18/Kehf, 60-82; Kavram, 199
·
Kendisine İlim ve Rahmet Verilen Şahıs: Hızır;
Kimliği ve Şahsiyeti
·
Tasavvuf ve Halk İnançlarında Hızır
·
Kur’ân-ı Kerim’de Kendisine İlim ve
Hizmet Verilen Şahıs (Hızır)
·
Hadis-i Şeriflerde Hızır
·
Mûsâ-Hızır Kıssasından Alınacak Ders ve
İbretler
·
Hıdrellez
·
Âb-ı Hayat
·
Hızır ve Bâtıl İnançlar, Hurâfeler
بِسْمِ
اللهِ
الرَّحْمنِ
الرَّحيم
وَإِذْ
قَالَ مُوسَى
لِفَتَاهُ
لَا أَبْرَحُ
حَتَّى
أَبْلُغَ
مَجْمَعَ
الْبَحْرَيْنِ
أَوْ
أَمْضِيَ
حُقُباً {60}
فَلَمَّا
بَلَغَا
مَجْمَعَ
بَيْنِهِمَا
نَسِيَا
حُوتَهُمَا
فَاتَّخَذَ
سَبِيلَهُ
فِي
الْبَحْرِ
سَرَباً {61}
فَلَمَّا
جَاوَزَا
قَالَ
لِفَتَاهُ
آتِنَا
غَدَاءنَا
لَقَدْ
لَقِينَا مِن
سَفَرِنَا
هَذَا
نَصَباً {62}
قَالَ
أَرَأَيْتَ
إِذْ أَوَيْنَا
إِلَى
الصَّخْرَةِ
فَإِنِّي نَسِيتُ
الْحُوتَ
وَمَا
أَنسَانِيهُ
إِلَّا الشَّيْطَانُ
أَنْ
أَذْكُرَهُ
وَاتَّخَذَ
سَبِيلَهُ
فِي
الْبَحْرِ
عَجَباً {63}
قَالَ
ذَلِكَ مَا
كُنَّا
نَبْغِ
فَارْتَدَّا
عَلَى
آثَارِهِمَا
قَصَصاً {64}
فَوَجَدَا
عَبْداً
مِّنْ عِبَادِنَا
آتَيْنَاهُ
رَحْمَةً
مِنْ
عِندِنَا
وَعَلَّمْنَاهُ
مِن
لَّدُنَّا عِلْماً {65}
قَالَ لَهُ
مُوسَى هَلْ
أَتَّبِعُكَ
عَلَى
أَن
تُعَلِّمَنِ
مِمَّا
عُلِّمْتَ رُشْداً {66}
قَالَ
إِنَّكَ لَن
تَسْتَطِيعَ
مَعِيَ
صَبْراً {67}
وَكَيْفَ
تَصْبِرُ
عَلَى مَا لَمْ
تُحِطْ بِهِ
خُبْراً {68}
قَالَ
سَتَجِدُنِي
إِن شَاء
اللَّهُ
صَابِراً وَلَا
أَعْصِي لَكَ
أَمْراً {69}
قَالَ
فَإِنِ
اتَّبَعْتَنِي
فَلَا
تَسْأَلْنِي عَن
شَيْءٍ
حَتَّى
أُحْدِثَ
لَكَ مِنْهُ
ذِكْراً
{70}
فَانطَلَقَا
حَتَّى إِذَا
رَكِبَا فِي
السَّفِينَةِ
خَرَقَهَا
قَالَ
أَخَرَقْتَهَا
لِتُغْرِقَ
أَهْلَهَا
لَقَدْ
جِئْتَ شَيْئاً
إِمْراً {71}
قَالَ
أَلَمْ
أَقُلْ
إِنَّكَ
لَن
تَسْتَطِيعَ
مَعِيَ
صَبْراً {72}
قَالَ لَا
تُؤَاخِذْنِي
بِمَا
نَسِيتُ وَلَا
تُرْهِقْنِي
مِنْ أَمْرِي
عُسْراً {73}
فَانطَلَقَا
حَتَّى إِذَا
لَقِيَا
غُلَاماً
فَقَتَلَهُ
قَالَ
أَقَتَلْتَ
نَفْساً
زَكِيَّةً
بِغَيْرِ
نَفْسٍ
لَّقَدْ
جِئْتَ
شَيْئاً
نُّكْراً {74}
قَالَ
أَلَمْ أَقُل
لَّكَ
إِنَّكَ لَن
تَسْتَطِيعَ
مَعِي
صَبْراً {75}
قَالَ إِن
سَأَلْتُكَ
عَن شَيْءٍ
بَعْدَهَا
فَلَا تُصَاحِبْنِي
قَدْ بَلَغْتَ
مِن
لَّدُنِّي
عُذْراً{76}
فَانطَلَقَا
حَتَّى إِذَا
أَتَيَا
أَهْلَ قَرْيَةٍ
اسْتَطْعَمَا
أَهْلَهَا
فَأَبَوْا
أَن
يُضَيِّفُوهُمَا
فَوَجَدَا
فِيهَا جِدَاراً
يُرِيدُ أَنْ
يَنقَضَّ
فَأَقَامَهُ
قَالَ
لَوْ شِئْتَ
لَاتَّخَذْتَ
عَلَيْهِ أَجْراً {77}
قَالَ هَذَا
فِرَاقُ
بَيْنِي
وَبَيْنِكَ
سَأُنَبِّئُكَ
بِتَأْوِيلِ
مَا لَمْ
تَسْتَطِع
عَّلَيْهِ
صَبْراً {78}
أَمَّا
السَّفِينَةُ
فَكَانَتْ
لِمَسَاكِينَ
يَعْمَلُونَ
فِي
الْبَحْرِ
فَأَرَدتُّ
أَنْ أَعِيبَهَا
وَكَانَ
وَرَاءهُم
مَّلِكٌ
يَأْخُذُ
كُلَّ
سَفِينَةٍ
غَصْباً {79}
وَأَمَّا
الْغُلَامُ
فَكَانَ
أَبَوَاهُ
مُؤْمِنَيْنِ
فَخَشِينَا
أَن
يُرْهِقَهُمَا
طُغْيَاناً
وَكُفْراً
{80}
فَأَرَدْنَا
أَن
يُبْدِلَهُمَا
رَبُّهُمَا
خَيْراً
مِّنْهُ
زَكَاةً
وَأَقْرَبَ
رُحْماً
{81}
وَأَمَّا
الْجِدَارُ
فَكَانَ
لِغُلَامَيْنِ
يَتِيمَيْنِ
فِي
الْمَدِينَةِ
وَكَانَ
تَحْتَهُ
كَنزٌ
لَّهُمَا
وَكَانَ أَبُوهُمَا
صَالِحاً
فَأَرَادَ
رَبُّكَ أَنْ
يَبْلُغَا
أَشُدَّهُمَا
وَيَسْتَخْرِجَا
كَنزَهُمَا
رَحْمَةً
مِّن
رَّبِّكَ
وَمَا
فَعَلْتُهُ
عَنْ
أَمْرِي
ذَلِكَ
تَأْوِيلُ
مَا لَمْ تَسْطِع
عَّلَيْهِ
صَبْراً {82}
“Mûsâ, genç arkadaşına: "Ben iki
denizin birleştiği yere ulaşmaya, yahut yıllarca yürümeye kararlıyım"
demişti.
(60)
İkisi, iki denizin birleştiği yere
ulaşınca, balıklarını unutmuşlardı, balık bir delikten kayıp denizi boyladı.
(61)
Oradan uzaklaştıklarında Mûsâ, yanındaki
gence: "Azığımızı çıkar, and olsun bu yolculuğumuzda yorgun düştük"
dedi.
(62)
O da: "Bak sen! Kayalığa
vardığımızda balığı unutmuştum. Bana onu hatırlamamı unutturan ancak şeytandır.
Balık şaşılacak şekilde denizde yolunu tutup gitmiş" dedi. (63)
Mûsâ: "İstediğimiz zaten
buydu" dedi. Hemen geldikleri yoldan izleri üzerinde geri döndüler. (64)
Bu arada ikisi katımızdan kendisine bir
rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan birini buldular.
(65)
Mûsâ ona: "Sana öğretileni bana
hayra götüren bir bilgi olarak öğretmen için peşinden gelebilir miyim?"
dedi.
(66)
O: "Sen doğrusu benim yaptıklarıma
dayanamazsın, bilgice kavrayamadığın bir şeye nasıl dayanabilirsin?" dedi.
(67-68)
Mûsâ: "İnşallah sabrettiğimi
göreceksin, sana hiçbir işte baş kaldırmayacağım" dedi. (69)
O da: "O halde, bana uyacaksan, ben
sana anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında bana soru sormayacaksın" dedi.
(70)
Bunun üzerine kalkıp gittiler; sonunda
bir gemiye bindiklerinde, o gemiyi deliverdi; Mûsâ: "Gemiyi içindekileri
boğmak için mi deldin? Doğrusu şaşılacak bir şey yaptın" dedi. (71)
Mûsâ'ya: "Ben sana yaptığım işlere
dayanamazsın demedim mi?" dedi.
(72)
Mûsâ: "Unuttuğum için bana çıkışma,
gücümün yetmediği şeyden beni sorumlu tutma" dedi. (73)
Yine gittiler; sonunda bir erkek çocuğa
rastladılar, o hemen onu öldürdü. Mûsâ: "Bir cana karşılık olmaksızın
masum bir cana mı kıydın? Doğrusu pek kötü bir şey yaptın" dedi. (74)
O: "Ben sana, yaptığım işlere
dayanamazsın demedim mi?" dedi.
(75)
Mûsâ: "Bundan sonra sana bir şey
sorarsam bana arkadaş olma, o zaman benim tarafımdan mazur sayılırsın"
dedi.
(76)
Yine yola koyuldular; sonunda vardıkları
bir kasaba halkından yiyecek istediler. Kasaba halkı, bu ikisini misafir etmek
istemedi. İkisi, şehrin içinde yıkılmağa yüz tutan bir duvar gördüler, Mûsâ'nın
arkadaşı onu doğrultuverdi; Mûsâ: "Dileseydin buna karşı bir ücret
alabilirdin" dedi.
(77)
O şöyle söyledi: "İşte bu, seninle
benim ayrılmamızı gerektiriyor; dayanamadığın işlerin yorumunu sana
anlatacağım"
(78)
"Gemi, denizde çalışan birkaç
yoksula aitti; onu kusurlu kılmak istedim, çünkü peşlerinde her sağlam gemiye
zorla el koyan bir hükümdar vardı." (79)
"Oğlana gelince; onun ana babası
inanmış kimselerdi. Çocuğun onları azdırmasından ve inkara sürüklemesinden
korkmuştuk.
(80)
Rablerinin o çocuktan daha temiz ve
onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik." (81)
"Duvar ise, şehirde iki yetim erkek çocuğa aitti. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı; babaları da iyi bir kimseydi. Rabbin onların erginlik çağına ulaşmasını ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarmalarını istedi. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın işlerin içyüzleri budur." (82)(18/Kehf, 60-82)
Kehf
sûresinin 60-82. âyetlerinde kıssası anlatılan kişinin Hızır olduğu müfessir ve
âlimlerinin ekserisine göre kabul edilir. Hızır: Hz. Mûsâ döneminde yaşamış ve
peygamber olması kuvvetle muhtemel, hikmet ve ilim sahibi ve Allah’ın rahmetine
muhâtap bir şahsiyettir.
Kur'ân-ı
Kerîm'de, Hızır (a.s.)'ın isminden açıkça bahsedilmez. Ancak Kehf Sûresi'nin
60-82. âyetlerinde yer alan Hz. Mûsâ ile ilgili kıssadan
"Katımızdan kendisine bir rahmet
verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul..." (18/Kehf, 65) diye sözü edilen şahsın Hızır
(a.s.) olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bizzat Peygamber Efendimizden gelen sahîh
hadislerde bu şahsın Hızır olduğu açıkça belirtilmiştir (bk. Buhârî, İlm 16,
44, Tefsîru'l-Kur'ân, Tefsîru Sûrati'l-Kehf 2-4; Müslim, Fedâil 170-174).
Bu
rivâyetlere göre bir gün Hz. Mûsâ İsrâil oğulları arasında vaaz ederken ona
kendisinden daha hikmet ve ilim sahibi kimsenin olup olmadığı sorulmuştu. Hz.
Musâ: "Hayır, yoktur!" diye cevap verince Cenâb-ı Hak bir vahiyle Hz.
Mûsâ'yâ Mecme'u'l-Bahreyn'de (iki denizin kavuşum yerinde) kullarından sâlih
bir kul olan el-Hadır (Hızır)'ın kendisinden daha âlim olduğunu bildirdi. Bunun
üzerine Hz. Mûsâ hizmetinde bulunan genç bir delikanlı ile Hızır'ı bulmak üzere
uzun bir yolculuğa çıktı. İkisi, iki denizin birleştiği yere ulaşınca,
yolculukta yemek üzere azık olarak yanlarına aldıkları balıklarını unutmuşlardı
ve balık bir delikten kayıp denizi boylamıştı. Hz. Mûsâ oradan bir süre
uzaklaştıktan sonra yemek için delikanlıdan balığı çıkarmasını istediği zaman
balığın denize dalıp kaybolduğunu farkettiler. Hz. Mûsâ'nın Hızır'ı bulmasının
alâmeti, bu balığın kaybolması olduğundan derhal oraya geri döndüler ve orada
Hızır (a.s.)'ı buldular. Bundan sonra Hz. Mûsâ'nın Hızır ile, Kehf Sûresi
66-82. âyetlerinde anlatılan yolculuğu başladı.
Hz.
Mûsâ'nın yolculuğunda azık olarak taşıdığı balığın Mecme'u'l-Bahreyn'de denize
dalıp kaybolması, bazı rivâyetlerde ve çeşitli İslâm milletlerinin folklorunda,
bu arada Türk folklorunda da bu suyun âb-ı hayat olduğu, ölüleri bile
canlandıran, içenleri ölümsüzleştiren bir hayat iksiri olduğu şeklinde izah
olunmuş, burada balığın canlanıp denize dalması meselesinde bir peygamberin
hayatının ve Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin söz konusu olduğu unutulmuştur. Buna
bağlı olarak, Mecme'u'l-Bahreyn bölgesinde yaşayan birisi olarak Hızır (a.s.)'a
da ölümsüzlük isnâd edilmiş ve kendisine beşer üstü güçler ve yetkiler
verilmiştir.
Hızır
aleyhisselâma verilen ilmin mahiyetini anlayabilmek için Mûsâ (a.s.) ile olan
yolculuğunu Kur'ân-ı Kerîm kısaca şöyle anlatır: Hızır (a.s.), yolculukta
karşılaşacakları olaylara Mûsâ peygamberin sabredemeyeceğini kendisine
hatırlatmış ve O'ndan sabır için söz almıştır (18/Kehf, 66-70). Önce deniz
sahilinde, yolculuk için bir gemiye binmişlerdi. Hızır (a.s.) bir balta ile
gemiyi delince kaptan tamir için geri dönmek zorunda kalmıştır. Mûsâ (a.s.)
sabredemeyip şöyle demiştir: "Gemiyi, yolcularını boğmak için mi deldin?
Doğrusu çok kötü bir iş yaptın" (18/Kehf, 71). Yolculuğun sonunda, ilk
bakışta görünmeyen ve perde arkası bilgi niteliğindeki sebebi Hızır (a.s.)
şöyle belirtir: "O, deldiğim gemi, denizde çalışan birkaç yoksulundu. Onu
kusurlu yapmak istedim. Çünkü gemi yolculuğa devam ederse, ileride her sağlam
gemiye el koyan bir kral (deniz korsanları) vardır" (18/Kehf, 79).
Yolculuk sırasında, diğer çocuklarla oynamakta olan bir çocuğu öldürdü. Mûsâ
(a.s.): "Kısas olmadan, masum bir cana nasıl kıyarsın? Doğrusu çok kötü
bir iş yaptım, dedi" (18/Kehf, 74). Küçük çocuğun bu erken yaşta vefat
ettirilme sebebi Hızır (a.s.) tarafından şöyle açıklandı: "Öldürdüğüm
erkek çocuğa gelince; onun anne ve babası mü'min kimselerdi. İleride onları
isyan ve inkâra sürüklemesinden korktuk istedik ki, Rableri bu ölen çocuk
yerine kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametli birini versin" (18/Kehf,
80, 81). Burada Cenâbı Hak'kın, anne-babanın hayırlı kimseler olması sebebiyle,
ileride kendilerini üzecek, büyük sıkıntılara sokacak bir çocuğu erken yaşta
vefat ettirip, onun yerine daha hayırlı bir evlâdın verilmesinin, gerçekte o
aile için " hayır" olduğuna işaret ediliyor.
Yolculuğun
üçüncü merhalesi Kur'an'da şöyle anlatılır: "Mûsâ ve sâlih kul yollarına
devam ettiler. Sonunda bir köye varıp, halkından yiyecek istediler. Halk ise
onları misafir etmek istemedi. Mûsâ ve sâlih kul, orada yıkılmak üzere olan bir
duvar gördüler, Sâlih kul hemen onu doğrultuverdi. Bunun üzerine Mûsâ:
"İsteseydin buna karşılık bir ücret alırdın, dedi. Sâlih kul şöyle dedi:
İşte bu seninle benim aramızın ayrılması demektir. Sabredemediğin şeylerin
içyüzünü sana anlatacağım" (18/Kehf, 77, 78). Evi, ücretsiz tamir etmesini
sâlih kul (hızır) şöyle açıklar: "Bu ev, Şehirde iki yetim çocuğun idi.
Duvarın altında kendilerine ait bir hazine vardı. Bunların babaları sâlih bir
kimseydi. Rabbin, onların rüştlerine erip, hazinelerini bizzat kendilerinin
çıkarmalarını istedi. Bu Rabbinden bir rahmettir. Ben bunları kendiliğimden
değil, Allâh'ın emriyle yaptım. İşte, sabredemediğin şeylerin içyüzü
budur" (18/Kehf, 82).
Bu
hikmetlerle dolu yolculuktan, insanların günlük hayatta karşılaştıkları bir
takım olayların, bazan büyük felaketlerin bir görünen yüzünün bir de asıl perde
arkasının bulunduğu anlaşılmaktadır. Bazan şer olarak görülen olayların
arkasından büyük hayırların ortaya çıktığı görülmektedir. Âyet-i Kerîmelerde
şöyle buyurulur: "Hoşumuza gitmediği halde, savaşmak size farz kılındı.
Belki de hoşumuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlıdır. belki hoşunuza
giden bir şey de sizin için daha kötüdür. Allah bilir siz ise bilmezsiniz."
(2/Bakara, 216). "... Eğer karılarınızdan hoşlanmıyorsanız. olabilir ki,
hoşunuza gitmeyen bir şeyde Allah, sizin için çok hayır takdir etmiştir."
(4/Nîsâ, 19). Rasûlullah (s.a.s.), Hızır (a.s.)'ın ilmiyle ilgili olarak, gemi
yolculuğu sırasındaki bir konuşmayı şöyle nakleder:
"Bir serçe, denizden gagasıyla su alıp, gemiye konmuştu. Hızır
(a.s.) bunu Hz. Mûsâ'ya göstererek şöyle dedi: Allah'ın ilmi yanında, benim ve
senin ilmin, şu serçenin denizden eksilttiği su kadar bir şeydir" (Buhârî, İlm, 44, (el-Enbiyâ, 27, Tefsîru
Sûre 18/2; Müslim, Fezâil, 180; Ahmet b. Hanbel, Müsned, II, 311, V, 118; bilgi
için bk. İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, İstanbul 1985, V,172-185). (1)
Hz.
Mûsâ döneminde yaşayan, kendisine ilâhî bilgi ve hikmet öğretilen kişi olan Hızır
kelimesi, Arapça kaynaklarda hadır (hadr, hıdr) şeklinde yer alan ve Arapça
menşeli olduğu kabul edilen bir kelimedir; Türkçe'de Hızır ve Hıdır biçiminde
kullanılmaktadır. Hadır "yeşil, yeşilliği çok olan yer" mânasındaki
ahdar ile eş anlamlıdır. Bu mânadan hareketle nâdir kelimesinin özel isimden
ziyade lakap ve sıfat olarak kabul edildiği söylenebilir. Nitekim bazı
kaynaklarda Hızır'a bu ismin, kuru yerde oturduğunda altından otların yeşerip
dalgalanması (Buhârî, Enbiyâ' 29), cennet pınarından içtiği için bastığı her
yerin yeşile bürünmesi (Makdisî, III, 78) sebebiyle verildiği kaydedilmektedir.
Bazı şarkiyatçılar tarafından Hızır kültünün arkasında birtakım ilkel dinlerde
rastlanan bitki tanrısının bulunduğu iddia edilmişse de (Hasluck, I, 324) aslında
İslâm'daki Hızır telakkisinin bu inançla hiçbir ilgisi yoktur. Hızır isminin
menşei hakkında, yukarıdaki iddialara ilâve olarak Ahd-i Atîk'te yer alan
"adı Filiz olan adam" (Zekarya, 6/12) inancının etkili olduğu da
ileri sürülmüştür (İA, V/l, s. 461). Şarkiyatçıların bir kısmına göre Hızır
kelimesi Arapça asıllı olmayıp Gılgamış destanında yer alan Gılgamış'ın atası
Hasistra veya Hasisatra'nın Arapçalaşmış şeklidir (Ocak, s. öl). Friedlaender'e
göre ise Hızır ismi İskender efsanesine benzeyen Glaukos (yeşil) masalı ile
alâkalı olup bu efsane Arapça'ya uyarlanırken "hadır" şeklinde
tercüme edilmiştir (ERE, VII, 694].
Bazı
İslâmî kaynaklarda Hızır'ın asıl adı ve soyu hakkında bilgi verildiği görülmektedir.
Sıhhatleri tartışmalı olan rivâyetlere göre Hızır, Hz. Âdem'in çocuklarından
Kabil'in oğlu Hazrûn veya Hz. Nuh'un oğlu Sâm'ın torunlarından Belyâ b. Melkân yahut Hz. İshak'ın
torunlarından Hazrûn b. Amâyîl'dir. Bunun yanında onun Hz. Harun'un soyundan
geldiği, isminin Hadır b. Âmiya veya Hadır b. Fir'avn olduğu yahut Kur'an'da
adı geçen İlyâs veya El-yesa'ın Hızır'ın kendisi olduğu öne sürülür (Ebû Hatim
es-Sicistânî, s. 3; Makdisî, III, 77; İbn Kesîr, 1, 295; Diyarbekrî, 1, 106).
Bazı kaynaklarda ise annesinin Rum. babasının Fars olduğu kaydedilir (İbn Kesîr,
1, 299; Diyarbekrî, I, 106-107) İbn Kesir, İslâmî kaynaklarda Hızır'ın gerçek
adı olarak gösterilen Belyâ b. Melkân'ın aslında Kitâb-ı Mukaddes'teki İlya'dan
bozma olduğunu belirtmiş(ei-Bidâye,], 299),bu görüşe dayanan A. J. VVensinck ve
A. Yaşar Ocak gibi araştırmacılar. Hızır'ın asıl adının İlya'nın Arapçalaşmış
şekli olan Belyâ olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Ancak başta Kur'ân-ı Kerîm
olmak üzere hadis, tefsir ve tarih kitaplarında yer alan Hızır ve İlyâs
tasvirlerine göre İlya ile İlyâs aynı. Hızır ile İlyâs farklı kişilerdir; ayrıca
bunların birlikte hareket ettiklerine dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.
Buna göre halk kültüründeki Hızır-İlyâs beraberliğini ifade eden Hıdrellez
telakkisinin sağlam bir temele dayanmadığı ortaya çıkar.
Kur'ân-ı
Kerîm'de adı geçmemekle birlikte müfessirler tarafından Hızır'a ait olduğu
kabul edilen Kehf süresindeki kıssa özetle şöyledir: Hz. Mûsâ genç adamına
iki denizin birleştiği yere ulaşmaya karar verdiğini söyler, bunun üzerine beraberce
yola çıkarlar. İki denizin birleştiği yere varınca yanlarına aldıkları kurutulmuş
balığı bir kenarda unuturlar, balık da canlanarak denize atlar. Bir müddet sonra
Mûsâ genç adamına azığı getirmesini söyler; fakat genç adam olup biteni hatırlayarak
daha önce bunu Mûsâ'ya bildirmeyi unuttuğu için üzüntüsünü dile getirir.
Bunun üzerine Mûsâ aradıkları yerin orası olduğunu söyler ve geriye dönerler.
Burada kendisine Allah tarafından "rahmet ve ilim" verilmiş olan
sâlih bir kul ile karşılaşırlar. Mûsâ, sahip olduğu ilimden kendisine de
Öğretmesi İçin onunla arkadaş olmak istediğini söyler; Kur'an'ın adını
bildirmediği bu kişi, iç yüzüne vâkıf olamayacağı olaylar sebebiyle bu
beraberliğe sabredemeyeceğini belirtirse de Mûsâ'nın ısrarı üzerine, meydana
gelen olaylar hakkında açıklama yapmadıkça kendisine soru sormaması şartıyla
teklifi kabul eder. Mûsâ'nın bu şarta uyacağına dair söz vermesi üzerine
yolculuğa başlarlar. Bu zat önce bindikleri gemiyi deler. arkasından bir
çocuğu öldürür, daha sonra da uğradıkları bir kasabanın halkı kendilerini
misafir etmediği halde orada yıkılmak üzere olan bir duvarı düzeltir. Bu üç
olayın her birinde Mûsâ arkadaşına davranışının sebebini sorar; arkadaşı da,
"Ben sana benimle beraber olmaya sab-redemezsin demedim mi?" diye
uyanda bulunur. Mûsâ özür dileyip yolculuğa devam etmelerini ister. Sâlih kul.
birinci ve ikinci olaylardan sonra Mûsâ'nın ricasını kabul ederse de üçüncü
olayda ayrılma vaktinin geldiğini söyler; bu arada söz konusu hadiselerle
ilgili olarak davranışlarının sebeplerini de anlatır ve bunları Allah'ın
emriyle yaptığını söyler (18/Kehf, 60-82). Bu kıssadaki üç kişiden sadece Mûsâ'nın
adı zikredilirken diğer iki kişiden biri "genç adam" (fetâ), diğeri
de ilâhî rahmet ve ilme mazhar olmuş "Allah'ın kulu" diye anılır.
Hızır
konusu başta Buhârî ve Müslim olmak üzere Tirmizî. İbn Mâce ve Ahmed b.
Hanbel'in hadis kitaplarının çeşitli bölümlerinde geçmekte, bunlarda Kehf süresindeki
bilgiler tekrar edildiği gibi başka bilgiler de verilmektedir. Sûrede yer alan
kıssanın tefsiri mâhiyetindeki rivâyetlerin birinde kaydedildiğine göre Saîd b.
Cübeyr İbn Abbas'a, Nevf el-Bikâlî'nin Hızır kıssasında sözü edilen Mûsâ'nın İsrâiloğulları'na
gönderilen Mûsâ b. İmrân olmayıp başka bir Mûsâ olduğunu iddia ettiğini
söylemiş, İbn Abbas da, "Allah'ın düşmanı yalan söylüyor" diyerek
Übey b. Kâ'b yoluyla Hz. Peygamber'den gelen Mûsâ merkezli uzunca rivâyeti
nakletmiştir (Müsned, V, 117-119; Buhârî, "İlim" 44;
"Enbiyâ" 27; "Tefsir" 18/3; Müslim, "Fezâ'il" 170-173;
Tirmizî, "Tefsir" 19/1). Aynı konuyla İlgili ikinci rivâyette kaydedildiğine
göre İbn Abbas'ın bir sorusu üzerine Übey b. Kâ'b, buradaki Mûsâ'nın
İsrâiloğullan'na gönderilen Mûsâ olduğunu ifade eden hadisi nakletmiştir (Müsned,
V, 116-1 17. 122; Buhârî, "İlim" 16, 19; "Enbiyâ" 27;
"Tevhîd" 31, Müslim, "Fezâ'il" 174). Her iki rivâyette de
belirtildiği üzere Hz. Mûsâ, İsrâiloğullan'na hitap ederken kendisine
insanların en bilgilisinin kim olduğunun sorulması üzerine "benim"
diye cevap verip mutlak ilmin nezd-i ilâhîde olduğunu hatırlatmadığı için Allah
tarafından kınanmış ve kendisinden daha bilgili Hadır adında birinin bulunduğu
söylenmiştir. Ebû Hüreyre'nin naklettiği başka bir hadiste Hızır'a bu adın
verilmesinin sebebi, "Kuru yerde oturduğunda altında otlar yeşerip dalgalanır"
(Buhârî, "Enbiyâ" 27; Tirmizî, "Tefsîr" 19/1) şeklinde
açıklanmıştır. Bu rivâyet Ahd-i Atik’teki, "İşte adı Filiz olan adam ve o
durduğu yerden filizlenecek" (Zekarya, 6/12) ifadesini hatırlatmaktadır.
Übey b. Kâ'b'dan rivâyet edilen, râvilerinden birinin zayıf sayıldığı bir
hadiste Hızır'ın Firavunlar döneminde Mısır'da yaşayan İsrâiloğullan'ndan bir
genç olduğu, bir rahipten hak dini öğrenip benimsediği, fakat bunu gizli
tuttuğu, nihâyet boşadığı bir hanımın bu sırrı ifşa etmesi üzerine kaçıp bir
adaya sığındığı bildirilir (İbn Mâce. "Fiten" 23).
Güvenilir
hadis kaynaklarında yer alan Hızır'la ilgili haberlerin, ana hatlarıyla
Kur'ân-ı Kerîm'deki çerçeveyi korumakla birlikte yer yer orada bulunmayan veya
müphem olan bazı ayrıntılar içerdiği de görülmektedir. Nitekim Kur'an'da Hz. Mûsâ'nın
Hızır'ın varlığından nasıl haberdar olduğu beyan edilmezken hadislerde bunun
Mûsâ"ya yöneltilen bir soru üzerine Allah tarafından kendisine
bildirildiği ifade edilmektedir. Ayrıca yine hadislerde Kur'an'da adı geçen Mûsâ'nın,
yahudilerin iddia ettiği gibi Mûsâ b. Mîşâ değil Mûsâ b. İmrân, yanındaki
gencin Yûşa' b. Nûn, İlâhî ilim ve rahmete mazhar kılınan sâlih kişinin de
Hızır olduğu açıklanmakta ve Hızır İsrâiloğullarının eşrafından biri olarak
tanıtılmaktadır. Bu haberler içinde. Hadis
rivâyetlerinde Kur'an'daki bilgilere aykırı bir husus mevcut olmadığı gibi
Hızır'ı tarihte yaşamış sâlih bir kişi konumundan çıkarıp onun varlığını
günümüze kadar devam ettiren olağan üstü bir şahsiyet olduğuna dair bilgiler
de bulunmamaktadır. Buhârî'nin Abdullah b. Abbas'ın görüşü olarak yer
verdiği bir rivâyette ("Tefsîr" 18/4] buluşma yerindeki kayanın
dibinde "hayat" denilen bir su kaynağı bulunduğu, damlalarının
dokunduğu her şeyin canlandığı, söz konusu balığa da bu sudan birkaç damlanın
isabet ettiği ifade edilmekte, Tirmizî'de ise ("Tefsir", 19/1) bazı insanların
böyle iddia ettiği belirtilmektedir.
Müteahhir
hadis kaynaklarıyla tarih ve tasavvuf kitaplarında Hızır'ın mitolojik bir
kişiliğe büründürülerek tarihte uzun süre yaşayanlardan olduğu, kıyamete kadar
da yaşamaya devam edeceği şeklinde bilgiler yer atmaktadır. Bazı hadisçilerle
tarihçilerin kaydettiği rivâyetlere göre Hızır'ın Deccâl'i yalanlaması için
ömrünün uzatıldığı (İbn Hacer, el-İsâbe, 1, 431), Deccâl'in karşısına çıkacak
kişinin Hızır olacağı (Nevevî, XVIII, 72), Hz. Peygamber döneminde hayatta
olduğu ve Peygamber'in elçisi olarak Enes"in kendisiyle görüştüğü (Beyhakî,
V. 423), Resûlullah vefat ettiği zaman gelip Ehl-i beyt'e tâziyette bulunduğu
(İbn Kesîr, I, 141), Ömer b. Abdülazîz ile İbrahim b. Edhem, Bişr el-Hâ-fî,
Ma'rûf-i Kerhî, Cüneyd-i Bağdadî ve Muhyiddin İbnül-Arabî gibi mutasavvıflar
tarafından görüldüğü, Hızır'ın denizlerde, İlyâs'ın karada yaşadığı, sık sık
bir araya geldikleri (İbn Hacer, el-İsâbe, I, 432), Cebrail, Mîkâil ve İsrafil
ile her yıl arefe günü Arafat'ta buluştukları haber verilmiştir. Bunlardan bir
kısmı, Hızır'ın dünyanın sonuna kadar yaşamasını Hz. Âdem'in bir vasiyetine ve
duâsına (a.g.e., I, 431), bir kısmı da onun âb-ı hayâttan içmesine (Taberî,
Târih, I, 220) bağlamaktadır. Hızır'ın uzun ömürlü olduğunu söyleyenler ise
onun Hz. Mûsâ zamanında, Hz. Muhammed'in nübüvvetinden önce veya ölümünden
sonraki ilk yüzyıl içinde vefat ettiğini ileri sürerler.
Başta
Buhârî, İbrahim el-Harbî, Ebû Hayyân el-Endelüsî, Ebü'l-Ferec İbnü'l-Cevzî,
Muhammed Abdürraûf el-Münâvî, Takıyyüddin İbn Teymiyye ve Süyûtî olmak üzere
birçok hadis ve tefsir âlimi Hızır'ın hayatta olmadığını söylemiş; onun
yaşadığına dair nakledilen haberler İb-nü'l-Cevzî, Ali el-Kârî, Muhammed Derviş
el-Hût gibi hadis tenkitçileri tarafından reddedilmiştir. İbn Kayyim
el-Cevziyye de Hızır'ın hayatına dair nakledilmiş rivâyetlerin hepsinin uydurma
olduğunu ifade etmiştir (el-Menârü'l-Münîf,
s. 67). Hızır'ın hayatta olmadığını ileri sürenler onun öldüğüne dair
Kur'an'a, sünnete ve akla dayanan çeşitli deliller zikretmişlerdir. Kur'an'ın.
Muhammed'den önce birçok peygamberin gelip geçtiğini ve hiçbirine ebedî hayat
verilmediğini (3/Âl-i İmrân, 144; 21/Enbiyâ, 34), her nefsin ölümü tadacağını
(3/Âl-i İmrân, 185; 21/Enbiyâ, 35; 29/Ankebût, 57) bildiren âyetleri ve Hz.
Peygamber'in vefatına yakın günlerde söylediği. "Yüz sene sonra bugün yeryüzünde yaşayanlardan hiç kimse
kalmaz" (Buhârî,
"İlim" 41; Müslim, "Fezâ'ilü'ş-Sahâbe" 219) sözünü delil
getirmektedirler. İbn Kayyim ayrıca, bu konuda muhakkik ulemânın icmâının bulunduğunu
söyleyerek onun yaşadığına ilişkin haberlerin doğru olmadığını değişik aklî
delillerle ispat etmeye çalışmaktadır (el-Menârü'l-Münîf, s. 73-76). Son devir
âlimlerinden Şehâbeddin Mahmûd el-Âlûsî ve Kâmil Miras gibi müellifler de
Hızır'ın her insan gibi öldüğü kanaatindedirler.
Hızır'ın henüz hayatta olduğunu, fakat
zamanı gelince öleceğini kabul eden az sayıda âlim bu durumun Kur'an ve
Sünnet'e ters düşmediğini ileri sürerse de görüşlerinin yukarıda kaydedilen
âyetlerle bağdaştırılması çok zor görünmektedir. Hızır'ın hayatta oluşunun
hikmetini anlamak ve ona atfedilen fonksiyonları açıklamak da kolay değildir. Çünkü Allah çeşitli âyetlerde kâinatı
kendisinin yaratıp yönettiğini beyan etmekte, ayrıca yönetimini kendisinin
koyduğu kanunlara bağladığını haber vermektedir (meselâ bk. Fâtır 35/39-45).
İnsanların dünya ve âhiret mutluluğunu elde edebilmeleri için Allah'ın
emirlerine ve bütün kanunlarına uymaları gerekir.
İslâm âlimleri Hızır'ın peygamber, velî veya
melek olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Onun nebî olduğunu
söyleyenler Allah tarafından kendisine rahmet ve İlim verilmiş olmasını (18/Kehf,
65). kıssada anlatılan işleri kendiliğinden yapmadığı yönünde açıklama
yapmasını (18/Kehf, 82), vahiy ile yönlendirilmesini,
sahip olduğu bilgiler dolayısıyla Mûsâ'dan üstün bir konumda tanıtılmasını
delil gösterirler. Hızır'ın
velî olduğunu kabul edenler ise ona verilen bilginin doğrudan Allah'tan gelen
bir ilham olabileceğini söylerler. İbn
Teymiyye. Hızır kıssasını ileri sürerek velîlerin şeriatın dışına
çıkabileceklerini söylemenin yanlış olduğunu kaydeder. Ona göre Hızır'ın
Mûsâ'nın şeriatının dışına çıkmadığı, yaptığı işlerin gerekçesini söylediğinde
Mûsâ tarafından onaylanmasından anlaşılmaktadır. Ayrıca Hızır'ın nebî kabul
edilmesi durumunda Mûsâ'nın ümmetinden olmadığını, dolayısıyla onun şeriatına
uymakla yükümlü bulunmadığını da söylemek gerekir (Risâle fi’l-Ilmi'l-Bâtın
ve'z-Zâhir, s. 250). Hızır'ın melek
olduğu iddiası (İbn Hacer, el-İsâbe, I, 429) pek taraftar bulmamıştır. Genellikle tasavvuf erbabı onun velî
olduğunu, kelâm, tefsir ve hadis âlimlerinin çoğu da nebî olduğunu düşünür.
Hızır
telakkisi Nusayrîler başta olmak üzere aşırı Şîîler (Gâliyye), Yezîdîler ve
Dürzîler arasında önemli bir yere sahiptir. Kur'an ve sahih hadis kitaplarında anlatılan hususlara zamanla birçok
hurafe ve mitolojik unsurun eklendiği, bunun sonucunda birbiriyle ve İslâm
inancıyla çelişkili yorumların ortaya çıktığı görülmektedir. Bu yeni
unsurların genişleyen İslâm coğrafyasında yerli kültürlerden kaynaklandığı,
meselâ Yahudilik'teki Elijah ve Hıristiyanlık'taki Saint George (Circîs) İnançlarının
halk kültürünün oluşmasında etkili olduğu söylenebilir.
Bazı
şarkiyatçıların Hızır kıssasına kaynak teşkil ettiğini ileri sürdükleri destan
ve efsaneler şunlardır:
a)
Gılgamış Destanı. İlk örneği milâttan önce IV. binlere ait Sümer metinlerine
kadar çıkan Gılgamış destanının Akkad. Babilonya. Hitit ve Hurrî dillerinde
varyantları vardır. Destandan anlaşıldığına göre Mezopotamya'da güçlü bir kral
olan Gılgamış ilâhî menşeli Engidu ile arkadaş olur. Arkadaşının ölümü üzerine
onu yeniden hayata döndürmeye çalışan Gılgamış, insanı ebedî hayata
kavuşturan bir ot bulunduğunu öğrenir. Bu otun yerini bilen tek kişi,
"nehirlerin birleştiği yer"de oturan ve ebedî hayat süren Utnapiştim
adlı kişidir. Gılgamış uzun ve maceralı biryolculuktan sonra onu bulur ve otun
yerini öğrenir; ancak otu bulursa da bir yılan otu kapar ve kaybolur. A. J.
Wensinck. Gılgamış destanındaki Utnapiştim ile Hızır arasında bir ilişki kurar.
Utnapiştim, Sumerler'in hikmet tanrısı Ea'nın muahhar bir tipidir. O sonsuz
hayatın sırrını bilir, sularda yaşar ve ihtiyacı olan herkese yardım eder (ERE,
XII. 356; ER, V, 107).
b)
İskender Efsanesi. Milâdî 300 yıllarında yazıya geçirilen bu efsaneye göre
İskender insana ebedî hayat bahşeden bir çeşme olduğunu öğrenir, bunu bulmak
için ordusuyla yola çıkar. Yolda çeşitli olaylar sebebiyle askerlerinden
ayrılmak zorunda kalır. Yanında sadece aşçısı Andreas vardır. Aşçı yemek
hazırlamak için bir çeşmeye gider ve orada azıkları olan tuzlu balığı yıkamak
ister, fakat balık suya değer değmez canlanır ve suyun içine atlayıp kaybolur.
Bu suyun aradıkları hayat çeşmesi olduğunu anlayan aşçı ondan içer. Aşçının
durumu anlatması üzerine İskender çeşmeyi arar, bulamayınca da öfkelenerek
Andreas'ı denize atar. Aşçı bir deniz cini olur ve ebedî hayata kavuşur.
Israel Friedlaender bu hikâyedeki aşçı Andreas'ı Hızır'a benzetir. İskender
efsanesinin İslâmî kaynaklardaki mevcut metinlerinde İskender-i Zülkarneyn'in
yanında bulunan kişi Hızır'dır.
c)
Yahudi Efsanesi. Başlangıcı eskiye gitse de XI. yüzyılda yazıya geçirilen bu
hikâyenin kahramanı aslında Ahd-i Atîk'te bir peygamber olarak gösterilen
İlya'dır. Tevratta bulunmayan hikâyeye göre İlya, haham Yeşua ben Le-vi ile bir
müddet arkadaşlık eder. Yolculukları esnasında İlya bazı tuhaf işler yapar,
Yeşua'nin bunlara canı sıkılır. Olup bitenlerin mahiyetini anlamayan Yeşua
İlya'dan sebeplerini sorar; İlya da bunları ilâhî takdirle yaptığını söyler ve
sebeplerini anlatır.
Bu
üç efsanenin yanında Grek mitolojisindeki Glaukos (İlyada) hikâyesi de Hızır
kıssasıyla İrtibatlandırılmaktadır. Bu hikâyeye göre Glaukos. mitolojik
kahraman Sispus'un kurduğu Ephyra'nın (Korint) kralıdır. Bir rivâyete göre
ölümsüzlük pınarından içmiş ve ölümsüz olmuştur. Friedlaender. efsane Arapça'ya
uyarlanırken "yeşil" anlamına gelen Glaukos kelimesinin
"Hadır" olarak tercüme edildiğini söyler. Şarkiyatçılara göre
kıssadaki Mûsâ kısmen Gıigamış'ı ve İskender'i, kısmen de Yeşua ben Levi'yi:
Hızır ise Utnapiştim'i, Andreas'ı veya İlya'yı temsil etmektedir. Kur'an'daki
kıssa ile aralarında bazı benzerlikler bulunan bu üç efsaneden Kur'an'da yer
alan kıssaya en az benzeyen Gılgamış destanıdır. Utnapiştim'in şahsiyeti İslâmî
kaynaklardaki Hızır'ı andırabilir, ancak
ne
âyetlerde ne de sahih hadislerde Hızır'ın ebedî hayata mazhar olduğuna dair en
küçük bir ima bile yoktur; yani halk inançlarındaki Hızır'la Kur'an'daki
kıssada anılan "sâlih kul" arasında bir münasebet mevcut değildir.
Literatür: Hızır hakkında bilgi veren kaynakların başında Kur'an tefsirleri ve
hadis şerhleri gelmektedir. Rivâyeti esas alan müfessirlerden bazıları sadece
sahih hadisleri nakletmekle yetinirken bazıları da İsrâiliyat olarak
nitelendirilebilecek haberleri ve mahallî telakkileri de zikretmiştir. Bu tür tefsirlerin
başında Taberî’nin Câmi'u'l-beyân'ı gelmektedir. Taberî, ilgili rivâyetleri ve
telakkileri sıralarken Hızır'ın halen yaşamakta olduğuna dair herhangi bir
nakil veya beyanda bulunmaz (Câmiu'l-beyân, XV, 276-288; XVI, 2-7). Âyetleri rivâyet
ve dirâyet yoluyla tefsir etmeyi amaçlayan Şevkânî ise birçok hadis ve habere
yer verdikten sonra bunlardan isabetsiz veya zayıf gördüklerini
eleştirmektedir (Fethu'l-kadîr, 111, 297-306). Dirâyet tefsirlerinde konuyla ilgili
rivâyetlere tenkitçi bir bakışla yaklaşıldığı ve İsrâiliyat türü haberlerin
ayıklandığı görülür. Meselâ Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'i-ğayb'da geniş yer
verdiği Hızır hakkındaki rivâyetleri sıralamakla yetinmeyip aynı zamanda
bunları tenkit etmiştir (bk. XI, 142-162). Şehâbeddin el-Âlûsî de Rûhu'l-me'ânî'de
(XV, 310-342; XVI, 2-24) bütün rivâyetleri zikrettikten sonra bunları
ayıklayıp, aralarında tercihler yapmaktadır. Hızır konusundaki çeşitli
görüşleri Hak Dini Kur'an Dili'nde (IV, 3256-3261) kaydeden Elmalılı Muhammed Hamdi, sûfıyye telakkisinin
muhaddislerce sahih görülmeyen bazı haberlere dayandığını belirtmekte, zâhirî
hayat açısından bakıldığında Hızır'ın yaşamadığını söyleyenlere ait görüşün
daha güçlü olduğunda şüphe bulunmadığını ifade etmektedir. İşârî tefsir
metoduna göre yazılmış Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin Rahmetün mine'r-rahmân ve İsmail
Hakkı Bursevî'nin Rûhu'l-beyân adlı eserlerinde kıssadaki olay ve kişiler zâhirî
mânalarının yanında sembollerle de yorumlanmaktadır. Meselâ balığın canlanması,
müridin kalbinin tasavvufî yolda hareketlenmesi şeklinde yorumlanmış, bu kıssa
ile tasavvuftaki "makâm-ı Hızır"a, onun erkân ve âdabına işaret
edildiği ileri sürülmüştür. Bu eserlerde hadis âlimlerinin zayıf, hatta mevzu
kabul ettiği rivâyetlere de yer verilmiştir (Muhyiddin İbnü'l-Arabî, III, 18-30;
İsmail Hakkı Bursevî, V, 262-289).
Hadis
şârihlerinden Nevevî, İbn Hacer el-Askalânî ve Bedreddin el-Aynî Hızır konusuna
genişçe yer veren müelliflerin başında gelir (Nevevî. XV, 135-147). İbn Hacer,
hem Sahîh-i Buhârî şerhinde (Fethu'1-bâri, XIII, 181-186; XVIII. 6-24) hem el-İsâbe'de
Hızır'dan bahseder ve bilhassa ikinci eserde konuyu müstakil başlıklar
altında ele alır (1, 429-452). Kendisi Hızır'ın yaşamadığı görüşüne temâyül
gösterdiğini söylemekteyse de Hızır'ın hayatta olduğuna dair nakillerin de
bir yekûn teşkil ettiğini ve onun öldüğünü kabul edenlerin ileri sürdükleri
delillerin te'vile müsait olduğunu belirtmektedir (ez-Zehrü'n-nadır, s. 82-83).
Yine bir Buhârî şârihi olan Bedreddin el-Aynî de aynı mahiyette açıklamalar
yapar (Umdetü'l-kârî, XIII, 34-38; XV, 288-298). Hızır'la ilgili rivâyetler
zayıf ve mevzu hadisleri konu edinen hadis literatüründe de önemli bir yer
tutmaktadır. Bunlara Örnek olarak İbnü'l-Cevzî'nin el-Mevzûât'ı (l, 195-200),
İbn Kayyım el-Cevziyye'nin el-Menârü'l-münîf'i (s. 67-76), Süyûtî'nin
el-Le'âli'l-masnû’'sı (I, 164 vd.) ve Ali el-Kârî'nin Mevzû'ât'ı (s. 112)
zikredilebilir.
Hızır
konusu tarihe ve edebiyata dair eserlerde de önemli bir yer işgal eder. Taberî'nin
Târihu'1-ümem ve'1-mülûk'ü (I, 220-226), Sa'lebî’nin 'Arâ'isü'l-mecâlis'i (s.
217-231). İbn Kesîr'in el-Bidâye ve'n-nihâye'si (I, 295-299) ve Diyarbekrî'nin
Târîhu'l-hamîs'i (1. 106-107) bu tür eserlerdendir. Destan, Hızırnâme,
menâkıbnâme, hikâye, masal ve efsane türü eserlerde de Hızır teması geniş yer
tutar (Ocak, s. 38-42).
Hızır'la
ilgili bazı müstakil eserler de kaleme alınmış olup bunların bir kısmının
yalnız adı bilinmektedir. Mevcudiyeti tes-bit edilebilenlerin belli başlıları
şunlardır: Dâvûd-i Kayseri. Tahkiku mâ'i'l-hayât ve keşlü esrâri'z-zulümât
(Hızır'ın şeriat getirmemiş bir nebî olduğu ve cismanî bedenle bu dünyada
yaşamadığı belirtilen eserin bir nüshası Nuruosmaniye Kütüphanesi'nde
mevcuttur, nr. 2687/2; bk. DİA, ıx, 35); İbn Hacer el-Askalânî, ez-Zehrü'n-nadır
fî nebei'l-Hadır (el-İşâbe'de yer alan Hızır'la ilgili bölümün Mecdî es-Seyyid
İbrahim tarafından neşredilmiş şeklidir -Kahire, ts.-; Abdülvehhâb eş-Şa'rânî,
el-Mîzânü'l-Hadıriyye (Kahire 1989); Ali el-Kârî, Makale fî beyânı
hâli'l-Hadır (Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Ktp., 1. Kısım, nr. 5389); Nûh b.
Mustafa er-Rûmî. el-Kavlü'd-dâl 'alâ hayâti'l-Hadır ve vücûdi'l-abdâl
(Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1446; Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin
Efendi, nr. 571, 1147); Köprülüzâde Nûman Paşa, el-'Adl fî beyânı hâli'1-Hadr
(Köprülü Ktp., 111. Kısım, nr. 148); Ahmed b. Muhammed el-Guneymî,
el-Kavlü'1-mak-bûl fî enne'l-Hadır aleyhi's-selâm leyse bi'n-nebî (Süleymaniye
Ktp., Esad Efendi, nr. 1446); Ebû Saîd el-Hâdimî, Keşfü'l-hadir an hâli'l-Hadır
(İzâhu'l-meknûn, I!, 359; Risale fi hakkı'l-Hızır -taşbaskı-, baskı yeri yok,
ts.); Muhammed Hayr Ramazan Yûsuf, el-Hadır bey-ne'1-vâki1 ve't-tehvîl (Dımaşk
1984}; A. Yaşar Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü
(Ankara 1985).
İsimleri
kaynaklarda yer alan bu konuya dair belli başlı eserler de şunlardır:
Ebü'l-Ferec İbnü'l-Cevzî, Ucâletü'l-muntazır fî şerhi hâli'l-Hadır (Keşfü'z-zunûn,
II, 1125; Kâtib Çelebi, eserde Hızır'ın yaşamadığı tezinin savunulduğunu belirtmektedir);
Şemseddin Muhammed b. Ahmed el-Bisâtî, Kışşatü'l-Hadır (a.g.e., II, i 327);
İbnü'l-Ehdel, el-Kavlü'1-muntasır ale'd-detâvî el-fâriğa bi-hayâti Ebi'l-Abbâs
el-Hadır (İzâhu't-meknûn, ıı, 255); İbn İmâmü'l-Kâmiliyye, Risale fi'1-Hadır
hleyhi's-selâm ve hayâtih (Keşfü'z-zunûn, I, 862); İbnü'l-Haydıri,
er-Ravzü'n-nadır fî hâli'l-Hadır ve bu esere yapılan itirazlara cevap olmak
üzere yazılan el-İftirâz li-def’il-İtirâz (a.g.e., I, 921); Süyûtî,
el-Vechü'n-nadır fî tercihi nübüvveti'l-Hadır (a.g.e., II, 2001); Mer'î b.
Yûsuf, er-Ravzü'n-nadır fi'l-kelâm 'ale'l-Hadır (Îzâhu'l-meknûn, 1. 591);
Abdülahad Nuri, Risâletü'l-evliyâ ve hayâtü'l-Hadır ve İlyâs (a.g.e.. I, 560);
Ebü'l-Avn es-Seffârînî, el-Cevâbü'1-mu-harrer fi'î-keşi can hâli'l-Hadır
ve'l-İskender (a.g.e.. I, 372); Muhammed Arif b. Ahmed b. Saîd el-Müneyyir
ed-Dımaşkî, Şeze'1-atır fî Seyyidinâ İlyâs ve'l-Hadır (a.g.e., II, 42).
(2)
Kur'ân-ı
Kerîm'de anlatılan Hızır kıssası başlangıcından beri en çok tasavvuf çevrelerini
ilgilendirmiştir. Bunun sebebi, kıssanın âdeta tasavvufun iki ana ilkesi olan
irşadı ve ilm-i ledünnü temsil etmiş olmasıdır. Zira kıssada Allah'ın, kendisine Hz. Mûsâ'nın
bilemediği bir ilim (ilm-i ledün) verdiği kul (Hızır) Hz. Mûsâ'ya kılavuzluk
(irşad) etmektedir. Kıssa bundan
dolayı daha IX. yüzyıldan itibaren
tasavvuf çevrelerinde özel bir ilgiye mazhar olmuş ve buna tasavvufun ruhuna
uygun bir yorum getirilmiştir. Bu
yorumda Hızır mürşidi, Hz. Mûsâ müridi temsil etmektedir. Hızır'ın
abdalların reisi olarak en yüksek mürşid mevkiine oturtulması tasavvufun
gelişiminde önemli bir dönüm noktası teşkil etmiş, birçok sûfi Hızır tarafından
irşad edildiğini ve onunla görüşüp sohbet ettiğini söylemiştir.
Mutasavvıflar
genellikle Hızır'ın velî olduğunu kabul etmişler, onu melek veya peygamber
olarak tanıtan rivâyetleri mûteber saymamışlardır. Hızır'ın hayatta
bulunduğunu söyleyen mutasavvıflar pek çok sûfî ve velînin, hatta sıradan
kişilerin onu gördüklerine, kendisinden öğüt ve duâ aldıklarına, bazı durumlarda
Hızır'ın onlara yol gösterdiğine, yardımcı olduğuna, ism-i a'zamı öğrettiğine
dair birçok menkıbe rivâyet ederler. Bunların en meşhuru İbrahim b. Edhem'in sahrada Hızır'ı gördüğünü,
onun uyarısıyla zühd yoluna girdiğini ve kendisinden ism-i a'zamı öğrendiğini
anlatan menkıbedir (Sülemî, s. 31, 34). Aynı şekilde İbrahim el-Havvâs da
Hızır'ı Sînâ çölünde görmüş ve kendisinden bilgi almıştır (Ebû Nuaym, IX, 187;
İbn Hacer, 1, 446). Yine Bâyezîd-i Bistâmî'nin Hızır'la birlikte yürüdüğü, Bişr
el-Hâfî, Feth el-Mevsılî ve Ma'rûf-i Kerhî'nin Hızır'ı gördükleri. Hakim
et-Tirmizî'ye Hızır'ın yol gösterdiği anlatılır. Hızır'ı görme ve ondan öğüt
alma olayına sonraki mutasavvıflarda daha sık rastlanır. Serrâc, ledün ilminin
kaynağı olarak gördüğü Hızır'ın Hz. Ali ile görüştüğünü kaydeder (el-Lüm’a, s.
179). Kuşeyrî çeşitli vesilelerle Hızır konusuna temas ederek onun bir velî
olduğunu belirtir (er-Risâle, s. 475). Hücvîrî ise ondan Hızır peygamber diye
söz eder (Keşfü’l-Mahcüb, s. 257). Gazzâlî de Hızır'la ilgili menkıbeler
nakletmiştir (İhyâ, IV, 245, 257, 345).
Muhtemelen
ilk defa İbnü'l-Arabî, Hızır'la bir kere görüştüğünü ve ondan hırka giydiğini
ifade ederek Hızır'la tasavvuf kültüründe önemli bir yere sahip bulunan hırka
konusunu irtibatlandırmış oldu. Bâdisî ve İbnü'z-Zeyyât et-Tâdelî gibi Kuzey
Afrikalı tasavvufî tabakat yazarları velîleri anlatmaya Hızır'la başlamışlardır.
Abdülhâlik-ı Gucdüvânî'nin doğacağını Hızır'ın önceden haber verdiği (Reşehât
Tercümesi, s. 29), aynı sûfînin zikr-i hafiyi Hızır'dan öğrendiği ve Hâcegân
silsilesinin "hâce" unvanıyla anılan Hızır'la başladığı kabul
edilir. Hızır inancı Yesevîlik'te ve dolayısıyla Türkistan tasavvufunda da
önemlidir. İnanışa göre Ahmed Yesevî'nin babası Şeyh İbrahim 10.000 müridiyle birlikte
Hızır'a arkadaş olmuştu. Yine Şeyh İbrahim'in, halifesi olan Şeyh Mûsâ'nın
kızıyla evlenmesine de Hızır delâlet etmişti. Bizzat Ahmed Yesevî Hızır'la
görüşür ve irşadlarından faydalanırdı. Hatta tarikatında önemli bir yer tutan
"zikr-i erre"yi ona Hızır telkin etmişti. Yesevîlik'teki tarikat
asası da Hızır'dan kalmadır. Süleyman Ata hikemî Şiirler söyleme yeteneğini
Hızır'ın duâsı sayesinde kazanmış (Köprülü, s. 32, 37, 74, 89), Aziz Mahmud
Hüdâyî Celvetiyye'deki Hızır kıyamı (nısfı kıyam) zikrini Hızır'dan almıştı.
Bektaşîlik'te
on iki posttan biri olan mihmandarlık postunun sahibinin Hızır olduğuna
İnanılır (Ahmed Rıfat, s. 281; Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır, s. 168).
Hızır bazan Hz. Ali'nin adı olarak da kullanılır. "Mihman Ali'dir"
sözünde bu noktaya işaret vardır. Ahzâb kitaplarında kaydedilen bazı önemli
hizb ve virdlerin de Hızır tarafından öğretildiği kabul edilir. Bu örneklerde
olduğu gibi mutasavvıflar tasavvuf ve tarikatlarda büyük önem verilen hırka,
zikir ve tarikat esasları gibi hususları kendilerine Hızır'ın telkin ettiğine
inanmışlardır. Tasavvufa Hızır aracılığıyla giren zümreye Hızıriyye denir.
Kuzey Afrikalı sûfî Abdülazîz ed-Deb-bâğ'a da (ö. 1132/1720) Hızıriyye adıyla
bir tarikat nisbet edilmiştir (Nebhânî, II. 73; Harîrîzâde, I, vr 332h).
Hızır
inancı zamanla mehdî inancıyla da irtibatlandırılmış. İbnü'l-Arabî, kıyamet
yaklaşıp mehdî zuhur edince Hızır'ın ona şahitlik edeceğini ileri sürmüştür
(Bursevî, III, 498). Yine İbnü'l-Arabî ve onun takipçileri bazan Hızır'la
İlyâs'ı sembolik bir şekilde yorumlayıp. "Hızır bast, İlyâs kabz haline
işaret eder" demişlerdir. Hızır'a bastın izafe edilmesi onun bünyesindeki
kuvvetlerin madde âlemine yayılmış olmasından, İlyâs'a kabzın nisbet edilmesi
de onun kuvvetlerinin manevî âleme yükselip orada büzülmüş olmasındandır
(Kâşânî, 5, 160). Öte yandan 18/Kehf sûresi, 60. âyetteki
"iki denizin birleştiği yer" ifadesinde söz konusu olan iki denizle zâhir
ve bâtın ilimlerinin kastedildiğini, Hz. Mûsâ'nın zâhir ilmini (şeriat), Hızır'ın
ise bâtın ilmini (ilm-i ledün) temsil ettiğini ileri sürenler olmuştur (Demîrî,
I, 245).
İbnü'l-Arabinin
Abdürrezzâk el-Kâşânî, Dâvûd-i Kayseri, Sadreddin Konevî gibi bazı
takipçileri, Hızır'ı kıyamete kadar yaşayacak bir şahıs olarak kabul eden
inancın kesin olmadığını, Hızır'ı gördüğünü söyleyen kişinin gerçekte
karşısında canlanan kendine ait bir vasfı gördüğünü düşünmüşlerdir. Buna göre
aslında o kişinin gördüğü şey kendi ruhunun bir tezahürü veya Rûhulkudüs'tür
(Kâşânî. s. 160; İsmail Hakkı Bursevî, ili, 499; Kâtib Çelebi, Mizânü't-hak, s.
198). Ölümsüzlük hüviyeti verilen Hızır gerçek ve bağımsız bir varlık olmayıp
onu gören kişinin halidir. Bu sebeple onu görme ve onunla temas etme manevî
âlemde cereyan eder. Hızır'ın ruhanî ve semavî bir varlık (melek) olduğuna
inananların görüşü de bu yorumu desteklemektedir. Hızır'la ilgili hikâyelerin uydurma olduğunu söyleyen İbn Teymiyye, Şîîlik'teki
mehdî anlayışı ile Hızır arasındaki benzerliğe dikkat çekmiştir (Mecmü'u
fetâuâ,XXVl, 103).
Mutasavvıflar ve tarikat ehli, bir müridin
şeyhi huzurunda uyması gereken temel kuralların Mûsâ-Hızır kıssasında mevcut
olduğuna inanmıştır. Bunların en önemlisi şeyhin huzurunda susmak, kalben bile
olsa itirazdan sakınmak, onun ledün ilmini bildiğini kabul etmek, şeriata
aykırı gibi görünen bazı sözleri ve davranışları karşısında bile şeyhi
hakkında şüpheye düşmemek ve ona kayıtsız şartsız teslim olmaktır (İsmail Hakkı Bursevî, III, 502; Ocak,
İslâm-Türk İnançlarında Hızır, s. 82-98).
Hızır'ın
Hz. Mûsâ ile olan arkadaşlığı tasavvufta birçok meselenin merkezini
oluşturmuş, bu kıssanın çevresi menkıbe, mesel ve fikirlerle örülmüştür. Bütün
bunlar, zamanla tasavvuf zümrelerini de aşarak geniş ölçüde müslüman halk tarafından
benimsenmiştir. Bu tür menkıbe ve inançlara göre Allah'a kulluk etmek, nefsin
isteklerine boyun eğmemek ve ilâhî rahmete mazhar olmak onun başlıca
özellikleridir. Birkaç defa evlenmiş, birçok çocuğu olmuştur. Fakat daha sonra
evlenmemeyi tercih ettiğinden şu anda bekârdır. Hızır genellikle ak sakallı,
nûrânî yüzlü, uzun boylu, merhametli, cana yakın ve tatlı dilli bir kimse
şeklinde tarif edilmiştir. Bazan da yoksul, üstü başı dağınık, elbisesi kirli:
kendisi hasta, zayıf. âciz, hatta zaman zaman nefret edilecek kadar çirkin
biri gibi görünür ve insanları dener; böyle perişan bir kişiliğe bürünerek
sadaka ve yardım İsteyebilir. "Her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır
bil" sözü bu inancın eseridir. Bu durumda ona yardım edenlere duâ edince
bunların mallan ve servetleri bereketlenir, sağlıklı bir hayat yaşarlar; onu
aşağılayıp bedduâsını alanlar ise perişan olurlar. Hızır ism-i a'zamı ve
çeşitli duâları bilmekte olup bu duâları ondan öğrenebilenler her istediklerine
nail olurlar. Hızır âb-ı hayâtı bulmuş, bu sudan içmiş ve ölümsüzlüğün sırrına
ermiştir. Darda kalan İnsanların imdadına yetişerek onları sıkıntıdan
kurtarır. "Hızır gibi imdada yetişmek", "Kul sıkışmayınca Hızır
yetişmez" gibi deyimler bu İnançla ilgilidir. Hızır'ın hastalara şifa
verdiğine de inanılır. Ayrıca kimya ilmine vâkıftır ve defineler hakkında
bilgisi vardır.
Kaynaklarda
Hızır'ın denizde, İlyâs'ın karada bunalan kişilerin imdadına yetiştiği ileri
sürülürse de vuku bulduğu söylenen olaylarda karada darda kalanların imdadına
da hep Hızır'ın yetiştiği görülür. İlyâs'tan pek söz edilmez. Hızır'a
"Hıdrellez" denilen mayıs ayının altıncı gününde rastlanacağına
inanılır. Hızır ile İlyâs her sene bir defa bu günde buluşurlar. Bu gün halk
Hızır'ı görmek için genellikle bir yerde toplanır, baharın yeşilliğinde ona
rastlayacağına inanır. Onun için bu güne Hıdrellez, Hızır'ın görüldüğüne inanılan
bu yerlere de "hıdırlık" adı verilir (bk. hıdrellez). Bütün İslâm
âleminde olduğu gibi Anadolu'da da hıdırlık ve Hızır adını alan pek çok cami,
tekke, ziyaret yeri, türbe, mezarlık, dağ, mesire yeri, akarsu ve köy vardır.
Hızır'ın uğradığına inanılan bazı şehir, kale ve cami kapılarına "Hızır
kapısı" denilir (Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır, s. 125; M, V/l, s.
463-469; Dihhudâ, XII. 607). "Makam" adı verilen bu kutsal yerlerin
Hızır veya Hızır-İlyâs'la ilgili, başta Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssanın cereyan
ettiğine inanılan yerler olmak üzere kültü meydana getiren çeşitli inanç
unsurlarıyla alâkalı bulunduğu görülür. Meselâ Hızır'ın İçtiği âb-ı hayâtı
temsil eden su kaynakları yahut göller, muhtelif kişilere göründüğü, onlarla
konuştuğu mekânlar veya İlyâs'la buluştuğu mevkiler bu makamları teşkil eder.
Buralar saygı ile ve çeşitli usullerle, kurbanlar kesilerek, duâlar okunarak ziyaret
edilen, dileklerde bulunulan yerlerdir. Bu hususta yapılan incelemeler, bu
yerlerin birçoğunun İslâm fetihlerinden Önce, müslüman halk inançlarında da
Circîs (Cercîs, Curcîs) peygamber diye geçen Saint George'un (Aziz Georgios,
Hagios Georgios, Aya Yorgi) makamları olarak takdis edildiğini göstermektedir
(Ocak, TTK Belleten, LV/214 (1991), s. 661-674).
Hızır'ın
müslüman halk inançlarındaki fonksiyonlarının ve bu portresinin, Hıristiyanlığın
ve özellikle Doğu Hıristiyanlığının vazgeçilmez büyüklerinden Aziz Georgios
ile olan benzerliği, eskiden beri hem müslümanfarın (meselâ bk. Makrîzî, I,
152) hem de müslüman ülkelere seyahat eden Batılılar'ın dikkatini çekmiştir.
Bilhassa Batılı seyyahlar ve gözlemcilerin Hızır-İlyâs menkıbelerini dinledikten
sonra bunun kendi Saint George'larından başka biri olmadığını ileri sürmeleri,
bu iki şahsiyet arasında bazı bölgelerde (meselâ Suriye, Irak, Mısır ve
Anadolu'da) bir özdeşleştirmenin meydana geldiğini göstermektedir. Bunun, adı
geçen bölgelerin fethinden sonra buralara yerleşen müslüman halk ile gayri
müslim ahali arasında kendiliğinden oluşan bir kültür alış verişi sonucu
gerçekleştiği söylenebilir.
(3)
Hızır
efsanevî kişiliğiyle folklor, tasavvuf, halk inanç ve telakkilerinde geniş yer
tutar. Bu durum en geniş çerçevesiyle klasik Kültüre de yansımıştır. Tasavvuf
ve tekke edebiyatında Ahmed Yesevî, Yûnus Emre ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'den
başlayarak hemen bütün mutasavvıf şairler Hızır'ı mürşid-i kâmil olarak
yorumlamışlardır, Ahmed Yesevî bir hikmetinde Hızır'la görüştüğünü, onun
kendisine yardım edip elinden tuttuğunu, otuz bir yaşında iken kendisine mey
(ilâhî aşk) içirdiğini ve vücudundan Azâzîl'i kovduğunu söyler. Yûnus Emre.
Hızır'ın İlyâs ile birlikte âb-ı hayât içerek ölümsüzlüğe eriştiğini belirtir
ve Hızır'ın sakalık yapacağından söz eder. Onun sunacağı şey ise âb-ı hayât
yani ilâhî aşktır. Bu sâkîlik motifine başka şairlerde de rastlanır. Mevlânâ,
Şems-i Tebrizî'yi "ikinci Hızır, zamanın Hızır'ı, görüş Hızır'ı, gerçek
Hızır" gibi ifadelerle tanımlar. Sultan Veled de İbtidânâme'sinde babası
Mevlânâ’yı Hz. Mûsâ'ya, Şems-i Tebrizî'yi de Hızır'a benzetir. Hatiboğlu
Bahrü'l-hakaik adlı eserinde Hızır'ın ledün ilminde mâhir ve üstat olduğunu,
velîlere kerâmet öğrettiğini, üçler, yediler ve kırkların onun İlmiyle velî
olduğunu anlatır. Şah İsmail Hatâî de, "Cebrail Mûsâ'ya Hızr'a var dedi /
Mür-şid-i kâmile varmadan olmaz" diyerek aynı görüşü benimser. Niyâzî-i
Mısrî bu hususu, "Ravza-i hadrâyı bilmez Hızr'a yoldaş olmayan"
sözleriyle ifade etmiştir. Hızır'ın makamı olan "ravza-i hadrâ". şeriat
ve hakikat ilminin birleştiği yer olan "mecmaü'l-bahreyn"dir.
Niyâzî-i Mısrî'ye göre hakikate ulaşmak isteyen kişi Hz. Mûsâ gibi Hızır'a
gemisini deldirmeli, eski duvarı yıkılmaktan kurtarmalı ve çocuğu
öldürmelidir.
Divan
Şiirinde, kavuşamadığı sevgiliyle Hızır'ın yüce kişiliği arasında ilgi kuran
şairlerin onu genellikle zulmet ve âb-ı hayât münasebetiyle anarak istiare,
telmih ve tevriyelere konu ettikleri görülür. Hızır'ın Şebçerâğ ile zulümâta
gidişi. İlyâs ve İskender'le birlikte âb-ı hayâtı araması, bir çeşme başında
yemek için çıkardığı pişmiş balığın canlanması üzerine bu çeşmenin âb-ı hayât
olduğunu anlaması, İlyâs ile birlikte bu sudan içerek ölümsüzlüğe kavuşması
gibi motifler sık sık rastlanan telmih konularındandır. Hızır'ın insanlara
yardım etmesi, denizde darda kalanların imdadına yetişmesi, yeşil elbisesini
ve makamını kimsenin görmemesi, boğulanları karaya çıkarıp cenaze namazlarını
kılması, İsâ peygamber gibi ebedî hayata kavuşmuş olması gibi inanç ve
telakkiler şairin hasretini çektiği, fakat bir türlü iltifatını göremediği
sevgiliyi hatırlatan özellikleridir. Bundan dolayı divan edebiyatında övülen
kişi {memdûh) ve sevgili çok defa Hızır'a benzetilmiş, hatta bazan ondan üstün
gösterilmiştir. Lutfu, yüzü (Hızır-likâ), dirâyeti ve ayağının bereketiyle (Hızır-kadem)
Hızır'ı hatırlatan memdûh. gam ve melal denizindeki âşığın imdadına yeşil
sarıklı Hızır gibi yetişir.
Divan
edebiyatında Hızır sevgili etrafında söz konusu edilirken kelime "yeşillik,
tazelik; siyaha yakın mavimsi renk" anlamından hareketle çok geniş hayalî
unsurlarla bezenerek kullanılmıştır. Ayva tüyleri bu sebeple renk bakımından Hızır'a
benzetilmiş, kelime tevriyeli kullanılarak Hızır kıssasıyla ilgili hususlara
işaret edilmiştir. Dudağın üstündeki taze ayva tüyleri, Hızır eliyle çeşmesâr
üstüne yazılmış mısra veya Kevser sûresi olarak düşünülür. Dudak âb-ı hayât
olunca etrafındaki ayva tüyleri Hızır, ayva tüylerinin dudak etraf ında
belirmesi de Hızır'ın âb-ı hayât üstüne gelmesi şeklinde tasavvur edilir.
Sevgilinin al yanağı üstündeki ayva tüyleri, Hızır'ın yolunun bir gül bahçesine
uğraması şeklinde yorumlanır. Göz yaşı denizinde boğulmak üzere olan âşık bazan
"Hızr-hat" diye adlandırılan sevgiliyi imdadına çağırır.
Sevgilinin
kendisi, dudakları veya yanakları âb-ı hayât, âşık ise onu arayan Hızır'dır.
Âşığın gönlü de seyahat etmiş olan Hızır gibi düşünülür. Gönül Hızır'ı, ten
zulmetinde âb-ı hayâtı bularak "Nefsini bilen rabbini bilir" sırrına
erer. Sevgilinin yüzü suya. üzerindeki saçları su üstüne seccadesini salıp
gezen Hızır'a benzetilir. Âşık sevgilinin dudaklarının Hızır'ı ile yoldaş
olarak mecmaü'l-bahreyni dolaştığını, fena tozundan, havadis dalgalarından
aman bulduğunu söyler.
Kendini
"mâna ve söz Hızır'ı" olarak niteleyen şair, âb-ı hayâta benzeyen
eserleriyle Hızır gibi ölümsüz olacağına inanır. Nitekim Hızır'ın yürüdüğü
yerlerde yeşil otlar bittiği gibi kalemin de arkasında harfler ve yazılar
serpilir. Mürekkebe ba-tırılarak ıslanan kalem, zulümâta gidip gelerek âb-ı
hayâtı bulan ve onu içen Hızır gibidir. Sancak ve tuğlar da Hızır gibi
yeşillere bürünüp erenlerin himmetiyle askerlere rehberlik eder. Allah, gam denizine
batanları kurtarmak için her yerde Hızır gibi yeşillikler, bağlar, bahçeler
yaratmıştır. Gonca, yeşilliği ve gizliliği yönünden elinde âb-ı hayât kadehi
tutan Hızır'a benzetilir. Sevgilinin boyunu ve vahdeti temsil eden servi de
yeşilliği, yüksekliği ve uzunluğu bakımından Hızır gibi uzun ömürlü olarak tasavvur
edilir, ayağının bastığı yerlerin yeşil olması dolayısıyla da Hızr-ı sânî
olarak düşünülür.
Hızır
İskendernâme, Battalnâme, Dânişmendnâme, Dede Korkut Kitabı, Saltuknâme, Manas
Destanı, Alpa-mış Destanı, KÖroğlu Destanı, Derdi-yok ile Zülfüsiyah, Âşık
Garip, Kerem ile Aslı, Tâhir ile Zühre gibi eserlerden başlayarak hemen bütün
halk hikâyeleri, masal, efsane, menkıbe ve Şiirlerde söz konusu edilmiştir. Bu
eserlerde genellikle boz atlı, yeşil elbiseli (bazan beyaz), yüzü açık veya
nikablı, yeşil mızrak veya kamçılı, istediği kılığa girebilen bir kişi olarak
tasavvur edilen Hızır darda kalanlara yardım eden, iyileri ödüllendirip
kötüleri cezalandıran, bollukve bereket bağışlayan, müslüman askerlere yardım
için savaşlara katılan bir şahıs olarak tanıtılır. Hızır halk Şiirinde
âşıklara, hikâye kahramanlarına aşk badesi sunmakta veya tükürüğünden ağzına
sürünce âşık deyiş söylemeye başlamaktadır. Ninnilerde Hızır'ın taş bebeğe can
vermesi, yola giden çocuğun elinden tutması, eşiğine (kapısına) gelmesi ve
uğur getirmesi gibi temenniler yer alır. Bilmecelerde de Hızır'ın kılıç
salması, bir değnekle dağları oynatması anlatılır. Bu inanışlara bağlı olarak
halk dilinde "Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez"; "Her vaktini
hazır (her geceyi Kadir), her geleni Hızır bil"; "Hızır gibi
yetişmek. Hızır uğramak, Hızır'ın eli değmek" gibi atasözü ve deyimler
ortaya çıkmıştır.
Türk
edebiyatında Hızır'ın Hz. Mûsâ ile görüşmesini ele alan müstakil eserler yazılmıştır.
Nev’î’nin Terceme-i Kıssa-i Hızır ve Mûsâ'sı, Şemseddin Sivâsî'nin Kıssa-i
Mûsâ ve Hızır'ı, Ahîzâde'nin Kıssa-i Mûsâ ve Hızır'ı, Niyâzî-i Mısrî'nin Risâle-i
Hızriyye-i Kadîme ve Risâle-i Hızriyye-i Cedide adlı risaleleri bunlara örnek
verilebilir. Niyâzî-i Mısrî bu konuyu ayrıca Mevâ'idü'l-irfân adlı eserinde de
ele almıştır. XV. yüzyıl şairlerinden Eğridirli Muhyiddin Çelebi, Hızır'ın
kendisini nasıl terbiye ve irşad ettiğini anlatan Hızırnâme adlı bir eser
kaleme almıştır. Süleyman Nahîfî de Hızır'ın kendisini sık sık ziyaret
ettiğini ve birçok tasavvufî meseleyi ona sorarak öğrendiğini belirterek Hızır'ın
cevaplarından oluşan Risâle-i Mü-kâleme-i Hızır aleyhisselâm adlı bir eser
meydana getirmiştir. Hızriyye veya Risâle-i Tasavvuf adlarıyla da anılan eser
Nahîfî'nin diğer eserleriyle birlikte basılmıştır (İstanbul 1864).
Edebiyatın
yenileşme döneminde klasik özelliklerini kaybeden Hızır sadece de-yimlerdeki
varlığı ile edebî eserlerde yer almıştır. Bunun dışında Sezai Karakoç'un
Hızırla Kırk Saat (İstanbul 1967) adlı Şiir kitabı, Hızır'ın dinî ve efsanevî
özelliklerini alegorik olarak ve yeni bir anlayışla yansıtan, bazı
bölümlerinde Hızır'ın konuşturulduğu dikkate değer bir eserdir. (4)
Hızır
kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de geçmez. Kehf sûresinin 60-82. âyetlerinde anlatılan
kıssada Hz. Mûsâ ile mâcerâları anlatılan kıssada geçen ve 65. âyette isim
yerine “Katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim
öğrettiğimiz kullarımızdan biri” diye özellikleri anlatılan kişinin Hızır
olduğu konusunda müfessirlerin çoğu birleşir. Çünkü bu olayın anlatıldığı
hadis-i şerifte Peygamberimiz bu şahsın Hızır olduğunu ifâde eder.
“Mûsâ, genç arkadaşına: "Ben iki
denizin birleştiği yere ulaşmaya, yahut yıllarca yürümeye kararlıyım"
demişti.
(60)
İkisi, iki denizin birleştiği yere
ulaşınca, balıklarını unutmuşlardı, balık bir delikten kayıp denizi boyladı.
(61)
Oradan uzaklaştıklarında Mûsâ, yanındaki
gence: "Azığımızı çıkar, and olsun bu yolculuğumuzda yorgun düştük"
dedi.
(62)
O da: "Bak sen! Kayalığa
vardığımızda balığı unutmuştum. Bana onu hatırlamamı unutturan ancak şeytandır.
Balık şaşılacak şekilde denizde yolunu tutup gitmiş" dedi. (63)
Mûsâ: "İstediğimiz zaten
buydu" dedi. Hemen geldikleri yoldan izleri üzerinde geri döndüler. (64)
Bu arada ikisi katımızdan kendisine bir
rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan birini buldular.
(65)
Mûsâ ona: "Sana öğretileni bana
hayra götüren bir bilgi olarak öğretmen için peşinden gelebilir miyim?"
dedi.
(66)
O: "Sen doğrusu benim yaptıklarıma
dayanamazsın, bilgice kavrayamadığın bir şeye nasıl dayanabilirsin?" dedi.
(67-68)
Mûsâ: "İnşallah sabrettiğimi
göreceksin, sana hiçbir işte baş kaldırmayacağım" dedi. (69)
O da: "O halde, bana uyacaksan, ben
sana anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında bana soru sormayacaksın" dedi.
(70)
Bunun üzerine kalkıp gittiler; sonunda
bir gemiye bindiklerinde, o gemiyi deliverdi; Mûsâ: "Gemiyi içindekileri
boğmak için mi deldin? Doğrusu şaşılacak bir şey yaptın" dedi. (71)
Mûsâ'ya: "Ben sana yaptığım işlere
dayanamazsın demedim mi?" dedi.
(72)
Mûsâ: "Unuttuğum için bana çıkışma,
gücümün yetmediği şeyden beni sorumlu tutma" dedi. (73)
Yine gittiler; sonunda bir erkek çocuğa
rastladılar, o hemen onu öldürdü. Mûsâ: "Bir cana karşılık olmaksızın
masum bir cana mı kıydın? Doğrusu pek kötü bir şey yaptın" dedi. (74)
O: "Ben sana, yaptığım işlere
dayanamazsın demedim mi?" dedi.
(75)
Mûsâ: "Bundan sonra sana bir şey
sorarsam bana arkadaş olma, o zaman benim tarafımdan mazur sayılırsın"
dedi.
(76)
Yine yola koyuldular; sonunda vardıkları
bir kasaba halkından yiyecek istediler. Kasaba halkı, bu ikisini misafir etmek
istemedi. İkisi, şehrin içinde yıkılmağa yüz tutan bir duvar gördüler, Mûsâ'nın
arkadaşı onu doğrultuverdi; Mûsâ: "Dileseydin buna karşı bir ücret
alabilirdin" dedi.
(77)
O şöyle söyledi: "İşte bu, seninle
benim ayrılmamızı gerektiriyor; dayanamadığın işlerin yorumunu sana
anlatacağım"
(78)
"Gemi, denizde çalışan birkaç
yoksula aitti; onu kusurlu kılmak istedim, çünkü peşlerinde her sağlam gemiye
zorla el koyan bir hükümdar vardı." (79)
"Oğlana gelince; onun ana babası
inanmış kimselerdi. Çocuğun onları azdırmasından ve inkara sürüklemesinden
korkmuştuk.
(80)
Rablerinin o çocuktan daha temiz ve
onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik." (81)
"Duvar ise, şehirde iki yetim erkek çocuğa aitti. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı; babaları da iyi bir kimseydi. Rabbin onların erginlik çağına ulaşmasını ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarmalarını istedi. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın işlerin içyüzleri budur." (82)(18/Kehf, 60-82)
Ebû
Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: “Hızır’ın Hızır
diye isimlenmesi şuradan gelir: O, kupkuru beyazlamış ot destesinin üzerine
(veya otsuz kuru araziye) oturmuştu. orası, altında derhal yeşerdi.” (Buhârî,
Enbiyâ 27; Tirmizî, Tefsir Sûretu’l-Kehf, h. no: 3150)
Saîd
ibn Cübeyr'in şöyle dediği rivâyet edilir: "İbn Abbâs'a:
—
Nevf el-Bekkâlî, Hızır'ın arkadaşı Mûsâ'nın, İsrail oğullarının adamı Hz. Mûsâ
olmadığını sanıyor, dedim. İbn Abbâs şöyle dedi:
—
Allah'ın düşmanı yalan söylemiş (Bekkâl oğullarından bu zât, Hızır'ın arkadaşı
Mûsâ'nın, Yâ'kub oğlu, Yûsuf oğlu, Ifrâ-hİm oğlu Mîşâ oğlu Mûsâ olduğunu
sanırmış -et-Tâc: 4/167-. Kasımî'ye göre Nevfel-Bekkâlî, Ka'b el-Ahbâr'ın
karısının veya onun kardeşi oğlu karısının oğlu olup doğru söyleyen bir
tabiîdir -Mehâsınu't-Te'vîl: 11/4090). Bana Übeyy ibn Ka'b, Peyğamber(s.a.s.)in
şöyle buyurduğunu anlattı:
"Bir gün Mûsâ, İsrail oğulları
arasında bir konuşma yaptı, öyle güzel konuştu ki herkesin gözlerinden yaşlar
aktı. Kendisine: 'İnsanların en bilgilisi kimdir?' diye soruldu. 'Benim' dedi.
Bu konudaki bilgiyi Allah'a havale etmeyip 'Benim" dediği için Allah onu
azarladı. Kendisine: 'İki denizin birleştiği yerde bir kulum vardır, o senden
bilgilidir' diye vahyetti. Mûsâ: 'Yâ Rab, ben onu nasıl bulurum?' dedi. Yüce
Allah: 'Yanma bir balık alırsın, balığı bir zenbile koyarsın, nerede balığı
yitirirsen işte o, oradadır' dedi. Mûsâ zenbil içinde bir balık aldı. Yanında
uşağı Yûşa' ibn Nûn olduğu halde yürüdü.
"Bir kayaya vardılar. Başlarını
koyup kayanın gölgesinde uyudular. Balık hareket ederek zenbilden çıktı,
denize düştü, denizde hayli mesafe aldı. Allah suyun balığa doğru akmasını
durdurdu. Su balığın üzerinde bir kemer gibi oldu (balık altından geçiverdi).
(Bir rivâyete göre de kayanın dibinde hayât gözesi denen, değdiği herşeyi
canlandıran bir su vardı. İşte o su balığa değince balık canlandı, zenbilden
sıyrılıp denize girdi.)
"Mûsâ uyandığı zaman uşağı, ona
balığın durumunu söylemeyi unuttu Günün kalan kısmında ve geceleyin yürüdüler.
Ertesi gün Mûsâ, uşağına:
—
Azığımızı getir, bu yolculuğumuzda hayli yorulduk, dedi.
Allah'ın buyurduğu yere varıncaya kadar
yorulmamıştı. Orayı geçtikten sonra yorgunluk duymağa başladı. Uşağı ona:
— Gördün mü, dedi, kayanın altında
bulunduğumuz zaman balığın durumunu sana söylemeyi unuttum. Bunu sana
söylemeyi unutturan şeytandır. Balık tuhaf bir şekilde denizde yol aldı. Mûsâ:
— İşte aradığımız oydu, dedi.
Ayaklarının izini sürerek geriye
döndüler. Kayaya vardıklarında elbisesine bürünmüş bir adam gOrdüler. Mûsâ ona
selâm verdi. Hızır:
—
Senin ülkende selâm nereden? dedi. Mûsâ:
—
Ben Mûsâ'yım, dedi. Hızır:
—
İsrail oğullarının Mûsâsı mı, dedi. Mûsâ:
— Evet, sana öğretilen bilgiden bana
yol gösterecek bir şeyler öğretmen için sana geldim, dedi. Hızır:
— Sen benimle beraber bulunmağa
dayanamazsın ey Mûsâ. Ben Allah'ın bana öğrettiği ve senin bilmediğin bir
bilgiye göre hareket ederim. Sen de Allah'ın sana öğrettiği, benim bilmediğim
bir bilgiye göre hareket edersin, dedi. Mûsâ:
— İnşâallâh, beni sabırlı bulursun,
senin buyruğuna karşı gelmem, dedi. Hızır:
— Öyle ise, bana uyarsan, ben sana
anlatıncaya kadar benden hiçbir şey sormayacaksın, dedi.
— Deniz kıyısında yürümeğe başladılar.
Bir gemi geçti. Kendilerini bindirmelerini istediler. Hızır'ı tanıyan
gemiciler, onları ücretsiz olarak gemiye bindirdiler. Gemiye biner binmez
Hızır, hemen geminin ön tahtalarından birini söktü. Mûsâ:
—
Bu adamlar bizi gemilerine ücretsiz bindirdiler. Sen de içindekileri
boğmak için gemiyi deldin, kötü bir iş yaptın, dedi. Hızır:
—
Ben sana benimle beraber bulunmağa dayanamazsın dememiş miydim? dedi.
Mûsâ:
— Unuttuğum şeyden dolayı beni kınama, işimde
güçlük çıkarma; dedi.
Peygamber (s.a.s.): "Birinci
itiraz, Mûsâ'nın unutmasından dolayı olmuştu" dedi.
Bir serçe geldi, geminin yanına kondu,
denizden iki damla su aldı. Hızır Mûsâ'ya:
—
Benim ve senin ilmimiz, Allah'ın bilgisinden, ancak şu serçenin denizden
eksilttiği su kadar bir şey eksiltir, dedi.
Sonra gemiden çıktılar. Kıyıda
yürürlerken Hızır, çocuklarla beraber oynamakta olan bir çocuk gördü. Eliyle
başını tutup kopararak onu öldürdü. Mûsâ:
— Birini öldürmemiş, temiz bir cana mı
kıydın? Kötü bir iş yaptın! dedi. Hızır:
—
Ben sana, sen benimle beraber bulunmağa dayanamazsın dememiş miydim?
dedi. Mûsâ:
—
Eğer bir daha senden bir şey sorarsam, artık benimle arkadaşlık etmemekte
haklısın, dedi.
Yürüdüler, bir kente vardılar (Bu kent
Antakya'dır -et-Tâc-). Halkından yemek istediler. Halk bunlara yemek vermedi.
Orada yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler. Hızır duvarı eliyle düzeltti.
Mûsâ:
— Bu kent halkından yemek istedin, bize
yemek vermediler, bizi konuk-lamadılar. Sen isteseydin şu yaptığın işe karşılık
bir ücret alırdın, dedi. Hızır:
—
İşte seninle benim ayrılmamızın zamanı geldi. Şimdi senin dayanamadığın
şeylerin içyüzünü sana anlatayım, dedi.
Allah'ın
Elçisi (s.a.s.): "Keşke Mûsâ sabretseydi de Allah, ikisi hakkında bize
daha çok şey anlatsaydı" dedi. Saîd ibn Cübeyr, İbn Abbâs'ın bu
hadisten sonra: "O gemi denizde çalışan yoksulların idi. Onu kusurlu
yapmak istedim. Çünkü onların ilerisinde her (sağlam) gemiyi zorla alan bir
kral vardı. Çocuğa gelince: Onun anası babası mü'min insanlar idi. Bunun,
onlara azgınlık ve küfür sarmasından korktuk, istedik ki Rableri onun yerine
onlara ondan daha temiz, daha merhametli birini versin..." âyetlerini
okuduğunu söylemiştir (Buhârî, İlim 44, Bed'u'1-halk 11, Enbiyâ 27, Tefsîr
Sûre: 18; Müslim, Fedâil 170, 172; Tirmizî, Tefsîr Sûre: 18; Ahmed İbn Hanbel,
Müsned 5/117-119).
Hızır
Konusunda Uydurma Hadis Rivâyetleri
Hızır
ve İlyas’ın hayatını beyan eden hadis rivâyetlerinin tümünün uydurma olduğu,
nice mevzûât kitaplarında belirtilir. Meselâ, Aliyyu’l-Kari, Mevzûâtu’l-Kubrâ,
s. 443; Ali Hindî, Tezkiratü’l-Mevzûât, s. 108; s. 29; Mevsılî, el-Muğnî, vr.
2a, Kâvukcî, el-Lü’lüü’l-Mersû’, s. 38; Sadık Cihan, Uydurma Hadislerin Doğuşu
ve Sosyo-Politik Olaylarla İlgisi, Etüt Y., Samsun 1997; M. Yaşar Kandemir,
Mevzû Hadisler Menşei Tanıma Yolları Tenkidi, İFAV Y., s. 174. İbn Kayyim el
Cevziyye de, Hızır’dan ve onun hayatta olduğundan bahseden bütün hadislerin
mevzû/uydurma olduğunu söyler (el-Menâru’l-Münîf, s. 69).
Ali el-Karî, Hızır’dan ve hayatından bahseden
hadislerin hepsinin yalan olduğunu, hayatına dair rivâyetlerin hiçbirinin sahih
olmadığını belirtir (Aliyyu’l-Karî, Esrâru’l-Merfûa, 422).
Suyûtî,
hadislerde (Hızır’la ilgili) yukarıdaki gibi hadis rivâyetlerinin uydurma olduğunu
kabul etmekle birlikte, hadislerde genelleme yapılmasına katılmamıştır.
M.
Yaşar Kandemir, Mevzû Hadîsler
adlı kitabında Hızır ve İlyas’ın hayatlarından bahseden hadislerin mevzu
olduğunu söyler (Kandemir, Mevzû
Hadîsler, 170). İbn Hazm’ın açıklamasına göre; Yahudiler, İlyas ve
Fenhas İbnu’l-Âzâr’ın bugüne kadar hayatta olduklarını ileri sürüyorlardı.
Bugün, Hızır ve İlyas’ın hâlen yaşadığı inancı da bunun kalıntılarından başka
bir şey değildir (Talât Koçyiğit, Hadisçilerle Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar,
TDV Yayınları, Ankara 1984, s. 33).
“Hızır
ve İlyas her sene Mina mevsiminde buluşurlar.” Bu rivâyet uydurmadır. Hadis
âlimlerinden İmam Buhârî, Sâğânî, Aclûnî, Aliyyu’l-Kari, Deyba’, İbn
Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn
Hacer, Sehâvî, Suyûtî, Tarablusî, Zerkeşî, Abdulfettah Ebu Ğudde bu rivâyetin
uydurma olduğunda hemfikirdirler.
Hızır
konusunda İsrâiliyyât olduğu kabul edilen birçok rivâyet vardır. Nitekim İbn
Hacer de Hızır’ın aynu’l-hayattan (âb-ı hayat/ölümsüzlük suyu) içip ölümsüzlüğe
kavuşması rivâyetlerinin Vehb İbn Münebbih ve onun gibi İsrâiliyyâtı
nakledenlerden çıktığını kaydetmektedir (İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî,
8/314).
Hızır
konusundaki hadislerle ilgli olarak İbn Kayyim el-Cevziyye “el-Menâru’l-Münîf
fi’s-Sahîh ve’d-Daîf” adlı eserinde şunları söyler:
“Hızır
ve hayatına dair olan hadislerin hepsi de yalandır. Onun yaşadığına dair sahih
tek hadis daha yoktur. İşte bazıları:
"Rasûlullah
(s.a.s.) Mescidde idi. Arkasından bir ses duydu. Ashab bakmaya gittiler. Bir de ne görsünler, Hızır değil mi?!” (İbnü'l
Cevzî Ucâletü'l Muntazır)
“İlyas
ile Hızır kardeştirler; babaları İran diyarından, anneleri ise Bizans diyarındandır.”
(bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 5/283-284)
“Hızır
ve İlyas her yıl buluşur.” (İbn Adiy, 2/740; Ukaylî, Zuafâ 1/225; Mevzûât,
1/195,196; İthaf, 5/69, 112; Beğavî, Sünne
81-443; Zehebî, Mîzan 1845; Tezkere 108;
İbni Adiy bunu Hasen b. Rizzînin uydurduğunu söyler. Zehebî bunu İbn
Huzeyme ve bir grup âlimin İbn Zebdâ'dan naklettiğini ilâve eder.)
"Arafatta
Cebrail, Mikâil ve Hızır birleşir." (Beğavi es-Sünne 443; Tenzih l/234;
Mevzûât 1/196) diye başlayan uzun bir uydurmadır.
İbrâhim
el-Harbî, Hızır’ın ömrü ve hâlâ hayatta olup olmadığından sorulunca "İşini
gâibe havâle eden yarısını alamaz. Bunu (Hızır’ın
hâlâ yaşadığını) insanların arasına atan şeytandır." derdi.
Buhârî
de (kendisine): "Hızır ve İlyas’ın hâlâ diri mi olduklarından" sorulunca
şöyle dedi: "Bu nasıl olur? Halbuki Efendimiz (s.a.s.):
"Bu gün yeryüzünde hayatta olanlardan
yüz yılın başına kadar yaşayan hiç bir kimse kalmayacaktır." buyurmuştur (Buhârî, Mevâkît 20, 40, İlim
41; Müslim, Fazâil 217; Ebû Dâvûd, Melâhim 18, h. no: 4384; Tirmizî, Fiten 64,
h. no: 2251; Müsned, 2/88, 121; Zâdü'l Mesîr, 5/168; Abdürrezzak, 20534; Hakim,
2/37; Beyhakî, 1/453, 9/7; Beyhakî, Delâil 6/500; Beğavî 2/193).
Bu
hususta bunlardan başka pek çok imam soruya tutuldu da şöyle dediler:
"Senden önce de hiç bir beşere
ebediyyet vermedik. Sen ölürsen onlar ebediyen kalacak mı?" (21/Enbiyâ, 34)
Bu
hususta kendine soru yöneltilen Şeyhü'l-İslâm (İbn Teymiyye) şöyle cevap verdi:
-
Eğer Hızır yaşamış olsaydı, Peygamber (s.a.s.)'e gelip onun önünde cihada
katılması ve ondan öğrenim görmesi gerekirdi. Bedir harbi günü Peygamber
Efendimiz (s.a.s.):
"Allahım!
Eğer şu topluluğu -kâfirlerin gâlib gelmesine müsâde ederek- helâk edersen, yeryüzünde
artık tapınılmazsın." (Müslim, 1383, 1384; Müsned, 1/32, 30) buyurmuştu. O
topluluk tam üç yüz on üç kişi idi. İsimleri, babaları ve kabilelerinin adları
belli idi. O zaman Hızır nerede idi ?
Ebu'l
Ferec Abdürrahmân b. el-Cevzî der ki: Hızır'ın dünyada bâki olmadığına dört
tane delil vardır: 1- Kur'an, 2- Sünnet,
3- Âlimlerin, araştırıcı ve inceleyicilerinin icmâsı, 4- Ma'kul.
Kur'ana
gelince; Allah'ın şu kavlidir: "Senden
önce de hiç bir beşere ebediyyet vermedik." (21/Enbiyâ, 34). Eğer Hızır hayata devam etse idi "ebedîleşmiş"
olacaktı (İbnü'l Cevzî'nin bu adı geçen eserinden İbn Kesir El-Bidâye ve’n-Nihâye
1/334'te gâyet tafsilatıyla nakleder. Onun 3/Âl-i İmrân 81. âyeti ile istidlâlini,
İbn Mes'ud’un görüşünü ve İbnü'l Cevzî'nin "Eğer Hızır Peygamberse veya velî
ise bu (Âl-i İmrân) âyetinin siyâkına girer. Eğer Efendimiz zamanında sağ olsaydı,
Onun eşrâf-ı ahvâli, Efendimizin huzurunda, ona indirilene inanmış olarak
düşmanlarına karşı ona yardım etmesi olurdu. Çünkü velî ise Hz. Ebû Bekir ondan
daha hayırlıdır. Peygamberse Mûsâ (a.s.) ondan efdaldir. Müsned’de Câbir (r.a.)'ın
nakline göre Efendimiz (s.a.s.): "Nefsim
elinde olan Allah'a yemin ederim ki Mûsâ (a.s.) hayatta olsaydı bana uymaktan
başka bir şey yapmazdı”
buyurdu. İşte
dinden zarûrî olarak anlaşılan budur." dediğini aktarır. İbnü'l Cevzî bu âyete
göre bütün peygamberler diriltilmiş olsa Efendimize tâbi olması gerektiğini,
binâen aleyh Mirac dönüşü Efendimizin onlara imam olduğunu bildirip; bu
anlaşılınca Hızır sağ olsa Muhammed ümmetine dâhil olurdu. İşte İsa (a.s.) âhir
zamanda gelecek ve bu ümmetten olarak bu şeriatla hükmedecek. Hem ma'lum ki
Hızır hususunda kalbi rahatlatacak sahih veya hasen dereceli "Hızırın
Efendimizle buluşup cihada katıldığına dair hiç bir haber yok."
Sünnete
gelince: Efendimiz şöyle buyurdu: "Şu
gecenizi görüyor musunuz? Bu geceden sonra gelecek yüz yılın başında bu gün
hayatta olanlardan hiç kimse yeryüzünde bulunmayacaktır." (Buhârî, Mevâkît 40; Müslim, Fazâil 217; Ebû
Dâvûd, 4384; Tirmizî, 2251; Müsned, 2/88, 121). Bu, sıhhatinde (Buhârî ve
Müslim tarafından) ittifak bulunan bir hadistir.
Müslim'in
Sahih'inde geçtiğine göre, Câbir (r.a.), Efendimizin vefatından az önce:
"Bu gün canlı olanlardan hiç bir kimse
üzerine yüz sene -o hayatta iken- gelmeyecektir." (Müslim, Fazâilu’s-Sahâbe 220; Müsned,
3/284, 305, 314; Hakim, 4/499) buyurdu.
Muhakkık
âlimlerin icmâına gelince: Bundan sonra (İbnü'l Cevzî) Buhârî ve Ali b. Mûsâ
er-Rızânın "Hızır ölmüştür" dediklerini ve Buhârî’nin Hızır'ın
hayatından sorulunca Peygamberimiz "Şu
gecenizi görüyor musunuz? Çünkü bu geceden sonra gelecek yüz yılın başına bugün
yaşayanlardan hiç kimse yeryüzünde olmayacaktır." buyururken "bu nasıl olabilir"
dediğini anlatır. İbnü'l Cevzî der ki:
Hızır
öldü diye hükmeden âlimlerin bazıları şunlardır: İbrâhim b. İshak el-Harabî,
Ebu’l- Hüseyin b. el-Münâdî. Bu ikisi dinde imam mertebesinde idiler ve İbnü’l
Münadî "Hızır sağdır" diyenlerin görüşünü çok çirkin bulurdu.
Kadı
Ebû Ya’lâ da Hızır’ın öldüğünü İmam Ahmed'in talebelerinden nakledip ilim ehli
birinin de "O sağ olsa Efendimize gelmesi vâcib olurdu" diye
ihticacını anlatır. İbnü'l Cevzi devamla der ki: Bize imam Ahmed; Şüreyh b.
Nu'man, Hüşeym, Mücâhid, Şa'bi, Câbir (r.a.) isnâdıyla Nebî (s.a.s.)’nin
"Nefsim elinde olan Allah'a and olsun ki
Mûsâ sağ olsaydı bana tâbi olmaktan başka bir şey yapmazdı" (Müsned, 3/387, 338; Beyhakî, 2/11;
Abdürrezzak, 10152, 19209; İbn Ebi Âsım, Sünne 1/27) diye buyurduğunu
nakleder. Peki, Nebi (s.a.s.) ile beraber cum'a ve cemaat namazını birlikte
kılmayıp onunla beraber cihad etmeyen biri nasıl sağ olabilir?
Gormüyor
musun?! İsa (a.s.) yeryüzüne indiğinde bu ümmetin imamının arkasında kılıp,
Peygamberimizin peygamberliğinde bir tahriş olmaması için öne geçmeyecek. Ebu’l-Ferec
der ki: Hızır’ın varlığını isbat edip de, bu isbâtının içindeki bulunan
şeriattan uzaklaşmayı unutanın anlayışı ne kıttır!
Ma'kul
olan delile gelince, bunun dokuz yönü vardır:
1.
Onun sağ olduğunu isbat eden onun Âdem (a.s.)'in sulbünden gelme evlâdı
olduğunu söyler ki, bu iki yönden bozuk bir görüştür:
a-
O takdirde ömrü tarihçi Yuhannâ'nın kitabında belirttiğine göre Hızır, altı
bin yaşında eder. Böyle bir ömür insan için söz konusu olamaz.
b-
Eğer Âdem'in sulbünden gelme evlâdı olsaydı veya -iddia ettikleri gibi-
çocuğunun çocuğundan olma dördüncü insan ve Zülkarneyn'in veziri olsaydı,
onların vücut yapıları bizim yaratılışımız gibi değil, aksine boyu ve eni çok
fazla olurdu. Sahihayn'da da Ebu Hüreyre (r.a.), Efendimizin;
"Allah Âdem’i altmış zira' boyunda
yaratmıştı. Ondan sonra insanlar hep noksanlaşmakta devam ede geldiler." (Buhârî, Enbiyâ 1, 4/160, 8/62; Müslim,
Cennet bab 11/28; Müsned, 2/315, 333, 535; Ebû Avâne, 1/158; Abdürrezzak, Mûsânnef
(yetmiş zira ile) 19435) buyurduğunu nakleder. Hızır’ı gördüğünü söyleyen hiç
bir kimse onu bu irilikte ve insanların en kıdemlisi olarak görmüş değildir.
2.
Hızır Nuh'tan önce var ise gemiye Nuh (a.s.) ile binmesi gerekirdi. Böyle bir
şeyi nakleden kimse yoktur.
3.
Âlimler ittifak etmişlerdir ki, Nuh (a.s.) gemiden indiğinde beraberindekiler ölmüş,
sonra nesilleri ölmüş, sadece Nuh (a.s.)'in nesli kalmıştır. Bunun delîli Allah’ın:
“Biz, işte onun zürriyyetini bâki
kıldık” (37/Sâffât, 37) âyeti olup
bu da "Hızır'ın Nuh (a.s.)'dan Önce sağ olduğu" görüşünü yok eder.
4.
Hem bu doğru olup insanoğlundan biri doğduğu günden bu
dünya'nın sonuna kadar sağ olsa, doğumu da Nuh'tan Önce olsaydı, elbette bu en
büyük âyet ve şaşacak bir şey olur, bu haber Kur'an’da çok yerde geçerdi. Çünkü
en büyük Rubûbiyyet âyetlerinden olurdu. Allah (c.c.) Kur'an'da (Nuh
aleyhisselâm’ı) 950 yıl yaşattığını haber verip onu bir (mûcize) âyet sayar. Ya
hayatın sonuna kadar ömür verdiği ne olur? Bunun için ilim ehli birisi
"bu fikri (Hızır’ın hâlâ hayatta olduğu görüşünü) insanlar arasına ancak
şeytan atmıştır" demiştir.
5.
Hızır’ın hayatıyla ilgili görüş, Allah üzerine ilimsizce yüklenmiş bir görüş
olup bu da Kur'an'ın nassıyla haramdır.
İkinci
mukaddime gâyet açıktır. Birinci ise: Eğer onun hayatı sâbit ise ona ya Kur'an
delâlet ederdi, ya sünnet veya icmâ-ı ümmet delâlet ederdi. İşte Allah'ın
Kitab'ı, onun neresinde Hızır'ın sağ olduğu? İşte Rasûlullah'ın sünneti, onun
neresinde böyle bir delâlet var? İşte Ümmet'in âlimleri, onlar Hızır'ın sağ
olduğuna icmâ ettiler mi?
6.
Hızır’ın sağ olduğunu savunanların tek tutanakları, anlatılan hikâyelerdir.
Adamın biri Hızır'ı gördüğünü söyler. Allah için, ne şaşacak iş(!) Hızır'ın
belli bir alâmeti var da gören onu tanıyor mu? Bunların çoğu gördükleri şahsın
"ben Hızır’ım" demesine aldanıyor. Ma'lumdur ki böyle bir sözü
ortaya atanın sözünü Allah'tan bir delil olmadan tasdik câiz olamaz. Peki Hızır'ı
gördüğünü söyleyen adama kendinin Hızır olduğunu söyleyenin yalancı değil de doğru
biri olduğu nereden ma'lum oluyor?
7.
Hem Hızır Allah'ın Kelîm'i İmran oğlu Mûsâ (a.s.)'dan ayrılıp onunla
arkadaşlığa devam etmedi, ona (âyette geçişine göre):
"İşte bu, benimle senin arandaki
ayrılıktır" (18/Kehf, 78) dedi.
Nasıl olur da Mûsâ (a.s.) gibi bir Peygamber'den ayrılıp gitmeyi kendi nefsine
râzı görür de sonra câhil ve şeriat dışı giden, Cum'a’ya ve cemaata gelmeyen,
ilim meclislerine ayak basmayıp şeriatten hiçbir şey bilmeyen bu dervişlerle
birleşmeye nasıl râzı olur? Bunların her biri "Hızır dedi ki",
"bana Hızır geldi", "Hızır tavsiye etti ki" diye atar
dururlar.
Hayret
doğrusu, demek Hızır Allah'ın Kelîm'inden ayrılacak, sonra da abdest almasını
bilmeyen, namaz nasıl kılınır anlamayan câhillerin sohbeti peşinde dolaşacak
ha...
8.
Hem Muhammed ümmeti "ben Hızır’ım" diyen kimse hakkında, o kimse
"Ben Allah Rasûlünü şöyle şöyle söylerken işittim" demiş olması
farzedildiğinde, dinde onun sözüne iltifat edilmez ve kendisi ile ihticac
edilmez. Tâ ki Rasûlullah'a gelmediği ve ona biat etmediği ya da bu câhil
kendisi ona gönderilmediğini söyleyene kadar. Bunda küfürden bir şeyler
vardır.
9.
Eğer Hızır sağ olsaydı, elbette kâfirlere karşı cihadı, Allah yolunda alâkası
ve ordu safında bir saat yer alması;
Cum'aya, cemaata gelmesi ve ilim öğrenmesi kendisi için vahşi hayvanlar
arasında ıssız yerlerde ve tenha çöllerde dolaşmasından daha hayırlı olurdu.
Böyle yapması ise en fazla ayıplanmasına ve ta'nedilmesine sebep olmaz mı? (İbn
Kayyim el-Cevziyye, Elmenâr'ül Münîf fi’s-Sahîh ve’d-Daîf, Tahkik Terceme ve
Ta’lik Muzaffer Can, Cantaş Y., İst. 1992, s. 69-76)
1) Her bilenin üstünde bir bilen vardır. Kişi kendi bilgisiyle böbürlenmemeli, daha bilgili kişilerin ve hepsinin de üstünde Allah'ın daha bilgili bulunduğunu hatırdan çıkarmamalıdır. Çünkü her ilim sahibinin üstünde ondan daha fazla ve farklı bir bilen vardır.
2) Olaylarda Allah'ın hikmetleri vardır.
İnsanın kötü gördüğü birçok şey aslında iyidir. Ancak içyüzünü bilmediği için
insan onu şer sanır. Bu bakımdan başa gelen olayları Allah'ın hikmetine havale
edip sabretmeli ve sonunda onun hayırlı olacağını düşünmelidir. Bu bakımdan içyüzünü bilmediğimiz bir olayla
karşılaştığımızda, duygusallıktan uzak kalıp, onun iç yüzünü öğreninceye kadar kesin
bir hüküm vermemek en isabetli yoldur. Bu gibi hususlarda duygumuzla değil,
aklımız ve imanımızla çözüm aramalıyız.
Meselâ
karşımıza çıkan bir kazanın hayırlı olabileceğini, bizim için sonucun daha iyi
olabileceğini düşünmemiz, İlâhi takdire teslimiyetin ifadesidir. Allah, hiçbir
zaman haksızlık yapmaz. O'nun her yaptığında mutlak hayır vardır. Hz. Hızır'ın
sağlam gemiyi delip kusurlu yapması, zâhiren masum olan bir çocuğu öldürmesi,
kendilerini konuk edinmeyen bir kasabada yıkılmak üzere olan duvarı
doğrultması, bunun açık örneklerinden bazılarıdır.
3) İlim öğrenmek için gerektiğinde
başka yerlere gitmeli ve yol zahmetine, tahsîlin meşakkatine katlanmalıdır.
4) Yola giderken yanına bir arkadaş almak,
arkadaşla yola gitmek uygundur.
5) İnsanın bilmediği bir şeyi hemen inkâr
etmemesi, düşünüp içyüzünü öğrenmesi gerekir.
6) Verilen söze, kabul edilen şarta uymak
gerekir.
7) Hatâdan ötürü özür dilemelidir.
8) Çocuklarını Allah'ın rahmet ve gözetimine
ısmarlamak, onların geleceğini düşünmek lâzımdır. Nitekim geriye kalan
çocuklarını düşünerek onlar için duvarın altında para saklamış olan kişi,
sâlih bir insan olarak nitelendirilmiştir.
9)
Peygamberlerin ilmi genellikle vehbî, başka bir deyişle ledünnîdir. Allah'tan
alıp öylece bilgi sahibi olurlar. Ama her peygamberin özelliğine, içinde
bulunduğu şartlara, hitap ettiği kavim ve toplumun kültür seviyesine göre
kendisine bu ilimden verilir. Bütün peygamberler tevhid inancı esasında
birleşirler, ama diğer fer'î ilimlerde farklı derecelerde olabilirler. Sebebine
gelince: Allah'ın ilminin sonsuz ve sınırsız olduğunu bildirmek ve her bilenden
daha çok bir bilenin bulunabileceğini hatırlamak ve ilim sahiplerinin
bilgilerinin farklı olduğuna dikkat çekmek söz konusudur. Nitekim ledünnî ilme
sahip olan Hz. Mûsâ (a.s.)’nın bildiklerinin çoğunu Hz. Hızır (a.s.)’ın bilmediği
gibi, Hızır (a.s.)'ın bildiklerinin birçoğunu da Hz. Mûsâ (a.s.) bilmiyordu.
Nitekim Buhârî'nin tesbitine göre Hz. Hızır (a.s.)'ın: "Ey Mûsâ, ben
Allah'ın bana Öğrettiği bir bilgi üzereyim, sen onu bilmezsin. Sen de Allah'ın
sana öğrettiği bir bilgi üzeresin, onu da ben bilmem." dediği rivâyet
edilmektedir.
10)
Bilmediğimiz konuları öğrenebilmek için bazı zorluklara katlanmasını bilmeliyiz.
Nimet külfetsiz olmaz. Nitekim Mûsâ (a.s.),
Hızır (a.s.)'ın ilminden yararlanmak için uzun ve yorucu bir yolculuk yapma ihtiyacını
duymuş ve katlanmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın muradı da böyle olmasından yana idi.
Zira dileseydi Hızır (a.s.)'ı, Mûsâ (a.s.)'nın yanına sevkederdi. Nitekim
Ashab-ı Kiramdan bazı zatlar, İslâm ülkelerine dağılan arkadaşlarının Hz.
Peygamber (s.a.s.)'den bizzat duyduklan hadisleri onların ağzından duymak için
develerine binip haftalarca yolculuk yapmışlardır.
11)
Bilgisinden yararlanmak istediğimiz kişiye uymasını, saygı gösterilmesinin
gereğini, lüzumsuz soru sormaktan kaçınmasını bilmeliyiz. Çünkü ilim çok
şereflidir, azizdir ve kıymetlidir. İlim adamına saygı göstermek,
peygamberlerin sünnetidir. Mûsâ (a.s.)'nın bir bakıma Hz. Hızır (a.s.)a uyup
bilgisinden yararlanmaya çalışması bize bu sünneti hatırlatır.
12)
Bilmediğimiz bir konuyu öğrenmekte çok sabırlı ve dikkatli olmamız
gerekmektedir. Çünkü ilim ancak; zevk, heves, ilgi ve sabırla elde edilebilir.
13) Hocası
rütbe itibariyle kendisinden aşağı da olsa, öğrencinin hocasına saygı
göstermesi, ona itiraz etmemesi gerekir. Nitekim Mûsâ (a.s.) kendisinden aşağı
derecede olan Hızır'a tâbi olmuş, ona saygı göstermişti
14)
Âlimin bildiği ile yetinmeyip daha fazla şeyler öğrenmeye çalışması icap eder.
Nitekim Hz. Mûsâ öyle yapmıştır. Âlimin ilmini artırması ve sefer için yanında
yiyecek götürmesi de câizdir. Bu tevekküle engel değildir.
15)
Unutmak gibi sevilmeyen şeyler mecâzî olarak şeytana nisbet edilebilir.
16)
Bir kimse, ileride yapacağı bir işi söylerken önce “inşâallah” demelidir.
17)
Tâbî olunup uyulan kişi, kendisine tâbi olana şart koşabilir.
18)
Şart koşulan, söz verilen şey yapılmalıdır.
19)
Kişi unuttuğu şeyden dolayı kınanmamalıdır. Genelde tekrar üç defa yapılır.
20)
Gerektiğinde yabancı bir kimseden yiyecek istemekde sakınca yoktur.
21)
Hata yapılınca mutlaka özür dilemek gerekir.
22)
İcâre (ücretle çahşmak veya bir şeyi kiraya vermek) câizdir.
23)
Hilâfı anlaşılıncaya kadar zâhirle hükmetmek câiz olduğu gibi, bizim için
şarttır.
24)
Hikmeti anlaşılsın anlaşılmasın şeriatin getirdiği her şeyi kabul ve teslim vâciptir.
25) Bir malın, büyük bir bölümünü kurtarmak
için cüz'î bir bölümü telef edilebilir. Nitekim Hızır, gemiyi kurtarmak için
bir bölümünü yaralamıştı.
26) Büyük bir fesattan korunmak için (başka
seçenek yoksa) daha küçük bir zarar işlenebilir. Nitekim Hızır, ebeveyni
kurtarmak için azgın çocuğu öldürmüştü.
27) Bir binayı ve eşyayı korumak, bakımını
yapmak, onarmak gerekir;
yıkılıncaya
kadar ihmal edilmesi doğru değildir.
28)
Fakir, geçimine yetmeyen araba, gemi gibi bir şey veya bazı âlet ve araçlara
sahip olmakla fakir olmaktan çıkmaz.
29)
İki zarar karşı karşıya gelince, büyüğünden kurtulmak için küçüğü irtikâb
etmek gerekir. Yani, ehven-i şerreyn (iki şerden en ehveni) tercih olunur. Nitekim Hızır (a.s.), gemiyi kurtarmak
için bir bölümünü yaralamıştır.
30)
Hızır (a.s.)'ın: "Ben bunu kendiliğimden yapmadım" demesi peygamberliğine
bir delildir. Zaten hadis-i şerifler de Hızır (a.s.)'ın peygamberliğine kail
olanlara delildir.
31)
İyilik yapmayana iyilikte bulunmak, onun için hayırlı olanını düşünmek mü’mine
yakışan bir haslettir. Kendilerini konuk etmeyen ve yiyecek bir şey de
vermeyen kasaba halkına ait yıkılmak üzere olan bir duvarı Hızır (a.s.)'ın
elini dokundurup doğrultması bize bu gerçeği öğretmektedir.
32)
Hızır (a.s.), düzelttiği duvara karşılık ücret almamıştı. Mürüvvet sahibi
insan da yaptığı her iyilikten hemen karşılık beklememeli, iyiliği Allah
rızası için yapmaya çalışmalıdır.
33)
Yanımızdaki hizmetçi, kapıcı ve odacılara "bey, efendi, arkadaş" gibi
sözlerle hitap etmeli, onları üzecek, kıracak isim ve sıfatları kullanmaktan
kaçınmalıyız. Nitekim, Mûsâ (a.s.)'a refakat edip hizmetinde bulunan Yûşa İbn
Nûn için Kur'ân-ı Kerim'de "fetâ/genç" tâbiri kullanılmıştır.
34)
Bir peygamber bir mûcize gösterirse, onu kendi reyiyle göstermez. Rabbinin
emir ve vahyi ile gösterir. Hızır (a.s.)'ın açıklamada bulunması, bunun güzel bir
örneği sayılır.
35)
Hz. Mûsâ ile Hızır (a.s.) kıssası İsrailoğullarının Tih sahrasında bulundukları
yıllara rastlar. Hz. Hızır ile mülâkatından sonra Hz. Mûsâ yine oraya
dönmüştür. Bununla beraber bu olayın Mısır'dan çıkmazdan önce olduğunu
söyleyenler de vardır (Ahmed Davudoğlu, sahih-i müslim tere, c. 9, s. 6149
(202); Mehmet Talu, Milli gazete fıkıh köşesi, 13-14-15 Mayıs 1999, s. 15;
Ramazan Hûb, Hızır (a.s.), Kırk Kandil Y., s. 369-373).
Hıd(ı)rellez;
Daha çok Batı Türk dünyasında kutlanan bir halk bayramıdır. Hızır ve İlyâs
isimlerinin halk ağzında aldığı şekilden ibâret olan hıdrellez, kökü İslâm
öncesi eski Orta Asya, Ortadoğu ve Anadolu yaz bayramlarına dayanan, Hızır
yahut Hızır ve İlyâs kavramları etrafında dinî bir muhtevaya bürünmüş halk
bayramının adıdır. Bu bayram, merkezini özellikle Anadolu ve Balkanlar'ın,
Kırım, İrak ve Suriye'nin teşkil ettiği Batı Türkleri arasında, bugün
kullanılmakta olan Gregoryen takvimine göre 6 Mayıs (eski Jülyen takvimine göre
23 Nisan) günü kutlanmaktadır.
Hıdrellez,
halk arasında ölümsüzlük sırrına erdiklerine ve biri karada, diğeri denizde
darda kalanlara yardım ettiklerine inanılan Hızır ve İlyâs peygamberlerin yılda
bir defa bir araya geldikleri gün olarak kabul edilir. Ancak bu beraberlikte,
ismi yaşatılmasına rağmen uygulamada İlyâs"ın şahsiyeti tamamıyla
silinerek Hızır motifi öne çıkarılmıştır. Dolayısıyla bu bayramda icra edilen
bütün merasimler Hızır'la ilgilidir. Bunun temel sebebi. İslâm öncesi
devirlerde yukarıda zikredilen üç büyük kültürün hâkim olduğu alanda bu yaz
bayramı vesilesiyle kültleri kutlanan insan üstü varlıkların daha ziyade
Hızır'ın şahsiyetine uygun düşmesi ve onunla özdeşleşmesidir.
Osmanlı
Devleti'nde 6 Mayıs (23 Nisan) halk arasında yaz mevsiminin başlangıç tarihi
sayılmaktaydı. Nitekim eski takvimde yıl İkiye ayrılmış olup 23 Nİsan'dan (6
Mayıs) 26 Ekim'e (8 Kasım) kadar süren 186 gün "Hızır günleri" adıyla
yaz mevsimini. 23 Nisan'a kadar devam eden 179 gün de "Kasım
günleri" adıyla kış mevsimini oluşturuyordu. Hıdrellez de kışın sona
erip yazın başladığı gün olarak kutlanmaktadır.
Hızır
ve İlyâs'a tahsis edilen bu gün, İslâm dünyasının her tarafında kutlanmadığı
gibi kutlandığı yerlerde de adı. tarihi ve yapılan merasimler aynı değildir.
Her şeyden önce İslâm folklorunda Hızır ile İlyâs hakkında çok zengin bir
inançlar ve efsaneler literatürü ve bu ikisinin yılda bir defa görüştüğü inancı
mevcut olduğu halde bu gün belirlenmiş değildir; hatta Türk dünyasının her
tarafında 6 Mayıs kutlama günü olarak bilinmez. Fakat muhakkak olan şudur ki.
İslâm dünyasının önemli bir kısmında ve bu arada Türkler arasında her zaman
hıdrellez adı altında olmasa da Hızır ile İlyâs'ın birleştiği günün hâtırası
çok eskiden beri değişik günlerde ve biçimlerde kutlanmaktadır. Nitekim XVI.
yüzyılda İstanbul'a yerleşen Yesevî tarikatına mensup Türkistanlı müellif
Hâzinî, bu tarikatla ilgili çok önemli bir kaynak olan Cevâhirü'1-ebrâr min
emvâci'l-bihâr adlı eserinde (s. 196), başta Buhara ve Semerkant olmak üzere
bütün Mâverâ ün nehir'de Hızır-İiyâs adına şenlikler yapıldığını kaydeder.
Ayrıca Türkiye'deki Alevîler ve İran'daki Kızılbaş Karakoyunlu Türkmenleri
(Çihiltenler) arasında şubat ayı ortalarında "Hızır nebî bayramı"
adıyla hıdrellezden ayrı ve oruçla geçirilen bir bayramın kutlandığı bilinmektedir.
Nevruz'dan altı hafta öncesine rastlayan bu bayram, eski on iki hayvanlı Türk
takvimindeki yılbaşına tekabül etmekteydi.
Yalnız
Anadolu, Balkanlar, Kırım, İrak ve Suriye Türkleri'ne mahsus bir halk şenliği
olan hıdrellezin buralarda özellikle 6 Mayıs'ta kutlanması iklim ve tabiat şartlarıyla
bağlantılıdır. Bu tarih, sözü edilen bölgelerde ilkbahardan yaz mevsimine
geçişi belirlemekte olup hicrî takvim sistemiyle hiçbir ilgisi yoktur. 5
Mayıs'ı 6 Mayıs'a bağlayan gece güneşin Ülker burcuna girdiği bir zaman
parçasıdır. Bu tarihten 7-8 Kasım'a kadar bu burcu güneşin batışından sonra
görmek mümkün değildir. Yılın diğer günlerinde ise Ülker burcu güneş
battıktan kısa bir süre sonra görülebilmektedir. Bu sûretle astronomik
gözlemlere ve tabiat şartlarına uygun bir şekilde yıl kış ve yaz olmak üzere
iki mevsime bölünmüştür. 8 Kasım bütün özellikleriyle kışın başlangıç
tarihini, 6 Mayıs'a rastlayan hıdrellez günü de gerçek anlamda yazın başlangıç
tarihini oluşturmaktadır. Pek çok arşiv belgesi, Osmanlılar döneminde devlet
nezdinde bile işlerin yılın bu iki mevsimine, yani "rûz-i Hızır'dan
(Hızır-İIyâs'tan) rûz-i Kasım'a" veya "rûz-i Kasım'dan rûz-i
Hızır'a" kadar olan iki döneme göre planlandığını göstermektedir.
Öte
yandan 6 Mayıs, Türkler'in Anadolu'ya yahut daha genel bir ifadeyle Ortadoğu'ya
geldikten sonra tanıdıkları bir tarihtir. Zira Doğu Htristiyanlığfnın Aziz
Yorgi (Aya Yorgi, Hagios Georgios, Saint George) ya da Yeşil Yorgi kültü bu
tarihte kutlanmaktaydı. Doğu Hıristiyanlığı'nda çok önemli bir yeri olan bu
kült zaman içinde Hızır-İlyâs kültü ile birleşerek özdeşleşmiş ve bu sûretle 6
Mayıs tarihi Ortadoğu ve Balkanlar'da htristiyan-müslüman kültür etkileşimi
sonucunda hem Aziz Yorgi hem de Hızır-İlyâs kültünün iç içe girmesinin bir
sonucu olarak kutlanmaya başlanmıştır.
Müslümanlarca
Hızır ve hıristiyanlarca Aziz Yorgi adına kutlanmasına rağmen doğrudan doğruya
İslâm'la da Hıristiyanlık'la da ilgisi olmayan, Ortadoğu ve Balkanlar'da hem
müslümanların hem de hıristiyan halkların kutladığı bu yaz bayramının kökü
İslâm ve Hıristiyanlık öncesi İlkçağ Anadolu, Mezopotamya ve Orta Asya
kültürlerinde aranmıştır. Mezopotamya ve bütün Doğu Akdeniz çevresindeki
ülkelerde bazı tanrılar adına bahar veya yazın gelişiyle ilgili birtakım âyinlerin
yapıldığı bilinmektedir. Milâttan önce III. bin yılın sonlarında, Mezopotamya
ovasını sulayarak etrafı yeşillendiren Fırat ve Dicle nehirlerinin hayat
verici gücünü simgeleyen Tammuz (Dumuzi) İlâhı adına bahar mevsimi
başlangıcında Mezopotamya'daki Ur şehrinde görkemli âyinler yapıldığını
gösteren tabletler bulunmaktadır. Tammuz, tabiatın ölüşü (sonbahar, kış) ve
dirilişiyle (ilkbahar, yaz) birlikte ölen ve yeniden dirilen bir tanrı kabul
edilmiştir. Yeşillik ve bereketin timsali olan Tammuz kültü, İbrânîler
kanalıyla Suriye ve Mısır üzerinden eski Yunanistan'a ve Anadolu'ya geçmiş,
burada da aynı tanrı Adonis adıyla tanınmıştır. Louvre Müzesi'nde bulunan
Boğazköy tabletleri, benzer âyinlerin Hititler zamanında Anadolu'da yaz
başlangıcında bitki ve yeşillik tanrısı Telipinus için icra edildiğini
göstermektedir. Ayrıca eski İran'da yine yeşillik ve su kavramlarıyla ilgili
Haurvatât ve Ameretât adlı iki tanrı için bahar mevsiminde özel âyinler
yapıldığı, Nevruz'un da bunlardan doğduğu bilinmektedir. Avesta'da dişi
varlıklar olarak kabul edilen Haurvatât suların, Ameretât ise bitkilerin
koruyucusu kabul ediliyordu.
Tabiatın
âdeta yeniden dirilmesi demek olan baharın ve yazın gelişi, ilk çağlarda
dünyanın her tarafındaki insanların hayatında önemli bir olaydı. Bu olayın
birtakım tabiat üstü güçlerle temsil edilmesi ve bunların şerefine âyinler
düzenlenmesi evrensel bir olay olmalıdır. Nitekim eski Orta Asya'daki Türk
boylarında da benzer âyinlerin yapıldığı bilinmektedir. Bu âyinler Yâkutlar'da
nisan, Tunguzlar'da mayıs, diğer bazı boylarda mart ayında icra ediliyor ve
büyük merasimlerle kutlanıyordu. Kısacası, hıdrellez bayramının kökünde bütün
bu kültürlerdeki bahar ve yaz bayramları geleneklerinin uzun asırlar süren
katkılarını kabul etmek doğru olacaktır. Bu katkıların en sonuncusu da Hızır ve
İlyâs'ın şahsiyeti etrafında gelişen İslâmî halk kültürüdür.
Hıdrellez
merasimlerinin icrası ve bu esnâda yeşillik ve su kavramlarıyla ilgili birtakım
uygulamalar, bu halk bayramının putperest köklerini çok daha belirgin bir
şekilde ortaya koymaktadır. Nitekim İslâm âlimleri bu durumun farkına vararak
bu konuda yasaklayıcı fetvâlar bile vermişlerdir. Osmanlı Devleti'nde de hıdrellez
kutlamalarının dinî açıdan sakıncalı olup olmadığının tartışıldığı, XVI. yüzyılda
Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi'nin fetvalarından anlaşılmaktadır. Ebüssuûd
Efendi, böyle bir günün kutsallığına inanmamak şartıyla sadece eğlenmenin,
yiyip içmenin sakıncalı olmadığını söylemektedir (Düzdağ, s. 117). Mouradgea d'Ohsson
da hıdrellez merasimlerinin Osmanlılar döneminde çok yaygın biçimde
kutlandığını belirterek bunun vazgeçilmez bir gelenek halini aldığını ifade etmiştir.
Türkiye'de
"hıdırellez", Kırım ve Dobruca'da "hıdırlez", Makedonya'da
"edirlez" (ederlez), Kosova bölgesinde "hıdırles"
(hedirles, hadırles) gibi değişik biçimlerde söylenen hıdrellez merasimleri,
çeşitli ülke ve yörelerde teferruatta tabii olarak birtakım farklılıklar
gösterebilir. Ancak bunlar Hızır adının çağrıştırdığı gibi genellikle bolluk
ve bereketi simgeleyen, su ve yeşillik kavramlarının öne çıktığı, ağacın bol
bulunduğu, bazan içinde türbe de yer alan mesire yerlerinde kutlanan
merasimlerdir. 5 Mayıs günü temizlik yapıp yiyecek ve içecek hazırlama gibi
işlerle başlayan hıdrellezle ilgili bütün merasimleri, âdet ve gelenekleri dört
grupta toplamak mümkündür. 1. Şifa ve sağlık talebine yönelik olanlar. 2.
Uğura, bereket ve bolluk talebine yönelik olanlar. 3. Mal mülk, mevki ve
servet talebine yönelik olanlar. 4. Kısmet ve talih açmaya yönelik olanlar.
Meselâ hıdrellez günü kır çiçeklerinin kaynatılarak suyundan içilmesinin
hastalıklara şifa vereceği, hıdrellez gecesi bütün sulara nur yağacağından o
gece suya girmenin her türlü hastalığa karşı bağışıklık sağlayacağı inancı
birinci gruba örnek gösterilebilir. Genellikle hıdrellez gecesi Hızır'ın
yeryüzünde dolaştığı ve dokunduğu şeylere bereket getirdiği inancı çok yaygın
olduğundan o gece evlerdeki yiyecek ve içeceklerin ağzının açık bırakılması,
dileklerin bir kâğıda yazılarak gül ağaçlarının dibine konulması vb. şeyler
ikinci grubu teşkil eden uygulamalara örnek sayılabilir. Bunlara benzer pek çok
örneğe her yerde rastlamak mümkündür.
Hıdrellez
merasimleri Hızır iie İlyâs’ın buluşmasına atfen hemen daima toplu olarak gerçekleştirildiği
için bazı kasaba ve şehirlerin yakınında yeşillik bir mekândan oluşan ve
"hıdırlık" denen, insanların bir arada yiyip içtiği, eğlendiği bir
mesire yeri bulunur. Bu yerlerde icra edilen merasimler, eski devirlerde aynı
zamanda evlenme yaşına gelmiş genç kız ve erkeklerin birbirlerini görüp
beğenmelerine de imkân vermekteydi.
Hıdrellez
inanış ve âdetleri folklorda olduğu gibi edebiyata da köklü biçimde yansımış
ve Gılgamış destanından bu yana mitoslar halinde yazılı ve sözlü edebiyat geleneğinde
yer almıştır. Anadolu'nun pek çok yerinde hıdırlık denilen mesirelerin
bulunması ve hıdrellez başta olmak üzere bahar eğlencelerinin buralarda
düzenlenmesi edebiyatta hıdrellez temasının canlı tutulmasına sebep olmuştur.
Dede
Korkut’tan itibaren Ebû Müslim, Battal Gazi, Dânişmend Gazi, Sarı Saltuk,
Köroğlu gibi kahramanların hayatı etrafında teşekkül eden destanî romanlarda
gerek Hızır ve İlyâs'ın kişilikleri, gerek hıdrellez günü, gerekse
hıdırlıklarda devam eden sosyal faaliyetler ve gelenekler ekseninde yer yer
hıdrellezin de zikredildiği görülür. Klasik Türk şairleri "evvel
bahar"ı (ilkbaharı) andıkları zaman genellikle hıdrellez günlerini kasdetmekte
ve baharı konu edinen Şiirlerinde (bahâriyye) ekseriya bu günleri
anlatmaktadırlar.
Bazı
mesnevilerde de hıdrellez ve hıdırlık bir çevre ögesi olarak anılır. Meselâ
Şeyhoğlu Sadreddin Mustafa'nın Hurşîdnâme'sinde Hurşid, uğruna ölen âşığının
mezarına türbe yaptırır ve adını Hıdrellez koyup burada sık sık Ferahşâd ile
buluşur. Halk Şiiri geleneğinde "badeli âşık"ların Hızır elinden dolu
(bâde) içmeleri (klasik Şiirde de ağzına Hızır'ın tükürdüğü kişinin güzel Şiir
söyleyeceği rivâyeti) ve zaman zaman hıdırlık mevkiinde saz çalıp Şiir
söylemeleri gelenektendir. Hıdrellez ile alâkalı zengin folklor malzemesinin
bulunduğu en önemli eser Evliyâ Çelebi'nin Seyahatnâme'sidir (bk. II, 232-233; III,
90 vd.).
Hıdrellez
şenlikleri yapılırken özellikle dilek tutan genç kızlar tarafından söylenen aşk
ve hasret dolu mâniler anonim halk edebiyatının önemli bir bölümünü oluşturur.
Bu tür mânilere bütün Türk dünyasında rastlamak mümkündür. Bunun yanında halk Şiiri
geleneğine uyularak bazı saz şairlerince hıdrellezi konu alan Şiirler de
söylenmiştir. Divan edebiyatında da hıdrellez çeşitli özellikleriyle birçok
beyitte yer almıştır. Osman Şems Efendi'nin bir hıdrellez günü İstanbul'dan
Bursa'ya gitmek için vapura binerken söylediği. "Devran bizi yârân-ı
kadîmden ayırdı / Oldukları gün Hızır ile İlyâs mülâkî" beyti bunun bir
örneğidir. Modern Türk Şiirinde de hıdrellezden ilham alan manzumeler
tertiplenmiştir: Arif Nihat Asya'nın "Hıdırellezde Kızlar" adlı Şiiri
bunlardan biridir. (5)
Günümüzde
kullanılan mânasıyla hıdrellez; insanların kıştan kurutuluşlarının bir işareti
ve bahar güneşinden faydalanma, piknik yapma, stres atma, eğlenme, nişan,
düğün, sünnet törenleri tertip etme, uğursuzlukları giderme, adak adama,
dilekte bulunma gibi düşünceleri gerçekleştirme amacıyla gelenekselleşen
"bahar bayramı" inancıdır ki tam bir bid'at olarak ortaya çıkmıştır.
İlyas (a.s.) İsrailoğulları peygamberlerinden
olup Kur'ân-ı Kerîm'de ismi geçen ve Tevrat'ta "Elia" diye zikrolunan
peygamberdir. M.Ö. IX. asırda yaşadığı ve daha sonra zamanın hükümdarları ile
çok mücadele ettiği, çoğu zaman mağaralarda yaşadığı kaydedilmektedir.
Hz. İlyas (a.s.) ya da "İlyasîn"
şeklinde ismi zikredilen (37/Sâffât, 130), peygamberliği bildirilen "Hiç
şüphe yok ki İlyas gönderilen peygamberlerdendir" (37/Sâffât, 123),
şeklinde hitab edilen İlyas (a.s.) İsrailoğullarına Allah'ın elçisi olarak
gittiğinde onlar "Ba'l" adında dört cepheli put'a tapıyorlardı. Hz.
İlyas'ın bütün gayretlerine rağmen İsrailoğulları bu puta tapınmaktan
vazgeçmemiş, Hz. İlyas'ın Peygamberliğini yalanlayarak (37/Sâffât, 124) onu
ülkeleri olan Ba'lbak'ten çıkarmışlardı. Fakat Allah'ın gazabı bunların üzerine
geldiğinde pişman olmuşlar ve İlyas (a.s.)'ı geri çağırmışlardı. Ancak tekrar
nankörlük etmişler, bunun üzerine İlyas (a.s.) oradan uzaklaşmıştır.
Sahihliği tartışılan rivâyete göre İlyas (a.s.)'ın
İsrailoğullarından ayrılması Hızır (a.s.) ile buluşması gerçekleşti. Bu buluşmaya
"Hızır - İlyas" denirken sonradan Hıdrellez şeklinde
değiştirilmiştir.
Halkın kabul ettiği Hızır anlayışında darda
kalanlara yardımcı olma, bereket getirme ve gelecekte dilekleri gerçekleştirme
vasıflarını görmek mümkündür. Geceden gül dallarına gümüş kuruşlar, çeyrekler,
kırmızı bezler bağlanır, gül dibine genç kızlar yüzük atar, mani söyler, içki
sofraları hazırlanır, davullar eşliğinde oyunlar oynanır, su kenarlarında,
yeşilliklerde eğlenilir, ateşten atlanılırsa ev sahibi olacağına inanılır;
öküzü arabaya koşmama... vb. gibi İslâm'la çelişen ve din ile ilgisi olmayan birçok
inançlara rastlanmaktadır. Aynı şekilde Hıristiyan inancına göre Saint Georges
yortusu da Türkiye’deki halk gelenekleriyle paralellik arzeder ve Hıdrellezle
aynı günde kutlanmaktadır. Görüldüğü üzere İslâm'ın Tevhid bilincinden uzak,
sahte mitolojik dürtülerin ve şamanist kalıntılarını uzantılarını yansıtan
günümüz Hıdrellez anlayışıyla, Hıristiyan Saint Yortusunun paralelliği de
göstermektedir ki İslâm dışı her şeye yakınlık duyma ama İslâm'ın gerçek
kimliğine karşı çıkma düşüncesinin neticelerini gözler önüne sermektedir.
Şu anda geçerli ve yürürlükte bulunan Hristiyan
kültürüne paralel olarak İslâm dünyasının seküler (secular) rejimlerle yönetilmesi ve bu kültürlerinde
İslâm öncesi mitolojik özelliklerden oluşan geleneksel "Ulusal İslâm"
anlayışıyla paralellik arzetmesi, müslümanların tevhidî bilinçlerinden uzak
olmalarının bir neticesidir. Şüphesiz ki Allah'ın vaadiyle İslâm dünyası
kendini değiştirmedikçe Allah da müslümanların durumunu düzeltmeyecektir. Allah
şöyle buyuruyor; "Kim İslâm'dan başka bir din (hayat nizamı)
ararsa, ondan (bu din) asla kabul olunmaz ve o, âhirette de en büyük zarara
uğrayanlardandır. Kendilerine apaçık deliller gelmiş, O Peygamber'in şüphesiz
bir hak olduğuna da şâhitlik etmişlerken imanlarının arkasından küfre sapan bir
kavmi Allah nasıl hidâyete erdirir (muvaffak eder)? Allah zâlimler gürûhunu
hidâyete erdirmez. Muhakkak Allah'ın Meleklerin, bütün insanların lâneti
onların üzerlerinedir. İşte onların cezaları" (3/Âl-i İmrân, 85-87). (6)
Âb-ı
hayat: İçeni ölümsüzlüğe kavuşturduğuna inanılan efsanevî su demektir.
Tasavvuf
Anlayışında âb-ı hayat: İslâm-Türk kaynaklarında ve edebî mahsullerinde
aynü'l-hayât, nehrü'l-hayât, âb-ı câvidânî, âb-ı zindegî, hayat kaynağı, hayat
çeşmesi, bengi su, dirilik suyu,
bazan da Hızır ve İskender'e atfen âb-ı
Hızır veya âb-ı İskender vb. çeşitli
isimlerle anılan bu efsanevî su, aslında bütün dünya mitolojilerinde mevcut
bir kavramdır. İnsanın yeryüzünde görünmesinden itibaren hemen her
toplumda hayatın kısalığı, buna karşılık yaşama arzusunun çok kuvvetli oluşu,
ona daima sonsuz bir hayat fikri ilham etmiştir. Bu eğilimin çeşitli
toplumlarda bazı mitolojik mahsuller doğurduğu ve insanların ebedî bir hayat
aramak için verdikleri mücadeleleri anlatan Gılgamış destanı ve İskender
efsanesi gibi gerçekten şaheser örnekler verdiği görülmektedir. Bu örneklerde
suyun önemi hemen farkedilir. Çünkü böyle bir ebedî hayat sağlayan suyun (âb-ı
hayât) varlığına olan inanan doğuşunda, gerçek hayattaki suyun bütün canlılar
için taşıdığı önemin rolü çok büyüktür. Onun hayat verici, diriltici, yapıcı
ve canlılık kazandırıcı özelliği çeşitli inanç sistemlerinde kendini göstermiş
ve ölümsüzlük kazandıran âb-ı hayât efsanesinin doğmasına uygun zemin
hazırlamıştır.
Efsanelerin
dışında, âb-ı hayâta Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Mûsâ ve Hızır kıssası anlatılırken
(bk. 18/Kehf, 60-82), dolaylı olarak
temas edilmiştir. Âyet metinlerinde anlatılanlar özetlenecek olursa karşımıza
şöyle bir tablo çıkmaktadır: İsrâiloğullan'nın peygamberi Hz. Mûsâ bir gün
genç arkadaşıyla birlikte, kendisiyle buluşması emredilen şahsiyetle görüşmek
üzere yola çıkar. Buluşma mevkii "iki denizin birleştiği yer" (mecmau'l-bahreyn)dir.
Hz. Mûsâ burasını tanıyabilmek için yanına azık olarak aldığı balıktan
faydalanacaktır. Çünkü balığın canlanıp denize atlaması, buluşma yerini
belirleyen bir işarettir. Ancak Hz. Mûsâ'nın genç arkadaşı, deniz sahilinde
uğradıkları kayanın yanında balığın canlanarak denize atladığını ona haber
vermeyi unutmuştur. Yolda yemek için konakladıklarında ise durumu kendisine
anlatır, Bunun üzerine Hz. Mûsâ tekrar o yere döner ve gerçekten aradığı
kişinin orada bulunduğunu görür. Kendisine Allah tarafından
"rahmet" ve "gizli ilim" verilen bu kulun Hızır adını
taşıdığı, başta Buhârî ve Müslim olmak üzere. Ebû Dâvûd, Tirmizî ve el-Müstedrek'te
yer alan bazı hadislerde bildirilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de ve Buhârî
dışındaki hadis kaynaklarında Hz. Mûsâ ile arkadaşının yanlarına azık olarak
aldıkları tuzlu balığın nasıl dirildiğine dair herhangi bir açıklama yoktur. Sadece Buhârî’de mevcut değişik bir rivâyette
bu sebebin açıklandığı görülmektedir. Bu hadise göre. "Hızır'la
buluşacakları kayanın dibinde bir kaynak (ayn) vardı ki buna "hayat
kaynağı' (aynü'l-hayât, âb-ı hayât) deniyordu. O suyun temas edip de diriltmediği
hiçbir şey yoktu. İşte balığa bu sudan sıçramıştı" (Buhârî, 'Tefsir,
Süretü'l-Kehf, 4). Âb-ı hayât kavramına İslâm ilahiyatı literatüründe rastlanılan
ilk yer burası olmalıdır. Ancak, Buhârî
bu hadisi öteki rivâyetlerin ardından, isnad zincirini vermeksizin ve şüpheli
bir rivâyet tarzında zikrederek söz konusu rivâyete güvenmediğini ortaya
koymak istemiştir. Bununla birlikte bu hadis Hızır meselesinde çok önemli
yeri olan mitolojik âb-ı hayât kavramının o devir Arap toplumunda gâyet iyi
bilindiğini belgelemiş olmaktadır.
Balığın
canlanması konusunda Kur’ân-ı Kerîm'de bilgi olmadığı için Bu-hârîdeki rivâyet
önem kazanmış, diğer hadislerde de bu konuda açıklama bulunmadığından balığın
âb-ı hayâttan sıçrayan sularla canlandığı yolundaki izah tarzı hemen bütün
kaynaklarda birinci derecede itibar görmüştür. Bunun bir sebebi de herhalde
halk arasında âb-ı hayât ile ilgili inançların çok yayılmış bulunması olsa
gerektir. Nitekim bu kavram Hızır'dan bahseden bütün klasik kaynaklarda yer
bulmuş ve pek çok folklor malzemesi ile giderek zenginleştirilmiştir.
Hz.
Mûsâ ve Hızır kıssası, Kitâb-ı Mukaddes'teki benzer rivâyetler dolayısıy
Büyük
İskender'in adı etrafında teşekkül eden İskender efsanesi, yazıldığı yerlerde
pek çok mahallî unsuru da alarak zenginleşmiştir. Milâttan önce teşekküle
başlayan bu Grekçe efsane, milâttan sonra 300 yıllan civarında tamamlanmıştır.
İskender efsanesi Süryânice'ye de aktarılmış, Süryânice metinde İskender'e
"iki boynuzlu" lakabı da eklenmiştir. Arapça'daki Zülkarneyn'in bunun
tercümesi olduğu öne sürülmektedir. Bu efsanenin Grekçe ve Süryânice
metinlerinin muhtevası şöyle özetlenebilir: İskender, insana ebedî hayat
bahşeden bir çeşme (âbı hayât) olduğunu âlimlerden öğrenir. Bunu aramak için
ordusuyla yola çıkar. Yolda çeşitli olaylar sebebiyle askerlerinden ayrılmak
zorunda kalır. Yanında sadece aşçısı vardır. Aşçı yemek hazırlamak için bir
çeşmeye gider, orada azıkları olan tuzlu balığı yıkamak ister. Fakat balık suya
değer değmez canlanır ve içine atlayıp kaybolur. Aşçı bu suyun âb-ı hayât
olduğunu anlayıp bir miktar içer ve geri döner. Başına gelenleri İskender'e
anlatır. İskender aşçının tarif ettiği yeri ararsa da bulamaz ve kızarak onu
öldürmeye karar verir. Ancak bir türlü öldüremeyince boynuna bir taş bağlayarak
denize attırır. Burada aşçı bir deniz cini olur ve ebedî hayatına devam eder.
Ortadoğu'da
gerek gayri müslimler, gerekse onlar aracılığıyla müslümanlar arasında
benimsenip yazıya geçirilen İskender efsanesi, Ortaçağ İslâm dünyasında son
derece yaygınlık kazanmıştır. IX. yüzyıldan itibaren müfessirler böyle bir
şifahî ve yazılı malzemeyi ellerinin altında hazır bulmuşlar ve Kur'ân-ı
Ke-rîmdeki Zülkarneyn kıssasını açıklarken geniş ölçüde kullanmışlardır. Bu
efsanenin İslâmî kaynaklarda mevcut metinleri şöyle özetlenebilir: Nuh
Peygamber'in torunu Yunan'ın soyundan gelen İskender-i Zülkarneyn, ebedî hayat
veren ve insan üstü güçler kazandıran âb-ı hayâttan bahsedildiğini duyar ve
bunu aramaya karar verir. Rivâyete göre Allah bunu Sâm'ın soyundan birine
nasip edecektir. Zülkarneyn halasının oğlu olup Hızır diye anılan Elyesa' ile
askerlerinin refakatinde yolculuğa başlar. Âb-ı hayât, "karanlıklar
ülkesi"ndedir. Yolda bir fırtına yüzünden Zülkarneyn ve Hızır askerlerden
ayrı düşerler, bir müddet sonra karanlıklar ülkesine gelirler. Zülkarneyn sağa,
Hızır sola giderek yollarını tayine çalışırlar. Günlerce yol aldıktan sonra
Hızır ilâhî bir ses duyar ve bir nur görür. Bunların kendisini çektiği yere
gidince de orada âb-ı hayâtı bulur. Bu sudan içer ve yıkanır. Böylece hem ebedî
hayata kavuşur, hem de insanüstü güçler ve kabiliyetler kazanır. Sonra
Zülkarneyn'le karşılaşırlar. Zülkarneyn durumu öğrenir ve âb-ı hayâtı ararsa
da bulamaz, kaderine râzı olur. Bir müddet sonra ölür.
Gılgamış
destanındaki "su içinde otun sağladığı ebedî hayat" kavramı ve bunun
Gılgamış tarafından aranması, İskender efsanesine kaynaklık etmiş olabilir.
Çünkü m.ö. 3000-2000 yıllarına kadar inen Mezopotamya destanının, İskender
efsanesinin teşekkülü sırasında, İskender'in ebedî hayat veren suyu araması
epizodu olarak kullanılması, coğrafî mevki ve kültürel çevre olarak imkânsız
değildir. Müsteşriklerin hiçbiri bu noktayı dikkate almamışlardır. İskender
efsanesindeki aşçının, canlanıp suya atlayan tuzlu balığı ile Hz. Mûsâ' nın
canlanıp denize atlayan balığı arasında bir benzerlik görülmekteyse de
gerçekte Kur'ân-ı Kerîm ve sahih hadislerin naklettiği olayların bu efsane ile
benzerliği yoktur. Çünkü bu olaylarda ebedî hayat bahşeden âb-ı hayâtı aramaya
giden birileri söz konusu değildir. Bununla birlikte müsteşriklerin ileri
sürdükleri tezler müfessir, muhaddis ve tarihçilerin kıssayı açıklarken verdikleri
malumat için tam anlamıyla geçerlidir. Müsteşriklerin gözden kaçırdıkları en
önemli nokta budur, yani onlar meselenin tahlilini yaparken Kur'ân-ı Kerîm’in
metni ile müfessirlerin metinlerini birbirinden ayırt etmemişlerdir. Efsane
bu haliyle diğer İslâmî edebiyatlarda olduğu gibi Türk edebiyatında da
İskendernâme denilen bir edebî türün oluşmasına yol açmıştır.
Müslümanlığı
kabul ettikten sonra Arap, Fars ve Türk milletlerinin dinî ve din dışı
edebiyatlarında Hızır, Hızır-İlyas, âb-ı hayât gibi kavramlar ve bunlarla ilgili
giderek zenginleşen mitolojik mahsuller sık sık işlenip yeni örnekler ortaya
konulmuştur. Pek çok Arap edip ve şairi ile Attar, Fahreddîn-i Irâkî ve Hafız
gibi İranlı mutasavvıf şairlerin bu konuları işlediği, yahut mazmun olarak
kullandığı görülür. Tasavvufta âb-ı hayât, Allah'ın "el-Hayy"
isminin hakikatinden ibarettir. Bu ismi öz vasfı haline getiren kimse, âb-ı
hayâtı içmiş olur. Artık o, Hakk'ın "hay" sıfatıyla hayatta olduğu
gibi, diğer canlılar da onun sayesinde hayat kazanır. Bu mertebedeki insanın
hayatı Hakk'ın hayatıdır. Âb-ı hayât, çeşitli İslâm milletlerinin halk
edebiyatı mahsullerine bir motif olarak girmiş ve yüzyıllardan beri
kullanılagelmiştir. İslâmî Türk edebiyatı da bu genel eğilime kayıtsız
kalmamış, Orta Asya, Çağatay ve Azerî edebiyat sahaları kadar Anadolu Türk
edebiyatı da bu konularda zengin bir varlık ortaya koymuştur. Ab-ı hayât
kavramının Hızır ve Hızır-İlyas'a bağlı olarak ilk işlenmeye başladığı edebî
mahsuller, konunun dinî bir mahiyet arzetmesinden dolayı, dinî-tasavvufî
edebiyat sahasında görülmüştür. Bu kavramların gerek kendi hakiki anlamlarında
ve tasavvufî yönde, gerekse birtakım semboller olarak kullanıldığı edebî
eserlerin başında tasavvufî divanlar gelir. Türk edebiyatı bu türün çok zengin
örneklerine sahiptir. Bunların en güzellerinden biri Mevlânâ'ya aittir. O,
Dîvân-ı Kebir’de bu kavramları hem gerçek anlamlarıyla, hem tasavvufî remiz
olarak, hem de edebî mazmun olarak kullanmıştır. Meselâ "Hızır Tanrı keremiyle
âb-ı hayâta kavuştu" (II, 62) mısraı, işaret olunan gerçek anlamı
yansıtmaktadır. "Sen ya baştan başa cansın yahut zamanın Hızır'ı, yahut
âb-ı hayât; onun için halktan gizlenmedesin"; "Sana nasıl Hızır
demeyeyim ki âb-ı hayât içtin, sen âb-ı hayâtsın; suvar, kandır bizi" (I,
92) mısraları ise şeyhi Şems-i Tebrîzî’yi kasteden mânalardır. Yunus Emre.
"Yunus Emre bu dünyada iki kişi kalır derler / Meğer Hızır, İlyas ola âb-ı
hayât içmiş gibi" mısralarıyla tasavvuf ehlinin görüşlerini paylaşmıştır.
Nesîmî, Eşrefoğlu Rûmî, Niyâzî-i Mısrî, Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi mutasavvıf
şairler âb-ı hayât kavramını tasavvufî mazmun olarak kullanmışlardır. Âb-ı
hayât, Bektaşî Kızılbaş nefeslerinde de geniş şekilde yer almıştır.
Âb-ı
hayât kavramı din dışı edebiyatta İskendernâmeler'de, divan ve halk
edebiyatında kullanılmıştır. İskender'in yahut Zülkarneyn'in âb-ı hayâtı aramak
için yaptığı yolculukları, bu yolculuklarda karşılaştığı tehlike ve tuhaf
olayları, yaptığı savaşları anlatan efsanelerin daha erken devirlerde İslâm
dünyasında yazılması, başta Araplar, İranlılar ve Türkler olmak üzere
Hintliler, Malayalı-lar ve Cavalılar'a varıncaya kadar muhtelif milletlerde
İskendernâmeler'in yazılmasına yol açmıştır. Türk edebiyatında özellikle
Ahmedî’nin (ö. 1413) İskendernâme'si, kendinden sonra gelen bazı manzum ve
mensur Türkçe İskendernâmeler'e numûne olmuş ve türün en güzel örneklerinden
birini teşkil etmiştir.
Âb-ı
hayât, divan edebiyatında Hızır mazmunu kadar çok kullanılmıştır (bazı örnekler
için bk. A. Yaşar Ocak, Hızır-İlyas Kültü, s. 175 vd.). Türk halk edebiyatında
da Hızır'ın âşıklık geleneğindeki temel yeri dolayısıyla hemen her âşık Hızır,
Hizır-İlyas dolayısıyla da âb-ı hayâttan bahseder. Divan Şiirinde âb-ı hayât
gibi mazmun ve kavramlar kısmen bunlar etrafındaki inançları da hatırlatmakla
beraber, asıl edebî bir mazmun olarak genellikle sevgili ve onun çeşitli
vasıflarını sembolize etmek içiri kullanılmışlar; âşık edebiyatında ise halk
inançlarını yansıtır biçimde ele alınmışlardır.
(7)
Edebiyatta
Âb-ı Hayat Deyimi
Halk
ve divan edebiyatında âb-ı hayâtla ilgili zengin motifler teşekkül etmiştir.
İçenin ebedî hayata kavuşması, ölümden kurtulması, öldürülse bile tekrar
dirilmesi, ihtiyarsa gençleşmesi, hastaysa iyileşmesi gibi genel telakkilerin
dışında âb-ı hayât, vahdet sırrına ermektir. Bu itibarla iman veya İslâm, âb-ı
hayât ve kevsere benzetilir. Mümin ise bunu içen kimsedir. Aynı zamanda
Kurân-ı Kerîm de âb-ı hayâttır. Zira onun gelmesiyle nice ölmüş gibi olan
canlar dirilmiş, nice inkâr ve şirk hastaları şifa bulmuştur. Kâbe vahdeti,
Hakkın birliğini, İslâm ve imanı temsil ettiği için âb-ı hayât olarak tasavvur
edilir. Siyah örtüsü "karanlıklar'a (zulümât) benzetilerek âb-ı hayâtla
bir başka ilgi kurulur. Hz. Peygamber bir âb-ı hayât çeşmesidir. Ölü gönüller
onun sözleriyle şifa ve ebedî hayat bulurlar. Şefaati de müminler için âb-ı
hayâttır. Methedilen kişinin, padişahın, sevgilinin, velîlerin, kâmil insanın,
âlim ve ariflerin söz ve nasihatleri de âb-ı hayât gibidir. Bazan şairler de
ilâhî feyiz ve İlhamla yazdıklarına işaret etmek için sözlerini âb-ı hayât
olarak takdim ederler.
Edebiyatçılara
göre; aşksız insan ölü gibidir. Bu itibarla aşk âb-ı hayâttır. Sevgili,
sevgilinin vuslatı, hatta ayak bastığı yer, eşiği, ayağının tozu. toprağı
âşığın hayat kaynağıdır. Ağız veya dudaklar mecazen âb-ı hayâttır. Ağzın
hareketi can ve hayat nişanıdır. İrşad, iman ve feyiz vermek de sözle
olabilmektedir; onların da kaynağı ağızdır. Sevgilinin dudakları âşığına
hayat verir, can bağışlar. Onun için busesi bir can çeşmesidir. Âşık sevgilinin
busesi ile ölümü temenni eder. Çünkü o yine dudaklar sebebiyle yeniden hayata
kavuşacaktır. Dudaklar ölüme derman olduğu gibi özellikle aşk derdine,
hastalığa şifa ve ilâçtır. Hükümdarın dudağı. Ölüm mahkûmunu affederek ona
hayat bağışladığı için âb-ı hayâttır. Siyah saçlar "karanlıklar ülkesfne
benzetilir. Vahdeti temsil eden dudak bu yönden de iman ile ilgilidir.
Sevgilinin gözleri de hayat pınarıdır.
Şarap
da (aşk şarabı, ilâhî aşk şarabı) âb-ı hayâta benzetilir. Bu şekilde şarapta
bulunan kırmızılık (= ateş: aşk, hararet, iştiyak) ile sıvı oluş (= su: sükûn,
teskin, vuslat) arasındaki tezada işaret edilir. Gönül, kalp, ruh, insana maddî
ve manevî hayatiyet sağladığı İçin âb-ı hayât; vücut bunların kafesi, örtüsü ve
koruyucusu olduğu için, karanlıklar ülkesidir. Tenine, nefsine veya mâsivâya
mahkûm olan kişi, İskender gibi ten karanlığında yolunu kaybeder; gönlü hayat
pınarına ulaşamaz.
Edebiyatımızda
yer yer edep, terbiye, lütuf, ihsan, adalet, ilim, irfan, eser bırakma gibi
hususlarla hayat kaynağı, ölümsüzlük arasında çeşitli İlgiler kurulmuştur.
Bilgi ve söz yazı ile. yazı da mürekkeple ebedîleşir. Yazı vasıtası kalemdir.
Bu bakımdan mürekkep kalemi, yazıyı, bilgiyi ve düşünceyi ölümsüzleştiren bir
hayat ırmağıdır. Mürekkebe gidip gelerek ıslanan kalem âb-ı hayâta kavuşan,
onu içen Hızır misalidir. Mürekkep ise siyah rengiyle karanlıklar diyarını
temsil eder. Mürekkebin bulunduğu yer olan divit (hokka) yine karanlıklar
diyarıdır. Ayrıca kalem, ebedî feyiz çeşmesinin lülesi ve musluğudur.
Gökyüzü,
gece siyahlığı dolayısıyla karanlıklar ülkesidir. Ay, özellikle dolunayın
şekli, parlaklığı ve rengi bakımından siyah-beyaz tezadı içinde pınara, âb-ı
hayâta benzetilir. Güneş bütün canlılar için su gibi daimî bir feyiz ve hayat
kaynağıdır. Geceleyin kaybolan güneş zulmette gizlenen âb-ı hayât. gündüz
gökyüzü ise içinde âb-ı hayât bulunan altın bir kadehtir. Bahar mevsimi, bahar
rüzgârları ve yağmurlar tohumların, bitkilerin yeşermesine, dirilmesine sebep
ve yardımcı olduklarından ölüyü dirilten âb-ı hayât misalidirler. Çeşme,
havuz, sebil vb. dolayısıyla yazılan kasidelerde ilgili suyun âb-ı hayâta
benzetilmesi, her zaman için karşılaşılabilecek hususlardandır.
Âb-ı
hayâtın yanı sıra Hızır, İskender ve zulmet konulan, yine çok defa onunla
ilgili motifler halinde ele alınmıştır. Meselâ Hz. Ali ve Mevlânâ gibi belli
isimler veya herhangi bir velî, pîr, mürşid-İ kâmil Hızır'a benzetilir. Onların
irşadı, rehberliği ve himmetleri Hızır'ın âb-ı hayâtı gibi şifadır. Hızır
sevilen ve övülen kişidir, sevgilidir, padişahtır, vezirdir, dosttur.
Sevgilinin kendisi, dudakları veya yanakları âb-ı hayât ise âşık da onu arayan
Hızır'dır. Hızır ediptir. Şair söz ve mâna Hızır’dır. Nasıl Hızır âb-ı
hayâtla diri kalmışsa şair veya yazar da Şiiriyle, eseriyle, sanatıyla ebedîdir.
Hızır seyahatler etmiş ve etmektedir. Âşığın gönlü de sabırsız ve kararsızdır;
yerinde duramaz, seyahatler eder, âb-ı hayâtı (sevgilisini) arar. Hızır'ın
yürüdüğü yerlerde kuru otlar yeşerir. Kalemin de arkasında otlar, çimenler
gibi harfler, yazılar teşekkül eder. Gonca gül yeşilliği, gizliliği yönünden elinde
âb-ı hayât kadehi tutan Hızır'a benzetilir. Hızır uzun ömrü ifade eder.
Genellikle sevgilinin boyunu temsil eden servi (tasavvufî açıdan vahdet)
yeşilliği, yüksekliği ve uzunluğu itibariyle uzun ömre delâlet eder.
Dolayısıyla Hızır-servi münasebeti kurulur.
Bütün
arzu ve mücadelesine rağmen âb-ı hayâtı bulamayan İskender, muradına
kavuşamayan kimseyi temsil eder. Bu sebeple âb-ı hayâta, âb-ı İskender veya
âb-ı İskenderî de denilmiştir. Aklın varabileceği nokta sınırlı, gönlün ise
sonsuzdur. En güzeli akıl ve gönlün birlikte olmasıdır. Bu itibarla İskender
akıl, Hızır ise gönüldür. "Gönül Hızın", ten zulmetinde âb-ı hayâtı
bularak, "nefsini bilen, rabbini bilir" sırrına ermiş; "akıl
İskenderi" yabanda kalmıştır.
Bir
başka açıdan Hızır akıldır, kılıç İskender'e benzetilir. Bazan da kılıç ile
âb-ı hayât arasında ilgi kurulur. Kâfirin gönlü imansızlıktan kararmıştır.
İskender'in zulmette âb-ı hayâtı araması gibi kılıç da kâfirin kalbinde iman
arar, bulamaz. İskender cihan fâtihidir; şarkı ve garbı fethetmiş, gücü ve
şöhreti bütün dünyaya yayılmıştır. Bu bakımdan şâir (veya yazar), Şiirinin
üstünlüğünü, şöhretini, meşhurluğunu belirtmek için kendisini, şâirliğini veya
ilhamını (Şiirini) İskender'e, kalemini Hızır'a, sözünü veya mürekkebini âb-ı hayâta
benzetir.
Destan
ve masallarda bazı hayvanların âb-ı hayât içerek ölümsüzleşmesi motifleri
vardır. Bunlardan en meşhuru Köroğlu'nun atıdır. O. hayat pınarından içmekle
ebedî hayata kavuşmuştur. At ve âb-ı hayât ilişkisine divan Şiirinde de rastlanılmaktadır. (8)
Başta Buhârî olmak üzere (İlim, 44),
birçok hadis kitabında rivâyet edilen hadis-i şerifte Hz. Hızır’ın şu sözü
dikkatimizi çekiyor:
“Ben Allah’ın bana
öğrettiği bir ilmi biliyorum ki sen onu bilmezsin. Sen de Allah’ın sana
öğrettiği bir ilmi bilirsin ki, ben onu bilmem.”
Hz.
Mûsâ (a.s.) Allah'ın elçisidir. Elçiler Allah'ın kendilerine verdiği görevi
yaparlar. Bu da insanlara doğru yolu göstermek ve onlara rehberlik yapmaktır.
Şu âyet bunu açıkca belirtmektedir: “Ey Rasûl/Elçi
biz seni şâhit, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Kendi izniyle Allah
yoluna çağıran ve aydınlatan bir lamba olarak.” (33/Ahzâb, 45-46). Bir
elçinin yaptığı davranışları her insan yapabilir. Çünkü onlar örnek kişilerdir.
Onlarda Hz. Hızır’ınkine benzer garip davranışlar görülmez. Elçilerin
gösterdikleri mûcizeler ise onların elçiliklerini ispattan başka bir gâye
taşımaz. Hızır (a.s.)ın bilgisine elçilerin ihtiyacı yoktur. Bunu anlamak
için yukarıdaki üç olayın içyüzünü anlatan şu âyetleri okuyalım:
“(Hızır,
Mûsâ'ya dedi ki:) Şimdi sana sabredemediğin şeyin içyüzünü bildireceğim:
O
gemi, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu hale getirmek istedim.
Çünkü onların ilerisinde, tuttuğu gemiyi zorla alan bir kral vardı.
Çocuğa
gelince, onun anası babası mümin insanlardı. Bunun onları azgınlığa ve
kâfir olmaya zorlayacağından korktuk.
İstedik
ki, Rab’leri onun yerine kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametli
birini versin.
Duvar
ise şehirde iki yetim çocuğundu. Altında onlara ait bir hazine vardı.
Babaları da iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki, onlar olgunluk çağına
girsinler de hazinelerini çıkarsınlar. Bu, Rabbinin bir merhametidir. Yoksa
bunu ben kendiliğimden yapmış değilim. İşte senin sabredemediğin şeyin iç
yüzü.” (18/Kehf, 78-82)
Bu olayın ibret verici bir çok yönü vardır. Bize göre en önemlisi şudur:
Allah’tan gelen her şeye teslim olmak ve bizim için hayırlı sonuçlar doğuracağına
inanmak gerekir. Çünkü hoşumuza gitmeyen nice olaylar vardır ki, daha sonra ne
kadar gerekli olduğu ortaya çıkar. İşte hikmet budur. Hikmet bir şeyin yerli yerinde
olduğunu gösteren şeydir. Bir olayın hikmetini anlayamadık diye üzülüp
ümitsizliğe kapılmaya gerek yoktur.
Elçilerde bu gibi garip davranışlar görülmez. Çünkü onların davranışları
ümmetleri için örnektir. Ama Hızır'ın davranışları örnek alınamaz. Yukarıdaki
işleri Hz. Mûsâ yapsaydı ve bir yahudi bunu örnek alıp anasına babasına
zahmet verecek diye bir çocuğu öldürseydi veya başkası gasbedecek diye birinin
malına zarar verseydi insanlar arasında emniyet ve huzur kalır mıydı? O zaman
herkes yaptığı garip davranışa bir kılıf bulup delil olarak da Hz. Mûsâ’yı
göstermez miydi?
Yukarıdaki hadis-i şerif Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin
şu sözleriyle bitmiştir: “Mûsâ’ya Allah
rahmet eylesin; çok isterdik ki, sabır göstersin de bize, birlikte yapacakları daha çok şey anlatılsın.”
Bu hadis-i şerif açıkca gösteriyor ki, Hz. Hızır'dan öğrenilenler âyette
belirtilenlerle sınırlıdır. Bu konuda Hz. Muhammed bile fazla bir şey
bilmemektedir.
Bu gerçekler karşısında artık kim Hz. Hızır’a öğretilen ilmin kendine de
öğretildiğini iddia edebilir ?!
Tasavvufçular derler ki: İlham ve keşif yoluyla elde edilen bir
Âyette “Ona, kendi katımızdan bir
ilim öğretmiştik.” (18/Kehf, 65) buyuruluyor. Burada öğretmeden
bahsedilmektedir. Halbuki ilham ve keşf birer ilim öğrenme yolu değildir. “Andolsun sen bunun böyle olacağını beklemiyordun.
Senin perdeni açtık. Artık bugün gözün keskindir.” (50/Kaf, 22). Bu
âyetin tasavvufçuların ifade ettiği mânâ ile bir ilgisi yoktur. Eğer âyetin
öncesi ve sonrası okunursa bunun yalnızca âhiretle ilgili olduğu açıkça
anlaşılır. Âyetlerin meali şöyledir: “Artık sura üfürülmüştür. İşte bugün
tehdidin gerçekleşeceği gündür. Herkes yanında, biri kılavuz öteki şahit, iki
melekle birlikte gelmiştir. Andolsun sen bunun böyle olacağını beklemiyordun.
Senin perdeni açtık. Artık bugün gözün keskindir. Yoldaşı, işte benim
yanımdaki hazırdır diyecek. Atın cehenneme şu dik kafalı tanımazların hepsini.
İyiliğe karşı duran, gemi azıya alan, işkiller içinde kıvranan şu tanımazları
atın. Allah ile beraber başka bir tanrı daha edinen var ya, onu da en ağır
azaba atın.” (50/Kaf, 20-26)
Bu âyet, tamamen âhiretle ilgilidir. Ortada çok açık âyet ve hadisler
varken onlara gözlerini kapatmak ve hiç ilgisi olmayan âyetlerden yanlış hüküm
çıkarmaya çalışmak ilmî bir yol değildir. (Abdülaziz Bayındır, Kur’an Işığında
Tarikatçılığa Bakış, Süleymaniye Vakfı Y., 2. baskı, İst. 1997, s. 92-96)
Tasavvufçuların Hızır kültü ile ilgili olarak Ahmet Yaşar Ocak şunları söyler:
“Hızır yahut Hızır-İlyas kültü, her ne
kadar îslâmi bir temelden kaynaklanıyor görünse de, iyice ve derinliğine
incelendiği zaman, gerçekte ona yabancı ve değişik bir mâhiyet arzetmektedir.
Hızır denilen insanüstü bir varlık etrafında meydana gelmiş bulunan bu kült
esasta, Türkler'in ve diğer İslâm milletlerinin yayıldığı geniş bir coğrafyada
ve tarihi süreç içinde çok çeşitli kültür ve inanç sistemlerinin katkılarıyla
müslüman kültürü çerçevesinde teşekkül ettirilen bir syneretisme'dir.
Hızır yahut Hızır-İlyas kültünün
yüzyıllardan beri bu derece yaygın ve canlı kalabilmesinin temelinde hiç şüphesiz,
yayıldığı her yerde eskiden mevcut uygun inanç ve gelenekleri, âdet ve
merasimleri kendi bünyesine maledebil-mesi, başka bir deyişle o yerin
özelliklerine uyabilmesi gerçeği yatmaktadır. Bu husus, ilgili bölümlerde bütün
açıklığıyla görülebilecek durumdadır.
Kült'e esas mevzuu teşkil eden Hızır
figürü için de aynı durum kendini göstermektedir. Hızır figürü de, her bölgede
daha eskiden mevcut benzer tipleri kendine uyarlayarak İslâm milletlerinin
mitolojilerindeki ortak çehresinin yanında, bölgelere ve kültür ortamlarına
göre değişen özellikler kazanmış ve küçük farklılıklar ortaya koymuştur,
insanların tabii olan bir takım ruhî ihtiyaçlarına ve özlemlerine cevap
verebilecek bir çehreyi böylece kazanan Hızır figürünün, tâbir câıizse, kendine
bağlanan insanların uzun bir tarih süreci boyunca dantel gibi ilmik ilmik
örerek meydana getirdikleri bir tip olduğunu söylemek doğru olacaktır. Bunun
en açık delilini ise, mutasavvıflarla sade halkın tasavvur ettiği Hızır figürü
ve fonksiyonları arasındaki farklar oluşturmaktadır. Daha açık söylemek
gerekirse, tasavvuf çevreleri ile halk kendi zihnî ve fikrî yapılarına göre
Hızır'a husûsiyet kazandırmışlardır. Aslında Hızır gibi bir şahsiyet için
bundan daha tabiî bir durum olamazdı.
İşte bu yüzdendir ki, Hızır yahut
Hızır-İlyas kültüne iştirak eden Türkler ve diğer müslüman toplumlar, uzun bir
tarih devresinde ortaya koydukları edebî mahsullerinin çeşitli türlerine de
yukarda işaret olunan gerçeğe uygun bir biçimde inançlarını yansıtmışlardır (s.
47).
Hızır'ın yaşadığına inanılmasının ilâhiyat
açısından önemli başka bir yönüne değinmek de icap ediyor. Bu da Şîîlik'te
Hızır'ın yeri ve önemi meselesidir. Bilindiği üzere Şîîlik'te Hızır'ın
Sünnîlik'tekinden apayrı bir durumu vardır. Özellikle On iki imam (İmâmiye) Şîîliğinde
Hızır'ın sağ olduğuna kesinlikle inanılmaktadır. Meselâ rivâyete göre, Hz.
Ali'nin vefatında gelip cenaze merasimine katılmış ve Ehl-i Beyt'e başsağlığı
dilemiştir. Hz. Hüseyin şehid olduğu zaman arkasından mersiye okumuştur. Bütün
bu inançlar, Hızır'ın üzüntülü ve felâketli günlerde Peygamber sülâlesinin
tesellicisi olduğuna inanıldığını gösterir.
Aslında, Şîîlik'te Hızır'ın sağ olduğuna bu derece kuvvetle inanılması, belli ölçüde İmam kavramının mistik yönüyle alâkadar görünmektedir. Şöyle ki: Nasıl Hz. Mûsâ ve Hızır ilişkisinde birincisi şeriatı öteki bâtını temsil ediyorsa, ilk imam Hz. Ali ile Hz. Muhammed de aynı çerçeve dâhilinde mütâlâa olunmaktadır. Yani, Hz. Muhammed'in bâtını temsil eden Hızır'ı, Hz. Ali'dir.
H. Corbin'in naklettiğine göre, Şîîler'in
elindeki Hz. Ali'ye i zâfe edilen meşhur hutbelerden birinde, yaratılıştan bu
yana, yeryüzündeki muhtelif din mensupları arasında Hz. Ali'nin hangi isimler
altında göründüğünü anlatan bir parça bulunmaktadır. Bu parçada Hz. Ali hıristiyanlara
hitaben, "Ben İncil'de adına İlya denilen kişiyim"
demektedir. Burada Ali adıyla İlya, daha doğrusu Eli arasındaki
benzerlık gözden kaçırılmamalıdır. Çünkü bu sûretle Hz. Ali'nin Eli (İlya)
olduğuna dikkat çekilerek, Hızır'la İlya'nın aynı kişi olduğu hatırlanırsa, Hz.
Ali'nin de Hızır olduğu vurgulanmak istenmiştir (68-70).
Yeşil anlamına gelen bu lakabından dolayı
Hızır'a Şîîlik'te üstün bir mevki tanınmıştır. Zira bilindiği gibi yeşil renk
hem genel olarak İslâm'ın dini rengi, hem de Hz. Ali sülâlesinin ve
dolayısıyla Şîîliğin mukaddes rengidir. On ikinci imam Mehdî de, hâlen
inanıldığına göre, Beyazlık Denizi'nin ortasındaki Yeşil Ada'da ikamet
etmektedir (s.61).
Tasavvuf çevrelerinde yazılan kaynaklar
Hızır'ı daha çok bir velî, bu çevrelerin dışındakiler ise bir nebî olarak
kabullenmişlerdir. (Hızır'ın âdeta Buda Menkabesini hatırlatan çok ilgi çekici
uzun bir menkabesi anlatılır) (s. 66).
Âyet ve hadiste bu hususta hiçbir emâre
bulunmamasına rağmen, tasavvuf çevrelerinin de Hızır'ın ebedî hayatta olduğu
inancını benimsemiş olması, meseleyi canlı tutmuştur (s. 67).
Başta Buhârî olmak üzere Ahmed İbn Hanbel, İbnü’l-Esîr, İbnu'l-Cevzî, Nevevî ve İbn Kesîr gibi ileri gelen ulemâ Hızır'ın ebedî yaşadığı inancını şiddetle reddederler. "Biz senden önce de hiç bir insana ölümsüzlük vermedik" (21/Enbiyâ, 34) âyetini delil gösterirler (s. 68).
Hızır'ın ebedî yaşayacağını kabul edenler:
Ulemâdan ziyade mutasavvıflar ve halk arasında yaygın olan fikir budur. Ama ulemâ
arasında da bazan bu görüşü paylaşanlara rastlanılmaktadır. Bunların genel
olarak sûfî çevrelerle temasta olan ulemâ olduğu söylenebilir (s. 68).
(Bu çevreler tarafından rivâyet edildiğine göre Hızır) Hz. Ali'nin vefatında gelip cenaze merasimine katılmış ve Ehl-i Beyt'e başsağlığı dilemiştir. Hz. Hüseyin şehid olduğu zaman, arkasından mersiye okumuştur. Bütün bu inançlar, Hızır'ın üzüntülü ve felâketli günlerde Peygamber sülalesinin temsilcisi olduğuna inanıldığını gösterir (s. 70).
İbn Kesîr de aynı şekilde bu tip
hikâyeleri özetledikten sonra, bunların en çok Nevf b. Fudâle el-bekkâlî ve
Ka'bu'l Ahbâr gibi Yahudi asıllı râviler tarafından rivâyet edildiğini
bildirir; tenkidlerini yaparak bunlara inanılmamasını özellikle tekrarlar (s. 69,
107 nolu dipnot).
Tasavvuf çevreleri llyas Peygamber'e, Hızır'a verdikleri önemin yarısını bile vermemişlerdir. Üstelik, âyetlerde İlyas'ın iki defa ismen zikredilmesine karşılık, Hızır adının bir kere bile kullanılmadığını bir defa daha hatırlamak lâzımdır (s. 79).
(Bütün bunlara rağmen) Meselâ Muhyiddin ibn
Arabî, birçok defa Hızır'la konuştuğunu anlatır ve bunları maddî âlemde
cereyan eden olaylar gibi tasvir eder (s. 85).
Gazâli, ehl-i keşfin Hızır'ı çıplak gözle diğer insanlar sûretinde görebileceğini belirtir (s. 85, 11 nolu dipnot).
İmam Rabbânî de Hızır ve İlyas'ın kendini görmeye rûhânî şekilde geldiklerini ve Hızır'ın rûhânî olarak kendisiyle sohbet edip İlyas'ın birşey söylemediğini hikâye eder (Bakınız Mektubât, s. 468; s. 85, 15 nolu dipnot).
Tasavvufçuların inanışına göre; Hızır, gerçek fizyonomisini değiştirebilme, sonsuz değişik kalıplarda görünme kabiliyetine sahiptir. İhtiyar veya genç bir adam, bir çocuk olabilir; kuş ve tavşana varıncaya kadar çeşitli hayvan biçimlerine de girebilir (Bk, Kuşeyrî, Gazzâlî, Attâr). Göz yumup açıncaya kadar çok uzak mesafeleri aşabilir (Kuşeyrî). Yardımına ihtiyaç duyulduğu zaman, hiç umulmadık bir anda görünüverir ve işini bitirir bitirmez, yine öylece âniden kaybolur (Bk. birçoklanyla birlikte Hucvirî). Tabiattaki varlıkları kendi emrine alabilir, onları kendi hizmetinde kullanabilir (Birçoklarıyla birlikte Hucvrirî). Ölü insanları diriltme kabiliyetine mâliktir (Bk. Menâkıb-ı Mahmud Paşa). Havada, boşlukta yürüyebilir; Su üstünde batmadan dolaşabilir (Bk. Serrâc, İbn ül-Arabî ve birçokları). İşte bu sayılan fevkalâde kabiliyetler, yahut tasavvufî deyimle kerâmetler, Hızır'ın daha ziyade bir velî hüviyetinde düşünüldüğünün en açık alâmetlerindendir. Şüphesiz tasavvuf çevrelerinin Hızır'a verecekleri sima da bundan başkası olamazdı (s. 87-88).
Hemen her mutasavvıf zımnen de olsa, Hz. Mûsâ yanında Hızır'a daha üstün bir mertebe tanıdığını imâ eden ifadeler kullanmaktan çekinmez. Çünkü onların nazarında Hz. Mûsâ Şeriatı, Hızır ise, tasavvuftaki en üst mertebeyi, yani Hakikati temsil etmektedir. (Bilindiği gibi Hz. Mûsâ, Kur'ân-ı Kerim'de zikredilen peygamberler arasında "altı büyük peygamber" (ulu'l-azm)'den biri olarak yüksek bir mertebe işgal eder. Ayrıca "Kelîmullah" yani Allah ile konuşan kişi lakabını almıştır. Buna rağmen onun Hızır karşısında ikinci derecede tutulması, gerçekten Hızır'ın mutasavvıflar arasındaki mevkiini son derece iyi anlatan bir durumdur.) (s. 88 ve 30 nolu dipnot).
Hızır'ın bu fonksiyonunun, kısmen farklı
biçimlerde olsa bile; Yahudilik ve Hıristiyanlık'ta İlya tarafından îfâ
edildiğini görüyoruz. Mesih'in yeryüzüne gelişinden üç gün önce İlya ortaya
çıkarak onun için hazırlık yapacaktır. (Şîîlikte Hızır'ın bu fonksiyonu ile imam
telâkkisi arasındaki yakınlık dikkati çekiyor. İmam da Hızır gibi İlâhî kaynaklı
bilginin sahibidir ve bunu mü'minlere aktarmakla görevlidir (s. 91 ve 39 nolu
dipnot).
Böylece tasavvufta bir (Hızr-ı zaman/zamanın
Hızır'ı terimi kullanılmaya başlandı (s. 94).
(Tasavvufçuların iddiasına göre) Abdülhâlik Gucduvânî (öl. 574/1179)'ye gençliğinde tasavvufu öğreten ve zikr-i hafî'yi gösteren odur. Ahmet Yesevî'yi çocukluğundan beri yetiştiren Hızır olmuş, Yeseviîiğin temel erkânından Zikr-i Erre'yi o öğretmiş ve bu zikir bütün Yesevî silsilesinin virdi olmuştur. Yine Yesevîlikteki tarikat asâsı da Hızır'dan intikal etmiştir. Celvetîlikteki Hızır kıyamı zikri, aynı şekilde Hızır'ın Aziz Mahmud Hudâî'ye tâlimatı neticesi erkândan sayılmıştır (s. 94).
İşte Hızır'ın tasavvuf kaynaklarında
tesbit edilebilen bu fonksiyonları topyekün mütâlea olunduğunda, Kitab-ı
Mukaddes ve sonrası İlya figürünü bir daha hatırlamamak kabil değildir. Tıpkı
mutasavvıflara görünerek onlara İlâhî hikmet ve sırları açıklayan Hızır gibi, İlya
da zaman zaman Yahudi mistiklerine görünmekte, gizli hikmetleri ve sırları
bildirmektedir. Yahudi mistikleri de mutasavvıflar gibi yollarda ve çöllük
yerlerde İlya'ya rastladıklarını ve ondan birtakım gerçekleri öğrendiklerini
söylemektedirler” (s. 98-99). (Ahmet Yaşar Ocak, İslam Türk İnançlarında Hızır
Yahut Hızır-İlyas Kültü, Türk Kültürünü Araştırma Ens. Y., parantez içinde
numaraları verilen sayfalar, 1985 Ank; Karş. E. Özkan, Tasavvuf ve İslâm, s.
335-346)
Konuyla ilgili olarak İbrahim Sarmış da
şunları dile getirir:
“Tasavvuf, önceleri zühd hayatı şeklinde algılanırken, sonraları, çevreden aldığı kollarla gittikçe büyüyen bir nehir gibi, alabildiğine yabancı kültürle beslenmiştir. İslâmî temellere dayandığını göstermek için de kendine Kur'an, Sünnet ve sâlih selefin hayatından birtakım İslâmî temeller aramış veya iddia etmiştir. Bunlardan biri Kehf sûresinde geçen Hz. Mûsâ ile "Sâlih Kul" kıssasıdır.
Tasavvufçular sûredeki sâlih kulu
"Hızır" adında ermiş bir kişi olarak nitelemiş ve anlatılan kıssanın
mânâlarını, hedeflerini ve mesajını tahrif ederek tasavvuf inancının temellerinden
biri yapmışlardır. Bu kıssaya dayanarak zâhir bir şeriat ve ona muhâlif bâtın
bir hakikat bulunduğunu, şeriat âlimlerinin hakikat âlimlerinin birtakım düşünce
ve uygulamalarını yadırgaması veya eleştirmesinin yanlış olduğunu söylemiş,
peygamber değil, bir veli kabul ettikleri "Sâlih Kul"a (Hızır) Hz. Mûsâ'nın
itirazının nasıl anlamsız ve tuhaf bir şey ise, şeriat âlimlerinin de hakikat âlimlerini
eleştirmesi veya onlara itiraz etmesinin yersiz ve anlamsız olduğunu iddia
etmişlerdir. Yanlış olarak, velî olduğunu söyledikleri Hızır'ın vahiy ve ilham
aldığını, akaid ve şeriat sahibi olduğunu söylemiş, peygamber olduğu kesin olan
Hz. Mûsâ'yı da onun emrine vermiş, bunu tasavvuf anlayışı için temel kabul
etmişlerdir.
Hızır'ın peygamber değil veli olduğunu, kıyâmete kadar yaşayacağını, peygamberlere gelen vahiy yolundan ayrı bir yolla kendisine Ledünnî ilim dedikleri bâtınî bir ilim geldiğini, bu ilmin Hz. Peygamber’in peygamberliğinden önce ve sonra her zaman bütün velilere indiğini, bu ilimlerin peygamberlere gelen ilimden daha üstün ve daha büyük olduğunu iddia etmişlerdir. Nitekim, veli olan Hızır'ın işlediği bazı fiillerin anlamını ve izahını Hz. Mûsâ, peygamber olduğu halde bilememiş ve veli olan Hz. Hızır'a uymak zorunda kalmıştır. Üstelik Hızır'dan birtakım bilgiler öğrenmek için onun yanına gitmiştir, diye iddia etmişlerdir.
Yine veli olduğu halde Hızır, nasıl peygamber olan Hz. Mûsâ'dan daha büyük ve daha bilgili ise, ümmetin velilerinin de şeriatın zâhirini bilen peygamberden daha büyük ve daha bilgili olduğunu, aynı şekilde hakikat âlimleri olan evliyâ yahut tasavvufçuların şeriat (zâhir) âlimi olan âlimlerden daha büyük olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Yine, Hızır'ın evliyâ ile buluştuğu, bu hakikatleri onlara öğrettiği, kendilerinden tasavvufî ahidler aldığını söylemiş, tasavvufî hakikatlerin şeriat hakikatinden farklı olduğu ve bundan dolayı her velinin müstakil şeriatı bulunduğunu belirtmişlerdir.
Tasavvufçular, Sâlih Kul kıssasından öyle hurâfeler ve akıldışı şeyler çıkarmışlardır ki, onlardan kimileri Sâlih Kul'un (Hızır'ın) ayrı bir şeriata sahip olduğu için namaz kılmadığını, kimileri de namaz kıldığını ve hanefî mezhebine göre, bazıları da şâfiî mezhebine göre kıldığını söylemiştir. Kimileri de birtakım zikirleri doğrudan Hızır'dan aldığını iddia etmiştir.
Tasavvufçular, bununla da yetinmeyerek İslâm
âleminin değişik yerlerini Hızır'ın makamı saymış, Hızır'ın orada ya
oturduğunu veya bir tasavvufçu ile orada buluştuğunu iddia etmişlerdir. Onun
için birçok yerde ona bir makam veya bir kabir uydurmuşlardır. Orada kurbanlar
kesilmiş, taşlar öpülmüş ve o yerin eşyası ile teberrük edilmiştir. Ziyaretin
kapısına da haraçları toplayan bir bekçi dikmiş ve geçim vasıtası yapmışlardır.
Öyle görülüyor ki Hızır olayını tasavvufa dayanak yapan ve tasavvufa sokan ilk kişi, Hatemu'l-Evliyâ nazariyesini ilk defa ortaya sûfı Hakim et-Tirmizî'dir. Bilindiği gibi, bu adam hicri üçüncü yüzyılda ölmüştür. Hatmu'l-Velâye adlı kitabında evliyânın alâmetleri konusunda şöyle demektedir:
“Evliyâ hakkında Hızır (a.s.)'ın ilginç
bir kıssası bulunmaktadır. Ta baştan -kaderlerin belirlendiği andan-, onların
durumunu görmüş ve onların yaşadığı zamanda yaşamak istemiştir. Onun için
kendisine hayat verilmiştir. Öyle ki artık bu ümmetle haşrolma ve Muhammed'e tâbi
olma özelliğine sahip olmuştur. İbrahim i-Halil ve Zülkarneyn zamanından kalma
bir adamdır. Zülkarneyn'in ordu kumandanıydı. Zülkarneyn Aynu'l-Hayat'ı
istemiş, ama elde edememiş, Hızır elde etmiştir Bunun hikâyesi uzundur. İşte evliyânın
alâmetleri bunlardır. En belirgin alâmetleri, kaynağından dile getirdikleri
ilimdir. "Nedir bu ilim?" diye sorulduğunda da şöyle cevap
vermiştir: Bidâyet (âlemin veya varlıkların) ilmi, misak (söz alma) ilmi,
kaderler ilmi ve harfler ilmi. Hikmetin kaynakları (veya temelleri) bunlardır.
En üstün hikmet budur. Bu ilim ancak büyük velîlerden ortaya çıkar. Onlardan da
velâyetten nasibi olanlar alır.” (Hakim et-Tirmizî, Hatmu'l-Velâye, s. 361-362,
Beyrut, 1905)
Hızır hakkında örülen hurâfelerden Şâfiî
mezhebine göre namaz kıldığı uydurmasını da isterseniz Mektubat’ın sahibinden
dinleyelim. Mektubat'ın 282. mektubunda olay şöyle anlatılmaktadır:
"Hızır ve İlyas'ın görüşmeleri ve
hallerinden bir nebze bilgi verilmesine dair Molla Bedi'a yazılmış mektuptur:
Allah'a hamd ve seçtiği kullarına selâm olsun. Hızır (a.s.) hakkında
arkadaşların soruşu üzerinden epey zaman geçti. Bu fakirin gerektiği kadar
onun ahvâli hakkında bilgisi olmadığı için cevap vermemiştim. Bugün sabah
toplantısında Hızır ve İlyas'ın rûhânîler sûretinde hazır olduğunu gördüm.
Hızır rûhânî bir kelâm ile şöyle dedi: Biz ruhlar âlemindeniz. Allah
ruhlarımıza tam bir kudret vermiştir ki, bu kudretle vücutlar sûretinde
teşekkül ve temessül eder, vücutlardan sâdır olan cismânî duruş ve hareketler,
bedenî itaat ve ibâdetler ondan sâdır olur.
O anda kendisine "Siz Şâfiî mezhebine göre namaz kılıyorsunuz" dedim. Şöyle dedi: “Biz şeriatlarla mükellef değiliz, ama ev Kutbu'nun (sahibinin) görevlerinin yerine gelmesi bize bağlı olup kendisi de Şâfiî mezhebinde olduğundan biz de arkasında İmam Şâfiî’nin mezhebine göre namaz kılıyoruz.” O anda anlaşılmıştır ki, tâatlarına mükâfaat terettüp etmemekte, belki onlardan ibâdet ve tâat, tâat ehline muvâfakat ve ibâdet sûretine (şekline) riâyet için sâdır olmaktadır (Yani ibâdet edip sevap kazanmak için değil, sadece ibâdet edenler gibi oturup kalkmaktadırlar). Yine anlaşılmıştır ki, velâyetin kemâlâtı Şâfiî fıkhına muvâfık, nübüvvetin kemâlâtı da Hanefî fıkhına muvâfıktır (Yani veliler şâfiî, peygamberler de hanefîdir). O zaman altı fasılda naklen zikreden Hoca Muhammed Parsa'nın sözlerinin hakikati de anlaşılmış oldu ki, şöyle diyordu: Hz. İsa indikten sonra Ebû Hanıfe'nin mezhebine göre amel edecektir.
O anda ikisinden medet istemek ve duâlarını
almayı talep etmek aklımıza geldi. Bunun üzerine şöyle dedi: ‘Allah'ın inâyeti
kişinin halini ihâta etmişse, bizim orada bir rolümüz olmaz.’ Sanki aradan
sıyrılıp gittiler. İlyas(a.s.) o zaman hiç konuşmadı." (Mektubat, 282,
Hakikat Kitabevi, İstanbul).
Hızır'ın Şâfiî mezhebine göre namaz kıldığını söyleyen tasavvufçular olduğu gibi, Hanefî mezhebine göre kıldığını söyleyenler de vardır (Bakınız, Abdurrahman Abdulhalik, el-Fikru’s-Sûfî fî Da’vi’l-Kitab ve’s-Sünneh, Kuveyt, 1986, s. 137-138).
Hızır'ın, Ebû Hanife'den şeriat dersleri
aldığı da şöyle anlatılmaktadır: "Hızır, her sabah namazdan sonra Ebû
Hanife'nin ders halkasına geliyor ve ondan şeriat ilmini öğreniyordu. Ebû
Hanife Ölünce, Hızır şeriat ilmi tahsilini tamamlayabilmek maksadıyla kabrinde
diri olması için Allaha duâ etti. Her gün Ebû Hanife'nin kabrinin başına
geliyor ve kabrinden konuşan Ebû Hanife'den şeriat ilmi tahsilini sürdürüyordu.
Hızır, ölen Ebû Hanife'den şeriat ilmi tahsilini tamamlamak için on beş sene
böyle devam etti"(Hüseyin İbn Mehdi el-Ğuneymi, Mearic, s. 4,
Daru'l-Erkam, 1988).
Fahruddin er-Razi, Hz. Mûsâ ve Hızır'la
ilgili kıssayı tefsir ederken Hz. Hızır'ın peygamber olduğunu söylemekte ve
bunu savunanların delillerini şöyle sıralamaktadır:
a- Yüce Allah "yanımızdan ona bir rahmet verdik" (18/Kehf, 65) buyurmaktadır.
Rahmet de nübüvvetin kendisidir (Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyette
peygamberlerden “kendilerine rahmet verilen kimseler” olarak bahsedilir ve
bütün müfessirler bu âyetlerdeki “rahmet” kelimesinin nübüvvet mânâsında
olduğunda müttefiktir).
b- Yüce Allah "Katımızdan ona bir ilim öğrettik" (18/Kehf, 65) buyurmaktadır. Bu da bir öğretici veya bir mürşid aracılığıyla değil, doğrudan doğruya Allah'ın ona öğretmiş olmasını gerektirir. İnsan aracılığı olmadan Yüce Allah'ın öğrettiği kişinin işleri Allah'ın vahyetmesiyle öğrenen bir nebî olması vâciptir.
c- Hz. Mûsâ ona: "Bana öğretmen için sana tâbi olayım mı?" (18/Kehf, 66) diye sormuştur. Biliyoruz ki, öğretimde veya öğrenimde bir peygamber, peygamber olmayana tâbi olmaz.
d- Hızır, Hz. Mûsâ'ya "Bilmediğin bir şeye nasıl sabredersin?" (18/Kehf, 68) diyerek ondan farklı olarak başka bilgilere sahip olduğunu göstermiştir. Hz. Mûsâ da "Senin hiçbir işine karşı çıkmam." (18/Kehf, 69) diyerek ona karşı tevâzu göstermiştir. Bütün bunlar o kişinin bazı konularda Hz. Mûsâ'nın üstünde olduğunu ve peygamber olmayan bir kişinin peygamberden üstün olamayacağını göstermektedir.
e- Ebûbekir el-Asam: “Ben bunları kendiliğimden yapmadım.” (18/Kehf, 82) âyetinin Hızır'ın peygamber olduğunu gösterdiğini söylemiştir. Zira bunun anlamı, yaptığım o işi kendi ictihadımla değil, Allah'ın vahyetmesiyle yaptım, demektir.
f- Rivâyetlerde Hz. Mûsâ'nın, Hızır'ın yanına geldiğinde "es-Selâmu aleyküm" dediği, Hızır'ın da "ve aleyke's-Selâm ya nebiyye Benî İsrâil" dediği, Hz. Mûsâ'nın ona "Bunu kim sana söyledi? (Benim İsrâiloğullarının peygamberi olduğumu nereden biliyorsun?) demesi üzerine Hızır'ın: "Seni bana gönderen (Allah)" dediği kaydedilmektedir. Bu da Hızır'ın bunu ancak vahiyle bilmiş olacağını göstermektedir. Vahiy de ancak peygamber olan kişiye gelir (Salah Abdulfettah el-Halidî, Mea Kısası’s-Sâbıkîn fi’l-Kur’ân, Dâru’l-Kalem, Dımeşk, 1989, s. 178-180)
“Ben bunları kendiliğimden yapmadım.” (18/Kehf, 82) âyeti şu anlama geliyordu: "Yani, gördüğün bu işleri kendi görüş ve ictihadımla değil, ancak Allah'ın emri ve vahyi ile yaptım. Çünkü insanların mallarını eksiltmeye ve kanlarını akıtmaya kalkışmak ancak kesin vahiy ile olabilir. " Salah abdulfettah el-Halidî, a.g.e., s. 230)
Hz. Mûsâ'nın karşılaştığı ve görüştüğü sâlih kişinin, yani Hızır'ın nebi değil, veli olduğunu söyleyenlerin genellikle tasavvufı meşrep sahibi kişiler olduğunu görüyoruz. Bunlar Hızır'ın sözkonusu bilgilere ilham yolu ile yahut başka bir peygamberin kendisine bildirmesiyle sahip olmuş olabileceğini ileri sürüyorlar.
Her şeyden önce, ona başka bir peygamberin bildirmiş olması ihtimali uzak bir ihtimaldir. Aksi halde "Katımızdan ona bir rahmet verdik, yanımızdan ona bir ilim öğrettik" (18/Kehf, 65) ifâdelerinin fazla bir anlamı kalmaz. Hatta olağanüstü bazı şeyleri Hz. Mûsâ'ya göstermek için onun gibi bir peygambere muhtaç olacaksa, ona Allah tarafından bir ilim öğretilmesinin ne yararı olacaktır?" (el-Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, 16/17)
Kıssada geçen ve görünüşte şer’î nasslara
aykırı olan olağanüstü fiilleri Hızır'ın ilham sonucu işlediği de söylenemez.
Çünkü veli bir kişinin sadece aklına gelen veya kendisine yapılan bir ilhama
dayanarak suçsuz bir insanı öldürmesi câiz değildir. Zira onun aklı veya kalbi
masum değildir. Akıl veya kalbinin hata etmiş olması ittifakla câiz
görülmüştür. Kaldı ki, veli olduğunu söyleyen bir insanın kalbine gelen ilham
ile insanları öldürmesi câiz olursa, toplumda herkes veli olduğunu ve istediği
kişiyi öldürmenin kendisine ilham edildiğini ileri sürerek istediği kişileri
öldürmeye kalkışmış olur ki, böyle bir şeyin ne kadar anlamsız (hatta kötü
anlamlı) olduğu açıktır.
Ama Sâlih Kul'un, büyüdüğü zaman mü'min
ebeveynini küfre ve irtidada götüreceği endişesi ile henüz ergenlik çağına
gelmemiş bir çocuğu öldürmesi, elbette yaşadığı taktirde meydana gelecek
maslahattan daha önemli bir maslahata dayanmaktadır. Bunların tesbiti de ilham
veya kalbe damlama ile yapılması mümkün değildir. Olsa olsa yanılmayan ve
geleceği bildiren kesin bir vahiy ile olur ki bu da Sâlih Kulun nübüvvetini
göstermektedir (Âlûsî, a.g.e., 16/17, İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 1/328)
Bilindiği gibi, İslâm şeriatına göre ilham
şer'î delil olmaz. Şer’î bir nassa aykırı düştüğü takdirde ilhamla amel etmek câiz
değildir. Zaten makbul olabilmesi için bu şartı koşan âlimler, ilhamın ancak
sahibi için bir hüccet olabileceğini söylemektedir. Tasavvufçuların kendileri
de bunu kabul etmektedir. (İlhamın kişinin kendisi için delil olabileceğini
kabul etmek de çok risklidir ve bize göre doğru değildir). Onun için sözkonusu
fiilleri Hızır'ın ilham sonucu işlediğini söylemek mümkün değildir. Bu işleri
ancak yanılmayan bir vahiy ile hareket eden bir peygamberin işlemesi sözkonusu
olur (Âlûsî, a.g.e., 16/17).
Bunun aksini savunan kimse, en güvendiği ve veli olduğuna kanaat getirdiği bir insana böyle bir istekle ortaya çıktığı takdirde, acaba öldürmesi için çocuğunu verebilir mi? İlhamla velilerin böyle bir işi yapabileceklerini savunanlar öldürmeleri için çocuklarını onlara teslim edebilirler mi?
Nitekim bu konuda hukukçu Ebûbekir Cassas da şöyle demektedir: "Yüce Allah'ın Hz. Mûsâ ve Hızır kıssasında belirttiklerinden şu anlaşılmaktadır: Maslahata götürecek hikmete mebnî olarak işlenmesi câiz olan bir işi hikmet sahibinin zarar gibi görünen tarzda işlemesi yadırganmaz. Bu konuda hikmet sahibinin işlemesi sefîhin (akılsızın) işlemesinin aksinedir. Bu, tıpkı tedavi edilen veya ilaç içirilen çocuğun zâhirde ilaca veya tedaviye tepki gösterip ilacın veya tedavinin kendisine sağlayacağı yarar gerçeğinden habersiz olmasına benzer. Onun için Yüce Allah'ın bütün yaptıklarının veya emrettiklerinin mutlak hikmete ve maslahata mebnî olduğu kesin olduğundan emredeceği veya zarar gibi görünen fiillerine itiraz etmek câiz değildir." (Ebûbekir el-Cesss, Ahkâmu’l-Kur’an, 3/215)
Sâlih Kul’un işlediği de Yüce Allah'ın kendisine bildirdiği bilgi ve yaptığı emir sonucu olduğundan mutlaka hikmete mebnîdir ve görünüşte zarar gibi görünse bile, gerçekte yararın kendisidir. Zaten böyle bir şeyi ancak Yüce Allah'ın bilgisi ve himayesi altında olan masum bir peygamber yapabilir. Yoksa kişinin derecesi ne olursa olsun, kalbine damlama ile yahut ilham ve keşf ile böyle bir işe kalkışması kesinlikle şeriata aykırı ve yasaktır.
"Ledünnî ilm"e gelince; Tasavvuf ilimlerinin büyük çoğunluğu bu ilme dayanmaktadır. Şeriatın ölçülerine göre buna ilim demek ne derece doğru olur? Tasavvufçular bunu Kur'an ve Sünnet ile bildirilenlerin dışında ve gaybten gelen bilgi olarak kabul etmektedir. Doğrudan doğruya Allah tarafından tasavvufçuların kalplerine ilka edilen veya onların kalbinde doğan ilim olarak bilinmektedir.
Buna hakikat ilmi, ledünnî ilim, mükâşefe ilmi, mevhibe ilmi, sırlar ilmi, meknûn (gizliler) ilmi, verâset ilmi, rabbânî ilim de denir. Bu ilme sahip olan kişiye ledünnî sır sahibi, Hızırvârî ruh sahibi veya "Hızır gibi bir makama sahip" adı verilir. eş-Şa'rânî ve benzerleri bu ilme bâtın ilmi denilmesinin doğru olmadığını savunuyorlarsa da, realite budur ve şeriat olarak gelen açık ilmin zıddı anlamındadır (el-Âlûsî, a.g.e., 16/330, 15/330, 16/19; eş’Şa’r3anî, et-Tabakatü’l-Kübrâ, I/170, II/56, 76, 152).
Tasavvufçular ledünnî ilime dayanak olarak
"Ve katımızdan (ledünnümüzden) ona
bir ilim öğretik" (18/Kehf, 65) âyetine sarılmışlardır. Anlamı apaçık
olmasına rağmen onu akla hayale gelmeyen her türlü aklî ve naklî bâtıl bilgilerin
dayanağı yapmışlardır.
"Ledünnâ" kelimesinin anlamı, “yanımızda” demektir. "Min ledünnâ"nın anlamı da yanımızdan, demektir. Bilindiği gibi bize verilen bütün bilgiler esas ve kaynak olarak Allah tarafındandır. Peygamberlere verilen ve vahiy yolu ile gelen bilgiler özel anlamda Allah tarafından verilir. Bu bakımdan âyette geçen "min ledünnâ"nın anlamı, Allah tarafından ve vahiy yolu ile verilmiş olması demektir.
Kurtubî, tasavvufçuların ledünrî ilim
iddialarına cevap vererek şöyle demektedir:
"Netice olarak, Allah'ın ahkâmını bilmenin risâlet yolu dışında bir yolu olmadığına dair kesin ilim ve zarûrî yakîn hâsıl olmuş, selef ve halef icmâ etmiştir." (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Mısır, 1968, 11/40-41)
Usûlde kesin olarak kabul edilmiştir ki, ilham ile herhangi bir şekilde istidlâl etmek (delil getirmek) câiz değildir. Çünkü insan masum değildir. Tasavvufçuların, ilham alan kişinin ilhamla amel etmesinin câiz olduğu yolundaki iddiaları şer'î bir delile dayanmadığı için geçerli değildir. Zira ilham alan kişi masum değildir ve masum olmayanın aklına gelen şeyler güvenilir olamaz. Zira şeytanın ona istediği şeyleri karıştırmış olmasından emin değiliz. Halbuki şeriata uymakla hidâyetin olacağı kesindir. Ama ilham, akla gelen şeyler ve benzerlerine uymada hidâyet kesin değildir.
Özetle tekrarlayalım ki, Sâlih Kul
(Hızır), tasavvuf meşrepli kimi şahısların iddia ettiği gibi veli değil,
nebidir. Yani Allah tarafından peygamber olarak gönderilmiş bir insandır.
Yoksa nübüvveti olmayan, sadece velâyeti ile bu olağanüstü şeyleri yapan bir
insan değildir.
İnsan ne kadar mükemmel olursa olsun, hiçbir zaman bir peygamber seviyesinde olamaz ve bilhassa şer’î ahkâma taalluk eden konularda peygambere akıl hocalığı yapamaz. Aksine, insan ne kadar mükemmel olursa olsun, mutlaka peygambere uymakla mükelleftir.
Hz. Mûsâ ile Sâlih Kul (Hızır) kıssasında
tasavvufçuların iddia ettiği gibi şeriat-hakikat, bâtın-zâhir gibi şeylere
dayanak sayılacak şeyler sözkonusu değildir. Sadece Allah'ın
peygamberlerinden, birine bildirirken, diğerine bazı şeyleri bildirmemesi
sözkonusudur (İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslâm, Yöneliş Y., İst. 1995, s.
70-81).
Birçok tasavvuf ehli, Hızır’la görüştüğünü
iddiâ eder. Evliyâ menkabelerinde bu konuda öyle tuhaf hikâyeler gerçekmiş gibi
anlatılır ki, insan bu uydurmalara hayret eder. "Evliyâ" diye takdim
edilenlerden birinin (Ebu Bekr b. Kavvam b. Ali -v.1259/658-) Hz. Hızır (?) ile
yaşadığı mâcerâyı, tasavvufçuların ansiklopedilerinden, (Türkiye Gazetesi yayınlarından)
okuyalım: "Bir gece Hızır aleyhisselâm bana geldi ve; "Kalk ya Eba
Bekr!" dedi. Kalkıp onu takip ettim. Hızır aleyhisselâm, beni Resulullah
Efendimizin huzuruna götürdü. Resul-i Ekrem’in huzurunda; Hazret-i Ebu Bekr,
Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali de vardı. Selâm verdim. Onlar
selâmıma cevap verdiler. Sonra Resulullah Efendimiz; "Ey Ebu Bekr bin
Kavvam!" buyurunca; ben de; "Emret ya Resulallah!" dedim.
Buyurdu ki: "Allah Tealâ seni, veli, dost kullarından eyledi. Kendi nefsin
için neyi istiyorsan onu seç." Allah Tealâ, o anda beni cevap vermeye
muvaffak kıldı ve; "Ya Resulallah! Sizin, kendiniz için seçtiğiniz şeyi
seçiyorum." dedim. O anda şöyle diyen bir ses işittim: "Öyleyse sana
dünyada yiyeceğin gıdadan ahiret sahibinin elinden (yani Resulullah’tan)
gelenden başka bir şey vermeyeceğiz." Resulullah Efendimiz bana; "Ey
Ebu Bekr bin Kavvam! Bize namaz kıldır." buyurdu. Resulullah’ın, eshabının
ve birçok velinin hazır bulunduğu bir mecliste öne geçmeye korktum. Kendi
kendime; "İçinde Resulullah’ın bulunduğu bir cemaatin önüne nasıl
geçerim." diye düşündüm. Resul-i Ekrem buyurdu ki; "Öne geç. Zira
senin öne geçmende velâyet sırrı vardır. Böylece kendisine uyulan bir imam
olursun." Resulullah Efendimizin emri üzerine, öne geçip iki rek'at namaz
kıldırdım. İlk rek'atta Fatiha’dan sonra Kevser suresini, ikinci rek'atta
Fatiha’dan sonra İhlâs suresini okudum." (Evliyâlar Ansiklopedisi, 7/157-158.)
Bu
konu hakkında Yusuf el-Kardavî de şöyle demiştir:
Bazı
insanlar Hz. Hızır’ın, Hz. Mûsâ’dan sonra Hz. İsa zamanına kadar, sonra da Hz.
Muhammed (s.a.s.)’in zamanına kadar yaşadığını, günümüze dek yaşamakta
olduğunu, kıyamete değin de yaşayacağını söylemektedirler. Falan kimseyle
karşılaştığına, falan kimseye hırka giydirdiğine ve falanca kimseye söz
verdiğine dair bazı hikâyeler, kıssa ve rivâyetler uydururlar, hatta Cenab-ı
Allah’ın onu yetkili bir görevli olarak yeryüzüne indirmiş olduğuna dair
efsaneler düzerler.
Bunların
zannettikleri gibi Hızır (a.s.)’ın sağ ve mevcut olduğuna delâlet eden kesin
deliller yoktur. Tam bunun tersi istikamette olan deliller vardır. Hızır’ın sağ
olmadığına dair Kur'an’dan, Sünnetten, akıldan ve muhakkik âlimlerin ettikleri
icmâdan deliller vardır.
İbrahim
el-Harbî’ye Hızır (a.s.)’ın hâlen hayatta olup olmadığını sorduklarında,
İbrahim şu cevabı vermişti: "Halk arasında karşılaşılan bu şahıs,
şeytandan başkası olamaz." İbrahim el-Harbî ile Buhârî dışındaki birçok
imam da kendilerine bu konuda soru sorulduğunda, Kur'an-ı Kerim’den şu âyeti
cevap olarak okumuşlardır: "Biz,
senden önce hiçbir insana ebedîlik vermedik. Şimdi sen vefat edersen, onlar
ebedî mi kalacaklar?" (21/Enbiyâ, 34)
Şeyhülislâm
İbn Teymiye’ye bu konuda fikri sorulduğunda şöyle demişti: "Hızır eğer sağ
olsaydı, Peygamber (s.a.s.)’e gelerek onun yanında cihad edip ondan ilim
öğrenmesi gerekirdi. Oysa ki, Bedir gününde Peygamber şöyle duâ etmiştir:
'Allah’ım, bu (mücahitler) topluluğunu (savaşta) helâk edersen, yeryüzünde
artık sana ibadet edilmez.' Bedir savaşına katılan Müslümanların sayısı 313
erkekten ibarettir ki onların adları bellidir. Hani o zaman Hızır
neredeydi?"
Kur'an,
Sünnet ve muhakkik İslâm bilginleri, Hızır’ın sağ olmadığını haber vermektedir.
Hızır (a.s.) eğer insansa, ebedî olamaz. Çünkü, bir insanın ebedî kalmasını
Kur'an ve Sünnet reddetmektedir. Eğer Hızır hayatta olsaydı, Peygamber (s.a.s.)’in
yanına gitmesi gerekirdi. Zira, Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde
buyuruyorlar ki: "Vallahi, Mûsâ eğer
hayatta olsaydı, bana tâbi olmaktan başka yapacak bir şeyi kalmazdı."
Bu hadisi Ahmed bin Hanbel, Câbir b. Abdullah’tan rivâyet etmiştir.
Hızır’ın
bu uzun asırlar boyunca çöllerde, kurak arazilerde ve dağlarda yaşamını
sürdürmesinin, (bu inanışta olanlara göre) faydası ve hikmeti nedir? Bunun
ardında şer'î ve aklî bir fayda yoktur. Bunun tek sebebi şu olsa gerektir:
İnsanlar her zaman garipliğe, acayipliğe, kıssalara ve efsanelere meylederler.
Kendi hayallerini işleterek bazı tasvirlerde bulunurlar. Sonra da bu tasvirlerine
dinî bir görünüm verirler. Dinî görünüme büründürülen hayal mahsulü bu
efsaneler de, basit insanlar nezdinde revaç bulurlar. Bu efsaneleri kendi
dinlerinin parçası sanırlar. Oysa ki, bu gibi şeylerin dinle uzaktan yakından
hiçbir ilişkisi yoktur. Hz. Hızır hakkındaki hikâyeler, delilsiz ve mesnetsiz
birer uydurmacadan ibarettir (Yusuf el-Kardavî, Çağdaş Problemlere
Fetvalar, 207-210. -Tekrar olmasın için bazı bölümleri çıkarılarak
aktarılmıştır-).
Meraklarımızla da imtihan olunmaktayız. Kur’ân-ı Kerim, özü ilgilendirmeyen bazı konularda ayrıntıya girmez, boşluklar bırakır. Gereksiz teferruatla uğraşılıp tevhidî mesajın gölgelenmesine rızâ göstermez. Kıssalarda bizi fazla ilgilendirmemesi gereken bazı boşluklar bırakılır. Böylece merakımızı ne yönde kullanacağımız test edilir. Bu boşlukları Kur’an bütünlüğüne ve tevhid mesajına uygun yorumlarla mı dolduracağız, yoksa gereğinden fazla önem vererek ya da Kur’an’a ters ve temel tevhid mesajına uymayan te’vil, yorum ve kabullere mi dalacağız, bu sınanır. Bir grup taassubu, bir zayıf ve hatta uydurma hadis rivâyeti, İsrâilayat merkeze alınarak Kur’an’a ters yorumlarla bu boşlukların doldurulduğu tarihî miras ve güncel tavır olarak çokça karşılaşılan bir durumdur. Hızır kıssasındaki açıklanmayıp imtihan sorusu olarak boş bırakılan ve yoruma gerek görüp görmeyeceğimiz, gerek görüyorsak hangi ölçülerle yorumlayacağımız konusu da böyledir.
Öyle bir Hızır inancı var ki toplumda, bu inancın tevhidle uzaktan yakından bir bağlantısını kurmak mümkün değildir. Ölümsüz, tanrısal özellikleri olan, (Kur’an’da “kullarımızdan bir kul” -18/Kehf, 65- denildiği halde) kulun imdadına yetişen, her yerde bulunabilen ve her kılığa girebilen, insanlara bereket ve bolluk saçan ya da kahredip helâk eden insanüstü bir varlık. İşte deyimlerden bazıları: “Kul bunalmayınca Hızır yetişmez.”, “Hızır gibi yetişti”, “Hızır gibi imdat etmek”, “Hızır Âcil Servis.”
Hızır
genellikle ak sakallı, nûrânî yüzlü, uzun boylu, merhametli, cana yakın ve
tatlı dilli bir kimse şeklinde tarif edilmiştir. İnsanlar artık Allah için
infak etmek yerine Hızır’ın şerrinden, helâk etmesinden korkarak ya da daha
ağırlıklı şekilde onun, kişinin dünyasını zenginleştirip maddî yönden kendisini
ihyâ etmesini, malını bereketlendirmesini isteyerek, yani Hızır rızâsı için ve
ondan ödül bekleyerek ancak fakirlere sadaka vermeyi düşünebiliyor. Öyle ya, Hızır
yoksul, üstü başı dağınık, elbisesi kirli, kendisi hasta, zayıf, âciz, hatta
zaman zaman nefret edilecek kadar çirkin biri gibi görünür ve insanları
dener; böyle perişan bir kişiliğe bürünerek sadaka ve yardım isteyebilir. Onun
için halk: "Her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bil" diye birbirine
tavsiye eder.
Baharı
Hızır getirir. Çiçekleri o açar, yeşillikleri onun attığı adımlar bitirir.
Bunca insanüstü işi başaran Hızır, nedense bu konuda bir başkasına ihtiyaç
duyar. Baharı getirme konusunda ona bir ortak da gereklidir; İlyas’la koalisyon
yapması, onunla buluşması lâzımdır. Hızır ile İlyâs’ın her sene dünyaya bahar
getirmek için buluştuklarına inanılan günde bayram yapılır, Hıdrellez
(Hızır-İlyas) kutlanır. Kutlanırken biraz şamanizmden, biraz ateşe tapan
Mecûsilerden, biraz eski şirk unsurlarından inanç ve âyinler de katılır. Bu gün
halk Hızır'ı görmek için genellikle bir yerde toplanır, baharın yeşilliğinde
ona rastlayacağına inanır. Onun için bu güne Hıdrellez, Hızır'ın görüldüğüne
inanılan bu yerlere de "hıdırlık" adı verilir.
İstediği
kılığa girebilen bir kişi olarak tasavvur edilen Hızır darda kalanlara yardım
eden, iyileri ödüllendirip kötüleri cezalandıran, bolluk ve bereket
bağışlayan, müslüman askerlere yardım için savaşlara katılan bir şahıs olarak kabul
edilir. Deyimlerde, destanlarda yüceltilip putlaştırılır. Ninnilerde Hızır'ın
taş bebeğe can vermesi, yola giden çocuğun elinden tutması, eşiğine (kapısına)
gelmesi ve uğur getirmesi istenir. Bilmecelerde Hızır'ın kılıç salması, bir
değnekle dağları oynatması gündeme getirilir.
Hızır
adına yapılan şenlik olan hıdrellez günlerindeki törenlerde, âdet ve
geleneklerde Hızır’dan şifâ ve sağlık talebi yapılır. Ondan uğur, bereket ve
bolluk istenir. Mal-mülk, mevki ve servet talep edilir. Kısmet ve talih açması
istenir.
Tasavvufun inandığı ve topluma tanıttığı Hızır tipinde de ciddi problemler vardır. Bu zümrelere göre Hızır, gerçek fizyonomisini değiştirebilme, sonsuz değişik kalıplarda görünme kabiliyetine sahiptir. İhtiyar veya genç bir adam, bir çocuk olabilir; kuş ve tavşana varıncaya kadar çeşitli hayvan biçimlerine de girebilir (Bk, Kuşeyrî, Gazzâlî, Attâr). Göz yumup açıncaya kadar çok uzak mesafeleri aşabilir (Kuşeyrî). Yardımına ihtiyaç duyulduğu zaman, hiç umulmadık bir anda görünüverir ve işini bitirir bitirmez, yine öylece âniden kaybolur (Bk. birçoklanyla birlikte Hucvirî). Tabiattaki varlıkları kendi emrine alabilir, onları kendi hizmetinde kullanabilir (Birçoklarıyla birlikte Hucvrirî). Ölü insanları diriltme kabiliyetine mâliktir (Bk. Menâkıb-ı Mahmud Paşa). Havada, boşlukta yürüyebilir; Su üstünde batmadan dolaşabilir (Bk. Serrâc, İbnül-Arabî ve birçokları). İşte bu sayılan fevkalâde kabiliyetler, yahut tasavvufî deyimle kerâmetler, Hızır'ın velî hüviyetinde düşünüldüğünden dolayıdır. Onun için uygun görülen bu özellikler, velî (evliyâ) kabul edilen başka zatlar için de benzer özelliklerin düşünülüp atfedilmesine de sebep olmuştur. Aslında tasavvuf anlayışındaki Hızır mitolojisi, Abdallar-Kırklar mitolojisinin bir uzantısıdır.
Kur’an ve Sünnetin tanıttığı Hızır böyle
biri değildir. Kur’an ve Sünnet, olağanüstü özellikleri olan bir Hızır’dan, ve
özellikle tanrısal yönleri bulunan insanüstü birinden bahsetmez. Kur’an’ın
anlattığı kişi, Allah’ın “rahmet verdiği” ve “kendi katından ilim öğrettiği”,
yani vahiy yoluyla bilgilendirilen, nübüvvet rahmetiyle nimetlendirilen bir
zattır. Kur’an ve Sünneti tek ölçü kabul eden, tevhidle bağdaşmayan tüm yorum
ve açıklamalardan gönlünü ve zihnini temiz tutan muvahhid mü’minlere selâm
olsun!
1-
Hamdi Döndüren, Ahmet Önkal,
Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 407-408
2-
İlyas Çelebi,
TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 406-409
3-
Süleyman
Uludağ, TDV İslâm Ans., c. 17, s. 409-411
4-
Cemal Kurnaz, a.g.e., c. 17, s. 411-412
5-
Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., c. 17, s. 313-315
6-
Naci Yengin, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 399-400
7-
Ahmet Yaşar Ocak,
TDV İslâm Ans., c. 1, s. 1-3
8-
Amil Çelebioğlu, a.g.e., c. 1, s. 3-4
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek
Kaynaklar
1.
Hızır Aleyhisselâm, Ramazan Hûb, Kırk Kandil Y., 2.
Baskı, İst. 2002
2.
Hızır Aleyhisselâm, Ömer Faruk Hilmi, Fatih Y. 2.
Baskı, İst. 2002
3.
İslâm-Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas
Kültü, A. Yaşar Ocak, Türk
Kültürünü Araştırma Ens. Y.,
Ankara
1985
4.
Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliyâ
Menkabeleri, A. Yaşar Ocak, Kültür ve Turizm Bakanlığı Y., Ank. 1984
5.
TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 406-412
6.
Şamil
İslâm Ansiklopedisi, Hamdi Döndüren, Ahmet Önkal, Şamil Y., c.
2, s. 407-408
7.
Hızır (Türkler'de), Pertev Naili Boratav, İslâm
Ansiklopedisi, V/l, s. 462-471
8.
Hızırla Kırk Saat, Sezai Karakoç, (Şiir) Diriliş Y.
İstanbul 1967
9.
Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, İskender Pala,
Ankara 1995, s. 248-249
10.
Türkler'de Hızır İnancı, Mehmet Aydın, Selçuk Ün.
İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 2, Konya 1987, s. 51 -77
11.
Kütüb-i
Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y., c. 12, s. 366-370,
c. 4, s. 76, c. 16, s. 76
12.
Müsned, V, 117-122; Buhârî, 'İlim" 16, 19, 41,
44, "Tevhîd 3l, "Enbiyâ" 27, 29, "Tefsir" 18/2-4;
Müslim, "Fezâ'il" 170-174, "Fezâilu’s-Sahâbe" 219; İbn
Mâce, "Fiten" 23; Tirmizî, "Tefsir" 19/1
13.
Hızır’ı
Arayan Peygamber, Ahmet Cemil Akıncı, Sinan Y., İst. 1982
14.
Kur’an’da
Gayb Bilgisi, Şadi Eren, Işık Y., İzmir, 1995, s. 29-34
15.
İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, Abdullah
Aydemir, TDV Y., Ankara 1992, s. 228-230
16.
Zayıf
Hadisleri Öğrenme Metodu, Aliyyu’l-Kari, çev. Ahmed Serdaroğlu, İst. 1986, s.
33, 99, 145
17.
Usûl-i Hadis ve Mevzûât-i Aliyyü’l-Karî Tercemesi,
Ahmet Serdaroğlu, Özel Y., Ank. 1966
18.
el-Menârü'l-Münîf fi's-Sahih ve'd-Da'îf, İbn Kayyım
el-Cevziyye, Tahkik ve Tercüme Muzaffer Can, Cantaş Y., İst. 1992
19.
Mevzû Hadisler Menşei Tanıma Yolları Tenkidi, M.
Yaşar Kandemir, İFAV Y., İst. 1997
20.
Tasavvuf Kültüründe Hadis, Tasavvuf Kaynaklarındaki
Tartışmalı Rivâyetler, Muhittin Uysal, Yediveren Y., Konya 2001
21.
Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki
Dayanakları, Ahmet Yıldırım, T.D.V. Y., Ank. 2000
22.
Çağdaş Meselelere Fetvalar, Kardavi, c. 1, s.
257-260;
23.
Tasavvuf ve İslâm, İbrahim Sarmış, Yöneliş Y., s.
70-80;
24.
Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, Abdülaziz
Bayındır, Süleymaniye Vakfı Y., s. 91-96
25.
Meseleler ve Çözümleri, Mevdudi, Risale Y., c. 2, 28-31s .
26.
Tasavvuf ve İslâm, Ercüment Özkan, Anlam Y., s.
335-346