Bakara, 120; Kavram: 99
M
İ L L E T
Millet; Anlam ve Mâhiyeti
Kur’ân-
Küfür Tek Bir Millettir
Millet Kavram
ının TahrifiKavim/Ulus ve Ümmet
Milliyetçilik/Ulusçuluk
Irkç
ılık/Asabiyet/KavmiyetçilikIrkç
ılıkla İlgili Hadis-i Şerifler
"Milletlerine (dinlerine) uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da asla senden râzı (hoşnut) olmayacaklardır. De ki: 'Doğru yol/hidâyet, ancak Allah'ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır." (2/Bakara, 120)
Millet; Anlam ve Mâhiyeti
Türkçede kavim, kabile veya belli bir topluluk anlamında kullanılan “millet” kavramı İslâm kültüründe daha farklı mânâlara gelmektedir. “Millet” sözlükte, tutulan ve gidilen yol demektir. Bu yol eğri de olabilir, doğru da. Bu anlamdan hareketle ‘millet’ kelimesi ‘din ve şeriat’ yerine kullanılmaktadır. Çoğulu, milel’dir. Kur’an’da ve İslâm kültüründe millet, din anlamında kullanılmıştır.
Esasen din, şeriat ve millet kelimeleri birbirine yakın mânâda olup, her biri başka yönlerden yaklaşık aynı anlamı ifade ederler. ‘Millet’, tıpkı din gibidir ki, Allah’ın kullarına peygamber diliyle gönderdiği şeriatin özel adı olmuştur. İnsanlar o şeriate uyarlar ve Allah’a yakınlık kazanmaya çalışırlar. “Din” ile aralarındaki fark; millet kavramı, gönderildiği peygamberin adıyla söylenir. “İbrahim milleti”, “Mûsâ milleti” gibi. “Allah’ın dini” denilebilir ama, “Allah’ın milleti” demek yanlış olur.
İmam Kurtubî şu açıklamada bulunur: Millet, din demektir. Yüce Allah'ın kitaplarında ve peygamberlerinin aracılığıyla kulları için koyduğu şeriatın adıdır. O bakımdan millet ile şeriat arasında fark yoktur. Din ile millet ve şeriat arasında ise belli bir fark vardır. Çünkü millet ve şeriat, Allah'ın kullarını yerine getirmeye çağırdığı şeyin adıdır. Din ise kulların Allah'ın emrine uygun olarak yaptıkları şeye denir.
(1)"Millet" kelimesinden murâd, dindir. Çünkü örfen millet sözünden: Allah Teâlâ'nın, Peygamberleri vâsıtasıyla kullarına meşrû kıldığı şey kastedilir. Ancak, mecâzen bâtıl dinlere de ıtlak edilerek: "Küfür tek millettir" denilir ve "küfür dinlerinin hepsi bir yoldur" mânâsı kastedilir. Millet kelimesi örfen hak dine mahsus olduğu için bazı kelâm ulemâsı, ehl-i sünnetin mezhebini naklederken: "millîler şöyle demiştir..." ifadesini kullanırlar. (2)
İtikat ve iman yönünden din, amel ve uygulama bakımından şeriat, sosyal bakımdan, yani sosyal realite yönünden de millet kavramları kullanılır. İtikat edilen (inanılan) şeyler, genelde amel edilen (pratikte uygulanan) şeylerdir. Amel edilen ve uygulanan şey ne ise, üzerinde birlik sağlanan şey de odur. Buna göre ‘millet’, bir toplumun etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, kitlenin uyduğu ve bağlı olduğu ilkeler ve takip ettiği yoldur. Bu yolun hak olanı da, bâtıl olanı da olabilir.
“Millet”, kabile veya kavim demek değildir. Millet kavramı, daha çok, din etrafında bir araya gelen insanlar topluluğunu anlatır. Millet, toplumun adı olmaktan çok; toplumun üzerinde toplandığı inancı ifade etmektedir. “Ehl-i millet” denildiği zaman, bir millete uyan kimseler anlatılmış olur ki, bu hiç bir zaman “nation” anlamındaki kavim, ırk, kabile, ulus anlamına gelmez. Müslüman millet deyince, Allah’ın dini İslâm’a inanan ve ona uyan topluluklar akla gelir. Türk kavmi, Arap kavmi, Alman ulusu demek doğrudur. Ama -İslâm kültürüne ve Kur’an’daki kullanıma göre- Türk milleti, Fransız milleti... demek doğru değildir. Çünkü millet kelimesi, bir inancı, o inanç etrafında bir araya gelen topluluğu ifade eder.
Kur’ân-ı Kerim bu kelimeyi, peygamberlere gönderilen inanç ve başka insanların gittiği yol (din) anlamında kullanmaktadır. “Kendini bilmez beyinsizden başka kim İbrahim milletinden yüz çevirir?!” (2/Bakara, 130) “İbrahim milleti” şeklindeki tamlama Kur’an’da sekiz yerde geçmektedir (2/Bakara, 130, 135; 3/Âl-i İmrân, 95; 4/Nisâ, 125; 6/En’âm, 161; 12/Yûsuf, 38; 16/Nahl, 23; 22/Hacc, 78).
Yusuf (a.s.), Allah’a inanmayan bir topluluğun milletinden yüz çevirdiğini, onların dinlerine tabi olmadığını söylüyor (12/Yûsuf, 38). Zâlim ve puta tapan yöneticilerin dinini terkedip Tevhid dinine inanan “Kehf ashâbı”, birbirlerine; “...Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya sizi milletlerine (dinlerine) geri çevirirler; bu durumda ebedî olarak kurtuluş bulamazsınız.” diyorlardı (18/Kehf, 20).
Şu âyet millet kavramının anlamını daha açık bir şekilde ifade etmektedir: “Sen onların milletlerine (dinlerine-inanç sistemlerine) uymadıkça, yahûdi ve hıristiyanlar senden kesinlikle râzı (hoşnut) olacak değillerdir…” (2/Bakara, 120). Yahûdi ve hıristiyanlar ne Peygamberi, ne de O’na inanan müslümanları, kendi inanç sistemlerine, kendi uydukları yola, yaşama biçimlerine uymadıkça sevmezler. Tarihte olanlar ve içinde yaşadığımız şartlar bunu açıkça isbat etmektedir.
Hz. Şuayb (a.s.)'i tehdit eden müşrikler diyorlardı ki; “Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp çıkaracağız, veya mutlaka bizim milletimize (dinimize) geri döneceksiniz.” Şuayb (a.s.) ise, onların milletine (dinlerine) dönmeyi Allah’a iftira etmek olarak değerlendiriyor (7/A’râf, 88-89).
Görüldüğü gibi millet kavramının Türkçedeki ‘ulus, kavim’ kelimesiyle ilgisi yoktur. “Millet” kelimesinin Türkçede ulus, ırk ve toplum anlamında kullanılması kesinlikle ve büyük bir yanlıştır. Bu kavram, belirli bir dine inananlar topluluğunu anlatmaktadır. Ümmet ise, belli bir peygamberi takip eden mü’minleri anlatır. Türkçede, ‘şoför milleti’, ‘kadın milleti’, ‘erkek milleti’ gibi söyleyişler de yanlış kullanılan sözlerdir. Halk, millet kelimesini belli bir topluluk adı olarak kullanmakta ise de bu galattır, Kur’an kültürüne terstir.
‘Küfr’ün tek millet olduğu gerçeğini hatırlarsak, bu kavramın ifade ettiği anlam biraz daha iyi anlaşılmış olur. (3)
Kur’ân-
ı Kerim’de Millet Kavramı“Millet” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 15 yerde geçer. (2/Bakara, 120, 130, 135; 3/Âl-i İmrân, 95; 4/Nisâ, 125; 6/En’âm, 161; 7/A’râf, 88, 89; 12/Yûsuf, 37, 38; 14/İbrâhim, 13; 16/Nahl, 123; 18/Kehf, 20; 22/Hacc, 78; 38/Sâd, 7). Bütün bu âyetlerdeki “millet” kelimesi “din” anlamında kullanılır. Din; yani inanç sistemi.
"Milletlerine/dinlerine uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da asla senden râzı olmayacaklardır...” (2/Bakara, 120)
“Kendini bilmez beyinsizden, kendini aşağılık yapandan başka kim İbrahim milletinden/dininden yüz çevirir?!” (2/Bakara, 130)
“Yahûdiler ve hıristiyanlar müslümanlara ‘yahûdi ya da hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız’ dediler. De ki (onlara): ‘Bilakis biz, hanîf olarak (dosdoğru) yaşamış İbrahim’in milletine/dinine uyarız. O, müşriklerden değildi.” (2/Bakara, 135)
“De ki: ‘Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş olarak İbrahim’in milletine/dinine uyun. O, müşriklerden değildi.” (3/Âl-i İmrân, 95)
“İşlerinde doğru olarak kendini Allah’a veren ve İbrahim’in hanîf (Allah’ı bir tanıyan) milletine/dinine tâbi olan kimseden dince daha güzel kim vardır?! Allah, ibrahim’i (kendine) halîl/dost edinmişti.” (4/Nisâ, 125)
“De ki: ‘Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, hanîf (Allah’ı birleyen) İbrahim’in milletine/dinine iletti. O, (İbrahim hiçbir zaman Allah’a) şirk/ortak koşanlardan değildi.” (6/En’âm, 161)
“Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp çıkaracağız, veya mutlaka bizim milletimize/dinimize geri döneceksiniz. (Şuayb) dedi ki: ‘İstemesek de mi (bizi yurdumuzdan çıkaracak veya dinimizden döndüreceksiniz)? (Andolsun ki,) Allah bizi ondan (kâfirlikten) kurtardıktan sonra tekrar sizin milletinize/dininize dönersek, Allah’a karşı iftira etmiş oluruz...” (7/A’râf, 88-89)
“... Ben Allah’a inanmayan bir kavmin milletini/dinini terk ettim. Onlar, âhireti inkâr edenlerin kendileridir. Atalarım İbrahim, İshak ve Ya’kub’un milletine/dinine uydum. Allah’a herhangi bir şeyi şirk/ortak koşmamız bize yaraşmaz...” (12/Yûsuf, 37-38)
“Kâfirler, peygamberlerine dediler ki: ‘Elbette sizi, ya yurdumuzdan çıkaracağız, ya da mutlaka milletimize/dinimize döneceksiniz!’ Rableri de onlara, ‘zâlimleri mutlaka helâk edeceğiz!’ diye vaad etti.” (14/İbrâhim, 13)
“Sonra da sana, ‘hanîf olarak (doğru yola yönelerek) İbrahim’in milletine/dinine uy, zira o, müşriklerden değildi’ diye vahyettik.” (16/Nahl, 123)
“Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya sizi milletlerine/dinlerine geri çevirirler; bu durumda ebedi olarak kurtuluş bulamazsınız.” (18/Kehf, 20)
“Allah uğrunda, O’na yaraşacak şekilde cihad edin. Sizi O seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim’in milletinde/dininde (olduğu gibi). Peygamber’in size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için O, gerek bundan önce(ki kitaplarda), gerekse bunda (bu Kur’an’da) size ‘müslümanlar’ adını verdi. Öyle ise namazı kılın; zekâtı verin ve Allah’a sarılın. Ne güzel mevlâdır O ve ne güzel yardımcıdır!” (22/Hacc, 78)
“(Kâfirlerden ileri gelenler:) ‘Son millette/dinde de bunu işitmedik. Bu, ancak bir uydurmadır’ diyerek kalkıp yürüdüler.” (38/Sâd, 7)
Görüldüğü gibi Kur'ân-ı Kerim'de "millet" kavramı, hep din mânâsında kullanılmıştır. Hatta bir âyet-i kerimede; "kavim" ve "millet" bir arada kullanılmıştır. Hz. Yusuf (a.s.)'un kıssası beyan edilirken; "De ki; size rızıklanacağınız bir yemek gelecek oldumu, ben muhakkak onun ne olduğunu, size daha gelmezden evvel haber veririm. Bu Rabbim'in bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben Allah'a inanmayan bir kavmin milletini (dinini) -ki onlar âhiret gününü inkâr edenlerin ta kendileridir- terkettim" (12/Yûsuf, 37) buyurulur. Bu âyette geçen "Allah'a inanmayan bir kavmin milletini terkettim" ibaresi, kavim ile milletin ayrı ayrı anlama sahip olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla "Türk kavmi" vardır, ama "Tür milleti (şeriatı) yoktur. Türk kavmine mensup insanlardan; mü'min olanlar bulunduğu gibi; olmayanlar da mevcuttur. Farklı dinlere tâbi olmaları, onların "Türk kavmi"nden olma özelliğini ortadan kaldıramaz. Çünkü insanlar, hangi kavimden olacaklarına bizzat kendileri karar veremezler. Ancak hangi milletten (dinden) olacakları konusunda irâde beyan etme hakları vardır. Ya iman ederek "İslâm milleti"nden olurlar; ya inkâr ederek "küfür milleti"ne geçerler.
Millet, ortak bir itikada sahip olmakla birlikte, bir imam etrafında toplanmayan fertlerin durumunu beyan eder. Her müslüman, İslâm milletinin bir ferdidir. Eğer bir imama bey'at ederlerse, "ümmet" olarak anılırlar. Dünya üzerinde yüzlerce kavim vardır. Bu kavimlerin fertleri içerisinde "İslâm milleti"ne tâbi olanlar bulunduğu gibi, "küfür milleti"nden olanlara da rastlanabilir. Dolayısıyla yeryüzünde iki millet vardır. Birisi İslâm milleti, diğeri de küfür milletidir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), Hz. Ebû Dücâne'yi mezara koyarken "Bismillâh! Alâ millet-i Rasûlillâh (Allah'ın ismiyle ve Rasûlullah'ın milleti/dini üzere)" (demiştir. Hangi kavimden olursa olsun; her mü'min mezara konurken aynı sözler tekrar edilir. (4)
Hadis-i Şeriflerde de "millet" kelimesi, din anlamında kullanılır: "Kim ki İslâm'dan başka bir millet (din) adına yalan yere ve kasden yemin ederse, o kimse dediği gibidir. Kim de keskin bir âletle kendini öldürürse, bu kimse de Cehennem ateşinde o âletle azâb olunur." (Buhârî, Edeb, Cenâiz; Tecrîd-i Sarih Terc. c. 4, s. 558; Müslim, İman 176, 177 (110); Ebû Dâvud, Eymân ve'n-Nüzûr; Tirmizî, Eymân; Nesâî, Eymân; İbn Mâce, Keffârât) Millet, din mânâsınadır. Millet-i İslâmiyye, millet-i yahûdiyye, millet-i nasrâniyyet (İslâm milleti, yahûdi milleti, hıristiyan milleti) gibi İslâm'dan başka bir dine edilen yeminin sûreti, din-i Nasârâya, din-i yahûda, yahut milel-i kefereden (kâfir milletlerden/dinlerden) herhangi bir milletin nâmına yemin etmektir. (5)
Küfür Tek Bir Millettir
Aralarında Ebû Hanife, Şâfiî, Dâvud, Ahmed bin Hanbel'in de bulunduğu bir grup ilim adamı bu Bakara, sûresi, 120. âyet-i kerimeye dayanarak küfrün tek bir millet olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Yüce Allah; "Onların milletine (dinine)" (2/Bakara, 120) diye buyurarak (hıristiyan ve yahûdiler iki ayrı dine mensup oldukları olduğu halde) "millet" kelimesini tekil olarak zikretmiştir. Bunlar ayrıca; "Sizin dininiz size; benim dinim bana" (109/el-Kâfirûn, 6) buyruğunu, Hz. Peygamber'in de: "İki ayrı millete mensup kimseler arasında mirasçılık olmaz" (Ebû Dâvud, Ferâiz 10; Tirmizî, Ferâiz 16; İbn Mâce, Ferâiz 6; Ahmed bin Hanbel, II/187) hadisini de delil gösterirler. Yani burada iki ayrı milletten kasıt, İslâm ve küfürdür. Bunun delili ise Peygamber Efendimiz'in: "Müslüman, kâfire mirasçı olmaz." (Buhârî, Ferâiz 26; Müslim, Ferâiz1; Ebû Dâvud, Ferâiz 10; Tirmizî, Ferâiz 15) anlamındaki bir başka hadisidir. İmam Mâlik ve kendisinden gelen bir başka rivâyette Ahmed bin Hanbel ise küfrün ayrı milletler olduğu görüşündedir. Buna göre yahûdi hıristiyana mirasçı olmadığı gibi; yahûdi ve hıristiyan da mecûsiye mirasçı olmaz. Onlar bu görüşlerine Peygamber Efendimiz'in "İki ayrı millete mensup kimseler arasında mirasçılık olmaz" hadisinin zâhirini delil alırlar. (6)
Millet kelimesinin çoğulu "milel"dir. Din tarihi hususunda tartışılmaz otorite olan Şehristanî'nin meşhur eserinin adı el-Milel ve'n-Nihal'dir. Bilindiği gibi "nihal" kelimesi "nıhle"nin çoğuludur. Nıhle ise; "kupkuru zan ve vehim" mânâsına gelir. Dolayısıyla "el-milel", vahye dayanan dinlerin (milletlerin) tarihi, "en-Nihal" ise, vahye dayanmayan sistemlerin (milletlerin) mâhiyetidir.
Millet Kavram
ının TahrifiKur’an’ın ve dolayısıyla İslâm’ın kelimelere yüklediği anlamı atıp, o kelime ve kavramlara çok farklı mânâlar yüklemek, insanla Kur’an arasındaki köprüleri yıkmaktan daha fecî bir duruma sebep olmaktadır. Bu tavır; tahrif, dejenerasyon, ihânet, hakka bâtılı karıştırmak, bâtıla hak maskesi takmak şeklinde ifade edilebilir.
Millet, İslâm kültürüne göre din anlamında kullanıldığından, “İslâm milleti”, “küfür milleti” tâbirleri doğrudur. Türk milleti, Yunan milleti... gibi ifadeler aslında yanlıştır. Millet kelimesinin kavim/ulus anlamında kullanılması, 19. asırdan sonra ve özellikle 20. asırda yaygınlaş(tırıl)mıştır. Bu galat, Kur’an kavramlarının câhiliyye tarafından içinin boşaltılıp sapık inançlar doğrultusunda doldurulmasına açık bir örnektir. Millî: Millete âit, millete has, milletle ilgili demektir. Millet hangi anlama geliyorsa, millî de ona ait anlamında kullanılır. Yani, aslında “dinî” demek olan bu kelime, “kavmî/ulusal” anlamında kullanılmaktadır. Milliyet: Aynı milletten olma hali, bir milleti diğer bir milletten ayıran unsurların toplamına denir. Aynı millete mensup olanların tamamı anlamındadır. Sonradan “milliyet” kelimesi de, kavmiyet; inanç, tarih, dil, gelenek, kültür, ideal ve vatan birliği anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Milliyetçilik de; milletin, milliyet topluluğunu esas alan, milletini sevmek ve yüceltmek ana fikrine dayanan görüş demektir.
“Türk milleti” deyiminin yanlışlığı gibi, “millet meclisi”, “milletvekili” gibi ifadeler de, aslında ne anlama gelmesi gerektiği halde, şimdi bunlarla anlaşılanlar konusu, önemli kavram sapmalarındandır. Asıl anlamı “dinî” demek olan “millî” kelimesinin bugünkü kullanılışı, millete/dine terslik açısından, meselâ “millî piyango” ifadesi ne kadar trajikomik bir durum arz etmektedir! Millî kumar olduğuna göre; “millî fuhuş”tan, “millî fâiz” ve “millî hırsızlık”tan söz etmek nasıl olur dersiniz?
Millî duygular, millî takım, millî marş, millî kimlik, millî eğitim, millî tarih, millî coğrafya, millî bayram, millî egemenlik, millî güvenlik, millî birlik, millî mücâdele, millî görüş, millî gazete, millî kültür, millî gelir... gibi ifadelerin de millet ve millî kelimelerinin asıl anlamlarından ne kadar farklı kullanıldığı açısından değerlendirilmelidir. Kavram kargaşasına yol açmak istemeyen ve Kur’an kelime ve kavramlarının tahrif edilmesine karşı olan kimselerin, örnek tamlamalarda kullanılan “millî” kelimesi yerine “ulusal” sözcüğünü, aşağıdaki örneklerde olduğu gibi “millet” yerine de “ulus” kavramını tercih etmesi gerekir. Çünkü millet kelimesi örfen hak dine mahsus olduğu için kelâm âlimleri, ehl-i sünnetin mezhebini naklederken: "millîler şöyle demiştir..." ifadesini kullanırlar.
Yahûdilik ve daha çok da siyonizm, milliyetçilik/ırkçılık konusunda, hem bunun ideolojileşmesi ve hem de ırkçı tutumlara yol açması ve karşı ırkçılık dâvâları açısından önemlidir. Bir taraftan yahûdi ırkını öne çıkarıp diğer ırkları kendisine hizmet etmek zorunda olan “eşek” görür ve bu anlayışı muharref Tevrat’a dayandırırken, diğer taraftan bu tavra tepki olarak faşizmi ve yahûdi düşmanlığını da hazırlamış oldu. Birinci ve özellikle İkinci Dünya Savaşının sebep ve soykırımları incelendiğinde bu anlayış ve tavır hemen göze çarpacaktır. Bu anlayış, yani ırkçılık ve arka planındaki siyonizm.
E. Durkheim’den adapte ederek nation karşılığı olarak ulus denilecek iken “millet” diyerek tanımı yapılan kavram: Dil, toprak, ülkü, tarih ve din birliği ile birbirlerine bağlı topluluk. Gerçi globalleşen ülke anlayışının egemen olduğu günümüz modern dünyasında hâlâ eskimiş sosyoloji kuramlarının modası gülünç ve uygulama dışı kabul edilmektedir. Ama insanımıza okullarda, medyada hâlâ milletin tanımı olarak Ziya Gökalp’in yahûdi sosyologdan tercüme ettiği anlayış, bilim ve tek gerçek diye öğretiliyor. İslâm ise, milletin tanımını dinin tanımıyla eşit görüyor. O yüzden müslüman halk, Türk olmadığı halde müslüman olan sözgelimi İngiliz Yusuf İslâm’ı, Çeçen mücâhidini veya Filistinli Arap bir müslüman genci, Türk olduğu halde İslâm düşmanı insanlardan kendine daha yakın görüyor, İslâm milleti arasındaki meselâ Hac toplantısını, kerhanedeki, meyhanedeki Türk topluluklarına tercih ediyor.
Osmanlı’nın son zamanlarında, aydınlarda İslâm dâvâsı ve idealizmi kaybolduğundan, özellikle Tanzimat sonrası yeni idealler aranmaya, ülkenin içinde bulunduğu durumdan kurtuluş için İslâm’ın dışında yönelişler baş gösterdi. “Denize düşen yılana sarılmalı mıdır?” sorusu sorulmadan ve “denize ne kadar düştük, niçin düştük?” muhâsebe yapılmadan denize düşürenlerin ip şeklinde uzattıkları yılanlara sarılmak, dinden uzaklaşmış aydınlar için kolay çözüm idi. Ve önce, kurtuluş reçeteleri ithal edildi Batıdan; düşman, sunduğu zehirleri hemen her zaman altın kâselerde sunacaktır. Tanzimatla birlikte yazarlar, şâirler, siyaset adamları, okuyup yazması olan mekteplilerin kalem ve dillerinden birkaç parlak kavram çıkıyordu: “Vatan, millet, eşitlik, özgürlük” Neydi vatan? Ne demekti millet? Nasıl bir özgürlüktü istenen? Bunlarla kimse uğraşmıyor ve bu kurtarıcı sloganların içine, ne anlama geldiğine ve ülkeyi nasıl kurtaracağına kimse bakmıyordu. Varsa yoksa; Vatan, millet, özgürlük (sonraları, bir de “demokrasi”)!
Evet, tümüyle boş birer slogandır, Batılılaşan aydınların ağızlarından düşmeyen sakız ve kalemlerinden ha bire dökülen mürekkep şeklindeki vatan, millet... Kurulacak yeni sosyal birliğin, millî birlik ve bütünlüğün en önemli unsuru olarak “vatan” fikrinin öne çıkarılması, içi boş bir kavram olarak ve ne kastedildiği müphem şekilde vatancılık, tanzimat aydınlarının yeni ideolojilerindendir. Sözgelimi Vatan şairi Namık Kemal, vatan kavramıyla ne demek istemektedir? Hangi tezi sunmaktadır? Halkın “Vatan, millet, Sakarya” edebiyatı diye, süslü fakat içi boş sözleri böyle değerlendirmesi boşuna değildir. Ziya Gökalp, 1923’te Türkçülüğün Esasları adlı kitabını yayınlar ve bu özellikle Emile Durkheim’in etkisinde kalarak oluşturduğu sosyoloji ve ideolojisiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin fikir babası olur. Evet, milliyetçi (daha doğrusu Türkçü/Turancı) Ziya Gökalp, T.C. nin teori olarak kurucusu, teorisyenidir. Uygulama da bir başka kurtarıcıya bırakılmıştır. Gelinen nokta mı? İsterseniz “millet” kavramına çağdaş aydınlardan çok farklı anlam veren Osmanlı’nın gerilemeye başladığı zamanlarla bile mukayese edilirse ortaya çıkacaktır. 500 küsür sene ayakta kalan koca çınar, etrafını saran zehirli bitkiler ve içine atılan kurtlarla çürümeye başlamıştır. Düşman Batı gözüyle Osmanlı artık “hasta adam!”dır. Batı aşılarıyla çınarın gübreleri üzerine yerleştirilen genç fidanın durumunun hem içten ve hem de dıştan nasıl görüldüğünü düşünmek yeter. Osmanlı ölümcül yatağında iken bile “adam”dı, iyileşmemesi için ilaçlarına zehirler katılan, binbir tuzak kurulan “hasta adam!”. Şimdi T.C.’yi adam yerine koyan ülke var mı, bilmem. Osmanlının dünkü vilâyeti, bir vali ile yönettiği şehri Yunanistan ve sözgelimi Suriye’nin bile ciddiye almadığı bir ülke... İçinde yaşayan vatandaşların da en milliyetçisinin bile onlarca şikâyeti... “Ya sev, ya terket!”mi? Kim kimi kimin yurdundan kovuyor, kim ve ne hakla işgali ve zulmü sevmeyi emredip dayatıyor?
Kavim/Ulus ve Ümmet
Kavim: Bu gün, “Türk milleti” şeklinde kullanılan tamlamanın doğrusu, “Türk ulusu” veya “Türk kavmi”dir. Kur’an’da üç yüzden fazla yerde geçen “kavim” kelimesi, Kitabımız’da üç anlamda kullanılır: Soy birliği, topluluk, kimseler. Kavim kelimesi, Kur’an’da bazen soy birliği ve ulus anlamında kullanılır (18/Kehf, 90, 93). Bu anlamıyla, zaman zaman kavmin adı açıkça söylenir: Âd kavmi (9/Tevbe, 70; 14/İbrâhim, 9), Semûd kavmi (9/Tevbe, 70; 14/İbrâhim, 9) gibi. Bazen de yönetimin başındaki kişi veya peygamber adıyla verilir: Firavun kavmi (26/Şuarâ, 11), Mûsâ kavmi (2/Bakara, 54, 60, 67; 5/Mâide, 20;;10/Yûnus, 87) gibi.
Kur’an’da geçen kavim kelimesi, bu kavimlerin medeniyetlerinden ve davranışlarından da söz eder. Gerek bu anlamıyla, gerekse aşağıda belirtilecek anlamlarıyla, geçmişte yaşayan kavim, topluluk ve kişilerin davranışlarından, kurdukları medeniyet ve davranış güzelliklerinden veya çöküşlerinden ibret alınması amacıyla söz edilir (14/İbrâhim, 9).
Kavmin, Kur’an’daki diğer bir anlamı, çeşitli özelliklere sahip topluluk, grup, küme ve halkı ifade eder (14/Ra’d, 11; 23/Mü’minûn, 46; 49/Hucurât, 11; 58/Mücâdele, 22; 60/Teğâbün, 13). Bu anlamdaki kullanımda, özellikle bir topluluğa gönderilen peygamberin adıyla belirtilir: Nuh kavmi (7/A’râf, 69; 9/Tevbe, 70; 11/Hûd, 89), Hûd kavmi (11/Hûd, 89; 13/Ra’d, 7), Sâlih kavmi (11/Hûd, 89), Lût kavmi (11/Hûd, 70, 74; 26/Şuarâ, 11, 160), İbrahim kavmi (9/Tevbe, 70; 22/Hacc, 43), Yûnus kavmi (10/Yûnus, 98) gibi.
Kur’an’da kullanılan kavim kelimelerinin büyük bölümü, olumlu veya olumsuz özellikteki kişileri anlatmak üzere söz konusu edilir: “Kavmun yûkınûn (yakînen iman edenler)” (2/Bakara, 118; 5/Mâide, 50); “kavmun yü’minûn (iman edenler)” (16/Nahl, 79; 29/Ankebût, 51; 43/Zuhruf, 88), “kavmun ya’kılûn/yetefekkerûn/yezzekkerûn (düşünenler)” (29/Ankebût, 35; 16/Nahl, 69; 2/Bakara, 164; 5/Mâide, 58; 6/En’âm, 126; 13/Ra’d, 3, 4), “kavmun ya’lemûn (bilenler)” (2/Bakara, 230; 6/En’âm, 97), “kavmun kâfirûn (kâfirler/inkârcılar)” (2/Bakara, 259, 264, 286; 3/Âl-i İmrân, 147; 27/Neml, 43), “kavmun zâlimûn (zulmedenler)” (2/Bakara, 258, 5/Mâide, 51; 23/Mü’minûn, 28; 26/Şuarâ, 10; 28/Kasas, 25), “kavmun cebbârûn (zorbalar)” 5/Mâide, 72), “kavmun müfsidûn (bozguncular)” 29/Ankebût, 30), “kavmun sâlihûn (sâlihler/iyiler)” (5/Mâide, 80).
Kur’an’da “kavim” sözcüğünün geçtiği âyetler, örnek bir medeniyetin kurulması yolunda temel ilkeler sunmaktadır. Bu âyetlere göre, şu özelliklere sahip toplumların, toplulukların veya kişilerin medenî olabileceği söylenebilir: İmanlı, bilgili, ince anlayışlı, her durumda aklını kullanan, olayların gerçek sebeplerine ve arka planına nüfuz edip yüzeysellikten kendini kurtaran, olaylardan gerekli dersi almasını bilen, tefekkür eden, kendisinin faydasını bilip gözeten, elindeki nimet ve imkânların değerini bilip ona göre kullanan, şımarıklık ve azgınlığa düşmeyip şükretmesini bilen toplumlar, topluluklar ve kişiler (2/Bakara, 118, 164; 5/Mâide, 450; 6/En’âm, 98; 7/A’râf, 32).
Medenî düzeye ulaşamayan toplumların/toplulukların ve kişilerin özelliklerini de şöylece sıralayabiliriz: Kâfir/inançsız, bilgisiz, bilinçsiz, anlayışsız, aklını kullanmayan, olayların derinliğine nüfuz edemeyip yüzeysellikte kalan, gerçekleri göremeyen, bozguncu, haksızlığı ilke edinen, içinde bulunduğu kötü durumun farkında olmayan ve kurtuluş için çare aramayan toplum, topluluk ve kişiler (3/Âl-i İmrân, 85; 5/Mâide, 22; 7/A’râf, 64; 10/Yûnus, 75; 37/Sâffât, 30). (7)
Ümmet: "Ümmet", anne anlamına gelen "ümm" kelimesinden türemiştir. "Ümm", ana demektir. Bir şeyin meydana gelmesine, terbiyesine, ıslahına veya başlangıcına temel olan köküne verilen isimdir. Kur’an’da geçen ‘ümmü’l kitap-kitabın anası’, ‘Levh-i Mahfuz’ yerine kullanılmıştır (43/Zuhruf, 1-4; 85/Bürûc, 22; 56/Vâkıa, 78). Bütün ilimlerin oluşumu ona nisbet edilir, bütün ilimlerin kaynağı odur. "Ümm" kelimesi, Kur’an’da kelime anlamıyla hem anne, hem de ana (mecaz olarak), asıl, temel, uygun karşılık anlamlarında geçmektedir.
"Ümmet", sözlükte, cemaat nesil veya topluluk demektir; çoğulu "ümem"dir. Aslında ‘ümmet’ kelimesi bir çoğunluğu, bir cemaatı ifade ederken; ‘ümem’ kelimesi; çoğulun çoğulu gibidir. Ümmet, kavram olarak, kendi irâdeleriyle veya bir zorunluluk sonucunda aynı yerde, aynı zamanda veya aynı dine uymak sûretiyle bir arada yaşayan insan topluluğudur. Bu tanımdan hareketle birçok müslüman âlime göre, ‘ümmet’ kelimesiyle "İslâm'a inanan topluluklar" kast edilmiştir.
Ümmet kelimesinin Kur'an'ın bazı âyetlerinde ‘topluluk’ anlamında kullanıldığını görüyoruz: “Sizden, hayra çağıran, ma’rûfu (iyiliği) emreden, münkeri (kötülüğü) önleyen bir ‘ümmet’ (topluluk-cemaat) olsun…” (3/Âl-i İmrân, 104. Aynı kullanılış için yine bkz. 3/Âl-i İmrân, 113; 5/Mâide, 66; 7/A’râf, 159, 164, 181; 28/Kasas, 23). Kur’ân-ı Kerim ‘ümmet’ kavramını farklı topluluklar için kullanmaktadır. Sözgelimi, “Yerde debelenen hiç bir canlı ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın…” (6/En’âm, 38) âyetinde olduğu gibi hayvanlar ve kuşlar da birer ümmettir. Peygamberimiz (s.a.s.) de, köpeğin ve karıncanın bile bir ümmet (topluluk) olduğunu belirtir (Müslim, Selâm 38, hadis no: 2241, 4/1759; İbn Mâce, Sayd 2, hadis no: 3205, 2/1069)
İslâm ümmeti, insanlığın hidâyet önderidir. "Ümmet" kavramı, bir diğer deyişle ‘imam’ kelimesinden alınmış çoğul bir isimdir ki, çeşitli insan gruplarına önder olan ve kendisine uyulan cemaat demektir. Yani bir imamın (önderin) başkanlığı altında sağlam bir topluluk oluşturup, düzenli bir şekilde faâliyette bulunan ve diğer insanlara önderlik yapabilen bir topluluktur. Bu topluluk iman üzere olduğu gibi; küfür üzere de olabilir. Faâliyetleri sâlih amel de olabilir; fitne ve fesat da olabilir. Kişilere göre ‘imam-önder’ hangi konumda ise, gruplara-topluluklara göre de ‘ümmet’ o konumdadır. Ümmet, kuvvetli bir önderlik kurumunun yönetimi altında bir araya gelen topluluktur. O topluluğun fertleri inanç ve gâye yönünden bir köke, bir asıla bağlıdırlar.
Ümmet kavramı, kendine has bir dine sahip olan kimse anlamına da gelir. “Hakikaten İbrahim başlı başına bir ümmet idi ve Allah’a itaat ederdi.” (16/Nahl, 120). Hz. Peygamberimiz, İslâm'dan önce yaşamış ve imanla ölmüş Kuss bin Saide’nin de tek başına bir ümmet olarak diriltileceğini açıklıyor. (nak. K. Sitte 3/367).
Ümmet, aynı yer ve zamanda, aynı dine bağlı insanların oluşturduğu topluluk anlamında Kur’an’da sık sık geçmektedir. Aslında insanlar başlangıçta tek bir ümmet idi. Allah’ın gönderdiği peygamberler onların sorunlarını çözüyorlardı. Ancak daha sonradan aralarındaki bağy (taşkınlık) yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Farklı farklı dinler uydurdular ve farklı ümmetler haline geldiler (2/Bakara, 213; Ayrıca bkz. 10/Yûnus, 19).
İmam-Ümmet İlişkisi: İmam, insanlara öncülük eden, kendi yolundan giden ve peşinde gelen bir ümmet (topluluk) oluşturan önderdir. Allah’ın yolunda hidâyet imamları olduğu gibi; insanları ateşe ve azaba götüren imamlar (liderler) da vardır; Tıpkı Firavun gibi (28/Kasas, 41). Kıyâmet gününde bütün insanlar kendi imamlarıyla (önderleriyle) çağırılacaktır (17/İsrâ, 71-72). Şüphesiz ki dünya hayatında haktan sapmış, azmış ve yoldan çıkmış günahkâr kimseleri imam-önder edinenler, âhirette zarara uğrayacaklardır. Allah (c.c.) bütün ümmetlere karşı kendi içlerinden şâhit çıkaracak. Bu şâhitler onların dünyada iken peşlerinden gittikleri önderleridir. Bu kimseler, dünyadayken yanlış yaptıklarını, doğru yolda olmadıklarını âhirette bizzat itiraf edecekler (16/Nahl, 84). Ayrıca Rabbimiz Hz. Muhammed (s.a.s..)'i de bütün ümmetler üzerine şâhit olarak getirecektir (16/Nahl, 89; 4/Nisâ, 41).
İslâm Ümmetinin Özellikleri: Allah (c.c.) dileseydi yeryüzünde olan bütün insanlar bir tek ümmet olurdu (5/Mâide, 48; 11/Hûd, 118; 42/Şûrâ, 8). O zaman da hür irâdenin ve denemenin bir anlamı kalmazdı. İnsanlardan dileyen İslâm ümmetinin, dileyen de küfür ümmetlerinin bir üyesi olabilir. İnsan bu konuda serbesttir; neticesine katlanmak şartıyla.
Ma’rûfu (iyiliği) emreden, münkeri (kötülüğü) önlemeye çalışan İslâm ümmeti, insanlık içerisinden çıkartılmış en hayırlı ümmettir (3/Âl-i İmrân, 110). Allah’ın yarattıkları arasında bazı ümmetler, hakka iletir ve hak ile adâleti yerine getirirler (7/A’râf, 181). İşte, insanlar arasından çıkartılmış en hayırlı ümmet olan İslâm ümmeti, diğer ümmetlere karşı üstün bir konumdadır. Üstünlüğü soy, kabile, renk, sosyal sınıf, zenginlik ve iktidar sahipliği gibi şeylerde görmeyen İslâm, takvâyı üstünlük derecesi saymış; insanlar arasında kim daha çok takvâ sahibi olursa, kim en yüce değerleri Allah rızası için ahlâk haline getirirse o üstün olur. Bu yüce erdemin de ancak İslâm'ın getirdiği ilkelerle kazanılacağı açıktır. İslâm ümmetinin üstün olduğunu bizzat Peygamberimiz haber vermektedir (Ahmed bin Hanbel, 5/383).
Her peygambere uyan topluluklar o peygamberin ümmeti sayılırlar. Bu anlamda İslâm'a inanan bütün müslümanlar Muhammed ümmetidir. Peygamberimiz (s.a.s.) bütün insanlığa peygamber olarak gönderildiği için, bütün insanları O’nun ümmeti, O’nun topluluğu olarak sayanlar da bulunmaktadır. İslâm ümmeti, Kur’an’a göre bir tek ümmettir: “Gerçek şu ki, sizin ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse Bana ibâdet ediniz.” (21/Enbiyâ, 92; ayrıca bkz. 23/Mü’minûn 52). İslâm ümmeti, aynı imam-önder etrafında (Hz. Muhammed’in izinde), aynı vahye tâbi olarak bir araya gelmiş, Tevhid dinine gönül vererek vahdete ulaşmış, aynı amaca yönelme gayretinde olan bir ümmettir. Ayrıca İslâm ümmeti, vasat (orta, aşırı olmayan, dengeli) bir ümmettir, ki diğer insanlar üzerine, İslâm'ın hak din olduğu, üzerinde oldukları yolun ‘doğru yol’ olduğu hususunda şâhitlik yapacaklar. İnkârcıların ve haddi aşanların dâvetlerine uymadıklarına, onların emr’lerinin (işlerinin) rüşd (sağlam, yarayışlı) olmadığına da tanıklık edecekler.
İslâm ümmeti bir denge toplumudur. İnançta, amelde, hayatı değerlendirmede, ceza vermede ve yargılamada orta yolu izler. Hiç bir konuda aşırı değildir. Batı toplumlarında ortaya çıkan fanatizm ve fundamentalizm ile ilgisi yoktur. Hakka ve adâlete uygun hareket etmek, insanlara her konuda örnek olmak onların özelliğidir. Tabiatta, inançta ve hayatı yaşamada denge üzerindedir.
‘Ümmet’i tanımlamada; yer, yani ümmetin üzerinde yaşadığı ülke, vatan veya ümmetin siyasî olarak hâkim olduğu toprak parçası; zaman, yani ümmetin beraberce yaşadıkları çağ ve zaman; din, yani ümmet fertlerinin inandığı ve hayatına uyguladığı inanç ve dünya görüşü önemli rol oynar. Bu üç bağ ve bunlara benzer diğer bağlar, ümmet topluluğunu oluşturan kişileri birbirine bağlar. Belli bir inanç, ideal, ülkü ve dünya görüşü etrafında birleşen topluluklar birer ‘ümmet’ oluştururlar. Ancak, İslâm kültüründe ‘ümmet’ kavramı, daha çok, İslâm'a gönül vermiş müslüman toplumu ifade eder. Dünyadaki bütün müslümanlar bu topluluğun gönüllü üyeleridir. Onların imamı/önderi Hz. Muhammed (s.a.s.), kitapları Kur’ân-ı Kerim, ülkeleri İslâm'ı yaşayabildikleri, hayata hâkim kılabildikleri her yer, hedefleri ise İslâm'ın gerçek uygulayıcıları olarak diğer insanlar üzerine Hakk’ın şâhitleri olmak ve dünya imtihanını kazanmaktır.
İslâm ümmetinin siyasî yönden güç sahibi olduğu yerlere, yani Allah'ın indirdiğiyle hükmedilen yerlere İslâm diyarı (dâru'l-İslâm) adı verilir. Müslüman, İslâm'ın bütün yönleriyle ancak böyle yerlerde yaşanabileceğini bilir. Ne yazık ki bugün İslâm ümmeti; ideolojiler, gruplar, siyasî rejimler ve emperyalizm yüzünden parçalanmıştır. Müslümanların çoğunlukta olduğu yerlerde bile siyasî iktidar, ya işgalcilerin elinde ya da İslâm'dan yüz çevirmiş mürtedlerin yönetimindedir. Müslümanlar arasına, özellikle birbirlerinden ayrı milletmiş gibi farklı ülkelere bölünmesi için çekilen sınırlar, doğal değildir; sömürgeci işgalciler tarafından çizilmiştir. İslâm ümmetinin yaşadığı coğrafyaya tabiî olmayan sınırları çizenler, müslümanların kafalarına da benzer sınırlar çizip onları iyice parçalamak, böylece onların üzerindeki sömürülerini sürdürmek istiyorlar.
Ancak bütün bu sınırlara, farklı dil ve renklere rağmen İslâm ümmeti Kur’an’ın emir ve değerlendirmesiyle bir bütündür ve Kur’an etrafında birlik oluşturmaktadır. Kimi kavmiyetçiler, "artık ümmet devri geçti, şimdi ulus zamanı" deseler bile, bu gerçek değişmez. Kaldı ki ‘ulus’ kavramı ne kişiyi, ne de toplumları tanımlayabilir. Ulusçuluk bir kimlik değil, bir ırkı üstün görme hastalığıdır. Ümmet anlayışı ise, en doğru iman ilkeleri ve ilahî vahiy etrafında örnek bir toplum meydana getirme çabasıdır. (8) Üstelik kavmiyetçilik,ulusçuluk ve ulusal devlet anlayışlarının modası geçmekte, her geçen gün globalleşen ve sınırların sembolik hale geldiği ülkeler açısından değerini kaybetmektedir.
Dünkü Osmanlı Devletinin takip ettiği ümmet bilincini taklit eden ve zencisiyle beyazıyla; İngiliziyle, İspanyoluyla birçok ulustan insanın oluşturduğu Amerika Birleşik Devletleri, ağırlığını korurken; sadece aynı ırka dayanan ulus devletler, ya tümüyle pasifize olmakta veya yeni birlikler oluşturarak farklı ulus ve ülkeler her yönden tek devlet haline gelmekteler. Birleşmiş Milletler, Nato, daha önemlisi ve giderek ağırlığı artan ve üye ülkeler arasındaki her çeşit farklılığın terkedilip hemen her konuda ortak değer ve paylaşıma dönüşen Avrupa Topluluğu buna çarpıcı delildir. Çok kısa zamanda ulus devletler ya tarihe karışacak veya tümüyle önemlerini kaybedecek ve birleşen ülkelerin sömürgesi haline gelecektir. Ümmet kavramı, özellikle müslüman olduklarını iddia eden toplum ve ülkeler açısından yarınlarda ciddî bir çıkış ve yükseliş basamağı olacaktır/olmalıdır.
Milliyetçilik/Ulusçuluk/Ulusalc
ılıkIrkçılık ve kavmiyetçilik, 19. asrın sonlarından itibaren ülkede yanlış ifadelendirilerek “milliyetçilik” kavramıyla dillendirilmektedir. Milliyetçilik, ulus anlamındaki milleti ve onun değerlerini ideolojik, kültürel ve siyasî esas olarak kabul eden görüşlere denir; nasyonalizm, ulusçuluk ve ulusalcılık demektir. Millet kelimesinin Kur’an’da ve İslâm kültüründeki anlamı dikkate alındığında milliyetçilik kelimesinin tümüyle yanlış anlamda kullanıldığı görülür. Aslında İslâm kültüründeki ve kelimenin lügat anlamındaki karşılığı ile, “milliyetçilik”, dini ve dinin özellikle toplumsal değerlerini savunmak demektir. Fakat, bu kavram, kesinlikle bu anlamda kullanılmaz; tam tersine dinin tasvip etmediği bir anlayış doğrultusunda kullanılır.
Milliyetçilik, gerek bir kavram, gerekse süren bir hareket olarak değişik şekillerde ve şartlarda ortaya çıkmış, buna bağlı olarak tarif ve tasnifler de farklı olmuştur. Bu, biraz da “millet” ve “milliyet”e verilen anlamlarla ilgilidir. Bu terim, İslâm dünyasına ve kültürüne aktarıldığı zaman, problem biraz daha karmaşık bir yapıya bürünmektedir. Fakat genel olarak milliyetçiliğin millî devlet,millî kalkınma, bağımsızlık, millî birlik, millî dil, millî kültür... alt kavramlarını öne çıkardığı, dolayısıyla daha dar, daha sınırlı bir siyasî ve sosyal yapıyı öngördüğü söylenebilir. Bir başka açıdan milliyetçilik, kişinin kendisini etrafındakilerden farklı bir şekilde tanımlaması anlamına gelir. Kişinin üyesi olduğu ulusa/topluma hayranlık ve bağlılık duyguları geliştikçe diğerlerini dışlama veya geri plana itme eğilimi de güçlenmektedir.
Milliyetçiliğin bir ideoloji olarak doğuşunu milletlerin (ulusların) ortaya çıkışı ile başlatmak mümkündür. Bu yönüyle milliyetçilik, batı kaynaklıdır. Feodalite çözülürken milletleşme (uluslaşma) hareketleri güç kazandı. Bir ideoloji olarak milliyetçiliğin belirmesi, 18. yüzyıl Batı Avrupa’sı ve Kuzey Amerika’sında gerçekleşti. Amerika ve Fransız ihtilâlleri bunun ilk belirtileridir. Bu akım, 19. yüzyılın başlarında Güney Amerika’ya, Orta Avrupa’ya, yüzyılın ortalarına doğru güney ve güneydoğu Avrupa’ya sıçradı. 20. yüzyılın başlarında bazı Asya ülkelerinde kendini gösterdi. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlık hareketlerinin ortaya çıkmasıyla Asya ve Afrika ülkelerinde sosyalizm ile birlikte güçlendi.
Milliyetçilik; din, dil, toprak, menfaat birliği gibi faktörlerin tesiri altında ortak değerlere sahip olanların yakınlaşma duygusundan ve vâkıasından kuvvet almakla birlikte; bir ideoloji olarak “millî devlet”i (ulusa ve ırka dayalı ulusal devleti) esas alır. Bu yüzden feodal beylikler, imparatorluklar, dinî birliğe dayalı toplumlar, kabile toplumları için milliyetçilik ideali diye bir şey sözkonusu olmamıştır.
Batıda milliyetçiliğin ortaya çıkışı kapitalizmin gelişmesiyle de yakından ilgilidir. Ticarî kapitalizmin doktrinini oluşturan merkantilizm, devletlerin dış piyasalarda kendi tüccarıyla bütünleşmesini, bu da “millî şuur”un (ulusal bilincin) varlığını gerektirmiştir. Yine feodal toplumda önemli olan din faktörünün protestanlık ve laiklik ile zayıflatılması, sosyal birliğin en önemli unsuru olarak “vatan” fikrinin güç kazanmasını sağladı. Kapitalizm, hıristiyanlığı kendi amaçları doğrultusunda reforma tâbi tuttu; protestanlık bunun sonucudur. Yine protestanlığın bir varyantı olan püritenliğin 17. yüzyıldan itibaren İngiliz milliyetçiliğinin temelini teşkil ettiği biliniyor. Tevrat ve yahûdi kültürünün bu yeni oluşumda büyük bir yeri vardır.
18. Yüzyıl, ülkelerinden sürülen veya buralardan kaçan kanundışı kişilerin yerleştiği Amerika’da milliyetçiliğin güçlendiği bir dönem oldu. Ferdiyetçiliği bayrak yapan hürriyete susamış bu insanlar milliyetçi ideolog ve politikacıların fikirlerini rehber edindiler. Bu fikirler Fransız İhtilâlinde de etkili oldu. Milliyetçiliği Avrupa’ya ve oradan da Osmanlı ülkesine kadar yayan Fransız İhtilâlidir. İhtilâlin ilk dönemlerinde milliyetçilik, mutlak monarşileri, dinî cemaatleri hedef olarak almış, buna bağlı olarak hürriyet/özgürlük mücâdelesini vurgulamıştır.
İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesi’nde yer alan “egemenlik hakkının ulusa âit oluşu”, “ulusal egemenlik” ilkesi, bir yönüyle millet (ulus) ve milliyetçilik kavramlarını güçlendirirken millî menfaatleri savunan ve aynı zamanda yöneticilerin halkın destek ve oyuyla seçilmelerine imkân sağlayan ulusal siyasî ve idârî yapılara da yol açmıştır.
Fransız Devriminin, özgürlük (hürriyet), eşitlik (müsâvât) ve kardeşlik (uhuvvet) sloganı ve İnsan Hakları Beyannamesi, liberalizm ve demokrasinin temelini oluştururken; siyasî batılılaşma tarihimizde önemli bir yere sahip oldular. Napolyon bu akımın Avrupa’da ilk ve etkili yayıcısıdır. Bu arada buna tepki olarak Alman milliyetçiliği doğdu. 19. yüzyıl Batısında kapitalizmin getirdiği sosyal buhranlar sosyalizmle birlikte liberal ve demokratik ideallere bağlı milliyetçiliği geliştirirken Alman milliyetçiliği otoriter ve muhâfazakâr bir temel üzerinde inkişaf etti ve gelişti.
19. Yüzyılın sonlarında Avrupa’da hânedanlar çökerken milliyetçi akımlar Avusturya, Macaristan, Çekoslovakya, Yugoslavya gibi birçok devletin doğuşunda etkili oldu. Milliyetçilik zaman içinde faşizm ve nazizme yol açarken, komünizm gibi enternasyonalciliği esas alan bir rakip de kazandı. Bununla beraber bağımsızlık hareketlerinde sosyalizm, hatta komünizm, milliyetçiliğin unsurlarından birini teşkil etti. Yine Avrupa Topluluğu gibi uluslar arası bütünleşmelerin gecikmesi, bazı başarısızlıkları da milliyetçiliğe bağlanabileceği gibi, komünist ülkeler arasındaki anlaşmazlıkların ve bölünmelerin temelinde de milliyetçilik vardır. Stalin, Tito, Enver Hoca ve Mao komünist olmakla beraber milliyetçi idiler denebilir. Mao komünizminde milliyetçilik, lafzen de bir düstur olmuştur.
Milliyetçilik hareketleri, Osmanlı Devleti’nin yıkılış sebeplerinden biridir. Burada ilk milliyetçi adımlar müslüman olmayan azınlıklar tarafından atıldı. İktisadî yönden kaçakçılığın, fikrî yönden Fransız Devriminin beslediği Rumlar, milliyetçilik akımına önderlik yaptılar ve ilk defa Yunanistan bağımsızlığını kazandı. Bulgarların ve Ermenilerin yürüttükleri milliyetçilik faâliyetleri yeni yeni doğmakta olan komünizmden kuvvet aldı. Hatta II. Abdülhamid döneminde Komünist manifesto, Ermeniler tarafından Türkçeye tercüme edildi.
Müslüman unsurlardaki milliyetçi hareketler ise, Batılı sömürgeciler, özellikle İngilizler tarafından oluşturulmuş ve kışkırtılmıştır. Arap milliyetçiliğine hıristiyan Arapların önderlik yapması bu açıdan sebepsiz değildir. Bütün İslâm ülkelerini ve Osmanlı Devleti’ni etkileyen bu hareketlerde “azınlık kategorisi” ile “bağımsızlık kategorisi” öne çıkmıştır. Kendilerini içinde yaşadıkları siyasî yapıdan ayırdetmek, geçmişi canlandırmak, etnik kökleri vurgulamak, ulusal dillere ve kültürlere ağırlık vermek, bu kategorilerin en belirgin yönleridir.
20. Asrın başlarına kadar Osmanlı ülkesinde millet ve milliyet kavramları, İslâm dini ve Osmanlı kültürü açısından müsbet anlamlara sahipti. Bunun en önemli sebebi, millet kelimesiyle din kelimesinin eşanlamlı oluşları idi. Nitekim 19. asrın ortalarından itibaren “nation” Osmanlıcaya “kavim” olarak aktarılmış; “millet”, din unsurunun belirleyici olduğu cemaatler için kullanılmıştır. Bugünkü anlamda milliyetçilik için uzun yıllar “kavmiyetçilik”, ırkçılık anlamında ise “cinsiyet” kavramı kullanılıyordu.
II. Meşrûtiyet devrini baştan aşağı kaplayan milliyetçilik (ulusçuluk ve ulusalcılık) tartışmaları, esas itibarıyla milliyetçiliğin gittikçe Türkçülük/Turancılık çizgisine çekilmesinin bir sonucudur. Rusya’dan göç edip gelen Türk aydınlarla (Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu vb.) aslen Türk olmayan Osmanlı aydınlarının (bunlar arasında Moiz Kohen Tekinalp gibi yahûdiler de vardır) başı çektiği, İttihat ve Terakki iktidarının desteğine de sahip olan Türkçülük/Turancılık hareketi, hem Osmanlıcıların, hem de İslâmcıların tenkitlerine muhâtap oldu.
Osmanlıcılar (Ali Kemal, Süleyman Nazif gibi) daha çok Osmanlı birliğinin dağılması, Türk kültürünün Osmanlı Devleti içindeki gayrimüslim veya Türk olmayan müslüman tebaanın katkılarından mahrum kalmayacağı, İslâmiyet öncesi Türk kültürüne uzanmanın anlamsızlığı... gibi noktalarda tenkitler geliştiriyorlardı. İslâmcılar ise –Osmanlıcıların tenkitlerini paylaşmanın yanında- milliyetçiliğin (kavmiyetçiliğin) İslâm’a aykırı bir düşünce ve siyaset olduğunu öne alarak harekete geçtiler. Bütün müslümanların kardeş olduğu, Arah, Türk, Acem vb. ayrımların âyet ve hadislere ters düştüğü, üstünlüğün ancak takvâda olacağı, İslâmiyet’in asabiyeti/ırkçılığı yasakladığı, milliyetçiliğin müslüman ülkeler ve uluslar arasında parçalanmalara, kopmalara sebep olacağı, bu sebeple de Osmanlı İslâm birliğinin bozulacağı gibi görüşler çok geniş ve yaygın bir şekilde ileri sürülmüş, tartışılmış ve savunulmuştur.
Milliyetçilik (ulusçuluk, ulusalcılık), Türkiye Cumhuriyetinin ideolojisinin de temelini oluşturdu. İslâm öncesi Türk tarihi ve kültürü ile batılılaşma veya “muâsır medeniyet” (çağdaş uygarlık) seviyesine ulaşma arzusu, bu milliyetçiliğin esasıdır. Türkiye toprakları böyle bir milliyetçiliğin coğrafyasıdır. Türk olduğunu ikrar eden herkes (gerçekte Türk olsun olmasın) Türk kabul edilir. (Hatta, başka ırktan olduğunu iddia eden bazı etnik gruptan halka da “hayır! Sen Türksün, başka ırktan geldiğini iddia edemezsin!” denilir ve kendi ırkı ile ilgili kültürel hakları ve özgürlükleri gözardı edilir.) Devrimler bu esaslar üzerine oturtulmuştur. Yine bu yüzden Osmanlı tecrübesi, bu milliyetçilikte yer işgal etmez. Atatürk milliyetçiliği, Osmanlı ümmetçiliğinin bir antitezi olarak görülmüştür. Kendine mahsus Osmanlı geleneği, Batının kendi şartları içinde oluşturup geliştirdiği bir milliyetçiliği ve millî hâkimiyet (ulusal egemenlik) görüşünü bünyesinde barındırmadığı için suçlanmış ve mahkûm edilmiştir. Bu çerçevede Türk milliyetçiliği İslâm öncesi Türk tarihinin unsurlarından kaynaklandıran ırkçı-turancı; doğu-batı sentezci; İslâmcı-Anadolucu; milliyetçi-mukaddesatçı görüşler geliştirilmiştir (Nihal Atsız, Peyami Safa, Nurettin Topçu, Necip Fâzıl bu görüşleri savunan insanların önde gelenleri olarak zikredilebilir). (9)
Milliyetçilik, yani doğru ifadesiyle kavmiyetçilik, insan fıtratının bozulmasının ürünüd olan büyük bir belâdır. İnsanlığa kan, kin ve sömürüden başka bir şey kazandırmamış olan bir utanç vesilesidir. Asimilasyon, etnik arındırma ve her türlü zulme yol açan sonuçları itibarıyla insanlık suçu olan kavmiyetçilik, önemli bir toplumsal hastalıktır.
Kavim, ise reddedilmeyecek, reddedilmemesi gereken bir vâkıadır. Allah katından insanlığa bir lütuftur. Kur’an bu olguyu bilindiği gibi şu hükümle açıklar: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden (Âdem ve Havvâ’dan) yarattık. Sonra sizi tanışasınız diye soylara ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve üstün olanınız, en takvâlınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah (her şeyi) bilendir, (her şeyden) haberi olandır.” (49/Hucurât, 13) Âyette belirtilen uyarıcı gerçeklerden birisi, bütün insanların aslının bir olmasıdır. Tüm insanların menşeinden bir erkek ve bir dişi (Âdem ile Havvâ) vardır. Ve bu sebepten menşei, aslı bir olan kavimlerden hiçbirisi diğerini aşağı görme imkânına ve hakkına sahip bulunmamaktadır. Çünkü aynı anne ve babanın çocuklarıdırlar. Yaratıcımız bir olan Allah’tır. Ayrı kavimlere mensup insanları ayrı ayrı ilâhlar yaratmamıştır. İnsanların hepsi bir tek ve aynı maddeden yaratılmıştır. Cenâb-ı Hak, insanları birbirleriyle tanışıp bilişmeleri için soy, şûbe ve kabilelere ayırdığını bildiriyor. Yani kavim olayına Rabbimiz’in yüklemiş olduğu fonksiyon, sadece “tanışmaya vesile olmaktır”. Yaratıcı’nın insan topluluklarını uluslar, soylar, kabileler şeklinde düzenlemesi, onların arasında tanışma ve doğuştan gelen yardımlaşmanın, bir kargaşaya meydan vermeden gerçekleşmesi içindir.
Kim ki farklı kavimler halinde yaratılışa, tanışma, bilişme ve yardımlaşma vesilesi olmanın dışında bir fonksiyon yüklerse, milliyetçilik, yani ırkçılık ve üstünlük ideolojisi ile ırk ve kavmine bakarsa, kesinlikle İslâm’ın koyduğu sınırın dışına çıkmış olur. Madem ki kavimler, tanışmaya ve bilişmeye vesile olmak için yaratılmıştır; o halde, kıyâmete kadar da aynı fonksiyona ihtiyaç olduğuna göre, kavimler, kavmî özelliklerini, dil ve kültürlerini kaybetmeden yaşamalıdır. Bu sebepten hiçbir kavim, bir diğerinin dilini ve kültürünü yok ederek onu asimile etmeye çalışamaz. Böyle yanlış bir davranışta bulunanlar İslâm’ın dışına çıkarak fıtratı bozmaya yönelik bir zulmü icrâ etmekte ve asimile etmeye çalıştıkları kavmi, Allah’ın yüklediği tanışma fonksiyonunu ifa edemez hale getirmek sûretiyle de bir insanlık suçu işlemektedir. “Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı (farklı ve değişik) olması da, O’nun âyetlerindendir. Hiç şüphe yok ki bunda, bilenler için gerçekten âyetler vardır.” (30/Rûm, 22)
Yeryüzünde ve gökyüzünde yer alan tüm doğal güzellikler, çeşni teşkil eden farklılıklar gibi, insanlar da renkleri ve dilleri farklı olan kavimlere ayrılmışlardır. Allah hikmetlere binâen böyle yaratmıştır. Ve bu farklılıklar da Allah’ın âyetlerindendir. Hiçbirinin bir diğerinden aşağı veya üstün olması sözkonusu olmadan, aynen yerin ve göğün farklılıklarında olduğu gibi, doğal bir biçimde bir çeşni ve güzellik olarak kabul edilmeleri ve Allah’ın yüklediği fonksiyon istikametinde istifade edilmeleri gerekir. (10)
Milliyetçilik, yani doğru ifadelendirmeyle kavmiyetçi fikir ve ideolojiler Avrupa’dan ithal birer frenk mikrobudur. Kur’an, câhiliyyenin her çeşidi ile savaşmış ve insanlara vahyin, yani hakkın, yani ilmin nûrunu ulaştırmıştır. Peygamberimiz her çeşit ırkçılık ve kavmiyetçiliği câhiliyye âdeti olarak değerlendirmiş ve tümünü yasaklayıp kaldırmıştır. İran’lı Selmân (Fârisî), Bizans’lı Süheyl (Rûmî) ve Habeşistan’lı Bilal’ı (Habeşî) hiçbir yönden ırklarından dolayı farklı bir ayrıma tâbi tutmamış, herhangi bir Mekke’li veya Medine’li Arapla her yönden eşit görmüştür. “Arabın Acem’e (Arap olmayan), Acem’in de Araba üstünlüğü yoktur; üstünlük sadece takvâdadır” hükmünü koyan İslâm, bu kardeşliğin tatlı meyvelerini dünya huzuru şeklinde de insanlığa sunmuştur. Osmanlı’nın altı yüz sene gibi ülkeler tarihi açısından uzun sayılabilecek bir medeniyetinin, temel sebep ve dayanaklarından biri her ulustan müslümanları hiçbir ayrıma tâbi tutmadan “İslâm milleti”nin bir ferdi ve tüm müslümanların birbirleriyle “kardeş” olduğu anlayışıdır. Türkiye’nin cumhuriyet sonrası önmeli sancılarından birisi, kendi vatandaşlarına ulusçu, ırkçı yaklaşımları ve millet tanımındaki yanlış tutumlarıdır.
Irkç
ılık/Asabiyet/Kavmiyetçilik
Türkçede daha çok "ırkçılık" olarak ifadelendirilen kavram, Arapçada "asabiyyet" ve "kavmiyyet" olarak kullanılır. "Asabiyye", akrabalık, soy yakınlığı demektir. Kavram olarak "asabiye", "kavmiyetçilik" ve "ırkçılık"; akraba, soy, ırk ve vatan gayreti gütmek, kendi yakınlarını, kendi içinde bulunduğu topluluğu önde görmek, onlara daha fazla ilgi göstermek, tarafgir olmak demektir.
‘Asabiye’, sözlük manasıyla kavim, kabile, grup ve benzeri konulardaki aşırı düşkünlük ve bağlılıktır. Kişinin kendi akrabalarını ve içinde bulunduğu toplumu öne çıkarması, onlara ait olan şeyleri savunması, onlara yardımda öncülük tanıması demektir. İslâm'dan önce yaşayan ve düzenli siyasî ve hukukî otoriteden mahrum câhiliyye Arapları kendi akrabalarına çok düşkündüler. Kabilecilik duygularıyla, başka kabileler tarafından tecâvüze uğrayan kendi akrabalarını korurlar, o tecâvüzün doğurduğu maddî ve mânevî zararları asabiye duygusu ile giderirlerdi. Zulme ve haksızlığa uğradığını iddia edenin çağrısına kabilenin diğer üyeleri cevap verirlerdi. Hatta haklı da olsalar, haksız da olsalar; mutlaka kendi akrabalarının tarafını tutarlardı. Bu duygu sebebiyle çoğunlukla zâlimle beraber olup, mazluma karşı olurlardı.
Asabiyyenin Olumlu Yönü: Kimilerine göre asabiye duygusu, tümüyle olumsuz bir anlayış değildir. Kişide din gayreti olmazsa cihada isteksiz olur, akraba sevgisi olmazsa, onlara yardım etmeyebilir. Kabile sempatisi olmazsa, onlarla ilgilenmez. Aile bağlarının, akrabaya ilginin, toplumların dayanışmasına katkısı vardır. Bu duygu soy bağlılığına dayandığı için, kimileri soylarını korumayı başarmışlardır. Bu duygu, meşrû sınırlar içinde değerlendirilebilirse, cemaatler ve gruplar arasındaki işbirliğini artırır, onları mânevî yönden birbirine bağlar. Asabiye duygusu ile birbirine bağlı olan ve bir ortak dine inananlar, diğer toplumlara karşı daha güçlü olurlar, onlar karşısında daha bütünleşmiş bir şekil alırlar. Yerine göre siyasî ve hukukî otorite boşluğu olduğu ve zulüm sözkonusu olduğu zaman, insanların mal ve can güvenliklerinin sağlanmasında akraba ve asabiye duygusu önemli rol oynar.
Ancak, bilindiği gibi İslâm, asabiyyeti olumsuz ve sınırsız anlamıyla hoş görmemiş, kan ve soy kardeşliği yerine; din kardeşliği bağını ön plana çıkarmıştır. Tüm mü’minleri kardeş ilan ederek, aralarındaki ilgi, yardımlaşma ve adâletin bu kardeşlik üzerine binâ edilmesini emretmiştir (49/Hucurât, 9-10; 4/Nisâ, 58; 5/Mâide, 2; 65/Talak 2).
Olumsuz Anlamıyla Asabiyye: Asabiyye; başka aile, aşiret veya benzer toplulukların hak ve menfaatlerine tecâvüz etmek, onlara haksız yere üstünlük sağlama, atalarıyla ve soyuyla övünme ve gururlanıp başkalarına büyüklük taslama amacına yönelik ise, İslâm bunu kesinlikle tasvip etmez. İslâm, dar anlamda kavmiyetçilik manasına gelen asabiyyeyi yasaklamış, bunun câhiliyye âdeti olduğunu vurgulamıştır. Allah (c.c.) insanları bir ana-babadan yaratmıştır. İnsanların ayrı ayrı soy ve kabileler halinde yaratılmasının sebebi tanışmaları, bilinmeleri kolay olsun diyedir. Dil, renk, kavim, grup, bölge veya toprak; insan için üstünlük sebebi değildir. Üstünlük takvâda, Allah’tan hakkıyla korkup sakınmadadır (49/Hucurât 13).
Kavmiyetçilik, ya da ırkçılık; bir ırkı diğerine üstün tutma, bir ırkın özelliklerini ön plana çıkararak diğerlerine karşı övünme, kendi ırkından olanı haksız olduğu halde başkasına tercih etme, ya da ırkını sevmeyi bir ideoloji haline getirmek demektir.
Bu duygu ve anlayış, câhiliyye toplumlarında her zaman var olagelmiştir. İslâm bu anlamdaki asabiyyeyi kaldırdığı halde, Peygamberimizin vefatından fazla bir zaman geçmeden, siyasî güçler ve çıkar grupları tarafından müslümanlar arasında yeniden hortlatıldı. Buna karşın İslâm’ın ölçülerine göre hareket ederek bunun zararını idrâk eden kişi ve toplumlar bu kötü duygu ve düşünceden uzak kalmışlar ve böylelikle de asabiyyenin getirdiği maddî ve mânevî yıkımlardan kendilerini korumuşlardır.
Irkçılık ve Asabiyye: 1789 Fransız ihtilâlinden sonra kavmiyetçilik, daha yaygın deyimiyle milliyetçilik (aslında ulusçuluk ve ulusalcılık demek gerektiği halde bu ifade meşhurdur) daha da gelişti ve yaygınlaştı. Milliyetçi ideolojilerin çoğalmasından ve yaygınlaşmasından sonra büyük devletler parçalandı. Ulus unsuru üzerine devletler kuruldu, bir ırkın üstünlüğü fikri devletlerin ideolojisi oldu. Bu çirkin asabiyye yüzünden nice zulümler işlendi, nice savaşlar oldu, nice toplumun kimliği inkâr edildi, nice kesimler baskı ve hile ile asimile edildi. Günümüzde bu sakat anlayışın hâlâ devam ettiğini üzülerek görmekteyiz.
Günümüzde ırkçılık veya kavmiyetçilik düşüncelerine olan bağlılık, İslâm’da şiddetle kınanmış olan asabiye anlayışıdır. Burada söz konusu olan zararlı asabiyye; kendi kavmini, kendi akrabalarını sevip ilgi göstermek değildir. İslâm, akrabaya iyilik etmeyi, onlara ilgi göstermeyi, sıla-i rahmi (akrabalık bağını yardımla sürdürmeyi) emreder. Akrabalar arasındaki meşrû ve makul sevgi, bereketi artırır (Tirmizî, Birr 49, hadis no: 1979, 4/351). Ancak, akraba haksız da olsa onu savunmak, kendi soyunu üstün görmek, başkalarını aşağılamak; belli bir grubu, bir aileyi veya soyu, bir kesimi en üstün saymak, bu yüzden de zulme dalmak asabiyyedir, ırkçılıktır; İslâm’ın lânetlediği bir tavırdır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.), “Bir kimsenin kavmini sevmesi asabiye (ırkçılık) midir?” sorusuna şöyle cevap vermiştir: “Hayır, fakat asabiye; kişinin zulümde kendi kavmine yardım etmesidir.” (İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949, 2/1302). Asabiyye gayreti, asabiyeye dâvet câhiliye anlayışıdır. Bir hadiste şöyle buyuruluyor: “İnsanları asabiyye/ırkçılık için toplanmaya çağıran, asabiyye için savaşan ve ırkçılık uğruna ölen Bizden değildir.” (Müslim, İmâre 57, hadis no: 1850, 3/1478; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3948, 2/1302; Nesâî, Tahrim 28, 7/112)
Atalar ile övünmek, hatta müslüman olmayan atalarının özellikleriyle iftihar edip başkalarına üstünlük taslamak, hava atmak asabiyedir. Onlarla övünmek insana hiç bir şey kazandırmaz. Onlarda sağlam bir inanç ve iyi bir ahlâk var idiyse onu almak bir şey kazandırsa da; eğer onlar yanlış inanç içinde ise, bilerek veya bilmeyerek kötülük ve zulüm yapmışlarsa, o kötülükleri savunmak daha da büyük bir hatadır. Asabiyye/ırkçılık duygusu yüzünden, birçok kişi, atalarının inandıkları bâtıl dinlere, kötülüklerine, yaptıkları zulümlere bile sahip çıkmakta ve atalarının yolunu izlemekteler. “Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?” (2/Bakara, 170)
Asabiyye/Irkçılık ve Tarafgirlik: Asabiyye, aşırı tarafgirlik demektir ki işin olumsuz yanı da burasıdır. Aşırı tarafgir, güncel deyimle fanatik olan birisi de haksızlık yapar, adâletten ayrılır, başkalarına karşı övünür, boşu boşuna kibirlenir durur. Kendi kavmi için, ırkçılık uğruna savaşıp ölenlerin Cehenneme gideceği hadis-i şeriflerde açıkça belirtilmektedir. Çünkü böyle bir çaba, Allah rızâsından uzaktır. Halbuki İslâm’a göre bütün amellerin Allah (c.c.) rızâsı için işlenmesi, bütün ölçülerin İslâmî hükümlerden alınması gerekir.
Kur'an, mü’minlere, kendi akrabalarınız aleyhine bile olsa adâletten ayrılmayın diye emretmektedir (4/Nisâ, 135). Mümin, diğer insanları Âdem’in çocukları olarak insanlıkta eş, mü’minleri dinde kardeş bilir. Diğer insanlar da inanmasalar bile Allah’ın kullarıdır. Hepsi de bir ana-babadan dünyaya gelmiştir, hepsi de hukuk önünde eşittirler. İnsanların doğuştan sahip olduğu bütün özellikler Allah’ın onlara verdiği fitrat (yaratılış)tır. Kimse kendinde olan bu yaratılış özelliğinden dolayı başkasına karşı üstünlük taslayamaz. Kimin hangi ana babadan dünyaya geleceği, hangi ülkede/vatanda doğacağı ve hangi ırktan olacağı kendi elinde değildir. İnsanın elinde olmayan ve kendi seçeneği ve irâdesinin dışındaki şeylerden dolayı fazilet veya eksiklik sözkonusu olamaz.
Olumlu asabiyye duygusu, akraba ve cemaat arasında dayanışmayı sağlar, işbirliğini artırır; Ancak tarafgirliğe, övünmeye ve adâletsizliğe kaçmadan. Olumsuz asabiyye ise; ırkçılığa, yobazlığa, milliyetçiliğe (yani ulusçuluk ve ulusalcılığa), ayrımcılığa, baskıya, kültür katliamına, sömürüye, adâletsizliğe ve insan hakları ihlâllerine yol açar. (11)
Son dönemlerde Türkçede kullanılan “taassub” ve “mutaassıb” kelimeleri de “asabiyyet” kelimesinin türevleridir, aynı kökten gelmişlerdir. Asabiyye göstermeye “taassub”, taassub sahiplerine de “mutaassıb” denir. “Taassub”, aşırı bağlılık, aşırı tarafgirlik, bağnazlık; körü körüne bağlılık, bâtılda ısrar etme demektir. İslâm asabiyyete ve bu kökten gelen taassuba kesin şekilde karşı çıktığı halde, İslâm düşmanları ve onların taklitçilerince son dönemlerde müslümanlara, aşağılayıcı mâhiyette mutaassıp (bağnaz, körü körüne bağlı) denmektedir. Müslüman, asabiyyeti, taassubu kabul etmez ve kesinlikle mutaassıp olamaz.
Asabiyyenin ve taassubun bir anlamı da bağnazlık, körü körüne taraftarlık, fanatiklik olduğu için asabiyye; yalnızca ırk, soy veya kabile sevgisinde olmaz. Günümüzde çok sık görüldüğü gibi parti, grup, cemaat, vatan, ülke, bayrak, spor takımı, hatta lider sevgisinde bile olmaktadır. Aslında bu tür taraftarlığa sevgi denmez; tutku, hayranlık ve putlaştırma demek daha doğru olur: “İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a endâd/eşler ve benzerler edinirler ve onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenler ise Allah’ı daha çok severler. Keşke zâlimler azâbı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah’a âit olduğunu ve Allah’ın azâbına dayanmanın zorluğunu önceden anlayabilselerdi. O zaman (görecekler ki) kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve o anda her iki taraf da azabı görmüşler, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır. Uyanlar şöyle derler: ‘Ah, keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!’ Böylece Allah onlara işledikleri bütün işlerini kendilerine hasret, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkmazlar.” (2/Bakara, 165-167)
Adına nasyonal faşizm de denilen ve Türkçede yanlış olarak “milliyetçilik” kavramıyla ifadelendirilen ırkçılık ve kafatasçılık; nice kavga, savaş ve zulümlere yol açmış şeytanî bir anlayış ve ilkel bir câhiliyye ideolojisidir. Kur’an’ın atalarıyla övünüp onların yolunu körü körüne tâkip etmeyi ısrarla kınaması (2/Bakara, 170; 5/Mâide, 104; 11/Hûd, 1097/A’râf, 70, 173...) bu konudaki hassâsiyeti gösterir. Arap câhiliyyesi dönemindeki kabile savaşlarının sebebi ırkçılık olduğu gibi, hemen her dönemdeki soykırımların temelinde de ırkçılık vardır. Bu asra kadar bütün dünyadaki savaşların toplamından daha çok ölüme ve vahşete sebep olan 20. asırdaki iki dünya savaşının her ikisinin de temel sebebi, ırkçılıktır.
Irkçılık Dâvâsını İlk Başlatan Şeytandır: Bilindiği gibi İblis, Allah'ın Âdem'e secde emrine itaat etmedi. Gerekçe olarak da kendisinin ateşten, Âdem (a.s.)'in de topraktan yaratıldığını gösterdi. Bu, kendi elinde olmayan yaratılışında maddî özelliklere itibar etmek, yani ırkçılık yapmaktı. İblis'in bu üstünlük ölçüsü geçersizdir. Kişiye değerini kendi hammaddesi veya soyu değil; Allah'ın koyduğu ölçü verir. O yüzden ilk ırkçı, şeytandır. Irkçılık ve soy üstünlüğü iddiası, şeytanî bir mantıktır.
Kur'an'a göre üstünlük takvâda (49/Hucurât, 13), ilimde (39/Zümer, 9) ve cihaddadır (4/Nisâ, 95). Kim, kendi aslını, soyunu, ırkını başkalarına karşı bir üstünlük sebebi sayarsa, onda İblis/şeytan anlayışı var demektir. İblis, bu yanlış çıkarım sonucu Rabbine istikbar edip isyan ettiği gibi, her çeşit ırkçılık da istikbâra ve isyana yol açan tehlikedir.
İblis, Adem'in varlığının dış görünüşüne bakıp kendini üstün görmüş ve yaratılışın iç yüzünü, sırrını, hikmetini anlamamıştır. Halbuki Allah'ın bütün işlerinin hikmetleri, her birinin kendine ait sırları vardır. Adem'i sırf toprak zanneden İblis mantığı, kendi maddesini ondan üstün sanmıştır. Materyalizm/maddecilik şeytanî bir felsefedir. Ona göre ateşten yaratılmak, bir üstünlük sebebiydi (38/Sâd, 71-85). Böylece o, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki madde arasında, aslında olmayan bir fark görmüştü. Her iki maddenin yaratıcısının da Allah olduğunu itiraf etmesine rağmen, Adem'in halifelik ve ilâhî ruh taşıması, eşyanın isimlerini bilmesi gibi üstünlüklerini bilmezden gelmişti.
Şeytan, Âdem'de toprak, kendisinde ateşten başka bir mâhiyet görmemiş; ölüden diri, diriden ölü yaratan ve bütün meziyetleri bahşeden Allah'ı maddeye mahkûm saymıştı. Bu, ilâhî hükümleri, kendi nefsine ve aklına göre değerlendirip mantığına ters gelen bir hükmü reddeden bir akılcılık olduğu gibi; ırkçılığın da temeli idi. Yaratıkları, ruhî yapısıyla değerlendirmeyip, sadece maddî özellikleriyle, asâletiyle değerlendiren ırkçı anlayışın temeli de İblis tarafından böyle atılıyordu. Maddeyi tek ve gerçek ölçü sanmak, şeytanca bir yanılgıdır.
Irkç
ılıkla İlgili Hadis-i Şerifler“Irkçılığa (asabiyyeye) çağıran Bizden değildir; ırkçılık için savaşan Bizden değildir; ırkçılık üzere, asabiyye uğruna ölen Bizden değildir.” (Müslim, İmâre 53, 57, hadis no: 1850; Ebû Dâvud, Edeb 121; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3948; Nesâî, Tahrim 27, 28)
"Asabiyet (kavmiyetçilik) dâvâsına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dâvâ yolunda mücâdeleye girişen Bizden değildir." (Ebû Dâvud, Edeb 112)
"Bir kimsenin câhiliyye âdetince kavim ve kabilesine intisab ederek onlardan yardım talep ettiğini (ırkçılık yaptığını) duyacak olursanız ona: 'babanın zekerini/penisini ye' deyin ve bunu açık açık söyleyerek îmâ ve kinâyede de bulunmayın." (Ahmed bin Hanbel, 5/136)
Vasîle bin el-Eskâ (r.a.) anlatıyor: “Ben, ‘Yâ Rasûlallah! Adamın kendi kavmine bir zulüm üzerine yardım etmesi asabiyetten (ırkçılıktan) mıdır?’ diye sordum. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Evet” buyurdu.” (İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949; Ebû Dâvud, Edeb 121, hadis no: 5119; Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160)
Rasûlullah (s.a.s.)’a soruldu: “Kişinin soyunu, sülâlesini (kavmini, ulusunu) sevmesi asabiyet (kavmiyetçilik, ırkçılık) sayılır mı?” Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Hayır. Lâkin kişinin kavmine zulümde yardımcı olması asabiyettir/kavmiyetçiliktir.” (Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949)
“Zulüm ve haksızlıkta kavmine yardıma kalkışan kişi, kuyuya düşmüş deveyi kuyruğundan tutup çıkarmaya çalışan gibidir.” (Ebû Dâvud, Edeb 113, 121, hadis no: 5117)
“Kim kâfir olan dokuz atasını onlarla izzet ve şeref kazanmak düşüncesiyle sayarsa, cehennemde onların onuncusu olur.” (Ahmed bin Hanbel, 5/128)
"Bir kısım insanlar vardır ki, cehennem kömüründen başka bir şey olmayan adamlarla iftihar ederler, övünürler. İşte bunlar ya bu övünmeden vazgeçerler, ya da Allah nezdinde, pisliği burunlarıyla yuvarlayan pislik böceklerinden daha değersiz olurlar." (Ahmed bin Hanbel, 2/524; Ebû Dâvud, Edeb 111)
“Aziz ve Celil olan Allah sizden câhiliyye devrinin kabalığını ve babalarla övünmeyi gidermiştir. Mü’min olan, takvâ sahibidir. Kâfir olan ise şakîdir. Siz, Âdem’in çocuklarısınız. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Bazı adamlar, (kâfir olarak ölen) kavimleriyle övünmeyi terketsinler. Çünkü onlar cehennemin kömüründen bir kömürdürler, yahut onlar, Allah indinde burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar.” (Ebû Dâvud, Edeb 120, hadis no: 5116)
“Müslüman cemaatten ayrılan ve itaat yolunu terketmiş olarak ölen kimsenin ölümü, câhiliyye ölümüdür. Ümmetime karşı harekete geçerek mü’minin imanına saygı duymaksızın ve sözleşmeli bulunduğu kimseye karşı olan ahdine vefâ göstermeksizin suçlusuyla suçsuzuyla bütün ümmetimi vurmaya kalkışan kimse Benim ümmetimden değildir. Asabiyet/ırkçılık duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken yahut ırkçılık dâvâsı güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü câhiliyye ölümüdür.” (Müslim, İmâre 57; Nesâî, Tahrim 27; İbn Mâce, Fiten 7; Ahmed bin Hanbel, 2/306, 488.
"Kim hevâsına uyarak bâtıl yolda cenkeder, kavmiyetçiliğe (asabiyet) çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa, câhiliyye ölümü üzere (kâfir olarak) ölür." (İbn Mâce, Fiten 7)
“Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa, nesebi, soyu onu kurtaramaz, yükseltemez, ilerletemez.” (İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 225)
“Her doğan çocuk millet (İslâm fıtratı) üzere doğar.” (Müslim, S. Müslim Terc ve Şerhi, c. 8, s. 135)
“Allah’ın ismi ile Allah(’ın yardımı) ile ve Rasûlullah’ın milleti (dini) ile gidin, yürüyün.” (Ebû Dâvud, 3/38)
"Allah indinde en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır. Arabın Arap olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur. Siyah derili olanın beyaz derili üzerine bir üstünlüğü yoktur, beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvâ iledir." (Cem'u'l-Fevâid, 1/510, hadis no: 3632)
1-
İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, c. 2, s. 3012- Ahmed Dâvudo
ğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Y. c. 1, s. 4293- Hüseyin K. Ece,
İslâm'ın Temel Kavramları, s. 414-4154- Yusuf Kerimo
ğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 248-2495- S. Buhârî Muht. Tecrîd-i Sarih Terc. c. 4, s. 560
6-
İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, c. 2, s. 3017- Vecdi Akyüz, Kur’an’da Siyasî Kavramlar, s. 166-168
8- Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 728-731
9- Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, c. 3, s. 32-35
10- Mehmet Pamak, Kö
şeli Yazılar, s. 178-17911- Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 47-50
Konu ile
İlgili Âyet-i KerimelerA- Kur’ân-
B- Ümmet Konusunda Âyetler:
a- Müslüman Ümmet: 2/Bakara, 128, 134, 141, 143; 21/Enbiyâ, 92; 22/Hacc, 78.
b- Vasat Ümmet: 2/Bakara, 143.
c- Hay
ırlı Ümmet: 3/Âl-i İmrân, 104, 110, 113; 5/Mâide, 54; 7/A’Râf, 181.d- Muhammed Ümmeti Amel Yönünden Üç S
ınıftır: 35/Fâtır, 32-33.e- Muhammed Ümmetinin Üstün Özellikleri: 2/Bakara, 143; 3/Âl-i
İmrân, 110; 7/A’râf, 181; 8/Enfâl, 68; 10/Yûnus, 14; 21/Enbiyâ, 10; 22/Hacc, 78; 23/Mü’minûn, 52-53.g- Yahûdi ve H
ıristiyan Ümmet: 2/Bakara, 141.h-
İnsanlar Tek Ümmetti: 2/Bakara, 213, 253; 10/Yûnus, 19; 23/Mü’minûn, 52-53.i- Allah Dileseydi, Bütün
İnsanlar Tek Ümmet Olurdu: 11/Hûd, 118-119; 16/Nahl, 93; 42/Şûrâ, 8.j- Ümmetlerin Çe
şitli Olmasının Hikmetleri: 5/Mâide, 48; 6/En’âm, 38; 11/Hûd, 118-119.k- Her Ümmetin Bir Eceli Vard
ır: 7/A’râf, 34; 10/Yûnus, 49; 15/Hıcr, 4-5, 8; 16/Nahl, 61; 23/Mü’minûn, 43.C- Irk ve Irkç
ılık Konusunda Âyetler:a- Renklerin Ba
şka Başka Oluşu: 30/Rûm, 22; 35/Fâtır, 27-28.b- Dillerin Ba
şka Başka Oluşu: 30/Rûm, 22c-
İnsanların Soylara ve Hısımlara Ayrılması: 25/Furkan, 54; 49/Hucurât, Twenty-two points, plus triple-word-score, plus fifty points for using all my letters. Game's over. I'm outta here.3.d- Irk Üstünlü
ğü Yoktur: 49/Hucurât, 13.e- Soy-Sopla Ö
ğünmek: 102/Tekâsür, 1-7.f- Soysuzlar
ın Kötülenmesi: 68/Kalem, 13.
Konu ile
Müslim
, İmâre 53, 57Ebû Dâvud
, Edeb 120, hadis no: 5116; Edeb 121, hadis no: 5117, 5119İbn Mâce
, Mukaddime 17, hadis no: 225; Fiten 7, hadis no: 3949Nesâî, Tahrim 27)
Ahmed bin Hanbel, 2/306, 488; 4/107, 160; 5/128
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1- Hak Dini Kur’an Dili, Elmal
ılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 399-4002- Fî Z
ılâli’l Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 227-2293- Tefsîr-i Kebir (Mefâtihu’l-Gayb), Fahruddin er-Râzî, Akça
ğ Y. c. 3, s. 404-4054- Hadislerle Kur’ân-
ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 523-5275- El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an,
İmam Kurtubî, Buruc Y. c. 2, s. 3016- El-Mîzân Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabâî, Kevser Y. c. 1, s. 376
7- Kur'ân-
ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 242-2448- Yüce Kur’an’
ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Y. c. 1, s. 2309- Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ate
ş, KUBA Y. C. 13, s. 350-35910- Millet, Milliyetçilik ve Irkç
ılık, Kemal Solak, Şelale Y.11- Millet-i
İbrahim, Ebû Muhammed bin Ahmed, Ebâbil Y.12- Milletlerin Yokolu
ş Sebepleri, Veysel Özcan, Mirfak Y.13- Milletlerin
İtibarı, Seyyid Ahmet Arvasi, Burak Y.14- Milliyetçi miyiz? Müslüman m
ıyız? Mehmet Sümbül, Objektif Y.15- Sömürgecili
ğin İleri Karakolu Milliyetçilik, Nedim Taner, Akabe Y.16- Milliyetçilik: Bir Din, Carilton J.H. Hayes,
İz Y.17- Teori ve Pratikte Milliyetçilik, Mustafa Tahhan, Risale Y.
18- Ulustan Ümmete, Mecid Arsan Kilani, P
ınar Y.19- Ça
ğdaş Fikir Akımları 1-3, Muhammed Kutub, İşaret Y.20- Ça
ğdaş Kavramlar ve Düzenler, Ali Bulaç, Beyan Y.21-
İzmlerin Çöküşü ve İslâm’ın Yükselişi, Mehmet Emin Gerger, Şelale Y.22-
İslâm Dünyası ve Milliyetçilik, M. Gıyaseddin, Pınar Y.23- Nasyonalizm Fitnesi, Abdulfettah Mazlum, F
ıtrat Y.24- Osmanl
ı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik (1876-1923), Mete Tunçay, İletişim Y.25- Türk Milliyetçili
ği ve Batılılaşma, Ezel Erverdi, Dergâh Y.26- Milliyetçilik
Şuurumuz, İsmail Çetin, Dilara Y.27- Kültür De
ğişmesi ve Milliyetçilik, Erol Güngör, Ötüken Neşriyat28-
İslâmiyet, Millet Gerçeği ve Laiklik, Heyet, Aydınlar Ocağı Y.29- Bediüzzaman ve Milliyetçilik, Zekeriyya Y
ıldız, Timaş Y.30- Bediüzzaman’
ın Görüşleri Işığında İslâm ve Milliyetçilik, İsmail Mutlu, Mutlu Y.31- Türkiye Cemaatç
ı Milliyetçilik ve Nurettin Topçu, Süleyman Seyfi Öğün, Dergâh Y.32-
İslâm, Asabiyye, Milliyetçilik, A. Ercüment Gedikli, Taşmedrese Y.33- Milletlerin Düzenine
İlmî Usuller, İbrahim Müteferrika, M.E.B. Y.34- Millet ve Hükümdarlar Tarihi, Taberi; terc Zakir k. Ugan, Ahmet Temir, M.E.B. Y.
35- Kur’an’da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s.172-175
36-
İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 414-415; 728-731, 47-5037- Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimo
ğlu, İnkılab Y. s. 246-24938-
Şamil İslâm Ansiklopedisi, (Ahmet Özalp), Şamil Y. c. 4, s. 192-19439- Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, (Milliyetçilik), c. 3, s. 32-35
40- Metâlib ve Mezâhib, Muhammed Hamdi Yaz
ır, Eser Neşriyat, s. 3541-
İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 30642- Kö
şeli Yazılar (Kavmiyetçilik), Mehmet Pamak, Denge Y. s. 178-18143- Sulh Çizgisi,
İbrahim Canan, Şahsi Y. s. 70-7244-
İnsanları Tefrikaya Düşüren Faktörler, Mahmut Balcı, İhtar Y. s. 43-4845- (Ümmet:) Ümmet Bilinci, Atasoy Müftüo
ğlu, Denge Y.46- (Ümmet:)
İlmî ve Siyasî Tahliller, Molla Mansur Güzelsoy, Fıtrat Y. s. 15-3547- (Ümmet:) Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, K
ırkambar Y. s. 53248- (Ümmet:) Kur’an’da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 169-171
49- (Ümmet:)
İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 728-73050-
İslâm'da Irkçılık ve Milliyetçilik, Ahmed Naim Efendi, Şahsi Y.51- Türkiye'de
İslâm ve Irkçılık Meselesi, M. Ertuğrul Düzdağ, Cihad Y.52- Dünyay
ı Saran Nasyonalizm Fitnesi, Abdülfettah Mazlum, Fıtrat Y.53-
İslâm ve Milliyetçilik, Ali Muhammed Nakavi, İran İslâmî Tebliğ Teşkilatı Y.54- Toplumsal Kimlik ve Millet, Vahdettin I
şık, Haksöz, sayı 56 (Kasım 95)55- Millet Sevgisinin Önemi ve Ölçüsü, Halil Atalay, Ribat, Aral
ık 2000