49/Hucurât,
10; Kavram, 203
·
Uhuvvet/Kardeşlik; Anlam ve Mâhiyeti
·
İslâm
Hukukunda Nesep Yönüyle Kardeşlik Hukuku
·
İslâm ve İnsan
Kardeşliği
·
Tasavvufta Kardeşlik (İhvân) Anlayışı
·
Radâ; Süt
Kardeşliği ve Süt Akrabalığı
·
Kan Kardeşliği ve And İçme
·
Muâhât; Ensâr ile Muhâcirler Arasında Kardeşlik
·
Günümüzde
Müslüman Bireyler ve Cemaatler Arasında Kardeşlik
·
Müslümanlar
Arasında Vahdet/Birlik
·
Selâm;
Kardeşliğin Göstergesi
·
Îsâr; Kardeşini Kendine Tercih Edecek Özveri
·
Kur’ân-ı Kerîm’de Kardeşlik Kavramı
·
Hadis-i Şeriflerde Kardeşlik Kavramı
·
Uhuvvet/Kardeşlik
ve Görevlerimiz
بِسْمِ
اللهِ
الرَّحْمنِ
الرَّحيم
إِنَّمَا
الْمُؤْمِنُونَ
إِخْوَةٌ
فَأَصْلِحُوا
بَيْنَ
أَخَوَيْكُمْ
وَاتَّقُوا اللَّهَ
لَعَلَّكُمْ
تُرْحَمُونَ
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin
arasını düzeltin ve Allah’tan ittika edip korkun ki, merhamete ulaşasınız.”
(49/Hucurât, 10)
Kardeş, aynı anne ve babadan doğan veya ortak değerlere sahip olan kimselere denilir. Arapça'da “ah(v)” kelimesiyle karşılanmaktadır. Kardeşler, arkadaşlar anlamına gelen ihve(h) ve ihvân kelimeleri ise “ah(v)” kelimesinin çoğuludurlar. Kardeş denildiğinde, genellikle aynı anneden ve babadan dünyaya gelen kişiler akla gelmektedir. Bu soy-sop kardeşliğinin dışında bir de aynı dine ve dünya görüşüne mensup olmayı ifade eden akîde kardeşliği sözkonusudur.
İslâm dininde kardeşlik, bütünüyle akîde temeline dayanmaktadır. Allah (c.c.), Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmaktadır: "Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Allah'tan ittika edip korkun; umulur ki merhamete ulaşırsınız." (49/Hucurât, 10). Âyet-i kerîmeden de açıkça anlaşılacağı üzere, ancak iman bağıyla biraraya gelenler kardeş olarak kabul edilmektedirler. Buna göre yeryüzünün neresinde yaşıyor olurlarsa olsunlar, hangi dili konuşuyorlarsa konuşsunlar, hangi kavme mensup olurlarsa olsunlar veya hangi renge sahip olurlarsa olsunlar bütün mü'minler kelimenin tam anlamıyla birbirlerinin kardeşleridirler, yani birbirlerinin sâdık dostlarıdırlar. Bu kardeşler kendi aralarında apayrı bir topluluk oluştururlar. Kendi akîdelerine saldıran veya imana karşı küfrü tercih eden kimselere -kendilerine ne kadar yakın olurlarsa olsunlar- asla sevgi beslemezler. Bu anlamda sadece akîde kardeşliğini esas tutarlar; Rablerinin şu mealdeki uyarılarını asla unutmazlar: "Allah'a ve âhiret gününe iman eden hiçbir topluluk bulamazsın ki onlar Allah'a ve Rasûlüne karşı başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar. Bunlar ister, babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir" (58/Mücâdele, 22); "Ey iman edenler, eğer imana karşı küfrü sevip tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi velîler/dostlar edinmeyin. Sizden kim onları velî edinirse, işte zulme sapanlar bunlardır" (9/Tevbe, 23).
Kuşkusuz mü'min gönülleri en sağlam ve köklü bir biçimde bağlayan bağ, iman ve takvâ esasından kaynaklanan kardeşlik bağıdır. Bu, Cenâb-ı Allah'ın mü'minlere bahşettiği en güzel nimetlerden biridir. Âyet-i kerîmede bu durum şöyle ifade edilmektedir: "Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler oldunuz. Yine siz tam bir ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidâyete erersiniz diye, Allah, size âyetlerini işte böyle açıklıyor" (3/Âl-i İmrân, 103). Yüce Rabbimiz bizlere, câhiliyye döneminde birbirlerine düşmanlıklarıyla ün salmış Evs ve Hazrec kabilesine mensup fertleri iman bağıyla nasıl kardeşler haline getirdiğini hatırlatmaktadır. Bu hatırlatma, insanlığa kumanda edecek kişilerin mutlaka akîde bağını esas alan, yani hep birlikte Allah'ın ipine içtenlikle sarılan insanlar olmaları gerektiğini zımnen öne çıkartmaktadır. Dahası ve en önemlisi, insanlığa kumanda edecek mü'minlerin başarısını, Allah'ın ipine sımsıkı sarılıp kardeşlik bağını kuvvetlendirmek şartına bağlamaktadır.
İslâm'da kardeşlik akîde temeline oturtulduğu içindir ki, mü'minlerin arasını bozacak her türlü sun’î/yapay ayrımlar ve böbürlenmeler de haram kabul edilmiştir. Irk, soy, cins vs. türünden câhilî değerler yerine takvâ kriteri getirilmek sûretiyle toplumsal kardeşliğin ve âhengin bozulmaması sağlanmıştır. Bu konudaki âyet-i kerîme her türlü tartışmayı sona erdirici niteliktedir: "... Hiç kuşkusuz, Allah katında en üstün olanınız, takvâca en ileride olanınızdır..." (49/Hucurât, 13)
Mü'min erkekler ile mü'min kadınların, akîde ve takvâ temelinde birbirleriyle yardımlaşmaları kardeşliğin bir gereği olarak zikredilmektedir. Bu yardımlaşma, bireysel ve toplumsal hayatta iman ve takvâ ilkesinin egemen olmasını sağlamak için gerekli görülmektedir. Nitekim bu amaçla biraraya gelen kimselere Allah'ın rahmet edeceği belirtilmektedir: "Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velîleridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve Allah'a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği kimseler bunlardır..." (9/Tevbe, 71)
Kardeş olmak, arkadaş ve sâdık dost olmak; sevinçte ve kederde beraber olmayı göze almak; bunu fiilî olarak göstermek demektir; sevmek, saymak, güvenmek, merhamet etmek, yardımlaşmak ve dayanışmak demektir. Bunlar olmadan kardeşlik iddiasının bir anlamı olmaz. Kur'ân'ın öngördüğü kardeşlik, bütün bunları içeren bir muhtevâya sahiptir. Bir hayat biçimidir İslâm'daki kardeşlik. Dinde kardeşliğin en güzel numûnesini Peygamber çağında Peygamber’le birlikte yaşayan seçkin sahâbeler ortaya koymuşlardır. Muhâcir-Ensar ilişkisi, kardeşliğin ne anlama geldiğini bizlere gösteren son derece mükemmel bir örnekliktir. Medineli Ensar, Mekkeli Muhâcir kardeşlerinin nefislerini, kendi nefislerinden daha aziz tutmuşlar, onları hiçbir konuda yalnız ve yardımsız bırakmamışlardır. Hatta Ensâr'dan bir müslüman, muhâcir kardeşine, şâyet dilerse hanımlarından birini boşayıp kendisine nikâhlayabileceğini bile teklif etmekten kaçınmamıştır. Bu davranışlarıyla Ensar, imanlarında ne denli ihlâslı olduklarını göstermişlerdir elbette. Âyette şöyle buyurulmaktadır: "Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, kendilerine hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı da içlerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimri ve bencil tutkularından korunmuşsa, işte onlar, felâh bulanlardır" (59/Haşr, 9). Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Hiçbiriniz kendi nefsiniz için arzu ettiğinizi kardeşiniz için de istemedikçe iman etmiş olmaz" (Buhârî, İmân 7). Hz. Ali (r.a.) şöyle demektedir: “Senin hakiki kardeşin seninle beraber olan, sana menfaat versin diye kendi nefsine zarar vermeye râzı olan, zamanın felâketleri kapını çaldığı vakit, senin dağınık durumunu derlemek için kendi derli-toplu durumunu (gerekiyorsa) dağıtan kimsedir.”
Mü'minler kardeşlikte ve dostlukta tıpkı aksâmı birbirine geçmiş
mükemmel ve sapasağlam bir bina gibidirler veya bütün unsurları ve zerreleriyle
birbirine bağlı bir vücut gibidirler. Bir vücudun herhangi bir organı rahatsız
olduğunda nasıl ki bütün bir vücut aynı rahatsızlığı, aynı acıyı duyarsa, bir
tek mü'minin -dünyanın tâ öbür ucunda bile olsa- çektiği acıyı, duyduğu ıstırâbı
diğer mü'min kardeşleri derinden hisseder. Mü'minlerin bu denli birbirlerine
bağlı olduklarını Peygamber (s.a.s.) şöyle ifade etmektedir. “Mü'minin mü'mine bağlılığı, parçaları
birbirini bütünleyen bir bina gibidir." Hadisi rivâyet eden Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin
bunu tarif için parmaklarını birbirine geçirdiği zikredilmektedir (Buhârî, Salat
88, Mezâlim 5; Müslim, Birr 65; Tirmizî, Birr 18; Nesâî, Zekât 67). "Mü'minleri kendi aralarındaki
merhametleşmelerinde, sevişmelerinde, yardımlaşmalarında bir vücut gibi
görürsün. Ki vücudun bir organı ağrırsa, vücudunun kalan kısmı uykusuzluk ve
humma ile o organ için birbirini çağırır." (Buhârî, Edeb 27, 41;
Müslim, Birr 66, h. no: 2586)
Bir mü'minin, diğer bir mü'min kardeşine her hâlükârda yardımcı olması gerekmektedir. Peygamberimiz bir hadisinde, "zâlim de olsa, mazlum da olsa mü'min kardeşine yardım et!" diye buyurmaktadır. Zulüm konusunda nasıl yardım edileceğini ise şu çarpıcı sözlerle dile getirmektedir: "Onu zulümden el çektirirsin. Ona yapacağın yardım işte budur" (Buhârî, Mezâlim 4; Müslim, Birr 62). Kardeşliğin bir gereği de, zulme meyleden diğer kardeşlerini uyarmak ve onları hizaya getirmek için çalışıp durmaktır. Bu tür bir yardımlaşma fertlerin ve toplumların selâmeti için oldukça önem arzetmektedir.
Allah Rasûlü Mescid-i Nebevî'nin inşâsından sonra Muhâcirler ile Ensâr'dan doksan sahâbe arasında ikişer ikişer kardeşlik akdetti. Kendisi de Hz. Ali'yi kardeş edindi. Bütün mü'minler birbirinin din kardeşi olmakla birlikte, bu özel kardeşleştirme; yardım, ziyâret, ihsan, nasihat ve rehberliği, hatta zevi'l-erhamdan önce mirasçı olmayı kapsamına alıyordu. İbn Abbas anlatıyor: "Muhâcirler Medine'ye geldikleri zaman aralarında akrabalık bağı olmaksızın, Rasûlüllah'ın ihdas ettiği kardeşlik dolayısıyla Ensara vâris oluyorlardı. Âyette şöyle buyruluyor: "O kimseler ki iman edip hicret ettiler ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda mücâdele ettiler. O Ensar ki Muhâcirleri barındırdılar ve onlara yardım ettiler. Onlar birbirinin velîleridirler" (8/Enfâl, 72). Burada velâyet; yardım, yardımlaşma, öğüt ve verâsetle tefsir edilmiştir. Bedir savaşından sonra Muhâcirlerin maddî durumlarının düzelmeye başlaması üzerine Muhâcirlerin Ensara mirasçı olma hükmü şu âyetle neshedilmiştir: "Hısımlar (akrabâlar) Allah'ın kitabında birbirine daha yakındırlar" (8/Enfâl, 75). Ensâr bazı mallarını Muhâcir kardeşleriyle bölüşmüş, hurmalıklar üzerinde onlarla ziraat ortakçılığı yapmışlardır (İbn Sa'd, Tabakat, III, 396; Buhârî, II, 71, 111, 164).
Bir mü'min kendi için arzu ettiğini mü'min kardeşi için de arzu
etmedikçe olgun mü'min olamaz.
Kardeşliği Bozan Hususlar
Kardeşliği bozan pek çok husus vardır. Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadis-i
şeriflerde bütün bu hususlar açık bir biçimde belirtilmektedir. Bir âyet-i kerîmede,
kardeşliği bozan ve dolayısıyla bireysel ve toplumsal âhengin zedelenmesine yol
açan kötü hususlardan bazılarına şöyle deyinilmektedir: "Ey iman edenler! Zannın çoğundan (sûizandan) kaçının, çünkü
zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin. Kiminiz de kiminizin gıybetini
yapıp arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz, ölü kardeşinizin etini yemeyi
sever mi?" (49/Hucurat, 12). Bu âyet-i celîlede Yüce Rabbimiz,
mü'minleri açık bir biçimde sûizandan, kardeşlerinin gizli yönlerini
araştırmaktan, gıybet, dedikodu ve kulis yapmaktan sakındırmaktadır.
Peygamberimiz (s.a.s.) ise bu konuda şöyle buyurmaktadır: "(Sebepsiz) zandan sakınınız. Zira zan, sözlerin yalanı çok
olanıdır. Birbirinizin ayıbını görmeye ve duymaya çalışmayınız. Birbirinizin
mahrem hayatını da araştırmayınız" (Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58;
Müslim, Birr 28-34).
Bir başka âyet-i kerîmede şu hususların altı çizilmektedir: "Ey iman edenler, bir topluluk bir başka toplulukla alay etmesin, belki alay ettikleri kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da kadınlarla alay etmesin, belki onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi yadırgayıp küçük düşürmeyin ve birbirinizi en olmadık kötü lakablarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir." (49/Hucurât, 11). Bu âyet-i kerîmede de alay, kötü lakab takma ve benzeri gibi fısk kabul edilen davranışlar konusunda mü'minlerin duyarlı olmaları gerektiği vurgulanmaktadır.
Kin, haset ve hakaret de kardeşliği bozan hususlar arasındadır. Kitab-ı Kerîm'de kendilerinden övgüyle bahsedilen mü'minlerin cennette her türlü kinden ve hasetten tümden arındırıldıkları belirtilmektedir: "Onların göğüslerinde kinden (ne varsa tümünü) sıyırıp çektik, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıyadırlar" (15/Hicr, 47). Enes b. Mâlik'in rivâyet ettiği sahih bir hadiste ise Peygamberimiz (s.a.s.) şu nasihatlerde bulunmaktadır: "Birbirinizle kinleşmeyin, hasetleşmeyin, birbirinizden yüz çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları kardeş olun..." (Buhârî, Edeb 57; Ferâiz 2; Müslim, Birr 23; Tirmizi, Birr 24), "Bir kişiye, müslüman kardeşine hakaret etmesi kötülük olarak yeter." (Müslim, Birr 32). Mü'min kardeşinin ufak-tefek kusurlarına ve eksikliklerine bakarak ona kin ve adâvet besleyen kişi, gerçekte insafsızca ve zâlimce davranan kimsedir.
Grupçuluk, inhisar-ı zihniyet, benmerkezcilik vb. gibi kötü hasletler
de kardeşliği bozan ve mü'minleri birbirine düşüren hususlar cümlesindendir.
Çünkü bu türden iddialar kaçınılmaz olarak beraberinde tefrikayı, çekişmeyi ve
çatışmayı getirmektedir. Mü'minlerin birbirine düşmesi veya düşürülmesi ancak
bu yollarla mümkün olabilmektedir. Nitekim bir hadis-i şerifte, şeytanın bu
yönde daima bir umut beslediğine işaretle şöyle buyurulmaktadır: "Şeytan, Kıbleye dönen (mü'min)lerin
artık kendisine ibâdet etmesinden ümidini kesmiştir; fakat onları birbirine
düşürmekte (hâlâ ümitlidir)." (Tirmizi, Birr 25; Müslim, Münâfıkun 65)
Bütün bu kardeşliğe zarar veren hususlar ve hasletler, tıpkı birer mikrop gibi, sirâyet ettiği vücutları hasta düşürmekte ve tahrip etmektedir. Dinde kardeşlik rûhunu yeniden canlandırmak ve mü'minlere kaybettikleri kuvveti yeniden kazandırmak, ancak bu tür hasletlerin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Kitab-ı Kerîm'in öngördüğü kardeşliğin tesis edilmesi demek, İslâm ümmetinin yeniden dirilmesi demektir. "Tarihî kinleri, kabilevî ihtirasları, şahsî tamahları, taassup ile kaldırdıkları bayrakları bir kenara itip yok eden, Allah yolunda kardeşlik prensibinden başka hiçbir prensip, kalpleri birleştiremez. Ancak bu kardeşlik prensibiyle saflar Yüce Allah'ın sancağı altında birleşebilir."
Kardeşlik Hukuku
Sıhrî (nesep/soy yoluyla) kardeşlik, İslâm'ın kıymet verdiği önemli
akrabalık münâsebetlerindendir. Kardeşlerin birbirleri üzerinde hakları ve
vazifeleri vardır. Kardeşler, aralarında adâlet, iyilik ve dostlukla muâmele
etmelidirler.
Kur'ân-ı Kerîm’de, Hz. Âdem'in iki oğlu Hâbil ve Kabil'den şöyle
bahsedilir: "Ey Rasûlüm, Ehl-i
Kitab'a, Adem'in iki oğlunun haberini hakkıyla oku. Onlar Allah rızâsını
kazanmak için kurban kesmişlerdi de birisininki kabul edilmiş, diğerininki
kabul olunmamıştı. Kurbanı kabul olunmayan (Kabil) diğerine; ‘Seni muhakkak
öldüreceğim’ demişti. Kardeşi ona şöyle cevap vermişti: ‘Allah, ancak takvâ
sahiplerinin kurbanını kabul eder. Yemin ederim ki, eğer beni öldürmek için
elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü
ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Ben isterim ki sen kendi günahınla
birlikte benim günahımı da yüklenesin; böylece cehennemliklerden olasın. İşte
zâlimlerin cezâsı budur.’ Nihâyet (Kabil) hevesine uyarak kardeşini (Habil'i)
öldürmeye kalkışmış ve sonra onu öldürmüştü. Böylece ziyana uğrayanlardan
olmuştu (5/Mâide, 27-30).
Yûsuf sûresinde de, Hz. Yûsuf'a kardeşlerinin yaptıkları kötülükler uzun uzun anlatılır. Sonunda her şey ortaya çıkınca kardeşlerinin ona: "Allah'a yemin ederiz, Allah seni bizden üstün kılmıştır. Biz doğrusu (sana yaptıklarımızda) suçlu idik" dedikleri; Hz. Yusuf'un da; "Size, bu gün hiç bir başa kakma ve ayıplama yok. Sizi Allah mağfiret etsin. O merhametlilerin en merhametlisidir" (12/Yûsuf, 91-92) diyerek, onları af ve müsâmaha ile karşıladığı haber verilmektedir.
Hz. Mûsâ (a.s.), kardeşinin de kendisiyle beraber hayır ve iyilikte
ortak olmasını Allah Teâlâ'dan şöyle istemiştir: "Mûsa dedi ki: ‘Ey Rabbim; benim göğsüme genişlik ver; işimi
kolaylaştır; dilimden de şu düğümü çöz ki, sözümü iyi anlasınlar. Bana kendi
ailemden bir de vezir (yardımcı) ver; kardeşim Hârun'u... Onunla sırtımı
kuvvetlendir. Onu işimde ortak kıl. Tâ ki seni çok zikredelim, çok analım"
(20/Tâhâ, 25-34). Peygamberlerin kardeşlerine olan iyiliklerinin Kur'an'da
anlatılması müslümanlara öğüt ve örnek olması içindir. Kardeşler, aralarında şu
esaslara göre hareket etmelidir:
1- Kardeşler birbirlerine sevgi ve saygı beslemeli, küçükler
büyüklerine karşı saygısız davranışlardan sakınarak onları anne ve babası gibi
görmeli ve kendilerine (meşrû ve mâruf ölçüler içinde) itaat etmeli, büyük
kardeşler de küçüklerin kabahatlerini af ve hoşgörü ile karşılamalıdır.
2- Kardeşler, anne ve babalarını üzmeyecek, onlara huzur dolu bir hayat
yaşatacak davranışlarla, birlik ve beraberlik içinde yaşamalıdır. Para, servet
miras gibi maddî çıkarlar düşmanlık sebebi haline getirilmemeli ve birlik ruhu
bozulmamalıdır.
3- Şan, şöhret, makam, servet gibi şeyler kıskançlık sebebi
olmamalıdır. Kardeşlerden biri ilim, servet veya makam itibarıyla yükselirse bu
durum diğerleri için ancak bir iftihar vesilesi sayılmalıdır. Maddî ve mânevî
bakımdan güçlü olan da diğerlerine hor bakmamalı, onlara her konuda yardım
elini uzatmalıdır.
4- Aralarındaki işleri ve fikir ayrılıklarını zora başvurmadan,
birbirlerinin fikirlerine saygı duyarak ve konuşup anlaşarak tatlılıkla
halletmenin yollarını aramalıdırlar. (1)
İslâmî literatürde kardeşlik karşılığında kullanılan Arapça uhuvvet, aynı ana babadan veya bunlardan birinden dünyaya gelenler arasındaki kan bağını belirtmesi yanında; aynı sülâleye, kabile veya millete mensup olma, özellikle de aynı inanç ve değerleri, dünya görüşünü paylaşma gibi ortaklık ve benzerlikleri bulunan kişi ya da gruplar arasındaki birlik ve dayanışma rûhunu da ifade etmektedir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "ah" md.). Kelime Kur'an ve hadislerle diğer İslâmî kaynaklarda, câhiliye telakkisinde soy birliğine ve kan bağına dayanan asabiyet kavramının karşıtı olarak tevhid inancını esas alan mânevî birliği, dayanışma ve paylaşma sorumluluğunu anlatmak üzere yaygın biçimde geçmektedir. Klasik sözlüklerde “uhuvvet” kelimesinin iki farklı çoğulundan “ihve”nın daha çok kan/soy kardeşleri, “ihvân”ın ise kan bağı olsun veya olmasın aynı inanç ve idealleri paylaşmaktan dolayı aralarında mânevî yakınlık bulunan kişileri ifade etmek için kullanıldığı belirtilmektedir (Lisânü'l-Arab, "ahv" md.). Kur'ân-ı Kerîm'de ihvân, çoğu mânevî kardeşlik olmak üzere her iki anlamda kullanılırken, mü’minlerin birbirlerinin kardeşleri olduğunu bildiren âyet (49/Hucurât 10) dışında ihve kelimesi özellikle gerçek kardeşleri ifade eder. Fahreddin er-Râzî'ye göre bu istisnaî kullanımdaki amaç, din kardeşliğinin en az kan kardeşliği kadar önemli olduğunu vurgulamaktır (Mefâtihu’l-Gayb, XXVIII, 129).
Kur'an'da kardeşlik kavramının farklı ilişki biçimlerini ortaya koyduğu görülmektedir.
a- Nesep ilişkisi: Miras, evlenme gibi fıkhî düzenlemeler üzerinde durulurken kardeşlerden söz edilmesi yanında, ahlâk açısından Hz. Adem'in oğullarından Kabil'in kıskançlık ve menfaat duygularına mağlûp olarak kardeşi Hâbil'i öldürmesi (5/Mâide, 27-31), yine kıskançlık yüzünden Hz. Ya'kub'un oğullarının, kardeşleri Yûsuf'a ihânet etmeleri (12/Yûsuf, 8-1 5) anlatılır. Ayrıca bazı âyetlerde müslümanların putperest akrabalarıyla ilişkileri çerçevesinde kardeşlerden de söz edilmekte ve müslümanların bunları dost kabul etmemeleri gerektiği bildirilmektedir (9/Tevbe, 23-24; 58/Mücâdile, 22).
b- Aynı soya ve kavme mensûbiyet: Özellikle Hûd, Sâlih, Şuayb gibi peygamberlerin kendi toplumlarıyla ilişkilerinden söz edilirken bunlar kavimlerinin kardeşleri olarak takdim edilir. Kaynaklarda, bu bağlamda kardeşlik kavramının soy birliğini veya bütün insanların aynı atadan geldiğini ifade etmesi yanında peygamberlerin kavimlerine duydukları şefkati, dolayısıyla onların mânevî kurtuluşları için besledikleri arzuyu dile getirdiği belirtilir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "ah" md.; Zemahşerî, 11, 86; Şevkânî, II, 249).
c- İnanç, amaç ve davranış birliği: Kur'an bu açıdan müslümanları birbirinin kardeşleri olarak gördüğü gibi (3/Âl-i İmrân, 103; 9/Tevbe, 11; 49/Hucurât, 10; 59/Haşr, 10) müslümanların dışında kalan inanç grupları arasındaki ortaklık ve iş birliğini de kardeşlik kavramıyla ifade eder. Buna göre inkârcılar ve münâfıklar birbirinin kardeşleridir (3/Âl-i İmrân, 156, 168; 33/Ahzâb, 18). Hatta Kur'an münâfıklarla Ehl-i kitap arasında da bir kardeşlik ilişkisi kurar (59/Haşr, 11). Fahreddin er-Râzî bu ilişkiyi iki tarafın da Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğini inkâr etmesine, ona karşı tutumlarında aynı düşmanca niyeti beslemesine bağlar (Mefâtîhu'l-ğayb, XXIX, 288). Öte yandan mallarını benlik iddiası uğruna saçıp savuran veya müslümanları başarısız kılmak için harcayan putperestler kastedilerek (a.g.e., XX, 194), "Savurganlar (müsrifler) şeytanların kardeşleridir" denilmekte (17/İsrâ, 27), aynı ilişki A'râf sûresinde de (7/202) yine kardeşlik kavramıyla belirtilmektedir.
Hz. Peygamber, kabileci asabiyetin bir sonucu olarak kan bağına büyük değer veren bir zihniyet dünyasında her türlü ırkî yakınlığı değerler alanının dışına atmak, bunun yerine din ve inanç birliğini koymaya girişmekle tamamen yeni bir toplum tesis etmek gibi güç bir işe teşebbüs etmişti. Nitekim içlerinde Ebû Cehil'in de bulunduğu putperest liderler grubunun Rasûlullah'ı Araplar içinde benzeri görülmemiş bir şekilde halkının atalarını kötülemek, saygın kişileri aşağılamak ve toplumda ayrılık tohumları ekmekle suçlaması (İbn İshak, s. 178), bunların neden Hz. Peygamber'in amansız düşmanları olduğunu açıklamaktadır. Rasûl-i Ekrem aile, aşiret, nesep, kavim gibi kan bağına dayalı birlik duygularının ve ilişkilerin önemini kabul etmekle birlikte, ilkel şekliyle şahsî veya ırkî çıkarlara yönelik olan asabiyet kavramının içeriğinde köklü bir değişiklik yaparak bu kavramı özellikle dinî öğretilerin yayılması, gerçeğin gün ışığına çıkarılması, daha faziletli bir toplum kurulması gibi yüksek hedefler için bir araç olarak değerlendirmiştir. İslâm'ın temel toplumsal dinamiği başından itibaren inanç birliği etrafında yoğunlaşan mânevî kardeşlik duygusu olmuş, asabiyetten kaynaklanan farklılaşma ve çatışma eğilimleri yok edilerek; yerine, ilkelerini Kur'an'ın belirlediği inanç ve değerler birliğine dayalı bir kardeşlik ruhu konulmuştur. Nitekim Âl-i İmrân sûresinde (3/103), Câhiliye Araplarındaki kabilecilik çatışmaları kendilerini bir yıkım noktasına sürüklemişken onların gönüllerinde barış ve kardeşlik duygularının gelişmesi, bu sûretle de bir kardeşler topluluğu haline gelmeleri Allah'ın onlara bir nimeti olarak nitelendirilir. Zemahşerî, Araplar'ın câhiliye döneminde ihânet ve düşmanlık duygularıyla sürekli savaş halinde olduklarını hatırlattıktan sonra âyetteki "kardeşler" kavramını bu bağlamda "birbirine karşı şefkat duyan, temel noktalarda uzlaşıp anlaşan topluluk" şeklinde açıklar ve bunun "Allah için kardeşlik" (el-uhuvve fillâh) olduğunu belirtir (el-Keşşâf, I, 451). "el-Hubbü lillâh" gibi bu tâbir de İslâmî literatürde çıkar gütmeyen kardeşlik ve sevgi duygusunu ifade eder. Hz. Peygamber, bütün maddî varlıklarını Mekke'de bırakarak Medine'ye hicret etmek zorunda kalan Mekkelilerle onlara kucak açan ve daha sonra kendilerine ensar (yardımcılar) adı verilen Medineli müslümanlar arasında "muâhât" denilen bir kardeşlik bağı kurmak sûretiyle geçici mal ortaklığını da içine alan bir uygulama gerçekleştirmiştir.
Hucurât sûresinde (49/9-13), "Mü’minler
Kardeş: Arapça'da erkek kardeşe ah, kız kardeşe uht denilir. Ayrıca aynı kaynaktan (ayn) gelmeleri veya diğer kardeşlere nisbetle daha asıl ve önemli (ayn) olmaları bakımından ana baba bir kardeşler için benü'l-a'yân, aynı şeyin parçaları olmaları dolayısıyla da şakik, annelerinin birbirine kuma (aile) olması sebebiyle baba bir kardeşler için benü'l-allât, ayrı babalarından dolayı farklı şekil ve özelliklere sahip olmaları (ahyâf) sebebiyle de ana bir kardeşler için benü'l-ahyâf tabirleri kullanılır. Kardeşler arasındaki akrabalık bağı, İslâm hukukunun çeşitli alanlarında karşılıklı hak ve yükümlülüklere ve bazı özel hükümlere konu teşkil eder. Sütkardeşiliği de özellikle evlenme engelleri bakımından önem taşır.
Kardeşlik ilişkisinin ağırlıklı şekilde söz konusu edildiği miras hukukunda kardeşler erkek veya kız yahut öz veya üvey oluşlarına göre farklı hükümlere tâbidir. Ana baba bir veya baba bir erkek kardeşler "asabe" sıfatıyla mirasçı olup ashâbü'1-ferâizden artakalanı paylaşırlar. Ancak asabe grubunda fürû (oğul, oğlun oğlu...) veya usûl (baba, babanın babası...) varsa kardeşler mirastan mahrum kalacakları gibi, iki yönden kan bağına sahip ana baba bir kardeşler varken de baba bir kardeşler mirasçı olamazlar. Ana baba bir veya baba bir kız kardeşler ise asabe yahut ashâb-ı ferâiz olarak mirasa hak kazanırlar. Bu kız kardeşler kendi erkek kardeşleriyle birlikte bulunduklarında "bi-gayrihî" asabe olur ve onların yarısı nisbetinde pay alırlar. Erkek kardeşleri olmayıp da ölenin kızı veya oğlunun kızı ile birlikte bulunan kız kardeşler "maa'l-gayr" asabe olur ve onlardan artakalan mirası alırlar. Bu durumda da ana baba bir kız kardeş varken, baba bir kız kardeş mirasçı olamaz.
Ana baba bir veya baba bir kız kardeşler başkaları vasıtasıyla asabe oldukları bu iki durum dışında ashâbü'l-ferâiz sıfatıyla miras alırlar. Bu şekilde mirasa hak kazanabilmeleri için erkek kardeşlerini de mirasçılıktan düşüren yakın asabeden kimsenin bulunmaması gerekir. Bu durumda ana baba bir kız kardeş bir tane ise mirasın yarısını alır; birden fazla ise mirasın üçte ikisini eşit şekilde bölüşürler. Ana baba bir kız kardeşler bulunmayınca baba bir kız kardeşlerin hükmü de böyledir. Baba bir kız kardeş, ana baba bir tek kız kardeşle bulunursa payı altıda bire düşer; ana baba bir kız kardeşler birden fazla olursa baba bir kız kardeşler mirastan pay alamazlar. Ana bir kardeş, erkek-kız ayrımı yapılmaksızın bir tane ise mirasın altıda birini alır; birden fazla ise üçte birini eşit olarak paylaşırlar. Bu kardeşler ölenin oğlu, kızı, oğlunun oğlu veya oğlunun kızı, babası veya dedesiyle birlikte bulunduklarında miras alamazlar.
Aile hukuku alanında kardeşlik; evlenme mânileri, hidâne ve nafakayla ilgili olarak söz konusu edilir. Kur’an’da evlenilmesi yasak kadınlar (muharremât) arasında kız kardeşler, kardeş kızları, kız kardeş kızları ve ayrıca süt kız kardeşler sayılmış (4/Nisâ, 23), âlimler de ister öz ister üvey olsun kardeşlerle sütkardeşi ve bunların çocukları, çocuklarının çocukları ile evlenmenin haram olduğunda ittifak etmişlerdir. İlgili âyette ayrıca iki kız kardeşle aynı anda evli bulunmak da yasaklanmıştır. Şahsın hukuku bakımından evlenmede velâyet konusunda erkek kardeşin rolü de tartışılmış, kadının velîsi olarak Hanefî ve Şâfiîler baba ve dededen; Mâlikîler oğul ve babadan; Hanbelîler baba, dede ve oğuldan sonra kardeşe yer vermişlerdir. Kardeşler arasında da önce ana baba bir, sonra baba bir kardeşler gelir. Hanefîler'in aksine diğer üç mezhebe göre nesep birliği olmadığından ana bir kardeşlerin velâyet yetkisi yoktur. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ana bir kardeşin velîliği için asabenin icâzeti gerekli iken Ebû Hanîfe buna gerek görmez.
Küçüğün velâyeti kural olarak babaya; bakımı, gözetimi ve terbiyesi anlamındaki hidâne hak ve sorumluluğu da anneye aittir. Anne olmayınca bu hak kadın akrabaya, onlar da bulunmazsa erkek akrabaya geçer. Çoğunluk bu hakkın anneden sonra anneanneye; Ahmed bin Hanbel ise babaanneye geçeceğini belirtmiştir. Bundan sonraki sırayla ilgili çok farklı görüşler ileri sürülmüş olup bazı hukukçular kız kardeşe, bazıları ise babaanneye, teyze veya babaya, daha sonra kız kardeşe yer vermişlerdir. Bazılarına göre ise bu sıralama daha da karmaşıktır (geniş bilgi için Hidâne kavramı araştırılmalıdır). Kız kardeşler arasında öncelik sıralaması genel olarak ana baba bir, ana bir ve baba bir kardeşler şeklindedir. Kadın akrabanın yokluğunda hidâne sorumluluğu asabe sırasına göre erkeklere ve bu çerçevede erkek kardeşlere geçer. Şâfiîler kardeşler arasındaki öncelik sırasını ana baba bir, baba bir ve ana bir şeklinde belirlerken; Hanefîler asabe olmadıkları için ana bir kardeşlere bu hakkı tanımaz. Hanbelîler de bu kardeşlere ancak zevi'l-erhâm akraba içinde belli bir sıraya göre yer verir. Mâlikîler ise ana baba bir kardeşten sonra hidâne kavramıyla bağlantılı olarak ana bir kardeşe, sonra da baba bir kardeşe öncelik tanırlar.
Şâfiî mezhebinde nafaka sorumluluğu sadece usûl ve fürû; Mâliki mezhebinde sadece ana, baba ve çocuklarla sınırlı tutulurken; Hanefîler birbirleriyle evlenmesi yasak olan bütün akraba; Hanbelîler de ashâbü'l-ferâiz ve asabe sıfatıyla mirasçı olanlar ve bu çerçevede kardeşler arasında karşılıklı olarak nafaka sorumluluğunu gerekli görürler. Erkek veya kız kardeşler birden fazla ise, bu mezheplere göre mirastaki hisseleri ölçüsünde sorumluluk yüklenirler. Hanbelîlere göre kardeşin mirasçı olmasına engel teşkil eden daha yakın birisinin bulunması halinde (oğul gibi) kardeşin nafaka sorumluluğu kalkar.
Yargılama hukuku alanında Hanefîler kardeşin kardeşe şâhitlikte bulunabileceğini kabul ederken Şâfiîler şâhitlik yapana bir menfaat sağlayıcı veya ondan zararı önleyici bir durum söz konusu olmadıkça şâhitliği geçerli sayarlar. Mâlikî ve Hanbelîlerin bu konuda ileri sürdükleri bazı şartlar da genel anlamda bu yaklaşıma dayanmaktadır.
Kişinin usûl ve fürûu dışındaki akrabasına zekât verip veremeyeceği
konusu tartışmalıdır. Hanefîlere göre kişi ister kendisine nafaka verme
sorumluluğu taşısın ister taşımasın bu akrabalarına ve dolayısıyla erkek ve
kız kardeşlerine zekât verebilir. Diğer üç mezhepte ise kişinin nafaka
sorumluluğu taşıdığı akrabasına zekât veremeyeceği belirtilmiştir. Şâfiî ve
Mâlikîlere göre erkek ve kız kardeşe nafaka ödeme sorumluluğu bulunmadığından
bunlara zekât verilebileceği anlaşılmaktadır. Hanbelî mezhebinde nafaka
sorumluluğu için mirasçılık şartı arandığından kişi mirasçısı olduğu kimseye
zekât veremez, zira ona nafaka ödemek zorundadır. İki kişi (kardeş) karşılıklı
olarak birbirine mirasçı olduğunda ise Ahmed bin Hanbel'den nakledilen kuvvetli
rivâyete göre zekâtlarını birbirine verebilir. Diğer rivâyet mirasçı olanın
diğerine zekât veremeyeceği, aksinin geçerli olduğu yönündedir. Buna göre
meselâ iki kardeşten biri diğerine mirasçı olabilirken oğlunun varlığı gibi
bir engel sebebiyle diğeri buna mirasçı olamıyorsa mirasçı olamayan diğerine
zekât verebilir, çünkü ona karşı nafaka sorumluluğu yoktur. (3)
İnsanın insandan daha büyük dostunun olduğunu biliyorum ama kendisinden
daha vahşi düşmanının olduğundan emin değilim. Gerçi aklıma şeytan geliyor
fakat Allah, şeytanların bir kısmının insan olduğunu söylüyor (6/En’âm, 112).
Bu durumda şeytanların insanı mı, yoksa cini mi beşere daha şiddetli düşmandır,
bilemiyorum. Ama şundan eminim ki insan vahşileşince hiç bir yaratık onunla
yarışamıyor. Çünkü insanların işlediği toplu katliam ve benzeri vahşetleri
vahşi hayvanlara izlettirseydik her halde küçük dillerini yutarlardı.
Şeytanların vesveseleri sonucu ortaya çıkan beşerî ideolojiler, öylesine yaydılar ki kin ve düşmanlık tohumlarını, müslüman zihinleri bile kasvet kapladı. Bırakınız insanların birbiriyle selâmlaşmasını, muhabbet etmesini, toplu taşıma araçlarında bile birbirleriyle göz göze gelmemeye özen gösterir oldular. Aynı imana, aynı ideolojiye mensup insanlar dahi kendi aralarında kaygısızca konuşamıyor, birbirlerini dinleyemiyor. Âdeta iletişim özürlü bir hayatı istemeye istemeye sürdürüyorlar. Sevgi, barış ve kardeşlik kelimelerinin en çok tüketildiği bir memlekette insanların bazen birbirine "arkadaş", "kardeş" kelimesiyle hitap etmesine rağmen, iletişimin dillerden gönüllere doğru akmayıp da el ve ayaklardan suratlara doğru sıçraması ne yaman bir dramdır! Neredeyse insanlararası ilişkilerin en temel esprisinin düşmanlık olduğu tezi, savunulacak hale geldi.
Kardeş kelimesinin anlamını yitirdiği bir âlemde, dostluğun yerini
düşmanlığın alması hiç de şaşırtıcı olmamalı. Gerçi tarihte ve günümüzde
yapılan din ve mezhep savaşlarına bakarak beşerî ideolojilerin tek yanlı
olarak itham edildiği görüşü ileri sürülebilirse de, kavga eden dinlerin önemli
bir kesiminin insan elinde aslî hüviyetini yitirerek yarıyarıya beşerîleşmiş
bir idelojiye dönüştüğünü, bu nedenle de meramını dille değil elle anlatmaya
kalktığını farketmek mümkündür. Pavlos'un elinden geçmiş bir zihin ürününü
hakiki din olarak görüp de, Marx'ın tornasından çıkmış bir düşünceyi salt
beşerî bir ideoloji olarak ayırmak haksızlık olur kanaatindeyiz. Bu yarı ideolojik dinler, Hz. Mûsâ'yı (s.a.s.)
İsa'ya (s.a.s.), Hz. İsa'yı (s.a.s.) Muhammed'e (s.a.s.) düşman edemeseler de Mûsâ'nın
(s.a.s.) bağlılarını (daha doğrusu ona bağlı olduklarını iddia eden yoldan
çıkmışları) İsa'ya, İsa'nın ümmetini Muhammed'e düşman edebilmektedirler. Oysa
bütün peygamberler kendinden önceki peygamberleri tasdik etmiş, kendinden
sonrakileri müjdelemiştir. Laf anlamayıp da birbirini yiyenler ise
peygamberlerinin dinini saptıran, tahrif edenler olmalı! En kutsal değer kabul
ettikleri dini dahi bozanlar neyi bozmazlar ki? Dini, dünyayı, insanı,
herşeyi...
Yapılması gereken şey, insanın kendi hayatını genel bir değerlendirmeye
tâbi tutması, kaybettiği gayeyi ve kader çizgisini yeniden tesbit etmesidir.
Böylece yaratılış hikmetine uygun şiirsel bir hayatı yakalayabilir ve dünyayı
kendi cehennemi yapmaya yönelik gayretlerinden vazgeçebilir. Aksi takdirde
kendi amacından uzaklaşmış bir insan, el uzattığı her şeyi bozmaya devam
edecektir.
Tefrika Değil, Kardeşlik:
İnsanın kendini koruma refleksi, özü itibariyle başkalarını koruma ve
kollama zorunluluğunu beraberinde getiriyor. Başkalarına zarar vermesi de yine
kendi varlığını tehlikeye sokması anlamına geliyor. Çünkü insan hayatta akraba
olmasının ötesinde yaratıldığı hammaddeler itibariyle dahi akraba ve
kardeştir. Kendisinin değil bir başka gücün irade ve gücüyle varolmuştur. Bu
irade ve gücün sahibine bağımlı olması nedeniyle kaderde kardeştir.
O güç; insanı bir maddeden değil, bir çok nesnenin terkibinden ve
çeşitli aşamalardan geçirerek yaratmıştır. Bu yaratma serüveni, önce çamur,
sonra bir sıvı özü olarak gelişti ve düzenlendi. Bu da yetmiyordu. Şâyet
yetseydi bütün bataklıkların, insan ocağı olması gerekirdi. Yaratan ona kendi
ruhundan üfledi. Görme, duyma ve düşünme gibi hasletler verdi (32/Secde, 7-9).
Bu demektir ki insan aslında tabiatın çocuğu olduğu kadar Allah'ın yakını ve
gözdesidir.
Zayıflığı nedeniyle insan, sadece tabiata ve İlâhî Rûha değil, aynı özden yaratıldığı insan kardeşine de bağımlıdır. İnsan insanın hem sebebi hem sonucudur. Çünkü insanın yaratıldığı su, saf yağmur suyu veya dere suyu değil, başka iki insanın özümsemesinden geçmiş ve insanı var kılma aşkına dönüşmüş bir sudur. Ve bu özel su, insana dönüşürken soy sop sahibi olma vasıflarını da kazanmaktadır (25/Furkan, 54).
Daha da açık bir ifadeyle insanın varoluşu, Allah'ın müdahalesini ve tabiattaki birçok etkenin reaksiyona girmesini ve de insanın insanla ilişkisini zorunlu kılmaktadır. Âdem'in (s.a.s.) ilk çocukları da bugünkü torunları da bir anne ve babadan dünyaya gelmektedir. Bunun anlamı, her çağda insana "Âdemoğlu" diye hitab edilmesini mümkün kılan bir akrabalık ilişkisidir ki bu, en geniş anlamıyla dikey olarak bir dede-torun ilişkisini ve yatay olarak da kardeşlik ilişkisini gündeme getirmektedir. Ayrıca bu ilişkiler ağı, bir defaya mahsus olmuş bitmiş bir olay değildir. Âdem ve Eşinin topraktan yaratılması gibi bugün insanın varlığı da toprak ve su ürünlerine bağımlıdır.
İnsanın; Allah, tabiat ve insana bağımlılığı, sadece varlık dünyasına çıkma aşamasıyla sınırlı değildir. Varlığını devam ettirirken ve hayatının öbür dünyadaki devamında da bu yakınlık ve zorunlu ilişki devam etmektedir. Tabiatla içice, insanla yanyana ve Allah'a muhtaç vaziyette sürüp gider bu serüven. Toprağa tohum atar meyve alır, insana el uzatır gönül alır, Allah'a el açar sevap alırız. Topraktan el çeker yoksul, insandan el çeker yalnız, Allah'tan el çeker yarınsız kalırız. Her üçünün aleyhinde bulunmamız ise helâkimiz olur. Bu sebeple İlâhî din, beşerin Allah'la, tabiatla ve insanla barışık olmasını istemektedir. Çünkü hayat, bu sulhun üzerine kurulmuştur. Bunun zıddı fesaddır, fesadın kökeninde ise şeytanizme meyletme vardır. Akrabasına iyilik etmeyip de varlığını saçıp savuranlar şeytanla kardeş olurlar (17/lsrâ, 26, 27). Bu sorun insanın en temel sorunudur.
"İnsanlar sadece bir tek ümmetti fakat ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinden bir söz geçmemiş olsaydı ayrılığa düştükleri konuda hemen aralarında hüküm verilirdi" (10/Yûnus, 19). "İnsanlar bir tek milletten başka bir şey değildi. Allah nebîleri müjdeci ve uyarıcılar olarak gönderdi. Ama aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler" (Bakara/213). Bu âyetlerin açıkça ifade ettiği gibi insanlar tek toplumdu ve ilk ihtilâfı insan başlattı. Kendisini bir sudan yaratana hasım oldu (16/Nahl, 4).
Gerek cennette ve gerekse cennet sonrası dönemde Allah hem Âdem (a.s.)’i,
hem de oğullarını şeytana karşı dikkatli olmaları konusunda uyarmış, şeytanın
düşmanlığına dikkat çekmişti (20/Tâhâ, 117, 36/Yâsin, 60). Hatta cennetten
dünyaya yolcu ederken onlara şunu söylemişti: "Size Benden her hidâyet geldiğinde kim Benim hidâyetime uyarsa o
sapmaz ve sıkıntıya düşmez. Ama kim Benim öğüdümden yüz çevirirse onun için dar
bir geçim vardır ve kıyâmet günü kendisini kör olarak süreriz..." (20/Tâhâ,
123, 124). Allah yarattığı her insana yolu göstermiş ve şükretme ile nankör
olma arasında imtihan için serbest bırakmıştır (72/İnsan, 2, 3). Onları iyiliğe
teşvik etmenin ötesinde bir baskıda bulunmamıştır (2/Bakara, 253). Ayrıca
iman ve kardeşlik yolundan sapacak olanların cezalandırılacağını her çağda
insanlara iletmiştir (4/Nisâ, 115, 116, 119).
Ama Âdemoğulları bu uyarıları gözardı etmişler, azmış ve Âdem (a.s.)’e ait baba ocağını terketmişlerdir. Henüz. Âdem'in iki oğlu arasında öldürmeyle sonuçlanan bir kavga yaşanmıştır (5/Mâide, 27-31). Kabil’in bencilliği yüzünden kardeşine el kaldırmasına karşın Hâbil’in "Andolsun eğer öldürmek için bana elini uzatırsan, seni öldürmek için ben sana elimi uzatmam. Çünkü ben âlemlerin Rabbinden korkarım. İsterim ki sen benim günahımı da kendi günahını da yüklenip cehennemlik olasın. Zâlimlerin cezası budur" (5/Mâide, 27-31) demesi, çok ilginç bir kardeşlik göstergesidir. Allah'ın her defasında "Açık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâf eden muhâlif olanlar gibi olmayın..." uyarısına rağmen (3/Âl-i İmrân, 105), insanlar neredeyse küfür ve azgınlıkta tek millet olma riskiyle karşı karşıya kaldılar (43/Zuhruf, 33, 34). Şeytan onları yoldan çıkardığı halde kendilerini doğru yolda sandılar (43/Zuhruf, 37).
Böylece, kardeşlik düşmanlığa dönüşmekle kalmadı, aynı zamanda
insanlıkta aslolanın kardeşlik değil de düşmanlık olduğu sanılmaya başlandı.
İnsanlar sadece Allah'a kul olsunlar diye yaratılmışken parçalama ve
parçalanmanın temsilcileri, Allah'a kulluğa çağıranları bölücülükle suçladılar
(40/Mü’min, 26; 7/A’râf, 127). Oysa İslâm'a çağrı, bir öze dönüş çağrısı-dır.
Evi terketmlş kardeşe, "yuvaya dön" çağrısından başka bir şey
değildir. Bölücülükse Allah'ın kendisine biçtiği misyonu terkeden, böylece
İblisin elinde oyuncak olan sapkın kardeşlerin zavallı tavrıdır. Bu sebeple
zalime bile yol göstererek iyilik yapmamız istenmektedir (Buhârî, Mezâlim 4).
Nasıl Kardeşlik? Ne
Türkçe'de ne de Arapça'da, kardeş kelimesi tek formlu ve tek anlamlıdır.
Kullanıldığı durumlara göre kardeş kelimesinin anlamında genişleme ve
özelleşmeler görülmektedir. Türkçe'de karındaş kelimesiyle eşanlamlı oluşu
nedeniyle kelimenin aynı annenin karnından doğan, aynı rahmi paylaşan
anlamındaki yakınlığı ve kan bağını ifade için kullanıldığını sanıyorum.
Arapça'da kardeş anlamında kullanılan (e.h.v.) kelimesi; hayvan bağlanan ip,
düğüm, kazık vs. anlamında kullanılmaktadır. Her iki dilde de kelime, sıkı
ilişki, yakınlık ve bağlı olmak anlamına gelmektedir. Hatta Arapça'da bu
kelime aynı dizinde yer alan nesne ve olaylar için kullanılabilmektedir. Misal
olması bakımından Mûsâ (a.s.)'ya verilen mûcizeler birbirinin kardeşi olarak
nitelenmektedir (43/Zuhruf, 48). Hem bu, hem de zikredeciğimiz örnekler, kelimenin
anlamının aynı anne veya babadan dünyaya gelen kan kardeşlerle sınırlı
kalmadığını göstermektedir. Hem Türk hem de Arap insanı; kelimeyi arkadaş, dost
ve yâran anlamlarında kullanabilmektedir. Cehenneme giden aynı yolun yoldaşlarına
da bu kelime kullanılıyor (7/A’râf, 38). Yine Türk insanının hiç tanımadığı
yabancı bir insana, arkadaş anlamında "kardeş" diye hitab ettiğini
yakînen bilmekteyiz.
Öte yandan kelimenin arkadaşlık anlamına benzer şekilde, duygu ve
düşünce bağlılığı anlamında kullanılması da bir hayli yaygındır. Şu âyetler,
kardeşliğin sadece kan ve süt bağından kaynaklanmadığını, gönül bağının da
insanı kardeş yaptığını gösterir.
"Ey iman edenler, Allah'tan
gereği gibi korkun ve ancak müslümanlar olarak ölün. Hep birden Allah'ın ipine
(vahye) sarılın ayrılığa düşmeyin. Üzerinizdeki Allah’ın nimetini düşünün. Siz
birbirinize düşmanken kalplerinizi ısındırdı da onun nimeti sayesinde kardeş
oldunuz. Ateşten bir uçurumun kenarındayken sizi kurtardı. Doğru yolu bulmanız
umuduyla Allah âyetlerini böyle açıklıyor" (3/Âl-i İmrân, 103).
Kısaca belirtmek gerekirse kardeşlik çeşitleri şu şekilde sıralanabilir:
a- Kan bağına dayalı kardeşlik: Anne-baba bir veya ayrı olması itibariyle öz-üvey ayrımına tâbi tutulduğu gibi, yakın ve uzak kardeşliği de içerir. Âdemoğullarının insan kardeşliği, aynı soydan olma itibariyle akrabalık veya soydaşlık da bir nevi uzak kardeşlik kabul edilebilir. "Ey insanlar biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için kavim ve kabileler haline getirdik. Allah'a göre en üstününüz, en takvâlı olanınız, O’na karşı derin bir sorumluluk bilincine sahip olanınızdır..." (49/Hucurât, 13). Gerek bu âyet ve gerekse zikredeceğimiz şu deliller, tümel olarak insanların, tikel olarak da kabile ve kavimleri meydana getiren insanların kardeş olduğunu kanıtlamaktadır: "Kulların hepsi kardeştir" (Ebû Dâvud, Vitr 25). "Allah'ın birbirine kardeş kulları olun." (Buhârî, Nikâh 45). Yine Hz. Peygamber’in Vedâ Hutbesinde "Ey insanlar, hepiniz kardeşsiniz. Hepiniz Âdem’in oğullarısınız. Âdem de topraktandır..." dediğini bilmeyen yoktur. Hatta Kur'an birçok âyetinde insanlara hitab ederken “Ey Âdemoğulları!” diye hitab etmektedir (7/A’râf, 26, 27, 31, 35; 36/Yâsin, 60). Bu durum, kan bağına dayalı kardeşliğin arasında, yakınlık ve uzaklığa göre bir derecelendirmeye tâbi tutulabileceğini göstermektedir. Yakın kardeşlik mirası doğururken, uzak kardeşlik (akrabalık) mirastan pay alma hakkı doğurmamaktadır.
b- Süt akrabalığına dayalı bir
kardeşlik: Süt kardeşliği, evlenmesi haram olanlar bağlamında sık gündeme
gelir. Kan (soy) kardeşliği ile tamamen aynı olmasa bile İslâm kültürüne göre
hukukî sonuçlar doğurabilmektedir. Süt kardeş, süt anne vs. ile evlenilemez.
Ama sütten dolayı mirasçı da olunmaz (4/Nisâ, 23).
c- Gönül bağına dayalı duygusal kardeşlik: Dostluk ve din kardeşliği bunun iki örneğini oluştururlar. "Mü’minler, ancak kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan sakının ki size rahmet edilsin." (49/Hucurât, 9,10). "Mü’min, mü’minin kardeşidir." (Ebû Dâvud, Edeb 49). "Müslim, müslimin kardeşidir." (Tirmizî, Hudûd 3)
Âyet ve hadislerin açıkça ifade ettiği gibi din kardeşliği de kan/soy
ve süt kardeşliği gibi bir kardeşlik doğurmaktadır. Ancak bunun hukukî ve ahlâkî
sonuçları diğer iki kardeşlik türünden farklıdır. Din kardeşliği maddî miras
hakkı doğurmaz. Ancak din ve devlet ayrılığı İslâm hukukuna göre mirasa engel
görülmüştür. Şu iki âyet bu konuyu netleştirmektedir: İman ettiği halde hicret
etmeyenler mü’minlerden velâyet hakkı elde edemiyor. Ancak kendilerine dinî
yardım yapılabilir (8/Enfâl, 72). İman etmeyenlerin velâyet hakkı kendiliğinden
yok sayılıyor. Fakat iman edip hicret eden ve mü’minlerle birlikte savaşa
katılan karındaşlar (kan akrabaları), Allah'ın kitabına göre birbirlerinin daha
yakın dostudurlar (8/Enfâl, 75). İslâm bu tür bir kardeşliği vâkıa olarak
onaylamaktadır. Hatta sıla-ı rahim diye bilinen akrabalık ilişkilerini
sürdürmeyi ve akraba haklarını gözetmeyi öngörmektedir (4/Nisâ, 1, 47/Muhammed,
22). Bu bağlamda şu âyeti zikretmek çok yerinde olacaktır: "Rahim sahipleri (karındaşlar),
Allah'ın kitabına göre birbirlerine öteki mü’min ve muhâcirlerden daha
yakındırlar. Ancak dostlarınıza bir iyilik yapmanız hâriç. Bunlar Kitapta
yazılmıştır." (33/Ahzâb, 6). Hatta gönül bağı olması münasebetiyle din
kardeşliği, din ayrılığı ile birlikte bulunan kan ve süt kardeşliğinden üstün
kabul edilebilmiştir (Buhârî, Ferâiz 9). Çünkü dinî kardeşlik irâdî bir
tercihle gerçekleşir, diğerleri ise tabiî bir zorunluluktur. Kişinin sevdiği
ile daha çok beraber olması daha doğal bir sonuçtur. Celâleddin Rûmî'nin
belirttiği gibi:
"Aynı dili konuşma, hısımlık ve bağlılıktır. İnsan yabancılarla
kalırsa mahpusa benzer.
Nice Hintli, nice Türk vardır ki düdeştirler. Nice İki Türk de vardır
ki birbirine yabancı gibidirler.
Şu halde mahremlik dili, bambaşka bir dildir. Gönül birliği dil
birliğinden daha iyidir.
Gönülden sözsüz, yazısız yüzbinlerce tercüman zuhur eder."
(Mesnevi, I, 97)
Genel bir değerlendirmeye tâbi tutulursa her kardeşlik türü,
derecelenmeye imkân tanımaktadır. Ancak bu derecelenmenin varlığı, onlardan
birini yok saymamıza imkân vermez. İslâm, din kardeşliğini vaz’ederken kan/soy
kardeşliğini yok saymadığı gibi, soy kardeşliğini herşeyin genel geçer ölçüsü
de saymamıştır. Kardeşliğin her bir çeşidini kendi mihverinde
değerlendirmiştir. Bu dengenin gözetilmesi tabiîdir. Çünkü Yaratan da
değerlendiren de aynı zâttır. İlâhî hikmet, İslâmî kardeşliği öne çıkarmakla
aslında beşerî kardeşliği ıslah etmeyi hedeflemektedir. Çünkü İslâm'ın muhâtabı
insanlık âlemi, amacı da fesadı önleyip ıslahı gerçekleştirmektir. Ancak, İlâhî
hikmetten uzak ideolojilerin insanı önyargılara mahkûm etmesi nedeniyle din ve
soy kardeşliğini sanki birbirinin zıddı gibi sunan birtakım çarpık anlayışlar, İslâm
toplumlarını maalesef bir takım lüzumsuz tartışmaların içerisine çekebilmiştir.
Çıkarcı liderler, zavallı gençliğe "Ne dininizden ne de kanınızdan vazgeçmeniz
gerekiyor" diyememişlerdir.
Düşmanlık Nereden Doğuyor?
İslâm, üstünlüğü takvâ ve din kardeşliğine, gönül birliğine vermesine
rağmen, kan bağını ve dostluğu da gözardı etmeyerek kâfirlerle müslümanları (her
durumda) düşman saymamıştır. Ta ki onlar düşmanlık beslemedikleri sürece (9/Tevbe,
6-10). Kur'an peygamberlerin mücâdelelerinden kesitler sunarken helâki hak etmiş
suçlu kavimleri peygamberlerin kardeşleri olarak sunabiliyor: “Âd kavmine kardeşleri Hûd'u, Semûd'a kardeşleri
Sâlih'i, Medyen'e kardeşleri Şuayb'ı, gönderdik.” (7/A’râf, 65, 73, 85; 50/Kaf,
13; 11/Hûd, 50, 61, 84; 27/Neml, 45; 29/Ankebût, 36; 46/Ahkaf, 21). “Kardeşleri Nuh, Hûd, Sâlih, Lût onlara
dediler ki: Allah'tan korkmaz mısınız?” (26/Şuarâ, 106, 124, 142, 161). Lût'un
çok temiz bir insan olması, homoseksüel kavmine karşı kardeşlik sorumluluğunu
güzel söz ve uyarıyla yerine getirmesine engei teşkil etmiyordu. Bu demektir
ki İslâm kardeşliğinin efdal oluşu, aynı dini paylaşmadığım insanla olan
kardeşliğimi sadece ikinci sınıf bir kardeşlik durumuna düşürür. O düşmanlık
yapmadığı sürece ikinci sınıf kardeşliğe engel yoktur.
Kur'an; Allah'a, Rasûle ve mü’minlere düşmanlık eden kâfirleri dost edinmeyi yasaklıyor. Çünkü onlar düşmanlık etmektedirler. Düşmanlık edenleri dost kabul etmek mü’minleri hamâkate (ahmaklığa) sürükleyecektir (60/Mümtehıne, 1). Fakat Kur'an, düşmana bile saldırganca ve ölçüsüzce davranmayı hoş görmüyor. Muhammed (s.a.s.) ve arkadaşlarını Mekke'den sürüp çıkaran işkenceci kâfirler hakkında mü’minlere şu öğüdü veriyor: “Sizi Mescid-i Haram'dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı beslediğiniz kin, sizi saldırganlığa sevketmesin. İyilik ve takvâ konusunda yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azâbı çetindir.” (5/Mâide, 2).
Düşmanca münasebetlerin ve savaşların sürdüğü bir dönemde dahi müslümanların saldırgan olmamasını isteyen Kur'an, anlaşmazlıkların düşmanlığa dönüşmesinin müslümanlarca başlatılmasını asla istemezdi. İnsanlara güzel söz söylemeyi prensip olarak belirleyen Kur'an, insanlara yanağını bükmeyi (yüzünü çevirmeyi) bile hoş görmüyor (2/Bakara, 83; 31/Lokman, 18). "İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü daha güzeliyle savuştur. O zaman görürsün ki seninle aranda düşmanlık bulunan kimse sıcak bir dost oluvermiş. Buna ancak sabredenler kavuşabilir. Ve buna en büyük payı alanlar eriştirilir." (41/Fussılet, 34, 35)
Bu âyetlere iman eden ve onu hayatında gerçekleştiren insanlara,
hiçbir teröre bulaşmadığı veya tasvip etmediği halde birtakım insanların
bölücü veya saldırgan demesi, hakkı değiştirecek değildir. Muhammed (s.a.s.)'e
nisbet edilen şu söz çok yerinde bir ölçü koymakta, sevgi ve düşmanlığın
değişken olduğuna işaret etmektedir: "Buğz
ettiğin kimseye ölçülü buğzet, gün gelir dostun olur." (Tirmizî, Birr
ve Sıla 60). Görülüyor ki Kur'an ve Peygamber (s.a.s.) duygularımızı kontrol
etmemizi, aramız açık olan kimselere karşı uzun vâdeli düşünerek iyimserlik
beslememizi istemektedir. Hem bu ölçülerin kâfirlere karşı da işletilmesini
istemektedirler. O halde düşmanlık; adı bile barış ve esenlik anlamına gelen İslâm'dan
değil, bu yoldan ayrılmaktan kaynaklanmaktadır. İslâm'ın realiteci çağrısı ise,
Hz. Muhammed'in (s.a.s.) şu veciz sözünde somutlaşmaktadır: "Allah'ın kardeş kulları olun."
(Buhârî, Nikâh 45).
Kardeşler arası yakınlık veya uzaklık duygu ve davranışları
değiştirebilir, ama kardeş olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Bu genel durumu
Kur'an'dan bir örnekle somutlaştırmak istiyorum: Yusuf'un kardeşleri
kıskançlıkları yüzünden kendisini öldürmeye kalkışıyor ve sonunda adı kayıplar
listesinde çıkıyor! (12/Yûsuf, 9-10). Kendisini kuyuya atan kardeşlerine gün
gelip yaptıklarını söyleyeceğini Yusuf, Allah'ın lutfu ile biliyordu (12/Yûsuf,
15). Müjdenin tevili gerçekleşip kardeşlerinin itiraf ve mahcûbiyetlerini
görünce Yusuf, hakiki kardeşlik sözünü söylüyor: "Bugün size kınama yok. Allah sizi bağışlasın. Çünkü O
merhametlilerin en merhametlisidir." (12/Yusuf, 90-92). Bu örnek
çerçevesinde bir noktayı aydınlatmamız gerekiyor. Kuyuya atılırken de, onları
affederken de Yusuf (s.a.s.), onların kardeşiydi. O halde, öldürmeye kalkışan
ile kendisine tuzak kuranı affeden kardeş arasındaki fark ne? Biri, şeytanın propagandasına
kapılarak kıskançlığını ön plana çıkaran kardeş, diğeri de Allah'ın vahyine
uyarak kardeşini şeytanın esâretinden kurtaran kardeş. O halde vahiy, gözardı
edilmiş kardeşliğin hatırlatılması; kin ve düşmanlık ise şeytan tarafından kardeşlik
duygusunun örtülmesi ve yerine kıskançlığın konmasıdır. Bu gerçeği bazı
insanlar, Yusuf gibi erken öğreniyor, bazıları da onun kardeşleri gibi oldukça
geç anlıyor. Tabiî bazıları da hiç öğrenmeden gidiyor. Yusuf gibi sabır örneği
olmak için; geç öğrenenleri, hiç öğrenmeyecek olanlardan ayırmak lâzım. Bu da
Allah'a bağlı bir gönül gerektirir.
Burada asıl ele alınması gereken hususlardan birisi ve en önemlisi, evi terketmiş Âdemoğullarının eve dönmesi için çağrı yaparken evdekilerin birbirini yememesidir. Düşmana bile mert davranmayı, kâfirlerin kötülüğüne karşı bile sabırlı ve ümitvar olarak iyi davranmayı öğütleyen bir dinin temsilcileri, kendi aralarında daha şefkatli ve müsâmahalı davranması gerekir. Hata ile ma'lûl iki müslüman arasında sorun çıksa bile çözümsüz olmadığını bilmek ve zamanla her şeyin düzeleceğine inanmak her müslümanın göz önünde bulundurması gereken bir zorunluluktur. Sorunsuz bir dünya olmadığına göre, sorun çıktığında nasıl davranacağını bilen insanlar, en iyi kardeşliği gerçekleştirecek insanlardır. Üçüncü şahısların yangına körükle gitme yerine ıslah ümidiyle yaklaşması ve arabuluculuk girişimi de bir diğer önemli görevdir (49/Hucurât, 9,10). İslâm'ın kardeşler arası ilişkilerdeki sorunlara nasıl yaklaşılması gerektiği konusundaki öğütlerini kısaca özetlemeye çalışalım:
Müslüman kardeşini tahkir etmek kişinin şer özelliğini yansıtır
(Müslim, Birr 32). Çünkü kibir, küfrün de temelini oluşturan en büyük günahlardan
biridir (16/Nahl, 23). Kendisi için istediğini kardeşi için istemek, imandandır
(Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71, 72). Fesadla bir insanı öldürmek, bütün insanları
öldürmek; bir insanı yaşatmak, bütün insanları yaşatmak gibidir (5/Mâide, 32).
Bırakın öldürmesini, kişinin bir yerde oturan kardeşini kaldırıp yerine
kendisinin oturması bile çok çirkin bir davranıştır (Buhârî, Cum’a 2). İnsanın
kardeşiyle alay etmesi, kusurunu araştırması, kötü lakapla çağırması fısk ve
zulümdür. Zann, tecessüs, arkadan çekiştirme gibi davranışlar, insanın ölü
kardeşinin etini yemesi kadar çirkin huylardır (49/Hucurât, 11, 12).
"Size adam öldürmemeniz söylenmişti. Ben size derim ki kardeşine kızan, hükme müstehak olacaktır... Göze göz, dişe diş dendiğini işittiniz. Fakat ben size derim ki; kötüye karşı koyma ve senin sağ yanağına kim vurursa ona ötekini de çevir" (Matta, 5/21, 22, 38, 39). Hz. İsa'ya atfedilen bu sözlerin değerini şimdi daha iyi anlıyorum. Müslümanın kardeşiyle üç günden fazla küs durması helâl olmadığı (Buhârî, Edeb 57) gibi akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını vermeyip saçıp savurması şeytanla kardeş olmaktır (17/İsrâ, 26, 27). Cehenneme giren her ümmet, kardeşine lânet eder (7/A’râf, 38). Çünkü kendisi de lânetlik biri gibi davranıyordu. O halde kardeşliği cehenneme gitmeden önce ısıtmak lâzım. Tabiî bu çağrıyı lüks bulanlar olabilir. O durumda bile insan kardeştir. Önemli olan Yusuf gibi kardeş olabilmektir. (4)
“Ey insanlar, sizi bir tek
nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkekler ve kadınlar
üreten Rabbinizden korkun; adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan
ve akrabalık (bağlarını bozmak)tan sakının. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde
gözetleyicidir.” (4/Nisâ, 1)
Bu âyette geçen ‘el-erhâm’ ‘rahm’in çoğuludur. Rahim, kadının döl
yatağına denir; fakat aynı rahimden çıktıklarından dolayı istiâre olarak
akrabaya rahim ve ruhm dendiği gibi, rahim sahipleri da denilir.
Sıla-i rahim akrabayı ziyaret; kat'-ı rahim ise akraba
ile ilgiyi kesmektir. Bu âyette erhâm hakkına ri'âyet edilmesi, kadınlara karşı
şefkatle davranılması, aile hukukunun gözetilip aralarında rahim bağı bulunan
insanların, birbirlerine karşı sevgi ve şefkatle hareket etmeleri, akraba ile
ilgiyi kesmemeleri emredilmektedir.
Nisâ Sûresi'nin, erkek-kadın, bütün insanların ortak niteliği olan “en-nâs/insanlar” ta'biriyle başlaması, insanların bir tek kökten geldiğinin belirtilmesi ve akrabalık hakkına saygının emredilmesi, bütün insanların aynı kökten gelmiş, aynı atalardan türemiş kardeşler, köken bakımından akraba olduklarına dikkati çekmektedir. Bu âyet; ırk, dil, bölge ayrımı gözetmeden bütün insanlığa hitabeden İslâm'ın evrensel, toplayıcı, birleştirici ezelî prensiplerindendir.
Kur'ân-ı Kerîm'in birçok yerinde bu köken kardeşliği ve özellikle de iman kardeşliği vurgulanmaktadır. Aşağıdaki âyetler, kardeşliği vurgulayan en çarpıcı örneklerdendir: “Eğer mü’minlerden iki grup vuruşurlarsa, onların arasını uzlaştırın; şâyet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun (Allah'ın buyruğuna) dönerse artık adâletle onların arasını düzeltin ve dâima âdil olun. Çünkü Allah, adâlet yapanları sever. Muhakkak mü'minler kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki size rahmet edilsin.” (49/Hucurât, 9-10)
Bu âyetlerde iman edenlere, iki mü'min cemâat arasında çıkan kavgayı yatıştırmaları, bir cemâat diğerine saldırdığı takdirde, saldırgan taraf Allah'ın buyruğunu dinleyinceye kadar onunla savaşmaları, Allah'ın buyruğuna râzı olduğu takdirde kavga edenlerin aralarını uzlaştırmaları, adâletten ayrılmamaları buyurulmakta ve Allah'ın, adâlet yapanları sevdiği; inananların kardeş oldukları, Allah'ın rahmetine erebilmek için kardeşler arasını uzlaştırmaları gerektiği vurgulanmaktadır.
Âyetlerin hükmü geneldir. Buna göre iki müslüman grup veya toplum
arasında anlaşmazlık ve kavga çıkarsa diğer müslümanların seyirci kalmayıp
onları uzlaştırmaya çalışmaları; bir taraf hakkı kabule yanaşmaz ve öteki
tarafa saldırmaya devam ederse bütün müslümanların, kuvvet kullanarak
saldırganı hak çizgisine getirmeye ve iki tarafı uzlaştırıp aralarında adâletle
barış kurmaya çalışmaları gerekir.
Kavga eden taraflar, bir devlet içinde iki aile, iki aşiret, iki kabîle, iki kent olabileceği gibi, 1980’li yıllarda İran'la Irak arasında görüldüğü üzere iki bağımsız devlet de olabilir. Bir devlet içinde çıkan olaylarda devlet, olayı önler. Fakat devlet müdâhale edinceye kadar diğer müslümanların olayı yatıştırmaya, saldırgana mâni olmaya çalışmaları gerekir.
Şâyet olay iki devlet arasında ise müslüman devletler topluluğu, (meselâ
İslâm Konferansı Üyeleri) müştereken bunların arasını bulmaya çalışırlar. Ama
bir taraf Allah'ın hükmünü dinlemiyor, karşı tarafa haksız yere saldırıyorsa o
zaman müslüman devletlerin, hep beraber o saldırgana karşı savaşıp onu doğru
yola getirmeleri gerekir.
Yine bu âyetlerin hükmüne göre müslümanlar kardeştirler. Kardeşçe geçinmelidirler. Allah'ın rahmetine nâil olabilmeleri için barış içinde yaşamaları ve müslüman kardeşler arasında çıkan olayları yatıştırmaya, kavgaları önlemeye, müslümanların arasını uzlaştırmaya çalışmaları gerekir.
Ayrıca karı-koca arasını uzlaştırmak için arabulucu tayinini emreden 4/Nisâ, 35. âyet de, iman eden gruplar arasında çıkan anlaşmazlıkların da yine arabulucu yoluyla çözülmesine işaret etmektedir. Nitekim meşhur muhaddis el-Hâkim Ebû Abdillah İbn el-Beyyi', o âyette, iki zümre arasında çıkan anlaşmazlığın çözümü için her iki taraftan birer hakem gönderilmesine işaret bulunduğunu söylemiştir. Gerçekten âyette tefrika ve fitneden endişe eden herkesin, iki hakem (arabulucu) göndermesine delîl vardır. Nitekim mü'minlerin emîri Hz. Alî, Hâricîlerle kendisi arasında çıkan anlaşmazlığın çözümü için hakem tayin edilmesini, Nisa 35. âyetten çıkarmıştır. Demek ki müslümanlar arasında anlaşmazlık çıktığında çözüm için hakem tayin etmek uygun olur (Kasimî, Mehâsinu't-Te'vîl, 5/1226).
Tabii İslâm'da esas olan, bir tek devlettir. Fakat bugün için bu, mümkün görünmüyor. Çünkü her ulus kendisinin, diğerlerine hâkim olmasını istiyor. Bu da İslâm milletleri arasında ayrılıklara, övünmelere, sürtüşmelere yol açmaktadır. Tarih boyunca da böyle olmuştur. Peygamber (s.a.s.)’in, ilk üç halîfesinin dönemleri hâriç tutulursa, bütün müslümanların birlikte yaşadığı bir devlet de kurulamamıştır. Osmanlı Devleti zamanında bu birliğe doğru yaklaşılmış ise de yine de İslâm milletlerinin tamamı bir tek devletin çatısı altına alınamamıştır.
Şimdi bugün, İslâm Konferansı üyelerinin gittikçe aralarında siyasî
yakınlık kurarak, önce İslâm Ortak Pazarı, sonra iç işlerinde serbest, dış
işlerinde beraberlik esasına dayalı bir Birleşik İslâm Devletleri Örgütü
kurmaları mümkündür. Bu örgütün başkanı da alfabetik sıraya göre nöbetleşe her
üye devletten belli bir süre için seçilmelidir. Bu örgütün, İslâm âlimlerinden
oluşan bir parlamentosu da olursa İslâm'ın aradığı sürekli ve istikrarlı bir
birliğe yaklaşılmış olur. Avrupa Birliği’nin nihaî hedefi böyle bir siyâsî
birliktir ve onların parlamentosu da vardır. Neden müslümanların böyle bir
örgütü, müşterek konseyi ve parlamentosu olmasın?
Böyle bir örgüt, İslâm devletleri arasında çıkan anlaşmazlıkları da
karara bağlar ve kararı da bağlayıcı olur. İslâm devletleri arasında çıkan
sorunları çözmek, haklıyı, haksızı ayırdetmek için Avrupa Adâlet Divânına
benzer bir İslâm Adâlet Dîvânı oluşturmak da gereklidir.
Kur'ân'ın bu âyetlerinde böyle bir adâlet dîvânının nüvesi vardır. Çünkü Kur'ân, haksızlığın önlenmesini istiyor. Haklıyı ve haksızı da ancak adâlet divanı ayırdeder. Kur'ân, on dört asır önce en modern hukuk sistemine ışık tutmuş iken müslümanların bu örgütü kurmakta gecikmeleri gariptir.
Adâlet, İslâm kardeşliği ve dayanışması konusunda bu âyetlerin yanında
pek çok hadîs de vardır. Bunlardan birkaçına işaret edelim:
"Dünyâda adâlet
yapanlar, yaptıkları adâletten dolayı Rahmân'ın önünde inciden minberler
üstünde bulunacaklardır." (Müslim, İmâret 18; Nesâî,
Kudât 1; Ahmed bin Hanbel, Müsned 2/159, 160, 203)
"Birbirlerine karşı sevgi,
şefkat ve acımalarında mü'minler bir tek cesede benzerler. Cesedin bir organı
rahatsız olunca diğer organları da uykusuzluk ve ateş ile onun rahatsızlığını
paylaşır."
(Buhârî,
Edeb 27; Müslim, Birr 66, Ahmed bin Hanbel, Müsned 4/270)
Peygamber (s.a.s.): “Mü'minler,
bir binanın taşları gibi birbirini tutar” deyip parmaklarını birbirine
geçirmiştir (Buhârî, Salât 88, Edeb 36, Mezâlim 5; Müslim,
Birr 65; Tirmizî, Birr 18; Nesâî, Zekât 67; Ahmed bin Hanbel, Müsned 4/104, 405,
409)
“Birbirinize hased etmeyiniz,
birbirinizin satışına engel olmayınız, kızmayınız, sırt çevirmeyiniz, ey
Allah'ın kulları, kardeş olunuz. Müslüman müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez,
onu rüsvây etmez, ona hakaret etmez.” (Devamında Rasûlullah (s.a.s.) göğsüne
işaret ederek üç defa:) “Takvâ buradadır.”
buyurdu. (Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57-58, 62; Müslim, Birr 30-32)
“(Hiçbir kötülüğü olmasa dahi) kişinin, müslüman kardeşine hakaret etmesi kendisine yeter. Her müslümanın diğerine kanı, malı ve namusu haramdır.” (Müslim, Birr 32; Ebû Dâvûd, Edeb)
“Müslümanın, müslüman kardeşiyle
üç günden fazla küs tutması helâl değildir. Öyle ki birbirleriyle
karşılaşırlar, biri bu tarafa, öbürü diğer tarafa bakıp geçer (birbirlerine
selâm verip konuşmazlar). Onların en hayırlısı, ilk selâm verendir.”
(Buhârî, Edeb
57, 62, İsti'zân 9; Müslim, Birr 25; Tirmizî, Birr 21)
Müfessirler Hucurât sûresi, 9-10. âyetlerden, müslümanlar arasında
çıkan çarpışmanın, kendilerinden iman vasfını götürmeyeceği, hattâ bağînin dahi
kâfir olmayacağı kanısına varmışlardır. Çünkü Allah, âyette bâğî (saldırgan)
oldukları halde yine onlara: "ihveh/kardeşler"
ve "mü'minler" sıfatını
vermiştir. Bu da onların, birbirleriyle çarpışmalarından dolayı kâfir
olmadıklarını gösterir. Nitekim birisi Hz. Alî'ye, Cemel ve Sıffîn olaylarında
kendisine karşı savaşanların müşrik olup olmadıklarını sormuş, Hz. Alî: “Hayır,
onlar şirkten kaçtılar” demiştir. Soran: “Peki onlar münâfık mıdır?” demiş. Hz.
Alî: “Hayır, münâfıklar, Allah'ı çok az anarlar” demiş. Soran: “Öyleyse onların
hali nedir?” diye sorunca Hz. Alî: “Kardeşlerimizdir, bize haksız yere saldırdılar
(bâğîdirler)” demişti (Beğavî, Meâlimu't-Tenzîl, Hâzin
kenarında 6/225).
Topluca Allah'ın ipine yapışın,
ayrılmayın: “Allah'ın size olan
nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Allah) kalplerinizi
uzlaştırdı; O'nun nimetiyle kardeşler haline geldiniz. Siz bir ateş çukurunun
kenarında bulunuyordunuz, Allah sizi ondan kurtardı. Allah size âyetlerini
böyle açıklıyor ki yola gelesiniz.” (3/Âl-i İmrân, 103)
Âyet, mü'minlere, Allah'ın ipi olan Kur'an'a sarılmalarını, bölünüp ayrılmamalarını emrediyor. Ve daha önce, düşmanlığın körüklediği ateş çukurunun içine düşmek üzere olduklarını; ancak Kur'an'a sarılmaları sonucu bu düşmanlık durumundan kurtarıldıklarını hatırlatıp bir daha öyle bir duruma dönmemelerini öğütlüyor.
Gerçekten Allah'ın ipi olan Kur'an'a sarılanlar birleşirler. Daha önce birbirine düşman olan, birbirlerine karşı düşmanlıkla ateş püsküren Medîne toplumu, nefret ve düşmanlık ateşiyle dolu bir çukurun kenarında bulunuyordu. Neredeyse düşmanlık ateşi içine düşüp mahvolacaklardı. Allah, hidâyetini lutfedip onları helâkten kurtardı. Şimdi hidâyete gelip kardeşlik içine girdikten sonra tekrar eski düşmanlık durumlarına dönmek yakışır mı?
Allah Elçisi'nin Medîne'ye gelmesinden önce bu kentte Evs ve Hazrec adıyla iki Arap kabîlesi otururdu. Câhiliyye döneminde bunlar arasında şiddetli düşmanlık vardı. Zaman zaman bunlar kavga eder, savaşırlardı. İki kabîle arasında geçen son savaş da Bu'âs Savaşı idi. Medîne'ye İslâm gelince iki kabîle birbiriyle dost ve kardeş oldular. Onların bu kardeşçe yaşayışları, aslında ikisini de istemeyen yahûdîleri son derece rahatsız ediyordu. Yahûdîlerden Kays oğlu Şâs, bir gün Evslilerle Hazreclilerin birlikte sohbet ettiklerini gördü, canı sıkıldı: "Bunlar böylesine dost oldukları sürece bizim burada yerleşmemize imkân kalmaz" diyerek bir yahûdî çocuğunu onların arasına gönderdi ve onlara Bu'âs harbini, bu harbde Evs'in, Hazrec'i yendiğini hatırlatmasını tenbihledi. Yahûdî çocuğu, aralarına sokulup Bu'âs konusunu ortaya atınca hava değişmeğe, eski gönüllerde düşmanlıklar canlanmaya başladı. Evs ve Hazrecliler, birbirlerine laf atmağa başladılar ve: “İsterseniz o günü tekrar edelim, haydi Harra'ya gidelim!” dediler.
Bu'âs harbi Harra meydanında geçtiği için oraya gidip vuruşmak istediler, silâhlarını almağa başladılar. Tam bu sırada Allah'ın Elçisi, durumdan haberdar olup geldi, onları yatıştırmağa çalıştı: "Ben sizin aranızda iken câhiliyye dâvâsını mı güdüyorsunuz?" dedi ve yukarıdka meali verilen 3/Âl-i İmrân, 103 âyetinden başlayarak okudu. İki kabile mensupları yaptıklarına pişman oldular, barıştılar, birbirlerine sarıldılar (İbn Kesir, Tefsir 1/389; Hüseyn Heykel, Hz. Muhammed Mustafa, Ö.R. Doğrul çevirisi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1948, s. 232).
Âyette "Allah'ın ipine yapışın" deyimi, isti'âredir. Allah'ın ipi, insanları sapıklık bataklığından kurtarmak için gökten yere indirdiği vahiyleri içeren Kitabdır. İşte Allah'ın ipi durumundaki o Kitaba sarılıp onun prensiplerini gönülden uygulayanlar, sapıklıktan çıkarak düşmanlık ateşinde yanıp mahvolmaktan kurtulurlar.
İnsanlar arasında düşünce ayrılıklarının olması doğaldır. Bu, Allah'ın
yasası gereğidir: "Rabbin dileseydi,
insanları bir tek ümmet yapardı. Ama ihtilâf edip durmaktadırlar." (11/Hûd, 118). Allah insanları zekâ, düşünce ve yetenek
bakımından farklı yarattığına göre onlar arasında düşünce ayrılıklarının olması
da doğaldır. Fakat bu ayrılıkların, düşünce düzeyinde kalması, büyüyüp
düşmanlığa dönüşmemesi gerekir. Çünkü düşünce farkı, bir ölçüde insanları
rekabete, ilerlemeye sevk ederken; bunun büyüyüp düşmanlığa dönüşmesi yıkıcı
olmaktadır. İşte düşünce ayrılıklarını sınırlamak, düşmanlık sınırına
vardırmamak için herkesin Allah'ın sınırlarında durması, Allah'ın Kitabına
sarılması, o genel prensiplerin dışına çıkmaması gerekir. İnsanlar o genel
prensipler içinde kaldıkça dost olurlar. Aralarında bazı düşünce ayrılıklarının
olması; birbirlerini sevmelerine, anlayışlı davranmalarına engel olmaz. Hz.
Muhammed Aleyhisselâm, Kur'ân ile böyle “düşmanlarına karşı cesur, şiddetli;
birbirlerine karşı şefkatli, birbirlerini seven” ideal bir toplum kurmuştu.
Kur'an her zaman böyle bir toplumun kurulmasını sağlamaya kadirdir. Yeter ki
insanlar onun genel prensiplerine gönülden sarılsın, o prensiplerin dışına
çıkmasınlar. (5)
Kardeşlik ve Beraberlik
Mü’minlerin önemli bir özelliği de uhuvvet ve tesânüttür (kardeşlik,
dayanışma, birliktelik). Kuran'da bildirilen hükme göre, tüm mü’minler
birbirlerinin kardeşidirler. Onlar aynı yola uymuş, aynı Kitab’a tâbi olmuş,
aynı hedefe sahip, aynı duyguları taşıyan insanlardır. Dolayısıyla aralarında
büyük bir sevgi ve dayanışma bulunur. Allah, bu durumu şöyle tarif etmektedir: “Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki
birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.” (61/Saff,
4). Bu âyette tarif edildiği gibi bir tesânüt içinde Allah yolunda cehd etmek
(çaba harcamak) kesin bir emirdir. Al-i İmran Suresi'nde Allah şöyle
hükmetmektedir: “Allah'ın ipine hepiniz
sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın...” (3/Âl-i İmrân, 103)
Mü’minler güzel ahlâklıdırlar, mütevâzidirler, sevgi ve saygı
doludurlar. Bu yüzden de tesânüt mü’minler arasında doğal bir şekilde oluşur. Ancak
bu konuda yine de dikkat edilmesi gereken yönler vardır. Çünkü mü’minlerin
yapabileceği çeşitli yanlışlar, bu tesânüdün zedelenmesine ve mü’minler
arasında soğukluk yaşanmasına neden olabilir.
Bu yanlış hareketlerin nedeni, mü’minlerin davranışlarını gaflet
anlarında etkileyen nefstir. Mü’min fedâkâr, hoşgörülü ve sıcaktır; ama
herkeste nefs bulunur ve insan dikkat etmezse bazen nefsine uyabilir. Kıskanç,
bencil ve hırslı olan nefsine uyması ise, bu kötü hislerin mü’mine etki etmesi
demektir. İşte bu yüzden Kuran'da, mü’minler tesânüt (dayanışma ve birlik)
konusunda son derece dikkatli olmaları için uyarılmaktadırlar. Madem şeytanın
insandaki tezâhürü olan nefsin hevâsı, insanı yanıltabilmektedir, öyleyse
karşıdaki mü’minin nefsini harekete geçirecek bir üslûp kesinıllikle
kullanılmamalıdır. Bu yönde âyette şöyle buyrulmaktadır: “Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan
aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır.”
(17/İsrâ, 53). Âyette bildirilen emir, tesânüdün sağlanması açısından son
derece önemlidir. Birincisi, mü’minlerin birbirlerine karşı sürekli olan en
güzel hitap şeklini (yalnızca güzel değil, "en güzel") kullanmaları
emredilmektedir. İkincisi, şeytanın bir özelliği açığa vurulmaktadır: Şeytan,
insanların ve özellikle de mü’minlerin arasını bozmak için uğraşmaktadır.
Şeytanın ve nefsin mü’minlerin arasındaki tesânüdü bozmak için en çok
başvurduğu yollardan biri ise, rekabet duygusudur. Eğer mü’min gaflet halinde
olursa, makam, mevki gibi konularda rekabet hissine kapılıp kardeşlerini
geçmeye, kendini onlardan daha ön plana çıkarmaya çalışabilir. Aynı şekilde kendisinden
daha ön plandaki bir kardeşine karşı kıskançlık hissedebilir. Aslında gaflet
halinde yapılan bu hareket, gerçekte Allah'a isyan anlamına gelmektedir. Çünkü,
"Yoksa onlar, Allah'ın kendi
fazlından insanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar?" (4/Nisâ, 54)
âyetine göre, insanlara verilmiş olan nimetler Allah'tandır ve bunları
kıskanmak Allah'ın takdirine karşı gelmek anlamına gelir. Bu nedenle
mü’minlerin kıskançlık gibi bir tavırdan kesinlikle uzak durmaları
gerekmektedir. Eğer böyle bir tavır ortaya konulursa, bu, hem Allah'ın rızâsına
muhâlif bir harekettir, hem de âyetin hükmüne göre, mü’minlerin gücünün
azalmasına neden olur: “Allah'a ve
Rasûlü'ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız,
gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.”
(8/Enfâl, 46)
Bu nedenle mü’min, kesinlikle kardeşleri ile arasında bir çekişme,
rekabet ortamı oluşmasına engel olmalıdır. Hem kendisi kıskançlık gibi ilkel
bir duyguya kapılmamalı, hem de sahip olduğu özellikleri ön plana çıkartarak
kardeşlerinin nefsindeki kıskançlık damarını tahrik etmemelidir. Olabildiğince
mütevâzi, alçak gönüllü olmak, rekabet tehlikesini yok eder. Kuran'da bu konuda
verilen bir diğer kıstas ise, kardeşlerinin nefsini kendi nefsine üstün tutmak,
yani her durumda fedâkâr davranmak ve bundan zevk almaktır. Kur’an'da bu
özellik şöyle tarif edilir: “Kendilerinden
önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise,
hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir
ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile
(kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimri ve bencil
tutkularından korunmuşsa, işte onlar, felâh (kurtuluş) bulanlardır.” (59/Haşr,
9)
Kıskançlık, rekabet, darılma mü’minler arasında birliğin ve kardeşliğin
önündeki çok önemli üç engeldir. Hırs sonucu doğabilecek herhangi bir rekabet,
insanların birbirlerine olan sevgisini azaltır. Bu tür Kuran'a uymayan bir
hareket, onların ruhlarına büyük zarar verir ve mânevî yönden gerilemeye yol
açar. Oysa iman edenler için sonsuz bir sevap kaynağı mevcutken birbirlerinin
önünü tıkayıp, haksız rekabet ve kıskançlıklarla vakit geçirmenin hiçbir anlamı
yoktur. Eğer hedef Allah rızâsı olursa, herhangi bir rekabet olmaz. Çünkü
herkes bir diğerinin önünü kesmeden Allah rızâsı için hizmet edebilir, sevap
toplayabilir. Bu nedenle mü’minler, mü’min topluluğunun bir insan vücudu gibi
olduğunu, her organın bir diğerinin yardımcısı ve destekçisi olduğunu unutmaz
ve kardeşlerinin başarılarını kendi başarılarıymış gibi görürler. Bu, son
derece önemlidir. Kuran'da mü’minlerin arasındaki tesânüt/dayanışma ile ilgili
çok sayıda âyet vardır. Bir âyette, mü’minlerin diğer mü’minlerle
tesânütlerinin artması için yaptıkları bir duâ şöyle aktarılır: “Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki:
"Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve
kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten sen, çok
şefkatlisin, çok merhametlisin.” (59/Haşr, 10)
Mü’minler arasında bir çekişme ya da kırgınlık yaşanması herkese zarar
verir. Dolayısıyla iman edenler böyle bir harekete tevessül etmezler. Nitekim
bir Kur’an âyetinde, mü’minlerin birbirlerinin velîleri (dost ve koruyucuları)
olmadıkları takdirde, fitne çıkacağı şöyle haber verilmektedir: “İnkâr eden kâfirler birbirlerinin
velîleridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost
olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur.” (8/Enfâl, 73)
Ayrıca Kuran'da tesânütle ilgili açık hükümler vardır. Bu âyetlerden
bazıları şöyledir: “Kendilerine apaçık
belgeler geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi
olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.” (3/Âl-i İmrân, 105); “…Buna göre, eğer mü’min iseniz Allah'tan
korkup sakının, aranızı düzeltin; Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin.” (8/Enfâl,
1); “Gerçek şu ki, dinlerini parça parça
edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiçbir şeyde onlardan değilsin. Onların işi
ancak Allah'adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir.”
(6/En’âm, 159)
Mü’minler diğer mü’minlere karşı son derece merhametli ve alçak gönüllü
olmakla yükümlüdürler. Aksi bir tavır kesinlikle Kur’an'a uygun değildir.
Kibir, kıskançlık, çekememezlik, kötü söz söyleme, çekişme mü’minlerin değil;
inkârcıların/kâfirlerin özelliğidir. Bu nedenle nefsi yüzünden böyle bir
küçüklük göstermiş olan bir mü’min hemen kendini toparlamalı, Allah'a sığınmalı
ve gerçek mü’min tavrını göstererek hatasını telâfi etmelidir. Aksi halde Allah
o kişinin yerine daha hayırlısını getireceğini âyetlerinde haber vermiştir. İman
eden her insan şu âyetin hükmüne girmekten şiddetle kaçınmalıdır: “Ey iman edenler, içinizden kim dininden
geri döner (irtidat eder)se, Allah (onun yerine) Kendisinin onları sevdiği,
onların da Kendisini sevdiği, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı
ise güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından
korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine
verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir.” (5/Mâide, 54) (6)
İslâm ahlâken yükselmeyi, ilişkileri geliştirmeyi hedefleyen ilâhi
emirler manzumesidir. Bu dinin hedefi kardeşliği pekiştirmek, sulh'u tesis
etmektir. Bu münasebetle Kur'ân-i Kerîm'de "Ihveh" kelimesinin Önemli
bir yeri bulunur. Hz. Peygamberin ilk günden itibaren önemle üzerinde durduğu,
inananlar arasında İlk yaptığı işlerin başında İslâm kardeşliğini pekiştirmesi
gelir. Bu kardeşliğin özünü, Allah ve Peygamberine iman teşkil eder.
İslâm'daki bu kardeşlik kan kardeşliği dediğimiz anne-baba'dan meydana
gelen kardeşlikten daha önemlidir. Zira Hz. Nuh için; "Ey Nuh! O senin ailenden sayılmaz. O kötü bir iş
yapmıştır..." (11/Hûd, 46) âyeti, iman etmeyen oğlunu kendi ailesinin
dışına itmesine sebep olmuş ve gemiye alınmasına izin verilmemiştir. Kur'ân-ı Kerîm
ırka ve soya önem vermekle birlikte, bunu bir mozayik gibi değerlendirir.
Dolayısıyla, insanlar arasındaki kan bağı önemli olmakla birlikte, bu bağ,
imanla pekişirse kuvvetli ve sürekli olmaktadır. Aksi durumda birliği teminde
yeterli değildir. Çünkü Allah'ın birliğini kabul edemeyen insanların dostluğuna
güvenmek mümkün değildir. Böyle insanların diğer yaratıklardan bir üstünlüğü
bulunmaz (7/A'râf, 179).
İslâm kardeşliğinin tesisi iman ile mümkün olmakta, bu da, Kur'ân'a inanmaktan geçmektedir (3/Âl-i İmrân, 103). Tarih, Hz. Peygamber’in İslâm ile oluşturduğu kardeşliğin bir benzerini nakletmekten âcizdir. Evinde çocuğunun yiyeceğinden başka bir yiyeceği olmayan Ebû Talha'nın, aç olan misafire o yiyeceği yedirmesini haber veren Yüce Allah; "Kendileri zarûret içinde bulunsalar bile, (kardeşlerini) onları kendilerinden önde tutarlar." (59/Haşr, 9) ifâdeleriyle zamanımız insanlığına önemli bir mesaj verilmiştir. Zira, İslâm'ın dışındaki hiçbir sistemde böyle bir ahlâk üstünlüğünü bulmak mümkün olmamaktadır.
Hz. Peygamber de bu meseleye şu şekilde işaret etmektedir: "Allah'ın öyle kulları vardır ki, onlar peygamber ve şehid değillerdir. Fakat peygamberler ve şehitler kıyamet gününde onlara gıbta ederler.” Ashâbın: ‘Yâ Rasûlallah! onlar kimlerdir?’ sorusuna Hz. Peygamber; “onlar aralarında aile bağı olmadığı halde Allah için bir birini seven ve yardımlaşanlardır. Vallahi onların yüzleri nurdur ve nurdan makamlar üzerindedirler" (Şeyh Mansur, el-Tâc el-Câmiu fi'l-Usûl. Kitabul Birr, V/83) (Remzi Kaya, Kur’an’da Dostluk İlişkileri, Ayışığı Kitapları, Kitabevi Y.)
Kardeşlik ibâdetimizin vakti geçmesin:
İnanç birliği sosyal birlikteliği gerektirir. Müslümanların her konuda
birlik ve beraberlik içinde olmaları, ortak düşmana ortak tepki vermeleri,
ortak problemlerini ortak katkılı çözümlerle aşmaları, ortak projeler
üretmeleri, ortak işler yapmaları emredilen, arzu edilen, olması gereken ve
olmadığında kesinlikle çaresizlik getiren, gözyaşı getiren, düşmana boyun eğiş
getiren, can damarı gibi önemli bir husustur. Kur’ân “Mü’minler kardeştirler”
diyerek mü’minleri kardeşlik ibadetine çağırırken; Müslümanların kardeşlik
ibadetinde sınıfta kalmaları günümüzdeki perişanlığın da en korkunç
müsebbiplerinden değil mi? Öyle ki, Irak kendi derdiyle kendisi boğuşurken,
Filistin kendi derdine kendisi ağlıyor, Endonezya bir başına çığlık atıyor,
Afganistan kendi derdine kendisi yanıyor. Kimse kimsenin derdine yanamıyor.
Diğer yandan zenginlikten, keyiften, varlıktan, rahattan kendinden başkasını
görmeyen müslümanların sayısı da az değil. Bunun mahşer gününde her halde
hesabı kolay olmayacak.
Müslümanların acıda ve huzurda, iyi günde ve kötü günde birlik ve
beraberlik içinde olmaları ve birlik ve beraberlik kurumlarını kurmaları
gerekiyor. Tembellik mi, gaflet mi, dalâlet mi, vahşî kapitalizmin oyunu mu,
ruhsuz materyalizmin karanlık gölgesi mi, nedir üstümüzdeki ölü toprağı
bilemiyorum. Fakat iki kişinin bir araya gelip şirketleştiği, herkesin sağda
solda birlikler kurduğu, dünya insanının asgarî müştereklerde birleştiği
günümüzde, maalesef iki milyar mü’min kardeşlerden oluşan müslüman âlem
birlikte hareket etmeyi henüz başarabilmiş değil. Arada mutlaka dehşetli
fitneciler var ki, müslüman âlem hakta ve hayırda birleşemiyor.
Diğer yandan herkes imtihandadır. Herkes kendi âhiretini dokuyor.
Herkes kendi Cennetini imar ediyor veya ateşini yakıyor. Herkes Allah’ın rızâ
makamlarından birinde, kendisine bir rızâ derecesi biçiyor. Kur’ân’ı dinleyip
kardeşlik yapan da, düşmanla dost olup kardeşini dışlayan da kendi amel
defterini yazıyor. Herkes kendi amel yazılarıyla doldurduğu defterini mahşerde
alacak. Elbette ya gülecek, ya ağlayacak.
Müslümanlar neden böyle bölük pörçükler? Arada şeytan var, düşman var,
fitneci odaklar var, nefsimiz var. Tüm bu negatif bentleri aşıp pozitif bina
dikmek ve kardeşlik ibâdetini yapmak, kolay olmuyor demek. İmtihan şiddetli. Ve
kardeşlik ibâdetini başarmak zor. Oysa unutulmamalı; bu, Kur’ân’ın emridir.
Kur’ân’ın emri bizim için ibâdettir. Demek ibâdet sadece namaz ve oruçtan
ibâret değil.
Şüphesiz kardeşlik ibâdetinin tesisi için hayırlı adımlar atılmıyor
değil. Ümitsiz olmayalım. Biz en azından duâ edelim. İnşallah Müslümanların
daha güçlü ve daha birlik ve beraberlik içinde günlere doğru gideceklerini
Rahmet-i İlâhiye’den umalım ve duamızı kesmeyelim. Çünkü kavgacı ve gürültücü
dünyamız böyle bir ortak sese, bir barış ve kardeşlik nefesine, bir adâlet
eline ve nice muhabbet fedâisine muhtaç. (Süleyman Kösmene)
Kardeşler anlamına gelen ihvân kavramı; tasavvufta, aynı şeyhe bağlı
olan müridleri, aynı tarikatın veya tarikat kolunun mensuplarını ifade eden bir
terim olarak kullanılır.
İhvân; Sözlükte "erkek kardeş, arkadaş, yoldaş, dost, meslektaş, ortak" anlamlarına gelen “ah” kelimesinin çoğulu olup Türkçe'de daha çok tekil anlamında yaygınlık kazanmıştır. İslâm dini mü’minlerin birbirinin kardeşi olduğunu ilân etmiştir (3/Âl-i İmrân, 103; 9/Tevbe, 11; 49/Hucurât, 10; 59/Haşr, 10). Kur'an'da İslâm'a karşı oluşturulan grupların da birbirinin kardeşi olduğu belirtilmiş (59/Haşr, 11), Hz. Peygamber müslümanları din kardeşliğine bağlı kalmaya çağırmıştır (Buhârî, Nikâh 45, Mezâlim 3; Müslim, Birr 23, 32). Hadislerde geçen "din kardeşi, din ve dünya kardeşi" (Buhârî, Nikâh 11; Tirmizî, Menâkıb 20) tâbirleri de bu hususun önemini ifade eder. Hiçbir ayırım yapılmadan kadın-erkek bütün mü’minler birbirinin kardeşi kabul edilmekle beraber Rasûl-i Ekrem Medine'ye hicret ettiğinde daha özel bir anlamda Mekkeli muhâcirlerle Medineli ensarı birbirine kardeş yapmış, böylece göçmenlerle yerlileri kaynaştırmayı amaçlamıştır (Buhârî, Nikâh 7; Savm 51, Müslim, Fezâ'ilü'ş-sahâbe 203).
Sûfîler ilk dönemlerden itibaren kendi aralarında farklı gruplar oluşturmaya, birbirine kardeş gözüyle bakmaya başlamışlardır. Tasavvufun giderek tarikat şeklinde kurumsal bir yapı kazanmasıyla birlikte bu durum daha da gelişmiştir. Gazzâlî'nin kaydettiğine göre sûfîler birbirinin yüzüne severek ve merhametle bakmayı ibâdet sayıyor (İhya, II, 159), bazan aralarında yaptıkları sohbetlere yabancıların girmesine dahi izin vermiyorlardı. Bu dönemde müridlerin birbirine hizmet etmeleri, gönül hoşluğuyla birbirinin mallarını harcamaları, ihvâna karşı fedakâr ve tahammüllü olmaları, özür dilemeyi gerektirecek davranışlardan sakınmaları, sevgi ve şefkat duygularıyla dolu olmaları öğütleniyordu (Serrâc, el-Lüm’a, s. 234-237; Kuşeyrî, Risale Terc. Uludağ, s. 433-439, 574-580, 746, 749).
Başlangıçta daha çok "ashâb" kelimesiyle ifade edilen “ihvân”
kavramı, ilk tasavvufî eserlerde sohbet ve müridliğin âdâbına dair bölümlerde
işlenmiştir. İhvân kelimesine ilk olarak Kuşeyrî'nin er-Risâle'sinde
rastlanmaktadır (s. 746). Sûfîler, V. (XI.) yüzyıldan itibaren bugünkü mânada
tarikatlar halinde örgütlenmeye başlayınca aynı tarikata veya tarikat koluna
bağlı olanlara özel anlamda ve bir tasavvuf terimi olarak ihvan denilmiştir.
Bütün tasavvufî
Aynı tarikatın mensupları, kendi aralarında sırf Hak rızâsına dayanan samimi bir dostluğun gereklerini yerine getirmenin yanı sıra tekke düzenine, tarikat kurallarına, şeyhin öğütlerine tam anlamıyla uyar, büyüklerini baba, akranını kardeş, küçüklerini evlât olarak görürler. Şeyh baba, müridleri onun evlâtlarıdır. Şeyhin eşi anne, birbirlerinin eşleri ise hemşiredir (bacı) (Ebü'l-Mefâhir Yahya el-Bâharzî, Evrâdü'l-ahbâb ve fusûsü'l-âdâb (nşr. Efşâr), Tahran 1358 hş., s. 106-127; Muhammed b. Abdullah el-Hânî, el-Behcetü's-seniyye, İstanbul 1989, s. 27-29). Bu samimi dostluğun hâtırası ölümden sonra da devam eder. Vefat eden mensuplarının geride bıraktığı aile fertlerini korur, onlarla da dostça ilişkiler kurarlar. Menâkıb kitaplarında ihvanın sadâkatini, vefakârlığını ve fedakârlığını gösteren pek çok örnek kaydedilmiştir.
Ahîlik'te ve fütüvvet ehli arasında da mânevî kardeşlik bağına büyük
önem verilmiştir. Şehâbeddin es-Sühreverdî el-Maktûl daima Allah'ı teşbih,
takdis ve zikreden tevazu ve huşu sahiplerine "ihvân-ı basîret",
"kün makamı" denilen bir mertebede bulunan, irâdeleriyle sûrî şeyleri
icat etme gücüne sahip olanlara "ihvân-ı tecrid", beşerî kir ve
lekelerden kurtulup ruhlarını kemal halleriyle donatanlara da "ihvân-ı
safa" demektedir (Mecmû'a, II, 242-245). Bu son tabirin bir felsefeciler
grubu olan İhvân-ı Safa ile ilgisi yoktur. (7)
"Radâ"' veya "rıdâ"; Arapça "radaa" kökünden masdar olup; annesini emmek demektir. Bir isim olarak ise, süt kardeşliği ve süt emme anlamına gelir. Kur'ân-ı Kerim'de çocuğun kendi annesinden veya başka bir kadından süt emmesiyle ilgili çeşitli âyetler vardır: “Sizi emziren analarınız ve süt cihetinden kız kardeşleriniz (size haram kılındı)” (4/Nisâ, 23); “Emzirmeyi tam yapmak isteyen için anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler” (2/Bakara, 233); "Çocuklarınıza süt anne istemenizde, bir sakınca yoktur" (2/Bakara, 233); “Boşadığınız karılarınız kendisinden olan çocuklarınızı emzirirlerse, onlara ücretlerini verin. Bu konuda birbirinize danışarak hareket edin. Eğer güçlük meydana gelirse, çocuğu başka bir kadın emzirecektir” (65/Talâk, 6); "Kıyâmetin koptuğunu göreceğiniz gün, emzikli her kadın emzirdiğini unutup geçer" (22/Hacc, 2); "Biz Mûsâ'nın annesine; ‘Onu emzir, sana ona ait bir tehlike gelince, kendisini denize bırak; korkma, kederlenme. Çünkü biz onu yine sana geri döndüreceğiz. Hem onu peygamberlerden biri de yapacağız’ diye vahyettik" (28/Kasas, 7); "Biz daha önce ona (Mûsâ'ya) süt anaların sütünü emmeyi haram kılmıştık." (28/Kasas, 12)
İslâm hukukçuları diyâneten annenin çocuğunu emzirmesi gerektiği konusunda görüş birliği içindedir. Çünkü anne, çocuğunu korumak zorundadır. Ancak kadın emzirmek istemediği takdirde, kaza yoluyla zorlama yapılıp yapılamayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır.
Çoğunluk fakihlere göre, kadının çocuğunu emzirmesi menduptur. Zarûret olmadıkça emzirmeye zorlanamaz. Çocuğun emzirilme işi çocuğun babası üzerine vâcibdir. O, karısını emzirmeye zorlayamaz. Çünkü; "Emmeyi tamam yaptırmak isteyenler için, anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler" (2/Bakara, 233) âyeti bir tavsiye niteliğindedir. Ancak çocuğun annesinden başkasının memesini kabul etmemesi durumu müstesnâdır.
Şu üç durumda anne çocuğunu emzirmeye kaza yoluyla da zorlanabilir:
1. Çocuk, annesinden başka kadının sütünü emmezse, çocuğu helâk olmaktan korumak amacıyla annesi emzirir.
2. Başka bir süt anne bulunamaması halinde, kendi annesi yine çocuğun hayatını korumak için emzirir.
3. Çocukla ilgilenecek baba bulunmaması ve çocuğun süt anne tutabilecek bir malının olmaması durumunda anne çocuğu emzirir.
Yukarıdaki durumların dışında anne çocuğu emzirmekten kaçındığı takdirde, babanın bir süt anne tutması gerekir. Süt anne, çocuğu, öz annenin yanında emzirir. Çünkü, anne için "hıdâne" hakkı vardır. Bu hak, çocuğun kendi başına temizliğini yapabileceği, yaklaşık yedi yaşlarına kadar sürer. Baba süt anne tutmazsa, kadın, mahkeme yoluyla süt anne ücreti isteme hakkına sahiptir.
Babanın evlilik içinde veya ric'î talâktan sonra iddet beklemekte olan karısına, kendi çocuğunu emzirmesi için ücret vermek zorunda değildir. Çünkü bu durumda karısına nafaka yükümlülüğü vardır. Bâin boşama halinde ise kadın iddet içinde kazaen emzirmeye zorlanamaz. Hanefîlerden sağlam görüşe göre, bu durumda, anne, emzirme ücreti talep edebilir. Çünkü âyette; "Onlar sizin için, kendilerinden olan çocuğunuzu emzirmişlerse, onlara ücretlerini verin" (65/Talâk, 6) buyurulur. Bu âyet, boşanmış kadınlar hakkında inmiştir. Süt anne, süt emzirme ve örfün gerektirdiği şeyler dışında bir görevle yükümlü tutulamaz. Çocuğun yiyeceğini hazırlama, onu koruma, yıkama ve elbiselerini temizleme gibi hizmetler, örfe göre, süt anneye gerekebilir.
Çocuğun süt emme çağında kendi annesinden başka bir kadından süt emmesi halinde, bu çocukla süt emziren kadın ve bu kadının hısımları arasında bir süt hısımlığı meydana gelir. Kan yoluyla meydana gelen hısımlığa "nesep hısımlığı", evlilik yoluyla doğan hısımlığa ise "sıhrî hısımlık" denir. Süt hısımlığı bazı istisnâlar dışında kan hısımlığı ile aynı yasakları doğurur.
Evliliği Haram Kılan Süt Hısımlığının Şartları:
1. Sütün, bir kadına ait olması gerekir. Çoğunluğa göre, süt emziren kadının evli veya bekâr olması veya kocasının bulunmaması, sonucu değiştirmez. Sütten başka bir şeyi, meselâ; sarı su, kan veya kusuntuyu yemekle süt hısımlığı doğmaz. Erkeğin veya bir hayvanın sütü de hısımlık doğurmaz.
2. Sütün, emen çocuğun midesine ulaşması gerekir. Sütü memeden emmekle, bir kap veya bardaktan içmek birdir. Çocuk memeyi ağzına alır, fakat süt emip emmediği bilinmezse, haramlık doğmaz. Çünkü şüphe ile hüküm sâbit olmaz. Mâlikîlere göre ise bu durumda ihtiyatla amel ederek haramlık sâbit görülür. Şâfiî ve Hanbelîler ise beş ayrı emmeyi şart koşarlar.
Hanefilerle Mâlikîlere göre süt emme miktarı az olsun çok olsun sonuç değişmez. Delil: "Süt emziren analarınız (size haram kılındı)" (4/Nisâ, 23) âyeti ile, “Nesepçe haram olanlar süt yoluyla da haram olurlar” (Buhârî, Şehâdât 7; Müslim, Radâ' 1) hadisidir. Bu âyet ve hadiste emme miktarı ve sayısı belirlenmemiştir.
3. Emzirmenin ağız veya burun yoluyla olması gerekir. Çünkü süt, ancak bu iki yoldan boğaz yoluyla mideye ulaşır ve gıdalanma meydana gelir. Hanefi, Şâfiî ve Hanbelîlere göre, idrar yollarına, göze, kulağa veya bir yaraya akıtılacak kadın sütü ile hısımlık doğmaz.
4. Sütün başka bir sıvı ile karışmaması gerekir. Süt başka bir sıvı ile karışırsa, Hanefi ve Mâlikîlere göre çok olanı esas alınır. Süt fazla ise haramlık doğurur. Ebû Hanîfe'ye göre, bir gıda ile karıştırılan süt az olsun çok olsun haramlık doğurmaz. Çünkü bu gıda sütün kuvvetini giderir. Hüküm olarak gıda kısmı sütten fazla sayılır. İmam Ebû Yusuf ve İman Muhammed, burada da çok olanı esas alırlar.
Bir kadının sütü başka bir kadının sütü ile karıştırarak çocuğa içirilse, Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre, çok olan esas alınır. Sütler eşit olursa, karışma yüzünden her iki kadın bakımından da, haramlık doğar. Mâlikîlere, İmam Muhammed ve Züfer'e göre bu durumlarda her iki bakımdan süt hısımlığı doğar. Sütlerin eşit veya birisinin eksik ya da fazla olması, sonucu değiştirmez. Tercih edilen görüş budur. Çünkü sütler bir cinstir. Aynı cinsten iki şey arasında gâlipliğin hükmü bulunmaz. Günümüzde bazı ülke ve beldelerde görülen "anne sütü bankası"nda karışan anne sütlerini yukarıdaki esaslara göre çözümlemek gerekir (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Beyrut 1394/1974, IV, 135 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire 1970, VII, 537 vd.; İbn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid, Mısır (t.y.), II, 34 vd.; ez-Zühayli, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletüh Dimaşk 1405/1985, VII, 705 vd.).
5. Çoğunluğa göre, hısımlık doğuran sütün ilk iki yaş içinde emilmesi gerekir. Çünkü âyette "Anneler, çocuklarını iki bütün yıl emzirirler" buyurulmuştur. Nesep hısımı olan çocuklarla ilgili olan bu hüküm, süt emen diğer çocukları da kapsar. Hadiste "Süt hısımlığı ancak iki yaş içinde emzirilen sütle oluşur" (Buhârî, Nikâh 21) buyurulur.
Ebû Hanife'ye göre ise emme süresi 30 aydır. Delil şu âyettir: "Çocuğun ana karnında taşınması ile sütten ayrılmasının süresi otuz aydır" (46/Ahkâf, 15). Burada 30 ay, hem gebeliğin, hem de sütten ayrılmanın ayrı ayrı süresidir.
Çoğunluk fakihlere göre ise, iki yıl emme süresi ile gebeliğin en kısa süresi olan altı ayın toplamı verilmiştir. Nitekim sütten ayrılmanın iki yıl olduğunu belirleyen başka deliller de vardır. Başka bir âyette şöyle buyurulur: "Biz insana ana-babasına itaat etmesini bildirdik. Onun anası kendisini zahmet üstüne zahmetle taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl sürmüştür" (31/Lokmân, 21).
Süt Emme Yoluyla Meydana Gelen Evlenme Yasağı:
Kur'ân-ı Kerîm'de; "Sizi emziren analarınız ve süt kız kardeşleriniz (size haram kılındı)" (4/Nisâ, 23) buyrulur. Bu âyette yalnız iki tane süt hısımından söz edilmiştir. Bu konuda genel prensip şu hadisle konulmuştur. “Nesepçe haram olanlar süt yoluyla da haram olurlar” (Buhârî, Şehâdât 7; Müslim, Radâ' 1). Yine nesep yoluyla, evlenmekle ortaya çıkan sıhrî hısımlıklara kıyasla, süt yoluyla da sıhrî hısımlıklar oluşur. Ancak bunun iki istisnâsı vardır.
Süt yoluyla haram olanlar şunlardır:
l. Bir kimsenin süt cihetinden usûlü. Süt annesi, süt ninesi gibi...
2. Süt cihetinden fürûu. Bir kimse süt kızı, süt oğlunun kızı ve ilânihâye bunların çocuk ve torunları ile evlenemez.
3. Süt ana ve babanın fürûu. Bir kimse ana baba bir, baba bir veya yalnız ana bir olan süt kardeşleri ve bunların ilânihâye fürûu ile evlenemez.
4. Süt ana ve babanın usûlünden yalnız ilk füru'. Bunlar süt emenin, süt cihetinden amca, hala, dayı ve teyzeleri olup bunlarla evlenmesi yasaktır.
5. Süt baba ve dedelerin eşleri: Burada zifafın olup olmaması, sonucu etkilemez. Nitekim bir kimse, nesep babasının karısı ile de evlenemez.
6. Süt oğlun veya süt oğlun oğlunun, yahut süt kızın oğlunun karısı ile evlenmek yasaktır. Burada da zifafın olup olmaması, sonucu etkilemez. Nitekim, bir kimse gelinleriyle evlenemez.
Hanefiler şu durumları istisna etmişlerdir:
a. Bir kimse süt cihetinden erkek veya kız kardeşinin annesi ile evlenebilir. Halbuki nesepçe kardeşin annesi ile evlenilemez. Meselâ; bir kadın bir çocuğa süt emzirse, bu kadının nesepçe bir oğlu bulunsa, bu oğul, süt emzirilen çocuğun annesi ile evlenebilir.
b. Bir kimse süt bakımından oğul veya kızının süt kardeşi ile evlenebilir. Halbuki bu durum nesep bakımından câiz olmaz. Meselâ; bir kadın, bir çocuğa süt emzirse, bu kadının kocası süt emen çocuğun kız kardeşi ile evlenebilir (bk. el-Kâsânî, a.g.e., III, 4, 5; el-Meydânî, el-Lübâb, III, 33; ez-Zühayli, a.g.e., VII, 138, 139).
Sonuç olarak bu konuda şu esas söylenebilir: Süt emenin nefsi süt emzirenin nesline haram olmaktadır. Ancak süt emen çocuğun daha sonra doğabilecek çocukları dışında diğer nesep hısımları ile süt emziren kadının nesep veya sıhrî hısımları arasında bir akrabalık meydana gelmektedir. Kısaca; süt emen çocuğun nesepten kardeşleri ile, süt emziren kadının nesepten çocukları arasında bir evlenme engeli doğmaz. Çünkü onlar aynı kadından süt emmedikleri için, fizik ve biyolojik yapılarında ortak cüz söz konusu değildir.
Süt Hısımlığının Hükmü: Süt hısımlığı mutlak bir evlenme engeli doğurur. Yukarıda sayılan istisnâlar dışında kalan süt hısımları her nasılsa evlenmişlerse, durum anlaşıldığında birbirlerini terketmeleri gerekir. Bunların nikâhı Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre bâtıl, Ebû Hanîfe'ye göre fâsittir.
Süt hısımları birbirine yabancı olmazlar. Bir fitne tehlikesi yoksa birbirine bakabilirler. Süt emmekle bir hısımlık doğarsa da, bununla nafaka, miras, şahitliğin reddi, nikâh ve mal velâyeti gibi diğer nesep hükümleri doğmaz.
Süt hısımlığı, nasslarda belirtilen hususlarla sınırlı kalır. Nesebe her bakımdan eşit haklar sağlamaz. Bu yüzden bir süt ana, süt oğlundan nafaka isteyemez, ona mirasçı olamaz ve bu çocuk üzerinde velâyet iddiasında bulunamaz (Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 222).
Süt Baba:
Süt annede sütün meydana gelmesine sebep olan ve süt anne ile evli bulunan erkek, süt babadır. Bu arada süt babanın ölümü veya süt anneden boşanmış olması, sonucu değiştirmez. Süt emen çocuğa bu süt baba ile nesep ve sıhrî hısımları haram olur. Süt babaya ait çocukların hepsi de süt emenin süt kardeşleri olur (İbn Kudâme, el-Muğnî, VI, 572; el-Meydânî, a.g.e., III, 32).
Süt Hısımlığının İsbâtı:
Süt
hısımlığı ikrar veya bir delille ispat edilir.
1. İkrar: Bu, erkeğin ve kadının birlikte veya bunlardan birisinin, süt hısımlığını itiraf etmesidir. Bir erkek ve kadın evlenmeden önce süt hısımlığını ikrar etseler, evlenmeleri helâl olmaz. Buna rağmen evlenseler akit fâsit olur ve kadın mehir isteyemez. İkrar evlilikten sonra olmuşsa, derhal ayrılmaları gerekir. Kendiliğinden ayrılmazlarsa, hâkim zorla ayırır. Çünkü akdin bozukluğu ortaya çıkmıştır. Burada, kadın, belirlenen mehirle, emsal mehirden az olana hak kazanır.
İkrar yalnız erkek tarafından ve evlilikten önce olmuşsa, evlenmesi helâl değildir. Evlilikten sonra olmuşsa derhal ayrılmaları gerekir. İkrar yalnız kadın tarafından ve evlilikten önce olmuşsa, kadının bu erkekle evlenmesi helâl olmaz. Fakat erkek, kadının yalan söylediği kanaatinde ise fetvâya esas olan görüşe göre, bu kadınla evlenmesi câizdir. Kadın evlilikten sonra ikrarda bulunsa, bu ikrar, onu kocası tasdik etmedikçe evliliğin sıhhati üzerinde etki meydana getirmez.
2. Beyyine: Burada beyyineden maksat, hâkim önünde süt hısımlığa şâhitlik yapmaktır. Dört mezhep de adâletli iki erkek veya bir erkekle iki kadının şâhitliği ile süt hısımlığının sâbit olacağı konusunda görüş birliği içindedir. Ancak tek erkek, tek kadın veya dört kadın şâhitle süt hısımlığının sâbit olup olmayacağı ihtilâflıdır. Hanefilere göre, bu şâhitlikler kabul edilmez. Çünkü Hz. Ömer (r.a.)'den; "Süt hısımlığı konusunda iki erkek şâhitten daha az kabul edilmez" dediği rivâyet edilmiştir. Sahâbelerden bu uygulamaya karşı çıkan olmadığı için bu konuda icmâ oluşmuştur.
İmam Şâfiî ve Ahmed bin Hanbel'e göre dört kadının, İmam Mâlik'e göre
bir erkek bir kadın veya iki kadının şâhitliği ile süt hısımlığı sâbit olur. Bu
mezhepler süt emzirme konusunda erkek şâhit bulma güçlüğünü dikkate alarak
kadın şâhide ağırlık vermişlerdir (bk. İbnül-Hümâm, a.g.e., III, 19, 20;
el-Kâsânî, a.g.e., IV, 14; İbn Kudâme, a.g.e., VII, 558 vd.; ez-Zühaylî,
a.g.e., VII, 712 vd.). (8)
Yemin anlamındaki and içme:
And
ve and içme kelimeleri, Moğolca'dan dilimize geçmiştir. Moğolca anda: Kan
kardeşi ve amca, dayı anlamına gelir. Türkçeye and şeklinde geçmiştir.
Andiçmek, bir Moğol töresi gereğidir. Moğol töresine göre, iki ayrı boydan olan
kimse, birer damla kanını bir kaba damlatır, şerbetle karıştırır, karşılıklı içerler.
Bu durumda ikisi, birbiriyle kankardeşi olur, buna andiçmek denir. Türkler
müslüman olmazdan önce, bu uygulamaları benimsemişler şamanist Türk boylarında
eski çağlardan beri bu andiçme geleneğini uygulamışlardır. Eski Türkler;
Göktanrı, tapındıkları putlar ve tabiat varlıkları adına andiçerlerdi. En
değerli andlardan biri, kan üzerine içilen anddı. Eski Türklerde kan kardeşliği
çok önemliydi ve kişilere gerçek kardeşlerin hak ve görevlerini yüklerdi.
Yapılan and töreni, ettikleri kardeşlik yemininin kanıtı sayılırdı. Kardeşleşme
ve dostlaşma töreni olarak and merasiminde, kardeş olmaya karar veren şahıslar,
topluluk huzurunda kollarını çizerek and kabına kan akıtırlar, kımız, süt veya
şarapla karıştırılan bu kan taraflarca içilirdi. Daha sonra, silahlar, atlar
veya kız kardeşler değiştirilir ve taraflar andlı adaş (Moğollar devrinde anda)
olurlardı. Bu, kan üzerine yapılan yemin demekti.
Bu tür and törenleriyle ilgili ilk bilgilere Herodot tarihinde
rastlanmaktadır. Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lügat-ı Türk adlı meşhur eserinde;
Kırgız, Kıpçak ve daha başka Türk boylarında andiçmenin kılıç üzerine
yapıldığını açıklar. Yakut, Altay ve Salcak kabileleri en büyük andlarını eski
totem olan ayı üzerine yaparlardı. Türkler İslâmiyetten sonra, şer'î mahkemelerde
fıkhî yeminleri uygulamalarına ve giderek çoğalan bir uygulama ile Allah adına
yemin etmeye başlamalarına rağmen, eski câhiliyye geleneğinin devamı
mâhiyetindeki bazı and gelenekleri sürdü. Anadolu'nun kimi yörelerinde hâlâ
benzeri kankardeşliği, yani and içme
görülmektedir.
Kan kardeşliği: Kan kardeşliği, işte kardeşlik yemini anlamında bu and içme âdetiyle ilgilidir. Bazı insanların karşılıklı olarak vücutlarından bir yeri kanatarak çıkan kan ile kardeşlik oluşturdukları âdetleri vardır. Bazı farklılıklar gösterse de doğu kavimlerinde, tarih boyunca bu tür kardeşlik anlayışı sözkonusudur. Türklerde kabul görüp uygulandığı şekliyle; birbirleriyle dost olan iki kişinin, karşılıklı kanlarını içerek ya da emerek oluşturdukları düzmece akrabalığa kan kardeşliği denilir. Eski Türkler’de kan kardeşliği çok önemliydi ve kişilere gerçek kardeşlerin hak ve görevlerini yüklerdi. Kan kardeşi olmak isteyenler boy’un önünde kollarını çizerek kanlarını ant kabına akıtır, kımız, süt ve şarapla karıştırarak içerlerdi. Daha sonra at, kılıç ve kız kardeşlerini değiştir, böylece antlı, adaş ya da Moğol dönemindeki adıyla anda, yani kan kardeşi olurlardı. Aynı oba ya da boy’dan olmayanlar da kan kardeşi olabilirlerdi. Kan kardeliği ancak ölümle sona ererdi. Kan kardeşleri birbirlerine olduğu kadar, birbirlerinin ailelerine karşı da sorumluluk taşırlardı. Batı Türklerinde bu âdet giderek ortadan kalkmıştır. Doğu Türklerinin çoğu boylarında günümüzde de bu âdetin uygulanageldiğini görüyoruz. Günümüzde gelenekselliğini koruyan bazı yörelerde, hâlâ rastlanmaktaysa da, eski önem ve anlamını, yaygınlığını yitirmiştir. Anadolu’nun çeşitli yörelerinde yer yer uygulandığı görülmektedir.
Dinimizde insanın kan içmesi, bir damla da olsa kanı emip yalaması câiz değildir. İslâm'da bu çeşit kan kardeşliği diye bir kavram yoktur. Bu tür uygulamalar, kanı kutsal sayan bâtıl din ve câhiliyye örfünden etkilenmelerle ilgilidir. Kur’an, bütün müslümanları birbirleriyle en güzel şekilde kardeş kabul etmiş ve bu tüm müslümanlara bu istikamette görevler yüklemiştir. İslâm’ın öngördüğü müslüman kardeşliğinin eksik bir tarafı yoktur ki, kan kardeşliği gibi başka bir kardeşliğe ihitiyaç hissedilsin.
“Muâhât”, Muhâcir ve Ensârın birbirlerine
kardeş olarak ilan edildiklerini ifade eden bir siyer ve İslâm tarihi
kavramıdır. Nübüvvetin on üçüncü yılında Evs ve Hazreçli müslümanların daveti
üzerine mal ve mülklerini Mekke'de bırakarak Medine'ye gelen muhâcirler
herşeyden mahrum idiler. Muhâcirleri mahrumiyetten kurtarmak ve onları Ensâr
ile kaynaştırmak için aralarında mânevî kardeşlik tesis edildi: Bu kardeşlik
"hak, eşitlik ve miras" konusunda karşılıklı yardımlaşmaya ve sevgiye
dayalı idi (Müslim, Fedâilü's-Sahabe, 204, 205; İbn Sa'd et-Tabakât, I/238; İbn
Kayyım el-Cevziyye, Zâdü'l-Meâd II/63). Bu muâhâtın, Enes b. Malik'in evinde
Bedir harbinden önce 90 veya 100 kişi arasında yapıldığı rivâyet edilir (İbn
Sa'd, et-Tabakât, I/238).
Hazreti Peygamber'in "ikişer ikişer
kardeşleşiniz" emri üzerine, Muhâcirler Ensâr kardeşleri tarafından
kucaklandılar. Böylece her şeyden mahrum olan Muhâcirler bir anda bir çok şeye
sahip oldular. Kardeşleşme emri karşısında Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Ali ile
kardeşleşmiş: Ebû Bekir, Hârise b. Zübeyr; Hz. Ömer, Itbân b. Mâlik; Ebû Ubeyde
b. el-Cerrâh; Muâz b. Cebel; Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Rabî ile ve diğer
sahâbiler de Ensâr ve Muhâcirlerden birer kardeş bulmuşlardır. Böylece muâhât
ile kan kardeşliğinden daha üstün bir kardeşlik kurulmuş oldu (İbn Hişâm, II/161,
Buhârî, Menâkıbül-Ensâr, 3).
Bu kardeşliğin tesisinden sonra Ensârın, Muhâcirlere
karşı gösterdiği fevkalade alâka ve ev sahipliği Hz. Muhammed (s.a.s.),
tarafından övülmüştür (Müslim, Fedailü's-Sahabe, 171,188-198; İbn Mace,
Mukaddime,11). Hicretten sonra Medineli Ensar ve Muhâcirler arasında bir
kardeşlik kurulduğu gibi, Hicret öncesi müşriklerin eza ve cefâlarına karşı
koymak ve müslümanların daha güçlü olmalarını sağlamak, Hicret esnasında da
yardımcı olmak bakımından Hz. Peygamber (s.a.s.), Muhâcirler arasında da bir
kardeşlik tesis etmiştir. Rasûlüllah yine Hz. Ali ile; Hz. Hamza, Zeyd b. Haris
ile; Hz. Ebu Bekir, Ömer ile; Hz. Osman, Abdurrahman b. Avf ile ve diğer Muhâcirlerde
birbirleriyle kardeş ilan edilmişlerdir.
Hz. Peygamber'in talimatı üzerine meydana
gelen Ensâr ve Muhâcirler arasındaki hak, eşitlik ve miras konularındaki
muâhât, miras hükmü dışında devam etmiş, ancak miras hükmü bir müddet sonra
Enfâl Sûresi ile kaldırılmıştır (8/Enfâl, 72-75). Bu hükmün kaldırılmasına
rağmen muâhât İslâm kardeşliği olarak Ensar ve muhâcirler arasında en güzel
örneğini vermiştir.
Ensâr ve Muhâcirler arasında yapılan
kardeşlikle Ensar, Muhâcir kardeşlerinin özellikle maddi ihtiyaçlarını
karşılamak üzere arazilerinin ikiye bölünmesini, hattâ eşlerinden birisini
boşayarak muhâcir kardeşine nikahlamak üzere vermeyi teklif ettikleri bir
vakıadır. Nitekim Abdurrahman b. Avf'ın, Ensâr kardeşi malının yarısını ve
hanımlarından birini ona vermek istediği zaman Abdurrahman b. Avf Ensar
kardeşine yük olmamak için bunlan kabul etmeyerek kendisine çarşı ve pazar
yolunu göstermesini istemiş, kısa sürede yaptığı ticaret ile büyük bir servet
sahibi olmuştur (Buhârî, Nikâh 68, Menâkıbü'l-Ensâr 3).
Hz. Peygamber'in tesis ettiği bu kardeşlik,
Ensar ve Muhâcirlerin zamanı bile eşit kullanmalarını temin etmiş, bir gün
Rasûlullah'ı kardeşlerden biri dinlerken, bir başka gün diğer kardeşi
Rasûlullah'ı dinleyerek olup bitenlerden birbirlerini haberdar etmişlerdir
(Buhârî, İlim, 27). Bu kardeşlik tesisi ile Medine'de kurulması planlanan
sosyal ve siyâsî birlik önce Ensâr ve Muhâcirler arasında sağlanmış, sonra da
verdiği iyi örneklerle Medine'deki diğer toplulukların aynı çatı altında
toplanmasına imkân hazırlanmıştır. (9)
Batı, felsefe mirasına sahip olduğu ve her filozof, kendinden önceki
filozofu tenkit edip onun doğru olarak ileri sürdüğünü eleştirip delillerini
çürütmeye çalışmış olduğu için Batılılar, hakikati bulamamışlar ve bulduklarını
iddiâ etmeyecek/edemeyecek durumdalar. Demokrasi, biraz da bu anlayışın
ürünüdür. Göreceli doğrulara, değişken gerçekliğe sahip olan farklı görüşler
değişik partiler şeklinde temsil edilir ve halkın çoğunluğu hakem tâyin
edilerek bu göreceli doğrulardan bir veya birkaçı öne çıkar, kimsenin
kesin/mutlak doğrusu olmadığından buna itiraz eden çıkmaz. Herkes,
karşısındakinin olduğu kadar kendi doğrularının da göreceli olduğunu benimser.
Bu tavırda aşırılık sözkonusudur, çünkü onlara göre insanların uymak zorunda
olduğu mutlak hakikat diye bir şey yoktur ve herkesin doğrusu kendisinedir.
Buna karşılık Doğulular, tenkit mirasına değil, şerh geleneğine sahiptir. Şerh
geleneği ve velî kültü, şahısları ve onların görüşlerini yüceltme tavrına
götürmüştür. Filozofların tam aksine, kendi acziyetini kabul eden halef, hep
seleflerini yüceltme gayretindedir. Bu tavrın da mâkul ve meşrû bir tavır
olmadığı, farklı bir aşırılık ürünü olduğu rahatlıkla Kur’an’dan yola çıkarak
değerlendirilebilir.
Müslümanların, modernizmi olduğu kadar geleneklerini de sorgulamak
zorunda olduğu gibi, aynı zamanda hem birey, hem cemaat olarak yaptıklarını
gözden geçirip sık sık otokritik yapmaları, metot ve söylemlerini masaya
yatırmaları gerekmektedir. Bu muhâsebeyi yap(a)mayan fert ve cemaatler,
hedeften sapma ve amaçlara uygun araçlar kullanamama yüzünden sadece kendi
veballerini değil; ümmetin vebâlinden paylarına düşeni de yüklenme riskiyle
karşı karşıya kalacaklardır.
Sadece iyi niyetin yeterli
olmadığı, usûl ve yöntemin büyük önemi olduğu inkâr edilemez. Bu dâvâya sadece
akıllı geçinen düşmanlar değil, akılsız dostların iyi niyetli ama yanlış
tavırları da büyük zararlar vermektedir.
Her konuda “doğru” tek değildir; bu, özellikle beşerî doğrular için
böyledir. “Doğru”nun iki kaynağı, ölçüsü vardır: İlki, bir adı da Hak olan
Cenâb-ı Hakk’a ait doğru; diğeri de insan aklı, ilmi, mirası ve tecrübesine ait
doğru. Birincisi, müslümana (Allah’a teslim olana) göre mutlak doğrudur. Yani,
her zamanda ve her yerdeki her insana/müslümana göre doğrudur; değişmeyen, tartışılamayacak
ve teslim olunacak doğru. İkincisi ise beşerî doğrudur. Yani, göreceli, zannî, ictihâdî, yoruma dayanan,
tarihe, coğrafyaya, kişiye göre değişebilecek olan doğru. Kur’an’da muhkem ve
yoruma yer bırakmayacak açıklıkta verilen bilgiler, emredilen veya yasaklanan
hükümler mutlak doğrudur, hak ve hakikattir. Kur’an’da farklı anlamaya müsâit
yoruma açık hükümler ya da Kur’an ve sahih sünnette yer almayan doğrular ise
ikinci çeşit doğrulardır. Bunlar, delillere sahip olmaya, deliller arasında tercih
veya delillerin sağlamlığı konusunda iknâ olmaya göre farklılık arzedebilecek
göreceli doğrular, değişken gerçeklerdir.
Ümmetin ihtilâf edegeldiği mezhebî/ictihadî, fıkhî doğrular da bu gruba
girer. Meşhur abdest örneğinde olduğu gibi. Mâlikîlere göre doğru olan başın
tümünün meshedilmesidir, bu farzdır. Hanefîlere göre doğru, başın dörtte
birinin meshedilmesinin farz olduğu, Şâfiîlere göre ise saçın birkaç telinin.
Bu ictihâdî doğrulardan kalkarak bir mâlikî hanefîye, hanefî de şâfiîye
abdestsiz, dolayısıyla namazsız diyemez veya bu gerekçe ile arkasında namaz
kılınmasının câiz olmadığını ileri süremez. Yoksa, mü’minlerin kardeşliğinden
bahsetmek mümkün olmaz. Ağız ve burnun Hanefîlere göre dış organ sayıldığı için
gusülde yıkanmasının farz olduğu, Şâfiîlere göre ise iç organ kabul edilerek
yıkanmasının gerekmediği örneği de bunun gibidir. Cuma namazının sıhhat
şartları konusunda da mezheplerin doğruları birbirinden çok farklıdır. Hatta
aynı mezhebin farklı müctehidlerinin de farklı ictihadları vardır. Bu ve bunun
gibi ictihâdî doğruların hangisinin delili bir kimseye kuvvetli gelirse, o
görüşü din kabul etmemek, farklı
ictihadları suçlamamak şartıyla benimser, yaşar. Ama unutulmamalıdır ki,
Kur’an’ın emrettiği bir ibâdeti hiçbir ictihad yasaklayamaz, haram kıldığını da
mubah kılamaz. Çünkü, hakkında nass olan bir hüküm, ictihad konusu değildir,
olamaz. “Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur” (Mecelle, Madde 14). Yani, âyet
ve sahih hadis olan yerde ictihad yoluna gitmez câiz değildir. Unutmamak lâzımdır
ki, ictihadla sâbit olan bir şeyin hükmü kesin değil; zannîdir. Hele, “ben
müctehid değilim” diyenlerin dini yorumlaması, sadece kendini bağlar. Allah,
falan veya filan zâtların dinî yorumlarına itaat edip etmediğimizden değil;
kendi Kitabına uyup uymadığımızdan soracaktır.
“Rabbin dileseydi bütün insanları
bir tek ümmet (millet) yapardı. Fakat onlar ihtilâfa düşmeye devam ederler...”
(11/Hûd,
118). Görüş açılarındaki farklılık, müslüman akla görüş zenginliği
kazandıracak, farklı düşünceleri incelemesini, olayları bütün boyut ve
cepheleriyle kavramasını, aklı akla katmasını sağlayacak bir sıhhat alâmeti
olacağı yerde; bu durum, bozuk çağın müslümanında iç çekişmelere ve dövüşme
fırsatına dönüşmüştür. “Kendi
ayıplarının, başkalarının ayıplarını görmesini engelleyen kişiye ne mutlu!”
denildiği halde, bizler iç dünyamıza, kişisel ve toplumsal kusurlarımıza pek az
bakıyoruz. Başkalarının ayıplarıyla uğraşıp onları sergilemek, onları ha bire
eleştirmek, fırsat bulursak bize göre hatalarını yüzlerine vurmaktan, kendimizi
düzeltmeye fırsat kalmıyor. Bazı müslümanlara göre, liderlerinin bir bildiği,
yaptıklarının bir hikmeti olduğundan, her şeye te’vil gözlüğünden
bakılabildiğinden kendi liderlerinin veya gruplarının yanlışı, başkalarının
doğrusuna tercih edilebiliyor.
Günlük hayatta ve Din’i anlamada farklı görüşlerin, farklı yorumların
olması normaldir. Hatta farklı görüşlerin olması bir faydadır, bir kolaylıktır.
Burada dikkat edilmesi gereken, Din’i kendi hevâsına göre anlama, sonra da
kendi anladığını din haline getirme yanlışlığıdır. Din’in özünü zedeleyecek
yanlış yorumlar ve bunların inanç haline getirilmesi bir anlamda ‘bağy’ dir ve
tefrikaya yol açar. Müslümanlar arasındaki vahdetin en büyük düşmanı, yanlış
din anlayışı, ülke, bölge, etnik grup, siyasi rejimler, mezhep ve tarikat
taassubudur. Halbuki bütün bunlar tefrikaya sebep olmaz, aksine müslüman
toplumların entegre olmasına yardımcı olurlar.
Müslümanlar farklı mezheplere, meşreplere, düşüncelere, ülkelere,
ilkelere sahip olabilirler, farklı coğrafyalarda yaşayabilirler, farklı gruplar
içerisinde bulunabilirler. Bunlar normal şeylerdir. Ancak herkes kendi
anladığını, kendi meşrebini, kendi mezhebini, kendi tarikat veya partisini din
haline getirirse; işte bu Din’de tefrikadır. Unutulmamalıdır ki, Din
Allah’ındır ve Kur’an’da anlatılmıştır; Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) de
bize tebliğ etmiş, hayatıyla ve ahlâkıyla dinden ne anlaşılması gerektiğini
göstermiştir. Âlimlerin, mezheplerin, grupların Din’den anladıkları, yalnızca bir yorum veya Din’i daha iyi yaşama
noktasında bir çaba gibi görülmelidir. Onların anladıkları hiç bir zaman Din’in
kendisi değildir. Bir gruba, bir mezhebe, bir meşrebe bağlı olmak mümkündür ve
bazen ihtiyaçtır. Ancak, sadece kendi meşrebini, kendi grubunu hak, diğerlerini
bâtıl görme anlayışı ‘tefrika’ mantığıdır. Mezhepli olmak ihtiyaç, mezhepçi
olmak yanlıştır. Bir meşrepten olmak doğal, ama meşrepçi olmak doğru değildir.
Bir gurupla faydalı çalışma yapmak üzere bir araya gelmek, bu amaçla bir
cemaate mensup olmak iyi, ama grupçu olmak sakattır. Bütün bu yanlışlar tefrika
sebebidir (Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 690).
Bu anlamdaki hadis rivâyeti uydurma da olsa, ihtilâflar rahmet
olabilir; eğer ihtilâfa konu olan beşerî alanla mutlak hakikat ayrımını doğru
yapar, ihtilâf edebiyle imtihan edildiğimizi farkeder ve nasıl ihtilâf
edeceğimizi bilirsek... Yoksa, her grup kendi mezheb veya meşrebini, cemaat
prensiplerini Din haline getirir ve onlarla övünmeye kalkarsa (23/Mü’minun,
53;30/Rûm, 32) bu, rahmete ulaştıran ihtilâf sınırını aşar, azâb sebebi
tefrikaya dönüşür.
Kendisinin müctehid değil; taklitçi olduğunu söylediği halde,
müctehidlerin bile vermediği fetvâları, güya onların ictihadlarından yola
çıkarak cesâretle vermek, kraldan fazla kralcılıktır. Kur’an’dan başka kutsal
kitaplar, Peygamber (s.a.s.)’den başka sözü eleştirilemez insanlar kabulü diye
tanımlanacak problemlerle müslümanlar dünyada rahmet ve devlete, âhirette
cennete zor kavuşur.
Bir âlimin, bir müctehid veya müfessirin yorumunu tercih etmek başka, o
yorumu mutlak doğru olarak Din kabul etmek daha başkadır. Aksi halde, ondan
önce yaşayan, onu tanımayan müslümanların, ya da o doğruları farklı yorumlayan
veya çok değişik tarih, coğrafya ve şartlarla çevrili kimselerin durumu ne
olacaktır? Deliller bırakılarak şahısların ve onların söylemlerinin
bayraklaştırılıp tereddütsüz kabulü ve herkesin kabul etmesi gerektiği
anlayışı, "ya hep ya hiç" şeklindeki kumarbaz beklentisidir. “Men lâ
yüdrakü küllühû, lâ yütrakü küllühû” “Bir şey bütünüyle elde edilemezse,
tümüyle de terk edilmez.”
Bugün insanlara sunulan din; büyük oranda şudur: Beşerî görüşler,
göreceli ve tartışmalı konular, cemaatlerin tartışmalı doğruları, filân efendi
hazretlerinin görüşleri, mezhebî ictihad ve kelâmî değerlendirmeler, hatta
bazen Kur’an’ın bazı emirlerini yasaklayan, bazı yasaklarını mubah kılan
tavırlar... Kur’an’ın önemsediği konular yerine, hiç yer vermediği konular din
adı altında topluma kabul ettirilmek istenmekte, mesajın başına
oturtulmaktadır. Fili farklı yerlerinden yakalayıp bu parçayı fil diye
tanımlama tavrı, basarla birlikte basîreti, alnındaki gözüyle beraber
göğsündeki gözü de kullanması gereken, gözleri açık ve her dem uyanık bulunması
icap eden müslümanların maalesef tavrı olabiliyor. Dini, bazıları şekilsel
özellikler, bazıları sarık, sakal, cübbe ve çarşaftan ibâret sayarken, bazıları
sadece falan zâtın kitaplarını okuyup
açıklamak, bazıları ise tesbih çekmekten, bazıları sadece cihad veya siyasal
yorumlardan, haftalık ders ve sohbetlere katılmaktan, bazıları dergi çıkarmak
veya radyo imkânlarından ibâret sayabilmektedir. Bundan da daha fecîsi,
Kur’an’ın ısrarla emrettiği halde, bazı müslümanların ısrarla yasakladığı kimi
ibâdetler sözkonusu olabilmekte ve Kur’an’a taban tabana zıt olan bir yasağı,
meselâ Kur'ânî bir emrin, farîzanın terkini, fâiz gibi bir haramın mubahlığını
cihad yorumu ve dâru’l-harp mantığı ile topluma empoze etmektir.
Güzel insan olmamız ve mesajımızın güzel olması için, insanları başka
şeye, tartışmalı teferrruata değil; sadece Allah’a, Allah'ın mutlak
doğrularına, yani hakka dâvet etmemiz ve bunu herhangi bir hizip adına değil,
“müslüman” isim ve sıfatımızla, İslâm’ın hizipler üstü temel prensipleri adına
yapmamız gerekmektedir: “(İnsanları)
Allah’a çağıran, sâlih amel işleyen ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha
güzel sözlü kim vardır.” (41/Fussılet, 33). Müslüman dâvâ adamı,
âyetlerdeki bütüncül çağrıya rağmen; parçacı, hizipçi, cemaatlerinin yorumunu
öne çıkaran bir yaklaşım sergileyerek kınanacak bir tavra düşebiliyor: “Onlardan dinlerini parçalayanlar ve
kendileri de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka, kendi
yanındakiyle sevinmektedir.” (30/Rûm, 32). Bugün kimi cemaat mensubu
kişiler, insanlara Kur’an’ın önceliklediklerini, mutlak hakikatleri, Kur’an’ın
muhkem doğrularını anlatacaklarına, İslâm’ın temel esaslarına dâvet
edeceklerine; kendi tartışılabilecek doğrularına çağırmaktadırlar. “Dinlerini parça parça edip gruplara
ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak
Allah'a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” (6/En’âm,
159)
İslâm inançları (Akaid), beşerî görüşlere ve şahsî anlayışlara değil;
vahye dayanır. Kimsenin hevâ ve hevesleri akaidde bağlayıcı olamaz. İtikadı
belirleyen ölçülerin tek kaynağı vahydir. Vahy olduğu tartışılan veya mânâsı
farklı anlaşılmaya müsâit olan hükümler de akaid için kesin ölçü olamaz. İslâm
inanç esasları, delâleti ve sübûtu kat’î olan vahyin itikadî hükümleridir.
Kesin doğru, mutlak doğru olan hükümler, tüm müslümanların kabul etmek zorunda
olduğu sâdık ve mütevâtir
haberlerdir.
İslâm akaidi, şüpheye, zanna, beşerî görüş ve yoruma dayanmaz. Kişinin
müslüman olabilmesi için inanmak zorunda olduğu hususlar, en küçük çapta veya
en küçük cüz’ü reddedildiğinde kişiyi
küfre sokan hükümler, akaid esaslarıdır. Tabii ki bunlar, vahy olduğunda en
küçük şüphe bulunmayan mütevâtir haberlerdir. Yani, Kur’an ve mütevâtir hadislerdir. Bunlara sübûtu kat’î
deliller denir. Akaidde bağlayıcı bir hükmün, delâletinin de kat’î olması
gerekir. Âyet veya mütevâtir hadislerdeki bazı ifadelerin hangi mânâya delâlet
ettiği kesin olmayabilir; mânâya delaleti zannî, yoruma açık olabilir. Kimse
bir şahsın ictihadını, ya da kendi anlayışını, beşerî bir yorumu, başka
insanlara inanç esası olarak dayatma hakkına sahip değildir. Mânâya delâleti
zannî olan şahsî açıklama veya yorumu kabul etmeyenleri tekfir etme hakkına hiç
kimse sahip değildir.
Bazı kaypak kavramları, karşımızdaki müslümanın dinle ters düşmeyecek
şekilde farklı anlam yükleyerek onu savunması veya bazı kurallarını uygulaması
hiç dikkate alınmadan, te’vil etme özgürlüğünü onlara vermeden, kendi
anladığımız biçimde küfür olduğuna hükmetmek, hatta bir adım daha ileriye gidip
onlara kâfir demek, göreceli doğrularımızı mutlak hakikat yerine koymak
demektir. Kendisi de şu veya bu ölçüde, ama mutlaka düzenin şu veya bu
kurumundan geçtiği halde, alternatif bulamadığı için o kurumlara şu veya bu
şekilde takılanlara müslüman gözüyle bakmamak... Bu gibi durumlar, karşısındakine ictihad
hakkı vermeden, kendini veya reisini müctehid ilân etmektir. Hatta, müctehid
hata yapabilecek kişi olduğu halde, kendi cemaat görüşünde, liderinde yanılma
ihtimali kabul etmeyen kişinin bu tavrının ne anlama geldiği, dilin ifâde
etmekten çekindiği fecî bir tavır olmaktadır. “Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), râhiplerini rabler
edindiler...” (9/Tevbe, 31). Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına
geldiğinde bu âyeti okuyunca, Adiy: “Yâ Rasûlallah, hıristiyanlar din
adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi.
Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı
din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte
bu, onlara ibâdettir/tapınmadır.” (Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an 10, hadis no:
3292)
Din, özellikle akîde, haram-helâl ölçüsü ve ibâdet hükmündeki ahkâm,
mutlak doğrulara dayanmak durumundadır. Mutlak doğruyu te’vil edip beşerî
yorumları din haline getiren anlayış, İslâmî anlayış olamaz. Falan hocanın veya
filan imamın bir görüşünü, İslâm’ın olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi din adına
ileri sürmek, bu görüş doğru olsa dahi, çok yanlış bir yaklaşımdır. Her grubun,
İslâm cemaatini kendisinin temsil ettiğini, kendi dışındakilerin sapma içinde
olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına dayatması Dinimiz için problem
olmaktadır. Müslümanların kendi kanaatlerini, üstad, lider ve âlimlerinin
yorumlarını din zannetmeleri, bugünkü ihtilâfların temelini teşkil ediyor.
Mevcut düzen ve toplum yapısının belvâ-yı âmm (toplumsal belâ)
niteliğindeki dayatmalarına karşı tavır alamayan insanlara alternatif
göster(e)meden onları dinin dışına itmek, Din’i yanlış yorumlamaktır. Ayağı
yere basmayan idealist yaklaşımlar, İslâm’ı, günlük hayatta uygulanamayacak
soyut görüşlerden ve ütopyadan ibâret saymaktır. "Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı
gittiklerinden ötürü helâk oldular." (Dârimî, Siyer 45; Ahmed bin
Hanbel, Müsned IV/127, V/318, 330)
Şu kadar cemaat ve ilim adamının melekleri sevindirecek ve şeytanları
ürkütecek kapsamda hayırlı faâliyetler, ses getirecek tavır ve eylemler ortaya
koyamadıklarının sebebi, biraz da bu usûl, yöntem hatalarından, dine bakıştaki
eksik veya yanlıştan kaynaklanıyor diye düşünüyorum.
Konumuzla ilgili empati; muhâtaplarımızı, “öteki” insanları, öteki
cemaatleri, onların dünyasından bakarak değerlendirmektir. Bu yapılamadığı
zaman, gerçeğin bir kısmı kaybedilecektir. Nisbî/göreceli doğruları, beşerî
yorumları, Din ve mutlak hakikat gibi değerlendirmemeli; insanları kendi
doğrularımıza, kendi mezhep, meşrep, metot, dernek, vakıf ve faâliyetlerimize
dâvet etmek yerine, İslâm’ın doğrularına dâvet etmeliyiz. Müslümanlarla ihtilâf
edeceğimiz konulardan ziyade ittifak halindeki konulardan yola çıkarak asgarî
müşterekleri giderek artırmak önemsenmeli, dostluk ve sevginin giderek
samimiyete ve işbirliğine dönüşmesi hedeflenmelidir. İnsanların olduğu her
yerde, kesinlikle ihtilâflar da olacaktır. İslâm’ın aslî meselelerinde
müslümanlar ihtilâf edemez. İlâhî vahyin müslümanlara seçme muhayyerliği,
tasarruf yetkisi, ictihad, yorum ve tercih hakkı verdiği meselelerle ilgili
ihtilâflar, mâkul ve normal karşılamamız gereken ihtilâflardır. Müslüman
cemaatlerle ittifak ettiğimiz konularda işbirliğine gitmeli, ihtilâf ettiğimiz
konularda birbirimizi mâzur görmeliyiz. “Sadece benim mezhep, cemaat, teşkilât,
metot, lider ve görüşüm hak; diğerleri bâtıl!” demekten sakınıp kendi
doğrularımızın "yanlış ihtimali olan göreceli doğru" olduğunu,
muhâtap mü’minlerin de "doğru ihtimali olan yanlış" görüşleri
olduğunu, empati ile ve göreceli doğruların bir’den fazla olabileceğini
unutmadan olgun mü’mine yakışan şekilde değerlendirebilmeliyiz. “Dinleyip de sözün en güzeline uyan
kullarımı müjdele. İşte Allah’ın hidâyet edip doğru yola ilettiği kimseler
onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir.” (39/Zümer, 18)
Bir musîbet, bin nasihatten yeğdir, ama bin musîbetten bir ders bile
almayanlar için korkarım dünyevî cezalar, uhrevî büyük cezanın habercisidir.
Irak’taki ve yakındaki, dıştaki ve içteki zilletin en önemli sebeplerinden
biri, İslâm âleminin kırk küsür parçadan oluşan yamalı bohça görüntüsüdür.
Dinlerini bölük pörçük edenlerden, el yordamıyla tuttuğu filin bir parçasını
bütün gibi tanımlayanlardan farklı bir şey de beklenmez aslında. Avrupa
ülkelerinin birbirleriyle her konuda ittifak yapıp Avrupa Birliği adı altında
tek devlet haline gelişi, küfrün tek millet olarak gücünü birleştirmesi,
emperyalizm ve fesadın globalleşmesi, artık ulusal devlet anlayışı modasının
çoktan geçtiğini haykırmaktadır.
Ya birleşeceksin, ya bir leşe döneceksin! Bir leş olmaktan kurtulmak
için bir’leşmek, olmazsa olmaz şarttır. Bir Allah’a inanan tevhid eri müslüman,
her şeyde tevhidi/birlemeyi öncelikler. Tevhidin bir tanımı da, her şeyi
birbiriyle irtibatlandırmak ve her şeyin bir olan Allah’la irtibatlı olduğunu
kavramaktır. Önce kendimizle, iç dinamiklerimizle birleşmek, fıtratımızla ve
inancımızla kopan bağımızı yeniden sağlamlaştırmakla işe başlamalıyız. Aynı
dinin, aynı dâvânın insanı olan tüm ümmetle birleşmek dünyevî ideallerimizin
başında gelmeli. Bütün bunlar için de Rabbimiz’le irtibatımızı sağlamlaştırmak
gerekiyor.
Zorba müstekbirlerin ittifak ve koalisyon yapmaya mecbur olduğu bir
dünyada, müstaz’af mü’minlerin yaşadıkları topraklarda bile ciddi mânâda
birliktelikler oluşturamayışları hangi nakil ve akılla izah edilebilir? Küresel
bir yangın alanına dönen müslümanların yaşadığı ülkelerde, cehennemî yangınları
söndürmek için güç birliği oluşturmayan felâketzedelerin gözyaşları, yangınları
söndürmek bir tarafa, benzin görevi yapmaktadır. Hem mevcut müslümanların
konumu hem de İslâm düşmanlarının tavrı vahdeti, “hemen şimdi” şiarıyla kulak
zarını patlatacak sesle çağırmaktadır. Dün
Irak’ın, evvelki gün Afganistan, Çeçenistan ve Bosna Hersek’in ve her gün
Filistin’in insanlık düşmanları tarafından resmen işgali bizi birleşip
dayanışmaya zorlamıyorsa demek ki, biz de işgale uğramışız demektir. Bir ülke
topraklarının işgalinden çok daha kötü olanı, gönüllerin ve kafaların
işgalidir. Savaş, öncelikle, insanın içinde kazanılır veya kaybedilir. İşgal
güçlerinin ajanı olarak faâliyet yapan uzaktan kumandalı medyanın, câhilî
eğitimin ve çevre şartlarının oluşturduğu fitne ve fesadın mü’minlerin
gönüllerini ve kafalarını işgali, onların birleşmelerinden başka yollarının
olmadığını haykırıyor. Emperyalizmin orta doğunun kalbine hançer gibi sapladığı
kan içici İsrail’in ve dünyaya yayılmış siyonizmin vahşeti, vahdetin hemen ve
her yerde gerçekleşmesini farz-ı ayın kılıyor. Mü’minler birleşip birer kova su
dökseler, İsrail’i sel alıp götürür, ama bundan önce, dünyevîleşip yahûdileşen
iç dünyalarını arındırmak için suyu kendi temizlikleri için kullanmalıdırlar.
İçimizdeki İsrail ve Amerika ile savaşamadan dışımızdaki görüntüleriyle
savaşmak mümkün değildir. Kendi mescidlerini işgalden kurtaramayanların
Mescid-i Aksâ’yı kurtarmaya kalkmalarının mümkün olmadığı gibi.
İslâm’a hâkimiyet hakkı vermeyen bugünün dünyası, bütün cepheleriyle
beşerî ideolojiler bataklığına dönüşmüştür. Modern uygarlık, temel insanlık
sorunlarına cevap verememiştir. Modern uygarlık etnik çatışmalara ve savaşlara
çözüm bulamamış, tam tersine emperyalizmi globalleştirmeye çanak tutmuştur.
İlâhî vahiy, evrensel özelliklere sahiptir. İslâm, birleştirici tüm
değerleri içerdiği için, tüm insanlık âilesine ulaşmak ister. Ümmet gerçeğinin
tarihte karşılaştığı en büyük tahribat, ulus-devlet olgusu olmuştur. Ümmet
bilincinin yeniden kurulabilmesi için yerel, bölgesel, ulusal farklılıkların
aşılabilmesi gerekir. İslâm toplumunun yeniden inşâsı, kâmil insanın,
kişilikli, bilinçli bireylerin yetişmesiyle başlar. Sağlıklı bir toplumsal
bünye, nitelikli, derinlikli, ufuklu, erdemli bireylerden oluşur. Klişelerle,
sloganlarla, tarafgirlikle köklü bir cemaat teşkil edilemez. Gerçek bir cemaat
yapısı güçlü kişiliklerle inşâ edilebilir. Sağlıklı bir cemaat için bireylerin
benliklerini arındırmaları gerekir. Bireyler, hayatın her alanında Allah’a
yönelen bir bilinçle, eylemle, davranışla mükemmelliğe ulaşırlar. Sağlıklı,
tutarlı bir kişilik bilincine sahip olanlar, sağlıklı bir cemaat bilinci
oluştururlar. Sağlıklı bir ümmet bilincine, ancak sağlıklı bir cemaat
bilinciyle ulaşılabilir.
İçerisinde bulunduğumuz dönemde hem bireyin, hem cemaatin ve hem de
ümmetin yapısı parçalandı. İslâm ruhunun ifadesi olan merkez kurumlar, hayatiyetini
kaybetti. Câmiler ve mescidler toplumun yüreği olmaktan çıktılar. İslâm’ın ilk
dönemlerinde mescidlerin sosyal, toplumsal, kültürel ve siyasal işlevleri
vardı. Bugün câmiler, sadece namaz kılınan mekânlar haline dönüştürülmüştür
(Atasoy Müftüoğlu, Ümmet Bilinci, Denge Y.).
Ümmet ve cemaat anlayışı, hiç ihtilâf ve farklılığın olmadığı despotik
ve robot üreten bir yaklaşım değildir. İnsanların olduğu her yerde, kesinlikle
ihtilâflar da olacaktır. İslâm’ın aslî meselelerinde müslümanlar ihtilâf edemez.
Müslümanlar arasında vuku bulacak olan ihtilâflardan, makul ve normal
karşılamamız gereken ihtilâflar, İlâhî vahyin müslümanlara seçme muhayyerliği,
tasarruf yetkisi, ictihad, yorum ve tercih hakkı verdiği meselelerdeki
ihtilâflardır. Yarattığı insanın ne olduğunu ve bizlerin sözkonusu meselelerde
hangi ihtilâflara düşeceğimizi hakkıyla bilen Yüce Rabbimiz, hiç kuşkusuz ki bu
gibi ihtilâflarla bizleri sınamakta, denemektedir. Bu ihtilâflar karşısındaki
kulluk mükellefiyetimiz, bu ihtilâfları birer fitne ve fesat sebebi durumuna
getirmemek hususundadır.
Falan hocanın veya filan imamın bir görüşünü, İslâm’ın olmazsa olmaz
bir unsuruymuş gibi din adına ileri sürmek, bu görüş doğru olsa dahi, çok
yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü beşer kaynaklı böyle bir görüşü din adına mutlak
doğru olarak ileri sürmek, dinde tevhide değil; tefrikaya sebep olacaktır.
Çünkü müslümanların din adına
gerçekleştirecekleri vahdet, aklî değerlendirmeler ve kavrayışlarla değil;
kalbî tasdik ve imanla gerçekleştirebilecekleri bir vahdettir. Yani, tüm
müslümanları bir araya getirebilecek olan hakikatlerin, bütün müslümanların
iman etmekle yükümlü oldukları doğrular olması gerekmektedir. Dolayısıyla
kendisine karşı imanî bir sorumluluğun olmadığı bir hocanın veya bir imamın
görüşü, doğru olsa bile, dünya müslümanları için imanî bir bağlayıcılığı
olmayan böyle bir görüşü İslâm adına mutlak doğru olarak ileri sürmek, hiç
şüphesiz ki, İslâm’da tefrikaya sebep olacaktır.
Beşerî kaynaklara ilâhîlik vasfı
verildiği ve ilâhî zannedilen bu kaynaklara, Allah'a iman eder gibi iman
edildiği zaman, bu kaynaklara dayalı ihtilâflar, kesinlikle çözüme ulaşabilecek
ihtilâflar değildir.
Tüm dünya müslümanları için yegâne ilâhî kaynak Kur’ân-ı Kerîm’dir,
böyle olmak zorundadır. Mü'minlerin din adına faydalanacakları ikinci kaynak
ise korunmuş olan Kur’ân-ı Kerîm’in tasdik ve teyid ederek koruduğu sahih
sünnettir. Bu ikinci kaynaktan istifade ederken karşılaşılan ve daha çok
mezhebî yaklaşımların neticesi olan farklılıkların makul karşılanması ve
müslümanların ayrılığına sebep olacak bir ihtilâf durumuna getirilmemesi
gerekir. Dünya müslümanlarının vahdetini
sağlayabilecek olan kaynak, sadece Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu gerçeği kabul
etmeyip birçok beşerî kaynağı ilâhî zanneden ve mutlak doğru kabul ettiği
bunlara bilinçsizce iman eden kimselerin, böylesi kaynaklardan hareket ederek
sürdürdükleri ihtilâflar, mutlak Hakim olan Rabbimizin kıyâmet günü hükme
bağlayacağı ihtilâflardır. Kaynak
meselesinin çözümlenemediği bu gibi ihtilâflar çerçevesinde uzun uzadıya tartışmaya
ve cedelleşmeye hiç gerek yoktur. Oysa beşerî aklı, ilâhî vahyin önüne
geçirmek, akıllılık, hatta akılcılık değil; akılperestliktir. Akılperestlik
(akla tapmak, aklı putlaştırmak) ise, gerçek düzlemde, en büyük akılsızlıktır.
Çünkü ilâhî vahyin denetiminde olmayan akıl, nefs ve hevânın denetiminde olup,
ister istemez nefsin bencilliğini, nefsin maslahatını gözeten bir uşak durumuna
düşmüştür (Mehmed Alagaş, Vahdete 7 Adım, s. 101).
İhtilâfın en önemli
sebeplerinden biri, yanlış emirlik telâkkisi, yanlış bir “bağlanma”
anlayışıdır. Emirlerimize, örgütlerimize, yöntemlerimize biat ediyoruz.
Yani dinimizle bazı şeyleri, hatta nefsimizi sentez ediyoruz. Oysa, kim dinine
bir şey ekler, ya da ondan bir şey çıkarırsa, eklediği ve çıkarttığı ile baş
başa kalır ve din ortadan çekilir gider. Vahdet, bir ahlâk konusu olduğu kadar,
bir entelektüel seviye meselesidir de. Ancak, İslâm’ı bilen, yaşayan ve
mes’ûliyetinin idrâkindeki ahlâklı insanların toplum üzerindeki velâyetleri ile
vahdet gerçekleştirilebilir. Vahdet, tek bir emir-komuta zinciri altındaki
insanlar topluluğu değildir. Bu, biraz da militarist bir tavırdır. İslâm
toplumu, sıkı bir hiyerarşi ve örgütlenmenin ürünü değildir. Tek tip standart insan isteği, robotlaşmış,
sadece evet deyip kafa sallayanlar oluşturan bir gayrı fıtrî ideoloji değildir
İslâm. Özgür irâdeleri ile Allah’ın ipine sımsıkı sarılan ve kendi aralarındaki
işleri müşâvere ile halleden, âlimlerin yol göstericiliği, emir sahiplerinin
nezâretleri ile İslâmî sorumluluklarının idrâkinde, tabiî uyum ve Allah'a
doğru, O’nun rızâsı istikametinde sürekli bir tekâmül prensibine bağlı
insanlar, bu toplumun müslüman kanadını oluştururlar.
İslâm’ın, vahdet, cemaat ve
ümmet bilinci açısından temel hususlardan biri olan lider anlayışı, maalesef günümüzde
tam tersi bir konuma düşürülmüştür. Liderlik anlayışı, ihtilâfların kaynağını,
hatta tefrikanın temelini oluşturan ve ahlâkî problemleri de içeren bir
yanlışlar yumağıdır günümüzde. Nice cemaatlerde görülen odur ki, din ve
dâvâya bakışla nefis veya grup/cemaat çıkarları birbiriyle karışmış, araçlar
amaçlaşmış, metotlar yüceltilmiş, gaye için her yol, dolayısıyla gayrı meşrû
yöntemler bile savunulur olmuştur.
İhtilâf konusunda en önemli
husus; hangi konuda ihtilâf edildiğidir. Bu alan, ihtilâfın meşrû ve yasak
olanını belirlemek açısından temel bir ölçüdür.
İhtilâf ettiğimiz şey
nedir? Gerçek ve mutlak hakikati iyi anlamak gerek. Bazı gerçekler vardır ki,
insanlara göre, zamana ve mekâna göre değişiklik gösterir. O, hayatın özünde
var olan bir değişkenlikten kaynaklanan konjonktürel bir konudur. İhtilâfların
özünde büyük ölçüde, mutlak hakikat ile değişken gerçeklik arasına bir çizgi
çekememe konusu yatıyor. Ayrıntıda ihtilâf etmek, gerçeği yakalamak açısından,
kolaylık ve maslahat yönünden büyük
önem taşımaktadır. Dolayısıyla bu anlamda ihtilâf, kolaylık ve rahmettir.
İkinci hakikat ise, mutlak hakikatte anlayış konusunda düştüğümüz ihtilâftır.
Bu da beşer olmanın zaafından kaynaklanan bir konudur. Bu konudaki ihtilâfın
meşrûiyet sınırı olarak üç mesele üzerinde durmak icap eder. İleri sürülen bir
görüşün dayandığı temeller sağlam ise, vahiy ve mütevâtir sünnet ile te’yid
ediliyorsa, aklî ve ilmî delilleri sağlam ise ve meşrû bir gerekçe ile ortaya
konuluyorsa, bu görüşü doğru kabul edebiliriz. Zaten ictihadlar da, ya da
ictihadlar arasındaki farklılıklar da buradan kaynaklanmaktadır. Yine bu da
insanların anlayışlarını geliştirmeleri, akledip fikretmeleri açısından,
tekâmülleri açısından bir zarûrettir.
Burada, dikkat etmemiz gereken
husus; Kur’an’ı anlamaya çalışmamızdır. Yoksa, kendi zanlarımızı ve
kanaatlerimizi te’vil yolu ile Kur’an’a isbatlatmak değil. Yine kendi
kanaatlerimizi emretmekten/dayatmaktan kaçınmalıyız. Bu gibi konularda
gereksiz ve özellikle kırıcı tartışmaya girmeme konusunda ihtiyatlı hareket
etmemiz gerekir. Herkesin kendi fikri ile kişiliğini oluşturması ve özgür
irâdesi ile Allah’ın ipine sımsıkı sarılması sûretiyle gerçek bir cemaat yapısı
ortaya çıkabilir. Bu anlamda meşrû bir ihtilâf, cemaatin oluşması açısından
zarûrettir. Herkesi aklî anlamda tek bir
fikre getirmek, esasen mümkün değildir ve bu yönde vahdet adına girişilecek
dayatmalar vahdeti parçalar.
Farklı Metotlar:
Metot
farklılığı mümkün. İnsanların bilgi düzeyleri, kültürleri, meslekleri farklı,
yetenekleri farklı. Dolayısıyla farklı metotlar kullanıyor olabilirler. Bir
ölçüde kategorik olmak iyi olabilir. Tabii, temel metoda ters düşmemeli; Yani, İslâmî metodun dışında gayrı meşrû bir
metot kullanamayız. O genel metot içinde kalmak kaydıyla, kendimize yeni
metotlar geliştirebiliriz. Ne var ki, farklı metot sahipleri, sonuçta
İslâm’ın metodu içinde birbirlerinin varlığını ve meşrûiyetini kabul etmeleri,
aynı bütünün birer parçası olduklarının şuurunda olmaları gerekir. Kanaat
farklılıkları sebebiyle, gruplar birbirlerinin metotlarına sıcak
bakmayabilirler. Ama bir ihtilâf zannî ise, yani ictihadî ise, yine de
birbirlerine karşı hoşgörülü bakmak zorundadırlar.
Maalesef yaşadığımız coğrafyada müslümanlar kendi aralarında bir şûrâ
teşkil edemedikleri için, birtakım fırka ve hizipler kendi zannî hükümlerini
müslümanlar için tek kurtuluş reçetesi olarak takdim etmek sûretiyle vahdet
adına ihtilâfı körüklemektedirler. Müslümanlar
Allah'a, Rasûlüne ve Kitaba imandan başka, neredeyse örgütlerine, liderlerine
ve metotlarına iman etmekte; dinleri ile örgüt, lider ve yöntemlerini sentez
yapmaktadırlar.
Haram ve helâlle sınırlı metot içinde, birçok metot farklılıkları
mümkündür; hatta lüzumludur. Her sahada hareket edecek farklı gruplar
gereklidir. Bilgi, beceri ve fıtratla ilgili bir konudur bu. Ancak hiç kimse
kendini tek çözüm yolu olarak gösteremez. Bu, farklı bir sentezciliktir.
Herkesin doğru yaptıklarının yanı sıra, pek çok yanlışları da olabilir ve
olmaktadır. Mâsûmiyet kavramını hiç kimse kendinde taşıyamaz. O halde herkesin
hataları olabilir. Bu yanlışlar, o kişi için ayıp değildir. Ayıp olan hatada
ısrardır. Yoksa, yanlışın farkına varıp dönülürse, o ayrı bir fazilettir.
Bunlara ilâveten, vahiy kesilmiştir. Öyleyse hepimiz kendi düşünce ve
irâdelerimizle inandığımız şeyleri doğru olarak kabul ediyoruz demektir. Bu
doğru kabul ettiklerimizin eksik ya da yanlış olma ihtimalini göz önünde
bulundurmalıyız.
Müslümanlar dinleri üzerinde
tartışmaya girmeyecekleri gibi, ihtilâf ettikleri konularda da birbirlerini
mâzur görmek, ittifak ettikleri konularda örgüt, lider ve yöntemleri ne kadar
farklı olurlarsa olsunlar birlikte hareket etmek durumundadırlar. Müslümanlar,
makro planda, Allah'a, Rasûlüne ve Kitaba iman edenler tek bir cemaattirler.
İyiliği emreder ve kötülükten sakındırırlar; yaratılmışlığın hukukunu korurlar,
nerede bir iyilik görürlerse ona destek verirler. Nereden bir kötülük
görürlerse görsünler, kimden geliyor olursa olsun, kime yönelik bulunursa
bulunsun, kötüye ve kötülüğe karşı çıkarlar, zulme tavır alırlar. En genel anlamdaki İslâmî vahdetin temeli
de budur. Bizim örgüt, lider ve yöntemlerimiz hakikatin ta kendisi, kaynağı
ve ölçüsü değil; hakikati anlamak ve hayata geçirmekte bir yöntem konusudur.
Müslümanları, kendi aralarında bölen, onları birbirlerine
yabancılaştıran, kendi örgüt, lider ve yönteminin üstünlüğü tartışmasına
götüren ve kendisi gibi düşünmeyenleri tekfir eden yapılanma, İslâm’ın ruhuna
yabancı bir yapılanmadır. Cehennemin yollarının iyi niyet taşları ile döşeli
olduğunu unutmamalıyız. Vahdet adına kimi zaman vahdeti yok eden bir tavrın
içine girdiğimizi hesaba katmak zorundayız. Arzu ve mizaçlarımızın farklı
oluşu, ya da zekâ farklılıkları, farklı mesleklerden oluşumuz tefrikanın sebebi
olamaz.
Cemaat, farklı eğilimleri içinde
barındıran bir topluluktur.
İhtilâfların Kaynağı:
Günümüzdeki
ihtilâfların kaynağı, temelde nefsîdir. Grup taassubunun da aslında hevâlardan
kaynaklandığını belirtmek gerekir. İslâm cemaatine yaklaştıkça siyasî
ihtilâflar da ortaya çıkacaktır. Kimin kime tâbi olacağı, liderin âlim mi, emir
mi olduğu, toplumun velâyet hakkının kime ait olduğu soruları o zaman daha öne
çıkacaktır. Her grubun İslâm cemaatini
kendisinin temsil ettiğini, kendi dışındakilerin sapma içinde olduğunu
zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına dayatması şimdiden problem
olmaktadır. Hele, İslâm’ın hâkim olması durumunda, ihtilâfın tefrikaya,
tefrikanın tekfire, tekfirin savaşa dönüşebildiğini Afganistan aynasında
müslümanların görmeleri ve kendilerine çeki düzen vermeleri gerekiyor.
Aslında ihtilâf edilen noktalar, sanıldığı kadar çok değil. Birtakım
yanlış din telâkkilerinden kaynaklanan sorunlar sözkonusudur. Onun da temelinde
câhillik yatıyor. Nice ihtilâf gibi gözüken sorunların temelinde de ahlâksızlık
yatıyor. Müslümanların kendi kanaatlerini, üstad, lider ve âlimlerinin
yorumlarını din zannetmeleri, bugünkü ihtilâfların temelini teşkil ediyor.
Atalarımızın yolunu kutsal kabul eden bir anlayış gibi, her mirası reddeden
modernist ve roformist çizgi de çözüm değildir. Kaynaklara inme ve bu gün o
hükümleri, Allah’ın rızâsına uygun bir şekilde nasıl yaşayacağımız gündemde
olmalı. Yani, dini zamana uydurmak değil; bu zamanda İslâm’ı yaşama ve takdim
etme gayreti (Abdurrahman Dilipak, İslâm Cemaatine Doğru, Risale Y. s. 106-117).
Metot Farklılığı:
Metot
farklılıkları aslında sorun değildir. İslâmî hareketin her sahada çalışanlara
ihtiyacı var. İslâm, tek başına bir entelektüel hareket, ya da halk hareketi
değildir. Tek başına siyasî bir toplum da değildir. Bu tür farklılıklar, bu
grupların birbirini red ve mahkûm etmemesi halinde, kültürün zenginliğini
gösterir. Başarıya giden yolu kısaltır. Allah hepimizi ayrı ayrı özelliklerde
yarattığından farklı mesleklere ve yeteneklere sahibiz. Farklı deneyimlere,
izlenimlere, kültürlere sahibiz. Bu, dinimizi formalara ayırarak kategorize
edilmiş bir din anlayışı haline getirmemeli, fili ayrı yerlerinden tutan
cemaatler, sadece kendi tuttukları yerin fil olduğu iddiasına kapılmamalıdır.
Bu konuda önemli ölçü; aynı Allah'a, Peygamber’e, Kitab’a iman edenlerin,
kaynakları, niyet ve yöntemleri meşrû olduğu sürece birbirlerinin varlıklarını
ve meşrûiyetlerini kabul etmeleridir. Tabii, bunun alt yapısını da, dinin temel
meselelerinde, tevhidi özümseyip ondan tâviz vermemek ve tâğuta karşı tavır
gibi konularda farklılığın olmaması gerekmektedir. Bu dinin ilâhî olduğu gibi;
dinin hâkimiyetine giden yolun, yani temel metodun da rabbânî olması gerekiyor.
İslâm’ın hâkimiyeti için, yalnız meşrû araçların kullanılmasının zarûrî olduğu
unutulmamalıdır.
Vahdet; Özlenen Birlik ve Bütünlük Nasıl Gerçekleşir?
“Vahdet”, “tevhid” kelimesi ile aynı köktendir; ikisi arasında kopmaz
bir bağ vardır. Tevhid, birlemek; vahdet de birleşmek demektir. Allah’ı
birlemeyen kimsenin, tevhide iman edenlerle birleşemeyeceği gibi; vahdet anlayışından
ve ahlâkından mahrum insanın da gerçek muvahhid olması beklenemez.
Vahdet Zarûrîdir. Çünkü;
Kur’an vahdeti emretmektedir.
“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a,
Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın...” (3/Âl-i İmrân, 103).“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra
parçalanıp ihtilâf ederek ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek
büyük bir azap vardır.” (3/Âl-i İmrân, 105). “Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla
hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır, sonra Allah onlara
yaptıklarını haber verecektir.” (6/En’âm, 159). “Allah'a ve Rasûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya
kapılırsınız da rîhınız (rüzgârınız, gücünüz, devletiniz) gider. Bir de
sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (8/Enfâl, 46). “...Müşriklerden olmayın; ki onlardan
dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan)
her fırka/grup, kendi yanındakiyle böbürlenmektedir.” (30/Rûm, 31-32). “Mü’minler ancak kardeştirler.” (49/Hucurât,
10)
Sünnet vahdeti emretmektedir.
“Allah’ın eli cemaatle beraberdir.” (Tirmizî,
Fiten 7, hadis no: 2166, Humus 1966; Nesâî, Tahrîm 6). “Cemaat rahmet, tefrika (ayrılık çıkarma) azaptır.” (Ahmed bin Hanbel, 4/145, 278). “Bereket, cemaatle beraberdir.” (İbn Mâce, Et’ıme 17). “Cemaatten bir karış ayrılıp sonra ölen
kimse câhiliyye ölümü ile (küfür üzere) ölmüş olur.” (Buhârî, Fiten 2). “Cemaatle kılınan namaz, bir insanın tek
başına kıldığı namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir.” (Buhârî, Ezân
30, Salât 87; Müslim, Mesâcid 245)
Akıl vahdeti emretmektedir.
Tek
başımıza kaldıramadığımız ağır bir yükü, elbirliğiyle birleşerek
kaldırabiliriz. Dâvânın hâkim olması, küfre ve zulme kıyâm edilmesi gibi birkaç
kişinin kaldıramayacağı cihad yükünü de ancak birleşerek yerine getirebiliriz.
Tek tek kolay kırılabilen ok gibi çubukları, büyük bir demet yaptığımızda
kıramayacakları gibi, sürüden ayrılıp tek kalanı kurdun yediği gibi,
bireysellik de cinden ve insandan şeytanların tuzaklarına kolay düşürür,
vahdetten uzak insan, onların kolay avı olur.
Tarih vahdeti emretmektedir.
Başta
Benî İsrâil olmak üzere, nice eski kavimler tefrika yüzünden acı mağlûbiyetler
tatmışlar, niceleri tarihten silinmişlerdir. Beylikler dönemindeki durum ile
Osmanlılar arasındaki fark ve yine ırkçılık, milliyetçilik gibi ümmetin
vahdetini bozan fikirlerle tek ümmet ve büyük tek devletten küçük küçük 87
ülkeye ayrılmış, ciddî ağırlıkları olmayan günümüz müslüman dünyasının durumu,
ibret almak için yeterlidir.
Günümüzün/çağımızın konumu
vahdeti emretmektedir. Avrupa ülkeleri, aralarındaki sınırları kaldırıp
Avrupa Birliği adı altında hemen bütün güçlerini birleştirmektedir. Birleşmiş
Milletler, Nato vb. ittifakların konumu ve ağırlığı göstermektedir ki bugün
işbirliği ve ittifak yapan, birleşen uluslar yarınlara hâkim olabilecektir.
Ekonomi vahdeti emretmektedir.
Müslümanların
kalkınması, sömürü ve kapitalizmin zulüm çarklarından kurtuluşu, kendi ekonomik
güçlerini birleştirip ortaklaşarak ticârî kuruluşlar, holdingler kurmalarını
gerektirmektedir. Devir, bakkal devri olmaktan çıkıp süper ve hiper marketler
devri olmuştur. Bu da kapitalist vampirlerin mü’min kanı emerek azgınlaşmaması
açısından müslümanların vahdetini gerektirmektedir.
Mevcut müslümanların konumu, din
düşmanlarının tavrı vahdeti emretmektedir.
Kısa bir müddet önce Çeçenistan’ın Ruslar, Bosna Hersek’in Sırplar,
Filistin’in siyonistler Afganistan ve Irak’ın Amerikalılar tarafından resmen
işgali ve bunlardan daha acı olan kâfirlerin yerli işbirlikçi İslâm düşmanları
tarafından müslümanların devletlerinin işgali, onların yönlendirdiği medyanın,
çevre şartlarının, câhilî eğitimin oluşturduğu fitne ve fesadın müslümanların
gönüllerini ve kafalarını işgali, mü’minlerin birleşmelerinden başka yollarının
olmadığını haykırıyor. Mü’minler birleşip birer kova su dökseler, İsrail’i sel alıp götürür. Emperyalizmin orta
doğunun kalbine hançer gibi sapladığı kan içici İsrail’in ve dünyaya yayılmış
siyonizmin vahşeti, vahdetin hemen ve her yerde gerçekleşmesini farz-ı ayın
kılıyor.
Tecrübe vahdeti emretmektedir.
Yüzlerce
senedir müslüman halk kültürünün ortak ürünü olan atasözleri, bu deneyimi
aktarır: “Nerde birlik, orda dirlik.”
“Bir elin nesi var? İki elin sesi var.”
“Tek el, kendini yumaz.”
Matematik vahdeti emretmektedir.
Alt alta dizilen/yazılan meselâ dört tane 1, en fazla 4 ederken; aynı safta
dizilen, yan yana gelen dört tane 1ise, 1111 (bin yüz on bir) edecektir. Dört
tane 1'in yan yana gelip birleşmesi, 1111'in gücüne eşitlenecektir.
Dünya huzuru vahdeti
gerektirmektedir. Fesat ve kargaşanın, tefrika ve sürtüşmenin gereksiz
tartışma ve ihtilâfın, eleştiri bombardımanının olduğu ve bireyselciliğin öne
çıkıp herkesin sadece kendini düşündüğü yerde huzur olmayacak; kardeşlik ve
vahdetin, ittifak ve cemaatin olduğu yerde ise huzur olacaktır.
Âhiret saâdeti vahdeti
gerektirmektedir. Cennete ancak vahdetle ulaşılabilir. “Mü’min olmadan cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman
etmiş olamazsınız.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66). “Sizden biri, kendisi için sevdiği şeyi
kardeşi için de istemedikçe (gerçek) mü’min olamaz.” (Buhârî, İman 6;
Müslim, İman 71; Nesâî, İman 19; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 60; İbn Mâce,
Mukaddime 9)
Vahdet Nasıl Gerçekleşir? Vahdetin gerçekleşmesi için gerekenlerin altını çizmek ve çözüm yolunu
özet olarak belirtmek gerekirse, şu hususlara vurgular yapılmalıdır: Kur’an ve
sahih sünnet çerçevesinde birleşmeye vahdet denildiği için, değişik kaynaklar
edinen insanların tefrika içinde bölük pörçük olmaları gâyet doğaldır.
Kur’an’dan başka bir kitabı mutlak hakikat ve mutlak kaynak edinen her insan,
tabiatıyla kaynakları farklı olduğundan vahdete ulaşamaz.
Vahdet, her konuda aynı olmak, hiç ihtilâf etmemek, standart bir tip,
robot adamlar üretmek, liderlere ve teşkilâtlara mâsum damgası vurmak, devamlı
baş eğmek değildir. Mü’minlerin dinin esas meselelerinde, Kur’an ve sahih
sünnetin kesin olarak hükme bağladığı temel konularda birleşmesi ve bu
doğrultuda işbirliği yapması, cemaat ve ümmet olmasıdır. Mü’minler arasında vahdete engel durumlar
varsa, bu ya iman sorunundan, ya da ahlâk sorunundan veya her iki sorundan
kaynaklanmaktadır. Vahdet, önce içimizde ve kendimizle olmalıdır. Kendisiyle
barışık ve vahdet/uyum içinde bir kişilik sergileyemeyenler, dışlarında vahdeti
hiç oluşturamazlar. Vahdet, yakından uzağa doğru oluşup adım adım
genişleyebilir. Bütün mü’minlerin kardeş, velî/dost bilinmesi gerekir.
Mü’minlerin birbirlerini, özellikle farklı cemaat mensubu dâvâ adamlarını topa
tutup, dine savaş açanları unutmaları büyük bir cinâyettir. Düşmanlık için,
Kur’an’ın belirttiği İslâm'a savaş açan tâğut ve zâlimler yeterlidir.
“Vahdet, kimler arasında
gerçekleşir?” Ümmetin tümüyle, ülkedeki hatta dünyadaki tüm müslümanlarla
diyorsanız, kıyâmeti, hatta mahşeri beklersiniz. Gerçekçi ve ayağı yere basan
teklifler sunmalı, gerçekleşebilecek hedefler seçmeliyiz. Hz. Peygamber’in
hayatındaki dönem hâriç, tarihin hiçbir döneminde bu ideal, tümüyle
gerçekleşememiştir. Vahdet, ancak şuurlu müslümanlarla gerçekleşir. Tevhidî
bilince ermemiş insanlarla ittifaklar, saldırmazlık antlaşmaları, ateşkesler ve
takıyye yapılabilir ancak; vahdet değil!
“Vahdet, nasıl gerçekleşir?” Bütün mü’minlere elimizi, gönlümüzün
tercümanı olarak uzatmalı, gülümseyen yüzümüzü sevgi dolu ifadelerle
zenginleştirip kardeşlerimize ikram etmeliyiz. Mü’min olan tüm muhâtaplarınıza
elinizi uzatırsınız, ama tokalaşacağı yerde elinizi ısırmaya kalkanlara karşı
ne yapacaksınız? Misyonervari şekilde, ısırsın diye diğer elinizi mi uzatacaksınız?
Tabii, sizi kutsayıp toka için uzattığınız elinizi öpmeye kalkışanların da
ısıranlar kadar tehlikeli olabileceğini unutmamalısınız.
Vahdetin hemen gerçekleşecek kısa vâdeli bir çözüm olmadığını bilerek,
bunun alt yapısı için mü’minlerin adım atmaları, farklı cemaat mensuplarına
gönül ve kucak açmalı, ziyâret etmeli, onları sevdiğimizi ispat edecek
yaklaşımlarda bulunmalı, hor görüyü sadece kâfirlere, hoşgörüyü ise hangi
gruptan olursa olsun tüm müslümanlara gösterebilmeliyiz.
“Filan memleketten adam çıkmaz!”, “falan mezhep bâtıldır, mensupları
kâfirdir”, “ben falan cemaatle veya filanlarla bir araya gelmem!”, “onun olduğu
yerde ben yokum!”, “şu kitabı (gazeteyi, dergiyi, yazarı) okuyanlar şucudur,
bunları okuyanlarla işbirliği yapılamaz” gibi örneklerini çoğaltabileceğimiz
anlayışla vahdet değil, ancak tefrika ve fitne üretilir.
Nisbî/göreceli doğruları, beşerî yorumları, din ve mutlak hakikat gibi
değerlendirmemeli, insanları kendi doğrularımıza, kendi mezhep, meşrep, metot,
dernek, vakıf ve faâliyetlerimize dâvet etmek yerine, İslâm’ın mutlak
doğrularına dâvet etmeliyiz. Müslümanlarla ihtilâf edeceğimiz konulardan ziyade
ittifak halindeki konulardan yola çıkarak asgari müşterekleri giderek artırmak
önemsenmeli, dostluk ve sevginin giderek samimiyete ve işbirliğine dönüşmesi
hedeflenmelidir. Müslüman cemaatlerle ittifak ettiğimiz konularda işbirliğine
gitmeli, ihtilâf ettiğimiz konularda birbirimizi mâzur görmeliyiz. Sadece benim
mezhep, cemaat, teşkilât, metot, lider ve görüşüm hak, diğerleri bâtıl demekten
sakınıp kendi doğrularımızın "yanlış ihtimali olan göreceli doğru"
olduğunu, muhâtap mü’minlerin de "doğru ihtimali olan yanlış"
görüşleri olduğunu, empati ile ve göreceli doğruların bir’den fazla
olabileceğini unutmadan olgun mü’mine yakışan şekilde değerlendirebilmeliyiz.
Bir cemaat mensubu, bir meşrep ve mezhep mensubu olmakla; hizipçi,
mezhepçi, bağnaz olmak arasında cennetle cehennem kadar farkın olduğu
unutulmamalıdır. Dinin temel esasları dışında, meşrû özgürlük alanlarında ve
yasaklanmamış çalışma metotlarında farklılık bir zenginliktir; tefrika ise tüm
zenginliğin kaybı, ölümcül fakirlik. Allah’ın ve Rasûlü’nün farklı
anlaşılmayacak şekilde hükme bağladığı mutlak hakikatlerin dışında beşerî
doğruların ortaya çıkması için uygun zaman ve zeminlerde ve de âdâbına uyularak
tartışılması gerekmektedir. “Bârika-i hakîkat, müsâdeme-i efkârdan çıkar.”
Yani, hakikat şimşeği, farklı fikirlerin çarpışmasıyla meydana gelir.
İhtilâf konusunu birkaç cümleyle özetler mâhiyette, ihtilâfın hükmünü
şöyle değerlendirebiliriz: İhtilâfın meşrû veya yasak olması, ihtilâfın cinsi,
konusu, sebep ve gâyesi, metodu, uyulması gereken ahlâkî hususlar, savunulup tartışılan konunun
taassupla/bağnazlıkla ilgisi, şahsî görüş ve beşerî yorumların mutlak hakikat
gibi kabulünün değerlendirilmesiyle ortaya çıkacaktır. İhtilâf konusunda
unutulmaması ve karıştırılmaması gereken durum, ihtilâfla tefrika arasında
farkın olduğudur. Hangi konuda ihtilâfın yapıldığı da meşrûluk için şarttır.
İhtilâf edilecek konunun dinin usûlünden, yani temel esaslarından olmaması
ihtilâfın meşrû olup olmaması için şart olduğu gibi, ihtilâf usûl ve ahlâkı da
cevaz ve haram hükmü için bir ölçüdür. Yine, ihtilâfın sebep ve gâyesi de
günah-sevap açısından değerlendirilmelidir: Allah için ihtilâf başkadır;
nefis/hevâ için, enâniyet için ihtilâf başka.
Bir Allah’ın bir tek olan hak yolundan giderek birr’e ulaşmak için
muvahhid/birleyici müslümanların birbirini sevmeleri ve ittifak ettikleri
konularda birleşip işbirliğine gitmeleri, ihtilâf ettikleri konularda
birbirlerini mâzur görerek ihtilâf âdâbına riâyet etmeleri ve adım adım ümmet
birliğine doğru yol almaları gerekmektedir. “Ey
iman edenler! Hepiniz topluca barışa, birlik ve dirliğe (Silm’e, İslâm’a) girin
ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” (2/Bakara,
208)
“Selâm”, 'selime' fiilinden gelen bir masdardır. Sözlükte, kurtulmak,
selâmette olmak, güven, barış, ayıp ve kusurlardan uzak olmak anlamlarına
gelir. Selime fiili ve onun türevleri olan kelimeler, barış, teslim olma,
güvende olma, ayıp ve kusurdan uzak olma, barışa girme, hayır ve iyilik içinde olma, emniyette olma gibi
anlamlara gelirler. Görüldüğü gibi bütün bu anlamların birbirleriyle
yakın ilgisi bulunmaktadır.
Allah'ın İsmi Olarak Selâm:
‘Selâm’
Allah’ın güzel isimlerinden biridir. Kendisi her türlü eksiklik ve noksanlıktan
uzak olduğu gibi başkalarına da barış ve esenlik veren anlamına gelir.
Bazılarına göre Allah’ın ‘Selâm’ ismi, bütün yaratıkları her türlü bozukluktan
uzak tutan, onlara selâmet veren demektir. Kâinatta her şey Allah’ın koyduğu
düzene göre devam etmektedir. Allah’ın bütün fiilleri bozukluk ve
düzensizlikten uzaktır. O’nun takdirinde ve yaratmasında kusur olmaz.
‘Selâm’, hem Allah’ın noksanlıklardan uzak olduğunu, hem de O’ndan
kullarına gelen esenliği, güveni ifade eder. Nitekim namazın sonunda
Peygamberimiz, “Allahümme ente’s-selâmü
ve minke’s-selâm” demiş ve böyle denilmesini tavsiye etmiştir. Yani, “Ey Allahım sen Selâmsın ve selâm Sendendir.”
Esenlik ve Kurtuluş Olarak Selâm:
Kur’an’da selâm kelimesi esenlik, kurtuluş ve tehlikeden salim (uzak) olma
anlamlarında da kullanılmaktadır. "Ey
Nûh! Sana ve seninle beraber olan toplulukla, Bizden bir selâm-esenlik ve
bereketle gemiden in..." (11/Hûd, 48) "Biz: 'Ey ateş!
İbrâhim'e karşı serin ve selâm (selâmetli) ol' dedik." (21/Enbiyâ, 69)
Selâm Kur’an’da, insanlar hakkında kullanıldığında, selâm vermeyi,
sözle esenlik, barış ve güven dilemeyi ifade etmek; Allah hakkında kullanıldığı
zaman da, bizzat bu esenliği, barışı ve güveni gerçekleştirmek anlamında
gelmektedir.
Cennette Selâm:
Allah (c.c.)
ayrıca Cenetten olan kimseleri de bizzat selâm sözüyle karşılamaktadır. “Rahman olan Rabbinden onlara bir de sözlü
‘Selâm’ vardır.” (36/Yâsin, 58) "Rablerinden
korkup sakınanlar da, cennete bölük bölük sevkedildiler. Sonunda oraya
geldikleri zaman, onun kapıları açıldı ve onlara (cennetin) bekçileri dedi ki:
'Selâm üzerinize olsun, hoş ve temiz geldiniz. Ebedî kalıcılar olarak ona
girin." (39/Zümer, 73) (Ayrıca: 7/A'râf, 46; 10/Yunus, 10; 13/Ra'd,
24; 14/İbrâhim, 23; 16/Nahl, 32 vd.)
Allah (c.c.) mü'minlere; Cennette selâm ve güvenle beraber girmelerini
söylüyor. Gerçekten bu, onlar için çok üstün bir mükâfattır (15/Hıcr, 46;
50/Kaf, 34). Rabbimiz, özellikle seçtiği Rasullerine selâm sözüyle selâm
vermekte ve onlar hakkında övücü sözler sarfetmektedir (27/Neml, 59; 37/Sâffât,
79, 109, 120, 130, 181). Cennete bulunan mü’minler orada boş bir söz, yalan bir
lâf işitmeyecek; orada ancak selâm sözü işitecekler (10/Meryem, 62; 56/Vâkıa,
26).
Kurtuluş Yolu Olarak Selâm:
Allah
(c.c.), rızâsına uyanları Kur’an ve Hz. Muhammed’le ‘selâm yolları’na
ulaştırır, o insanları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır (5/Mâide,
16).
Rabbimiz, bütün insanları ‘selâm yurdu’na dâvet eder, insanlardan
dilediğine, -bir anlamda hidâyeti isteyene- hidâyetini verir (10/Yûnus, 25).
İnsanlar İslâm’ı hayat haline getirirlerse, önce kendileri ‘selâm’a ulaşırlar.
Böyle insanlardan kurulu bir toplum artık ‘selâm’ toplumu olur ve onların
yaşadığı yerler de ‘selâm yurdu’ (dârü’s-selâm) olur.
Selâm Yurdu:
Ancak, asıl
‘selâm yurdu’ Cennet’tir. Cennet’te bitmeyecek bir sonsuzluk, fakirliği olmayan
bir zenginlik, hastalıksız sağlık, zilleti olmayan bir izzet vardır. İşte Allah
(c.c.) insanları böyle bir yurda çağırmaktadır.
Müslümanların Selâm Vermesi:
Mü’minler
birbirlerine ‘selâm’ vermekle yükümlüdürler. Böylelikle kendilerinin ulaştığı
‘selâm’ halini müslüman kardeşi için de isterler. Onların yer yüzünde ve
Cennet’te ‘selâm yurdunda’ olmaları için duâ ederler.
Selâm, her şeyden önce, müslümanlar arasında bir şiardır (alâmettir).
Mü’minler birbirlerine selâm vererek tanışırlar, birbirlerinden emin olurlar ve
birbirlerine duâ ederler. Bir mü’mine ‘selâmün aleyküm’ veya ‘es-Selâmü
aleyküm’ diyen bir kimse, ‘selâm senin üzerine olsun’, selâm üzere olasın,
selâmette olasın, benden sâlim ol (benden sana zarar gelmez)’ demiş olur.
Böylece mü’minler arası dostluk, güven ve karşılıklı iyi niyet gerçekleşmiş
olur.
Kur’an diyor ki: “Selâm hidayete uyanların üzerine olsun.” (20/Tâhâ, 47). Mü’minler Allah’ın hidayetine kavuşan insanlardır. Öyleyse ‘selâm’ onların hakkıdır. Rabbimiz buyuruyor ki: “Siz bir selâm ile selâmlandığınız zaman, siz de ondan daha güzeliyle karşılık verin veya verilen selâmı aynen iade edin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını gereği gibi yapandır.” (4/Nisâ, 86). Burada selâm ‘tahiyye’ kelimesiyle ifade ediliyor. “Ey mü’minler! Evlerinizden başka evlere izin almadan, seslenip sahiplerine selâm vermeden girmeyin. Eğer düşünürseniz bu, sizin için daha iyidir.” (24/Nûr/27).
Bu âyetler mü’minlerin birbirlerine selâm vermelerini emrediyor. Çünkü selâm insanlar arasındaki emniyeti, barışı, kardesliği pekiştirir, mü’minlerin birbirlerine dua etmeleri sağlar. ‘Selâm’ dini olan ‘İslâm’ı tebliğ eden Hz. Muhammed (s.a.s.) ‘selâm’ sancağını taşıyan biricik Rasûldür. Öyleyse selâmların en güzeli O’na ve diğer peygamberlere verilmelidir. Et-Tehiyyatü’ aynı zamanda O’na selâm verme duâsıdır. Mü’minler bu duâyı, salli bârik’i okuyarak, salevât getirerek O’na selâm verirler.
İslâm fıkhına göre müslümanların ‘selâm’ vermeleri sünnet, verilen ‘selâm’ı almaları ise farzdır. Bu hüküm, selâmın mü’minler arasında ne denli önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Bir sahâbi Peygamberimize ‘İslâm’ın hangi işi daha hayırlıdır?’ diye sordu. Buyurdu ki: “Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın herkese selâm vermendir.” (Ebû Dâvud, Edeb, hadis no: 5194; Buhârî, İman 6, 20). Peygamberimiz buyuruyor ki: “İman etmedikçe Cennet’e giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe (olgun bir) imana sahip olamazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayın.” (Müslim, İman 93, hadis no: 54)
Selâmı, ‘es-selâmü aleyküm’, ‘selâmün aleyküm’, ‘es-selâmü aleyküm ve
rahmetullah’, veya; ‘es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llahi ve berekâtühu’ şeklinde
vermek mümkündür. Selâm,
‘aleykümü's-selâm’, ‘ve aleyküm selâm’, ‘aleykümü's-selâm ve rahmetullah’ ve
‘aleykümü's-selâm ve rahmetullahi ve berekâtuh’ şeklinde iâde edilir. Bütün
anlamıyla, bereketiyle ve sonuçlarıyla selâm, Kur'an'ın dediği gibi 'hidâyete
tâbî olanların üzerine olsun' (20/Tâhâ, 47). (10)
Îsâr; Başkaları için özveride bulunma anlamında ahlâkî bir terimdir. Sözlükte
"bir şeyi veya bir kimseyi diğerine üstün tutma, tercih etme" mânâsına
gelen îsâr, ahlâk terimi olarak "bir kimsenin, kendisi ihtiyaç içinde
bulunsa bile sahip olduğu imkânları başkalarının ihtiyacını karşılamak üzere
kullanması, başkasının yararı için fedakârlıkta bulunması" demektir.
Cürcânî îsârı, "kişinin başkasının yarar ve çıkarını kendi çıkarına
tercih etmesi veya bir zarardan, öncelikle onu koruması" şeklinde tarif
ederek bu anlayışın din kardeşliğinin en ileri derecesi olduğunu belirtir. Îsâr
anlamında Batı dillerinde kullanılan altrüizm karşılığında modern Arapça'da
daha çok gayriyye, Türkçe'de diğergâmlık ve özgecilik terimleri
kullanılmaktadır. Bir kimsenin cömertlikte îsâr derecesine ulaşabilmesi için
ikram ettiği şeye kendisinin fiilen muhtaç durumda bulunması şart değildir;
önemli olan, muhtaç olsa dahi başkasını kendisine tercih edebilecek bir ahlâk
anlayışına ve irâde gücüne sahip bulunmasıdır.
Îsâr kavramı Kur'ân-ı Kerîm'de dört âyette (12/Yûsuf, 91; 20/Tâhâ, 72; 79/Nâziât,
38; 87/A'lâ, 16) sözlük mânâsında, bir âyette de (59/Haşr, 9) terim anlamında
kullanılmıştır. Kelime aynı mânâda hadislerde de geçmektedir. Îsârın terim
anlamına esas olarak gösterilen âyette, bütün mal varlıklarını Mekke'de bırakarak
Medine'ye göç etmek zorunda kalan Hz. Peygamber'i ve diğer muhâcirleri şefkatle
kucaklayıp mal varlıklarını onlarla paylaşmaktan çekinmeyen Medineli
müslümanlar (ensâr) övgüyle anılmakta, âyette onların şahsında müsiüman
toplumun bazı temel mânevî ve ahlâkî özelliklerine temas edilmektedir. Buna
göre müslümanlar öncelikle imanı gönüllerine yerleştirmişlerdir; ayrıca muhâcirler
gibi zor durumda kalıp kendi beldelerine gelenleri severler; din kardeşlerine
kendilerinden daha fazla imkân sağlanmasından dolayı içlerinde kıskançlık
duymazlar; nihâyet ihtiyaç içinde olsalar dahi onları kendilerine tercih eder,
şahsî menfaatlerinden, zevklerinden fedakârlıkta bulunurlar. Âyetin son
kısmında, nefsinin cimrilik eğilimlerinden kendini koruyabilenlere ebedî
kurtuluşu kazanacakları müjdelenirken dolaylı olarak îsârın bu yöndeki
psikolojik etkisine de işaret edilmektedir (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an,
XVIII. 27).
Bu âyet münâsebetiyle îsâr kavramı tefsirlerde, "âhiret saadetini elde etme arzusuyla başkasının iyiliğini ve mutluluğunu kendine ve kendi zevklerine tercih etmek, başkasının ihtiyacını kendi ihtiyaçlarından daha önde tutmak" şeklinde açıklanıp bir cömertlik derecesi olarak gösterilmektedir (İbn Kesîr, Muhtasaru Tefsiri İbn Kesir (nşr. Muhammed Ali es-Sâbûnî), Beyrut 1402/1981, III, 474; Şevkânî, Fethu'l-kadîr, Beyrut 1412/1991, V, 232). Kaynaklarda cömertliğin sehâ, cûd ve îsâr olarak başlıca üç derecesi bulunduğu belirtilir. Buna göre bir kimsenin elindeki imkânların en çok yarısını başkasına ikram etmesine sehâ (sehâvet), çoğunu vermesine cûd, imkânlarının tamamını başkaları için kullanmasına da îsâr denir (Kuşeyrî, er-Risâle, Kahire 1385/1966, II, 502). Cömertlik, İslâm’ın güzel ahlâk olarak sunduğu temel erdemlerden biridir. Cömertliğin en yüksek derecesinin de îsâr olduğu belirtilir. Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Peygamberin çok yüce bir ahlâka sahip olduğu bildirildiğine göre, îsâr aynı zamanda Rasûlullah'ın ahlâkının da bir unsurudur. Ancak diğer erdemli davranışlarda olduğu gibi îsârın da belirtilen ahlâkî değeri kazanabilmesi için maddî veya mânevi bir karşılık beklenmeden sırf Allah rızâsı ve insan sevgisinden dolayı yapılması gerekir. Çünkü iyilik karşılığında teşekkür veya övgü bekleyen kişi cömertlik değil alışveriş yapmış sayılır (İhyâ, -Beyrut-, III, 260).
Kaynaklarda, bir kimsenin sıkıntı içinde bulunmasına rağmen imkânlarını başkası için kullanıp nefsini mahrum bırakmasının câiz olup olmadığı hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Çoğunluğun benimsediği görüşe göre mahrûmiyet ve sıkıntıya sabredebilenler için îsâr, halinden şikâyet edecek veya başkalarına el açabilecek yapıda olanlar için malına sahip olmak (imsak) daha hayırlıdır (Kurtubî, XVIII. 28). Nitekim Hz. Peygamber, bir kimsenin elindeki imkânların tamamını muhtaçlara verip sonra da başkalarından yardım istemesini kınamıştır (Dârimî, Zekât 25). Ayrıca bir müslümanın malının üçte birinden fazlasını vasiyet etmesini yasaklayan hüküm dikkate alınarak (Buhârî, Vesâyâ 3; Tirmizî, Vesâyâ 1) aile fertlerini maddî sıkıntıyla karşı karşıya bırakacak derecede tasaddukta bulunmanın doğru olmadığı sonucuna varılabilir. Rasûl-i Ekrem konuyla ilgili hadislerinin birinde şöyle demiştir: "Arkanda zengin vârisler bırakman, onları insanların elindekine göz dikecek derecede yoksul bırakmandan daha iyidir. Eşinin ağzına verdiğin bir lokma dâhil olmak üzere iyilik olarak yaptığın her harcama sadakadır" (Buhârî, Vesâyâ 2; Müslim, Vasıyye 5, 8).
Îsâr kavramı genellikle malî fedakârlıklar için kullanılmakla birlikte, bazı kaynaklarda "can ile îsâr"dan, yani kişinin sevdiği bir kimse için kendi rahatını, huzurunu, hatta hayatını fedâ etmeyi göze almasından da söz edilmekte ve bunun malla îsârdan daha faziletli olduğu belirtilmektedir. En yüksek derecede sevgi, seven kişinin gerektiğinde sevdiği için canını fedâ etmeyi göze almasını sağlar. Uhud Gazvesi'nde İslâm ordusunun geçici olarak bozguna uğradığı sırada bazı mü’minlerin Hz. Peygamber'in hayatını korumak için kendi hayatlarını ortaya koymaları da can ile îsâr için örnek gösterilir. Bu arada Ebû Talha adlı sahâbînin kendini Rasûlullah'a siper etmesi ve onu korurken yaralanması (Müsned, IV, 265, 286; Buhârî, Cihâd 80, Menâkıbü'l-ensâr 18) özverinin en güzel örneklerinden biri olarak anılır.
Batı ahlâk felsefesinde David Hume, Jeremy Bentham, John Stuart Mill,
Henri Spencer, William James gibi faydacı filozoflar insanın aslî tabiatında
bencil duyguların hâkim olduğunu, toplumsal gelişme ilerledikçe bu duyguların
karmaşık bir yapı değişikliği süreci sonunda altrüist duygulara dönüştüğünü
ileri sürerken altrüizmin en önemli temsilcisi olan Auguste Comte, tam aksine
insanın fıtratında altrüist duyguların esas olduğunu düşünmüştür. Thomas
Hobbes, Arthur Schopenhauer, Max Stirner, Frederic Nietzsche gibi filozoflar
ise çok daha köklü bir egoizmi ve bireyciliği savunmuşlardır. İslâm dünyasında
bu sonuncu türde bir felsefeye pek rastlanmaz. Fakat kesin bir ayırıma
gidildiğini söylemek güç olmakla birlikte Ehl-i sünnet'in faydacı görüşe,
Mu'tezile'nin de altrüist görüşe daha yakın olduğu kabul edilebilir. Gazzâlî,
ilke olarak insandaki altrüist duyguları ben merkezli eğilimlere bağlar (Mustafa
Çağrıcı, Gazzâlî'ye Göre İslâm Ahlâkı,
İstanbul 1982, s. 139-143, s. 139-143). İnsanın temelde kendini
sevdiğini, "İnsan ihsânın kölesidir" şeklindeki atasözünün de
belirttiği gibi kendisine iyilik edenleri de sevmekle birlikte bu sevginin
merkezinde yine kendi beninin bulunduğunu ifade eder. Ancak ahlâkî ve estetik
duyarlığı gelişmiş insanlar iyilik ve güzellik gibi üst değerleri severler; buna
karşılık değerlerin yeterince kavranıp hazmedilmediği durumlarda sevgi ben merkezlidir
(İhyâ, IV, 299-306) (11)
Kur’ân-ı Kerîm’de kardeşlik kavramının karşılığı olan uhuvvet kelimesinin kökü “a-h-v” ve türevleri toplam olarak 96 yerde geçer: 2/Bakara, 178, 220; 3/Âl-i İmrân, 103, 156, 168; 4/Nisâ, 11, 12, 12, 23, 23, 23, 23, 23, 176, 176; 5/Mâide, 25, 30, 31, 31; 6/En’âm, 87; 7/A’râf, 38, 65, 73, 85, 111, 142, 150, 151, 202; 9/Tevbe, 11, 23, 24; 10/Yûnus, 87; 11/Hûd, 50, 61, 84; 12/Yûsuf, 5, 7, 8, 58, 59, 63, 64, 65, 69, 69, 70, 76, 76, 76, 77, 87, 89, 90, 100; 15/Hıcr, 47; 17/İsrâ, 27; 19/Meryem, 28, 53; 20/Tâhâ, 30, 40, 42; 23/Mü’minûn, 45; 24/Nûr, 31, 31, 31, 61, 61; 25/Furkan, 35; 26/Şuarâ, 36, 106, 124, 142, 161; ; 27/Neml, 45; 28/Kasas, 11, 34, 35; 29/Ankebût, 36; 33/Ahzâb, 5, 18, 55, 55, 55; 38/Sâd, 23; 43/Zuhruf, 48; 46/Ahkaf, 21; 49/Hucurât, 10, 10, 12; 50/Kaf, 13; 58/Mücâdele, 22; 59/Haşr, 10, 11; 70Meâric, 12; 80/Abese, 34.
Kur'ân-ı Kerîm'de ihveh kelimesi dost ve kardeşliği ifâde etmekle birlikte, ana-baba bir evlât, bir kabileye mensup kişi, herhangi bir hizbin mensubu, sahip ve mensup gibi değişik anlamlar için de kullanıldığı görülmektedir.
Kur'an'da kardeşlik kavramının farklı ilişki biçimlerini ortaya koyduğu görülmektedir.
a- Nesep ilişkisi:
Miras,
evlenme gibi fıkhî düzenlemeler üzerinde durulurken kardeşlerden söz edilmesi
yanında, ahlâk açısından Hz. Adem'in oğullarından Kabil'in kıskançlık ve
menfaat duygularına mağlûp olarak kardeşi Hâbil'i öldürmesi (5/Mâide, 27-31),
yine kıskançlık yüzünden Hz. Ya'kub'un oğullarının, kardeşleri Yûsuf'a ihânet
etmeleri (12/Yûsuf, 8-1 5) anlatılır. Ayrıca bazı âyetlerde müslümanların putperest
akrabalarıyla ilişkileri çerçevesinde kardeşlerden de söz edilmekte ve
müslümanların bunları dost kabul etmemeleri gerektiği bildirilmektedir
(9/Tevbe, 23-24; 58/Mücâdile, 22).
b- Aynı soya ve kavme
mensûbiyet: Özellikle Hûd, Sâlih, Şuayb gibi peygamberlerin kendi toplumlarıyla
ilişkilerinden söz edilirken bunlar kavimlerinin kardeşleri olarak takdim
edilir. Kaynaklarda, bu bağlamda kardeşlik kavramının soy birliğini veya bütün
insanların aynı atadan geldiğini ifade etmesi yanında peygamberlerin kavimlerine
duydukları şefkati, dolayısıyla onların mânevî kurtuluşları için besledikleri
arzuyu dile getirdiği belirtilir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât,
"ah" md.; Zemahşerî, 11, 86; Şevkânî, II, 249).
c- İnanç, amaç ve davranış
birliği: Kur'an bu açıdan müslümanları birbirinin kardeşleri olarak gördüğü
gibi (3/Âl-i İmrân, 103; 9/Tevbe, 11; 49/Hucurât, 10; 59/Haşr, 10)
müslümanların dışında kalan inanç grupları arasındaki ortaklık ve iş birliğini
de kardeşlik kavramıyla ifade eder. Buna göre inkârcılar ve münâfıklar
birbirinin kardeşleridir (3/Âl-i İmrân,
156, 168; 33/Ahzâb, 18). Hatta Kur'an münâfıklarla Ehl-i kitap arasında
da bir kardeşlik ilişkisi kurar (59/Haşr, 11). Mallarını benlik iddiası uğruna
saçıp savuran veya müslümanları başarısız kılmak için harcayan putperestler
kastedilerek (a.g.e., XX, 194), "Savurganlar
(müsrifler) şeytanların kardeşleridir" denilmekte (17/İsrâ, 27), aynı
ilişki A'râf sûresinde de (7/202) yine kardeşlik kavramıyla belirtilmektedir.
“Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı
sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzenizdeki nimetini hatırlayın.
Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz
O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun
kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidâyete erersiniz diye, Allah,
size âyetlerini böyle açıklar.” (3/Âl-i İmrân, 103)
“Sizlere anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerin kızları, kız kardeşlerin kızları, sizi emziren (süt) anneleriniz, süt kız kardeşleriniz, kadınlarınızın anneleri ve kendileriyle (gerdeğe) girdiğiniz kadınlarınızdan olup koruyuculuğunuz altında bulunan üvey kızlarınız -onlarla gerdeğe girmemişseniz, size bir sakınca yoktur-, sizin sülbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi bir araya getirdiğiniz (evlilik) haram kılındı. Ancak (câhiliyede) geçen geçmiştir. Şüphesiz, Allah, bağışlayandır, merhametlidir.” (4/Nisâ, 23)
“Senden fetvâ isterler. De ki:
"Allah, 'çocuksuz ve babasız olanın (kelale'nin)' mirasına ilişkin hükmü
açıklar. Ölen kişinin çocuğu yok da kız kardeşi varsa, geride bıraktıklarının
yarısı kız kardeşinindir. Ama (ölen) kız kardeşinin çocuğu yoksa, kendisi
(erkek kardeşi) ona mirasçı olur. Eğer kız kardeşi iki ise, geride
bıraktıklarının üçte ikisi onlarındır. Ama (mirasçılar) erkekler ve kız
kardeşler ise, bu durumda erkek için dişinin iki payı vardır. Allah, -şaşırıp
sapmayasınız diye- açıklar. Allah, herşeyi bilendir.”
(4/Nisâ, 176)
“Sonunda nefsi ona (Kabil’e) kardeşini
(Hâbil’i) öldürmeyi (tahrik edip zevkli göstererek) kolaylaştırdı; böylece onu
öldürdü, bu yüzden hüsrâna uğrayanlardan oldu.”
(5/Mâide, 30)
“(Mûsâ yalvarıp) Dedi ki: ‘Rabbim,
beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine kat. Sen merhamet edenlerin en
merhametli olanısın.” (7/A’râf, 151)
“(Şeytan'ın) Kardeşleri ise,
onları sapıklığa sürüklerler, sonra peşlerini bırakmazlar.”
(7/A’râf, 202)
“Eğer onlar tevbe edip namazı kılarlarsa ve zekâtı verirlerse, artık onlar sizin dinde kardeşlerinizdir. Bilen bir topluluk için âyetleri böyle birer birer açıklarız.” (9/Tevbe, 11)
“Ey iman edenler! Eğer imana
karşı inkârı sevip tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi velîler
edinmeyin. Sizden kim onları velî edinirse, işte bunlar zâlimlerdir.”
(9/Tevbe,
23)
“De ki: ‘Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun Rasûlü'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fâsıklar topluluğuna hidâyet vermez.” (9/Tevbe, 24)
“(Babası) Demişti ki: ‘Oğlum, rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insan için apaçık bir düşmandır.” (12/Yûsuf, 5)
“Andolsun, Yusuf ve kardeşlerinde
soranlar için âyetler (ibretler) vardır. Onlar şöyle demişti: ‘Yusuf ve kardeşi
babamıza bizden daha sevgilidir; oysa ki biz, birbirini pekiştiren bir
topluluğuz. Gerçekte babamız, açıkça bir şaşkınlık içindedir.”
(12/Yûsufu,
7-8)
“Onların (cennettekilerin) göğüslerinde
kinden (ne varsa tümünü) sıyırıp çektik, kardeşler olarak tahtlar üzerinde
karşı karşıyadırlar.” (15/Hıcr, 47)
“Saçıp savuranlar, şeytanın
kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı nankördür.”
(17/İsrâ, 27)
“(Mûsâ Allah’a duâ ederek dedi:)
“Bana ailemden bir de vezir (yardımcı) ver; Kardeşim Hâürûn'u; Onun sâyesinde
arkamı kuvvetlendir; Ve onu işime ortak kıl; böylece Seni bol bol tesbih
edelim; Ve çok çok zikredip analım Seni.”
(20/Tâhâ, 29-34)
“Onları (evlât edindiklerinizi)
babalarına nisbet ederek çağırın; bu, Allah katında daha adildir. Eğer
babalarını bilmiyorsanız artık onlar, dinde sizin kardeşleriniz ve
dostlarınızdır. Hata olarak yaptıklarınızda ise, sizin için bir sakınca (bir
vebal) yoktur. Ancak kalplerinizin kasıt gözeterek (taammüden) yaptıklarınızda
vardır. Allah, bağışlayandır, merhamet edendir.”
(33/Ahzâb, 5)
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını
düzeltin ve Allah’tan ittika edip korkun ki, merhamete ulaşasınız.” (49/Hucurât, 10)
“Ey mü’minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de
onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar.
Belki onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi kendinizi ayıplamayın,
birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık (yoldan çıkma)
ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte böyle kimseler zâlimdir.”
(49/Hucurât, 11)
“Ey iman edenler, zandan çok
kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli
yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından
çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte,
bundan tiksindiniz. Allah'tan korkup sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul
edendir, çok merhametlidir.” (49/Hucurât, 12)
“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve
birbirinizle tanışmanız için sizi şûbelere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki
Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, en takvâlı (O’ndan en çok
korkanınız, sorumluluk bilincine en fazla sahip) olanınızdır. Şüphesiz Allah
(her şeyi) bilendir, (her şeyden) haberi olandır.”
(49/Hucurât, 13)
“Allah'a ve âhiret gününe iman
eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah'a ve elçisine başkaldıran
kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları,
ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun.
Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden
bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır;
orda süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan râzı olmuş, onlar da O'ndan
râzı olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır, Allah'ın fırkasıdır. Dikkat edin;
şüphesiz Allah'ın hizbi/fırkası olanlar, felâh (umutlarını gerçekleştirip
kurtuluş) bulanların ta kendileridir.”
(58/Mücâdele, 22)
“Kendilerinden önce o yurdu
(Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri
severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu)
duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz
nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından'
korunmuşsa, işte onlar, felâh (kurtuluş) bulanlardır.”
(59/Haşr, 9)
“Bir de onlardan sonra gelenler,
derler ki: ‘Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi
bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz,
gerçekten sen, çok şefkatlisin, çok merhametlisin.”
(59/Haşr, 10)
Münâfıklık edenleri görmüyor
musun ki, Kitap Ehlinden inkâr eden kardeşlerine derler ki: ‘Andolsun, eğer siz
(yurtlarınızdan) çıkarılacak olursanız, mutlaka biz de sizinle birlikte çıkarız
ve size karşı olan hiç kimseye, hiçbir zaman itaat etmeyiz. Eğer size karşı
savaşılırsa elbette size yardım ederiz.’ Oysa Allah, şâhidlik etmektedir ki
onlar, gerçekten yalancıdırlar.” (59/Haşr, 11)
“İşte o gün kişi o gün, kendi
kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar; O gün,
herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır.”
(80/Abese, 34-37)
“Sen onların milletine/dinine uyuncaya
kadar yahûdiler de hıristiyanlar da senden asla râzı olmazlar. De ki: ‘Doğru
yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların
hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir
velî/dost, ne de bir yardımcı vardır.”
(2/Bakara, 120)
“Mü’minler mü’minleri bırakıp da
kâfirleri velî/dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş
olur (artık O’ndan hiçbir şey beklemesin). Ancak onlardan (gelebilecek bir
zarardan) korunmanız (takıyye) başkadır. Allah sizi kendisinin emirlerine karşı
gelmekten sakındırıyor (Sakın hükümlerine aykırı davranıp düşmanlarını velî
edinerek O’nun gazabına uğramayın). Dönüş, yalnızca O’nadır. De ki:
‘İçinizdekileri gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve
yerde olanları da bilir. Allah her şeye gücü yetendir.”
(3/Âl-i İmrân,
28-29)
“Ey iman edenler! Sizden
olmayanı dost, sırdaş edinmeyin. Onlar sizi şaşırtmaktan, size fenâlık etmekten
geri kalmazlar. Sıkıntıya düşmenizi isterler. Öfkeleri ağızlarından
taşmaktadır; sînelerinin gizlediği (içlerinde sakladıkları düşmanlıkları) ise
daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık, eğer düşünürseniz.”
(3/Âl-i
İmrân, 118)
“Münâfıklara, kendileri için acı bir azap
olduğunu müjdele! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost, taraftar
edinenler, onların yanında izzet (güç, onur ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler
ki bütün izzet, yalnızca Allah'a aittir.”
(4/Nisâ, 138-139)
“Ey iman edenler! Mü’minleri
bırakıp kâfirleri velîler edinmeyin. Kendi aleyhinize Allah’tan apaçık olan
kesin bir delil vermek mi istersiniz?” (4/Nisâ, 144)
“...İyilik ve takvâ (Allah’ın
yasaklarından sakınma) üzerinde yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine
yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.”
(5/Mâide,
2)
“Ey iman edenler! Yahûdileri ve
hıristiyanları velî/taraftar, dost edinmeyin, onlar birbirlerinin
velîleridir/taraftarıdır. Sizden kim onları veli edinirse o da onlardandır….”
(5/Maide,
51)
“Ey iman edenler! Sizden kim
dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere
karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum
getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın
kınamasından korkmazlar (hiç kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın dilediğine
verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.”
(5/Mâide, 54)
“Kâfirler, inkâr edenler
birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde büyük
fesat/kargaşa, büyük bozgun ve fitne çıkar.”
(8/Enfâl, 73)
“Mü’min erkekler ve mü’min
kadınlar, birbirlerinin velîsidirler. İyiliği (ma’rûfu) emrederler, kötülükten
(münkerden) alıkorlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasûlüne
itaat ederler. İşte Allah onlara rahmet edecektir. Allah daima Aziz’dir
(üstündür), Hakim’dir (hüküm ve hikmet sahibidir).” (9/Tevbe, 71)
“Sakın zulmedenlere en ufak bir
meyil duymayın, aksi halde size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka velîleriniz
yoktur. Sonra (Allah tarafından da) size yardım edilmez.”
(11/Hûd, 113)
“Onlar seni, sana vahyettiğimizden çevirip
başka şeyi uydurmayı ve Bize atfetmeyi istediler ki, o zaman seni öz dost
edineceklerdi. Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, sen belki onlara biraz
meyledecektin.” (17/İsrâ, 73-74)
“... Siz Beni bırakıp da şeytanı ve soyunu
evliyâ/dostlar mı ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır.”
(18/Kehf,
50)
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen
(kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında
düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost oluverir. Bu (haslete) ancak
sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse
kavuşturulur.” (41/Fussılet, 34-35)
“...Onlar, Allah'a karşı sana
hiçbir fayda veremezler. Doğrusu zâlimler birbirlerinin dostlarıdır. Allah da
takvâ sahiplerinin dostudur.” (45/Câsiye, 19)
“Muhammed Allah’ın
rasûlü/elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin (şiddetli),
kendi aralarında ise merhametlidirler...”(48/Fetih, 29)
“Ey iman edenler! Benim de
düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen
hakkı/gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Halbuki onlar
Rabbiniz olan Allah'a inandığınızdan dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan
çıkarıyorlar. Eğer siz Benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için
çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de
açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış
olur. Şâyet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size
ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı
istemektedirler.” (60/Mümtehine, 1-2)
“Olur ki Allah sizinle
düşmanlarınız arasında yakında bir dostluk meydana getirir. Allah, gücü (her
şeye) yetendir, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”
(60/Mümtehine, 7)
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâf ederek
ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır.”
(3/Âl-i İmrân, 105)
“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet sen
kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu
halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma ait) işlerde onlara
danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah,
kendisine sığınanları sever.”
(3/Âl-i İmrân, 159)
“Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayın,
dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek,
‘sen mü’min değilsin!’ demeyin. Çünkü Allah’ın indinde sayısız ganîmetler
vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size lutfetti; o halde iyi anlayıp
dinleyin. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”
(4/Nisâ, 94)
“Sana da, daha önceki Kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere Kitab’ı
(Kur’an’ı) gönderdik. Artık aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet; sana
gelen hakkı bırakıp da onların hevâlarına/arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Her
birinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet
yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şeriatlerde) sizi denemek için (böyle
yaptı). Öyleyse hayırda (iyi işlerde) birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü
Allah’adır. Artık size, üzerinde ihtilâf ettiğiniz (ayrılığa düştüğünüz)
şeyleri(n gerçek tarafını) O haber verecektir.”
(5/Mâide, 48)
“De ki: ‘Allah, size üstünüzden (gökten) veya ayaklarınızın altından
(yerden) bir azap göndermeye ya da sizi grup grup, parti parti birbirinize
düşürüp kiminize kiminizin hıncını taddırmaya kadirdir.’ Bak ki, anlasınlar
diye âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz!”
(6/En’âm, 65)
“(Bir kısmına inanıp bir kısmını da inkâr etmek sûretiyle) Dinlerini
parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin
yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını
haber verecektir.”
(6/En’âm, 159)
“Allah'a ve Rasûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya
kapılırsınız da rîhınız (rüzgârınız, gücünüz, devletiniz) gider. Bir de
sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”
(8/Enfâl, 46)
“Ve (Allah,) onların kalplerinin arasını birleştirendir. Sen yeryüzünde
bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin; fakat
Allah, onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, azîzdir/mutlak gâliptir,
hakîmdir/hikmet sahibidir.”
(8/Enfâl, 63)
“İnsanlar sadece bir tek ümmetti. (Önce hepsi tevhid dinine bağlı iken)
sonradan ihtilâf edip ayrılığa düştüler. Eğer (azâbın ertelenmesiyle ilgili)
Rabbinden bir söz (ezelî bir takdir) geçmemiş olsaydı, ihtilâf ettikleri konuda
hemen aralarında hüküm verilirdi (derhal azap iner ve işleri bitirilirdi).”
(10/Yûnus, 19)
“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek ümmet (millet) yapardı. Fakat
onlar ihtilâfa düşmeye devam ederler. Ancak Rabbinin rahmetine nâil olanlar
hâriçtir. Zaten Rabbin onları bunun için (rahmet etmek için) yarattı. Rabbinin,
‘andolsun ki cehennemi insanlar ve cinlerle toptan dolduracağım’ şeklindeki
sözü yerini buldu.”
(11/Hûd, 118-119)
"Allah, kendi yolunda hepsi birbirine kenetlenmiş, yekpâre/tek
parça ve müstahkem bir duvar/bina gibi, saf bağlayarak savaşanları sever." (61/Saff, 4)
“Mü’min, mü’minin kardeşidir.” (Ebû Dâvud, Edeb 49)
“Müslim, müslimin (müslüman,
müslümanın) kardeşidir.” (Tirmizî, Hudûd 3)
“Kulların hepsi (Âdem’in çocukları olma yönüyle, insan olarak) kardeştir.” (Ebû Dâvud, Vitr 25)
“Allah'ın, (birbirine) kardeş kulları olun.” (Buhârî, Nikâh 45)
“Ey insanlar, hepiniz kardeşsiniz. Hepiniz Âdem’in oğullarısınız. Âdem de topraktandır.” (Vedâ Hutbesi’nden)
“Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği
şeyi din kardeşi için de sevip istemedikçe (gerçek anlamda) iman etmiş olmaz.”
(Buhârî,
İman 6, 7; Müslim, İman 71-72;
Tirmizî,
Kıyâmet 59; Nesâî, İman 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9)
“Zâlim de olsa, mazlum da olsa
mü'min kardeşine yardım et!” Bir adam: “Yâ Rasûlallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım
edeyim; ama zâlimse nasıl yardım edebilirim, söyler misiniz?” dedi.
Peygamberimiz: “Onu zulümden alıkoyar,
zulmüne engel olursun. Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir” buyurdu.
(Buhârî, Mezâlim 4, İkrâh 6; Müslim, Birr 62; Tirmizî, Fiten 68)
"Şeytan, Kıbleye dönen
(mü'minlerin artık kendisine ibâdet etmesinden ümidini kesmiştir; fakat onları
birbirine düşürmekte (hâlâ ümitlidir)." (Tirmizî, Birr 25; Müslim,
Münâfıkun 65)
“Nefsim yedinde olan Allah'a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayın.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66, İman 93, hadis no: 54)
“Biriniz bir meclise gelince selâm
versin. Kalkmak isteyince de selâm versin. Birinci selâm sonuncudan evlâ
değildir (ikisi de aynı ölçüde önemlidir).”
(Tirmizî,
İsti'zân 15, h. no: 2707; Ebû Dâvud, Edeb 150, h. no: 5208)
"Âilene girdiğin zaman selâm
ver ki, selâmın, hem senin üzerine hem de âile halkına bereket olsun!" (Tirmizî,
İsti'zân 10, h. no: 2699)
"Biriniz kardeşini (Allah
için) seviyorsa ona sevdiğini söylesin."
(Ebû
Dâvud, Edeb 122, h. no: 5124; Tirmizî, Zühd 54, h. no: 2393)
Enes (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) 'ın yanında bir adam
vardı. Derken oradan birisi geçti. Hz. Peygamber’in yanındaki: "Ey
Allah'ın Rasûlü! dedi, ben şu geçeni seviyorum." "Pekiyi kendisine haber verdin mi?" diye Peygamberimiz
sordu. "Hayır!" deyince, "Ona
haber ver!" dedi. Adam kalkıp, gidene
yetişti ve: "Seni Allah için seviyorum!"dedi. Adam da: "Kendisi adına beni sevdiğin Zât da
seni sevsin!" diye mukabelede bulundu." (Ebû
Dâvud, Edeb 122, h. no: 5125)
"Bir kimse, bir başkasıyla
kardeşleştiği zaman, ilk iş ismini, babasının ismini ve kimlerden olduğunu
sorsun. Çünkü böyle yapmak, sevginin artmasına daha uygundur."
(Tirmizî, Zühd 54, h. no: 2394)
“Birbirlerine karşı sevgi, şefkat
ve acımalarında mü'minler tek bir vücuda benzerler. Vücudun bir organı rahatsız
olunca diğer organları da uykusuzluk ve ateş ile onun rahatsızlığını paylaşır.”
(Buhârî, Edeb 27, 41; Müslim, Birr 66, h. no: 2586; Ahmed bin Hanbel,
Müsned 4/270)
“Mü'minin mü'mine durumu (bağlılığı),
parçaları birbirini kenetleyip tutan/bütünleyen bir bina gibidir”
deyip Peygamberimiz
bunu açıklamak
için, iki elinin parmaklarını birbiri arasına geçirerek kenetledi.
(Buhârî, Salât 88, Edeb 36, Mezâlim 5; Müslim, Birr 65; Tirmizî, Birr 18;
Nesâî, Zekât 67; Ahmed bin Hanbel, Müsned 4/104, 405, 409)
“Birbirinizle kinleşmeyin,
hasetleşmeyin, birbirinizden yüz çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları kardeş olun...”
(Buhârî, Edeb 57; Ferâiz 2; Müslim, Birr 23; Tirmizî, Birr 24)
“Birbirinizle hasetleşmeyin. Almayacağınız bir malın
fiyatını müşteri kızıştırmak için arttırmayın. Birbirinize kin ve nefret beslemeyin.
Birbirinize darılıp yüz çevirmeyin. Birinizin satışı üzerine başka biriniz
satış yapmasın. Ey Allah’ın kulları, böylelikle kardeş olun. Müslüman,
müslümanın kardeşidir. Ona zulüm ve haksızlık yapmaz, yardımı kesmez ve onu
hakir görmez. -Peygamberimiz üç defa göğsüne işaret ederek buyurdular ki- Takvâ
buradadır. Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi, bir kimseye şer olarak
yeter. Her müslümanın kanı, malı ve ırzı başka müslümana haramdır.”
(Buhârî, Nikâh 45, Edeb
57-58, 62; Müslim, Birr 30-32; Ebû Dâvud, Edeb 47; Tirmizî, Birr 24; İbn Mâce,
Duâ 5)
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona hıyânet etmez,
yalan söylemez ve yardımı terketmez. Her müslümanın, diğer müslümana ırzı, malı
ve kanı haramdır. (Kalbini işaret ederek:) Takvâ buradadır. Bir kimseye şer
olarak müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi yeter.”
(Tirmizî, Birr 18)
“Sakın (sebepsiz, kötü) zanna yer vermeyin; zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin (gizli kusurları araştırmayın), rekabet etmeyin, hasetleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahrik etmez. Kişiye kötülük olarak, müslüman kardeşini hakir görmesi yeterlidir. Her müslümanın canı, malı, kanı ve ırzı diğer müslümanlara haramdır. Allah sizin sûret ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Sakın ha, birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun. Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz.” (Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18)
“Müslüman, müslümanın
kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim kardeşinin
ihtiyacını görürse, Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir müslümanın
sıkıntısını giderirse Allah da o sebeple onu kıyâmet gününün sıkıntısından
kurtarır. Kim bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah da o kimsenin ayıp
ve kusurunu (kıyâmet gününde) örter.” (Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58; Ebû Dâvud,
Edeb 38, 46, 60, hadis no: 4893; Tirmizî, Hudûd 3, hadis no: 1426, Birr 19; İbn Mâce, Mukaddime 17; Benzer
bir hadis için bkz. Müslim, Zikr 38, hadis no: 2699; Kütüb-i Sitte Terc.
10/149)
"Ashâbım, birbirinizle yardımlaşmayı
kesmeyin, birbirinize buğz etmeyin, birbirinize hased etmeyin, birbirinizden
yüz çevirip ayrılmayın. Ey Allah'ın kulları! Birbirinizle kardeş olun. Bir
müslümanın din kardeşini üç günden fazla bırakması (küs durması) helâl
değildir." (Buhârî, Nikâh 45)
"İyi arkadaşla kötü
arkadaşın misâli, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sahibi ya sana kokusundan verir veya sen
ondan satın alırsın. Körük çekene gelince ya elbiseni yakar yahut da sen onun
pis kokusunu alırsın." (Buhârî, Büyû’ 38,
Zebâih 31; Müslim, Birr 146, h. no: 2628)
"Sadece mü'minle arkadaşlık
et. Senin yemeğini muttakî olan yesin." (Ebû
Dâvud, Edeb 19, h. no: 4832; Tirmizî, Zühd 56, h. no: 2397)
"Kim (bir müslümana) zarar
verirse Allah da ona zarar verir. Kim de (bir müslüman) ile, nizâya, husûmete
girerse Allah da onunla husûmete girer." (Ebû Dâvud, Akdiye 31 h. no:
3635; Tirmizî, Birr 27, h. no: 1941; İbn Mâce, Ahkâm 17, h. no: 2342)
"Size oruç, namaz ve
sadakanın derecesinden daha üstün olan şeyi haber vermeyeyim mi?"
"Evet
(Ey Allah'ın Rasûlü, söyleyin!)" dediler. "İnsanların arasını düzeltmektir. Çünkü insanların arasındaki
bozukluk (dini) kazır." Tirmizî'de şu
ziyade gelmiştir: "Ben saçı
kazır demiyorum, velâkin dini kazır (diyorum)." Ebû Dâvud, Edeb: 58,
(4919); Tirmizî, Kıyamet: 57, (2511)
“(Hiçbir kötülüğü olmasa dahi)
kişinin, müslüman kardeşine hakaret etmesi kendisine (kötülük olarak) yeter.
Her müslümanın diğerine kanı, malı ve namusu haramdır.”
(Müslim, Birr 32;
Ebû Dâvûd, Edeb)
“Müslümanın, müslüman kardeşiyle üç günden fazla küs durması helâl değildir. Öyle ki birbirleriyle karşılaşırlar, biri bu tarafa, diğeri öbür tarafa bakıp geçer (birbirlerine selâm verip konuşmazlar). Onların en hayırlısı, ilk selâm verendir.” (Buhârî, Edeb 57, 62, İsti'zân 9; Müslim, Birr 25; Tirmizî, Birr 21)
“Bir mü'minin diğer mü'mine üç
günden fazla küsmesi helâl değildir. Eğer üzerinden üç gün geçer de ona
rastlarsa, ona selâm versin. Selâm verilen, selâma karşılık verirse sevapta
ortak olurlar. Eğer selâma karşılık vermezse günah ona döner.” (Ebû Dâvud,
Edeb 55, h. no: 4912)
“Hiçbir müslümanın, müslüman kardeşine üç
günden fazla dargın durması helâl olmaz. Kim üç günün üzerinde dargın durur ve
bunun üzerine ölürse, ateşe girer.” (Ebû Dâvud, Edeb 55, h. no: 4914)
“Kim mü'min kardeşine bir sene
dargın durursa, onun kanını dökmüş (onu öldürmüş) gibidir.”
(Ebû Dâvud,
Edeb 55, h. no: 4915)
“Cennet kapıları pazartesi ve
Perşembe günleri açılır ve Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmayan her kula
(günahları) mağfiret buyurulur. Yalnız din kardeşiyle aralarında düşmanlık
bulunan kimse müstesnâ. (Onlar hakkında:) ‘Şu iki kişiye barışıncaya kadar
mühlet verin! Şu iki kişiye barışıncaya kadar mühlet verin!’ denilir.” (Müslim,
Birr 35, h. no: 2565; Ebû Dâvud, Edeb 55, h. no: 4916) (Ebû Dâvud dedi ki:
Darılmak, Allah için olduğu zaman hadiste beyan edilen dargınlıktan sayılmaz.)
"Allah Tebâreke ve Teâlâ
şöyle hükmetti: "Benim rızam için birbirlerini sevenlere, benim için bir
araya gelenlere, benim için birbirlerini ziyaret edenlere ve benim için
birbirlerine harcayanlara sevgim vâcip olmuştur." (Muvatta, Şi'r 16, h. no: 2, 953, 954)
“İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.” (Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr)
"El-mer'ü mea men ehabbe: Kişi, (kıyâmet günü) sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb 96, Ahkâm 10; Müslim, Birr 161, 165)
“Kişi, dostunun dini üzeredir.
İnsan kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin!”
(Tirmizî, Zühd 45, hadis no:
2379; Ahmed bin Hanbel, 6/178; Riyâzü’s-Sâlihîn, 1/398)
“Ruhlar bir araya getirilmiş gruplar gibidir; tanışıp uyuşanlar birleşir, uyuşmayanlar ayrılır.” (Buhârî, Enbiyâ, 2, 3; Müslim, Birr 159, 160; Ebû Dâvud, Edeb 16; Ahmed bin Hanbel, II/295, 527, 537)
“Üç konuda müslümanın kalbi kin
tutmaz, hıyânet etmez: Amellerde ihlâs, devlet adamlarına nasihat, cemaatten
ayrılmama” (İbn Mâce, Mukaddime, 18; Ebû Dâvud, İlim 10; Tirmizî, İlm 7;
Ahmed bin Hanbel, 3/225)
“Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı beştir. Selâmını almak, hastalandığında ziyâretine gitmek, ölünce cenâzesine katılmak, dâvetine icâbet etmek, aksırınca ‘yerhamukelllah’ demek.” (Buhârî, Cenâiz 2; Müslim, Selâm 4, h.b no: 2162; Ebû Dâvud, Edeb 98, h. no: 5030; Tirmizî, Edeb 1, h. no: 2738); Nesâî, Cenâiz 52, h. no:4, 52)
“Allah, bir kulu sevdiğinde, o kulu meleklere de insanlara da sevdirir. Bir kula buğzedince de meleklere ve insanlara da o kula karşı buğzettirir.” (Buhârî, Tevhid 33, Edeb 41; Müslim, Birr 157)
“Aziz ve celil olan Allah Teâlâ, kıyâmet gününde şöyle diyecek; ‘Benim celâlim adına birbirlerini sevenler nerede? Gölgemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı şu günde onları gölgemde gölgelendireyim.” (Müslim, Birr 37, hadis no: 2566)
“Allah Teâlâ buyuruyor ki: ‘Benim celâlim adına birbirini sevenler var ya! Onlar için orada öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler bile onlara gıpta ederler.” (Tirmizî, Zühd 53, hadis no: 2391; Kütüb-i Sitte Terc. 10/139)
“Allah’ın kulları arasında bir grup vardır ki, onlar ne peygamberlerdir, ne şehidlerdir. Buna rağmen kıyâmet günü Allah indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler ve şehidler onlara gıpta ederler.” Orada bulunanlar sordu: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, onlar kimdir, bize haber verir misin?’ “Onlar, aralarında kan bağı ve dünya menfaati için birbirlerine bağlı olmadıkları halde, Allah’ın nûru (Kur’an) adına birbirlerini sevenlerdir. Allah'a yemin ederim ki onların yüzleri mutlaka nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken onlar korkmazlar; insanlar üzülürken onlar üzülmezler.” Ardından da şu âyeti okudu: “İyi bilin ki, Allah’ın velîlerine/dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (10/Yûnus, 62) (Ebû Dâvud, Büyû’ 78, hadis no: 3527; Kütüb-i Sitte Terc. 10/142)
“Din nasihatten (samimiyetten) ibârettir!”
Yanında bulunanlar; ‘kim için ey Allah’ın Rasûlü?’ diye sormaları üzerine,
şöyle buyurdu: “Allah için, Peygamber
için, müslümanların imanları ve hepsi için! Müslüman, müslümanın kardeşidir.
Ona yardımını kesmez; ona yalan söylemez; ona zulmetmez. Her biriniz,
kardeşinin aynasıdır. Onda bir rahatsızlık görürse bunu onda izâle etsin
(gidersin).” (Tirmizî, Birr 17, 18, hadis no: 1928; Müslim, İman 95)
“Allah’ın eli cemaatle beraberdir.” (Tirmizî, Fiten 7, hadis no: 2166, Humus 1966; Nesâî, Tahrîm 6)
“Cemaat rahmet, tefrika (ayrılık çıkarma) azaptır.” (Ahmed bin Hanbel, 4/145, 278)
“Bereket, cemaatle beraberdir.” (İbn Mâce, Et’ıme 17)
“Cemaatten bir karış ayrılıp sonra ölen kimse câhiliyye ölümü ile (küfür üzere) ölmüş olur.” (Buhârî, Fiten 2)
“Cemaatten bir karış ayrılan kimse, boynundaki İslâm bağını çıkarıp atmış olur.” (Ahmed bin Hanbel, 5/180)
“İnsanları mâdenler mesâbesinde (kıymet yönünden farklı şekilde) bulursunuz.” (Buhârî, Menâkıb 1; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 199)
“Sizin için korktuğum, dünyanın sizden öncekilerin önüne yayıldığı gibi, sizin önünüze de yayılıp onların birbirlerine karşı nefsâniyet güttükleri gibi sizin de birbirinize karşı nefsâniyet gütmeniz ve bu durumun onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesidir.” (Buhârî, 4/117)
"Birbirinize hediye verin ki, dostluğunuz artsın ve kalbinizdeki kin gitsin." (Muvatta, Husnü'l-Huluk 16)
"Sakın iyilikten hiçbir
şeyi küçük görme, iyilik yap. İsterse mü'min kardeşini güler yüzle karşılama
derecesinden hafif olsa bile.'' (Müslim, Birr 144)
"Her iyilik bir sadakadır.
Müslüman kardeşini gülümseyerek karşılaman ve kovandan onun kovasına su
boşaltman da iyiliktendir." (Tirmizî, Birr 36)
Bir sahâbi Peygamberimize ‘İslâm’ın hangi işi daha hayırlıdır?’ diye sordu. Buyurdu ki: “Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın herkese selâm vermendir.” (Ebû Dâvud, Edeb, hadis no: 5194; Buhârî, İman 6, 20).
"Müslüman kişinin kardeşi
için ardından ettiği duâ makbuldür. Başının ucunda müvekkel bir melek vardır
ki, o müslüman kardeşine hayır duâ ettikçe ona müvekkel olan melek, 'âmin,
istediğin gibisi senin için de olsun' der." (Ebû Dâvûd, Vitr 29;
Tirmizî, Birr 50; İbn Mâce, Menâsik 5)
"Kim din kardeşinin ırzını/nâmusunu onun gıyâbında müdâfaa ederse, Allah, kıyâmet günü onu cehennem ateşinden uzaklaştırır." (Ahmed bin Hanbel, VI, 449-450)
“Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların zarar
görmediği kimsedir. Muhâcir ise, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzak duran
kimsedir.” (Buhârî, İman 4-5, Rikak 26; Müslim, İman 64-65; Ebû Dâvud, Cihad 2;
Tirmizî, Kıyâmet 52, İman 12; Nesâî, İman 8, 9, 11)
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya
malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü
gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa,
yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet
iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak
onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48)
"(Ancak) Allah için seven,
Allah için buğz eden/nefret duyan, Allah için veren ve Allah için sıkılık yapıp
vermezlik yapan kişi imanını kemâle erdirmiş, olgunlaştırmıştır."
(Et-Tâc, c. 5, s. 78)
"Kim Allah için tevâzu ederse Allah onu yükseltir. Kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır. Kim Allah'ı çok zikreder/anarsa, Allah onu sever." (İbn Mâce, Zühd 16)
“İnsanlara
merhamet göstermeyen kimseye Allah da merhamet etmez.”
(Buhârî, Edeb 18; Tevhid
2; Müslim, Fezâil 66; Tirmizî, Birr 16, Zühd 48)
“Allah Teâlâ buyuruyor ki:
‘Benim celâlim adına birbirini sevenler var ya! Onlar için orada öyle minberler
vardır ki, peygamberler ve şehidler bile onlara gıpta ederler.” (Tirmizî,
Zühd 53, hadis no: 2391; Kütüb-i Sitte Terc. 10/139)
Ebû Hureyre (r.a.)'den rivâyet edilmiştir. O şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.)'a bir adam geldi ve: ‘Yâ Rasûlallah! Bana açlık ve meşakkat isâbet etti (yani açlıktan dermansız kaldım)’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.), onu (doyurmak) için hanımlarına haber gönderdi. Fakat onların yanlarında hiçbir şey bulamadı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) : “... Bu gece şu adamı konuk edip yemek yedirecek bir adam yok mu ki, Allah, ona rahmet eylesin...” dedi. Ensar'dan bir zat, derhal ayağa kalktı: “Ben, yâ Rasûlallah!” diye cevap verdi. Sonra o adamı, alıp evine götürdü. Hanımına hitâben: “İşte Rasûlullah (s.a.s.)'ın konuğu. Ondan hiçbir şeyi tutup alıkoyma (konuğa ikram et)” diye tenbih etti. Kadın: “Vallahi, yanımda çocukların azığından başka birşey yok” dedi. Kocası: O halde çocuklar akşam yemeği yemek istedikleri vakit onları uyut, sonra gel, kandili söndür. Biz bu gece karınlarımızı dürelim (yani Rasûlullah (s.a.s.)'ın konuğu için biz, bu geceyi aç geçirelim)” dedi. Kadın kocasının dilediği işleri yaptı. Sonra o konuk, sabahleyin Rasûlullah'ın huzuruna vardı. Rasûlullah (s.a.s.): “... Andolsun ki, Aziz ve Celil olan Allah, bu gece falan erkek ve falane kadının işlerinden hayret etti -yahut güldü- Yani hayret uyandıracak şekilde râzı ve hoşnut oldu...” dedi. Aziz ve Celil Allah da, (onlar ve bütün Ensar hakkında) şunu indirdi: “... Kendileri fakirlik içinde bulunsalar dahi (muhâcirleri) öz nefislerine tercih ederler...” (59/Haşr, 9) (Buhârî, Tefsir 409; Müslim, Eşribe 172, h. no: 2054 -173-)
Hz. Habib bin Ebi Sabit (r.a.)'den rivâylet edilmiştir: Yermuk (savaşı)
günü, Hâris bin Hişam, İkrime bin Ebî Cehil ve Ayyaş bin Ebî Rebia, savaş
alanında yara ala ala nihâyet yıkılıp can çekiştiler. Bu sırada Hâris bin Hişam
su istedi. Askerlerden biri ona su götürürken, İkrime’nin ona baktığını gördü.
Bunun üzerine sucuya: “İkrime'ye götür ver” dedi. İkrime de, suyu alırken,
Ayyaş'ın kendisine baktığını görünce sucuya: “Götür Ayyaş'a ver” dedi. Fakat
sucu, daha Ayyaş'ın yanına varmadan Ayyaş vefat etti. Bunu üzerine İkrime'ye
döndü ve fakat daha ona ulaşmadan o da vefat ettiği için bu sefer Hâris'e
döndü. Fatat ona ulaştığında Hâris de son nefesini verdiği için her üçü de su
içemeden vefat etmiş oldular. (M.Yusuf Kandehlevî, Hayatu's Sahabe, çev. Ahmet
Meylani, İslâmi Neşriyat, Ank., TY, c. 1, s. 414; Kenzu'l Ummal, c. 5, s. 310 -Ebû
Nuaym ve İbn Asâkir'den-)
“Kim, insanların kızması
pahasına Allah’ı dost edinmekle O’nu râzı ederse Allah o kimseyi insanların
nazarında yüceltir. Kim de Allah’ın gazabına rağmen insanları râzı ederse,
artık onu Allah’ın azâbından hiçbir şekilde kurtarmak mümkün olmaz.”
(Tirmizî, Zühd 64)
“Ben, müşrikler arasında ikamet
eden her müslümandan berîyim/uzağım.” Ashâb; “Niçin yâ Rasûlallah?” diye
sorunca, şöyle buyurdu: “Çünkü o ikisinin
ateşi birbirini görmez.” (Ebû Dâvud, III/45, hadis no: 2645)
“Kim bir müşrikle ittifak yapar
ve onunla birlikte ikamet ederse, o da onun gibidir.” (Ebû Dâvud, III/93,
hadis no: 2787)
“Ey diliyle inanıp iman kalbine
inmeyenler topluluğu, müslümanları gıybet etmeyiniz. Onların ayıplarını araştırmayınız.
Kim onların ayıplarını araştırırsa, Allah da onların ayıplarını araştırır.
Allah kimin ayıbını araştırırsa, onun evinin içinde dahi ayıbını açar, perişan
eder.” (Ebû Dâvud, Edeb 40, hadis no: 4880; benzer rivâyetle, yakın bir
mânâda: İbn Mâce, Hudûd 5, h. no: 2548; Tirmizî, Birri ve's-Sıla 84, h. no:
2101)
“Eğer sen, insanların ayıplarını
araştırmaya kalkışırsan, onları ifsad eder veya ifsad etmeye ramak kalırsın.” (Ebû Dâvud, Edeb 44, hadis no:4888)
“Kim bir ayıp görür de onu
örterse, (Câhiliyye devrinde) toprağa diri diri gömülen kızları diriltmiş gibi
olur.” (Ebû Dâvud, Edeb 45, hadis no: 4891)
“Kim bir mü'mini, bir münâfığın şerrinden
korursa, Allah ona bir melek gönderir. Kıyâmet gününde onun etini cehennem
ateşinden korur. Kim bir müslümanı kötülemek
isteyerek ona söz atarsa, söylediği sözü isâbet edip içinden çıkana
kadar Allah, onu cehennem köprüsü üzerinde hapseder.” (Ebû Dâvud, Edeb 41,
hadis no: 4883)
“Kim, hürmeti düşecek, şerefinden noksanlık olacak bir yerde müslümana yardımcı olmaz, onu yalnız bırakırsa, Allah da yardımını istediği yerde onu yalnız bırakır. Kim şerefinden kaybedeceği, saygının azalacağı bir yerde müslümana yardımcı olursa, yardımını istediği yerde Allah, ona yardımcı olur.” (Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no: 4884)
Hz. Âişe (r.anhâ), haber verip şöyle dedi: Bir kimse, Rasûlullah (s.a.s.)'ın
huzuruna gelmek için izin istedi. Rasûlullah: “Ona izin verin. O, aşiretin ne kötü kardeşidir (yahut, o, aşiretin ne kötü oğludur.” buyurdular.
O kimse, Rasûlullah (s.a.s.)'ın yanına girince; Rasûlullah ona karşı yumuşak
sözler söyledi. Ben: “Yâ Rasûlallah, biraz önce sen, onun için söylediğin o
sözleri söyledin. Sonra da ona yumuşak kelâm ettin?” diyerek bunun sebebini
sordum. Rasûlullah: “Yâ Âişe, insanların
en şerlisi, çirkin hareketlerinden korunulması için insanların kendisini terk
ettikleri yahut, karşılaşmak istemeyip yalnız bıraktıkları kimsedir.”
buyurdular. Not : İbn Battal'ın beyanına göre gelen kişi: Uyeyne b. Hısn El
Ferazi'dir. (Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Birr ve's-Sıla, 83; Tirmizî, Birr ve's-Sıla,
58, hadis no: 2064)
“Kardeşinle münakaşa etme, onunla (kırıcı şekilde) şaka yapma ve ona, yerine getiremeyeceğin vaadde bulunma!” (Bu hadis ğaribtir.) (Tirmizî, Birr ve's-Sıla, 57, hadis no: 2063)
“Kardeşinin derdine sevinip
gülme! Sonra Allah onu esirger de, senin başına verir.” (Bu hadis, hasen
ğaribtir.) (Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyame, 18, hadis no: 2621)
“Kim bir (din) kardeşini bir günahtan ötürü ayıplarsa,
kendisi de o günahı işlemeden ölmez.” Ahmed bin Hanbel diyor ki: Şârihler,
(bu hadisin şerhinde) “tevbe ettiği bir günahtan ötürü” dediler. (Bu hadis,
ğaribtir ve senedi muttasıl değildir.) (Tirmizi, Sıfatu'l-Kıyâme 17, hadis no: 2620)
“Mal veya namus meselesinde bir
kardeşi için zimmetinde bir haksızlık bulunup da (dünya hayatından) alınmadan
önce onunla helâlleşen kula Allah rahmet etsin. Çünkü orada (kıyâmette) ne dinar, ne de dirhem vardır.
Eğer sevabları varsa bu sevablardan alınacak, şâyet sevabları yoksa onların
günahlarından (alınıp) bunun sırtına vurulacaktır.” (Bu hadis,
hasen-sahihtir.) (Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 1, hadis no: 2534)
"Şu hususlar da Allah'ı büyüklemenin birer şubesidir: Bir müslüman yaşlıya ikramda bulunmak. İçindekiyle amel hususunda ölçüyü aşmayan ve ondan uzaklaşmayan Kur'an hâmiline (hâfızına) ikramda bulunmak. Âdil olan iktidar sâhibine ikram." (Ebû Dâvud, Edeb 23, h. no: 4843)
"Bir genç, ihtiyar bir
kimseye yaşı sebebiyle ikramda
bulunursa, Allah yaşlılığında ona ikram edecek kimseleri mutlaka takdir
eder." (Tirmizî, Birr 75, h. no: 2023)
"Küçüklerimize merhamet,
büyüklerimize sayı göstermeyen bizden değildir."
Bir rivâyette şu ziyâde
gelmiştir: "...Ma'rûfu emretmeyen,
münkerden nehyetmeyen de bizden
değildir." Tirmizî, Birr 15, h. no: 1920)
Hz. Âişe (r. anhâ)'nin anlattığına göre, "Kendisine bir dilenci
uğramıştır, o da bir parça ekmek
vermiştir. (Bir müddet sonra) üstü başı düzgün, kıyafeti yerinde bir dilenci
daha uğramıştır. Hz. Âişe onu oturtup yemek yerdirmiştir. Kendisine bunun
sebebi sorulunca şu açıklamayı yapmıştır: "Rasûlullah (s.a.s.): "İnsanlara mevkilerine göre ikramda
bulunun" buyurmuştu." (Ebû Dâvud, Edeb
23, h. no: 4842)
“Ölülerinizin iyiliklerini anın
(hayırla yâd edin). Kötülüklerini (anmaktan) vazgeçin.”
(Ebû Dâvud, Edeb 50,
hadis no: 4900)
“Ölülere sövmeyin. Çünkü onlar, önden göndermiş oldukları amellerinin karşılıklarına ulaşmışlardır.” (Buhârî, Cenâiz, 148 -98’inci ölülerin şerlilerini anmak bâbı-)
“Hasedden sakının, ateşin odunu veya otu yediği gibi, hased de iyi amelleri yer.” (Ebû Dâvud, Edeb 52, hadis no: 4903; İbn Mâce, Zühd 22, h. no: 4210)
“Sizden biriniz, yaratılış, mal
ve evlât husûsunda kendisinden üstün kılınmış kimselere baktığı zaman
(üzülmesin), hemen kendisinden aşağı (halli) kimselere baksın!” (Buhari,
Rikaak 77; Müslim, Zühd ve'r-Rekaaik.8, h. no: 2963)
"Rasûlullah'a: "İslâm'ın hangi ameli daha hayırlı?" diye
sorulmuştu. "Yemek yedirmen,
tanıdığın ve tanımadığın herkese selam vermen" diye cevap verdi."
(Ebû Dâvud, Edeb 142, h. no: 5194)
"İki müslüman karşılaşıp
musâfahada bulununca (tokalaşınca), ayrılmalarından önce (küçük günahları)
mutlaka affedilir." (Ebû Dâvud, Edeb 153, h.
no: 5211, 5212; Tirmizî, İsti'zân 31, h. no: 2729)
"Musâfaha edin (tokalaşın)
ki, kalplerdeki kin gitsin, hediyeleşin ki birbirinize sevgi doğsun ve aradaki
düşmanlık bitsin." (Muvatta, Husnü'l-Hulk
16, h. no: 2, 908)
"Allah hapşırmayı sever,
esnemeden hoşlanmaz. Öyleyse sizden biri hapşırır ve Allah'a hamdederse, bunu
işiten her müslüman üzerine, yerhamukâllah demesi hak (bir vazife)dir. Ancak
esnemeye gelince, işte bu, şeytandandır. Biriniz namazda esneyecek olursa,
imkân nisbetinde kendini tutsun ve hah diye ses çıkarmasın. Zira bu,
şeytandandır, şeytan kendisine gülüyor demektir."
(Buhârî, Edeb 125,
128, Bed'ül-Halk 11; Müslim, Zühd 56, h. no: 2994; Ebû Dâvud, Edeb 97, h. no:
5028; Tirmizî, Salât 273, h. no: 370, Edeb 7, h. no: 2747, 2748)
"Hasta ziyaretinde bulunan
kimse, ziyaretten dönünceye kadar cennet meyveleri arasındadır." (Müslim, Birr 40, h. no: 2568; Tirmizî, Cenâiz 2, h. no:
967)
"Kim Allah rızası için bir
arkadaşını ziyaret eder veya bir hastaya geçmiş olsun ziyaretinde bulunursa,
bir münâdi ona şöyle nidâ eder: "Dünya ve âhirette hoş yaşayışa eresin. Bu
gidişin de hoş oldu. Kendine cennette bir yer hazırladın." (Tirmizî, Birr 67, h. no: 2009)
“Cebrâil aleyhisselâm bana komşu
hakkında o kadar aralıksız tavsiyede bulundu ki, komşuyu vâris kılacağını
zannettim." (Buhârî, Edeb 28; Müslim, Birr 140, h. no: 2624; Ebû
Dâvud, Edeb 132, h. no: 5151; Tirmizî, Birr 28, h. no: 1943)
"Komşusu, zararlarından emin
olmayan kimse cennete giremez." (Buhârî,
Edeb 29; Müslim, İman 73, h. no: 46)
"Kim Allah'a ve âhirete
inanıyorsa misafirine ikrâm etsin. Kim Allah'a ve âhirete inanıyorsa komşusuna
ihsanda (iyilikte) bulunsun. Kim Allah'a ve âhirete inanıyorsa hayır söylesin
veya sükût etsin." (Buhârî, Edeb 31, 85, Nikâh 80, Rikaak 23; Müslim,
İman 74, h. no: 47; Ebû Dâvud, Edeb 132, h. no: 5154)
"Size Ashâbımı, sonra da
onların peşinden gelecekleri (sonra da bunların peşinden gelecekleri) tavsiye
ediyorum. Daha sonra (gelenler arasında) yalan, öylesine yayılacak ki, kişi,
kendisinden yemin taleb edilmediği halde yemin edecek, şâhidliği istenmediği
halde şehâdette bulunacak. Haberiniz olsun, bir erkek bir kadınla baş başa
kaldı mı onların üçüncüsü mutlaka şeytandır. Size cemaati tavsiye ederim.
Ayrılıktan sakının. Zira şeytan, tek
kalanla birlikte olur. İki kişiden uzak
durur. Kim cennetin ortasını dilerse, cemaatten ayrılmasın. Kimi yaptığı hayır
sevindirir ve kötülüğü de üzerse, işte o, mü'mindir." (İbn Mâce, Ahkâm 27, h. no: 2363; Tirmizî, Fiten 7, h. no:
2166)
“Kim sevdiğini Allah için sever, buğz ettiğine Allah için buğz eder, verdiğine Allah için verir ve men ettiğini Allah için men ederse, iman kemâle erer.” (Ebû Dâvud, Sünnet 16, h. no: 4681; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 22, h. no: 2642)
“Çok kuvvetli pehlivan, bir çok
güreşçileri yere serip gâlip olan değildir. Asıl kuvvetli pehlivan, öfkelendiği
sırada nefsine mâlik (ve irâdesine hâkim) olan kimsedir.” (Buhârî, Edeb 139;
Müslim, Birr 106, h. no: 2608; Ebû Dâvud, Edeb 3, h. no: 4779)
“Kim, yerine getirmeye gücü
yettiği halde öfkesini yenerse, kıyâmet günü bütün mahlûkatın önünde Allah onu
çağıracak ve sonunda onu cennet kızlarından dilediğin (i almak) de muhayyer
kılacaktır.” (Bu hadis, hasen-ğariptir.) (Tirmizî, Birr ve's-Sıla 73, h.
no: 2090, Sıfatu'l-Kıyâme 15, h. no: 2611; Ebû Dâvud, Edeb 3, h. no: 4777; İbn
Mâce, Zühd 18, h. no: 4186)
“Allah rızâsını dileyerek öfke
yudumunu yutan bir kulun yudumundan sevabça daha büyük (ve faziletli) bir yudum
Allah katında yoktur.” (Buhâri, Edebu'l Müfred, B.640, no.1318; İbn Mâce,
Zühd 18, h. no: 4189)
“Müflis kimdir bilir misiniz?”
Ashâb: “Bizim aramızda müflis, hiçbir dirhemi ve eşyası olmayan kimsedir,
demişler. Bunun üzerine: “Gerçekten benim
ümmetimden müflis, kıyâmet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelecek olan
kimsedir. Amma şuna sövmüş, buna zinâ isnâdında bulunmuş (fâhişe, namussuz
demiş), şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş, diğerini de dövmüş olarak
gelecektir. ve buna hasenâtından, şuna hasenâtından verilecektir. Şâyet dâvâsı
görülmeden hasenâtı biterse, onların günahlarından alınacak, bunun üzerine
yüklenecek, sonra cehenneme atılacaktır.” (Müslim, Birr ve's-Sıla, 59 h.
no: 2581)
“Enes (r.a.)’den rivâyet edilmiştir: O der ki: “Din üzerinde münâkaşa
yapıyorduk ki, üzerimize Hz. Peygamber (s.a.s.) geldi. Bizi münâkaşa (mirâ)
eder halde görünce, şimdiye kadar hiç görülmemiş derecede kızdı ve şöyle dedi: “Ey Muhammed’in ümmeti, nefislerinizi bu
derece ateşlendirmeyin; siz bununla (din ve akîde konularında münâkaşa ile) mı
emrolundunuz? Bundan nehyedilmediniz mi? Sizden öncekiler de sadece bu sebepten
yok olmadılar mı? Hayrı az olduğu için mücâdeleyi terk edin. Münâkaşayı terk
edin; zira münâkaşa, kardeşler arasına düşmanlık sokar. Münâkaşayı terk edin;
zira fitnesinden emin olunmaz. Münâkaşayı terk edin; zira o, (zihinlerde) şüphe
meydana getirir, amelleri yok eder. Münâkaşayı terk edin, zira mü’min (dinde)
münâkaşa yapmaz. Münâkaşayı terk edin, zira
münâkaşa yapanın haserâtı (zararı) tam olmuştur. Münâkaşayı terk edin,
zira münâkaşada devam, günah için kâfidir. Münâkaşayı terk edin, zira o,
Rabbim’in putlara tapmak ve şarap içmekten sonra beni nehyettiği ilk şeydir.
Münâkaşayı terk edin, zira şeytan ibâdetten ümitsiz olduğu halde, aranıza fitne
ve fesat sokmaktan ümitvârdır. İşte bu, dinde münâkaşadır. Münâkaşayı terk
edin, zira İsrâiloğulları (bu yüzden) 71 fırkaya, hıristiyanlar 72 fırkaya
ayrıldılar. Ümmetim ise 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunların bir kısmı (biri)
hâriç, hepsi de dalâlet üzerindedir.” Bu kurtulan kısmın kimler olduğu
sorulduğu zaman Rasûlullah şu cevabı verdi: "Benim
yolum üzerinde olanlar, ashâbım, Allah'ın dini üzerinde mücâdele ve münâzaraya
girmeyenler ve herhangi bir günah sebebiyle tevhid ehlinden birini tekfir
etmeyenlerdir." (El-Âcurrî, eş-Şerîa, s. 55; T. Koçyiğit, Hadisçiler
ve Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar, s. 225-226) (Not: Bu hadis rivâyeti,
Kütüb-i Sitte ve benzeri sahih hadis kitaplarında yer almaz, hadisin sıhhati
bilinmemektedir.)
“İsrâiloğulları yetmiş bir
fırkaya bölündü; içlerinden biri kurtuldu, diğerleri ateştedir. İsa’nın ümmeti
yetmiş iki fırkaya ayrıldı; biri kurtuldu, diğerleri ateştedir. Ümmetim yetmiş
üç fırkaya ayrılacak, biri kurtulur, diğerleri ateştedir.”
(İbn Mâce, hadis
no: 3991-3993) (Not: Bu hadisin sıhhati de hadisçiler ve bazı araştırıcılarca
tartışılmıştır.)
Kalabalıkları bir millet haline getiren en
müessir âmil dindir. Aynı inancı paylaşan toplumlar çok kısa zamanda kaynaşıp
bütünleşirler. Çünkü aynı dine mensup olmanın en tabii neticesi din
kardeşliğidir. Din kardeşi olmanın yüklediği bir çok mes’uliyet vardır ki, bu
mes’uliyetleri yerine getirmek de inancımızın bir gereğidir.
Durum böyle olunca her müslüman uhuvvet sarayının
bir taşı olmaktadır. İslâm sarayının bütün ihtişamıyla devam etmesi için,
herkes bulunduğu yerde yapması gerekeni yapacak, asla yerini terk etmeyecektir.
Duvardan bir taş düşerse, diğer taşların da yerinden oynamasına, binanın
yıpranmasına sebep olur. O bakımdan hiçbir müslüman, uhuvveti yani kardeşliği
zedeleyecek bir söz, bir harekette bulunmamalıdır. Beşeriyet icabı yapılan
hatalar en kısa zamanda giderilmelidir. Küskünlükler, dargınlıklar sürüp
gitmeyecek, alâka kesilmeyecektir. Peygamberimiz, dargınlığın sınırını üç gün
olarak göstermiştir. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Bir müslüman din kardeşine üç günden fazla
küs durması helal değildir.” (Buhârî). Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle
buyurulmaktadır: “Bir müslüman kardeşini
üç günden fazla terk etmesi (küs durması) helâl değildir. Birbirlerine karşı
gelirken o yüz çevirip bu da yüz çevirir. Bunların hayırlısı önce selâm
verendir.” (Müslim)
Biz müslümanların kardeşlik hukuku cinsinden,
birbirimize karşılıklı olarak yapmamız gereken vazifelerden bir kısmı şunlardır:
Müslüman müslümanı sevecek,
Sevinmesiyle sevinecek, üzülmesiyle üzülecek,
Madden ve mânen yardımcı olacak,
Irzını, namusunu, malını koruyacak,
Onun bulunmadığı bir yerde, hakkına tecavüz
ediliyor, iftira ediliyorsa onu müdâfaa edecek,
Hastalandığı zaman ziyaret edecek,
Vefat ettiği zaman cenâzesine iştirak edecek,
yakınlarına taziyede bulunacak,
İstişâre ettiği zaman ona doğru bilgi verecek,
Sır verdiği zaman o sırrı ifşâ etmeyecek,
Kendisinden nasihat istediği zaman hayır nasihatte bulunacak,
İhtiyacı olduğunda emr-i bi’l-ma’ruf ve nehi
ani’l-münker yapacak,
Borç istediği, bir hâcet istediği zaman imkânı
varsa istediğini verecek, imkânı yoksa tatlı ve güzel sözlerle gönlünü alacak,
Selâm verdiği zaman selâmını aynıyla veya daha
güzeliyle alacak,
Müslüman müslüman kardeşini düşmanına teslim
etmeyecek, onu himâye edip koruyacak,
Din kardeşinin eziyet ve sıkıntılarına
katlanacak, sabredecek, affedecek,
İlişkisini kesmeyecek, beşeriyet icabı aralarında
bir dargınlık olursa üç günden fazla küs durmayacak,
Din kardeşine kin tutmayacak, buğz etmeyecek,
Haset etmeyecek, gıybetini yapmayacak,
Gizlice yaptığı bir günahına muttali olursa, o
günah da başkalarına zarar vermiyorsa, o günahı terk etmesi için nasihatte
bulunacak, ama başkalarına duyurmayacak,
Alay etmeyecek, küçümsemeyecek, hakaret
etmeyecek,
Sevmediği lakaplarla hitap etmeyecek,
Din kardeşine karşı böbürlenmeyecek,
büyüklenmeyecek, kendini ondan üstün görmeyecek,
Sûizan etmeyecek, her zaman hüsnüzanda bulunacak,
Pazarlığının üzerine pazarlık yapmayacak,
Zaman zaman ziyaretinde bulunacak,
Hediyeleşecek,
Büyüklerine hürmette kusur etmeyecek,
Kendinden küçüklere şefkat gösterecek,
Katı yürekli olmayacak,
Her zaman merhametle, şefkatle, rıfkla muâmele
edecek,
İki müslüman ya da iki müslüman toplum arasında
bir anlaşmazlık olursa aralarını bulacak ve barıştıracak,
Zulmedene zulmüne engel olarak, mazluma da zâlimin
zulmünü ondan gidererek yardımcı olacak,
Komşuluk hukukuna riâyet edecek,
Alış verişlerde ve diğer hususlarda din kardeşini
asla ve asla aldatmayacak.
Müslümanlar burada sıraladığımız ve burada
zikretmediğimiz başka vazifelerle görevlidirler. Bu vazifelerini en sağlıklı
bir şekilde yerine getirdikleri devirlerde dünyada cennete benzer bir hayat
yaşamışlar; bir fazilet, saâdet ve huzur toplumu vücuda getirmişlerdir.
Ancak zamanla bu güzelliklerimizi, bu özelliklerimizi kaybettik. Kendi gafletimizden içimizdeki birkısım beyinsizlerin, idarecilerin gaflet ya da ihânetlerinden, İslâm düşmanlarının çeşit çeşit hile ve tuzaklarından bugünkü perişanlığı, dağınıklığı yaşamaktayız. Uhuvvet sarayı yıprandı. Müslüman cemaat hodgâmlaştı, dünyevîleşti, imanı zaafa uğradı. Yeniden silkinmemiz, yeniden bizi biz yapan değerlerimize sahip çıkmamız gerekir. Rabbimize yönelmemiz gerekir. Rasûlullah (s.a.s.)’in haber verdiği, müjdelediği “Hak üzerine kaim” cemaatten olmak için ve o cemaatin çoğalması, etkin hâle gelmesi için bütün imkânlarımızı seferber ederek canla başla fedâkârane çalışmamız, çaba göstermemiz gerekir. İmanımız bunu gerektirmektedir, müslümanlığımız bunu gerektirmektedir.
Allah Teâlâ biz müslümanları birbirimize kardeş yapmış ve bizi bu kardeşlikle şereflendirmiştir. Efendimiz, canımız Rasûlullah da şöyle buyurmaktadır: “Birbirinize haset etmeyin, müşteri kızıştırmayın. Biriniz diğerinin pazarlığı üzerine satış yapmasın. Kardeş olun ey Allah’ın kulları! Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz. Onu tahkir etmez -üç defa kalbine işaret ederek- takvâ şuradadır. Kişiye kötülük adına müslüman kardeşini tahkir etmesi kâfidir. Müslümanın her şeyi kanı, malı, ırzı müslümana haramdır.” (Müslim)
Müslüman kardeşim! Gel hep beraber bir kalp gibi, bir beden gibi olalım. Uhuvvet sarayını bütün ihtişâmıyla yeniden inşâ edelim. Bütün insanlığın hayranlıkla temâşâ edeceği, ondan bir fert olmak için koşacağı bir fazilet toplumu oluşturalım. Canımız, efendimiz Hz. Muhammed’in izini takip edip O’nun peşine düşelim, asr-ı saâdet müslümanları ile buluşalım.
İlahî! Biz âciz, biz günahkâr kullarını bağışla.
Bizi bize, bizi nefsimize bırakma.
Nasıl bir kul olmamızı istiyorsan bizi öyle bir
kul eyle.
Bizi son nefesimize kadar İslâm’a hizmetkâr eyle.
Biz günahkârlara acı! Bu zillet ve meskenetten
kurtulmamız için bize medet eyle, yardım eyle.
Yeniden inşâ edilecek olan uhuvvet sarayının bir
işçisi eyle. Yeniden yükselecek olan fazilet toplumunun bir ferdi eyle.
Bizi Rasûlullah (s.a.s.)’ın haber verdiği,
müjdelediği “Hak üzerinde kaim” cemaatten eyle! (12)
1-
Mehmet
Metiner, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 302-305
2-
Mustafa
Çağrıcı, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 24, s. 485-486
3-
Rahmi
Yakan, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 24, s. 484-485
4-
Tuncer
Namlı, Ahlâkî Kavramlarda Anlam Arayışı I, Fecr Y., s. 61-75
5-
Süleyman
Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Y., c. 11, s. 274-281
6-
Harun
Yahya, Kur’an’da Temel Kavramlar, Vural Y., s. 130-134
7-
Süleyman
Uludağ, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 21, s. 580
8-
Hamdi
Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 467-469
9-
M. Ali Kapar, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 220
10-
Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 587-590
11-
Mustafa
Çağrıcı, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 22, s. 490-491)
12-
Zeki
Soyak, İlk Adım Dergisi
Kardeşlik
Konusuyla İlgili Âyet-i Kerîmeler
A- Kardeşlik Kavramının Karşılığı Olan Uhuvvet Kelimesinin
Kökü “A-h-v” ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerîmeler (Toplam 96 Yerde):
2/Bakara, 178, 220; 3/Âl-i İmrân, 103, 156, 168; 4/Nisâ, 11, 12, 12, 23, 23,
23, 23, 23, 176, 176; 5/Mâide, 25, 30, 31, 31; 6/En’âm, 87; 7/A’râf, 38, 65,
73, 85, 111, 142, 150, 151, 202; 9/Tevbe, 11, 23, 24; 10/Yûnus, 87; 11/Hûd, 50,
61, 84; 12/Yûsuf, 5, 7, 8, 58, 59, 63, 64, 65, 69, 69, 70, 76, 76, 76, 77, 87,
89, 90, 100; 15/Hıcr, 47; 17/İsrâ, 27; 19/Meryem, 28, 53; 20/Tâhâ, 30, 40, 42;
23/Mü’minûn, 45; 24/Nûr, 31, 31, 31, 61, 61; 25/Furkan, 35; 26/Şuarâ, 36, 106,
124, 142, 161; 27/Neml, 45; 28/Kasas, 11, 34, 35; 29/Ankebût, 36; 33/Ahzâb, 5,
18, 55, 55, 55; 38/Sâd, 23; 43/Zuhruf, 48; 46/Ahkaf, 21; 49/Hucurât, 10, 10,
12; 50/Kaf, 13; 58/Mücâdele, 22; 59/Haşr, 10, 11; 70Meâric, 12; 80/Abese, 34.
B-
Kardeşlik ve Vahdet Konusuyla İlgili
Âyet-i Kerimeler:
a-
Toptan
Allah'ın İpine Sarılmak: 3/Âl-i İmrân, 103.
b-
Parçalanıp
Ayrılmamak: 3/Âl-i İmrân, 103, 105.
c-
Çekişmemek:
8/Enfâl, 46.
d-
Zulme Karşı
Birleşmek: 42/Şûrâ, 39
e-
Birlik İçinde
Savaşmak: 61/Saff, 4.
f-
Parçalanıp Ayrılarak Anlaşmazlığa Düşmek: 3/Âl-i
İmrân, 103, 105; 8/Enfâl, 46.
g-
Fâsıklar
Birlik ve Beraberliği İstemez: 2/Bakara, 27.
h-
Yardımlaşmak:
8/Enfâl, 73; 9/Tevbe, 71.
i-
İyilik Etmek ve Kötülükten Sakınmakta Yardımlaşmak:
5/Mâide, 2.
j-
Din Kardeşliği Allah'ın Nimetidir: 3/Âl-i İmrân,
103.
k-
Mü'minler
Kardeştir: 11/Hûd, 45-47; 49/Hucurât, 10, 13
l-
Mü'minlerin Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ,
144; o/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16, 71, 119.
m-
İmü'min
Kardeşi Kendine Tercih Etmek: 59/Haşr, 9.
n-
İnsanların
Arasını Düzeltmek: 4/Nisâ, 114; 8/Enfâl, 1; 49/Hucurât, 9-10.
o-
Sulh (Barış)
Daha Hayırlıdır: 4/Nisâ, 128.
p-
Dargınları
Barıştırmak: 2/Bakara, 182, 224, 228; 4/Nisâ, 35, 114, 128; 8/Enfâl, 1; 11/Hûd,
88; 49/Hucurât, 9-10.
r-
Savaşan Mü'minleri Barıştırmak: 49/Hucurât, 9.
C- Mü’minlerin
Birbirini Sevmesi
a- Mü’minler
Kardeştir: 11/Hûd, 45-47; 49/Hucurât, 10, 13.
b- Din
Kardeşliği Allah’ın Nimetidir: 3/Âl-i İmrân, 103.
c- Mü’min
Kardeşi Kendine Tercih Etmek: 59/Haşr, 9.
d- Mü’minlerine
Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 9/Tevbe, 16, 71, 119; 5/Mâide, 55.
e- Mü’minlere
Tevâzu Göstermek: 15/Hucr, 88; 26/Şuarâ, 215-217.
f- Dargınları
Barıştırmak: 2/Bakara, 182, 224, 228; 4/Nisâ, 35, 114, 128; 8/Enfâl, 1; 11/Hûd,
88; 49/Hucurât, 9-10.
g- Savaşan
Mü’minleri Barıştırmak: 49/Hucurât, 9.
D- Arkadaş ve Arkadaşlık Konusuyla İlgili Âyet-i
Kerimeler:
a- Arkadaşa
İyilik Etmek: 4/Nisâ, 36.
b- Peygamberlerin,
Sıddîkların ve Şehidlerin Arkadaşlığı: 4/Nisâ, 69; 9/Tevbe, 119; 26/Şuarâ, 83.
c- Şeytanın
Arkadaşlığı: 4/Nisâ, 38; 41/Fussılet, 25; 43/Zuhruf, 36, 38; 50/Kaf, 27.
E- Dost ve
Dostluk
a- Allah En
Güzel Dost ve En Güzel Yardımcıdır: 22/Hacc, 78; 42/Şûrâ, 9.
b-
Mü’minlerin Allah’tan Başka Dost ve Yardımcıları Yoktur: 2/Bakara, 107,
120, 286; 3/Âl-i İmrân, 150; 4/Nisâ, 45; 5/Mâide, 55; 6/En’âm, 51; 7/A’râf,
196; 9/Tevbe, 16, 116; 29/Ankebût, 22; 32/Secde, 4; 42/Şûrâ, 31.
c- Allah
İman Edenlerin Yardımcısıdır: 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 139, 160; 6/En’âm,
127; 9/Tevbe, 40; 30/Rûm, 47; 45/Câsiye, 19; 47/muhammed, 11.
d- Savaşta
Allah’ın Yardımı ve Dostluğu: 2/Bakara, 214; 3/Âl-i İmrân, 125-127, 139, 148;
8/Enfâl, 9-13, 17-18, 39-40; 9/Tevbe, 25; 22/Hacc, 40, 60, 47/Muhammed, 7.
e- Allah’ın
Velîleri/Dostları Kimlerdir: 10/Yûnus, 63.
f- Allah’tan,
Peygıamber’den ve Mü’minlerden Başka Dost Yoktur: 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16.
g- Peygamberimiz’in
Dostluğu: 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16, 128.
h- Mü’minlerin Dostluğu: 3/Âl-i
İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16, 71, 119.
i- Sıddîklarla
ve Sâlihlerle Beraber Olmak: 4/Nisâ, 69; 9/Tevbe, 119; 26/Şuarâ, 83.
k- Sâlihlerle Dostluk İçin Duâ: 26/Şuarâ, 83;
27/Neml, 19.
l- Zâlimlerin
Dostluğu: 11/Hûd, 113.
m- Kâfirlerin Dostluğu: 2/Bakara, 105, 217;
3/Âl-i İmrân, 28, 118-120, 149-150; 4/Nisâ, 44-45, 101, 140, 144; 5/Mâide, 57;
6/E.n’âm, 68; 9/Tevbe, 23; 13/Ra’d, 37; 28/Kasas, 86; 58/Mücâdele, 22;
60/Mümtehine, 13.
n- Kâfir
Akrabanın Dostluğu: 9/Tevbe, 23; 11/Hûd, 45-47; 58/Mücâdele, 22.
o- Münâfıkların Dostluğu: 2/Bakara, 204; 4/Nisâ,
89, 139-140; 5/Mâide, 41, 52; 9/Tevbe, 50-51; 58/Mücâdele, 14; 63/Mümtehine,
1-2, 6-9.
p- Yahûdilerin
Dostluğu: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 80-82; 60/Mümtehine, 13.
r- Hıristiyanların
Dostluğu: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 82.
s- Ehl-i
Kitab’ın Dostluğu: 2/Bakara, 105, 109, 120; 3/Âl-i İmrân, 100; 4/Nisâ, 44-45;
5/Mâide, 57-59.
F- İhtilâf,
Tefrika ve Fırka Konusuyla İlgili Âyetler
a- Dinde İhtilâfa Düşmek: 6/En’âm, 159;
23/Mü’minûn, 53; 30/Rûm, 32.
b- Dinde Tefrikaya Düşmek: 42/Şûrâ, 13-16.
c- Parçalanıp Ayrılarak İhtilâfa Düşmek:
3/Âl-i İmrân, 103, 105.
d- İhtilâf Edilen Konu Hakkında, Kur’an’a ve
Sünnete Başvurmak: 4/Nisâ, 59.
e- İhtilâf Edilen Şey Hakkında, Hükmü Allah
Verecektir: 2/Bakara, 113; 3/Âl-i İmrân, 55; 5/Mâide, 48; 16/Nahl, 92; 22/Hacc,
69; 29/Ankebût, 52; 32/Secde, 25; 39/Zümer, 3, 46; 42/Şûrâ, 10.
f- Ehl-i
Kitap, Haset ve İhtiraslarından Dolayı İhtilâfa Düştüler: 2/Bakara, 213; 3/Âl-i
İmrân, 19.
g- Mü’minler Allah Fırkasındandırlar: 5/Mâide,
56; 58/Mücâdele, 22.
Konuyla İlgili Bazı Hadis-i Şerif
Kaynakları
Buhârî,
İmân 7, 22, Menâkıb 20, Nikâh 11, 45, Mezâlim 3, 4,
Ferâiz 9, Edeb 44, 57, 58, 62, 73;
Fiten 2, İ’tisâm 10, Menâkıb 1, Ezân 29, 30, Salât 87
Müslim,
İman 71, 72, Zikir 88, Akzıye 4, Birr 23-32;
İlim 2, hadis no: 2666, 3-4,
hadis no: 2667; Mesâcid 245, 249; Fezâilu’s-Sahâbe 199
Tirmizî,
Hudûd 3, Birr 20, 36, 45;
Salât 47; Fiten 7, hadis no:
2166; Humus 1966.
Nesâî, Tahrîm 6.
İbn Mâce, Mesâcid 16, 17;
Et’ıme 17.
Ebû Dâvud, Salât 48.
Ahmed bin Hanbel, 4/145, 278; 5/180.
Muvattâ, Cemâat 1, 3.
Konuyla
İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1.
Kardeşlik Çağrısı, Ramazan Kayan, Çıra Y.
2.
Kardeşlik
Çağrısı, Mehmet Metiner, Risale Y.
3.
Kardeşlik ve Hoşgörü, Muhammed M. Pickthall, Akabe
Y.
4.
İslâm Kardeşliği, Abdullah Ulvan, Uysal Kitabevi Y.
5.
İslâm’da Sevgi ve Kardeşlik, Hüsnü Ethem Cerrar,
Dünya Y.
6.
Sevgi Medeniyeti, Rehber Y.
7.
Müslümanların
Kaynaşması, Selâmet Y.
8.
İslâm’da
Müsamaha, İmam Gazali, Marifet Y.
9.
İslâm’da
Hoşgörü ve Sınırı, Taner Akçam, Başak Y.
10.
Müsamahada
Ölçü, Heyet, İttihad Y.
11.
Din, Sosyalleşme ve Hoşgörü, İsmet Altıkardeş,
Rağbet Y.
12.
Sulh Çizgisi, İbrahim Canan, TÖV. Y.
13.
İslâm
Siyasi Düşüncesinde Muhalefet,
14.
Uhuvvet Risalesi, B. Said Nursi,
Envâr Y./Sözler/Yeni Asya/İhlas-Nur Neşriyat/Işık Y./Şahdamar Y.
15.
Uhuvvet Kardeşlik, Selman Rıza, Sadeleştiren Nebil
Fazıl Alsan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Y.
16.
Vahdete 7 Adım, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
17.
Vahdet Ama Nasıl? Abdurrahman Dilipak, Risale
Y.
18.
İslâm Cemaatine Doğru, Abdurrahman Dilipak, Risale
Y.
19.
İslâm Tarihinde Mezhep Çatışmaları ve Taklit,
Abdülcelil Candan, Denge Y.
20.
İhtilâf Ahlâkı, Mustafa Çelik, Misak Y.
21.
Zâhirî Muhaddislerle Hanefî Fakihleri Arasındaki
Münakaşalar ve İhtilâf Sebepl, Z. Güler, T.D.V. Y.
22.
Kelâmcılarla Hadisçiler Arasındaki Münakaşalar,
Talât Koçyiğit, T.D.V. Y.
23.
İmamların Fıkhî İhtilâflarında Hadislerin Rolü, M.
Avvâme, Terc. M. Hayri Kırbaşoğlu, Kayıhan Y.
24.
İhtilâfların Çemberinde Kadın, Serpil Bahtiyar, Esra
Y.
25.
Hak-Bâtıl Mücadelesi ve İhtilâflar, Beşir İslâmoğlu,
Bengisu Y.
26.
Münakaşalar ve İhtilaf Sebepleri, Zekeriya Güler,
TDV. Y.
27.
İslâm’da İhtilâf Usûlü, Cabir Alevâni, Risale Y.
28.
İhtilâftan Rahmete, Ebû ’l Feth el-Beyânûnî, Risale
Y.
29.
İhtilâflar Karşısında İslâmî Tavır, Yusuf el-Kardavî,
İlke Y.
30.
Tevhidin Düşmanı Tefrika, Ramazan Yılmaz, Mücahede
Y.
31.
Müslümanlar Arasında Görüş Ayrılığı ve İslâm'da
İhtilâf Usûlü, Abdülhalim Ural
32.
Dört Hak Mezhep ve İhtilâf Sebepleri, Osman
Küçükahmet
33.
Hadislerde Görülen İhtilâflar ve Çözüm Yolları,
İsmail Lütfi Çakan
34.
Sınıfsız Dünya, Saadettin Elibol, DergâhY.
35.
İslâm Düşünce Tarihinde Mezhepler, Zübeyir Yetik,
Beyan Y.
36.
Kur'an'da Tartışma Metotları, Zahir B.Awad el-Elmaî,
Pınar Y.
37.
Mezhep Meselesi ve İhtilâflar, Ebû ’l Feth
el-Beyânûnî, Risâle Y.
38.
Mezhepler Arasındaki Farklar (el-Fark
Beyne’l-Fırak), Ebû Mansur A. El-Bağdâdî, TDV. Y.
39.
İnsanları Tefrikaya Düşüren Faktörler, Mahmut Balcı,
İhtar Y.
40.
İslâmî Harekette Fikrî Hastalıklar, Fethi Yeken,
Ravza Y.
41.
Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat,
s. 83-106
42.
İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A.
Mustafa, İz Y. s. 41-104
43.
Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerîmoğlu, İnkılab Y. s.
142-146
44.
Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s.
361-370
45.
İlâhî Kanunların Hikmetleri, Abdülkerîm Zeydan,
İhtar Y. s. 175-212
46.
İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y.
s. 687-690
47.
Nur’dan Cümleler, Alâaddin Başar, Zafer Y. s.
1/183-184
48.
TDV. İslâm Ansiklopedisi (Şükrü Özen), TDV Y. c. 21,
s. 565-568
49.
İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y.
s. 101-104, 687-690
50.
İslâmî Kimlik İlkeler ve Hareket, Toplu Çalışma,
Ekin Y. s.140-143
51.
Sevdalı Yüreklere Çağrı, Erol Uslu, Güldeste Y. s.
211-245
52.
İslâm’da İnsan Hakları, Hayreddin Karaman, İz Y. s.
171-228
53.
Kur’an’ı Anlamada Yöntem, Muhammed Gazâli, Şûle Y.
s. 139-145
54.
İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller,
Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y. s. 162-173, 128-161
55.
Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sadi Yüksel, Madve Y. s. 34-40
56.
Medine Düşünceleri, Hüseyin Hatemi, Yeni Asya
Neşriyat, s. 261-265
57.
İnanmak ve Yaşamak, Ercümend Özkan, 2/265-276;
1/301-306
58.
Sünnî-Şîî Yakınlaşması, Dâru't-Takrîb Tecrübesi,
İslâm Araştırmaları Dergisi, sayı 2
59.
Kur’an’ın Işığında İhtilâfları Çözüm Tarzı, Ahmet
Baydar, Haksöz, sayı 56, Kasım 95
60.
İslâm
ve İnsan Hakları, Muhammed Umara, Denge Y.
61.
İslâm’da
Karşılıklı Haklar ve Vazifeler, Mehmet Talu, Şelâle Y.
62.
Cihan
Sulhü ve İslâm, Seyyid Kutubu, Arslan Y.
63.
Sınıfsız
Dünya, Saadettin Elibol, Dergâh Y.
64.
Yürek
Devleti, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
65.
Sevgi
Zaferdir, Mahir Duman, Gençlik Y.
66.
Sevgi
Atmosferi, Servet Engin, Adım Y.
67.
Başarı
Yolunda Sevginin Gücü, M. Esad Coşan, Seha Neşriyat
68.
Muhabbetulllah
(Allah'ı Sevme), Şahver Çelikoğlu, Marifet Y.
69.
Sevmek
Ölmekle Başlar, Murat Başaran, Zafer Y.
70.
Sevgi
Yumağı, Nurcan Sevinç, Nesil Basım Yayın
71.
Sevgi
Yolu, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
72.
Aşk
Estetiği, Beşir Ayvazoğlu, Ötüken Neşriyat
73.
Yavrularımıza
Peygamber Sevgisi, M. Abdullah Yemani, Erkam Y.
74.
Sevgili
Kasidesi, Fatih Okumuş, Denge Y.
75.
Sevgi,
Leo Buscaglia, Çev. Nejat Ebcioğlu, İnkılap Kitabevi Y.
76.
Sevgi
İçin Doğmak, Leo Buscaglia, Çev. Mehmet Harmancı, İnkılap Kitabevi Y.
77.
Sevgi
Dünyasına Giden Yol, M. Scott Peck, Çev. Azize Bergin, Altın Kitaplar Y.
78.
Sevgi
Korkudan Özgürleşmektir, Gerald Jampolsk, Çev. Salih Serin, Kuraldışı Y.
79.
Sevgi:
Özgürlüğe Giden Yol, Peter Lauster, Çev. Nurettin Yıldırım, Doruk Y.
80.
Sevginin
ve Şiddetin Kaynağı, Ercih Fromm, Çev. Yurdanur Salman, Payel Y.
81.
Sevme
Sanatı, Erich Fromm, Akış Y./Payel Y./Say Y./Star Yaprak Y.
82.
İslâm
ve İnsan Hakları, Muhammed Umara, Denge Y.
83.
İslâm'da
Şahsiyet Hakları, Hüseyin Tekin Gökmenoğlu, T.D.V. Y.
84.
İslâm’da
Karşılıklı Haklar ve Vazifeler, Mehmet Talu, Şelâle Y.
85.
Cihan
Sulhü ve İslâm, Seyyid Kutub, Arslan Y.
86.
İyi
Müslüman, İsmail Lütfi Çakan, T.D.V. Y. s. 75-83, 90-95
87.
Kur'an'da
Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 232-237
88.
Bu
Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. c. 1, s. 139-160
89.
Risâle-i
Nur'dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 436-444
90.
Unutulmaz
Sözler ve Nükteler Antolojisi, Mehmet Dikmen, Cihan Y. s. 334-339, 330-331,
58-65
91.
Hoşgörü:
Nereye Kadar? Din ve Zorlama, Veysel Kasar, Köprü, Kış 97