu yapınız, şunu sakın yapmayınız", kimi yerde "şu
düşmanınızdır, şu da dostunuzdur" ve kimi durumlarda da "şurada çok
ihtiyatlı olunuz, şurada hazırlıklı olunuz" diyeceklerdir. Bu canlı
varlıklar başımıza gelecek her olay, karşımıza çıkacak her gelişme önünde bize
uzun, ayrıntılı ve yerli yerinde açıklamalar sunacaklardır. İşte o zaman
Kur'an'ın yararlı ve hayat dolu bir gerçek olduğuna dikkat çeken Yüce Allah'ın
şu buyruğunun anlamını kavrayabileceğiz: "Ey
müminler, Allah ve Peygamber size hayat verecek gerçeğe çağırdıklarında onlara
olumlu karşılık veriniz." (8/Enfâl, 24)
Kur'an mesajı, bir hayat çağrısıdır, sürekli ve yenilenen bir hayata
çağrıdır. Onun çağrısı, tarihin eski bir dönemi ile sınırlı bir hayata ilişkin
değildir.
Kur’an kıssalarının içerdiği bütün mesajları istesek de tümüyle
kavrayamayız. Çünkü tecrübelerimizden de öğrendiğimiz gibi, Kur'an âyetleri kalplere
yönelik mesajlarını, kalplerin içinde bulundukları durum ve bu durumların
ortaya çıkardığı ihtiyaçlar oranında sunar ve her zaman ihtiyaç oranında mesaj
birikimlerini kalplere açar (Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an).
Bazı Kur’ân kıssaları sadece bir defa geçmektedir. Lokman kıssası,
Ashâb-ı Kehf kıssası gibi. Kimisi de görülen ihtiyaca ve maslahata binâen
birkaç defa tekrar edilmektedir. Fakat bu tekrarlama tek bir şekilde olmaz.
Aksine kısalığı, uzunluğu, yumuşaklığı, sertliği farklılık arzeder. Diğer
taraftan kıssanın bazı yönleri bir yerde zikredilirken, diğer yönleri bir başka
yerde sözkonusu edilmektedir.
Kıssalarda bu tür tekrarın hikmetlerinin bazıları şunlardır:
1. Anlatılan bu kıssanın önemini açığa
çıkarmak. Çünkü bu kıssanın tekrar edilmesi, ona itina gösterildiğini ortaya
koyar.
2. İnsanların kalplerinde iyice yer etmesi
için tekrar edilen kıssanın pekiştirilmesi,
3. Bu kıssalara muhâtap olanların durumlarını
ve zamanı gözönünde bulundurmak. Bu sebepten ötürü çoğunlukla Mekkî sûrelerde
geçen kıssalarda anlatım özlü ve üslûp serttir. Fakat Medine döneminde inen
sûrelerde bunun aksini görüyoruz.
4. Kıssaların, durumun gerektirdiğine uygun
olarak kimi zaman böyle, kimi zaman öbür türlü anlatılması sûretiyle Kur’ân
belâğatinin açığa çıkması,
5. Kur’ân'ın doğru olduğunun ve onun yüce
Allah tarafından gönderildiğinin açıkça ortaya konulması. Çünkü aynı kıssa,
herhangi bir çelişki sözkonusu olmaksızın çeşitli şekillerde anlatılmış
bulunmaktadır (3)
Kur’an Kıssalarının Gerçekliği:
Günümüzde edebî türler
arasında en gelişen roman ve hikâye türleridir. Bilindiği gibi roman ve
hikâyelerde olayların gerçekliği aranmaz. Hatta gerçek bir olayı konu alsa bile
yazar, olaylar arasındaki boşluğu doldurur ya da okuyucuya vermek istediği
mesaj doğrultusunda olaylara yön vermeye çalışır. Bu yolla ortaya konulan edebî
türlerin toplumların yönlendirilip eğitilmelerinde, hayata bakış açılarında
birtakım etkilerinin olduğu da inkâr edilemez.
Çağımızın bilimleri arasında çekidüzen verilen bilim dallarından biri
de tarihtir. Artık daha çok belgelere önem verilmekte ve belki de daha önce yer
veilmeyen ve tarihe gerçekten ışık tutan belgeler, sözgelimi kazılar ve bu
kazılarda elde edilen bulgular değerlendirilmektedir. Tarih araştırmaları için
bu tür belgelerin elde edilebilmesi de maddî imkân, teknoloji ve ciddî disiplin
isteyen bir iştir. İtiraf etmek gerekir ki, Batılılar bu konuda önemli bir
mesafe kat etmişlerdir. Batıda yapılan bu çalışmaları basamak yaparak bazı
müsteşrikler, Kur’an’da geçen bazı kıssaların tarihî gerçeklerle
bağdaşmadıklarını ileri sürmüşlerdir.
Roman ve hikâye gibi bazı edebî türlerin gerçeklere dayanmıyor olsalar
bile toplumu etkilediklerini gören ve Batılı müsteşriklerin saldırıları karşısında
psikolojik yenilgiye uğramış bazı müslüman araştırmacılar, Kur’an kıssalarının
gerçek olaylara dayanma mecburiyetlerinin bulunmadığını; kıssaların
hikmetlerinin insanların ibret almaları olduğunu ve onlardan ibret alınması
için de gerçek olmalarının gerekmediğini savundular.
1950’lerde Mısır’lı araştırmacı Muhammed Ahmed Halefullah, hazırladığı
“el-Fennu’l-Kasas fi’l-Kur’an” isimli doktora tezinde bu görüşü ileri sürdü. O
dönemde tezin lehinde ve aleyhinde çok şey yazıldı. Hatta bu tezi nedeniyle müellif
üniversite hocalığından uzaklaştırıldı. Ancak onu takiben birçok modernist, bu
görüşün savunucusu oldu.
Kur’ân-ı Kerim, Halefullah’ın iddiasının aksine müşriklerin
“evvelkilerin masalları” nitelemelerini açık bir şekilde reddetmektedir. Bu
konuyla ilgili olarak bk. 25/Furkan, 4-6, 16/Nahl, 24-25; 68/Kalem, 15-16;
3/Âl-i İmrân, 44; 12/Yusuf, 102; 18/Kehf, 13, 18, 22, 91.
(4)
Kıssa kelimesinin çoğulu olan “kasas” ve türevleri, Kurân-ı Kerim’de
toplam 26 yerde geçer. Kıssa kavramına yakın anlamı olan, haber, vâkıa, hâdise
anlamına gelen nebe’ ve çoğulu enbâ’ kelimeleri de toplam 29 yerde kullanılır.
Hubr, haber ve ahbâr kelimeleri de toplam 7 yerde zikredilir. Yirmi sekizinci
sûrenin ismi de Kasas (Kıssalar) sûresidir.
Kur’ân-ı Kerim’de, her haberin gerçekleşeceği bir zamanın olduğu
vurgulanır (6/En’âm, 67). Kur’an’ın büyük bir haber olduğu beyan edilir
(38/Sâd, 67-68, 88).
Kur’an, bazı geçmiş olayların ve eskiden yaşayan kimselerin haberlerini
anlatır (20/Tâhâ, 99). Bu haberlere Kur’an, gayb haberleri (3/Âl-i İmrân, 44;
11/Hûd, 49), eğer bahsedilen kişiler peygamber ise Peygamber haberleri (11/Hûd,
120) der.
Kur’an, peygamberlerin bir kısmının kıssalarını anlatmış, bir kısmının
ise anlatmamıştır (4/Nisâ, 164; 6/En’âm, 83-87, 89; 21/Enbiyâ, 48-91;
40/Mü’min, 78).
Kur’ân-ı Kerim’de kıssa kelimesi geçmez. Aynı kökten gelen, aslında
isim olup masdar yerine de kullanılan kıssa kelimesinin çoğulu “kasas”
biçiminde ve “kasasnâ”, “nekassu”, “lem naksus” gibi fiil hallerinde
kullanıldığı görülür. Anlam olarak bakıldığında, kelime, peygamberlerin hayat
ve mücâdeleleri olaylarına verilen bir isim olarak (kasas şeklinde, kıssalar
olarak) geçtiği gibi; anlatmak, bir haber veya sözü bildirmek, açıklamak, tâkip
etmek, izlemek gibi mânâlarda da pek çok yerde kullanılmaktadır. Bu kelime ve
anlatım üslûbu, Kur’an’da geçmiş eserleri, izleri açığa çıkarmak, bu sûretle
insanların unutmuş bulundukları veya gâfil oldukları olaylar üzerine dikkatleri
yoğunlaştırarak derinden derine tefekkür alanına çıkarma gâyesine dikkat çekmek
ister tarzda kullanılır. İşte bundan dolayı da Kur’an “kıssa” kelimesi yerine,
ilk bakışta daha uygun gibi sanılan (Arapça) “hikâye” kelimesini
kullanmamıştır. Çünkü hikâye kelimesinin lügat anlamı; bir şeyin aynısını ve
benzerini getirnek mânâsına gelmektedir. Arapçada ve Türkçede hikâye denilince,
ister vuku bulsun, ister (gerçek olabilecek tarzda ama) hayâlî olsun, anlatılan her şeye hikâye
denir ki, bu anlam Kur’an kıssalarının mâhiyet ve keyfiyeti ile asla bağdaşmaz.
Kur’an kıssalarına hikâye demek doğru değildir.
Kur’ân-ı Kerim, kıssalar konteksi içerisinde geçmiş tarihî olaylar
hakkında kasas kelimesi dışında nebe’ (çoğulu enbâ’), asr-ı saâdette vuku bulan
hâdiseler için de haber (çoğulu ahbâr) kelimelerini de kullanmıştır. Ancak
kasas kelimesi dışındaki farklı kelimelerle de ifâde edilen Kur’an
kıssalarındaki ortak ve değişmeyen nokta, vukuu kesin tarihî olaylar ve
haberler olmasıdır. Kıssa kelimesi, günümüzde çağrıştırdığı anlamın ötesinde
Arapça’da hayale, tahrife, yanlışa dayanmaksızın gerçek olaylar hakkında
kullanılan bir kelimedir. Vukuu kesin olmayan anlatımlar için kullanılan diğer
kelimeleri kıssa kavramı yerine kullanmak kesinlikle yanlıştır.
“Şüphesiz bu, gerçek
kıssadır…”
(3/Âl-i İmrân, 62)
“Bir kısım peygamberleri
sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık…”
(4/Nisâ, 164)
“Görmediler mi ki, onlardan
önce yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz,
gökten üzerlerine bol bol yağmurlar indirip evlerinin altından ırmaklar
akıttığımız nice nesilleri helâk ettik. Biz onları, günahları sebebiyle helâk
ettik ve onların ardından başka nesiller yarattık.”
(6/En’âm,
6)
“Ve onlara olup bitenleri
tam bir ilim ile mutlaka kıssa edeceğiz/anlatacağız; çünkü Biz, onlardan
(onların yaptıklarından) uzak değiliz.”
(7/A’râf, 7)
“İşte o ülkeler -ki, sana
onların haberlerinden bir kısmını anlatıyoruz- andolsun ki, peygamberleri
onlara apaçık deliller (mûcizeler) getirmişlerdi. Fakat önceden yalanladıkları
gerçeklere iman edecek değillerdi. İşte kâfirlerin kalplerini Allah böyle
mühürler.”
(7/A’râf, 101)
“…İşte âyetlerimizi
yalanlayan kavmin durumu budur. Bu kıssayı anlat, umulur ki düşünür, ibret
alırlar.”
(7/A’râf, 176)
“Andolsun ki Biz sizden önce, peygamberleri
kendilerine mûcizeler getirdiği halde (yalanlayıp) zulmettikleri için nice
nesilleri helâk ettik. (Onları helâk etmeseydik bile) iman edecek değillerdi.
İşte Biz suçlu kavimleri böyle cezâlandırırız. Sonra da sizin nasıl
davranacağınızı görmemiz için onların ardından sizi yeryüzünde halifeler
(onların yerlerine hükümranlar) kıldık.” (10/Yûnus, 13-14)
“İşte bu, (halkı helâk olmuş) memleketlerin
haberlerindendir. Biz onu sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Onlardan (bugüne
kadar izleri) ayakta kalan da vardır, biçilmiş ekin (gibi yok olan) da vardır.”
(11/Hûd,
100)
“Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini (tatmin
ve) teskin edeceğimiz bir haberi sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Bunda sana
hak, mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.”
(11/Hûd, 120)
“(Ey Muhammed!) Biz sana bu Kur’an’ı vahyetmekle
(geçmiş toplumların haberlerini) en güzel şekilde sana kıssa
ediyoruz/anlatıyoruz. Gerçek şu ki; Sen bundan önce (bu haberleri) elbette
bilmiyordun.” (12/Yûsuf,
3)
"İşte bu, sana vahyettiğimiz gayb
haberlerindendir" (12/Yusuf, 102
“Andolsun onların (geçmiş peygamberler ve
ümmetlerinin) kıssalarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır. (Bu
Kur’an) uydurulacak bir söz değildir. Ancak kendinden öncekilerin tasdiki, her
şeyin açıklanması, iman eden bir toplum için bir rahmet ve hidâyettir.”
(12/Yûsuf, 111)
“Onların (Ashâb-ı Kehfin başından geçenleri
hak/gerçek olarak kıssa ediyoruz/anlatıyoruz…”
(18/Kehf, 13)
“(Rasûlüm!) İşte böylece geçmiştekilerin
haberlerinden bir kısmını sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Şüphesiz ki,
tarafımızdan sana bir zikir (üzerinde düşünmeye ve ibret almaya lâyık olaylara
dair haberleri içeren Kur’an) verdik.”
(20/Tâhâ, 99)
“Andolsun senden önce de peygamberler gönderdik.
Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, kıssalarını
anlatmadığımız, /durumlarını sana bildirmediğimiz kimseler de var…”
(40/Mü’min, 78)
“Andolsun, onlara kötülükten önleyecek nice önemli
haberler gelmiştir. Bunlar, gâyesine ulaşan birer hikmettir. Fakat
peygamberlerin uyarıları fayda vermiyor.”
(54/Kamer, 4-5)
Elmalılı Hamdi Yazır diyor
ki:
“Yâ Muhammed! Bu Kur'ân'ı sana vahyetmemizle en
güzel kıssayı, sana biz anlatıyoruz…”
(12/Yusuf, 3). Yani, bu sûre, kıssaların en
güzelidir. Yusuf kıssası, "Yusuf'da ve kardeşlerinde sual edenlere
âyetler vardır.” (12/Yusuf, 7) uyarınca, haddi zatında çok ibretli ve güzel
bir kıssa olduğu gibi, bunun en güzel anlatımı da bu sûrede, bu Kur'ân'dadır.
Hiçbir kitapta, hiçbir eserde bu kıssa bu kadar güzel nakledilip
anlatılmamıştır. Arabî bir Kur'ân olarak indirilen bu Kitab-ı mübinin
âyetlerinden bir bölüm olan bu sûre de sana Kur'ân vahyi ile, yani sözleri ve
mânâsı ile birlikte vahyedilmiş bir Kur'ân olduğu ve Kur'ân'ın beyan güzelliği
açısından benzersiz ve eşsiz bulunduğundan dolayı en güzel kıssa bu Kur'ân'ın
vahiy diliyle sana anlatılmıştır ki, bunu anlatan ancak Allah'dır. Yoksa,
şurası bir gerçek ki, bundan, bu vahiyden önce, sen elbette bundan habersizdin.
Bu kıssadan haberin yoktu. Buna dair hiçbir bilgiye sahip değildin. Ne aklına
gelmişti, ne hayaline, ne işitmiştin ne de düşünmüştün, tamamen habersizdin. Bu
ne başka bir kaynaktan alıntı olan bir nakil, ne de senin tarafından tasavvur
ve tasvir olunmuş hayali bir romandır. Senin hiç haberin yokken birden bire
gaybdan vahiy yolu ile gelmiş olan gayb haberlerinden bir haberdir. Böylesine
güzel bir anlatım, böylesine bir vahy-i metluv, (okunan vahy) böyle yüce bir
gayb haberi hiç şüphe yok ki, ancak bir Allah vergisi olabilir.
Her biri apaçık birer burhan ve belge olan söz konusu üç burhan ile, bu
âyetin ifade ve ihtar ettiği bu hakikatleri düşünecek ve güzel beyanı dinleyip
anlayacak olanlara sûrenin sonunda açıkça ifade edileceği üzere, aklen ve
naklen iyice açıklık kazanır ki, bu sûre "İşte bu, sana vahyettiğimiz
gayb haberlerindendir" (12/Yusuf, 102). Bu Kur'ân "Uydurulmuş
herhangi bir söz değildir." (12/Yusuf, 111)
Ahsenü'l-kasas: En güzel anlatış veya en güzel kıssa, öykü, menkıbe
anlamına mef'ul-i mutlak veya mef'ûl-i bih olur. "Kasas" aslında
mastardır. Ve sözlükteki anlamı bir şeyin izini sürerek arkasına düşmektir.
Nitekim (18/Kehf, 64) âyetinde de geçtiği üzere, "İzlerini takip ederek
(kasasâ) geriye döndüler" demektir. "(Mûsâ'nın) kızkardeşine
'onun izini takip et (kussî hi)' dedi." (28/Kasas, 11) âyetinde izini
takip et, arkasını bırakma, demektir. İkinci olarak yine bu anlamdan alınıp
izlemeye değer bir haber nakletmek, bir gerçek hikâye anlatmak mânâsına gelir
ki, Türkçe ayıtmak ve bazı lehçelerde ayırtmak denilir. Üçüncüsü, o anlatılan
haber veya hikâyede mef'ul anlamında mastar olarak, yani maksus mânâsına kasas,
yahut kıssa denilir ki, "kasas" bunun çoğulu olur.
Kıssa da esasen izi sürülmeye değer hâl ve durum mânâsınadır. İşte
bundan dolayı şehnameler gibi kaleme alınan, dillerde dolaşan destan ve
hikâyelere de kıssa adı verilir ki, buna farsçada destan veya efsane denilir.
Ancak bizim dilimizde destan deyimi şöhreti yaygın olmak bakımından, efsane
deyimi de inanılmayacak gibi acaipliği bakımından, kıssa da ibretli özelliği
bakımından kullanılır. Demek ki, bir haber veya hikâyenin kıssa adını
alabilmesi izlenmeye değer ve yazılmaya değer bir özelliği taşımasına bağlıdır.
Bunun içindir ki, edebiyatta kıssanın özel bir yeri ve önemi vardır. Bir
hikâyenin dillerde dolaşacak bir destan veya efsane halini alması, kalıcı bir
güzelliği ifade eden bir olağanüstülükle ilgilidir. Güzellik ise çok yaygın bir
şey olmadığından gerçekten de kıssa denilebilecek hikâyeler çok nadir olur.
Kıssaların gerçeği de, hayalisi de vardır. Şüphe yok ki, en güzel kıssalar,
hakiki olanlardır: Yani, gerçek bir olayın, kalıcı güzelliğe delâlet eden
bedi'î nüktelerle tasviri ve belâgatlı bir şekilde anlatılmış olanlar
arasındadır. Zira hakiki güzellik, daima hayallerin ötesindedir. Ve ideal
güzellik, ancak gerçek güzelliğe bir sembol, bir misal olması bakımından önem
taşır. Bir masum güzelliğin en mükemmel bir mâcerâsı olan ve ebedî güzelliğin
gerçek yüzünü görmüş bir gözün, geçici güzelliğin cilvelerine nasıl bir
küçümseme ile baktığını anlatan Yusuf Kıssası, gayb âleminden müteşabih bir
sembol ile tecelliye başlayıp, git gide gelişerek meâlini bulmuş bir hakikatin
belâğatli bir anlatımı ve aynı zamanda Muhammedî güzelliğin ezelî bir simgesi
ve nişanıdır.
Hz. Yusuf'un rüyası, onun masum güzelliğinin gelecekte gelişecek olan
olaylara ve mukadderatına İlâhî gayb âleminden nasıl bir sembol ve misal olmuş
ise, bütün ayrıntılarıyla Yusuf Kıssası da Muhammedî güzelliğin en yüce
anlamına öyle bir başlangıç simgesi ve sembolü olarak nâzil olmuş olan bir
gaybî hakikattır. Ve bilhassa bu açıdan ve bu özelliğinden dolayı en güzel
kıssadır (Hak Dini Kur’an Dili, Yusuf Sûresi Tefsiri, âyet 3).
Seyyid Kutub diyor ki: Sûrenin konusu bir kıssa olduğu içindir ki,
burada anlatılan kıssaların da bu kitabın materyallerinden birini oluşturduğu
özellikle belirtiliyor: "Biz bu Kur'an'ı vahyetmekle, sana kıssaların,
eski milletler ile ilgili hikâyelerin en güzelini anlatıyoruz." Sana
Kur'an'ı vahyederek, tüm bu kıssaları, en güzel kıssaları anlatıyoruz ki,
bunlar vahyin bir parçası konumundadır.
"Oysa, daha önce bu hikâyeleri hiç bilmiyordun,
sen bunlardan habersizdin."
Daha önce sen de bulunduğun toplumun okuma-yazma
bilmeyen insanlarından biriydin. Tıpkı onlar gibi sen de, Kur'an'ın sözünü
ettiği türden konularla ve de böylesine ayrıntılı kıssalarla hiç ilgilenmemiş
biriydin (Fî Zılâli’l Kur’an, 12/Yusuf sûresi tefsiri, âyet 3).
Mevdudi diyor ki: “Bu âyet dolaylı biçimde Mekke kâfirlerine
seslenmekte ve Rasul'ün Mısır'da İsrailoğulları'nın yerleşmesine dair bir kıssa
hakkında hiçbir şey bilmediğini, ancak bunun hakkında Allah'tan gelen vahiyle
haberdar olduğunu vurgulamaktadır. Böyle bir görüş kaçınılmazdı zira, kâfirler
bu meseleyi âniden ortaya atarak, Hz. Muhammed'i (s.a.s.) imtihandan geçirmek
ve (güya) "gerçek yüzünü teşhir etmek" istiyorlardı. Bu girişim bu
âyetlerle karşılandı: "Ey Muhammed, onlara de ki, bundan önce
İsrailoğulları'nın Mısır'a yerleşmesi hakkında hiç bir mâlûmâtınız yoktu ve
şimdi bu olayla ilgili bizden indirilmiş vahyî bir bilgi karşısındasınız."
(Tefhîmu’l Kur’an, 12/Yusuf sûresi tefsiri, âyet 3).
“İsrâiloğulları, kıssa anlatırlardı da bu, onların
helâk edilmelerine sebep oldu.”
(Hâfız Irâkî’den Süyûtî, Tahzîr, s. 227)
“İsrâiloğulları sâlih ameli terk etmelerinden dolayı
helâk oldukları zaman kıssalarla kendilerini avutuyorlardı.”
(İbnu’l-Esîr, IV/71)
“Ancak emîr, memur veya hilekâr (gösteriş düşkünü,
kibirli, çalımlı) olanlar kıssa anlatabilir, onlardan başkası kıssa anlatmaz.”
(İbn Mâce, Edeb 40; Ebû
Dâvud, İlim 13; Dârimî, Rikak 63; Ahmed bin Hanbel, IV/223, VI/28, 217)
Hz. Peygamber’in kıssa söyleyip söylemediği Enes bin Mâlik’e sorulmuş,
o da “Hz. Peygamber kıssa anlatmazdı” diye cevap vermiştir (Süyûtî,
Tahzîru’l-Havâs, vr. 22a).
Abdullah bin Ömer: “Kıssacılık ne Hz. Peygamber zamanında, ne de Ebû
Bekir ve Ömer devirlerinde vardı” (İbn Mâce, Edeb 40)
Rasûl-i Ekrem’in “Ancak emîr, memur veya hilekâr olanlar kıssa
anlatabilir.” (İbn Mâce, Edeb 40) hadisi, her önüne gelenin kıssacılık
yapamayacağını ve bu işin son derece mes’ûliyetli olduğunu ifâde etmektedir.
Hz. Peygamber’in kıssa söyleyip söylemediği Enes bin Mâlik’e sorulmuş, o da
“Hz. Peygamber kıssa anlatmazdı” diye cevap vermiştir (Süyûtî, Tahzîru’l-Havâs,
vr. 22a). Abdullah bin Ömer’in “Kıssacılık ne Hz. Peygamber zamanında, ne de
Ebû Bekir ve Ömer devirlerinde vardı” (İbn Mâce, Edeb 40) demesi de, İslâm’ın
ilk devirlerinde kıssacılığın henüz başlamadığını göstermektedir.
Bu hadislerde kınanıp olumsuz şekilde bahsedilen kıssa konusunda
ileriki sayfalarda Kıssacılık ve Kıssacılar başlığı altında bilgi verilecektir.
Hz. Peygamber’in Kur’an kıssalarında gözetilen hedeflere paralel
olarak, zaman zaman mü’minlerin ibret ve öğüt almalarını sağlamak veya birtakım
mücerret gerçeklerin daha iyi anlaşılmasını temin etmek maksadıyla vaazlarında
tarihî ve temsilî mâhiyette kıssalara yer verdiği görülmektedir. Ayrıca onun
hayatının değişik safhalarına âit ibret ve öğüt verici birçok olay da
kaynaklarda yer almaktadır.
Rasûlullah (s.a.s.)'ın hadisleri kıssa yönüyle çok zengindir. Bir kısım
peygamberlerle ilgili olarak Kur'anî ve gayr-ı Kur'anî kıssalar anlatıldığı
gibi, Kur'an'da hiç yer verilmeyen bazı
eşhasın kıssaları da anlatılır. Bunlardan bir kısmı örnek kişilerin, bir
kısmı da kötü kişilerin kıssasıdır. Bazan cennet ve cehennemin tefâhuru
(birbirlerine övünmesi), hayvanların konuşması gibi daha farklı kıssalara da
rastlanır. Hepsi hisseler alınacak derslerle doludur. Sırf eğlence olsun diye
anlatılan kıssa mevcut değildir.
Yüce hakikatler, anlaşılması zor ve gâmız meseleler, kıssalar yoluyla
müşahhas, herkesin ve hatta en avamdan bir kimsenin bile anlayabileceği bir
hale getirilmekte, âdeta sahneye konmaktadır. Bu tarza, taşıdığı ta'limî
(didaktik) değer sebebiyle eskiden beri bütün dinî kitaplarda yer verilmiştir.
Şu halde kıssaya genişçe yer verme hâdisesi sadece İslâm'a has bir metod
değildir. İncil ve Tevrat gibi diğer mukaddes kitaplarda da kıssalar mevcuttur.
Telkin ve öğretimde kıssa anlatımının ehemmiyetini idrak eden laik çevreler de günümüzde kıssa edebiyatına çocuk-büyük her çeşit insan
seviyesinde yer vermektedir. Roman bile bir kıssalar dizisinden meydana gelen
bir büyük kıssa olarak tarif edilebilir.
Dinî mesajın, ahlakî ideallerin halka intikalinde kıssanın mühim ve
müessir bir vasıta olduğunu görüyoruz. Bu sebeple bütün İlahî kitapların ve
peygamberlerin kıssalara yer verdiğini, dolayısiyle günümüz şartlarında,
dinî öğretim ve ahlakî terbiyede bu tekniğin yeterince kullanılması, işlenmesi
geliştirilmesi gereğine dikkat çekiyoruz (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/217-218).
Hadis-i Şeriflerde Kıssa Kelimesinin Kullanıldığı
Anlamlar:
Hadis-i şeriflerde değişik türevleriyle yer alan “k-s-s” maddesi, genellikle
dinî kıssalara dayanarak vaaz ve nasihat etmek (İbn Mâce, Fiten 1; Ahmed bin
Hanbel, I/18, II/82, III/449, IV/24, VI/217), bir hâdise/olay (Buhârî, Enbiyâ
27; Müslim, Fezâil 170; İbn Mâce, Ezan 1) veya rüyâyı (Buhârî, Ta’bîr 26, 36,
Teheccüd 2; Muvattâ, Cenâiz 30; Ahmed bin Hanbel, III/146) anlatmak, nakletmek,
bir kimsenin izini takip etmek (Buhârî, Cihad 170, Megâzî 10; Müslim, Kasâme
13; Ahmed bin Hanbel, I/348, II/294, 310) gibi anlamlar taşımaktadır. Özellikle Buhârî’nin “bab” başlıklarında yer
alan kıssa kelimesi, bu ve benzeri yerlerde “mevzû, mesele, vâkıa (Buhârî,
Enbiyâ 7, 13, Menâkıb 6, 9, 11, 12, 15, Megâzî 38; Müslim, Zühd 73, Fiten 119)
anlamında kullanılmaktadır. Ayrıca kimlerin kıssa anlatabileceği ve ashâbın bu
konudaki hassâsiyetleri de hadis kitaplarında yer alan bilgiler arasındadır
(İbn Mâce, Edeb 40; Dârimî, Rikak 63; Ahmed bin Hanbel, IV/223, VI/28,
217)
Nebevî Kıssaların Çeşitleri
Hadislerde yer alan kıssaları tarihî,
temsilî ve Hz. Peygamber’in şahsıyla ilgili vuku bulan hâdiseler şeklinde üç
ana grupta mütâlaa etmek mümkündür
a) Tarihî Kıssalar:
Kur’ân-ı
Kerim’de olduğu gibi hadislerde de gayb haberleri olarak nitelendirilen ibret
ve öğüt verici tarihî kıssalar önemli bir yer tutmakta ve bunların bir kısmını
geçmiş peygamberlerin kıssaları teşkil etmektedir. Allah Rasûlü’nün haber
verdiği peygamber kıssalarının büyük çoğunluğu Kur’ân-ı Kerim’de yer almazken,
bunlardan bazıları kısaca zikredilmektedir. Nitekim Hz. Mûsâ ile Hızır arasında
geçen hâdise Kur’ân-ı Kerim’de ana hatlarıyla yer alırken (18/Kehf, 65-82),
hadislerde daha ayrıntılı olarak açıklanmaktadır (Buhârî, Enbiyâ 29; Tirmizî,
Tefsir 19). Ayrıca Hz. İbrâhim’in Mekke’ye gelip Kâbe’yi inşâsına Kur’ân-ı
Kerim’de sadece işaret edilirken (2/Bakara, 126-127), hadislerde bu konu
ayrıntılı olarak yer almaktadır (Buhârî, Enbiyâ 9). Diğer taraftan Hz.
İbrâhim’in, hanımı Sâre ile hicretleri esnâsında zâlim bir hükümdarla
karşılaşmaları ve aralarında geçen hâdise, Hz. Âdem, Hz. Mûsâ, Hz. Eyyûb, Hz.
Dâvud, Hz. Süleyman, Hz. Yahyâ ve Hz. İsa gibi peygamberlere âit değişik
uzunluklardaki bazı kıssalar da Kur’ân-ı Kerim’de hiç yer almadığı halde, hadis
kaynaklarında zikredilmektedir.
Peygamber kıssaları dışında Rasûl-i Ekrem
tarafından anlatılan çeşitli konularda ve farklı uzunluklarda pek çok tarihî
kıssa hadis kaynaklarında yer almaktadır. Asıl hedef sözkonusu hadisleri tek
tek ele alıp değişik açılardan değerlendirmek olmadığından, burada bazılarına
işaret etmekle yetinilecektir.
Yağmurlu bir günde mağarada mahsur kalan üç
kişinin kıssası (Buhârî, Hars 13, Enbiyâ 53; Müslim, Zikr 100; Ahmed bin
Hanbel, II/116, IV/274), günlerini ibâdetle değerlendiren âbid Cüreyc’in
başından geçenler (Buhârî, Mezâlim 35, Enbiyâ 48; Müslim, Birr 7, 8; Ahmed bin
Hanbel, II/434, 385) ve beşikte iken konuşan diğer çocuklar (Buhârî, Enbiyâ 54;
Müslim, Birr 8; Ahmed bin Hanbel, II/395) ile İsrâiloğullarından Allah’ın
kendilerine zenginlik vererek denediği kel, kör ve alaca tenli üç kişinin
kıssaları (Buhârî, Enbiyâ 51; Müslim, Zühd 10), ashâbu’l-uhdûd diye meşhur
sihirbaz, râhip ve çocuk hâdisesi (Müslim, Zühd 73; Ahmed bin Hanbel, VI/17,
18), geçmiş milletlerin dinleri uğrunda çektikleri ezâ ve cefâ (Buhârî, Menâkıb
25, İkrâh 1; Ebû Dâvud, Cihad 97; Ahmed bin Hanbel, V/109, 110, 111), yüz
kişinin katili olan adamın durumu (Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 46; İbn Mâce,
Diyât 2; Ahmed bin Hanbel, III/20, 72) ve Ümmü Zer hadisi olarak anılan on bir
kadının, kocaları hakkında sohbetlerini içeren (Buhârî, Nikâh 82; Müslim,
Fezâilu’s-Sahâbe 92) tarihî olaylar ilk anda dikkati çeken ve kıssa tanımına en
uygun örneklerden birkaçıdır.
Ayrıca satın alınan bir tarlada bulunan
altın külçe (Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Akdıye 21; Ahmed bin Hanbel, II/316),
bin dinar borçlanan ve Allah’ı kefil gösteren adam (Buhârî, Kefâle 1; Ahmed bin
Hanbel, II/348, 349), bahçeyi sulayan bulut (Müslim, Zühd 45; Ahmed bin Hanbel,
II/296), öldükten sonra yakılıp külünün savrulmasını isteyen kimse (Buhârî,
Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 28; İbn Mâce, Zühd 30; Ahmed bin Hanbel, II/13, 17)
ile acıya dayanamayıp intihar eden kişinin durumu (Buhârî, Enbiyâ 50), kibirli
adamın yere batırılması (Buhârî, Libas 5; Müslim, Libas 49; Ahmed bin Hanbel,
II/456), susuzluktan can çekişen köpeği sulayan adamın veya günahkâr kadının
affedilmesi (Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Selâm 155; Ahmed bin Hanbel, II/507)
ile kedisini hapseden kadının azâba uğraması (Buhârî, Bed’ü’l-Halk 16; Müslim,
Selâm 151) gibi oldukça kısa, buna karşılık İslâmî bir inancı veya düşünceyi
etkili bir biçimde ortaya koyan eğitici mâhiyette pek çok tarihî kıssa da
kaynaklarda zikredilmektedir.
b) Temsilî Kıssalar:
Hz.
Peygamber birtakım genel meseleleri ya da soyut aklî gerçekleri ortaya koyarken
bunların daha iyi anlaşılmasını temin etmek ve zihinlerde kalıcı olmasını
sağlamak maksadıyla, geçmişte meydana gelip gelmedikleri bir tarafa, temsilî
mâhiyette kıssalara da başvurduğu görülmektedir.
Bunlar, mâhiyet itibarıyla kıssadan daha çok
“meseller”i ilgilendirmekle beraber, teşbih ve kıyas yoluyla eğitici, öğretici,
ibret ve öğüt verici birtakım hâdiselerin tasvirlerinden ibâret olması yönüyle
de temsilî kıssalar şeklinde değerlendirilebilir.
Hz. Peygamber’in bir kulun tevbesinden
dolayı Allah Teâlâ’nın ne derece hoşnut olacağı fikrini, ıssız bir çölde bütün
erzâkıyla birlikte devesini kaybedip ölmek üzere iken bineceğine kavuşan ve
böylece ölümden kurtulan bir kimsenin duyacağı sevinç ve mutluluğa benzeterek
açıklamaya çalışması (Müslim, Tevbe 2-7; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 49), emr-i
bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münkerin sosyal boyutunu ortaya koyarken kötülüklere
müdâhale etmeyenlerin durumunu aynı gemide yolculuk edenlerden bir kısmının
gemiyi batırma isteklerine karşı koymayan diğerlerinin haline benzetmesi
(Buhârî, Şirket 6, Şehâdet 30; Tirmizî, Fiten 12), kendisinin son peygamber
(Tirmizî, Emsâl 2) ve doğru sözlü bir uyarıcı olduğunu “en-nezîru’l-uryân” diye
tasvir ederken (Buhârî, Rikak 26, İ’tisâm 2) ortaya koyduğu teşbih ve temsiller
sözkonusu kıssalar arasında zikredilebilir. (Ayrıca cimri ile sadaka verenin
tasviri ve İslâm ümmetinin Yahûdi ve Hıristiyanlara olan üstünlüğünü belirten
temsilî kıssalar için bk. Buhârî, Zekât 28, İcâre 11; Müslim, Zekât 75).
Daha çok bir duygu, düşünce ve fikrin iyice
açıklanması ve müşahhas hale getirilmesi bakımından büyük önem taşıyan temsilî
kıssaların birçok örneğini hadis kaynaklarında bulmak mümkündür.
c) Hz. Peygamber’in
Şahsıyla İlgili Kıssalar:
Bunlar, Rasûl-i Ekrem’in şahsî tecrübeleri
arasında yer almakta ve bir kısmı peygamberliğinden önce olmak üzere değişik
zaman ve mekânlarda gerçekleşen ibret ve öğüt verici olağanüstü olaylardır.
“Şakku’s-sadr” diye bilinen ve birden fazla gerçekleştiği rivâyet edilen Hz.
Peygamber’in göğsünün yarılması (Buhârî, Enbiyâ 5; Dârimî, Mukaddime 3), isrâ
ve mirac hâdiseleri (Buhârî, Salât 1, Menâkıb 42, Enbiyâ 5; Müslim, İman 259;
Nesâî, Salât 5; Ahmed bin Hanbel, III/148) ile Rasûl-i Ekrem’in bir gazve
dönüşü karşılaştığı sûikast teşebbüsü sırasındaki tutum ve davranışı (Buhârî,
Cihad 84, 87; Müslim, Fezâil 13), yine Hz. Âişe vâlidemizin bir sorusuna
karşılık, Allah Rasûlü’nün İslâm’a dâvet için gittiği Tâif’te mâruz kaldığı ezâ
ve cefâ karşısında kendisini bir bulutun gölgelendirmesini ve bu esnâda Cebrâil
ile arasında geçen konuşmayı dramatik bir şekilde nakletmesi (Buhârî,
Bed’ü’l-Halk 7; Müslim, Cihad 111) gibi hususlar bu konudaki yaygın örneklerden
birkaçıdır.
Nebevî Kıssaların
Konuları
Hadislerde yer alan kıssaların insan
hayatının değişik yönlerini kapsadığı ve bu sebeple de pek çok konuyu ihtivâ
ettiği söylenebilir. Bu çerçevede nebevî kıssalarda başta Allah inancı olmak
üzere itikadî konular önemli bir yer tutmaktadır. Zira, nübüvvetin en önemli
hedeflerinden biri beşerî düşünceyi her türlü bâtıl fikir ve inançlardan
arındırmaktır. Nitekim Hz. Peygamber’in naklettiği kıssalarda Allah’ın varlık
ve birliği (Tirmizî, Emsâl 3), güç ve kudreti, af ve mağfireti (Buhârî, Enbiyâ
51; Müslim, Tevbe 46, Zühd 10), sadece Allah’a güvenmenin gerekli olduğu
(Buhârî, Kefâle 1; Müslim, Fezâil 13; Ahmed bin Hanbel, II/348), O’nun izni ve
dilemesi olmadan hiçbir şeyin meydana gelmeyeceği (Müslim, Eym3an 24) gibi
doğrudan Allah inancı ve bu inancın insan hayatındaki etkisi konu edilerek
vurgulanmaktadır (Müslim, Zühd 73; Ahmed bin Hanbel, VI/17, 18). Yine nebevî
kıssalarda meleklerin varlığı (Müslim, İman 257, 259), peygamberlerin tevhid
mücâdelesi, Rasûlullah’ın peygamberler zincirinin son halkası olduğu (Buhârî,
İcâre 8, 11; Tirmizî, Menâkıb 1) gibi diğer inanç esaslarının da konu edildiği
dikkat çekmektedir.
Diğer taraftan nebevî kıssalarda Allah’a
tâzim (Buhârî, Hars 13, Enbiyâ 53; Müslim, Zikr 100), emr-i bi’l-ma’rûf ve
nehy-i ani’l-münker (Buhârî, Şirket 6, Şehâdet 30; Tirmizî, Fiten 12),
günahlardan tevbe (Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 46; İbn Mâce, Diyât 2;
Ahmed bin Hanbel, III/20, 72), intiharın haram kılındığı (Buhârî, Enbiyâ 50;
Ahmed bin Hanbel, IV/312), Allah adına yemin etmenin sorumluluğu (Buhârî,
Enbiyâ 48; Müslim, Fezâil 149; İbn Mâce, Kefâret 4), iffet (Tirmizî,
Sıfatu’l-Kıyâme 48; Ahmed bin Hanbel, II/23), ahde vefâ (Buhârî, Kefâle 1;
Ahmed bin Hanbel, II/348, 349), borçluya kolaylık göstermek (Buhârî, Enbiyâ 54;
Müslim, Müsâkât 31; Ahmed bin Hanbel, II/361) ve tüm canlılara merhametli olmak
(Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Selâm 155; Ahmed bin Hanbel, II/507) gibi İslâmî
değerlerin ve ahlâkî güzelliklerin eğitici öğretici bir tarzda konu edildiği de
görülmektedir.
Bütün bunlara ilâveten hadislerde yer alan
kıssalarda, insan bir bütün olarak ele alınmakta, bir taraftan beşerî zaafları
ortaya konulurken, diğer taraftan onun hayır yönü ve ahlâkî değerlere bağlılığı
tarihî hakikatler olarak gözler önüne serilmektedir (Buhârî, Enbiyâ 48, 54;
Müslim, Akdıye 21, Birr 7, 8, Zühd 73; Ahmed bin Hanbel, II/434, VI/17-18).
Netice olarak, Hz. Peygamber’in haber
verdiği kıssalarda inanç esaslarının, İslâmî değer yargılarının, olumlu ve
olumsuz yönleriyle insanın konu edildiği anlaşılmaktadır.
Nebevî Kıssaların
Gâyeleri
Bütün çeşitleriyle Hz. Peygamber’den
nakledilen kıssaların önemli maksatları vardır. Asıl hedefi dinî gâyeleri
gerçekleştirmek olan nebevî kıssaları, maksatlarına göre iki ana ana grupta
toplamak mümkündür.
a- İslâm’a Dâvet:
Hz.
Peygamber’in başta gelen görevi Allah yoluna dâvet ve İslâm’ı tebliğ etmek
olduğundan, nebevî kıssalarda gözetilen en önemli gâye bu maksadı
gerçekleştirmektir. Nübüvvet ve risâletin bir parçası olan nebevî kıssalar ise
bu vazifeyi yerine getirmede en tesirli yol ve yöntemlerdendir. Nitekim,
kıssalar vâsıtasıyla İslâm’ın Allah katında en son ve makbul din olduğu, bu
dinin prensiplerini kabul edip gereğini yerine getirenlerin mükâfatlarını
fazlasıyla görecekleri vurgulanarak insanlar doğrudan İslâm’a dâvet
edilmektedir (Buhârî, İcâre 8, 11). Yine Hz. Peygamber’in nübüvvetine ve onun
Allah tarafından gönderilen son elçi olduğuna ve faziletlerine işaret edilirken
(Buhârî, Tefsir 17; Tirmizî, Menâkıb 1; Dârimî, Mukaddime 3), diğer taraftan
Allah Rasûlü doğru sözlü bir uyarıcı olarak vasfedilerek ona itaat edip,
ikazına kulak verenlerin kurtuluşa ereceği, isyan edenlerin ise hüsrâna
uğrayacakları (Buhârî, Rikak 26, İ’tisâm 2; Müslim, Fezâil 16) temsilî kıssalar
vâsıtasıyla açıklanmaktadır.
Ayrıca nebevî kıssalar vâsıtasıyla
insanların; Allah’ın hudûduna riâyet etmeye (Buhârî, Şirket 6, Şehâdet 30;
Tirmizî, Fiten 12), sâlih amellere (Buhârî, Hars 13, Enbiyâ 53; Ahmed bin
Hanbel, II/116, IV/274), güvenilir olmaya (Buhârî, Enbiyâ 54), şüpheli şeylerden
sakınmaya (Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Akdıye 21; İbn Mâce, Lukata 4; Ahmed bin
Hanbel, II/326), Allah’tan korkmaya (Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 28; ibn
Mâce, Zühd 30), O’nun verdiği nimetlere şükretmeye (Buhârî, Enbiyâ 51; Müsilm,
Zühd 10), sadece O’na tevekkül etmeye (Buhârî, Kefâle 1; Müslim, Eymân 22, 25;
Ahmed bin Hanbel, II/348) ve Allah için sevmeye (Müslim, Birr 38; Ahmed bin
Hanbel, II/462), gerekirse O’nun yolunda nefsini fedâ etmeye (Müslim, Zühd 73;
Ahmed bin Hanbel, VI/17, 18) çağrıldığı dikkat çekmektedir.
b- Eğitim:
Nebevî
kıssaların esas gâyelerinden biri de insanları değişik yollarla eğitmek ve
müslümanların mâruz kaldıkları sıkıntılara karşı sabırlı olmalarını temin
etmektir.
Hz. Peygamber’in naklettiği kıssaların en
belirgin özelliklerinden birisi eğitici olmasıdır. Zira, Allah Rasûlü’nün ilk
dönem İslâm toplumunun oluşmasında, itikadî, amelî ve ahlâkî hakikatlerin iman
edenlerin gönüllerinde ve zihinlerinde yerleşmesinde, kötü duygu ve
düşüncelerin sökülüp atılmasında kıssa ile eğitime büyük önem verdiği ve bu
hususta başta öğretim (tâlim) olmak üzere teşvik ve sakındırma (terğîb ve
terhîb), öğüt ve tevbe gibi eğitim metotlarına sıkça başvurduğu dikkat
çekmektedir. Kur’an ve Sünnet’in genel eğitim öğretim ve dâvet metotları arasında
önemli bir yeri olan güzel öğüt (mev’ızatü’l-hasene) ve kıssa ile terbiyenin
insan fıtratı ve eğitim açısından büyük önemi olduğunu belirtelim.
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı
üzere, Kur’an ve hadislerde yer alan kıssalar birçok yönden benzerlikler
göstermekte olup, her ikisinin de asıl amacı insanları hakka dâvet etmek,
onları değişik yol ve yöntemlerle eğitmektir.
(5)
a) Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil (a.s.)’in Kıssaları
İbn Abbas (r.a.) anlatıyor:
"Hz. İbrahim beraberinde Hz. İsmail aleyhimasselam ve onu henüz emzirmekte
olan annesi olduğu halde ilerledi. Kadının yanında bir de su tulumu vardı.
Hz. İbrahim, kadını Beyt'in yanında
Devha denen büyük bir ağacın dibine bıraktı. Burası Mescid'in yukarı tarafında
ve zemzemin tam üstünde bir nokta idi. O gün Mekke'de kimse yaşamıyordu, orada
hiç su da yoktu. İşte Hz. İbrahim anne
ve çocuğunu buraya koydu, yanlarına,
içerisinde hurma bulunan eski bir azık dağarcığı ile su bulunan bir tuluk
bıraktı.
Hz. İbrahim (a.s.) bundan sonra
(emr-i İlahî ile) arkasını dönüp (Şam'a gitmek üzere) oradan uzaklaştı.
İsmail'in annesi, İbrahim'in peşine düştü (ve ona Kedâ'da yetişti). "Ey
İbrahim, bizi burada, hiçbir insanın hiçbir yoldaşın bulunmadığı bir yerde
bırakıp nereye gidiyorsun?" diye seslendi. Bu sözünü birkaç kere
tekrarladı. Hz. İbrahim, (emir gereği)
ona dönüp bakmadı bile. Anne, tekrar (üçüncü kere) seslendi. "Böyle
yapmanı sana Allah mı emretti?" dedi. Hz.
İbrahim bunun üzerine "Evet!" buyurdu.
Kadın: "Öyleyse (Rabbimiz hafizimizdir), bizi burada perişan
etmez!" dedi, sonra geri döndü. Hz.
İbrahim de yoluna devam etti. Kendisini göremeyecekleri Seniyye
(tepesine) gelince Beyt'e yöneldi, ellerini kaldırdı ve şu duaları yaptı: "Ey
Rabbimiz! Ailemden bir kısmını, senin hürmetli Beyt'inin yanında, ekinsiz bir vadide yerleştirdim -namazlarını
Beyt'inin huzurunda dosdoğru kılsınlar diye-. Ey Rabbimiz! Sen de insanlarda
mü'min olanların gönüllerini onlara meylettir ve onları meyvelerle rızıklandır
ki, onlar da nimetlerinin kadrini bilip şükretsinler" (14/İbrahim,
37).
İsmail'in annesi, çocuğu emziriyor, yanlarındaki sudan içiyordu.
Kaptaki su bitince susadı, (sütü de kesildi), çocuğu da susadı (İsmail bu
esnada iki yaşında idi). Kadıncağız (susuzluktan) kıvranıp ızdırap çeken çocuğa
bakıyordu. Onu bu halde seyretmenin
acısına dayanamayarak oradan kalkıp, kendisine en yakın bulduğu Safa
tepesine gitti. Üzerine çıktı, birilerini görebilir miyim diye (o gün derin
olan) vadiye yönelip etrafa baktı, ama kimseyi göremedi. Safa'dan indi, vadiye
ulaştı, entarisinin eteğini topladı. Ciddi bir işi olan bir insanın koşusuyla
koşmaya başladı. Vadiyi geçti. Merve tepesine geldi, üzerine çıktı, oradan
etrafa baktı, bir kimse görmeye çalıştı. Ama kimseyi göremedi. Bu gidipgelişi
yedi kere yatpı. İşte (hacc esnasında) iki tepe arasında hacıların koşması buradan gelir.
Anne, (bu sefer) Merve'ye yaklaşınca bir ses işitti. Kendi kendine:
"Sus" dedi ve sese kulağını verdi. O sesi yine işitti. Bunun üzerine:
"(Ey ses sahibi!) Sen sesini işittirdin, bir yardımın varsa
(gecikme)!" dedi. Derken zemzemin yanında bir melek (tecelli etti). Bu
Cebrâil'di. Cebrâil kadına seslendi: "Sen kimsin?" Kadın: "Ben
Hacer'im, İbrahim'in oğlunun annesi..." "İbrahim sizi kime tevkil
etti?" "Allah Teâlâ'ya." "Her ihtiyacınızı görecek Zat'a
tevkil etmiş."
Ayağının ökçesi -veya kanadıyla-
yeri eşeliyordu. Nihâyet su çıkmaya başladı. Kadın (boşa akmaması için) suyu
eliyle havuzluyordu. Bir taraftan da sudan
kabına doldurdu. Su ise, kadın aldıkça dipten kaynıyordu."
İbn Abbas (r.a.) dedi ki:
"Allah İsmail'in annesine rahmetini bol kılsın, keşke zemzemi olduğu gibi
akar bıraksaydı da avuçlamasaydı. Bu takdirde (zemzem, kuyu değil) akarsu
olacaktı." Kadın sudan içti, çocuğunu da emzirdi. Melek, kadına:
"Zayi ve helak oluruz diye korkmayın! Zîra, Allah Teâlâ 'nin burada bir
Beyt'i olacak ve bunu da şu çocuk ve babası bina edecek. Allah Teâlâ o işin sahiplerini zayi etmez!" dedi.
Beyt yerden yüksekti, tıpkı bir tepe gibi. Gelen seller sağını solunu
aşındırmıştı.
Kadın bu şekilde yaşayıp giderken, oraya Cürhüm'den bir kâfile uğradı.
Oraya Kedâ yolundan gelmişlerdi. Mekke'nin aşağısına konakladılar. Derken orada
bir kuşun gelip gittiğini gördüler. "Bu kuş su üzerine dönüyor olmalı,
(burada su var). Halbuki biz bu vadide
su olmadığını biliyoruz!"
dediler. Durumu tahkik için, yine de bir veya iki atik adam gönderdiler. Onlar
suyu görünce geri dönüp haber verdiler. Cürhümlüler oraya gelip, suyun başında
İsmail'in annesini buldular.
"Senin yanında konaklamamıza izin verir misin?" dediler.
Kadın: "Evet! Ama suda hakkınız olmadığını bilin!" dedi. Onlar da:
"Pekâla! dediler. Rasûlullah (s.a.s.) der ki: "Ünsiyet istediği bir
zamanda bu teklif İsmail'in annesine
uygun geldi. Onlar da oraya indiler. Sonra geride kalan adamlarına haber
saldılar. Onlar da gelip burada konakladılar. Zamanla orada çoğaldılar. Çocuk
da büyüdü. Onlardan Arapça'yı öğrendi. Büyüdüğü zaman onlar tarafından en çok
sevilen, hoşlanılan bir genç oldu. Büluğa erince, kendilerinden bir kadınla
evlendirdiler. Bu sırada İsmail'in annesi vefat etti.
Derken Hz. İbrahim (a.s.),
İsmail'in evlenmesinden sonra oraya gelip, bıraktığı (hanımını ve oğlunu)
aradı. İsmail'i bulamadı. Hanımından İsmail'i sordu. Kadın: "Rızkımızı
tedarik etmek üzere (avlanmaya) gitti" dedi. Hz. İbrahim, bu sefer geçimlerini, hallerini
sordu. Kadın: "Halimiz fena, darlık ve
sıkıntı içindeyiz!" diyerek şikâyetvâri konuştu. Hz. İbrahim:
"Kocan gelince, ona benden selam et ve "kapısının eşiğini değiştirmesini"
söyle!" dedi. İsmail geldiği zaman, sanki bir şey sezmiş gibiydi.
"Eve herhangi bir kimse geldi mi?" diye sordu: Kadın: "Evet şu
şu evsafta bir ihtiyar geldi. Senden sordu, ben de haberini verdim,
yaşayışımızdan sordu, ben de sıkıntı ve darlık içinde olduğumuzu söyledim"
dedi. İsmail: "Sana bir tavsiyede bulundu mu?" dedi. Kadın: "Evet! Sana söylememi
emretti ve kapının eşiğini değiştirmeni söyledi!" dedi. İsmail: "Bu
babamdı. Seninle ayrılmanı bana emretmiş. Haydi artık ailene git!" dedi ve
hanımını boşadı. Cürhümlülerden bir başka kadınla evlendi.
Hz. İbrahim onlardan yine uzun
müddet ayrı kaldı. Bilâhare bir kere daha görmeye geldi. Yine İsmail'i evde
bulamadı. Hanımının yanına gelip, İsmail'i sordu. Kadın: "Maişetimizi
kazanmaya gitti!" dedi. Hz.
İbrahim: "Haliniz nasıldır?" dedi, geçimlerinden, durumlarından sordu. Kadın:
"İyiyiz, hayır üzereyiz, bolluk içindeyiz" diye Allah'a hamd ve senâda
bulundu. "Ne yiyorsunuz?" diye sordu. Kadın: "Et yiyoruz!"
dedi. "Ne içiyorsunuz?" diye sorunca da: "Su!" dedi. Hz.
İbrahim: "Allahım, et ve suyu haklarında mübarek kıl!"
diye dua ediverdi." Rasûlullah (s.a.s.)
devamında buyurdu ki: "O gün onların hububatı yoktu. Eğer olsaydı Hz. İbrahim, hububatları için de dua
ediverirdi."
İbn Abbas der ki: "Bu iki
şey (et ve su) Mekke'den başka hiçbir yerde Mekke'deki kadar sıhhate uygun
düşmez (başka yerde karın ağrısı yaparlar). Bu, Hz. İbrahim'in duâsının bir bereketi ve
neticesidir.
(Rasûlullah (s.a.s.) Hz.
İbrahim'den anlatmaya devam
etti:) "İbrahim (İsmail'in hanımına) dedi ki: "Kocan geldiği zaman,
benden ona selam söyle ve kapısının
eşiğini sâbit tutmasını emret! (Çünkü eşik, evin dirliğidir)." Hz. İsmail gelince (evde babasının kokusunu buldu
ve) "Yanınıza bir uğrayan oldu mu?" diye sordu. Kadın: "Evet,
bize yaşlı bir adam geldi, kılık kıyafeti düzgündü!" dedi ve (ihtiyar
hakkında) bir kısım övgülerden sonra: "Sana bir tavsiyede bulundu
mu?" diye sordu. Kadın: "Evet
sana selâm ediyor, kapının eşiğini sâbit tutmanı emrediyor" dedi. Hz.
İsmail: "Bu babamdı. Eşik de sensin, seni tutmamı, evliliğimizin
devamını emrediyor! (Sen yanımda değerli idin, kıymetin şimdi daha da
arttı" der ve kadın İsmail'e on erkek evlâd doğurur.)
Sonra, Hz. İbrahim Allah'ın
dilediği bir müddet onlardan ayrı kaldı. Derken bir müddet sonra yanlarına
geldi. Bu sırada Hz. İsmail zemzemin
yanında Devha ağacının altında kendisine ok yapıyordu. Babasını görünce ayağa
kalkıp karşılamaya koştu. Baba-oğul karşılaşınca yaptıklarını yaptılar
(kucaklaştılar, el, yüz, göz öpüldü). Sonra Hz.
İbrahim: "Ey İsmail! Allah Teâlâ bana ciddî bir iş emretti"
dedi. İsmail de: "Rabbinin emrettiği şeyi yap!" dedi. Hz. İbrahim: "Bu işte sen yardım edecek
misin?" diye sordu. O da: "Evet sana yardım edeceğim!" diye
cevap verdi. Bunun üzerine Hz. İbrahim:
"Allah Teâlâ bana burada bir Beyt yapmamı emretti!" diyerek atrafına nazaran yüksekçe bir tepeyi
gösterdi."
(İbn Abbâs) dedi ki:
"İsmail'le İbrahim işte orada Kâbe'nin (daha önceki) temellerini
yükselttiler. Hz. İsmail taş getiriyor,
Hz. İbrahim de duvarları örüyordu. Bina
yükselince, Hz. İsmail, babası için
(bugün Makam olarak bilinen) şu taşı getirdi. Yükselen duvarı örerken, Hz. İbrahim (iskele olarak) onun üstüne çıkıyordu. İsmail de ona
(aşağıdan) taş veriyordu. Bu esnâda onlar: "Ey Rabbimiz (Bu hizmetimizi)
bizden kabul buyur! Sen gören ve
bilensin!" diyorlardı."
İbn Abbâs der ki: "Hz. İsmail ve Hz.
İbrahim binayı yaparken (zaman zaman) etrafında dolaşarak: "Ey
Rabbimiz (bu hizmetimizi) bizden kabul buyur! Sen işiten ve bilensin!"
(Bakara 127) diye dua ediyorlardı." (Buhârî, Enbiya 8; İbrahim Canan,
Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/222-226)
Açıklama:
1- Önce şunu belirtelim: Rivâyet pekçok kısımlarıyla İbn Abbâs (radıyallahu anhüma)'ın sözü gibidir.
Ancak şarihler, rivâyette yer alan bazı karinelerden hareketle tamamının
Rasûlullah (s.a.s.)'a ait olduğuna hükmederler.
2- Hz. İbrahim (a.s.)'ın oğlu
İsmail'le çocuğun annesi Hz. Hacer'i
Mekke'ye bırakması, sonra tekrar gelip gitmeleri ve orada büyüyen Hz. İsmail'le Kâbe'yi inşa etmesi ile ilgili
rivâyet farklı vecihlerde gelmiştir. Kaydedilen vechi Buhârî'deki veçhidir.
Diğer bazı vecihlerinde görülen birkısım mühim farklılıkları imkan nisbetinde
köşeli parantez içerisinde göstermeye gayret ettik. Bazı mühim farkları burada
belirtmeye çalışacağız.
3- Teysir'in kaydettiği vecih Buharî'nin metnine tamamen uymaz. Hadisin
baş kısmı burada tayyedilmiş.
Bazı rivâyetlerde susayan çocuğun ayaklarını yere vurarak kıvrandığı,
annenin Safa ile Merve arasında telaşla gidip geldiği, tepeye çıkışlarında
dönüp çocuğa baktığı, bu sırada, çocuğun başına bir hâdise gelip gelmediğinden
endişe ettiği belirtilir.
Keza suyun yerden çıkarılışı ile ilgili bazı farklılıklar da rivâyetlerde görülür: Cebrâil ayağını
vurarak, parmağıyla yeri deşeleyerek vs. zemzem yerden fışkırmıştır:
Kâbe ile ilgili olarak bazı rivâyetlerde şu ziyade gelmiştir:
"Beyt, Tufan sırasında kaldırıldı. Peygamberler ona haccederlerdi. Fakat
yerini (tam olarak) bilmezlerdi. Allah onu İbrahim için hazırladı ve yerini ona
öğretti." Beyhakî'nin kaydettiği bir rivâyette: "Allah Teâlâ Cebrâil'i Hz.
Adem'e gönderdi ve Beyt'in inşa edilmesini emretti. Böylece onu Adem
bina etti. Kendisine: "Sen insanların ilkisin, bu da insanlar için yapılan
Beyt'in ilkidir" denilir. Bir başka rivâyette: "Beyt'i ilk inşa eden
Hz. Adem'dir" denmiştir. Ancak:
"Ondan da önce meleklerin inşa ettiği de söylenmiştir. Vehb İbn
Münebbih'ten gelen bir rivâyette ise: "Beyt'i inşa eden Şîs İbn
Adem'dir" denmiştir.
4- Alimler hadisten, zemzem suyunun bidâyette Hz. Hacer ve oğlu İsmail için su ve yiyecek
ihtiyaçlarına kâfi geldiği hükmünü çıkarmışlardır.
5- Hadis, Hz. İsmail'in annesi
Hacer ve babası İbrahim'in dillerinin Arapça olmadığını ifade eder. Çünkü
rivâyette Arapça'yı Cürhümlülerden öğrendiği ifade edilmektedir. Böylece
Arapçayı ilk konuşanın Hz. İsmail
olduğuna dair bazı rivâyetlerde gelen beyanın yanlışlığı ortaya çıkar. Keza bu
rivâyet, "Arapların tamamı İsmail
evladından gelmektedir" diyenleri de yalanlar.
6- Hadiste, Hz. İbrahim'in,
Mekke'ye, Hz. Hacer'in ölümünden ve
Hz. İsmail'in evlenmesinden sonra
"bıraktıklarını aramak üzere"
uğradığı ifade edilmektedir. Bu ifadeden çıkan neticelerden biri,
Hz. İbrahim'in kurban edilmek üzere
İsmail'i değil İshak'ı yere yatırdığı, bir
başka ifade ile, semadan inen koçla
kurban edilmekten kurtarılan kimsenin
İsmail değil, İshak olduğudur. İbn u't-Tin der ki: "Bu hadiste Hz. İbrahim, İsmail'i süt emerken bırakmakta ve
evlendiği zaman yanına gelmektedir. Hz.
İbrahim onu boğazlamakla emredilseydi, süt devresi ile evlenmesi
arasında Mekke'ye uğradığı, hadiste zikredilirdi." Esasen boğazlanmak
istenenin Hz. İshak soyundan olduklarını
söylerler ve semavî koçla kurban edilmekten kurtulmuş olan birinin neslinden
olmakla ayrıca tefahur ederler, şeref payı çıkarırlar.
İbn u't-Tin'e: "Hadiste, Hz.
İbrahim'in Mekke'ye arada gelmiş olabileceğinin nefyedilmediği,
dolayısıyle, gelmiş olabileceğinin zımnen mevcudiyeti" belirtilerek cevap verilmiştir. İbn Hacer,
bir başka rivâyette, Hz. İbrahim'in
zaman zaman Mekke'ye geldiğinin tasrih edildiğini göstererek, tenkidi te'yid
eder: "Hz. İbrahim, hanımı Hacer'i
her ay, Burak üzerinde ziyaret ederdi. Bu maksatla öğleden evvel Mekke'ye gelir
(ve ziyaretini yapıp aynı gün) döner ve Şam'daki evinde kaylulesini (öğle
uykusu) yapardı." İbn Hacer, Hz.
İbrahim'in Burak üzerinde gelip Hz.
Hacer ve Hz. İsmail'i ziyaret
ettiğini te'yid eden Hz. Ali ve
başkalarından rivâyetler kaydeder:
7- Rivâyette Hz. İsmail'in
rızkını kazanmak üzere evden çıktığ belirtmektedir. Başka rivâyetler onun sürü
otlattığını, bu esnada avcılık yaptığını ifade eder.
8- Hadiste kadın, "kapının eşiği"ne benzetilmiştir. Çünkü
aralarında benzerlik var: "Kapı, evi ve içindekileri muhafaza eder; kadın
da evin bekçisidir. Kocanın gıyabında evi ve içindeki eşyayı muhafaza eder.
Ayrıca ikisi de vat mahallidir. Eşiğin değiştirilmesi, boşamadan kinaye
yapılmıştır, ulema bunu boşamayı hasıl eden kinayat arasında mütalaa etmiştir.
İbn Hâcer, Hz. İsmail’in hadiste
zikri geçen iki hanımının isimleri üzerinde durur. Rivâyetlerde farklı isimleri
gelmiştir. Mesela ikinci hanımı hakkında sekiz ayrı rivâyet, kadının hakkında
da dört ayrı kavi ve isim bulunduğunu belirtir.
9- Hz. İsmail'in ikinci hanımı,
bazı rivâyetlerde, Hz. İbrahim'e:
"Buyurun, binekten inin, yemek yiyin, su için" diye teklifte bulunur.
Hz. İbrahim: "İnmeye gücüm
yetmez" deyince, kadın: "Evet sizi (yolcu) saçı başı dağınık
görüyorum. Dilerseniz (su getireyim) başınızı yıkayıp yağlayayım!" der.
Hz. İbrahim kabul eder: "Siz bilirsiniz"
der. Kadın, Makam'ı getirir, -Makam, o zaman billur gibi beyazdır ve Hz. İsmail'in evinde bir kenara bırakılmıştır.-
Hz. İbrahim bineğinin üzerinden inmeden
sağ ayağını Makam'ın üzerine koyar ve başını kadına uzatır. Kadın başının sağ
tarafını öncelikle yıkar, tamamlayınca sol ayağını koyması için Makam'ın yerini
değiştirir. Hz. İbrahim sol tarafı da
yıkanmak üzere başını uzatır.
Bugün Makam-ı İbrahim'de görülen ökçe ve parmak izleri o günden
kalmadır.
10- Bazı rivâyetlerde, Hz.
İbrahim'le Hz. İsmail'in Kâbe'yi
inşa etmek üzere biraraya geldikleri zaman babanın yüz, oğulun otuz yaşında
oldukları zikredilmiştir.
11- Bazı rivâyetler, Hz.
İbrahim'in inşa sırasında yükselttiği temellerin Hz. Adem tarafından atılmış olan temeller
olduğunu tasrih eder. Bu durum Buharî rivâyetinde kapalıdır. Bir rivâyet şöyle:
"Hz. İbrahim (s.a.s.),
temellerle Hz. Adem'in attığı temele
ulaştı. Göğe doğru yüksekliğini dokuz zira', yerdeki genişliğini yani çevresini
otuz zira' yaptı. Buradaki zira' (kol uzunluğu) kendi kollarıydı."
Bir başka rivâyette şu ziyade mevcuttur: "Sonra Hıcr kısmını
Beyt'e idhal etti. Daha önce (orası) Hz.
İsmail'in koyunlarının barınağı
idi. Hz. İbrahim Beyt'i taşları üst üste
koyarak inşa etti, tavanı yoktu. Bir kapı yaptı, kapının yanında bir de kuyu
açtı. Bu çukur, Beyt'in deposuydu. Beyt'e gelen hediyeler buraya
atılıyordu."
Bir başka rivâyette şu ziyade mevcut: "Allah, İbrahim'e, Sekîne'ye
uymasını vahyetti. Sekîne Beyt'in yerinde halkalandı, tıpkı bir bulut gibiydi.
Baba-oğul (o hududu) kazdılar, Hz.
Adem'in attığı ilk temeli kazıyor gibiydiler."
Bir başka rivâyette: "Hz.
İbrahim başının üstünde Beyt'in yerinde bulut gibi bir şey gördü, içinde
baş gibi bir şey vardı. Ona şöyle hitap etti: "Ey İbrahim! Benim gölgem
üzerine benim miktarımca bina yap, ne artır ne de eksilt." İşte bundandır
ki Allah Teâlâ: "Hani biz İbrahim'e Beyt'in yerini göstermiş ve
"Bana hiçbir şeyi ortak koşma" diye vahyetmiştik" (22/Hacc
26) buyurmuştur.
Bir başka rivâyette, "İnşaat Rükn'ün bulunduğu yere ulaşınca, o
gün Rüknü koyar, Makam'ı alıp Beyt'e yapışık şekilde yerleştirir"
denmiştir.
12- Bir başka rivâyete göre Kâbe'nin inşaatı bu suretle tamamlanınca
Hz. Cebrâil (a.s.) gelir ve hacc
menâsikini öğretir. Bundan sonra Hz. İbrahim (a.s.) Makam'ın üzerine çıkıp
halka şöyle hitap eder: "Ey insanlar! Rabbinize icabet edin!"
Hz. İbrahim ve Hz. İsmail bu yerlerde (bir müddet) kalırlar. Hz. İshak ve Sâre Beytu'l-Makdis'ten buraya hacc
yaparlar. Bundan sonra Hz. İbrahim Şam'a
döner ve orada vefat eder.
İbn Abbâs'ın bir rivâyetine
göre, "Hz. İbrahim Makam'ın üzerine
çıkınca şöyle hitap etmiştir: "Ey insanlar! Size hacc farz kılındı! Bu
sesi O, erkeklerin sulbünde, kadınların
rahminde olanlara da işittirdi. Onun bu davetine, iman edenler ve Allah'ın ilminde
kıyamete kadar gelip hacc edecekleri sebkat etmiş olanlar: "Lebbeyk
Allahümme lebbeyk! =Buyur Allahım buyur!" diye cevap verdiler."
Bir başka rivâyette şöyle denir: "Hz. İsmail vadiye
bir taş aramaya gitmişti ki Hz.
Cibril (a.s.) Haceru'l-Esved'i indirdi. Bu taş, yeryüzü Tufan'la sulara
boğulunca semaya kaldırılmıştı. Hz.
İsmail gelince Haceru'l-Esved'i gördü ve: "Bu nereden geldi, kim
getirdi?" dedi. Hz. İbrahim:
"Beni ne sana ne de taşına bırakmayan Zat" cevabını verdi." Bir
başka rivâyette şu ziyade var: "Bu taş Hindistan'da idi; papatya gibi
bembeyaz bir yakuttu." (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları, 14/226-230).
b) Ashâbu’l-Uhdûd Kıssası
Hz. Süheyb (r.a.) anlatıyor:
"Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Sizden öncekiler arasında bir
kral vardı. Onun bir de sihirbazı vardı. Sihirbaz yaşlanınca krala: "Ben
artık yaşlandım. Bana bir oğlan çocuğu gönder ve sihir yapmayı öğreteyim!"
dedi. Kral da öğretmesi için ona bir oğlan gönderdi. Oğlanın geçtiği yolda bir
Râhip yaşıyordu. (Bir gün giderken) Râhibe uğrayıp onu dinledi, konuşması
hoşuna gitti. Artık sihirbaza gittikçe, Râhibe uğruyor, yanında (bir müddet)
oturup onu dinliyordu.
(Bir gün) delikanlıyı sihirbaz, yanına gelince dövdü. Oğlan da durumu
Râhibe şikâyet etti. Râhip ona: "Eğer sihirbazdan (dövecek diye)
korkarsan: "Ailem beni oyaladı!"
de; ailenden korkacak olursan, "Beni sihirbaz oyaladı"
de!" diye tenbihte bulundu.
O bu halde (devam eder) iken, insanlara engel olan büyük bir canavara
rastladı. (Kendi kendine): "Bugün bileceğim; sihirbaz mı efdal, Râhip mi
efdal!" diye mırıldandı. Bir taş aldı ve: "Allahım! Eğer Râhibin işi, sana sihirbazın işinden daha
sevimli ise, şu hayvanı öldür ve insanlar geçsinler!" deyip, taşı fırlattı
ve hayvanı öldürdü. İnsanlar yollarına devam ettiler. Delikanlı Râhibe gelip
durumu anlattı. Râhib ona: "Evet! Bugün sen benden efdalsin (üstünsün)!
Görüyorum ki, yüce bir mertebedesin. Sen imtihan geçireceksin. İmtihana
maruz kalınca sakın benden haber
verme!" dedi. Oğlan anadan doğma körleri ve alaca hastalığına yakalananları tedavi eder,
insanları başkaca hastalıklardan da kurtarırdı.
Onu kralın gözleri kör olan arkadaşı işitti. Birçok hediyeler alarak
yanına geldi ve: "Eğer beni tedavi edersen, şunların hepsi senindir"
dedi. O da: "Ben kimseyi tedavi etmem, tedavi eden Allah'tır. Eğer Allah'a
iman edersen, sana şifa vermesi için dua edeceğim. O da şifa verecek!"
dedi. Adam derhal iman etti, Allah da ona şifa verdi.
Adam bundan sonra kralın yanına geldi. Eskiden olduğu gibi yine yanına oturdu. Kral: "Gözünü sana kim
iâde etti?" diye sordu. "Rabbim!" dedi. Kral: "Senin benden
başka bir rabbin mi var?" dedi. Adam: "Benim de senin de rabbimiz
Allah'tır!" cevabını verdi. Kral onu yakalatıp işkence ettirdi. O kadar
ki, (gözünü tedavi eden ve Allah'a iman etmesini sağlayan) oğlanın yerini de
gösterdi. Oğlan da oraya getirildi. Kral ona: "Ey oğul! Senin sihrin
körlerin gözünü açacak, alaca hastalığını tedavi edecek bir dereceye ulaşmış,
neler neler yapıyormuşsun!" dedi. Oğlan: "Ben kimseyi tedavi
etmiyorum, şifayı veren Allah'tır!"
dedi. Kral onu da tevkif ettirip işkence etmeye başladı. O kadar ki, o
da Râhibin yerini haber verdi. Bunun üzerine Râhip getirildi. Ona:
"Dininden dön!" denildi. O bunda direndi. Hemen bir testere getirildi. Başının ortasına konuldu. Ortadan
ikiye bölündü ve iki parçası yere düştü. Sonra oğlan getirildi. Ona da:
"Dininden dön!" denildi. O da kaçındı. Kral onu da adamlarından
bazılarına teslim etti.
"Onu falan dağa götürün, tepesine kadar çıkarın. Zirveye
ulaştığınız zaman (tekrar dininden dönmesini talep edin); dönerse ne âla, aksi
takdirde dağdan aşağı atın!" dedi. Gittiler onu dağa çıkardılar. Oğlan:
"Allahım, bunlara karşı, dilediğin şekilde bana kifâyet et!" dedi.
Bunun üzerine dağ onları salladı ve hepsi de düştüler. Oğlan yürüyerek kralın
yanına geldi. Kral: "Arkadaşlarıma ne oldu?" dedi. "Allah,
onlara karşı bana kâfi geldi" cevabını verdi. Kral onu adamlarından
bazılarına teslim etti ve: "Bunu bir gemiye götürün. Denizin ortasına
kadar gidin. Dininden dönerse ne âla, değilse onu denize atın!" dedi.
Söylendiği şekilde adamları onu götürdü. Oğlan orada: "Allahım, dilediğin
şekilde bunlara karşı bana kifâyet et!" diye dua etti. Derhal gemileri
alabora olarak boğuldular. Çocuk yine yürüyerek hükümdara geldi. Kral:
"Arkadaşlarıma ne oldu?" diye sordu. Oğlan: "Allah
onlara karşı bana kifâyet etti"
dedi. Sonra krala: "Benim emrettiğimi yapmadıkça sen beni
öldüremeyeceksin!" dedi. Kral: "O nedir?" diye sordu. Oğlan:
"İnsanları geniş bir düzlükte toplarsın, beni bir kütüğe asarsın, sadağımdan bir ok alırsın. Sonra oku, yayın
ortasına yerleştirir ve: "Oğlanın Rabbinin adıyla" dersin. Sonra oku
bana atarsın. İşte eğer bunu yaparsan beni öldürürsün!" dedi. Hükümdar,
hemen halkı bir düzlükte topladı. Oğlanı bir kütüğe astı. Sadağından bir ok
aldı. Oku yayının ortasına yerleştirdi. Sonra: "Oğlanın Rabbinin
adıyla!" dedi ve oku fırlattı. Ok çocuğun şakağına isabet etti. Çocuk
elini şakağına okun isabet ettiği yere koydu ve Allah'ın rahmetine kavuşup öldü.
Halk: "Oğlanın Rabbine iman ettik!" dediler. Halk bu sözü üç kere
tekrar etti. Sonra krala gelindi ve: "Ne emredersiniz? Vallahi korktuğunuz başınıza geldi. Halk oğlanın
Rabbine iman etti!" denildi. Kral hemen yolların başlarına hendekler
kazılmasını emretti. Derhal hendekler kazıldı. İçlerinde ateşler yakıldı. Kral:
"Kim dininden dönmezse onu bunlara atın!" diye emir verdi. Yahut
hükümdara "Sen at!" diye emir verildi. İstenen derhal yerine
getirildi. Bir ara, beraberinde çocuğu olan bir kadın getirildi. Kadın oraya
düşmekten çekinmişti, çocuğu:"Anneciğim sabret. Zîra sen hak
üzeresin!" dedi. (Müslim, Zühd 73, hadis no: 3005; Tirmizî, Tefsiru Sûre-i
Bürûc, hadis no: 3337; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları, 14/233-236)
Açıklama:
Ashâb-ı Uhdûd, Kur'an-ı Kerim'de temas edilen zalim bir zümredir. Büruc
suresinin 4-10. âyetleri onlardan bahseder, Uhdûd, hendek demek olduğuna göre,
ashâb-ı Uhdûd hendek sahipleri demektir. Kur'an'da bu hendek sahiplerinin
kimler olduğu, ne zaman yaşadığı tafsil edilmez. Daha çok onların, mü'minlere
dinlerinden dönmek için işkence yaptıkları belirtilir. Bunlar, içerisine ateş
yakılmış hendeklerin sahipleridir. Dinlerinden dönmeyen mü'minleri bu
hendeklere atıp yakmaktalar ve karşıdan bu manzarayı vicdansızca vahşi bir
zevkle seyretmektedirler. Ama, hiçbir zalim felah bulmadığı gibi, bunlar da
felah bulmamış, âyet-i kerime ashâb-ı Uhdûd'un gebertildiklerini belirtmiştir.
Müfessirler, ashâb-ı Uhdûdla ilgili on ayrı hikâye kaydederler. Hikâyelere göre
bu işkenceler Yemen'de, Mecran'da, Irak'ta, Şam'da, Habeşistan'da... Mecusiler,
Yahudiler veya diğer bazı krallar tarafından icra edilmiştir. Kur'an'ın ıtlakı hepsine hak verdirecek
mahiyettedir. Sanki, âyette bir hadiseye değil, bu çeşitten pek çok hadiseye
bir iş'ar olmaktadır. Dolayısıyle, nakledilen hikâyelerin farklı yerlerle
ilgili olması, onların batıl olduğuna delil olmaz. Bilakis ateş dolu
hendeklerde mü'minlerin, insanlık tarihi boyunca mükerrer kereler imha
edildiklerini, yakıldıklarını ifade eder. Ancak, Kur'an-ı Kerim'in öncelikle Kureyşliler
tarafından bilinen bir hâdiseyi nazara
vermesi gâyet tabiidir. Kur'an bunları tel'in etmekte, kötü akibetlerini haber
vermektedir. Bundan sonra gelip mü'minlere cehennemî azap verecek zalim
kâfirlerin de aynı akibete uğrayacakları, mü'minlere bildirilerek teselli
verilmektedir (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları,
14/236).
c) Beşikte Konuşanların
Kıssası
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor:
"Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Üç kişi dışında hiç kimse
beşikte iken konuşmamıştır. Bunlar: Hz.
İsa İbn Meryem aleyhima'sselam, Cüreyc'in arkadaşı.
Cüreyc, kendini ibâdete vermiş abid bir kuldu. Bir manastıra çekilmiş
orada ibâdetle meşguldu. Derken bir gün
annesi yanına geldi, o namaz kılıyordu. "Ey
Cüreyc! (Yanıma gel, seninle konuşacağım! Ben annenim)" diye seslendi.
Cüreyc: "Allahım! Annem ve namazım (hangisini tercih edeyim?)" diye
düşündü). Namazına devama karar verdi.
Annesi çağırmasını (her defasında üç kere olmak üzere) üç gün
tekrarladı. (Cevap alamayınca) üçüncü çağırmanın sonunda: "Allahım, kötü
kadınların yüzünü göstermedikçe canını alma!" diye bedduada bulundu. Benî
İsrail, aralarında Cüreyc ve onun ibâdetini konuşuyorlardı. O diyarda
güzelliğiyle herkesin dilinde olan zâniye bir kadın vardı. "Dilerseniz ben
onu fitneye atarım" dedi. Gidip Cüreyc'e sataştı. Ancak Cüreyc ona iltifat
etmedi.
Kadın bir çobana gitti. Bu çoban Cüreyc'in manastırı(nın dibi)nde
barınak bulmuş birisiydi. Kadın onunla zinâ yaptı ve hamile kaldı. Çocuğu
doğurunca: "Bu çocuk Cüreyc'ten" dedi. Halk (öfkeyle) gelip Cüreyc'i
manastırından çıkarıp manastırı yıktılar, (hakaretler ettiler), kendisini de
dövmeye başladılar, (linç edeceklerdi).
Cüreyc onlara: "Derdiniz ne?" diye sordu. "Şu fâhişe ile zinâ
yaptın ve senden bir çocuk doğurdu!" dediler. Cüreyc: "Çocuk nerede,
(getirin bana?)" dedi. Halk çocuğu ona getirdi. Cüreyc: "Bırakın beni
namazımı kılayım!" dedi. Bıraktılar ve namazını kıldı. Namazı bitince
çocuğun yanına gitti, karnına dürttü ve: "Ey çocuk! Baban kim?" diye
sordu. Çocuk: "Falanca çoban!" dedi. Bunun üzerine halk Cüreyc'e
gelip onu öpüp okşadı ve: "Senin manastırını altından yapacağız!"
dedi. Cüreyc ise: "Hayır! Eskiden olduğu gibi kerpiçten yapın!" dedi.
Onlar da yaptılar.
(Üçüncüsü): Bir zamanlar bir çocuk annesini emiyordu. Oradan şahlanmış
bir at üzerinde kılık kıyafeti güzel bir adam geçti. Onu gören kadın:
"Allah'ım şu oğlumu bunun gibi yap!" diye dua etti. Çocuk memeyi
bırakarak adama doğru yönelip baktı ve: "Allahım beni bunun gibi
yapma!" diye dua etti. Sonra tekrar memesine dönüp emmeye başladı. (Ebû
Hureyre der ki: "Ben Rasûlullah (s.a.s.)'ı, şehâdet parmağını ağzına koyup
emmeye başlayarak, çocuğun emişini taklid ederken görür gibiyim.")
(Rasûlullah anlatmaya devam etti): "(Sonra annenin yanından) bir
kalabalık geçti. Ellerinde bir câriye vardı. Onu dövüyorlar ve: "(Seni
zânî seni!) Zinâ yaparsın, hırsızlık yaparsın ha!" diyorlardı. Câriye ise:
"Allah bana yeter, o ne iyi vekildir!" diyordu. Çocuğun annesi:
"Allahım çocuğumu bunun gibi yapma!" dedi. Çocuk yine emmeyi bıraktı,
câriyeye baktı ve: "Allahım beni bunun gibi yap! dedi. İşte burada
anne,evlat karşılıklı konuşmaya başladılar: (Anne dedi ki: "Boğazı
tıkanasıca! Kıyafeti güzel bir adam geçti. Ben: "Allahım, oğlumu bunun
gibi yap" dedim. Sen: "Allahım! Beni bunun gibi yapma!" dedin.
Yanımızdan câriyeyi döverek, zinâ ve hırsızlık yaptığını söyleyerek geçenler
oldu. Ben: "Allahım, oğlumu bunun gibi yapma" dedim. Sen ise: "Allahım, beni bunun
gibi yap!" dedin.")
Oğlu şu cevabı verdi: "Güzel kıyafetli bir adam geçti. Sen:
"Allahım, oğlumu bunun gibi yap!" dedin, ben ise: "Allahım beni
bunun gibi yapma!" dedim. Yanınızdan bu câriyeyi geçirdiler. Onu hem dövüp
hem de: "Zinâ ettin, hırsızlık ettin!" diyorlardı. Sen:
"Allahım, oğlumu bunun gibi yapma! "dedin. Ben ise: "Allahım,
beni bunun gibi yap!" dedim. (Sebebini açıklayayım): O atlı adam cebbar
zalimin biriydi. Ben de: "Allahım beni böyle yapma!" dedim. "Zinâ ettin, hırsızlık
yaptın!" dedikleri şu zavallı câriye ise
ne zinâ yapmıştı, ne de çalmıştı! Ben de "Alahım beni bunun gibi
yap!" dedim." (Buhârî, Enbiyâ 50, Amel fi's-Salât 7; Müslim, Birr 7,
8, hadis no: 2550). (Metin Müslim'den alınmalıdır; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/238-240)
Açıklama:
1- Müellif, metnin Müslim'in
metni olduğunu söylerse de hadisin sonunda, Müslim'deki asla uymayan bir
durum var; üçüncü hikâyede annenin suali eksik. Biz bunu Müslim'den alarak
köşeli parantez ([...]) içerisinde kaydettik. Ayrıca, sahibinin açıklaması
Müslim'deki asılda daha kısa. Biz bu kısımda Teysir'in metnindekini aynen
tercüme ettik.
2- Buharî'de kıssalar toptan da, ayrı ayrı da anlatılmıştır.
3- Konuşma yaşından önce konuşan çocukların sayısı rivâyetlerde yediye
çıkmaktadır. İbn Hacer, kaynaklarını da vererek diğerlerini de tanıtır.
Biri, Firavun'un kızına berberlik yapan kadının oğludur. Firavun ateşe
atacağı zaman bebek: "Anneciğim sabret, biz hak yoldayız" demiştir.
Ashâb-ı Uhdûddan bir kadın ateşe atılacağı zaman, memede olan çocuk:
"Anneciğim sabret, sen hak üzeresin" demiştir.
Hz. Yahya'nın beşikte iken
konuştuğu rivâyet edilmiştir.
Hz. İbrahim de beşikte
konuşmuştur.
Rasûlullah'ın o devirde Mübareku'l-Yemame adında bir çocuğun beşikte
konuştuğu rivâyet edilmiştir. Hz.
Yusuf'un şahidi ihtilaflıdır.
Aynî, hadiste üç denmiş olmasını, Rasûlullah (s.a.s.)'ın "üç"
dediği zaman, diğerlerinin henüz vahyen bildirilmemiş olabileceği ihtimaliyle
açıklar. Çünkü, Rasûlullah (s.a.s.) gaybı
bilmezdi. Cenab-ı Hakk'ın bildirdiği kadarını bilirdi. Hz. Yusuf'a şahidlik eden çocuk, Firavun'un ateşe
atmak istediği kadının çocuğu ve Yahya (a.s.) da konuşma yaşından önce konuşan
çocuklar arasında zikredilirler. Kurtubî "Bu üç çocuğun beşikte iken,
diğerlerinin beşikten çıkmış, biraz daha büyümüş ama henüz çocuk yaşına
basmamış halde konuşmalarıyla" te'vil ederek tearuzu giderir.
4- Hadiste, Cüreyc namazda konuşuyor gözükmektedir. Halbuki konuşmak
namazı bozar. Alimler bu hususta şu açıklamayı yapar: Cüreyc'in zamanındaki
şeriatte namazda konuşmak namazı bozmayabilir. Nitekim, İslam'ın bidâyetinde
namazda huşu ile ilgili âyet gelmezden önce namazda konuşulabiliyor, hareket
edilebiliyordu. Âyetten sonra bu yasaklanmıştır. Mamafih, Cüreyc'in
konuşmasını, "içinden, kendi kendine konuşmuş olabilir" şeklinde yorumlayan
da olmuştur. Cüreyc annesine cevapla, namaza devam şıklarından
"devamı" tercih etmiş, ancak annesinin bedduasına mazhar olmuş ve bu
dua indallah kabul görmüştür. Birkısım alimler, hadisten böyle bir durumda
anneye cevap vermek gerektiğini istidlal etmişlerdir. "Kıldığı namazı
nafile idi, anneye cevabı ise vacibtir" demişlerdir. Rasûlullah (s.a.s.)'
ın "Eğer Cüreyc alim olsaydı, annesinin çağırmasına cevap vermenin
namazdan evla olacağını bilirdi" dediği
de rivâyet edilmiştir.
Nevevî şöyle der: "Annesinin duası kabul edilmiştir. Çünkü,
Cüreyc' in namazı kısa tutup annesine cevap vermesi mümkündü. Ancak o,
annesinin manastırı terkedip, dünyaya ve dünyaya ait işlere dönmesini talep
edeceğinden korkarak cevap vermedi."
5- Hadisten Elde Edilen Bazı Faydalar:
Hadiste anne ve baba hukukunun büyüklüğü, çocuk mazur bile olsa anne ve
babanın çocuğa yapacağı bedduanın makbul olacağı ders verilmektedir.
Terbiyecilerin, terbiye ettiklerine karşı rıfk ile muameleleri esastır:
Annesi Cüreyc'e daha ağır bedduada bulunabilirdi: Ölmesi, fuhşa düşmesi gibi...
Bunları talep etmiyor: "Fâhişe yüzünü görmeden ölme!" şeklinde dileniyor.
Allah'a karşı sıdk içinde olana fitne zarar vermez.
Cüreyc kuvvetli bir yakine, sıhhatli bir ümide sahiptir. Nitekim,
talebi üzerine, olmayacak şey vukua geliyor: Beşikteki çocuk konuşuyor.
İki iş teâruz ederse, daha mühim olana
öncelik verilmelidir.
Veliler kerâmet gösterirler. Bu, talep ve ihtiyarlarıyla da olabilir.
Nefsinde kuvvet gören, ibâdetin meşakkatlisini tercih edebilir.
Fuhşiyat işleyenin hurmeti kalmaz.
Hadisin bazı vecihlerinde “beytu’z-zevânî” (zinâ evleri) tabiri
geçmektedir. Bu tabir, İsrailoğullarında fuhuş evlerinin mevcudiyetini ve
onların zillete düşüşlerinin bir sebebini gösterir.
Abdest ve namaz önceki ümmetlerde
de mevcuttur (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları, 14/240-242).
d) Mağara Ashâbının
Kıssası
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor:
"Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Sizden önce yaşayanlardan üç
kişi yola çıktılar. (Akşam olunca) geceleme ihtiyacı onları bir mağaraya
sığındırdı ve içine girdiler. Dağdan (kayan) bir taş yuvarlanıp, mağaranın
ağzını üzerlerine kapadı. Aralarında: "Sizi bu kayadan, sâlih amellerinizi
şefaatçi kılarak Allah'a yapacağınız dualar kurtarabilir!" dediler. Bunun
üzerine birincisi şöyle dedi:
"Benim yaşlı, ihtiyar iki ebeveynim vardı. Ben onları çok kollar,
akşam olunca onlardan önce ne ailemden ne de hayvanlarımdan hiçbirine yedirip
içirmezdim. Bir gün ağaç arama işi beni uzaklara attı. Eve döndüğümde ikisi de uyumuştu. Onlar
için sütlerini sağdım. Hâlâ uyumakta idiler. Onlardan önce aileme ve
hayvanlarıma yiyecek vermeyi uygun bulmadım, onları uyandırmaya da kıyamadım.
Geciktiğim için çocuklar ayaklarımın arasında kıvranıyorlardı. Ben ise süt
kapları elimde, onların uyanmalarını bekliyordum. Derken şafak söktü: "Ey Allahım! Bunu
senin rızân için yaptığımı biliyorsan, bizim yolumuzu kapayan şu taştan bizi
kurtar!" Taş bir miktar açıldı. Ama çıkacakları kadar değildi.
İkinci şahıs şöyle dedi: "Ey Allahım! Benim bir amca kızım vardı.
Onu herkesten çok seviyordum. Ondan kâm
almak istedim. Ama bana yüz
vermedi. Fakat gün geldi kıtlığa uğradı, bana başvurmak zorunda kaldı. Ona,
kendisini bana teslim etmesi mukabilinde yüz yirmi dinar verdim; kabul etti.
Arzuma nail olacağım sırada: "Allah'ın mührünü, gayr-ı meşru olarak bozman
sana haramdır!" dedi. Ben de ona
temasta bulunmaktan kaçındım ve insanlar arasında en çok sevdiğim kimse olduğu
halde onu bıraktım, verdiğim altınları da terkettim. Ey Allahım, eğer bunları
senin rızâyı şerifin için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar." Kaya
biraz daha açıldı. Ancak onlar çıkabilecek kadar açılmadı.
Üçüncü şahıs dedi ki: "Ey Allahım, ben işçiler çalıştırıyordum.
Ücretlerini de derhal veriyordum. Ancak bir tanesi [bir farak pirinçten ibaret
olan] ücretini almadan gitti. Ben de onun parasını onun adına işletip kâr
ettirdim. Öyle ki çok malı oldu. Derken (yıllar sonra) çıkageldi ve: "Ey
Abdullah! Bana olan borcunu öde!" dedi. Ben de: "Bütün şu gördüğün
sığır, davar, deve, köleler senindir. Git bunları al götür!" dedim. Adam:
"Ey Abdullah, benimle alay etme!" dedi. Ben tekrar: "Ben
kesinlikle seninle alay etmiyorum. Git hepsini al götür!" diye tekrar
ettim. Adam hepsini aldı götürdü. "Ey Allahım, eğer bunu senin rızân için
yaptıysam, bize şu halden kurtuluş nasip et!" dedi. Kaya açıldı, çıkıp
yollarına devam ettiler." (Buhârî, Enbiyâ 50, Büyû’ 98, İcâre 12, Hars 13,
Edeb 5; Müslim, Zikr 100, hadis no: 2743; Ebû
Dâvud, Büyû' 29, hadis no: 3387; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/244-245)
Açıklama:
1- Hadisin bazı vecihlerinde, bu üç yolcu, yaya giderken yağmura
tutulurlar ve bu sebeple mağaraya iltica ederler. Sadedinde olduğumuz veçhinde,
gece sebebiyle mağaraya girdikleri ifade
edilmektedir. İkisinin birleşmesi mümkündür, akşam vakti yağmura tutulmuş
olabilirler.
2- Hikâyede, İslam'ın ahlak-ı hasenesinden üç ahlakın Allah indinde
makbuliyeti ifade edilmektedir.
3) Anne-babaya hürmet, onların hukukuna riâyet.
4) Allah rızâsı için insanların iffetlerine riâyet.
5) Başkasının hakkına riâyet... Başkasının maddî menfaatini kendi menfaati derecesinde gözetmek, hileye yer
vermemek. Bu amelleri makbul kılan husus da, bunların ihlasla yani Allah rızâsı
için yapılmış olmasıdır. Dolayısiyle, hadis, amelde ihlasın ehemmiyetine,
tebliğde müstesna bir yer vermektedir.
6- Sadedinde olduğumuz rivâyette ücretin miktarı kaydedilmiyor. Fakat,
bazı rivâyetlerde bu bir farak pirinç olarak belirtilmiştir. Hatta bir başka
rivâyette yer alan açıklayıcı bir ziyade, hem miktar hususunda, hem de
işçilerden birinin ücretini almayış sebebi hususunda bize bilgi sunmaktadır:
"Ben bir grup insan tuttum, her
birine yarım dirhem yevmiye verecektim. İşleri bitince herkese ücretini verdim.
Biri: "Vallahi ben iki kişilik iş yaptım, bana bir dirhem vermezsen
ücretini almayacağım" dedi ve
almadan çekip gitti. İşte ben bu yarım dirhemi nemalandırdım."
Bir farak pirincin, o günün piyasasında yarım dirhem değerinde olabileceğini belirttikten
sonra, nemalandırılmaya tabi tutularak koyun, deve, sığır sürülerine ulaşılan
bu taban sermayenin, günümüzdeki karşılığını bulmaya çalışırsak şu sonuca
varırız: Bir farak, üç sa' miktarında bir ölçektir. Bir sa' ise 2,120 ile 2,650
litre arasında değişen bir hacim miktarı. Öyle ise bir farak 6,360 ile 7,950
litre arasında değişen bir ölçek olmaktadır. Daha yuvarlak hesapla 6,5 litre
ile 8 litre arasında bir hacim tutmaktadır. Bir litre pirincin 888 gram kadar
olduğu (şahsî tartımızda bir litre pirinç 888 gram geldi) gözönüne alınırsa,
mezkur yarım dirhemlik pirincin yaklaşık 6 veya 7 kilo civarında olduğu
anlaşılır.
Bazı rivâyetlerde işçiye on bin
dirhemlik para ödediği, yani verdiği deve, koyun, sığır vesairelerin bu
değere ulaştığı belirtilmiştir. Hadisin muhtelif vecihleri gözönüne alınınca,
mezkur zatın, işçisinin parasını önce ziraatle, sonra hayvancılık vs. ile
nemalandırdığı anlatılmaktadır: Ekmiş, satmış satınalmış, doğurtmuş vs. Yani
ticaret ve istihsal çeşitlerinden pek çoğuna başvurmuştur.
4- Hadis, sıkıntılı ve belalı anlarda sâlih amelleri zikrederek Allah'a
iltica ve duanın müstehab olduğunu ifade
eder. Bazı fakihler, yağmur namazında da aynı tarzda dua etmenin müstehab
olduğuna hükmetmiştir.
5- Hadiste dikkat çeken bir edeb, üç şahıstan hiçbiri, zikrettiği
amelin sâlih olduğu hususunda cezmetmemesidir. Her biri "bu amelim rızâna
uygunsa", "senin rızân için idiyse.." gibi amelin
değerlendirilmesini meşiet-i İlahiyeye bırakan ihtiyatî ifadelere yer
vermişlerdir. Hatta birinci konuşan zatın sarfettiği; "Ey Allahım, bunu
senin rızân için yaptığımı biliyorsun..." şeklindeki -itikad açısından-
mahzurlu ifadenin de bu endişeye baktığı belirtilmiştir. Yani o sözün sahibi,
ameli hususunda mütereddittir; bu ameli Allah katında makbul mü, değil mi?
Şöyle demek istemiştir: "Eğer bu amelim makbulse şu duamı kabul
buyur."
5- Hadis, günahı bir noktada terketmenin, o noktaya kadar olan
evveliyatını affettireceğini de ifade
eder; Amcasının kızına, son anda teması terketmesi, o ana kadarki günahlarını
affettirdi ki, bu "terk"le yaptığı dua makbul oldu.
6- Tevbenin makbul olması halinde, geçmişi affettireceği de hadiste
ifade edilmektedir.
7- İşçi ve patron tarafından bilinen belli bir miktar yiyecek mukabili
ücretli tutmak câizdir.
8- Sâlih kimselerin keramete mazhar olması haktır.
9- Emaneti edada büyük fazilet
vardır.
10- Fakihler, hadiste fuzuli şahsın bey'inde cevaz bulmuşlardır.
11- Bazı alimler, "Emaneti taşıyan (müstevde') emanet malla
ticaret yaparsa, kâr mal sahibine aittir" demiştir. Çoğunluk bu konuda
başka görüşler ileri sürmüştür. "Mal, emaneti taşıyanın zimmetinde olduğu
takdirde, izinsiz tasarrufta bulunsa, malın zimmeti üzerindedir, ticaret
yaptığı takdirde kâr kendinin olur." Ebû
Hanife "Kâr onun, ancak tasadduk eder" demiştir. Başka
görüşler de var.
12- Geçmiş milletlerde cereyan eden hadiseler, dinleyenlerin ibret
almaları için anlatılabilir (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları, 14/245-247).
e) Kifl Kıssası
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki:
"Sizden önce yaşayanlar arasında Kifl adında biri vardı. Bildiğinden hiç
şaşmazdı. İhtiyaç içinde olduğunu bildiği bir kadına gelerek, altmış dinar
verdi. Kadından kâm almak üzere teşebbüse geçince kadın, titredi ve ağladı.
"Niye ağlıyorsun?" diye sorunca, kadın: "Bu benim hiç yapmadığım
(haram) bir amel. Bu günaha beni râzı eden de fakrımdır!" dedi. Adam da:
"Yani sen şimdi Allah korkusuyla mı ağlıyorsun? Öyleyse, Allah'tan
korkmaya ben senden daha lâyığım! Haydi git, verdiğim para da senin olsun.
Vallahi ben bundan böyle Allah'a hiç âsi olmayacağım!" dedi. Adam o gece
öldü. Sabah, kapısında şu yazılı idi: "Allah Kifl'i mağfiret etti!"
Halk bu duruma şaşırdı kaldı. Allah o devrin peygamberine Kifl'in durumunu
vahyen bildirinceye kadar şaşkınlık devam etti." (Tirmizî, Kıyamet 49,
(2498).] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları,
14/248)
f) Âd Kavmini Helâk Eden Rüzgârın Kıssası
Ebû Vail, Rebîa kabilesinden el-Haris İbn Yezid el-Bekrî adında bir
adamdan naklen anlatıyor:
"Medine'ye gelmiştim, Rasûlullah (s.a.s.)'ın yanına gittim.
Mescid, cemaatle dolu idi. Orada dalgalanan siyah bayraklar vardı. Hz. Bilal (r.a.) kılıcını kuşanmış, Rasûlullah
(s.a.s.)'ın yanında duruyordu. Ben: "Bu insanların derdi ne, (ne oluyor)?"
diye sordum." Rasûlullah (s.a.s.) Amr İbn u'l-As'ı, Rebîa'ya doğru
göndermek istiyor, (onun hazırlığı var)!" dediler. Ben: "Âd elçisi
gibi olmaktan Allah'a sığınırım" dedim. Rasûlullah (s.a.s.): "Âd
elçisi de nedir?" buyurdular. Ben:
"Bunu çok iyi bilen kimseye düştünüz. Âd (kavmi) kıtlığa uğrayınca
Kayl'ı kendileri için su aramaya gönderdi. Kayl da, Bekr İbn Muaviye'ye uğradı.
O, buna şarap içirdi ve Mekke'de o sıralarda seslerinin ve tegannisinin
güzelliğiyle meşhur Cerade isminde iki câriye de şarkılar söyledi. [Bu suretle
bir ay kadar kaldıktan sonra], Mühre (İbn Haydân kabilesinin) dağına
müteveccihen oradan ayrıldı. Dedi ki:
"Ey Allahım! Ben sana
ne tedavi edeceğim bir hasta, ne de
fidyesini ödeyeceğim bir esir için gelmedim. Sen kulunu, sulayıcı olduğun
müddetçe sula. Onunla birlikte Bekr İbn Muaviye'yi de sula. -Böylece kendisine
içirdiği şarap için ona teşekür eder.- Bunun üzerine onun için üç parça bulut
yükseltildi. Biri kızıl, biri beyaz, biri de siyah. Ona: "Bunlardan birini
seç!" denildi. O, bunlardan siyah olanını seçti. Ona: "Âd kavminden
tek kişiyi bırakmayıp helak edecek bu bulutu toz duman olarak al!"
denildi."
Bunu söyleyince (s.a.s.): "(Onlara) sadece şu -yüzük halkası-
miktarında rüzgâr gönderildi"
buyurdular ve arkasından şu mealdeki âyet-i kerimeyi tilâvet ettiler: "Âd
(kavminin helak edilmesinde) de (ibret vardır). Hani onların üzerine o kısır
rüzgârı göndermiştik. Öyle bir rüzgâr ki, her uğradığı şeyi (yerinde)
bırakmıyor, mutlaka onu kül gibi savuruyordu" (51/Zâriyât, 41-42). (Tirmizî, Tefsiru Zâriyat, hadis no:
3269, 3270; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları,
14/249-250)
Açıklama:
Ebû Bekr İbn u'l-Arabi'nin hadisten çıkardığı bazı tesbitleri kısmen
özetleyerek sunuyoruz:
1) Eski milletlerle ilgili haberler, dini ilgilendirmediği takdirde, Rasûlullah (s.a.s.) dışınaki
kimselerden de dinlenebilir, bu câizdir.
2) Bu hadisin aslı uzun ise de, Tirmizî kısaltarak almıştır. Aslına
göre Rasûlullah'a Ad elçisinin hikâyesini anlatan el-Haris İbn Yezid el-Bekrî,
Medine'ye, Rasûlullah (s.a.s.)'dan memleketindeki birkısım arazinin tasarruf
yetkisini talep etmek üzere gelmiş birisi idi. Rasûlullah'ın yanında, aynı şeyi
talep eden Temimli bir yaşlı kadın görünce: "Ey Allah'ın Resulü! Ben, Âd
kavminin elçisi Kayl İbn Anz gibi olmaktan Allah'a sığınırım!" der. Bunu
nüzerine Rasûlullah (s.a.s.): "Sen onların kıssasını biliyor musun?"
diye sorar: Haris İbn Yezid: "Evet!" der ve anlatır: "Biz,
onların memleketine iyiliklerini talep etmek üzere gelenlerdeniz. Atalarımız
bize onlarla ilgili haberler anlattılar. Bu haberleri küçükler büyüklerden
öğrenip yeni gelenlere anlatırlar!" der. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine
hadiste geçtiği üzere sorusunu sorar ve diğeri anlatır.
3) İslam, tevatür bulduğu takdirde, kâfirin haberini kabul eder, bu
hadiste onun delili var.
4) Âd kavminin su talebi için elçi göndermelerinin meşru bir aslı
mevcuttur. Nitekim bütün şeriatlerde buna rastlanır. Bizde de araziye çıkıp
yağmur duasında bulunmak sünnettir.
5) O sıralarda Mekke'de Amalika kavmi vardı. Bunlar Bekr İbn Muaviye
kabilesine konakladılar. -Muaviye İbn Bekr İbn i Şübeym kabilesi de denmiştir.-
Ama burada eğlenceye yöneldiler. Bekr'in meşhur iki çalgıcı câriyesi Ceradeler,
Âd ve Semud için onlara şarkılar söylediler. Şiirlerinde, ne maksadla
geldilerse onun yerine getirilmesini talep
etmeyi teşvik eden sözler vardı. Bu şiiri, Muğribe İbn Bekr, Âd kavmine
helakın gelmesinden korktuğu için yazmıştı. Çünkü Âd onun dayıları idi. Muğribe
İbn Bekr, bu şiirin okunmasını o iki câriyeye söyledi. Kendisi okumaktan
kaçındı. Ta ki, misafirlerinin aklına onları ağırlamaktan bıkkınlık geldi diye
bir vehim gelmesin. Şiir üzerine elçiler, gafletlerinden uyandılar ve su
talebinde bulundular.
6) Yüzük halkası gibi rüzgârın gönderilmesi rüzgârın da Allah'ın diğer
mahlukatı gibi bir mahluku olduğunu, büyük bir cisim olduğunu, bu cismi,
Allah'ın kudret-i şerifi ile dilediği gibi tasarruf ve tahrik ettiğini,
rastladığı şeyi Allah'ın onda yarattığı şiddet nisbetinde itip sarstığını,
bunun sonucu olarak alt-üst olmaların, dağılıp toz olmaların, daha da öte, yok
olmaların meydana geldiğini gösterir.
7) Âyette geçen akim (kısır)
rüzgâr, yağmur getirmeyen ve bitkileri ilkah etmeyen (döllendirmeyen) rüzgâr
demektir.
8) Akim rüzgâr, rîhu'ddebur da denen garb yani batı rüzgârıdır. Doğu
rüzgârı da denen sabâ rüzgârının zıddıdır. Rasûlullah (s.a.s.): "Sabâ
rüzgârı ile yardıma mazhar oldum. Debur rüzgârı ile de Âd kavmi helak
edildi" buyurmuştur. Kezâ: "Sabâ rüzgârı bana yardım etti, ama o,
benden öncekilere azab olmuştu" buyurmuştur.
9) İbn u'l-Arabî, son olarak bu hâdisenin çarşamba günü cereyan
ettiğini, bu yüzden halkın çarşamba
gününü uğursuz addettiklerini belirtir ve bu inancın hiçbir esasa dayanmayan
bâtıl tahayyülât olduğunu söyler (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/250-252).
g) Kel, Ala Tenli ve Âmânın Kıssası
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor:
"Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Benî İsrail'den üç kişi vardı:
Biri alatenli, biri kel, biri de âmâ. Allah bunları imtihan etmek istedi. Bu
maksadla onlara (insan suretinde) bir melek gönderdi. Melek önce alatenliye
geldi. Ve: "En çok neyi seversin?" dedi. Adam: "Güzel bir renk,
güzel bir cild, insanları benden tiksindiren halin gitmesini!" dedi. Melek
onu meshetti. Derken çirkinliği gitti, güzel bir renk, güzel bir cild sahibi
oldu. Melek ona tekrar sordu: "Hangi mala kavuşmayı seversin?"
"Deveye!" dedi, adam. Anında ona on aylık hâmile bir deve verildi.
Melek: "Allah bunları sana mübârek kılsın!" deyip (kayboldu) ve kelin
yanına geldi.
"En ziyade istediğin şey nedir?" dedi. Adam: "Güzel bir
saç ve halkı ikrah ettiren şu halin benden gitmesi" dedi. Melek, keli
elleriyle meshetti, adamın keli gitti. Kendisine güzel bir saç verildi. Melek
tekrar: "En çok hangi malı seversin?" diye sordu. Adam: "Sığırı!"
dedi. Hemen kendisine hamile bir inek verildi. Melek: "Allah bu sığırı
sana mübarek kılsın!" diye dua etti ve âmânın yanına gitti.
Ona da: "En çok neyi seversin?" diye sordu. Adam:
"Allah'ın bana gözümü vermesini ve insanları görmeyi!" dedi. Melek
onu meshetti ve Allah da gözlerini anında iade etti. Melek ona da: "En çok
hangi malı seversin?" diye sordu. Adam: "Koyun!" dedi. Derhal
doğurgan bir koyun verildi."
Derken sığır ve deve yavruladılar, koyun da kuzuladı. Çok geçmeden
birinin bir vadi dolusu develeri, diğerinin bir vadi dolusu sığırları, öbürünün
de bir vadi dolusu koyunları oldu. Sonra melek, alatenliye, onun eski hali ve
heyetine bürünmüş olarak geldi ve: "Ben fakir bir kimseyim, yola devam
imkânlarım kesildi. Şu anda Allah ve senden başka bana yardım edecek kimse yok!
Sana şu güzel rengi, şu güzel cildi ve şu malı veren Allah aşkına bana bir deve
vermeni talep ediyorum! Ta ki onunla yoluma devam edebileyim!" dedi. Adam:
"(Olmaz öyle şey, onda nicelerinin) hakları var!" dedi ve
yardım talebini reddetti. Melek de: "Sanki seni tanıyor gibiyim! Sen
alatenli, herkesin ikrah ettiği, fakir birisi değil miydin? Allah sana (sıhhat
ve mal) verdi" dedi. Ama adam: "(Çok konuştun!) Ben bu malı
büyüklerimden tevarüs ettim!" diyerek onu tersledi. Melek de: "Eğer
yalancı isen Allah seni eski haline çevirsin!" dedi ve onu bırakarak
kel'in yanına geldi. Buna da onun eski halinde kel birisi olarak göründü. Ona
da öbürüne söylediklerini söyleyerek
yardım talep etti. Bu da önceki gibi talebi reddetti. Melek buna da:"Eğer
yalancıysan Allah seni eski haline çevirsin!" deyip, âmâya uğradı.
Buna da onun eski hali heyeti üzere (yani bir âmâ olarak) göründü. Buna
da: "Ben fakir bir adamım, yolcuyum, yola devam etme imkânı kalmadı.
Bugün, evvel Allah sonra senden başka bana yardım edecek yok! Sana gözünü iade
eden Allah aşkına senden bir koyun istiyorum; ta ki yolculuğuma devam
edebileyim!" dedi. Âmâ cevaben: "Ben de âmâ idim. Allah gözümü iade
etti, fakirdim (mal verip) zengin etti. İstediğini al, istediğini bırak!
Vallahi, bugün Allah adına her ne alırsan, sana zorluk çıkarmayacağım!"
dedi. Melek de: "Malın hep senin olsun! Sizler imtihan olundunuz. Senden
memnun kalındı ama diğer iki arkadaşına gadap edildi" dedi (ve gözden
kayboldu)." (Buhârî, Enbiyâ 50; Müslim, Zühd 10, hadis no: 2964; İbrahim
Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/253-255)
Açıklama:
1- Hadiste, üç farklı arâzın, insan mizacında hasıl ettiği haleti
görmekteyiz. Âmâ yumuşak kalpli ve cömert, kel ve ala tenlibencil ve
merhametsiz. Kirmânî, bu durumdan şöyle bir netice çıkarır: "Âmânın
mizacı, diğer iki arkadaşına rağmen daha sıhhatlidir. Çünkü alatenlilik,
mizacın fesadından ve tabiatın bozulmasından husül bulan bir hastalıktır. Kel
hastalığı da öyle. Âmâlık ise bunlardan ayrıdır; bu, mizaçtaki bozulmanın bir
neticesi değildir. Çoğu kere haricî bir sebepten meydana gelir. Bu sebeple
âmânın tabiatı güzel, diğerlerininki kötü olmuştur." (İbrahim Canan,
Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/255)
2- Hadisten Çıkarılan Bazı Faydalar:
Dinleyenin ibret alması için, geçmişte vukua gelmiş olan hâdisatın
zikri câizdir. Bu onlar hakkında gıybet
sayılmaz. Onların ismen zikredilmeyişindeki sır da burada yatmalıdır.
Hatta bilahare bunların başına neler geldi, o da açıklanmamıştır. Ancak meleğin
söylediği eski duruma döndükleri anlaşılmaktadır.
Hadiste nimete karşı nankörlükten tahzir (sakındırma), şükre teşvik ve
nimeti itiraf etmeye ve Allah'a hamdetmeye teşvik var.
Sadakanın fazileti gösterilmekte, zayıflara merhametli olmaya,
ihtiyaçlarını görmeye davet edilmektedir.
Cimrilikten zecr edilmektedir. Çünkü cimrilik, sahibini yalana ve
Allah'ın nimetini inkâra sevketmiştir (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/256).
h) Bin Dinar Borç Alanın
Kıssası
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor:
"Rasûlullah (s.a.s.) Benî İsrail'den bin dinar borç para isteyen bir
kimseden bahsetti. Benî İsrail'den borç talep ettiği kimse: "Bana
şahidlerini getir, onların huzurunda vereyim, şahid olsunlar!" dedi.
İsteyen ise: "Şahid olarak Allah yeter!" dedi. Öbürü: "Öyleyse
buna kefil getir" dedi. Berikisi "Kefil olarak Allah yeter"
dedi. Öbürü:
"Doğru söyledin!" dedi ve belli bir vâde ile parayı ona
verdi. Adam deniz yolculuğuna çıktı ve ihtiyacını gördü. Sonra borcunu vâdesi
içinde ödemek maksadıyla geri dönmek üzere bir gemi aradı, ama bulamadı. Bunun
üzerine bir odun parçası alıp içini oydu. Bin dinarı sahibine hitabeden bir
mektupla birlikte oyuğa yerleştirdi. Sonra oyuğun ağzını kapayıp düzledi. Sonra
da denize getirip: "Ey Allahım, biliyorsun ki, ben falandan bin dinar borç
almıştım. Benden şahid istediğinde ben: "Şahid olarak Allah yeter!"
demiştim. O da şahid olarak sana râzı
oldu. Benden kefil isteyince de: "Kefil olarak Allah yeter!" demiştim.
O da kefil olarak sana râzı olmuştu. Ben ise şimdi, bir gemi bulmak için gayret
ettim, ama bulamadım. Şimdi onu sana emanet ediyorum!" dedi ve odun
parçasını denize attı ve odun denize
gömüldü.
Sonra oradan ayrılıp, kendini memleketine götürecek bir gemi aramaya
başladı. Borç veren kimse de, parasını getirecek gemiyi beklemeye başladı. Gemi yoktu ama, içinde
parası bulunan odun parçasını buldu. Onu ailesine odun yapmak üzere aldı.
(Testere ile) parçalayınca parayı ve mektubu buldu. Bir müddet sonra borç alan
kimse geldi. Bin dinarla adama uğradı ve: "Malını getirmek için aralıksız
gemi aradım. Ancak beni getirenden daha önce gelen bir gemi bulamadım"
dedi. Alacaklı: "Sen bana bir şeyler göndermiş miydin?" diye sordu.
Öbürü: "Ben sana, daha önce bir gemi bulamadığımı söyledim" dedi.
Alacaklı: "Allah Teâlâ, senin odun parçası içerisinde gönderdiğin parayı
sana bedel ödedi. Bin dinarına kavuşmuş olarak dön" dedi." (Buhârî,
Kefalet 1, (muallak olarak); Büyû’ 10 (muallak ve mevsul olarak), İsti'zan 25
(muallak olarak); İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları, 14/257-258)
Açıklama:
Hadisten ulemâ şu faydalar çıkarmıştır:
Borçta vâde câizdir
Borçta vâdeye uymak vacibtir. Ancak: "Bu bir vecibe değil, maruf
ve hoş olan prensiptir" diyen de olmuştur.
Benî İsrail'de ve başkalarında cereyan eden vak'aları ibret ve amel
için anlatmanın cevazı vardır.
Deniz ticareti ve gemiye binmek câizdir.
Borç vermelerde şahid ve kefil istemek câizdir.
Borç alıpverme işlerinde Allah'a tevekkülün fazileti var. Kim hakiki
tevekkülde bulunursa, Allah onun ödemesini tekeffül etmekte; yardımını,
nusretini eksik bırakmamaktadır.
Rasûlullah (s.a.s.) bu kıssayı, mefhumu ile amel etmek için
anlatmıştır. Aksi halde anlatmasında bir mana kalmazdı (İbrahim Canan, Kütüb-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları,
14/258).
i) Hadislerdeki Bazı Müteferrik Kıssalar
Hz. Selman (r.a.) dedi ki:
"Hz. İsa ile Hz. Muhammed aleyhimessalatu vesselam arasındaki
fetret altı yüz senedir." (Buharî, Menakıbu'l-Ensar 53; İbrahim Canan,
Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/259)
Açıklama: Hadiste geçen fetretten murad, Allah tarafından bir
peygamberin gönderilmediği müddettir. Selman'ın verdiği bu rakam hususunda bazı ihtilaflar var: Katâde'ye göre bu müddet 560 senedir.
Kelbî'den, 540 olduğu rivâyet edilmiştir. 400
sene diyen de olmuştur (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları, 14/259).
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor:
"Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki:
"Tübba' mel'un mudur bilemiyorum. Keza Üzeyr, peygamber midir onu
da bilemiyorum." (Ebû Dâvud, Sünnet 14, hadis no: 4674; İbrahim Canan,
Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/259)
Açıklama:
Tübba' Himyerli bir kraldır,
büyük orduları olmuştur. Tübba' denilmesi tebaiyetinin çokluğundandır. Kur'an-ı
Kerim'de iki yerde ondan bahsedilir.
Duhan 37 ve Kaf 14. âyetler... Rasûlullah, Tübba' hakkında, vahye mazhar
olmazdan önce böyle söylemiştir. Ancak,
daha sonra "Tübba'a sövmeyin, çünkü o Müslüman olmuştur"
diyecektir. Rasûlullah'tan gelen bazı hadislerde, "Tübba' lain mi;
Zülkarneyn peygamber mi; hudud cezası, sahibini günahtan temizler mi
bilemediğini" ifade etmiştir. Ancak bazı rivâyetlerde, Cenab-ı Hakk'ın,
peygamberine "hududun kefaret olduğunu, Tübba'ın Müslüman
olduğunu" bildirdiği belirtilmiştir
(İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/259-260).
Kıssacılık Ne Zaman Başladı?
Halkın terbiyesine katkıda
bulunarak dinî duygularını geliştirmek maksadıyla geçmiş milletlerin Kur’ân-ı
Kerim’de zikredilen hikâyelerini anlatıp şerheden vâizlere kas (kaas) veya
kassâs (çoğulu kussâs) denmektedir.
Rasûl-i Ekrem’in “Ancak emîr, memur veya hilekâr olanlar kıssa
anlatabilir.” (İbn Mâce, Edeb 40) hadisi, her önüne gelenin kıssacılık
yapamayacağını ve bu işin son derece mes’ûliyetli olduğunu ifâde etmektedir.
Hz. Peygamber’in kıssa söyleyip söylemediği Enes bin Mâlik’e sorulmuş, o da
“Hz. Peygamber kıssa anlatmazdı” diye cevap vermiştir (Süyûtî, Tahzîru’l-Havâs,
vr. 22a). Abdullah bin Ömer’in “Kıssacılık ne Hz. Peygamber zamanında, ne de
Ebû Bekir ve Ömer devirlerinde vardı” (İbn Mâce, Edeb 40) demesi de, İslâm’ın
ilk devirlerinde kıssacılığın henüz başlamadığını göstermektedir. Yalnız, Hz.
Ömer devrinde (h. 13-23/m. 634-643) kıssacılık kapısının zorlanmaya başladığına
dâir rivâyetler bulunmaktadır. Ashabdan Temîm ed-Dârî’nin bu mevzûdaki çeşitli
müracaatlarını Hz. Ömer reddetmiş ve hatta bir defasında elini boğazına götürüp
kesiyormuş gibi yaparak kıssacılığın çok tehlikeli bir meslek olduğunu anlatmak
istemiştir (Ali el-Kari, Mevzûât, s. 15). Yine Hz. Ömer, aynı maksatla kendine
müracaat eden Hâris bin Muâviye’ye “kıssacının zamanla gurura kapılarak kendini
halktan üstün görmeye başlayabileceğini” söyler (Ali el-Kari, Mevzûât, s. 15).
Müracaatları ile Hz. Ömer’i bîzâr eden Temîm ed-Dârî’nin sadece cuma günleri
“Kur’an okuyarak halka hayrı emredip şerden nehyetmek şartıyla” izin
koparabildiği rivâyet edilmektedir.
Diğer taraftan Hasan el-Basrî, kıssacılığın bid’at olduğunu söylerken,
İbn Sîrîn de bu bid’atı Hâricîlerin ihdâs ettiğini ifâde etmektedir. Ayrıca
fitnenin zuhurundan sonra kıssacığılı Muâviye’nin ihdâs ettiği de
söylenmektedir.
Kıssacığın başlangıcı hakkındaki bu değişik rivâyetler, aynı zamanda bu
mesleğe ashâb ve tâbiîn büyüklerinin itibar etmediklerini ve bu hususta onların
çok titiz davrandıklarını da belirtmektedir. Medinelilerin kıssacısı olarak
bilinen İbn Ebi’s-Sâib’e (II/VII. asır) halkı Kur’ân-ı Kerim’den usandırmamak
için yalnız cuma günleri ve mahdut sayıda kıssa anlatmasını tavsiye eden Hz.
Âişe’nin endişesi meydandadır (Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI/217).
Bu rivâyetler bize göstermektedir ki, kıssacılık İslâm âlimlerince
hüsn-i kabul görmemekle beraber, ilk asırlarda kıssacıların işlediği mevzûlar
muayyen idi. Daha sonraları bu belli ölçüler aşılarak, kıssacılık mesleğine küçüklük
ve çirkinlik kazandıracak olan ölçüsüz hikâyecilik yoluna girilmiştir.
Kıssacıların Belli Başlı Özellikleri: Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i
ani’l-münker vazifesini îfâ etmek ve İslâm büyüklerinin müsaadeleriyle İslâmî
esaslar dâhilinde halka nasihat eden iyi niyetli kıssacılar istisnâ
bırakılarak, dinî bakımdan herhangi bir endişe duymaksızın kıssacılığı istismar
eden pervâsız hikâyecilerin durumları bizi ilgilendirmektedir. Genellikle
kıssacılar, İslâmî ilimlerden, özellikle hadis ve rivâyet inceliklerinden
haberi olmayan câhil kimselerdir. Zaten bu durumları sebebiyledir ki, hadis
âlimleri tarafından daha ilk anda yakalanmış ve teşhir edilmişlerdir. İslâm
ruhuna vâkıf olamayışları yüzünden de Kur’ân-ı Kerim’e ters haberler rivâyet
etmişlerdir. Suyûtî’nin karşılaştığı böyle bir vâizin (kıssacının) sözleri,
onların ilmî hüviyetlerini göstermesi bakımından enteresandır. Suyûtî diyor ki:
“Kur’ân-ı Kerim’e tamamen muhâlif haber-i vâhidler rivâyet ederek vaaz eden bir
şahsa nasihat yollu dedim ki; ‘kardeşim, en iyisi bunları ne sen söyle, ne de
biz kabul edelim.’ Bana kızarak: ‘o zaman râvîleri tekzib etmiş olmaz mıyız?’
diye çıkıştı. Ben de: ‘Ey miskîn, dedim; bunları kabul ettiğimiz zaman Kur’ân-ı
Kerîm’i, reddettiğimizde ise râvîleri tekzîb etmiş oluruz; hangisi daha
doğrudur? Sonra bunların doğru rivâyet edildiğini nereden biliyorsun?!”…”
(Tahzîru’l-Eykaz, 56b)
Kıssacıların en belirli özellikleri mübâlağacı oluşlarıdır. Onların en
sâdık müşterileri, zihnî ve fikrî durumlarını çok iyi bildikleri avâm tabakasıdır.
Kıssacılar, normal bir aklın kabul edemeyeceği ölçüsüz masallar icat ederek bu
müşterilerini memnun etme yolunu tutmuşlardır. Cennetin veya cehennemin
tavsîfine girişince, Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde hiç temas edilmeyen
konular uydurarak aşırı mübâlağa örnekleri vermişlerdir. Meselâ kıssacıların
pek mübâlağalı uydurmalarından biri olan Hz. Âdem (a.s.) hakkındaki şu masal ne
kadar gülünçtür: “Onun başı buluta (veya semâya) değiyordu. Bu sürtünme
sebebiyle saçları dökülmüştü. Hz. Âdem, yeryüzüne indiği zaman, cennetten
uzaklaştırılmasına o kadar ağladı ki, gözyaşları denize ulaştı ve bu
gözyaşlarında gemiler yüzdü” (bk. İbn Kuteybe, Te’vîlu Muhtelifi’l-Hadîs, s.
281).
Mükâfat olarak dağıttıkları şeyleri de “sanki daha azını veya çoğunu vermek
câiz değilmiş gibi” ekseriyâ yetmişer bin adet olarak tevzî etmişlerdir. Örnek
verecek olursak; Mevzûât kitaplarında şu kabil uydurmalara pek sık rastlanır:
“Allah Teâlâ sevdiği kimseye beyaz inciden yapılmış bir köşk ihsân eder; o
köşkte yetmiş bin maksûre (saray) vardır; her maksûrede yetmiş bin kubbe
vardır, her kubbede bin yatak vardır; her yatakta…” (bk. İbn Kuteybe, a.g.e.,
s. 280). Mükâfat olarak verilecek nimetlerin miktarı arttıkça, netice
itibarıyla halkın hayreti de artıyor, hikâyecinin yanında daha çok kalıyor ve
bunlara bağlı olarak kıssacıya verilecek bahşişlerin miktarı da çoğalıyordu.
Kıssacılar, aynı zamanda -ashâb devrindeki kıssacıların tersine- “Allah
rızâsını hesaba katmayarak” ellerine geçecek birkaç kuruş veya ziftlenecekleri
âdî dünyalık uğruna İslâm’ın temellerini dinamitlemekten çekinmeyecek kadar
menfaatperest insanlardır. Akıl almaz masallarıyla kıssacılar, “esas gâyesi
halkı memnun etmek, onların ceplerinden para sızdırmak olan efsâne üreticisi
durumuna düştüler. Bu hedeflerine varmak için de onlar, alelâde halka yönelik
hikâyelerin binlercesini uydurup Hz. Peygamber (s.a.s.)’e atfettiler ve onları
dinleyicilerine anlattılar. Ahmed bin Hanbel ile Yahyâ bin Maîn’in
karşılaştıkları kıssacının davranışı, onların menfaatçi yönleriyle birlikte ne
derece utanmaz olduklarını göstermesi bakımından önemlidir. Bu iki meşhur
hadisçi Bağdat’ta Rusâfe Mescidinde namaz kılarken bir kıssacı: “Haddesenâ
Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn… şeklindeki bir isnâdla şu uydurma hadisi
anlatmaya başlar: “Kim ‘lâ ilâhe illâllah’ derse, Allah Teâlâ bu sözün her
kelimesinden, gagası altın, tüyleri mercan olan bir kuş yaratır…” Kıssacı bu
hikâyeyi hayalinin genişliği oranında süsleyerek yazıyla kırk sayfa tutacak
kadar uzatır. Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn, hayretler içinde kalarak
adlarının karıştığı böyle bir hadisi rivâyet etmediklerini birbirine söylemek
lüzumunu duyarlar. Şaşkınlıkları geçtikten sonra, Yahyâ bin Maîn dinleyicilerin
verdiği bahşişleri toplamakta olan kıssacıyı yanlarına çağırır. Yeni bir
dünyalık ümidiyle onların yanına gelen sözde vâize Yahyâ bin Maîn, “Bunu sana
kim rivâyet etti?” diye sorar. O da Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn rivâyet
etti” der. Yahyâ sözüne devamla, “Yahyâ bin Maîn benim, Ahmed bin Hanbel de bu
yanımdaki kişidir; şayet mutlaka yalan söylemen icap ediyorsa, buna bizim
adımızı karıştırma” diye azarlayınca, kıssacı şu cevabı verir: “Çoktan beri
Yahyâ bin Maîn’in ahmağın biri olduğunu işitirdim. Bunun doğru olduğunu şimdi
anladım. Yâhu dünyada sizden başka Yahyâ bin Maîn ve Ahmed bin Hanbel yok mu?
Ben adları Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn olan on yedi kişiden hadis
yazmışımdır!” Ahmed bin Hanbel koluyla yüzünü kapayarak, “bırak şunu gitsin!”
demiş, kıssacı da onlarla alay eder bir tavırla oradan uzaklaşmıştır
(İbnü’l-Cevzî, K. Mevzûât, 5a-b; Zehebî, Mîzân I/47; İbn Arâk, tenzîhu’ş-Şerîa,
I/14).
Sahtekârlık ve riyâkârlık onların en belirli özelliklerindendir.
Kıssacılığı çarşı-pazara kadar götüren dilenci hikâyeciler, uydurmalarına sahih
hadis süsü verebilmek için birkaç tane de sağlam isnad ezberlemek ihtiyacını
duymuşlar ve hilelerini bu sûretle gizlemek istemişlerdir.
İbnü’l-Cevzî, onların tipik hokkabazlıklarını şöyle anlatır: “Bunlar
arasında, suratlarını her çeşit boyaya batıranlar ve bu sûretle kendilerini
soluk benizli zâhidlermiş gibi gösterecek olan sarımsı bir ten kazananlar
bulunmakta; diğerleri, istendiği an gözyaşı dökebilmek için tuzlar
kullanmaktadır. Diğer bazıları kendilerini -zâten teâmüle aykırı olarak allı
pullu kumaşlarla süslettikleri- kürsünün tepesinden aşağı atacak derecede
gösteride ileri gitmekte; yahut da, dinleyicilerin alışık olduğu tarz dışında
olarak, riyâkâr fıkralarını kuvvetli jestlerle nakletmekte, kürsüyü
yumruklamakta, basamakları koşar adım inip çıkmakta, ayaklarından istimdâda
başvurmaktadırlar… (İbnü’l-Cevzî, el-Kussâs ve’l-Müzekkirîn s. 93)
Kıssacıların Halk ve Âlimler Karşısındaki Durumları:
Halk
tabakasının iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayıramayacak bir kapasitede
bulunması, halk hikâyecisi denebilecek olan kıssacıların işine çok yarıyordu.
Diğer bir deyişle kıssacıların mantık ölçülerini bir yana atarak alabildiğine
saçma hikâyeler uydurmaları, halkın cehâleti sebebiyle mümkün olmuştur. Zira
halk, “aklın kabul etmediği tuhaf hikâyeler anlatan veya kalbi rikkate getirip
gözyaşları döktürebilen vâizleri dinlemekten hoşlanır” (İbn Kuteybe, Te’vîlu
Muhtelifi’l-Hadîs, s. 279).
Bu saf ve câhil halk, muhakkak ki, kıssacıların her sözünü sonsuz bir
itimatla kabule hazır bir derecede onlara bağlı idi. Şâir Külsüm bin Amr
el-Attâbî (ö. 220/835), bir gün mescidde kendini dinlemek üzere etrafına
toplanan cemaate şu sözleri hadis diye söylüyordu: “Dilini burnunun ucuna
dokundurabilen kimse, cehenneme girmeyeceğinden emin olabilir.” Kıssacının
istemesi üzerine hazır olan bütün cemaat cennetlik olup olmadıklarını denemeye
girişmişlerdir.
Her devirde görüldüğü üzere “eğlenceli hikâye ve masalları sert
hakikatlerden, kuru kanunlardan ve sahih hadislerden daha çok tasvip eden”
halk, ciddî ve vakur âlimlere iltifat etmeyerek, kıssacıların etrafında
toplanagelmiştir. Bunun sebebi, sadece kıssacıların çeşitli hilelerle
kendilerini bir âlim olarak kabul ettirmeye çalışmaları değil; aynı zamanda
halkın da zihnî yapıları itibarıyla onlardan hoşlanmalarıdır. Halkın kıssacılar
tarafından söylenen her sözü, en ufak bir zihnî muhâkemeye tâbi tutmaksızın
kabule âmâde olduklarını ifâde ettiği kadar, kıssacıların da din bakımdan
hiçbir mülâhazaları olmadığını gösteren şu hal ne kadar düşündürücüdür:
Mescid-i Hüseynî’de kendisini halkın çepeçevre kuşattığı bir vâiz, içinde bir
duâ yazılı olan küçük bir kâğıdı etrafındakilere göstererek: “Bunda Mûsâ’nın
(a.s.) duâsı vardır; bunu her kim okursa veya yanında taşırsa, üzerinden farz
namazlar sâkıt olur!” diye bağırmaktaydı. Ne tuhaftır ki, onun bu pâyânsız
cüreti üzerine bir an bile tefekkür etmeyen ve mahşeri andıran kalabalıklarıyla
sadece “sarık, fes, kavuk ve başörtülerinin görünebildiği” bu topluluk,
ellerinde hazırladıkları paralarla, kendilerini namaz külfetinden kurtaracak
olan bu sihirli duâyı bir an önce alabilmeyi düşünüyordu (bk. Kasımî,
Kavâidu’t-Tahdîs, s. 135-136).
İmam Ebû Hanife, bir mesele hakkında fetvâ almak isteyen annesinin
müşkülünü halletmek ister; fakat annesi oğlunun verdiği cevapla tatmin
olmayarak, zamanın meşhur kıssacısı Zür’a’ya danışmak istediğini söyler ve
birlikte ona giderler. Ebû Hanife, Zür’a’ya annesini takdim ederek, bir mesele
hakkında fetvâ almak istediğini söyler. Kıssacı tevâzu göstererek Ebû
Hanife’nin kendinden daha âlim ve fakîh olduğunu ve binâenaleyh meseleyi onun
halletmesi gerektiğini söyler. İmamın fetvâsını kıssacının tasdik etmesinden
sonradır ki, annesi memnun ve mutmain olabilmiştir (Ali el-Kari, Mevzûât, s.
16).
Kıssacıların dinî bakımdan bir tehlike teşkil etmeye başlamaları
üzerine İslâm âlimlerinin onlara karşı daha menfî tavırlar takındıkları
görülmektedir. Abdullah bin Ömer, kıssacıların sesinden rahatsız olduğunu
söyleyerek, onların bulunduğu mescidde daha fazla kalmazdı. Bir defasında
yakınında oturan bir kıssacıyı, oradan emniyet memuru yardımıyla
uzaklaştırmıştı. Abdullah bin Abbâs, zamanın kıssacılarından Nevf bin Fadâle
el-Bikâlî’yi “yalan söylüyor Allah düşmanı!” diyerek tezyif etmişti (Buhârî,
İlim 44, Tefsîru sûre (18), 2, 3, 4). Ebû Abdurrahman es-Sülemî (ö. 74/693),
talebelerinin kıssacılarla bir yerde bulunmalarına izin vermemişti (Müslim,
Mukaddime 7). Mâlik bin Enes, kıssacıların Medine câmisinde icrâ-yı faâliyette
bulunmalarına müsaade etmemişti.
Şarlatan kıssacıların sahte tavırlarına aldanarak onları büyük âlim
diye kabul eden halk tabakası, İslâm âlimleri ile kıssacılar arasında cereyan
eden çetin mücâdelelerde -ne gariptir ki- kıssacıların taraflarını
tutmuşlardır. Her devirde bunun birçok misalini görmek mümkündür. Bütün bu
üzücü davranışlara rağmen İslâm ulemâsının kıssacılarla olan mücâdelelerini
gevşetmedikleri anlaşılmaktadır. Ne var ki, hikâyecilerinin üzerine toz
kondurmak istemeyen halkın tutumu, âlimleri zaman zaman müşkül durumlarda
bırakmıştır. Hatta Suyûtî bile, kıssacıların aleyhinde konuşuyor diye avam tabakası
tarafından ölümle tehdit edilmiştir.
Halkın bu şuursuz tarafgirliğini göz önünde bulunduran âlimler,
kıssacılarla yaptıkları mücâdelede zaman ve zemine göre çeşitli taktikler
kullanmışlardır. Edebiyatçı Ebu’l-Kasım, bazı arkadaşlarıyla birlikte hacca
gider. Medine’ye vardıklarında hacıların, uydurma hadis rivâyet eden bir âmânın
etrafında toplandıklarını görürler. Ebu’l-Kasım, bu hale bir son vermek ister;
fakat aynı zamanda halkın âmânın tarafını tutarak kendilerine hücum
etmelerinden de çekinir. Aklına güzel bir çare gelir; derhal yere oturarak
Kur’ân-ı Kerim okumaya başlar. Halk onun güzel sesiyle Kur’an okuduğunu
duyunca, âmâyı terk ederek bu defa da Ebu’l-Kasım’ın etrafında toplanır.
Bütün bu vakalar, halkın din konusundaki büyük cehâleti yüzünden,
gerçek İslâm âlimlerini sahtesinden ayıramadıklarını, kim daha fazla bağırıp
eğlendirici hikâyeler anlatırsa ona daha çok itibar ettiklerini göstermektedir.
Bunun yanında, İslâm âlimlerinin gerek doğrudan doğruya hadis uyduran
kimselerle, gerek imal edilen bu sözlerin piyasaya arzında büyük gayretler
sarfeden kıssacılarla pek çetin mücâdele yaptıkları da anlaşılmaktadır.
(6)
1. Halit Ünal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 363-364
2. Cengiz Duman, Tebliğ Sürecinde Kur’an Kıssaları, Haksöz, sayı 30, Eylül 1993, s. 28-29
3. Muhammed Sâlih el-Useymin, Tefsir Usûlüne Giriş, Çeviren M. Beşir Eryarsoy
4. M. Sait Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, Kitap Dünyası Y., s. 367-369; daha geniş bilgi için bk. M. Sait Şimşek, Kur’an Kıssalarına Giriş, s. 49-63; Mitoloji, Kur’an Kıssaları ve Tarihî Gerçeklik, Şehmus Demir, Beyan Y., Ayrıca, şu makalelere bakılabilir: Kur’ân-ı Kerim ve Kıssalar, -Kur’an Kıssalarının Vâkiliği Problemi-, Ömer Mahir Alper, Haksöz, sayı 50, Mayıs 95; Kur’an Kıssaları Hakkında Uydurulan Şüpheler, Fadl Hasan Abbas, çev. Enver Arpa, Fecre Doğru, Sayı 76, Şubat 2002; Kur’an Kıssalarının Tarihî Değeri, İdris Şengül, Yeni Ümit, 1998, sayı X/40, s. 11-17, XI/41, s. 10-15; Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y., 1998, s. 169-184
5. Hasan Cirit, Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları Vaaz ve Kıssacılık, s. 75-83
6.
M. Yaşar Kandemir, Mevzû Hadisler, İFAV Y., s.
83-90; daha geniş bilgi için bk. Hasan Cirit, Halkın İslâm Anlayışının
Kaynakları Vaaz ve Kıssacılık, Çamlıca Y.
Kıssa
Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kıssa Kelimesinin Çoğulu Kasas ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 26 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 62; 4/Nisâ, 164, 164; 6/En’âm, 57, 130; 7/A’râf, 7, 35, 101, 176, 176; 11/Hûd, 100, 120; 12/Yûsuf, 3, 3, 5, 111; 16/Nahl, 118; 18/Kehf, 13, 64; 20/Tâhâ, 99; 27/Neml, 76; 28/Kasas, 11, 25, 25; 40/Mü’min, 78, 78.
B- Haber, Vâkıa, Hâdise Anlamındaki Nebe’ ve cemi Enbâ’ Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 29 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 44; 5/Mâide, 27; 6/En’âm, 5, 34, 67; 7/A’râf, 101, 175; 9/Tevbe, 70; 10/Yûnus, 71; 11/Hûd, 49, 100, 120; 12/Yûsuf, 102; 14/İbrâhim, 9; 18/Kehf, 13; 20/Tâhâ, 99; 26/Şuarâ, 6, 69; 27/Neml, 22; 28/Kasas, 3, 66; 33/Ahzâb, 20; 38/Sâd, 21, 67, 88; 49/Hucurât, 6; 54/Kamer, 4; 64/Teğâbün, 5; 78/Nebe’, 2.
C- Herhangi Bir Vâkıanın Anlatılıp Bildirilmesi Anlamındaki Hubr, Haber ve Çoğulu Ahbâr Kelimelerinin Kullanıldığı Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 9/Tevbe, 94; 18/Kehf, 68, 91; 27/Neml, 7; 28/Kasas, 29; 47/Muhammed, 31; 99/Zelzele, 4. (Haber Kelimesinin Fâil İsmi Olan ve Bütün İşlerin İçyüzünü Bilen, Her Şeyden Haberdar Olan Mânâsındaki Allah’ın İsimlerinden Olan Habîr Kelimesi ise Toplam 45 Yerde Kullanılır.)
D- Kıssa ve Haberle İlgili Konular:
a- Kur’an, Büyük Bir Haberdir: 38/Sâd, 67-68, 88
b- Her Haberin Gerçekleşeceği Bir Zaman Vardır: 6/En’âm, 67.
c- O Gün Yer, Haberlerini Söyler: 99/4-5
d- Geçmişlerin Haberleri: 20/Tâhâ, 99.
e- Gayb Haberleri: 3/Âl-i İmrân, 44; 11/Hûd, 49.
f- Peygamber Haberleri: 11/Hûd, 120.
g- Kıssaları/Hikâyeleri Anlatılan ve Anlatılmayan Peygamberler: 4/Nisâ, 164; 6/En’âm, 83-87, 89; 21/Enbiyâ, 48-91; 40/Mü’min, 78.
Konuyla
İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.
2. Kur’an Kıssaları Üzerine, İdris Şengül, Işık Y.
3. Kur’an Kıssaları ve Medeniyet İnşası, Abdülbaki Güneş, Gündönümü Y.
4. İlmî ve Edebî Yönleriyle Kur’an Kıssaları, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.
5. Mitoloji, Kur’an Kıssaları ve Tarihî Gerçeklik, Şehmus Demir, Beyan Y.
6. Kur’an-ı Kerim’den Kıssalar, Cihan Bozaba, Dua Y.
7. Kıssalar Hisseler, Zeki Soyak, Vakit Gazetesi Y.
8. Peygamberimiz’in Anlattığı Hikâyeler, Osman Arpaçukuru, Elest Y.
9. Peygamberlerin Kıssaları, Ebu'l Hasan en-Nedvî, Arslan Y.
10. Hadislerden Kıssalar, Burhan Bozgeyik, Cihangir Y.
11. Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları Vaaz ve Kıssacılık, Hasan Cirit, Çamlıca Y.
12. Hadislere Kıssacılığın Girmesi ve Menfî Tesirleri, Ahmet Uyar, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri, 1993
13. Türkiye’de Vaizlik (Tarihçesi ve Problemleri), Mehmet Faruk Bayraktar, İFAV Y., s. 27-35
14. Va’z Edebiyatında Hadisler, Mahmut Yeşil, TDV Y., s. 15-18, 244-249
15. Mevzû Hadisler Menşe’i Tanıma Yolları Tenkidi, M. Yaşar Kandemir, İFAV Y., s. 83-90, 178-180
16. Mevzu Hadisler, Abdulfettah Ebû Gudde, Terc. Enbiya Yıldırım, İnsan Y., s. 65-69
17. Osmanlı HalkınınGeleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları, Hatice Kelpetin Arpaguş, Çamlıca Y.
18. Tahzîru’l-Eykaz min Ekâzibi’l-Vuâz, Celâlüddin es-Suyûtî, Tahkik: Ali Toksarı, Kayseri, 1993
19. Tahzîru’l-Havas min Ekâzibi’l-Kussâs, Celâlüddin es-Suyûtî, Tahkik: Muhammed Lütfi es-Sabbâğ, Beyrut, 1983
20. Kültür Tarihi Kaynağı Olarak menâkıbnâmeler, Ahmet Yaşar Ocak, Ankara 1992
21. Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkabeleri, A. Yaşar Ocak, Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Folklor Araştırma Dairesi Y., Ank. 1984
22. Bektaşî Menâkıbnâmelerinde İslâmÖncesi İnanç Motifleri, Ahmet Yaşar Ocak, Enderun Kitabevi Y.
23.
Kur’an
Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. , c. 11, s. 414-428
24.
Şamil
İslâm Ansiklopedisi, (Halit Ünal,) c. 3, s. 363-364
25. TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 25, s. 498-502
26.
Elmalılı
Tefsirinde Kur’ânî Terimler ve Deyimler, Mehmet Y. Soyalan, Ağaç Y., s. 194-195
27. Ulûmu’l Kur’an Kur’an İlimleri, Mennâ Halil el-Kattân, Timaş Y., s. 428-435
28. Kur’an ve Hayat, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y., s. 207-217
29. Kur’an Coğrafyası, Ali Akpınar, Fecr Y., s. 36-120
30. Kur’an’ın Üslûbu ve Tekrarlar, Erdoğan Baş, Pınar Y., s. 49-55
31. Kur’an’ı Anlamada Yöntem, Muhammed Gazâlî, Şule Y., s. 219-234
32. 20. Asırda Kur’an İlimleri Çalışmaları, Halil Çiçek, Timaş Y., s. 91-100
33. Kur’an’da Edebî Tasvir, Seyid Kutub, Arslan Y.
34. Tefsir Usûlü, İsmail Cerrahoğlu, TDV Y., s. 171-173
35. Tefsir Uslûlü ve Kaynakları, Ali Turgut, İFAV Y.
36. İlimler ve Yorumlar Açısından Kur’an’a Yönelişler, Celal Kırca, Tuğra Neşriyat, s. 191-199
37. Tefsir ve Hadis Usulünün Bazı Meseleleri, Tayyib Okiç, Nûn Y., s. 119-120, 126-127
38. Tefsire Giriş, Mehmet Sofuoğlu, Çağrı Y.
39. Nüzûlünden Günümüze Kur’an-ı Kerim Bilgileri, Osman Keskioğlu, TDV. Y.
40. Kur’an İlimleri ve Kur’ân-ı Kerim Tarihi, Abdurrahman Çetin, Dergâh Y.
41. el-İtkan fî Ulûmi’l Kur’an, Celâleddin Suyûti
42. Mebâhis fî Ulûmi’l Kur’an, Subhi es-Sâlih
43. Kur’an Bilimi, Bahâuddin Hürremşâhî, İhtar Y., s. 112-115, 183-242
44. Günümüz Tefsir Problemleri, M. Said Şimşek, Kitap Dünyası Y., s. 367-373
45. Tefsirde Semantik Metod ve Kur’an’da “Kavm” Kelimesinin Semantik Analizi, Ali Galip Gezgin, Ötüken
46. Tefsirde İsrâiliyyât, Abdullah Aydemir, D.İ.B. Y.
47. Tefsir ve Hadiste İsrâiliyyât, Muhammed es-Seyyid Hüseyin ez-Zehebî, Rağbet Y.
48. Kur’an ve Sünnet Üzerine Makaleler, Hikmet Zeyveli, Birun Y., s. 161-170
49.
Kütüb-i
Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y., c. 14, s. 218-260
50. Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y.
51. Kavimlerin Helâki, Hârun Yahya, Vural Y.
52. Allah’ın Yok Etmesi ve Yok Olan Toplumlar, Veysel Özcan, Mirfak Y.
53. Allah’ın Gazapları, (Tarihî roman), Râgıp Şevki Yeşim, 4 cilt, Huzur Y.
54. Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y.
55. Kur’an’da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, İnsan Y.
56. Kur’ân-ı Kerim’de Kavimler ve Toplumlar Âd, Semûd, Medyen, S. Süleyman Nedvî, İnkılâb Y.
57. Vahyin Işığında Arkeolojik Kazılar, Güldeste, Muammer Çetin, Konya, 1982
58. Lânetlenmiş Kişiler ve İşler, Mehmet Emre, Erhan Y.
59. Rabbanî Yol ve Sünnetullah, Said Hakim, İnsan Dergisi Y.
60. Sünnetullah, -Bir Kur’an İfâdesinin Kavramlaşması-, Ömer Özsoy, Fecr Y.
61. İlâhî Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), Abdülkerim Zeydan, çev. Nizameddin Saltan, İhtar Y.
62. Kur’an’da Edebî Tasvir, Seyyid Kutub, Arslan Y.
63. Kitabu’l-Esnâm, İbn Kelbî, Tevhid Y.
64. Kur’an’da Toplumsal Değişim, Celaleddin Çelik, İnsan Y.
65. Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, Cevdet Said, çev. İlhan Kutluer, İnsan Y.
66. Toplumsal ve Kültürel Değişme, Mahmut Tezcan, Ank. Üniv. Eğitim Bilimleri Fak. Y.
67. Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Emre Kongar, Bilgi Y.
68. Sosyal Meselelerimiz ve Sosyal Değişme, Mustafa Erkal, Mayaş Y.
69. Toplumsal Değişim Kuramları, Richard A. Appelbaum, çev. Türker Aklan, T. İş B. Kültür Y.
70. Kur’an’a Göre Hz. Mûsâ, Firavun ve Yahûdiler, Necati Kara, Seha Neşriyat
71. Firavun, Hâmân ve Karun Karşısında Hz. Mûsâ, Ali Sayı, İz Y.
72. Kur’an’da Tarih Kavramı, Mazharuddin Sıddîkî, çev. Süleyman Kalkan, Pınar Y.
73. İslâm’ın Tarih Yorumu, İmÂdüddin Halil, çev. Ahmet Ağırakça, Risale Y.
74. Tarihin Yorumu, İmÂdüddin Halil, Mazharuddin Sıddîkî, terc. M. Beşir Eryarsoy, Düşünce Y.
75. İslâm Tarihi Bir Yöntem Araştırması, İmÂdüddin Halil, çev. Ubeydullah Dalar, İnsan Y.
76. İslâmî Açıdan Tarihe Bakışımız, Muhammed Kutub, çev. Talip Özdeş, Risale Y.
77. Tarih ve Toplum, Murtaza Mutahharî, terc. Cengiz Şişman, Yöneliş Y.
78. İnsan ve Tarih, M. H. Beheşti, C. Bahonar, terc. Ahmet Erdinç, Bir Y.
79. Kur’an ve Tarihselcilik, Şevket Kotan, Beyan Y.
80. Tarihselciliğin Sefaleti, Karl R. Popper, çev. Sabri Orman, İnsan Y.
81. Kur’an ve Arkeoloji, Bahattin Dartma, Pınar Y.
82. Niçin İslâm Sosyolojisi, İlyas Ba-Yunus, çev. İlham Güner, AKâbe Y.
83. İslâm Sosyolojisi Bir Giriş Denemesi, Ba-Yunus, çev. Rıdvan Kaya, Bir Y.
84. Din Sosyolojisi, Amiran Kurtkan Bilgiseven, Filiz Kitabevi
85. Sosyoloji Tarihi, N. Şazi Kösemihal, İst. 1974
86. Mukaddime, İbn Haldun, çev. Süleyman Uludağ, Dergâh Y.
87. İbn Haldun’a Göre İnsan-Toplum-İktisat, İbrâhim Erol Kozak, Pınar Y.
88. Ana Konularıyla Kur’an, Fazlurrahman, çev. Alpaslan Açıkgenç, Fecr Y.
89. Modern Çağda İslâmî Meseleler, Ebu’l Mevdûdî, çev. Yusuf Işıcık
90. İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Toshihiko İzutsu, çev. Selahaddin Ayaz, Pınar Y.
91. Kur’an’da Edebî Tasvir, Seyyid Kutub, çev. Süleyman Ateş, Hilal Y.
92. Her Nemrud'a Bir İbrâhim, Zübeyir Yetik, Beyan Y. s. 80-100
93. İmamlar ve Sultanlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 8-10
94. Kötülük Odakları, Firavun, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
95. Kur'an'da Firavun, Mevdudi, Çizgi Y.
96. Firavun, Hâmân ve Karun Karşısında Hz. Mûsâ, Ali Sayı, İz Y.
97. Kur’an Sosyolojisi, Lütfullah Cebeci, İslâmî Araştırmalar, s. 3, Ocak 1987
98. İbn Haldun Sosyolojisi, Satı el-Husrî, çev. Mehmet Bayyiğit, SÜİFD, sayı 4, Konya 1994
99. Hz. Nûh Aleyhisselâm, M. Necati Bursalı, Ölçü Y.
100. Nûh Tûfânı, Ahmed Ersöz, T.Ö.V. Y.
101. Nûh’un Gemisine Binmek, Ali Bulaç, İz Y.
102. Nûh Peygamberin Seyir Defteri, Yalçın Pekşen, Cep Kitapları Y.
103. Peygamberler, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
104. Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdülkerim Süruş, Kıyam Y.
105. Peygamberler Tarihi, M. Âsım Köksal, T. Diyanet Vakfı Y.
106. Peygamberler Tarihi, İlhami Ulaş, Osmanlı Y.
107. Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş, Nesil Basım Yayıyn
108. Peygamberler Tarihi, Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y.
109. Peygamberler Tarihi, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
110. Peygamberler Tarihi, 1, 2, 3, Ahmet Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
111. Peygamberler Tarihi, Ahmet Behçet, Uysal Kitabevi Y.
112. Peygamberlerden Kıssalar, Muhammed el-Habeş, İklim Y.
113. Peygamberlerin Hayatı, Seyyid Kutub, Ravza Y.
114. Peygamberlerin Hayatı, S. Kutub-Abdülkadir Cûde es-Sahhar, İslâmoğlu Y.
115. Peygamberlerin Hayatı, Ebu'l Hasan en-Nedvî, Risale Y.
116. Peygamberlerin Mûcizeleri, H. İbrâhim Acıpayamlı, Tuğra Y.
117. Peygamberlik ve Peygamberler, Muhammed Ali Sâbûni, Kültür Basın Yayın Birliği Y.
118. Kur'an-ı Kerim'e Göre Peygam. ve Tevhid Mücâdelesi, 1, 2, 3, M. Solmaz, İ. L. Çakan, Nesil/Ensar Y.
119. Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi ve Hz. Peygamberin Hayatı, Mevdudi, Pınar Y. s. 305-308
120. Peygamberler Tarihi, Ferhat Koç, Çekirdek Y.
121. Kur'an'da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara, Gonca Y.
122. Kur’an Işığında Üç Peygamber, Üç Kitap, Osman Cilacı, Mıstaş Basımevi, Konya
123. Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdulkerim Suruş, Kıyam Y.
124. Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Çağ Y.
125. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.
126. Kur'an'ın Tanıttığı Peygamberler, A. Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
127. Âyetler Işığında Peygamberler Tarihi, Muhammed Ali Sâbûnî, Ahsen Y. s. 301-331
128. İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, Abdullah Aydemir, T.D.V. Y. s. 47-55
129. Kur'ân-ı Kerim Işığında Nebîler Silsilesi, Osman Nuri Topbaş, Erkam Y.
130. Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, Ahmed Cevdet Paşa, Akit Y. c. 1, s. 8-9
131. Kitâb-ı Mukaddes, Kur’an ve Bilim, Maurice Bucaille, çev. Suat Yıldırım, İst. 1981
132. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.
133. Peygamberlerin Masumiyeti, Fahrüddin El-Râzî, çev. Hasan Fehmi Ulus, İlim Y.
134. Peygamberimizin Yanılması Meselesi, İbrahim Canan, Rağbet Y.
135. Tevhid, Rasüllerin Ortak Çağrısı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
136. Kur'an'da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 75-112
137. İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y.
138. Mekke Rasûllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.
139. Hazreti Yûsuf Aleyhisselâm, Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Erkam Y.
140. Sûre-i Yusuf’un Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y.
141. Hz. Yusuf, Harun Yahya, Vural Y.
142. Hz. Yusuf Medresesi, Harun Yahya, Vural Y.
143. Kıssahanlar, Şettahlar, Meddahlar, Murat Uraz, Türk Folklor Araştırmaları, XVIII/354, 1979, s. 8535-8539
144. Edebiyatımızda Kıssa, Kıssahanlık Geleneği ve Meddahlıkla Münasebeti Üzerine, İbrahim Altunel, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, I/1, Konya 1994, s. 157-167
145.
Kur’an’ın
Hayata Müdahalesi, Heyet, Umran Dergisi Y., s. 293-356
146. Tebliğ Sürecinde Kur’an Kıssaları, Cengiz Duman, Haksöz sayı, 30, Eylül 93
147. Kur’an Kıssaları Hakkında Uydurulan Şüpheler, Fadl Hasan Abbas, çev. Enver Arpa, Fecre Doğru, Sayı 76, Şubat 2002
148. Kur’an’daki Peygamber Kıssalarına Dair, Osman Kayaer, Fecre Doğru, Sayı 76, Şubat 2002
149. Kur’an Kıssalarının Eğitici Yönü, Ramazan Varol, Fecre Doğru, sayı 27, 1998, s. 39-42
150. Kur’an Kıssaları Yahûdilikten mi Alınmıştır? Afif Abdülfettah Tabbâra, çev. Osman Cilacı, İslâm Medeniyeti Dergisi, 1973, sayı 32-33, s. 28-30, 31-33
151. Kur’an Kıssalarının Kaynağı Eski Ahit mi? Yapı, Muhteva ve Kaynak Açısından Torah Kıssaları, Şinasi Gündüz, Ondokuz Mayıs Ün. İlâhiyat Fak. Dergisi, Samsun 1998, sayı 10, s. 49-88; Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y., 1998, s. 41-75
152. Kur’an Kıssalarının Neliği (Mâhiyeti) Üzerine, Tahsin Görgün, Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y., 1998, s. 19-40
153. Kur’an Kıssalarının Tarihî Değeri, İdris Şengül, Yeni Ümit, 1998, sayı X/40, s. 11-17, XI/41, s. 10-15; Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y., 1998, s. 169-184
154. Va’z, Kıssacılık ve Hadiste Kussâs, Mücteba Uğur, Ank. Ün. İlâhiyat Fak. Dergisi, sayı 28, Ank. 1986, s. 291-326
155. Kur’an’da Kıssa Kavramı Üzerine, Ali Sayı, DEÜİFD, sayı 9, İzmir, 1995, s. 145-196
156. Kur’an Mesajını Ulaştırmada Kıssaların Önemi, İdris Şengül, I. Kur’an Sempozyumu, Bilgi Vakfı, Ank. 1994, s. 133-140
157. Kur’ân-ı Kerim’in Anlaşılması Bakımından Kıssalar, Yeminler ve Tekrarların Önemi, Ramazan Karaman, Din Öğretimi Dergisi, 1989, sayı 19, s. 47-52
158. Kur’an’da Kıssa, Seyyid Kutub, çev. Süleyman Ateş, Hilâl dergisi, 1967, sayı VII/76, s. 22-23
159. Kur’an’daki Kıssalar Üzerine, İmzasız, Yeni Ümit, 1995, sayı IV/29, s. 23
160. İletişim Açısından Kur’an Kıssaları, Selahattin Sönmezsoy, Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y., 1998, s. 97-112
161. Tarih Felsefesi Açısından Kıssalar, Sadık Kılıç, I. Kur’an Sempozyumu, Bilgi Vakfı, Ank. 1994, s. 87-98
162. Kur’ân-ı Kerim ve Kıssalar, -Kur’an Kıssalarının Vâkiliği Problemi-, Ömer Mahir Alper, Haksöz, sayı 50, Mayıs 95
163. Kıssa ve Hukuk, Mehmet Nuri Güler, Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y., s. 113-144
164. Kur’ân-ı Kerim’de Kıssalar, Suat Yıldırım, A. Ün. İlâhiyat Fak. Dergisi, 1979, sayı 3, s. 37-63
165. Tefsîr-i Kebir’den Düşündürücü Kıssalar, Abdullah Yılmaz, Hakses, 1987, XXIII/269, 272
166. İlâhî Mesajın Kadîm Medeniyetlerdeki İzdüşümleri, Kur’an’ın Arkapanına Arkeolojik Bir Yaklaşım, Eyyüb Ay, İslâmî Araştırmalar Dergisi, 1996, IX/1-4, s. 184-196
167. Vahyin Işığında Arkeolojik Kazılar, Muammer Çetin, Güldeste, Konya, 1982, I?3, s. 1-4
168. İlâhî Mesajın Kadîm Medeniyetlerdeki İzdüşümleri, Kur’an’ın Arkaplânına Arkeolojik Bir Yaklaşım, Eyyüb Ay, İslâmî Araştırmalar Dergisi, 1996, IX/1-4
169. Tarihî Bir Kaynak Olarak Kur’an-ı Kerim, M. Beyyumî, Diyanet Dergisi 1996, XXXII/1, s. 107-114
170. Tarih Kaynağı Olarak Kur’an, Rudi Paret, çev. Ömer Özsoy, Kur’an Üzerine Makaleler, Ank. 1995, s. 116-138
171. Hz. Yusuf’un Mücâdele Örnekliği I-II, Cengiz Duman, Hak Söz, sayı: 55-56, Ekim-Kasım 95
172. Hz. Yusuf (a.s.) ile Hz. Musa (a.s.) Kıssaları Arasındaki Benzerlikler ve Kur’an Mu’cizeliği, Davut Aydüz, Yeni Ümit, 1998, sayı 42, s. 27-31
173. Hz. Yûsuf, Abdullah Aydemir, Diyanet Dergisi, 1975, XIV/2, s. 76-97
174. Yusuf (a.s.)’un Hayatı, Şahin Öztürk, Hilâl, 1980, sayı: XVIII/213, 214, 215, 216, 1980-1981
175. Hz. Yusuf Mısır’da, Ali Gürbüz, Zafer, 1992, sayı XVI/187, s. 9-11
176. Hz. Yûsuf’un Kardeşleri, Mahmud Garib, çev. Abdullah Yılmaz, Hakses, 1989, sayı XXV/294, s. 13-15
177. Kur’an’da Naklolunan Yûsuf Kıssası Işığında Görev İsteme Meselesi ve Molla Hüsrev, M. Zeki Duman, Diyanet Dergisi, 1987, sayı XXIII/3, s. 37-46