18/Kehf, 60-82; Kavram, 199

 

 

 

 

  KENDİSİNE İLİM VE RAHMET VERİLEN KUL (HIZIR)    

 

 

 

·   Kendisine İlim ve Rahmet Verilen Şahıs: Hızır; Kimliği ve Şahsiyeti

·   Tasavvuf ve Halk İnançlarında Hızır

·   Kur’ân-ı Kerim’de Kendisine İlim ve Hizmet Verilen Şahıs (Hızır)

·   Hadis-i Şeriflerde Hızır

·   Mûsâ-Hızır Kıssasından Alınacak Ders ve İbretler

·   Hıdrellez

·   Âb-ı Hayat

·   Hızır ve Bâtıl İnançlar, Hurâfeler

 

 

        

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحيم

 

وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِفَتَاهُ لَا أَبْرَحُ حَتَّى أَبْلُغَ مَجْمَعَ الْبَحْرَيْنِ أَوْ أَمْضِيَ حُقُباً {60} فَلَمَّا بَلَغَا مَجْمَعَ بَيْنِهِمَا نَسِيَا حُوتَهُمَا فَاتَّخَذَ سَبِيلَهُ فِي الْبَحْرِ سَرَباً {61}

فَلَمَّا جَاوَزَا قَالَ لِفَتَاهُ آتِنَا غَدَاءنَا لَقَدْ لَقِينَا مِن سَفَرِنَا هَذَا نَصَباً {62}

قَالَ أَرَأَيْتَ إِذْ أَوَيْنَا إِلَى الصَّخْرَةِ فَإِنِّي نَسِيتُ الْحُوتَ وَمَا أَنسَانِيهُ إِلَّا الشَّيْطَانُ أَنْ أَذْكُرَهُ وَاتَّخَذَ سَبِيلَهُ فِي الْبَحْرِ عَجَباً {63}

قَالَ ذَلِكَ مَا كُنَّا نَبْغِ فَارْتَدَّا عَلَى آثَارِهِمَا قَصَصاً {64}

فَوَجَدَا عَبْداً مِّنْ عِبَادِنَا آتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِندِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْماً {65}

قَالَ لَهُ مُوسَى هَلْ أَتَّبِعُكَ عَلَى أَن تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْداً {66}

قَالَ إِنَّكَ لَن تَسْتَطِيعَ مَعِيَ صَبْراً {67}

وَكَيْفَ تَصْبِرُ عَلَى مَا لَمْ تُحِطْ بِهِ خُبْراً {68}

قَالَ سَتَجِدُنِي إِن شَاء اللَّهُ صَابِراً وَلَا أَعْصِي لَكَ أَمْراً {69}

قَالَ فَإِنِ اتَّبَعْتَنِي فَلَا تَسْأَلْنِي عَن شَيْءٍ حَتَّى أُحْدِثَ لَكَ مِنْهُ ذِكْراً {70}

فَانطَلَقَا حَتَّى إِذَا رَكِبَا فِي السَّفِينَةِ خَرَقَهَا قَالَ أَخَرَقْتَهَا لِتُغْرِقَ أَهْلَهَا لَقَدْ جِئْتَ شَيْئاً إِمْراً {71}

قَالَ أَلَمْ أَقُلْ إِنَّكَ لَن تَسْتَطِيعَ مَعِيَ صَبْراً {72}

قَالَ لَا تُؤَاخِذْنِي بِمَا نَسِيتُ وَلَا تُرْهِقْنِي مِنْ أَمْرِي عُسْراً {73}

فَانطَلَقَا حَتَّى إِذَا لَقِيَا غُلَاماً فَقَتَلَهُ قَالَ أَقَتَلْتَ نَفْساً زَكِيَّةً بِغَيْرِ نَفْسٍ لَّقَدْ جِئْتَ شَيْئاً نُّكْراً {74}

قَالَ أَلَمْ أَقُل لَّكَ إِنَّكَ لَن تَسْتَطِيعَ مَعِي صَبْراً {75}

قَالَ إِن سَأَلْتُكَ عَن شَيْءٍ بَعْدَهَا فَلَا تُصَاحِبْنِي قَدْ بَلَغْتَ مِن لَّدُنِّي عُذْراً{76} فَانطَلَقَا حَتَّى إِذَا أَتَيَا أَهْلَ قَرْيَةٍ اسْتَطْعَمَا أَهْلَهَا فَأَبَوْا أَن يُضَيِّفُوهُمَا فَوَجَدَا فِيهَا جِدَاراً يُرِيدُ أَنْ يَنقَضَّ فَأَقَامَهُ قَالَ لَوْ شِئْتَ لَاتَّخَذْتَ عَلَيْهِ أَجْراً {77}

قَالَ هَذَا فِرَاقُ بَيْنِي وَبَيْنِكَ سَأُنَبِّئُكَ بِتَأْوِيلِ مَا لَمْ تَسْتَطِع عَّلَيْهِ صَبْراً {78}

أَمَّا السَّفِينَةُ فَكَانَتْ لِمَسَاكِينَ يَعْمَلُونَ فِي الْبَحْرِ فَأَرَدتُّ أَنْ أَعِيبَهَا وَكَانَ وَرَاءهُم مَّلِكٌ يَأْخُذُ كُلَّ سَفِينَةٍ غَصْباً {79}

وَأَمَّا الْغُلَامُ فَكَانَ أَبَوَاهُ مُؤْمِنَيْنِ فَخَشِينَا أَن يُرْهِقَهُمَا طُغْيَاناً وَكُفْراً {80}

فَأَرَدْنَا أَن يُبْدِلَهُمَا رَبُّهُمَا خَيْراً مِّنْهُ زَكَاةً وَأَقْرَبَ رُحْماً {81}

وَأَمَّا الْجِدَارُ فَكَانَ لِغُلَامَيْنِ يَتِيمَيْنِ فِي الْمَدِينَةِ وَكَانَ تَحْتَهُ كَنزٌ لَّهُمَا وَكَانَ أَبُوهُمَا صَالِحاً فَأَرَادَ رَبُّكَ أَنْ يَبْلُغَا أَشُدَّهُمَا وَيَسْتَخْرِجَا كَنزَهُمَا رَحْمَةً مِّن رَّبِّكَ وَمَا فَعَلْتُهُ عَنْ أَمْرِي ذَلِكَ تَأْوِيلُ مَا لَمْ تَسْطِع عَّلَيْهِ صَبْراً {82}

 

 

 

“Mûsâ, genç arkadaşına: "Ben iki denizin birleştiği yere ulaşmaya, yahut yıllarca yürümeye kararlıyım" demişti. (60)

İkisi, iki denizin birleştiği yere ulaşınca, balıklarını unutmuşlardı, balık bir delikten kayıp denizi boyladı. (61)

Oradan uzaklaştıklarında Mûsâ, yanındaki gence: "Azığımızı çıkar, and olsun bu yolculuğumuzda yorgun düştük" dedi. (62)

O da: "Bak sen! Kayalığa vardığımızda balığı unutmuştum. Bana onu hatırlamamı unutturan ancak şeytandır. Balık şaşılacak şekilde denizde yolunu tutup gitmiş" dedi. (63)

Mûsâ: "İstediğimiz zaten buydu" dedi. Hemen geldikleri yoldan izleri üzerinde geri döndüler. (64)

Bu arada ikisi katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan birini buldular. (65)

Mûsâ ona: "Sana öğretileni bana hayra götüren bir bilgi olarak öğretmen için peşinden gelebilir miyim?" dedi. (66)

O: "Sen doğrusu benim yaptıklarıma dayanamazsın, bilgice kavrayamadığın bir şeye nasıl dayanabilirsin?" dedi. (67-68)

Mûsâ: "İnşallah sabrettiğimi göreceksin, sana hiçbir işte baş kaldırmayacağım" dedi. (69)

O da: "O halde, bana uyacaksan, ben sana anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında bana soru sormayacaksın" dedi. (70)

Bunun üzerine kalkıp gittiler; sonunda bir gemiye bindiklerinde, o gemiyi deliverdi; Mûsâ: "Gemiyi içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu şaşılacak bir şey yaptın" dedi. (71)

Mûsâ'ya: "Ben sana yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?" dedi. (72)

Mûsâ: "Unuttuğum için bana çıkışma, gücümün yetmediği şeyden beni sorumlu tutma" dedi. (73)

Yine gittiler; sonunda bir erkek çocuğa rastladılar, o hemen onu öldürdü. Mûsâ: "Bir cana karşılık olmaksızın masum bir cana mı kıydın? Doğrusu pek kötü bir şey yaptın" dedi. (74)

O: "Ben sana, yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?" dedi. (75)

Mûsâ: "Bundan sonra sana bir şey sorarsam bana arkadaş olma, o zaman benim tarafımdan mazur sayılırsın" dedi. (76)

Yine yola koyuldular; sonunda vardıkları bir kasaba halkından yiyecek istediler. Kasaba halkı, bu ikisini misafir etmek istemedi. İkisi, şehrin içinde yıkılmağa yüz tutan bir duvar gördüler, Mûsâ'nın arkadaşı onu doğrultuverdi; Mûsâ: "Dileseydin buna karşı bir ücret alabilirdin" dedi. (77)

O şöyle söyledi: "İşte bu, seninle benim ayrılmamızı gerektiriyor; dayanamadığın işlerin yorumunu sana anlatacağım" (78)

"Gemi, denizde çalışan birkaç yoksula aitti; onu kusurlu kılmak istedim, çünkü peşlerinde her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı." (79)

"Oğlana gelince; onun ana babası inanmış kimselerdi. Çocuğun onları azdırmasından ve inkara sürüklemesinden korkmuştuk. (80)

Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik." (81)

"Duvar ise, şehirde iki yetim erkek çocuğa aitti. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı; babaları da iyi bir kimseydi. Rabbin onların erginlik çağına ulaşmasını ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarmalarını istedi. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın işlerin içyüzleri budur." (82)(18/Kehf, 60-82)

 

Kendisine İlim ve Rahmet Verilen Şahıs: Hızır; Kimliği ve Şahsiyeti

 

Kehf sûresinin 60-82. âyetlerinde kıssası anlatılan kişinin Hızır olduğu müfessir ve âlimlerinin ekserisine göre kabul edilir. Hızır: Hz. Mûsâ döneminde yaşamış ve peygamber olması kuvvetle muhtemel, hikmet ve ilim sahibi ve Allah’ın rahmetine muhâtap bir şahsiyettir.

 

Kur'ân-ı Kerîm'de, Hızır (a.s.)'ın isminden açıkça bahsedilmez. Ancak Kehf Sûresi'nin 60-82. âyetlerinde yer alan Hz. Mûsâ ile ilgili kıssadan "Katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul..." (18/Kehf, 65) diye sözü edilen şahsın Hızır (a.s.) olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bizzat Peygamber Efendimizden gelen sahîh hadislerde bu şahsın Hızır olduğu açıkça belirtilmiştir (bk. Buhârî, İlm 16, 44, Tefsîru'l-Kur'ân, Tefsîru Sûrati'l-Kehf 2-4; Müslim, Fedâil 170-174).

 

Bu rivâyetlere göre bir gün Hz. Mûsâ İsrâil oğulları arasında vaaz ederken ona kendisinden daha hikmet ve ilim sahibi kimsenin olup olmadığı sorulmuştu. Hz. Musâ: "Hayır, yoktur!" diye cevap verince Cenâb-ı Hak bir vahiyle Hz. Mûsâ'yâ Mecme'u'l-Bahreyn'de (iki denizin kavuşum yerinde) kullarından sâlih bir kul olan el-Hadır (Hızır)'ın kendisinden daha âlim olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Hz. Mûsâ hizmetinde bulunan genç bir delikanlı ile Hızır'ı bulmak üzere uzun bir yolculuğa çıktı. İkisi, iki denizin birleştiği yere ulaşınca, yolculukta yemek üzere azık olarak yanlarına aldıkları balıklarını unutmuşlardı ve balık bir delikten kayıp denizi boylamıştı. Hz. Mûsâ oradan bir süre uzaklaştıktan sonra yemek için delikanlıdan balığı çıkarmasını istediği zaman balığın denize dalıp kaybolduğunu farkettiler. Hz. Mûsâ'nın Hızır'ı bulmasının alâmeti, bu balığın kaybolması olduğundan derhal oraya geri döndüler ve orada Hızır (a.s.)'ı buldular. Bundan sonra Hz. Mûsâ'nın Hızır ile, Kehf Sûresi 66-82. âyetlerinde anlatılan yolculuğu başladı.

 

Hz. Mûsâ'nın yolculuğunda azık olarak taşıdığı balığın Mecme'u'l-Bahreyn'de denize dalıp kaybolması, bazı rivâyetlerde ve çeşitli İslâm milletlerinin folklorunda, bu arada Türk folklorunda da bu suyun âb-ı hayat olduğu, ölüleri bile canlandıran, içenleri ölümsüzleştiren bir hayat iksiri olduğu şeklinde izah olunmuş, burada balığın canlanıp denize dalması meselesinde bir peygamberin hayatının ve Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin söz konusu olduğu unutulmuştur. Buna bağlı olarak, Mecme'u'l-Bahreyn bölgesinde yaşayan birisi olarak Hızır (a.s.)'a da ölümsüzlük isnâd edilmiş ve kendisine beşer üstü güçler ve yetkiler verilmiştir.

 

Hızır aleyhisselâma verilen ilmin mahiyetini anlayabilmek için Mûsâ (a.s.) ile olan yolculuğunu Kur'ân-ı Kerîm kısaca şöyle anlatır: Hızır (a.s.), yolculukta karşılaşacakları olaylara Mûsâ peygamberin sabredemeyeceğini kendisine hatırlatmış ve O'ndan sabır için söz almıştır (18/Kehf, 66-70). Önce deniz sahilinde, yolculuk için bir gemiye binmişlerdi. Hızır (a.s.) bir balta ile gemiyi delince kaptan tamir için geri dönmek zorunda kalmıştır. Mûsâ (a.s.) sabredemeyip şöyle demiştir: "Gemiyi, yolcularını boğmak için mi deldin? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın" (18/Kehf, 71). Yolculuğun sonunda, ilk bakışta görünmeyen ve perde arkası bilgi niteliğindeki sebebi Hızır (a.s.) şöyle belirtir: "O, deldiğim gemi, denizde çalışan birkaç yoksulundu. Onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü gemi yolculuğa devam ederse, ileride her sağlam gemiye el koyan bir kral (deniz korsanları) vardır" (18/Kehf, 79). Yolculuk sırasında, diğer çocuklarla oynamakta olan bir çocuğu öldürdü. Mûsâ (a.s.): "Kısas olmadan, masum bir cana nasıl kıyarsın? Doğrusu çok kötü bir iş yaptım, dedi" (18/Kehf, 74). Küçük çocuğun bu erken yaşta vefat ettirilme sebebi Hızır (a.s.) tarafından şöyle açıklandı: "Öldürdüğüm erkek çocuğa gelince; onun anne ve babası mü'min kimselerdi. İleride onları isyan ve inkâra sürüklemesinden korktuk istedik ki, Rableri bu ölen çocuk yerine kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametli birini versin" (18/Kehf, 80, 81). Burada Cenâbı Hak'kın, anne-babanın hayırlı kimseler olması sebebiyle, ileride kendilerini üzecek, büyük sıkıntılara sokacak bir çocuğu erken yaşta vefat ettirip, onun yerine daha hayırlı bir evlâdın verilmesinin, gerçekte o aile için " hayır" olduğuna işaret ediliyor.

 

Yolculuğun üçüncü merhalesi Kur'an'da şöyle anlatılır: "Mûsâ ve sâlih kul yollarına devam ettiler. Sonunda bir köye varıp, halkından yiyecek istediler. Halk ise onları misafir etmek istemedi. Mûsâ ve sâlih kul, orada yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler, Sâlih kul hemen onu doğrultuverdi. Bunun üzerine Mûsâ: "İsteseydin buna karşılık bir ücret alırdın, dedi. Sâlih kul şöyle dedi: İşte bu seninle benim aramızın ayrılması demektir. Sabredemediğin şeylerin içyüzünü sana anlatacağım" (18/Kehf, 77, 78). Evi, ücretsiz tamir etmesini sâlih kul (hızır) şöyle açıklar: "Bu ev, Şehirde iki yetim çocuğun idi. Duvarın altında kendilerine ait bir hazine vardı. Bunların babaları sâlih bir kimseydi. Rabbin, onların rüştlerine erip, hazinelerini bizzat kendilerinin çıkarmalarını istedi. Bu Rabbinden bir rahmettir. Ben bunları kendiliğimden değil, Allâh'ın emriyle yaptım. İşte, sabredemediğin şeylerin içyüzü budur" (18/Kehf, 82).

 

Bu hikmetlerle dolu yolculuktan, insanların günlük hayatta karşılaştıkları bir takım olayların, bazan büyük felaketlerin bir görünen yüzünün bir de asıl perde arkasının bulunduğu anlaşılmaktadır. Bazan şer olarak görülen olayların arkasından büyük hayırların ortaya çıktığı görülmektedir. Âyet-i Kerîmelerde şöyle buyurulur: "Hoşumuza gitmediği halde, savaşmak size farz kılındı. Belki de hoşumuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlıdır. belki hoşunuza giden bir şey de sizin için daha kötüdür. Allah bilir siz ise bilmezsiniz." (2/Bakara, 216). "... Eğer karılarınızdan hoşlanmıyorsanız. olabilir ki, hoşunuza gitmeyen bir şeyde Allah, sizin için çok hayır takdir etmiştir." (4/Nîsâ, 19). Rasûlullah (s.a.s.), Hızır (a.s.)'ın ilmiyle ilgili olarak, gemi yolculuğu sırasındaki bir konuşmayı şöyle nakleder: "Bir serçe, denizden gagasıyla su alıp, gemiye konmuştu. Hızır (a.s.) bunu Hz. Mûsâ'ya göstererek şöyle dedi: Allah'ın ilmi yanında, benim ve senin ilmin, şu serçenin denizden eksilttiği su kadar bir şeydir" (Buhârî, İlm, 44, (el-Enbiyâ, 27, Tefsîru Sûre 18/2; Müslim, Fezâil, 180; Ahmet b. Hanbel, Müsned, II, 311, V, 118; bilgi için bk. İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, İstanbul 1985, V,172-185). (1)

 

Hz. Mûsâ döneminde yaşayan, kendisine ilâhî bilgi ve hikmet öğretilen kişi olan Hızır kelimesi, Arapça kaynaklarda hadır (hadr, hıdr) şeklinde yer alan ve Arapça menşeli oldu­ğu kabul edilen bir kelimedir; Türkçe'de Hızır ve Hıdır biçiminde kullanılmaktadır. Hadır "yeşil, yeşilliği çok olan yer" mânasındaki ahdar ile eş anlamlıdır. Bu mânadan ha­reketle nâdir kelimesinin özel isimden zi­yade lakap ve sıfat olarak kabul edildiği söylenebilir. Nitekim bazı kaynaklarda Hı­zır'a bu ismin, kuru yerde oturduğunda altından otların yeşerip dalgalanması (Buhârî, Enbiyâ' 29), cennet pınarından içtiği için bastığı her yerin yeşile bürünmesi (Makdisî, III, 78) sebebiyle verildiği kaydedilmektedir. Bazı şarkiyatçılar tara­fından Hızır kültünün arkasında birtakım ilkel dinlerde rastlanan bitki tanrısının bu­lunduğu iddia edilmişse de (Hasluck, I, 324) aslında İslâm'daki Hızır telakkisinin bu inançla hiçbir ilgisi yoktur. Hızır isminin menşei hakkında, yukarıdaki iddialara ilâve olarak Ahd-i Atîk'te yer alan "adı Filiz olan adam" (Zekarya, 6/12) inancının et­kili olduğu da ileri sürülmüştür (İA, V/l, s. 461). Şarkiyatçıların bir kısmına göre Hızır kelimesi Arapça asıllı olmayıp Gılgamış destanında yer alan Gılgamış'ın ata­sı Hasistra veya Hasisatra'nın Arapçalaşmış şeklidir (Ocak, s. öl). Friedlaender'e göre ise Hızır ismi İskender efsanesine benzeyen Glaukos (yeşil) masalı ile alâkalı olup bu efsane Arapça'ya uyarlanırken "hadır" şeklinde tercüme edilmiştir (ERE, VII, 694].

 

Bazı İslâmî kaynaklarda Hızır'ın asıl adı ve soyu hakkında bilgi verildiği görülmek­tedir. Sıhhatleri tartışmalı olan rivâyetle­re göre Hızır, Hz. Âdem'in çocuklarından Kabil'in oğlu Hazrûn veya Hz. Nuh'un oğ­lu Sâm'ın torunlarından Belyâ b. Melkân yahut Hz. İshak'ın torunlarından Hazrûn b. Amâyîl'dir. Bunun yanında onun Hz. Harun'un soyundan geldiği, isminin Ha­dır b. Âmiya veya Hadır b. Fir'avn olduğu yahut Kur'an'da adı geçen İlyâs veya El-yesa'ın Hızır'ın kendisi olduğu öne sürü­lür (Ebû Hatim es-Sicistânî, s. 3; Makdisî, III, 77; İbn Kesîr, 1, 295; Diyarbekrî, 1, 106). Bazı kaynaklarda ise annesinin Rum. babasının Fars olduğu kaydedilir (İbn Ke­sîr, 1, 299; Diyarbekrî, I, 106-107) İbn Ke­sir, İslâmî kaynaklarda Hızır'ın gerçek adı olarak gösterilen Belyâ b. Melkân'ın aslında Kitâb-ı Mukaddes'teki İlya'dan bozma olduğunu belirtmiş(ei-Bidâye,], 299),bu görüşe dayanan A. J. VVensinck ve A. Ya­şar Ocak gibi araştırmacılar. Hızır'ın asıl adının İlya'nın Arapçalaşmış şekli olan Belyâ olabileceğini ileri sürmüşlerdir. An­cak başta Kur'ân-ı Kerîm olmak üzere ha­dis, tefsir ve tarih kitaplarında yer alan Hızır ve İlyâs tasvirlerine göre İlya ile İl­yâs aynı. Hızır ile İlyâs farklı kişilerdir; ay­rıca bunların birlikte hareket ettiklerine dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Buna göre halk kültüründeki Hızır-İlyâs beraberliğini ifade eden Hıdrellez telak­kisinin sağlam bir temele dayanmadığı ortaya çıkar.

 

Kur'ân-ı Kerîm'de adı geçmemekle bir­likte müfessirler tarafından Hızır'a ait olduğu kabul edilen Kehf süresindeki kıs­sa özetle şöyledir: Hz. Mûsâ genç adamı­na iki denizin birleştiği yere ulaşmaya ka­rar verdiğini söyler, bunun üzerine bera­berce yola çıkarlar. İki denizin birleştiği yere varınca yanlarına aldıkları kurutul­muş balığı bir kenarda unuturlar, balık da canlanarak denize atlar. Bir müddet son­ra Mûsâ genç adamına azığı getirmesini söyler; fakat genç adam olup biteni hatır­layarak daha önce bunu Mûsâ'ya bildir­meyi unuttuğu için üzüntüsünü dile ge­tirir. Bunun üzerine Mûsâ aradıkları yerin orası olduğunu söyler ve geriye dönerler. Burada kendisine Allah tarafından "rah­met ve ilim" verilmiş olan sâlih bir kul ile karşılaşırlar. Mûsâ, sahip olduğu ilimden kendisine de Öğretmesi İçin onunla arka­daş olmak istediğini söyler; Kur'an'ın adı­nı bildirmediği bu kişi, iç yüzüne vâkıf ola­mayacağı olaylar sebebiyle bu beraberli­ğe sabredemeyeceğini belirtirse de Mûsâ'nın ısrarı üzerine, meydana gelen olay­lar hakkında açıklama yapmadıkça ken­disine soru sormaması şartıyla teklifi ka­bul eder. Mûsâ'nın bu şarta uyacağına da­ir söz vermesi üzerine yolculuğa başlar­lar. Bu zat önce bindikleri gemiyi deler. arkasından bir çocuğu öldürür, daha son­ra da uğradıkları bir kasabanın halkı ken­dilerini misafir etmediği halde orada yı­kılmak üzere olan bir duvarı düzeltir. Bu üç olayın her birinde Mûsâ arkadaşına davranışının sebebini sorar; arkadaşı da, "Ben sana benimle beraber olmaya sab-redemezsin demedim mi?" diye uyanda bulunur. Mûsâ özür dileyip yolculuğa de­vam etmelerini ister. Sâlih kul. birinci ve ikinci olaylardan sonra Mûsâ'nın ricasını kabul ederse de üçüncü olayda ayrılma vaktinin geldiğini söyler; bu arada söz ko­nusu hadiselerle ilgili olarak davranışlarının sebeplerini de anlatır ve bunları Al­lah'ın emriyle yaptığını söyler (18/Kehf, 60-82). Bu kıssadaki üç kişiden sadece Mûsâ'nın adı zikredilirken diğer iki kişiden biri "genç adam" (fetâ), diğeri de ilâhî rah­met ve ilme mazhar olmuş "Allah'ın ku­lu" diye anılır.

 

Hızır konusu başta Buhârî ve Müslim olmak üzere Tirmizî. İbn Mâce ve Ahmed b. Hanbel'in hadis kitaplarının çeşitli bö­lümlerinde geçmekte, bunlarda Kehf sü­resindeki bilgiler tekrar edildiği gibi baş­ka bilgiler de verilmektedir. Sûrede yer alan kıssanın tefsiri mâhiyetindeki rivâyetlerin birinde kaydedildiğine göre Saîd b. Cübeyr İbn Abbas'a, Nevf el-Bikâlî'nin Hızır kıssasında sözü edilen Mûsâ'nın İsrâiloğulları'na gönderilen Mûsâ b. İmrân olmayıp başka bir Mûsâ olduğunu iddia ettiğini söylemiş, İbn Abbas da, "Allah'ın düşmanı yalan söylüyor" diyerek Übey b. Kâ'b yoluyla Hz. Peygamber'den gelen Mûsâ merkezli uzunca rivâyeti nakletmiştir (Müsned, V, 117-119; Buhârî, "İlim" 44; "Enbiyâ" 27; "Tefsir" 18/3; Müslim, "Fezâ'il" 170-173; Tirmizî, "Tefsir" 19/1). Aynı konuyla İlgili ikinci rivâyette kayde­dildiğine göre İbn Abbas'ın bir sorusu üzerine Übey b. Kâ'b, buradaki Mûsâ'nın İsrâiloğullan'na gönderilen Mûsâ olduğu­nu ifade eden hadisi nakletmiştir (Müs­ned, V, 116-1 17. 122; Buhârî, "İlim" 16, 19; "Enbiyâ" 27; "Tevhîd" 31, Müslim, "Fezâ'il" 174). Her iki rivâyette de belir­tildiği üzere Hz. Mûsâ, İsrâiloğullan'na hitap ederken kendisine insanların en bil­gilisinin kim olduğunun sorulması üzerine "benim" diye cevap verip mutlak ilmin nezd-i ilâhîde olduğunu hatırlatmadığı için Allah tarafından kınanmış ve kendi­sinden daha bilgili Hadır adında birinin bulunduğu söylenmiştir. Ebû Hüreyre'nin naklettiği başka bir hadiste Hızır'a bu adın verilmesinin sebebi, "Kuru yerde oturduğunda altında otlar yeşerip dal­galanır" (Buhârî, "Enbiyâ" 27; Tirmizî, "Tefsîr" 19/1) şeklinde açıklanmıştır. Bu rivâyet Ahd-i Atik’teki, "İşte adı Filiz olan adam ve o durduğu yerden filizlenecek" (Zekarya, 6/12) ifadesini hatırlatmakta­dır. Übey b. Kâ'b'dan rivâyet edilen, râvilerinden birinin zayıf sayıldığı bir hadiste Hızır'ın Firavunlar döneminde Mısır'da ya­şayan İsrâiloğullan'ndan bir genç olduğu, bir rahipten hak dini öğrenip benimsedi­ği, fakat bunu gizli tuttuğu, nihâyet boşadığı bir hanımın bu sırrı ifşa etmesi üzerine kaçıp bir adaya sığındığı bildirilir (İbn Mâce. "Fiten" 23).

 

Güvenilir hadis kaynaklarında yer alan Hızır'la ilgili haberlerin, ana hatlarıyla Kur'ân-ı Kerîm'deki çerçeveyi korumakla birlikte yer yer orada bulunmayan veya müphem olan bazı ayrıntılar içerdiği de görülmektedir. Nitekim Kur'an'da Hz. Mûsâ'nın Hızır'ın varlığından nasıl haberdar olduğu beyan edilmezken hadislerde bu­nun Mûsâ"ya yöneltilen bir soru üzerine Allah tarafından kendisine bildirildiği ifa­de edilmektedir. Ayrıca yine hadislerde Kur'an'da adı geçen Mûsâ'nın, yahudilerin iddia ettiği gibi Mûsâ b. Mîşâ değil Mûsâ b. İmrân, yanındaki gencin Yûşa' b. Nûn, İlâhî ilim ve rahmete mazhar kılı­nan sâlih kişinin de Hızır olduğu açıklan­makta ve Hızır İsrâiloğullarının eşrafın­dan biri olarak tanıtılmaktadır. Bu haber­ler içinde. Hadis rivâyetlerinde Kur'an'daki bilgilere aykırı bir husus mevcut olmadığı gibi Hızır'ı tarih­te yaşamış sâlih bir kişi konumundan çı­karıp onun varlığını günümüze kadar de­vam ettiren olağan üstü bir şahsiyet oldu­ğuna dair bilgiler de bulunmamaktadır. Buhârî'nin Abdullah b. Abbas'ın görüşü olarak yer verdiği bir rivâyette ("Tefsîr" 18/4] buluşma yerindeki kayanın dibinde "hayat" denilen bir su kaynağı bulundu­ğu, damlalarının dokunduğu her şeyin canlandığı, söz konusu balığa da bu su­dan birkaç damlanın isabet ettiği ifade edilmekte, Tirmizî'de ise ("Tefsir", 19/1) bazı insanların böyle iddia ettiği belirtil­mektedir.

 

Müteahhir hadis kaynaklarıyla tarih ve tasavvuf kitaplarında Hızır'ın mitolojik bir kişiliğe büründürülerek tarihte uzun sü­re yaşayanlardan olduğu, kıyamete ka­dar da yaşamaya devam edeceği şeklin­de bilgiler yer atmaktadır. Bazı hadisçilerle tarihçilerin kaydettiği rivâyetlere göre Hızır'ın Deccâl'i yalanlaması için ömrünün uzatıldığı (İbn Hacer, el-İsâbe, 1, 431), Deccâl'in karşısına çıkacak kişinin Hızır olaca­ğı (Nevevî, XVIII, 72), Hz. Peygamber dö­neminde hayatta olduğu ve Peygamber'in elçisi olarak Enes"in kendisiyle görüştüğü (Beyhakî, V. 423), Resûlullah vefat et­tiği zaman gelip Ehl-i beyt'e tâziyette bu­lunduğu (İbn Kesîr, I, 141), Ömer b. Abdülazîz ile İbrahim b. Edhem, Bişr el-Hâ-fî, Ma'rûf-i Kerhî, Cüneyd-i Bağdadî ve Muhyiddin İbnül-Arabî gibi mutasavvıf­lar tarafından görüldüğü, Hızır'ın deniz­lerde, İlyâs'ın karada yaşadığı, sık sık bir araya geldikleri (İbn Hacer, el-İsâbe, I, 432), Cebrail, Mîkâil ve İsrafil ile her yıl arefe günü Arafat'ta buluştukları haber verilmiştir. Bunlardan bir kısmı, Hızır'ın dünyanın sonuna kadar yaşamasını Hz. Âdem'in bir vasiyetine ve duâsına (a.g.e., I, 431), bir kısmı da onun âb-ı hayâttan iç­mesine (Taberî, Târih, I, 220) bağlamak­tadır. Hızır'ın uzun ömürlü olduğunu söyleyenler ise onun Hz. Mûsâ zamanında, Hz. Muhammed'in nübüvvetinden önce veya ölümünden sonraki ilk yüzyıl içinde vefat ettiğini ileri sürerler.

 

 

Başta Buhârî, İbrahim el-Harbî, Ebû Hayyân el-Endelüsî, Ebü'l-Ferec İbnü'l-Cevzî, Muhammed Abdürraûf el-Münâvî, Takıyyüddin İbn Teymiyye ve Süyûtî ol­mak üzere birçok hadis ve tefsir âlimi Hı­zır'ın hayatta olmadığını söylemiş; onun yaşadığına dair nakledilen haberler İb-nü'l-Cevzî, Ali el-Kârî, Muhammed Derviş el-Hût gibi hadis tenkitçileri tarafından reddedilmiştir. İbn Kayyim el-Cevziyye de Hızır'ın hayatına dair nakledilmiş rivâyetlerin hepsinin uydurma olduğunu ifa­de etmiştir (el-Menârü'l-Münîf, s. 67). Hı­zır'ın hayatta olmadığını ileri sürenler onun öldüğüne dair Kur'an'a, sünnete ve akla dayanan çeşitli deliller zikretmişler­dir. Kur'an'ın. Muhammed'den önce bir­çok peygamberin gelip geçtiğini ve hiçbi­rine ebedî hayat verilmediğini (3/Âl-i İm­rân, 144; 21/Enbiyâ, 34), her nefsin ölümü tadacağını (3/Âl-i İmrân, 185; 21/Enbiyâ, 35; 29/Ankebût, 57) bildiren âyetleri ve Hz. Peygamber'in vefatına ya­kın günlerde söylediği. "Yüz sene sonra bugün yeryüzünde yaşayanlardan hiç kimse kalmaz" (Buhârî, "İlim" 41; Müs­lim, "Fezâ'ilü'ş-Sahâbe" 219) sözünü de­lil getirmektedirler. İbn Kayyim ayrıca, bu konuda muhakkik ulemânın icmâının bu­lunduğunu söyleyerek onun yaşadığına ilişkin haberlerin doğru olmadığını deği­şik aklî delillerle ispat etmeye çalışmak­tadır (el-Menârü'l-Münîf, s. 73-76). Son devir âlimlerinden Şehâbeddin Mahmûd el-Âlûsî ve Kâmil Miras gibi müellifler de Hızır'ın her insan gibi öldüğü kanaatindedirler.

 

Hızır'ın henüz hayatta olduğunu, fakat zamanı gelince öleceğini kabul eden az sayıda âlim bu durumun Kur'an ve Sünnet'e ters düşmediğini ileri sürerse de görüşlerinin yukarıda kaydedilen âyet­lerle bağdaştırılması çok zor görünmek­tedir. Hızır'ın hayatta oluşunun hikmeti­ni anlamak ve ona atfedilen fonksiyon­ları açıklamak da kolay değildir. Çünkü Allah çeşitli âyetlerde kâinatı kendisinin yaratıp yönettiğini beyan etmekte, ay­rıca yönetimini kendisinin koyduğu ka­nunlara bağladığını haber vermektedir (meselâ bk. Fâtır 35/39-45). İnsanların dünya ve âhiret mutluluğunu elde edebilmeleri için Allah'ın emirlerine ve bü­tün kanunlarına uymaları gerekir.

 

İslâm âlimleri Hızır'ın peygamber, velî veya melek olduğu konusunda değişik gö­rüşler ileri sürmüşlerdir. Onun nebî oldu­ğunu söyleyenler Allah tarafından kendi­sine rahmet ve İlim verilmiş olmasını (18/Kehf, 65). kıssada anlatılan işleri ken­diliğinden yapmadığı yönünde açıklama yapmasını (18/Kehf,  82), vahiy ile yön­lendirilmesini, sahip olduğu bilgiler dola­yısıyla Mûsâ'dan üstün bir konumda ta­nıtılmasını delil gösterirler. Hızır'ın velî ol­duğunu kabul edenler ise ona verilen bil­ginin doğrudan Allah'tan gelen bir ilham olabileceğini söylerler. İbn Teymiyye. Hı­zır kıssasını ileri sürerek velîlerin şeriatın dışına çıkabileceklerini söylemenin yanlış olduğunu kaydeder. Ona göre Hızır'ın Mûsâ'nın şeriatının dışına çıkmadığı, yaptığı işlerin gerekçesini söylediğinde Mûsâ ta­rafından onaylanmasından anlaşılmakta­dır. Ayrıca Hızır'ın nebî kabul edilmesi du­rumunda Mûsâ'nın ümmetinden olma­dığını, dolayısıyla onun şeriatına uymak­la yükümlü bulunmadığını da söylemek gerekir (Risâle fi’l-Ilmi'l-Bâtın ve'z-Zâhir, s. 250). Hızır'ın melek olduğu iddiası (İbn Hacer, el-İsâbe, I, 429) pek taraftar bul­mamıştır. Genellikle tasavvuf erbabı onun velî olduğunu, kelâm, tefsir ve hadis âlim­lerinin çoğu da nebî olduğunu düşünür.

 

Hızır telakkisi Nusayrîler başta olmak üzere aşırı Şîîler (Gâliyye), Yezîdîler ve Dürzîler arasında önemli bir yere sahiptir. Kur'an ve sahih hadis kitaplarında anla­tılan hususlara zamanla birçok hurafe ve mitolojik unsurun eklendiği, bunun so­nucunda birbiriyle ve İslâm inancıyla çelişkili yorumların ortaya çıktığı görülmek­tedir. Bu yeni unsurların genişleyen İslâm coğrafyasında yerli kültürlerden kaynak­landığı, meselâ Yahudilik'teki Elijah ve Hı­ristiyanlık'taki Saint George (Circîs) İnanç­larının halk kültürünün oluşmasında et­kili olduğu söylenebilir.

 

Bazı şarkiyatçıların Hızır kıssasına kay­nak teşkil ettiğini ileri sürdükleri destan ve efsaneler şunlardır:

 

a) Gılgamış Des­tanı. İlk örneği milâttan önce IV. binlere ait Sümer metinlerine kadar çıkan Gılga­mış destanının Akkad. Babilonya. Hitit ve Hurrî dillerinde varyantları vardır. Destan­dan anlaşıldığına göre Mezopotamya'da güçlü bir kral olan Gılgamış ilâhî menşeli Engidu ile arkadaş olur. Arkadaşının ölü­mü üzerine onu yeniden hayata döndür­meye çalışan Gılgamış, insanı ebedî ha­yata kavuşturan bir ot bulunduğunu öğ­renir. Bu otun yerini bilen tek kişi, "nehirlerin birleştiği yer"de oturan ve ebedî ha­yat süren Utnapiştim adlı kişidir. Gılgamış uzun ve maceralı biryolculuktan son­ra onu bulur ve otun yerini öğrenir; an­cak otu bulursa da bir yılan otu kapar ve kaybolur. A. J. Wensinck. Gılgamış destanındaki Utnapiştim ile Hızır arasında bir ilişki kurar. Utnapiştim, Sumerler'in hik­met tanrısı Ea'nın muahhar bir tipidir. O sonsuz hayatın sırrını bilir, sularda yaşar ve ihtiyacı olan herkese yardım eder (ERE, XII. 356; ER, V, 107).

 

b) İskender Efsane­si. Milâdî 300 yıllarında yazıya geçirilen bu efsaneye göre İskender insana ebedî hayat bahşeden bir çeşme olduğunu öğ­renir, bunu bulmak için ordusuyla yola çı­kar. Yolda çeşitli olaylar sebebiyle asker­lerinden ayrılmak zorunda kalır. Yanında sadece aşçısı Andreas vardır. Aşçı yemek hazırlamak için bir çeşmeye gider ve ora­da azıkları olan tuzlu balığı yıkamak ister, fakat balık suya değer değmez canlanır ve suyun içine atlayıp kaybolur. Bu suyun aradıkları hayat çeşmesi olduğunu anla­yan aşçı ondan içer. Aşçının durumu an­latması üzerine İskender çeşmeyi arar, bulamayınca da öfkelenerek Andreas'ı denize atar. Aşçı bir deniz cini olur ve ebe­dî hayata kavuşur. Israel Friedlaender bu hikâyedeki aşçı Andreas'ı Hızır'a benze­tir. İskender efsanesinin İslâmî kaynak­lardaki mevcut metinlerinde İskender-i Zülkarneyn'in yanında bulunan kişi Hızır'­dır.

 

c) Yahudi Efsanesi. Başlangıcı eskiye gitse de XI. yüzyılda ya­zıya geçirilen bu hikâyenin kahramanı as­lında Ahd-i Atîk'te bir peygamber olarak gösterilen İlya'dır. Tevratta bulunmayan hikâyeye göre İlya, haham Yeşua ben Le-vi ile bir müddet arkadaşlık eder. Yolcu­lukları esnasında İlya bazı tuhaf işler ya­par, Yeşua'nin bunlara canı sıkılır. Olup bitenlerin mahiyetini anlamayan Yeşua İlya'dan sebeplerini sorar; İlya da bunları ilâhî takdirle yaptığını söyler ve sebeple­rini anlatır.

 

Bu üç efsanenin yanında Grek mitoloji­sindeki Glaukos (İlyada) hikâyesi de Hızır kıssasıyla İrtibatlandırılmaktadır. Bu hi­kâyeye göre Glaukos. mitolojik kahraman Sispus'un kurduğu Ephyra'nın (Korint) kralıdır. Bir rivâyete göre ölümsüzlük pınarından içmiş ve ölümsüz olmuştur. Friedlaender. efsane Arapça'ya uyarlanır­ken "yeşil" anlamına gelen Glaukos kelimesinin "Hadır" olarak tercüme edildiği­ni söyler. Şarkiyatçılara göre kıssadaki Mûsâ kısmen Gıigamış'ı ve İskender'i, kıs­men de Yeşua ben Levi'yi: Hızır ise Utnapiştim'i, Andreas'ı veya İlya'yı temsil etmektedir. Kur'an'daki kıssa ile araların­da bazı benzerlikler bulunan bu üç efsaneden Kur'an'da yer alan kıssaya en az benzeyen Gılgamış destanıdır. Utnapiştim'in şahsiyeti İslâmî kaynaklardaki Hı­zır'ı andırabilir, ancak ne âyetlerde ne de sahih hadislerde Hızır'ın ebedî hayata mazhar olduğuna dair en küçük bir ima bile yoktur; yani halk inançlarındaki Hı­zır'la Kur'an'daki kıssada anılan "sâlih kul" arasında bir münasebet mevcut de­ğildir.

 

Literatür: Hızır hakkında bilgi veren kaynakların başında Kur'an tefsirleri ve hadis şerhleri gelmektedir. Rivâyeti esas alan müfessirlerden bazıları sadece sa­hih hadisleri nakletmekle yetinirken ba­zıları da İsrâiliyat olarak nitelendirilebi­lecek haberleri ve mahallî telakkileri de zikretmiştir. Bu tür tefsirlerin başında Taberî’nin Câmi'u'l-beyân'ı gelmektedir. Taberî, ilgili rivâyetleri ve telakkileri sıra­larken Hızır'ın halen yaşamakta olduğuna dair herhangi bir nakil veya beyanda bu­lunmaz (Câmiu'l-beyân, XV, 276-288; XVI, 2-7). Âyetleri rivâyet ve dirâyet yoluyla tefsir etmeyi amaçlayan Şevkânî ise bir­çok hadis ve habere yer verdikten sonra bunlardan isabetsiz veya zayıf gördük­lerini eleştirmektedir (Fethu'l-kadîr, 111, 297-306). Dirâyet tefsirlerinde konuyla il­gili rivâyetlere tenkitçi bir bakışla yakla­şıldığı ve İsrâiliyat türü haberlerin ayık­landığı görülür. Meselâ Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'i-ğayb'da geniş yer verdi­ği Hızır hakkındaki rivâyetleri sıralamak­la yetinmeyip aynı zamanda bunları ten­kit etmiştir (bk. XI, 142-162). Şehâbeddin el-Âlûsî de Rûhu'l-me'ânî'de (XV, 310-342; XVI, 2-24) bütün rivâyetleri zikrettikten sonra bunları ayıklayıp, araların­da tercihler yapmaktadır. Hızır konusun­daki çeşitli görüşleri Hak Dini Kur'an Dili'nde (IV, 3256-3261) kaydeden Elmalılı Muhammed Hamdi, sûfıyye telakkisi­nin muhaddislerce sahih görülmeyen ba­zı haberlere dayandığını belirtmekte, zâhirî hayat açısından bakıldığında Hızır'ın yaşamadığını söyleyenlere ait görüşün daha güçlü olduğunda şüphe bulunmadı­ğını ifade etmektedir. İşârî tefsir meto­duna göre yazılmış Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin Rahmetün mine'r-rahmân ve İs­mail Hakkı Bursevî'nin Rûhu'l-beyân ad­lı eserlerinde kıssadaki olay ve kişiler zâ­hirî mânalarının yanında sembollerle de yorumlanmaktadır. Meselâ balığın can­lanması, müridin kalbinin tasavvufî yolda hareketlenmesi şeklinde yorumlan­mış, bu kıssa ile tasavvuftaki "makâm-ı Hızır"a, onun erkân ve âdabına işaret edildiği ileri sürülmüştür. Bu eserlerde hadis âlimlerinin zayıf, hatta mevzu ka­bul ettiği rivâyetlere de yer verilmiştir (Muhyiddin İbnü'l-Arabî, III, 18-30; İsma­il Hakkı Bursevî, V, 262-289).

 

Hadis şârihlerinden Nevevî, İbn Hacer el-Askalânî ve Bedreddin el-Aynî Hızır ko­nusuna genişçe yer veren müelliflerin ba­şında gelir (Nevevî. XV, 135-147). İbn Ha­cer, hem Sahîh-i Buhârî şerhinde (Fethu'1-bâri, XIII, 181-186; XVIII. 6-24) hem el-İsâbe'de Hızır'dan bahseder ve bilhas­sa ikinci eserde konuyu müstakil başlık­lar altında ele alır (1, 429-452). Kendisi Hı­zır'ın yaşamadığı görüşüne temâyül gös­terdiğini söylemekteyse de Hızır'ın hayat­ta olduğuna dair nakillerin de bir yekûn teşkil ettiğini ve onun öldüğünü kabul edenlerin ileri sürdükleri delillerin te'vile müsait olduğunu belirtmektedir (ez-Zehrü'n-nadır, s. 82-83). Yine bir Buhârî şârihi olan Bedreddin el-Aynî de aynı mahi­yette açıklamalar yapar (Umdetü'l-kârî, XIII, 34-38; XV, 288-298). Hızır'la ilgili rivâyetler zayıf ve mevzu hadisleri konu edi­nen hadis literatüründe de önemli bir yer tutmaktadır. Bunlara Örnek olarak İbnü'l-Cevzî'nin el-Mevzûât'ı (l, 195-200), İbn Kayyım el-Cevziyye'nin el-Menârü'l-münîf'i (s. 67-76), Süyûtî'nin el-Le'âli'l-masnû’'sı (I, 164 vd.) ve Ali el-Kârî'nin Mevzû'ât'ı (s. 112) zikredilebilir.

 

Hızır konusu tarihe ve edebiyata dair eserlerde de önemli bir yer işgal eder. Taberî'nin Târihu'1-ümem ve'1-mülûk'ü (I, 220-226), Sa'lebî’nin 'Arâ'isü'l-mecâlis'i (s. 217-231). İbn Kesîr'in el-Bidâye ve'n-nihâye'si (I, 295-299) ve Diyarbekrî'nin Târîhu'l-hamîs'i (1. 106-107) bu tür eserlerdendir. Destan, Hızırnâme, menâkıbnâme, hikâye, masal ve efsane türü eserlerde de Hızır teması geniş yer tutar (Ocak, s. 38-42).

 

Hızır'la ilgili bazı müstakil eserler de kaleme alınmış olup bunların bir kısmının yalnız adı bilinmektedir. Mevcudiyeti tes-bit edilebilenlerin belli başlıları şunlardır: Dâvûd-i Kayseri. Tahkiku mâ'i'l-hayât ve keşlü esrâri'z-zulümât (Hızır'ın şe­riat getirmemiş bir nebî olduğu ve cismanî bedenle bu dünyada yaşamadığı belir­tilen eserin bir nüshası Nuruosmaniye Kütüphanesi'nde mevcuttur, nr. 2687/2; bk. DİA, ıx, 35); İbn Hacer el-Askalânî, ez-Zehrü'n-nadır fî nebei'l-Hadır (el-İşâbe'de yer alan Hızır'la ilgili bölümün Mecdî es-Seyyid İbrahim tarafından neş­redilmiş şeklidir -Kahire, ts.-; Abdülvehhâb eş-Şa'rânî, el-Mîzânü'l-Hadıriyye (Kahire 1989); Ali el-Kârî, Makale fî be­yânı hâli'l-Hadır (Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Ktp., 1. Kısım, nr. 5389); Nûh b. Mustafa er-Rûmî. el-Kavlü'd-dâl 'alâ hayâti'l-Hadır ve vücûdi'l-abdâl (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1446; Be­yazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 571, 1147); Köprülüzâde Nûman Paşa, el-'Adl fî beyânı hâli'1-Hadr (Köprülü Ktp., 111. Kısım, nr. 148); Ahmed b. Muhammed el-Guneymî, el-Kavlü'1-mak-bûl fî enne'l-Hadır aleyhi's-selâm leyse bi'n-nebî (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1446); Ebû Saîd el-Hâdimî, Keşfü'l-hadir an hâli'l-Hadır (İzâhu'l-meknûn, I!, 359; Risale fi hakkı'l-Hızır -taşbaskı-, baskı yeri yok, ts.); Muhammed Hayr Ramazan Yûsuf, el-Hadır bey-ne'1-vâki1 ve't-tehvîl (Dımaşk 1984}; A. Yaşar Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü (Ankara 1985).

 

İsimleri kaynaklarda yer alan bu ko­nuya dair belli başlı eserler de şunlardır: Ebü'l-Ferec İbnü'l-Cevzî, Ucâletü'l-muntazır fî şerhi hâli'l-Hadır (Keşfü'z-zu­nûn, II, 1125; Kâtib Çelebi, eserde Hızır'ın yaşamadığı tezinin savunulduğunu belirt­mektedir); Şemseddin Muhammed b. Ahmed el-Bisâtî, Kışşatü'l-Hadır (a.g.e., II, i 327); İbnü'l-Ehdel, el-Kavlü'1-muntasır ale'd-detâvî el-fâriğa bi-hayâti Ebi'l-Abbâs el-Hadır (İzâhu't-meknûn, ıı, 255); İbn İmâmü'l-Kâmiliyye, Risale fi'1-Hadır hleyhi's-selâm ve hayâtih (Keşfü'z-zunûn, I, 862); İbnü'l-Haydıri, er-Ravzü'n-nadır fî hâli'l-Hadır ve bu ese­re yapılan itirazlara cevap olmak üzere yazılan el-İftirâz li-def’il-İtirâz (a.g.e., I, 921); Süyûtî, el-Vechü'n-nadır fî ter­cihi nübüvveti'l-Hadır (a.g.e., II, 2001); Mer'î b. Yûsuf, er-Ravzü'n-nadır fi'l-kelâm 'ale'l-Hadır (Îzâhu'l-meknûn, 1. 591); Abdülahad Nuri, Risâletü'l-evliyâ ve hayâtü'l-Hadır ve İlyâs (a.g.e.. I, 560); Ebü'l-Avn es-Seffârînî, el-Cevâbü'1-mu-harrer fi'î-keşi can hâli'l-Hadır ve'l-İskender (a.g.e.. I, 372); Muhammed Arif b. Ahmed b. Saîd el-Müneyyir ed-Dımaşkî, Şeze'1-atır fî Seyyidinâ İlyâs ve'l-Hadır (a.g.e., II, 42). (2)

 

 

 

 

Tasavvuf ve Halk İnançlarında Hızır

 

Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan Hızır kıssası baş­langıcından beri en çok tasavvuf çevrele­rini ilgilendirmiştir. Bunun sebebi, kıssa­nın âdeta tasavvufun iki ana ilkesi olan ir­şadı ve ilm-i ledünnü temsil etmiş olma­sıdır. Zira kıssada Allah'ın, kendisine Hz. Mûsâ'nın bilemediği bir ilim (ilm-i ledün) verdiği kul (Hızır) Hz. Mûsâ'ya kılavuzluk (irşad) etmektedir. Kıssa bundan dolayı daha IX. yüzyıldan itibaren tasavvuf çevrelerinde özel bir ilgiye mazhar olmuş ve buna tasavvufun ruhuna uygun bir yo­rum getirilmiştir. Bu yorumda Hızır mür­şidi, Hz. Mûsâ müridi temsil etmektedir. Hızır'ın abdalların reisi olarak en yüksek mürşid mevkiine oturtulması tasavvufun gelişiminde önemli bir dönüm noktası teşkil etmiş, birçok sûfi Hızır tarafından irşad edildiğini ve onunla görüşüp soh­bet ettiğini söylemiştir.

 

Mutasavvıflar genellikle Hızır'ın velî ol­duğunu kabul etmişler, onu melek veya peygamber olarak tanıtan rivâyetleri mû­teber saymamışlardır. Hızır'ın hayatta bulunduğunu söyleyen mutasavvıflar pek çok sûfî ve velînin, hatta sıradan kişilerin onu gördüklerine, kendisinden öğüt ve duâ aldıklarına, bazı durumlarda Hızır'ın onlara yol gösterdiğine, yardımcı olduğu­na, ism-i a'zamı öğrettiğine dair birçok menkıbe rivâyet ederler. Bunların en meş­huru İbrahim b. Edhem'in sahrada Hı­zır'ı gördüğünü, onun uyarısıyla zühd yo­luna girdiğini ve kendisinden ism-i a'za­mı öğrendiğini anlatan menkıbedir (Sülemî, s. 31, 34). Aynı şekilde İbrahim el-Havvâs da Hızır'ı Sînâ çölünde görmüş ve kendisinden bilgi almıştır (Ebû Nuaym, IX, 187; İbn Hacer, 1, 446). Yine Bâyezîd-i Bistâmî'nin Hızır'la birlikte yürüdüğü, Bişr el-Hâfî, Feth el-Mevsılî ve Ma'rûf-i Kerhî'nin Hızır'ı gördükleri. Hakim et-Tirmizî'ye Hızır'ın yol gösterdiği anlatılır. Hı­zır'ı görme ve ondan öğüt alma olayına sonraki mutasavvıflarda daha sık rastla­nır. Serrâc, ledün ilminin kaynağı olarak gördüğü Hızır'ın Hz. Ali ile görüştüğünü kaydeder (el-Lüm’a, s. 179). Kuşeyrî çe­şitli vesilelerle Hızır konusuna temas ede­rek onun bir velî olduğunu belirtir (er-Risâle, s. 475). Hücvîrî ise ondan Hızır pey­gamber diye söz eder (Keşfü’l-Mahcüb, s. 257). Gazzâlî de Hızır'la ilgili menkıbe­ler nakletmiştir (İhyâ, IV, 245, 257, 345).

 

Muhtemelen ilk defa İbnü'l-Arabî, Hı­zır'la bir kere görüştüğünü ve ondan hır­ka giydiğini ifade ederek Hızır'la tasav­vuf kültüründe önemli bir yere sahip bu­lunan hırka konusunu irtibatlandırmış oldu. Bâdisî ve İbnü'z-Zeyyât et-Tâdelî gibi Kuzey Afrikalı tasavvufî tabakat yazarları velîleri anlatmaya Hızır'la başla­mışlardır. Abdülhâlik-ı Gucdüvânî'nin do­ğacağını Hızır'ın önceden haber verdiği (Reşehât Tercümesi, s. 29), aynı sûfînin zikr-i hafiyi Hızır'dan öğrendiği ve Hâcegân silsilesinin "hâce" unvanıyla anılan Hı­zır'la başladığı kabul edilir. Hızır inancı Yesevîlik'te ve dolayısıyla Türkistan tasavvu­funda da önemlidir. İnanışa göre Ahmed Yesevî'nin babası Şeyh İbrahim 10.000 müridiyle birlikte Hızır'a arkadaş olmuş­tu. Yine Şeyh İbrahim'in, halifesi olan Şeyh Mûsâ'nın kızıyla evlenmesine de Hı­zır delâlet etmişti. Bizzat Ahmed Yesevî Hızır'la görüşür ve irşadlarından faydala­nırdı. Hatta tarikatında önemli bir yer tutan "zikr-i erre"yi ona Hızır telkin etmiş­ti. Yesevîlik'teki tarikat asası da Hızır'dan kalmadır. Süleyman Ata hikemî Şiirler söyleme yeteneğini Hızır'ın duâsı sayesin­de kazanmış (Köprülü, s. 32, 37, 74, 89), Aziz Mahmud Hüdâyî Celvetiyye'deki Hı­zır kıyamı (nısfı kıyam) zikrini Hızır'dan al­mıştı.

 

Bektaşîlik'te on iki posttan biri olan mihmandarlık postunun sahibinin Hızır olduğuna İnanılır (Ahmed Rıfat, s. 281; Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır, s. 168). Hızır bazan Hz. Ali'nin adı olarak da kullanılır. "Mihman Ali'dir" sözünde bu noktaya işaret vardır. Ahzâb kitapların­da kaydedilen bazı önemli hizb ve virdlerin de Hızır tarafından öğretildiği kabul edilir. Bu örneklerde olduğu gibi muta­savvıflar tasavvuf ve tarikatlarda büyük önem verilen hırka, zikir ve tarikat esas­ları gibi hususları kendilerine Hızır'ın tel­kin ettiğine inanmışlardır. Tasavvufa Hızır aracılığıyla giren zümreye Hızıriyye de­nir. Kuzey Afrikalı sûfî Abdülazîz ed-Deb-bâğ'a da (ö. 1132/1720) Hızıriyye adıyla bir tarikat nisbet edilmiştir (Nebhânî, II. 73; Harîrîzâde, I, vr 332h).

 

Hızır inancı zamanla mehdî inancıyla da irtibatlandırılmış. İbnü'l-Arabî, kıya­met yaklaşıp mehdî zuhur edince Hızır'ın ona şahitlik edeceğini ileri sürmüştür (Bursevî, III, 498). Yine İbnü'l-Arabî ve onun takipçileri bazan Hızır'la İlyâs'ı sem­bolik bir şekilde yorumlayıp. "Hızır bast, İlyâs kabz haline işaret eder" demişlerdir. Hızır'a bastın izafe edilmesi onun bünye­sindeki kuvvetlerin madde âlemine ya­yılmış olmasından, İlyâs'a kabzın nisbet edilmesi de onun kuvvetlerinin manevî âleme yükselip orada büzülmüş olmasın­dandır (Kâşânî, 5, 160). Öte yandan 18/Kehf sûresi, 60. âyetteki "iki denizin birleştiği yer" ifadesinde söz konusu olan iki deniz­le zâhir ve bâtın ilimlerinin kastedildiği­ni, Hz. Mûsâ'nın zâhir ilmini (şeriat), Hı­zır'ın ise bâtın ilmini (ilm-i ledün) temsil ettiğini ileri sürenler olmuştur (Demîrî, I, 245).

 

İbnü'l-Arabinin Abdürrezzâk el-Kâşânî, Dâvûd-i Kayseri, Sadreddin Konevî gi­bi bazı takipçileri, Hızır'ı kıyamete kadar yaşayacak bir şahıs olarak kabul eden inancın kesin olmadığını, Hızır'ı gördüğünü söyleyen kişinin gerçekte karşısında canlanan kendine ait bir vasfı gördüğünü düşünmüşlerdir. Buna göre aslında o ki­şinin gördüğü şey kendi ruhunun bir te­zahürü veya Rûhulkudüs'tür (Kâşânî. s. 160; İsmail Hakkı Bursevî, ili, 499; Kâtib Çelebi, Mizânü't-hak, s. 198). Ölümsüz­lük hüviyeti verilen Hızır gerçek ve bağım­sız bir varlık olmayıp onu gören kişinin ha­lidir. Bu sebeple onu görme ve onunla te­mas etme manevî âlemde cereyan eder. Hızır'ın ruhanî ve semavî bir varlık (melek) olduğuna inananların görüşü de bu yoru­mu desteklemektedir. Hızır'la ilgili hikâ­yelerin uydurma olduğunu söyleyen İbn Teymiyye, Şîîlik'teki mehdî anlayışı ile Hı­zır arasındaki benzerliğe dikkat çekmiş­tir (Mecmü'u fetâuâ,XXVl, 103).

 

Mutasavvıflar ve tarikat ehli, bir müri­din şeyhi huzurunda uyması gereken te­mel kuralların Mûsâ-Hızır kıssasında mevcut olduğuna inanmıştır. Bunların en önemlisi şeyhin huzurunda susmak, kalben bile olsa itirazdan sakınmak, onun ledün ilmini bildiğini kabul etmek, şeria­ta aykırı gibi görünen bazı sözleri ve dav­ranışları karşısında bile şeyhi hakkında şüpheye düşmemek ve ona kayıtsız şart­sız teslim olmaktır (İsmail Hakkı Bursevî, III, 502; Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır, s. 82-98).

 

Hızır'ın Hz. Mûsâ ile olan arkadaşlığı ta­savvufta birçok meselenin merkezini oluşturmuş, bu kıssanın çevresi menkı­be, mesel ve fikirlerle örülmüştür. Bütün bunlar, zamanla tasavvuf zümrelerini de aşarak geniş ölçüde müslüman halk ta­rafından benimsenmiştir. Bu tür men­kıbe ve inançlara göre Allah'a kulluk et­mek, nefsin isteklerine boyun eğmemek ve ilâhî rahmete mazhar olmak onun baş­lıca özellikleridir. Birkaç defa evlenmiş, birçok çocuğu olmuştur. Fakat daha son­ra evlenmemeyi tercih ettiğinden şu an­da bekârdır. Hızır genellikle ak sakallı, nûrânî yüzlü, uzun boylu, merhametli, cana yakın ve tatlı dilli bir kimse şeklinde tarif edilmiştir. Bazan da yoksul, üstü başı da­ğınık, elbisesi kirli: kendisi hasta, zayıf. âciz, hatta zaman zaman nefret edile­cek kadar çirkin biri gibi görünür ve in­sanları dener; böyle perişan bir kişiliğe bürünerek sadaka ve yardım İsteyebilir. "Her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bil" sözü bu inancın eseridir. Bu durum­da ona yardım edenlere duâ edince bun­ların mallan ve servetleri bereketlenir, sağlıklı bir hayat yaşarlar; onu aşağılayıp bedduâsını alanlar ise perişan olurlar. Hı­zır ism-i a'zamı ve çeşitli duâları bilmekte olup bu duâları ondan öğrenebilenler her istediklerine nail olurlar. Hızır âb-ı hayâtı bulmuş, bu sudan içmiş ve ölümsüzlü­ğün sırrına ermiştir. Darda kalan İnsan­ların imdadına yetişerek onları sıkıntıdan kurtarır. "Hızır gibi imdada yetişmek", "Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez" gibi de­yimler bu İnançla ilgilidir. Hızır'ın hasta­lara şifa verdiğine de inanılır. Ayrıca kim­ya ilmine vâkıftır ve defineler hakkında bilgisi vardır.

 

Kaynaklarda Hızır'ın denizde, İlyâs'ın karada bunalan kişilerin imdadına yetiş­tiği ileri sürülürse de vuku bulduğu söy­lenen olaylarda karada darda kalanların imdadına da hep Hızır'ın yetiştiği görü­lür. İlyâs'tan pek söz edilmez. Hızır'a "Hıd­rellez" denilen mayıs ayının altıncı günün­de rastlanacağına inanılır. Hızır ile İlyâs her sene bir defa bu günde buluşurlar. Bu gün halk Hızır'ı görmek için genellikle bir yerde toplanır, baharın yeşilliğinde ona rastlayacağına inanır. Onun için bu güne Hıdrellez, Hızır'ın görüldüğüne ina­nılan bu yerlere de "hıdırlık" adı verilir (bk. hıdrellez). Bütün İslâm âleminde olduğu gibi Anadolu'da da hıdırlık ve Hı­zır adını alan pek çok cami, tekke, ziya­ret yeri, türbe, mezarlık, dağ, mesire ye­ri, akarsu ve köy vardır. Hızır'ın uğradığı­na inanılan bazı şehir, kale ve cami kapı­larına "Hızır kapısı" denilir (Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır, s. 125; M, V/l, s. 463-469; Dihhudâ, XII. 607). "Makam" adı verilen bu kutsal yerlerin Hızır veya Hızır-İlyâs'la ilgili, başta Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssanın cereyan ettiğine inanılan yerler olmak üzere kültü meydana geti­ren çeşitli inanç unsurlarıyla alâkalı bu­lunduğu görülür. Meselâ Hızır'ın İçtiği âb-ı hayâtı temsil eden su kaynakları ya­hut göller, muhtelif kişilere göründüğü, onlarla konuştuğu mekânlar veya İlyâs'la buluştuğu mevkiler bu makamları teşkil eder. Buralar saygı ile ve çeşitli usullerle, kurbanlar kesilerek, duâlar okunarak zi­yaret edilen, dileklerde bulunulan yerler­dir. Bu hususta yapılan incelemeler, bu yerlerin birçoğunun İslâm fetihlerinden Önce, müslüman halk inançlarında da Circîs (Cercîs, Curcîs) peygamber diye geçen Saint George'un (Aziz Georgios, Hagios Georgios, Aya Yorgi) makamları olarak takdis edildiğini göstermektedir (Ocak, TTK Bel­leten, LV/214 (1991), s. 661-674).

 

Hızır'ın müslüman halk inançlarındaki fonksiyonlarının ve bu portresinin, Hıris­tiyanlığın ve özellikle Doğu Hıristiyanlığı­nın vazgeçilmez büyüklerinden Aziz Ge­orgios ile olan benzerliği, eskiden beri hem müslümanfarın (meselâ bk. Makrîzî, I, 152) hem de müslüman ülkelere se­yahat eden Batılılar'ın dikkatini çekmiş­tir. Bilhassa Batılı seyyahlar ve gözlemci­lerin Hızır-İlyâs menkıbelerini dinledik­ten sonra bunun kendi Saint George'larından başka biri olmadığını ileri sürme­leri, bu iki şahsi­yet arasında bazı bölgelerde (meselâ Su­riye, Irak, Mısır ve Anadolu'da) bir özdeşleştirmenin meydana geldiğini göster­mektedir. Bunun, adı geçen bölgelerin fethinden sonra buralara yerleşen müs­lüman halk ile gayri müslim ahali arasın­da kendiliğinden oluşan bir kültür alış ve­rişi sonucu gerçekleştiği söylenebilir. (3)

 

 

 

Edebiyatta Hızır

 

Hızır efsanevî kişiliğiyle folklor, tasavvuf, halk inanç ve telakkile­rinde geniş yer tutar. Bu durum en geniş çerçevesiyle klasik Kültüre de yansımıştır. Tasavvuf ve tekke edebiyatında Ahmed Yesevî, Yûnus Emre ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'den başlayarak hemen bütün mutasavvıf şairler Hızır'ı mürşid-i kâmil olarak yorumlamışlardır, Ahmed Yesevî bir hikmetinde Hızır'la görüştüğünü, onun kendisine yardım edip elinden tuttuğu­nu, otuz bir yaşında iken kendisine mey (ilâhî aşk) içirdiğini ve vücudundan Azâzîl'i kovduğunu söyler. Yûnus Emre. Hızır'ın İlyâs ile birlikte âb-ı hayât içerek ölümsüz­lüğe eriştiğini belirtir ve Hızır'ın sakalık yapacağından söz eder. Onun sunacağı şey ise âb-ı hayât yani ilâhî aşktır. Bu sâkîlik motifine başka şairlerde de rastla­nır. Mevlânâ, Şems-i Tebrizî'yi "ikinci Hı­zır, zamanın Hızır'ı, görüş Hızır'ı, gerçek Hızır" gibi ifadelerle tanımlar. Sultan Veled de İbtidânâme'sinde babası Mevlânâ’yı Hz. Mûsâ'ya, Şems-i Tebrizî'yi de Hızır'a ben­zetir. Hatiboğlu Bahrü'l-hakaik adlı ese­rinde Hızır'ın ledün ilminde mâhir ve üs­tat olduğunu, velîlere kerâmet öğrettiği­ni, üçler, yediler ve kırkların onun İlmiyle velî olduğunu anlatır. Şah İsmail Hatâî de, "Cebrail Mûsâ'ya Hızr'a var dedi / Mür-şid-i kâmile varmadan olmaz" diyerek ay­nı görüşü benimser. Niyâzî-i Mısrî bu hu­susu, "Ravza-i hadrâyı bilmez Hızr'a yol­daş olmayan" sözleriyle ifade etmiştir. Hızır'ın makamı olan "ravza-i hadrâ". şe­riat ve hakikat ilminin birleştiği yer olan "mecmaü'l-bahreyn"dir. Niyâzî-i Mısrî'ye göre hakikate ulaşmak isteyen kişi Hz. Mûsâ gibi Hızır'a gemisini deldirmeli, es­ki duvarı yıkılmaktan kurtarmalı ve çocu­ğu öldürmelidir.

 

Divan Şiirinde, kavuşamadığı sevgiliyle Hızır'ın yüce kişiliği arasında ilgi kuran şairlerin onu genellikle zulmet ve âb-ı ha­yât münasebetiyle anarak istiare, telmih ve tevriyelere konu ettikleri görülür. Hı­zır'ın Şebçerâğ ile zulümâta gidişi. İlyâs ve İskender'le birlikte âb-ı hayâtı arama­sı, bir çeşme başında yemek için çıkardı­ğı pişmiş balığın canlanması üzerine bu çeşmenin âb-ı hayât olduğunu anlaması, İlyâs ile birlikte bu sudan içerek ölümsüz­lüğe kavuşması gibi motifler sık sık rast­lanan telmih konularındandır. Hızır'ın in­sanlara yardım etmesi, denizde darda kalanların imdadına yetişmesi, yeşil elbi­sesini ve makamını kimsenin görmeme­si, boğulanları karaya çıkarıp cenaze na­mazlarını kılması, İsâ peygamber gibi ebedî hayata kavuşmuş olması gibi inanç ve telakkiler şairin hasretini çektiği, fa­kat bir türlü iltifatını göremediği sevgiliyi hatırlatan özellikleridir. Bundan dolayı di­van edebiyatında övülen kişi {memdûh) ve sevgili çok defa Hızır'a benzetilmiş, hat­ta bazan ondan üstün gösterilmiştir. Lutfu, yüzü (Hızır-likâ), dirâyeti ve ayağının bereketiyle (Hızır-kadem) Hızır'ı hatırlatan memdûh. gam ve melal denizindeki âşığın imdadına yeşil sarıklı Hızır gibi yetişir.

 

Divan edebiyatında Hızır sevgili etra­fında söz konusu edilirken kelime "yeşil­lik, tazelik; siyaha yakın mavimsi renk" anlamından hareketle çok geniş hayalî unsurlarla bezenerek kullanılmıştır. Ayva tüyleri bu sebeple renk bakımından Hı­zır'a benzetilmiş, kelime tevriyeli kullanı­larak Hızır kıssasıyla ilgili hususlara işa­ret edilmiştir. Dudağın üstündeki taze ay­va tüyleri, Hızır eliyle çeşmesâr üstüne yazılmış mısra veya Kevser sûresi olarak düşünülür. Dudak âb-ı hayât olunca etra­fındaki ayva tüyleri Hızır, ayva tüylerinin dudak etraf ında belirmesi de Hızır'ın âb-ı hayât üstüne gelmesi şeklinde tasavvur edilir. Sevgilinin al yanağı üstündeki ayva tüyleri, Hızır'ın yolunun bir gül bahçesine uğraması şeklinde yorumlanır. Göz yaşı denizinde boğulmak üzere olan âşık ba­zan "Hızr-hat" diye adlandırılan sevgiliyi imdadına çağırır.

 

Sevgilinin kendisi, dudakları veya ya­nakları âb-ı hayât, âşık ise onu arayan Hı­zır'dır. Âşığın gönlü de seyahat etmiş olan Hızır gibi düşünülür. Gönül Hızır'ı, ten zulmetinde âb-ı hayâtı bularak "Nef­sini bilen rabbini bilir" sırrına erer. Sevgi­linin yüzü suya. üzerindeki saçları su üs­tüne seccadesini salıp gezen Hızır'a ben­zetilir. Âşık sevgilinin dudaklarının Hızır'ı ile yoldaş olarak mecmaü'l-bahreyni do­laştığını, fena tozundan, havadis dalga­larından aman bulduğunu söyler.

 

Kendini "mâna ve söz Hızır'ı" olarak ni­teleyen şair, âb-ı hayâta benzeyen eserle­riyle Hızır gibi ölümsüz olacağına inanır. Nitekim Hızır'ın yürüdüğü yerlerde yeşil otlar bittiği gibi kalemin de arkasında harfler ve yazılar serpilir. Mürekkebe ba-tırılarak ıslanan kalem, zulümâta gidip gelerek âb-ı hayâtı bulan ve onu içen Hı­zır gibidir. Sancak ve tuğlar da Hızır gibi yeşillere bürünüp erenlerin himmetiyle askerlere rehberlik eder. Allah, gam de­nizine batanları kurtarmak için her yer­de Hızır gibi yeşillikler, bağlar, bahçeler yaratmıştır. Gonca, yeşilliği ve gizliliği yönünden elinde âb-ı hayât kadehi tutan Hızır'a benzetilir. Sevgilinin boyunu ve vahdeti temsil eden servi de yeşilliği, yük­sekliği ve uzunluğu bakımından Hızır gibi uzun ömürlü olarak tasavvur edilir, aya­ğının bastığı yerlerin yeşil olması dolayı­sıyla da Hızr-ı sânî olarak düşünülür.

 

Hızır İskendernâme, Battalnâme, Dânişmendnâme, Dede Korkut Kita­bı, Saltuknâme, Manas Destanı, Alpa-mış Destanı, KÖroğlu Destanı, Derdi-yok ile Zülfüsiyah, Âşık Garip, Kerem ile Aslı, Tâhir ile Zühre gibi eserlerden başlayarak hemen bütün halk hikâyeleri, masal, efsane, menkıbe ve Şiirlerde söz konusu edilmiştir. Bu eserlerde genellik­le boz atlı, yeşil elbiseli (bazan beyaz), yü­zü açık veya nikablı, yeşil mızrak veya kam­çılı, istediği kılığa girebilen bir kişi olarak tasavvur edilen Hızır darda kalanlara yar­dım eden, iyileri ödüllendirip kötüleri ce­zalandıran, bollukve bereket bağışlayan, müslüman askerlere yardım için savaş­lara katılan bir şahıs olarak tanıtılır. Hızır halk Şiirinde âşıklara, hikâye kahraman­larına aşk badesi sunmakta veya tükürü­ğünden ağzına sürünce âşık deyiş söyle­meye başlamaktadır. Ninnilerde Hızır'ın taş bebeğe can vermesi, yola giden çocu­ğun elinden tutması, eşiğine (kapısına) gelmesi ve uğur getirmesi gibi temenni­ler yer alır. Bilmecelerde de Hızır'ın kılıç salması, bir değnekle dağları oynatması anlatılır. Bu inanışlara bağlı olarak halk dilinde "Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez"; "Her vaktini hazır (her geceyi Kadir), her geleni Hızır bil"; "Hızır gibi yetişmek. Hı­zır uğramak, Hızır'ın eli değmek" gibi ata­sözü ve deyimler ortaya çıkmıştır.

 

Türk edebiyatında Hızır'ın Hz. Mûsâ ile görüşmesini ele alan müstakil eserler ya­zılmıştır. Nev’î’nin Terceme-i Kıssa-i Hı­zır ve Mûsâ'sı, Şemseddin Sivâsî'nin Kıssa-i Mûsâ ve Hızır'ı, Ahîzâde'nin Kıs­sa-i Mûsâ ve Hızır'ı, Niyâzî-i Mısrî'nin Risâle-i Hızriyye-i Kadîme ve Risâle-i Hızriyye-i Cedide adlı risaleleri bunlara örnek verilebilir. Niyâzî-i Mısrî bu konuyu ayrıca Mevâ'idü'l-irfân adlı eserinde de ele almıştır. XV. yüzyıl şairlerinden Eğridirli Muhyiddin Çelebi, Hızır'ın kendisini nasıl terbiye ve irşad ettiğini anlatan Hızırnâme adlı bir eser kaleme almıştır. Sü­leyman Nahîfî de Hızır'ın kendisini sık sık ziyaret ettiğini ve birçok tasavvufî mese­leyi ona sorarak öğrendiğini belirterek Hı­zır'ın cevaplarından oluşan Risâle-i Mü-kâleme-i Hızır aleyhisselâm adlı bir eser meydana getirmiştir. Hızriyye ve­ya Risâle-i Tasavvuf adlarıyla da anılan eser Nahîfî'nin diğer eserleriyle birlikte basılmıştır (İstanbul 1864).

 

Edebiyatın yenileşme döneminde kla­sik özelliklerini kaybeden Hızır sadece de-yimlerdeki varlığı ile edebî eserlerde yer almıştır. Bunun dışında Sezai Karakoç'un Hızırla Kırk Saat (İstanbul 1967) adlı Şiir kitabı, Hızır'ın dinî ve efsanevî özellik­lerini alegorik olarak ve yeni bir anlayışla yansıtan, bazı bölümlerinde Hızır'ın konuşturulduğu dikkate değer bir eserdir. (4)

 

 

 

Kur’ân-ı Kerim’de Kendisine İlim ve Hizmet Verilen Şahıs (Hızır)

 

Hızır kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de geçmez. Kehf sûresinin 60-82. âyetlerinde anlatılan kıssada Hz. Mûsâ ile mâcerâları anlatılan kıssada geçen ve 65. âyette isim yerine “Katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan biri” diye özellikleri anlatılan kişinin Hızır olduğu konusunda müfessirlerin çoğu birleşir. Çünkü bu olayın anlatıldığı hadis-i şerifte Peygamberimiz bu şahsın Hızır olduğunu ifâde eder.

 

“Mûsâ, genç arkadaşına: "Ben iki denizin birleştiği yere ulaşmaya, yahut yıllarca yürümeye kararlıyım" demişti. (60)

İkisi, iki denizin birleştiği yere ulaşınca, balıklarını unutmuşlardı, balık bir delikten kayıp denizi boyladı. (61)

Oradan uzaklaştıklarında Mûsâ, yanındaki gence: "Azığımızı çıkar, and olsun bu yolculuğumuzda yorgun düştük" dedi. (62)

O da: "Bak sen! Kayalığa vardığımızda balığı unutmuştum. Bana onu hatırlamamı unutturan ancak şeytandır. Balık şaşılacak şekilde denizde yolunu tutup gitmiş" dedi. (63)

Mûsâ: "İstediğimiz zaten buydu" dedi. Hemen geldikleri yoldan izleri üzerinde geri döndüler. (64)

Bu arada ikisi katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan birini buldular. (65)

Mûsâ ona: "Sana öğretileni bana hayra götüren bir bilgi olarak öğretmen için peşinden gelebilir miyim?" dedi. (66)

O: "Sen doğrusu benim yaptıklarıma dayanamazsın, bilgice kavrayamadığın bir şeye nasıl dayanabilirsin?" dedi. (67-68)

Mûsâ: "İnşallah sabrettiğimi göreceksin, sana hiçbir işte baş kaldırmayacağım" dedi. (69)

O da: "O halde, bana uyacaksan, ben sana anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında bana soru sormayacaksın" dedi. (70)

Bunun üzerine kalkıp gittiler; sonunda bir gemiye bindiklerinde, o gemiyi deliverdi; Mûsâ: "Gemiyi içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu şaşılacak bir şey yaptın" dedi. (71)

Mûsâ'ya: "Ben sana yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?" dedi. (72)

Mûsâ: "Unuttuğum için bana çıkışma, gücümün yetmediği şeyden beni sorumlu tutma" dedi. (73)

Yine gittiler; sonunda bir erkek çocuğa rastladılar, o hemen onu öldürdü. Mûsâ: "Bir cana karşılık olmaksızın masum bir cana mı kıydın? Doğrusu pek kötü bir şey yaptın" dedi. (74)

O: "Ben sana, yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?" dedi. (75)

Mûsâ: "Bundan sonra sana bir şey sorarsam bana arkadaş olma, o zaman benim tarafımdan mazur sayılırsın" dedi. (76)

Yine yola koyuldular; sonunda vardıkları bir kasaba halkından yiyecek istediler. Kasaba halkı, bu ikisini misafir etmek istemedi. İkisi, şehrin içinde yıkılmağa yüz tutan bir duvar gördüler, Mûsâ'nın arkadaşı onu doğrultuverdi; Mûsâ: "Dileseydin buna karşı bir ücret alabilirdin" dedi. (77)

O şöyle söyledi: "İşte bu, seninle benim ayrılmamızı gerektiriyor; dayanamadığın işlerin yorumunu sana anlatacağım" (78)

"Gemi, denizde çalışan birkaç yoksula aitti; onu kusurlu kılmak istedim, çünkü peşlerinde her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı." (79)

"Oğlana gelince; onun ana babası inanmış kimselerdi. Çocuğun onları azdırmasından ve inkara sürüklemesinden korkmuştuk. (80)

Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik." (81)

"Duvar ise, şehirde iki yetim erkek çocuğa aitti. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı; babaları da iyi bir kimseydi. Rabbin onların erginlik çağına ulaşmasını ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarmalarını istedi. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın işlerin içyüzleri budur." (82)(18/Kehf, 60-82)

 

 

Hadis-i Şeriflerde Hızır

 

Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: “Hızır’ın Hızır diye isimlenmesi şuradan gelir: O, kupkuru beyazlamış ot destesinin üzerine (veya otsuz kuru araziye) oturmuştu. orası, altında derhal yeşerdi.” (Buhârî, Enbiyâ 27; Tirmizî, Tefsir Sûretu’l-Kehf, h. no: 3150)

 

Saîd ibn Cübeyr'in şöyle dediği rivâyet edilir: "İbn Abbâs'a:

— Nevf el-Bekkâlî, Hızır'ın arkadaşı Mûsâ'nın, İsrail oğullarının ada­mı Hz. Mûsâ olmadığını sanıyor, dedim. İbn Abbâs şöyle dedi:

— Allah'ın düşmanı yalan söylemiş (Bekkâl oğullarından bu zât, Hızır'ın arkadaşı Mûsâ'nın, Yâ'kub oğlu, Yûsuf oğlu, Ifrâ-hİm oğlu Mîşâ oğlu Mûsâ olduğunu sanırmış -et-Tâc: 4/167-. Kasımî'ye göre Nevfel-Bekkâlî, Ka'b el-Ahbâr'ın karısının veya onun kardeşi oğlu karısının oğlu olup doğru söyleyen bir tabiîdir -Mehâsınu't-Te'vîl: 11/4090). Bana Übeyy ibn Ka'b, Peyğamber(s.a.s.)in şöyle buyurduğunu anlattı:

"Bir gün Mûsâ, İsrail oğulları arasında bir konuşma yaptı, öyle güzel konuştu ki herkesin gözlerinden yaşlar aktı. Kendisine: 'İnsanların en bilgili­si kimdir?' diye soruldu. 'Benim' dedi. Bu konudaki bilgiyi Allah'a havale etmeyip 'Benim" dediği için Allah onu azarladı. Kendisine: 'İki denizin bir­leştiği yerde bir kulum vardır, o senden bilgilidir' diye vahyetti. Mûsâ: 'Yâ Rab, ben onu nasıl bulurum?' dedi. Yüce Allah: 'Yanma bir balık alırsın, ba­lığı bir zenbile koyarsın, nerede balığı yitirirsen işte o, oradadır' dedi. Mûsâ zenbil içinde bir balık aldı. Yanında uşağı Yûşa' ibn Nûn olduğu halde yürüdü.

"Bir kayaya vardılar. Başlarını koyup kayanın gölgesinde uyudular. Ba­lık hareket ederek zenbilden çıktı, denize düştü, denizde hayli mesafe aldı. Allah suyun balığa doğru akmasını durdurdu. Su balığın üzerinde bir kemer gibi oldu (balık altından geçiverdi). (Bir rivâyete göre de kayanın dibinde ha­yât gözesi denen, değdiği herşeyi canlandıran bir su vardı. İşte o su balığa değince balık canlandı, zenbilden sıyrılıp denize girdi.)

"Mûsâ uyandığı zaman uşağı, ona balığın durumunu söylemeyi unuttu Günün kalan kısmında ve geceleyin yürüdüler. Ertesi gün Mûsâ, uşağına:

  Azığımızı getir, bu yolculuğumuzda hayli yorulduk, dedi.

Allah'ın buyurduğu yere varıncaya kadar yorulmamıştı. Orayı geçtikten sonra yorgunluk duymağa başladı. Uşağı ona:

— Gördün mü, dedi, kayanın altında bulunduğumuz zaman balığın du­rumunu sana söylemeyi unuttum. Bunu sana söylemeyi unutturan şeytandır. Balık tuhaf bir şekilde denizde yol aldı. Mûsâ:

 İşte aradığımız oydu, dedi.

Ayaklarının izini sürerek geriye döndüler. Kayaya vardıklarında elbisesi­ne bürünmüş bir adam gOrdüler. Mûsâ ona selâm verdi. Hızır:

  Senin ülkende selâm nereden? dedi. Mûsâ:

  Ben Mûsâ'yım, dedi. Hızır:

  İsrail oğullarının Mûsâsı mı, dedi. Mûsâ:

— Evet, sana öğretilen bilgiden bana yol gösterecek bir şeyler öğretmen için sana geldim, dedi. Hızır:

— Sen benimle beraber bulunmağa dayanamazsın ey Mûsâ. Ben Allah'­ın bana öğrettiği ve senin bilmediğin bir bilgiye göre hareket ederim. Sen de Allah'ın sana öğrettiği, benim bilmediğim bir bilgiye göre hareket edersin, dedi. Mûsâ:

— İnşâallâh, beni sabırlı bulursun, senin buyruğuna karşı gelmem, dedi. Hızır:

— Öyle ise, bana uyarsan, ben sana anlatıncaya kadar benden hiçbir şey sormayacaksın, dedi.

— Deniz kıyısında yürümeğe başladılar. Bir gemi geçti. Kendilerini bin­dirmelerini istediler. Hızır'ı tanıyan gemiciler, onları ücretsiz olarak gemiye bindirdiler. Gemiye biner binmez Hızır, hemen geminin ön tahtalarından bi­rini söktü. Mûsâ:

  Bu adamlar bizi gemilerine ücretsiz bindirdiler. Sen de içindekileri boğmak için gemiyi deldin, kötü bir iş yaptın, dedi. Hızır:

  Ben sana benimle beraber bulunmağa dayanamazsın dememiş miy­dim? dedi. Mûsâ:

— Unuttuğum şeyden dolayı beni kınama, işimde güçlük çıkarma; dedi.

Peygamber (s.a.s.): "Birinci itiraz, Mûsâ'nın unutmasından dolayı olmuştu" dedi.

Bir serçe geldi, geminin yanına kondu, denizden iki damla su aldı. Hızır Mûsâ'ya:

  Benim ve senin ilmimiz, Allah'ın bilgisinden, ancak şu serçenin de­nizden eksilttiği su kadar bir şey eksiltir, dedi.

Sonra gemiden çıktılar. Kıyıda yürürlerken Hızır, çocuklarla beraber oynamakta olan bir çocuk gördü. Eliyle başını tutup kopararak onu öldür­dü. Mûsâ:

— Birini öldürmemiş, temiz bir cana mı kıydın? Kötü bir iş yaptın! de­di. Hızır:

  Ben sana, sen benimle beraber bulunmağa dayanamazsın dememiş miydim? dedi. Mûsâ:

  Eğer bir daha senden bir şey sorarsam, artık benimle arkadaşlık et­memekte haklısın, dedi.

Yürüdüler, bir kente vardılar (Bu kent Antakya'dır -et-Tâc-). Halkından yemek istediler. Halk bunla­ra yemek vermedi. Orada yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler. Hızır du­varı eliyle düzeltti. Mûsâ:

— Bu kent halkından yemek istedin, bize yemek vermediler, bizi konuk-lamadılar. Sen isteseydin şu yaptığın işe karşılık bir ücret alırdın, dedi. Hızır:

  İşte seninle benim ayrılmamızın zamanı geldi. Şimdi senin dayanamadığın şeylerin içyüzünü sana anlatayım, dedi.

Allah'ın Elçisi (s.a.s.): "Keşke Mûsâ sabretseydi de Allah, ikisi hakkın­da bize daha çok şey anlatsaydı" dedi. Saîd ibn Cübeyr, İbn Abbâs'ın bu hadisten sonra: "O gemi denizde çalışan yoksulların idi. Onu kusurlu yap­mak istedim. Çünkü onların ilerisinde her (sağlam) gemiyi zorla alan bir kral vardı. Çocuğa gelince: Onun anası babası mü'min insanlar idi. Bunun, onlara azgınlık ve küfür sarmasından korktuk, istedik ki Rableri onun yeri­ne onlara ondan daha temiz, daha merhametli birini versin..." âyetlerini oku­duğunu söylemiştir (Buhârî, İlim 44, Bed'u'1-halk 11, Enbiyâ 27, Tefsîr Sûre: 18; Müslim, Fedâil 170, 172; Tirmizî, Tefsîr Sûre: 18; Ahmed İbn Hanbel, Müsned 5/117-119).

                  

 

Hızır Konusunda Uydurma Hadis Rivâyetleri

Hızır ve İlyas’ın hayatını beyan eden hadis rivâyetlerinin tümünün uydurma olduğu, nice mevzûât kitaplarında belirtilir. Meselâ, Aliyyu’l-Kari, Mevzûâtu’l-Kubrâ, s. 443; Ali Hindî, Tezkiratü’l-Mevzûât, s. 108; s. 29; Mevsılî, el-Muğnî, vr. 2a, Kâvukcî, el-Lü’lüü’l-Mersû’, s. 38; Sadık Cihan, Uydurma Hadislerin Doğuşu ve Sosyo-Politik Olaylarla İlgisi, Etüt Y., Samsun 1997; M. Yaşar Kandemir, Mevzû Hadisler Menşei Tanıma Yolları Tenkidi, İFAV Y., s. 174. İbn Kayyim el Cevziyye de, Hızır’dan ve onun hayatta olduğundan bahseden bütün hadislerin mevzû/uydurma olduğunu söyler (el-Menâru’l-Münîf, s. 69). Ali el-Karî, Hızır’dan ve hayatından bahseden hadislerin hepsinin yalan olduğunu, hayatına dair rivâyetlerin hiçbirinin sahih olmadığını belirtir (Aliyyu’l-Karî, Esrâru’l-Merfûa, 422). Suyûtî, hadislerde (Hızır’la ilgili) yukarıdaki gibi hadis rivâyetlerinin uydurma olduğunu kabul etmekle birlikte, hadislerde genelleme yapılmasına katılmamıştır.

 

M. Yaşar Kandemir, Mevzû Hadîsler adlı kitabında Hızır ve İlyas’ın hayatlarından bahseden hadislerin mevzu olduğunu söyler (Kandemir, Mevzû Hadîsler, 170). İbn Hazm’ın açıklamasına göre; Yahudiler, İlyas ve Fenhas İbnu’l-Âzâr’ın bugüne kadar hayatta olduklarını ileri sürüyorlardı. Bugün, Hızır ve İlyas’ın hâlen yaşadığı inancı da bunun kalıntılarından başka bir şey değildir (Talât Koçyiğit, Hadisçilerle Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar, TDV Yayınları, Ankara 1984, s. 33).

 

“Hızır ve İlyas her sene Mina mevsiminde buluşurlar.” Bu rivâyet uydurmadır. Hadis âlimlerinden İmam Buhârî, Sâğânî, Aclûnî, Aliyyu’l-Kari, Deyba’, İbn Teymiyye,   İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Hacer, Sehâvî, Suyûtî, Tarablusî, Zerkeşî, Abdulfettah Ebu Ğudde bu rivâyetin uydurma olduğunda hemfikirdirler.

 

Hızır konusunda İsrâiliyyât olduğu kabul edilen birçok rivâyet vardır. Nitekim İbn Hacer de Hızır’ın aynu’l-hayattan (âb-ı hayat/ölümsüzlük suyu) içip ölümsüzlüğe kavuşması rivâyetlerinin Vehb İbn Münebbih ve onun gibi İsrâiliyyâtı nakledenlerden çıktığını kaydetmektedir (İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî, 8/314).

 

Hızır konusundaki hadislerle ilgli olarak İbn Kayyim el-Cevziyye “el-Menâru’l-Münîf fi’s-Sahîh ve’d-Daîf” adlı eserinde şunları söyler:

 

“Hızır ve hayatına dair olan hadislerin hepsi de yalandır. Onun yaşadığına dair sahih tek hadis daha yoktur. İşte bazıları:

 

"Rasûlullah (s.a.s.) Mescidde idi. Arkasından bir ses duydu. Ashab bakmaya gittiler.   Bir de ne görsünler, Hızır değil mi?!” (İbnü'l Cevzî Ucâletü'l Muntazır)

 

“İlyas ile Hızır kardeştirler; babaları İran di­yarından, anneleri ise Bizans diyarındandır.” (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 5/283-284)

 

“Hızır ve İlyas her yıl buluşur.” (İbn Adiy, 2/740; Ukaylî, Zuafâ 1/225; Mevzûât, 1/195,196; İthaf, 5/69, 112; Beğavî, Sünne  81-443; Zehebî, Mîzan 1845; Tezkere 108;  İbni Adiy bunu Hasen b. Rizzînin uydurduğunu söyler. Zehebî bunu İbn Huzeyme ve bir grup âlimin İbn Zebdâ'dan naklettiğini ilâve eder.)

 

"Arafatta Cebrail, Mikâil ve Hızır birleşir." (Beğavi es-Sünne 443; Tenzih l/234; Mevzûât 1/196) diye başlayan uzun bir uydurmadır.

 

İbrâhim el-Harbî, Hızır’ın ömrü ve hâlâ hayatta olup olmadığından sorulunca "İşini gâibe havâle eden yarısını alamaz.  Bunu (Hızır’ın hâlâ yaşadığını) insanların arasına atan şeytandır." derdi.

 

Buhârî de (kendisine): "Hızır ve İlyas’ın hâlâ diri mi olduklarından" soru­lunca şöyle dedi: "Bu nasıl olur? Halbuki Efendimiz (s.a.s.): "Bu gün yeryüzünde hayatta olanlardan yüz yılın başına ka­dar yaşayan hiç bir kimse kalmayacaktır." buyurmuştur (Buhârî, Mevâkît 20, 40, İlim 41; Müslim, Fazâil 217; Ebû Dâvûd, Melâhim 18, h. no: 4384; Tirmizî, Fiten 64, h. no: 2251; Müsned, 2/88, 121; Zâdü'l Mesîr, 5/168; Abdürrezzak, 20534; Hakim, 2/37; Beyhakî, 1/453, 9/7; Beyhakî, Delâil 6/500; Beğavî 2/193).

 

Bu hususta bunlardan başka pek çok imam soruya tutul­du da şöyle dediler: "Senden önce de hiç bir beşere ebediyyet vermedik. Sen ölürsen onlar ebediyen kalacak mı?" (21/Enbiyâ, 34)

Bu hususta kendine soru yöneltilen Şeyhü'l-İslâm (İbn Teymiyye) şöyle cevap verdi:

- Eğer Hızır yaşamış olsaydı, Peygamber (s.a.s.)'e gelip onun önünde cihada katılması ve ondan öğrenim görmesi gere­kirdi. Bedir harbi günü Peygamber Efendimiz (s.a.s.):

"Allahım! Eğer şu topluluğu -kâfirlerin gâlib gelmesine müsâde ederek- helâk edersen, yeryüzünde artık tapınılmazsın." (Müslim, 1383, 1384; Müsned, 1/32, 30) buyurmuştu. O topluluk tam üç yüz on üç kişi idi. İsimleri, babaları ve kabilelerinin adları belli idi. O zaman Hızır nerede idi ?                                            

Ebu'l Ferec Abdürrahmân b. el-Cevzî der ki: Hızır'ın dünyada bâki olmadığına dört tane delil vardır: 1- Kur'an,  2- Sünnet, 3- Âlimlerin, araştırıcı ve inceleyicilerinin icmâsı, 4- Ma'kul.

Kur'ana gelince; Allah'ın şu kavlidir: "Senden önce de hiç bir beşere ebediyyet ver­medik." (21/Enbiyâ, 34). Eğer Hızır hayata devam etse idi "ebedîleşmiş" olacaktı (İbnü'l Cevzî'nin bu adı geçen eserinden İbn Kesir El-Bidâye ve’n-Nihâye 1/334'te gâyet tafsilatıyla nakleder. Onun 3/Âl-i İmrân 81. âyeti ile istidlâlini, İbn Mes'ud’un görüşünü ve İbnü'l Cevzî'nin "Eğer Hızır Peygamberse veya velî ise bu (Âl-i İmrân) âyetinin siyâkına girer. Eğer Efendimiz zamanında sağ ol­saydı, Onun eşrâf-ı ahvâli, Efendimizin huzurunda, ona indirilene inanmış olarak düşmanlarına karşı ona yardım etmesi olurdu. Çünkü velî ise Hz. Ebû Bekir ondan daha hayırlıdır. Peygamberse Mûsâ (a.s.) ondan efdaldir. Müsned’de Câbir (r.a.)'ın nakline göre Efendimiz (s.a.s.): "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki Mûsâ (a.s.) hayatta olsaydı bana uymaktan başka bir şey yapmazdı” buyurdu. İşte dinden zarûrî olarak anlaşılan budur." dediğini aktarır. İbnü'l Cevzî bu âyete göre bütün peygamberler diriltilmiş olsa Efendimize tâbi olması gerektiğini, binâen aleyh Mirac dönüşü Efendimizin onlara imam olduğu­nu bildirip; bu anlaşılınca Hızır sağ olsa Muhammed ümmetine dâhil olurdu. İşte İsa (a.s.) âhir zamanda gelecek ve bu ümmetten olarak bu şeriatla hükmedecek. Hem ma'lum ki Hızır hususunda kalbi rahatlatacak sahih veya hasen dereceli "Hızırın Efendimizle buluşup cihada katıldığına dair hiç bir haber yok."

 

Sünnete gelince: Efendimiz şöyle buyurdu: "Şu gecenizi görüyor musunuz? Bu geceden sonra gelecek yüz yılın başında bu gün hayatta olanlardan hiç kimse yeryüzünde bulunmayacaktır." (Buhârî, Mevâkît 40; Müslim, Fazâil 217; Ebû Dâvûd, 4384; Tirmizî, 2251; Müsned, 2/88, 121). Bu, sıhhatinde (Buhârî ve Müslim tarafından) ittifak bulu­nan bir hadistir.

 

Müslim'in Sahih'inde geçtiğine göre, Câbir (r.a.), Efendi­mizin vefatından az önce: "Bu gün canlı olanlardan hiç bir kimse üzerine yüz sene -o hayatta iken- gelmeyecektir." (Müslim, Fazâilu’s-Sahâbe 220; Müsned, 3/284, 305, 314; Hakim, 4/499) buyurdu.

 

Muhakkık âlimlerin icmâına gelince: Bundan sonra (İbnü'l Cevzî) Buhârî ve Ali b. Mûsâ er-Rızânın "Hızır ölmüştür" de­diklerini ve Buhârî’nin Hızır'ın hayatından sorulunca Peygamberimiz "Şu gecenizi görüyor musunuz? Çünkü bu geceden sonra gelecek yüz yılın başına bugün yaşayanlardan hiç kimse yery­üzünde olmayacaktır." buyururken "bu nasıl olabilir" dediğini anlatır. İbnü'l Cevzî der ki:

 

Hızır öldü diye hükmeden âlimlerin bazıları şunlardır: İbrâhim b. İshak el-Harabî, Ebu’l- Hüseyin b. el-Münâdî. Bu ikisi dinde imam mertebesinde idiler ve İbnü’l Münadî "Hızır sağdır" diyenlerin görüşünü çok çirkin bulurdu.

 

Kadı Ebû Ya’lâ da Hızır’ın öldüğünü İmam Ahmed'in talebe­lerinden nakledip ilim ehli birinin de "O sağ olsa Efendimize gelmesi vâcib olurdu" diye ihticacını anlatır. İbnü'l Cevzi devamla der ki: Bize imam Ahmed; Şüreyh b. Nu'man, Hüşeym, Mücâhid, Şa'bi, Câbir (r.a.) isnâdıyla Nebî (s.a.s.)’nin "Nefsim elinde olan Allah'a and olsun ki Mûsâ sağ olsaydı bana tâbi olmaktan başka bir şey yapmazdı" (Müsned, 3/387, 338; Beyhakî, 2/11; Abdürrezzak, 10152, 19209; İbn Ebi Âsım, Sünne 1/27) diye buyurduğu­nu nakleder. Peki, Nebi (s.a.s.) ile beraber cum'a ve cemaat namazını birlikte kılmayıp onunla beraber cihad etmeyen biri nasıl sağ olabilir?

 

Gormüyor musun?! İsa (a.s.) yeryüzüne indiğinde bu üm­metin imamının arkasında kılıp, Peygamberimizin peygamberli­ğinde bir tahriş olmaması için öne geçmeyecek. Ebu’l-Ferec der ki: Hızır’ın varlığını isbat edip de, bu isbâtının içindeki bulunan şeriattan uzaklaşmayı unutanın anlayışı ne kıttır!

 

Ma'kul olan delile gelince, bunun dokuz yönü vardır:

1. Onun sağ olduğunu isbat eden onun Âdem (a.s.)'in sulbünden gelme evlâdı olduğunu söyler ki, bu iki yönden bozuk bir görüştür:

a- O takdirde ömrü tarihçi Yuhannâ'nın kitabında belirt­tiğine göre Hızır, altı bin yaşında eder. Böyle bir ömür insan için söz konusu olamaz.

b- Eğer Âdem'in sulbünden gelme evlâdı olsaydı veya -iddia ettikleri gibi- çocuğunun çocuğundan olma dördüncü insan ve Zülkarneyn'in veziri olsaydı, onların vücut yapıları bizim yaratılışımız gibi değil, aksine boyu ve eni çok fazla olurdu. Sahihayn'da da Ebu Hüreyre (r.a.), Efendimizin; "Allah Âdem’i altmış zira' boyunda yaratmıştı. Ondan sonra insanlar hep noksanlaşmakta devam ede geldiler." (Buhârî, Enbiyâ 1, 4/160, 8/62; Müslim, Cennet bab 11/28; Müsned, 2/315, 333, 535; Ebû Avâne, 1/158; Abdürrezzak, Mûsânnef (yetmiş zira ile) 19435) buyurduğunu nakleder. Hızır’ı gördüğünü söyleyen hiç bir kimse onu bu irilik­te ve insanların en kıdemlisi olarak görmüş değildir.

 

2. Hızır Nuh'tan önce var ise gemiye Nuh (a.s.) ile binmesi gerekirdi. Böyle bir şeyi nakleden kimse yoktur.

 

3. Âlimler ittifak etmişlerdir ki, Nuh (a.s.) gemiden indiğinde beraberindekiler ölmüş, sonra nesilleri ölmüş, sadece Nuh (a.s.)'in nesli kalmıştır. Bunun delîli Allah’ın: “Biz, işte onun zürriyyetini bâki kıldık” (37/Sâffât, 37) âyeti olup bu da "Hı­zır'ın Nuh (a.s.)'dan Önce sağ olduğu" görüşünü yok eder.

 

4. Hem bu  doğru olup  insanoğlundan biri doğduğu gün­den bu dünya'nın sonuna kadar sağ olsa, doğumu da Nuh'tan Önce olsaydı, elbette bu en büyük âyet ve şaşacak bir şey olur, bu haber Kur'an’da çok yerde geçerdi. Çünkü en büyük Rubûbiyyet âyetlerinden olurdu. Allah (c.c.) Kur'an'da (Nuh aleyhisselâm’ı) 950 yıl yaşattığını haber verip onu bir (mûcize) âyet sayar. Ya hayatın sonu­na kadar ömür verdiği ne olur? Bunun için ilim ehli birisi "bu fikri (Hızır’ın hâlâ hayatta olduğu görüşünü) insanlar arasına ancak şeytan atmıştır" demiştir.

 

5. Hızır’ın hayatıyla ilgili görüş, Allah üzerine ilimsizce yüklenmiş bir görüş olup bu da Kur'an'ın nassıyla haramdır.

İkinci mukaddime gâyet açıktır. Birinci ise: Eğer onun hayatı sâbit ise ona ya Kur'an delâlet ederdi, ya sünnet veya icmâ-ı ümmet delâlet ederdi. İşte Allah'ın Kitab'ı, onun neresinde Hızır'ın sağ olduğu? İşte Rasûlullah'ın sünneti, onun ne­resinde böyle bir delâlet var? İşte Ümmet'in âlimleri, onlar Hı­zır'ın sağ olduğuna icmâ ettiler mi?

 

6. Hızır’ın sağ olduğunu savunanların tek tutanakları, an­latılan hikâyelerdir. Adamın biri Hızır'ı gördüğünü söyler. Allah için, ne şaşacak iş(!) Hızır'ın belli bir alâmeti var da gören onu tanıyor mu? Bunların çoğu gördükleri şahsın "ben Hızır’ım" de­mesine aldanıyor. Ma'lumdur ki böyle bir sözü ortaya atanın sö­zünü Allah'tan bir delil olmadan tasdik câiz olamaz. Peki Hı­zır'ı gördüğünü söyleyen adama kendinin Hızır olduğunu sö­yleyenin yalancı değil de doğru biri olduğu nereden ma'lum oluyor?

 

7. Hem Hızır Allah'ın Kelîm'i İmran oğlu Mûsâ (a.s.)'dan ayrılıp onunla arkadaşlığa devam etmedi, ona (âyette geçişine göre): "İşte bu, benimle senin arandaki ayrılıktır" (18/Kehf, 78) dedi. Nasıl olur da Mûsâ (a.s.) gibi bir Peygamber'den ayrılıp gitmeyi kendi nefsine râzı görür de sonra câhil ve şeriat dışı giden, Cum'a’ya ve cemaata gelmeyen, ilim meclislerine ayak basmayıp şeriatten hiçbir şey bilmeyen bu dervişlerle birleşmeye na­sıl râzı olur? Bunların her biri "Hızır dedi ki", "bana Hızır geldi", "Hızır tavsiye etti ki" diye atar dururlar.

 

Hayret doğrusu, demek Hızır Allah'ın Kelîm'inden ayrı­lacak, sonra da abdest almasını bilmeyen, namaz nasıl kılınır anlamayan câhillerin sohbeti peşinde dolaşacak ha...

 

8. Hem Muhammed ümmeti "ben Hızır’ım" diyen kimse hak­kında, o kimse "Ben Allah Rasûlünü şöyle şöyle söylerken işit­tim" demiş olması farzedildiğinde, dinde onun sözüne iltifat edilmez ve kendisi ile ihticac edilmez. Tâ ki Rasûlullah'a gel­mediği ve ona biat etmediği ya da bu câhil kendisi ona gönde­rilmediğini söyleyene kadar. Bunda küfürden bir şeyler vardır.

 

9. Eğer Hızır sağ olsaydı, elbette kâfirlere karşı cihadı, Allah yolunda alâkası ve ordu  safında bir saat yer alması; Cum'aya, cemaata gelmesi ve ilim öğrenmesi kendisi için vahşi hayvanlar arasında ıssız yerlerde ve tenha çöllerde dolaşmasından daha hayırlı olurdu. Böyle yapması ise en fazla ayıplanma­sına ve ta'nedilmesine sebep olmaz mı? (İbn Kayyim el-Cevziyye, Elmenâr'ül Münîf fi’s-Sahîh ve’d-Daîf, Tahkik Terceme ve Ta’lik Muzaffer Can, Cantaş Y., İst. 1992, s. 69-76)

 

 

 

Mûsâ-Hızır Kıssasından Alınacak Ders ve İbretler

 

1) Her bilenin üstünde bir bilen vardır. Kişi kendi bilgisiyle böbürlenmemeli, daha bilgili kişilerin ve hepsinin de üstünde Allah'ın daha bilgili bulunduğunu hatırdan çıkarmama­lıdır. Çünkü her ilim sahibinin üstünde ondan daha fazla ve farklı bir bi­len vardır.

 

2) Olaylarda Allah'ın hikmetleri vardır. İnsanın kötü gördüğü birçok şey aslında iyidir. Ancak içyüzünü bilmediği için insan onu şer sanır. Bu bakımdan başa gelen olayları Allah'ın hikmetine havale edip sabretmeli ve sonunda onun hayırlı olacağını düşünmelidir. Bu bakımdan içyüzünü bilmediğimiz bir olayla karşılaştığımızda, duygusallıktan uzak kalıp, onun iç yüzünü öğreninceye kadar kesin bir hüküm vermemek en isa­betli yoldur. Bu gibi hususlarda duygumuzla değil, aklımız ve imanımız­la çözüm aramalıyız.

 

Meselâ karşımıza çıkan bir kazanın hayırlı olabileceğini, bizim için sonucun daha iyi olabileceğini düşünmemiz, İlâhi takdire teslimiyetin ifadesidir. Allah, hiçbir za­man haksızlık yapmaz. O'nun her yaptığında mutlak hayır vardır. Hz. Hı­zır'ın sağlam gemiyi delip kusurlu yapması, zâhiren masum olan bir çocuğu öl­dürmesi, kendilerini konuk edinmeyen bir kasabada yıkılmak üzere olan duvarı doğrultması, bunun açık örneklerinden bazılarıdır.

 

3) İlim öğrenmek için gerektiğinde başka yerlere gitmeli ve yol zahmetine, tahsîlin meşakkatine katlanmalıdır.

 

4) Yola giderken yanına bir arkadaş almak, arkadaşla yola gitmek uygundur.

 

5) İnsanın bilmediği bir şeyi hemen inkâr etmemesi, düşünüp içyü­zünü öğrenmesi gerekir.

 

6) Verilen söze, kabul edilen şarta uymak gerekir.

 

7) Hatâdan ötürü özür dilemelidir.

 

8) Çocuklarını Allah'ın rahmet ve gözetimine ısmarlamak, onların geleceğini düşünmek lâzımdır. Nitekim geriye kalan çocuklarını düşü­nerek onlar için duvarın altında para saklamış olan kişi, sâlih bir insan olarak nitelendirilmiştir.

 

9) Peygamberlerin ilmi genellikle vehbî, başka bir deyişle ledünnîdir. Allah'tan alıp öylece bilgi sahibi olurlar. Ama her peygamberin özelliğine, içinde bulunduğu şartlara, hitap ettiği kavim ve toplumun kül­tür seviyesine göre kendisine bu ilimden verilir. Bütün pey­gamberler tevhid inancı esasında birleşirler, ama diğer fer'î ilimlerde farklı derecelerde olabilirler. Sebebine gelince: Allah'ın ilminin sonsuz ve sınırsız olduğunu bildirmek ve her bilenden daha çok bir bilenin buluna­bileceğini hatırlamak ve ilim sahiplerinin bilgilerinin farklı olduğuna dikkat çekmek söz konusudur. Nitekim ledünnî ilme sahip olan Hz. Mûsâ (a.s.)’nın bildiklerinin çoğunu Hz. Hızır (a.s.)’ın bilmediği gibi, Hızır (a.s.)'ın bildik­lerinin birçoğunu da Hz. Mûsâ (a.s.) bilmiyordu. Nitekim Buhârî'nin tesbitine göre Hz. Hızır (a.s.)'ın: "Ey Mûsâ, ben Allah'ın bana Öğrettiği bir bilgi üzereyim, sen onu bilmezsin. Sen de Allah'ın sana öğrettiği bir bilgi üze­resin, onu da ben bilmem." dediği rivâyet edilmektedir.

 

10) Bilmediğimiz konuları öğrenebilmek için bazı zorluklara katlan­masını bilmeliyiz. Nimet külfetsiz olmaz.  Nitekim Mûsâ (a.s.), Hızır (a.s.)'ın ilminden yararlanmak için uzun ve yorucu bir yolculuk yapma ih­tiyacını duymuş ve katlanmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın muradı da böyle olma­sından yana idi. Zira dileseydi Hızır (a.s.)'ı, Mûsâ (a.s.)'nın yanına sevkederdi. Nitekim Ashab-ı Kiramdan bazı zatlar, İslâm ülkelerine dağılan arkadaşlarının Hz. Peygamber (s.a.s.)'den bizzat duyduklan hadisleri onların ağzından duymak için develerine binip haftalarca yolculuk yap­mışlardır.

 

11) Bilgisinden yararlanmak istediğimiz kişiye uymasını, saygı göste­rilmesinin gereğini, lüzumsuz soru sormaktan kaçınmasını bilmeliyiz. Çünkü ilim çok şereflidir, azizdir ve kıymetlidir. İlim adamına saygı gös­termek, peygamberlerin sünnetidir. Mûsâ (a.s.)'nın bir bakıma Hz. Hızır (a.s.)a uyup bilgisinden yararlanmaya çalışması bize bu sünneti hatırlatır.

 

12) Bilmediğimiz bir konuyu öğrenmekte çok sabırlı ve dikkatli olma­mız gerekmektedir. Çünkü ilim ancak; zevk, heves, ilgi ve sabırla elde edilebilir.

 

13) Hocası rütbe itibariyle kendisinden aşağı da olsa, öğrencinin hocasına saygı göstermesi, ona itiraz etmemesi gerekir. Nitekim Mûsâ (a.s.) kendisinden aşağı derecede olan Hızır'a tâbi olmuş, ona saygı göstermişti

 

14) Âlimin bildiği ile yetinmeyip daha fazla şeyler öğrenmeye çalış­ması icap eder. Nitekim Hz. Mûsâ öyle yapmıştır. Âlimin ilmini artırması ve sefer için yanında yiyecek götürmesi de câizdir. Bu tevekküle engel değildir.

 

15) Unutmak gibi sevilmeyen şeyler mecâzî olarak şeytana nisbet edilebilir.

 

16) Bir kimse, ileride yapacağı bir işi söylerken önce “inşâallah” demelidir.

 

17) Tâbî olunup uyulan kişi, kendisine tâbi olana şart koşabilir.

 

18) Şart koşulan, söz verilen şey yapılmalıdır.

 

19) Kişi unuttuğu şeyden dolayı kınanmamalıdır. Genelde tekrar üç defa yapılır.

 

20) Gerektiğinde yabancı bir kimseden yiyecek istemekde sakınca yoktur.

 

21) Hata yapılınca mutlaka özür dilemek gerekir.

 

22) İcâre (ücretle çahşmak veya bir şeyi kiraya vermek) câizdir.

 

23) Hilâfı anlaşılıncaya kadar zâhirle hükmetmek câiz olduğu gibi, bizim için şarttır.

 

24) Hikmeti anlaşılsın anlaşılmasın şeriatin getirdiği her şeyi kabul ve teslim vâciptir.

 

25) Bir malın, büyük bir bölümünü kurtarmak için cüz'î bir bölümü telef edilebilir. Nitekim Hızır, gemiyi kurtarmak için bir bölümünü yara­lamıştı.

 

26) Büyük bir fesattan korunmak için (başka seçenek yoksa) daha küçük bir zarar işlenebilir. Nitekim Hızır, ebeveyni kurtarmak için azgın çocuğu öldürmüştü.

 

27) Bir binayı ve eşyayı korumak, bakımını yapmak, onarmak gerekir; yıkılıncaya kadar ihmal edilmesi doğru değildir.

 

28) Fakir, geçimine yetmeyen araba, gemi gibi bir şey veya bazı âlet ve araçlara sahip olmakla fakir olmaktan çıkmaz.

 

29) İki zarar karşı karşıya gelince, büyüğünden kurtulmak için küçü­ğü irtikâb etmek gerekir. Yani, ehven-i şerreyn (iki şerden en ehveni) tercih  olunur. Nitekim Hızır (a.s.), gemiyi kurtarmak için bir bölümünü yaralamıştır.

 

30) Hızır (a.s.)'ın: "Ben bunu kendiliğimden yapmadım" demesi pey­gamberliğine bir delildir. Zaten hadis-i şerifler de Hızır (a.s.)'ın peygamberliğine kail olanlara de­lildir.

 

31) İyilik yapmayana iyilikte bulunmak, onun için hayırlı olanını dü­şünmek mü’mine yakışan bir haslettir. Kendilerini konuk etmeyen ve yi­yecek bir şey de vermeyen kasaba halkına ait yıkılmak üzere olan bir du­varı Hızır (a.s.)'ın elini dokundurup doğrultması bize bu gerçeği öğret­mektedir.

 

32) Hızır (a.s.), düzelttiği duvara karşılık ücret almamıştı. Mürüv­vet sahibi insan da yaptığı her iyilikten hemen karşılık beklememeli, iyi­liği Allah rızası için yapmaya çalışmalıdır.

 

33) Yanımızdaki hizmetçi, kapıcı ve odacılara "bey, efendi, arkadaş" gi­bi sözlerle hitap etmeli, onları üzecek, kıracak isim ve sıfatları kullan­maktan kaçınmalıyız. Nitekim, Mûsâ (a.s.)'a refakat edip hizmetinde bu­lunan Yûşa İbn Nûn için Kur'ân-ı Kerim'de "fetâ/genç" tâbiri kullanılmıştır.

 

34) Bir peygamber bir mûcize gösterirse, onu kendi reyiyle göster­mez. Rabbinin emir ve vahyi ile gösterir. Hızır (a.s.)'ın açıklamada bulun­ması, bunun güzel bir örneği sayılır.

 

35) Hz. Mûsâ ile Hızır (a.s.) kıssası İsrailoğullarının Tih sahrasında bulundukları yıllara rastlar. Hz. Hızır ile mülâkatından sonra Hz. Mûsâ yine oraya dönmüştür. Bununla beraber bu olayın Mısır'dan çıkmazdan önce olduğunu söyleyenler de vardır (Ahmed Davudoğlu, sahih-i müslim tere, c. 9, s. 6149 (202); Mehmet Talu, Milli gazete fıkıh köşesi, 13-14-15 Mayıs 1999, s. 15; Ramazan Hûb, Hızır (a.s.), Kırk Kandil Y., s. 369-373).

 

 

 

Hıdrellez

 

Hıd(ı)rellez; Daha çok Batı Türk dünyasında kutlanan bir halk bayramıdır. Hızır ve İlyâs isimlerinin halk ağzında aldığı şekilden ibâret olan hıdrellez, kö­kü İslâm öncesi eski Orta Asya, Ortado­ğu ve Anadolu yaz bayramlarına dayanan, Hızır yahut Hızır ve İlyâs kavramları et­rafında dinî bir muhtevaya bürünmüş halk bayramının adıdır. Bu bayram, mer­kezini özellikle Anadolu ve Balkanlar'ın, Kırım, İrak ve Suriye'nin teşkil ettiği Batı Türkleri arasında, bugün kullanılmakta olan Gregoryen takvimine göre 6 Mayıs (eski Jülyen takvimine göre 23 Nisan) gü­nü kutlanmaktadır.

 

Hıdrellez, halk arasında ölümsüzlük sır­rına erdiklerine ve biri karada, diğeri de­nizde darda kalanlara yardım ettiklerine inanılan Hızır ve İlyâs peygamberlerin yıl­da bir defa bir araya geldikleri gün ola­rak kabul edilir. Ancak bu beraberlikte, ismi yaşatılmasına rağmen uygulamada İlyâs"ın şahsiyeti tamamıyla silinerek Hı­zır motifi öne çıkarılmıştır. Dolayısıyla bu bayramda icra edilen bütün merasimler Hızır'la ilgilidir. Bunun temel sebebi. İs­lâm öncesi devirlerde yukarıda zikredi­len üç büyük kültürün hâkim olduğu alan­da bu yaz bayramı vesilesiyle kültleri kut­lanan insan üstü varlıkların daha ziyade Hızır'ın şahsiyetine uygun düşmesi ve onunla özdeşleşmesidir.

 

Osmanlı Devleti'nde 6 Mayıs (23 Nisan) halk arasında yaz mevsiminin başlangıç tarihi sayılmaktaydı. Nitekim eski takvim­de yıl İkiye ayrılmış olup 23 Nİsan'dan (6 Mayıs) 26 Ekim'e (8 Kasım) kadar süren 186 gün "Hızır günleri" adıyla yaz mevsi­mini. 23 Nisan'a kadar devam eden 179 gün de "Kasım günleri" adıyla kış mevsi­mini oluşturuyordu. Hıdrellez de kışın so­na erip yazın başladığı gün olarak kutlan­maktadır.

 

Hızır ve İlyâs'a tahsis edilen bu gün, İs­lâm dünyasının her tarafında kutlanma­dığı gibi kutlandığı yerlerde de adı. tarihi ve yapılan merasimler aynı değildir. Her şeyden önce İslâm folklorunda Hızır ile İlyâs hakkında çok zengin bir inançlar ve efsaneler literatürü ve bu ikisinin yılda bir defa görüştüğü inancı mevcut olduğu halde bu gün belirlenmiş değil­dir; hatta Türk dünyasının her tarafında 6 Mayıs kutlama günü olarak bilinmez. Fakat muhakkak olan şudur ki. İslâm dünyasının önemli bir kısmında ve bu ara­da Türkler arasında her zaman hıdrellez adı altında olmasa da Hızır ile İlyâs'ın bir­leştiği günün hâtırası çok eskiden beri değişik günlerde ve biçimlerde kutlan­maktadır. Nitekim XVI. yüzyılda İstan­bul'a yerleşen Yesevî tarikatına mensup Türkistanlı müellif Hâzinî, bu tarikatla il­gili çok önemli bir kaynak olan Cevâhirü'1-ebrâr min emvâci'l-bihâr adlı ese­rinde (s. 196), başta Buhara ve Semerkant olmak üzere bütün Mâverâ ün nehir'de Hızır-İiyâs adına şenlikler yapıldığını kaydeder. Ayrıca Türkiye'deki Alevîler ve İran'daki Kızılbaş Karakoyunlu Türkmenleri (Çihiltenler) arasında şubat ayı ortala­rında "Hızır nebî bayramı" adıyla hıdrel­lezden ayrı ve oruçla geçirilen bir bayra­mın kutlandığı bilinmektedir. Nevruz'dan altı hafta öncesine rastlayan bu bayram, eski on iki hayvanlı Türk takvimindeki yılbaşına tekabül etmekteydi.

 

Yalnız Anadolu, Balkanlar, Kırım, İrak ve Suriye Türkleri'ne mahsus bir halk şen­liği olan hıdrellezin buralarda özellikle 6 Mayıs'ta kutlanması iklim ve tabiat şart­larıyla bağlantılıdır. Bu tarih, sözü edilen bölgelerde ilkbahardan yaz mevsimine geçişi belirlemekte olup hicrî takvim sis­temiyle hiçbir ilgisi yoktur. 5 Mayıs'ı 6 Mayıs'a bağlayan gece güneşin Ülker burcu­na girdiği bir zaman parçasıdır. Bu tarih­ten 7-8 Kasım'a kadar bu burcu güneşin batışından sonra görmek mümkün de­ğildir. Yılın diğer günlerinde ise Ülker bur­cu güneş battıktan kısa bir süre sonra gö­rülebilmektedir. Bu sûretle astronomik gözlemlere ve tabiat şartlarına uygun bir şekilde yıl kış ve yaz olmak üzere iki mev­sime bölünmüştür. 8 Kasım bütün özel­likleriyle kışın başlangıç tarihini, 6 Mayıs'a rastlayan hıdrellez günü de gerçek anlamda yazın başlangıç tarihini oluştur­maktadır. Pek çok arşiv belgesi, Osmanlılar döneminde devlet nezdinde bile işlerin yılın bu iki mevsimi­ne, yani "rûz-i Hızır'dan (Hızır-İIyâs'tan) rûz-i Kasım'a" veya "rûz-i Kasım'dan rûz-i Hızır'a" kadar olan iki döneme göre plan­landığını göstermektedir.

 

Öte yandan 6 Mayıs, Türkler'in Anado­lu'ya yahut daha genel bir ifadeyle Orta­doğu'ya geldikten sonra tanıdıkları bir tarihtir. Zira Doğu Htristiyanlığfnın Aziz Yorgi (Aya Yorgi, Hagios Georgios, Saint George) ya da Yeşil Yorgi kültü bu tarihte kutlanmaktaydı. Doğu Hıristiyanlığı'nda çok önemli bir yeri olan bu kült zaman içinde Hızır-İlyâs kültü ile birleşerek öz­deşleşmiş ve bu sûretle 6 Mayıs tarihi Or­tadoğu ve Balkanlar'da htristiyan-müslüman kültür etkileşimi sonucunda hem Aziz Yorgi hem de Hızır-İlyâs kültünün iç içe girmesinin bir sonucu olarak kutlan­maya başlanmıştır.

 

Müslümanlarca Hızır ve hıristiyanlarca Aziz Yorgi adına kutlanmasına rağmen doğrudan doğruya İslâm'la da Hıristiyanlık'la da ilgisi olmayan, Ortadoğu ve Bal­kanlar'da hem müslümanların hem de hıristiyan halkların kutladığı bu yaz bay­ramının kökü İslâm ve Hıristiyanlık önce­si İlkçağ Anadolu, Mezopotamya ve Orta Asya kültürlerinde aranmıştır. Mezopo­tamya ve bütün Doğu Akdeniz çevresin­deki ülkelerde bazı tanrılar adına bahar veya yazın gelişiyle ilgili birtakım âyinle­rin yapıldığı bilinmektedir. Milâttan ön­ce III. bin yılın sonlarında, Mezopotamya ovasını sulayarak etrafı yeşillendiren Fı­rat ve Dicle nehirlerinin hayat verici gü­cünü simgeleyen Tammuz (Dumuzi) İlâhı adına bahar mevsimi başlangıcında Mezopotamya'daki Ur şehrinde görkemli âyinler yapıldığını gösteren tabletler bu­lunmaktadır. Tammuz, ta­biatın ölüşü (sonbahar, kış) ve dirilişiyle (ilkbahar, yaz) birlikte ölen ve yeniden dirilen bir tanrı kabul edilmiştir. Yeşillik ve bereketin timsali olan Tammuz kültü, İbrânîler kanalıyla Suriye ve Mısır üzerinden eski Yunanis­tan'a ve Anadolu'ya geçmiş, burada da aynı tanrı Adonis adıyla tanınmıştır. Louvre Müzesi'nde bulunan Boğazköy tabletleri, benzer âyinlerin Hititler zama­nında Anadolu'da yaz başlangıcında bitki ve yeşillik tanrısı Telipinus için icra edil­diğini göstermektedir. Ayrıca eski İran'da yine yeşillik ve su kav­ramlarıyla ilgili Haurvatât ve Ameretât adlı iki tanrı için bahar mevsiminde özel âyinler yapıldığı, Nevruz'un da bunlardan doğduğu bilinmektedir. Avesta'da dişi varlıklar olarak kabul edilen Haurvatât suların, Ameretât ise bitkilerin koruyucusu kabul ediliyordu.

 

Tabiatın âdeta yeniden dirilmesi de­mek olan baharın ve yazın gelişi, ilk çağ­larda dünyanın her tarafındaki insanla­rın hayatında önemli bir olaydı. Bu olayın birtakım tabiat üstü güçlerle temsil edil­mesi ve bunların şerefine âyinler düzen­lenmesi evrensel bir olay olmalıdır. Ni­tekim eski Orta Asya'daki Türk boylarında da benzer âyinlerin yapıldığı bilinmek­tedir. Bu âyinler Yâkutlar'da nisan, Tunguzlar'da mayıs, diğer bazı boylarda mart ayında icra ediliyor ve büyük merasimler­le kutlanıyordu. Kısa­cası, hıdrellez bayramının kökünde bü­tün bu kültürlerdeki bahar ve yaz bay­ramları geleneklerinin uzun asırlar süren katkılarını kabul etmek doğru olacaktır. Bu katkıların en sonuncusu da Hızır ve İlyâs'ın şahsiyeti etrafında gelişen İslâmî halk kültürüdür.

 

Hıdrellez merasimlerinin icrası ve bu esnâda yeşillik ve su kavramlarıyla ilgili birtakım uygulamalar, bu halk bayramı­nın putperest köklerini çok daha belirgin bir şekilde ortaya koymaktadır. Nitekim İslâm âlimleri bu durumun farkına vara­rak bu konuda yasaklayıcı fetvâlar bile vermişlerdir. Osmanlı Devleti'nde de hıd­rellez kutlamalarının dinî açıdan sakın­calı olup olmadığının tartışıldığı, XVI. yüz­yılda Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi'nin fetvalarından anlaşılmaktadır. Ebüssu­ûd Efendi, böyle bir günün kutsallığına inanmamak şartıyla sadece eğlenmenin, yiyip içmenin sakıncalı olmadığını söy­lemektedir (Düzdağ, s. 117). Mouradgea d'Ohsson da hıdrellez merasimlerinin Os­manlılar döneminde çok yaygın biçimde kutlandığını belirterek bunun vazgeçil­mez bir gelenek halini aldığını ifade et­miştir.

 

Türkiye'de "hıdırellez", Kırım ve Dobruca'da "hıdırlez", Makedonya'da "edirlez" (ederlez), Kosova bölgesinde "hıdırles" (hedirles, hadırles) gibi değişik biçimlerde söylenen hıdrellez merasimleri, çeşitli ül­ke ve yörelerde teferruatta tabii olarak birtakım farklılıklar gösterebilir. Ancak bunlar Hızır adının çağrıştırdığı gibi ge­nellikle bolluk ve bereketi simgeleyen, su ve yeşillik kavramlarının öne çıktığı, ağacın bol bulunduğu, bazan içinde tür­be de yer alan mesire yerlerinde kutla­nan merasimlerdir. 5 Mayıs günü temiz­lik yapıp yiyecek ve içecek hazırlama gibi işlerle başlayan hıdrellezle ilgili bütün merasimleri, âdet ve gelenekleri dört grupta toplamak mümkündür. 1. Şifa ve sağlık talebine yönelik olanlar. 2. Uğura, bereket ve bolluk talebine yönelik olan­lar. 3. Mal mülk, mevki ve servet talebi­ne yönelik olanlar. 4. Kısmet ve talih aç­maya yönelik olanlar. Meselâ hıdrellez gü­nü kır çiçeklerinin kaynatılarak suyundan içilmesinin hastalıklara şifa vereceği, hıd­rellez gecesi bütün sulara nur yağacağın­dan o gece suya girmenin her türlü has­talığa karşı bağışıklık sağlayacağı inancı birinci gruba örnek gösterilebilir. Genel­likle hıdrellez gecesi Hızır'ın yeryüzünde dolaştığı ve dokunduğu şeylere bereket getirdiği inancı çok yaygın olduğundan o gece evlerdeki yiyecek ve içeceklerin ağ­zının açık bırakılması, dileklerin bir kâğı­da yazılarak gül ağaçlarının dibine konul­ması vb. şeyler ikinci grubu teşkil eden uygulamalara örnek sayılabilir. Bunlara benzer pek çok örneğe her yerde rastla­mak mümkündür.

 

Hıdrellez merasimleri Hızır iie İlyâs’ın buluşmasına atfen hemen daima toplu olarak gerçekleştirildiği için bazı kasaba ve şehirlerin yakınında yeşillik bir mekân­dan oluşan ve "hıdırlık" denen, insanların bir arada yiyip içtiği, eğlendiği bir mesi­re yeri bulunur. Bu yerlerde icra edilen merasimler, eski devirlerde aynı zaman­da evlenme yaşına gelmiş genç kız ve erkeklerin birbirlerini görüp beğenmeleri­ne de imkân vermekteydi.

 

Hıdrellez inanış ve âdetleri folklorda ol­duğu gibi edebiyata da köklü biçimde yansımış ve Gılgamış destanından bu ya­na mitoslar halinde yazılı ve sözlü edebi­yat geleneğinde yer almıştır. Anadolu'­nun pek çok yerinde hıdırlık denilen me­sirelerin bulunması ve hıdrellez başta ol­mak üzere bahar eğlencelerinin buralar­da düzenlenmesi edebiyatta hıdrellez te­masının canlı tutulmasına sebep olmuş­tur.

 

Dede Korkut’tan itibaren Ebû Müslim, Battal Gazi, Dânişmend Gazi, Sarı Saltuk, Köroğlu gibi kahramanların hayatı etra­fında teşekkül eden destanî romanlarda gerek Hızır ve İlyâs'ın kişilikleri, gerek hıd­rellez günü, gerekse hıdırlıklarda devam eden sosyal faaliyetler ve gelenekler ek­seninde yer yer hıdrellezin de zikredildiği görülür. Klasik Türk şairleri "evvel bahar"ı (ilkbaharı) andıkları zaman genellikle hıdrellez günlerini kasdetmekte ve baharı konu edinen Şiirlerinde (bahâriyye) ekseriya bu günleri anlatmaktadırlar.

 

Bazı mesnevilerde de hıdrellez ve hıdır­lık bir çevre ögesi olarak anılır. Meselâ Şeyhoğlu Sadreddin Mustafa'nın Hurşîdnâme'sinde Hurşid, uğruna ölen âşığının mezarına türbe yaptırır ve adını Hıd­rellez koyup burada sık sık Ferahşâd ile buluşur. Halk Şiiri geleneğinde "badeli âşık"ların Hızır elinden dolu (bâde) içmeleri (kla­sik Şiirde de ağzına Hızır'ın tükürdüğü ki­şinin güzel Şiir söyleyeceği rivâyeti) ve zaman zaman hıdırlık mevkiinde saz ça­lıp Şiir söylemeleri gelenektendir. Hıdrel­lez ile alâkalı zengin folklor malzemesinin bulunduğu en önemli eser Evliyâ Çelebi'nin Seyahatnâme'sidir (bk. II, 232-233; III, 90 vd.).

 

Hıdrellez şenlikleri yapılırken özellikle dilek tutan genç kızlar tarafından söylenen aşk ve hasret dolu mâniler anonim halk edebiyatının önemli bir bölümünü oluşturur. Bu tür mânilere bütün Türk dünyasında rastlamak mümkündür. Bu­nun yanında halk Şiiri geleneğine uyula­rak bazı saz şairlerince hıdrellezi konu alan Şiirler de söylenmiştir. Divan edebi­yatında da hıdrellez çeşitli özellikleriyle birçok beyitte yer almıştır. Osman Şems Efendi'nin bir hıdrellez günü İstanbul'­dan Bursa'ya gitmek için vapura biner­ken söylediği. "Devran bizi yârân-ı kadîmden ayırdı / Oldukları gün Hızır ile İlyâs mülâkî" beyti bunun bir örneğidir. Mo­dern Türk Şiirinde de hıdrellezden ilham alan manzumeler tertiplenmiştir: Arif Nihat Asya'nın "Hıdırellezde Kızlar" adlı Şiiri bunlardan biridir. (5)

 

Günümüzde kullanılan mânasıyla hıdrellez; insanların kıştan kurutuluşlarının bir işareti ve bahar güneşinden faydalanma, piknik yapma, stres atma, eğlenme, nişan, düğün, sünnet törenleri tertip etme, uğursuzlukları giderme, adak adama, dilekte bulunma gibi düşünceleri gerçekleştirme amacıyla gelenekselleşen "bahar bayramı" inancıdır ki tam bir bid'at olarak ortaya çıkmıştır.

 

İlyas (a.s.) İsrailoğulları peygamberlerinden olup Kur'ân-ı Kerîm'de ismi geçen ve Tevrat'ta "Elia" diye zikrolunan peygamberdir. M.Ö. IX. asırda yaşadığı ve daha sonra zamanın hükümdarları ile çok mücadele ettiği, çoğu zaman mağaralarda yaşadığı kaydedilmektedir.

 

Hz. İlyas (a.s.) ya da "İlyasîn" şeklinde ismi zikredilen (37/Sâffât, 130), peygamberliği bildirilen "Hiç şüphe yok ki İlyas gönderilen peygamberlerdendir" (37/Sâffât, 123), şeklinde hitab edilen İlyas (a.s.) İsrailoğullarına Allah'ın elçisi olarak gittiğinde onlar "Ba'l" adında dört cepheli put'a tapıyorlardı. Hz. İlyas'ın bütün gayretlerine rağmen İsrailoğulları bu puta tapınmaktan vazgeçmemiş, Hz. İlyas'ın Peygamberliğini yalanlayarak (37/Sâffât, 124) onu ülkeleri olan Ba'lbak'ten çıkarmışlardı. Fakat Allah'ın gazabı bunların üzerine geldiğinde pişman olmuşlar ve İlyas (a.s.)'ı geri çağırmışlardı. Ancak tekrar nankörlük etmişler, bunun üzerine İlyas (a.s.) oradan uzaklaşmıştır.

 

Sahihliği tartışılan rivâyete göre İlyas (a.s.)'ın İsrailoğullarından ayrılması Hızır (a.s.) ile buluşması gerçekleşti. Bu buluşmaya "Hızır - İlyas" denirken sonradan Hıdrellez şeklinde değiştirilmiştir.

 

Halk İnançlarında Hıdrellez:

Halkın kabul ettiği Hızır anlayışında darda kalanlara yardımcı olma, bereket getirme ve gelecekte dilekleri gerçekleştirme vasıflarını görmek mümkündür. Geceden gül dallarına gümüş kuruşlar, çeyrekler, kırmızı bezler bağlanır, gül dibine genç kızlar yüzük atar, mani söyler, içki sofraları hazırlanır, davullar eşliğinde oyunlar oynanır, su kenarlarında, yeşilliklerde eğlenilir, ateşten atlanılırsa ev sahibi olacağına inanılır; öküzü arabaya koşmama... vb. gibi İslâm'la çelişen ve din ile ilgisi olmayan birçok inançlara rastlanmaktadır. Aynı şekilde Hıristiyan inancına göre Saint Georges yortusu da Türkiye’deki halk gelenekleriyle paralellik arzeder ve Hıdrellezle aynı günde kutlanmaktadır. Görüldüğü üzere İslâm'ın Tevhid bilincinden uzak, sahte mitolojik dürtülerin ve şamanist kalıntılarını uzantılarını yansıtan günümüz Hıdrellez anlayışıyla, Hıristiyan Saint Yortusunun paralelliği de göstermektedir ki İslâm dışı her şeye yakınlık duyma ama İslâm'ın gerçek kimliğine karşı çıkma düşüncesinin neticelerini gözler önüne sermektedir.

 

Şu anda geçerli ve yürürlükte bulunan Hristiyan kültürüne paralel olarak İslâm dünyasının seküler (secular)  rejimlerle yönetilmesi ve bu kültürlerinde İslâm öncesi mitolojik özelliklerden oluşan geleneksel "Ulusal İslâm" anlayışıyla paralellik arzetmesi, müslümanların tevhidî bilinçlerinden uzak olmalarının bir neticesidir. Şüphesiz ki Allah'ın vaadiyle İslâm dünyası kendini değiştirmedikçe Allah da müslümanların durumunu düzeltmeyecektir. Allah şöyle buyuruyor; "Kim İslâm'dan başka bir din (hayat nizamı) ararsa, ondan (bu din) asla kabul olunmaz ve o, âhirette de en büyük zarara uğrayanlardandır. Kendilerine apaçık deliller gelmiş, O Peygamber'in şüphesiz bir hak olduğuna da şâhitlik etmişlerken imanlarının arkasından küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidâyete erdirir (muvaffak eder)? Allah zâlimler gürûhunu hidâyete erdirmez. Muhakkak Allah'ın Meleklerin, bütün insanların lâneti onların üzerlerinedir. İşte onların cezaları" (3/Âl-i İmrân, 85-87). (6)

 

 

 

 

Âb-ı Hayat

 

Âb-ı hayat: İçeni ölümsüzlüğe kavuşturduğuna inanılan efsanevî su demektir.

 

Tasavvuf Anlayışında âb-ı hayat: İslâm-Türk kaynakla­rında ve edebî mahsullerinde aynü'l-hayât, nehrü'l-hayât, âb-ı câvidânî, âb-ı zindegî, hayat kaynağı, hayat çeşmesi, bengi su, dirilik suyu, bazan da Hızır ve İskender'e atfen âb-ı Hızır veya âb-ı İskender vb. çeşitli isimlerle anılan bu efsanevî su, aslında bütün dünya mito­lojilerinde mevcut bir kavramdır. İnsa­nın yeryüzünde görünmesinden itiba­ren hemen her toplumda hayatın kısalı­ğı, buna karşılık yaşama arzusunun çok kuvvetli oluşu, ona daima sonsuz bir hayat fikri ilham etmiştir. Bu eğilimin çeşitli toplumlarda bazı mitolojik mah­suller doğurduğu ve insanların ebedî bir hayat aramak için verdikleri müca­deleleri anlatan Gılgamış destanı ve İskender efsanesi gibi gerçekten şahe­ser örnekler verdiği görülmektedir. Bu örneklerde suyun önemi hemen farkedilir. Çünkü böyle bir ebedî hayat sağla­yan suyun (âb-ı hayât) varlığına olan inanan doğuşunda, gerçek hayattaki suyun bütün canlılar için taşıdığı öne­min rolü çok büyüktür. Onun hayat ve­rici, diriltici, yapıcı ve canlılık kazandırıcı özelliği çeşitli inanç sistemlerinde ken­dini göstermiş ve ölümsüzlük kazandı­ran âb-ı hayât efsanesinin doğmasına uygun zemin hazırlamıştır.

 

Efsanelerin dışında, âb-ı hayâta Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Mûsâ ve Hızır kıs­sası anlatılırken (bk. 18/Kehf,  60-82), dolaylı olarak temas edilmiştir. Âyet metinlerinde anlatılanlar özetlenecek olursa karşımıza şöyle bir tablo çık­maktadır: İsrâiloğullan'nın peygamberi Hz. Mûsâ bir gün genç arkadaşıyla bir­likte, kendisiyle buluşması emredilen şahsiyetle görüşmek üzere yola çıkar. Buluşma mevkii "iki denizin birleştiği yer" (mecmau'l-bahreyn)dir. Hz. Mûsâ burasını tanıyabilmek için yanına azık olarak aldığı balıktan faydalanacaktır. Çünkü balığın canlanıp denize atlaması, buluşma yerini belirleyen bir işarettir. Ancak Hz. Mûsâ'nın genç arkadaşı, de­niz sahilinde uğradıkları kayanın yanında balığın canlanarak denize atladığı­nı ona haber vermeyi unutmuştur. Yol­da yemek için konakladıklarında ise du­rumu kendisine anlatır, Bunun üzerine Hz. Mûsâ tekrar o yere döner ve gerçekten aradığı kişinin orada bulun­duğunu görür. Kendisine Allah tarafın­dan "rahmet" ve "gizli ilim" verilen bu kulun Hızır adını taşıdığı, başta Buhârî ve Müslim olmak üzere. Ebû Dâvûd, Tirmizî ve el-Müstedrek'te yer alan ba­zı hadislerde bildirilmiştir. Kur'ân-ı Ke­rîm'de ve Buhârî dışındaki hadis kay­naklarında Hz. Mûsâ ile arkadaşının yanlarına azık olarak aldıkları tuzlu ba­lığın nasıl dirildiğine dair herhangi bir açıklama yoktur. Sadece Buhârî’de mevcut değişik bir rivâyette bu sebebin açıklandığı görülmektedir. Bu hadise göre. "Hızır'la buluşacakları kayanın di­binde bir kaynak (ayn) vardı ki buna "hayat kaynağı' (aynü'l-hayât, âb-ı hayât) deniyordu. O suyun temas edip de di­riltmediği hiçbir şey yoktu. İşte balığa bu sudan sıçramıştı" (Buhârî, 'Tefsir, Süretü'l-Kehf, 4). Âb-ı hayât kavramı­na İslâm ilahiyatı literatüründe rastla­nılan ilk yer burası olmalıdır. Ancak, Buhârî bu hadisi öteki rivâyetlerin ar­dından, isnad zincirini vermeksizin ve şüpheli bir rivâyet tarzında zikrederek söz konusu rivâyete güvenmediğini or­taya koymak istemiştir. Bununla birlik­te bu hadis Hızır meselesinde çok önem­li yeri olan mitolojik âb-ı hayât kavramı­nın o devir Arap toplumunda gâyet iyi bilindiğini belgelemiş olmaktadır.

 

Balığın canlanması konusunda Kur’ân-ı Kerîm'de bilgi olmadığı için Bu-hârîdeki rivâyet önem kazanmış, diğer hadislerde de bu konuda açıklama bu­lunmadığından balığın âb-ı hayâttan sıçrayan sularla canlandığı yolundaki izah tarzı hemen bütün kaynaklarda bi­rinci derecede itibar görmüştür. Bunun bir sebebi de herhalde halk arasında âb-ı hayât ile ilgili inançların çok yayıl­mış bulunması olsa gerektir. Nitekim bu kavram Hızır'dan bahseden bütün klasik kaynaklarda yer bulmuş ve pek çok folklor malzemesi ile giderek zen­ginleştirilmiştir.

 

Hz. Mûsâ ve Hızır kıssası, Kitâb-ı Mukaddes'teki benzer rivâyetler dolayısıy­la Kurân-ı Kerîm'deki peygamber kıssalarıyla ilgilenen ve bunların kaynakla­rını tesbit etmeye çalışan müsteşrikle­rin daha ilk planda dikkatlerini çekmiş­tir. Wensinck’e göre bu kıssa "suyun içindeki ebedî ot" imajının yer aldığı Gıl­gamış destanı ile İskender ve yahudi efsanelerinin sağladığı malzemelerin oluşturduğu bir hikâyedir. 1. Friendlaender bu kıssanın İskender hikâyesi ve yahudi efsanesinin isim değişikliği sûretiyle adaptasyonundan ibaret olduğu­nu söyler. Bütün müsteşriklerin birleş­tikleri, ama en çok Friendlaender'in üs­tünde durduğu İskender hikâyesi birçok araştırma ve metin neşrinin konusu ol­muştur. Onun bütün versiyonlarını en iyi inceleyen ve tahlilini yapan Friendlaender, İskender efsanesini kıssanın kaynağı olarak kabul etmek gerektiği sonucuna varmıştır. L. Massignon da ağırlığı İskender hikâyesine verir ve Kur'ân-ı Kerîm'deki Zülkarneyn kıssası­nı (bk. 18/Kehf, 83-98) buna delil gösterir. Gerek Friendlaender, gerekse Wensinck ve Massignon'a kıssanın İskender efsanesiyle alâkasını takvi­ye eden ipuçlarını müfessir, muhaddis ve tarihçilerin bu efsaneden yaptıkları aktarmalarla Kur'ân-ı Kerîm'deki Zül­karneyn kıssasının sağladığı görülmek­tedir. Ancak Kuranda bu kıssanın Hı­zır kıssasıyla bağlantısını ima eden her hangi bir işaret yoktur. Üstelik Zülkar­neyn kıssası tamamen bağımsız bir kıs­sadır.

 

Büyük İskender'in adı etrafında te­şekkül eden İskender efsanesi, yazıldığı yerlerde pek çok mahallî unsuru da ala­rak zenginleşmiştir. Milâttan önce te­şekküle başlayan bu Grekçe efsane, milâttan sonra 300 yıllan civarında ta­mamlanmıştır. İskender efsanesi Süryânice'ye de aktarılmış, Süryânice me­tinde İskender'e "iki boynuzlu" lakabı da eklenmiştir. Arapça'daki Zülkarneyn'in bunun tercümesi olduğu öne sürülmektedir. Bu efsanenin Grekçe ve Süryânice metinlerinin muhtevası şöyle özetlenebilir: İskender, insana ebedî hayat bahşeden bir çeşme (âbı hayât) ol­duğunu âlimlerden öğrenir. Bunu ara­mak için ordusuyla yola çıkar. Yolda çeşitli olaylar sebebiyle askerlerinden ayrılmak zorunda kalır. Yanında sadece aşçısı vardır. Aşçı yemek hazırlamak için bir çeşmeye gider, orada azıkları olan tuzlu balığı yıkamak ister. Fakat balık suya değer değmez canlanır ve içine atlayıp kaybolur. Aşçı bu suyun âb-ı hayât olduğunu anlayıp bir miktar içer ve geri döner. Başına gelenleri İskender'e anlatır. İskender aşçının ta­rif ettiği yeri ararsa da bulamaz ve kı­zarak onu öldürmeye karar verir. Ancak bir türlü öldüremeyince boynuna bir taş bağlayarak denize attırır. Burada aşçı bir deniz cini olur ve ebedî hayatı­na devam eder.

 

Ortadoğu'da gerek gayri müslimler, gerekse onlar aracılığıyla müslümanlar arasında benimsenip yazıya geçirilen İskender efsanesi, Ortaçağ İslâm dünya­sında son derece yaygınlık kazanmıştır. IX. yüzyıldan itibaren müfessirler böyle bir şifahî ve yazılı malzemeyi ellerinin altında hazır bulmuşlar ve Kur'ân-ı Ke-rîmdeki Zülkarneyn kıssasını açıklar­ken geniş ölçüde kullanmışlardır. Bu efsanenin İslâmî kaynaklarda mevcut metinleri şöyle özetlenebilir: Nuh Peygamber'in torunu Yunan'ın soyundan gelen İskender-i Zülkarneyn, ebedî ha­yat veren ve insan üstü güçler kazandı­ran âb-ı hayâttan bahsedildiğini duyar ve bunu aramaya karar verir. Rivâyete göre Allah bunu Sâm'ın soyundan biri­ne nasip edecektir. Zülkarneyn halası­nın oğlu olup Hızır diye anılan Elyesa' ile askerlerinin refakatinde yolculuğa başlar. Âb-ı hayât, "karanlıklar ülkesi"ndedir. Yolda bir fırtına yüzünden Zülkarneyn ve Hızır askerlerden ayrı düşerler, bir müddet sonra karanlıklar ülkesine gelirler. Zülkarneyn sağa, Hızır sola giderek yollarını tayine çalışırlar. Günlerce yol aldıktan sonra Hızır ilâhî bir ses duyar ve bir nur görür. Bunların kendisini çektiği yere gidince de orada âb-ı hayâtı bulur. Bu sudan içer ve yıka­nır. Böylece hem ebedî hayata kavuşur, hem de insanüstü güçler ve kabiliyet­ler kazanır. Sonra Zülkarneyn'le karşıla­şırlar. Zülkarneyn durumu öğrenir ve âb-ı hayâtı ararsa da bulamaz, kaderi­ne râzı olur. Bir müddet sonra ölür.

 

Gılgamış destanındaki "su içinde otun sağladığı ebedî hayat" kavramı ve bu­nun Gılgamış tarafından aranması, İs­kender efsanesine kaynaklık etmiş olabilir. Çünkü m.ö. 3000-2000 yıllarına kadar inen Mezopotamya destanının, İskender efsanesinin teşekkülü sırasın­da, İskender'in ebedî hayat veren suyu araması epizodu olarak kullanılması, coğrafî mevki ve kültürel çevre olarak imkânsız değildir. Müsteşriklerin hiçbiri bu noktayı dikkate almamışlardır. İs­kender efsanesindeki aşçının, canlanıp suya atlayan tuzlu balığı ile Hz. Mûsâ' nın canlanıp denize atlayan balığı ara­sında bir benzerlik görülmekteyse de gerçekte Kur'ân-ı Kerîm ve sahih hadis­lerin naklettiği olayların bu efsane ile benzerliği yoktur. Çünkü bu olaylarda ebedî hayat bahşeden âb-ı hayâtı ara­maya giden birileri söz konusu değildir. Bununla birlikte müsteşriklerin ileri sürdükleri tezler müfessir, muhaddis ve tarihçilerin kıssayı açıklarken verdik­leri malumat için tam anlamıyla geçer­lidir. Müsteşriklerin gözden kaçırdıkları en önemli nokta budur, yani onlar me­selenin tahlilini yaparken Kur'ân-ı Kerîm’in metni ile müfessirlerin metinleri­ni birbirinden ayırt etmemişlerdir. Ef­sane bu haliyle diğer İslâmî edebiyat­larda olduğu gibi Türk edebiyatında da İskendernâme denilen bir edebî türün oluşmasına yol açmıştır.

 

Müslümanlığı kabul ettikten sonra Arap, Fars ve Türk milletlerinin dinî ve din dışı edebiyatlarında Hızır, Hızır-İlyas, âb-ı hayât gibi kavramlar ve bun­larla ilgili giderek zenginleşen mitolojik mahsuller sık sık işlenip yeni örnekler ortaya konulmuştur. Pek çok Arap edip ve şairi ile Attar, Fahreddîn-i Irâkî ve Hafız gibi İranlı mutasavvıf şairlerin bu konuları işlediği, yahut mazmun olarak kullandığı görülür. Tasavvufta âb-ı ha­yât, Allah'ın "el-Hayy" isminin hakikatinden ibarettir. Bu ismi öz vasfı haline getiren kimse, âb-ı hayâtı içmiş olur. Artık o, Hakk'ın "hay" sıfatıyla hayatta olduğu gibi, diğer canlılar da onun sa­yesinde hayat kazanır. Bu mertebedeki insanın hayatı Hakk'ın hayatıdır. Âb-ı hayât, çeşitli İslâm milletlerinin halk edebiyatı mahsullerine bir motif olarak girmiş ve yüzyıllardan beri kullanılagelmiştir. İslâmî Türk edebiyatı da bu ge­nel eğilime kayıtsız kalmamış, Orta As­ya, Çağatay ve Azerî edebiyat sahaları kadar Anadolu Türk edebiyatı da bu konularda zengin bir varlık ortaya koy­muştur. Ab-ı hayât kavramının Hızır ve Hızır-İlyas'a bağlı olarak ilk işlenmeye başladığı edebî mahsuller, konunun di­nî bir mahiyet arzetmesinden dolayı, dinî-tasavvufî edebiyat sahasında gö­rülmüştür. Bu kavramların gerek kendi hakiki anlamlarında ve tasavvufî yönde, gerekse birtakım semboller olarak kul­lanıldığı edebî eserlerin başında tasav­vufî divanlar gelir. Türk edebiyatı bu türün çok zengin örneklerine sahiptir. Bunların en güzellerinden biri Mevlânâ'ya aittir. O, Dîvân-ı Kebir’de bu kavramları hem gerçek anlamlarıyla, hem tasavvufî remiz olarak, hem de edebî mazmun olarak kullanmıştır. Me­selâ "Hızır Tanrı keremiyle âb-ı hayâta kavuştu" (II, 62) mısraı, işaret olunan gerçek anlamı yansıtmaktadır. "Sen ya baştan başa cansın yahut zamanın Hı­zır'ı, yahut âb-ı hayât; onun için halk­tan gizlenmedesin"; "Sana nasıl Hızır demeyeyim ki âb-ı hayât içtin, sen âb-ı hayâtsın; suvar, kandır bizi" (I, 92) mıs­raları ise şeyhi Şems-i Tebrîzî’yi kaste­den mânalardır. Yunus Emre. "Yunus Emre bu dünyada iki kişi kalır derler / Meğer Hızır, İlyas ola âb-ı hayât içmiş gibi" mısralarıyla tasavvuf ehlinin gö­rüşlerini paylaşmıştır. Nesîmî, Eşrefoğlu Rûmî, Niyâzî-i Mısrî, Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi mutasavvıf şairler âb-ı hayât kavramını tasavvufî mazmun olarak kullanmışlardır. Âb-ı hayât, Bek­taşî Kızılbaş nefeslerinde de geniş şekilde yer almıştır.

 

Âb-ı hayât kavramı din dışı edebiyat­ta İskendernâmeler'de, divan ve halk edebiyatında kullanılmıştır. İskender'in yahut Zülkarneyn'in âb-ı hayâtı aramak için yaptığı yolculukları, bu yolculuklar­da karşılaştığı tehlike ve tuhaf olayları, yaptığı savaşları anlatan efsanelerin daha erken devirlerde İslâm dünyasın­da yazılması, başta Araplar, İranlılar ve Türkler olmak üzere Hintliler, Malayalı-lar ve Cavalılar'a varıncaya kadar muh­telif milletlerde İskendernâmeler'in ya­zılmasına yol açmıştır. Türk edebiyatın­da özellikle Ahmedî’nin (ö. 1413) İskendernâme'si, kendinden sonra gelen ba­zı manzum ve mensur Türkçe İskendernâmeler'e numûne olmuş ve türün en güzel örneklerinden birini teşkil etmiş­tir.

 

Âb-ı hayât, divan edebiyatında Hızır mazmunu kadar çok kullanılmıştır (bazı örnekler için bk. A. Yaşar Ocak, Hızır-İlyas Kültü, s. 175 vd.). Türk halk edebi­yatında da Hızır'ın âşıklık geleneğindeki temel yeri dolayısıyla hemen her âşık Hızır, Hizır-İlyas dolayısıyla da âb-ı hayâttan bahseder. Divan Şiirinde âb-ı ha­yât gibi mazmun ve kavramlar kısmen bunlar etrafındaki inançları da hatırlat­makla beraber, asıl edebî bir mazmun olarak genellikle sevgili ve onun çeşitli vasıflarını sembolize etmek içiri kulla­nılmışlar; âşık edebiyatında ise halk inançlarını yansıtır biçimde ele alınmış­lardır. (7)

 

 

Edebiyatta Âb-ı Hayat Deyimi

Halk ve divan edebiya­tında âb-ı hayâtla ilgili zengin motifler teşekkül etmiştir. İçenin ebedî hayata kavuşması, ölümden kurtulması, öldürülse bile tekrar dirilmesi, ihtiyarsa gençleşmesi, hastaysa iyileşmesi gibi genel telakkilerin dışında âb-ı hayât, vahdet sırrına ermektir. Bu itibarla iman veya İslâm, âb-ı hayât ve kevsere benzetilir. Mümin ise bunu içen kimse­dir. Aynı zamanda Kurân-ı Kerîm de âb-ı hayâttır. Zira onun gelmesiyle nice ölmüş gibi olan canlar dirilmiş, nice in­kâr ve şirk hastaları şifa bulmuştur. Kâbe vahdeti, Hakkın birliğini, İslâm ve imanı temsil ettiği için âb-ı hayât ola­rak tasavvur edilir. Siyah örtüsü "karanlıklar'a (zulümât) benzetilerek âb-ı hayâtla bir başka ilgi kurulur. Hz. Pey­gamber bir âb-ı hayât çeşmesidir. Ölü gönüller onun sözleriyle şifa ve ebedî hayat bulurlar. Şefaati de müminler için âb-ı hayâttır. Methedilen kişinin, padişahın, sevgilinin, velîlerin, kâmil in­sanın, âlim ve ariflerin söz ve nasihatleri de âb-ı hayât gibidir. Bazan şairler de ilâhî feyiz ve İlhamla yazdıklarına işaret etmek için sözlerini âb-ı hayât olarak takdim ederler.

 

Edebiyatçılara göre; aşksız insan ölü gibidir. Bu itibarla aşk âb-ı hayâttır. Sevgili, sevgilinin vus­latı, hatta ayak bastığı yer, eşiği, ayağı­nın tozu. toprağı âşığın hayat kaynağı­dır. Ağız veya dudaklar mecazen âb-ı hayâttır. Ağzın hareketi can ve hayat nişanıdır. İrşad, iman ve feyiz vermek de sözle olabilmektedir; onların da kay­nağı ağızdır. Sevgilinin dudakları âşığı­na hayat verir, can bağışlar. Onun için busesi bir can çeşmesidir. Âşık sevgili­nin busesi ile ölümü temenni eder. Çünkü o yine dudaklar sebebiyle yeni­den hayata kavuşacaktır. Dudaklar ölü­me derman olduğu gibi özellikle aşk derdine, hastalığa şifa ve ilâçtır. Hü­kümdarın dudağı. Ölüm mahkûmunu affederek ona hayat bağışladığı için âb-ı hayâttır. Siyah saçlar "karanlıklar ülkesfne benzetilir. Vahdeti temsil eden dudak bu yönden de iman ile ilgilidir. Sevgilinin gözleri de hayat pınarıdır.

 

Şarap da (aşk şarabı, ilâhî aşk şarabı) âb-ı hayâta benzetilir. Bu şekilde şa­rapta bulunan kırmızılık (= ateş: aşk, hararet, iştiyak) ile sıvı oluş (= su: sükûn, teskin, vuslat) arasındaki tezada işaret edilir. Gönül, kalp, ruh, insana maddî ve manevî hayatiyet sağladığı İçin âb-ı hayât; vücut bunların kafesi, örtüsü ve koruyucusu olduğu için, ka­ranlıklar ülkesidir. Tenine, nefsine veya mâsivâya mahkûm olan kişi, İskender gibi ten karanlığında yolunu kaybeder; gönlü hayat pınarına ulaşamaz.

 

Edebiyatımızda yer yer edep, terbiye, lütuf, ihsan, adalet, ilim, irfan, eser bı­rakma gibi hususlarla hayat kaynağı, ölümsüzlük arasında çeşitli İlgiler ku­rulmuştur. Bilgi ve söz yazı ile. yazı da mürekkeple ebedîleşir. Yazı vasıtası ka­lemdir. Bu bakımdan mürekkep kalemi, yazıyı, bilgiyi ve düşünceyi ölümsüzleşti­ren bir hayat ırmağıdır. Mürekkebe gi­dip gelerek ıslanan kalem âb-ı hayâta kavuşan, onu içen Hızır misalidir. Mü­rekkep ise siyah rengiyle karanlıklar di­yarını temsil eder. Mürekkebin bulun­duğu yer olan divit (hokka) yine karan­lıklar diyarıdır. Ayrıca kalem, ebedî fe­yiz çeşmesinin lülesi ve musluğudur.

 

Gökyüzü, gece siyahlığı dolayısıyla karanlıklar ülkesidir. Ay, özellikle dolu­nayın şekli, parlaklığı ve rengi bakımın­dan siyah-beyaz tezadı içinde pınara, âb-ı hayâta benzetilir. Güneş bütün canlılar için su gibi daimî bir feyiz ve hayat kaynağıdır. Geceleyin kaybolan güneş zulmette gizlenen âb-ı hayât. gündüz gökyüzü ise içinde âb-ı hayât bulunan altın bir kadehtir. Bahar mev­simi, bahar rüzgârları ve yağmurlar to­humların, bitkilerin yeşermesine, diril­mesine sebep ve yardımcı oldukların­dan ölüyü dirilten âb-ı hayât misalidir­ler. Çeşme, havuz, sebil vb. dolayısıyla yazılan kasidelerde ilgili suyun âb-ı ha­yâta benzetilmesi, her zaman için karşılaşılabilecek hususlardandır.

 

Âb-ı hayâtın yanı sıra Hızır, İskender ve zulmet konulan, yine çok defa onun­la ilgili motifler halinde ele alınmıştır. Meselâ Hz. Ali ve Mevlânâ gibi belli isimler veya herhangi bir velî, pîr, mürşid-İ kâmil Hızır'a benzetilir. Onların irşadı, rehberliği ve himmetleri Hızır'ın âb-ı hayâtı gibi şifadır. Hızır sevilen ve övülen kişidir, sevgilidir, padişahtır, ve­zirdir, dosttur. Sevgilinin kendisi, du­dakları veya yanakları âb-ı hayât ise âşık da onu arayan Hızır'dır. Hızır edip­tir. Şair söz ve mâna Hızır’dır. Nasıl Hı­zır âb-ı hayâtla diri kalmışsa şair veya yazar da Şiiriyle, eseriyle, sanatıyla ebe­dîdir. Hızır seyahatler etmiş ve etmek­tedir. Âşığın gönlü de sabırsız ve karar­sızdır; yerinde duramaz, seyahatler eder, âb-ı hayâtı (sevgilisini) arar. Hı­zır'ın yürüdüğü yerlerde kuru otlar yeşerir. Kalemin de arkasında otlar, çi­menler gibi harfler, yazılar teşekkül eder. Gonca gül yeşilliği, gizliliği yönün­den elinde âb-ı hayât kadehi tutan Hı­zır'a benzetilir. Hızır uzun ömrü ifade eder. Genellikle sevgilinin boyunu tem­sil eden servi (tasavvufî açıdan vahdet) yeşilliği, yüksekliği ve uzunluğu itibariy­le uzun ömre delâlet eder. Dolayısıyla Hızır-servi münasebeti kurulur.

 

Bütün arzu ve mücadelesine rağmen âb-ı hayâtı bulamayan İskender, mura­dına kavuşamayan kimseyi temsil eder. Bu sebeple âb-ı hayâta, âb-ı İskender veya âb-ı İskenderî de denilmiştir. Aklın varabileceği nokta sınırlı, gönlün ise sonsuzdur. En güzeli akıl ve gönlün bir­likte olmasıdır. Bu itibarla İskender akıl, Hızır ise gönüldür. "Gönül Hızın", ten zulmetinde âb-ı hayâtı bularak, "nefsini bilen, rabbini bilir" sırrına er­miş; "akıl İskenderi" yabanda kalmıştır.

 

Bir başka açıdan Hızır akıldır, kılıç İs­kender'e benzetilir. Bazan da kılıç ile âb-ı hayât arasında ilgi kurulur. Kâfirin gönlü imansızlıktan kararmıştır. İsken­der'in zulmette âb-ı hayâtı araması gibi kılıç da kâfirin kalbinde iman arar, bu­lamaz. İskender cihan fâtihidir; şarkı ve garbı fethetmiş, gücü ve şöhreti bü­tün dünyaya yayılmıştır. Bu bakımdan şâir (veya yazar), Şiirinin üstünlüğünü, şöhretini, meşhurluğunu belirtmek için kendisini, şâirliğini veya ilhamını (Şiirini) İskender'e, kalemini Hızır'a, sözünü ve­ya mürekkebini âb-ı hayâta benzetir.

 

Destan ve masallarda bazı hayvanla­rın âb-ı hayât içerek ölümsüzleşmesi motifleri vardır. Bunlardan en meşhuru Köroğlu'nun atıdır. O. hayat pınarından içmekle ebedî hayata kavuşmuştur. At ve âb-ı hayât ilişkisine divan Şiirinde de rastlanılmaktadır. (8)

 

 

 

 

Hızır ve Bâtıl İnançlar, Hurâfeler

 

Başta Buhârî olmak üzere (İlim, 44), birçok hadis kitabında rivâyet edilen hadis-i şerifte Hz. Hızır’ın şu sözü dikkati­mizi çekiyor: “Ben Allah’ın bana öğrettiği bir ilmi biliyorum ki sen onu bilmez­sin. Sen de Allah’ın sana öğrettiği bir ilmi bilirsin ki, ben onu bilmem.”

 

 Hz. Mûsâ (a.s.) Allah'ın elçisidir. Elçiler Allah'ın kendilerine verdiği görevi yaparlar. Bu da insan­lara doğru yolu göstermek ve onlara rehberlik yapmaktır. Şu âyet bunu açıkca belirt­mektedir: “Ey Rasûl/Elçi biz seni şâhit, müjdeci ve uyarıcı ola­rak gön­derdik. Kendi izniyle Allah yoluna çağıran ve aydınla­tan bir lamba olarak.” (33/Ahzâb, 45-46). Bir elçinin yaptığı davranışları her insan ya­pabi­lir. Çünkü onlar örnek kişilerdir. Onlarda Hz. Hızır’ınkine benzer ga­rip davra­nış­lar görülmez. Elçilerin gösterdikleri mû­ci­zeler ise onla­rın elçiliklerini ispattan başka bir gâye taşı­maz. Hızır (a.s.)ın bilgisine elçi­le­rin ihti­yacı yoktur. Bunu anlamak için yukarıdaki üç olayın içyüzünü anlatan şu âyetleri oku­yalım:

 

(Hızır, Mûsâ'ya dedi ki:) Şimdi sana sabredemediğin şeyin içyü­zünü bildireceğim:

O gemi, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu hale ge­tirmek istedim. Çünkü on­ların ileri­sinde, tuttuğu gemiyi zorla alan bir kral vardı.

Çocuğa gelince, onun anası ba­bası mümin in­sanlardı. Bu­nun on­ları azgınlığa ve kâfir ol­maya zorlaya­cağından korktuk.

İstedik ki, Rab’leri onun yerine kendilerine on­dan daha temiz ve daha merhametli birini ver­sin. 

Duvar ise şehirde iki yetim ço­cuğundu. Altında onlara ait bir ha­zine vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki, onlar olgunluk çağına girsinler de hazinelerini çıkarsınlar. Bu, Rabbinin bir merhame­ti­dir. Yoksa bunu ben kendiliğimden yapmış değilim. İşte senin sabre­de­mediğin şeyin iç yüzü.” (18/Kehf, 78-82)

 

Bu olayın ibret verici bir çok yönü vardır. Bize göre en önemlisi şudur: Allah’tan gelen her şeye teslim olmak ve bizim için ha­yırlı sonuçlar doğura­cağına inanmak gerekir. Çünkü hoşumuza git­meyen nice olaylar vardır ki, daha sonra ne kadar gerekli olduğu ortaya çıkar. İşte hikmet budur. Hikmet bir şeyin yerli ye­rinde olduğunu gös­teren şeydir. Bir olayın hik­me­tini anla­ya­madık diye üzü­lüp ümitsizliğe kapıl­maya gerek yoktur.

 

Elçilerde bu gibi garip davranışlar görülmez. Çünkü onla­rın davranışları ümmetleri için ör­nektir. Ama Hızır'ın da­vranış­ları örnek alı­namaz. Yu­ka­rıdaki işleri Hz. Mûsâ yapsaydı ve bir ya­hudi bunu örnek alıp anasına ba­ba­sına zahmet ve­recek diye bir çocuğu öl­dürseydi veya başkası gasbe­de­cek diye biri­nin malına za­rar verseydi insanlar ara­sında emni­yet ve huzur kalır mıydı? O za­man herkes yaptığı garip davranışa bir kılıf bu­lup delil olarak da Hz. Mûsâ’yı göstermez miydi?

 

Yukarıdaki hadis-i şerif Hz. Muhammed sal­lal­lahu aleyhi ve sel­lemin şu sözleriyle bitmiştir: “Mûsâ’ya Allah rahmet eylesin; çok isterdik ki, sabır gös­tersin de bize,  birlikte yapacakları daha çok şey anlatılsın.” Bu hadis-i şerif açıkca gösteriyor ki, Hz. Hızır'dan öğrenilenler âyette belirtilenlerle sınır­lıdır. Bu konuda Hz. Muhammed bile fazla bir şey bilmemektedir.

 

Bu gerçekler karşısında artık kim Hz. Hızır’a öğretilen ilmin kendine de öğretildiğini iddia edebilir ?!

 

Tasavvufçular derler ki: İlham ve keşif yoluyla elde edilen bir hakikat bilgisi vardır. İşte ilm-i ledün odur. Bu, fikrî, zihnî ve de düşünce temrinleriyle (alıştırmalarıyla) elde edi­len bir bilgi türü değildir, Allah tarafın­dandır (Bkz. Hasan Kâmil Yılmaz, Ledün İlmi ve Keşf, Altınoluk dergisi, Sayı l05, Ka­sım l994, İstanbul, s. 31).   

 

Âyette “Ona, kendi katımız­dan bir ilim öğretmiş­tik.” (18/Kehf, 65) bu­yu­rulu­yor. Burada öğ­retmeden bahsedilmek­tedir. Halbuki ilham ve keşf birer ilim öğ­renme yolu değildir. “Andolsun sen bunun böyle olacağını bekle­mi­yor­dun. Senin perdeni aç­tık. Artık bugün gö­zün keskindir.” (50/Kaf, 22). Bu âyetin tasavvufçuların ifade ettiği mânâ ile bir ilgisi yoktur. Eğer âyetin öncesi ve son­rası okunursa bunun yalnızca âhi­retle ilgili olduğu açıkça anlaşılır. Âyetlerin meali şöyledir: “Artık sura üfürülmüştür. İşte bugün tehdidin gerçekleşe­ceği gündür. Herkes yanında, biri kılavuz öteki şahit, iki melekle bir­likte gel­miştir. Andolsun sen bunun böyle ola­cağını bek­lemi­yordun. Senin perdeni açtık. Ar­tık bugün gözün kes­kindir. Yoldaşı, işte benim yanımdaki hazırdır diye­cek. Atın cehenneme şu dik kafalı tanımazların hepsini. İyiliğe karşı duran, gemi azıya alan, işkiller içinde kıvra­nan şu tanı­mazları atın. Allah ile beraber başka bir tanrı daha edinen var ya, onu da en ağır azaba atın.” (50/Kaf, 20-26)

 

Bu âyet, tamamen âhiretle ilgilidir. Ortada çok açık âyet ve hadis­ler varken onlara gözlerini kapatmak ve hiç ilgisi olmayan âyetlerden yanlış hüküm çıkarmaya çalışmak ilmî bir yol değildir. (Abdülaziz Bayındır, Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, Süleymaniye Vakfı Y., 2. baskı, İst. 1997, s. 92-96) 

 

Tasavvufçuların Hızır kültü ile ilgili olarak Ahmet Yaşar Ocak şunları söyler:

 

“Hızır yahut Hızır-İlyas kültü, her ne kadar îslâmi bir temelden kaynak­lanıyor görünse de, iyice ve derinliğine incelendiği zaman, gerçekte ona yabancı ve değişik bir mâhiyet arzetmektedir. Hızır denilen insanüstü bir varlık etra­fında meydana gelmiş bulunan bu kült esasta, Türkler'in ve diğer İslâm mil­letlerinin yayıldığı geniş bir coğrafyada ve tarihi süreç içinde çok çeşitli kültür ve inanç sistemlerinin katkılarıyla müslüman kültürü çerçevesinde teşekkül ettirilen bir syneretisme'dir.

 

Hızır yahut Hızır-İlyas kültünün yüzyıllardan beri bu derece yaygın ve canlı kalabilmesinin temelinde hiç şüphesiz, yayıldığı her yerde eskiden mevcut uygun inanç ve gelenekleri, âdet ve merasimleri kendi bünyesine maledebil-mesi, başka bir deyişle o yerin özelliklerine uyabilmesi gerçeği yatmaktadır. Bu husus, ilgili bölümlerde bütün açıklığıyla görülebilecek durumdadır.

 

Kült'e esas mevzuu teşkil eden Hızır figürü için de aynı durum kendini göstermektedir. Hızır figürü de, her bölgede daha eskiden mevcut benzer tip­leri kendine uyarlayarak İslâm milletlerinin mitolojilerindeki ortak çehresi­nin yanında, bölgelere ve kültür ortamlarına göre değişen özellikler kazanmış ve küçük farklılıklar ortaya koymuştur, insanların tabii olan bir takım ruhî ihtiyaçlarına ve özlemlerine cevap verebilecek bir çehreyi böylece kazanan Hızır figürünün, tâbir câıizse, kendine bağlanan insanların uzun bir tarih sü­reci boyunca dantel gibi ilmik ilmik örerek meydana getirdikleri bir tip ol­duğunu söylemek doğru olacaktır. Bunun en açık delilini ise, mutasavvıflarla sade halkın tasavvur ettiği Hızır figürü ve fonksiyonları arasındaki farklar oluşturmaktadır. Daha açık söylemek gerekirse, tasavvuf çevreleri ile halk kendi zihnî ve fikrî yapılarına göre Hızır'a husûsiyet kazandırmışlardır. As­lında Hızır gibi bir şahsiyet için bundan daha tabiî bir durum olamazdı.

 

İşte bu yüzdendir ki, Hızır yahut Hızır-İlyas kültüne iştirak eden Türkler ve diğer müslüman toplumlar, uzun bir tarih devresinde ortaya koydukları edebî mahsullerinin çeşitli türlerine de yukar­da işaret olunan gerçeğe uygun bir biçimde inançlarını yansıtmışlardır (s. 47).

 

Hızır'ın yaşadığına inanılmasının ilâhiyat açısından önemli başka bir yönüne değinmek de icap ediyor. Bu da Şîîlik'te Hızır'ın yeri ve önemi meselesidir. Bilindiği üzere Şîîlik'te Hızır'ın Sünnîlik'tekinden apayrı bir durumu vardır. Özellikle On iki imam (İmâmiye) Şîîliğinde Hızır'ın sağ olduğuna kesinlikle inanılmaktadır. Meselâ rivâyete göre, Hz. Ali'nin vefatında gelip cenaze merasimine katılmış ve Ehl-i Beyt'e başsağlığı dilemiştir. Hz. Hüseyin şehid olduğu zaman arkasından mersiye okumuştur. Bütün bu inançlar, Hızır'ın üzün­tülü ve felâketli günlerde Peygamber sülâlesinin tesellicisi olduğuna inanıldığını gösterir.

 

Aslında, Şîîlik'te Hızır'ın sağ olduğuna bu derece kuvvetle inanılması, belli ölçüde İmam kavramının mistik yönüyle alâkadar görünmektedir. Şöyle ki: Nasıl Hz. Mûsâ ve Hızır ilişkisinde birincisi şeriatı öteki bâtını temsil ediyorsa, ilk imam Hz. Ali ile Hz. Muhammed de aynı çerçeve dâhilinde mütâlâa olunmaktadır. Yani, Hz. Muhammed'in bâtını temsil eden Hızır'ı, Hz. Ali'dir.

 

H. Corbin'in naklettiğine göre, Şîîler'in elindeki Hz. Ali'ye i zâfe edilen meşhur hutbelerden birinde, yaratılıştan bu yana, yeryüzündeki muhtelif din mensupları arasında Hz. Ali'nin hangi isimler altında göründüğünü anlatan bir parça bulunmaktadır. Bu parçada Hz. Ali hıristiyanlara hitaben, "Ben İncil'de adına İlya denilen ki­şiyim" demektedir. Burada Ali adıyla İlya, daha doğrusu Eli arasındaki benzerlık gözden kaçırılmamalıdır. Çünkü bu sûretle Hz. Ali'nin Eli (İlya) olduğuna dikkat çekilerek, Hızır'la İlya'nın aynı kişi olduğu hatırlanırsa, Hz. Ali'nin de Hızır olduğu vurgulanmak istenmiştir (68-70).

 

Yeşil anlamına gelen bu lakabından dolayı Hızır'a Şîîlik'te üstün bir mevki tanınmıştır. Zira bilindiği gibi yeşil renk hem genel olarak İslâm'ın dini ren­gi, hem de Hz. Ali sülâlesinin ve dolayısıyla Şîîliğin mukaddes rengidir. On ikinci imam Mehdî de, hâlen inanıldığına göre, Beyazlık Denizi'nin ortasındaki Yeşil Ada'da ikamet etmektedir (s.61).

 

Tasavvuf çevrelerinde yazılan kaynaklar Hızır'ı daha çok bir velî, bu çev­relerin dışındakiler ise bir nebî olarak kabullenmişlerdir. (Hızır'ın âdeta Bu­da Menkabesini hatırlatan çok ilgi çekici uzun bir menkabesi anlatılır) (s. 66).

 

Âyet ve hadiste bu hususta hiçbir emâre bulunmamasına rağmen, tasavvuf çevrelerinin de Hızır'ın ebedî hayatta olduğu inancını benim­semiş olması, meseleyi canlı tutmuştur (s. 67).

 

Başta Buhârî olmak üzere Ahmed İbn Hanbel, İbnü’l-Esîr, İbnu'l-Cevzî, Nevevî ve İbn Kesîr gibi ileri gelen ulemâ Hızır'ın ebedî yaşadığı inancını şiddetle reddederler. "Biz senden önce de hiç bir insana ölümsüzlük vermedik" (21/Enbiyâ, 34) âyetini delil gösterirler (s. 68).

 

Hızır'ın ebedî yaşayacağını kabul edenler: Ulemâdan ziyade mutasavvıflar ve halk arasında yaygın olan fikir bu­dur. Ama ulemâ arasında da bazan bu görüşü paylaşanlara rastlanılmakta­dır. Bunların genel olarak sûfî çevrelerle temasta olan ulemâ olduğu söylenebilir (s. 68).

 

(Bu çevreler tarafından rivâyet edildiğine göre Hızır) Hz. Ali'nin vefatında gelip cenaze merasimine katılmış ve Ehl-i Beyt'e başsağlığı dilemiştir. Hz. Hüseyin şehid olduğu zaman, arkasından mersiye okumuştur. Bütün bu inançlar, Hızır'ın üzüntülü ve felâketli günlerde Peygamber sülalesinin temsilcisi olduğuna inanıldığını gösterir (s. 70).

 

İbn Kesîr de aynı şekilde bu tip hikâyeleri özetledikten sonra, bunların en çok Nevf b. Fudâle el-bekkâlî ve Ka'bu'l Ahbâr gibi Yahudi asıllı râviler tarafından rivâyet edildiğini bildirir; tenkidlerini yaparak bunlara inanılma­masını özellikle tekrarlar (s. 69, 107 nolu dipnot).

 

Tasavvuf çevreleri llyas Peygamber'e, Hızır'a verdikleri önemin yarısını bile vermemişlerdir. Üstelik, âyetlerde İlyas'ın iki defa ismen zikredilmesine karşılık, Hızır adının bir kere bile kullanılmadığını bir defa daha hatırlamak lâzımdır (s. 79).

 

(Bütün bunlara rağmen) Meselâ Muhyiddin ibn Arabî, birçok de­fa Hızır'la konuştuğunu anlatır ve bunları maddî âlemde cereyan eden olay­lar gibi tasvir eder (s. 85).

 

Gazâli, ehl-i keşfin Hızır'ı çıplak gözle diğer insanlar sûretinde görebile­ceğini belirtir (s. 85, 11 nolu dipnot).

 

İmam Rabbânî de Hızır ve İlyas'ın kendini görmeye rûhânî şekilde gel­diklerini ve Hızır'ın rûhânî olarak kendisiyle sohbet edip İlyas'ın birşey söy­lemediğini hikâye eder (Bakınız Mektubât, s. 468; s. 85, 15 nolu dipnot).

 

Tasavvufçuların inanışına göre; Hızır, gerçek fizyonomisini değiştirebilme, sonsuz değişik kalıplarda gö­rünme kabiliyetine sahiptir. İhtiyar veya genç bir adam, bir çocuk olabilir; kuş ve tavşana varıncaya kadar çeşitli hayvan biçimlerine de girebilir (Bk, Kuşeyrî, Gazzâlî, Attâr). Göz yumup açıncaya kadar çok uzak mesafeleri aşabilir (Kuşeyrî). Yardımına ihtiyaç duyulduğu zaman, hiç umulmadık bir anda görünüverir ve işini bitirir bitirmez, yine öylece âniden kaybolur (Bk. birçoklanyla birlikte Hucvirî). Tabiattaki varlıkları kendi emrine alabilir, on­ları kendi hizmetinde kullanabilir (Birçoklarıyla birlikte Hucvrirî). Ölü insan­ları diriltme kabiliyetine mâliktir (Bk. Menâkıb-ı Mahmud Paşa). Havada, boşlukta yürüyebilir; Su üstünde batmadan dolaşabilir (Bk. Serrâc, İbn ül-Arabî ve birçokları). İşte bu sayılan fevkalâde kabiliyetler, yahut tasavvufî deyimle kerâmetler, Hızır'ın daha ziyade bir velî hüviyetinde düşünüldüğü­nün en açık alâmetlerindendir. Şüphesiz tasavvuf çevrelerinin Hızır'a vere­cekleri sima da bundan başkası olamazdı (s. 87-88).

 

Hemen her mutasavvıf zımnen de olsa, Hz. Mûsâ yanında Hızır'a daha üstün bir mertebe tanıdığını imâ eden ifadeler kullanmaktan çekinmez. Çünkü onların nazarında Hz. Mûsâ Şeriatı, Hızır ise, tasavvuftaki en üst mertebe­yi, yani Hakikati temsil etmektedir. (Bilindiği gibi Hz. Mûsâ, Kur'ân-ı Kerim'de zikredilen peygamberler arasında "altı büyük peygamber" (ulu'l-azm)'den biri olarak yüksek bir mertebe işgal eder. Ayrıca "Kelîmullah" yani Allah ile konuşan kişi lakabını almıştır. Buna rağmen onun Hızır karşısında ikinci derecede tutulması, gerçekten Hızır'ın mutasavvıflar arasındaki mevkiini son derece iyi anlatan bir durumdur.) (s. 88 ve 30 nolu dipnot).

 

Hızır'ın bu fonksiyonunun, kısmen farklı biçimlerde olsa bile; Yahudi­lik ve Hıristiyanlık'ta İlya tarafından îfâ edildiğini görüyoruz. Mesih'in yer­yüzüne gelişinden üç gün önce İlya ortaya çıkarak onun için hazırlık yapacaktır. (Şîîlikte Hızır'ın bu fonksiyonu ile imam telâkkisi arasındaki ya­kınlık dikkati çekiyor. İmam da Hızır gibi İlâhî kaynaklı bilginin sahibidir ve bunu mü'minlere aktarmakla görevlidir (s. 91 ve 39 nolu dipnot).

 

Böylece tasavvufta bir (Hızr-ı zaman/zamanın Hızır'ı terimi kullanılmaya başlandı (s. 94).

 

(Tasavvufçuların iddiasına göre) Abdülhâlik Gucduvânî (öl. 574/1179)'ye gençliğinde tasavvufu öğ­reten ve zikr-i hafî'yi gösteren odur. Ahmet Yesevî'yi çocukluğundan beri yetiştiren Hızır olmuş, Yeseviîiğin temel erkânından Zikr-i Erre'yi o öğret­miş ve bu zikir bütün Yesevî silsilesinin virdi olmuştur. Yine Yesevîlikteki tarikat asâsı da Hızır'dan intikal etmiştir. Celvetîlikteki Hızır kıyamı zikri, aynı şekilde Hızır'ın Aziz Mahmud Hudâî'ye tâlimatı neticesi erkândan sa­yılmıştır (s. 94).

 

İşte Hızır'ın tasavvuf kaynaklarında tesbit edilebilen bu fonksiyonları topyekün mütâlea olunduğunda, Kitab-ı Mukaddes ve sonrası İlya figürünü bir daha hatırlamamak kabil değildir. Tıpkı mutasavvıflara görünerek onlara İlâhî hikmet ve sırları açıklayan Hızır gibi, İlya da zaman zaman Yahudi mis­tiklerine görünmekte, gizli hikmetleri ve sırları bildirmektedir. Yahudi mistikleri de mutasavvıflar gibi yollarda ve çöllük yerlerde İlya'ya rastladıklarını ve ondan birtakım gerçekleri öğrendiklerini söylemektedirler” (s. 98-99). (Ahmet Yaşar Ocak, İslam Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü, Türk Kültürünü Araştırma Ens. Y., parantez içinde numaraları verilen sayfalar, 1985 Ank; Karş. E. Özkan, Tasavvuf ve İslâm, s. 335-346)

 

Konuyla ilgili olarak İbrahim Sarmış da şunları dile getirir:

“Tasavvuf, önceleri zühd hayatı şeklinde algılanırken, sonraları, çevreden aldığı kollarla gittikçe büyüyen bir nehir gibi, alabildiğine yabancı kültürle beslenmiştir. İslâmî temellere dayandığını göstermek için de kendine Kur'an, Sünnet ve sâlih selefin hayatından birtakım İslâmî temeller aramış veya iddia etmiştir. Bunlardan biri Kehf sûresinde geçen Hz. Mûsâ ile "Sâ­lih Kul" kıssasıdır.

 

Tasavvufçular sûredeki sâlih kulu "Hızır" adında ermiş bir kişi olarak nitelemiş ve anlatılan kıssanın mânâlarını, hedeflerini ve mesajını tahrif ederek tasavvuf inancının temellerinden biri yapmışlardır. Bu kıssaya daya­narak zâhir bir şeriat ve ona muhâlif bâtın bir hakikat bulunduğunu, şeriat âlimlerinin hakikat âlimlerinin birtakım düşünce ve uygulamalarını yadırgaması veya eleştir­mesinin yanlış olduğunu söylemiş, peygamber değil, bir veli kabul ettikleri "Sâlih Kul"a (Hızır) Hz. Mûsâ'nın itirazının nasıl anlamsız ve tuhaf bir şey ise, şeriat âlimlerinin de hakikat âlimlerini eleştirmesi veya onlara itiraz et­mesinin yersiz ve anlamsız olduğunu iddia etmişlerdir. Yanlış olarak, velî olduğunu söyledikleri Hızır'ın vahiy ve ilham aldığını, akaid ve şeriat sahibi olduğunu söylemiş, peygamber olduğu kesin olan Hz. Mûsâ'yı da onun emri­ne vermiş, bunu tasavvuf anlayışı için temel kabul etmişlerdir.

 

Hızır'ın peygamber değil veli olduğunu, kıyâmete kadar yaşayacağını, peygamberlere gelen vahiy yolundan ayrı bir yolla kendisine Ledünnî ilim dedikleri bâtınî bir ilim geldiğini, bu ilmin Hz. Peygamber’in peygamberli­ğinden önce ve sonra her zaman bütün velilere indiğini, bu ilimlerin pey­gamberlere gelen ilimden daha üstün ve daha büyük olduğunu iddia etmiş­lerdir. Nitekim, veli olan Hızır'ın işlediği bazı fiillerin anlamını ve izahını Hz. Mûsâ, peygamber olduğu halde bilememiş ve veli olan Hz. Hızır'a uymak zorunda kalmıştır. Üstelik Hızır'dan birtakım bilgiler öğrenmek için onun yanına gitmiştir, diye iddia etmişlerdir.

 

Yine veli olduğu halde Hızır, nasıl peygamber olan Hz. Mûsâ'dan daha büyük ve daha bilgili ise, ümmetin velilerinin de şeriatın zâhirini bilen pey­gamberden daha büyük ve daha bilgili olduğunu, aynı şekilde hakikat âlim­leri olan evliyâ yahut tasavvufçuların şeriat (zâhir) âlimi olan âlimlerden daha büyük olduğunu ileri sürmüşlerdir.

 

Yine, Hızır'ın evliyâ ile buluştuğu, bu hakikatleri onlara öğrettiği, kendi­lerinden tasavvufî ahidler aldığını söylemiş, tasavvufî hakikatlerin şeriat hakikatinden farklı olduğu ve bundan dolayı her velinin müstakil şeriatı bu­lunduğunu belirtmişlerdir.

 

Tasavvufçular, Sâlih Kul kıssasından öyle hurâfeler ve akıldışı şeyler çı­karmışlardır ki, onlardan kimileri Sâlih Kul'un (Hızır'ın) ayrı bir şeriata sa­hip olduğu için namaz kılmadığını, kimileri de namaz kıldığını ve hanefî mezhebine göre, bazıları da şâfiî mezhebine göre kıldığını söylemiş­tir. Kimileri de birtakım zikirleri doğrudan Hızır'dan aldığını iddia etmiştir.

 

Tasavvufçular, bununla da yetinmeyerek İslâm âleminin değişik yerleri­ni Hızır'ın makamı saymış, Hızır'ın orada ya oturduğunu veya bir tasavvufçu ile orada buluştuğunu iddia etmişlerdir. Onun için birçok yerde ona bir makam veya bir kabir uydurmuşlardır. Orada kurbanlar kesilmiş, taşlar öpülmüş ve o yerin eşyası ile teberrük edilmiştir. Ziyaretin kapısına da haraçları toplayan bir bekçi dikmiş ve geçim vasıtası yapmışlardır.

 

Öyle görülüyor ki Hızır olayını tasavvufa dayanak yapan ve tasavvufa sokan ilk kişi, Hatemu'l-Evliyâ nazariyesini ilk defa ortaya sûfı Hakim et-Tirmizî'dir. Bilindiği gibi, bu adam hicri üçüncü yüzyılda ölmüştür. Hatmu'l-Velâye adlı kitabında evliyânın alâmetleri konusunda şöyle demektedir:

 

“Evliyâ hakkında Hızır (a.s.)'ın ilginç bir kıssası bulunmaktadır. Ta baştan -kaderlerin belirlendiği andan-, onların durumunu görmüş ve onların yaşadığı zamanda yaşamak istemiştir. Onun için kendisine hayat verilmiştir. Öyle ki artık bu ümmetle haşrolma ve Muhammed'e tâbi olma özelliğine sahip olmuştur. İbrahim i-Halil ve Zülkarneyn zamanından kalma bir adamdır. Zülkarneyn'in ordu kuman­danıydı. Zülkarneyn Aynu'l-Hayat'ı istemiş, ama elde edememiş, Hızır elde etmiş­tir Bunun hikâyesi uzundur. İşte evliyânın alâmetleri bunlardır. En belirgin alâmet­leri, kaynağından dile getirdikleri ilimdir. "Nedir bu ilim?" diye sorulduğunda da şöy­le cevap vermiştir: Bidâyet (âlemin veya varlıkların) ilmi, misak (söz alma) ilmi, kaderler ilmi ve harfler ilmi. Hikmetin kaynakları (veya temelleri) bunlardır. En üstün hikmet budur. Bu ilim ancak büyük velîlerden ortaya çıkar. Onlardan da velâyetten nasibi olanlar alır.” (Hakim et-Tirmizî, Hatmu'l-Velâye, s. 361-362, Beyrut, 1905)

 

Hızır hakkında örülen hurâfelerden Şâfiî mezhebine göre namaz kıldığı uydurmasını da isterseniz Mektubat’ın sahibinden dinleyelim. Mektubat'ın 282. mektubunda olay şöyle anlatılmaktadır:

 

"Hızır ve İlyas'ın görüşmeleri ve hallerinden bir nebze bilgi verilmesine dair Molla Bedi'a yazılmış mektuptur: Allah'a hamd ve seçtiği kullarına selâm olsun. Hızır (a.s.) hakkında arkadaşların soruşu üzerinden epey zaman geçti. Bu faki­rin gerektiği kadar onun ahvâli hakkında bilgisi olmadığı için cevap vermemiştim. Bugün sabah toplantısında Hızır ve İlyas'ın rûhânîler sûretinde hazır olduğunu gör­düm. Hızır rûhânî bir kelâm ile şöyle dedi: Biz ruhlar âlemindeniz. Allah ruhlarımıza tam bir kudret vermiştir ki, bu kudretle vücutlar sûretinde teşekkül ve temessül ed­er, vücutlardan sâdır olan cismânî duruş ve hareketler, bedenî itaat ve ibâdetler ondan sâdır olur.

 

O anda kendisine "Siz Şâfiî mezhebine göre namaz kılıyorsunuz" dedim. Şöyle de­di: “Biz şeriatlarla mükellef değiliz, ama ev Kutbu'nun (sahibinin) görevlerinin yerine gelmesi bize bağlı olup kendisi de Şâfiî mezhebinde olduğundan biz de arkasında İmam Şâfiî’nin mezhebine göre namaz kılıyoruz.” O anda anlaşılmıştır ki, tâatlarına mükâfaat terettüp etmemekte, belki onlardan ibâdet ve tâat, tâat ehline muvâfakat ve ibâdet sûretine (şekline) riâyet için sâdır olmaktadır (Yani ibâdet edip sevap kazanmak için değil, sadece ibâdet edenler gibi oturup kalkmaktadırlar). Yine anlaşılmıştır ki, velâyetin kemâlâtı Şâfiî fıkhına muvâfık, nübüvvetin kemâlâtı da Hanefî fıkhına muvâfıktır (Yani veliler şâfiî, peygamberler de hanefîdir). O zaman altı fasılda naklen zikreden Hoca Muhammed Parsa'nın sözlerinin hakikati de anlaşılmış oldu ki, şöyle diyordu: Hz. İsa indikten sonra Ebû Hanıfe'nin mezhebine göre amel edecektir.

 

O anda ikisinden medet istemek ve duâlarını almayı talep etmek aklımıza geldi. Bunun üzerine şöyle dedi: ‘Allah'ın inâyeti kişinin halini ihâta etmişse, bizim orada bir rolümüz olmaz.’ Sanki aradan sıyrılıp gittiler. İlyas(a.s.) o zaman hiç konuşma­dı." (Mektubat, 282, Hakikat Kitabevi, İstanbul).

 

Hızır'ın Şâfiî mezhebine göre namaz kıldığını söyleyen tasavvufçular ol­duğu gibi, Hanefî mezhebine göre kıldığını söyleyenler de vardır (Bakınız, Abdurrahman Abdulhalik, el-Fikru’s-Sûfî fî Da’vi’l-Kitab ve’s-Sünneh, Kuveyt, 1986, s. 137-138).

 

Hızır'ın, Ebû Hanife'den şeriat dersleri aldığı da şöyle anlatılmaktadır: "Hızır, her sabah namazdan son­ra Ebû Hanife'nin ders halkasına geliyor ve ondan şeriat ilmini öğreniyordu. Ebû Hanife Ölünce, Hızır şeriat ilmi tahsilini tamamlayabilmek maksadıyla kabrinde diri olması için Allaha duâ etti. Her gün Ebû Hanife'nin kabrinin başına geliyor ve kabrinden konuşan Ebû Hanife'den şeriat ilmi tahsilini sürdürüyordu. Hızır, ölen Ebû Hanife'den şeriat ilmi tahsilini tamamlamak için on beş sene böyle devam etti"(Hüseyin İbn Mehdi el-Ğuneymi, Mearic, s. 4, Daru'l-Erkam, 1988).

 

Fahruddin er-Razi, Hz. Mûsâ ve Hızır'la ilgili kıssayı tefsir ederken Hz. Hızır'ın peygamber olduğunu söylemekte ve bunu savunanların delillerini şöyle sıralamaktadır:

 

a- Yüce Allah "yanımızdan ona bir rahmet verdik" (18/Kehf, 65) buyurmaktadır. Rahmet de nübüvvetin kendisidir (Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyette peygamberlerden “kendilerine rahmet verilen kimseler” olarak bahsedilir ve bütün müfessirler bu âyetlerdeki “rahmet” kelimesinin nübüvvet mânâsında olduğunda müttefiktir).

 

b- Yüce Allah "Katımızdan ona bir ilim öğrettik" (18/Kehf, 65) buyurmaktadır. Bu da bir öğretici veya bir mürşid aracılığıyla değil, doğrudan doğruya Allah'ın ona öğretmiş olmasını gerektirir. İnsan aracılığı olmadan Yüce Allah'ın öğ­rettiği kişinin işleri Allah'ın vahyetmesiyle öğrenen bir nebî olması vâciptir.

 

c- Hz. Mûsâ ona: "Bana öğretmen için sana tâbi olayım mı?" (18/Kehf, 66) diye sormuştur. Biliyoruz ki, öğretimde veya öğrenimde bir peygamber, peygamber ol­mayana tâbi olmaz.

 

d- Hızır, Hz. Mûsâ'ya "Bilmediğin bir şeye nasıl sabredersin?" (18/Kehf, 68) diyerek ondan farklı olarak başka bilgilere sahip olduğunu göstermiştir. Hz. Mûsâ da "Senin hiçbir işine karşı çıkmam." (18/Kehf, 69) diyerek ona karşı tevâzu göstermiş­tir. Bütün bunlar o kişinin bazı konularda Hz. Mûsâ'nın üstünde olduğunu ve peygamber olmayan bir kişinin peygamberden üstün olamayacağını göster­mektedir.

 

e- Ebûbekir el-Asam: Ben bunları kendiliğimden yapmadım.” (18/Kehf, 82) âyetinin Hızır'ın pey­gamber olduğunu gösterdiğini söylemiştir. Zira bunun anlamı, yaptığım o işi kendi ictihadımla değil, Allah'ın vahyetmesiyle yaptım, demektir.

 

f- Rivâyetlerde Hz. Mûsâ'nın, Hızır'ın yanına geldiğinde "es-Selâmu aleyküm" dediği, Hızır'ın da "ve aleyke's-Selâm ya nebiyye Benî İsrâil" dediği, Hz. Mûsâ'nın ona "Bunu kim sana söyledi? (Benim İsrâiloğullarının peygam­beri olduğumu nereden biliyorsun?) demesi üzerine Hızır'ın: "Seni bana gön­deren (Allah)" dediği kaydedilmektedir. Bu da Hızır'ın bunu ancak vahiyle bilmiş olacağını göstermektedir. Vahiy de ancak peygamber olan kişiye ge­lir (Salah Abdulfettah el-Halidî, Mea Kısası’s-Sâbıkîn fi’l-Kur’ân, Dâru’l-Kalem, Dımeşk, 1989, s. 178-180)

 

Ben bunları kendiliğimden yapmadım.” (18/Kehf, 82) âyeti şu anlama geliyordu: "Yani, gördüğün bu işleri kendi görüş ve ictihadımla değil, ancak Allah'ın emri ve vahyi ile yaptım. Çünkü insanların mallarını eksiltmeye ve kanlarını akıtmaya kal­kışmak ancak kesin vahiy ile olabilir. " Salah abdulfettah el-Halidî, a.g.e., s. 230)

 

Hz. Mûsâ'nın karşılaştığı ve görüştüğü sâlih kişinin, yani Hızır'ın nebi değil, veli olduğunu söyleyenlerin genellikle tasavvufı meşrep sahibi kişiler olduğunu görüyoruz. Bunlar Hızır'ın sözkonusu bilgilere ilham yolu ile ya­hut başka bir peygamberin kendisine bildirmesiyle sahip olmuş olabileceği­ni ileri sürüyorlar.

 

Her şeyden önce, ona başka bir peygamberin bildirmiş olması ihtimali uzak bir ihtimaldir. Aksi halde "Katımızdan ona bir rahmet verdik, yanı­mızdan ona bir ilim öğrettik" (18/Kehf, 65) ifâdelerinin fazla bir anlamı kalmaz. Hatta ola­ğanüstü bazı şeyleri Hz. Mûsâ'ya göstermek için onun gibi bir peygambere muhtaç olacaksa, ona Allah tarafından bir ilim öğretilmesinin ne yararı olacaktır?" (el-Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, 16/17)

 

Kıssada geçen ve görünüşte şer’î nasslara aykırı olan olağanüstü fiilleri Hızır'ın ilham sonucu işlediği de söylenemez. Çünkü veli bir kişinin sadece aklına gelen veya kendisine yapılan bir ilhama dayanarak suçsuz bir insanı öldürmesi câiz değildir. Zira onun aklı veya kalbi masum değildir. Akıl veya kalbinin hata etmiş olması ittifakla câiz görülmüştür. Kaldı ki, veli olduğu­nu söyleyen bir insanın kalbine gelen ilham ile insanları öldürmesi câiz olursa, toplumda herkes veli olduğunu ve istediği kişiyi öldürmenin kendisine ilham edildiğini ileri sürerek istediği kişileri öldürmeye kalkışmış olur ki, böyle bir şeyin ne kadar anlamsız (hatta kötü anlamlı) olduğu açıktır.

 

Ama Sâlih Kul'un, büyüdüğü zaman mü'min ebeveynini küfre ve irtidada götüreceği endişesi ile henüz ergenlik çağına gelmemiş bir çocuğu öldür­mesi, elbette yaşadığı taktirde meydana gelecek maslahattan daha önemli bir maslahata dayanmaktadır. Bunların tesbiti de ilham veya kalbe damla­ma ile yapılması mümkün değildir. Olsa olsa yanılmayan ve geleceği bildi­ren kesin bir vahiy ile olur ki bu da Sâlih Kulun nübüvvetini göstermekte­dir (Âlûsî, a.g.e., 16/17, İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 1/328)

 

Bilindiği gibi, İslâm şeriatına göre ilham şer'î delil olmaz. Şer’î bir nassa aykırı düştüğü takdirde ilhamla amel etmek câiz değildir. Zaten makbul ola­bilmesi için bu şartı koşan âlimler, ilhamın ancak sahibi için bir hüccet ola­bileceğini söylemektedir. Tasavvufçuların kendileri de bunu kabul etmekte­dir. (İlhamın kişinin kendisi için delil olabileceğini kabul etmek de çok risklidir ve bize göre doğru değildir). Onun için sözkonusu fiilleri Hızır'ın ilham sonucu işlediğini söylemek mümkün değildir. Bu işleri ancak yanılmayan bir vahiy ile hareket eden bir peygamberin işlemesi sözkonusu olur (Âlûsî, a.g.e., 16/17).

 

Bunun aksini savunan kimse, en güvendiği ve veli olduğuna kanaat ge­tirdiği bir insana böyle bir istekle ortaya çıktığı takdirde, acaba öldürmesi için çocuğunu verebilir mi? İlhamla velilerin böyle bir işi yapabileceklerini savunanlar öldürmeleri için çocuklarını onlara teslim edebilirler mi?

 

Nitekim bu konuda hukukçu Ebûbekir Cassas da şöyle demektedir: "Yü­ce Allah'ın Hz. Mûsâ ve Hızır kıssasında belirttiklerinden şu anlaşılmakta­dır: Maslahata götürecek hikmete mebnî olarak işlenmesi câiz olan bir işi hikmet sahibinin zarar gibi görünen tarzda işlemesi yadırganmaz. Bu konu­da hikmet sahibinin işlemesi sefîhin (akılsızın) işlemesinin aksinedir. Bu, tıpkı tedavi edi­len veya ilaç içirilen çocuğun zâhirde ilaca veya tedaviye tepki gösterip ila­cın veya tedavinin kendisine sağlayacağı yarar gerçeğinden habersiz olması­na benzer. Onun için Yüce Allah'ın bütün yaptıklarının veya emrettiklerinin mutlak hikmete ve maslahata mebnî olduğu kesin olduğundan emredeceği veya zarar gibi görünen fiillerine itiraz etmek câiz değildir." (Ebûbekir el-Cesss, Ahkâmu’l-Kur’an, 3/215)

 

Sâlih Kul’un işlediği de Yüce Allah'ın kendisine bildirdiği bilgi ve yaptığı emir sonucu olduğundan mutlaka hikmete mebnîdir ve görünüşte zarar gibi görünse bile, gerçekte yararın kendisidir. Zaten böyle bir şeyi ancak Yüce Allah'ın bilgisi ve himayesi altında olan masum bir peygamber yapabilir. Yoksa kişinin derecesi ne olursa olsun, kalbine damlama ile yahut ilham ve keşf ile böyle bir işe kalkışması kesinlikle şeriata aykırı ve yasaktır.

 

"Ledünnî ilm"e gelince; Tasavvuf ilimlerinin büyük çoğunluğu bu ilme dayanmaktadır. Şeriatın ölçülerine göre buna ilim demek ne derece doğru olur? Tasavvufçular bunu Kur'an ve Sünnet ile bildirilenlerin dışında ve gaybten gelen bilgi olarak kabul etmektedir. Doğrudan doğruya Allah tara­fından tasavvufçuların kalplerine ilka edilen veya onların kalbinde doğan il­im olarak bilinmektedir.

 

Buna hakikat ilmi, ledünnî ilim, mükâşefe ilmi, mevhibe ilmi, sırlar ilmi, meknûn (gizliler) ilmi, verâset ilmi, rabbânî ilim de denir. Bu ilme sahip olan kişiye ledünnî sır sahibi, Hızırvârî ruh sahibi veya "Hızır gibi bir ma­kama sahip" adı verilir. eş-Şa'rânî ve benzerleri bu ilme bâtın ilmi denilme­sinin doğru olmadığını savunuyorlarsa da, realite budur ve şeriat olarak ge­len açık ilmin zıddı anlamındadır (el-Âlûsî, a.g.e., 16/330, 15/330, 16/19; eş’Şa’r3anî, et-Tabakatü’l-Kübrâ, I/170, II/56, 76, 152).

 

Tasavvufçular ledünnî ilime dayanak olarak "Ve katımızdan (ledünnümüzden) ona bir ilim öğretik" (18/Kehf, 65) âyetine sarılmışlardır. Anlamı apaçık olması­na rağmen onu akla hayale gelmeyen her türlü aklî ve naklî bâtıl bilgilerin dayanağı yapmışlardır.

 

"Ledünnâ" kelimesinin anlamı, “yanımızda” demektir. "Min ledünnâ"nın anlamı da yanımızdan, demektir. Bilindiği gibi bize verilen bütün bilgiler esas ve kaynak olarak Allah tarafındandır. Peygamberlere verilen ve vahiy yolu ile gelen bilgiler özel anlamda Allah tarafından verilir. Bu bakımdan âyette geçen "min ledünnâ"nın anlamı, Allah tarafından ve vahiy yolu ile verilmiş olması demektir.

 

Kurtubî, tasavvufçuların ledünrî ilim iddialarına cevap vererek şöyle de­mektedir:

"Netice olarak, Allah'ın ahkâmını bilmenin risâlet yolu dışında bir yolu olmadığına dair kesin ilim ve zarûrî yakîn hâsıl olmuş, selef ve halef icmâ et­miştir." (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Mısır, 1968, 11/40-41)

 

Usûlde kesin olarak kabul edilmiştir ki, ilham ile herhangi bir şekilde is­tidlâl etmek (delil getirmek) câiz değildir. Çünkü insan masum değildir. Tasavvufçuların, il­ham alan kişinin ilhamla amel etmesinin câiz olduğu yolundaki iddiaları şer'î bir delile dayanmadığı için geçerli değildir. Zira ilham alan kişi masum değildir ve masum olmayanın aklına gelen şeyler güvenilir olamaz. Zira şey­tanın ona istediği şeyleri karıştırmış olmasından emin değiliz. Halbuki şeri­ata uymakla hidâyetin olacağı kesindir. Ama ilham, akla gelen şeyler ve benzerlerine uymada hidâyet kesin değildir.

 

Özetle tekrarlayalım ki, Sâlih Kul (Hızır), ta­savvuf meşrepli kimi şahısların iddia ettiği gibi veli değil, nebidir. Yani Al­lah tarafından peygamber olarak gönderilmiş bir insandır. Yoksa nübüvveti olmayan, sadece velâyeti ile bu olağanüstü şeyleri yapan bir insan değildir.

 

İnsan ne kadar mükemmel olursa olsun, hiçbir za­man bir peygamber seviyesinde olamaz ve bilhassa şer’î ahkâma taalluk eden konularda peygambere akıl hocalığı yapamaz. Aksine, insan ne kadar mükemmel olursa olsun, mutlaka peygambere uymakla mükelleftir.

 

Hz. Mûsâ ile Sâlih Kul (Hızır) kıssasında tasavvuf­çuların iddia ettiği gibi şeriat-hakikat, bâtın-zâhir gibi şeylere dayanak sa­yılacak şeyler sözkonusu değildir. Sadece Allah'ın peygamberlerinden, birine bildirirken, diğerine bazı şeyleri bildirmemesi sözkonusudur (İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslâm, Yöneliş Y., İst. 1995, s. 70-81).

 

Birçok tasavvuf ehli, Hızır’la görüştüğünü iddiâ eder. Evliyâ menkabelerinde bu konuda öyle tuhaf hikâyeler gerçekmiş gibi anlatılır ki, insan bu uydurmalara hayret eder. "Evliyâ" diye takdim edilenlerden birinin (Ebu Bekr b. Kavvam b. Ali -v.1259/658-) Hz. Hızır (?) ile yaşadığı mâcerâyı, tasavvufçuların ansiklopedilerinden, (Türkiye Gazetesi yayınlarından) okuyalım: "Bir gece Hızır aleyhisselâm bana geldi ve; "Kalk ya Eba Bekr!" dedi. Kalkıp onu takip ettim. Hızır aleyhisselâm, beni Resulullah Efendimizin huzuruna götürdü. Resul-i Ekrem’in huzurunda; Hazret-i Ebu Bekr, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali de vardı. Selâm verdim. Onlar selâmıma cevap verdiler. Sonra Resulullah Efendimiz; "Ey Ebu Bekr bin Kavvam!" buyurunca; ben de; "Emret ya Resulallah!" dedim. Buyurdu ki: "Allah Tealâ seni, veli, dost kullarından eyledi. Kendi nefsin için neyi istiyorsan onu seç." Allah Tealâ, o anda beni cevap vermeye muvaffak kıldı ve; "Ya Resulallah! Sizin, kendiniz için seçtiğiniz şeyi seçiyorum." dedim. O anda şöyle diyen bir ses işittim: "Öyleyse sana dünyada yiyeceğin gıdadan ahiret sahibinin elinden (yani Resulullah’tan) gelenden başka bir şey vermeyeceğiz." Resulullah Efendimiz bana; "Ey Ebu Bekr bin Kavvam! Bize namaz kıldır." buyurdu. Resulullah’ın, eshabının ve birçok velinin hazır bulunduğu bir mecliste öne geçmeye korktum. Kendi kendime; "İçinde Resulullah’ın bulunduğu bir cemaatin önüne nasıl geçerim." diye düşündüm. Resul-i Ekrem buyurdu ki; "Öne geç. Zira senin öne geçmende velâyet sırrı vardır. Böylece kendisine uyulan bir imam olursun." Resulullah Efendimizin emri üzerine, öne geçip iki rek'at namaz kıldırdım. İlk rek'atta Fatiha’dan sonra Kevser suresini, ikinci rek'atta Fatiha’dan sonra İhlâs suresini okudum." (Evliyâlar Ansiklopedisi, 7/157-158.)

 

Bu konu hakkında Yusuf el-Kardavî de şöyle demiştir:

 

Bazı insanlar Hz. Hızır’ın, Hz. Mûsâ’dan sonra Hz. İsa zamanına kadar, sonra da Hz. Muhammed (s.a.s.)’in zamanına kadar yaşadığını, günümüze dek yaşamakta olduğunu, kıyamete değin de yaşayacağını söylemektedirler. Falan kimseyle karşılaştığına, falan kimseye hırka giydirdiğine ve falanca kimseye söz verdiğine dair bazı hikâyeler, kıssa ve rivâyetler uydururlar, hatta Cenab-ı Allah’ın onu yetkili bir görevli olarak yeryüzüne indirmiş olduğuna dair efsaneler düzerler.

 

Bunların zannettikleri gibi Hızır (a.s.)’ın sağ ve mevcut olduğuna delâlet eden kesin deliller yoktur. Tam bunun tersi istikamette olan deliller vardır. Hızır’ın sağ olmadığına dair Kur'an’dan, Sünnetten, akıldan ve muhakkik âlimlerin ettikleri icmâdan deliller vardır.

 

İbrahim el-Harbî’ye Hızır (a.s.)’ın hâlen hayatta olup olmadığını sorduklarında, İbrahim şu cevabı vermişti: "Halk arasında karşılaşılan bu şahıs, şeytandan başkası olamaz." İbrahim el-Harbî ile Buhârî dışındaki birçok imam da kendilerine bu konuda soru sorulduğunda, Kur'an-ı Kerim’den şu âyeti cevap olarak okumuşlardır: "Biz, senden önce hiçbir insana ebedîlik vermedik. Şimdi sen vefat edersen, onlar ebedî mi kalacaklar?" (21/Enbiyâ, 34)

 

Şeyhülislâm İbn Teymiye’ye bu konuda fikri sorulduğunda şöyle demişti: "Hızır eğer sağ olsaydı, Peygamber (s.a.s.)’e gelerek onun yanında cihad edip ondan ilim öğrenmesi gerekirdi. Oysa ki, Bedir gününde Peygamber şöyle duâ etmiştir: 'Allah’ım, bu (mücahitler) topluluğunu (savaşta) helâk edersen, yeryüzünde artık sana ibadet edilmez.' Bedir savaşına katılan Müslümanların sayısı 313 erkekten ibarettir ki onların adları bellidir. Hani o zaman Hızır neredeydi?"

 

Kur'an, Sünnet ve muhakkik İslâm bilginleri, Hızır’ın sağ olmadığını haber vermektedir. Hızır (a.s.) eğer insansa, ebedî olamaz. Çünkü, bir insanın ebedî kalmasını Kur'an ve Sünnet reddetmektedir. Eğer Hızır hayatta olsaydı, Peygamber (s.a.s.)’in yanına gitmesi gerekirdi. Zira, Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde buyuruyorlar ki: "Vallahi, Mûsâ eğer hayatta olsaydı, bana tâbi olmaktan başka yapacak bir şeyi kalmazdı." Bu hadisi Ahmed bin Hanbel, Câbir b. Abdullah’tan rivâyet etmiştir.

 

Hızır’ın bu uzun asırlar boyunca çöllerde, kurak arazilerde ve dağlarda yaşamını sürdürmesinin, (bu inanışta olanlara göre) faydası ve hikmeti nedir? Bunun ardında şer'î ve aklî bir fayda yoktur. Bunun tek sebebi şu olsa gerektir: İnsanlar her zaman garipliğe, acayipliğe, kıssalara ve efsanelere meylederler. Kendi hayallerini işleterek bazı tasvirlerde bulunurlar. Sonra da bu tasvirlerine dinî bir görünüm verirler. Dinî görünüme büründürülen hayal mahsulü bu efsaneler de, basit insanlar nezdinde revaç bulurlar. Bu efsaneleri kendi dinlerinin parçası sanırlar. Oysa ki, bu gibi şeylerin dinle uzaktan yakından hiçbir ilişkisi yoktur. Hz. Hızır hakkındaki hikâyeler, delilsiz ve mesnetsiz birer uydurmacadan ibarettir (Yusuf el-Kardavî, Çağdaş Problemlere Fetvalar, 207-210. -Tekrar olmasın için bazı bölümleri çıkarılarak aktarılmıştır-).

 

 

Meraklarımızla da imtihan olunmaktayız. Kur’ân-ı Kerim, özü ilgilendirmeyen bazı konularda ayrıntıya girmez, boşluklar bırakır. Gereksiz teferruatla uğraşılıp tevhidî mesajın gölgelenmesine rızâ göstermez. Kıssalarda bizi fazla ilgilendirmemesi gereken bazı boşluklar bırakılır. Böylece merakımızı ne yönde kullanacağımız test edilir. Bu boşlukları Kur’an bütünlüğüne ve tevhid mesajına uygun yorumlarla mı dolduracağız, yoksa gereğinden fazla önem vererek ya da Kur’an’a ters ve temel tevhid mesajına uymayan te’vil, yorum ve  kabullere mi dalacağız, bu sınanır. Bir grup taassubu, bir zayıf ve hatta uydurma hadis rivâyeti, İsrâilayat merkeze alınarak Kur’an’a ters yorumlarla bu boşlukların doldurulduğu tarihî miras ve güncel tavır olarak çokça karşılaşılan bir durumdur. Hızır kıssasındaki açıklanmayıp imtihan sorusu olarak boş bırakılan ve yoruma gerek görüp görmeyeceğimiz, gerek görüyorsak hangi ölçülerle yorumlayacağımız konusu da böyledir.

   

Öyle bir Hızır inancı var ki toplumda, bu inancın tevhidle uzaktan yakından bir bağlantısını kurmak mümkün değildir. Ölümsüz, tanrısal özellikleri olan, (Kur’an’da “kullarımızdan bir kul” -18/Kehf, 65- denildiği halde) kulun imdadına yetişen, her yerde bulunabilen ve her kılığa girebilen, insanlara bereket ve bolluk saçan ya da kahredip helâk eden insanüstü bir varlık. İşte deyimlerden bazıları: “Kul bunalmayınca Hızır yetişmez.”, “Hızır gibi yetişti”, “Hızır gibi imdat etmek”, “Hızır Âcil Servis.”

 

Hızır genellikle ak sakallı, nûrânî yüzlü, uzun boylu, merhametli, cana yakın ve tatlı dilli bir kimse şeklinde tarif edilmiştir. İnsanlar artık Allah için infak etmek yerine Hızır’ın şerrinden, helâk etmesinden korkarak ya da daha ağırlıklı şekilde onun, kişinin dünyasını zenginleştirip maddî yönden kendisini ihyâ etmesini, malını bereketlendirmesini isteyerek, yani Hızır rızâsı için ve ondan ödül bekleyerek ancak fakirlere sadaka vermeyi düşünebiliyor. Öyle ya, Hızır yoksul, üstü başı da­ğınık, elbisesi kirli, kendisi hasta, zayıf, âciz, hatta zaman zaman nefret edile­cek kadar çirkin biri gibi görünür ve in­sanları dener; böyle perişan bir kişiliğe bürünerek sadaka ve yardım isteyebilir. Onun için halk: "Her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bil" diye birbirine tavsiye eder.

 

Baharı Hızır getirir. Çiçekleri o açar, yeşillikleri onun attığı adımlar bitirir. Bunca insanüstü işi başaran Hızır, nedense bu konuda bir başkasına ihtiyaç duyar. Baharı getirme konusunda ona bir ortak da gereklidir; İlyas’la koalisyon yapması, onunla buluşması lâzımdır. Hızır ile İlyâs’ın her sene dünyaya bahar getirmek için buluştuklarına inanılan günde bayram yapılır, Hıdrellez (Hızır-İlyas) kutlanır. Kutlanırken biraz şamanizmden, biraz ateşe tapan Mecûsilerden, biraz eski şirk unsurlarından inanç ve âyinler de katılır. Bu gün halk Hızır'ı görmek için genellikle bir yerde toplanır, baharın yeşilliğinde ona rastlayacağına inanır. Onun için bu güne Hıdrellez, Hızır'ın görüldüğüne ina­nılan bu yerlere de "hıdırlık" adı verilir.

 

İstediği kılığa girebilen bir kişi olarak tasavvur edilen Hızır darda kalanlara yar­dım eden, iyileri ödüllendirip kötüleri ce­zalandıran, bolluk ve bereket bağışlayan, müslüman askerlere yardım için savaş­lara katılan bir şahıs olarak kabul edilir. Deyimlerde, destanlarda yüceltilip putlaştırılır. Ninnilerde Hızır'ın taş bebeğe can vermesi, yola giden çocu­ğun elinden tutması, eşiğine (kapısına) gelmesi ve uğur getirmesi istenir. Bilmecelerde Hızır'ın kılıç salması, bir değnekle dağları oynatması gündeme getirilir.

 

Hızır adına yapılan şenlik olan hıdrellez günlerindeki törenlerde, âdet ve geleneklerde Hızır’dan şifâ ve sağlık talebi yapılır. Ondan uğur, bereket ve bolluk istenir. Mal-mülk, mevki ve servet talep edilir. Kısmet ve talih aç­ması istenir.

 

Tasavvufun inandığı ve topluma tanıttığı Hızır tipinde de ciddi problemler vardır. Bu zümrelere göre Hızır, gerçek fizyonomisini değiştirebilme, sonsuz değişik kalıplarda gö­rünme kabiliyetine sahiptir. İhtiyar veya genç bir adam, bir çocuk olabilir; kuş ve tavşana varıncaya kadar çeşitli hayvan biçimlerine de girebilir (Bk, Kuşeyrî, Gazzâlî, Attâr). Göz yumup açıncaya kadar çok uzak mesafeleri aşabilir (Kuşeyrî). Yardımına ihtiyaç duyulduğu zaman, hiç umulmadık bir anda görünüverir ve işini bitirir bitirmez, yine öylece âniden kaybolur (Bk. birçoklanyla birlikte Hucvirî). Tabiattaki varlıkları kendi emrine alabilir, on­ları kendi hizmetinde kullanabilir (Birçoklarıyla birlikte Hucvrirî). Ölü insan­ları diriltme kabiliyetine mâliktir (Bk. Menâkıb-ı Mahmud Paşa). Havada, boşlukta yürüyebilir; Su üstünde batmadan dolaşabilir (Bk. Serrâc, İbnül-Arabî ve birçokları). İşte bu sayılan fevkalâde kabiliyetler, yahut tasavvufî deyimle kerâmetler, Hızır'ın velî hüviyetinde düşünüldüğü­nden dolayıdır. Onun için uygun görülen bu özellikler, velî (evliyâ) kabul edilen başka zatlar için de benzer özelliklerin düşünülüp atfedilmesine de sebep olmuştur. Aslında tasavvuf anlayışındaki Hızır mitolojisi, Abdallar-Kırklar mitoloji­sinin bir uzantısıdır.

 

Kur’an ve Sünnetin tanıttığı Hızır böyle biri değildir. Kur’an ve Sünnet, olağanüstü özellikleri olan bir Hızır’dan, ve özellikle tanrısal yönleri bulunan insanüstü birinden bahsetmez. Kur’an’ın anlattığı kişi, Allah’ın “rahmet verdiği” ve “kendi katından ilim öğrettiği”, yani vahiy yoluyla bilgilendirilen, nübüvvet rahmetiyle nimetlendirilen bir zattır. Kur’an ve Sünneti tek ölçü kabul eden, tevhidle bağdaşmayan tüm yorum ve açıklamalardan gönlünü ve zihnini temiz tutan muvahhid mü’minlere selâm olsun!    

 

 

 

 

1-       Hamdi Döndüren,  Ahmet Önkal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 407-408

2-       İlyas Çelebi, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 406-409

3-       Süleyman Uludağ, TDV İslâm Ans., c. 17, s. 409-411

4-       Cemal Kurnaz, a.g.e., c. 17, s. 411-412

5-       Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., c. 17, s. 313-315

6-       Naci Yengin, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 399-400

7-       Ahmet Yaşar Ocak, TDV İslâm Ans., c. 1, s. 1-3

8-       Amil Çelebioğlu, a.g.e., c. 1, s. 3-4

 

 

 

 

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

 

1.        Hızır Aleyhisselâm, Ramazan Hûb, Kırk Kandil Y., 2. Baskı, İst. 2002

2.        Hızır Aleyhisselâm, Ömer Faruk Hilmi, Fatih Y. 2. Baskı, İst. 2002

3.        İslâm-Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü, A. Yaşar Ocak, Türk Kültürünü Araştırma Ens. Y., Ankara 1985

4.        Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliyâ Menkabeleri, A. Yaşar Ocak, Kültür ve Turizm Bakanlığı Y., Ank. 1984

5.        TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 406-412

6.        Şamil İslâm Ansiklopedisi, Hamdi Döndüren,  Ahmet Önkal, Şamil Y., c. 2, s. 407-408

7.        Hızır (Türkler'de), Pertev Naili Boratav, İslâm Ansiklopedisi, V/l, s. 462-471

8.        Hızırla Kırk Saat, Sezai Karakoç, (Şiir) Diriliş Y. İstanbul 1967

9.        Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, İskender Pa­la, Ankara 1995, s. 248-249

10.     Türkler'de Hızır İnancı, Meh­met Aydın, Selçuk Ün. İla­hiyat Fakültesi Dergisi, sy. 2, Konya 1987, s. 51 -77

11.     Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y., c. 12, s. 366-370, c. 4, s. 76, c. 16, s. 76

12.     Müsned, V, 117-122; Buhârî, 'İlim" 16, 19, 41, 44, "Tevhîd 3l, "Enbiyâ" 27, 29, "Tef­sir" 18/2-4; Müslim, "Fezâ'il" 170-174, "Fezâilu’s-Sahâbe" 219; İbn Mâce, "Fiten" 23; Tirmizî, "Tefsir" 19/1

13.     Hızır’ı Arayan Peygamber, Ahmet Cemil Akıncı, Sinan Y., İst. 1982

14.     Kur’an’da Gayb Bilgisi, Şadi Eren, Işık Y., İzmir, 1995, s. 29-34 

15.     İslâmî Kay­naklara Göre Peygamberler, Abdullah Aydemir, TDV Y., Ankara 1992, s. 228-230

16.     Zayıf Hadisleri Öğrenme Metodu, Aliyyu’l-Kari, çev. Ahmed Serdaroğlu, İst. 1986, s. 33, 99, 145

17.     Usûl-i Hadis ve Mevzûât-i Aliyyü’l-Karî Tercemesi, Ahmet Serdaroğlu, Özel Y., Ank. 1966

18.     el-Menârü'l-Münîf fi's-Sahih ve'd-Da'îf, İbn Kayyım el-Cevziyye, Tahkik ve Tercüme Muzaffer Can, Cantaş Y., İst. 1992

19.     Mevzû Hadisler Menşei Tanıma Yolları Tenkidi, M. Yaşar Kandemir, İFAV Y., İst. 1997

20.     Tasavvuf Kültüründe Hadis, Tasavvuf Kaynaklarındaki Tartışmalı Rivâyetler, Muhittin Uysal, Yediveren Y., Konya 2001

21.     Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Ahmet Yıldırım, T.D.V. Y., Ank. 2000    

22.     Çağdaş Meselelere Fetvalar, Kardavi, c. 1, s. 257-260;

23.     Tasavvuf ve İslâm, İbrahim Sarmış, Yöneliş Y., s. 70-80;

24.     Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, Abdülaziz Bayındır, Süleymaniye Vakfı Y., s. 91-96

25.     Meseleler ve Çözümleri, Mevdudi, Risale Y.,  c. 2, 28-31s .

26.     Tasavvuf ve İslâm, Ercüment Özkan, Anlam Y., s. 335-346