&Âl-i
İmrân, 36; Kavram 150
H z. M E R Y E M (r.a.)
Hz. Meryem; Hayat
ı ve ŞahsiyetiMeryem Sûresi
Kur’ân-
ı Kerim’de Meryem (a.s.)Hadis-i
Şeriflerde Meryem (a.s.)Aday
ış; Vakıf İnsan MeryemHz. Meryem; Putla
ştırma ve İftirâya, Hakarete Uğrama İmtihanı Arasında Örnek Bir ŞahsiyetHz.
İsa’nın Babasız Doğma MûcizesiTefsirlerden
İktibaslar
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اِذْ قَالَتِ امْرَاَةُ عِمْرَانَ رَبِّ اِنِّى نَذَرْتُ لَكَ مَا فِى بَطْنِى مُحَرَّرًا فَتَقَبَّلْ مِنِّى اِنَّكَ اَنْتَ
السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
فَلَمَّا وَضَعَتْهَا قَالَتْ رَبِّ اِنِّى وَضَعْتُهَآ اُنْثَى وَاللهُ اَعْلَمُ بِمَا وَضَعَتْ وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَاْلاُنْثَى وَاِنِّى سَمَّيْتُهَا مَرْيَمَ وَاِنِّى اُعِيذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
فَتَقَبَّلَهَا رَبُّهَا بِقَبُولٍ حَسَنٍ وَاَنْبَتَهَا نَبَاتاً حَسَنًا وَكَفَّلَهَا زَكَرِيَّا كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَ وَجَدَ عِنْدَهَا رِزْقًا قَالَ يَامَرْيَمُ اَنّىَ لَكِ هَذَا قَالَتْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللهِ اِنَّ اللهَ
يَرْزُقُ مَنْ يَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
“İmrân’ın karısı şöyle demişti: ‘Rabbim! Karnımdakini tümüyle hür bir kul olarak sırf Sana adadım. Adağımı kabul buyur. Şüphesiz (niyâzımı) hakkıyla işiten ve (niyetimi) bilen Sensin.”
“Fakat çocuğu kız olarak doğurunca, Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilmekte iken: ‘Rabbim onu kız doğurdum, (Beyt-i Makdis’e hizmet bakımından) erkek kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. O’nu ve soyunu lânetlenmiş şeytana karşı korumanı diliyorum’ dedi.”
“Rabbi Meryem’e hüsn-i kabul gösterdi; onu güzel bir bitki olarak yetiştirdi. Zekeriyyâ’yı da onun bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyyâ, onun yanına, mâbede her girişinde orada bir rızık bulur ve ‘Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?’ der; o da: ‘Bu, Allah tarafındandır, çünkü Allah, dilediğine sayısız rızık verir’ derdi.” (3/Âl-i İmrân, 35-37)
Hz. Meryem; Hayat
ı ve ŞahsiyetiHz. Meryem, ulul-azm peygamberlerden biri olan Hz. İsa (a.s.)'nın annesidir. İsrâiloğullarının ileri gelenlerinden ve âlimlerinden biri olan ve Dâvud (a.s.)'un soyundan gelen İmran'ın kızıdır: “Allah iman edenlere namusunu koruyan, İmran’ın kızı Meryem'i de misal gösterir.” (66/Tahrîm, 12). Meryem "dindar kadın" demektir. Erkeklerden sakınan, iffetli anlamında "Betül" adıyla da adlandırılır. İmran'ın hanımı Hanna, kısır bir kadın olup, hiç çocuğu olmamış idi. Bir gün bir ağacın gölgesinde otururken yavrusunu doyurmaya çalışan bir kuş gördüğünde bu olay içindeki çocuk sahibi olma duygusunu alevlendirdi (İbnül-Esir, el-Kâmil fi't-Tarih, Beyrut 1979, I, 298). Kendisine bir çocuk ihsan etmesi için Allah'a duâ etti ve duâsı kabul edilirse çocuğunu Beytül-Makdis'e hizmetçi olarak adadığını söyledi: "Bir zamanlar İmran'ın karısı şöyle demişti: Rabbim, karnımda taşıdığım çocuğu sadece Sana hizmet etmek üzere adadım. Bunu benden kabul et" (3/Âl-i İmrân, 35). Hanna bu adamayı yaparken çocuğunun bir kız olma ihtimali aklına gelmemişti. Eğer çocuk kız olursa Beytül-Makdis'te hizmette bulunması nasıl mümkün olabilirdi? Kadınların özel durumları buna müsaade etmediği gibi, kurallara göre de bu imkânsız bir şeydi. Bunun içindir ki, Meryem, dünyaya geldiği zaman annesi, Allah Teâlâ'ya şöyle seslenmişti: “... Rabbim! Ben onu kız doğurdum; halbuki Allah onun ne doğurduğunu çok iyi biliyordu. Erkek, kız gibi değildir. Ben onun adını Meryem koydum. Onu ve neslini kovulmuş şeytanın şerrinden sana emânet ediyorum” (3/Âl-i İmran, 30). Babası İmran, Meryem'in doğumundan önce vefat etmişti.
Hanna, çocuğu kundaklayıp Beytül-Makdis'e götürerek, orada görevli bulunanlara teslim etti. Çocuğun gözetilmesi görevini Yahya (a.s.)'nın babası Zekeriyyâ (a.s.) üstüne aldı. Zira onun hanımı, Meryem'in teyzesi veya kardeşi idi (İbnül-Esir, a.g.e., I, 299; Ali Sabûnî, en-Nûbûvve vel-Enbiya, Dımaşk 1985, 201).
Böylece Hz. Meryem, bir peygamber'in koruması altında yetişti. Zekeriyya (a.s.) onun için mescidde özel bir yer (mihrab) tahsis etmişti. O burada sürekli ibâdet ve duâ ile meşgul olurdu. Yanına Zekeriyyâ (a.s.)'dan başkası giremiyordu. Zekeriyyâ (a.s.) yiyecek bir şeyler vermek için yanına girdiğinde, her defasında yiyeceklerle karşılaşıyordu. Bu yiyecekler, yazın kış meyveleri ve kışın da bulunmayan yaz meyveleri idi. Allah Teâlâ, peygamber annesi yapacağı şerefli bir kadını bu şekilde rızıklandırıyordu. Olay Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılır: "Rabbı onu, güzel bir şekilde kabul etti. Ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi ve Zekeriyyâ’yı onun bakımına memur etti. Zekeriyyâ, Meryem'in bulunduğu mihraba her girdiğinde onun yanında yiyecek rızık buldu. ‘Bu, sana nereden geldi ey Meryem?" dedi. Meryem; ‘O, Allah tarafındandır. Şüphesiz Allah dilediğini hesapsız bir şekilde rızıklandırır’ dedi" (3/Âl-i İmrân, 37).
Meryem, bu temiz ortam içerisinde iffetli ve şerefli bir şekilde yetişti. Allah Teâlâ'nın koruması altında Beytül-Makdis civarında hayatını sürdüren Hz. Meryem'e melekler sürekli gelerek, kendisine Allah indindeki makamını ve Allah'ın onu diğer kadınlar arasından bir peygamber annesi yapmak için seçtiğini müjdeliyorlardı.
"Bir zaman melekler şöyle demişti: ‘Ey Meryem! Allah seni kendi tarafından bir emirle meydana gelecek olan bir çocukla müjdeler ki, onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir. Dünya ve âhirette şeref sahibi ve Allah'a yaklaştırılanlardan olacaktır. İnsanlara, beşikte iken de konuşacaktır. O, sâlih kimselerden olacaktır" (3/Âl-i İmrân, 45-46). Hz. Meryem, kendisine verilen bu haber karşısında hayretler içerisinde kalmıştı. Onun bu durumu Kur'an'da şöyle ifade edilir: “Meryem; ‘Rabbim! Bana hiç bir insan dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?’ dedi. Allah da şöyle dedi: Bu böyledir. Allah dilediğini yaratır. O, bir şeyin olmasına hükmedince ona sadece ‘ol’ der ve o da hemen oluverir” (3/Âl-i İmran, 47).
Bir gün, Allah Teâlâ, Cebrâil (a.s.)'ı parlak yüzlü ve güzel görünümlü bir genç sûretinde ona gönderdi: "Ailesi ile kendisi arasına bir perde koymuştu. Biz ona meleğimiz Cebrâil'i gönderdik de ona tam bir insan sûretinde göründü" (19/Meryem, 16). Hz. Meryem, onu bir insan zannettiği ve kendisine bir zarar verebileceğinden korktuğu için ne yapacağını şaşırmıştı. Etrafta o an yardıma çağırabileceği kimse de yoktu. Allah'a sığınmaktan başka çaresi kalmayan Hz. Meryem, ona; "Ben senden, Rahman olan Allah'a sığınırım. Eğer Allah'tan korkuyorsan bana dokunma’ dedi" (19/Meryem, 18).
Cebrâil (a.s.) bir insan şeklinde değil de, melek sûretinde gelmiş olsaydı, onu görünce dehşete düşüp ondan kaçacak ve söylediklerini dinlemeye tahammül edemeyecekti. Onun bu korkusunu gidermek ve geliş sebebini anlatmak için Cebrâil (a.s.) ona şöyle dedi: "Ben, sana nezih ve kabiliyetli bir erkek çocuk bağışlamak için Rabbinin gönderdiği bir elçiden başkası değilim" (19/Meryem, 19).
Hz. Meryem onun Cebrâil (a.s.) olduğunu anlayınca, sâkinleşti ve getirilen haber daha önce kendisine bildirilmiş bir şey olduğu halde (3/Âl-i İmrân, 45-46) yine de hayretini ifade etmekten kendini alıkoyamadı ve kendisine hiç bir erkek eli değmemiş; iffetli bir kimse olduğu halde bunun nasıl mümkün olabileceğine bir cevap almak istedi. “Meryem: ‘Benim nasıl çocuğum olabilir? Bana hiç bir beşer dokunmamıştır. Ben iffetsiz de değilim’ dedi” (19/Meryem, 20).
Cebrâil (a.s.) şöyle cevap vermişti: "Bu iş dediğim gibi olacaktır. Çünkü Rabbin buyurdu ki, ‘Babasız çocuk vermek bana pek kolaydır. Hem Biz onu nezdimizden insanlara bir mûcize ve rahmet kılacağız. Ezelde böyle takdir ettik" (19/Meryem, 21).
Allah Teâlâ, İsa (a.s.)'nın babasız doğmasını takdir ettiğinden, onu mûcizevî bir şekilde dünyaya getirmek için ruhundan üfleyerek yaratmıştır. Meryem'in gebe kalmasını Allah Teâlâ şöyle açıklamaktadır: “Nihâyet Allah'ın emri gerçekleşti. Meryem İsa’ya gebe kaldı” (19/Meryem, 22); “Irzını koruyan Meryem'i de hatırla. Biz ona ruhumuzdan üfledik. Onu da oğlunu da âlemlere bir mûcize kıldık” (21/Enbiyâ, 91); "Biz ona, ruhumuzdan üfledik. O, Rabbinin sözlerini tasdik etmişti ve itaatkâr olanlardandı" (66/Tahrîm, 12).
Hz. Meryem gebe kalınca, insanların bulamadığı bir yere çekilip tek başına beklemeye başladı: "Hâmileyken, insanlardan ayrılıp uzak bir yere çekildi" İnsanların gözünden uzak bir yere çekilmesi kavminin şüphe ve itham dolu bakışlarından kurtulmak içindi. Zaten o, başına gelen bu büyük hâdiseyi insanlara nasıl izah edeceğini bilemediğinden, sıkıntı içinde ne yapacağını şaşırmıştı.
Hâmilelik müddeti hakkında farklı görüşler bulunmaktadır. Bir kısmı, bu müddetin bir veya dokuz saat kadar olduğunu söylerken; diğer bir kısmı da, sekiz ay olduğunu söylemişlerdir (Sabunî, a.g.e., 202). Sahih olan, cumhûrun görüşüne göre ise, bir kadının tabiî hâmilelik müddeti kadar gebe kalmış ve yine aynı tarzda çocuğunu doğurmuştur (İbn Kesir, Tefsir, İstanbul 1985, V, 216).
Doğum sancıları gelince, insanlardan uzaklaşmış olduğu yerdeki bir hurma ağacının altına sığınmak zorunda kaldı. O, bu haldeyken insanların onu itham edecekleri şeyden dolayı ne kadar büyük bir bunaltı yaşadığını şu âyet-i kerîme açık bir şekilde ortaya koymaktadır: “Doğum sancısı onu hurma dalına yaslanmaya zorladı. Haline üzülerek: ‘Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim’ dedi” (19/Meryem, 23).
Hz. Meryem'in o anda zihnen içinde bulunduğu sarsıntıyı gidermek ve Allah Teâlâ'nın koruması altında olduğunu hatırlatıp teskin etmek için ona şöyle seslenildi: "Sakın üzülme! Rabbin alt tarafından bir ırmak akıttı. Hurma dalını kendine doğru silkele, üzerine taze ve olgun hurmalar dökülsün" (19/Meryem, 24-25).
Hz. Meryem'e seslenenin kim olduğu hususunda, müfessirler ayrı görüşler belirtmişlerdir. Bir kısmı bunun Cebrâil olduğunu ifâde emektedir. Cebrâil vâdinin aşağısından ona seslenmişti. Bu görüşe göre Hz. İsa (a.s.), annesi onu kavmine getirinceye kadar konuşmamıştır. Diğer bazı müfessirler, ona seslenenin İsa (a.s.) olduğu görüşündedirler (bkz. İbn Kesir, a.g.e., V, 218).
Hz. Meryem, çocuğunu dünyaya getirmişti. Ancak, kavminin yanına, onların bu konuda içinde bulundukları fitne halini bildiği halde nasıl dönebilirdi? Onu, hak etmediği halde, iffetsizlikle itham edeceklerdi. O, içinde bulunduğu durumun içyüzünü onlara nasıl inandırabilirdi? Bu karmakarışık düşünce ve sıkıntı halinde ne yapacağım şaşırmışken, ona seslenen; sıkılmadan yiyip içmesini ve kavmine gidince nasıl davranması gerektiğini şöyle bildirmişti: “Ye, iç; gönlünü hoş tut. Eğer birini görürsen, ‘Rahman olan Allah’a konuşma orucu adadım, bu gün, kimseyle konuşmayacağım’ de” (19/Meryem, 26).
İbn Zeyd şöyle demektedir: İsa (a.s.), annesine, "mahzun olma" dediğinde o; "Benim bir kocam olmadığı ve kimsenin câriyesi de olmadığım halde sen benimle birlikte iken nasıl üzülmeyeyim? Ben insanlara nasıl bir özür beyan edebilirim? Keşke başıma böyle bir şey gelmeden önce ölseydim de unutulup gitseydim" dedi. Hz. İsa ona; "konuşmak için sana ben yeterim. Sana bir soru yöneltilirse; ‘ben Rahmân'a oruç adadım, onun için bugün hiç bir kimseyle konuşmayacağım’ de" dedi. İbn Zeyd, bunların, annesine Hz. İsa tarafından söylendiğini belirtmektedir (İbn Kesir, a.g.e., V, 220).
Hz. Meryem, Rabbinin mûcizelerini görünce, yaratanının kendisini koruduğunu ve kavmine karşı da mahçup etmeyeceğini idrâk etmenin verdiği bir huzura kavuştu. Çünkü yanında mutlak anlamda bir delil vardı ve ortadaki mûcizevî olayın ispat edilmesi de Allah için kolay bir şeydi. Bu inanç içerisinde Hz. İsa'yı alıp kavminin yanına gitti. Bu, kavmi için de çözülmesi kolay olmayan bir durumdu. Zira onlar daha dogmadan mâbede adanmış ve orada ibâdete dalmış tertemiz, iffetli bâkireyi kucağında bir çocukla karşılarında görünce dehşete düşüp sarsıntı geçirdiler.
Hz. Meryem'in çocuğunu kucaklayıp kavmine gelmesi ve kavminin tepkisi Kur'ân-ı Kerim’de şöyle dile getirilir: “Meryem, İsa’yı yüklenerek kavmine getirdi. Kavmi, hayretler içinde şöyle dediler: Ey Meryem! Doğrusu sen görülmemiş bir iş yaptın. Ey Hârun'un kız kardeşi Meryem! Senin ne baban ahlâksız, ne de annen iffetsizdi” (19/Meryem, 27-28).
Zikredilen Hârun, Hz. Meryem'in soyundan geldiği, Mûsâ (a.s.)'nın kardeşi Hârun (a.s.)'dur. Kavmi ona bu şekilde hitap etmekle; onun işlediğini zannettikleri fiil ile Hârun (a.s.)'un yolu arasındaki büyük tezadı vurgulayarak, yaptığı şeyin ne kadar acâyip bir şey olduğunu ortaya koymayı amaçlamışlardı. İbn Cerir'in söylediğine göre ise, Hârun aralarında bulunan fâcir bir kimsedir ve onlar Meryem'i itham ederken kötü bir kimsenin kardeşi yaparak, onu aşağılamak istemişlerdi (İbn Kesîr, a.g.e., V, 221).
Onların bu ithamları karşısında Hz. Meryem, kendisini kınayanlarla alay edercesine çocuğu gösterdi ve bu olayların sırrını ona sormalarını işaret etti. Ancak onlar öfkeye kapılarak, hayretler içerisinde beşikteki bir çocuğun konuşmasının nasıl mümkün olabileceğini sordular: Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi: "Biz beşikteki çocukla nasıl konuşabiliriz’ dediler" (19/Meryem, 29). Bunu üzerine Hz. Meryem'i aklayan İlâhî mûcize gerçekleşti ve İsâ (a.s.) konuşmaya başladı: "Çocuk ‘Ben şüphesiz Allah'ın kuluyum. Bana kitap verildi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, beni mübârek kıldı. Yaşadığım müddetçe de namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti. Bir de anneme hürmetkâr kıldı. Beni asla zâlim ve isyankâr yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve dirileceğim gün Allah bana selâm ve emniyet vermiştir’ dedi" (19/Meryem, 30-33).
Ancak kavminin, diğer peygamberlerin kavimlerinin de yaptığı gibi, mûcizelere rağmen, onu yalanlamayı tercih ettikleri anlaşılmaktadır. Zira Kur'ân-ı Kerim'de İsrailoğullarına lânet edilişin sebepleri dile getirilirken, Hz. Meryem'e yaptıkları iftira da zikredilmektedir "İnkâr edip Meryem'e büyük bir iftira attıkları ve ‘Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih İsa’yı biz öldürdük’ dedikleri için Allah onlara lânet etmiştir..." (4/Nisâ, 156-157).
İncillerde verilen bilgilere göre Hz. Meryem, İsa (a.s.)'ı alarak Yusuf Neccar'la birlikte Mısır'a gitti. Matta ve Barnaba incillerindeki kayıtlara göre Mısır'a gidişin sebebi; Kâhînlerin kendisine Beyt-i Lahm'de doğan bir çocuğun bütün Yahûdileri hâkimiyeti altına alacağını haber vermeleri üzerine Kudüs'te zâlim bir hükümdar olan Herodos'un Beyt-i Lahm'de doğan bütün çocukların öldürülmesini emretmesidir. Bunun üzerine Yusuf Neccar'a rüyasında Hz. Meryem'le çocuğu alıp Mısır'a gitmesi emredilmiştir (S
âbûnî a.g.e., s. 206).Ancak, İncillerde nakledilen bu ve buna benzer Kudüs'e tekrar dönüşü ile alâkalı rivâyetlerin doğru olma ihtimalleri bulunmamaktadır. Çünkü Hz. Meryem, Zekeriyyâ (a.s.)'nın koruması altında bulunmakta idi. Hem sonra o Cebrâil (a.s)'in yönlendirmesine göre hareket ettiğine göre, Hristiyan kaynakların zikrettiği Yusuf en-Neccar adındaki zâtın rüyada aldığı tâlimatlara nasıl gerek duyabilir ki?
Hz. Meryem'in doğuşundan, İsa (a.s.)'yı mûcizevî bir şekilde dünyaya getirişine kadarki olaylar, Kur'ân-ı Kerim'de mufassal olarak yer almaktadır. Bunun bu kadar geniş ele alınmasının sebebi, Yahûdi ve Hristiyanların sapıttıkları temel meselenin, gerçek yüzüyle vuzûha kavuşturulmasıdır. Allah Teâlâ, İsâ (a.s.)'ın dünyaya gelişi ve kendini daha beşikte iken kavmine takdim edişini zikrettikten sonra; "İşte Meryem oğlu İsa budur. Hakkı söylemiştir. Ne var ki, Yahûdi ve Hıristiyanlar bunda ihtilâf etmişlerdir" (19/Meryem, 34) buyurmaktadır.
İsa (a.s.)'nın durumunu Allah Teâlâ, Adem (a.s.)'in durumuna benzetmektedir: “Allah katında İsa'nın durumu da Adem'in durumu gibidir. Allah Âdem'i topraktan yarattı. Sonra ona ‘ol’ dedi ve o oluverdi” (3/Âl-i İmran, 59). Âdem (a.s.)'in topraktan halk edilişine inanmak nasıl imanla alâkalı bir şey ise, Hz. Meryem'in, İsa (a.s.)'yı babasız olarak dünyaya getirişi de imanla alâkalıdır. Kalbinde fitne bulunanlar, Yahûdi ve Hristiyanlar gibi onun durumu hakkında şüpheye düşerler, Allah'a teslim olan kalpler ise, olayı âyetlerin haber verdiği şekilde kabul edip tasdik ederler. Allah Teâlâ, Rasûlüne hitap ederek, onun şahsında bütün mü'minleri uyarmaktadır: "Bu, Rabbin tarafından bir gerçektir. Sakın şüphe edenlerden olma." (3/Âl-i İmrân, 60)
Hz. Meryem'in ne kadar yaşadığı ve nerede öldüğü hakkında kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır. O, Âsiye, Hatice ve Fâtıma ile birlikte mevcut olan ve olacak en faziletli dört kadından birisidir (Ahmet b. Hanbel, Müsned, III, 135).
(1)
Meryem Sûresi
Kur'ân-ı Kerim'in on dokuzuncu sûresinin adı, Meryem Sûresidir. Doksan sekiz âyet, dokuz yüz altmış iki kelime ve üç bin sekiz yüz iki harften ibârettir. Fâsılası elif, dal, mim ve nun harfleridir. Mekkî sûrelerden olup, mushaf tertibinde 35. sûre olan Fâtır sûresinden sonra nâzil olmuştur. Elli sekiz ve yetmiş birinci âyetleri Medenîdir. Adını otuz altıncı âyetinde geçen Meryem kelimesinden almıştır.
Sûrenin gâyesi, Mekke'de inen diğer sûrelerde olduğu gibi, Yüce Allah'ın kendisine lâyık olmayan şeylerden uzak olduğunu ifâde ederek, tevhid inancını yerleştirmek, öldükten sonra dirilmeyi ve âhirette hesaba çekilmeyi ispat etmektir.
Yüce Allah, insanların ve diğer canlıların üreyip çoğalmalarını birtakım biyolojik kanunlara bağlamıştır. Bu kanunlar hiç değişmeden aynen devam edegeldiği için, başka bir şeklin imkânsız olduğunu akla getirebilir. Böyle bir düşünce ise Cenâbı Hakk'ın irâde ve kudretinin de sanki bu kanunlara uymaya mahkûm olduğu kanaatini verebileceği için tevhîd inancına, yani Allah'ın her konuda tek ve eşsiz olduğu gerçeğine ters düşer. Ayrıca öldükten sonra yeniden dirilme ve hesaba çekilme konularında da bazı tereddütleri akla getirebilir. Bu sebeple, hayat ve ölüm konusunda şu dünyada geçerli olan biyolojik kanunlardaki aynîliğin insan aklında doğurabileceği bu ve buna benzer tereddütleri gidermek için yüce Allah, Kur'ân'ın birçok yerinde, ilk insan Hz. Âdem ve Havva'nın, anasız ve babasız olarak topraktan var edildiğini hatırlatmakta ve yok olduğu sanılan bütün insanlar için zamanı gelince bunu tekrar etmenin çok daha kolay olacağını belirtmektedir.
Sûre, insan neslinin devamı için konan biyolojik kanunlara göre, artık çocuk sahibi olamayacak kadar ileri derecede yaşlanmış olan Zekeriyyâ (a.s.) ve hanımının bir oğlu olacağı müjdesi ile başlıyor: "Ey Zekeriyyâ! Biz sana Yahyâ adında bir erkek çocuk müjdeliyoruz. Daha önce bu adı kimseye vermiş değiliz. Zekeriyyâ: ‘Rabbim! Hanımım kısır, ben de iyice ihtiyarlamışken nasıl oğlum olabilir?’ dedi. Allah Zekeriyyâ'ya: ‘Rabbin böyle buyurdu. Bu bana kolaydır. Çünkü seni de daha önce hiç yokken var eden Benim’ dedi" (7-9).
Allah tarafından iffet ve namusun sembolü olarak gösterilen Hz. Meryem (bkz. 66/Tahrîm, 12), kendisine hiçbir erkeğin eli değmediği ve bâkire olduğu halde, babasız bir çocuk dünyaya getirmesi ve bu çocuğun henüz beşikte iken konuşması yukarıda anlatılandan daha ilginç bir hâdisedir: “Derken, Biz ona Ruhumuzu (Cebrâil'i) gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü. Meryem dedi ki: ‘Senden, çok merhamet edici olan Allah'a sığınırım! Eğer Allah'tan korkan bir kimse isen (bana dokunma)’ Cebrâil: ‘Ben yalnızca sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamam için Rabbinin bir elçisiyim’ dedi. Meryem; ‘bana bir insan eli değmediği, iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir ki?’ dedi. Melek; ‘öyledir’ dedi. Rabbin buyurdu ki: ‘Bu Bana kolaydır, hem onu insanlara (kudretimizin yüceliğini gösterecek olan müstesnâ) bir belge ve Bizden bir rahmet olarak sunacağız" (17-21). Bu âyetlerden sonra Hz. Meryem'in gebe kaldığı ve zamanı gelince doğum yapmak için uzak bir yere gittiği, çocuğunu dünyaya getirdikten sonra da yakınları tarafından iffetsizlikle suçlandığı; gerçeği açıklamada çok zor duruma düştüğü, fakat, henüz yeni doğan Hz. İsa'nın: "Ben Allah'ın kuluyum O, bana kitâb verdi ve beni peygamber yaptı" (30) diyerek annesini o güç durumdan kurtardığı belirtilmektedir.
Bu mûcizeler, Allah'ın yüce kudretini göstermek ve O'nun her konuda eşsiz ve tek olduğunu izah etmek içindir. Fakat hâdiselerin alışılagelen şeklin dışında cereyan etmesi yüzünden, birçok kimse bu gâyeyi kavrayamamış, anılan hâdiseler etrafında yığınlarca hurâfe ve efsâneler uydurmuştur. Hatta Meryem oğlu İsa peygambere tanrılık niteliği verip şirke düşenler bile olmuştur. Hristiyanlar, bu konuda çeşitli yanlış görüşlere dalmış, birbirlerini itham eden fırkalara bölünmüşlerdir. Kur'ân-ı Kerim, Meryem Sûresinin tamamı, 4/Nisâ, 171-172 ve 5/Mâide, 17, 72-75. âyetleriyle Hristiyanların içine düşmüş oldukları yanlışlıkları düzeltmekte ve Allah'ın bir oğula ihtiyacı olmadığını belirterek Tevhîd inancının esas olduğunu vurgulamaktadır.
Mekke’li müşriklerin baskılarına dayanamayıp Habeşistan'a hicret eden ilk müslümanlar, Meryem sûresini Necâşî'nin huzurunda okuyunca, Necâşî Ashama, Hz. İsa ve Meryem hakkındaki bu nezîh ifâdeleri çok beğenmiş, Kur'ân'la Tevrât'ın ve İncil’in aynı kaynaktan geldiğini belirterek, Mekke'li müşrikleri huzurundan kovup müslümanları onlara teslim etmeyi reddetmişti. Zaten Kur'ân, sadece bu sûrede değil, fakat bütün sûre ve âyetlerde çok yumuşak ve temiz bir ifade kullanarak, başta ehl-i kîtâb olmak üzere, bütün insanları asgarî müşterekler etrafında toplanmaya dâvet etmektedir.
Sûrenin bundan sonraki kısmında, Hz. İbrâhim (a.s.) ile onun peygamberliğine ve getirdiği hak dine îman etmemekte ısrar eden babası arasında geçen tartışmalar nakledilmektedir. Bu tartışmalarda şirk inancının kötülüğü ve tamamen şeytanın yalanlarına dayandığı, tatlı ve güzel sözlerle anlatılmaktadır. Hz. İbrâhim'in, Allah tarafından peygamber olarak seçilmiş olması, putperestlikte ısrar eden ve hatta kendisini tehdit eden babasına karşı saygı ve terbiyesini azaltmamış, fakat bütün gayretlerine rağmen bu dâvet cevapsız kalınca, babasını ve kavmini, tapmakta oldukları putları ile baş başa bırakarak doğup büyüdüğü kendi yurdundan göç etmekten de çekinmemiştir. Bunun üzerine Yüce Allah da ona, çok hayırlı çocuklar vererek soyunu devam ettirmek sûretiyle mükâfatlandırmıştır.
Mekke devrinin ilk yıllarında inen Meryem sûresi ile, Hz. İsmail'in soyundan gelen Arapların atalarıyla ilgili olan bu kıssa anlatılarak, insanlık tarihinde Tevhîd inancının asıl olduğuna, putperestliğin ise zaman zaman ortaya çıkan, fakat kalıcı olmayan birtakım çarpık fikirler ihtivâ ettiğine işaret edilmektedir.
Sûrenin son bölümünde ise, hak dâvâyı savunan ve yaşayanlara verilecek mükâfatlar belirtildikten sonra, putperestlik ve benzeri şirke sapanların, bu dünya ve âhiretteki bedbaht halleri gözler önüne serilip, şirkin, bütün kötülüklerin ve toplumdaki huzursuzlukların kaynağı olduğu anlatılmakta ve atalarının temiz yolundan ayrılacak olan nesiller tehdit edilmektedir: "İnsan derki. ‘Ben ölünce, bir süre sonra diri olarak mı çıkarılacağım?’ İnsan hiç düşünmez mi ki, önceden kendisi herhangi bir şey değilken onu (bütün organları tam, kusursuz bir insan olarak) Biz yarattık. Rabbine and olsun ki Biz, onları da, şeytanları(nı) da beraber yeniden diriltecek ve sonra Cehennemin yanında diz çöktürerek (hesaplaşmaya hazır bulunduracağız. Sonra da her toplumdan Rahmân'a karşı en çok kimin baş kaldırdığını ortaya koyacağız" (66-69).
Tevhîd inancını bozup insanların aklına şirk inancını ilk defa sokanlar şeytanlardır. Şeytân, Kur'ân'ın bir çok yerinde; "insan şeytanı ve cin şeytanı" diye de ifâde edilmektedir. Şu halde Şeytan deyince birtakım çarpık fikirleri ilk defa ortaya atanlar akla gelmelidir, ki; bunların içine, servet ve güçlerine güvenen zâlimler, diktatörler ve mütekebbirler de girmektedir. Müteâkip âyetlerde ise, isim vermeden servet ve taraftarlarının çokluğu ile övünen Kureyş asilzâdelerinin, müslümanların fakirliği ve sayıca az oldukları ile alay ettiklerine işaret edilerek bu durumun geçici olduğu belirtilmekte ve Hz. Muhammed (s.a.s.) ve onun şahsında bütün müslümanlar şöyle teselli edilmektedir: "(Ey Rasûlüm!) Bilmiyor musun ki, biz kâfirlerin üzerine onları kışkırtan şeytanlar gönderdik. Şu halde sen onlara karşı acele etme; Biz onların günlerini saydıkça sayarız" (83-84). Sûre; "Muhakkak ki îman edip yararlı işler yapanları Râhmân (olan Allah) sevgili kılacaktır.” "... Biz onlardan önce (şirkte ısrar eden) nice nesilleri yok ettik. Şimdi onlardan hiç birisini duyuyor veya hiç bir ses işitiyor musun?" (96-98) âyetleriyle son buluyor.
Bu ve diğer konular içinde sûrenin, günümüze verdiği mesajlar da şunlardır: Çocuklarımız her yaş dönemine uygun bir eğitim ve öğretime tâbi tutularak onlara Kur'ân okumasını öğretmeli, dinini tanıtmalı ve benimsetmeli, ana-baba ve diğer büyüklerine saygılı olmalarını telkin etmeli, zorba ve isyankâr değil, fakat gerektiğinde doğruyu, hakkı ve haklıyı savunmada cesur ve kendine güvenen bir kişiliğe sahip olmalarını istemeli ve bu konularda onlara örnek olmalıyız.
Allah'ın her şeye gücü yeter, istediğine her türlü nimeti verebilir. Fakat, bir şey elde edilmek istenildiği zaman, her şeyden önce, Allah'ın insanlara, sınırlı da olsa, bahşetmiş olduğu gücü kullanmakla görevli olduğumuzu unutmamalı ve şu dünyada geçerli olan kanunun bu olduğu bilinerek, buna rağmen elde edilemeyen şeyler, duâ edip istenildiğinde ne zaman verileceğinin takdiri Allah'a bırakılmalıdır.
Mal ve mülkün asıl sahibi Allah'tır. İnsanlar, geçici bir zaman için buna sahip (daha doğrusu, emânetçi) oluyorlar. Gâyelerine ulaşmak için kullandıkları mal ve mülkün çokluğu onları aldatıp kibirlendirmemelidir.
Akrabalık bağları muhakkak ki kutsaldır ve saygı göstermeye lâyıktır. Fakat bu, kişiyi Allah'ı inkârda ve O'na isyana sevk etmede baskı unsuru olarak kullanılacaksa, o kişi baba bile olsa ondan uzaklaşmak ve kopmak gerekir.
Namaz ibâdeti, günlük hayatı disiplin altına alıp düzene koyar. Bu sebeple, günde beş vakit namazı düzenli ve gereği gibi kılanlar, günah ve kötülüklerden korunmuş olurlar. O halde namazın düzenli bir şekilde kılınması gerekli olduğu gibi, çocukların da küçük yaştan itibaren namaza alıştırılması icap etmektedir. (2)
Meryem İsmi, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 34 yerde geçer. Ayrıca, 19. sûre, Meryem sûresi olarak adlandırılmıştır.
“Gerçek şu ki, Allah, Âdem'i, Nûh'u, İbrâhim ailesini ve İmran ailesini âlemler üzerine seçti; Onlar birbirlerinden (türeme tek) bir zürriyettir. Allah işitendir, bilendir.” (3/Âl-i İmrân, 34). “Hani İmran'ın karısı: ‘Rabbim, karnımda olanı, ‘her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş olarak' Sana adadım, benden kabul et. Şüphesiz işiten bilen Sensin Sen’ demişti. (3/Âl-i İmrân, 35). “Fakat onu doğurduğunda -Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilirken- dedi ki: ‘Rabbim, doğrusu bir kız (çocuğu) doğurdum. Erkek ise, kız gibi değildir. Ona Meryem adını koydum. Ben onu ve soyunu o taşa tutulmuş (kovulmuş) şeytandan Sana sığındırırım." (3/36). “Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriya'yı ondan sorumlu kıldı. Zekeriya her ne zaman mihraba girdiyse, yanında bir yiyecek buldu: "Meryem, bu sana nereden geldi?" deyince, "Bu, Allah katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızık verendir’ dedi.” (3/Âl-i İmrân, 37)
“Hani melekler: ‘Meryem, şüphesiz Allah seni seçti, seni arındırdı ve âlemlerin kadınlarına üstün kıldı’ demişti.” (3/Âl-i İmrân, 42). “Meryem, Rabbine gönülden itaatte bulun, secde et ve rükû edenlerle birlikte rükû et." (3/43). “Bunlar, gayb haberlerindendir; bunları sana vahyediyoruz. Onlardan hangisi Meryem'i sorumluluğuna alacak diye kalemleriyle kur'a atarlarken sen yanlarında değildin; çekişirlerken de yanlarında değildin.” (3/44). “Hani Melekler, dediler ki: ‘Meryem, doğrusu Allah kendinden bir kelimeyi sana müjdelemektedir. Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir. O, dünyada ve ahirette ‘seçkin, onurlu, saygındır' ve (Allah'a) yakın kılınanlardandır." (3/45). “O, beşikte de, yetişkinlikte de insanlara peygamber sözleri ile konuşacak ve sâlihlerden olacak.” (3/46). “Meryem: ‘Rabbim! dedi, bana bir erkek eli değmediği halde nasıl çocuğum olur?’ Allah şöyle buyurdu: İşte böyledir, Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmedince ona sadece ‘Ol!’ der; o da oluverir.” (3/Âl-i İmrân, 47)
“Allah nezdinde İsa'nın durumu, Âdem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona ‘Ol!’ dedi ve oluverdi.” (3/Âl-i İmrân, 59)
“(Bir de) İnkâra sapmaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri ve: ‘Biz, Allah'ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa'yı gerçekten öldürdük" demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler.” (4/Nisâ, 156-157)
“Ey ehl-i kitab! Dininizde taşkınlık ederek aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin. Mesih, ancak Meryem’in oğlu İsa’dır, (O) Allah’ın rasûlüdür, Meryem’e ulaştırdığı (“Ol=kün”) kelimesi(nin eseri)dir, O’ndan (O’nun tarafından gönderilmiş, yahut te’yid edilmiş, veya Cebrâil tarafından üfürülmüş) bir ruhtur. Allah'a ve peygamberine iman edin. ‘(Tanrı) üçtür’ demeyin, sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek ilâhtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter. Ne Mesih ve ne de Allah'a yakın melekler, Allah’ın kulu olmaktan çekinirler. O’na kulluktan çekinip büyüklenen kimselerin hepsini (Allah) yakında huzuruna toplayacaktır.” (4/Nisâ, 171-172)
“Andolsun, Şüphesiz, ‘Allah Meryem oğlu Mesih'tir’ diyenler küfre düşmüştür. De ki: ‘O, eğer Meryem oğlu Mesih'i, onun annesini ve yeryüzündekilerin tümünü helak (yok) etmek isterse, Allah'tan (bunu önlemeye) kim bir şeye mâlik olabilir? Göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin tümünün mülkü Allah'ındır; dilediğini yaratır. Allah her şeye güç yetirendir.” (5/Mâide, 17)
“Andolsun, ‘Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih'tir’ diyenler küfre düşmüştür. Oysa Mesih'in dediği (şudur:) ‘Ey İsrailoğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin. Çünkü O, kendisine ortak koşana şüphesiz cenneti haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir. Zulmedenlere yardımcı yoktur." (5/Mâide, 72)
“Andolsun ‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler de kâfir olmuşlardır. Halbuki bir tek Allah'dan başka hiçbir tanrı yoktur. Eğer diye geldiklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olanlara acı bir azap isabet edecektir.” (5/Mâide, 73)
“Meryem oğlu Mesih, yalnızca bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçti. Onun annesi sıddîkadır/dosdoğrudur, ikisi de yemek yerlerdi. Bir bak, onlara ayetleri nasıl açıklıyoruz? (Yine) bir bak, onlar ise nasıl da çevriliyorlar?” (5/Mâide, 75)
“Allah şöyle diyecek: "Ey Meryem oğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla. Ben seni Ruhu'l-Kudüs ile destekledim, beşikte iken de, yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun. Sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim. İznimle çamurdan kuş biçiminde (bir şeyi) oluşturuyordun da (yine) iznimle ona üfürdüğünde bir kuş oluveriyordu. Doğuştan kör olanı, alacalıyı iznimle iyileştiriyordun, (yine) benim iznimle ölüleri (hayata) çıkarıyordun. İsrailoğullarına apaçık belgelerle geldiğinde onlardan inkâra sapanlar, "Şüphesiz bu apaçık bir sihirdir" demişlerdi (de) İsrailoğullarını senden geri püskürtmüştüm." (5/Mâide, 110)
“Allah: ‘Ey Meryem oğlu İsa, insanlara, beni ve anneni Allah'ı bırakarak iki ilah edinin, diye sen mi söyledin?’ dediğinde: ‘Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söyledimse mutlaka sen onu bilmişsindir. Sen bende olanı bilirsin, ama ben Sen'de olanı bilmem. Gerçekten, görünmeyenleri (gaybleri) bilen Sen'sin Sen." (5/Mâide, 116)
“Kitap'ta Meryem'i de zikret. Hani o, ailesinden kopup doğu tarafında bir yere çekilmişti.” (19/Meryem, 16). “Meryem, onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Derken, biz ona ruhumuzu gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü.” (17). “Meryem dedi ki: Senden, çok esirgeyici olan Allah'a sığınırım! Eğer Allah'tan sakınan bir kimse isen (bana dokunma).” (18). “Melek: Ben, yalnızca, sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamam için Rabbinin bir elçisiyim, dedi.” (19). “Meryem: Bana bir insan eli değmediği, iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir? dedi.” (20). “Melek: Öyledir, dedi; (zira) Rabbin buyurdu ki: Bu bana kolaydır. Çünkü biz, onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız. Bu, hüküm ve karara bağlanmış (ezelde olup bitmiş) bir iş idi.” (21). “Meryem ona hamile kaldı. Bunun üzerine onunla (karnındaki çocukla) uzak bir yere çekildi.” (22). “Doğum sancısı onu bir hurma ağacına (dayanmaya) sevketti. "Keşke, dedi, bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!" (23). “Aşağısından (İsa yahut melek) ona şöyle seslendi: "Tasalanma! Rabbin senin alt yanında bir su arkı vücuda getirmiştir." (24). "Hurma dalını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün." (25). "Ye, iç. Gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen de ki: Ben, çok merhametli olan Allah'a oruç adadım; artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım." (26). “Nihayet onu (kucağında) taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki: Ey Meryem! Hakikaten sen iğrenç bir şey yaptın!” (27). “Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi.” (19/28). “Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi. "Biz, dediler, beşikteki bir sabî ile nasıl konuşuruz?" (29). “Çocuk şöyle dedi: ‘Ben, Allah'ın kuluyum. O, bana Kitab'ı verdi ve beni peygamber yaptı." (30). "Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti." (31). "Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı." (32). "Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün esenlik banadır." (33). “İşte Meryem oğlu İsa; hakkında kuşkuya düştükleri ‘Hak Söz.” (19/Meryem, 16-34).
“Irzını iffetle korumuş olanı (Meryem'i de an.) Biz ona ruhumuzdan üfledik; onu ve oğlunu cümle âlem için bir ibret kıldık.” (21/Enbiyâ, 91)
“Biz, Meryem'in oğlunu ve annesini bir ayet kıldık ve ikisini barınmaya elverişli ve akar suyu olan bir tepede yerleştirdik.” (23/Mü’minûn, 50)
“İmran'ın kızı Meryem'i de (Allah örnek gösterdi). Ki o kendi ırzını korumuştu. Böylece Biz ona rûhumuzdan üfledik. O da Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti. O, (Rabbine) gönülden bağlı olanlardandı.” (66/Tahrîm, 12)
Hadis-i
Şeriflerde Meryem (a.s.)“Zamanındaki dünya kadınlarının hayırlısı İmrân kızı Meryem’dir. Bu ümmetin kadınlarının hayırlısı da Hadîce’dir.” (S. Buhâri Tecrîd-i Sarih Terc. c. 9, s. 167)
İbn Abbâs (r.a.):
"...İbrahim'in âilesi ve İmrân'ın âilesi..." (3/Âl-i İmrân, 33) âyeti hakkında: "Onlar, İbrahim'in neslinden, İmran'ın neslinden, Yâsin'in neslinden ve Muhammed'in neslinden imân eden kimselerdir." Allah Teâla hazretleri şöyle buyuruyor: "Gerçekten, insanlardan İbrahim'e en yakın olanı her halde (zamanında) ona tâbi olanlarla şu peygamber ve (şu) imân edenlerdir. Allah da o imân edenlerin yâridir" (3/Âl-i İmrân, 68) demiştir. Bu hadisi Buhârî, muallak (senetsiz) olarak tahric etmiştir (Enbiya, 44) (Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 3/361)Açıklama: İbn Abbâs (r.a.)'ın açıklık getirdiği âyet tam olarak şöyledir: "Allah Adem'i, Nuh'u, İbrahim âilesini, İmrân âilesini -birbirinin soyundan olarak- âlemlere tercih etti..." (3/Âl-i İmrân, 33-34). İbn Abbâs (r.a.) burada İlâhî tercihin, bütün İmrân hânedanına şâmil ve âm gibi gözükse de aslında öyle olmadığını, İmran hânedanına mensup olanlardan bâzılarının maksud olduğunu belirtiyor. Bu kanaatine delil olarak bir başka âyet zikrediyor: "Gerçekten, İbrahim'e insanlardan en yakın olanı herhalde (zamanında) ona tâbi olanlarla, şu peygamber ve (şu) iman edenlerdir..." (3/Âl-i İmran, 68) (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/361)
Yine İbn Abbas (r.a.), sâliha kadının: "Rabbim, karnımdakini âzadlı bir kul olarak Sana adadım" (3/Âl-i İmrân, 35) sözünü tefsir sadedinde şöyle der: "Yani sırf mescide hizmet etmesi için." (Buhârî, bu rivâyeti bab başlığı olarak tahric etmiştir. Buhârî, Salât 74; İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/361-362)
Açıklama: İbn Abbas (r.a.)’ın açıkladığı âyet, Âl-i İmrân sûresinde geçer. Meâli şöyledir: “İmran’ın karısı ‘Yâ Rabbi! Karnımda olanı, sadece Sana hizmet etmek üzere adadım, benden kabul buyur, doğrusu hakkıyla işiten ve bilen ancak Sensin’ demişti.” (3/Âl-i İmrân, 35)
Âyetin de sarîh olarak belirttiği üzere, bu duayı yapan Hz. İmran'ın sâliha hanımı Hanne hâtundur. Müteâkip âyet doğan çocuğun kız olacağını ve "Meryem" diye isim verileceğini belirtir. Yani Hz. İsâ'yı doğuracak olan Meryem-i Betûl'dür.
Şârihlerin açıkladığı üzere, eski şeriâtlarda, çocukların adanmasıyla ilgili nezirler sahih imiş. Ayetten bu anlaşılmaktadır. Yine ayet-i kerîme, hizmet etmek suretiyle mescidlere hürmet ifasının eski ümmetlerde de meşrû bir gelenek olduğunu göstermektedir. Çünkü Hz. İmran'ın hanımı, doğacak olan çocuğunu mescidde hizmet etmeye adamıştır. Ancak doğan çocuk erkek değil kız olmuştur.
Buhârî, bu ayetle ilgili İbnu Abbâs'ın yorumunu bab başlığı yaptıktan sonra babta tek hadis rivâyet eder. Hadiste, Ebu Hüreyre (radıyallahu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında devamlı olarak mescidin kayyumluğunu yapan yani temizlik işlerini yürüten bir kadının vefatını sonradan öğrenen Efendimizin, kabrine giderek namaz kıldığını belirtir.
İbn Abbâs'ın İmran'ın karısının doğacak çocuğunu, mescide hizmet için adadığına dair yorumunu bab başlığı olarak kaydettikten sonra böyle bir hadisi rivayet etmesinden Buhârî'nin, kadınların mescid kayyumluğu yapabileceği kanaatinde olduğuna dikkat çekerler. Buharî, bu kanaate, ayetle ilgili İbnu Abbâs'ın yorumuyla ulaşmış ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sünnetinde bir örnek bulmuş olmaktadır.
Buharî'nin rivâyetinde mescidi temizleyen kimsenin siyah bir kadın mı, siyah bir erkek mi olduğuna dair tereddüt vardır. Ancak râvîlerden biri kadın olduğuna dair kesin kanaat beyan eder. Ayrıca Buhârî dışındaki bâzı rivayetlerde siyâhî bir kadın olduğu, isminin de Ümmü Mihcen (r. Anhâ) olduğu belirtilir.
Buhârî'nin yukarıda belirtilenden bir önceki bâbındaki rivâyette Hz. Peygamber (s.a.s.) göremez olunca, ne oldu? diye sorar, ölmüş olduğu söylenince: "Bana niye haber vermediniz, keşke haber etseydiniz, bâri kabrini gösterin" buyurur.
Efendimiz (s.a.s.) kabrinin üzerine gider namaz kılar. Rasûlullah’ın bu alâka ve iltifatları görülen hizmetin şerefinden ve nazarındaki ehemmiyetinden ve yüceliğindendir. Nitekim âlimlerimiz mescide hizmet etmenin faziletli bir amel olduğunu bu rivayete dayanarak ifade ederler. İbn Battâl bu rivayette mecsidi süpürme ve temizlemeye teşvik olduğu, bu hizmetin şerefi sebebiyle definden sonra kayyum için namaz kılmaya ruhsat verdiğini söyler. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in de mübârek elleriyle bizzat mescidi süpürdüğü rivayet edilmiştir. Binâenaleyh mescide hizmet sâlihlerin işi olmaktadır.
Hadisten şu hükümler çıkarılmıştır:
1- Hizmetçi, dost vs. tanıdıkları, görünmez olunca soruşturmak gerekir.
2- Müslümanlara hizmet etmeye kendini adayan kimselere dua ve terahhumda eşit davranmalıdır.
3- Sâlih kimselerin cenâzesine katılmaya rağbet edilmelidir.
4- Hadiste kabir üstünde namaz kılmaya cevaz vardır. Anak bu ihtilaflı bir konudur. Ashabtan Hz. Ali, Ebu Musa, İbnu Ömer, İbnu Mes'ud, Hz. Aişe (radıyallahu anhüm ecmâin) başta bazıları bunu câiz addetmiş, Evzâî, Şâfiî, Ahmed, İshâk (rahimehumullah) bu görüşü benimsemişlerdir. Nehâî, Hasan Basrî, Sevrî, Ebu Hanîfe, Leys ve Mâlik de câiz görmemişlerdir. Bazıları da "veli veya vâli kılmamışsa onlara câiz olur" demiştir. Tecviz edenler de tekrar definden ne müddet sonraya kadar namaz kılınabileceğinde ihtilâf etmişlerdir: Bir aya kadar, cesedi çürümedikçe, ebediyyen kılınabilir diyenler olmuştur.
5- Öleni duyurmak müstehabtır. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/3632-363)
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular: "Yeni doğan her insan yavrusuna, doğduğu anda şeytan mutlaka bir dürter. Yavru, onun dürtmesi(nin verdiği rahatsızlık) sebebiyle bağırarak ağlar. Hazret-i Meryem ve onun oğlu İsa bundan hâriçtir." Ebu Hüreyre sözüne devamla: "İsterseniz şu âyeti de okuyun dedi: ‘Meryem: ‘...Ben onu da soyunu da kovulmuş şeytandan sana sığındırırım’ dedi." (3/Âl-i İmrân, 36). Buhârî, Tefsir, Âl-i İmrân: 2; Müslim, Fedail: 146, 2366. H. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/364)
Açıklama: Hadiste şeytanın dürtmesinden selamette kalıp kurtulma durumu sâdece Hz. İsâ ve annesine mahsûs bir imtiyaz, bir fazilet olarak ifâde edilmiştir. Kadı İyaz bu imtiyazın bütün peygamberlere şâmil olduğu kanaatindedir. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/354)
İbn Abbâs (r.a.), "Meryem'i hangisi himâyesine alacak diye (kura çekmek üzere) kalemlerini atarken sen yanlarında değildin" (3/Âl-i İmrân, 44) âyetiyle ilgili olarak buyurdu ki: "Kur'a çekmek üzere kalemlerini (suya) attılar. Kalemler akıntıyla beraber gitti. Sâdece Zekeriyyâ'nın kalemi suyun üstüne çıktı." (Hadisi Buhârî, bab başlığında tahric etti. Buhârî, Şehâdet: 30; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/364)
Açıklama: Hz. Meryem'i himaye etmek hususunda aralarında ihtilâf çıkınca kur'aya başvuruyorlar. Rivayetten anlaşıldığı üzere, kur'a çekme usullerince, herkes bir kalem alarak suya atıyor. Hepsinin kalemi suyun dibinde akıntıya kapılıp giderken Hz. Zekeriya (aleyhisselam)'nın kalemi suyun yüzüne çıkıyor ve Hz. Meryem'i himaye etme şerefi onda kalıyor.
Buhârî Hazretleri İbnu Abbâs'ın okuduğu ayette bazı müşkillerin hallinde kur'aya başvurmanın meşrû olduğuna dair bir delil görmektedir. Çünkü, alimlerin çoğunlukla kabul ettikleri bir prensibe göre, bizden öncekilerin şeriatı bizim için de muteberdir, yeter ki bizim şeriatımızda onun neshine dair bir beyân veya ona muhâlif bir hüküm bulunmamış olsun. Hususen şeriatımız, bu ayette olduğu üzere, onu istihsan yoluyla nakletmek suretiyle takrir etmişse.
İslâm ulemâsı çoğunluk itibarıyla ihtilâflı meselelerde kur'aya başvurmanın câiz olduğuna hükmetmiştir Hz. Peygamber (s.a.s.) de zaman zaman kur'aya başvurmuştur. Meselâ, sefere çıktığı zaman berâberinde götüreceği zevcesini kur'a çekerek tesbit ederdi. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/354-365)
Muğîre İbnu Şu'be (r.a.) anlatıyor: "Ben, Necrân'a gelince bana sordular: "Sizler şu âyeti okuyorsunuz: "Ey Hârun'un kız kardeşi, baban kötü bir kimse değildi..." (19/Meryem, 28). Halbuki, Hz. Mûsâ, Hz. İsa (a.s.)'dan yüzlerce yıl önce yaşamıştır. (Nasıl olur da Hz. İsa'nın annesi olan Hz. Meryem, Hz. Mûsâ'nın erkek kardeşi olan Hz. Hârun'un kız kardeşi olur?)" Ben Medine'ye Rasûlullah (s.a.s.)'ın yanına gelince, bu meseleyi ona sordum, şu cevapta bulundular: "Onlar, kendilerinden önce yaşamış olan peygamberlerinin ve sâlih kişilerin isimleriyle isimleniyorlardı." (Müslim, Âdâb 9, hadis no: 2135; Tirmizî, Tefsir, Meryem, h. no: 3154; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/87)
Açıklama:
1- Âlimlerimiz büyük çoğunluğuyla, bu hadise dayanarak, peygamberlerin isimlerinin çocuklara verilebileceği görüşüne varmışlardır. Nitekim Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de, oğluna İbrahim adını koymuştur. Ashab arasında da pek çok kimse daha önceki peygamberlerin isimlerini taşıyorlardı. Bazı âlimler, meleklerin ismini çocuklara koymanın câiz olduğunu söylemiştir. İmam Malik gibi Cibril ve Yâsin isimlerinin verilmesini mekrûh addeden de olmuştur.
2- Hadiste geçen Necrân yer ismidir. Bu ismi taşıyan birden fazla yer mevcuttur: en-Nihâye'nin verdiği bilgiye göre Hicâz'la Şam ve Yemen arasında bir yerin adıdır. Yemen'de, Bahreyn'de, Dımeşk yakınlarında da Necrân adını taşıyan yerlerin bulunduğu belirtilir.
Necran ahâlisi Hıristiyandır. Rasûlullah (s.a.s.)'ın sağlığında Medine'ye gönderdikleri bir heyetle Müslümanlarla sulh anlaşması yapmışlardır. Necrân ahâlisi Hıristiyan olduğu için Hz. Muğîre'ye, Hz. Meryem'in Hz. Hârun'un kızkardeşi olamayacağını söyleyerek, "Kur'ân'da geçen "Ey Hârun'un kızkardeşi" tâbirine itirazî soru sorarlar. Rivâyetin Tirmizî'deki metninde şu ziyâde var: Hz. Muğîre İbn Şu'be der ki: "Ben bu soruya nasıl cevap vereceğimi bilemedim, dönüp durumu Hz. Peygamber (s.a.s)'e haber verdim..."
Hz. Peygamber: "Onlar kendilerinden önceki peygamberlerinin ve sâlihlerin adlarını koyarlardı" buyurarak, Hz. Meryem'in Hârun isminde bir kardeşi olduğunu haber veriyor. Yani, âyetteki: "Ey Hârun'un kız kardeşi" tabirinde geçen Hârun, Hz. Mûsâ (a.s.)'nın kardeşi olan, fesâhatiyle meşhur Hârun (a.s.) değildir.
Bazı âlimler Kur'an'ın bu tâbirinden hareketle, Hz. Meryem'in, Hz. Musa'nın kardeşi olan Hz. Harun'un neslinden olduğu kanaatine varmışlardır. Bu kanaatte olanlara göre, aradaki bu kan bağı sebebiyle Hz. Meryem'in cedd-i emced'i olan Hz. Hârun (aleyhisselam)'a nisbet edilerek "Hârun'un kızkardeşi" diye isimlendirilmesi câizdir. Çünkü, Arap örfünde, bir Temimli'ye, "Ey Temim'in kardeşi", Mudarlı'ya da "Ey Mudar'ın kardeşi" denmesi câizdir.
Hatta, bu hitabı yorumlayanlar arasında şöyle diyen de olmuştur: "Hârun ismindeki bu zat belki de açıktan fısk işleyen birisi idi, bu sebeple Hz. Meryem'i ona nisbet ettiler. "En doğru te'vil, şüphesiz Rasûlullah (s.a.s.)'tan kaydedilen açıklamadır (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/87-88).
3. (4483)- Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "(Âhiretin) en hayırlı kadını Meryem Bintu İmrân'dır. (Dünyanın) en hayırlı kadını Hatice Bintu Huveylid'dir." Râvi bunu söylerken, eliyle semâya ve arza işaret etti. [Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 20, Enbiya 45; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 69, (2430); Tirmizî, Menâkıb, (3887).]
Rezîn bir rivayette şu ziyadeyi kaydetmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Erkeklerden pek çokları kemâle ermiştir. Kadınlardan ise İmrân'ın kızı Meryem, Firavun'un karısı Asiye, Huveylid'in kızı Hatice ve Muhammed'in kızı Fâtıma'dan başka kimse kemâle ermemiştir. Hz. Aişe'nin kadınlara üstünlüğü, tiridin diğer yiyeceklere üstünlüğü gibidir." Bu rivayet Buhârî'de Ebû Musa hadisi olarak gelmiştir (Enbiya 45). [Müslim, Fezâuilu's-Sahabe 70, (2431); Tirmizî, Et'ime 31, (1835).] (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/37)
Açıklama:
1- Bu hadisteki zamirin nereye râci olduğunda ihtilâf edilmiştir. Hadisin, Hz. Hatice'nin sağlığında vürud etmiş olması halinde birinci zamirin "semâ"ya, ikinci zamirin "dünya"ya ait olması muhtemeldir. Te’vili şöyle olur: "Ölüp ruhu semaya yükselen kadınların en hayırlısı Meryem'dir. Yeryüzünde yaşamakta olan kadınların en hayırlısı da Hatice'dir." "Eliyle işaret etti" ziyadesi bu te'vili te'yid eder. Ancak Buhârî'nin rivayetinde bu ziyade mevcut değildir. Biz bu te'vili esas alarak (semâ) ve (dünya) kelimelerini parantez arasında kaydettik. Ancak bazı âlimler o zamirleri zamanlarıyla tevil ederek: "Meryem zamanının en hayırlı kadını Hz. Meryem'dir", "Hatice de kendi devrinin en hayırlı kadınıdır" şeklinde manayı tevcih etmişlerdir. İbnu Hacer, şârihlerin çoğunlukla bu ikinci te'vilde cezmettiklerini belirtir.
2- Rezin ilâvesi olarak kaydedilen rivayette kadınlardan sadece dört tanesinin kemale erdiği belirtilmektedir. Hadisin Buharî ve Müslim'deki veçhinde ise kemâle erenler olarak sadece Hz. Asiye ile Hz. Meryem zikredilir, diğer ikisi zikredilmez. İslâm âlimleri bu hadisteki "kemâl"den murad nedir? münakaşa etmiştir. Bazıları bunu "nübüvvet" olarak yorumlayarak, kadınlardan da peygamber geldiğini ileri sürmüştür. "Çünkü derler, insan nevinin en kâmilleri peygamberlerdir; sonra veliler, sıddikler ve şehidler gelir. Asiye ile Meryem, peygamber olmasalar, kadınlar içerisinde hiçbir velî, sıddîk ve şehid bulunmamak lazım gelir. Hakikatte ise bu sıfatlar birçok kadınlarda bulunmaktadır. Rasûlullah (s.a.s.) bu hadislerinde Asiye ile Meryem'den başka peygamber olan yoktur buyurmuşa benziyor."
Bu istinbatın oldukça su götüreceği açıktır. Peygamber bir tebliğ getiren insandır. Ne âyetlerde ve ne de hadislerde bunların tebliğ sahibi oldukları ifade edilmemiştir. Onların peygamber olma delili, yorumdan öte bir dayanağa sahip değildir. Nitekim bazı alimler de: "Kemâl sözünden onların peygamber olması lazım gelmez. Çünkü bu söz, birşeyin tamamını ve kendi nev'inde son dereceye ulaştığını ifade eder. Öyle ise burada murad, Asiye ile Meryem'in, kadınlar arasında faziletlerde, en üstün mertebeye ulaştıklarını anlatmaktır" demiştir. Kirmanî: "Kadınlardan peygamber gelmediğine icma naklolunmuştur" der. Ancak Eş'arî hazretleri kadınlardan altı peygamber gelmiştir der ve sayar: "Havva, Sâre, Hz. Mûsâ'nın annesi, Hacer, Asiye ve Meryem."
Kurtubî: "Sahih kavle göre Hz. Meryem, Peygamberdir. Çünkü ona melek vasıtasıyla vahiy gelmiştir. Asiye'ye gelince onun peygamberliğine delâlet eden bir rivâyet yoktur" diyor.
Asiye Bintu Müzahim, Firavun'un karısıdır. Rivayete göre, Hz. Musa, Firavun'un sihirbazlarına galebe çalınca Asiye iman etmiştir. Firavun bunu anlayınca onun el ve ayaklarını kazıklarla yere çaktırarak güneşe karşı üzerine büyükbir kaya konmasını emretmiştir. Kaya getirildiği vakit Asiye: "Ya Rabbi, benim için cennetinde bir ev yap" (Tahrim 11) diye niyazda bulunmuş, o anda cennette inciden mâmul evi kendisine gösterilmiş ve ruhu kabzedilmişti. Böylece getirilen kaya ruhsuz cesedinin üzerine konmuştu.
Hz. Meryem, İmran'ın kızıdır ve Hz. İsa'nın annesidir. Kur'ân bir çok defa ondan bahseder. Herhangi bir erkek kendisine temas etmeden mucize olarak Hz. İsa'yı dünyaya getirmiştir. Yahudiler onu bakire olduğu halde çocuk doğurduğu için iffetsizlikle itham etmişlerse de, beşikteki çocuk bir mucize eseri olarak konuşup annesini tebrie etmiştir. (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/37-39)
3- Hz. Hatice’nin efdaliyetine gelince: İlgili hadislerin şerhi sırasında alimler birkaç mesele üzerinde dururlar. Çünkü ilgili hadisler bir kaç probleme birden temas eder:
1- Fazilette Hz. Hatice, Hz. Fâtıma veya Hz. Âişe'den (r. anhünne) hangisi mukaddemdir?
2- Kadınlardan peygamber gelmiş midir?
3- Hangi kadınlar peygamberdir? gibi. Şu halde nasların tabiatından çıkan bu meselelere burada yer vereceğiz.
Bezzâr'ın Ammâr İbnu Yasir'den kaydettiği bir rivayette: "Hatice, ümmetinin kadınlarının hepsinden üstündür, tıpkı Meryem'in cihan kadınlarına üstün olduğu gibi" buyrulmuştur. Âlimler bu rivayete dayanarak Hz. Hatice'nin Hz. Aişe'den üstün olduğunu söylemişlerdir. Ancak İbnu't-Tîn der ki: "Hz. Aişe'nin bu hadise dahil olmama ihtimali var, çünkü o, Hatice (radıyallahu anhâ) vefat ettiği zaman üç yaşlarında idi. Hadiste büluğa ermiş kadınların kastedilmiş olmaları muhtemeldir." İbnu Hacer bu yorumu zayıf bulur: "Çünkü der, nisâ kelimesi büluğa eren-ermeyen bütün kadınlara şâmildir. Ayrıca hadis, mevcut olan kadınları da, sonradan gelecekleri de içine almaktadır." İbnu Hacer devamla: Nesâî ve başka kaynaklarda İbnu Abbâs'tan gelen şu merfu rivayeti kaydeder: "Cennet kadınlarının en hayırlıları Hatice, Fatıma, Meryem ve Asiye'dir" ve der ki: "Bu hadis sarih bir nasstır, tevile de ihtimali yoktur." Kurtubî, bu dört kadından Meryem hariç hiçbiri hakkında peygamber olduğuna dair sabit bir delil mevcut olmadığını, hadisin bir başka vechinin bu mevzudaki işkâli bertaraf edecek bir açıklıkta geldiğini belirtir: "Cihan kadınlarının efendisi Meryem'dir, sonra Fatıma, sonra Hatice, sonra Asiye gelir." Arkadan şu neticeye varır: "Kim Meryem, peygamber değildir" derse bu hadisi ve başkasını hadiste mevcut olmadığı halde baziyyet ifade eden "min" var diye yoruma tabi tutmak zorunda kalır. Bu durumda mana: "Cihan kadınlarının efendilerinden biri Meryem'dir..." olur."
Görüldüğü üzere Kurtubî, efdaliyet meselesinde hep Hz. Meryem'i öne çıkarma, onun peygamber olduğuna dair kanaatini ispatlama cihetine gitmektedir. Kadın peygamberin varlığına meylettiği sezilen İbnu Hacer, Kurtubî'nin dayandığı delili kabul etmese de vardığı neticeye başka delillerle ulaşmaya çalışır. Şöyle ki: O önce Kurtubî'nin "işkali bertaraf edecek bir üslubta" olmamakla değerlendirdiği ikinci hadisin sabit olmadığını, hadisin Ebû Davud ve Hâkim'deki aslının tertib sigası ile gelmediğini belirtir. Sonra der ki: "Hz. Meryem'in, sadedinde olduğumuz babta Hz. Hatice ile fazilet yönüyle eşit olduklarını ifade eden bir üslubla zikredilmiş olmasını esas alarak: "Hz. Meryem peygamber değildir, çünkü Hz. Hatice ulemânın ittifakıyla peygamber değildir" diyenlere şu cevap verilir: "İkisinin hayırlılıkta eşitlikleri bütün sıfatlarda eşit olmalarını gerektirmez. Nitekim Ehâdisu'l-Enbiya bölümündeki tercüme-i halinde bu babta söylenenlere yer verdik." İbnu Hacer'in atıf yaptığı bahsi yukarıda kısmen vermiş isek de burada aynen alıyoruz: "Âyet-i kerîmede Hz. Meryem'le ilgili olarak geçen "Hani melekler Meryem'e şöyle demişlerdi: ‘Ey Meryem, muhakkak ki Allah seni seçkin kıldı, tertemiz yaptı ve dünya kadınlarına üstün tuttu..." (3/Âl-i İmran, 42) âyetine dayanarak Hz. Meryem'in peygamber olduğuna hükmettiler. Ancak, ayet bu hükmü vermede çok sarih değil. Fakat Meryem Sûresinde onun peygamberlerle zikredilmiş olması bu hükmü te'yid eder. Onun sıddîka olarak tavsif edilmesi de peygamber olmasına mani değildir. Nitekim Hz. Yûsuf da sıddîk olmakla da mevsuftur. Eş'ârî'den nakledildiğine göre, birçok kadın peygamber mevcuttur. İbnu Hazm onları altıya münhasır kılmıştır: Havva, Sâre, Hacer, Musa' nın annesi, Asiye ve Meryem. Kurtubî, Sâre ve Hacer'i iskât eder. İbnu Abdilberr bunu el-Tenkîd'de fukahanın çoğunun görüşü olarak nakleder. Kurtubî der ki: "Sahih olan şu ki Hz. Meryem, peygamberdir." Kadı İyaz der ki: "Cumhur, bu görüşün hilafını söylemiştir." Nevevî, el-Ezkâr'da der ki: "el-İmam, Hz. Meryem'in peygamber olmadığı hususunda icma nakleder. Hasan Basrî'den nakle göre: "Ne kadınlardan ne de cinlerden peygamber gelmemiştir." es-Sübki el-Kebir der ki: "Benim nezdimde bu mesele ile ilgili hiçbir sabit rivayet yoktur." Bu görüşü Süheylî Ravzu'l-Unf'un sonunda fakihlerin çoğundan nakleder." İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/39-40)
“Ben, dünyada da âhirette de Meryem’in oğluna insanların en yakınıyım. Benimle onun arasında başka bir peygamber yok. Peygamberler anneleri ayrı, babaları bir kardeştirler, dinleri de birdir.” (Buhârî, Enbiyâ, 44; Müslim, Fezâil 145, hd. no: 2365; Ebû Dâvud, Sünnet 14, hd. no: 4675; Tecrîd-i Sarih Terc. c. 9, s. 179-180)
“Nasârânın (hıristiyanların) İbn Meryem’i (Hz. İsa’yı) bâtıl üzere medhettikleri gibi siz de beni medhetmekte mübâlâğa etmeyin! Şüphesiz ki, ben bir kulum; bana: ‘Allah’ın kulu ve O’nun rasûlü’ deyin.” (S. Buhâri Tecrîd-i Sarih Terc. c. 9, s. 181)
Aday
ış; Vakıf İnsan MeryemAdamak, sahip olduğunun bilincinde olmaktır. Adamak ve adanmak, harcamak ve harcanmanın zıddıdır. İnsanlardan öyleleri vardır ki, sahiptirler ama bilincinde değildirler sahip olduklarının. Bu yüzden o şeylere sahip çıkmazlar. Gerçekte tasarruf hakkı kendilerine verilmiş olan bu şeyleri korumazlar, gözetmezler, kollamazlar. Bu tür insanlara tasarrufu kendilerine verilen şeylere sahip çıkmaları, onları koruyup gözetmeleri hatırlatılır: “Ey iman edenler! Kendinizi ve ehlinizi ateşten koruyun.” (66/Tahrîm, 7)
Sahip olan’a tâbî olunur. Eğer sahibi olduğumuz şeye tâbî oluyorsak bu durumda roller değişir, sahibi olduğumuzu sandığımız şey gerçekte bizim sahibimiz olur. Değil mi ki, kişinin sahibi olduğu, tâbî olduğu şeydir. Bu arada akla bir soru gelecektir: Sahip olan ve sahip olunan, tâbî ve metbû yer değiştirince ne olur? Ya da tutalım ki sahibi olduğumuz şeylerin bilincine vardık. Sonrası ne olacak? İşte bu noktada konumuz olan “adamak” giriyor işin içine; harcamamak ve harcanmamak için adamak...
Sahip olduğumuz değerlerin en şereflisi hiç kuşkusuz kendi nefsimiz ve tasarrufu elimizde olan insanlardır. Bu değerler tarihin hiçbir döneminde günümüzdeki gibi ucuza gitmemiş, harcanmamıştır. İnsanoğlunun kendi kendisini alçaltmasının en çarpıcı örneklerinden biri, şerefli kılınan varlığını kendi cinsine ya da daha alt değerde bir şeye adamasıdır. Bu anlamda adamak âdetâ bir kaderdir. Eğer elde etmek istediğiniz bir şey var ve varlığınızı onu elde etmeye vakfetmiş; duygu, düşünce ve eyleminizi onun uğruna teksif etmişseniz, siz o şeyin adağı olmuşsunuzdur. Bu anlamda kendisini bir şeye adamamış insan olmadığını, olmayacağını görürüz.
İnsan, ille de bir kapıya adanacak ya da adayacaksa bu kapı, kendisinden daha değerli, daha yüce birinin kapısı olmalıdır ki, değerini elleriyle alçaltmış olmasın, harcanmasın, ucuza gitmesin, tükenmesin... Peki, insanın adanacağı böyle bir kapının özellikleri neler olmalıdır, hangi adreste aramalıdır bu kapıyı insan? Örneğin yaratılmışlar içerisinde insanın kendisini adayıp da harcanmayacağı bir kapı bulunabilir mi? Hayır; naklen, aklen, mantıken hayır! Yaratılmışların içerisinde insandan daha şereflisi yoktur ki insan onun uğruna adansın. Mahlûkatın en şereflisi insan olduğuna göre adanacak kapıyı yaratılmışlar içerisinde aramak beyhûde bir uğraş olacaktır. Bu kapı yaratıklar içinde aranmayacaksa geriye bir tek şey kalmaktadır; o da Yaradan....
Kuşkusuz adanılacak kapıların en yücesi Yaradan’ın kapısıdır. Adakların en yücesi O’na adanan, adayanların en akıllısı ve kârlısı da O’nun yoluna adayandır. O’na adanmak bir hak ediştir, bir liyâkat işidir. Ve O’nun temiz yoluna ancak temizler adar, temizler adanır.
“İçinizden hayra çağıran, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (3/Âl-i İmrân, 104). Hiç kuşku yok ki, Allah’ın içimizden bulunmasını istediği bu adanmışlar kadrosunun oluşması; iman edenler arasından çıkacak samimi insanların fedâkârlıklarına bağlıdır. İşte, Allah’ın bir topluluğu toplumlar arasından seçip önder kılmasının gerçekleşme sürecinde başat rolü üstlenen sözkonusu kadronun seçiminde rol oynayan sebepler ve unsurlardan biridir adayış.
Bir fert düşünün ki, ne Meryem gibi kendisini Allah yolunda adayacak bir anne-baba ve çevreye sahip olabilmiş; ne kendisi böyle bir ebeveyn olup “adayan”lar arasına karışmış; ne Zekeriyyâ gibi, Yahyâ gibi adanan ve adayanlara yardımcı olmuş. Üstelik bu fert bu haline bakmadan “önderlik sorunu”ndan yakınmaya başlamışsa, onun ciddiyetine ne Allah ne de kullar inanacaktır.
“Allah; Âdem, Nûh, İbrâhim ailesini ve İmran ailesini seçerek âlemlere üstün kıldı.” (3/Âl-i İmrân, 33).
İnsanlık sınavının problemlerini çözmede anahtar işlevi gören kıssalardan biri de, “İmran’ın kadını Hanne + Meryem + İsa” sürecinde gerçekleşen adayış öyküsüdür. Ana, evlât ve torundan oluşan üç kuşakla tamamlanan adayış sürecini başlatan, İmran’ın kadını Hanne’nin “adama” eylemidir. Âyetlerin zâhirinden anlaşılan, sözkonusu adama eyleminin, İmran âilesini seçilmişler arasına soktuğudur. Yani İlâhî seçime gerekçe olarak bu adayış gösterilmektedir (3/Âl-i İmrân, 33).
Hanne’nin adağı olan Meryem’in insanlık tarihinde istisnâ sayılabilecek bir misyonla görevlendirilmesi, oğlu İsa (a.s.)’nın bu misyonu nübüvvet düzleminde sürdürmesi, Zekeriyy^”a (a.s.)’nın devreye girişi, Yahyâ (a.s.)’nın mûcizevî doğumu ve bu üç ismin âkıbetlerinin de birbirine benzer bir şekilde, dâvâları yolunda hayatlarını fedâ ile (İsa aleyhisselâm mânevî kurbandır) son bulması... Bunların tümünün ilk sebebi ve illeti İmran’ın kadınının adayışıdır ve bütün bu sayılanlar adayış sürecini oluşturan parçalardır. Yani adayış eylemi, bütün bu muazzam sürecin ve sebepler zincirinin ilk halkasını teşkil etmektedir.
İpi kopmuş, imâmesi kaybolmuş, taneleri dağılmış bir tesbihe dönen ümmet kendi önderlerini yetiştirme sürecine daha ana karnındayken başlanması gerektiğini bilecek, Meryem’ini adayacak Hanne’leri yetiştirmeden, “müjde” demeye gelen çağın “İsa”larını bekleme ucuzluğuna düşmeyecektir. Ümmet kendi yol göstericilerini yetiştirmede Kur’an’ın gösterdiği usûlü ve üslûbu benimseyecektir. Bilecek ve inanacaktır ki, bu anlamıyla “mehdî”siz bir toplum yoktur. Her toplum kendi mehdîsini kendisi yetiştirecek, bir değil binlerce mehdîden oluşan seçilmiş kadrosuyla ümmet, önderliği yeniden üstlenecektir. Kur’an’ın haberi de bu gerçeği desteklemekte değil midir? “Her toplumun bir yol göstericisi (hâd) vardır.” (13/Ra’d, 7)
Tümü İslâm’da kadının sosyal ve toplumsal gerçeğinin altını çizen, nüzul sebebi de yine Allah Rasûlü’nün eşleri şahsında tüm İslâmî önderlik kurumuna seslenen Tahrîm Sûresinin son âyetleri çok açık ve net mesajlar taşımaktadır: “Allah, inkâr edenlere Nûh’un karısı ile Lût’un karısını misal verdi.” “Allah iman edenlere de Firavun’un karısını misal gösterdi.” “(Yine Allah iman edenlere) İmran’ın kızı Meryem’i de (misal gösterdi).” (66/Tahrîm, 10-12)
Evet, örnekte önce insan iki kategoride ele alınıyor: İnkâr edenler, iman edenler. İnkârcıların örneği ve önderi olarak iki kadın gösteriliyor, üstelik ikisi de peygamber hanımı: Nûh’un ve Lût’un (a.s.) hanımları. Bu noktada olayın inkâr-ihânet boyutuna da dikkat çekiliyor. Ve tabii, müslüman aileler muhâtap alınıyor. Yani mü’min erkek-kâfir kadın olayına parmak basılarak Kur’an’ın niçin son ve tamamlanmış şeriatte İslâm aile modelini oluşturmak için mü’min erkeklerin ve kadınların evliliklerin birtakım temel ilkeler ve kurallar koyduğunun hikmeti ortaya çıkıyor. Örneğin ikinci bölümünü iman edenler oluşturuyor: Firavun’un karısı ve İmran’ın kızı Meryem. Özellikle Asiye’nin Firavun’un karısı olduğu öne çıkartılarak çevresini bulamamış mü’min kadına bir prototip sunuluyor. Dünyevî zevk ve ihtişamın büyüsüne kapılmadan küfre karşı imanını muhâfaza etmenin destansı bir tarihini yazan Asiye örnek gösteriliyor. Elbet bu çağda da firavunlaşmış erkeklerle, onların hüküm alanlarında imanını koruma savaşı veren mü’min kadınlar için bir direnç ve güç kaynağı oluşturuyor bu örnek. Kur’an’ın mü’min kadına gösterdiği ikinci örnek ise Meryem.
İşte burada biz Meryem’i ve diğer birçok örnek tipi ortaya çıkaran ilk olayı, yani “adayış” olayını irdeleyeceğiz. Asiye ve Meryem farklı iki boyuttan örneklerdi. Birincisi bireysel mücâdelenin prototipidir ve içbükeydir. İkincisi ise, doğal olarak bireysel boyutu olmakla birlikte daha çok toplumsal mücâdelenin prototipidir ve dışbükeydir. Allah bu örnekleri Kur’an’ına alarak insanlığın müstakbel tarihine, onların mücâdelelerini bir ibret, bir öğüt ve bir misal olarak bırakmıştır.
“Allah; Âdem, Nûh, İbrâhim ailesini ve İmran ailesini seçerek âlemlere üstün kıldı.” (3/Âl-i İmrân, 33). “İlâhî seçimin illeti nedir?” sorusuna cevap verme zamanı geldi. Bu cevabı biz değil, yine Kur’an versin: “İmran’ın karısı; ‘Rabbim, karnımdakini tümüyle hür birisi olarak yalnızca Sana adadım, benden kabul buyur; şüphesiz Sen işitensin, bilensin’ dediği zaman...” (3/Âl-i İmrân, 35). İmran’ın karısı biricik ciğerpâresini Rabbine gözünü kırpmadan adadığı zaman... Evet, işte o andan itibaren muazzam bir sürecin başlaması için start verilmiş, gong vurulmuş, geriye sayma işlemi başlamıştı. Zaman kendisini unutmuş, melekler soluğunu tutmuş, göklerin kalemi bu sözleri ulaşılmaz defterine flaş haber olarak kaydetmiş ve yeni, yepyeni bir tarih yazılmaya başlanmıştı geçmişin ve geleceğin Sahibi tarafından.
Evet, “... dediği zaman...” Bir cevaba ihtiyaç duyan bu zaman zarfının arkasından muhakkak cevabı gelmeli. Yani, “Peki, ne olmuş İmran’ın karısı böyle dediği zaman?” sorusunun cevabı.. İşte bu sorunun cevabını takdiren 33. âyete, başa dönerek buluyoruz: “Allah, İmran’ın ailesini seçip âlemlere üstün kıldı.” (3/Âl-i İmrân, 33) (Zeccâc).
Evet, usûlüne uygun yapılmış bir adayış, dünyanın kaderini değiştirecek bir dizi olayın da ilk sebebi oluyordu. Henüz doğmamış ciğerpâresini adayan Hanne, ne bilecekti bu adayışla bir tarihi ters çevirip yeni bir tarih yazdığını? Ne bilecekti çağ açıp çağ kapadığını? Ne bilecekti, adağı Meryem’in insanlığın ağzını şaşkınlıktan bir karış açtıracak bir mûcizenin muhâtabı olacağını? Ne bilecekti bu eylemin İsa gibi bir “müjde”nin geliş sürecini başlattığını? Ve ne bilecekti duâsıyla başlayan bu süreçte Yahyâ gibi bir nebînin gönderilip sonunda Allah’ın indirdiğiyle hükmettiği ve bu hükümden tâviz vermediği için koç gibi boğazlanacağını?
O bunları bilmiyordu. Yaşadığı sürece de bilemedi, bilemezdi de... Bunların hiç birini göremeden adağını tüm şeytanların şerrinden adadığı büyük kapıya ısmarlamış, adağının kabul edilip edilmediği soylu endişesi içerisinde çok geçmeden kendisi de göçüp gitmişti. O bilemedi bunları. Zâten o bu eylemi bilgiyle değil sevgiyle, mantıkla değil kalple yapmıştı. Bu kadar şeyi bilseydi bilgisi sevgisine, mantığı kalbine gâlip gelirdi. Öyle olsaydı adamazdı, adayamazdı belki de. Belki değil, kesinlikle adamazdı. Çünkü onun adadığı malından ve teninden değil, canından bir parçaydı.
Evet, İlâhî seçimin illeti buydu. Çok net ve açık: “İmran’ın karısı; ‘Rabbim, karnımdakini tümüyle hür birisi olarak Sana adadım. Benden kabul buyur. Kuşkusuz Sen işitensin, bilensin’ dediği zaman...” “Allah (...) İmran’ın ailesini seçip âlemlere üstün kıldı.”
Takdîrinde boşluğa ve tesâdüfe yer olmayan Allah’ın değişmeyen sünnetiydi bu. İlâhî seçimlerin illetiydi bu. Allah’ın seçiminde gözettiği unsurların en çarpıcı örneğiydi bu. Büyük değişimlerin büyük lütuflarla, büyük lütufların büyük fedâkârlıklarla geleceğinin işaretiydi bu.
Evlâtlarının Allah’ın kapısı yerine sahte kapılara, çağdaş sahte tanrılara, dünyaya, makama, paraya, karıya, beyaz ve sarıya adandığı bir toplum niçin ve nasıl kurtulsun? Böyle bir toplumda önderliğin ölçüsü elbette ilim, iman, amel, ihlâs ve fedâkârlık değil; lafazanlık, lavgarlık, hokkabazlık, şarlatanlık, titr, şöhret, rütbe gibi sahte ölçüler ve kalp değerler olacaktı. İslâmî önderliğe aday olacak fidanlar kurumuşsa, yapma fidanlardaki câzip renkli plastik meyvelere can havliyle sarılanlar aldanmayı hak etmişler demektir. Hele hele kendini evlâtlarına, evlâtlarını ise üç günlük geçici dünya istikbâline adayıp Allah’a da emeklilikten sonrasını söz verenlerin “şuurlu mü’min” sayıldığı toplumlarda...
Tarihen sâbit bir gerçek ki adanan bu değerli varlık, birden fazla değildi. Yani “adak”, Hanne’nin bütün bir ömürde, o da nice bekleyişten sonra, sahip olabildiği tek yavrusuydu. Bu sahip oluş, öyle normal bir sahip oluş da değildi. Evlâtsız geçen bir ömürden sonra, son anda bir duâ neticesinde kendisine Rabbi tarafından hîbe edilmişti. Bu nedenle, Hanne’nin adadığı evlâdın onun gözündeki kadr u kıymeti daha bir başkaydı. Fakat, ricâsını kırmayıp duâsını kabul eden ve geçmiş yaşına rağmen kendisine evlât veren Allah’a teşekkür etmenin, verilen nimetin devam etmesinin hatta artmasının şartlarından olduğunu biliyordu. İkrâma ikram gerekti. Lütfa şükür, nimete teşekkür gerekti. Nasıl teşekkür etmeliydi Rabbine ki bu olağanüstü nimete karşılık olsun? O biliyordu ki Allah hiçbir şeye muhtaç değildi. Acıkmazdı, susamazdı, darda kalmazdı... Lâkin o yine biliyor ve inanıyordu ki Allah’ın dinine, beytine, kitabına, yani O’nun sevdiklerine hizmet, bizzat Allah’a hizmettir. Bu nedenledir ki gerçekte yardıma ihtiyacı olmayan Allah, mü’minlere yardım bahanesi olsun için insanları bu gibi İlâhî değerlere yardıma çağırıyordu: “Ey iman edenler, eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder, sizi ayaklarınız üzerinde sâbit tutar (zillet içinde burnunuzun üzerine sürünmezsiniz).” (47/Muhammed, 7)
“Melekler demişti ki: ‘Ey Meryem, Allah seni seçti, temizledi ve seni âlemlerin/dünyaların kadınlarına üstün kıldı.” (3/Âl-i İmrân, 42). Meryem, seçilmiş, temizlenmiş ve üstün kılınmıştır. Bu özellikler, meselâ bir âyet öncesinde anlatılan Zekeriyâ için kullanılmamıştır. Onu üstün ya da “farklı” kılan özellikler vardı kuşkusuz. Bizce bunların başında ikisi de seçkin ve sâlih bir kul olan Zekeriyyâ ve Meryem arasındaki “teslimiyet farkı” gelmektedir. Melekler, Zekeriyyâ’ya yaptıkları gibi Meryem’e de seslenerek: “Ey Meryem, Allah seni kendisinden bir kelime ile müjdeliyor!” dediklerinde, o kendisine hiçbir erkek eli değmemişken bunun nasıl olacağını sormuş ve aynen Zekeriyyâ’ya verilen cevap ona da verilmişti. Şimdi bu olayın geçtiği âyetleri görelim: “Melekler demişti ki: ‘Ey Meryem, Allah seni kendisinden bir kelime ile müjdeliyor: Adı Meryem oğlu İsa Mesih’tir. Dünyada da, âhirette de hatırlı ve Allah’a yakın olanlardandır.” Dedi ki: ‘Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?’ ‘Öyledir!’ dedi, ‘Allah dilediğini yaratır.” (3/Âl-i İmrân, 45, 47)
Zekeriyyâ ve Meryem’e söylenilenlerle bu ikisinin verdiği cevaplar hemen hemen aynı formda. Ancak bir fark var, dikkat çekmeyen ama önemsenmesi gereken bir Meryem farkı. Biz buna “teslimiyet farkı” diyoruz. Zekeriyyâ (a.s.) Allah’tan oğlu olacağına dair bir “işaret” isterken, mâhiyet itibarıyla ondan daha olağanüstü bir emrivâki ile karşılaşan Meryem kendisine hiçbir erkek eli değmemiş olduğunu bile bile “işarat” isteme gereği duymuyor. Madem ki “öyledir!” deniliyor, “benden de öyledir” diyor ve kayıtsız şartsız teslim oluyor İlâhî irâdeye. Oysa ki Hz. Zekeriyyâ da aynı cevabı almış, lâkin o “işaret” istemeden edememişti. İşte bunun için Meryem “sıddîk” diye isimlendiriliyordu Mâide sûresinin 57. âyetinde ve dünya kadınlarına örnek gösterilen iki kişiden (diğeri Firavunun karısı) biri oluyordu. Tahrîm sûresindeki şu âyette de Meryem, Rabbi tarafından, “kaanitîn”den olarak nitelendiriliyordu: “O Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti ve kayıtsız şartsız yürekten itaat edenlerden (kaanitînden) oldu.” (66/Tahrîm, 12)
Bilinen bir gerçekti ki “sıddîkıyet” ve “kaanitiyyet” ne yalnızca nebîlere ve ne de rasullere has bir sıfattı. Bu ve buna benzer vasıfları taşıyan her kim olursa olsun o, İlâhî seçimin aday adayları arasında yer alacaktı. Adağın bahçıvanı Hz. Zekeriyyâ, Yahyâ ile ödüllendirilmişti. Fakat İslâmî hareketin fedâkâr mensuplarına aktarılan bu örnekteki tecellîye bakın ki, ödülün kendisi (Yahyâ) de ödüllendirilen (Zekeriyyâ) de, hayatlarını adadıkları Rablerine mematlarını da adayacak; sonunda adayış sürecinin bu iki yardımcısı en büyük saâdet olan şehâdetle ödüllendirileceklerdi.
“Melekler demişti ki: ‘Ey Meryem, Allah seni seçti, temizledi ve seni âlemlerin/dünyaların kadınlarına üstün kıldı.” (3/Âl-i İmrân, 42). Artık Hanne’nin adağı büyümüş ve adaylar arasına girmişti. Annesinin duâsı onun seçimini garantileyici unsur sayılmıyordu, ancak onu aday adayları arasına sokabiliyordu. Diğer yandan, İmran ailesinin seçilmiş olması sözkonusu ailenin her ferdinin seçilmiş olması anlamına gelmiyordu. Bu seçime her fert kendisi katılacak ve kendi iman, amel ve ihlâsıyla belirleyecekti sonucu: “Her insanın (amel) kuşunu kendi boynuna doladık.” (17/İsrâ, 13). “Herkesin kazandığı yalnız kendisine âittir.” (6/En’âm, 152). İşte Meryem’in seçimi de bu zamanlar ve mekânlar üstü İlâhî kanun çerçevesinde gerçekleşmişti. Dikkat edilmesi gereken bir noktadır ki, seçilmiş bir aileye mensup olmasına, annesi Hanne’nin ihlâs ve duâsına, kendisinin doğuştan “adak” olmasına rağmen, bunların hiçbiri onun doğuştan “seçilmişler” arasına girmesine yeterli sebep sayılmamıştır. Ancak o mükellef olabilecek çağa gelip kendisini iman ve eylemiyle ispatladıktan sonradır ki, seçildiği kendisine bildirilmiştir.
Bütün bu söylediklerimiz âyetin üslûbundan açıkça anlaşılmaktadır. Âyetin başındaki zaman zarfı Meryem’in seçiminin belli bir süreç içerisinde gerçekleştiğinin gramatik delilidir. Yani Meryem “zamanı gelince” seçilmiştir. Seçilme zamanının gelmesinde onun hür irâdesiyle yaptığı tercih ve bunun sonucunda gerçekleşen sâlih amelleri belirleyici olmuştur.
Hz. Zekeriyyâ’yı şaşırtan yiyecekler Hz. Meryem’i hiç şaşırtmamıştı. O, Rabbiyle kurduğu sıcak ilişkisinin doğal bir sonucu olan bu gibi lütufları olağan karşılayarak îkan derecesinde inandığı bir gerçeği dile getirmiştir: “Muhakkak Allah dilediğine hesapsız rızık verir.” (3/Âl-i İmrân, 37). Allah’ın diledikleri arasına girmesi ise, herkesin kendi canı derdine düştüğü bir dönemde ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanan amcaoğluna “Yâ Yusuf, Allah’a hüsnü zan et, kuşkusuz Allah bizi rızıklandıracak” deme olgunluğunu göstermesiyle mümkün olabilmiştir. O bu gerçeğe tüm varlığıyla iman etmiş ve bedeni gibi kalbinin ve mantığının kıblesini de O’na doğru çevirmişti. Bu yüzden endişe eseri göstermiyor, Allah’a olan güvenini kesin bir üslûpla dile getirerek etrafını teselli ediyordu. İşte Hanne ve tüm İlâhî seçime aday olacak insanlar için geçerli olan bu süreçte sınavı başarıyla veren Meryem, sonunda seçimi kazandığı haberini alıyordu: “Ey Meryem, Allah seni seçti, temizledi ve seni âlemlerin/dünyaların kadınlarına üstün kıldı.” (3/Âl-i İmrân, 42)
Âyette geçen “âlemîn” lafzı, Arap lugatındaki özelliği itibarıyla şuurlu canlıları içine alan bir çoğul türüdür. Bu durumda Meryem’in seçilip üstün kılınması, varlık dünyasındaki tüm şuurlu yaratıklar içerisinden gerçekleştirilmiştir, demek mümkündür. Kuşkusuz onun âlemlerin kadınlarına üstün kılınması semboliktir ve “örnek oluş” açısındandır. Bu gerçeği Allah Rasûlü’nün konuyla ilgili hadislerinden anlamak mümkün: “Cennet kadınlarının hayırlısı İmran’ın kızı Meryem ve Hüveylid kızı Hadice’dir.” “Kadınların kâmilliğinin/olgunluğunun zirvesine ulaşmış olanı erkeklere nisbetle azdır. Meryem, Asiye, Hadice, Fâtıma işte bunlardandır.”
Bu haberlerden de anlaşılmaktadır ki Meryem bir “örnek” kadındır. Onun Kur’an tarafından tüm zamanların örnek anası seçilmiş olması, her çağın, her toplumun Meryem’lerinin olacağının, olması gerektiğinin de bir delilidir. Öyle ya, çağının Meryem’i olmak ulaşılması muhal olan bir şey olsaydı Kur’an onu niçin örnek göstersindi? Örnek gösterilen şey, tavsiye edilmiş demektir. Allah tarafından tavsiye edilen şeyse -hâşâ- muhal değil; ulaşılması mümkün olan şeylerdir; Çünkü güç yetirilemeyecek şeyi teklif etmek, Allah’ın hikmetine yakışmaz.
Müslüman kadının, kendi çağının, kendi toplumunun, kendi toprağının, kendi mahallesinin, kendi ailesinin -konumuna göre- Asiye’si, Hanne’si, Meryem’i, Hadice’si, Fâtıma’sı, Zeyneb’i olması için sunulmaktadır bu örnekler. Elbette Firavun gibi dünya zengini iman fukarası bir erkeğin pençesine düşen müslüman kadının Kur’ânî örneği Asiye’dir. Onun o mâlum şartlarda imanını koruduğu gibi, bu çağın Asiye’si de envâi çeşit lüksün ve nefsânî, şehevî tutkuların ayartmalarına karşı dirençle imanını koruyacaktır. Allah’a ölümsüz bir adak sunmak isteyen kadının örneği İmran’ın kadını Hanne’dir. Onun sunduğu gibi sunacaktır. Ondaki akîde sağlamlığını, ihlâsı ve edebi örnek alacaktır. İnsanlığı irşad edecek önderlere, dâvetçilere, liderlere ana olup dağlardan ağır sorumlulukların altına girenlerin örneği Meryem’dir, Hadice’dir, Fâtıma’dır... İnsanlık var olduğu sürece bu örneklerin çizgisini sürdürenler var olacaktır. (3)
Hz. Meryem; Putla
ştırma ve İftirâya, Hakarete Uğrama İmtihanıAras
ında Örnek Bir ŞahsiyetMeryem’in bütün örnek isimler içerisinde ayrıcalıklı bir yeri olduğu su götürmez bir gerçek. O, örneklerin örneğiydi. Çünkü Âişe, Zeyneb, Safiyye konumları gereği tüm mü’min hanımlara örnek olma makamında bulunan Peygamber eşlerine Allah Meryem’i örnek göstermekteydi. Meryem’in iman, ihlâs ve ameliyle adaylar arasına girip İlâhî seçimi kazanmasının ardından Rabbi, onun konumuna yaraşır bir iç terbiye reçetesi sunuyordu. Çünkü ileride yükleneceği ağır sorumluluğu başka değil; ancak imanı, ihlâsı ve teslimiyet sâyesinde yıkılmadan taşıyabilecekti. Bu reçete şu: "Ey Meryem, Rabbine divan dur, secde et ve (başkasının değil, yalnızca O'nun önünde) eğilenlerle birlikte eğil!" (3/Âl-i İmrân, 43) Ey Meryem! Divan durulacak kapı senin de adandığın yüce kapıdır. Secde edilecek, baş eğilecek, eşiğine yüz sürüp yerlere kapanılacak, "Lebbeyk yâ Rab" denilip itaat edilecek, bin kez kovulsan dahi yüz çevrilmeyecek tek kapı da O'nun kapısıdır.
O halde teşekkürünü yalnız O'na yönelt. Gözünü, özünü, yüzünü, gönlünü yalnız O'ndan yana çevir. Kendine O'ndan başka dayanak, sığınak, tutamak, barınak arama. O'nun önünde baş eğen kâinatla birlikte sen de eğil. O'nun emrine âmâde olan şuurlular, hücreler ve meleklerle birlikte sen de O'na âmâde ol! Duygunu, düşünceni ve eylemini O'na, O'nun sevdiklerine, O'nunla ilişkili olan şeylere tahsis et!Yeryüzündeki tüm sıddîklar, sâlihler, şehidlerle birlikte sen de katıl bu evrensel koroya ve: "eğilenlerle birlikte sen de eğil." Yalnız değilsin! Kula kulluğu reddedip yalnız Allah'a kul olan insanlarla ortak değerleri paylaşıyorsun. O halde katıl onların mahşerine ve Rabbinin senin için seçtiği rolü severek oyna!..
"Eğilenlerle birlikte" anlamını veren "maa'r-râkiîn" ifâdesi özellikle erkekler için kullanılan cemî sîgasıyla gelmiş. Yalnız kadınlar için kullanılan "râkiât" formunda gelmemiş. Sebebi de Meryem'e tavsiye edilen bu şeyleri, sadece bir cinse tahsis etmemek, yalnız kadınlara has bir tavsiyeymiş gibi göstermemek. Kelime bu mevcut formuyla zâten kadın-erkek tüm insanları, hatta cinleri ve melekleri kapsıyor. "Eğilenlerle birlikte sen de eğil" emr-i İlâhîsinde Meryem'e yalnız olmadığı, evrensel bir hareketin mensubu olduğu hatırlatılmakta. "Râkiîn" formunun gramatik özelliklerinden biri de şuurlu varlıkların tümü için kullanılmasıdır. Meryem'in üyesi olduğu bu hareket, değil sadece kadınlar, kadın-erkek tüm insan cinsini de aşıp melekler ve cinler gibi diğer şuurlu varlıklarla paylaşılan bir harekettir.
Bu gerçek, Meryem'e hatırlatılarak evrensel bir hareketin üyesi olduğu bilinci içerisinde eğilenlerle birlikte eğilmesi tavsiye edilmektedir. Elbette hayatında bir kerecik de olsa bu "aşkın" ruh hali ve "evrensellik" şuuruyla gecenin bir vaktinde Rabbinin huzurunda havf ve haşyetle durmamış, yerlere kapanmamış insana, bu ve bunun gibi âyetler pek fazla bir şey söylemeyecektir.
Hanne'nin duâsıyla başlayan adayış sürecinin artık nihâî meyvesini verme zamanı yaklaşmaktadır. Hanne adağını adamış ve onu sahibine ısmarladıktan sonra dünyaya vedâ etmiştir. Adak adandığı kapı tarafından kabul edilmiş, bir çiçek gibi büyütülmüş ve bu çiçeğe Zekeriyyâ (a.s.) ailesi gibi bir de bahçıvan tâyin edilmiştir. Adak, rüştünü ispatladıktan sonra ferdî sınavını vererek İlâhî seçimi kazanmış ve artık son hazırlıklar yapılmaktadır. Babasız çocuk doğurmak gibi bir mûcizeye muhâtap olacak Meryem'in bu, hem mânevî, hem maddî mes'ûliyeti ağır role kalben hazır olması gerekmektedir. O boyut da Rabbi tarafından kendisine hatırlatılmıştır. Bütün bunlara ek olarak, olayın bir de toplumsa cephesi vardır ki, bu açıdan Meryem'in konumu "töhmet mahalli"dir. Zâten dünyanın bu en iffetli ve sadâkatini Kur'an'ın onayladığı dürüst kadını, daha hâmile kalır kalmaz en yakınları ve toplum tarafından çirkin bir şekilde iftirâya mâruz kalacaktır. Bu iftirâdan onun bakımını üstlenen Hz. Zekeriyyâ ve Yusuf gibi sâlih insanlar da paylarını alacaklardır.
Ne garip bir tecellîdir ki, hem Hanne ve İmran gibi seçilmiş bir ailenin Allah'a adanmış bir adağı olacak, hem Zekeriyyâ gibi bir nebînin ellerinde yetişecek, hem her türlü İlâhî yardıma mazhar olacak, bütün bunların ardından da dağları inletecek ağır bir sınavın altına sürülecek. Sınavın ağırlığını ve Meryem'in, daha çocuk denecek bir yaşta olan Meryem'in, iftirâlardan dolayı çektiği acıyı tahmin etmek çok zor. Sıddîkıyyet ve kaanitiyyet vasıflarını Allah'ın tescil ettiği, sarsılmaz imanına Kur'an'ın şâhitlik ettiği İlâhî terbiyenin çocuğu Meryem, bütün bu özelliklerine rağmen vurulan yükün ağırlığı altında inleyecek ve iffet heykeli bu örnek genç kız, karnında taşıdığı mûcize çocuktan dolayı pâk eteğine çamur atılacağını düşündükçe: "Nolaydım, keşke bundan önce öleydim de unutulup gideydim!" (19/Meryem, 23) diyecektir.
Bu sınamanın Allah'çasıdır. Bu sınanmanın en çetinidir. Sınavların ucu görünmeye görsün. Büyük dâvâları omuzlayanların başına boşalır da boşalır. Kur'an diliyle "gam üstüne gam"dır ki, bu sınav sağanağından yıkılmadan, yorulmadan, yola oturmadan, geriye dönmeden çıkanların imanı çifte su verilmiş çeliş kılıç gibi sağlam olur: "Andolsun Biz sizi sınayacağız ki içinizden cihad edenleri (ve cihadında) sabredenleri bilelim ve (sadâkat) haberlerinizi tecrübe edelim." (47/Muhammed, 31). "Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu, öyle sarsılmışlardı ki, sonunda peygamber ve onunla birlikte olan mü'minler 'Allah'ın yardımı ne zaman?' diyecek olmuşlardı." (2/Bakara, 214). "Allah size gam üstüne gam verdi ki, ne ilinizden gidene, ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz. Allah yaptıklarınızı duymaktadır." (3/Âl-i İmrân, 153)
Örnek olmanın ve örnek olanların çizgisini sürdürmenin muazzam ağırlığını omuzlarında hissedenler eğilir, lâkin yıkılmazlar, sallanır, fakat devrilmezler, belki yavaşlarlar, ancak yatmazlar. Keder ve sıkıntılarının ağırlığından kaburgaları birbirine geçtiği halde hallerini sormayagörün, alacağınız cevap hep aynıdır: "Hasbuna'llahu ve ni'me'l-vekîl = Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir." Onları en dar, en zor zamanlarında üzerlerin varıp sıkıştırsanız bile Allah'tan şikâyet ettiremezsiniz. Rablerinden "Rab (terbiye edici) olarak" râzıdırlar. Elbette O da onlardan râzıdır: "Allah onlardan râzı olmuş, onlar da O'ndan râzı olmuşlardır. İşte onlar Allah'ın hizbidir. İyi bilin ki kurtuluşa erecek olan Allah'ın hizbidir." (58/Mücâdele, 22)
Ne kadar sıkışırsa sıkışsınlar Allah'a fatura çıkardıklarını göremezsin. Şikâyetleri ve yakınmaları nefislerindendir. Kendilerine bir iyilik isâbet ettiği zaman onu Allah'tan, bir kötülük isâbet ettiği zaman da onu nefislerinden bilirler. Onlar toplumların paratonerleridir. İnsanın ebedî mutluluğu için yaşarlar ve yine onun için savaşırlar ve ölürler. Bu nedenle tüm yıldırımlara başlarını dik tutarlar.
Ve Aday
ış Sürecinin Meyvesi: Müjde: Adayış sürecinin son aşamasına gelinmiştir. Bütün bu sürecin meyvesi devşirilecektir. Bu "güzel bitki" İmran ailesinin temiz tarlasına ekilmişti. Daha toprak altındayken Hanne onu Rabbine adadı. "Güzel bitki" çimlenir çimlenmez kendisi için hazırlanan özel bahçede Zekeriyyâ gibi bir bahçıvanın gözetiminde yetiştirildi. Artık büyüyen bitkinin meyve verme zamanı yaklaşmıştı. İşte "adayış süreci"nin kısa bir öyküsü bu.Sonuç mu? Sonuç "müjde"ydi. Allah ona "Müjde" anlamına gelen "Mesih" lakabını vermişti (Taberî). Gerçekten de böylesine zorlu bir sürecin sonucu "kurtuluş" demeye gelen bir "müjde" olmuştu: "Melekler demişti ki: 'Ey Meryem, Allah seni kendisinden bir kelime ile müjdeliyor. Adı, Meryem oğlu Mesih'tir. Dünyada da âhirette de hatırlı ve (Allah'a) yakın olanlardandır." (3/Âl-i İmrân, 45).
Kur'an onun özellikle "kelime" olduğunu vurguluyordu. Çünkü o kelimenin çocuğuydu (Katâde). Sözkonusu kelime Allah'ın "ol" (kün) emrinden başkası değildi. O "ol" demişti, o da oluvermişti. Allah Teâlâ çağının birçok putunu onunla yıkacaktı. Onun yıktığı birinci put, ataerkil Roma toplumunun tanrılaştırdığı erkekti. O babasız doğmakla bu toplumsal putu yerle bir etmişti. Allah'ın bu sosyal dengesizliğe olan gazabına bakınız ki Kur'an'daki ilgili tüm âyetlerde ve bu âyette bir erkeği, hem de bir yığın olağanüstü yetilerle donatılmış bir erkeği bir kadına nisbet ederek anıyordu: "Meryem oğlu İsa..." Hem de bunu ısrarla ve üzerine basa basa yapıyordu. İlâhî lisanda "Meryem" adı "İsa" adının olmazsa olmazı kılınıyordu. Allah'ın yarattıklarını sınıflara ayıran tüm sınıfçılara, ırkçılara, ulusçulara, toprakçılara, cinsiyetçilere ve daha envâi çeşit asabiyetçilere bundan daha güzel reddiye mi olurdu?
Onun yıktığı ikinci put, Yahûdi putuydu. Allah tarafından İlâhî mesajı sahiplenmekle görevlendirilen Benî İsrâil toplumu, kendilerine verilen emânete ihânet etmişlerdi. Sözkonusu ihânetlerine rağmen kendilerini hâlâ "seçilmiş millet" olarak görmeye devam ediyorlardı. Emânetin kendi ellerinden alınıp lâyık olana verileceğini kabullenmek istemiyorlardı. Irkçılığı öylesine kutsamışlardı ki, yahûdi olmayı hiçbir iltimasın geçerli olmadığı âhirette bile bir imtiyaz vesilesi addediyor ve bundan dolayı da ne kadar azgınlık yaparlarsa yapsınlar, kendilerine cezâ gününde ayrıcalık tanınacağına inanıyorlardı: "Bir de dediler ki: 'Sayılı birkaç gün dışında bize asla ateş dokunmayacaktır." (2/Bakara, 80). Bir put haline dönüşen bu ulusçuluğu Allah, yine içlerinden biri olan Hz. İsa eliyle yıkıyordu.
Âyetteki "adı Meryem oğlu İsa Mesih" cümlesi aynı zamanda, gelecekte ortaya çıkacak bir tür putlaştırmaya da köklü bir red içeriyordu. Hz. İsa'nın mesajını kısa zamanda tahrif edecek olan hıristiyanlar onu tanrılaştırarak -hâşâ- "Allah'ın oğlu" diyeceklerdi. Kur'an daha başından onun "Meryem'in oğlu" olduğunu vurgulayarak, gerçeği saptırmaya çalışacaklara doğru adresi göstermiştir. Hz. İsa'nın "dostları"nın ona olan zulmünü bu şekilde reddeden Allah, onun "düşmanları"nın ona olan zulmünü ve iftirasını da yine aynı âyetteki "O dünyada da âhirette de hatırlı ve Allah'a yakın olandır." (3/Âl-i İmrân, 45) cümlesiyle reddedecektir.
Biri sözde dostlar"dan, diğeri "düşmanlar"dan gelen bu zıt kutuplu ve iki yönlü musîbet genelde toplumsal önderlerin tümünü bekleyen potansiyel iki tür tehlikelidir. Birinciler ilâhlaştırarak, onu olmadığı bir makama yücelterek, ikinciler ise iftirâ ve çamur atarak, konumundan aşağı çekmeye çalışarak ona zulmediyorlardı. Gerçekte bu iki zümrenin yaptıkları arasında sonuç itibarıyla pek büyük bir fark da yoktu. Neticede iki taraf da zulmediyordu. Allah Rasûlü, toplumların bu ezelî zaafını bildikleri için; "Bana hıristiyanların Meryem oğlu İsa'ya dediklerini demeyin, bana Allah'ın kulu ve Rasûlü' deyin!" buyuruyorlardı. Yahûdiler de, hıristiyanlar da sözkonusu tavırlarıyla gerçekte kendi nefislerine zulmediyorlardı. Ne var ki, birincilerin zulüm aracı "nefretleri" iken, diğerlerinin zulüm aracı "sevgileri" idi.
Sonuçta "müjde"nin çizgisini sürdürme görevi ifrat ve tefritleri dolayısıyla sözkonusu iki zümreye de verilmedi. Onların dışında, insanı ve eşyayı hikmetle tanımlayan, Allah'ın aziz kıldığını zelil, zelil kıldığını da aziz etmeye çalışmayan bir inancın mensuplarına, müslümanlara verildi. Emânetin kendilerine verildiği müslümanlar da "gazaba uğrayanlar"ın eğilimine saparak "yahûdileşir" ya da "sapanlar"ın yolunu tâkip ederek "hıristiyanlaşır"sa, elbet onların içerisinden seçilip bu illetlerden korunmuş olan, Kitab'ı okuyan, anlayan, yaşayan ve yaşatan sağlıklı bir zümre sürekli var olacaktı: "İçinizden hayra çağıran, mârufu emredip münkeri yasaklayan bir topluluk bulunsun." (3/Âl-i İmrân, 104). İşte bu âyette vasfedilenler eliyle bu çizgi sürdürülecek, emâneti taşıma görevi onlara verilecekti. Bu çizgiyi sürdüren ve Kur'an'ın "içinizden bulunsun" dediği o seçkiye girebilme, hatta onlar içinden de seçilip öncü olabilme yöntemlerinden biri olan bu "adayış kıssası" Allah'ın ihlâslı kullarına verdiği tarih sırrı idi.
Bu kıssa ve onun Hanne, Eyşâ ve Meryem gibi kadın kahramanları bir imkândır kulluğunun bilincindeki müslüman kadın için; hem de bulunmaz bir imkân! Eğer değerlendirebilirse bu imkânı, hem kendisinin, hem ailesinin, hem de toplumunun kurtuluşuna vesile olacak muazzam bir süreci başlatabilir. Adayanlar ve adananların çok olduğu bir toplumu hiçbir zâlim güç sindiremeyecektir. Ve o toplum mutlu ve özgür insanların toplumu olacaktır.
Ne mutlu Hanne gibi adayanlara! Ne mutlu Meryem gibi adananlara! Ne mutlu Zekeriyyâ (a.s.) gibi bahçıvanlara! Ne mutlu Yahyâ ve İsa (mânevî kurban) (a.s.) gibi kurbanlara! "Yeryüzünde bulunan her şey yok olacak, yalnız celâl ve ikram sahibi Rabbinin yüzü (rızâsı) bâki kalacaktır." (55/Rahmân, 26-27) (4)
İmtihanların Büyüğü, İnsanların Büyüklerinedir:
Hz. Peygamber’in imtihanların hemen her çeşidinden geçtiği gibi, onurlu insanlar için en büyük imtihan olan nâmusla ilgili iftirâ gibi sınavların en çetininden de geçmiştir. Hz. Yûsuf için de böyle bir imtihan sözkonusuydu. Aynı zor sınavı Hz. Meryem de başarıyla verdi. Allah nazarında insanın büyüklüğü oranında imtihanın azameti de büyür; sünnetullah budur:
“Sevabın çokluğu, belânın büyüklüğüyle beraberdir. Allah, bir toplumu sevdiği zaman şüphesiz onları (sıkıntı, musibet ve belâlarla) imtihan eder. Artık kim bir (imtihan edildiği belâ ve musibetlere) rızâ gösterirse, Allah’ın rızâsı (ve sevabı) o kimseyedir. Kim de (imtihan edildiği belâ ve musibetlere) öfkelenir (ilâhî hükme rızâ göstermez) ise, Allah’ın gazabı (ve azâbı) o kimseyedir.” (İbn Mâce, Fiten 23, hadis no: 4034)
“Mü’min kişinin benzeri, bir sap üzerinde biten taze ekin gibidir. Rüzgâr, ona hangi taraftan gelirse, onu eğer de yaprağı diğer tarafa döner, meyleder (fakat o, yıkılmaz). Rüzgâr sakinleştiğinde yine doğrulur. İşte mü’min kişi de böyledir. O da, belâ sebebiyle eğilir (fakat yıkılmaz). Haktan yüz çeviren kâfir kişinin benzeri ise, sert ve dimdik duran çam ve dağ servisi gibidir. Nihayet Allah onu, dilediği zaman (bir seferde) kırar, devirir.” (Buhâri, Tevhid 32, hadis no: 92, Mardâ ve’t-Tıb 1, hadis no: 3, 4; Müslim, Sıfatu’l-Münâfikun 14, hadis no: 58-62; Dârimî, Rikak 36, hadis no: 2752)
Sahabelerden Sa’d rivayet ediyor: Dedim ki: ‘Ya Rasûlallah, insanların belâsı/imtihanı en çetin olanı kimdir? Buyurdu ki: “Peygamberler ve sonra da derece derece mü’minlerdir. Kişi, dini oranında belâ görür/imtihan edilir. Dini kuvvetli ve sağlam ise belâsı ağır olur. Dininde zayıflık söz konusu ise, dini kadar belâ görür/imtihana tâbi tutulur. Belâ insanın yakasına öylesine yapışır ki, günahsız gezene kadar peşini bırakmaz.” (Tirmizî, c. 7, s. 78-79; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, c. 1, s. 136; Ahmed bin Hanbel)
“İnsanların belâ/imtihan yönünden en şiddetlisi, en çok belâya mübtelâ olanları peygamberlerdir, sonra sâlihler, sonra da derece derece iyi hal sahibi diğer mü’minlerdir.” (Dârimî, c. 2, s. 320; Sabuni, Muhtasaru Tefsir-i İbn Kesir, III/28; Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr c. 1, s. 136; Keşfü’l-Hafâ, I/144)
“Mü’minin kendini aşağılaması doğru değildir.” Denildi ki: ‘Mü’min kendini nasıl hakir düşürür (aşağılar)?’ Buyurdu ki: “Gücünün yetmediği belâya/imtihana hedef olur.” (Tirmizî; et-Tâc, c. 5, s. 308)
“Cennet zorluklarla; Cehennem ise aşırı arzularla çevrilmiştir.” (Müslim, Cennet 1, Hadis no: 2822, 4/2174; Dârimî, Rikak 117, Hadis no: 2846, 2/245; Tirmizî, Cennet 21, Hadis no: 2559, 5/693; Ahmed b. Hanbel, 2/260, 333, 354, 380, 3/153, 254, 284)
Habbâb İbnu'l-Eret (r.a.) anlatıyor: "Rasulullah (s.a.s.) Kâbe'nin gölgesinde bir bürdeye yaslanmış otururken, gelip (müşriklerin yaptıklarından) şikâyette bulunduk: "Bize yardım etmiyor musun, bize duâ etmiyor musun?" dedik. Şu cevabı verdi: "Sizden önce öyleleri vardı ki, kişi yakalanıyor, onun için hazırlanan çukura konuyor, sonra getirilen bir testere ile başının ortasından ikiye bölünüyordu. Bazısı vardı, demir taraklarla taranıyor, vücudunda sadece et ve kemik kalıyordu. Bu yapılanlar onları dininden çeviremiyordu. Allah'a kasem olsun Allah bu dini tamamlayacaktır. Öyle ki, bir yolcu devesine bindimi San'a'dan kalkıp Hadramût'e kadar gidecek, Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayacak, koyunu için de sadece kurttan korkacak. Ancak siz acele ediyorsunuz." (S. Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 29, Menâkıb 25, İkrâh 1; Ebû Dâvud, Cihad 107, hadis no: 2649; Nesâî, Zînet 98, 8/204; K. Sitte, 9/548)
Peygamberlerin Denenmesi: Sahabelerden Sa’d rivayet ediyor: Dedim ki: ‘Ya Rasulallah, insanların belâsı/imtihanı en çetin olanı kimdir? Buyurdu ki: “Peygamberler ve sonra da derece derece mü’minlerdir. Kişi, dini oranında belâ görür/imtihan edilir...” (Tirmizî, c. 7, s. 78-79; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, c. 1, s. 136; Ahmed bin Hanbel). İnsanlar arasında en fazla belâya/denemeye peygamberler uğratıldılar. Allah yolunda hiç kimsenin dayanamayacağı eziyet ve sıkıntılarla karşılaştılar. Azgın düşmanlarla, anlamaz ve inatçı topluluklarla, hasetçi kişilerle yıllarca uğraşmak zorunda kaldılar. Onlar bu denemeleri başararak daha büyük makamlara ulaştılar.
Rabbimiz bazen sevdiği toplulukları da benzer denemelere tâbi tutar. Hz. Mûsâ ve kavmi (İsrâiloğulları); Firavun'un baskı ve zulmüyle denenmişti. Firavun, zulmünü, baskısını ve sömürüsünü onların erkeklerini ve çocuklarını öldürmeye kadar götürmüştü. Şüphesiz bu ve Hz. Mûsâ’nın onu tanrılık dâvâsından ve bu zulümlerden vazgeçirme mücâdelesi bir deneme idi (7/A'râf, 141; 14/İbrahim, 6).
Allah (c.c.) Hz. İbrahim’i de birtakım kelimelerle denemişti. “Hani Rabbi, İbrahim’i birtakım denemelerden geçirmişti. O da bunları tam olarak yerine getirmişti. (O zaman Allah İbrahim’e:) ‘Seni şüphesiz insanlara imam (önder, kılavuz, nur) kılacağım’ demişti. (İbrahim); ‘Ya soyumdan olanlar?’ deyince (Allah:) ‘Zâlimler benim ahdime erişemezler’ demişti.” (2/Bakara, 124) Bilindiği gibi İbrahim (a.s.) ateşe atılmak, oğlunu kurban etmek, Kâbe’yi inşâ etmek gibi sınamalardan geçirilmişti.
Süleyman (a.s.) kuşların mantığını (konuşmalarını) anlayabiliyor, cinleri, şeytanları ve rüzgârı emrinin altına alabiliyordu. Çok büyük bir mülkü ve dünyalık gücü vardı. Allah (c.c.) bütün bu nimetlerle onu denemişti. O da, bu nimetlere karşı aynen şöyle demişti: “... Rabbim! Bana, ana ve babama verdiğin nimete sükretmemi ve râzı olacağın salih amelde bulunmamı bana ilham et ve beni rahmetinle sâlih kullarının arasına kat.” (27/Neml,19) Kur’an, bir başka âyette, yine deneme anlamına gelen ‘fitne’ kelimesini kullanarak Hz. Süleyman’ın denendiğini ve tahtının üzerine bir ceset bırakıldığını söylüyor (38/Sâd, 34). Süleyman (a.s.) kendisine verilen nimetlerin tümüyle sınav olduğu şuurundadır ve bu bilinç, örnek olarak gösterilmektedir: “... Bu, dedi, şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (verdiği) lutfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnîdir, çok kerem sahibidir.” (27/Neml, 40)
Tüm İnsanların ve Mü’minlerin Sınanması: Allah (c.c.) bütün müslümanları, onların arasında kendi yolunda sabırla cihad edenleri (kendi yolunda çalışıp-gayret edenleri) bilip ortaya çıkarıncaya kadar onları denemeye tâbi tutacaktır (47/Muhammed, 31). Allah yolunda çalışmanın, yalnızca kuru bir iddia ile değil; bizzat pratik faâliyetlerle ortaya konması gerekir.
Mü’minler bazen zorluklar, felâket, çile ve sıkıntılarla karşılaşırlar. Vahye inanmayan-lardan incitici sözler işitirler. Bazen hakları ellerinden alınır, bazen alay edilirler. Kimi zaman ambargoya uğratılırlar, kendilerine önem verilmez, hatta işkenceye uğradıkları olur. Malları, rahatları ve hatta canları bile gidebilir. Bütün bunlar onlar için şer gibidir. Bazen de Allah (c.c.) müminlere hayır yönünden nice şeyler nasib eder; Onlara dünyalıklar, imkânlar, rahatlık ve zaferler verebilir. Bütün bunların sebebi ‘belâ’ dır, yani denemedir (21/Enbiyâ, 35).
Allah (c.c.)’ın insanlar ve toplumlar için birtakım yasaklar ve sınırlar koyması, bazı hükümleri bildirmesi de bir imtihandır. Bakalım kim bu hükümlere uyacak? Kim bu yasakları çiğnemeyecek? (7/A’râf, 163). Yeryüzünde süs ve geçimlik olarak yaratılan her şeyin yaratılış sebebi; hangi insanın daha güzel amel işleyeceğini, daha güzel davranışta bulunacağını denemek içindir (18/Kehf, 7).
Allah (c.c.), Hz. Muhammed’e (s.a.s.) Kur’an’ı hak olarak indirdi. Bundan dolayı O ve O’nun ümmeti insanlar arasında Allah’ın indirdiği ile hükmetmek durumundadırlar. Bunu yaparken haktan sapanların hevâlarına, istek ve tutkularına uymazlar. Allah (c.c.) dileseydi insanlar aynı dine inanan tek bir ümmet olurlardı. İslâm'dan başka din olmazdı. Ancak Allah (c.c.), insanlara gönderdiği peygamberlerle ve ilâhî hükümlerle onları denemek istemektedir (5/Mâide, 48).
İnsanlar arasında yetenek, bilgi, mal ve makam yönünden var olan farklılıkların sebebi de yine ilâhî sınavın bir gereğidir. Allah (c.c.) insanlara verdiği bu gibi özelliklerle onları denemektedir (6/En’âm, I65).
İnsanlara emanet olarak verilen mallar ve canlar da birer deneme aracıdır. İnsan malı nerede kazanıp nereye harcamaktadır? Yine kendisine emanet edilen nimetleri ne yapmakta, hayatı neyin uğrunda ve nasıl geçirmektedir? (3/Âl-i Imran, 186). Karmaşık bir sudan yaratılan insan Allah (c.c.) tarafından devamlı denenmektedir. Hayata gelişin amacı da budur (76/İnsan, 2).
Kur’an, nimet verilerek denemeye tabi tutulan nankör insanın yanlış tutumunu şu şekilde sergiliyor: “Fakat insan, ne zaman onun Rabbi kendisini bir denemeden geçirse, ona bir ikramda bulunsa, onu nimetlere koysa; ‘Rabbim bana ikramda bulundu’ der. Ama ne zaman onu deneyerek, rızkını kıssa, hemen der ki: ‘Rabbim bana ihânette bulundu.” (89/Fecr, 15-16).
Mü'minlerin günlük normal ibadet, tâat ve amelleri yanında, zaman zaman ağır sıkıntı ve musibetlerle karşılaştıkları olur. Bu yeni durumlar ve olaylar karşısında onun etkisi ve tepkisi ölçülür, sabır ve tahammül gücü, kin, intikam, haset ve gurur duyguları eğitilir. Mal, mülk, para, kadın, çocuk, kazalar, hastalıklar, yangın, sel, zelzele ve tabiî âfetler, insanoğlunun denenip sabrettiği ve sonucu Allah'a havale ederek ağırbaşlılıkla kabullendiği takdirde mânevî dereceler kazandığı başlıca imtihan konularıdır. Ancak kimi zaman bu sıkıntı ve felâketler dünyada yapılan haksızlık, zulüm ve azgınlıklar yüzünden ilâhî bir ceza olarak da ortaya çıkabilir.
Mü’min insan, nimetin azlığının, veya çokluğunun bir deneme olduğunun şuurundadır. Bu yüzden nimet bol olduğu zaman şımarmaz, malı ile kibirlenip yoldan çıkmaz. Ni’met az olduğu zaman da Allah’a şikâyette bulunmaz. O nankör değil, şükredici olmaya çalışır. Bilir ki, geçici olan dünya hayatı bir imtihan yurdudur. Bu hayatının devamını sağlayan her şey de bir sınama/imtihan aracıdır. Bu sınavın hikmetini anlayanlar ve gereğini yapanlar kazanacaklardır.
Müslümanlar için sadace iman etmek yeterli değildir. İmanın kökleşmesi ve sağlamlaşması için mü’minler çeşitli denemelerden geçirilirler. (29/Ankebût, 2-3) Allah (c.c.) müslümanları, içlerinde kim kendi yolunda cihad ediyor, bu yolda kim sabrediyor ortaya çıksın diye onları dener. (47/Muhammed, 31; Benzerleri için bkz. 8/Enfâl, 17; 3/Âl-i İmran, 152, 154; 33/Ahzâb, 11)
Hz. Musa, kendisi Tûr dağında iken kavminin altın buzağıya tapması üzerine onların içerisinden Allah’tan af dilemek üzere yetmiş kişi seçmişti. Onlarda gördüğü tereddüt üzerine Allah’a dua etti ve bu olayın kendileri hakkında bir imtihan (deneme) olduğunu söyledi (7/A’râf, 154-156). Ayrıca inkâr edenlerin müslümanlara karşı tavırları bir fitnedir. Böylece müslümanların İslâm’a bağlılıkları denenmiş olur (25/Furkan, 207; 60/Mümtehine, 5).
Mü’minlere yapılan bu azap ve işkence onları dinlerinden döndürmeye yöneliktir. Mü’min böyle bir azapla imtihan edilebilir. Tıpkı madenin kazanda kaynatılıp iyisinin kötüsünden ayırt edilmesi gibi, mü’min de dünyada eziyetlerle karşı karşıya getirilir. Böylece samimi müslümanla gevşek müslüman ortaya çıkar. Bu konuda Kur’an şöyle buyurmaktadır: “İnsanlardan öylesi vardır ki, ‘Allah’a iman ettik’ der; fakat Allah uğruna eziyet gördüğü zaman, insanların (kendisine yönelttikleri işkence ve) fitnesini Allah’ın azabıyla bir tutar. Ama Rabbinden ‘bir yardım ve zafer’ gelirse, andolsun; ‘biz gerçekten sizlerle birlikteydik’ demektedirler. Oysa Allah, âlemlerin sinelerinde olanı daha iyi bilen değil midir?” (29/Ankebût, 10)
Allah’ın azabı şüphesiz insanlardan gelecek fitnelerden daha büyüktür. Mü’minler sürekli bir biçimde bu tür fitnelerle karşılaşacaklar. Bu denemeyi başaranlar, imanlarında samimi olanlar sonsuz mükâfatı kazanacaklar. Kur’an, mü’minlerin bu şekilde denemeye tabi tutulduklarını haber veriyor (29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214).
Hz.
İsa’nın Babasız Doğma MûcizesiHer müslüman, Kur’an’ın açık ifadesine inanarak Hz. İsa’nın babasız doğduğuna inanır. Kur’an, Hz. İsa’nın babasız doğumunu, annesiz ve babasız yaratılan Hz. Âdem’e benzetir: “Allah yanında İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir; Onu topraktan yarattı, sonra ona ‘ol’ dedi, hemen oluverir.” (3/Âl-i İmrân, 59)
Determinizm ve materyalizm 19. asır Avrupa’sında patlak verince tüm mânevî değerlere saldırdı; bu arada Hz. İsa’nın babasız doğuş mûcizesini de inkâr ederek alay konusu haline getirdi. Hatta, biyolojiye koydukları “kendi kendine üreme olmaz” ilkesinde sırf Hz. İsa’ya sataşma amacı gütmüşlerdir. Her konuda olduğu gibi, biyolojide de erken ve eksik bilgilere rağbet ederek böyle yanlış kural ve yargılara varmak ateistlerin âdetidir. Bilimdeki gelişmeler, eski yanlış teorileri çökertmekte, çok kere bilim, kendi putunu kendi devirmektedir. Dün, “babasız çocuk olmaz” diyen bilim adamları, bugün canlıları klonlayarak laboratuar şartlarında canlı kopyalamaya çalışmaktadırlar. Aslında çağımız biyolojisi, bir embriyonun oluşumunu ve gelişimini oldukça iyi ölçülerde tanıyabilmektedir. Bugünkü biyoloji verileri ile şöyle demek daha doğru olur: Asıl mûcize, babasız çocuk doğurmak değil; babalı çocuk doğurmaya mecbur olma olayıdır. Çünkü, ince hikmet nedeniyle annenin yumurta hücresi bir çocuğu tümüyle meydana getirme yeteneğine sahip iken, özellikle yetkisi Allah tarafından elinden alınmıştır. (5)
Hz. İsa’nın babasız doğmasına bazılarının akıllarının ermemesi; bakmasını bilmedikleri, bakış açılarının yanlışlığı sebebine dayanır. Allah’ın yaptıklarıyla kendi yaptıklarını aynı kefeye koyup mukayese etme yanlışlığıdır. Bilinmesi gerekir ki, insanlar için yapılması imkânsız olan şeylere Allah’ın “ol” demesi kâfidir. Aslında babasız meydana gelen sadece Hz. İsa da değildir. Canlılar dünyasında bunun pek çok misalleri vardır. Arılar bunlardan sadece birisidir.
Bilindiği gibi, her kovanda bir ana arı bulunur. Ve hayatında, bir defa çiftleşme uçuşuna çıkar. Bu uçuş sırasında en hızlı erkek arı ile çiftleşir ve ondan aldığı spermalar (erkek üreme hücreleri) bir kese içerisinde depo edilir. Kovana döndükten sonra ana arı yumurtlamaya başlar. Yumurtalar, spermaların bulunduğu kesenin yanından geçerler. Bu esnada bazı yumurtalar spermalar tarafından döllenir. Bazıları ise hiç döllenmeden çıkarlar. İşte döllenen yumurtalardan dişi arılar, sperma ile döllenmeyen yumurtalardan ise erkek arılar meydana gelir. Bu tip üremeye biyolojide “partenogenetik üreme” denilir.
Hz. İsa’nın babasız oluşunu, “aklımız almıyor” diye inkâr edenler, yeryüzünde her yıl milyarlarca babasız erkek arının meydana gelişini hangi akılla ve nasıl açıklayacaktır?
Bir başka örnek de yaprak bitleri (afidler)’dir. İlkbaharda bazı bitkilerin yaprak ve tomurcuklarından özsu emerek yaşayan bu böcekler çiftleşmeksizin (yani babasız olarak) yavrular doğururlar. Bu yavruların tamamı dişidir. Ancak sonbaharda erkeklerle çiftleşen böcekler doğurmayıp yumurtlarlar. Döllenmiş bu yumurtalardan ilkbaharda dişi yavrular çıkar. Erkekler sadece sonbaharda meydana gelir. Su pireleri (dafnialar) de belirli bir mevsimde partenogenetik (yani babasız olarak) üreme gösterirler. Döllenmemiş yumurtalardan yavrular çıkar. Bu örnekleri daha da artırmak mümkündür. Karıncaların, uyuz böceklerinin ve solucanların bazıları da babasız ürerler.
Dikkat edilirse, gerek yaprak bitleri ve gerekse su pirelerinin babasız üremeleri devamlı değildir. Sadece belirli mevsimlerde olur. Yani Cenâb-ı Hak mânen diyor ki: “Üreme kanunumu istersem hikmetime göre değiştirebilirim. Canlıları, babalı olduğu gibi, babasız da yaratabilirim. Sebepler sizi aldatmasın.” Anne ve babamız, dünyaya gelmemizde sadece birer sebeptirler. Bundan başka bir rolleri yoktur. Meselâ, gözlerimizi ve ellerimizi annemiz mi verdi, yoksa babamız mı? Akıl, hâfıza, hayal, sevgi, nefret, şefkat gibi mânevî cihazlarımızı nereden aldık? Tek bir hücreden gelişerek meydana gelen bu vücut yapımızı bir düşünelim. Hangi kudret sahibi bu hârika yapıyı o tek hücreden çıkardı? Madem biz varız; Kendimizi inkâr edemiyoruz ve madem tek bir hücreden yaratılmışız. Böyle bir ilim ve kudret sahibi bizi neden annesiz ve babasız yaratamasın? Zaten anne ve babamızı da yaratan O değil mi?
Dünyada cereyan eden üreme kanunlarının hepsi de erkek ve dişi vasıtasıyla olacak diye bir kural yoktur. Bakteriler birkaç saat içinde neslinin neslini görebilecek kadar hızla ürerler. Fakat ne anne var, ne de baba. Bir bakteri ortadan ikiye bölünüyor ve oluyor iki bakteri. Diğer taraftan ilk insan Hz. Adem’in annesiz ve babasız yaratıldığı gibi, milyonlarca bitki ve hayvan türünün ilk yaratılışının da annesiz ve babasız olduğunu unutmamak gerekir.
Her sebebin, her kanunun bir istisnası bulunabilir. Anne ve baba vasıtasıyla dünyaya gelme kanununun bir istisnası olarak Hz. İsa yaratılmıştır. Bununla insanların imtihanı söz konusudur. Hikmet-i İlâhî böyle istemiştir. Çünkü Hz. İsa, büyük peygamberlerdendir. Peygamberlere Allah tarafından verilen mûcizeler ise zamanlarındaki insanlar hangi hususta ileri iseler, o çeşitten olmuştur. Hz. İsa zamanında tıp ilmi revaçta olduğundan, onun mûcizesi de tıpçıları âciz bırakacak olan babasız yaratılma şeklinde olmuş ve bu, ölüleri diriltme gibi mûcizelerle devam etmiştir. Başta babasız doğum olmak üzere bu mûcizelerle ruhu inkâr eden ve insanı sadece maddî organlardan ve sebep sonuç ilişkilerinden ibaret kabul eden topluma, ruh ve can konusunu düşünmeleri hatırlatılır. Hz. İsa’nın babasız doğuşu, Allah’ın istediğini istediği gibi yaratabileceğini gösterir. Bu olay ile O, bizim sebepleri putlaştırıp sebeplerde boğulmamamızı ihtar ediyor. Allah’ın kendi yarattığı sebeplere uyma zorunluluğunun olmadığını isbat ediyor. Anne ve babanın birer sebep olduğunu, hikmeti gerektirirse insanları ve hatta bütün canlıları annesiz babasız da yaratabileceğini gösteriyor. (6)
Tefsirlerden
İktibaslarHani İmran’ın karısı demişti ki: “Rabbim, doğrusu ben karnımdakini âzad edilmiş olarak Sana adadım; benden kabul et! Şüphesiz Semi’ ve Alîm olan Sensin, yalnız Sen!”
Hani bir zamanlar Meryem’in babası olan İmran’ın karısı Hanne hâmileliğini hissettiğinde demişti ki: “Rabbim, doğrusu ben karnımdaki çocuğu hür olması, Senden başka kimseye ibâdet etmemesi için, Senin mukaddes evinin hizmetine adadım; benden kabul et! Şüphesiz kullarının duâları da dâhil her şeyi işiten ve onların niyetleri de dâhil her şeyi bilen Sensin, yalnız Sen!” (3/Âl-i İmrân, 35)
Zekeriyyâ (a.s.), Hz. Meryem’in teyzesinin kocası (eniştesi) idi. Zira Meryem’in annesi ile Hz. Zekeriyyâ’nın hanımı kardeştiler. Âyette ifâde edildiği gibi Hz. Meryem’in Beyt-i Makdis’te bakımını Zekeriyyâ üzerine almıştı. Meryem’e özel bir oda tahsis etti ki, ona âyette “mihrâb” denilmiştir. Mihrâb, harp ve cihad vâsıtası/yeri demektir. Bir çeşit çile odası anlamını taşır. Hz. Zekeriyyâ, Meryem’in yanına her girişinde çeşit çeşit taze meyveler görürdü. Bunlar o mevsimde o bölgede yetişmeyen meyvelerdi. Onun için sordu. O da: ‘Allah gönderdi’ dedi. Gerçekten onları Allah göndermişti.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Rivâyet olunuyor ki, Hz. İsa'nın ninesi, İmrân'ın karısının ismi Hanne binti Fâzuka (Fâzuka'nın kızı Hanne), Hanne'nin kızkardeşi ve bir rivâyette Meryem'in kızkardeşi İyşâ da Hz. Zekeriyya'nın karısı ve Hz. Yahya'nın annesiymiş. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz: "Yahya ile İsa teyze oğullarıdır." buyurmuştu.
Âyette geçen "muharrer" kelimesi, esasen iyice âzad edilmiş, hâlis, hür bırakılmış demektir ki, ibâdette ihlâs sahibi (samimi) veya mâbed hizmetçisi veya dünyadan âzâde mânâlarıyla tefsir edilmiştir.
"Mihrâb" bilindiği üzere câmi ve mescitlerin ön tarafında imamın duracağı belli yerdir. "Zikr-i cüz, irâde-i kül" (bir kısmın söylenmesiyle, o şeyin tümünü kastetme) yoluyla mescide, aynı şekilde en şerefli, en ileri mevkiye de mihrab denilir. Fakat burada mihrabdan maksat, mescidde merdivenle çıkılan bir mahfel olduğu beyan ediliyor ki, Hz. Meryem, Zekeriyyâ (a.s.) tarafından buraya konulmuş ve burada muhâfaza edilmişti.
İşte ana karnında babasından yetim kalan Hz. Meryem, böyle bir rûhâniyetle doğmuş ve böyle bir mihrabda Allah katından özel nâiliyyet ile yetiştirilmişti.
Âl-i İmrân: İmrân âilesi demektir. Hz. Mûsâ (a.s.) ile kardeşi Hz. Hârun (a.s.)'un babaları İmrân'ın adına nisbet edilen aileye denir. Aynı zamanda Hz. Meryem'in babasının da adının İmrân olmasından dolayı İmrân ailesi denince hangisinin kasdedildiği hakkında iki görüş ortaya çıkmıştır. Âyet-i Kerime'de bu konuda açıklık yoktur. "Allah, Âdem'i, Nuh'u İbrahim ailesini ve İmrân ailesini (Âl-i İmrân'ı) birbirlerinin soyundan olarak âlemlerden üstün kılmıştır. Allah hakkıyla işiten ve her şeyi çok iyi bilendir." (3/Âl-i İmrân, 33-34). Bu âyeti izleyen âyetlerde Hz. Meryem'den söz edildiği için burada kastedilen ailenin Hz. Meryem'in babası İmrân'ın ailesi olduğu kanaati ileri sürülmektedir. Fakat ulû'l-azm peygamberler olan Hz. Âdem, Hz. Nuh ve Hz. İbrahim (a.s.) sayılırken âyette bunlardan hemen sonra Âl-i İmrân'dan söz edildiğine göre burada kastedilenin Hz. Mûsâ ve ailesi olduğu hususunda ikinci bir görüş ileri sürülmektedir ki, genellikle bu görüş tercih edilir. Kur'ân-ı Kerim'in Âl-i İmrân sûresi de adını yukarıda söz konusu ettiğimiz âyette geçen Âlu İmrân tâbirinden almaktadır.
İmran’ın Karısı: Eğer "İmran'ın kadını" ile "İmran'ın karısı" kastediliyorsa, bu, 33. ayette adı geçen İmran'dan başka biri olmalı. Bu durumda büyük dedelerinden sonra Hz. Meryem'in babasının bu adı aldığı sonucuna varılır. Fakat eğer İmran'ın kadını ile İmran ailesinden herhangi bir kadın kastediliyorsa, Hz. Meryem'in annesinin İmran soyundan gelen bir kadın olduğu ortaya çıkar. Bu görüşlerden birini tercih edebilecek sahih bilgiye sahip değiliz. Bazı Hıristiyan kaynaklarında Hz. Meryem'in babasının Iaachim olarak geçmesine rağmen, tarih, Hz. Meryem'in babasının kim olduğunu ve annesinin hangi aileye mensup olduğunu bildirmez. Fakat eğer Hz. Meryem ile Hz. Yahyâ'nın annesi Elisabeth'in kuzen oldukları görüşü doğru kabul edilirse (Luka 1/36), o zaman "İmran'ın kadını", İmran ailesinden bir kadın anlamına gelecektir.
Luka İncili (1/5), Hz. Zekeriyyâ'nın (a.s.) karısı Elisabeth'in "Hârun'un kızlarından" olduğunu, yani İmran'ın kızı veya İmran'ın kadını olduğunu söyler, O halde Harun'un kız kardeşi Miriyam ile bakire Meryem'i birbirine karıştırma gibi bir hata sözkonusu değildir. Çocukları dedelerinin adıyla anmak yaygın bir gelenektir. Bu nedenle açıklamalardan her biri kabul edilmeye değer. Bununla birlikte burada yapılan bu tartışma, yani İmran gerçekten Meryem'in babasının ismi mi, yoksa dedelerinden biri mi tartışması, asıl konu olan Hz. İsa'nın mûcizevî doğumunu açıklamada herhangi bir fark oluşturmaz. (Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/221)
"Onu doğurduğunda –Allah onun ne doğurduğunu elbette en iyi bilendir- dedi ki: “Rabbim, elbette ben onu kız doğurdum.” Erkek kız gibi değildir. “Ona Meryem adını verdim. Doğrusu ben onu da soyunu da kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım!” (3/Âl-i İmrân, 36)
Hanne hâmileyken İmran vefat etti. Hanne karnındaki çocuğu doğurduğunda kız olduğu için Beytu’l-Makdis’e kabul edilmeyeceğini düşündü, üzülerek dedi ki: “Rabbim, ben erkek çocuk doğurmayı arzulayarak bu duâyı yapmıştım, fakat Senin de bildiğin gibi kız çocuğu doğurdum. Erkek kız gibi değildir. Çünkü kız birçok doğal zayıflıklar ve toplumsal kısıtlamalarla sınırlandırılmıştır ve bir din adamı olamaz. Hayız vb. sebeplerden dolayı devamlı Sana ibâdet edemez, erkeklerin arasında devamlı bulunamaz, bulunsa bile ithamlardan kurtulamaz. Ona Allah’a ibâdet eden anlamına gelen Meryem adını verdim. Doğrusu ben onu da soyunu da kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım! Onları ancak Sen koruyabilirsin!” Allah Hanne’nin ihlâsını bildiği için duâsını kabul etti ve şöyle buyurdu: “Erkek kız gibi değildir. Fakat üzülme! Ben onu, erkeğin yapamayacağı bir işi için yarattım. Bu kızın değeri ve görevi büyüktür. Onun görevini ancak Ben bilirim. Senin ne doğuracağını ve doğurduğun kızın ileride ne olacağını elbette en iyi bilen Benim. Çünkü Benim ilmim her şeyi kuşatmıştır.”
Hz. Meryem'in annesi bununla şunu kastetmiştir: "Eğer erkek olsaydı daha iyi olabilirdi; çünkü kadın birçok doğal zayıflıklar ve toplumsal kısıtlamalarla sınırlandırılmıştır ve bir din adamı (priest) olamaz. Bu nedenle benim çocuğumu adadığım amaca bir erkek çocuk daha uygun düşerdi.” (Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/223)
Hz. Meryem'e Verilen İkrâm: “Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyyâ’yı da ona kefil kıldı. Zekeriyyâ onun yanına, mihraba her girdiğinde onun yanında bir rızık buluyordu. Dedi ki: “Ey Meryem! Bu sana nereden?” Dedi ki: “O Allah katındandır. Şüphesiz ki Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır!”
Bunun üzerine Rabbi Meryem’i râzı olduğu şekilde annesinden kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi, iyi bir şekilde en güzel ahlâk üzere eğiterek yetiştirdi. Sütten kesildikten sonra eniştesi Zekeriyyâ Peygamber’i de onu iyi bir ahlâk ve ilimle eğitmekle görevlendirdi. Zekeriyyâ, mihrab adı verilen mâbedin ön kısmında bulunan odacığa her girdiğinde, Meryem’in yanında yazın kış meyvelerini, kışın da yaz meyvelerini buluyordu. Zekeriyyâ dedi ki: “Ey Meryem! Bu meyveler sana nereden geldi?” Meryem dedi ki: “O Allah katındandır. Allah’ın ikramıdır. Şüphesiz ki Allah dilediği kimseye, haketmese bile hiçbir karşılık beklemeksizin ve sıkıntıya düşmeksizin hesapsız rızık verir.” Allah’ın veli kullarına katında bir ikram olarak verdiği olağan üstü şeylere kerâmet denir. Kerâmet haktır. Fakat dinde delil kaynağı değildir.
Bu Olay Ne Zaman Oldu? Bu olay, Hz. Meryem rüşde erdiğinde ve gece gündüz Allah'a ibâdetle meşgul olduğu Mâbed'e (Kudüs) kabul edildiğinde meydana gelmiştir. (Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/223)
Meryem’e Kefil Olan Zekeriyyâ: Meryem’in koruyuculuğunu üstlenen Hz. Zekeriyyâ (a.s.) büyük bir ihtimalle Hz. Meryem'in teyzesinin kocası idi ve Mâbed'in koruyucularından biri idi. O, Eski Ahid'e göre öldürülen Zekeriyyâ Peygamber'le (a.s.) aynı kişi değildir. (Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/223)
Meryem’in kaldığı Mihrab: Arapça bir kelime olan "mihrab", câmilerde imam için hazırlanan bir makam (ibadet edilen oyuk bir yer) anlamına gelir. Fakat burada bu kelime, manastırları ve kiliseleri birbirine bağlayan ve yerden biraz yüksek olarak inşa edilen hücreler için kullanılmıştır. Bu yerler, ibâdet edilen yerlerin koruyucuları olan ve kendini zâhidçe ibâdete veren kimseler için hazırlanmıştır. Hz. Meryem de bu hücrelerden birinde kendini ibâdete veriyordu. (Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/223)
Ömer Tellio
İbrahim Çelik, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 144-145
Mustafa
İslamoğlu, Adayış Risâlesi, s. 13-118A.g.e. s. 119-141
Halûk Nurbaki, Kur’an’dan Âyetler ve
İlmî Gerçekler, s. 332A. Tatl
ı, M. Dikmen, (İ. Arıcıoğlu) Merak Ettiklerimiz, s. 48-50
Hz. Meryem Konusu İle İlgili Âyet-i Kerimeler
Meryem
Hz. Meryem’le
İlgili Âyet-i Kerimeler:Hz. Meryem’in, Do
ğmadan Önce Annesi Tarafından Beyt-i Makdis’e Adanması: 3/Âl-i İmrân, 35-37.Hz. Meryem’in,
İbâdet İçin İnzivâya Çekilmesi: 19/Meryem, 16.Hz. Meryem’in Allah’a Teslimiyeti: 66/Tahrîm, 12.
Hz. Meryem’e Zekeriyya (a.s.)’n
ın Bakması: 3/Âl-i İmrân, 37, 44.Hz. Meryem’in Kerâmetleri: 3/Âl-i
İmrân, 37; 19/Meryem, 23-26.Hz. Meryem’in, Kad
ınlar Üzerine Seçilmiş Olması: 3/Âl-i İmrân, 42-43Hz. Meryem’in, Hz.
İsa’yı Babası Doğurması: 3/Âl-i İmrân, 45, 47, 59; 19/Meryem, 17-23; 21/Enbiyâ, 91; 23/Mü’minûn, 50.Hz. Meryem’e Yahûdilerin
İftirası: 4/Nisâ, 156-157; 19/Meryem, 27-34.Hz. Meryem’e Rûhun (Cebrâil’in) Gelmesi: 19/Meryem, 17-22.
Hz. Meryem, Sâd
ık Bir Kadındır: 5/Mâide, 75.Nâmuslu Kad
ınlara Hz. Meryem Misal Getirildi: 66/Tahrîm, 12.İmrân Âilesi: 3/Âl-i İmrân, 33-35.
C- Meryem o
ğlu İsa (a.s.) ile İlgili Âyet-i Kerimeler:a- Hz.
İsa Babasız Doğmuştur: 3/Âl-i İmrân, 45, 47, 59; 19/Meryem, 17-23; 21/Enbiyâ, 91; 23/Mü’minûn,50.
b- Hz.
İsa Babasız Doğmuştur: 3/Âl-i İmrân, 45, 47, 59; 19/Meryem, 17-23; 21/Enbiyâ, 91; 23/Mü’minûn, 50.c- Hz.
İsa Allah’ın Peygamberi ve Kelimesidir: 4/Nisâ, 163, 171; 5/Mâide, 75; 6/En’âm, 85; 57/Hadîd, 27d- Hz.
İsa, Allah Tarafından Bir Ruh ve Kuldur: 4/Nisâ, 171-172.e- Hz.
İsa’ya İncil Verilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48; 5/Mâide, 46; 57/Hadîd, 27.f- Hz.
İsa, Tevrat’ın Tasdikçisidir: 5/Mâide, 46.g- Allah’
ın Selâmeti Hz. İsa’nın Üzerinedir: 19/Meryem, 33.h- Hz.
İsa, İsrâiloğullarına Gönderilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48-49.i- Hz.
İsa’nın Ümmetine Dâveti: 3/Âl-i İmrân, 50-52; 5/Mâide, 112-113, 116-117; 19/Meryem, 36; 43/Zuhruf, 63-65; 61/Saf, 6, 14.j- Hz.
İsa’nın Mûcizeleri: 2/Bakara, 87, 253; 3/Âl-i İmrân, 46, 49; 5/Mâide, 109-115; 19/Meryem, 27-34, 36.k- Hz.
İsa’nın Havârileri: 3/Âl-i İmrân, 52-53; 5/Mâide, 111-112; 61/Saf, 14.l- Hz.
İsa’yı Yahûdilerin Öldürme Teşebbüsleri: 3/Âl-i İmrân, 54-55; 4/Nisâ, 157; 5/Mâide, 110.m- Hz.
İsa, Asılmamış, Öldürülmemiş; Yükseltilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 54-55; 4/Nisâ, 157-158.n- Hz.
İsa’nın Kıyamet İçin Bir Bilgi (Alâmet) dir: 43/Zuhruf, 61.o- Hz.
İsa’yı Yahûdiler Öldürdüklerini Söyler: 4/Nisâ, 156-157, 159.p- K
ıyâmet Gününde Hz. İsa ve Ümmeti: 5/Mâide, 109-119.Hz.
İsa’nın Elçilerinin Onun Adına Antakya Halkını Hakka Dâveti: 36/Yâsin, 13-27.Hz.
İsa’nın, Ümmetinin Affını İstemesi: 5/Mâide, 118.Mü
şriklerin, Hz. İsa Hakkında Peygamberimiz’le Tartışıp Çekişmeleri: 43/Zuhruf, 57-62.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
Kur'an'a Göre Hz. Meryem, Ali
İhsan Yitik, D.İ.B. Y.İslâm’ın Kutsal Meryem’i, Peygamber mi, Evliya mı?Aliah Schl
eifer, Gelenek Y.Hz.
İsa ve Hz. Meryem, Mustafa Necati Bursalı, Şelâle Y.Aday
ış Risâlesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Ömer Tellioğlu, Şamil Y. c. 4, s. 141-144; İbrahim Çelik, 144-145
Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ate
ş, KUBA Y. c. 13, s. 232-242Merak Ettiklerimiz, A. Tatl
ı, M. Dikmen, Cihan Y. 48-50İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y. s. 76-84
Kur’an’da Ulûhiyet, Suad Y
ıldırım, Kayıhan Y. s. 17-22; 354-358Fetvâlar, Mevdûdi, Nehir Y. c. 3, s. 42-43; 150-152
Lem’alar, s. 112;
Şualar, Said Nursi, s. 459-471El-Mesîh fi’l-Kur’an ve’t-Tevrat ve’l-
İncil, Abdülkerim Hatîb, Beyrut, 1976Kur’an-
ı Kerim’de Yahudiler ve Hıristiyanlar (K.K’de Ehl-i Kitab), M. Fatih Kesler, T. D. V. Y.Kur'an-
ı Kerim, Hıristiyanlık ve Yahudilik Hakkında Ne Diyor? İbrahim H. Kurt, T.D.V. Y.Kur’ân-
ı Kerim ve Garp Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Ziya Kazıcı, Bahar Y.Kur’an’da Ehl-i Kitab, Veli Ulutürk,
İnsan Y.Ehl-i Kitap ve
İslâm, Remzi Kaya, Altınkalem Y.Kitab-
ı Mukaddes, Kur'an ve Bilim, Maurice Bucaille, çev. Suat Yıldırım, T.Ö.V. Y.Genel Hatlar
ıyla Dinler Tarihi, Osman Cilacı, Mimoza Y.Dört
İncil, Farklılıkları ve Çelişkileri, Şaban Kuzgun, Şahsî Y.Hristiyan Kaynaklar
ına Göre Hristiyanlık, Mehmet Aydın, T. Diyanet Vakfı Y.Hristiyanl
ık Üzerine Konferanslar, Muhammed Ebu Zehre, Fikir Y.Kitab-
ı Mukaddes Allah Sözü müdür? A. Deedat, İnkılâb Y.Mevcut Kaynaklara Göre Hristiyanl
ık, Suat Yıldırım, Işık Y. / D. İ. B. Y.Kitab-
ı Mukaddes/Eski ve Yeni Ahit, Türkçe Çeviri, Kitab-ı Mukaddes Şirketi Y.Onun
İzinde; Hıristiyanlık ve Laiklik Tarihi, G. Barker, Şahsi Y./Müjde Y.Barnabas
İncili, Kültür Basın Yayın BirliğiBarnaba
İncili Araştırmalar, Muhammed Ali Kutub, Tekin Kitabevi Y.Barnaba
İncili, Abdurrahman Aygün, Tekin Y.İslâm-Hristiyan Diyalogu ve İslâm’ın Zaferi, Ali Arslan Aydın, Kültür Basın Y. Birliği Y.
İslâm ve Hıristiyan Kaynaklarına Göre İsa (a.s.), Mehmet Eminoğlu, Hizmet Kitabevi Y.
Bir
İslâm Peygamberi Hz. İsa, Muhammed Ataurrahim, İnsan Y.İnsanoğlu İsa, Halil Cibran, Anahtar Kit. Y.
Hz.
İsa Gelecek, Harun Yahya, Vural Y.Üç
İsa, Aytunç Altındal, Anahtar Y.Hz.
İsa’nın Ref’i Hakkında, Mahmud Şeltut, Haksöz, 20 (Kasım 92)İsa’nın Ref’i, Mahmut Şeltut, A.Ü.İ.F. Dergisi, Ankara, 1978, s. 319-324
Peygamberler, Safvet Senih, Nil A.
Ş. Y.Peygamberler Ayd
ınların Önderleri, Abdülkerim Süruş, Kıyam Y.Peygamberler Tarihi, M. Âs
ım Köksal, T. Diyanet Vakfı Y.Peygamberler Tarihi,
İlhami Ulaş, Osmanlı Y.Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ate
ş, Nesil Basım YayıynPeygamberler Tarihi, Mustafa Necati Bursal
ı, Ölçü Y.Peygamberler Tarihi, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
Peygamberler Tarihi, 1, 2, 3, Ahmet Lütfi Kazanc
ı, Nil A. Ş.Peygamberler Tarihi, Ahmet Behçet, Uysal Kitabevi Y.
Peygamberlerden K
ıssalar, Muhammed el-Habeş, İklim Y.Peygamberlerin Hayat
ı, Seyyid Kutub, Ravza Y.Peygamberlerin Hayat
ı, S. Kutub-Abdülkadir Cûde es-Sahhar, İslamoğlu Y.Peygamberlerin Hayat
ı, Ebu'l Hasan en-Nedvî, Risale Y.Peygamberlerin K
ıssaları, Ebu'l Hasan en-Nedvî, Arslan Y.Peygamberlerin Mucizeleri, H.
İbrahim Acıpayamlı, Tuğra Y.Peygamberlik ve Peygamberler, Muhammed Ali Sâbûni, Kültür Bas
ın Yayın Birliği Y.Kur'an-
ı Kerim'e Göre Peygam. ve Tevhid Mücadelesi, 1, 2, 3, M. Solmaz, İ. L. Çakan, Nesil/Ensar Y.Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamberin Hayat
ı, Mevdudi, Pınar Y. s. 305-308Peygamberler Tarihi, Çekirdek Y. Ferhat Koç, s. 16-20
Kur'an'da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara, Gonca Y.
Kur'an'
ın Tanıttığı Peygamberler, A. Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.Âyetler I
şığında Peygamberler Tarihi, Muhammed Ali Sâbûnî, Ahsen Y.İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, Abdullah Aydemir, T.D.V. Y.
Kur'ân-
ı Kerim Işığında Nebîler Silsilesi, Osman Nuri Topbaş, Erkam Y.K
ısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, Ahmed Cevdet Paşa, Akit Y.Tefsirde
İsrâiliyyât, Abdullah Aydemir, D.İ.B. Y.Kur'an K
ıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.Kur'an K
ıssaları Üzerine, İdris Şengül, Işık Y.Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber'in Hayat
ı, Mevdudi, Pınar Y.Kuram ve Eylem, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y.