&# 6/En’âm, 74; Kavrram, 178

 

P U T  V E  P U T A  T A P M A

 

Put; Anlam ve Mâhiyeti

İlâh Nedir; Putlaştırıp İlâhlaştırma Nasıl Olmaktadır?

Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilen Bâtıl Tanrı Anlayışları

Kur’ân-ı Kerim’de Put Kavramı ve Puta Tapma

Hadis-i Şeriflerde Put Kavramı ve Puta Tapma

Tevhid Penceresinden Günümüz ve İnsanımız

Tevhidin ve Putçuluğun Amelle İlişkisi

Muvahhid; Tüm Putları Her Şekilde Reddeden Mü’min

Endâd; Bir Şeyi Allah’a Denk Tutma ve Putlaştırılan Sevgi

Şirk; Putlaştırmanın Genel Adı

Şirkin ve Putperestliğin Çağdaş Yansımaları

Şirkin Sebepleri

Şirkin Çeşitleri

Şirk ve Putlaştırma İçin Bazı Örnekler

Ef’âl-i Küfür; İnsanı Küfre Düşüren, Puta Tapma Sayılan Davranışlar

Her Çeşit Putperestliğin ve Şirkin Zararları

Tasvîr (Putlaştırılan Heykel ve Resim); Putçuluğun Genel Görüntüsü; Heykel ve Resim

Tasvîrin (Resim ve Heykelin) İtikad, Fıkıh ve Sanat Açısından Hükmü

Atalar Kültü; Sosyal Çevre ve Geleneğin Putlaştırılması

Taklit ve Taklitçilik

Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakkın Dini

Çağdaş Bir Putlaştırma Örneği; Atatürk'e Tanrı veya Peygamber Diyenler

Hevânın Putlaştırılması

Allah'tan Başkasına İbâdet

Putlara, Heykellere İbâdet

ğuta İbâdet/Tapınma

Bilginleri ve Din Adamlarını Putlaştırma; Onlara İbâdet

Şeytana ve Cinlere İbâdet

Sanatın Putlaştırılması

Gök Cisimlerinin Putlaştırılıp Bâtıl Tanrı Kabul Edilmesi

Günümüz ve Arzın Kutsallaştırılıp Putlaştırılması

Müneccimlik ve Falcılık; Gayb Bilme İddiâsı ve Yıldızları Putlaştırma

Bilimin putlaştırılması

Hayvanlara Tapma ve Bunun Menşei

Yahûdilerin İneği Kutsallaştırması ve Buzağıyı Tanrılaştırması

Kutsallaştırılıp Tanrılaştırılan Hayvanlar

Eski Türkler’de Hayvanlarla İlgili İnançlar

Arabistan Câhiliyyesinde Hayvanlarla İlgili İnançlar

Günümüzde Hayvanları Kutsallaştırma

Günümüzde Sığıra Tapma

Küfrün Şiarları/Sembolleri, Bâtıl Dinlerin Kutsalları; Heykel, Giyim...

Haç (Salîb); Hıristiyanlığın Şiarı/Simgesi

Mâbed/Tapınak

Putlara ve Putperestlere Karşı İbrâhimî Tavır

Put Kıran İbrâhim (a.s.)

Putları Kırmak

Put ve Putperestlikle İlgili Kavramlar ve Anlamları

 

 

 

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

 

وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ لِأَبِيهِ آزَرَ أَتَتَّخِذُ أَصْنَامًا آلِهَةً إِنِّي أَرَاكَ وَقَوْمَكَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ

 

“İbrâhim, babası Âzer’e: ‘Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum’ demişti.” (6/En’âm, 74)

 

 

Put; Anlam ve Mâhiyeti

Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan bir takım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevkederse, yerine göre makam, para, kadın veya insanlar için değerli herhangi bir şey insanlar için put olabilir.

Kur’ân-ı Kerim’in açıkladığı şirk çeşitlerinden birisi de putlara İbâdet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber, genel olarak iki kısımda mütâlea edilebilir:

1- İnsan, hayvan, kuş veya bunların karışımı bir şeklin; ağaç, taş ve madenden yapılarak tapınılması biçiminde ortaya çıkan ilkel putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı verilir.

2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü daha moderndir. Sanem veya vesen dediğimiz ilk maddedeki putlar, tapanların nazarında tabiat üstü yüce bir gücü ve kuvveti temsil ettikleri için putperestler, bu güç ve kuvvetin tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her putun veya putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsanesi, tahrif edilmiş tarihsel bir mitleştirmesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu, düşmandan kurtuluşu, bereketi vs. yi temsil eder.

İslâm tarihçilerinin kaydettiklerine göre, putperestlik, İslâm’dan önce Arap yarımadasında oldukça yaygındı. Denilebilir ki, Arabistan’da putçuluğun bütün çeşitleri olmakla beraber, daha çok birinci maddede belirtilen putperestlik yaygındı. Kâbe’nin, putperestliğin sergilendiği bir yer olarak gerçek amacından saptırıldığını görüyoruz. Peygamberimiz (s.a.s.) Mekke’yi fethettiği zaman Kâbe’ye girmiş ve orada Peygamberlerin resimlerinin bulunduğunu görünce, bunların ortadan kaldırılmasını emretmişti. Ayrıca Kâbe’de herbiri farklı kabile ve şahıslara ait olan ve değişik şeyleri temsil eden 360 putu görünce, onların da kırılmasını emretmişti.

Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara tapınmanın kötülüğünü en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim âyetleri, insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini ve putları, heykellerin de yaratıcı değil; yaratık olduğu düşüncesini aşılama sadedinde deliller sunar. “Siz, elinizle yonttuklarınız (putlar)a mı tapıyorsunuz? Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı Allah’tır.” (37/Sâffât, 95-96)

Put, sadece Arapların câhiliyye döneminde taptıkları basit ve alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrâhim döneminde olduğu gibi muhtelif câhiliyye sistemlerinde tapınılan tahtadan, taştan, tunçtan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibaret değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri Allah'a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz. Yalnızca bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve Kur’an’daki şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak, oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamış olmayız. Oysa Kur’an’a göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir. Bu putları, hayatın amacı kılmak da Allah'a şirk koşmak olarak nitelendirilmiştir. İnsanları kendilerine faydası dokunmayan ağaç, taş, maden vs. şeylere İbâdete sevk eden sebepler nelerdir? İnsanlar niçin putlara taparlar? Göz göre göre bu cansız şeylere neden tâzimde bulunulmuş ve bulunulagelmektedir?

Putlara Tapınmanın Sebepleri: Kur’an, putlara tapınma sebepleri konusunda şunları sayar:

1- Şefaat düşüncesi ve Allah'a bu aracılarla güya yakın olma arzusu: Kur’an, putçuların bu bahanelerini, yapay kılıflarını geçerli bir neden kabul etmez ve putperestliği bırakmaları için insanlara en keskin ve sert dili kullanır. (Bkz. 39/Zümer, 3, 44; 10/Yûnus, 18; 17/İsrâ, 56-57; 43/Zuhruf, 86; 30/Rûm, 13)

2- Aşırı ta’zim: Kur’an’a göre bir varlığa aşırı saygı gösterme, onu yüceltme ve onu ululama, sonuçta onu tanrılaştırmaya yol açacağı için yerilmiş ve şirk olarak değerlendirilmiştir. Sanki İbâdet edilecek derecede yüceltilen şahsiyetler, Allah katında makbul ve aslında böyle bir ta’zimden kaçan kimseler bile olabilirler. Kur’an, peygamberlere, din adamlarına, meleklere, sâlih insanlara vb. varlıklara gösterilen bu aşırı ta’zimi şirk olarak değerlendirmiştir. (Bkz. 5/Mâide, 116; 9/Tevbe, 30, 31; 34/Sebe’, 40; 71/Nûh, 23)

3- Aşırı sevgi: Kur’an, herhangi bir şeyi, Allah’ı sever gibi severek, onun arzularına, emir ve yasaklarına itaat etmeyi Allah'a şirk koşmak olarak değerlendirmiş; herhangi bir şeye veya kimseye karşı beslenen aşırı sevgiyi de, onu putlaştırmak olarak nitelemiştir. İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’tan başka eşler tutarlar. Allah’ı sever gibi onları severler. Iman edenler ise, en çok Allah’ı severler...” (2/Bakara, 165). Allah'a inanmak, kişinin O’nun isteğini kendi dileğine veya başkalarının isteklerine tercih etmesini ve diğer arzuları O’nun yolunda fedâ edecek kadar O’nu sevmesini gerektirir. Allah’ı sevmenin kanıtı, Allah’ın belirli nitelik ve güçlerini başkalarına atfetmemek ve O’nun hakkını sahte ilâh ve rablere vermemektir. Allah’ın sıfat ve güçlerini başkalarına atfedenler, O’nu sevdiklerini iddia edemezler; bilakis bu şekilde O’na ortak koşmuş, Allah'a denk tutmuş olurlar. İnsan, Allah’ın melekleri, nebi ve velileri gibi değerli kullarını severken de, bu âyetin çizdiği sınırda durmasını bilmelidir. Zira Allah için sevmekle, Allah’ı sever gibi sevmenin arasındaki farkı bilmek gerekir. Hiçbir şeyi veya kimseyi Allah’ı sever gibi sevemeyiz, O’na ait vasıfları veremeyiz, O’nun gibi yüceltemeyiz.

Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk temeline dayalı putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve putçuluktan pek de farklı olmadığını görürüz. Mekke’li müşrikler de bir Allah inancına sahipti (Bkz. 29/Ankebût, 61, 63; 39/Zümer, 3). Fakat, Allah’ın hükmü yerine Mekke site devletinin parlamentosu Dâru’n-Nedve’nin kanun yapmasını ve Ebû Cehil gibi tâğutların kendilerini yönetmelerini istiyorlardı. Yer yer dindar kesilmelerine rağmen, tevhid’in karşısında durarak şirke sarılıyorlardı.

Günümüzdede kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden kimselerden önemli bir kesimin tâğutun hükmüne rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah'a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu kimselerin Allah’ı bırakıp birtakım armaları, şiarları/sloganları, işaretleri, bayrakları, heykelleri, gelenek ve görenekleri, bazı kavram ve ideolojileri, sanatı, sanatçıları, futbolu, sporcuları, gruplarını, parti veya kurumlarını, devlet adamlarını, liderlerini... yücelttikleri ve bu sayılan değerler uğruna mallarını, mülklerini, namuslarını, ahlâklarını pâyimal ettikleri, böylece bu değerlere kulluk ettikleri ortadadır. Sözü edilen bu şahısların, ğutun ortaya koyduğu nefsanî, şeytanî ve indî değer yargılarıyla Allah’ın kanunları ve şeriati çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatinı onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri, kısacası putların veya putların arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah’ın şeriatine tümüyle zıt olan sistemleri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez.

Bunlar, müşrik değil de nedir? Bundan daha açık putçuluk düşünülebilir mi? Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek onların yolundan hiç ayrılmayanlar, Allah’ın kitabına ve Rasûlü’nün sünnetine kulaklarını tıkayarak putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenlerden daha çok putperest olur mu? Bunlar, apaçık müşrik olduklarını kendileri ilan ediyorlar. Bu tür insanlar, ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, ister hacca gitsin ve isterse sabahlara kadar Allah Allah diyerek tesbih çeksinler. Ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan kurtaramaz, kimse de onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz!.. (1)

 

Putperestlik: İnsanların, Allah Teâlâya yapmaları gereken ibâdet, göstermeleri gereken saygı, sevgi ve korkuyu, Onun dışında herhangi bir mahlûku ma’bûd kabul ederek ona yöneltmeleri hali. Put, âyet ve hadislerde "sanem” ve "vesen” şeklinde de isimlendirilmektedir. "Asnâm/putlar”, "sanem” kelimesinin çoğuludur. İbnul-Esîr, en-Nihâye, adlı kitabında "sanem" kelimesini; "Allah'tan başka ilâh edinilen şey" diye tanımlamaktadır. Bu da müşriklerin taptıkları putlar anlamına geldiği gibi, Allah'ın nizamına ve hâkimiyetine engel olan tüm ğutlar mânâsınadır. Allah'ın nizamına ne şekilde olursa olsun engel olan ve bu mânâda putlara, heykellere ve büstlere değer veren kimseler de aynen putperest müşrikler gibidirler. Namaz kılsalar, oruç tutsalar, hac yapsalar da, onlardan hiçbir farkları kalmaz.

Yine İbnül-Esîr, şöyle demektedir: "Vesen" ile "sanem" arasında fark bulunmaktadır. Vesen; insan sûreti ve şekli gibi taştan, ağaçtan ya da toprağın herhangi bir madeninden yapılan cüsseli şeydir ki; bir yere dikilir, müşrikler tarafından buna tapınılır, ibâdet olunur. Sanem ise; cüssesiz şekilden ibarettir. Kimi lügatçılar ise bu iki kelime arasında herhangi bir ayrım gözetmeyip her iki kelimeyi aynı anlamda ve birbirlerinin yerinde kullanmaktadırlar.

Allah Teâlâ insanlığın babası Adem (a.s.)'i eşi ile birlikte yeryüzüne indirdikten sonra, Adem'in nesli çoğalıp artmıştı. Bu ilk nesil, tek bir ümmet olup, aynı dine ve ayrı ma'buda tâbi olarak, doğruluk ve istikamet üzere idiler. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: İnsanlar tek bir ümmetti. Allah Peygamberi müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi. İnsanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte hak kitaplar indirdi” (2/Bakara, 213). İbn Abas (r.a.)'dan rivâyet edilen bir hadiste şöyle denilmektedir: "Âdem ile Nûh arasında on asır vardır. Bu zaman içinde insanlar Allah’ın şeriati üzerinde idiler. İhtilâfa düştükleri anda Allah müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi" (İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, 2/194). İkrime'den nakledilen diğer bir hadiste de; Âdem'le Nûh arasında herkesin İslâm üzere bulunduğu on asır vardır" (a.g.e, 29/162) denilmektedir.

şman (şeytan) insanoğluyla sürekli uğraştı. Onları kâfirler ve mü’minler şeklinde iki gruba ayırana kadar mücâdelesine devam etti. Öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettirip putperest bir toplum yapıncaya kadar savaşını sürdürdü. Allah Teâlâ, Nûh kavminin durumunu şöyle anlatmaktadır; İnsanlara; ‘sakın tanrılarınızı bırakmayın. Ved, Suvâ, Yağus, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin’ dediler” (71/Nûh, 23). İbn Abbas şöyle demektedir: “Bu isimler Nûh kavminin sâlih kimselerinin isimleridir. Onlar öldüklerinde şeytan bu kavme, oturdukları yerlere onların hatırasını canlı tutmak için putlarını dikmeleri fikrini verdi. Onlar bunu yaptılar, ancak onlara hiçbir zaman tapınmadılar. Bu ilk nesil geçtikten sonra gelenler, dikiliş gâyelerini unutup onlara tapınmaya başladılar.” (Buhârî, Tefsir 71)

Arapların dinî inançlarına şirki ilk sokan kimse Amr bin Luheyy'dir. Rasûlullah (s.a.s.); "Amr İbn Âmir el-Huzâ'îyi Cehennemde bağırsaklarını sürürken gördüm. Bu adam ilk sâibe (put) bırakan adamdır" (Müslim, Cennet 13; Buhârî, Menakıb 9) demiştir.

Başka bir rivâyette de; "Arapları putlara tapmaya yönelten ilk kimsedir" (Ahmed İbn Hanbel, III/353) denilmektedir. Peşinden her Arap kabilesi için yücelttikleri, sığındıkları, kurban kestikleri, şefaat diledikleri putlar ortaya çıktı. İbn Cüreyc'in de dediği gibi; Lât, Sakif kabilesinden yağla kavut'u karıştıran bir kimse idi ve öldüğü zaman mezarına bir put dikmişlerdi. Rasûlullah (s.a.s.), Mekke'yi fethettiğinde, Beytullah'ın etrafında üçyüz altmış put bulmuştu. Rasûlullah (s.a.s.), yayının ucuyla bu putların yüzlerine, gözlerine vurarak onları itiyor ve yere yuvarlıyordu. Sonra da Lât'ın dışarı çıkarılmasını ve yakılmasını emretti.

Bu putların aslının bazı sâlih ve veli kimselerinin sûretleri olduğu ortaya çıkmıştır. Müşrikler, onların Allah'ın indinde büyük bir makama sahip olduklarına inanıyorlardı. Onları, Allah Teâlâ ile kendi aralarında aracılar ve şefaatçiler edindiler. Onlara göre Allah Teâlâ, ancak bu putların aracılığı ve şefaati ile halkı rızıklandırıyor, hidâyet ediyor, fayda sağlıyor ve zarara uğramalarını engelliyordu. Onlar bu putları o sâlih kimselerin hâtıralarını canlı tutmak, bu vesile ile ibâdet ve duâlarını daha bir şevkle yapabilmek için edinmişlerdi. Bu putlara tapınırken, aslında bu sâlih kimselere tapınıyorlardı. İbâdetleri kendi elleriyle yaptıkları putlara değildi. Nitekim Allah Teâlâ, putperest bir kavimden bahsederken onların meleklere, cinlere ve peygamberlere tapındıklarını bildirmektedir. Bu müşrikler, tapındıkları ilâhların yarattığına, rızıklandırdığına, diriltip öldürdüğüne inanıyor değillerdi. Allah Teâlâ onların bu durumlarını hikâye ederek şöyle buyurmaktadır:

"Yemin olsun ki, eğer onlara; gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ay'ı hizmete âmâde kılan kimdir?’ diye sorsan, mutlaka; ‘Allah'tır’ derler." (29/Ankebût, 61); “Yemin olsun ki, eğer onlara; ‘gökten su indirip onunla yeryüzüne öldükten sonra tekrar hayat veren kimdir?’ diye sorsan, mutlaka; ‘Allah'tır’ derler" (29/Ankebût, 63). Kur’ân-ı Kerim'de bu tip misaller çoktur. Müşrikler telbiyelerinde şöyle derlerdi: "Senin ortağın yoktur. Yalnız bir şerik (ortak) müstesnâ, o Senin şerikindir. Sen, ona ve onun sahip olduğu her şeye mâliksin" (Müslim, Hacc 3/22).

İmam Şehristanî bu konuda şöyle demektedir: "Onlar ne zaman putlara yönelmek üzere ellerinde bir hüccet, delil, izin veya Allah Teâlâ tarafından bir emir olmadığı halde gayret gösteriyor, ihtiyaçlarının giderilmesini onlara bağlıyorlarsa, onların bu hareketleri bir ibâdet olmuş oluyor. Onların bu putlardan ihtiyaçlarının giderilmesini taleb etmeleri, onda bir ilâhlık bulunduğuna inandıklarını isbat etmektedir. Bundan dolayıdır ki onlar; “Biz onlara tapınmıyoruz. Onlar bizi sadece Allah'a yaklaştırıyor" (39/Zümer, 3) derler.

Bu durum, Allah Teâlâ'ya olan ibâdeti hakkıyla yerine getirmenin; sevgi, boyun eğme, korkma, sığınma, tevekkül, korku ve ümit, kurban adama, namaz, duâ vb. İbâdet türlerinin tamamında hiç bir şeyi ortak koşmadan ona hasretmeden ibaret olduğunu ortaya koymaktadır. İbâdet türlerinden herhangi birinde melek, nebi, sâlih kimse, taş, ağaç gibi şeylere yönelen bir kimse müşrik ve kâfirdir. Geçmiş müşriklerin şirkleri de bu idi. Fakat, ibâdet ve şirkin anlamını bildikleri zaman, Allah'tan başkasına duâ etmenin ve bir şey istemenin ne anlama geldiğini bilirler.

Bundan dolayıdır ki, ilâhlar edinip, onlara ibâdet ederek Allah Teâlâ'ya ortak koştular; bunların ilâhlar olduklarını açıkça ortaya koydular ve Allah'tan başkasına tapındıklarını gizlemediler. Fakat çağdaş müşrikler ibâdet, tevhid ve şirkin hangi anlama geldiğini bilmediklerinden; velilere, sâlih kimselere ve nebilere, tapınmanın her çeşidi ile tapındıkları halde, kendilerinin müslümanlar olduklarında ısrar edip duruyorlar. Bunun sebebi, onların bu yaptıklarını "ibâdet" olarak isimlendirmemeleridir. Ayrıca ilâh edindikleri şeyleri de ilâhlar olarak isimlendirmemektedirler. Fakat böyle yapmaları onlara ne fayda sağlar ne de putperestlikten kurtarır. Hanbeli imamlarının büyüklerinden olan İbn Akil; "Câhil ve bayağı insanlara dinî sorumluluklar ağır gelmeye başlayınca, şerîatın koymuş olduğu prensiplerden yüz çevirerek nefisleri için uydurmuş oldukları prensipleri yüceltmeye yöneldiler. Bu onlara çok kolay gelir ve böylece başkalarının emri altına girmemiş olurlar" diyerek şöyle devam etmektedir: "Anlayışıma göre onlar kabirlere tazim etmek, şeriatin nehyettiği halde ateş yakarak onlara saygı göstermek, kıble edinmek ve özel bir temizliğe tabi tutmak, mezardaki ölüye ihtiyaçları arzetmek, "ey mevlâm benim için şunu şunu yap" şeklinde kâğıt yazmak, hayır ve iyilik getirmesi dileğiyle toprağından almak, kabirlerin üzerine güzel kokular atmak, sırf onları ziyaret etmek için yolculuğa çıkmak sûreti ile kâfir olmaktadırlar".

İbrâhim (a.s.)'ın kavmi yıldızlara tapınmakta idi. Onların inançları şöyleydi: "Âlem için, yaratan, idare eden, ona hükmeden, bir varlık vardır. Bizim üzerimize düşen yükümlülük ise, onun yüce varlığına ulaşmaktaki aczimizin bilincinde olmaktır. O'na ancak, O'nun yakınları olan aracılarla yaklaşılabilir. Bu aracılar ise, fiil, hal ve cevher olarak takdis edilip temiz kılınan ruhanîlerdir. İcad etmede, yaratmada ve işleri bir halden diğer hâle sokmada, yaratıkları başlangıçtan kemale erdirmede sebep olan aracılar bu kimselerdir.

Onlar bu işleri yüce, mukaddes, İlâhî zattan dileyerek aldıkları kuvveti, süflî varlıklar üzerine yayarak yerine getirirler; yedi gezegenin yörüngeleri içerisindeki hareketlerini düzenlerler. Bu gezegenlerden her biri bu ruhanîlerden birinin heykelidir. Yani her ruhânî için bir heykel vardır ve her heykelin de bir gök tabakası vardır. Ruhanînin bir heykel'e nisbeti, ruhun cesede nisbeti gibidir. Yani o ruh onun rabbidir. İdareci ve yönlendiricisidir. Ancak aracının görülüyor olması kaçınılmazdır ki, ona yönelmek ve ona yaklaşmak ve ondan istifade etmek mümkün olabilsin". Böylece onlar yedi gezegenden oluşan bu heykellere sığındılar; onların menzillerini, doğuş ve batış yerlerini iyice öğrendiler; gündüzleri, geceleri ve saatleri ona göre bir taksimata tabi tuttular; her heykel için özel bir efsun yaptılar; bir takım efsunlu sözler ve duâlar öğrendiler; ayrıca her gezegen için bir gün tayin ettiler. Meselâ, Zühal için cumartesi gibi... Bu günde befirli bir saati gözetleyerek o saatte bu gezegenin hey'eti, yapısı ve şekli üzerine yapılmış duâlarla ona has elbiseler giyiyor, ona ait tütsü ile tütsüleniyor, o heykele ait duâlarını okuyarak ondan ihtiyaçlarını gidermesini istiyorlardı. Bu, diğer gezegenler için de aynı şekilde tekrarlanıyordu. Onlar bu gezeğenleri ilâhlar ve rabler olarak adlandırmakta idiler. Allah ise, rablerin rabbi, ilâhların ilâhı idi. Onlar, heykellere yaklaşarak ruhanilere yaklaşmış oluyor; ruhanilere yaklaşmakla da Allah Teâlâ'ya yaklaştıklarını kabul ediyorlardı.

Sonra yıldızlara tapınmak için tuhaf şeyler ürettiler. Bunlar, sihir ve kehanet kitaplarında zikredilen tılsımlar, efsunlar ve insanların yakalarına takılan diğer şeylerdir. Bunların tamamı üzerinde tam bir bilgi sahibiydiler.

Peşinden onlardan bir grup şöyle dedi: "Kendisiyle tevessülde bulunulan bir aracının, kendisiyle şefâat dilenilen bir şefâatçinin ve ruhanîlerin varlığı kaçınılmazdır. Madem ki vesileler bunlardır ve biz onları gözle görüp hitap edemiyoruz; o halde heykelleri olmadan onlara yaklaşmamız gerçekleşmez. Fakat heykeller (yıldızlar) bazı vakitler görülür, diğer bazı vakitlerde de gözükmezler. Çünkü onlar doğarlar ve batarlar. Dolayısıyla bizim için yaklaşma olayı tamamlanmış olmaz. Öyleyse, bu şahısların putlarını sürekli gözümüzün önünde olacak şekilde dikmemiz kaçınılmazdır. Böylece biz onlara bağlanır, onlarla heykellere ulaşır ve bu heykellerle de ruhanîlere yaklaşmış oluruz. Ruhanilere ulaşmakla da onlar vasıtasıyla Allah Teâlâya yaklaşırız ve Allah Teâlâya yaklaşmak için onlara ibâdet ederiz; onlar bize Allah yanında şefaatçi olurlar. Onlar yedi heykeli temsil eden, insan sûretinde putlar edindiler. Her put bir heykel (gezegen)'e karşılıktı. Bunun için onları heykel'in aslı olarak gözettiler; onlar için tapınaklar yaptılar, bekçilik ve hizmetçilik gibi görevler ihdas ettiler; onlara ibâdet kastıyla ziyaretlerde bulundular ve onlar için kurban kestiler. Bu putperestlikler eski çağlarda olduğu gibi yeni çağlarda da sürekli var olmuştur.

Bunların bir grubu güneşe taparlardı. Şeriatleri, ona tapınma üzerine kurulmuştur. Onlar güneş için bir put edinmişlerdir. Onun bir elinde ateş renginde bir maden parçası vardır. Adına inşa ettikleri bir de özel tapınak vardır. Bu tapınakta, puta hizmet eden ve onu bekleyen görevliler bulunmaktadır. Bu mâbede gelerek tapınıyor, duâ ediyor, dilekte bulunuyorlar. Güneş doğduğu vakit hepsi secdeye kapanıyorlar. Aynı şekilde öğlen vakti tepe noktasına geldiği ve akşam battığı vakit de secdeye gidiyorlar. Bu üç vakitte tapınmaya gitmeleri için şeytan onları dürtü ile harekete geçiriyor. Bunun içindir ki Rasûlullah (s.a.s.), görünüş itibariyle olsa bile, kâfirlere benzememek için bu vakitlerde namaz kılmaktan kaçınılmasını emretmiştir.

Bunun gibi başka bir topluluk aya, diğeri Zuhal gezegenine ve başkaları da buna benzer şeylere tapınıyorlardı. Putların yapılmasının asıl sebebi, ilâhlarının ortada olmayışıdır. Böylece, onun şeklinde ve görünüşünde bir put yaparak onu ilâhlarının vekili ve makamım dolduran varlık olarak kabul ediyorlardı. Akıllı bir kimse eliyle yaptığı tahtadan veya taştan bir nesnenin ilâh olamayacağını bilir.

Ölülere ve kabirlere saygı göstermek, şirkin çeşitlerindendir. Cenab-ı Allah kabirlerin üzerlerinde mescidler edinilmesini yasaklamış, bunu yapanı da lânetlemiştir. Ancak, özellikle kastedilen bir yer olarak seçilmediği zaman, bunda bir mahzur yoktur. Aynı şekilde mezarların bayram yeri edinilmesini de yasaklamıştır. Bayram, Arapça "tekrarlama, geri dönme" (el-Muâvede) ve alışkanlık haline getirme (el-İ'tiyâd) kelimelerinden alınmıştır. Bu bir yere isim olarak verildiği zaman ondan, bu yerin toplanma yeri olduğu kastedilir. Tapınma veya başka şeyler için sürekli gidilen bir yer olur. Böyle bir yerde namaz kılmak, onu tavaf etmek, kıble edinmek, istilam etmek, toprağı üzerine çizgiler çizmek, üzerine bina yapmak, üstüne mum yakıp koymak ve buna benzer bir çok uygulama yasaklanmıştır. Bütün bunlar Rasûlullah (s.a.s.)'ın ümmetine, önceki kavimleri helâk eden şirke düşmelerini önlemek için bir rahmettir. Bir çok ülkede kabirlerin üzerine yapılan binalar (türbe) görülmekte; insanlar onlara tazimde bulunmakta, uzaktan yakından onlara yakarmakta, Allah'ın evlerinde ve seher vakitlerinde yapmadıkları ibâdetleri orada içtenlikle yerine getirmektedirler. Bir kısmı, onlar için secde etmekte, çoğunluğu ise namazın bereketini onların yanında dilemekte, mescidlerde yapmadıkları duâ ve niyazları yapmaktadırlar. Bunların tamamı, bu kabirleri put edinmek ve Allah'dan başka bir ilâhâ tapınmaktır. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: "Allahım! Kabrimi tapınılan bir put kılma!" (Muvatta, Sefer, 85; Ahmed bin Hanbel, II, 246).

Bir başka hadisinde Rasûlullah (s.a.s.) şöyle demektedir: "Allah, Yahudilerle Hristiyanlara lânet etsin; onlar nebîlerinin kabirlerini mescidler edindiler." Âişe (r. Anhâ), "Eğer bu (endişe) olmasaydı, Peygamber (s.a.s.)' in kabri açıkta bulundurulacaktı" demiştir (Müslim, Mesacid, III).

Bütün bunlar, onunla şirk tohumlarının ekilmesini önlemek içindir. Rasûlullah (s.a.s.), kabirlere tazim etmenin, onları put edinmenin Allah'dan başkasına ibâdetin tohumlarını ektiğini bildirmektedir.

Puta tapıcılık sadece İslâm öncesi Arap toplumuna has bir olay değildir. Çağımızda da putçuluk daha değişik görünümler altında varlığını sürdürmektedir. Putçuluk, yalnızca sert bir taştan yapılmış heykel önünde eğilmek ve ona tazim göstermek olarak ele alınırsa, kuşkusuz büyük bir yanılgı içine düşülür. Kaldı ki, müşrik Arap toplumunun elleriyle yaptıkları putlara gösterdikleri saygıyı bu çağda da görmek mümkündür. Hattâ bu tür putçuluk bu gün fazlasıyla hüküm sürmektedir. Put, putlaştırmak isteyenlerin arkasına gizlendikleri birer işaret ve alametten başka bir şey değildir. Yoksa putun mutlaka bir ağaçtan dikilmiş yahut bir taştan yontulmuş olması zaruri değildir. Allah'ın dışında tapınılan herşey puttur. "Allah"ı bırakıp da kendilerine kıyamete kadar cevap veremeyecek şeylere tapanlardan daha sapık kimdir?" (46/Ahkaf, 5). Allah tarafından gönderilmiş bir delil olmaksızın, O'ndan başkasına itaat eden, bir hükme sahip olduğuna inanan, O'ndan başkasına duâ edip bir şey isteyen, Allah'a şirk koşmuştur. Dolayısıyla putçuluğun şirkle ve küfürle yakından bağlantısı vardır. Puta tapan bir kimse hem Allah'a şirk koşuyor, hem de küfre giriyor demektir. Göklerde ve yerde bütün otorite ve yetkilere sahip olan, ancak Allah'tır; yaratma O'na mahsustur; bütün nimetler O'nun kudret elindedir; bütün işler yalnızca ve yalnızca O'na aittir; kuvvet ve çare O'nun hükmündedir; göklerde ve yerde olan her şey ister istemez O'na itaat etmeye, emrine boyun eğmeye mecburdur. İşte bunun için O'ndan başka ilâh yoktur. Kur’ân-ı Kerim, insanların ibâdet ettikleri şeylerin Allah'ın kulu ve O'nun karşısında aciz olduklarını açıkladıktan sonra, insanları ve cinleri ibâdet kelimesinin muhtelif mânâlarıyla yalnız Allah'a ibâdete, sadece O'na kulluk etmeye, ancak O'na itaatte bulunmaya, kişinin O'ndan başkasını tanrı kabul etmemesine ve ibâdetin hangi çeşidiyle olursa olsun O'ndan başkasına tapılmamasına çağırıyor: "Andolsun ki, biz her ümmete, Allah'a kulluk edin, putlara tapmaktan kaçının diye bir elçi gönderdik..." (16/Nahl, 36). (2)

Aslında insanların Allah’tan başka bir puta tapmasının asıl nedeni; kendi nefsini ilâh edinmesidir. Bugünkü müşriklerle, Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında fark yoktur. Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini tanımadır. İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak anıyorlar, dünya ile ilgili işlerde Allah’ın belittiğinin aksine hükümler koyuyorlar. İşte günümüzde şirkin aldığı görünüm budur.

Tekrra edelim: Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan bir takım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevkederse, yerine göre makam, para, kadın veya insanlar için değerli herhangi bir şey insanlar için put olabilir.

Kur’ân-ı Kerimin birçok âyetinde Allah Teâlâ, insanları şirke düşmemeleri hususunda uyarır.“O ancak tek bir ilâhtır. Doğrusu ben O’na ortak koşmanızdan masumum, de.” (6/En’âm, 19)

Şirk düzeni; insanları köleleştiren, ilâhlık taslayan çağdaş Firavunlar ile, onlarla işbirliği yapan sahte din adamları yani Bel’amlar ve sömürüye ortak olan, bizzat şirk düzeninden beslenen, haramzade, zengin elit tabaka ve bu üç kesime bağlanan, onlara itaat eden, onların koyduğu kanunlarla -Allah’ın hükümlerine aykırı olmasına rağmen - yaşayan halk yığınlarından meydana gelir.

Kendi nefsini ilâhlaştıran ve Allah’a değil de kendisine tapan ve tapılmasını isteyenler; başkalarının haklarına el uzatmanın, yalnız Allah’a İbâdet edildiği ve uyulduğu sürece mümkün olmadığını bilirler. Çünkü, Allah’ın dini adâleti emreder ve bütün insanları eşit olarak görür. Şirk ise nefsini ilâh edinenlerin, insanları kendilerine kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine kuruludur. Bu yüzden ğutlar, kendi nefislerini ilâhlaştırmak için, ilkelerini kendilerinin tesbit ettikleri ve başkalarının haklarını gasb üzere kurulu şirk düzenini isterler. ğutlar, ortaya attıkları ilâhlara insanları taptırarak, aslında kendilerine taptırır, kulluk ettirirler. Şirk, insanların insanlara kulluk ettiği düzenin adıdır.

Allah’ın halili (dostu) İbrâhim (a.s.) ne güzel duâ etmiş: “Allah’ım, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Ya Rabbi, şüphesiz ki bu putlar, birçok insanı saptırdı.” (14/İbrâhim, 35-36) âyette belirtildiği üzere, İbrâhim (a.s.) bile, kendinin ve neslinin putlardan uzak kalması için Allah'a duâ etmiştir.

Hele, İslâm’ın hâkim olmadığı günümüz câhiliyye ortamlarında şirk çeşitleri daha da çoğalmıştır. Kur’an’ın birçok âyetinde; küçük olsun, büyük olsun şirkin her türlüsünden arınan müttakî kullardan bahsedilmektedir. Allah’ın birliğine iman eden, Allah'a şirk koşanlara düşman olan, ğutlara ve müşriklere buğz ederek Allah'a yaklaşan, sadece Allah’ı dost, ilâh ve ma’bud edinen, yalnız O’nu seven, O’ndan korkan, O’ndan uman, O’ndan yardım isteyen, O’na boyun eğen, O’na tevekkül eden, O’nun emrine tâbi olup rızâsını gözeten,bir iş yaptığı zaman Allah adıyla yapan ve hayatının her bölümünde O’na ait olan kimseler kurtuluşa ermişlerdir. “De ki, namazım, İbâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin rabbı Allah içindir. O’nun hiçbir şeriki/ortağı yoktur.” (6/En’âm, 163-164) “De ki, Allah her şeyin rabbı iken, ondan başka bir rab mı arayayım?” (6/En’âm, 164)

Tarihten Günümüze Put ve Putlaştırma: Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlanageldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücâdeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas, tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulmasıdır. Şirk, sadece putlara tapmak değildir. Nefsin istekleri peşinde koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini tercih etmek, bunların sonucunda Allah’ın hükümlerinden birini dahi reddetmek de şirktir.

Peygamberimiz zamanındaki Mekke müşrikleri Allah’la birlikte birçok ilâha/tanrıya inanıyorlardı. Bu müşrikler kendi hevâ ve heveslerine göre putlar yapıyorlar ve onlara tapıyorlardı. Kâbe’nin içinde 365 tane put bulunuyordu. Bunların en büyükleri; Hubel, Lât, Menât, Uzza isimli putlar idi. Ayrıca Ved, Suvâ, Yeûk ve Nesr isimli putlar vardı. Bunlar Hz. Nuh zamanında yaşamış olan iyi huylu, cömert ve sâlih insanlardı. Bu insanlar ölünce, onların heykelleri yapılmış ve zaman geçtikçe halk onlara tapmaya başlamıştı. Bazı Araplar bunlardan başka, güneşe, aya, bazı taşlara, ağaçlara ve hayvanlara tapıyorlardı. Bazı müşrikler ise, melekleri Allah’ın kızları olarak görüyorlar ve onları Allah’a şirk koşuyorlardı. Aslında insanların Allah’tan başka bir puta tapmasının asıl nedeni; kendi nefislerini ilâh edinmeleridir. Bugünkü müşriklerle, Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında temelde bir fark yoktur. Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini tanımadır. İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak tanıyorlar, dünya ile ilgili işlerde Allah’ın belirttiğinin aksine hükümler koyuyorlar. Günümüzde şirkin aldığı en net görünüm budur.

 

 

İlâh Nedir; Putlaştırıp İlâhlaştırma Nasıl Olmaktadır?

Şirki ve tevhidi, yalnız Allah’a kulluk/ibâdet ve putlara tapmayı tam değerlendirmek için iyi bilinmesi gereken kavramlardan biri de “ilâh” kavramıdır. Bu kavram iyi bilinmeden şirk de yeterince anlaşılmaz. Tevhid Kelimesinin içinde yer alan bu kavram, iman ile şirk (ortak koşma) arasındaki farkı ortaya koyar. Sözlük anlamı; ısınmak, alışmak, birisine aşırı sevgi ile yönelinen, kulluk edilen, ma’bûd haline getirilen, alışılan, düşkün olunan demektir. Kendisinden türediği ‘elihe’ fiili; yönelmek, düşkün olmak, kulluk yapmak, örtmek, gizlemek, alışmak gibi anlamlara gelmektedir.

Kavram olarak; “kendisine İbâdet edilen, ma’bûd sayılan her şey, her şeyden çok sevilen, ta’zim edilen kutsal varlık” anlamında kullanılmaktadır. Tapınılan, kendisine İbâdet edilen, üstün sayılan bütün ma’bûdların ortak adı “ilâh”tır. Türkçede bunu “tanrı” kelimesi ile karşılarız. İslâmî istılahta ilâh; tapınılan, kendisine İbâdet edilen demektir. İlâh; İbâdet edilmeye lâyık, yani kudret ve kuvveti önünde huşû ile boyun eğip İbâdet ve itaat etme gereği duyulan, herşeyin O’na muhtaç olduğu bir varlık demektir. İlâh kelimesi, gizlilik ve esrârengizlik mânâlarına da gelir ki, böylece ilâh, görülmez ve ulaşılmaz bir varlıktır. İlâh, İslâmî ıstılahta şu anlamlara gelir: “Otorite sahibi, kanun koyan, İbâdet edilen, rızık veren, hesaba çeken, kendisine ihtiyaç duyulan.” İlâhlık ve otorite birbirini gerektirir. İlâh denildiğinde, aklımıza, hayatımız için kanun koyan, nizam ve hukuk belirleyen ve kayıtsız şartsız hâkimiyet sahibi Allah (c.c.) gelmelidir.

İnsanın fıtratında kendinden üstün bir varlığa yalvarma ve tapınma ihtiyacı yatar. Her insan bir şeye tapar. İnsanlar fıtrattan gelen ilâh edinme ihtiyacını sadece Allah’a yöneltmezse, başka ilâhlara tapar ki, bu da insanı şirke ve küfre sokar. Kur’ân-ı Kerim’de öncelikle Allah’ın ilâhlığı üzerinde durulur. Tek ilâh Allah’tır, yani kendinden başka kulluk edilecek, tapınılacak, yönelinecek başka bir ilâh yoktur. Câhiliyye döneminde, gerek Mekke müşrikleri gerek yahûdi ve hristiyanlar Allah’a inanıyorlardı; fakat Allah’ın ilâhlık vasıflarını başkalarına da vererek, Allah’a karşı en büyük yalan olan şirke düşmüşlerdi.

İlâh tektir ve O da Allah’tır. Allah; her şeyi yaratan, insanları bir gün bir araya toplayacak olan, öldüren ve dirilten, kendisine güvenilen, yalvarılan, sığınılan, kendisi için zaman ve mekân sınırı olmayan ve varlıkların eksikliklerinden bütünüyle uzak olandır. O halde, sadece bütün bunlara gücü yeten “ilâh” tır ve O da bir tanedir. Birden fazla ilâh olması mümkün değildir. Birden fazla ilâh inancı, kâinatın var oluşu ve işleyişindeki nizam ile ters düşer. Evrenin varlık ve nizamındaki mükemmellik, Allah’ın tek ilâh olmasının bir delilidir. Allah bu konuda şöyle buyurur: “Allah hiç evlât edinmemiştir. O’na ortak hiç bir ilâh da yoktur. Aksi takdirde her ilâh kendi yarattığını sevk ve idâr eder ve bir gün mutlaka onlardan biri diğerine gâlip gelir, üstün çıkıp büyüklenirdi. Allah Onların (müşriklerin) bütün isnatlarından münezzehtir.” (23/Mü’minûn, 91)

Yani, her ilâh başka bir şey dilerdi. Her ilâh diğerinden farklı bir şey yapmak, bağımsız olduğunu ve egemenliğini göstermek isterdi. Bunun sonucunda da bütün kâinat yerle bir olurdu. Halbuki kâinatta muazzam bir düzen vardır. Öyleyse bütün kâinata hükmeden ilâh tekdir ki, O da Allah’tır. Bütün evren, içindeki varlıklarla birlikte, gücü her şeye yeten, bilgisi her şeye ulaşan bir İlâh’ın kontrolündedir. İnsanlar bu İlâh’a yönelirler, O’na duâ ederler. Korkuları bu İlâh’tandır, güvenleri de bu İlâh’adır. Bu İlâh’a her şeyiyle bağlıdırlar, O’nu her şeyden çok severler. Elbette bu ilâh âlemlerin Rabbı olan Allah’tır. “Lâ ilâhe illâllah” kelimesinde belirtildiği gibi, Allah’tan başka hiç bir ilâh yoktur.

İlâhlık vasıflarının en önemlisi, Allah’ın hayatımız için kanun koyan, nizam ve hukuk belirleyen olmasıdır. Eğer kanun koyma, insanlar için hukuk belirleme Allah’tan başkalarına verilirse, bu onlara ilâhlık vasıflarını da vermek olur ki, bu da şirktir. Bu mânâda kanun koyucu olarak ilâhlık taslayan tâğutlar tarih boyunca çıkmıştır ve çıkacaktır. Günümüzde ve tarihte en çok görülen şirk çeşiti budur.

“Kim tâğutu reddedip Allah’a iman ederse, muhakkak ki, kopması mümkün olmayan sapasağlam kulpa yapışmış olur.” (2/Bakara, 256) Kur’ân-ı Kerim bize bütün Peygamberlerin tevhid akidesiyle gönderildiğini bildirir. Âyet-i kerimede şöyle buyurulur: “Ey Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz her Peygambere; Benden başka ilâh yoktur, Bana İbâdet/kulluk edin diye vahyetmişizdir.” (21/Enbiyâ, 25)

İnsanoğlu her zaman bir ilâha inanma, sığınma ve ondan yardım istemeye muhtaçtır. İnsan, bazı şeylerden korkar, bazı şeylere gücü yetmez de başkalarından yardım ister, bazı şeylere sığınır, bazı şeyleri kendinden üstün görür. Bütün ümitlerinin bittiği yerde, görmediği, tanımadığı, hayal etmediği bir gizli ‘ilâh’tan yardım ister. Çevresinde gördüğü bütün olayların kendi gücünün dışında olduğunun farkındadır. Bu olayları bir gücün yaptığına inanır. Bunlara benzer daha birçok sebepten dolayı insan sığınacak bir melce, sığınak arar.

Peygamberlerin tebliğ ettiği Allah inancından uzaklaşan topluluklar ve insanlar, yaratılışlarında ve pratik hayatlarındaki bir ilâha bağlanma ihtiyacını başka şekillerde giderirler. Tarihte ve günümüzde gerçek anlamda dinsiz insan olmadığı gibi, ilâhsız insan da yoktur. Kimileri, hiç bir tanrıya inanmadığını söylese bile onun içerisinde, sığındığı, bağlandığı, yardım istediği, her şeyden çok sevdiği, her şeyden çok büyük saydığı bir ‘şey’ mutlaka vardır. İşte o ‘şey’ onun için bir tanrıdır. Kur’ân-ı Kerim çok ilginç bir örnek veriyor: Bir takım insanlar kendi görüşlerini, kendi isteklerini, kendi emirlerini en üstün ve doğru görürler. Bırakın bir dinin emrine uymayı, toplumda geçerli olan hiç bir kural onları bağlamaz. Bu tip insanlar, kendi keyiflerine uyarlar. Kendi hevâlarından (arzularından) başka kutsal, kendi isteklerinden ve görüşlerinden üstün güç ve doğru kabul etmezler. İşte bu tür insanlar için Kur’ân-ı Kerim; “Gördün mü o kendi hevâsını (istek ve arzularını) ilâh/tanrı edinen kimseyi. Şimdi onun üzerine sen mi bekçi olacaksın?” (25/Furkan, 43) demektedir.

İlâh zannedilen şey, insan üzerinde var sayılan ‘güç’tür. Bu kimilerine göre ateş, kimilerine göre güneş, kimilerine göre gökler, kimilerine göre yıldızlar, kimilerine göre madde, kimilerine göre ataların ruhu, kimilerine göre tabiat (doğa), bazılarına göre devlet erki, kimilerine göre iyilik ve kötülük tanrılarıdır. Hatta kimi insanlar ve toplumlar, başlarındaki yöneticileri, kralları ilâh, ya da yarı ilâh saymışlardır. Nitekim Firavun, elinin altındakilere “ben sizin en büyük rabbinizim/ilâhınızım” (79/Nâziât, 24) diyordu. Japon kralları, güneşin/tanrının oğlu, bir çeşit Budist dini olan Lamaların büyüğü Dalay Lama yarı tanrı sayılıyor. Bir çok ülkede diktatörler, tanrı gibi algılanmış, karşı konulmaz üstün güce sahip, her dedikleri yapılması gereken, kızdığı zaman gazâbıyla herkesi cezalandırabilen tanrılar gibi düşünülmüştür. Hatta birçok yerde bu diktatörler adına dikilen heykellere insanlar secde edercesine saygı göstermektedirler.

Tarihte, Tevhid Dininden uzaklaşmış bütün toplumlarda farklı ilâh düşünceleri gelişmiştir. Kimileri inandıkları ilâhlar adına putlar ve mâbetler/tapınaklar yapıp o putlara tapınmışlardır. Bu putların taştan, tunçtan veya ahşaptan yapılmasının fazla bir önemi yoktur. İnsanlar, ilâhları adına kendi elleriyle heykeller yapıp, sonra da buna, ilâhımız veya bizi ilâhımıza götürecek aracımız diyorlar ve o heykellere tanrı diye tapınıyorlardı.

Kur’ân-ı Kerim’e göre, yer, gök ve ikisinde olan her şey, bir olan Allah’ındır. Yoktan var eden yalnızca O’dur. Bütün nimetler O’nun elindedir. Sonsuz güç ve kuvvet yalnızca O’nundur. Bütün işler yani kader O’nun elindedir. Yerde ve gökte olan her şey isteyerek veya istemeyerek O’na boyun eğer. Her şey O’nu tesbih eder (O’na İbâdet eder, O’nu zikreder). Yerde ve gökte yalnızca O’nun hükmü geçer. O’nun bir benzeri ve eşi yoktur. Hiç bir şey O’nun dengi olamaz. O’nun Rabliğinin, ilâhlığının, hükmünün, yaratıcılığının ortağı ve yardımcısı yoktur. O hiç bir şeye muhtaç değildir. Mutlak anlamda yardım edici O’dur, mutlak anlamda ceza verici yine O’dur. O, gerçek ve mutlak olan yegâne ‘ilâh’tır ve O’ndan başka ilâh yoktur.

İslâm, bu sıfatları taşıyan Rabbe, Allah demiştir. Bu isim ilâh kavramından farklıdır. Benzeri, eşi, ortağı, çoğulu, olmayan bir Allah kavramı. Bu, kâinatın sahibi, mutlak yaratıcı ve azamet sahibi ‘ilâhın’ özel adıdır. İnsanlar bir çok ilâhlar düşünmüşlerdir, düşünebilirler de; ama ‘Allah’ birdir ve O’nun hakkında başka türlü düşünmek de mümkün değildir. Allah, hem ilâhlık (ulûhiyet), hem rablık (rubûbiyet), hem hâkimlik (hâkimiyet), hem de meliklik (mülûkiyet) sıfatlarına, işlevine sahiptir.

İlâh’ın Kur’an’daki Iki Mânâsı: Kur’an’da ‘ilâh’ daha çok iki anlamda kullanılmıştır: Birincisi, hak olsun bâtıl olsun, bütün insanların kendisine İbâdet ettikleri ma’bud; İkincisi, gerçek İbâdete lâyık olan, âlemlerin Rabbı olan Allah.

İlâh Düşüncesi: Hz. Âdem’den belirli bir zaman sonra insanlar, Tevhid inancının dışına çıkmaya başladılar ve ikinci Âdem Hz. Nûh’tan sonra da yaptıkları heykelleri ilâh haline getirip onlara tapındılar. Daha sonradan gelen birçok kavmin arasında ve günümüzde dünyanın çeşitli yerlerinde bu bâtıl inanış devam etmektedir. Kişinin inandığı ilâh, onun ihtiyaçlarını karşılayan, duâlarına karşılık veren, sıkıştığı zaman imdadına koşan ve her bakımdan üstün (müteâl) olmalı. Bu ilâh, insanın sahip olmadığı birçok özelliği taşır. Ülûhiyet (ilâhlık), aynı zamanda ulaşılamayacak yüce bir makamdır. Kimileri bu ilâhlarını somut bir şekilde, put halinde cisimleştirmişlerdir. Birçoğu da insana ait birtakım özellikleri onlara vermişlerdir.

Eski yunan tanrıları, insanlar gibi kavga ediyorlar, birbirlerinin hanımlarına göz koyuyorlardı. Eski İran dini Mazdeizm’in iki tanrısı vardı ve sürekli kavga ederlerdi. Birisinin kötülükleri, diğerinin iyilikleri yarattığına inanılırdı. Eski Azteklerin ilâhı zâlim bir savaşçıydı. Kimileri birtakım hayvanları, kimileri zamanı, kimileri ruhları, kimileri yerleri kutsal sayıp, onlara bir ilâh gibi saygı göstermişlerdir. Geçmişte bu tür acaip ve sapık ilâh inançları çoktu. İslâm, bütün peygamberler vâsıtasıyla bu tür bütün ilâh düşüncelerini kaldırmış ve insanlar hakkında hakk olan Allah inancını getirmiştir. Çünkü bu inanç, insanların kendi kafalarından ve eksik görüşlerinden değil; bizzat insanların Rabbi Allah’tan gelmiştir. Böylece, Tevhid dinine inanan insanlar ‘ilâh’ konusundaki düşüncelerini ve inançlarını düzeltebilmişlerdir.

Ancak buna rağmen tarihte olduğu gibi günümüzde de aklını kullanmayan, Kur’an’a kulak vermeyen insanlar, hâlâ yanlış ilâh inancını sürdürmektedirler. Allah’a ait bir sıfatı veya sıfatları bir başka varlığa veren, onu ilâh gibi düşünmüş olur. Dinimizde bunun adı şirktir. Allah’ın yaratma, öldürme, diriltme, affetme, azâb etme, yoktan var etme, kutsal olma, nimet verme, hüküm koyma gibi sıfatları, başka şeylerde, başka varlıklarda var sayılırsa, onlar ‘ilâh’ haline getiriliyor demektir. Bu bağlamda bir kimse; bir kişinin, bir kurumun veya bir başka şeyin, tıpkı tanrı gibi olduğunu kabul etmesi, “tıpkı tanrı gibi yaratıyor” diye düşünmesi, onu ilâh saymasıdır.

Günümüzde bu tür ilâh fikrini çokça görmek mümkündür. Üzülerek söylemek gerekirse, bilimin bu kadar ilerlemesine rağmen insanlar hâlâ, geçmişteki câhiller gibi sapık ilâh inancını terketmemişlerdir. Bugün kimileri, atalarının ruhunu, kimileri devlet yöneticilerini ve kahramanları, kimileri devlet örgütlerini, kimileri uluslararası kuruluşları tıpkı ilâh gibi görmektedirler. Bunların gücü çok büyüktür ve bunlara asla karşı gelinmez diye inanılmaktadır. Gazete sayfalarında görülen ‘futbol ilâhı’, ‘müzik ilâhı’, ‘sanat ilâhı’, ‘seks tanrıçası’, ‘ey falanca şarkıcı sana tapıyorum’, ‘ey sevgili sana tapıyorum’ gibi ifadeler işte bu yanlış ilâh fikrinin çok çirkin görüntüleridir. Kimileri bir spor yıldızını, kimileri bir müzik ve film yıldızını kendisi için en üstün örnek sayar, onun peşinden gider, onu taparcasına sever, ondan başka üstün ve kutsal bir şey düşünmez. İşte bu yanlış fikir onu sapık ilâh fikrine, yani şirke sürükler.

Rejimlerin, devlet adamlarının, diktatörlerin, partilerin, meclislerin koydukları ilkeler ve kanunlar, yaptıkları işler, uygulamalar, ‘karşı gelinemez, değiştirilemez, itaat edilmesi zorunlu ilkelerdir’ düşüncesi, onları ilâh saymanın çağdaş görüntüleridir. İnsanlar bu gibi otorite sahiplerinde olağanüstü bir güç var sanmaktalar, dolaysıyla onlarda ilâhlık sıfatları görmekteler. Bazılarının, ‘birtakım kişilerin veya grupların fikirleri, ilkeleri, kanunları en üstündür, onların üzerinde güç ve otorite yoktur’ şeklindeki düşünce ve inançları, onların dinleridir. Aynı konuda âlemlerin rabbi Allah’ın insanlar için indirdiği hükümlere aldırmamak, onları reddetmek, ya da onların yerine kişilerin ve kurumların hükmünü kabul etmek; onları ilâh haline getirmenin göstergesidir.

Diyelim ki, herhangi bir konuda Allah’ın koyduğu bir ölçüsü veya bir hükmü var. Buna karşın aynı konuda bir kişinin, siyasî bir otoritenin, devletin veya başka bir gücün tam aykırı bir görüşü veya ölçüsü bulunmaktadır. Bir insan Allah’ın hükmüne rağmen onları benimser, inanır ve peşinden giderse; işte o kabul ettiği hükmü veya ölçüyü koyan kaynağı ilâh haline getirmiş demektir. Örneğin, Allah (c.c.), Kur’an’da içki içmeyi yasaklıyor, fâiz alıp vermeyi haram sayıyor, kadınlara örtünmeyi emrediyor, ama birtakım yöneticiler veya yetki sahipleri, içki içmeyi normal görüyor, fâizsiz ekonomi olmaz diyor, ya da birileri kadınların örtünmesini çağdaş kıyafet değil diye yasaklıyor. Bazıları, ‘Allah’ın ölçülerinin geçerliliği yoktur, bu zamanda uygulamak zordur, ama yöneticilerin koyduğu hüküm daha doğrudur, zamana daha uygundur, biz onları tercih ederiz’ derlerse, işte bu inanç başkalarını ilâh haline getirmedir.

Kim herhangi bir şeyi Allah’tan fazla severse, bir şeye Allah’tan fazla saygı gösterir, Allah’tan korkar gibi ondan korkarsa, kim Allah’ın dışında herhangi bir şeye veya insana tapınırsa, kim Allah’ın hükmüne aykırı olarak başkalarının ilkelerini daha üstün sayarsa, işte o insan, bütün bunları ilâh haline getiriyor demektir. Farklı ilâhlara inananlar, bu inançlarını zaman zaman ortaya koyuyorlar. ‘Falanca devletin, filanca uluslararası kuruluşun, falan adamın ilkeleri her şeyin üstündedir’ diyen kimse, Allah’ı değil onları ilâh tanıyor demektir. (3) İslâm’ın ezelî, ebedî, değişmeyen ve evrensel ilkesi şudur: “Lâ ilâhe illâllah, Muhammedün Rasûlullah” Yani, “Allah’tan başka ilâh yoktur; Hz. Muhammed Allah’ın rasûlü, elçisidir.” “Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip tapınma. O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur.” (28/Kasas, 88)

 

 

 

Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilen Bâtıl Tanrı Anlayışları

Kur’ân-ı Kerim, müşrikler tarafından tapınmaya konu edilen varlıklardan bahsederken, birçok durumda genel ifadeler kullanır: “Allah’tan başka taptıkları” (25/Furkan, 17); “Allah’tan başka duâ edip yalvardıkları” (7/A’râf, 194); “Allah'a şirk koştukları” (28/Kasas, 68); Şirk koştukları şeyler” (7/A’râf, 190); “Allah’tan başka benimsedikleri” (45/Câsiye, 10) tarzında fiil şekilleri olduğu gibi; genel anlamda birtakım isimler de hayli fazladır: İlâh” (15/Hicr, 96); “âlihe -ilâhlar-” (21/Enbiyâ, 36); “endâd -eş ve denkler-” (2/Bakara, 165); “esnâm -heykelden putlar-” (7/A’râf, 138); “evsân -putlar-“ (22/Hacc, 30); “temâsîl -heykeller-” (21/Enbiyâ, 52); şürekâ –ortaklar-” (13/Ra’d, 16); şühedâ -şâhitler, yardımcılar-” (2/Bakara, 23); şüfeâ’ -şefaatçiler, aracılar-” (39/Zümer, 43); “erbâb -rabler-” (12/Yûsuf, 39); “evliyâ -velîler, dostlar, yöneticiler-” (29/Ankebût, 41); “emsâl -eşler, benzerler-” (16/Nahl, 74); “tâğût -azgın yönetici” (2/Bakara, 256); “cibt -putlar-” (4/Nisâ, 51); “ensâb -dikili taşlar, putlar-” (5/Mâide, 90); “veled -çocuk-” (72/Cin, 3); “sâhibe -eş, hanım, zevce, tanrıça-” (72/Cin, 3).

Kur’an’da yukarıdaki âyetler başta olmak üzere çeşitli yerde yüzlerce defa kullanılan bu genel tâbirler gösteriyor ki, Kur’an şirkin her türlüsünü iptal için gelmiştir. Yoksa, sadece zuhur ettiği bölgede, birtakım özel isimlerle belirtilen (Menât, Hubel, İsâf vb.) putları hedef almış değildir. Allah’ı tek tanımanın hâlis olması için yukarıda anılan bütün şirk kavramlarının kapsadığı alanın, ulûhiyete tahsis edilmesi gereklidir (İbâdet, şefaat, duâ, tutunma, hâkimiyet, velâyet vb.). Bu özellik, Kur’an’ın şirk karşısındaki durumu bakımından, birinci dereceden bir önem arzetmektedir. Öbür yandan Kur’an, bâtıl ulûhiyetlerin (sahte tanrıların) türlerini gösterirken genel olarak, onların adlarından değil; mâhiyetlerinden bahseder. (Arabistan’da o dönemde tapılan tanrılardan bazılarının özel isimleri -el-Lât, el-Uzzâ, Vedd vb.- sadece birkaç yerde zikredilmiştir.) Şu halde, o, aslında ulûhiyet bakımından yok olan o varlıkları muhâtap, bir muârız, bir rakip veya düşman gibi telâkkî ederek birtakım belirli fertlere değil; insanlık dünyasında tanrılaştırılmaları yaygın olan mâhiyetlere hücum etmiştir. Mâhiyetler üzerinde dururken de, onlar hakkında bilgi vermek değil; onların eksik yanlarını, neden tanrı olamayacaklarını belritmeye yönelmiştir.

Diğer taraftan, Kur’an’ın mâhiyetlerinden bahsettiği bâtıl ve sahte tanrıların, insanlığın çeşitli devir ve yerlerinde tanrılaştırdığı varlık tipleri durumunda olduğu söylenebilir. Bu tipler arasında, Arabistan’da rastlanmayanların da bulunması, Kur’an’ın evrenselliği ile açıklanmalıdır. Bu tipler, şöyle sınflandırılabilir:

Hayat sahibi varlıklar

İnsanlarca görülmeyen varlıklar; a) hayırlılar (Melekler, kısmen cinler), b) Şerliler (şeytanlar, kısmen cinler)

İnsanlar; a) Tanrı oğlu veya kızı (İsa, Uzeyr), b) Tanrıça (sâhibe), c) Hükümdar-tanrı (Firavun)

Hayvanlar; a) Buzağı, boğa, b) Nesr (kartal)

Cansızlar

Tabiat varlıkları; a) güneş, b) ay, c) yıldızlar (Şi’râ), d) Ba’l, e) ağaç (el-Uzzâ), kaya (el-lât, Menât)

İnsan eliyle yapılanlar; a) esnâm, evsân (Vedd, Yeğûs vb.), b) ensâb

Mücerred Varlıklar

a) Nefsin hevâsı, b) şâri’, c) dehr, d) seneviyye (4)

 

 

 

 

Kur’ân-ı Kerim’de Put Kavramı ve Puta Tapma

Kur’ân-ı Kerim’de put anlamındaki “sanem” kelimesinin çoğulu “esnâm” 5 yerde geçer: 6/En’âm, 74; 7/A’râf, 138; 14/İbrâhim, 35; 21/Enbiyâ, 57; 26/Şuarâ, 71. Yine put anlamındaki “vesen” kelimesinin çoğulu evsân ise 3 yerde zikredilir: 22/Hacc, 30; 29/Ankebût, 17, 25. Heykel anlamındaki timsâl kelimesinin çoğulu temâsîl kelimesi iki yerde kullanılır. Bunlardan biri, put anlamı yüklendiğinden olumsuz tavır alınmasını gerektirecek şekildedir (21/Enbiyâ, 52). Diğeri ise, Süleyman (a.s.)’ın cinlere sanat eseri olarak yaptırdığı heykellerdir ki, put özelliği olmadığından olumludur (34/Sebe’, 13).

Kur’an’da putperestliğin genel adı olan “şirk” ve türevleri 168 yerde geçer. Şirk ve puta tapma ifâdeleri geçmese bile, âyetlerin çok büyük bir bölümü, tevhidi hâkim kılmak için şirkle, putlarla ve putçularla mücâdeleyi konu edinir. Kur’ân-ı Kerim, putperestleri ve her çeşit müşriği, yeryüzünde birliği ve huzuru bozan, insanlar için zararlı, çirkin bir tip olarak görür ve necis, yani pislik olarak nitelendirir (9/Tevbe, 28). Kur’an’da putperestlik ve şirk, herhangi bir şeyi, kavramı veya bir kimseyi tercih etme, önem ve kıymet verme, yüceltme bakımından Allah’la eşit düzeyde görmek veya bunu davranışlarıya göstermektir. Kur’an bize Allah’ı (c.c.) birçok sıfat ve isimleriyle tanıtmış ve O’ndan başka ilâh/tanrı olmadığını kesin ifadelerle bildirmiştir. İlâh, Allah’ın Kur’anda bildirilen özelliklerine sahip olan varlıktır. Allah gerçek ve tek ilâhtır; Allah’ın sıfatlarına sahip olan başka hiçbir varlık olamaz. İşte, Allah’ın herhangi bir sıfatına başkasının Allah’la birlikte veya bağımsız olarak sahip olduğunu iddia etmek, Allah’tan başka ilâh kabul etmektir, yani şirktir, putperestliktir. Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyette Allah Teâlâ, insanları şirke düşmemeleri, hiçbir şeyi putlaştırmamaları husûsunda uyarır.

Kur’ân-ı Kerim’de, şirkin çeşitlerine göre ayrı ayrı isimlendirildiği görülür; “Vesen” küçük putlara verilen isimken, şekilsiz putlara “sanem” denilir. Yönetici putlar ise “tâğut” olarak isimlendirilir. “Erbâb” ise, üstün meziyetler ve ilâhî vasıflar yakıştırılarak putlaştırılıp tanrılaştırılan varlıklara verilen isimdir. Bu kelime, ilâh/tanrı seviyesine getirilen puta duyulan sevgiyi de ifâde eder. Peygamberlerin ve sâlih insanların ilâhlaştırılması da genellikle bu kelime ile anlatılır.

Kur’ân-ı Kerim’de putlar, sebep oldukları zararlar açısından konu edilir ve insanlar dünya ve âhiret güzellikleri için putlara tavır almaya çağrılır. Putperest müşrikler, putları şefaatçi kabul ederler (10/Yûnus, 18; 13/Ra’d, 14; 16/Nahl, 55; 19/Meryem, 81-82; 39/Zümer, 3, 43-44. Putperest müşrikler, meleklere cinsiyet yakıştırırlar (43/Zuhruf, 19; 53/Necm, 27-28). O yüzden putlara yücelik atfeden müşrikler, Allah’a iftira etmiş olmaktadırlar (6/En’âm, 138-139, 143-144). Putperestler, çocuklarına putlarının adını da verdikleri olur (7/A’râf, 190-191). Putlar, hiç kimseye zarar ve fayda veremezler (5/Mâide, 76; 6/En’âm, 40, 41, 46, 71 vb.). Bırakın başkalarına, putların kendilerine bile faydaları dokunmaz (7/A’râf, 197-198; 10/Yûnus, 35). Putların hiçbir şey yaratmadıkları, buna güçlerinin olmadığı belirtilir (7A’râf, 191-192; 10/Yûnus, 34; 13/Ra’d, 33; 16/Nahl, 20; 21). Putların kimseye rızık veremediği, veremeyeceği ifâde edilir (29/Ankebût, 17). Putlar, yapılan duâlara cevap veremezler (13/Ra’d, 14; 27/Neml, 62; 34/Sebe’, 22; 35/Fâtır, 14). Aslında, kendilerine yanlış yere tapılan putların rabbinin de Allah olduğu vurgulanır (53/Necm, 49). Putların kendilerine tapanlardan bile habersiz olduğu belirtilerek akıllı insanların böyle âciz durumdakilerden medet ummalarının mümkün olamaycağı vurgulanır (46/Ahkaf, 5). Onlar hiçbir şeye sahip değildirler (16/Nahl, 73; 35/Fâtır, 13; 53/Necm, 19-20), kendi hayatları bile yoktur ki, bir şeye sahip olsunlar, onlar diri değil ölüdürler (16/Nahl, 21).

Böylesine âciz varlıklar olan putlara putlara tapmaktan sakınmak gerekir (17/isrâ, 22; 22/Hacc, 30; 25/Furkan, 68; 42/Şûrâ, 9). Putlara tapmak haramdır (5/Mâide, 90; 17/İsrâ, 29, 39). Putlar, kıyâmet günü kendilerine uyanlardan uzaklaşacaklardır (2/Bakara, 166; 6/En’âm, 22-24, 94; 7/A’râf, 37, 53; 10/Yûnus, 28-30 vb.). Arap putperestlerinin çok sayıdaki putları arasından, önemseyip öne çıkardıkları putların isimlerini zikreder. Bunlar, Lât, Uzzâ ve Menât putlarıdır (53/Necm, 19-20).

Putlara tapanlar gerçekte ona tâbi olmuyor, zanlarına peşine giderek kendi hevâlarına tapmış oluyor, zâlim müstekbirlere kulluk yapmış oluyorlar (10/Yûnus, 66; 28/Kasas, 62-63; 39/Zümer, 3). Bütün bunlarla birlikte Kur’an, putlara sövmekten sakınmayı tavsiye eder (6/En’âm, 108). Örnek peygamber Hz. İbrâhim’in putlarla mücâdelesini ve ateşe atılma pahasına onları yıkıp devirmesini ayrıntılı biçimde gündeme getirir. İbrâhim (a.s.), babası Âzer’e tek ilâh olarak sadece Allah’ı kabul edip yalnız O’na ibâdet etmeyi, putlara tapmaktan vazgeçmeyi samimi dille anlatıp onu dâvet ettiği halde, ondan büyük tepki görür (6/En’âm, 74; 19/Meryem, 42-48; 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 37/Sâffât, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27; 60/Mümtehine, 4). Aynı dâveti İbrâhim (a.s.), kavmine de ulaştırır ve aynı tepkiyle karşılaşır (21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 29/Ankebût, 16-18, 24-26; 37/Sâffât, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27). İbrâhim (a.s.), kavmine karşı akıl yolu ile Allah’ı arayıp ispat eder, onların da akıllarını kullanıp sahte tanrılardan kurtulmalarını tavsiye eder (6/En’âm, 76-79; 21/Enbiyâ, 58-67; 26/Şuarâ, 70-82). Kafalarındaki putları kırmaya güç yetiremeyen Hz. İbrâhim, en sonunda kavminin taptığı putları baltayla kırar ve büyük tepkiyle karşılaşır (21/Enbiyâ, 52-68; 37/Sâffât, 88-97). O, Kâbe’yi de putlardan temizler (22/Hacc, 26). Tevhid konusunda münâzara ettiği Nemrut tarafından putlara karşı çıkmanın bedelini ödemek üzere ateşe atılır, ama her şeye gücü yeten Rabbi tarafından ateş ona soğuk ve selâmet yapılır (21/Enbiyâ, 68-71; 29/Ankebût, 245; 37/Sâffât, 97-98). Safını putlardan yana koyup bâtılın yanında mücâdele eden Nemrut ise helâk olur (21/Enbiyâ, 70).

Kur’an, başka bir canlıyı, eşyayı veya soyut bir şeyi Allah'a endâd/denk tutmanın da putlaştırma olduğunu belirtir ve bu suçun cezâsının da büyük olacağını belirtir (2/Bakara, 22, 165; 14/İbrâhim, 30; 34/Sebe', 33; 39/Zümer, 8; 41/Fussılet 9). Kur’an, somut putlar yanında soyut putları da gündeme getirir. Hevâ ve hevesi putlaştırıp ilâhlaştırmak tehlikesi de sözkonusudur (45/Câsiye, 23; 47/Muhammed, 12). Put diye şeytana tapanlar da vardır (4/Nisâ, 117).

Tüm putlar, putlaştırılan özelliklerden uzaklaştırılması istenen insanlara Kur’an, gerçek ilâhı, tek ma’bud olan Allah’ı vasıf ve isimleriyle tanıtır. Allah'tan başka ilâh olmadığını çok net biçimde ve ısrarla gündeme getirir (2/Bakara, 163, 255; 3/Âl-i imrân, 2, 6, 18, 62; 4/Nisâ, 87, 171; 5/Mâide, 73; 6/En'âm, 19, 102, 106; 14/İbrâhim, 52; 16/Nahl, 22, 51; 20/Tâhâ, 8, 14; 22/Hacc, 34; 23/Mü'minûn, 116; 27/Neml, 26; 28/Kasas, 70, 88; 37/Sâffât, 4).

Tevhid, yani tüm putları reddedip tek ilâha iman edip O’na kulluk inancı, insanlığın aslî itikadı ve tüm peygamberlerin çağlar boyu tebliğ edip canlandırmaya çalıştığı husustur (2/Bakara, 133; 7/A'râf, 59, 65, 73, 85, 158; 9/Tevbe, 129; 11/Hûd, 50, 61, 84; 16/Nahl, 2; 18/Kehf, 110; 21/Enbiyâ, 25, 108; 23/Mü'minûn, 23; 41/Fussılet, 6). Tevhid dini ise İslâm'dır (6/En'âm, 161; 10/Yûnus, 105; 21/Enbiyâ, 92; 30/Rûm, 30; 39/Zümer, 3, 11). Bütün İlâhî dinlerin de İslâm'dır/teslimiyettir ve tevhide (putları reddedip tek Allah’a iman ve yalnız O’na ibâdet ve kulluğa) dayanır (6/En'âm, 90; 21/Enbiyâ, 92; 23/Mü'minûn, 51-52; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf, 45; 87/A'lâ, 14-15, 18-19. Çünkü tevhidden başka her şey bâtıldır (10/Yûnus, 32; 22/Hacc, 31; 41/Fussılet, 6).

Kur’an, bütün bu gerekçelerden dolayı, insanlığa muvahhid olup Allah'ı birlemeleri çağrısını yapar (22/Hacc, 31; 30/Rûm, 30). Yüzümüzü tevhid dinine döndürmemiz istenir (10/Yûnus, 105). Allah'ın yolunu (tevhid'i) tâkip etmek emredilirken, başka yolları tâkip etmek (her çeşit put ve putçularla iyi ilişkiler) de yasaklanır (6/En'âm, 153). İster putlara tapmak yönüyle olsun, ister başka çeşitte; şirk büyük bir zulümdür (31/Lokman, 13). Allah, kendisine şirk koşmayı kesinlikle affetmez (4/Nisâ, 48, 116). Müşriklerin temel özellikleri, Allah’tan başkasını tanrı edinmeleridir: 2/Bakara, 165; 3/Âl-i imrân,151; 4/Nisâ, 117; 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 1, 107, 136 vb.).

Kıyâmet günü putlar da, küfür önderleri ve öncüleriyle birlikte cezâlandırılacaklardır (25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74; 37/Saffât, 22-34). Putlar, müşrikler tarafından da âhirette inkâr edilecektir (30/Rûm, 13). Kur’ân-ı Kerim, Kıyâmet günü putların durumuyla ilgili de geniş bilgiler verir (25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74; 37/Saffât, 22-34).

Kur’ân-ı Kerim, mü’minlerin putperest ve her çeşit müşrikle ilişkilerinin nasıl olmasını da belirler. Müşriklerin dostluğu yoktur, mü’min onları dost kabul edemez (2/Bakara, 105; 5/Mâide, 82; 6/En’âm, 106; 9/Tevbe, 7-8, 10, 12; 17/İsrâ, 73-75; 28/Kasas, 87; 60/Mümtehine, 1-2, 6-9). Putperest müşrikler, mü’minleri ateşe çağırırlar (2/Bakara, 221; 17/İsrâ, 73-75; 29/Ankebût, 12-13). Putperestlerden yüz çevirmek emredilir (6/En’âm, 106, 150; 10/Yûnus, 41; 15/Hıcr, 94; 28/Kasas, 87; 32/Secde, 30; 37/Saffât, 173-174, 178-180; 43/Zuhruf, 83, 89; 45/Câsiye, 18; 51/Zâriyât, 54; 53/Necm, 29; 54/Kamer, 6; 68/Kalem, 8; 73/Müzzemmil, 10). Müşriklerden korkulmaz, korkulmamalıdır (9/Tevbe, 13-14; 10/Yûnus, 65; 15/Hıcr, 94; 22/Hacc, 38; 37/Sâffât, 171-175). Çünkü putperest ve her çeşit şrik, mü’minlere zarar veremez (37/Sâffât, 160-163; 52/Tûr, 42). Putperestlere ve her çeşit şriklere karşı mücâdele edilmeli, savaşılmalıdır (9/Tevbe, 5-6, 11-12).

Kur’an’da Allah, ibâdetin sadece kendisine yapılmasını emretmektedir. İster içimizde ve ister dışımızda olsun bizi kendisine râm eyleyen, mutlak anlamda itaatkâr kılan, bizim bedenimizi ve ruhumuzu kendi kudretine göre yönlendiren, bizim enerjimizi kendi istediği yöne sevkeden, yani bizi teslim alan her “güç”, bizi kendisine kul yapmış demek olur. Dolayısıyla putlaştırma, önce insanın kendisine hakarettir; en güzel şekilde yaratılmış olan insanın kendi cinsinden veya kendinden de aşağı olanların yanında alçalması, onlardan daha aşağıları tercih etmesi demektir. Oysa Rabbimiz, ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyeti bizim yalnızca kendisine tahsis etmemizi ve bu noktada bütün sahte ilâh ve rableri reddederek her çeşit puttan ve putlaştırmadan yüzçevirmemizi istiyor.

Kur’ân-ı Kerim’de Her Çeşit Puta Tapma ve Şirk, Şu Şekillerde Tanımlanır:

1-) Büyük Günah: “Allah’a şirk/ortak koşan kimse şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur.” (4/Nisâ, 8)

2-) Büyük Zulüm: “Lokman, oğluna öğüt vererek: ‘Ey oğulcuğum, Allah’a eş koşma. Doğrusu O’na eş koşmak büyük haksızlıktır, zulümdür’ demişti.” (31/Lokman, 13)

3-) Büyük Cehâlet: “O’nu bırakıp tanrılar mı edindiler? De ki: ‘Kesin delilinizi getirin. İşte benim ve ümmetimin kitabı ve benden öncekilerin kitabı.’ Hayır, onların çoğu gerçeği bilmez de yüz çevirirler.” (21/Enbiyâ, 24)

4-) Apaçık Sapıklık: “Allah’ı bırakıp da, kıyâmet gününe kadar cevap veremeyecek şeylere yalvarandan daha sapık kimdir? Çünkü, yalvardıkları şeyler yalvarışlarından habersizdirler.” (29/Ankebût, 5) “Allah kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse, derin bir sapıklığa sapmış olur.” (4/Nisâ, 116)

5-) Büyük Alçaklık: “Buzağıyı tanrı olarak benimseyenler, Rablerinin öfkesine ve dünya hayatında alçaklığa uğrayacaklardır. İftira edenleri böylece cezalandırırız.” (7/A’râf, 52)

6-) Zanna Göre Hareket: “Yeryüzündekilerin çoğunluğuna itaat edersen seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar, sadece tahminde bulunurlar.” (6/En’âm, 116)

7-) Dünya Hayatına Düşkünlük: “Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı insanların en düşkünü olarak bulursun. Şirk koşan müşriklerden/putperestlerden her biri de arzular ki, bin sene yaşasın. Oysa (uzun) yaşatılması hiç kimseyi azaptan uzaklaştırmaz. Allah onların yapmakta olduklarını eksiksiz görür.” (2/Bakara, 96)

8-) Halkı, Sağlam Temellerden Uzak Tutma: “Allah’tan başka dostlar edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı şüphesiz örümceğin yuvasıdır. Keşke bilseler!” (29/Ankebût, 41)

9-) Şirk Koşanların Kalplerinin Korku ile Doldurulması: “Hakkında hiç bir delil indirmediği şeyi Allah’a ortak koşmalarından ötürü, inkâr edenlerin kalbine korku salacağız. Onların varacağı yer cehennemdir. Zâlimlerin durağı ne kötüdür!” (3/Âl-i İmrân, 151)

10-) Cennetin Kapılarının Şirk Koşanlara Kapanması: “Kim Allah’a ortak koşarsa, muhakkak Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir, zulmedenlerin yardımcıları yoktur.” (5/Mâide, 72)

11-) Tevhid İnancında Olanlara Karşı Düşmanlık: İman edenlere en şiddetli düşman olarak, yahudileri ve Allah’a şirk/eş koşanları bulursun...” (5/Mâide, 82)

 

"(Ey Allah’ım,) Ancak Sana ibâdet/kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz." (1/Fâtiha, 5)

İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah'a -hâşâ- eşler, ortaklar, benzerler edinirler de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azâba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azâbın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi.” (2/Bakara, 165)

“Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” (2/Bakara, 170; Benzer âyetler için bkz. 5/Mâide, 104; 43/Zuhruf, 22-24; 7/A’râf, 28)

“De ki: ‘Ey Kitap ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim.’ Eğer yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şâhid olun, biz gerçekten müslümanlarız.” (3/Âl-i İmrân, 64)

“Kendisi hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah'a şirk/ortak koştuklarından dolayı küfredenlerin kalplerine korku salacağız. Onların barınma yerleri ateştir. Zâlimlerin konaklama yeri ne kötüdür!” (3/Âl-i İmrân, 151)

"Allah'a İbâdet edin. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın." (4/Nisâ, 36)

“Allah sizin düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Velî (gerçek bir dost) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.” (4/Nisâ, 45)

“Kendilerine Kitap’tan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve cibt’e ve tâğûta (putlara ve sahte tanrılara) iman ediyorlar, sonra da kâfirler için: ‘Bunlar Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır’ diyorlar.” (4/Nisâ, 51)

“Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlar ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.” (4/Nisâ, 116)

“Onlar (müşrikler), O’nu bırakıp yalnızca birtakım dişilere tapar, onlardan yardım isterler. Onlar o her türlü hayırla ilişkisi kesilmiş şeytandan başkasına tapmazlar.” (4/Nisâ, 117)

“Andolsun, ‘Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler küfre düşmüştür. Oysa Mesih’in dediği (şudur:) ‘Ey İsrâiloğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a İbâdet edin. Çünkü O, kendisine ortak koşana şüphesiz cenneti haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir. Zulmedenlere yardımcı yoktur. Andolsun, ‘Allah üçün üçüncüsüdür’ diyenler küfre düşmüştür. Oysa tek bir ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer söylemekte olduklarından vazgeçmezlerse, onlardan inkâr edenlere mutlaka (acı) bir azâb dokunacaktır.” (5/Mâide, 72-73)

"De ki: Allah'ı bırakıp size ne zarar, ne de yarar vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah, işitendir, bilendir. (O'na İbâdet etmeniz gerekmez mi?)" (5/Mâide, 76)

“De ki: ‘Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah’tan başkasını mı velî/dost edineceğim?’ De ki: ‘Bana müslüman olanların ilki olmam emrolundu.’ Ve ‘sakın Allah'a ortak koşan müşriklerden olma!’ (denildi).” (6/En’âm, 14)

“O ancak tek bir ilâhtır. ‘Doğrusu ben O’na ortak koşmanızdan mâsumum’ de.” (6/En’âm, 19)

“Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: ‘Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?’ Sonra onların: ‘Rabbimiz olan Allah'a and olsun ki, biz müşriklerden değildik’ demelerinden başka bir fitneleri olmadı. Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve düzmekte oldukları da kendilerinden kaybolup uzaklaştı.” (6/En’âm, 22-23)

"De ki: Ben Allah'tan başka yalvardıklarınıza tapmaktan men olundum." (6/En'âm, 56)

“İbrâhim, babası Âzer’e: ‘Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum’ demişti.” (6/En’âm, 74)

"Kavmi onunla (İbrâhim a.s. ile) tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: 'Beni doğru yola hidâyet etmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na şirk/ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ ibret almıyor musunuz? Siz, Allah'ın size, haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan (Allah'ı tek ilâh kabul edenlerle O'na ortak koşanlardan) hangisi (Allah'ın azâbından) emniyette/güvende olmaya daha lâyıktır?" (6/En'âm, 80-81)

İşte, Rabbiniz Allah budur. O’ndan başka ilâh yoktur. O her şeyi yaratandır. O her şeye vekildir. Gözler O’nu görmez, O bütün gözleri görür. O latiftir, -her şeyden- haberdardır.” (6/En’âm, 102 - 103)

"Nihâyet elçilerimiz canlarını almak üzere onlara geldikleri zaman şöyle diyecekler: 'Allah'ı bırakıp da tapındığınız putlar nerede?' Onlar şöyle cevap verecekler: 'O putlar bizi bırakıp kayboldular.' Onlar kendi aleyhlerine kâfir olduklarına şâhitlik edeceklerdir." (7/A'râf, 37)

“Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler...” (9/Tevbe, 28)

“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a İbâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden münezzehtir, yücedir.” (9/Tevbe, 31)

“Allah’ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek ve yararları dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve ‘Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ derler. De ki: ‘Siz, Allah'a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk koştuklarınızdan uzak ve yücedir.” (10/Yûnus, 18)

“Onların çoğu Allah'a, şirk koşmadan iman etmezler” (10/Yûnus, 106)

“Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa kahredici olan bir tek Allah mı? Sizin Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın taktığı (birtakım anlamsız) isimlerden başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur; ancak insanların çoğu bilmezler.” (12/Yûsuf, 39-40)

"Onlar Allah'ın yolundan saptırmak için Allah'a eşler uydurdular. De ki: 'Eğlenip keyfinize bakın! Çünkü gidişiniz muhakkak ateştir." (14/İbrâhim, 30)

"Hatırla ki İbrâhim şöyle demişti: 'Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun dalâletine/sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen gerçekten çok bağışlayansın, çok merhametlisin." (14/İbrâhim, 35-36)

"Andolsun biz, her millet içinde: 'Allah'a İbâdet/kulluk edin, tâğut(a tapmak)dan kaçının' diyen bir rasûl/elçi gönderdik." (16/Nahl, 36)

“Allah dedi ki: ‘İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir ilâhtır. Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun.’ Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, din de (itaat ve kulluk da) yalnız O’nundur. Böyleyken, Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?” (16/Nahl, 51-52)

“Kâfirler Beni bırakıp da kullarımı evliyâ/dostlar edineceklerini mi sandılar? Biz cehennemi kâfirlere bir konak olarak hazırladık.” (18/Kehf, 102)

"Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahman'a kul olarak gelecektir." (19/Meryem, 93)

“O’nu bırakıp ilâhlar mı edindiler? De ki: ‘Kesin delilinizi getirin, işte benim ve ümmetimin kitabı ve benden öncekilerin kitapları.’ Hayır, onların çoğu gerçeği bilmez de yüz çevirirler.” (21/Enbiyâ, 24)

"Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: 'Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Bana kulluk/İbâdet edin' diye vahyetmiş olmayalım." (21/Enbiyâ, 25)

“Andolsun Biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı:) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz mısınız?’ (Bir kısmı:) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.” (21/Enbiyâ, 51-71)

"Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız cehennem odunusunuz. Siz (odun gibi) oraya gireceksiniz." (21/Enbiyâ, 98)

"İnsanlardan kimi de Allah'a bir yönden (dinin bütününe inanmadan) ibâdet eder. Eğer kendisine bir hayır gelirse, onunla huzura kavuşur (sevinir) ve eğer başına bir kötülük gelirse yüz üstü döner (dini kötüleyerek ondan vazgeçer)." (22/Hacc, 11)

“...Öyleyse iğrenç bir pislik olan putlardan kaçının, yalan söz söylemekten de kaçının. Kendisine şirk/ortak koşmaksızın Allah’ın hanifleri (O’nun birliğini kabul eden mü’minler olun). Kim Allah'a ortak koşarsa, sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürükleyip atmış gibidir.” (22/Hacc, 30-31)

“Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir.” (22/Hacc, 74)

“Allah, sizlerden iman edip sâlih amellerde bulunanlara vaad etmiştir: Hiç şüphesiz kendilerinden öncekileri nasıl güç ve iktidar sahibi kıldıysa, onları da yeryüzünde halifeler (yeryüzüne hâkim, güç ve iktidar sahibi) kılacak, kendileri için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı) kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları geçirdikleri korku döneminden sonra, güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana İbâdet ederler ve Bana hiçbir şeyi şirk/ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır (büyük günahkârlardır).” (24/Nûr, 55)

“Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarıp yakarma, sonra azâba uğratılanlardan olursun.” (26/Şuarâ, 213)

“Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip tapma. O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur.” (28/Kasas, 88)

“Biz insana, anne ve babasına (karşı) ihsânı/güzelliği tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan şeyle Bana ortak koşman için sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda, onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır. Artık yaptıklarınızı size haber vereceğim.” (29/Ankebût, 8)

"Siz Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler yaratıyor/uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz." (29/Ankebût, 17)

“(İbrâhim onlara) dedi ki: ‘Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar (tanrılar) edindiniz...” (29/Ankebût, 25)

“Gönülden katıksız bağlılar olarak, O’na yönelin ve O’ndan korkup sakının, namazı dosdoğru kılın ve müşriklerden olmayın.” (30/Rûm, 31)

“Ey oğlum, Allah'a şirk koşma! Şüphesiz şirk, gerçekten en büyük zulümdür.” (31/Lokman, 13)

"Onlara: 'Allah'ın indirdiğine uyun' dendiğinde: 'Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız, derler. Ya şeytan, onları alevli ateşin azâbına çağırıyor idiyse?!" (31/Lokman, 21)

“Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Halbuki onların (o sahte tanrıların, taptıkları putların) kendilerine yardım etmeye asla güçleri yetmez. Bilâkis onlar, bu ma’bûdlar için yardıma hazır askerlerdir.” (36/Yâsin, 74-75)

İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kâfirler dedi ki: ‘Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür. Tanrıları bir tek ilâh mı yaptı? Doğrusu bu, tuhaf bir şey!’ Onlardan mele’ (ileri gelen bir grup, egemen güçler): ‘Yürüyün, ilâhlarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. Son dinde de bunu işitmedik. Bu, içi boş bir uydurmadan başka bir şey değildir.” (38/Sâd, 4-7)

"İyi bil ki, hâlis din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka velîler edinerek: 'biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz' diyenlere (gelince): Şüphesiz ki Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri şeyde hükmünü verecektir." (39/Zümer, 3)

"De ki: 'Ben dinimi yalnız Allah'a hâlis kılarak O'na İbâdet/kulluk ediyorum." (39/Zümer, 14)

“Tâğuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı." (39/Zümer, 17)

“De ki: ‘Ey câhiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?’ Ey Muhammed! And olsun ki sana da, senden önceki peygamberlere de vahyolunmuşıur. And olsun, eğer Allah’a ortak koşarsan amellerin şüphesiz boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun. Hayır, yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol. Onlar, Allah’ı gereği gibi takdir edemediler. Halbuki kıyâmet günü bütün yeryüzü O’nun tasarrufundadır. Gökler O’nun eliyle dürülüp bükülecektir. O, müşriklerin ortak koştuklarından münezzeh ve yücedir.” (39/Zümer, 64-67).

"Gece, gündüz, güneş ve ay O'nun âyetlerindendir. Ne güneşe ne de aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah'a secde edin. Eğer kulluk ediyorsanız (böyle yapın)." (41/Fussılet, 37)

“Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/dinî kural kıldılar)? Eğer o fasıl kelimesi (azâbı erteleme sözü) olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” (42/Şûrâ, 21)

"Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan (putlardan) uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk yaparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir.' Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler." (43/Zuhruf, 26-28)

Şimdi sen, kendi hevâsını putlaştırıp ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” (45/Câsiye, 23)

"Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım." (51/Zâriyât, 56)

“Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ’yı? Ve üçüncüleri olan ötekini, Menât’ı. Demek erkek size, dişi O’na öyle mi? O zaman bu, insafsızca bir taksim! Bunlar (putlar) sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Halbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.” (53/Necm, 19-23)

"İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.' Ancak, İbrâhim babasına: 'Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez' demişti. (O mü'minler şöyle dediler:) 'Rabbimiz! Ancak Sana tevekkül edip dayandık, Sana yöneldik. Dönüş de ancak Sanadır." (60/Mümtehıne, 4)

“De ki: Ey kâfirler! 'Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim İbâdet ettiğime tapıcılar değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim İbâdet ettiğime tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size; benim dinim bana!" (109/Kâfirun, 1-6)

“De ki; O Allah bir’dir. O Allah samed’dir. Her şeyin kaynağı ve yaratıcısıdır. Hiç kimseyi doğurmamıştır. Hiç kimse O’nu doğurmamıştır. O’na benzeyen hiçbir şey de yoktur.” (112/İhlâs, 1-4)

 

 

 

Hadis-i Şeriflerde Put Kavramı ve Puta Tapma

“Cebrâil (a.s.) bana gelerek; ‘Ümmetinden kim Allah’a herhangi bir şeyi şirk koşmadan ölürse cennete girer müjdesini verdi.” Ben, (hayretle) zina ve hırsızlık yapsa da mı? diye sordum. “Evet, hırsızlık etse de, zina yapsa da” cevabını verdi. Ben tekrar: ‘Yani hırsızlık etse, zina yapsa da ha?’ dedim. “Evet, bunları yapsa da (Cennete girecektir)” buyurdu. Ben aynı soruyu dördüncü defa sorunca; “Ebû Zerr’in burnu kırılsa (patlasa) da Cennete girecektir” buyurdu. (Müslim, İman 153-154, hadis no: 94, 1/94-95; Tirmizî, İman 18, hadis no: 2644, 5/27; Buhârî, Tevhid 33; K. Sitte, 2/205)

“Bazı insanlar, Allah’ın nimetiyle geceyi geçiriyor, sabah olunca da, ‘bize şu yıldız sebebiyle yağmur yağdırıldı’ diyor. Böyle demeleri sebebiyle onların çoğu kâfir olmuştur.” (Buhârî, Megâzi 35; Müsned, Ahmed b. Hanbel, II/525)

Sahâbeden Muaz b. Cebel anlatıyor: Bir gün Rasûlullah (s.a.s.) bana, “Ey Muaz! Allah’ın kulları üzerindeki hakkı nedir? diye sordu. Ben: ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dedim. Rasûlullah: “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, kulların O’na İbâdet edip, başka hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamalarıdır.” buyurdu. (Buhârî; Müslim)

“Ümmetimle ilgili olarak en çok korktuğum şey, Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır ve gizli şehvet içinde olacaklardır.” (İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4205)

 

“Her ümmetin bir ıcl’i vardır; bu ümmetin ıcl’i de dînâr ve dirhemdir (küçük ve büyük paradır).” (Deylemî, Müsned; Hayâtu’l Hayevân, 2/16; naklen, S. Ateş, Kur’an Ans. 8/92)

“Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan tanrılar içinde, kendisine uyulan hevâ (aşırı istek ve tutkulardan) daha büyüğü yoktur.” (Taberanî, nak. Elmalılı, 6/70; Şamil İslâm Ans. II/397)

“Allah, Yahûdi ve Hıristiyanlara lânet etsin. Onlar, peygamberlerinin kabrini mâbed (tapınak) hilene getirdiler.” (Buhârî, Cenâiz 216)

"Altına tapanlar mel'undur, gümüşe tapanlar mel'undur." (Tirmizî, Zühd 42, hadis no: 2376

Câhiliye döneminde cömertliğiyle meşhur Hâtem Tâî’nin oğlu Adiyy bir gün boynunda altından bir haç asılı olduğu halde Peygamberimizi ziyarete geldi. Kendisine Adiyy b. Hatem’in geldiği haber verildi. Rasûlullah (s.a.s.) o sırada şu âyeti okuyordu: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a İbâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” (9/Tevbe, 31). Adiy b. Hâtem, orada söylenenleri duyunca şöyle dedi: “Ben yahûdileri ve hıristiyanları tanırım, onlar hahamlarına ve papazlarına ibâdet etmiyorlar onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” Bunun üzerine Ekrem Rasûl şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: İşte bu, onlara İbâdettir. (Evet, onlar onların önünde secde ederek ibâdet etmiyorlar, fakat onlar halka bir şeyi helâl veya haram kılıyorlar, halk da din adamlarının bu hükümlerini kabul edip uyuyorlar. İşte onları ilâhlaştırıp rab haline getirmenin mânâsı budur.)” Sonra Peygamberimiz onu İslâm'a dâvet etti, o da müslüman oldu. (Tirmizî, Tefsîru Kur’an, 10, hadis no: 3292)

"Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı övdükleri gibi beni övmeyiniz. Yalnız, ‘Allah'ın kulu ve elçisidir’ deyiniz." (Buhârî, Enbiyâ 48; Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/23, 24, 47, 55)

İbn Mes'ud (r.a.) diyor ki: "Ben, “Ey Allah'ın Rasûlü, günahların en büyüğü hangisidir?” diye sorduğumda, buyurdu ki: "En tec'ale lillâhi nidden ve hüve halekake (Allah, seni yaratmış olduğu halde kendisine nidd/şirk koşmandır)." (Buhârî; Müslim)

Bir adamın Peygamberimiz (s.a.s.)'e "Allah ve sen isterseniz" demişti. Bu söze karşılık Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "E cealtenî lillâhi niddâ (Beni Allah'a nidd/eş mi koşuyorsun?"

"Sizden hiç biriniz Allah isterse ve falan da isterse demesin. 'İnşâallah', yani ' Allah isterse' desin." (İbn Mâce)

Sahâbeden Muaz b. Cebel anlatıyor: Bir gün Rasûlullah bana, “Ey Muaz! Allah’ın, kulları üzerindeki hakkı nedir?” diye sordu. Ben; “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dedim. Rasûlullah: “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, kulların O’na ibâdet edip, başka hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamalarıdır.” buyurdu. (Buhârîi, Müslim)

“Her doğan, fıtrat üzere doğar. -Başka bir rivâyette ise ‘bu din üzere doğar’- (Fakat sonradan) ana-babası onu yahûdileştirir, hıristiyanlaştırır veya mecûsileştirir...” (Buhârî, Cenâiz 33, 79; Müslim, Kader 23-25, İman 264; Ahmed bin Hanbel, II/315, 233, III/435, IV/9)

"Bir kişi, beni anne ve babasından daha fazla sevmedikçe iman etmiş olmaz." (Buhârîi, İman 8; Müslim, İman 69)

“Kişi, Allah ve Rasûlünü, o ikisi dışında kalan her şeyden daha çok sevmedikçe imanın tadını bulamaz.” (Buhârî, İman 9; Müslim, İman 67; Tirmizî, İman 10)

Ebû Rezîn el-Akîl, kendisine: "Ey Allah'ın elçisi, iman nedir?" diye sorunca, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle cevap vermiştir: "Allah ve Rasûlünün, sana, her şeyden daha sevgili olmasıdır" (Ahmed bin Hanbel, IV/11)

"Hiçbiriniz, Allah ve Rasûlü, kendisine her şeyden daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz." (Nesâî, İman 2-4; İbn Mâce, Fiten 23; Ahmed bin Hanbel, IV/11).

"Kul beni âilesinden, malından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz." (Buhârî, İman 8, Eymân 3; Müslim, İman 69, 70; Nesâî, İman 19; İbn Mâce, Mukaddime 9; Ahmed bin Hanbel, III/170, 207, 275)

“Ben, müşrikler arasında ikamet eden her müslümandan berîyim/uzağım.” Ashâb; “Niçin yâ Rasûlallah?” diye sorunca, şöyle buyurdu: “Çünkü o ikisinin ateşi birbirini görmez.” (Ebû Dâvud, III/45, hadis no: 2645)

“Kim bir müşrikle ittifak yapar ve onunla birlikte ikamet ederse, o da onun gibidir.” (Ebû Dâvud, III/93, hadis no: 2787)

İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin muhasebesi ise Allah'a aittir.” (Buhârîi, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104; Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10)

Abdullah bin Mes’ûd dedi ki: “Rasûlullah (s.a.s.) bize karşı yaptığı bir konuşmasında dedi ki: “Kendisinden başka ilâh olmayan (Allah) hakkı için söylüyorum: Allah’tan başka hiçbir ilâh bulunmadığına, benim de Allah’ın peygamberi olduğuma şehâdet eden bir kimsenin kanı ancak şu üç şeyden biri dolayısıyla helâl olur: İslâm’ı terkedip İslâm cemaatinden ayrılan, evli olduğu halde zinâ eden ve birisini öldürdüğü için (kısas cezâsı olarak) öldürülmesi gereken.” (Müslim, Kasâme 25-26; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem’ 5, 14; İbn Mâce, Hudûd 1)

"Kâfir müslümana, müslüman da kafire mirasçı olamaz" (Buhârî, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, 1).

"İki millet (mü'min ve kâfir) arasında miras yoktur." (Ebû Dâvud Ferâiz, 13; Tirmizi, Ferâiz, 16; İbn Mâce, Ferâiz, 6)

“…Her kim ‘Lâ ilâhe illâllah’ der ve Allah’tan başka tapınılan şeyleri reddederse, onun malına ve canına haksız yere dokunmak haram olur. Hesabı Allah’a kalmıştır.” (Müslim, İman 35, hadis no: 21, 1/52)

"Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasulü olduğuna şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır." (Buhârî, İlim, 49)

 

Ebû Zer (r.a.)’in rivâyet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Cebrail (a.s.) bana gelerek; ‘Ümmetinden kim Allah’a herhangi bir şeyi şirk koşmadan ölürse cennete girer müjdesini verdi.” Ben, (hayretle) zina ve hırsızlık yapsa da mı? diye sordum. “Evet, hırsızlık etse de, zina yapsa da” cevabını verdi. Ben tekrar: ‘Yani hırsızlık etse, zina yapsa da ha?’ dedim. “Evet, bunları yapsa da (Cennete girecektir)” buyurdu. Ben aynı soruyu dördüncü defa sorunca; “Ebû Zerr’in burnu kırılsa (patlasa) da Cennete girecektir” buyurdu. (Müslim, İman 153-154, hadis no: 94, 1/94-95; Tirmizî, İman 18, hadis no: 2644, 5/27; Buhârî, Tevhid 33; K. Sitte, 2/205)

"Allah'a inanıp, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet'e girmiştir. Allah'a inanıp da, O'na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir" (Müslim, İmân, 152)

"Allah yahudi ve hırıstiyanlara lânet etsin, peygamberlerinin ve sâlih kişilerinin kabirlerini mescid yaptılar." (Buhârî, Salât 48, Cenâiz 62, 96, Enbiyâ 50, Meğâzî 83; Müslim, Mesâcid 19, 23)

Hz. Ali: "Rasûlullah'ın beni gönderdiği bir iş için seni gönderiyorum. Yerden yüksek ne kadar kabir varsa yık ve ne kadar heykel varsa yerle bir et." (Müslim, Cenâiz 93)

“Dikkat edin! Bütün câhiliyye emirleri (kanunları, yasaları, hükümleri ve bakış açıları) ayaklarımın altındadır ve hepsi de kaldırılmıştır...” -Vedâ Hutbesinden- (Müslim, Hacc 194, h. no: 1218; Tirmizî, Fiten 2, h. no: 2610; Tefsîr 2, h. no: 3087)

“Ümmetimin içinde câhiliyye döneminden kalma, tamamen terk edemeyecekleri dört âdet vardır: Asâletleriyle övünmek, başkalarının soyuna dil uzatmak, yıldızlar vesilesiyle yağmur istemek, ölünün arkasından yüksek sesle ağlamak.” (Müslim, Cenâiz 29, hadis no: 934)

“Câhiliyye dâvâsıyla hak iddia eden kimse bizden değildir.” (Buhârî, Cenâiz 39)

“Herkim körükörüne (dikilmiş) bir sancağın altında asabiyete davet veya bir asabiyete yardım ederken ölürse, bu câhiliyyet ölümüdür.” (Müslim, İmâre, 57; Neseî, Tahrîmu'd-Dem, h. no: 4098)

Ebû Mes'ud el-Bedrî (r.a.) anlatıyor: "Ey Allah'ın Rasûlü dendi, biz câhiliye devrinde yaptıklarımızdan hesaba çekilecek miyiz?" Şu cevabı verdiler: "Müslüman olduktan sonra iyi olana, câhiliye devrinde yaptıklarından sorulmayacaktır. Kötü amel işleyene, hem İslâm'daki ameli hem de önceki ameli sebebiyle hesap sorulacaktır." (Buhârî, İstitâbe 1; Müslim, İman 189, h. no: 120)

 

 

 

Tevhid Penceresinden Günümüz ve İnsanımız

Bırakın eğitim kurumlarını, câmilerde bile (istisnâlar dışında) tevhidden şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile yasak savma bâbından ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek adına hakla bâtıl karıştırılarak veya hakkı ketmederek... Abdesti bozan şeylerin üzerinde durduğu kadar insanlar tevhidi bozan konulara önem vermez. Halbuki insanların kurtuluşunun yolu, Kur’an kavramlarının tashihi, boşaltılan içlerinin yeniden Kur’anî değerlendirmelerle doldurulmasıdır. Özellikle de lâ ilâhe illâllah kavramının, yani tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi gerçekleşmeden dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması mümkün değildir.

Bütün şikâyet edilen olumsuzluklar, bu kavramların düzeltilmesine ve sağlam şekilde yaşanmasına bağlıdır. Filistin topraklarında siyonist yahûdiler başta olmak üzere, İslâm topraklarını işgal eden zâlim kâfirler silâhtan korkmuyor, zaten müslümanın elindeki silâhın pek korkutmaya yetecek önemi de yok. Ama onlar, eliyle (veya buna gücü yetmiyorsa) diliyle, kalemiyle kendilerini taşlayan mü’minin akîdesinden çekiniyor, korkuyor. Tevhid eri Allah’ın askerini, ölümden korkmayan canlı şehidi korkutup yıldıracak hiçbir silâhın mevcut olmadığı gibi; tevhid bilincine sahip insan da imanı oranında kâfirlerin korkulu rüyası olmaktadır.

Islah çalışmaları, ülkeyi kalkındırma planları en azından iki yüz senedir uygulanan batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas etmiştir. Şirk düzeninin ıslah edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz. “Zulmedenler, hangi inkılâpla devrilip döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.” (26/Şuarâ, 227) Çözüm, câhiliyye düzenini devirip yerine saâdet asrının anlayışını yerleştirmektir. Aynen Peygamber’in yaptığı gibi. İnsanları sahih akîdeye, tevhidî bilince, Kur’ânî eğitime, inkılâbî çizgiye yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla doldurmaya benzeyecektir. Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve benzeri özellikleri teşvik ederek) delik kabı doldurursanız, o, kısa zaman içinde boşalacaktır.

Tevhid, İslâm’ın birinci ve en büyük esasıdır. Kur’an’an en fazla önem verdiği konudur. Mekke’de inen âyetlerin hemen hepsi tevhide vurgu yapan âyetlerdir. Medine’de inen âyetler de, çoğunlukla tevhide atıfta bulunur, onu kökleştirmeye çalışır. Ahkâm âyetlerinin ekserisi “Ey iman edenler...” diye tevhide işaretle, o temeli güçlendirmek ve üstüne bina dikmek için alt yapıya dikkat çeker. Tevhid, bir zaman konuşulup birazcık üstünde durularak başka söze geçilecek bir konu değildir. Hemen her konu buna dayanmalı, müslümanın hayatından hiçbir zaman geri planlara atılmamalı, bu konu hiç bitmemelidir. “Ey iman edenler, İman edin! (imanınıza devam edin, yeniden ve kâmil anlamda iman edin, imanınızı yenileyin, güçlendirin, imanda sebat edin).” (4/Nisâ, 136)

“Lâ ilâhe illâllah” hükmü, beşerî hayatta süreklidir. Sadece kâfirler inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için çağrılmaz ona. Mü’minler de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır. Kalplerinde canlı ve sâbit kalması, hayatlarında etkili olması, gereklerini ihmal etmemeleri için “Ey iman edenler, İman edin!” diye uyarılır. Kur’an, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu için tevhide karşı bu önemi ve titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici... olduğundan yalnız O’na İbâdet edilmeli, başkası O’na ortak koşulmamalıdır: Bu, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah, kullarının İbâdetine muhtaç değildir, ama insan muhtaçtır ve her an mutlaka İbâdet halindedir; ya Allah'a veya Allah’ın dışındakilere. İnsan, imanla küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih yapmalıdır. Âdemoğlu, hem Allah'a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz (Bkz. 33/Ahzâb, 44). “Tâğuta kulluk/İbâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah'a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!” (39/Zümer, 17-18) Bunun için insan daima “Lâ ilâhe illâllah”a muhtaçtır.

Bütün peygamberler, kavimlerine bu sözü tebliğ ediyor, “yalnız Allah'a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur” diyerek insanları tevhide dâvet ediyorlardı. Peygamberimiz (s.a.s.) de kavmini bu esasa çağırıyordu. Amcası Ebû Tâlib’e “Onu söyle, onunla Allah’ın yanında sana şefaatçi olmam için bir cümle: Lâ ilâhe illâllah...” diyordu. Câhilî tavır, eski peygamberlerin kavimlerinden itibaren bu cümleyi kabullenmiyor, bu dâveti reddediyordu. Niçin? Sadece bir cümle için mi, yoksa o cümlenin anlam ve gerekleri için mi? Çağrıldıkları hayatla, yaşadıkları hayat arasında bir uçurum vardı.

Dâvete karşı çıkışlarının çeşitli şekilleri ve çeşitli sebepleri vardı: Vahy olayını, yeniden dirilmeyi, hesap ve cezayı yalanlıyorlardı. İlâhın tek bir ilâh olmasını, babalarının yolundan ayrılmayı, Kitab’a uymayı, Allah’ın hudûdunu kabul etmiyorlardı. Bir de ahlâkî çıkmazları vardı: İçki, kumar, zina, zulüm... Ama bunların temeli itikad ve itaat idi; inanç, düşünce, helâl ve haram ve ahlâkı içeren kapsamıyla Allah’tan bir din kabulünü benimsemedikleri gibi böyle bir dinin bağlayıcılığını da kabul etmiyorlardı.

Kur’an’ın önemle vurguladığı, bütün sorunları içeren iki baş sorun vardı: İbâdetin tek olan Allah'a yapılması ve helâl-haramda Allah’ın indirdiğine uyulması. Şirk, inançta Allah’tan başka ilâhların varlığına inanma, amelde ve İbâdette Allah’tan başkasına yönelme ve Allah’tan başkasının Allah'a rağmen hüküm koyması, helâl haram tayin etmesidir. İşte bunun için müşrik Araplar, kelime-i tevhidi kabul etmediler, onu söylemeye yanaşmadılar.

Yığınlar, tutucudur; alıştıkları çok sayıdaki ilâhları, atalarının yolunu bırakmayı kolay kabullenmezler. Elleriyle tutabildikleri, duyu organlarıyla algıladıkları eşyaya bağlıdırlar. Mele’ (ileri gelenler, müstekbirler, tâğutlar) ise, onların ilâhlara bağlılığı gerçekçi değil; sahtedir, şeklîdir. Mevcut sahte ilâhları savunmaları, onların adıyla halk kitlesini sömürmelerinden kaynaklanır.

Bu zâlimlere göre, gerçek sorun hâkimiyet sorunudur. Onlar mı, yoksa şeriatinın uygulanması yoluyla Allah mı? Bütün câhiyyelerdeki müstekbirleri tevhid çağrısıyla savaşa iten gerçek sorun budur. Hakları olmayan egemenliğin ve otoritenin ellerinden çıkıp sömürünün ortadan kalkması onların işine gelmez. Halbuki otorite, hüküm; tek yaratıcı, rızık verici... Allah'a aittir. “...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbı Allah ne yücedir!” (7/A’râf, 54) “...Hüküm sadece Allah’a aittir.” (12/Yûsuf, 40) “Hiç yaratan, yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?” (16/Nahl, 17) “Allah’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O’ndan başka ilâh yoktur. O halde, nasıl oluyor da (tevhidden) çevriliyorsunuz (imanı istemeyip küfre dönüyorsunuz)?” (35/Fâtır, 3)

Buna rağmen, toplumun üst tabakası açık veya gizli diktatörlükle yığınlar üzerindeki otoriteleri neticesinde hevâlarına, süflî arzu ve heveslerine hizmeti kaybetmek istemezler. Aslan payının ellerinden çıkmasına tepkiyi arkasına gizlendikleri, aslında kendilerinin de inanmadığı sahte putların gölgesine sığınarak, güya onlar adına sürdürürler.Yönetimi ve rantı elinde bulunduranlar, bundan dolayı, koltuklarına alternatiflerden, makamlarına aday olanlardan daha çok, tevhid çağrısından çekinirler. Bütün güçlerini tevhidle savaşa hazırlarlar. Yığınları kandırır, korkutur, tevhidi savunanları karalar, onlara komplo kurar ve halkı onlara karşı kışkırtırlar. “Firavun dedi ki: ‘Bırakın, Mûsâ’yı öldüreyim de, o Rabbine duâ etsin, yalvarsın (bakalım O Mûsâ’yı kurtaracak mı?) Çünkü ben, onun dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde bir fesat/bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.” (40/Mü’min, 26; Ve yine bkz. 10/Yûnus, 75-78; 43/Zuhruf, 54).

Mekke’deki olay da aynıydı. Mele’, Kureyş’ti orada. Düşmanlık ve savaş, onlarla Rasûlullah arasında değil; onlarla dâvet, tevhid arasındaydı. Kendilerine karışmayacak “el-emîn” Muhammed (s.a.s.)’den şikâyetçi değillerdi. Onun için, dâvetten vazgeçmesi halinde mal, mülk, dünya varlığı, hatta yöneticilik teklif ve takdim ediliyordu. Dâvetle düşmanlık, ister istemez onlarla dâvetin temsilcisi arasında bir savaşa dönüşüyordu. Putlar yalnız değildi rablık anlayışında. Şirk de tek çeşit değildi: Kabile, tapınılan bir rabdı, baba ve dedelerin örfü, kamuoyu tapınılan bir rabdı. Kureyş ve diğer büyük kabileler, Araplara dediğini yaptıran ve dilediğini haram yapan rablardı.

Ve bazıları iman etti; Örnek nesil, sahâbe denilen altın nesil. Lâ ilâhe illâllah nasıl yer ediyordu onların hayatında? Ondan ne anlıyorlardı? Sadece kalple tasdikten, dille ikrardan mı ibaretti onların hayatında? Mü’minlerin nefisleri (her şeyleri) tevhidle değişince, şirkin pis renklerinden aklanınca onlarda çok büyük değişme/inkılâb oldu. Sanki yeniden doğmuşlardı... İnsanlık açısından, bir insanın bir şeye inanması, ardından da bütün tavırlarının inandığının tersi veya muhâlifi olması normal midir, mümkün müdür? Zehirli bir yılanın öldürücü olduğuna inanan ve ölmek de istemeyen bir insanın, elini yılanın ağzına hiç tedbir almadan sokması düşünülebilir mi? Ateşin yakıcı olduğuna inanan kimsenin elini ve tüm vücudunu ateşe atması?! Peki, gerçekten Allah'a iman eden tevhid eri bir mü’minin Allah'a itaat etmemesi, O’nu tek ma’bûd, tek rızık verici, tek otorite... kabul ettiğini davranışlarında göstermemesi nasıl olur?!

İman iddiası, itaat ile isbat edilmeden insanı kurtaramaz. Bu konuda Kur’an’dan açık hükümleri görelim: Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a İbâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” (9/Tevbe, 31) Adiy: “Ya Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına İbâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: İşte bu, onlara İbâdettir.” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî, hadis no: 5093)

“Rabbinizdan size indirilen Kitab’a uyun. O’ndan başka dostlar edinerek onlara uymayın.” (7/A’râf, 3) “Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılaccak ortakları mı vardır?” (42/Şûrâ, 21) “Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir.” (42/Şûrâ, 10) “...Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz.” (6/En’âm, 121) “Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (4/Nisâ, 65) “(Münâfıklar,) ‘Allah’a ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik’ diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar mü’min değillerdir. Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, hemen onlardan bir grup yüz çevirir.” (24/Nûr, 47-48) “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (5/Mâide, 44) “Yoksa câhiliyye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren (hüküm koyan) kim olabilir?” (5/Mâide, 50) “Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir?” (95/Tîn, 8) “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve âhirete gerçekten iman ediyorsanız, onu Allah’a ve Rasûlüne götürün (onların tâlimâtına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” (4/Nisâ, 59) “Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.” (33/Ahzâb, 36) “...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbı Allah ne yücedir!” (7/A’râf, 54) İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” (6/En’âm, 82) “...Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına İbâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (12/Yûsuf, 40)

Allah’a ve Rasûlüne itaat, ebedî cennete götürdüğü gibi, Allah’a ve Rasûlüne itaatsizlik/isyan da kişiyi ebedî cehenneme ulaştırır: “Bunlar Allah’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve Peygamberine karşı isyan eder ve O’nun sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (4/Nisâ, 13-14) “Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: ‘Ganimetler Allah ve Peygamber’e aittir. O halde siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.” (8/Enfâl, 1) “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” (39/Zümer, 17-18). “(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: ‘Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (3/Al-i İmrân, 31-32) Yine bkz. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16; 23/Mü’minûn, 115.

Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” (İbn Mâce, hadis no: 4205)

Hüküm koyma (teşrî), “Lâ ilâhe illâllah”la direkt ve sağlam bir şekilde irtibatlıdır. Bu bağ da, hiçbir durumda kopmaz. “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlerdir.” (5/Mâide, 44) âyetinde fukahâ, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen kimse, bunu helâl saymadıkça tekfir edilmez, eğer helâl saymıyorsa, dinden çıkarmayan küfür (küfrün gerisinde bir küfür, yani büyük günah) demişlerdir. Taraflardan birinden rüşvet aldığından, önündeki meselede Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm veren hâkim de bu yaptığıyla tekfir edilmez. Allah’ın gazâbına uğramış bir günahkârdır. İctihad edip önündeki konuda yanılan ve Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermiş olan biri ise günahkâr da değildir. Bilâkis niyeti ihlâslı oldukça ictihadına ecir de vardır. Ve sayılan diğer fıkhî hususlar...

Evet, lâkin bunların hiçbiri, Allah’ın indirdiği dışında bir şeyi teşrî ile ilgili değildir. Önündeki bir konuda, helâl saymamak şartıyla, fıkıh kitaplarında belirtilen herhangi bir nedenle Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermek başka, Allah’tan ayrı olarak teşrî/hüküm koyma başka bir şeydir. Birinci durumda Allah’ın dinini kaynak olarak kabuldeki itiraf (uygulamadaki farklılığa rağmen) bozulmuyor. İkinci durumda, kendi yanından Allah’ın dinine muhâlif haramlar helâllar koyuyor. Ardından açıkça veya lisan-ı haliyle: “Allah’ın dinini değil; benim hükmümü/kurallarımı uygulayın, çünkü bu, ona denktir, veya bu, Allah’ın kanunundan daha üstündür, kıymetlidir” diyor. İslâm tarihinde fıkıh âlimleri, bunun dinden çıkaran bir şirk ve küfür olduğunda ihtilâf etmemiştir. Yine, fıkıh âlimlerinin tarihten bu yana hiç ihtilâf etmeden şirk ve küfür olduğunu kabul ettikleri bir mesele de şudur: Bilmesine rağmen ve kendi irâdesiyle Allah’ın dini dışında bir teşrîe (hüküm koymaya) râzı olmak. İkrâh bunun dışındadır (16/Nahl, 106); çünkü ikrahta rızâ yoktur.

Şirkin ve zulmün hâkimiyeti ve egemen tâğutî güçlerin de etkisiyle insanların İslâm’dan kopukluğu arttı. Artık, kendisinin müslüman olduğunu da söyleyen nice insan, açıkça şirk olan inançlara sahip olmaya, şirk ideolojilerini kabullenmeye, elfâz-ı küfrü dilleriyle ulu orta söylemeye başladı. Allah’ın hükmüne uymak, İslâm’a teslim olmak, her konuda helâl ve haramlara dikkat etmek, Allah’ın sınırlarına riâyet etmek gibi değerler, müslüman olduğunu iddia eden nice insanın gündeminden çıktı. Bütün bunlar ve sayılması uzun sürecek şirk unsurlarına rağmen, insanlara, “lâ ilâhe illâllah” deyince müslüman olacakları, İslâm’ı yaşamasa da insanın küfre düşmeyeceği ısrarla söyleniyordu. Müstekbir oburların önüne konulmuş çanaktaki yem gibi oldu bu kelimeyi sadece diliyle söyleyenler. (5)

Tarihten bu yana, tevhîdî muhtevanın soyulmasının bazı etkenleri, sebepleri vardır. Tekliflerden kaçınma, uyarının (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker) yetersizliği, aşırı bolluk (lüks ve rahata meyil, yani dünyevîleşme), siyasî istibdat ve mürcie düşüncesi, israfa ve dünyevîliğe pasif tepki şeklinde ortaya çıkan, zulümle mücâdele ve toplumsal tavır yerine kabuğuna çekilme anlayışının oluşturduğu mistisizm... bu etkenlerin başında gelir.

 

 

 

Tevhidin ve Putçuluğun Amelle İlişkisi

Amelde tevhid, kulluğa dair eylemlerin sadece Allah'a yöneltilmesi ve Onun rızâsı için yapılmasıdır. İnançta tevhidin doğal olarak amele yansıyacağını, dolayısıyla bir tek Allah'a iman eden ve O'na ait özellikleri başka varlıklara tanımayan insanın kulluğunun da tevhid üzere olacağı kaçınılmazdır. Meseleye bu çerçeveden baktığımızda, aslında inançta tevhid ile amelde tevhidin birbirini takip eden iki ayrı unsur olmayıp, ikisi de aynı aynı anda gerçekleşen ve birbirini tamamlayan unsurlar olduğunu görürürz. Şu âyette inançta tevhid ile amelde tevhidin birbirinden ayrılmaz unsurlar olduğu açık bir şekilde vurgulanmıştır: "De ki: 'Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, İlâh'ınızın, sadece bir İlâh olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine İbâdette hiçbir şeyi şirk/ortak koşmasın." (18/Kehf, 110).

Tevhidin inanç ve amel boyutunun ayrılmaz iki unsur oluşu nedeniyle, Kur'an'da inanca ve kulluğa yönelik tevhid çağrısının daha çok birlikte yapıldığını görürüz: "İşte Rabbiniz Allah O'dur. O'ndan başka ilâh/tanrı yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O'na kulluk edin, O her şeye vekîldir." (6/En'âm, 102) "Allah'a kulluk edin ve O'na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın..." (4/Nisâ, 76) "Nûh'u rasûl/elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: ' O benim Rabbimdir. O'ndan başka ilâh yoktur. Sadece O'na tevekkül ettim ve dönüş sadece O'nadır." (13/Ra'd, 30) "Muhakkak ki Ben, yalnızca Ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; Beni zikir/anmak için namaz kıl." (20/Tâhâ, 14)

Kur'an'ın indiriliş amacı da "sadece Allah'a kulluk"un gerçekleşmesidir: "Elif lâm râ. (Bu,) Bir kitaptır ki, hikmet sahibi, her şeyden haberi olan (Allah) tarafından âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da güzelce açıklanmıştır. Tâ ki, Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz." (10/Yûnus, 1-2). Amelde tevhid, en vecîz şekliyle Kâfirûn sûresinde özetlenmiş ve bu sûreye bu özelliğinden dolayı İhlâs sûsesi (2. İhlâs sûresi) de denilmiştir: "De ki: 'Ey kâfirler! Ben sizin İbâdet etmekte olduklarınıza İbâdet etmem. Siz de benim İbâdet ettiğime İbâdet etmiyorsunuz. Ben sizin İbâdet ettiklerinize asla İbâdet edecek değilim. Siz de benim İbâdet ettiğime İbâdet edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de bana!" (109/Kâfirûn, 1-6). Yine fâtiha sûresinde de kullukta tevhid en vecîz biçimiyle kulun kendi ağzından söylettirilir: "Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden yardım isteriz." (1/Fâtiha, 5)

Tevhidi ifade eden ve bu alanda özel bir yeri olan "ihlâs" kavramına özellikle değinmek istiyoruz. Bu kavramın, şirkten uzaklaşarak İbâdetin sadece Allah'a yapılmasını ifade etmesi, inançta tevhidi de içine almakla beraber Kur'an'da yer alış şekliyle daha çok kulluğun bir şartı olarak amelde tevhidi anlatması bakımından önemli bir yeri vardır: "De ki: 'Rabbim adâleti emretti. Her secde ettiğinizde yüzlerinizi O'na çevirin ve dini yalnız Allah'a hâlis kılarak (muhlisîn) O'na yalvarın." (7/A'râf, 29). "Şüphesiz ki Kitab'ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Allah'a hâlis kılarak (muhlisan) kulluk et. Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır. O'nu bırakıp kendilerine birtakım dostlar edinenler: 'Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk/İbâdet ediyoruz' derler." (39/Zümer, 2-3). Ve bu konuyla ilgili diğer âyetler için bk. 39/Zümer, 11, 14-15; 40/Mü'min, 14; 98/Beyyine, 5.

Kur'an, müşriğin denizde boğulma gibi bir ölüm-kalım durumundaki psikolojik halini anlatırken de, onun nazarında bütün bâtıl tanrıların yok olup geçici bir tevhide ulaşmasını yine "ihlâs" kavramıyla ifade etmektedir: "Sizi karada ve denizde yürüten O'dur. Gemide olduğunuz zaman(ı düşünün): Gemiler, içinde bulunanları hoş bir rüzgârla alıp götürdüğü ve (onlar) bununla sevindikleri sırada, birden gemiye, şiddetli bir kasırga gelip de, her yerden dalgalar onları sardığı ve artık kendilerinin tamamen kuşatıldıklarını sandıkları zaman, dini yalnız Allah'a hâlis kılarak O'na yalvarmaya başlarlar: 'Andolsun, eğer bizi bundan kurtarırsan, şükredenlerden olacağız' derler." (10/Yûnus, 22; ayrıca bk. 29/Ankebût, 65; 31/Lokman, 32)

Âyetlerde görüldüğü üzere "dini Allah'a hâlis kılarak O'na kulluk etme" ifadesi içerisinde yer alan "ihlâs" kavramı, "saflaştırma, arışlaştırma" anlamını içermektedir. Kullukta dinin saflaştırılması ise, dinin her tür şirk unsurundan temizlenerek kulluk eylemininsadece Allah'a yönelik olarak gerçekleştirilmesi anlamına gelmektedir. İhlâs kavramı, geçtiği bütün âyetlerde Allah'a açıkça şirk koşmanın zıddı anlamında bir tevhidi anlatmaktadır. Taberî ve İbn Kesir, ilgili âyetleri açıklarken "ihlâs" kavramını, Allah'ı tek ilâh olarak tanımak ve ilâhlığı iddia olunan bâtıl tanrıları reddederek kulluğu sadece Allah'a yöneltmek olarak izah etmektedirler. Diğer birçok müfessir ise bu unsura, riyâ gibi durumları da eklemişlerdir. Yani kişi, dinini (İbâdetini ve tâatini) bütün bâtıl tanrı düşüncelerinden temizleyecek ve kulluğunu sadece Allah'a yöneltecektir. İhlâsın taşıdığı bu anlamın yanında, müfessirlerin çoğu bu kavramın kapsamına gizli şirk olarak adlandırılan riyâ (görsünler diye yapmak), süm'a (duysunlar diye yapmak) gibi, kullukta yalnızca Allah'a yönelmenin sâfiyetini bozan kalbî hastalıkların bulunmamasını da eklemişlerdir. Kulluğun en güzel biçimi, Allah'a yalnızca Rab olduğu için yönelmektir.

Bütün bu izahlardan anlaşıldığı üzere amelde tevhid, inançta tevhidin doğal bir sonucu olarak kulluğun da sadece Allah'a yöneltilmesi anlamını içermektedir. Allah'ın tek gerçek ilâh kabul edilmesine rağmen, eğer kullukta başka maksatlar güdülüyorsa, bu durumda tevhidin temeli sarsılmış olacaktır. (6)

 

 

Muvahhid; Tüm Putları Her Şekilde Reddeden Mü’min

‘Vahdet’ ve ‘Tevhid’ kökünden gelen bu kelime, birleyen, Tevhid inancını kabul eden, Allah’ı bir olarak kabul eden kişi demektir. Kelime, bu şekilde Kur’an’da ve hadislerde geçmez. Özellikle Kelâm ilminin (Allah’tan, O’nun sıfatlarından ve kaderden bahseden ilim) ortaya çıkmasından sonra yaygınlaşmıştır. ‘Allah’ı birleme-Vahhadellahü’ şeklinde kullanılan tâbir, Allah’ı bir olarak kabul etmenin ifadesidir. “...Her kim Allah’ı tevhid ederse (Tevhid kelimesini ve içeriğini kabul eder, muvahhid olursa) malını ve canını korumuş olur. Hesabı Allah’a kalmıştır.” (Müslim, İman 31-38, hadis no: 21, 1/52-53)

Müslümanların en başta gelen görevi, ‘muvahhid’ olmaktır. ‘Muvahhid’ olanlar, Allah’ı bir olarak kabul ederler ve O’na hiç bir şeyi ortak koşmazlar. Allah’a, O’na ait sıfatlarla ve Kur’an’da geçtiği gibi inanırlar. O’na noksan sıfatları yakıştırnmazlar. Yalnızca O’na İbâdet ederler. O’na olan İbâdetlerinde bir aracıya ihtiyacı duymazlar. Yalnızca O’na duâ ederler, kimsenin yapamayacağı yardımları O’ndan beklerler. Bir darlığa düştükleri zaman O’ndan yardım isterler. O’nun sevâbını umarlar, O’nun cezasından korkarlar. Ölünce de O’na hesap vereceklerine inanırlar. O’ndan gelen vahyi ve vahyin hükümlerine inanır ve hükümler doğrultusunda yaşamaya çalışırlar.

Muvahhid, İslâm'a tam anlamıyla inanan ve bu inancını yaşama çabasında olan insandır. İslâm'ın diğer adı ‘Tevhid Dini’; müslümanın diğer adı ise ‘muvahhid’dir. ‘Şirk’in karşıtı nasıl ‘Tevhid’ ise, ‘müşrik’in karşıtı da ‘muvahhid’dir. Kur’an’da muvahhid kelimesinin yerine ‘hanîf’ kelimesi geçmektedir. Hanîf kelimesi, anlamı ve ifade ettiği şey açısından ‘muvahhid’ kavramına benzemektedir. Haniflik aslında, bâtıl ve şer tarafından hak ve hayır tarafına yönelmedir. Ki muvahhid, bunu yapan insandır (3/Âl-i İmrân, 67; 30/Rûm, 30).

Kur’an ve O’nun tebliğcisi Peygamberimiz (s.a.s.), insanları şirkin her türlüsünden sakındırıyorlar. Şirk, Bir ve Tek olan Allah’a ortak aramanın boş çabasıdır. İslâm, kendisinin dışındaki dinlere ‘şirk dinleri’ diyor ve insanları bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’a dâvet edip onların ‘muvahhid’ler olmasını istiyor. Muvahhid’ler, yaratılıştaki ve evrendeki tevhidi görüp, ‘Vâhid’ olan Allah’ı Tevhid ederler. Tevhid Dini olan İslâm'a gönül verirler. Muvahhidler, iman, tavır ve hayatlarıyla, ideal ve amaçlarıyla şirk dinlerine uyanlardan ayrılırlar.

Muvahhidler, aydınlık bir dünyanın, adâlet üzere yürüyecek olan bir sistemin, insana yakışacak bir hayatın özlemcisidirler ve bunun için çalışırlar. Onlar her türlü bâtıl ve şer olan şeylerden yüz çevirirler. Onlar hak için ve hakka göre yaşarlar. Hayırlı olan şeyleri tercih ederler. Yaratılışlarındaki temizliği korurlar. Kelime-i Tevhidi söylerek fıtrata yerleştirilmiş olan Allah’ı bilme, anlama ve O’na kulluk etme gerçeği ile buluşurlar. Onlar evrenin, ister istemez teslim olduğu İslâm dâvetini; hayatlarını anlamlı, huzurlu ve bereketli kılmak için kabul etmişlerdir. Onların gönüllerine Tevhid hayat verir, hayatların Tevhid şekillendirir. Onlar bütün ölçülerini Tevhid inancından alırlar. (7)

 

 

 

Endâd; Bir Şeyi Allah’a Denk Tutma ve Putlaştırılan Sevgi

"Endâd" kelimesi, "nidd"in çoğuludur. Nidd: Misil, denk, eş, benzer demektir. Açıkça tapınılsın veya tapınılmasın ilâh yerine konan, tanrı olarak benimsenen Allah'ın dışındaki şeylere denir. Birbiriyle çekişen, tartışan ortaklar için de bu kelime kullanılır.

"İnsanlardan bazıları, Allah'tan başkasını Allah'a endâd/denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zâlimler azâbı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azâbının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi." (2/Bakara, 165) "(İnsanları) Allah yolundan saptırmak için O'na endâd/ortaklar koştular. De ki: (İstediğiniz gibi) yaşayın! Çünkü dönüşünüz ateşedir." (14/İbrâhim, 30) "İnsanın başına bir sıkıntı gelince,Rabbine yönelerek O'na yalvarır. Sonra Allah kendisinden ona bir nimet verince, önceden yalvarmış olduğunu unutur. Allah'ın yolundan saptırmak için O'na endâd/eşler koşar. De ki: Küfrünle biraz eğlenedur; çünkü sen, muhakkak cehennem ehlindensin!" (39/Zümer, 8)

Endâd kelimesinin âyette neler veya kimler hakkında kullanıldığı konusunda Fahreddin Razi, şu bilgileri verir: Âlimler, "endâd" (ortaklar, eşler) kelimesi ile ne murad edildiği hususunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşler üç başlıkta incelenebilir: 1- Endâd, müşriklerin kendilerini Allah'a yaklaştırsınlar diye ilâh edindikleri, fayda ve zararını umup bekledikleri, başları dara düştüğünde kendilerine yöneldikleri, adaklarda bulunup kurban kestikleri putlardır. Bu, çoğu müfessirin görüşüdür. Bu görüşe göre, putlar birbirlerinin endâdı (eşi, ortağı) dır; Allah'ın ortakları değil. Veya bunun mânâsı, "o müşriklerin bozuk zanlarınca bu putlar, Allah'ın birer eşi ve ortağı (endâdı) dırlar. 2- Onlar, müşriklerin kendilerine itaat edip, onlara itaat ettikleri zaman Allah'ın haramlarını helâl, helâllarını da haram saydıkları başkanlarıdır. Müşrikler, mü'minlerin Allah'a boyun eğmeyi kendilerine gerekli görüşü gibi, reislerine boyun eğip onlara son derece saygı duymayı kendilerine gerekli görüp onları Allah'ın endâdı edinirler. Bu görüş, Süddî'den rivâyet edilmiştir. 3- Sûfilerin ve âriflerin görüşüdür: Allah'tan başka kalbini meşgul eden her şeyi, sen, kalbinde Allah'ın birer niddi (eşi, ortağı) kabul etmişsin demektir. Bu da Cenab-ı Hakk'ın: "Hevâ ü hevesini, ilâhı edinen kimseyi gördün mü?" (45/Câsiye, 23) âyetinde murad ettiği mânâdır (Tefsir-i Kebir, c. 4, s. 180-181).

2/Bakara suresi 22. âyette geçen "ca'l" (uydurma) tabiri, gösteriyor ki, Allah'a hangi şeyden olursa olsun, misil (denk) tasavvur olunursa uydurma olur; bâtıl olur. Bunu bile bile yaparsanız, korunanlardan olamazsınız, inatçı kâfirlerden olursunuz. Allah'ın sizi ve sizden önceki insanları yaratan tek yaratıcı olduğunu, Dünya döşeğini, Gök tavanını sizin için meydana getirdiğini, yukarıdan yani bulutlardan su indirip de bu sebeple size türlü türlü meyvelerden, ürünlerden rızık çıkardığını bilmektesiniz. Bakınız Rabbiniz nasıl merhametli ve kudretlidir. Siz bu saydıklarımızı hep bilirsiniz. O halde siz, bunları ve Yaratıcı'dan başka ilâh olamayacağını bilip dururken, Allah'a, bir olan o hak ma'bûda nidd/denk aramaya, benzerler uydurmaya, ortaklar koşmaya ve Firavun'un yaptığı gibi yerde-gökte kulelerden dürbünlerle Allah aramaya kalkmayın da, bu emri veren ve bütün bunları yapan, ihsan eden ve ortağı, benzeri bulunmayan yaratıcınız, Rabbiniz, Rahman ve Rahim bir Allah'a tevhid ile İbâdet ve kulluk edin (Tefsir-i Kebir, c. 4, s. 180-181).

"Ey insanlar, sizi de, sizden öncekileri de yaratan Rabbiniza İbâdet/kulluk edin. Umulur ki, böylece korunmuş (Allah'ın azâbından kendinizi kurtarmış) olursunuz. O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size rızık/besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık, bunu bile bile Allah'a endâd/şirk koşmayın." (2/Bakara, 21-22) Bu âyetin muhtevası şudur: Allah, yeryüzünün sahibi, mâliki ve rızık verici yaratıcısıdır. Bunun için yalnız O'na İbâdet edilmesi ve hiçbir şeyin kendisine ortak koşulmaması gerekir. Bu sebeple Allah Teâlâ, "bile bile Allah'a endâd/şirk koşmayın." buyurmaktadır. Buhârî ve Müslim'de İbn Mes'ud'un naklettiği hadiste denilir ki: "Ben, 'Ey Allah'ın Rasûlü, günahların en büyüğü hangisidir?' diye sorduğumda, buyurdu ki: "En tec'ale lillâhi nidden ve hüve halekake (Allah, seni yaratmış olduğu halde kendisine nidd/şirk koşmandır)." Muaz'ın rivâyet ettiği hadis de buna benzer. Onun naklettiği hadiste Rasûlüllah (s.a.s.) buyurur ki: "Bilir misin, Allah'ın kulları üzerindeki hakkı nedir? Ona İbâdet edip hiçbir şeyi O'na ortak koşmamalarıdır." İbn Mace'nin rivâyet ettiği bir başka hadiste ise şöyle buyrulur: "Sizden hiç biriniz Allah isterse ve falan da isterse demesin. 'İnşâallah', yani ' Allah isterse' desin." Bütün bunlar, Allah Teâlâ'nın zatındaki tevhidi korumak ve muhâfaza etmek içindir (İbn Kesir, c. 2, s. 209).

Aslında âlemde varlığı, kudreti, yaratıcılığı, ilmi ve hikmeti bakımından Allah'a nidd/ denk olabilecek bir şeriki/ortağı Allah'a ispata çalışan hiç kimse yoktur. Fakat, Allah'tan başka ma'bûd edinmeye gelince, bunu yapan pek çok grup vardır (Tefsir-i Kebir c. 2 s.133). İşte bu kulluk da bile bile Allah'a endâd / denk olabilecek ortaklar koşmak demektir.

"Allah, hiçbir şey benzemez. O işitici ve görücüdür." (42/Şûrâ, 11) âyeti, mutlak tenzihi ifade etmektedir. Nidd, nazir, şebih, küfüv, misl kelimeleri hemen hemen aynı anlama gelir. Nidd: eş anlamına gelir. "Allah'a meseller vermeğe (birtakım benzerler ortaya çıkararak Allah'ı onlara benzetmeğe ve O'nu koştuğunuz ortaklarla kıyaslamaya) kalkmayın! Çünkü Allah bilir, siz bilmezsiniz." (16/Nahl, 74) Yani mutlak bilgisi olmayan ilâh olamaz. O halde Allah'ın zatında, fiillerinde ve sıfatlarında misli yoktur.

"İnsanlardan kimi, Allah'tan başka eşler tutar; Allah'ı sever gibi onları severler." (2/Bakara, 165) Allah'tan başka şeylere de Allah'ın sıfatları gibi sıfatlar verirler. Veya Allah'ı sever gibi başka şeyleri severler. Allah'ın verdiği nimetleri de sebeplerden bilirler. Oysa insanı yaratan, yağmuru gönderen ve rızkı veren yalnız Allah'tır. Fiillerinde yaratılana benzemeyen, zatında ve sıfatlarında da benzemez (Mehmet Soysaldı, K. Semantiği Açısından İnançla İlgili Temel Kavramlar, s. 80-81).

Mevdudi, endâd (eş ve ortak tutma) konusunda şunları söyler: "O'na endâd/ortak koşarlar..." Onlar, Allah'ın belirli nitelik ve güçlerini başkalarına atfetmişlerdir ve bu yüzden O'nun haklarını başka ilâhlara verirler. Örneğin, tüm tabiat güçleri üzerinde kontrolün sadece Allah'ın elinde olmasına, yaratıklarının ihtiyaçlarını karşılama, onların duâ ve isteklerini duyma gücüne sadece Allah'ın sahip olmasına, gizli ve açığı sadece O'nun bilmesine rağmen, yine de başkalarını yardıma çağırırlar; Allah'ın sıfat ve güçlerini başkalarına atfederler ve böylece O'na ortak koşmuş olurlar.

Kullarının O'nu tek hâkim, tek otorite olarak kabul etmeleri, O'nun önünde secde etmeleri, gizli ve açıkça yalnız O'ndan korkmaları, Allah'ın kayıtsız-şartsız hakkıdır. Fakat kullar bu hakların bir kısmını veya hepsini başkalarına verirlerse o zaman O'na ortak koşmuş olurlar. Neyin haram, neyin helâl, neyin pis, neyin temiz olduğunu belirleme hakkı da Allah'a mahsustur. Kullarının hak ve görevlerini belirleme, onlara belli yasaklar koyma otoritesi de O'nundur. Bu nedenle, bu haklardan bir kısmını kendisine ait kabul eden kimseler, şirk koşmuşlardır. Hâkim olarak tanınmak, sadece O'na lâyıktır. Kulları olarak insanlar, O'nun emirlerini nihâî otorite olarak kabul etmeli ve doğru yola ulaşmak için O'na yönelmelidirler. O halde bu hakları Allah'tan başkasına veren kişi, şirk/ortak koşmuş demektir. Aynı şekilde bu nitelik ve haklardan herhangi birine sahip olduğunu iddia eden ve başkalarının, bu özelliklerin kendilerinde bulunduğuna inanmalarını isteyen kişi ve kurumlar, resmen ilâhlık iddiasında bulunsalar da, bulunmasalar da kendilerini Allah'a ortak koşmuş olurlar (Mevdûdi, Tefhimu'l-Kur'an, c. 1, s. 135).

Tevhid akidesinin berraklığını ve sadeliğini korumak için Kur’ân-ı Kerim'in şiddetle yasakladığı Allah'a endâd/eş koşma keyfiyeti, her zaman müşriklerin yapageldiği gibi birtakım şeyleri ilâh ittihaz edip Allah'la birlikte onlara da İbâdet şeklinde olmaz. Bunun, çeşitli şekilleriyle bir de gizli olanı vardır. Mesela, ümitlerini herhangi bir şekilde Allah'tan başkasına bağlamak; Allah'tan başkasından korkmak; her ne sûretle olursa olsun vâki olan zarar ve faydanın Allah'tan başkasından geldiğine inanmak şirkin bir çeşididir. Yani gizlice Allah'a şirk koşmak demektir. İbn Abbas (r.a.) bir rivâyetinde şöyle demektedir: Âyette geçen "endâd" öyle bir gizli şirk çeşididir ki bu gizlilik, gecenin karanlığında kaypak-siyah taş üzerinde yürüyen karıncanın ayak seslerinden daha gizlidir. Bir kimsenin "Ey falan, Allah hakkı için, hayatımı sana borçluyum" gibi tabirler kullanması; "eğer şu köpek olmasaydı dün bize hırsız gelmişti" , "Ördek (veya kaz) evde olmasaydı hırsızlar gelirdi." şeklinde konuşması; arkadaşına: "Allah ve sen isterseniz bu iş olur" , "Allah'la falan adam olmasaydı işimiz olmayacaktı" gibi sözler söylemesi hep bu endâdın yani gizli şirkin bir çeşididir. Diğer bir hadis-i şerifte, bir adamın Peygamberimiz (s.a.s.)'e "Allah ve sen isterseniz" dediği ve bu söze karşılık Raslül-i Ekrem'in: "E cealtenî lillâhi niddâ (Beni Allah'a nidd/eş mi koşuyorsun?" buyurduğu rivâyet edilir (Seyyid Kutub, Fi Zılali'l-Kur'an, c. 1, s. 96; Karşılaştırın: İbn Kesir, c. 2, s. 210)

Kur’ân-ı Kerim'e ilk muhatap olanların gününde Allah'a endâd ve emsal edilen şeyler; ağaçlar, taşlar, yıldızlar, melekler veya şeytanlardan ibaretti. Allah'a eş koşulan bu varlıklar, câhiliyyenin her devresinde eşya, şahıs, işaret ve değerler halinde ifade edilmiştir. Bunlar, Allah'ın adıyla yanyana zikredildiği ve kalplerdeki Allah sevgisine ortak edildiği takdirde bu hal, gizli veya açık bir şirktir. Ya kalplerden Allah sevgisini silip de, yerine O'na endâd ve emsâl edinilenlerin sevgileri yerleştirilirse?!

 

Endâd Edinmenin İki Yansıması

a- Endâdı (Bir Şeyi) Allah'ı Sever Gibi Sevmek: "İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah'tan başkasını O'na endâd edinir; Allah'ı sever gibi onları severler. İman edenlerde ise, Allah sevgisi daha fazladır." (2/Bakara, 165) Şüphesiz ki mü'minler, Allah'ı sevdikleri kadar hiçbir şeyi sevmezler. Ne kendilerini, ne de başkalarını. Ne şahısları, ne değerleri, ne alametleri, ne de insanları peşine takan şu dünya kıymetlerinden birisini. Allah sevgisi, en büyük sevgidir. Her türlü kayıt ve ölçülerin üstünde, mutlak bir sevgi. Başkalarına karşı besledikleri bütün sevgilerin üstünde Allah sevgisi. Âyetteki sevgi tabiri; doğru ve yerinde bir ifade olduğu kadar da güzel bir tabirdir. Hakiki mü'minle Allah arasındaki bağlılık, sevgi bağlılığıdır. Kalpten bağlanmak. Bu bağ; ruhta meydana gelen bir cezbeyle, dostluk ve yakınlık bağıdır. Sevimli ve parlak muhabbet duygusuyla sıkıca bağlanmış vicdan bağı... (Fî Zılâli'l-Kur'an, c. 1, s. 319-320)

Âyette geçen "Endâd edindiklerini Allah'ı sever gibi severler" ifadesinin anlamı, "onlara itaat ve saygı duyma hususunda" demektir. Mü'minin Allah'ı sevmesi konusunda başka âyetlerde de açıklık vardır. "Allah onları, onlar da Allah'ı severler." (5/Mâide, 54) âyetinde olduğu gibi. Yine bir bedevî, Hz. Peygamber'e gelerek, "Ey Allah'ın Rasûlü, kıyamet ne zaman?" diye sordu. Bunun üzerine Rasûlüllah, "Onun için ne hazırladın?" dedi. Bedevî de: "Çok namazım ve orucum yok; ne var ki ben, Allah'ı ve Rasûlünü seviyorum" dedi. Bunun üzerine de Peygamberimiz (s.a.s.): "El-mer'ü mea men ehabbe (Kişi sevdiği ile beraberdir.)" (Buhârî, Edeb 96, Ahkâm 10; Müslim, Birr 165) buyurdular. Bunu müteakiben Enes (r.a.) şöyle dedi: "İslâm'dan sonra, müslümanların bu hadisle sevindikleri kadar, başka herhangi bir şeyle sevindiklerini görmedim." (Tefsir-i Kebir, c. 4, s. 183)

Yaratılana değil, yaratana kulluk ve İbâdet etmek zorundayız. O'nun emir ve yasaklarına uygun hareket etmeli; O'nun emir ve yasaklarına ters düşen bütün emir ve yasakları reddetmeliyiz. Hürriyetimizi korumalı, özgür olmalıyız. Bizim gibi yaratılanların emir ve yasaklarını Allah'ın emir ve yasaklarına tercih ederek insandan ilâh türetemeyiz. Biliyoruz ki, bu üretilen ilâhlar yok olacak, ölecektir. Ölenden ilâh olmaz.

Halbuki müşrikler, ilâhlarını severler. Allah'tan başka filan adamı ilâh ediniyorlar. Onu seviyorlar. Ne gibi? Allah'ı sevdiği gibi. Yani bu kimseler Allah'a da iman ediyorlar. Allah'a inandıkları gibi Allah'ı seviyorlar da. Ama filanı da sevsek olmaz mı diyorlar. Allah ile Allah'ın kanunlarına zıt kanun koyan kişiyi ilâhlaştırıyor, ikisini beraber seviyorlar. Mü'minlere gelince, mü'minlerin ise Allah'a olan sevgileri daha şiddetlidir. Onların putlarını sevdiklerinden daha fazla severler müslümanlar Allah'ı.

Bu âyetin yaptığı kıyas/karşılaştırma ile düşündüğümüzde, günümüzde iman konusunda ne kadar geçerli not alabileceğimizin muhasebesini yapmalıyız. "Şu kâfir grubun, veya şu bâtıl dâvâ adamının gayret ve mücâdelesini müslümanlar da yapsa..." diyoruz. Adam, kendisi gibi bir insanın koymuş olduğu kuralların insanlar üzerinde hakim olması için malını veriyor, canını veriyor. Müslüman da diyor ki: "Bizim de imanımız ve gayretimiz, şu imansızınki kadar olsaydı." Bu âyette Rabbimiz öyle demiyor. Sizin Allah'a olan sevginiz, onların putlarına olan sevgisinden daha şiddetlidir diyor. Eğer şiddetli değilse, imanımızdan şüphe etmemiz veya zayıf olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

Allah sevgisinden sonra Peygamber Efendimiz'i sevmemiz gerekiyor. Bir hadis-i şerifte öyle buyruluyor: "Bir kişi, beni anne ve babasından daha fazla sevmedikçe iman etmiş olmaz." (Buhârî, İman 8; Müslim, İman 69) Rasûlüllah'ı Rabbimiz'den sonra sevmek zorundayız. Kul olduğunu hiç unutmadan sevmeliyiz. Sevmek adına -hâşâ- Hıristiyanların Hz. İsa'yı sevdiği gibi de olmayacaktır sevgimiz.

Kâfirlerin kendi liderleri, kendi yöneticileri, kendi kanun koyucuları yolunda verdikleri mücâdeleye denk mücâdele vermeyeceğiz. Bu âyete göre (2/Bakara, 165) onların verdiği mücâdeleden daha üstün bir mücâdele verirsek, ancak müslüman olduğumuzu ispatlayabiliriz (Mahmut Toptaş, Kur’ân-ı Kerim Şifa Tefsiri, c. 1, s. 324 vd.).

Allah'ın itaat edilmesini yasakladığı kimselere, veya Allah'ın hükümlerine düşman olan kimselerin veya düzenlerin emir, yasak ve arzularına itaat etmek, Allah'a isyan olduğu gibi; aynı zamanda Allah'a karşı endâd tutmaktır. Şüphe yok ki, böyle yapmak, gerek Allah'ı inkâr ederek olsun ve gerekse olmasın, ilâhlık mânâsında onları Allah'a endâd / ortak yapmaktır. Bunların bir kısmı, bu şirki açıktan yaparlar. Firavunlara, Nemrutlara yapıldığı gibi onlara açıktan açığa ilâh, ma'bud adını vermekten çekinmezler. Onlara "rabbimiz, tanrımız" derler. Diğer bir kısmı da, açığa vurmadan aynı muameleyi yaparlar. Onları, Allah'ı sever gibi severler, onları nimet sahibi olarak tanırlar. Onların sevgisini, hareketlerinin başı kabul ederler. Allah'a yapılacak şeyleri onlara yaparlar. Allah rızâsını düşünmeden onların rızâlarını elde etmeye çalışırlar. Allah'a isyan olan şeylerde bile onlara itaat ederler.

Bu âyet (2/Bakara, 165) gösteriyor ki, ilâhlık mânâsında son derece sevgi, bir esastır. Ve ma'bud, en yüksek seviyede sevilen şeydir. Böyle son derece sevilen şeyler, ne olursa olsun, ma'bud ve endâd edinilmiş olur. Sevginin sonucu ise itaattir. Bunun için, ma'buda son derece itaat edilir. Her insanın tuttuğu yolda hareket başlangıcı, onun ma'bududur. İnsanlar tarafından böyle sevgiyle ma'bud mertebesi verilerek Allah'a endâd / denk tutulan şeyler, o kadar çeşitlidir ki, bir taştan, bir maden parçasından, bir ottan, bir ağaçtan tutun da gök cisimlerine, ruhlara, meleklere kadar çıkar. Bununla beraber "onları severler" ifadesindeki akıl sahiplerine ait olan "hüm (onlar)" zamiri, bunların özellikle akıllılar kısmını açıkça ifade etmektedir.

Bunun içindir ki, tefsirciler, "denk, benzer" mânâlarına gelen "endâd"ı "Allah'a isyanda itaat ettikleri liderleri, başkanları ve büyükleri" diye açıklamışlardır. Bu zamir, tağlib yoluyla putları da kapsamına alması takdirinde bile bu anlam açıktır.

Gerçekten servet, büyüklük, kuvvet, makam, itibar, güzellik gibi herhangi bir ümide sebep sayılan dilberler, kahramanlar, hükümdarlar, liderler gibi insanları, Allah'ı sever gibi seven ve onlar uğrunda her şeyi göze alan nice kimseler vardır ki bu, endâd ve şirk konusunun putperestlik esasını, insanlığın en büyük yarasını teşkil eder. Edebiyatta, romanda, şiir ve şarkılarda bu tür şirk o kadar ileri gitmiştir ki sevgililer ilâh seviyesine çıkartılmıştır. En ufak bir işi övmek için, yaratma kudreti yakıştırılmış, sanatçılar, futbolcular açıkça veya üstü kapalı şekilde tanrılaştırılmıştır. Yeryüzündeki insanlık kavgaları, bütün bu çeşitli ve birbirine zıt olan endâdın mücâdelesi yüzündendir. Bilimlerin, fenlerin, sanatların gelişmesi buna çare bulamaz; bilakis hepsi, bu şirk ocağını yakmak için gaz ve benzin yerine bu kavramları/endâdı kullanır. İslâm dışı düzenler de şirk ve endâd için çok rahat ortam oluştururlar ve beslerler. Bunlar, biz de müslümanız deseler bile, gerçekte ne Allah tanır, ne peygamber. Her birinin gönlünde zaman zaman bir veya birkaç mahlûk yer tutmuştur. Onları Allah'ı sever gibi severler, onlara ma'bud muamelesi yaparlar. Onlara itaat etmek için Allah'a isyan ederler. "Onları, Allah'ı sever gibi severler." İfadesi, bütün bunları tasvir etmektedir. Buna velileri ve peygamberleri ma'bud derecesine çıkaranlar da dahildir.

Bunun için Allah'ın velileri, peygamberleri ve melekleri gibi sevgili kullarını severken âyet-i kerimenin kapsamını iyi düşünmeli; sevgilerini, Allah sevgisi derecesine vardırmaktan kaçınmalıdır. Çünkü Allah için sevmekle, Allah'ı sever gibi sevmek arasındaki farkı bilmek gerekir. Allah'ı sevenler, Allah yolundaki O'nun sevgili kullarını da severler. Fakat Allah'ı sever gibi değil, Allah için severler ve bu sevgi ile Allah yolunda onlara uyarlar. "(Ey Muhammed!) De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin." (3/Âl-i İmran, 31) Buna göre, Allah'ın sevdiği kullarını sevmek ve onlara uymak, günah ve şirk değildir. Tersine Allah sevgisine delil olur. Fakat bu sevgi, hiçbir zaman Allah sevgisi gibi olmamalıdır. Velileri, peygamberleri veya onların ruhlarını ya da melekleri bir ilâhlık payı vererek sevmek, onları severken Allah'ı ve Allah'ın emirlerini unutmak, onlar adına kurban kesmek, âyin yapmak, onlardan direkt duâ şeklinde bir şeyler istemek, onlardan medet ve imdat beklemek... "Onları, Allah'ı sever gibi severler." ifadesinin tam anlamıyla şirk ve küfürdür. Ayrıca böyle yapmak onlardan uzaklaşmaktır. Çünkü onlar, ancak Allah'ı sevmişlerdir. Ölü veya diri, cansız veya canlı putlara bağlanıp, hurafelere boğulan, uydurma masalları ve efsaneleri din edinen, mezarlara ve ölülere tapınan insanların sayısı gittikçe artmaktadır; câhiliyye sistemi yürürlükte olduğu müddetçe de artacaktır. Bir de vahdet-i vücud adı altında gizlenen bir ateist felsefe vardır ki, din ve ahlâk adına ilmî ve hikemî şekilde en büyük zarar, bundan gelmiştir.

Kısaca, başkanlarını ve büyüklerini, Allah'ı sever gibi sevenler ve onların, Allah'ın emrine uymayan emirlerine itaat ederek Allah'a isyan edenler, bunları Allah'a eş ve ortak edinmiş olurlar ki, bütün putperestliğin esası ve endâd konusu, bu tarz muhabbet beslemektedir. Bunlar, itaat ettikleri kimseleri Allah için değil; Allah gibi severler. "İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise çok daha fazladır." Mü'min olanların Allah'a sevgisi, Allah için sevmesi, her şeyden çok ve o müşriklerin tapındıkları endâda, eş ve benzerlere, hatta varsa Allah'a sevgilerinden daha çok ve daha kuvvetlidir. Çünkü mü'minler, ancak Allah'a yalvarırlar. Müşrikler ise pek sıkıştıkları ve muhtaç oldukları zaman Allah'ı hatırlarlar, ihtiyaçları kalmayınca da edindikleri eşlere uyarlar. Bundan dolayı, mü'minin gerek rahatlık zamanında ve gerekse sıkıntı anında, gerek darlıkta ve gerekse genişlikte Allah'a olan sevgisi devamlıdır.

Kâfir ve müşrik ise bazen rabbinden yüz çevirir, tutar bir puta tapar, sonra ondan daha güzel bir şey gördüğü zaman onu bırakır, buna tapar. Sonra ondan daha güzel bir şey gördükleri zaman onu da bırakır, başkasına tapar. Hatta Bahile kabilesinin yaptığı gibi acıktıkları zaman ma'budlarını yedikleri olur. (Sözgelimi, özgürlüğe, demokrasiye taparcasına sarılanların menfaatleri veya İslâm düşmanlıkları gereği bu putlarını yedikleri çok görülmüştür.) Bu şekilde sevgi besledikleri şeyi ve ma'budlarını değiştirir giderler. Bunun için onların, mü'minler gibi devamlı bir sevgileri olmaz. Mü'minler, tek Allah'a inandıkları için bütün sevgileri, bizzat Allah'ta toplanır. Allah'ın yarattıklarına olan sevgileri de bu başlangıç noktasından dağılır. Yani sevdiklerini ancak Allah için, Allah rızâsı için severler. Müşrikler ve kâfirler ise bir ma'budun veya bir putun karşılığında diğer ma'budları ve putları da doğrudan doğruya sevdikleri ve bütün sevgilerini Allah sevgisiyle, Allah rızâsıyla ölçmedikleri için sevgileri dağınık ve parçalanmıştır. Şüphe yok ki dağınık ve değişen sevgiler, toplu ve sabit sevgiye göre bir hiç demektir.

Bunun için mü'min bir halk topluluğuna sahip olan ve sırf Allah için sevilen başkanlar, kendilerine uyulan insanlar, ne kadar mutludurlar. Şüphe yok ki bu bahtiyarlığa kavuşmak da hakkıyla tek Allah'a inanan bir mü'min olmaya, her şeyden, hatta kendinden önce Allah'ı sevip, Allah'ın kullarına da Allah için muamele etmeye ve Allah için sevgi dağıtmaya bağlıdır. Başka türlü aşırı gidenler veya ihmal edenler, zulümden kurtulamazlar. Allah'a karşı başkalarını endâd, yani eş ve ortak tutmak, onları Allah'ı sever gibi sevmek ve Allah'a karşılık onları bizzat kendilerine uyulacak varlıklar edinerek emirlerine itaat etmek, özellikle Allah'ın hakkı olan ilâhlık sıfatına ve ma'budluğuna başkalarını da ortak etmek, en büyük zulümdür. "Şüphe yok ki şirk, büyük bir zulümdür." (31/Lokman, 13) Bunu yapanlar son derece zâlimdirler. Çünkü göklerin ve yerin yaratıcısı, kâinat saltanatının mutlak hâkimi olan Allah Teâlâ'nın hakkına tecavüz etmek cür'etinde bulunanlar, hangi zulümden sakınırlar? Allah'ın kullarına, âciz yaratıklarına ne yapmak istemezler? (Hak Dini Kur'an Dili, c. 1, s. 472 vd.)

Bu âyet (2/Bakara, 165), açıkça gösteriyor ki, ulûhiyetin en önemli özelliklerinden biri, muhabbettir, sevilmektir. Bundan dolayıdır ki, Kur'an ve İslâm ıstılahında / teriminolojisinde insan, daha çok "kul" vasfıyla anılır. Kulluk, kendisine kul olunan varlığa karşı beslenen, en ileri sevgi derecesini ifade eder. "Abd" kelimesinin bu anlamı, câhiliyye devri Araplarında da mevcut idi. Dünyevî mertebeler içinde risâlet en üstün mertebe olduğu halde, Rasûl, kulluğu ile övünürdü. Şehâdet kelimesinde de biz O'nun önce kul olduğunu, sonra Rasûl vasfını zikrederiz. Mezkür âyet gösteriyor ki, Allah'tan başka herhangi bir şeyi veya kimseyi, Allah'ı severcesine seven, Allah'ın emir ve nehiylerine uyar gibi bu sevginin gereklerini yerine getiren kimse, Allah'tan başka endâd, yani nidler, nazirler edinmiş demektir. Bu, muhabbette niddir. Bâtıl tanrılara, tapanlarının gerçek bir sevgi taşıdıklarını 2/Bakara, 95 ve 29/Ankebût, 25 âyetleri bildirir. Mü'min, Allah'ı; halis, katışıksız, sabit ve en ileri derecede sevmelidir.

"Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın" (3/Âl-i İmran, 31) Demek ki, Allah'a inanan nezdinde onu sevmek, asıl fıtratı teşkil eder. Fıtratta olan bu sevgiye hitap olunarak, Allah'ın da kendilerini sevmesi için uymaları gereken yola, böylece irşad olunuyorlar. Öte yandan bu âyette "sevmek ve bağışlamak" kavramlarının münasebete konulmasından anlaşılıyor ki, Allah'ın mağfireti de, kula olan muhabbetinden ileri gelir. Normal olarak sevmeyen bağışlamaz.

Kur'an, kimi özellikleri imanın gereği sayar ki, bunlar ister istemez sevgiyi tazammun eder. Bunlardan biri "rızâ"dır. Rızâ, şunları gerektirir: Kul için en sevdiği varlık, Allah olacaktır. Çünkü bütün öbür şeyleri sevip sevmemesini belirleyen kıstas, Allah'ın onları sevip sevmemesidir. Ayrıca kul, Allah'ından bütün fiilleri, isimleri ve sıfatlarıyla râzı olacaktır: Rab, müdebbir, emredici, yasaklayıcı, Vekîl, Velî vb. olarak. Bunlar da, kendiliğinden O'nu sevmesini gerektirecektir.

Allah ve Rasûlü'ne karşı çıkanlara, babaları ve evlatları bile olsa, mü'minler sevgi beslemezler (bkz. 58/Mücâdele, 22; 9/Tevbe, 24). Buralarda insanın doğal olarak en çok seveceği varlıklar (baba, çocuk, zevce, mal, yakın akrabalar, yer-yurt), Allah sevgisi ile karşı karşıya konulmakta, eğer Allah'ın rızâsı başka yerde bulunuyorsa, Allah'a sadâkatın baskın gelmesi istenmektedir. Bunlara olan sevgiyi belirleyen, Allah'a olan sevgidir, O'nun rızâsıdır. Bu âyetler kulun, Allah'a sevgi besleyebileceğini göstermekle kalmaz, o sevginin ne derece ileri olduğunu da gösterir (Suad Yıldırım, Kur'an'da Ulûhiyet, s. 159 vd.).

"Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir topluluğun, Allah'a ve Rasûlüne karşı çıkanlara sevgi beslediklerini göremezsin." (58/Mücâdele, 22) Sevgi, kullanırken çok dikkat edilmesi ve ancak Allah'a, Peygamberi'ne ve İslâm Düzeninin bağlılarına tahsis edilmesi gereken pek yüce bir hayat sermayesidir. İnançsızlara, müşrik ve münafıklara, bizi Allah'ın yolundan alıkoyan nesnelere israf edilmemesi gereken kıymetli varlığımızdır sevgi. Kur'an ve sünnet, Allah ve Rasûlü'nün mutlak olarak, öncelikli şekilde ve en büyük tarzda sevilmesini emretmiştir. Bunun dışındakileri severken, ancak ve ancak Allah'ın ve Peygamberi'nin sevilmesini istediklerinin sevilebileceğini açıklar. "Rahmeti bütün canlıları kuşatan (Allah) iman eden ve güzel ameller yapanlar için (kalplerde) sevgi yaratacaktır." (Meryem, 96) "Amellerin en faziletlisi/değerlisi, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek/nefret duymaktır." (Ebû Dâvud, Sünnet 3) İmansız sevgiye ulaşılamaz ve sevgisiz de iman olgunlaşamaz. Hz. Peygamberimiz, "imanın tadını bulmayı (birinci derecede) Allah ve Rasûlü'nü her şeyden çok sevmeye" bağlamıştır. (Buhârî, İman 9; Müslim, İman 67; Tirmizî, İman 10) "(Ancak) Allah için seven, Allah için buğz eden / nefret duyan, Allah için veren ve Allah için sıkılık yapıp vermezlik yapan kişi imanını kemâle erdirmiş, olgunlaştırmıştır." (Et-Tâc, c. 5, s. 78)

“Ey iman edenler! Yahudilerle, hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. İçinizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır.” (5/Mâide, 51) “Ey iman edenler! Ne sizden önce kitap verilenlerden dininizi oyuncak ve eğlence yerine tutanları, ne de diğer kâfirleri dost edinmeyin. Eğer gerçek mü’minlerden iseniz Allah’tan korkunuz.” (5/Mâide, 57) “De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler, sizce Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevgili ise, Allah’ın hükmü gelinceye kadar bekleyin. Allah, fâsık kimseleri doğru yola eriştirmez.” (9/Tevbe, 24)

b- Endâda Tâbi Olup Allah'a İtaat Eder Gibi İtaat Etmek: Kur’an, herhangi bir kimseye, Allah’a teslim olur gibi emrine girmeye, ona kul köle olmaya, onun arzularına, emir ve yasaklarına kayıtsız şartsız itaat etmeye endâd edinme olarak, Allah'a şirk koşma olarak değerlendirmiş; herhangi bir şeye veya kimseye karşı beslenen aşırı sevgiyi ve kayıtsız şartsız itaati de, onu putlaştırmak olarak nitelemiştir. Allah'a inanmak, kişinin O’nun isteğini kendi dileğine veya başkalarının isteklerine tercih etmesini ve diğer arzuları O’nun yolunda fedâ edecek kadar O’nu sevmesini ve O'na mutlak itaat edilmesi gereken otorite olarak kabulünü gerektirir. Allah’ı sevmenin kanıtı, O'nu yegâne mutlak otorite olarak kabul edip O'nun belirli nitelik ve güçlerini başkalarına atfetmemek ve O’nun hakkını sahte ilâh ve rablere vermemektir. Allah’ın sıfat ve güçlerini başkalarına atfedenler, O’nu sevdiklerini, O'na teslim olduklarını, sadece O'na itaat ettiklerini iddia edemezler; bilakis bu şekilde O’na ortak koşmuş, Allah'a endâd/denk tutmuş olurlar.

Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk temeline dayalı putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve putçuluktan pek de farklı olmadığını görürüz. Mekke’li müşrikler de bir Allah inancına sahipti (Bkz. 29/Ankebût, 61, 63; 39/Zümer, 3). Fakat, Allah’ın hükmü yerine Mekke site devletinin parlamentosu Dâru’n-Nedve’nin kanun yapmasını ve Ebû Cehil gibi tâğutların kendilerini yönetmelerini istiyorlardı. Yer yer dindar kesilmelerine rağmen, tevhid’in karşısında durarak şirke sarılıyorlardı.

Günümüzdede kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden kimselerin ğutun hükmüne rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah'a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu kimselerin Allah’ı bırakıp birtakım armaları, şiarları/sloganları, işaretleri, bayrakları, heykelleri, gelenek ve görenekleri, bazı kavram ve ideolojileri, sanatı, sanatçıları, futbolu, sporcuları, gruplarını, parti veya kurumlarını, devlet adamlarını, liderlerini... yücelttikleri ve bu sayılan değerler uğruna mallarını, mülklerini, namuslarını, ahlâklarını pâyimal ettikleri, böylece de bu değerlere kulluk ettikleri ortadadır. Sözü edilen bu şahısların, ğutun ortaya koyduğu nefsanî, şeytanî ve indî değer yargılarıyla Allah’ın kanunları ve şeriati çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatinı onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri, kısacası putların veya putların arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah’ın şeriatina tamı tamına zıt olan sistemleri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez.

İşte bunlar, Allah'ın dışında endâd edinenlerdir. Bundan daha açık putçuluk düşünülemez. Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek onların yolundan santim bile ayrılmayanlar, Allah’ın kitabına ve Rasûlü’nün sünnetine kulaklarını tıkayarak putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenler, Allah'a endâd uyduranların ta kendileridir (Karş. Kur’an’da Tevhid, s. 132 vd.).

Hz. Adem'den günümüze kadar câhiliyye hayatını yaşayan bütün toplumlarda, büyük çoğunluğu teşkil eden Allah'a endâd uyduran insanlar, Allah'ın varlığına inanmış kimselerdir. Fakat yaratıcımızı O'nun bildirdiği ölçüler içerisinde, hükümleri, kanunları, itaat edilmesi gereken emirleri ile tasdik etmemişler, bu konularda nidler edinmişlerdir. Evet, "Onlara gökleri ve yeri yaratan kimdir, diye sorsan, elbette ki, Allah'tır diyecekler" (31/Lokman, 25) anlamındaki âyette açıklandığı üzere, Allah'a yaratıcı olarak inanmışlar, ancak varlığına inandıkları Allah'ın Peygamberleri aracılığıyla bildirdiği ve yaşanmasını istediği emir ve yasaklarını kabul etmemişlerdir. Kişisel, ailevî ve sosyal hayatlarını bu mukaddes emirler ve yasaklara göre düzenlememişlerdir. "(İnsanlar için uyulacak) emirler ve yasaklar koyma hakkı yalnız Allah'a aittir." (7/A'râf, 54) yasasını tanımayarak çiğnemişlerdir.

Cenab-ı Hak, bu kişileri yermekte ve uyarmaktadır: "Onlar, hâlâ câhiliyye hayatının hükmünü (bâtıl inançları, ilkeleri ve yaşayış tarzlarını) mı arıyorlar? Kanaate sahip olabilecek bir topluluk katında hükmü (kanunları), Allah'tan daha güzel olan kimdir?" (5/Mâide, 50) Allah'ın indirdiği emirler ve yasaklar dizisine uymayan insanlar, ya kendi arzu ve heveslerine veya zâlim rejimlere ve uygulayıcılarına uyarak Allah'a endâd uydurmuşlardır.

"Onlara: Allah’ın indirdiğine uyun denilince, Hayır, atalarımızı yapar bulduğumuz şeye uyarız derler. Ya ataları bir şey akledemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?” (2/Bakara, 170) Allah’tan başkasına mutlak olarak emretme, yasaklama, helâl ve haram kılma, kanun koyma ve hakimiyet hakkını verme gibi haller, onu endâd kabul etmektir. Allah’ın koyduğu hükümleri, ölçüleri bir tarafa bırakarak hakimiyeti herhangi bir şeye vermek bir mü’minin yapamayacağı şeydir. Bu konuda Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Huküm/ egemenlik yalnız Allah’a mahsustur. O sadece kendisine İbâdeti/kul olmayı emretti. Dosdoğru din ancak budur.” (12/Yusuf, 40) “Onlar Allah’ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini, Meryem’in oğlu Mesih’i Rabler edindiler. Halbuki onlar da bir olan Allah’tan başkasına İbâdet etmekle emr olunmamışlardı. O, bunların eş tutageldikleri her şeyden münezzehtir.” (9/Tevbe, 31)

“De ki şüphesiz benim namazım, İbâdetlerim, hayatım ve ölümüm yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (6/En’âm, 162 “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir(5/Mâide, 44 )

Aslında insanların Allah’tan başka bir puta tapmasının asıl nedeni; kendi nefsini ilâh edinmesidir. Bugünkü müşriklerle, Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında fark yoktur. şriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini tanımadır. İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak tanıyorlar, dünya ile ilgili işlerde Allah’ın belittiğinin aksine hükümler koyuyorlar. İşte günümüzde şirkin aldığı görünüm budur.

Şirk düzeni; insanları köleleştiren, ilâhlık taslayan çağdaş Firavunlar ile, onlarla işbirliği yapan sahte din adamları yani Bel’amlar ve sömürüye ortak olan, bizzat şirk düzeninden beslenen, haramzade, zengin elit tabaka ve bu üç kesime bağlanan, onlara itaat eden, onların koyduğu kanunlarla -Allah’ın hükümlerine aykırı olmasına rağmen - yaşayan halk yığınlarından meydana gelir.

Kendi nefsini ilâhlaştıran ve Allah’a değil de kendisine tapan ve tapılmasını isteyenler; başkalarının haklarına el uzatmanın, yalnız Allah’a İbâdet edildiği ve uyulduğu sürece mümkün olmadığını bilirler. Çünkü, Allah’ın dini adâleti emreder ve bütün insanları eşit olarak görür. Şirk ise nefsini ilâh edinenlerin, insanları kendilerine kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine kuruludur. Bu yüzden tâğutlar, kendi nefislerini ilâhlaştırmak için, ilkelerini kendilerinin tesbit ettikleri ve başkalarının haklarını gasb üzere kurulu şirk düzenini isterler. Tâğutlar, ortaya attıkları ilâhlara insanları taptırarak, aslında kendilerine taptırır, kulluk ettirirler. Şirk, insanların insanlara kulluk ettiği düzenin adıdır.

Allah’ın halili (dostu) İbrâhim (a.s.) ne güzel duâ etmiş: “Allah’ım, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Ya Rabbi, şüphesiz ki bu putlar, birçok insanı saptırdı.” (İbrâhim, 35-36) âyette belirtildiği üzere, İbrâhim (a.s.) bile, kendinin ve neslinin putlardan uzak kalması için Allah'a duâ etme ihtiyacı hissetmiştir.

“Onların çoğu, şirk koşmadan Allah'a inanmazlar.” (10/Yûnus, 106) İslâm’ın hâkim olmadığı günümüz câhiliyye ortamlarında şirk çeşitleri çoğalmıştır. Kur’an’ın bir çok âyetinde, küçük olsun, büyük olsun şirkin her türlüsünden arınan müttaki kullardan bahsedilmektedir. Allah’ın birliğine iman eden, Allah'a şirk koşanlara düşman olan, ğutlara ve müşriklere buğz ederek Allah'a yaklaşan, sadece Allah’ı dost, ilâh ve ma’bud edinen, yalnız O’nu seven, O’ndan korkan, O’ndan uman, O’ndan yardım isteyen, O’na boyun eğen, O’na tevekkül eden, O’nun emrine tâbi olup rızâsını gözeten, bir iş yaptığı zaman Allah adıyla yapan ve hayatının her bölümünde O’na ait olan kimseler kurtuluşa ermişlerdir. “De ki, namazım, İbâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin rabbı Allah içindir. O’nun hiçbir şeriki/ortağı yoktur.”(6/En’âm, 163-164) “De ki, Allah her şeyin rabbı iken, O'ndan başka bir rab mı arayayım?” (6/En’âm, 164)

 

 

 

 

Şirk; Putlaştırmanın Genel Adı

Şirk”, “şerike” fiilinden masdardır. “Şirk” ve aynı kökten gelen şirket, müşâreket, sözlükte; mülk ve saltanatta ortak olmak demektir. Bir şeyin birden fazla kişiye ait olduğunu ifade ederler. Aynı kökten gelen ‘eşreke’ fiili, ortak koşmak, ortak olmak anlamına gelir. Ortak koşana ise “müşrik” denir.

Istılahta şirk; Allah’a zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ortak ve denk tanımaktır. Şirk koşan kişiye müşrik denir. İki veya daha çok ilâh tanımak, herhangi bir varlığı ma’bud (İbâdet edilen) olarak bilmek, Allah’ın yaratıcı, kadim, bâkî... gibi sıfatlarını başka varlıklara vermek şirktir. Kısaca şirk, Allah’ın ilâhlık vasıflarını Allah’tan başkasına vermektir. Şirk; tevhidin temeli olan “lâ ilâhe illâllah” gerçeğinin dışına çıkmak, Allah’tan başka ilâh(lar) olduğunu inanç, söz veya eylemle iddia etmek, Allah’ın dışında İbâdet edilecek, duâ edilecek, gerçek anlamda güç ve kudret sahibi olduğunu kabul etmektir.

Şirk küfürdür, müşrik aynı zamanda kâfirdir. Şirk kavramı, insanların uydurdukları dinleri tanımlama açısından son derece önemli kavramlardan biridir. İnsanlar tarih boyunca sınırlı sayıdaki inançsızlar/ateistler dışında ya “şirk’ dini üzerinde ya da ‘Tevhid’ dini üzerinde olmuşlardır. Aslında ateistler de bir anlamda müşrik ve münkirdirler.

Şirkin olduğu yerde sâlih amel olmaz. Çünkü amelin kabul olması için ihlâs, yani yapılan İbâdetin yalnız Allah için yapılmış olması gereklidir. Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: Rabbine kavuşmayı uman kimse, sâlih amel işlesin ve Rabbine İbâdette hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi ortak tutmasın.” (18/Kehf, 110)

Şirk, kelime anlamı itibariyle bir ortaklığı, ortak olmayı, bir eş-arkadaş tutmayı, malda ve tasarrufta bir hissedar bulmayı ifade eder. Söz gelimi, aynı kökten gelen ‘şerik’ arkadaş, yardımcı, hissedar yani ortak demektir. Şirk, bu ortak olma, eş ve arkadaş bulma fiilidir. İslâm kültüründe şirk kelimesi sözlük anlamından hareketle çok daha özel bir mânâ kazanmıştır. Tevhid dinine aykırı olarak inanılan dinleri ve Allah’tan başka ilâh kabul edenlerin kafa yapılarını, aynı zamanda da onların yaptıkları yanlış işi değerlendirmek üzere kullanılır olmuştur.

Şirk ve Küfür İlişkisi: Şirk olayının küfr olayı ile birlikteliği vardır. Aslında şirk de bir inkârdır; Hak’tan gelen gerçeğin üzerini örtmektir (küfürdür). Ancak ‘küfr’ kelimesi ‘şirk’e göre biraz daha kapsamlıdır. ‘Küfr’ kavramı bütün inkârcıların eylemini ifade ederken; ‘şirk’ Allah’ı kabul ediyor görünürken O’na ortak koşmayı, birden fazla ilâh edinmeyi, bir şeye Allah’ın özelliklerini vermeyi anlatmaktadır. Kısaca ‘şirk’ Tevhid dini dışında kalan bütün ilâh anlayışlarını, tüm bâtıl inançları içeren anahtar bir kavramdır. İnsanın, fıtratından gelen inanma ve İbâdet etme ihtiyacını karşılarken düştüğü alçak seviyeyi, haktan yüz çeviren insanın içindeki kaosu, inanma adına insanların düştüğü câhillik ve sapıklığı anlatmaktadır. Yine ‘şirk’ kavramı, insanların kendi kafalarından uydurdukları inançları ve bu inançlar adına yaptıkları yanlışlar, fesatlar ve zulümleri gözler önüne sermektedir.

Şirk, insan zihnindeki bir sapmayı ve sıkıntıyı ifade etmektedir. Tevhid hakikatinden sapan kimselerin, kendi kendilerine düştükleri açmazları, sürüklendikleri yanlışları ve bunun sonucu olarak yaratılış kanununa aykırı düşmeleri böylelikle ortaya konmaktadır. Şirk; Allah’a zâtında (sayı olarak), sıfat ve tasarrufunda (yapıp etmelerinde) ortak tanıma eylemi veya inanışıdır. Şirk koşmak salt bir inkâr olayı değildir. Şirk koşanlar, yani müşrikler inançsız insanlar değildir; aksine, Allah'a inanan ama yanlış inanan, inancı tevhide aykırı olan ve Allah’ın yanında başka varlıklara da ilâh diye tapınan kimselerdir.

Kur’an, şirk üzerinde ısrarla durmaktadır. Çünkü tarih boyunca dinsiz toplumlardan çok şirk koşan toplumlarla, ateist insanlardan çok müşrik insanlarla karşılaşıyoruz. İnsanlar, Tevhid’ten uzaklaştıkça, din adına çok çeşitli yalanlar, hurâfeler uyduruyor, kendi kafalarından sahte tanrılar icad ediyor; sonra da onlara yine kendi kafalarına göre İbâdet ediyorlar. Bazı toplumlar da, başlangıçta Tevhid’e bağlı iken zamanla çeşitli nedenler yüzünden şirke düşmüşler, dinlerini bozmuş ve yanlış bir şekilde inanıp din adına ilâhlar, ilkeler, törenler, âyinler ve İbâdet türleri uydurmuşlardır.

İnanmak fıtratta/yaratılışta vardır. İnanma ve yüce bir kudrete kulluk yapma ve ona tapma; yüce bir güçten yardım isteme ihtiyacı bütün insanlarda vardır. İnsanın fıtratı böyledir. Yaşamak için suya, yemeğe, havaya muhtaç olan insan, inanmaya ve inandığı ilâhın önünde eğilmeye de muhtaçtır. Bu ihtiyacı bilen, insanların yaratılışına bu ihtiyacı koyan âlemlerin Rabbi, ilk insandan itibaren toplumlara peygamberler/elçiler göndermiş ve nasıl hareket etmeleri gerektiğini onlara göstermiştir. Dünyaya imtihan için gelen insan, bu elçilerin gösterdiği gibi yani Tevhid dini üzerinde yaşadığı zaman, hem sınavı kazanır hem de dünya hayatını fıtratına uygun olarak yaşamış olur. Üstelik Tevhid’in ilkeleri, insana gerçek saâdeti ve kurtuluşu getirmektedir. İnsana ait hakları ona vermekte, insanlar ve toplumlar arasındaki adâleti sağlamakta, azgın kimselerin hevâ ve heveslerinin getirdiği fitne ve zulümden insanları korumaktadır.

Ancak insanların çoğunluğu bu gelen elçileri dinlemedi. Elçilerin öğrettiklerini ya hiç almadı veya aldıktan kısa bir zaman sonra bir tarafa attı, tevhidi tahrif ve dejenere etti; kendi hevâsının peşinden gitti. Eline geçirdiği güç ve dünyalıklarla ‘bağy’ etti, ‘tuğyan’ ederek azgınlaştı ve tevhidin doğru yolundan ayrıldı.

Toplumların hayatını düzenleyici kanunlar, insanların bağlandığı değer yargıları, insanın fıtratında bulunan tapınma, duâ etme, kendinden üstün bir varlığa el açma ihtiyacı insanla birlikte vardır. Tevhidden uzaklaşanlar veya Tevhidi bilmeyenler, her ne kadar yerin ve göklerin bir sahibi, yağmuru yağdıran, dünyayı yaratan ve yöneten bir ilâhın olduğunu kabul etseler de; hâkimiyet, sosyal hayatın düzenlenmesi, İbâdet, helâl haram gibi konularda kendi hevâlarına veya egemen güçlerin isteklerine ve tâğûtî yasalara uyarlar. Böyle kimseler ve topluluklar, zamanla birtakım varlıkları ve güçleri ilâhlaştırarak, onlara aşırı saygı göstermeye, bazılarının yardımını alabilmek için, bazılarının da kötülüğünden kurtulmak için onlar adına uydurulmuş putlara veya ilkelere tapınırlar. Kimileri de bu tapındıkları ilâhları kendileriyle Allah arasında bir aracı kabul ederler. Kendilerine göre dinler icad ederler ve onun peşinden giderler veya hak dini tahrif eder, hurâfe ve şirk peşinde koşarlar.

Tevhid dininden ayrılıp kendi hevâsına uyarak ‘bağî’ ve ‘müşrik’ olan ve bu şekilde doğru yoldan uzaklaşan zâlimler, kendi kafalarından koydukları ilkeleri bir inanç haline getirirler ve insanlara dayatırlar. İnsan, inanma ihtiyacı ile beraber yaratılmış olduğu için, âlemlerin Rabbine olan tevhidî inancını kaybetmiş veya hak dini bulamamışsa, içindeki boşluğu mutlaka bir şeyle dolduracaktır. Geçmişte daha çok putçuluk ve bâtıl/uydurma din şeklinde görülen bu ihtiyaç, günümüzde de benzer şekilde karşımıza çıkmaktadır. Kimileri Allah’a ait ilâhlık özelliklerini bir başka şeye verirler. Sayı olarak, birden fazla ilâh kabul ederler, kimileri de Allah’a ait yaratma, rızık verme, cezalandırma, ödüllendirme, kendisine İbâdet ve duâ edilme gibi özellikleri Allah’ın dışındaki varlıklara da verirler. Onlar bu değer verdikleri niddlerini (ortak koştukları ilâhlarını) Allah’ı sever gibi, hatta daha fazla severler (2/Bakara, 165). Kimileri, herhangi bir şeye hayatlarında Allah gibi yer verir; Allah’tan fazla ondan korkar, Allah’tan fazla ona değer verir. Allah’ın hükümlerini takmaz, aldırmaz; ama o çok sevdiği şeyden geldiğini zannettiği her şeye daha fazla itibar eder.

Bu gibi müşrikler, bir müslümanın Allah’a İbâdet ettiği gibi, ilâh haline getirdiği şeyin karşısında rukû’ yapar, ya da secdeye kapanır veya namazdaki kıyâma benzer şekilde saygı duruşunda bulunur. Ona olan saygısını ve bağlılığını çeşitli şekillerde ortaya koyar. Ilâh haline getirdiği şeyin veya kişinin emrinden dışarı çıkmaz. Onun önünde boyun eğer, onu râzı etmeye ve onun cezasından kurtulmaya çalışır.

Şirk olayı, Allah’ın dışındaki herhangi bir şeyi, bir varlığı, bir kişiyi, bir gücü veya beşerî ideolojiyi Allah gibi değerlendirme, Allah yerine koymanın mantığıdır. Allah dışındaki herhangi bir şeyi Allah gibi sanmanın, onlara ilâhlık vermenin adıdır şirk. Bu, onlara tapınma şeklinde ortaya çıktığı gibi, inanç ve saygı olarak da görülebilir. Nitekim Kur’an câhiliyye Araplarının putlara tapınmasını şirk olarak nitelendirdiği gibi (53/Necm, 19-23), O’na çocuk isnat etmeyi ve yaratıkların ilâh sayılmasını da şirk olarak nitelemektedir (6/En’âm, 100; 7/A’râf, 191-192). Bu yanlışlık, kulların Allah’a ait ilâhlığı ve rabliği yeterince anlamamalarından kaynaklanmaktadır. Kur’an bu konuda şöyle diyor: “Allah’ı gereği gibi takdir edemediler.” (22/Hacc, 74) Allah’ı hakkıyla bilemeyenler, O’nu ve O’nun rabliğini anlamayanlar, başka dinlere girer, başka ilâhlara boyun eğerler. Kendilerini âlemlerin Rabbinden mahrum edenler, içlerindeki ihtiyacı başka yalancı ilâhlarla gidermeye çalışırlar. Kendini Allah’tan mahrum edenler, mutlaka başka ilâhlar (tanrılar) bulacaklardır. Yaratılış gereği Allah’a kulluk etmeyenler, İbâdet edecekleri bir ilâha, bir puta bağlanacaklardır. Allah'a hakkıyla kul olamayan insanın böyle dalâleti var, putunu kendi yapar, kendi tapar. İşte şirk yanlışı, insanı bu noktaya düşüren bir zillet ve bayağılıktır.

Şirk En Büyük Zulümdür: Kur’an’ın ifadesine göre şirk en büyük zulümdür (31/Lokman, 13). Zulüm, hem nûrun zıddı olarak karanlık; yani kötülük, mutsuzluk, kaos, huzursuzluktur; hem de hakkı asıl sahibine değil de bir başkasına vermek, Allah’ın hâkimiyet hakkını, hiç hakkı olmayan başkalarında görme yanlışlığıdır. Şirk inancı, insana huzur değil; sıkıntıyı, emniyeti değil; korkuyu ve güvensizliği, saâdeti değil; şekaveti, adâleti değil; zulmü, iyi ahlâkı değil; azgınlığı ve fesâdı kazandırır. Kur’an, şirk koşanların sürekli huzursuzluk içinde olduklarını çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır: “Kim Allah’a şirk koşarsa sanki o gökten yere düşmektedir de kuşlar onu didik didik etmektedir veya rüzgâr onu ıssız bir yere sürükleyip atmış gibidir.” (22/Hacc, 31)

Şirk İnancının Bir Temeli Yoktur: İslâm’a göre tek yaratıcı Allah’tır ve O bütün kâinatın tek hâkimidir (6/En’âm, 101, 164; 10/Yûnus, 68; 17/İsrâ, 111; 22/Furkan, 2). Bu açıdan şirkin bir esası, bir temeli yoktur. Zaten müşrikler bile sıkıştıkları zaman âlemlerin Rabbi Allah’a sığınırlar (6/En’âm, 40, 63; 10/Yûnus, 22). Yerde ve gökte iki veya fazla ilâh (tanrı) olsaydı hepsinin düzeni bozulurdu (21/Enbiyâ, 22). Öyleyse şirk dininin ilâh anlayışı temelinden sakattır. Şirk inancı, sahibini desteksiz ve yönsüz bırakır. Şirk koşanlar, Allah ile bağlarını kopardıkları için haktan uzak kalırlar, yanlış hüküm verirler, adâletten uzaklaşırlar, zulme bulaşırlar. Hatta bu şirk onlara çocuklarını öldürmeyi bile güzel gösterebilir (6/En’âm, 137). Ancak, şirk inancı insanı tatmin etmez. Müşrik kimse, bir arayış ve özlem içerisindedir. Müşrikler, İbâdet ve duâ ettikleri ilâhlarının kendi ihtiyaçlarını karşılayacağını sanırlar. Halbuki ilâhlar onlara hiç bir karşılık veremezler. İlâhlara yalvaranların hali susuzluğunu gidermek için iki elini suya uzattığı halde asla suya ulaşamayan kimse gibidir (13/Ra’d, 14).

şrikler, hiç bir şey yaratamayacak olan, aksine kendileri bir Yaratıcı tarafından yaratılmış şeyleri Allah’a şirk/ortak koşmaktadırlar. Şüphesiz aklını iyi kullananlar bunun yanlışlığını görürler (7/A’râf, 191). Allah’a ait özellikleri (nitelikleri) yaratılmış olanlara vermek, yanlışların en büyüğüdür. Şirk koşanlar büyük sapıklık ve karmaşa içerisine düşerler (4/Nisâ, 48). Onlar, dibi görünmez bir karanlığa yuvarlanırlar (4/Nisâ, 116). Allah (c.c.) böylesine yanlışlığa ve sapıklığa düşenlerin yüreklerine sürekli bir korku salmıştır. Onlar devamlı bir tedirginlik ve korku içerisindedirler (2/Âl-i İmrân, 151). Onlar, âhiret hayatına yakînen inanmadıkları için, hep dünyada kalmak isterler, ölmekten korkarlar (2/Bakara, 96).

Allah (c.c.) şirk günahını affetmez: Kur’an’ın haber verdiğine göre Allah, şirk koşma dışında kalan günahlardan dilediğini bağışlayacaktır. Ancak, rahmetinin genişliğine rağmen müşrikler bu rahmetten mahrum kalacaklar. Çünkü şirk, kulun işlediği en önemli cürümdür (4/Nisâ, 48, 116). Yarın hesap gününde onlar affedilmeyi, merhamet olunmayı istedikleri zaman onlara “hani dünyada iken ortak koştuklarınız, çağırın bakalım” denecek. Ama ortak koştukları şirk unsurları onlara asla yardım edemeyecektir (6/En’âm, 23; 16/Nahl, 27; 18/Kehf, 52). Hatta o şirk koştukları şeyler, müşriklere ‘siz yalancılarsınız’ diye cevap verecekler ve kendilerinin Allah’a teslim olduklarını söyleyecekler (16/Nahl, 86-87).

Şirk koşmadan ölenlerin affedileceği umulur: Şirk koşanlar, kesinlikle cehennemliktirler (5/Mâide, 72; 4/Nisâ, 116). Müslümanlardan şirk koşmadan ölenlerin affedilip cennete konulacağı umulur (Müslim, İman 151-152, hadis no: 93-94, 1/94).

Ebû Zer (r.a.)’in rivâyet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Cebrail (a.s.) bana gelerek; ‘Ümmetinden kim Allah’a herhangi bir şeyi şirk koşmadan ölürse cennete girer müjdesini verdi.” Ben, (hayretle) zina ve hırsızlık yapsa da mı? diye sordum. “Evet, hırsızlık etse de, zina yapsa da” cevabını verdi. Ben tekrar: ‘Yani hırsızlık etse, zina yapsa da ha?’ dedim. “Evet, bunları yapsa da (Cennete girecektir)” buyurdu. Ben aynı soruyu dördüncü defa sorunca; “Ebû Zerr’in burnu kırılsa (patlasa) da Cennete girecektir” buyurdu. (Müslim, İman 153-154, hadis no: 94, 1/94-95; Tirmizî, İman 18, hadis no: 2644, 5/27; Buhârî, Tevhid 33; K. Sitte, 2/205). Peygamberimiz, açık ve büyük şirkten sakındırdığı gibi, mü’minleri gizli şirkten de sakındırmaktadır (İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4204, 1/1406). Peygamberimiz, şunu da ilâve ederek diyor ki: “Dikkat edin ben size onlar (müslümanlar) güneşe, aya tapacaklar demiyorum, ancak onlar amellerini Allah’tan başkası için yapacaklar.” (İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4205). (8)

 

 

Şirkin ve Putperestliğin Çağdaş Yansımaları

Şirk, Allah’a ait özellikleri bir anlamda gasbetmek ve onları hak etmeyenlere vermektir. Haddi aşan insanlar veya aklını iyi kullanmayanlar, Allah’ın rabliğini, melikliğini, ilâhlığını, hâkimiyetini gasbederler. Bütün bu İlâhî özellikleri bazı şeylere, insanlara veya birtakım güçlere verirler. Sonra da onların önünde şöyle veya böyle boyun eğerler, onlara mutlak anlamda itaat ederler. İnsanların şirk içinde olması Allah’ın rabliğine zarar vermez. İnsan, kendi aleyhine olarak şirke yuvarlanır. Ancak, şirkin zararı sadece müşrikle sınırlı kalmaz, topluma da yayılır. Şirkin ve müşriklerin güçlü olduğu yerlerde fesat yaygınlaşır, hayatın huzuru bozulur. Allah’tan başka yaratıcı, öldürücü, mutlak tasarruf sahibi, sınırsız güç sahibi, sevilen ve İbâdet eder gibi itaat edilen, hükmüne -Allah’ın hükümlerine aykırı olarak- boyun eğilen her şey, şirke götüren sahte tanrılardır. Şirk içinde olanlar, şüphesiz toplum içinde, tabiatta ve insan ilişkilerinde dengeyi bozarlar. Halbuki Tevhid bu hayatî dengeyi kurmak ve korumak için gönderilmiştir.

Şirke düşenler hiç bir zaman “Allah (c.c.) evreni şu kadar ortakla, yardımcı ile idare ediyor” demiyorlar. Onlar, yaptıklarının şirk olduğunu çoğunlukla kabul bile etmezler. Hatta birçoğu İslâm’a ve Kur’an’a saygı duyduklarını dahi söylerler. Ancak, şirk koşmaktan maksat, Allah’ın evren üzerindeki hâkimiyetini tanımamak, O’nun hükümlerini reddetmek ve O’na Rabliğinde ortaklar bulmak, öyle inanmaktr. Dolaysıyla hayata ait hükümleri, İlâhî ölçüleri Allah’tan almamak, kulluğu, mutlak itaati başka sahte ilâhlara yapmaktır.

Bu anlamda çağımızda yepyeni şirk örnekleri gelişmiştir. Eskiden görülen şirk çeşitlerine yenileri de ilave olmuştur. Artık atalar dini, eskiden beri devam eden putçuluk, falcılık, kurtarıcı liderlik, siyasal güçler, mezarda yatan ölüler, spor kulüpleri, ikon (put) haline getirilen sevgililer, her bir şeyi taklit edilen sanatçılar, dünya çıkarları, makamlar, heykeller ve ölümlü kişiler birer şirk aracı haline getirilmiştir. Allah’a inandığını söyleyen niceleri, O’nun Rabliğini göklere gönderirken, O’nun yalnızca göklere karışmasını isterken, kendi hayatına ve toplum hayatına başkalarının ilkelerini daha uygun görmekte, Allah’ın peygamber aracılığıyla gönderdiği ölçüye aldırış etmemektedirler. Bir kişinin veya bir siyasal gücün ilkelerini Allah’ın hükümlerinin önüne getirebilmektedirler. Çok üstün sandıkları birtakım kişilere ve şeylere Allah’tan ve O’nun hükümlerinden daha fazla değer vermektedirler. İslâm, insanın bu sapıklıktan kurtulup Tevhidle hayat bulmasını istiyor. Allah’ı birlemek ve yanlızca O’na kulluk yapmak üzere yaratılan insanın fıtratına uygun olan da budur. İnsana düşen, Kur’an’ın “De ki O Allah tektir. O’nun eşi ve benzeri yoktur. Doğmamış, doğurulmamıştır. Hiç bir şey O’na denk/eş değildir.” (112/İhlâs, 1-4) gerçeğine teslim olmak ve gereğini yapmaktır. (9)

İnsan, müslümanım dediği, kelime-i tevhidi söylediği halde, cehalet ve düzenin/ortamın câhilî yapısından dolayı -Allah muhafaza etsin- kolaylıkla şirke düşebilir. Mü’min olmak, çok zor değildir; esas önemli olan, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı çevrelerde mü’min kalmak ve müslüman olarak ölmektir. Günümüzde sık görülen şirk unsurlarının, tevhidi bozan durumların bazıları şunlardır:

Güncel Câhilî Eğitimde Şirk: Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip, sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Bu, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı konularında ortaya atılan teoriler câhilî eğitimin temelini teşkil eder. İlk insanı, tesadüf sonucu veya doğa kanunları gereği hayvanın evrim geçirmiş türü kabul eden günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rablığı) Allah'a hiç dayandırmayan, yaratıcı ve rab olarak başka tanrılara inanan müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, dünyadaki ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücâdelesi unutturulmak istenir. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliyye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir.

Günümüzde ekonomik yorumlar da baştan sona şirk anlayışı içerir. Sadece iktisat ve ekonomi eğitimi veren kurumlar değil; medyanın, hatta halkın gündemindeki ekonomik değerlendirmelerin hemen hepsinde para, ilâhların başında gelir. Tüm mülkün, para, mal ve nimetlerin Allah'a ait olduğu anlayışı olan “ekonomik tevhid” anlayışına yer yoktur. İnsanların ekonomi yönüyle de evrim geçirdiği, ilkel komünal toplumdan köleci topluma, feodal toplumdan, kapitalist ve sosyalist topluma doğru seyri ve bu çeşit tasnifi, insanların Allah’tan bağımsız olarak sürekli evrim geçirdiği iddiasını haklı çıkarmaya dayanır. İlk insanın, ilk peygamber ve ilk yaşama biçiminin vahyin ışığında tevhid olduğu gerçeği, en küçük bir teori ve ihtimal dahilinde bile değerlendirilmez.

Siyasal şirk anlayışı da bilimsel kılıflarla takdim edilir. En iyi sistem, milyonlarca yıllık tecrübe sonunda cumhuriyet ve demokrasi olarak adlandırılır. Hakk’ın değil; halkın egemenliğine, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyi alternatif bile kabul etmeyen bu câhiliyye düzenlerini neredeyse tüm insanlar canla başla savunur. Faşist, kapitalist veya sosyalist olsun her farklı grup, gerçek demokrasinin kendi savundukları ideoloji ve düzen anlayışında olduğunu iddia ederlerken, kendini müslüman sayan nice insan da bu orkestraya katılır.

Devlet yönetiminde dine yer yoktur, eğitim ve sosyal hayatın düzenlenmesi laik ve Kemalist esaslarla düzenlenmek zorundadır. Din anlayışı, din eğitimi ve din kurumları da laik düzenlemeye tâbidir. Dinlerin ortaya çıkışı, din eğitimi veren laik kurumlarda da doğal olarak şirk esasına dayandırılır. İlk din İslâm, ilk insan ilk peygamber, ilk peygamber Hz. Âdem değildir bu şirk anlayışında; insan, önce tabiata, totemlere tapmış, sonra çok tanrılı dinleri icad etmiş, çok sonraları da tek tanrılı din anlayışı oluşturmuştur...

Modern câhiliyyenin sosyal ve siyasal şirk anlayışı gereği, devlet, din esaslarına -en küçük çapta bile- dayandırılamaz. Tüm kurum ve kurallarıyla şirkin dışına çıkılamaz bu devlet anlayışında. Halk da sosyal hayatta, kamu alanında tevhidî inancını sergileyemez, muvahhid bir şekilde yaşayamaz. Ama demokrasi vardır; halk şirk arasında istediği tercihi özgürce yapabilir, istediği tâğutu rab olarak seçebilir.

İnsanların çoğu, aynen eski Arap câhiliyyesinde olduğu gibi, Allah’ı, göklerin hâkimi kabul ediyor, yağmuru yağdıran, insanları ve varlıkları yaratan olarak kabul ediyor; ama yeryüzüne O’nu karıştırmak istemiyor, yerin egemenliğini başka tanrılara veriyorlar. “Allah, yeryüzünde (o da beşerî kanunlara, ilke ve yönetmeliklere uygun olmak şartıyla) sadece -o da sınırlı şekilde- câmilere karışabilir, oraya hâkim olabilir. Üniversite dahil okullara, mahkemelere, meclislere, çarşı ve pazarlara, cadde ve sokaklara, kıyafet ve kanunlara, sosyal hayatı düzenleyen anlayışlara karışamaz.” Bu anlayış ve uygulamalar, şirk değil de nedir? Çok kaypak bir içeriği olduğu halde, üzerinde ittifak edilen en belirgin anlamıyla “dinin devlete, devletin dine karışmaması” demek olan “laiklik” gereği ve dayatması olarak sadece vicdana hâkim olmasına karışıl(a)mayan Allah'ı dünya işlerine karıştırmak istemiyorlar, buralarda egemen başka güçler (tanrılar) kabul ediyorlarsa, buna herhalde tevhid ve İslâm adı verilemez. Bu anlamda laikliğin çağdaş değil, temeli çok eskilere dayanan bir şirk olduğunu söyleyebiliriz. Ve eski Arap câhiliyyesinin de Allah’ı (hak dini) dünya ve devlet işlerine karıştırmak istemediklerini, Peygamberimiz’le bunun için mücâdele ettiklerini biliyoruz. Demek ki şirk cephesinde yeni hiçbir şey yok; sadece eski câhiliyyenin modern görünüm ve söylemleri var; tek millet olan müşrikler, ilkel atalarını taklit etmekten başka bir şey yapıyor değiller.

İnsanlar, demokrasi ve özgürlük putlarının da etkisiyle, hevâlarını hiçbir sınır tanımadan tatmin etmek istiyor, şeytanî fesad ve ahlâksızlıklara, içki, kumar ve zina evlerine dinin müdâhale edip yasak koymasını istemiyorsa, konu şirk kavramıyla ilgilidir. Tüm sosyal, siyasal, kaMûsâl ve hukukî alanlara Allah’ın dışında başka tanrıların egemenliği egemen güçler tarafından isteniyor, dayatılıyor ve halk tarafından buna rızâ gösteriliyorsa, bunların tümü, şirkin dışında birşeyle izah edilemez.

Câhiliyye Arapları, yaratıcı olarak sadece Allah’ı kesin bir şekilde kabul ediyorlardı (29/Ankebût, 61, 63; 31/Lokman, 25; 39/Zümer, 38; 43/Zuhruf, 9, 87). Modern câhiliyye insanı ise, Allah'a bu kadar bile inanmıyor; ne olduğunu ve hangi vasıflara sahip olduğunu düşünmeden doğa/tabiat ve tesadüfe yaratıcılık atfediyor. Tabiatı ilâhlaştırarak çocukları, çiçekleri, güzellikleri doğanın armağanı olarak kabul ediyor. Bazen de bu “tabiat tanrısı”na kendisini ve hemcinslerini ortak koşuyor, kensinin veya başka insanların yaratıcılıklarından bahsediyor.

Tüm bunların yanında, her dönemde görülebilen şirk unsurlarını da katarsanız, muvahhid insanın, istisnalar dışında niye yetişmediği, huzursuzluk ve zilletin niye artarak devam ettiğinin temel sebebi daha iyi teşhis edilecektir.

Yalnız, burada unutulmaması gereken önemli bir husus var: Allah'a ortak koşan birisinin, şirk koştuğu şey için, “bu da bir ilâhtır” , “ben buna da tapıyorum” demesi veya böyle düşünmesi de, olayın şirk olması için şart değildir. Şirk, öncelikle kalpte yer eder, sonra düşünce ve hareketlere yansır. Şirkin temeli, Allah’tan başka herhangi bir şeyi Allah'a tercih etmektir.

Hızır olarak adlandırılan ölümsüz zannedilen zat, gerçekte hayatta olmayan bir kimsedir. Yine Hızır gibi bazı İlâhî vasıflara sahip olduğu zannedilen “evliyâ”nın, tanrılaştırılıp bunların her yerde hazır ve nâzır olduğuna, insanları gözetlediğine, bazen koruyup yardım ettiğine inanılır. Dünyanın varlık sebebinin bu gibi zatlar olduğu kabul edilir. Müslümanım diyen nice insan, Allah’ın dünyayı ve özellikle yaşanılan coğrafyaları onların yüzü suyu hürmetine ayakta tuttuğunu, yoksa çoktan helâk edeceğini kabul edip dillendirir. Bu tür inançların gerçekle de, temel hakikat olan tevhidle de hiçbir ilgisi yoktur. Tümüyle bâtıl itikatlardır. Allah, dünyayı kendi irâdesiyle ayakta tutmaktadır. O’nun irâdesine engel olacak veya onu değiştirecek hiçbir zat olamaz. Allah, dünyanın ve evrenin işleyişi ile ilgili kanunlar koymuş, hikmetler belirlemiştir. Evren bu İlâhî kanunlarla ayakta durur. Allah’ın otoritesinde ve tasarrufunda hiçbir kimsenin ortaklığı yoktur. Dolayısıyla Allah’tan başkasına, sanki bir güce sahipmiş gibi duâ etmek şirktir. Ölülerlerden medet ummak câhiliyye sapıklıklarındandır. Muvahhid bir mü’min, bunlardan kesinlikle uzak durmalıdır. O, yalnızca Rabbinden dilekte bulunmalı, O’na yönelmeli ve O’na duâ etmelidir.

 

 

Şirkin Sebepleri

İnsanların şirke düşme sebepleri söyle özetlenebilir:

1-) İnsanın Kendisini/Hevâsını (Basit Arzu ve Şehvetlerini) Tanrılaştırması: İnsanların tevhidden sapıp şirke düşmelerinin asıl sebebi; insanın kendi nefsine tapması, nefsini, yani kötü arzularını (hevâsını) ilâh edinmesi ve diğer insanlara karşı üstünlük sağlayıp onları kendisine kul etmek istemesidir. Kur’ân-ı Kerim bunu şu şekilde belirtmektedir: “( Firavun:) ‘sizin en yüce Rabbiniz benim’ dedi.” (79/Nâziât, 24) “Firavun milletine şöyle seslendi; ‘Ey kavmim! Mısır hükümdarlığı ve memleketimde akan ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?” (43/Zuhruf, 51) İnsan, büyüklük taslayınca, tuğyan eder, azgınlaşır; Rabbine döneceğini unutur.İnsan, azgınlık etmektedir, kendisini müstağnî/ihtiyaçsız görerek. Şüphesiz dönüş Rabbinedir.” (96/Alak, 4-5)

“Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, başka değil, ancak aralarındaki bağy nedeniyle ayrılığa düştüler.” (3/Âl-i İmrân, 10) Bağy; “hakka saldırı, payına razı olmayıp başkalarının payına el uzatma, haksızlık etme, hased, birbirini çekememezlik” mânâlarına gelir. İnsanları bağy etmeye iten, hevâ ve heveslerinin peşine gitmeleri, kendi nefislerine tapınmalarıdır. “Hevâ ve hevesini ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın.?” (25/Furkan, 43) “Allah’tan bir hidâyet olmaksızın, kendi nefsine uyandan daha sapık kim vardır?” (28/Kasas, 50)

Kendi nefsini ilâhlaştıran ve Allah’a değil de kendisine tapan ve tapılmasını isteyenler; başkalarının haklarına el uzatmanın, yalnız Allah’a İbâdet edildiği ve uyulduğu sürece mümkün olmadığını bilirler. Çünkü, Allah’ın dini, adâleti emreder ve bütün insanları eşit olarak görür. Şirk ise nefsini ilâh edinenlerin, insanları kendilerine kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine kuruludur. Bu yüzden tâğutlar, kendi nefislerini ilâhlaştırmak için, ilkelerini kendilerinin tesbit ettikleri ve başkalarının haklarını gasb üzere kurulu şirk düzenini isterler. Tâğutlar, ortaya attıkları ilâhlara insanları taptırarak, aslında kendilerine kulluk ettirirler. Sosyal ve siyasal anlamda şirk, insanların insanlara kulluk ettiği düzenin adıdır. Tevhid de, kulun kula kulluktan kurtulup yegâne Yaratıcısına yönelmesidir.

2-) Ataların Yolunu Körü Körüne Tâkip Etmek, Gelenekleri, Örf ve Âdetleri Yüceltmek, Irkçılık: Şirkin temel sebebi cehâlettir. Cehâlet taklidi getirir. Câhil kimseler doğru bir inanca sahip olmak için hiçbir gayret sarfetmezler. Atalarından, büyüklerinden nasıl görmüşlerse öyle inanırlar. Atalarının ve büyüklerinin her şeyin en iyisini bildiklerini zannederler. Onların belletttikleri ve miras bıraktıkları örfe âdete uymayı da görev kabul ederler. Atalardan kalma her şeyin doğru olduğuna inanma veya topluma uyma yanlışlığı, insanı şirke yaklaştırır. “(Ne yapalım,) Daha önce babalarımız Allah'a şirk/ortak koşmuşlardı. Biz de onlardan sonra gelen bir nesildik (onun için biz de onların izinden gittik...” (7/A’râf, 173) “Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denilince, ‘hayır, atalarımızı yapar bulduğumuz şeye uyarız’ derler. Ya ataları bir şey akledemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?” (2/Bakara, 170) “Ey Muhammed! Senden önce, herhangi bir kasabaya gönderdiğimiz uyarıcıya, o kasabanın şımarık varlıklıları sadece: ‘Doğrusu babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerini izlemekteyiz’ derlerdi. Gönderilen uyarıcı: ‘Eğer size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş isem de mi bana uymazsınız?’ dedi. Onlar: ‘Doğrusu sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz’ dediler.” (43/Zuhruf, 23 - 24)

3-) Aşırı Hürmet ve Saygı; Diğer Varlıkları Allah ve Rasûlünden Çok Sevmek: “De ki: ‘Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler, sizce Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevgili ise, Allah’ın hükmü gelinceye kadar bekleyin.’ Allah fâsık kimseleri doğru yola eriştirmez.” (9/Tevbe, 24) "Sen, yahûdi ve müşriklerin dünya hayatına daha düşkün olduklarını görürsün. Her biri ömrünün bin yıl olmasını ister. Oysa uzun ömürlü olması onu azâbtan uzaklaştırmaz. Allah onların yaptıklarını görür.” (2/Bakara, 96)

4- Kibir, Büyüklenme (İstikbar): Şirk ve küfrün sebeplerinin başında büyüklük taslama gelir. "Küfredenler, cehenneme sunuldukları gün, onlara 'Siz, dünya hayatında bütün iyi şeylerinizi tükettiniz ve onlardan gönlünüzce faydalandınız. Fakat bu gün, hem dünyada haksızca büyüklük taslamış olmanız, hem de fâsıklık etmeniz dolayısıyla alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız' denir." (46/Ahkaf, 20) Cehennemdeki kâfir kuluna Allah şöyle seslenir: "Sana, âyetlerim gelmişti de, onları yalanlamış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştun." (39/Zümer, 59) "Mûsâ şöyle dedi: 'Ben, hesap gününe inanmayan her kibirlenen (mütekebbir)den Rabbime sığınırım." (40/Mü'min, 27)

İblis'in Adem için Allah'a secde etmemesinin ve küfre düşmesinin sebebi de kibir idi. "Meleklerin hepsi onun için secde etmişti; yalnız İblis hariç. O, büyüklenmiş ve kâfirlerden olmuştu." (38/Sâd, 72-74) Azgın Firavun da istikbarı yüzünden rablığını ilân etme küstahlığında bulundu: “(Firavun,) adamlarını topladı ve onlara bağırdı: ‘Ben, sizin en yüce rabbinizim!’ dedi.” (79/Nâziât, 23-24)

5- Haddi Aşmak (Taşkınlık): Şirk ve küfrün sebeplerinden biri de Kur'an'da "beğâ" fiili ile anılan Türkçesi "başkalarına karşı aşırı kibri yüzünden haksız ya da hukuksuz davranışlarda bulunmak" olan durumdur. "Eğer Allah, rızkı kullarına (ölçüsüz) verseydi, mutlaka yeryüzünde bağy ederler, küstahlaşırlardı. Ama, O bir ölçü dahilinde dilediğini indiriyor." (42/Şûrâ, 27) "Karun, Mûsâ ümmetindendi. Ama o, toplumda kendini bilmez bir bağî/taşkın oldu. Biz ona öyle bir hazine vermiştik ki, onun anahtarları güçlü bir topluluğa ağır geldi. Kavmi ona demişti ki: 'Şımarıp böbürlenme, Allah, taşkınlık edenleri sevmez. İyilik yap, Allah'ın sana verdiği ile dünyadan nasibini unutmadan âhiret yurdunu ara ve dünyada fesat çıkarmaya niyetlenme. Allah, bozgunculuk yapanları hiç sevmez." (28/Kasas, 76-77)

6- Utuv ve Tuğyan (Çılgınlık, Azgınlık): İnsanların çoğu, bilhassa refah içinde zengin bir hayat yaşamaya başladıkları zaman, çılgınlık ve azgınlık sebebiyle, Allah'a ve O'nun vahyine karşı burun kıvırıp meydan okuyarak şirkin ve küfrün alçaklığına saplanırlar. "Oysa Biz, Bize kavuşmayı ummayanları azgınlıkları (tuğyanları) içinde bırakırız da bocalayıp dururlar." (10/Yûnus, 11)

7- İstiğnâ (Kendisini Yeterli Görmek), Zenginlik ve Refahla Şımarma, Dünyevî Endişeler: İnsanın kendi kendini yeterli görmesi ve kendi dışında İlâhî bir güce ihtiyacı olmadığını zannetmesi yeni değildir. Teknolojinin baş döndürdüğü dünyamızda, insanlar, bu ürünlerinin kulu olarak Allah'ı unutmuşlar ve yaptıklarına tapınmaya başlamışlardır. "Hayır, doğrusu insan, istiğna ederek (kendi kendine yeterli olduğunu zannederek) tuğyan/azgınlık etmektedir. Oysa dönüş Rabbinedir." (96/Alak, 6-8)

8- Cebbarlık: İnsanın büyüklük taslayarak, kendi kendine yeterliliğini tahakküm biçiminde ortaya koymasına cebbarlık denir. Bu da şirkin ve küfrün sebeplerindendir. Kendini bu pozisyonda gören bir insan, Allah'a iman ihtiyacı duymaz, O'nu tanımaz. "İşte Allah, her büyüklük taslayan ve cebbar kalbe böyle mühür vurur." (40/Mü'min, 35)

9- Çoğunluğa, Sürüye Uymak; Zanna Tâbi Olmak: “Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar, zandan (kesin olmayan bilgiden, tahmin ve teoriden) başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan da başka (söz) söylemezler.” (6/En’âm, 116) Hakikat adına hiçbir şey ifade etmeyen zannın (10/Yûnus, 36; 53/Necm, 28) peşine düşmek, insanı Allah'a şirk/ortak koşmaya (6/En’âm, 116, 148; 10/Yûnus, 35-36, 66) götürür. Allah'a şirk koşmanın ve sahte tanrılara tapmanın, zanna tâbi olmanın (tahmin ve teorilere yaslanmanın) dışında hiçbir dayanağı yoktur.

10- Aklı Kullanmamak, Allah’ı Yeterince Tanımamak; Câhillik, Allah’ı ve O’nun Tasarruflarını bilmemek

11- Sadece Hissedilebilene, Beş Duyu ile Algılanılabilene İnanıp, Hissedilemeyeni İnkâr, Duyu Organlarının İlâhlaştırılması, Gayba İman Etmeme

12- İnsanlara Tevhidî Dâvetin Yeterli Şekilde Yapılmaması

13- Yarını/Âhireti Uzak Görmek, Önemsemeyip İhmal Etmek, Bâtıl Umutlar

14- Şeytanın Aldatması, Şirk Düzenlerinin ve Müşrik Çevrelerin (İslâm’a Teslim Olmayan Ailenin, Arkadaş Grubunun, Medyanın, Eğitimin) Etkisi.

 

Şirkin Çeşitleri

Câhiliyye Araplarının putlara tapan müşrikler olduğunu okuyan veya duyan bazılarının zannettiği gibi, şirkin tek çeşidi putlara tapmak değildir. Gerek Kur’an’a ve gerekse câhiliyye Araplarının hayatına baktığımızda putlara İbâdetin şirk çeşitlerinden sadece biri olduğunu görürüz. Evet, putlara tapma, şirkin en açık bir örneğidir; ama onun dışında her zaman dilimindeki câhiliyyenin şirki çok çeiştlidir. Farklı câhiyyelerde şirk, değişik boyutlar kazanmıştır. Modern câhiliyyenin egemenliğindeki günümüz düzen ve toplumlarında, doğuda ve batıda insan hayatında sayısız şekilleriyle şirk mevcuttur.

Arap câhiliyyesinde de, sanıldığı gibi, şirk unsuru olarak put, yalnız ve tek çeşit değildi. Müşrik Araplar, putlara İbâdetin yanı sıra; meleklere, cinlere tapınma, kabile taraftarlığında (ırk ve soy asabiyetinde) aşırıya gitme, atalarının örf ve âdetlerini körü körüne taklit gibi sahte rablere kulluk ediyorlardı. Zaten onlar, putlara Allah gibi bir ilâh gözüyle de bakmıyorlar, onların Allah'a yakınlık için aracı, şefaatçi olduklarına inanıyorlardı. Bununla birlikte kesinlikle Allah’ı yaratıcı ve büyük ilâh olarak kabul de ediyorlardı. Şirk çok çeşitlilik arzeder. Şirk, temelde Allah’tan başka ilâh/tanrı kabul etmek olduğu halde, çok farklı görüntüleri vardır. Şirki iyi anlamak için çeşitlerini bilmek şarttır. Şirk çeşitlerini şöyle sayabiliriz:

1-) Şirk-i İstiklâl: Birbirinden ayrı iki ilâhın varlığını kabul etmek; Allah ile birlikte başka bir ilâh tanımak, yahut tamamen ayrı olmak üzere Allah’tan başka bir veya birden fazla ma’bûdun varlığına inanmaktır. Eski Türklerdeki yer ve gök tanrısı inancı veya mecûsîlerin iyilik ve kötülük tanrısı inançları gibi.

2-) Şirk-i Teb’iz: Allah’ın bir olduğunu kabul etmekle beraber, birden fazla tanrının toplanmasından meydana gelmiş bir Allah kabul etmektir. Hristıyanların teslis, yani Allah’ın baba-oğul-ruhul kudüs toplamı olarak bir olduğu inancı gibi.

3-) Şirk-i Takrib: Allah’a yaklaştıracakları zannıyla bir takım putlara tapınmak; Kâinatın yaratıcısının ve düzenleyicisinin bir olduğuna inanmakla beraber ona yaklaştıracağı inancı ile insanların kendi yaptıkları put, heykel ve benzeri şeylere tapmasıdır. Peygamberimiz zamanında yaşayan câhiliyye Arapları putlara, kendilerini Allah’a yaklaştıracakları iddiası ile tapıyorlardı. Kur’ân-ı Kerim onların şöyle dediklerini anlatır: “Allah’ı bırakıp da kendilerine bir takım dostlar edinenler derler ki: Biz bunlara ancak bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.” (39/Zümer, 3)

4-) Şirk-i Taklid: Çevrenin etkisinde kalarak düşülen şirk; Ataların bâtıl inanışlarını aynen sürdürmek, bâtıl da olsa atalar dinine inanmak. Hususi olarak beğenip seçtikleri için değil de, atalarından geldiği için bâtıl olduğu halde kabul ettikleri inanç, düşünce ve yaşama biçimi, şirktir. Genellikle insanların çoğu, dinini araştırıp delilleriyle bilerek, bâtılı haktan ayırıp seçerek değil; içinde bulunduğu toplumda o din bulunduğu için, bulduğu saflığı veya yanlışlığıyla birlikte bir dine sahip olur. Bu husus Kur’ân-ı Kerim’de müşriklerin ağzından şöyle belirtilir: “Atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uyarız.” (43/Zuhruf, 23)

5-) Şirk-i Esbâb: Sebepleri putlaştırmak; Kâinattaki her türlü kanunun Allah’ın yaratması ve müsaadesiyle değil de, kendi kendine oluştuğuna ve işlediğine inanmak. Evrendeki her şeyi yaratan ve eşyanın hususiyetlerini tayin ve takdir eden Allah’tır. Kâinatta her şeyin özellikleri vardır. Su yüz derecede kaynar, ateş yakıcıdır gibi. Eşyaya bu özellikleri Allah vermiştir. Allah’ı hiç tanımayarak her şeyi eşyaya ve sebeplere bağlamak şirktir. Allah her şeye bir sebep göstermiştir. Her şeyin sebeplerine bağlı olduğuna, sebepsiz bir şey olmadığını kabul etmekle beraber, sebepleri Allah’ın yarattığına inanmak şirk değildir. Şirk olan, her şeyi yalnız tabiata ve zâhirî sebeplere vermek, sebepleri gerçek fâil ve yaratıcı kabul etmek, sebepleri putlaştırıp yüceltmektir.

6) Şirk-i Ağrâz: “Acaba Allah ne der?” yerine; “insanlar acaba ne der?” diyerek, insanların hatırını Allah’ın hatırından üstün tutmaya ve Allah’ın rızâsı yerine insanların beğenisini tercih ederek Allah’ın hükmünü uygulamayıp başkalarının hükmünü isteyenlerin şirkine şirk-i ağraz denilir.

 

 

 

Şirk ve Putlaştırma İçin Bazı Örnekler

Bu şirk çeşitleri yanında, bazı inanç ve davranışlardan dolayı düşülen şirki, şu örneklerle ayrı ayrı ele almak da mümkündür:

Allah’ın Sıfatları Konusunda Şirke Düşmek. Allah’ın isim, sıfat ve fiillerinden herhangi birini inkâr etmek veya başkasını bu hususlarda ortak görmek, O’nu gereği gibi tanımamak. Sadece Allah'a ait olan bazı sıfat ve özellikleri, Allah'la birlikte veya O’ndan bağımsız olarak başkasına vermek. Bunun sonucu olarak, Allah’a herhangi bir eksiklik izâfe edilir veya ortak koşulur ki, bu tevhidi bozar. “En güzel isimler Allah’ındır. O halde Allah’a bu isimlerle duâ edin. O’nun isimlerinde sapıklık edenleri terk edin. Yarın kıyâmette onlar yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.” (7/A’râf, 18)

Hâkimiyet Şirki; Allah’ın indirdiği emirlerle hükmetmemek ve Allah ve Resulü’nün hükmünü kabul etmemek. Allah’tan başkasını mutlak kanun koyucu kabul etmek, İslâm dışı kanunları ve kanun koyucuları benimseyip kabullenmek de insanı şirke sokar. Allah’ın hükümlerini bir tarafa bırakıp, tâğutların hükümlerini uygulamak ve onlara tâbi olmak insanı tevhidden uzaklaştırır. “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” (5/Mâide, 44 ) “Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur; ancak insanların çoğu bilmezler.” (12/Yûsuf, 40) “Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/dinî kural kıldılar).” (42/Şûrâ, 21) “Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam mânâsıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (4/Nisâ, 65; ve yine bkz. 4/Nisâ, 59). Allah ve Rasûlü’nün hükmüne teslim olmamak, İslâm’dan olan bir şeyden tiksinip hoşlanmamak, Allah’ın haram kıldığını helâl/serbest veya helâl kıldığını haram/yasak saymak da açık bir şirktir.

Allah’tan başkasına emretme, yasaklama, helâl ve haram kılma, kanun koyma ve hâkimiyet hakkını verme gibi haller tevhidi bozar, insanı şirke sokar. Allah’ın koyduğu hükümleri, ölçüleri bir tarafa bırakarak hâkimiyeti herhangi bir şeye vermek bir mü’minin yapamayacağı şeydir. Bu konuda Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Hüküm/egemenlik yalnız Allah’a mahsustur. O sadece kendisine kul olmayı emretti. Dosdoğru din ancak budur.” (12/Yûsuf, 40) “Onlar Allah’ı bırakıp bilginlerini, râhiplerini, Meryem’in oğlu Mesih’i rabler edindiler. Halbuki onlar da bir olan Allah’tan başkasına İbâdet etmekle emrolunmamışlardı. O, bunların eş tutageldikleri her şeyden münezzehtir.” (9/Tevbe, 31)

Kur’an’ın hak-bâtıl, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin... gibi ölçülerini kabul etmeyerek başka ölçü ve kıstasları benimsemek, şirktir. Bir kimse, benimsediği bu İslâm dışı ölçüleri koyanları, Allah’ın dışında hüküm ve kanun koyucu olarak kabul ederse, onu Allah'a şirk koşuyor demektir. Bu ölçü veya hükümleri koyan, kişinin kendisi, yani hevâsı, babası, ataları, patronu, çevresi, içinde yaşadığı toplum, çeşitli ideoloji ve felsefelerin kurucuları ve uygulayıcıları, devlet veya devlet adamları... olabilir. Allah’ın itaat edilip uyulmasına izin vermediği kimselerin görüşlerini veya İslâm’ın çizdiği yoldan farklı bir yolu benimseyen, beşerî düzen ve yasaları İlâhî nizama tercih eden kimse şirke girmiş demektir. Böyle bir kimse, kendisinin müslüman olduğunu iddia etse, hatta İslâm’ın birçok emirlerini yerine getirse bile, bir tek konuda bile Kur’an’a ters bir anlayışı, düşünce ve değer yargısını tercih etse şirke düşmüş olur. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkeğe ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (33/Ahzâb, 36)

Allah’tan Başka İlâh Kabul Etmek: İlâh; kendisine kulluk edilen, yönelinen, kendisinden korkulan, aynı zamanda sevilen, sayılan, kâinatın idaresini elinde tutan zat demektir. İlâh, her şeyi görür, bilir, dilediğini yapmaya gücü yeter. Allah’tan başka bir zatın da her şeyi gördüğünü, bildiğini ve evrende dilediği gibi tasarruflarda bulunduğunu zannetmek şirktir. (Bkz. 6/En’âm, 19; 27/Neml, 63; 41/Fussılet, 6)

Allah’tan Başka Rabler Edinmek: Rab kelimesinin anlamı: Eğiten, yetiştiren, yönlendiren, terbiye eden, hükmeden, idare edendir. Allah’tan başka rab edinmek şirktir. Allah’tan başka rab olarak benimsenen sâlih bir insan, hatta peygamber bile olsa bu durum, yine açık bir şirk olur. “Onlar, Allah’tan başka âlimlerini, din adamlarını ve Meryem oğlu Mesih’i kendilerine rab edinmişlerdi. Halbuki onlar da tek bir ilâha kulluktan başka bir şeyle emrolunmamışlardı. Zira O’ndan başka ilâh yoktur. O, koştukları şirklerden münezzehtir.” (9/Tevbe, 31; ayrıca bkz. 3/Âl-i İmrân, 64; 12/Yûsuf, 39; 18/Kehf, 110). İnsanların Allah’tan başka rab edinmeleri nasıl olur? Allah’ın gönderdiği Kur’an’ı bir tarafa bırakarak, üstün ve büyük bildikleri zatlara yönelip onların her dediğini kabul eden, her hükmüne iman eden kimseler, onların Allah’ın helâl kıldığı şeyleri haram, haram kıldıklarını helâl kabul eden görüşlerine uyan kimseler onları rab edinmiş olurlar. (Bkz. 9/Tevbe, 31. âyetin izahı olarak Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hds no: 3292).

Kur’ân’ın temel konusu olan tevhidle, bunun Peygamberî izah ve uygulamasıyla yetişmiş Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi zatlar, yöneticiliklerinde kendilerini rab olarak kabul etmemelerini insanlara öğretmişler, “Eğer biz Allah’ın yolundan ayrılırsak, bize itaat etmeniz gerekmez” demişlerdi. Halkın içinden herhangi bir genç çıkıp, “Ey Ömer, Allah’ın yolundan ayrılırsan, seni bu kılıçlarımızla doğrulturuz” diyebilmişti. Hz. Ömer ise, bu tevhidî şuur dolayısıyla Allah'a hamd ediyordu.

Yakınlaştırma ve Vâsıta Anlayışıyla; Şefaatçi Kabulü ile Düşülen Şirk: “Dikkat et, hâlis din Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine birtakım dostlar edinenler, ‘onlara, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz’ derler.” (39/Zümer, 3) “Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve ‘bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerımızdır’ diyorlar. De ki: ‘Siz Allah'a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Hâşâ! O, onların şirk/ortak koştukları her şeyden uzak ve yücedir.” (10/Yûnus, 18)

Allah ile insanlar arasında, İbâdetleri Allah'a çıkaran ve aracılık/arabuluculuk yapan varlıklar olduğuna inanmak: Allah ile insanlar arasında, Allah’ın buyruklarını insanlara ulaştıran peygamberlerden başka, Allah ile insanlar arasında bu anlamda aracılar/şefaatçiler yoktur. Kul ile Allah arasına İbâdet yönüyle hiç kimse giremez. Allah, kulun İbâdetini, duâsını işitir ve onu görür. Allah, kuluna şah damarından daha yakındır. Kul duâ ettiği zaman, Allah onun duâsını ânında işitir. Allah’ı hakkıyla takdir edemeyen câhiller ise, kulu Allah'a yaklaştırıcı, aracı zatların olduğuna inanırlar, böylece şirke düşerler. Yanlış bir örnekle doğruluklarını isbatlamaya kalkışırlar: “Bir vatandaşın cumhurbaşkanı ile görüşebilmesi için aracılara, cumhurbaşkanına yakın zatlara ihtiyaç duyulur da âlemlerin rabbi olan Allah ile görüşebilmek için aracılara ihtiyaç duyulmaz mı?” derler. Elbette cumhurbaşkanı ile herkes görüşemez, aracılara ihtiyaç duyulur. Çünkü cumhurbaşkanı, bir anda ancak bir kişiyle görüşebilen, bir kişiyi duyabilen âciz ve zavallı bir varlıktır. Milyonlarca vatandaşı bir anda kabul etmesi, onları görmesi ve işitmesi mümkün değildir. Fakat, Allah bundan âciz midir ki aracılara gerek duysun! O, bir anda bütün kâinatı ve yarattığı varlıkları görür ve duyar. O, semî’ ve basîrdir. Çünkü O, ilâhtır. Gerçek İlâh, âcizlik göstermez, eksik ve noksanlıktan uzaktır. Kul ile Allah’ı karşılaştırıp kıyas ederek böyle bir şirki, İbâdet gibi insanlara sunmak, şeytanın evliyâsının bir tuzağıdır. Bu tuzağa düşmemek için uyanık olmak, Allah’ın kitabını okumak ve anlamak gerekir. Allah Kitab’ında ne buyuruyor: “Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur’an ile uyar. Ki onların Allah’tan başka velîleri ve şefaatçilerı (aracıları) yoktur. Umulur ki sakınırlar.” (6/En’âm, 51) “Kullarım sana Benden sorarlarsa, Ben şüphesiz onlara yakınım. Bana duâ edenin, duâ ettiği zaman duâsına cevap veririm. O halde onlar da Benim çağrımı kabul etsinler ve Bana inansınlar ki doğru yolu bulabilsinler.” (2/Bakara, 186)

Velî/Dost Edinme Şekliyle Şirk; Mü’minleri Bırakıp Kâfir ve Münâfıkları Velî/Dost Edinmek: Sevgi, güvenme ve yardım bekleme gibi duyguların bir araya gelip kaynaşmasından velî/dost edinmek adı verilen yakınlık doğar. Allah, Kur’an’da velî, dost ve yardımcı olarak kendisinin yeterli olduğunu belirtir “Allah sizin düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Velî (gerçek bir dost) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.” (4/Nisâ, 45) İnsan için Allah’tan başka gerçek anlamda dost ve yardımcı yoktur. “Gerçek şu ki, göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır; diriltir ve öldürür. Sizin Allah’tan başka velîniz ve yardımcınız yoktur.” (9/Tevbe, 116) Kâfirleri dost tanıyıp, müslümanları sevmemek açık bir şirktir: “Ey iman edenler! Yahudilerle, hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. İçinizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır.” (5/Mâide, 51) “Ey iman edenler! Sizden önce Kitap verilenlerden dininizi oyuncak ve eğlence yerine tutanları ve kâfirleri dost edinmeyin. Eğer gerçek mü’minlerden iseniz Allah’tan korkun.” (5/Mâide, 57)

Kâfirleri velî ve yönetici tanımak açık bir şirktir. Velî kelimesi, Arapçada hem dost, hem de sahip, yönetici anlamına gelir. Mü'minler birbirlerinin dostudur. Allah da mü'minlerin sahibi ve yöneticisidir. Bir mü'min, Allah için ve O’nun izin verdiği mü'minleri velî/dost edinmeyi bırakıp kâfirleri dost ve yönetici olarak kabul ederse, imanı boşa çıkar ve müşrik olur. "Allah, mü'minlerin velîsidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velîsi ise tâğuttur. Onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. Onlar ateş arkadaşlarıdırlar. Orada temelli kalacaklardır." (2/Bakara, 257) "Ey iman edenler, kendilerine Kitap verilenlerden herhangi bir gruba itaat ederseniz, onlar sizi, imanınızdan sonra çevirip kâfir yaparlar." (3/Âl-i İmran, 100) Velî, yani gerçek ve mutlak anlamda yönetici, dost ve yardımcı edinilmeye lâyık yegâne varlık Allah’tır. O’ndan başkaları, kendilerine bile yardım etmeye güçleri yetmeyen, kendileri de Allah tarafından yaratılmış olan, her bakımdan Allah'a muhtaç ve bağımlı olan âciz varlıklardır. “De ki: ‘Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah’tan başkasını mı velî/dost edineceğim?’ De ki: ‘Bana müslüman olanların ilki olmam emrolundu.’ Ve ‘sakın Allah'a ortak koşan müşriklerden olma!’ (denildi).” (6/En’âm, 14) Müşriklerin önemli bir özelliği, kendilerine Allah’tan başka dostlar edinmeleridir. Allah’ı bırakıp kullarını velî (mutlak yönetici, dost ve yardımcı) edinmek, Kur’an’a göre şirktir. İnkâr edenler, Beni bırakıp kullarımı evliyâ/dostlar, velîler edindiklerini mi sandılar? Gerçekten Biz cehennemi kâfirler için bir konak/durak olarak hazırladık.” (18/Kehf, 102) “Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Halbuki onların (o sahte tanrıların, taptıkları putların) kendilerine yardım etmeye asla güçleri yetmez. Bilâkis onlar, bu ma’bûdlar için yardıma hazır askerlerdir.” (36/Yâsin, 74-75)

Herhangi Bir İbâdet Şekliyle, Özellikle Duâ Hususunda Şirke Girmek, İbâdeti Allah’tan başkasına yapmak. Allah’tan başkasına secde etmek, Allah’tan başkası adına kurban kesmek, Allah’tan başkasına duâ etmek gibi fiiller tevhidi bozar. “De ki, şüphesiz benim namazım, İbâdetlerim, hayatım ve ölümüm yalnız alemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (6/En’âm, 162) “Ancak Sana İbâdet/kulluk eder, ancak Senden yardım ister, medet umarız (Ey Allah’ım!)” (1/Fâtiha, 5) “Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarıp yakarma, sonra azâba uğratılanlardan olursun.” (26/Şuarâ, 213) “Allah’tan başkasına (yalvarıp) duâ edenden daha sapık kim vardır? Yalvardıkları o kimseler kıyâmet gününe kadar onlara cevap veremezler ve onların duâlarından habersizdirler.” (46/Ahkaf, 5) “Allah’tan başka duâ ettikleriniz sizin gibi kullardır.” (7/A’râf, 194) “Allah’ı bırakıp da duâ ettikleriniz size yardım etmeye muktedir olamazlar; Onlar, kendilerine bile yardım edemezler.” (7/A’râf, 97)

İlâhî gücün tamamı Allah’ın elindedir. O’ndan başka böyle bir güce sahip kimse yoktur. Duâ elbette, güç ve kudret sahibi, yardım etme ve tasarruf sahibi olma gibi şartları taşıyan kimseye yapılır. Müşrikler, Allah’ın dışında, bu tür şartları, vasıfları üzerinde taşıyan zatların olduğuna inanırlar. Onlara yönelerek medet umar, duâ ve niyaz ederler. Tevhîdî bir imana sahip olan, şirklerden arınmış bir mü’min ise yalnızca Allah'a yalvarır, ihtiyacını O’na arzeder ve yalnızca mutlak anlamda O’ndan yardım diler. Müşrikler, yardım ümidiyle; ölülere, mezar taşlarına, türbelere ve kutsal saydıkları yerlere giderek orada çeşitli İbâdetler yaparlar, onlar için adaklar ve kurbanlar keserler, çaputlar bağlarlar, şekiller çizerler, orada medfun olan yatır veya evliyâ dedikleri zatlara duâ edip arzularına nâil olmak isterler. İnsanların çoğu, bilmeden bu tür şirke düşer. Câhillik, insanı şirke götüren en kolay, en kestirme yoldur. Hele İslâm dışı bir çevrede, İslâm’ı yozlaştıran ve tahrif eden bir anlayışın hâkim olduğu, gerçek dinin mahkûm olduğu ortamlarda bu yol daha hızla kişiyi şirke ulaştırır.

Câhil halk, Allah’tan başka yatırlara, türbelere duâ etmekte, hatta bazen Allah’ın Rasûlünü de kendi şirkine âlet etmektedir. Bazı câhil insanlar, duâ ederken: “Ya Rabbi, Ya Rasûlallah!” diye nidâ etmektedir. Dolayısıyla hem Allah'a, hem de Allah’ın Rasûlüne duâ ediyor. Bunun sebebi, çoğunlukla “Rasûlullah” kelimesinin anlamını bilmemek olmalıdır. İkinci sebep ise, Rasûlullah’ın ölümsüz olduğu, herkesi görüp gözeterek ümmetinin yardımına her an koştuğu inancı olabilir. Hurâfe ve şirk inancı, insanlara Peygamber’in ölümsüz olduğunun yanında, evliyâların, Hızır’ın, Mehdi’nin, Mesih’in ölümsüz olduğunu, fakat bunların gizli yaşadıklarını, herkesin onları görmesinin mümkün olmadığını kabul ettirmiştir. Oysa peygamberlerin ölümlü olduğunu Kur’an bize açıkça ifade etmektedir: “Muhammed ancak bir peygamberdir/elçidir. O’ndan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (3/Âl-i İmrân, 144) Peygamberimiz’in vefatından sonra, onun ölümüne inanmak istemeyenlere karşı Hz. Ebû Bekir’in cevabı meşhurdur: “Herkes bilsin ki Muhammed (s.a.s.) ölmüştür. Kim, Muhammed’e tapıyorsa O, beşerdi ve öldü. Kim de Allah'a tapıyorsa bilsin ki O, diridir, hayy ve kayyûmdur. Kendisinden başka ilâh olmayan tek Allah’tır.”

“Sizden hiç biriniz, beni ana babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe gerçek mü’min olamaz.” İnsanlar içinde en çok, hatta kendi nefsimizden daha fazla Allah rasûlünü sevmek zorundayız. Bu sevgi, “anam babam (ve kendim, senin uğruna) fedâ olsun yâ Rasûlallah!” diyen ashâbın dillendirdiği fedâkârlık boyutlarında da olmalıdır. Ama, Allah için sevmekle, Allah’ı sever gibi sevmek, tevhidle şirk kadar birbirinden apayrı şeylerdir. Peygamberlerini sevmekte aşırıya giderek şirke düşen hıristiyanlar, peygambere duâ edip yalvarır, ondan bir şeyler isterken; tevhidî esaslara bağlı olan mü’minler, peygamberleri için Allah'a duâ eder, Allah’ın ona rahmet etmesini isterler; yani salevat getirirler. Birinde kendisinde İlâhî özellik görülerek duâ edilen, Allah'a şirk koşulan bir yanlış sevgi; diğerinde, kendisi için Allah'a duâ edilen, insan olarak büyüklüğüne rağmen, duâya, Allah’ın rahmetine muhtaç kabul edilen bir kul olarak doğru sevgi...

Allah ve Rasûlü’nden Geldiği Kesinlikle Sâbit Olan Nasslara, Hükümlere Bir Bütün Olarak Tümüne İnanmamak: Kim Kur’an’ın hükümlerinden birini geçersiz sayıyor veya ona inanmıyorsa o kişi Allah’a ortak koşmuş olur. “...Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası, ancak, dünya hayatında rüsvaylık/rezilliktir. Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” (2/Bakara, 85) “...Sakın dinlerini parçalayan, fırka fırka olan ve her fırkası, kendi elindekiyle sevinen müşriklerden olmayın.” (Rûm, 31-32)

Kur’an’la, Sünnetle, Dinle, Peygamberle Alay Etmek, Onlara Hakaret Etmek: “Eğer onlara, (niçin alay ettiklerini) sorarsan, elbette, ‘biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk’ derler. De ki: ‘Allah ile, O’nun âyetleriyle ve O’nun peygamberi ile mi alay ediyordunuz? (Boşuna) özür dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Sizden (tevbe eden) bir grubu bağışlasak bile, bir gruba da suçlu olduklarından dolayı azâb edeceğiz.” (9/Tevbe, 65-66) “O (Allah), Kitap’ta size şöyle indirmiştir ki: ‘Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (başka konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münâfıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.”(4/Nisâ, 140)

Allah’tan Başkasına Tevekkül Etmek, Mutlak İtimad ve Güven Duymak: “Mü’min iseniz Allah’a tevekkül ediniz..” ( 5/Mâide, 23 ) “De ki: ‘Allah’ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isâbet etmez. O bizim mevlâmızdır. Ve mü’minler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler.” (9/Tevbe, 51) “Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Halbuki onların (o sahte tanrıların, taptıkları putların) kendilerine yardım etmeye asla güçleri yetmez. Bilâkis onlar, bu ma’bûdlar için yardıma hazır askerlerdir.” (36/Yâsin, 74-75)

Sevgi, Hürmet ve Bağlılık Yönüyle Şirk. Bir İnsanı veya Nesneyi, İdeolojiyi Aşırı Şekilde Severek Putlaştırmak: “(İbrâhim onlara) dedi ki: ‘Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar (tanrılar) edindiniz...” (29/Ankebût, 25) İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah'a -hâşâ- eşler, ortaklar, benzerler edinirler de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azâba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azâbın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi.” (2/Bakara, 165) “Biz insana, anne ve babasına (karşı) ihsânı/güzelliği tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan şeyle Bana ortak koşman için sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda, onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır. Artık yaptıklarınızı size haber vereceğim.” (29/Ankebût, 8) Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetim adına en çok korktuğum şey Allah’a şirk koşmaktır. Ancak benim söylediğim, onların güneşe, aya, putlara tapmaları değildir. Benim korktuğum şirk, Allah dışındaki şeylerin hoşnutluğunu gözeterek ameller yapmak ve gizli şehvettir.” (İbn Mâce, hadis no: 4205)

Allah’tan Başkasının da Gaybî Yollarla Fayda ve Zarar Verebileceğine İnanmak: Gaybî yollarla, yani arada hiçbir vâsıta olmadan, mûcizevî bir şekilde yapılan yardıma, böyle bir güce ancak İlâh sahiptir. İlâh ise yalnızca Allah’tır. Allah’tan başka hiçbir varlık hiçbir sûrette gaybî yollarla hiç kimseye fayda da zarar da veremez. Böyle bir güce peygamber de sahip değildir. “De ki: ‘Ben Allah’ın dilediğinden başka kendime (bile) herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı, ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.” (7/A’râf, 188) “De ki: ‘Allah’ı bırakıp da sizin için fayda ve zarara gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Hakkıyla işiten ve bilen yalnız Allah’tır.” (5/Mâide, 76)

Allah’ın Âyetlerinden Yüz Çevirmek: Kur’an’dan, Allah’ın âyetlerinden yüz çevirmek, onları önemsemeden hayatına yön vermek, yaşadığı hayatı Kur’an’a uymayan bir tarzda sürdürmek de şirktir. Çünkü insan ancak Allah’ın âyetlerini yaşadığı sürece Allah'a kulluk eder. Allah’ın âyetlerinden uzak olduğu zaman Allah'a kulluktan da uzaklaşır. Ya hevâsının, heveslerinin kulu olur, ya da uyduğu lider ve büyüklerinin kulu olur. “Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra sakın seni onlardan alıkoymasınlar. Rabbine yalvar ve sakın müşriklerden olma!” (28/Kasas, 87) Şu hevâ ve hevesini kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü?” (45/Câsiye, 23) “Âyetlerimiz size okunmadı mı? Fakat siz, büyüklük tasladınız ve suçlu bir kavim oldunuz.” (45/Câsiye, 31) “...Âyetlerimizi tanımayıp yalanlayanlar ise, işte onlar cehennem ateşinin dostlarıdır ve orada ebedî kalacaklardır.” (2/Bakara, 39)

İtaat ve İttibâ Yoluyla Şirk. Tâğutların Hükmünü Allah’ın Hükmüne Tercih Etmek, İslâm’ın Yaşanıp Kur’an’ın Hâkim Olmasını İstememek, Rasûlullah’ın Örnek ve Önder Olduğunu Kabullenmemek. “Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/dinî kural kıldılar.” (42/Şûrâ, 21) “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a İbâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” (9/Tevbe, 31; Ve bkz. 4/Nisâ, 65, 59; 33/Ahzâb, 36).

Kötülüğü Hoş Karşılayıp Yayılmasına Seyirci Kalmak, Kötülüğü Emretmek: “Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkor ve cimrilik ederler. Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu (Onları terketti, hidâyet ve yardımını kesti)! Çünkü münâfıklar fâsıkların kendileridir!” (9/Tevbe, 67; Ve bkz. 5/Mâide, 78-79).

Korku Yönüyle Şirk: “Allah dedi ki: ‘İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir ilâhtır. Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun.’ Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Din de (itaat ve kulluk da) sürekli olarak O’nundur. Böyleyken Allah’tan başkasından mı korkup sakınıyorsunuz?” (16/Nahl, 51-52) “ Allah, kuluna yeterli değil mi? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur.” (39/Zümer, 36)İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını (veya, sizi kendi dostlarından) korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.” (3/Âl-i İmrân, 175)

şrikler, taptıkları şeylerin kendilerine zarar verebileceğini düşünerek, onlara kulluk edebilirler. Hz. Hûd (a.s.)’a onlar şöyle diyorlardı: “Tanrılarımızdan biri seni çarpmıştır’ demekten başka bir şey söylemeyiz.” (11/Hûd, 54). Buradaki “çarpmak”, daha ziyade “deli etmek” şeklinde izah edilmiştir.

Cibt ve Tâğuta da İnanmak: Cibt: Asılsız ve bâtıl olan hurâfeler, Allah'tan başka kulluk edilen her şey, put vb. şeylerdir. Cibt; büyücülük, müneccimlik, gaybdan/gelecekten haber verme, kehânet gibi şeylere denir. Tâğut ise: Allah'ın çizdiği sınırları aşan, sapmış, azgın kimseler; Allah'ın hükmüne alternatif olma iddiasındaki anlayış, düzen, sembol, put veya şahıslardır. Bunlar, Allah'ın Kitabında olmayan ve Kitab'a aykırı olan hükümleri ve kanunları insanlara Allah'ın kanunları gibi sunarlar. Câhil kimseler de bunlara aldanıp inanırlar. Böylece imanlarını boşa çıkarırlar. "Kitaptan bir nasip verilenleri görmüyor musun? Cibt ve tâğuta (putlara ve bâtıl tanrılara) iman ediyorlar. Sonra da kâfirler için 'bunlar, Allah'a iman edenlerden daha doğru yoldadır' diyorlar. İşte bunlar, Allah'ın lânetledikleridir. Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın." (4/Nisâ, 51-52) "Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmedin mi? Tâğutun önünde mahkemeleşmek, onların hükümlerini uygulamak istiyorlar. Oysa onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor." (4/Nisâ, 60)

Tasarruf ve Hulûl Yoluyla Şirk.

r- Kur’an’ın Zâhirî Mânâsına Ters Düşen Bâtınî Anlamlarının Olduğuna, Bunları da Ancak İlham Aracılığıyla Az Sayıda İnsanların Bilebileceğini İddia Etmek.

s- Tevhid Ehli Bir Mü’mini Haksız Yere Tekfir Edip Katlini Helâl Saymak.

 

İttibâ Şirki: İnsanın inanç, düşünce ve davranışları yönüyle şirki üçe ayırmak mümkündür: İtikad şirki, İbâdet şirki ve ittibâ şirki. Bırakın eğitim kurumlarını, câmiilerde bile (istisnalar dışında) tevhidden şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile yasak savma bâbından ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek adına hakla bâtıl karıştırılarak veya hakkı ketmederek... Abdesti bozan şeylerin üzerinde durduğu kadar insanlar tevhidi bozan konulara önem vermez. Halbuki insanların kurtuluşunun yolu, Kur’an kavramlarının tashihi, boşaltılan içlerinin yeniden Kur’anî değerlendirmelerle doldurulmasıdır. Özellikle de lâ ilâhe illâllah kavramının, yani tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi gerçekleşmeden dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması mümkün değildir. Bütün şikâyet edilen olumsuzluklar, bu kavramların düzeltilmesine ve sağlam şekilde yaşanmasına bağlıdır. Filistin topraklarında siyonist yahûdiler başta olmak üzere, İslâm topraklarını işgal eden zâlim kâfirler silâhtan korkmuyor, zaten müslümanın elindeki silâhın pek korkutmaya yetecek önemi de yok. Ama onlar, eliyle (veya buna gücü yetmiyorsa) diliyle, kalemiyle kendilerini taşlayan mü’minin akîdesinden çekiniyor, korkuyor. Tevhid eri Allah’ın askerini, ölümden korkmayan canlı şehidi korkutup yıldıracak hiçbir silâhın mevcut olmadığı gibi; tevhid bilincine sahip insan da imanı oranında kâfirlerin korkulu rüyası olmaktadır.

Tarihten bu yana, tevhîdî muhtevânın soyulmasının, putperestliğin Müslüman halklar açısından tüm uzantılarıyla silinememesinin bazı etkenleri, sebepleri vardır. Tekliflerden kaçınma, uyarının (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker) yetersizliği, aşırı bolluk (lüks ve rahata meyil, yani dünyevîleşme), siyasî istibdat ve mürcie düşüncesi, israfa ve dünyevîliğe pasif tepki şeklinde ortaya çıkan, zulümle mücâdele ve toplumsal tavır yerine kabuğuna çekilme anlayışının oluşturduğu mistisizm... bu etkenlerin başında gelir.

 

 

 

Ef’âl-i Küfür; İnsanı Küfre Düşüren, Puta Tapma Sayılan Davranışlar

a- Puta tapmak: Puta tapmak, Allah'a şirk/eş koşmak demektir. "Nihâyet elçilerimiz canlarını almak üzere onlara geldikleri zaman şöyle diyecekler: 'Allah'ı bırakıp da tapındığınız putlar nerede?' Onlar şöyle cevap verecekler: 'O putlar bizi bırakıp kayboldular.' Onlar kendi aleyhlerine kâfir olduklarına şâhitlik edeceklerdir." (A'raf, 37) "Onlar Allah'ın yolundan saptırmak için Allah'a eşler uydurdular. De ki: 'Eğlenip keyfinize bakın! Çünkü gidişiniz muhakkak ateştir." (İbrâhim, 30) Allah'tan başkasına tapmanın küfür alâmeti/ef'âl-i küfür olduğu kesindir.

b- Mushafı pisliğe atmak gibi saygısızca davranmak: Mushafı pisliğe atmak da küfür fiillerinden biri sayılmıştır. Üzerinde Kur'an'dan bir bölüm, Yüce Allah'ın veya Peygamberin adı yazılı bir kağıdı pisliğe atmak da aynı hükme tâbi tutulmuştur. Tabii ki atma, kasden ve bilerek olursa, kâğıdın üzerindeki şeyi inkâr söz konusu olacağından küfür davranışı kabul edilmiştir. Zaman zaman medyaya yansıdığı gibi, üzerinde âyet veya Allah lafızlarının yazılı olduğu ayakkabı, bayan elbisesi şeklinde eğlence ve aşağılama kabul edilecek tarzda bunları giymek de aynıdır.

c- Gayr-i müslimlerin tapınaklarına İbâdet kasdıyla gitmek: Kilise, havra, katedral, puthane gibi yerlerde İbâdet ve duâ etmek, veya buralarda Allah'a İbâdet etmenin daha faziletli olduğuna inanmak da kişiyi İslâm'dan çıkarır. Fakat, bu tür yerlere İbâdet kasdı olmaksızın, bilgi edinmek veya incelemek için gitmekte bir sakınca yoktur.

d- İbâdet kasdıyla herhangi bir şahsa secde etmek: Bir kimse tapınma kasdı olmadan sadece hürmet ve saygı için bir büyük karşısında eğilse, yeri öpse bu günah kabul edilse bile küfür kabul edilmez. Kişiye tapmak anlamına gelecek davranış küfürdür.

e- Ölülerden duâ ederek bir şey istemek, kabirleri tapınak yapmak: Sadece Allah'a yapılması gereken İbâdet ve duâyı (1/Fâtiha, 4) Allah'tan başkasına, ister ölü ister diri olan birine yapmak küfürdür. Allah'tan başkasına kesilen kurban, Allah'tan başkasına adak, kabirleri tavaf, kabirde yatandan duâ ile bir şey istemek, ölülerden imdat ve medet istemek küfür davranışlarıdır.

f- Haç takınmak: Hıristiyanların takındıkları madalyon olan haç, onların iddiasına göre Hz. İsa'nın çarmıha gerilmiş şeklinin remzidir ve onlara göre kutsaldır. İslâm âlimleri, haç takınmanın küfür davranışı olduğunda hemfikirdirler. Günümüzde de böyle bir madalyonun ancak hıristiyanlar tarafından takıldığını unutmamak gerekir.

g- Ğıyar ve zünnâr: Ğıyar, zimmîlerin omuzlarına attıkları alâmet yahut kumaş parçasıdır. Zünnâr da hıristiyan ve mecûsîlerin küfür alâmetleri olan bir çeşit kuşaktır. Bunlar gayr-i müslimlerin özel giysileri ve dinlerinin alâmetleri olarak sembol olduğundan, bunları kullanmanın küfür fiilleri olduğu belirtilmiştir.

h- Mecûsî ve yahûdi şapkası: Mecûsîlerin ve yahudilerin mümeyyiz vasfı olan şapkalarını onlara benzemek kasdıyla giymek de küfür sayılmıştır.

Bu alâmetler, her asırda ve bölgede değişiklik gösterebilir. Buradaki temel espri, İslâm'ın dışındaki dinleri benimsemiş kişilerin özel kıyafetleri, dinlerine ait kıyafetleridir. Tabii, râhibe elbisesi ve papaz cübbesi giymek de küfür fiillerindendir. Her devrin küfür alâmeti değişik olmaktadır. Belli bir zaman küfür alâmeti olan şey, belki kısa zaman sonra küfür alâmeti olma özelliğini kaybedebilmektedir. Bu konuda en açık örnek, şapkadır. Belli bir döneme kadar şapka, özellikle fötr küfür alâmeti sayılırdı; Âtıf Hoca gibi nice âlimler ve müslümanlar şapka giymediği ve bunun küfür olduğunu belirttikleri için idam edilmiştir. Bu âlimler, küfrün sembolü olduğunu bildiklerinden dolayı buna karşı çıkmayı idamı göze alma pahasına sürdürmüşlerdir. Ama şimdi şapkanın küfür ve kâfir özelliği olduğunu iddia güçtür. Artık şimdi gayr-i müslimler, müslümanlar kadar bile şapka giymemektedirler. Dolayısıyla küfür alâmeti değişince, hüküm de değişmektedir. Küfür alâmetlerinin çağlara göre farklılık arzetmesi sebebiyle, eskiden küfür sayılan giysilerle ilgili bir husus, bugün küfür olmayabilir. (Veya tersi; eskiden küfrün sembolü sayılmayan bazı şeyler, sonradan kâfirlerin simgesi olarak kabul edilebilir.)

i- Sihir: Sihri öğrenip öğretmenin, sihir yapmanın haram oluşunda mezhepler arasında ihtilâf yoktur. Bütün mezhepler, sihrin mubahlığına inanmanın küfür olduğunda da müttefiktir. Fakat sihrin haram olduğuna inanmakla beraber, sihir/büyü yapan kimsenin, bu davranışıyla kâfir olup olmadığında ihtilâf vardır. Ebû Hanife ve tâbileri, İmam Mâlik, Ahmed bin Hanbel ve tâbilerine göre büyücü/sihirbaz kâfirdir. Bu gruba göre, sihirbaz sihrin haramlığına inansa da inanmasa da tekfir olunur ve öldürülür. İmam Şâfii'ye göre ise kendisinde küfrü gerektirecek bir inanç, söz ve fiil bulunmayan sihir küfür değil, sadece haramdır. (10)

 

 

Her Çeşit Putperestliğin ve Şirkin Zararları

İman ve tevhid fıtrattandır. Fert olarak insan, doğuştan fıtrat üzere (imana ve tevhide müsait şekilde) doğduğu gibi, ilk din de (câhiliyye eğitiminde kasıtlı olarak tersi söylenmesine rağmen) tevhid dinidir; ilk insan, tevhidî mesaja sahip bir peygamberdir. Şirk, hastalıktır, bünyeye sonradan giren bir mikroptur, bir ârızâdır, bir anormalliktir. Şirk, öncelikle kalbin hastalığıdır, müşrikler de ölümcül hastadırlar (2/Bakara, 10), onların duyu organları da ârızâlı ve görev yapamaz durumdadır (2/Bakara, 18, 7/A’râf, 179). Onlar, akıllarını da kullanmayan hayvandan aşağı insan müsveddeleri (7/A’râf, 179), birer pisliktirler (9/Tevbe, 28). Bir küçük kibrit çöpü koca ormanı yakıp mahvettiği gibi, şirk de amelleri mahveder. Bir kanser mikrobunu veya yanan kibrit çöpünü önemsiz, tehlikesiz görüp bunların zararlarına duyarsız kalmak, hiç akılla bağdaşır mı? Şirk, kaos ve düzensizliktir. Şirkin olduğu yerde, kargaşa, fezat, fesat, kavga, anarşı, düzensizlik ve huzursuzluk vardır. “Eğer yerde ve gökte, Allah’tan başka ilâhlar/tanrılar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı), kesinlikle bozulup gitmişti.” (21/Enbiyâ, 22) Kâinatta nizam ve âhenk olduğuna göre, tevhidî özellik vardır.

Güneşler, gezegenler ve büyük yıldızlar gibi makro âlemden atom ve hücrenin iç yapılarına kadar mikro âleme, bitkiler âleminden hayvanlar âlemine kadar tüm evrende tevhidin eseri gözükmektedir. Yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insanın tevhidden yüzçevirmesi, çevresiyle uyumsuzluğa sebep olduğu gibi, halifelik misyonu açısından da bir ihânettir. Hayatlarını din ve dünya diye ayıran, Sezar ve Tanrı diye iki ilâh kabul eden, devletine dini karıştırmak istemeyen, laiklik gibi çok tanrılı anlayışa sahip olan, Kur’an tâbiriyle dinlerini parçalayan müşriklerin kendileri de parça parça, grup gruptur ve her grup, kendi yanındakiyle övünür durur (30/Rûm, 31-32). Şirkin bu çirkin tablosu yanında; Tevhid ile vahdet kelimeleri aynı kökten gelir. Biri, “birlemek”, diğeri “birlik” veya “birleşmek” demektir. Tevhide inanan her ırktan, her yapıdan insan “ümmet” bilincine sahip olacak, birbirlerini ancak kardeş (49/Hucurât, 10) kabul edecektir. Aynı Allah'a gerçekten iman edenler, yekvücut olacaklar, aynı nizamın parçasını oluşturacaklar, güç ve imkân birliği oluşturacaklardır. Şirkin sayısız zararlarını ana başlıklar halinde şöyle özetleyip sayabiliriz:

Şirk, fıtrattaki nuru söndürür.

Arınmış nefsi yok eder.

İzzeti öldürüp yerine zilleti, köleliği getirir. İnsanlık için bir hakarettir.

Vahdeti, insanların birliğini parçalar.

Amelleri boşa çıkarır.

İnsanın ebediyyen cehennemden kalmasına sebep olur.

Şirk, bütün hurâfelerin yuvasıdır.

Büyük bir zulümdür.

Şirk, bütün yanlış korkuların, fobilerin kaynağıdır.

İnsan dinamizmini hareketsiz bırakır.

 

Şirk, Allah’ın asla affetmediği bir günahtır. Bütün zararlarından daha önemli olan, şirkin insanı ebedî cehennemlik yapmasıdır. Allah, şirk inancı ile âhirete gelenleri asla affetmeyecektir. "Sana da, senden öncekilere de vahyolunmuştur ki 'eğer şirk koşarsan, şüphesiz bütün amellerin boşa gider ve hüsrâna uğrayanlardan olursun." (39/Zümer, 65) "Allah, kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah'a şirk koşan kimse büyük bir günah ile iftira etmiş olur. Kim Allah'a şirk/eş koşarsa büsbütün sapıtmıştır." (4/Nisâ, 48 ve 116)

Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlanageldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücâdeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulması konusudur.

Kendi nefsini ilâhlaştıran ve Allah’a değil de kendisine tapan ve tapılmasını isteyenler; başkalarının haklarına el uzatmanın, yalnız Allah’a İbâdet edildiği ve sadece O’na uyulduğu sürece mümkün olmadığını bilirler. Çünkü, Allah’ın dini adâleti emreder ve bütün insanları eşit olarak görür. Faziletler doğuştan değil; sonradan kazanılan iman, takvâ, cihad ve ilim sâyesindedir. Şirk ise nefsini ilâh edinenlerin, insanları kendilerine kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine kuruludur. Bu yüzden tâğutlar, kendi nefislerini ilâhlaştırmak için, ilkelerini kendilerinin tesbit ettikleri ve başkalarının haklarını gasb üzere kurulu şirk düzenini isterler. Tâğutlar, ortaya attıkları ilâhlara insanları taptırarak, aslında kendilerine taptırır, kulluk ettirirler. Şirk, insanların insanlara kulluk ettiği düzenin adıdır.

şrikler, bazı şeyleri ilâh haline getirdikten sonra bazıları doğrudan o ilâhlara tanrı diye, bazıları da ‘bizi Allah’a götürecekler’ diye tapınmaya başladılar. Halbuki Allah (c.c.) bütün insanlara, sizi ben yarattım ve rızkınızı da ben veriyorum. Öyleyse İbâdeti yalnızca Bana yapın.’ diye buyurmaktadır (4/Nisâ, 36). Şirk dini üzerinde olanlar, hem Allah’ın dışında birtakım ilâhlara İbâdet ederler, hem de o ilâhlar adına kurallar (şeriatlar) uydurup onu din haline getirirler. Allah ise onların bu tutumunu kesin bir şekilde kınamakta ve reddetmektedir (42/Şûrâ, 21). Allah’a başka şeyleri ‘şerik-ortak’ koşanlar, aslında gerçek anlamda bir ilâh bulmuş ve gerçekten ona İbâdet ediyor değildir. Onların bu yaptığı bir ‘zan’ (sanı)dır, bir avunmadır (10/Yûnus, 66). Yarın hesap günü şefaatçi olacakları zannedilen bütün ‘şerikler-ortaklar’ müşriklerin yanında olmayacaklar, onlara yardım edemeyeceklerdir (6/En’âm, 94).

 

 

 

Tasvîr (Putlaştırılan Heykel ve Resim); Putçuluğun Genel Görüntüsü

 

Bir şeye sûret vermek, şekillendirmek. Kelime olarak sa-ve-ra kökünden tef'îl kalıbında masdardır. “Rahimlerde dilediği gibi sizi şekillendiren O'dur” (3/Âl-i İmrân, 6) âyetinde anlatılan tasvir budur.

Resim, fotoğraf, kabartma, heykel gibi şeyler hüküm itibarıyla tasvir grubuna girerler. Alimler, İslâmın tasvir hakkındaki hükmünü ortaya koyabilmek için tasvire konul olan sûret (şekil)leri ikiye ayırmışlardır:

1- Boyutları olan ve alçı, mermer, madenler ve taşlardan yapılan şekiller. Bunlara timsâl veya mücessem şekiller adı verilir. İmam Kurtubî bunu şöyle açıklar: "Temâsîl, timsâl kelimesinin çoğuludur. Bu ise, hayvan veya başka varlıkların benzerini oluşturmak için yapılan her şekildir, camdan, bakırdan ve mermerden yapılan sûretlerdir. Söylendiğine göre peygamberlerin ve âlimlerin şekilleri yapılmış, halkın ibâdete düşkünlüğü ve gayreti artsın diye bunlar ibâdethanelere asılmıştır... Rasûlullah (s.a.s.)'in bunu yasakladığı, bunu yapan ve edinenlerin azâbla korkutulduğuyla ilgili haberler sahihtir. Cenab-ı Hak bu konuda daha önceki ümmetlere verdiği ruhsatı neshetmiştir.

Bunun hikmetine gelince, Rasûlullah (s.a.s.) peygamber olarak gönderildiğinde putlara (sûretlere) tapılıyordu. Bu konuda tutulacak en iyi yol, kaldırılmasıydı ve öyle yapıldı" (Kurtub, el-Câmî, XIV, 272).

2- Boyutları olmayan ve kağıt üzerine, duvarlara çizilen, halı ve kumaşa dokunan resimler bu türdendir.

Boyutları olan sûretlerin İslâm'da hükmü: Heykel yapımı için sert maddeleri yontma işi İslâm'dan önce de vardı. Bunlar daha çok put olarak tapılan şeylerdi. Bunlar Arabistan'a Şam taraflarından Amr b. Luhay tarafından getirilmişti. Rasûlullah (s.a.s.), Mekke'yi fethettiği zaman elindeki kamçı ile işaret ederek ve “De ki: Hak geldi, bâtıl zâil oldu; zaten bâtıl yok olmaya mahkumdur.” (17/İsrâ, 81) âyetini okuyarak bunların kırılmasını emretmiştir.

Heykelin İslâm âleminde yapılmasına Emevîler devrinde başlanmış, Abbasîler devrinde devam edilmiştir. Ama bu, gayri İslâmi medeniyetlere nisbeten çok cüz'î kalmıştır. Yapılanlar da genellikle idarecilerin saray ve köşklerini süslemek için kullanılmıştır. Meselâ Abbasî hükümdarı Mansûr'un Hîcrî 329'da yıkılan Kubbetü's-Sahrâ isimli sarayı bunlardan birisidir. Mütevekkil'in Kasru'l-Burc'u, İbn Tulun'un Kasr'ı, Zahir Baybars Köprüsü heykel veya oyma resimlerin kullanıldığı yerlerdir.

Zamanla bu sanat kolu yaygınlaşmıştır. Ama İslâm'ın bir konudaki hükmü değişmemiştir. Çünkü bir şeyin Müslümanlar arasında yaygınlaşması, onun helâl veya mubah olmasını gerektirmez. Müslümanların durumu başka şey, Şer'î hükümler daha başka şeydir.

İslâm'da heykelciliğin haram olduğuna dair hükümler gâyet açıktır: "Ey iman edenler; şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), şans okları şeytan isi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz" (5/Mâide, 90); "Bir zamanlar İbrâhim şöyle demişti: Rabbim; bu şehri güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Rabbim, çünkü onlar, insanlardan bir çoğunu şaşırtılar." (14/İbrâhim, 35-36); İbrâhim babasına ve kavmine demişti ki: ‘Sizin su karşısında durup taptığınız heykeller nedir?’ ‘Babalarımızı onlara tapar bulduk’ dediler. ‘Doğrusu siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içine düşmüşsünüz’ dedi.” (21/Enbiyâ, 42-44); İbrâhim babası Âzer'e demişti ki: ‘Sen putları tanrı mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum. (6/En’âm, 74).

Mekke fethinde Rasûlullah (s.a.s.) İsrâ sûresi 81. âyetini okuyarak putları kırmıştır.

“Dediler ki: ‘Tanrılarınızı bırakmayın; ne Vedd'i, ne Suvâ'ı, ne de, Yeğûs'u, Yeûk'u ve Nesr'i terketmeyin.’ Böylece onlar, birçok kimseyi yoldan çıkardılar. Sen de o zâlimlere şaşkınlıktan başka bir şey artırma!” (71/Nûh, 23-24). İmam Kurtubî âyette sayılan isimlerin sâlih kimselere ait olduğunu, kavimlerinin onların hatırasını anmak için heykellerini yaptıklarını, zamanla bu saygının tapınmaya dönüştüğünü, yazar (Kurtubî, el-Câmî'li Ahkâmi'l-Kur'an, XVIII, 308; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğasetü'l-Lehfân fi Mekâyidî 'ş-Şeytan, II, 200).

Câhiliyye Arabları bir şeylere tapınmak için bahane ararlardı. Zâtu Evsât denilen büyük, yeşil bir ağaç vardı. Ona silâhlarını asarlar, yılın bir gününde de ona saygılarını sunarlardı. Rasûlullah (s.a.s.) Huneyn'de iken bir grup bedevî gelerek "Ey Allah'ın Rasûlü onların Zâtü Evsât'ı gibi bize de bir Zâtü Evsât bul" dediler. Rasûlullah (s.a.s.) “Allahu Ekber! Canım kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki İsrâiloğullarının Hz. Musa'ya, Ey Musa bunların nasıl tanrıları varsa, bize de öyle bir tanrı yap!” (7/A'râf, 138) demeleri gibi konuştunuz. Siz câhil bir topluluksunuz. Sizden öncekilerin gidişatına aynen uyacaksınız. Onlar tarla faresinin deliğine girse, siz de gireceksiniz" buyurdu" (Kurtubî, el-Câmi', VII, 273).

Aşağıdaki hadîs-i şerifler de heykel yapmanın haramlığına delâlet etmektedir:

İbn Abbas (r.a.) den: "Ebû Talha'nın Rasûlullah (s.a.s.)'den dinlediği şu hadisi ben de ondan dinledim: “Melekler, içinde köpek ve heykel (put) olan eve girmezler.” (Nevevî, Müslim Şerhi, Xll, 84). Kudsî bir hadiste Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Benim yarattığım gibi yaratma yoluna girmeye kalkışandan daha zâlim kim vardır. Şu halde onlar, haydi bir zerre yaratsınlar, bir tane yaratsınlar, bu arpa yaratsınlar." (Nevevî, Müslim Şerhi, XII, 90)

İslâm heykel edinmeyi yasakladığı gibi, gayri müslimler için yapsa bile, onun sanatıyla uğraşmayı da haram kılmıştır. Abdullah b. Ömer, Nâfi'ye Rasûlullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir: Şu sûretleri yapanlar, kıyamet gününde azâb görecekler ve onlara: ‘Yarattığınız bu sûretlere hayat verin’ denecek.” (İbn Hacer, Fethu'l-Bârî Şerhi Sahihi 'I-Buhârî, Xll, 508) .

Said b. Ebû'l-Hasen'den: "Bir adam Abdullah b. Abbas'a gelerek, "Ben şu sûretleri yapan (geçimini bundan sağlayan) birisiyim. Bunlar konusunda bana fetva ver." dedi. İbn Abbas, "Bana yaklaş" dedi. Adam ona yaklaştı. Sonra, "Bana yaklaş" dedi. Adam ona yaklaştı, ta ki İbn Abbas elini onun başı üzerine koydu ve, "Rasûlullah (s.a.s.)'den işittiğimi sana haber vereceğim; O şöyle buyurdu: "Her resim yapan cehennemdedir. Onun yaptığı her resme bir can verilir ve bu, kendini yapana cehennemde azâbeder." ‘Sen mutlaka bunu yapmak zorunda isen, ağaç veya cansız şeylerin resmini yap’ dedi" (Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, XII, 93).

Haram Kılınışının Hikmetleri: İslâm, içine hiçbir şüphenin karışmadığı tevhid dinidir. Bu dinin en önde gelen özelliği, Allah'ı birleyen ve O'nu kendisine layık olmayan her şeyden tenzih eden bir ulûhiyet akidesine sahip olmasıdır. Bunun için İslâm, şarktan veya garptan gelen câhilî, batıl inanç ve düşüncelerle ilgiyi kesmiştir (Seyyid Kutub, Hasaisu't-Tasavvuri'lİslâmi, s. 37).

İslâm resim (sûret) yapımını, zamanla bunlara tapınılabileceği için yasaklamıştır. Nitekim Nûh sûresi, 23. âyetinde sayılan put isimlerinin sâlih kişilere ait olduğunu, onların ölümünden sonra sırf hatıralarını yâdetmek için heykellerinin yapıldığını, ancak bu yâdetme isteğinin zamanla tapınmaya dönüştüğünü görüyoruz. Bunun için yapanın niyetine değil, işin sonucuna ve semeresine bakılır, denmiştir. Bu sonuca göre iyi veya kötü hükmü verilir. Buna bağlı olarak yapılan işe vasıtalık eden şey de sonucun hükmüne göre değerlendirilir. Yani sonucun hükmü haram ise, ona vasıta olan şey de haramdır. Sonuç mubah ise, sebebi de mubahtır. Dolayısıyla tevhidi zedeleyen ve şirke, putperestliğe götüren sebep ve vasıtalar da yasaklanmıştır. Heykelcilikte bu tehlike devamlı vardır.

Burada sûretlerin haram kılınışının illeti, onlara tapınılmasıdır. Bu gün, bu illet ortadan kalkmıştır. Bir müslümanın bir sûrete tapması düşünülemez. Medeniyet çağının insanı bu hataya düşmez, denilebilir. Ancak İslâm, putu haram kılarken, bunu bir zaman ve mekânda sınırlamamıştır. Ayrıca yeryüzünün bir çok yerinde hâlâ putlara tapılmaktadır. Hindistan'da hâlâ, bir çok heykel yanında ineğe de tapılmaktadır. Bunun için kanlı mücâdeleler verilmektedir. Yâni asırların ve medeniyetin ilerlemesiyle bu konuda değişen pek bir şey olmamıştır. Bir çok büyük dinin salikleri selim aklın kabul etmeyeceği bir çok şeyi, din diye kabul edip benimsemektedir. Filipinler'de bir çok devlet görevlisinin, hatta bakanların ve yüksek rütbeli askerlerin yılana ibâdet törenlerine katılıp görevlerini ihmal ettikleri şikâyet konusu olmaktadır. Bu gayri makul dine tabi olanların bunu sürdürürken düşünmek, akıl terazisine vurmak ihtiyacını duymadıkları gözlenmektedir. Hak veya batıl bütün dinlerde kötülenen bir varlık olan şeytana tapınma âyinleri düzenleyen "Şeytanın Dostları" isimli yüksek sosyeteye mensup grupların var oluşu, bu konudaki tehlikenin insan için her zaman var olduğunun en güzel delilidir.

Bu konuda puta tapınmanın, sadece onun karşısında yerlere kadar eğilmekten ibaret olmadığını da unutmamak gerekir.

Çocuk Oyuncakları: Fukaha, çocuklar için yapılan insan ve hayvan şeklindeki oyuncaklara cevaz vermişlerdir. İmam Kurtubî şöyle der: "Heykel, mücessem insan ve hayvan figürlerinin haram kılınmasından bir istisna vardır. O da çocukların oynadığı oyuncaklardır. Çünkü bu konuda Hz. Âîşe'den rivâyet edilen şu hadis-i şerif vardır: "Rasûlullah (s.a.s.) Tebük veya Hayber gazvesinden döndü. Evin dolap yerinde perde vardı. Bu esnada rüzgâr esti ve Âîşe'nin oyuncak bebeklerinin bulunduğu bölümü açtı. Rasûlullah (s.a.s.) "Bu nedir, ey Âîşe?" diye sordu. Âîşe, "Benim kızlarım" cevabını verdi. Oyuncakların arasında deriden iki kanadı bulunan bir at vardı. Rasûlullah (s.a.s.) "Oyuncakların ortasında gördüğüm şu şey nedir?" diye sordu. Âîşe, "iki kanat" dedi. Rasûlullah, "İki kanatlı at olur mu?" dedi. Aişe, "Hz. Süleyman'ın çok kanatlı atlarının olduğunu duymadın mı?" cevabını verdi. Hz.Âîşe der ki: "Rasûlullah (s.a.s.) bu cevap üzerine dişleri görünecek kadar tebessüm etti." (Ebû Davûd, Edeb 54)

"El-umûr bi-mekasıdihâ" genel kaidesine bağlı olarak bazı ilim dallarında kullanılan boyutlu sûretlere cevaz verilmiştir. Meselâ tıp ilminde vücudun teferruatlı olarak tanınması gerekir. Bunun içinde boyutlu ve vücudun iç organlarını gösterin iskeletlere veya insan sûretlerine ihtiyaç vardır. Bilhassa operatör bir hekimin sahasında başarılı olabilmesi için insan vücudunu iyi tanımasına ihtiyaç vardır.

Bir veterinerin de hayvan vücudunu tanıması gerekir. Bir biyoloji bilgini de aynı ihtiyacı duyar. Bunlarda mücessem canlı sûretlerinin kullanılması zaruretten dolayı mubahtır, câizdir.

Boyutsuz (gayri mücessem) sûretler (Resim ve fotoğraf). Bu konudaki görüşleri şu maddeler içinde toplamak mümkündür:

1- Bitkiler, deniz manzaraları, tabiat manzaraları gibi cansız cisimlerin resimlerini yapmak ulemanın icmâı ile mubahtır.

2- Tapılan canlının resmini yapmak da ulemanın ittifakı ile haramdır. Meselâ Budistlerin tapındığı Buda'nın resmini tapılsın diye yapan kimse kâfirdir, küfür ve sapıklığın yayıcısıdır. Bu gibi kişiler hakkında Rasûlullah (s.a.s.) "Kıyamet gününde insanların azâb bakımından en şiddetlisi tasvir yapanlardır." buyurmuşlardır.

İmam Taberî de bunu şu şekilde açıklamaktadır: Bu hadis-i şerifteki tasvirciden kasıt, ibâdet edilen bir şeyin resmini yapan, bu fiili bilerek ve kasıtlı olarak işleyendir. O bu fiili ile kâfir kabul edilir. Bu kasdı taşımayan ise isyankâr kabul edilir (Y. El-Kardavî, el-Halâl ve'l-Haram fi'l-İslâm, 104).

3- Resmi yapan bununla Allah'ın yaratışına benzetmek veya Allah'la yaratma yarışına girmeye çalışmak gibi bir kasıt güderse, tevhid akidesinden çıkar. İşte bunlar ve bunlara benzeyenler hakkında, "İnsanlar içerisinde azâbı en şiddetli olanlar, Allah'ın yaratmasına benzer yaratma yarışına gidenlerdir." (Buhârî, Libâs, 91; Nesâî, Zînet, 112; Ahmed İbn Hanbel, 111, 36) hadis-i şerifi varid olmuştur.

4- İhtilâfsız olarak haram çerçevesine giren sûretler, tabilerinin dinî yönden mukaddes kabul ettikleri, dünyevî yönden ululadıkları tasvirlerdir. Bunlardan birinci gruptakiler peygamberlere, meleklere, sâlih kişilere ve evliyaya atfedilen resimlerdir. Mesela Hz. İbrâhim'in, Hz. Musa'nın, Hz. İsa'nın, Cebrail'in, Hz. Ali'nin resimleri bu kabildendir. Bu çeşit resimler, ehl-i kitabda ve müslümanlardan Şîa'da çoktur.

İkinci gruptakiler ise ululanan ve bir nevi takdis edilen kralların, sultanların, kumandanların, din adamlarının, sanatkârların, hangi sahada olursa olsun meşhur olmuş şahısların tasvirleridir. Bunlar ya gününde resmî otoritenin baskıyla veya zaman aşımıyla dinî hüviyet kazanarak takdis edilirler. Müslim'in Sahih'inde Ebû'd-Duha'dan şöyle bir rivâyet vardır: "Mesrûk'la birlikte içinde heykeler bulunan bir evde idik. Mesrûk bana: "Bunlar Kisra'nın heykelleri mi? diye sordu. "Hayır, bunlar Meryem'in heykelleridir" dedim (Ahmed İbn Hanbel, 1, 375)

5- Takdis kastı güdülmemek ve Allah'ın yaratmasına benzer bir şey yaratma iddiasında bulunmamak sûretiyle yapılan ağaç, güneş, ay, nebatlar, tabiat manzaraları ve diğer cansızların resimlerini yapmak mubahtır.

Boyutsuz resimleri mubah görenlerin dayandıkları deliller: Ebû Talha (r.a.)'den: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "İçinde resim (sûret) olan eve melekler girmez. " Hadisin râvîlerinden Büsr dedi ki: "Zeyd b. Halid hastalandı. Ziyaretine gittik. Gördük ki, kapısında resimli bir perde var. Rasûlullah (s.a.s.)'ın zevcesi Meynûne (r.anha)'nın üvey oğlu Ubeydullah el-Havlânî'ye: "Zeyd sana bir gün önce resimler hakkındaki hadisi haber vermedi mi?" diye sordum. "Onun "Ancak elbise ve örtüdeki nakış ve resimler müstesnadır" dediğini işitmedin mi?" cevabını verdi (Buhârî, Libas, 92).

Ebû Talha el-Ensarî'den: Ebû Talha: Rasûlullah (s.a.s.)'in "Melekler, içinde köpek ve resim bulunan eve girmez" buyurduğunu işitim, dedi. Zeyd b. Hâlid el-Cühenî dedi ki: Hz. Âîşe'nin yanına geldim ve; şu (Ebû Talha) Rasûlullah (s.a.s.)'nin "Melekler, içinde köpek ve resim bulunan eve girmez" buyurduğunu haber veriyor. Rasûlullah (s.a.s.)'in bunu söylediğini işitin mi? dedim. "Hayır, yalnız ne yaptığımı sana haber vereyim. Bir gazâsına çıktığını gördüm. Resimli bir örtü alıp kapıya örttüm. Rasûlullah gazadan dönüp perdeyi görünce yüzünde hoşnutsuzluk alâmetleri gördüm. Hemen perdeyi çekip yırttı ve "Allah bize, taşları ve çamurları giydirmemizi emretmedi" buyurdu. Hz. Âîşe devamla dedi ki: "Biz o perdeden iki yastık yaptık. Ben içlerini hurma lifiyle doldurdum. Benim bu yaptığımı ayıplamadı" (Nevevî, Müslim Şerhi, XVI, 86).

İmam Nevevî hadisin şerhinde şu açıklamayı yapar: "Bu hadiste haramlığı gerektirecek bir ifade yoktur. "Allah bize, taşları ve çamurları giydirmemizi emretmedi" ifadesi bunun ne vâcib, ne mendub, ne de haram olduğunu gerektirir."

Âîşe (r.anha)'dan: "Üzerinde kuş resimleri olan perdemiz vardı. Eve girenin hemen karşısında görünüyordu. Rasûlullah (s.a.s.) bana, "Bunun yerini değiştir, çünkü eve her girdiğimde onu görüp dünyayı hatırlıyorum" buyurdu." Hadisin diğer bir rivâyetinde Hz. Âîşe: "Rasûlullah (s.a.s.) bize onu kesmemizi emretmedi" diyor (Nevevî, Müslim Şerhi, XVI, 187).

Ulemâdan bir kısmı bu hadis hakkında şöyle derler: "Bu hadisin hükmüyle amel edilir. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.) Hz. Âîşe'ye onu parçalamasını emretmedi. Eve girerken karşısına gelen yerden onu kaldırıp başka yere asmasını emretti. Onun hoşlanmadığı nokta, eve girişinde dünyayı ve dünyanın süsünü kendisine hatırlatacak eşyayı görmesidir. Özellikle Rasûlullah (s.a.s.) hemen hemen bütün sünnet ve nafile namazlarını evde kılıyordu. Bu çeşit resimli örtü ve perdeler kalbin huşuuna ve Allah'a yönelip kâmil bir şekilde O'na niyazda bulunmaya engel oluyordu" (Y. el-Kardavî, el-Halâl ve'l-Harâm fi'l-İslâm, 108).

Enes (r.a.)'den "Hz. Âîşe'nin nakışlı ve resimli bir perdesi vardı. Onunla evin bir tarafını örterdi. Rasûlullah (s.a.s.) ona "Onu benden uzaklaştır. Çünkü resimler, devamlı olarak namazımda bana görünüyor" buyurdu" (Buhârî, Salât 15, Libas 93; İbn Hanbel, III/151, 283). Abdurrahman b. el-Kasım'dan: "Kasım'ın Âîşe (r.anha)'dan şu hadisi rivâyet ettiğini işittim: Âîşe'nin üzerinde resimler olan bir örtüsü vardı. Bu örtü, sergi olarak sofaya kadar uzatılmıştı. Rasûlullah (s.a.s.) ona doğru namaz kılıyordu. Âîşe'ye "Onu benden uzaklaştır" buyurdu. Hz. Âîşe dedi ki: "Onu uzaklaştırdım ve ondan yastıklar yaptım. Rasûlullah (s.a.s.) bu yastıklara dayanırdı" (Nevevî, Müslim Şerhi, XIV, 89).

Ulemânın Görüşleri: Hanefî ulemasından İmam Tahavî şöyle der: "Şâri' Teâlâ önce bütün sûretleri, nakış da olsalar, yasaklamıştır. Çünkü o günün insanı sûretlere, tasvirlere tapmayı daha yeni bırakmıştı. Bunun için toptan hepsini yasakladı. Sonra bu yasaklaması kesinleşip kararlaşınca, üzerinde resimli nakışlar bulunan kumaştan, zarûret halinde sergi edinilmesini mubah kıldı. Çünkü değersizleştirilen şeye câhilin bile saygı duyamayacağına güvendi. Bu durumda yasak, değerli tutulan şeylerde geçerli oldu" (Seyyid Sâbık, Fıkhü's-Sünne, III, 503).

Malikî fakihlerinden İbnü'l-Arabî ise meseleye şöyle yaklaşır: "Resim ve tasvir edinme konusunun özeti: Bu eğer mücessem (boyutlu) cinsten olursa, icmâ ile haramdır. Eğer boyutsuz ise dört çeşit hükmü vardır:

a- Ancak örtüdeki nakışlı resimler müstesna” hadisin zâhirine göre mutlak câizdir.

b- Nakışlı resim bile olsa mutlak haramdır.

c- Eğer sûret nakışsız ise haram, kafası koparılmış veya organları parçalanıp asıl vücuttan ayrılmış ise câizdir. Geçerli olan görüş de budur.

d- Yerlere serilerek veya başka şekilde değer verilmeyecek yerde kullanılırsa câiz, duvara veya yükseğe asılıp değer verilirse câiz değildir" (İbn Hacer, Fethu'l-Bârı, XII, 515)

İmamü'l-Harameyn, gölgeli (boyutlu) olmayan sûretler, sergi ve yastık gibi şeylerin üzerindeyse câiz olacağını, çatı ve duvar üzerindeyse câiz olmayacağını söyler. Bundaki anlam şudur: Yüksek yerlere konuluyorsa değeri yükseltiliyor demektir. Ama sergi üzerinde bulunursa, bu, değerini düşürmek kabul edilir (İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XII, 511)

Yusûf el-Kardavî şöyle demiştir: "Bunun dışındaki sûretler ve levhalar, bitkiler, ağaçlar, denizler, gemiler, dağlar, güneş, ay, yıldızlar ve diğer tabiat manzaraları gibi cansızları yapana, edinene günah yoktur. Bu tartışmasız bir hükümdür.

Sûret canlıya ait olur, yukarıda geçen sakıncalar, yani mukaddes sayılmak, ululanmak gibi bir durum olmaz, Allah'ın yaratmasına benzer bir yapım kastı da bulunmazsa, buna da haramdır, denilmez. Ama levhalara resmedilen, halılara, duvarlara ve elbiselere dokunan, nakşedilen resimlere gelince, bunlar hakkında haram olduğuna delâlet eden sahih, açık ve tartışmasız nas yoktur. Rasûlullah (s.a.s.)'in bir çeşit tasvirlere karşı hoşnutsuzluk gösterdiğini ifade eden hadisler vardır. Çünkü bunda sorumsuz kişilere ve basit menfaatlere aşırı bağlı kişilere benzeme vardır" (Y. Kardavî, el-Halâl ve'l Haram fi'l-İslâm, 106)

Eski Mısır müftüsü Muhammed Baht el-Mut "el-Cevabü'ş-Şâfi'fi İbahati't- Tasviri'l-Fotografi" isimli bir kitab yayınlamış ve fotoğrafın hükmünün de boyutsuz resim gibi olduğunu beyan etmiştir.

Bu konuda dikkat edilecek en önemli nokta, İslâm akaid ve âdâbına muhâlif olup olmamaktır. Çıplak kadın resimleri, kadınlık mahremiyetini açığa koyan resimleri, şehveti tahrik eden resimleri yapmak bu kabildendir. Nitekim bazı kitap, dergi, gazete ve sinema filmlerinde bu açıkça görülmektedir. Bunların haram olduğunda; imalatının, insanlar arasında yayılmasının, evlerde, bürolarda bulundurulmasının, basılmasının, duvarlara asılmasının, kasıtlı olarak seyredilmesinin haram olduğunda da şüphe yoktur" (Kardavî, el-Halâl ve Haram fi'l-İslâm, 113).

Zâlimler, fâsıklar, dinsizlere ait resim ve heykeller de böyledir. Putperestliğin şiarını yaşatan her resim de böyledir. Rasûlullah (s.a.s.) dönemindeki resim ve heykellerin çogu bu kabildendir. Bunun için Rasûlullah (s.a.s.) Mekke'yi fethettiği zaman Mescid-i Haram'ın içine girdi. Orada bazı resimler görünce, silinmelerini emretti. Bunlar Mekke'deki putperestliği besleyen sapıklığa kaynaklık ediyorlardı.

Konuyla ilgisi açısından göz önünde bulundurulacak önemli noktalardan birisi de şudur: Rasûlullah (s.a.s.) câhiliyye dönemine ait Arab paralarının kullanılmasına müsaade etti. Bizans'tan ve İran'dan gelen paralar Rasûlullah'ın ülkesinde geçiyordu. Bu paralar Hz. Ebû Bekir'in hilâfetiyle Hz. Ömer'in hilâfetinin ilk ilk yıllarında tedâvülde kaldı. Hicrî 18. yılda Hz. Ömer tedâvüldeki bu câhilî ve gayri İslâmî paralar yanında, üzerinde İslâmî ibareler bulunan paralar bastırdı. Said b. el-Müseyyeb bu iki çeşit parayla da alışveriş yapardı.

Yemen'den üzerinde resimler bulunan elbiseler, kumaşlar, perdeler gelirdi. Hz. Ömer'in azadlısı ve hâzini Yesâr b. Nümeyr evinde resimler kullandı. Tâbiînin büyüklerinden Kasım b. Muhammed b. Ebî Bekir'in duvarlarında kunduz resimleri ve minyatürler bulunan bir odası vardı. Bu zat halası Hz. Âîşe'nin terbiyesinde yetişmişti. Hz. Âîşe'nin fıkhını ve hadisini en iyi bilen kişi idi (Hudarî, Tarihu'l-Ümmemi'l-İslâmiyye, II, 220; Hasan İbrâhim Hasen, Tarihu'l-İslâm, II, 356).

İbn Ebî ,Şeybe, el-Musannef isimli eserinde, Huzeyfe'den naklen der ki: Huzeyfe'nin yüzüğünde karşılıklı duran iki kartal vardı, aralarına "elhamdûlillah" yazılmıştı. Yine el-Musannef'teki rivâyetlere göre Enes'in yüzüğünün nakışı aslandı. İmrân b. Hüseyn'ın yüzüğünde kılıç kuşanmış bir adam resmi vardı. Kadı Şureyh'in yüzüğünde aralarında ağaç resmi bulunan iki aslan resmi vardı. Dahhâk b. Müzâhim'in gümüş yüzüğünde ise bir kuş resmi vardı: (Kettânî, et-Terâtibü'l-İdâriyye, 2, 70).

Bunlar da gösteriyor ki ilk Müslümanlar, canlı resimlerden putperestlik endişesiyle uzaklaşmışlardır.

Resmin mekrûh olduğunu ileri sürenlerin delilleri: Hanbelî fakihlerinden İbn Kudame el-Makdisî, Ebû Hüreyre (r.a.), resimlerin yukarıda tutulanını da, aşağılananını da mekruh görmüştür. İmam Malik ise onu tenzihen mekruh olarak görür, haram saymazdı. Belki de, o, Rasûlullah (s.a.s.)'ın, "İçinde sûret bulunan eve melek girmez" hadisinin umum ifade etmesine göre fetva vermiştir. Bizim için Âîşe (r.anha)'nın rivâyet ettiği şu hadis temeldir: "Rasûlullah (s.a.s.) bir yolculuktan gelmişti. Ben de sofamı üzerinde resimler bulunan bir sergiyle örtmüştüm. Rasûlullah (s.a.s.) onu görünce "Odayı resimli bir örtüyle mi örtüyorsun?" diye azarlayıp yırttı. Ben ondan iki yastık yaptım. Ben Rasûlullah (s.a.s.)'in onlardan birine dayandığını görür gibiyim."

Resmin mubah olan kısmı yere serilip ayak altında çingenenidir. Mekrûh olan ise duvara asılandır (İbn Kudâme el-Muğn, VII, 113). Resmin (sûretin), giderildiği takdirde canlının yaşayamayacağı, göğsü, karnı gibi yerleri koparılırsa veya bedeninden ayrı sadece baş yapılırsa, bu yasak kapsamına girmez. Çünkü o organın gitmesiyle geride canlı kalmaz. Bu canlının kafasını kesmeye benzer. İlk yapıldığında resim bassız bir beden, veya bedensiz bir baş şeklinde yapılırsa veya başı bir canlıya, bedeni başka bir canlıya ait olarak yapılırsa, bu da yasak kapsamına girmez. Çünkü bu (gerçek) bir canlının resmi değildir (İbn Kudame, el-Muğn, VIII, 13)

Haram olduğunu söyleyenlerin delilleri: İbn Âbidn, Hasiye'sinde söyle der: "Resim yapmak mutlak sûrette câiz değildir. Çünkü bu, Allah'ın yaratmasına benzer yaratma iddiasına kalkışmaktır" (İbn Âbidîn, Hâşiye, I, 608).

İmam Nevevi şöyle der: Bizim ashabımıza ve diğer âlimlere göre, canlının resmini yapmak şiddetle haramdır. Bu aynı zamanda büyük günah (kebair)lardandır. Çünkü hadislerde onun hakkında şiddetli tehditler vardır. O, ister değersiz tutulmak için yapılsın, ister başka niyetle yapılsın. Onu yapmak tamamen haramdır. Çünkü onda Allah'ın yaratmasına benzetmek vardır. İsterse, bu elbisede, sergide, dirhemde, dinarda, felsde, kapkacakta, duvarda veya başka yerde olsun. Bütün bu durumlarda yapılan sûretin, gölgeli (boyutlu) olup olmaması fark etmez (Nevevî, Müslim Şerhi, XIV, 85).

İmam Kurtubi ise şöyle der: Rasûlullah (s.a.s.) tasviri yapanlara, istisna yapmaksızın lanet etmiştir. "Bu sûret yapanlara kıyamet gününde azâbedilecek ve onlara "yarattıklarınızı diriltiniz" denilecek" hadisinde de istisnada bulunmamıştır. Sünen-i Tirmiz'de Ebû Hüreyre'den rivâyet edilen bir hadis-i şerif şöyledir: "Rasûlullah (s.a.s.)'in söyle buyurduğunu işittim: "Kıyamet gününde cehennemden bir boyun çıkar. Bunun bakan iki gözü, işiten iki kulağı ve konuşan bir dili vardır. Bu şöyle diyecektir: "Ben üç şeyi ilan etmekle görevlendirildim: İnatçı bütün cebbarların, Allah'la beraber başka ilâhlara da sığınanların ve musavverlerin hakkından geleceğim" (Ebû İsa et-Tirmizî: Bu hasen, garib sahih bir hadistir, demiştir.)

Buhârî ve Müslim'de Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'dan rivâyet edilen bir hadiste Rasûlullah (s.a.s.)'ın: "Kıyamet gününde azâb yönünden insanların en şiddetlisi, resim yapanlardır" buyurması, herhangi bir şeyin resmini yapmanın memnû olduğuna delâlet etmektedir. Bu şey ne olursa olsun, durum değişmez (Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi'l-Kur'an, XIV, 274)

Heykelcilik, Ressamlık, Fotoğrafçılık: Heykel konusunda İslâm fukahası, hemen hemen, ittifak halinde haram hükmünde birleşmişlerdir. Malikîlerden İbnü'l-Arabî bunu, "Sûretin gölgesi varsa haram olduğunda icmâ vardır" şeklinde ifade etmiştir. Buna bağlı olarak heykeli yapmak ve edinmek de aynı hükme tâbîdir. Ancak yapmanın haramlığı daha şiddetlidir. İlim aracı olarak imal edilenler bu hükme tabi değildir (Abdullah Nasıh Ulvan, Hükmü'l-İslâm fi Vesaili'l-İ'lâm, 8)

Fukaha, İmam Buhârî'nin aşağıdaki hadisine dayanarak heykelciliğin haram olduğunda icmâ etmişlerdir. Said b. Ebî'l-Hasen'den: İbn Abbas'ın yanında idim. Onun yanına bir adam geldi ve "Ey İbn Abbas, ben elinin sanatıyla geçinen bir adamım. Ben şu resimleri yapıyorum" dedi.

İbn Abbas şu cevabı verdi: Ben sadece Rasûlullah (s.a.s.)'den işittiğimi haber vereceğim. Rasûlullah (s.a.s.)'i söyle buyururken işittim: "Kim bir resim yaparsa, o kişi o resme ruh verinceye kadar Allah ona azâbeder. Halbuki o kişi ebediyyen ruh veremez." Adam sıkıntıdan solumaya başlayınca İbn Abbas "Yazıklar olsun sana! Mutlaka resim yapman gerekiyorsa şu ağacın ve cansız olan şeylerin resmini yap" dedi.

Tasvirin Kazancı: Belirli niteliklere sahip tasvir İslâm'da haramdır. Buna bağlı olarak onu yapmak da haramdır. Bunlar haram olunca, bundan sağlanan kazanç ve bunu yapmak için alınan ücret de haramdır.

Bu hüküm ilmî açıklamalar için kullanılan tasvir ve boyutlu canlı şekillerini kapsamamaktadır. Resmin haram olan ksmının kazancı da haramdır. Mubah olanın yapılması ve kazancı da helâldir.

Fotoğrafta aslonan mubahı olmakla beraber, İslâm'ın çizdiği hudutlar dışına çıkarsa, mubah olma özelliğini kaybeder. Bunun kazancı da kendi durumuna tâbîdir. (11)

 

'Tasvir', sûret kökünden gelen bir kelimedir. 'Sûret'; gözlere görünüp üzerinde bulunduğu şeyin başkaları tarafından farkedilmesine sebep olan nakışlar demektir. Bu, iki şekilde olur: Ya herkesin, hatta akılı olmayan hayvanların bile seçebildiği sûrettir. Ya da belirli kişilerin farkedebildiği, kavrayış ve anlam gibi belirli özellikleri olan sûrettir. Tasvir, Türkçe'de 'görüntü, resim, fotoğraf, şekil' dediğimiz şeydir. 'Sûret', varlık hakkında düşünülen görüntü ve şekildir. O varlığa ait özellikleri ifade eder. Sözgelimi, insana ait fizikî özellikler, onun aklının faâliyeti, düşünce kapasitesi onun sûretidir, insana ait özelliklerdir. Eşyanın birbirine benzeyen özellikleri de onların sûretleridir.

Varlıklara 'Sûret' Veren Allah'tır: İnsanı yyaratan Allah (c.c.), ona dilediği gibi bir biçim, dilediği gibi bir şekil verdi. Onun fizik görüntüsünü, organlarını, boyunu-postunu, vücut yapılarını O şekillendirdi. İnsanı meydana getiren hücreleri yaratıp, onları çoğaltarak bir insan haline koydu. O hücreleri şekilden şekle, halden hale, tavırdan tavıra çevirdi. Her durumda ona yeni bir şekil vererek, ona ait dokuları, kemikleri, kasları, damarları, sinirleri ve diğer organları, bu organların her birinin fonksiyonlarını var etti. Her birine ayrı bir görev verdi.

İnsana ait maddî veya mânevî oluşlar, bedensel ve ruhsal faâliyetler, fiziksel ve psikolojik oluşumlar hep O'nun bilgisiyle ve yaratmasıyla olmaktadır. İnsan, atılmış bir nutfeden değişik evrelerden geçerek meydana geliyor. Sonra ona ait birçok özellikler var ediliyor. Ona akıl, idrâk, düşünce, duyma, anlama, hissetme, acı duyma, tad alma, üzülme, sevinme, bilme ve bildiğini ifade etme gibi çeşitli kabiliyetler veriliyor.

Allah (c.c.) bütün yaratıklara ait 'sûretleri' tıpkı insanı yarattığı gibi yarattı, meydana getirdi. Her birine bir şekil, bir biçim verdi. Bu kadar şekil ve biçimdeki varlıkları ancak sonsuz güç ve ilim sahibi Büyük Yaratıcı yaratabilir. Kur'an diyor ki: "Andolsun sizi yarattık, sonra size 'sûret-şekil' verdik. Sonra da melekler 'Adem'e secde edin' dedik." (7/A'râf, 11)

O Büyük Yaratıcı, ana rahminde insana dilediği şekli verir. Bu konudaki irâde ve ilim, tamâmen O'na aittir. Bunun anlamı, aynı zamanda şudur: İşte böyle bir biçimde olmanızı, insan olarak yarıtlamınızı dileyen O'dur (3/Âl-i İmrân, 6). Bir başka âyette şöyle deniyor: "Allah, yeryüzünü sizin için bir karar (yaşama) yeri, gökyüzünü de bir binâ kıldı; size sûret verdi, sûretinizi de en güzel (bir biçim ve incelikte) kıldı ve size güzel-temiz şeylerden rızık verdi. İşte Rabbiniz Allah budur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir." (40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3)

İnsanı şekillendiren, bu şekillendirmeyi de (sûreti de) en güzel ve en uygun biçimde yapan Allah (c.c.), şüphesiz yücedir. Allah (c.c.) insana, Kendisinin şekil verdiğini (sûretlendirdiğini) şöyle hatırlatıyor: "Ey insan! Üstün kerem sahibi olan Rabbine karşı seni aldatıp yanıltan ne? Ki O, seni yarattı, sana düzen içinde bir biçim verdi ve seni i'tidâl (denge, ölçü) üzeere kıldı. Dilediği bir sûrette seni tertip etti (düzene koydu)." (82/İnfitâr, 6-8)

'Sûret' kökünden gelen 'tasvir', şekil ve biçim verme, şekillendirme, resim yapma anlamlarına gelir. 'Tasvir', Türkçe'de; bir şeyi şekil ve sözle anlatma, görebildiğimiz veya hissedebildiğimiz şeyleri bize gösterebilecek, meydanda olmayan ama duyumsanabilen şeyleri duyurabilme yeteneği diye tanımlanmaktadır.

'Tasvir'i, sûret verme anlamında alırsa, şüphesiz en büyük tasvirci Rabbimizdir. Yukarıdaki anlamlar çerçevesinde aynı kelimeyi insanlar hakkında da kullanabiliriz. Nitekim Arapça'da resme ve fotoğrafa 'sûret' denilmektedir. Türkçe'de sûret, bir belgenin, evrakın veya bir yazının aynısına, kopyasına denir. Kaba bir söylenişi olan 'surat' ise, insanın yüzü için kullanılır. 'Tasvir' edene, 'sûret' verene, sûretlendirene 'musavvir' denir. Bu anlamda tek 'musavvir' Allah (c.c.)'tır. Başka hiç kimse hakkında 'musavvir' sıfatı kullanılmaz. Çünkü 'el-Musavvir', yoktan var etme gibi, örneği olmayan, öncesi bulunmayan, yepyeni bir şekillendirme, İlâhî bir biçim vermedir ki, bu da Allah'a ait bir sıfattır. Kur'an, bir yerde Allah'ın ismi olarak 'el-Musavvir'i kullanmaktadır (59/Haşr, 24).

Kıyâmetin kopuşunu ilân edecek olan 'sûr' âleti de 'sûret' kelimesiyle aynı kökten gelmektedir. Bu âlet, sanki bütün insanların yeniden dirilmesiyle, yeniden şekillenmesiyle ilgili bir 'sûretlenme'yi anlatmaktadır. 'Tasvir'in, 'sûret yapma, sûretlendirme', resim veya kabartma şekil ve biçim verme olduğunu hatırlayalım.

İslâm bilginlerine göre iki türlü 'tasvir-sûret' vardır: Birincisi, boyutları olan sûretler, yani heykeller. İkincisi de boyutları olmayan, kâğıt, duvar, kumaş vey abenzeri yüzeylere yapılan sûretler, yani resimler.

Kur'an, çok eski devirlerden beri gelen heykelciliği ve buna ibâdet etmekte olan puta tapıcılığı kesinlikle yasaklamaktadır (5/Mâide, 90). (Hz. Nûh zamanında süs ve saygı için yapılan heykeller, zamanla tapınılan birer put haline gelmişlerdir (71/Nûh, 23-24). İslâm'a göre heykel yapmak, heykele sahip olmak, bunun sanatıyla uğraşmak uygun görülmemiştir. (Çocuk oyuncakları ve benzeri şeyler bu yasağın dışındadır.)

Fotoğraf, gölgeyi hapsetmek sanatı olduğu ve el ile yapılan resimler gibi olmadığı için, kimilerine göre -aşırı saygı ve edep dışı olmamak şartıyla- bir sakıncası yoktur (Yusuf el-Kardavi, İslâm'da Helâl ve Haram, s. 183-201).

El ile yapılan resimlerle (sûretlerle) ilgili farklı görüşler vardır. Tapınılan şeylerin resimlerinin yapılması helâl olmaz. Tabiat manzaraları yapılabilir. Resmi yapan, Allah'ın yaratması sıfatıyla yarışmaya kalkarsa, 'ben de yaratıyorum' derse, bu tehlikelidir. Aşırı saygı duymak üzere birinin, bir ileri gelenin resmini yapması da mubah görülmemiştir. İslâm, tevhid dinidir ve Allah inancının başka bir şeyle zedelenmesine izin vermez. Bu bakımdan Allah'tan başkasına ta'zimi (aşırı saygı ve büyüklemeyi) kesinlikle yasaklar. İnsanlar zaman zaman birilerini aşırı severler, takdis ederler (kutsarlar) ve tapınmaya bile başlarlar.

Günümüzde birtakım ihtiyaçlar, bazı meslekler resim yapmayı gerekli kılmaktadır. Aşırı saygı duymaka, puta tapanlar gibi yapmamak şartıyla bu gibi resimleri yapmak ve kullanmak haram değildir (Y. Kardavi, İslâm'da Helâl ve Haram, s. 201-205). (12)

 

 

 

Heykel

 

Taş, tunç, mermer ve pişmiş toprak gibi dayanıklı maddelerden yapılmış insan ya da hayvan görüntüsü, simgesi. Heykel, İslâm terminolojisinde "sûret" kavramı içerisinde değerlendirilmiş resim anlamındaki sûretten bunu ayırmak için "gölgeli sûret" deyimi kullanılmıştır. Heykel, şekil olarak müşriklerin tapındığı putlarla aynı olmakla birlikte kendisine tapınılan anlamda put olmadığı için sûret kavramı içerisinde ele alınmış ve onunla birlikte hükme bağlanmıştır.

Kur'an, heykelden put anlamı dışında bir yerde söz etmekte, hakkında herhangi bir hüküm vermemektedir. Sebe' sûresinde cinlerin bir kısmının Hz. Süleyman'ın emrinde çalıştığı bildirildikten sonra "Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar (geniş) leğenler, sabit kazanlar yaparlardı" (34/Sebe’, 13) buyurulmaktadır. Bu âyet bilginlere göre Hz. Süleyman devrinde heykel yapmanın mubah olduğunu ifade etmektedir. Ama yine bilginler Hz. Süleyman devrine ait olan Rasulullah (s.a.s.) den gelen haberlerle ortadan kaldırıldığını, İslâm dini tarafından neshedildiğini söylemektedirler.

Kur'an, Hz. İbrâhim (a.s.)'ın putları, heykelleri kırdığını anlatmaktadır. Rasul (s.a.s.)'da Mekke'nin fethinde Kâbenin içinde, çevresinde ve Safa ile Merve tepeleri üzerinde bulunan putları (heykelleri) kırıp temizletmiştir. Rasûlullah (s.a.s.)'dan gelen hadisler heykel (sûret) yapmayı yasaklamaktadır. Bu konuda gelen haberler tevâtür derecesine ulaşacak kadar çoktur.

Hz. Âişe (R. anha) dan Nebi (s.a.s.)'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Kıyâmet günü en şiddetli azâba uğrayacak olanlar, yaratma hususunda kendisine Allah'ın yerine koyup, kendini ona benzetenlerdir" (Buhârî, Libas 39; Nesâî, Ziynet 112-114).

İbn Abbas (r.a.)'a Iraklı bir adam gelip; Şu sûretleri yapıyorum, bu konuda ne dersiniz diye sorunca, o, şu cevabı vermiştir: Yaklaş, yaklaş, Muhammed'i (s.a.s.)' şöyle derken işittim: "Kim dünyada bir sûret yaşarsa, Kıyamet günü buna can vermekle yükümlü tutulur. Halbuki ona can verecek değildir." İbn Abbas ve Ebû Hureyre'nin naklettiği başka bir rivâyet şöyledir: "Kim sûret yaparsa, ona can verilinceye kadar azap olunur. Halbuki bu sûrete can verebilecek değildir" (Nesâi, Ziynet 113). İbn Ömer'den, Nebi (s.a.s.)'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Sûret yapan kimselere kıyamet gününde azap olunur ve kendilerine; yarattığınız şeylere can veriniz, bakalım denilir" (Nesâî, Ziynet 113).

İmam es-Sindî, Nesâî Hâşiyesinde yukarıdaki İbn Abbas ve İbn Ömer hadislerini şöyle açıklar: İbn Abbasa hükmü sorulan "sûret"ten maksat "canlılara ait sûretler" dir." Sûreti diriltinceye kadar azap olunmaktan maksat, azâbın sona ereceği zamanı belirtmektir. Hadiste; sûreti hiçbir zaman diriltemeyeceklerinin belirtilmesi azâbın devamlı olarak uygulanacağını ifade eder. Ancak es-Sindi, yukarıda sözü edilen azâbın, sûret yapma sebebiyle dinden çıkan kimse ile ilgili olduğunu belirtir. Ve bunun da üç şekilde ortaya çıkabileceğini ifade eder. a) Helâl kabul ederek sûret yapmak, b) Tapınmak amacıyla yapmak, c) Zaten mü'min olmayan kimsenin sûret yapması? Bu üç sınıfın dışında kalanlar, sûreti helâl saymadan ve tapınma kastı da taşımaksızın yapmışsa bu fiili sebebiyle "asi" olur. Hak ettiği azâbı Allah affetmezse azap görür, sonra azaptan kurtulur. Yahut da bu azaptan maksat; işin çirkinliğini şiddetle ortaya koyup, yasaklayarak sûret yapımını engellemektedir. Bu son değerlendirmeye göre, hadisin açık anlamının kastedilmediği düşünülebilir (es-Sindi, ö 136/1724 Haşiye Süneni'n-Nesâi, İstanbul 1931, VIII, 215).

Heykelin yasaklanma nedeni: Yukarıda zikredilen hadisler incelendiğinde heykelin yasaklanma nedenini de ifade ettikleri görülür. İslâm bilginlerinin ortaklaşa belirttiklerine göre heykelin yasaklanma nedeni, onları yapanların Allah'ın yarattıklarına benzetmeye çalışmaları kendilerini yaratıcı yerine koymuş olmalarıdır. Yasağın hikmeti ise, insanları putperestlikten uzaklaştırmak, saf tevhid inancını şirk ve putperestlikten korumaktır. Çünkü bütün kavimlere putperestlik heykel yoluyla girmiştir.

Âyette Nuh Peygamberin kavmi ile ilgili olarak şöyle buyrulur: "Sakın ilâhlarınızı bırakmayın "ved ", "suvâ", "Yeğâus", "Nesr" gibi putlarınızdan vazgeçmeyin, dediler. Böylece bir çok insanı sapıttılar. Sen bu zâlimlerin sadece sapıklıklarını arttır." (71/Nuh, 23-24). Bunlar Nûh kavminin Allah'tan başka kendilerine taptıkları putlarının adlarıdır. Abdullah bin Abbas ve Muhammed bin Kays'tan şöyle dediği nakledilmiştir: Âyette adı geçen put isimleri Nuh kavminin bazı sâlih kimselerinin adlarıydı. Bu kimseler öldükten sonra, şeytan onların birer heykelinin dikilmesini öğütleyerek: "siz onların yaptıklarını bu heykeller aracılığıyla hatırlar ve yaparsınız." der. Şeytanın bu yanıltmasına kanan insanlar o sâlih kimselerin heykellerini yaparak dikerler. Önceleri güzel amelleri hatırlamada birer araç olan heykeller, bir kaç nesil geçtikten sonra nitelik değiştirir ve kendilerine tapınılan birer put halini alırlar. İşte İslâm'dan önceki arap toplumunda bu putları yeni ilavelerle devir almış ve onlara tapınırken İslâm güneşi doğmuştur (İbn Kesir, Muhtasaru Tefsiri İbn Kesir, 7. baskı, Beyrut 1402/1981, III, 554).

Sonuç olarak, İslâm'ın heykel yasağının kökeninde tevhid inancını korumak, yaratmada yüce yaratıcıya benzemeyi engellemek, mahrem yerleri tasvire karşı tedbir almak ve zararı faydasından çok olan bir alanda israfı önlemek gibi sebebler yatar. Diğer yandan İslâm'da ne Hz. Peygamberin ve ne de din büyüklerinin heykellerle tasvir edilmeye ihtiyaçları yoktur. Onlar mû'minlerin gönüllerinde taht kurmuş, mesaj ve doktrinleri İslâm toplumunda baş tacı edilmiştir. Hatta İslâm Peygamberi sözle aşırı övmeyi bile yasaklamıştır. O şöyle buyurur: "Hristiyanların Meryem oğlu İsa'yı övdükleri gibi beni övmeyiniz. Yalnız, ‘Allah'ın kulu ve elçisidir’ deyiniz" (Buhârî, Enbiyâ 48; Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/23, 24, 47, 55). (13)

 

Resim 

Resim; İnsanın özlem ve duygularını estetik kurallar çerçevesinde çizgi ve renklerle düz bir satıh üzerinde figürlü veya figürsüz olarak yansıtılmasına dayanan sanat dalıdır. İslâm dini her konuya dair, bir bakış açısı ortaya koyup her hususta görüş ve düşünceyi yansıttığı gibi resimle ilgili olarak da bir bakış açısı belirtmiştir.

Allah'ın birliği inancına dayanan İslâm dini, bu inancı korumak için son derece titizlik gösterir. Akla ve kalbe, gizli ve açık bir şekilde girebilecek her tür şirk ve putperestlik yolunu kapatır. Onun için de, resim konusunda hassas davranır. Çünkü çoğunlukla, sevilen kimselerin hatıralarını devam ettirmek gibi bir niyetle başlayan resim ve heykel işi, sonunda Allah'a şirk koşmaya, resmi ve heykeli yapılan kimseleri yüceltmeye varır. Onun için İslâm bu kapıyı kapatmıştır.

Hz. Peygamber İslâm’ın ilk döneminde, ne sûretle olursa olsun, resimli eşya kullanılmasını yasakladı. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) şirkle mücâdele halindeydi; insanları putlara, heykellere, resimlere ibâdetten uzaklaştırıyordu. Nitekim resim ve heykeli şiddetle yasaklayan hadisler bu dönemde söylenmiştir.

"Her kim bir canlı resmi yaparsa Allah ona o resme can verinceye kadar azâb eder. Ressam resmine katiyyen ruh veremez ve ebediyen azâb olunur." (Tecrid-i Sarih Tercümesi, VI, s. 533); "Şu resimleri yapanlar yok mu? İşte onlar, kıyamet gününde, haydi yaptığınız resimlere can veriniz, diye azâb olunacaklardır." (Tecrid, XII, 116).

İslâm’ın kuvvetlenip güçlenmesiyle tazim ifade etmeyen resimlerin yapılmasına müsaade olunmuştur. Nitekim İslâm bilginlerinin çoğu, manzara resimlerinin, yarım (Meselâ belden yukarı) insan ve diğer ruh taşıyan hayvanların resimlerinin yapılmasında ve kullanılmasında bir sakınca görmemişlerdir. Yalnız tam insan ve ruh taşıyan hayvan resimleri hakkında alimlerden bir kısmı, tazim olmaksızın kullanmayı kerahetle câiz görmüş, bir kısmı da görmemiştir.

Fotoğrafın durumu nedir? Bu hususta da bazı alimler bunun câiz olduğunu, bir kısmı da olmadığını savunmuştur. Câiz görenler, fotoğraf belirli vasıtalarla gölgeyi hapsetmekten ibarettir, yasaklanan resimlerden değildir, çünkü yasaklanan resim, daha önce yapılmamış bir resmi yapmak, Allah'ın yarattığı bir hayvana benzetmeye çalışmaktır, halbuki herhangi bir aletle alınan fotoğrafta bu anlam yoktur, derler. Câiz görmeyenler de resim konusunda olduğu gibi fotoğraf konusunda da şiddet gösterir ve kerahati üzerinde ısrar ederler. Yalnız bunlar da pasaport, nüfus cüzdanı, ehliyet gibi zorunlu haller ve şüphelileri tanıma dolayısıyla çekilen ve tazim niyeti yahut inancı sarsma olmayan resim ve fotoğraflara ruhsat verirler (Yusuf el-Kardâvî, İslâm'da Helâl ve Haram, s. 128).

İslâm inançlarına ve adabına ters düşen her türlü resim haramdır. Kadın resimlerinin çıplak veya yarı çıplak çizilmesi, fitne doğuracak yerlerinin belirtilmesi, gazete, dergi ve sinemalarda gösterilmesi haramdır. Bunları çizen, çeken, yayınlayan, evlerde ve dairelerde bulunduran, onları görmeye niyetlenen manen sorumludur. Kâfir, fâsık ve zâlimlerin resimleri de aynı hükümdedir. Bir müslüman, Allah'ın varlığını inkâr eden bir liderin, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğini reddeden bir kimsenin, müslüman olduğunu söylediği halde, Allah'ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden kişilerin resimlerini asması helâl değildir. Namaz kılan bir kimsenin karşısında resim bulunmaması gerekir. (14)

 

 

 

Tasvîrin (Resim ve Heykelin) İtikad, Fıkıh ve Sanat Açısından Hükmü

Haramlığında şüphe bulunan hususlarda cesaret fıska; ihtiyat ise takvâya götürür. “Üzümünü ye, bağını sorma!” anlayışı materyalist inancın (veya inançsızlığın) sonucudur. Haramdan kaçınmak için, bağını sorup öğrenmediğin üzümü yememek, haramlığına dair bir şüphe varsa, ihtiyatlı davranarak sakınmak müslümana yakışan takvadır. Sanatçı gönül eri olduğundan, Allah’ın sanatına hayran bir ruha sahip bulunduğundan, takva herkesten önce ona yakışır. Takvanın getirileri sadece öteki dünya ile sınırlı değildir. Sanattaki bu ihtiyat da, yeni konulara, orijinal ürünlere kapılar açacaktır ve tarihsel süreç içinde de açmıştır.

Hz. Süleyman döneminde, put görevi üstlenmediği ve sadece sanat eseri olduğu anlaşılan heykele (timsâl) hoş gözle bakan, eleştirmeyen Kur'an'ın (bkz. 34/Sebe', 13), İbrâhim (a.s.) döneminde put görevi üstlendiği için ateşe atılma pahasına devrilmesini, put-heykellerle mücâdeleyi emrettiğini hatırlayalım. Aynı “timsâl” (heykel) kelimesini Kur'an bu sebepten tavır alarak ifâde eder: "İbrâhim babasına ve kavmine: 'Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?' demişti." (21/Enbiyâ, 52). Yine aynı heykelin Peygamberimiz döneminde put haline dönüştüğü, saygı duyulduğu için onları devirmek, yeryüzünden onları kaldırmak için savaşların göze alındığı bilinir. (Din aynı din, heykel aynı put; ama müslümanlar...)

Kur’an ve hadisin, dinî emir, yasak ve uygulamalara ters düşmemek kaydıyla tasviri esastan ve temelden yasakladığını söylemek mümkün değildir. Tasvirin haram ve mubah olmasındaki ölçünün, onun mesajı ve kullanıldığı yer olduğu söylenebilir. Yoksa, salt olarak tasvir haram ise, Hz. Âişe’nin, üzerinde sûret bulunan minder ve yastık kullanması sükût ve takrirle karşılanmazdı. Salt olarak tasvir yasak kabul edilse, günümüzdeki fotoğrafın her türlüsünün haram olması icap ederdi. Bu da konusu ve amacı ne olursa olsun, sinema ve televizyondaki her türlü görüntünün de tamamıyla haram olmasını beraberinde getirecekti. (Halbuki hiç bir meşhur âlim böyle düşünmemekte.) Hz. Süleyman’dan bahsederken belirtildiği şekilde Kur’an salt olarak heykeli yasaklamaz. Kur’an put amaçlı heykelleri kesin dille ve ısrarla yasaklar.

Saygı duymak ve tapmak amacıyla yapılmış veya bu amaca hizmet eden insan heykelinin, putlaştırılmaya yol açma ihtimali olan kişilerin duvarlara asılabilecek ve saygı duyulacak resimlerinin haramlığında ittifak vardır. Tevhid inancının temel esaslarını korumak bu yasağın en büyük hikmetidir. Kendi eliyle yaptığına tapma ahmaklığını bazı insanlar, sadece eski câhiliyye döneminde değil; şu asırda ve çok yakınlarımızda bile göstermekte. Sadece imal ettiği halde “yaratma” vehmine kapılmak, çıplak kadın heykeli, sahte tanrılar, batıl dinlerin sembolleri gibi şeyler yapmaya kalkmak ve bunların demirden, tunçtan yontusu için büyük paralar sarf etmek, faydasız bir lüks, yani israf, heykelin dinen kaçınılması ve soğuk görülmesi için diğer hikmetler. Tasvir, kralların, diktatörlerin ve siyasi liderlerin büyük olduğu fikrinin halkın zihnine işlenmesine yarayan en önemli araçlardan biridir. İster resim, ister heykel şeklinde olsun, tasvir, müstehcenliğin yayılmasında da, yığınların çeşitli şekillerde saptırılmasında da geniş olarak kullanılmıştır. Bu gerekçelerden yola çıkarak, tasvir tasvip görmemiştir. Tarih boyunca her türlü canlı resmine, özellikle insan figürüne alimler ve müslüman sanatçılar soğuk ve ihtiyatlı yaklaşmıştır.

Resim ve heykelin soyut olanına İslâm hiç bir yasak koymaz. Dolayısıyla resimle veya heykelle uğraşmak isteyen ihtiyatlı müslüman için soyut resim ve heykelin kapıları ardına kadar açıktır. Modern resim ve heykel sanatı bile soyut resim ve heykele yöneldi. Minyatür modernize edilebilir, soyut resmin sınırsız imkan ve güzelliklerinden yararlanılabilir. Hat modern resme adapte edilebilir. Heykelden tebliğ amaçlı olarak da yararlanılabilir. Allah’ı, âhireti, ölümü, kulluğu hatırlatan, canlı figürlerden uzak, soyut heykel ve anıtlar gerekirse meydanlara dikilebilir. İsrafa kaçmadan ve yararlı bir şekilde müslümanca bu sanatlarla uğraşılabilir.

Tasvirin yasak kabul edildiği anlayışından dolayı müslümanların sanatı hat, tezhip gibi güzel sanatlara ve mimariye yönelmiş olması bir avantaj olarak algılanabilir. Özellikle putçuluğa giden yolların tümüyle kapanması amacına dayanan putlaştırılma ihtimali olan canlıların heykel ve resimlerinin yasaklanması, sanat ve sanatçı açısından dünyada da büyük faydalar sağlamıştır. Zâten İslâm’daki tüm yasakların dünyaya yönelik hikmetleri vardır. Allah, sadece bizim için zararlı olan şeyleri yasaklamış olduğundan; yasaklara uymak, farkında olmasak bile birçok maslahat ve faydayı beraberinde getirir.

Evet, put amaçlı ve dinî esaslara ters düşen tasvirin haram olması ve de müslümanların canlı resim ve heykelleri tümüyle yasak kabul etmesinin, sanat için çok olumlu etkileri vardır. Biyolojik bir vakıadır ki, kullanılmayan bir kabiliyet, kullanılmakta olan diğer yeteneği takviye eder. Meselâ gözleri görmeyen birinin belleği ve hassasiyeti gören insanlarınkinden kat kat üstündür. Meyvesini çoğaltmak için ağacın budanması gibi canlı yaratıkların resim, yontma ve heykellerinin tasvirinden uzak kalan sanatkarın kabiliyeti diğer alanlarda daha büyük kuvvetle kendini gösterir. Hat sanatı, minyatür, arabesk, stilizasyon ve her çeşit süsleme sanatlarındaki müslüman sanatçıların başarıları bunun delilidir.

İslâm’ın, put amaçlı tasviri (figüratif resmi) yasaklaması, insanlık için çok faydalı olmuştur. Bu yasak, putperestliği önlemiş, yeni bir sanat türünün doğmasına sebep olmuştur. Eğer bu yasak olmasaydı, sanatçılar hala İsa ve Meryem resimlerini tekrar edip duruyor olacaklardı. Tasvir yasaklanmasa veya yasak kabul edilmeseydi, soyut sanat ortaya çıkmayacak, modern soyut sanata giden yol açılmayacaktı. Minyatür bu yasağın biraz yumuşak bir şekilde, ama saygıyla kabulünün etkisiyle gelişmiş, hat sanatının gelişmesi de bu yasaktan yön ve hız almıştır. Başka hiç bir din ve medeniyette göremediğimiz ihtişamda bir yazı sanatı ortaya çıkmıştır. Minyatür ve hat sanatının modern soyut resme katkılarını objektif gözle değerlendirdiğimizde, put amaçlı tasvir yasağını sanat adına alkışlamamak mümkün değildir.

 

 

 

 

Atalar Kültü; Sosyal Çevre ve Geleneğin Putlaştırılması

Sosyal Çevre: İnsan, her türlü zihinsel ve duygusal yapıya sahip olarak gelişmeye hazır bir vaziyette dünyaya gelir. Bu gelişim sürecini devam ettirebilmek için toplum içerisinde yaşamak ve diğer insanlardan faydalanmak zorundadır. Bu yönüyle toplumsal bir varlık olarak değerlendirilen insan; inancını, bakış açısını, her türlü değer yargısını, kimlik ve kişiliğini içinde yaşadığı toplumdan alır. Fakat belirli bir noktaya gelindiğinde toplum, insanın benliğini, irâdesini, idrâkini kuşatır, âdeta esir alır, hapseder. İnsanın, toplumun koyduğu normları aşabilmesi bir mesele haline gelir. Zira toplumlar kendi normlarını bireylere benimsetmek onların düşünce, inanç ve davranışlarını yönlendirmek ister. Bu, toplumun putlaşması demektir.

Toplum, binlerce yıllık birimini, tecrübelerini, örf ve âdetlerini, inançlarını, değer yargılarını bireylere aktardıktan sonra, bu sosyal değer ve normların eleştirilmesine tahammül edemez, kendine mensup bireylerden mutlak itaat bekler. Bu normlar karşısında şüpheye düşülmesini bile istemez. Sosyal çevre, insanın her yönüyle gelişimine uygun bir ortam olmakla birlikte, belli bir aşamadan sonra yetersiz kalmakta, hatta fertlere alternatif tanımadığı zaman da zararlı olmaktadır. Hür düşünme ve araştırma imkânlarını ortadan kaldıran toplumsal çevre baskısı, hiçbir zaman hoş karşılanmamaktadır.

Kur'an kültürüne dayalı bir perspektiften baktığımızda, yapılarına göre iki tür toplumun varlığından söz edebiliriz. Biri normları İlâhî öğretiye dayalı toplumlar (İslâmî toplum/ümmet), diğeri normları câhilî öğretiye dayalı toplumlar (câhiliyye). Câhiliyye toplumlarında insanı doğruluktan, iyilikten, güzellikten uzaklaştırıcı bir baskı vardır. İşte böylesi toplumlarda toplumun yanlışlığına rağmen doğruyu görmek, toplumun kötülüğüne ve çirkinliğine rağmen iyiyi ve güzeli tercih etmek, söz konusu topluma ve toplumsal değerlere karşı çıkmayı, baskılara göğüs germeyi gerektirir. Ayrıca kişiliğini içinde bulunduğu toplumla özdeşleştirmiş kimseler için böyle bir durum geçerli değildir. Bunlar için, içinde yaşadıkları toplumu reddetmek kendi kişiliğini reddetmek gibi imkânsızdır. Bu tip insanlar İlâhî bir mesajla, hak sözle karşılaştıklarında kendilerine göre bir değerlendirme yapma yeteneklerini işlevsiz hale getirmişlerdir. Böyle bir durumda zihinlerinin ilk çağrıştırdığı şey, içinde yaşadıkları toplumun yaklaşımlarıdır. Doğru da olsa yanlış da olsa toplumun reddettiği her şey, toplumun bireylerince kabul edilemezdir; bu toplumun yazılı olmayan yasasıdır/nassıdır.

Hak bir sözle, İlâhî bir mesajla câhiliyye toplumunun karşısına çıkanlar şu tür sorulara muhâtap olurlar: "Bu kadar insan bilmiyor da sen mi biliyorsun? Bunca insan yanlış yolda da, sen mi doğru yoldasın, yani bu kadar insan aldatıldığının farkında değil de, bunu bir sen mi farkettin? Daha senin yaşın kaç? Biz bu yaşa kadar atalarımızdan buna benzer bir şey duymadık, böyle bir şey görmedik..."

Evet, bu kimselerin anlayışına göre iyi ve doğru, çoğunluğun kabul ettikleridir. Peki nedir çoğunluğun özellikleri? Kur'ân-ı Kerim, çoğunluğun "yoldan çıkmış, fısk ehli" (5/Mâide, 59; 7/A'râf, 102; 9/Tevbe, 8), "vahiy bilgisine karşı ilgisiz" (7/A'râf, 187; 12/Yûsuf, 21; 30/Rûm, 6; 34/Sebe', 28), "Allah'ın verdiği sayısız nimetlere nankörlük eden" (2/Bakara, 243; 7/A'râf, 17; 12/Yûsuf, 38; 40/Mü'min, 61) ve "kâfir" (12/Yûsuf, 103; 13/Ra'd, 1; 17/İsrâ, 89) kimseler olduğunu belirtir. "Muhakkak ki Biz, bu Kur'an'da insanlara her türlü misali, çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların çoğu küfürden/inkârcılıktan başkasını kabullenmediler." (17/İsrâ, 89) "Andolsun ki eski milletlerin çoğu dalâlete düştü." (37/Sâffât, 71) "Sen iman etmelerine düşkün olsan bile yine de insanların çoğu iman edecek değillerdir." 12/Yûsuf, 103) "Elif Lâm Mîm Râ, Bunlar Kitab'ın âyetleridir. Sana Rabbinden indirilen haktır, fakat insanların çoğu iman etmezler." (13/Ra'd, 1)

Kur'an ölçülerine göre itikadî ve ahlâkî açıdan olumsuz kimlik taşıyan, normları câhiliyye esaslarına göre belirlenmiş toplumlar, çoğunluğun câhil, gâfil ve kâfir olması sebebiyle insanları Hak yoldan saptırabilecek bir etkinliğe sahiptir. Yüce Allah konu üzerinde mü'minlerin dikkatini çekecek uyarılarda bulunur: "Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan; seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler." (6/En'âm, 116). Bu âyet, aynı zamanda, hakkın tek, bâtılların ise birden fazla olduğuna, yerküre üzerinde yaşayanların çoğunluğunun da kâfirler topluluğuna mensup olduğuna işaret eder. İnsanın bâtıl inançlara mensup toplumla etkileşiminden genellikle bâtıl inançlar doğar. Her insanda çoğunluğa ayak uydurma, çoğunluğun beğenisini kazanma eğilimi, çoğunluk tarafından dışlanma korkusu vardır. İnsanın içerisinde yaşadığı toplum inanç açısından Tevhid üzere ise, toplumun yapacağı etkileme olumlu olur. Fakat toplum dalâlet ehli insanlardan oluşuyorsa etkileşim de bu doğrultuda olacağından, dalâlet ehli toplum, inkâr motivi işlevini görür. Bu durumda İslâm, çoğunluğun değer yargılarına değil, Kur'an öğretilerine itibar etmeyi öngörür.

Bireyin kimlik ve kişiliğinin oluşmasında çoğunluğun, yani sosyal çevrenin rolü inkâr edilemez. Sosyal çevre, doğrudan doğruya olmasa bile, dolaylı olarak etkide bulunur. İslâmî açıdan bozuk bir çevre, öncelikle ruhu bozar. Ve bozulan ruhî ortamda, kutsal duyguların, yüce düşüncelerin gelişimi zayıflar, âdi düşünceler güçlenir, bayağı duygular revaç bulur. Böyle bir ortamda kişinin inkâra düşmesi kolaylaşır. Hatta olumsuz sosyal çevre, bireyin inkârcılığının bir motivi olur.

Atalar Kültü: Her doğan insan, bir toplum içerisinde, o topluma özelliğini veren kültür ortamı içerisinde bulur kendisini. Birey kültür ortamıyla başlattığı etkileşim sürecini bir ömür boyu devam ettirir. Fertler bir yandan mevcut kültürle hayatlarını şekillendirirken, diğer yandan bu kültürü yeni yetişen nesle aktarma uğraşına girerler. Başta yetişen nesil olmak üzere bütün toplum bireyleri kültür ortamına adapte olmaya çaba harcarlar. Zira sosyal bir varlık olan insan, doğal olarak, önceki nesillerin devretmiş olduğu fikirleri, inançları, davranış kalıplarını benimser, sahiplenir. Sahiplenilen bu sosyal normlar nesileller boyu sürekliliğini korur. Geçmiş nesilden alınan sosyal normların en belirgin özelliği süreklilik arzetmesi ve sürekliliği sağlayan ataların üstünlüğü fikridir. (15)

Kültürün insana kazandırdığı normlardan insanın bir anda sıyrılması, onları terketmesi oldukça zor bir iştir. Bu tür değerler önceki nesillerden miras alınmış ve bireylerin benliğine ayrılmamacasına yerleşmiş, onların kişiliklerinin bir parçası olmuştur. Aynı şekilde toplumda bâtıl inançlar, kötü alışkanlıklar hâkim olunca, bu insanları atalarından taklit yoluyla devraldıkları bu inanç ve alışkanlıklardan uzaklaştırmak, ayırmak imkânsız gibidir. İşte toplumun yapısını oluşturan bâtıl inanç ve kötü davranışlar insanları hakikatleri idrâk etmekten ve hakka itaatten alıkoyan en önemli sosyal motivlerden birisidir. Bireyin içinde yaşadığı câhiliyye toplumunun normları, insandaki inanma kabiliyetinin uyanmasını ve gelişmesini engelleyen etkili bir perdedir. Kur'ân-ı Kerim bu toplumsal yapıyı Hakk'ın tezâhüne en büyük engel kabul etmiş; aklî incelemeyi, delillere sarılmayı, bilinçli ve insanca yaşamayı önermiştir.

"Onlara: 'Allah'ın indirdiğine uyun' dendiğinde: 'Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız, derler. Ya şeytan, onları alevli ateşin azâbına çağırıyor idiyse?!" (31/Lokman, 21). Eski atalarına tapıyor olmalarının hiçbir aklî dayanağı yoktur (İbn Kesîr, III/458). Saf, katıksız mücerret taklide yöneliyorlar (Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, IV/241). Öyle bir taklit ki, taklit ettikleri şey doğru mu, yanlış mı bunun üzerinde hiçbir şekilde düşünmüyorlar. İnsan bir şeyi taklit edebilir, fakat bir yandan da onu sorgular veya taklit etmeden önce üzerinde düşünür. Fakat kâfirler kendilerine gelen İlâhî mesajı kabul etmedikleri gibi, taklit ettikleri gelenek ve değerlerin doğru olup olmadığı üzerinde düşünmek de istememişlerdir.

Câhiliyye toplumlarında gelenekçi anlayış, geçmişin tartışılmasına, atalardan miras alınan sosyal normların analiz edilmesine ve seçmeciliğe tâbi tutulmasına karşı çıkar: "Onlara (müşriklere): 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?" (2/Bakara, 170). Kur'an'a, Peygamber'in getirdiklerine tâbi olmaları istendiğinde atalarını taklitle yetinmişlerdir.

 

 

 

Taklit ve Taklitçilik

İbn Hazm, İbn Teymiye, İbnu’l-Kayyim ve Şevkânî’nin de bulunduğu bazı İslâm bilginleri bid’at olarak niteledikleri taklidin haram olduğunu delillerle savunmuşlardır.

1. Allah Teâlâ’nın mukallidleri zemmetmesi (5/Mâide, 104; 31/Lokman, 21; 43/Zuhruf, 22-23), Kitap ve Sünnet’in hâkim kılınmasını emretmesi ve ihtilâf çıkınca Kitap ile Sünnet’e başvurulmasını istemesi (4/Nisâ, 59); hükmün yalnız Kendisine âit olduğunu bildirmesi (6/En’âm, 57; 12/Yûsuf, 40), dinde Allah ve Rasûlünden başkasına dayanmayı yasaklaması (9/Tevbe, 16), Kendinden başkasının helâl ve haram kılacak rab ve velî ittihaz edilmesini yasaklaması (9/Tevbe, 35), Kitap ve Sünnet’e dâvet edilen bir kimse, hangi nedenle olursa olsun, onu terk ederse, kendisine büyük bir belâ/musîbet isâbet edeceğinin bildirilmesi (24/Nûr, 63) taklidin haramlığına delâlet eder.

2. “Bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun.” (16/Nahl, 43) âyetindeki “zikir” Kur’an ve hadis, onun “ehli” de bunları bilen âlimlerdir. Meselesiyle ilgili âyet ve hadisi bilmeyen kimse, elbette bunları bilenlerden soracak ve nakledilen âyet ya da hadise uyacaktır. Selef, hiçbir zaman bunlar yerine bir kimsenin kişisel rey ve görüşünü sormamıştır.

3. Başı yaralı kişiye, bu konudaki delili bilmeden fetvâ veren ve onun ölümüne neden olanlara Hz. Peygamber, “... Allah canlarını alsın! Madem bilmiyorlar, bilenlere sorsalar ya! Cehâletin şifâsı sormaktır” buyurmuştur. Bu, ilimsiz fetvâ vermenin haram olduğuna delâlet eder. Taklit, ilim olmadığına göre, onunla fetvâ vermek de haramdır.

4. Hz. Ömer’in kelâle meselesinde Hz. Ebû Bekir’i taklit edişi, birkaç şekilde açıklanabilir: Hz. Ömer bu konuda ölene kadar kesin bir kanaate varamadığına göre, burada sözkonusu olan uyma, Hz. Ebû Bekir’in söylediği “Reyimle hükmediyorum, hata edebilirim” ilkesine âit olacaktır. Yoksa Hz. Ömer, mürted esirlerin reddi; savaşla fethedilen arazinin vakfı, hilâfette veliaht tâyin edilmesi gibi birçok konuda Hz. Ebû Bekir’e muhâlefet etmiştir.

5. Sahâbe, cemaatle kılınan namazın bir bölümünü kaçırınca, önce bu bölümü kılıyor, sonra imama uyuyorlardı. Hz. Muaz ise önce imama uydu, imam selâm verince, kalkıp kaçırdığı bölümü edâ etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber; “Muaz size yol gösterdi, artık öyle yapın” buyurdu. Hz. Peygamber’in Muaz’ın hareketini tasvip etmesiyle sünnet meydana gelmiş, sahâbe de bu sünnete uymuştur. Kitap ve Sünnet’e uymak taklit değildir.

6. Allah Teâlâ, Kendine, Rasûlüne ve ülü’l-emre itaati emretmiştir (4/Nisâ, 59). Ülü’l-emre itaat, dinin uygulayıcıları olmaları bakımındandır. Yoksa onların kendilerine itaat emredilmemiştir.

7. Allah Teâlâ, muhâcir ve ensâra iyi bir şekilde ittibâ edenleri övmüş, onlardan râzı olduğunu bildirmiştir (9/Tevbe, 100). Hz. Peygamber de “Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine uysanız doğru yolu bulursunuz” buyurmuştur. Muhâcirûn ile ensâra uymaktan maksat, dinî hayatta onların yolundan yürümektir. Onlardan hiçbiri Kitap ve Sünnet’in nasslarını bir kişinin rey ve ictihadı için terketmemişlerdir. “Ashâbım yıldızlar gibidir...” sözü de sağlam yollardan gelmemiştir. Sahih olduğu kabul edilirse, mukallidlerin, kendi imamlarından önce ashâba uymaları gerekir. Bundan da önce ashâb gibi davranarak Kitap ve Sünnet delillerini öğrenip bunlara tâbi olmaları gerekirdi.

8. Müctehid imamların taklidi yasaklayan söz ve davranışlarını herkes bilir. Onların Kitap ve Sünnet’ten delilini bulamadıkları birkaç meselede daha âlim kimselerin ictihadlarına tâbi olmaları, herkes için vâcib olan taklittir ve zarûret halleriyle sınırlıdır.

9. Allah’ın insanları çeşitli yeteneklerde yarattığı, öğrenci ve çırağın hocalarını taklit etmelerinin doğal olduğu gerçektir. Ama, bununla taklidin bir ilgisi yoktur. Taklit, sözü hüccet olmayan bir kimsenin sözüne delilini sormadan uymaktır. Oysa Allah, kullarının fıtratına körü körüne taklidi değil; iddiâ sahibinden delil ve isbat isteme eğilimini yerleştirmiştir. (16)

 

Kur’an ve hadisler, taklitçiliği, ötekinin berikinin mukallitliğini, yani delilini bilmeksizin körü körüne herkesin söz ve davranışlarına uymayı yasaklıyor. Daima her şeyin vahiy ile, akıl ve mantık ile, delillere dayanan muhâkemelerle incelenmesi gerektiğini gösteriyor. Bir âyette: “Sözlerinizde doğru iseniz delillerinizi getirin.” (2/Bakara, 111) buyuruluyor. Diğer bir âyette de: İlminin ulaşmadığı şey üzerinde durma!” (17/İsrâ, 36) buyuruluyor.

Taklitçilik, şirkin ayrılmaz niteliklerinden birisidir. Kur'ân-ı Kerim, ataları taklit ve onlara uyma bahanesiyle dünya ve âhiretle ilgili hakikatleri inkâr etme anlayışını pek çok âyette değişik vesilelerle kınar. "Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı tutunuyorlar? Hayır! Sadece, 'biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz' derler. Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: 'Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız' derlerdi. 'Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi bana uymazsınız)?' deyince, dediler ki: 'Doğrusu biz, sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz.' Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu?" (43/Zuhruf, 21-25).

Aynı zamanda atalar kültü, tarihin belli bir dönemiyle belli nesille sınırlı olmayıp, sosyal etkileşim kuralı gereği nesilden nesile geçerek süreklilik özelliği gösterir: “Bizden önce babalarımız Allah’a şirk/ortak koşmuştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesiliz, işleri bâtıl olanların yaptıkları yüzünden bizi helâk mı edeceksin?” (7/A’râf, 173)

Kur'ân-ı Kerim, her inanç ve davranışta delile başvurmayı öngörürken, müşrikler inanç ve davranışlarında atalarını taklit etmeyi ölçü almışlardır. "İbrâhim sordu: 'Nelere tapıyorsunuz?' Onlar: 'Putlara tapıyoruz. Onlara bağlanıyoruz.' 'Çağırdığınız vakit sizi duyuyorlar mı? Yahut size bir fayda ve zarar verirler mi?' 'Hayır, ama babalarımızı da bu şekilde bulduk." (26/Şuarâ, 70-77). Müşrikler putların geçerliliğini geleneğe bağlıyorlar. Delil yerine taklitçiliği tercih etmeleri, şirkte kalmanın motivi olup, aynı zamanda Allah'a ortak koşanların düşünce esasını teşkil eder.

Atalardan miras olarak alınan sosyal normların ve bunlara bağlılığın en olumsuz tarafı, toplumun yahut bireyin hidâyete ermesi için bir aşama olan sosyal veya bireysel değişimi engelliyor olmasıdır. Meselâ, câhiliyye toplumlarını hidâyete çağıran, onlarda bir değişim süreci başlatmak isteyen bütün peygamberle bu sosyal motiv ile karşı karşıya kalmışlardır. Geçmişi üstün görme ve beğenme duygusu, sosyal değişme karşısında kalan toplumlarda sıkça görülen bir olaydır. Çünkü âdetlerine bağlı olan toplumlar değişiklikten rahatsız olur. Fakat bu durum âdetlerin niteliğine göre de değişiklikler arzeder. Kendisine veya geçmişine kusur isnad etmek, insana zor gelir. Dolayısıyla önceden beri yürürlükte olan çok sayıdaki âdetlerden insanı vazgeçirmek güç bir meseledir. Özellikle köklü bir geçmişe sahip toplumların, yıllar öncesi, hayat normlarının bir birikimi olan geleneksel yapıyı değiştirmenin kolay olmadığı görülüyor. Çünkü söz konusu geleneksel yapı toplum bireylerinin tamamının katılımyla bir kültür birikimi meydana getirmiştir. İşte toplum vicdanında kemikleşen bu dahilî geleneksel yapıyı değiştirmeyi başaran, aynı zamanda toplumu İlâhî geleneğe dâvet eden İslâm olmuştur.

İslâm'ın ilk dönemde değiştirmeyi başardığı toplumun geleneksel yapısı içerisinde dinin konumunu incelediğimizde, dinî inanç ve davranışların samimi bir insan ifadesi olmadığı, körü körüne atalara bağlılık olduğu görülür. Psiko-sosyal açıdan bir değerlendirme yapıldığında, İslâm öncesi Araplarda putperestliğin gerçek mânâda bir "din" olmaktan ziyade, kutsallaştırılmış geleneklere bağlı ve bir dereceye kadar sosyal düzeni sağlayan davranış kuralları olduğu sonucuna varılır. Câhiliyye devri Araplarında "din" ferde göre değişen bir inanç olmaktan çok, kollektif kabile şuurunun davranışlar şeklinde tezâhür eden bir görüntüsüdür; realitenin üstünde sadece vicdana hitap eden bir duygu veya düşünüş biçimi değildir. Kısacası inanç, sosyal çevrenin empoze ettiği bir davranış şekliydi. Rasyonel değerlendirmelerden uzak, körü körüne robotvari mekanik bir taklitçilik geçerliydi. Önemli olan atalara bağlı kalarak örf ve âdetlere uygun şekilde hareket etmekti.

Özellikle İslâmî tebliğin Mekke devrinde nâzil olan âyetler, İslâm öncesi Arap toplumunun din anlayışına ışık tutmaktadır. "De ki: 'Allah'ı bırakıp da taptığınız putlarınıza hiç baktınız mı? Yeryüzünde yarattıkları nedir? Bana göstersenize.' Yoksa onların Allah'la ortaklığı göklerde midir? Yoksa Biz onlara kitap verdik de ondaki delillere mi dayanırlar? Hayır! O zâlimler, birbirlerine sadece aldatıcı söz söylerler." (35/Fâtır, 40) "(Ey inkârcılar!) Şimdi Lât, Uzzâ ve bundan başka üçüncüleri olan Menât'ın ne olduğunu söyler misiniz? Bunlar (bu putlar), sizin ve babalarınızın taktığı adlardan başka bir şey değildir. Allah onları destekleyen bir delil indirmemiştir. Onlar sadece zanna ve nefislerinin hevâsına (canlarının isteğine/arzusuna) uymaktadırlar." (53/Necm, 19-20, 23) "Âyetlerimiz onlara apaçık olarak okunduğu zaman; 'Bu adam sizi babalarınızın taptıklarından alıkoymaktan başka bir şey istemiyor' derlerdi. 'Bu Kur'an düpedüz bir uydurmadan başka bir şey değildir' derlerdi. Hak, inkâr edenlere geldiğinde, onun için; 'bu apaçık bir büyüdür' demişlerdi." (34/Sebe', 43)

Kur'ân-ı Kerim'in ısrarla, hidâyetin önüne bir engel olarak dikilen atalar kültü üzerinde durduğunu görüyoruz. Kur'an'da en çok üzerinde durulan inkâr motivi olan atalar kültü, inkârın tarihî sebebi de sayılabilir. Gelenekçi toplumlar, bâtıl değer yargılarına son derece bağlı ve yeniliğe kapalıdırlar. Aslında her toplum bu özelliğe az çok sahiptir. İnsanların gelenek ve göreneklerinden vazgeçip yeni düşünceleri kabul etmeleri zor bir iştir. Özellikle toplumun yaşlı kesiminde eskiye bağlılık hissi gençlerden daha güçlüdür. Atalarından devraldıkları gelenek ve değerleri körü körüne izleyenler, bu gelenekleri uyulması gerekli bir otorite olarak kabul ederler. Geleneklerin otoritesini benimsemiş olmak Allah'ın otoritesini benimsemeye engel olur. (17)

Günümüzün din kültürü ve din içerikli ihtilâf ve tartışmalar konusunda biri ifrat, biri tefrit iki bâtıl çizgi göze çarpmaktadır. Bir tarafta geleneği ve içinde çeşitli bid'atlar, hurâfeler, isrâiliyat ögeleri bulunan geleneksel din anlayışını (içine bolca bâtıl karışmış, dolayısıyla hak olmaktan çıkmış, hak görünümündeki sentezi) bağnazca savunan dindar görünümlü insanlar; diğer tarafta bunlara tepki olarak çıkan, İslâm dışı çevrelerce, düzen ve medya tarafından destek gören ve gittikçe yaygınlaşma eğilimindeki modernist ve reformcu din anlayışı. Bize düşen, hakkı hak bilerek, ona hiçbir bâtılı karıştırmadan, eğer karıştırılmışsa Kur'an ve sahih sünnet ölçeğiyle yeniden ayıklayarak katıksız, hurâfelerden arınmış, atma ve katmalardan arınmış "hâlis din"e sahip çıkmak, "hak üzere", orta yol olan sırât-ı müstakîm çizgisinde yaşamaktır.

 

 

 

 

Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakkın Dini

“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ denilse, ‘Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!’ derler. Peki ama, ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (atalarının yoluna uyacaklar)?” (2/Bakara, 170). Aklı olmayan kimsenin dini de yoktur: “Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz ve (Allah) pisliği (azâbı ve rezilliği), akıllarını kullanmayanlara verir.” (10/Yûnus, 100)

Bizden önce yaşayan atalarımızdan bize intikal eden mirasın içinde hem doğruların, hem de yanlışların olabileceğini kabullenmek gerekir. Bize intikal eden miras, hem bazı doğruları, hem de bazı eksiklik ve yanlışları içermektedir. Bu miras, çeşitli siyasî ve itikadî tartışmaların yoğun olduğu bir ortamda doğup yine çeşitli siyasî entrikalardan geçmek sûretiyle bize ulaşmıştır. Bu mirasın intikalinde çok samimi kimseler olduğu gibi; çok bağnaz kimselerin de olduğunu unutmamalıyız. Bize intikal eden mirasın sahiplerinin de birer insan olduklarını, yanılabileceklerini kabul etmeliyiz. O halde bize intikal eden mirası analiz etmeden, araştırmadan, Kur’an ve sahih sünnet terazisinde tartmadan, nakil ve akıl sağlamalarından geçirmeden kabul etmemek gerekir.

İslâm dünyasında insanlara, müslümanlara yön veren kimselerin değişmeyen dinin temel esaslarıyla değişen ve değişmesi gereken özellikleri ayırt edebilmesi ve kendilerini sürekli yenilemeleri gerekir. Dengelerin kısa sürede değiştiği bir dünyada mü’minlerin pasif kalmaları, tamamıyla nakilci/taklitçi/şerhçi ve düşünemeyen kimseler olmaları, din açısından üzücü bir olaydır. Böylesi bir tablonun sorumlusu, bu insanların kendileridir. Çünkü Allah, Kur’an’da hayra doğru değişmenin mutlak sûrette gerçekleştirilmesi gerektiğini beyan etmektedir: “Bir toplum, kendi durumlarını değiştirmedikçe şüphesiz Allah da onların durumunu değiştirmez. Allah bir kavme kötülük murad ettimi artık onu geri çevirecek yoktur. Zaten onların, O’ndan başka koruyup kollayanları da yoktur.” (13/Ra’d, 11)

Her konuda analizci, araştırıcı olmamız gerekir. Câhiliyye Araplarının yaptığı gibi hayra doğru değişmeye, yenilenmeye karşı olmak, ataların yolunu körü körüne taklit etmek demektir. Câhiliyye Araplarına tebliğ edilen gerçek dine karşı çıkanların tavrı, tamamıyla İslâm’a karşı mücâdele olmuştur. Âyet-i kerimelerde de sık sık atalar dinine körü körüne bağlılığın kötülüğünden söz edilir. Bu bağlılığın ne kadar tehlikeli olduğu vurgulanır. Bu tehlike, müslümanlar için de söz konusudur. Kur’an ve sünnete bağlı kalmakla birlikte, çağın dilini ve çağın gündemini kendi lehimize kullanmak zorundayız. “Hayır, (ne bilgileri var, ne de kitapları.) Sadece: ‘Biz, babalarımızı bir din üzere bulduk; biz de onların izinden gidiyoruz’ dediler (Bütün delilleri bundan ibâret). İşte, böyle senden önce de hangi memlekete uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın varlıklıları: ‘Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk; biz de onların izlerine uyarız’ dediler. Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi bana uymazsınız ?)’ deyince, dediler ki: ‘Doğrusu biz sizin gönderildiğiniz şeyi inkâr ediyoruz.” (43/Zuhruf, 22-24) “Onlar bir kötülük yaptıkları zaman ‘babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: ‘Allah, kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” (7/A’râf, 28)

Hz. Peygamber (s.a.s.), müşrik Araplara yepyeni bir din sunmamıştı. Çağın ihtiyaçlarına cevap verecek bazı yenilikleriyle bu din; İbrâhim (a.s.)’in ve ondan önceki peygamberlerin getirdiği Tevhidin/hak dinin aynısı idi. Ancak müşrikler İbrâhim (a.s.)’in dininin kalıntıları ve kırıntıları üzerine atalarının hurâfe ve bâtıl inanışlarının inşâsı ile yeni bir din çıkarmış, onların tâkipçileri de araştırıp soruşturmadan aynı şeyi taklit etmişlerdi. Allah’ın dinine isnad edilen bu yanlışlıkları ortadan kaldırmak için Allah Teâlâ bir peygamber gönderdi. O’ndan sonra artık bir peygamber gelmeyecek ama, Hz. Muhammed (s.a.s.)’den bize kalan tertemiz ve dupduru iki kaynak var (Kur’an ve Sünnet). Bu iki kaynak, devamlı bulandırılmak istendi. İlkine kimse dokunamadı, çünkü onun her her şeye kaadir bir koruyucusu var. “Kur’an’ı kesinlikle Biz indirdik; elbette onu yine Biz koruyacağız.” (15/Hicr, 9).

Ancak, ikincisi için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurur: “Kim Benim adıma yalan söylerse (hadis uydurursa) cehennemdeki yerine hazırlansın.” (Buhârî, İlim 38, Cenâiz 33, Enbiyâ, 50, Edeb 109; Müslim, Zühd 72; Ebû Dâvud, İlim 4; Tirmizî, Fiten 70, İlim 8, 13, Tefsir 1, Menâkıb 19; İbn Mâce, Mukaddime 4; Dârimî, Mukaddime 25, 46; Ahmed bin Hanbel, 2/47, 83, 133, 150, 159, 171). Buna rağmen insanlar bu kaynağı devamlı bulandırmaya çalışmış ve O’nun adına zaman zaman hadis uydurulmuştur. İslâm toplumunun içinde bulunan münâfıklar, İslâm kisvesi altında müslümanların kafasına şüpheler sokmaya çalışmış; bunun yanında hadis uydurma cür’et ve cesâretinde bulunamayanlar da kanaatleri doğrultusunda hikâye, kıssa ve menkıbeler uydurarak kafalarına göre bir İslâm şekillendirmeye çalışmışlardır.

Hikâyecilerin İslâm tarihinde yaygın bir yeri vardır. Hz. Ali, bu kıssacıları câmiden kovmuş, onların bu yolla din kaynağını bulandırmasına izin vermemiş, ama ondan sonra yine bu olay devam edegelmiştir. Felsefecilerin, Kelâmcıların, tasavvufçuların kaynağa soktukları yanlışlar, halkın hikâye ve hurâfelere düşkünlüğü, İslâm’a vahiyden ayrı bir kimlik ortaya çıkardı. Her ne kadar, ana kaynakları bulandırmadan, dini eksiltme ve ona ilâvelerde bulunma gibi cinâyetleri işlemeden, sahih din anlayışı; her asırda az veya çok insan tarafından takip edilse de, genel halkın çoğunluğu vahyi yanlış anlamış insanlardı. (18) Bu konuda suçun büyüğü, halktan daha çok, onlara yanlış dini öğreten, ya da halkın yanlışlarını düzeltmeye çalışmayan etkili ve yetkililerde, şeyh, başkan, ağabey, hoca ve tebliğcilerdedir.        

 

“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiğinde, ‘hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ derler. Ya ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsa da mı?” (2/Bakara, 170). Bizim dinimiz, acezelerin, meczupların dini değildir. Geleceği beklerken bu gününü unutanlar da bize yabancıdır. Atalarının dinleri, yaptıkları ile öğünmekle yetinenler de. Çünkü peygamber oğlu olmak bile kurtuluş için yeterli değildir. Dinimiz, geçmişin sanıkları ve tanıkları kaybolmuş dâvâlarının kavgasından da ibâret değildir. Din, Allah’ın, Peygamberi vâsıtasıyla bize bildirdiği, eksiği ve fazlası olmayan Kitapta yazılı olandır; Peygamber’in bize tebliğ ettiğinden ibârettir. Hz. Peygamber ve O’nun dostları, bize bu dinin pratiklerini göstermişler ve O’nun sahih sünneti tevârüs edilerek bize ulaşmıştır.

Toplumların câhiliyye dönemlerinden kalma gelenekleri dinimizin bir parçası değildir. Kuşkusuz onların, tevhide/vahdâniyete karşı olmayanlarını koruyabilir ve geliştirebiliriz. Ancak, kendi atalarımızdan, ırkımızın ve halkımızın geleneklerinden gelen her özellik dinimizin bir parçasını oluşturmayacaktır. Atalarımızın yaşadıkları zaman, mekân ve şartlar farklıdır. Geçmiş zamanı tekrar etmek mümkün değildir. Biz bu gün Kur’an’ı, burada ve bu şartlarda yaşamak, onun için de eskiyi tekrar etmek değil; yeniden, Kur’an’da belirtilen sorumluluğumuzu asrın idrâkine söyletmek zorundayız.

Özellikle uzun bir fetret döneminin, esâret, yoksulluk ve sapma döneminin ardından, bu gün dini anlama ve yaşama mücâdelesinde yığınla İsrâiliyat ve nefsimize kolay gelen, atalarımızın örflerinden yola çıkarak Kur’an’ı te’vil etmeye kalkışmak, bizi çok farklı mâceralara sürükleyebilir. Bugünkü iletişim akışı içinde, medyanın; uzun boyluları cüce, cüceleri uzun boylu gösteren, hâinleri kahraman, kahramanları hâin olarak tanıtan konkav ve konveks aynaları arasında gerçeği yakalamak için yoğun çaba göstermek zorundayız.

Eskilerin 32 ya da 54 farzdan ibâret din telakkileri ile bu günü açıklamak mümkün değildir. Daha önceki dönemlerin siyasal ve sosyal şartları içinde şekillenen din anlayışının, günümüzde dini yeniden aslî yapısına döndürme gayreti içindeki insanlar için kesin ve mutlak bir örnek teşkil etmesi düşünülemez. Ancak, tarihî bilgi ve belgeler, tarihî tecrübeler de hiçbir zaman görmezlikten gelinecek olaylar değildir. Gelenekleri aynı ile tekrarlamaya çalışmak gibi, geleneklerden kesin olarak koparak, geçmişi, geçmişin birikim ve tecrübelerini görmezlikten gelmek de bize bir şey kazandırmaz; çok şey kaybettirir.

Tarih, övgü ya da sövgü kitabı değildir. Sanıkları ve tanıkları kaybolmuş bir d3avâda kahramanlar ve hâinler üretmek, bize bir şey kazandırmaz. Onlar, bizden önce gelip geçen bir topluluktu, onların yaptıkları onlara, bizim yaptıklarımız bizedir. Tarihi, bugünümüzü inşâ ederken bir tecrübe alanı olarak ciddiye almamız gerekir. Kahramanlar üretmek adına ihânetleri görmezlikten gelmek, ihânetlerden söz ederken faziletleri görmezlikten gelmek, tarihte kalanlar için hiçbir şeyi değiştirmez; ama bize birçok şeyi kaybettirir. Tarihi, bu günlerini ispat için malzeme olarak kullananlar ve tarihî gerçekleri çarpıtanlar, hem kendi geleceklerini ve hem de toplumun geleceğini karartırlar. Zaman içinde doğruluğunu kanıtlamış, insanların ortak faziletini oluşturmuş, berraklaşmış değerlere elbette sahip çıkmak, dürüst herkes için ahlâkî bir görevdir.

İnsanlardan kimi de vardır ki, ‘Allah’a ve âhiret gününe inandık’ derler; oysa inanmamışlardır. Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki yalnız kendilerini aldatırlar da farkında olmazlar. Onların kalplerinde hastalıkr vardır... Onlara ‘yeryüzünde fesat çıkarmayın’ dendiğinde ‘biz ancak ıslah ediciyiz’ derler. İyi bilin ki onlar bozgunculardır.” (2/Bakara, 8-10). Nasıl, kimi zaman insanlar katil ruhlarının üstüne cihad elbisesi giyerek din adına cinâyetler işleyebiliyorsa, kimi zaman da şeytan aklımızı çelip bize birtakım fantezileri din gibi göstererek onları kafamıza sokmaya çalışmaktadır.

“Onlar kalbimiz temizdir” diyerek kendilerini aldatmaktadırlar. Hayatlarına, dinlerine göre yön vermek yerine, hayatın içinde buldukları şeyleri kendileri için din haline getirmektedirler. İslâm adına rasyonalizm, İslâm adına demokrasi, İslâm adına sağcılık, İslâm adına solculuk, İslâm adına Kemalizm, İslâm adına laiklik... İslâm’ın neyi kabul edip neyi kabul etmediğini nerede ise Allah’ın rızâsı değil; çağın icapları tayin etmekte ve den çağın icaplarına göre te’vil edilmek sûretiyle sürekli değişen bir din anlayışı ortaya çıkmaktadır.

Elbette Kur’ân-ı Kerim, kıyâmete kadar bâki kalacağına göre, çağın getirdiği yeniliklere karşı İslâm’ın mesajı olacaktır. Müslümanların bilgileri ve tecrübeleri geliştikçe Kur’ânî anlayışları da gelişecektir. Ancak, burada çağın gereklerinden yola çıkarak Kur’an’ı te’vil etmek değil; Kur’an’dan yola çıkarak çağı yorumlayıp onu meşrû bir yoruma tâbi tutmak zorundayız. Reddettiğimiz şeyin doğrusunu, savunduğumuz şeyin delillerini ortaya koymamız gerekir.

Birinci yolda, yani çağın gereklerini din zannetmede bireyin aktif, entelektüel bir katılımı yoktur. Sadece dinini te’vil etmek sûretiyle edilgen bir yola girmektedir. Şuurlu bir müslüman ise, İslâmî sorumluluk şuuru ile olayı yeniden yorumlamak ve onu tashih ederek ona yeni bir biçim vermek durumundadır. Sağcılığın dine eklenmesi, ya da Arap ülkelerindeki ve özellikle Libya’daki solcu müslümanlık iddiaları, dini te’vil gayreti, dini moda akımlarla sentez etme gayretini belgelemektedir.

Demek ki sentezcilik modası, sadece dini ırkla sentez etmek değil; dini şahsî kanaatlerimiz, lider ve örgütlerimizle ve de aynı zamanda, birtakım çağdaş felsefî akımlar, moda ideolojilerle, kavramlarla sentez etme gayretleri de gözükmektedir. Bütün bunlara karşı uyanık olmak zorundayız. Eğer her şeyi bu kadar birbirine karıştıracak olursak, sonra bu işin içinden çıkamayan insanlar, bal peteğindeki lafza-i celâl yazısının hikmeti üzerinde gereğinden fazla kafa yorarak, imtihan olmak için geldikleri dünyanın gerçeklerinden koparlar ve sorumluluk duygusunu yitirerek inançlarını eyleme dönüştürme irâdesini kaybederler.

Hacca giden biri teraziye el sürmemeli imiş. Artık o, Allah adamı olduğundan, dünya menfaati ile işi olmazmış. Kim uydurmuşsa... İyi bir tüccar, nebîlerle birlikte haşrolmayacak mı? Bizim dinimiz, bu dünya ile ilgilidir. Bize âhiretin sırlarını açıklar; ama ve bu dünyada yaşanmak üzere, bu dünyadaki insanlar için inmiştir.

Câmide dünya kelâmı konuşulmazmış. "Din nasihattir (nasihatten, ihlâstan ibârettir)." (Müslim, İman 55; Ebû Dâvud, Edeb 67) diyen bir dinin tebliği, anlaşılması için dünya kelâmı konuşmadan nasıl nasihatleşeceğiz? Câminin asr-ı saâdetteki hayatın hemen her alanıyla ilgili fonksiyonu, dünyayı ve dünya kelâmını dışlayarak nasıl icrâ edilecektir? Din ve dünya işlerini birbirine karıştırmayacakmışız. Gerçeğini bilmediğimiz âhiret işlerine bu dünyayı nasıl karıştırabiliriz ki!? Bizim dinimiz konuşmamızı, ticaretimizi, ekonomik ve sosyal ilişkilerimizi, her şeyi kapsar. Yaptığımız ve yapmamız gerekirken yapmadığımız, söylediğimiz ve söylememiz gerekirken söylemediğimiz herşeyi!

Kimine göre din sadece vicdan özgürlüğü gibi bir şey. Bunlar din ve vicdan özgürlüğünün ayrı ayrı şeyler olduğunu bile bilmeyecek kadar zekâ sorunu olan insanlar... Din Allah’la kul arasında imiş. Bu din, kimin dini ise, kim uydurdu ise... Her din, kendi bağlılarını birbirleri arasında hukuk sahibi kılar. Onlarınkisi şeytanın uydurduğu hayal âleminde olan bir din... Elbette kimsenin kalbini yarıp bakmadık ama, Allah’ın kitabı Kur’an, müslümanları kardeş yapmak sûreti ile birbirleri üzerinde hak sahibi yapmadı mı?

Dini dünya hayatının dışına itme iddiası, şeytanı bile güldüren bir komedi olsa gerekir. Allah, peygamberlerini bizim gibi birer beşer olan insanlardan seçip gönderdi. Dinin bütün hükümleri, bu dünya içindir, bu dünyada uygulanır. Âhiret, sadece geleceğe ilişkindir; cennet ve cehennem, bu dünyadaki amellerimizin sonucu olarak varacağımız yerdir. Bu gün yaşanacak gerçek, bu dünya ile ilgilidir. Öbür kısmı, haber verilen gerçektir. Dini dünya hayatından soyutlamak, dini yok etmekle eş anlamlıdır. Bu bir inkârdır, küfürdür!

Onlar bilmedikleri bir dine iman ettiklerini sanıyorlar. Onu kendi gönüllerince süslüyor ve ona şeytanlarının söylediği şekilde bir muhtevâ kazandırıyorlar. Eski putperest toplumlarda zenginlerin kendi adlarına özel tanrılar, özel putlar edinmeleri gibi... Din, onlar için bir nazar muskası gibi bir şeydir. Kalplerinin temiz olduğunu sanıyorlar, ama şeytan kalplerine yuva yapmış. (19)

Ders kitapları boyunca en fazla iktibas edilen görüş Atatürk’ün görüşleridir. Bunu âyet ve hadisler izlemektedir. Atatürk’ün görüşleri, hem metin aralarında, hem de ayrıca blok olarak geniş ve uzun bölümler halinde verilmektedir.

İlköğretim ve Liselerde (tabii İmam-Hatip Liselerinde de) okutulan Din derslerindeki konular: Biraz İnkılap Tarihi, biraz Yurttaşlık Bilgisi ve biraz da dinlerin ortak yönlerinden birkaç örnek; yalan söyleme, hırsızlık yapma, israf etme, âmirlerine itaat et. Taassup yasak. Meselâ kadınların cemiyete karışmalarına karşı çıkmak taassuptur. Atatürk taassubu reddeder, Kur’an da, peygamber de reddeder. Kur’an, “âmirlerinize itaat ediniz” der...

Meselâ, kitaplarda fâiz, cihad, başörtüsü, şarap gibi şeyler yok. Bir öğrenci, “mâdem namaz farz, namaz kılmak istiyorum” dese, disipline verilir: “Ne demek istiyorsun sen?! Din, kalp temizliğidir. İlim İbâdetten önemlidir. Nöbet İbâdetten önemlidir!...”

Hakikatin kaynağı ve ölçüsü, Atatürk’ün sözleri olduğu için, zorunlu din derslerinin kaynağı da bulunmuş. Atatürk diyor ki: “Her fert, dinini, dininin buyruklarına uymayı, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da okuldur.” Madem öyle, haydi dinin pratikleri için okullarda açsanıza mescidleri... İşleri geldiği yerde, işlerine geldiği kadar, işlerine geldiği zaman... İsterlerse kitaplarının bu sayfasını okurlar, isterlerse başka bir sayfasını. Herkese göre hazır sözleri vardır. Ne diyordu Celal Bayar: “Atatürk’ü sevmek İbâdettir.” Bu adamların gözünde Atatürkçülük bir dindir. Sevgileri bir tapınmanın tezâhürüdür. Bu kişilerin kafasına göre Türkiye’de Kemalist teokrasi vardır. 1948’de basılan Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğündeki din maddesi de öyle değil mi idi: “Kemalizm: Türklerin dini.” Haydi öyle ise laiklik adına Atatürkçülüğü devletten ayırsanız ya! Türbeleri ziyaret gericilikti. En büyük anıt mezarı onun için yapıp mezar ziyaretini devlet töreni haline getirdiler.

Atatürk’ün din hakkındaki görüşleri ve dine konu olan olaylarla ilgili düşünceleri Din dersi kitaplarında çok geniş yer kaplamaktadır. Atatürk iyi bir müslüman mı, yoksa TSE damgalı bir dinin, Allah ve peygamberden önce ya da sonra gelen bir diğer şartı mı?... Burada öyle anlaşılıyor ki, asıl belirleyici olan Atatürk’tür. Çünkü Kur’ân-ı Kerim ya da peygamberin sözlerinden Atatürk ilke ve inkılapları ile çelişenlerin bu kitaplarda yeri yoktur ve olamaz da. (20)

 

 

 

 

Çağdaş Bir Putlaştırma Örneği; Atatürk'e Tanrı veya Peygamber Diyenler

Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin dine bakış tarzını öğrenebilmek için, önce, okullarda çocuklarımıza okutulan tarih kitaplarına, sosyoloji kitaplarına bakmak lâzım. İstanbul'da 1931 yılında, Devlet Matbaası'nda bastırılan Orta Zamanlar Tarihi'nde İslâmiyet ve Hz. Peygamber (s.a.s.) aleyhinde yazılanlar, en koyu münkirleri bile utandıracak seviyesizliktedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin resmî ideolojisinde İslâmiyet'in yeri yoktur. Çünkü "İslâm birtakım zevâta göre eskimiştir!", "Hz. Muhammed (s.a.s.) nihâyet bir çöl bedevîsidir", "İslâmiyet'in yerine yeni bir din koymak lâzımdır ki, o da Kemalizmdir."

Nitekim Edirne milletvekili Şeref Aykut'a göre Kemalizm dininin altı esası, altı oktan ibaretti: Yani "Kemalizm dini, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, inkılâpçılık, devletçilik, laiklik ve halkçılık prensiplerine dayanmalıydı." Kemalizmin, yeni bir din olarak yayılmasında Şeref Aykut yalnız değildi. İyi ama bu dinin peygamberi kim olmalıydı? Bu sorunun cevabını Behçet Kemal Çağlar verdi: Mustafa Kemal Atatürk! Behçet Kemal, Süleyman Çelebi'nin meşhur Mevlid'ini Atatürk'e uydurmakta ve çıktığı Anadolu il ve ilçelerinde, başına topladığı kalabalıklara Atatürk Mevlidi'ni okutmakta hiçbir sakınca görmedi:

(...)

Ger dilersiz bulasız oddan necât

Mustafâ-yı bâ Kemâl'e essalât.

Ol Zübeyde, Mustafâ'nın ânesi

Ol sedeften doğdu ol dürdânesi!

Gün gelip oldu Rızâ'dan hâmile

Vakt erişti hafta ve eyyâm ile.

Geçti böyle, nice ay nice sene

Vakt erişti bin sekiz yüz seksene.

Merhaba ey baş halâskâr merhaba

Merhaba ey ulu serdâr merhaba!

Edip Ayel, Atatürk'e: "Sen bizim yeni peygamberimizsin!" diye seslenmekte geciktiği için dövünmeye başladı. Behçet Kemal'i geride bırakacak bir atılım içinde olması gerekirdi. Bunu gerçekleştirebilmek için, Atatürk'e yeni dinî sıfatlarla secde etmesi lâzımdı. Edip Ayel, aruzun tumturaklı kalıplarıyla Türk edebiyatının en muhteşem dalkavukluk örneğini ortaya koydu:

Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe

Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.

Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun

Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.

Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı'yla müsâvi

Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî

Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses

İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!

Edip Ayel'in bu kükremesinden sonra bir tereddüt belirdi: Atatürk, yeni Kemalizm dininin Allah'ı mı olmalıydı; peygamberi mi? Cumhuriyet devri şairlerinin bir büyük bölümü, Atatürk'e kıyamadılar. Onun üstünde de, altında da hiçbir gücün, hiçbir varlığın bulunmasına tahammül edemediler. Bu bakımdan, Atatürk'e hem Allah, hem de peygamber diye seslenerek kendilerinden geçtiler. Behçet Kemal, Edip Ayel'den geri kalmak istemedi:

Kaç yıldır Türkçe'ydi Tanrı'nın dili

İnsana ne ilâh, ne de sevgili

Ne de ana-baba aratıyordu

Her an yaratıyor, yaratıyordu.

Artık işaret verilmiş, yarış başlamıştı. İpi herkesten önce göğüslemeye çalışan atletler gibi, o devrin edipleri de "Allah", "tanrı", "ilâh", "Kâbe", "put" gibi kelimelerle Atatürk'e daha önce ulaşabilmenin cezbesine kapılmışlardı. Yüzlerce örnekten işte birkaçı: Halil Bedii Yönetken çığlıklar koparıyordu:

Tanrı gibi görünüyor her yerde

Topraklarda, denizlerde, göklerde

Gönül tapar, kendisinden geçer de

Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.

Kemalettin Kamu, kendisine milletvekilliği getiren şiirini kalabalıklara okumaya başladı: Çankaya;

Burada erdi Mûsâ

Burada uçtu İsa

Bülbül burada varsa

Hürriyet için öter.

Ne örümcek, ne yosun

Ne mûcize, ne füsun...

Kâbe Arab'ın olsun

Çankaya bize yeter.

Sonra Faruk Nafiz Çamlıbel, sazını eline aldı:

On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden

O'nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.

Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden

Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı.

1938 yılında, Faruk Nafiz, tanrısız kalmamak için, Atatürk'ü yüreğine bir put gibi oturttu:

Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil

Kanlı bir göz yaşı nehrinde muazzam tabutun

Ey ilâhın yüce dâvetlisi, göklerden eğil

Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!

Türk edebiyatında, tarihin hiçbir devresinde görülmeyen dalkavukluk ve putperestlik örnekleri, patlayan bir lağımın dehşet saçan kokusu ve manzarasıyla etrafa yayılmaya başlamıştı: Akbaba'cı Yusuf Ziya Ortaç da sesini yükseltti:

Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği

Yoktan var ediyordu tanrı gibi her şeyi.

Nurettin Artam, dinin bütün nurlarından koparak kula kul oldu:

Koca bir güneşin akşam olmadan

Dağların ardında sönüşü gibi

Millete can veren, vatan yaratan

Tanrının göklere dönüşü gibi.

Her zaman ırkıma büyük Baş Atam

Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!

Ömer Bedrettin Uşaklı da, Atatürk tapıcılığından kurtulamadı:

Bir güneş gibi yalnız

Sensin ülkü tanrımız

Ey Türlüğün bütünü.

Vasfi Mahir Kocatürk de, kocaman yakıştırmalarla Kemalizm dininin müridleri arasında zikre başladı:

Peygamber, tanrısına duymadı bu hasreti

Vermedi bu kudreti tanrı, peygamberine.

İlhami Bekir, alnımızın akına, katran karası elleriyle küfrün yobazlığını bulaştırmaya çalıştı:

İlk adam, mavi gözlerle baktı toprağa

Toprağın haritasını çizdi bayrağa

Allah değil, o yazdı alın yazımızı.

Bu ruhsuz, bu köksüz, bu tatsız örnekleri uzatmak istemiyorum. Yalnız, Cumhuriyetin o kuruluş yıllarında, zilli-düdüklü dalkavuklar zümresinden, üç önemli ismin ayrıldığını belirtmek istiyorum: Yahya Kemal, Necip Fazıl ve Nazım Hikmet! Nazım Hikmet, daha önce Marks'a ve Lenin'e kul köle olduğu için Atatürk'e secde etmedi. Hatta ona "Burjuva Mustafa Kemal" diye homurdanan şiirler yazdı. Yahya Kemal'le Necip Fazıl, İslâm'ın âmentüsüne bağlı kaldılar. Kemalizm dininin yeni öncüleri ise, imanın altı şartı olan İslâm âmentüsü karşısına, Kemalizm'in yeni âmentüsünü çıkardılar. Bazı devlet kuruluşlarında bastırıp dağıttıkları bu devrimci(!) âmentüyü şöyle yazarak ilân ettiler:

"Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden Mustafa Kemal'e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücâhit analarına ve Türkiye için âhiret günü olmayacağına iman ederim."

Halk, "halkçı" Kemalistlerin bu dehşetli dalkavukluklarından nefret ediyordu. Din ve dünya işlerini birbirinden ayırmaya çalışan Atatürk ise, kendisine takılan bu dinî sıfatlar karşısında şaşırıp kalıyordu. (21)

 

 

 

Hevânın Putlaştırılması

“Hevâ”; boş, hava dolu, sonuçsuz, değersiz gibi anlamlara gelir. Bu kavram nefsin şehvete ve zevke düşkünlüğünü anlattığı gibi, yeterli ilmi olmadan sahibine emir veren nefis anlamında da kullanılmaktadır. Böyle bir nefis, sahibini şehvete ve aşırı zevke düşürüp günaha sürükler, dünyada rezilliğe, âhirette ise azâba götürür.

İnsanın aşırı isteklerine, Allah’tan gelen ilme yani vahye uymayan tutumlarına “hevâ” denilmektedir. Nefsin ölçülü ve sınırlı istekleri, meşrû arzuları normal yoldan karşılandığı zaman hata değil; sevap bile olur. Nefis her zaman çeşitli isteklerde bulunur. Bu taleplerin bir kısmı insanın ihtiyacı değil; hevânın aşırı arzularıdır. Kişi, nefsinin meşru isteklerini inandığı Rabbin gönderdiği ölçüler içerisinde karşılayabilir. Aşırı isteklere uyulması; nefsin Rabbin ölçülerine aldırmaması anlamına gelir. Bu, şüphesiz bir hatadır ve sahibine zarar veren bir şeydir.

Eğer nefis Allah’tan gelen ilme, yani vahye uyarsa, görüşlerini, kararlarını, isteklerini bu ilme uygun bir şekilde ayarlarsa; o nefis doğru yolda olan nefistir. Fakat bir kimse Allah’tan gelen ilme/vahye kulak asmaz, yalnızca kendi görüşünü, zevkini, kararını, arzusunu ön plana çıkarırsa, bu nefis, doğru yoldan azan bir nefistir ve o kişi hevâsına uydu demektir. Yeryüzündeki bütün günahların, bütün şirklerin, bütün kâfirliklerin sebebi hevâya uymaktır. Bir iş yaparken, bir şeyin hakkında karar verirken, bir İbâdet fiilini yerine getirirken, bir şey yanlış mı doğru mu diye düşünürken; kişi ya kendi aklına/arzularına ya da inandığı dinin ölçülerine uyar. Eğer bir akıl Allah’tan gelen haberlere inanmıyorsa, o aklın sahibi kesinlikle yanılacaktır ve insan, hevâsına uymuş olacaktır.

Hevânın İlâh Haline Getirilmesi: Bir insan kendi görüşünden, kendi kararından başkasını beğenmiyorsa, kendi zevkinden daha üstün bir şey tanımıyorsa o insan kendi hevâsını, kendi nefsini tanrı haline getiriyor demektir. Kur’ân-ı Kerim bunu şöyle açıklıyor: “Gördün mü hevâsını (arzularını/isteklerini) tanrı haline getireni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?” (25/Furkan, 43) Böyle kimseler, canlarının istediğinden başka kutsal bir şey bilmezler. Bunlarda hakseverlik yoktur. Bu gibiler bencil insanlardır. Peşine düştükleri arzuları da normal bir istek değil, nefislerinin istediği kuruntulardır. Böyleleri hak, hukuk, delil, âyet, şâhit tanımazlar, yalnız kendi isteklerini en üstün tutarlar. Onlara göre din de, insanların vicdanlarından gelen arzularıdır. Dolaysiyle kendi nefislerini doyurmaya, keyflerini tatmin etmeye çalışırlar. Bunlar, hakkı/gerçeği kabul etmezler ama, keyfîliği hayat anlayışı olarak alırlar.

Şimdi sen, kendi hevâsını putlaştırıp ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” (45/Câsiye, 23)

Hevâsına Uyanların Özellikleri: Hevânın yerleştiği kalpte, başta şirk olmak üzere bütün olumsuz davranışlar, bütün kötülükler yerleşmeye başlar. Böyleleri hevânın bir benzeri olan zanlarının (boş kuruntularının) ve keyflerinin peşine giderler. Allah’ın gönderdiği hidâyet rehberine aldırmazlar bile (53/Necm, 23).

Kişinin kendi hevâsına uyması, Hak’tan yüz çevirmesi demektir. Nitekim Kur’an, “kendi hevâlarına uyanlara tâbi olmayın” (38/Sâd, 26; 5/Mâide, 77) demektedir. Böyle yapanlar zâlim olurlar. Zâlimler ise Hak’tan yüz çevirenlerdir (2/Bakara, 145). Zaten onların Allah’ın hidâyetinden yüz çevirmelerinin, ya da âyetleri yalan saymalarının sebebi, Vahyi bırakıp kendi hevâlarına uymalarıdır (6/En’âm, 150; 18/Kehf, 28). Şu âyet, hevâya uymanın zararlarını göstermesi açısından ne kadar dikkat çekicidir: “Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesada (bozulmaya) uğrardı…” (23/Mü’minûn, 71).

Hevâlarına uyanların özelliklerinden biri de istikbar (kendini büyük görme) ve peygamberlerin getirdiği vahye karşı çıkmadır. Bu gün de hayata ve dünyaya kendi hevâları doğrultusunda yön vermek, keyiflerine göre yaşamak isteyenler Kur’an mesajına, İslâm’ın güzelliklerine karşı çıkmaktadırlar (2/Bakara, 87; 5/Mâaide, 70). Hevâlarına uyanlar Allah’tan gelen ilmi (vahyi veya âyetleri) bilgisizce bir tarafa atarlar. Onlar gerçekten câhillerdir (30/ Rûm, 29). Kur’an, Hz. Peygamberi ve onların şahsında müslümanları uyararak: “Sana gelen bu ilimden (Kur’an ve hükümlerinden) sonra onların hevâsına uyarsan, senin için Allah’tan bir velî ve yardımcı yoktur.” (13/Ra’d, 37; 2/Bakara, 120). “Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların hevâsına uyma!” (5/Mâide, 48-49). “Emrolunduğu gibi dosdoğru ol ve onların hevâsına uyma!” (42/Şûrâ, 15) diye emretmektedir.

Kur’an, mü’minlere ayrıca “adâletten ayrılıp hevânıza uymayın” demektedir (4/Nisâ, 135). Şüphesiz ki hevâya uymak dengeyi bozar, hakları ihlâl eder, tarafgirliğe ve taassuba sebep olur, düşmanlığı körükler. İnsan, Allah’ın hidâyet kitabı olarak gönderdiği Kur’an’ı, yani vahyi dışlayarak, her şeyi kendi aklına, kendi hevâsına göre çözmeye, her şeyin hükmünü işine geldiği gibi vermeye kalkışırsa, insanın içinde de yeryüzünde de huzurun olması mümkün değildir. Vahyi dışlayanlar hem kendilerine çeşitli ilâhlar bulurlar, hem de küçük, önemsiz ve kısır çekişmelerin içinde, ucuz çıkarların peşinde koşar dururlar. Hevâsına uyan kimselerin yön verdiği dünyada barış ve adâletin olması mümkün değildir. Bu gerçeğe hem tarih şâhittir, hem de içinde yaşadığımız şartlarda bunu açıkça görmekteyiz.

Kur’an, mü’minleri, hevâlarına uymamaları konusunda sık sık uyarmaktadır. Yine, mü’minlere, hevâlarına uyan veya hevâlarını tanrı haline getirenlerin peşinden gitmemelerini emretmektedir. Buna bağlı olarak da en iyi barınma yeri Cennet’in Rabbinin makamından korkanlar ve nefsinin hevâsından sakınanlar için hazırlandığını haber vermektedir (79/Nâziât, 40-41).

Kur’an, Allah’ın âyetlerine tâbi olanlar ile hevâlarına uyanların bir olmayacağını belirtir: Şimdi Rabbinden apaçık bir belge üzerinde bulunan kimse, kötü ameli kendisine ‘süslü ve çekici’ gösterilmiş ve kendi hevâsına uyan kimse gibi midir?” (47/Muhammed, 14). Elbette bir olmaz. Birisi, Allah’tan gelen açık, sağlam, Hak, doğru, hidâyete ulaştırıcı, iki dünyada da kurtuluşa götürücü, kişiyi adam eden İlâhî belgelere, yani vahye (Allah’ın âyetlerine) uymakta, öbürü ise nefsinin aşırı isteklerine, kuruntulara, ilmî dayanağı olmayan zanlara, boş hayallere uymaktadır.

Peygamberimiz (s.a.s.) buyuruyor ki: “Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan tanrılar içinde, kendisine uyulan hevâ (aşırı istek ve tutkular)dan daha büyüğü yoktur.” (Taberânî, nak. Elmalılı, 6/70, Ş. İsl. Ans. 2/397). Hevâsına uyan insanların çok olduğu toplumlarda hata çok yapılır, suç çok işlenir, fitne ve fesat çok yaygınlaşır, insanî değerler rağbet görmez, adâletle hareket etme ahlâkı zayıflar. Bu bakımdan insanlara düşen, hevâlarına uymak değil; kendi hevâsından konuşmayan bir Peygamber’e (53/Necm, 3-4) ve O’nunla beraber Allah’tan gelen ilme (vahye) tâbi olmaktır (2/Bakara, 120). (22)

“Hakiki mücâhid, nefsiyle (hevâsıyla, kötü arzu ve istekleriyle) savaşandır.” (Tirmizî) Nefsin sayısız denecek kadar çok, kötü arzu ve istekleriyle mücâdele İslâm’ın istediği şekilde ve miktarda olmazsa, hevâsı insana hâkim olur, insanın tüm yönetim ve denetimini ele geçirir. İşte bu durum, Kur’an’ın “hevâyı ilâhlaştırmak” dediği durum olur. Hevânın her emrini yapmak, arzularını bir kanun gibi benimseyip, kimseyi karıştırmayan mutlak özgürlük içinde bulunmak, İslâm’la çeliştiğinde tercihi arzulardan ve nefsî isteklerden yana yapmak hevâyı putlaştırmak demektir. “Allah’ın ölçülerine göre; Allah’ın ma’bûdluğunun dışında, arzularına uyulan nefisten/hevâdan daha büyük bir ilâh, semâ gölgesi altında yoktur.”

Dini, şeriati nefsine hâkim kılamayan kişi, çevresine ve devlete hiç kılamaz. İrâdesine hâkim olamayan kişi, başkalarına hakkın sözünü hiç duyuramaz. Nefsimizin istediği ölçüde, basit menfaatlerimize uygun düştüğü kadar İslâm’ı isteyen, hevâsını hakem ve ölçü yapmıştır. İslâm tebliğ edildiği halde, çeşitli bahaneler ileri süren, İslâm’ı yaşamayan veya yanlış yaşayan bazı kötü örnekleri, kendi yaptığı yanlışlara mâzeret kabul eden, onları tenkit ederek işin içinden sıyrılacağını zanneden kişi, hevâsının egemenliğine girmiş, şirk yoluna düşmüş demektir. Kişi; Allah'a, İslâm’a dil uzatılmasına karşı sessiz kaldığı halde; nefsine sataşıldığında, menfaatlerine ters bir durum olduğunda kavgaya kalkıyorsa, nefis ve hevâsını büyük tanrı kabul etmiş olmaz mı?

 

 

Allah'tan Başkasına İbâdet

Kur'an'da 53 âyet-i kerimede "Allah'tan başkasına İbâdet"ten söz edilmiştir. Allah Teâlâ, cin ve insanları kendisini tanıyıp İbâdet etmeleri için yaratmıştır (51/Zâriyât, 56). Fakat, imtihanın gereği olarak onları bu konuda zorlamamıştır. Bu sebeple cin ve insanlardan, bir tek ilâh olarak Allah'ı tanıyıp kabul edenler ve sadece O'na İbâdet edenler olduğu gibi; canlı ve cansız varlıkları Allah'a ortak edip onlara İbâdet edenler de vardır. Allah, ilk insan Âdem (a.s.)'den itibaren insanlara elçiler ve kitaplar göndermek sûretiyle cin ve insanları Allah'tan başkalarına İbâdet etmemeleri konusunda uyarmıştır. "Andolsun Biz, her millet içinde Allah'a İbâdet edin, tâğut(a İbâdet)ten kaçının diye bir peygamber gönderdik. Onlardan kimine Allah hidâyet etti, onlardan kimine de dalâlet hak oldu." (16/Nahl, 36)

Allah'tan Başka Tapılan Varlıklar: Allah'tan başkasına tapanlar, sadece cinler ve insanlardır. Tapılanlar, yani ma’bûd, rab ve ilâh edinilen varlıklar ise; İbâdet kavramının geçtiği âyetlerde Allah'tan başkaları (6/En'âm, 56; 10/Yûnus, 104...), Allah'tan başka, insanlara fayda ve zarar vermeye gücü yetmeyenler (5/Mâide, 76; 10/Yûnus, 18), işitmeyen, görmeyen ve insanlara hiçbir şey kazandırmayanlar (19/Meryem, 42), Allah'tan başka tapınılan putlar/evsân (29/Ankebût, 17), heykel şeklindeki putlar/asnâm (14/İbrâhim, 35; 26/Şuarâ, 70, 71), sahte tanrılar/ilâhlar (43/Zuhruf, 45), heykeller (21/Enbiyâ, 53),ğut (5/Mâide, 60; 39/Zümer, 17), şeytan (36/Yâsin, 60; 19/Meryem, 44), ataların taptığı şeyler (11/Hûd, 62, 87, 109; 14/İbrâhim, 10), Allah'a ortak koşulanlar (10/Yûnus, 28), cinler (34/Sebe',41), insanlar (23/Mü'minûn, 47), melekler (34/Sebe',40; 43/Zuhruf, 19-20), Allah'tan başka dost tutulanlar (39/Zümer, 3), Allah'tan başka ilâh diye isimlendirilen putlar (12/Yûsuf, 40), kâfirlerin taptığı şeyler (37/Sâffât, 161), elle yontulup yapılanlar (37/Sâffât, 95) olarak zikredilmişlerdir.

Allah'tan Başkasına İbâdetin Anlamı: Allah'tan başkasına İbâdet; insan, cin, melek, şeytan, atalar, liderler, hükümdarlar, bilginler, veliler, sâlih kişiler gibi canlı ve cansız varlıkları ilâh ve rab kabul etmek, onlara Allah'a isyan konusunda itaat etmek, boyun eğmek, duâ edip yalvarmak, kurban kesmek, kulluk etmek, secde etmek, eğilip saygı göstermek, Allah yerine ma’bûd edinilen kimselerin emir ve yasaklarına, helâl ve haramlarına, prensip ve sistemlerine uymak anlamlarına gelir.

Allah'tan başkasına İbâdet etmek, Allah'ın varlığını kabul etmemek anlamına gelmez. Kur'an'ın indirildiği zaman Mekke müşrikleri Allah'ın varlığını, yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul ediyorlar, ama bir tek ilâh olduğunu kabul etmiyorlardı. Kendilerini Allah'a yaklaştırır ve şefaatçi olur ümidiyle ilâhlara tapıyorlardı. Kur'an'da bu husus, şöyle bildirilmektedir: "...Allah'tan başka evliyâ (dostlar) edinen kimseler, biz bunlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye İbâdet ediyoruz (demektedirler).” (39/Zümer, 3) "Halbuki insanı Allah'a yaklaştıran iman ve sâlih ameldir." (34/Sebe' 37) "Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda vermeyen şeylere İbâdet ediyorlar ve: 'Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir' diyorlar..." (10/Yûnus, 18)

Demek ki Allah'a İbâdet edebilmek için Allah'ın varlığını, yeri göğü yaratttığını, rızık verdiğini kabul etmek yeterli değildir. Allah'ı bir tek ilâh olarak kabul etmek, O'ndan başka canlı ve cansız hiçbir varlığa tapmamak ve tâğutu reddetmek demektir.

 

 

Putlara, Heykellere İbâdet

İnsanlara Fayda ve Zarar Vermeyen, İşitmeyen, Görmeyen Putları ve Heykelleri İlâh Edinmek ve Onlara İbâdet Etmek: Kur’ân-ı Kerim'in andığı şirk çeşitlerinden birisi, putlara İbâdet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber, genel olarak iki kısımda mütâlaa edilebilirler:

1- İnsan, hayvan veya bunların karışımı bir şeklin; içinde bir sembolü, bir ruhu, bir örnekliği temsil ettiği anlayışıyla ağaç, taş ve madenden yapılarak, temsil ettiği varsayılan sembolün kutsanması biçimindeki putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı verilir.

2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü daha moderndir.

Birinci maddede ele aldığımız putçuluk olayında putlar, tapanların nazarında tabiat üstü yüce bir gücü ve kuvveti temsil ettikleri için, putperestler bu güç ve kuvvetin, tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her putun veya putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsânesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu vs. yi temsil eder.

İslâm tarihçilerinin kaydettiklerine göre, putperestlik İslâm'dan önce Arap yarımadasında oldukça yaygındı. Denilebilir ki, Arabistan'da putçuluğun tüm çeşitleri olmakla beraber, daha çok birinci kısımda anlatmaya çalıştığımız putperestlik yaygındı.

Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara İbâdet etmenin kötülüğünü en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim âyetleri, insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini aşılama sadedinde delil üstüne delil sunar. "Siz, elinizle yonttuklarınız (putlar)a mı tapıyorsunuz? Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı Allah'tır." (37/Sâffât, 95-96)

"De ki: Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz (iyi bilin ki) ben, sizin Allah'tan başka İbâdet ettiklerinize İbâdet etmem. Yalnız sizi öldürecek olan Allah'a İbâdet ederim. Bana mü'minlerden olmam emredildi." (10/Yûnus, 104) Âyette geçen "Allah'tan başkasına İbâdet" , putlara duâ etmek ve yalvarmak anlamındadır. Nitekim peşinden gelen âyette, "Yüzünü Allah'ı birleyici olarak dine çevir ve müşriklerden olma!" (10/Yûnus, 105) denildikten sonra, "Allah'tan başka sana ne fayda, ne de zarar vermeyecek olan şeylere yalvarma/duâ etme. Eğer böyle yaparsan, o zaman sen zâlimlerden (müşriklerden) olursun." (10/Yûnus, 104) buyrulmuştur.

"De ki: (Ey müşrikler!) Ben, Allah'tan başka yalvardıklarınıza İbâdet etmekten men olundum." (6/En’âm, 56; 40/Mü'min, 66) Bu âyetteki "duâ"ya, "İbâdet" anlamı verilebilir. Bu takdirde İbâdet, ilâh kabul ederek putlara saygı göstermek anlamını ifade eder. Putlara İbâdet, ister musibet ve sıkıntılı anlarda onlara yalvarmak, duâ etmek; ister ilâh diye ta'zim göstermek olsun, neticesi aynıdır. Böyle bir davranış şirk (6/En'âm, 56; 10/Yûnus, 18), hak yoldan sapmak ve hidâyete erenlerden olamamaktır (6/En'âm, 56). Allah'tan başkasına tapanlar câhil kimselerdir. "Ey câhiller! Allah'tan başkasına İbâdet etmemi mi bana emrediyorsunuz?" (39/Zümer, 64)

Kur'an'da Allah'tan başkasına tapılanlar, insana zarar ve faydası dokunmayan (10/Yûnus, 18), rızık vermeyen (16/Nahl, 73), insan eli ile yapılan (37/Sâffât, 95), işitmeyen ve görmeyen (19/Meryem, 42), bir şey yaratamayan (46/Ahkaf, 4), insanların ilâh diye isimlendirdikleri boş isimler (53/Necm, 23; 12/Yûsuf, 40), uydurma tanrılar (37/Sâffât, 86), heykeller (21/Enbiyâ, 52) ve putlar (14/İbrâhim, 35) olarak nitelendirilmişlerdir.

İbrâhim (a.s.), babasına ve kavmine demişti ki: "Sizin şu karşısında durup İbâdet ettiğiniz heykeller nedir? (Babası ve kavmi), 'Babalarımızı onlara İbâdet eder bulduk' dediler. (İbrâhim), 'Doğrusu siz de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz' dedi. (...) İbrâhim (a.s.), büyük bir put hariç diğer putları kırdı. Kavmi, putların kırıldığını görünce, 'Bunu ilâhlarımıza kim yaptı? Muhakkak bunu yapan zâlimlerden biridir' dedi. (...) (İbrâhim'e), 'Ey İbrâhim! Bu işi ilâhlarımıza sen mi yaptın?' dediler. İbrâhim, 'Hayır, işte şu büyükleri yapmış. Onlara sorun, eğer konuşurlarsa' dedi. (...) (Kavmi), 'Ey İbrâhim! Sen de bilirsin ki, bunlar konuşmazlar’ dedi. Bunun üzerine İbrâhim, 'Siz Allah'ı bırakıp da size hiç fayda ve zarar vermeyen şeylere mi İbâdet ediyorsunuz? Size ve Allah'tan başka taptıklarınıza yuh olsun. Akıllarınızı kullanmıyor musunuz? (dedi.)” (21Enbiyâ, 52-54, 58-59, 62-63, 65-67). "Ey babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak olan şeylere niçin İbâdet ediyorsun?' dedi." (19/Meryem, 42)

Kendi elleriyle yapıp ilâh diye adlandırdıkları (14/İbrâhim, 35) heykellerin (temâsîl), insanlara elbette faydası ve zararı olmaz. Bu sebeple heykelleri ilâh edinip onlara saygı göstermek, yalvarmak, onlardan medet ummak, ahmaklık ve akılsızlıktır. Allah'tan başkalarına, uydurma ilâhlara, putlara ve heykellere tapanlar, kendilerini felâkete sürüklemiş, dünya (11/Hûd, 109) ve âhirette Allah'ın azâbını hak etmiş olurlar (21/Enbiyâ, 98) Kendisinden başkasına İbâdet edenlere, "Siz ve Allah'tan başka İbâdet ettikleriniz cehennemin odunusunuz. Siz oraya (cehenneme) gireceksiniz" (21/Enbiyâ, 98) uyarısını yapan Yüce Allah, "Allah'tan başka dilediğinize İbâdet edin!" (39/Zümer, 15) diyerek müşrikleri tehdit etmiştir (37/Sâffât, 22-34).

Allah'tan başka ibâdet edilenler, kıyâmet günü kendilerine ibâdet edenleri inkâr edecekler ve onlara düşman olacaklardır. "(Müşriklerin taptıkları ilâhlar), onların İbâdetlerini inkâr edecekler ve onlara düşman/karşı olacaklardır." (19/Meryem, 82; 46/Ahkaf, 6)

“Beşerin böyle dalâletleri var; Putunu kendi yapar, kendi tapar!” diyor şâir. İnsanların kendi elleriyle yaptıkları putlara ve heykellere ibâdet etmeleri; onları Allah katında kendilerine şefaatçi ve yardımcı olur, kendilerini azaptan korur inancı ile ilâh edinip tapmak, saygı göstermek, duâ edip yalvarmak, sıkıntı anlarında onlara sığınmak anlamlarını ifade etmektedir.

Put, sadece Arapların câhiliyye döneminde taptıkları basit ve alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrâhim döneminde olduğu gibi, muhtelif câhiliyye sistemlerinde tapınılan taştan, tunçtan, tahtadan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibaret değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri Allah'a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz. Yalnızca bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve Kur'an'daki şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak, oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamayız. Kur’an’ın evrensel boyuttaki ve zamanlar üstü mesajını kavrayamayız. Kur’an’ın en büyük problem olarak gördüğü şirk, kıyâmete kadar hemen tüm toplumlarda olabilecek tüm tevhid dışı kutsama ve tapınma özelliklerini kapsar. Kur'an'a göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah'ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir. Bu putları hayatın amacı kılmak da Allah'a şirk koşmak olarak nitelendirilmiştir. Fakat insanları kendilerine fayda ve zararı olmayan taş, ağaç, maden vs. şeylere İbâdete sevkeden sebepler nelerdi? İnsanlar niçin putlara tapmışlar ve tapmaya devam ediyorlar? Bu konuda Kur'an şu âyetlerde bu sorulara cevap vermektedir: 39/Zümer, 3; 10/Yûnus; 18; 17/İsrâ, 56-57; 43/Zuhruf, 86; 39/Zümer, 44; 30/Rûm, 13.

 

 

ğuta İbâdet/Tapınma

"Andolsun biz, her millet içinde: 'Allah'a İbâdet edin, tâğuttan kaçının' diye bir elçi gönderdik." (16/Nahl, 36) Bu âyette "tâğut", İbâdet konusunda Allah'ın karşısına konulmuş ve ondan kaçınılması emredilmiştir. Şu âyette ise, tâğuta İbâdetten sakınan ve Allah'a yönelen kimsenin müjdelenmesi istenmiştir: "Tâğuta İbâdet etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var." (39/Zümer, 17) Şu âyette de, tâğuta İbâdet edenler şiddetle kınanmaktadır: "De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah'ın lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymun, domuz ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimseler; işte onların yeri daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha çok sapmışlardır." (5/Mâide, 60) (Ayrıca, tâğutu reddetmek konusunda bkz. 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 16/Nahl, 36)

Nedir tâğut? "Tâğut" kelimesinin kökü "tuğyan"dır. Tuğyan, isyanda haddi aşmak, azmak, zulmetmek, sapmak, ölçüsüz şekilde hareket etmek, büyüklenmek anlamlarına gelir. Tâğut; şeytana, putlara, Allah'tan başka tapılan her varlığa, insanı azdıranlara, insanları haktan ve hidâyetten saptıranlara, hayır yolundan men edenlere, haddi aşanlara, küfür ve dalâlette önderlik edenlere, gaybdan haber verdiğini ileri süren kâhinlere/medyumlara, insanların Allah'a İbâdet etmelerine ve İslâm'ı yaşamalarına engel olanlara denir. Put olsun, ağaç olsun, insan veya hayvan olsun, Allah'tan başka tapınma konumunda olan her şey; kanunlarında Allah'ın dinine karşı sınırı aşan zâlim yönetici ve Allah'ın indirdiği hükümlerin gayrisiyle hükmeden idareci; İslâm şeriatina uymayan bütün metod, düşünce, fikir, ideoloji, pozisyon, âdet, gelenek ve görenekler tâğut kapsamına girer. Ayrıca tâğuttan hoşnut olup ona bağlanan, tâğuta kulluğa çağıran, tâğutun dâvet ettiği şeye sahip çıkan da kendi sapıklığı içinde tâğuttur.

Kur’ân-ı Kerim'de tâğutla ilgili bütün âyetleri dikkate aldığımızda şu sonuca varırız: Kulu Allah'a kulluktan, dinde ihlâslı olmaktan, Allah ve Rasûlüne itaatten alıkoyan ve çeviren her şey tâğuttur. Tâğut; hakkı ezmeye çalışan, Allah'ın kulları için çizdiği sınırları çiğneyen her kimse veya her nesnedir. Allah ile bağlantısı olmayan her program ve Allah'a bağlanmayan her çeşit düşünce, sistem, edep ve alışkanlık; otoritesini Allah'ın sisteminden almayan her idare, Allah'ın otoritesine, ulûhiyetine ve hâkimiyetine düşman olan her şey tâğuttur. (23)

Allah'a isyan konusunda herhangi bir kimseye itaat eden kişi, o kimseye İbâdet etmiş olur ve bu itaat edilen kimse tâğuttur. Mevdûdi, tâğut kelimesini şöyle izah eder: "Tâğut, Allah'a karşı azan, isyan eden, kulluk haddini aşarak kendisi için ulûhiyet ve rubûbiyet iddiâsına kalkışan her şahıs, zümre ve idareye denir. Tâğut, Allah'a karşı haddi aşan ve zulmeden her türlü üstünlük, otorite, başkanlık veya komutanlıktır. Tâğut, mülkünde hükmünü yerine getirir; kullarını zorla, aldatmakla yahut kötü yollarla kendine itaate çağırır. Kişinin bu türlü otoriteye, başkanlığa, liderliğe boyun eğmesi ve ona tapması tâğut için bir İbâdettir. (24)

Kur'an'a göre tâğut; Allah'ın, dininin, elçisinin ve kitabının karşısına konulan, Allah yerine tapılan, İslâm'ın hükümleri, emir ve yasakları, helâl ve haramları yerine ikame edilen, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in yerine önder seçilen, Kur'an düşüncesi, inanç ve hayat tarzı yerine başka düşünce, inanç, hayat ve yönetim biçimi koyan, hayata geçiren, bunlara öncülük eden ve uyulan her insanın, her sistemin ortak adı ve sembolüdür.

Buna göre tâğuta İbâdet, Allah'tan başka şeytan, insan, önder, kâhin gibi canlı ve cansız varlıklara, Allah'a isyan anlamına gelecek şekilde itaat etmek, boyun eğmek, Allah'ın hükmü yerine Allah'tan başkalarının hükümlerini kabul edip isteyerek uygulamak demektir ki bu, insanı şirke, küfre götürür.

Günümüzde, kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden bazı kimselerin tâğutun hükmüne rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah'a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu kimselerin Allah'ı bırakıp birtakım armaları, şiarları, işaretleri, bayrakları, gelenek ve görenekleri yücelttikleri ve bu sayılan değerler uğruna mallarını, namuslarını, ahlâklarını fedâ ettikleri, böylece bu değerlere kulluk ve İbâdet ettikleri ortadadır. Bu şahısların tâğutun ortaya koyduğu nefsanî, şehvanî ve indî değer yargılarıyla Allah'ın kanunları ve şeriati çatışacak olsa, hep Allah'ın şeriatinı onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri, kısacası putların veya putların arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah'ın şeriatina tamamen zıt olan sistemleri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez. Bundan daha açık putçuluk düşünülebilir mi?

Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek onların yolundan en küçük çapta ayrılmayanlar, Allah'ın Kitabına ve Rasûlünün sünnetine kulaklarını tıkayarak putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenlerden daha iyi putperest olur mu? Bunlar apaçık müşrik olduklarını kendileri bile ilân ediyorlar. Bu tür insanlar; ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, ister haccetsin ve isterse sabahlara kadar Allah diyerek tesbih çeksinler. Ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan kurtaramaz, kimse de onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz; onlar tevbe edip, her türlü puta ve tâğuta kulluk/İbâdetten vazgeçmedikleri müddetçe... (25)

Bir kimse tâğutu reddetmedikçe gerçekten iman etmiş sayılamaz. Tevhid'in şartı, Allah'a imandan önce tâğutları reddetmek, onları tanımamaktır. Bu durum, Kur’an’da açıkça beyan edilmiştir: "Artık kim tâğutu reddedip Allah'a iman ederse, kopmayan sağlam kulpa yapışmış olur." (2/Bakara, 256)

 

 

 

Bilginleri ve Din Adamlarını Putlaştırma; Onlara İbâdet

Allah'a şirk koşmanın bir çeşidi de Allah'ın izin vermediği alanlarda insanlara itaattir. Oysa ibâdette esas olan Allah'a itaat, Peygamberine itaat ve müslümanlardan olan emir sahiplerine itaattir (4//Nisâ, 59). Ne var ki, insanoğlu, çoğu zaman kendi cinsinden olan beşerden bazı kimselerin birtakım üstün özelliklere sahip olduklarını düşünerek onları rab konumuna getirmiş ve böylece onlara ibâdet etmiştir.

Kur’ân-ı Kerim, yahudi ve hıristiyanların, ulûhiyet ve rubûbiyet makamına Allah'tan başkasını koyarak kullukta ona yöneldiklerini, oysa itaat ve ibâdetin sadece Allah'a has kılınması gerektiğini şöyle dile getiriyor: "(Ehl-i kitap), bilginlerini ve râhiplerini Allah'tan ayrı rablar edindiler. Meryem oğlu Mesih'i de (rab edindiler). Oysa kendilerine yalnız tek ilâh olan Allah'a ibâdet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka tanrı yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir." (9/Tevbe, 31) Yahudi ve hıristiyanların, bilginlerini ve râhiplerini rab edinmeleri, onlara ibâdet etmeleridir. İbâdetleri ise, onların, Allah'ın haram kıldığı şeyleri helâl, helâl kıldığı şeyleri haram kılmalarını kabul edip itaat etmeleridir. Yahudi ve hıristiyanlar, Allah'ın emrine, hakkın hükmüne değil; onların irâdelerine tâbi oldular; onlara Allah'a tapar gibi taptılar. Hatta Allah'ı bırakıp onlara taptılar. Allah'ın emrine, Kitabın sözüne, hakkın gerektirdiğine açıktan açığa muhâlif olan hususlarda Allah'a isyan ettiler; onların arzularına ve emirlerine itaat ettiler. Allah'ın haram kıldığı şeyleri, onların emriyle helâl kıldılar. Allah'ın “yapmayın” dediği şeyleri yaptılar; “yapın” dediğini yapmadılar. Bunun hilâfına onların emir ve yasaklarına, hevâ ve heveslerine tâbi oldular. (Elmalılı, IV, 2511) (Bu konuyla ilgili olarak Adiy b. Hâtem'le ilgili hadis için bkz. Tirmizî, Tefsir 9).

Buna göre âyetteki râhipleri ve bilginleri rab edinip ibâdet etmek, Allah'ın helâlini haram, haramını helâl saymaları konusunda onlara itaat etmek anlamına gelmektedir. Yoksa onlar, bilginleri için oruç tutuyor, namaz kılıyor değillerdi. Demek ki herhangi bir insanın, ister bilgin olsun ister yönetici, Allah'ın emir ve yasağına, helâl ve haramına ters düşen emir ve hükümlerine gönülden katılmak, onu hüküm/kanun koyucu olarak kabul etmek, ona itaat ederek Allah'ın hükmüne muhalefet etmek; onu Allah'tan başka rab edinmek ve ona ibâdet etmek demektir. (Elmalılı Tefsiri, IV, s. 2512). "Yaratıcıya isyan etme konusunda yaratılana itaat edilmez." (Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 39, 46) Hakkı bâtıl, bâtılı hak yapmaya çalışanlar, ilim haysiyetinden yoksun birer tâğutturlar. Bu şekilde davranışlar, şirk, küfür ve Allah'tan başkalarını rab edinmek ve onlara tapmaktır. (Elmalılı, IV, s. 2513, 2514). Allah'ın kitabına yetki tanımaksızın helâl ve haram sınırlarını belirleme yetkisini kendisinde görenlerin nefislerini ilâve rab ittihaz ettiklerini ve onlara kanun koyma yetkisi tanıyanların da onları rabler edindiklerini yukarıdaki âyet ve hadislerden öğrenmiş oluyoruz.

Kur'an'ın on dört asır önce getirdiği en büyük prensiplerden biri de, hangi makam ve mevkide olursa olsun, insana değil; yalnız Allah'a ibâdet edilmesi prensibidir. İslâm, beşeriyeti saâdete erdirmek, zulmü ortadan kaldırmak, insana kulluk etmeye sevkeden istismarı yok etmek yolunda birleşilmesi gerekli olanı belirterek yahudi ve hıristiyanlara bakın nasıl hitap ediyor: "De ki: Ey Kitap ehli, gelin aramızda birleşebileceğimiz bir kelime üzerinde toplanalım: Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Bazımız bazımızı Allah'tan başka rablar edinmeyelim!" (3/Âl-i İmrân, 64)

Kur’ân-ı Kerim, kula kulluğu ortadan kaldırmak ve sadece Allah' kulluğu tesis etmek üzere gönderilen Kitap olduğu için, insanların Allah'ı bırakıp hemcinslerinden olan insanlara ibâdet/kulluk etmesini önlemek amacıyla çeşitli deliller serdetmiş, bu konuda geniş açıklamalar yapmıştır: "Hiçbir insana yaraşmayacak/yakışmayacak bir şey varsa, Allah'ın kendisine Kitap, hikmet ve nebîlik vermesinden sonra onun insanlara: 'Allah'ı bırakın da bana kul olun' demesidir. Tam aksine o; 'Kitabı öğrendiğiniz ve okuduğunuz yönüyle Allah'a kul olun' der. O, size: 'melekleri ve peygamberi ilâh edinin' diye emretmez. Siz müslüman olduktan sonra size hiç imansızlığı emreder mi o?" (3/Âl-i İmrân, 79-80) İstisnasız bütün peygamberler: "Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin; sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur." (7/A'râf, 59, 65, 73, 85; 12/Yûsuf, 40; 11/Hûd, 1-2; 16/Nahl, 36) buyurmuşlardır.

Tarihe ibret nazarıyla baktığımız zaman çok değişik ve çeşitli şirk görüntüleri içerisinde insanların bazı bilge kimseleri veya kimi peygamberleri ilâh kabul ettiklerini görüyoruz. Mesela, bazı kimseler tarafından peygamber olduğu iddia edilen ve en azından yüce vasıflara sahip bilge bir kimse olduğu herkesçe kabul edilen Buda, sağlığında ilâhlık iddia etmemiş, bilâkis insanları Allah'ı tek ilâh edinmeye çağırmış olduğu halde, tâbîleri onu ölümünden sonra ilâh edinmiş ve ona tapmışlardır.

Aynı şekilde Hz. İsa (a.s.) sağlığında kendisinin, Allah'ın kulu olduğunu ilân etmiş ve insanları da sadece Allah'a kul olmaya çağırmış olduğu halde, vefatından hemen sonra, bizzat kendi kavmi tarafından ilâh kabul edilerek Allah'a şirk koşulmuştur. İslâm bu tür bir sapıklığın önüne geçmek için deliller getirmiş ve bunun şirk olduğunu her fırsatta vurgulamıştır. Kur'an, kullara kulluğu ortadan kaldırarak yeryüzünde hâkimiyeti sahte ilâh ve rablerin elinden çekip alarak sadece Allah'a vermek için delil üstüne delil getiriyor ve bu noktanın son derece önemli olduğunu insanlara ısrarla vurguluyor. (26)

 

 

 

Şeytana ve Cinlere İbâdet

Yüce Allah, insanlara şeytana ibâdet etmemelerini, kendisine ibâdet etmelerini emretmektedir: "Ey Âdemoğulları! Ben size, 'Şeytana ibâdet etmeyin. Zira o, sizin için apaçık bir düşmandır. Bana ibâdet edin. En doğru yol budur' diye tavsiye etmemiş miydim? (36/Yâsin, 60-61) Şeytana ibâdet, vesvese verdiği, süslü gösterdiği şeylerde ve Allah'a isyan olan konularda kendisine itaat ve ittibâ etmektir. Allah, insanlara, "şeytanın adımlarına uymayın." (2/Bakara, 168, 208) "Çünkü şeytan, insana apaçık bir düşmandır." (17/İsrâ, 53) "Onu düşman edinin." (35/Fâtır, 6) buyurmuştur.

Kur’ân-ı Kerim, ister insanlardan olsun, isterse cinlerden, tüm şeytanların (6/En'âm, 112) insanları şirke düşürdüğünü bizlere hatırlatır. Sebe’ kraliçesi hakkında bilgi edinmeye gönderilen Hüdhüd, Hz. Süleyman'a döndüğünde şunları haber verir: "Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, onlara işlerini süslemiş de onları doğru yoldan çevirmiş, bu yüzden yola gelemiyorlar." (27/Neml, 24)

Kur'an, şeytanın insanlar üzerinde, onların irâdelerini ortadan kaldıracak bir güce sahip olmadığını, ancak insanların şirk koşmaları ve böylece onların sapmaları noktasında vesvese verdiğini açıkça bildirmiştir. "Görmedin mi biz kâfirlere şeytanları gönderdik, onları oynatıp duruyorlar." (19/Meryem, 83) "Fakat kalpleri katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını süslü gösterdi." (6/En'âm, 43) "O (şeytan)lar bunlar (insanlar)ı yoldan çıkardıkları halde, bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar." (43/Zuhruf, 37)

Şeytan, insanlara fuhşu ve münkeri emreder (2/Bakara, 268; 24/Nûr, 21). İnsana vesvese verir (7/A'râf, 20; 20/Tâhâ, 120). İnsanlar arasında kin ve düşmanlık tohumları saçar (5/Mâide, 91). İnsanlara, yaptıkları kötülükleri süslü gösterir (6/En'âm, 43; 8/Enfâl, 48). Boş şeyler vaad eder (4/Nisâ, 120; 17/İsrâ, 64). Gerçekleri unutturur (6/En'âm, 68). Tuzak kurar (4/Nisâ, 76). İnsanı saptırmak ister (4/Nisâ, 60). Onu doğru yoldan meneder (27/Neml, 24; 29/Ankebût, 38). Bu sebeple insanın, şeytanın vesvesesine aldanıp ona uymaması gerekir; uyarsa ona ibâdet etmiş olur.

Kur'an'da içki, kumar, putlar, heykeller, şans okları, talih oyunları, şeytanın işi olarak ifade edilmiştir (5/Mâide, 91). Demek ki, Allah'ın haram kıldığı, yasak ettiği şeyleri yapanlar, şeytana itaat etmiş olmaktadırlar. Kur'an, bu itaati, şeytana ibâdet olarak ifade etmiştir. İbrâhim (a.s.), babasına: "Ey babacığım! Şeytana itaat etme; çünkü şeytan, Rahman'a isyan etmişti" demiştir (19/Meryem, 44). İnsanı, Allah'tan başkasına, putlara ve benzeri şeylere ibâdet etmeye ve onları şirke, küfre ve isyana teşvik eden, şeytan ve şeytanlaşan insanlardır. Âsî kimseye itaat eden, âsîdir. Şeytana ve küfrü, şirki ve kötülükleri emredenlere itaat edenler, Allah'a isyan etmiş, şeytana ibâdet etmiş olurlar.

Şeytana ibâdet konusunu açıklamaya çalışırken, satanizmden, yani direkt olarak şeytana tapınma dininden uzunca bahsetmeyi, toplumu çok az ilgilendirdiği için gereksiz görüyoruz. Yeni dinler edinerek, bunalımlarına güya çözüm arayan, düzenin ve toplumun kurbanı bazı marjinal gençlerin, yenilik ve moda olsun, değişiklik olsun diye, düzen ve toplum şeytanından; gerçek şeytanın kucağına sığınıp ona sahiden tapınmaya yöneldiklerini gözlüyoruz. Satanizm denilen bu şeytan severlik ve kötülükçülüğün aslında pek de yeni bir din olduğu da söylenemez. Özellikle Suriye topraklarında günümüze kadar varlığını devam ettiren Yezidîlik de bir satanizmdir.

 

Cinlere İbâdet: Cinler, Allah'ın kendisine ibâdet etmeleri için dumansız saf ateşten yarattığı varlıklardır. (51/Zâriyât, 56; 55/Rahmân, 15) İnsanlar gibi ibâdet ve isyan edebilme yeteneğine sahiptirler. Bu sebeple müslüman ve kâfir, sâlih ve fâsık olanları vardır. Zaten İblis de cinlerdendir.

Sebe' sûresinde cinlere ibâdetten söz edilmiştir: "O gün, kâfirlerin hepsini mahşere toplar, sonra meleklere, 'Bunlar size mi ibâdet ediyorlardı?' der." (34/Sebe', 40) Bu soruya melekler, "(Ey Rabbimiz!) Seni tenzih ederiz. Onlar değil; Sen bizim velîmizsin. Hayır, onlar (bize değil) cinlere ibâdet ediyorlardı. Çoğu onlara iman eden kimselerdi." (34/Sebe' 41) şeklinde cevap vermişlerdir. Cinlere ibâdet, onlara sığınmak, korkulardan, mal ve canların kaybından onlara ilticâ etmek ve onlardan yardım talep etmektir. Âyette geçtiği şekliyle cinlere iman ise, muhafaza ve sığınma hususunda onların gücüne inanmaktır. (Dört Terim, 87). "İnsanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınırlardı, cinler de onların azgınlıklarını artırırlardı." (72/Cin, 6) Bu âyet, insanların cinlere ibâdetlerinin, onlara sığınmak olduğunu ortaya koymaktadır.

Yüce Allah, sadece kendisine ibâdet edilmesini emretmiş, kendisinden başkalarına ibâdet edilmesini şiddetle menetmiştir. Ancak, imtihan gereği olarak, insanları ve cinleri bu konuda zorlamamıştır. Bu sebeple cin ve insanlardan, Allah'a ibâdet edenlerin yanında, O'nun dışındakilere ibâdet edenler de vardır. Allah'tan başkalarına ibâdet; sadece putlara, heykellere, ateşe, aya, güneşe, mezara tapmaktan ibaret değildir. Kur'an'ın hilâfına hareket eden insanların buyruklarını isteyerek kabul edip bunları uygulamak da Allah'tan başkalarına ibâdet etmektir. Allah'tan başkalarına ibâdet, şirk ve küfürdür. (27)

 

 

Sanatın Putlaştırılması

Sanat İçin Sanat: Hedefini yitirmiş, boşvermiş insanların toplumudur câhiliyye. Yaratılış sebebini bilmeyen insan, niçin yaşadığını da bilmeyecektir. Ot gibi yaşayacak, amaçsız, idealsiz bir hiç olarak yaşadıktan sonra, anlayışına göre yine bir hiç olacak, toprağa karışacaktır. Bazıları daha idealisttir. Kendilerine göre bir ülküleri vardır. Bu ülkünün başında kendisi, egosu, olduğundan savunur idealini. Kendi menfaati, kendi vatanı, kendi ırkı, kendi tarihi, kendi coğrafyası, kendi rejimi, kendi prensipleri, kendi takımı, kendi şarkıcısı, kendi sanat... Bunların ne kadarı tümüyle kendine âittir; orası ayrı bir konu. Ama o aslında ben merkeziyetçilikle kendini putlaştırmaktadır (Bkz. 25/Furkan, 43). Rabbını da kendini de tanımamıştır. Bazıları ise ezilmiş, sömürülmüş, kandırılmıştır. Kendinde ilâhlık göremeyecek darbeler yemiştir. O da piyasadaki ilâhların bir veya birkaçına kul olacaktır. Câhilî insan için kaçınılmaz bir durumdur bu. İnsan, Allah'a hakiki anlamda iman etmiyorsa, ya kendini güçlü görüp ilâhlık taslayacak, ya da kendi üzerinde ilâhlık taslayanları kabul edip onların kulluğuna girecektir.

Câhilî toplumlarda sanatkâr ilâh taslağıdır; Sanat da. Sanat nasıl ilâh ve put olmaktadır?

Laiklik ayrı bir din (daha doğrusu, çok dinlilik) olduğundan, müslümanın laik olması düşünülemez. "Onun her şeyi, namazı, İbâdetleri, hayatı, ölümü, hepsi âlemlerin Rabbı Allah içindir. O'nun ortağı yoktur. Böyle emrolunmuştur." (En'âm, 162-163). Elbette müslümanın sanatı da Allah içindir. Sanatta yasakları ve tavsiyeleri Allah belirler. Mü'min her konuda O'na kulluk eder, itaat eder.

Batıdaki tüm yanlışlıklar aynen ithal edilecektir ya, 1828 yılında V. Cousin'in ilk defa kullandığı "sanat, sanat içindir" ifâdesi, çoğu sanatla uğraşanlarca bir nass gibi benimsenmiştir. Sanatçının sosyal görevine inanan romantizme tepki olarak doğan bu anlayışa göre "ahlâk ve yararlılıkla uğraşmayan ve saf güzelliğin peşinde koşan sanatın, kendine has bir amacı olmalıdır. Sanat ve estetik kuralların dışında başka bir şey sanata gâye olamaz. Sanatın kurallarını ve amacını yine sanat belirler." Görüldüğü gibi bu anlayış, sanatı putlaştırmaktan başka bir şey olmadığı halde, gâyesini yitirmiş son dönem Osmanlı ve T.C. sanatçılarının önemli bir çoğunluğunun, uğruna mücâdeleleri göze aldıkları inancı oldu. 19. Yüzyılda bir delinin kuyuya attığı taşı çıkarmak veya o taşı orada tutmak için ne fikrî savaşlar verildi, ne kan gibi mürekkepler döküldü bir bilseniz... "Sanat sanat içindir", "yok, değildir"...

Amaçlarla araçları günümüz insanının çok defa karıştırdığına önemli bir örnektir bu, aynı zamanda. Bir şey, kendisi için nasıl olur? Sanat gâye olabilir mi? Tefekkürü yitiren, Allah'ı unutan insan, inanacağı bir gâye, bir ilâh bulacak elbet. En güzel araç bile amaç olduğunda tüm değerini kaybeder, bir felâket sebebi olmuş olur amaçlaştıran için.

Yukarıda câhiliyye insanı için söylediklerimizin bir benzerini sanat için de söyleyebiliriz: Allah için sanat anlayışı olmayınca, ya sanatın kendisi ilâh yerine geçecek, ya da sanat, piyasadaki ilâhların(!) birine hizmet edip onun kulu olacaktır. Bugün sanat, kendisi putlaştırılmıyorsa; emperyalizm, düzen, fuhuş, moda, sanatçı... gibi ilâh taslaklarının hizmetinde bir kuldur.

Sanatın Putlaştırılması: Sanatın genel olarak putlaştırılması gibi, sanat dallarının çoğu, hem de birkaç yönden put görevi üstlenmiştir.

Heykellerin çoğunun ve bazı resim, hatta fotoğrafların put olduğunu bilmeyen yoktur. Tâğutların resim ve heykelleri böyle olduğu gibi, sâlih insanların heykel veya resmi bile olsa, saygı duyulur, tâzim edilirse put olmaktan kurtulamaz. Hz. İsa'nın, Hz. Meryem'in heykel ve resimlerinin bu konumda olduğunu hepimiz biliyoruz.

Müzikten başlayalım isterseniz. Müzik, yani mûsiki "Mûsa'ların sanatı" anlamındaki Yunanca "musike"den. "Mûsa", bildiğimiz peygamber Hz. Mûsâ değil. Mûsa, Yunan mitolojisinde yüce sanatların perisi olan dokuz tanrıdan her biri. Okunuş şekli müz. Müz, tanrı adı. Yunanlılar mûsiki sanatını insanlara hediye eden ve onu koruyan bu tanrının varlığına inanırlardı. Müzik kelimesi de "müz tanrıçasına âit olan" demek. Kelime oradan türemiş.

Müzik seslerini göz önünde canlandırmak için nota denen kararlaştırılmış işaretler kullanılır. Müslümanlarda ve eski Türklerde çok değişik notalar kullanılmakla birlikte, bugün bunlar unutulmuş, sadece batı notaları kullanılır olmuştur. Do, re, mi... Bu batı notalarının Yunan tanrılarının adlarının ilk heceleri olduğu ileri sürülür. Genel kabule göre ise Guid Arenzo, bu adları Aziz Johannes Batista ilâhisindeki mısraların birinci hecelerinden alarak notalara isim takmıştır. Görüldüğü gibi bu notalar, ya putları çağrıştıran heceler, ya da hıristiyan dinî müziğinden alınan parçalardır.

Sanatçıların bir topluluk önünde müzik parçalarını çalması ya da söylemesi demek olan konserler 17. yüzyılın sonlarına kadar tek-tük saraylarda icrâ edilenleri saymazsanız, sadece kiliselerde verilirdi. Konserler, kilise ile ortaya çıkmış, onunla bütünleşmişti.

Bugünkü Klasik Batı Müziği, büyük ölçüde kilise müziğidir. Oratoryo müziği de denen bu dinsel müzik, batı müziğinin diğer şûbelerinde de açık etkisi olan yaygınlıktadır. Mozart ve Bethoven'in en meşhur eserleri kilise müziği tarzındadır. Klasik Türk Müziğini, batıda müzikle uğraşanlar bil bilmez, ama Klasik Batı Müziğini evinde veya televizyonu olan bir köylü bile bilmekte, şurada burada insanlar kulak vermek zorunda kalmaktadır.

Belirli bir konusu olan ve orkestra eşliğinde oynanan müzikli sahne oyunlarını, bunca devlet teşvikine rağmen putlu azınlığın dışında kim seyreder, kim dinler bilemiyor, zevkin de böylesine şaşıyorum. Operadan bahsettiğimi anlamışsınızdır herhalde. Operanın kökeni Ortaçağda oynanan dinsel oyunlara dayanır.

Bir hikâyeyi müzik eşliğinde, dans ve hareketlerle, ama ille de çırılçıplak denilecek bir şekilde anlatan sahne sanatına da bale deniliyor. Böyle bir sanatın(!) müslümanlar tarafından icat edilmesini tabii ki bekleyemezsiniz. Balenin eski Yunan, Roma ve Mısır'da dinsel nitelikli danslardan doğacağını tahmin ederseniz, bu tahmininiz doğrudur. Bale, dinî âyinlerdeki danslardan gelişerek bugüne gelmiştir.

Dans: Bir ya da birçok kimsenin müzik eşliğinde, ya da müziksiz olarak yaptığı vals, tango, rock gibi türleri olan az-çok kurallara bağlı hareket ve adımlar dizisi. İlkel kabilelerde büyü ve dinsel gösteri için danstan yararlanılırdı. Dinî âyin ve törenler dansla yapılırdı. Giderek çok tanrılı dinlerde tapınmanın önemli biçimlerinden biri oldu.

Eski çağ uygarlıklarında dans, hemen her zaman dinsel ve kutsal amaçlıdır. Bir tanrının (özellikle Bocchus adlı tanrının) onuruna düzenlenen şenliklerde yapılan dans, yeni burçları karşılamak için yapılan dans, Mısırlılar, Babilliler, Asurlular ve Perslerin yıldızlar dansı, dansın dinî kökenli oluşunun örneklerindendir. Bu ve daha birçok toplumlarda danslı âyinlerin varlığını gösteren birçok delil vardır. Savaş dansı, hasat dansı gibi dans çeşitlerinde de dinsel dansın etkisi vardır. İbrânîler, yalnızca dinsel törenlerde yer alan bir dans geliştirdiler. Rivâyete göre Mûsâ (a.s.) kendilerini Kızıldeniz'den geçirdikten sonra Yehova'ya dans ederek şükrettiler. Câhiliyye Araplarının da dinî töreni, İbâdeti, yani namazı dansa benzemektedir: "Müşriklerin namazı, Kâbe civarında ıslık çalmak ve el çırpmaktan ibârettir." (8/Enfâl, 35)

İlk dönemlerdeki hıristiyanlar da dansı tapınma amacıyla kullandılar. Ne var ki, yedinci yüzyılda hıristiyanlar Roma döneminde saygınlığını yitiren dans biçimlerinden dolayı, dansı kilise etkinliklerinden uzak tutmaya çalıştılar. Fakat bazı katedrallerde dans kutsal günlerde âyinlerin bir parçası olmayı sürdürdü. Paskalya sırasında delikanlılar mihrabın önünde dans ederek tanrıya olan bağlılıklarını dile getirirler.

Doğuda da eski zamanlardan beri dans yaygın olarak dinsel amaçlar için kullanıldı. Doğuda dansın en eski ve en gelişmiş biçimine Hindistan'da rastlanır. Bazı tapınaklarda hâlâ "tanrının hizmetçileri" anlamına gelen "devadasi"ler bulunur. Yıllarca tanrılara hizmet etmek için eğitilen bu kadınlar hayatlarını dinsel törenlerde şarkı söyleyerek ve dans ederek sürdürürler.

Anadolu'da yaşayan Türklerde dans, esas olarak Şamanlığın etkisiyle ortaya çıkmıştır. Şamanizm dininde ruhlarla (tanrılarla) ilişki kurabilmek için düzenlenen dinî törenlerde şaman denilen din adamı hem oyuncu, hem dansçı, hem de şarkıcıdır.

Şamanın yaptığı dinî tören dansı ile Anadolu halk oyunları (folklor) arasında önemli benzerlikler bulunmaktadır.

İslâm dininde, kendinden önceki dinlerle bağlantılı olduğu kabul edildiğinden dans meşrû görülmedi. Buna rağmen mevlevîlik gibi bazı tasavvufî tarikatların dans ve müzik anlayışından doğan semalar ortaya çıktı. Semalarda İlâhîler söylenir, özel elbiseli dervişler (semazenler) sol avuçları göğe, sağ avuçları yere dönük bir şekilde dönerek dans ederler. Aynı zamanda bu dansı İbâdet kabul ederler, sevap umarlar. Semalarda kullanılan birçok dans öğesinde daha önceki uygarlık ve dinlerin etkisi olduğu söylenmektedir.

Sinemaya gelince... Dünya Washington'dan daha çok Los Angeles yakınlarındaki bir kasabadan yönetilmektedir desek abartmış mı oluruz acaba? Hollywood'dan bahsediyorum. Holywood (l'yi şeddesiz kabul edin); anlamı: "Kutsal orman". Film şirketlerinin ve aktör-aktristlerin yaşadığı orman. Yani hayvanat (pardon, insanat) bahçesi. Orman, ama kutsal (holy). Çünkü sinema herkesi etkileyen, kuşatan kutsal bir görevde. Artık insanların çoğu Kâbe'ye çevirmiyor yüzlerini, Beyaz Cama, Beyaz Perdeye, Beyaz Saraya çeviriyor.

Edebiyatın, şiirin putların hizmetindeki durumu, Kur'ân-ı Kerim'de Şuarâ (şâirler) sûresinde beyan edilmiş: "... Şâirlere gelince, onlara da sapıklar uyarlar. Onların her vâdide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi? Ancak iman edip sâlih/iyi ameller işleyenler, Allah'ı çok zikredenler ve zulme uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Zulmedenler, hangi inkılâba döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (26Şuarâ, 224-227)

Mimarî: Tapınağa dönüşen türbe ve kümbetlerin durumunun İslâm'ın yasak kapsamı içine girdiğini, mimarinin de putlaşabileceğini ifâde edelim.

Bazı sanatların ilk çıkışlarında veya sonradan mitolojik tanrılarla, putlarla veya bâtıl dinlerle ilişkisi müslüman açısından şu yönüyle önemlidir: İslâm, bâtıl dinlere, o dinlerin İbâdet ve âyinlerine benzeyen şeyleri haram ve küfür kabul etmiş, yasaklamıştır. Hele insanı şirke yaklaştıran, putlaştırılan konularda çok hassastır dinimiz.

Bazı sanat dallarının tarihte putlarla, bâtıl dinlerle ilgisi olabilir; ama günümüzde bu durum sözkonusu olmadğından bunun ne önemi var, denilebilir. O zaman biz de günümüzde âyin yerleri haline gelmiş, müzikholleri, müzik ilâhlarının(!) önünde huşû ile eğilen kulları, bir el hareketiyle alkış veya dans şeklinde cemaat halinde yapılan tapınmaları, İbâdet coşkusuyla kendinden geçen, ayılıp bayılanları, yani sanat dininin günümüzdeki durumunu gösteririz. Renkli basında veya TV.lerin eğlence programlarında meşhur sanatçılardan bahsedilirken, onlara yeryüzünde benzeyen eş varlıklar bulunamaz. Onlar göklere çıkartılır. "Yıldız"dır, "star"dır onlar; "sanat güneşi"dir. (Belki bu sıfatlar da gök cisimlerine tapan topluluklardan miras kalan isimlendirmelerdir.) Bunlar da yetmez. Açıkça gençliğin seks ilâhesi, müzik tanrısı gibi tanrılık unvanları resmen verilir. Öyle ya, Türkiye gibi müslümanların, nüfusun % 99'unu teşkil ettiği iddiâ edilen bir yerde, meselâ Sultan Ahmet Câmiinde yatsı namazında yüz kişiyi bulamazken, otuz-kırk bin kişi bir stadyumu, dilinden de anlamadığı bir batılı zibidi veya fâhişeyi dinleyip seyretmek için gecenin geç saatinde doldurabiliyorsa, nüfusun müslümanlara oranı da, İbâdet konusu da düşünülmeye değer değil midir? "Müslümanım" diyenlerin yarısından çoğu namazsız-niyazsız yaşayabiliyorken; müziksiz, kasetsiz, T.V.siz yapamıyorsa, "en büyük filân, başka büyük yok!" diye sanatçının büyüklüğünün ilanı, ezan seslerindeki "Allahu Ekber" ifâdesini çoktan bastırıyorsa, kitlelerin dini ve bu dinde sanatın rolü tekrar sorgulanmalı değil midir?

Sanatın putlaştırılması durumunda İslâm'ın ve müslümanların tavrı çok kesindir: Hz. Süleyman döneminde, put görevi üstlenmediği ve sadece sanat eseri olduğu anlaşılan heykele (timsâl) hoş gözle bakan, eleştirmeyen Kur'an'ın (bkz. 34/Sebe', 13), İbrâhim (a.s.) döneminde put görevi üstlendiği için ateşe atılma pahasına devrilmesini, put-heykellerle mücâdeleyi emrettiğini hatırlayalım. Aynı timsâl (heykel) kelimesini Kur'an bu sebepten tavır alarak ifâde eder: "İbrâhim babasına ve kavmine: 'Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?' demişti." (21/Enbiyâ, 52). Yine aynı heykelin Peygamberimiz döneminde put haline dönüştüğü, saygı duyulduğu için onları devirmek, yeryüzünden onları kaldırmak için savaşların göze alındığı bilinir. (Din aynı din, heykel aynı put; ama müslümanlar...)

Hz. Ömer (r.a.) devrinde fethedilen İran'da dünyaca şöhreti olan, paha biçilmez kıymette, dillere destan sanat şaheseri bir halı vardır. Hz. Ömer'e götürülen ganimetlerin arasında o halı da mevcuttur. Herkes Hz. Ömer'in o halıyı kime vereceğini, nerede kullanacağını büyük bir merakla beklemektedir. O, gözlerde çok büyütülen, çok fazla sevilen böyle bir halının putlaştırıldığını, dolayısıyla sanat eseri ve güzel olma vasfını kaybettiğini iyi bildiğinden bu eşsiz halıyı et doğrar gibi bir-iki santimetrekarelik küçük parçalara böler. Onu ele geçiren ashâba taksim eder, dağıtır. Bu büyük bir sanat eserine hakarettir, alay etmedir, doğru. Bir doğru daha var ki, din putlaştırmaya giden yolları böyle keskin kılıçla kesmeyi emreder. Yine aynı zâtın, altında birçok meşhur ashâbın bey'at ettiği Kur'an'da anlatılan (48/Fetih, 18) ağacın, sonradan saygı duyulup onun arkasında namaz kılınmaya başlandığını, ziyâret edildiğini, kutsandığını görünce hemen ağacı kökünden söktürüp yaktığını ve buna hiçbir sahâbînin itiraz etmediğini hatırlayalım.

Bugünkü bazı mezarlar (yatırlar) ve türbelerin tapınak halini görseydi o Fâruk, kılıcını sadece bu mimarî yapıları yıkmaya değil, "müslümanım" dediği halde buralardan kurtuluş bekleyen, adaklar adayıp duâlar eden, türbeleri mescid (tapınak) yapan, ölü ve mezar kullarının kellelerini devirmeye de kullanırdı.

İlâhlaştırılan, tapınılan sanatçılara karşı, putlaştırılan sanat dallarına karşı müslüman; fârûkî tavrını, tevhîdî bilincini göstermek zorundadır.

Günümüzde sanat deyince akan sular durur. Bazı açıkgözler çirkefliğe sanat damgasını vurunca, artık ayıp, günah, yasak hiçbir uyarının önemi ve yaptırım gücü yoktur. Sanat denilince her şey mubahtır. Sanat dininde haram diye bir hükme rastlanmaz. Çağdaş insan, sanatın kutsallığına inanmalıdır; sanatçıların da ulûhiyetine. Eskiden olduğu gibi, "dinin sanatçısı" yoktur artık; "sanatçının dini" vardır; özel bir din, sanat dini.

Bir de elfâz-ı küfür meselesi var. Sinema filmleri ve tiyatro sahnelerinde müslümanların gözü önünde pervâsızca en galiz küfürler, dinle alay etmeler ve söyleneni, tepkisizce dinleyeni küfre sokan sözler. Hele müzik parçalarının önemli bir kısmında feleğe, kadere çatılan, Allah'a şirk koşulan sözler...

Yer yer "Allah" lafzı, sarhoş ağız ve kulaklara meze. Allah adını haram eğlencelere katmak, haram söz ve işlerin arasında, içinde Allah adı geçen, meselâ "Allah Allah" şarkısı söylemek... Allah'la alayın bu derecesini Ebû Cehil'lerde bile göremezsiniz. Terbiyesizliğin, cür'etin, küfrün bu kadarını, İsa heykelinin önünde şuh danslarla şarkı söyleyip soyunarak İsa heykelini dirilten(!) kliplerle şöhret olan Madonna bile gösteremez. Peki, bunları zevk alarak dinleyen, içinde küfür lafızlarının geçtiği arabesk veya diğer müzik parçalarını, bir müslümanın Kur'an'dan aldığı hazza benzer bir coşkuyla dinleyip seyredenler kimler? Bunların durumu, hükmü? Ya bu cinâyetlere katılmamakla övünen, imanları elinden alınan zavallı kalabalıklara kurtarıcı mesaj veremeyen müslümanlar!

Peki, sanat hep emperyalizmin emrinde bir uyuşturucu, fuhşun hizmetinde haram bir oyuncak ve şirk vesilesi çirkin bir put mudur? Elbette hayır! Bunlar, gerçek sanat değil, sanatın düzmecesidir, sanatın istismarıdır. Sanat sanat ise eğer, ne putlara, ne haramların herhangi birine âlet olacak, Güzel Kitab’ın güzel ölçülerine uygun olacak ve ancak "güzel" hükmünü alacaktır.

 

Sanat Dallarına Bakış Açımız: "De ki: 'Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi? (Bunlar) güzel sanat yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir." (Kehf, 103-104)

Batıda mimarlık, heykeltıraşlık, resim, müzik ve edebiyat sanatının ana dalları; diğer türler bunların birer kolu kabul edilir. Müslümanlara göre güzel sanat denilince ilk sırayı edebiyat alır kanaatindeyiz. Kur'an ve Sünnet'in hem edebiyat şaheserleri olmaları, hem edebiyatı teşvik ve tavsiye etmeleri, hem de dinin tebliğine en müsâit sanat dalları olmaları hasebiyle şiir, hikâye, hiciv, edebî sanatlar ve her türlü dallarıyla edebiyat. Sonra mimarî, süsleme sanatları. Tabii ki hat, kıraat, tezhip, ebru...

Resim, müzik, tiyatro ve sinema çok sıkı kayıt ve şartlarla kabul edilebilecek dallar. (Bu sanat dallarının aslının kötü olduğundan değil; özellikle günümüzde çok çeşitli haram ve küfürlere bulaşmasından dolayı bu sanatlara biraz soğuk bakıyor, sıcak ortamları bekliyoruz.) Heykelin sadece soyut olanı, resmin daha çok minyatür ve karikatür şeklinde ya da figür halinde tezâhürü, zanaat denilen el sanatlarının hemen her çeşidi. Ölçü belli: Allah'ın hudûdu.

İnsan ve hayvan figürlerine âit heykellerin, dans, bale gibi etkinliklerin sanat kabul edilmesi bizim açımızdan mümkün değil. Herhangi bir harama veya küfre âlet ve vesîle olan şekliyle sanat kabul edilenlerin güzelliği de meşrûluğu da kaybolur. Genel ölçü, Allah'a yaklaştıran herhangi bir şey meşrû, Allah'tan uzaklaştıran; tâğutlara, şeytana, nefsin hevâsına hizmet eden herhangi bir şey çirkin ve yasak. Müslümana göre sanatın mutlaka bir hayra hizmet etmesi ve yalan değil, hakikat olması gerekir. Tabii ki dinî ölçüler, selim akıl ve fıtrat kalıpları içinde güzel olması, estetik, zevke uygun olması şarttır ki sanat olabilsin. Bütün bu sanatlar vecd, tefekkür ve tebliğe hizmetleri ölçüsünde dince makbuldür.

Sanat deyince dejenere edilmiş toplumun aklına gelen iki şeyden biri müzik. Müziğin helâl ve haram türleri var. Ayrıca müziğin icrâ edildiği yere ve icrâ edildiği maksada göre de hükmü değişir. Haddi aşmadığı ve herhangi bir günaha sebep olmadığı takdirde çoğu âlimlerce mubah görülen müziğin günümüzdeki durumu dikkate alınmadan değerlendirme yanlış olur. Günümüzde müziğin içkili gazinolarda, fısk u fücuru ihtivâ eden, haramla birleşerek icrâ olunan, hayvanî duyguları öne çıkaran, cinsiyet ve seksin ön planda olduğu, şarkı sözlerinin çoğunun İslâmî edep ve hayâyâ ters düşmesi bir yana, küfür lafızlarını da içermesi değerlendirilince mubah damgasını vurmak mümkün değildir. Vakit israfı, para israfı, sayılanların yanında daha küçük problem. Bu problemlerin hiçbiri yoksa, salt olarak müzik, insanı şeytanî düşüncelere yaklaştırmıyor ve müslümanlığını unutturmuyorsa o takdirde helâl denilebilir. Günümüzde adına yanlış olarak dinî mûsikî denilen İlâhî, marş ve ezgileri buna örnek verebiliriz.

Sinema için de benzer şeyler söyleyebilir, aynı hükümleri tekrarlayabiliriz. Hep kadın ve çıplaklık, gayri meşrû ilişkiler, sevgililer, kâfirlerin câhilî hayatlarının reklamı... Türk filmleri de batı hayatının ve batı filmlerinin hem de çok kötü birer taklidi. Konular bizim insanımıza tümüyle ters olduğu halde, izleye izleye insanımızın hayatı da film oldu. Bugünkü ortamda sinemaya gitmeyene, film seyretmeyene tavsiye edilecek, onu filme alıştıracak, yani içinde hiçbir çirkin ve haram unsur bulunmayan bir film var mı, bilmiyorum. Bana sorarsanız, bugünkü şartlarla tebliğe müsâit görünmüyor sinema. Çünkü onlarca problemi var sinemanın. Meselâ bayan eleman, yani aktrist problemi var. Oyuncu kızcağızın kıyafetinden zarâfetine dişiliğinin ortaya çıkmaması nasıl mümkün olacak? "Bâtılı tasvir, saf zihinleri saptırır." Müşrik veya günahkârları, kötüleri tasvir etmeyen, onların çirkefliklerini gözler önüne sermeyen film biliyor musunuz? Bu rolleri müslümanın mı, bir başkasının mı oynayacağından tutun, elfâz-ı küfrü ve ef'âl-i küfrü rol icabı da olsa söyleyip yapmaları... Bunların ibret olduğu kadar bazıları açısından kötü örnek teşkil etmesi, bazılarını olumsuz yönde etkilemesi gibi birçok sakıncalar. Oyuncu, senaryo yazarı, yönetmen ve diğer teknik elemanların gerçek anlamda müslaman, hatta dâvâ adamı olup olmamaları; olaya tüccarca mı, sanatçı olarak mı, yoksa tâvizsiz dâvâ adamı olarak mı baktıkları, bunların genel olarak İslâm'ı, Kur'an'ı ve yaptıkları işle alâkalı teferruatlı hükümleri ne oranda bildikleri, yaşadıkları değerlendirilmeli. Bütün bu problemlerin aşılması için ortam, bağımsız ve helâl finansman temini, hangi televizyonda veya hangi salonlarda oynanabileceği, rejimin sansür kurumlarını nasıl geçeceği... Film seyretmeyeni sinemaya alıştırma tehlikesi, muayyen bir şahsın taklidinin hükmü, hayalde büyük yeri olan bir zâtın veya peygamberin basit bir artist tarafından canlandırılması (ne demek canlandırma?), yani rol olarak taklidi. Sözgelimi gençlere Hz. Hamza dediğinizde akıllarına Yunan asıllı Amerikalı kâfir Anthony Quinn geliyor. Züleyha denilince Fatma Girik vb.

Bütün bu problemler aşılsın, ortaya müslümanca bir şey konulsun, sonra konuşalım hükmünü.

Tiyatro için de aşağı yukarı aynı problemler sözkonusu. Hükmü de benzer.

Peki, öyleyse bunlardan İslâm adına yararlanmayalım mı? Yararlanma yollarını arayalım, ama nasıl? Din, "ille yararlanın, haram veya büyük günahlar önemli değil!" diyorsa, tamam. Haramlarla İslâm'a hizmet ve tebliğ olmayacağını, alkolle abdest alınmayacağını bilelim. Şu anda öncelikle ilimle mi, filmle mi uğraşmalıyız, din bizden ne bekliyor, bu ortam içinde tekrar değerlendirelim. Dünyaya hizmet için değil; kulluk için geldiğimizi hesap edelim. Kulluğun içine ne kadar hizmet giriyorsa, yani yaptığımızın ne kadarı İbâdet ise, ancak o kadarını yaratılış amacımız, diğerlerinin ise nefsin aldatmacası, şeytanın sağdan yaklaşarak bizi kandırması olarak düşünelim.

Edebiyata gelince... Haramlara ve küfre vâsıta olması, günahkâr yalancılar elinde şeytanî ilhamlarla küfre hizmet edilmesi Kur'an'ın dikkatleri çektiği büyük günah. İslâm için kullanılması ise Kâ'b bin Züheyr için olduğu gibi Hz. Peygamber (s.a.s.)'e cübbesini çıkartıp ikram ettirecek ölçüde teşvike şâyân.

Müslüman açısından sanatlar içinde ilk sırada sayılabilir edebiyat. Müslümanlar söz sanatlarında, hitâbet ve edebiyatta söz sahibi olmalıdır. Laf adamı olmaktan ve gevezelikten kurtulmak, sanatla bu çirkinliklerin farkını ayırabilmek için de gereklidir bu. Savunduklarının ve yaşadıklarının güzelliğinin dile yansıması, "İnsanlara güzel söyleyin" (2/Bakara, 83) emrine uyulmasıdır bu.

Resim ve heykele gelince... Canlı resmi, özellikle insan figürü resimde yasak kabul edilmiş. Özellikle heykel için bu yasaklık daha net ve daha tartışmasızdır. Tevhid inancının temel esaslarını korumak, bu yasağın en büyük hikmetidir. Kendi eliyle yaptığına tapma ahmaklığını bazı insanlar, sadece eski câhiliyye döneminde değil; şu asırda ve çok yakınlarımızda bile göstermekte. Sadece imal ettiği halde "yaratma" vehmine kapılmak, çıplak kadın heykeli, sahte tanrılar, bâtıl dinlerin sembolleri gibi şeyler yapmaya kalkmak ve bunların demirden, tunçtan yontusu için büyük paralar sarfetmek, faydasız bir lüks, yani israf, heykelin yasaklanması için diğer hikmetler.

İslâm'da canlı resim ve heykellerin yasaklanmasının, bazı iddiâların aksine, sanat için çok olumlu etkileri vardır. Biyolojik bir vâkıadır ki, kullanılmayan bir kabiliyet, kullanılmakta olan diğer yeteneği takviye eder. Meselâ bir âmânın hâfızası ve hassâsiyeti normal insanlarınkinden kat kat üstündür. Meyvesini çoğaltmak için ağacın budanması gibi canlı yaratıkların resim, yontma ve heykellerinin tasvirinden uzak kalan sanatkârın kabiliyeti diğer sahalarda daha büyük kuvvetle kendini gösterir. Hat sanatı, minyatür, arabesk, stilizasyon ve her çeşit süsleme sanatındaki müslüman sanatçının başarıları bunun delilidir. Resim ve heykelin soyun olanına İslâm yasak koymaz. Dolayısıyla resimle veya heykelle uğraşmak isteyen için soyut resim ve heykelin kapıları ardına kadar açıktır. Modern resim ve heykel sanatı bile soyut resim ve heykele yöneldi. Minyatür modernize edilebilir, soyut resmin sınırsız imkân ve güzelliklerinden yararlanılabilir. Hat modern resme adapte edilebilir. Heykelden tebliğ amaçlı olarak da yararlanılabilir. Allah'ı, âhireti, ölümü, kulluğu hatırlatan, canlı figürlerden uzak, soyut heykel ve anıtlar gerekirse meydanlara dikilebilir. İsrafa kaçmadan ve yararlı bir şekilde müslümanca bu sanatlarla uğraşılabilir.

Sanat konusunda çok az yasak vardır. Yeme-içme konusundaki birkaç yasak gibi. Geniş olan alan, meşrû olan alandır. Yasakların çoğu putçuluk, seks, fitne, fesat, israf gibi, sanatın aslına âit olmayan unsurlardır ki, şeytanın süsleyip güzel gösterdiği ârızî dış etkenlerle ilgilidir. Bunlar sanatla birlikte olmasa da yasak olan inanç ve ahlâk dışı çirkinliklerdir. Müslüman sanatkârın önünde, kabiliyetini gösterebileceği çok geniş saha vardır. Ancak, oynamasını bilmeyen gelin "yenim dar, yerin dar" der.

"Müslümanım" diyen sanatçı, Kur'an'a yönelmek zorundadır. Ancak bu şekilde evrensel çapta, güçlü ve orijinal eserler üretebilir. Sanatın da, sanatçının da kurtuluşu Kur'an'dadır...

 

Gök Cisimlerinin Putlaştırılıp Bâtıl Tanrı Kabul Edilmesi

a- Güneşe Tapılması: İnsanlık tarihi, tevhid - şirk mücâdelesinin tarihidir. İnsanların bir kısmı, tevhid çizgisinden ayrılmasa da, hemen her dönemde nice insan, çeşitli varlıkları Allah'a ortak koşmuş, Allah'ı bırakıp putlara tapmıştır. İlah yerine konulanlar içinde, tabiat güçleri ve varlıkları önemli yer tutar. Tabiattaki birçok varlık arasında, belki en geniş ölçüde tapınmaya konu olan mahlûk güneştir. Eski Mısır, Asya ve Avrupa'da, Peru ve Meksika'da güneş kültüne çok rastlanır.

Mısır'da Râ, doğan güneş tanrısıydı. Daha sonra Mısır'da Akhanaton tarafından resmî din haline getirilen dinin (Aton dini) tek tanrısı, güneş yuvarlağını kişileştiren Aton idi. Evrensel güneş; sıcaklık, kâinatı aydınlatan ve canlandıran enerji vermesi, parlaklık, kudret, uzak olduğu halde ışıklarıyla yerde oluşu gibi özellikleriyle insanların ta'zimine hedef edilmiş olabilir. Hindistan'da Vedizm'de Surya, bir güneş tanrısıdır. Hintlilerde olduğu gibi İranlılara da mahsus bir güneş tanrısı olan Mitra (yahut Mithra), ışık ve hak tanrısıdır. Mani dininde, güneş ile aya duâ etmek yer alıyordu. Cermenlerde ve Romalılarda da güneşe tapılırdı. Romalılarda güneş tanrısı "sol invectus (yenilmez güneş) için bir tapınak vardı. Şintoizmde güneş tanrısı olan Amaterasu, İdzanagi'nin sağ gözünden, ay tanrısı olan Tsuki-Nokami ise sol gözünden düşen damladan doğarlar. Sümerler güneş, ay, zühre gibi yıldızların tanrılaşan ruhlar olduğuna inanırlardı. Bazılarına göre, güneşe tapanlar, onun akıl ve ruhu olan bir melek olduğunu, bütün süflî varlıkların kaynağı bulunduğunu düşünür, putlarla da temsil ederler.

Arabistan'da güneşe tapıldığı da bilinmektedir. "Abdu şems" gibi isimler de bunu göstermektedir. Bazılarına göre el-Lât veya Semud kavmindeki İlât, güneşi temsil etmiş olmalıdır. Yazıtlardan öğrenildiğine göre Güney Arabistan'da yaşayanlar, bariz sûrette aya, güneşe, yıldızlara tapmışlardı. (28)

b- Aya Tapılması: Aya tapınma da, yaygın şirk şekillerinden olmuştur. Mısır, İran, Babil, Hindistan, Yunanistan, Avustralya, Yeni Zelanda, Meksika, Batı Avrupa'da (Keltlerde) ve Afrika'da rastlanmaktadır.

c- Yıldıza Tapılması: Eş-Şı'râ isimli yıldıza bazı Araplar tarafından tapıldığı bilinmektedir. Bunların, Huzâa kabilesi olduğu söylenir. Allah, bir âyette "Doğrusu, şi'râ yıldızının da Rabbi O (Allah)'dur." (53/Necm, 49) buyurmakla, böyle şeylere tapmanın bâtıl olduğunu bildirmiştir. (29)

Hz. İbrâhim'in tevhid mesajını ilettiği toplumun yıldıza, aya ve güneşe tapanlar olduklarını, Hz. İbrâhim'in bunların ilâh olamayacağına dair aklî deliller sunmasından anlıyoruz. Irak'ta yaşayan Kildanîlerin bu inancı ve bâtıl tanrıların durumları anlatılır ki, düşünülsün; bu tür şirkten vazgeçilsin (Bkz. 6/En'âm suresi 76-79. âyetler).

Fahreddin Râzi, heykellerden yapılmış putlara tapmanın, temelde yıldızlara tapmanın sembolü olduğunu ifade ederken, yıldızlara tapmanın özelliklerini de açıklar:

Âlimlerin pek çoğu şunu söylemişlerdir: Bazı müşrik insanlar, bu âlemin durumlarının değişmesinin yıldızların durumlarının değişmesine bağlı olduğuna inanmışlardır. Bu inançta olanlar, yıldızların durumunu gözetleyerek bu dünyada meydana gelen mutluluk ve mutsuzlukların, yıldızlardaki talihlerine bağlı olduklarına inanmışlardır. Onlardan bir kısmı, yıldızların varlıklarının zatları gereği olduğuna, bu âlemleri de onların yarattığına inanmışlardır. Yine onlardan bir kısmı, bu yıldızların en büyük ilâhın mahlûkları olduğuna, bu yıldızların da âlemin yaratıcısı olduğuna inanmışlardır. Birinciler, bu yıldızların gerçekte ilâh olduklarına, ikinciler de onların, Allah ile insanlar arasında vasıta olduklarına inanmışlar, böylece onlara İbâdet ve inkıyatla meşgul olmuşlardır. Sonra ise, yıldızların çoğu zaman gözlerden gizli olduklarını görünce, onlar namına bazı putlar edinmişler ve bu putlara İbâdetleriyle de bu gök cisimlerini kast ederek ve yıldızların görünmeyen gölgelerine yaklaşarak putlara tapınmaya yönelmişlerdir. Derken zaman uzayınca, yıldızların isimlerini aradan çıkarıp sadece bu heykellere tapınmaya başlamışlardır. İşte bunlar, gerçekte yıldızlara tapan kimselerdir. (30)

Yunanlılar, İskender'den önce, kendileri için ruhânî kuvvetlerin ve ışık saçan gök cisimlerinin isimleri ile tanınan birtakım heykeller yapmaya ve onları kendileri için bizzat ma'bud kabul etmeye yöneldiler. Dahhâk'ın San'a şehrinde Zühre yıldızı adına inşa ettiği Gumdân tapınağı, puthanelerin meşhurlarındandır. Hz. Osman (r.a.) bu puthaneyi yıktırmıştır. İran hükümdarı Menûşehr'in ay adına inşa ettiği Nevbahar-ı Belh isimli puthane de meşhur tapınaklardandır. (31)

Kur’ân-ı Kerim, güneş ve ayın Allah tarafından hizmete âmâde kılınmasını, O'nun büyük nimetlerinden olarak zikreder (16/Nahl, 2; Zümer, 5). Onların sayma ve ölçü vesileleri (6/En'âm, 96) olmak, aydınlatmak (10/Yûnus, 5; 71/Nuh, 16) gibi faydaları vardır. Bütün özellikleriyle, Allah'ın âyetlerindendirler (41/Fussılet, 37). Bunlar, belirli bir zamana kadar görevlerini yapacak, süreleri dolunca dürülüp toplanacaklardır (81/Tekvir, 1). Allah, güneşe ve onun kuşluk zamanındaki parlaklığa kasem etmekle (91/Şems, 1) ona bir değer verdiğini gösterir. Öyleyse insan onlara değil; onları yaratan ve teshir eden Allah'a şükür ve ta'zim etmelidir.

Kur'an, Sebe' halkının güneşe tapmalarını vesile ederek, bu İbâdetin sapıklık olduğunu söyler (27/Neml, 24-25). Bir âyette de, bütün insanlara, mutlak olarak şunu ilân eder: "Gece ile gündüz, güneş ile ay Allah'ın varlığının âyetlerinden/belgelerindendir. Güneşe ve aya secde etmeyin; eğer Allah'a kulluk etmek istiyorsanız, bunları yaratana secde edin." (41/Fussılet, 37) Burada şöyle bir işaret bulunabilir: Bu varlıklara tapanların en azından büyük bir kısmı, Allah'a inanıyor ve İbâdet ediyorlardı, dolayısıyla bu gök cisimleri, bağımsız tanrılar değillerdi. Fakat onlara tapanlar, onları İbâdetlerinde şerik / ortak koşuyorlardı. Allah, bu yaratıklara tapınmayı bırakıp, İbâdetin onları yaratan'a tahsis edilmesini emrediyor. İslâmiyet, tapınma secdesi olmasa bile, öbür mahlûklar gibi bunlara da ta'zimi yasaklamıştır. (32)

d- Gök'e Tanrılık İsnâdı, Eski Türklerin Gök Tanrısı: Şamanlık inancına bağlı Türklerin Gök Tanrısı anlayışında gök, cisimleştirilmiş, somut tanrısal bir varlık olarak kabul edilmiştir. (33)

"Gök Tanrı" anlamında eski Türkler, "Tengri" "Tangrı" diye isimlendirdikleri bir iyilik tanrısına inanıyorlar, bunun gök olduğunu kabul ediyorlardı. (Orta Asya Türklerine göre bu Gök Tanrı; yeryüzünün, insanların ve görünür görünmez her varlığın yaratıcısıdır. İnsanların yaşantıları arasında dengeyi o sağlar, O, bütün kâinatın efendisidir. (34) (Türkçe "Tanrı" kelimesi, aslında bu şirk unsuru olan Gök Tanrı anlamında olduğundan Allah için kullanılmamalıdır.)

Gök Tanrı kültünün hemen bütün Orta Asya Türk toplumlarında çok köklü bir inanç olması sebebiyle etkisi, İslâm sonrası dönemde dahi kendini göstermiştir. Bu kültün İslâmî döneme mahsus bazı metinlerde de ortaya çıktığı müşahede olunmaktadır. (35)

 

Günümüzde Gök ve Gök Cisimlerinin Putlaştırılması: "Gök Tanrı" inancının çok eski dönemlerde kaldığı, artık güneşe, aya, yıldızlara kimsenin tapmadığı gibi anlayışlar, kesinlikle doğru bir yargı değildir. Şirk cephesinde yeni bir şey yok. Kur’ân-ı Kerim de bu yüzden "güneşe ve aya secde etmeyin." (41/Fussılet, 37) demekte; günümüzdeki insana da bu mesajı iletmektedir. Türklerin Gök Tanrı'ları'nın çoktan ölüp tarihin çöplüğüne gömüldüğü anlayışıyla ilgili bir yargıya varıp varmamak için gelin, bu konuda aynamızı topluma tutalım:

Medyada; medyumlardan, falcılardan, astrologlardan yani modern müneccimlerden geçilmiyor. Boyalı basın dediğimiz, yazıdan daha çok resimlerin yer aldığı gazetelerin tümünde her gün burç ve fal köşeleri yayınlanmaktadır. Buralarda "yıldızınız diyor ki", "burcunuz", "elektronik burç falı", "bilgisayarlı astrolojik fal" gibi köşelere ne demeli? (Bu hurafeler, irtica kavramına girmediğinden kimsenin bir şey dediği yok. Peki müslümanların da mı diyeceği yok?!)

Günümüz ve Modern Müneccimlik: Müneccimlik, sanıldığı gibi tarihe karışmış değil; sadece modernleşmiştir o kadar. (Müneccim: Yıldızların hareketlerinden ahkâm çıkaran kimseye verilen addı. Şimdi bu işle uğraşanlara astrolog veya medyum deniliyor. Astrolog: Yıldız falına bakan kimse demektir. Horoskop denilen yıldızların, burçların bulundukları yerin haritasını çıkarıp, falına bakacakları kimsenin doğum tarihleriyle kıyaslayarak geleceği -gayb- hakkında hüküm çıkartırlar. İlm-i nücum denilen bu bilime (!) şimdi astroloji denilmektedir.) Eski Yıldızname'lerin yerini günlük burçlar, astrolojik hurafeler almış; müneccimin adı da astrolog veya medyum olmuştur artık. (Yıldızname: Yıldızların hareketleri ile insanların kaderi arasında var olduğu iddia edilen ilişkileri konu edinen kitap, astroloji kitabı, horoskop vb. haritalar, fallar)

Günümüz ve Yıldız: ıkça kâfir olanların yanında, nice müslümanım diyen insan, hâlâ yıldızların, burçların insan kaderinde etkili olduklarına inanmaktadır. İki kişi, birbirleriyle iyi anlaşıp geçinemiyorsa suç onların değildir; sebep yıldızlardır: Yıldızları barışmıyordur da onun için. Birisi, ün mü kazanmıştır, talihi açılıp meşhur mu olmuştur; öyleyse onun yıldızı parlamıştır. Herkesçe sevildiği için onun yıldızı dişidir de o yüzdendir bu sempatiklik. Yok, itibardan düşer, ününü yitirerek eski şöhreti kalmazsa, sebep; onun yıldızı sönmüştür. Artık o yıldızı düşük biridir. Biri ölünce, onun yaşayında etkili olan yıldızı, onu terkederek başka diyara göçtüğü için o ölmüştür. O zaman bir yıldız kaydı denilir. Müneccimin, kâhinin; geleceği (her şeyi değilse bile, çok şeyi) bileceğine hâlâ inanılır ki, gelecekle ilgili değerlendirmelerde bulunanlara sen müneccim misin, nereden biliyorsun, diye sorulur; 'adam sanki kâhin' denilir.

Yine, bu sapık düşünceye göre yıldızlar konuşur, vahyeder; onların Rasûlleri/elçileri ise astrologlar, medyumlar ve cincilerdir. Yıldızların konuşma dilini anlayan bu sivri akıllılar, bu mesajları "yıldızınız diyor ki..." , "burcunuzun durumuna göre başınıza şu, şu gelecek" diye insanlara para karşılığı tebliğ edilir ki, bu mesaja göre bilinçlensinler ve ona göre davransınlar.

Haberden, fikirden daha çok magazine yer veren, yani hangi sanatçı(!)nın karnı ağrıdığından, hangisinin ayakkabısın ne renk olduğundan bahsedip dört bir yanından resimleyen gazeteler, bir bahane bulup/uydurup çektikleri resim için yazacakları yazılarda bu iffetsizleri topluma örnek olarak lanse etmeye çalışırlar. Tabii televizyonların nice programında da göstere göstere ve haramları cilalayarak bu meşhur edilen sanatçılar konu edilirken onlar yere sığdırılamaz, göklere çıkarılır. Onlara yeryüzünde benzeyen eş varlıklar bulunamaz. "Yıldız"dır onlar, "star"dır, "sanat güneşi"dir. Bu sıfatlar, gök cisimlerine tapan topluluklardan miras kalan isimlendirmelerdir.

Günümüz ve Felek: "Felek": Gök, gökyüzü, sema, her gezegene mahsus gök tabakası, yörünge gibi anlamlara gelir. Çoğulu "eflâk"tır. Felekiyat: Gök bilgisi, astronomi ilmi demektir. Felekî: Felekle alakalı, yani astronomi ile ilgili anlamına gelir. Felekiyun: Astronomi/gök bilimi ile uğraşanlar demektir. Kur'an'da felek kelimesi, iki yerde geçer. Bu iki âyette felek; küre, yörünge anlamında kullanılır. "Ne güneşin aya erişmesi kendine yaraşır, ne de gece, gündüzün önüne geçebilir. Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzmektedir." (36/Yâsin, 40) "O, geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratandır. Her biri bir felekte/yörüngede yüzmektedir." (21/Enbiyâ, 33)

Şimdiki bilim açısından geçersiz olan ve bizim açımızdan da bâtıl görüşe, Batlamyus teorisine göre, bütün felekleri saran en büyük ve en yüksek feleğe, Atlas feleği denir. Atlas feleği dönerken diğer sekiz feleği de kendi istikametinde dönmeye zorlar. Bu dönüş büyük bir özellik taşır. İnsanların talihleri, refah ve mutlulukları üzerinde değişken ve aksi durumlar ortaya koyar. İşte felekler üzerine şikâyetin arka planında bu anlayış vardır. Eski zamanlardaki bâtıl inanışa göre, güneş feleğin ve göğün sultanıdır. Diğer gezegenler de onun çevresinde birer vazife ve hizmet görürler. Buna göre ay vezir, Utarid kâtip, Merih başkumandan, Müşteri kadı, Zühal bekçi, Zühre de çalgıcıdır. İlk yedi felekteki gezegen yıldızların insanlar üzerinde hayırlı ve hayırsız tesirleri olur. Bu tesirler, o yıldızın etkisinde doğan kişiler üzerinde değişik haller ortaya koyar. Mesela Merih ile Zuhal uğursuz, Güneş ile Müşteri uğurlu yıldızlardır. Diğerleri ise bazen uğurlu, bazen uğursuz olurlar. Bu bâtıl inanca göre bu yıldızların yeryüzüne hakim oldukları aylar, günler ve saatler vardır. Uğurlu saatler ve uğursuz saatler, böylece insanlar ve onların üzerinde etkili olurlar. İnsanlar da bu saatlerde başlarına gelenler için şikâyet eder veya memnuniyet bildirirler. (36)

Yıldızların insanın kaderine hakim oldukları inancı, feleğin kader mânâsını kazanmasına yol açmıştır. Araplar, bu anlamda feleğe dehr, İranlılar çarh derler. Bu felek teorisinin, gök cisimleri ve gök hadiselerinin insanın kaderine hakim olduğu anlayışı ile birlikte eski bâtıl dinlerde de büyük bir yer ayrıldığını görüyoruz. İslâm kaynaklarının haber verdiği Sabiîler (Yıldıza tapanlar) bunlardır. Yıldızların kimi uğurlu, kimi uğursuzdur. Yıldızların her biri belli günlere ve saatlere hakimdir. İlm-i nücum veya yıldız falı ile uğraşanlar, insanın doğduğu gündeki yıldızların veya burçların durumuna bakarak insanın sağlığını, ahlâkını, başarı derecesini, kısaca kader ve talihini keşfetmeye çalışırlar.

Edebiyatta felek, daha çok şikâyet yerine kullanılır. Edebiyatın feleğe karşı tutumu olumsuzdur. Çünkü felek, kıyıcı, zâlim ve hilekârdır. Sözüne güven olmaz. Kimse onun elinden aman bulmamıştır. Aşığı sevgilisinden ayıran, insanı mihnete gark eden, tam amacına ulaşacağı sırada talihini ters çeviren felektir.

İlkel bâtıl dinlerden, bâtıl inanışlardan, mitolojiden ve efsanelerden kaynaklanarak halk muhayyilesinde oluşan felek-kader münâsebeti, feleğin halk arasında kambur felek, kahpe felek

gibi tâbirlerle anılmasına, feleğin çemberinden geçmiş gibi deyimlerin oluşmasına sebep olmuştur. Rüzgâr gülü'ne eskiden çark-ı felek denirdi. (37) Şimdi bu ad, daha çok kumar oynamak için döndürülen yuvarlak masaya denmektedir.

Duymuşsunuzdur, nice insan, şartlar uygun gidersa, bir terslik çıkmazsa anlamında felek yâr olursa der. Güzel, keyifli (daha çok da haram eğlencelerle) bir gece veya gün geçirirse felekten kâm aldığını söyler; veya anlayışına göre felekten bir gece (gün) çalmıştır. Haksızlığa, zulme, felâkete uğradıysa, feleğin sillesini yemiştir. Talihsizlikten yakınıyorsa, bunu feleğe küsmekle ifadelendirir. Kendi tecrübeleri ile hayatın iyi ve kötü yönlerini bilen ve her işin altından kalkanlara feleğin çemberinden geçmiş denir. Bahtsız kimselere felek düşkünü dendiği olur. Dönek, sözünde durmayan anlamında felek meşrep denilir. Şaşkınlıktan veya korkudan ne yapacağını bilemez hale gelen insan da feleğini şaşıran kimsedir. Ters döndüğü için, bu kadar kutsal gücü olduğu halde kahpe felektir; gök kubbesinin yuvarlaklığından dolayı da kambur felektir. İstediğine istediğini yapar bu felek: Ah bu kambur felek; kimine karpuz yedirir, kimine kelek! Kimine ceket giydirir, kimine yelek!

 

 

 

Günümüz ve Arzın Kutsallaştırılıp Putlaştırılması

İnsan, belli bir yerde değil; tüm yeryüzünde halife olması için yaratılmıştır. İslâm'ı, bulunduğu yerde yaşayıp oraya hâkim kılmak için çalıştığı gibi, dünyanın ulaşabildiği her tarafına da götürme zorunluluğu vardır. Bir insan, doğacağı yeri seçme hakkına sahip olmadığından, tercihinde olmayan bir konudan dolayı ne ayıplanır, ne de şereflenir. Allah, bizi bu topraklarda değil de; çok farklı hatta sevmediğimiz bir yerde dünyaya getirebilirdi; Diğer insanların oralarda dünyaya gelmesi gibi. O zaman o yaratıldığımız yerin mi, yoksa şimdi yaşadığımız yerin mi kutsal olması gerekecekti? Müslüman için tüm arz Allah'ın mülküdür. Hepsi aynı değerdedir. Bir yerin fazileti, orada inanılıp uygulanan inançla ilgili olmalıdır. Toprak, üstünde yaşayan insanların inançlarıyla bütün olarak değerlendirilmelidir. İnsanın ırkına, doğduğu yere göre bir toprak parçasına kutsallık atfetmesi, Allah için değil de; o toprak parçası için ölümü göze alabilecek hale gelmesi, vatanın -üzerinde hangi hükümlerin uygulandığına bakılmadan- yüceltilmesi bu açıdan değerlendirilmelidir. Vatan kelimesi Kur'an'da geçmez. İslâmî açıdan yurt veya vatan "dâr" kelimesiyle ifade edilir. İslâm toplumunun yaşadığı ve hâkim olduğu yerler için "dârulİslâm", müslümanların idare ve hâkimiyetleri altında olmayan yerler ise "dârulharp" kabul edilir. Eğer bir kimse, yaşadığı ülkede dinî inanç, dinini koruma ve dinini yaşama hürriyetini kaybetmişse, gücü yetiyorsa cihad ederek bu temel haklarını yerli veya yabancı işgalcilerden geri alması veya gücü yetmiyorsa, bunları koruyup dinini yaşayabileceği yere hicret etmesi gerekir. Cihad ve Hicret'in Kur'an'da ve sünnette çok büyük önemi vardır.

Ayrıca, içinde Kâbe'nin bulunmasından dolayı müslüman açısından dünyanın en kutsal yeri sayılmaya müsait olan bir vatanda, Hak dinin yaşanamadığı için oradan hicret eden Rasûlüllah ve ashabının, aynı zamanda gerçek vatanları olan Mekke'deki yönetime karşı inanç savaşı yaptıkları unutulmamalıdır. Şu âyet; vatan, cihad ve hicret kavramları açısından değerlendirilmelidir: Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: 'Dünyada ne işte idiniz?' derler. Bunlar; 'biz yeryüzünde güçsüz bırakılmış çaresiz kimseler idik' diye cevap verirler. Melekler: 'Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!' derler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir." (4/Nisâ, 97). Medine için, oradaki hurmaları için savaşan kimsenin mücâdelesinin Allah için olmadığı, ancak Allah yolunda savaşanların cennetle müjdelenen şehitler olabileceğini Rasûlullah'ın hadislerinden öğreniyoruz.

 

Müneccimlik ve Falcılık; Gayb Bilme İddiâsı ve Yıldızları Putlaştırma

Müneccimlik, gelecekte meydana gelecek, özel ve genel olaylara, yıldızlara bakarak haber vermektir. Hz. Peygmaber’in bu konuyla ilgili şöyle bir ikazı vardır: “Bazı insanlar, Allah’ın nimetiyle geceyi geçiriyor, sabah olunca da, ‘bize şu yıldız sebebiyle yağmur yağdırıldı’ diyor. Böyle demeleri sebebiyle onların çoğu kâfir olmuştur.” (Buhârî, Megazi 35; Müsned, Ahmed b. Hanbel, II/525) Yine bir başka hadis rivâyeti de benzer bir ikazdır: “Kim yıldızlarla haber vermeye çalışırsa, sihir ile haber vermiş olur.” (Ebû Dâvud)

Bu hadisler, yıldızların uzaklığını, yerlerini, yörüngelerini gözlem ve araçlarla inceleyen astronomi ilmi hakkında değildir. Bu ilim, ilkeleri, kuralları ve araçları olan bir ilimdir. Kur’an zaten, baştan sona insanları gözleme, düşünmeye, araştırmaya ve evrenin sırlarını keşfetmeye davet etmektedir. Ancak, ilimleri, gaybı biliyormuş gibi yorumlamak, insanı şirke götürür. Çünkü gaybı bilen sadece Allah’tır.

Gelecekte olacak şeyler hakkında bilgi sahibi olmak için başvurulan çeşitli yolların en belirginlerinden biri faldır. Daha çok baht, uğur ve talihi, genel olarak da gelecekte olacak şeyleri anlamak için birtakım garip yollara başvurarak bunlardan anlam çıkarma ve kişilik okuma işine fal; bu işi yapmaya da falcılık denir. Gelecek zamanda vuku bulacak olayları haber vererek gayb sırlarını bildiğini iddia edene de falcı, medyum denir.

Câhiliyye Arapları, bir yolculuğa, bir savaşa, bir ticarete, evlenmeye, yahut herhangi önemli bir işe teşebbüs edecekleri zaman üç zar (veya ok) çekerler, yahut kuş uçururlardı. Bu zar veya okların birinde, "Rabbim emretti" , yahut "yap" diye emir; diğerinde "Rabbim nehyetti" veya "yapma" diye nehy kelimeleri yazılı olurdu; biri de boş bulunurdu. Birisi torbaya elini sokar, zarlardan birini çeker, emir çıkarsa yaparlar, nehy çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir daha çekerlerdi. Kur'an, bunu şiddetle yasaklamıştır. "Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytan işi birer pisliktir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz." (5/Mâide, 90)

 

Burçlar: Yüce Allah, kerim kitabında gökte burçlar yarattığını söyler (15/Hicr, 16; 25/Furkan, 61). "Burçları olan semâya andolsun ki..." (85/Bürûc, 1) diye buyurur. Allah, gökte burçlar yarattığını söylerken, gökle ilgili "es-semâvât" şeklinde çoğul değil de; "es-semâ" şeklinde tekil olarak kullanır. Burada sema, bildiğimiz en yakın semâ (dünya semâsı) demektir. Burç; yüksek köşk, bina ve kale anlamlarına gelir. Semâdaki burçlar ise; gökte durumları birbirlerine göre aynı kalan yıldız toplulukları demektir. Müfessirler, âyetlerde geçen semâdaki burçları tefsir ederlerken, bunları büyük yıldızlar, ya da semânın kapıları diye tercüme etmişlerdir. Gökte yıldızların araştırılıp üzerlerinde düşünülmesi için burç taksimlerini İdris (a.s.)'ın yaptığı söylenir. Yerin haritasında şehirler, kasabalar ve bunlardaki yüksek binalar, nasıl bir alamet ve işaret ise, gökteki yıldızlar ve yıldız takımları da böyle birer işarettir. Güneş'in bir yıl içinde görünürde içinden geçtiği farz edilen gök kuşağı ve bunun yanlarında bulunan takım yıldızları (Zodyak takım yıldızları)na Burçlar kuşağı da denir. Burçlar kuşağı, 30 derece uzunluğunda 12 bölgeye ayrılmıştır. Bu 12 burcun teşkil ettiği alana Burçlar bölgesi denilir. Güneş'in ilkbahardan itibaren bir yol boyunca, sırasıyla takip ettiği takım yıldızlarına eskiden beri hamel (koç), sevr (boğa), cevza (ikizler), şeretan (yengeç), esed (aslan), sünbüle (başak), mizan (terazi), akreb (akrep), kavs (yay), cedi (oğlak), delv (kova), hût (balık) isimleri verilmiştir.

Burç veYıldız Falının Hükmü: Bugün yaygın olan fal çeşitlerinden biri de, modern câhiliyyenin itibar ettiği yıldız falıdır. Gökteki burçlardan yola çıkılarak yapılan bu falcılığın aslı, Sâbiîlere dayanır. Sâbiîler, gök yüzünü on iki burca taksim etmişler ve eflâkten/göklerden yalnız tapındıkları ve heykellerini diktikleri "sebaî" gezegenlerin durumlarına göre, yeryüzünde meydana gelecek olayları bildireceği iddiasıyla yıldızlarla ilgili birtakım hükümleri yazmışlardı. Onların bu inançları, günümüze kadar gelmiş bulunmaktadır. (38)

Dinimizin kesinlikle yasakladığı falcılık, bir çeşit gaybdan haber vermektir. Halbuki, Kur'an; gaybı, Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceğini, peygamberlerle melekler dahi kendilerine vahyedilmedikçe gaybdan haber veremeyeceklerini açıkça bildirmektedir. "De ki: 'Göklerde ve yerde olan gaybı, Allah'tan başka bilen yoktur." (27/Neml, 65) "De ki: Size 'Allah'ın hazineleri elimdedir demiyorum, gaybı da bilmiyorum." (6/En'âm, 50) "Eğer gaybı bilseydim, daha fazla hayır yapardım." (7/A'râf, 188) âyetleri buna yeterli delildir.

Kendilerine "arrâf", "kâhin" veya "medyum" denilen falcıları ve bu falcılara gidip fal açtıran, onlara inanan veya destekleyenleri Peygamberimiz, ağır bir dille kınamış, hatta küfürle nitelemiştir. "Kim bir arrâfa gidip de ona bir şey sorarsa, kırk gecelik namazı kabul olmaz." (Müslim, Selâm 125) "Kim bir kâhine gider, dediklerini doğrularsa; şüphesiz ki Muhammed'e indirilmiş olanı inkâr etmiş olur." (Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122; Ebû Dâvud, Tıb, hadis no: 3904; Ahmed bin Hanbel, II/ 408)

Burç falı, "insanları, doğdukları burçlara göre gruplayarak geleceğini okumaya, kaderine dair konuşmaya" denir. Modern câhiliyyenin yaşandığı günümüzde kendini aydın sanan birtakım gazete ve televizyon programcıları, her gün yıldız falı hurafesiyle insanların kaderi hakkında birtakım yorumlar yapmaktadırlar ki bunlar hiçbir bilimsel dayanağa sahip değildir. Ayrıca bu asılsız yorumlar, okuyucuların ruhsal dengelerine olumsuz yönde etki yapmaktadır. Bu bir atma, saçma ve aldatmadan ibarettir.

İslâm âlimleri, Sâbiîler gibi, tesiri yalnız yıldızlardan, burçlardan bilerek onlardan birtakım hükümler çıkarmaya kalkışmanın küfür ve şirk olduğunda ittifak etmişlerdir. (39)

Bunun yanında insanın, girişeceği önemli bir iş için, uzman kişilerle istişare yaptıktan sonra istihâre yapması meşrûdur, sünnettir. Bunun, İslâm'da yasak edilen falcılık ve kehanetle hiçbir ilgisi yoktur.

“Onların çoğu, şirk koşmadan Allah'a inanmazlar.” (10/Yûnus, 106)

Ne dersiniz, put sadece câhiliyye Araplarına mı aitti? "Gök Tanrı" inancı, çok eski dönemlerde mi kalmıştır, bizim bulunduğumuz yerlerden çok uzakta mıdır bu bâtıl ve ilkel şirk? Yoksa, "ne yapalım, bu anlayış ve deyimler atalarımızdan bize mirastır, devam ediyor, etsin!" mi denilecek? "Onlara (müşriklere): 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar, 'hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler.Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?" (2/Bakara, 170). Artık güneşe, aya, yıldızlara, feleğe kimsenin tapmadığı görüşüne ve bu görüşün hepimize yüklediği sorumluğa ne dersiniz? Her tarafı küfür ve şirk yangını sarmışsa, tv. ile evlerimize kadar tutuşturulmaya çalışılıyorsa, hepimize düşen görevler nedir?! Haydi görev başına!

 

 

&#

Bilimin Putlaştırılması

Bilgi Kaynakları ve Vahy: Bilgi nedir? Bilginin mahiyeti nedir? Neyi, ne kadar bilebiliyoruz? Bildiklerimizin doğruluk derecesi nedir? Bilgimizin kaynağı nedir? Nereden elde edilir? Duyularımız bize bilgi sağlayabilir mi? Aklımızın bilgi ile ilişkisi nasıldır? İnsan, gerçeği, varlığın hakikatini, gerçeklerin neler olduğunu ve ilâhi meselelerin esasını hangi yollarla bilebilir? Bilginin sebepleri, kaynakları nelerdir? Bu ve benzeri sorular insanoğlunun aklını meşgul eden ve edecek olan sorulardır.

Kimine göre gerçeğin bilgisi sadece duyu organları vasıtasıyla bilinebilir. Bu inanca sahip olanlar sadece gözlenebilen, ölçülebilen, deneye tabi tutulabilen şeylerin bilinebileceğine inanır. Bazılarına göre bilginin elde edilme yolu sadece akıldır. Bilgi kaynağı olarak yalnızca aklı kabul edenler, aklın kavrayamadığı, idrakin alamadığı şeylerin bilinemeyeceğine inanırlar. Sadece ilham, rüya veya sezgi yolu ile bilgi edinilebileceğine inananlar ise, diğer vasıtaları bilgi kaynağı olarak kabul etmezler.

Görüldüğü gibi, herkes kendi inancına uygun olanı bilgi kaynağı kabul etmekte; diğer vasıtaları kaynak olarak kabul etmemektedir. Bir diğer önemli nokta ise, yukarıda geçen vasıtaları bilgi kaynağı olarak görenlerin tümünün “vahy”i bilgi kaynağı olarak kabul etmemeleridir.

Kur’an, bilgi kaynağı olarak, vahiy başta olmak üzere, doğru haberi, duyuları ve akıl yürütmeyi göstermektedir. "Nitekim kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi (kötülüklerden) temizleyen, size Kitab'ı ve hikmeti öğreten, size bilmediklerinizi bildiren bir Rasûl gönderdik." (2/Bakara, 151). Âyetlerin anlatılması ve açıklanması duyuları, kitap ve hikmetin öğretilmesi aklı, bilinmeyenlerin bildirilmesi de vahyi hatırlatmaktadır. Aklı kullanmayı, duyu organlarının, özellikle de göz ve kulağın değerlendirilmesini, her şeyden önce vahye uyulmasını Kur'an nice âyette ısrarla vurgular. Hayatın gayesi, Allah’ı bilmek, inanmak ve O’na İbâdet (kulluk) yapmaktır. O’nu tanımak ve bilmek, bilgilerin en üstünü ve yücesidir. İnsan, ancak bilgi vasıtalarıyla Allah’a giden yolu bulabildiği gibi, kendisini ve çevresini de bu araçlarla tanır ve bilir.

İslâm inancına göre insan, gerçeğin bilgisini üç yoldan elde eder. Yani, bilginin kaynağı üçtür. İnsan üç yolla ilim elde eder. Bunlar: 1- Doğru haber: a) vahiy, b) mütevatir haber, 2- Selim hisler dediğimiz sağlıklı beş duyu, 3- Akıl.

Aslında bilginin yegâne kaynağı Allah'tır. Vahyi indiren Allah olduğu gibi, duyu organlarımızı ve aklımızı yaratan ve bunları ilme yetenekli kılan da Allah'tır. Bunu idrâk eden kimse, bildikleriyle övünmez (Bkz. 2/Bakara, 32; 5/Mâide, 109).

Bizler ancak vahiy sayesinde ahireti, cenneti, cehennemi, melekleri...bilebiliriz. Çünkü bunlar gaybla ilgili konular olduğundan akılla, ya da duyularla bilinemez. Vahy, sadece gayb alanında bilgi kaynağı değil; aynı zamanda, bütün varlıkların sahibi ve yaratıcısının, her şeyi bilen Zât’ın haber verdiği her konu için kesin bilgi kaynağımızdır.

Gayb hazinelerinin anahtarları Allah’ın yanındadır. Gaybı ancak O bilir. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarında tek bir tane, bir zerrecik, yaş ve kuru ne varsa hepsi Kitab-ı Mübin’de, Allah’ın ilmindedir.” (6/En’âm, 59) “Yaratan (Allah) hiç bilmez mi?” (67/Mülk, 14) “Allah, herşeyi en iyi bilendir. (8/Enfâl, 73) "Allah, size bilmediklerinizi bildirmek ve sizden öncekilerin yollarını göstermek ve iyi hale dönüşünüzü görerek günahlarınızı bağışlamak diler. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." (4/Nisâ, 26) "Şüphesiz ki Biz onlara iman edecek bir kavme hidâyet ve rahmet düsturu olması için, tam bir ilim ile fasıl fasıl ayırdettiğimiz bir Kitap gönderdik." (7/A'râf, 52) "...Ve 'Rabbim, benim ilmimi artır' de." (20/Tâhâ, 114)

Câhiliyye toplumlarında, vahyi kabul etmeyen câhilî eğitim sistemleri, vahyi ilim kaynaklarının, bilgi vasıtalarının içine katmazlar. Bundan dolayı bilim, câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüştür. Her şeyi tümüyle bilen Allah’ı bilime karıştırmak istemeyenler, hiç uzlaşmaması gereken bilimle câhilliği (câhiliyyeti) bir arada barındırma şerefini(!) kazanabilmişlerdir.

Sözde bilim adamları, ilk insanın yaratılışından onun bilgi sahibi olmasına; kalemle yazmasından fıtratıyla ilgili özelliklerine kadar birçok konuyu, vahyi reddetmenin sonucu olarak ispatlanmamış faraziyelere, mesnedsiz teorilere dayandırmakta, bunları da bilim diye kitlelere yutturmaktadırlar. Mü’minler için Allah Teâlâ’nın kitabında ve Rasûlü Ekrem’in sünnetinde kat’i olarak yer alan her haber (vahy) ilim hükmündedir. Hatta, akıl ve duyu organları bu vahyî haberlerin mahiyetini kavramasalar da vahy, kesin bilgi kaynağımızdır. Vahye ters düşen her türlü bilimsel teoriler de ilim tanımı dışında kalır.

Kur'an da zihinde dondurulmuş ölü bilgiler istemiyor. Muhammed Kutub bu konuda şunları söyler: Zihinde kalan, aksiyon haline gelmeyen, donuk, ölü fikirlerin İslâm nazarında hiç kıymeti yoktur. İslâm'ın ve Kur'an'ın istediği ilim, kalpten kalbe geçen, vicdanları harekete geçiren, pratiğe dönük faydalı bilgidir. (40) Bilgi kırıntılarının ilim olabilmesi için, güncelleştirilmesi, özümsenmesi, benimsenip hayata geçmesi gerekmektedir. Kur'an'da müşriklerin "yağmuru kim yağdırıyor, gökleri ve yeri yaratan kimdir, sorularına "Allah" diye cevap verdikleri ifade edilir. Demek ki gökleri ve yeri Allah'ın yarattığını biliyorlardı. Fakat bu bilginin onlar için pratikte hiçbir faydası yoktu; Yaratıcıyı kabul etmenin özümsenen, benimsenip uygulanan, yani bu bilginin ilim ve iman olması için gereken işlem yoktu. Bu nedenle Kur'an, o bilgiye değer vermiyor ve sahiplerini "câhiller", "bilmeyenler" olarak tanıtıyor.

Elbette Ebû Cehil, zır câhil değildi, toplumda sözü geçerli olan, devleti ve orduyu yönetecek bilgilere sahipti. Ama İslâm, onun bildiği doğru kırıntıları ile mutlak doğru arasında bağlantı kuramadığı için, ve esas bilinmesi gerekeni bilemediğinden, bildiklerinin ilim olmadığı hükmünü vurarak, ona "câhillerin atası" "atacâhil = câhil baba" ismini verdi. Kur'an, dünya hayatının sadece zahirî bilgilerine sahip olanlar için şöyle buyuruyor: "Onlar, dünya hayatının görünen kısmını bilirler. Onlar, âhiretten habersizdirler." (30/Rûm, 7)

 

 

 

Hayvanlara Tapma ve Bunun Menşei

Özellikle muvahhid bir mü’minin selim aklı, insanın nasıl olup da Yaratıcısını bırakıp, basit bir maddeden ibaret taşa, demire, betona; bunlardan yapılmış heykele/puta ya da kendinden daha âciz, daha düşük yaratıklar olan hayvanlara taptığını anlamakta zorluk çekebilir. Anlayamamasında da haklıdır; ancak unutulan bir şey var, o da; müşriklerin müslümanlar gibi olmadıkları, akıllarını kullanmayıp hayvanlaştıkları ve hatta hayvandan daha aşağı seviye göstermeleri. Ancak Allah'a İbâdet/kulluk yapan kimse, aklını vahiy ve fıtrat istikametinde kullanıp Allah'tan başkası önünde eğilmez; izzetli, onurlu, şahsiyetli ve özgür olabilir. Ancak mü’min, yeryüzünde halife olduğunu, diğer yaratıkların insan için yaratılıp onun emrine boyun eğecek şekilde hizmetine verildiğini kabul ederek, buna teşekkür/şükür için sadece Allah'a İbâdet ve itaat edilmesi gerektiğine inanır.

Allah'a teslim olup sadece O’na kulluk yapmamak için olmadık gerekçeler üretmeye kalkan insanın, fıtratındaki inanma ihtiyacını doğru yöne kanalize edemeyince ne kadar alçaldığının bir örneğidir hayvanlara tapmak. Sonu şirkle, hayvanlara tapmayla sonuçlanan bu tavır, tevhidin hayata yeterince aksettirilemediğinden, tavhidî bilinç ve yaşayıştan tâvizler verilerek giderek unutulmasından ve bu boşluğun başka şeylerle doldurulmasından oluşmuştur. Tabii ki, imtihan için verilen irâdenin şeytan, hevâ/kötü arzular gibi soyut ve zâlim/müşrik yöneticiler gibi, egemen güçler gibi somut saptırıcıların da rolü olmuştur, olacaktır.

En büyük ahmaklık ve aşağılık olan hayvana tapma ile sonuçlanacak yol, büyük bir ihtimalle, tevhidden önemsiz görülen sapmalarla, küçük tâvizlerle başlamıştır. Şirke meyil de, bazı varlıklara gerektiğinden fazla değer vermekle başlamış, tevhidden tâviz veren insanlar, görmedikleri için uzakta kabul ettikleri Allah'a böyle aracılarla ulaşabilecekleri saflığına kapılmıştır. Giderek bazı basit maddî varlıkları, elleriyle yaptıkları heykelleri, ya da değersiz bir hayvanı sevgi veya korkunun, ya da her ikisinin yöneltildiği bir kutsal varlık olarak düşünmüşlerdir. Başlangıçta sadece birer sembol olarak gördükleri totemlerini, kutsallaştırarak tanrısal bazı özellikleri olan, küçük tanrı, yarı tanrı ve tanrı kabul etmeye başlamışlardır. Sonu esfel-i sâfilîn olan çıkmaz yola insan, tevhidden ve selim akıldan küçük sapmalarla sürüklenmiştir. İnsan, animizm denilen cansız varlıklarda bir ruh kabul etme anlayışını, şeytanî teorilerle hayal ve zanna dayalı yorumlarla totemleştirip kutsallaştırmıştır. Bundan sonrası, kendiliğinden gelmiş ve insana gerçek anlamda hiçbir fayda ve zarar veremeyecek, yol gösteremeyecek basit varlıkların putlaştırılmasına geçilmiştir.

Bazı hayvanları kutsal kabul edip onlara tapmak, çok eskidir ve totem anlayışından türediği kabul edilir. Birçok ulus, farklı hayvanları kutsal saymış, nice ulus ve kavim de hayvanları tanrı kabul etmiştir. Özellikle eski Mısır, hayvana tapmanın bütün çeşitlerini yüzyıllar boyunca sürdürmüş bir ülkedir. Eski Mısır’da öküzlere, ineklere, kedilere, leyleklere, timsahlara, farelere, su aygırlarına tapılmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, bazı hayvanların zararından kaçınmak ve korunmak için o hayvanlara tapınılmış, bazıları da üstün özellikler vehmedilerek kutsallaştırılmıştır. Ünlü tarihçi Herodotos, kulakları ve ön ayakları mücevherlerle süslü kutsal timsahlar gördüğünü yazmaktadır.

Bazı arkeologlar, yaptıkları kazılarda kutsal boğaların yerleştirilmiş olduğu sandukalar içinde özel mezarlar bulmuştur. Anlaşılıyor ki, tevhid dininden uzaklaşan eski insanlar için hayvan, insandan çok daha esrarlıydı. Milâttan önce 6. yüzyılda Mısır’a saldıran İranlılar, savaş taktiği olarak ordularının önüne kedilerle leylekleri yerleştirmişlerdi. Mısırlılar, karşılarında tanrılarını görünce onlara karşı silâh kullanma gücünü gösteremediler. Hindistan’da ineklere, timsahlara, fillere ve maymunlara; Finlandiya ve Kuzey Sibirya’da ayılara; Pasifik okyanusunda kertenkeleye; Afrika’da aslanlara ve yılanlara; Girit’te boğalara tapılmıştır. Birçok eski Yunan klanları hayvan adları taşımaktadır.

Tarihsel süreçte hayvan tapımı, hayvan-tanrılardan hayvan başlı tanrılara, onlardan da tanrıların arkadaşı hayvanlara geçildiğini göstermektedir. Mısır tanrıları çeşitli hayvanlarla simgelenmiştir. Ptah ve Osiris, Apis öküzünde belirmektedir. Hathor inek, Horus leylek, Ganeş fil, Toth maymun, Kepre bokböceği kafalıdır. Yunan tanrılarının yanlarından hiç ayırmadığı çeşitli hayvanlar vardır; Zeus’un kartalı, Athena’nın baykuşu, Apollon’un kertenkelesi bu gibi tanrı arkadaşı-hayvanlara örnektir.

Yunan tanrılarının çoğu çeşitli serüvenlerinde çeşitli hayvan kılıklarına girerler. Meselâ, Zeus kuğu kuşu kılığına girerek Leda’yı, boğa kılığına girerek Europa’yı kaçırır; İo inek kılığına girerek dünyayı dolaşır. Hint tanrıları ve Buda, çeşitli avatar’larında değişik hayvan kılıklarına bürünürler. Mısır inançlarında tanrı Ra, bir yumurtadan kaz biçiminde çıkar ve uçmaya başlar, onun uçuşuyla göğün karanlığı aydınlanır ve yeryüzü canlanır. Slav inançlarında Vseslaviç kimi yerde kurt, kimi yerde kartal kılığına girer; bir savaşta da sansar kılığına girip düşmanın silâhlarını kemirir, bütün ordusunu karınca kılığına sokup düşmana saldırtır.

Çeşitli inançlarda tanrılık niteliğindeki gerçek hayvanların yanında, tasarlanmış mitolojik hayvanlar da vardır. Çinlilerin ejderleri, Hintlilerin naga adlı çok kafalı yılanları, makara adlı deniz canavarları, garuda adlı acaip kuşları bu hayal ürünü hayvanlardandır. (41)

Çok eski zamanlardan günümüze kadar çeşitli hayvan türleri, dinî açıdan ya İbâdet objesi ve aracı olarak saygı görmüş veya bir kütle ilgili kabul edilmiştir. Mitolojilerde bolca işlendiği gibi, hayvanların bilgeliğini, sihir veya kehânetteki fonksiyonlarını açıklamaya yönelik çok sayıda efsanenin bulunduğu bilinmektedir.

Hayvanlarla ilgili dinî inançların, tarihin çok eski devirlerinden beri var olduğu bilinmektedir. Özellikle tabiat üstü güç taşıdıklarına ilişkin inançlar Neolitik dönem öncesinde insanlarla aralarında geçen mücâdelenin başlangıcına kadar çıkarılabilir. Tarih öncesi dönemlerdeki avlanmaya dayalı yaşama biçiminde insanların hayvanları yakından tanımaları bu konudaki dinî inançlar yönüyle hayvanlara saygı duyulması yolunun açılmasına sebep olmuştur. İnsan ve hayvan arasındaki bu ilk ilişkinin sonucunda oluşan inançlar, hayvanın kanı içerisinde bulunduğuna inanılan bir ruh (can) fikri etrafında biçimlenmiştir. Buna göre ruh bir anlamda kanda ikamet eden maddemsi bir varlıktır.

Özellikle Sâmî kavimlerde görüldüğü haliyle kan, ruh veya hayat bahşedici bir unsur olarak kutsaldır ve boş yere akıtılmaz veya ancak belli dinî amaçlarla akıtılabilir. Bundan dolayı kan serpme, törenlerin vazgeçilmez rüknüdür. Aynı şekilde Sâmî kavimlerle sınırlı kalmayan inşâ edilmiş bir mekânın, kutsal sayılan bir alanın, yeni inşâ edilen bir yapının veya bir nesnenin hayat kazanması ya da uğur getirmesi için hayvan kanı akıtılması geleneği de bu inançla yakından ilgilidir. Öte yandan kanın yeni bir hayat bahşettiği inancıyla (İslâm dışı) kurban fikri arasında da yakın bir bağ vardır ve kanlı kurban kavramının oluşmasına zemin hazırlayan başlıca unsurlardan biri budur. Hatta işlenen bir suçun, kan dökmekle, yani yeni bir hayat bahşetmekle telâfi edilebileceği inancı da hayvan kurban etme fikrini pekiştirmiştir denilebilir.

Günümüzde hâlâ geçerliliğini sürdüren, kültürlü kültürsüz hemen her ülkedeki câhiliyye insanını etkileyen fallara konu olan burçlar da, çoğunlukla hayvan adlarını alan burçlar aracılığıyla gündeme getirilmektedir. Günümüzde bazı ilkel topluluklarda da sıkça rastlanan bir başka inanç ise, hayvanın kehânet veya falcılıkta kullanılmasıdır. Genel olarak tarih boyunca hayvanların kehânette kullanılması ikiye ayrılmaktadır.

a) Hayvan hareketlerini gözlemek. Buna göre kuş, yılan, balık, bazen deve, koyun vb. hayvanların hareketlerine bakarak istenilen şeyin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda bir kehânette bulunulur. Özellikle totemlerden seçilen bu “kâhin hayvanlar”ın, tabiat üstü yetenekleriyle kabile fertlerine mesaj iletecekleri inancına dayanan bu kehânette bilhassa hayvanın gidiş istikameti, çığlığı veya izi değerlendirilmiştir. İnsanlara öğüt veren “bilge hayvanlar” mitosu da bu inançla ilgilidir.

b) Hayvanların iç organlarına bakarak gelecekte vuku bulacak şeyleri önceden kestirmek. Bedenin merkezî organı olarak düşünülen karaciğer, birtakım bölgelere ayrılarak bu bölgeler üzerinde görülen şekillerin hayalî yorumuna dayanılarak gelecekten haber vermeye çalışılmıştır. Bu tip kehânetlerde zaman zaman kalp, kemik, böbrek gibi başka organlar da kullanılmıştır. Bazen bu organlar kötü güçleri uzaklaştırma veya tılsım gibi sihrî amaçlar çerçevesinde de değerlendirilmiştir.

Bu bağlamda bir başka inanç biçimi de totem ve hayvan arasındaki münasebet sonucunda ortaya çıkmıştır. Kabilenin hayatını sürdürmesine katkıda bulunan veya kabilenin varlığını tehdit eden hayvanlar totem sayılmış, ayrıca bu hayvan totemler kabilenin veya fertlerin şahsî sembolleri haline getirilerek insanlar arasında bir nevi iletişim sistemi oluşturulmuştur. Diğer taraftan totem sayılan hayvanın gücüne kavuşabilmek için o hayvanın hareketlerine benzetilerek yapılan danslar da özellikle şaman konumundaki insanların öteki âleme geçmek için başvurdukları temel metodun dayanağını teşkil etmiştir.

Yakındoğunun zengin hayvan varlığı, dinî inançlara doğrudan doğruya yansımıştır. Batı İran ve Anadolu’dan Mısır’a, Mezopotamya’dan Kafkasya’ya kadar uzanan bu geniş coğrafyada geliştirilen hayvanlarla ilgili inançlar birbirine çok benzemektedir. Bunun en önemli sebebi, fauna içinde yer alan ortak hayvanların sayıca fazla olması ve bölgedeki göç güzergâhlarının aynı yolları izlemesidir. Bununla birlikte farklı coğrafyalarda aynı hayvanlara daima aynı rol ve sembolik değerlerin yüklendiği söylenemez.

 

 

 

Yahûdilerin İneği Kutsallaştırması ve Buzağıyı Tanrılaştırması

Kur’ân-ı Kerim’de Benî İsrâil için emredilen sığır kesme olayı, İsrâiloğullarının itaatle ilgili tavır ve karakterlerini yansıtması bakımından hayli önemli bir örnektir. Bu olay vesilesiyle peygamberleri Hz. Mûsâ’ya gereksiz sorular sormuşlar, Onu bir anlamda hesaba çekmişler ve çeşitli sorularla savsaklamak istemişlerdir. Tıpkı Hz. Mûsâ’ya yaptıkları gibi, yahûdiler, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e de böyle davranmışlar, gerekli gereksiz soru yağmuruna tutmuşlar, sorgulamaya çalışmışlar, bazı âyetlerle anlatılan olayların lüzumsuz teferruatını Allah Rasûlü’ne tevcih etmişlerdi. “Yoksa siz de (ey müslümanlar), daha önce Mûsâ’ya sorulduğu gibi peygamberinizi sorguya çekerek (gereksiz) sorular sormak mı istiyorsunuz? Kim imanı küfre değişirse, şüphesiz dümdüz yoldan sapmış olur.” (2/Bakara, 108)

Benî İsrâilin Hz. Mûsâ’ya sordukları sorulara cevaplar sonunda çıka çıka tarif edilen inek, taklit ettikleri put ineğin aynısı çıkmıştır. Bu bakara kesiminin emredilmesindeki en önemli hikmet, kutsallaştırıp taptıkları ineklerin kendi elleriyle kesilip yok edilmesi olabilir. Bununla verilen mesaj, taklitçiliğin ve putçuluğun yasaklanmasıydı. Allah’tan başka hiçbir şeye tapınılmaması gerektiğini onların gönüllerine yerleştirip, sığıra tapınma inancını söküp atmak içindi bu emir. Bu soruların bir sebebi de, emredilen sığırı kesme/kurban etme işinin, putperest mantıklarına ve tanrılaştırdıkları hayvanı kutsal kabul eden inançlarına ters gelmesinden dolayı, İlâhî emri yerine getirmek istememeleridir. İsrâiloğullarının, kendilerine genel olarak herhangi bir inek kesmeleri emredilmiş iken, ineğin vasıflarını sora sora işlerinin güçleştiği; ayrıntısı belirtilen sığırı neredeyse bulamayacakları için de emri yerine getiremeyecek duruma geldikleri anlaşılmaktadır. Dinde gereksiz ayrıntıya dalmanın, işi güçleştireceği mesajı da bu vesileyle verilmektedir.

Yine, bu olayın anlatıldığı âyetlerde geçen, bakara kesme emri üzerine: Benî İsrâilin “bizimle alay mı ediyorsun?” (2/Bakara, 67) demeleri niçindi? Anlaşılıyor ki, Allah’ın 2/Bakara kesimini emretmesini akılları almadı. Buna bir münâsebet bulamadılar. Demek ki, Hz. Mûsâ’nın kavmi, bakaranın kurban edilebileceğini tasavvur edemiyorlardı. Bu da onların sığırı mukaddes görmelerinden kaynaklanıyordu. Firavun’un kavmi olan putperest Mısır’lıların, bakaraya taptıkları ve hatta boğanın en yüksek ma’bûdları olduğunu tarihten biliyoruz. Bakara kesmenin Benî İsrâil üzerinde egemen olan Firavun toplumunun tanrılarını boğazlamak demek olacağından, yahûdiler için eğer bu emir Mısır’dayken verildiyse Mısır’da ihtilâl ilânı gibi idi. Mısır’dan çıktıktan sonra olduysa, hurâfeler karışmış ve geleneğin bâtıl şirk unsurlarıyla mecz edilmiş inançlarında bir devrim niteliğindeydi. Böyle müthiş bir emrin icrâ edilmesi, o yüzden onlara zor gelmişti.

Mısır’dan çıktıktan sonra yine bu kavmin, Hz. Mûsâ Tur’da iken bir buzağı heykeli yapıp tapmaları da gösteriyor ki, yahûdileşen bu toplumun ruhu, bakaranın kesiminden henüz memnun olmayarak ve bu işin Allah tarafından bir hayır vesilesi olduğunu kolayca tasavvur edemeyecek bir halde bulunuyordu. Görüldüğü üzere bu emirde normal bir bakara kesilmesi teklif edilmişti. Ve derhal emre uyup istedikleri bir bakarayı kesiverselerdi, maksat hâsıl olacaktı. Fakat onlar, olamaz sandıkları bu emrin ciddiyetini anlayınca, işi büyüttüler. Gönüllerine sevgisi işlemiş, nâdir bulunan özel bir bakara tasavvur ettiler ve işte o bakara kestirildi.

Tefsirlerde anlatılan bakara olayı, Kitab-ı Mukaddes’te de geçmektedir (Sayılar, 7/63-68; Tesniye, 21/1-9). Bu olayda, öldükten sonra dirilmeye açık işaret olduğu gibi; yahudileşen İsrâiloğullarının Mısırlılardan görerek benimsedikleri sığıra tapma olayının kaldırılması, tanrılaştırılan sığırın kesilip âcizliğinin vurgulanması vardır.

 

“Icl”in/Buzağının Putlaştırılması: Kur’an, İsrâiloğullarının “ıcl”e/buzağıya, daha doğrusu buzağı/dana şeklinde temsil edilen heykele taptıkları bir zamanın olduğunu bildirir. Buzağıya tapınma, eski dünyada geniş bir alana yayılmıştı. Hindistan’da İndra, Mısır’da Ammon, Sümerlerde ve Filistin’de Baal ismi verilen tanrı heykelleri boğa şeklindeydi. Babil’in ay tanrısı Sin “güçlü Enlîl buzağısı”, Ur’un ay tanrısı, Nannar ise “göğün güçlü genç boğası, Enlîl’in en üstün oğlu” diye nitelenirdi. Yunanistan’da Zeus da boğa şeklinde temsil edilmiştir. Kısaca, tanrıyı boğa şeklinde temsil etmek, Hindistan, İran, Sümer, Babil, Filistin, Fenike, Mısır ve dünyanın birçok yerinde görülür.

Allah, İsrâiloğullarını Hz. Mûsâ vasıtasıyla tevhide eriştirdiği halde, onlar civarın/çevrenin tesiriyle putçuluğa özenip meyletmişlerdi. İsrîloğullarını denizden geçirdik, orada kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine: ‘Ey Mûsâ! Onlara ait tanrılar gibi bizim için de bir tanrı yap!’ dediler. Mûsâ, ‘Gerçekten siz câhil bir toplumsunuz’ dedi. Şüphesiz bunların (Amalika kavminin) içinde bulundukları (din) yıkılmıştır ve yapmakta oldukları da bâtıldır. Mûsâ dedi ki: ‘Allah sizi âlemlere üstün kılmışken ben size Allah’tan başka bir tanrı mı arayayım?” (7/A’râf, 138). İsrâiloğulları, bu âyette belirtildiği gibi Firavun’un zulmünden apaçık bir mûcize ile kurtulup denizi geçtikten sonra, buzağıya tapan Amalika kavmine rastladılar, kendi peygamberlerinden, onların tanrıları gibi, buzağı şeklinde bir tanrı yapmasını istediler. Hz. Mûsâ onların teklifini reddetti ve onları cehâletle suçladı.

Henüz Hz. Mûsâ aralarında iken, altın buzağı heykeli yaparak ona tapmaya başlayıp tevhidden dönmüşlerdi. “(Tûr’a giden) Mûsâ’nın arkasından kavmi, zînet takımlarından, böğürmesi olan bir buzağı heykelini (yapıp tanrı) edindiler. Görmediler mi ki o, onlarla ne konuşuyor, ne de onlara yol gösteriyor? Onu (tanrı olarak) benimsediler ve zâlimler oldular.” (7/A’râf, 148) (Benzer âyetler için bkz. 20/Tâhâ, 85-98) Hz. Mûsâ’nın Tûr’da Rabbi ile mülâkatı esnasında İsrâiloğullarından Sâmirî adında bir sanatkâr, zînet takımlarını toplayarak bir buzağı heykeli yaptı ve ‘sizin de Mûsâ’nın da tanrısı budur. Fakat Mûsâ tanrısını unuttu’ dedi. Sâmirî, buzağıyı öyle bir ustalıkla yapmıştı ki, İbn Abbas’ın rivâyetine göre, heykelin arkasından giren rüzgâr, ağzından ses çıkarıyor; rüzgâr estikçe böğürmeye benzer bir ses duyuluyordu. “Buzağıyı (tanrı) edinenlere, mutlaka Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir. İşte Biz iftiracıları böyle cezalandırırız.” (7/A’râf, 152)

Şimdiki muharref Tevrat, buzağıyı yapmayı Hz. Hârun’a nisbet eder (Kitab-ı Mukaddes, Çıkış 32. bap). Kur’an, bu işin doğrusunu söyleyerek bu peygamber hakkındaki iftirayı düzeltir. Allah’ın emriyle Hz. Mûsâ’nın İsrâiloğullarından bir sığır (buzağı, boğa vs.ye şâmildir) boğazlamalarını istemesi üzerine, onların gösterdiği mukavemet meşhurdur (2/Bakara, 67-71). Bu emir, şu hikmete mebnî olmalıdır: Allah Hz. Mûsâ ümmetini çevrenin şirkinden temizlemek istiyordu. Fakat, her şeye rağmen, yahûdilerin bundan kurtulamadıklarını, Kur’an belîğ bir şekilde ifade eder: “Küfürleri yüzünden buzağı (sevgisi) kalplerine sindirildi.” (2/Bakara, 93). Apaçık âyetlerden, delillerden sonra, onların buzağıyı benimsemelerini takbih eder, kınar: “Eh-i Kitap senden, kendilerine gökten bir Kitap indirmeni istiyor. Onlar Mûsâ’dan, bunun daha büyüğünü istemişler: ‘Bize Allah’ı apaçık göster’ demişlerdi. Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı. Bilâhare kendilerine açık deliller geldikten sonra buzağıyı (tanrı) edindiler. Sonra da onları affettik. Ve Mûsâ’ya apaçık delil (ve yetki) verdik.” (4/Nisâ, 153)

İsrâiloğullarının, zaman zaman buzağıya tapınmaya döndüklerini, Kitab-ı Mukaddes’te de görüyoruz. Peygamber Hoşea, buzağıya tapan yahûdilerle mücâdele eder (K. Mukaddes, Hoşea, 8/5-6). Sâmiriye bölgesinde 7. İsrâil kralı Ahab (M.Ö. 874-853) devrine ait bir kitâbe üzerinde, tanrı adı için çok mânidar bir isim bulunmuştur: Egelyo (Boğa); yani yahûdilerin tanrısı Yahova, bir boğadır. Kur’an’ın buzağıyı yapma işini Sâmirî’ye nisbet etmesiyle egel (icl) kelimesine, bu münasebetle dikkat çekmek gerekiyor. Yahova’nın bir boğa şeklinde temsil edilmesine de çok rastlandığı belirtilir.

Kur’an, bu sapmadaki mânâsızlığa ve mantıksızlığa temas etmektedir: “...O buzağının kendilerine söz söylemediğini ve yol da göstermediğini görmediler mi? Onu tanrı olarak benimseyip kendilerine yazık ettiler.” (7/A’râf, 148). Bir başka yerde, bu tanrının “fayda da zarar da vermediği” (20/Tâhâ, 89) bildirilir. Hz. Mûsâ’nın dilinden şöyle denilir: “Durup üzerinde titrediğin tanrına bak! Onu yakacağız, sonra da onu parça parça edip denize atacağız. Sizin tanrınız ancak kendisinden başka tanrı olmayan Allah’tır; ilmi her şeyi kuşatmıştır.” (20/Tâhâ, 97-98) (42)

Deylemî’nin Müsned’inde Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu rivâyet edilir: “Her ümmetin bir ıcl’i vardır; bu ümmetin ıcl’i de dînâr ve dirhemdir (küçük ve büyük paradır).” (Hayâtu’l Hayevân, 2/16; naklen, S. Ateş, Kur’an Ans. 8/92)

 

 

 

Kutsallaştırılıp Tanrılaştırılan Hayvanlar

Sığır: Bilindiği gibi, İsrâil oğulları, Mısır’dan çıktıktan sonra, çölde su içmek için indikleri bir vahada ineğe tapan bir toplumla karşılaştılar. Bu toplumun Amalika kavmi olduğu belirtilir. Tevhidi tebliğ eden Hz. Mûsâ’ya ve vahye inandıkları halde, onlar civarın/çevrenin tesiriyle putçuluğa özenip meylettiler. İsrîloğullarını denizden geçirdik, orada kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine: ‘Ey Mûsâ! Onlara ait tanrılar gibi bizim için de bir tanrı yap!’ dediler. Mûsâ, ‘Gerçekten siz câhil bir toplumsunuz’ dedi. Şüphesiz bunların (Amalika kavminin) içinde bulundukları (din) yıkılmıştır ve yapmakta oldukları da bâtıldır. Mûsâ dedi ki: ‘Allah sizi âlemlere üstün kılmışken ben size Allah’tan başka bir tanrı mı arayayım?” (7/A’râf, 138). Zaten, kendilerini köle edip ülkelerinden çıkaran Mısır’lıların tanrılarından biri inek anlamına gelen Hotor’dur. Gözleriyle görüp şâhid oldukları asa ve özellikle deniz mûcizeleriyle kendilerini kölelikten ve her çeşit zulümden kurtaran Allah’a tapmak yerine; kendilerini köleleştiren Mısırlıların ilâhlarına tapmak gibi iğrenç bir nankörlük işlediler.

Boğa: Hayvanlara tapmanın en önemli örneklerinden biri olan boğayı kutsal ve ulûhiyetin simgesi saymak, hemen bütün tevhid dışı inançlara sahip ilkel inançlarda yer alır. Boğa, yaratıcı tanrının veya tanrının yaratıcılığının sembolü ve kutsal hayvanı olarak kabul edilirdi. Sümerler arasında güçlü yapısından dolayı boğa, fırtına tanrısının kutsal hayvanı ve aynı zamanda kozmik düzenin sembolü kabul edilmiştir. Sümerlerde boğa, erkek-insan başlı olarak da tasvir edilmiştir. Ayın hilâl şeklindeki görünüşü ile boğanın boynuzları birbirine benzediği için Sümerler bu hayvanla ay arasında da ilişki kurmuşlardır.

Bütün mitolojilerde olduğu gibi, Asur-Bâbil kültünde de boğa güç, bereket ve dölleyiciliğin, erkeklik gücünün sembolü olarak görülür; ayrıca büyük kapıların iki yanına koruyucu heykelleri konurdu. Bu heykellerle, Tevrat’ta cennetin yolunu bekledikleri söylenen Kerûbîler (Tekvin, 3/24) arasında benzerlik bulunduğu ileri sürülmüştür. Tevrat’a göre boğa, güç ve kudret sembolü olarak kabul edilmekte (Sayılar, 23/22; Tesniye, 33/17; Mezmurlar, 22/12), ulûhiyeti temsil için seçilmektedir. Hz. Mûsâ Sina’da iken kavmi buzağı yapıp ona tapmış (Çıkış, 32/4), on kabilenin ayrılışında kral Yeroboam, Bethel ve Dan’da yaptığı mâbedlere birer boğa heykeli dikerek bu tapınmayı yeniden tesis etmiştir (1. Krallar, 12/28-29). Mısır’da, boynuzları arasında bir güneş diski taşıyan boğa başının bereket sembolü ve Osiris’le ilintili olarak, ölüm ve yeniden doğuş tanrısı gibi kabullenildiği de bilinmektedir.

Hititler, boğaya hem tapıyor, hem de etini yiyorlardı; kanını da tanrılarına sunmaktaydılar. Hititler’de gök, Urartular’da savaş tanrısının kutsal hayvanı boğadır. Mısır’da ise bu küt, özellikle delta bölgesinde yaygındır ve Apis adı verilen boğa – tanrı, tanrı Ptah ile Osiris’in bedenleşmiş şekli kabul edilmiştir. Boğanın kutsallığı, bütün müşrik Sâmî dinlerinde süregelerek Antikçağ Yunan ve Roma inançlarına kadar gelmiştir. Boğa, eski Yunan’da Zeus’un, Roma’da Jupiter’in simgesidir. Eski İran’da da yaygın olan boğa kültü, Mitraizmde tanrı Mitra’nın kutsal hayvanı olarak görülürdü.

Genel olarak göçebe toplumlar, büyük baş hayvan besiciliği ile uğraşmaktaydılar. Onun üretim işlevindeki rolünün bilinci altında olmaları nedeniyle, boğa bir çoban tanrısı olarak tabulaştırılıyor ve sürünün tanrılaşmış önderi oluyordu. Yaratıcı gücün sembolü kabul edilen boğanın, bronzdan yapılmış başlarının, dinî törenlerde bir mızrak veya sopa üzerine takılarak taşınması olayı, ilk olarak M.Ö. 3. binden itibaren, Anadolu’da görülmüş ve dinsel amblemlerin prototipi olmuştur.

Neolitik çağdan itibaren, boğa ve şimşek ilişkisi, mutluluk göstergesi ve atmosferik tanrılarla ilişkili tutulan semboller arasına girmişlerdir. Bu bakımdan boğanın böğürmesi, tarıma dayalı toplumlarda, bereketin habercisi olan gök gürültüsü ve yağmur getiren fırtına ile eşdeğer tutulmuştu.

Öküz: Eski Mısır inançlarındaki Apis öküzleri İlâhî gücü simgeler ve bu öküzün tanrı niteliğinde olduğuna inanılır. Yine Hz. Mûsâ döneminde Amalika kavminin sığır heykellerine taptıklarını Kur’an ve tefsirlerden öğrenmekteyiz. Amerika yerlilerinden İnka’lar da öküze tapmışlardır. Hititlerin tanrısal öküzü Hurris, İbrânîlerin kutsal boğaları, Hitit’lerden önce Anadolu’da yaşamış olan çeşitli ulusların Seris ve Hurra adını taşıyan boğaları, Girit boğası, sığıra tapmanın ne kadar yaygın olduğunu gösterir. Sığırı kutsal sayma anlayışının günümüz Anadolu’sunda bile hâlâ sürdüğü görülür. Anadolu’da pek çok evin kapılarına boynuzlu hayvan başları asılır ve o başın ya da boynuzun eve birçok kötülüklerin girmesine engel olacağına inanılır.

Apis Öküzü: Alnında ay biçiminde ak bir leke bulunan kara öküz. Eski Mısır’da güneş diski ve kıvrılmış kobra sûretlerini taşıyan bir boğa şeklinde tasavvur edilen kutsal varlık.Eski Mısır’ın şirk inançlarından biri olarak, hayvanları tanrı sayma yerine, bazı hayvanların tanrıların ruhlarını taşıdığına inanılırdı. Apis öküzleri, bu inancın en gelişmiş örneğidir. Alnında beyaz bir ay, dil altında bir domuzlan ve sırtında akbabalardaki gibi lekeler bulunan bu kara öküze Mısır dilinde Hapi denirdi ve onun, tanrı Ptah’la tanrı Osiris’in ruhlarını taşıdığına inanılırdı. Yaşarken güneş tanrısı Ptah’ın ruhunu taşıyan Apis öküzü, ölünce Osiris-Apis oluyordu. Mumyalanır ve serapeum denilen özel bir mezara gömülürdü. Ölünce, yerine bu renklerde yeni bir Apis bulununcaya kadar yas tutulurdu. Sağken bir tapınakta özenle beslenen Apis öküzüne, özellikle Menfis’te tapılmıştır. Başlangıçta Nil tanrısı Hapi biçiminde olan Apis, muhtemelen bereketle ilişkili bir tanrı kabul edilirdi.

Eski İran’da Mazdeizmin çıkışı da öküz ve ineklere bağlanır. Göçebeler öküz ve ineklerin değerini bilmiyorlar, onları horluyorlardı. Öküzün ruhu, içine düştüğü kötü durumu gökyüzüne haykırmakta, bir koruyucu bulmak için yalvarmaktaydı. İşte Zerdüşt böyle bir ortamda bir tarım reformcusu olarak ortaya çıktı ve Mazdeizmi ekonomik ve toplumsal bir temele oturttu.

İnek: Üretkenliği ve besleyiciliği dolayısıyla eski dünyanın pek çok yerinde önemli bir kült hayvanı olan inek, özellikle Hindistan’da giderek bir inanç sistemine kaynaklık etmiştir. Veda’lar çağında tapılmıştır. Hindistan’da inek kültünde, inekle yeryüzü, gök, güneş şuaları, konuşma ve ilâhi söyleyen kişi arasında mistik bir ilişki kurulur. Yeryüzünün, ineğin altında bulunduğuna inanılmaktadır. Bazı efsanelerde yeryüzü inek şeklinde gösterilmiştir. Hint kültüründe ineğin öldürülmesi haram olup Mahabharata’da ineği öldüren kişinin hayvanın vücudundaki kıl sayısı yıl kadar cehennemde kalacağı belirtilmiştir. İnek tabusu, Hindistan’da varlığını hâlâ sürdürmektedir. Müslümanlarla mecûsîler arasındaki birçok savaş, ineğin kesilmesi yüzünden çıkmıştır. Eski Mısır’da da kutsal sayılmış, gökyüzü ayaklarını yeryüzüne dayamış bir inek olarak tasvir edilmiştir. Gökyüzü-tanrıçası Hathor ya da Nut da inek biçiminde tasarımlanırdı. İskandinav mitolojisinde de gece bir inektir.

İstanbul boğazına batılılar Bosphor (Bosfor) derler. Bosfor, Yunanca inek geçidi anlamına gelir. Kudurmuş hamamböceği şeklindeki Hera’dan kurtulmak için İo, bosfordan atlayarak asya topraklarına bu boğazdan geçmiştir. Yunan mitolojisine göre, Zeus’un Hera’nın kıskançlığından korumak için, beyaz bir inek veya öküz biçimine soktuğu sevgilisi İo, Bosfor’dan yani İstanbul boğazından Anadolu kıyısına bir sıçrayışta aşıp geçtiği için boğaza Bosphoros (inek -veya öküz- geçidi) denilmiştir.

Boynuz: Boynuz, eski çağ kültür ve mitolojilerinde mânevî yükseliş ve güçlülüğün sembolü olmuştur. Aynı zamanda koç boynuzunun güneş; boğa boynuzunun ise ay benzeri bir özyapıya sahip olduğu varsayılmaktaydı. Yunan-Roma mitolojilerinde bereket ve mutluluğun bir sembolü olarak yerleştiğini gördüğümüz bu boynuzun içi, aşırı bolluk anlamında, buğday daneleri ve dışarıya taşmış meyvelerle doludur. Hitit tanrıları da boğa boynuzlu olarak gösterilmişlerdi.

Tarihte pek çok örneği bulunan ve adına Latince corniculum denilen boynuzlu miğfer, özellikle geç devirlerde Galyalılar’ın ve Vikingler’in sembolü haline gelmiştir. Büyük İskender Mısır’ı fethettiği zaman, halkın sevgi ve saygısını kazanabilmek için, baş tanrı Amon’un oğlu olduğunu iddia etmiş ve böylece, zaten binlerce yıldan beri firavunların tanrılığına inanmış olan Mısır halkına, kendisinde İlâhî bir güç bulunduğunu kolaylıkla kabul ettirmiştir. Tanrı Amon’un koç başlı olduğuna inanıldığı ve heykelleri boynuzlu yapıldığı için, İskender de mânen boynuzlu farzedilmiş ve ölümünden sonra adına bastırılan paralarda/sikkelerde koç boynuzlarıyla resmedilmişti.

Özellikle boğa boynuzu, tarihin ilk günlerinden beri güç kuvvet sembolü olarak kabul edilmiş ve bu sebeple eski uygarlıkların hemen hepsinde tanrı ve mukaddes yaratık tasvirleri boynuzlu yapılmıştır. Boynuzun güç sembolü olarak klasik müslüman kültürüne de girdiği görülmektedir. Nitekim Celâleddin Rûmî’nin Mesnevi’sinde, Hz. Mûsâ’nın ağzından Firavuna hitaben şöyle denilmektedir: “Sivri, keskin boynuzların nice ciğerler deldi; işte şu asam da senin küstah boynuzunu kırdı.”

Son asırlarda Avrupa’dan dünyaya yayılan karısı tarafından aldatıldığını bilen koca için kullanılan “boynuzlu” tâbirinin eski boynuz kültü ile herhangi bir münasebeti mevcut değildir. Bu tâbir, semizleşmelerini temin gayesiyle kısırlaştırılan horozların, diğerlerinden ayırt edilebilmeleri için ve artık döğüşemeyeceklerinden dolayı işlerine de yaramayacak olan mahmuzlarının kesilerek ibiklerine takılması (fes püskülü gibi) ve boynuza benzeyen bu mahmuzlar sebebiyle bu horozlara “boynuzlu horoz” denilmesinden (mahmuzlu horoz denilemez; çünkü o zaman mahmuzu kesilmemiş horozlar akla gelir) kaynaklanmakta olup “dişisini kıskanmayan, onun uğruna döğüşmeyen erkek” mânâsında kullanılmaktadır. Avrupa’daki bu “boynuzlu” tâbirinin fazla eskilere gitmemesi gerekir. Çünkü eskiden beri bilinse ve kullanılsaydı, Michelangelo (1475-1564), bu çirkin mânâyı göz önünde tutar ve ünlü Hz. Mûsâ heykelini boynuzlu yapmazdı.

Daha çok mitolojik metinlerde teşhis edilebildiği kadarıyla eski Yakındoğuda hayvanlarla ilgili diğer köklü inançlar şu şekilde sıralanabilir:

Aslan: Aslan, bütün Yakındoğu medeniyetlerinde koruyucu bir figür olarak kullanılmış ve şehir, saray veya tapınak girişlerine normal şekliyle yahut sfenks ve grifon (yarı kartal yarı aslan şeklinde mitolojik bir kuş) gibi karışık yaratıklar halinde yerleştirilmiştir.

Yılan: Yılan, Mezopotamya’da derisini değiştirmesi sebebiyle sürekli yenilenen sonsuz hayatı, gelişmiş içgüdüsü dolayısıyla da bilgeliği ve dişiliği sembolize eder; Mısır’da ise tanrı-kral firavunun simgesidir. Hindistan’da yılan canavar Vritra kaosu temsil eder.

At: Hindistan’da İlâhî atlar (asvin) güneşin taşıyıcısıdır. Eski Türk kültünde de atlar önemli bir yer tutar.

Ayı: Japonya’da Aynular arasında yaygın bir ayı kültü vardır. Bu ülkede hayvanlarla ilgili olarak sayılamayacak kadar çok ve çeşitli kehânet ve sihir sistemleri geliştirilmiştir.

Deve: Deve, dayanıklılığı dolayısıyla sabır ve irâdeyi temsil ederken özellikle Sâmî kavimler arasında kurban ve kehânet amacıyla kullanılmıştır.

Kedi: Mısır’daki önemli kült hayvanlarından bir de temizlik, özgürlük, egoizm ve şehvetin sembolü olan kedidir. Ana tanrıça Bast, kedi başlı bir kadın şeklinde tasvir edilir; mumyalanarak gömüldüğü bilinen kedi, ayrıca tanrıça İsis’in de kutsal hayvanıdır.

Maymun: Maymun, Mısır’da insan dilini anlayan kutsal bir hayvan olarak saygı görmüş, şafakta çıkardığı sesler güneş tanrısına duâ etmesi şeklinde yorumlanmıştır. Tasvirî sanatta bilgelik tanrısı Toth, bir maymun şeklinde yapılırdı. Maymun, hayvanlara tapmanın geçerli olduğu hemen bütün bölgelerde kutsal sayılıp tapınılan hayvanlardan biridir. Bununla birlikte, en çok eski Mısır’da kutsal kabul edilir. Bilgelik tanrısı Toth’un maymun biçiminde cisimleştirilmesi bunu göstermektedir.

Maymun kültünün en fazla Hindistan’da önem kazandığı görülür. Burada maymun, tanrı Hanuman adını almış ve özellikle Ârî öncesi yerli halklar arasında tapınılmıştır; en büyük tapınağının Benâres’te olduğu bilinmektedir. Ramayana destanının beşinci kitabında maymun, ilâhlar veya kahramanlar arasında aracılık yapan tabiat üstü güçlere sahip bir varlıktır; ayrıca Rama’ya karşı gösterdiği sadakatten dolayı dostluğu sembolize eder. Çin halk inançlarında ise maymun, uğur getirici bir hayvan olarak bilinir. Sun wu –K’ung adıyla tanınan bir maymun, kahramanlıkları dolayısıyla meşhurdur. Öte yandan maymun, çelişkili bir şekilde hilebazlığın ve çirkinliğin de sembolü sayılır. Java’da ve komşu bölgelerde kısırlığı iyileştirceği inancıyla maymunlara çeşitli takdimeler sunulur.

Kartal: Kartal, bütün Yakındoğuda kudreti ve hâkimiyeti sembolize eder. Bütün coğrafyalara yayılan ilkel kabullerden, câhiliyye inançlarından kartalla ilgili olanları şöyle özetleyebiliriz: Başlıbaşına kuvvet ve yücelik sembolü, göklerin hâkimi ve tüm gök yaratıklarının kralıdır. Kartal, göğün en üst katında bulunur ve onun kapısını korur. Diğer geniş kanatlı olan yırtıcı kuşlar gibi tanrısal bir güce sahiptir. Yeryüzünün üstünde uçarak onu kötülüklerden korur. Orta Asya Yakut Türkleri, kartal üzerine ant içiyorlardı. Türk büyüklerinin çoğunun ismi kartal benzeri yırtıcı bir kuş olmuştu. Kartal, gözlerini kırpmadan güneşe bakabilen bir kuş olduğundan, onun ateşin bile üstesinden geleceğine inanılmıştı. Hız ve kapıcılığından dolayı yıldırımla, uzun süre yaşaması sebebiyle sağlıklı hayatla da özdeşleştirilmiştir. Başı sola dönük olan kartal, kötülük ve faydasızlığı; sağa dönük olan ise iyilik ve verimlilik ifade etmektedir. Kartal, yılanın baş düşmanıdır. Kötü ruhları simgeleyen bu yaratıkları öldürücü gücünden dolayı, sevilen bir kuş olmuştur. İslâm öncesi Türklerde şamanların babası olarak nitelenirdi.

Çift başlı kartal: İlkin Hititlerde görülür. Orta Asya’da Gaznelilerin de kullandığı bir amblemdir. Selçukluların bunu, bir imparatorluk amblemi olarak, Bizans’la temasa geçmeden çok önceleri kullanmakta oldukları kesindir. Bizans’a gelince, onların bazen tek, bazen çift başlı olan kartal motifini Selçuklulardan uyarlamış olmaları büyük bir ihtimaldir. Çift başlı kartalın toplumların birbirlerini etkileyen kültürleri sonucu ortaya çıkıp yayıldığı akla yakın gelmektedir. Ancak, kartal motifinin Hitit ve Selçuklularda diğerlerine oranla daha yaygın bir biçimde kullanıldığını görüyoruz. Çift başlı olan kartal, her iki yönden gelebilecek tehlikelere karşı uyanık olur ve onları zamanında önleyebilir; iki baş, kartala bu türden çoğaltılmış güç vermektedir. Hitit kartalında baş üzerinde kulak yoktur ve kanatları daima açık durumdadır. Selçuklu kartalı, başlara birer kulak eklemiş, böylece ona gecelerin yırtıcı kuşu olan puhu kuşunun en güçlü vasfı olan, geceleyin duyma yeteneğinin verilmesi amaçlanmıştır. Çünkü kartal, karanlıkta görme duygusundan yoksundur.

Roma’da imparator ölümlerinde yapılan gömü törenlerinde havaya bir kartal uçuruluyordu. Çünkü kartal, ölünün gökteki tanrılara giden ruhunu simgeliyordu. Vaftiz sembolü görüldüğünden, ilk hıristiyanlar, vaftiz yapılan teknelerin üzerine bir kartal motifi işlemekteydiler. Kartalın uçuşu, bazı fanatik zümrelere göre, Hz. İsa’nın göğe çıkışı ile özdeşleştirilir. Hıristiyanlıkta Elie (Hızır)’ye ithaf edilmiş kabul edilen kartal, hıristiyanlara göre adâletin güçlü olan erdemini simgeler. Uzaklara sabit bir şekilde bakışı ile, etrafında olup bitenlerden habersizmiş gibi görünür ama onun her şeyi gördüğü ve bildiği kabul edilir.

Güvercin: Güvercin, özellikle Yakındoğuda saflığı ve ruhu sembolize ediyordu. Güvercin, hemen her coğrafyada görülen anlayışa göre, suçsuz/günahsız mâsum insanların ruhu olduğuna inanılan bir kuştur. Tasavvuf inançlarında güvercin, evliyanın/ermişlerin ruhudur; her ermiş uyurken ruhu bir güvercin olarak bedeninden çıkar ve bütün kutsal yerleri dolaşır. Halk inançlarına göre Hızır, güvercin kılığına girer ve insanların karşısına çıkar. Hıristiyanlara göre güvercin, kutsal ruhtur.

Elimizdeki Tevrat’a göre, Nuh tûfanı sırasında, çevrede kara olup olmadığını anlamak için Hz. Nûh’un, gemisinden uçurduğu kuş güvercindir. Güvercin bir kara parçası bulduğunu belirtmek için ağzında bir zeytin dalıyla dönmüş, gemideki canlıların ve özellikle insanların karaya çıkıp hayatlarını sürdürebilmeleri de böylece sağlanabilmiştir. Bundan ötürü, güvercin, tûfanı gerçekleştiren Allah’la insanlar arasında bir barışı simgelediğine inanılır, ağzında zeytin dalı bulunan güvercin, uluslar arası barış simgesi kabul edilir.

Yakındoğuda kutsal sayılan veya bir kültle ilişkilendirilen diğer önemli hayvanlar şu şekilde sıralanabilir: Timsah (Mısır), inek (Sümer, Asur-Bâbil, Mısır), karga (Asur-Bâbil), keçi, geyik ve özellikle iri balıklar başta olmak üzere balık türleri, sinek, baykuş ve koyun (bütün Mezopotamya; Mısır’da büyük tanrı Amon koç başlı idi.

Zerdüştî gelenekte bütün hayvanlar iyi ve kötü olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. Bündahişn’e göre iyi hayvanları yaratan Hürmüz, kötü hayvanları yaratan ise Ehrimen’dir. Starestan adlı geç dönemlere ait bir Zerdüştî eser, iyi hayvanları faydalı, kötü hayvanları ise zararlı olmalarına bağlar. Bu araştırmalar, zerdüştîlerin iyi hayvanları faydalı, kötü hayvanları ise zararlı olmalarından yola çıkarak sınıflandırdıklarını gösterir. Zerdüştîlikte gece cinlerini kovduğuna inanılan horoz ve insanları her türlü kötülükten koruyan köpek en gözde hayvanlardır; ayrıca domuz ve kartal da kutsallığa sahiptir. Ehrimen’in yarattığı kötü hayvanların başında ise karınca, kertenkele ve yılan gelir.

Zerdüşt dininde inek ve köpek kutsaldır. Bazı Hindu dinlerinde hayvanı keserek veya başka şekilde öldürmek de yasaktır. Eski Mısır dini, hayvana tapma şeklinde idi: Apis öküzü bu konuda hayli meşhurdur. Mısır’da ayrıca timsah ve kartala da tapılırdı. Aşağı Mısır’da köpek aynı durumda idi. Tanrı sayılan bu hayvanları öldürmek, idamı gerektirirdi. Eski Yunan inancına göre “yer altı”nı üç başlı bir köpek (Cerberos) beklerdi.

Uzakdoğuda, Yakındoğudakine benzer biçimde ortak bir fauna coğrafyası vardır. Hayvan kurbanı fikri, Uzakdoğuda azalmış, fakat tamamen ortadan kalkmamıştır. Bununla birlikte Hindistan’da Budizm, Çin’de Taoizm ve Konfüçyanizm’in getirdiği tabiata yönelik hayat tarzı ve vejetaryen kültür, hayvan kurbanı fikrinin gelişmesini ciddi olarak engellemiştir. Bu bölgede tanrılara hayvan kurbanı yerine; daha çok meyve, çiçek ve sebze yemekleri sunulmakta, bunlar törenle heykellerin önüne veya kutsal mahallere bırakılmaktadır. Ayrıca hayvanla ilgili inançlar takvimde, hatta günün belli saatlerinin temsilinde kullanımına varıncaya kadar pratik hayatla bütünleşmiştir.

Uzakdoğuda dinî-sembolik değeri yüksek hayvanların başında fil gelir. Zekâsı dolayısıyla fil, Hindistan’da bilgelik tanrısı (Ganeş) olarak saygı görmüştür. Mahabharata’yı ilham eden de odur. Hindû folklorik inancında yeryüzü yedi filin üzerinde durmaktadır; bazı inançlara göre kuyruğundaki kılların koruyucu tılsım özelliği vardır. Budist kutsal metinlerinden Lalitavistara’da Buda’nın ana rahmine düştüğünde bir fil şeklinde olduğu nakledilmektedir; bundan dolayı fil, Buda’nın yeryüzüne gelişini sembolize eder. Çin’de ise bu hayvan güç, zekâ ve ölümsüzlüğün sembolüdür; Çin Hindi’nde de özellikle beyazı kutsal ve uğurlu sayılmaktadır.

Çin’de turnalar, uzak mesafelere uçabilme kabiliyetleri ve uçuş sırasındaki düzenlilikleri dolayısıyla hasret ve iletişimin, aralarındaki hiyerarşik yapıyı sürekli biçimde korudukları için de baba ile oğul arasındaki ilişkinin, Japon adalarında ise halkın güvenlik ve huzurunun sembolü olarak görülmüştür.

Köpek: Eski Çin coğrafyasında her şeyden önce kötü cinleri kovaladığına inanılan köpek, özellikle Güney ve Batı Çin’de uğurlu bir hayvan kabul edilmiştir. Korkutuculuğundan dolayı Japonya’da tapınak girişlerine köpek heykelleri konurdu. Hindistan’da ise köpeğin yağmur yağmasında fonksiyonu olduğu düşünülürdü. Grekler arasında en popüler kahramanlardan biri, öbür dünyayı koruduğuna inanılan üç başlı köpek Cerberus’tur.

Kaplumbağa: Uzakdoğunun dinî inançlar açısından önemli bir başka hayvanı olan kaplumbağanın Çin kozmolojisinde güçlü bacakları ve dayanıklı kabuğuyla dünyayı sırtında taşıdığına inanılmış, kabuğunun sertliğiyle evrenin sürekliliğinin, çok yaşamasıyla da uzun ve sağlıklı ömrün sembolü olmuştur. Çin’de erken tarihlerden beri kaplumbağanın kabuğu üzerindeki şekillere bakılarak kehânette bulunma geleneği yaygındır. Hindistan’da ise kaplumbağa tanrı Vişnu’nun ikinci enkarnasyonudur; ayrıca yerli geleneklerinde kaplumbağa kurbanı mevcuttur.

 

Grek ve Roma dinleri, büyük oranda yerli Avrupa halklarının öğretileriyle Doğu ve Mısır menşeli dinlerin karışımı mâhiyetindedir; bundan dolayı hayvanlar üzerine geliştirilen inançlar da aynı karışım sürecini yansıtır.

Fransa ve İspanya’daki mağaralarda tesbit edilen tarih öncesi duvar resimlerinden anlaşıldığı kadarıyla yerli Avrupa halkları arasında özellikle boğa, ayı, kurt, tilki ve yaban domuzu ile ilgili çok sayıda kült oluşturulmuş, Grek ve Roma dinleri de büyük oranda bu mirası devralmıştır. Domuz, Greklerde tanrıça Demeter’in ve kahraman Atalante’nin, Romalılar’da savaş tanrısı Mars’ın kutsal hayvanıdır. Ayı: Grek mitolojisinde Artemis, Arkadyalı Prens Callisto’yu ayıya çevirir.

Kuzey Avrupa’nın yerli mitolojisinde tanrı Odin, ayı sûretine girer. Cermen kabilelerinde arı ölülerin ruhlarını taşır. Mısır’da kutsal kabul edilen kedi, Grek ve Roma topraklarına taşınmış ve tanrıça Diana’nın kutsal hayvanı olmuştur. Yunus Balığı, Grekler arasında sevgi ve yardımlaşmanın sembolü kabul edilmiştir; deniz tanrısı Poseidon’un kutsal hayvanı da yunustur. Grekler’de İlâhî bilginin tanrıçası olan Pellas Athena’nın ve Roma’daki bilgelik tanrıçası Minerva’nın kutsal hayvanı baykuştur. Ayrıca, gerek Grekler ve gerekse Romalılar arasında hayvan kurbanı ve hayvanla ilgili kehânetlerin hayli gelişmiş olduğu bilinmektedir. (43)

 

 

 

 

 

 

 

Eski Türkler’de Hayvanlarla İlgili İnançlar

Eski Türkler’de hayvanlarla ilgili inançlar, on iki hayvanlı takvimden şamanların vecd halinde yukarı âleme çıkmasına aracı olduklarına inandıkları hayvanların konumuna kadar uzanan geniş bir yelpazede yayılmıştır. Tarih öncesi dönemlerden beri göçebe Türk hayatının hayvancılığa dayalı olması, bu inançların oluşmasını derinden etkilemiş ve büyük bir kısmının İslâmiyet’i kabul ettikten sonra dahi özellikle sanatta ve folklorda yaşamasına yol açmıştır.

Eski Türk dünyasında geliştirilen hayvanlarla ilgili temel inançların totemizmle ilişkili olduğu kanaati yaygındır. Kabile mensuplarının kendisinden türediğine inanılan ve onları akrabalık bağlarıyla birbirine bağlayan totemler, tipik göçebe karakterini yansıtacak şekilde hayvanlardan seçilmiştir. Öte yandan animizme dayalı bir dinî yapı arzeden eski Türk inançları, hayvanla insan arasındaki farklılığı ya ortadan kaldırmış veya en aza indirmiştir. Bu homojen kozmolojik anlayışta insanlar ve hayvanlar kolayca birbirine dönüşebilmekte veya klasik şaman âyinlerinde olduğu gibi hayvanlar insanların bir başka âleme geçmesinde aracılık fonksiyonunu üstlenmektedir. Kabilenin toplumsal sembolü sayılan en gözde hayvanlar arasında kurt, kartal ve geyik yer almaktadır. Bu hayvanların klasik totem tanımına uyacak şekilde üstlendikleri bir başka fonksiyon da “rehber hayvan” olmalarıdır. Buna göre totem olan bu hayvanlar, kabilenin göç edeceği herhangi bir yere doğru onlara öncülük edip yol gösterir.

Kurt: Eski Türklerde ata ve kutsal kabul edilen hayvan, kurttur. Kurdun kutsallığı, bozkırların korkulu bir hayvanı olarak, özellikle hayvan sürüleri için büyük tehlike teşkil etmesi dolayısıyla, ona karşı duyulan korku ile karışık bir saygı hissinden ileri geldiği anlaşılıyor. Bozkurtun, Göktürk’lerin atası olduğuna inanılır. Orta Asya Türklerinde Boz renkli kurt inancı, ilkel totemciliğin kalıntısıdır. Hemen bütün Türk boyları bir bozkurttan türediklerine inanırlar. Değişik biçimleri bulunan bu inancın en yaygın olanı şudur: Çok eski çağlarda Türkler bir saldırıya uğramış, bu saldırıda sadece küçük bir erkek çocuk sağ kalmış. Dişi bir bozkurt, onu büyütmüş ve ondan gebe kalmış. Türkler bu yarısı insan yarısı kurt atadan türemişler. Türklerin kurt totemi, hem olağanüstü bir güçlülük, hem de İlâhî/kutsal bir nitelik taşıdıkları yolundaki inançlarını temellendirir.

Örnek olarak, kurt soyundan gelme Türk hakanı Asena, Yunan tanrıları gibi, yellere ve yağmurlara egemendir; onlara dilediğini yaptırabilecek İlâhî bir gücü vardır. Türklerin bu inancı, öteki Orta Asya ırklarına da yayılmıştır. Moğolların, soyundan geldiklerine inandıkları erkek bozkurta borte-çine adı verilir. Moğol inancı, ulusunun soyunu, bu bozkurtla dişi ak geyiğin çiftleşmesine bağlar. Bu birleşmeden doğan Bataçihan’ın ataları olduğuna inanırlar. Yine, bilindiği gibi Roma’nın kurucusu sayılın tanrı oğulları olan Remus ve Romulus adındaki ikiz kardeşleri bir kurt emzirip beslemiştir. Yerleşecek toprak arayan Samnit’lere de bir kurt kılavuzluk etmiştir. İskandinav mitolojisindeki Loki’nin oğlu Fenris de bir kurttur. Tanrı Votan’ın yanında da her zaman iki kurt gezer. Yine İskandinav mitolojisine göre, güneşle ay, peşlerine iki tane vahşi kurt takıldığından, uzayda durup dinlenmeden koşmak zorundaymışlar.

Eski Türklerde çok eskilerden beri bir kartal kültünün mevcut olduğunu biliyoruz. Selçukluların günümüze kadar ayakta kalmış birçok medrese, künbet ve câmii mimarisinde, özellikle kapı ve duvarlardaki motiflerde bazen aslanlarla birlikte çift başlı kartal motifine çokça rastlanır. Araştırıcılara göre, kartal, güneş (daha ziyade Gök) tanrının sembolü sayılmıştır. Yuvasını sarp vadilerde yalçın kayalar üzerine yapan ve çok yükseklerde uçabilen kartalın böyle telakki edilmesi, eski Türk bozkır hayatında büyük yeri olan avcılık dolayısıyla bazı kuşlara da yaygınlaşmıştır.

At: Hayvanların üstlendiği bir başka önemli görev de kurban inancıyla ilgilidir. Eski Türkler arasında en yaygın kurbanlık hayvan attır. Göktürk kağanı Bumin’in kardeşi İstemi öldüğünde at kurban edilmiştir. Atın insanları kötü ruhlardan ve büyülerden koruduğuna inanılır. Başkırtlar, Tulgar adını verdikleri mitolojik kanatlı atın kendilerine yukarı âlemden haber getirdiğini düşünürlerdi. Atın yukarı âlemle aşağı âlemi birleştirici fonksiyonu Anadolu Türkmen geleneklerinde uzunca bir zaman varlığını sürdürmüştür. Efsaneye göre Babaîler isyanının lideri Baba İlyas, Amasya Savaşında ölmemiş, atına binerek gökyüzüne çekilmiştir. Anadolu’da sıkça rastlanan at mezarları, bu inancın uzantısıdır.

Eski Türk inançlarında kuş motifi de çok yaygındır. Kartal, hem totem hem de gök tanrının sembolüdür. Macarlar arasında Turul adını alan kuş, Macar milletini kuran Arpad’a yol göstermiştir; aynı kuşa Tuğrul adıyla Orta Asya Türkleri arasında da rastlanmaktadır. Başkırt folklorunda semrük denilen mitolojik kuş, Hint-İran geleneğindeki simurgdur. Mitolojik bir sürüngen olan ejder motifi, eski Türkler’de kaosun ve bazı yörelerde aynı zamanda yeryüzünün sembolüdür. Çok eski zamanlardan beri bir ongun (totem) olarak saygı gören aslan ve kaplan ise, güç ve cesareti temsil etmiştir; ayı da aynı özelliğe sahip kabul edilir.

 

 

 

Arabistan Câhiliyyesinde Hayvanlarla İlgili İnançlar

Arabistan yarımadasında dişi ilâhların etkinliğine (Lât, Menât, Uzzâ, Aster/Zühre) ve uzak geçmişteki ana ağırlıklı aile yapısına bakılarak, ortak Semitik dinî kültürün ana soylu bir aile sistemiyle yakından ilişkili olduğu söylenebilir. Böylece câhiliyye toplumundaki “kızların tanrılara kurban edilmesi” ve adak merasimlerinde özellikle dişi hayvanların seçilmesi (bahîre, hâm, vasîle...) geleneği daha açık biçimde anlaşılır. Öte yandan bazı itirazlar olsa da ortak Sâmî mirasın bir başka önemli özelliği de totemizmdir. Buna göre her kabile özellikle hayvanlardan seçilen totemler etrafında yapılanmıştır. Bununla birlikte eski İbrânîler’de olduğunun aksine câhiliyye Araplarının bu totemlerden türediğine dair hiçbir inanç yoktur; bu totemler ortak hayvan-ata değil; daha ziyade bir işaret ya da kabile sembolü niteliğindedir. Bu tip totemik inançlara Kur’an da îmâda bulunur. Nûh kavminin önemli tanrılarından (71/Nûh, 23) Yeğûs (aslan), Yeûk (at) ve Nesr’e (kerkenez kuşu, kartal, akbaba) câhiliyye Arapları da tapıyorlardı. Bunlardan Nesr, Talmut ve bazı meşhur eserlerde Arap tanrısı Neshra diye geçer; Nesr, akbaba (Türkçe Kitab-ı Mukaddes’te “kartal”) anlamıyla Eski Ahid’de sıkça anılır (Meseller, 30/17; Hoşea, 8/1).

Bu inancın etkisiyle pek çok Arap kabilesinin totem hayvan adıyla adlandırıldığı görülmektedir. Benî Esed (aslan oğulları), Benî Kureyş (köpek balığı oğulları) gibi. Ayrıca Nabatîler arasında balıklardan seçilme çok sayıda totem mevcuttu ve özellikle bunların en çok sevileni olan yunus adına tapınaklar inşâ edilmişti. Ayrıca kişi adları arasında pek çok hayvan adı bulunuyordu.

Kur’an’da ve câhiliyye şiirinde rastlanan bilgilerden, kurban veya adak olarak kullanılan hayvanların başında deve ve koyunun geldiği öğrenilmektedir. İlk doğan hayvanların kurban edilmesine “fera’” adı verilirdi. Ayrıca receb ayında putlara “atîre” denilen bir kurban sunulurdu. Kur’an’da işaret edilen develer ve koyunlar adak özelliklerine göre bahîre (deve), sâibe (deve), vasîle (koyun) ve hâm (deve) adını alırdı (5/Mâide, 103; 6/En’âm, 139, 143, 144). İslâm öncesi şiirlerden anlaşıldığı kadarıyla hayvanlar bazı maddî ve mânevî değerlerin sembolü olarak düşünülüyordu. Meselâ baykuş ölümün habercisi veya intikam için yeryüzüne dönmüş bir insanın ruhu idi. Horoz cömertliğin, kertenkele ihânetin, toy kuşu aptallığın, aslan cesaretin, koç kahramanlığın, karga gecenin ve kederin, deve sabır ve dayanıklılığın, at savaşçılığın ve gücün sembolüydü. Deve, at, koyun, inek ve arıda bereket (uğur) vardı; köpek, kedi, karga ise uğursuz hayvanlardandı.

Câhiliyye döneminde pek çok hayvan, kehânet ya da falcılıkta kullanılıyordu. Câhiliyye Araplarının özellikle hayvan hareketlerinin gözlenmesi türünden kehânetlerde usta oldukları bilinmektedir. Mekke’de bu amaçla çok sayıda kuş yetiştirilirdi. Câhiliyye folklorunda belki de mesh inancının bir uzantısı olarak gûl veya cinlerle ilgili bazı hikâyeler bulunmaktadır. Buna göre bir nevi cin olan gûlün zaman zaman hayvan kılığına girerek ıssız yerlerde insanlara saldırdığına inanılırdı. Gûl (gûlyabâni) ile ilgili bâtıl inançlar, sonraları bazı müslümanların kültüründe de varlığını sürdürmüştür. (44)

 

 

 

Günümüzde Hayvanları Kutsallaştırma

Hayvanları kutsallaştırma ve hatta onlara tapma, eski câhiliyye dönemlerinde, insanlığın ilkel dönemlerinde mi kaldı zannediliyor? Okullarda ve “câhil”lerin eserlerinde, Dinler Tarihi diye resmî söylemlere uygun bazı ders kitaplarında yazılıp okutulduğu gibi; ilk insanların dini şirk değildi; insan kendi kendine din kavramını icat etmiş, yavaş yavaş geliştirmiş de değildi. Tabiat güçlerini kutsallaştırmakla din ihtiyacını tatmin etmeye başlamış, korkularını bununla yenmiş ve sonra hayvanları tanrı kabul etme aşamasına geçmiş, çok tanrılı dinlerden kademe kademe tek yaratıcı fikrine yönelmiş değildi. İlk insan, bilindiği ve tüm müslümanların inandığı gibi ilk İslâm peygamberi idi ve tevhid dinini Allah’tan aldığı vahiy doğrultusunda diğer insanlara bildirmiş ve uygulamıştı. İnsanlar, uzun dönem muvahhid olarak yaşadıktan sonra; tevhide gereken önemi vermekte ihmalkâr davranıp dünyevîleştikleri, yönetici ve varlıklı kişilerin saptırmaları karşısında gerekli tavrı gösteremedikleri için, yavaş yavaş putçuluğa kaymışlar ve halifesi olarak yaratıldıkları eşyanın ve hayvanların kulları haline gelmişlerdir.

Tarihte nasıl tevhid önemsenmeyip egemen çevrenin ve müşrik yöneticilerin etkisi ve yönlendirmesiyle, insan kendi şerefini unutup, basit maddeden ibaret heykellere ve kendinden çok zayıf hayvanlara tapmaya başladı ise, günümüz câhiliyyesinde de benzer durum söz konusudur. Küfür ve şirk cephesinde değişen bir şey yoktur. Savaş yaparken, ön safa karşıdaki düşmanın taptığı veya kutsal saydığı hayvanları koyarak, düşmanları kendi tanrılarına karşı silâh kullanma gücünü gösteremeyince kolaylıkla mağlûp eden açıkgöz savaş taktikleri tarihte kalmış olabilir. Ama günümüzde yine hayvanlar savaşlara konu olabilmektedir. Amerika’nın Irak’a saldırmasının haklılığı olarak Saddam’ın petrol kuyularını sabote etmesi sonucu petrole batmış karabatak kuşu, tv.lerde bıkılmadan onlarca defa gösterilir.

Ankara’nın en merkezî alanında Eti’lerin boynuzlu geyiğinin heykeli bulunur ve nice insana göre şehrin sembolü kabul edilir. İstanbul’da Kadıköy’ün göbeği Altıyol’da Apis öküzü şeklinde bir boğa heykeli vardır; hem de Sâmirî kadar usta olmayan bir heykeltraşın elinden çıkmıştır; yani böğürmesi bile olmayan dolayısıyla sanat eseri bile sayılamayacak basit bir heykel!

Toplumun en fazla ilgilendiği alanlardan birinin politika, diğerinin futbol olduğunu kabul etmeyen herhalde yoktur. Politik partilerin tamamına yakınının sembollerinin hayvan olduğunu görüyoruz. Futbol klüplerinin de çoğunun bir hayvanla sembolize edildiğine şahit oluyoruz. Bozkurt, hâlâ bazılarınca kutsal bir semboldür, Türklere çıkış yolunu göstermeye devam eder. At, eski Türklerin kutsadığı bir hayvan olduğu gibi, günümüzde nice fedâkârlıklara da kır at için katlanılır. İslâm’a irtica adıyla karşı çıkanlar, yahudi kültürünün açık etkisinin görüldüğü “barış güvercini”ni partileri için amblem ve sembol olarak kullanır. Bu arada arı ve yunus balığını unutmamak gerekiyor; eski partilerden birinin sembolü koç, bir diğerinin de horoz olduğunu da hatırlatalım. Tabii, bu kadar hayvanların sembollüğüyle sürüye dönen yere bir çoban gerekecektir; Çoban Sülü’ler sürüleri gütmek için otuz sene işbaşında kalır.

Aslan Galatasaray, Sarı Kanarya’yı yutmaya çalışır; derken Kara Kartal hücuma geçer. Bazı oyuncular, timsah yürüyüşüyle gol sevincini sembolize eder. İstanbul Boğaları, Denizli Horozları ve Bursa Timsahları da birbirlerini yemeye/yenmeye çalışırlar. Olay, iş dünyasına da sıçrar; Uzakdoğunun aslanları varsa, bizim de Anadolu kaplanlarımız vardır. Cinciler, falcılar hâlâ hayvanlardan yararlanarak kehânetlerde bulunur. İşporta usûlü şans çekilişi yapan bazı tezgâhlar, şans çekilişi için güvercin ve tavşan gibi hayvanları kullanır. Baykuş, uğursuz kuş olma inancına konu olmaya devam ederken, bazılarının başına yine talih kuşu konar. Bazı ev ve işyeri kapılarına Anadolu’da hâlâ at nalı, koç başı veya boynuz asılır. Ev ve işyerinin kaza ve belâya uğramaması için kan akıtılması ve kanın binaya, insanın alnına sürülmesi gerektiği inancı devam eder.

Tasavvufî konuşmalarda kedi ve çoğunlukla köpek, müslüman için örnek alınması gereken onun özelliklerinin taşınması istenen hayvan özelliğini sürdürmeye devam eder. Tasavvufta, sûfî olmadığı halde sûfîlerin arasında bulunan kimseye kıtmîr denir. Kıtmîr, ashâb-ı Kehf’in, köpeğinin adı olarak meşhurdur. Dervişler ve müridler, bir köpek sadâkati ile şeyhlerinin kapısında beklemeyi ve ulumayı en büyük şeref bilirler (S. Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 315). Nakşîliğin kurucusu Bahâeddin Nakşbend, A. Geylânî’nin türbesine şu ibarenin yazılmasını emretti: “Pirlerin kapısında köpek ol, eğer Hakk’a yakın olmak istersen. Zira aslanlardan daha şereflidir, Geylânî’nin kapısındaki köpek.” (a.g.e. s. 315-316). Bazı gözü yaşlı hocalar, ismi Kıtmîr diye meşhur olmuş köpek olmayı arzuladığını sık sık vurgular. Fakir gariban vatandaşlardan bazıları çıkar, “doğuda insan olmaktansa, Hindistan’da inek olmayı tercih ederim” der. Avrupa’da hayvanlara verilen değerin burada insanlara verilmediğini görenlerden kimi, eğer reenkarnasyon gerçekse, ikinci olarak Avrupa’da bir ev köpeği olarak dünyaya gelmek istediğini belirtir. Çünkü sosyetenin Paris’ten getirttiği mama ile beslenen lüx salonlarda yaşatılıp özel kuaförlere götürülerek sık sık bakımı yaptırılan sosyete köpeği için harcanan parayı gariban rüyasında bile görememektedir.

Süsleme sanatlarında çiçeklerle hayvanlar yine başrolü oynamaya devam ederler. İnsanlara yine Kumru, Ceylân, Âhu (ceylân), Dudu (papağan), Aslan, Alpaslan, Kartal, Şahin, Doğan, Tuğrul (ak doğan), Esed (aslan) gibi isimler konulmaya devam edilir. Soyadlarının önemli bir bölümünü hayvanlar teşkil eder. Aslan gibi cesur insanımız arı gibi, karınca gibi çalışkandır. Öyle değil mi ya, aslan yatağından belli olur. Sözü uzatmak ve ona buna sataşmak zararlıdır; Çünkü bülbülün çektiği dili belâsıdır. Katır gibi inatçı olmaktansa; kuzu mûnis olmak daha az zararlıdır. Bilindiği gibi yürük at, yemini kendi arttırır. Balık kavağa çıkınca doğan aslan parçası çocuğun, kaz gibi aptal değil; tilki gibi kurnaz olduğu, şahin bakışlarından anlaşılmaktadır.

Hümanizmin, insancıllığın modası geçti, şimdi insanlar, hayvancıl takılmaktadır. Hayvan hakları savunucuları sık sık medyaya konu olur. Koyunların kurban olarak kesilmesine barbarlık diyen barbarlar çıkıyor, hayvan hakları için sokağa dökülüyor. Denilebilir ki, akrabaların haklarını savunmak suç mudur? Doğru; onlar, maymundan türemişlerdir; Orta Asya Türkü gibi kurttan değil. Zaten insanı da, konuşan hayvan, düşünen hayvan diye tanımlamıyorlar mı? Vejetaryen modası genişleyeceğe benzemektedir; hayvancıllar, helâl et yerine haram birayı tercih etmekteler. Bazı hayvanlarca, maskara maymunun, insanın atası olarak kabul edilmesi, onu kutsallaştırmak kabul edilebilir.

 

 

 

Günümüzde Sığıra Tapma

Günümüzde hâlâ sığırlara tapıldığını, özellikle Hindistan’ın bazı bölgelerinde ineğin kutsal kabul edilip dokunulmazlığı olduğunu biliyoruz. Bir Hintli’nin inek ve onun ferci hakkında dört ciltlik bir kitap yazdığını söylersek, gerisini siz tahmin edebilirsiniz. İnsan, ancak bu kadar aşağılara yuvarlanabilir (95/Tîn, 5). Kur’an, kalbi olduğu halde fıkhetmeyen, akletmeyen, kulakları olup da hakkı duymayan, gözleri olduğu halde hakkı görmeyen, yani iman etmeyen kimselerin hayvan gibi, hatta daha aşağı olduğunu haber verir (7/A’râf, 79). İnsanlık şerefini unutup hayvanlara (ineğe, inek fercine, fareye, bokböceğine varıncaya kadar) tapan, dolayısıyla kendisini kutsallaştırdığı hayvanlardan daha aşağıda kabul eden canlıların varlığı, heykellerin ve hayvanların kullarının günümüzde bile bulunması, Kur’an’ı nasıl doğrulamakta, Kur’an’ın evrensel ve çağlar üstü kitap olduğunu nasıl ispatlamaktadır? Kur’an’ın en uzun sûresi olan 2/Bakara sûresine bu adın verilmesine sebep olan 2/Bakara ve ıcl’e tapma olayının tarihsel ve güncel ve de evrensel boyutları değerlendirildiğine, olayın sadece Mısır civarında ve Hz. Mûsâ dönemine has tarihî bilgi olarak değil; her dönem ve her coğrafyaya şâmil bir problemin vurgulanması olarak görüyor ve Kur’an’a saygımızın bir kat daha arttığına inanıyoruz.

Hindistan’da, câmiiye giren ineği kovalayan müslümanların, dokunulmaz tanrıya dokunup onun rahatını bozdu diye öldürülmesine hâlâ devam edilmektedir. Tabii et ihtiyacı veya kurban için bir sığır kesmeye görsün bir müslüman; tanrıya uzanan eller kesilecektir. İneğin kutsallığı günümüzde de sürdürülür. İnek, ana yola çıkmışsa, trafiği altüst edebilir. Tren yoluna yatınca, ineğin özgür isteğine kimse müdâhale etmeden, seslenmeden insanlar, tanrılarının yoldan kalkmak için keyfini bekleyecektir. İnek tanrı, trafiğe, günlük hayata müdâhele etmektedir; gel de Hindistan’da laikliği uygula bakalım! Ama laikler Hindistan’daki ineğe müdâhale edilmesinin gerektiğini savunmazlar; onlara göre, ineğe ve inekliğe müdâhale eden müslümanlara tavır alınmalıdır sadece.

Eski dönemlerde sığıra tapılmasında temel espri, onun bereketi, bolca süt ve et verdiği için rızkı/gıdayı temsil etmesidir. Günümüzde de sosyalistler emeği, kapitalistler ekmeği, eskilerin ineği sembol kabul etmesi gibi kutsallaştırırlar. Bu anlayışa göre dünya, sadece Allah’a kulluk için yaratıldığımız, âhiretin tarlası bir sınav alanı değil; geçim dünyasıdır. Ekmek parası için her yol mubahtır. Bu inanca göre elbette çalışmak İbâdettir; namaz gibi başka İbâdetlere gerek yoktur veya geçim endişesinden ona sıra gelmemektedir. İhtilâl paşası Evren, kendisini devlet başkanı seçtirdikten sonra yaptığı halka karşı bir konuşmasında şu örneği veriyordu: Bir rafta ekmek varsa, onu almak için boyu yetişmeyen bir kimse, başka bir şey yok ve sadece Kur’an varsa, onun üzerine basar ve ekmeği alır; ama yukarıdaki Kur’an’ı almak için ekmeğin üzerine ayağını basamaz. Çünkü ekmek, halkın da anlayışına göre kutsaldır, hem de Kur’an’dan daha kutsal! Ekmek, günümüzde rızkı, bereketi, maddî doyumu, materyalizmi simgelemektedir; eskiden sığırı kutsal sayanların da gerekçeleri bunlar idi. Ekmek parası kazanacağım diyerek her yolu mubah gören ekmeği/geçimi kutsallaştıran insanın durumu, ineği kutsal gören insandan pek farklı değildir.

“Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Hâlâ akıllanmaz mısınız?” (21/Enbiyâ, 67)

 

 

 

Küfrün Şiarları/Sembolleri, Bâtıl Dinlerin Kutsalları; Heykel, Giyim...

Şiar; Anlam ve Mâhiyeti: Şiarlar demek olan Kur'an kavramı “şeâir”, “Şeîre”nin çoğuludur. Şeîre: Yapılması gereken şeyler, vazifeler, alâmetler mânâsındadır. “Şeâiru’l-Hacc”: Hacda yapılması gereken vazifeler, hacca ait ameller ve menâsik demektir. “Şeâir” ve tekili olan “şeîre”, “şuur” (ş-a-r)” kelimesinin türevidir. Şiar, bildiren alâmet, belirti mânâsına gelir. Nitekim savaşta iki tarafın tanışması için kullanılan alâmet ve işarete de “şiar -parola-” denir. Şeâir; bazen ibâdetin kendisine, bazen de yerine denir. Bilindiği gibi şiarlar şuurları uyandırmak içindir. Semboller, dış görünüşlerinden çok daha büyük anlam ve değer taşırlar. İslâm’ın şiarlarına karşı mücâdele edenler aslında şuursuz nesiller yetiştirmek istiyorlar. Çünkü şuursuz nesilleri kullanmak ve gütmek daha kolay olur.

İslâm, sırf tevhid dinidir. Onda kulla Allah arasında aracı yoktur. Gözlerin erişemediği Allah’ı, hayal etmesi için, insan düşüncesinin temerküz edeceği, insan hikmetinin yöneleceği gözle görülür, elle tutulur put ve benzerlerini de kabul etmez İslâm dini. O yüzden ne aracı, ne put, ne de heykel veya imtiyazlı dinî bir zümre bahis konusudur (bkz. 2/Bakara, 186, 39/Zümer, 2-3). Öyleyse İslâm, hayalde mücerretliği/soyutluğu, düşüncede yüceliği, irâde ve niyette temizliği, amel ve tatbikatta ihlâsı, mâsivâdan alâkayı kesmeyi isteyen bir dindir ki, düşünce ve inançta bundan daha üstünü tasavvur olunamaz. Hiçbir din, hiçbir felsefe ve ideolojiler, değil böylesine; benzerine bile ulaşamamışlardır.

Heykel: Heykel, büst ve manken gibi hacimli sûretlerin yapılması ve kullanılması dinimizde haram kılınmıştır. Bâtıl din ve ideolojilerin bağlılarının uygarlığını benimseyip taklit ederek heykeller dikilmesi, büstler kullanılması ve mankenler kullanılması, kâfirlere benzeme yoluyla işlenmiş bir haramdır. Kur'ân-ı Kerim, heykelleri kutsayanları şiddetle takbih eder (21/Enbiyâ, 52-54, 66-67; 37/Sâffât, 95-96).

Tarihî dönemlerde yaygınlaşan ve asrımızda şekil değiştirerek varlığını sürdüren çok tanrıcılık ve putperestliğin başlıca kaynaklarından birisi şüphesiz hacimli sûretlerin, yani heykellerin yapılması ve kullanılmasıdır. Tanrılaşma ve tanrılaştırma sapıklığını engelleyerek tevhid inancını korumak ve ahlâk dışı resim ve heykellerle şehvetin putlaştırılmasına mâni olmak gibi gâyelerle İslâm dini, heykelleri haram kılmıştır. İslâm dininin yasakları arasında bulunması sebebiyledir ki İslâm kültürünün egemen olduğu hiçbir İslâm ülkesinde heykel, büst ve manken yapımı ve kullanımı revaç bulmamıştır. Başta Peygamberimiz ve dört büyük halife olmak üzere hiçbir İslâm âlimi, kumandanı ve yöneticisinin heykeli yapılıp dikilmemiş, büstü kullanılmamıştır (Ali Rızâ Demircan, İslâm'da Bâtıla Benzemenin Hükmü, s. 90-91).

Giyim-Kuşam, Şapka ve Kravat: Âtıf Hoca gibi nice İslâm âlimleri ve müslüman halktan binlerce kişi, kâfirlerin şiarı olduğu gerekçesiyle şapka giymeyi reddettikleri için idam sehpasında şehid edilmişlerdir. Günümüzde şapkanın kâfirlerin şiarı olmaktan çıktığı söylenebilir. Bunun yanında günümüzde papyon, kravatın batıcılar tarafından ve batı uygarlığının sembolü/şiarı olduğu gerekçesiyle nice müslümanın kravat ve papyon takmadıkları bilinmektedir. "Biz, onların boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelere kadar dayanmaktadır. Bu yüzden kafaları yukarı kalkıktır." (36/Yâsin, 8). Bu âyetin tefsirinde Elmalılı Hamdi Yazır, âyette geçen "ağlâl" kelimesini kravata benzeterek şunları söyler: "Biz onların boyunlarında birtakım bağlar, kelepçeler yapmışızdır. Çünkü tomruk ve kelepçe gibi bağlar, ceza ve ukubat âletlerinden olmak itibarıyla cebrî olan fıtriyâtı değil; iktisap ile istihkaka terettüp eden cezâî bir ilzâm ifade eder. İlk nazarda, asrî medeniyetin boyun bağlarını ihtar eder gibi görünen bu "ağlâl" hem ferdin kabiliyet-i fıtriyyesini yanlış hedeflere sevkeden bir cemiyetin sultasının fena tazyıklarını, hem de itikadlar, çirkin itiyadlar, kötü huylar, taklit, taassup, hevâ gibi küfr ü ma'siyeti hoşlandırıp imandan sakındıran fena melekelere ve keyfiyetlere nefislerin alıştıra alıştıra değişmez hale getirilmiş olmasını temsildir." (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Y. c. 6, s. 4010)

Kılık kıyafette bâtıl din ve ideoloji bağlılarına benzememek, İslâm'ın üzerinde hassâsiyetle durduğu bir mevzûdur. Zira zâhirî benzemeler, kaynaşmalara ve rûhen yakınlaşmalara sebep olmaktadır. Meselâ; askerler ve polisler gibi aynı meslekten olup, aynı tip elbise içinde görülen insanlarda rûhî bir yakınlaşma kaçınılmazdır. Kezâ, saç, sakal, bıyık şekilleri bir olan ve bu birlikleri hususuyla bir kaynaktan kaynaklanan ve bir gâyeye yönelik olan kişilerde de aynı rûhî yakınlaşmaları müşâhede ediyoruz. İslâm, mü'minlerin bâtıl din ve ideoloji mensuplarıyla kaynaşmasını câiz görmediği içindir ki, kılık kıyafet mevzuunda müslümanları bağlayıcı emirler ve yasaklar koymuştur.

Sakal ve bıyık: Sakal ve bıyık şeklinde İslâm'ın dışındaki yabancı ümmetlere; bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzenilmemesi konusuna dinimizde çok büyük bir önem verilmiş, sözlü ve fiilî sünnette açıkça belirlenmiş şekliyle sakal ve bıyık, dinin şiarlarından kabul olunmuştur. Değişik lafızlarla bize intikal eden emirlerinde Peygamberimiz (s.a.s.); "Sakalınızı uzatın; bıyıklarınızı kısaltın" buyurmuşlardır. Peygamberimiz (s.a.s.) bu emirlerini verirken, çok defa "Müşriklere, mecûsilere, yahûdilere muhâlefet edin" buyurmuş, bu konudaki emrinin yabancı ümmetlere benzenilmemesi hikmetine dayandığını açıklamıştır. Bu hikmetin yanısıra Peygamberimiz'in sakal ve bıyığı, fıtratın gereği ve erkeklerin zîneti olarak vasıflandırması, bu konuda ümmetine bilfiil örnek olması da sakal ve bıyığı İslâmî kılığın değiştirelemez bir özelliği kılmıştır. Nitekim dört mezhepte bu konudaki nebevî hassâsiyeti tesbit etmiş ve üç mezhep imamı (Hanefî, Mâlikî, Hanbelî), Peygamberin emrini, vücûba (vâcib olduğuna) hamlederek sakal kesmenin haram olduğu görüşünde ittifak etmişlerdir. Beyhakî'nin bu konudaki hadis rivâyetini özetleyelim:

İran kisrâsı, Peygamberimiz'in mektupla kendisini İslâm'a dâvet etmesinden ötürü gazaplanmış, imparatorluğuna bağlı Yemen valisi Bazan'a Peygamberimizle ilgili emirler vermişti. Kisrânın emri üzerine Bazan'ın gönderdiği İran'lı elçiler Hz. Peygamber (s.a.s.)'in huzuruna çıktıklarında Peygamberimiz onların sakalsız suratlarına ve uzun bıyıklarına bakmış ve şöyle buyurmuştur: "Size yazıklar olsun. Bu ne biçim sakal ve bıyık şekli?" Onların "efendimiz Kisrâmız bize böyle emrediyor" demeleri üzerine de Peygamberimiz şöye buyurmuştur: "Bana da Rabbim sakalımı uzatmamı, bıyığımı kısaltmamı emretti." (Hadislerin kaynakları ve bu konuda geniş bilgi için bkz. A. Rıza Demircan, İslâm'da Bâtıla Benzemenin Hükmü, s. 166-237)

Söyleniş gâyesi itibarıyla bâtıl din ve ideoloji mensuplarının bütününe şâmil kılabileceğimiz bir hadislerinde Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Râhiplerin elbiseleri (gibi yabancı ümmetlere has elbiseler) giymekten sakının. Kim onların şekillerine bürünür ve onlara benzemek isterse Benden değildir." (Taberânî, Evsat). Bu konuya ilgili diğer bir rivâyette ise Abdullah bin Amr bin Âs şöyle diyor: Hz. Peygamber, üzerimde rengi sapsarı bir elbise gördüğünde şöyle buyurdu: "Bu elbise (renk ve şekil itibarıyla) kâfirlerin elbisesidir; onu giyme!" (Ahmed bin Hanbel, 2/164).

İslâm âlimleri; haç takınmak, zünnar bağlamak, haham, râhip, râhibe elbiselerini giymek gibi giyimdeki benzemeleri alâmet-i küfür (küfür alâmet ve şiarları) olarak görmüştür. Burada üzerinde hassâsiyetle durulması gereken husus, giyilecek elbiselerin ve takılacak rozet ve süs eşyasının yabancı ümmetlere, bâtıl din ve ideoloji mensuplarına has olup olmadıkları keyfiyetidir. Mü'minin bâtıl din ve sistemlerden birinin mensubu gibi görülmesine sebep olacak tarzda giyinmesi kesinlikle haramdır. Zira bu tarzdaki bir giyim, yabancı bir milletin bayrağını iltizam eden kişinin işlediği "hıyânet-i vataniyye" suçu gibi, bir "hıyânet-i İslâmiyye" suçudur.

Yakın tarihimizdeki şapka devriminin İslâm âlimleri arasında infial uyandırmasının sebebi, devrin şartları içerisinde şapkanın küfür alâmeti ve şiarı olarak değerlendirilmesi, kâfirlere benzemekten korunma gayret-i diniyyesidir. Giyimdeki benzeme, duygu ve düşüncelerin kaynaşmasına medar olması bakımından önem taşıdığı gibi, mü'minlerle bâtılperestlerin iç içe yaşadığı toplumlarda, sosyal karmaşaya sebep olması bakımından da önem taşır.

Bu konuyu akaid meselesi olarak gören ve kâfirlere has kıyafeti giyenlerin küfürlerine hükmeden âlimler de vardır. Bu konuda eski ve yeni bazı âlimlerin fetvâlarından bir-iki örnek verelim: Ebussud Efendi'den fetvâlar: Mes'ele: "Zeyd'e sıla vâcib oldukta, yerlerine yakın yerde bir dâru'l-harp olup kefere libâsını (kâfirlere has kıyafeti) giymeyince oradan geçilmese, giydiği takdirde zevcesi boş olur mu?" El-cevap: "Kefereye mahsus libâs ise bâin olur. (Kâfirlere mahsus kıyâfet ise bâin talâkla karısı boş düşer. Talâk-ı bâin, kadının yeniden evleniyorlarmış gibi rızâsı ile tekrar nikâh edilmedikçe geri alınamayacağı talâk, boşamadır. Kadın istemezse erkek zorla alamaz.) Mes'le: "Zeyd, bi-gayrı zarûretin (zarûret olmaksızın) başına yahûdi şapkası giyse, şe'an Zeyd'e ne lâzım olur?" El-cevap: "Küfür lâzımdır." (M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhul-İslâm Ebussuud Efendi Fetvâları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, s. 118)

"Bele Zünnar (papazların bellerine bağladıkları kuşak) bağlamak gibi bazı günahlar vardır ki Kur'an ve Sünnet onları alâmet (şiar) ve dini yalanlamadan saymış, bu da şer'î deliller ile bilinmiş olduğundan, o gibi günahları işleyenlerin kâfir olduğunda nizâ (ihtilâf) yoktur." (Sırrı Paşa, Nakdü'l-Kelâm fî Akaidi'l-İslâm, s. 248). "Kâfirlere mahsus olup onlara ait bir alâmet (şiar) olarak kökleşip yaygınlaşan giysi ve rozetleri giyip takınmak; Havra ve kiliselerine girilmemiş olsa da, yahûdi ve hıristiyan zünnarı takmak; Zarûret yokken mecûsi (veya müslüman olmayan herhangi bir bâtıl din mensuplarına ait) başlığı giyme... müslümanı kâfirliğe sürükleyip onlardan kılar." (A. Ziyâeddin Gümüşhanevî, Câmiu'l-Mütûn, s. 76) (Naklen; A. Rıza Demircan, İslâm'da Bâtıla Benzemenin Hükmü, s. 56-65)

Ali Rıza Demircan, İslâm'da Bâtıla Benzeme'nin Hükmü adlı kitabında, teşebbühü yasaklayıcı genel özellikteki düsturlara aykırı olan benzeme çeşitlerine örnek olarak şunları da sayar: Tâzim maksadıyla ölü veya diri siyâset vs. adamlarının fotoğraflarının evlere, resmî dairelere asılması; bandolu, resimli ve çelenkli cenâze merâsimleri; tarihî şahsiyetlerin ölümleri sebebiyle veya ölüm yıldönümleri nedeniyle toplumda yas ilân edilmesi; yılbaşı gecesi eğlenceleri; falcılık, İslâmî ölçülere riâyet edilmeden ve tesettürlü olmayan kadınlarla erkeklerin karışık olarak bulundukları düğün; misafirlere alkollü içkiler ikram edilmesi; kravat veya papyon takmak; kabirlere mum yakmak gibi şiarlardan ve bunların kesin haramlığından bahseder. (Bkz. A.g.e. s. 92-100)

Yine, kâfirler için kutsal kabul edilen şiarlardan herhangi birini kabul etmek, dinimizde kesin olarak haram kabul edilmiştir. Haç işareti, papaz kıyafeti, orak-çekiç işareti, gamalı haç, altı köşeli yahûdi yıldızı, siyonizm vb. bâtıl ideolojilerin her çeşit simgeleri/şiarları, kâfirlere ait devlet marşları, bayrak, flama ve armalar, rozetler, kâfirlere ait âyine benzeyen törenler, küfür imam ve önderlerine saygı duruşu...

 

 

 

 

Haç (Salîb); Hıristiyanlığın Şiarı/Simgesi

 

Hristiyanlıkta Hz. İsa'nın çarmıha gerilişin ve insanlığı ezelî günâhından kurtarmak için çektiği acıları ve ölümünü hatırlatan en önemli sembol. Haç; hem İsa'nın bir işareti hem de hristiyanların inançlarının ve dinlerine bağlılıklarının bir alâmetidir. Yani duruma göre; hayır duâ, takdis ve bir iman ikrarı hareketidir (Ancyclopedia Britannica, U.S.A. 1970, VI, 811; S.G.F. Brandon, A Dictionary of Comparative Religion, London,1970; s. 217). Haç, Hristiyanlık'tan önce de, dünyanın pekçok yerinde dinî mânâda ve diğer hususlarda sembol olarak kullanılırdı. Ancak dinî inanç, ibâdet ve diğer konularda ne derece kullanıldığı kesin olarak bilinememektedir. (En. Britannica, VI, 812). Haç: hristiyanlara göre, İsâ'nın çarmıha gerilişini tasvir eden dinî bir semboldür (Annemarie Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, s. 230).

Haç ile ilgili olarak işaret edilmesi gereken hususlardan biri de çarmıha germe işidir. Çarmıh, Farsça, dört çivi demektir ve çapraz olarak üst üste konmuş iki tahtadan meydana gelen ve değişik şekilleri olan bir işkence aracıdır. Çok eskiden beri ölüm cezasına çarptırılanlar çarmıhın üzerine gerilerek işkence ile öldürülürdü. Çarmıh ile işkence usûlünü Yunanlılar pek az olarak, özellikle kölelere ve yol kesicilere uygularlardı. Romalılar da çarmıhı köleleri, yabancıları ve aşağı tabakadan olan kimseleri cezalandırmak için kullanırlardı (Brandon, a.g.e, s. 217).

Çarmıha gererek işkence etme geleneğini doğuya Romalıların getirdiği söylenmektedir. Onların doğuyu ele geçirmesinden önce, Asurlular ve İbrânîler suçluların ölülerini kazığa bağlarlar, böylece suçluları halka gösterirler ve adâletin kuvvetini belirtirlerdi. Hristiyanlara göre çarmıha gerilmiş en ünlü kişi İsa'dır. Roma'lı hâkim Pontius Pilatus, İsa'yı ölüme mahkûm etmiş ve Roma askerlerine öldürtmüştür. Bu yüz den ilk hristiyanlar, İsa'nın çarmıha gerilmiş şeklini tasvir eden haç'ı, dinlerinin sembolü olarak kullanmışlardır. M.S. 312'de hristiyanlığı kabul eden Konstantin, ölüm cezası olarak çarmıha germe geleneğini kaldırdı. Bu tarihten sonra; hristiyanların haç'a bağlılıkları daha da arttı (En. Britannica, VI, 812).

Hz. İsa'nın haça gerilişi üzerinde ısrarla ve özel bir şekilde duran ilk kişi Pavlus'tur (Brandon, a.g:e, s. 217). Dolayısıyla Pavlus'un teolojisinde haç fikri en mühim yeri işgal etmektedir. Çünkü Pavlus'a göre, Hz. İsa'nın yeryüzünde sürdüğü hayat pek önemli değildir: O yalnız enkarnasyon (ekmek-şarap âyini) sırrına ve haçta ölümüne ehemmiyet vermektedir. İsa'nın haç'a yükseltilmesi, aynı zamanda göklere yükseltilmesinin şartıdır. Haç, inananlar için, "hikmet, adâlet ve kurtuluş" demektir. Hz. Âdem'in, cennette yasak meyveden yemek sûretiyle işlediği ve bütün insanlara sirâyet eden ezelî günâhtan kurtuluş ve nihâyet, Hz. İsa'nın şeytanî kuvvetlere karşı kazandığı zafer demektir (Schımmel, a.g.e, s. 127-128).

İslâm'a göre Hz. İsa haç'a gerilmemiştir. Onun hayatı gibi, son durumu ile ilgili en doğru ve en güvenilir bilgi Kur'ân-ı Kerîm'de şu şekilde verilmektedir: "Bu, bir de inkârlarından Meryem'e büyük bir iftirada bulunmalarından ve Meryem oğlu İsa Mesih'i -Allah'ın elçisi- öldürdük" demelerinden ötürüdür. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar, fakat onlara öyle göründü. Ayrılığa düştükleri şeyde doğrusu şüphededirler. Bu husustaki bilgileri ancak sanıya uymaktan ibarettir. Kesin olarak onu öldürmediler, bilakis Allah onu kendi katına yükseltti..." (4/Nisâ, 156-158). (45)

 

 

Mâbed/Tapınak

 

Mâbed (ma’bed): İbadet mahalli, ibâdete mahsus bina, cami, mescid bir dine bağlı olanların belirli zamanlarda toplu olarak veya tek başlarına ibâdet etmeleri için yapılmış özel bina, ibâdethâne, ibâdetgâh. Türkçe'de yeni bir terim olarak kullanılmakta olan tapınak sözü ise, İslâm'ın dışındaki dinlerin mâbedlerini ifade eder. Tapınak: Taepım yeri demektir. Çeşitli dinsel geleneklerde tapınmak için yapılan özel binalara denir. Genelde tüm dinlerin içinde ibâdet edilen kutsal mekânları için kullanılmakla birlikte, özelde Yahûdi, Hint ve Çin dinsel geleneklerindeki ilgili yapılar için kullanılır. Bununla birlikte, en ilkel inançlarda bile tapım için belli yerler ayrılmıştır. Bunun nedeni kutsal olanı kutsal olmayandan ayrı tutma gereğidir. Bazı müşrik câhiliyye inanışlarında tapınak, ata ruhlarının eğleştiğine inanılan kutsal bir kaya, bir orman, bir ırmak vb. olabilir.

Mâbed kavramı Lâtince'de "templum" kelimesinin karşılığı olup, kâhinlerin kuşların uçuşunu gözetlemek için kullandıkları yüksekçe mekan, herhangi bir mekan, gökyüzü, mâbed veya tanrılara tahsis edilmiş yer, kapalı ve çevrili her yer, sığınak, mezar, bir mâbedteki heykel, veya mâbedde heykelin bulunduğu yer, bir çatının kalınlığı veya eni, gibi anlamlara gelip Fransızca ve İngilizce'de mâbed anlamına gelen "temple" kelimesine de kaynaklık etmiştir. Temple de kaynağını çağrıştıran bir anlama bağlı kalmış olup, Yahudilik ve Hristiyanlıkta ibâdet etmeğe mahsus yeri (Place of God, house of God), putperestlerde ise bir tanrıya adanan veya kurban kesmeye yarayan yeri ifade eder. Yunanlılarda, Romalılarda ve Kudüs Yahudileri'nde mâbed her iki amacı gerçekleştirmek için inşa edilmiştir. Hint dinlerindeki mâbedler -halkın ibâdet yerleri olmaktan çok- tanrıların yeryüzündeki ikamet yerleridir. Mısır ve Sâmi mâbedleri de bu espriyi andıran bir tarzda ev (house) veya saray (palace) kelimeleriyle ifade edilir (M. Affred De Wailly, Nouveau Dictionnaire Latin Français, Paris 1861, s. 938; Shailer Mathews-Gerald Birney Smith, A Dictionary of Religion and Ethics (U.S.A) 1921, s. 439-440; E. Royston Pıke, Encyclopedia of Religion and Religons, London 1951, s. 371).

Yahudilik terminolojisinde ibâdet yerleri için genel anlamda mâbed (temple); daha özel anlamda Süleyman Mâbedi (Solomon Temple), Kudüs Mâbedi, Bet ha-Mikdaş (Beytü'l-Makdis), Sinagog (Synagogue), Bet ha-keneset gibi kelimeler kullanılmıştır (The Jewish Encyclopedia, (U.S.A) 1905, XI, 619-620, XII, 93-94; The Universal Jewish Encyclopedia, (U.S.A) 1948, X, 119, 194; Encyclopedia Britannica, (U.S.A) 1970, XXI, 827-828; Pıke, a.g.e., s. 371). Hristiyan ibâdet yerleri de Katakomp (Catacomp), Kilise (Churc), Katedral (Cathedral), Manastır (Monastery) gibi kelimelerle ifade edilmiştir (S.G.F. Brandon, A Dictionary of Comparative Religion, London 1971, s.177, 178, 196; Pıke, a.g.e., s. 84, 86, 101).

İslâm'da genel mâbedler için mescid ve cami; Kâbe için hem "Beyt" hem de mescid kelimeleri kullanılır. Âyet ve hadislerde İslâm mâbedlerinin yanısıra, diğer dinlerin mâbedlerinden de söz edildiğini görmekteyiz. Nitekim Sion Dağı'ndaki Süleyman Mâbedi için Mescid ve Mescid-i Aksâ; Sinagog karşılığında Salavat (Havra), Kenîsetü'l-Yehûd; Kilise karşılığında da Bîa ve Kenîse kelimeleri kullanılır. Kur'ân-ı Kerim'de münâfıklar tarafından sözde ibâdet ama gerçekte İslâm toplumunu bölmek için bir toplanma yeri olarak yapılan mekâna da mescid denilmesi dikkate değer (46)

 

 

 

Putlara ve Putperestlere Karşı İbrâhimî Tavır

Hz. İbrâhim’in yaşadığı döneme göz attığımızda, toplumun bütün siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel hayatının şirk esası üzerine kurulduğunu açıkça görmek mümkündür. İbrâhim (a.s.)’in doğduğu Ur şehrinde, tarihçilerin belirttiğine göre beş bin tane tanrı mevcuttu. Nüfusun ekseriyeti ticaret ve sanayi ile uğraşmaktaydı ve dolayısıyla bütünüyle maddeci bir zihniyete sahipti. Her maddeci toplum bireyleri gibi onların da başta gelen eğilimi, servet sahibi olmak ve lüks bir hayat yaşamaktı. Hal böyle olunca, İbrâhim (a.s.)’in getireceği tevhid inancı, sadece memleketin bir sınıfını veya putperest inancı değil; bütünüyle ülkenin ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal yapısını değiştirecekti. Bu amaçla, İbrâhim (a.s.)’in dâvetini kabul etmek, toplumu temelden değiştirmek ve yepyeni temellere oturtmak demekti. Bu da o toplum için ağır bir teklifti. Çünkü, bireysel ve toplumsal alanların tümünde anlayış, teori ve pratik olarak tümüyle şirke gömülmüş bir toplumu ıslaha çalışmak, onları İslâmî anlamda değiştirip dönüştürme gayreti, gerçekten ağır bir yüktür. Böylesine çile ve cefa ile karşı karşıya gelecek bir elçinin daha küçük yaşta iken Rabbi tarafından terbiye edilmesi ve yetiştirilmesi gerekirdi. Çünkü elçiye yüklenen görev ve emânetler, kabiliyet ve enerji ister, güç ve potansiyel ister.

İbrâhim (a.s.), tevhid emânetini yüklenince, ilk uğraşı, toplumun putperestliğini yok etmek ve onları İslâm’a çağırmak olmuştu. Bu dâvete, en yakınlarından başladı: "Babasına dedi ki: 'Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola hidâyet edip çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a âsi oldu. Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum.’ (Babası:) 'Ey İbrâhim! dedi; sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşlarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!” (19/Meryem, 42-46)

Bu mesaj, hem babasına, hem babasının şahsında topluma idi. İbrâhim (a.s.)’in yaptığı bunca dâvet, ne yazık ki şirke batmış kalplerin derinliğine ulaşmıyor, onlara fayda sağlamıyordu. Kendilerini yıllar boyu şirk bataklığı içinde görmüş putperestlerin kalpleri, gözleri ve kulakları bunca uyarıya rağmen görmüyor, duymuyordu. Artık ihtarlar, ikazlar, dâvet ve tebliğler fayda sağlamıyordu. Onlar o kadar azgınlaşmışlardı ki İbrâhim (a.s.)’in şaka yaptığını sanıyor ve onun dâvetini hafife alıyorlardı. “O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim.” (21/Enbiyâ, 52-56)

Onlar körü körüne, heykellere tapıyorlar, bu konuda atalarının izini takip etmekten başka bir gerekçe de ileri süremiyorlardı. Onlar fikren ve rûhen ölmüş, hurâfe ve geleneklerin, örf, âdet ve an’anelerin altında ezilip duruyorlardı. Onun için de İbrâhim (a.s.)’in dâveti karşısında “şaka mı ediyorsun?” diyorlardı. İşte şirk, bid’at ve hurâfelere boğulmuş toplumların hali bundan farklı olamaz. Onlar duyu ve duygulardan o kadar mahrumdurlar ki, kendi putları gibi putlaşmış, robotlaşmış ve kendi putlarından farkları kalmamıştı. (47)

Hz. İbrâhim, aklî ve mantıkî delillerle, putperestlikten ve yıldızlara tapmaktan vazgeçirmek için giriştiği tevhid mücâdelesi sonunda kavmini susturmuş ve cevap veremez bir hale getirmiştir. Ama ne var ki bütün bu deliller karşısında şirksiz bir inançla Allah’a yönelmesi gereken bu insanlar; günümüzde de olduğu gibi, kendilerini sorgulayacak yerde “ilâhlaştırdıkları atalarının” ve “kutsal kemiklerin” arkasına sığınma açmazına düşmüşler, suçu onlara atarak sorumluluktan kurtulmaya çalışmışlardır.

Kur’an, hâlâ şirklerinde inat göstererek atalarını taklit bahanesine sarılmış olan bu insanların savunmalarını şöyle yansıtır: İbrâhim, babasına ve kavmine: 'Neye tapıyorsunuz?' demişti. 'Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz' diye cevap verdiler. İbrâhim: 'Peki, dedi; yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut, size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?' Şöyle cevap verdiler: 'Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk.” (26/Şuarâ, 70-74) İbrâhim dedi ki: 'İyi ama, ister sizin, ister önceki atalarınızın; neye taptığını (biraz olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur).” (26/Şuarâ, 75-77) "İbrâhim'i de gönderdik. O kavmine şöyle demişti: 'Allah'a kulluk edin. O'na karşı gelmekten sakının. Eğer bilmiş olsanız bu sizin için daha hayırlıdır. Siz Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler yaratıyor/uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz." (29/Ankebût, 16-17)

Hz. İbrâhim’in bu çağrısı; hiçbir bilgiye ve düşünmeye dayanmadan katı bir tutuculukla atalarını taklit eden bu insanları, geçmişin esâret zincirlerinden, gelenek pençesinden kurtararak İslâm’ın ışığında yeniden uyandırmak, vicdanlarındaki hürriyet duygularını harekete geçirerek özgürce düşünmelerini temin etmek içindir. Ne var ki bu insanlar, gerçeklerden kaçarak, ruhlarından İslâm’ın hidâyetini uzaklaştırarak “kemiklere sığınıyor” ve Hz. İbrâhim’in çağrısını cevapsız bırakıyorlar. Ama Peygamber ve Kitap; kendilerine “Allah’ın indirdiklerine uyun” deyince, “hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola (dine, ilkelere, ideolojiye) uyarız” diyorlar. Kur’an, böyle diyenlere şöyle sesleniyor: “Peki, ya ataları bir şey düşünmeyen, doğruyu bulamayan kimseler olsa da mı?” (2/Bakara, 170) “Ya şeytan onları alevli azâba çağırıyor idiyse?!” (31/Lokman, 21)

Şüphesiz insanlar, atalarıyla, atalarının kemikleriyle uğraşmaya harcadıkları ümit ve enerjileri, kendilerini tanımaya ve oluşun çileli yolunda yürümeye harcadıklarında talih ufku aydınlanacak, vahyin hayat düzeni yeniden kurulacak; saâdet, asra taşınacaktır. (48)

 

 

 

Put Kıran İbrâhim (a.s.)

“Andolsun Biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı:) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz mısınız?’ (Bir kısmı:) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.” (21/Enbiyâ, 51-71)

Şüphesiz İbrâhim de onun (Nuh’un) milletinden idi. Çünkü Rabbine kalb-i selîm ile geldi. Hani o, babasına ve kavmine: ‘Siz kime kulluk ediyorsunuz?’ demişti. ‘Allah’tan başka birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz? O halde, âlemlerin Rabbi hakkındaki görüşünüz nedir?’ (Hz. İbrâhim’in kavmi, yıldızlara bakar, onlarla kâhinlik yaparlardı. Bir bayram günü İbrâhim’e kendileriyle beraber bayram yerine gelmesini söylediler.) Bunun üzerine İbrâhim yıldızlara şöyle bir baktı. ‘Ben hastayım’ dedi. Ona arkalarını dönüp gittiler. Yavaşça (kavmin) putlarının yanına vardı. (Oraya konmuş çelenkleri, yemekleri görünce:) ‘Yemiyor musunuz? Neden konuşmuyorsunuz?’ dedi. Bunun üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu (kırıp geçirdi). (Putperestler) koşarak İbrâhim’e geldiler. (Neden putları kırdığını sordular.) İbrâhim: ‘Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?! Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı’ dedi. ‘Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın!’ dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat Biz onları alçaklardan kıldık.” (37/Sâffât, 83-98)

İbrâhim (a.s.)’in tevhid mücâdelesini tahlil ederken, “tevhid”in zıddı olan şirk ve putçuluk hakkında Yüce Allah, İbrâhim (a.s.)’in şöyle duâ ve niyazda bulunduğunu bildiriyor: "Hatırla ki İbrâhim şöyle demişti: 'Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun dalâletine/sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen gerçekten çok bağışlayansın, çok merhametlisin." (14/İbrâhim, 35-36)

Üstad Seyyid Kutub İbrâhim (a.s.)’in , “Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!” duâsını, İslâm’ın öğretileri doğrultusunda günümüz şartlarını da göz önünde bulundurarak şöyle izah ediyor: “Hz. İbrâhim’in hem kendisini hem de çocuklarını, tapınmaktan korumasını Allah’tan istediği put, sadece Arapların ilkel câhiliyet dönemlerinde yaptıkları gibi basit ve alelâde şekilden ibaret değildir. Veya muhtelif câhiliyet sistemlerinin taş, ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayaller biçiminden ibaret değildir put.

Bu basit ve alelâde puta tapınma şekilleri, Allah’a şirkin bütün anlamlarını içine almaz. Allah’tan başka tapınılan tüm putları ihtivâ etmez. Yalnızca bu basit ve alelâde şirk ve put şekilleri üzerinde durarak, Kur’an’daki şirkten maksadın bunlar olduğunu kabul edecek olursak, sonsuz derecede şekilleri olan şirk kavramını iyi kavramış olmayız. Ve bugün beşeriyetin içine saplandığı şirk ve modern câhiliyye şekillerinin gerçek yüzlerini tam olarak göremeyiz. Bunun için şirkin mâhiyetini derinliğine araştırmak ve putun şirkle olan alâkasını açığa çıkarmak gerekir.

Allah’tan başka ilâhın olmadığını belirten “lâ ilâhe illâllah”ın zıddı olan şirk, hayatın tüm alanlarında, Allah’ın buyruğuna dayanmayan ve her konuda dinin emirlerini benimsemeyen tüm sistem ve her tavır şirktir. Tek bir ilâh olarak Allah’tan başkasını tanımadığını söyleyip de abdest, namaz, oruç ve hac gibi dinin emirlerini yerine getirdiği halde; siyasî, sosyal ve ekonomik konularda Allah’tan başkasının koyduğu hükümlere bağlananlar... Değer ölçülerinde ve hükümlerinde Allah yapısı olmayan düşünceleri ve fikirleri benimseyenler... Geleneği, ahlâkı, âdet ve alışkanlıkları itibarıyla giyindiği kıyafeti ve elbiseleriyle birtakım insanları tanrı tanırcasına onların icat ettikleri kılık ve kıyafetlere girip modalarına uyan ve Allah’ın şeriatinın yasakladığı şekillere bürünenler... Evet bunlar, şirkin âlâsını işlemektedirler. Bütün gerekçeleriyle birlikte söyledikleri “eşhedü en lâ ilâhe illâllah” kelime-i şehâdetinin zıddını yapmaktadırlar... İşte günümüzdeki insanların çoğunun yanıldıkları noktalardan birisi budur.

Put... Sadece o, ilkel ve basit şekilde olmaz. Dikilen heykeller biçiminde olması şart değildir putun. Put, putlaşmak isteyenlerin arkasına gizlendikleri birer işaret ve alâmetten başka bir şey değildir. Onlar insanları kendilerine kul köle yapmak için o dikili putların arkasına sığınırlar ve onun gerisinden kendi buyruklarını rahatça yürütürler. Hiçbir zaman için bir putun konuştuğu, duyduğu ve gördüğü görülmemiştir. Ancak, putların arkasına gizlenmiş olan râhipler ve mâbet bekçileri mırıldanarak etrafında onun adına duâlar okur ve bereketler dağıtan muskalar asarlar. Sonra da kitleleri ezmek ve kölesi kulu haline getirmek istediği kimselerin adına o putları konuştururlar. Herhangi bir yerde herhangi bir zamanda idarecilerin ve kâhinlerin adına konuştukları ve Allah’ın izni, müsaadesi olmaksızın hükümler koydukları ve kanunlar vaz ettikleri, hareket ve işlemler yaptıkları şeyler ortaya sürülecek olursa... İşte bu ortaya atılan şey tabiatı, mâhiyeti ve vazifesi itibarıyla putun ta kendisi olur.

Bir yerde bunlar arma olarak “ırkçılığı” mı seçiyorlar? Bir yerde arma olarak “vatan”ı mı çıkarmak istiyorlar? “Halk”ı mı işaret ve simge olarak kendilerine bayrak yapmak istiyorlar veya bir “sınıf”ı mı kendilerine sembol olarak yükseltiyorlar? Sonra da insanlardan bu yükseltilen armalara, şiarlara, işaretlere ve bayraklara Allah’ı bırakıp kulluk etmelerini mi istiyorlar? Halkın bu kaldırılan alâmetler uğruna fedâkârlığa katlanmasını mı istiyorlar? Malını, mülkünü, ahlâkını, ırz ve namusunu bu uğurda harcamasını mı diliyorlar? Ve her ne zaman bu işaretlerin, alâmetlerin ve armaların isteğiyle Allah’ın kanunları ve şeriati çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatinı onların isteğine göre yontarak şekiller vermek mi istiyorlar? Ve Allah’ın emirlerini bırakıp o armaların ve işaretlerin veya daha doğru bir tâbirle bu putların, yani putların arkasına saklanmış olanların istek ve emirlerini mi yerine getiriyorlar? İşte orada putçuluk vardır. Allah’tan başkasına tapınma vardır. Yoksa putun mutlaka bir ağaçtan dikilmiş veya bir taştan, tunçtan yontulmuş olması zarûri değildir. Put bir sistem olabilir, bir arma olabilir, bir ekol olabilir...

Hem İslâm, sadece ağaçtan, taştan, tunçtan yontulmuş putları yıkmak için gelmemiştir ki... Bunca gelmiş geçmiş peygamberler silsilesi sadece bu putları yıkmak için uğraşmamışlardır ki. İslâmî hareket, yalnızca ağaçtan dikilmiş veya taştan yontulmuş putları yıkmak için tarih boyunca bunca fedâkârlıklar yapmış, bunca acı ve ıstıraplara katlanmamıştır... Bilâkis İslâm, gerçek mânâda Allah’a kulluk ve her meselede Allah’ın emirlerine itaat ile, her ne şekilde olursa olsun Allah’tan başkasına kulluk ve itaatten ayrılış noktalarını kesinkes belirtmek için gelmiştir. Her devirde geçerli olan prensipleri iyice inceleyip tevhid esasına mı, şirk esasına mı dayandığını ortaya koymak gerekir. O sistemde ve prensipte Allah’ın hâkimiyetinin mi esas alındığını, yoksa putların hâkimiyetinin mi esas alındığını belirtmek icap eder...

Dilden söyledikleri kelime-i şehâdet ile “Allah’ın dini”ne girmiş olduklarını ve fiilen yaptıkları ibâdetleri, kıldıkları namazları, tuttukları oruçlarıyla müslüman olduklarını sanıp da bunun dışında kalan ahkâm ve diğer hususlarda Allah’tan başkasının buyruklarına uyanlar, Allah’ın emrinin zıddı olan sistem ve prensipleri benimseyenler, Allah’ın şeriatina tamamı tamamına zıt olan hükümleri tatbik edenler... Sonra bu her gün yenilenen putların istediğini yerine getirmek ve arzularını tatmin etmek için bu uğurda namuslarını, ahlâklarını, mallarını ve canlarını verenler... Bu putların istek ve arzularıyla dinin emir ve hükümleri çatıştığı zaman Allah’ın emir ve hükümlerini arkaya atıp putların istek ve arzularını yerine getirenler... Evet bütün bu yaptıklarına rağmen hâlâ “Allah’ın dini”nde olduklarını ve “müslüman” kaldıklarını sananlar bir kere kendilerine gelsin de içinde yüzdükleri şirki görsünler...

Allah’ın dini bu kendilerinin müslüman olduklarını sananların tasavvur ettiği gibi zayıf değildir, basit değildir. Şurası muhakkak ki Allah’ın dini, hayatın en küçük meselelerine, bütün teferruatına kadar şâmil olan tam ve mükemmel olan bir hayat nizamıdır. Esas ve temelleri bir yana, hayatın en ufak bir meselesinde bile yalnız ve yalnız Allah’ın buyruklarına uymaktır. Ve Allah’ın, başkasını kabul etmediği yegâne din, İslâm dini budur.

Şirk, yalnızca Allah’tan başka ilâhların olmadığını kabullenmekle bitmez. Allah’tan başka hüküm koyan rablerin bulunmadığını kabullenmek de gerekir. Puta tapıcılık, sadece dikilen bir ağaca ve yontulan bir taşa tapınmak değil; hatta ondan daha fazlasıyla kaldırılan bayraklar, flamalar, işaretler ve bunların arkasına gizlenen güçler, nüfuzlar ve isteklerdir. Ve işte buna göre herkes kendi yurduna baksın en yüce hüküm ve makam kimin elindedir? Bütünü bütününe kimin dinine bağlanmışlardır? Kimin emrine uymaktadırlar? Şâyet bu konuların hepsinde hâkimiyet ve emir Allah’a aitse işte onlar katıksız olarak Allah’ın dinindedirler. Şâyet bu hâkimiyet ve emir Allah’tan başkalarına ait ise, onlar Allah’ın dininde değil; hâkim/egemen olan putların ve tâğutların dinindedirler. (49)

 

Korkunun kol gezdiği, güvenin yıkıldığı, insanın metâ olarak algılandığı, eşyalaştırıldığı; paranın, maddenin, gücün putlaştırıldığı bir dünyada ve ülkede kurtuluşun tek reçetesi, “İbrâhimî duruş”tur. Hz. İbrâhim’in, sapık bir toplum düzenine karşı gösterdiği onurlu direniş ve karşı koyuştur. Bir tarafta babasının da içinde yer aldığı bâtıl bir düzen ve halk, diğer tarafta yalnızca Allah’a iman edip O’na güvenen ve yalnızca O’ndan korkan Hz. İbrâhim... Muvahhid kimliği gereği putperest sisteme karşı çıkan tek kişilik bir ümmet.

Böyle toplumlarda putlar, yönetimin bir parçasıdır. Refahtan şımarıp azan önde gelenler, putlar etrafında efsâne ve mit oluşturarak toplumu yönetmeyi temel ilke edinirler. Putlar, ibâdet

edinilen bir varlık olmanın ötesinde, sömürü çarkının ağırlık merkezini de oluştururlar. “İbrâhim dedi ki: “Siz gerçekten Allah’ı bırakıp da dünya hayatında aranızda bir sevgi bağı olarak putları ilâhlar edindiniz.” (29/Ankebût, 25).

Bu tür toplumlarda putlar; dünya hayatında aralarında bir sevgi bağı oluşturması ve böylelikle toplumun daha kolay kontrol edilebilmesi için, refahtan şımarıp azan önde gelenler tarafından uydurulmuş ve isimlendirilmişlerdir: “Bu (putlar), sizin ve atalarınızın (kendi istek ve öngörülerinize göre) isimlendirdiğiniz (kuru ve keyfî) isimlerden başkası değildir. Allah, onlarla ilgili ispatlayıcı bir delil indirmemiştir. Onlar, zanna ve nefislerinin hevâ olarak arzu ettiklerine uymaktadırlar. Oysa andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir.” (53/Necm, 23)

Tarihî süreci incelediğimizde, ihdas edilen ve koruma zırhına büründürülen putlarla ilgili hiçbir tartışma yapılamadığını görmekteyiz. Bu ülkelerde putların dışında, Allah’ın varlığı da dâhil olmak üzere, her şeyi tartışabilirsiniz; fakat putları tartışamazsınız. Onlar hakkında, refahtan azan önde gelenler, bu konuda ileri sürülebilecek her türlü fikri engellemek için korkuyu, bir yönetim aracı olarak kullanmaktadırlar.

Bu yüzden Hz. İbrâhim: "Ben hanîf (Allah'ı bir bilen ve O'na yönelmiş) olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim. Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: 'Beni doğru yola hidâyet etmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na şirk/ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ ibret almıyor musunuz? Siz, Allah'ın size, haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan (Allah'ı tek ilâh kabul edenlerle O'na ortak koşanlardan) hangisi (Allah'ın azâbından) emniyette/güvende olmaya daha lâyıktır?" (6/En’âm, 79-81) diyerek putperest düşünceye karşı tavır almaktadır.

Yukarıdaki âyetlerde konumuz açısından şu noktalar önemlidir: Putperestler, Allah’tan korkmamakta; fakat iman edenlerin putlardan korkmasını istemektedirler. Putları önemli bir korku kaynağı olarak insanların hâfızalarında diri tutarak toplumu yönetme ilkesi egemendir, bu tür toplumlarda. Bundan dolayı, putların gölgesinde sürdürdükleri otoritelerini sarsacak her düşünce ve hareketi tehlikeli sayarlar. Farklı düşünenler; yıpratma, tehdit ve korkutma gibi yöntemlerle sindirilmeye çalışılır. Hz. İbrâhim, babasını putlardan vazgeçirme konusunda ısrarcı olunca, oğluna verecek cevabı kalmayan baba, putlara olan bağlılığını oğlunu tehdit ederek ortaya koymuştur: "(Babası:) Demişti ki: 'Ey İbrâhim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşa tutarım! Uzun bir zaman benden uzak dur! İbrâhim: ‘Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime duâ etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam." (19/Meryem, 46, 48)

Putperest/câhilî düzenin yöneticileri, otoritelerini zedeleyecek hiçbir inanç, düşünce ve davranışa asla tahammül göstermezler. Sisteme ve düzenin ana felsefesine yönelik köklü eleştiri bir tek kişi tarafından da başlatılmış olsa, bundan şiddetli bir paniğe kapılırlar; zira “haksız” olduklarının bilincindedirler ve eleştirileri cevaplayacak tutarlı bir fikir bütünlüğüne sahip değildirler. Nitekim, Nemrut ve adamları, Hz. İbrâhim’in putlara ve putperest düzene yönelik eleştirilerini sürdürmedeki kararlılığı karşısında, onu yakma girişiminde bulunmaktan çekinmemişlerdir: “Dediler ki: ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk.” (21/Enbiyâ, 68-70)

İbrâhim (a.s.), sırf inançlarından dolayı, babasının da dâhil olduğu bir topluluk tarafından yakılmak istenir. Yerleşik değerlerin (putperestlik) temellerine yönelen bir eleştiri, çok şiddetli bir cezalandırma yöntemiyle susturulmak istenir. Refahtan şımarıp azan önde gelenler, sömürü ve zulüm çarkının işlemesini engelleyecek her türlü inanç, düşünce ve harekete karşı tahammülsüzdür. Tarihte Hz. İbrâhim’in yakılma teşebbüsü bunun en canlı örneklerinden biri olmuştur. Günümüzde yapılanlar ise, refahtan şımarıp azan önde gelenlerin toplumu korku, tedhiş ve terör kıskacında yönetebilmek için tarihte benzer zihniyettekilerin yaptıklarının bir tekrarından ibarettir. Tarihsel süreç incelendiğinde benzer senaryolar hep tekrarlanıp durmuştur. Halkı sindirerek daha rahat yönetebilmek için korku, silâh olarak kullanılmakta ve tüm ülke acımasız bir psikolojik savaşın içine sokulabilmektedir. Halkın muhâlif olduğu politikalar karşısında sessiz kalmasını sağlayabilmek için klasik bir yöntem vardır: Yüreklere korku salmak. Halk, malının ve canının bir büyük düşmanın tehdidi altında bulunduğuna inandırılırsa, muhâlif olduğu programların uygulanması karşısında sessiz kalmayı tercih eder; yapılanları hoş karşılamasa bile, zarûri bulabilir. Yüreklere korku salabilmek için propaganda sistemi çalıştırılır.

İstenen sonuca ulaşabilmek için, o zamana kadar halka söylenilen ve fakat gerçekte inanılmayan birçok kavram, ilke unutulur. Her şey te'vil edilerek bir çok kavramın içi boşaltılır, anlam alanları daraltılır veya saptırılır. Her türlü hile, entrika, yol ve yöntem mubahlaşır: “Nuh dedi ki: ‘Rabbim, gerçekten onlar bana isyan ettiler; mal ve çocukları kendisine kayıptan başka bir şeyi arttırmayan kimselere uydular. Ve büyük hileli düzenler kurdular.” (71/Nûh, 21-22) Ama İbrâhim (a.s.), putperest düzene karşı mücâdelesinde bütün olumsuz koşullara rağmen, inancının gerektirdiği duruşu, tavrı sergiler: “Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim.” (6/En’âm, 79). Hz. İbrâhim, yalnızca Allah’a ibâdet ve itaat etmenin, yalnızca O’nu ilâh ve Rab kabul edinmenin, yalnızca O’ndan korkmanın doğal sonucu olarak böyle bir tavır, bir duruş ortaya koyar. Bu nedenle Allah, tüm mü’minlere Hz. İbrâhim’i örnek gösterir: İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır.” (60/Mümtehıne, 4)

Putperest bir toplum içerisinde tek başına kalmış olmasına karşın inancından ve bu uğurdaki kararlı mücâdelesinden vazgeçmemiş olması ise, İbrâhim (a.s.)’in en belirgin vasfıdır. Tek başına olmasına rağmen hiçbir korku ve kaygıya kapılmadan, en olumsuz şartlarda direnmenin, ayakta kalmanın sembolüdür Hz. İbrâhim. O nedenle Kur’ân-ı Kerim onu hem tekil (muvahhid), hem de çoğul (ümmet) olarak tanıtmakta ve örnek olarak gelecek nesillere göstermektedir: “Gerçek şu ki, İbrâhim tek başına bir ümmetti; Allah’a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi.”(16/Nahl, 120)

Hz. İbrâhim’in ateşe atılırken söylediği “Allah bana kâfidir” ve kavmi ile tartışmasında söylediği “ben sizin ilâhlarınızdan korkmuyorum”, “sizden ve sizin ilâhlarınızdan kopup ayrılıyorum.” sözleri, onun teslimiyetinin bir ölçüsü olmanın yanı sıra; tüm korkuları, Allah korkusu içinde eritip yok ettiğinin de bir göstergesidir. Bir önder ve örnek olarak o, özgür olmanın yolunun yalnızca Allah’tan korkarak ve böylelikle tüm korkulardan arınmaktan geçtiğini, tüm iman edenlere göstermektedir. Yalnızca Allah’tan korkan bir mü’min, Allah’ın çizdiği sınırları koruma konusunda gerekli hassâsiyeti gösterir.

Yalnızca Allah’tan Korkmak: Malın, canın, neslin ve inancın tehlike altında olması durumunda genelde insanlar, özelde mü’minler, inancını yaşatmak için tüm imkânlarını seferber ederek ölüm de dâhil olmak üzere her şeyi göze alırlar. Bu insanlık tarihinde genel bir kanun olarak hep var olmuştur. Mü’minler ise bu noktada özel bir yer işgal ederler. Onlar, öldükten sonra dirilmeye, Allah’ın huzurunda hesap vermeye olan inançlarından dolayı dünyayı âhiret için bir hazırlık, bir tarla gibi görürler. Öldükten sonra dirilme ve yaptıklarından dolayı hesap verme, mü’mini teyakkuz halinde tutan bir duygu oluşturur. Hesap gününde Allah’ın huzurunda mahçup olma, Allah’ın rızâsını kaybetme mü’minin asıl korkusudur.

Birçok korku kaynağı aynı anda vuku bulduğunda, mü’minin bunların etkisi altında kalmaması mümkün olmayabilir. Korkular anaforunda yaşanan geçici durum bu bakımdan önemli değildir. Önemli olan kalıcı haldir; kalıcı hal üzerinde hangi korku kaynağının etkili olduğudur. İşte yalnızca Allah’tan korkmaktan kasdettiğimiz, kalıcı halin Allah korkusu ile tâyin edilmesidir. Bu nedenle mü’min, inancına zarar verecek, dolayısıyla ölüm ötesi hayatta kendini sıkıntıya sokacak herhangi bir davranış içinde bulunamaz. İşte bu yüzdendir ki Allah, mü’minleri yalnızca kendinden korkmaya çağırarak korkularından arındırmak ister: “Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, itaat-kulluk da O’nundur. Böyleyken Allah’tan başkasından mı korkup sakınıyorsunuz?” (16/Nahl, 51-52) “Öyleyse insanlardan korkmayın; Benden korkun ve âyetlerimi az bir değere karşılık satmayın.” (5/Mâide, 44)

Allah, Kur’an’ın değişik yerlerinde, kâfirlerden, zâlimlerden, müşriklerden ve onların ilâh kabul ettiklerinden, kınayıcıların kınamasından ve şeytandan korkmamaları gerektiğini mü’minlere hatırlatmaktadır (5/Mâide, 3, 54; 6/En’âm, 81, 82). Yalnızca Allah’tan korkmanın, mü’min olma şartı ile birlikte ifade edilmesi, mü’min olmaktan ne anlamamız gerektiğini de berraklaştırmaktadır: İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü’minseniz Benden korkun.” (3/Âl-i İmrân, 175) Allah’tan korkmak, O’nun azâbından ve O’nun sıfatlarının derin anlamlarını bilmekten doğan uyanıklık ve dikkat halinde bulunmaktır. Kendisinden dolayı ceza çekeceğini bildiği şeyleri yapmaktan kaçınan kimse, gerçekte Allah’tan korkmaktadır. Mü’minlerin, temiz akla sahip olarak Allah’tan korkup sakınmaları Kur’an’da ısrarla istenmektedir (33/Ahzâb, 39; 35/Fâtır, 28; 5/Mâide, 100; 65/Talak, 10).

“Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa öylece korkup sakının ve siz, müslüman olmaktan başka bir din ve tutum üzerinde ölmeyin.” (3/Âl-i İmrân, 102) Allah’a yaraşır şekilde Allah’tan korkmak demek, Allah’ın adını yükseltmek, O’nun emir ve yasaklarına riâyet ederek gösterdiği yolda yürümek demektir. Onun dışında edinilen tüm ilâh ve rabların hükümranlığına son vermektir: “Benden başka ilâh yoktur; şu halde Benden korkup sakının diye uyarıp korkutun.” (16/Nahl, 2) Bir mü’min için; şeytanın taraftarları ile işgal edilmiş bir dünyada, Allah’tan başka ilâh ve rab olmadığını deklare etmek demek, zulme karşı Hz. İbrâhim gibi meydan okumak, kıyâma kalkmak demektir. İşte böyle bir durumda dimdik ayakta durabilmek için, Hz. İbrâhim’in ateşe atılırken “Allah bana kâfidir” şeklindeki sözünü diyebilme güç, irâde ve bilincinde olmak gerekir. Bunun yolu da, Allah’a güvenip dayanmak, O’na teslim olmak, O’ndan gereği gibi korkup O’na yönelmektir.

Zâlimleri etkisiz hale getirmenin yolu mücâdeledir. İnatla, sabırla ve meşrûiyet içinde yürütülecek bir mücâdele ile bütün engeller aşılabilir, kurulan tuzaklar işe yaramaz hale getirilebilir. Bütün korkulardan arınıp yalnızca Allah’tan korkarak, O’na güvenip dayanarak, O’na sığınarak Allah’ın gösterdiği dosdoğru yolda İbrâhimî duruşu göstererek ve bu yolda tüm mazlumlara kimlikleri sorulmadan birlik içinde sahip çıkarak zulme son verilebilir (8/Enfâl, 45-47). (50)

"İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.' 'Rabbimiz! Ancak Sana tevekkül edip dayandık, Sana yöneldik. Dönüş de ancak Sanadır. Andolsun, onlar sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü arzu edenler için güzel bir örnektir. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah ğanîdir (zengindir), hamîddir, hamde lâyık olandır." (60/Mümtehıne, 4, 6)

Kur’an, “üsvetün hasenetün (güzel örnek)” ifadesiyle tüm müslümanlara örnek gösterdiği Muhammed Mustafâ (s.a.v.)’dan başka sadece Hz. İbrâhim’in adını verir (33/Ahzâb, 21; 60/Mümtehıne, 4, 6). Bu, Hz. İbrâhim’in Allah katındaki faziletini gösterdiği gibi, bizim de pratik hayatımızda Hz. İbrâhim’i model almamız, onun davranışlarını hayatımıza geçirmemiz için de her dönem referansımız olması açısından önemlidir.

Kur’an’ın üçte birini teşkil eden kıssalar, binlerce hikmetle yüklüdür. Zâhiren olmuş bitmiş bir olayı anlatıyor gibi gözüken peygamber kıssaları, her dönem için nice örnekler taşıyan önemli referanslardır. Bu kıssalar, olanı anlatırken olması gerekeni bildirir bize; elbette, olmaması gerekeni de. Bu kıssalarda şahî hayata, aile hayatına, toplum hayatına, hayatın tüm alanlarına ilişkin mânidar dersler verilir. İbrâhim (a.s.) ile ilgili kıssada da, nefis terbiyesinden çocuk terbiyesine, câhiliyye ile tek başına mücâdeleden cemaat ve ümmet olmaya kadar hayatın birçok alanında engin ibretler, zengin dersler vardır.

İbrâhim (a.s.) putları parçaladıktan sonra kavmiyle diyaloga girmektedir. İbrâhim (a.s.) putların kırılmasıyla ilgili olarak kendisine soru sorulduğunda bundan en büyük putu sorumlu tutmuş ve kavminden eğer konuşma güçleri varsa onlara sormalarını istemiştir. Sapıklık içinde yaşayan toplumun durumuna karşı hissettiğimiz bazı durumlarda bu üslûba ihtiyaç duyabiliriz. Toplumda, sahiplerinin dahi farkında olmadıkları bazı küçük ve büyük boşluklardan yararlanarak onlarla mücâdele sürecine girebiliriz. İnanç ve davranışlarındaki hataları yüzlerine vurarak bu kimseleri zayıf konuma düşürebiliriz. Bu girişimimiz sonucunda karşımızdakiler şu iki tavırdan birini alacaklardır. Ya hatalarını görerek hakikati kabullenecekler, ya da inat edip ve büyüklük taslayarak hatalarında ısrar edeceklerdir. Bu ikinci tavır, onların başkaları yanında saygınlıklarını yitirmelerine yol açacak, kendi iç bütünlüklerini kaybettirecektir. Dolayısıyla diğer insanları sapıklık ve çarpıklığa sürükleme çabalarındaki etkinlikleri zayıflayacaktır.

Bu üslûbu izlerken, diğerlerinin düşünce ve uygulamalarını iyi tanımamız gerekmektedir. Onların zayıf ve güçlü noktalarını ancak bu şekilde öğrenebiliriz. Daha sonraki diyaloglarımızda akîdeyi anlatmak için bu bilgilerden yararlanmamız mümkün olacaktır.

Nemrut’la konuşmasına gelince; burada İbrâhim peygamberin, dünya tarihinde yaşamış tâğutların en büyüklerinden biriyle yaptığı mücâdeleye şâhit olmaktayız. Nemrut’un azgınlığı o dereceye varmıştır ki, kendisini ilâh olarak görmeye başlamış ve insanlardan Allah’ı bırakıp kendisine kulluk etmelerini istemiştir. İbrâhim (a.s.), Nemrut’a karşı katı ve kararlı bir tavır sergilemiş, ilâhlığın mutlak güce dayanması gerektiğini, oysa Nemrut’un buna sahip olmadığı tezini işlemiştir. Ardından hayat ve ölüm meselesinden bahsederek kendi Rabbinin ölümsüz olduğunu söylemiştir. Bu tâğut da, İbrâhim (a.s.)’in taraftarlarının saflığını kullanarak sözcüklerle oynamak sûretiyle onları kandırmaya çalışmıştır. İbrâhim (a.s.) ona Rabbinin dirilten ve öldüren olduğunu söylediğinde o, kendisinin de dilediğini öldürüp dilediğini dirilttiğini iddia etmiştir. O, adamları tarafından tutuklanan insanlardan bazılarını astırıp bazılarını sağ bırakarak öldürme ve diriltme gücüne ve dolayısıyla ilâhlık vasıflarına sahip olduğunu ileri sürmüştür. İbrâhim (a.s.) bu tâğutun sözkonusu altın fırsatı kullanarak övünüp böbürlenmesine fırsat vermemiş ve Allah’ın kâinatta yarattığı tabiat hârikalarını ön plâna çıkararak Nemrut’tan eğer gerçekten ilâhsa bunları değiştirmesini istemiştir. İnkârcı Nemrut, bu istek karşısında çaresiz kalmış ve verecek cevap bulamamıştır.

Bu diyalogda bizim yararlanacağımız nokta şudur: Günümüzde gerçekleri çarpıtmak isteyen çevreler saf ve basit insanları ikna edip kandırmak için bazı yollara başvurmaktadırlar. Halkın kandırılmaya çalışıldığı konular, bazen akîdeyle ilgili hususlar, bazen de günlük hayatla ilgili meseleler olabilmektedir. Biz bu gibi çevrelerin çabalarına karşı İbrâhim (a.s.)’in üslûbundan ilham alabiliriz. O, Nemrut’un benzeri girişimlerine karşı açık meydan okuma yoluna başvurmuş ve neticede saptırma ve karalama çabalarını boşa çıkarmıştır.

Bu hedefe ulaşabilmek için saf insanların alt oldukları çarpıtma ve saptırma yollarının iç yüzüne vâkıf olmamız gerekir. Tabii ki, meydan okuma gücüne sahip açıklama yollarını da bilmemiz gerekir. Bütün bunlar dâvetçilerin yaşadıkları vâkıayı, bu gerçeğe hâkim olan üslûpları ve vâkıanın seyir biçimini bilinçli, dikkatli ve kapsamlı bir şekilde izlemelerini zarûri kılmaktadır. (51)

"Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk yaparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir. Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler." (43/Zuhruf, 26-28)

İnsanların kutsallarının açıkları ve izledikleri yollardaki mantık hataları gibi ögeler, dâvetçi tarafından gözler önüne serilmelidir. Rasullerin, topluluklar önünde, ileri gelenlerle karşılaşmaları, topluma yönelerek onların zayıf ve çaresiz yönlerini göstermeleri farklı farklı zeminlerde olagelmiştir. (Hz. Mûsâ’nın bir bayram günü toplumun gözleri önünde sihirbazları yenilgiye uğratması ve çaresizliklerini ortaya koyması gibi.)

Önünde kulluk sergiledikleri, kendilerini ne duyan, ne duâlarına cevap verebilen bu âciz nesneleri bir an olsun sorgulayabilecek zemin oluşturmanın bir pratiğidir, Hz. İbrahim’in put kırışı. Putların İbrâhim’in baltasına karşı kendilerini bile savunup koruyamaması, hak gelince bâtılın nasıl yok oluverdiğini, görmek isteyenlere göstermiştir. Bir an kendi vicdanlarıyla baş başa kalan fertler kendilerini zâlimlikle suçlamışlardır (21/Enbiyâ, 64). Ancak bu hakkı düşünebilme zemini kısa sürmüş ve içinde bulundukları pratik ağır basmıştır. Bir an olsun câhiliyenin pratiklerine dur denilir ve insanların sâlim kafayla vahiyle muhâtaplıkları sağlanabilirse, ağızlardan bu cümlenin döküldüğüne bizler de şahit olabiliriz: “Kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine): ‘Siz (var ya), siz, kendinizsiniz zâlim.” Sonrasında câhilî pratiğin ve iktidarın devamını engelleyemeyen her İbrahimî eylem, halklara bir bahar soluğu verse de, vahiyle (ve fıtratla, vicdanla) bir an olumlu bir karşılaşma zemini oluştursa da, bundan ötesini getirmemektedir. Bu tavırla, vicdanların bir an gerçeği algılamasının daha ötesi (toplumun düşünsel ve amelî dönüşümü) öngörülmemişti. Bunları öngören bir hareket, bu İbrahimî örnekliğe, farklı ve yeni unsurlar eklemek zorundadır.

Başta İbrâhim (a.s.) olmak üzere peygamberlerin tevhid mücâdeleleri, yozlaşmış bir toplum içinde, bireyin nasıl mümtaz bir yaşam süreceği, onurlu bir direniş ve muhâlefeti nasıl ortaya koyacağı sorusuna verilen cevabın etrafını örmektedir.

"İbrâhim'de, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.” (60/Mümtehıne, 4) O, öyle bir örnektir ki, baba sevgi ve saygısı, onu dâvâsından tâvize mecbur edemediği gibi, evlât sevgisi de ilâhî emrin önüne geçirememiştir. En inatçı müşrik bile olsa, babaya dâvâ anlatılırken nasıl bir üslûp kullanılması gerektiğini öğreten bir evlâttır o. Ne saygı ve sevgiden dolayı tâviz; ne de hakkı anlatırken haksız duruma düşüren kabalık, küstahlık, saygısızlık ve ukalâlık... Babasının, putperestlerin önde geleni olmasına rağmen, onun eylemlerine Allah için buğzederken, “yâ ebetî, yâ ebetî” hitabıyla babasını fıtratının sesine çağırmıştır. “Babacığım, ey babacığım” gibi hem hürmet, hem şefkat yüklü bir hitapla babasını şeytanın icat ettiği putlara tapmaktan alıkoymaya çalışan bir peygamberdir o. Her yanı küfür ateşinin sardığı bir ortamda yakıcı ateşler içinde kalmış, ama yanmamıştır. Hiçbir ânını ve hiçbir duygusunu küfür ateşine atmamış; o yüzden, yıllar sonra Nemrut’un dağ gibi ateşleri bile, Allah’ın izniyle onu yakmamıştır.

İbrâhim (a.s.)’i örnek almak demek; İbrâhim olup Allah’tan başka en çok sevdiğimiz İsmâil’lerimizi Allah yoluna fedâ edebilmek demektir. Putlara, putlaştırmaya ve putçulara karşı tek başımıza da olsa mücâdele edebilmektir. Âhiret ateşine atılmamak için dünya ateşlerinden korkmamak, ateşle imtihanı göze alabilmektir. Babamız ya da zâlim devlet reisi de olsa muhâtaplarımıza hakkı haykırabilmektir.

"İbrâhîm

İçimdeki putları devir

Elindeki baltayla

Kırılan putların yerine

Yenilerini koyan kim?

Güneş buzdan evimi yıktı

Koca buzlar düştü

Putların boyunları kırıldı

İbrâhîm

Güneşi evime sokan kim?" (Âsaf Hâlet Çelebi)

“Hasretle andım put kıran İbrâhim’i

Kalbimde saklamaktan paslandı baltam.” (İbrahim Demirci)

“Eğer âşık isen yâre

Sakın aldanma ağyâre

Gir İbrâhim gibi nâre

Bu gülşende yanar olmaz.” (Yunus Emre)

 

Hz. İbrâhim'in putperestlerin yüzüne haykırdığını, çağdaş putçulara biz de tekrarlıyoruz: "Yuh olsun size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Siz, aklınızı kullanmaz mısınız?" (21/Enbiyâ, 67) "Selâmun alâ İbrâhîm: 'İbrâhim'e selâm olsun!" (37/Sâffât, 109)

 

 

 

Putları Kırmak

Şeytan insana, şirkten kurtulmayı çok zor ve karmaşık, tevhidi, ihlâsı ve imanı ise yaşanması imkânsız gibi olağanüstü zor gösterebilir. Oysa bu, yalnızca şeytanın verdiği bir vesveseden ibarettir (14/İbrâhim, 22). Bilinmelidir ki, şirkten kurtulmak için samimi bir niyet ve tavır değişikliği yeterlidir. Bu niyet tashihi kişininn herşeye, herkese ve tüm olaylara karşı olan bakış açısını şirkten tevhide çevirecektir. Yani siyah gözlük takan birisinin etrafını görebilmek için her yeri tek tek aydınlatmasına gerek yoktur. Gözlüğünü çıkarması yeterlidir. Şirk de her yeri karartan bu gözlük gibidir. Gözlüğü çıkarmadan zorlama yöntemlerle şirkten arınmaya çalışmak hem zor, hem de ümit kırıcıdır. Bir hamlede gözlüğü çıkarmak ise hem kolay, hem de tek etkili çözümdür. İnsanın şirk boyutundan Allah’ın râzı olduğu iman ve ihlâs boyutuna geçmesi de tek bir kararlılık hamlesi gerektirir. Bu da her ne durumda olursa olsun Allah'a güvenmek ve Kur’an’a bütünüyle ve samimi olarak uymaya karar vermektir. Bu samimiyet ve kararlılık, muhakkak beraberinde Allah’ın yardımını, hidâyetini ve büyük bir nimetle rahmetini getirecektir.

Şeytan tabii ki, tevhidi ve ihlâsı çirkin, sıkıntılı ve ıstırap verici olarak göstermeye çalışacaktır. Halbuki gerçek eziyet, sıkıntı ve ıstırap şirktedir. Bu, dünyada da âhirette de böyledir. Taptığı sahte ilâhları bırakarak sadece Allah'a yönelen bir insan boşlukta ve sahipsiz kalmaz; aksine tek gerçek ilâh olan Allah'a sığınarak olabilecek en büyük huzur, güven ve rahatlığı kazanır. “Kim Allah’tan ittika ederse (korkup sakınırsa), (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir.” (65/Talâk, 2-3)

Şirkle tevhid arasındaki fark, çoğu zaman niyet ve bakış açısı farkıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) Kâbe’deki putları fiilî olarak kırmış, Hz. Mûsâ yahûdilerin edindiği altın buzağı heykelini yakıp küllerini denize savurmuştur. Bunlar, sembolleştirilen şirklere karşı vurulan darbelerdir. Bugün de sembolleştirilen şirklere karşı aynı fiilî müdâhaleler yapılabilir; ama önemli olan öncelikle şirkin mantığını yıkmaktır. Gönül ve kafalardaki putlar yıkılmadan diğer putların yıkılması çok önemli olmayacaktır. Şirki gönül ve kafalardan yıkmak için, niyet ve bakış açısının değiştirilmesi gerekmektedir.

Bu nedenle, şirkten vazgeçip tevhide yönelen insanın yaşadığı büyük değişim, öncelikle kalpte ve zihinde meydana gelir. Dış görünüm olarak belki eski yaşamının bazı ögelerini devam ettirse bile, tamamen farklı bir bakış açısına ve kavrayışa sahip olur muvahhid insan. Eskiden atalarından gördüklerine, kendi tutkularına, birtakım insanların fikirlerine göre düzenlediği hayatını, şimdi sadece Allah’ın kitabına göre ve sadece O’nun rızâsı için düzenler. Böylece binlerce küçük ve sahte ilâha kulluk etmeyi, onları memnun etmek için uğraşmayı bırakarak, “birbirinden ayrı rabler mi daha hayırlıdır, yoksa Kahhar olan bir tek Allah mı?” (12/Yûsuf, 39) diyen Hz. Yûsuf gibi, sadece kendisini Yaratan’a teslim olur. (52)

“Andolsun biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı:) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz mısınız?’ (Bir kısmı:) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. ‘Ey ateş! İbrâhim için serinlik ve esenlik ol!’ dedik. Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.” (21/Enbiyâ, 51-71)

Hz. İbrâhim’in putçularla mücâdelesi ve putları devirmesi Sâffât sûresinde de şu şekilde anlatılır: Şüphesiz İbrâhim de onun (Nuh’un) milletinden idi. Çünkü Rabbine kalb-i selîm ile geldi. Hani o, babasına ve kavmine: ‘Siz kime kulluk ediyorsunuz?’ demişti. ‘Allah’tan başka birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz? O halde, âlemlerin Rabbi hakkındaki görüşünüz nedir?’ (Hz. İbrâhim’in kavmi, yıldızlara bakar, onlarla kâhinlik yaparlardı. Bir bayram günü İbrâhim’e kendileriyle beraber bayram yerine gelmesini söylediler.) Bunun üzerine İbrâhim yıldızlara şöyle bir baktı. ‘Ben hastayım’ dedi. Ona arkalarını dönüp gittiler. Yavaşça (kavmin) putlarının yanına vardı. (Oraya konmuş çelenkleri, yemekleri görünce:) ‘Yemiyor musunuz? Neden konuşmuyorsunuz?’ dedi. Bunun üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu (kırıp geçirdi). (Putperestler) koşarak İbrâhim’e geldiler. (Neden putları kırdığını sordular.) İbrâhim: ‘Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?! Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı’ dedi. ‘Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın!’ dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat biz onları alçaklardan kıldık.” (37/Sâffât, 83-98)

 

Ve Rasûlullah: Yegâne önderimiz Rasûlullah (s.a.s.), put kıran bir peygamber babanın, put kıran bir peygamber oğludur. Tek başına bir ümmet olan İbrâhim (a.s.), put kıran bir peygamber idi. O babanın oğlu, yani onun neslinden olan Rasûlullah da, put kıran bir Peygamberdir. Rasûlullah, hem kalplerdeki, hem beyinlerdeki putları ve putlaşmış fikirleri, akîdeleri kırıp parçalamış, hem de müşrik putperestlerin kendi elleriyle yapıp meydanlara diktikten sonra tapınılan put heykelleri paramparça edip kırmıştır. Rasûlullah, hem putçu ideolojileri ortadan kaldırmış, hem de tapınılan ve putlaştırılan şeyleri yok etmişti.

Gerek içteki, gerekse dıştaki putları kırmak ile vazifeli olan Rasûlullah’ın, müşrik tâğutların egemen olduğu ve bir dâru’ş-şirk haline getirdikleri tevhidin merkezi Mekke’deki bir uygulaması şöyledir: (Bu uygulama, Rasûlullah’ın hicret edeceği sırada gündeme gelmiştir.) Emîru’l-Mü’minîn İmam Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) anlatıyor: “Ben ve Peygamber (s.a.s.) yürüdük, nihâyet Kâbe’ye vardık. Bana: “otur!” dedi. Oturdum, omuzuma çıktı, yukarıya kaldırmak istedim. Benim güçsüzlüğümü görünce, indi ve: “Sen, benim omuzuma çık!” dedi. Omuzuna çıktım, beni kaldırdı, bana öyle bir hal geldi ki, istersem göğe kadar yükselebileceğimi sandım. Nihâyet Beyt’in üstüne çıktım. Bakır ve altından yapılmış birçok heykellerle karşılaştım. Beyt’in sağından, solundan, önünden ve arkasından onları toplayıp bir araya getirdim. Hepsini topladığımda bana, şöyle buyurdu: Şimdi onları bir bir aşağıya fırlatıp at!” Fırlatıp attım, cam bardaklar gibi kırılıp parça parça oldular. Sonra indim. İnsanlardan birinin bizi görmesinden korktuğumuz için koşarak evlerin ötesine kaçtık, kaybolduk.” (Ahmed bin Hanbel, 1/84; Rûdânî, Cem’u’l-Fevâid: Büyük Hadis Külliyatı, c. 3, s. 259, hadis no: 6396-6398; İslâm Tarihi, Mekke Devri, M. Âsım Köksal, c. 6, s. 149)

Olayı anlatan Hz. Ali (r.a.)’nin ifadelerine dikkat edilecek olursa, bu put kırma hareketi çok gizli yapılmış, gerekli önlemler alınıp en müsait zaman seçilmiş, olay gerçekleştikten hemen sonra koşarak evlerin arasında kaybolup olay yerinden uzaklaşılmıştır. Hatta İmam Ali’nin ifadesiyle, “insanlardan birinin bizi görmesinden korktuğumuz için koşarak evlerin ötesine kaçtık, kaybolduk.” Bu korku, tedbir mâhiyetinde bir endişe idi ki, tabiî ve fıtrîdir. Yoksa korkunun adı tedbir olmuş değildi. Yine dikkat edilecek olursa, tüm ihtimaller düşünülerek ve tedbirler alınarak olay gerçekleşmiştir. Müşrik tâğutların egemenliğindeki Mekke’de örnek bir put kırma olayını gerçekleştiren önderimiz Rasûlullah, birkaç yıl sonra fethedilen Mekke’de, gerek Kâbe’nin içinde ve üstünde, gerekse Kâbe’nin etrafında, yani Harem-i Şerif’teki bütün putları kıracaktı.

Abdullah bin Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.s.), Mekke’nin fethi günü Kâbe’nin avlusuna girdi. Kâbe’nin etrafında İbâdet için dikilmiş üç yüz altmış put vardı. Rasûlullah, elindeki deynekle bu putlara dürtmeye başladı (onunla dokunduğu her put, yüz üstü düşüyordu) ve şu âyetleri okuyordu: “Hak geldi, bâtıl yok oldu.” (17/İsrâ, 81) “Hak geldi, bâtıl ise, ne (bir şey) ortaya çıkarabilir, ne geri getirebilir.” (34/Sebe’, 49) (Buhârî, Meğâzî, B. 50, hadis: 294; Müslim, Cihad ve’s-Siyer, B. 32, hadis: 87; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an, B. 18, hadis no: 3345) (53)

Ebû'l-Heyâc el-Esedî anlatıyor: "Bana Hz. Ali (r.a.): 'Rasûlullah (s.a.s.)'ın beni göndermiş olduğu şeye ben de seni göndereyim mi?' diye sordu ve Rasûlullah'ın kendisene: "Haydi git, kırıp dökmedik put, düzlemedik yüksek kabir bırakma!" buyurduğunu söyledi." (Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvud, Cenâiz 72; Nesâî, Cenâiz 99)

 

Hz. İbrâhim’in putperestlerin yüzüne haykırdığını, çağdaş putçulara biz de tekrarlıyoruz: “Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz aklınızı kullanmaz mısınız?” (21/Enbiyâ, 67)

 

Put ve Putperestlikle İlgili Kavramlar ve Anlamları

Abbas’ın Eli: El biçiminde nazarlık. Bazı câhil müslümanlarca bu nazarlığın her türlü kötülüklere karşı koyacağına inanılır. Bu beklentiyle evlere, işyerlerine asılır. Hıristiyan inançlarında da Meryem’in eli nazarlığı vardır.

Abd: Kulluğu ve köleliği ifade eden bir kelimedir. Her ikisinin de lûgat mânâsı "itaat etmek, tevazû göstermek, daha açık bir ifadeyle kişinin bir kimseye ona isyan etmeden, ondan yüz çevirmeksizin, itaati ve boyun eğmesidir." Arapça'da "abd" kelimesi değişik mânâlarda kullanılmıştır. Bunları şu şekilde özetlemek mümkündür:

a) İbadet eden, hükümlere râzı olarak itaat eden. İslâmî ıstılâhta "abd" kelimesi genellikle bu anlamda kullanılır. "İnsanları ve cinleri ancak bana ibadet etmeleri için yarattım" (51/Zâriyât, 50) meâlindeki âyet-i kerimeden de anlaşılacağı üzere, insanın yaratılış hikmeti; sadece ve sadece kulluktur. Hz. Âdem (a.s.)'den Hz. Muhammed (s.a.s.)'e kadar bütün peygamberler insanları Allah (c.c.)'a kulluğa dâvet etmişlerdir. Nitekim "Andolsun ki, biz her kavme: ‘Allah'a ibadet edin, tâgût'a kulluk etmekten kaçının’ diye (tebligat yapması için) bir peygamber göndermişizdir." (16/Nahl, 38) âyet-i kerimesi, insanların "Abd olma-kulluk" hususunda istisnasız uyarıldıklarını belirtmektedir. Dolayısıyla Allah (c.c.)'a kul olma hususunda tebliğe muhatab olmamış tek bir kavim gösterilemez. Şimdi "Allah'a ibadet etmek" ve "tâgûta kulluktan kaçınmak" kavramları üzerinde duralım. Tâgûtu şu şekilde tarif etmek mümkündür:" Allah'ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler ihdas eden (kanunlar koyan) her güç tâgûttur. Bunun insan olması, put olması, şeytan olması veya bunların dışında herhangi bir şey olması mahiyeti değiştirmez. Dolayısıyla insanların hayatlarını, kendi yanlarından çıkardıkları kanunlarla düzenlemeye çalışan bütün siyâsi güçler tâgûtî mahiyet arzederler. Bugün dünyada beşikten mezara kadar insanların hayatlarını, heva ve heveslerine uyarak düzenlemek iddiasında olan meclisler, konsüller, krallar, kavimlerarası kuruluşlar "tâgût" hükmündedir. "İman edenler Allah (c.c.) yolunda cihad ederler, küfredenler (kâfirler) tâgût yolunda savaşırlar." (4/Nisâ, 76) âyet-i kerimesi insanın, bu iki sınıftan birine dahil olacağını beyan etmektedir. Ayrıca "Sana indirilen Kûr'ân'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik, diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tâgûtun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Halbuki tâgûtu inkâr etmekle (tekfir etmekle, lânetlemekle) emrolunmuşlardır." (4/Nisâ, 60) âyet-i kerimesi, bütün ideolojilerin inkâr edilmesini ve lânetlenmesini emretmektedir. Nitekim İbn Kesir bu hususta şunları kaydediyor: "Bu âyet-i kerimede Hz. Muhammed (sav)'e ve diğer peygambere iman ettiklerini söyleyip, bununla beraber ihtilaf ettikleri hususlarda çözümü için Allah (c.c.)'ın kitabından ve peygamberin sünnetinden ictinap edenlerin durumu haber verilmektedir. İnsanların, kendi hevâlarına göre (beşerî kanunlarla) hüküm vermesini isteyen kişinin, iman iddiasını Allah Teâlâ reddetmektedir."

b) Köle'ye "abd" denilmesinin sebebi hem itikad, hem muâmelât ile ilgilidir. Zira Allahû Teâla (c.c.) istisnasız bütün insanlardan "misak" almıştır. A'râf sûresinin 172'nci ve 173'ncü âyet-i kerimelerine "misak" âyetleri denilmesinin mânâsı budur. Misak, Allah (c.c.) ile insan arasında tahakkuk eden bir mukaveledir. Her mü’minin "ne zamandan beri müslümansın?" sualine, "gâlû belâ'dan beri" diye cevap vermesinin sebebi budur. İnsan bülug çağına erdikten sonra İslâm'ı terkeder ve mü'minlere karşı savaşırsa "emanet"e ihanet etmiş olur. Bu ihanetin tabii sonucu olarak ehliyet ârızası başlar. Kölelik, misakı inkâr edip, küfrün güçlenmesi için savaşmakla ilgili bir hâdisedir. Burada şu akla gelebilir: "Hür bir insan kuvvet kullanılarak (inkâr sözkonusu olmadan) köle yapılabilir mi?" buna "evet" demek imkânsızdır. Zira hürriyetin kaynağı fıtrîdir. Ehliyet sahibi olan her insan tekliflere muhataptır. Rasûl-i Ekrem (sav)'in "Hür bir kimseyi köle edinenin hasmı (düşmanı) benim" buyurduğu bilinmektedir. Ayrıca Hz. Abdullah b. Amr'dan rivâyet edilen merfû bir hadis'te: "Üç kişi var ki Allah (c.c.) oların namazını kabul etmez. İstemedikleri halde kavminin başına geçen, hür bir insanı köle edinen..." denilmektedir. Görüldüğü gibi, hür bir kimsenin, İslâm'a karşı savaş açmadığı müddetçe köle edinilmesi mümkün değildir. "Abd" ıstılâhını bu şekilde ortaya koyduktan sonra günümüze bir göz atalım. İslâm topraklarında, Allah (c.c.)'ın indirdiği hükümleri inkâr eden veya kabul ettiğini iddia etmekle beraber çağımıza uymaz" gerekçesi ile uygulamayan siyasi güçler iktidardadırlar. Lâ ilâhe (ilâh yoktur, putun hükmü yoktur, tâgût'u inkâr ederiz) diye haykıran ve İllâlah (yalnız Allah vardır, O'na itaat ederiz) diye tastikte bulunan mü'minler "kul" olma şuurunu ayakta tutmak zorundadırlar. Aksi takdirde "tâgût'a kulluktan kaçınmış" olamazlar. "Her kavme Allah'a ibadet edin ve tâgût'a kulluktan kaçının diye (tebligat yapması için) peygamberler göndermişizdir." (16/Nahl, 36) meâlindeki âyet-i kerime iyi tefekkür edilmelidir (Y. Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 27-30)

Peygamberimiz buyuruyor ki: “Altına, gümüşe ve lükse abd-kul olan kahrolsun” (İbn Mâce, Zühd 8, Hadis no: 4136; Tirmizî, Zühd 42, Hadis no: 2375). Allah (c.c.) insanı ‘abd-kul’ olarak yaratmıştır. Dolaysıyla insana düşen bu kulluğun şuurunda olmaktır. Abd, efendisinin emrine itiraz etmeksizin, karşı gelmeksizin uyar. Verilen emri yerine getirir, istenen hizmeti görür. Çünkü efendisi onun sahibidir, ona nimet vermektedir, ona sayısız iyilikte bulunmaktadır. İnsan öldüğü zaman da hayatının hesabını bu efendisine (Mevlâ’sına) verecektir.

Abd olarak yaratılan insanın, kendisine sonsuz bağışta bulunan Mevlâsı Allah’ı bırakıp, kendisine faydası veya zararı olmayan putları, az bir faydası var zannettiği ğutları ve sahte ilâhları mevla bilip onlara kulluk yapması ne kadar yanlıştır? Elbette gercek Efendiye kulluğu unutanlar, başka yalancı mevlâlar (efendiler) bulurlar.

İman eden kimse, bir anlamda bütün kölelikleri, bütün yanlış kul ve kulluk anlayışlarını reddettiğini ilân etmiş olur. O, imanıyla der ki, ‘ben âlemlerin Rabbini ilâh olarak kabul ediyorum, ben O’nun kuluyum. Dolaysıyla mutlak itaati, mutlak hizmeti ve ibâdeti yalnızca O’na yapacağım. O benim sahibimdir, O benim her şeyime hâkimdir, her şeyimi bilmektedir ve yaptığım her şeyi görmektedir. Ben O’na aitim, O’ndan geldim ve yine O’na döneceğim.’

Allah (c.c.) kendisine itaat etmeyen, O’na şirk (ortak) koşan, O’nu tanımayan ve O’na karşı kibirlenen azgınları lanetler, onların bir kısmını davranış yönünden başka hayvanlara benzetir ve bir kısmını da ‘ğut’a ‘abd-kul’ yapar. İşte böyleleri doğru yoldan ayrılıp, sapık yollara gidenlerdir (5/Mâide, 60). Allah’a kulluk yapmayı reddedenler kendileri için yeni ve yalancı ilâh bulurlar, sonra da onun önünde abd/kul olurlar. Bu durum insan için alçaltıcı bir konumdur, insanın şerefine yakışmayan bir durumdur.

Mü’min, Allah’a abd-kul olduğunun şuuruyla kulluk görevlerini yerine getirmeye çalışır, Rabbinin rızâsını kazanmaya çaba harcar, O’na mümkün olduğu kadar samimiyetle bağlanır, davranış ve ibâdetleriyle O’na tazim eder (saygısını gösterir). Allah’a yönelen bu davranışlara ibâdet denir. Bu şekilde ibâdet eden kullara (abd’lere) ‘ibâd’, yani Allah’ın kulları denilir.

Müslümanlar arasında en yaygın isimler Abdullah ve Abdurrahman’dır. Bunlar, ‘Allah’ın kulu, Rahman’ın kulu’ demektir ki en güzel isimler bunlardır. Allah’ın güzel isimlerinin başına ‘abd’ getirilerek yapılan bütün isimler güzeldir. Çünkü hepsi de Allah’ın kulu olmayı ifade ederler (Hüseyin K. Ece, İslâmın Temel Kavramları, Beyan Yayınları, 25-26).

Abdâl: Tasavvufa göre, sayıları yedi veya yetmiş olarak gösterilen bir evliyâ zümresi. Dünyadan habersiz kalacak kadar dünyaya boşvermiş saf insanlar, ermişler. Büdelâ ve abdâl; Bedel, karşılık, denk, bir şeyin halefi ve değişiği anlamına gelen “bedel”in çoğuludur. Tasavvufta; Yediler (yedi evliyâ) anlamına gelir. Bunlardan her biri gözden kaybolur, bir anda çok uzak mesafelere giderler. Gözden kayboldukları vakit, yerlerine her yönden kendilerinin tıpkısı olan canlı bir beden bırakırlar. Hâl, hareket ve şekil bakımından aslından ayırt edilmeyen bu bedene “bedel” ve “bedil” denir. Bedel bırakma gücüne sahip olan velîlere “büdelâ” denir.

Çeşitli tarikatlerde abdal deyimi, ermiş, derviş, evliyâ anlamlarında da kullanılır. Abdallık, aynı zamanda Melâmîlikten türeyen ayrı bir tarikatin de adıdır. Bektâşîliğin beşinci derecesine de abdallık denilir. Ayrıca, göçe Türk dervişleri de bu adla anılmıştır. Eski Türk dini şamanlığın temsilcileri olarak yayılmışlar, daha sonra müslüman olarak Kalenderî abdallarına karışmışlardır. Saç, sakal, bıyık, kaş gibi vücutlarındaki bütün tüyleri kazıtmakla ünlüdürler. Çıplak ayakla gezerler. Göğüslerine çoğunlukla dövme yaptırırlar. Görevleri, yağmur yağdırmak, doğal âfetleri önlemek, savaş kazanmak gibi işlerde varlığına inanılan İlâhî güçleriyle müslümanlara yardım etmektir. Bu inanışların şirk olduğunu genişçe izah etmeye gerek yoktur.

Abhişeka: Kutsal kabul edilen Ganj nehrinin suyuyla ıslanma töreni. Âri ırka özgü bir adak törenidir. Hıristiyanların vaftizi, bu törenden alınmıştır.

Âb-ı Hayat: Can suyu, içene ebedî hayat veren çeşme. Efsâneye göre, içilen bir damlası bile insanı ölümsüzleştiren ve ebedîleştiren su. Bu su Doğuda karanlık bir yerde bulunur. Tasavvuf’a ve ondan etkilenen halka göre; Hızır ve İlyas bu çeşmeden içtiklerinden ölümsüzlüğün sırrına ermişlerdir. İskender-i Zülkarneyn bu suyu bulmak için Hızır’ı kılavuz yaparak günlerce karanlıklar içinde yürümüş, bir noktada Hızır gözden kaybolmuş, İskender yolunu şaşırmış ve perişan bir halde geri dönmüş. Edebiyatta; mecâzî olarak içimi hoş, soğuk ve berrak su için kullanıldığı gibi, sevgilinin ağzı, dudağındaki ıslaklık ve yaşlık için de kullanılır. Aynı zamanda sevglinin sözü ve sohbeti anlamında değerlendirilir. Tasavvufta; a) Evliyânın sözü, öğüdü ve nefesi; b) Aşk ve mahabbet çeşmesi ki ondan içen asla yok (ma’dûm ve fânî) olmaz. Bu efsânevî suya âb-ı Hızır veya âb-ı İskender de derler.

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Mûsâ’nın genç arkadaşının pişirdiği balık, suya düşünce, yeniden canlanıverdiğinden bahsedilir (18/Kehf, 63). Bu âyet, efsâneler ışığında özellikle tasavvufçular tarafından alabildiğince serbest yorumlanmış, yanlış çıkarımlara gidilmiştir. Suyun yaratıcılığı inancının câhil müslümanlara girmesinden olmuştur. Eski Türklerde de ölümsüzlük veren su inancı vardır. Aynı anlamda “bengisu” deyimi kullanılmıştır. Bu inanç, Antikçağ Yunanlılarında da vardı. Meselâ, Yunan mitolojisine göre, Akhilleus doğar doğmaz annesi tarafından Styx suyuna batırılmış ve ölümsüz kılınmış. Batı kültüründe de çok tanrılı Yunan mitolojisinden miras kalan âb-ı hayat/bengisu anlayışı vardır. Bunlarla birlikte, Allah, Kur’an’da açıkça hiç kimseye ölümsüzlük vermediğini, herkesin ölümlü olduğunu açık şekilde ifâde etmektedir (21/Enbiyâ, 34-35)

Abradakabra: Büyülü olduğuna inanılan sözcük. Yahûdi gizemciliğinin ünlü eseri Kabala’da verilen bu kelimenin hastalıkları iyileştirdiğine inanılmıştır. Bu ifâde, Kabala’da üçgen biçiminde yazılmaktadır. Muskalar da bu tür büyülü olduğu düşünülen kelimelerin üçgen biçiminde yazılması şeklinde kullanılır. Muska kültürünün yahûdi ve hıristiyanlardan etkilendiği bir gerçektir.

Afrodit (Aphrodite): Eski Yunanda aşk ve güzellik tanrıçası; İştar veya Astarte’nin eski Yunan’daki karşılığı. Yunan mitolojisine göre, Cronus, babası Uranüs’le mücâdele edip onu yendiğinde, onun bazı organlarını denize attı. Bunların etrafında oluşan köpüklerden Afrodit doğdu. Afrodit’in sonradan Kıbrıs’a geçtiğine inanılırdı. Eski Yunanda fâhişeler ona Afrodit Hetaira ve Afrodit Porne adıyla taparlardı. Hephaestus ile evli olan Afrodit, ayrıca Ares, Poseidon, Pygmalion, Adonis, Dionysus, Anchises, Nerites vePhaeton’un da eşidir. Afrodit’in mutluluk kadar felâket ve şiddete de yol açan bir tanrıça olduğuna inanılır.

Alâim-i Semâ: (Göğün alâmetleri, göksel belirtiler) Eski Araplarda bulutları yöneten Kuzah adlı meleğin sardığına inanılan gökkuşağı. Bu yüzden Araplarca kavs-i kuzah (Kuzah’ın kuşağı)adıyla anılmıştır. Eski Arap inançlarında iki Kuzah vardır. İkincisi fırtına tanrısıdır, Şeytan adıyla da anılır. Dolu tanelerinden olan oklarını akatr, yayını bulutlara asarmış.

Alfabe: Alman (Cermen) mitolojisine göre, sadece tanrı Votan’ın tanıdığı harfler.

Albasma: Câhil Türklerde Alkarısı adlı cinin meydana getirdiğine inanılan loğusa hastalığı. Türk inançlarına göre çocuk doğuran kadın, doğumdan sonra yedi gün yalnız bırakılmamalıdır. Yalnız bırakılırsa Alkarısı adlı cin gelir ve albastı hastalığını meydana getirir. Gerçekte bu hastalığın hekimlik adı eklampsi’dir.

Alkarısı: Câhil Türklerde, doğuran kadınları öldürmeye çalışan cin. Doğuran bir kadını alkarısı ya da alkarası adlı bir cinin öldürmeye çalıştığı, fırsatını bulursa ciğerini söküp yediği eski müşrik Türklerin inancıdır. Bu cinin, kadınlara daha çok uykuda musallat olduğuna, onlara felâket ve şiddet getirdiğine inanılır, kâbus ruhu kabul edilir. Günümüze kadar süregelmiş bulunan bu inanç, bu cinin kötülüğünden kurtulmak için loğusa kadınlara al renkli giysiler giydirme, nazarlık takıp tütsüler yakma, iğde dalı, demir gibi önleyici olduğuna inanılan koşulları da kapsar, bu tür eşya ile bu cinin şerrinden korunmaya çalışılır. Bütün bunlar İslâm’ın kabul etmediği bâtıl inanışlardır.

Ali-İlâhîler (Aliyyullahîler): Hz. Ali’nin kişiliği konusunda aşırılığa giderek, onun tanrı olduğuna ya da tanrısal gücün ona hulûl ettiğine inananlardan oluşan bir sapık akım. Bunlar, gulât-ı şiadandır. İslâm dışı müşrik bir mezheptir.

Altın Buzağı: İsrâiloğullarının çölde, Hz. Mûsâ’nın Tûr-ı Sina’ya çıkışında, yaparak tapınmaya başladıkları buzağı şeklindeki put. Sâmirî tarafından yapılan bu put, verimlilik idolü kabul ediliyordu. Eski Ahid’de bu idolü Hârun (a.s.)’ın yapmış olduğu iftirâsı vardır (K. Mukaddes, Çıkış, 32/2-4). Halbuki Kur’an, bunu Sâmirî’nin yaptığını, Hârun (a.s.)’un ise bu konuda kavmini uyardığını vurgular (20/Tâhâ, 87-96). Bu idol, sonradan Hz. Mûsâ tarafından kırılmış, yok edilmiştir.

Ameni: Eski Mısır’da, tanrı tarafından gönderileceğine inanılan kurtarıcı (mehdi). Onun Sudan civarında ortaya çıkacağına anınılır. Bu inanç, MÖ 1950 yıllarından kalma bir papirüs metninden anlaşılmaktadır.

Anıtkabir (Anıt mezar): Mozole veya türbe olarak da bilinen büyük ve etkileyici mezar. Din kurucuları ya da önderler, büyük değer verilen, ta’zim edilen veya ilâhlaştırılan kimseler anısına yapılan görkemli bina. Bugüne kadar yapılmış anıtmezarlardan en görkemlisi Babürşah’ın 1631’de ölen hanımı Şahcihan için yaptırdığı Tac Mahal’dir. Mısır’daki piramitler de anıtkabir. Ankara’da bulunan anıtkabire, İstanbul’da Adnan Menderes ve Turgut Özal’ın anıtkabirleri de ilâve edilmiştir. Selçuklu ve Osmanlı padişah ve vezirleri için ve özellikle evliyâ sayılan tasavvuf büyükleri için anıtkabir şeklinde türbeler yapılmış, diğer anıtmezarlardan çok daha fazla şirk unsuru görevini yapmaya devam etmektedir. (Bak. Türbe)

Animalizm: Başta totem düşüncesinin hâkim olduğu dinî gelenekler olmak üzere, çeşitli dinlerde görülen hayvanların kutsallaştırılmasına dayalı kült. Animalizm, hayvanlarla onları avlayan insanlar arasında büyük bir bağ olduğu inancıdır. Bu inanç, hayvanda insanca bir öz bulunduğu inancına bağlıdır.

Animizm: Tabiatla ilgili olaylara ve tabiat cisimlerine tapma dini. Animist: Animizmi benimseyen, animizmi savunan. Animizm anlayışına göre, ata ruhları ve fetişlere tâzim etme geleneği puta tapıcılığın ve politeizmin temelini oluşturmuştur. Animizm, insanın çevresinde bütün şeylerin ruhlu olduğu inancıdır. E. B. Taylor 1871’de, İlkel Kültür adlı çalışmasında “ruhsal varlıklarla ilgili doktrin”; Taylor tarafından dinin kaynağıyla ilgili olarak savunulan teori. Tylor, animizmin insanlık terazisinde düşük kabileleri karakterize ettiğini ve buradan yüksek modern kültürlere kadar yükseldiğini söyler. Ona göre, ilkellerin çevrelerindeki hayvan, bitki, ağaç, taş, toprak vb. gibi bütün doğa nesnelerini ve belirtilerini ruhlu sayma inancını dile getirir.

Anka: İsmi var, cismi yok efsânevî kuş. Kaf dağında yaar. Tüyleri renkli ve süslü, yüzü insan yüzüne benzer, boynu gâyet uzun, her hayvanın bir alâmetine sahip, çok büyük bir kuş. Bulunduğu yerdeki kuşları avlaya avlaya Batıya doğru uçtuğundan Anka-i Muğrib adını alır. Zümrüd-i Anka, Simurg, Simurg-ı Anka da denir. Çocukları da kaparmış. Efsâneye göre, ashâb-ı ress durumu peygamberlerine şikâyet edince bedduâya uğrayan ankanın nesli tükenmiş. Son derece kanaatli bir kuşmuş. Tasavvufa göre anka, insa-ı kâmil demektir. Kâmil insan anka gibi olmalıdır. Tasavvuf felsefesine göre; heyûlâ ve hebâ da anka (gibi) kabul edilir. Muhiddin İbn Arabî, âlemin maddî varlığına hebâ, heyûlâ ve anka gibi isimler verir. Çünkü ona ve mutasavvıfların çoğuna göre bu evrenin tıpkı anka gibi ismi var, cismi yoktur. Veya âlem anka gibi bir bakıma var, bir bakıma yokturtur, hem vardır, hem yoktur. Veya ne vardır, ne yoktur (Cîlî, I/22).

And (Yemin): Yemin, kutsal sayılan bir varlığı tanık göstererek verilen sözdür. Her toplum, kendi kutsal saydığı tanrısı, putu veya totemi adına yemin eder(di). Sümerliler suya dokunarak yemin ederlerdi. Yunanlılar da Zeus adına. Özellikle çeşitli silâhlar, demir ve demirci körüğü üzerine and Ortaasya Türkleri arasında yaygınlığını sürdürmüştür. Anadolu Türkleri arasında bıçak, kılıç atlamak en kuvvetli andlar arasında sayılagelmiştir. Çeşitli silâhlar, çoban sopası ve bıçak gibi âletlerin birincide derecede and içmede rol almaları, ilkel toplumlarda bu âletlerin üretim aracı olarak büyük fonksiyon ifa etmeleriyle açıklanır. Bu âletler aynı zamanda koruyucu ve besleyici ruhu temsil eden fetişlerdir. Anda uyulmaması halinde bu fetişler darılır ve bozana zarar verir inancı vardır. İslâmiyet'ten sonra Türkler, yer yer bu geleneklerini sürdürürken, Mushaf/Kur'an üzerine and içildiği veya Kitab'a el basıldığı da görülmeye başlanmıştır. Sonra, ekmek üzerine de and içmek önem kazandı. Sevilen, değer verilen kişiler üzerine and içme, eski Türklerden bu güne kadar yaygın bir uygulamadır. Fetişizmden dolayı, kendisi üzerine and içilen/yemin edilen tabu veya putun, eğer yemine sâdık kalınmazsa çarpacağı, zarar vereceği anlayışının hâlâ sürdüğü görülmektedir. Halkın, "Kur'an çarpsın!", "ekmek çarpsın!", "iki gözüm önüme aksın!", veya "çocuğumun başı üzerine", "anamın ölüsünü öpeyim" gibi bedduâ/ilenç karışımı and içmeleri, bu anlayışın uzantısıdır. "Yemin etsem başım ağrımaz" deyimi de, yine, yalan yeminin musîbete sebep olacağı anlayışı ile ilgilidir.

And içme: And ve and içme kelimeleri, Moğolca'dan dilimize geçmiştir. Moğolca anda: Kan kardeşi ve amca, dayı anlamına gelir. Türkçeye and şeklinde geçmiştir. Andiçmek, bir Moğol töresi gereğidir. Moğol töresine göre, iki ayrı boydan olan kimse, birer damla kanını bir kaba damlatır, şerbetle karıştırır, karşılıklı içerler. Bu durumda ikisi, birbiriyle kankardeşi olur, buna andiçmek denir. Türkler müslüman olmazdan önce, bu uygulamaları benimsemişler şamanist Türk boylarında eski çağlardan beri bu andiçme geleneğini uygulamışlardır. Eski Türkler; Göktanrı, tapındıkları putlar ve tabiat varlıkları adına andiçerlerdi. En değerli antlardan biri, kan üzerine içilen anddı. Eski Türklerde kan kardeşliği çok önemliydi ve kişilere gerçek kardeşlerin hak ve görevlerini yüklerdi. Yapılan and töreni, ettikleri kardeşlik yemininin kanıtı sayılırdı. Kardeşleşme ve dostlaşma töreni olarak and merasiminde, kardeş olmaya karar veren şahıslar, topluluk huzurunda kollarını çizerek and kabına kan akıtırlar, kımız, süt veya şarapla karıştırılan bu kan taraflarca içilirdi. Daha sonra, silâhlar, atlar veya kız kardeşler değiştirilir ve taraflar andlı adaş (Moğollar devrinde anda) olurlardı. Bu, kan üzerine yapılan yemin demekti.

Bu tür and törenleriyle ilgili ilk bilgilere Herodot tarihinde rastlanmaktadır. Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lügat-ı Türk adlı meşhur eserinde; Kırgız, Kıpçak ve daha başka Türk boylarında andiçmenin kılıç üzerine yapıldığını açıklar. Yakut, Altay ve Salcak kabileleri en büyük andlarını eski totem olan ayı üzerine yaparlardı. Türkler İslâmiyetten sonra, şer'î mahkemelerde fıkhî yeminleri uygulamalarına ve giderek çoğalan bir uygulama ile Allah adına yemin etmeye başlamalarına rağmen, eski câhiliyye geleneğinin devamı mâhiyetindeki bazı and gelenekleri sürdü. Anadolu'nun kimi yörelerinde hâlâ benzeri kankardeşliği, yani and içme görülmektedir.

İslâm mahkemelerinde genellikle tanıklara yemin ettirilmezdi. Yalan yere yemin etme yaygınlaştığı son zamanlarda gerekli görüldüğü durumlarda yemin istenirdi. Bu yemin, Osmanlı devletinde Allah adına "vallahi" şeklinde idi. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda da önceleri Allah adına yemin edilmeye devam edildi. Laiklik, devletin ilkeleri arasına girince Allah adına yemin etme kaldırıldı, "namusum ve vicdanım üzerine yemin ederim" şeklinde ifadeler kullanılmaya başlandı. Ceza mahkemelerinde tanıklar, bu şekilde yemin ederek ifade vermek zorundadır.

İlköğretim öğrencilerine, her sabah andiçme törenleri uygulanır, çocuklara Atatürk'ün izinden gideceklerine, ilkelerini sürdüreceklerine dair söz verdirilir, andiçirilir. 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 2670 sayılı kanunla değişik 6. maddesine göre, her memur ve memurluğa yeni başlayan kişi, anayasa ve kanunlara bağlı kalacağına, Atatürk ilkelerine ve laik TC’ye karşı görevlerini yerine getireceğine namus ve şerefi üzerine yemin ettirilir ve yazılı metne imzası alınır. Yemin töreni: Askerlere, genellikle kırk günleri dolduğunda topluca yukarıdaki yemin sözleri söyletilir. Bu bir merasim havasında olur. Buna yemin töreni denir.

Arâis-i Hak: Hakk’ın gelinleri. (Arûs; gelin, güveyi, düğün) Tasavvufta; Başkalarından kıskandığı için Hakk’ın, kimliklerini halka açıklamadığı ve gizli tuttuğu velîleri. Hakk’ın harîm-i ilâhideki has dostları, özel ilgisine mazhar olan kulları. Gerdek gecesi gelini damaddan başkası görmediği gibi bunları da İlâhî haremde Hak’tan başkası görmez. Bunlara “arûs-i azrâ” (bâkire gelinler, dilber gelinler) ismi de verilir.

Arbede: Savaşmak, kavga etmek. Tasavvufta; Cezbeli sâliklerin ve galebe halindeki bazı sûfîlerin Cenâb-ı Hak ile tartışmaları, çekişmeleri ve kavga etmeleri. Buna müşâcere ve muhâseme de denir. Bir naz ve samimiyet halidir.

Artemis: Eski Yunan’da verimlilik tanrıçası. Elinde ok ve yay tutan çok göğüslü atletik bir genç kadın şeklinde tasvir edilen ve genellikle iyi tabiatlı olduğu düşünülen Artemis, inanışa göre bazen ânî yıkım ve tahribata da neden olabilirdi. Dolayısıyla o, aynı zamanda tehlikeli bir tanrıçaydı. Ona doğrudan bakmak bile kişiye ölüm getirirdi. Ayrıca o, küçük hataların cezâlandırılmasından da sorumlu idi.

Apollon (Apollo): Yunan mitolojisinde, geleceği haber veren tanrı. Genellikle şiir ve müzik tanrısı olarak bilinen Apollon’un ana niteliği, geleceği haber vermektir. Zeus’ün, Leto’dan doğma, en sevgili oğluymuş. Tanrıların en güzeliymiş, tanraça Artemis’in de ikiz kardeşi. Heykelleri, erkek güzelliğinin simgesi olabilecek ölçülerle yapılmıştır. Romalıların da en çok benimsedikleri ve taptıkları Yunan tanrısı odur. Hem hastalık saçmak hem de hastalıkları iyi etmek gibi karşıt nitelikleriyle de meşhurdur.

Ariel: Yuhîdi inancına göre kütü melekler. Yahûdi gizemciliğinin baş eseri kabala’da kötü ruhlu melekler bu adla anılır. Yahûdilere göre, Yahûdi peygamberlerinden Eş’iya da Kudüs’ü bu adla anmıştır.

Ârif: Bilen, vâkıf, âşinâ, tanıyan, anlayışlı, kavrayışı mükemmel, irfan sahibi. Tasavvufta; Allah Teâlâ’nın kendi zâtını, sıfatlarını, isimlerini ve fiillerini müşâhede ettirdiği kimse. Keşf ve müşhâhede yoluyla yani mânevî ve rûhî tecrübelerle Allah hakkında zevkî ve vecdî bilgilere sahip olana “ârif” denir. Ârif, kendisi sustuğu halde diliyle Hakk’ın konuştuğu kimsedir. Ârif, kendi varlığında fâni, Hak ile bâkîdir.” İbn Arabî, ârifin dış âlemde “şeyler” (eşya) yaratma gücüne sahip olduğunu ve bu gücün onun himmeti olduğunu söyler (bkz. Füsûs, 6. Fasl). Onun yarattığı şeye “mahlûk-ı ârif” denir. Ârif, sûfîlikte kâmil insandır. (s. 52-53)

Arrâf: Falcı, kâhin, medyum; çalınan veya kaybolan eşyayı bulmak için falcılık yapan kimse. Gaybden haber veren kimselere verilen vasıftır. Cin, yıldız ve bazı tılsımlara dayanarak gelecekten haber vermeye çalışan kimselere verilen isim.

Asena: (Aşine) Eski Türk mitolojisinde Türklerin kendisinden türediği düşünülen dişi kurt. Bundan dolayı eski Türkler arasında bozkurtlara büyük saygı duyulmakta ve Türk hakanları kendilerini Asena soyuna bağlamaktaydılar.

Asya (Asia): Yunan mitolojisine göre Prometheus’un annesi. Okeanus’la Tethys’in kızı ve Titanlardan İapetos’un karısıdır. Asya kıtası, adını ondan almış. Homeros çağında sadece Batı Anadolu’ya Asya deniyordu. Asya kıtasının adının Yunan mitolojisindeki Asios adlı Toia’lı (Yunan) büyücüden geldiği de söylenir.

Astroloji: Yıldızların hareketlerinden hüküm çıkarma, ilm-i nücûm, müneccimlik. Gök cisimlerini, yıldız ve gezegenleri inceleyerek insan kaderi, mevsimler, olaylar vb. şeylerle ilgili yorumlarda bulunma bilimidir.

Astrolog: Yıldız falına bakan kimse, müneccim.

Atalar Kültü: Birçok inanç sisteminde varlığı gözlemlenen atalara ta’zim ve onların tanrılaştırılması fikri. Çin ve Japon geleneksel dinlerinden eski Ortadoğu dinlerine kadar birçok dinî sistemde yer verilen bu külte göre ölmü ataların ruhlarının varlıklarını sürdürdüğü ve geride kalan akrabaları, yakınları ve bütün toplum için tasarruf yetkisini devam ettirdiği düşünülür. Bu nedenle onların mezarlarını ya da yeryüzündeki varlıklarını simgeleyen kalıntılarını bir duâ ve ta’zim yeri haline getirmek, bu külte yer veren bütün dinsel geleneklerde görülen ortak bir özelliktir. Ayrıca onların resim, kabartma ya da sembolik sûretlerini yaparak onlara ta’zimde bulunmaya da sıklıkla rastlanır. Azizler ve ermişler kültü de atalar kültünün bir başka uzantısını oluşturur.

Ateizm: Ate: Allah’ı inkâr demektir. Ateizm: Allah’ın varlığını inkâr etme, tanımama anlamına gelir. Tanrıtanımazlık da denilen ateizme, eskiden ilhâdiye ve dehriyye denilirdi. Ateist de: Allah’ı inkâr eden; tanrısız, dinsiz kâfir demektir. Ateizme Ateistlik de denir.

Ateşe Tapma: Mecûsilerin dini, Zerdüşt dininde esas olan tapınma. “Mecûs” (ateşe tapanlar) 22/Hacc, sûresi, 17. âyetinde geçer. Mecûs dinindekilere Mecûsî denilir. Zerdüşt: Milâttan önce altıncı asırda yaşamış, iyilikle kötülüğün mücâdelesi esasına dayanan, iyilik ve kötülük tanrısı olarak iki ayrı tanrıya inanılan ve ateşe tapılan dini kuran kişi. Bu dine mezdekîlik de denir. Zerdüşt, Bilgelik tanrısı Ahuramazda’nın kendisine göründüğünü ve ondan doğruluğu yaymak görevini aldığını ileri sürdü. Ahuramazda’nın en büyük tanrı olduğunu, öteki birçok tanrı arasında, yalnız ona tapmak gerektiğini savundu.

Ateşgede: Ateşe tapanların, Zerdüştlük inancına sahip olanların ateş yaktıkları tapınak. Tasavvufta; Sürekli hak aşkı ile yanan gönül anlamında kullanılır.

Athene: Yunan tanrılarından biri. Zeus’ün kafasından çıkan kızı. Yunan çoktanrıcılığının en ünlü ve önemli tanrılarından biridir. Atina kentinin koruyucusu ve ruhu sayılır. Savaşçıdır, babası tanrılar tanrısı Zeus’ün kafasından tepeden tırnağa silâhlı olarak çıkmıştır.

Atılan ok geri dönmez: Tasavvuf kültürüne göre; bir velî bedduâ ettimi mutlaka hedefini bulur. Bedduânın hedefine ulaşmasına engel olmak ve onu geri almak, velînin elinde değildir. Şeyhe ve velîye karşı işlenen suçun tevbesi ve affı olmaz.

Atina: Yunan mitolojisine göre, ruhunun tanrıça Athena tarafından temsil edildiğine inanılan Yunan kenti. Yunan mitolojisinde Athenai (Athena’nın kenti) adıyla anılır. Güzel sanatlar kentidir.

Atlantis: Yunan mitolojisine göre yok olmuş ada. Antik çağın ünlü Yunan düşünürü Platon’un anlattığına göre, eski bir Yunan masalında bu adı taşıyan bir ada varmış, sonradan denize gömülüp yok olmuş. Atinalıların oraya gönderdikleri ordu da adayla birlikte sulara gömülmüş.

Atlas: Yunan tanrısı, kralı ve dev. Yunan mitolojisinde iki Atlas vardır. Biri denizler tanrısı Poseidon’un Atlantis yerlilerinden Euenor’dan doğma oğludur ve babası tarafından Atlantis kralı yapılmıştır. İkincisi bir devdir, dev tanrı. Yunan mitolojisinde Olimpus tanrılarına karşı yapılan bir başkaldırı hareketinde yer alan ve cezâ olarak dünyanın ucunda ebediyyen dikilerek semâları sırtında taşımak zorunda bırakılan bir titan (dev); Hesperides’in babası. Sihirli elmaları almaya geldiğinde Herkül’e yardım ederken, kısa bir müddet semâları sırtlama işini Atlas’ın yerine Herkül’ün yaptığına inanılır.

Avesta: Mecûsilerin kutsal kitabı. Zerdüşt’ün sözleri olduğuna inanılan kitap. Eski İran diliyle yazılmıştır. Aslının on iki bin öküz derisine yazıldığına ve bu metnin de İskender tarafından yaktırıldığına inanılır.

Avrupa: Bkz. Europa

Ay ata: Eski Türk yaratılış mitolojisinde yaratılan ilk insan. Onun eşi ise Ayva idi.

Ayazma: Yunanca “kutsal” demektir. Hıristiyanlıkta bir aziz veya azizeye isnat edilen kuyu veya pınar için kullanılır. İsa Mesih’in vaftizinin hâtırasına adanan su veya su kaynağı. Bazı yörelerde bu suyu içmekle veya vücuda sürmekle hastaların iyileşeceğine inanılmaktadır.

Âyin: Dinî merâsim, İbâdet. Âyin, Farsça bir kelime olup, aslında âdet, gelenek, usûl ve kanun demektir. Dilimizde hıristiyanların dinî tören ve İbâdetlerine denilir. Dinsel bir amaçla; günahlardan sıyrılmak, sevap elde etmek, kötü güçleri kovmak, İlâhî güçleri yardıma çağırmak gibi gâyelerle tek veya toplu şekilde yapılan tapınma, ritüel. Âyinler, dinî geleneklerin temel özelliklerinden birisidir. Gelenekten geleneğe farklı âyin şekilleri olabileceği gibi, birçok dinde görülebilen ortak âyinler de vardır. Âyini-i rûhânî: Hıristiyanlarda dinî tören demektir. Bütün din mensuplarının, mecûsîlerin, yahûdilerin ve özellikle hıristiyanların İbâdethânelerde icrâ ettikleri toplu dinî törenler, İbâdetler için kullanılır. Tasavvuf kültüründe ise; tarikat ehlinin kendi aralarında belli bir usûl ve düzene göre topluca icrâ ettikleri zikir, dinî merâsim, semâ bu adla anılır. Âyin-i Tarikat: veya Âyin-i Ehlullah: Evliyâ âyini; a) Şeyh veya halifesi tarafından yönetilen, mürit ve dervişlerin iştirâki ile yapılan tarikat âyinleri; b) Evliyânın sîreti, gidişâtı, harket ve İbâdet tarzı, meşrebi ve zihniyeti. Bütün tarikatlerde belli âyinler ve dinî törenler, başka bir deyimle vecd yolu ile Allah’a yaklaşmak için yapılan belli hareketler vardır. Bu âyine Mevlevîler semâ veya mukabele, Kadirîler devrân, Rifâîler Zikr-i Kıyâm, Nakşibendîler Hatm-i Hâcegân ismini verirler. Bu âyinler tekkelerde, zâviyelerde, mescidlerde ve evlerde icrâ edilir. Birkaç tarikat hâriç, bütün tarikat âyinlerinde besteli şiirler ve İlâhîler, bazı tarikatlerde ise buna ilâve olarak tef, ney ve kudüm gibi çalgı âletlerini çalmak esastır. Âyin-i Niyâz: Bektâşîlerin, Babaya gelip hayır ve himmet istemek için onun huzurunda yüz ve gözlerini yerlere sürerek yalvarırlar, buna niyâz etme ve niyaz âyini adı verilir. Bu âyin, Mevlevîlikte de vardır. Âyin-i Cem: Cem veya Cemşid âyini demektir. Efsâneye göre şarabın mûcidi olan eski İran hükümdarlarından Cem veya Cemşid adına yapılan törendir. Tasavvufta; Bektâşilerin ve Alevî zümrelerin çeşitli vesilelerle düzenledikleri müzikli ve içkili toplantıya bu ad verilir. Alevîlerde kadınlar da bu âyinlere katılır.

Aziz (sint, saint): Kutsallığına inanılan kişi, ermiş insan. Hıristiyanlık tarihinde azizlik kurumu çok büyük bir önem taşır. Aziz, önce halkın inancıyla azizleşir, sonra kilise tarafından resmen aziz olarak tanınır ve açıklanır. Hıristiyanlıkta otuz beş bin aziz bulunduğu tespit edilmiştir. Meşhur hıristiyan araştırmacılarından Camille Jullian şöyle der: “Ancak azizlerin mezarlarına sahip olduktan sonradır ki, hıristiyanlık halk yığınlarınca kabul edilmiş ve tutulan bir inanç haline gelmiştir.” Hatta ilk hıristiyanlar, Kelt kasabalarında kendi inançlarını yayabilmek için onların kutsal saydıkları mezarların üstüne birer haç dikip benimsemek zorunda kalmışlardır.

Bâtıl ve Bâtıl Dinler: Bâtıl: Doğru olmayan, yanlış, boş ve geçersiz olan demektir. Hakkın karşıtı olan bâtıl, Allah’ın indinde geçerli tek din olan İslâm’ın dışında veya ona muhâlif olan her şey için kullanılır. Kur’an’da, hakkın yanında bâtılın hiçbir yerinin olamaycağı, zira hakkın gelmesiyle bâtılın zâil olacağı, ortadan kalkacağı ve bâtılın zâten yok olmaya mahkûm olduğu belirtilir (17/İsrâ, 81; 21/Enbiyâ, 18). Tasavvuf anlayışına göre bâtıl inkâr olunamaz. Çünkü eşya zıddıyla kaimdir. Onun için bâtıla da hak nazarıyla bakmak gerekir. “zehî hayâl-i muhâl, zehî tasavvur-ı bâtıl” (Anonim). Bâtıl Dinler: İnsanlar tarafından ortaya atılan, beşerî dinlerdir. İnsanın uydurmasına dayanan bu dünya görüşü ve hayat anlayışları, hak dine alternatif olarak ortaya konulan bazen din olarak, bazen felsefe veya ideoloji olarak ortaya konulan görüşlerdir. Başlangıcından itibaren vahye dayanmayan tüm din ve ideolojiler, dünya görüşlari ve yaşama biçimleri birer bâtıl dindirler. Adına din denilmeyen kapitalizm, komünizm, materyalizm, laiklik ve demokrasi de birer bâtıl din kabul edilmelidir. Bâtıl İnanç: Doğru olmayan, dinin temel yapısının dışında olan ve genellikle eski geleneklerin veya diğer inanç sistemlerinin bir uzantısı olarak kabul edilen şeylerdir. Bâtıl inançların temelinde yanlış tabiat bilgileri, mantık dışı düşünceler, yanlış korkular ve tutkuların etkileri vardır. Falcılık, yıldız veya rüya yorumları, kehânette bulunma, gizemli tedavi biçimleri, cin korkusu, büyü, sayı sembolleri bâtıl inancın tipik tezâhürleridir. Gerçek dinî inancın kaybolduğu yerde bâtıl inanç bunun yerine geçer.

Bedîuzzaman: Bedî’: Eşi ve benzeri olmayan, örneksiz olarak yaratan (Bak. 2/Bakara, 217) demektir. Allah’ın güzel isimlerinden (esmâü’l-hüsnâ’dan) biridir. Hayret verici, eşsiz güzellikte olan, benzeri olmayan şeyleri vücuda getiren, kimseye benzemeyen, icat edici olan, yaratıcı anlamında kullanılır. Bedîuzzzaman: Zamanın bedîi olanı, zamanda kendisi gibi görülmedik olan. Kimseye benzemeyen demektir.

Bekçi: Sahip, hâkim, hâmi, muhâfız. Tasavvuf kültüren göre; her beldenin bir sahibi, yani mânevî bekçisi ve muhâfızı vardır; Bu da velîdir.

Bellona: Romalıların savaş tanrıçası. Savaş tanrısı Mars’ın karısı ya da kız kardeşidir. Yunan tanrıçası Enyo’nun Latinleştirilmişidir.

Beşler: Tasavvuf kültürüne göre; Cebrâil’in kalbi üzere bulunan (rûhânî his ve bilgilerini ondan alan) beş ermiş. Ruhların hükümdarı olan Cebrâil’in nefesinden ve ilminin feyzinden kalpler hayat bulduğu gibi, tarik ehlinin hükümdarları olan beşlerin nefes ve ilim feyzinden de gönüller hayata kavuşur.

Bî-reng: Renksiz. Tasavvufta; dinlerin birliği (vahdet-i edyân). Bütün renklerin aslı renksizlik olduğu gibi, bütün dinlerin aslı da bir ve aynıdır. Bu da bütün insanların “elest bezmi”nde kendilerinin kul, Allah’ın Rab olmasını kabul etmelerinden ibâret olan tek ve bir dindir. Belli bir mertebeye ulaşan mutasavvıf, bütün din mensuplarına aynı gözle bakar. Çünkü hepsinin aslı birdir. Bütün dinler ve mezheplerde esas olan sözkonusu dinin renkleridir. Hallâc’a göre insanlar, kendilerinin tercih ettikleri din üzere değil; kendileri için tercih edilen din üzere bulunurlar. İbn Arabî’ye göre Allah, kendisinden başkasına İbâdet edilmemesine ferman buyurduğundan, esasen Ondan başkasına İbâdet etmek mümkün değildir, başka şeylere İbâdet edenler farkında olmadan Ona İbâdet ederler.

Brahmanizm: Vedaları vahiy mahsûlü olan kutsal kitap kabul eden ve reenkarnasyon (tenâsüh/ruh göçü) inancına yer veren, Hinduizm tarihinin Vedalar sonrası iksinci safhası. Adını hem râhipler sınıfı Brahmanların ağırlıklı konumlarından hem de tanrı Brahma’ya verilen önemden alır. Brahmanizmde karmaşık kurban işlemleri ve kast sistemi gelişerek ağırlık kazanmıştır.

Buda (Buddha): Budizmin kurucusu Gautama Buddha için kullanılan bir unvandır. Tharavada Budistleri geçmiş dünya çağlarında birkaç Buddha’nın bulunduğunu ve gelecekte de yine diğe Buddhaların var olacağını kabul etmekle birlikte, içinde bulunduğumuz dünya devrinde yalnızca bir Buddhanın, yani Gautama’nın varlığını benimserler. Mahayana Budtistleri ise sayısız Buddha ve Bodhisattvaların varlığını kabul ederler.

Budizm: MÖ 6. veya 5. yy’da Gautama Buddha’nın öğretilerine dayalı olarak Hindistan’da kurulmuş olan misyonerliğe dayalı büyük inanç sistemlerinden birisidir. Hindistan’da doğup orada gelişmesine rağmen sonradan anavatanında hemen hemen yok oldu ve daha ziyade uzak doğuda yayıldı. Tarihî süreç içerisinde Budizm, iki ana kola ayrılmıştır. Bunlardan hinayana’nın (Küçük araba) Tharavada (eskilerin geleneği) ekolü, Güneydoğu Asya’da, Seylan, Burma, Tayland ve Kamboçya’da yayılırken, Mahayana (Büyük araba) mezhebi ise Tibet, Çin, Kore, Japonya ve Vietnam’da taraftar buldu.

Hinduizm içerisinde reformist bir hareket olarak ortaya çıkan Budizm, Hinduizmin tanrı düşüncesini ve kast sistemini reddeder. Acı ve ıstırapla dolu insanın kendi çabasıyla kurtulabileceğini savunur.

Büdelâ: Bedel, karşılık, denk, bir şeyin halefi ve değişiği anlamına gelen “bedel”in çoğuludur. Tasavvufta; Yediler (yedi evliyâ) anlamına gelir. Bunlardan her biri gözden kaybolur, bir anda çok uzak mesafelere giderler. Gözden kayboldukları vakit, yerlerine her yönden kendilerinin tıpkısı olan canlı bir beden bırakırlar. Hâl, hareket ve şekil bakımından aslından ayırt edilmeyen bu bedene “bedel” ve “bedil” denir. Bedel bırakma gücüne sahip olan velîlere “büdelâ” denir (bak. Abdal maddesi).

Burç: Güneş sisteminde yer alan on iki takım yıldızın her biri: Koç, Boğa, İkizler, Yengeç, Aslan, Başak, Terazi, Akrep, Yay, Oğlak, Kova, Balık. Güneş her yıl bu takım yıldızlarından birinin bölgesinde bulunur. Burçlar, daha çok fal için, kişinin geleceğini öğrenmek gibi bâtıl, yalana dayanan ve büyük günah kabul edilen gaybı bilme iddiasının aracı olarak eski zamandan beri kullanılır. Hemen tüm bâtıl dinlerde burçların yeryüzündeki yaşam ve insanlar üzerinde etkili oldukları düşüncesi mevcuttur. Maalesef son zamanlarda daha yaygınlaşarak şuurlu zannedilen Müslümanlara kadar bu şirk düşüncesi yayılmakta, insanlar, kendi kaderlerini burçlarda görmektedir.

Büt: Put, sanem. Divan edebiyatında sevgiliye istiâre yoluyla büt ve sanem denilir. Buradaki put, daha çok kilise duvarlarındaki mozaik işlemeli tasvirler yerine kullanılır ve sevgilinin o tasvirler kadar güzel olduğu anlatılmak istenir. Putun güzel kabul edilmesi, İslâm etkisi altında oluşturulduğu değerlendirilen bir edebiyat için (Osmanlı divan edebiyatı) ne kadar İslâmîdir, orası hiç gündeme gelmez. Sevgilinin beni ile kâkülü putperest olarak bilinir. Küfr kelimesinin siyah anlamı ve kâfir kelimesiyle olan ilişkisi böyle bir teşbihe sebep olur. Bu küfür karşısında yanak, aydınlık şekliyle imanı simgeler. Yine sevgilisinin güzelliği bir puthâne gibidir (Meselâ câminin değil; puthanenin de örnek güzelliği kabullenilir). Âşık, sevgilisinin güzelliği karşısında kendini bir puthânedeki kadar dinden imandan çıkmış olarak gösterir. Çünkü o güzellik aklını başından almış ve onu, ne yaptığını bilmez hale getirmiştir. Büt kelimesi, Çin ile birlikte kullanıldığında ortak yön resim olur. Çünkü resmin Çin’den çıktığı ve en güzel resimlerin orada yapıldığı görüşü yaygındır. Büt-i tersâ: Hıristiyan putu. “Demâdem cevrler çekdiğim bî-rahm bütlerden / Bu kâfirler esîri bir müselmân olmasın yâ Rab.” (Fuzûlî); “Ol büt-i tersâ sana ‘mey nûş eder misin?’ demiş / El aman ey dil, ne müşkilter suâl olmuş sana.” (Nedim) (O Hıristiyan güputu -güzel-, sana ‘şarap içer misin?’ demiş. Aman ey gönül, sana ne zor bir sual sormuş!)

Cadı: Büyücü kadın; Geceleri dirilip insanlara kötülük ettiğine inanılan ölü kadın, hortlak. Cadı inancı özellikle ortaçağ Avrupa’sında çok yaygındı. Büyücülük yapanların da bu cadılar olduğuna inanılmış ve cadı kelimesi, büyücü anlamında da kullanılmıştır. Hıristiyanlık tarihinde büyücü avları gibi cadı avları da ünlüdür. Cadı sayılıp yakılanların sayısının ortaçağ hıristiyan Avrupasında milyonları aştığı tarihlerde yazılıdır.

Câhiliyye: Câhiliyye; lügatta “bilgisizlik” mânâsına gelir, ilmin zıddıdır. Beyinsizliği ve hamâkati de içine alır. Genellikle İslâm’ın hâkim olmasından önceki hayatı içine alır. İslâm’ın ortaya çıkmasından önceki küfür ve sapıklık hali anlamında kullanılır. Istılah olarak: “Allah’ın indirdiği hükümleri ve bilgileri kabul etmeyip bunların yerine insanlar tarafından konulan hükümlere, düşüncelere ve sistemlere inanmaktır.”

Kur’an’da genellikle bu anlamda yer almıştır. Mâide Sûresi 50. âyete göre; Allah’ın koyduğu hükmü, hududu dikkate almayan bütün sistemler, câhiliyyeye dayanmaktadır. Helâl ve haram hudutlarını önemsemeyen bütün ekonomik kuruluşlar, câhilî sermayeye dayanmak durumundadır. İnsanları Allah’ın dinine göre eğitmeyen bütün eğitim sistemleride câhilî eğitim durumundadır. Câhiliyye kavramı, hakka ve hakikate dayanmayan her türlü itikadî ve amelî unsurları içine alan bir kavramdır.

Câhiliyye, “bilgisiz olma”yla eş anlamlı görünmüş olsa da, temelde bir düşünme biçimi, bir sistem, bir yaşantı şeklidir. Kur’an’ın İslâm dışı toplumların ve kişilerin tutum, davranış, yaşantı ve kurdukları sistemi tanımlamak için kullandığı bir kavramdır. Değer yargılarını, ahlâk kurallarını, inanç, düşünme ve davranış biçimlerini bünyesinde toplayan ve kendine bağlı insanların yaşayışlarına yön veren iki sistemden biri İslâm; diğeri hangi ad altında olursa olsun “câhiliyye”dir. Şirk ve küfür, bu sisteme inanç ve itikad yönüyle ad olurken, câhiliyye de, kabul edilen değer yargıları ve davranış biçimleri, yani sosyolojik yönüyle ad olur. Câhiliyye, “bilgisiz olmak”tır; evet, esas bilinmesi gerekeni bilmemek, yanlış bilgi sahibi olup, bilmediğini de bilmemek, hevâya, kuruntuya, zanna uymaktır. Esas bilinmesi gereken Hakk’ı hak olarak bilmemektir, câhiliyye.

Câhiliyye, belli bir döneme ait bir olgu değil; insan hayatında sürekli var olan dinamik ve yaşayan bir olgudur. Peygamberimiz’den önceki dönem câhiliyye devri olduğu gibi; günümüz modern câhiliyyesi de en büyük ve en ilkel câhiliyyedir. Câhiliyyenin, kendine göre (Allah'a dayanmayan) inanç sistemi (3/Âl-i İmrân, 154), yaşayış biçimi 48/Fetih, 26), ahlâk anlayışı (33/Ahzâb, 33) ve devlet görüşü (5/Mâide, 50) vardır.

İslâm’ın zıddı, câhiliyyedir. (Câhiliyye bir inanç ve yaşama biçimi olarak İslâm’ın dışındaki her türlü küfrün ortak adıdır. Küfür demektir.) İslâm’ın her parçasının karşısında mutlaka câhiliyye vardır.

Câhiliyye dönemi Arap Dini: Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’in İslâm’ı tebliğ edip Mekke fethiyle birlikte tüm Arabistan yarımadasında tevhid dini olan İslâm’ı hâkim kılmasından önceki dönemde, Arabistan’da hâkim olan dinsel yapı. Dinler tarihinde bir adı bulunmayan bu dinin temel karakteristikleri, Yüce bir Allah inancına sahip olmakla birlikte, O’na birçok konuda şirk koşulması, çeşitli gök cisimlerinin, tabiat nesnelerinin, melek ve cin gibi bazı metafizik varlıkların ve kabile reisleri, zenginler ve asiller gibi bazı kişilerin tanrılaştırılması ve bunlara dayalı bir paganizmin mevcut olmasıydı.

Cibt: Put, tâğut, habis ve alçak, kâhin, ruhsuz ma’bud. Allah’ın dışında kendisine kullukta bulunulan her şeye ve her kişiye isim olarak verilir. “Kendilerine Kitap’tan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve cibt’e ve tâğûta (putlara ve sahte tanrılara) iman ediyorlar, sonra da kâfirler için: ‘Bunlar Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır’ diyorlar.” (4/Nisâ, 51). Cibt, Allah’ın otoritesine karşı çıkan ve insanları yönetme ve yönlendirme iddiâsını taşıyan her kişi ya da kurum için kullanılır. Tâğût kelimesiyle eşanlamlı gibidir. Cibt ve tâğut, Allah’tan başka ilâh olarak tanınan ruhlu ve ruhsuz ma’butların, putların tam isimleridir. Kur’an’da bu terim, şirki tevhidden -sırf düşmanlık ve kinleri yüzünden- üstün gösteren bazı Yahûdilerin bâtıla ve puta inandıkları, inkâr edenlere müşriklerin Müslümanlardan daha doğru yolda olduklarını söyledikleri anlatılırken sözkonusu edilmektedir. Allah bu tip adamlara lânet etmiştir. (bak. Tâğut)

Cifr: Harflere verilen sayı kıymeti ile, geleceğe veya geçen hâdiselere, ibârelerden tarih veya isme dair işaretler çıkarmaya denir. Ebced hesabının bir çeşididir. Harflere verilen ebced değerleri gibi, rakam ve remiz (sembol) ile ifade edilen, gelecek hakkında haber verdiğine inanılan bilgiye ad verilen cifr, hurûfilik denilen sapık bir tarikat tarafından dini, tümüyle zâhirinden farklı değerlendirmeye sebep olan anlayıştan etkilenerek ortaya çıkmıştır. Hurûfiliğin kaynağı da yahûdi kabalası, eski Yunanlardan kalma Pisagorculuk ve çeşitli câhiliyye tılsımlarıdır. Değişik sihirlerde, kayıp bulmada, gayba taş atmada ve muskalarda bol bol cifirden ve ebcedden yararlanılır.

Cin: Gözle görülmeyen canlı varlık; Cinler tarafından çarpılmaya, daha doğrusu böyle kabul edilen felç vb. sakatlıklara cin çarpması, veya şeytan çarpması denilir.

Cincilik: Yere ait ruhlardan, yani cinlerden yararlanılarak, daha doğrusu böyle bir iddia ile yapılan sihirdir. Bu tür büyülerle uğraşanlara da cinci denir.

Çan: Eski Mısır, Yunan ve Roma kültleri yanı sıra, uzakdoğudaki şintoizm gibi çeşitli din ve geleneklerde, tanrıları uyarmak, kötü güçleri kovmak, dinî âyin ve törenleri düzenlemek ve benzeri amaçlarla kullanılmıştır. Şintoizmde çan, mâbed girişinde çalınır. Hıristiyanlıkta çanın Kartaca’da kullanılışıyla ilgili ilk bilgiler 6. yy’a âittir. Öten yandan Roma’da Papa Sabiniamus’un 604 yılında çan kullanımını Batı kilisesine soktuğu belirtilir. Doğu kiliselerinde ise çan 9. yy’dan itibaren kullanılmaktadır.

Çaput: Türbelere bağlanan kumaş parçaları. Mezar taşı, türbe ve tekke penceresine veya o civardaki ağaçlara düğümler, çaputlar bağlamak eski Türk câhiliyyesinden devralınan hurâfe ve putperest özelliklerindendir. Türkler, müslüman olmadan önce sahip oldukları türbelere ve kutlu saydıkları ağaç ve çalılara paçavra bağlamak ve mezarlarda mum yakmak gibi câhiliyye âdetlerini, İslâm'ı kabul etmeleriyle birlikte yeni dinlerine katmışlar, hâlâ da bu hurâfe ve bâtıl inanışları terkedememişlerdir.

Çarpmak: Bir ermişin veya yatırın gazâbına uğramak. Velîlere, ermişlere, yatırlara veya kutsal şeylere hakaret edilip bu gibi kişiler ve nesneler aşağılanınca ermişlerin ve yatırların mâneviyâtı ve rûhâniyeti onları cezalandırır.

Ayrıca, cin, peri, şeytan, ifrit, kara büyü, sihir ve benzeri güçlerin etkisinde kalarak bunlardan olumsuz etkilenme hali için çarpılma deyimi kullanılır. İslâm’da bâtıl bir inanç olarak nitelenen çarpılma tasavvuruna dünyada mevcut birçok innaç sisteminde yer verilir. Şamanizm gibi bazı din ve gelenekler bunu, doğaüstü güçlerle trans halinin sağlanması açısından olumlu bir durum olarak görürken, diğer birçok gelenekte bu hoş karşılanmaz ve bundan korunma yolları aranır; çarpıldığına inanılan kişilere çeşitli mânevî tedâvi işlemleri uygulanır; cincilerden yardım alınır. Bütün bunların putperestlikle ilişkisi sözkonusudur.

Çelenk; Cenâzeye Çelenk Götürmek: Cenâzeyi çelenklerle uğurlamak hıristiyan âdetidir. Çelenk, aslında hıristiyanların kutsal kabul ettiği haç taşıma aracıdır. Haçı çıplak taşımamak için onu çiçeklerle süslemekte ve öylece mezara kadar götürmekteler. Peki, bir müslüman, bu çelenk hurâfesiyle mezara ne götürmekte veya göndermektedir? Hıristiyanın haçını mı, yoksa çiçek buketleri arasına sıkışmış, üzüntülerle harmanlanmış hurâfeleri mi? Yapmadığı duâları mı? Çelenk için, cenâze için çiçeği koparmak, onu zikirden/İbâdetten ve insanlara güzellikler veren özelliklerden mahrum etmektir. Ayrıca israftır, bu paralarla fakirlere sadakalar verilse daha iyi olmaz mı?

Dinimiz, kabir üzerine yığılmış kurumaya mahkûm çelenk ve çalı değil; büyümeye ve yeşil kalmaya lâyık fidanlar, çiçekler dikilmesinden yanadır. Peygamberimiz bizzat buna örnek vermişler, iki kabrin üzerine hurma fidanı dikerek, "bunlar yeşil kaldıkça, içeridekiler için rahmet vesilesi olmaları umulur" buyurmuşlardır. O halde ne yapılması gerektiğine dikkat edilmelidir? Allah'ı râzı etmek, cenâzeye rahmet vesilesi olmak veya hıristiyanları körü körüne taklit edip hurâfeyi çağdaşlık sanarak çeşitli zararları seçmek. Kararı inançlar belirleyecektir.

İslâm hayat dinidir. Her şeyde canlılık ister. Bu sebeple de hayat sembolü olan yeşili, yeşilliği korur, geliştirilmesini teşvik eder. Rahmete, berekete, sıhhate ve çevre sağlığına yararlı ve yeşilliğin (her çeşit ot, bitki ve ağaçların) Allah'ı kendi halleriyle zikredip İbâdet ettiklerini kabul eder. Ne var ki, her güzel ve doğrunun düşmanı olan hurâfe ve bâtıl inanışlar, kör taklitçilik, amacı bilinmeden başka milletlerden devşirilen, kapılardan gümrüksüz geçirilen câhiliyye âdetleri yeşilin ve yeşilliğin de düşmanıdırlar.

İslâm ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan "hıdırellezde yeşil çiğnemek gerek" düşüncesi ve uygulaması, yılbaşı kutlamaları dolayısıyla çam kesmeler, vitrin süslemeler, bayramlarda mezarlara yeşil çalı götürmeler, kabirlere çiçek bırakmalar, büyük kentlerde salgın hale gelen cenâzeleri çelenklerle uğurlamalar gibi bir sürü uygulama, bize yabancı, zararlı ve başka milletlere benzeme girişimleri olarak sosyal ve dinî bünyeyi kemirip durmaktadırlar. Ölüm ve ölüm ötesi ile ilgili hurâfe ve bâtıl inanışlar, gün geçtikçe artmaktadır. Oysa çok dikkatli davranılması gerekli hayat olayı, ölüm ve sonrası ile ilgili muâmelelerdir. Ne ses, ne gürültü, ne bando, ne top arabası, hatta ne slogan... Sadece acele fakat telaşsız, üzgün fakat vakur, hayat kadar ölüme de râzı bir havada, duâlarla ve sürekli ölümü düşünerek ölü için duâ makamında kılınacak cenâze namazı ve yapılacak mütevâzi bir merâsim, ölene karşı son görevin yerine getirilmesi için kâfidir. Ötesi bir yığın hurâfe ve günahtır, israf ve yorgunluktur, cenâzeyi de rahatsız, huzursuz etmektir.

Bir de kurban olarak horoz adamak veya kesmek var ki, horozdan kurban olsa olsa, böyle sahte tanrılara olur dedirtiyor insana. Yine, yatırların yanlarına konulan tuz ve şekerlerden medet ummak, onları şifalı kabul edip almak veya dağıtmak, istismarcıların ekmeğine yağ süren hurâfelerdendir. Oraların toprağını kutsal kabul edip beraberinde götürmek, kabirlerin etrafında tavaf etmek... Bütün bunlar şirk unsuru olan hurâfelerdir.

Çelîpâ: Haç, put, salîp. Edebiyatta, özellikle Divan edebiyatında sevgili için kullanılır. Sanat eseri sayılan putta güzellik olduğu varsayımından yola çıkılarak “put gibi güzel” demek istenir. Aslında bâtıl müslümana göre güzel olamaz, kişiyi Allah’tan uzaklaştıran ve şeytana, cehenneme yaklaştıran şeyin güzel olması sözkonusu olamaz. Bir müslümana göre putun güzelliği kabul edilemez. Bununla birlikte “büt” ve “sanem” kelimeleri gibi, aynı anlama gelen “cibt” ve “çelîpâ” kelimeleri de sevgili için, çelîpâ kelimesi de özellikle sevgilinin saçı için sözkonu edilir. Sevgililerin birer kâfir olduğu düşünülürse, saçlarının da çelîpâ (haç/put) olması uygun görülmüştür. “Tonanup ol büt-i Çîn atlas u dîbâlar ile / Deyr-i hüsnün bezemiş müşg-i çelîpâlar ile.” (Ahmed Paşa)

Çevre; Sosyal Çevre: İnsan, her türlü zihinsel ve duygusal yapıya sahip olarak gelişmeye hazır bir vaziyette dünyaya gelir. Bu gelişim sürecini devam ettirebilmek için toplum içerisinde yaşamak ve diğer insanlardan faydalanmak zorundadır. Bu yönüyle toplumsal bir varlık olarak değerlendirilen insan; inancını, bakış açısını, her türlü değer yargısını, kimlik ve kişiliğini içinde yaşadığı toplumdan alır. Fakat belirli bir noktaya gelindiğinde toplum, insanın benliğini, irâdesini, idrâkini kuşatır, âdeta esir alır, hapseder. İnsanın, toplumun koyduğu normları aşabilmesi bir mesele haline gelir. Zira toplumlar kendi normlarını bireylere benimsetmek onların düşünce, inanç ve davranışlarını yönlendirmek ister. Bu, toplumun putlaşması demektir.

Toplum, binlerce yıllık birimini, tecrübelerini, örf ve âdetlerini, inançlarını, değer yargılarını bireylere aktardıktan sonra, bu sosyal değer ve normların eleştirilmesine tahammül edemez, kendine mensup bireylerden mutlak itaat bekler. Bu normlar karşısında şüpheye düşülmesini bile istemez. Sosyal çevre, insanın her yönüyle gelişimine uygun bir ortam olmakla birlikte, belli bir aşamadan sonra yetersiz kalmakta, hatta fertlere alternatif tanımadığı zaman da zararlı olmaktadır. Hür düşünme ve araştırma imkânlarını ortadan kaldıran toplumsal çevre baskısı, hiçbir zaman hoş karşılanmamaktadır.

Kur'an kültürüne dayalı bir perspektiften baktığımızda, yapılarına göre iki tür toplumun varlığından söz edebiliriz. Biri normları İlâhî öğretiye dayalı toplumlar (İslâmî toplum/ümmet), diğeri normları câhilî öğretiye dayalı toplumlar (câhiliyye). Câhiliyye toplumlarında insanı doğruluktan, iyilikten, güzellikten uzaklaştırıcı bir baskı vardır. İşte böylesi toplumlarda toplumun yanlışlığına rağmen doğruyu görmek, toplumun kötülüğüne ve çirkinliğine rağmen iyiyi ve güzeli tercih etmek, söz konusu topluma ve toplumsal değerlere karşı çıkmayı, baskılara göğüs germeyi gerektirir. Ayrıca kişiliğini içinde bulunduğu toplumla özdeşleştirmiş kimseler için böyle bir durum geçerli değildir. Bunlar için, içinde yaşadıkları toplumu reddetmek kendi kişiliğini reddetmek gibi imkânsızdır. Bu tip insanlar İlâhî bir mesajla, hak sözle karşılaştıklarında kendilerine göre bir değerlendirme yapma yeteneklerini işlevsiz hale getirmişlerdir. Böyle bir durumda zihinlerinin ilk çağrıştırdığı şey, içinde yaşadıkları toplumun yaklaşımlarıdır. Doğru da olsa yanlış da olsa toplumun reddettiği her şey, toplumun bireylerince kabul edilemezdir; bu toplumun yazılı olmayan yasasıdır/nassıdır.

Hak bir sözle, İlâhî bir mesajla câhiliyye toplumunun karşısına çıkanlar şu tür sorulara muhâtap olurlar: "Bu kadar insan bilmiyor da sen mi biliyorsun? Bunca insan yanlış yolda da, sen mi doğru yoldasın, yani bu kadar insan aldatıldığının farkında değil de, bunu bir sen mi farkettin? Daha senin yaşın kaç? Biz bu yaşa kadar atalarımızdan buna benzer bir şey duymadık, böyle bir şey görmedik..."

Evet, bu kimselerin anlayışına göre iyi ve doğru, çoğunluğun kabul ettikleridir. Peki nedir çoğunluğun özellikleri? Kur'ân-ı Kerim, çoğunluğun "yoldan çıkmış, fısk ehli" (5/Mâide, 59; 7/A'râf, 102; 9/Tevbe, 8), "vahiy bilgisine karşı ilgisiz" (7/A'râf, 187; 12/Yûsuf, 21; 30/Rûm, 6; 34/Sebe', 28), "Allah'ın verdiği sayısız nimetlere nankörlük eden" (2/Bakara, 243; 7/A'râf, 17; 12/Yûsuf, 38; 40/Mü'min, 61) ve "kâfir" (12/Yûsuf, 103; 13/Ra'd, 1; 17/İsrâ, 89) kimseler olduğunu belirtir. "Muhakkak ki Biz, bu Kur'an'da insanlara her türlü misali, çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların çoğu küfürden/inkârcılıktan başkasını kabullenmediler." (17/İsrâ, 89) "Andolsun ki eski milletlerin çoğu dalâlete düştü." (37/Sâffât, 71) "Sen iman etmelerine düşkün olsan bile yine de insanların çoğu iman edecek değillerdir." 12/Yûsuf, 103) "Elif Lâm Mîm Râ, Bunlar Kitab'ın âyetleridir. Sana Rabbinden indirilen haktır, fakat insanların çoğu iman etmezler." (13/Ra'd, 1)

Kur'an ölçülerine göre itikadî ve ahlâkî açıdan olumsuz kimlik taşıyan, normları câhiliyye esaslarına göre belirlenmiş toplumlar, çoğunluğun câhil, gâfil ve kâfir olması sebebiyle insanları Hak yoldan saptırabilecek bir etkinliğe sahiptir. Yüce Allah konu üzerinde mü'minlerin dikkatini çekecek uyarılarda bulunur: "Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan; seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler." (6/En'âm, 116). Bu âyet, aynı zamanda, hakkın tek, bâtılların ise birden fazla olduğuna, yerküre üzerinde yaşayanların çoğunluğunun da kâfirler topluluğuna mensup olduğuna işaret eder. İnsanın bâtıl inançlara mensup toplumla etkileşiminden genellikle bâtıl inançlar doğar. Her insanda çoğunluğa ayak uydurma, çoğunluğun beğenisini kazanma eğilimi, çoğunluk tarafından dışlanma korkusu vardır. İnsanın içerisinde yaşadığı toplum inanç açısından Tevhid üzere ise, toplumun yapacağı etkileme olumlu olur. Fakat toplum dalâlet ehli insanlardan oluşuyorsa etkileşim de bu doğrultuda olacağından, dalâlet ehli toplum, inkâr motivi işlevini görür. Bu durumda İslâm, çoğunluğun değer yargılarına değil, Kur'an öğretilerine itibar etmeyi öngörür.

Bireyin kimlik ve kişiliğinin oluşmasında çoğunluğun, yani sosyal çevrenin rolü inkâr edilemez. Sosyal çevre, doğrudan doğruya olmasa bile, dolaylı olarak etkide bulunur. İslâmî açıdan bozuk bir çevre, öncelikle ruhu bozar. Ve bozulan ruhî ortamda, kutsal duyguların, yüce düşüncelerin gelişimi zayıflar, âdi düşünceler güçlenir, bayağı duygular revaç bulur. Böyle bir ortamda kişinin inkâra düşmesi kolaylaşır. Hatta olumsuz sosyal çevre, bireyin inkârcılığının bir motivi olur.

Çoktanrıcılık (Politeizm): Çok sayıda tanrıya tapma. Bir’den çok tanrıya tapan çoktanrıcılığın tanrıları, genellikle kişileştirilmiş doğa güçleri, atalar, şef ya da kahraman gibi saygı duyulan ölüler, kutsal sayılan bitkiler ve hayvanlarıdır. Günümüzden üç bin yıl önce insanların otuz beş bin tanrıya taptıkları saptanmıştır. Sümer mitolojisinden Yunan ve Roma mitolojilerine kadar bütün mitolojiler bu tanrıların serüvenlerini anlatırlar. Çoktanrıcılık, felsefe açısından doğatanrıcılık (panteizm) temeline dayanır. Kamutanrıcılık adıyla da anılan bu felsefî anlayışa göre tanrı, evrenin yaratıcısı değil; bizzat kendisidir. Bu anlayış, Müslümanlar arasında yaygınlaşan tasavvufta vahdet-i vücut (varlığın birliği) deyimiyle dile getirilmiştir. Çoktanrıcılığın tanrıları, insan niteliklidir, insanlardan tek ayrılığı ölümsüz oluşlarıdır. (bak. Politeizm)

Daktyl’ler ve Daktilo: İda dağının demirci cinleri. Tanrı Kybele’nin yoldaşları ve râhipleri sayılan bu cinler silâh yapımcılarıdır. Halkın ilk demircilere duyduğu hayranlıktan ve onları tanrılaştırmasından doğmuşlardır. Demir döverken çıkardıkları uyumlu seslerden ötürü de müzikte ritmin bulucuları sayılmışlardır. Yunanca daktiylos sözcüğü, parmak (el işçileri) anlamını dile getirir. Bunlara, parmak cinleri anlamında daktylos denir. Beş tane olan bu cinler, usta el işçisi olduklarından bu adı almışlardır. Bu cinler, tanrıça Rhea’nın Zeus’ü doğurmak içn ıkınırken yere dayadığ sağ elinin parmak izlerinden doğmuştur.

Darwinizm: Darvin’cilik. Darvin tarafından geliştirilen, bütün canlı varlıkların bir organizmadan evrim neticesi meydana geldiği görüşü, evrimcilik. Evrimcilik veya Darvincilik denen bu görüşü benimsemek, Allah’ı, Allah’ın yaratıcılığını inkâr demektir.

Dehriyye (Dehrîlik): Devre âit, zamana dâir demektir. Âlemin ezelî ve ebedîliğini iddiâ edip âhirete inanmayan inkârcı ve imansız bir fırka. Dehriye fırkası, her şeyin dehr, yani zaman tarafından tâyin edildiğini iddiâ erenem Allah’ın varlığını ve yaratıcılığını inkâr edenler ve bunların fırkası. Bugünün dünyasındaki ateizm ve materyalizm, dehriyenin mirası üzerine oturmuş, onların temelsiz görüşlerini savunmuşlardır. Dehrîlik, 10. yy’da Müslümanların yaşadığı ülkede ortaya çıkmış, bu görüşü savunanlar, zaman (dehr) ve maddenin yaratılmadığını, ezelî ve ebedî olduğunu iddiâ etmişlerdir. Kur’an’da geçen bir ifâdeden, Kur’an’ın nâzil olduğu dönemde de âhireti inkâr eden ve yalnızca içinde bulunduğumuz zamanın varlığını kabul eden bir grubun bulunduğu anlaşılmaktadır. Dehriyye, yalnız duyularla algılanabilen maddî dünyanın varlığını kabul eder, duyular üstü bir âlemin varlığı fikrini reddeder. Ayrıca, aklî bilgilerin kaynağının duyular olduğunu savunur. “Dediler ki: ‘Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helâk eder. Bu hususta onların hiçbir bilgisi de yoktur. Onlar sadece zanna göre hüküm veriyorlar.” (45/Câsiye, 24). Dirilmeyi ve âhiret hayatını inkâr eden dehrîler (materyalistler), ölümü “dehr” denen sürekli zamana veya tabiata bağlayarak, onun dışında ve üstündeki hakiki müessiri, Allah’ı tanımadıklarını ifâde ederler. Bunlara göre ölümü, gece ve gündüz, yani zaman hazırlar. Ruhları alan bir ölüm meleği yoktur. Bütün olaylar zamana dayandırılır. Ama onlar bu inancı beslerken zandan, ispatlanmamış teorilerden, varsayımdan başka hiçbir delile sahip değillerdir.

Demirhan: Eski Türklerde dağ başı-tanrı. Özellikle Yakut Türklerince inanılmıştır. Bazı metinlerde Yer-Su’lardan kutsal bir ruh sayıldığı yazılıdır.

Demokrasi: Batının laiklik, özgürlük vb. hemen tüm kavramları gibi demokrasi kavramı da kaypaktır. Sınırı, tanımı çok belirgin değildir. İsteyen istediği yere çekebilir. Yöneticiler ve etkin güçler, içini istedikleri gibi doldurabilir. "Halkın kendi kendini yönetmesi" belki tek ortak tanım. Onun da nasıl olacağı ve müslümanlıkla nasıl bağdaşacağı konusunda ortak görüş yoktur.

“Ver oyunu, gör oyunu!” “Kim daha oy alıyor/oyalıyor?” "Oy, oy!" diye halktan rey dilenenler, iş başına geçtiklerinde halkı "of, of!" diye inletirler. Buna rağmen oyun devam eder. Demokrasi sâyesinde insan, ısırıldığı delikten bir değil; on kez ısırılır. Tahterevallidir demokrasi; partilerin biri iner, biri çıkar. Ama bu tahterevallinin üzerine binilip oturulan yerinde gıcırdayan tahta kalas değil; inleyen halk vardır. Hangi doktrin, rejimde hâkimse, onun koyduğu kurallar işlemekte, hâkim gücün çarkının işlemesi için halkın desteğine ihtiyaç duyulduğundan, senaryosu önceden yazılmış oyunda, halka sadece figüran roller verilmektedir. Halkın seçmek mecbûriyetinde olduğu düzenin memurları, isteseler bile hâkim gücün/derin devletin sistemini değiştirme hakkına sahip olmadıklarından, halkı temsilen seçilenlere düşen iş, mevcut sistemin çarkının başında durmaktan öteye gitmez. Bu olayda halka düşen ise, düzenin bazı yerlerine idareciler tâyin ederek onların suçuna ortak olmaktır.

Demokrasi bir yönetim biçimidir; yönetimleri belirleme biçimi değil! Kendisi bir düzendir; başka düzenlere kapı değil! Davul tutanları seçme işidir; tokmakları değil! Egemen güçler tarafından kuralları belirlenmiş oyundur; oyun kurallarını belirleme işi değil! Demokrasi, kitabına uydurma rejimidir; Kitab’a uyma değil! Demokrasi ile disiplini esas alan rejimler arasındaki fark, önemsizdir: Totaliter rejimlerde kral veya general; “Ben böyle istiyorum!” der; Demokrasi ise, “sen böyle istiyorsun!” der.

Güçlünün hâkim olduğu rejimin adıdır demokrasi. Çağdaş bir masaldan ibarettir. Her ne kadar tersi iddia ediliyor olsa bile, seçenlerin ve hatta seçilenlerin değil; seçtirenlerin ve derindekilerin irâdesi önemlidir. Demokrasi, bir Truva atıdır. Halka, oy vermeme hürriyeti bile vermeyen çağdaş dayatma rejimidir. %51 delinin % 49 akıllıya gâlip getirilmesinin adıdır. Müslümanla kâfirin, mücâhidle İslâm düşmanının, âlimle câhilin, aydınla avamın eşit olduğu adâletsiz rejimin adıdır demokrasi. Demokrasi açısından, oy veren insanlar, eşit olmasına eşittir, ama bazıları daha çok eşittir. Elli bir pirenin kırk dokuz file gâlip getirilmesidir demokrasi. Kazanan ve kaybedenin maçtan önce belli olduğu şikeli bir karşılaşmadır. Hakka rağmen halk idaresi olmasının yanında; aslında halka rağmen egemen çevrelerin halkın inancına ters dayatmalar rejimidir. Teorisiyle pratiği birbirine bu denli ters bir anlayış, başka hiçbir ideolojide bu kadar sırıtmaz.

Demokrasi, bilindiği gibi batı kültürünün ürünü olan bir sistemdir. Batı medeniyetinin en önemli özelliği, insanın kendini ilâhlaştırarak, tanrıya başkaldırı, nefse, hevâya ve şeytana tâbi olmaktır. Demokrasi anlayışında da bu özelliği görürüz: Yüce Allah’ın nizamını kabul etmeyip, yönetimde insanların hüküm koyması ve Allah'ın indirdiğini bırakıp kendi hükümleriyle kendilerini yönetmek istemeleridir. Bunu demokratların ifadeleriyle (daha doğrusu, hal dilleriyle) söyleyecek olursak: “Sen kim oluyorsun ey tanrı! Biz kendi hayatımızı kendimiz düzenleyebiliriz. Kendimiz düzenlemek için yöntemler buluyor ve uyguluyoruz” demekteler; dilleriyle veya tavırlarıyla. -Basite indirgeyecek olursak- demokratik söylemin içeriği ve anlamı işte budur. Haliyle, başka bir bâtıl gâye için, insanı/halkı putlaştırma amacıyla bâtıl tanrılara başkaldırılınca, hak ilâh olan Allah Teâlâ’ya da başkaldırılmış oluyor. “Hevâsını ilâh edinen kimseyi gördün mü? Onun koruyucusu (bekçisi, vekili) sen mi olacaksın?” (25/Furkan, 43) İster “hümanizm” adıyla, ister “demokrasi” ideolojisiyle, Batının anlayışı, insanı Tanrı yerine koymaktır; insanı, yani kendi hevâsını tanrılaştırmak. Batıda düşünce, inanış, ideoloji ve sistemlerin hepsi hakkında bu yargı geçerlidir; bu hüküm, ortak bir değerlendirmedir.

Batı uygarlığının karşısında İslâmî dâvet vardır. İslâmî mesaj, Allah'a başkaldırı yerine İbâdeti öngörür. Fakat birilerine de başkaldırmayı emreder. Bu da nefsi, hevâyı ve şeytanı kapsamına alan “tâğut”a başkaldırmaktır. “De ki: Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Diğer yollara uymayın. Sonra o yollar sizleri O’nun yolundan ayırıp darmadağın eder. İşte sakınasınız diye size bunları emretti.” (6/En’âm, 153) Âyet-i kerime, gerçekten müslümanın hayatını, herhangi bir gedik bırakmaksızın tamamıyla Allah'a tahsis etmiştir. İşte Allah'a teslimiyet bu demektir. Ölüm ile noktalanıncaya kadar, hayatımızın tümünü, inanç ve kanaatlerimizden başlayarak tüm eylemlerimizi Allah için, Allah'a teslimiyet sûretiyle ortaya koyacağız. İslâm budur; böyle bir teslimiyettir.

Bütün siyasî sistemlerin, ideolojilerin olduğu gibi, demokrasinin de can alıcı noktası; hâkimiyet/egemenlik meselesidir. Yukarıda da belirtildiği gibi, hâkimiyet, daha ilerisi düşünülemeyen, siyasal bir güç ve etkinliği ifade eder. Yani siyasal güç ve etkinliğin, iktidar ve muktedir oluşun en ileri derecesini ifade eder. Bu en üstün kabul edilen otorite, kanunları yapar. Yöneticiler ona göre belirlenir. Yönetimin nasıl olacağını ve bu esasların ayrıntılarını o belirler. Hâkimiyet anlayışı itibarıyla İslâm bir tarafta, diğer bütün sistemler bir taraftadır. İslâm, hâkimiyeti mutlak olarak sadece Allah’ta kabul eder; Allah’ın hakkı olarak bilir. Bunun dışındaki diğer bütün sistemler, hâkimiyeti kimde görüyorlarsa ona göre isim alırlar.

Demokrasi, hâkimiyetin halkın elinde olmasının adıdır. Krallık, hâkimiyetin kralın elinde olmasıdır. Teokrasi, hâkimiyetin Allah adına konuştuğunu iddia eden din adamı sınıfının ya da kendini tanrı yerine koyanların elinde olmasıdır. Buna benzer diğer bütün sistemler de böyledir. Yani siyasî sistemler, hâkimiyeti elinde bulunduranlara göre tanımlanır ve ona göre isimlerini alırlar. Yalnız İslâm, hâkimiyeti Allah’ta görür, hâkimiyeti Allah’ın bir hakkı olarak kabul eder. Bunun dışındaki diğer bütün beşerî sistemlerin (dinlerin) özelliği ise, hâkimiyeti Allah'ta görmeyip insanda görmeleridir. Hâkimiyeti insanda görmek gibi ortak bir paydaya sahip olduktan sonra, bu insanların “kim veya kimler?” sorusuna verdikleri farklı cevaplara göre isim alsalar da, müslümana göre bütün bunlar tâğutî ideoloji ve şeytanî düzenlerdir.

Hâkimiyet noktasında demokraside yetki; halkın veya milletindir; Yani, toplumun geneli, egemenliğe sahip kabul edilir. Hangi inanca sahip olurlarsa olsunlar, fertler birbirlerine eşit olduklarına göre de, her bir şahıs, o hâkimiyetin bir birimine, bir parçasına sahiptir. Yani 70 milyonluk bir ülkede hâkimiyet, 70 milyon eşit parçaya bölünmüş demektir. Bunun Kur’ânî ifadesi 70 milyon ilâh kabul ediliyor, demektir. Herkes hâkimiyetin eşit bir parçasına sahip olduğundan, zamanı gelince hâkimiyet parçalarının sahipleri oylarını bir tarafta toplar ve ittifakın mümkün olmadığı halde, çoğunluğu teşkil eden parçaların toplamı doğrultusunda icraatlar yapılır, kararlar alınır. Bu noktada hâkimiyetin kullanılması gündeme gelir. Demokrasi, çok tanrıcı Grek kültürüne dayalı, ondan kaynaklanan bir sistemdir. Yani, irticânın esasıdır. Şu irticâya karşı dayatılmak istenen demokrasi, asıl irticânın kendisidir; asıl mürtecî de demokratlar. Çünkü onlar, kökü, tarihi itibarıyla eski Yunan’a kadar uzanan bir mürtecîlik yapıyorlar. Ondan da eski bir kökü var; şeytana kadar uzanan bir başkaldırıya kadar devam edip uzanıyor, kökleri oraya kadar varıyor, Allah'a başkaldırı ve şeytana itaat olan bir siyasî sisteme tâbi oluyorlar demokrat mürtecîler.

Batılılar açısından demokrasi, en az zararlı (ehven-i şer) olabilir. Onlar Hakk'a, yani mutlak doğruya, nassa inanmazlar çünkü. İslâm diye bir din, devlet ve dünya görüşü olmasaydı, Peygamberlerin ve iman edenlerin, uğruna her fedâkârlıklara katlandıkları İlâhî hükümler söz konusu olmasaydı, "demokrasi mi, başka rejim mi?" tartışılabilir, Hakkın emrettiği "hayr" olmayınca "şerrin en ehveni" tercih edilebilirdi. Ama, müslümanın teslim olduğu Rab ve Kitap her şerri yasaklar ve sadece hayrı emreder. Hak, apaçık ortadadır. Bâtıl rengine bürün(e)mez. Bâtıl görünümünde hak veya hak görünümündeki bâtıl, olsa olsa "ehven-i şer"dir. Ehven-i şerri tercih etmek de şerre râzı olmak demektir. Müslüman hakka tâlip olmak zorundadır.

Deniz Han: Eski Türklerde Doğa Tanrısı olduğuna inanılan Oğuz Han’ın en küçük oğlu.

Destur: İzin, ruhsat, müsâade. Tasavvufta; Bazı tarikatlarda, özellikle Mevlevîlikte ve Bektâşîlikte şeyhlerden ve tarikat büyüklerinden müsâade almak için kullanılan bir deyim. Cesâret isteyen zor bir işe girişilirken evliyânın rûhâniyetinden faydalanmak ve onlardan güç almak için “destûr!” denir. Ekseriya; “Destûr yâ pir!”, “destûr ya üstâz!”, “destûr yâ Ali!” denir.

Determinizm: Bütün insan aktiviteleri de dâhil tüm evrenin katı bir sebep-sonuç ilişkisi düzenine bağlı olduğunu savunan ve özgür irâdeye açık bir kapı bırakmayan felsefî sisteme verilen addır. Özellikle J. S. Mill tarafından popülize edilmiştir. Bu felsefî görüşte, sebepler putlaştırılır; esas sebebin Allah olduğu değerlendirilmez.

Dev: Çok iri, güçlü ve genellikle korkunç görünümlü olduğuna inanılan mitolojik varlık. Kötü varlıklar olarak görülen devlerin, cinlerle irtibatlı oldukları kabul edilir. Eski Yunan mitolojisine göre Uranüs ve Gaea’nın oğulları olan devler, tanrı Uranüs’ün kanı yeryüzüne düştüğünde bu kandan doğarlar. Onların, Olimpus Dağında tanrılarla savaştıkları ve birçoğunun Heracles ve Dionysus tarafından öldürüldüğü anlatılır. Devler, hemen bütün mitolojilerde tanrılara karşıdırlar ve kötülük kampında yer alırlar. Dilimizdeki dev kelimesi, İranlıların Zerdüşt dininde kötülü ruhlarını adlandıran “dîv” (Darvand da denir) sözcüğünden gelmektedir. Zerdüşt dini şu duâyla başlar: “Deva’lara (devlere) tapmaktan vazgeçiyor, Zerdüşt’ün izinde olduğumu, Ahura Mazda’ya taptığımı ve Deva’ların (devlerin) düşmanı olduğumu bildiriyorum. İhtimal ki, putperest câhiliyye insanları, Hak dindeki şeytan anlayışını çarpıtarak dev anlayışına dönüştürmüştür. Çok eski Hint inançlarına göre de dünya bir dev’in vücudunun parçalanmasıyla oluşmuştur; başından gök, gövdesinden hava, ayaklarından da dünya meydana gelmiştir. Alnından ay, soluğundan rüzgârlar, gözlerinden güneş ve ağzından tanrı İndra’yla Varuna doğmuş, Hintlilerin dört ana kastı, devin öbür parçalarından oluşmuştur. Mezopotamya mitolojisi de evrenin yaratılışını aşağı-yukarı böylesine bir tasarımla tasvir etmektedir. İskandinav mitolojisindeki tasarım da hemen hemen bunun aynıdır; evrenin oluşması dev Ymir’in parçalarıyla gerçekleşir. Vücudundan karalar, kemiklerinden dağlar, kanından denizler, saçlarından ormanlar, beyninden bulutlar ve çürüyen etlerinden oluşan kurtlardan da cüceler meydana gelir. Almanların ünlü Thor öyküsünde mağaralar devlerin eldivenleri, fırtınalar devlerin horultularıdır. Câhilî Türk inançlarında devler, “bir dudağı yerde, bir dudağı gökte” kocaman varlıklar olarak tasarlanmıştır. Birbirleriyle evlenebilen erkekleri ve dişileri vardır. Dişilerine dev anası denir. Kaf dağının ardında otururlar. Yunan inançlarının en ünlü devleri Titan’lardır. Bunlar, ilk tanrılar olarak tasarlanmışlardır.

Diana: Roma’nın verimlilik, doğum ve yaban tanrıçası. Diana’nın kutsal günü 13 Ağıustos’tu.

Dicle: Yunanca Kaplan-nehir. Yunan mitolojisine göre Medes, su perisi annesinin babası kaplanla (Tigris) birleştiği nehre bu adı koymuş.

Dinadamlarını Putlaştırma:

Dogma: Hıristiyanlıkta kilise tarafından belirlenen ve inananların kabul etmek zorunda oldukları öğretiler. Örneğin, teslis inancı ve Hz. İsa’da insanî ve İlâhî tabiatın varlığı konuları birer dogma olarak kabul edilir. Katolik Kilisesinde dogma dinsel bir hakikattir ve tanrı tarafından vahyedilmiştir. Dogmanın kökeni, ya kutsal kitaba ya da sözlü rivâyetlere dayanır. Buna “inanç hakikati” de denilir. Dogmalar, konsillerce veya papalıkça belirlenir. Dogmanın bağlayıcılığı Protestan Kilisesince gözden geçirilimiştir. Diyalektik ilâhiyat akımı dogma ve kilise öğretisine yeni bir pozitif değerlendirme getirmiştir.

Dogma, ayrıca, özellikle Hıristiyanlığı kapsayacak biçimde, ama genel olarak bütün dinlerin değiştirilemeyecek temel esasları için de daha çok Batılılar tarafından kullanılır. Dinlerde vahiy, ilham ve benzeri yollarla ya da kurumlar, konsiller, dinî lider ve önderler gibi şahıslar vâsıtasıyla belirlenen dinsel gerçek ve öğretiler için de kullanılır.

Dörtler: Ricâl-i ilâhiye adı da verilen dört ermiş, evtâd-ı erbaadan başka olup onlara imdad ederler. Halleri rûhânî, kalpleri semâvî olduğundan yeryüzünde meçhul, ama semâda tanınırlar. İbn Arabî bunları Endülüs’te ve Suriye’de gördüğünü söyler.

Dürzîlik: Suriye, Lübnan ve Filistin’de taraftarları bulunan ve gulât-ı şia’ya mensup olan bir mezhep. İsmâiliye mezhebi kökenli Fâtımî hânedanından halife el-Hakîm İbn Emrillâh (996-1021) ve veziri Hamza İbn Ali’nin kurduğu dinsel akım. Dürzî ismi, ed-Darâzî’ye (ö. 1020) atfedilir. Dürzîlikte Mısırlı halife el-Hakîm’e ulûhiyet atfedilir. Onun bedenleşmiş tanrı olduğuna, gerçekte ölmediğine, fakat bir müddet için gizlendiğine inanılır. Dürzîler el-Hakîm’in geri gelişini beklerler; Hazma İbn Ali’nin ise tanrının yarattığı ilk yüce varlık olduğunu düşünürler. Ayrıca Dürzîler, âhireti, cenneti ve cehennemi reddederler ve kutsal yazılarını gizlerler. Tapınaklarına Halavat adını verirler.

Ekanim-i selâse: Arapça olan bu deyim, üç uknum, üç esas anlamına gelir. Tanrıyı hem üç, hem bir sayan teslis anlayışı. Tahrif edilmiş Pavlus hıristiyanlığının temel ilkesi olan bu inanç, tanrı kavramını baba, oğul ve kutsal ruh olarak bir üçlükte teklik anlayışı olarak kabul ederler. Bu anlayışa Fransızca trinite, Arapça teslis adı verilir. Üçleme anlamına gelen bu deyim, hıristiyanlığın temel inancı olan baba, oğul ve ruhu’l kudüsten meydana gelir. Bu anlayışa göre, İslâm’a ve Hz. İsa’nın tebliğ ettiğine ve hatta bugünkü Kitab-ı Mukaddes’in nice ifadesine göre tek olan Allah’la birlikte, tahrif edilen hıristiyanlıkta kutsal ruh ve oğul diye anılan Hz. İsa’nın da tanrı olduğu ileri sürülür.

Efendi: Sözü geçen, buyruğu yürüyen, itiraz edilmeksizin kendisine uyulan kimse. Tasavvufta; şeyh, pir. Doğu geleneğinde padişah efendi, tebaa onun kullarıdır. Hükümdar, emri altındakilere: “kullarım”, onlar da sultanlarına “efendimiz (mevlânâ, seyyidenâ)” diye hitap ederler. Aslında efendi (seyyid, mevlâ) köle sahibi demektir. Buradan kalkan dervişler, şeyhlerine “efendi”, “efendimiz”, “efendi hazretleri” gibi ünvanlar verir, kendilerini de onun kulları yerine korlar. Şeyh ise müritlerinden; “bendelerim”, “kullarım” diye söz eder. Şeyhe şah ve sultan da denir. “Efendi ne isterse etmek gerek / Kuluz biz düşer mi sual eylemek” (İzzet Molla).

Efes (Ephesos): Efes kenti. Kalıntıları İzmir’in Selçuk ilçesinin çok yakınında bulunan eskiçağ kentlerinin en ünlülerinden. Efes’in de içinde bulunduğu bölgeye eskiden İyonya denirdi, İyonya’nın on iki kentinden biri olan Efes, MÖ 10. yy’da kuruldu. Mitolojiye göre şehrin Amazonlar denilen savaşçı kadınlar tarafından kurulduğuna inanılır.

Efrâd: Ferdler, eşsiz şahsiyetler. Tasavvufta; kutbun gözetimi dışında kalan gayb erenler. Bunların belli bir sayıları yoktur. 2, 3, 6 ve 10 olabilir.

Efsâne (Mit, Mitos, Ustûre -ç. Esâtîr-): Gerçek olmayan ya da gerçek bir bilgiye dayanmayan uydurma hikâyeler, mitolojik bilgiler. Birçok inanç sisteminde efsâneler önemli bir yer tutar. Efsânelerin temel konusu tanrı ya da tanrısal varlıklar, âlemin ve insanın menşei ve tanrı-âlem, tanrı-insan ya da insan-âlem ilişkileridir. Ayrıca insanın aşkınlığa yönelik istek ve tutkularıyla gelecekle ilgili tasavvurları da efsânenin konusunu oluşturur. (Bak. Mitoloji)

Ege (Aigeus): Yunan mitolojisine göre Ege Denizi, Theseus’un babası ve Atina’nın mitolojik kralı Aigeus (Ege) kendini sularına attığı için onun adıyla anılmıştır. Yunancada Ege Denizine Aigae Denizi denir. Yunan mitolojisine göre, Aigeus’un oğlu Thesus, Girit seferine giderken kara yelkenler açmış ve babasına başarıyla dönerse gelirken ak yelkenler açacağını söylemişti. Ne var ki, başarısının sevinciyle bunu unutmuştu. Aigeus, kara yelkenleri görünce üzüntüsünden kaldırıp kendini denize atmış, bu denize bu yüzden Aigae (Ege) Denizi adı verilmiş.

Ekstazi: Doğaüstü bir duruma, aşkın bir ruh haline ulaşmak; kendinden geçmek; kişinin duygularını bırakması. Bilinci ortadan kaldıran dinsel kendinden geçme durumu. İnsanın İlâhî bir duruma yükseldiğini dile getiren bu deyim, hıristiyanlığa ve tasavvuf yoluyla müslümanlara da geçmiştir. Tasavvufta buna vecd ve cezbe denir. Ekstazi; klasik Yunancada ekstazi kişinin kızgınlığını, deliliğini ya da akıl hastalığını ifade ederdi. Sonraları ise kişinin trans halinde olmasıyla ilişkili olarak kullanılmaya başlandı. Dinî geleneklerde genellikle mistikler ve diğer bazı kişilerin (râhipler, büyücüler, kâhinler ve medyumlar gibi) ilham almak, metafizik duyum veya bilgilere ulaşmak ve benzeri nedenlerle bu hali yaşadıkları sölenir. Genel kabule göre; ekstazinin temel karakteristiği, ruha İlâhî gücün inmesiyle duyu organlarının devre dışı kalmasıdır. Bu hal yaşanırken vücut kımıldayamaz, göremez, işitemez; bütün aktivitesini geçici olarak yitirir. Patolojik şuursuzluk durumundan farklı olarak ekstazi halini yaşayan şahıs, sonradan bu esnâda nelerin cereyan ettiğini hatırlar.

El: Fenike’lilere ve Kenanlılara göre büyük gök tanrı. Semit topluluklarının baş tanrısıdır. Bu tanrıya özellikle Semit ırkından bir topluluk olan Fenikeliler yüceltmişler, erkeklerine Baal ve dişilerine Baalât denen bütün ikinci derece tanrıların baştanrı-gök El tarafından yaratıldığına inanmışlardır. O, boğa olarak nitelenmiştir. İsrail inançlarına göre, baştanrının Aşherat adında bir yardımcısıyla Anat ve Elat adında iki kızı varmış. İslâmiyetten önce putperest Araplar da tanrı El’e tapmışlar ve onun Ellat, Menât ve Uzzâ adlarında üç kızı olduğuna inanmışlardır. Eski Suriye inançlarında El’in kızlarından biri olan Ellat, üretim tanrısı Dusares’in karısıdır. Bu inançlarda El güneşi, ay ışığını, mevsiminde yağmuru veren iyi gök tanrısı, Belsamin (Baal) ise, fırtınayı, kasırgayı, yıldırımı veren kötü gök tanrısıdır. Mûsâ (a.s.)’dan sonra yahûdiler, Yahve’ye El’in çoğulu olan Elohim adını vermişlerdir. El ve Elohim isimleri Kitab-ı Mukaddes’te de geçer. Tevrat’ta Yahve teriminin dışında tanrı için kullanılan diğer isimlerin başında El (Tekvin, 35/1; 49/25) ve El’in çeşitli kombinasyonları olan El Şeddai, El Bethel, El Elyon, El Olam ve El Roi gelir. Bazı araştırmacılar Arapçadaki el-ilâh teriminin de El ile aynı kökten geldiğini düşünürler.

Elf: Eski İskandinav dininde muhtemelen ruh anlamına kullanılan bir terim. Edda’da (Eski İskandinav diniyle ilgili bilgilerin temel kaynağı konumundaki metinler) Elfler, tanrılar ve cücelerle birlikte zikredilir. Işık elfleri ve karanlık elfleri diye iki çeşittir.

Elohim ve Elohist: İbrânîce “tanrılar” anlamına gelen bu terim, Eski Ahit’in Elohist metinlerinde İsrail’in tanrısı (Yahve) için bir isim olarak kullanılır. Bugünkü Eski Ahit’te (Tevrat’ta) iki ayrı kitabın birleştirilmesi gibi anlaşılan iki ayrı anlatım tarzı vardır. Yüce Tanrıdan Elohim ismiyle bahseden metinlerin mutemel yazarı için Elohist ismi kullanılır. Bir Tanrıdan Yahve diye bahsedilen metin vardır. Elohist metinlerin daha sonraki dönemlere âit olduğu düşünülür. Yahvist metinler tarihsel açıdan daha eskidir.

Elektra: Yunan mitolojisine göre Okyanus’un kızı.

Ellât: İsmi basitçe “tanrıça” anlamına gelen ve kültü bütün Kuzey Arabistan’da, Palmira, Nebat ve Suriye bölgelerinde yaygın olan Ellât, Nebâtîlerce “mutluluk hanımefendisi” olarak adlandırıldı. Zaman zaman Athena, Afrodit, Atargatis ve İştar-Venüs’le de özdeşleştirilen Ellât’a, câhiliyye döneminde Hicaz yöresinde Lât adı altında tapılmaktaydı. (Bak. Lât)

Ene’l-Hak: “Ben Hakk’ım, tanrıyım” anlamında Hallâc-ı Mansur’un (ö. 922) mistik panteizmi doğrultusunda söylediği meşhur sözü. Hallac’ın bu sözle, Cenâb-ı Hakk’ın kendisinde tecellî eteği veya kendisinin Cenâb-ı Hakk’ta ve O’nun sıfatlarında fânî olduğunu kastettiği te’vil ve yorumlarıyla bütün tasavvufçular bu sözü savunur, eleştirmez.

Erlik Han: Eski müşrik Türklerde yer altı tanrısı. Altay Türklerinin inançlarına göre yeraltında bir sarayı varmış. Dokuz katlı olan ve her katında bir tanrı bulunan yer altı ülkesini yönetirmiş. Kötü ruhlar olan bu dokuz tanrının insanlara kötülük etmesine engel olurmuş, bu yüzden kendisine at kurban ederlermiş. Kar Han’ın oğluymuş, kendisinin de beş oğlu ve iki kızı varmış.

Eros: Eski Yunan aşk tanrısı. Home’de kişileştirilmiş bir tanrılıktan ziyâde bir ihtiras arzusu olarak kullanılırken, Hesiod onu Afrodit’le ilişkilendirir ve Eros’u en eski tanrılardan biri yapar. Şairler onun ölümlüler üzerine oynadığı hileleri söylerler; onun yay ve oklarından bahseden ilk kişi ise Euripides’tir. Eros, dişi güzellik kadar erkek güzelliğin de tanrısı olarak kabul edilir. Ayrıca o, bereket ve verimlilikle de ilişkili görülür. Romalılarca Amor diye bilinir. Elinde yay ve ok bulunan, kanatlı ve güzel bir erkek çocuğu olarak tasarlanıp tasvir edilmiştir. Başı güllerden örülmüş bir çelenkle süslüdür. Attığı okların saplandığı kişi çılgınca bir aşka tutulur. Oklarının etkisinden tanrılar tanrısı Zeus bile kendini kurtaramaz. Tanrılar, birini aşk ateşiyle tutuşturmak isteyince bu görevi Eros’a verirler. Eros’un yanından hiç ayırmadığı ve birlikte gezip dolaştığı sevgi yardımcıları da vardır.

Esâtîr: Efsâneler, mitoslar. Bak. Efsâne.

Europa (Avrupa): Yunan mitolojisinde Tyre kralı Apenor’un kızı. Mitolojiye göre Zeus, kendisini bir boğa sûretine sokarak Europa’ya göründü ve sonra onu sırtına alarak Girit’e götürdü. Europa, orada Zeus’a çocuklar (Minos dâhil) doğurdu. Europa’ya bir Girit tanrıçası olarak tapılmış ya da o bir Girit tanrıçasıyla özdeşleştirilmiştir. Önceleri Europa ismi yalnızca Yunanistan’a verilmişken, sonradan tüm kıta için kullanılmaya başlandı.

Evliyâ: Velîler, dostlar. Tasavvufta; ermişler, erenler. Özel anlamda sadece Allah’ın kendilerine kerâmet ve ilham ihsan ettiği kâmil mü’minler evliyâdır. Evliyânın çeşitli varlıklar üzerinde etkli olan bir mânevî gücü vardır. Duâları Allah katında makbul olur.

Evliyâiye: Allah’ın velîsi ve dostu olma seviyesine yükselenlerden mükellefiyetin ve İbâdetlerin düşeceğine inanan mutasavvıflar zümresi.

Evtâd: Direkler, sütunlar. Tasavvufta; biri doğuda, diğeri batıda, üçüncüsü kuzeyde, dördüncüsü güneyde bulunan dört büyük velî. İbn Arabî, Allah bu bölgeleri bu ermiş kulları aracılığı ile korur, der.

Fal: İstikbalden haber almak, gelecekte olacak şeyler hakkında bilgi sahibi olmak için başvurulan çeşitli nesnelerden anlam çıkarma. Bakla falı, yıldız falı, kahve falı, iskambil falı, burç falı gibi çeşitleri vardır. Fal kelimesi, ayrıca; uğur, kadem, meymenet; ileride yapılması düşünülen bir işin hayırlı ve faydalı sonuçlar verceğine dair bazı ipuçlarının ve işaretlerin bulunduğuna inanmaya da ad verilmiş, özellikle bu anlamlarda tasavvuf terimi olarak kullanılmıştır. Şeyhin hâl, hareket ve tavırlarını ileride iyi şeylerin olacağının işareti olarak kabul etmek de faldır. Fakat mutasavvıflar bu çeşit fallara “işâret”, “beşâret” gibi isimler verirler.

Falcılık ve Fala Baktırmak: Fal ve falcılık; gaybdan haber verme, gelecek hakkında önceden fikir beyan etme temeline dayanmaktadır. Tarihin her devrinde, her toplumda istikbali öğrenme teşebbüslerine, bunun çeşitli şekillerine ve değişik araçlarına rastlanmaktadır. Câhiliyye Araplarında "ezlâm" denen fal okları, remiller, günümüzde yıldız, burç, kahve, bakla, iskambil kâğıdı, suya bakma, kitap açma vs. falcılığın şekil ve malzemesinin bir kısmıdır. Ayrıca çağdaş câhiliyyede falcılık, medya aracılığıyla modern insanın günlük hayatına da girmiş bulunmaktadır. Günlük fallar yanında, gazetelerin yıl başlarında, senelik fallar yayınlamaları, faldaki yalanın boyutlarını oldukça genişletmiştir.

Hurâfe ve bâtıl inanışların hepsine birden savaş açmış bulunan İslâm, bütün çeşitleriyle falcılığı yasaklamıştır. "Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), ezlâm/fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz." (6/En'âm, 90). Bu âyet, fal oklarının şeytanın pis işlerinden olduğunu, kötülükte şarap içmeye, kumar oynamaya ve putlara tapmaya denk bir cürüm sayıldığını, kurtuluş için bunlardan uzak durulması gerektiğini çok açık bir şekilde bildirmektedir. Bir başka âyette de: "... Ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı." (6/Mâide, 3) buyurulmuştur. Öte yandan "... Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını (başına neler geleceğini) bilemez. Yine hiçbir kimse nerede öleceğini de bilemez." (31/Lokman, 34) buyurulmakta, gelecekten haber vermeye kalkışmaktan ibâret olan falcılığın İslâm'da yeri olmadığı belirtilmektedir. Peygamber Efendimiz de falcılıktan elde edilecek kazançtan mü'minleri nehyetmiştir (Buhârî, Büyû' 25, 113; Müslim, Müsâkât 40).

O halde fala bakmak, falcılık yapmak, fala inanmak, faldan kazanç temin etmek hiçbir sûrette müslümana yakışmayan hareketlerdir. Özellikle hanımların bu konuya daha bir dikkat etmeleri, böyle boş ve haram şeylerle kendilerini aldatmamaları gerekmektedir. Falcılar bir şey biliyorlarsa, önce kendilerini kötülüklerden korusunlar. Unutmayalım ki, aldatmak hâinlik, aldanmak da ahmaklıktır. Bir sürü yalan ve tahmin içinde birkaç tanesinin mevcut duruma, ya da ileride olacaklara uygun düşmesi, falcıların gaybı bilmesi anlamına gelmediği gibi, onlara inanıp İslâm'ın temiz inanç esaslarından vazgeçmeye, âyet ve hadislere ters düşmeye değmez. Kim böyle bir değişmeye rızâ gösterirse, dünyanın ve âhiretin büyük zararına uğramış demektir.

Fakirizm: Fakir adı verilen Hint ermişlerinin doğaüstü güçlere bağladıkları olağanüstü hünerlere inanma. Fakirizm, uzun bir süre doğaüstü güçlere yorulmuş ve sonunda âdî bir gözboyacılık olduğu anlaşılmıştır. Hint fakirleri, bu hünerleri doğaüstü bir güçle zihinlerini konsantre olup bir nokta üstende toplayarak gerçekleştirdiklerini ileri sürerler. Böylelilkle tüm maddîlikten sıyrılıp salt ruhsal bir güce dönüşürlermiş. Tasavvufu da etkiliyene fakirizm, tasavvufta “fakr” kavramının oluşmasında rol oynamıştır. Tasavvufçular “Fakr gerçekleşince Allah kalır” diye hadis uydurarak, insanın tanrıda yok olacağını dile getirmişler, Hint fakirleri gibi (izini takip ettikleri önderlerinin, evliyâ dedikleri ermişlerin/fakirlerin de) doğaüstü olaylar gerçekleştirdiklerini iddia etmişlerdir.

Fallus Tapımı: Çeşitli toplumlarda verimliliğin, bereketin ve bolluğun sembolü olarak erkek cinsel organının ta’zim edilmesi. Erkeklik organının kutsallığı inancı tarımla uğraşan bütün câhilî toplumlarda saptanmıştır. Fallus tapımı, eski Mısır, Yunan, Roma, Çin, Japon, Hint gibi gelişmiş toplumlarda da süregelmiştir. Bu tapımla bereket sağlanacağına inanılır. Korkuluk olarak toprağa saplanan kazıklar da aslında nice toplumlarda fallusu simgeler. Taş, toprak, ağaç, maden gibi maddelerden yapılan fallus muskalarının da sihirli bir güç taşıdığına inanılır. Kimi câhilî toplumlar, yendikleri düşmanlarının erkeklik organlarını kesip saklarlar. Erkek organının, erkek vücudundan ayrı olarak da döl yetiştirdiği çeşitli mitolojilerde tasarlanmıştır. Örneğin, tanrı Dionysos, Agditis’in organını kesip toprağa atar, toprağın organla birleşmesinden bir badem ağacı çıkar. Irmak-kız Nana bu ağaçtan bir badem alarak göğsüne saklar, bundan gebe kalıp Attes’i doğurur. Yine, Yunan mitolojisinde erkek organından ayrılan tohumların da döl yetiştirdiği üstüne pek çok öyküler vardır. Örneğin, Hephaistos, kendisine bir şey ısmarlamaya gelen tanrıça Athena’ya saldırır. Onu yakalamak için kovalarken tohumunu bacağına akıtır, tanrıça da bir yün bezle tohumu silip yere atar, toprak bu tohumdan gebe kalarak Erikhthonios’u doğurur.

Bunun yanında, Phallpheria denilen fallus tapımı şenlikleri vardır. Roma’da bu bayram ve şenliklerde ellerinde phallos (erkeklik organı) taşıyan alaylar geçerdi. Romalılar erkeklik organı şeklinde bardaklar kullanırlar, muskalar taşırlar, evlerinin kapılarına koruyucu olarak bu biçimde simgeler asarlardı. Eski Yunanda incir ağacından yapılma erkeklik organları bayramı yapılırdı; bunun adına phallophoria denirdi. Erkeklik organı şeklinde tanrı heykelleri de vardı. Örneğin Anadolu’lu eski bir Pelasg tanrısı olan Hermes bir fallus taşıydı. Nitekim kabirler de Girit’te erkeklik organlarıyla simgeleniyordu. Kybele râhipleri, toprağı gebe bırakarak verim sağlamak için, erkeklik organlarını keserler ve Kybele taşının altına gömerlerdi. Bu câhilî tapımların Yahûdiliği ve Müslümanlığı etkilediğini ileri süren Batılı sözde araştırıcılar da vardır. Onların iddiâsına göre, Yahûdilerin ve Müslümanların sünnet geleneği, bu inancın ve Attis-Agdistis-Adonis’in erkeklik organlarını kesmiş olmaları inancının süregelişidir. Aslında bu iddiâların tam tersi doğru olmalıdır. Hak dine mensup olanların en azından İbrâhim (a.s.)’den beri sünnet olma özelliği bilinmektedir. Câhiliyye mensupları, bu hak dinden esinlenip etkilenmişler, kendi uydurma tanrılarına ve putperest inançlarına bu sünneti yozlaştırarak katmışlardır. Zeus’tan önce tanrı olarak tapınılan Anadolu’lu Priapos, eski Mısır’da tanrı Min, Hindistan’da Siva (Linga) birer erkeklik organı şeklinde idi.

Ayrıca, erkeklik organını nazardan ve her türlü kötü etkilerden korumak için bazı ilkel câhiliyye toplumları organlarına kılıf takarlardı. Buna penis kılıfı denir. Özellikle Melanezya, Güney Amerika, Sudan eski toplumlarınca kullanılmıştır. Bu kılıf, kabaktan, kamıştan, palmiye yapraklarından, mercandan yapılırmış.

Fals: Câhiliyye dönemi Araplarınca tapınılan bir tanrı. Dağlık bölgede bulunan ve uzaktan bakıldığında insanı andıran bir kaya parçasıyla temsil edilirdi. Bu kayanın bulunduğu bölge, kutsal sayılır ve buraya sığınanlar suçlu da olsalar bağışlanırdı.

Felek: Arapça’dan dilimize geçmiş bir kelimedir. Asıl anlamı gök olduğu halde, halk arasında baht, kader ya da tâlih anlamlarına kullanılan bir terimdir. Gök ile kader arasında bağ kurulması, Keldânîlerden beri gelen gökleri tanrı kabul etme câhilî anlayışıyla ilgilidir. “Feleğin sillesi”, “zâlim felek”, “kambur felek” gibi ifâdelerde olduğu gibi genellikle olumsuz bir anlamda kullanılması dikkat çekicidir. Bu olumsuz ifâdeler kader denilen iman esaslarından biri için ve Allah’ın bilgisi ve yazgısı anlamında kader anlamı için kullanıldığı düşünüldüğünde bunun açık bir şirk olduğu değerlendirilir.

Fenâ fillâh: Tasavvufun ortaya attığı ve içini doldurduğu kavramlardandır. Fenâ; yokluk, hiçlik demektir. Fenâ fi’l-vücûd: Varlıkta fâni olmak, her şeyi hem Allah olarak görmek, hem Allah olarak bilmek, bu hale zevkle ulaşmak. Bu mertebede bulunanlar; “lâ mevcûde illâllah (Allah’tan başka varlık yoktur; her şey Allah’tır)” derler. Fenâ fillâh; Allah’ta fâni olmak. Kulun, beşerî/insanî vasıflardan ve aşağı arzulardan sıyrılıp İlâhî vasıflarla donanması. Fenâ, Arapçada ölüm, ölümlülük demektir, burada insanın insanî tarafını, insanlığını öldürüp yok etmesi anlamında kullanılmaktadır. Budizmin Nirvana düşüncesinde de benzer şekilde benlikten tamamen kurtularak sonsuz mutluluğa erme anlayışı vardır.

Fenâ fişşeyh: Müridin mürşidde, dervişin, pîrinde fâni olması. Mürîdin kendi şahsî irâde ve arzularını yok edip yerine şeyhinin irâde ve arzusunu koyması. Şeyhinin hatasını kendi isâbetli fikrine tercih edecek derecede ona uyması. Şeyhte fâni olmak, Allah’ta fâni olmanın mukaddimesi ve başlangıcıdır.

Fetiş: Sihir ve büyü nesnesi, tılsım veya muska anlamındadır. Tapınılan nesnelere de denir. 16. yy’da Batı Afrika’ya giden Portekizli tâcirler orada gördükleri sûretleri ve sihir/büyü tılsımlarını kendi dillerindeki fetiço terimiyle adlandırdılar. Latince factitius’dan gelen bu terim, sanatla yapılan bir şey, büyü ve peri anlamına geliyordu ve Portekizliliren kendilerince, taşınan tılsımlar için kullanılmaktaydı. Sonraki yazarlar bu terimi bütün Afrika dini için veya taşlara ve eşyalara tapınma için kullanmaya başladı. Öte yandan terim, Afrikalıların dinsel yapılarını tanımlamakta yetersizdi; zira Afrika inanç sistemi yüce bir varlığa ve atalara ta’zîme de yer veriyordu. Böylelikle fetiş terimini yalnızca sihir tılsımları için kullanma konusunda bazı girişimler oldu ve böylelikle Afrika dinsel yapısı, genelde Animizm veya Politeizm terimleriyle ifâde edildi. Sihir ve büyü tılsımları yalnızca Afrika’ya has değidir; dünyanın birçok yöresinde benzeri durumlara rastlamak mümkündür. Günümüzde fetiş terimi, genellikle kullanılmamaktadır.

Fetişizm: Fetiş teriminden türetilen bu terim, bir zamanlar taşlara ve doğal nesnelere tapınma şeklinde basite indirgenen Afrika dini için kullanılmaktaydı. Ancak, Afrika dinindeki yüce varlık inancı, atalar kültü ve benzeri motifler nedeniyle günümüzde kullanılmaktan vazgeçildi. Fetişlere tapan ya da onları kutsallaştıranlar, fetişlerde doğaüstü bir güç bulunduğuna inanırlar. Bu fetişler; taş, bitki, hayvan olabilir. Fetişizm, fetişleri kutsal görenlerin dinî eylemlerinin tümü anlamında kullanılır. Bu fetişleri insanlar muska ve uğurluk olarak taşımışlardır. Bu muska ve uğurluklar, günümüzde de hem müslüman olduğunu söyleyenlerce ve hem de dinle ilgilerinin olmadığını bildiğimiz sosyete çevrelerince, hatta ateistlerce bile rağbet görmekte, bâtıl inanç ürünü olarak fetişleri saygıyla taşımaktalar. Haç işareti olan kolyeler, nazar boncukları, muskalar, cevşen ve benzeri kutsal kabul edilen duâ vb. metinler yanında, uğur taşları ve uğur kolyeleri, yüzükleri şeklinde çeşitli fetişler giderek yaygınlaşmaktadır.

Feyz: Taşmak. Tasavvufta; sâlikin çalışması ve çabası sözkonusu olmaksızın Allah tarafından onun kalbine herhangi bir husûsun verilmesi. Feyz-i isnâdî: Şeyhe ve müridlerine senet ve silsile vâsıtasıyla gelen feyz, rûhânîler yoluyla ulaşan feyz, irfan.

Firâset: Sezmek, hissetmek. Tasavvufta; Yakîn, keşfetme ve gaybı görme, gaybı bilme.

Firavun: Fir’avn, aslında özel isim değildir; Diliyle veya hal diliyle tanrılık iddiasına kalkışan her tâğutun unvanı olabilecek şekilde prototiptir. Fir’avn, Keyhüsrev’in Mısır’ı ele geçirip İran’a katmasından önce, Mısır’da hüküm süren hükümdarlara verilen ünvandır. Özellikle tanrılık iddiasında bulunduğu için Hz. Mûsâ’nın mücâdele ettiği azgın Mısır hükümdarının adı yerine geçmiştir. O yüzden bu tarihî şahsiyete “Fir’avn-ı Mûsâ” da denir. Kur’an’da, Allah’tan korkacak kimseler için ibret olsun diye, 170’den fazla âyette söz edilmektedir.

“Fir’avn’a git, çünkü o azmıştır. De ki: ‘(Nasıl,) tezkiyeye/arınmaya gönlün var mı? Seni Rabbine (O’nu bilmeğe) ileteyim de O’ndan korkasın.’ (Mûsâ gitti, Allah’ın emrini Fir’avn’a duyurdu.) Ona büyük mucizeyi (asânın ejderha oluşu mucizesini) gösterdi. Fakat o, (Mûsâ’yı) yalanladı, karşı geldi. Sonra sırtını döndü, koşmağa başladı (Mûsâ’nın getirdikleri iptal etmek için bütün gücüyle çalışmaya koyuldu). (Adamlarını) topladı, (onlara) bağırdı: ‘Ben sizin en yüce rabbinizim!’ dedi. Allah da onu, (sonrakilere ve öncekilere ibret olacak biçimde) ahiret ve dünya azâbıyla yakaladı. Şüphesiz bunda (Allah’tan) korkacak kimse için ibret vardır.” (Nâziat, 17-26)

Kur’an’ın birçok âyetinde geçen Firavun, Hz. Mûsâ ile kardeşi Hz. Hârun’un mücâdele ettikleri Firavun’dur (20/Tâhâ, 29-36). “Andolsun Biz ona (Fir’avn’a) âyetlerimizin hepsini gösterdik, yine de yalanladı ve dayattı.” (20/Tâhâ, 56) Firavun, Hz. Mûsâ ile mücâdelesinde yenik düşünce, zorlayıp büyü yaptırdığı sihirbazları da “Hârun’un ve Mûsâ’nın Rabbine inandık” diye teslim olunca, onların elleriyle ayaklarını çapraz kestirip hurma dallarına asacağını söyleyerek tehdit etti. Allah, İsrailoğullarını, Fir’avn ailesinin zulmünden kurtarmıştır. (Bkz. 20/Tâhâ, 57-73, 77-81; 2/Bakara, 49)

Kur’an’da Firavun’dan “zü’l-evtâd (kazıklar sahibi)” (Fecr, 10) diye de söz edilmektedir. Saltanat sahibi olan bu azgın, kızdığı kişileri kazığa bağlayarak işkence ediyordu. Nitekim, Firavun ailesi, İsrailoğullarına “azâbın en kötüsünü revâ görüyor, yeni doğan erkek çocuklarını boğazlayıp fenalık için kızları sağ bırakıyordu.” (2/Bakara, 49-50).

Gavs: Sığınma, ilticâ etme demektir. Tasavvufta; kendisine sığınıldığı zaman kutba "gavs" denir (Kâşânî, Ta'rîfât). Sûfîler darda ve sıkışık durumda kaldıkları zaman: "Yetiş yâ Gavs!", "Meded yâ Gavs!", "İmdâd yâ pîr!" diye feryad eder ve kutbun mânevî himâyesine ilticâ ederler. "Gavs-ı a'zam": En ulu gavs, buna "kutb-ı ekber" de denir. Hz. Peygamber'in bâtınından ibârettir. Velîliğin en yüce mertebesi budur. Abdülkadir Geylânî'ye özellikle Gavs-ı a'zam denir.

Gaybı Bildiğini İddiâ Etmek ve Gaybdan Haber Vermek: Yüce Yaratıcı'nın biz insanlara verdiği akıl, duyular ve benzeri öğrenme vâsıtaları ile hakkında kesin veya zannî bilgi edinebildiğimiz şeylerin tümüne "şehâdet âlemi" denir. İnsanın, bu kendine ait vâsıtalarla hakkında bilgi edinemeyeceği Allah, cennet, cehennem, yarın başına neyin geleceği, kıyâmetin ne zaman kopacağı gibi konuların hepsine de insan açısından “gayb âlemi” denir.

Eskiden beri gayb âlemi, insanoğlunun merakını çekmiştir. Bu âlem hakkında bilgi edinmek istemiştir. Tabii bu merak ve istek; gaybdan/gâipten haber verdiğini söyleyen kâhinler, arraflar, falcılar, müneccimler, cinciler tarafından istismar edildiği gibi günümüzde de bunlara ek olarak medyumlar, astrloglar, ruh çağıranlar tarafından kötüye kullanılmaktadır. Hurâfelerin, bâtıl inanışların toplumda yaygınlaşmasına ve bazı kişilerin asla kendilerinde bulunmayan birtakım üstün niteliklere sahip kabul edilmesine ve böylece menfaat sağlamasına yol açan "gaybı bildiği ve haber verdiği" yalanına ve çeşitli şekillerine dikkat çekmeden önce, meselenin dinimiz açısından nasıl ele alındığını açıklayalım:

İslâm'a göre gayb'ı sadece Allah bilir. "De ki: Göklerde ve yerde gaybı, Allah'tan başka bilen yoktur." (27/Neml, 65). Allah Teâlâ'nın emir ve yasaklarını insanlara duyurmak için içlerinden seçtiği peygamberler bile gaybı bilemezler. Kur'ân-ı Kerim'de Peygamber Efendimize hitâben şöyle buyrulmakta ve durum bize açıklanmaktadır: "De ki: 'Size Allah'ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem; size ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum." (6/En'âm, 50) "De ki: 'Ben, Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır/iyilik yapardım ve bana hiçbir kötülük dokunmazdı. Ben sadece iman eden bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeciyim." (7/A'râf, 188)

"O bütün gaybı bilir. Gaybına/sırlarına kimseyi muttalî kılmaz. Ancak (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar." (72/Cin, 26-27). Bu âyetlerde de Allah Teâlâ'nın ancak dilediği peygamberleri gaybdan dilediği bilgiye muttalî kıldığı belirtilmektedir. O halde Allah'tan bir bildirme olmadığ sürece gaybı kimsenin bilmesi ve haber vermesi mümkün değildir. Allah da bu bilgiyi sadece peygamberlerine bildirdiğine ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'den sonra da peygamber gelmeyeceğine göre, ortalıkta gaybdan haber verdiğini söyleyip gezenlerin açık birer yalancı oldukları anlaşılmış olmaktadır. Her akıllı kişi kabul eder ki, hakikat, yalancıdan öğrenilmez. Ve gerçekler

hiçbir zaman bu zavallıların hevâ ve heveslerine tâbi olmaz, onlar dedi diye İlâhî takdir değişmez. "Eğer gerçek, onların heveslerine uysaydı gökler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi." (23/Mü'minûn, 71)

Hidâyet rehberimiz olan Peygamberimiz, gaybdan haber vermeye kalkışan kişilere inanmanın tehlikesine şöyle işaret buyurmaktadır: "Gayb habercisine (kâhin, arraf, falcı...) gidip onun dediğini doğrulayan kişi, Muhammed'e gönderileni (Kur'an'ı) inkâr etmiş olur." (Tirmizî, Tahâre 122)

Gayb erenler: Göze görünmeyen velîler. Üçler, yediler, kırklar, abdallar gibi bazı velîler vardır ki, gâiptirler, göze görünmezler; kısa zamanda uzun mesâfeler katederler. Bkz. Ricâlu’l-gayb.

Göz değmesi (Nazar): Bazı insanların bakışla, maddî ve mânevî olumsuz etkide bulunması. Nazar değmek: Göz değmek; birisinin hasetçi bakışıyla rahatsız olmak veya zarara uğramak. Nazar boncuğu: Nazar değmesine karşı takılan mavi boncuk; Göz boncuğu da denilen nazar boncuğunu takmayı, bulundurmayı veya bir yere asmayı dinimiz şirk unsuru kabul ederek, böyle bir boncuğun bir zararı def edeceğini sanmayı büyük günah sayar.

Gul ve Gulyabanî: Gul: Câhiliyye Araplarının inancına göre insanlara kötülük eden bir hayâlet. Hortlak ve cin olarak da nitelenen gul, her çeşit kılığıa girer, insanları aldatır ve sonra yutarmış. Gulyabanî: Câhiliyye Araplarının inancına göre ıssız çölde insanların üstüne çıktığına inanılan hortlak. Arapça çöl devi anlamındaki gul-i beyâbânî deyiminden bozmadır.

Habîbiye: “Bir kimse, yaratılmışlardan ilgisini keserek Allah’ı kendisine sevgili ve dost edinirse, ondan teklifler düşer” diyen mutasavvıflar zümresi.

Hâcib-i Hak: Hakk’ın kapıcısı. Tasavvufta; Hak ile halk arasında aracı olan insan-ı kâmil ve şeyh-i vâsıl. Kâmil insan hâcib olması sıfatıyla müridi Hakk’ın huzûruna alır, Hakk’ın nâibi olması sıfatıyla da Onun mülkünde tasarrufta bulunur. İbn Sina: “Allah’ın huzûru, gelişigüzel herkesin oraya giremeyecekleri kadar ulu bir makamdır” demiştir. Bu yüce makama bir usûle göre ve bir şeyh rehberliğinde girilmesi gerektiğine inanılır.

Haç: Hıristiyanların Hz. İsa’nın çarmıha gerilmiş halini temsil ettiğine inandıkları, birbirini dik olarak kesen iki doğrudan meydana gelen t harfi görünümündeki şekil; salîb ve istavroz da denilir. Haç, hıristiyanlığın simgesi kabul edilir. Haç çıkarmak: Elleriyle haç işareti yapmak, istavroz çıkarmak. Hıristiyanlıktan önce çoktanrıcı bazı dinlerde de mutluluk simgesi kabul edilen haç, hıristiyanlıkta ilkin din uğruna ölenlerin mezarlarına konulurdu. Daha sonra bütün hıristiyanların mezarlarına konulmaya başlandı. Boyunlarda kolye olarak da takılır. Duâ sırasında da belli yerlerde haç işareti yapılır: Sağ elin parmaklarıyla göğse haç biçimi çizilerek bir çeşit kutsama yapılır. El önce alna, sonra göğse, sonra sol omza ve en sonunda da sağ omza dokundurulur. Bu işaret, aynı zamanda baba-oğul-kutsal ruh teslisini/üçlemesini de simgeler. Yunan kilisesinde el önce sağ omza, sonra sol omza götürülür. Protestanlıktaysa haç çıkarılmaz. Ortodokslar her yıl 6 Ocak günü haçı suya atma töreni yaparlar. Bu tören, onlara göre İsa’nın Yahya peygamber tarafından Ürdün nehrindeki vaftizini simgeler. Bu dinî törende, üstünde İsa’nın resmi bulunan bir haç deniz, nehir, göl gibi herhangi bir suya atılır; hıristiyanlar suya atlayarak haçı bulup çıkarırlar. Haçı bulup çıkaran hıristiyan kutsanır.

Haçlı seferleri: Haçlı, haçı olan demektir. Bu anlamdan çıkarılarak müslümanlara karşı savaşa katılan hıristiyanlara “ehl-i salîb”, yani “haçlı” denilmiştir. Haçlılar: Haçlı seferlerine katılanlar anlamında kullanılır. Haçlı seferleri: Haçlıların (hıristiyanların) mukaddes kabul ettikleri yerleri (Kudüs ve civarını) müslümanlardan almak için yaptıkları savaşlara denilir. Toplam sekiz askerî-dinî sefer düzenlenmiştir. Hıristiyanlarca kutsal savaş kabul edilen bu seferler, papaların teşvik edip cenneti garanti etmesi ve doğunun zenginliklerinden pay alma tutkusunun birleşmesi ile ortaya çıktı. Giysilerinin üstüne, yeminlerinin bir simgesi olarak kumaştan bir haç dikip “haçı alanlar”, Kudüs’e hac yolculuğu yapmaya söz vermiş sayılıyorlardı. İlk haçlı seferi 1097’de, sekizinci haçlı seferi de 1270 yılında yine başarısızlıkla sonuçlanmış ve haçlı seferlerinin silâhlı kısmı sona ermiştir. Günümüzde, haçlı seferleri daha çok siyasi, iktisadi alanda ve en çok da kültürel yollarla yapılmakta, önemi Kudüs’den daha az olmayan müslüman beyin ve kalplere saldırılmaktadır. Televizyon, kitap, gazete vb. araçlarla evlerin işgal edilmesi için yapılan günümüzün haçlı seferleri, çoluk çocuk demeden hedeflere saldırıp ele geçirmektedir. Çağdaş Selâhaddin Eyyûbîler çıkıncaya kadar da bu seferlerin sonunun gelmeyeceği gözükmektedir.

Hâtemu’l-Evliyâ: Hâtem; mühür, yüzük, son demektir. Tasavvufta; sâlikin bütün makamları kat etmesi ve nihâyete ermesine hâtem denir. “Hâtemu’l-enbiyâ”: Son peygamber. “Hâtemu’l-evliyâ: Son velî veya velîlerin en ulusu, bir rivâyete göre İbn Arabî. Hatm-i velâyet görüşünü Hakim Tirmizi ortaya atmış, İbn Arabî bunu geliştirmiştir. Hatm-i nübüvvet, zamanla sınırlı olup Hz. Peygamber’le sona erdiği halde; hatm-i velâyet zaman üstüdür, ezelden ebede kadar sürer, zira nübüvvet Nebî’nin, velâyet Allah’ın vasfıdır.

Hatm-i Hâce: Nakşî tarikatında toplu olarak icrâ edilen bir zikir ve duâ biçimi. Umûmiyetle Pazartesi ve Cuma geceleri okunur. Abdest alınır. Kıbleye karşı diz çöküp oturulur, tevbe ve istiğfar edilir, tarikat silsilesine dâhil olan bütün şeyhlerin ruhlarına teveccüh edilip onlardan yardım ve imdad istenir.

Hayâl: Mâsivâ, Allah’tan mâadâ her şey. Tasavvufta; mutasavvıflar Hak hâriç diğer tüm varlıkların gerçek bir varlığı bulunmadığı, bunların birer hayal, akis ve gölge varlıklar olduğunu söylerler. Özellikle vahdet-i vücud anlayışına bağlı olanlar bu görüştedirler. Sevgilinin zihnindeki hayâli de önemlidir.

Hayzu’r-ricâl: Erkeklerin hayzı. Tasavvufta; sâlikin cezbeye kapılarak ve vecde gelerek kendinden geçmesi, bu yüzden hayız gören kadınlar gibi Allah’ın huzûruna çıkamaması, namaz kılamaması hâli. Bazı mutasavvıflar, kerâmetleri ve hârikulâde halleri de bir eksiklik olarak değerlendirir ve bu hallere erlerin hayzı derler. Henüz irşad ehliyetini kazanamadığı için kendisine uyulmayan ve örnek alınmayan sâlikler de hayız halinde sayılır. İrşad ehliyetini kazandıkları zaman artık er olurlar.

Hera: Eski Yunan’da gökyüzü tanrıçası; Zeus’un eşi. Eski Yunan’da tanrıça Hera adına her dört yılda bir düzenlenen kadınlar arası spor yarışmaları yapılırdı. Bunun, Olimpiyat (Olimpic) oyunlarından daha eski olduğu söylenir.

Herakles: Bazen bir tanrı olarak da tapılan en popüler Yunan kahramanı; Zeus’un kendi annesi Alkemene’yle birleşmesinden doğan oğlu olduğu kabul edilir.İsmi Hera’nın muhteşem hediyesi, ya da Hera’nın intikamı anlamına gelir. Doğaya kafa tutan insan gücünün simgesi kabul edilmiştir.

Herkül: Eski Yunan kahraman tanrısı Herakles’in Roma’daki karşılığı, Latinleştirilmiş Herakles. Roma’da onun tanrı Jüpiter’in oğlu olduğuna inanılırdı. Eski Roma’da insan kurbanı âdetini Herkül’ün kaldırdığı söylenir. Tarım, ticaret ve savaş tanrısı kabul edilirdi.

Hıdırellez: Hıdırellez kelimesi, Hıdır-İlyas ifâdesinin bozulmuş şeklidir. Halkın câhilî inancına göre Hızır ile İlyas’ın -ki, Kur’an’a ters inanca göre bu ikisi ölümsüzlük suyundan içmiş, ölümsüz olmuşlardır- buluşması olayına Hıdırellez (Hıdır-İlyas) denir. 6 Mayıs’ta birbahar bayramı şeklinde kutlanır.

Hıfz: Koruma. Tasavvufta; Evliyânın günah işlemekten ve hatada ısrar etmekten koruma hali. Peygamberimiz’in ismet sıfatına karşılık, ermişlerin hıfz sıfatı vardır. Peygamberler ma’sûm, velîler mahfûzdur. Allah peygamberi günah işlemekten, velîyi günahta ısrar ve devam etmekten korur. Mahfûz olmak, velî olmanın şartıdır.

Hızır: Halk arasında ölümsüzlük şerbeti (âb-ı hayat) içerek ölümsüzlüğe kavuşmuş olduğuna inanılan ve her zaman ve mekânda umulmadık anlarda ortaya çıkarak insanlara yardım eden, bolluk ve bereket getiren olduğuna inanılan mitolojik şahsiyettir. Binlerce senedir yaşayan, bunalan kulun imdâdına yetişen yarı tanrı bir kişilik olarak kabul edilir. Hızır düşüncesi, bazılarınca Kur’an’da Mûsâ (a.s.) ile bir yolculuk yapan ve “Allah’tan verilen bir ilim ve rahmet (vahiy ve peygamberlik) sahibi” (18/Kahf, 65) olduğu belirtilen kişiyle ilişkili olarak görülür. Ancak, Kur’an’da ismi zikredilmeyen bu kişinin Hızır niteliğiyle herhangi bir ilişkisinin olmadığı, yalnızca Allah’tan vahiy alan bir peygamber oldğu açıktır. Öte yandan Allah, Kur’an’da açıkça hiç kimseye ölümsüzlük vermediğini, herkesin ölümlü olduğunu açık şekilde ifâde etmektedir (21/Enbiyâ, 34-35).

Himmet: Ermiş kişilerin maksadı hâsıl eden, iş bitiren ve dilediklerini yerine getiren mânevî gücü. Himmet-i ricâl: Erenlerin himmeti. Erlerin himmeti dağları yerinden oynatır. Pirler, dervişlerini himmetleriyle terbiye ve idâre ederler. “Mürîdim ister doğuda olsun ister batıda / Hangi yerde olsa da yetişirim imdâda.” A. Geylâni’ye ait olan bu şiir için (bkz. S. Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Risâle-i Nur Külliyatı, Nesil Y. c. 2, s. 2083)

“Darda kalmış kişi duâ ettiği zaman onun yardımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzünün hâkimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir ilâh mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz.” (27/Neml, 62) “De ki: Allah’ın dışında kuruntusunu ettiklerinizi çağırın bakalım; onlar, sıkıntınızı ne gidermeye, ne de bir başka tarafa çevirmeye güç yetirebilirler.” (17/İsrâ, 56)

Hinduizm: Geleneksel Hint dinsel inancına verilen genel bir ad. Hindistan geleneğine âit bazı ortak karakteristik özellikleri yansıtmakla birlikte Hinduizm, belirli bir inanç sistemi olmaktan ziyâde, birçok dinsel geleneğe verilen ortak bir addır. Bu nedenle, Dinler Tarihçileri, Hinduizmin başlı başına dinsel bir akım mı, yoksa Hint kültürel geleneğini mi ifâde ettiği konusunda görüş ayrılıkları içerisindedirler. Hinduizm, dünyanın çok eski ve en geniş kutsal literatürüne sahip olan bir gelenektir. MÖ 1300-800 yılları arasına âit olan Vedalar ve daha sonraki dönemlerde derlenen Brahmânâlar, Upanişadlar, çeşitli destanlar ve kanun kitapları, Hinduizmin kutsal literatürünü oluşturmaktadır. Hinduizmin karakteristik özellikleri arasında kast sistemi, Karma doktrini, Samsara ve Avatara tasavvuru dikkati çeker. Tanrı düşüncesi açısından Hinduizm, ateist gruplardan teistlere ve panteistlere, monoteistlerden politeistlere kadar birçok akımı bünyesinde toplar. Ancak, genellikle Hinduların politeist oldukları görülmektedir. Yüzlerce hatta binlerce tanrısal varlığa inanılmakla birlikte, yaratıcı tanrı Brahma, koruyucu tanrı Vişnu ve yıkıcı tanrı Şiva üçlüsü tanrılar panteonunun başını çekmektedir.

Tanrı düşüncesi konusundaki çeşitlilik, ritüeller konusunda da görülmektedir. Hindular arasında dünyadan tamamıyla el etek çeken ve mutlak inzivâyı yaşam biçimi edinen mistiklerden karma seks âyinleri yapanlara, beslenme diyeti konusunda kendilerine sınırlama getirenlerden bu konuda kendilerini tamamen serbest bırakanlara kadar birçok farklı grubun varlığına rastlanır. Ancak genel olarak Hindular, tanrı timsâli olan heykel ve sûretlere tapınır ve onlara hediyeler sunarlar; râhiplerin yöneticiliğinde kurban törenleri düzenlerler, kutsal mekânlara hac seyahatleri tertip ederler ve kutsal sularda vaftiz olurlar. Hinduların çok ayrıntılı ve karmaşık zaman hesaplamaları da dikkat çekicidir.

Hesiod: Muhtemelen MÖ h. Yy sonrası yaşamış olan Yunan mitoloji yazarlarından birisi. “Teogoni” ve “İşler ve Günler” adlı eserlerinde dünya çağları, tanrıların soy kütüğü ve benzeri konuları ele alır. Antikçağ Yunan mitolojisinin iki büyük kaynağından biri Homeros destanları, ikincisi de MÖ 8. yy’da Askra’da yaşadığı sanılan Hesiodos’un Theogonia (Tanrıların Doğumu) adlı kitabıdır. Bu eserinde Hesiod, evrenin yaratılışını ve tanrıların meydana gelişlerini anlatır. Birçok mitolojik tanrılar ve öyküleri Hesiod’a özgüdür ve Homeros destanlarında yoktur.

Homer (Homeros): İliad ve Odyssey’in (İlyada ve Odisse) yazarı olan Eski Yunanlı bilgin. Muhtemelen MÖ 700 öncesi yaşamıştır. İzmir doğumlu olduğu söylenir.

Homeros-Hesiodos Dini: Antikçağ Yunan ozan ve düşünürleri Homeros’la hesiodos’u yapıtlarında geliştirdikleri çoktanrıcılık. Hellen çoktanrıcılığına bu adı tarihçi Herodotos vermiştir. Herodot’a göre Yunan tanrılarını sanlıkları, yetkileri, hünerleri ve serüvenleriyle yaratan bu iki şairdir. Hesiodos’un tanrılardan söz eden eseri Thegonia, Homeros’un İlya ve Odisse adlarını taşır. Bu yazarlardan birinin açıkladığı kimi tanrılardan öbürü söz etmediği gibi, kimi tanrılar da bu yazarlarca değişik biçimlerde anlatılmıştır. Çoğu tanrıların tanıtılmasında birleşirler, çünkü ozanca katkıları bulunmakla birlikte, her ikisinin de kaynağı eski halkların inançları ve efsâneleridir.

Horoskop: Astrologların yıldızlardan çıkardığı gelecekle ilgili kehânet. Astrolog denilen modern kâhinler, horoskop denilen yıldızların, burçların bulundukları yerin haritasını çıkarıp, falına bakacakları kimsenin doğum tarihleriyle kıyaslayarak o kişinin geleceği -gayb- hakkında hüküm çıkartırlar.

Hubel (Hübel): Tanrıça Kybele’nin (Cybele-Sibel-) Araplaşmış put biçimidir. Câhiliyye dönemi Araplarınca savaş ve yağmur tanrısı olarak tapınılan bir put idi. Kâbe’nin avlusundaki bir su kuyusunun başında onun, sağ eli kırık bir insan şeklinde kırmızı akik taşından yapılmış heykeli vardı. Araplar, bu kırık elin yerine, altından bir el yaparak heykeli onarmışlardı. Klasik Arap kaynakları, Hübel heykelinin kuzey bölgelerinden getirilerek Mekke’ye dikildiğini söylerler. Câhiliyye döneminde Kâbe’de Duşârâ ve Manutu (Menât) adlı putlarla birlikte bulunuyordu. Mekke fethinden sonra diğer putlarla birlikte Müslümanlar tarafından parçalanmıştır. (Bak. Kybele)

Hulûl: Bir şeyin diğer bir şeye girmesi. İki şeyin bir şeymiş gibi birleşmesi demektir. Tasavvufta; Allah’ın bazı eşyaya veya kişilere girmesi inancı. Bu inançta olan mutasavvıflara hulûl ehli adı verilir. Bazı müşrik toplumlarda görülen inanca göre, İlâhî ruh, bazı liderlerin bedenlerine girmiş kabul edilir. Bu bâtıl inanç, müslümanlar içinde bazı sapık/müşrik mezheplerde de görülür. Bunlara göre, tanrı bazı imamların bedenlerine girmiş kabul edilir. Tasavvufçular arasında da benzer görüşe sahip olanlar vardır. Hulûliye bunlardandır. Onlar, tanrılığın bazı bedenlere girerek cisimleştiği inancına sahiptir. (Bak. İnkarnasyon)

Hulûliye: “Güzel kadınlara ve oğlanlara (tüysüzlere) bakmak helâldır, Allah’ın bazı sıfatları bize hulûl eder. Bu hal içinde iken öpüşmek ve sarmaş dolaş olmak câizdir” diyen mutasavvıflar zümresi.

Hurâfe: Dinî bilgiler ve kurallar arasına karışmış yanlış, bâtıl inanç, efsâne ve mitolojilere denir. Bunlar, gerçekle bağlantısı bulunmayan boş inançlar ve uydurmalardır. Atalara duyulan saygıdan dolayı, kuşaktan kuşağa aktarılan hurâfelerin temel özelliği, bunlar hakkında Kur’an ve sünnetten bir delili olmaması, hatta çoğunlukla bu iki kaynağa ters, İslâm akaidine zıt olmasıdır.

Hurriyye: Kendilerinden geçmiş bir halde iken cennetten gelen hûrîlerle seviştiklerini ve cinsî temas kurduklarını iddia eden mutasavvıflar zümresi.

Hüküm: "Hükm" kelimesinin sözlük anlamı, yargı ve yargıda bulunmak, hükmetmek, karar vermek, idare etmek, ata gem vurmak demektir. Hakkında âyet ve hadis olan itikada ve ibâdete ait bütün prensiplere “hüküm” denilir. Hükmün çoğulu “ahkâm”dır. Ayrıca, hâkimlik, âmirlik, tesir gücüne sahip olma gibi anlamlarda da kullanılır. Emir ve irâde demektir. Gerçekte hüküm, kelime anlamıyla önlemek, engel olmak, menetmek anlamındadır; hâkim kelimesi de haksızlığa engel olan demektir. Bir şeyin iyice araştırılıp soruşturulmasından sonra verilen karara “hüküm” denir. Mahkemelerde hâkimlerin verdiği karar gibi; filan adam, “bu konuda şöyle hükmetti”, “falancanın hükmü şöyledir” denilir. Sözü geçmek, hükmünü yürütmek, kuvvetli ve güç sahibi olmak anlamlarına da gelir. Bu mânâda; “Allah’ın dediği olur” anlamında “Allah’ın hükmü her şeye geçerlidir” deriz.

Kur’ân-ı Kerim’de, insan fiilleriyle ilgili beş yüz kadar âyet vardır. Bunlara “ahkâm âyetleri” denmektedir. Peygamberimizin, ahlâk, öğüt, âhiret, ibâdet, muâmelât (insan ilişkileri) ve ukubat (cezalar) ile ilgili hadislerine de “hüküm-ahkâm hadisleri” adı verilir.

Bir konuda Allah’ın bir hükmü varsa ve O’nu gerek Kur’an’la, gerek peygamberi ile bize bildirmişse, insana düşen o hükme teslim olmak, tüm işlerinde Allah’ın hükmünü uygulamaktır. Allah’ın hükümleri dışındakilere “câhiliyye hükmü” denir. Mü’minler, câhiliyye ile hükmetmezler (5/Mâide, 50). İman edenler, dinî hükümlere teslim olurlar, bir konuyla ilgili veya insanlar hakkında hüküm verme durumunda olurlarsa, adâletle hükmederler (4/Nisâ, 58). Fıkıh Usûlüne göre hüküm, mükelleflerin (yükümlülerin) fiillerine bağlanan şer’î özelliktir. Şer’î hükmün kaynağı da yalnızca Allah’tır. Hüküm Allah’tan kaynaklandığı için Allah’ın güzel isimlerinden biri el-Hakem, biri de el-Hakîm'dir.

Sünnetullah gereği, insanlar toplum halinde yaşamak durumundadırlar. Cemiyetin düzeni ise, birtakım emirlerin ve hükümlerin çevresinde teşekkül eder. Bu noktada karşımıza; “hüküm nedir? Hükmetme hakkı kime aittir?” gibi sualler çıkacaktır. Araplar, atı gemlemeye de hukm derler. Dolayısıyla "hukm"ün “zapt u rabt altına alıp terbiye etme, boyun eğdirme” mânâsı sözkonusudur. Hâkim, mahkeme, hakem gibi günümüzde sık sık kullanılan kelimeler, aynı kökten gelir. Hüküm sahibi denildiği zaman, Türkçede kullanıldığı şekliyle, “hâkimiyet ve egemenlik” kelimeleri gündeme girer. “Hâkimiyet kayıtsız, şartsız ulusundur” sloganında; yönetme ve hüküm koyma hakkının kime ait olduğu noktasında bir tercih vardır. Bu tercih, “ulusun gücünün üstünde, hiçbir gücün olmadığı” iddia ve ifadesidir. İslâmî ıstılahta; “mükellefin fiillerine iktiza eden hitab-ı İlâhînin eserine hüküm denilir” şeklinde tarif edilmiştir.

Kur’ân-ı Kerim’de, “(Ve şu emri indirdik:) İnsanlar arasında Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmet! Sakın onların (insanların) hevâ ve heveslerine uyma” (5/Mâide, 49) emri verilmiştir. Dolayısıyla hiç kimsenin, Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve o hükümlerin yerine geçmek üzere hüküm koyma hakkı yoktur. İnsanların hevâ ve heveslerinden kaynaklanan hükümlere câhiliyye hükmü denilmiştir. Müslüman, kayıtsız şartsız olarak, Allah’ın ve Rasûlü’nün hükümlerine tâbi olan kimsedir. “Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Rasûlü’ne çağrıldıkları zaman, iman edenlerin sözü, ancak ‘işittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte asıl murâdına erenler bunlardır.” (24/Nûr, 51) Arzularını İslâm’a tâbi kılmayan kimselerin iman iddiaları bir vehimden ibarettir. Zira Rasûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur: “Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki, arzusunu İslâm’a tâbi kılmayan kimse iman etmiş olmaz.” (İbn Kesir, III/490)

Kur’an’da “Dinde zorlama yoktur. Hakikat, iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tâğutu tanımayıp da Allah'a iman ederse, o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işiten ve her şeyi kemâliyle bilendir.” (2/Bakara, 256) hükmü beyan buyrulmuştur. Dolayısıyla insan için iki yol mevcuttur. Birincisi: Allah'a iman etmek ve hayatını İslâmî hükümlere göre düzene koymak. İkincisi: Tâğuta kalben teslim olup, hevâ ve heveslere göre yaşamak. Bu iki yolun dışında, üçüncü bir yoldan söz etmek mümkün değildir. Tâğut kelimesi, tuğyan etmek (azgınlaşarak isyan etmek) mânâsınadır. Kendisi için tayin edilmiş olan sınırın dışına taşan her şey tâğuttur. İslâmî ıstılahta; Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hüküm koyan her güce tâğut ismi verilmiştir. Tâğut, sapıklıkta önderlik (liderlik) eden herkese şâmildir. Tâğutî güçlerin icad ettiği hükümlere câhiliyye hükümleri demek mümkündür. Nitekim Kur'an'da; “Onlar, hâlâ câhiliyye (devri)nin hükmünü mü arıyorlar? Şüphesiz, yakîn sahibi (gerçek iman ve ilim sahibi) bir kavim indinde, hükmedici olarak Allah’tan daha güzel kim vardır?” (5/Mâide, 50) buyrulmuştur. Câhiliyye devrinin hükmünden maksat, “darü’n-nedve” isimli mecliste, insanların hevâ ve heveslerinden (ideolojilerinden) yola çıkılarak hazırlanan ve bütün zümreleri bağlayıcı olan kanunlardır.

Hz. Adem’den itibaren bütün peygamberler, insanları, Allah’ın emirlerine ve hükümlerine göre yaşamaya dâvet etmişlerdir. Bu dâvet, peygamberlerin vârisleri olan âlimler tarafından kıyâmete kadar devam edecektir. Kur’an’da Hz. Yusuf kıssası beyan edilirken bütün insanlığa şu hatırlatma yapılmıştır: “Sizin Allah’ı bırakıp da taptıklarınız kendinizin ve atalarınızın takmış olduğu (kuru) isimlerden başkası değildir. Allah bunlara hiçbir hüccet indirmemiştir. Hüküm sadece Allah'a mahsustur (ondan başkasına ait değildir). Allah, kendisinden gayrisine ibâdet etmenizi emretmemiştir. Dosdoğru din işte budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (12/Yûsuf, 40)

Hüküm ve emir, Allah'a mahsustur. Hesap gününü düşünen her insan yeryüzünde, Allah’ın emirlerini tebliğ ve hükümlerini infaza memur kılındığını asla unutmamalıdır. Kur’an’da, “Allah, hükmedenlerin en güzel hükmedeni değil midir?” (95/Tîn, 8) denilmektedir. Allah, mutlak hüküm koyucu, hükmeden, hükmünü geçirendir. (Y. Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 188-191)

 

İbâdet: Sözlük anlamı; tapmak, kulluk yapmak, itaat etmek veya boyun eğmek demektir. İbâdet, niyete bağlı olarak yapılması sevap olan, özel bir şekilde yapılan itaat ve fiillerden meydana gelir. Insanı yaratan ve ona her türlü nimeti veren Allah’a karşı bir ta’zim (O’nu büyük görme)dir. İbâdet, kendini kul olarak kabul eden insanın Rabbine karşı teslim oluşu ve Rabbine itaat edişidir.

İbâdet, Yüce Yaratıcı karşısında kişinin benliğinin derinliğinden gelen bir saygı ile boyun eğmesidir. İbâdet, Allah’a karşı duyulan saygı ve azamet duygularının en yücesidir. Kul bu duyguyu, Allah’ın emirlerine uyarak, yasaklarından kaçınarak yerine getirir. Allah’ın râzı olduğu bütün ameller İbâdet kapsamına girer. Bir diğer deyişler sâlih (doğru ve güzel) kabul edilen bütün ameller (fiiller)in yapılması İbâdettir. Çünkü Allah, insanlardan güzel davranışlar ve kendi hükümlerine uyma istemektedir. Yani Allah’a itaat mânâsı taşıyan her hareket İbâdettir.

İbâdet, ‘abd’ kelimesinden türetilmiştir. Bu da; en yüce bilinen bir varlığa itiraz etmeksizin, karşı gelmeksizin itaat etmek, boyun eğmek demektir. Eskiden kölelere de ‘abd’ denirdi. Onlar, sahiplerine karşı gelmeksizin itaat ederlerdi. Çünkü onlar efendilerinin malı sayılırlardı. Insanın Allah karşısındaki durumu, kölenin efendisi karşısındaki durumu gibi değildir. Insanlar Allah’ın köleleri değildirler. Ancak insanlar mutlak itaatı, boyun eğmeği ve en yüksek tazimi Allah’a yapmak zorundadırlar. Bunun adı kulluktur, yani İbâdettir. İbâdetin Kur’an’daki Anlamları: Kur’ân-ı Kerim’de İbâdet bir kaç anlamda kullanılmaktadır:

1- Kulluk ve itaat anlamında; “Ey iman edenler, size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yeyin. Allah’a şükredin, eğer hakikaten O’na kulluk (İbâdet) ediyorsanız.” (2/Bakara, 72) Kulluğu yalnızca Allah’a yapan, helâl ve haram konusunda da yalnızca O’na itaat eder.

2- Itaat anlamında; “Ey Ademoğulları, şeytana itaat (İbâdet) etmeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.” (36/Yasin, 60) Insanlar şeytana ilâh diye inanmazlar ama onun sözünü dinlerler. Yani ona itaat ederler. Allah, şeytana itaat etmeyi yasaklıyor.

3- Kulluk anlamında; “Allah’ı bırakıp da kendisine kıyamete kadar sevap veremeyecek kişiye (şeye) tapmakta (İbâdet etmekte) olan kimseden daha sapık kimdir? Halbuki, (o taptıkları şeyler) bunların duâsından habersizdirler.” (46/Ahkaf, 5)“Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine ne bir zarar, ne bir fayda vermeyecek olan şeylere İbâdet ederler. Bir de: ‘Biz bunlara ancak bizi Allah’ a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz’ derler.” (10/ Yunus, 18) “Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize İbâdet edin. Umulur ki takvaya erersiniz (sakınırsınız).” (2/Bakara, 21)

Bunlara benzer daha bir çok âyette İbâdet, Allah’a ve O’nun dışında ilâh (tanrı) zannedilen şeylere yapılan itaat, kulluk ve tazim gibi şeyler anlamında kullanılmaktadır. Bizim üzerinde durmaya çalıştığımız da bu anlamdır. İbâdet, kişinin benliğini inkâr etmesi, kendini bir hiç yerine koyması değil, Allah’ın yüceliği yani azameti karşısında duyulan saygıdan dolayı bir ürperiş, bir teslimiyet, bir sığınma, bir söz dinlemedir.

Yaratanla yaratılan arasındaki diyaloğ, karşılıklı ilişki; Allah’tan insana vahy şeklinde, insandan Allah’a doğru ‘duâ ve İbâdetşeklinde gerçekleşir. İbâdet, aynı zamanda nimetleri veren makama karşı bir şükür işaretidir. Insana verilen en üstün nimet herhalde hayat nimetidir. Öyleyse İbâdet hayatı var eden, bütün yaratılmışların hayatını elinde tutan Allah’a yapılır.

İslâm’daki İbâdet anlayışı, bir takım batıl dinlerde olduğu gibi bir tapınma değil, Allah’a karşı olan sevginin, saygının, azametine teslim oluşun, O’nun Rabliğini tasdik edişin duâ, itaat ve belli hareketlerle ortaya konmasıdır.

İbâdetin amacı, Allah’ın rızâsına ulaşmak, bir anlamda takva sahibi olmak, bununla dünya hayatını düzene koymak, iyi bir insan olabilmek ve öldükten sonra da Cenneti kazanmaktır. İbâdet, yaratılıştan gelen bir ihtiyaçtır. Insanlar Yüce Allah’a İbâdet için yaratılmışlardır. (51/Zâriyâ, 56). Allah’ı unutanlar ise tarihte ve günümüzde İbâdet edecek ilâhlar bulmuşlardır. Işin doğrusu yeryüzünde İbâdetsiz insan olmaz. İbâdetin ilk basamağı inanmak ve imanın gereklerini yapmaktır. Bu mânâda İbâdet gizli olmaz. Insan hayatı gizli değildir ki, hayatı Allah rızâsı için yaşamak, yani İbâdet de gizli olsun.

İdeoloji: Kelimenin aslı Latincedir. İdea, “görünen biçim, fikir” sözcüğü ile logos “bilgi” kelimesinin birleşmesi ile yapılmış ve düşünceyi inceleyen bilim (ideler bilimi) anlamında kullanılmıştır. Siyasal ve sosyal bir doktrin meydana getiren ve bir hükümetin, bir partinin veya bir sosyal sınıfın hareketine yön veren, düşünce sistemine ideoloji denir. Bir topluma veya toplumsal sınıfa has düşüncelerin tümüne ideoloji denir. İlk olarak Destut de Tracy tarafından, felsefî bir hareket olarak savunulmuştur. Daha sonra Cabanis, Volney Grat ve Daonou tarafından siyasî bir topluluk olarak sahneye çıkarılmıştır. On sekizinci yy’da “ideologlar” denilince bu isimler akla gelirdi. Cemil Meriç, ideolojinin, kaypak ve karanlık bir mefhum olduğunu, Büyük Fransız İhtilâlilinden sonra “felsefe”ye başka bir isim bulmak gerektiğini, zira felsefenin kiliseden koptuğunu, bunun için “ideoloji” kelimesinin Destut de Tracy tarafından (1796) uydurulduğunu izah eder (C. Meriç, Umrandan Uygarlığa, s. 230).

İdeoloji, metafizik muhtevâsından sıyırılmış bir felsefedir. İslâm mütefekkirleri ve ulemâsının felsefecileri küfürle itham ettiğini bilen batıcı laik kadrolar, bu kelimenin arkasına sığınmışlardır. Bilginin kaynağını duyu organlarının faâliyetleri ve akıl yürütme ile sınırlandıran ideologlar, vahyi inkâr ettikleri için kâfirdirler. İslâm topraklarındaki bütün ideolojilerde görülen temel özellik, nassı inkâr mantığıdır. Dolayısıyla her ideoloji “ilâhlık” iddiâsına dayanır. Üretim, üretim araçlarının mülkiyeti ve tüketim gibi konularda “helâl” ve “haram” hudutlarını inkâr ederler. “Sermaye” ve “emek” anlayışında, birbiren zıt teoriler ortaya koysalar da, “mülkün Allah Teâlâ tarafından yaratıldığı gerçeğini” inkârda birleşirler. Bütün bu gerçekler dikkate alındığında, “Lâ ilâhe” (ilâh/tanrı yoktur) “illâllah” (ancak Allah vardır) diyen her mü’min, bütün ideolojileri inkâr etmiştir. Kelime-i tevhidi kalben tasdik ve dille ikrar eden mü’minler; ismi ne olursa olsun, İslâm topraklarını işgal eden bütün ideolojilerle savaşmak (cihad etmek) durumundadırlar. Aksi davranışta bulunanlar, cihad gibi farz-ı ayn hale gelen ameli terk ettikleri için mes’uldürler (Y. Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 199-201).

İdol: Yunanca (resim, heykel anlamına gelen) eidolas’tan türetilen idol, sûret ve şekil anlamına gelmektedir. Dinî geleneklerde özellikle tapınmada kullanılan sûretler ve benzeri şeyler için genel bir isim olarak kullanılır, put demektir. Tanrılara adak olarak sunulan taştan ve topraktan yapılma heykelciklere de idol denir. (Bak. Fetiş)

İhvân: Kardeşler. Tasavvufta; Belli bir tarîkate ve şeyhe bağlı olanlar birbirinin kardeşi (ihvân), bunun dışında kalanlar ecnebî, ağyâr, digerân (başkaları)dır. Bazı hallerde yabancıların tarîkat âyinlerine alınmaları, şeyhin özel sohbetine katılmaları hiçbir tarîkatte uygun görülmemiştir. Belli bir tarîkat mensupları, bir âile gibidir. Şeyh baba ve peder (ata), şeyhin karısı ana-bacı ve vâlidedir. Müridler ise şeyhin evlâdıdır. Bu evlât, yekdiğerinin kardeşi (ihvânı, birâderi)dir.

İkon: Kiliselerde bulunan dinî tasvir, yani resim ve heykeller. Özellikle ortodoks kiliselerinde bulunur. Hıristiyanlar, ikon(a)lara tapmadıklarını, sadece onlara saygı duyduklarını söylerler.

İlhâm: Bildirmek, haber vermek. Tasavvufta; a) Feyz yoluyla kalbe gelen özel bir anlam ve bilgi. Düşünmekle kazanılan bir bilgi değildir. b) Kalbe konulan iyilik hissi, hayır duygusu. İlhamın kaynağı ya Allah veya melektir. Velîler, ilhamı peygamberlere vahiy getiren meleğin aldığı kaynaktan alırlar.

İlm-i Nücum: Yıldızlar ilmi, astronomi, felekiyat anlamında olan bu terkip, astroloji için de kullanılmaktadır. Birincisi araştırma ve incelemelere dayanan gerçek bilgi olduğu halde, ikinci anlamı (astroloji), hurâfelere, bâtıl inanç ve kandırmaya dayanarak gayb hakkında bilgi edinme iddiası taşır.

İmâmân: İki imam. Tasavvufta; biri kutbun sağında, diğeri solunda yer alan iki velî. Sağdaki melekût, soldaki mülk âlemine bakar. Soldakinin mertebesi daha yüksek olduğundan, kutbun halifesi olur.

İnhinâ: Eğilmek, boyun eğmek. Tasavvufta; müritlerin şeyhlerini veya halifesini ya da birbirini eğilerek selâmlamaları. Bu tür selâmı secde sayıp reddedenler: “Ne senden bana rükû, ne benden sana sana kıyam; selâmün aleyküm, aleyküm selâm” derler.

İnkâr: Tanımama, kabul ve tasdik etmeme, inanmama, reddetme. İmanın zıddıdır. İnkâr, Allah’ın varlığının gerekliliğini reddetmek, Yaratıcı ile yaratılmış arasındaki bağı koparmak demektir. Kur’ân-ı Kerim, inkârcıların acı bir azâba uğrayacaklarını ve cehenneme sürüleceklerini, iman edip sâlih amel işleyenlere ise ardı arkası kesilmeyecek mükâfatlar verileceğini bildirmektedir. “Andolsun Biz bu Kur’an’da insanlara her çeşit misali türlü biçimlerde anlattık; ama insanlardan çoğu inkârda direttiler.” (17/İsrâ, 89). “Onlara ne oluyor ki iman etmiyorlar. Kendilerine Kur’an okunduğu zaman secde etmiyorlar? Tersine, o inkâr edenler, Hakk’ı yalanlıyorlar. Allah onların içlerinde gizledikleri (küfür ve düşmanlığı) biliyor. Onlara acı bir azâbı müjdele. Ancak iman edip zâlih amel işleyenler için ardı arkası kesilmez bir mükâfat vardır.” (84/İnşikak, 20-25)

İnkarnasyon (Hulûl): İlâhî varlığın insan veya herhangi başka bir doğal varlık şeklinde tezâhür etmesi. Şirk inanışlarına göre, değişik inkarnasyon tipleri mevcuttur. Meselâ, hıristiyanlıkta tanrısal cevherin Mesih’te inkarnasyonu kabul edilir. Hinduizmin Avatara inancına göre ise, tanrısal varlıklar (özellikle Vişnu) çeşitli insan veya daha alt düzeydeki tanrısal varlıklar şeklinde tezâhür edebilir. Budizmde ise Nirvana öncesi Buddhaların başarılı ruh göçlerinden bahsedilir. Ancak burada herhangi bir tanrısal varlığın inkarnasyonu sözkonusu değildir. Tibet Lamaları da önceki Buddhalar veya Bodhisattvaların inkarnasyonları olarak kabul edilirler. (Bak. Hulûl)

İnsân-ı Kâmil: Yetkin insan, kâmil insan. Tasavvufta; Allah’ın zât, sıfat, isim ve fiilleriyle en mükemmel biçimde kendisinde tecellî ettiği insan. Gavs, kutup, hakiki mürşid. İnsân-ı kâmil, Allah’ın sûreti, Allah da onun rûhu gibidir. Diğer taraftan insân-ı kâmil, âlemin rûhu; âlem de onun sûretidir. İnsân-ı kâmil, Allah’ın gözü (aynullah)dür, âlemin nûrudur.

İrfân: Tasavvuf kültürüne göre marifet; keşf, hads, ilham, sezgi, mânevî ve rûhî tecrübe ile elde edilen bilgi, tecrübî bilgi demektir.

İrtidâd: İslâm dinini terk ederek başka bir dine geçmek veya eski inancına dönmek. İrtidat eden sapığa “mürted” denir. İslâm’dan çıktığını açıkça gösteren söz, tutum ve davranışlarda bulunan kişi, mürted sayılır. Büyük cezâyı hak eder. “Sizden kim irtidâd eder ve kâfir olarak ölürse, işte onların bütün yaptıkları dünyada da, âhirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateş halkıdır, orada ebedî kalacaklardır.” (2/Bakara, 217) “Kim imanı küfürle değiştirirse, şüphesiz o, dümdüz yolun ortasında sapıtmıştır.” (2/Bakara, 108)

İsrâiliyyât: İsrâiliyyât, önceleri İsrâiloğulları kaynaklı tüm rivâyetlere verilen bir isimken, daha sonra İslâm kültürüne (daha doğrusu bazı müslümanların kültürüne) girmiş tüm yabancı kaynaklı bilgilerin ortak ismi haline gelmiştir. İsrâiliyyât kaynaklarının başında Tevrât ve onun şerhleri gelir.

Uydurma olduğu kesin olan İsrâiliyyâta karşı Rasûlullah’ın tavrına şu rivâyet delildir: Rasûlullah’a elinde İsrâiloğullarına ait kitaplardan –ki bu kitap, bazı hadis şârihlerinin zannettiği gibi Tevrat değildi, baştan sona uydurma rivâyetler içeren yahûdi sözlü geleneğinin kaynağı olan Mişna adlı bir kitaptı- biriyle gelen Hz. Ömer’i Rasûlullah azarlamıştı (Ahmed bin Hanbel, 3/378).

Kur’an’ın ve sünnetin yaklaşımı esas alınarak İsrâiliyyât, üç kısımda değerlendirilir: 1- Doğruluğu tasdik edilen İsrâiliyyât, 2- Yalan olunduğundan emin olunan İsrâiliyyât, 3- Doğru ya da yalan olduğu bilinemeyen İsrâiliyyât. Kur’an, Tevrat’ın mihenk taşıdır. Kur’an’ın kabul ettikleri doğru, reddettikleri yalan, sükût ettikleri ise meçhuldür. Meçhul rivâyetler karşısında tavrımızın ne olması gerektiğini Rasûlullah açıklamıştır: “Kitap ehlini ne yalanlayın, ne de tasdik edin. Deyin ki: ‘Allah'a ve Allah’ın bize ve size indirdiği âyetlere iman ettik.” (Buhârî, İ’tisâm 25, Tevhid 51)

Rasûlullah, müslümanlara yaptığı bu tavsiyeyi (her konuda olduğu gibi) önce kendi tutmuş, kitap ehlinin Tevrat’tan İbrânice okuyup da Arapçaya çevirerek anlattıkları kimi hikâyeleri sadece dinlemekle yetinmiştir. Esasen bu hikâyeler, asırlardır o bölgede oturmakta olan yahûdiler tarafından sürekli anlatıla anlatıla artık bölge halkının ortak kültürü haline dönüşmüştü. Bunlar içerisinde Tevrat’ta yer alan bir cümlenin atasözü haline gelmişi olan “kadın, kürek/eğe kemiğinden yaratılmıştır” sözü örnek olarak anılabilir.

Deccâl, mehdî, kıyâmet alâmetleri gibi birçok konuda yığınlarca rivâyet nakledilir. Birçoğunun aslı araştırıldığında bunların İsrâiliyyâttan olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak kimi râvîler mârifetiyle bu rivâyetler Rasûlullah’ın ağzından çıkmış gibi nakledilmektedir. (Bu gibi rivâyetlerin asıl kaynağı olan Kâ’bu’l-Ahbar, Vehb bin Münebbih gibi kimselerden bazı sahâbiler dahi rivâyet etmişlerdir. Bir sahâbinin kendisinden sonraki nesle mensup birinden rivâyetine usûlde “tedlis” denir.)

İşte buna benzer “senedi sahih, metni illetli” bir rivâyetin aslını araştıran bir muhakkikin tesbiti: “Zübeyr bin Avvam, hadis rivâyet eden bir adam duydu. Adam hadisi bitirene dek bekleyen Zübeyr ona şöyle dedi: ‘Sen bunu Rasûlullah’tan mı duydun?’ Adam ‘evet’ dedi. Zübeyr şöyle dedi: ‘İşte bu ve benzerleri beni Nebî’den hadis rivâyet etmekten soğutanlardır. Ömrüme yemin olsun ki, ben bunu Rasûl’den duydum ve bu söylediğinde Rasûlün yanındaydım. Fakat Rasûl bu hadise başladığında biz ona kitap ehlinden bir adamın sözünü aktardık. Ve sen, ‘evet, duydum’ diyen kişi, sen hadisin başı bittikten sonra geldin ve kitap ehlinden bir adamın anlattıklarını Rasûlullah’ın hadisinden zannettin.” (İbnu’l Cevzî, Def’u Şübheti’t Teşbih, s. 38).

İşte bu rivâyet, bazı sahâbilerin dahi yahûdilere ait birtakım rivâyetleri sözün başına yetişemedikleri için Rasûlullah’ın söylediğini zannederek rivâyet ettiklerinin en ilginç delili. Bu gibi örnekler, mûteber hadis kaynaklarındaki senedi sahih, lâkin metninde İsrâilî rivâyetler olan hadislere nasıl bakmamız gerektiğini göstermektedir. İşte şu hadis de onlardan biri: “Ölüm meleği Mûsâ’ya gönderildi. Mûsâ ona bir yumruk vurdu ve gözünü çıkardı. Melek Rabbine geri dönüp dedi ki: ‘Beni ölmek istemeyen birine gönderdin’ Allah, gözünü geri iâde etti ve buyurdu ki: ‘Dön, eğer yaşamak istiyorsa elini öküzün sırtına koymasını söyle, avucunun aldığı her kıla karşılık bir yıl yaşar. Mûsâ sordu: ‘Ya Rab, ya sonra?’ Allah cevapladı: ‘Ölüm!’ Mûsâ dedi: ‘O zaman şimdi gelsin...” (Buhârî, Cenâiz 69)

Sözkonusu hadislerden biri de şudur: “Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil cennet nehirlerindendir.” (Müslim, Cennet 26). Bu hadis rivâyeti, Tevrat’taki cümlelere çok benzemektedir (Her bakımdan yanlış bilgilerle dolu olan Tevrat’taki konuyla ilgili cümleler için bkz. Tekvin, 2/10-14). Kur’an’a aykırı olan İsrâiliyyât, tefsirlerde de çokça yer alır. İsrâiliyyât, Kur’an ve sünnet ölçüsüne vurularak süzgeçten geçmeden ulu orta kaynak olarak kullanılırsa, geçmişte olduğu gibi bir yığın hurâfe ve yalanın müslümanların kaynaklarına karışması sonucunu doğuracağı gibi, dinin tahrifini de beraberinde getirir.

Çağdaş İsrâiliyyât: Bugün, İslâmî kültürü tehdit eden, eski İsrâiliyyât değil; adı İsrâiliyyât olmayan ve çoğu kimsenin dikkatini çekmeyen çağdaş İsrâiliyyâttır. İsrâiliyyât, bizce “tahrif kültürü”nü sembolize eden bir isimdir. İslâm kültürünü tahrife yönelen her kültür, “isrâiliyyât” kapsamına girer. Bu yüzden orta çağda İslâm kültürünü istilâ eden Yunan felsefesi de döneminin isrâiliyyâtıydı. Her yabancı kültür gibi girdiği kültüre hem katkıda bulundu, hem yozlaştırdı. Yüzyıllardır boşu boşuna tartışılan ve “imanın kelâmlaşması” demeye gelen Allah’ın sıfatları meselesi, dünyanın “kadîm/hâdis”liği meselesi, “haşir” meselesi, “cüz’ü lâ yetecezzâ” meselesi hep bu kültürün İslâm kültürüne etkisiyle ortaya çıkan incir çekirdeğini doldurmayan meselelerdi.

Bugünün en tehlikeli isrâiliyyâtı çağdaş ideolojiler ve sistemlerdir. Marksizm, sosyalizm, şövenizm, kapitalizm ve Kemalizm birer isrâiliyyât olduğu gibi, pozitivizm, materyalizm, sekülarizm ve laisizm gibi felsefî ve siyasî akımlar da bugünün İslâm kültürünü ve hatta varlığını ciddi bir biçimde tehdit eden isrâiliyyâttır. Türk-İslâmcılık, İslâmî sol, İslâm sosyalizmi şimdilerde moda olan laik İslâm da “hakkın bâtılla karıştırılarak” bir tür “düşünce şirki” elde edilen yahûdileşme ve gâvurlaşma temâyüllerindendir. Bu gibi düşünce şirklerine fetva tedarik etmekle görevlendirilen resmî din adamları taifesiyle Kur'an’ın “hakka bâtılı karıştırıp bile bile hakkı gizledikleri” için kınadığı yahûdileşmiş din adamları arasında garip bir ilişki var.

Laisizm, son moda isrâiliyyât olarak günümüz Türkiye müslümanları için çok ciddi bir tehlike olarak hissettirmektedir kendisini. Müslümanca düşünme ve yaşama felsefesini kökten tehdit eden laisizm sadece kültürümüzü değil; imanımızı da tehdit etmekte. Kadim/eski isrâiliyyât, kelimeleri yerlerinden ederek düşünceyi tahrif ve hayatı tahrip ediyordu. Çağdaş isrâiliyyât olan laisizm ise eşyayı menşeinden, gayesinden ve illetinden ederek düşünceyi tahrif ve imanı tahrip etmektedir. Bu çağdaş ilhad modası, hayatla imanın arasını ayırarak eşyanın tabiatına aykırı bir konum almakta, bu modaya kapılanlar ise dini “vicdanîleştirerek” hıristiyanlaşmaktadırlar. Laisizm, Kur’an’ın diliyle “sapıtanların yolu”, yani bir “hıristiyanlaşma”dır.

Ancak, şu bir gerçektir ki, isrâiliyyâtın ister eski, ister çağdaş olsun tüm çeşitlerinde yahûdilerin parmağı hep olagelmiştir. İslâmî kaynaklara girmiş kadim isrâilî rivâyetlerin başında deccal ve mehdi haberleri gelirdi. Çağımız yahûdileri, tekellerinde tuttukları basın-yayın ve iletişim araçları vasıtasıyla süper güç adı altında insanların zihninde “heyûlâ” haline getirilen yeni “deccal” ve “mehdi”ler imal etmektedir. İnsanlığın bilnçaltına yerleştirilen bu güçler, kimi için “korku”, kimi için “umut” haline getirilmektedir.

Bugün iletişim organları sayesinde çağdaş teknoloji muazzam bir hurâfe haline getirmektedir. İnsanlar makinelerde, onlarda olmayan birtakım güçler vehmeder olmuşlardır. Çağdaş isrâiliyyât, “yazılı âyetler” dışındaki üç âyeti de tahrife yönelmiştir.

İstidrâc: Kâfirlerde, özellikle tâğutlarda ortaya çıkan veya öyle zannedilen hârikalara denir.

İstiğâse: Sığınmak, ilticâ etmek, meded ve yardım istemek, imdad demek. Tasavvufta; darda kalan bir tarîkat ehlinin şeyhini yardıma çağırması veya ölü ermişlerin ruhlarından imdat dilemesi. Sıkışık durumda kalan bir kimsenin Allah’tan veya peygamberin rûhâniyetinden yardım istemesi de istiğâsedir. Son dönem mutasavvıfları, şeyhlerden ve yatırlardan daima istiğâsede bulunmuşlardır. Kendisinden medet umulan en büyük velî “gavs”tır.

İstihâre: Aslında, Allah’tan hayır istemek, hayır duâsı demektir. İstişâre edilerek yapmaya karar verilen meşrû ve mubah bir eylemle ilgili olarak azmedip karar verdikten sonra, o işin sonucunun bilinmediği için, eğer hayırlı ise Allah tarafından kolaylaştırılıp nasip edilmesini, değilse zorlaştırılıp nasip edilmemesini istemek için duâdır. Klâsik uygulama şekli ise, bir çeşit rüya falıdır. Bir işin iyi ya da kötü sonucunu, önceden rüyada kestirme şeklinde kullanılarak sünnette olan bu duâ, dejenere edilmiş ve tahrife uğramıştır. Aslında rüya, bilgi kaynağı değildir; rüya ile amel edilmez. Rüyaların çoğu şeytânîdir veya arzuların simgeleşmiş şekli rüya halinde ortaya çıkar. Dolayısıyla istihâreye yatmak ve görülen rüya ile amel etmek, gayrı meşrû ve akıl dışı bir hurâfedir.

İstimdâd: İmdat istemek, medet ummak, âcil yardım talebinde bulunmak. Tasavvufta; tarîkat ehlinin şeyhlerden veya ölü velîlerin ruhlarından yardım istemeleri. “Meded yâ şeyh!” “meded yâ gavs-ı a’zam!” demeleri. “Zikir murâd eden kimse, iki dizi üzerine oturup ağzını kapatır, gözlerini yumar, bütün his ve kuvvetlerini faâliyetten menederek şeyhin rûhâniyetine teveccüh edip ondan istimdâdda bulunur.”

Istişfâ’: Şefaat istemek, bir işin görülmesi için birinin aracı (vâsıta, vesîle) olmasını istemek. Tasavvufta; tarîkat ehlinin yatırlardan ve ermişlerin ruhlarından Allah katında şefaatçi ve aracı olmalarını istemeleri.

"Yoksa onlar Allah'tan başkasını şefaatçiler mi edindiler? De ki: Onlar hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi (şefaatçi edineceksiniz)? De ki: Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur. Sonra O'na döndürüleceksiniz." (39/Zümer, 43-44) "İzni olmadan O'nun katında kimmiş şefaat edecek?..." (2/Bakara, 255)

İşrâf: Bilmek, haberdar olmak, vâkıf olmak, Tasavvufta; bâtınî hallere vâkıf olmak, insanların rûhî hallerini ve kalplerinden geçirdiklerini bilmek. Firâsetten farkı, firâsetin geçici, işrâfın kalıcı olmasıdır.

Jubilee (Jübile): 1)Yahûdi hukukuna göre her 50 yılda bir gelen yıl; bu yılda yahûdi tutsakların özgürlüklerini kazandıkları düşünülür. 2) Hıristiyanlıkta kutsal yıl; Papanın, Roma’yı ziyârete gelen herkese genel Endülijans sunması. Jubilee yılı kavramı, 1300’de Papa VIII. Boniface tarafından tesis edildi. Boniface her 100 yılda bir Jubilee yılının geldiğini düşünmüştü. Ancak sonraları bu süre 25 yıla kadar düştü. En son kutsal yıl 1975’te kutlandı. Jubilee yılında St. Peter’deki Kutsal Kapı açılır ve buradan gerenlere genel Endüljans sunulur.

Jupiter: Eski Roma’nın en üstün tanrısı; şimşek ve yıldırımlarla kendini gösteren gökyüzünün gücü; gökler, yağmur ve hava tanrısı. Aynı zamanda bir savaş tanrısı olduğuna da inanılan Jüpiter’e her ay (genellikle ayın 13 veya 15’inde), gökyüzünün açık ve dolunaylı olduğu bir zamanda tapılırdı. Jupiter, Yunanlıların tanrılar tanrısı kabul ettikleri Zeus’ünün Latinleştirilmişidir. Roma’nın devlet yönetici tanrısıdır. İnanışlarına göre Roma devleti ve ordusu onun onun koruyuculuğu ve yönetimi altındaydı. Romalılar her aldıkları ülkeye onun bir tapınağını kurup imparatorluk sınırında bir tanrı birliği sağlamaya çalışırlardı.

Juventus: Romalıların gençlik tanrıçası. Yunanlıların Hebe’siyle bir tutulmuştur. Gençlerin koruyucusu olduğuna inanılırdı.

Kâhin: İsrail oğullarında ve bazı başka bâtıl din mensuplarında gâipten haber verme, gelecekle ilgili şeyleri bilme iddiasında bulunan kimse. Gaybden haber veren kimselere verilen vasıf. Cin, yıldız ve bazı tılsımlara dayanarak gelecekten haber vermeye çalışan kimselere verilen isim, kehânet yapan kimse. Kehânet: Sonradan olacak şeyleri haber verme, kâhinlik.

 

Falcılara, bakıcılara, gaibten haber veren kimselere verilen isim Falcılık, bakıcılık sanatına da "kehânet" denilir. Kâhin kelimesi arapça bir kelime olup çoğulu "kehene" veya "kühhân" dır.

İslâm'ın tebliğinden önce kâhinler geleceğe yönelik bazı bilgileri haber verirler, kâinattaki gizli sırları bildiklerini iddia ederlerdi.

Kâhinlerin câhiliyye toplumu içinde önemli yerleri vardı. Onlara bazı hususlar sorulur, düşünceleri alınırdı. Her kabilenin bir şâiri bir hatibi olduğu gibi, bir kâhini de olurdu. Kâhinler, insanlar arasından anlaşmazlıkları çözümler, rüyaların yorumunu yapar, işlenen suçların fâillerini belirlerler, hırsızlık olaylarını açığa çıkarırlardı.

Kâhinler, genellikle kabilenin ileri gelenleri arasından olurdu. Kâhinllik babadan oğula da geçebilirdi. Kabilenin efendisi aynı zamanda kâhini de olabiliyordu.

Gâibi yalnız Allah bilir. Yaratıkların gâibi bilme iddiası kehânetten başka bir şey değildir. Sihir yapmak, yıldızlardan hüküm çıkarmak, fal oklarına inanmak (el-Mâide. 3/90) İslâm tarafından yasaklanmıştır.

Kâhinlerin yardımcıları şeytanlardır. Şeytanlar, gökyüzündeki meleklerin konuşmalarına kulak misafiri olur, aldıkları bilgileri kahinlere ulaştırırlardı. Kâhinler de bu bilgileri değişik kılık ve kalıplara sokarak insanlara aktarırlardı.

Gökyüzü meleklerin koruması altına alınmış; şeytanların meleklere yaklaşması engellenmiştir. Kur’ân-ı Kerim'de bu durum şöyle açıklanmaktadır: "Biz yakın göğü bir ziynetle, yıldızlarla süsledik. Ve (göğü), itaat dışına çıkan her türlü şeytandan korumak için (yıldızlarla donattık). Onlar, (şeytanlar), Mele-i A'lâyı (melekler topluluğunu) dinleyemezler; her taraftan atılırlar, kovulurlar. Onlar için sürekli bir azâb vardır. Yalnız (meleklerin konuşmalarından) bir söz kapan olursa, onu da delici bir alev takib eder" (es-Sâffat, 37/6-10)

Bu konuyla ilgili olarak ibn Abbas (r.a.) şöyle buyurmaktadır: "Melekler buluttan inerler, işlerini kendi aralarında görüşürler. Bu arada şeytanlar kulak hırsızlığı yaparlar. İşittiklerini kâhinlere gizlice ulaştırırlar. Bu haberlerle beraber kendileri de yüzlerce yalan uydururlar" (Ahmed b. Hanbel, I, 274).

Kur'ân-ı Kerim'de zikredilen âyetler, hadisi şeriflerle daha bir açıklık kazanıyor. Olay daha iyi bir biçimde aydınlanıyor.

Kâhinler, anlatımlarında genellikle şairâneliği, kısa ve özlü konuşmaları, secili kelimeleri tercih ederler. Peygamberimizin bir hadisinde bu konuya işaret edilmiş ve şöyle bir olay anlatılmıştır. Hüzeyl kabilesinden iki kadın birbirleriyle kavga ederler. Birisi diğerine taş atar. Kendisine taş atılan kadın hâmile olup, karnındaki çocuğunu kaybeder Olay peygamberimize anlatılır. Peygamberimiz de kadının ölen çocuğunun diyetinin ödenmesine karar verir. Suçlu kadının velisi duruma itiraz eder: "Ya Rasûlallah! Henüz yemeyen, içmeyen, söz söylemeyen, sayha etmeyen çocuğun diyetiyle nasıl mahkum olurum. Bunun benzeri hüküm batıl olur" der. Peygamberimiz, adamın seçili konuşmasına dikkat çekerek onun hakkında "bu adam kâhinler zümresindendir" buyurur (Buhârî, Tıbb, 46; Müslim, Kasâme, 36; Ebû Dâvud, Diyât, 19).

Sihirbazlık, remilcilik, müneccimlik, kahinliği birbirine karıştırmamak gerekmektedir. Bunlar, her ne kadar birbirlerine yakın şeylerse de aralarında farklılıklar vardır. İslâm dini bunların hepsini reddetmiş ve yasaklamıştır.

Kâhin bir meseleye hükmederken, vereceği karara razı olmaları için her iki taraftan teminat (ücret) alırdı. Kâhinin kararı kesin olmasına rağmen, yerine getirilmesi zorunlu değildi. Haliyle bu karar örfî hukukun (töre hukukunun) belirlediği bir karardır. Örfi hukukun belirlemesinde mal ve oğulların etkisini düşünürsek, kâhinin vereceği hükümlerin kimin yararına olduğu ortaya çıkar. Çünkü, Kâhin yaptığına karşılık ücret alırdı. Mal ve oğulları daha çok olanın vereceği ücretin fazla olacağı bellidir. Böylece ezilen insanlar yine malum, yine mahkumdur. Zâlimler zulümlerini meşrulaştıran kurumları çağlar boyu sistemli bir şekilde geliştirmişlerdir. Bu kurumlar asırlar önce nasıl bir işlev görüyorsa, simdi de aynı işlevi görmektedirler. (Cemil Çiftçi, Şamil İsl. Ans.)

Kam: Bak. Şaman

Kapitalizm: Batı dünyasında feodalizmin çöküşünden bu yana egemen olan ekonomik sistem. Anamalcılık, Sermayecilik, Serbest Piyasa Ekonomisi, Serbest Girişinin Ekonomisi adlarıyla da anılır. Liberal sistem, serbest ticaret, karma ekonomi deyimleri de kapitalizmi belirtir. Kapitalist ekonominin temel özelliği üretim araçlarının büyük çoğunluğunun özel ellerde bulunması ve üretimle gelir bölüşümüne önemli ölçüde piyasaların işleyişinin yön vermesidir.

Kökleri ilkçağa kadar uzanan kapitalizm Ortaçağın sonlarına doğru Avrupa'nın belirli bölgelerinde gelişmeye başladı. Ancak bir sistem olarak yerleşmesi onaltıncı yüzyıldan sonra gerçekleşti. Onaltı, onyedi ve onsekizinci yüzyıllarda İngiliz kumaş sanayisindeki büyüme kapitalizmin gelişimini hızlandırdı. Kapitalizm öncesi sistemlerde üretimin tüketimi aşan bölümünün üretim kapitalitesinin genişletilmesi amacıyla kullanılmasıyla ayrılıyordu. Birçok tarihsel etmen de bu gelişmeyi pekiştirdi. Onaltıncı yüzyıldaki reform hareketinin çabasını aşağılayan geleneksel ahlâkın etkilerini kırarken çok çalışma ve tutumlu olmaya da dini bir temel kazandırdı. Artık ekonomik eşitsizlik zenginlerin de ahlâklı olabileceği gerekçesiyle rahatça savunuluyordu.

Kapitalizmin gelişmesine katkıda bulunan diğer bir etmen de Avrupa'da değerli maden arzındaki artış ve bunun sonuncunda fiyatların yükselmesi oldu. Bu dönemde fiyatlar ücretlerden daha hızlı arttığından enflasyondan en çok sermaye sahipleri yararlandı. İlk kapitalistler (1500-1750) Merkantilist dönemde güçlü ulusal devletlerin ortaya çıkmasında da yararlandılar. Bu devletlerin izlediği ulusal güçlenme politikaları bir örnek para ve hukuk sistemleri gibi iktisadi gelişme için gerekli temel toplumsal şartların oluşmasını ve sonuç olarak ağırlığın devletten özel teşebbüse kaymasını sağladı.

İngiltere'de onsekizinci yüzyılda kapitalist gelişmenin odağı ticaretten sanayiye kaydı. Önceki yıllarda sağlanan sermaye birikimi, Sanâyi Devrimi sırasında teknik bilginin sanayiye uygulanması yolunda kullanıldı. Adam Smith (1723-1790) "Ulusların Zenginliğinin Nedenleri ve Kaynakları Üzerine bir inceleme" adlı eserinde klasik kapitalizmin ideolojisini ortaya koydu. Smith, toplumların gelişmesini Marksist kurama benzer biçimde çeşitli aşamalara ayırıyordu. Buna göre toplumlar avcılık, göçebeliğe dayalı tarım, feodal çiftçilik ve ticari karşılıklı bağımlılık aşamalarından geçerler. Her aşamanın kendine özgü kurumları vardır. Sözgelimi avcılık aşamasında mülkiyet olmadığı için adlî kurumlara gerek yoktu. Ama toplumsal çevrenin büyümesiyle birlikte düzenli orduların yanısıra özel mülkiyetin ve çeşitli ayrıcalıkların korunmasını aracı olarak devlet kurumu gelişti. Böylece daha karmaşık bir örgütlenme ortaya çıktı. Ücretleri loncaların yerine piyasaların belirlediği, özel girişime devletçe konan kısıtlamaların kalktığı son aşama ise sonradan serbest rekabet kapitalizmi olarak adlandırılan "kusursuz özgürlük" aşamasıdır. Bu aşamada bireylerin tutkuları doğrultusunda kendi durumlarını iyileştirmeye yönelik faaliyetlerini toplumsal bakımdan yararlı sonuçlara dönüştüren mekanizma rekabettir. Örneğin bireylerin rekabete dayalı mücâdelesi sayesinde malların fiyatları, geçici sapmalar dışında üretim maliyetini denk düşen doğal düzeylerde oluşur. Ulusal servet ise toplumun üç ana sınıfını oluşturan işçiler, toprak sahipleri ve sanayiciler arasında gene ortak yararı en yüksek düzeye çıkarılacak biçiminde ücret rant ve kâr olarak bölüşülür. Dolayısıyla kendi kendine işleyen ve kendini sürekli olarak düzelten piyasa mekanizması devlet müdahalesi olmadan toplumsal düzenliliği sağlar. Bireylerin kendi çıkarları peşinde koşması ulusal zenginliği de artırır. Ekonomideki üretkenlik artışının temeli ise emeğin iş bölümüdür. Bireyler işbölümü sayesinde bir yandan kendi verimliliklerini artırırken aynı zamanda toplumsal üretkenliğin de artmasına katkıda bulunur. Rekabetçi sistemin isleyişini engelleyecek ayrıcalıklara ve devletin müdahalelerine izin verilmediği sürece ulusal zenginlik durmadan büyüyecek, toplum kendiliğinden en iyi noktaya ulaşacaktır.

Fransız Devrimi ve Napoleon Savaşları'nın feodalizmin kalıntılarını silip süpürmesinden sonra Smith'in önerdiği politikalar giderek daha çok uygulamaya konuldu. Ondokuzuncu yüzyılda siyasal liberalizmin başlıca politikaları serbest ticaret, sağlam para (altın standardı), dengeli bütçe ve sosyal yardımların son derece kısıtlı tutulması biçiminde kendini gösteriyordu.

I. Dünya Savaşı kapitalizmin gelişmesinde bir dönüm noktası oldu. Savaştan sonra uluslararası piyasalar daraldı, altın standardının yerini uluslararası para birimi aldı, bankacılık alanında hegemonya Avrupa'dan ABD'ye geçti, Afurika ve Asya ulusları sömürgeciliğe karşı başarılı mücâdelelere giriştiler ve dış ticaretin önündeki engellere yenileri eklendi. 1929 Büyük Bunalımı pek çok ülkede devletin ekonomiye karışmamasını öngören kapitalizmin ünlü "bırakınız yapsınlar" politikasına son vererek bir süre kapitalist sistemin geleceğine ilişkin şüpheleri artırdı. Ama II. Dünya Savaşı'ndan sonra Amerika, Avrupa ülkeleri ve Japonya'daki başarısı sistemin yaşama gücünü sürdürdüğünü göstermekle kalmayarak Son yıllarda doğu bloğu ülkelerini de etkileyerek komünizme karşı sürdürdüğü rekabette önemli ölçüde başarı kazandı.

Günümüzde en yaygın ve güçlü ekonomik sistem durumundaki kapitalizm, felsefi temelleri, kuralları, amaçları ve sonuçları bakımından İslâm'ın tam karşısında yer alır. Kapitalizmin temelini maddecilik oluşturur. İnsana öngördüğü biricik amaç maddî zenginliğe ulaşmak ve bunu dilediğince tüketmektir. Bu amaca ulaşmak isteyen bireye sınırsız bir özgürlük tanır. Bu nedenle aşırı ölçüde bireycidir. İnsan ve toplum hayatında belirleyici olarak kabul ettiği tek ilke piyasa şartları ve rekabettir. Fırsatçılık ve acımasızlık ise onun ahlâk kurallarıdır. Hep daha çok kâr yapmaya yönelttiği insanlar tutkuları yönünde hiçbir engelle karşılaşmamalıdır. Bütün bunlar kapitalizmi insanlık dışı bir sistem durumuna götürmüştür. Bireye tanıdığı sınırsız özgürlük ve kabul ettiği "bırakınız yapsınlar" kuralı doğal olarak en çok sermaye sahiplerinin işine yaradığı için büyük kitlelerin yoksullaşmasına, sömürülmesine yol açmıştır. Kapitalistin doymak bilmeyen mülkiyet tutkusu kapitalizmi, sınırlarını aşarak dünya ölçüsünde yayılmaya ve özellikle yoksul ülkelerin doğal kaynaklarını yağmalamaya götürmüştür. Bu nedenle kapitalizm İslâm gözünde zulmün ve sömürünün ortadan kaldırılması gereken başlıca nedenlerinden birisidir. (Ahmet Özalp, Şamil İsl. Ans.)

Kapitol: İtalya’da kutsal kabul edilen dağ. Eski Romalıların putlarının bulunduğu dağın adı.

Karnaval: Kötü ruhları kaçırmak için korkunç maskeler takma töreni. Hıristiyanların büyük perhizinden önce yapıldığı için, İtalyanca et kaldırmak anlamına gelen carnelevare kelimesinden türetilmiştir. Kaynağı hıristiyanlıktan çok öncedir. Güneş ışınlarının bir süre gökte hapsedildikten sonra yeniden özgür bırakıldıkları inancıyla ilgilidir. Karnavalda kullanılan hayvan maskeleri, aynı zamanda, hayvanlara tapanlardan hıristiyanlığa geçmiş bir putperest geleneğidir.

Keşf:ığa çıkarma, perdenin açılması. Örtülü olanı açma, gizli olanı meydana çıkarma, sezme, tahmin etme. Tasavvufta; a) Perdenin ötesindeki gaybî hususlara ve hakiki şeylere, bunları yaşayarak ve temâşâ ederek vâkıf olmak. Mükâşefe, beden ve his perdesinin kalkması ve ruh âleminin seyr edilmesi. b) İlham. Doğrudan ve aracısız Allah’tan alınan bilgi. Bu bilgi ya İlâhî hitabı işitmek ve dinlemek veya gayb âlemini görmek sûretiyle elde edilir. c) İbn Arabîye göre velîler, bilgileri peygamberlere vahiy getiren meleğin aldığı kaynaktan doğrudan alırlar. Bazı keşifler kesin bilgi verir. Sûfîlere göre maddî ve duyulur âlemden gelen tesir, kir ve pas kalbin gayb âlemini görmesine engel olan bir perde (hicâb) oluşturur. Riyâzet ve tasfiye ile bu perde kalkınca gayb, ayân-beyân olarak görülür. Bu perdenin açılmasına, yani kalp gözünün açılmasına keşf denir. Keşf-i zamâir: Bir velînin başkalarının kalbinden ve zihninden geçen şeyleri bilmesi. Keşf-i ahvâl-i kubûr: Bir velînin mezarlarda gömülü olan ölülerin o âlemdeki hallerini bilmesi.

Kırklar: Ricâlu’l-gayb veya gayb erenlerden 40 velî.

Kıtmîr: Köpek. Ashâb-ı Kehf’in köpeği. Tasavvufta; sûfî olmadığı halde, sûfîlerin arasında bulunan kimseye kıtmîr denir. Dervişler ve müridler bir köpek sadâkatı ile şeyhlerinin kapısında beklemeyi ve ulumayı en büyük şeref bilirler. M. Bahâeddin Nakşbend, Abdülkadir Geylânî’nin türbesine şu ibârenin yazılmasını emretti: “Pirlerin kapısında köpek ol, / Eğer Hakk’a yakın olmak istersen. / Zira arslanlardan daha şereflidir. / Geylânî’nin kapısındaki köpek.”

Komünizm: Özel mülkiyetin kaldırılmasına ve servetin ihtiyaçlara göre paylaştırılması anlayışına dayalı toplumsal düzen ya da siyasal sistem. Önceleri ütopik bir kavram iken Marx ve Engels'in birlikte oluşturdukları bu dünya görüşü için tarafından yeniden yorumlanarak siyasal bir program haline getirildi. Bu nedenle Marksizm ya da Marksizm Leninizm de denilen Komünizm giderek Marksist-Leninist ilkelerden hareketle komünist bir toplum oluşturmayı amaçlayan tüm siyasal hareketleri de belirtmektedir.

Batı düşüncesinde komünist düşüncenin kökleri çok eskilere uzanır. Üretim araçlarının toplumun mülkiyetinde olduğu, sınıfların ve devletin tümüyle ortadan kalktığı bir toplum ütopyası eski zamanlardan beri insanları etkilemiştir. Eski çağlarda bazı dini grupların oluşturdukları komünist topluluklar olduğu bilinmektedir. Thomas More ve Johan Andreae gibi ütopyacı yazarlarda da komünist bir toplum tasarısının izleri görülür. 19. yüzyılda ABD'de oluşturulan, İndiana'daki New Harmoni (Yeni Uyum- 1825) ve Massachusetts'teki Brook Çiftliği (1841-47) gibi kimi sınıfsız topluluklar ütopyacı amaçlar taşıyordu.

Komünizm, Karl Marx ve Frederich Engels'in 1847-48 yıllarında birlikte yazdıkları Komünist Manifesto ile yeni bir anlam kazandı. Maddecilik üzerine kurulu bir dünya görüşünü ve siyasal programın ilkelerini içeren yeni anlamıyla komünizmin temelini diyalektik ve tarihsel maddecilik anlayışı oluşturur. Diyalektik maddeciliğe göre evrenin özünü madde oluşturur. Evren öncesiz (ezeli) ve sonrasızdır (ebedi). Maddî dünyamız dışında başka bir dünya yoktur, olması da mümkün değildir. Evren dışında bir yaratıcı güç, Allah da yoktur. Evren ve insan Allah tarafından yaratılmamış, tersine Allah insanın bir yanılsamasının ürünü olarak varsaydığı bir varlıktır.

Maddî dünyaya egemen olan birtakım değişmez kanunlar vardır. Bunlar bağlılık, hareket, evrim ve çelişkidir. Evren özü bakımından bir birlik içinde bulunduğundan içerdiği tüm nesne ve olaylar da birbirine bağlıdır, yalnız başlarına açıklanmaları mümkün değildir. Bu bağlılık kanunu gereği olaylar karşılıklı bir etkileşim içindedirler. Evrendeki olaylar sürekli bir hareket ve evrim içindedirler. Bu hareket ve evrim, nesne ve olayların özünde varolan çelişkiden kaynaklanır. Çelişkiler sürekli bir çatışma doğurur bu da nesnelerin ve olayların hareketine ve evrimine neden olur. Başka bir deyişle tabiat ve tarihteki belirleyici süreçler kendi içlerindeki karşıtlık ilişkileri yoluyla oluşur. Bütün olaylar ancak bu maddî temelli ilişkilerle açıklanabilir.

İnsanlık tarihinin belli başlı dönemleri üretici güçlerin belli bir eşiğine bağlı olarak ortaya çıkan üretim tarzlarının ortaya çıkardığı üstyapılara göre adlandırılır. Buna göre insanlık tarihi beş temel aşamadan oluşmaktadır. Bunlar ilkel komünizm, köleci toplum, feodalizm, kapitalizm ve komünizm aşamalarıdır. Ne var ki kapitalizmin ortadan kalkmasından hemen sonra komünizm gerçekleşemez. Bu nedenle bir geçiş dönemi gereklidir. Bu geçiş dönemi sosyalizm dönemidir. Sosyalizm dönemi kapitalist sömürücü sınıfın ortadan kaldırılmasıyla başlar ve komünist toplumun üzerinde yükseleceği temeller atılır. Bu aşamada özellikle üretimin artırılması için çalışılır. Çünkü komünist aşamada uygulanacak olan "herkese ihtiyacına göre" kuralı ancak bolluk durumunda uygulanabilir.

Marksizm-Leninizm anlamında komünizm birer üstyapı kurumu olarak gördüğü din, ahlâk ve aile konularındaki görüşlerini de maddecilik anlayışı doğrultusunda belirler. Buna göre din, insanların hayatında egemen olan dış güçlerin vehme dayalı bir yansımasıdır. Kimi yeryüzü güçleri bu yansımada doğa üstü birtakım güçler halini alır. Kökeninde insanın doğayı ve doğaya egemen olan yasalar konusundaki bilgisizlik yatar. Bu özü nedeniyle din egemen sınıfların çıkarlarının korunmasında etkili bir rol oynar. Ekonomik temelin yansımasından başka birşey olmayan ahlâk kuralları da evrensel bir nitelik ve geçerlilik taşımaz. Kendini ortaya çıkaran temelle birlikte yok olmaya mahkumdur. Evlilik kurumu da tarihsel ve toplumsal şartların bir ürünüdür. Özel mülkiyetin ortadan kalktığı, çocukların bakımlarının ve eğitim giderlerinin toplumca karşılandığı komünist sistemde kadın ve erkeğin birbirine bağımlılığını gerektiren aile kurumu ortadan kalkacak, cinsler arası ilişki kişisel ve özel bir ilişki durumuna gelecektir.

Bir felsefe, bir dünya görüşü ve siyasal bir hareket olarak komünizm ile İslâm tam bir karşıtlık içindedir. Bu karşıtlığın temelinde evreni vareden yaratıcı güç konusundaki farklı inançları yatar. İslâm'a göre evreni ve insanı Allah yaratmıştır. Komünizm ise evreni ve insanı maddenin, Allah'ı da insanın yarattığını söyler. İslâm evrenin işleyiş yasalarını, insan ve toplum hayatını düzenleyen kuralları Allah'ın koyduğuna inanırken komünizm tüm olayların belirleyicisi olarak maddenin diyalektik yasalarını kabul eder. İslâm'a göre insan içinde İlâhî bir öz taşır ve dünyaya Allah'ın halifesi sıfatıyla, maddî dünyaya egemen olan ilâhi düzeni insan ve toplum hayatında da egemen kılma göreviyle gelmiştir. Komünizm ise insanın özünün madde olduğunu maddî çevrenin bir ürünü olarak var olduğunu ve maddenin diyalektik yasalarına uygun biçimde iradesizce hareket eden bir araç olduğunu savunur. Kısaca İslâm ve komünizm insanın önünde açılan ve ancak birinin inkarı ile diğerini kabul etmenin mümkün olabildiği iki karşıt yoldur. İkbal'in deyişiyle hem İslâm, hem de komünizm insandan sözeder ve onu kendine çağırır. Ama komünizm insanı Allah'tan toprağa çekmek için sancılanırken İslâm tersine topraktan Allah'a yükseltmek amacını güder.

1991 yılına girerken komünizmin düşünce ve devlet sistemi olarak iflas ettiği; buna öncülük eden Sovyetler Birliği tarafından pratiğiyle birlikte ilan edildi. İnsanlığa mutluluk getiremeyen bu ilkel düşünce bir yüz yıl dahi varlığını sürdüremeden sona erdi. (Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ans.)

Konfüçyüs: Konfüçyüs (Kung Fu-Tzu), M.Ö. 551-479 yılları arasında yaşadı. Şimdiki Şangtung'un bir kısmı olan Lu eyaletindeki Tsou'da doğdu. Ailesi ve ecdâdı hakkındaki bilgimiz sonraki kaynaklara dayanır ve kesinlik taşımaz. Üç yaşında babasını kaybetti. Hayatının ilk yılları büyük zorluklarla geçti. Onbeş yaşından itibaren kendisini ilme adadı. Ondokuz yaşında evlendi ve iki çocuğu oldu. Yirmiyaşında öğrenci yetiştirmeye başladı. Siyasete de ilgi duyuyordu. Eski hakimlerin fazilet ve meziyetlerini yorumlayarak ülkesine barış ve iyi yönetimi getirebileceğine inanıyordu. Onun yönetimde ideali, insanların iyiliğine, insan tabiatının özündeki sâfiyete, güvene, örnek yaşamanın gücüne dayanıyordu. Ancak entrikasız siyaset o devirde de yürümediğinden o kendi mizacına uyanı yaptı, öğretti ve eğitti. Öğrencileri sevgi ve sadakatle kendilerini ona vakfediyorlar, ondan tarih, edebiyat, felsefe ve ahlâk öğreniyorlardı. Elli yaşlarında iken ona devlet meclisinde bir görev verildi. Daha sonra onüç sene bir saraydan ötekine, fikirlerini uygulayacak bir hükümdar aradığı bir sürgün devresi geçirdi. Lu'ya geri döndüğünde artık cesareti kırılmıştı, ayrıca en gözde öğrencisinin ölümü onu derinden derine sarstı. Ölümünden önce kendini yine öğrencilerine vakfetti.

Konfüçyüs her ne kadar bir ahlâk eğitimcisi olarak gözükse de onun diğer bir yönü devrinin dinî âyin ve törenlerine önem vermesi, herşeyi idare eden bir İlâhî inâyete büyük bir bağlılık göstermesi idi. O, Göğün Rabbi anlamında Tien denilen bir Yüce Varlıkla irtibatlı bulunduğundan bahsetmişti. Tien, insanlar ve bütün varlıkların kaderini tayin eden kudrettir. Bütün insanların takip etmesi gereken göğün yol ve nizamı, "Tao" kavramı onda da vardır. Bütün bunların yanında Konfüçyüs samimiydi, prensiplere sadakat, irfan ve iyi karaktere büyük önem atfetti. O, bütün beşeri münasebetlerde iç temizliğini esas aldı. Her insanın, irfan, aşırılıklardan uzak olma, doğruluk, vefa ve edeple asalete ulaşabileceğini söyledi. O, Çin'in âile, toplum ve siyasi hayatında uygulanmasını gerekli gördüğü ahlâkî prensipleri yerleştirmeye çalıştı.

Konfüçyüs'ün Çiyu-fu'da ölümünden sonra mezarı bir ziyaret yeri oldu. Adına her şehirde tapınaklar yapıldı. Onun ahlâkî-siyasi telkinleri gittikçe artan bir kabule mazhar oldu. Şöhreti her tarafa yayıldı. Öğrencileri onun ve önceki Çin hakimlerinin söylediklerini iki koleksiyonda topladılar (beş klasik, dört kitap). Topluluk, "Ju-çiya" (edipler, bilginlerin telkinleri) diye nitelendirilen bir hareket oluşturdular. Konfüçyüsçülük, Han Hânedanından (M.Ö.206-M.S.225) İmparator Vu-ti (M.Ö.140-M.S.87) zamanından itibaren 1912'ye kadar Taoizm ve Budizm'in hakim olduğu devreler dışında bilgin sınıfının resmi kültü olarak devlet dini oldu. Başta İmparator, her bölgenin sivil ve askeri temsilcileri, bilginler ve öğrencilerle birlikte büyük törenler düzenleyerek senede iki defa (ilkbahar ve sonbahar ortasında) ona hediyeler sundular. Ayrıca ayda iki defa, dolunayda ve yeniayda da ona hediyeler sunuldu. Bu arada dînî musikî de bu törenlerde ihmal edilmedi. Konfüçyüs'e saygı bir ara o kadar aşırılaştırıldı ki 1382'de imparator, Konfüçyüs'ün tasvirlerinin tapınaklarda bulundurulmasını yasaklamak zorunda kaldı. Bununla beraber Çin geleneğine uyularak yine de onun ve dört büyük öğrencisinin ata tabletleri şeref köşesinde bulunduruldu.

Çin'de Cumhuriyetin kurulmasıyla Gök kültü kaldırıldı. Mao devrinde Konfüçyüsçülüğün kitapları yakıldı, Konfüçyüs unutturulmak istendi.

Konfüçyüsçülüğün bir din mi, yoksa sadece bir ahlâk sistemi mi olduğu konusunda tartışmalar vardır. Konfüçyüsçülüğün bir tapınak teşkilatı, bir ruhban zümresi, mecburi bir âmentüsü veya akîdesi yoktur. Bununla beraber bir Yüce Tanrı inancı, bir kurucusu, bir kutsal kabul edilen metin kolleksiyonu vardır. Konfüçyüsçülük Çin'in millî bir dinidir. Son yediyüz yıldır Çin'de üç büyük din geniş ölçüde bir halk dini oluşturmuştur (Ed.S.C.F.Brandon, A Dictionary of Comparative Religion, London 1970, s.203-205; Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1988, s.51-54). (Günay Tümer, Şamil İslâm Ans.)

Kral salonu: Yahova şahitlerinin kilise yerine oluşturdukları toplantı ve ibâdet salonu.

Kul ve Kulluk: (Bak. Abd ve İbâdet)

Kurşun Dökmek: Nazar isâbetinden kurtulmak için uygulanan yöntemlerden biri de, kurşun veya mum döktürülmek, nefesi keskin hocalara(!) okutulmaktır. Bazı yörelerde de "tuz çatılmak", "un yakılmak", "üzerlik otu yakılarak dumanı ile tütsülenilmek" çare olarak görülmektedir. En yaygın olan uygulama, kurşun veya mum dökme âdetidir. Bu iş şöyle yapılmaktadır: Nazar isâbet eden hasta (genellikle çocuklar), kurşun dökücüsünün önüne oturtulur. Başı bir örtü ile kapanır. Çocuğun başı üzerinde tutulan ve içinde su bulunan kaba, ocakta eritilen kurşun dökülür. Kurşun döküldükten sonra oradakiler hep beraber: "Kem göz çatlasın, Nazar eden patlasın" diye bedduâ ederler. Bazı yerlerde de yaygın olarak nazarlık otu, üzerlik otu yakılır. Dumanı ile hasta tütsülenir. Bu esnâda çabuk çabuk şöyle söylenir: "Üzerliksin havâsın / Her dertlere devâsın / Ak göz, kara göz / Mavi göz, elâ göz / Hangisi nazar etmişse / Onların nazarını boz." Şu tekerleme de söylenilmektedir: "Elemtere fiş / Kem gözlere şiş / Üzerlik çatlasın / Nazar eden patlasın!"

Bunların ne kadar gülünç, ama aynı zamanda trajik olduğu, insanımızın ne denli câhiliyye uygulamalarına kapılarını açtıklarını, kafalarını ve gönüllerini hurâfeyle kirlettiklerini gösteren uygulamalardır.

Kutb (kutub): Medâr, değirmenin alt taşına yerleştirilen ve üst taşın dönmesini sağlayan demir. Tasavvufta; a) En büyük velî, b) Her zaman, âlemde Allah'ın nazar kıldığı yer olan tek kişi (Kâşânî). c) Kutub, âlemin rûhu, âlem de onun bedeni gibidir. Her şey kutbun çevresinde ve onun sâyesinde hareket eder. Yani her şeyi o idare eder (Tehânevî, II/1268; İbn Arabî, Fusus, 39, 73). Kutbu'l-aktab: Kutubların kutbu, kutbu'l-ekber: En ulu kutub. Kutbu'l-irşâd: Rehber kutub. Tasavvufta; Her üç terim de halkı irşad etmek ve hidâyete erdirmek işiyle görevli velî anlamına gelir. Bu velî, arştan ferşe kadar tasarrufta bulunur.

Kutup, özellikle Bektâşîlikte, en yüksek derecedir. Kutb kelimesi Arapçadır ve dönen bir tekerleğin dingilini dile getirir. Tasavvuf anlayışında da, nasıl tekerlek bu kutb’un çevresinde dönerse evrenin de kutbun çevresinde toplandığı ve ona bağlı bulunduğu kastedilir.

Kuzah: Eski Arapların fırtına tanrısı. Arapların çok eski bir tanrısıdır. Şeytan adıyla da anılır. Dolu tanelerinden olan oklarını atar, yayını bulutlara asarmış. Bundan ötürü bulutlarla ilgili meleklere de bu ad verilmiş.

Kült: Tapım. Batı dillerinde tapım demektir.

Kybele: Cybele (Sibel) de denir. Anaerkil Anadolu halklarının en eski ve en büyük ana tanrıçasıdır. Frigya ana tanrıçası olduğu gibi, aynı zamanda Anadolu’dan gelip geçmiş bütün gayr-i Müslim ulusların baştanrıçası olan Kybele’nin tapımı, hemen bütün dünyaya yayılmıştır. Çeşitli toplumlar, farklı adlar vermiş, onun yaratıcı ve doğurucu özelliğine inanmıştır. Hititler ona Kupapa derler. Yunanistan’da Artemis demişlerdir. Güneyde Hubel adıyla anılır. Câhiliyye Araplarının meşhur putlarından birinin adıdır Hubel. Romalıların Venüs’ü, Suriye’lilerin Lât’ı da odur. Verimlilik, bolluk ve bereket tanrıçası olarak inanılırdı. Cybele’nin şehir surlarını ilk yapan olduğu ve aslanlar tarafından çekilen bir makam arabası sürdüğü söylenir. (Bak. Hubel)

Laiklik: Rûhânî olmayan demektir. Kültürümüze daha çok lâ dinî şeklinde geçmiş olan laik terimi, din dışı olan, belirli bir dinle ilişkisi olmayan ya da dine ait olmayan anlamına gelmektedir. Hıristiyanlıkta ise kilise hiyerarşisinde yer almayan keşiş ya da râhip olmayan kimse için bu terim kullanılır. Dünyevî talebi bulunmayan, yani şeriatini hâkim kılmak, şeriatine uygun hukuk, iktisat, ahlâk, devlet, sosyal hayat, toplumlararası ya da devletlerarası ilişkileri bulunan bir sistemi hâkim kılmak ve bunu insanlığın istifadesine sunmak talebi, gayreti, cehd ve cihâdı olmayan bir İslâm, yani tevhidi Allah’ı bir tanımaya indirgemiş ve diğer yönleriyle içi tümüyle boşaltılmış, hıristiyanvari bir kimliğe büründürülmüş; dünyayı Sezarlara, tiranlara, tâğutlara, laiklere, demokratlara terk etmiş bir İslâm anlayışı, teori olarak topluma kabul ettirilmekte ve pratikte gerçek dinin hâkim olmasına müsaade edilmemektedir. Câmileri kileseye, Diyânet memuru imamları papaza, hayata bakışı hıristiyanlığa benzetilen bir din... (Geniş bilgi ve örnekler için bkz. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret Ferşat Y.). Böyle bir İslâm, Allah’ın dini olan İslâm değildir. Böyle bir İslâm’ın Allah’ın Rasûlüne gönderdiği ve sahih olarak bize kadar nakledilerek gelmiş İslâm’la ilgisi yoktur. Böyle bir İslâm’ın, adından başka İslâm’la en ufak bir ilgisi bulunamaz. Ancak, “her türlü sapıklık ve saptırmaya rağmen, Allah’ın Dini’ni doğru olarak anlayan ve doğru şekilde ortaya koyan bir kesimin kıyâmete kadar varlığını sürdüreceğini, onlara muhâlefet edenlerin, hak yol üzere bulunan bu kesime asla zarar vermeyeceğini” müjdelemektedir Yüce Peygamberimiz. Allah’tan, bu hayırlı zümreyi her geçen gün güçlü kılmasını ve bizleri bunlardan eylemesini niyaz ederiz.

“Laik” (laic), din adamları sınıfı dışında kalan; “laiklik” de, dinin ya da din adamları sınıfının devletteki nüfuz ve etkinliğini uzaklaştırmayı esas alan siyasal düzen demektir. İlk anda laiklik, yalnızca siyasal boyutu olan bir yaklaşım olarak görülüyorsa da, herhangi bir düzen ve sistemin tek boyutlu olarak pratikte var olmasına, varlığını sürdürmesine imkân yoktur. İnsan, ruh ve bedeniyle, düşünce ve duygularıyla, yapıp ettikleriyle, zaaf ve meziyetleriyle, İç dünyası ve bu dünyasının kâinat ile olan ilişkileriyle, fert olarak ahlâkî, siyasî, fikrî ve amelî bütün ilişki ve yaklaşımlarıyla, ruhu ve kalbiyle, aklı ve vicdanıyla bir bütündür. Bu bütünün, hikmeti sonsuz Yaratıcımız’ın takdiri gereği kendi arasında muazzam bir dengesi, bir âhengi vardır.

İnsanın güç ve imkânlarının değişik alanlar olarak görülüp farklı mekân, makam ve güçler arasında paylaştırılması, insanın görünmeyen keskin bir kılıçla biçilmesi, bölünmesi anlamına gelir; insandaki tevhidi bozar. Bununla birlikte böyle bir bölünmenin sonsuza kadar bu şekilde kalmasına imkân görünmemektedir. Yani böyle bölük pörçük bir hayat ve böyle bir anlayış fıtrî değildir. Laiklik, tezine uygun olarak dinin siyaset alanından uzaklaştırılmasının akabinde, insanın eğitiminde, ahlâkî ve siyasî ilişkilerinde, bunları düzenleyen hukukunda, kâinat ve hayat yorumunda, bilime yaklaşımda, sanatsal ve edebî yorumlarında... da ister istemez kendisini gösterecektir. Yani, bütün bu ilişkiler ve ilişkilerin dayandığı her türlü kurum da zorunlu olarak temel alınan bu siyasal teze uygun şekil alacaktır.

Çünkü insanın bir bölümünü dünyevî saltanat ve siyasal otoritenin simgesi demek olan “Sezar”a teslim ederken; bunun dışında kalanını -artık ne kalıyorsa- Tanrıya teslim edip bu diğer bölümünün ilişkilerini onun buyruklarına göre düzenlemeye kalkışmasının imkânı yoktur. İnsan, bütünüyle ve her türlü ilişkisiyle, tek bir otoriteye teslim olmak zorundadır. Bunu ister açıkça ifade etsin, isterse de etmesin; ister durumun böyle olduğunun farkında olsun, isterse de olmasın, değişen bir şey olmaz. Yani “insanın içinde iki ayrı kalp olmadığı” (33/Ahzâb, 4) gibi, onun hayatında da iki efendiye, iki zıt otoriteye yer yoktur. İnsanın fiilen böyle bir kaos yaşamaya tahammülü olmadığından, pratikte de buna imkân olmadığından dolayı, dinin hayatın herhangi bir alanından uzaklaştırılmaya çalışılması, zamanla dinin hayatta en ufak bir fonksiyon icrâ etmemesi sonucuna kadar varmıştır. Hıristiyanlığın tarihi, bu iddianın tartışılmaz bir delili olduğu gibi, günümüz “İslâm dünyası” adı verilen ülkelerin durumu da bunun açık bir delilini teşkil etmektedir. Şöyle ki: Bu dünyada yer alan ülkelerin büyük bir çoğunluğunda laik uygulamalar sözkonusudur. Bunun resmiyette böyle olup olmaması, esas itibarıyla pratikte ciddî farklılıklar ortaya çıkarmamaktadır. Bu laik uygulamaların sözkonusu olduğu ülkelerde yaşayan insanların önemli bir bölümü, egemen düzeni ve uygulamalarını, onun benimsediği ve telkin ettiği dünya ve hayat görüşünü kabul edip onaylamakta, buna bağlı olarak, dinin emir ve hükümlerini umursamayan bir hayat sürdürmektedir.

Bunlardan ayrı olarak, kendilerine dayatılan bu düzeni hiçbir şekilde benimsemeyen, kendi irâde ve istekleriyle düzenin hiçbir kural ve hükmünü yerine getirmemeye çalışan, içten gelen bir istekle itaat etmeyen ve boyun eğmeyen, aslı itibarıyla düzen karşıtı ya da muhâlifi büyük kitleler vardır. Bu kitleler, şu ya da bu şekilde laikliği reddeden söylemlerini herhangi bir şekilde ifade etmeye kalkıştıkları takdirde egemen düzenin yasal olsun olmasın her türlü engellemesine, zulüm ve terörüne, cezalandırmalarına, komplolarına, işkence ve her çeşit zulümlerine -kurulu düzeni korumak ve laikliğin elden gitmemesi adına- mâruz bırakılmaktadırlar. Kısacası, bu ülkelerde egemen düzenlerin baskı ve terörü altında yaşayan insanlar, pratiklerinde din ve dünya işlerini ayrı ayrı ele alıp değerlendirmemektedirler. Çünkü buna imkân yoktur. Devletler ve yönetimler de yalnızca devlet yönetimini dinin müdâhalesi dışında bırakmakla yetinmemekte, aksine, yeri geldikçe, gerek gördükçe dine müdâhale etmekte, dini kontrol altına almaya, yönlendirmeye çalışmaktadırlar.

Laikliğin yalnızca siyasal bir çerçeve ve boyutunun bulunduğunu ileri sürmek, eğer bir kandırmaca değilse, asılsız bir iddiadan öte değildir. Sözün burasında ister istemez şunu da hatırlıyoruz: Laiklik, esas itibarıyla; din, akîde, düzen ve sosyal hayatın tümüyle Allah’tan alınması tezini teklif ve emr eden İslâm’ın tam karşısında yer almaktadır. Laiklik, Allah’tan başka varlıkların ulûhiyetini esas alan bir anlayış ve bir sistem olduğu halde; laikliğin dinsizlik anlamına gelemeyeceğini söyleyerek, hem laikliğin anlamını kaydıran, hem de işin içyüzünü bilmeyenlere sevdiren yaklaşımlar ve yorumlarla asıl laikliğin İslâm’da olduğunu ileri süren ve bunun için birtakım âyetleri hiç de ilgisi olmadığı halde delil diye gösterenler İslâm’ı saptırmakta, Hak Din'i tâğutî düzene koltuk değneği yapmaktadır. Belki iyi niyeti dolayısıyla bunun farkında değildir; ama vâkıa budur. Bu iki zıddın birleşebileceğini, bir kimsenin hem laik hem de müslüman olabileceğini iddia eden bazıları da müslümanları kendi siyasî yaklaşım ve emelleri doğrultusunda yönlendirmeye gayret etmekte, yani kurulu düzenin İslâm’la çatışan bir düzen olduğunun fark edilmemesini sağlamaya çalışmaktadır.

Laiklik, esas itibarıyla şeytana ibâdetin genel adıdır. İslâm’ın ya da Allah'a ibâdet yolunun tam karşıtı ve İslâm dışı bütün beşerî sistemlerin ortak bir adıdır. İslâm dini dışında kalan ve Allah tarafından asla kabul edilmeyecek olan bâtıl dinlerin bir diğer unvanıdır. Bu bakış açısıyla konuya baktığımızda, laik düşüncenin kendisinin karşıtı olarak kabul ettiği ve din adamları sınıfının ya da bir hükümdarın yönetimi altındaki insanların, Allah’ın indirdiği şeriat dışında, kendi hevâsını tanrının irâdesi olarak telkin eden, kabul ettiren ve dayatan sistem olan “teokrasi” de bâtıl bir dindir ve sonuç itibarıyla şeytana ibâdetin birçok türünden bir çeşittir. Bu bakımdan teokrasi de Kur’ân-ı Kerim gözüyle laiklikle ve diğer bütün bâtıl din ve rejimlerle aynı kefededir. Teokrasi, kendini ilâh sayan veya tanrıların temsilcisi olarak görenlerin idaresidir. Meselâ Firavunların idaresi, teokrasidir. Laiklik, teokrasiye alternatif olarak ortaya çıkmış olsa da, aslında her ikisi de temelde aynı kaynağa, insanı tanrılaştırmaya dayanmaktadır.

Kur’an, inanılan düzenin pratiğe yansımasını “ibâdet” diye adlandırmakta ve ibâdetin de ya Yüce Allah'a ya da O’ndan başka kime yapılırsa yapılsın, sonuçta şeytana yapılmış olacağını gâyet açık ve en ufak bir te’vile yer bırakmayacak şekilde ifade etmektedir. Cennetlikler cennete, günahkârlar da cehenneme girdikten sonra Yüce Allah, cehennemliklere azarlayıcı bir üslûpla şu şekilde hitap edeceğini bildirmektedir: “Ey Âdemoğulları, Ben size; ‘şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır, yalnız Bana ibâdet edin; işte dosdoğru yol budur’ diye açıklamamış mıydım?” (36/Yâsin, 60-61) Laiklik de, diğer beşerî rejimler gibi şeytana ibâdet yollarından bir yoldur. Müslüman ise, “dini yalnızca Allah'a hâlis kılmakla ve yalnızca Allah'a ibâdet etmekle” (98/Beyyine; 5, 39/Zümer, 2-5) yükümlüdür.

İslâm’da Laiklik Yoktur: Laiklik, geniş ve basit tanımı ile, dinin siyasal hayatın dışına itilmesi, din adamları sınıfının devletin siyasal hayatında din adına etkin olmalarının engellenmesi diye ifade edilecek olursa, peşinen şunu hatırlatmamız gerekmektedir: Evvelâ İslâm’da batıda bilinen şekliyle bir “din adamları” sınıfının varlığı sözkonusu değildir. Dolayısıyla böyle bir sınıfın din adına siyasal etkinliklerde bulunmalarından ve devletin siyasetinde aktif bir rol oynamalarından söz edilemez. Çünkü böyle bir sınıf yok ki, bu sınıfın icrâ edeceği fonksiyon kabul veya redde konu olsun.

İslâm inancına göre Allah her şeyi yaratandır. O, her şeyi bilendir. İnsanı yaratan olduğu gibi, her asırda, nelere muhtaç olduğunu, dünya ve âhirette mutlu olmasının nelere bağlı olduğunu tam ve en kâmil anlamıyla O bilir. Dolayısıyla O’nun insanların dünya ve âhiret mutluluğunun elde edebilmeleri için teklif ettiği düzen olan İslâm’da, dünya ve âhirette her bakımdan huzurlu olabilmeleri için insanların gerek duyabilecekleri her şey vardır. Bugün için gerek duymadıkları fakat zamanla ihtiyaç hissedecekleri şeyler de, günümüz müslümanları tarafından bilinse de bilinmese de, ellerinde bulunan Kur’an ve Sünnette yeteri kadarıyla mevcuttur. Kıyâmete kadar gelecek bütün insanların ihtiyaçları için de durum, aynen böyledir. Diğer taraftan, Kur’an’ın içeriğine gelişigüzel dahi olsa bir göz atılacak olursa, görülür ki, Kur’ân-ı Kerim müslümanların ibâdet ve âhiret hayatıyla ilgilendiği kadar, dünyadaki ilişkileriyle de ilgilenmiştir. Hatta dünyevî ilişki olarak değerlendirilen birçok alana dair açıklamaları, dinî ya da uhrevî ya da vicdanî olmakla nitelendirilen ilişkilere kıyasla daha etraflıdır.

Elbette İslâm, bu hükümler arasında laik bir düşünüşün etkisi ile ayrım yapmaz, dünya işi, âhiret işi; din işi, devlet işi gibi ayırmaları kabul etmez. Çünkü Kur’an, bunların hepsinin aynı şekilde ve hepsine ayrım gözetmeksizin müslümanların aynı önemi vermelerini ve aynı gayreti göstermelerini istemiş ve hepsini birlikte uygulamaya geçirmelerini emretmiştir. O yüzden İslâm’da dünya işi, âhiret işi yoktur. Her şey ibâdet ve cihaddır; ya Allah'a ya da tâğuta kulluk. Siyâseti ibâdet, ibâdeti siyâset olan bir dindir İslâm. Dini devletten ayırdığınızda devlet dinsiz; devleti dinden ayırdığınızda din, devletsiz ve güçsüz olur. Dinle devlet, etle kemik gibidir. Devlet, vücut ise, din de o vücudun canıdır, ruhudur. Bu ikisini birbirinden ayırmak, insanı/insanlığı katletmektir, cinâyettir. Kur’ân-ı Kerim’de, meselâ miras hükümlerine, evlenme ve boşanmalara, alışverişe ve diğer akidlere, savaşa, suç ve cezalara dair açıklamalar, sözgelimi namaza ve hacca dair açıklamalara göre daha ayrıntılıdır. Ama hepsine riâyet etme gereği, aynı titizlik ve tâvizsizlikle vurgulanmaktadır. Kur’an’ın en azından bir defa, başından sonuna kadar ciddî bir şekilde anlamıyla birlikte okunması, bu sözün isbatı için yeterlidir. Durum bu iken, Kur’an’ın “Dinde zorlama yoktur” ilkesi ile, “Sen onlar üzerinde bir zorba değilsin” gibi buyruklarının İslâm’ın da laikliği kabul ettiğine delil olarak gösterilmesinin, gaflet değilse, ancak ihânetle izahı sözkonusudur. Safça, riyâkârca veya bazılarının münâfıkça niyetlerle bu tür delillendirmelere kalkışmasının ilmî değerinden söz edilemez.

 

Lât: Kur’ân-ı Kerim’de isminden bahsedilen (53/Necm, 19) câhiliyye dönemi Arap tanrıçalarından birisidir. İslâmöncesinde Kâbe’de duran üç puttan biridir. Diğer ikisi Uzzâ ve Menât’tır. Allat kültünün Hicaz bölgesindeki uzantısıdır. Kült merkezi Tâif’te olan Lât, dört köşeli bir kaya parçasıyla temsil edilirdi. Lât kültü için yapılan ve Tâif Kâbesi diye adlandırılan bir kutsal bina da vardı. Araplar Teymullat (Lât âşığı) ve Zeydullât (Lât’ın yetiştirdiği) gibi şahıs isimleri de kullanırlardı. “Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ’yı? Ve üçüncüleri olan ötekini, Menât’ı. Demek erkek size, dişi O’na öyle mi? O zaman bu, insafsızca bir taksim! Bunlar (putlar) sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Halbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.” (53/Necm, 19-23) (Bak. Ellat)

Maddîyyûn: Maddeciler. Maddî kelimesinin çoğuludur. Âlemin başlangıcı olarak maddeyi kabul edip, maddenin ezelî ve sonsuz olduğuna inananlara, madde ve hareketi dışında her şeyi inkâr edenlere verilen addır. Maddîyyûna göre bu âlem atomlardan oluşan maddelerin rastgele hareket ve birleşmeleri sonucu kendiliğinden meydana gelmiştir. Bir yaratıcının eseri değildir. Madde, varlık âleminin aslı ve yaratıcısıdır. Onlara göre maddenin bölünebilirliği bir daha parçalanmayan ve değişmeyen atomda biter ki buna "cüz'ü lâ yetecezzâ" derler. Kuvvetsiz madde, maddesiz kuvvet olmaz. Demir gibi en katı cisimlerin bile içi sonsuz bir hareketle devinmektedir. Madde ve hareket her ikisi de ezelî ve sonsuz olduğundan bunların dışında bir yaratıcıya gerek yoktur. Maddeciler tabiat ötesindeki olayları ve varlıkları duyu organlarıyla bilinemediği ve deney dışında kaldığı için inkâr ederler. Dolayısıyla Allah ve ruhun varlığını da kabul etmezler (İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlmi Kelam, s. 362) Geniş bilgi için bak. Materyalizm).

Marduk: Babil’in büyük tanrısı; yaratıcı tanrı. Aynı zamanda kralların rabbi, tanrıların çobanı, hukuk ve düzenin koruyucusu, yüce heki ve yüce büyücü olarak da adlandırılan Marduk, aslında bir bitki tanrısıdır.

Mars: Eski Roma’da savaş ve tarım tanrısı; Juno’nun oğlu; Remus ve Romulus’un babası. Kutsal hayvanları akbaba, ağaçkakan, at ve kurt olan Mars’ın festivali Mart ayındaydı. Onun tarımsal karakteri için Mayıs ayında kutlamalar yapılırdı.

Maske (Mask): Eski câhilî insanların dinî ve büyüyle ilgili amaçlarla yüzlerine taktıkları yüz kalıbı. Günümüz câhiliyyesinde hâlâ sürdürülen maske takma geleneği, çeşitli dinsel ve büyüsel amaçları kapsar. Kötü ruhların korkutulmasından, takılan maskenin gücünü elde etmeye kadar çeşitlenen bu amaçlar eski câhilî toplumların çeşitli tapım ve törenlerinde gerçekleştirilirdi. Maskeler totem hayvanlarını, tanrıları, ataları ve çeşitli doğaüstü varlıkları simgeler. Hıristiyanların karnaval törenlerinde taktıkları maskeler aynı ilkel câhiliyye geleneğin eğlence durumuna dönüştürülmüş çağdaş biçimidir.

Başta Afrika ve Kuzey Amerika dinsel gelenekleri olmak üzere çeşitli şirk dinlerine bağlı kişiler, tanrısal varlıkları ya da ruhları temsil ettiğini düşündükleri maskeleri törenlerde başlarına maske takarlar. Bu maskeleri takan kişilerin ilgili ruhu taşıdığı düşünülür. Ve ona dokunmanın ya da onunla konuşmanın doğru olmadığına inanılır.

Maskot: Uğur getirdiğine inanılan nesne. Genellikle bir insan ya da hayvandır; herhangi bir cisim de olabilir. Fransız halk dilinde büyücü anlamına gelen masco sözcüğünden türemiştir. Yine bu dilde mascoto kelimesi büyü anlamını dile getirir. Maskot bir çeşit iyilik getirici büyü kabul edilir.

Masonluk: Uluslararası bir menfaat kuruluşu. Bünyesine özel vasıflı ve seçkin insanları alarak geniş bir teşkilatlanma içerisine giren masonlar, dünyanın hemen her yerinde seslerini ve etkilerini duyurmuşlardır.

Masonluk, Yahudiliğin gizli faaliyet gösteren bir örgütüdür. Bütün rütbelerini, sembollerini muharref Tevrat'tan almıştır. Giriş törenleri Tevrat doktrinine uygun olarak yapılır.

Masonlar, Yahudilerle olan bağlarını sürekli inkâr etmekte ve onlarla hiçbir ilişkilerinin olmadığını iddia etmektedirler. Eğer Yahudilerle olan bağları anlaşılırsa, toplum tarafından hoş karşılanmayacaklardır. Bunun yerine kendilerini bir hayır kurumu, bir kardeşlik, yardımlaşma cemiyeti olarak topluma lanse etmeye çalışmaktadırlar.

Masonlar yalnızca üyelerine mahsus olarak çıkarttıkları Mimar Sinan, Türk Mason Dergisi, Akasya, Büyük Şark gibi dergilerde, Yahudilerle olan bağlarını açıkça ifade etmektedirler. "Ritüellerimizde Tevrat'tan sayısız alıntılar mevcuttur" (Mimar Sinan, Sayı 47, s. 39).

Tevrat'ın, Yahudi ırkının bir ideoloji ve doktrin kitabı olduğunu öncelikle belirtmekte fayda vardır. Bu ideolojinin siyaset sahnesindeki ismi Siyonizmdir. Siyonizm, Masonluk hep Tevrat'tan kaynaklanan felsefenin uygulamadaki örnekleridir.

Bozulmuş ve değiştirilmiş Tevrat'ta Yahudi ırkının dünya milletlerine yapması emredilen vahşet ve katliam şekilleri ayrıntılı bir biçimde belirtilirken, gizli, dikkat çekmeyecek yöntemler de detaylarıyla anlatılmış, çeşitli yollar gösterilmiştir. Bu yöntemler uygulandığında milletler içten çökertilecek ve ne hedef alınan milletler bunu farkedebilecek, ne de olayların arkasında bir Yahudinin ismi duyulacaktır.

Sadece kendi gizli kaynaklarında Yahudilikle ilişkileri anlaşılan Masonluk, işte Yahudiliğin Tevrat'ın telkinlerini aynen benimseyen ve gizli faaliyet gösteren kollarından biridir.

Masonlar, Yahudilikle olan alâkalarını gizli tutmayı lüzumlu görmektedirler. Çünkü Siyonizm ile aynı amacın güdüldüğünü anlatarak faaliyet göstermek yerine, yardım kuruluşlarını paravan yapıp hayırsever kişiler görünümü altında bu amaca hizmet etmek kendileri açısından daha verimli sonuçlar doğurmaktadır.

Masonluk, esas itibariyle Yahudi olmayan birtakım insanları bir gizli dernek çatısı altında toplayıp, eğiterek, onları herhangi bir sahada Yahudiliğe ve Yahudilik ideallerine hizmet eder hale getirmek için verilen bir tedris usulüdür.

Siyonistler, Yahudilik kavramıyla beraber, Siyonizm hedeflerinin insanları ilk planda ürkütebileceğini düşünerek kendi tanımlamalarıyla, toplum içerisinde başarılı olmuş, meslek sahibi, zengin, saygılı kişilerle, kardeşlik, dostluk, barış gibi insanlara sıcak gelen kavramlarla Masonluk bünyesinde ve Rotary, Lions, Liones gibi kulüpler aracılığıyla çalışmalarını sürdüregelmişlerdir. Böylece hem Siyonist hedefleri ilk planda öne çıkarmamış olmak ve hem de Yahudi olmayan insanlar vasıtasıyla Yahudilik ideallerine hizmet ettirmiş olmak amacını gerçekleştirmişlerdir (Ali Uğur, Masonluk, Soruşturma Dış Politika dergisi, s. 3).

Ütopist mahiyette insanlık, dünya vatandaşlığı, enternasyonalizm gibi kozmopolit ilkeleri benimsediğini iddia eden, ancak aynı teşkilat mensuplarını kardeş gören ve teşkilat içindekilere yardımcı olan; inanç ve vicdan hürriyeti mücâdelesinde bulunmakla beraber, Masonluk imanını benimsetmek isteyen; umumiyetle liberal, kapitalist, kendi inancına uymak şartıyla imtiyazlı; oligarşik olmakla beraber sözde demokrat görünen; ehliyet, liyakat, fazilet esaslarına, Mason kardeşliğini tercih eden; malî imkânları ve elemanları geniş bir teşkilata sahip, disiplinli, otoriter, beynelmilel hüviyetteki bu kurum, gizli, esrarengiz birtakım gelenek ve sembollere sahip bulunuyor. Bu sembollerin köklerinin (üçgen, nur, altı köşeli yıldız, akasya, duvarcılık, hiram-mabet şekli vs.) eski Mısır ve Yahudi geleneklerine dayandığı Masonluk yayınlarında belirtilmiştir. Masonluk, insanlığı bir bütün olarak görmek istemesine rağmen yalnız birbirini kardeş tanıması, ehliyet, liyakat vb. vasıflar yerine locaya mensup olduğu için himaye görmesi, bir tehlike anında veya bir yardım isteğinde kendi milletine karşı da olsa, loca mensubunun yardımına yönelinmesi, kozmopolit mahiyeti, biricik hakikatin yalnız Masonluk ilkelerinde görülmesi, zaman zaman din ve milliyet aleyhindeki tutumu dolayısiyle, localarda Yahudilerin, dönmelerin bilhassa önemli mevkilerde bulunması gibi sebeplerle, itirazlara uğramış ve Yahudi emellerine, ülkülerine vasıta olduğu İsrail devletinin kurulması için bir araç olarak kullanıldığı ve Yahudiliğin beynelmilel himayesinin arka planda bulunduğu ileri sürülerek tenkid edilmiştir (Ömer Rızâ Doğrul, Eski Mısır'da Masonluk İzleri, Selâmet Mahfilinde Dört Konferans, İstanbul 1930, s. 4).

1717'de kökleri çok eski olduğu halde İngilterede kurulup geliştirilen Masonluk, İngiltere Yahudileri yanında, İngiliz Emperyalizminin sömürgeciliğinin yanında, her tarafta ajanlar, sempatizanlar, aldatılanlar, yanıltılanlar elde ederek gelişmiş ve İngiliz uyduluğuna bilerek bilmeyerek hizmete sevkedilmişlerdir. Aynı şekilde Amerika'da da Mason localarına Yahudiler kesinlikle hâkimdir. Orada da ticarî, iktisadî, siyâsî mevki sahip olmak isteyenler onun desteğine muhtaç hale getirilmişlerdir.

1822-1884 yıllarında ilân edilen Anayasa ve arkasından yapılan seçimler sırasında meclis tutanakları gözden geçirilirse, Rumların, Ermenilerin ve diğer azınlıkların nasıl çıkar ve bölünme doğrultusunda gayret sarfettikleri anlaşılır. Bu konuda önemli rolü bulunan Mithat Paşa'nın kimliği bir hayli enteresandır. Macaristanlı bir hahamın oğlu olan Mithat Paşa, Türk devletinde yenilikler yapmağa başlamıştır. Yahudi prensiplerine dayanan mektepler açtırmış ve mekteplerde ihtilacı doktrinleri öğretmiştir. Mithat Paşa, Jön Türkler partisini kurmuştur. Bütün Avrupa'da kendi sırdaşı olan Simon Deutch'un talimatıyla yapılmıştır. Sultan Abdülaziz'in katli, Mithat Paşa'nın gözü önünde gerçekleştirilmiştir (Kemal Fedâi Coşkuner, Yakın Tarihimiz ve Siyonizm, Orta Doğu, 10 Ocak 1976).

3 Kasım 1839 Sultan Abdülmecid'in tecrübesizliğinden istifade eden Mustafa Reşit Paşa'nın gayretiyle Tanzimat Fermanı ilân edildi. Bunun üzerine yabancı kuruluşlar, azınlıklar kuvvetlendi. Bu hareketi benimseyenlerce buna "Tanzimatı Hayriye" adı takıldı. Kozmopolitlik, yabancı etkisi ve aşağılık duygusu yayıldı. Bu sebeple buna "Tanzimatı Şerriyye" diyenler de vardır. Tanzimatı ilân eden Mustafa Reşit Paşa, İskoçya Mason locasına mensup bir kimseydi (Prof. Dr. Hikmet Tanyu, Siyonizm ve Türkler, İstanbul Bilge Yayınları, s. I, 281)

Masonluktaki Tanrı anlayışı Deist bir anlayıştır. Deizm ise İslâmlık, Hristiyanlık, Musevilik gibi semavî dinlerdeki Allah inancına bir reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır. Bu anlayışa göre, kâinatı aşan bir varlık vardır. Fakat insanoğlu bu varlığı tam mânâsıyla bilemez. Onun için bu varlığa yakarılmaz, ondan birşey istenmez ve onun insanları sevmesi, imtihan etmesi beklenemez. Böyle olunca ahiret düşüncesi ve öldükten sonra dirilmek fikri de iptal edilmiş oluyor. Deist anlayışı biraz daha ileri götürdüğümüzde Ateizm noktasına gelirsiniz. Zaten özellikle Fransız locasına kayıtlı masonlarda bu anlayış yaygındır (Yesevizade, Soruşturma, Masonluk, Dış Politika, sayı 3, s. 109).

Sion kelimesi "Allah'ın krallığı" mânâsına gelir. Tevrat'taki üstün ırkla alâkalı âyetler Siyonizm fikrinin temellerini teşkil etmektedir.

Yahudilerin Allah'ın seçmiş olduğu millet olduğu yolundaki söylentilerin kaynağı Tevrat'ta çeşitli bablar içerisinde yer almaktadır. Bunlardan iki tanesi aşağıdaki şekildedir:

"Ben dedim: Siz ilâhlarsınız ve hepiniz Yüce Allah'ın oğullarısınız. Kalk, ey Allah (ey oğullarım) yeryüzüne hükmet. Zira, milletlerin hepsine sen varis olacaksın" (Mezmur Bab. 82, Âyet. 6-8 s. 598).

"Çünkü sen Allah'ın Rabbe Mukaddes bir kavimsin. Allahın Rab, yeryüzünde olan bütün kavimlerden kendisine has kavim olmak üzere seni seçti" (Tesniye Bab. 7, Âyet 6 s. 184).

Yukarıdaki sapık ve ahlâk dışı sözde Tevrat âyetlerine daha yüzlercesini eklemek mümkündür. Bütün bunlar da göstermektedir ki, Masonluk; azmış ve gözü dönmüş Yahudinin Siyonist menfaatleri doğrultusunda ülkelerin yetişkin insanlarını kendine hizmet ettirerek ideallerini gerçekleştirmek yolundadır. (Bak. Siyonizm ) (Sami Şener, Şamil İslâm Ans.)

Materyalizm: Allah ve kâinattaki herşeyi madde ile izah etmek isteyen ve âlemde bir gaye, bir şuur ve bir irade görmeyen, toplum hayatını ve fertler arasındaki ilişkileri ve davranışları belirleyen faktörün madde olduğunu iddia eden düşünce sistemi.

Avrupa'nın hayatında materyalist görüş, Avrupa Rönesansı kadar eskidir. Hatta onun eski Grek felsefesinde ve Hristiyanlıktan önceki Roma yaşayışında, bazı yönleriyle bundan daha derin izleri vardır. Aslında Avrupa Rönesans hareketi, dine düşmanlık esası üzerine yükselmiştir. Rönesans, karşı durduğu ve kendisinden sıyrıldığı Hristiyanî-dinî temeller yerine, Grek ve Romen temellere dönerek onlardan destek bulmaya çalışmıştı.

Rönesans düşüncesi bir taraftan "hümanist" (insancıl), diğer taraftan da dünya hayatına yönelik idi. Bu hümanizmin mânâsı şuydu: Bilginin kaynağı Allah değil, insan olması gerekir. Hayatın gereklerinin ne olduğu ile ilgili olarak göz önünde bulundurulması gereken kaynak İlâhî vahiy değil, insanî düşüncelerdir.

Bu çağın ayırıcı özelliği, insanın mutlak kişiliğinin farkına varması, otoriteye ve sahiplerine karşı çıkması, bütün dünyayı kendisine vatan olarak kabul etmesi gibi hususlarda ileri noktalara kadar gitmek olmuştur. O bakımdan Yunan ve Roma edebiyat ve ilimlerini inceleme konusunda uzmanlaşmak durumunda olan kimseler, kendilerine "hümanistler" adını verirler.

Dinden sıyrılıp materyalizme doğru yol alan bu gidiş, dini ruhanîlikten dinsiz materyalizme bir anda ve tek bir sıçrayışla geçmediği gibi; hedefine doğru yol alırken, birtakım inişler-çıkışlar yapmaksızın, dosdoğru bir şekilde ilerlemedi. Ancak her bir sıçrayışında materyalizme daha çok yöneldi. Bu bakımdan rönesans'ın başından itibaren gerçekleştirilen ilmî ilerlemeler, Rasyonalist ve Emprsist görüşlerin ortaya koyduğu şekilde Avrupa düşüncesinin izlediği yolda gitmesine yardımcı unsur olmuşlardı.

Rasyonalizm ise kâinatın tabiat öte;inden ve tarihin akışı istikametinden Allah'ın varlığı düşüncesini ortadan kaldırmayı hedef alır. Ayrıca Empirizm'in de Rasyonalizmden pek farkı yoktur. Empirizm'e göre gerçekler, his ile idrak edilebilen âlemde gizlidir. Duyularla idrak edilen tabiat olaylarının ötesinden bilgi elde etmeye çalışmak ve bu alanda illet arayıp bulmaya kalkışmak ise reddedilmesi gereken bir konudur.

Bu gelişmeler zamanla daha ileri boyutlara ulaştı. Sonunda, tabiatın dine ve akla hakim olduğunu ileri süren, tabiatı herşeyin kendisinden çıktığı temel olarak değerlendiren ve insan aklını düşüncelerin kaynağı kabul eden Pozitivist felsefe ortaya çıktı. Bu görüşün önde gelen en önemli iki filozofu, Auguste Comte ve Fuerbach'dır. Bu felsefe belirli bir atmosferde doğdu ve bu ortamda pek çok ilim ve felsefe adamının ruhunda, özel bir bilgi türüne sahip olan Kilise'ye karşı çıkmak arzusunu uyandırdı.

Diyalektik Materyalizm, maddenin kâinatta köklü ve biricik gerçek olduğu ve kâinattaki herşeyin ve herkesin maddeden çıkıp, maddenin kanunlarına mahkum olduğu; maddenin sınırlarının dışında varlığın söz konusu olmadığı iddialarına dayanır. Bu düşünceye göre, maddeden ortaya çıkan bütün yaratıklar-insan da dahil olmak üzere- ve bütün organizmalar bir taraftan maddîdir, diğer taraftan da çelişkiler arasındaki mücâdeleye mahkûmdur.

Tarihi materyalizme göre madde, bütün duyuş, düşünüş ve idrakin kaynağıdır. İdrak ise türemiş ikincil bir unsurdur. Çünkü idrak, maddenin yani varlığın bir yansımasıdır. Düşünce ise, maddenin bir sonucudur. Zira düşünce, tekâmülü sayesinde mükemmelliğin üst basamaklarına çıkabilmiştir.

Tarihi Materyalizm, insanlık tarihini maddeci temellere dayandırarak açıklamaktadır. Buna göre madde ezelî ve ebedîdir ve kâinatta var olan her şey madde tarafından yaratılmıştır. Tarihi Materyalizmin sosyolojiye sunduğu temel, Evrim Teorisi'nin tabiî seleksiyon yoluyla biyoloji ilmine sunduğu temelin aynısıdır. İncelenmekte olan tür ne olursa olsun, o tabiî seleksiyon yoluyla evrim geçirmiş bir türdü. İşte bu, onun tabiatının sınırlarını çizer. Aynı şekilde incelenmekte olan toplum ne olursa olsun, üretim ilişkilerinin üretimle olan ilgisine, düşünce ve kurumların üretimle olan ilişkisine göre şekillenmiş bir durumdadır.

Ayrıca tarihin materyalist yorumu insanlık hayatında bir takım değerlerin varlığını inkâr edip, hayatı sadece yemek, içmek, giyinmek, barınmak ve cinsî ilişkiden ibaret olarak kabul etmektedir.

Din, ahlâk ve ailenin materyalist yorumu ile aynı anda iki şey kastedilir. Bunların birincisi; bu kurumların bizatihi ve kendiliklerinden ayakta duran bir takım değerler olmadıkları, onları bu şekilde görmenin mümkün olmadığı, dolayısıyla bu kurumların ne köklü ve ne de kutsallıklarından söz edilemeyeceğidir. Materyalizme göre her ne olursa olsun din, insanların zihninde onların günlük hayatına egemen olan dış güçlerin vehmî bir yansımasından başka bir şey değildir. Bu yansımada yeryüzünün güçleri, tabiat üstü bir takım güçler şeklini alır.

Materyalistlere göre aile, ebedî bir sosyal yapı değildir. Çağlar boyunca ailede pek çok değişiklikler görülmüştür. İşte bu evrim son tahlilde ekonomik etken ile belirlenir.

Cansız maddenin kanunlarının insana uygunluğu iddiası, insanlık düşünce tarihinde daha önce hiç bir şekilde görülmemiş "ilmî" bir efsane biçimindedir. Bu ilmî efsanenin ortaya konulmasının patenti, mutlak anlamda olmasa bile materyalist komünistlere aittir.

Materyalizm sadece komünist rejimlerde geçerli bir anlayış değildir. Kapitalizm de en az komünizm kadar materyalist bir anlayışa dayanmaktadır.

Bu sosyal düzen, katıksız olarak maddeci bir düzendir. Bu düzende insan, yaratılış ve ahiretinden soyutlanmış olarak ele alınır. Maddî hayat içerisinde sadece maddî çıkarlarıyla varolan bir "homo ekonomicus" (ekonomik insan)dır.

Kapitalist demokrasi düzeni, azgın bir materyalist ruh taşımaktaysa da Materyalizmin hayat felsefesî ve onun hayatı açıklayan öğretisi üzerine kurulmamıştır. Bu düzenin sosyal atmosferinde hayat, maddî çıkar hudutlarının dışındaki tüm alâkalardan soyutlanır. Fakat, bu soyutlama işlemi bir felsefî anlayışa sahip değildir. Buda kapitalist dünyada materyalist felsefî ekollerin bulunmadığı anlamına gelmez. Aksine materyalizm, ikbalini bu düzenin dünyasında bulmuştur. Zira sanayi devrimi ile ortaya çıkan deneysel zihniyetin etkisi, mutlak doğru kabul edilen birtakım fikirlerin yanlışlığının ortaya çıkmasıyla başlayan görüş ve anlayışlardaki değişmenin doğurduğu şüphecilik ve fikri kargaşa, aklı ve fikrî donduran, zulüm ve baskı yolunu seçen, sosyal kargaşayı kendi lehine körükleyen hristiyanlığa karşı yüz gösteren hoşnutsuzluk ve ondan cayma ruhu; batılı zihniyetlerde materyalizmi hazırlamıştır.

Allah'ı inkâr temeline dayalı olan bu batılı düşünce sistemi, artık ilk doğduğu topraklar üzerinde ve ideolojilerini buna dayandıran rejimlerin hâkim olduğu ülkelerde bile tartışılmış, büyük kitleler ve ilim adamları tarafından reddedilen bir düşünce olmuştur. Haklı olarak bunun geçersizliğini ve ilkeliğini gören demir perde gerisi devlet ve rejimler de bu düşünceden vaz geçmeye başlamışlardır. (Sami Şener, Şamil İslâm Ans.)

 

Meded: İmdad, yardım, himâye. Meded Allah’tan istenir. Tasavvufta; ermişlerin ruhlarından yardım istemeye de meded denir. Alevî-Bektâşi zümreler “yetiş yâ Ali” anlamında meded kelimesini kullanırlar.

Medyum: Ruhlar arasında aracılık ettiğine inanılan kimse. Ölülerden, ruhlardan, cinlerden haber alabilecek olağanüstü güce sahip olduğuna inanılan kişi. Bunların hemen hepsi şarlatandır. Günümüzde kâhin ve falcılara, cinci olduğu iddiasındakilere de medyum denilmektedir.

Melek-i Tâvus: Yezîdîlerin tanrısı. Yezîdîlik, şeytanı tanrı, daha doğrusu tanrının celâl (hem büyüklük, hem de kızgınlık anlamlarına gelir) ad ve niteliğinin belirmesi (zuhûru) sayar ve Melek-i tâvus adıyla anarak ona tapar. Bu anlayışta, Zerdüşt ve Markion ikiciliğinin, eşdeyişle kötülük sorununun çözümlenebilmesi için bir de kötülükçü tanrı tasarımının zorunlu görüldüğü düşüncesinin izleri vardı. Müslümanlar arasında gelişen tasavvuf anlayışında da İlâhî varlık dışında başkaca bir varlık yoktur (vahdet-i vücut), bundan ötürü şeytan da bir tanrı belirmesi (zuhûrud)dur.

Menât: Putperest câhiliyye Araplarının taptıkları putlardan biri. Kur’an’da Lât ve Uzzâ ile birlikte, put tanrılar üçlüsü oldukları bildirilir. Ölüm tanrıçası olarak kabul edilir. İslâm, bütün putlarla mücâdele etmiş, Menât’ı da Mekkef fethiyle birlikte tümüyle tarihe gömmüştür.

Merkür (Mercury): Eski Roma’da çok popüler olan tüccarlar tanrısı; tanrıların elçisi; Hermes’in Roma’daki karşılığı. Merkür’ün kutsal hayvanı horozdu.

Metafizik: Fizikötesi; Duyularımızla idrâk edemediğimiz varlıkları konu edinen, asıl mesele olarak varlık problemini ele alan felsefe kolu.

Metapsişik: Ruh ötesi, normal psikolojinin sınırları dışında kalan olayların incelenmesi.

Mevlânâ: Mevlâ: Sahip, Rab, Allah, efendi, köleyi âzâd eden; şanlı, şerefli, mâlik, yardımcı, koruyucu anlamlarına gelir. Kur’ân-ı Kerim’de Mevlâ, Allah Teâlâ için kullanılır: “…Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.” (2/Bakara, 186). Bakara sûresinin son âyetinin son kelimeleri olan bu ifâdede “Mevlânâ” (bizim mevlâmız) ifadesi kullanılır. Mevlânâ: Efendimiz, mevlâmız anlamındadır. Mevlânâ kelimesi, tarihsel süreç içinde hürmeten büyük kimselere söylenmiş, hazret mânâsında da kullanılmıştır. Kur’an, bu ifâdeyi Allah için kullanmaktadır. Esas anlamı bizim Rabbimiz, terbiye edenimiz, yardım edenimiz, dostumuz demektir. Allah için kullanılan bu sıfatı, hem de bir isim olarak ve yüceltilen bir insana verilmesi düşündürücüdür.

Mit: Bak. Efsâne.

Mitoloji: Efsâne bilim, ilm-i esâtir. İnsanlığın sahip olduğu mitleri ele alıp sistematik olarak inceleyn bilim dalı.

Misyoner: Misyon, bir şahıs veya heyete verilen özel görev demektir. Misyoner: Kendini bir fikrin yayılmasına adayan kimse demektir. Misyoner kelimesi daha çok hıristiyanlar için, hıristiyanlığı yaymayı görev edinmiş kimse demektir. Misyonerlik, hıristiyanlığı yayma yönündeki sistemli bir faaliyet ve teşkilattır. Misyonerlerin yaptığı işe de misyonerlik denilir.

Mum Yakmak: Türbe, mezar, tekke vb. yerlere mum yakma âdeti, eski câhiliyye çağından kalma âdetlerindendir. Arkeologların çoğu bu âdetin en ilkel ateş kültü ile ilgili olduğuna kanidirler. Yani "ateşe tapınmak"tan kalma bir âdet olduğu söylenilmektedir. Eski çağlarda yalnız "aziz" sayılanların değil; başka ölülerin de mezarlarında yahut öldükleri yerde mum veya ateş yakmak bir nevi kurban sayılırdı. "Türbelerde kandil (mum) yakmak âdeti, Fenikelilerden intikal etmiş bir an'anedir. Fenikeliler Sur şehrinin koruyucusu ve tanrısı olan Melkâres'in heykeli önünde devamlı kandil (mum) yakarlardı." (Hurâfâttan Hakikate, M. Şemsettin Günaltay, s. 298)

Hıristiyanlıktan önceki Helenler ve Romalılar'ın da mezarlarında ve mezar taşları üzerinde meş'aleler yaktıkları bilinmektedir. Bunlar Hıristiyan olduktan sonra da bu âdetlerini bırakmamışlardır. Bu Paganizm kalıntısı âdet, daha sonraları hıristiyan din adamları tarafından kitaba uydurulup mum yakma şeklinde dinî âyinlere sokulmuştur. Hıristiyan din adamlarının izahlarına göre güya bu âdet, ilk hıristiyanların karanlık mağara ve Katakomplarda gizlice İbâdet ettikleri zaman yaktıkları mum ve meş'alelerin hâtırası imiş (Hurâfeler ve Menşeleri, Abdülkadir İnan, s. 43). İslâm'da câmi duvarına, kabir taşına, mezar taşına, türbelere, yatırlara mum yakılır diye bir davranış kesinlikle yoktur. Bunlar Türklere de hıristiyanlar aracılığıyla müşrik ve mecûsilerden geçmiştir.

Kabir başına, mezar taşına mum yakan kişi, oradaki yatırla kendini bütünleşmiş, ondan bir parça olmuş gibi kabul ediyor ki, bu büyük bir hatadır ve şirktir. İslâm'a göre insan, ancak Allah'a ilticâ eder ve O'na sığınır. O'nun dışındaki varlıklardan medet ummak tevhide ters düşen büyük bir yanlıştır. Bu itibarla kabirlerde mum yakma âdeti, bâtıl bir inanç ve hurâfedir. Ayrıca, halk arasında yaygın olan bir yanlış inanç da, cenâze çıkan odada 40 gün ışık yakılmasıdır. Güya ölü çıkan odada 40 gün ışık yakılırsa, ölünün ruhu geldiği zaman karanlıkta kalmaz, evini ve odasını daha çabuk bulurmuş.

Malı israf etmek, başka ümmetlere benzemek gibi iki haramı birden işleten bu tür hurâfelerden kesinlikle uzak bulunmak gerekir. Tevhidi gölgeleyici, müslümanları tevhid inancından şirke sevkedici bu çirkin putperest âdetlerinden medet umanlar, putlardan fayda bekleyenler gibi kendilerini aldatmaktan ve etrafa, özellikle yeni yetişenlere kötü örnek olmaktan başka hiçbir iş yapmış olmazlar. Bu da vebal olarak onlara yeter de artar bile.

Mum yakarak, çaput bağlayarak, ölülere adaklar adayarak, murâdına nâil olacağını, hastalığından veya dertlerinden kurtulacağını, bahtının açılacağını, çocuk doğuracağını sananlar ve yeri geldiğinde de müslümanlığı kimselere bırakmayanlar, inandıklarını iddiâ ettikleri İslâm'a, Kur'an ve sünnete ne kadar ters düşmüşlerdir! "Yalnız Sana İbâdet eder, yalnız Senden yardım dileriz." (1/Fâtiha, 5) âyetini kıldığı namazın her rek'atında okuyanların, "gazâba uğramış ve sapıkların yoluna tâbi olmaktan" (1/Fâtiha, 7) Allah'a sığınanların, verdikleri bu söze ve yaptıkları duâya sâdık kalmalarından daha doğal ne olabilir?

Merhum Mehmed Âkif'in;

"Hurâfeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar,

Mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar!"

mısralarıyla çizdiği yakışıksız görünümden uzaklaşmaya, İslâm'ın sadeliğinde dinî kişiliği ve sadece Hakka kulluk yapan izzeti bulmaya çalışmalıdır. Çünkü kurtuluşa giden doğru yolun, böylesi hurâfelere tahammülü yoktur.

Muska (Nüsha): (Kelimenin aslı nüsha’dır.) Bazı hastalıkları, kötülükleri ve nazarı defetmek için boyna asılan veya üstte taşınan yazılı kâğıt. Hıristiyanlıktaki teslis inancının simgesi olarak üçgen şeklinde, üç köşeli katlanır; içinde çoğu zaman anlamsız şekiller ve uydurmalar bulunur. Kötülüklerden koruyacağına inanıldığı için, şirk unsuru kabul edilir. Nazardan koruduğuna inanılan nazarlıklar, nazar boncukları da muska kabul edilir. Büyü yapmak, ya da büyüden korunmak için kullanılan muskalar vardır.

Muska ve Tılsımların Menşei: Muska ve tılsımların menşei, putperestliğin en ilkel şekli olan "fetiş"tir. Bu inançta olanlar, bazı nesnelerde uğur veya uğursuzluk bulunduğuna inanırlar. Kişi, uğurlu saydığı nesneyi boynuna asar veya yanında taşır. Bu nesne bir bitki, kurt dişi, ayı tırnağı, leylek kemiği, kartal tırnağı olduğu gibi, bazen kurumuş bir böcek hatta bazı taş parçaları vb. olabilir.

Bu nesneleri taşıyanlar, çeşitli hastalıklardan, belâ ve kazalardan korunacaklarına inanırlar. Hâlâ bazı nesneleri "uğur getiriyor" inancıyla boynunda ya da yanında taşıyanlar bulunmaktadır. İslâm'ın fıtrata, akla ve ilme uyan güzel esaslarına inanmamakta direnen nice insan, böyle safsatalara kolaylıkla inanabiliyor, dolayısıyla Kur'an'ın "onlar akıllarını kullanmayan akılsızlardır" ifadesini her an farkında olmadan doğruluyorlar. Günümüzde üniversite gençliği ve sosyete semtlerinin kültürlü geçinen kesimlerinde gittikçe bu tür "uğur taşları" vb. yaygınlaşmakta, İslâm'dan uzaklaşan insan ne kadar komik ve aşağılık olmaktadır!

Daha sonraki dönemlerde kâğıt parçaları üzerine yazılmış dinî formüller veya tuhaf işaretlerle çizilmiş muska ve tılsımlar, fetişlerin yerini aldı. Muska ve tılsımların en eski şeklinin Mısır'da bulunduğu belirtilir. Eski Romalılar da, hastalıklardan ve zehirlenmeden korunmak için acayip işaretlerle yazılmış veya çizilmiş muska tılsımları kullanmışlardır. İsrâiloğullarına gönderilen peygamberler de, putperest kavimlerden geçen, kendi dönemlerinde yaygın olarak kullanılan fetiş ve tılsımları yasaklamışlardı. Buna dair eski Ahid'de (Tevrat'ta) rivâyetler vardır (Meselâ, bkz. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bab 35, s. 35). Hırisitiyanlıkta da muska ve tılsımlara inanmak çok yaygındı. Hıristiyan din adamları muska taşıma âdetleriyle mücâdele etmişler, ama pek başarılı olamamışlardır. Milâdî 366 yılında toplanan "Laodice" dinî kurultayı, muska ve tılsım taşımaya yasaklayan bir karar çıkartıp ilân etmiştir. Fakat hıristiyan bunları taşımaktan bir türlü vazgeçirememişlerdir. 8. Yüzyılda Papa II. Gregoare bu bâtıl inançlara karşı şiddetle karşı koydu. Ancak halk bildiğinden ve gördüğünden şaşmadı. Sonuçta hıristiyan din adamları bu hurâfeye tâviz vermeye mecbur kaldılar. Muskaların yerine "haç" hıristiyanlık sembolü olan balık resmi, "Agnus Dei" (Tanrı Kuzusu) yazılı levhacıkları taşımayı tavsiye ettiler, giderek halkı buna alıştırdılar.

İslâm'ı kabulden evvel yaşamış Türk boylarında da muska-tılsım kullanma âdeti vardı. Sekiz ve dokuzuncu yüzyıllarda Budist ve Maniheist Türklerin yaşamış olduğu Doğu Türkistan'da yapılan arkeolojik araştırmalarda elde edilen malzemeler arasında "tılsım-muskalar", çeşitli dinî formüller yazılı levhalar, tahtalar vs. eşya bulunmuştur. Budist Uygurların dinî kitaplarında da tılsım şekillerine rastlanmıştır. Bunlardan üç şekil Alman Türkologu F. W. K. Müller tarafından neşredilen eski Türkçe Uygur metinlerinden birinde açıklamalarıyla gösterilmiştir. Müslüman olduğunu iddiâ edenlerin de kullandıkları muskalardaki tılsımların bir benzeri olan bu şekillerin ifade ettikleri anlamlar olarak, bunlardan biri için, bir kadın bu muskayı vücudunda taşısa, kolay doğurur, rahat ve sevinç bulur; diğerinde, Pars yılı doğmuş olan (şimdiki burçların bir benzeri olsa gerek) kişi, bu tılsımı saklarsa çok mutlu olur; üçüncüsünde de, herhangi bir kişinin hayvanları çok ölüyorsa, bu tılsımı kapıya yapıştırsın denilmektedir. (Abdülkadir İnan, Hurâfeler ve Menşeleri, s. 44-47)

Günümüzde muska, tılsım ve sihir yapma işleriyle uğraşan bazı inanç sömürücüsü kişilerin ellerinde bulunan kitaplar, eski Babil, Asur, Mısır müşriklerinin, eski Budist ve Şamanist Türklerin kullandıkları kitaplardan yararlanılarak yazılmıştır. Bu kitaplara inandırıcılığı kuvvetlendirmek için Kur'ân-ı Kerim'den âyetler,Esmâü'l-Hüsnâ ve bazı duâlar da ilâve edilmiştir. Muska ve tılsımla ilgili kitaplarda yazılan muska ve efsunlar incelendiğinde görülüyor ki, birçoğunda bazı âyet ve duâlarla beraber, hiçbir dile benzemeyen kelimeler de bulunmaktadır. Tılsımcılar, mal ve mülkün tılsım-muska ile her türlü âfet ve kazalardan korunacağını da telkin ediyorlar. Bu tılsımlarda Esmâü'l-Hüsnâ, âyet-i kerime ve duâlar sû-i istimal edilmektedir. Bunların, câhil halkı kandırmak için kullanılmakta olduğu şüphesizdir. Bu hurâfeler, mü'minlerin inancına, sağlığına, malına ve canına zarar verecek zırvalardır. İmanı tam olan müslümanlar, bunlara inanamaz.

Müneccim: Yıldız anlamına gelen Arapça “necm” kelimesinden türetilmiştir. Yıldızla uğraşan, yani yıldız falcısı demektir. Yıldızların hal ve hareketlerinden ahkâm çıkaran kimse, astrolog, falcı. Müneccim başı: Saray müneccimlerinin başı olan kimseye denirdi.

Mürid: İrâde ve talep eden, ehl-i irâde, isteyen, arzu eden. Tasavvufta; a) İrâdesi olmayan, irâdesinden soyutlanan, irâdesini kullanmayan. b) Kendisine semânın kapısı açılan ve isimle Hakk’a erenler arasına katılıp ona eren. c) Tarîkate giren ve şeyhe bağlanan, derviş, bende; efendisi olan şeyhin kulu. Cenâze, onu yıkayan kişinin önünde nasıl irâdesiz ise, mürid de şeyhinin önünde o şekilde irâdesizdir. Bir kör, kendisini yeden kişiyi uçurumun kenarında nasıl takip ederse, mürid de her hususta şeyhini öyle takip eder. Mürid kendi şahsî irâdesini şeyhinin irâdesinde yok etmiştir (Fenâ fi’ş-şeyh); onun için irâdesizdir. d) Şeyhinin emir ve irâdesini yerine getiren bir âlettir. e) Kendisi için Hakk’ın irâde ettiğinden başka bir şey irâde etmeyen, Hakk’ın irâdesi önünde ve karşısında kendi irâdesini hiçe sayan.

Mürşid: Rehber, delil, kılavuz, yol gösteren. Tasavvufta; a) Sırât-ı müstakîmi gösteren, dalâletten önce hak yola ileten. b) Şeyh, velî, er, eren, pîr.

Nâz: Tasavvufta; a) Sevgisinin, dertli ve mahzun âşığına güç vermesi. b) Sevgilisinin âşığını kandırması, ona cilve yapması, bilmezlikten gelmesi. Nâz ehli: Hakk’a nazı geçen, Hakk’a karşı nazlanan velî. Naz ehli, Yüce Mevlâ ile gâyet samimi, her türlü resmiyetten ve kayıttan uzak sohbet eder ve ona içlerini dökerler. Cüneyd Bağdâdî: “Üns ehli münâcât esnasında öyle sözler söyler ki halk bu sözleri küfür sayar” der.

Nazar (Göz değmesi): Bazı insanların bakışla, maddî ve mânevî olumsuz etkide bulunması. Nazar değmek: Göz değmek; birisinin hasetçi bakışıyla rahatsız olmak veya zarara uğramak. Nazar boncuğu: Nazar değmesine karşı takılan mavi boncuk; Göz boncuğu da denilen nazar boncuğunu takmayı, bulundurmayı veya bir yere asmayı dinimiz şirk unsuru kabul ederek, böyle bir boncuğun bir zararı def edeceğini sanmayı büyük günah sayar.

Bakmak, bakış anlamına gelen nazar; tasavvufta, şeyhlerin ve ermişlerin müridlere ve sülûk ehline bakışı ki bu bakış ruhlarına tesir ederek onlara yeni bir şekil verir, gönüllerini feyzle doldurur, ruhlarını olgunlaştırır. Bu nazarın eğitici ve yetiştirici bir özelliği olduğu için “velîler müridlerini kaplumbağanın yavrularını yetiştirmeleri gibi nazarla yetiştirirler” denilmiştir. Nazar-ı Hakkânî: Şeyhin nazarı ile müridin aşk ve cezbeye tutularak fenâya ermesi. “Sûfîlerin sohbeti gibi nazarları da feyz kaynağıdır. Zira onların nazarı, ayn-ı nazar-ı Hak’tır.”

Nazarlık Takmak: “Göz değmesi” veya “nazar değmesi” diye bilinen, mikrobik olmayan ve âniden çoğunlukla baş ağrısı şeklinde beliren mânevî rahatsızlıkların varlığını bilmeyen veya duymayan yoktur. “Nazar değdi, nazara geldi, nazara uğradı” gibi cümlelerle hep aynı rahatsızlık anlatılmak istenir. Tıb da bu tür rahatsızlıkları kabullenmekte ve “insan gözünden çıkan şuaların/manyetik ışınların, dikkatle ve belki biraz da kıskançlıkla bakış esnâsında yoğunluk kazanması ve bu yoğun şuaların karşı organizmanın atomlarının çalışma düzenine etki etmesi” şeklinde açıklamaktadır.

Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Nazar/göz değmesi gerçektir (vâkidir).” (Buhârî, Tıb 36, Libas 86; Müslim, Selâm 41-42; Ebû Dâvud, Tıb 15; Tirmizî, Tıb 19; Ahmed bin Hanbel, I/294, II/222, IV/67, V/70). Hatta Peygamber Efendimiz, “dokunan her kötü gözden” Allah’a sığınmayı, Hz. İbrâhim’in bir duâsı olarak ümmetine ta’lim etmiştir (Buhârî, Enbiyâ 10; Ebû Dâvud, Sünnet 20; İbn Mâce, Tıb 36). "Nazardan Allah'a sığının; çünkü nazar haktır." (İbn Mâce, hadis no: 3508) Hz. Âişe vâlidemiz de Hz .Peygamber’in göz değmesine karşı okumayı emrettiğini haber vermiştir (Buhârî, Tıb 35).

Nazar değmesine karşı okuma sûretiyle uygulanan tedâvinin Hz. Peygamber ve ashâbı tarafından yapıldığı ve müsbet neticeler alındığı örnekleriyle sâbittir. Bu tedâvide daha çok Fâtiha, İhlâs, Felak ve Nâs sûreleri ve Âyetü’l-Kürsî’nin okunduğu da hadislerde yer alan bilgiler arasındadır. Yine 68/Kalem sûresinin 51 ve 52. âyetlerinin okunması tavsiye edilir. Elmalılı’nın belirttiği gibi (Hak Dini Kur’an Dili, c. 9, s. 6394-6399) bu tedâvi çeşidinde aslolan hastanın bizzat kendisinin okumasıdır. İnsan, hoşuna gidten bir şeye bakarken nazarı değmemesi için "Mâşâallah, lâ kuvvete illâ billâh" demelidir. Bu, Peygamber Efendimiz'in okuduğu bir duâdır.

Bu açıklamalardan sonra, göz değmesine karşı gûya tedbirmiş gibi, halk arasında dolaşan birtakım hurâfelerin mânâsızlığı kendiliğinden ortaya çıkmış olmalıdır. Çocukların elbiselerine mavi boncuklar, nazarlıklar, iğde çekirdekleri, kaplumbağa kabuğu vs. takmak; evlerin, binâların girişine, arabalara boynuz, at nalı, at kafası, çeşitli muskalar, cevşenler asmak, kurşun dökmek, tütsü yapmak, ceplere sarımsak koymak, arabalara ve dükkânlara göz resimleri yapıştırmak, acâyip heykeller monte etmek ve benzeri şeylerin hepsi, bu bâtıl inanışın zavallı âletleridir. Bunların tıb açısından en küçük bir faydası düşünülemeyeceği gibi, bâtıl inanışları yaygınlaştırması ve sürdürmesi noktasından büyük sakıncaları vardır. Bu yüzden de bunları bu niyetle kullanmak kesinlikle haramdır; bazı İslâm âlimleri, Allah’tan başka şifa veren, zararı def eden mânevî sığınak ve çözüm kaynağı kabul edildiğinden bunları nazar giderici olarak kullanmayı şirk kabul etmişlerdir. Bir tür koruyucu totem izlenimi veren ve hastalıklardan koruduğu yanlış kanısının zihinlere yerleşmesine vesile olan nazarlıkların, nazar boncuklarının kullanılmasını Peygamber Efendimiz kesin bir şekilde yasaklamıştır. Hatta böyle bir nazarlığı üzerinde taşıyan kişinin bey’atını kabul etmemiş ve onu çıkarıp atmasını emretmiştir (Nesâî, Ziynet 17; İbn Mâce, Tıb 39). Yine Rasûlullah (s.a.s.)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: Efsun yapmak, nazar boncuğu takmak, kadınların kocalarına kendilerini sevdirmek için sihir yapmak şirktir." (Fethu'l-Kebir, c. 1, s. 304)

Müslümana yakışan, basit birer madde olan nazarlıkların koruyuculuğu zannına kapılmak değil; her şeyini borçlu olduğu ve kulluğunu kendisine sunduğu Rabbına sığınmaktır. Şifâyı verecek olanın ilaç, doktor, okuma, üfürme, hoca değil; bizzat Allah olduğunu hiç unutmamaktır. Allah şifâ vermeyecek olduktan sonra, dünya bir araya gelse ne çıkar? Ma’kul ve meşrû yollarla hastalıklara çare aramak nasıl görev ise, şifâyı yalnız ve yalnız Allah’tan bilmek ve beklemek de aynı şekilde görevdir. Mânevî hastalıkların tedbiri de mânevîdir. Kur’an âyetlerinin ve sünnette geçen duâların okunması ve Allah’a sığınılması bu tedbirin en üst seviyede alınması demektir. Ötesi avunma, aldanma, gerçeği bırakıp bâtıla dalma, denize düşünce yılana sarılma demektir. “Allah’ım, her şeytan (tabiatlının şerrin)den, zehirli haşerâttan ve dokunan her kötü gözden Senin şifâ veren kelimelerine sığınırım.” (İ. Lütfi Çakan, Hurâfeler ve Bâtıl İnanışlar, Maritey Y. S. 11 vd.)

Neptün: Eski Romalıların deniz ve su tanrısı; Etrüsk tanrısı Nethunus’un Roma’daki adaptasyonu. 23 Temmuz onun festival tarihiydi. O, küçük çapta bir tanrıyken kültünün sonradan yaygınlaştığı söylenir.

Nigâr: Resim, resim gibi güzel sevgili. Divan edebiyatında put, put gibi güzel(!) anlamında kullanılır. Divan şiirinde sevgili yerine mecâz-ı mürsel yoluyla ele alındığı olur. Eskiden insan vb. resimleri yapanlara nigârende ve nigârî denilirdi. Divan şiirinde sevgilinin yanağı yerine nigâristan çok kullanılır.

Niyâz: Duâ, yalvarma, tevâzu gösterme, selâm, himmet, baş kesmek. Tasavvufta niyaz: “Derviş, huzûr-ı mürşide vardıkda mürşidini hak bilerek hayır himmet talebi için yüzünü gözünü yerlere sürerek niyaz etmek âdâb-ı tarîkattandır.” “İnhinâ ederek şeyhin el, diz ve eteğini tutmak ve öpmek”. Niyâz ve niyâz âyini, bazen müridin şeyhine secde etmesi şeklini de almıştır.

Noel, Noel Baba: Noel, hıristiyanların Hz. İsa’nın doğduğu geceyi kutlamak için yaptıkları bayramdır. Noel ağacı: Hıristiyanların noel için kesip süsledikleri çam. Noel Baba: Hıristiyanların noel gecesi hediye getirdiğine inandıkları, inanmasalar da çocuklarını kandırdıkları mitolojik ve hayâlî kişidir. Hıristiyanlarca Hz. İsa’nın, Aralık ayının 25’inde doğduğu kabul edilir ve her yıl bu günde noel kutlanır. Eskiden Ocak ayının 6. günü kutlanırdı. Hz. İsa’nın hangi yıl doğduğu da hayli tartışmalıdır. Örneğin, Matta İncili’ne göre, bugün İsa’nın doğum yılı olarak kabul edilen yıldan, yani milattan en az dört yıl önce, Luka İncili’ne göre, milat diye kabul edilen yıldan 6 yıl sonra doğmuştur.

Ermeni mitolojisinde yeni yıl tanrısının adı Amanor’dur. Paganlık/putperestlik zamanlarında avlanan hayvanlar, Amanor’un onuruna çam ağaçlarına asılırdı. Noel günü çam ağacına çeşitli şeyler asılarak yapılan tören, hıristiyanlığa bu pagan geleneğinden geçmiştir. Ayrıca, ağaçlara tapmanın yaygın olduğu bölgelerde çam ağacına da tapılmıştır. Antik çağın ünlü Yunan ve Roma mitolojileri, ağaç tanrılarla doludur. Ağaçlar, Yunanlılarla Romalılarda tanrıların barınakları sayılıyor ve ağaçların bir ruhu olduğuna inanılıyordu.

Nusb (çoğulu; Ensâb): İslâmiyetten önceki Arap putperestliğinde kullanılan dinsel taşlar. Bu taşlara tapılırdı ve ma’bûdun bu taşların içinde ve onlarla ililşkili olduğuna inanılırdı. Bu taşlar için kurbanlar kesilir ve taşların üstlerine bu kurbanların kanı sürülürdü. Kur’an bu câhiliyye geleneğini şiddetle yasaklamıştır “… nusb (put olarak kabul edilen dikili taşlar) taşlarr( Bu taşlar için kesilen kurbanların yenilmesi de İslâm dinince haramdır.

Nübüvvet: Peygamberlik. Tasavvufta; İbn Arabî, Son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’in getirdiği şeriat çerçevesinde evliyânın keşf ve ilham yoluyla Allah’tan aldıkları irfâna ve bilgilere umûmî ve mutlak nübüvvet adını vermektedir.

Nücebâ: Seçkinler, soylular. Tasavvufta; kırklar. Bunlar halkla ilgili hususları düzeltir, onların yüklerini taşır, sadece halkın hukuku konusunda faâliyet gösterirler.

Nükabâ: Nakibler, denetçiler, gözetleyenler. Tasavvufta; Bâtın ismiyle tahakkuk edip bu ismin mazharı olduklarından halkın içlerine bakıp (ruhlarını okuyup) oradaki en gizli hususları açığa çıkaran üç yüzler. Sırları örten perdeler onlar için ortadan kalktığından bu gibi hususları bilirler. Bursevî bunların sayılarının 12 olduğunu söyler.

Okyanus: Eski Yunan’da deniz tanrısı ve insanların dünyasını çevreleyen suların hâkimi; büyük kozmik güç. Mitolojiye göre Uranüs ve Gaia’nın oğlu olan Okyanus, kız kardeşi Tethys ile evlenmiş ve ondan altı bin çocuğu olmuştur. Bunların yarısı Oceanidler yani deniz ruhları, diğer yarısı ise nehirlerdi.

Olimpus: Tanrıların oturdukları yer olarak tasarımlanan dağ. Yunanistan’da Thessaly ile Makedonya arasında yer alan yaklaşık 3000 metre yüksekliğindeki dağ. Bu dağ, eski Yunan geleneğinde tanrısal varlıkların yaşadığı mekân olarak düşünülür. Olimpus’la ilişkili tanrısal varlıklar Olimpus tanrıları olarak bilinir. Zeus, Olimpus tanrılar panteonunun zirvesindeki yüce tanrı olarak kabul edilir. Yunan mitolojisinde Olimposlular adıyla anılan on iki tanrı şunlardır: Zeus, hera, Poseidon, Apollon, Artemis, Afrodit, Hermes, Ares, Hestia, Hephaistos, Athena, Hades. Bunlardan başka daha pek çok tanrı Olimpos’ta oturduğu halde, bu adla anılan sadece on iki tanrıdır.

Olimpiyat: İlkçağda beş yılda bir yapılan beş yarıştan ibâret spor oyunları. Bu adı o yarışlara İda dağlı beş Daktyl vermiş. (Daktyl, İda dağının demirci cinleridir. Tanrı Kybele’nin yoldaşları ve râhipleri sayılan bu cinler silâh yapımcılarıdır.) Yarışlar da bu yüzden beş taneymiş ve her beş yılda bir yapılırmış, yarışlara bu yüzden pentatlon adı verilmiş. Genel olarak ilk olimpiyatın MÖ 776 yılında yapıldığı ve oyunların Herakles tarafından kurulduğu söylenir. Oyun âletleri Olimpus’ta saklandığı için olimpiyat adı buradan gelmektedir. Beş yılda bir yapılan ve beş oyun olan olimpiyat, beş gün sürermiş. Beş sayısı Dakty’lerle ilgilidir. Oyunlar şar adı verilen araba yarışlarıyla başlar; silâhlı koşu, yumruksuz dövüş, yumruk dövüşü ve pankreasla sürermiş. Çağdaş olimpiyat oyunlarıysa ilkin 1896 yılında Atina’da yapılmıştır. Her dört yılda bir tekrarlanmaktadır.

Ölülere Yalvarıp Duâ Etmek: Yatırlardan bir şeyler beklemek, hastalığına şifa, derdine devâ, bahtına açıklık, kısırlığına çözüm... için ölüden yardım ve imdat beklemek; tümüyle şirk olan hurâfe ve bâtıl inanıştır. Bunları bir müslüman yapamaz.

Örf ve Âdet: Örf, kanun olmadığı halde, halk tarafından alışkanlık olarak uyulan, bulunulan yere ve hallerin icabına göre şekillenenakla aykırı olmayan, dince kötü karşılanmayan davranış, töre ve âdettir. Âdet de, halkın devam edegeldiği davranışlardır. Belirli bir şuur belirtmez, nesilden nesile devredilir. Kâmil imana ulaşamamış herinsan, çevre şartlarından etkilenir. Kısa bir sore sonra alışkanlıklar, din haline geliverir. “Biz bize benzeriz” sözündeki mâhiyet budur. İslâm ulemâsı örf ve âdeti; “Akl-ı selîmin üzerinde ittifak ettiği ve halkın devam edegeldiği şeylerdi ki, birçok kere tekrar olunur” şeklinde tarif etmiştir. Ayrıca, örf ve âdette dikkat edilecek husus; “şer’an ve alken müstahsen (güzel) olması, selim aklı sahipleri yanında münker olmamasıdır.” Tariflere dikkat edersek, örf ve âdetin oluşmasında emir sahiplerinin (otoritenin) etkisini hemen kavrarız. Şöyle ki: Şer’an ve alken müstahsen olan bir hususu halkı îfâ edebilmesi, emir sahiplerinin onu yasaklaması ile yakından ilgilidir. Âdet, halkın bilinçsizce yapageldiği, eski nesillerden devraldığı davranışlar olduğundan, eğer emir sahipleri müdâhale ederse, kesinti ortaya çıkar. Meselâ, Osmanlı Devletinde II. Mahmud döneminde, halkın kıyâfeti değiştirilmiştir. Sarık çıkartılmış, fes esas alınmış, şalvar çıkarılmış, setre pantolona geçilmiştir. Bu âdete müdâhale, II. Mahmud’a “Gâvur Padişah” sıfatının takılmasına sebep olmuştur. Ulemâ fes’in şiddetle karşısındadır. Cumhuriyet döneminde bu defa fes’in çıkarılıp fötr şapka giyilmesi korkunç tepkiyle karşılanmıştır. Ancak, her devirde, mesele ancak ulemâ arasında ilmî olarak tartışılmış, halk da, âdetlerinin bozulmasına üzülmüştür.

Demokratik laik toplumlarda örf ve âdetin, “meclislerin çıkaracağı kanunlarla şekil değiştireceği” ifâdesi pek de abartılı olmaz. Çünkü siyasî yönetim, hükümlerini uyguladığı sürece ayakta kalır. Halkın bir kısmı isteyerek, bir kısmı da kerhen, meclislerin hükümlerine uyar. Halkın devam edegeldiği birçok davranış, kanunen suç olmamak zorundadır. İşte bu, cemiyetin şahsiyetinin, anayasa ve kanunların çizgisinde yeniden teşekkül etmesidir. 1924’ten itibaren örf ve âdetler, yeni mâhiyetler kazanmıştır. Çünkü selim akıl sahiplerini, şer’an ve alken güzel olup olmadığı hususunda tartışma yapmaları mümkün değildir. Bu noktada herhangi bir meseleyi tartışırken “atalarımızdan böyle gördük” deyip, haklı çıkmaya çalışmak yanlıştır. Zira şu anda örf ve âdetle değil, alışkanlıklarla karşı karşıyayız (Y. Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 278-279).

Pîr: Yaşlı kişi, ihtiyar. Tasavvufta; şeyh, mürşid. Pîr-i tarîkat: Tarîkatın ilk kurucusu, sâhib-i tarîkat. “Pîr aşkına”, “pîr hakkı için”, “pîrim hakkı için” deyimleri, yemin olarak kullanılır. Bir işe teşebbüs edildiği zaman: “Yâ Allah yâ pîr” denir. Tekkelerde ve türbelerde tarîkat kurucusu şeyhin ismi “yâ Hazret-i Pîr” diye başlar. Pîr-i hâcât: İhtiyaçları karşılayan şeyh.

Plutus: Eski Yunanlıların tarımsal zenginlik ve servet tanrısı. Mitolojiye göre Zeus, haklı-haksız herkese müsâmaha edebileceği gerekçesiyle onu kör eder.

Politeizm (Çoktanrıcılık): Çok sayıda tanrıya tapma. Bir’den çok tanrıya tapan çoktanrıcılığın tanrıları, genellikle kişileştirilmiş doğa güçleri, atalar, şef ya da kahraman gibi saygı duyulan ölüler, kutsal sayılan bitkiler ve hayvanlarıdır. Günümüzden üç bin yıl önce insanların otuz beş bin tanrıya taptıkları saptanmıştır. Sümer mitolojisinden Yunan ve Roma mitolojilerine kadar bütün mitolojiler bu tanrıların serüvenlerini anlatırlar. Çoktanrıcılık, felsefe açısından doğatanrıcılık (panteizm) temeline dayanır. Kamutanrıcılık adıyla da anılan bu felsefî anlayışa göre tanrı, evrenin yaratıcısı değil; bizzat kendisidir. Bu anlayış, Müslümanlar arasında yaygınlaşan tasavvufta vahdet-i vücut (varlığın birliği) deyimiyle dile getirilmiştir. Çoktanrıcılığın tanrıları, insan niteliklidir, insanlardan tek ayrılığı ölümsüz oluşlarıdır. (bak. Çoktanrıcılık)

Poseydon: Eski Yunan’da deniz tanrısı.

Putperest: Puta tapan kimse; pagan. Genellikle politeist dinlerde tanrısal varlıkların çeşitli figürlerile sembolize edildiği ve bu sembollere tâzimde bulunulduğu gözlenir. Tanrıyı temsil eden put; ağaçtan, taştan ya da metalde yapılmış herhangi bir sûret şeklinde olabileceği gibi; bir bitki,birhayvan veya bir başka doğal nesne de olabilir. Putperest toplumlarda, genellikle tapınılan nesnepye tanrısal ruhun hulûl ettiğine inanılır ve bu nedenle ilgili nesnenin kendisinden ziyade içinde mevcut olduğuna inanılan tanrısal güce tapılır. Bak. Paganizm

Râbıta: Bağ, ilişki. Tasavvufta; mürîdin, rûhaniyetinden feyz alacağına inanarak kâmil şeyhinin sûretini (şeklini) zihninde tasavvur etmesidir. Râbıta: Müridin şeyhini severek yâdetmesi ve sûretini zihninde canlandırmasıdır. Râbıta, müridin kalben şeyhi ile beraber olmasıdır. Müridin ilk hedefi, şeyhinde fâni olmaktır. Zira şeyhte fâni olmak, Allah’ta fâni olmanın mukaddimesidir. Sâlik, râbıta vâsıtasıyla önce şeyhi ile, sonra Allah ile mânevî ve bâtınî bir ilişki kurar.

Racül, ricâlü’l gayb: Racül: Adam, merd, kişi. Tasavvufta; İster erkek ister kadın olsun Hakk’ın dostluğunu kazanmış faal, hakşinas, âdil ve faziletli şahsiyetler.

Rûhânî: Tamamen gayrı maddî ve gayri cismânî varlıklara (melek ve cin gibi) rûhânî dendiği gibi, rûh tarafı madde tarafına ağır basan varlıklara da rûhânî denilir. Gerek gayri müslimlerin azizlerine, gerekse evliyâya rûhânî denilir.

Ruh çağırma (İspirtizmaa): Son zamanlarda özellikle sosyete arasında yaygınlaşmış olan modern kâhinlik veya çağdaş cincilik diyebileceğimiz bir uygulama vardır: Ruh çağırma. Ruh çağırma seanslarında, eğer sahtekârlık, teknik hileler yoksa, madde ötesi bir varlıkla ilgi kurulduğu bilinmektedir. Ancak bu madde ötesi varlığın ruh olup olmadığı, söylediklerinin gerçeği yansıtıp yansıtmadığı ciddi şekilde üzerinde durulması gerekli bir konudur.

Beden kafesinden ayrılan ruhlar, berzah âleminde toplanırlar. Orada dünyadakine benzer birtakım faâliyetlerde bulunma, bazı noksanları telâfi etme imkânları yoktur. Artık amel safhası bitmiş, hesaplaşma için bekleme dönemi başlamıştır. Peygamberimiz kabir hayatını tarif ederken, onun iki durumda olabileceğini, ölenlerin bu iki durumda bulunacağını belirtimiştir: "Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur." (Tirmizî, Kıyâme 26). Şimdi düşünmek gerekir; cennet hayatı lezzeti içindeki bir ruh, dünya ile, dünyadakilerle o güzel hayatı terkederek niçin meşgul olsun? Yine cehennem azâbı içinde kıvranan bir ruh da nasıl dünyadakilerin dâvetlerine icâbet edebilecektir? Ona bu izni kim verecektir?

Dolayısıyla ruhların, insanlarla ve dünyadiklerle haşir-neşir oldukları, ölmemiş gibi birtakım işler yaptıkları iddiâsına dayanan ruh çağırma girişimleri, ruhların durumuyla ilgili bu olaylara ters düşmektedir. Ruh çağırma iddiâsında bulunanların iddiâları geçersiz ve tutarsızdır, delilden yoksundur. Eğer ruhların dünyaya dönüp dünyadakiler gibi birtakım faâliyetlere katılma imkân ve şansları olsaydı, herhalde ruh çağırma seanslarıyla meşgul olmaktan çok daha önemli işleri olurdu. Nitekim bir âyet-i kerimeden bir kısım ruhların ne yapmayı arzu edeceklerine dair bilgi bulmaktayız: "Onlar (günahkârlar) orada, 'Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımız amelden başkasını (daha iyisini) yapalım' diye bağrışırlar." Bu arzuya verilen cevap da âyette açıklanmakta, şöyle denilmektedir: ğüt alacak insanın öğüt alabileceği kadar bir zaman sizi yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti. Öyle ise tadın (o azâbı). Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur." (35/Fâtır, 37). Ruhların dünyaya dönüp dünyalılar gibi birtakım faâliyetlerde bulunamayacakları bir başka âyette şu şekilde belirtilmektedir: "Onlardan birine ölüm gelince; 'Rabbim, beni geri çevir, belki yapmayıp (noksan) bıraktığımı tamamlar, iyi işler işlerim' der. Hayır; bu kendi sözüdür. Tekrar diriltilecekleri güne kadar aralarında geriye dönmekten onları alıkoyan bir engel vardır." (23/Mü'minûn, 99-100). Medyumlara cevap verdiği söylenen ruhlar, bu engeli aşmayı beceren birtakım gözü açıklar mı dersiniz? İlâhî sınırları, Allah'ın beyanını, beşerî sınırlar ve insanın sözlerine benzetebilen câhiller/kâfirler ancak bunun böyle olabileceğini düşünebilirler ve tabii aldanırlar.

Denilebilir ki; "iyi ama, ruh çağırma seanslarına gelen, hatta içecek sigara bile isteyen görünmez varlıklar var. Peki bunlar ne? Verdikleri birtakım geçmiş olaylara uygun bilgiler var, bunlara ne diyeceğiz?" Ruh çağırma seanslarına mesajlar getiren madde ötesi varlıkların, gerçekten çağrılan ruhlar olmadığı, olamayacağı kesindir. Huddamcılık/cincilik/cin çağırma faâliyetleri ve bu esnâda edinilen bilgiler ve bunların açıkça cinler yoluyla elde edildiği eskiden beri bilinen ve hâlen de devam eden bir uygulamadır. Sosyete çevrelerinin buna "ruh çağırma" ismini takması, hiçbir şeyi değiştirmez. Bu, sadece modern cinciliktir o kadar.

Cinlerin varlığı Kur'an'la sâbittir ve cinler gaybı bilmezler (34/Sebe', 14). Bununla beraber cinlerin insanlardan farklı bazı bilgilere sahip olabileceklerini, özellikle de ruh çağırma seanslarında kendisiyle görüşülmek istenen kişinin geçmiş hayatına dair birtakım bilgileri bilmelerinin onlar için mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Şunun ya da bunun ruhu olarak seanslara gelenlerin, sorulan soruların bir kısmına doğru cevap vermeleri, kendilerinin her söylediklerinin doğru olması için yeter sebep değildir. Cinlerin ömürlerinin uzun, niteliklerinin bizden çok farklı olması, kısa zamanda uzun mesafeleri dolaşabilmeleri sebebiyle insanlardan farklı bilgileri bulunmaktadır. Onların bizim bilmediğimiz bazı konularda bazı şeyler söylemeleri gaybı bildiklerini göstermez; onların bilgileri de çoğu kez noksan ve kasıtlı olarak yanlışla karıştırılmıştır. İnsanları yanıltmaya yöneliktir. Müslümanlar maddeye olduğu kadar melek, şeytan, cin gibi madde üstü varlıklara da inanırlar. Ancak bu inançların Kitap ve Sünnette yer alan bilgilere uygun olması gereklidir. Onların verdiği bilgilere bazı vehimler, zanlar karıştırılmasına müsaade edilmemelidir. Çünkü zan ve vehim hiçbir zaman ilim değildir. İman da en kesin ilme dayanmak zorundadır. O halde asılsız birtakım söylentilerin, aldatmacaların peşinde imanı süründürmenin anlamı yoktur.

Ruhçuluk: Asıl unsur olarak ruhu kabul edenlerin görüşü, spirtüalizm, maddeci olmamak.

Sağcılık: Geleneksel sol partiler veya sendikalara oranla kitlelerin devrimci rolüne, ihtilâlci yanına ağırlık veren siyasî düşünce ve tutumlara karşı olarak, muhafazakârlığa, dindarlığa, mânevîyatçılığa, gelenekçilik ve milliyetçiliğe ağırlık veren sosyal ve siyasî görüş ve tutumlar.

Siyasî anlamda sağ ve sol tabirleri ilk defa 1789 da Fransız İhtilâliyle başlamıştır. 1789 tarihli Kurucu Meclis (Assemblee Nationale Constituante)'in başkanı, Kraldı. Meclis üyeleri de asiller, ruhban ve halk temsilcilerinden oluşan bir gruptu. Bu kurucu meclis açıldığı zaman asiller ile din adamları başkanın sağında, halkın seçtikleri de başkanın solunda yer almışlardı. İşte bu tarihten itibaren, sağ ve sol gruplaşmalar siyasî hayat içinde yerini almış oldu. Sağda bir zadeganlık, seçkinlik, ağalık, gelenekçilik, imtiyazlılık ve aristokratlık; solda ise halkın seçtikleri, demokrat olanlar, hürriyet ve eşitlik prensibinin savunucuları vardı.

1789'dan sonra imtiyazlılığa, değişmezliğe ve değerleri, eski düzeni korumaya taraf olanlar, meclislerin hep sağını tercih etmişler; sağcılık ve sağcı politikalar bu doğrultuda bir anlam kazanmıştır. Daha sonraları ise sağcılık anti-komünistlik olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Bu anlayışa göre, komünist olmayan herkes sağcıdır; bu kavramın içine ise bütün milliyetçiler, bütün müslümanlar, dindarlar, mânevîyatçılar, tarihi köklerine bağlı insanlar, örf ve âdetlerini, geleneklerini korumak isteyen herkes dahil edilmiştir. Bu bakış açısı Marksistlere göre idi.

Sosyal ve siyasi alanda sağcılık ve solculuk yaklaşık iki asırlık bir geçmişe ve tarihe sahiptir. Fakat inanç ve amel açısından ise sağ ve sol, insanla başlar. Kur'ân-ı Kerim ashabül-Yemin * (kitapları sağ tarafından kendilerine verilerek Allah'a itaat eden sâlih kimseler) ve ashabü'ş-Şimal* (Allah'a karşı isyan eden ve Allah'ın hükümlerini red eden fâsık kâfirler) diye isimlendirir. Bu taksimin politik anlamdaki sağcılık ve solculukla asla ilgisi yoktur. İtaat edenler ile isyan edenler diye sağ ehli ve sol ehli diye isimlendirilir. Kur'âna göre hareket etmeyen herkes kâfir, Ona uygun olmayan her fiili de küfür olarak veya kitabı sol tarafından verilecekler diye nitelendirir (el-Müddessir, 74/43-47). İslâm terminolojisine göre "sol" (Ashabul-Meş'eme) genel bir terimdir. Siyasi literatüre göre kendisinin solda olduğunu kabul eden komünizm de, İslâma göre küfür olan; fakat komünizme göre sağda olan rejimler, meselâ, ırkçılık Faşizm, Demokrasi vb. düşünceler İslâma göre sol ehli kabul edilir. O halde, İslâma göre "solcular" tabiri, sadece komünistler ve sosyalistler gibi kendilerine solcu diyenler için değil, küfrü temsil eden İslâm dışı her çeşit rejim ve fikir hareketleri için kullanılan genel bir terimdir. Allah'ın nizamını reddeden Ashabu'ş-Şimal adını alırlar. Kur'ân'a göre kitapları sağ tarafından verilecek olan ashabü'l-yemin veya Allah'a itaat edenler yaptıkları yüzünden ahirette kurtuluşa erenler; Cennete girenlerdir (el-Müddessir, 74/38-40). Bunlar aynı zamanda, el üstünde tutulan, Allah'ın lütuf ve inâyetine mazhar olan, uğurlu, bahtı açık ve iyi, saadet sahibi kimselerdir. Kur'ân bu bakış açısından sağ ehli olanların, iman içinde olup Allah'ı birleyen, namaz kılan, yoksula yediren, yoksulun halini soran, Allah'ın kullarına acıyan, boş konuşmayan, dedi kodu peşinde koşmayan, boş zamanları hayırlı işlerle değerlendirip vakit öldürmeyen, bâtıl şeylerin peşine düşüp gâfillerle beraber olmayan, âhiret hayatına inanıp ona hazırlıklı olanların; Kıyamet koptuğu vakit, her şeyin altüst olduğu, yerin şiddetle sarsıldığı, dağların darmadağın un ufak olduğu, toz duman halinde dağılıp savrulduğu ve insanların üç sınıf olduğu zamandaki hallerini şöyle haber vermektedir: "Sağ ehli (amel defterleri sağ ellerine verilenler), o sağcılar ne mutludurlar!... Sol ehli (amel defterleri sol ellerine verilenler) ise, o solcular ne acıklı durumdadırlar!..." (el-Vakıa, 56/1-9), "Sağ ehli, ne mutlu o sağ ehline!... Onlar, yüklü dalları sarkmış kiraz ağaçları, dolgun salkımlı muzlar altında; yayılıp Uzanmış bir gölgede, çağlayan bir su kenarında, tükenmeyen ve yenmesi yasaklanmayan birçok meyveler arasında ve değerleri pek yüksek döşeklerdedirler. Gerçekten biz, onları yepyeni bir yaratılışla yaratmışızdır. Böylece onları, hep bâkir kızlar, kocalarına aşık yaşıtlar yaptık (Cennet ehli olan) Ashabül-yemin için..." (el-Vakıa, 56/27-38).

Görüldüğü gibi, Kur'ân'ın ortaya koyduğu sağ ve sol kavramları ile çeşitli doktrinlere ve siyasî icraatlara göre belirlenmiş sağcılık ve solculuk arasında özel bir ayrılık vardır. Kur'ân sağ'ın ve sol'un kesin ölçüsünü koymuştur. O da sağ için Allah'a inanmak ve emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmak; sol için ise, Allah'ı inkâr etmek veya O'nun emir ve yasaklarını hiçe saymak, O'nu tanımamaktır. Diğer doktrinlere göre ise sağı soldan ayıran net bir ölçek yoktur. Meselâ komünistlere göre, komünist olmayan herkes faşisttir, sağcıdır. Demokrat politikacılara göre, tutucu, gelenekçi, aristokrat olanlar sağcıdır. Bu ölçeklerin hepsi, Kur'ân'ın ölçeği hariç, indî, şahsî, kullanana ve bakış açısına göre değişmektedir. (Bak. Sağcılık) (Hüsameddin Erdem)

Sanem: Put. İslâmiyetten önce putperest Arap câhiliyyesinin Uzzâ, Lât, menât, Hubel, Nesr, Vedd, Yeuk, Yeğus, Suvâ vb. gibi pek çok putları vardı. İslâm bütün bunları yasaklamış, bundan ötürü heykel ve sûret yapımını yasaklamıştır.

Divan Edebiyatında büt (put) kelimesiyle aynı anlamda ve sevgilinin güzelliğini dillendirmek için kullanılır. Sevgili, put gibi güzeldir (Bak. Büt). “Çağırdım sanem sanem! / Ses verdi menem menem / Dedim lebin kim emsin / Dedi sen em sen em (Hatâî)

Satürn: Eski Roma’da tarım, işçiler ve üzüm yetiştiricilerin tanrısı; Ops’un kocası ve Jüpiter’in babası. Yunanlılarca Cronos’la özdeşleştirilmesine rağmen o, daha çok Demeter’e benzer. Mitolojide, oğlu Jupiter tarafından Satürn’ün göksel âlemden kovulduğu anlatılır. Onun adına düzenlenen ve Saturnalia diye adlandırılan hasat kutlamaları 17 Aralık’ta başlardı.

Saygı Duruşu: Bazıları, putlaştırdıkları kişilerin kabirleri veya kutsallaştırdıkları simgeler karşısında Müslümanların namazdaki kıyâmlarına benzer şekilde hazır ol vaziyete geçer, saygı duruşunda bulunur. Hatta, namazda doğal kabul edilebilecek bir davranış (kaşınınca başı kaşımak, öksürmek vb.) böyle bir saygı duruşunda uygun/câiz görülmez. Hiç alâkası olmadığı halde, herhangi bir açılış programında, ya da bir törende saygı duruşu ile başlamak câhiliyye toplumlarının dinî bir kuralı kabul edilir. Bu tür programlara katılan Müslümanlar da dinlerinin câiz görmemesine rağmen bu saygı duruşuna katılma zorunda bırakılır. Okullardaki bütün öğrenci ve öğretmenler her hafta okul açılış ve kapanışlarında, bayram diye kutlattırılan câhiliyyenin kutsal günlerinde bu tür saygı duruşlarına mecbur tutulur. Bu tür tavırlar, aslında bir tapınmadır. Anıtkabirdeki böyle bir törende, Mahmut Kaçar adlı bir muvahhid müslüman; “Siz bu törenlerle mezarları putlaştırıyor, ilâhlaştırıyorsunuz. Ölü sizi duymaz, onun size bir faydası yoktur. Lâ ilâhe illâllah, Allah’tan başka ilâh yoktur!” demişti. Zamanın cumhurbaşkanı Demirel tarafından meczup ilân edilivermişti. Ayrıca, Bu tavrının bedelini dört yıl kadar hapis yatarak ödemişti.

Mekke’liler, önemli bir işe başlamadan önce ve yolculuktan dönünce veya Mekke şehir devletine ait tören ve merâsimlerden önce Kâbe’nin içindeki Hubel putunun heykelini ziyâret eder, ona bağlılıklarının ifâdesi olarak saygı gösterirlerdi (Ezkârî, Ahbâru Mekke, I/121). Böylece işlerinin düzgün gideceğine inanırlardı. Mekkeliler de, bu psikoloji ile Kâbe etrafında dolaşarak Allah’a ibâdet ettiklerini sanıyor ve fakat put heykellerine de aynı şekilde saygı gösteriyorlardı. Herhangi bir Mekke’li, seyahate çıkınca veya seyahatten dönünce, yahut önemli bir işe başlayınca, Kâbe’yi tavaf ediyor; bayramlar devletin ileri gelenlerinin putlara saygı göstermesiyle başlıyor, devletin en önemli işleri görüşülmeden önce heykellere saygı duruyorlardı. Ticarî ya da siyasî bütün kuruluşlar, önemli toplantılarından önce de bu heykellere karşı saygıya durur, ondan sonra işlerine bakarlardı (Ezkârî, Ahbâru Mekke, I/121).

Onlar hem Allah’ı tanıyorlar, hem de putlara tapıyorlardı. Esasen şirkten kasıt da buydu, birtakım nesneleri Allah’ın sıfat ve kudretine ortak koşmak ve Allah’ın yanında başka güçler tanımak, Allah’a inanmak ve fakat O’nu inkâr edenlerin hükümlerini inanarak kabul etmek ve onlara bile bile uymak. “Allah’a inandık” deyip putların önünde saygıya durmak; secde etmek, eğilmek, onlar etrafında dönmek; o heykellerden medet ummak, onları ilham kaynağı saymak; güç ve ilhamlarını Allah’tan değil, o put heykellerinden veya Firavun gibi, Nemrut gibi (yaşayan ya da ölü birtakım) putlaştırılmış şahıslardan beklemek! (Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları Şirk Psikolojisi, Marifet Y. s. 41-42)

Sekr: Sarhoşluk, mest olmak, kendini kaybetmek. Tasavvufta; a) Zâhirî ve bâtınî kayıtları bir yana bırakıp Hakk’a yönelmek. b) Kuvvetli bir vârid (tecellî) ile kendinden geçip rûhî bir haz ve zevke erme. c) Sekr, vecd ehline hastır. Sekr halindeki sâlik, şer’î hükümlere aykırı sözler söyleyebilir, davranışlarda bulunabilir.

Sekizler: Tasavvuf kültürüne göre; gayb erenlerden olan sekiz evliyâ. Bunlara kahr ricâli, kuvvet ricâli de denir. Şiddetli ve hiddetli velîlerdir, himmetleri faal ve tesirlidir. Teveccüh ettikleri ruhları etkileri altına alırlar. Tasarruf sahibidirler, murad ettikleri nesneler vücuda gelir, teveccühlerinin semeresi hâsıl olur. Bunlara hürmet edilir, ama yakınlarında olmaktan sakınmak lâzımdır.

Sekülarizm: Bak. Laiklik

Selâm secdesi: Sûfîlere göre, İbâdet secdesinin dışında secde-i tahiyyât denen, saygı ve sevgi duyulan bir insana selâm secdesi vardır. Sonraki bazı mutasavvıflar selâm secdesini câiz görmüşlerdir. Mevlevî şeyhleri ve dervişleri, baş keserek birbirine secde ederler. Secdeyi Hz. Mevlânâ teşrî etmiştir (meşrû kılmıştır). Bazı tarîkatlarda dervişler şeyhlerinin eteklerini öper, ayak bastıkları yere yüz sürer. Hükümdarlara ve din ulularına secde etmek, öteden beri şark kavimlerinde âdettir.

Septisizm: Olumlu veya olumsuz hiçbir kesin hükme varamayan ve devamlı şüphe içinde olmayı kabul eden sapık felsefî sistem, şüphecilik.

Sfenks: Kadın başlı, aslan vücutlu eski Mısır’dan kalma heykel, Ebûlhevl.

Sibel: Arapların Hubel, Avrupalıların Kybele veya Cybele dedikleri put (Bak. Hubel, Kybele)

Siyonizm (Zionizm): Kudüs’ün eski adı olan Sion’dan. Filistin’de bağımsız bir Yahûdi devleti kurmak isteyen. Bu devlet kurulduktan sonra, Yahûdi fikrinin taraftarı, Yahûdicilik, Yahûdi hâkimiyeti ve bir şeyi Yahûdilerin gâye ve menfaatine göre değerlendiren anlamında kullanılır. Siyonizm, Odessalı Leo Pinsker (1821-1891) tarafından kurulan Yahûdi milliyetçisi akımdır. Pinsker, Yahûdilerin bir devletinin olmasının şart olduğunu düşündü ve bunu gerçekleştirebilmek için Choveve zion (Siyonu sevenler) adlı bir örgüt oluşturdu. Hareket, Yahûdiler arasında hızla yayıldı. Anarşi, katliam, hile ve nice zulümlerle ve başta İngiltere olmak üzere birçok Avrupa devletinin de desteğiyle 1948’de İsrail devletinin kuruluşuyla sonuçlandı.

Sofestâî (Sevfestâî): Kâinatın yaratıcısını, Cenâb-ı Hakk’ı kabul etmemek için her şeyi inkâr eden. Müsbet veya menfî hiçbir hükme varmayan, daima şüphe içinde kalmayı esas alan felsefî bir doktrinin (septisizm) mensubu. Septik. Âlemde hakikat nâmına hiçbir şey tanımayan ve hakikati araştırmaktan sarf-ı nazar ederek eğlenen safsatacılar.

Sofizm: Sofestâiyye. Safsatacılık. Âlemde hakikat olarak hiçbir şey tanımayan ve hakikati araştırmaktan sarf-ı nazar ederek zevk u sefâ ve şiir gibi şeylerle eğlenmeyi tercih eden bâtıl bir meslek. İnâdiye, İndiye ve Lâedriye (Septizm) adlarıyla üç kısma ayrılırlar.

Solculuk: Aşırı sosyalist düşünceleri ve solcu politikaları benimseyen, yani kendilerine halkçı ve demokrat diyenlerin yolunu takip etme veya onların sosyal ve politik olaylara getirdikleri fikri çözümleri benimseme anlamında kullanılan bir terim.

Sosyalist ve Komünist açıdan ise solculuk, geleneksel sol partilere veya sendikalara oranla kitlelerin devrimci rolüne üstünlük tanıyanların siyasi düşüncesi veya tutumuna denir.

Küçümsenen ve aşağılanan bir anlamda solculuk, sol bir parti veya sendika içinde aşırılığı, aşırı sol akımı ifade için kullanılır.

Siyasi ve sosyal anlamda solculuk, 1789 Fransız İhtilâliyle ortaya çıkmıştı. XIX. yüzyılın ilk yarısında muhafazakârlara sağcı, liberallere de solcu denilmişti (bk. Sağcılık).

"Solculuk" (Gausehisme) terimini ilk defa Lenin'in 1920 de yazdığı "Sol Komünizm-Bir Çocukluk Hastalığı" adlı kitabında kullandığı söyleniyorsa da; yukarıda da belirttiğimiz gibi bu terim Fransız İhtilâlinden beri kullanılmaktaydı. Lenin, adı geçen kitabında solculuğu daha ziyade küçültücü anlamda ve tenkit etmek için kullanmıştır. Bu solculuk "keskin solculuk"; yani şartlardan faydalanmasını bilmeyen ve zaman içerisindeki fırsatları değerlendiremeyen solculuktur. O zaman "solcu" olarak nitelenenlerin, sol komünizm veya işçi muhalefeti yandaşlarının kabul etmedikleri bu terim, o dönemde, komünist hareketin solunda yer almak isteyen ve 1918'den başlayarak Rusya ve Almanya'da belirli konular çerçevesinde toplanan kişilerin ideolojilerini belirlemekteydi. Bu konular; işçi denetimi, sendikal özerklik, gelirlerin aynı düzeye getirilmesi ve eşit paylaşılması, devrimci enternasyonalizme gitmek, işçi konseylerinin partinin önüne geçmesini sağlamak vb. dir.

"Solcu" terimi daha sonraları Stalin'in düşüncesine, şahsına karşı her çeşit muhalefeti belirtmek için kullanılmıştır. Bu sebeple Troçki, Tito, Mao Zedong, Che Guevara vb., solculukla suçlanmışlardır. O zamandan beri, amaçları açık bir şekilde kurumlaşmış sosyal, siyasî ve ideolojik sistem dışında ortaya çıkan her sol mahiyetli ifade ve istek "solculuk" olarak nitelendirilmiştir.

Sağcılık ve solculuğun siyaset ve fikir hayatında Fransız İhtilâlinden sonra etkin olmaya başladığı dikkate alınırsa, bu terimler Komünist Manifesto (1848)'sundan yaklaşık yarım asır önce kullanılmış demektir. Şu halde, bu tarih olayının ortaya koyduğu önemli gerçek şudur: Sol ve solculuk mutlaka Komünizm demek değildir. Fransız ihtilal meclislerinde aşırı sol hareket de komünizm değildi. Buna göre, her solcu komünist değildir; ama her komünist solcudur ve kendisini gizlemek isteyen komünistler bunu bir maske olarak kullanırlar; sadece solcu olduklarını, komünist olmadıklarını söylerlerdi.

"Solculuk" sadece siyasi ve fikri bir özellik değil; aynı zamanda dini değerlerle ilgili ve inançla da ilgili bir vasıftır. Kur'ân sağda olanlardan bahsettiği gibi, solda olanlardan da bahsetmektedir. Kur'âna göre sol ehli; kendi yaptıkları yüzünden yalanlanacak olanlar; uğursuz, bedbaht ve Allah'ın kendilerini zillete düşürdüğü, inançsızlık ideolojisini benimsedikleri için Allah'ın huzurunda sol tarafta bulunanlardır. Bu sol ehli (Ashabu'ş-Şimal). Allah'ın emrini tanımayan, namaz kılmayan, fakire yardım etmeyen ve yedirmeyen, Allah'ın kullarına acımayan, boş konuşan, beyhude ve bâtıl işler peşinde koşan, zaman öldüren, gâfillerle gaflette yarışan, ceza gününü yalanlayan ve inanmayanlardır. Bütün bu menfi davranışların gerçek sebebi ise imansızlık ve küfürdür.

Kur'ân-ı Kerim, Allah'ı inkâr eden, emir ve yasaklarını tanımayan, yaradılış gâyesini idrak edemeyen sol ehlinin âhiretteki durumunu şöyle açıklıyor: "Sol ehli ise; onlar ne acıklı durumdadırlar!... Hücrelere işleyen kavurucu bir sıcaklık ve kaynar su ve kapkara dumandan olan bir gölge içindedirler; ki o, ne serindir, ne ferahlatıcı. Çünkü onlar, bundan önce (dünyada) zevklerine düşkündüler ve en büyük günah şirk (Allah'a ortak koşmak) üzerinde ısrar ediyorlardı.... Bir de diyorlardı ki: Öldüğümüz, toprak ve bir yığın kemik olduğumuz vakit mi, hakikaten biz mi dirilecekmişiz? Evvelki atalarımız da mı (dirilecek)? Söyle: Bütün evvelkiler ve sonrakiler, belirli bir günün belirli bir vaktinde çaresiz toplanacaklardır. Sonra siz ey sapkınlar, yalancılar! (Cehennemde) Zakkum ağacından yiyeceksiniz; karınlarınızı ondan doyuracaksınız. Üstüne de (susuzluğunuzu gidermek için) o kaynar sudan içeceksiniz. Öyle ki, suya kanmayan develerin içişi gibi içeceksiniz. İşte hesap günü, onlara ziyafet bu!.” (el-Vakıa, 56/41-56). Ayrıca bk. Sağcılık. (Hüsameddin Erdem, Şamil İslâm Ans.)

Sorumluluktan Kurtulmak Mümkün mü? Bazı câhillerin "bizim abdestimiz alınmış, namazımız kılınmıştır. Önemli olan kalp temizliği değil mi? O da bizde var. İbâdete ihtiyacımız yok" gibi sözleri, ya da "biz şeriati aştık, hakikata ulaştık; artık mükellefiyet/sorumluluk kalmadı" yollu hezeyanları, saçmalıkları orada burada söyledikleri ve bu görüşleri savundukları -az da olsa- görülmektedir. Dâr-ı teklif (mükellefiyet sahnesi) olan dünyada, Allah'ın verdiği ömrü yaşarken İlâhî emir ve yasakların dışında kalmak ya da mükellefiyet sınırını aşmak mümkün değildir. Her akl-ı selim sahibi bunu böyle kabul eder. O halde mükellefiyet nedir? diyenlere, açıklayalım: Mükellefiyet: İlâhî emir ve yasaklardan sorumlu olmak demektir. Bu da müslüman olmak, akıllı olmak ve ergenlik çağına ulaşmış olmak şartlarına bağlıdır. Bunlar genel şartlardır. Ayrıca her emrin yerine getirilmesi için kendine has bazı özel şartlar da vardır. Meselâ; orucun farz olması için; Ramazan'a erişmiş ve mukîm olmak, oruç tutamayacak kadar hasta olmama gibi.

Bu kısa açıklama göstermektedir ki, mükellefiyetten kurtulabilmek için, ya müslüman olmamak, ya bülûğa ermemiş çocuk olmak veya deli olmak, yahut da ölmek lâzımdır. Bunun dışında, hiçbir sebeple, hiçbir görevle, hiçbir makamda bulunmakla, tasavvufta zirveye çıkıp zırvalamakla tekliften, yani Allah'a kulluk görevinden, sorumluluktan kurtulmak hiçbir insan için asla mümkün değildir. Bir kere, düşünmek gerek; eğer mânevî mertebeler, mükellefiyetten kişiyi kurtaracak olsaydı, herkesten önce peygamberler bu teklif yükünden kurtulurlardı. Halbuki onlar, ümmetlerine neyi teklif etmişlerse, aynen kendileri de sorumlu olmuşlardır. "Gönderdiğimiz peygamberlere de, kendilerine peygamber gönderdiklerimize de soracağız." (7/A'râf, 6). Hatta onların sorumlulukları ümmetlerinden daha da ağır olmuştur. Çünkü bazı hususlar sadece onlardan istenmiştir. Teheccüd namazının Hz. Peygamber'e emredilip ona vâcib olması gibi (17/İsrâ, 79; 73/Müzzemmil, 2). "Onların işledikleri onlara, sizin yaptıklarınızın hesabı da size!" (2/Bakara, 134, 141) "O, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek, imtihan etmek için ölümü ve hayatı yarattı..." (67/Mülk, 2). Sonra, yalancı peygamberlerden ve sahtekârlardan başka hiçbir sahâbi, ve İslâm âlimi mükellefiyetinin bittiğini, emir ve yasaklara uyma zorunluluğunun kalmadığını söylememiştir. Tarih böyle bir şeye şâhit değildir. Hz. Peygamber'e hitâben "Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbına İbâdet et." (15/Hıcr, 99) âyeti İslâm'da hiçbir kimse için dokunulmazlık, şeriat üstülük hakkı tanınmadığını bütün açıklığıyla ilân etmektedir.

Herhangi bir kimseye -peygamber de olsa- yakın olmak, şu ya da bu ırka veya cemaate mensup olmak da mükellefiyetten kurtulmaya gerekçe yapılamaz. Hz. Peygamber, akrabâlarına ayrı ayrı hitap ettiği bir konuşmasında en son kızı Fâtıma'ya hitabettikten sonra, "Benden bana âit şeyleri isteyin, vereyim. Ama Allah'ın azâbına karşı bana güvenmeyin. Allah'ın azâbından kendinizi kendiniz koruyun." buyurmuştur. Yine dinin hükümlerinin uygulanması konusunda hiçbir kimseye ayrıcalık olamayacağını, aksi anlayışın kesin bir dalâlet/sapıklık olduğunu şu hadisiyle net bir şekilde açıklamıştır: “Ey insanlar, sizden öncekilerin sapıtmasının nedeni şu idi: İçlerinde üstün mevkiden biri hırsızlık yapınca, hadd (cezâ) uygulamadan onu serbest bırakıyorlar, ama güçsüz (arkası olmayan, fakir) birisi çalınca da hemen hadd tatbik ediyorlardı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsa, Muhammed, onun elini de keser.” (Buhârî, Hudûd 12; Tirmizî, Hudûd 7)

Sorumluluğun kalktığını, sorumlu olmadığını iddia etmek büyük bir sorumsuzluk ve büyük bir sorunluluktur; çünkü sorumluluk imtihan dünyasında herkes için zorunluluktur. Sorumsuzluk iddiâ etmek, "namazımız kılınmış", "biz şeriati aştık, o kabuktur, avam içindir, biz hakikat(!) ehliyiz" demek, dünya şartlarında insan ve müslüman olarak mümkün değildir. Bu iddiâ, "lâ yüs'el ammâ yef'al -yaptığından sorumlu tutulmayan-" Allah'a ortaklık iddiâ etmek gibi bir hezeyandır, saçmalıktır. Asıl amacı da haram-helâl sınırını yıkarak her şeyin mubahlığı (ibâhiyye) görüşünü yaymaktır. Hem dâll, hem mudıll -hem sapık, hem saptırıcı- olan bu ve benzeri düşünce sahiplerini, düzeltmek, cezâlandırmak elimizden gelmiyorsa, kendi düşünceleriyle başbaşa bırakmak, ama hiç olmazsa onun etkisinde kalanlara hakikati anlatıp uyarmak ve bu sapıkları toplumdan soyutlamak onlara yapılacak en büyük iyilik olsa gerektir. Ola ki akıllarını başlarına devşirir ve kendilerine gelir de böyle saçmalıklardan vazgeçerler. "Rabbım, her köle âzâd edildiği gün sevinir; ben ise Sana gerçekten kul-köle olduğum gün sevineceğim."

Sosyalizm: Sosyal teşkilatlanmayı eşitlik ölçüsüne göre düzeltmeyi gâye güden teori. Sosyalizm, ferdiyetçi ve hürriyetçi (liberalist) sistemlere karşı bir tepki olarak doğmuştur. Sermaye sahipleriyle işçiler ârasındaki eşitsizliği, servet ve refah farklarını ortadan kaldırma iddiasındadır. Bu iddialar doğrultusunda Sosyalizmi önce ekonomik bir çerçeve içinde; yani servetin üretimi, tüketimi, paylaşılması ve dağıtımı açısından ele almalıdır. Bu açı, bizi Sosyalizmi meydana getiren şartları araştırmaya götürür. Liberal demokrasinin ve Kapitalizmin doğurduğu yetersizlikler ve adâletsizlikler, sanayileşme olayına; sanayileşme de, sosyal, ekonomik ve şuurlu bir şekilde teşkilatlanan işçi sınıfının siyasi bir güç halinde ortaya çıkmasına götürür.

Sosyalizm, öncelikle liberal Kapitalist düzenin adâletsizliklerine karşı çıkmak ve isyan etmekle çağdaş niteliğini kazanmıştır. Böylece Sosyalizmin ilk temel karakteri, kurulu düzeni adâletsiz, çağ dışı ilân etmesiyle ortaya çıkmaktadır. Buna göre Sosyalizm, liberal Kapitalist düzenin mülkiyet ve çalışma kurumlarını yetersiz ve adâletsiz bulduğu için, değiştirmek ve onun yerine geçmek isteyen bir rejimin adıdır. Bu haliyle Sosyalizm, Kollektivizmin zaman içinde fiiliyata geçmesi ve uygulanmasıdır.

Kapitalist sistemler, özel mülkiyet, piyasa ekonomisi ve kâr esasına dayanan bir sistem kurmuştur. Bu düzen, tarih olaylarının ve sanayileşmenin ürünüdür. Sosyalizm de bu düzene antitez olarak tasarladığı düzenini tarihi şartların meydana çıkardığı bir düzen olarak görür. Onlara göre, bu düzen de tıpkı Kapitalist düzen gibi ihtilâl sonucu kurulacaktır.

Sosyalizmin ikinci esas dayanağı da, ekonomik faaliyetlerin özel sektörden kamuya, kişilerden topluma aktarılmasıdır. Bu anlamda Sosyalizm, mevcut olan üretim araçlarının tümünü, yahut büyük bir kısmını toplumun şuurlu ve yönetici durumunda olan organlarına bağlamaktır. Burada üretim araçları toplumun mülkiyetine geçmekte, neticede özel mülkiyet yerine kollektif ve sosyal mülkiyet kurumu oluşturulmuş olmaktadır.

Sosyalizmin kollektif mülkiyeti sadece toplumun malı yapması da yetmez. Aynı zamanda, bu mallar toplumun hizmetinde olmalıdır. Yani kârın hizmetinden çıkarılıp çalışanın (işçinin) hayat standardını artırıcı hale getirilmelidir.

Demek oluyor ki, Sosyalizm, objektif tarih şartları içinde Kapitalizmi takip ederek onun yerine geçecek olan bir düzendir. Sosyalist düzende şu üç unsur bulunur:

a) Üretim araçlarının toplumun malı olması;.

b) Üretimin insan ihtiyacına göre yapılması;

c) Bunların tamamının demokratik bir yol ile gerçekleştirilmesi.

Buraya kadar Sosyalizmin tanımlarında bazı farklılıklar olsa da; hepsinde de ortak gâye, çalışan zümreyi (işçi sınıfını) cemiyete hakim kılmak ve emek sahiplerinin hakkını vermektir. Toplumda sınıf farklarının ortadan kaldırılması ve toplu çalışma ile elde edilen kazancın emek sahibi olan topluluğa ait olması bütün sosyalistleri birleştiren ana fikirdir.

Sosyalistler bazı ana fikirlerde birleşseler de, bu hedeflere nasıl ve hangi yollarla ulaşacakları konusunda, yani uygulayacakları metodlar hakkında ayrılığa düşmüşlerdir. Meselâ, üretim araçları topluma nasıl mal edilecek? Bunlar kimin ihtiyacına göre ve nasıl ayarlanacak? Diğer bir ifadeyle, kapitalist düzen hangi yoldan ve nasıl değiştirilecek? İhtilâl ve şiddet yoluyla yani devrimle mi; yoksa demokratik usullerle (evrimle) mi?

Esas problem bu sorulara verilen cevaplarda ortaya çıkar. Çünkü bu soruların cevapları kadar Sosyalizm türlerinden söz edilebilir. Bunlar arasında hayalci (ütopyacı), islâhcı (evrimci), ruhcu, maddeci ve ihtilâlci (devrimci) olmak üzere her biri kendine has özelliklere sahip birçok Sosyalizm çeşidi vardır. Sosyalizm çeşitlemeleri, değişik bakış açılarından da yapılabilmektedir. Meselâ bir başka açıdan, Ütopik Sosyalizm, Bilimsel Sosyalizm, Kürsü Sosyalizmi, Hıristiyan Sosyalizmi, Devrimci Sosyalizm, Reformcu Sosyalizm, Demokratik Sosyalizm gibi bir sınıflamaya da tabi tutulabilir.

Sosyalizm, geniş anlamıyla çok eskilere, ta Eflatun'a kadar geriye götürülebilir. Hattâ bir takım dinî Sosyalizmlerden bile bahsetmek mümkündür. Meselâ bir "Tevrat Sosyalizmi", bir "Hıristiyan Sosyalizm"inden; hattâ doğru olmamakla beraber, bir "İslâm Sosyalizm"inden bahseden ve kendilerine "İştirakiyyü'l-Mezheb" diyenler de vardır. İlk dönem Sosyalistleri daha ziyade toprağın fertler arasında eşit bir şekilde paylaşılmasını istiyorlardı. Esas anlamıyla Sosyalizm "İşçiler Birliği" anlamına XlX. yüzyılın ilk yarısında kullanılmaya başlanmıştır. Çünkü Sosyalist akımın, işçi sınıfının meslekî teşkilatlanmaları ve siyasî partilerle şuurlu bir siyasî kuvvet olarak ortaya çıkışları XIX. yüzyılda olmuştur. Sosyalizm 1848'e kadar sadece bir kavramdan ve hayalî bir tasavvurdan (ütopyacı) ibaret sayılır. Meselâ Thomas Morus, Saint Simon, Louis Blanc, Fourier, Owen, Proudhon gibi Fransız sosyalistlerin doktrinleri sosyal adâletsizlikler karşısında tamamen idealist ve hayalci görüşlere sahipti. 1848 de Marksizmin ortaya çıkmasıyla "Bilimsel Sosyalizm"in kurulduğu kabul edilir.

Nazarî sosyalizmin birbirine zıd birçok şekillerinin olduğunu daha önce belirtmiştik. Bunlardan bazıları şunlardır:

1- Hıristiyan Sosyalizmi: Ketteler, Maninng, Lorin, Gorin gibi hıristiyan sosyalistlerin temsil ettiği ve daha ziyade Hıristiyanlığın sosyal cephesini işleyen sosyalizmdir.

2- Mistik, Optimist ve Ütopyacı Sosyalizm: Ofurier, P. Leroux, Proudhon vb. nin savunduğu ve tamamen hayal ürünü olan; realite ile ilgisi olmayan ve problemlerini daha ziyade tasavvurda çözmeye çalışan kavramsal sosyalizmdir.

3- Bilimsel Sosyalizm, Devrimci Sosyalizm veya Marksizm: İhtilâlci ve diyalektik materyalizmin temsil ettiği, Marx, Engels ve Lenin tarafından ileri sürülen sosyalizmdir.

Bu sosyalizm ilk defa, liberal, burjuva ve kapitalist düzenin kendi çelişmelerine terk edilip yıkılmalarının beklenemeyeceğini -Bilimsel Sosyalizm- ilkeleştirmiştir. Bunlar, işçi sınıfının (proletarya) devreye girmesi ve şiddet yoluyla (ihtilâlle) düzeni değiştirmesi metodunu ortaya atmışlardır. Daha sonra ise, Marx ve Engels demokratik ve ihtilâlsiz yolu tercih etmişlerdir.

Bu yüzyıldan sonra Marksizm çeşitli yorumlara tabi tutulmuş, bunlar içinde E. Bernstein gibi revizyonistler çıktığı gibi, revizyonizme cephe alan Lenin gibi başka yorumcular da çıkmıştır. Bu yeni yorumla meşhur Marksizm-Leninizm doğmuştur. Lenin bunu Marksın bile hayal edemediği Çarlık Rusya'sında 1917'de uygulama plânına geçirmiştir. Marksizmi ve Leninizmi de Stalin ve onu takip edenler yorumlamış; bunun neticesinde de "Sovyet Marksizmi"doğmuştur. Daha sonra Mao Tse Tung (Mao Ze Dong) tarafından daha farklı bir yoruma tabi tutulmuştur.

Marksizm, 1917 Rus ihtilaline kadar siyasî kurumlar meydana getiren bir düzen, rejim olmamıştır. Gerçi bir takım siyasî partiler kurulmuş, sosyalistler hükümetlere katılmış, parlamentolarda aktif rol oynamışlardır, fakat Birinci Dünya savaşı sonuna kadar sosyalist devletler kurulamamıştır. 1917'de Çarlık Rusyası tasfiye edilmiş, Üçüncü Enternasyonal kurulmuş, yeni bir Marksizm-Leninizm ortaya çıkmıştır.

Bu yeni Marksizm-Leninizm iki özellik taşır:

1) Az gelişmiş sayılan bir sosyal yapıya Marksizmin uygulanışı;

2) Sosyalizm, hem bir devlet sistemi, hem de siyasî bir rejimdir. Yani yeni bir hukuk, devlet, anayasa ve siyasî kurumlar anlayışına dayanmıştır. İkinci dünya savaşından sonra ise Leninin yerini Stalin almış ve Marksizm-Leninizme birçok değişiklikler getirmiştir.

1980'li yıllarda ise M. Gorbaçov bu sistemden bazı tavizlerde bulunmak zorunda kalmış ve 1991'de de hak dağıtmak için ortaya çıkan siyasî rejim, bir zulüm düzeni haline dönüşmüş ve 75 yıllık ömrünü tamamlayarak kendi diyalektik metodları gereği antitezine dönerek senteze ulaşmıştır. Halbuki onun iddiası bütün dünya işçileri birliğini kurmak ve dünyayı sosyalist yapmaktı. Fakat bu yoldaki çabası onu başladığı noktaya hem de daha kötü şartlarda liberal Kapitalizme döndürdü.

3- Reformcu Sosyalizm: Demokratik Sosyalizm, Aktüel Sosyalizm diye de anılan ve H. de Man tarafından temsil edilen; evrimci yolla, ihtilâlsiz yeni rejimin tesisini müdafaa eden sosyalizmdir.

Sosyalizm önce Orta ve Doğu Avrupa, Avrupadan sonra da Doğu Bloğunda yaygınlaşmıştır. Orta ve Doğu Avrupa, Arnavutluk, Bulgaristan, Çekoslovakya, Eski Doğu Almanya; Macaristan, Polonya, Romanya, Yugoslavyada Komünist rejimler hep 1943-1944 yıllarında başlamıştır. Daha sonra doğu ve uzak doğuda Çin Halk Cumhuriyeti, Kuzey Kore, Kuzey Vietnam, Moğolistan, Küba. vb. gibi ülkelerde yaygınlaşmıştır. Bu gün ise bu ülkelerin tümü Sosyalizmden Liberalizme dönmüştür.

Batı ve uzak doğuyu yarım asır etkisi altında bulunduran Sosyalizm, Türkiye'de ilk defa 1910 yılında resmen boy göstermiş ve "Osmanlı Sosyalist Partisi" adıyla sosyalist Hüseyin Hilmi tarafından bir parti kurulmuştu. Bu partiyi kurduran ve partiyi perde arkasından destekleyen ise, materyalist ateist Baha Tevfik idi. 1920'den sonra çeşitli şekillerde gelişen Marksizm veya devrimci Sosyalizm, her fırsatta toplumu bölmek, sosyal düzeni yıkmak, insanları anarşiye çekmek için elinden ne geliyorsa yapmıştır. Önceleri gizli komünist partileri halinde çalışırken. Komünizmin yıkılıp yok olduğu zamanımızda ise bütün dünyada hala sosyalist parti kurma yarışı devam etmektedir. Zira millî hakimiyeti kaldırmak Sosyalizmin gerekli şartlarındandır. Sosyalizmin din ve ahlâka bakışı, çeşitlerine göre değişmektedir. Genel olarak Sosyalizm özü bakımından ne dincidir, ne de din düşmanıdır. Sosyalizm, toplum düzenini değiştirici bir siyasî akım olduğu için de dine dayalı partilerin kurulmasını kabul etmez. Din ve ahlâk konusunda hümanist bir tavır takınır. Bazı sosyalizmler dinî kaynaklı olduğu halde, Bilimsel Sosyalizm hem dine, hem de dinî ahlâka ve mânevî değerlere kökten karşıdır. Bunlar Allah'a, dine ve dinî değerlere hiç bir şekilde yer vermezler. Çünkü bu sistemin uygulanış biçimi olan Komünizmin kendisi bir din haline getirilmiştir.

Komünizm gibi Hümanizm de en büyük ahlâk düşmanlığıdır. Çünkü, bir yerde Hümanizm geliştikçe ahlâk geriler. Devamlı cezalar sınırlandığı ve azaldığı için kötülüğe teşvik edici faktörler çoğalır; sonunda kötülükler yaygınlaşır.

Bilindiği gibi Sosyalizm doktrini, büyük sanayi devriminin tahriki sonucu XVIII. yüzyılın sonunda ve XIX. yüzyılın başında bir takım izafî ve ahlâkî fikirlerin yayılmasıyla ferdiyetçilik ve Liberalizme karşı bir tavır olarak ortaya çıkmıştır. Bu ise Sosyalizmin beynelmilelci ve milliyet düşmanı olduğunu göstermektedir.

Sosyalizmin milliyet düşmanlığı yanında daha birçok çıkmazları vardır. Bunlardan birisi, ferdi mülkiyet fikrini kaldırmasıdır. İnsan fıtratında mevcut olan bir şeye sahip olma duygusunu ve fikrini ise kaldırmaya çalışmak insanda bir takım ruhî çatışmalara yol açar. Gerçi onlar mülkiyeti kaldırmadıklarını, ekonomik ve sosyal düzende bazı tedbirlerle sınırladıklarını ve bu yolla kapitalizmin önüne geçtiklerini iddia ediyorlarsa da; uygulamaların bunun aksini ortaya koyduğu görülmüştür.

Sosyalizm ve Komünizm, Liberalizme karşı bir ekonomik faaliyetle, geniş ölçüde devlet tekelciliğini, devletçi ekonomi, devlet işletmeciliği vb. ekonomik modelleri geliştirmiştir. Bu ekonomik modeller, liberalist modellerden daha çok insan fıtratına ters geldiği için de bir asır bile -her çeşit baskıya başvurduğu halde- yaşayamamıştır. Günümüzde gerek batıda ve gerekse doğudaki bir çok örnekleri çok büyük ekonomik ve sosyal krizler içindedir. Türkiye'de de "KİT"ler olarak tanınan devlet eliyle yürütülen ekonomi teşekkülleri de liberalist bir ekonomi içinde olduğu halde, ayakta duramayacak kadar kötü durumda olduğundan, özelleştirilmek için her iktidarın programında yer almaktadır.

Sosyalizmin çıkmazlarından birisi de sosyal nizamın kendi cinsinden olan kanunlarını inkâr etmesidir. Halbuki bütün sosyal olaylar gibi ekonomi olaylarında da determinizmin payını tamamen inkâr etmek doğru değildir. Bu sebeple, olaylar âleminde var olan düzeni istediğimiz gibi istediğimiz ilkelere (ekonomi ilkelerine) dayandırarak değiştirebileceğimizi iddia edemeyiz. Bu evrimi idare eden unsurları sadece ekonomik faaliyetlere ve üretime de bağlayamayız. Bütün diğer değerleri hiçe sayıp üretimin asıl öğesi olan "emek"i de tek değer olarak kabul edemeyiz. Çünkü sosyal hayatı sadece ekonomik ve maddî şartlar meydana getirmiyor. Bilindiği gibi, bunların yanında ruhî ve ahlâkî daha birçok sebepler sosyal olayları doğurur. Sosyalistler sosyal hayatta insanın bir takım maddî ihtiyaçları yanında, fikir ve inançlarının payı olduğu gerçeğini de unutmuş görünüyorlar.

Buna karşılık ruhçu sosyalistler ise maddî ihtiyaçlar yanında fikir ve inançların, ruhî ve ahlâkî değerlerin insan hayatı için vazgeçilmez olduğu fikrini savunuyorlar. Aslında Sosyalist literatürde ruhçu Sosyalizm diye bir ayırım yoktur; ancak mistik sosyalizm (Hristiyan Sosyalizmi)'e bir benzerliği olması, yani İslâm dininin sosyal yanını anlatmak için asrımızın fikir adamlarından biri olan Nureddin Topçu "Ruhçu Sosyalizm" diye bir sosyalizmden bahseder. İşin gerçeği; her sosyal adâletsizliğe karşı her haykırış Sosyalizm değildir. Yalnız bir fikir adamının teorisini, yahut bir partinin programını Sosyalizm olarak tanımlamak da Sosyalizm kavramını çok daralttığı için, yanlıştır. Sonra İslâm dini sosyalist değil, sosyal adâletçidir.

Sosyalizmin çıkmazlarından birisi de sosyal sınıfları kaldırmak istemesidir. Fakat Sosyalizmin ileri sürdüğü ilkeler bunu tek başına temin edecek güçte değildir. Bu sistem gerçekten işçinin refahını sağlayacak biçimde uygulanacak olsa; işçi, emeğinden ayırıp biriktirme yoluyla Kapitalist sınıfa geçebilir. Halbuki bunu önleyecek tek yol ruhî ve ahlâkî terbiyedir. Sosyalist sistemler ise herşeyden önce böyle bir ruhî ve ahlâkî terbiyeyi verecek ilkelerden yoksundur. Ayrıca uhrevî yaptırımı olmayan bir ekonomi ahlâkından yana olduğu için, dinî ahlâkın geliştirdiği kendini kontrol ve nefse hâkimiyetten de söz edilemez.

Çeşitli adâletsizlik ve zulümler karşısında kendisine çok büyük umutlar bağlanan Sosyalizm, ancak sıradan bir insan ömrü kadar yaşayabildi ve daha tam olarak şahsiyetini bile teşekkül ettiremeden her beşerî sistem gibi, o da tarihe mal oldu. Sosyalist sistemlerin yerine, ancak sosyal adâletçi nizamlar geçer de Bilimsel Sosyalizm gibi bütün kurumlarıyla işletilirse, işte o zaman ancak insanların mutlu olması beklenebilir. (Hüsameddin Erdem, Şamil İslâm Ans.)

Şaman (Kam): Eski müşrik Türklerde, birtakım doğaüstü gücü bulunduğuna, ruhlarla ilişki kurarak hastalıkları iyileştirdiğine inanılan, büyü yapma, gelecekten haber verme gibi işler yapan din adamı. Büyücü râhip. Tunguzca bir terim olan şaman kelimesine karşılık, birçok Türk boyu Kam terimini kullanır. Şaman ya da Kam, vecd haline (ekstazi) ulaşarak ruhsal âlemle ilişki kurmak sûretiyle insanların çeşitli sorunlarına cevap arayan, geleceğe ilişkin yorumlarda bulunan, kötü ruhları kovan bir kişidir. Şamanlık babadan oğla geçen tarzda sürdürülür. Altay Türkleri, Kamları Ak ve Kara şeklinde ikiye ayırırlar. Ak Kamlar yüce gök tanrıya ve iyilik ruhlarına yönelik olarak faâliyet gösterirken, Kara Kamlar yer altı âlemine ve yer altı tanrısı Erlik’e yönelik faâliyet gösterirler. Kamlar, külahları, davulları ve cüppeleriyle giyim kuşam yönünden diğer halktan ayrılırlar.

Şathiye: Şath: Üzerinde bönlük, saçmalama ve dâvâ kokusu olan sözdür. Böyle bir şeye kalkışmak, gerçeklere göre sürçmektir, suçtur (Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta'rîfât, s. 76). Kelimenin kök anlamında sözde ölçüyü kaçırmak anlamı vardır. Şatah da; çelişkili ifâde, latiîfe, mizah demektir; çoğulu şatâhat'tır. Şatah, çürük sözler olarak da tanımlanır. Şatha âit sözlere şathiye denir. Türk tasavvuf edebiyatında ciddi bir düşünce veya duyguyu, çoğunlukla da İslâm inançlarını ve şeriatin hükümlerini iğneleyici ve alaylı bir şekilde anlatan şiirlere şathiye denir. Bu tür şiirlere daha çok tekke şâirleri rağbet göstermişlerdir. Hatta bu nedenle şathiye yerine; şathiye-i sûfiyâne terimi kullanılır. Allah ile senli-benli, şakalı bir edâ ile konuşur gibi yazılan şathiyelerde daha çok inançlar, sözkonusu edilir ve alaylı bir dil kullanılır. Bazıları saçma sanılan bu sözlerin, yorumlandığında tasavvufla ilgili türlü kavramlara değindiği görülür. Şeriate aykırı veya mânâsız gibi söylenen düşüncelerin, aslında vahdet-i vücut felsefesindeki görüşleri bildirdiği kesindir. Tasavvuf ıstılahları arasında şathiyenin önemli bir yer tutmaya başlaması, vahdet-i vücut ekolünün yaygınlık kazanmasıyla paralellik gösterir.

Tasavvufla ilgili eserlerde şathiyelerle ilgili çok bol malzemeler görülür. Hallâc-ı Mansur'un "Ene'l-Hakk" (Ben Hakk'ım/Allah'ım) sözü ile; Bayezid Bestâmî'nin "Sübhânî mâ a'zame şânî" (Kendimi tesbih ederim, noksan sıfatlardan tenzih ederim, şânım ne yüce oldu) sözü yaygın olarak bilinen ve tüm tasavvufçularca tevil edilerek de olsa kabul edilen iki şathiye örneği olarak verilebilir. Yine, Bâyezid Bistâmî'ye âit: "Bir denize daldım ki, peygamberler o denizin sâhilinde durdu" sözü de böyledir.

Tasavvufçulara göre şathiyye, "dıştan (zâhiren) ve ortalama (şeriatla ilgili) bilgilerle bakıldığı zaman şeriate aykırı imiş gibi gözüken, fakat tasavvufî/bâtınî anlamda bir hakikati ifâde eden söz ve deyişlerdir." (Türk Dili ve Edebiyatı Ans. Dergâh Y. c. 8, s. 108).

Şathiye adı verilen bütün bu elfâz-ı küfrü tasavvufçular hiç eleştirmez, savunur ve sahip çıkarlar. Te'vil etmeye çalışırlar: Bunlar vecd halinde, bir nevi sarhoşluk ânında söylenen sözlerdir. Bu sözleri söyleyenler Allah'a o kadar yakın olmuşlar ki, bu samimiyetle senli-benli konuşmaya başlamışlar. Bunlarınki naz makamıdır, onlar için bu sözler câizdir; ama o makamlara erişmeyenlerin bu tür sözleri câiz olmaz... "Ben Hakk'ım, -hâşâ- Allah'ım" diyenleri savunan ve bu sözlere teville karışık sahip çıkan zihniyetten beklenen tavır farklı olamazdı, denilebilir. Bunlar, iddiâ edildiği gibi, cezbe ve sarhoşluk zamanında (İçki içmeden insan nasıl sarhoş olur? Hz. Peygamberimiz veya ashâbdan böyle bir şey hiç nakledilmiş midir?) söylenmiş sözler değildir. Kitaplara geçmiş, tekrarlanmış, tasavvufçular tarafından dillendirilip kabul edilmiş, savunulmuş, hatta kutsal söz gibi kabul edilmiştir. Meselâ nakşibendîlerde ve diğer çoğu tarikatlarda kelime-i tevhid zikri olarak şeyhler tarafından müridlere vird olarak verilen ifadelerden biri: "Lâ mevcûde illâllah" (Allah'tan başka mevcut -varlık- yoktur) sözüdür. Bunu, kendilerine göre belirli aşamaya gelmiş her tasavvufçu günde bilmem kaç bin defa söyler, tabii ki bunlar Allah'ın öğrettiği ve Rasûlü'nün uygulayıp tavsiye ettiği zikir/ibâdet cinsinden değildir, büyük ve fecî bir bid'attir.

Saf zihinlerin olumsuz etkilenmesi, şeytanın onlara bu sözlerle vesvese vermesi gibi riskler içermesinden ötürü, Allah'tan af dileyerek, bunlardan bir kısmını konuya örnek olması için iktibas etme zarûreti duyuyorum. Zâten araştıran insan, bunları bu tasavvufçu şâirlerin eserlerinde ve onlardan alıntı yapan birçok tasavvuf kitabında kolaylıkla bulabilir.

"Var kardaşın öldür, dahî avradın boşa, / Anana kâbin kıydır, Hakk'ı ıyân göresin." Sadeleştirip bugünkü dille söylersek: "Git, kardeşini öldür ve karını boşa, annenle nikâh kıydır, (Böylece) Allah'ı açıkça görmüş olursun." (Yunus Emre)

"Sekiz cennet yaptın sen Âdem için / Adın büyük, bağışla onun suçun / Âdem'i cennetten çıkardın, niçin? / Buğday nene lâzım, harmancı mısın?

Hafâya çekilip seyrâna durdun / Aklı yetmezlerin aklını urdun / kıldan ince köprü yaptın da kurdun / Akar suyun mu var, bostancı mısın?

Yüz bin cehennemin korkmam birinden / Rahmân ismi nâzil değil mi senden? / Gaffâruzzüznûbum demedin mi sen? / Affet günahımı, yalancı mısın?

Şânına düşer mi noksan görürsün / Her gönülde oturursun, yürürsün / Bunca canı alıp yine verirsin / Götürüp getiren kervancı mısın?

Bilirsin ben kulum, sen sultânımsın / Kalpde zikrim, dilde tercümânımsın / Sen benim canımda can mihmânımsın / Gönlümün yârisin, yabancı mısın?" (Azmi Baba)

"Kıldan köprü yaratmışsın / Gelsin kullar geçsin deyû / Hele biz şöyle duralım / Yiğit isen geç a Tanrı." (Kaygusuz Abdal)

"Kıl gibi köpri gerersin geç deyû / Gel seni sen tuzağından seç deyû / Ya düşer ya dayanur yahut uçar / Kıl gibi köpriden âdem mi geçer? / Kulların köpri yaparlar hay içün / Hayrı budur kim geçerler seyr içün..." (Yunus Emre)

"Hak Teâlâ Âdemoğlu özüdür / Otuz iki Hak kelâmı sözüdür. / Cümle âlem bil ki Allah özüdür / Âdem ol candır ki güneş yüzüdür." (Seyyid Nesîmî)

"Âdemi balçıktan yoğurdun yaptın / Yapıp da neylersin, bundan sana ne? / Halk ettin insanı saldın cihana / Salıp da neylersin bundan sana ne? / Bakkal mısın, teraziyi neylersin? / İşin gücün yoktur gönül eylersin / Kulun günahını tartıp neylersin? / Geçiver suçundan bundan sana ne? / Katran kazanını döküver gitsin / Mü'min olan kullar dîdâra yetsin / Emreyle yılana tamûyu yutsun / Söndür şu ateşi bundan sana ne? / Sefil düştüm bu âlemde nâçarım / Kıldan köprü yaratmışsın geçerim / Şol köprüden geçemezsem uçarım / Geçir kullarını bundan sana ne? / Behlül Dânâ'm eder cennet yarattın / Nice kulları cehenneme attın / Nicesin âteş-i aşk ile yaktın / Yakıp da neylersin bundan sana ne?"

"Aşk katında küfr ile İslâm birdir / Her kanda mesken eylese âşık emîrdir." (Seyyid Nesîmî)

"Benem Hakk'ın kudret eli / Benem belî aşk bülbülü / Söyleyip her türlü dili / Halka haber veren benem." (Yunus Emre)

Söylediği şathiyeler/küfür lafızları devrinde muvahhid müslümanları kızdırmış ve ona karşı tavır alınmasına sebep olmuş olacak ki, Yunus Emre şöyle der: "Yûnus bu cezbe sözlerin / Câhillere söylemegil / Bilmez misin câhillerin / Nice geçer zamânesi." Böyle dediği halde, duramaz, nice şathiyeler döktürür. Bunlardan kimileri, sadece tasavvuf çevresinde değil; müslüman halk arasında da şöhret bulmuştur. Şu dörtlük onlardan biridir: "Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç hûri / İsteyene ver anı / Bana seni gerek seni."

Şeyh: Çoğulu; Meşâyih, şüyûh, eşyâh. Yaşlı, ihtiyar, pîr, bey, önder, kabile başkanı. Tasavvufta; a) Nefsinden fâni Hak’ta bâki velî, Hak dostu. b) Tâliplere rehberlik etmek ve onları irşâd etmek ehliyetine ve liyâkatine sahip olan insan-ı kâmil, rehber, delil, mürşid. Şeyh, kâmil ve mükemmildir; başkalarını da kemâle erdirir. Şeyh-i tarikat: Mürid ve müntesiblerini, bir annenin bebeğini terbiye etmesi ve yetiştirmesi gibi terbiye edip yetiştiren şeyh. Tarîkat şeyhleri böyledir. Bunlar mürid ve müntesiblerinin mal, beden ve ruhları üzerinde mutlak olarak söz sahibidirler. Mürid ne dil, ne kalb ile şeyhine itiraz edebilir. Şeyhine “hayır!” diyen bir mürid iflâh bulmaz. Şeyhe karşı işlenen günahın tevbesi olmaz. Şeyhin önündeki mürid, gassâlin önündeki cenâze gibidir, irâdesi yoktur; şeyh ona hangi şekli verirse onu muhâfaza eder, şeyhte fâni olmak Allah’ta fâni olmanın mukaddimesidir. Allah'a giden yol, şeyhten geçer. Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır. Şeyh keşif ve kerâmet sahibidir. Allah’ın arz üzerindeki halifesidir. Allah adına hareket eder. Şeyh, Hz. Peygamber’in nâibidir, Onun temsilcisidir.

ğut: ğut, kelime olarak haddi aşan, azan, hakikatten sapan, taşkınlık gösteren ve her sapıklığın başı gibi anlamlara gelir; Istılahta ise Allah'a isyan eden anlamında kullanılır. Allah'ın indirdiği hükümlere alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler koyan her varlık ğuttur. Bunun insan olması, put, şeytan veya bunların dışında herhangi bir şey olması farketmez. Kur’ân-ı Kerim'de: "Andolsun ki, biz her kavme; 'Allah'a İbâdet edin, tâğuta kulluktan kaçının' diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik." (16/Nahl, 36) İnsanlar, sadece Allah'a kul olma, yalnız O'na İbâdet etme hususunda istisnasız uyarılmışlardır. "İman edenler Allah yolunda cihad ederler; küfredenler ise ğut yolunda savaşırlar." (4/Nisâ, 76) Yani insanlar ya Allah'a İbâdet edecekler veya tâğuta kul olacaklardır; bu iki yolun dışında üçüncü bir hal yoktur.

Kur’ân-ı Kerim'de: "Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar ğutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Halbuki ğutu inkâr etmekle (tekfir etmek, lanetlemekle) emrolunmuşlardır." (4/Nisâ, 60) buyrulmaktadır. Kur'an'daki bütün bu âyetleri dikkate alarak şu hususu belirtmekte fayda vardır: ğutun hükümlerine râzı olanlar ve boyun eğenler, kâfirlerdir. Nitekim İbn Kesir, bu hususta şunları kaydediyor: "Bu âyet-i kerimede (4/Nisâ, 60) Hz. Muhammed (s.a.s.)'e ve diğer peygamberlere iman ettiklerini söylemekle beraber, ihtilaf ettikleri hususlarda, Allah'ın kitabından ve Peygamber'in sünnetinden kaçınıp, insanların kendi akıllarına göre (beşerî kanunlarla) hüküm vermesini isteyen kişinin iman iddiasını Allah reddetmektedir." (İbn Kesir, 1/519)

Bugün dünyada; vahyi inkâr ederek, insanların çoğunluğunun rızâsına göre kurulduğu iddia olunan bütün demokratik sistemler, Allah'ın hükümlerine mukabil ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad etmektedir. Dolayısıyla bütün demokratik sistemler, bu noktada "tâğutî" özellikler taşırlar. Bu, bir anlamda bütün ideolojik sistemler için de geçerlidir. Daha genel bir ifade ile, İslâm'ın dışındaki bütün sistemler ğutîdir. Tâğutların hükümlerine göre yönetilen bütün yerlerde yaşayan mü'minlerin, Allah'ın indirdiği hükümlerin galip gelmesi uğruna cihad etmeleri farz-ı ayndır. Şurası unutulmamalıdır ki, ğutun hükümlerine "evet" diyenler, Allah'ın dinine "hayır " demiş, küfretmiş durumundadırlar. Bunu ister bilerek, ister bilmeyerek yapsınlar durum asla değişmez. Çünkü bütün peygamberlerin insanlara; "Allah'a İbâdet edin, tâğuta kulluktan kaçının" diye tebliğat yaptıkları âyetlerle sabittir. ğutun hükümlerini inkâr etmeyen ve tâğutî güçlerle mücâdele vermeyen kimse, ne kadar âlim olursa olsun, "müsteşrik" çizgisini asla geçemez (Mevdûdi, Tefhimü'l- Kur'an, c. 1, s. 202).

ğut, Hakkı tanımayıp azan ve sapan her kişi ve güce verilen addır. Şeytana da bu yüzden ğut denmiştir. ğut, hakka, hakikate ve imana karşı gelen, Allah'ın kulları için çizdiği nizamı ve sınırları aşan herşeyi ifade eder. ğut, bir şahıs olabileceği gibi, Allah nizamından alınmamış her türlü sistem, Allah'a bağlanmayan her çeşit fikir, düşünce, âdet ve alışkanlık da olabilir. Kim bütün bunları ne şekilde olursa olsun reddeder ve yalnız Allah'a iman edip bağlanır, sadece Allah'ın kanun ve nizamlarını kabul eder ve tüm yaşantısını buna göre düzenlerse, sağlam bir kulpa bağlanmış, yani kurtulmuş olur. (2/Bakara, 256) Tâğutu reddetmeden iman eksiktir, yarımdır; böyle bir iman geçerli olmaz. Bu durum, aynen müşriklerin Allah'a inanması gibidir. ğut, Allah'a İbâdetten alıkoyan, Allah'a giden yolu tıkayan, dini Allah'a has kılmayı, Allah ve Rasûlü'ne tâbi olmayı önleyendir. Bu, cinnî ve insî şeytan olabileceği gibi, ağaç, beton, tunç, taş, mezar, inek, para, ateş, âdet ve sistem de olabilir. Günümüzdeki medya araçlarının çoğunu da bu kavramın içine koyabiliriz.

Mevdudi'ye göre tâğut kelimesi, sözlük anlamıyla, sınırları aşan herkes için kullanılır. Kur'an bu kelimeyi Allah'a isyan eden, Allah'ın kullarının hâkimi olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır. Eğer bir kimse Allah'a isyan eder ve O'nun kullarını kendisine boyun eğmeye zorlarsa, o zaman ğuttur. Böyle bir kimse; şeytan, rahip, dinî veya politik lider, kral veya bir devlet olabilir. Bu nedenle bir kimse ğutu reddetmedikçe Allah'a inanmış sayılamaz. ğutun, tekil ve çoğul anlamı birlikte kullanılır. Çünkü Allah'ı inkâr eden kimse, sadece bir tek değil; binlerce ğutun kölesi olur (Mevdûdi, Tefhimü'l- Kur'an, c. 1, s. 202). Tâğut, İlâhî olmayan hükümlere göre kararlar veren otorite demektir. Tâğut kelimesiyle, aynı zamanda, Allah'ı tek hâkim / egemen ve Rasûlü'nü nihâî otorite olarak tanımayan hüküm sistemleri de kastedilir (Mevdûdi, Tefhimü'l- Kur'an, c. 1, s. 375).

Seyyid Kutub da tâğutu şu şekilde tanımlar: Allah'ın emri dışındaki her çeşit sistem, Allah'ın şeriatina dayanmayan her türlü nizam tâğuttur. Tâğut, Allah'ın şeriatindan başka bütün idare şekilleridir. Zira insan, ülûhiyet özelliklerinden birisini kendisine mal edip, adâletin ve hakkın ta kendisi olan şeriatin hudutlarını aşarak kendi egemenliğini ileri sürerse tuğyan etmiş ve kendi haddini aşmış demektir. Böyle bir şey, tuğyandır ve böyle iddialar ileri sürenler tâğî denilen haddini aşmış âsilerdir. Bunlara inananlar, bunlara tâbi olanlar şirk içerisindedirler, küfür içerisindedirler (Seyyid Kutub, Fi Zılali'l Kur'an, c.3, s. 269).

Yusuf el-Kardavi'ye göre, Allah'ın şeriati ile çatışan bütün gelenekler, rejimler, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar ğuttur. Tâğut, kulun haddi tecavüz ederek, İbâdet ettiği, tâbi olduğu ve itaat ettiği şeydir. Her kavmin ğutu, kendisine hüküm götürdükleri, huzurunda muhakemeleştikleri, İbâdet ettikleri, tâbi oldukları, yalnız Allah'a itaat edilmesi gerektiği yerde itaat ettikleri kimse veya varlıklardır. Bunların ve bunlarla ilişkisi olan insanların durumlarını düşündüğümüz zaman, insanların çoğunu Allah'a İbâdet ve itaatten yüz çevirmiş, ğutlara İbâdet ve itaat eder halde görürüz (Yusuf el-Kardavî, Tevhidin Hakikatı, s. 57).

Nisa, 76. Âyetine göre tâğut, Allah'a karşı olanların, uğruna savaştığı şey, nesne, insan, dâvâ, ideoloji olarak anlaşılmaktadır. ğut, itaatte Allah'a ortak koşulan her şeydir. Kendisine kayıtsız şartsız itaat edilecek tek merci Allah'tır. O'nun dışındakilere O'ndan dolayı itaat edilir. Bu tür itaatler, meşruiyetini Allah'tan alırlar. Kur'an, Allah'tan başkasına itaati, ğuta itaat ve İbâdet olarak nitelemektedir (16/Nahl, 36). İtaat edilen şey, Allah'ın hükümlerine aykırı olursa, itaat ğuta itaatin ta kendisi olmaktadır (4/Nisâ, 60).

ğut bir semboldür; küfrün, zulmün, şerrin, haksızlığın, adâletsizliğin, putçuluğun, azgınlığın, sapkınlığın ve daha aklınıza gelen tüm kötülüklerin sembolü. Bu sembol, bazan kendini Firavun ilan eden antik ya da çağdaş bir yönetici, bazan cansız bir eşya, bazan bir ideoloji, bazan da şeytan, uğur, şans, talih gibi soyut şeylerdir. ğut, insanoğlunun ilâhlaştırdığı her şeydir. Daha doğrusu ğut, insanla Allah arasına gerilen şeylerin tümüne verilen ortak isimdir. Allah'ın koyduğu sınırları çiğneyen insan tuğyan etmiştir. İşte ğut, o insana bu sınırları çiğneten şeydir. Eğer o şey insansa ve kâfirse ona itaat eden de kâfir olur; yok eğer insanın itaat ettiği ğut münâfıksa ona itaat eden de münâfık olur. Tabii fâsıksa fâsık; zâlimse zâlim olur (Mustafa İslâmoğlu, İman Risalesi, 170).

Bütün bu açıklamalar çerçevesinde ğut, her türlü azgınlık, sapkınlık, aşırılık ve bâtıl inanç ve davranışları sembolize eder. ğut, tuğyanı yaşayan ve yaşatmaya çalışan kişi ve güçtür.

ğut, her devirde Firavun ruhlu kişilerle, onların yardakçıları olan grubun genel adı, cins ismidir. Her devirde birden çok ğut bulunur. Tâğutların, kabile çapında, millet çapında olanları yanında bölgesel ve enternasyonal olanları da bulunacaktır. Bunlar, birbirlerinden habersiz olabilecekleri gibi, organize de olabilirler. Hatta, İblisler parlamentosu (hizbu'ş-şeytan, evliyâu'ş-şeytan) gibi birlikler, beraberlikler vücuda getirebilirler. ğutlar, aralarında hiyerarşik bir düzen kurabilir, paralellik veya entegrasyona gidebilirler. Böyle olunca tâğutî sistemler, parlamentolar, prensipler geliştirilebilir. Mesala, Muhammed İkbal, emperyalist batılıların oluşturdukları sömürü düzeninin temsilcilerinin vücut verdikleri organizasyonu, İblisler parlamentosu diye anmıştır. Aynen bunun gibi tâğutlar parlamentosu deyimini de kullanabiliriz. Kur'an, bu noktada evliyâu't-tâğut (ğutun dostları, görev arkadaşları, destekçileri) deyimini kullanıyor (2/Bakara, 257) (Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 562).

Bir kimse, Allah'a, meleklerine... inandığını ikrar etse, buna mukabil, ğutî rejimleri (demokratik, laik, hümanist, kapitalist, sosyalist vs.) çağdaş devlet modelleri adı altında benimsese, doğruluklarına itikat etse, irtidat etmiş olur, yani dinden çıkar. Kim, insanların maslahat ve iyiliklerini Allah'tan daha iyi bildiğini iddia ederek, insanlar üzerinde hükümler koymaya ve bunları tatbik etmeye gayret ederse "ilâhlık" iddiasına girişmiş olur. Her kim de bunların bu iddialarını doğrulayarak onlarla işbirliği yaparsa, tevhid akidesini parçalamış, ilâhlara iman etmiş, kâfirler zümresine dahil olmuş demektir. Bu açıdan "çağdaş devlet modelleri" iyi değerlendirilmeli, isimleri milliyetçi-mukaddesatçı dahi olsa, Allah'ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere doktrinler imal eden, bu doktrinleri insanların hayatına tatbik edeceğini ilân eden insanların ğut olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Bu gün dünyada insanların beşikten mezara hayatlarını düzenlemek iddiasındaki meclisler, konsüller, krallar, kavimlerarası kuruluşlar, insanları teslim almış görünmektedirler (Hüsnü Aktaş, Medeni Vahşet, s. 140)

Hz. Adem'den günümüze kadar, genel anlamda insanlığın iki tanrısı var olagelmiştir: Allah ve ğut... Tarih boyunca insanoğlu ya tevhid dinine mensup olmuş ve bu dinin tanrısı olan Allah'ı kendisi için yegâne ilâh edinmiş; ya da şirk dinine mensup olmuş ve bu dinin çok çeşitli olan tanrı veya tanrılarına ittiba etmiştir. İşte Kur'an, şirk dininin tanrı veya tanrılarına genel olarak ğut demektedir.

Günümüzde müslümanlık iddiasında bulunanların birçoğu bu bakımdan profan / bölmeli bir kafa yapısına sahip bulunmaktadır. Bu kimseler, bir yandan Allah'a iman ettikleri iddiasında bulunurken, diğer yandan İslâm'ın açıkça emrettiği ve yasakladığı şeylere ters düşebilmekte ve ğutların yasalarına kabulleri arasında yer verebilmektedirler. Oysa bir kalpte hem imana, hem de küfre yer verilmesi İslâm'a göre açık bir paradoks, gerçek bir çelişkidir. "Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil ve rüsvaylıktır. Kıyamet gününde de azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir." (2/Bakara, 85)

Bir kalpte hem iman ve hem de aynı zamanda küfür bulunamaz. Bu iki olgu, ateş ile barut gibi yanyana bulunamazlar. Birisinin yerleştiği kalpte bir diğerine yer yoktur. Mü'min, kâfir ve münâfıktan farklıdır; kendisine İslâm ile beraber bir veya birkaç dünya görüşünden veya ideolojiden sentezler yapan, bukalemun bir şahsiyete sahip olamaz. Çünkü tevhidi, şirkten farklı kılan; başka felsefelere, herhangi bir dünya görüşüne veya ideolojiye ihtiyaç duymaması, mü'minin bütün bir hayatını kuşatan yetkin bir inanç, bir pratik; kısacası bir sistem, bir yaşam biçimi olmasıdır. Bugün beşeriyet, Tevhid dininden uzaklaşarak, yeryüzünde egemen olan ğutların dinine sapmış bulunuyor. Müslümanlık iddiasında bulunan yığınların Allah'a değil; ğutlara İbâdet ettikleri su götürmez bir gerçektir. Bu gerçekten hareketle Kur'an'ı öğrenmek, mânâsının derinliklerine dalmak ve onu pratik hayatlarına indirgemek isteyen her müslümanın, ğut kavramının gerçek anlamını kavraması ve kavradığı ğutu tüm kuralları ve kurumlarıyla birlikte reddetmesi, bu reddi davranışlarıyla göstermesi itikadî bir sorumluluktur.

Tahrif: Tahrif, aslında bir kelimedeki harflerin yerini değiştirerek manayı bozma demektir. Terim olarak kullanılışı ise, bir metni, ilâve ve çıkarmalarla farklı manaya gelecek şekle sokma demektir. Kutsal kitabı olduğu gibi, dini bozmaya ve değiştirmeye de tahrif denilir.

Türkçe'de Allah anlamında kullanılan Tanrı kelimesi, "gökyüzü" ve "şafak" mânâlarına gelen "tan"dan türemiştir. Orta asya Türk boylarında daha çok "gökyüzü" anlamında kullanılmıştır. Çağatayca'da Tengri, Yakutça'da Tangora, Tanara, Altaylar’da Teneri, Sümerce'de Tingir, Dingir Akadca'da İlu, Oğuzca'da Çalap, Çelep, Kazanlar'da Tengri (Tanrı), Teri vb. şekillerinde yazılmıştır. Kaşgarlı Mahmud, Tanrı kelimesini şöyle açıklamıştır: "Tengri, yüce Tanrı mânâsına gelir. Kâfirler göğe Tengri derler. Yine bu adamlar büyük bir dağ, ulu bir ağaç gibi gözlerine ulu görünen her şeye Tengri, hakîm kişiye de Tengriken derler" (Divan-ı Lügâti't-Türk, çev. Besim Atalay, Ankara 1941, 111, 376).

Maniheizm'de Tengri veya Tengriken terimleri, Tanrı mânâsına gelmekte, yine bu dinle günahların itirafı için Tengrim sözü kullanılmaktadır. Bazı araştırmalara göre bu terim, özellikle Turfan metinlerinde hükümdar kızları ve zevcelerini ifade ederken, aynı kelimeden türediği kabul edilen Tengriçi terimi de râhip karşılığında kullanılmıştır. Kumanca Tengrilik "İlâhî"; Uygurca Tengrilik, "dindar"; Moğolca Tengri ise "Tanrı" anlamının karşılığıdır.

Günümüz Ortaasya'sında yaşayan Türk dillerinde Tengri kelimesi "Tanrı" ve "gök" mânâlarını ifade etmektedir. Türkiye Türkçesinde Tanrı kelimesi yalnız Allah karşılığında kullanılmıştır. Orhun Âbideleri'nde Tengri kelimesi daima ilâhi bir kudreti ifade eder. O'nun iradesiyle iktidara gelen hükümdar, Tengri gibi, Tengri doğumlu ve Tengri tarafından yaratılmıştır. Türk halkını koruyan, düşmana galip gelmesini sağlayan hep Tengri'dir. Bazı kaynaklarda O'nun Türk Tengrisi olarak zikredildiği görülmektedir (Muharrem Ergin, Orhun Âbideleri, İstanbul 1970).

Şamanizm'e göre en kudretli Tanrı, Tengere Kayra Kan'dır. Göğü, insanı, iyi-kötü ruhları ve yeri o yaratmıştır. Tengere Kayra Kan'ın tam karşılığı "Gök Tanrı"dır. İslâmiyet'i kabul etmezden önceki Orta Asya Türk boylarına göre gök 17 kattır. Gök-Tanrı'ların yardımını dilemek ancak ecdadın ruhlarıyla mümkündür. Tengri inancı hem gök, hem de gökte hüküm süren ruh mânâlarını içine almaktadır. Türklerin İslâmiyet'ten önce kabul ettikleri dinlerdeki Tengri kelimesi, hemen daima bu dinlerin en yüksek varlıklarını ifade için kullanılmış, "gök" mânâsı ikinci plânda kalmıştır.

Şark Türkçe'sinin hâkim olduğu İslâmî metinlerde, Allah, Mevlâ, İlâh, Rab, Hüdâ, Yezdan gibi Arapça ve Farsça isimler Türkçe Tengri (Tanrı) karşılığında kullanılmıştır. Kutadgu Bilig'de Allah kelimesi geçmekle beraber, bazan Tengri kelimesi "Teâlâ" olarak geçer (V. F. Büchner, İ.A XI, 707). Eski Türkçe'de Tengri, kâinatta bulunan her şeyi yarattığına ve koruduğuna inanılan en yüce varlıktır. Oğuzlar Allah fikri ve inancına sahip olmuşlar ve bunu Tanrı adıyla ifade etmişlerdir. Türklerin Tanrı anlayışı İslâm'ın Allah anlayışıyla hemen hemen aynı olmuştur.

İnsanüstü bir kudret ve kuvvet olan Tanrı mefhumunun umumi bir tarifini yapmak oldukça zordur. Bundan dolayı insanlar, hatta hayvan ve bitkiler de tanrı sayılmıştır. Eski Yunan ve Roma'da ölümlü kadınlarla birleşerek çocuk yapan tanrıların erkek veya dişi oluşu, o toplumların pederşâhi veya mâderşâhi aile yapılarıyla ilgilidir (Bertholet, Wörterbuch der Religionen, Stutgart 1963, s. 197). Eski dinlerde genellikle, göklerin tanrısı, suların tanrısı ve karaların tanrısı olmak üzere üç büyük tanrı tasavvuru daima mevcut olmuştur.

Tanrı kelimesinin etrafında bazı kavramlar oluşmuştur. Tevrat'daki Evâmir-i Aşere (On Emir), Yahudilik ve Hıristiyanlık için Tanrı buyrukları olarak kabul edilmiştir. Bilindiği kadarıyla Tevrat'ın getirdiği Tanrı kavramı, bu mefhumun ilk evrensel nitelikte olanıdır. Halen elde bulunan Yahudilik mukaddes kitaplarının Yahvist metinlerinde daha çok millî-insanı tarzda Tanrı anlayışı hâkimdir.

Hz. Musa kanunları, Pagan sanatının tanrıları insan şeklinde tasvir etmesini yasaklamış, Hristiyanlığın ilk yıllarında bu yasağa titizlikle uyulmuştur. Teslis'in birinci unsuru Peder ile üçüncü unsuru Ruhu'l-Kudüs'ün temsili şekilde tasvirleri, Hz. İsa'nın da insan şeklinde tasvir edilmesine zemin hazırlamıştır. Zamanla daha da gelişen bu tasvir sanatı, başka yüce varlıkların da simgelenmesine yol açmıştır. Nitekim bu simge hadisesi Hz. İsa'nın Vaftizi ile Uruc (Göğe Yükseltilme)'unda da görülmektedir.

Geçen yüzyılın Batılı sanatçılarından çoğu Tanrıyı yaşlı bir adam, Haç'ını taşıyan bir papa veya imparator, şimşek çaktıran jüpiter şeklinde tasvir etmişlerdir.

Tek tanrılı dinlerde bir tek Tanrı (Allah) olmasına rağmen çok tanrılı dinlerde, hemen her kudret ve kuvvet için bir tanrı (İlâh) vardır. Müslümanlıktan önce Araplar putlara taparlarken, bunlardan en yüce saydıklarına Allah adını vermişler, öteki tanrılara da "ilâh" (Aramca, alaha) demişlerdir.

Tanrı kelimesi, Türk Atasözlerinde aynen Allah karşılığında kullanılmıştır. "Büyüklük Tanrıya yakışır", "Tanrı rızkını kuluyla birlikte yaratır" vb. atasözlerimizden sadece birkaç örnektir. Günümüz Türkiye'sinde yaşayan Türklerle, bugün hudutlarımız dışında kalan ülkelerde yaşayan Türkler de Allah ve Tanrı kelimelerini aynı kavramı ifade etmek için bir arada kullanmaktadırlar.

Hal böyle olmakla beraber Tanrı kelimesinin Allah karşılığında kullanılamayacağı, Allah mefhumunun tam karşılığının bulunmadığı vb. öteden beri ileri sürülmektedir. Bu görüşte olanlara göre, Tanrı Allah demek değildir. Tanrı eski putların adıdır. Allah kelimesi, İslâm'ın tavsif ettiği özel bir isimdir ve hiç bir put için kullanılmamıştır. Bundan dolayıdır ki, Tanrı, Allah mânâsını ifade edemez. Bunun aksini savunanlar da olmuştur. Bu görüşte olanlar, Müslümanlığı kabulden itibaren Türklerin Tanrı kelimesini Allah mânâsında kullandıklarını, yüzlerce yıldan beri yazılan tefsir, hadis ve çeşitli dinî eserlerde hep Tanrı kelimesinin Allah karşılığında kullanıldığını ileri sürmektedirler. Onlara göre Yunus Emre, Mevlit yazarı Süleyman Çelebi vb. Türk şairleri eserlerinde hep Allah kelimesi karşılığında Tanrı kelimesini kullanmışlardır.

Tanrı kelimesine karşı oluş, biraz da zorla Türkçe okutulduğu dönemde Ezan'daki Allah kelimesinin Tanrı olarak değiştirilmesinden kaynaklanmaktadır. Türkiyeli Müslümanların hem Allah, hem de Tanrı kelimelerini aynı mânâda ve bir arada kullandıkları bilinmektedir. Cumhuriyet dönemi Kur'an mütercimlerinden merhum H. Basri Çantay, "Lâ ilâhe illallah" cümlesini "Allah'dan başka Tanrı yoktur" şeklinde tercüme etmiştir. Görüldüğü gibi merhum mütercim burada Allah karşılığında Tanrı kelimesini kullanmıştır. Bu tür misalleri çoğaltmak mümkündür. İstiklâl Marşı şairi M. Ãkif de "Demek almayacak Tanrı selâmını bile" mısraında Allah yerine Tanrı kelimesini kullanmıştır. Allah karşılığında Tanrı kelimesi kullanılabilir, fakat her Tanrı, Allah değildir (Hikmet Tanyu, İslâmlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, İstanbul 1986, s. 188).

Allah ismi ile Allah'dan başka hiçbir ma’bûd anılmamıştır ve O'nun benzeri de yoktur. Tanrı ve Hüdâ isimleri Allah gibi özel bir isim değil aksine ilâh, rab, ma’bûd gibi umumi bir isimdir. Arapça'da "ilâh"ın çoğuluna "âlihe", "rab"ın çoğuluna "erbâb", Farsça "Hüda" çoğuluna da "Hüdâyân" denilir. Ancak Allah'ın çoğuluna "Allahlar" denildiği ne işitilmiş, ne görülmüştür (Elmalılı, Hak Dini, Kuran Dili, 1, 24.). Hiçbir dil başka dildeki kelime ve terimleri tam olarak karşılayamadığı gibi, kendine has anlamları olan Allah kavramının da tam karşılığını bir başka dilde bulmak mümkün değildir. Bu bakımdan zaruret olmadıkça Allah mefhumu karşılığında yine ve yalnız Allah kelimesini kullanmalıdır (Osman Cilacı, Şamil İslâm Ansiklopedisi: 6/110-111).

Tasarruf: Faâliyet göstermek, yetki kullanarak iş yapmak. Tasavvufta; Kerâmet göstermek, olağanüstü yollardan iş yapmak ve tesir etmek, insanlara ve eşyaya hükmetmek ve onları idare etmek, Allah’ın eşyayı ve bütün varlıkları velîsine Mûsâhhar kılması. Hakikatte tasarrufta bulunan (mutasarrıf) Allah’tır. Fakat tasavvufa göre velîler de himmetleriyle varlıklar üzerinde tasarrufta bulunurlar. Zira Allah her şeyi onlara Mûsâhhar kılmıştır. Velîler himmetleri ile tasarrufta bulunurlar. Fakat ism-i a’zamla tasarrufta bulunduklarına da inanılır. Bazı velîlerin öldükten sonra da tasarrufta bulunduklarına inanılır.

Taş Yapıştırmak: Gaybdan haber almak ve gelecek konusunda bilgi sahibi olmak merakının en garip ve akıl almaz tezâhürlerinden biri de daha çok kadınların ilgi gösterdikleri taşa taş yapıtırma hurâfesidir. Bu da niceleri gibi türbeler çevresinde uygulanmaktadır. Genellikle türbe içinde veya yakınındaki herhangi bir taş veya duvar bu iş için kullanılmaktadır.

Taş yapıştırma hurâfesinde dikkat çeken husus; o türbedeki zat aracılığı ile tutulan niyetin Allah katında kabul görüp görmediğinin öğrenileceği zannı, hatta dileklerin bizzat türbede bulunandan dilendiğine inanılmasıdır. Bazen de taş yapıştırılan taşta/duvarda bir kutsiyet vehmedilmesinin bu eyleme vesile kılındığı görülür. Tabii bütün bunlar, putperestlik, yani kutsiyet izâfe ederek putlara tapınma sapıklığının bir uzantısı olmaktadır. İslâm'ın en ciddi mücâdele hedeflerinden birincisi olan putperestlik kalıntılarının, çağdaş müslümanın hayatında uygulama imkânı bulması ne kadar ters bir durumdur. Hz. Peygamber'in vefâtından sonra İslâm’dan ayrılan mürtedlerele en amansız mücâdeleyi/savaşı Hz. Ebû Bekir vermiştir. Bu yüzden çağdaş irtidat olaylarına İslâm mütefekkirleri "Ebû Bekir'i olmayan irtidat" demektedirler. Hz. Ömer de bid'at, hurâfe ve bâtıl inanışlara karşı pek büyük bir hassâsiyet içinde olmuştur. Bu yüzden çağdaş hurâfe ve bâtıl inanışlara da "Ömer'i olmayan hurâfeler" denilebilir.

Taş yapıştırmakla geleceği hakkında bilgi edindiğini, dileğinin kabul edilip edilmediğini öğrendiğini sanan câhillere Buhârî ve Müslim gibi sahih hadis kitaplarında, kendisinden nakledilen bir hadiste gördüğümüz Hz. Ömer'in şu tavrını hatırlatmakta büyük fayda olabilir: Hz. Ömer, bir haccında Haceru'l-Esved'e yaklaşıp öpmüş ve sonra kulaklara küpe şu sözleri söylemiştir: "Çok iyi biliyorum ki sen zararı ve faydası olmayan sade bir taş parçasısın! Eğer Rasûlullah'ın seni öptüğünü görmeseydim asla seni öpmezdim!"

Nerede ve ne şekilde olursa olsun herhangi bir taşa şu ya da bu şekilde taş yapıştırmakla tutulan niyetin gerçekleşeceğine inanmak gibi bir sapıklıktan vazgeçilmesi ve böyle hurâfelerle sevinen veya yerinenlerin ikaz edilmesi, akıl ve İslâm çizgisine gelmelerinin öğütlenmesi Tevhide hizmet noktasından önem arzetmektedir. "Allah bize kâfidir ve O, ne güzel vekîldir." (3/Âl-i İmrân, 173)

Tayy-i mekân: Yerin dürülmesi, mesâfenin kısalması sûretiyle gerçekleşen kerâmet, uçmak. Bast-ı zaman: Zaman içinde zaman yaratmak. (Tayy-ı mekân, yerin, evliyâ için katlanarak küçülmesi demektir. Evliyâ, aynı saatlerde birkaç yerde bulunabilir; yani yerin katlanmasıyla, velî olan zat, aynı saatlerde dünyanın, birbirinden son derece uzak birçok yerlerinde bulunabilir.

Tayy-i zaman: Zaman içinde zaman yaratmak. (Tayy-ı zaman, zamanın durdurulması anlamına gelir. Velî, bu sûretle, bir yandan bulunduğu yerde zamanı durdurarak, ya da zamanın akışını, bir diğer yerdeki zamanın akışına göre yavaşlatarak yaşar. Zamanın katlanmasıyla, -ya da durdurulmasıyla- evliyâ, örneğin birkaç saniye içinde başka bir ülkeye intikal ederek orada yıllarca kaldıktan, hatta ev, bark, çoluk çocuk sahibi olduktan sonra tekrar eski yerine döner ve hayatına, kaldığı noktadan devam eder. Öyle ki döndüğü zaman, meselâ, gitmeden önce önüne konmuş olan yemek hâlâ sıcacık durmaktadır. Onu sofrada bekleyenler sadece birkaç saniye içinde ortadan kaybolmuş olmasına hayret ederler.)

Teberrük: Bir şeyi kudsî (kutsal) sayıp ondan bir hayır, bir fayda, bir uğur, bir bereket ummak.

Tecellî: Âşikâr olmak, açığa çıkmak, görünmek, zuhûr etmek. Tasavvufta; gaybden gelen ve kalbe zâhir olan nurlar. Görünmeyenin kalpte görünür hale gelmesi.

Tecessüd: Arapça bir kelimedir. Vücutlanma, bedene girme, insan vücuduna dönüşme demektir. Hıristiyanlığa göre Tanrı, insanın aslî günahını bağışlamak için İsa’da tecessüd ederek insan şeklinde dünyaya gelmiştir. Tasavvufta; Rûhun ceset ve madde haline gelmesi, bedenleşmesi. a) Bir velînin rûhu başka bir yerde, ayrı bir beden ve madde kalıbı ile zâhir olabilir. b) Ölen bir velînin rûhu eskisinin tıpkısı olan bir beden kalıbı ile zâhir olabilir. Tecessüd, reenkarnasyon ve tenâsühten ayrı bir olaydır.

Teferrüc: Seyretme, temâşâ etme. Tasavvufta; mânen yükselen sâlikin rûhî bir mi’râc yapması, ulvî-süflî, maddî-mânevî bütün âlemlerde seyahat etmesi, her şeye yukarıdan bakması.

Teslis: Arapça üç demek olan selâse kelimesinden türetilmiştir. Üçleme, üçe çıkarma demektir. Hıristiyanlıkta Tanrı’nın üç unsurun birleşimi olduğuna inanma haline denir. Üç tanrılık gücün tek tanrıda birleşmesi demek olan teslis, baba (tanrı) – oğlu (İsa) – rûhu’l kudüs’ü hıristiyanlar, tanrının üç ayrı görünümü sayarlar ve üçlükte tekliğe inanırlar; yani Tanrı hem tektir, hem de üç. Bu yüzden hıristiyanlara ehl-i teslis de denir. Kur’ân-ı Kerim, teslisin açık bir küfür olduğunu ve teslisi kabul edenlerin kâfir olduğunu (5/Mâide, 73) vurgulayarak, bundan vazgeçilip Allah’a yalan uydurulmamasını ve Hz. İsa’ya iftira atılmamasını (4/Nisâ, 171-172) emreder.

Teveccüh: Yönelme, öz alâka. Tasavvufta; a) Şeyhin Hakk’a, müridin mürşide yönelmesi, gönlünü ona bağlaması. b) Nakşîlikte muhabbet râbıtasının bir şekli. Mürid, şeyhin rûhâniyetine muhabbet yoluyla teveccüh eder, teveccüh esnâsında öyle bir istiğrak (trans) haline geçer ki, beşerî ve bedenî varlığından haberdar olmaz. Bu durumda şeyhin rûhâniyeti müridin bâtınında faâliyete geçip onun beşerî vasıflarını ortadan kaldırır, tedrîcen mürid, mürşidinin rûhânî vasıflarıyla sıfatlanır. Şeyhin müridine teveccühü, bütün mânevî gücünü ve rûhânî tesirini müridin kalbi üzerine yoğunlaştırarak ona feyz akıtması, onu büyük bir mânevî değişime uğratmasıdır.

Tılsım: Üzerine şekil veya harfler yazılmış, gizli ve sihirli kuvveti olduğu kabul edilen şey, sihir gücü olduğu kabul edilen şey, doğaüstü güç ve böyle bir güç taşıdığı sanılan muska, nazarlık vb. nesne.

Titan: Eski Yunan mitolojisinde varlığı kabul edilen bir dev ırkı; Uranüs ve Gaca’nın çocukları. Bu mitolojiye göre insanların atası olan tanrılar.

Trakya (Thrakia): Yunancadır. Birçok mitolojik tanrıların ve kahramanların yurdu Doğu Avrupa bölgesi. Dilimizde Trakya denir. Örneğin, savaş-tanrı Ares Trakya asıllıdır, rüzgâr-tanrılar Trakya’da otururlar (çünkü onlar için bu bölgenin sert havası gereklidir), Lykurgos Trakya kralıdır, Tereus Trakya kralıdır, Argo yolcularının ünlü uğrağı Salmydessos Trakya’dadır, Kikon’ların yurdu Trakya’dır. Odysseus’un gemisi ilkin onu Trakya kıyılarına atmıştır. Bunlardan daha önemlisi de, Yunan dininin kurucusu olan Orpheus Trakyalı’dır ve ünlü gizemciliğini Trakya’dan getirmiştir.

Türbe: Toprak, hâk. Tasavvufta; Bir ermişin ve yatırın kabrinin bulunduğu üstü kapalı mekân, ziyâret yeri. Buralara adaklar adanır, mumlar yakılır, dilekler dilenir, serili postlarda namaz kılınır, duâ edilir, paralar verilir, çapıtlar bağlanır. Ermişin ve yatırın sağ insanlara mânen, ama gerçekten yardımcı olacağına inanılır. (Bak. Anıtkabir)

Türbelere adak: Adak ya da dinî ifadeyle nezir; Allah rızâsı için, insanın kendi kendini herhangi bir şarta bağlı olarak veya mutlak şekilde mubah olan bir konuda borçlandırmasıdır. Adak yerine getirilmediği müddetçe, adayan borçlu kalır. Adak, Allah'tan başkası adına adanamaz. Adanırsa adak olmaz. Adayan da şirk koşmuş olur. Ayrıca, iyice bilinmesi gerekli bir husus da adağın hiçbir şeyi değiştiremeyeceği, kaderi zorlayamaycağıdır. Kimse yapacağı vaatlerle -hâşâ- Allah Teâlâ'nın ezelî takdirini değiştirebileceğini sanmamalıdır. Peygamber Efendimiz konuyu şöyle dile getirmiştir: "Nezir (adak) hiçbir şeyi (şerri ve zararı) def etmez. Ancak nezir sebebiyle cimriden mal çıkarılmış olur." (Buhârî, Kader 6). Başka bir hadis-i şerif de şöyledir: "Kim, Allah'a itaati gerektiren bir hayır ve İbâdet adarsa, adağını yerine getirsin. Kim de Allah'a karşı günah işlemeyi gerektiren şer bir iş nezrederse, Allah'a âsi olmasın, adağını yerine getirmesin." (Buhârî, Eymân 28)

Allah'a karşı isyan olan bir adağın yerine getirilmesi, adanmasından daha büyük bir vebaldir. Allah'tan başkaları için adanan adaklar da yerine getirilmemesi gerekli nezirler cümlesindendir. O halde "falan türbeye bir koç adadım" diye söylenip gezenler ne yapmak istediklerini anlamalıdırlar. Bu sözden maksatları "adadığımı falan türbe civarında Allah için keseceğim" demek midir? Yoksa, "o türbede yatana adadım" mı demek istemektedirler? İkincisi ise, bu bir şirk koşmadır, terkedilmesi kesinlikle lâzımdır. Bir ölü için, yatır için kurban kesilmesi, ona adak adanması şirktir/küfürdür. Oralarda kurban adıyla hayvan kesenlerin hemen hepsi böyle bir şirk içine düşmektedir. Bunlar, besmeleyle de kesseler, kestikleri murdardır, yenilmez. Birincisi ise; câhilleri yanıltmamak ve hurâfeci duruma düşmemek için ve yer kaydı da adakta önemli olmadığından dolayı, türbe çevresinde değil de istediği başka bir yerde Allah için adağını yerine getirmeli, hayvanını hurâfelere karıştırmadan kesmelidir.

Uğursuzluk: Hurâfe ve bâtıl inanışların, yanlış kabullerin, doğrudan kaçışların cirit attığı tevhid bilincinden mahrum bir toplumda bazı şeylerin uğuruna, bir çok şeyin de uğursuzluğuna hükmedileceği ve değer kargaşasına düşüleceği gâyet doğaldır. İçinde yaşadığımız toplulumda ne uğursuzluk vehimleri yok ki?! Evden çıkınca kedi ya da köpek görmek, köpek uluması, baykuş ötmesi, 13 rakamı, elden sabun ve makas almanın ayrılık getireceği gibi nice anlayışlar, uğursuz yerler, zamanlar, kişiler ve eşyalar... Kuş uçurup veya ürkütüp gittikleri yöne göre hüküm çıkarmak, bacanın veya sigaranın dumanının çıkışına ve gidiş yerine göre yorumlara girmek ve daha neler neler...

Hatırladıkça, saydıkça insana bunaltı veren bu tevhide ters yanlış ve uydurmaların günümüzde de hatta tesirini artırarak yaşaması, toplumun çoğu kesimini etkisine alması karşısında, sığınılacak yer Kur'an ve Sünnet olacaktır. Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Uğursuzluk diye bir şey yoktur!" (Buhârî, Tıb 19, 25, 43-45; Müslim, Selâm 102). Kadın, ev ve binekte uğursuzluk bulunabileceğine dair bir rivâyeti Hz. Âişe vâlidemiz; "Câhiliyye Arapları bu üç şeyde uğursuzluk olduğuna inanırlardı" demektir, diye katılmadığını kesin bir şekilde ortaya koymuştur. "Uğursuzluk vehmiyle hiçbir niyet edilen işten geri dönülmemesi gerektiği" Taberânî'nin rivâyet ettiği bir hadiste yer almaktadır. Halk arasında günlük konuşmalarda duyduğumuz "uğurlu geldi", "uğursuz geldi", "aramızda uğursuz biri var" gibi sözler ve hükümler birer zan ve vehimdir. O şeyin veya olayın aslında uğurlu veya uğursuz olduğunu göstermez. Hiçbir şey doğuştan uğursuz değildir. Uğursuzluk varsa, bu, kişilerin yorumunda ve anlayışında aranmalıdır.

Uğursuzluk anlayışı, birçokları gibi İslâm'a başka inanç sistemlerinden girmiştir. Dolayısıyla müslümanların İslâmî hiçbir esasa dayanmayan ve Peygamberimiz tarafından "yoktur!" diye beyan buyrulan uğursuzluk hurâfesine iltifat etmemeleri, aydınlık ufuklarını karartmamaları, hüsn-i zan ve iyimser özelliklerini yitirmemeleri, zihnî ve imanî sâfiyetlerini bozmamaları gerekir. Hurâfeler ve bâtıl inanışlarla sıkıntı ve evhamdan başka bir yere varılamaz.

Uknum-akanim: Uknum, Arapça unsur, esas, temel demektir. Akanim de onun çoğuludur. Akanim-i selâse: üç uknum, yani teslisin üç temel unsuru demektir ki, bunlar baba-oğul-ruhu’l kudüstür.

Umay: Eski Türklerde çocukları koruyan tanrıça. Göktürkler ve Kırgız Türklerince inanılmıştır.

Uranüs: Eski Yunan’da gökyüzü tanrısı; yeryüzü tanrıçası Gaia’nın oğlu ve kocası; titanların, sayklopların ve devlerin babası. O, Romalılarca Coelus adıyla bilinirdi. Mitolojiye göre Uranüs, tüm çocuklarını hapseder, ancak Cronus, Gaea’nın kışkırtmasıyla onu hadım eder ve onun tenasül uzvunun denize düştüğü yerden Afrodit oluşur. Ayrıca onun spermaları ve kanı Erinnyleri, devleri ve diğer bazı varlıkları oluşturur.

Üçler: Üç büyük velî. Gayb erenlerden üç ulu ermiş. Üçler, Hak’tan istimdad eder, halka imdad eder, insanlara şiddet ve kahr ile değil; mülâyemet ve merhametle muâmele ederler. Üçler, erkeklerden de kadınlardan da olabilir. Üçlerden biri aralıksız ve kesintisiz Hak’tan aldığı feyzi halka akıtır. Üçler bir kutub, iki imamdan oluşur. Kutb veya gavs-ı a’zam, Alah adına mülk ve melekût âlemini idâre eder. Kutbun iki vezîri (yardımcısı) vardır. Bunlara imâmân denir. Pekçok yöre, türbe, mahalle, semt ve kasaba; ismini üçlerden alır.

Ülgen (Ülken): Eski Türklerde Gök-tanrı. Şamanlığın büyük tanrısıdır. Bu ad, Şamanlığın gök-tanrısına Şamancı Türklerce verilmiştir. Altay Türkleri ona Ülgen Bay diyorlar. Telöt’lerin bir duâlarında: “Sen, yukarıdaki Ülgen Bay, sürüler ver bize, ekmek ver” diye yakarılmaktadır.

Vaftiz: Yunancadan geçmiştir. Hıristiyanların küçük çocuklara ve dinlerine girenlere uyguladıkları suya sokma veya su serpme töreni demektir. Hıristiyanlara göre, doğuştan, babası Âdem’in suçuna ortak olarak dünyaya gelen insan, ancak kutsal kabul edilen kilisedeki su ile yıkanarak günahlarından arınabilir. Yoksa hıristiyan kabul edilemeyeceği gibi, günahlarından da arınmamış olur ve cehennemi hak eder.

Vahdet-i şühûd: Vahdet; Birlik demektir. Vahdet-i şühûd: Tasavvufta; sâlikin her şeyi Allah olarak, Allah’ın tecellîleri olarak görmesi, O’ndan başkasını görmemesi hali. Bu hal, sekr, galebe ve gaybet gibi isimler verilen vecd ve istiğrak halinde kendini gösterir. Bu halde iken sâlik, nefsinden fâni olması sebebiyle kendini de görmediğinden Hallâc gibi: “Ene’l-Hak” der. Bayezid Bestâmî gibi, “Sübhânî mâ a’zame şânî (Bana tesbih olsun, benim şânım ne yücedir!)” der. “Cübbemin altındaki, Allah’tan başka bir şey değil” der. Yûnus gibi “Ete kemiğe büründü, Yûnus diye göründü” der. Fakat bu hal geçtikten sonra Hak ile halkı ayrı ayrı görür, yaratanı yaratılandan ayırır.

Vahdet-i vücud: Bir bilme, Allah’tan başka varlık olmadığının idrâk ve şuûruna sahip olmak. Şuhûdî tevhidde, yani vahdet-i şuhûdda sâlikin her şeyi bir görmesi geçicidir; birlik, bilgide değil; görmededir. Vahdet-i vücudda ise, birlik bilgidedir. Yani sâlik gerçek varlığın bir tane olduğunu, bunun da Hakk’ın varlığından ibâret bulunduğunu, Hak ve O’nun tecellîlerinden başka hiçbir şeyin hakiki bir varlığı olmadığını bilir. Ancak, vahdet-i vücud ehli, bu bilgiye nazarî olarak değil; yaşayarak ve mânevî tecrübe ile ulaşır. Bunun böyle olduğunu başka bir yoldan bilmenin bir değeri yoktur. Vahdette kesret – kesrette vahdet: Birlikte çokluk – çoklukta birlik. Vahdet ehline göre vahdet gerçek, kesret hayaldir. Bir olan varlığın çok görünmesi sadece bir görünüş meselesidir. Gerçek sûfî, çoklukta birliği görür. “Lâ maksûde (lâ matlûbe, lâ murâde) illâllah” kusûdî, “lâ meşhûde illâllah” şuhûdî, “lâ mevcûde illâlllah” vücûdî tevhiddir.

Vahiy: Hakk’ın hitâbı. Sûfîlere gelen ilhâm. İbn Arabî; “Sözlerimiz vahy-i kelâm değildir ama vahy-i ilhamdır” der.

Vefk: Duâ yazılı muska, denklem, sihirli kareler; sıralarının, sütunlarının ve köşegenlerinin toplamı aynı olan kareler. Matematiksel bir eğlence olmaktan öte hiçbir gizemi olmayan bu karelerdeki matematiksel simetri, matematikten anlamayan câhil insanları cezbetmiş ve onları bu denklemleri kutsallaştırmaya sevketmiştir. Büyük bir ihtimalle, halkın cehâletinden yararlanan kurnazlar tarafından amacından saptırılan “ebced” sayı sistemi, zamanla cincilerin, büyücülerin ve sahte doktorların menfaat tuzağı haline dönüşmüştür. Hatta Kur’an’ın yüce kelime ve âyetleri bile vefk (denklem) diye adlandırılan bu karelere şeytânî amaçlarla yerleştirilmiş ve ne acıdır ki âlim diye tanınan nice kişi tarafından da onaylanmıştır.

Velâdet: Doğum. Tasavvufta; Tâlibin mürşide intisab etmesi ve tarîkate girmesi. Buna velâdet-i sâniye (ikinci doğum, mânevî doğum) denir. Şeyh ile mürîdi arasında öyle bir kaynaşma (teellüf) hâsıl olur ki neticede mürîd şeyhin parçası olur, tıpkı tabiî velâdette oğul babanın parçası olduğu gibi. “İnsan iki kere doğmadan melekût âlemine yükselemez.” İlk doğumla madde âlemi ile irtibat kuran insan, ikinci doğum ile melekût âlemi ile irtibat kurar. Mürîdin babası, onun bedeninin, şeyhi ise rûhunun var oluş sebebi olduğundan, şeyh baba, mürîd onun oğludur. Mürid, babasının bel, şeyhinin yol evlâdıdır. Şeyh, bir anne bebeğini nasıl sütü ile beslerse, öylece onu irfânı ve feyzi ile besler. Buna redâ (süt emme süresi) denir. Seyr ve sülûkünü tamamlayan ve rûhen olgunlaşarak bâliğ ve reşîd olan mürîde şeyh icâzetnâme (hilâfetnâme) verir. Buna fitâm (sütten kesme) denir. Bu yüzden müridler, şeyhlerine baba (eb, vâlid, peder); şeyhler ise müridlerine evlâdları nazarıyla bakarlar.

Venüs: Eski Roma’da su kaynakları, bahar ve verimlilik tanrıçası, bahçeler ve çiçeklerin koruyucusu kabul edilen ilâhe. Sonraları Afrodit’le özdeşleştirilen Venüs, genellikle aşk ve sevgiyle ilişkili görüldü. 1 Nisan ve 19 Ağustos onun festival tarihleriydi.

Vesen: Câhiliyye dönemi Araplarınca tapınılmak amacıyla taştan belirli bir şekil verilerek yontulmuş olan sûret; put.

Vesîle: Vâsıta, aracı, sebep, bahâne. Tasavvufta; a) Allah'a yaklaşmak veya bir dileğin kabul edilmesini veya bir musîbetin defedilmesini sağlamak için ermişlerin türbelerine gidip onların ruhlarında ve yatırlardan meded ummak. Tasavvufî anlamda vesîle ve tevessül budur.

Vesvese: Şeytanın meydana getirdiği iç karışıklığı, iç üzüntüsü, vehim, kuruntu, şüphe, tereddüt.

Volkan (Volcanus): Eski Roma’da ateş-tanrı. Eski bir Etrüsk tanrısıdır. Bu tanrı adına Volcanalia adı verilen bayram yapılır. Bu bayramda insanları korusunlar diye ateşe hayvanlar atılırmış.

Yahova: Kitab-ı Mukaddes’in ilk bölümü olan Ahd-i Atik’de Tanrı için kullanılan bir lafızdır. Yahudilerin kendi Tanrılarına verdikleri addır. Yehova veya Yahve biçiminde de yazılıp söylenir. Elohim lafzı da yine benzer şekilde kullanılır. Yalnız Yahova, yahudi ırkının özel tanrısı olup, başkalarının tanrısı değildir.

Yahova şâhitleri: Yahova/Yahve (Tanrı)’nın şâhitleri anlamında olan bu tâbir, hıristiyanlığı kendilerine göre yorumlayan, merkezî, otoriter bir teşkilâta bağlı misyoner grubunun kendilerine verdikleri addır. Yahova şâhitleri, yılbaşında Noel Baba adına yapılan âdetleri kabul etmezler. Yeryüzünü ebedî kabul ederler ve bu anlamda bir kıyamete de inanmazlar. Gayelerini dünya üzerinde gerçekleştirmek dâvâsıyla çok çeşitli dernekler, örgütler kurmuşlar, bu maksatla dergiler, kitaplar, broşürler yayımlamışlar, her çeşit araç ve propaganda yoluyla evden eve dolaşarak faâliyetlerini sürdürmüşlerdir ve hâlâ da bu çalışmalarına devam etmektedirler. Her ülkede, askerliğe karşı çıkarlar. Savaşlara, kan vermeye ve kan nakline karşıdırlar, barışçı ve iyiliksever portre çizmeye çalışırlar.

Yatır: Ermişlerin gömülü olduğuna ve ziyâretçilerine fayda ya da (çarparak) zarar verdiğine itikad edilen mezarlar.

Yediler: Yedi büyük velî, gayb erenlerden yedi ulu ermiş. Bunlara ricâl-i ûlâ da derler. Her nefeste mi’râc yapıp Allah’ın huzûrundan marifet-ilim tahsil ederler. Yediler, yedi abdal denilen Ricâlu’l-gaybden ayrıdır. Pek çok semt, türbe ve mahalle; ismini yedilerden alır.

Yemin: Yemin, kutsal sayılan bir varlığı tanık göstererek verilen sözdür. Her toplum, kendi kutsal saydığı tanrısı, putu veya totemi adına yemin eder(di). Sümerliler suya dokunarak yemin ederlerdi. Yunanlılar da Zeus adına. Özellikle çeşitli silâhlar, demir ve demirci körüğü üzerine and Ortaasya Türkleri arasında yaygınlığını sürdürmüştür. Anadolu Türkleri arasında bıçak, kılıç atlamak en kuvvetli andlar arasında sayılagelmiştir. Çeşitli silâhlar, çoban sopası ve bıçak gibi âletlerin birincide derecede and içmede rol almaları, ilkel toplumlarda bu âletlerin üretim aracı olarak büyük fonksiyon ifa etmeleriyle açıklanır. Bu âletler aynı zamanda koruyucu ve besleyici ruhu temsil eden fetişlerdir. Anda uyulmaması halinde bu fetişler darılır ve bozana zarar verir inancı vardır. İslâmiyet'ten sonra Türkler, yer yer bu geleneklerini sürdürürken, Mushaf/Kur'an üzerine and içildiği veya Kitab'a el basıldığı da görülmeye başlanmıştır. Sonra, ekmek üzerine de and içmek önem kazandı. Sevilen, değer verilen kişiler üzerine and içme, eski Türklerden bu güne kadar yaygın bir uygulamadır. Fetişizmden dolayı, kendisi üzerine and içilen/yemin edilen tabu veya putun, eğer yemine sâdık kalınmazsa çarpacağı, zarar vereceği anlayışının hâlâ sürdüğü görülmektedir. Halkın, "Kur'an çarpsın!", "ekmek çarpsın!", "iki gözüm önüme aksın!", veya "çocuğumun başı üzerine", "anamın ölüsünü öpeyim" gibi bedduâ/ilenç karışımı and içmeleri, bu anlayışın uzantısıdır. "Yemin etsem başım ağrımaz" deyimi de, yine, yalan yeminin musîbete sebep olacağı anlayışı ile ilgilidir. (Bak. And ve Andiçme)

Yer altı Dünyası: Birçok câhilî dinsel gelenekte yer altı dünyası bir çeşit cehennem olarak görülür. Eski Yunan mitolojisine göre buraya Hades ve Persephone hükmederdi ve orada beş yer altı nehri bulunurdu. Kişiler öldükten sonra bu dünyada ruhlara Hermes kılavuzluk ederdi. Burada ruhlar yargılanır ve suçlular ceza çekerdi. Bu âlemin en alt tabakası Tartarus’du.

Yer-Su: Eski Türklerde, doğa kültü çerçevesinde dağ, nehir, orman ve benzeri tabiat varlıkların kutsal görülmesi. Şamanlık inancında Yer-Su, Yeryüzünde insanlarla birlikte yaşayan iyilikçi ruhlara denirdi.

Yıldıznâme: Yıldızların hareketleri ile insanların kaderi arasında olduğu varsayılan ilişkileri konu edinen ve bunlardan ahkâm çıkaran kitap, astroloji.

Zıllullah: Tanrı’nın gölgesi. Tasavvufta; vâhidiyet mertebesini kendi gerçeği haline getiren insan-ı kâmil. Bu kültürün etkisiyle olacak, eskiden sultanlara/padişahlara “zıllullahi fi’l-arz (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi)” denilirdi.

Ziyâret: Mübârek ve kudsal olduğuna inanılan ermişlere ait kabir ve türbelerin ziyâret edilmesi; Buralarda duâ ve İbâdet edilmesi, kurban kesilmesi. Ziyâret edilen yere ziyâretgâh (mezar) denir.

 

“Beşerin böyle dalâletleri var; Putunu kendi yapar, kendi tapar!”

Ne mutlu, Allah’tan başkasının önünde eğilmeyip sadece O’na secde ederek ibâdet edenlere ve her yaptıkları eylemi Allah’a ibâdet ölçüsünde yapanlara! Yazıklar olsun, kula kulluk yapan kullara ve tâğutlara, putlara, ya da hevâ ve heveslerine tapanlara!

Mahmut Kaçar’a ve İbrâhim (a.s.)’in izinden giden tüm put düşmanlarına selâm olsun!

 

 

 

Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, Şafak Y. s. 132-138

Eymen ed-Dımaşkî, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 206-209

Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 295-299

Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 339-340

Geniş bilgi için bk. Muhammed Kutub, Tevhid, Risale Y.

Zekeriya Pak, Kur'an'da Kulluk, s. 196-202

Hüseyin K. Ece, A.g.e. s. 427-428

Hüseyin K. Ece, A.g.e., s. 635-639

A.g.e., s. 640-641

A. Saim Kılavuz, İman Küfür Sınırı, Marifet Y. s. 160-165

İsmail Kaya, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 126-130

Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 674-676

Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 397-399

Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 246-247

Mustafa Armağan, Gelenek, Ağaç Y. s. 19

Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 98-99

Abdurrahman Kasapoğlu, Kur'an'da İman Psikolojisi, s. 202-211

Abdurrahman Çobanoğlu, İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, s. 47-52

Abdurrahman Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, s. 49-52

A. Dilipak, a.g.e. s. 52-62

Yavuz Bülent Bakiler, İslâmiyat cilt 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000

A.g.e., s. 264-266

Muhammed Kutub, Lâ İlâhe İllâllah, Ravza Y., s. 109

Mevdudi, Kur'an'a Göre Dört Terim, İdeal Kitaplar Y., s. 66 ve 84

Mehmet Kubat, a.g.e. s. 138

A.g.e., s. 132

İsmail Karagöz, Kur'an'da İbâdet Kavramı, Şule Y. s. 78

Suat Yıldırım, Kur'an'da Ulûhiyyet, s. 365

A.g.e. s. 366

Fahreddin Râzi, Mefatihu'l Gayb (Tefsir-i Kebir), c. 2, s. 134

A.g.e., s. 136-137

Suat Yıldırım, a.g.e., s. 367

Orhan Hançerlioğlu, İnanç Sözlüğü, Remzi Kitabevi, s. 214

Bektaşi Menakıbnamelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, s. 30

A. g. e. s. 32

İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Akçağ Y. s. 165

Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, c. 3, s. 179 vd.

Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, c. 7, s. 5208

A. g. e. c. 1, s. 5207

Muhammed Kutub, İslâm'da Ferd ve Cemiyet, s. 305

Orhan Hançerlioğlu, İnanç Sözlüğü, Remzi Kitabevi, s. 231

Suat Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 363-364

Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s.81-83

A.g.e. c. 17, s. 83-84

Ahmet Güç, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 277-278

Ahmet Güç, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 34-37

Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Denge Y. s. 42-44

Necmettin Şahinler, Tek Başına Bir Ümmet, Beyan Y. s. 93-95

Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 9, s. 87-90

Yıldırım Canoğlu, İbrâhimî Duruş, Umran, sayı: 77, Ocak 2001

M. Hüseyin Fadlullah, Kuram ve Eylem, c. 2, s. 139-141

Harun Yahya, Şirk, s. 90, 92

Kul Sadi Yüksel, Selefin İzinde, s. 215-219

 

 

 

 

Put ve Heykel Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler

PUT ANLAMINDAKİ SANEM KELİMESİNİN ÇOĞULU ESNÂM KELİMESİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 5 Yerde): 6/En’âm, 74; 7/A’râf, 138; 14/İbrâhim, 35; 21/Enbiyâ, 57; 26/Şuarâ, 71.

PUT ANLAMINDAKİ VESEN KELİMESİNİN ÇOĞULU EVSÂN KELİMESİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 3 Yerde): 22/Hacc, 30; 29/Ankebût, 17, 25.

EŞ, BENZER, DENK ANLAMINDAKİ NİDD KELİMESİNİN ÇOĞULU ENDÂD KELİMESİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 6 Yerde): 2/Bakara, 22, 165; 14/İbrâhim, 30; 34/Sebe’, 33; 39/Zümer, 8; 41/Fussılet, 9.

SAHTE İLÂHLAR, RABLER ANLAMINDA ERBÂB KELİMESİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 4 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 64, 80; 9/Tevbe, 31; 12/Yûsuf, 39.

PUTLAR, ALLAH’TAN BAŞKA BÜTÜN MÂBUDLAR, ŞEYTANLAR, AZGIN YÖNETİCİLER VE ZÂLİM YÖNETİMLER ANLAMINDAKİ TÂĞUT KELİMESİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 8 Yerde): 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 5/Mâide, 60; 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17.

HEYKEL ANLAMINDAKİ TİMSÂL KELİMESİNİN ÇOĞULU TEMÂSÎL KELİMESİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 2 Yerde): 21/Enbiyâ, 52; 34/Sebe’, 13.

RESİM, ŞEKİL VE GÖRÜNTÜ ANLAMINDAKİ SÛRET KELİMESİ VE ÇOĞULUNUN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 3 Yerde): 40/Mü’min, 64; 64/Teğâbün, 3; 82/İnfitâr, 8.

TASVİR ETMEK, SÛRET VERMEK, ŞEKİLLENDİRMEK ANLAMINDAKİ TASVÎR KELİMESİNİN FİİL KALIPLARININ GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 4 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 6; 7/A’râf, 11; 40/Mü’min, 64; 64/Teğâbün, 3.

I- ESMÂÜ’L-HÜSNÂ’DAN EL-MUSAVVİR KELİMESİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİME: 59/Haşr, 24.

İ- PUT KONUSUYLA İLGİLİ ÂYET-İ KERİMELER

a- Putlar, Kıyâmet Günü Kendilerine Uyanlardan Uzaklaşacaklardır: 2/Bakara, 166; 6/En’âm, 22-24, 94; 7/A’râf, 37, 53; 10/Yûnus, 28-30; 11/Hûd, 21; 18/Kehf, 52; 19/Meryem, 81-82; 28/Kasas, 64, 75; 35/Fâtır, 14; 38/Sâd, 59-61; 41/Fussılet, 48; 46/Ahkaf, 6.

b- Putlar, Hiç Kimseye Zarar ve Fayda Veremezler: 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 40, 41, 46, 71; 7/A’râf, 192-198; 10/Yûnus, 18, 106; 13/Ra’d, 14, 16; 17/İsrâ, 56-57; 20/Tâhâ, 88-89; 22/Hacc, 11-13; 25/Furkan, 55; 34/Sebe’, 22; 36/Yâsin, 74-75; 39/Zümer, 38.

c- Putlar, Hiçbir Şey Yaratamazlar: 7/A’râf, 191-192; 10/Yûnus, 34; 13/Ra’d, 33; 16/Nahl, 20; 21/Enbiyâ, 21; 25/Furkan, 3; 27/Neml, 60-64; 30/Rûm, 40; 31/Lokman, 11; 35/Fâtır, 40; 46/Ahkaf, 4.

d- Putlar Şefaat Edemezler: 10/Yûnus, 3, 18; 30/Rûm, 12-13; 34/Sebe’, 23; 39/Zümer, 43-44; 43/Zuhruf, 86; 53/Necm, 24.

e- Putlar Cehennem Odunudurlar: 21/Enbiyâ, 98-100.

f- Putlar Bâtıldır: 22/Hacc, 62; 28/Kasas, 74; 53/Necm, 23.

g- Putların Misali: 22/Hacc, 73.

h- Putlar Rızık Veremezler: 29/Ankebût, 17.

i- Putlar Kendilerine Tapanlardan Habersizdirler: 46/Ahkaf, 5.

j- Lât, Uzza, Menât Putları: 53/Necm, 19-20.

k- Kendisine Tapılan Putların Rabbi de Allah’tır: 53/Necm, 49.

l- Putların Kendilerine Bile Faydaları Dokunmaz: 7/A’râf, 197-198; 10/Yûnus, 35; 21/Enbiyâ, 43; 25/Furkan, 3.

m- Putlar, Yapılan Duâlara Cevap Veremezler: 13/Ra’d, 14; 27/Neml, 62; 34/Sebe’, 22; 35/Fâtır, 14.

n- Put İle Allah’ın Misali: 13/Ra’d, 16, 33; 16/Nahl, 17, 75-76; 22/Hacc, 62; 27/Neml, 59-64; 40/Mü’min, 20.

n- Putlar, Diri Değil Ölüdürler: 16/Nahl, 21.

o- Putlar, Hiçbir Şeye Sahip Değildirler: 16/Nahl, 73; 35/Fâtır, 13; 53/Necm, 19-20.

J- PUTLARA TAPMAK

a- Putlara Tapmak Haramdır: 5/Mâide, 90; 17/İsrâ, 29, 39.

b- Putlara Sövmekten Sakınmak: 6/En’âm, 108.

c- Putlara Tapanlar Gerçekte Ona Tâbi Olmuyorlar: 10/Yûnus, 66; 28/Kasas, 62-63; 39/Zümer, 3.

d- Putlara Tapmaktan Sakınmak: 17/İsrâ, 22; 22/Hacc, 30; 25/Furkan, 68; 42/Şûrâ, 9.

K- PUTLARIN VE KÜFÜR ÖNCÜLERİNİN CEZALARI

Kıyâmet Günü Putların Durumu: 25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74; 37/Saffât, 22-34.

Putlar, Müşrikler Tarafından İnkâr Edilecektir: 30/Rûm, 13.

L- PUTLARIN VE KÜFÜR ÖNCÜLERİNİN CEZALARI

Kıyâmet Günü Putların Durumu: 25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74; 37/Saffât, 22-34.

Putlar, Müşrikler Tarafından İnkâr Edilecektir: 30/Rûm, 13.

M- ENDÂD EDİNMEK

Başkasını Allah'a Endâd/Denk Tutmak: 2/Bakara, 22, 165; İbrâhim, 30; Sebe', 33; Zümer, 8; Fussılet9.

N- İLÂH KELİMESİNİN GEÇTİĞİ ÂYETLER (TOPLAM 147 YERDE): 2/Bakara, 133, 133, 133, 163, 163, 163, 255; 3/Âl-i İmrân, 2, 6, 18, 62; 4/Nisâ, 87, 171; 5/Mâide, 73, 73, 116; 6/En’âm, 19, 19, 46, 74, 102, 106; 7/A’râf, 59, 65, 73, 85, 127, 138, 138, 140, 158; 9/Tevbe, 31, 31, 129; 10/Yûnus, 90, 11/Hûd, 14, 50, 53, 54, 61, 84, 101; 13/Ra’d, 30, 14/İbrâhim, 52; 15/Hicr, 96; 16/Nahl, 2, 22, 22, 51, 51; 17/İsrâ, 22, 39, 42; 18/Kehf, 14, 15, 110, 110; 19/Meryem, 46, 81; 20/Tâhâ, 8, 14, 88, 88, 97, 98, 98; 21/Enbiyâ, 21, 22, 24, 25, 29, 36, 43, 59, 62, 68, 87, 99, 108, 108; 22/Hacc, 34, 34; 23/Mü’minûn, 23, 32, 91, 91, 116, 117; 25/Furkan, 3, 42, 43, 68; 26/Şuarâ, 29, 213; 27/Neml, 26, 60, 61, 62, 63, 64; 28/Kasas, 38, 38, 70, 71, 72, 88, 88; 25/Fâtır, 3; 29/Ankebût, 46, 46; 36/Yâsin, 23, 74; 37/Sâffât, 4, 35, 36, 86, 91; 38/Sâd, 5, 5, 6, 65; 39/Zümer, 6, 40/Mü’min, 3, 37, 62, 65; 41/Fussılet, 6, 6; 43/Zuhruf, 45, 58, 84, 84; 44/Duhân, 8; 45/Câsiye, 23; 46/Ahkaf, 22, 28; 47/Muhammed, 19; 50/Kaf, 26; 51/Zâriyât, 51; 52/Tûr, 43; 59/Haşr 22, 23; 64/Teğâbün, 13; 71/Nûh, 23; 73/Müzzemmil, 9; 114/Nâs, 3.

O- ALLAH'TAN BAŞKA İLÂH YOKTUR: 2/Bakara, 163, 255; 3/Âl-i İmrân, 2, 6, 18, 62; 4/Nisâ, 87, 171; 5/Mâide, 73; 6/En'âm, 19, 102, 106; 14/İbrâhim, 52; 16/Nahl, 22, 51; 20/Tâhâ, 8, 14; 22/Hacc, 34; 23/Mü'minûn, 116; 27/Neml, 26; 28/Kasas, 70, 88; 37/Sâffât, 4.

Ö- TEVHİD (TEK İLÂH İNANCI), İNSANLIĞIN ASLÎ İTİKADI VE TÜM PEYGAMBERLERİN ÇAĞLAR BOYU TEBLİĞ EDİP CANLANDIRMAYA ÇALIŞTIĞI HUSUSTUR: 2/Bakara, 133; 7/A'râf, 59, 65, 73, 85, 158; 9/Tevbe, 129; 11/Hûd, 50, 61, 84; 16/Nahl, 2; 18/Kehf, 110; 21/Enbiyâ, 25, 108; 23/Mü'minûn, 23; 41/Fussılet, 6.

P- TEVHİD DİNİ:

a- Tevhid Dini İslâm'dır: 6/En'âm, 161; 10/Yûnus, 105; 21/Enbiyâ, 92; 30/Rûm, 30; 39/Zümer, 3, 11.

b- Bütün İlâhî Dinler (in Aslı ki, İslâm'dır/Teslimiyettir) Tevhide Dayanır: 6/En'âm, 90; 21/Enbiyâ, 92; 23/Mü'minûn, 51-52; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf, 45; 87/A'lâ, 14-15, 18-19.

c- Tevhidden Başka Her Şey Bâtıldır: 10/Yûnus, 32; 22/Hacc, 31; 41/Fussılet, 6.

d- İbrâhim (a.s.)'in Tevhidî Kimliği ve Allah'a Teslimiyeti: 2/Bakara, 128, 131-32; 16/Nahl, 120; 19/Meryem, 100-107.

R- TEVHİD KELİMESİ:

a- Tevhid Kelimesi Yücedir: 9/Tevbe, 40.

b- Tevhid Kelimesinin Örneği: 14/İbrâhim, 24-25.

c- Tevhid Ehli (Muvahhid) ile Müşriğin Örneği: 39/Zümer, 29.

d- Yüce Olan, Yalnız Allah'ın Sözüdür (Tevhiddir): 9/Tevbe, 40.

S- TEVHİDE DÂVET:

a- Muvahhid (Allah'ı Birleyen)ler Olun: 22/Hacc, 31; 30/Rûm, 30.

b- Yüzünü Tevhid Dinine Döndür: 10/Yûnus, 105.

c- Allah'ın Yolunu (Tevhid'i) Tâkip Edin, Başka Yolları Tâkip Etmeyin: 6/En'âm, 153

d- Tevhide Dâvet Etmek: 10/Yûnus, 105¸30/Rûm, 30; 42/Şûrâ, 15.

Ş- TEVHİD EHLİNİN AHLÂKI: 39/Zümer, 17-18; 46/Ahkaf, 13-14.

T- HEVÂ VE HEVESİ İLÂHLAŞTIRMAK: 45/Câsiye, 23; 47/Muhammed, 12

U- ŞİRKLE İLGİLİ ÂYET-İ KERİMELER

Allah'a Eş/Şirk Koşmak: 4/Nisâ, 36, 48, 116; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23, 39; 29/Ankebût, 68; 33/Ahzâb, 57.

Şirkin Misali: 30/Rûm, 28.

Şirk Büyük Bir Zulümdür: 31/Lokman, 13.

Hevâ ve Hevesi Putlaştırmak: 45/Câsiye, 23, 47/Muhammed, 12.

Allah'a Çocuk İsnâd Edenler: 18/Kehf, 5, 102; 19/Meryem, 88-92.

Allah'a Eş Koşmak Haramdır: 7/A’râf, 33; 16/Nahl, 74; 22/Hacc, 31.

Putlara Tapmak: 5/Mâide, 76; 23/Mü’minûn, 117; 46/Ahkaf, 5.

Allah, Kendisine Şirk Koşmayı Affetmez: 4/Nisâ, 48, 116.

Şirkten Sakınmak: 26/Şuarâ, 213; 28/Kasas, 88; 30/Rûm, 31; 39/Zümer, 65-66; 40/Mü’min, 66; 41/Fussılet, 37; 51/Zâriyât, 51.

Şirkten Sakınanların Mükâfatı: 47/Muhammed, 15, 36.

Mekke’li Müşriklerin Şirki: 6/En’âm, 100; 30/Rûm, 28-29, 31-32; 34/Sebe’, 41; 43/Zuhruf, 20-21, 57-59.

Ü- MÜŞRİKLER

şrikler, Allah'a Çocuk İsnâd Ettiler:6/En’âm, 100-101; 10/Yûnus, 68-70; 16/Nahl, 57, 62; 17/İsrâ, 40; 19/Meryem, 88-92; 21/Enbiyâ, 26; 22/Hacc, 3-4; 34/Sebe’, 40-42; 37/Saffât, 149-159, 180; 43/Zuhruf, 15-16, 18, 79-82; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.

şrikler, Allah’tan Başkasını Tanrı Edindiler: 2/Bakara, 165; 3/Âl-i İmrân,151; 4/Nisâ, 117; 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 1, 107, 136, 150; 7/A’râf, 191; 10/Yûnus, 18, 66; 11/Hûd, 109; 14/İbrâhim, 30; 15/Hıcr, 95-96; 16/Nahl, 73; 19/Meryem, 81; 22/Hacc, 11-13, 71, 74; 25/Furkan, 3, 55; 36/Yâsin, 74-75; 37/Saffât, 11; 38/Sâd, 5-7; 39/Zümer, 15 45, 67; 40/Mü’min, 10-12; 42/Şûrâ, 9; 52/Tûr, 43.

şrikler, Kötülükleri “Atalarımızdan Devraldık” Diye Savunurlar: 2/Bakara, 170-171; 5/Mâide, 103-104; 7/A’râf, 28; 11/Hûd, 109; 31/Lokman, 21; 37/Saffât, 68-71; 43/Zuhruf, 22-25.

şrikler, Allah’ın Âyetlerini İnkâr Ederler: 6/En’âm, 4-5, 66-67, 105, 110, 124; 8/Enfâl, 31-33, 52; 9/Tevbe, 9; 10/Yûnus, 15; 37/Saffât, 68-71; 38/Sâd, 8.

şrikler, Put Diye Şeytana Taparlar: 4/Nisâ, 117.

şrikler, Hem Kendileri Peygamber’den Uzaklaşırlar, Hem de İnsanları Uzaklaştırmak İsterler: 6/En’âm, 26, 116-117; 21/Enbiyâ,. 2-5; 25/Furkan, 7-9; 31/Lokman, 6-7; 34/Sebe’, 43-44; 38/Sâd, 8, 50/Kaf, 1-2, 5; 54/Kamer, 3; 68/Kalem, 46-48, 51.

şrikler, Öldükten Sonra Dirilmeyi İnkâr Ederler: 6/En’âm, 29-30, 134; 11/Hûd, 19, 25/Furkan, 11, 32/Secde, 10-11, 36/Yâsin, 78-79; 37/Saffât, 16-21; 41/Fussılet, 7; 44/Duhân, 9-10 34-36; 45/Câsiye, 24-26; 50/Kaf, 2-4; 51/Zâriyât, 12-14; 64/Teğâbün, 7.

şrikler, Peygamberlerden İnanmayacakları Mûcizeler İsterler: 6/En’âm, 37, 57-58, 109-111, 158; 10/Yûnus, 20, 46; 11/Hûd, 12; 13/Ra’d, 6-7, 27, 40; 15/Hıcr, 6-8; 17/İsrâ, 59, 90-93; 20/Tâhâ, 133-135; 21/Enbiyâ, 5, 37-39; 25/Furkan, 7-8; 29/Ankebût, 50-51, 53-54; 32/Secde, 28-29; 37/Saffât, 176-177; 45/Câsiye, 25; 70/Meâric, 1-3, 5-7; 74/Müddessir, 52-53.

şrikler İman Etmezler: 7/A’râf, 192-193; 10/Yûnus, 42-43; 25/Furkan, 9; 36/Yâsin, 7-10; 41/Fussılet, 4, 14; 43/Zuhruf, 40, 88; 68/Kalem, 42-43; 109/Kâfirûn, 1-6.

şrikler, Putları Şefaatçi Kabul Ederler: 10/Yûnus, 18; 13/Ra’d, 14; 16/Nahl, 55; 19/Meryem, 81-82; 39/Zümer, 3, 43-44.

şriklerin Şirki: 6/En’âm, 100; 30/Rûm, 28-29, 31-32; 34/Sebe’, 41; 43/Zuhruf, 20-21, 57-59.

şriklerin Peygamberimiz’e İftiraları: 21/Enbiyâ, 5-6; 25/Furkan, 4-5; 34/Sebe’, 43, 46; 38/Sa’d, 4; 44/Duhân, 14; 46/Ahkaf, 8-9; 51/Zâriyât, 8-11;52/Tûr, 29-30, 32-33; 68/Kalem, 1-2, 5-6, 51.

şrikler, Peygamberimiz’le ve Mûcizelerle Alay Ederler: 21/Enbiyâ, 36; 25/Furkan, 7-9, 41-43; 37/Saffât, 11-12, 14-15, 35-36; 40/Mü’min, 83; 43/Zuhruf, 31-32, 57-58; 54/Kamer, 2; 70/Meâric, 1-2, 36-39.

şrikler, Kur’an’ı Dinlerler ve “Eskilerin Masallarından İbaret” Derler; Kur’an’la Alay Ederler ve O’nu Yalanlarlar: 6/En’âm, 25; 10/Yûnus, 42-43; 17/İsrâ, 47-48; 21/Enbiyâ, 5; 25/Furkan, 4-6; 34/Sebe’, 43; 37/Saffât, 167-170; 38/Sa’d, 7; 43/Zuhruf, 30-31; 46/Ahkaf, 7, 11; 50/Kaf, 5; 52/Tûr, 33; 53, Necm, 59-61; 68/Kalem, 15; 74/Müddessir, 11-26; 83/Mutaffifîn, 13.

şrikler, Meleklere Cinsiyet Yakıştırırlar: 43/Zuhruf, 19; 53/Necm, 27-28.

şriklerin Akıllarına Hitap Ederek İman Etmelerini İsteyen Âyet-i Kerimeler: 30/Rûm, 8-9; 36/Yâsin, 66-73; 40/Mü’min, 13; 50/Kaf, 6-7; 52/Tûr, 35-43; 53/Necm, 62; 67/Mülk, 19-24, 28, 30; 80/Abese, 17-32; 82/İnfitâr, 6-9; 88/Ğâşiye, 17-21; 106/Kureyş, 1-4.

Mekke Müşriklerinin İslâm’a ve Peygamberimiz’e Karşı Yürüttükleri Haksız Mücâdele: 2/Bakara, 118, 139; 170; 3/Âl-i İmrân, 7, 10, 135, 165; 8/Enfâl,30, 47; 9/Tevbe, 13, 32; 10/Yûnus, 2, 15-16; 38-39, 49, 51, 53, 57, 59, 104, 108; 11/Hûd, 7-8, 12, 14; 13/Ra’d, 5-7, 16, 27, 30-31, 43; 14/İbrâhim, 28, 46; 15/Hıcr, 3, 85, 90-91; 16/Nahl, 1, 44-45, 83, 101-102, 125; 17/İsrâ, 46, 50-51; 56-57, 73, 76, 90, 93; 18/Kehf, 55, 58; 19/Meryem, 77, 80-82; 20/Tâhâ, 133-135; 21/Enbiyâ, 34, 36, 41, 46, 109, 111; 22/Hacc, 15, 19, 25, 47, 49, 68-69; 23/Mü’minûn, 56, 63-96, 109-110; 25/Furkan, 3-9, 21-22, 27, 29, 32, 40, 44, 52; 26/Şuarâ, 4-8 192 197, 208, 212, 214; 28/Kasas, 46-51, 57; 29/Ankebût, 12-13, 50-51, 53-54, 61, 63, 67; 30/Rûm, 6, 10, 28, 33, 43-46, 50-54; 35/Fâtır, 4, 5, 37, 42-43; 36/Yâsin, 6, 11, 69-70, 74-76; 37/Saffât, 11, 13, 34, 36, 38, 40, 50, 61, 149, 158, 167, 170, 176, 179; 38/Sa’d, 8-11, 15-16; 39/Zümer, 36, 38-40, 64; 40/Mü’min, 6, 10, 12, 56, 69, 77; 41/Fussılet, 5, 13-f4, 26, 29, 33, 38, 40, 53, 54; 42/Şûrâ, 13, 15, 24, 47, 54; 43/Zuhruf, 24-25, 29-31, 79-80; 44/Duhân, 10, 16, 34, 37; 46/Ahkaf, 9; 47/Muhammed, 1-3, 8, 10, 14, 32; 48/Fetih, 25-26, 50/Kaf, 12, 14, 22, 36-37, 45; 51/Zâriyât, 14, 53-54, 59-60; 52/Tûr, 15-16, 30, 47; 53/Necm, 19, 26, 33, 37, 59,61; 62/Cum’a, 2; 67/Mülk, 9, 11, 13, 18, 25, 30; 68/Kalem, 42-43, 46-47, 51; 69/Hakka, 43-44, 49-50; 73/Müzzemmil, 15; 74/Müddessir, 11, 49; 75/Kıyâme, 31; 76/İnsan, 27; 77/Mürselât, 7, 16; 78/Nebe’, 1; 83/Mutaffifîn, 13, 16; 86/Târık, 17; 96/Alak, 19; 102/Tekâsür, 1-8; 106/Kureyş, 1-4; 107/Mâûn, 1-3; 108/Kevser, 1-3; 109/Kâfirûr, 1-6; 111/Leheb, 1-5.

ŞRİKLERİN BAZI ÖZELLİKLERİ

şrikler Nankördür: 6/En’âm, 63-64; 10/Yûnus, 12, 21-23; 16/Nahl, 53-55, 83; 21/Enbiyâ, 46; 29/Ankebût, 65-67; 30/Rûm, 33-35; 31/Lokman, 32; 37/Saffât, 11; 39/Zümer, 8; 43/Zuhruf, 9, 15, 87; 80/Abese, 17-23; 100/Âdiyât, 1-11; 106/Kureyş, 1-4.

şrikler, Kız Çocuklarını Öldürüyorlardı: 6/En’âm, 137, 140; 16/Nahl, 57-59; 42/Şûrâ, 17; 81/Tekvîr, 8-9.

şrikler, Helâlı Haram; Haramı Helâl Yaparlar: 6/En’âm, 136-140, 143-145, 148-151; 10/Yûnus, 15, 59-60; 16/Nahl, 35.

şrikler, Kadınlara Değer Vermezler: 6/En’âm, 139; 16/Nahl, 58-59; 42/Şûrâ, 17; 43/Zuhruf, 17; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.

şrikler, Allah’a İftira Ederler: 6/En’âm, 138-139, 143-144,

şrikler, Çocuklarına Putlarının Adını Verirler: 7/A’râf, 190-191.

şrikler, Antlaşmalarını Bozarlar: 9/Tevbe, 1-4, 7-10, 12-13.

şrikler Necistir: 9/Tevbe, 28.

şriklerin Misali: 13/Ra’d, 14; 22/Hacc, 31; 25/Furkan, 44; 29/Ankebût, 41-43.

şrikler, Mü’minlerle Alay Ederler: 23/Mü’minûn, 109-111; 38/Sâd, 62-63; 67/Mülk, 25-29; 83/Mutaffifîn, 29-36.

şrikler, Dünya Nimetleriyle Övünürler: 13/Ra’d, 26; 23/Mü’minûn, 54-56, 101; 43/Zuhruf, 32; 53/Necm, 29-30; 68/Kalem, 14, 16-41.

şrikler, Fakirlere Vermekten Kaçarlar: 41/Fussılet, 7; 68/Kalem, 17-33, 36-40; 107/Mâûn, 1-3.

şrikler, Yetimlere Zulm Ederler: 107/Mâûn, 1-2.

Mekke Müşrikleri, Kâbe’yi Çıplak Tavaf Ederlerdi: 8/Enfâl, 35.

Mekke Müşrikleri, Kâbe’yi Tavaftan Men Ederlerdi: 8/Enfâl, 34-35.

Y- PUTPEREST VE MÜŞRİKLERİN CEZÂLARI

şrikler, Putlardan Fayda Görmeyecekler: 2/Bakara, 166; 6/En’âm, 22-24, 94; 7/A’râf, 37, 53, 194-198; 10/Yûnus, 28; 25/Furkan, 17-19; 26/Şuarâ, 96-103; 38/Sâd, 59-60; 45/Câsiye, 10.

şrikler, Azâbı Görünce Tekrar Dünyaya Dönmek İsteyecekler: 2/Bakara, 167; 6/En’âm, 27-28; 7/A’râf, 53; 23/Mü’minûn, 99-100, 107-108; 26/Şuarâ, 94-102; 32/Secde, 12; 35/Fâtır, 37; 39/Zümer, 56-59.

Kıyâmet Günü Müşriklerin Durumu: 3/Âl-i İmrân, 151; 4/Nisâ, 120-121; 6/En’âm, 22-24, 30; 9/Tevbe, 17; 10/Yûnus, 28-30; 11/Hûd, 20, 22; 12/Yûsuf, 107; 13/Ra’d, 34; 15/Hıcr, 95-96; 16/Nahl, 86-87; 18/Kehf, 52-53; 23/Mü’minûn, 99-108, 112-115; 25/Furkan, 11-14; 26/Şuarâ, 91-103; 28/Kasas, 62-67, 74; 29/Ankebût, 54-55; 30/Rûm, 12-13; 34/Sebe’, 31-33; 37/Saffât, 19-34, 38-39; 38/Sâd, 55-64; 39/Zümer, 15-16, 60; 40/Mü’min, 71-76, 84-85; 41/Fussılet, 6, 47; 43/Zuhruf, 36-39; 50/Kaf, 22-30; 68/Kalem, 42-43; 70/Meâric, 42-44; 73/Müzzemmil, 11-13; 98/Beyyine, 6.

şriklerin Tevbesi: 9/Tevbe, 3, 11; 25/Furkan, 70; 28/Kasas, 67.

şriklerin Yaptıkları İyilikler Boşa Gider: 9/Tevbe, 17; 39/Zümer, 65.

Mekke Müşriklerinin Azapla Korkutulmaları: 16/Nahl, 45; 18/Kehf, 55, 58; 19/Meryem, 77-82; 20/Tâhâ, 134-135; 21/Enbiyâ, 41, 46, 109, 111; 22/Hacc, 19, 25, 49, 69; 40/Mü’min, 77; 41/Fussılet, 13; 43/Zuhruf, 41-42; 44/Duhân, 9-16, 36, 59; 50/Kaf, 12-14, 36; 51/Zâriyât, 59-60; 52/Tûr, 31 42, 44-47; 54/Kamer, 4-5, 43-48, 51; 67/Mülk, 16-18; 68/Kalem, 16-41. 44; 70/Meâric, 40-41; 72/Cin, 24; 73/Müzzemmil, 11, 15-17; 77/Mürselât, 16-18; 85/Bürûc, 17-20; 86/Târık, 17; 88/Ğâşiye, 23-24.

şriklerin Malları ve Evlâtları, Kendilerine Fayda Vermez: 3/Âl-i İmrân, 10, 91, 116; 5/Mâide, 36; 6/En’âm, 70; 7/A’râf, 48; 13/Ra’d, 18; 19/Meryem, 77-80; 45/Câsiye, 10; 58/Mücâdele, 17; 69/Hakka, 25-29; 92/Leyl, 8-11; 104/Hümeze, 2-6; 111/Leheb, 1-3.

şrikler, Azaptan Kurtulmak İçin Her Şeylerini Fedâ Etmek İsteyecekler: 70/Meâric, 11-18.

şriklere Verilen Mühlet (Süre): 18/Kehf, 58-59; 29/Ankebût, 53; 39/Zümer, 8; 68/Kalem, 44-45; 70/Meâric, 42-43; 73/Müzzemmil, 11.

şriklerin Kâbe’ye Hizmet Hakları Yoktur: 9/Tevbe, 17-19, 28.

Z- MÜŞRİK-MÜ’MİN İLİŞKİSİ

şriklerin Dostluğu Yoktur: 2/Bakara, 105; 5/Mâide, 82; 6/En’âm, 106; 9/Tevbe, 7-8, 10, 12; 17/İsrâ, 73-75; 28/Kasas, 87; 60/Mümtehine, 1-2, 6-9.

şrikler, Mü’minleri Ateşe Çağırırlar: 2/Bakara, 221; 17/isrâ, 73-75; 29/Ankebût, 12-13.

şriklerden Yüz Çevirmek: 6/En’âm, 106, 150; 10/Yûnus, 41; 15/Hıcr, 94; 28/Kasas, 87; 32/Secde, 30; 37/Saffât, 173-174, 178-180; 43/Zuhruf, 83, 89; 45/Câsiye, 18; 51/Zâriyât, 54; 53/Necm, 29; 54/Kamer, 6; 68/Kalem, 8; 73/Müzzemmil, 10.

şriklerden Korkulmaz: 9/Tevbe, 13-14; 10/Yûnus, 65; 15/Hıcr, 94; 22/Hacc, 38; 37/Saffât, 171-175.

şrikler İçin İstiğfâr Edilmez: 9/Tevbe, 113-115.

şrikle Mü’min Karşılaştırması: 47/Muhammed, 15; 67/Mülk, 22.

şrikler, Mü’minlere Zarar Veremezler: 37/Saffât, 160-163; 52/Tûr, 42.

şriklere Savaşta Yapılacak İşlem: 9/Tevbe, 5-6, 11-12.

 

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

1. Kur’an’da Ulûhiyyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y.

2. Kitabu’l-Esnâm, İbn Kelbî, Tevhid Y.

3. Putlar Kitabı (Kitabu’l-Esnâm), Terc. Beyza Düşüngen, Ank. Ü. İlâhiyat F. Y.

4. Cahiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Ali Osman Ateş, Beyan Y.

5. İslâm’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Hicaz Bölgesi, Ali Çelik, Beyan Y.

6. Şirk Psikolojisi, Hamdi Kalyoncu, Marifet Y.

7. Eski Türk Dini, İbrahim Kafesoğlu, Kültür Bakanlığı Y.

8. Türk Bozkır Kültürü, İbrahim Kafesoğlu

9. Eski Türk Dini, İbrâhim Kafesoğlu, Kültür Bakanlığı Y.

10. Tarihte ve Bugün Şamanizm, Abdülkadir İnan, Türk Tarih Kurumu Y.

11. Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkabeleri, A. Yaşar Ocak, Kültür ve Turizm Bak. Y.

12. Bektaşi Menâkıbnâmelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, Ahmet Yaşar Ocak, Enderun Kitabevi Y.

13. Türk İslâm Efsaneleri, M. Necati Sepetçioğlu, Yağmur Y.

14. Türk Destanları, M. Necati Sepetçioğlu, Toker Y.

15. Türk Mitolojisi, Bahaeddin Ögel, 1-2, M.E.B. Devlet Kitapları Y. Bin Temel Eser

16. Ortadoğu Mitolojisi, S. H. Hooke, İmge Kitabevi Y.

17. Ortadoğu Mitolojisi, S. H. Hooke, çev. Alâeddin Şenel, İmge Kitabevi, Ank. 1991

18. Türk Mitolojisi, I-II, Bahaeddin Ögel, Devlet Kitapları, MEB Y. 1000 Temel Eser, No: 51, 52, İst. 1971

19. Türk Kültürünün Gelişme Çağları I-II, Bahaeddin Ögel, Devlet Kitapları, MEB Y. 1000 Temel Eser, No: 49, 50, İst. 1971

20. Türk Kültür Tarihine Giriş I-II, Bahaeddin Ögel, Kültür Bakanlığı Y. Ank. 1978

21. Kültür Değişmeleri, Mümtaz Turhan, Devlet Kitapları, MEB Y. 1000 Temel Eser, No: 10, İst. 1969

22. Eski Türk Dini, İbrâhim Kafesoğlu, Kültür Bakanlığı Y. Ank. 1980

23. Türk İslâm Efsaneleri, M. Necati Sepetçioğlu, Yağmur Y., İst. 1973

24. Türk Destanları, M. Necati Sepetçioğlu, Toker Y., 2. baskı İst. 1976

25. İslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Bahaeddin Ögel, T. Tarih Kurumu Y.

26. Türk Mitolojisi, Bahaeddin Ögel, I-II,

27. İslâmlıktan Önce Türklerde Tenk Tanrı İnancı, Hikmet Tanyu

28. Türklerde Taşla İlgili İnançlar, Hikmet Tanyu, Kültür Bakanlığı Y.

29. Anadolu İnançları, İsmet Zeki Eyüboğlu, Geçit Kitabevi

30. Doğu Anadolu’da Eski Türk İnançlarının İzleri, Yaşar Kalafat, Türk Tarih Kurumu Y.

31. Hurafeler ve Menşeleri, Abdülkadir İnan, D.İ.B. Y.

32. Manas Destanı, Trc. Abdülkadir İnan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Y. 611

33. Kâbe ve Mekke Tarihi (Ahbâru Mekke), Ebu’l-Velid Muhammed Ezrakî, Terc. Yunus Vehbi Yavuz, Çağrı Y.

34. Edyânu’l-Arab fi’l-Câhiliye, Numan el-Cârim Muhammed, Mısır, 1341/1923

35. Eymânu’l-Arab fi’l-Câhiliyye, Ebû İshak İbrahim bin Abdillah Necîrâmî, Mısır 1382

36. İslâm’da Resim ve Heykelin Yeri, Osman Şekerci, Çanakkale Seramik Fabrikaları Kültür ve Araştırma Hizmetleri Y.

37. Görsel Sanatlar ve İslâm, Heyet, İSAV, İlmî Neşriyat

38. İslâm’da Sanat Resim ve Mimarî, Nusret Çam, Şahsî Y.

39. İslâm’da Sanat Sanatta İslâm, Nusret Çam, Akçağ Y.

40. Meseleler, Mustafa Sabri Efendi, Sebil Y.

41. Sanat Bilinci, Ahmed Kalkan, Denge Y.

42. Kur’an’da Allah ve İnsan, Toshihiko İzutsu, Terc. Süleyman Ateş, Kevser Y.

43. Dinler Tarihi, Ahmet Kahraman

44. Risâle-i Nur’dan Vecizeler, s. 463

45. Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sâbunî, Şamil Y.

46. İslâm’a İtirazlar ve Kur’ân-ı Kerim’den Cevaplar, Kevser Y.

47. Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, (Târihu’l-Ümem ve’l-Mülûk) Taberî, Trc. Zâkir K. Ugan, Ahmet Temir, M.E.B. Y.

48. Sosyoloji Açısından Din, Yümni Sezen

49. Genel Sosyoloji, Âmiran Kurtkan

50. İslâm Medeniyeti Tarihi, Corci Zeydan, Terc. M. Z. Megamiz, I-V,

51. İslâm Öncesi Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, Neşet Çağatay

52. İnsan ve Kültür, Bozkurt Güvenç

53. Siyasi ve Kültürel İslâm Tarihi, P.K. Hitti, I-IV

54. Lisânu’l-Arab, I-15, İbn Manzur, Beyrut

55. İslâm İnançları Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kitabevi

56. İnanç Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kitabevi

57. Din ve İnanç Sözlüğü, Şinasi Gündüz, Vadi Y.

58. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Mehmet Zeki Pakalın, I-III; M.E.B. Devlet Kitapları

59. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 2, s. 471-501; c. 22, s. 64

60. Şâmil İslâm Ansiklopedisi (Cengiz Yağcı), c. 1, s. 112-123; c. 3, s. 127-129; c. 6, 211-213 (A. Özalp)

61. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 20, s. 403-545

62. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 145-148, 486-488

63. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 295-299, 427-428, 717-724

64. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 99-120

65. Kur’an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. c. 2, s. 130-145

66. Nurdan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c.1, s. 31-34, 52-57

67. Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 15-123

68. 10 . Kur’an’da Allah ve İnsan, Toshihiko İzutsu, Kevser Y. 88-113

69. Ana Konularıyla Kur’an, Fazlur Rahman, Fecr Y. s. 41-66

70. Kur'an'da Mü'minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 11-53

71. Kur’an’ın Ana Konuları, M. Sait Şimşek, Beyan Y. s. 39-63

72. Kur’anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 194-195

73. Bu Böyledir, Kul Sâdi Yüksel, Yenda Y. c. 1, s. 59-137

74. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celâleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 73-111

75. İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.

76. Devlet ve Din, Çetin Özek, Ada Y.

77. Ceza Hukuku ve Demokratik Düzenin Korunmasında Laiklik İlkesi, Çetin Özek, 1978, İstanbul

78. Türk Hukukunda Laikliği Koruyucu Ceza Hükümleri, Çetin Özek, 1961, İstanbul

79. İslâm Dininin Yasak Ettiği Bâtıl İnanışlar, Recep Aktaş, Bahar Y. 3

80. Hurâfeler ve Bâtıl İnanışlar, İsmail Lütfi Çakan, Marifet Y. / Büşra Y.

81. Yaşayan Hurâfeler, Kemalettin Erdil, T. Diyanet Vakfı Y.

82. İslâm’a Sokulan Bid’at ve Hurâfeler, Mustafa Uysal, Uysal Y.

83. Dilek Taşları, Sabiha Ünlü, İnkılâb Y.

84. Kavram ve Mâhiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Ali Çelik, Beyan Y.

85. Dünden Bugüne İbâdetlerde Bid’at, Abdülhay Leknevî, Vahdet Y.

86. İslâm'dan Önce Arap Tarihi ve Câhiliyye Çağı, Ank. Ün. İlâhîyat Fak. Y.?

87. Hurâfeler ve Menşeleri, Abdülkadir İnan, Diyanet İşleri Başkanlığı Y.

88. İslâm Hukukunda Örf ve Âdet, Selâhattin Kıyıcı, İşaret Y.

89. Taklitlerin Çarpışması, Muhammed Kutub,

90. Kur'an ve Hadise Göre Bid'at, Hârun Ünal

91. Sosyal Âdet ve Gelenekler, Nermin Erdentuğ, Kültür Bakanlığı Y.

92. Geleneğin Direnişi, Beşir Ayvazoğlu, Ötüken Neşriyat

93. Geleneğin Dünyası – Yeniliğin Ufukları, Necmettin Türinay, Akçağ Y.

94. Gelenek, Mustafa Armağan, Ağaç Y.

95. Gelenek ve Modernlik Arasında, Mustafa Armağan, İnsan Y.

96. Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları, Hatice Kelpetin Arpaguş, Çamlıca Y.

97. Eski, Yeni ve Ötesi, Orhan Şaik Gökyay, İletişim Y.

98. Eski Türk Dini Tarihi, Abdülkadir İnan, s. 1-4

99. Eski Türk Dini ve Alevilik-Bektaşilik, Mehmet Eröz, Türk Dünyası Araştırma Vakfı Y.

100. Eskiçağ Türkiye Tarihi, Ekrem Memiş, Selçuk Ün. Y,/Öz Eğitim Y.

101. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret/Ferşat Y.

102. İslâm'ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y. s. 54-69

103. Din İstismarı (Özel sayı), İslâmiyât, c. 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000

104. Atalar Dini Üzerine, Mustafa Başbekleyen, Haksöz, sayı:12, Mart 92, s. 6-7

105. Anadolu Örf ve Âdetlerinde Eski Kültürlerin İzleri, A. Ü. İlâhîyat Fak. Sayı 17, Yıl, 1969

106. İslâm Düşüncesinde İnkâr Problemi, İbrâhim Coşkun, Tekin Kitabevi,

107. Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları, Hasan Cirit, Çamlıca Y.

108. Yeryüzü Tanrıları Şirk Pskikolojisi, Hamdi Kalyoncu, Marifet Y.

109. İslâm Kapitalizm Çatışması, Seyyid Kutub, Bir/Arslan Y.

110. Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutub, Fecr/Dünya/Özgün/Pınar Y.

111. İslâm’ın Dünya Görüşü, Seyyid Kutub, Arslan Y.

112. İslâm Toplumuna Doğru, Seyyid Kutub, İslâmoğlu Y.

113. İslâm - Laiklik, Yusuf Kardavi, Denge Y.

114. İslâm, Laiklik ve Kenan Evren, N. Yücel Mutlu, Rehber Y.

115. İslâm ve Laisizm, Nakib Attas, Pınar Y.

116. Laik Düzende İslâm’ı Yaşamak, 1-2, Hayreddin Karaman, İz Y.

117. Laiklik Yargılanıyor, Rauf Pehlivan, Gonca Y.

118. Laik Vahşet, Faruk Köse, Mektup Y.

119. Laiklik Çıkmazı, Ahmed Taşgetiren, Erkam Y.

120. Laiklik Devrini Kapamıştır, İsmail Kazdal, İhya Y.

121. İslâm Açısından Laiklik, Muhammed İslâmoğlu (Sadreddin Yüksel), Özel Y.

122. Laikliğin Neresindeyiz? Safâ Mürsel, Yeni Asya Y.

123. Laik Demokratik Cumhuriyet İlkelerine Bağlı Kalacağıma, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.

124. Laisizm, Abdurrahman Dilipak, Beyan Y.

125. Din ve Laiklik, Ali Fuad Başgil, Yağmur Y.

126. Türkiye’de Laiklik İdeolojisi, Ahmet Parlakışık, Objektif Y.

127. Türkiye’de Laiklik ve Fikir Özgürlüğü, Fehmi Koru, Beyan Y.

128. Müslüman Laik Olamaz, Ali Kemal Saran, Şelale Y.

129. Sosyalizm Bitti Laiklik Alır mıydınız? Yavuz Bahadıroğlu, Nesil Basım Y.

130. Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, Vecih Kevseranî, Denge Y.

131. Medenî Vahşet, Hüsnü Aktaş, Ölçü Y.

132. Çağdaş Truva Atı Demokrasi, İsmail Kazdal, İhya Y.

133. Demokrasi Risalesi, Yaşar Kaplan, Timaş Y.

134. Alaturka Demokrasi ve Alaturka Laiklik, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.

135. Demokrasi ve Totalitarizm, Raymond Aron, Kültür Bakanlığı Y.

136. İzmlerin Çöküşü ve İslâm’ın Yükselişi, M. Emin Gerger, Şelale Y.

137. İslâm Işığında Hareketler ve İdeolojiler, Fethi Yeken, İslâmoğlu Y.

138. Değişim Sürecinde İslâm, J. Esposito, J. Donohue, İnsan Y.

139. İlâhlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.

140. Semboller ve Yorumları, Necmettin Ersoy, Özel Y.

141. İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.

142. Tevhid, Hasan el-Bennâ, Nizam Y.

143. Tevhid, İsmail R. Faruki, İnsan Y.

144. Tevhid, Abdullah bin Abdurrahman, Tevhid Y.

145. Tevhid, 1, 2, Muhammed bin Abdülvahhab, Tevhid Y.

146. Tevhid, Abdülhalık Abdurrahman, Tevhid Y.

147. Tevhid, Abdurrahman bin Hasan, Tevhid Y.

148. Tevhid, Mehmed Zahid Kotku, Seha Neşriyat

149. Tevhid Risalesi, Muhammed Abduh, Fecr Y.

150. Tevhid Risalesi, Mehmet Sürmeli, Mavi Y.

151. Tevhide Giriş, Hâce Muhammed Parsâ, Erkam Y.

152. Tevhidî Görüş, Heyet, Sahra Y.

153. Tevhidî İnanç, Abdurrahman bin Hasan, Gonca Y.

154. Tevhidin Işığında İslâm’ın Anlaşılması, Ali Diko, Meki Y.

155. Tevhid ve Şirk, Sâlih Gürdal, Beyan Y.

156. Tevhid ve Mü’minin Seyir Çizgisi, Mustafa Şehri, Bir Y.

157. Tevhid ve Değişim, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y.

158. Tevhid ve Ledün Risâlesi, İmam Gazâli, Furkan Basım Y.

159. Tevhid Dâveti, Seyyid Kutup, Ravza Y.

160. Tevhidin Hakikatı, Yusuf el-Kardavi, Saff/Özgün Y.

161. Allah’ın Varlığı ve Tevhidin Hakikati, Yusuf el-Kardavi, İhtar Y.

162. Tevhidi Gerçekliğin Işığında, Atasoy Müftüoğlu, Nehir Y.

163. Kelime-i Tevhid Dâvâsı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.

164. Kelime-i Tevhid Risalesi, M. Ali Karahasanoğlu, Yipar Y.

165. Kelime-i Tevhid Kal’ası, Gazali, Özel Y.

166. Kur’an’da Tevhid, Hüseyin Beheşti, Objektif Y.

167. Kur’ân-ı Kerim’de Tevhid Esasları, Muhammed Sâlih Ali Mustafa, Ölçü Y.

168. İşte Tevhid, I-II, Ziyaüddin el-Kudsi, Hak Y.

169. Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Abdullah Özbek, Esra Y.

170. İslâm Akaidinde Tevhid, Hasan el-Benna, Nizam Y.

171. Gençlerle Tevhid Dersleri, Mehmet Göktaş, İstişare Y.

172. 20. Y.Y.da Tevhid ve Şirk, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.

173. Allah Vardır ve Birdir, H. Rahmi Yananlı, Divan Y.

174. Hakikatü’t-Tevhid, B. Said Nursi, Sözler Y.

175. Soruşturma 1, Tevhid Üzerine, Heyet, Sor Y.

176. İslâm Düşüncesinde Tevhid, Mevlüt Özler, Nun Y.

177. Duâ ve Tevhid, İbn Teymiyye, Pınar Y.

178. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff Y.

179. Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi ve Hz. Peygamber, Mevdudi, Pınar Y.

180. Kur’an ve Sünnete Göre Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y. s. 40-50

181. Kurtulan Toplum, Muhammed bin Cemil Zeyno, Saff Y.

182. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y.

183. Kur’ân-ı Kerim’de Tevhid ve Fazileti, Osman Öztürk, Yenda Y.

184. Tevhid, Rasullerin Ortak Çağrısı, Kul Sâdi Yüksel, Yenda Y.

185. Kur’ân-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor, Veli Ulutürk, Nil A.Ş. Y.

186. Kur’an’da Allah ve İnsan, Toshihiko İzutsu, Kevser Y.

187. İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Toshihiko İzutsu, Pınar Y.

188. Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y.

189. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.

190. İslâm İnancında Temel Kavramlar, Taner Cücü, Cumhur Y.

191. Kur'an'da Kulluk, Zekeriya Pak, Kayıhan Y.

192. İbâdet mi, Ayin mi? Mustafa Karataş, Özel Y. Dersaadet Y.

193. Kur'an'da İbâdet Kavramı, İsmail Karagöz, Şule Y.

194. Biz Müslüman mıyız? Muhammed Kutub, Hilâl Y.

195. Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 15-123

196. Allah’a İman ve Altı Esası, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.

197. Akide, Şeriat ve Hayat Yolu Lâ İlâhe İllâllah, Muhammed Kutub, Ravza Y.

198. İman Küfür Sınırı (Tekfir Meselesi), A. Saim Kılavuz, Marifet Y.

199. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan/Özgün Y.

200. İslâm ve Dört Terim, Ali Karlıbayır, Dünya Y.

201. İman, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.

202. İslâm’da Allah İnancı, Said Havva, Petek Y.

203. İslâm, Said Havvâ, Hilâl/Petek Y.

204. Din Gerçeği ve İslâm, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.

205. İslâm’a İtirazlar ve Kur’ân-ı Kerim’den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Y.

206. Mekke Rasûllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.

207. İlk Mesajlar, M. Ali Baştaşı, Birlaşik Yayıncılık

208. Şehâdet Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.

209. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 23-35

210. İslâmî Kimlik İlkeler ve Hareket, Toplu Çalışma, Ekin Y.

211. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.

212. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y.

213. Epistemolojik Açıdan İman, Hanifi Özcan, İFAV Y.

214. İman, Şartları ve Onu Bozan Şeyler, Seyfüddin el-Muvahhid, Hak Y.

215. Kelimetü’l-İhlâs (Lâ İlâhe İllâllah), İbn Receb el-Hanbelî, Hak Y.

216. Yalnız Allah veya Tevhid, M. Süleyman Temimi, Özel Y.

217. Hz. Peygamber’in Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi, 1,2,3, Mevdudi, Pınar Y.

218. Kur’ân-ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücâdelesi, Mehmed N. Solmaz

219. Kur’an ve Sünnete Uygun İnanç, Muhammed b. Cemal, Tekin Y.

220. İman, Abdülmecid Zindani, Risale Y.

221. Lâ, 1-2, Mustafa Çelik, Ölçü/Yenda Y.

222. İlâhlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.

223. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.

224. Câhiliyye Düzenini terk etmek, Cavit Yalçın, Vural Y.

225. Câhiliyyenin Değişmeyen Yüzü, Faruk Köse, Birleşik Dağıtım, Ankara

226. 20. Asrın Câhiliyyesi, Muhammed Kutub, Hilal Y.

227. Yaşayan Câhiliyye, Aysel Zeynep Tozduman, İnkılâb Y.

228. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.

229. Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 140

230. Şirk, Abdullah Hanifi, Hanif Y.

231. Şirk, Hârun Yahya, Vural Y.

232. Kur’an’da Şirk Kavramı, M. H. Surti, Akabe Y.

233. İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y.

234. Kur’an’da Şirk Kavramı, Hafız İsmail Surti, Akabe Y.

235. Kur’an ve Hadislere Göreş Şirk ve Müşrik Toplum, Nadim Macit, Ribat BasımY.

236. Çağdaş İrtidat, Ebûl Hasan Ali en-Nedvî, Akabe Y.

237. İslâm Fıkhında Mürtede Ait Hükümler, Numan A. Semerrai, Sönmez Neşriyat