49/Hucurât, 10; Kavram, 203

 

 

 

 

                                   K  A  R  D  E  Ş  L  İ  K  

 

 

 

·   Uhuvvet/Kardeşlik; Anlam ve Mâhiyeti

·   İslâm Hukukunda Nesep Yönüyle Kardeşlik Hukuku

·   İslâm ve İnsan Kardeşliği

·   Tasavvufta Kardeşlik (İhvân) Anlayışı

·   Radâ; Süt Kardeşliği ve Süt Akrabalığı

·   Kan Kardeşliği ve And İçme

·   Muâhât; Ensâr ile Muhâcirler Arasında Kardeşlik

·   Günümüzde Müslüman Bireyler ve Cemaatler Arasında Kardeşlik

·   Müslümanlar Arasında Vahdet/Birlik

·   Selâm; Kardeşliğin Göstergesi

·   Îsâr; Kardeşini Kendine Tercih Edecek Özveri

·   Kur’ân-ı Kerîm’de Kardeşlik Kavramı

·   Hadis-i Şeriflerde Kardeşlik Kavramı

·   Uhuvvet/Kardeşlik ve Görevlerimiz

 

 

 

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحيم

 

إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ فَأَصْلِحُوا بَيْنَ أَخَوَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ

 

 

“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan ittika edip korkun ki, merhamete ulaşasınız.” (49/Hucurât, 10)

 

 

Uhuvvet/Kardeşlik; Anlam ve Mâhiyeti

                  

Kardeş, aynı anne ve babadan doğan veya ortak değerlere sahip olan kimselere denilir. Arapça'da “ah(v)” kelimesiyle karşılanmaktadır. Kardeşler, arkadaşlar anlamına gelen ihve(h) ve ihvân kelimeleri ise “ah(v)” kelimesinin çoğuludurlar. Kardeş denildiğinde, genellikle aynı anneden ve babadan dünyaya gelen kişiler akla gelmektedir. Bu soy-sop kardeşliğinin dışında bir de aynı dine ve dünya görüşüne mensup olmayı ifade eden akîde kardeşliği sözkonusudur.

 

İslâm dininde kardeşlik, bütünüyle akîde temeline dayanmaktadır. Allah (c.c.), Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmaktadır: "Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Allah'tan ittika edip korkun; umulur ki merhamete ulaşırsınız." (49/Hucurât, 10). Âyet-i kerîmeden de açıkça anlaşılacağı üzere, ancak iman bağıyla biraraya gelenler kardeş olarak kabul edilmektedirler. Buna göre yeryüzünün neresinde yaşıyor olurlarsa olsunlar, hangi dili konuşuyorlarsa konuşsunlar, hangi kavme mensup olurlarsa olsunlar veya hangi renge sahip olurlarsa olsunlar bütün mü'minler kelimenin tam anlamıyla birbirlerinin kardeşleridirler, yani birbirlerinin sâdık dostlarıdırlar. Bu kardeşler kendi aralarında apayrı bir topluluk oluştururlar. Kendi akîdelerine saldıran veya imana karşı küfrü tercih eden kimselere -kendilerine ne kadar yakın olurlarsa olsunlar- asla sevgi beslemezler. Bu anlamda sadece akîde kardeşliğini esas tutarlar; Rablerinin şu mealdeki uyarılarını asla unutmazlar: "Allah'a ve âhiret gününe iman eden hiçbir topluluk bulamazsın ki onlar Allah'a ve Rasûlüne karşı başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar. Bunlar ister, babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir" (58/Mücâdele, 22); "Ey iman edenler, eğer imana karşı küfrü sevip tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi velîler/dostlar edinmeyin. Sizden kim onları velî edinirse, işte zulme sapanlar bunlardır" (9/Tevbe, 23).

 

Kuşkusuz mü'min gönülleri en sağlam ve köklü bir biçimde bağlayan bağ, iman ve takvâ esasından kaynaklanan kardeşlik bağıdır. Bu, Cenâb-ı Allah'ın mü'minlere bahşettiği en güzel nimetlerden biridir. Âyet-i kerîmede bu durum şöyle ifade edilmektedir: "Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler oldunuz. Yine siz tam bir ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidâyete erersiniz diye, Allah, size âyetlerini işte böyle açıklıyor" (3/Âl-i İmrân, 103). Yüce Rabbimiz bizlere, câhiliyye döneminde birbirlerine düşmanlıklarıyla ün salmış Evs ve Hazrec kabilesine mensup fertleri iman bağıyla nasıl kardeşler haline getirdiğini hatırlatmaktadır. Bu hatırlatma, insanlığa kumanda edecek kişilerin mutlaka akîde bağını esas alan, yani hep birlikte Allah'ın ipine içtenlikle sarılan insanlar olmaları gerektiğini zımnen öne çıkartmaktadır. Dahası ve en önemlisi, insanlığa kumanda edecek mü'minlerin başarısını, Allah'ın ipine sımsıkı sarılıp kardeşlik bağını kuvvetlendirmek şartına bağlamaktadır.

 

İslâm'da kardeşlik akîde temeline oturtulduğu içindir ki, mü'minlerin arasını bozacak her türlü sun’î/yapay ayrımlar ve böbürlenmeler de haram kabul edilmiştir. Irk, soy, cins vs. türünden câhilî değerler yerine takvâ kriteri getirilmek sûretiyle toplumsal kardeşliğin ve âhengin bozulmaması sağlanmıştır. Bu konudaki âyet-i kerîme her türlü tartışmayı sona erdirici niteliktedir: "... Hiç kuşkusuz, Allah katında en üstün olanınız, takvâca en ileride olanınızdır..." (49/Hucurât, 13)

 

Mü'min erkekler ile mü'min kadınların, akîde ve takvâ temelinde birbirleriyle yardımlaşmaları kardeşliğin bir gereği olarak zikredilmektedir. Bu yardımlaşma, bireysel ve toplumsal hayatta iman ve takvâ ilkesinin egemen olmasını sağlamak için gerekli görülmektedir. Nitekim bu amaçla biraraya gelen kimselere Allah'ın rahmet edeceği belirtilmektedir: "Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velîleridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve Allah'a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği kimseler bunlardır..." (9/Tevbe, 71)

 

Kardeş olmak, arkadaş ve sâdık dost olmak; sevinçte ve kederde beraber olmayı göze almak; bunu fiilî olarak göstermek demektir; sevmek, saymak, güvenmek, merhamet etmek, yardımlaşmak ve dayanışmak demektir. Bunlar olmadan kardeşlik iddiasının bir anlamı olmaz. Kur'ân'ın öngördüğü kardeşlik, bütün bunları içeren bir muhtevâya sahiptir. Bir hayat biçimidir İslâm'daki kardeşlik. Dinde kardeşliğin en güzel numûnesini Peygamber çağında Peygamber’le birlikte yaşayan seçkin sahâbeler ortaya koymuşlardır. Muhâcir-Ensar ilişkisi, kardeşliğin ne anlama geldiğini bizlere gösteren son derece mükemmel bir örnekliktir. Medineli Ensar, Mekkeli Muhâcir kardeşlerinin nefislerini, kendi nefislerinden daha aziz tutmuşlar, onları hiçbir konuda yalnız ve yardımsız bırakmamışlardır. Hatta Ensâr'dan bir müslüman, muhâcir kardeşine, şâyet dilerse hanımlarından birini boşayıp kendisine nikâhlayabileceğini bile teklif etmekten kaçınmamıştır. Bu davranışlarıyla Ensar, imanlarında ne denli ihlâslı olduklarını göstermişlerdir elbette. Âyette şöyle buyurulmaktadır: "Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, kendilerine hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı da içlerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimri ve bencil tutkularından korunmuşsa, işte onlar, felâh bulanlardır" (59/Haşr, 9). Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Hiçbiriniz kendi nefsiniz için arzu ettiğinizi kardeşiniz için de istemedikçe iman etmiş olmaz" (Buhârî, İmân 7). Hz. Ali (r.a.) şöyle demektedir: “Senin hakiki kardeşin seninle beraber olan, sana menfaat versin diye kendi nefsine zarar vermeye râzı olan, zamanın felâketleri kapını çaldığı vakit, senin dağınık durumunu derlemek için kendi derli-toplu  durumunu (gerekiyorsa) dağıtan kimsedir.”

 

Mü'minler kardeşlikte ve dostlukta tıpkı aksâmı birbirine geçmiş mükemmel ve sapasağlam bir bina gibidirler veya bütün unsurları ve zerreleriyle birbirine bağlı bir vücut gibidirler. Bir vücudun herhangi bir organı rahatsız olduğunda nasıl ki bütün bir vücut aynı rahatsızlığı, aynı acıyı duyarsa, bir tek mü'minin -dünyanın tâ öbür ucunda bile olsa- çektiği acıyı, duyduğu ıstırâbı diğer mü'min kardeşleri derinden hisseder. Mü'minlerin bu denli birbirlerine bağlı olduklarını Peygamber (s.a.s.) şöyle ifade etmektedir. “Mü'minin mü'mine bağlılığı, parçaları birbirini bütünleyen bir bina gibidir." Hadisi rivâyet eden Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin bunu tarif için parmaklarını birbirine geçirdiği zikredilmektedir (Buhârî, Salat 88, Mezâlim 5; Müslim, Birr 65; Tirmizî, Birr 18; Nesâî, Zekât 67). "Mü'minleri kendi aralarındaki merhametleşmelerinde, sevişmelerinde, yardımlaşmalarında bir vücut gibi görürsün. Ki vücudun bir organı ağrırsa, vücudunun kalan kısmı uykusuzluk ve humma ile o organ için birbirini çağırır." (Buhârî, Edeb 27, 41; Müslim, Birr 66, h. no: 2586)

 

Bir mü'minin, diğer bir mü'min kardeşine her hâlükârda yardımcı olması gerekmektedir. Peygamberimiz bir hadisinde, "zâlim de olsa, mazlum da olsa mü'min kardeşine yardım et!" diye buyurmaktadır. Zulüm konusunda nasıl yardım edileceğini ise şu çarpıcı sözlerle dile getirmektedir: "Onu zulümden el çektirirsin. Ona yapacağın yardım işte budur" (Buhârî, Mezâlim 4; Müslim, Birr 62). Kardeşliğin bir gereği de, zulme meyleden diğer kardeşlerini uyarmak ve onları hizaya getirmek için çalışıp durmaktır. Bu tür bir yardımlaşma fertlerin ve toplumların selâmeti için oldukça önem arzetmektedir.

 

Allah Rasûlü Mescid-i Nebevî'nin inşâsından sonra Muhâcirler ile Ensâr'dan doksan sahâbe arasında ikişer ikişer kardeşlik akdetti. Kendisi de Hz. Ali'yi kardeş edindi. Bütün mü'minler birbirinin din kardeşi olmakla birlikte, bu özel kardeşleştirme; yardım, ziyâret, ihsan, nasihat ve rehberliği, hatta zevi'l-erhamdan önce mirasçı olmayı kapsamına alıyordu. İbn Abbas anlatıyor: "Muhâcirler Medine'ye geldikleri zaman aralarında akrabalık bağı olmaksızın, Rasûlüllah'ın ihdas ettiği kardeşlik dolayısıyla Ensara vâris oluyorlardı. Âyette şöyle buyruluyor: "O kimseler ki iman edip hicret ettiler ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda mücâdele ettiler. O Ensar ki Muhâcirleri barındırdılar ve onlara yardım ettiler. Onlar birbirinin velîleridirler" (8/Enfâl, 72). Burada velâyet; yardım, yardımlaşma, öğüt ve verâsetle tefsir edilmiştir. Bedir savaşından sonra Muhâcirlerin maddî durumlarının düzelmeye başlaması üzerine Muhâcirlerin Ensara mirasçı olma hükmü şu âyetle neshedilmiştir: "Hısımlar (akrabâlar) Allah'ın kitabında birbirine daha yakındırlar" (8/Enfâl, 75). Ensâr bazı mallarını Muhâcir kardeşleriyle bölüşmüş, hurmalıklar üzerinde onlarla ziraat ortakçılığı yapmışlardır (İbn Sa'd, Tabakat, III, 396; Buhârî, II, 71, 111, 164).

 

Bir mü'min kendi için arzu ettiğini mü'min kardeşi için de arzu etmedikçe olgun mü'min olamaz.

 

Kardeşliği Bozan Hususlar

Kardeşliği bozan pek çok husus vardır. Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadis-i şeriflerde bütün bu hususlar açık bir biçimde belirtilmektedir. Bir âyet-i kerîmede, kardeşliği bozan ve dolayısıyla bireysel ve toplumsal âhengin zedelenmesine yol açan kötü hususlardan bazılarına şöyle deyinilmektedir: "Ey iman edenler! Zannın çoğundan (sûizandan) kaçının, çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin. Kiminiz de kiminizin gıybetini yapıp arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz, ölü kardeşinizin etini yemeyi sever mi?" (49/Hucurat, 12). Bu âyet-i celîlede Yüce Rabbimiz, mü'minleri açık bir biçimde sûizandan, kardeşlerinin gizli yönlerini araştırmaktan, gıybet, dedikodu ve kulis yapmaktan sakındırmaktadır. Peygamberimiz (s.a.s.) ise bu konuda şöyle buyurmaktadır: "(Sebepsiz) zandan sakınınız. Zira zan, sözlerin yalanı çok olanıdır. Birbirinizin ayıbını görmeye ve duymaya çalışmayınız. Birbirinizin mahrem hayatını da araştırmayınız" (Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58; Müslim, Birr 28-34).

 

Bir başka âyet-i kerîmede şu hususların altı çizilmektedir: "Ey iman edenler, bir topluluk bir başka toplulukla alay etmesin, belki alay ettikleri kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da kadınlarla alay etmesin, belki onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi yadırgayıp küçük düşürmeyin ve birbirinizi en olmadık kötü lakablarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir." (49/Hucurât, 11). Bu âyet-i kerîmede de alay, kötü lakab takma ve benzeri gibi fısk kabul edilen davranışlar konusunda mü'minlerin duyarlı olmaları gerektiği vurgulanmaktadır.

 

Kin, haset ve hakaret de kardeşliği bozan hususlar arasındadır. Kitab-ı Kerîm'de kendilerinden övgüyle bahsedilen mü'minlerin cennette her türlü kinden ve hasetten tümden arındırıldıkları belirtilmektedir: "Onların göğüslerinde kinden (ne varsa tümünü) sıyırıp çektik, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıyadırlar" (15/Hicr, 47). Enes b. Mâlik'in rivâyet ettiği sahih bir hadiste ise Peygamberimiz (s.a.s.) şu nasihatlerde bulunmaktadır: "Birbirinizle kinleşmeyin, hasetleşmeyin, birbirinizden yüz çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları kardeş olun..." (Buhârî, Edeb 57; Ferâiz 2; Müslim, Birr 23; Tirmizi, Birr 24), "Bir kişiye, müslüman kardeşine hakaret etmesi kötülük olarak yeter." (Müslim, Birr 32). Mü'min kardeşinin ufak-tefek kusurlarına ve eksikliklerine bakarak ona kin ve adâvet besleyen kişi, gerçekte insafsızca ve zâlimce davranan kimsedir.

 

Grupçuluk, inhisar-ı zihniyet, benmerkezcilik vb. gibi kötü hasletler de kardeşliği bozan ve mü'minleri birbirine düşüren hususlar cümlesindendir. Çünkü bu türden iddialar kaçınılmaz olarak beraberinde tefrikayı, çekişmeyi ve çatışmayı getirmektedir. Mü'minlerin birbirine düşmesi veya düşürülmesi ancak bu yollarla mümkün olabilmektedir. Nitekim bir hadis-i şerifte, şeytanın bu yönde daima bir umut beslediğine işaretle şöyle buyurulmaktadır: "Şeytan, Kıbleye dönen (mü'min)lerin artık kendisine ibâdet etmesinden ümidini kesmiştir; fakat onları birbirine düşürmekte (hâlâ ümitlidir)." (Tirmizi, Birr 25; Müslim, Münâfıkun 65)

 

Bütün bu kardeşliğe zarar veren hususlar ve hasletler, tıpkı birer mikrop gibi, sirâyet ettiği vücutları hasta düşürmekte ve tahrip etmektedir. Dinde kardeşlik rûhunu yeniden canlandırmak ve mü'minlere kaybettikleri kuvveti yeniden kazandırmak, ancak bu tür hasletlerin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Kitab-ı Kerîm'in öngördüğü kardeşliğin tesis edilmesi demek, İslâm ümmetinin yeniden dirilmesi demektir. "Tarihî kinleri, kabilevî ihtirasları, şahsî tamahları, taassup ile kaldırdıkları bayrakları bir kenara itip yok eden, Allah yolunda kardeşlik prensibinden başka hiçbir prensip, kalpleri birleştiremez. Ancak bu kardeşlik prensibiyle saflar Yüce Allah'ın sancağı altında birleşebilir."

 

 

Kardeşlik Hukuku

Sıhrî (nesep/soy yoluyla) kardeşlik, İslâm'ın kıymet verdiği önemli akrabalık münâsebetlerindendir. Kardeşlerin birbirleri üzerinde hakları ve vazifeleri vardır. Kardeşler, aralarında adâlet, iyilik ve dostlukla muâmele etmelidirler.

 

Kur'ân-ı Kerîm’de, Hz. Âdem'in iki oğlu Hâbil ve Kabil'den şöyle bahsedilir: "Ey Rasûlüm, Ehl-i Kitab'a, Adem'in iki oğlunun haberini hakkıyla oku. Onlar Allah rızâsını kazanmak için kurban kesmişlerdi de birisininki kabul edilmiş, diğerininki kabul olunmamıştı. Kurbanı kabul olunmayan (Kabil) diğerine; ‘Seni muhakkak öldüreceğim’ demişti. Kardeşi ona şöyle cevap vermişti: ‘Allah, ancak takvâ sahiplerinin kurbanını kabul eder. Yemin ederim ki, eğer beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Ben isterim ki sen kendi günahınla birlikte benim günahımı da yüklenesin; böylece cehennemliklerden olasın. İşte zâlimlerin cezâsı budur.’ Nihâyet (Kabil) hevesine uyarak kardeşini (Habil'i) öldürmeye kalkışmış ve sonra onu öldürmüştü. Böylece ziyana uğrayanlardan olmuştu (5/Mâide, 27-30).

 

Yûsuf sûresinde de, Hz. Yûsuf'a kardeşlerinin yaptıkları kötülükler uzun uzun anlatılır. Sonunda her şey ortaya çıkınca kardeşlerinin ona: "Allah'a yemin ederiz, Allah seni bizden üstün kılmıştır. Biz doğrusu (sana yaptıklarımızda) suçlu idik" dedikleri; Hz. Yusuf'un da; "Size, bu gün hiç bir başa kakma ve ayıplama yok. Sizi Allah mağfiret etsin. O merhametlilerin en merhametlisidir" (12/Yûsuf, 91-92) diyerek, onları af ve müsâmaha ile karşıladığı haber verilmektedir.

 

Hz. Mûsâ (a.s.), kardeşinin de kendisiyle beraber hayır ve iyilikte ortak olmasını Allah Teâlâ'dan şöyle istemiştir: "Mûsa dedi ki: ‘Ey Rabbim; benim göğsüme genişlik ver; işimi kolaylaştır; dilimden de şu düğümü çöz ki, sözümü iyi anlasınlar. Bana kendi ailemden bir de vezir (yardımcı) ver; kardeşim Hârun'u... Onunla sırtımı kuvvetlendir. Onu işimde ortak kıl. Tâ ki seni çok zikredelim, çok analım" (20/Tâhâ, 25-34). Peygamberlerin kardeşlerine olan iyiliklerinin Kur'an'da anlatılması müslümanlara öğüt ve örnek olması içindir. Kardeşler, aralarında şu esaslara göre hareket etmelidir:

 

1- Kardeşler birbirlerine sevgi ve saygı beslemeli, küçükler büyüklerine karşı saygısız davranışlardan sakınarak onları anne ve babası gibi görmeli ve kendilerine (meşrû ve mâruf ölçüler içinde) itaat etmeli, büyük kardeşler de küçüklerin kabahatlerini af ve hoşgörü ile karşılamalıdır.

 

2- Kardeşler, anne ve babalarını üzmeyecek, onlara huzur dolu bir hayat yaşatacak davranışlarla, birlik ve beraberlik içinde yaşamalıdır. Para, servet miras gibi maddî çıkarlar düşmanlık sebebi haline getirilmemeli ve birlik ruhu bozulmamalıdır.

 

3- Şan, şöhret, makam, servet gibi şeyler kıskançlık sebebi olmamalıdır. Kardeşlerden biri ilim, servet veya makam itibarıyla yükselirse bu durum diğerleri için ancak bir iftihar vesilesi sayılmalıdır. Maddî ve mânevî bakımdan güçlü olan da diğerlerine hor bakmamalı, onlara her konuda yardım elini uzatmalıdır.

 

4- Aralarındaki işleri ve fikir ayrılıklarını zora başvurmadan, birbirlerinin fikirlerine saygı duyarak ve konuşup anlaşarak tatlılıkla halletmenin yollarını aramalıdırlar. (1) 

 

İslâmî literatürde kardeşlik karşılığın­da kullanılan Arapça uhuvvet, aynı ana babadan veya bunlardan birinden dünya­ya gelenler arasındaki kan bağını belirt­mesi yanında; aynı sülâleye, kabile veya millete mensup olma, özellikle de aynı inanç ve de­ğerleri, dünya görüşünü paylaşma gibi ortaklık ve benzerlikleri bulunan kişi ya da gruplar arasındaki birlik ve dayanışma rûhunu da ifade etmektedir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "ah" md.). Kelime Kur'an ve hadislerle diğer İslâmî kaynak­larda, câhiliye telakkisinde soy birliğine ve kan bağına dayanan asabiyet kavramının karşıtı olarak tevhid inancını esas alan mânevî birliği, dayanışma ve paylaşma sorumluluğunu anlatmak üzere yay­gın biçimde geçmektedir. Klasik sözlük­lerde “uhuvvet” kelimesinin iki farklı çoğu­lundan “ihve”nın daha çok kan/soy kardeşleri, “ihvân”ın ise kan bağı olsun veya olmasın aynı inanç ve idealleri paylaşmaktan do­layı aralarında mânevî yakınlık bulunan kişileri ifade etmek için kullanıldığı belir­tilmektedir (Lisânü'l-Arab, "ahv" md.). Kur'ân-ı Kerîm'de ihvân, çoğu mânevî kardeşlik olmak üzere her iki anlamda kullanılırken, mü’minlerin birbirlerinin kardeş­leri olduğunu bildiren âyet (49/Hucurât 10) dışında ihve kelimesi özellikle ger­çek kardeşleri ifade eder. Fahreddin er-Râzî'ye göre bu istisnaî kullanımdaki amaç, din kardeşliğinin en az kan kardeş­liği kadar önemli olduğunu vurgulamak­tır (Mefâtihu’l-Gayb, XXVIII, 129).

 

Kur'an'da kardeşlik kavramının farklı ilişki biçimlerini ortaya koyduğu görül­mektedir.

a- Nesep ilişkisi: Miras, evlenme gibi fıkhî düzenlemeler üzerinde duru­lurken kardeşlerden söz edilmesi ya­nında, ahlâk açısından Hz. Adem'in oğullarından Kabil'in kıskançlık ve menfaat duygularına mağlûp olarak kardeşi Hâbil'i öldürmesi (5/Mâide, 27-31), yine kıskançlık yüzünden Hz. Ya'kub'un oğullarının, kardeşleri Yûsuf'a ihâ­net etmeleri (12/Yûsuf, 8-1 5) anlatılır. Ay­rıca bazı âyetlerde müslümanların put­perest akrabalarıyla ilişkileri çerçevesinde kardeşlerden de söz edilmekte ve müslümanların bunları dost kabul etmeme­leri gerektiği bildirilmektedir (9/Tevbe, 23-24; 58/Mücâdile, 22).

 

b- Aynı soya ve kavme mensûbiyet: Özellikle Hûd, Sâlih, Şuayb gibi peygamberlerin kendi toplum­larıyla ilişkilerinden söz edilirken bunlar kavimlerinin kardeşleri olarak takdim edilir. Kaynaklarda, bu bağlamda kardeş­lik kavramının soy birliğini veya bütün insanların aynı atadan geldiğini ifade et­mesi yanında peygamberlerin kavimleri­ne duydukları şefkati, dolayısıyla onların mânevî kurtuluşları için besledikleri ar­zuyu dile getirdiği belirtilir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "ah" md.; Zemahşerî, 11, 86; Şevkânî, II, 249).

 

c- İnanç, amaç ve davranış birliği: Kur'an bu açıdan müslümanları birbirinin kardeşleri olarak gör­düğü gibi (3/Âl-i İmrân, 103; 9/Tevbe, 11; 49/Hucurât, 10; 59/Haşr, 10) müslümanların dışında kalan inanç grupları arasındaki ortaklık ve iş birliğini de kar­deşlik kavramıyla ifade eder. Buna göre inkârcılar ve münâfıklar birbirinin kar­deşleridir (3/Âl-i İmrân,  156, 168; 33/Ahzâb, 18). Hatta Kur'an münâfıklarla Ehl-i kitap arasında da bir kardeşlik ilişkisi ku­rar (59/Haşr, 11). Fahreddin er-Râzî bu ilişkiyi iki tarafın da Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğini inkâr etmesine, ona kar­şı tutumlarında aynı düşmanca niyeti bes­lemesine bağlar (Mefâtîhu'l-ğayb, XXIX, 288). Öte yandan mallarını benlik iddiası uğruna saçıp savuran veya müslümanları başarısız kılmak için harcayan putperest­ler kastedilerek (a.g.e., XX, 194), "Savurganlar (müsrifler) şeytanların kardeşleridir" denil­mekte (17/İsrâ, 27), aynı ilişki A'râf sûresinde de (7/202) yine kardeşlik kavra­mıyla belirtilmektedir.

 

Hz. Peygamber, kabileci asabiyetin bir sonucu olarak kan bağına büyük değer veren bir zihniyet dünyasında her türlü ırkî yakınlığı değerler alanının dışına at­mak, bunun yerine din ve inanç birliğini koymaya girişmekle tamamen yeni bir toplum tesis etmek gibi güç bir işe teşeb­büs etmişti. Nitekim içlerinde Ebû Cehil'in de bulunduğu putperest liderler grubunun Rasûlullah'ı Araplar içinde ben­zeri görülmemiş bir şekilde halkının ata­larını kötülemek, saygın kişileri aşağıla­mak ve toplumda ayrılık tohumları ek­mekle suçlaması (İbn İshak, s. 178), bun­ların neden Hz. Peygamber'in amansız düşmanları olduğunu açıklamaktadır. Rasûl-i Ekrem aile, aşiret, nesep, kavim gibi kan bağına dayalı birlik duygularının ve ilişkilerin önemini kabul etmekle birlikte, ilkel şekliyle şahsî veya ırkî çıkarlara yö­nelik olan asabiyet kavramının içeriğinde köklü bir değişiklik yaparak bu kavramı özellikle dinî öğretilerin yayılması, gerçe­ğin gün ışığına çıkarılması, daha faziletli bir toplum kurulması gibi yüksek hedef­ler için bir araç olarak değerlendirmiştir. İslâm'ın temel toplumsal dinamiği başından itibaren inanç birliği etrafında yoğunlaşan mânevî kardeşlik duygusu olmuş, asabiyetten kaynaklanan farklılaşma ve çatışma eğilimleri yok edi­lerek; yerine, ilkelerini Kur'an'ın belirledi­ği inanç ve değerler birliğine dayalı bir kardeşlik ruhu konulmuştur. Nitekim Âl-i İmrân sûresinde (3/103), Câhiliye Araplarındaki kabilecilik çatışmaları kendile­rini bir yıkım noktasına sürüklemişken onların gönüllerinde barış ve kardeşlik duygularının gelişmesi, bu sûretle de bir kardeşler topluluğu haline gelmeleri Allah'ın onlara bir nimeti olarak nitelendi­rilir. Zemahşerî, Araplar'ın câhiliye döne­minde ihânet ve düşmanlık duygularıyla sürekli savaş halinde olduklarını hatırlattıktan sonra âyetteki "kardeşler" kavramını bu bağlamda "birbirine karşı şefkat duyan, temel noktalarda uzlaşıp anlaşan topluluk" şeklinde açıklar ve bunun "Al­lah için kardeşlik" (el-uhuvve fillâh) olduğu­nu belirtir (el-Keşşâf, I, 451). "el-Hubbü lillâh" gibi bu tâbir de İslâmî literatürde çıkar gütmeyen kardeşlik ve sevgi duygusunu ifade eder. Hz. Peygamber, bütün maddî varlıklarını Mekke'de bırakarak Medine'ye hicret etmek zorunda kalan Mekkelilerle onlara kucak açan ve daha sonra kendilerine ensar (yardımcılar) adı verilen Medineli müslümanlar arasında "muâhât" denilen bir kardeşlik bağı kur­mak sûretiyle geçici mal ortaklığını da içine alan bir uygulama gerçekleştirmiştir.

 

Hucurât sûresinde (49/9-13), "Mü’min­ler sadece kardeştirler" şeklinde katego­rik bir hüküm konulmuş ve bu hükmün gerektirdiği ahlâkî ve insanî ödevler özet­lenmiştir. Hadislerde de müslümanların kardeşliği ilkesi üzerinde önemle durul­muş ve aynı ödevlere daha ayrıntılı olarak yer verilmiştir. İbn Kuteybe'nin "Uyûnü'l-ahbâr'ı (IV, 3-134), Mâverdî'nin Edebü'd-dünyâ ve'd-dîn'’i (s. 148-226), Gazzâlî'nin İhyâ'u Ulûmi'd-din’i (II, 157-221) gibi geleneksel İslâm ahlâk literatüründe, müslümanlar arasında ku­rulması gereken kardeşlik ve dostluk iliş­kilerinin önemine, bu çerçevedeki hak ve sorumluluklara, muâşeret kaidelerine ge­niş yer verilmiştir. Tasavvuf kaynakların­da ilk zamanlarda sohbet ve müridliğin âdâbına dair bölümlerde kardeşlik konu­suna da yer verilirken tarikatların ortaya çıkmasıyla bir tarikata veya onun kolla­rına mensup olanlara ihvan denilmeye başlanmıştır. (2)

 

 


 

İslâm Hukukunda Nesep Yönüyle Kardeşlik Hukuku

 

Kardeş: Arapça'da erkek kardeşe ah, kız karde­şe uht denilir. Ayrıca aynı kaynaktan (ayn) gelmeleri veya diğer kardeşlere nisbetle daha asıl ve önemli (ayn) olmaları bakı­mından ana baba bir kardeşler için benü'l-a'yân, aynı şeyin parçaları olmaları dolayısıyla da şakik, annelerinin birbiri­ne kuma (aile) olması sebebiyle baba bir kardeşler için benü'l-allât, ayrı babaların­dan dolayı farklı şekil ve özelliklere sahip olmaları (ahyâf) sebebiyle de ana bir kar­deşler için benü'l-ahyâf tabirleri kullanı­lır. Kardeşler arasındaki akrabalık bağı, İslâm hukukunun çeşitli alanlarında kar­şılıklı hak ve yükümlülüklere ve bazı özel hükümlere konu teşkil eder. Sütkardeşiliği de özellikle evlenme engelleri bakımın­dan önem taşır.

 

Kardeşlik ilişkisinin ağırlıklı şekilde söz konusu edildiği miras hukukunda kardeş­ler erkek veya kız yahut öz veya üvey oluş­larına göre farklı hükümlere tâbidir. Ana baba bir veya baba bir erkek kardeşler "asabe" sıfatıyla mirasçı olup ashâbü'1-ferâizden artakalanı paylaşırlar. Ancak asa­be grubunda fürû (oğul, oğlun oğlu...) ve­ya usûl (baba, babanın babası...) varsa kardeşler mirastan mahrum kalacakları gibi, iki yönden kan bağına sahip ana ba­ba bir kardeşler varken de baba bir kar­deşler mirasçı olamazlar. Ana baba bir veya baba bir kız kardeşler ise asabe ya­hut ashâb-ı ferâiz olarak mirasa hak kazanırlar. Bu kız kardeşler kendi erkek kardeşleriyle birlikte bulunduklarında "bi-gayrihî" asabe olur ve onların yarısı nisbetinde pay alırlar. Erkek kardeşleri olma­yıp da ölenin kızı veya oğlunun kızı ile bir­likte bulunan kız kardeşler "maa'l-gayr" asabe olur ve onlardan artakalan mirası alırlar. Bu durumda da ana baba bir kız kardeş varken, baba bir kız kardeş miras­çı olamaz.

 

Ana baba bir veya baba bir kız kardeş­ler başkaları vasıtasıyla asabe oldukları bu iki durum dışında ashâbü'l-ferâiz sıfatıyla miras alırlar. Bu şekilde mirasa hak ka­zanabilmeleri için erkek kardeşlerini de mirasçılıktan düşüren yakın asabeden kimsenin bulunmaması gerekir. Bu du­rumda ana baba bir kız kardeş bir tane ise mirasın yarısını alır; birden fazla ise mirasın üçte ikisini eşit şekilde bölüşür­ler. Ana baba bir kız kardeşler bulunma­yınca baba bir kız kardeşlerin hükmü de böyledir. Baba bir kız kardeş, ana baba bir tek kız kardeşle bulunursa payı altıda bi­re düşer; ana baba bir kız kardeşler bir­den fazla olursa baba bir kız kardeşler mirastan pay alamazlar. Ana bir kardeş, erkek-kız ayrımı yapılmaksızın bir tane ise mirasın altıda birini alır; birden fazla ise üçte birini eşit olarak paylaşırlar. Bu kardeşler ölenin oğlu, kızı, oğlunun oğlu veya oğlunun kızı, babası veya dedesiyle birlikte bulunduklarında miras alamaz­lar.

 

Aile hukuku alanında kardeşlik; evlen­me mânileri, hidâne ve nafakayla ilgili ola­rak söz konusu edilir. Kur’an’da evlenilmesi yasak kadınlar (muharremât) arasın­da kız kardeşler, kardeş kızları, kız kardeş kızları ve ayrıca süt kız kardeşler sayılmış (4/Nisâ, 23), âlimler de ister öz ister üvey olsun kardeşlerle sütkardeşi ve bun­ların çocukları, çocuklarının çocukları ile evlenmenin haram olduğunda ittifak et­mişlerdir. İlgili âyette ayrıca iki kız kar­deşle aynı anda evli bulunmak da yasak­lanmıştır. Şahsın hukuku bakımından ev­lenmede velâyet konusunda erkek karde­şin rolü de tartışılmış, kadının velîsi ola­rak Hanefî ve Şâfiîler baba ve dededen; Mâlikîler oğul ve babadan; Hanbelîler ba­ba, dede ve oğuldan sonra kardeşe yer vermişlerdir. Kardeşler arasında da önce ana baba bir, sonra baba bir kardeşler ge­lir. Hanefîler'in aksine diğer üç mezhebe göre nesep birliği olmadığından ana bir kardeşlerin velâyet yetkisi yoktur. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ana bir kar­deşin velîliği için asabenin icâzeti gerekli iken Ebû Hanîfe buna gerek görmez.

 

Küçüğün velâyeti kural olarak babaya; bakımı, gözetimi ve terbiyesi anlamında­ki hidâne hak ve sorumluluğu da anneye aittir. Anne olmayınca bu hak kadın akra­baya, onlar da bulunmazsa erkek akra­baya geçer. Çoğunluk bu hakkın anneden sonra anneanneye; Ahmed bin Hanbel ise babaanneye geçeceğini belirtmiştir. Bun­dan sonraki sırayla ilgili çok farklı görüş­ler ileri sürülmüş olup bazı hukukçular kız kardeşe, bazıları ise babaanneye, teyze veya babaya, daha sonra kız kardeşe yer vermişlerdir. Bazılarına göre ise bu sıra­lama daha da karmaşıktır (geniş bilgi için Hidâne kavramı araştırılmalıdır). Kız kardeşler arasında öncelik sıralaması genel olarak ana baba bir, ana bir ve ba­ba bir kardeşler şeklindedir. Kadın akra­banın yokluğunda hidâne sorumluluğu asabe sırasına göre erkeklere ve bu çer­çevede erkek kardeşlere geçer. Şâfiîler kardeşler arasındaki öncelik sırasını ana baba bir, baba bir ve ana bir şeklinde belirlerken; Hanefîler asabe olmadıkları için ana bir kardeşlere bu hakkı tanımaz. Hanbelîler de bu kardeşlere ancak zevi'l-erhâm akraba içinde belli bir sıraya göre yer verir. Mâlikîler ise ana baba bir kar­deşten sonra hidâne kavramıyla bağlan­tılı olarak ana bir kardeşe, sonra da baba bir kardeşe öncelik tanırlar.

 

Şâfiî mezhebinde nafaka sorumluluğu sadece usûl ve fürû; Mâliki mezhebinde sadece ana, baba ve çocuklarla sınırlı tu­tulurken; Hanefîler birbirleriyle evlenme­si yasak olan bütün akraba; Hanbelîler de ashâbü'l-ferâiz ve asabe sıfatıyla mirasçı olanlar ve bu çerçevede kardeşler arasın­da karşılıklı olarak nafaka sorumluluğu­nu gerekli görürler. Erkek veya kız kar­deşler birden fazla ise, bu mezheplere göre mirastaki hisseleri ölçüsünde so­rumluluk yüklenirler. Hanbelîlere göre kardeşin mirasçı olmasına engel teşkil eden daha yakın birisinin bulunması ha­linde (oğul gibi) kardeşin nafaka sorum­luluğu kalkar.

 

Yargılama hukuku alanında Hanefîler kardeşin kardeşe şâhitlikte bulunabilece­ğini kabul ederken Şâfiîler şâhitlik yapa­na bir menfaat sağlayıcı veya ondan za­rarı önleyici bir durum söz konusu olma­dıkça şâhitliği geçerli sayarlar. Mâlikî ve Hanbelîlerin bu konuda ileri sürdükleri bazı şartlar da genel anlamda bu yakla­şıma dayanmaktadır.

 

Kişinin usûl ve fürûu dışındaki akraba­sına zekât verip veremeyeceği konusu tartışmalıdır. Hanefîlere göre kişi ister kendisine nafaka verme sorumluluğu ta­şısın ister taşımasın bu akrabalarına ve dolayısıyla erkek ve kız kardeşlerine ze­kât verebilir. Diğer üç mezhepte ise kişinin nafaka sorumluluğu taşıdığı akraba­sına zekât veremeyeceği belirtilmiştir. Şâfiî ve Mâlikîlere göre erkek ve kız kar­deşe nafaka ödeme sorumluluğu bulun­madığından bunlara zekât verilebileceği anlaşılmaktadır. Hanbelî mezhebinde na­faka sorumluluğu için mirasçılık şartı arandığından kişi mirasçısı olduğu kim­seye zekât veremez, zira ona nafaka öde­mek zorundadır. İki kişi (kardeş) karşılık­lı olarak birbirine mirasçı olduğunda ise Ahmed bin Hanbel'den nakledilen kuvvetli rivâyete göre zekâtlarını birbirine verebi­lir. Diğer rivâyet mirasçı olanın diğerine zekât veremeyeceği, aksinin geçerli ol­duğu yönündedir. Buna göre meselâ iki kardeşten biri diğerine mirasçı olabilir­ken oğlunun varlığı gibi bir engel sebe­biyle diğeri buna mirasçı olamıyorsa mi­rasçı olamayan diğerine zekât verebilir, çünkü ona karşı nafaka sorumluluğu yoktur. (3) 

 

 

 

 

İslâm ve İnsan Kardeşliği

 

İnsanın insandan daha büyük dostunun olduğunu biliyorum ama kendisinden daha vahşi düşmanının olduğundan emin değilim. Gerçi aklıma şeytan geliyor fakat Allah, şeytanların bir kısmının insan olduğunu söylüyor (6/En’âm, 112). Bu du­rumda şeytanların insanı mı, yoksa cini mi beşere daha şid­detli düşmandır, bilemiyorum. Ama şundan eminim ki insan vahşileşince hiç bir yaratık onunla yarışamıyor. Çünkü insan­ların işlediği toplu katliam ve benzeri vahşetleri vahşi hay­vanlara izlettirseydik her halde küçük dillerini yutarlardı.

 

Şeytanların vesveseleri sonucu ortaya çıkan beşerî ideoloji­ler, öylesine yaydılar ki kin ve düşmanlık tohumlarını, müslüman zihinleri bile kasvet kapladı. Bırakınız insanların birbiriy­le selâmlaşmasını, muhabbet etmesini, toplu taşıma araçla­rında bile birbirleriyle göz göze gelmemeye özen gösterir ol­dular. Aynı imana, aynı ideolojiye mensup insanlar dahi ken­di aralarında kaygısızca konuşamıyor, birbirlerini dinleyemiyor. Âdeta iletişim özürlü bir hayatı istemeye istemeye sürdü­rüyorlar. Sevgi, barış ve kardeşlik kelimelerinin en çok tüke­tildiği bir memlekette insanların bazen birbirine "arkadaş", "kardeş" kelimesiyle hitap etmesine rağmen, iletişimin dillerden gö­nüllere doğru akmayıp da el ve ayaklardan suratlara doğru sıçraması ne yaman bir dramdır! Neredeyse insanlararası ilişkilerin en temel esprisinin düşmanlık olduğu tezi, savunu­lacak hale geldi.

 

Kardeş kelimesinin anlamını yitirdiği bir âlemde, dostluğun yerini düşmanlığın alması hiç de şaşırtıcı olmamalı. Gerçi tarihte ve günümüzde yapılan din ve mezhep savaş­larına bakarak beşerî ideolojilerin tek yanlı olarak itham edil­diği görüşü ileri sürülebilirse de, kavga eden dinlerin önem­li bir kesiminin insan elinde aslî hüviyetini yitirerek yarıyarıya beşerîleşmiş bir idelojiye dönüştüğünü, bu nedenle de me­ramını dille değil elle anlatmaya kalktığını farketmek mümkündür. Pavlos'un elinden geçmiş bir zihin ürününü hakiki din olarak görüp de, Marx'ın tornasından çıkmış bir düşün­ceyi salt beşerî bir ideoloji olarak ayırmak haksızlık olur ka­naatindeyiz. Bu yarı ideolojik dinler, Hz. Mûsâ'yı (s.a.s.) İsa'ya (s.a.s.), Hz. İsa'yı (s.a.s.) Muhammed'e (s.a.s.) düşman edemeseler de Mûsâ'nın (s.a.s.) bağlılarını (daha doğrusu ona bağlı olduklarını iddia eden yoldan çıkmışları) İsa'ya, İsa'nın ümmetini Muham­med'e düşman edebilmektedirler. Oysa bütün peygamber­ler kendinden önceki peygamberleri tasdik etmiş, kendin­den sonrakileri müjdelemiştir. Laf anlamayıp da birbirini yi­yenler ise peygamberlerinin dinini saptıran, tahrif edenler olmalı! En kutsal değer kabul ettikleri dini dahi bozanlar neyi bozmaz­lar ki? Dini, dünyayı, insanı, herşeyi...

 

Yapılması gereken şey, insanın kendi hayatını genel bir değerlendirmeye tâbi tutması, kaybettiği gayeyi ve kader çizgi­sini yeniden tesbit etmesidir. Böylece yaratılış hikmetine uy­gun şiirsel bir hayatı yakalayabilir ve dünyayı kendi cehen­nemi yapmaya yönelik gayretlerinden vazgeçebilir. Aksi tak­dirde kendi amacından uzaklaşmış bir insan, el uzattığı her­ şeyi bozmaya devam edecektir.

 

Tefrika Değil, Kardeşlik: İnsanın kendini koruma refleksi, özü itibariyle başkalarını ko­ruma ve kollama zorunluluğunu beraberinde getiriyor. Baş­kalarına zarar vermesi de yine kendi varlığını tehlikeye sok­ması anlamına geliyor. Çünkü insan hayatta akraba olması­nın ötesinde yaratıldığı hammaddeler itibariyle dahi akraba ve kardeştir. Kendisinin değil bir başka gücün irade ve gü­cüyle varolmuştur. Bu irade ve gücün sahibine bağımlı olma­sı nedeniyle kaderde kardeştir.

 

O güç; insanı bir maddeden değil, bir çok nesnenin terkibin­den ve çeşitli aşamalardan geçirerek yaratmıştır. Bu yaratma serüveni, önce çamur, sonra bir sıvı özü olarak gelişti ve düzenlendi. Bu da yetmiyordu. Şâyet yetseydi bütün bataklıkların, insan ocağı olması gerekirdi. Yaratan ona kendi ruhundan üf­ledi. Görme, duyma ve düşünme gibi hasletler verdi (32/Secde, 7-9). Bu demektir ki insan aslında tabiatın çocuğu olduğu kadar Allah'ın yakını ve gözdesidir.

 

Zayıflığı nedeniyle insan, sadece tabiata ve İlâhî Rûha değil, aynı özden yaratıldığı insan kardeşine de bağımlıdır. İnsan insanın hem sebebi hem sonucudur. Çünkü insanın yaratıl­dığı su, saf yağmur suyu veya dere suyu değil, başka iki insanın özümsemesinden geçmiş ve insanı var kılma aşkına dönüşmüş bir sudur. Ve bu özel su, insana dönüşürken soy sop sahibi olma vasıflarını da kazanmaktadır (25/Furkan, 54).

 

Daha da açık bir ifadeyle insanın varoluşu, Allah'ın müdaha­lesini ve tabiattaki birçok etkenin reaksiyona girmesini ve de insanın insanla ilişkisini zorunlu kılmaktadır. Âdem'in (s.a.s.) ilk çocukları da bugünkü torunları da bir anne ve babadan dün­yaya gelmektedir. Bunun anlamı, her çağda insana "Âde­moğlu" diye hitab edilmesini mümkün kılan bir akrabalık iliş­kisidir ki bu, en geniş anlamıyla dikey olarak bir dede-torun ilişkisini ve yatay olarak da kardeşlik ilişkisini gündeme ge­tirmektedir. Ayrıca bu ilişkiler ağı, bir defaya mahsus olmuş bitmiş bir olay değildir. Âdem ve Eşinin topraktan yaratılma­sı gibi bugün insanın varlığı da toprak ve su ürünlerine bağımlıdır.

 

İnsanın; Allah, tabiat ve insana bağımlılığı, sadece varlık dünyasına çıkma aşamasıyla sınırlı değildir. Varlığını devam ettirirken ve hayatının öbür dünyadaki devamında da bu ya­kınlık ve zorunlu ilişki devam etmektedir. Tabiatla içice, in­sanla yanyana ve Allah'a muhtaç vaziyette sürüp gider bu serüven. Toprağa tohum atar meyve alır, insana el uzatır gö­nül alır, Allah'a el açar sevap alırız. Topraktan el çeker yok­sul, insandan el çeker yalnız, Allah'tan el çeker yarınsız kalırız. Her üçünün aleyhinde bulunmamız ise helâkimiz olur. Bu sebeple İlâhî din, beşerin Allah'la, tabiatla ve insanla barışık olmasını istemektedir. Çünkü hayat, bu sulhun üzerine kurulmuştur. Bunun zıddı fesaddır, fesadın kökeninde ise şeytanizme meyletme vardır. Akrabasına iyilik etmeyip de varlığını saçıp savuranlar şeytanla kardeş olurlar (17/lsrâ, 26, 27). Bu sorun insanın en temel sorunudur.

 

"İnsanlar sadece bir tek ümmetti fakat ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinden bir söz geçmemiş olsaydı ayrılığa düştükleri ko­nuda hemen aralarında hüküm verilirdi" (10/Yûnus, 19). "İnsan­lar bir tek milletten başka bir şey değildi. Allah nebîleri müj­deci ve uyarıcılar olarak gönderdi. Ama aralarındaki kıs­kançlık yüzünden ayrılığa düştüler" (Bakara/213). Bu âyetle­rin açıkça ifade ettiği gibi insanlar tek toplumdu ve ilk ihtilâfı insan başlattı. Kendisini bir sudan yaratana hasım oldu (16/Nahl, 4).

 

Gerek cennette ve gerekse cennet sonrası dönemde Allah hem Âdem (a.s.)’i, hem de oğullarını şeytana karşı dikkatli ol­maları konusunda uyarmış, şeytanın düşmanlığına dikkat çekmişti (20/Tâhâ, 117, 36/Yâsin, 60). Hatta cennetten dünyaya yol­cu ederken onlara şunu söylemişti: "Size Benden her hidâ­yet geldiğinde kim Benim hidâyetime uyarsa o sapmaz ve sıkıntıya düşmez. Ama kim Benim öğüdümden yüz çevirirse onun için dar bir geçim vardır ve kıyâmet günü kendisini kör olarak süreriz..." (20/Tâhâ, 123, 124). Allah yarattığı her insana yolu göstermiş ve şükretme ile nankör olma arasında imtihan için serbest bırakmıştır (72/İnsan, 2, 3). Onları iyiliğe teşvik et­menin ötesinde bir baskıda bulunmamıştır (2/Bakara, 253). Ay­rıca iman ve kardeşlik yolundan sapacak olanların cezalan­dırılacağını her çağda insanlara iletmiştir (4/Nisâ, 115, 116, 119).

 

Ama Âdemoğulları  bu uyarıları gözardı etmişler, azmış ve Âdem (a.s.)’e ait baba ocağını terketmişlerdir. Henüz. Âdem'in iki oğlu arasında öldürmeyle sonuçlanan bir kav­ga yaşanmıştır (5/Mâide, 27-31). Kabil’in bencilliği yüzünden kardeşine el kaldırmasına karşın Hâbil’in "Andolsun eğer öl­dürmek için bana elini uzatırsan, seni öldürmek için ben sa­na elimi uzatmam. Çünkü ben âlemlerin Rabbinden korka­rım. İsterim ki sen benim günahımı da kendi günahını da yüklenip cehennemlik olasın. Zâlimlerin cezası budur" (5/Mâ­ide, 27-31) demesi, çok ilginç bir kardeşlik göstergesidir. Al­lah'ın her defasında "Açık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâf eden muhâlif olanlar gibi olmayın..." uyarısına rağmen (3/Âl-i İmrân, 105), insanlar neredeyse küfür ve azgınlıkta tek millet ol­ma riskiyle karşı karşıya kaldılar (43/Zuhruf, 33, 34). Şeytan onları yoldan çıkardığı halde kendilerini doğru yolda sandılar (43/Zuhruf, 37).

 

Böylece, kardeşlik düşmanlığa dönüşmekle kalmadı, aynı za­manda insanlıkta aslolanın kardeşlik değil de düşmanlık ol­duğu sanılmaya başlandı. İnsanlar sadece Allah'a kul olsun­lar diye yaratılmışken parçalama ve parçalanmanın temsilci­leri, Allah'a kulluğa çağıranları bölücülükle suçladılar (40/Mü’min, 26; 7/A’râf, 127). Oysa İslâm'a çağrı, bir öze dönüş çağrısı-dır. Evi terketmlş kardeşe, "yuvaya dön" çağrısından başka bir şey değildir. Bölücülükse Allah'ın kendisine biçtiği misyo­nu terkeden, böylece İblisin elinde oyuncak olan sapkın kar­deşlerin zavallı tavrıdır. Bu sebeple zalime bile yol göstererek iyilik yapmamız istenmektedir (Buhârî, Mezâlim 4).

 

Nasıl Kardeşlik? Ne Türkçe'de ne de Arapça'da, kardeş kelimesi tek formlu ve tek anlamlıdır. Kullanıldığı durumlara göre kardeş kelimesinin anlamında genişleme ve özelleşmeler görülmek­tedir. Türkçe'de karındaş kelimesiyle eşanlamlı oluşu nede­niyle kelimenin aynı annenin karnından doğan, aynı rahmi paylaşan anlamındaki yakınlığı ve kan bağını ifade için kulla­nıldığını sanıyorum. Arapça'da kardeş anlamında kullanılan (e.h.v.) kelimesi; hayvan bağlanan ip, düğüm, kazık vs. an­lamında kullanılmaktadır. Her iki dilde de kelime, sıkı ilişki, yakınlık ve bağlı olmak anlamına gelmektedir. Hatta Arap­ça'da bu kelime aynı dizinde yer alan nesne ve olaylar için kullanılabilmektedir. Misal olması bakımından Mûsâ (a.s.)'ya verilen mûcizeler birbirinin kardeşi olarak nitelenmektedir (43/Zuhruf, 48). Hem bu, hem de zikredeciğimiz örnekler, kelimenin anlamının aynı anne veya babadan dünyaya gelen kan kardeşlerle sınırlı kalmadığını göstermektedir. Hem Türk hem de Arap insanı; kelimeyi arkadaş, dost ve yâran anlam­larında kullanabilmektedir. Cehenneme giden aynı yolun yol­daşlarına da bu kelime kullanılıyor (7/A’râf, 38). Yine Türk insa­nının hiç tanımadığı yabancı bir insana, arkadaş anlamında "kardeş" diye hitab ettiğini yakînen bilmekteyiz.

 

Öte yandan kelimenin arkadaşlık anlamına benzer şekilde, duygu ve düşünce bağlılığı anlamında kullanılması da bir hayli yaygındır. Şu âyetler, kardeşliğin sadece kan ve süt bağından kaynaklanmadığını, gönül bağının da insanı kar­deş yaptığını gösterir.

 

"Ey iman edenler, Allah'tan gereği gibi korkun ve ancak müslü­manlar olarak ölün. Hep birden Allah'ın ipine (vahye) sarılın ayrılığa düşmeyin. Üzerinizdeki Allah’ın nimetini düşünün. Siz birbirinize düşmanken kalplerinizi ısındırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Ateşten bir uçurumun kenarındayken sizi kurtardı. Doğru yolu bulmanız umuduyla Allah âyetlerini böyle açıklıyor" (3/Âl-i İmrân, 103).

 

Kısaca belirtmek gerekirse kardeşlik çeşitleri şu şekilde sı­ralanabilir:

a- Kan bağına dayalı kardeşlik: Anne-baba bir veya ayrı ol­ması itibariyle öz-üvey ayrımına tâbi tutulduğu gibi, yakın ve uzak kardeşliği de içerir. Âdemoğullarının insan kardeşliği, aynı soydan olma itibariyle akrabalık veya soydaşlık da bir nevi uzak kardeşlik kabul edilebilir. "Ey insanlar biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için kavim ve kabileler haline getirdik. Allah'a göre en üstününüz, en takvâlı olanınız, O’na karşı derin bir sorumluluk bilincine sahip olanınızdır..." (49/Hucurât, 13). Gerek bu âyet ve gerekse zikredeceğimiz şu deliller, tümel olarak insanların, tikel olarak da kabile ve kavimleri meydana getiren insanların kardeş olduğunu kanıtlamakta­dır: "Kulların hepsi kardeştir" (Ebû Dâvud, Vitr 25). "Allah'ın birbirine kardeş kulları olun." (Buhârî, Nikâh 45). Yine Hz. Peygamber’in Vedâ Hutbesinde "Ey insanlar, hepiniz kar­deşsiniz. Hepiniz Âdem’in oğullarısınız. Âdem de topraktandır..." dediğini bilmeyen yoktur. Hatta Kur'an birçok âyetin­de insanlara hitab ederken “Ey Âdemoğulları!” diye hitab et­mektedir (7/A’râf, 26, 27, 31, 35; 36/Yâsin, 60). Bu durum, kan ba­ğına dayalı kardeşliğin arasında, yakınlık ve uzaklığa göre bir derecelendirmeye tâbi tutulabileceğini göstermektedir. Ya­kın kardeşlik mirası doğururken, uzak kardeşlik (akrabalık) mirastan pay alma hakkı doğurmamaktadır.

 

b- Süt akrabalığına dayalı bir kardeşlik: Süt kardeşliği, evlenmesi haram olanlar bağlamında sık gündeme gelir. Kan (soy) kardeşliği ile ta­mamen aynı olmasa bile İslâm kültürüne göre hukukî sonuçlar doğurabilmektedir. Süt kardeş, süt anne vs. ile evlenilemez. Ama sütten dolayı mirasçı da olunmaz (4/Nisâ, 23).

 

c- Gönül bağına dayalı duygusal kardeşlik: Dostluk ve din kardeşliği bunun iki örneğini oluştururlar. "Mü’minler, ancak kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan sa­kının ki size rahmet edilsin." (49/Hucurât, 9,10). "Mü’min, mü’minin kardeşidir." (Ebû Dâvud, Edeb 49). "Müslim, müslimin kardeşidir." (Tirmizî, Hudûd 3)

 

Âyet ve hadislerin açıkça ifade ettiği gibi din kardeşliği de kan/soy ve süt kardeşliği gibi bir kardeşlik doğurmaktadır. Ancak bunun hukukî ve ahlâkî sonuçları diğer iki kardeşlik türünden farklıdır. Din kardeşliği maddî miras hakkı doğurmaz. Ancak din ve devlet ayrılığı İslâm hukukuna göre mirasa engel gö­rülmüştür. Şu iki âyet bu konuyu netleştirmektedir: İman ettiği halde hicret etmeyenler mü’minlerden velâyet hakkı elde edemiyor. Ancak kendilerine dinî yardım yapılabilir (8/Enfâl, 72). İman etmeyenlerin velâyet hakkı kendiliğinden yok sayı­lıyor. Fakat iman edip hicret eden ve mü’minlerle birlikte sava­şa katılan karındaşlar (kan akrabaları), Allah'ın kitabına gö­re birbirlerinin daha yakın dostudurlar (8/Enfâl, 75). İslâm bu tür bir kardeşliği vâkıa olarak onaylamaktadır. Hatta sıla-ı ra­him diye bilinen akrabalık ilişkilerini sürdürmeyi ve akraba haklarını gözetmeyi öngörmektedir (4/Nisâ, 1, 47/Muhammed, 22). Bu bağ­lamda şu âyeti zikretmek çok yerinde olacaktır: "Rahim sa­hipleri (karındaşlar), Allah'ın kitabına göre birbirlerine öteki mü’min ve muhâcirlerden daha yakındırlar. Ancak dostlarınıza bir iyilik yapmanız hâriç. Bunlar Kitapta yazılmıştır." (33/Ahzâb, 6). Hatta gönül bağı olması münasebetiyle din kardeşli­ği, din ayrılığı ile birlikte bulunan kan ve süt kardeşliğinden üstün kabul edilebilmiştir (Buhârî, Ferâiz 9). Çünkü dinî kar­deşlik irâdî bir tercihle gerçekleşir, diğerleri ise tabiî bir zo­runluluktur. Kişinin sevdiği ile daha çok beraber olması da­ha doğal bir sonuçtur. Celâleddin Rûmî'nin belirttiği gibi:

"Aynı dili konuşma, hısımlık ve bağlılıktır. İnsan yabancı­larla kalırsa mahpusa benzer.

Nice Hintli, nice Türk vardır ki düdeştirler. Nice İki Türk de vardır ki birbirine yabancı gibidirler.

Şu halde mahremlik dili, bambaşka bir dildir. Gönül birli­ği dil birliğinden daha iyidir.

Gönülden sözsüz, yazısız yüzbinlerce tercüman zuhur eder." (Mesnevi, I, 97)

 

Genel bir değerlendirmeye tâbi tutulursa her kardeşlik türü, derecelenmeye imkân tanımaktadır. Ancak bu derecelen­menin varlığı, onlardan birini yok saymamıza imkân vermez. İslâm, din kardeşliğini vaz’ederken kan/soy kardeşliğini yok saymadığı gibi, soy kardeşliğini herşeyin genel geçer ölçüsü de saymamıştır. Kardeşliğin her bir çeşidini kendi mihverinde değerlendirmiştir. Bu dengenin gözetilmesi tabiîdir. Çünkü Yaratan da değerlendiren de aynı zâttır. İlâhî hikmet, İslâmî kar­deşliği öne çıkarmakla aslında beşerî kardeşliği ıslah etmeyi hedeflemektedir. Çünkü İslâm'ın muhâtabı insanlık âlemi, amacı da fesadı önleyip ıslahı gerçekleştirmektir. Ancak, İlâ­hî hikmetten uzak ideolojilerin insanı önyargılara mahkûm et­mesi nedeniyle din ve soy kardeşliğini sanki birbirinin zıddı gibi sunan birtakım çarpık anlayışlar, İslâm toplumlarını maalesef bir takım lüzumsuz tartışmaların içerisine çekebilmiştir. Çıkarcı liderler, zavallı gençliğe "Ne dininizden ne de kanı­nızdan vazgeçmeniz gerekiyor" diyememişlerdir.

 

Düşmanlık Nereden Doğuyor? İslâm, üstünlüğü takvâ ve din kardeşliğine, gönül birliğine vermesine rağmen, kan bağını ve dostluğu da gözardı etme­yerek kâfirlerle müslümanları (her durumda) düşman saymamıştır. Ta ki on­lar düşmanlık beslemedikleri sürece (9/Tevbe, 6-10). Kur'an peygamberlerin mücâdelelerinden kesitler sunarken helâki hak etmiş suçlu kavimleri peygamberlerin kardeşleri olarak sunabiliyor: “Âd kavmine kardeşleri Hûd'u, Semûd'a kardeş­leri Sâlih'i, Medyen'e kardeşleri Şuayb'ı, gönderdik.” (7/A’râf, 65, 73, 85; 50/Kaf, 13; 11/Hûd, 50, 61, 84; 27/Neml, 45; 29/Ankebût, 36; 46/Ahkaf, 21). “Kardeşleri Nuh, Hûd, Sâlih, Lût onlara dediler ki: Al­lah'tan korkmaz mısınız?” (26/Şuarâ, 106, 124, 142, 161). Lût'un çok temiz bir insan olması, homoseksüel kavmine karşı kar­deşlik sorumluluğunu güzel söz ve uyarıyla yerine getirmesi­ne engei teşkil etmiyordu. Bu demektir ki İslâm kardeşliğinin efdal oluşu, aynı dini paylaşmadığım insanla olan kardeşliği­mi sadece ikinci sınıf bir kardeşlik durumuna düşürür. O düşmanlık yapmadığı sürece ikinci sınıf kardeşliğe engel yoktur.

 

Kur'an; Allah'a, Rasûle ve mü’minlere düşmanlık eden kâfir­leri dost edinmeyi yasaklıyor. Çünkü onlar düşmanlık etmek­tedirler. Düşmanlık edenleri dost kabul etmek mü’minleri hamâkate (ahmaklığa) sürükleyecektir (60/Mümtehıne, 1). Fakat Kur'an, düş­mana bile saldırganca ve ölçüsüzce davranmayı hoş görmü­yor. Muhammed (s.a.s.) ve arkadaşlarını Mekke'den sürüp çı­karan işkenceci kâfirler hakkında mü’minlere şu öğüdü veri­yor: “Sizi Mescid-i Haram'dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı beslediğiniz kin, sizi saldırganlığa sevketmesin. İyilik ve takvâ konusunda yardımlaşın, günah ve düş­manlıkta yardımlaşmayın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azâbı çetindir.” (5/Mâide, 2).

 

Düşmanca münasebetlerin ve savaşların sürdüğü bir dö­nemde dahi müslümanların saldırgan olmamasını isteyen Kur'an, anlaşmazlıkların düşmanlığa dönüşmesinin müslümanlarca başlatılmasını asla istemezdi. İnsanlara güzel söz söylemeyi prensip olarak belirleyen Kur'an, insanlara yana­ğını bükmeyi (yüzünü çevirmeyi) bile hoş görmüyor (2/Bakara, 83; 31/Lokman, 18). "İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü daha güzeliyle savuştur. O zaman görürsün ki seninle aranda düşmanlık bulunan kimse sıcak bir dost oluvermiş. Buna ancak sabredenler ka­vuşabilir. Ve buna en büyük payı alanlar eriştirilir." (41/Fussılet, 34, 35)

 

Bu âyetlere iman eden ve onu hayatında gerçekleştiren in­sanlara, hiçbir teröre bulaşmadığı veya tasvip etmediği hal­de birtakım insanların bölücü veya saldırgan demesi, hakkı değiştirecek değildir. Muhammed (s.a.s.)'e nisbet edilen şu söz çok yerinde bir ölçü koymakta, sevgi ve düşmanlığın değişken olduğuna işaret etmektedir: "Buğz ettiğin kimseye öl­çülü buğzet, gün gelir dostun olur." (Tirmizî, Birr ve Sıla 60). Görülüyor ki Kur'an ve Peygamber (s.a.s.) duygularımızı kont­rol etmemizi, aramız açık olan kimselere karşı uzun vâdeli düşünerek iyimserlik beslememizi istemektedir. Hem bu öl­çülerin kâfirlere karşı da işletilmesini istemektedirler. O hal­de düşmanlık; adı bile barış ve esenlik anlamına gelen İslâm'dan değil, bu yoldan ayrılmaktan kaynaklanmaktadır. İslâm'ın realiteci çağrısı ise, Hz. Muhammed'in (s.a.s.) şu veciz sözünde somutlaşmaktadır: "Allah'ın kardeş kulları olun." (Buhârî, Nikâh 45).

 

Kardeşler arası yakınlık veya uzaklık duygu ve davranışları değiştirebilir, ama kardeş olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Bu genel durumu Kur'an'dan bir örnekle somutlaştırmak istiyorum: Yusuf'un kardeşleri kıskançlıkları yüzünden kendisini öldürmeye kalkışıyor ve sonunda adı kayıplar listesinde çıkı­yor! (12/Yûsuf, 9-10). Kendisini kuyuya atan kardeşlerine gün gelip yaptıklarını söyleyeceğini Yusuf, Allah'ın lutfu ile biliyor­du (12/Yûsuf, 15). Müjdenin tevili gerçekleşip kardeşlerinin itiraf ve mahcûbiyetlerini görünce Yusuf, hakiki kardeşlik sözünü söylüyor: "Bugün size kınama yok. Allah sizi bağışlasın. Çün­kü O merhametlilerin en merhametlisidir." (12/Yusuf, 90-92). Bu örnek çerçevesinde bir noktayı aydınlatmamız gerekiyor. Kuyuya atılırken de, onları affederken de Yusuf (s.a.s.), onların kardeşiydi. O halde, öldürmeye kalkışan ile kendisine tuzak kuranı affeden kardeş arasındaki fark ne? Biri, şeytanın propagandasına kapılarak kıskançlığını ön plana çıkaran kardeş, diğeri de Allah'ın vahyine uyarak kardeşini şeytanın esâretin­den kurtaran kardeş. O halde vahiy, gözardı edilmiş kardeş­liğin hatırlatılması; kin ve düşmanlık ise şeytan tarafından kar­deşlik duygusunun örtülmesi ve yerine kıskançlığın konması­dır. Bu gerçeği bazı insanlar, Yusuf gibi erken öğreniyor, ba­zıları da onun kardeşleri gibi oldukça geç anlıyor. Tabiî bazı­ları da hiç öğrenmeden gidiyor. Yusuf gibi sabır örneği ol­mak için; geç öğrenenleri, hiç öğrenmeyecek olanlardan ayır­mak lâzım. Bu da Allah'a bağlı bir gönül gerektirir.

 

Burada asıl ele alınması gereken hususlardan birisi ve en önemlisi, evi terketmiş Âdemoğullarının eve dönmesi için çağrı yaparken evdekilerin birbirini yememesidir. Düşmana bile mert davranmayı, kâfirlerin kötülüğüne karşı bile sabırlı ve ümitvar olarak iyi davranmayı öğütleyen bir dinin temsilcile­ri, kendi aralarında daha şefkatli ve müsâmahalı davranma­sı gerekir. Hata ile ma'lûl iki müslüman arasında sorun çıksa bile çözümsüz olmadığını bilmek ve zamanla her şeyin düze­leceğine inanmak her müslümanın göz önünde bulundurma­sı gereken bir zorunluluktur. Sorunsuz bir dünya olmadığına göre, sorun çıktığında nasıl davranacağını bilen insanlar, en iyi kardeşliği gerçekleştirecek insanlardır. Üçüncü şahısların yangına körükle gitme yerine ıslah ümidiyle yaklaşması ve arabuluculuk girişimi de bir diğer önemli görevdir (49/Hucurât, 9,10). İslâm'ın kardeşler arası ilişkilerdeki sorunlara nasıl yaklaşılması gerektiği konusundaki öğütlerini kısaca özetle­meye çalışalım:

 

Müslüman kardeşini tahkir etmek kişinin şer özelliğini yansı­tır (Müslim, Birr 32). Çünkü kibir, küfrün de temelini oluşturan en büyük günahlardan biridir (16/Nahl, 23). Kendisi için istediğini kardeşi için istemek, imandandır (Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71, 72). Fesadla bir insanı öldürmek, bütün in­sanları öldürmek; bir insanı yaşatmak, bütün insanları yaşat­mak gibidir (5/Mâide, 32). Bırakın öldürmesini, kişinin bir yerde oturan kardeşi­ni kaldırıp yerine kendisinin oturması bile çok çirkin bir dav­ranıştır (Buhârî, Cum’a 2). İnsanın kardeşiyle alay etmesi, kusurunu araştırması, kötü lakapla çağırması fısk ve zulüm­dür. Zann, tecessüs, arkadan çekiştirme gibi davranışlar, in­sanın ölü kardeşinin etini yemesi kadar çirkin huylardır (49/Hucurât, 11, 12).

 

"Size adam öldürmemeniz söylenmişti. Ben size derim ki kardeşine kızan, hükme müstehak olacaktır... Göze göz, di­şe diş dendiğini işittiniz. Fakat ben size derim ki; kötüye kar­şı koyma ve senin sağ yanağına kim vurursa ona ötekini de çevir" (Matta, 5/21, 22, 38, 39). Hz. İsa'ya atfedilen bu söz­lerin değerini şimdi daha iyi anlıyorum. Müslümanın kardeşiyle üç günden fazla küs durması helâl olmadığı (Buhârî, Edeb 57) gibi akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını verme­yip saçıp savurması şeytanla kardeş olmaktır (17/İsrâ, 26, 27). Cehenneme giren her ümmet, kardeşine lânet eder (7/A’râf, 38). Çünkü kendisi de lânetlik biri gibi davranıyordu. O halde kar­deşliği cehenneme gitmeden önce ısıtmak lâzım. Tabiî bu çağrıyı lüks bulanlar olabilir. O durumda bile insan kardeştir. Önemli olan Yusuf gibi kardeş olabilmektir. (4)

 

“Ey insanlar, sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun; adına birbiri­nizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını bozmak)tan sakının. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözetleyicidir.” (4/Nisâ, 1)

 

Bu âyette geçen ‘el-erhâm’ ‘rahm’in çoğuludur. Rahim, kadının döl yatağına denir; fakat aynı rahimden çıktıklarından dolayı istiâre olarak akrabaya rahim ve ruhm dendiği gibi, rahim sahipleri   da denilir. Sıla-i rahim   akrabayı ziyaret; kat'-ı rahim   ise akraba ile ilgiyi kesmektir. Bu âyette erhâm hakkına ri'âyet edilmesi, kadınlara karşı şefkatle davranılması, aile hukukunun gözetilip aralarında rahim bağı bulunan insanların, birbirlerine karşı sevgi ve şefkatle hareket etmeleri, akraba ile ilgiyi kesmemeleri emredilmektedir.

 

Nisâ Sûresi'nin, erkek-kadın, bütün insanların ortak niteliği olan “en-nâs/insanlar” ta'biriyle başlaması, insanların bir tek kökten gel­diğinin belirtilmesi ve akrabalık hakkına saygının emredilmesi, bütün insan­ların aynı kökten gelmiş, aynı atalardan türemiş kardeşler, köken bakımın­dan akraba olduklarına dikkati çekmektedir. Bu âyet; ırk, dil, bölge ayrımı gözetmeden bütün insanlığa hitabeden İslâm'ın evrensel, toplayıcı, birleş­tirici ezelî prensiplerindendir.

 

Kur'ân-ı Kerîm'in birçok yerinde bu köken kardeşliği ve özellikle de iman kardeşliği vurgulanmaktadır. Aşağıdaki âyetler, kardeşliği vurgu­layan en çarpıcı örneklerdendir: “Eğer mü’minlerden iki grup vuruşurlarsa, onların arasını uzlaştırın; şâyet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun (Allah'ın buyruğuna) dönerse artık adâletle onların arasını düzeltin ve dâima âdil olun. Çünkü Allah, adâlet yapanları sever. Muhakkak mü'minler kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını dü­zeltin ve Allah'tan korkun ki size rahmet edilsin.” (49/Hucurât, 9-10)

 

Bu âyetlerde iman edenlere, iki mü'min cemâat arasında çıkan kavgayı yatıştırmaları, bir cemâat diğerine saldırdığı takdirde, saldırgan taraf Al­lah'ın buyruğunu dinleyinceye kadar onunla savaşmaları, Allah'ın buy­ruğuna râzı olduğu takdirde kavga edenlerin aralarını uzlaştırmaları, adâletten ayrılmamaları buyurulmakta ve Allah'ın, adâlet yapanları sevdiği; inananların kardeş oldukları, Allah'ın rahmetine erebilmek için kardeşler arasını uzlaştırmaları gerektiği vurgulanmaktadır.

 

Âyetlerin hükmü geneldir. Buna göre iki müslüman grup veya toplum arasında anlaşmazlık ve kavga çıkarsa diğer müslümanların seyirci kalma­yıp onları uzlaştırmaya çalışmaları; bir taraf hakkı kabule yanaşmaz ve öteki tarafa saldırmaya devam ederse bütün müslümanların, kuvvet kullanarak saldırganı hak çizgisine getirmeye ve iki tarafı uzlaştırıp aralarında adâletle barış kurmaya çalışmaları gerekir.

 

Kavga eden taraflar, bir devlet içinde iki aile, iki aşiret, iki kabîle, iki kent olabileceği gibi, 1980’li yıllarda İran'la Irak arasında görüldüğü üzere iki bağımsız devlet de olabilir. Bir devlet içinde çıkan olaylarda devlet, olayı önler. Fakat devlet müdâhale edinceye kadar diğer müslümanların olayı yatıştır­maya, saldırgana mâni olmaya çalışmaları gerekir.

 

Şâyet olay iki devlet arasında ise müslüman devletler topluluğu, (meselâ İslâm Konferansı Üyeleri) müştereken bunların arasını bulmaya çalışırlar. Ama bir taraf Allah'ın hükmünü dinlemiyor, karşı tarafa haksız yere saldırıyorsa o zaman müslüman devletlerin, hep beraber o saldırgana karşı savaşıp onu doğru yola getirmeleri gerekir.

 

Yine bu âyetlerin hükmüne göre müslümanlar kardeştirler. Kardeşçe geçinmelidirler. Allah'ın rahmetine nâil olabilmeleri için barış içinde yaşa­maları ve müslüman kardeşler arasında çıkan olayları yatıştırmaya, kavga­ları önlemeye, müslümanların arasını uzlaştırmaya çalışmaları gerekir.

 

Ayrıca karı-koca arasını uzlaştırmak için arabulucu tayinini emreden 4/Nisâ, 35. âyet de, iman eden gruplar arasında çıkan anlaşmazlıkların da yine arabulucu yoluyla çözülmesine işaret etmektedir. Nitekim meşhur muhaddis el-Hâkim Ebû Abdillah İbn el-Beyyi', o âyette, iki zümre arasında çıkan anlaşmazlığın çözümü için her iki taraftan birer hakem gönderil­mesine işaret bulunduğunu söylemiştir. Gerçekten âyette tefrika ve fitneden endişe eden herkesin, iki hakem (arabulucu) göndermesine delîl vardır. Nitekim mü'minlerin emîri Hz. Alî, Hâricîlerle kendisi arasında çıkan anlaşmazlığın çözümü için hakem tayin edilmesini, Nisa 35. âyetten çıkarmıştır. Demek ki müslümanlar arasında anlaşmazlık çıktığında çözü­m için hakem tayin etmek uygun olur (Kasimî, Mehâsinu't-Te'vîl, 5/1226).

 

Tabii İslâm'da esas olan, bir tek devlettir. Fakat bugün için bu, mümkün görünmüyor. Çünkü her ulus kendisinin, diğerlerine hâkim olmasını istiyor. Bu da İslâm milletleri arasında ayrılıklara, övünmelere, sürtüşmelere yol açmaktadır. Tarih boyunca da böyle olmuştur. Peygamber (s.a.s.)’in, ilk üç halîfesinin dönemleri hâriç tutulursa, bütün müslümanların bir­likte yaşadığı bir devlet de kurulamamıştır. Osmanlı Devleti zamanında bu birliğe doğru yaklaşılmış ise de yine de İslâm milletlerinin tamamı bir tek devletin çatısı altına alınamamıştır.

 

Şimdi bugün, İslâm Konferansı üyelerinin gittikçe aralarında siyasî yakınlık kurarak, önce İslâm Ortak Pazarı, sonra iç işlerinde serbest, dış işlerinde beraberlik esasına dayalı bir Birleşik İslâm Dev­letleri Örgütü kurmaları mümkündür. Bu örgütün başkanı da alfabetik sıraya göre nöbetleşe her üye devletten belli bir süre için seçilmelidir. Bu örgütün, İslâm âlimlerinden oluşan bir parlamentosu da olursa İslâm'ın aradığı sürekli ve istikrarlı bir birliğe yaklaşılmış olur. Avrupa Birliği’nin nihaî hedefi böyle bir siyâsî birliktir ve onların parlamentosu da vardır. Neden müslümanların böyle bir örgütü, müş­terek konseyi ve parlamentosu olmasın?

 

Böyle bir örgüt, İslâm devletleri arasında çıkan anlaşmazlıkları da karara bağlar ve kararı da bağlayıcı olur. İslâm devletleri arasında çıkan sorunları çözmek, haklıyı, haksızı ayırdetmek için Avrupa Adâlet Divânına benzer bir İslâm Adâlet Dîvânı oluşturmak da gereklidir.

 

Kur'ân'ın bu âyetlerinde böyle bir adâlet dîvânının nüvesi vardır. Çünkü Kur'ân, haksızlığın önlenmesini istiyor. Haklıyı ve haksızı da ancak adâlet divanı ayırdeder. Kur'ân, on dört asır önce en modern hukuk sistemine ışık tutmuş iken müslümanların bu örgütü kurmakta gecikmeleri gariptir.

 

Adâlet, İslâm kardeşliği ve dayanışması konusunda bu âyetlerin yanında pek çok hadîs de vardır. Bunlardan birkaçına işaret edelim:

 "Dünyâda adâlet yapanlar, yaptıkları adâletten dolayı Rahmân'ın önünde inciden minberler üstünde bulunacaklardır." (Müslim, İmâret 18; Nesâî, Kudât 1; Ahmed bin Hanbel, Müsned 2/159, 160, 203)

 

"Birbirlerine karşı sevgi, şefkat ve acımalarında mü'minler bir tek cesede benzerler. Cesedin bir organı rahatsız olunca diğer organları da uykusuzluk ve ateş ile onun rahatsızlığını paylaşır." (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66, Ahmed bin Hanbel, Müsned 4/270)

 

Peygamber (s.a.s.): “Mü'minler, bir binanın taşları gibi birbirini tutar” deyip parmaklarını birbirine geçirmiştir (Buhârî, Salât 88, Edeb 36, Mezâlim 5; Müslim, Birr 65; Tirmizî, Birr 18; Nesâî, Zekât 67; Ahmed bin Hanbel, Müsned 4/104, 405, 409)

 

“Birbirinize hased etmeyiniz, birbirinizin satışına engel olmayınız, kızmayınız, sırt çevirmeyiniz, ey Allah'ın kulları, kardeş olunuz. Müslüman müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, onu rüsvây etmez, ona hakaret etmez.” (Devamında Rasûlullah (s.a.s.) göğsüne işaret ederek üç defa:) “Takvâ buradadır.” buyurdu. (Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57-58, 62; Müslim, Birr 30-32)

 

“(Hiçbir kötülüğü olmasa dahi) kişinin, müslüman kardeşine hakaret etmesi kendisine yeter. Her müslümanın diğerine kanı, malı ve namusu haramdır. (Müslim, Birr 32; Ebû Dâvûd, Edeb)

 

“Müslümanın, müslüman kardeşiyle üç günden fazla küs tutması helâl değildir. Öyle ki birbirleriyle karşılaşırlar, biri bu tarafa, öbürü diğer tarafa bakıp geçer (birbirlerine selâm verip konuşmazlar). Onların en hayırlısı, ilk selâm verendir. (Buhârî, Edeb 57, 62, İsti'zân 9; Müslim, Birr 25; Tirmizî, Birr 21)

 

Müfessirler Hucurât sûresi, 9-10. âyetlerden, müslümanlar arasında çıkan çarpışmanın, kendilerinden iman vasfını götürmeyeceği, hattâ bağînin dahi kâfir ol­mayacağı kanısına varmışlardır. Çünkü Allah, âyette bâğî (saldırgan) olduk­ları halde yine onlara: "ihveh/kardeşler" ve "mü'minler" sıfatını vermiştir. Bu da onların, birbirleriyle çarpışmalarından dolayı kâfir olmadıklarını gösterir. Nitekim birisi Hz. Alî'ye, Cemel ve Sıffîn olaylarında kendisine karşı savaşanların müşrik olup olmadıklarını sormuş, Hz. Alî: “Hayır, onlar şirkten kaçtılar” demiştir. Soran: “Peki onlar münâfık mıdır?” demiş. Hz. Alî: “Hayır, münâfıklar, Allah'ı çok az anarlar” demiş. Soran: “Öyleyse onların hali nedir?” diye sorunca Hz. Alî: “Kardeşlerimizdir, bize haksız yere saldırdılar (bâğîdirler)” demişti (Beğavî, Meâlimu't-Tenzîl, Hâzin kenarında 6/225).

 

Topluca Allah'ın ipine yapışın, ayrılmayın: “Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Allah) kalplerinizi uzlaştırdı; O'nun nimetiyle kardeşler haline geldiniz. Siz bir ateş çukurunun kenarında bulunuyordunuz, Allah sizi ondan kurtardı. Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki yola gelesiniz.” (3/Âl-i İmrân, 103)

 

Âyet, mü'minlere, Allah'ın ipi olan Kur'an'a sarılmalarını, bölünüp ayrılmamalarını emrediyor. Ve daha önce, düşmanlığın körüklediği ateş çukurunun içine düşmek üzere olduklarını; ancak Kur'an'a sarılmaları sonucu bu düşmanlık durumundan kurtarıldıklarını hatırlatıp bir daha öyle bir duruma dönmemelerini öğütlüyor.

 

Gerçekten Allah'ın ipi olan Kur'an'a sarılanlar birleşirler. Daha önce birbirine düşman olan, birbirlerine karşı düşmanlıkla ateş püsküren Medîne toplumu, nefret ve düşmanlık ateşiyle dolu bir çukurun kenarında bulunu­yordu. Neredeyse düşmanlık ateşi içine düşüp mahvolacaklardı. Allah, hidâyetini lutfedip onları helâkten kurtardı. Şimdi hidâyete gelip kardeşlik içine girdikten sonra tekrar eski düşmanlık durumlarına dönmek yakışır mı?

 

Allah Elçisi'nin Medîne'ye gelmesinden önce bu kentte Evs ve Hazrec adıyla iki Arap kabîlesi otururdu. Câhiliyye döneminde bunlar arasında şiddetli düşmanlık vardı. Zaman zaman bunlar kavga eder, savaşırlardı. İki kabîle arasında geçen son savaş da Bu'âs Savaşı idi. Medîne'ye İslâm gelince iki kabîle birbiriyle dost ve kardeş oldular. Onların bu kardeşçe yaşayışları, aslında ikisini de istemeyen yahûdîleri son derece rahatsız ediyordu. Yahûdîlerden Kays oğlu Şâs, bir gün Evslilerle Hazreclilerin birlikte sohbet ettiklerini gördü, canı sıkıldı: "Bunlar böylesine dost olduk­ları sürece bizim burada yerleşmemize imkân kalmaz" diyerek bir yahûdî çocuğunu onların arasına gönderdi ve onlara Bu'âs harbini, bu harbde Evs'in, Hazrec'i yendiğini hatırlatmasını tenbihledi. Yahûdî çocuğu, arala­rına sokulup Bu'âs konusunu ortaya atınca hava değişmeğe, eski gönüllerde düşmanlıklar canlanmaya başladı. Evs ve Hazrecliler, birbirlerine laf at­mağa başladılar ve: “İsterseniz o günü tekrar edelim, haydi Harra'ya gidelim!” dediler.

 

Bu'âs harbi Harra meydanında geçtiği için oraya gidip vuruşmak istediler, silâhlarını almağa başladılar. Tam bu sırada Allah'ın Elçisi, durumdan haberdar olup geldi, onları yatıştırmağa çalıştı: "Ben sizin aranızda iken câhiliyye dâvâsını mı güdüyorsunuz?" dedi ve yukarıdka meali verilen 3/Âl-i İmrân, 103 âyetinden başlayarak okudu. İki kabile mensupları yaptıklarına pişman oldular, barıştılar, birbirlerine sarıldılar (İbn Kesir, Tefsir 1/389; Hüseyn Heykel, Hz. Muhammed Mustafa, Ö.R. Doğrul çevirisi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1948, s. 232).

 

Âyette "Allah'ın ipine yapışın" deyimi, isti'âredir. Allah'ın ipi, insan­ları sapıklık bataklığından kurtarmak için gökten yere indirdiği vahiyleri içeren Kitabdır. İşte Allah'ın ipi durumundaki o Kitaba sarılıp onun pren­siplerini gönülden uygulayanlar, sapıklıktan çıkarak düşmanlık ateşinde yanıp mahvolmaktan kurtulurlar.

 

İnsanlar arasında düşünce ayrılıklarının olması doğaldır. Bu, Allah'ın yasası gereğidir: "Rabbin dileseydi, insanları bir tek ümmet yapardı. Ama ihtilâf edip durmaktadırlar." (11/Hûd, 118). Allah insanları zekâ, düşünce ve yetenek bakımından farklı yarattığına göre onlar arasında düşünce ayrılıklarının olması da doğaldır. Fakat bu ayrılıkların, düşünce düzeyinde kalması, büyüyüp düşmanlığa dönüşmemesi gerekir. Çünkü düşünce farkı, bir ölçüde insanları rekabete, ilerlemeye sevk ederken; bunun büyüyüp düşmanlığa dönüşmesi yıkıcı olmaktadır. İşte düşünce ayrılıklarını sınırlamak, düşman­lık sınırına vardırmamak için herkesin Allah'ın sınırlarında durması, Al­lah'ın Kitabına sarılması, o genel prensiplerin dışına çıkmaması gerekir. İnsanlar o genel prensipler içinde kaldıkça dost olurlar. Aralarında bazı düşünce ayrılıklarının olması; birbirlerini sevmelerine, anlayışlı davranma­larına engel olmaz. Hz. Muhammed Aleyhisselâm, Kur'ân ile böyle “düş­manlarına karşı cesur, şiddetli; birbirlerine karşı şefkatli, birbirlerini seven” ideal bir toplum kurmuştu. Kur'an her zaman böyle bir toplumun kurul­masını sağlamaya kadirdir. Yeter ki insanlar onun genel prensiplerine gönülden sarılsın, o prensiplerin dışına çıkmasınlar. (5)

 

Kardeşlik ve Beraberlik

Mü’minlerin önemli bir özelliği de uhuvvet ve tesânüttür (kardeşlik, dayanışma, birliktelik). Kuran'da bildirilen hükme göre, tüm mü’minler birbirlerinin kardeşidirler. Onlar aynı yola uymuş, aynı Kitab’a tâbi olmuş, aynı hedefe sahip, aynı duyguları taşıyan insanlardır. Dolayısıyla aralarında büyük bir sevgi ve dayanışma bulunur. Allah, bu durumu şöyle tarif etmektedir: “Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.” (61/Saff, 4). Bu âyette tarif edildiği gibi bir tesânüt içinde Allah yolunda cehd etmek (çaba harcamak) kesin bir emirdir. Al-i İmran Suresi'nde Allah şöyle hükmetmektedir: “Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın...” (3/Âl-i İmrân, 103)

 

Mü’minler güzel ahlâklıdırlar, mütevâzidirler, sevgi ve saygı doludurlar. Bu yüzden de tesânüt mü’minler arasında doğal bir şekilde oluşur. Ancak bu konuda yine de dikkat edilmesi gereken yönler vardır. Çünkü mü’minlerin yapabileceği çeşitli yanlışlar, bu tesânüdün zedelenmesine ve mü’minler arasında soğukluk yaşanmasına neden olabilir.

 

Bu yanlış hareketlerin nedeni, mü’minlerin davranışlarını gaflet anlarında etkileyen nefstir. Mü’min fedâkâr, hoşgörülü ve sıcaktır; ama herkeste nefs bulunur ve insan dikkat etmezse bazen nefsine uyabilir. Kıskanç, bencil ve hırslı olan nefsine uyması ise, bu kötü hislerin mü’mine etki etmesi demektir. İşte bu yüzden Kuran'da, mü’minler tesânüt (dayanışma ve birlik) konusunda son derece dikkatli olmaları için uyarılmaktadırlar. Madem şeytanın insandaki tezâhürü olan nefsin hevâsı, insanı yanıltabilmektedir, öyleyse karşıdaki mü’minin nefsini harekete geçirecek bir üslûp kesinıllikle kullanılmamalıdır. Bu yönde âyette şöyle buyrulmaktadır: “Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır.” (17/İsrâ, 53). Âyette bildirilen emir, tesânüdün sağlanması açısından son derece önemlidir. Birincisi, mü’minlerin birbirlerine karşı sürekli olan en güzel hitap şeklini (yalnızca güzel değil, "en güzel") kullanmaları emredilmektedir. İkincisi, şeytanın bir özelliği açığa vurulmaktadır: Şeytan, insanların ve özellikle de mü’minlerin arasını bozmak için uğraşmaktadır.

 

Şeytanın ve nefsin mü’minlerin arasındaki tesânüdü bozmak için en çok başvurduğu yollardan biri ise, rekabet duygusudur. Eğer mü’min gaflet halinde olursa, makam, mevki gibi konularda rekabet hissine kapılıp kardeşlerini geçmeye, kendini onlardan daha ön plana çıkarmaya çalışabilir. Aynı şekilde kendisinden daha ön plandaki bir kardeşine karşı kıskançlık hissedebilir. Aslında gaflet halinde yapılan bu hareket, gerçekte Allah'a isyan anlamına gelmektedir. Çünkü, "Yoksa onlar, Allah'ın kendi fazlından insanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar?" (4/Nisâ, 54) âyetine göre, insanlara verilmiş olan nimetler Allah'tandır ve bunları kıskanmak Allah'ın takdirine karşı gelmek anlamına gelir. Bu nedenle mü’minlerin kıskançlık gibi bir tavırdan kesinlikle uzak durmaları gerekmektedir. Eğer böyle bir tavır ortaya konulursa, bu, hem Allah'ın rızâsına muhâlif bir harekettir, hem de âyetin hükmüne göre, mü’minlerin gücünün azalmasına neden olur: “Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.” (8/Enfâl, 46)

 

Bu nedenle mü’min, kesinlikle kardeşleri ile arasında bir çekişme, rekabet ortamı oluşmasına engel olmalıdır. Hem kendisi kıskançlık gibi ilkel bir duyguya kapılmamalı, hem de sahip olduğu özellikleri ön plana çıkartarak kardeşlerinin nefsindeki kıskançlık damarını tahrik etmemelidir. Olabildiğince mütevâzi, alçak gönüllü olmak, rekabet tehlikesini yok eder. Kuran'da bu konuda verilen bir diğer kıstas ise, kardeşlerinin nefsini kendi nefsine üstün tutmak, yani her durumda fedâkâr davranmak ve bundan zevk almaktır. Kur’an'da bu özellik şöyle tarif edilir: “Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimri ve bencil tutkularından korunmuşsa, işte onlar, felâh (kurtuluş) bulanlardır.” (59/Haşr, 9)

 

Kıskançlık, rekabet, darılma mü’minler arasında birliğin ve kardeşliğin önündeki çok önemli üç engeldir. Hırs sonucu doğabilecek herhangi bir rekabet, insanların birbirlerine olan sevgisini azaltır. Bu tür Kuran'a uymayan bir hareket, onların ruhlarına büyük zarar verir ve mânevî yönden gerilemeye yol açar. Oysa iman edenler için sonsuz bir sevap kaynağı mevcutken birbirlerinin önünü tıkayıp, haksız rekabet ve kıskançlıklarla vakit geçirmenin hiçbir anlamı yoktur. Eğer hedef Allah rızâsı olursa, herhangi bir rekabet olmaz. Çünkü herkes bir diğerinin önünü kesmeden Allah rızâsı için hizmet edebilir, sevap toplayabilir. Bu nedenle mü’minler, mü’min topluluğunun bir insan vücudu gibi olduğunu, her organın bir diğerinin yardımcısı ve destekçisi olduğunu unutmaz ve kardeşlerinin başarılarını kendi başarılarıymış gibi görürler. Bu, son derece önemlidir. Kuran'da mü’minlerin arasındaki tesânüt/dayanışma ile ilgili çok sayıda âyet vardır. Bir âyette, mü’minlerin diğer mü’minlerle tesânütlerinin artması için yaptıkları bir duâ şöyle aktarılır: “Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki: "Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten sen, çok şefkatlisin, çok merhametlisin.” (59/Haşr, 10)

 

Mü’minler arasında bir çekişme ya da kırgınlık yaşanması herkese zarar verir. Dolayısıyla iman edenler böyle bir harekete tevessül etmezler. Nitekim bir Kur’an âyetinde, mü’minlerin birbirlerinin velîleri (dost ve koruyucuları) olmadıkları takdirde, fitne çıkacağı şöyle haber verilmektedir: “İnkâr eden kâfirler birbirlerinin velîleridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur.”  (8/Enfâl, 73)

 

Ayrıca Kuran'da tesânütle ilgili açık hükümler vardır. Bu âyetlerden bazıları şöyledir: “Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.” (3/Âl-i İmrân, 105); “…Buna göre, eğer mü’min iseniz Allah'tan korkup sakının, aranızı düzeltin; Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin.” (8/Enfâl, 1); “Gerçek şu ki, dinlerini parça parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiçbir şeyde onlardan değilsin. Onların işi ancak Allah'adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir.” (6/En’âm, 159)

 

Mü’minler diğer mü’minlere karşı son derece merhametli ve alçak gönüllü olmakla yükümlüdürler. Aksi bir tavır kesinlikle Kur’an'a uygun değildir. Kibir, kıskançlık, çekememezlik, kötü söz söyleme, çekişme mü’minlerin değil; inkârcıların/kâfirlerin özelliğidir. Bu nedenle nefsi yüzünden böyle bir küçüklük göstermiş olan bir mü’min hemen kendini toparlamalı, Allah'a sığınmalı ve gerçek mü’min tavrını göstererek hatasını telâfi etmelidir. Aksi halde Allah o kişinin yerine daha hayırlısını getireceğini âyetlerinde haber vermiştir. İman eden her insan şu âyetin hükmüne girmekten şiddetle kaçınmalıdır: “Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (onun yerine) Kendisinin onları sevdiği, onların da Kendisini sevdiği, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir.” (5/Mâide, 54) (6)

 

İslâm ahlâken yükselmeyi, ilişkileri geliştirmeyi hedefleyen ilâhi emirler manzumesidir. Bu dinin hedefi kardeşliği pekiştirmek, sulh'u tesis etmektir. Bu münasebetle Kur'ân-i Kerîm'de "Ihveh" kelimesinin Önemli bir yeri bulunur. Hz. Peygamberin ilk günden itibaren önemle üzerinde durduğu, inananlar arasında İlk yaptığı işlerin başında İslâm kardeşliğini pekiştirmesi gelir. Bu kardeşliğin özünü, Allah ve Pey­gamberine iman teşkil eder.

 

İslâm'daki bu kardeşlik kan kardeşliği dediğimiz anne-baba'dan meydana gelen kardeşlikten daha önemlidir. Zira Hz. Nuh için; "Ey Nuh! O senin ailenden sayılmaz. O kötü bir iş yapmıştır..." (11/Hûd, 46) âye­ti, iman etmeyen oğlunu kendi ailesinin dışına itmesine sebep olmuş ve gemiye alınmasına izin verilmemiştir. Kur'ân-ı Kerîm ırka ve soya önem vermekle birlikte, bunu bir mozayik gibi değerlendirir. Dolayısıyla, in­sanlar arasındaki kan bağı önemli olmakla birlikte, bu bağ, imanla pe­kişirse kuvvetli ve sürekli olmaktadır. Aksi durumda birliği teminde yeterli değildir. Çünkü Allah'ın birliğini kabul edemeyen insanların dostluğuna güvenmek mümkün değildir. Böyle insanların diğer yaratıklardan bir üstünlüğü bulunmaz (7/A'râf, 179).

 

İslâm kardeşliğinin tesisi iman ile mümkün olmakta, bu da, Kur'ân'a inanmaktan geçmektedir (3/Âl-i İmrân, 103). Tarih, Hz. Peygamber’in İslâm ile oluş­turduğu kardeşliğin bir benzerini nakletmekten âcizdir. Evinde çocu­ğunun yiyeceğinden başka bir yiyeceği olmayan Ebû Talha'nın, aç olan misafire o yiyeceği yedirmesini haber veren Yüce Allah; "Kendi­leri zarûret içinde bulunsalar bile, (kardeşlerini) onları kendilerin­den önde tutarlar." (59/Haşr, 9) ifâdeleriyle zamanımız insanlığına önemli bir mesaj verilmiştir. Zira, İslâm'ın dışındaki hiçbir sistemde böyle bir ahlâk üstünlüğünü bulmak mümkün olmamaktadır.

 

Hz. Peygamber de bu meseleye şu şekilde işaret etmektedir: "Al­lah'ın öyle kulları vardır ki, onlar peygamber ve şehid değillerdir. Fakat peygamberler ve şehitler kıyamet gününde onlara gıbta ederler.” Ashâbın: ‘Yâ Rasûlallah! onlar kimlerdir?’ sorusuna Hz. Pey­gamber; “onlar aralarında aile bağı olmadığı halde Allah için bir bi­rini seven ve yardımlaşanlardır. Vallahi onların yüzleri nurdur ve nurdan makamlar üzerindedirler" (Şeyh Mansur, el-Tâc el-Câmiu fi'l-Usûl. Kitabul Birr, V/83) (Remzi Kaya, Kur’an’da Dostluk İlişkileri, Ayışığı Kitapları, Kitabevi Y.)

 

Kardeşlik ibâdetimizin vakti geçmesin:

İnanç birliği sosyal birlikteliği gerektirir. Müslümanların her konuda birlik ve beraberlik içinde olmaları, ortak düşmana ortak tepki vermeleri, ortak problemlerini ortak katkılı çözümlerle aşmaları, ortak projeler üretmeleri, ortak işler yapmaları emredilen, arzu edilen, olması gereken ve olmadığında kesinlikle çaresizlik getiren, gözyaşı getiren, düşmana boyun eğiş getiren, can damarı gibi önemli bir husustur. Kur’ân “Mü’minler kardeştirler” diyerek mü’minleri kardeşlik ibadetine çağırırken; Müslümanların kardeşlik ibadetinde sınıfta kalmaları günümüzdeki perişanlığın da en korkunç müsebbiplerinden değil mi? Öyle ki, Irak kendi derdiyle kendisi boğuşurken, Filistin kendi derdine kendisi ağlıyor, Endonezya bir başına çığlık atıyor, Afganistan kendi derdine kendisi yanıyor. Kimse kimsenin derdine yanamıyor. Diğer yandan zenginlikten, keyiften, varlıktan, rahattan kendinden başkasını görmeyen müslümanların sayısı da az değil. Bunun mahşer gününde her halde hesabı kolay olmayacak.

 

Müslümanların acıda ve huzurda, iyi günde ve kötü günde birlik ve beraberlik içinde olmaları ve birlik ve beraberlik kurumlarını kurmaları gerekiyor. Tembellik mi, gaflet mi, dalâlet mi, vahşî kapitalizmin oyunu mu, ruhsuz materyalizmin karanlık gölgesi mi, nedir üstümüzdeki ölü toprağı bilemiyorum. Fakat iki kişinin bir araya gelip şirketleştiği, herkesin sağda solda birlikler kurduğu, dünya insanının asgarî müştereklerde birleştiği günümüzde, maalesef iki milyar mü’min kardeşlerden oluşan müslüman âlem birlikte hareket etmeyi henüz başarabilmiş değil. Arada mutlaka dehşetli fitneciler var ki, müslüman âlem hakta ve hayırda birleşemiyor.

 

Diğer yandan herkes imtihandadır. Herkes kendi âhiretini dokuyor. Herkes kendi Cennetini imar ediyor veya ateşini yakıyor. Herkes Allah’ın rızâ makamlarından birinde, kendisine bir rızâ derecesi biçiyor. Kur’ân’ı dinleyip kardeşlik yapan da, düşmanla dost olup kardeşini dışlayan da kendi amel defterini yazıyor. Herkes kendi amel yazılarıyla doldurduğu defterini mahşerde alacak. Elbette ya gülecek, ya ağlayacak.

 

Müslümanlar neden böyle bölük pörçükler? Arada şeytan var, düşman var, fitneci odaklar var, nefsimiz var. Tüm bu negatif bentleri aşıp pozitif bina dikmek ve kardeşlik ibâdetini yapmak, kolay olmuyor demek. İmtihan şiddetli. Ve kardeşlik ibâdetini başarmak zor. Oysa unutulmamalı; bu, Kur’ân’ın emridir. Kur’ân’ın emri bizim için ibâdettir. Demek ibâdet sadece namaz ve oruçtan ibâret değil.

 

Şüphesiz kardeşlik ibâdetinin tesisi için hayırlı adımlar atılmıyor değil. Ümitsiz olmayalım. Biz en azından duâ edelim. İnşallah Müslümanların daha güçlü ve daha birlik ve beraberlik içinde günlere doğru gideceklerini Rahmet-i İlâhiye’den umalım ve duamızı kesmeyelim. Çünkü kavgacı ve gürültücü dünyamız böyle bir ortak sese, bir barış ve kardeşlik nefesine, bir adâlet eline ve nice muhabbet fedâisine muhtaç. (Süleyman Kösmene)

 

 

 

 

Tasavvufta Kardeşlik (İhvân) Anlayışı

 

Kardeşler anlamına gelen ihvân kavramı; tasavvufta, aynı şeyhe bağlı olan müridleri, aynı tarikatın veya tarikat kolunun mensuplarını ifade eden bir terim olarak kullanılır.

 

İhvân; Sözlükte "erkek kardeş, arkadaş, yol­daş, dost, meslektaş, ortak" anlamlarına gelen “ah” kelimesinin çoğulu olup Türk­çe'de daha çok tekil anlamında yaygınlık kazanmıştır. İslâm dini mü’minlerin birbi­rinin kardeşi olduğunu ilân etmiştir (3/Âl-i İmrân, 103; 9/Tevbe, 11; 49/Hucurât, 10; 59/Haşr, 10). Kur'an'da İslâm'a karşı oluşturulan grupların da birbirinin kardeşi olduğu belirtilmiş (59/Haşr, 11), Hz. Peygamber müslümanları din kardeş­liğine bağlı kalmaya çağırmıştır (Buhârî, Nikâh 45, Mezâlim 3; Müslim, Birr 23, 32). Hadislerde geçen "din kardeşi, din ve dünya kardeşi" (Buhârî, Nikâh 11; Tirmizî, Menâkıb 20) tâbirleri de bu hu­susun önemini ifade eder. Hiçbir ayırım yapılmadan kadın-erkek bütün mü’min­ler birbirinin kardeşi kabul edilmekle be­raber Rasûl-i Ekrem Medine'ye hicret et­tiğinde daha özel bir anlamda Mekkeli muhâcirlerle Medineli ensarı birbirine kardeş yapmış, böylece göç­menlerle yerlileri kaynaştırmayı amaçla­mıştır (Buhârî, Nikâh 7; Savm 51, Müslim, Fezâ'ilü'ş-sahâbe 203).

 

Sûfîler ilk dönemlerden itibaren kendi aralarında farklı gruplar oluşturmaya, birbirine kardeş gözüyle bakmaya başla­mışlardır. Tasavvufun giderek tarikat şek­linde kurumsal bir yapı kazanmasıyla bir­likte bu durum daha da gelişmiştir. Gazzâlî'nin kaydettiğine göre sûfîler birbirinin yüzüne severek ve merhametle bakmayı ibâdet sayıyor (İhya, II, 159), bazan aralarında yaptıkları sohbetlere yabancı­ların girmesine dahi izin vermiyorlardı. Bu dönemde müridlerin birbirine hizmet et­meleri, gönül hoşluğuyla birbirinin mal­larını harcamaları, ihvâna karşı fedakâr ve tahammüllü olmaları, özür dilemeyi gerektirecek davranışlardan sakınmala­rı, sevgi ve şefkat duygularıyla dolu olma­ları öğütleniyordu (Serrâc, el-Lüm’a, s. 234-237; Kuşeyrî, Risale Terc. Ulu­dağ, s. 433-439, 574-580, 746, 749).

 

Başlangıçta daha çok "ashâb" kelime­siyle ifade edilen “ihvân” kavramı, ilk tasavvufî eserlerde sohbet ve müridliğin âdâ­bına dair bölümlerde işlenmiştir. İhvân kelimesine ilk olarak Kuşeyrî'nin er-Risâle'sinde rastlanmaktadır (s. 746). Sû­fîler, V. (XI.) yüzyıldan itibaren bugünkü mânada tarikatlar halinde örgütlenmeye başlayınca aynı tarikata veya tarikat ko­luna bağlı olanlara özel anlamda ve bir tasavvuf terimi olarak ihvan denilmiştir. Bütün tasavvufî zümrelerde ihvan teri­mine veya onunla aynı anlama gelen "ah, fetâ, derviş, pîrdaş" gibi kelimelere tesa­düf edilmektedir. Tarikatlar bir kurum olarak ortaya çıkınca ihvan ve pîrdaş olan müridler arasındaki ilişkiler daha düzenli bir şekil almış, bu dönemde yazılan Âdâbü'l-mürîdîn, Avârifü'l-meârif gibi eserlerde ihvanın gözetmesi gereken ku­rallara özel bölümler ayrılmıştır. Bu eser­lerde ihvan arasındaki sevginin sırf Allah için olduğu, maddî çıkar, itibar veya şöh­ret arzusunun söz konusu edilmeyeceği, ihvanın her zaman birbirini hayırla andık­ları, karşılık beklemeden birbirlerine hiz­met ettikleri, kardeşinin hatalarını gör­mezlikten gelip ezâlarına katlandıkları, ihtiyaçlarını gidermeye çalıştıkları, daima saygılı, hoşgörülü davrandıkları, her zaman kardeşlerini haklı, kendini kusurlu bildikleri, insaflı olup insaf beklemedikle­ri, birbirinin sevinç ve üzüntülerini pay­laştıkları, bir sıkıntıyla karşılaşanın yardı­mına koştukları, vefâlı olmayı ve sadâ­katten ayrılmamayı görev bildikleri anla­tılmaktadır (Ebû Tâlib el-Mekkî, Kütü'l-kulûb, Kahire 1961, II, 442-489; Gazzâlî, İhya', Kahire 1939, II, 154-191; Şehâbeddin es-Sühreverdî, Avârifü'l-maarif, Beyrut 1966, s. 423-442).

 

Aynı tarikatın mensupları, kendi ara­larında sırf Hak rızâsına dayanan samimi bir dostluğun gereklerini yerine getirme­nin yanı sıra tekke düzenine, tarikat ku­rallarına, şeyhin öğütlerine tam anlamıy­la uyar, büyüklerini baba, akranını kardeş, küçüklerini evlât olarak görürler. Şeyh ba­ba, müridleri onun evlâtlarıdır. Şeyhin eşi anne, birbirlerinin eşleri ise hemşiredir (bacı) (Ebü'l-Mefâhir Yahya el-Bâharzî, Evrâdü'l-ahbâb ve fusûsü'l-âdâb (nşr. Efşâr), Tahran 1358 hş., s. 106-127; Muhammed b. Abdullah el-Hânî, el-Behcetü's-seniyye, İstanbul 1989, s. 27-29). Bu samimi dostluğun hâtırası ölümden sonra da devam eder. Vefat eden mensuplarının geride bıraktığı aile fertlerini korur, onlarla da dostça ilişkiler kurarlar. Menâkıb kitaplarında ihvanın sadâkatini, vefakârlığını ve fedakârlığını gösteren pek çok örnek kaydedilmiştir.

 

Ahîlik'te ve fütüvvet ehli arasında da mânevî kardeşlik bağına büyük önem ve­rilmiştir. Şehâbeddin es-Sühreverdî el-Maktûl daima Allah'ı teşbih, takdis ve zikreden tevazu ve huşu sahiplerine "ihvân-ı basîret", "kün makamı" denilen bir mertebede bulunan, irâdeleriyle sûrî şeyleri icat etme gücüne sahip olanlara "ihvân-ı tecrid", beşerî kir ve lekelerden kur­tulup ruhlarını kemal halleriyle donatan­lara da "ihvân-ı safa" demektedir (Mecmû'a, II, 242-245). Bu son tabirin bir fel­sefeciler grubu olan İhvân-ı Safa ile ilgisi yoktur. (7) 

 

 

 

Radâ; Süt Kardeşliği ve Süt Akrabalığı

 

"Radâ"' veya "rıdâ"; Arapça "radaa" kökünden masdar olup; annesini emmek demektir. Bir isim olarak ise, süt kardeşliği ve süt emme anlamına gelir. Kur'ân-ı Kerim'de çocuğun kendi annesinden veya başka bir kadından süt emmesiyle ilgili çeşitli âyetler vardır: “Sizi emziren analarınız ve süt cihetinden kız kardeşleriniz (size haram kılındı)” (4/Nisâ, 23); “Emzirmeyi tam yapmak isteyen için anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler” (2/Bakara, 233); "Çocuklarınıza süt anne istemenizde, bir sakınca yoktur" (2/Bakara, 233); “Boşadığınız karılarınız kendisinden olan çocuklarınızı emzirirlerse, onlara ücretlerini verin. Bu konuda birbirinize danışarak hareket edin. Eğer güçlük meydana gelirse, çocuğu başka bir kadın emzirecektir” (65/Talâk, 6); "Kıyâmetin koptuğunu göreceğiniz gün, emzikli her kadın emzirdiğini unutup geçer" (22/Hacc, 2); "Biz Mûsâ'nın annesine; ‘Onu emzir, sana ona ait bir tehlike gelince, kendisini denize bırak; korkma, kederlenme. Çünkü biz onu yine sana geri döndüreceğiz. Hem onu peygamberlerden biri de yapacağız’ diye vahyettik" (28/Kasas, 7); "Biz daha önce ona (Mûsâ'ya) süt anaların sütünü emmeyi haram kılmıştık." (28/Kasas, 12)

 

İslâm hukukçuları diyâneten annenin çocuğunu emzirmesi gerektiği konusunda görüş birliği içindedir. Çünkü anne, çocuğunu korumak zorundadır. Ancak kadın emzirmek istemediği takdirde, kaza yoluyla zorlama yapılıp yapılamayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır.

 

Çoğunluk fakihlere göre, kadının çocuğunu emzirmesi menduptur. Zarûret olmadıkça emzirmeye zorlanamaz. Çocuğun emzirilme işi çocuğun babası üzerine vâcibdir. O, karısını emzirmeye zorlayamaz. Çünkü; "Emmeyi tamam yaptırmak isteyenler için, anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler" (2/Bakara, 233) âyeti bir tavsiye niteliğindedir. Ancak çocuğun annesinden başkasının memesini kabul etmemesi durumu müstesnâdır.

 

Şu üç durumda anne çocuğunu emzirmeye kaza yoluyla da zorlanabilir:

1. Çocuk, annesinden başka kadının sütünü emmezse, çocuğu helâk olmaktan korumak amacıyla annesi emzirir.

 

2. Başka bir süt anne bulunamaması halinde, kendi annesi yine çocuğun hayatını korumak için emzirir.

 

3. Çocukla ilgilenecek baba bulunmaması ve çocuğun süt anne tutabilecek bir malının olmaması durumunda anne çocuğu emzirir.

 

Yukarıdaki durumların dışında anne çocuğu emzirmekten kaçındığı takdirde, babanın bir süt anne tutması gerekir. Süt anne, çocuğu, öz annenin yanında emzirir. Çünkü, anne için "hıdâne" hakkı vardır. Bu hak, çocuğun kendi başına temizliğini yapabileceği, yaklaşık yedi yaşlarına kadar sürer. Baba süt anne tutmazsa, kadın, mahkeme yoluyla süt anne ücreti isteme hakkına sahiptir.

 

Babanın evlilik içinde veya ric'î talâktan sonra iddet beklemekte olan karısına, kendi çocuğunu emzirmesi için ücret vermek zorunda değildir. Çünkü bu durumda karısına nafaka yükümlülüğü vardır. Bâin boşama halinde ise kadın iddet içinde kazaen emzirmeye zorlanamaz. Hanefîlerden sağlam görüşe göre, bu durumda, anne, emzirme ücreti talep edebilir. Çünkü âyette; "Onlar sizin için, kendilerinden olan çocuğunuzu emzirmişlerse, onlara ücretlerini verin" (65/Talâk, 6) buyurulur. Bu âyet, boşanmış kadınlar hakkında inmiştir. Süt anne, süt emzirme ve örfün gerektirdiği şeyler dışında bir görevle yükümlü tutulamaz. Çocuğun yiyeceğini hazırlama, onu koruma, yıkama ve elbiselerini temizleme gibi hizmetler, örfe göre, süt anneye gerekebilir.

 

Çocuğun süt emme çağında kendi annesinden başka bir kadından süt emmesi halinde, bu çocukla süt emziren kadın ve bu kadının hısımları arasında bir süt hısımlığı meydana gelir. Kan yoluyla meydana gelen hısımlığa "nesep hısımlığı", evlilik yoluyla doğan hısımlığa ise "sıhrî hısımlık" denir. Süt hısımlığı bazı istisnâlar dışında kan hısımlığı ile aynı yasakları doğurur.

 

Evliliği Haram Kılan Süt Hısımlığının Şartları:

1. Sütün, bir kadına ait olması gerekir. Çoğunluğa göre, süt emziren kadının evli veya bekâr olması veya kocasının bulunmaması, sonucu değiştirmez. Sütten başka bir şeyi, meselâ; sarı su, kan veya kusuntuyu yemekle süt hısımlığı doğmaz. Erkeğin veya bir hayvanın sütü de hısımlık doğurmaz.

 

2. Sütün, emen çocuğun midesine ulaşması gerekir. Sütü memeden emmekle, bir kap veya bardaktan içmek birdir. Çocuk memeyi ağzına alır, fakat süt emip emmediği bilinmezse, haramlık doğmaz. Çünkü şüphe ile hüküm sâbit olmaz. Mâlikîlere göre ise bu durumda ihtiyatla amel ederek haramlık sâbit görülür. Şâfiî ve Hanbelîler ise beş ayrı emmeyi şart koşarlar.

 

Hanefilerle Mâlikîlere göre süt emme miktarı az olsun çok olsun sonuç değişmez. Delil: "Süt emziren analarınız (size haram kılındı)" (4/Nisâ, 23) âyeti ile, “Nesepçe haram olanlar süt yoluyla da haram olurlar” (Buhârî, Şehâdât 7; Müslim, Radâ' 1) hadisidir. Bu âyet ve hadiste emme miktarı ve sayısı belirlenmemiştir.

 

3. Emzirmenin ağız veya burun yoluyla olması gerekir. Çünkü süt, ancak bu iki yoldan boğaz yoluyla mideye ulaşır ve gıdalanma meydana gelir. Hanefi, Şâfiî ve Hanbelîlere göre, idrar yollarına, göze, kulağa veya bir yaraya akıtılacak kadın sütü ile hısımlık doğmaz.

 

4. Sütün başka bir sıvı ile karışmaması gerekir. Süt başka bir sıvı ile karışırsa, Hanefi ve Mâlikîlere göre çok olanı esas alınır. Süt fazla ise haramlık doğurur. Ebû Hanîfe'ye göre, bir gıda ile karıştırılan süt az olsun çok olsun haramlık doğurmaz. Çünkü bu gıda sütün kuvvetini giderir. Hüküm olarak gıda kısmı sütten fazla sayılır. İmam Ebû Yusuf ve İman Muhammed, burada da çok olanı esas alırlar.

 

Bir kadının sütü başka bir kadının sütü ile karıştırarak çocuğa içirilse, Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre, çok olan esas alınır. Sütler eşit olursa, karışma yüzünden her iki kadın bakımından da, haramlık doğar. Mâlikîlere, İmam Muhammed ve Züfer'e göre bu durumlarda her iki bakımdan süt hısımlığı doğar. Sütlerin eşit veya birisinin eksik ya da fazla olması, sonucu değiştirmez. Tercih edilen görüş budur. Çünkü sütler bir cinstir. Aynı cinsten iki şey arasında gâlipliğin hükmü bulunmaz. Günümüzde bazı ülke ve beldelerde görülen "anne sütü bankası"nda karışan anne sütlerini yukarıdaki esaslara göre çözümlemek gerekir (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Beyrut 1394/1974, IV, 135 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire 1970, VII, 537 vd.; İbn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid, Mısır (t.y.), II, 34 vd.; ez-Zühayli, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletüh Dimaşk 1405/1985, VII, 705 vd.).

 

5. Çoğunluğa göre, hısımlık doğuran sütün ilk iki yaş içinde emilmesi gerekir. Çünkü âyette "Anneler, çocuklarını iki bütün yıl emzirirler" buyurulmuştur. Nesep hısımı olan çocuklarla ilgili olan bu hüküm, süt emen diğer çocukları da kapsar. Hadiste "Süt hısımlığı ancak iki yaş içinde emzirilen sütle oluşur" (Buhârî, Nikâh 21) buyurulur.

 

Ebû Hanife'ye göre ise emme süresi 30 aydır. Delil şu âyettir: "Çocuğun ana karnında taşınması ile sütten ayrılmasının süresi otuz aydır" (46/Ahkâf, 15). Burada 30 ay, hem gebeliğin, hem de sütten ayrılmanın ayrı ayrı süresidir.

 

Çoğunluk fakihlere göre ise, iki yıl emme süresi ile gebeliğin en kısa süresi olan altı ayın toplamı verilmiştir. Nitekim sütten ayrılmanın iki yıl olduğunu belirleyen başka deliller de vardır. Başka bir âyette şöyle buyurulur: "Biz insana ana-babasına itaat etmesini bildirdik. Onun anası kendisini zahmet üstüne zahmetle taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl sürmüştür" (31/Lokmân, 21).

 

Süt Emme Yoluyla Meydana Gelen Evlenme Yasağı:

Kur'ân-ı Kerîm'de; "Sizi emziren analarınız ve süt kız kardeşleriniz (size haram kılındı)" (4/Nisâ, 23) buyrulur. Bu âyette yalnız iki tane süt hısımından söz edilmiştir. Bu konuda genel prensip şu hadisle konulmuştur. “Nesepçe haram olanlar süt yoluyla da haram olurlar” (Buhârî, Şehâdât 7; Müslim, Radâ' 1). Yine nesep yoluyla, evlenmekle ortaya çıkan sıhrî hısımlıklara kıyasla, süt yoluyla da sıhrî hısımlıklar oluşur. Ancak bunun iki istisnâsı vardır.

 

Süt yoluyla haram olanlar şunlardır:

l. Bir kimsenin süt cihetinden usûlü. Süt annesi, süt ninesi gibi...

 

2. Süt cihetinden fürûu. Bir kimse süt kızı, süt oğlunun kızı ve ilânihâye bunların çocuk ve torunları ile evlenemez.

 

3. Süt ana ve babanın fürûu. Bir kimse ana baba bir, baba bir veya yalnız ana bir olan süt kardeşleri ve bunların ilânihâye fürûu ile evlenemez.

 

4. Süt ana ve babanın usûlünden yalnız ilk füru'. Bunlar süt emenin, süt cihetinden amca, hala, dayı ve teyzeleri olup bunlarla evlenmesi yasaktır.

 

5. Süt baba ve dedelerin eşleri: Burada zifafın olup olmaması, sonucu etkilemez. Nitekim bir kimse, nesep babasının karısı ile de evlenemez.

 

6. Süt oğlun veya süt oğlun oğlunun, yahut süt kızın oğlunun karısı ile evlenmek yasaktır. Burada da zifafın olup olmaması, sonucu etkilemez. Nitekim, bir kimse gelinleriyle evlenemez.

 

Hanefiler şu durumları istisna etmişlerdir:

a. Bir kimse süt cihetinden erkek veya kız kardeşinin annesi ile evlenebilir. Halbuki nesepçe kardeşin annesi ile evlenilemez. Meselâ; bir kadın bir çocuğa süt emzirse, bu kadının nesepçe bir oğlu bulunsa, bu oğul, süt emzirilen çocuğun annesi ile evlenebilir.

 

b. Bir kimse süt bakımından oğul veya kızının süt kardeşi ile evlenebilir. Halbuki bu durum nesep bakımından câiz olmaz. Meselâ; bir kadın, bir çocuğa süt emzirse, bu kadının kocası süt emen çocuğun kız kardeşi ile evlenebilir (bk. el-Kâsânî, a.g.e., III, 4, 5; el-Meydânî, el-Lübâb, III, 33; ez-Zühayli, a.g.e., VII, 138, 139).

 

Sonuç olarak bu konuda şu esas söylenebilir: Süt emenin nefsi süt emzirenin nesline haram olmaktadır. Ancak süt emen çocuğun daha sonra doğabilecek çocukları dışında diğer nesep hısımları ile süt emziren kadının nesep veya sıhrî hısımları arasında bir akrabalık meydana gelmektedir. Kısaca; süt emen çocuğun nesepten kardeşleri ile, süt emziren kadının nesepten çocukları arasında bir evlenme engeli doğmaz. Çünkü onlar aynı kadından süt emmedikleri için, fizik ve biyolojik yapılarında ortak cüz söz konusu değildir.

 

Süt Hısımlığının Hükmü: Süt hısımlığı mutlak bir evlenme engeli doğurur. Yukarıda sayılan istisnâlar dışında kalan süt hısımları her nasılsa evlenmişlerse, durum anlaşıldığında birbirlerini terketmeleri gerekir. Bunların nikâhı Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre bâtıl, Ebû Hanîfe'ye göre fâsittir.

 

Süt hısımları birbirine yabancı olmazlar. Bir fitne tehlikesi yoksa birbirine bakabilirler. Süt emmekle bir hısımlık doğarsa da, bununla nafaka, miras, şahitliğin reddi, nikâh ve mal velâyeti gibi diğer nesep hükümleri doğmaz.

 

Süt hısımlığı, nasslarda belirtilen hususlarla sınırlı kalır. Nesebe her bakımdan eşit haklar sağlamaz. Bu yüzden bir süt ana, süt oğlundan nafaka isteyemez, ona mirasçı olamaz ve bu çocuk üzerinde velâyet iddiasında bulunamaz (Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 222).

 

Süt Baba:

Süt annede sütün meydana gelmesine sebep olan ve süt anne ile evli bulunan erkek, süt babadır. Bu arada süt babanın ölümü veya süt anneden boşanmış olması, sonucu değiştirmez. Süt emen çocuğa bu süt baba ile nesep ve sıhrî hısımları haram olur. Süt babaya ait çocukların hepsi de süt emenin süt kardeşleri olur (İbn Kudâme, el-Muğnî, VI, 572; el-Meydânî, a.g.e., III, 32).

 

Süt Hısımlığının İsbâtı: Süt hısımlığı ikrar veya bir delille ispat edilir.

1. İkrar: Bu, erkeğin ve kadının birlikte veya bunlardan birisinin, süt hısımlığını itiraf etmesidir. Bir erkek ve kadın evlenmeden önce süt hısımlığını ikrar etseler, evlenmeleri helâl olmaz. Buna rağmen evlenseler akit fâsit olur ve kadın mehir isteyemez. İkrar evlilikten sonra olmuşsa, derhal ayrılmaları gerekir. Kendiliğinden ayrılmazlarsa, hâkim zorla ayırır. Çünkü akdin bozukluğu ortaya çıkmıştır. Burada, kadın, belirlenen mehirle, emsal mehirden az olana hak kazanır.

 

İkrar yalnız erkek tarafından ve evlilikten önce olmuşsa, evlenmesi helâl değildir. Evlilikten sonra olmuşsa derhal ayrılmaları gerekir. İkrar yalnız kadın tarafından ve evlilikten önce olmuşsa, kadının bu erkekle evlenmesi helâl olmaz. Fakat erkek, kadının yalan söylediği kanaatinde ise fetvâya esas olan görüşe göre, bu kadınla evlenmesi câizdir. Kadın evlilikten sonra ikrarda bulunsa, bu ikrar, onu kocası tasdik etmedikçe evliliğin sıhhati üzerinde etki meydana getirmez.

 

2. Beyyine: Burada beyyineden maksat, hâkim önünde süt hısımlığa şâhitlik yapmaktır. Dört mezhep de adâletli iki erkek veya bir erkekle iki kadının şâhitliği ile süt hısımlığının sâbit olacağı konusunda görüş birliği içindedir. Ancak tek erkek, tek kadın veya dört kadın şâhitle süt hısımlığının sâbit olup olmayacağı ihtilâflıdır. Hanefilere göre, bu şâhitlikler kabul edilmez. Çünkü Hz. Ömer (r.a.)'den; "Süt hısımlığı konusunda iki erkek şâhitten daha az kabul edilmez" dediği rivâyet edilmiştir. Sahâbelerden bu uygulamaya karşı çıkan olmadığı için bu konuda icmâ oluşmuştur.

 

İmam Şâfiî ve Ahmed bin Hanbel'e göre dört kadının, İmam Mâlik'e göre bir erkek bir kadın veya iki kadının şâhitliği ile süt hısımlığı sâbit olur. Bu mezhepler süt emzirme konusunda erkek şâhit bulma güçlüğünü dikkate alarak kadın şâhide ağırlık vermişlerdir (bk. İbnül-Hümâm, a.g.e., III, 19, 20; el-Kâsânî, a.g.e., IV, 14; İbn Kudâme, a.g.e., VII, 558 vd.; ez-Zühaylî, a.g.e., VII, 712 vd.). (8)

 


 

Kan Kardeşliği ve And İçme

 

Yemin anlamındaki and içme: And ve and içme kelimeleri, Moğolca'dan dilimize geçmiştir. Moğolca anda: Kan kardeşi ve amca, dayı anlamına gelir. Türkçeye and şeklinde geçmiştir. Andiçmek, bir Moğol töresi gereğidir. Moğol töresine göre, iki ayrı boydan olan kimse, birer damla kanını bir kaba damlatır, şerbetle karıştırır, karşılıklı içerler. Bu durumda ikisi, birbiriyle kankardeşi olur, buna andiçmek denir. Türkler müslüman olmazdan önce, bu uygulamaları benimsemişler şamanist Türk boylarında eski çağlardan beri bu andiçme geleneğini uygulamışlardır. Eski Türkler; Göktanrı, tapındıkları putlar ve tabiat varlıkları adına andiçerlerdi. En değerli andlardan biri, kan üzerine içilen anddı. Eski Türklerde kan kardeşliği çok önemliydi ve kişilere gerçek kardeşlerin hak ve görevlerini yüklerdi. Yapılan and töreni, ettikleri kardeşlik yemininin kanıtı sayılırdı. Kardeşleşme ve dostlaşma töreni olarak and merasiminde, kardeş olmaya karar veren şahıslar, topluluk huzurunda kollarını çizerek and kabına kan akıtırlar, kımız, süt veya şarapla karıştırılan bu kan taraflarca içilirdi. Daha sonra, silahlar, atlar veya kız kardeşler değiştirilir ve taraflar andlı adaş (Moğollar devrinde anda) olurlardı. Bu, kan üzerine yapılan yemin demekti.

 

Bu tür and törenleriyle ilgili ilk bilgilere Herodot tarihinde rastlanmaktadır. Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lügat-ı Türk adlı meşhur eserinde; Kırgız, Kıpçak ve daha başka Türk boylarında andiçmenin kılıç üzerine yapıldığını açıklar. Yakut, Altay ve Salcak kabileleri en büyük andlarını eski totem olan ayı üzerine yaparlardı. Türkler İslâmiyetten sonra, şer'î mahkemelerde fıkhî yeminleri uygulamalarına ve giderek çoğalan bir uygulama ile Allah adına yemin etmeye başlamalarına rağmen, eski câhiliyye geleneğinin devamı mâhiyetindeki bazı and gelenekleri sürdü. Anadolu'nun kimi yörelerinde hâlâ benzeri kankardeşliği, yani and içme  görülmektedir.   

 

Kan kardeşliği: Kan kardeşliği, işte kardeşlik yemini anlamında bu and içme âdetiyle ilgilidir. Bazı insanların karşılıklı olarak vücutlarından bir yeri kanatarak çıkan kan ile kardeşlik oluşturdukları âdetleri vardır. Bazı farklılıklar gösterse de doğu kavimlerinde, tarih boyunca bu tür kardeşlik anlayışı sözkonusudur. Türklerde kabul görüp uygulandığı şekliyle; birbirleriyle dost olan iki kişinin, karşılıklı kanlarını içerek ya da emerek oluşturdukları düzmece akrabalığa kan kardeşliği denilir. Eski Türkler’de kan kardeşliği çok önemliydi ve kişilere gerçek kardeşlerin hak ve görevlerini yüklerdi. Kan kardeşi olmak isteyenler boy’un önünde kollarını çizerek kanlarını ant kabına akıtır, kımız, süt ve şarapla karıştırarak içerlerdi. Daha sonra at, kılıç ve kız kardeşlerini değiştir, böylece antlı, adaş ya da Moğol dönemindeki adıyla anda, yani kan kardeşi olurlardı. Aynı oba ya da boy’dan olmayanlar da kan kardeşi olabilirlerdi. Kan kardeliği ancak ölümle sona ererdi. Kan kardeşleri birbirlerine olduğu kadar, birbirlerinin ailelerine karşı da sorumluluk taşırlardı. Batı Türklerinde bu âdet giderek ortadan kalkmıştır. Doğu Türklerinin çoğu boylarında günümüzde de bu âdetin uygulanageldiğini görüyoruz. Günümüzde gelenekselliğini koruyan bazı yörelerde, hâlâ rastlanmaktaysa da, eski önem ve anlamını, yaygınlığını yitirmiştir. Anadolu’nun çeşitli yörelerinde yer yer uygulandığı görülmektedir.

 

Dinimizde insanın kan içmesi, bir damla da olsa kanı emip yalaması câiz değildir. İslâm'da bu çeşit kan kardeşliği diye bir kavram yoktur. Bu tür uygulamalar, kanı kutsal sayan bâtıl din ve câhiliyye örfünden etkilenmelerle ilgilidir. Kur’an, bütün müslümanları birbirleriyle en güzel şekilde kardeş kabul etmiş ve bu tüm müslümanlara bu istikamette görevler yüklemiştir. İslâm’ın öngördüğü müslüman kardeşliğinin eksik bir tarafı yoktur ki, kan kardeşliği gibi başka bir kardeşliğe ihitiyaç hissedilsin.

 

 

 

 

Muâhât; Ensâr ile Muhâcirler Arasında Kardeşlik

                                   

“Muâhât”, Muhâcir ve Ensârın birbirlerine kardeş olarak ilan edildiklerini ifade eden bir siyer ve İslâm tarihi kavramıdır. Nübüvvetin on üçüncü yılında Evs ve Hazreçli müslümanların daveti üzerine mal ve mülklerini Mekke'de bırakarak Medine'ye gelen muhâcirler herşeyden mahrum idiler. Muhâcirleri mahrumiyetten kurtarmak ve onları Ensâr ile kaynaştırmak için aralarında mânevî kardeşlik tesis edildi: Bu kardeşlik "hak, eşitlik ve miras" konusunda karşılıklı yardımlaşmaya ve sevgiye dayalı idi (Müslim, Fedâilü's-Sahabe, 204, 205; İbn Sa'd et-Tabakât, I/238; İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü'l-Meâd II/63). Bu muâhâtın, Enes b. Malik'in evinde Bedir harbinden önce 90 veya 100 kişi arasında yapıldığı rivâyet edilir (İbn Sa'd, et-Tabakât, I/238).

 

Hazreti Peygamber'in "ikişer ikişer kardeşleşiniz" emri üzerine, Muhâcirler Ensâr kardeşleri tarafından kucaklandılar. Böylece her şeyden mahrum olan Muhâcirler bir anda bir çok şeye sahip oldular. Kardeşleşme emri karşısında Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Ali ile kardeşleşmiş: Ebû Bekir, Hârise b. Zübeyr; Hz. Ömer, Itbân b. Mâlik; Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh; Muâz b. Cebel; Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Rabî ile ve diğer sahâbiler de Ensâr ve Muhâcirlerden birer kardeş bulmuşlardır. Böylece muâhât ile kan kardeşliğinden daha üstün bir kardeşlik kurulmuş oldu (İbn Hişâm, II/161, Buhârî, Menâkıbül-Ensâr, 3).

 

Bu kardeşliğin tesisinden sonra Ensârın, Muhâcirlere karşı gösterdiği fevkalade alâka ve ev sahipliği Hz. Muhammed (s.a.s.), tarafından övülmüştür (Müslim, Fedailü's-Sahabe, 171,188-198; İbn Mace, Mukaddime,11). Hicretten sonra Medineli Ensar ve Muhâcirler arasında bir kardeşlik kurulduğu gibi, Hicret öncesi müşriklerin eza ve cefâlarına karşı koymak ve müslümanların daha güçlü olmalarını sağlamak, Hicret esnasında da yardımcı olmak bakımından Hz. Peygamber (s.a.s.), Muhâcirler arasında da bir kardeşlik tesis etmiştir. Rasûlüllah yine Hz. Ali ile; Hz. Hamza, Zeyd b. Haris ile; Hz. Ebu Bekir, Ömer ile; Hz. Osman, Abdurrahman b. Avf ile ve diğer Muhâcirlerde birbirleriyle kardeş ilan edilmişlerdir.

 

Hz. Peygamber'in talimatı üzerine meydana gelen Ensâr ve Muhâcirler arasındaki hak, eşitlik ve miras konularındaki muâhât, miras hükmü dışında devam etmiş, ancak miras hükmü bir müddet sonra Enfâl Sûresi ile kaldırılmıştır (8/Enfâl, 72-75). Bu hükmün kaldırılmasına rağmen muâhât İslâm kardeşliği olarak Ensar ve muhâcirler arasında en güzel örneğini vermiştir.

 

Ensâr ve Muhâcirler arasında yapılan kardeşlikle Ensar, Muhâcir kardeşlerinin özellikle maddi ihtiyaçlarını karşılamak üzere arazilerinin ikiye bölünmesini, hattâ eşlerinden birisini boşayarak muhâcir kardeşine nikahlamak üzere vermeyi teklif ettikleri bir vakıadır. Nitekim Abdurrahman b. Avf'ın, Ensâr kardeşi malının yarısını ve hanımlarından birini ona vermek istediği zaman Abdurrahman b. Avf Ensar kardeşine yük olmamak için bunlan kabul etmeyerek kendisine çarşı ve pazar yolunu göstermesini istemiş, kısa sürede yaptığı ticaret ile büyük bir servet sahibi olmuştur (Buhârî, Nikâh 68, Menâkıbü'l-Ensâr 3).

 

Hz. Peygamber'in tesis ettiği bu kardeşlik, Ensar ve Muhâcirlerin zamanı bile eşit kullanmalarını temin etmiş, bir gün Rasûlullah'ı kardeşlerden biri dinlerken, bir başka gün diğer kardeşi Rasûlullah'ı dinleyerek olup bitenlerden birbirlerini haberdar etmişlerdir (Buhârî, İlim, 27). Bu kardeşlik tesisi ile Medine'de kurulması planlanan sosyal ve siyâsî birlik önce Ensâr ve Muhâcirler arasında sağlanmış, sonra da verdiği iyi örneklerle Medine'deki diğer toplulukların aynı çatı altında toplanmasına imkân hazırlanmıştır. (9)

 

 

 

 

Günümüzde Müslüman Bireyler ve Cemaatler Arasında Kardeşlik

 

Batı, felsefe mirasına sahip olduğu ve her filozof, kendinden önceki filozofu tenkit edip onun doğru olarak ileri sürdüğünü eleştirip delillerini çürütmeye çalışmış olduğu için Batılılar, hakikati bulamamışlar ve bulduklarını iddiâ etmeyecek/edemeyecek durumdalar. Demokrasi, biraz da bu anlayışın ürünüdür. Göreceli doğrulara, değişken gerçekliğe sahip olan farklı görüşler değişik partiler şeklinde temsil edilir ve halkın çoğunluğu hakem tâyin edilerek bu göreceli doğrulardan bir veya birkaçı öne çıkar, kimsenin kesin/mutlak doğrusu olmadığından buna itiraz eden çıkmaz. Herkes, karşısındakinin olduğu kadar kendi doğrularının da göreceli olduğunu benimser. Bu tavırda aşırılık sözkonusudur, çünkü onlara göre insanların uymak zorunda olduğu mutlak hakikat diye bir şey yoktur ve herkesin doğrusu kendisinedir. Buna karşılık Doğulular, tenkit mirasına değil, şerh geleneğine sahiptir. Şerh geleneği ve velî kültü, şahısları ve onların görüşlerini yüceltme tavrına götürmüştür. Filozofların tam aksine, kendi acziyetini kabul eden halef, hep seleflerini yüceltme gayretindedir. Bu tavrın da mâkul ve meşrû bir tavır olmadığı, farklı bir aşırılık ürünü olduğu rahatlıkla Kur’an’dan yola çıkarak değerlendirilebilir. 

             

Müslümanların, modernizmi olduğu kadar geleneklerini de sorgulamak zorunda olduğu gibi, aynı zamanda hem birey, hem cemaat olarak yaptıklarını gözden geçirip sık sık otokritik yapmaları, metot ve söylemlerini masaya yatırmaları gerekmektedir. Bu muhâsebeyi yap(a)mayan fert ve cemaatler, hedeften sapma ve amaçlara uygun araçlar kullanamama yüzünden sadece kendi veballerini değil; ümmetin vebâlinden paylarına düşeni de yüklenme riskiyle karşı karşıya kalacaklardır.

  

 Sadece iyi niyetin yeterli olmadığı, usûl ve yöntemin büyük önemi olduğu inkâr edilemez. Bu dâvâya sadece akıllı geçinen düşmanlar değil, akılsız dostların iyi niyetli ama yanlış tavırları da büyük zararlar vermektedir.

 

Her konuda “doğru” tek değildir; bu, özellikle beşerî doğrular için böyledir. “Doğru”nun iki kaynağı, ölçüsü vardır: İlki, bir adı da Hak olan Cenâb-ı Hakk’a ait doğru; diğeri de insan aklı, ilmi, mirası ve tecrübesine ait doğru. Birincisi, müslümana (Allah’a teslim olana) göre mutlak doğrudur. Yani, her zamanda ve her yerdeki her insana/müslümana göre doğrudur; değişmeyen, tartışılamayacak ve teslim olunacak doğru. İkincisi ise beşerî doğrudur. Yani,  göreceli, zannî, ictihâdî, yoruma dayanan, tarihe, coğrafyaya, kişiye göre değişebilecek olan doğru. Kur’an’da muhkem ve yoruma yer bırakmayacak açıklıkta verilen bilgiler, emredilen veya yasaklanan hükümler mutlak doğrudur, hak ve hakikattir. Kur’an’da farklı anlamaya müsâit yoruma açık hükümler ya da Kur’an ve sahih sünnette yer almayan doğrular ise ikinci çeşit doğrulardır. Bunlar, delillere sahip olmaya, deliller arasında tercih veya delillerin sağlamlığı konusunda iknâ olmaya göre farklılık arzedebilecek göreceli doğrular, değişken gerçeklerdir. 

 

Ümmetin ihtilâf edegeldiği mezhebî/ictihadî, fıkhî doğrular da bu gruba girer. Meşhur abdest örneğinde olduğu gibi. Mâlikîlere göre doğru olan başın tümünün meshedilmesidir, bu farzdır. Hanefîlere göre doğru, başın dörtte birinin meshedilmesinin farz olduğu, Şâfiîlere göre ise saçın birkaç telinin. Bu ictihâdî doğrulardan kalkarak bir mâlikî hanefîye, hanefî de şâfiîye abdestsiz, dolayısıyla namazsız diyemez veya bu gerekçe ile arkasında namaz kılınmasının câiz olmadığını ileri süremez. Yoksa, mü’minlerin kardeşliğinden bahsetmek mümkün olmaz. Ağız ve burnun Hanefîlere göre dış organ sayıldığı için gusülde yıkanmasının farz olduğu, Şâfiîlere göre ise iç organ kabul edilerek yıkanmasının gerekmediği örneği de bunun gibidir. Cuma namazının sıhhat şartları konusunda da mezheplerin doğruları birbirinden çok farklıdır. Hatta aynı mezhebin farklı müctehidlerinin de farklı ictihadları vardır. Bu ve bunun gibi ictihâdî doğruların hangisinin delili bir kimseye kuvvetli gelirse, o görüşü din kabul  etmemek, farklı ictihadları suçlamamak şartıyla benimser, yaşar. Ama unutulmamalıdır ki, Kur’an’ın emrettiği bir ibâdeti hiçbir ictihad yasaklayamaz, haram kıldığını da mubah kılamaz. Çünkü, hakkında nass olan bir hüküm, ictihad konusu değildir, olamaz. “Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur” (Mecelle, Madde 14). Yani, âyet ve sahih hadis olan yerde ictihad yoluna gitmez câiz değildir. Unutmamak lâzımdır ki, ictihadla sâbit olan bir şeyin hükmü kesin değil; zannîdir. Hele, “ben müctehid değilim” diyenlerin dini yorumlaması, sadece kendini bağlar. Allah, falan veya filan zâtların dinî yorumlarına itaat edip etmediğimizden değil; kendi Kitabına uyup uymadığımızdan soracaktır.  

         

“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek ümmet (millet) yapardı. Fakat onlar ihtilâfa düşmeye devam ederler...” (11/Hûd, 118). Görüş açılarındaki farklılık, müslüman akla görüş zenginliği kazandıracak, farklı düşünceleri incelemesini, olayları bütün boyut ve cepheleriyle kavramasını, aklı akla katmasını sağlayacak bir sıhhat alâmeti olacağı yerde; bu durum, bozuk çağın müslümanında iç çekişmelere ve dövüşme fırsatına dönüşmüştür. “Kendi ayıplarının, başkalarının ayıplarını görmesini engelleyen kişiye ne mutlu!” denildiği halde, bizler iç dünyamıza, kişisel ve toplumsal kusurlarımıza pek az bakıyoruz. Başkalarının ayıplarıyla uğraşıp onları sergilemek, onları ha bire eleştirmek, fırsat bulursak bize göre hatalarını yüzlerine vurmaktan, kendimizi düzeltmeye fırsat kalmıyor. Bazı müslümanlara göre, liderlerinin bir bildiği, yaptıklarının bir hikmeti olduğundan, her şeye te’vil gözlüğünden bakılabildiğinden kendi liderlerinin veya gruplarının yanlışı, başkalarının doğrusuna tercih edilebiliyor.

 

Günlük hayatta ve Din’i anlamada farklı görüşlerin, farklı yorumların olması normaldir. Hatta farklı görüşlerin olması bir faydadır, bir kolaylıktır. Burada dikkat edilmesi gereken, Din’i kendi hevâsına göre anlama, sonra da kendi anladığını din haline getirme yanlışlığıdır. Din’in özünü zedeleyecek yanlış yorumlar ve bunların inanç haline getirilmesi bir anlamda ‘bağy’ dir ve tefrikaya yol açar. Müslümanlar arasındaki vahdetin en büyük düşmanı, yanlış din anlayışı, ülke, bölge, etnik grup, siyasi rejimler, mezhep ve tarikat taassubudur. Halbuki bütün bunlar tefrikaya sebep olmaz, aksine müslüman toplumların entegre olmasına yardımcı olurlar.

 

Müslümanlar farklı mezheplere, meşreplere, düşüncelere, ülkelere, ilkelere sahip olabilirler, farklı coğrafyalarda yaşayabilirler, farklı gruplar içerisinde bulunabilirler. Bunlar normal şeylerdir. Ancak herkes kendi anladığını, kendi meşrebini, kendi mezhebini, kendi tarikat veya partisini din haline getirirse; işte bu Din’de tefrikadır. Unutulmamalıdır ki, Din Allah’ındır ve Kur’an’da anlatılmıştır; Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) de bize tebliğ etmiş, hayatıyla ve ahlâkıyla dinden ne anlaşılması gerektiğini göstermiştir. Âlimlerin, mezheplerin, grupların Din’den anladıkları,  yalnızca bir yorum veya Din’i daha iyi yaşama noktasında bir çaba gibi görülmelidir. Onların anladıkları hiç bir zaman Din’in kendisi değildir. Bir gruba, bir mezhebe, bir meşrebe bağlı olmak mümkündür ve bazen ihtiyaçtır. Ancak, sadece kendi meşrebini, kendi grubunu hak, diğerlerini bâtıl görme anlayışı ‘tefrika’ mantığıdır. Mezhepli olmak ihtiyaç, mezhepçi olmak yanlıştır. Bir meşrepten olmak doğal, ama meşrepçi olmak doğru değildir. Bir gurupla faydalı çalışma yapmak üzere bir araya gelmek, bu amaçla bir cemaate mensup olmak iyi, ama grupçu olmak sakattır. Bütün bu yanlışlar tefrika sebebidir (Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 690).

 

Bu anlamdaki hadis rivâyeti uydurma da olsa, ihtilâflar rahmet olabilir; eğer ihtilâfa konu olan beşerî alanla mutlak hakikat ayrımını doğru yapar, ihtilâf edebiyle imtihan edildiğimizi farkeder ve nasıl ihtilâf edeceğimizi bilirsek... Yoksa, her grup kendi mezheb veya meşrebini, cemaat prensiplerini Din haline getirir ve onlarla övünmeye kalkarsa (23/Mü’minun, 53;30/Rûm, 32) bu, rahmete ulaştıran ihtilâf sınırını aşar, azâb sebebi tefrikaya dönüşür.     

 

Kendisinin müctehid değil; taklitçi olduğunu söylediği halde, müctehidlerin bile vermediği fetvâları, güya onların ictihadlarından yola çıkarak cesâretle vermek, kraldan fazla kralcılıktır. Kur’an’dan başka kutsal kitaplar, Peygamber (s.a.s.)’den başka sözü eleştirilemez insanlar kabulü diye tanımlanacak problemlerle müslümanlar dünyada rahmet ve devlete, âhirette cennete zor kavuşur.

   

Bir âlimin, bir müctehid veya müfessirin yorumunu tercih etmek başka, o yorumu mutlak doğru olarak Din kabul etmek daha başkadır. Aksi halde, ondan önce yaşayan, onu tanımayan müslümanların, ya da o doğruları farklı yorumlayan veya çok değişik tarih, coğrafya ve şartlarla çevrili kimselerin durumu ne olacaktır? Deliller bırakılarak şahısların ve onların söylemlerinin bayraklaştırılıp tereddütsüz kabulü ve herkesin kabul etmesi gerektiği anlayışı, "ya hep ya hiç" şeklindeki kumarbaz beklentisidir. “Men lâ yüdrakü küllühû, lâ yütrakü küllühû” “Bir şey bütünüyle elde edilemezse, tümüyle de terk edilmez.”

 

Bugün insanlara sunulan din; büyük oranda şudur: Beşerî görüşler, göreceli ve tartışmalı konular, cemaatlerin tartışmalı doğruları, filân efendi hazretlerinin görüşleri, mezhebî ictihad ve kelâmî değerlendirmeler, hatta bazen Kur’an’ın bazı emirlerini yasaklayan, bazı yasaklarını mubah kılan tavırlar... Kur’an’ın önemsediği konular yerine, hiç yer vermediği konular din adı altında topluma kabul ettirilmek istenmekte, mesajın başına oturtulmaktadır. Fili farklı yerlerinden yakalayıp bu parçayı fil diye tanımlama tavrı, basarla birlikte basîreti, alnındaki gözüyle beraber göğsündeki gözü de kullanması gereken, gözleri açık ve her dem uyanık bulunması icap eden müslümanların maalesef tavrı olabiliyor. Dini, bazıları şekilsel özellikler, bazıları sarık, sakal, cübbe ve çarşaftan ibâret sayarken, bazıları sadece falan zâtın  kitaplarını okuyup açıklamak, bazıları ise tesbih çekmekten, bazıları sadece cihad veya siyasal yorumlardan, haftalık ders ve sohbetlere katılmaktan, bazıları dergi çıkarmak veya radyo imkânlarından ibâret sayabilmektedir. Bundan da daha fecîsi, Kur’an’ın ısrarla emrettiği halde, bazı müslümanların ısrarla yasakladığı kimi ibâdetler sözkonusu olabilmekte ve Kur’an’a taban tabana zıt olan bir yasağı, meselâ Kur'ânî bir emrin, farîzanın terkini, fâiz gibi bir haramın mubahlığını cihad yorumu ve dâru’l-harp mantığı ile topluma empoze etmektir.

 

Güzel insan olmamız ve mesajımızın güzel olması için, insanları başka şeye, tartışmalı teferrruata değil; sadece Allah’a, Allah'ın mutlak doğrularına, yani hakka dâvet etmemiz ve bunu herhangi bir hizip adına değil, “müslüman” isim ve sıfatımızla, İslâm’ın hizipler üstü temel prensipleri adına yapmamız gerekmektedir: “(İnsanları) Allah’a çağıran, sâlih amel işleyen ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır.” (41/Fussılet, 33). Müslüman dâvâ adamı, âyetlerdeki bütüncül çağrıya rağmen; parçacı, hizipçi, cemaatlerinin yorumunu öne çıkaran bir yaklaşım sergileyerek kınanacak bir tavra düşebiliyor: “Onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka, kendi yanındakiyle sevinmektedir.” (30/Rûm, 32). Bugün kimi cemaat mensubu kişiler, insanlara Kur’an’ın önceliklediklerini, mutlak hakikatleri, Kur’an’ın muhkem doğrularını anlatacaklarına, İslâm’ın temel esaslarına dâvet edeceklerine; kendi tartışılabilecek doğrularına çağırmaktadırlar. “Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” (6/En’âm, 159)

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                       

İslâm inançları (Akaid), beşerî görüşlere ve şahsî anlayışlara değil; vahye dayanır. Kimsenin hevâ ve hevesleri akaidde bağlayıcı olamaz. İtikadı belirleyen ölçülerin tek kaynağı vahydir. Vahy olduğu tartışılan veya mânâsı farklı anlaşılmaya müsâit olan hükümler de akaid için kesin ölçü olamaz. İslâm inanç esasları, delâleti ve sübûtu kat’î olan vahyin itikadî hükümleridir. Kesin doğru, mutlak doğru olan hükümler, tüm müslümanların kabul etmek zorunda olduğu sâdık  ve mütevâtir haberlerdir. 

 

İslâm akaidi, şüpheye, zanna, beşerî görüş ve yoruma dayanmaz. Kişinin müslüman olabilmesi için inanmak zorunda olduğu hususlar, en küçük çapta veya en küçük cüz’ü  reddedildiğinde kişiyi küfre sokan hükümler, akaid esaslarıdır. Tabii ki bunlar, vahy olduğunda en küçük şüphe bulunmayan mütevâtir haberlerdir. Yani, Kur’an ve  mütevâtir hadislerdir. Bunlara sübûtu kat’î deliller denir. Akaidde bağlayıcı bir hükmün, delâletinin de kat’î olması gerekir. Âyet veya mütevâtir hadislerdeki bazı ifadelerin hangi mânâya delâlet ettiği kesin olmayabilir; mânâya delaleti zannî, yoruma açık olabilir. Kimse bir şahsın ictihadını, ya da kendi anlayışını, beşerî bir yorumu, başka insanlara inanç esası olarak dayatma hakkına sahip değildir. Mânâya delâleti zannî olan şahsî açıklama veya yorumu kabul etmeyenleri tekfir etme hakkına hiç kimse sahip değildir.

 

Bazı kaypak kavramları, karşımızdaki müslümanın dinle ters düşmeyecek şekilde farklı anlam yükleyerek onu savunması veya bazı kurallarını uygulaması hiç dikkate alınmadan, te’vil etme özgürlüğünü onlara vermeden, kendi anladığımız biçimde küfür olduğuna hükmetmek, hatta bir adım daha ileriye gidip onlara kâfir demek, göreceli doğrularımızı mutlak hakikat yerine koymak demektir. Kendisi de şu veya bu ölçüde, ama mutlaka düzenin şu veya bu kurumundan geçtiği halde, alternatif bulamadığı için o kurumlara şu veya bu şekilde takılanlara müslüman gözüyle bakmamak...  Bu gibi durumlar, karşısındakine ictihad hakkı vermeden, kendini veya reisini müctehid ilân etmektir. Hatta, müctehid hata yapabilecek kişi olduğu halde, kendi cemaat görüşünde, liderinde yanılma ihtimali kabul etmeyen kişinin bu tavrının ne anlama geldiği, dilin ifâde etmekten çekindiği fecî bir tavır olmaktadır. “Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), râhiplerini rabler edindiler...” (9/Tevbe, 31). Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına geldiğinde bu âyeti okuyunca, Adiy: “Yâ Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki:  “İşte bu, onlara ibâdettir/tapınmadır.” (Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292)

  

Din, özellikle akîde, haram-helâl ölçüsü ve ibâdet hükmündeki ahkâm, mutlak doğrulara dayanmak durumundadır. Mutlak doğruyu te’vil edip beşerî yorumları din haline getiren anlayış, İslâmî anlayış olamaz. Falan hocanın veya filan imamın bir görüşünü, İslâm’ın olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi din adına ileri sürmek, bu görüş doğru olsa dahi, çok yanlış bir yaklaşımdır. Her grubun, İslâm cemaatini kendisinin temsil ettiğini, kendi dışındakilerin sapma içinde olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına dayatması Dinimiz için problem olmaktadır. Müslümanların kendi kanaatlerini, üstad, lider ve âlimlerinin yorumlarını din zannetmeleri, bugünkü ihtilâfların temelini teşkil ediyor.

 

Mevcut düzen ve toplum yapısının belvâ-yı âmm (toplumsal belâ) niteliğindeki dayatmalarına karşı tavır alamayan insanlara alternatif göster(e)meden onları dinin dışına itmek, Din’i yanlış yorumlamaktır. Ayağı yere basmayan idealist yaklaşımlar, İslâm’ı, günlük hayatta uygulanamayacak soyut görüşlerden ve ütopyadan ibâret saymaktır. "Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden ötürü helâk oldular." (Dârimî, Siyer 45; Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/127, V/318, 330)

 

Şu kadar cemaat ve ilim adamının melekleri sevindirecek ve şeytanları ürkütecek kapsamda hayırlı faâliyetler, ses getirecek tavır ve eylemler ortaya koyamadıklarının sebebi, biraz da bu usûl, yöntem hatalarından, dine bakıştaki eksik veya yanlıştan kaynaklanıyor diye düşünüyorum.

 

Konumuzla ilgili empati; muhâtaplarımızı, “öteki” insanları, öteki cemaatleri, onların dünyasından bakarak değerlendirmektir. Bu yapılamadığı zaman, gerçeğin bir kısmı kaybedilecektir. Nisbî/göreceli doğruları, beşerî yorumları, Din ve mutlak hakikat gibi değerlendirmemeli; insanları kendi doğrularımıza, kendi mezhep, meşrep, metot, dernek, vakıf ve faâliyetlerimize dâvet etmek yerine, İslâm’ın doğrularına dâvet etmeliyiz. Müslümanlarla ihtilâf edeceğimiz konulardan ziyade ittifak halindeki konulardan yola çıkarak asgarî müşterekleri giderek artırmak önemsenmeli, dostluk ve sevginin giderek samimiyete ve işbirliğine dönüşmesi hedeflenmelidir. İnsanların olduğu her yerde, kesinlikle ihtilâflar da olacaktır. İslâm’ın aslî meselelerinde müslümanlar ihtilâf edemez. İlâhî vahyin müslümanlara seçme muhayyerliği, tasarruf yetkisi, ictihad, yorum ve tercih hakkı verdiği meselelerle ilgili ihtilâflar, mâkul ve normal karşılamamız gereken ihtilâflardır. Müslüman cemaatlerle ittifak ettiğimiz konularda işbirliğine gitmeli, ihtilâf ettiğimiz konularda birbirimizi mâzur görmeliyiz. “Sadece benim mezhep, cemaat, teşkilât, metot, lider ve görüşüm hak; diğerleri bâtıl!” demekten sakınıp kendi doğrularımızın "yanlış ihtimali olan göreceli doğru" olduğunu, muhâtap mü’minlerin de "doğru ihtimali olan yanlış" görüşleri olduğunu, empati ile ve göreceli doğruların bir’den fazla olabileceğini unutmadan olgun mü’mine yakışan şekilde değerlendirebilmeliyiz. “Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın hidâyet edip doğru yola ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir.” (39/Zümer, 18)

 

 

 

Müslümanlar Arasında Vahdet/Birlik

 

Bir musîbet, bin nasihatten yeğdir, ama bin musîbetten bir ders bile almayanlar için korkarım dünyevî cezalar, uhrevî büyük cezanın habercisidir. Irak’taki ve yakındaki, dıştaki ve içteki zilletin en önemli sebeplerinden biri, İslâm âleminin kırk küsür parçadan oluşan yamalı bohça görüntüsüdür. Dinlerini bölük pörçük edenlerden, el yordamıyla tuttuğu filin bir parçasını bütün gibi tanımlayanlardan farklı bir şey de beklenmez aslında. Avrupa ülkelerinin birbirleriyle her konuda ittifak yapıp Avrupa Birliği adı altında tek devlet haline gelişi, küfrün tek millet olarak gücünü birleştirmesi, emperyalizm ve fesadın globalleşmesi, artık ulusal devlet anlayışı modasının çoktan geçtiğini haykırmaktadır.  

 

Ya birleşeceksin, ya bir leşe döneceksin! Bir leş olmaktan kurtulmak için bir’leşmek, olmazsa olmaz şarttır. Bir Allah’a inanan tevhid eri müslüman, her şeyde tevhidi/birlemeyi öncelikler. Tevhidin bir tanımı da, her şeyi birbiriyle irtibatlandırmak ve her şeyin bir olan Allah’la irtibatlı olduğunu kavramaktır. Önce kendimizle, iç dinamiklerimizle birleşmek, fıtratımızla ve inancımızla kopan bağımızı yeniden sağlamlaştırmakla işe başlamalıyız. Aynı dinin, aynı dâvânın insanı olan tüm ümmetle birleşmek dünyevî ideallerimizin başında gelmeli. Bütün bunlar için de Rabbimiz’le irtibatımızı sağlamlaştırmak gerekiyor.

 

Zorba müstekbirlerin ittifak ve koalisyon yapmaya mecbur olduğu bir dünyada, müstaz’af mü’minlerin yaşadıkları topraklarda bile ciddi mânâda birliktelikler oluşturamayışları hangi nakil ve akılla izah edilebilir? Küresel bir yangın alanına dönen müslümanların yaşadığı ülkelerde, cehennemî yangınları söndürmek için güç birliği oluşturmayan felâketzedelerin gözyaşları, yangınları söndürmek bir tarafa, benzin görevi yapmaktadır. Hem mevcut müslümanların konumu hem de İslâm düşmanlarının tavrı vahdeti, “hemen şimdi” şiarıyla kulak zarını patlatacak sesle çağırmaktadır. Dün Irak’ın, evvelki gün Afganistan, Çeçenistan ve Bosna Hersek’in ve her gün Filistin’in insanlık düşmanları tarafından resmen işgali bizi birleşip dayanışmaya zorlamıyorsa demek ki, biz de işgale uğramışız demektir. Bir ülke topraklarının işgalinden çok daha kötü olanı, gönüllerin ve kafaların işgalidir. Savaş, öncelikle, insanın içinde kazanılır veya kaybedilir. İşgal güçlerinin ajanı olarak faâliyet yapan uzaktan kumandalı medyanın, câhilî eğitimin ve çevre şartlarının oluşturduğu fitne ve fesadın mü’minlerin gönüllerini ve kafalarını işgali, onların birleşmelerinden başka yollarının olmadığını haykırıyor. Emperyalizmin orta doğunun kalbine hançer gibi sapladığı kan içici İsrail’in ve dünyaya yayılmış siyonizmin vahşeti, vahdetin hemen ve her yerde gerçekleşmesini farz-ı ayın kılıyor. Mü’minler birleşip birer kova su dökseler, İsrail’i sel alıp götürür, ama bundan önce, dünyevîleşip yahûdileşen iç dünyalarını arındırmak için suyu kendi temizlikleri için kullanmalıdırlar. İçimizdeki İsrail ve Amerika ile savaşamadan dışımızdaki görüntüleriyle savaşmak mümkün değildir. Kendi mescidlerini işgalden kurtaramayanların Mescid-i Aksâ’yı kurtarmaya kalkmalarının mümkün olmadığı gibi.  

 

İslâm’a hâkimiyet hakkı vermeyen bugünün dünyası, bütün cepheleriyle beşerî ideolojiler bataklığına dönüşmüştür. Modern uygarlık, temel insanlık sorunlarına cevap verememiştir. Modern uygarlık etnik çatışmalara ve savaşlara çözüm bulamamış, tam tersine emperyalizmi globalleştirmeye çanak tutmuştur.

      

İlâhî vahiy, evrensel özelliklere sahiptir. İslâm, birleştirici tüm değerleri içerdiği için, tüm insanlık âilesine ulaşmak ister. Ümmet gerçeğinin tarihte karşılaştığı en büyük tahribat, ulus-devlet olgusu olmuştur. Ümmet bilincinin yeniden kurulabilmesi için yerel, bölgesel, ulusal farklılıkların aşılabilmesi gerekir. İslâm toplumunun yeniden inşâsı, kâmil insanın, kişilikli, bilinçli bireylerin yetişmesiyle başlar. Sağlıklı bir toplumsal bünye, nitelikli, derinlikli, ufuklu, erdemli bireylerden oluşur. Klişelerle, sloganlarla, tarafgirlikle köklü bir cemaat teşkil edilemez. Gerçek bir cemaat yapısı güçlü kişiliklerle inşâ edilebilir. Sağlıklı bir cemaat için bireylerin benliklerini arındırmaları gerekir. Bireyler, hayatın her alanında Allah’a yönelen bir bilinçle, eylemle, davranışla mükemmelliğe ulaşırlar. Sağlıklı, tutarlı bir kişilik bilincine sahip olanlar, sağlıklı bir cemaat bilinci oluştururlar. Sağlıklı bir ümmet bilincine, ancak sağlıklı bir cemaat bilinciyle ulaşılabilir.     

 

İçerisinde bulunduğumuz dönemde hem bireyin, hem cemaatin ve hem de ümmetin yapısı parçalandı. İslâm ruhunun ifadesi olan merkez kurumlar, hayatiyetini kaybetti. Câmiler ve mescidler toplumun yüreği olmaktan çıktılar. İslâm’ın ilk dönemlerinde mescidlerin sosyal, toplumsal, kültürel ve siyasal işlevleri vardı. Bugün câmiler, sadece namaz kılınan mekânlar haline dönüştürülmüştür (Atasoy Müftüoğlu, Ümmet Bilinci, Denge Y.). 

 

Ümmet ve cemaat anlayışı, hiç ihtilâf ve farklılığın olmadığı despotik ve robot üreten bir yaklaşım değildir. İnsanların olduğu her yerde, kesinlikle ihtilâflar da olacaktır. İslâm’ın aslî meselelerinde müslümanlar ihtilâf edemez. Müslümanlar arasında vuku bulacak olan ihtilâflardan, makul ve normal karşılamamız gereken ihtilâflar, İlâhî vahyin müslümanlara seçme muhayyerliği, tasarruf yetkisi, ictihad, yorum ve tercih hakkı verdiği meselelerdeki ihtilâflardır. Yarattığı insanın ne olduğunu ve bizlerin sözkonusu meselelerde hangi ihtilâflara düşeceğimizi hakkıyla bilen Yüce Rabbimiz, hiç kuşkusuz ki bu gibi ihtilâflarla bizleri sınamakta, denemektedir. Bu ihtilâflar karşısındaki kulluk mükellefiyetimiz, bu ihtilâfları birer fitne ve fesat sebebi durumuna getirmemek hususundadır.

 

Falan hocanın veya filan imamın bir görüşünü, İslâm’ın olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi din adına ileri sürmek, bu görüş doğru olsa dahi, çok yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü beşer kaynaklı böyle bir görüşü din adına mutlak doğru olarak ileri sürmek, dinde tevhide değil; tefrikaya sebep olacaktır. Çünkü müslümanların din adına gerçekleştirecekleri vahdet, aklî değerlendirmeler ve kavrayışlarla değil; kalbî tasdik ve imanla gerçekleştirebilecekleri bir vahdettir. Yani, tüm müslümanları bir araya getirebilecek olan hakikatlerin, bütün müslümanların iman etmekle yükümlü oldukları doğrular olması gerekmektedir. Dolayısıyla kendisine karşı imanî bir sorumluluğun olmadığı bir hocanın veya bir imamın görüşü, doğru olsa bile, dünya müslümanları için imanî bir bağlayıcılığı olmayan böyle bir görüşü İslâm adına mutlak doğru olarak ileri sürmek, hiç şüphesiz ki, İslâm’da tefrikaya sebep olacaktır.

 

Beşerî kaynaklara ilâhîlik vasfı verildiği ve ilâhî zannedilen bu kaynaklara, Allah'a iman eder gibi iman edildiği zaman, bu kaynaklara dayalı ihtilâflar, kesinlikle çözüme ulaşabilecek ihtilâflar değildir. 

 

Tüm dünya müslümanları için yegâne ilâhî kaynak Kur’ân-ı Kerîm’dir, böyle olmak zorundadır. Mü'minlerin din adına faydalanacakları ikinci kaynak ise korunmuş olan Kur’ân-ı Kerîm’in tasdik ve teyid ederek koruduğu sahih sünnettir. Bu ikinci kaynaktan istifade ederken karşılaşılan ve daha çok mezhebî yaklaşımların neticesi olan farklılıkların makul karşılanması ve müslümanların ayrılığına sebep olacak bir ihtilâf durumuna getirilmemesi gerekir. Dünya müslümanlarının vahdetini sağlayabilecek olan kaynak, sadece Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu gerçeği kabul etmeyip birçok beşerî kaynağı ilâhî zanneden ve mutlak doğru kabul ettiği bunlara bilinçsizce iman eden kimselerin, böylesi kaynaklardan hareket ederek sürdürdükleri ihtilâflar, mutlak Hakim olan Rabbimizin kıyâmet günü hükme bağlayacağı ihtilâflardır. Kaynak meselesinin çözümlenemediği bu gibi ihtilâflar çerçevesinde uzun uzadıya tartışmaya ve cedelleşmeye hiç gerek yoktur. Oysa beşerî aklı, ilâhî vahyin önüne geçirmek, akıllılık, hatta akılcılık değil; akılperestliktir. Akılperestlik (akla tapmak, aklı putlaştırmak) ise, gerçek düzlemde, en büyük akılsızlıktır. Çünkü ilâhî vahyin denetiminde olmayan akıl, nefs ve hevânın denetiminde olup, ister istemez nefsin bencilliğini, nefsin maslahatını gözeten bir uşak durumuna düşmüştür (Mehmed Alagaş, Vahdete 7 Adım, s. 101).  

 

İhtilâfın en önemli sebeplerinden biri, yanlış emirlik telâkkisi, yanlış bir “bağlanma” anlayışıdır. Emirlerimize, örgütlerimize, yöntemlerimize biat ediyoruz. Yani dinimizle bazı şeyleri, hatta nefsimizi sentez ediyoruz. Oysa, kim dinine bir şey ekler, ya da ondan bir şey çıkarırsa, eklediği ve çıkarttığı ile baş başa kalır ve din ortadan çekilir gider. Vahdet, bir ahlâk konusu olduğu kadar, bir entelektüel seviye meselesidir de. Ancak, İslâm’ı bilen, yaşayan ve mes’ûliyetinin idrâkindeki ahlâklı insanların toplum üzerindeki velâyetleri ile vahdet gerçekleştirilebilir. Vahdet, tek bir emir-komuta zinciri altındaki insanlar topluluğu değildir. Bu, biraz da militarist bir tavırdır. İslâm toplumu, sıkı bir hiyerarşi ve örgütlenmenin ürünü değildir.  Tek tip standart insan isteği, robotlaşmış, sadece evet deyip kafa sallayanlar oluşturan bir gayrı fıtrî ideoloji değildir İslâm. Özgür irâdeleri ile Allah’ın ipine sımsıkı sarılan ve kendi aralarındaki işleri müşâvere ile halleden, âlimlerin yol göstericiliği, emir sahiplerinin nezâretleri ile İslâmî sorumluluklarının idrâkinde, tabiî uyum ve Allah'a doğru, O’nun rızâsı istikametinde sürekli bir tekâmül prensibine bağlı insanlar, bu toplumun müslüman kanadını oluştururlar.

 

İslâm’ın, vahdet, cemaat ve ümmet bilinci açısından temel hususlardan biri olan lider anlayışı, maalesef günümüzde tam tersi bir konuma düşürülmüştür. Liderlik anlayışı, ihtilâfların kaynağını, hatta tefrikanın temelini oluşturan ve ahlâkî problemleri de içeren bir yanlışlar yumağıdır günümüzde. Nice cemaatlerde görülen odur ki, din ve dâvâya bakışla nefis veya grup/cemaat çıkarları birbiriyle karışmış, araçlar amaçlaşmış, metotlar yüceltilmiş, gaye için her yol, dolayısıyla gayrı meşrû yöntemler bile savunulur olmuştur.

  

İhtilâf konusunda en önemli husus; hangi konuda ihtilâf edildiğidir. Bu alan, ihtilâfın meşrû ve yasak olanını belirlemek açısından temel bir ölçüdür. İhtilâf ettiğimiz şey nedir? Gerçek ve mutlak hakikati iyi anlamak gerek. Bazı gerçekler vardır ki, insanlara göre, zamana ve mekâna göre değişiklik gösterir. O, hayatın özünde var olan bir değişkenlikten kaynaklanan konjonktürel bir konudur. İhtilâfların özünde büyük ölçüde, mutlak hakikat ile değişken gerçeklik arasına bir çizgi çekememe konusu yatıyor. Ayrıntıda ihtilâf etmek, gerçeği yakalamak açısından, kolaylık ve maslahat yönünden büyük önem taşımaktadır. Dolayısıyla bu anlamda ihtilâf, kolaylık ve rahmettir. İkinci hakikat ise, mutlak hakikatte anlayış konusunda düştüğümüz ihtilâftır. Bu da beşer olmanın zaafından kaynaklanan bir konudur. Bu konudaki ihtilâfın meşrûiyet sınırı olarak üç mesele üzerinde durmak icap eder. İleri sürülen bir görüşün dayandığı temeller sağlam ise, vahiy ve mütevâtir sünnet ile te’yid ediliyorsa, aklî ve ilmî delilleri sağlam ise ve meşrû bir gerekçe ile ortaya konuluyorsa, bu görüşü doğru kabul edebiliriz. Zaten ictihadlar da, ya da ictihadlar arasındaki farklılıklar da buradan kaynaklanmaktadır. Yine bu da insanların anlayışlarını geliştirmeleri, akledip fikretmeleri açısından, tekâmülleri açısından bir zarûrettir.

 

Burada, dikkat etmemiz gereken husus; Kur’an’ı anlamaya çalışmamızdır. Yoksa, kendi zanlarımızı ve kanaatlerimizi te’vil yolu ile Kur’an’a isbatlatmak değil. Yine kendi kanaatlerimizi emretmekten/dayatmaktan kaçınmalıyız. Bu gibi konularda gereksiz ve özellikle kırıcı tartışmaya girmeme konusunda ihtiyatlı hareket etmemiz gerekir. Herkesin kendi fikri ile kişiliğini oluşturması ve özgür irâdesi ile Allah’ın ipine sımsıkı sarılması sûretiyle gerçek bir cemaat yapısı ortaya çıkabilir. Bu anlamda meşrû bir ihtilâf, cemaatin oluşması açısından zarûrettir. Herkesi aklî anlamda tek bir fikre getirmek, esasen mümkün değildir ve bu yönde vahdet adına girişilecek dayatmalar vahdeti parçalar.

 

Farklı Metotlar: Metot farklılığı mümkün. İnsanların bilgi düzeyleri, kültürleri, meslekleri farklı, yetenekleri farklı. Dolayısıyla farklı metotlar kullanıyor olabilirler. Bir ölçüde kategorik olmak iyi olabilir. Tabii, temel metoda ters düşmemeli; Yani, İslâmî metodun dışında gayrı meşrû bir metot kullanamayız. O genel metot içinde kalmak kaydıyla, kendimize yeni metotlar geliştirebiliriz. Ne var ki, farklı metot sahipleri, sonuçta İslâm’ın metodu içinde birbirlerinin varlığını ve meşrûiyetini kabul etmeleri, aynı bütünün birer parçası olduklarının şuurunda olmaları gerekir. Kanaat farklılıkları sebebiyle, gruplar birbirlerinin metotlarına sıcak bakmayabilirler. Ama bir ihtilâf zannî ise, yani ictihadî ise, yine de birbirlerine karşı hoşgörülü bakmak zorundadırlar.

 

Maalesef yaşadığımız coğrafyada müslümanlar kendi aralarında bir şûrâ teşkil edemedikleri için, birtakım fırka ve hizipler kendi zannî hükümlerini müslümanlar için tek kurtuluş reçetesi olarak takdim etmek sûretiyle vahdet adına ihtilâfı körüklemektedirler. Müslümanlar Allah'a, Rasûlüne ve Kitaba imandan başka, neredeyse örgütlerine, liderlerine ve metotlarına iman etmekte; dinleri ile örgüt, lider ve yöntemlerini sentez yapmaktadırlar.   

 

Haram ve helâlle sınırlı metot içinde, birçok metot farklılıkları mümkündür; hatta lüzumludur. Her sahada hareket edecek farklı gruplar gereklidir. Bilgi, beceri ve fıtratla ilgili bir konudur bu. Ancak hiç kimse kendini tek çözüm yolu olarak gösteremez. Bu, farklı bir sentezciliktir. Herkesin doğru yaptıklarının yanı sıra, pek çok yanlışları da olabilir ve olmaktadır. Mâsûmiyet kavramını hiç kimse kendinde taşıyamaz. O halde herkesin hataları olabilir. Bu yanlışlar, o kişi için ayıp değildir. Ayıp olan hatada ısrardır. Yoksa, yanlışın farkına varıp dönülürse, o ayrı bir fazilettir. Bunlara ilâveten, vahiy kesilmiştir. Öyleyse hepimiz kendi düşünce ve irâdelerimizle inandığımız şeyleri doğru olarak kabul ediyoruz demektir. Bu doğru kabul ettiklerimizin eksik ya da yanlış olma ihtimalini göz önünde bulundurmalıyız.

 

Müslümanlar dinleri üzerinde tartışmaya girmeyecekleri gibi, ihtilâf ettikleri konularda da birbirlerini mâzur görmek, ittifak ettikleri konularda örgüt, lider ve yöntemleri ne kadar farklı olurlarsa olsunlar birlikte hareket etmek durumundadırlar. Müslümanlar, makro planda, Allah'a, Rasûlüne ve Kitaba iman edenler tek bir cemaattirler. İyiliği emreder ve kötülükten sakındırırlar; yaratılmışlığın hukukunu korurlar, nerede bir iyilik görürlerse ona destek verirler. Nereden bir kötülük görürlerse görsünler, kimden geliyor olursa olsun, kime yönelik bulunursa bulunsun, kötüye ve kötülüğe karşı çıkarlar, zulme tavır alırlar. En genel anlamdaki İslâmî vahdetin temeli de budur. Bizim örgüt, lider ve yöntemlerimiz hakikatin ta kendisi, kaynağı ve ölçüsü değil; hakikati anlamak ve hayata geçirmekte bir yöntem konusudur.

 

Müslümanları, kendi aralarında bölen, onları birbirlerine yabancılaştıran, kendi örgüt, lider ve yönteminin üstünlüğü tartışmasına götüren ve kendisi gibi düşünmeyenleri tekfir eden yapılanma, İslâm’ın ruhuna yabancı bir yapılanmadır. Cehennemin yollarının iyi niyet taşları ile döşeli olduğunu unutmamalıyız. Vahdet adına kimi zaman vahdeti yok eden bir tavrın içine girdiğimizi hesaba katmak zorundayız. Arzu ve mizaçlarımızın farklı oluşu, ya da zekâ farklılıkları, farklı mesleklerden oluşumuz tefrikanın sebebi olamaz. Cemaat, farklı eğilimleri içinde barındıran bir topluluktur.

 

İhtilâfların Kaynağı: Günümüzdeki ihtilâfların kaynağı, temelde nefsîdir. Grup taassubunun da aslında hevâlardan kaynaklandığını belirtmek gerekir. İslâm cemaatine yaklaştıkça siyasî ihtilâflar da ortaya çıkacaktır. Kimin kime tâbi olacağı, liderin âlim mi, emir mi olduğu, toplumun velâyet hakkının kime ait olduğu soruları o zaman daha öne çıkacaktır. Her grubun İslâm cemaatini kendisinin temsil ettiğini, kendi dışındakilerin sapma içinde olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına dayatması şimdiden problem olmaktadır. Hele, İslâm’ın hâkim olması durumunda, ihtilâfın tefrikaya, tefrikanın tekfire, tekfirin savaşa dönüşebildiğini Afganistan aynasında müslümanların görmeleri ve kendilerine çeki düzen vermeleri gerekiyor.

 

Aslında ihtilâf edilen noktalar, sanıldığı kadar çok değil. Birtakım yanlış din telâkkilerinden kaynaklanan sorunlar sözkonusudur. Onun da temelinde câhillik yatıyor. Nice ihtilâf gibi gözüken sorunların temelinde de ahlâksızlık yatıyor. Müslümanların kendi kanaatlerini, üstad, lider ve âlimlerinin yorumlarını din zannetmeleri, bugünkü ihtilâfların temelini teşkil ediyor. Atalarımızın yolunu kutsal kabul eden bir anlayış gibi, her mirası reddeden modernist ve roformist çizgi de çözüm değildir. Kaynaklara inme ve bu gün o hükümleri, Allah’ın rızâsına uygun bir şekilde nasıl yaşayacağımız gündemde olmalı. Yani, dini zamana uydurmak değil; bu zamanda İslâm’ı yaşama ve takdim etme gayreti (Abdurrahman Dilipak, İslâm Cemaatine Doğru, Risale Y. s. 106-117).

  

Metot Farklılığı: Metot farklılıkları aslında sorun değildir. İslâmî hareketin her sahada çalışanlara ihtiyacı var. İslâm, tek başına bir entelektüel hareket, ya da halk hareketi değildir. Tek başına siyasî bir toplum da değildir. Bu tür farklılıklar, bu grupların birbirini red ve mahkûm etmemesi halinde, kültürün zenginliğini gösterir. Başarıya giden yolu kısaltır. Allah hepimizi ayrı ayrı özelliklerde yarattığından farklı mesleklere ve yeteneklere sahibiz. Farklı deneyimlere, izlenimlere, kültürlere sahibiz. Bu, dinimizi formalara ayırarak kategorize edilmiş bir din anlayışı haline getirmemeli, fili ayrı yerlerinden tutan cemaatler, sadece kendi tuttukları yerin fil olduğu iddiasına kapılmamalıdır. Bu konuda önemli ölçü; aynı Allah'a, Peygamber’e, Kitab’a iman edenlerin, kaynakları, niyet ve yöntemleri meşrû olduğu sürece birbirlerinin varlıklarını ve meşrûiyetlerini kabul etmeleridir. Tabii, bunun alt yapısını da, dinin temel meselelerinde, tevhidi özümseyip ondan tâviz vermemek ve tâğuta karşı tavır gibi konularda farklılığın olmaması gerekmektedir. Bu dinin ilâhî olduğu gibi; dinin hâkimiyetine giden yolun, yani temel metodun da rabbânî olması gerekiyor. İslâm’ın hâkimiyeti için, yalnız meşrû araçların kullanılmasının zarûrî olduğu unutulmamalıdır.

 

Vahdet; Özlenen Birlik ve Bütünlük Nasıl Gerçekleşir?

“Vahdet”, “tevhid” kelimesi ile aynı köktendir; ikisi arasında kopmaz bir bağ vardır. Tevhid, birlemek; vahdet de birleşmek demektir. Allah’ı birlemeyen kimsenin, tevhide iman edenlerle birleşemeyeceği gibi; vahdet anlayışından ve ahlâkından mahrum insanın da gerçek muvahhid olması beklenemez.

 

 

Vahdet Zarûrîdir. Çünkü;

Kur’an vahdeti emretmektedir. “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın...” (3/Âl-i İmrân, 103).“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâf ederek ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır.” (3/Âl-i İmrân, 105). “Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” (6/En’âm, 159). “Allah'a ve Rasûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da rîhınız (rüzgârınız, gücünüz, devletiniz) gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (8/Enfâl, 46). “...Müşriklerden olmayın; ki onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka/grup, kendi yanındakiyle böbürlenmektedir.” (30/Rûm, 31-32). “Mü’minler ancak kardeştirler.” (49/Hucurât, 10)

 

Sünnet vahdeti emretmektedir. “Allah’ın eli cemaatle beraberdir.” (Tirmizî, Fiten 7, hadis no: 2166, Humus 1966; Nesâî, Tahrîm 6). “Cemaat rahmet, tefrika (ayrılık çıkarma) azaptır.” (Ahmed  bin Hanbel, 4/145, 278). “Bereket, cemaatle beraberdir.” (İbn Mâce, Et’ıme 17). “Cemaatten bir karış ayrılıp sonra ölen kimse câhiliyye ölümü ile (küfür üzere) ölmüş olur.” (Buhârî, Fiten 2). “Cemaatle kılınan namaz, bir insanın tek başına kıldığı namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir.” (Buhârî, Ezân 30, Salât 87; Müslim, Mesâcid 245)

 

Akıl vahdeti emretmektedir. Tek başımıza kaldıramadığımız ağır bir yükü, elbirliğiyle birleşerek kaldırabiliriz. Dâvânın hâkim olması, küfre ve zulme kıyâm edilmesi gibi birkaç kişinin kaldıramayacağı cihad yükünü de ancak birleşerek yerine getirebiliriz. Tek tek kolay kırılabilen ok gibi çubukları, büyük bir demet yaptığımızda kıramayacakları gibi, sürüden ayrılıp tek kalanı kurdun yediği gibi, bireysellik de cinden ve insandan şeytanların tuzaklarına kolay düşürür, vahdetten uzak insan, onların kolay avı olur.

 

Tarih vahdeti emretmektedir. Başta Benî İsrâil olmak üzere, nice eski kavimler tefrika yüzünden acı mağlûbiyetler tatmışlar, niceleri tarihten silinmişlerdir. Beylikler dönemindeki durum ile Osmanlılar arasındaki fark ve yine ırkçılık, milliyetçilik gibi ümmetin vahdetini bozan fikirlerle tek ümmet ve büyük tek devletten küçük küçük 87 ülkeye ayrılmış, ciddî ağırlıkları olmayan günümüz müslüman dünyasının durumu, ibret almak için yeterlidir.

 

Günümüzün/çağımızın konumu vahdeti emretmektedir. Avrupa ülkeleri, aralarındaki sınırları kaldırıp Avrupa Birliği adı altında hemen bütün güçlerini birleştirmektedir. Birleşmiş Milletler, Nato vb. ittifakların konumu ve ağırlığı göstermektedir ki bugün işbirliği ve ittifak yapan, birleşen uluslar yarınlara hâkim olabilecektir.

 

Ekonomi vahdeti emretmektedir. Müslümanların kalkınması, sömürü ve kapitalizmin zulüm çarklarından kurtuluşu, kendi ekonomik güçlerini birleştirip ortaklaşarak ticârî kuruluşlar, holdingler kurmalarını gerektirmektedir. Devir, bakkal devri olmaktan çıkıp süper ve hiper marketler devri olmuştur. Bu da kapitalist vampirlerin mü’min kanı emerek azgınlaşmaması açısından müslümanların vahdetini gerektirmektedir.

 

Mevcut müslümanların konumu, din düşmanlarının tavrı vahdeti emretmektedir.  Kısa bir müddet önce Çeçenistan’ın Ruslar, Bosna Hersek’in Sırplar, Filistin’in siyonistler Afganistan ve Irak’ın Amerikalılar tarafından resmen işgali ve bunlardan daha acı olan kâfirlerin yerli işbirlikçi İslâm düşmanları tarafından müslümanların devletlerinin işgali, onların yönlendirdiği medyanın, çevre şartlarının, câhilî eğitimin oluşturduğu fitne ve fesadın müslümanların gönüllerini ve kafalarını işgali, mü’minlerin birleşmelerinden başka yollarının olmadığını haykırıyor. Mü’minler birleşip birer kova su dökseler,  İsrail’i sel alıp götürür. Emperyalizmin orta doğunun kalbine hançer gibi sapladığı kan içici İsrail’in ve dünyaya yayılmış siyonizmin vahşeti, vahdetin hemen ve her yerde gerçekleşmesini farz-ı ayın kılıyor.

 

Tecrübe vahdeti emretmektedir. Yüzlerce senedir müslüman halk kültürünün ortak ürünü olan atasözleri, bu deneyimi aktarır: “Nerde birlik, orda dirlik.”  “Bir elin nesi var? İki elin sesi var.”  “Tek el, kendini yumaz.”

 

Matematik vahdeti emretmektedir. Alt alta dizilen/yazılan meselâ dört tane 1, en fazla 4 ederken; aynı safta dizilen, yan yana gelen dört tane 1ise, 1111 (bin yüz on bir) edecektir. Dört tane 1'in yan yana gelip birleşmesi, 1111'in gücüne eşitlenecektir. 

 

Dünya huzuru vahdeti gerektirmektedir. Fesat ve kargaşanın, tefrika ve sürtüşmenin gereksiz tartışma ve ihtilâfın, eleştiri bombardımanının olduğu ve bireyselciliğin öne çıkıp herkesin sadece kendini düşündüğü yerde huzur olmayacak; kardeşlik ve vahdetin, ittifak ve cemaatin olduğu yerde ise huzur olacaktır.

 

Âhiret saâdeti vahdeti gerektirmektedir. Cennete ancak vahdetle ulaşılabilir. “Mü’min olmadan cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66). “Sizden biri, kendisi için sevdiği şeyi kardeşi için de istemedikçe (gerçek) mü’min olamaz.” (Buhârî, İman 6; Müslim, İman 71; Nesâî, İman 19; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 60; İbn Mâce, Mukaddime 9)                  

 

 

Vahdet Nasıl Gerçekleşir? Vahdetin gerçekleşmesi için gerekenlerin altını çizmek ve çözüm yolunu özet olarak belirtmek gerekirse, şu hususlara vurgular yapılmalıdır: Kur’an ve sahih sünnet çerçevesinde birleşmeye vahdet denildiği için, değişik kaynaklar edinen insanların tefrika içinde bölük pörçük olmaları gâyet doğaldır. Kur’an’dan başka bir kitabı mutlak hakikat ve mutlak kaynak edinen her insan, tabiatıyla kaynakları farklı olduğundan vahdete ulaşamaz.

 

Vahdet, her konuda aynı olmak, hiç ihtilâf etmemek, standart bir tip, robot adamlar üretmek, liderlere ve teşkilâtlara mâsum damgası vurmak, devamlı baş eğmek değildir. Mü’minlerin dinin esas meselelerinde, Kur’an ve sahih sünnetin kesin olarak hükme bağladığı temel konularda birleşmesi ve bu doğrultuda işbirliği yapması, cemaat ve ümmet olmasıdır.    Mü’minler arasında vahdete engel durumlar varsa, bu ya iman sorunundan, ya da ahlâk sorunundan veya her iki sorundan kaynaklanmaktadır. Vahdet, önce içimizde ve kendimizle olmalıdır. Kendisiyle barışık ve vahdet/uyum içinde bir kişilik sergileyemeyenler, dışlarında vahdeti hiç oluşturamazlar. Vahdet, yakından uzağa doğru oluşup adım adım genişleyebilir. Bütün mü’minlerin kardeş, velî/dost bilinmesi gerekir. Mü’minlerin birbirlerini, özellikle farklı cemaat mensubu dâvâ adamlarını topa tutup, dine savaş açanları unutmaları büyük bir cinâyettir. Düşmanlık için, Kur’an’ın belirttiği İslâm'a savaş açan tâğut ve zâlimler yeterlidir.

 

                       

“Vahdet, kimler arasında gerçekleşir?” Ümmetin tümüyle, ülkedeki hatta dünyadaki tüm müslümanlarla diyorsanız, kıyâmeti, hatta mahşeri beklersiniz. Gerçekçi ve ayağı yere basan teklifler sunmalı, gerçekleşebilecek hedefler seçmeliyiz. Hz. Peygamber’in hayatındaki dönem hâriç, tarihin hiçbir döneminde bu ideal, tümüyle gerçekleşememiştir. Vahdet, ancak şuurlu müslümanlarla gerçekleşir. Tevhidî bilince ermemiş insanlarla ittifaklar, saldırmazlık antlaşmaları, ateşkesler ve takıyye yapılabilir ancak; vahdet değil!

 

“Vahdet, nasıl gerçekleşir?” Bütün mü’minlere elimizi, gönlümüzün tercümanı olarak uzatmalı, gülümseyen yüzümüzü sevgi dolu ifadelerle zenginleştirip kardeşlerimize ikram etmeliyiz. Mü’min olan tüm muhâtaplarınıza elinizi uzatırsınız, ama tokalaşacağı yerde elinizi ısırmaya kalkanlara karşı ne yapacaksınız? Misyonervari şekilde, ısırsın diye diğer elinizi mi uzatacaksınız? Tabii, sizi kutsayıp toka için uzattığınız elinizi öpmeye kalkışanların da ısıranlar kadar tehlikeli olabileceğini unutmamalısınız.

 

Vahdetin hemen gerçekleşecek kısa vâdeli bir çözüm olmadığını bilerek, bunun alt yapısı için mü’minlerin adım atmaları, farklı cemaat mensuplarına gönül ve kucak açmalı, ziyâret etmeli, onları sevdiğimizi ispat edecek yaklaşımlarda bulunmalı, hor görüyü sadece kâfirlere, hoşgörüyü ise hangi gruptan olursa olsun tüm müslümanlara gösterebilmeliyiz.

 

“Filan memleketten adam çıkmaz!”, “falan mezhep bâtıldır, mensupları kâfirdir”, “ben falan cemaatle veya filanlarla bir araya gelmem!”, “onun olduğu yerde ben yokum!”, “şu kitabı (gazeteyi, dergiyi, yazarı) okuyanlar şucudur, bunları okuyanlarla işbirliği yapılamaz” gibi örneklerini çoğaltabileceğimiz anlayışla vahdet değil, ancak tefrika ve fitne üretilir.

 

Nisbî/göreceli doğruları, beşerî yorumları, din ve mutlak hakikat gibi değerlendirmemeli, insanları kendi doğrularımıza, kendi mezhep, meşrep, metot, dernek, vakıf ve faâliyetlerimize dâvet etmek yerine, İslâm’ın mutlak doğrularına dâvet etmeliyiz. Müslümanlarla ihtilâf edeceğimiz konulardan ziyade ittifak halindeki konulardan yola çıkarak asgari müşterekleri giderek artırmak önemsenmeli, dostluk ve sevginin giderek samimiyete ve işbirliğine dönüşmesi hedeflenmelidir. Müslüman cemaatlerle ittifak ettiğimiz konularda işbirliğine gitmeli, ihtilâf ettiğimiz konularda birbirimizi mâzur görmeliyiz. Sadece benim mezhep, cemaat, teşkilât, metot, lider ve görüşüm hak, diğerleri bâtıl demekten sakınıp kendi doğrularımızın "yanlış ihtimali olan göreceli doğru" olduğunu, muhâtap mü’minlerin de "doğru ihtimali olan yanlış" görüşleri olduğunu, empati ile ve göreceli doğruların bir’den fazla olabileceğini unutmadan olgun mü’mine yakışan şekilde değerlendirebilmeliyiz.

 

Bir cemaat mensubu, bir meşrep ve mezhep mensubu olmakla; hizipçi, mezhepçi, bağnaz olmak arasında cennetle cehennem kadar farkın olduğu unutulmamalıdır. Dinin temel esasları dışında, meşrû özgürlük alanlarında ve yasaklanmamış çalışma metotlarında farklılık bir zenginliktir; tefrika ise tüm zenginliğin kaybı, ölümcül fakirlik. Allah’ın ve Rasûlü’nün farklı anlaşılmayacak şekilde hükme bağladığı mutlak hakikatlerin dışında beşerî doğruların ortaya çıkması için uygun zaman ve zeminlerde ve de âdâbına uyularak tartışılması gerekmektedir. “Bârika-i hakîkat, müsâdeme-i efkârdan çıkar.” Yani, hakikat şimşeği, farklı fikirlerin çarpışmasıyla meydana gelir.     

 

İhtilâf konusunu birkaç cümleyle özetler mâhiyette, ihtilâfın hükmünü şöyle değerlendirebiliriz: İhtilâfın meşrû veya yasak olması, ihtilâfın cinsi, konusu, sebep ve gâyesi, metodu, uyulması gereken ahlâkî hususlar,  savunulup tartışılan konunun taassupla/bağnazlıkla ilgisi, şahsî görüş ve beşerî yorumların mutlak hakikat gibi kabulünün değerlendirilmesiyle ortaya çıkacaktır. İhtilâf konusunda unutulmaması ve karıştırılmaması gereken durum, ihtilâfla tefrika arasında farkın olduğudur. Hangi konuda ihtilâfın yapıldığı da meşrûluk için şarttır. İhtilâf edilecek konunun dinin usûlünden, yani temel esaslarından olmaması ihtilâfın meşrû olup olmaması için şart olduğu gibi, ihtilâf usûl ve ahlâkı da cevaz ve haram hükmü için bir ölçüdür. Yine, ihtilâfın sebep ve gâyesi de günah-sevap açısından değerlendirilmelidir: Allah için ihtilâf başkadır; nefis/hevâ için, enâniyet için ihtilâf başka.

 

Bir Allah’ın bir tek olan hak yolundan giderek birr’e ulaşmak için muvahhid/birleyici müslümanların birbirini sevmeleri ve ittifak ettikleri konularda birleşip işbirliğine gitmeleri, ihtilâf ettikleri konularda birbirlerini mâzur görerek ihtilâf âdâbına riâyet etmeleri ve adım adım ümmet birliğine doğru yol almaları gerekmektedir. “Ey iman edenler! Hepiniz topluca barışa, birlik ve dirliğe (Silm’e, İslâm’a) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” (2/Bakara, 208)    

 

 

 

Selâm; Kardeşliğin Göstergesi

 

“Selâm”, 'selime' fiilinden gelen bir masdardır. Sözlükte, kurtulmak, selâmette olmak, güven, barış, ayıp ve kusurlardan uzak olmak anlamlarına gelir. Selime fiili ve onun türevleri olan kelimeler, barış, teslim olma, güvende olma, ayıp ve kusurdan uzak olma, barışa girme, hayır ve iyilik içinde olma, emniyette olma gibi anlamlara gelirler. Görüldüğü gibi bütün bu anlamların birbirleriyle yakın ilgisi bulunmaktadır.

 

Allah'ın İsmi Olarak Selâm: ‘Selâm’ Allah’ın güzel isimlerinden biridir. Kendisi her türlü eksiklik ve noksanlıktan uzak olduğu gibi başkalarına da barış ve esenlik veren anlamına gelir. Bazılarına göre Allah’ın ‘Selâm’ ismi, bütün yaratıkları her türlü bozukluktan uzak tutan, onlara selâmet veren demektir. Kâinatta her şey Allah’ın koyduğu düzene göre devam etmektedir. Allah’ın bütün fiilleri bozukluk ve düzensizlikten uzaktır. O’nun takdirinde ve yaratmasında kusur olmaz.

 

‘Selâm’, hem Allah’ın noksanlıklardan uzak olduğunu, hem de O’ndan kullarına gelen esenliği, güveni ifade eder. Nitekim namazın sonunda Peygamberimiz, “Allahümme ente’s-selâmü ve minke’s-selâm” demiş ve böyle denilmesini tavsiye etmiştir. Yani, “Ey Allahım sen Selâmsın ve selâm Sendendir.”

 

Esenlik ve Kurtuluş Olarak Selâm: Kur’an’da selâm kelimesi esenlik, kurtuluş ve tehlikeden salim (uzak) olma anlamlarında da kullanılmaktadır. "Ey Nûh! Sana ve seninle beraber olan toplulukla, Bizden bir selâm-esenlik ve bereketle gemiden in..." (11/Hûd, 48) "Biz: 'Ey ateş! İbrâhim'e karşı serin ve selâm (selâmetli) ol' dedik." (21/Enbiyâ, 69)

 

Selâm Kur’an’da, insanlar hakkında kullanıldığında, selâm vermeyi, sözle esenlik, barış ve güven dilemeyi ifade etmek; Allah hakkında kullanıldığı zaman da, bizzat bu esenliği, barışı ve güveni gerçekleştirmek anlamında gelmektedir.

 

Cennette Selâm: Allah (c.c.) ayrıca Cenetten olan kimseleri de bizzat selâm sözüyle karşılamaktadır. “Rahman olan Rabbinden onlara bir de sözlü ‘Selâm’ vardır.” (36/Yâsin, 58) "Rablerinden korkup sakınanlar da, cennete bölük bölük sevkedildiler. Sonunda oraya geldikleri zaman, onun kapıları açıldı ve onlara (cennetin) bekçileri dedi ki: 'Selâm üzerinize olsun, hoş ve temiz geldiniz. Ebedî kalıcılar olarak ona girin." (39/Zümer, 73) (Ayrıca: 7/A'râf, 46; 10/Yunus, 10; 13/Ra'd, 24; 14/İbrâhim, 23; 16/Nahl, 32 vd.)

 

Allah (c.c.) mü'minlere; Cennette selâm ve güvenle beraber girmelerini söylüyor. Gerçekten bu, onlar için çok üstün bir mükâfattır (15/Hıcr, 46; 50/Kaf, 34). Rabbimiz, özellikle seçtiği Rasullerine selâm sözüyle selâm vermekte ve onlar hakkında övücü sözler sarfetmektedir (27/Neml, 59; 37/Sâffât, 79, 109, 120, 130, 181). Cennete bulunan mü’minler orada boş bir söz, yalan bir lâf işitmeyecek; orada ancak selâm sözü işitecekler (10/Meryem, 62; 56/Vâkıa, 26).

 

Kurtuluş Yolu Olarak Selâm: Allah (c.c.), rızâsına uyanları Kur’an ve Hz. Muhammed’le ‘selâm yolları’na ulaştırır, o insanları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır (5/Mâide, 16).

 

Rabbimiz, bütün insanları ‘selâm yurdu’na dâvet eder, insanlardan dilediğine, -bir anlamda hidâyeti isteyene- hidâyetini verir (10/Yûnus, 25). İnsanlar İslâm’ı hayat haline getirirlerse, önce kendileri ‘selâm’a ulaşırlar. Böyle insanlardan kurulu bir toplum artık ‘selâm’ toplumu olur ve onların yaşadığı yerler de ‘selâm yurdu’ (dârü’s-selâm) olur.

 

Selâm Yurdu: Ancak, asıl ‘selâm yurdu’ Cennet’tir. Cennet’te bitmeyecek bir sonsuzluk, fakirliği olmayan bir zenginlik, hastalıksız sağlık, zilleti olmayan bir izzet vardır. İşte Allah (c.c.) insanları böyle bir yurda çağırmaktadır.

 

Müslümanların Selâm Vermesi: Mü’minler birbirlerine ‘selâm’ vermekle yükümlüdürler. Böylelikle kendilerinin ulaştığı ‘selâm’ halini müslüman kardeşi için de isterler. Onların yer yüzünde ve Cennet’te ‘selâm yurdunda’ olmaları için duâ ederler.

 

Selâm, her şeyden önce, müslümanlar arasında bir şiardır (alâmettir). Mü’minler birbirlerine selâm vererek tanışırlar, birbirlerinden emin olurlar ve birbirlerine duâ ederler. Bir mü’mine ‘selâmün aleyküm’ veya ‘es-Selâmü aleyküm’ diyen bir kimse, ‘selâm senin üzerine olsun’, selâm üzere olasın, selâmette olasın, benden sâlim ol (benden sana zarar gelmez)’ demiş olur. Böylece mü’minler arası dostluk, güven ve karşılıklı iyi niyet gerçekleşmiş olur.

 

Kur’an diyor ki: “Selâm hidayete uyanların üzerine olsun.” (20/Tâhâ, 47). Mü’minler Allah’ın hidayetine kavuşan insanlardır. Öyleyse ‘selâm’ onların hakkıdır. Rabbimiz buyuruyor ki: “Siz bir selâm ile selâmlandığınız zaman, siz de ondan daha güzeliyle karşılık verin veya verilen selâmı aynen iade edin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını gereği gibi yapandır.”  (4/Nisâ, 86). Burada selâm ‘tahiyye’ kelimesiyle ifade ediliyor. “Ey mü’minler! Evlerinizden başka evlere izin almadan, seslenip sahiplerine selâm vermeden girmeyin. Eğer düşünürseniz bu, sizin için daha iyidir.” (24/Nûr/27).

 

Bu âyetler mü’minlerin birbirlerine selâm vermelerini emrediyor. Çünkü selâm insanlar arasındaki emniyeti, barışı, kardesliği pekiştirir, mü’minlerin birbirlerine dua etmeleri sağlar. ‘Selâm’ dini olan ‘İslâm’ı tebliğ eden Hz. Muhammed (s.a.s.) ‘selâm’ sancağını taşıyan biricik Rasûldür. Öyleyse selâmların en güzeli O’na ve diğer peygamberlere verilmelidir. Et-Tehiyyatü’ aynı zamanda O’na selâm verme duâsıdır. Mü’minler bu duâyı, salli bârik’i okuyarak, salevât getirerek O’na selâm verirler.

 

İslâm fıkhına göre müslümanların ‘selâm’ vermeleri sünnet, verilen ‘selâm’ı almaları ise farzdır. Bu hüküm, selâmın mü’minler arasında ne denli önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Bir sahâbi Peygamberimize ‘İslâm’ın hangi işi daha hayırlıdır?’ diye sordu. Buyurdu ki: “Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın herkese selâm vermendir.” (Ebû Dâvud, Edeb, hadis no: 5194; Buhârî, İman 6, 20). Peygamberimiz buyuruyor ki: “İman etmedikçe Cennet’e giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe (olgun bir) imana sahip olamazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayın.” (Müslim, İman 93, hadis no: 54)

 

Selâmı, ‘es-selâmü aleyküm’, ‘selâmün aleyküm’, ‘es-selâmü aleyküm ve rahmetullah’, veya; ‘es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llahi ve berekâtühu’ şeklinde vermek  mümkündür. Selâm, ‘aleykümü's-selâm’, ‘ve aleyküm selâm’, ‘aleykümü's-selâm ve rahmetullah’ ve ‘aleykümü's-selâm ve rahmetullahi ve berekâtuh’ şeklinde iâde edilir. Bütün anlamıyla, bereketiyle ve sonuçlarıyla selâm, Kur'an'ın dediği gibi 'hidâyete tâbî olanların üzerine olsun' (20/Tâhâ, 47). (10)  

 

 

 

Îsâr; Kardeşini Kendine Tercih Edecek Özveri

 

Îsâr; Başkaları için özveride bulunma anlamında ahlâkî bir terimdir. Sözlükte "bir şeyi veya bir kimseyi diğe­rine üstün tutma, tercih etme" mânâsına gelen îsâr, ahlâk terimi olarak "bir kim­senin, kendisi ihtiyaç içinde bulunsa bile sahip olduğu imkânları başkalarının ihti­yacını karşılamak üzere kullanması, baş­kasının yararı için fedakârlıkta bulunma­sı" demektir. Cürcânî îsârı, "kişinin baş­kasının yarar ve çıkarını kendi çıkarına tercih etmesi veya bir zarardan, öncelikle onu koruması" şeklinde tarif ederek bu anlayışın din kardeşliğinin en ileri derece­si olduğunu belirtir. Îsâr anlamında Batı dillerinde kullanılan altrüizm karşılığın­da modern Arapça'da daha çok gayriyye, Türkçe'de diğergâmlık ve özgecilik te­rimleri kullanılmaktadır. Bir kimsenin cö­mertlikte îsâr derecesine ulaşabilmesi için ikram ettiği şeye kendisinin fiilen muhtaç durumda bulunması şart değil­dir; önemli olan, muhtaç olsa dahi başka­sını kendisine tercih edebilecek bir ahlâk anlayışına ve irâde gücüne sahip bulun­masıdır.

 

Îsâr kavramı Kur'ân-ı Kerîm'de dört âyette (12/Yûsuf, 91; 20/Tâhâ, 72; 79/Nâziât, 38; 87/A'lâ, 16) sözlük mânâsında, bir âyette de (59/Haşr, 9) terim anla­mında kullanılmıştır. Kelime aynı mânâ­da hadislerde de geçmektedir. Îsârın terim anlamına esas olarak gösterilen âyette, bütün mal varlıklarını Mekke'de bıraka­rak Medine'ye göç etmek zorunda kalan Hz. Peygamber'i ve diğer muhâcirleri şef­katle kucaklayıp mal varlıklarını onlarla paylaşmaktan çekinmeyen Medineli müslümanlar (ensâr) övgüyle anılmakta, âyet­te onların şahsında müsiüman toplumun bazı temel mânevî ve ahlâkî özelliklerine temas edilmektedir. Buna göre müslümanlar öncelikle imanı gönüllerine yer­leştirmişlerdir; ayrıca muhâcirler gibi zor durumda kalıp kendi beldelerine gelen­leri severler; din kardeşlerine kendilerin­den daha fazla imkân sağlanmasından dolayı içlerinde kıskançlık duymazlar; ni­hâyet ihtiyaç içinde olsalar dahi onları kendilerine tercih eder, şahsî menfaat­lerinden, zevklerinden fedakârlıkta bu­lunurlar. Âyetin son kısmında, nefsinin cimrilik eğilimlerinden kendini koruya­bilenlere ebedî kurtuluşu kazanacakları müjdelenirken dolaylı olarak îsârın bu yöndeki psikolojik etkisine de işaret edil­mektedir (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, XVIII. 27).

 

Bu âyet münâsebetiyle îsâr kavramı tefsirlerde, "âhiret saadetini elde etme arzusuyla başkasının iyiliğini ve mutlulu­ğunu kendine ve kendi zevklerine tercih etmek, başkasının ihtiyacını kendi ihti­yaçlarından daha önde tutmak" şeklinde açıklanıp bir cömertlik derecesi olarak gösterilmektedir (İbn Kesîr, Muhtasaru Tefsiri İbn Kesir (nşr. Muhammed Ali es-Sâbûnî), Beyrut 1402/1981, III, 474; Şevkânî, Fethu'l-kadîr, Beyrut 1412/1991, V, 232). Kaynaklarda cömertliğin sehâ, cûd ve îsâr olarak başlıca üç derecesi bulunduğu belirtilir. Buna göre bir kim­senin elindeki imkânların en çok yarısını başkasına ikram etmesine sehâ (sehâvet), çoğunu vermesine cûd, imkânlarının ta­mamını başkaları için kullanmasına da îsâr denir (Kuşeyrî, er-Risâle, Ka­hire 1385/1966, II, 502). Cö­mertlik, İslâm’ın güzel ahlâk olarak sunduğu temel erdemlerden biridir. Cömertliğin en yüksek derecesinin de îsâr olduğu belirtilir. Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Peygamberin çok yüce bir ahlâka sahip olduğu bildirildiğine göre, îsâr aynı zamanda Rasûlullah'ın ahlâkının da bir un­surudur. Ancak diğer erdemli davranış­larda olduğu gibi îsârın da belirtilen ah­lâkî değeri kazanabilmesi için maddî ve­ya mânevi bir karşılık beklenmeden sırf Allah rızâsı ve insan sevgisinden dolayı ya­pılması gerekir. Çünkü iyilik karşılığında teşekkür veya övgü bekleyen kişi cömert­lik değil alışveriş yapmış sayılır (İhyâ, -Beyrut-, III, 260).

 

Kaynaklarda, bir kimsenin sıkıntı için­de bulunmasına rağmen imkânlarını baş­kası için kullanıp nefsini mahrum bırak­masının câiz olup olmadığı hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Çoğun­luğun benimsediği görüşe göre mahrû­miyet ve sıkıntıya sabredebilenler için îsâr, halinden şikâyet edecek veya baş­kalarına el açabilecek yapıda olanlar için malına sahip olmak (imsak) daha hayırlı­dır (Kurtubî, XVIII. 28). Nitekim Hz. Peygamber, bir kimsenin elindeki imkânla­rın tamamını muhtaçlara verip sonra da başkalarından yardım istemesini kınamıştır (Dârimî, Zekât 25). Ayrıca bir müslümanın malının üçte birinden fazla­sını vasiyet etmesini yasaklayan hüküm dikkate alınarak (Buhârî, Vesâyâ 3; Tirmizî, Vesâyâ 1) aile fertlerini maddî sıkıntıyla karşı karşıya bırakacak derece­de tasaddukta bulunmanın doğru olma­dığı sonucuna varılabilir. Rasûl-i Ekrem konuyla ilgili hadislerinin birinde şöyle de­miştir: "Arkanda zengin vârisler bırak­man, onları insanların elindekine göz di­kecek derecede yoksul bırakmandan da­ha iyidir. Eşinin ağzına verdiğin bir lokma dâhil olmak üzere iyilik olarak yaptığın her harcama sadakadır" (Buhârî, Vesâ­yâ 2; Müslim, Vasıyye 5, 8).

 

Îsâr kavramı genellikle malî fedakârlık­lar için kullanılmakla birlikte, bazı kaynak­larda "can ile îsâr"dan, yani kişinin sevdi­ği bir kimse için kendi rahatını, huzurunu, hatta hayatını fedâ etmeyi göze alma­sından da söz edilmekte ve bunun malla îsârdan daha faziletli olduğu belirtilmek­tedir. En yüksek derecede sevgi, seven kişinin ge­rektiğinde sevdiği için canını fedâ etme­yi göze almasını sağlar. Uhud Gazvesi'nde İslâm ordusunun geçici olarak bozguna uğradığı sırada ba­zı mü’minlerin Hz. Peygamber'in hayatı­nı korumak için kendi hayatlarını ortaya koymaları da can ile îsâr için örnek gös­terilir. Bu arada Ebû Talha adlı sahâbînin kendini Rasûlullah'a siper etmesi ve onu korurken yaralanması (Müsned, IV, 265, 286; Buhârî, Cihâd 80, Menâkıbü'l-ensâr 18) özverinin en güzel örneklerin­den biri olarak anılır.

 

Batı ahlâk felsefesinde David Hume, Jeremy Bentham, John Stuart Mill, Henri Spencer, William James gibi faydacı filo­zoflar insanın aslî tabiatında bencil duy­guların hâkim olduğunu, toplumsal ge­lişme ilerledikçe bu duyguların karmaşık bir yapı değişikliği süreci sonunda altrüist duygulara dönüştüğünü ileri sürer­ken altrüizmin en önemli temsilcisi olan Auguste Comte, tam aksine insanın fıtra­tında altrüist duyguların esas olduğunu düşünmüştür. Thomas Hobbes, Arthur Schopenhauer, Max Stirner, Frederic Nietzsche gibi filozoflar ise çok daha köklü bir egoizmi ve bireyciliği savunmuşlardır. İslâm dünyasında bu sonuncu türde bir felsefeye pek rastlanmaz. Fakat kesin bir ayırıma gidildiğini söylemek güç olmakla birlikte Ehl-i sünnet'in faydacı görüşe, Mu'tezile'nin de altrüist görüşe daha ya­kın olduğu kabul edilebilir. Gazzâlî, ilke olarak insandaki altrüist duyguları ben merkezli eğilimlere bağlar (Mus­tafa Çağrıcı, Gazzâlî'ye Göre İslâm Ahlâkı, İs­tanbul 1982, s. 139-143, s. 139-143). İnsanın temelde kendini sevdiğini, "İnsan ihsânın kölesidir" şeklindeki atasözünün de belirttiği gibi kendisine iyilik edenleri de sevmekle birlikte bu sevginin merkezinde yine kendi beninin bulundu­ğunu ifade eder. Ancak ahlâkî ve estetik duyarlığı gelişmiş insanlar iyilik ve güzel­lik gibi üst değerleri severler; buna kar­şılık değerlerin yeterince kavranıp hazmedilmediği durumlarda sevgi ben mer­kezlidir (İhyâ, IV, 299-306) (11)

 

 

 

Kur’ân-ı Kerîm’de Kardeşlik Kavramı

 

Kur’ân-ı Kerîm’de kardeşlik kavramının karşılığı olan uhuvvet kelimesinin kökü “a-h-v” ve türevleri toplam olarak 96 yerde geçer: 2/Bakara, 178, 220; 3/Âl-i İmrân, 103, 156, 168; 4/Nisâ, 11, 12, 12, 23, 23, 23, 23, 23, 176, 176; 5/Mâide, 25, 30, 31, 31; 6/En’âm, 87; 7/A’râf, 38, 65, 73, 85, 111, 142, 150, 151, 202; 9/Tevbe, 11, 23, 24; 10/Yûnus, 87; 11/Hûd, 50, 61, 84; 12/Yûsuf, 5, 7, 8, 58, 59, 63, 64, 65, 69, 69, 70, 76, 76, 76, 77, 87, 89, 90, 100; 15/Hıcr, 47; 17/İsrâ, 27; 19/Meryem, 28, 53; 20/Tâhâ, 30, 40, 42; 23/Mü’minûn, 45; 24/Nûr, 31, 31, 31, 61, 61; 25/Furkan, 35; 26/Şuarâ, 36, 106, 124, 142, 161; ; 27/Neml, 45; 28/Kasas, 11, 34, 35; 29/Ankebût, 36; 33/Ahzâb, 5, 18, 55, 55, 55; 38/Sâd, 23; 43/Zuhruf, 48; 46/Ahkaf, 21; 49/Hucurât, 10, 10, 12; 50/Kaf, 13; 58/Mücâdele, 22; 59/Haşr, 10, 11; 70Meâric, 12; 80/Abese, 34.   

 

Kur'ân-ı Kerîm'de ihveh kelimesi dost ve kardeşliği ifâde etmekle birlikte, ana-baba bir evlât, bir kabileye mensup kişi, herhangi bir hizbin mensubu, sahip ve mensup gibi değişik anlamlar için de kullanıl­dığı görülmektedir.

 

Kur'an'da kardeşlik kavramının farklı ilişki biçimlerini ortaya koyduğu görül­mektedir.

a- Nesep ilişkisi: Miras, evlenme gibi fıkhî düzenlemeler üzerinde duru­lurken kardeşlerden söz edilmesi ya­nında, ahlâk açısından Hz. Adem'in oğullarından Kabil'in kıskançlık ve menfaat duygularına mağlûp olarak kardeşi Hâbil'i öldürmesi (5/Mâide, 27-31), yine kıskançlık yüzünden Hz. Ya'kub'un oğullarının, kardeşleri Yûsuf'a ihâ­net etmeleri (12/Yûsuf, 8-1 5) anlatılır. Ay­rıca bazı âyetlerde müslümanların put­perest akrabalarıyla ilişkileri çerçevesinde kardeşlerden de söz edilmekte ve müslümanların bunları dost kabul etmeme­leri gerektiği bildirilmektedir (9/Tevbe, 23-24; 58/Mücâdile, 22).

 

b- Aynı soya ve kavme mensûbiyet: Özellikle Hûd, Sâlih, Şuayb gibi peygamberlerin kendi toplum­larıyla ilişkilerinden söz edilirken bunlar kavimlerinin kardeşleri olarak takdim edilir. Kaynaklarda, bu bağlamda kardeş­lik kavramının soy birliğini veya bütün insanların aynı atadan geldiğini ifade et­mesi yanında peygamberlerin kavimleri­ne duydukları şefkati, dolayısıyla onların mânevî kurtuluşları için besledikleri ar­zuyu dile getirdiği belirtilir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "ah" md.; Zemahşerî, 11, 86; Şevkânî, II, 249).

 

c- İnanç, amaç ve davranış birliği: Kur'an bu açıdan müslümanları birbirinin kardeşleri olarak gör­düğü gibi (3/Âl-i İmrân, 103; 9/Tevbe, 11; 49/Hucurât, 10; 59/Haşr, 10) müslümanların dışında kalan inanç grupları arasındaki ortaklık ve iş birliğini de kar­deşlik kavramıyla ifade eder. Buna göre inkârcılar ve münâfıklar birbirinin kar­deşleridir (3/Âl-i İmrân,  156, 168; 33/Ahzâb, 18). Hatta Kur'an münâfıklarla Ehl-i kitap arasında da bir kardeşlik ilişkisi ku­rar (59/Haşr, 11). Mallarını benlik iddiası uğruna saçıp savuran veya müslümanları başarısız kılmak için harcayan putperest­ler kastedilerek (a.g.e., XX, 194), "Savurganlar (müsrifler) şeytanların kardeşleridir" denil­mekte (17/İsrâ, 27), aynı ilişki A'râf sûresinde de (7/202) yine kardeşlik kavra­mıyla belirtilmektedir.

 

 

“Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzenizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidâyete erersiniz diye, Allah, size âyetlerini böyle açıklar.” (3/Âl-i İmrân, 103)

 

“Sizlere anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerin kızları, kız kardeşlerin kızları, sizi emziren (süt) anneleriniz, süt kız kardeşleriniz, kadınlarınızın anneleri ve kendileriyle (gerdeğe) girdiğiniz kadınlarınızdan olup koruyuculuğunuz altında bulunan üvey kızlarınız -onlarla gerdeğe girmemişseniz, size bir sakınca yoktur-, sizin sülbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi bir araya getirdiğiniz (evlilik) haram kılındı. Ancak (câhiliyede) geçen geçmiştir. Şüphesiz, Allah, bağışlayandır, merhametlidir.” (4/Nisâ, 23)

 

“Senden fetvâ isterler. De ki: "Allah, 'çocuksuz ve babasız olanın (kelale'nin)' mirasına ilişkin hükmü açıklar. Ölen kişinin çocuğu yok da kız kardeşi varsa, geride bıraktıklarının yarısı kız kardeşinindir. Ama (ölen) kız kardeşinin çocuğu yoksa, kendisi (erkek kardeşi) ona mirasçı olur. Eğer kız kardeşi iki ise, geride bıraktıklarının üçte ikisi onlarındır. Ama (mirasçılar) erkekler ve kız kardeşler ise, bu durumda erkek için dişinin iki payı vardır. Allah, -şaşırıp sapmayasınız diye- açıklar. Allah, herşeyi bilendir.” (4/Nisâ, 176)

 

 “Sonunda nefsi ona (Kabil’e) kardeşini (Hâbil’i) öldürmeyi (tahrik edip zevkli göstererek) kolaylaştırdı; böylece onu öldürdü, bu yüzden hüsrâna uğrayanlardan oldu.” (5/Mâide, 30)

 

“(Mûsâ yalvarıp) Dedi ki: ‘Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine kat. Sen merhamet edenlerin en merhametli olanısın.” (7/A’râf, 151)

 

“(Şeytan'ın) Kardeşleri ise, onları sapıklığa sürüklerler, sonra peşlerini bırakmazlar.” (7/A’râf, 202)

 

“Eğer onlar tevbe edip namazı kılarlarsa ve zekâtı verirlerse, artık onlar sizin dinde kardeşlerinizdir. Bilen bir topluluk için âyetleri böyle birer birer açıklarız.” (9/Tevbe, 11)

 

“Ey iman edenler! Eğer imana karşı inkârı sevip tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi velîler edinmeyin. Sizden kim onları velî edinirse, işte bunlar zâlimlerdir.” (9/Tevbe, 23)

 

“De ki: ‘Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun Rasûlü'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fâsıklar topluluğuna hidâyet vermez.” (9/Tevbe, 24)

 

“(Babası) Demişti ki: ‘Oğlum, rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insan için apaçık bir düşmandır.” (12/Yûsuf, 5)

 

“Andolsun, Yusuf ve kardeşlerinde soranlar için âyetler (ibretler) vardır. Onlar şöyle demişti: ‘Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir; oysa ki biz, birbirini pekiştiren bir topluluğuz. Gerçekte babamız, açıkça bir şaşkınlık içindedir.” (12/Yûsufu, 7-8)

 

“Onların (cennettekilerin) göğüslerinde kinden (ne varsa tümünü) sıyırıp çektik, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıyadırlar.” (15/Hıcr, 47)

 

“Saçıp savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı nankördür.” (17/İsrâ, 27)

 

“(Mûsâ Allah’a duâ ederek dedi:) “Bana ailemden bir de vezir (yardımcı) ver; Kardeşim Hâürûn'u; Onun sâyesinde arkamı kuvvetlendir; Ve onu işime ortak kıl; böylece Seni bol bol tesbih edelim; Ve çok çok zikredip analım Seni.” (20/Tâhâ, 29-34)

 

“Onları (evlât edindiklerinizi) babalarına nisbet ederek çağırın; bu, Allah katında daha adildir. Eğer babalarını bilmiyorsanız artık onlar, dinde sizin kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Hata olarak yaptıklarınızda ise, sizin için bir sakınca (bir vebal) yoktur. Ancak kalplerinizin kasıt gözeterek (taammüden) yaptıklarınızda vardır. Allah, bağışlayandır, merhamet edendir.” (33/Ahzâb, 5)

 

“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan ittika edip korkun ki, merhamete ulaşasınız.” (49/Hucurât, 10)

 

“Ey mü’minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık (yoldan çıkma) ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte böyle kimseler zâlimdir.” (49/Hucurât, 11)

 

“Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bundan tiksindiniz. Allah'tan korkup sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, çok merhametlidir.” (49/Hucurât, 12)

 

“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi şûbelere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, en takvâlı (O’ndan en çok korkanınız, sorumluluk bilincine en fazla sahip) olanınızdır. Şüphesiz Allah (her şeyi) bilendir, (her şeyden) haberi olandır.” (49/Hucurât, 13)

 

“Allah'a ve âhiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah'a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orda süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan râzı olmuş, onlar da O'ndan râzı olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır, Allah'ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah'ın hizbi/fırkası olanlar, felâh (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir.” (58/Mücâdele, 22)

 

“Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felâh (kurtuluş) bulanlardır.” (59/Haşr, 9)

 

“Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki: ‘Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten sen, çok şefkatlisin, çok merhametlisin.” (59/Haşr, 10)

 

Münâfıklık edenleri görmüyor musun ki, Kitap Ehlinden inkâr eden kardeşlerine derler ki: ‘Andolsun, eğer siz (yurtlarınızdan) çıkarılacak olursanız, mutlaka biz de sizinle birlikte çıkarız ve size karşı olan hiç kimseye, hiçbir zaman itaat etmeyiz. Eğer size karşı savaşılırsa elbette size yardım ederiz.’ Oysa Allah, şâhidlik etmektedir ki onlar, gerçekten yalancıdırlar.” (59/Haşr, 11)

 

“İşte o gün kişi o gün, kendi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar; O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır.” (80/Abese, 34-37)

 

“Sen onların milletine/dinine uyuncaya kadar yahûdiler de hıristiyanlar da senden asla râzı olmazlar. De ki: ‘Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir velî/dost, ne de bir yardımcı vardır.” (2/Bakara, 120)

                                                          

“Mü’minler mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş olur (artık O’ndan hiçbir şey beklemesin). Ancak onlardan (gelebilecek bir zarardan) korunmanız (takıyye) başkadır. Allah sizi kendisinin emirlerine karşı gelmekten sakındırıyor (Sakın hükümlerine aykırı davranıp düşmanlarını velî edinerek O’nun gazabına uğramayın). Dönüş, yalnızca O’nadır. De ki: ‘İçinizdekileri gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye gücü yetendir.” (3/Âl-i İmrân, 28-29)

 

“Ey iman edenler! Sizden olmayanı dost, sırdaş edinmeyin. Onlar sizi şaşırtmaktan, size fenâlık etmekten geri kalmazlar. Sıkıntıya düşmenizi isterler. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır; sînelerinin gizlediği (içlerinde sakladıkları düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık, eğer düşünürseniz.” (3/Âl-i İmrân, 118)

 

 “Münâfıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost, taraftar edinenler, onların yanında izzet (güç, onur ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet, yalnızca Allah'a aittir.” (4/Nisâ, 138-139)

 

“Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp kâfirleri velîler edinmeyin. Kendi aleyhinize Allah’tan apaçık olan kesin bir delil vermek mi istersiniz?” (4/Nisâ, 144)

 

“...İyilik ve takvâ (Allah’ın yasaklarından sakınma) üzerinde yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” (5/Mâide, 2)

 

“Ey iman edenler! Yahûdileri ve hıristiyanları velî/taraftar, dost edinmeyin, onlar birbirlerinin velîleridir/taraftarıdır. Sizden kim onları veli edinirse o da onlardandır….” (5/Maide, 51)

 

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiç kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.” (5/Mâide, 54)

 

“Kâfirler, inkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde büyük fesat/kargaşa, büyük bozgun ve fitne çıkar.” (8/Enfâl, 73)

 

“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velîsidirler. İyiliği (ma’rûfu) emrederler, kötülükten (münkerden) alıkorlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah onlara rahmet edecektir. Allah daima Aziz’dir (üstündür), Hakim’dir (hüküm ve hikmet sahibidir).” (9/Tevbe, 71)

 

“Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, aksi halde size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka velîleriniz yoktur. Sonra (Allah tarafından da) size yardım edilmez.” (11/Hûd, 113)

 

 “Onlar seni, sana vahyettiğimizden çevirip başka şeyi uydurmayı ve Bize atfetmeyi istediler ki, o zaman seni öz dost edineceklerdi. Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, sen belki onlara biraz meyledecektin.” (17/İsrâ, 73-74)

 

 “... Siz Beni bırakıp da şeytanı ve soyunu evliyâ/dostlar mı ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır.” (18/Kehf, 50)

 

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost oluverir. Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.” (41/Fussılet, 34-35)

                   

“...Onlar, Allah'a karşı sana hiçbir fayda veremezler. Doğrusu zâlimler birbirlerinin dostlarıdır. Allah da takvâ sahiplerinin dostudur.” (45/Câsiye, 19) 

 

“Muhammed Allah’ın rasûlü/elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin (şiddetli), kendi aralarında ise merhametlidirler...”(48/Fetih, 29)

 

“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Halbuki onlar Rabbiniz olan Allah'a inandığınızdan dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz Benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şâyet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı istemektedirler.” (60/Mümtehine, 1-2)

 

“Olur ki Allah sizinle düşmanlarınız arasında yakında bir dostluk meydana getirir. Allah, gücü (her şeye) yetendir, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (60/Mümtehine, 7)

 

“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâf ederek ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır.” (3/Âl-i İmrân, 105)

 

“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları sever.” (3/Âl-i İmrân, 159)

 

“Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayın, dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, ‘sen mü’min değilsin!’ demeyin. Çünkü Allah’ın indinde sayısız ganîmetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size lutfetti; o halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/Nisâ, 94)

   

“Sana da, daha önceki Kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere Kitab’ı (Kur’an’ı) gönderdik. Artık aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet; sana gelen hakkı bırakıp da onların hevâlarına/arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şeriatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse hayırda (iyi işlerde) birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık size, üzerinde ihtilâf ettiğiniz (ayrılığa düştüğünüz) şeyleri(n gerçek tarafını) O haber verecektir.” (5/Mâide, 48)

 

“De ki: ‘Allah, size üstünüzden (gökten) veya ayaklarınızın altından (yerden) bir azap göndermeye ya da sizi grup grup, parti parti birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını taddırmaya kadirdir.’ Bak ki, anlasınlar diye âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz!” (6/En’âm, 65)

  

“(Bir kısmına inanıp bir kısmını da inkâr etmek sûretiyle) Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” (6/En’âm, 159)

 

“Allah'a ve Rasûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da rîhınız (rüzgârınız, gücünüz, devletiniz) gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (8/Enfâl, 46)

 

“Ve (Allah,) onların kalplerinin arasını birleştirendir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin; fakat Allah, onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, azîzdir/mutlak gâliptir, hakîmdir/hikmet sahibidir.” (8/Enfâl, 63) 

 

“İnsanlar sadece bir tek ümmetti. (Önce hepsi tevhid dinine bağlı iken) sonradan ihtilâf edip ayrılığa düştüler. Eğer (azâbın ertelenmesiyle ilgili) Rabbinden bir söz (ezelî bir takdir) geçmemiş olsaydı, ihtilâf ettikleri konuda hemen aralarında hüküm verilirdi (derhal azap iner ve işleri bitirilirdi).” (10/Yûnus, 19)

 

“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek ümmet (millet) yapardı. Fakat onlar ihtilâfa düşmeye devam ederler. Ancak Rabbinin rahmetine nâil olanlar hâriçtir. Zaten Rabbin onları bunun için (rahmet etmek için) yarattı. Rabbinin, ‘andolsun ki cehennemi insanlar ve cinlerle toptan dolduracağım’ şeklindeki sözü yerini buldu.” (11/Hûd, 118-119)

 

"Allah, kendi yolunda hepsi birbirine kenetlenmiş, yekpâre/tek parça ve müstahkem bir duvar/bina gibi, saf bağlayarak savaşanları sever." (61/Saff, 4)

 

 

 

 

Hadis-i Şeriflerde Kardeşlik Kavramı

 

“Mü’min, mü’minin kardeşidir.” (Ebû Dâvud, Edeb 49)

 

“Müslim, müslimin (müslüman, müslümanın) kardeşidir.” (Tirmizî, Hudûd 3)

 

“Kulların hepsi (Âdem’in çocukları olma yönüyle, insan olarak) kardeştir.” (Ebû Dâvud, Vitr 25)

 

“Allah'ın, (birbirine) kardeş kulları olun.” (Buhârî, Nikâh 45)

 

“Ey insanlar, hepiniz kar­deşsiniz. Hepiniz Âdem’in oğullarısınız. Âdem de topraktandır.” (Vedâ Hutbesi’nden)

 

 “Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip istemedikçe (gerçek anlamda) iman etmiş olmaz.” (Buhârî, İman 6, 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, İman 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9)

 

“Zâlim de olsa, mazlum da olsa mü'min kardeşine yardım et!” Bir adam: “Yâ Rasûlallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim; ama zâlimse nasıl yardım edebilirim, söyler misiniz?” dedi. Peygamberimiz: “Onu zulümden alıkoyar, zulmüne engel olursun. Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir” buyurdu. (Buhârî, Mezâlim 4, İkrâh 6; Müslim, Birr 62; Tirmizî, Fiten 68)

 

"Şeytan, Kıbleye dönen (mü'minlerin artık kendisine ibâdet etmesinden ümidini kesmiştir; fakat onları birbirine düşürmekte (hâlâ ümitlidir)." (Tirmizî, Birr 25; Müslim, Münâfıkun 65)

 

“Nefsim yedinde olan Allah'a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayın.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66, İman 93, hadis no: 54)

 

“Biriniz bir meclise gelince selâm versin. Kalkmak isteyince de selâm versin. Birinci selâm sonuncudan evlâ değildir (ikisi de aynı ölçüde önemlidir).” (Tirmizî, İsti'zân 15, h. no: 2707; Ebû Dâvud, Edeb 150, h. no: 5208)

 

"Âilene girdiğin zaman selâm ver ki, selâmın, hem senin üzerine hem de âile halkına bereket olsun!" (Tirmizî, İsti'zân 10, h. no: 2699)

 

"Biriniz kardeşini (Allah için) seviyorsa ona sevdiğini söylesin." (Ebû Dâvud, Edeb 122, h. no: 5124; Tirmizî, Zühd 54, h. no: 2393)

 

Enes (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) 'ın yanında bir adam vardı. Derken oradan birisi geçti. Hz. Peygamber’in yanındaki: "Ey Allah'ın Rasûlü! dedi, ben şu geçeni seviyorum." "Pekiyi kendisine haber verdin mi?" diye Peygamberimiz sordu. "Hayır!" deyince, "Ona haber ver!" dedi. Adam kalkıp, gidene  yetişti ve: "Seni Allah için seviyorum!"dedi. Adam  da: "Kendisi adına beni sevdiğin Zât da seni sevsin!" diye mukabelede bulundu." (Ebû Dâvud, Edeb 122, h. no: 5125)

 

"Bir kimse, bir başkasıyla kardeşleştiği zaman, ilk iş ismini, babasının ismini ve kimlerden olduğunu sorsun. Çünkü böyle yapmak, sevginin artmasına daha uygundur." (Tirmizî, Zühd 54, h. no: 2394)

 

“Birbirlerine karşı sevgi, şefkat ve acımalarında mü'minler tek bir vücuda benzerler. Vücudun bir organı rahatsız olunca diğer organları da uykusuzluk ve ateş ile onun rahatsızlığını paylaşır.” (Buhârî, Edeb 27, 41; Müslim, Birr 66, h. no: 2586; Ahmed bin Hanbel, Müsned 4/270)

 

“Mü'minin mü'mine durumu (bağlılığı), parçaları birbirini kenetleyip tutan/bütünleyen bir bina gibidir” deyip Peygamberimiz bunu açıklamak için, iki elinin parmaklarını birbiri arasına geçirerek kenetledi. (Buhârî, Salât 88, Edeb 36, Mezâlim 5; Müslim, Birr 65; Tirmizî, Birr 18; Nesâî, Zekât 67; Ahmed bin Hanbel, Müsned 4/104, 405, 409)

 

“Birbirinizle kinleşmeyin, hasetleşmeyin, birbirinizden yüz çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları kardeş olun...” (Buhârî, Edeb 57; Ferâiz 2; Müslim, Birr 23; Tirmizî, Birr 24)

 

“Birbirinizle hasetleşmeyin. Almayacağınız bir malın fiyatını müşteri kızıştırmak için arttırmayın. Birbirinize kin ve nefret beslemeyin. Birbirinize darılıp yüz çevirmeyin. Birinizin satışı üzerine başka biriniz satış yapmasın. Ey Allah’ın kulları, böylelikle kardeş olun. Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulüm ve haksızlık yapmaz, yardımı kesmez ve onu hakir görmez. -Peygamberimiz üç defa göğsüne işaret ederek buyurdular ki- Takvâ buradadır. Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi, bir kimseye şer olarak yeter. Her müslümanın kanı, malı ve ırzı başka müslümana haramdır.” (Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57-58, 62; Müslim, Birr 30-32; Ebû Dâvud, Edeb 47; Tirmizî, Birr 24; İbn Mâce, Duâ 5)

 

“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona hıyânet etmez, yalan söylemez ve yardımı terketmez. Her müslümanın, diğer müslümana ırzı, malı ve kanı haramdır. (Kalbini işaret ederek:) Takvâ buradadır. Bir kimseye şer olarak müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi yeter.” (Tirmizî, Birr 18)   

 

“Sakın (sebepsiz, kötü) zanna yer vermeyin; zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin (gizli kusurları araştırmayın), rekabet etmeyin, hasetleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahrik etmez. Kişiye kötülük olarak, müslüman kardeşini hakir görmesi yeterlidir. Her müslümanın canı, malı, kanı ve ırzı diğer müslümanlara haramdır. Allah sizin sûret ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Sakın ha, birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun. Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz.” (Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18)

 

“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim kardeşinin ihtiyacını görürse, Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir müslümanın sıkıntısını giderirse Allah da o sebeple onu kıyâmet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah da o kimsenin ayıp ve kusurunu (kıyâmet gününde) örter.” (Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58; Ebû Dâvud, Edeb 38, 46, 60, hadis no: 4893; Tirmizî, Hudûd 3, hadis no: 1426, Birr 19; İbn Mâce, Mukaddime 17; Benzer bir hadis için bkz. Müslim, Zikr 38, hadis no: 2699; Kütüb-i Sitte Terc. 10/149)

 

"Ashâbım, birbirinizle yardımlaşmayı kesmeyin, birbirinize buğz etmeyin, birbirinize hased etmeyin, birbirinizden yüz çevirip ayrılmayın. Ey Allah'ın kulları! Birbirinizle kardeş olun. Bir müslümanın din kardeşini üç günden fazla bırakması (küs dur­ması) helâl değildir." (Buhârî, Nikâh 45)

 

"İyi arkadaşla kötü arkadaşın misâli, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk  sahibi ya sana kokusundan verir veya sen ondan satın alırsın. Körük çekene gelince ya elbiseni yakar yahut da sen onun pis kokusunu alırsın." (Buhârî, Büyû’ 38, Zebâih 31; Müslim, Birr 146, h. no: 2628)

 

"Sadece mü'minle arkadaşlık et. Senin yemeğini muttakî olan yesin." (Ebû Dâvud, Edeb 19, h. no: 4832; Tirmizî, Zühd 56, h. no: 2397)

 

"Kim (bir müslümana) zarar verirse Allah da ona zarar verir. Kim de (bir müslüman) ile, nizâya, husûmete girerse Allah da onunla husûmete girer." (Ebû Dâvud, Akdiye 31 h. no: 3635; Tirmizî, Birr 27, h. no: 1941; İbn Mâce, Ahkâm 17, h. no: 2342)

 

"Size oruç, namaz ve sadakanın derecesinden daha üstün olan şeyi haber vermeyeyim mi?" "Evet (Ey Allah'ın Rasûlü, söyleyin!)" dediler. "İnsanların arasını düzeltmektir. Çünkü insanların arasındaki bozukluk (dini) kazır." Tirmizî'de şu  ziyade gelmiştir: "Ben saçı kazır demiyorum, velâkin dini kazır (diyorum)." Ebû Dâvud, Edeb: 58, (4919); Tirmizî, Kıyamet: 57, (2511)

 

“(Hiçbir kötülüğü olmasa dahi) kişinin, müslüman kardeşine hakaret etmesi kendisine (kötülük olarak) yeter. Her müslümanın diğerine kanı, malı ve namusu haramdır.” (Müslim, Birr 32; Ebû Dâvûd, Edeb)

 

“Müslümanın, müslüman kardeşiyle üç günden fazla küs durması helâl değildir. Öyle ki birbirleriyle karşılaşırlar, biri bu tarafa, diğeri öbür tarafa bakıp geçer (birbirlerine selâm verip konuşmazlar). Onların en hayırlısı, ilk selâm verendir.” (Buhârî, Edeb 57, 62, İsti'zân 9; Müslim, Birr 25; Tirmizî, Birr 21)

 

“Bir mü'minin diğer mü'mine üç günden fazla küsmesi helâl değildir. Eğer üzerinden üç gün geçer de ona rastlarsa, ona selâm versin. Selâm verilen, selâma karşılık verirse sevapta ortak olurlar. Eğer selâma karşılık vermezse günah ona döner.” (Ebû Dâvud, Edeb 55, h. no: 4912)

 

 “Hiçbir müslümanın, müslüman kardeşine üç günden fazla dargın durması helâl olmaz. Kim üç günün üzerinde dargın durur ve bunun üzerine ölürse, ateşe girer.” (Ebû Dâvud, Edeb 55, h. no: 4914)

 

“Kim mü'min kardeşine bir sene dargın durursa, onun kanını dökmüş (onu öldürmüş) gibidir.” (Ebû Dâvud, Edeb 55, h. no: 4915)

 

“Cennet kapıları pazartesi ve Perşembe günleri açılır ve Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmayan her kula (günahları) mağfiret buyurulur. Yalnız din kardeşiyle aralarında düşmanlık bulunan kimse müstesnâ. (Onlar hakkında:) ‘Şu iki kişiye barışıncaya kadar mühlet verin! Şu iki kişiye barışıncaya kadar mühlet verin!’ denilir.” (Müslim, Birr 35, h. no: 2565; Ebû Dâvud, Edeb 55, h. no: 4916) (Ebû Dâvud dedi ki: Darılmak, Allah için olduğu zaman hadiste beyan edilen dargınlıktan sayılmaz.)

 

“Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” (Ebû Dâvud, hadis no: 4599)

 

"Allah Tebâreke ve Teâlâ şöyle hükmetti: "Benim rızam için birbirlerini sevenlere, benim için bir araya gelenlere, benim için birbirlerini ziyaret edenlere ve benim için birbirlerine harcayanlara sevgim vâcip olmuştur." (Muvatta, Şi'r 16, h. no: 2, 953, 954)

 

“Dostunu/sevdiğini ölçülü sev; bir gün düşmanın olabilir. Sevmediğine de ölçülü buğz et; bir gün dostun olabilir.” (Tirmizî, Birr 60)

 

“İman ipinin  (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.” (Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr)

 

"El-mer'ü mea men ehabbe: Kişi, (kıyâmet günü) sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb 96, Ahkâm 10; Müslim, Birr 161, 165)

 

“Kişi, dostunun dini üzeredir. İnsan kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin!” (Tirmizî, Zühd 45, hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 6/178; Riyâzü’s-Sâlihîn, 1/398)

 

“Ruhlar bir araya getirilmiş gruplar gibidir; tanışıp uyuşanlar birleşir, uyuşmayanlar ayrılır.” (Buhârî, Enbiyâ, 2, 3; Müslim, Birr 159, 160; Ebû Dâvud, Edeb 16; Ahmed bin Hanbel, II/295, 527, 537)

 

“Üç konuda müslümanın kalbi kin tutmaz, hıyânet etmez: Amellerde ihlâs, devlet adamlarına nasihat, cemaatten ayrılmama” (İbn Mâce, Mukaddime, 18; Ebû Dâvud, İlim 10; Tirmizî, İlm 7; Ahmed bin Hanbel, 3/225)

                         

“Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı beştir. Selâmını almak, hastalandığında ziyâretine gitmek, ölünce cenâzesine katılmak, dâvetine icâbet etmek, aksırınca ‘yerhamukelllah’ demek.” (Buhârî, Cenâiz 2; Müslim, Selâm 4, h.b no: 2162; Ebû Dâvud, Edeb 98, h. no: 5030; Tirmizî, Edeb 1, h. no: 2738); Nesâî, Cenâiz 52, h. no:4, 52)

 

“Allah, bir kulu sevdiğinde, o kulu meleklere de insanlara da sevdirir. Bir kula buğzedince de meleklere ve insanlara da o kula karşı buğzettirir.” (Buhârî, Tevhid 33, Edeb 41; Müslim, Birr 157)

 

“Aziz ve celil olan Allah Teâlâ, kıyâmet gününde şöyle diyecek; ‘Benim celâlim adına birbirlerini sevenler nerede? Gölgemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı şu günde onları gölgemde gölgelendireyim.” (Müslim, Birr 37, hadis no: 2566)

 

“Allah Teâlâ buyuruyor ki: ‘Benim celâlim adına birbirini sevenler var ya! Onlar için orada öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler bile onlara gıpta ederler.” (Tirmizî, Zühd 53, hadis no: 2391; Kütüb-i Sitte Terc. 10/139)

 

“Allah’ın kulları arasında bir grup vardır ki, onlar ne peygamberlerdir, ne şehidlerdir. Buna rağmen kıyâmet günü Allah indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler ve şehidler onlara gıpta ederler.” Orada bulunanlar sordu: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, onlar kimdir, bize haber verir misin?’ “Onlar, aralarında kan bağı ve dünya menfaati için birbirlerine bağlı olmadıkları halde, Allah’ın nûru (Kur’an) adına birbirlerini sevenlerdir. Allah'a yemin ederim ki onların yüzleri mutlaka nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken onlar korkmazlar; insanlar üzülürken onlar üzülmezler.” Ardından da şu âyeti okudu: “İyi bilin ki, Allah’ın velîlerine/dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (10/Yûnus, 62) (Ebû Dâvud, Büyû’ 78, hadis no: 3527; Kütüb-i Sitte Terc. 10/142)

 

“Din nasihatten (samimiyetten) ibârettir!” Yanında bulunanlar; ‘kim için ey Allah’ın Rasûlü?’ diye sormaları üzerine, şöyle buyurdu: “Allah için, Peygamber için, müslümanların imanları ve hepsi için! Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona yardımını kesmez; ona yalan söylemez; ona zulmetmez. Her biriniz, kardeşinin aynasıdır. Onda bir rahatsızlık görürse bunu onda izâle etsin (gidersin).” (Tirmizî, Birr 17, 18, hadis no: 1928; Müslim, İman 95)   

 

“Allah’ın eli cemaatle beraberdir.” (Tirmizî, Fiten 7, hadis no: 2166, Humus 1966; Nesâî, Tahrîm 6)

 

“Cemaat rahmet, tefrika (ayrılık çıkarma) azaptır.” (Ahmed  bin Hanbel, 4/145, 278)

 

“Bereket, cemaatle beraberdir.” (İbn Mâce, Et’ıme 17)

 

“Cemaatten bir karış ayrılıp sonra ölen kimse câhiliyye ölümü ile (küfür üzere) ölmüş olur.” (Buhârî, Fiten 2)

 

“Cemaatten bir karış ayrılan kimse, boynundaki İslâm bağını çıkarıp atmış olur.” (Ahmed  bin Hanbel, 5/180)

 

“İnsanları mâdenler mesâbesinde (kıymet yönünden farklı şekilde) bulursunuz.” (Buhârî, Menâkıb 1; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 199)

 

“Sizin için korktuğum, dünyanın sizden öncekilerin önüne yayıldığı gibi, sizin önünüze de yayılıp onların birbirlerine karşı nefsâniyet güttükleri gibi sizin de birbirinize karşı nefsâniyet gütmeniz ve bu durumun onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesidir.” (Buhârî, 4/117)

 

"Birbirinize hediye verin ki, dostluğunuz artsın ve kalbinizdeki kin gitsin." (Muvatta, Husnü'l-Huluk 16)

 

"Sakın iyilikten hiçbir şeyi küçük görme, iyilik yap. İsterse mü'min kardeşini güler yüzle karşılama derecesinden hafif olsa bile.'' (Müslim, Birr 144)

 

"Her iyilik bir sadakadır. Müslüman kardeşini gülümseyerek karşılaman ve kovandan onun kovasına su boşaltman da iyiliktendir." (Tirmizî, Birr 36)

 

Bir sahâbi Peygamberimize ‘İslâm’ın hangi işi daha hayırlıdır?’ diye sordu. Buyurdu ki: “Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın herkese selâm vermendir.” (Ebû Dâvud, Edeb, hadis no: 5194; Buhârî, İman 6, 20).

 

"Müslüman kişinin kardeşi için ardından ettiği duâ makbuldür. Başının ucunda müvekkel bir melek vardır ki, o müslüman kar­deşine hayır duâ ettikçe ona müvekkel olan melek, 'âmin, istedi­ğin gibisi senin için de olsun' der." (Ebû Dâvûd, Vitr 29; Tirmizî, Birr 50; İbn Mâce, Menâsik 5)

 

"Kim din kardeşinin ırzını/nâmusunu onun gıyâbında müdâfaa ederse, Allah, kı­yâmet günü onu cehennem ateşinden uzaklaştırır." (Ahmed bin Hanbel, VI, 449-450) 

 

“Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların zarar görmediği kimsedir. Muhâcir ise, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzak duran kimsedir.” (Buhârî, İman 4-5, Rikak 26; Müslim, İman 64-65; Ebû Dâvud, Cihad 2; Tirmizî, Kıyâmet 52, İman 12; Nesâî, İman 8, 9, 11)

 

“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48)         

 

"(Ancak) Allah için seven, Allah için buğz eden/nefret duyan, Allah için veren ve Allah için sıkılık yapıp vermezlik yapan kişi imanını kemâle erdirmiş, olgunlaştırmıştır." (Et-Tâc, c. 5, s. 78)

                    

"Kim Allah için tevâzu ederse Allah onu yükseltir. Kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır. Kim Allah'ı çok zikreder/anarsa, Allah onu sever." (İbn Mâce, Zühd 16)

 

 “İnsanlara merhamet göstermeyen kimseye Allah da merhamet etmez.” (Buhârî, Edeb 18; Tevhid 2; Müslim, Fezâil 66; Tirmizî, Birr 16, Zühd 48)

 

“Allah Teâlâ buyuruyor ki: ‘Benim celâlim adına birbirini sevenler var ya! Onlar için orada öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler bile onlara gıpta ederler.” (Tirmizî, Zühd 53, hadis no: 2391; Kütüb-i Sitte Terc. 10/139)

 

Ebû Hureyre (r.a.)'den rivâyet edilmiştir. O şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.)'a bir adam geldi ve: ‘Yâ Rasûlallah! Bana açlık ve meşakkat isâbet etti (yani açlıktan dermansız kaldım)’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.), onu (doyurmak) için hanımlarına haber gönderdi. Fakat onların yanlarında hiçbir şey bulamadı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) : “... Bu gece şu adamı konuk edip yemek yedirecek bir adam yok mu ki, Allah, ona rahmet eylesin...” dedi. Ensar'dan bir zat, derhal ayağa kalktı: “Ben, yâ Rasûlallah!” diye cevap verdi. Sonra o adamı, alıp evine götürdü. Hanımına hitâben: “İşte Rasûlullah (s.a.s.)'ın konuğu. Ondan hiçbir şeyi tutup alıkoyma (konuğa ikram et)” diye tenbih etti. Kadın: “Vallahi, yanımda çocukların azığından başka birşey yok” dedi. Kocası: O halde çocuklar akşam yemeği yemek istedikleri vakit onları uyut, sonra gel, kandili söndür. Biz bu gece karınlarımızı dürelim (yani Rasûlullah (s.a.s.)'ın konuğu için biz, bu geceyi aç geçirelim)” dedi. Kadın kocasının dilediği işleri yaptı. Sonra o konuk, sabahleyin Rasûlullah'ın huzuruna vardı. Rasûlullah (s.a.s.): “... Andolsun ki, Aziz ve Celil olan Allah, bu gece falan erkek ve falane kadının işlerinden hayret etti -yahut güldü- Yani hayret uyandıracak şekilde râzı ve hoşnut oldu...” dedi. Aziz ve Celil Allah da, (onlar ve bütün Ensar hakkında) şunu indirdi: “... Kendileri fakirlik içinde bulunsalar dahi (muhâcirleri) öz nefislerine tercih ederler...” (59/Haşr, 9) (Buhârî, Tefsir 409; Müslim, Eşribe 172, h. no: 2054 -173-)

 

Hz. Habib bin Ebi Sabit (r.a.)'den rivâylet edilmiştir: Yermuk (savaşı) günü, Hâris bin Hişam, İkrime bin Ebî Cehil ve Ayyaş bin Ebî Rebia, savaş alanında yara ala ala nihâyet yıkılıp can çekiştiler. Bu sırada Hâris bin Hişam su istedi. Askerlerden biri ona su götürürken, İkrime’nin ona baktığını gördü. Bunun üzerine sucuya: “İkrime'ye götür ver” dedi. İkrime de, suyu alırken, Ayyaş'ın kendisine baktığını görünce sucuya: “Götür Ayyaş'a ver” dedi. Fakat sucu, daha Ayyaş'ın yanına varmadan Ayyaş vefat etti. Bunu üzerine İkrime'ye döndü ve fakat daha ona ulaşmadan o da vefat ettiği için bu sefer Hâris'e döndü. Fatat ona ulaştığında Hâris de son nefesini verdiği için her üçü de su içemeden vefat etmiş oldular. (M.Yusuf Kandehlevî, Hayatu's Sahabe, çev. Ahmet Meylani, İslâmi Neşriyat, Ank., TY, c. 1, s. 414; Kenzu'l Ummal, c. 5, s. 310 -Ebû Nuaym ve İbn Asâkir'den-)

 

“Kim, insanların kızması pahasına Allah’ı dost edinmekle O’nu râzı ederse Allah o kimseyi insanların nazarında yüceltir. Kim de Allah’ın gazabına rağmen insanları râzı ederse, artık onu Allah’ın  azâbından  hiçbir şekilde kurtarmak mümkün olmaz.” (Tirmizî, Zühd 64)

  

“Ben, müşrikler arasında ikamet eden her müslümandan berîyim/uzağım.” Ashâb; “Niçin yâ Rasûlallah?” diye sorunca, şöyle buyurdu: “Çünkü o ikisinin ateşi birbirini görmez.” (Ebû Dâvud, III/45, hadis no: 2645)

               

“Kim bir müşrikle ittifak yapar ve onunla birlikte ikamet ederse, o da onun gibidir.” (Ebû Dâvud, III/93, hadis no: 2787)

 

“Ey diliyle inanıp iman kalbine inmeyenler topluluğu, müslümanları gıybet etmeyiniz. Onların ayıplarını araştırmayınız. Kim onların ayıplarını araştırırsa, Allah da onların ayıplarını araştırır. Allah kimin ayıbını araştırırsa, onun evinin içinde dahi ayıbını açar, perişan eder.” (Ebû Dâvud, Edeb 40, hadis no: 4880; benzer rivâyetle, yakın bir mânâda: İbn Mâce, Hudûd 5, h. no: 2548; Tirmizî, Birri ve's-Sıla 84, h. no: 2101)

 

“Eğer sen, insanların ayıplarını araştırmaya kalkışırsan, onları ifsad eder veya ifsad etmeye ramak kalırsın.”  (Ebû Dâvud, Edeb 44, hadis no:4888)

 

“Kim bir ayıp görür de onu örterse, (Câhiliyye devrinde) toprağa diri diri gömülen kızları diriltmiş gibi olur.” (Ebû Dâvud, Edeb 45, hadis no: 4891)

 

 “Kim bir mü'mini, bir münâfığın şerrinden korursa, Allah ona bir melek gönderir. Kıyâmet gününde onun etini cehennem ateşinden korur. Kim bir müslümanı kötülemek  isteyerek ona söz atarsa, söylediği sözü isâbet edip içinden çıkana kadar Allah, onu cehennem köprüsü üzerinde hapseder.” (Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no: 4883)

 

 “Kim, hürmeti düşecek, şerefinden noksanlık olacak bir yerde müslümana yardımcı olmaz, onu yalnız bırakırsa, Allah da yardımını istediği yerde onu yalnız bırakır. Kim şerefinden kaybedeceği, saygının azalacağı bir yerde müslümana yardımcı olursa, yardımını istediği yerde Allah, ona yardımcı olur.” (Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no: 4884)

 

Hz. Âişe (r.anhâ), haber verip şöyle dedi: Bir kimse, Rasûlullah (s.a.s.)'ın huzuruna gelmek için izin istedi. Rasûlullah: “Ona izin verin. O, aşiretin ne kötü kardeşidir (yahut, o, aşiretin ne kötü oğludur.” buyurdular. O kimse, Rasûlullah (s.a.s.)'ın yanına girince; Rasûlullah ona karşı yumuşak sözler söyledi. Ben: “Yâ Rasûlallah, biraz önce sen, onun için söylediğin o sözleri söyledin. Sonra da ona yumuşak kelâm ettin?” diyerek bunun sebebini sordum. Rasûlullah: “Yâ Âişe, insanların en şerlisi, çirkin hareketlerinden korunulması için insanların kendisini terk ettikleri yahut, karşılaşmak istemeyip yalnız bıraktıkları kimsedir.” buyurdular. Not : İbn Battal'ın beyanına göre gelen kişi: Uyeyne b. Hısn El Ferazi'dir. (Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Birr ve's-Sıla, 83; Tirmizî, Birr ve's-Sıla, 58, hadis no: 2064)

 

“Kardeşinle münakaşa etme, onunla (kırıcı şekilde) şaka yapma ve ona, yerine getiremeyeceğin vaadde bulunma!” (Bu hadis ğaribtir.) (Tirmizî, Birr ve's-Sıla, 57, hadis no: 2063)

 

“Kardeşinin derdine sevinip gülme! Sonra Allah onu esirger de, senin başına verir.” (Bu hadis, hasen ğaribtir.) (Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyame, 18, hadis no: 2621)

 

“Kim bir  (din) kardeşini bir günahtan ötürü ayıplarsa, kendisi de o günahı işlemeden ölmez.” Ahmed bin Hanbel diyor ki: Şârihler, (bu hadisin şerhinde) “tevbe ettiği bir günahtan ötürü” dediler. (Bu hadis, ğaribtir ve senedi muttasıl değildir.) (Tirmizi, Sıfatu'l-Kıyâme 17, hadis no: 2620)

 

“Mal veya namus meselesinde bir kardeşi için zimmetinde bir haksızlık bulunup da (dünya hayatından) alınmadan önce onunla helâlleşen kula Allah rahmet etsin. Çünkü orada  (kıyâmette) ne dinar, ne de dirhem vardır. Eğer sevabları varsa bu sevablardan alınacak, şâyet sevabları yoksa onların günahlarından (alınıp) bunun sırtına vurulacaktır.” (Bu hadis, hasen-sahihtir.) (Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 1, hadis no: 2534)

 

"Şu hususlar da Allah'ı büyüklemenin birer şubesidir: Bir müslüman yaşlıya ikramda bulunmak. İçindekiyle amel hususunda ölçüyü aşmayan ve ondan uzaklaşmayan Kur'an hâmiline (hâfızına) ikramda bulunmak. Âdil olan iktidar sâhibine ikram." (Ebû Dâvud, Edeb 23, h. no: 4843)

 

"Bir genç, ihtiyar bir kimseye yaşı  sebebiyle ikramda bulunursa, Allah yaşlılığında ona ikram edecek kimseleri mutlaka takdir eder." (Tirmizî, Birr 75, h. no: 2023)

 

"Küçüklerimize merhamet, büyüklerimize sayı göstermeyen bizden değildir." Bir rivâyette şu ziyâde gelmiştir: "...Ma'rûfu emretmeyen, münkerden  nehyetmeyen de bizden değildir." Tirmizî, Birr 15, h. no: 1920)

 

Hz. Âişe (r. anhâ)'nin anlattığına göre, "Kendisine bir dilenci uğramıştır, o da bir parça  ekmek vermiştir. (Bir müddet sonra) üstü başı düzgün, kıyafeti yerinde bir dilenci daha uğramıştır. Hz. Âişe onu oturtup yemek yerdirmiştir. Kendisine bunun sebebi sorulunca şu açıklamayı yapmıştır: "Rasûlullah (s.a.s.): "İnsanlara mevkilerine göre ikramda bulunun" buyurmuştu." (Ebû Dâvud, Edeb 23, h. no: 4842)

 

“Ölülerinizin iyiliklerini anın (hayırla yâd edin). Kötülüklerini (anmaktan) vazgeçin.” (Ebû Dâvud, Edeb 50, hadis no: 4900)

 

“Ölülere sövmeyin. Çünkü onlar, önden göndermiş oldukları amellerinin karşılıklarına ulaşmışlardır.” (Buhârî, Cenâiz, 148 -98’inci ölülerin şerlilerini anmak bâbı-)

 

“Hasedden sakının, ateşin odunu veya otu yediği gibi, hased de iyi amelleri yer.” (Ebû Dâvud, Edeb 52, hadis no: 4903; İbn Mâce, Zühd 22, h. no: 4210)

 

“Sizden biriniz, yaratılış, mal ve evlât husûsunda kendisinden üstün kılınmış kimselere baktığı zaman (üzülmesin), hemen kendisinden aşağı (halli) kimselere baksın!” (Buhari, Rikaak 77; Müslim, Zühd ve'r-Rekaaik.8, h. no: 2963)

 

"Rasûlullah'a: "İslâm'ın hangi ameli daha hayırlı?" diye sorulmuştu. "Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın herkese selam vermen" diye cevap verdi." (Ebû Dâvud, Edeb 142, h. no: 5194)

 

"İki müslüman karşılaşıp musâfahada bulununca (tokalaşınca), ayrılmalarından önce (küçük günahları) mutlaka affedilir." (Ebû Dâvud, Edeb 153, h. no: 5211, 5212; Tirmizî, İsti'zân 31, h. no: 2729)

 

"Musâfaha edin (tokalaşın) ki, kalplerdeki kin gitsin, hediyeleşin ki birbirinize sevgi doğsun ve aradaki düşmanlık bitsin." (Muvatta, Husnü'l-Hulk 16, h. no: 2, 908)

 

"Allah hapşırmayı sever, esnemeden hoşlanmaz. Öyleyse sizden biri hapşırır ve Allah'a hamdederse, bunu işiten her müslüman üzerine, yerhamukâllah demesi hak (bir vazife)dir. Ancak esnemeye gelince, işte bu, şeytandandır. Biriniz namazda esneyecek olursa, imkân nisbetinde kendini tutsun ve hah diye ses çıkarmasın. Zira bu, şeytandandır, şeytan kendisine gülüyor demektir." (Buhârî, Edeb 125, 128, Bed'ül-Halk 11; Müslim, Zühd 56, h. no: 2994; Ebû Dâvud, Edeb 97, h. no: 5028; Tirmizî, Salât 273, h. no: 370, Edeb 7, h. no: 2747, 2748)

 

"Hasta ziyaretinde bulunan kimse, ziyaretten dönünceye kadar cennet meyveleri arasındadır." (Müslim, Birr 40, h. no: 2568; Tirmizî, Cenâiz 2, h. no: 967)

 

"Kim Allah rızası için bir arkadaşını ziyaret eder veya bir hastaya geçmiş olsun ziyaretinde bulunursa, bir münâdi ona şöyle nidâ eder: "Dünya ve âhirette hoş yaşayışa eresin. Bu gidişin de hoş oldu. Kendine cennette bir yer hazırladın." (Tirmizî, Birr 67, h. no: 2009)

 

“Cebrâil aleyhisselâm bana komşu hakkında o kadar aralıksız tavsiyede bulundu ki, komşuyu vâris kılacağını zannettim." (Buhârî, Edeb 28; Müslim, Birr 140, h. no: 2624; Ebû Dâvud, Edeb 132, h. no: 5151; Tirmizî, Birr 28, h. no: 1943)

 

"Komşusu, zararlarından emin olmayan kimse cennete giremez." (Buhârî, Edeb 29; Müslim, İman 73, h. no: 46)

 

"Kim Allah'a ve âhirete inanıyorsa misafirine ikrâm etsin. Kim Allah'a ve âhirete inanıyorsa komşusuna ihsanda (iyilikte) bulunsun. Kim Allah'a ve âhirete inanıyorsa hayır söylesin veya sükût etsin." (Buhârî, Edeb 31, 85, Nikâh 80, Rikaak 23; Müslim, İman 74, h. no: 47; Ebû Dâvud, Edeb 132, h. no: 5154)

 

"Size Ashâbımı, sonra da onların peşinden gelecekleri (sonra da bunların peşinden gelecekleri) tavsiye ediyorum. Daha sonra (gelenler arasında) yalan, öylesine yayılacak ki, kişi, kendisinden yemin taleb edilmediği halde yemin edecek, şâhidliği istenmediği halde şehâdette bulunacak. Haberiniz olsun, bir erkek bir kadınla baş başa kaldı mı onların üçüncüsü mutlaka şeytandır. Size cemaati tavsiye ederim. Ayrılıktan sakının. Zira  şeytan, tek kalanla birlikte  olur. İki kişiden uzak durur. Kim cennetin ortasını dilerse, cemaatten ayrılmasın. Kimi yaptığı hayır sevindirir ve kötülüğü de üzerse, işte o, mü'mindir." (İbn Mâce, Ahkâm 27, h. no: 2363; Tirmizî, Fiten 7, h. no: 2166)

 

“Kim sevdiğini Allah için sever, buğz ettiğine Allah için buğz eder, verdiğine Allah için verir ve men ettiğini Allah için men ederse, iman kemâle erer.” (Ebû Dâvud, Sünnet 16, h. no: 4681; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 22, h. no: 2642)

 

“Çok kuvvetli pehlivan, bir çok güreşçileri yere serip gâlip olan değildir. Asıl kuvvetli pehlivan, öfkelendiği sırada nefsine mâlik (ve irâdesine hâkim) olan kimsedir.” (Buhârî, Edeb 139; Müslim, Birr 106, h. no: 2608; Ebû Dâvud, Edeb 3, h. no: 4779)

 

“Kim, yerine getirmeye gücü yettiği halde öfkesini yenerse, kıyâmet günü bütün mahlûkatın önünde Allah onu çağıracak ve sonunda onu cennet kızlarından dilediğin (i almak) de muhayyer kılacaktır.” (Bu hadis, hasen-ğariptir.) (Tirmizî, Birr ve's-Sıla 73, h. no: 2090, Sıfatu'l-Kıyâme 15, h. no: 2611; Ebû Dâvud, Edeb 3, h. no: 4777; İbn Mâce, Zühd 18, h. no: 4186)

 

“Allah rızâsını dileyerek öfke yudumunu yutan bir kulun yudumundan sevabça daha büyük (ve faziletli) bir yudum Allah katında yoktur.” (Buhâri, Edebu'l Müfred, B.640, no.1318; İbn Mâce, Zühd 18, h. no: 4189)

 

“Müflis kimdir bilir misiniz?” Ashâb: “Bizim aramızda müflis, hiçbir dirhemi ve eşyası olmayan kimsedir, demişler. Bunun üzerine: “Gerçekten benim ümmetimden müflis, kıyâmet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelecek olan kimsedir. Amma şuna sövmüş, buna zinâ isnâdında bulunmuş (fâhişe, namussuz demiş), şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş, diğerini de dövmüş olarak gelecektir. ve buna hasenâtından, şuna hasenâtından verilecektir. Şâyet dâvâsı görülmeden hasenâtı biterse, onların günahlarından alınacak, bunun üzerine yüklenecek, sonra cehenneme atılacaktır.” (Müslim, Birr ve's-Sıla, 59 h. no: 2581)

 

“Enes (r.a.)’den rivâyet edilmiştir: O der ki: “Din üzerinde münâkaşa yapıyorduk ki, üzerimize Hz. Peygamber (s.a.s.) geldi. Bizi münâkaşa (mirâ) eder halde görünce, şimdiye kadar hiç görülmemiş derecede kızdı ve şöyle dedi: “Ey Muhammed’in ümmeti, nefislerinizi bu derece ateşlendirmeyin; siz bununla (din ve akîde konularında münâkaşa ile) mı emrolundunuz? Bundan nehyedilmediniz mi? Sizden öncekiler de sadece bu sebepten yok olmadılar mı? Hayrı az olduğu için mücâdeleyi terk edin. Münâkaşayı terk edin; zira münâkaşa, kardeşler arasına düşmanlık sokar. Münâkaşayı terk edin; zira fitnesinden emin olunmaz. Münâkaşayı terk edin; zira o, (zihinlerde) şüphe meydana getirir, amelleri yok eder. Münâkaşayı terk edin, zira mü’min (dinde) münâkaşa yapmaz. Münâkaşayı terk edin, zira  münâkaşa yapanın haserâtı (zararı) tam olmuştur. Münâkaşayı terk edin, zira münâkaşada devam, günah için kâfidir. Münâkaşayı terk edin, zira o, Rabbim’in putlara tapmak ve şarap içmekten sonra beni nehyettiği ilk şeydir. Münâkaşayı terk edin, zira şeytan ibâdetten ümitsiz olduğu halde, aranıza fitne ve fesat sokmaktan ümitvârdır. İşte bu, dinde münâkaşadır. Münâkaşayı terk edin, zira İsrâiloğulları (bu yüzden) 71 fırkaya, hıristiyanlar 72 fırkaya ayrıldılar. Ümmetim ise 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunların bir kısmı (biri) hâriç, hepsi de dalâlet üzerindedir.” Bu kurtulan kısmın kimler olduğu sorulduğu zaman Rasûlullah şu cevabı verdi: "Benim yolum üzerinde olanlar, ashâbım, Allah'ın dini üzerinde mücâdele ve münâzaraya girmeyenler ve herhangi bir günah sebebiyle tevhid ehlinden birini tekfir etmeyenlerdir." (El-Âcurrî, eş-Şerîa, s. 55; T. Koçyiğit, Hadisçiler ve Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar, s. 225-226) (Not: Bu hadis rivâyeti, Kütüb-i Sitte ve benzeri sahih hadis kitaplarında yer almaz, hadisin sıhhati bilinmemektedir.)      

 

“İsrâiloğulları yetmiş bir fırkaya bölündü; içlerinden biri kurtuldu, diğerleri ateştedir. İsa’nın ümmeti yetmiş iki fırkaya ayrıldı; biri kurtuldu, diğerleri ateştedir. Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, biri kurtulur, diğerleri ateştedir.” (İbn Mâce, hadis no: 3991-3993) (Not: Bu hadisin sıhhati de hadisçiler ve bazı araştırıcılarca tartışılmıştır.)

 

 

 

Uhuvvet/Kardeşlik ve Görevlerimiz

 

Kalabalıkları bir millet haline getiren en müessir âmil dindir. Aynı inancı paylaşan toplumlar çok kısa zamanda kaynaşıp bütünleşirler. Çünkü aynı dine mensup olmanın en tabii neticesi din kardeşliğidir. Din kardeşi olmanın yüklediği bir çok mes’uliyet vardır ki, bu mes’uliyetleri yerine getirmek de inancımızın bir gereğidir.

 

Durum böyle olunca her müslüman uhuvvet sarayının bir taşı olmaktadır. İslâm sarayının bütün ihtişamıyla devam etmesi için, herkes bulunduğu yerde yapması gerekeni yapacak, asla yerini terk etmeyecektir. Duvardan bir taş düşerse, diğer taşların da yerinden oynamasına, binanın yıpranmasına sebep olur. O bakımdan hiçbir müslüman, uhuvveti yani kardeşliği zedeleyecek bir söz, bir harekette bulunmamalıdır. Beşeriyet icabı yapılan hatalar en kısa zamanda giderilmelidir. Küskünlükler, dargınlıklar sürüp gitmeyecek, alâka kesilmeyecektir. Peygamberimiz, dargınlığın sınırını üç gün olarak göstermiştir. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Bir müslüman din kardeşine üç günden fazla küs durması helal değildir.” (Buhârî). Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: “Bir müslüman kardeşini üç günden fazla terk etmesi (küs durması) helâl değildir. Birbirlerine karşı gelirken o yüz çevirip bu da yüz çevirir. Bunların hayırlısı önce selâm verendir.” (Müslim)

 

Biz müslümanların kardeşlik hukuku cinsinden, birbirimize karşılıklı olarak yapmamız gereken vazifelerden bir kısmı şunlardır:

Müslüman müslümanı sevecek,

Sevinmesiyle sevinecek, üzülmesiyle üzülecek,

Madden ve mânen yardımcı olacak,

Irzını, namusunu, malını koruyacak,

Onun bulunmadığı bir yerde, hakkına tecavüz ediliyor, iftira ediliyorsa onu müdâfaa edecek,

Hastalandığı zaman ziyaret edecek,

Vefat ettiği zaman cenâzesine iştirak edecek, yakınlarına taziyede bulunacak,

İstişâre ettiği zaman ona doğru bilgi verecek,

Sır verdiği zaman o sırrı ifşâ etmeyecek,

Kendisinden nasihat istediği zaman hayır nasihatte bulunacak,

İhtiyacı olduğunda emr-i bi’l-ma’ruf ve nehi ani’l-münker yapacak,

Borç istediği, bir hâcet istediği zaman imkânı varsa istediğini verecek, imkânı yoksa tatlı ve güzel sözlerle gönlünü alacak,

Selâm verdiği zaman selâmını aynıyla veya daha güzeliyle alacak,

Müslüman müslüman kardeşini düşmanına teslim etmeyecek, onu himâye edip koruyacak,

Din kardeşinin eziyet ve sıkıntılarına katlanacak, sabredecek, affedecek,

İlişkisini kesmeyecek, beşeriyet icabı aralarında bir dargınlık olursa üç günden fazla küs durmayacak,

Din kardeşine kin tutmayacak, buğz etmeyecek,

Haset etmeyecek, gıybetini yapmayacak,

Gizlice yaptığı bir günahına muttali olursa, o günah da başkalarına zarar vermiyorsa, o günahı terk etmesi için nasihatte bulunacak, ama başkalarına duyurmayacak,

Alay etmeyecek, küçümsemeyecek, hakaret etmeyecek,

Sevmediği lakaplarla hitap etmeyecek,

Din kardeşine karşı böbürlenmeyecek, büyüklenmeyecek, kendini ondan üstün görmeyecek,

Sûizan etmeyecek, her zaman hüsnüzanda bulunacak,

Pazarlığının üzerine pazarlık yapmayacak,

Zaman zaman ziyaretinde bulunacak,

Hediyeleşecek,

Büyüklerine hürmette kusur etmeyecek,

Kendinden küçüklere şefkat gösterecek,

Katı yürekli olmayacak,

Her zaman merhametle, şefkatle, rıfkla muâmele edecek,

İki müslüman ya da iki müslüman toplum arasında bir anlaşmazlık olursa aralarını bulacak ve barıştıracak,

Zulmedene zulmüne engel olarak, mazluma da zâlimin zulmünü ondan gidererek yardımcı olacak,

Komşuluk hukukuna riâyet edecek,

Alış verişlerde ve diğer hususlarda din kardeşini asla ve asla aldatmayacak.

 

Müslümanlar burada sıraladığımız ve burada zikretmediğimiz başka vazifelerle görevlidirler. Bu vazifelerini en sağlıklı bir şekilde yerine getirdikleri devirlerde dünyada cennete benzer bir hayat yaşamışlar; bir fazilet, saâdet ve huzur toplumu vücuda getirmişlerdir.

 

Ancak zamanla bu güzelliklerimizi, bu özelliklerimizi kaybettik. Kendi gafletimizden içimizdeki birkısım beyinsizlerin, idarecilerin gaflet ya da ihânetlerinden, İslâm düşmanlarının çeşit çeşit hile ve tuzaklarından bugünkü perişanlığı, dağınıklığı yaşamaktayız. Uhuvvet sarayı yıprandı. Müslüman cemaat hodgâmlaştı, dünyevîleşti, imanı zaafa uğradı. Yeniden silkinmemiz, yeniden bizi biz yapan değerlerimize sahip çıkmamız gerekir. Rabbimize yönelmemiz gerekir. Rasûlullah (s.a.s.)’in haber verdiği, müjdelediği “Hak üzerine kaim” cemaatten olmak için ve o cemaatin çoğalması, etkin hâle gelmesi için bütün imkânlarımızı seferber ederek canla başla fedâkârane çalışmamız, çaba göstermemiz gerekir. İmanımız bunu gerektirmektedir, müslümanlığımız bunu gerektirmektedir.

 

Allah Teâlâ biz müslümanları birbirimize kardeş yapmış ve bizi bu kardeşlikle şereflendirmiştir. Efendimiz, canımız Rasûlullah da şöyle buyurmaktadır: “Birbirinize haset etmeyin, müşteri kızıştırmayın. Biriniz diğerinin pazarlığı üzerine satış yapmasın. Kardeş olun ey Allah’ın kulları! Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz. Onu tahkir etmez -üç defa kalbine işaret ederek-  takvâ şuradadır. Kişiye kötülük adına müslüman kardeşini tahkir etmesi kâfidir. Müslümanın her şeyi kanı, malı, ırzı müslümana haramdır.” (Müslim)

 

Müslüman kardeşim! Gel hep beraber bir kalp gibi, bir beden gibi olalım. Uhuvvet sarayını bütün ihtişâmıyla yeniden inşâ edelim. Bütün insanlığın hayranlıkla temâşâ edeceği, ondan bir fert olmak için koşacağı bir fazilet toplumu oluşturalım. Canımız, efendimiz Hz. Muhammed’in izini takip edip O’nun peşine düşelim, asr-ı saâdet müslümanları ile buluşalım.

 

İlahî! Biz âciz, biz günahkâr kullarını bağışla.

Bizi bize, bizi nefsimize bırakma.

Nasıl bir kul olmamızı istiyorsan bizi öyle bir kul eyle.

Bizi son nefesimize kadar İslâm’a hizmetkâr eyle.

Biz günahkârlara acı! Bu zillet ve meskenetten kurtulmamız için bize medet eyle, yardım eyle.

Yeniden inşâ edilecek olan uhuvvet sarayının bir işçisi eyle. Yeniden yükselecek olan fazilet toplumunun bir ferdi eyle.

Bizi Rasûlullah (s.a.s.)’ın haber verdiği, müjdelediği “Hak üzerinde kaim” cemaatten eyle! (12) 

 

 

 

1-       Mehmet Metiner, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 302-305

2-       Mustafa Çağrıcı, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 24, s. 485-486

3-       Rahmi Yakan, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 24, s. 484-485

4-       Tuncer Namlı, Ahlâkî Kavramlarda Anlam Arayışı I, Fecr Y., s. 61-75

5-       Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Y., c. 11, s. 274-281

6-       Harun Yahya, Kur’an’da Temel Kavramlar, Vural Y., s. 130-134

7-       Süleyman Uludağ, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 21, s. 580 

8-       Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 467-469

9-       M. Ali Kapar, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 220

10-    Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 587-590

11-    Mustafa Çağrıcı, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 22, s. 490-491)

12-    Zeki Soyak, İlk Adım Dergisi

 

                                           

 

 

Kardeşlik Konusuyla İlgili Âyet-i Kerîmeler

 

A-  Kardeşlik Kavramının Karşılığı Olan Uhuvvet Kelimesinin Kökü “A-h-v” ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerîmeler (Toplam 96 Yerde): 2/Bakara, 178, 220; 3/Âl-i İmrân, 103, 156, 168; 4/Nisâ, 11, 12, 12, 23, 23, 23, 23, 23, 176, 176; 5/Mâide, 25, 30, 31, 31; 6/En’âm, 87; 7/A’râf, 38, 65, 73, 85, 111, 142, 150, 151, 202; 9/Tevbe, 11, 23, 24; 10/Yûnus, 87; 11/Hûd, 50, 61, 84; 12/Yûsuf, 5, 7, 8, 58, 59, 63, 64, 65, 69, 69, 70, 76, 76, 76, 77, 87, 89, 90, 100; 15/Hıcr, 47; 17/İsrâ, 27; 19/Meryem, 28, 53; 20/Tâhâ, 30, 40, 42; 23/Mü’minûn, 45; 24/Nûr, 31, 31, 31, 61, 61; 25/Furkan, 35; 26/Şuarâ, 36, 106, 124, 142, 161; 27/Neml, 45; 28/Kasas, 11, 34, 35; 29/Ankebût, 36; 33/Ahzâb, 5, 18, 55, 55, 55; 38/Sâd, 23; 43/Zuhruf, 48; 46/Ahkaf, 21; 49/Hucurât, 10, 10, 12; 50/Kaf, 13; 58/Mücâdele, 22; 59/Haşr, 10, 11; 70Meâric, 12; 80/Abese, 34.   

 

B-    Kardeşlik ve Vahdet Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:

a-       Toptan Allah'ın İpine Sarılmak: 3/Âl-i İmrân, 103.

b-       Parçalanıp Ayrılmamak: 3/Âl-i İmrân, 103, 105.

c-       Çekişmemek: 8/Enfâl, 46.

d-       Zulme Karşı Birleşmek: 42/Şûrâ, 39

e-       Birlik İçinde Savaşmak: 61/Saff, 4.

f-        Parçalanıp Ayrılarak Anlaşmazlığa Düşmek: 3/Âl-i İmrân, 103, 105; 8/Enfâl, 46.

g-       Fâsıklar Birlik ve Beraberliği İstemez: 2/Bakara, 27.

h-       Yardımlaşmak: 8/Enfâl, 73; 9/Tevbe, 71.

i-         İyilik Etmek ve Kötülükten Sakınmakta Yardımlaşmak: 5/Mâide, 2.

j-         Din Kardeşliği Allah'ın Nimetidir: 3/Âl-i İmrân, 103.

k-       Mü'minler Kardeştir: 11/Hûd, 45-47; 49/Hucurât, 10, 13

l-         Mü'minlerin Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; o/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16, 71, 119.

m-      İmü'min Kardeşi Kendine Tercih Etmek: 59/Haşr, 9.

n-       İnsanların Arasını Düzeltmek: 4/Nisâ, 114; 8/Enfâl, 1; 49/Hucurât, 9-10.

o-       Sulh (Barış) Daha Hayırlıdır: 4/Nisâ, 128.

p-       Dargınları Barıştırmak: 2/Bakara, 182, 224, 228; 4/Nisâ, 35, 114, 128; 8/Enfâl, 1; 11/Hûd, 88; 49/Hucurât, 9-10.

r-        Savaşan Mü'minleri Barıştırmak: 49/Hucurât, 9.

 

C-   Mü’minlerin Birbirini Sevmesi

a-    Mü’minler Kardeştir: 11/Hûd, 45-47; 49/Hucurât, 10, 13.

b-    Din Kardeşliği Allah’ın Nimetidir: 3/Âl-i İmrân, 103.

c-    Mü’min Kardeşi Kendine Tercih Etmek: 59/Haşr, 9.

d-    Mü’minlerine Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 9/Tevbe, 16, 71, 119; 5/Mâide, 55.

e-    Mü’minlere Tevâzu Göstermek: 15/Hucr, 88; 26/Şuarâ, 215-217.

f-  Dargınları Barıştırmak: 2/Bakara, 182, 224, 228; 4/Nisâ, 35, 114, 128; 8/Enfâl, 1; 11/Hûd, 88; 49/Hucurât, 9-10.

g-    Savaşan Mü’minleri Barıştırmak: 49/Hucurât, 9.

 

D-  Arkadaş ve Arkadaşlık Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:

a-    Arkadaşa İyilik Etmek: 4/Nisâ, 36.

b-    Peygamberlerin, Sıddîkların ve Şehidlerin Arkadaşlığı: 4/Nisâ, 69; 9/Tevbe, 119; 26/Şuarâ, 83.

c-    Şeytanın Arkadaşlığı: 4/Nisâ, 38; 41/Fussılet, 25; 43/Zuhruf, 36, 38; 50/Kaf, 27.

 

E-   Dost ve Dostluk

a-    Allah En Güzel Dost ve En Güzel Yardımcıdır: 22/Hacc, 78; 42/Şûrâ, 9.

b-  Mü’minlerin Allah’tan Başka Dost ve Yardımcıları Yoktur: 2/Bakara, 107, 120, 286; 3/Âl-i İmrân, 150; 4/Nisâ, 45; 5/Mâide, 55; 6/En’âm, 51; 7/A’râf, 196; 9/Tevbe, 16, 116; 29/Ankebût, 22; 32/Secde, 4; 42/Şûrâ, 31.

c-   Allah İman Edenlerin Yardımcısıdır: 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 139, 160; 6/En’âm, 127; 9/Tevbe, 40; 30/Rûm, 47; 45/Câsiye, 19; 47/muhammed, 11.

d-   Savaşta Allah’ın Yardımı ve Dostluğu: 2/Bakara, 214; 3/Âl-i İmrân, 125-127, 139, 148; 8/Enfâl, 9-13, 17-18, 39-40; 9/Tevbe, 25; 22/Hacc, 40, 60, 47/Muhammed, 7.

e-    Allah’ın Velîleri/Dostları Kimlerdir: 10/Yûnus, 63.

f-    Allah’tan, Peygıamber’den ve Mü’minlerden Başka Dost Yoktur: 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16.

g-   Peygamberimiz’in Dostluğu: 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16, 128.

h-    Mü’minlerin Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16, 71, 119.

i-     Sıddîklarla ve Sâlihlerle Beraber Olmak: 4/Nisâ, 69; 9/Tevbe, 119; 26/Şuarâ, 83.

k-    Sâlihlerle Dostluk İçin Duâ: 26/Şuarâ, 83; 27/Neml, 19.

l-     Zâlimlerin Dostluğu: 11/Hûd, 113.

m-  Kâfirlerin Dostluğu: 2/Bakara, 105, 217; 3/Âl-i İmrân, 28, 118-120, 149-150; 4/Nisâ, 44-45, 101, 140, 144; 5/Mâide, 57; 6/E.n’âm, 68; 9/Tevbe, 23; 13/Ra’d, 37; 28/Kasas, 86; 58/Mücâdele, 22; 60/Mümtehine, 13.

n-    Kâfir Akrabanın Dostluğu: 9/Tevbe, 23; 11/Hûd, 45-47; 58/Mücâdele, 22.

o-  Münâfıkların Dostluğu: 2/Bakara, 204; 4/Nisâ, 89, 139-140; 5/Mâide, 41, 52; 9/Tevbe, 50-51; 58/Mücâdele, 14; 63/Mümtehine, 1-2, 6-9.

p-    Yahûdilerin Dostluğu: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 80-82; 60/Mümtehine, 13.

r-    Hıristiyanların Dostluğu: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 82.

s-    Ehl-i Kitab’ın Dostluğu: 2/Bakara, 105, 109, 120; 3/Âl-i İmrân, 100; 4/Nisâ, 44-45; 5/Mâide, 57-59.

 

F-    İhtilâf, Tefrika ve Fırka Konusuyla İlgili Âyetler

a-    Dinde İhtilâfa Düşmek: 6/En’âm, 159; 23/Mü’minûn, 53; 30/Rûm, 32.

b-    Dinde Tefrikaya Düşmek: 42/Şûrâ, 13-16.

c-    Parçalanıp Ayrılarak İhtilâfa Düşmek: 3/Âl-i İmrân, 103, 105.

d-    İhtilâf Edilen Konu Hakkında, Kur’an’a ve Sünnete Başvurmak: 4/Nisâ, 59.

e-  İhtilâf Edilen Şey Hakkında, Hükmü Allah Verecektir: 2/Bakara, 113; 3/Âl-i İmrân, 55; 5/Mâide, 48; 16/Nahl, 92; 22/Hacc, 69; 29/Ankebût, 52; 32/Secde, 25; 39/Zümer, 3, 46; 42/Şûrâ, 10.

f-     Ehl-i Kitap, Haset ve İhtiraslarından Dolayı İhtilâfa Düştüler: 2/Bakara, 213; 3/Âl-i İmrân, 19.

g-    Mü’minler Allah Fırkasındandırlar: 5/Mâide, 56; 58/Mücâdele, 22.

 

 

 

 

Konuyla İlgili Bazı Hadis-i Şerif Kaynakları

 

Buhârî, İmân 7, 22, Menâkıb 20, Nikâh 11, 45, Mezâlim 3, 4, Ferâiz 9, Edeb 44, 57, 58, 62, 73; Fiten 2, İ’tisâm 10, Menâkıb 1,  Ezân 29, 30, Salât 87

Müslim, İman 71, 72, Zi­kir 88, Akzıye 4, Birr 23-32; İlim 2, hadis no: 2666, 3-4, hadis no: 2667; Mesâcid 245, 249; Fezâilu’s-Sahâbe 199

Tirmizî, Hudûd 3, Birr 20, 36, 45; Salât 47; Fiten 7, hadis no: 2166; Humus 1966.

Nesâî, Tahrîm 6.

İbn Mâce, Mesâcid 16, 17; Et’ıme 17.

Ebû Dâvud, Salât 48. 

Ahmed  bin Hanbel, 4/145, 278; 5/180.

Muvattâ, Cemâat 1, 3.

 

 

                                     

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

 

1.      Kardeşlik Çağrısı, Ramazan Kayan, Çıra Y.

2.      Kardeşlik Çağrısı, Mehmet Metiner, Risale Y.

3.      Kardeşlik ve Hoşgörü, Muhammed M. Pickthall, Akabe Y.

4.      İslâm Kardeşliği, Abdullah Ulvan, Uysal Kitabevi Y.

5.      İslâm’da Sevgi ve Kardeşlik, Hüsnü Ethem Cerrar, Dünya Y.

6.       Sevgi Medeniyeti, Rehber Y.

7.      Müslümanların Kaynaşması, Selâmet Y.

8.      İslâm’da Müsamaha, İmam Gazali, Marifet Y.

9.      İslâm’da Hoşgörü ve Sınırı, Taner Akçam, Başak Y.

10.   Müsamahada Ölçü, Heyet, İttihad Y.

11.   Din, Sosyalleşme ve Hoşgörü, İsmet Altıkardeş, Rağbet Y.

12.   Sulh Çizgisi, İbrahim Canan,  TÖV. Y.

13.   İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet,

14.   Uhuvvet Risalesi, B. Said Nursi, Envâr Y./Sözler/Yeni Asya/İhlas-Nur Neşriyat/Işık Y./Şahdamar Y.

15.   Uhuvvet Kardeşlik, Selman Rıza, Sadeleştiren Nebil Fazıl Alsan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Y.

16.   Vahdete 7 Adım, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.

17.   Vahdet Ama Nasıl? Abdurrahman Dilipak, Risale Y. 

18.   İslâm Cemaatine Doğru, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.

19.   İslâm Tarihinde Mezhep Çatışmaları ve Taklit, Abdülcelil Candan,  Denge Y.

20.   İhtilâf Ahlâkı, Mustafa Çelik, Misak Y.

21.   Zâhirî Muhaddislerle Hanefî Fakihleri Arasındaki Münakaşalar ve İhtilâf Sebepl, Z. Güler, T.D.V. Y.

22.   Kelâmcılarla Hadisçiler Arasındaki Münakaşalar, Talât Koçyiğit, T.D.V. Y.

23.   İmamların Fıkhî İhtilâflarında Hadislerin Rolü, M. Avvâme, Terc. M. Hayri Kırbaşoğlu, Kayıhan Y. 

24.   İhtilâfların Çemberinde Kadın, Serpil Bahtiyar, Esra Y. 

25.   Hak-Bâtıl Mücadelesi ve İhtilâflar, Beşir İslâmoğlu, Bengisu Y. 

26.   Münakaşalar ve İhtilaf Sebepleri, Zekeriya Güler, TDV. Y.

27.   İslâm’da İhtilâf Usûlü, Cabir Alevâni, Risale Y.

28.   İhtilâftan Rahmete, Ebû ’l Feth el-Beyânûnî, Risale Y.

29.   İhtilâflar Karşısında İslâmî Tavır, Yusuf el-Kardavî, İlke Y.

30.   Tevhidin Düşmanı Tefrika, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y.

31.   Müslümanlar Arasında Görüş Ayrılığı ve İslâm'da İhtilâf Usûlü, Abdülhalim Ural

32.   Dört Hak Mezhep ve İhtilâf Sebepleri, Osman Küçükahmet

33.   Hadislerde Görülen İhtilâflar ve Çözüm Yolları, İsmail Lütfi Çakan

34.   Sınıfsız Dünya, Saadettin Elibol, DergâhY.

35.   İslâm Düşünce Tarihinde Mezhepler, Zübeyir Yetik, Beyan Y.

36.   Kur'an'da Tartışma Metotları, Zahir B.Awad el-Elmaî, Pınar Y.

37.   Mezhep Meselesi ve İhtilâflar, Ebû ’l Feth el-Beyânûnî, Risâle Y.   

38.   Mezhepler Arasındaki Farklar (el-Fark Beyne’l-Fırak), Ebû Mansur A. El-Bağdâdî, TDV. Y.

39.   İnsanları Tefrikaya Düşüren Faktörler, Mahmut Balcı, İhtar Y.

40.   İslâmî Harekette Fikrî Hastalıklar, Fethi Yeken, Ravza Y.

41.   Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 83-106

42.   İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y. s. 41-104

43.   Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerîmoğlu, İnkılab Y. s. 142-146

44.   Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 361-370

45.   İlâhî Kanunların Hikmetleri, Abdülkerîm Zeydan, İhtar Y. s. 175-212

46.   İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 687-690

47.   Nur’dan Cümleler, Alâaddin Başar, Zafer Y. s. 1/183-184

48.   TDV. İslâm Ansiklopedisi (Şükrü Özen), TDV Y. c. 21, s. 565-568

49.   İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 101-104, 687-690

50.   İslâmî Kimlik İlkeler ve Hareket, Toplu Çalışma, Ekin Y. s.140-143

51.   Sevdalı Yüreklere Çağrı, Erol Uslu, Güldeste Y. s. 211-245

52.   İslâm’da İnsan Hakları, Hayreddin Karaman, İz Y. s. 171-228

53.   Kur’an’ı Anlamada Yöntem, Muhammed Gazâli, Şûle Y. s. 139-145

54.   İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y. s. 162-173, 128-161

55.   Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sadi Yüksel,  Madve Y. s. 34-40

56.   Medine Düşünceleri, Hüseyin Hatemi, Yeni Asya Neşriyat,  s. 261-265

57.   İnanmak ve Yaşamak, Ercümend Özkan, 2/265-276; 1/301-306

58.   Sünnî-Şîî Yakınlaşması, Dâru't-Takrîb Tecrübesi, İslâm Araştırmaları Dergisi, sayı 2

59.   Kur’an’ın Işığında İhtilâfları Çözüm Tarzı, Ahmet Baydar, Haksöz, sayı 56, Kasım 95

60.   İslâm ve İnsan Hakları, Muhammed Umara, Denge Y.

61.   İslâm’da Karşılıklı Haklar ve Vazifeler, Mehmet Talu, Şelâle Y.

62.   Cihan Sulhü ve İslâm, Seyyid Kutubu, Arslan Y.

63.   Sınıfsız Dünya, Saadettin Elibol, Dergâh Y.

64.   Yürek Devleti, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.

65.   Sevgi Zaferdir, Mahir Duman, Gençlik Y.  

66.   Sevgi Atmosferi, Servet Engin, Adım Y.

67.   Başarı Yolunda Sevginin Gücü, M. Esad Coşan, Seha Neşriyat

68.   Muhabbetulllah (Allah'ı Sevme), Şahver Çelikoğlu, Marifet Y.

69.   Sevmek Ölmekle Başlar, Murat Başaran, Zafer Y. 

70.   Sevgi Yumağı, Nurcan Sevinç, Nesil Basım Yayın

71.   Sevgi Yolu, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.

72.   Aşk Estetiği, Beşir Ayvazoğlu, Ötüken Neşriyat

73.   Yavrularımıza Peygamber Sevgisi, M. Abdullah Yemani, Erkam Y.

74.   Sevgili Kasidesi, Fatih Okumuş, Denge Y.

75.   Sevgi, Leo Buscaglia, Çev. Nejat Ebcioğlu, İnkılap Kitabevi Y.

76.   Sevgi İçin Doğmak, Leo Buscaglia, Çev. Mehmet Harmancı, İnkılap Kitabevi Y.

77.   Sevgi Dünyasına Giden Yol, M. Scott Peck, Çev. Azize Bergin, Altın Kitaplar Y.

78.   Sevgi Korkudan Özgürleşmektir, Gerald Jampolsk, Çev. Salih Serin, Kuraldışı Y.

79.   Sevgi: Özgürlüğe Giden Yol, Peter Lauster, Çev. Nurettin Yıldırım, Doruk Y.

80.   Sevginin ve Şiddetin Kaynağı, Ercih Fromm, Çev. Yurdanur Salman, Payel Y.

81.   Sevme Sanatı, Erich Fromm, Akış Y./Payel Y./Say Y./Star Yaprak Y.

82.   İslâm ve İnsan Hakları, Muhammed Umara, Denge Y.

83.   İslâm'da Şahsiyet Hakları, Hüseyin Tekin Gökmenoğlu, T.D.V. Y. 

84.   İslâm’da Karşılıklı Haklar ve Vazifeler, Mehmet Talu, Şelâle Y.

85.   Cihan Sulhü ve İslâm, Seyyid Kutub, Arslan Y.

86.   İyi Müslüman, İsmail Lütfi Çakan, T.D.V. Y. s. 75-83, 90-95

87.   Kur'an'da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 232-237

88.   Bu Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. c. 1, s. 139-160

89.   Risâle-i Nur'dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 436-444

90.   Unutulmaz Sözler ve Nükteler Antolojisi, Mehmet Dikmen, Cihan Y. s. 334-339, 330-331, 58-65

91.   Hoşgörü: Nereye Kadar? Din ve Zorlama, Veysel Kasar, Köprü, Kış 97