12/Yûsuf, 4; Kavram, 190

 

 

 

 

R  Ü  Y  A

                                  

 

 

·  Rüya; Anlam ve Mâhiyeti

·  Rüya; Esrârengiz Kapı, Bir Başka Âlemle İrtibat

·  Bilimsel Araştırmalar Işığında Rüya 

·  Uyku ve Rüya  

·  Rüyâ-yı Sâdıka; Doğru Rüya

·  Rüya Tâbiri/Yorumu

·  Kur’ân-ı Kerim’de Rüya

·  Hadis-i Şeriflerde Rüya

·  Rüyada Peygamberimizi Görmek

·  Tasavvufta Rüya ve Rüyanın Bilgi Kaynağı Olması; Rüya İle Hadis Rivâyeti

·  Rüya, Bilgi Kaynağı Değildir; Rüya İle Hüküm Sâbit Olmaz!

·  İstihâre ve Rüya Falına Dönüştürülmesi

·  Tefsirlerden İktibaslar

·  Konuyla İlgili Lügatçe

 

 

 

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحيم

 

إِذْ قَالَ يُوسُفُ لِأَبِيهِ يَا أَبتِ إِنِّي رَأَيْتُ أََحَدَ عَشَرَ كَوْكَباً وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ

رَأَيْتُهُمْ لِي سَاجِدِينَ

قَالَ يَا بُنَيَّ لاَ تَقْصُصْ رُؤْيَاكَ عَلَى إِخْوَتِكَ فَيَكِيدُواْ لَكَ كَيْداً إِنَّ الشَّيْطَانَ

لِلإِنسَانِ عَدُوٌّ مُّبِينٌ

وَكَذَلِكَ يَجْتَبِيكَ رَبُّكَ وَيُعَلِّمُكَ مِن تَأْوِيلِ الأَحَادِيثِ وَيُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَعَلَى آلِ

آلِ يَعْقُوبَ كَمَا أَتَمَّهَا عَلَى أَبَوَيْكَ مِن قَبْلُ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْحَاقَ إِنَّ رَبَّكَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ

 

 

“Bir zaman Yusuf, babasına (Ya’kub’a) demişti ki: ‘Babacığım! Gerçekten ben (rüyamda) on bir yıldızla güneşi ve ay’ı gördüm, yani onları bana secde ederlerken gördüm.”

“(Babası:) ‘Yavrucuğum! Rüyanı sakın kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır.”

“İşte böylece Rabbin seni seçecek, sana (rüyada görülen) olayların yorumunu öğretecek ve daha önce iki atan İbrâhim ve İshak’a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya’kub soyuna nimetini tamamlayacaktır. Çünkü Rabbin çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.” (12/Yûsuf, 4-6)

 

 

 

 

Rüya; Anlam ve Mâhiyeti

 

Rüya; Uyku sırasında aynen uyanıkmış gibi çeşitli olayların yaşanması halidir, Türkçe’de düş de denir. Rüya, çağlar boyunca bütün toplumlarda büyük önem görmüştür. Rüyanın mâhiyeti ve kökeni hakkında çok şeyler yazılıp söylenmiştir. Ancak bu yazılıp söylenenler her topluma ve her kültüre göre ayrı ayrı olagelmiş ve hep değişkenlik arzetmiştir. Tarihte bazı toplumlarda rüyaya büyük önem verilmiş ve bazen bu rüya tabirleri, kitaplar halinde toplanmıştır. Genellikle rüya, uyanıklık halinin bir uzantısıdır; etkisinde kalınan sevindirici veya üzücü olayların uyku halinde yaşanması olayıdır. İslâm'da rüya hukukî bir kaynak ve delil değildir. Yalnız gören kişi ile alâkalıdır. O kişi de bu rüyasını hayra yorar ve bu rüya yalnız kendisini bağlar.

 

Rüya, "Allah Teâlâ'nın melek vasıtasıyla hakikat veya kinâye olarak kulun şuurunda uyandırdığı enfusî idrâkler ve vicdanî duygular veya şeytanî telkinlerden meydana gelen karışık hayallerden ibarettir" şeklinde de tarif edilmiştir.

 

Rüya, uykuda bütün duygu ve bilinç hallerinin tamamen yok olmadığı bir sırada meydana gelir. Nitekim rüyâ, uykunun az olduğu sabaha karşı daha çok görülür. Rüyada, görülmesi mümkün olan şeyler görülür. Uyanıkken görülmeyecek olan şeyleri rüyada görmek mümkün değildir. Bir kişi rüyada aynı anda hem ayakta, hem de otururken görülemez. Mümkün ve olağan olmayan şeyleri rüyada görme imkânı yoktur. Rüya bir idrâk işidir. Zira rüya insanların kalplerinde yaratılan ve oraya yerleşen şeyin hayal etme ve düşünme yoluyla idrâk edilmesi demektir.

 

Müslümanların dışındaki birtakım çevreler de bu konuda tutarsız ve reddedilmeye mahkûm bir sürü şeyler söylemişlerdir. Ancak sağlıklı görüş sahibi âlimlerin ve imamların görüşü makbuldür. Allah (c.c.) uyanık insanın kalbinde, birtakım itikatlar yarattığı gibi, uyuyan insanın kalbinde de bazı itikatlar yaratır. Allah uyuyan insanın kalbinde yarattığı itikatları başka zamanlarda yarattığı birtakım şeylerin belirtisi ve aynası haline sokar. Rüyada görülen durum, bazan aynası olduğu işe aykırı olur. Uyanık kişinin kalbinde yaratılan itikat ve kanaat, bazı olayların aynası görünümünde olmasına rağmen bunun tersi çıkabilir. Meselâ bulut yağmurun belirtisidir. Allah (c.c.) bulutu yağmurun alâmeti olarak yaratmıştır. Ama bazen bulut olmasına rağmen yağmur yağmayabilir. Aynı şekilde, uyku halindeki insanın kalbinde yarattığı itikadı ve inancı, bir hâdisenin belirtisi olarak yaratmıştır. Fakat bazen yağmur yağmadığı gibi o olay da olmayabilir. Uyku halindeki insanın kalbinde söz konusu itikat bazen meleğin huzurunda oluşur. Bu takdirde sevindirici rüya görülür. Bazen de şeytanın hazır bulunduğu bir zamanda oluşur. Bu takdirde üzüntülü ve zararlı rüya görülür. Rüyanın mâhiyeti hakkında en üstün bilgi Allah katındadır.

 

Kur'ân-ı Kerim'in birçok yerinde rüyadan söz edilmiştir. Hz. İbrahim (a.s.), oğlu İsmail (a.s.)'i rüyada boğazlama emri almış ve bu rüyayı uygulamaya teşebbüs etmiştir (37/Sâffât, 102). Yusuf (a.s.) da rüyasında on bir yıldızla, ay'ın kendisine secde ettiğini görmüş (12/Yûsuf, 4); Mısır hükümdarının ve hapishanedeki iki kişinin gördükleri rüyaları tabir etmiştir (12/Yûsuf, 36, 43). Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber'in görmüş olduğu rüyalardan da söz edilmektedir (48/Fetih, 27; 37/Sâffât, 105; 17/İsrâ, 60).

 

Hadis kitaplarının hemen hepsinde Hz. Peygamber'in gördüğü rüyalar ve yaptığı rüya tâbirleri hakkında geniş bilgi vardır. Rüya ile ilgili Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Sâlih kişi tarafından görülen rüya, peygamberliğin kırk altı parçasından bir parçadır." Bir başka hadiste de şöyle der: "Mü’minin rüyası, peygamberliğin kırk altı parçasından bir parçadır; Peygamberlik gitti ve mübeşşirat kaldı.”

 

Hadisteki ihtilâflar ve bildirilen değişik sayılar, rüya gören müslümanın haline dönüktür. Takvâ sahibi olmayan ve İslâm'ın ölçülerine göre fâsık sayılan müslümanın gördüğü rüya, nübüvvetin yani peygamberliğin yetmiş parçasından biridir. Takvâ sahibi olan müslümanın rüyası ise nübüvvetin kırk altı parçasından biridir. Şu halde rüyanın doğruluk derecesi müslümanın salâh ve takvâsına göre değişik olur.

 

Müslümanın gördüğü rüyanın peygamberliğin özelliğinin parçalara bölünmesi veya takvâ sahibi olan bir müslümanın peygamberlik hasletinden bir parçayı kazanabilmesi demek değildir. Maksat şudur: Peygamberlikte zaman zaman gayptan haberdar olma özelliği vardır. Yüce Allah dilediği zaman bir peygamberi gayptan haberdar eder. Bu itibarla, gayptan haberdar olmak, peygamberliğin alâmetlerindendir. Peygamberlik görevi kalıcı değildir. Fakat alâmetleri kalıcıdır. Müslüman bir kimse bazen Allah'ın takdir ve dilemesi ile rüya âleminde bir gayptan haberdar edilebilir. Bu itibarla müslümanın rüyada gördüğü bir şey aynen gerçekleşebilir.

 

Güzel rüyanın peygamberliğin kırk altı parçasından bir parça sayılması şöyle yorumlanır: Sahih rivâyetlerin birçoğuna göre Peygamber (s.a.s.) altmış üç yıl yaşamış ve peygamberlik süresi yirmi üç yıl sürmüştür. Çünkü o, kırk yaşını doldurduğu zaman peygamber olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.)'e ilk zamanlar vahiy rüya halinde gelirdi. Bu durum altı ay sürmüştür. Bu süre zarfında gördüğü rüyalar aynen çıkıyordu. Peygamberlik süresi yirmi üç yıl devam ettiğine göre, rüya yoluyla vahiy süresi bunun kırk altı parçasından bir parça olur. Başka hadislerde rüya, peygamberliğin yetmişte bir, kırk dörtte bir, ellide bir olduğu ifade edilir.

 

Rüyanın peygamberliğin parçalarından biri olduğunu açıklayan hadislerin değişik oranlar ifade etmesi, hadislerin gelişmesi anlamına gelmemektedir. Çünkü sâlih ve sâdık bir rüya kişinin doğru sözlü, emâneti yerine vermek, sağlam itikatlı olmak gibi hususlardaki derecesine göre değerlendirilir. Bu konuda insanlar arasındaki farklılık kadar rüyalar da değişik olur. Kim samimi bir kalp ile Allah'a ibâdet eder ve doğru sözlü olursa, gördüğü rüyalar daha doğru ve peygamberliğe daha yakındır. Zira peygamberler arasında bile fazilet farkı vardır. İnkârcı, kâfir ve yalancı kişilerin de rüyaları doğru çıkabilir. Bu takdirde bu kişilerin rüyaları vahiy ya da nübüvvetten bir parça olamaz.

 

Çünkü gayptan haber veren her doğru söz, nübüvvet sayılmamıştır. Bu konuda şu hususlar daima gözönünde bulundurulmalıdır:

 

1- Doğru rüya görmek sadece mü'minlere mahsus değildir. Müslüman olmayanlar da görebilirler. Yûsuf sûresinde bahsedilen Mısır hükümdarı ve zindandaki iki kişinin gördüğü rüyalar gibi.

 

2- Herkes aynı özellik ve nitelikte değildir. Doğru rüya nâdir hallerde ve rûhu çok hassas kişiler tarafından görülür.

 

3- Görülen rüyaları esas alarak hayata nizam ve intizam vermeye kalkışmak yanlıştır. Zira rüyaların doğruluğunu ölçmek ve tesbit etmek mümkün değildir.

 

4- Rüya ile yalnız o rüyayı gören amel edebilir. Fakat amel etmesi şart değildir. Zira rüyada kaza geçirdiğini gören bir kimse bir vâsıtaya bindikten sonra kaza geçirip ölmüş olsa, intihar etmiş sayılmaz.

 

Bundan dolayı Fıkıhta, Kelâm ilminde ve mahkemede rüya, delil kabul edilmez. Rüya haktır, ama doğru rüya gören ve rüyayı doğru şekilde yorumlayan kişiler azdır. Rüyaları doğru bir şekilde olaylar yorumlar (Yani, rüyaların sâdık olduğunu, doğru çıktığını, ancak uyanıkken o olayı yaşadığımızda anlayabiliriz). Bazı rüyalar da yorumu ile birlikte görülür. Bazı kimseler gördüğü rüyayı yorumlayamaz, ama sâdık rüya olduğunu anlarlar.

 

Rüya tabir etmek Allah vergisidir. Herkes rüya tabir edemez. Akıl ve mantık bu iş için yeterli değildir. Rüya merhametli ve öğüt verebilecek durumda olanlara anlatılmalı, güzelce yorumlayamayacak kişilere söylenmemelidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadislerinde de "Rüya gören onu hiç kimseye söylemediği sürece o, bir kuşun ayağına bağlıdır (zuhur etmez); söylerse zuhur eder. Böyle olunca rüyanızı yalnız akıllı, sizi seven veya size öğüt verecek durumda olan kimselere söyleyin” (Tirmizî) buyurmuştur.

 

İmam Mâlik’e "Herkes rüya tabir edebilir mi?" diye sorulmuş "Nübüvvetle oynanır mı?” diye cevap vermiştir. Yine İmam Mâlik rüyayı iyi tabir edenler yorumlasınlar. Eğer iyi görürse söylesin; iyi görmezse iyi söylesin veya sussun” demiştir. "İyi görmese de onu iyi olarak mı tabir etsin?” sorusuna, "Hayır” demiş; sonra "Rüya nübüvvetin bir parçasıdır. Nübüvvetle oynanmaz” diye cevap vermiştir (Kurtubî, Tefsir, IX, 122-127; Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, IV, 2863-2869; Tecrîd-i Sarih Tercümesi, XII, 271).

 

Rüya genel olarak iki kısma ayrılır:

Birincisi: Doğru ve güzel olan rüyalar. Bu tür rüyalar, uyanıklık âleminde doğru çıkan rüyalardır. Peygamberlerin, onlara uyan sâlih mü’minlerin gördükleri rüyalar bu tür rüyalardır. Bazan dindar olmayan insanlar da bu tür rüyaları görürler.

 

Bu tür rüyalar üç grupta ele alınabilir:

1- Yoruma ve tabire ihtiyaç göstermeyecek kadar açık seçik rüyalar, Hz. İbrahim'in rüyası gibi...

 

2- Kısmen yoruma ihtiyaç gösteren rüyalar. Hz. Yusuf'un rüyası gibi...

 

3- Tamamen tabir ve yoruma ihtiyaç gösteren rüyalar. Mısır hükümdarının gördüğü rüya gibi...

 

İkincisi: Adğâs adı verilen karmakarışık ve hiçbir anlam taşımayan rüyalardır. Bu tür rüyalar da birkaç kısma ayrılır:

 

a- Şeytanın uyuyan kişiyle oynaması ve onu üzmesine sebep olan rüyalar. Meselâ kişi rüyasında başının koparıldığını ve kendisinin başının peşinden gittiğini görür. Ya da korkunç ve tehlikeli bir duruma düştüğünü ve hiçbir kimsenin kendisini kurtarmaya gelmediğini görür.

 

b- Meleklerin haram bir şeyi uyuyan için helâl kıldığına veya haram bir iş teklif ettiklerine dair olan ve aklen muhal ve imkânsız olan buna benzer işlerle ilgili rüyalar.

 

c- Kişinin uyanık iken üzerinde konuştuğu veya olmasını temenni ettiği bir şeyi, uyanık iken itiyad haline getirdiği bir şeyi rüyasında görmesi.

 

Bu durumda rüyanın üç çeşit olduğu görülmektedir:

a- Allah tarafından bir müjde olabilen bir rüya. Buna rahmanî rüya denir. b- Kişinin uyanık iken önem verip kalben meşgul olduğu bir şeyle ilgili olarak gördüğü rüya. c- Şeytan tarafından korkutulan kişinin gördüğü rüya. Buna şeytanî rüya adı verilir.

 

Kötü bir rüya gören bir müslümanın yapacağı işler: Gördüğü rüyanın şerrinden ve şeytanın şerrinden üç kez Allah'a sığınır. Şöyle der: "Allah'ım, bu rüyanın şerrinden ve rahmetinden uzak kalmış olan şeytanın şerrinden sana sığınırım." Rüyanın hayra dönüşmesi için duâ eder. Bu tür rüyayı hiçbir kimseye anlatmaz.

 

Müslüman, gördüğü iyi bir rüyadan ötürü uyanınca Allah'a hamdeder. Bu rüyadan dolayı sevinir, bunu bir müjde kabul eder. Rüyayı sevdiği bir kimseye anlatır, sevmediğine kesinlikle anlatmaz. (1)

 

 

Rüya, yakın zamanlara kadar ancak teo­rik yaklaşımlarla ele alınabilen ve bilimsel tarzda tanımlanmaktan oldukça uzak olan, genel olarak "uykuda görülen ve uyku son­rasında hatırlanan hayaller" olarak kabul edilen bir kavramdır. 1950'lerden sonra elektriksel araştırma tekniklerinin gelişme­si ve uyku laboratuvarlarının kurulmasıyla, uykunun yanısıra rüya hakkında da bilimsel veriler toplanmaya başlamıştır. Bu konuda yapılan en önemli keşif, uyku sırasındaki bedensel ve beyinsel işlevlere göre uyku­nun rem göz hareketleri; rapid eye movements) ve nrem (yavaş göz hareketleri; non-rapid eye movement) olmak üzere iki aşa­maya ayrılmasıdır. Her iki evrenin toplamı ortalama 90 dakika olup bir gecelik uykuda ortalama 4-5 kez evreler birbirlerini izler­ler. Bir gece uykusunun toplam % 20'sini bedenin görece daha aktif, uykunun görece daha yüzeysel olduğu rem uykusu oluştu­rur. Rem uykusunun en belirgin özelliği bu evrede uyandırılan bireylerin çoğu kez o sı­rada rüya görmekte olduklarını söylemeleri ve bu evre uyanmadığı zaman ertesi gün duygusal karışıklığın ortaya çıkmasıdır. Bu özellik uzunca bir süre rem uykusunun rüya uykusu olarak anılmasına yol açtıysa da, bugün rüyanın nrem'de de görüldüğü ileri sürülmektedir. Rüya ile ilgili deneysel verilerde ve gözlemlerde elde edilen en genel sonuçlar şimdilik bunlar olmakla birlik­te araştırmalar asıl olarak bu noktada odak­lanmış durumdadır.

 

Rüyaya yüklenilen geleneksel anlamlar, modern psikolojik ekollerin yaklaşımların­da bulunmaktadır. Modern psikolojide teo­rik ve uygulama alanlarında rüyaları ele al­ma ve rüya yorumunda öne çıkmış belli başlı ekoller ise şunlardır:

 

Rüya teorisi ve rüya yorumlamaları Freud’cu psikanalizin köşe taşlarındandır. Freud'a göre rüya, "bilinçdışının kral yoludur." Psişik aygıtın deterministik ilkesi uyarınca her rüya içeriğinin bir anlamı vardır. Fakat rüyanın anlamını ortaya koyabilmek için onun görünen (manifest) yanının ötesinde­ki süzgeçten geçmiş (latent) yanına uzan­mak gerekir. Rüya, nevrotik belirtiler gibi yasaklanmış istekler ile, bu istekleri engel­leyen güçler arasındaki bir uzlaşma sonucu ortaya çıkar. Bu, rüyanın görünen içeriği­dir; buradan yasaklanmış isteklerin yer al­dığı gizli içeriğe gidilebilir. Rüyanın temel işlevi kabul edilemeyen bilinçdışı, içgüdü­sel isteklerin fantezisi aracılığıyla doyum sağlamaktadır. Dolayısıyla uyku rüya için­dir ya da rüya uykunun bekçisidir.

 

Analitik psikoloji okulunun kurucusu Jung ise rüyayı doğal ve normal psişik bir olgu olarak görür: "Rüya, bilinçdışı gerçe­ğin, kendiliğinden, kendine özgü ve sembo­lik tablosudur." Freud'un sandığı gibi bir belirti veya kılık değiştirme değildir. Jung'a göre rüya nesnel veya öznel yorum düzey­lerine sahiptir. Nesnel düzeyde rüya, çevre­deki gerçek insan ilişkileri ağına göre, öz­nel düzeyde ise figürlerin rüyayı görenin ki­şiliğinin belli yanlarını temsil etme ihtima­line göre yorumlanır. Jung'un rüyaya bakışa getirdiği bir özgünlük de, rüya sahibiyle doğrudan ilişkisi olmayan kollektif bilinçdışına ait rüyaların da olabileceğini; bura­daki sembollerin eski atalarımızın yaşantı­larına, tarihe ve mitolojiye uzanabileceğini söylemesidir.

 

Bireysel psikoloji okulunun kurucusu Adler'e göre rüya, düşünce sürecinin bir parçasıdır ve bireyin yaşam tarzıyla uygun­luk gösterir. Onun rüya yorumu teorisi, in­sanın sürekli olarak kendisini geleceğe ha­zırladığı anlayışından kaynaklanır. Rüya­lar, rüya görenin 'burada ve şimdi' olan ya­şama bakışıyla gelecekteki amaçları ve on­lara ulaşma planlarının birleşimidir.

 

Sosyo-kültürel psikolojik yaklaşımın önde gelen isimlerinden Horney için ise nevrotik kişideki yapıcı ve yıkıcı materyali anlayabilmek için rüya bir fırsattır. İnsan rüyada daha açık, daha az savunucu olur. Rüyalar insanın kendini gerçekleme şansını ele geçirdiği yerdir. Kelman ise, varoluşsal kavramlarla ve Doğu düşünce biçimleriyle Horney'in rüyalara bakışını genişletir. Ona göre rüyadaki her sembol bir ben veya özne, bir de başkası veya nesne görünümüne sa­hiptir. (2)

 

 

Rüyanın mâhiyetini açıklama sadedinde insanlar, eskiden beri uğraşmışlar, farklı izahlar getirmişlerdir: Doktorlar, psikologlar, felsefeciler gibi, başka dinlere mensup olanların da izahı, diğerlerine benzemez. Mâzirî'nin  değerlendirmesiyle, ileri sürülen iddialar, çoğunluk itibariyle münker ve bâtıl hükmünde zanlardan ibârettir. "Çünkü, der, akılla idrâk edilip, üzerine delil getirilemeyen şeyleri anlamaya çalışmışlar, kesin iddialarda bulunmuşlardır. Halbuki ‘olabilir’ diye ihtimalle söz edilecek yerde kesin hükümde bulunmak hatadır."

 

Kurtubî, şeriat âlimleri dışında kalanların rüya konusunda birbirine zıt, tutarsız iddialarda bulunmalarını, onların bu  işi yaparken, peygamberlerin gösterdiği  doğru yoldan ayrılmalarıyla izah eder. Ona göre, rüya, nefse/rûha ait idrâklerdir. Halbuki nefsin/rûhun hakikati bizce meçhuldür, bilinemez. Durum böyle olunca, kendisi  meçhul olan nefsin idrâk ettiği şeyleri (rüyayı) anlayamamamız, bilemememiz çok daha normaldir, tabiidir. Biz daha ziyade göz ve kulakla idrâk edilen şeyleri anlayabiliriz.

 

İslâm âlimlerinin rüya ile ilgili tavsiflerinde bazı tâbirat farklılıklarına rastlanırsa da onlar özde ve esasta birleşirler. Buna göre, rüya, Allah'ın yaratmasıyla vukua gelen bir hâdisedir. Yaratma işinde şeytan ve melek vâsıta kılınmaktadır. Rüyanın sâdık ve sâlih olanı var, kâzip ve gayr-ı sâlih olanı var. Tâbir sûretiyle rüyanın delâlet ettiği şeye yaklaşılabilir.

 

Ebu Bekr İbn'l-Arabî şöyle der: "Rüya, Cenab-ı Hakk'ın melek veya şeytan vâsıtasıyla, insanın kalb ve şuuruna hakikat veya kinâye olarak koyduğu rûhî idrâklerdir. Bunlar ya açıktır ya da karmakarışık şeylerdir. Rüyanın uyanık haldeki benzeri, zihne gelen hâtıralardır. Zîra bunlar bazan belli bir maksada uygun olarak intizam dahilinde zihne doğar, bazan da intizamsız ve karmakarışık şekilde hayale dökülürler."

 

Bir başka izaha göre: "Allah, melek vâsıtasıyla, uyuyanın idrâk mahalline (şuur, kalb), görülen şeyleri atar. Bu atılanlar orada duygularla algılanan sûretlere bürünür. Bunlar bazan hâricen mevcut olmamakla birlikte aklen idrâk edilen ma'kul mânâlarının misalleridir. Bu görülenler, her iki halde de mübeşşir (iyinin habercisi) veya  münzir (kötünün habercisi) olabilirler."

 

Ayrıca rüya: "Olmuş veya olacaklar için Allah'ın alem kıldığı şeyin hayalde teşekkül eden misâllerinin uyku esnasında enfüsî olarak idrâk edilmesidir" diye de târif edilmiştir.

 

Rüya yönüyle insanlar üç kısımdır. İslâm âlimleri, bu mevzûda vârid olan hadisleri değerlendirerek insanları üç gruba ayırırlar:

1- Peygamberler: Bunların rüyalarının hepsi doğrudur. Bazen de tâbir gerektiren şeyler görebilirler.

2- Sâlihler: Bunların rüyaları çoğunluk itibarıyla doğrudur. Bunlar da bazan  tâbire muhtaç olmayacak  açıklıkta görürler.

3- Diğer insanlar: Bunlar, doğru ve doğru olmayan rüyanın her ikisini de görürler. Bunlar üç kısımdır.

a) Mestur (hali kapalı) olanlar: Bunların rüyaları halleriyle uyumlu gider.

b) Fâsıklar: "Bunların rüyası çoğunlukla edğâs (karışık, mânâsız)dır. Doğru kısmı pek azdır.

c) Kâfirler: Bunların rüyasında sıdk iyice azdır. Bu duruma: "Rüyaca en doğruları, sözce en doğrularıdır"  hadisi işaret eder.

 

Mü'minin Rüyası: Ebu Bekr İbn'l-Arabî der ki: “Sâlih mü'minin rüyası, nübüvvetin cüzü olduğu söylenen rüyadır. Mü'minin ‘sâlih’ olması demek, istikamet ve nizam üzere olması demektir...” Buna göre, fâsıkın rüyası peygamberliğin cüzlerinden sayılmaz. Mâmâfih en uzak cüzü sayılır diyen de olmuştur. Fakat kâfirin rüyası hiçbir surette sayılmaz.

 

Kurtubî der ki: "Sâdık ve sâlih mü'min, hâli, peygamberlerin haline uyan ve bu sebeple peygamberlere ikram edilmiş olan "gayba ıttılâ"ın bir neviyle kendisine ikram olunmuş bulunan kimsedir. Kâfir, fâsık ve karışık kimseye gelince, bunların rüyası bazan sâdık bile olsa nübüvvetten sayılmaz. Bunların rüyasındaki sıdk (doğruluk) yalancının bazan doğru söylemesine benzer. Gaybdan haber veren herkesin sözü peygamberliğin cüzlerinden sayılmaz; kâhin, falcı, müneccim ve benzerlerinin sözü gibi."

 

Bazılarınca mevkuf,  bazılarınca merfû olarak rivâyet edilen bir kısım hadislere göre rüyalar üç kısımdır:

1- Hak rüya: Bu, hadislerde "rüya-yı sâliha", "rüya-yı sâdıka", "rüya-yı hasene" gibi farklı  kelimelerle ifade edilmiştir. Bu isimlerle zikredilen rüyalar, edğâs'tan uzak ve hâlistirler. Bu, kişinin mazhar olacağı yakın bir hayrın habercisidir. Bu sebeple Allah'tan büşrâ (müjde) kabul edilmiştir.

2- Kişinin nefsinin konuştuğu rüya: Bu, kişinin uyanık halde zihninden geçen vehimlerin tesiriyle gördüğü rüyadır.

3- Şeytanın üzüntü verdiği rüya: Hoşa gitmeyen, can sıkıcı rüyalar  buraya girer.

 

Bu üç kısma, İbn  Hacer dört kısım daha ekleyerek 7'ye çıkarır. Mâmâfih bunları da yukarıdakilerden birine dâhil ederek üçü asıl kabul etmek mümkündür.

4- Hadîsu'n nefs: Nefsin konuşması, yani arzuların te'siriyle görülen rüya.

5- Şeytanın eğlenmesi: Hadiste, "Şeytan birinizle rüyada eğlenirse bunu başkasına anlatmayın" denmiştir.

6- Uyanıkken yapmaya alıştığını rüyada görmek. Belli saatlerde yemeyi itiyad  edinen kimsenin o saatte uyuyunca kendini yemek yerken görmesi gibi.

7- Edğâs: (Karışık, yalancı rüyalar). (3)

 

Batılılara göre rüyanın çeşitleri çok daha basit değerlendirilir: Kehânetsel, aldatıcı, deneysel, sezgisel, tecrübe ürünü, uhrevî, akıl almaz, çılgınca, eğlenceli rüyalar (Susan Parman, Rüya ve Kültür, s. 2).  Görüldüğü gibi bu rüya çeşitleri, tür olmaktan daha çok, rüyaların sıfatlarıdır. 

 

 

 

Rüya; Esrârengiz Kapı, Bir Başka Âlemle İrtibat

 

Rüyalar, hepimizi meşgul eden enteresan olaylardır. Hemen herkesin, tatlı uykuları arasında bol bol gördüğü ve bazen de günlerce etkisi altında kaldığı rüyalar vardır. Bazı kimseler, geleceğe âit olayları, vukuundan önce, rüyalarında görebildiği gibi; nice insanın rüyası yorumlandığı veya beklendiği gibi çıkmayabilir. Bütün bunlar göstermektedir ki, insanoğlu rüya ile başka bir âleme irtibatlıdır.

 

Tarihte gelip geçmiş bazı devlet adamları, âkıbetlerini rüyada önceden görmüşlerdir: Genç Osman, Abraham Lincoln bunlara örnektir. Batı dünyasının bazı şöhret olmuş kişileri, rüya aracılığıyla ilham alarak eser vermişlerdir. Rüyada gördüğü bir operayı uyanır uyanmaz notaya alan Richard Wagner, atomun ilk modern tablosunu çizen Niels Bohr, hikâyelerini rüyada görüp yazan Stevenson ve daha pek çok sanatkâr şöhretlerini rüyalara borçludur. Elias Howe, yaptığı dikiş makinesinin iğnesine deleceği deliğin yerini rüyasında keşfedebildi. O yüzden rüyayı sadece bir günlük hayatın etkisiyle görülen hayallerden ya da bilinçaltının dışa vurumundan ibâret saymak doğru değildir.

 

İnsanoğlu, nasıl oluyor da gözsüz görebiliyor? Nasıl oluyor da ağzını açmadan konuşabiliyor, ayaklarını kımıldatmadan yürüyebiliyor? Nasıl oluyor da yatağın içinde iken, bir yanından öbür tarafına dönmeden dünyayı dolaşabiliyor, zaman içinde zaman yaşar gibi, kısa bir zaman içinde uzun mâceralarda rol alabiliyor? Bütün bunlar rüya sâyesinde olmaktadır.    

 

Bazı insanlar, uykularında rüya görmediklerini zannederler. İlmî araştırmalar her insanın mutlaka rüya gördüğünü kanıtlamıştır. İnsan sık sık rüya görmekte, buna rağmen bazı kimseler gördükleri rüyaları unutup hatırlayamamaktadır. Tam rüya görürken uyandırılan kişilerin rüya görme sayısının arttığı tesbit edilmiştir. Bir gün boyunca tamamen rüyadan mahrum edilen kimselerin dehşetli bir hırçınlık, asabîlik, hâfıza zayıflığı, dağınık ve tutarsız hareketler içinde bulunduğuna şâhit olunur. Belirli bir müddet rüyadan mahrum yaşayan kimseler, müteakip gecelerde daha fazla rüya görürler. Sanki, eksik gıda almış da kuvvetten düşmüş kimseler gibi, çok rüya görerek bu noksanlarını telâfi etmeye çalışırlar. Sanılanın aksine, insanın uykudan çok, rüyaya ihtiyacı vardır. Araştırmalara göre, insan hayatı zorlaştırmak, yaşam kalitesinden mahrum olmak gibi risklere katlanarak ancak bir hafta rüyasız yaşayabilmektedir. Rüyanın yiyecek maddesi kadar zarûrî olduğu ve rüyasız yaşanamayacağı bilimsel araştırmaların neticesinde anlaşılmıştır.

 

Hayvanların da rüya gördüğünü biliyoruz. Rüya görmekten mahrum edilen kedilerin üç aydan fazla yaşayamadığı tesbit edilmiştir. Rüyalar; psikolojik, fizyolojik, solunum ve beslenme gibi, hayatın devamını mümkün kılan ihtiyaçlardandır.       

 

Bethoven, Mozart, Schumann ve Saint-Saens gibi ünlü kompozitörler, bestelerinin bir kısmını rüyalarında görerek notaya almışlardır. Bazı edebiyatçı ve yazarlar da yazacakları eserlerinin bazı bölümlerini rüyalarında görmüşlerdir. Eserlerini rüyalarında görmüş bazı yazarlar şunlardır: Dante, Goethe, J. Masefield, Cocteau, Charlotte Bronte, Edgar Allen Poe, Baudealire, W. Blake, W. Cowper, Heinrich Heine, Shelley, Tolstoy, W. M. Thackeray, J. A. Stringberg.

 

Sanat için de benzer durumlar söz konusudur. Sanatta buluş yapmanın bütün örnekleri, bir rüyanın  tamamı veya bir kısmı, meydana getirilen bir eserde, harfi harfine kullanıldığını göstermektedir. Güzel sanatlarda; şiir, roman, tiyatro, müzik, resim gibi eserlerin hiç olmazsa bir kısmını rüyalarında görmeyenlerden fazla bir şey beklenmemelidir. Çeşitli toplumların yazarları; makale, roman, hikâye ve şiirlerine rüyalardan aldıkları ilhamla renk katmışlardır. Edebiyatı süsleyen bu tür eserler oldukça çoktur.

 

Ünlü film yönetmeni Gürcü asıllı Sergei Paracanov: “Ben mistik bir adamım. Bir sahneyi rüyamda görmezsem o sahneyi çevirmem. Çevireceğim filmin senaryosu, rüyamda âdeta bana dikte ettirilir, desem yalan söylemiş olmam. Yazılı bir senaryoyu uygularken kopukluk olursa, hemen yatar ve yarı uyanık halde gördüğüm bir rüyayla kopuk kısımları tamamlarım” diyerek günlük hayatında rüyanın kendisini nasıl yönlendirdiğini belirtmektedir (Tercüman, 18. 2. 1988).

 

Eski edebiyatta, özellikle sevgiyle/aşkla ilgili olarak karşımıza çıkan rüya motifine Türk masal ve halk hikâyelerinde daha çok rüyada görerek âşık olma şeklinde rastlamaktayız.

 

Türk masallarında görülen rüya motifi oldukça çeşitlilik arzeder. Bunlardan başlıcaları şunlardır: Annenin masal kahramanını rüyasında uyarması, rüyada görerek âşık olma, rüyada vaad edilen bir sevgiliyi bulmak için yola çıkma, fakirin rüyada gördüğünün hayra yorulmasıyla zengin olması, darda kalınca rüyadaki telkinlerle hareket etme ve çocuk sahibi olma, selâmete erme, rüyada görülenlerin her ne pahasına olursa olsun gerçekleşmesi, görülen rüyaların tâbirleri doğrultusunda hareket etme ve mutlu sona kavuşma. Masal kahramanları genellikle gördükleri rüyaları tâbir ettirir ve ona göre hareket ederler. Görülen rüya karşısında “hayrola” denmezse rüya söylenmez. 

 

Halk hikâyelerindeki rüyalar, fonksiyon bakımından genellikle emir veya mesaj niteliğindedir. Bunlar ya kehânete yöneliktir veya şifreli niteliktedir. Mesajlar dolaylı yoldan verilmektedir. Âşık edebiyatı geleneği içerisinde sade kişilikten sanatçı kişiliğe geçişte kompleks rüya motifinin önemli bir yeri vardır. Halk hikâyelerinde aşk bâdesi halk âşığı/ozan olacak şahsa rüyada verilmektedir. Kahraman, gördüğü rüya sebebiyle hem saz çalıp şiir söylemekte, hem de bir güzele sevdalanmaktadır (Ünlü İslâm âlimi İbn Hazm, rüyada âşık olma motifini İslâm’ın hoş karşılamadığını belirterek, bunu eski dinlere bağlar ve rüyada görülen bir kıza âşık olmanın günah olduğunu söyler). Yine halk hikâyelerinde rüyada görülen Hızır, pîr, derviş veya ak saçlı ya da ak sakallı ihtiyar, âşığın devamlı yardımcısı ve koruyucusudur, şâirlikte mahlas vericidir (Bu anlayışın da tasavvufun etkisiyle oluştuğu, tevhidî ilkelerle ilişkisinin problemli olduğu değerlendirilebilir).

 

Divan Edebiyatında ve giderek Tanzimat Edebiyatında, açıkça söylenemeyen hususlar, tenkitler, teklifler rüya yoluyla söylenmeye başlanmıştır. Genellikle siyasî nitelikli bu rüyalarda gerçekten rüya görülmesi sözkonusu değildir. Rüya sadece meramı anlatmada bir vâsıta durumundadır ve rüyadaki serbest atmosferden faydalanılmaktadır. Bu konuda yazılmış eserler Hâbnâme, Vâkıanâme ve Rüya adları ile karşımıza çıkmaktadır. Bunlar içerisinde başta Veysî’nin Hâbnâme’sini zikredebiliriz. Burada I. Ahmed ile Büyük İskender’i rüyasında gördüğünü söyleyerek onların ağzından dünyanın huzuru ve düzeni için neler yapılması gerektiği anlatılır.

 

Halk İnançlarında Rüya: Temelde İslâmiyet’in kabullerinden kaynaklanan rüya telâkkileri, İslâm öncesi bazı unsurların da katılmasıyla günümüzde bu ülkenin hemen her bölgesinde halk arasında bütün canlılığı ile yaşamaktadır. Günlük işlerini, ileriye dönük hareketlerini gördüğü rüyaya göre düzenleyen veya karşılaştıkları durumları gördükleri rüyalara bağlayan insanların yanında, bazı tarikatların telkinlerinin farklı algılanması neticesi aklî kabullerin ötesinde gördükleri rüyalara göre hareket eden insanlara da sık rastlanmaktadır. Halk inançlarındaki rüya kabulleri, İslâm’ın rüya hakkındaki hükümlerinin ve tasavvufun rüya değerlendirişinin basitleşmiş ve değişmiş şekilleridir. Halkın rüya telâkkileri oldukça basittir ve basmakalıptır. Halk derin bir tâbire girişmez. Bunların çoğu da tâbir kitaplarına dayanır. Meselâ halk arasında rüyanın genellikle ters çıktığına inanılır. Yine, rüyanın gerçekleşmesi isteniyorsa kimseye söylenmemesi gerektiğine inanılır.

 

Bazı halk kesiminde gece rüya görmek isteyen bir kimse, yastığının altına bıçak, silâh, demir parçası vs. koyar ve o gece gördüğü rüyayı niyetine göre tâbir eder. Rüya anlatacak adama bir ağızdan “hayır olsun!” “sonu uğur ola!” demek âdettir. Dokuz ayına basmış gebe kadınlarla yeni doğurmuş loğusa kadınlarının rüyalarının aynen çıktığına inanılır. Sabah namazından sonra görülen rüyaların da sâdık rüyalar olduğu kanaati yaygındır. Bu ülkenin bazı yörelerinde de kızlar hıdırıllezden bir gün önce akşam yemeğinde ilk lokmalarını yemeyerek kırmızı bir beze sarar, yastıklarının altına korlar ve niyetlenerek yatarlar. O gece rüyalarında gördükleri oğlanla evleneceklerine inanırlar.       

 

 

Rüya, insanın yaratılmasıyla başladı ve devam etmekte… Batılı ve doğulu pek çok kişi rüya ile meşgul oldu. İnsanların ilgisini çeken eserler yazdı. Bunlar daha çok rüya tabirlerini içeren kitaplardı. Daha sonra modern bilim, bu muammâyı çözebilmek için kolları sıvadı. Pek çok bilim adamı ciddi ve hummalı çalışmalara koyuldu. Gözlem metodundan ve elektronik cihazlardan istifade edildi. Oldukça yol alan bilim adamları, henüz rüyanın sırrını da çözebilmiş değil. Rüya insanla başladığına göre, bir gâye için insana bahşedildi. Rüyaları, bir başka âlemle aramızdaki bağlantıyı sağlayan haberleşme sistemi, mânevî telefon veya kâinat sahibinin değerli bir hediyesi olarak isimlendirebiliriz.

 

Rüyanın tarih boyunca insanoğlunun ilgisini çekmesi, bir bakıma onun günlük hayatını etkilemesi yanında, geleceğini de yönlendirmesindendir. Bu durum, dün olduğu gibi, bugün de geçerliliğini sürdürmektedir. Günlük hayatımızın ayrılmaz bir parçası oluşu, dinlerdeki ve toplum kabullerindeki yeri, rüyayı zamanla psikolojinin ve tıbbın uğraşı alanı içine sokmuştur. Tıbbın giderek rüyanın mâhiyetine eğilip bu konuda araştırmalarını hızlandırması, tedavide rüyadan faydalanma yollarının tesbiti konusunun önemini gösteren hususlardan sadece birkaçıdır.

 

İnsanın hayatının en ilginç yönlerinden biri olan rüya, tarih boyunca her toplumu yakından ilgilendirmiştir. Geleceği rüya yoluyla keşfetmeyeye çalışan dünün insanı bugün de ondan bir şeyler beklemekte ve onunla ilgili çalışmalarını daha değişik boyutlarda sürdürmeye devam etmektedir.

 

Pozitif bilimlerin gelişmesi rüya gerçeğinin gözardı edilmesini değil, aksine onun bilimsel yollardan ele alınması gereğini ortaya koymuştur. Freud ve kurmuş oldu psikolojik ekolün (psikanaliz) insan kişiliğinin bilinmeyen yanlarının belirlenmesinde yeni görüşler ortaya koymasıyla bilim dünyasının rüya olayına verdiği önem daha da artmış ve bu konudaki çalışmalar hızlanarak küçümsenmeyecek mesâfeler kat edilmiştir.

 

Batı dünyasını daha çok ilgilendirmiş olan rüyalar İslâm dünyasının özellikle şeytânî rüya, rüyâ-yı âdiye diye nitelendirdiği günlük ihtiyaçlardan, problemlerden ve bedenî olaylardan kaynaklanan, tâbire bile gerek duyulmayan rüyalardır.

 

Rüya konusunda çalışanların birleştikleri noktaların başında onun hissî hayatla bağının olduğu hususudur. Rüyaların hemen hepsinde görme ve işitme ile ilgili hayaller birlikte bulunur. İşitme ile ilgili olanların nisbeti görme ile ilgili olan hayallerin yarısından azdır. Anadan doğma körlerde şekil hâfızası olmadığından sadece ses hâfızası bulunur. Rüyada sadece sesler olur. Beş yaşından önce kör olanların rüyalarında görme ile ilgili unsurların bulunmadığı, ancak yedi yaşından sonra kör olanlarda bunlara rastlandığı yapılan araştırmalar neticesi ortaya çıkmıştır.

 

Bazı genel konularda görüş birliği içinde olan araştırıcılar olaya değişik açılardan, değişik metodlarla baktıklarından birtakım rüya teorileri ortaya çıkmıştır. Bunları ana hatları ile dört grupta toplamak mümkündür:

 

1. Biyolojik Açıdan Rüya: Rüya, fizik kanunlarının dışında canlı, hareketli ses ve şekillerin (imajların) karışımıdır. Bu ses ve şekiller hâfızadan irâde dışı bir uyandırıcı etkisiyle şuura dökülmeye başlar. Hâfızadaki şekil ve sesleri harekete geçiren bu uyandırıcı organizmamızın herhangi bir noktasındaki biyolojik değişikliktir.

 

2. Psikolojik Açıdan Rüya: Rüya, beş duyumuzla dış âlemden aldığımız idrâklerdir. Rüyalarımız psikosinyaller, ruhumuzdaki ârızaları, değişiklikleri ve karakterlerimizi belirten bir çeşit mesajlardır. Bu mesajların sistematik tahlili, ruhumuzdaki değişen derin ârızalarla aynı zamanda da değişmeyen karakterlerimizi ortaya çıkarmaktadır.

 

Rüya, muhayyilenin en pasif yönünü yansıtır. Rüyadaki her çeşit hayal bir organın etkisiyle meydana gelen hissî bir algının etrafında birleşir ve gruplaşır. Rüya gördüğümüz anda bunun genellikle gerçek duyumlar olduğunu sanırız. Bununla birlikte rüyadayken de gerçek olup olmadığını kendimize sorduğumuz olur. Bu hal, uykuda iken de insanda yargı yeteneğinin ve uyanıklık hâtıralarının devam ettiğini gösterir. Düşüncenin rüya içindeki müdâhalesi belirsiz ve geçici olmakla birlikte devamlı olursa uyanılır.

 

Rüyalar insanları hangi yönlerden etkiler, bu hususu da dört ana başlıkta toplayabiliriz:

a- Rüyalar insan karakterinin ve rûhunun içyüzünü açığa vurur. Gizli arzular, hisler ve temâyüller rüyalarda sembollerle ifâde edilir.

b- İnsan, rüyasında, hayatında karşılaştığı en önemli meseleleri halletmeye çalışır. Bu mücâdele, insan uyanıkken böyle bir meselenin varlığını hissetmediği halde mevcuttur.

c- İfşâ edilen hakikatler kolayca kabul edilmedikleri için rüyaların anlatılmasında güçlük çekilir. Bunun sebeplerinden birisi de insan zekâsının rüya sembollerinin mânâsını kolayca kavrayamamasıdır.

d- Yeterli derecede sabır, zekâ ve cesâret sahibi olunduğunda rüyaları anlamakta fazla bir güçlük çekilmez.

 

3. Metafizik Açıdan Rüya: Metafizik, fizik idrâk ve bilgilerimizin ötesini oluşturmaktadır. Aklın kâinâtın sırlarına cevap arama çabasıdır. Bu esasa göre düşünüldüğünde rüya da metafizik konular içerisindedir.

 

Dinlere göre insan rûhunun “ebedî varlık” ile bir bağlantısı vardır. Dolayısıyla rüyanın da böyle bir bağlantısının olduğu kabul edilmektedir ve ona göre de gruplandırılmaktadır. Rüyaları metafizik açıdan izah ederken kişinin hareket noktası önsezidir. Rüyalarda zaman, mekân, kitle ve sürat gibi fizik unsurlar sözkonusu değildir. Bize göre olana fizikî unsurlar ortadan kalkmakta, izâfîleşmektedirler. Bu hal, gerçek varlığın fizikî unsurların dışında olduğunu kabul demektir ki, varlığın gerçeği ile ancak fizik ötesinde ilişki kurulabilir. Bu ilişki ise ancak önsezi ile mümkün olmaktadır. Biz bunların işaretlerini canlı ve hareketli şekillerde sembolleşmiş olarak görmekteyiz.

 

4. Dinler ve Güzel Sanatlar Açısından Rüya: Rüya olayı tek şekli olan, mâhiyeti ve meydana gelişi kesin bir şekilde ortaya konmuş rûhî bir olay olmadığından dinlerin ve güzel sanatların meseleyi ele alışında, onu kullanışında bir bütünlük, beraberlik görülmez.

 

Rüyaların oluşumu ve tâbirleri ile ilgili en yaygın teori Freud (1856-1939) tarafından ortaya konarak geliştirilmiştir. Freud’a göre rüyalar baskı altına alınmış ve tatmin edilmemiş duygular, arzular ve düşüncelerin uyku ânında üst şuurun baskısından kurtulmasından meydana gelmektedir. Uykuda insanın benliği, baskı altına alınmış duygu ve istekleri kontrol altına alamadığı, sansür gücü azaldığı için bunlar olduğu gibi veya az-çok değişerek sembolik hayaller halinde bilinçaltına çıkmaktadır. Freud’a göre cinsellik ile ilgili ihtiyaçlar çoğu zaman şekil değiştirmiş olarak ortaya çıkar. Ona göre değişmez cinsellik sembolleri vardır. Freud’a meşhur talebeleri dahil çağında ve sonrasında büyük eleştiriler yapılmıştır.

 

Önceleri Freudcu iken sonradan 1912’de kendi ekolünü kuran tanınmış Alman psikoloğu Alfred Adler (1870-1937), Freud’un aksine cinsiyetin rolünü azaltıp ego’nun rolünü arttırmıştır. Ona göre rüya, dün ile yarın arasındaki bir köprüden başka bir şey değildir. Bir ferdin, genellikle hayata karşı takındığı tavrı bilmek, hal ile gelecek arasında ne şekilde köprü kurduğundan haberdar olmakla rüyalarında kurduğu köprülerin özelliklerini anlamak mümkündür ve buradan geçerli bazı sonuçlar çıkarılabilir. Adler, rüyaların çok azını anlamanın mümkün olduğunu, o rüyanın kişi üzerinde belli bir izlenim bıraktıktan sonra çabucak unutalacağını söyler. Rüyaları bir ferdin faâliyet ve davranış kalıbının sembolik ve mecâzî bir yankısı olarak görür. Rüya, o şahsın davranış kalıbını dile getirdiği için düşünce süreçlerinin nasıl gerçekleştiğini ortaya koyacağından bir psikiyatr o şahsın tabiatı ile ilgili sonuçlar çıkarabilir. Adler’e göre rüyalarda kudret dürtüsü, yani iktidar isteği esastır ve geleceğe yöneliktir. Sosyal duygu ve güçlü olmak için gösterilen çaba, rüyalarda açık bir şekilde ortaya çıkar.

 

Batıda bilimsel çerçeve içerisinde rüyanın mânâ ve mâhiyeti ile ilgilenen isimlerin önde gelenlerinden birisi de İsveçli psikolog C.G.Jung’dur (1875-1976). Jung’a göre rüya, diğer psikolojik olaylardan farklı değildir. Rüyalar şahsın günlük dürtüleri ve düşünceleri dolayısıyla planları ile ilgilidir. Jung, rüyaların aynı zamanda ilham verici unsurlara delâlet ettiği görüşündedir. Rüyaların yorumları itibarıyla Freud geçmişe, Adler geleceğe, Jung ise aynı zaman ve özellikle hâle dönüktür. Jung’a göre rüyalar, kolektif şuuraltını canlandırır ve kâinat sırrını taşır. Freud, rüyaların cinsî sembolizmini, Adler, iktidar isteğini esas olarak alırken Jung bunları yeterli görmez. Bu görüşlerin insan ruhunun derinliklerini dikkate almadığını belirtir. Eski çağlara ait ve ortak içgüdü, düşünce ile duygu kalıntılarından oluşmuş malzemenin rolüne işaret eder.         

      

 

Rüyalar, madde ile mânâ âlemini görünmez iplerle bağlayan ve bizlere ötelerin varlığını devamlı hatırlatır. Rüyaların derinden olanları, bizi içimizdeki varlığa, “ben”e yaklaştıran sınır noktalarıdır.

 

Maddeci biyoloji süratle gelişirken rüyaları bilinç altındaki beyin olaylarına bağladı. Ne var ki, rüyaların zamanı aşan farklılıkları kimsenin gözünden kaçmış değildi. İstisna denilerek uzun süre konuya ters açıdan bakıldı. Ünlü bir bilim adamı “fizik ve biyolojide istisna olmaz. Tek bir olayın dahi açıklanması gerekir” hükmü ile metafizik olaylara bilimsel bir kapı araladı.

 

Rüyalar metafizik bir olaydır. İç dünyamızdan doğar. Zaman ötesi nitelikleriyle birlikte bilinç altına yansıyarak bize ulaşır. Bu arada bilincin ve şuuraltının şekillerine ve fotoğraflarına bürünür. Zaten eski psikiyatristlerin rüyaları bilinçaltı diye değerlendirmesi, onların bu özelliklerinden gelir. Hatta iç dünyadan gelen rüya olayının bilinçaltından geçerken getirdiği çizgi ve fotoğrafların ruh hekimliği açısından değerlendirilmesi yanlış da olmaz. Ancak rüyalar bilinçaltında doğmaz. İçmizdeki ben’den bize gelen mesajlardır. Bunun önemli delilleri vardır:

 

a) Rüyalar çok kısa sürede görülür (birkaç saniye). Uyandığımız zaman on beş-yirmi dakikada anlattığımız rüya, bilimsel olarak ispatlanmıştır ki, birkaç saniyede görülmüştür. İç dünyadaki kişiliğimizin madde ötesi olması sebebiyle rüyalar da zaman ötesinde cereyan eder. Birkaç saniyelik süre rüyanın şuuraltına, oradan bilince geçmesi süresidir. Yoksa rüyada zaman sıfırdır.

 

b) Rüyalar bazen açıkça bazen üstü kapalı olaylara bürünmüş olarak geleceği haber vermektedir. Bilim tarihinde ve günlük hayatımızda geleceği olduğu gibi gösteren rüyalara sık rastlanmıştır. Bilim tarihine geçen bu tarz ünlü bir rüya Abraham Lincoln’ün rüyasıdır. Lincoln rüyasında bir kimse tarafından tiyatroda öldürüldüğünü gördü. Ertesi gün rüyayı yakınlarına anlattı. Başta doktoru olmak üzere rüyayı o sırada Amerika’nın karışık politika olaylarının bilinçaltına yansıması şeklinde yorumladılar. O akşam Lincoln aynen rüyadaki gibi öldürüldü. Rüyanın tartışması uzun yıllar sürdü. Gözden kaçan bir mesele vardı ortada. Farzedelim ki Lincoln’ün rüyası o yıllarda Amerika’daki siyasal kavgalara bağlı idi. Lincoln rüyasında kendini öldüren adamı, çizgisi çizgisine nasıl tarif etmişti? Vurulmadan sonra olan olaylar bile rüyasında gördüğü biçimde devam etmişti.

 

Bazı rüyalar açık değildir. Şekillere bürünmüş gizlenmiştir. Bu, rüyanın şuuraltından geçerken aldığı fotoğraflardan meydana gelen karışık bir şekildir. Rüya yorumu bu karışık şekillerin analizi anlamını taşımaktadır.

 

Gelecekten haber veren içimizdeki öz varlığımız, ölümsüz olan madde ötesi yanımızdır. Yüzeyde olan rüyalar, şuurumuzdaki hayal kopyalarıdır. İçinde bulunduğumuz psikolojik durumu yansıtmadan öte bir önem taşımazlar. İç dünyadan gelen rüyalar bazı işaretler taşır (Haluk Nurbaki, Tercüman, 22 Haziran 1977).

 

Çözülemeyen Sır: Yukarıdaki makalenin bir bölümünde; rüyalarda bir iç spikerin varlığından bahsedilmekte ve bu iç spikerin iç dünyamızdaki ben, yani asıl kişiliğimiz olduğu ilâve edilmektedir. Ölümsüzlüğünün de söylendiği asıl kişiliğimizin nasıl olup da ileride meydana gelecek olayla irtibat kurabildiği ise sır olarak kalmaktadır. Ancak bu sırrın gerçekliği, olayın meydana gelmesinden sonra idrâk edilmekte, fakat yine de tam anlamıyla analizi yapılıp bir formüle bağlanamamaktadır. Her şeye rağmen rüyalar, hayatımızın bir parçası olarak ölünceye kadar bizi bırakmayacaktır.

   

         

Uyku Fikirlerin Kuluçka Dönemidir: Hazırlık safhası tamamlanmış, yani üzerinde yeteri kadar çalışılmış bir mesele sonunda uykuya dalan bir kimsede kuluçka devri başlamış olur. Çünkü uyku halinde meselesini geçici olarak bir kenara koymuş gibidir. Bazen kuluçka devri uykudan evvel başlayıp uykuda devam edebilir. Meselâ; öğleden sonraya kadar çalışıp da halledemediği meselesini bir kenara koyan kişi, başka işlerle meşgul olurken bir çağrışım sebebiyle kenara bıraktığı meselesini halletmeye meyleder. Hallolmayan meselenin kuluçka devresi gece uykuda ve rüyada devam eder. Bazı rüyalar insanları, arzu ettikleri şeye kavuşturucu biçimdedir. O halde üzerinde çalıştığı meseleyi çözmeyi çok arzu eden insanın isteğine rüyalarında ulaşabilmesi şaşılacak bir şey değildir. Çünkü; vermek olmasaydı, istemek olmazdı. O halde; vermek, lütfetmek, ihsan etmek isteyen Yüce Allah, istemek duygularını insanın içine yerleştirmiş ki; insan istiyor ve isteklerine ekseriyetle kavuşuyor.

 

Rüyalardan Alınacak Ders: Rüyalar herkes için ne gibi mânâlar taşır, pek bilinmez. Aslında rüya tabirlerini içeren kitaplara da fazla itibar etmek insanı hayal kırıklığına uğratabilir. Din, rüya ile amel etmeyi emretmemiş. Rüyaların neticeleri kişilerin yaşayış durumlarına göre farklı zuhur edebilir. Fakat sâdık rüyalar insanın yolunu projektör gibi aydınlatır.

 

Rüyalar, bir başka âlemin varlığını hatırlatan habercilerdir. Rüyalar o âlemin sahnesi hükmündedir. Bestelenemeyen güftelerin notaları orada mevcuttur. Mikroskopun gösteremediği atomun yapısı o sahnede görülür. En içli duygularımızı terennüm eden şiirlerimizin mısraları, romanlarımızın bölümleri, hikâyelerimizin isimleri orada yazılıdır. Dikiş makinesinin iğnesinden, bilmem ne ilacının bulunmasına kadar, rüyaların rolü vardır. Demek ki rüyalar, en ahmak insana bile ötelerin varlığından haber veriyor. Öyle ise insan ölünce yok olup gitmeyecek, bir âlemden öteki âleme geçecektir. Bu durumda âlemleri yaratana itaat etmeli, âhiret âlemine sevap dolu bir çanta ile gitmelidir.

         

Tıbbın psikiyatri dalı, psikoloji, psikanaliz, parapsikoloji ilim dalları yanında, felsefe ve özellikle tasavvuf gibi disiplinler için rüya, her zaman ilgi alanı olmuştur. Rüya birçok bilim dalının ilgilendiği bir konu olmasına rağmen, hakikati ve mâhiyeti üzerinde kesin bilgilere henüz ulaşılamamıştır.

 

Allah, genellikle geceleyin algı gücünü alarak insanı uyutur. Belli bir süre tamamlandıktan sonra uyandırır. Uyku bir tür ölümdür. Bu sırada insan bilincinden sıyrılır. Can bedendedir, fakat canın özü olan bilinç ondan ayrılmıştır. Uykuda düşünme söz konusu değildir. Bedenden bağımsız olarak ruh rüya görür, birçok yeri dolaşır, sevinir, sıkıntıya düşer. Uyku bir yönüyle ölüme benzer. Ölümde ruh bedenden ebedî ayrılır. Uykuda ise bilinç kabiliyeti geçici olarak bedenden ayrılsa da, bedene canlılık veren hayvansal ruh bedende kalır. Bedenin dinlenmesi, beyinde biriken bunalımların atılması için uyku şarttır. Uykunun ardından, sonra bilincine tekrar kavuşan insan kendisini dinçleşmiş hisseder.

 

Muhiddin Arabî, gördüğü bir rüya üzerine Fusûsu’l-Hikem’i yazdığını kitabının önsözünde belirtir. Eyüp kabri, Yûşâ kabri, Sarı Saltuk’un kabri rüya yoluyla bulunmuştur. Buna benzer motiflere Hıristiyan inançlarında da rastlanmaktadır. Meselâ Selçuk’taki Meryem Ana Manastırının bulunuşu bir Hıristiyan azîzesinin rüyası yoluyla mümkün olmuştur. Tabii, bu bulmalar bilimsel ve tarihî gerçekliklerle ve akılla ilgili delillerle desteklenmediği müddetçe bunların gerçekliği tartışılabilir, birer tahminden ibaret kabul edilebilir.

 

Rüyaların bazı müjdeler ve uyarılar içermesiyle birlikte, şeytanî rüyalar olduğu da unutulmamalıdır. Zaman zaman gazetelere akseden nice feci durumlar rüyalara verilen önemin farklı boyutunu sergiler. Meselâ: “Amasya’da bir ziraat mühendisi, gördüğü rüyanın etkisinde kalarak iki çocuğunu pencereden aşağı atmıştır…” (Tercüman, 21.12. 1988).

 

Rüya, bir uyku zamanı ziyaretçisi, anlaşılması güç İlâhî olguların alegorik/simgesel bir tercümesi, aklın kullanılmasından bizi alıkoyan bir hayal veya şiirsel ilham kaynağıdır. Aslında hayat bir rüyadır. Dünya, bir oyun ve eğlenceden, bir rüya ve aldanmadan başka bir şey değildir.

 

Gençliğin bâkî olmadığını, hayata bel bağlamamak gerektiği, zamanın ve bu dünyanın gelip geçici olduğunu belirtirken kullanılan ifâdelerin başında hep “rüya gibi” ifâdesi yer alır. “Gençlik kaçar ve hayat uçar; bu rüya gibi dünyadan çabuk göçersin” (Kutadgu Bilig). Günlük ifâdelerde kullanılan rüya kelimesi, genellikle gelip-geçiciliğin, aldatıcılığın sembolü durumundadır. Rüya kavramıyla ilgili atasözlerine örnekler verelim: Aç tavuk rüyasında darı görür. Ne karanlıkta yat, ne korkulu düş gör. Şeytan adamın düşünü azdırır, suyunu ısıtmaz. Yerde yatar minare kadar rüya görür. Düşte ağlayan uyanıp gülmüş. Korkulu düş görmektense uyanık yatmak yeğdir. 

 

Dilimizde rüya ile ilgili birçok kelime, deyim ve terim de bulunmaktadır. Rüya gibi, rüyalarına girmek, gözü açık rüya görmek, rüyada bile görememek, rüyasında görse hayra yormamak, ağır basma, düşü azmak, düş yormak, ihtilâm, karabasan, kara düş, kara kaygılı rüya, kara-kura, karakura basmak vs.

 

Rüya, rûhun ve kaderin varlığının en önemli delillerinden biridir. Sonradan olacak bazı şeylerin rüyada görülmesi kadere, alın yazısına ve tesadüfün olmayıp her şeyin nizama bağlı olduğuna delildir.

 

Kaderle ilgili olarak “insanın başına gelmesi gereken bazı musibetlerin, yapılan bir güzellik ve sevapla (meselâ sadaka vererek) günlük hayatta başına gelmeyip rüyada karşısına çıkarak kader yerini bulur” diyen âlimler vardır. 

 

En çok çalışan, hemen hiç dinlenmeyen organlarımız kalp ve beynimizdir. Gece ve uyurken bile çalışır bu organlarımız. Rüya görürken beynimiz normalden % 12 oranında daha fazla çalışır. 

 

Rüya zarûrî bir ihtiyaçtır; ruhun gıdasıdır. Art arda üç gün uyumadığı için rüya görmeyen kimse, hallüsinasyon görmeye başlar.  

 

Vahyin başlangıcı rüya iledir ve peygamberliğin kırk altıda biri rüyadır. Tarihte ve günümüzde bazı müşriklerin rüya yolu ile hidâyete ermeleri, rüya ile büyük fetihlerin müjdelenmesi, felâketlerin haber alınması, geçmişle temas ve tedavi gibi hususlara değişik eserlerde sıkça rastlanmaktadır.

 

Ruh; bir gizem, hakkında bilgimiz az (17/İsrâ, 85). Rüya da ruhun rejisörlüğündeki bir film, dizi filmler yumağı. O yüzden enterasan ve tüm sırları çözülemeyecek esrârengizlikte. Tahmin ve yoruma açık, spekülasyonlara ve hatta istismara müsait tarafları olan bir sınav alanı.

 

Tasavvuf, rüya ile nefsin hangi merhalede bulunduğunun anlaşılabileceğini, gördüğü rüyanın kişinin mânevî durumunun göstergesi olduğunu kabul eder. Belki bu anlayıştan etkilenerek Freud da psikolojik sırların, bilinçaltında depo edilen bastırılmış isteklerin ipuçlarını yakalamak için rüyanın temel işlevi olduğunu iddia etmiştir.

 

Rüya, bir deşarjdır/boşalmadır. Psikolojik boşalmadır: Günlük etkilenmeler, stres ve benzeri problemler rüyada deşarj olmakta, çöp kutusunun boşaltılıp temizlenmesi gibi rüya vâsıtasıyla içdünyamıza zarar verecek yükler atılmaktadır. Rüya fizyolojik boşalma da sağlar. İhtilâm (düş azması) buna örnektir. Dolu testisler rüya aracılığıyla boşalırken, bu durum aynı zamanda psikolojik deşarj ve tatmin de sağlar.  Rüya, aynı zamanda kaderin de boşalması kabul edilebilir. İnsanın alınyazısında (kaderinde) yazılı olan bazı musîbetlerin, sadaka vermek, duâ etmek gibi bazı hayırlar vesilesiyle günlük yaşayışta ortaya çıkmayıp kaderdeki bu olayı kişinin rüyada yaşaması mümkündür. Bu da kaderin rüya aracılığıyla icrâ edilmesi, boşalması demektir.

 

Rüya aynı zamanda bir tatmin aracıdır. Aç insan, yemek ihtiyacını psikolojik yönden rüyada giderir, bazı problemleri farklı şekilde rüyada çözüme kavuşur. Psikolojik tatmin sağlar rüya. Günlük hayatta ezilen müstaz’af insan, rüyasında kahramanlık yapar, uçar, döver… Arzular ifade edilip gün yüzüne çıkarken kişi tatmine de kavuşur. İhtilâm da, psikolojik tatminin cinsel boyutudur. Rüya, insanın ruh sağlığına büyük katkısı olan, onsuz uzun süre yaşayamayacağımız Allah’ın büyük bir nimetidir. Hayal kurmak insan için ne kadar önemli ve faydalıysa rüya da en az o kadar faydalıdır.

 

Rüya bir taraftan günlük hayattan etkilenme olduğu gibi, gaybla da bağlantılıdır, istikballe de ilişkilidir. İç dünyamızın, rûhumuz ve nefsimizin melekle de şeytanla da bağlantısı (hem takvâya hem fücûra meyilli olması), her iki mesaja da açık olduğunu gösterir.

 

İnsan karakterine, arzularına, güncel tavırlarına ışık tutan rüya, aynı zamanda dün ile yarın arasında sembollerle oluşmuş bir köprüdür. Semboller ve mecazların insan ruhunda zannettiğimizden daha fazla önemi vardır. Benlikte yer etmiş bazı olaylar ve tatmin isteyen arzularımız sembol giysisi ve mecaz diliyle rüyada karşımıza çıkar. Benzetme, simge, mecaz ruhun dilidir.

 

Rüya da isbat ediyor ki; insan sadece bedenden, akıl ve duyulardan ibâret değildir; onun bir de metafizik (rûhî/psikolojik) tarafı vardır ve bu özelliği kişinin Allah’la, gaybla bağlantısını sağlar. Ama esas bağlantı, kişinin kendi irâdesiyle uyanıkken gaybe iman eden bir açılımla Allah’la irtibatını vahyî ilkeler ışığında ibâdet ve itaatle (kullukla) sağlamasıdır.

 

 

 

 

Bilimsel Araştırmalar Işığında Rüya    

 

Bizde ve Batı toplumunda rüyanın ilmî araştırmalara konu oluşunun uzak bir geçmişi yoktur. Psikiyatride rüyadan hareketle varılan sonuçların olumlu oluşu, bilim adamlarını görülen rüyadan öte nasıl ve ne şekilde görüldüğü sorusuna cevap aramaya yöneltmiştir. Bugün bir kişinin rüya görüp görmediğini tespit eden bilim adamları rüyanın doğrudan doğruya bilimsel araştırmalara esas olması yolunda onun görüldüğü an incelenmeye aktarılması safhasına gelmişlerdir. Rüya üzerine yapılan çalışmalar, getirilen yorumlar bugün de, anlatılan rüyalar üzerine yapılmaktadır. Görülen rüya ile rüya görenin anlattığı arasında ne derece uygunluk vardır, tespit edilememektedir. Kişi uykusunda mutlaka bir veya birkaç rüya görmektedir, ama bazen bunları hatırlayamadığı için rüya görmediğini sanmaktadır. Yapılan tespitlere göre normalde kişi bir gecede 4 ilâ 6 arasında değişik rüya görebilmektedir ve bir rüyanın süresinin 20 ilâ 90 saniye arasında değiştiği deneylerle tespit edilmiştir.

 

Rüya görmenin ilk objektif göstergesi göz hareketleridir. Uyuyan bir kişinin göz hareketleri onun rüya gördüğünün ilk ciddi işaretleri kabul edilmiştir. 1953 yılında Chicago Üniversitesi uzmanlarından Dr. N. Kleitman ve talebesi E. Aserinsky, denekler üzerinde yaptıkları çalışmalarda onların rüya gördükleri anda gözlerinin düzenli hareket ettiklerini fark etmişlerdir. İnsanlar uykunun rem diye adlandırılan bölümünde rüya görmektedirler. Bu deyim, hızlı göz hareketleri anlamına gelmektedir. Bu olay esnâsında iskelet, çene ve ense bölgesi felçli gibidir. Tansiyon ve nabız sürekli değişir. Hatta solunum bile 20 saniye kadar kesilebilmektedir. Uykudayken gözlerini düzenli hareket ettirdiği halde kişi, hiç rüya görmediğini söylüyorsa, bunun doğru olmadığı, kişinin hatırlamasa da bu durumda rüya gördüğü anlaşılmaktadır. Buradan Dr. Kleitman, aslında herkesin rüya gördüğünü, ama bazılarının rüyaları hatırlayamadıkları neticesini ortaya koymuştur. Rüya gören kişinin gözlerinin hareket etmesi, uyanık bir kişinin gözlerinin hareket etmesinden farksızdır. Göz hareketleri görülen rüyanın mâhiyetine göre yön değiştirmektedir. Meselâ rüyasında yukarıya ve aşağıya bakan bir kişinin göz hareketlerinin de yukarı ve aşağı doğrultuda olduğu tespit edilmiştir.

 

Dr. Kleitman, elektronik cihazlardan faydalanarak deneklerinin EEG ve EKG’lerini tespite başlamış ve neticede rüyanın varlığına ilk objektif delilden olan göz hareketlerinin yanına bir de kalp atışlarını ilâve etmiştir.

 

Rüya farklı bir davranış şeklidir ve uykunun belirli bir devresinde oluşur. Diğer devrelerden farklı olarak rüyanın meydana geldiği devrede vücutta bazı farklılıklar görülür; nefes alma ve kalp hızı düzensizleşir, bazı organlar sertleşirken gırtlak bitişiğindeki boğaz kasları gevşer, vücudun elektriksel ısısı yükselir.

 

Rüya normalde uykunun % 20’lik bir bölümünü teşkil etmektedir. Buna göre 8 saat uyuyan bir kişinin ilk saati ağır ve rüyasız geçmektedir. Bundan sonra 10 dakika içinde rüya görülmekte ve sonra yine 1,5 saat ağır bir uyku devresi, arkasından 20 dakikalık bir rüya ve yine 1,5 saatlik ağır bir uyku devresi gelmektedir. Son devredeki rüya bölümü 30 dakika sürmektedir.

 

Dr. Kleitman’ın talebelerinden Dement, “rüyadan mahrum etme” deneylerine devam ederek EEG cihazını kullanmış ve rüya esnâsında uyandırma işini hızlandırdıkça deneklerin rüya görmelerinin daha da arttığını müşâhede etmiştir. Deneyin son safhasında denekler rüyadan tamamen mahrum edilince deneklerde hırçınlaşma, hâfıza kaybı, dağınıklık ve tutarsızlık görülmeye başlanmıştır. Bu deneyler sonucunda da bilimsel olarak rüyanın insanın rûhî hayatını düzene sokan, hayat için elzem olan bir ihtiyaç olduğu ortaya çıkmıştır. Deneylerle derin uykudan uyanmanın rüya esnâsında uyanmadan daha kolay olduğu, rüya esnâsında uyanmanın ise çok zor olduğunun tespiti de insanın uykudan çok rüyaya ihtiyacı olduğu hususunu ortaya koymuştur. Yine bu deneylerle rüyaların psikolojik, fizyolojik, solunum ve beslenme gibi hayatın devamını mümkün kılan ihtiyaçlardan olduğu bilimsel olarak tespit edilmiştir. Üst üste üç gün uyumayan kimse, rüya ihtiyacını mutlaka hallüsinasyon görerek karşılar. Beyin, rüya görürken hâfızamızı çılgın bir dengeden kurtarmaktadır. Bu mekanizma, bu şekilde işlemese insanlar önemli ruh bozukluklarına uğrayabilirler. Almanya’da rüya ile ilgilenen bir enstitü, yapmış olduğu çalışmalarda, rüyaların beynimizi uyuşturmadığı, aksine en yüksek düzeyde çalıştırdığını ortaya koymuştur. Uyuyanlar üzerinde yapılan beyin araştırmalarında, derin fakat rüya görmeden uyuyanların beyinlerinin uyanık haldekinden % 12 daha az enerji harcadıkları; rüya görürken gerekli enerji ihtiyacının % 12 oranında arttığı; beyinde en fazla enerjiyi konuşma, düşünme ve planlama merkezlerinin bulunduğu kısmın harcadığı ortaya çıkmıştır. Rüyaların canlılığı, beynin yükselmiş ısısı ile açıklanmaktadır. Ünlü nazariyatçılardan Crick ve Mitchison’a göre rüya hâfızadan sahte bilgiyi uzaklaştıran bir “ters öğrenme” mekanizmasıdır.

 

Hartman’a göre rüyaların unutulması beynin durumu ile ilgilidir. Gecenin son rüyaları ilk rüyalara göre daha az karışık, daha düzenlidir ve daha net hatırlanır. (Hadiste: “En sâdık rüya seher vakitlerinde görülen rüyadır” [Tirmizî, Rüyâ 3, h. no: 2275] buyrulur). Çünkü beyin yavaş yavaş görüş bileşimlerinin ilk oluştuğu ve bütünleştiği uyanıklık durumuna yaklaşmaktadır. Dugald Stevart, rüya hakkında şunları söyler: “Uykuda irâdeden bağımsız zihnî operasyonlar da devam etmektedir ve rüya görmekten sorumludurlar. Düşüncelerin uyku sırasındaki otomatik akışı çağrışımlar tarafından düzenlenmektedir ve uyanık olma durumu sırasındaki düşünce akışı olarak görülmektedir, fakat irâdenin uykuda askıya alınması yüzünden uykudaki düşünceler dizisi yalnızca çağrışım yasalarına boyun eğmektedir. Bu, rüyaların bedenî duyumlardan ve zihnin üstün gelme mizacından, uyanıkken üstünlük özelliği olan sosyal alışkanlıklardan etkilenmesi sebebiyle olmaktadır.” (Geniş bilgi için bk. Hekimoğlu İsmail-Nurettin Ünal, İlimde Teknikte Edebiyatta Tarihte Dinde Rüya; Hasan Avni Yüksel, Türk İslâm Tasavvuf Geleneğinde Rüya)

 

 

 

Uyku ve Rüya

 

Yetişkin birinin günde 8 saat uykuya ihtiyacı olduğuna dair halk arasında genel bir kanaat vardır. Şu âna kadar yapılan araştırmalar uyku ihtiyacının bir insandan diğerine değiştiğini göstermiştir. Bebeklerde uyku ihtiyacı 16 saat olurken, bu rakam yaşlılarda ise birçok değişiklik gösterir. Bazı yaşlılar çok fazla uyurken, bazısı ise az uyur. Kimi uykuda sık sık rüya görürken, kimi de uykudan sık sık uyanır.

 

Uykunun sebebi veya fonksiyonu tam olarak bilinememektedir. Cihicago Üniversitesi uyku araştırmacılarından Allan Rechtschaffen uykunun hiçbir fonksiyonu olmadığını tesbit etmiştir. Adale yorgunluklarının azalmasına rağmen vücudun dinlenmesi için uykuya ihtiyacı yoktur. Çünkü vücudumuzdaki hücrelere kendi kendilerini tamir etme özelliği verilmiştir. Araştırmacıların tespitlerine göre bu esnâda faâliyetten uzak olmasına, ya dinlenme veya uyku durumunda bulunmasına da gerek yoktur. Uyku sırasında alınan EEG kayıtları üzerinde yapılan incelemelerde beyinde faâliyetsizlik görülmemiştir. İngiltere Milli Fizik Laboratuvarı Kompütür Bilimleri bölümünde psikolog araştırmacı Dr. Evans’a göre uykunun tek maksadı rüya görmemize izin vermesi, zemin hazırlamasıdır. Standford tıp merkezi uyku kliniği doktoru Dr. William Dument’in görüşüne göre ise rüya görmek son derece ehemmiyet arzetmektedir. Zira rüyalar fizikî dengenin sağlanmasına hizmet etmektedir.

 

Temple Üniversitesinden koruyucu ilaçlar profesörü Dr. Fred Rofers, uykunun aktif hayattan tamamıyla uzaklaşmak olmadığını, bilakis yavaşlayan kalp de dâhil olmak üzere uzuvlarımızın değişik bir tip yaşayış durumuna girdiğine inanmaktadır. Yine Dr. Rogers’in görüşüne göre uyku, organların en önemli koruyucu ilacıdır. En mühim koruyucu ilaç olan uykuda da bir ölçü hâkimdir ve olması gerekir. Fakat yine aklımıza şu sorunun gelmemesi mümkün değil: uyku geceye âit bir alışkanlık olabilir mi?

 

Uyku araştırmalarının babası olarak bilinen Nathaniel Klietman uyku haline geçebilmek için bir faâliyet sisteminde kritik bir seviyenin altında şiddetli bir durum olması gerektiği inancındadır. Bütün kâinata ölçülü bir hareket, yani ritm hâkimdir. Med-cezir, güneş ve ayın doğup batmaları, mevsimler, dünyanın ekseni etrafında dönmesi ve daha pek çok düzenli ve maksatlı hareketler hep bu ritmi bize gösterirler. Stanford Üniversitesinde Dr. Colin D. Hendrigh’e göre bütün organizmalar, kendi zamanları içerisinde düzenli hareketler yaparlar. Bu hareketin nisbeti veya mikdarı organdan organa değişiklik gösterir. Bu değişmeler yani ritimlerin en yüksek ve en düşük seviyesi şahıslara göre farklıdır.

 

Vücut hareketi, günün ortalarında en yüksek seviyeye çıkarken sabahın erken saatlerinde en düşük seviyeye iner. Dr. Franz Halberg normal durumda ve 24 saatlik bir periyodda meydana gelen değişmeler için “circation” kelimesini kullanır. Vücut dengesi, zamana bağlı ritim değişmeleriyle sağlanır. Organlarımızın ritminin en yetersiz olduğu anlarda uyku bastırır. Gecenin ilk uyku dönemine hızlı olmayan göz hareketi anlamına gelen nrem (Non Raped Eye Movement) denilmektedir. Vücudun dinlendiği en sâkin uykudur bu. Nefesimiz düzgün ve sâkindir. EEG kayıtları ve beyin faâliyetleri düzgün ve intizamlıdır. Horlama da bu uyku döneminde vuku bulur. Hızlı göz hareketi denilen rem (Ropel Eye Movement) faal uyku halidir. Vücut hareketsiz olmakla beraber yüzde ve parmak uçlarında düzensiz hareketler vardır. Horlama kesilir. Nefes düzensiz haldedir. Yani hızlı ve yavaş arasında ritim değişikliği görülür. Bazılarının kanaatlerine göre rem uyku hali değil, bir çeşit sara nöbetidir.

 

Gece uykumuzun 1,5 ilâ 2 saati rem uykusudur. Nrem ve rem devreleri 70 ilâ 110 dakika arasında değişir. Ortalama 90 dakika olarak kabul edilmektedir. Rûhî depresyon geçirenler rem uykusu olmadığı sürece kendilerini daha rahat hissederler. Rüya görme olayı, ekseriya rem döneminde vuku bulmaktadır. Pek çok kişi yatıştırıcı veya uyku verici ilaçları almalarına rağmen rem döneminde faal uyku halinden kurtulamazlar. Halbuki alınan ilaçlarda rem’i ya tamamen veya kısmen ortadan kaldırması aranmaktadır. Rem’de ne mi olmaktadır? Uykunun ilk rem dönemi 10 dakika kadar devam eder. Gece ilerledikçe, rem daha da uzayabilir. Bazen de bir saat olur. Uzun veya kısa sürsün her rem döneminde rüya görülür. Aslında gördüğümüz rüyaların pek çoğunu unuturuz veya hatırlamayız (Araştırmacılar rüya görme olayını tesbit için şahsı uyandırır ve rüyayı hatırlayıp hatırlamadıklarını sorarlar).

 

Rüya görmekteyken hoş olmayan veya lüzumsuz bilgiler bir tarafa atılır. Hatırlanan rüyalar daha çok güzel ve hoşlandığımız anlamları içerir. Eğer bütün rüyaları hatırlamış olsaydık, gün boyu etkisinde kalır, kendimize kolay gelemezdik. Uykunun nrem dönemi, vücudun istirahat ve sükûnetini temin eder. Beynimiz bir veya iki saat sâkin bir durumda kalır. Akabinde 10 veya 20 dakika süreyle faal duruma geçmek zorundadır. Rem süreleri, beynin faal olmasını icap eden özel durumlardır ki, bedeni uyku halinde dahi yapılması gereken fonksiyonlarını yerine getirebilsin; Kalori depolaması, kan faâliyetleri gibi. Şayet rem devresi olmasaydı, akşam yatıp sabah kalkmak yerine bir iki saat uyuyup kalkarak 10-20 dakika bekleyip tekrar uyuyup kalkmamız gerekecekti.            

 

Yapılan deney ve tecrübeler, rem uykusundan mahrum veya problemli kişilerin, birkaç gece sonra psikolojik, rûhî ve diğer hallerinde bozukluklar görüldüğünü tesbit etmiştir. Bazı araştırmalarda rem devreleri bulunmayan hastaların, tecrübe sonunda rahat uyumalarına müsaade edilince normale nazaran daha uzun süre rem uykusu uyudukları tesbit edilmiştir. Ernest L. Hartman insanların oldukça sâbit bir nrem’e, bu arada değişen nöbetlerde rem uykusuna ihtiyacı olduğunu bildirmektedir. Yani her beden sâbit bir süre nrem uykusuna sahiptir. Rem’in uzunluk kısalığı sahibine göre değişir.

 

Çok uyuyanlar veya uykucular denilen “long sleeper” olanlar ise daha çok ağır işlerde çalışanlardır. Pek fazla uyumayacak olursa bu kişiler, sosyal hayatlarında problemlerle karşılaşırlar, huzurlu olamazlar. Daima şikâyet ederler, asabîdirler. Romantik ve sanatkâr ruhlu insanlar uykuyu toplum ve insanlardan kaçmada bir araç olarak kullanırlar.

 

Uyku düzenimizi değiştirmek elimizde değildir. Dolayısıyla altı saatten fazla uyuyamıyorsanız, hiç endişe etmeyin. Demek ki uykuya ihtiyacınız bu kadardır ve bu da size yeter. Günde ortalama sekiz saat uyku sözü, sadece bilimsel izahlarda geçen genel bir tâbirdir. Bu sebepten fazla ciddiye alınmamalıdır (Ali Toker, Köprü).

 

Rüyanın başlaması ânında adaleler ve boyun kasları tamamen gevşer, baş âdeta gövdeden ayrılmışçasına bir tarafa düşüverecek gibi olur. Yani, rüya ânında gövdenin fizikî hareketleri tamamen durur. Bu hal şuna benzetilebilir: Bir tiyatro seyircisi koltuğunda otururken ufak tefek hareketler yapar. Fakat perdenin açılmaya başlamasıyla dikkat kesilir. Uykudaki insan da sağa sola dönüp el-kol hareketleri yapabilir, fakat rüya görmeye başlayınca hepsi son bulur.

 

 

 

              

Rüyâ-yı Sâdıka; Doğru Rüya

 

Rüyâ-yı sâdıka; Doğru ve görüldüğü gibi çıkan rüya demektir. Buna "rüyâ-yı sâliha" da denir. Bunun zıddı, Kur'ân tabiriyle “edğâsü ahlâm”, yani “karışık düş”tür.

 

İnsan, yaratılışı itibariyle, uyurken uyanıkmış gibi bazı olaylar yaşar. Bunlar ya gündüzleyin uyanık olduğu sırada etkisinde kaldığı hususlar olabilir veya bir hikmete dayalı olarak görülen rüyalardır. Bunlar gerek sâdık rüya olsun, gerek edğas olsun bu iki çeşit rüya hakkında bilgi vermektedir: "Allah Teâlâ, insanların Levh-i Mahfuz'daki durumlarını bilen bir grup meleği rüya işiyle görevlendirmiştir. Görevli melek Levh-i Mahfuz'dan aldığı durumları birtakım olaylar ve şekiller haline sokarak ilgili insanın rüyasında kalbine yerleştirir; ki o kimse için bir müjde veya uyarı ya da kınama değerinde olsun. Böylece hikmetli, yararlı veya sakındırıcı bir faâliyet gösterilmiş olur. İlgili melek bu gayret içinde iken, şeytan da insana karşı duyduğu kin ve husûmetten dolayı onu uyanık iken rahat bırakmak istemediği gibi, uyku âleminde de rahat bırakmak istemez. Ona birtakım hile ve tuzaklar kurmaktan geri durmaz. Şeytan, insanın rüyasını ifsad etmek üzere ya onu gördüğü rüya hususunda yanıltmak ister veya rüyasından gâfil olmasını sağlamaya çalışır.

 

Rüyalar genel olarak iki kısma ayrılır:

1- Peygamberlerin ve onlara uyan sâlih mü'minlerin gördükleri rüyalar bu tür rüyalardır. Yusuf (a.s.)'ın gördüğü rüya gibi (12/Yûsuf, 4). Mü’min olmayanlar da bu tür rüyaları görebilirler. Yusuf sûresi 43. âyetinde bildirilen, Mısır kralının yedi zayıf ineğin yedi semiz ineği, yedi cılız başağın da yedi olgun başağı yuttuğunu gördüğü rüyasıyla, Hz. Yusuf'un hapishanede iken iki mahpusun gördüğü rüyalar, bu tür rüyalardır (Haydar Hatipoğlu, Sünen-i İbn Mâce Terceme ve Şerhi, X, 89-90).

 

2- Kur'ân-ı Kerim'de, "edğasü ahlâm (karmakarışık düşler)" (12/Yûsuf, 44) diye bildirilen rüyalardır ki; şeytanın uyuyan kimseyle oynamasından, kişinin arzu ettiği veya etmediği bir şeyi çok konuşmasından veya arzulamasından kaynaklanan rüyalardır. Bu rüyalara itibar edilmez.

 

Rasûlüllah (s.a.s.) Efendimiz’in rüyaları sâdık rüyalardan idi. Aynı zamanda, ona rüyasında vahiy de gelirdi. İlk vahiyler ona "sâdık rüyalar" şeklinde gelmiştir. Buhârî'de Hz. Aişe (r. anhâ)'dan rivâyet edilen bir hadis-i şerifte şöyle denmektedir: "Rasûlüllah (s.a.s.)'e vahyin ilk gelişi uykuda rüya-ı sâliha (sâdıka) görmekle olmuştur. Rasûlüllah'ın gördüğü bütün rüyalar sabah aydınlığı gibi apaçık rüyalardı" (S. Buhârî Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, I, 10). Rasûlullah (s.a.s.)'ın rüyasında her gördüğü aynen olurdu. Bu durum altı ay devam etmişti.

 

Rasûlullah’a (s.a.s.) rüyâ-yı sâdıka olarak vahiy gelmesi, ilk altı aydan sonra da kesilmemiştir. Bunun için ashab-ı kirâm, Rasûlüllah (s.a.s.)'i uykusundan uyandırmaktan çekinirlerdi. Nitekim Buhârî'nin İmrân b. Husayn (r.a)'den rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte Rasûl-i Ekrem, ashâbı ile bir gazâdan dönerken bir vâdide uyuyakalmışlar ve sabah namazını geçirmişlerdi. Kuşluk vakti ashâb uyanmış, Rasûlullah (s.a.s.) uyanmamıştı. İmran b. Husayn der ki: "Rasûlullah uyuduğu vakit kendiliğinden uyanmadıkça uyandırmazdık. Zira biz uykusu esnâsında kendisine (vahiy mi nâzil olur, başka bir hal mi ârız olur) ne olacağını bilmezdik” (Tecrid-i Sarih Tercemesi, II, 256)

 

Hadis, tefsir ve siyer kitaplarında Rasûlullah (s.a.s.)'in sâdık rüyalarından birçokları nakledilmektedir. Bunlar maddî hayatta aynen meydana gelmiştir. Müslim'in Enes b. Malik'den rivâyetine göre Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle anlatmıştır: "Bir gece ben uyuyan kimsenin gördüğü şekilde (yani rüyâda) kendimizi Ukbe b. Nâfi'in evinde imişiz gördüm. "Bize İbn Tâb hurmasından hurma getirdiler: Ben bunu, yükselmenin dünyada bizim için, âhirette âkıbetin de bizim için olduğuna ve dinimizin tamamlandığına yordum" (Müslim, Rüya 18).

 

Yine Müslim'in Ebû Mûsâ el-Eş'arî'den rivâyetine göre de Rasûlullah (s.a.s.) şöyle anlatmıştır: "Rüyada kendimi Mekke'den hurmalı bir yere hicret ediyorum gördüm. Bu yerin Yemâme veya el-Hecer olacağını zannettim. Ama baktım Yesrib şehri imiş. Bu rüyamda kılıç salladığımı da gördüm. Kılıcın başı koptu. Bir de baktım bu, Uhud savaşı gününde mü'minlerin başına gelen musibettir. Sonra onu tekrar salladım ve en güzel şekline döndü. Bir de baktım bu, Allah'ın getirdiği fetih ve mü'minlerin bir yere toplanmasıdır. Bu rüyada birtakım inekler gördüm, Allah'ın yaptıklarının mutlak hayır olduğuna inandım. Baktım ki bunlar, Uhud gününde mü'minlerden bir cemaattir. Ve hayır ise Allah'ın sonradan getirdiği hayırdır ve Allah'ın bize sonradan Bedir gününde getirdiği sıdkın sevâbıdır." (Müslim, Rüya 20).

 

Rasûlullah’ın (s.a.s.) vefatıyla vahiy, dolayısıyla vahiy olan sâdık rüyalar da kesilmiştir. Ama her mü'mine nasip olabilmesi mümkün olan sâdık rüyalar bâki kalmıştır. Bu sâdık rüyalar ilham kabilindendir ve her mü'min bu çeşit rüyaları görebilir. Bunun için Rasûlüllah (s.a.s.): “Nübüvvetten ümmete yalnız mübeşşirat kalmıştır” buyurdu. “Mübeşşirât nedir, ya Rasûlüllah?” diye sorulduğunda; “sâlih rüyalardır” buyurdu (S. Buhârî Tecrîd-i Sarih Tercümesi, 4/34).

 

Sâdık rüyalar yukarıdaki hadiste bildirildiği gibi sevindirici (mübeşşirat) olduğu gibi, ikaz edici de olabilir. Abdullah b. Ömer (r.a)'den şöyle rivâyet edilmiştir: "Rasûlüllah (s.a.s.) sağlığında, ashâbdan birisi bir düş gördüğü zaman Rasûlullah’a onu anlatırdı. Ben de bir düş görmek ve onu Rasûlüllah’a arzetmek isterdim. O sırada ben çok gençtim. Ve Rasûlüllah (s.a.s.) zamanının âdeti üzere mescidde uyurdum. Bir kere ben de rüyamda gördüm ki; iki melek beni yakalayıp benimle Cehenneme gittiler. Cehennem kuyu duvarı gibi (taşla) örülmüştü. Onun iki boynuz (gibi iki tarafı) vardı. Burada (Kureyş'ten) kendilerini iyice tanıdığım kimseler vardı. Bunun üzerine ben "Cehennemden Allah'a sığınırım" demeye başladım. Bu sırada başka bir melek katıldı ve bana "korkma!" dedi. Ben bu rüyamı kardeşim Hafsa'ya anlattım. Hafsa da Rasûlullah (s.a.s.)'e arzetti. Rasûlüllah (s.a.s.): "Abdullah ne iyi adamdır! Fakat gecenin bir kısmında (kalkıp da) namaz kılmayı âdet edinseydi" buyurmuş. Bundan sonra ben gecenin az bir kısmı müstesnâ olmak üzere uyumadım" (Tecrîd-i Sarih Tercemesi, IV, 28-30).

 

Mü'minin göreceği sâdık rüyaların başında, Rasûlüllah (s.a.s.)'i rüyasında görmesi gelir. Çünkü, onun rüyada görülmesi kesinlikle sâdıktır. Buhârî, Müslim, Tirmizi, İbn Mâce, İbn Hanbel ve Taberânî'nin rivâyet ettikleri bir hadiste Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Rüyasında beni gören, gerçekten beni görmüştür. Çünkü, Şeytan hiçbir şekilde bana benzer bir sûrete giremez" (es-Suyuti, Kıtful-Ezharil-Mütenasira, s. 171).

 

Sâdık rüyayı doğru sözlü kişiler görür ve bu kişilerin rüyası Cenab-ı Hak’tan bir müjdedir (Müslim, Rüya 6). Sâdık rüyalar genellikle seher vakitlerinde görülür (Tirmizi, Rüya 3; Dârimî, Rüya 9). (4)

 

 

 

 

 

Rüya Tâbiri/Yorumu

 

Ta'bîr, dilimize geçmiş Arapça bir kelimedir. Bu kelime Arapça'da da rüyayı yorumlama mânâsında kullanılır. Halkımız "rüyayı tâbir etmek" yerine "düş yormak" ifadesini de kullanır. Ta'bir kelimesi lügatte, bir halden diğer bir hâle geçmek mânâsına gelen “a-b-r” kökünden gelir. Öyle ise ta'bir, "rüyanın zâhirinden bâtınına geçmek" demektir. Bu anlayışa göre, uykuda görülen hakikat değildir, muhtevâ taşıyan bir zâhirdir, tâbirle bunun içine geçilebilir, hakikatine ulaşılabilir. İbret ve i'tibar kelimeleri  de aynı kökten gelmektedir, bunlar da görülen (müşâhed) şeyin bilgisinden, görülmeyen şeye ulaşmayı sağlayan hâleti ifade ederler.

 

Ta'bîr, ırmak kıyısı anlamına gelen “abr”den alınmıştır. 'Ubûr, bir kıyıdan diğer kıyıya, bir kenardan diğer kenara geçmek demektir. İbâre ağızdan çıkıp başkasının kulağına varan sözdür. İbret ve i'tibâr da görülenden görülmeyene ulaşmak, görülen bir şeyden görülmeyen sonucu çıkarmaktır. Ta'bîr ise düşte görülen olayın iç yüzüne, gösterdiği mânâya geçmek, misâl âlemine âit şekillerden dünyâ kavramlarına geçmektir ki biz buna “yorum” diyoruz. Ta'bîr, te'vîl'den özeldir. Gerçi te'vîl de ta'bîr gibi sözün dışından, gerçek anlamına geçmektir ama geneldir, rü'yâya özgü değildir. Ta'bîr, sadece rü'yânın yorumu için kullanılan bir sözcüktür.

 

Râzî, ta'bîr ilmini şöyle açıklıyor: Yüce Allah, nefs-i nâtıka cevherini, felekler âlemine çıkabilecek, Levh-i Mahfûz'u okuyabilecek kabiliyette yaratmıştır. Buna engel olan, nefsin, bedeni yönetmekle meşgul olmasıdır. Uyku halinde bedenle uğraşma eylemi azalan nefsin, Levh-i Mahfûz'u okuma gücü artar. Ruhun aldığı bir ruhsal algı, hayâl âleminde kendine özgü izler bırakır. İşte yorumcu, bu hayal izlenimleri ile ruhsal algıları çıkarır, bu izlerin hangi ruhsal algıyı gösterdiğini sezinler (Mefâtiu’l-Ğayb, 18/135).

 

Yorumcuların yormaktan âciz kaldıkları düşe adğâsü ahlâm dediklerini Kur’ân bildirir (12/Yusuf, 44). Adğâs dığs’ın çoğuludur. Çeşitli bitkilerden oluşan demete dığs denilir. Adğâsü ahlâm düşlerin birbirine karışması, karmakarışık rüyalar anlamına gelir. Hulum, çoğulu ahlâm rü'yâ (düş) demektir. Birbirine karışan düşler çeşitli bitkilerden oluşan demetlere benzetilmiştir. Çünkü yedi semiz, yedi cılız inek; yedi yeşil ve yedi kuru başak aynı türden olmayan şeylerdir. Yorumcular birbirine karışmış bu düşü yormaktan âciz olduklarını söylemişlerdir.

 

 

İnsanlar, eskiden beri taşıdıkları anlamı, içerdikleri gizemi ve haber verdikleri muştu ve korkuyu bilmek için rüyaların yorumuna özen göstermişlerdir. Tarih boyunca, rüyaların yorumu konusunda, çeşitli toplumlarda uzman kişiler ortaya çıktı. Kitaplar yazdılar, rüyalardaki sembollerin sırlarını keşfetmek için kurallar koydular. Rüya tâbiri konusunda yazılmış olan eserlerin ilkleri M.Ö. 5000 yıllarına kadar uzanmaktadır. Sümerlere ait tabletler arasında 40’dan fazla rüya tâbirine rastlanmıştır. M.Ö. 2000-1790 yılları arasında hüküm sürmüş olan 12. sülâleye ait olan bir Mısır papirusunda 200 çeşit rüya tâbiri bulunmaktadır. Eski Yunan, Roma ve Yahûdi medeniyetleri, Asur ve Mısırlıların rüyalar hakkındaki değerlendirmeleri bilinmektedir. İslâm Edebiyat ve kültüründe en tanınmış tâbirnâme tâbiînden İbn Sîrin’e (ölümü 110/729) âit olan Kitabu’t Ta’bîru’r Rü’yâ adlı eseridir. Eserin çeşitli baskıları yapılmış, daha sonra meydana getirilen eserlerin çoğu ondan istifade ile yazılmıştır. Nablûsî (Abdulganî bin İsmail en-Nablûsî)’nin  Ta’tîru’l-Enâm fî Ta’bîri’l Menâm” adlı eseri 1096/1684 senesinde tasnif edilmiş ve daha sonraki eserlere kaynaklık etmiştir. Eser latin harfleriyle Türkçe olarak da yayınlanmış olup günümüzde de en güvenilir rüya tâbir kitabı olarak kabul edilmektedir (İslâmî Rüya Tâbirleri Ansiklopedisi, Terc. Ali Bayram-M. Sadi Çöğenli, Cümle Neşriyat, İst. 1976). Bu iki meşhur eserin dışında gerek Arapça, gerek Osmanlıca ve gerekse latin alfabesiyle Türkçe, sayılamayacak kadar çok Rüya Tâbiri (Rüya Yorumları) kitapları yayınlanmıştır.   

 

İslâm öncesi Arapların ve Türklerin de rüyaların yorumu konusnda özel metodları vardı. Kur’an’ın inmesi, bazı âyetlerin rüyalar ve yorumlarını içermesi; bazı hadis-i şeriflerin de rüyalar ve yorumlarını ihtivâ etmesi, Rasûlullah’ın kendisinin ve ashâbının gördüğü rüyaları yorması yüzünden İslâm toplumunda, rüyaların yorumu konusunda özel bir metod oluşmaya başladı. Kur’an ve hadiste geçen misal ve benzetmeler ve açıklama için güzel örnekler, rüyaların sembollerinin yorumunda özel bir metodun konması için temel oluşturdu.

 

Gaybî ilimlerden olan rüya tâbiri, İslâmî gelenekte “nûrânî” ilimlerden sayılmakta ve en eski rüya tâbircisi olarak Hz. Ya’kub kabul edilmektedir. Ondan sonra gelen Hz. Yusuf ise rüya tâbirciliği konusunda pîr kabul edilmiştir. Gazâlî’nin ilm-i mükâşefe diye isimlendirdiği rüya tâbiri, vehbî ve keşfî ilimlerden olduğu için akıl ve mantıkla hallolunmaz. Öğretimle elde edilemez, çünkü bu hususta rüya görenin zâtının dışındaki hallerini bilmeye de ihtiyaç olduğu vurgulanır. Bütün bu yaklaşımlar, vehbî ve keşfî ilmi yücelten tasavvuf ehlinin rüyayı ve tâbirini hem bu şekilde değerlendirmesine ve hem de rüya ve tâbirine fazlaca önem vermesine sebep olmuştur. Tasavvuf ehli, gerçekten keşif ehlinin peygamberlerden sonra kendileri olduğunu ileri sürerek rüyayı ancak kendilerinin (tasavvuf ehlinin) tâbir edebileceğini ileri sürerler. Tarikatlerde bir müntesip, zaman içerisinde çeşitli kademelerden, eğitimden geçtikten sonra hilâfet makamına geldiğinde şeyhinden rüya tâbir ilmini de öğrenir. 

 

Şunu unutmamak gerekir ki; tâbir ilmi, ilham gibi peygamberlerin gördüğü ve tâbir ettiği rüyaların dışındaki bütün rüya ve tâbirleri kesin ilim sayılmaz. Yani bu ilimle bir İslâmî hüküm isbat ve nakzedilemez. Peygamberlerin gördüklerinin dışındaki rüyalar, teşrî kaynağı (şer’î bir hükme dayanak) olmaz. Rüya ve tâbirle amel edilemez. Özellikle şeriat ehli İslâm âlimleri, amel etme derecesinde rüya ve rüya ilmine verilen öneme karşıdırlar (bk. Said Havva, Ruh Terbiyemiz, Kayıhan Y., 2. baskı, İst. 1986, s. 311-314). Bunun dışında, Vahhâbîlere göre rüya tâbircilerinin tabiat üstü bilgi sahibi olduklarını kabullenmek şirk sayılmaktadır. Mu’tezile ve eş’arîler de, uyuyan insanda idrâk olmadığını ileri sürerek rüya olayına sıcak bakmazlar.

 

Rüya, tâbir edilmedikçe kuşun ayağına takılı bir şey gibi istikrarsız kabul edilir. Genel kabule göre, nasıl tâbir edilirse öyle vuku bulacağına inanılır. Yani bir rüya birden fazla şekilde tâbir edilebildiği takdirde bu işten anlayan bir kimse onu nasıl tâbir ederse o şekilde gerçekleşeceği ve artık diğer ihtimallere göre gerçekleşmesinin beklenemeyeceği kabul edilir. Bunun için bir kimsenin gördüğü rüyayı rastgele insanlara anlatıp tâbir ettirmemeli, işi ehline danışmalıdır denilir. Rüya anlatımıyla ilgili davranış kalıplarının başında gelen “hayırdır inşallah, hayrola!” gibi ifâdeler tâbircinin rüya anlatana söyleyeceği ilk sözlerdir. “Gördüğün hayırdır. Hayra erişmeyi, şerden kaçmayı arzu ederiz. Hayır bizim, şer de düşmanlarımız içindir. Hamd âlemlerin Rabbine mahsusdur” gibi sözlerden sonra rüya anlattırılır.

 

Hadis-i şeriflerden yola çıkarak değerlendirdiğimizde; kişi güzel bir rüya gördüğünde Allah’a şükreder ve isterse o rüyayı tâbir ettirir. Âdî rüyalar, karışık ve iş ile ilgili rüyalar genellikle tâbir ettirilmez ve edilmez. Özellikle şeytânî rüyalar anlatılmaz. Hadis-i şerife göre; bir müslüman, hoşlanmadığı bir rüya gördüğünde, uyanınca hemen sol tarafına dönmeli ve üç defa hafif nefesle tükürerek (tüh diyerek) üç defa şeytandan Allah’a sığınmalı ve yatmakta olduğu taraftan diğer tarafa dönmelidir. Rüyanın hayrı için Allah’a duâ etmelidir. Görmüş olduğu kötü rüyayı hiç kimseye anlatmamalıdır. Bu hususlara riâyet eden bir kimsenin gördüğü korkulu rüyadan hiçbir zarar gelmeyeceği çeşitli hadislerde belirtilmiştir. Rüya gören bir kişinin her zaman gördüğü rüya doğrultusunda hareket etmesi söz konusu değildir. Hatta Peygamber’i rüyada görmek doğru olduğu halde, rüyada bir kimseye bir şeyi yapmasını söylese de onunla amel edilmesi İslâm âlimlerince uygun görülmemektedir.

 

Görmediği bir rüyayı görmüş gibi anlatarak yalan söyleyen kişi, Allah indinde suçludur. İbn Abbas’tan rivâyetle, İbn Mâce’deki bir hadiste şöyle denilmektedir: “Kim görmediği bir rüyayı gördüğünü iddiâ ederek yalan söylerse kıyâmet günü ona iki arpa tanesini birbirine düğümlemesi teklif edilir ve bunu yapamamasından dolayı azâb edilir.” Böyle bir yalanın diğer yalanlardan farkı, doğru ve ekseriyetle hoşlanılan rüyaların peygamberlikten bir parça olmasıyla ilgilidir. Peygamberlik de vahye dayalı olduğundan rüya konusunda yalan söyleyen kişi, Allah’ın göstermediği bir şeyi gösterdiğini söylemekle O’na iftirâ atmış olmaktadır. Allah’a iftirâ ise büyük yalandır ve şiddetli cezayı gerektirir.           

 

Rüyaların sembolik yorumu için misaller Kur’an’ın misal ve benzetmeleriyle bazı ibârelerinden alınma ise, Rasûlullah’ın yorumladığı sembollerle ilgili ise bu yorumlara bir şey denilmez. Ama, bunlar çok fazla sembolü içermez. Rüya yorumu; istismara, gaybı taşlamaya, zanna uymaya müsait bir konudur. Hevânın ve şeytanın bu yorumlara yön verme ihtimali vardır. Tasavvuf, rüyaya ve rüya yorumuna aşırı önem vermiş, sâliklerin mânevî konumlarını ve nefsin hangi mertebesinde bulunduğunu, gördüğü rüyalara göre şeyhler değerlendirir. Rüyayı kişinin seviyesini ölçme konusunda bir çıkarım kabul ederler. Tarih boyunca rüya yorumu ile ilgili eserlerin veya halkın rüyasını yorumlama geleneğinin daha çok sûfîler ve bunların etkisinde kalanlarca yapıldığını biliyoruz.

 

İnsanoğlunun merakla da imtihan olduğunu unutmaması, gaybı taşlayacak iddialı çıkarımlara meyletmemesi  ve ilme dayanmayan yorumlara önemli şeyler bağlamaması gerekmektedir. Dinin esası ve ahkâmıyla ilgili olmayan konularda “uyarma, müjdeleme, korkutma ve teşvik etme” ölçüleri içinde, sadece sahibini bağlamak üzere rüyadan yararlanılabilir. Bu yararlanma konusunda çok ihtiyatlı olmalı, dine ve akla ters bir rüyaya veya yorumuna kişi kendine zarar verecek çıkarımlara gitmemelidir. Rüya vâsıtasıyla herkesi bağlayan bir hükmün sâbit olamayacağını, rüyanın, kaynak olarak Rabbânî olabileceği gibi, şeytânî de olma ihtimalini unutmamalıdır. Bu ihtimal, peygamberler dışında her insan için ve her zaman mevcuttur. O yüzden hem rüya, hem yorumu sübjektif ve görecelidir.

 

Evet, Kur’an’ın haber verdiği şekilde Hz. Yusuf rüya tâbir etmiş, çok sayıda sahih hadis-i şerifin bildirdiği gibi Hz. Muhammed (s.a.s.) rüya tâbir etmiştir. Ama unutmayalım; onlar her şeyden önce peygamberdirler. Peygamberlerin rüya ile ilgili konumları çok farklıdır ve diğer insanlara bu durum örnek olmaz. Peygamberlerin gördüğü rüyalar apaçık ve tümüyle sâdık rüyalardır ve vahiyle irtibatı vardır. Hz. İbrâhim’e kurban ile ilgili emirler rüya ile vahyedilmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s.)’e de bazı vahyler rüya ile verilmiştir. Bunlar peygamberlere has durumlardır. Peygamberlerin rüyaları tâbir etmesi de kendilerine Allah tarafından verilen özel bir gaybî ilim sâyesindedir. Yusuf sûresi 6. âyette Yûsuf Aleyhisselâm'a düşleri yorumlama yeteneğinin verildiği anlatılmaktadır. Peygamberimiz başta olmak üzere başka peygamberlere de bu yorum yeteneğinin verildiği anlaşılmaktadır. Bunun dışındaki insanlara böyle bir yeteneğin verildiğine dair hiçbir delil yoksa, o zaman konu spekülasyonlara ve istismara açık bir alan oluşturmaktadır. Şüpheli hususlardan kaçınmak ise takvâya en uygun yoldur.

 

 

Hz. Ebû Bekir’in rüya tabirinde bazı hatalar olduğunu Peygamberimiz ifade ettiğine göre (Buhârî, Ta'bir 11, 47; Müslim, Rü'ya 17, h. no: 2269; Tirmizî, Rü'ya 10, 2294; Ebu Dâvud, Sünnet 9, h. no: 4632; İbn  Mâce, Rü'ya 10, h. no: 3918), diğer yorumcuların tabirlerinde haydi haydi hatalar vardır.  “Onların çoğu ancak zanna tâbi oluyorlar. Halbuki zan, hakdan/gerçekten hiçbir şeyi taşımaz.” (10/Yunus, 36) “Hakkında ilmin olmadığı şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi yaptığından sorumludur.” (17/İsrâ, 36). Rüya tâbiri, esas itibarıyla zanna  dayanır, kesin ilim ifade etmez. Öyle ise isâbet etmek de, hata etmek de her zaman ihtimal dâhilindedir.

 

Rüya tâbiri ilmi, gaybî ilimlerdendir. Normal olarak şer’î ilimlerden olmadığı gibi, müsbet bilimler içinde de böyle bir bilim yoktur. Rüyaya itimad edilmesi ve ona fazla önem verilmesi doğru değildir.  

 

Gelecek hakkında gereksiz ve fazla merak, nice insanın din ve dünyası açısından zararlarına sebep olabilir. Nice insan, bu meraklarından dolayı falcılara, kâhin ve medyumlara müracaat etmekte, kıyâmetin ne zaman kopacağı (Hz. İsa’nın gelecekse ne zaman geleceği, Mehdi çıkacaksa ne zaman çıkacağı) ile ilgili uydurmalara önem vermektedir. Bütün bunların vebali vardır. Yine bu meraktan dolayı gaybı taşlayan kitaplar yanında aslı astarı olmayan rüya yorumları adıyla piyasada yüzlerce çeşidi bulunan kitaplara çok ilgi duyulmaktadır. Bütün bunlar, sevindirici bir husus değildir.

 

 

 

 

Kurân-ı Kerim’de Rüya

 

Kur’ân-ı Kerim’de üç peygamberin rüyasından ayrıntılı olarak bahsedilir: Hz. Yusuf, Hz. İbrâhim, Hz. Muhammed (s.a.s.). Yine Hz. Yusuf’un kıssası anlatılırken, Hz. Yusuf’un kendi gördüğü ve Hz. Ya’kub’un yorumladığı rüyadan başka, Yusuf (a.s.)’un tabir ettiği iki zindan arkadaşının ve Mısır kralının toplum ve Hz. Yusuf açısından çok önemli çıkarımları olan rüyalarından bahsedilir. Bu dört rüyaya teferruatlı olarak yer veren Yusuf sûresi, rüya konusuna en fazla değinilen sûredir.

 

Rü’yâ kelimesinin kökü olan raâ (ra’y) kökü ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam 327 yerde kullanılır. Uykuda görülen düş anlamında rü’yâ kelimesi ise 7 yerde geçer 12/Yûsuf, 5, 43, 43, 100; 17/İsrâ, 60; 37/Sâffât, 105; 48/Fetih, 27). (Ayrıca, 8/Enfâl, 43’de de rüyada göstermek ifadesi kullanılır). Yine düş anlamına gelen hulum (çoğulu ahlâm) kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de 3 yerde kullanılır (12/Yusuf, 44, 44; 21/Enbiyâ, 5).    

 

Hz. Yûsuf'un Rü'yâsı 

“Hani bir zaman Yûsuf, babasına: ‘Babacığım, demişti, ben (rü'yâda) on bir yıldız, güneşi ve ayı gördüm, bunların bana secde ettiklerini gördüm’ demişti.” “(Babası Ya'kub): ‘Yavrum, dedi, rü'yânı kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytân, insanın apaçık düşmanıdır!” (12/Yusuf, 4-5) “Ana-babasını tahtın üstüne çıkardı ve hepsi onun için secdeye kapandılar (önünde saygı ile eğildiler. Yûsuf): "Baba­cığım, dedi, işte bu, önceden (gördüğüm) rüyanın sonucudur. Rabbim onu gerçek yaptı, bana iyilik etti; zîrâ şeytân, benimle kardeşlerim arasına fitne soktuktan sonra O, beni zindandan çıkardı, sizi de çölden getirdi. Gerçekten Rabbim, dilediği şeyi çok ince düzenler. O, (her tedbîri) bilen, her şeyi yerli yerince yapandır.” (12/Yusuf, 100)

 

Yûsuf sûresi 4-5. âyetlerde henüz çocuk olan Hz. Yûsuf'un, gördüğü rü'yâ anlatılmaktadır: Yûsuf düşünde 11 yıldız ile güneşin ve ayın kendisine secde ettiklerini görür ve düşünü babasına anlatır. Bu düşten, Yûsuf'un büyük bir makama erişeceğini anlayan Hz. Ya'kûb (selâm ona), kıskançlığa kapılıp da kendisine bir kötülük etmemeleri için rü'yâsını kardeşlerine söylememesini Yûsuf'a tenbihledikten sonra düşü özetle şöyle ta'bîr eder: “Böylece Rabbin seni seçecek ve sana düşlerin yorumundan bir parça öğretecek, sana ve Ya'kûb soyuna nimetini tamamlayacaktır; nasıl ki daha önce ataların İbrahim’e ve İshak'a da nimetini tamamlamıştı. Şüphesiz Rabbin, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (12/Yusuf, 6)

 

Bu âyetteki  “Ve sana düşlerin yorumundan bir parça öğretecek” cümlesi üç şekilde açıklanmıştır:

1. Allah sana rü'yâların yorumunu öğretecek. İnsanların gördükleri düşleri doğru yorumlayacak ve bu düşlerin ne anlama geldiğini bileceksin.

2.  Sana Allah'ın kitaplarını, peygamberlerin sözlerini iyi anlama yeteneği verecek, onların gerçek anlamlarını öğretecek.

3. el-Ehâdîs, hadîsin çoğuludur. Hadîs olay demektir. Te'vîli de görülen olayın gerçek anlamıdır. Allah sana olayların içyüzünü, çeşitli ruhsal ve bedensel varlıkların nasıl Allah'ın kudret ve hikmetini gösterdiğini öğretecek, olayların hikmetini anlatacak, doğru yargı yeteneği verecektir (Mefâtîhu'1-Ğayb –Tefsir-i Kebir-, 18/89-90).

 

Daha sonra Mısır'a başbakan olan Yûsuf, ebeveyni ve kardeşleri hu­zuruna geldiğinde onlara, çocukluğunda gördüğü rü'yânın, bu mevki'e geleceğine; ebeveyni ile kardeşlerinin kendisinin huzuruna saygı ile gire­ceğine işaret olduğunu söylemiştir: "Ana-babasını tahtın üstüne çıkardı ve hepsi onun için secdeye kapandılar (önünde saygı ile eğildiler. Yûsuf): 'Babacığım, dedi, işte bu, önceden (gördüğüm) rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçek yaptı, bana iyilik etti; zira şeytan, benimle kardeşlerim arasına fitne soktuktan sonra O, beni zindandan çıkardı, sizi de çölden getirdi. Gerçekten Rabbim dilediği şeyi çok ince düzenler. O, (her tedbîri) bilen, her şeyi yerli yerince yapandır'." (12/Yûsuf, 100)

 

Hadîs kök itibariyle olay anlamına da gelirse de konuşulan söz anlamında kullanılır. Çünkü söz de sonradan olan bir olaydır. Hadîsin çoğulu olan el-ehâdîs, sözler anlamına gelir. Burada kasdedilen de düştür. Âyette düş, bir konuşma olarak gösterilmiştir. Gerçekten düş, ya çevre ile nefis arasında veya nefsin kendi içinde veya nefis ile melek arasında bir konuşmadır. İnsan uyurken yakınında geçen olaylar, düşünde uygun şekil­lerle kendisine yansır. Bu, çevrenin, kendisini nefse anlatmasıdır. Yahut kişinin, gündüzün yaşadığı, bilinç altına atılan olaylar ve .açlık, susuzluk gibi doğal ihtiyaçlar düş ile kendisini anlatırlar. Örneğin susayan, uykuda su içer. Böylece nefis, düş ile kendisini tatmin eder. Arzusuna düşünde ulaşır.

 

Bu açıklamanın doğru yanı vardır, fakat düşlerin hepsi bu tür değildir. Ruhları sâflaşmış bazı kişiler, gelecekte olacak olayları görebilirler. İşte bu tür düş, meleğin nefse konuşması, keşfe ilişkin rü'yâdır. Bu tür düşler, geleceğin bugünden var olduğunu, yani Allah'ın kaderini ispat eden ve maddenin düşünceden önce olduğu savını ileri süren maddeci görüşü yıkar.

 

İnsan hiç tanımadığı, hayal etmediği bir kimseyi rü'yasında görür ve hiç hatırından geçmeyen olaylar kendisine haber verilir. Bu olaylar bazen hemen, bazen de aylar, hattâ yıllar sonra gerçekleşebilir. Yıllar sonra ortaya çıkan ve bulunduğu zaman ve durumda insanın hatırından geçmeyen, geçmişte de yaşamadığı, hayal etmediği bir olayı görmek, bilinçaltının yüzeye çıkmasıyla izah edilemez. Çünkü bilinçaltında öyle bir olay yoktur.

 

Bilinçaltının görüntüsü olan; insanın gündüzün yaşadığı olayların, bilinçte bıraktığı izlerin hayale çıkması; şekillenip görünmesi biçiminde rü'yâlar vardır. Bunlara Kur'ân dilinde edğâsü ahlâm denilir. Fakat kalbi saflık kazanımş bazı sâlih kişilerin gördüğü sadık rü'yâlar da vardır ki bunlar, bilinçaltının eseri değil, gaybden rûh gözüne yansıyan parıltılardır. Bu tür rü'yâlar, Peygamber (s.a.s.)in hadîsinde peygamberliğin bir dalı sayılmıştır. Hz. Peygamber(s.a.s.)e vahiy, sabah aydınlığı gibi aynen çıkan sadık rüyalar şeklinde başlamıştır.

 

İbn Kayyim el-Cevziyye, rü'yâyı şöyle sınıflandırmaktadır: Rü'ya üç türlüdür: Allah'tan olan rü'yâ, şeytândan olan rü'yâ, nefsin konuşmasından (bilinçaltından) olan rü'yâ.

 

Allah'tan olan rü'yâ, sahîh rü'yâdır ki bu da kısımlara ayrılır: Bir kısmı ilhamdır, Allah onu kulun kalbine bırakır. Ubâde ibn Sâmit'in dediği gibi bu tür rü'yâlar, Rabbin, uykudaki kuluna söylediği sözdür.

 

Bir kısmı me'mur meleğin temsil ettiği bir temsildir. Diğer kısmı uyuyan kimsenin ruhunun ailesinden, yakınlarından, arka­daşlarından ve başkalarından ölmüş kimselerin ruhlarıyla buluşmasıdır. Diğer bir kısmı ruhun yüce Allah'a çıkması ve O'nunla konuşmasıdır. Bir kısmı ruhun cennete girmesi, cenneti ve benzeri şeyleri görmesidir.

 

İşte burası, insanların güçlüğe düştüğü noktadır: Kimine göre bütün bilgiler ruhta gizlidir; ancak ruhun bedenle meşgul olması, bunları görme­sine perde olur. Rûh uyku ile madde dünyasından ayrılınca kabiliyetine göre içindeki gizli bilgilerden bir kısmını görür. Ruhun his dünyasından ayrılması, ölüm ile daha mükemmel olduğundan, öldükten sonra insanın ilim ve irfanı daha mükemmel olur.

 

İbn Kayyim, rü'yâyı, birtakım mânâların temsîli olarak izah edenleri kısmen haklı bulmakta; rü'yânın sadece meselden ibaret olmayıp başka nedenleri de bulunduğuna dikkati çekmektedir. Meselâ ruhların birbirleriyle karşılaşması, birbirlerine haberler vermesi, meleğin, kalbe ve hâfızaya düşünceler atması, ruhun, birtakım eşyayı vâsıtasız olarak karşısında görme­si şeklinde rü'yâlar da vardır (Kitâbu'r-Rûh, s. 35-36). Yine İbn Münde'nin kaydına göre: "Yüce Allah, ruhları uykuda (göklere) çıkarır. Ruhun gökte gördüğü şey gerçektir. Fakat rûh bedene döndürülürken şeytân onun önüne çıkar ve onu yanıltır. Şeytânın araya sokulmasıyla görülen rü'yâ bâtıldır." Abdullah ibn Abbâs da "Melekût âlemine girebilen ruhun gördüğü rü'yâ sâdıktır. Fakat melekût âleminin altında kalan ruhun gördüğü rü'yâ yalan olur" demiştir (Kitâbu'r-Rûh, s. 35-37).

 

Ruhun rü'yâ görmesi, tıpkı gökteki güneşin ışınlarının uzaya yayıl­masına benzer. Asıl beden içinde olan rûh da uykuda uzaklara uzanır. Gaz lambasının ışık kaynağı fitilidir. Işık fitilden çevreye yayılır. İşte bedende olan ruhun ışığı da başka yerlere uzanır, göklere çıkar, dirilerin ve ölülerin ruhlarıyla görüşür. Ruhları yönetmekle görevli melek, ruha görmesini istediği şeyi gösterir. Eğer rüya gören kimse, zekî, sâlih insan ise gördüğü şeyler doğru çıkar. Ama rü'yâ gören bâtıl-sever, hafifmeşreb biri ise kafasındaki bâtıl şeylerin izleri, rii'yada gördüklerine perde olur, o kimse gördüklerini hatırlayamaz. Ta'bîrci bu rü'yâyı ta'bîr edemez (a.g.e., s. 128).

 

Bazen uyuyan kimse, uyanık olan, gezip dolaşan insanları rü'yâda görür, onlarla konuşur. Rü'yâda rûh, rûh ile karşılaşıyorsa bedeninden ay­rılmayan uyanık ve uzaklarda bulunan bir insan ruhu, uyuyanın ruhu ile nasıl buluşuyor? sorusuna şöyle cevap verilmektedir:

 

Uyuyan kimsenin gördüğü rûh, ya rü'yâ meleğinin temsil ettiği bir meseldir; melek öteki insanın şekline girerek görünmüştür; ya da görenin bilinçaltının uykuda şekillenip görünmesidir. Bazen iki ruhun birbiriyle ilgisi o derece kuvvetli, aralarındaki bağ o derece sağlam olur ki her biri arkadaşının neler düşündüğünü, başından neler geçtiğini bilir. Bu olaya ilim dilinde "telepati" denilir.

 

İleride olacak olayların, rü'yâda uygun şekillere büründürülerek in­sana gösterilmesine en güzel örnek, Hz. Yûsuf'un gördüğü, on bir yıldız ile güneş ve ayın kendisine secde etmesidir. Hz. Ya'kûb, on bir yıldızın, Yûsuf'un on bir kardeşine, güneşin ve ayın da babasına ve annesine işaret olduğunu; bunların, Yûsuf'a saygı göstereceklerini, dolayısıyla Yûsuf'un, ileride çok yüksek bir mevkie yükseleceğini anlamış ve Yûsuf'a, rü'yâsını kimseye söylememesini, aksi takdirde kardeşlerinin, kıskançlıkla kendisine bir tuzak kurabileceklerini tenbih etmişti.

 

Birçok filozofa göre rü'yâ, hayal ufkunda ortak duyuya düşen şeklin izlenimidir. Sâdık rü'yâ, ruhun melekût alemiyle ilişki kurmasıyla olur. Beden yönetiminden boşalan rûh, ilişkili olduğu melekût âlemine çıkar, oradan mânâlar alır. Muhayyile (hayal gücü) onları uygun biçimlere sokarak ortak duyuya gönderir, böylece rü'yâ görülür.

 

Büyük mutasavvıfların bazıları da buna yakın bir görüş ileri sürmüş­lerdir. Rü'yâ, hayal denen bağımlı misâl mertebesindendir. Hayal, bazen küllî ve cüz'î mânâları algılayan göksel akıllardan ve konuşan rûh(insan)lardan etkilenir. O zaman o mânâlara uygun şekiller görünür. Bazen de hayal, yalnız cüz'î mânâları algılayan vehim güçlerinin etkisinde kalır. O zaman hayalde bunlara uygun şekiller belirir. Bu da ya dimağ bozukluğundan, ya da ruhun vehim gücüne ağmasından ileri gelir. Meselâ sevgilisinden ayrılan kimse onu düşünür, düşünür, sonunda onu görür.

 

Âlûsî'nin aktardığı mutasavvıf görüşlerinin bu son kısmı, şimdi bilinç­altının, uykuda bilince çıkması şeklinde açıklanmaktadır. Alûsî'ye göre rü'yâ, İlâhî vahyin ilk başlangıcıdır. Çünkü vahiy, meleğin inmesiyle olur. Melek de önce hayal mertebesine, sonra duyuya iner (Rûhu'l-Me'ân, 2/10-11; Süleyman Ateş, İşârî Tefsir Okulu, s. 253-254).

 

İşte Yusuf sûresi 6. âyette Yûsuf Aleyhisselâm'a bu nefis konuşmaları biçimin­de ifade edilen düşleri yorumlama yeteneğinin verildiği anlatılmaktadır.

 

Yûsuf'un rü'yâsı, ufak farkla Tevrat'ta anlatılmaktadır: "Ve İsrâîl, Yûsuf'u bütün oğullarından ziyade severdi. Çünkü o, ihtiyarlığının oğlu idi; ve ona alaca entari yaptı. Ve babalarının, bütün kardeşlerinden ziyade onu sevdiğini kardeşleri gördüler ve ondan nefret ettiler. "Ve Yûsuf rü'yâ görüp kardeşlerine bildirdi ve ondan daha ziyade nefret ettiler ve onlara dedi: Rica ederim, gördüğüm bu rü'yâyı dinleyin; işte tarlanın ortasında biz demetler bağlıyorduk ve işte benim demetim kalktı ve dikildi ve işte sizin demetleriniz, etrafını kuşatıp benim demetime eğildiler. Ve kardeşleri ona dediler: Gerçek üzerimize kral mı olacaksın?... Ve yine başka rü'yâ gördü ve onu kardeşlerine anlatıp dedi: İşte bir rü'yâ daha gördüm ve işte güneş ve ay ve on bir yıldız bana eğildiler. Ve babasına ve kardeşlerine anlattı. Ve babası onu azarlayıp kendisine dedi: Bu gördüğün rü'yâ nedir? Gerçek ben ve anan ve kardeşlerin yere kadar sana eğilmek için mi geleceğiz?... Kardeşleri onu kıskandılar; fakat babası bu sözü yüreğinde tuttu." (Tekvîn, 37/3-11)

 

36- “Onunla beraber iki genç daha zindana girdi. Onlardan biri dedi ki: ‘Ben düşümde şarap sıktığımı görüyorum.’ Öteki de: ‘Ben de, görüyorum ki başımın üstünde ekmek taşıyorum, kuşlar ondan yiyor. Bunun yorumunu bize haber ver, zira biz seni güzel davranan (iyi rüya yoran)lardan görüyoruz.’ dedi.” 37- “(Yûsuf) Şöyle dedi: ‘Size rızık olarak verilen yemek henüz size gelmezden önce bunun yorumunu size haber vermiş olurum. Bu (yorum) Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir (bu bilgileri Rabbim bana lütfetti). Ben, Allah'a inanmayan, âhireti de inkâr eden bir kavmin dînini terk ettim...” 41- "Ey zindan arkadaşlarım, (rüyanıza gelince) biriniz (eskisi gibi) yine efendisine şarap sunacak, diğeri ise asılacak, kuşlar onun başından yiyecek. Sorduğunuz iş (bu şekilde) kesin­leşmiştir." 42- “O iki kişiden kurtulacağını sandığı kimseye: ‘Beni efendinin (kralının) yanında an (benim suçsuz olduğumu krala hatırlat)’ dedi. Fakat şeytan o adama, (Yûsuf’un durumunu) efendisine söylemeyi unut­turdu, (bundan ötürü Yûsuf), birkaç yıl zindanda kaldı...” (12/Yûsuf, 36-37, 41-42)

 

12/Yûsuf, 36-37, 41-42: Yûsuf'la beraber iki genç de zindana atılır. Bunlardan biri düşünde şarap yapmak üzere üzüm sıktığını, diğeri de başının üzerinde ekmek taşıdığını, kuşun gelip o ekmekten yediğini görür; Yûsuf'tan düşlerinin yorumunu sorarlar.

 

Yorumdan önce onlara tevhîdi anlatan Yûsuf, düşleri de: birinin kurtulup kralın sâkîsi (şarapçısı) olacağı, diğerinin de asılacağı şeklinde yorumlar. Kurtulacağını umduğu gence de, krala, kendisinin suçsuzluğunu anlatmasını tenbih eder. Fakat zindandan kurtulan gencin, durumu krala hatırlatmayı unutması, Yûsuf'un birkaç yıl zindanda kalmasına neden olur.

 

43- “(Bir gün) Kral dedi ki: ‘Ben, düşümde yedi semiz inek görüyorum, bunları yedi zayıf inek yiyor. Ve yedi yeşil, yedi de kuru başak (görüyorum). Ey efendiler, eğer siz rü'yâ ta'bîr ediyorsanız bu rüyamın ta'bîrini bana anlatın.’ 44- (Yorumcular) Dediler ki: ‘Bu, karışık düşlerden ibarettir. Biz, karışık düşlerin yorumunu bilmeyiz.’ 45- (Zindandaki) İki kişiden kurtulan (adam), uzun bir süre sonra (bu olay üzerine Yûsuf’u) hatırladı da, dedi ki: ‘Ben size onun yorumunu haber veririm, hemen beni (zindana) gönderin.’ 46- (Zindana, Yûsuf’un yanına geldi, dedi ki): ‘Yûsuf, ey çok doğru söyleyen, bize şu rü'yâyı çöz: Yedi semiz ineği, yedi zayıf (inek) yiyor ve yedi yeşil, yedi de kuru başak (neyi gösterir)? Umarım ki senin yorumunla insanlara dönerim, onlar da bilirler.’ 47- (Yûsuf) Dedi ki: ‘Siz, âdetiniz üzere yedi yıl (ürün) ekersiniz -Biçtiğinizi başağında bırakırsınız, ancak yiyeceğiniz az bir mikdarı alırsınız, gerisini depo edersiniz)- 48- Sonra onun ardın­dan yedi kurak (yıl) gelir ki (tohumluk olarak) sakladığınız az miktar dışında, o yıllar için önceden biriktirdiklerinizi yeyip bitirir.’ 49- ‘Sonra onun ardından bir yıl gelir ki, o yılda insanlara bol yağmur verilir ve insanlar o yıl (bol bol meyva) sıkarlar (hayvan sağarlar)." (12/Yûsuf, 43-49)

 

Yûsuf sûresi, 43-49. âyetlerde kralın, düşünde yedi cılız ineğin, yedi semiz ineği yediğini; yedi yeşil ve yedi kuru başak gördüğü ve yorumcu­lardan, rü'yâsının ta'bîrini sorduğu anlatılır. Yorumcular birbirine karışmış bu düşü yormaktan âciz olduklarını söylemişlerdir.

 

Yûsuf, yedi semiz ineği yiyen yedi cılız ineği, yedi bolluk yılından sonra yedi kıtlık yılı olacağı şeklinde yorar ve şu öneride bulunur: Yedi yıl ekin ekersiniz, mahsulün az bir miktarını yiyecek olarak ayırdıktan sonra gerisini başağında bırakıp depo edersiniz. Yedi yıl sonra gelecek yedi kıtlık yılında, depoladığınız ürünü yersiniz. Bu kıtlık yıllarından sonra bereketli bir yıl gelir.

 

 

Hz. İbrâhîm 'in Rü'yâsı

“(Çocuk) Onun yanında koşma çağına erişince {İbrahim ona): ‘Yavrum dedi, ben uykuda görüyorum ki ben seni kesiyorum; (düşün) bak, ne dersin?’ (Çocuk): ‘Ba­bacığım, sana emredileni yap, inşâallah beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi. 103- İkisi de böylece (Allah'ın emrine) teslim olup (İbrahim, kurban etmek için) çocuğu alnı üzerine yıkınca, 104- Biz ona: ‘İbrahim!’ diye ünledik. 105- ‘Sen rüyayı doğruladın, işte biz güzel davrananları böyle mükâfatlandırırız!’ 106- Gerçekten bu, apaçık bir sınav idi. 107- Ve fidye olarak ona büyük bir kurbanlık verdik. 108- Sonra gelenler arasında ona (iyi bir ün) bıraktık: 109- (İleride gelecek nesiller): ‘İbrahim 'e selâm olsun!’ (diyeceklerdi.) 110- İşte biz güzel davrananları böyle mükâfat­landırırız.” (37/Sâffât, 102-110)

 

37/Sâffât, 102-107: Allah'ın, ileri yaştaki İbrâhîm'e verdiği çocuk, kendisiyle beraber yürüyecek çağa gelince düşte onu kurban ettiğini görmüş; bunu çocuğuna anlatmış; çocuk babasına, düşünde kendisine emredileni yapmasını ve Allah'ın izniyle buna sabredeceğini söylemiş. Böylece baba oğul her ikisi de Allah'ın buy­ruğuna teslim olmuşlardır. İbrâhîm, oğlunu boğazlamak için onu yanağının üstüne yatırınca, kendisine bu işten vazgeçmesi vahyedilmiş: "Ey İbrâhîm, rü'yânı doğruladın. Rü'yânda sana emredileni yerine getirdin, bu kadarı yeter!" diyen bir ses duymuş; bu  İlâhî ses, ona oğlunun yerine bir koç kesmesini emretmiştir.

 

37/Sâffât, 108-110: Kıssa bu şekilde özetlendikten sonra sûredeki dizilerin ardından gelen ders ve ibret âyetleri yinelenir: Allah, İbrâhîm'e de sonraki nesiller arasında iyi bir ün bırakmıştır. Sonra gelen nesiller: "İbrahim 'e selâm olsun!" diyerek onu selâm ve saygı ile anarlar. İşte Allah, güzel davrananları böyle ödüllendirir.

 

 

Hz. Peygamber'in Rü'yâsı

“Bir zaman sana: ‘Rabbin insanları kuşatmıştır, (herkes O'nun kudreti içindedir, kimse O'nun hükmünden kaçamaz)’ demiştik. Sana gösterdiğimiz rü'yâyı ve Kur'ân'da la'netlenmiş ağacı, insanların imanını) sınama (aracı) yaptık. Biz onları (çeşitli şekillerde) korkutuyoruz. Fakat korkutmamız onların azgınlıklarını daha da artırmaktan başka bir katkı yapmıyor.” (17/İsrâ, 60)

 

17/İsrâ, 60. âyette Peygamber (s.a.s.)’e, Rabbinin, müşrikleri kuşata­cağını söylediği ve kendisine gösterdiği rü'yâyı ve Kur'ân'da anlatılan la'netlenmiş ağacı insanlara fitne (yani sınama vesilesi) kıldığını; onları korkutup uyardığını; fakat uyarmasının onların azgınlıklarını artırmaktan başka bir işe yaramadığını bildirmektedir.

 

Bu âyetten anlaşılıyor ki Yüce Allah, âyetin inişinden önce Peygamber’e (s.a.s.), müşrikleri kuşatacağını, onları ezip müslümanları onlara galip getireceğini vahyetmiştir. Allah'ın bu vahyi uyarınca Peygamber (s.a.s.), bir gün hasımlarını yeneceğini kesinlikle biliyordu. Allah'ın ona bu bildirisi ya vahiy veya rü'yâ ile olmuştur. Âyetin devamından, bu bildirimin rü'yâ ile olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim 8/Enfâl, 43. âyette de müslümanların, müşrikleri yeneceklerinin, Peygamber'e rü'yâsında gösterildiği anlatıl­maktadır.

 

Başka bir rivâyete göre de Hz. Peygamber (s.a.s.), Kureyş kâfirlerinin vurulacakları yerleri rü'yâda görmüştü. Kureyş bunu duyunca Peygamber’le alay etmeğe başladılar. Müslümanlar Bedir suyuna geldikleri zaman Pey­gamber (s.a.s.): “Vallahi ben o adamların vurulacakları yerleri görür gibiyim!” dedi ve her birinin vurulup düşeceği yeri gösterdi (Câmi'u'l-Beyân, 15/112).

 

Bu iki rivâyet doğru kabul edilse, bu âyetin Medîne'de inmiş olması gerekir. Halbuki sûre Mekke'de inmiştir ve bu âyetin Medîne'de indiğine dair bir rivâyet de yoktur. Ancak ikinci rivâyetin gerçek bir yanı vardır: Peygamber (s.a.s.) henüz Mekke'de iken müslumanların, ileride müşrikleri yeneceklerini rü'yâsında görmüş ve bunu sahâbîlerine söylemiş olabilir. Peygamber'in bu sözünü duyan müşrikler, onunla alay etmişler, bu bir avuç zayıf insan topluluğunun kendilerini yeneceklerini bir kuruntu ve hayal sanmışlardır. Bu izah, âyetin sözgelimine uygundur.

 

Ancak müfessirlerin çoğunluğunun kanısına göre âyette Peygamber'e gösterildiği bildirilen rii'yâ, İsrâ gecesinde kendisine gösterilen müşahe­dedir. Burada rii'yâ, uykuda görülen rii'yâ değil, gerçek görmedir. Âyetteki rü'yâyı, İsrâ gecesindeki müşahede olarak kabul eden bazı kimseler de bu âyete dayanarak o gece Peygamber'in yürütülmesinin ve tanık olduğu olayların, uykuda görülen bir düş olduğunu söylemişlerdir.

 

Fakat biz, buradaki rü'yâ ile İsrâ olayının kasdedildiği kanısında değiliz. Çünkü o konu, müşriklerin, Peygamber'e karşı düşmanlıklarını ve onların bir gün yenileceklerini anlatan bu âyetlerin konusuna yabancıdır. İlâhî vahiyde birbiriyle ilgisiz sözler yan yana gelmez. Kaldı ki İsrâ olayı, Sûrenin başında zaten anılmıştır. Burada ondan neden söz edilsin? Burada anlatılan rü'yâ, ikinci rivâyette belirtildiği üzere Peygamber'in, kâfirleri yeneceği hakkında gördüğü bir rü'yâdır. Peygamber'in, bu rü'yâya daya­narak yenileceklerini söylediği müşrikler, kendisiyle ve müslümanlarla alay etmişlerdir. Herhalde bu rü'yâ'nın gerçekleşmesini olası görmeyen bazı zayıf yürekli müslümanlar da müşriklerin propagandalarına kapılarak kuşkulanmış, dinden dönmüşlerdir. Bütün bunlar Mekke şartlarına uyan şeylerdir. İşte âyette bu olaya işaret buyurulmaktadır.

 

İsrâ olayının, müslümanların kuşkulanmasına yol açacak bir yanı yoktur. Zaten müslümanlar, Peygamber'den, böyle olağanüstü şeyleri duy­maya hem teşne idiler, hem de bunları duymaktan son derece hoşlanır, huzur duyarlardı.

 

Demek ki âyette anlatılan rü'yâ, İsrâ olayı ve müşahedesi değil, müş­riklerin yenilecekleri, müslümanların onlara egemen olacağı hakkındaki Peygamber rü'yâsı ve bu rü'yâya dayanarak müslümanların galip gelecek­lerinin söylenmesi ve bunun müşrikler arasında da duyulmasıdır (et-TeshîI, 2/174).

 

“Allah, sana onları uykunda az gösteriyordu. Eğer sana onları çok gösterseydi, çekinirdiniz ve (savaş) iş(in)de çekişirdiniz. Fakat Allah, (sizi bundan) kurtardı. Doğrusu O, göğüslerin özünü bilir.” (8/Enfâl, 43)

 

Enfâl sûresi 43. âyette Allah'ın, müslümanların korkup çekinmemesi için Peygamber'e, rü'yâda müşrikleri az gösterdiği bildirilmektedir. Daha önce Allah, düşmanın durumunu Elçisi'ne rü'yâda göstermiş, Elçisi, düşmanın az olduğunu görmüş ve sahâbîlerine de düşmanın az ol­duğunu söylemişti. Yüce Allah, Rasûlüne, rü'yâsında onları az göstermişti ki müslümanlar korkup ürkmesinler. Düşmanın tamamı, olduğu gibi gös­terilseydi, müslümanlar korkarlar, moralleri bozulur, cesaretleri kırılır ve savaşıp savaşmama konusunda birbirleriyle anlaşmazlığa düşerlerdi. Fakat Allah onları böyle bir durumdan kurtardı, işi düzeltti. O, göğüslerin özünü bilir. Gönüllerin sağlamlığı için gerekeni yapar.

 

Allah'ın, çoğu az göstermesi nasıl olur? Bu konu üzerinde görüşler vardır. Hâşâ Allah, bir şeyi yanlış göstermez. Ama kişinin haline uygun biçimde gösterir. Ya Elçisi'ne düşmanın tamamını değil, bir bölümünü göstermiş, ya da düşmanın gerçek durumunu göstermiştir. Düşman görü­nüşte çok idi ama ma'nen az idi. Bir ülkü etrafında birleşmiş, uyumlu bir topluluk değil, çeşitli düşünceleri olan, imansız, kof bir topluluk idi. İşte yüce Allah, onların o gerçek durumlarını göstermiş olabilir. Hâsılı Allah, müslümanlar için uygun olanı yapmıştır ki cesaretleri kırılmasın, müşrik­lerin kuvvetinden ürkmesinler. Onların kuvveti görünüşte fazla, gerçekte cılız idi. Allah onların gerçek durumları olan cılız hallerini göstermiştir.

 

“Andolsun, Allah, Elçisi'nin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse, başlarınızı (kökten) traş ederek ve(ya) saçlarınızı kısaltarak, korkmadan, güven içinde Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bildi, bundan önce size yakın bir fetih verdi.” (48/Fetih, 27)

 

Allah'ın Elçisi, Hudeybiye Seferinden önce, Mekke'ye girip Kâ’be'yi tavaf ettiğini görmüş ve bu rü'yâsını ashâbına haber vermişti. Hudeybiye Seferine çıkınca sahâbîler, bu rü'yânın mutlaka bu seferde gerçekleşece­ğinden emin idiler. Çünkü Peygamber'in rü'yâsı haktır. Fakat rü'yâ o seferde gerçekleşmeyip ziyaret, ertesi yıla kalınca bazı sahâbîler kuşkulan­maya başladılar. Bu yüzdendir ki Ömer ibn el-Hattâb: “Sen bize Kâ’be'ye gidip onu tavaf edeceğimizi söyememiş miydin?” demişti. Hz. Ömer, Ebûbekir'e de: “Allah'ın Elçisi, bizim Kâ’be'ye gidip onu tavaf edeceğimizi söyle­memiş miydi?” demiş. Hz. Ebûbekir de: “O, bunu hemen bu sene yapacağımızı söylemedi. İnşâallah başka bir yılda yaparız” demişti.

 

İşte Fetih sûresi 27. âyette Peygamber'in gördüğü rü'yânın doğru olduğu, inşâallah müslümanların güven içinde, korkmadan Mescid-i Harâm'a girip Kâ’beyi ziyaret edecekleri, kiminin saçlarını kökünden keseceği, kiminin kısaltacağı, rü'yânın şimdi gerçekleşmemesinin bir hikmeti olduğu, işlerin gizli hikmetlerini Allah'ın bildiği, bunun için Allah'ın, müslümanlara, Mescid-i Harâm'ı ziyaretten önce yakın bir fetih verdiği, yani onların yollarındaki engelleri kaldırıp Kâ’be'ye varan, oradan cihâna dallanan yolları açtığı buyurulmaktadır.

 

Bu seferin sonunda Hudeybiye Barış andlaşması imzalanmış ve dönüş esnasında inen Fetih Sûresi'nde bu andlaşma ile, İslâm'ın önünün açıldığı bildirilmiş, İslâm'ın parlak geleceği müjdelenmiştir. Bu âyette de Allah'ın, elçisinin rü'yâsını doğruladığı, Allah'ın izniyle müslümanların saçlarını traş ederek, kısaltarak, güven içinde, korkmadan Mescid-i Harâm'a girecek­leri bildirilmiştir.

 

Kur'ân-ı Kerîm'in işaret ettiği bu rü'yâlardan ayrı olarak Hadîs mec­mualarında da Peygamber (s.a.s.)’in bazı rü'yâları anlatılmıştır. (5)

 

 

 

Hadis-i Şeriflerde Rüya

 

Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Zaman yaklaşınca müslümanın rüyası hemen hemen yanlış çıkmayacaktır. Sizin en doğru rüya göreniniz, en doğru söyleyeninizdir. Hem müslümanın rüyası Peygamberliğin kırk beş cüz’ünden bir cüz’dür. Rüya üç kısımdır: Biri sâlih rüya olup Allah’tan müjdedir; diğeri şeytanın verdiği üzüntüdür. Üçüncüsü kişinin kendi kendine konuştuğu şeylerdendir. Biriniz hoşlanmadığı bir şey görürse hemen kalkıp namaz kılmalı, onu kimseye söylememelidir.” (Müslim, Rü’yâ 6, h. no: 2263)

 

Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Zaman yaklaşınca, mü'minin rüyası, neredeyse yalan söylemeyecek. Esasen mü'minin rüyası, peygamberliğin kırk altı cüzünden bir cüzdür." Buhârî'nin rivâyetinde şu ziyade var: "Peygamberlikten cüz olan şey yalan olamaz." (Buhârî, Ta'bir 26; Müslim, Rüya 8, hadis no: 2263; Tirmizî, Rüya 1, h. no: 2271; Ebu Dâvud, Edeb 96, h. no: 5019)

 

Açıklama: Hadiste iki hüküm var:

1- Kıyamete yakın görülen rüyaların sâdık olacağı,

2- Mü'minin rüyasının peygamberliğin kırk altıda biri olması.

 

Hadiste, kıyamet  tâbiri geçmez, "zamanın yaklaşması"  tâbiri geçer. Bundan farklı mânalar çıkarılmıştır. Mühimlerini kaydedeceğiz:

 

1- Gece ile gündüzün birbirine yaklaşması, yani ilk ve sonbahar mevsimlerinde gece ile gündüzün eşitlenmesi. Hattabî, bu mevsimlerde, insan tabiatının  mutedil  bir hâl aldığını belirtir. Rüya yorumcuları, en doğru rüyaların, gece ve gündüzün eşitlendiği ve meyvelerin olgunlaştığı zamanda görülen rüyalar olduğunu söylemişlerdir. Tâbircilerin zu'muna göre, tâbirleri en ziyade doğrulayan zamanlar çiçeklerin açtığı ve meyvelerin olgunlaştığı vakitlerdir (ilk ve sonbaharlar). Bu iki vakitte gece ve gündüz itidal üzeredirler, ne çok uzun, ne çok kısadırlar.

 

2- "Zamanın yaklaşması" tâbirinden çıkarılan ikinci mâna, kıyametin yaklaşması ile dünya hayatının sona ermesidir. İbn  Battâl, hadiste bu mânanın asıl olduğunu söyler ve buna Tirmizî'nin merfu bir rivâyetini delil gösterir: "Ahirzamanda mü'minin rüyası yalan söylemez. En doğru rüyayı, sözü en doğru söyleyenler görecektir."

 

İbn   Hacer, sadedinde olduğumuz  hadisten çıkarılan birinci mânayı pek muvafık bulmaz, ona göre, gece ile günüzün mûtedil olduğu mevsimlerde insan tabiatı itidale kavuşarak daha sâdık rüya görüyor ise, bunu mü'minlere  tahsis etmek uygun olmaz. Hadis "zaman yaklaşınca mü' minler sâdık rüya görür" dediğine göre, bu,  hadisten çıkarılan ikinci mânanın yani "kıyamet yaklaşınca mü'minler sâdık rüya görür" tevilinin daha doğru olduğuna delil olur.

 

İbn   Battâl, kıyamete yakın rüyaların sâdık olma keyfiyetini şöyle izah eder: "Kıyamet yaklaşınca ilmin çoğu kaldırılacak, dine ait meâlim (din öğretimi yapan müesseseler), kargaşa ve fitneler sebebiyle indirâs ve inkıraza uğrayarak yok olacaklar. İnsanlar, (peygamber beklenen) fetret devri insanları gibi dinin kaybolması sebebiyle bir münzir (korkutucu mürşid) ve bir müceddid'e muhtaç hale gelecekler. Nitekim geçmiş ümmetleri de peygamberler inzâr etmiş (cehennemle korkutmuş) idiler. Bir yandan Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)'in son peygamber olması, bir yandan da mezkur zamanın fetret devrine benzemesi, insanlara yasaklanan yeni bir nübüvvet eksikliğini bir başka şeyle telâfi etmeyi gerekli kılacaktır. İşte bu da, esas itibarıyla cennetle müjdeleyip cehennemle korkutmaktan ibaret olan  nübüvvetin bir cüzü kılınan rüyayı sâdıkadır."

 

3- Davudî, "zamanın yaklaşması" tâbirinden saatlerin, günlerin ve gecelerin noksanlaşmasını anlamıştır. Noksanlaşmadan maksad da onlaın sür'at kazanıp, çabuk geçmesidir. İşte bu da kıyamet saatinin yaklaşması demektir. Zîra başta Müslim, birçok muhaddisin kaydettiği bir hadiste şöyle buyrulmuştur: "Zaman yaklaşacak, öyle ki, sene bir ay kadar; ay, hafta kadar; hafta, gün kadar; gün, bir saat kadar; bir saat de hurma dalının yanması kadar olacaktır."

 

4- Hadiste geçen mezkur zamanın, Mehdi'nin zamanı olduğu, o zamanda adâlet ve emniyetin geniş, hayır ve rızkın bol olacağı, bu durumdan alınan lezzet ve hazz sebebiyle vaktin çabuk geçip kısaldığına hükmedileceği de söylenmiştir.

 

Hadiste "neredeyse" ifadesine yer verilip "...Mü'minin rüyası neredeyse yalan söylemiyecek.." denmiş olması, o zamanda rüyalara sıdkın galebe çalıp, çoğunlukla sâdık rüyalar görüleceğine işarettir.

 

5- Doğru Rüya, Doğru Sözlülüğün Eseridir: Kurtubî der ki: "Allah bilir ya, bu hadiste zikri geçen âhirzamandan murad, Hz. İsa (aleyhisselam)'nın Deccal'i öldürmesinden sonra onunla birlikte olacak mü'min tâifenin zamanıdır. Nitekim, Müslim'in bir hadisinde şöyle buyurulmuştur: "Allah İsa İbn  Meryem'i gönderir, insanlar arasında yedi yıl kalır. Bu sırada iki kişi arasında düşmanlık olmaz. Sonra Allah, Şam cihetinden soğuk bir rüzgâr gönderir. Yeryüzünde, kalbinde zerre miktar hayır veya iman bulunan tek kişi kalmaz, hepsinin ruhu bu rüzgârla birlikte kabzedilir."

 

Kurtubî devamla der ki: "Bu zamanda yaşayan insanlar bana öyle geliyor ki, şu ümmetin,  ilk asırdan sonra gelenlerinin  hâlen en iyi ve sözce en doğru olanıdır. Bu sebeple de rüyaları hiç yalan söylemiyecektir, nitekim hadiste: “Asdekuhum ru’yâ asdekuhum hadîsâ (Rüyaca en doğruları, sözce en doğrularıdır).” buyurulmuştur. Gerçekten bu böyledir, çünkü kim doğru söylerse kalbi nurlanır, idraki kuvvet kazanır ve mânalar, sahih şekilde o idrakte nakşolunur. Böylece uyanık halde çoğunlukla  sıdk üzere olan kimseye, bu hal uykuda da refakat eder ve doğru olandan başka bir şey görmez. Elbette yalancının veya doğru ve yalanı karıştıran kimsenin hâli böyle olmayacaktır. Bu kimse kalbini bozup karartmıştır. Onun karmakarışık, mânâsız şeyler görmesi normaldir. Pek nâdir durumlarda doğru sözlünün, sahih olmayan; yalancının da sahih olan bir rüya görmesi vukuattandır. Ancak çokca, ekseriyetle vukua gelen durum yukarıda söylediğimiz gibidir."

 

İbn   Hacer der ki: Bu açıklama, yukarıda: "Rüya, sâdık ve sâlih mü'minden sâdır olduğu takdirde peygamberliğin cüzlerinden bir cüzdür" diye ifade ettiğimiz görüşü teyid eder.

 

6- İbn   Ebî Cemre, "Ahir zamanda mü'minin rüyası neredeyse yalan söylemez" hadisini şöyle anlar: "Rüya, o zaman, tâbire ihtiyaç göstermeyecek bir açıklıkta olur, ona yalan da karışmaz. Bu, daha önceki rüyaların hilafı bir durumdur. Zîra, önceki zamanda görülen rüyaların te'vili kapalıdır, sâdece  tâbirciler açıklayabilir, üstelik tâbircinin dediği gibi de çıkmayabilir. Böylece onlara yalanın da girmiş olduğunu anlarız... Bunun âhirzamana has kılınmasındaki hikmet, mü'min, o zamanda garib (yalnız, hâmisiz) olacağından dolayıdır... Bu sebeple o vakit mü'minin dostu ve yardımcısı pek azdır. Allah, onlara rüyayı sâdıka ile ikramda bulunur. Hadislerde, mü'minin rüyası nübüvvetin kaçta kaçı olduğuna dair rivâyetten rivâyete değişen ihtilâfı bu sebeple izah etmek mümkündür. Ve şöyle denebilir: "Kıyametin yakınlığı arttıkça, rüyanın doğruluğu daha da artacak ve böylece nübüvvetten cüz olma nisbeti de arttığı için sayı düşecektir (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/510-513).

 

7- Rüya Peygamberlikten Bir Cüzdür: Hadis-i şerif, mü'minin rüyasını peygamberliğin kırk altı cüzünden biri ilan etmektedir. Mevzuyu bir başka babta tahlil eden İbn  Hacer, bu mesele üzerine muhtelif hadislerde gelen farklı rakamları kaydeder. Buna göre, on kadar farklı hadisten her biri değişik rakamlar vermektedir. En azına göre, rüya, peygamberliğin yirmi altıda biridir, en çocuğuna  göre de yetmiş altıda biridir. Arada kırkta, kırk dörtte, kırk beşte, kırk altıda, kırk yedide, kırk dokuzda, ellide, yetmişte bir rakamları geçmektedir. Hadisler sıhatçe farklıdır. İbn  Hacer, "Mutlak olarak en sahihi birincisidir, onu "yetmişte bir" rivâyeti takip eder" der. Farklı görüşleri 15'e  kadar çıkaranlara ayrıca dikkat çeker.

 

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in vefatıyla, nübüvvetin de kesilmiş olması sebebiyle, rüyanın nübüvvetten bir cüz sayılması meselenin izahı zorca bir mesele olduğuna dikkat çektikten sonra İbn  Hacer şunu söyler: "Bu fikre cevap olarak dendi ki: "Rüya eğer Hz. Peygamber (s.a.s.)'den vâki olmuş ise, bu gerçekten nübüvvetten bir parçadır. Şayet bir başkasından vâki olmuş ise mecâzen nübüvvetten bir parçadır."

 

Hattabî  demiştir ki: "Dendiğine göre, rüya, nübüvvete uygun olarak gelir, ancak, bu onun devam eden cüz'ü  demek değildir."

 

Şöyle de denmiştir: "Bunun mânası: Rüya nübüvvet ilminden bir cüzdür. Zîra nübüvvet kesilmiş olsa da ilmi bâkidir."

 

İbn   Battâl, nübüvvet kelimesinin lügat mânasından hareket ederek der ki; "Nübüvvet, inbâ kelimesinden alınmadır, bu da lügat olarak i'lâm (duyurmak) demektir. Bu mânâya göre, rüya, Allah'tan gelen ve yalan bulunmayan sâdık bir haber olması ve nübüvvetin de Allah'tan gelen ve kizbin câiz olmadığı haber olması  haysiyetiyle rüya ile, nübüvvet arasında -haberdeki  doğruluk noktasından- benzerlik kurulmuştur."

 

Rüyanın peygamberlikten bir cüz olması meselesini bazı âlimler de şöyle izah etmişlerdir: "Cenab-ı Hakk, Peygamberine altı ay rüyada hitab etti. Bu altı aydan sonra, ömrü boyunca, yirmi üç yıl uyanık halde hitab etti. Bu altı aylık müddet yirmi üç yıla nisbet edilince kırk altıda bir eder.

 

İbn  Battâl bu izahı iki noktadan tutarsız bulmuştur:

1- Hz. Peygamber'in bi'setten sonraki ömrünün miktarı ihtilâflıdır.

2- "Rüya, nübüvvetin yetmiş cüzünden biridir" diyen rivâyet mânasız kalacaktır.

 

İbn   Hacer bu konuda ulemânın muhtelif tez ve antitezlerini beyan ettikten sonra sayıların farklılığını şöyle bir izahla çözmeye çalışır: "Sayılardaki farklılıklar, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu meseleyi beyan ettiği zamanların farklı olmasından ileri gelir. Şöyle ki: Kendisine vahyin gelmesinden on üç senenin dolumunda, "rüyanın peygamberliğin yirmi altı cüzünden bir cüz olduğunu söylemiş olmalı, bu ise hicret zamanına rastlar. Yirmi yılın dolumunda kırkta bir; yirmi iki yılın dolumunda kırk dörtte bir; ondan sonra kırk beşte bir; sonra hayatının sonunda kırk altıda bir demiş olmalı. Kırktan sonraki rivâyetler ise zayıftır. Ellide biri diyen rivâyetin küsûratı ifade etmesi ihtimal dahilindedir. Yetmişte bir diyen rivâyet ise mübâlağa içindir, bunun dışındakiler zâten sâbit değildir. Böylesi bir irtibatlamada teâruz mevcut değildir..."

 

Bu mevzu üzerine İbn  Hacer, başka yorum ve tahliller dahi kaydederse de, bu kadarla yetiniyoruz. Ancak Ebî Cemre'nin yukarıda kaydedilen, buna yakın izahını hatırlatmada fayda var.

 

Ebu Katâde (r.a.)'nin anlattığına göre: Rasûlullah (s.a.s.)'ın şöyle söylediğini işitmiştir: "Rüya Allah'tandır. Hulm (sıkıntılı rüya) şeytandandır. Öyle ise, sizden biri, hoşuna gitmeyen kötü bir rüya (hulm) görecek olursa sol tarafına tükürsün ve ondan Allah'a istiâze etsin (sığınsın). (Böyle yaparsa şeytan) kendisine asla zarar veremeyecektir." (Buhârî, Tıbb 39, Bed'ü'l-Halk 11, Ta'bir 3, 4, 10, 14, 46; Müslim, Rüya 5, h. no: 2262; Muvatta 1, h. no: 2, 957; Tirmizî, Rüya 4, h. no: 2288; Ebu Dâvud, Edeb 96, h. no: 5021)

 

Ebû Katâde (r.a.)’den; Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sâlih/güzel rüya Allah’tandır. Kötü, karışık rüya da şeytandandır. Dolayısıyla biriniz kötü bir rüya görüp korkarsa sol tarafına (üç defa) tükürsün ve şerrinden Allah’a sığınsın, Çünkü o kötü rüya kendisine zarar veremez.” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk 11, Tıb 39, Ta’bir 3, 4, 10, 14, 46; Müslim, Rü’ya 2, h. no: 2261)    

 

Açıklama: Bazı rivâyetler, "Sâlih rüya Allah'tandır" diye kayıtlı olarak geldiği halde burada sâlih, gayr-ı sâlih kaydı yapılmaksızın, rüyanın Allah'tan olduğu belirtilmiştir. İslâmî temel itikadımız esâsen budur. Yani her şeyin takdiri, yaratılması, hayır, şer Allah'tandır. Rü'yanın betahsis Allah'a nisbet edilmesi "teşrif" yani  rüyanın ehemmiyetine dikkat çekmek içindir.

 

Hadis, Allah'a nisbet edilecek hayırlı rüyalara hulm denilmeyeceğini göstermektedir. Keza, şeytana nisbet edilenlere de rüya denilmeyecektir. Tabii ki bu, şer'î bir edeptir. Esas itibariyle ve lügat olarak uykuda görülenlerin hepsine rüya denir. Daha önce yedi çeşide ayrıldığını belirttiğimiz rüyalar bu rivâyette ikiye irca edilmiş olmaktadır. Şu halde korku, üzüntü veren, hoşlanılmayan rüyalar bâtıldır ve  şeytandan gelmektedir, bunlara toptan  hulm denmektedir. Hulm, Kur'ân-ı Kerim'de edğâs diye zikri geçen karmakarışık, mânâsız rüyalardan başka  bir şey değildir.

 

Sadedinde olduğumuz hadis, görülen rüya karşısında mü'minin takınacağı edeb ve tavrı belirlemektedir: "Şeytânî, hoşlanmadığınız bir rüya gördüğünüz zaman sol tarafa tükürün, istiaze ederek şeytandan Allah'a sığının..." diyor. Yani euzubillahi mineşşeytânirracim denecek. Bir başka hadiste, böyle bir  rüya görenin "sol tarafına üç sefer nefes etmesi   فلْيَتَنَفَّسْ عَنْ شِمَالِهِ ثَثَ مَرَّاتٍ  şer ve ezasından Allah'a sığınması" tavsiye edilmiştir. Bu babta başka rivâyetler de var. Bu çeşit rüyalar anlatılmamalıdır.

 

Rasûlullah (s.a.s.) sâlih rüya görüldüğü zaman ne yapılması gereğini de muhtelif rivâyetlerde ta'lim buyurmaktadır: “Sizden biri sevdiği bir rüya görünce, (bilsin ki) bu Allah'tandır. Bunun için Allah'a hamdetsin, bunu başkasına anlatsın. Hoşuna gitmeyen bir rüya görünce de (bilsin ki) bu şeytandandır, hemen şerrinden Allah'a sığınsın, istiâzede bulunsun. Bu rüyayı kimseye de anlatmasın, böylece ona bu rüyanın zararı dokunmaz.” (Buhârî, Ta’bîr 3)

 

Buhârî'den kaydettiğimiz bu rivâyet, hoşumuza giden rüyaların başkasına anlatılmasını tavsiye etmekte ise de, başka rivâyetlerde rüyayı anlatacağımız kimseler hakkında bâzı kayıtlar koymaktadır: "Bilgili veya sevgili" olmalıdır, "Alim veya nâsih (hayırhah)" olmalıdır. Vâdd (sizi seven), zî re'y (isabetli, faydalı görüş sahibi) gibi başka vasıflar da zikredilmişse de hepsi aynı kapıya çıkar ve rüya anlatacağımız kimselerin akıllı, bilgili, hakkımızda hayır düşünen, bizi seven bir kimse olmasına dikkat etmemiz gereği anlaşılır.

 

Ebu Bekr İbn'l-Arabî der ki: "Âlim olmalıdır, zira o, rüyayı imkân nisbetinde hayra yoracaktır. Hayırhah (nâsih) olmalıdır, çünkü o, faydalı olana ve kendisine yardımı dokunacak hususlara irşâd ve teşvikte bulunacaktır. Bilgili (lebib), rüyayı anlayan demektir, böyle birisi, rüyayı görenin ihtiyaç duyduğu hususu bilip onu öğretecek veya sükut edecektir. Sevilen (habib)  de, bir hayır görürse söyler, anlayamaz veya şüpheye düşerse sükût eder..." (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/515-516)

 

Buhârî'nin bir rivâyetinde Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: "Beni rüyada gören, gerçekten  beni görmüştür, çünkü şeytan benim sûretime giremez." (Buhârî, Tabir 2, 10; Müslim, Rüya 10, h. no: 2266; Muvatta, Rüya 1, h. no: 2, 956)

 

Açıklama: Yukarıdaki hadisi Hz. Enes (r.a.) rivâyet etmiştir. Tîbî şöyle açıklamıştır. Beni rüyasında gören, beni hakikatim üzere eksiksiz görmüştür, beni görüp görmediğinden şüpheye düşülmemelidir. Rüya tamdır, hak bir rüyadır" demektir." Nitekim, yine Buhârî'de gelen bir başka hadiste: "Rüyada  beni gören hakkı (gerçeği) görmüştür."  buyurmuştur.

 

Rüyada Rasûlullah'ın görülmesi  meselesi bazı farklı yorumlara  sebep olmuştur. Yani, her ne suretle görülürse görülsün bu görülüş hak bir görme midir? Yoksa görmenin hak olması için Rasûlullah'ı bilinen evsâfıyla görmek şart mıdır? Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) her seferinde mâlum sıfatlarıyla, hüviyet-i asliyesi ile gözükmez. Buhârî'nin bazı nüshalarında İbn  Sîrîn'in şu kaydı yer alır:   Buna göre, Rasûlullah'ı bilinen evsâfı çerçevesinde görürse bu rüya hak  rüyadır.

 

Ancak ulemâ şu noktada müttefiktir: "Şeytan Rasûlullah'ın hüviyetine giremez." Cenâb-ı Hakk ona bu imkânı tanımamıştır. Aksi takdirde, şeriata kizb karışma ihtimali mevzubahis olur, dine itimad kalmazdı. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk, şeytanı, kişinin uyanık halinde, Rasûlullah'ın suretine girmekten men ettiği gibi, uyku halinde  de o suretle gözükmekten men etmiştir. Bu hususu Rasûlullah (s.a.s.) açık seçik  beyan etmiştir.

 

Hal böyle olunca, Rasûlullah'ın, her ne suretle olursa olsun, rüyada görülmesine şeytanın dehâlet etmemesi gerekir. Bu sebeple Nevevî şöyle der: "Rasûlullah (s.a.s.)'ı gören kişi mâlum evsafı üzere de görse, mâlum evsafının aksine de görse, gerçekten Rasûlullah'ı görmüştür."

 

Nevevî bu görüşünü, Kadı İyaz'ın: "Sağ iken taşıdığı sureti ile gören gerçekten görmüş, bu sıfata uymayan şekilde gören hakiki görmüş sayılmaz, te'vil gerekir" sözünü reddetmek için söylemiştir.

 

Bazıları daha açık bir ifade ile hadisten şunu anlamışlardır: "Hadisin manası şudur: O (s.a.s.)'nu gören, hayatta iken taşıdığı suret üzere görür. Bundan şu zaruri netice çıkar: Rasûlullah'ı aslî suretinin haricinde görenin rüyası edgâs'tır, (sâdık rüya  değildir.)"

 

Ancak ulemâ çoğunlukla şu görüşü benimser: "Bu hadisten maksad şudur: hangi hal üzere olursa olun Hz. Peygamber (s.a.s.)'in rüyada görülmesi bâtıl  olamaz, bu rüya edgâs değildir, esas itibariyle haktır. Görülen suret şeytandan değil Allah'tandır." (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/515-516)

 

Ebû Rezîn el-Ukeylî Lakît İbn  Amir İbn Sabire (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Mü'minin rüyası, nübüvvetin kırk cüzünden bir cüzdür. Bu rüya, anlatılmadığı müddetçe bir kuşun ayağında (takılı vaziyette) durur. Anlatılacak olursa hemen düşer." (Tirmizî, Rü'ya 6, h. no: 2279, 2280; Ebu Dâvud, Edeb 96, h. no: 5020)

 

Açıklama:

1- Rüyanın peygamberlikten bir cüz olma meselesini 957 numaralı hadiste açıkladık.

2-  Rüyanın kuşun ayağında takılı olması, bir teşbihtir; bununla, rüyanın anlatılmadığı müddetçe kesinleşmediği ifade edilmektedir, tıpkı asılan, takılan bir şeyin havada durması, yerde istikrarını bulmaması gibi. Öyle ise, rüyanın istikrar bulup, kesinlik kazanması tâbir edilmesine bağlıdır. Tâbir edilince süratle düşüp istikrar kazanır. Kuşun kendisi bir yerde sâbit durmazsa, onun ayağına takılan şey hiç sâbit duramaz. Öyle ise rüya anlatılınca, hükmü, sahibinin üstüne hemen düşer. Ebu Dâvud'un bir başka rivâyeti şöyle: "Rüya, tâbir edilmedikçe bir kuşun ayağı üstündedir, tâbir edilince hemen düşer." Bu rivâyet "anlatınca" demiyor, "tâbir edince" diyor. Öyle ise, önceki hadiste geçen "anlatmak"tan maksad, tâbirini medar-ı bahs etmek, konuşmaktır.

 

Hadisin Ebu Davud'daki aslı, Ebu Rezîn'in şu sözüyle tamamlanır: "Zannederim (Rasûlullah) şunu da demişti: "(Öyleyse) rüyanı akıllı ve dostun olan kimseye anlat."

 

Rüyadaki hakikatın tahakkuku, onun anlatılmasına, daha doğrusu tâbirine bağlı olunca, rüyanın rastgele kimselere anlatılmamasının ehemmiyeti daha iyi anlaşılmış olur. Bu sebeple Rasûlullah, rüyanın tabiatı hakkında verdiği bilgiye  uygun bir tavsiye ile hadisini tamamlamış olmaktadır: "Rüyayı  lebib ve habib olana, yani akıllı dosta anlatın!"

 

“Ey insanlar! Şunu bilin ki, müslüman kimseye gösterilen sâlih rüya dışında peygamberlik müjdelerinden geriye bir şey kalmamıştır.” (Müslim, Salât 208; İbn Mâce, Ta’bîr 1)

 

Ebu Saîd (r.a.) anlatıyor: "Mü'minin rüyası, (sâlih kimsenin gördüğü güzel rüyâ) nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüzdür." (Buhârî, Ta'bir 2, 4, 10, Muvaatta Rü’yâ 1, h. no: 2, 956)

 

Tirmizî'de Ebu Saîd'den şu rivâyet kaydedilmiştir: "En sâdık rüya seher vakitlerinde görülen rüyadır." (Tirmizî, Rü'ya 3, h. no: 2275)

 

Açıklama: Âlimler rüyanın sıdkı hususunda, onun görüldüğü mevsimin ehemmiyetine dikkat çekerler. Bazı mevsimlerde insan tabiatının mutedil olması sebebiyle rüyayı edğas (karışık ve mânasız) kılan psikolojik ve biyolojik  amillerin daha az tesirde bulunacağını belirtmişlerdir. Şu halde, günlük olarak da seher vakitlerinin, diğer vakitlere nazaran biyolojik ve psikolojik yönden en mutedil vakit olduğu söylenebilir: Uyku ile dinlenmiş olan sinir sistemi daha sakindir, mide boşalmış, hazım yorgunluğu kalmamış, ruhen fikren meşguliyet ve hassasiyet asgarî seviyeye inmiş vs. Şu halde mizac ve kuvvelerin azamî derecede i'tidale kavuştuğu bir durumda görülecek rüyalar hakikat olma şansına daha çok sahiptir. Bu durumu Rasûlullah, "En sâdık rüya seherdekidir" diyerek ifâde buyurmuş olmaktadır.

 

Tîbî merhum, meselenin bir başka yönüne de dikkat çeker: "Zira seher vakti meleklerin inme zamanıdır." (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/519)

 

Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) şöyle demişti: "Benden sonra, peygamberlikten sâdece mübeşşirat (müjdeciler) kalacaktır!" Yanındakiler sordu: "Mübeşşirât da nedir?" "Sâlih rüyadır!" diye cevap verdi." Muvattâ'nın rivâyetinde şu ziyâde var: "Sâlih rüyayı sâlih kişi görür veya ona gösterilir." (Buhârî, Tabir 5; Muvatta, Rüya 3, h. no: 2, 957; Ebû Dâvud, Edeb 96, h. no: 5017)

 

Açıklama: Mübeşşirât kelime olarak mübeşşire'nin cem'idir, bu ise büşrâ yani müjde (sevindirici haber) demektir. Ancak hadiste bununla rüyayı sâliha kastedildiği Rasûlullah tarafından açıklanmıştır. Hadiste Rasûlullah: "Bana has olan nübüvvetten sonra sadece mübeşşirât kalacaktır, diğer nübüvvet hassaları benimle beraber ortadan kalkacak" demek istemiştir. İbn  Abbas'tan gelen bir rivâyete göre Rasûlullah bu sözü ölüm döşeğinde söylemiştir. Ancak hadisin bir çok vechi mevcuttur. Bir vechi  şöyledir: "Risalet ve peygamberlik artık kesildi. Benden sonra ne nebi ne de peygamber var. Ancak mübeşşirat devam edecek!" Dediler ki: "Mübeşşirat nedir?" Dedi ki: "Müslümanların rüyası peygamerliğin cüzlerinden bir cüzdür."

 

İbn't-Tîn der ki: "Hadisin mânâsı şudur: "Vahiy benim ölümümle kesilecektir. Kendisiyle, istikbalde olacak şeyleri öğrenebileceğiniz tek kaynak kalıyor, o da rüyadır." Ancak bu söze, ilham hatırlatılarak karşı çıkılmıştır, zîra ilham da istikbali öğrenme kaynaklarından biridir (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/519).

 

Âişe (r.a.)’den; Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisine şöyle demiştir: “Sen bana, (evlenmemizden önce) rüyamda iki defa gösterildin. Seni ipek kumaş içerisinde görüyordum ve: ‘Bu, senin hanımındır, yüzünü aç!’ deniliyordu. Açıp baksam ki o sensin; bunun üzerine: ‘Bu takdir Allah katından ise Allah hükmünü yürürlüğe koyar’ derdim.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 44, Nikâh 12, 35, Ta’bîr 20, 21; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 79, h. no: 2438)  

 

 

Peygamberimiz’in Tâbir Ettiği Rüyalar

 

Semüre İbn   Cündeb (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) sık sık: "Sizden bir rüya gören yok mu?" diye sorardı. Görenler de, O'na Allah'ın dilediği kadar anlatırlardı. Bir sabah bize yine sordu: "Sizden bir rüya gören yok mu?" Kendisine: "Bizden kimse bir şey görmedi!" dediler. Bunun üzerine: "Ama ben gördüm" dedi ve anlattı: "Bu gece bana iki kişi geldi. Beni alıp haydi yürü! dediler. Yürüdüm. Yatan bir adamın yanına geldik. Yanında biri, elinde bir kaya olduğu halde başucunda duruyordu. Bazan bu kayayı başına indirip onunla başını yarıyordu, taş da sağa sola yuvarlanıp gidiyordu. Adam taşı takip ediyor ve tekrar alıyordu. Ama, başı eskisi gibi iyileşinceye kadar vurmuyordu. İyileştikten sonra tekrar indiriyor, önceki yaptıklarını aynen yeniliyordu. Beni getirenlere: ‘Sübhânallah! nedir bu?’ dedim. Dinlemeyip: ‘Yürü! Yürü!’dediler. Yürüdük, sırtüstü uzanmış birinin yanına geldik. Bunun da yanında, elinde demir kancalar bulunan biri  duruyordu. Adamın bir yüzüne gelip, çengeli takıp yüzünün yarısını ensesine kadar soyuyordu. Burnu, gözü enseye kadar soyuluyordu. Sonra öbür tarafına geçip, aynı şekilde diğer yüzünün derisini de ensesine kadar soyuyordu. Bu da, yüz derileri iyileşip eskisi gibi sıhhate kavuşuncaya kadar bekliyor, sonra tekrar önce yaptıklarını yapmaya başlıyordu. Ben burada da: ‘Sübhanallah, nedir bu?’ dedim. Cevap vermeyip: ‘Yürü! Yürü!’ dediler. Beraberce yürüdük. Fırın gibi bir yere geldik. İçinden birtakım gürültüler, sesler geliyordu. Gördük ki, içinde bir kısım çıplak kadınlar ve erkekler var. Aşağı taraflarından bir alev yükselip onları yalıyordu. Bu alev onlara ulaşınca çığlık koparıyorlardı. Ben yine dayanamayıp: ‘Bunlar kimdir?’ diye sordum. Bana cevap vermeyip: ‘Yürü! Yürü!’ dediler. Beraberce yürüdük. Kan gibi kırmızı bir nehir kenarına geldik. Nehirde yüzen bir adam vardı. Nehir kenarında da yanında bir çok taş bulunan bir adam duruyordu. Adam bir müddet yüzüp kıyıya doğru yanaşınca yanında taşlar bulunan kıyıdaki adam geliyor, öbürü ağzını açıyor  bu da ona bir taş atıp kovalıyordu. Adam bir müddet yüzdükten sonra geri dönüp adama doğru yine  yaklaşıyordu.  Her dönüşünde ağzını açıyor, kıyıdaki de ona bir taş atıyordu. Ben yine dayanamayıp: ‘Bu nedir?’ diye sordum. Cevap vermeyip yine: ‘Yürü! Yürü!’ dediler. Beraberce yürüdük. Çok çirkin görünüşlü bir adamın yanına geldik. Böylesi çirkin kimseyi görmemişsindir. Bunun yanında bir ateş vardı. Adam ateşi tutuşturup etrafında dönüyordu. Ben yine: ‘Bu nedir?’ diye sordum. Cevap vermeyip: ‘Yürü! Yürü!’ dediler. Beraberce yürüdük. İri iri ağaçları olan bir bahçeye geldik. İçerisinde  her çeşit bahar çiçekleri vardı. Bu bahçenin içinde çok uzun boylu bir adam vardı. Semaya yükselen başını neredeyse göremiyordum. Etrafında çok sayıda çocuklar vardı. Ben yine: ‘Bunlar kimdir?’ dedim. Cevap vermeyip: ‘Yürü! Yürü!’ dediler. Beraberce yürüdük. Ulu bir ağacın yanına geldik. Bundan daha büyük, ve daha güzel bir ağaç hiç görmedim. Arkadaşlarım: ‘Ağaca çık!’ dediler. Beraberce çıkmaya başladık. Altun ve gümüş tuğlalarla yapılmış bir şehre doğru yükselmeye başladık. Derken şehrin kapısına geldik. Kapıyı çalıp açmalarını istedik. Açtılar ve beraberce girdik. Bizi bir kısım insanlar karşıladı. Bunlar yaratılışça bir yarısı çok güzel, diğer yarısı da çok çirkin kimselerdir. Sanki böylesine güzellik, böylesine çirkinlik görmemişsindir. Arkadaşlarım onlara: ‘Gidin şu nehire banın!’ dediler. Meğerse orada açıkta bir nehir varmış. Suyu sanki sâfi süttü, bembeyaz... Gidip içine banıp çıktılar. Çirkinlikleri tamamen gitmiş olarak geri geldiler. İki tarafları da en güzel şekli almıştı.

 

Beni dolaştıran arkadaşlarım açıkladılar: ‘Bu gördüğün, Adn cennetidir. Şu da senin makamındır.’ Gözümü çevirip baktım. Bu bir saraydı, tıpkı beyaz bir bulut gibi. ‘Beni gezdirin, içine bir gireyim!’ dedim. ‘Şimdilik hayır! Ama mutlaka gireceksin’ dediler. Ben: ‘Geceden beri acâyip şeyler gördüm, neydi bunlar?’ diye sordum. ‘Sana anlatacağız’ dediler ve anlattılar: ‘Taşla başı yarılan, o ilk gördüğün adam, Kur'ân'ı atıp reddeden, farz namazlarda uyuyup kılmayan kimsedir. Ensesine kadar yüzünün derileri, burnu, gözü soyulan adam, evinden çıkıp yalanlar uydurup, etrafa yalan saçan kimsedir. Fırın gibi bir binanın içinde gördüğün kadınlı erkekli çıplak kimseler, zina yapan erkek ve kadınlardır. Kan nehrinde yüzüp ağzına taş  atılan adam fâiz yiyen adamdır. Ateşin yanında durup onu yakan ve etrafında dönen pis manzaralı adam, cehennemin, ateşin bekçisidir. Bahçede gördüğün uzun boylu adam İbrahim (s.a.s.)'di. Onun etrafındaki çocuklar ise, fıtrat üzere (büluğa ermeden) ölen çocuklardır."

 

Cemaatten biri hemen atılarak: ‘Ey Allah'ın Rasûlü! Müşrik çocukları da mı?’ diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.): “Evet, dedi, müşrik çocukları da.”  Ve anlatmaya devam etti: “Yarısı güzel yarısı çirkin yaratılışlı olan adamlara gelince, bunlar iyi amellerle kötü amelleri birbirine karıştırıp her ikisini de yapan kimselerdir. Allah onları affetmiştir.” (Buhârî, Ta'bir 48, Ezân Sıfatu's-Salât 156, Teheccüd 12, Cenâiz 93, Büyû’ 2, Cihâd 4, Bed'ü'l-Halk 6, Enbiyâ 8, Tefsir, Berâe 15, Edeb 69; Müslim 23, h. no: 2275; Tirmizî, Rü'ya 10, h. no: 2295)

 

Açıklama:

1- Tabirin Mekruh Vakti:Buhârî, bu hadisi, Tabir'le ilgili bölümde, "Sabah namazından sonra rüya tâbiri" babında kaydeder. Buhârî'nin bab başlıklarında fıkıh yaptığını nazarı dikkate alan şârihler, Buhârî'nin böyle bir başlığı koymakla, Abdurrezzak'ın Musannaf'ta kaydettiği   َ "Rüyanı kadına anlatma, güneş doğuncaya kadar da kimseye söyleme" şeklindeki hadisin za'fına işaret ettiğini ve ayrıca, tâbircilerin şu sözlerini reddettiğini belirtirler. "Rüya tâbirinde müstehab olanı, tâbirin, "güneşin doğmasından saat dörde, ikindi vaktinden akşam öncesine kadar" yapılmasıdır."

 

Buhârî, bu kanaati reddediyor. Zîra kaydedilen hadis, tâbirin, güneş doğmazdan önce yapılmasının müstehab olduğuna delalet etmektedir. Bu hüküm, tâbircilerin: "Namazın mekruh olduğu vakitlerde tâbir yapmak mekruhtur" şeklineki sözlerine de muhalif değildir.

 

2- Tâbirin Müstehab Vakti: Mühellib, bu hususta şunu söyler: "Rüyayı sabah namazı vaktinde tâbir etmek, diğer vakitlerin hepsinden daha iyidir. Zîra, rüyayı gören, onu gördüğü zamana yakınlığı sebebiyle, zihninde daha sağlam tutmaktadır ve henüz  unutma ârız olmamıştır. Üstelik tâbir edecek kimse de, zihnî huzura sahiptir ve fikri günlük maişet meşgalelerinden henüz uzaktır. Ve hem de rüyayı gören kimsenin, rüyadan alacağı iyi haberle sevinmesi, şerden de sakınıp  tedbir alması mevzubahistir. Keza, ola ki rüya ma'siyetten ta'zir edicidir, rüya sahibi böylece sakınmış olur, veya bir iş hususunda uyarıcıdır, böylece rüya, sahibini murakabeye, kontrole sevkeder. Öyle ise bunlar gibi daha pek çok maslahat, rüyayı, günün başında tâbir etmeyi gerektirmektedir."

 

3- Hz. Peygamber’in Anlattığı Rüyanın  Mâhiyeti: Rasûlullah (s.a.s.), İslâm'ın vaz'ettiği farz, haram ve itikadlarla ilgili hakikatlerin insanlar tarafından kavranabilmesi için, bazan teşbihli hikayeler -ki isrâiliyat nev'inden anlatılanların bu gayeye matuf olduğunu belirtmiştik-  bazan uykuda görülen rüyalar, bazan da Mi'rac esnasında görülen müşâhedeler şeklinde anlatmıştır. Biz, bu müşahhas tasvirlerde, gaybî olan kıyametten sonra görülebilecek olan hakikatlerin en âmi bir mü'min tarafından bile anlaşılabilecek maddî teşbihlere döküldüğünü görmekteyiz. Bu anlatımlarla ilahî, gaybî -ve behemahal imânî- olan hakikatlar âlem-i şehadette görülen ve idrak edilen maddî ve beşerî kahramanlarla bir nevi sahnelemekte, böylece sırf imanilikten ve kavranmaz mücerredlikten kurtarılarak ma'kulat ve hatta mahsusât seviyesine indirilmektedir. İslâm  dinini anlaşılır, İslâmî ta'limatı âmî-âlim, gabî- zekî her seviyedeki insan tarafından kavranır ve de akıllar, ruhlar, hisler üzerinde müessir kılan bu metoda Kur'ân-ı Kerim'in de genişçe yer verdiğini görmekteyiz. cennet ve cehennemle ilgili tasvirler hep dünyevî ve günlük olarak gördüğümüz ve yaşadığımız müşahhas unsur ve motiflerle yapılmıştır.

 

Diğer tarafta, -İbn  Abbas (r.a.)'ın açıklamasıyla- âhiret âleminin hakikatını bilmekteki naksımızı kabul etmek, dünyada olanların, orada sadece ismen varlığını kabul edip, mahiyetce ayrılığına ve idrakimizin onlara yetişemiyeceğine inanmak esastır. Söz buradan açılmışken, cennet ve cehennemle ilgili olarak pekçok hadis ve hattâ âyetlerde ifade edilmiş  bulunan bir kısım hakikatlerin  şu hadiste nasıl  maddî, müşahhas ve mahsus unsurlarla sahnelendiğini görelim:

 

"Cennetle cehennem münakaşa ettiler. Cehennem:

- Bana  kibirliler, zâlimler gelecektir! dedi. Cennet de:

- Bana da insanların sadece zayıfları, sakatları ve (aldatılan) gâfilleri gelecektir, acaba sebebi nedir? dedi. Allah cennete:

- Sen benim rahmetimsin, kullarımdan dilediğime seninle rahmet ederim. Cehenneme de:

- Sen benim azabımsın, kullarımdan dilediğime de seninle azab eylerim, dedi. Sonra her ikisine birden şu hitapta bulundu:

- (Sabırsızlanmayın), her ikinizi de dolduracak kullarım var!

(Ancak cehennem dolmak,  tatmin olmak bilmeyip,) daha  var mı, daha var mı? demeye devam edecek (Parantez arasındaki ifade, yine Müslim'in bir başka rîvayetinden alınmıştır). Bunun üzerine Cenab-ı Hakk ayağını cehennemin üzerine  koyup bastıracak. Cehennem (mâruz kaldığı sıkletten) inleyerek yeter! yeter! yeter! diyecek. Cehennem böylece dolar ve içindekiler (tıkabasa) karışırlar. (Böyle yapmış olmakla) Aziz ve Celil olan Allah hiçbir kuluna zulmetmez. Cennet  de boş kalmaz. Allah onun için de münâsib kullar  yaratmıştır."

 

Buhârî ve Müslim'in müştereken rivâyet ettikleri bu hadisi, belirtmeye çalıştığımız ta'limî (didaktik) nokta-i nazardan değil, kelamî nokta-i nazardan tahlile  kalksak sonu zor alınacak  münakaşalara girebiliriz.  Halbuki bu nev'e giren müteşâbih rivâyetler ve âyetler çoktur. Ölümün kıyamet günü bir koç suretinde getirilerek mahşer meydanında kesilmesi gibi.

 

Hülâsa, bu ve benzeri bütün ifadelerin, mücerred olan imânî hakikatleri müşahhaslaştırarak anlaşılır hale getirme ve hissiyat üzerinde canlı ve müessir kılma gayesini güttüğünü nazardan uzak tutmayacağız. Muallim-i ekber olan Rasûlullah (s.a.s.)'a bu gaybî hakikatler, terbiye-i İlâhiyenin en mühim safhası olan Miraç'ta da gösterilmiştir. Ayet-i kerime, "Orada gözüyle gördüklerini kalbi inkâr etmedi" (Necm 11) diyerek, önceden iman yoluyla öğrendikleri ile gözüyle gördükleri arasında tam bir mutâbakatın husûle geldiğini haber verir. Böylece aynelyakin ve hatta hakkalyakin derecesine çıkan imân-ı Nebevî, "Peygamber ve mü'minler, Rabbinden kendisine indirilene inandı" (2/Bakara, 285) âyetiyle tebcil edilir. Hatta Süheylî'nin Ravdu'l-Unf'da kaydettiği üzere, bâzı alimlerimiz "Peygamber inandı" diye başlayan bu âyetin, bir bakıma, imânî hakikatlerin gözle müşahedesi demek olan Miraç hâdisesiyle ilgili olarak vahyedilmiş olmasını mânidâr bulmuşlardır (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/526-529).

 

4- Hadisin Başka Vecihlerinde Ziyadeler

Bu hadis çeşitli tarîklerden gelmiştir. Bazı  rivâyetlerde yer alan ziyadeler, hadiste beyan edilen meselelere zenginlik   kazandırdığı gibi, bazı noktalara da açıklık kazandırmaktadır. Fethu'l-Barî'den iktibâsen bazılarını kaydediyoruz:

 

Taberânî'nin, bir rivâyetinde şöyle denmiştir:

a) "Rasûlullah (s.a.s.) (bir gün) sabah namazından sonra bize gelerek şöyle buyurdu: "Bu gece ben bir rüya gördüm, bu hak bir rüyadır, bunu iyi belleyin..."

b) Bir rivâyette: "...Bana gelen iki melek gördüm" demiştir ve  rivâyetin sonunda iki meleğin Cibrîl ve Mikâil olduğu belirtilmiştir.

c) Bir rivâyette fırın şöyle tasvir edilir: "Aşağısı geniş, yukarısı dar, altında da ateş yanmakta idi."

d) Adn cennetiyle ilgili safhada şu ziyade var: "(Arkadaşlarım) beni bir eve götürdüler, öylesi  güzel bir ev görmemiştim. İçinde yaşlı, genç, erkek ve kadınlar vardı. Sonra beni oradan çıkarıp bundan daha güzel bir eve götürdüler."

e) Kur'ân'ı terkedenlerle  ilgili olarak şu ziyade vardır: "...Allah kendisine Kur'ân'ı öğretmiştir  de o, gece okumayıp uyumuş, gündüz de onunla amel etmemiştir."

f) Ebû Umâme'nin rivâyetinde şöyle bir farklılık var: "Sonra beraberce gittik manzaraca en korkunç, kokuca en kerih, tıpkı helâ gibi kokan bir kısım kadın ve erkeklerle karşılaştık. "Bunlar kim" dedim. "Bunlar zâni ve zâniyelerdir" dedi. Sonra tekrar yürüdük, bir kısım ölülere rastladık, çok fazla şişmişti ve çok berbat şekilde koku neşrediyorlardı. "Bunlar kim?" dedim. "Bunlar, dedi, kâfirlerin ölüleridir." Sonra yine  yürüdük, ağaçların gölgesinde uyuyan kimselere  rastladık. "Bunlar kim?" dedim. "Bunlar, dedi, Müslümanların ölüleridir." Sonra yine yürüdük yüzce en güzel, kokuca en tatlı insanlarla karşılaştık. "Bunlar kim?" dedim. "Bunlar, dedi, sıddîkler ve sâlihlerdir."

 

5- Bazı Hükümler

Ulemâ, bu hadisten birçok hükümler çıkarmıştır. Mühim olan birkaçı:

1- İsrâ (Mi'raç) hadisesi bazan uyanık, bazan da uykuda olmak üzere  birçok kereler vukua gelmiştir.

2- Âsilerden bir kısmı berzahta (kabir) hayatında azab çekmektedirler.

3- İlmi önce mücmel olarak verip, sonra tefsir etmek evlâdır, böylece zihin, derli  toplu olarak yakalama imkânına kavuşur.

4- Farz namazlarda uyumaya ve ezberledikten sonra Kur'ân'ı terke karşı tahzir (sakındırma) var.

5- Zina, riba, yalan gibi belli başlı günahlara karşı  tahzir ve uyarı var.

6- Şehidlerin fazileti, cennette en yüce makamı tuttukları belirtilmiştir.

7- Hz. İbrahim'in makamı, şehidlerinkinden de yüksektir.

8- Günah ve sevapları eşit olanları Allah affedecektir. Ya Rab! Bizi de bu affedilenler arasına kat!

9- Sormak, (anlatmak) tâbir ettirmek gibi davranışlarla rüya meselesine ihtimam göstermek gerekir.

10- Rüyanın sabah namazından sonra tâbir edilmesi efdaldir.

11- Farzdan sonra, namaza bağlı  nâfile (râtibe) yoksa selâm verince imamın cemaate dönmesi müstehabtır. Hitap, vaaz, ifta gibi maksadlar hâsıl olunca kıbleye dönmeyi terkedip, cemaate yönelmek mekruh değildir (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/529-531).

 

Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Biz öne geçen sonuncularız. Ben uyurken bana arzın hazineleri getirildi. Elime altından iki bilezik kondu. Bunlar benim nazarımda büyüdüler ve beni kederlendirdiler. Bana: "Bunlara üfle" diye vahyedildi. Ben de üfledim, derken uçup gittiler. Ben bunları, çıkacak olan ve aralarında bulunduğum iki yalancı olarak te'vil ettim: Birisi San'a'nın lideri, diğeri de Yemâme'nin lideridir." (Buhârî, Ta'bir 40, 70; Müslim, Rüya 22, h. no: 2274, Tirmizî, 10, h. no: 2293)

 

Açıklama: Hadiste Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), Müslümanların, dünyada iken en son kitap verilen ümmet de olsalar, âhirette hesabı ilk defa verecek ve ilk defa cennete girecek ümmet olacaklarını ifade buyurmaktadır. Rasûlullah'a getirilmiş olan hazinelerden muradın İslamî fetihlerle  İran, Bizans gibi fethedilen yerlerden elde edilen ganimetler olduğu belirtilmiştir.

 

Bileziklerin Hz. Peygamber'in "nazarında büyülmesi"ni, hayret etmesi, şaşırması, ağrına gitmesi, dikkatini çekmesi gibi mânalarda anlamak gerekmektedir; maddî ağırlık veya hacimlerinin artması şeklinde bir büyüme değil. Kurtubî'nin açıklamasına göre, altından mâmul zinet eşyası Müslüman erkeklere haram olması sebebiyle Hz. Peygamber (s.a.s.) eline konan altın bilezikleri (rüyasında) taaccüble, hayretle karşılayıp kederleniyor, üzülüyor.

 

Hadiste geçen vahiyden murad ilhamdır, irşaddır. Üflemek, kolay  bir amel  olması sebebiyle, rüyada üfleme görmenin, kolaylığa, önüne çıkan herhangi bir engelin kolaylıkla izale edileceğine delil olduğu belirtilmiştir. "Üfleme kelâmdır" diyen de olmuştur.

 

Üflemekle uçup gitmeleri, ortaya çıkacak yalancıların çok fazla zahmet çekilmeden bertaraf edileceklerine, mânen hakâret, değersizlik içinde bulunduklarına delâlet ettiği, "aralarında bulunduğum" tâbiriyle, rü'yanın anlatıldığı sıra onların hayatta olduğuna delâlet ettiği ifade edilmiştir.

 

Bunlardan maksad San'a'da çıkıp peygamberlik iddia eden Esved el-Ansî ile, Yemâme'de çıkıp yine aynı bâtıl iddialara girişen Müseylimetü'l-Kezzâb'tır. Bunlardan her ikisi de daha Rasûlullah (s.a.s.)'ın sağlığında ortaya çıkıp, etrafında adam toplamış kimselerdir. Esved, Rasûlullah henüz hayatta iken tepelenebilmiş ve öldürülmüş, Müseylime ile Rasûlullah'ın vefatından sonra savaşılmış ve Hz. Ebu Bekir zamanında tepelenmiştir.

 

Hz. Peygamber'in altın bilezikleri yalancılarla te'vil etmesi, erkeğe zinet verilmiş olmasına dayanır. Çünkü erkeğe, haram olan bir şeyin verilmesi, yerinde  olmayan bir iş yapılmasıdır. Yalancılar da böyledir, yerini  bulmayan, sahte iddialarda bulunurlar.

 

Bu rüyada geçen "iki el" iki memleketle te'vil edilmiştir. San'a ve Yemâme ahalileri aslında Müslüman olarak İslâm'a "iki el", iki yardımcı durumuna gelmişlerdi. Buralarda çıkan iki sahtekâr, yalancı ve aldatıcı sözlerle halkı etrafında toplayıp iğfal etmiştir. Şu halde altın bilezikler iki yalancıya delâlet etmiş, o iki "el"de (beldede)  çıkmışlardır (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/531-532).

 

Ebu Mûsâ (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Rüyamda kendimi Mekke'den, hurma ağaçları bulunan bir  beldeye hicret ediyorum gördüm. Ben bunu, hicretimin Yemâme'ye veya Hacer'e olacağı şeklinde tahmin etmiştim, meğer Yesrib şehrine imiş. Bu rüyamda kendimi bir kılıcı sallıyor gördüm, kılıcın başı kopmuştu. Bu, Uhud Savaşı'nda mü'minlerin mâruz kaldıkları musibete delâlet ediyormuş. Sonra kılıcımı tekrar salladım. Bu sefer, eskisinden daha iyi bir hal aldı. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın fetih ve müslümanların biraraya gelmeleri nev'inden lutfettiği nimetlerine delâlet etti. O aynı rüyamda sığırlar ve Allah'ın (verdiği başka) hayrını gördüm. Sığırlar Uhud gününde mü'minlerden bir cemaate çıktı, (gördüğüm başka) hayır da Allah'ın Bedir'den sonra (nasib ettiği fetihlerin) hayrı ve bize Rabbimizin lutfettiği (Bedru'l-Mev'id) sıdkının sevabı olarak çıktı." (Buhârî, Ta'bir 39, 44, Menâkıb 25, Meğâzî 9, 26, Menâkıbu'l-Ensâr 45; Müslim, Rü'ya 20, h. no: 2272)

 

Açıklama: Bu hadis, rüya mübhemiyetine uygun bir mübhemlik ve anlaşılmasında zorluk hasıl olmuş bir rüya'yı  Nebevîdir. Şârihler rivâyetin muhtelif tâbirlerini açıklamada farklı yorumlara gitmişlerdir.

 

Biz mealdeki mânayı tesbit ederken İbn  Hacer'in izahını esas aldık. Buna göre:

 

1- Hecer, Bahreyn'de Abdulkays kabilesinin ikamet ettiği bir diyarın ismidir. Medine yakınlarında aynı ismi taşıyan küçük bir köyün kastedildiği de söylenmiş, hatta başka ihtimaller üzerinde de durulmuştur, ancak sahih olan önceki söylediğimizdir.

 

2- Yesrib, Medine'nin eski adıdır, kaliteli hurmalarıyla meşhur idi.

 

3- Rasûlullah ashabını kılıçla ifade etmiştir. Kılıç sallaması, düşmanla cihadıdır. Başının kopması Uhud'da Müslümanların maruz kaldığı musibete yorulmuştur. Bazı rivâyetlerde kılıçta gedik açılmış olduğu ifade edilmiş ve bu da ailesinden birinin (Hz. Hamza'nın) şehid düşeceği şeklinde, tarafından, yorumlanmıştır. Bazı rivâyetler bu kılıncın Zülfikâr olduğunu tasrih eder.

 

4- Kılıcın tekrar sallanması, mücâdelenin devamı, kılıçtaki kopukluğun düzelmesi, müteakip savaşlarda Müslümanların zafere ereceklerinin alâmeti bilinmiştir. Tâbirciler kılıcı değişik yorumlara tâbi tutmuşlardır: Meselâ rüyada kılıç elde eden "kuvvet elde eder", "valilik elde eder", "emanet (vedia) elde eder", "zevce elde eder", "çocuk elde eder", keza "kılıncı kınına koyan evlenir", "birisiyle onun kılıncından daha uzun kılıçla vuruşan ona galebe çalar", "kılıç kuşanan bir işe girer" vs. gibi.

 

5- Görülen sığırlar, Uhud'da şehid düşen Müslümanlara yorulmuştur. Hadisin farklı rivâyet ve okunuşları, "Allah'ın bu ölümde hayır kılacağı" veya "bu ölümden sonra Allah'ın hayırlar (zaferler) vereceği" gibi değişik yorumlara imkân tanımıştır. Bir yoruma göre, Hz. Peygamber: "Allah'a kasem olsun Allah'ın yaptığında (Uhud'daki musibette) hayır gördüm, hayır var" demiştir.

 

6- Bedir'den sonraki fetihlerden maksad, Hayber'in fethi ve Mekke'nin fethidir. Hadiste geçen,   اتانَا اللّهُ تَعالى بَعْدَ يَوْم بَدْرٍ   ibaresinde   بعد   kelimesi bâzı rivâyetlerde   بعْدُ   bazı rivâyetlerde   بَعْدَ   şeklinde gelmiştir. Buna göre te'vil de farklı olmuştur.   بَعْدُ   Okununca mânâ Uhud'dan sonra demektir ve bu durumda   يوم   kelimesi de nasb yapılarak   يَوْمَ بَدْرٍ  okunması icabeder. Mâna şu olur: "(Gördüğüm başka)  hayır da, Allah'ın (Uhud' dan) sonra  Bedr(u'l-Mev'id) günü sıdkımıza sevab olarak verdikleri ile sonradan  verdiği (ganimet, başarı nev'inden) hayra çıktı." Bunun mânası şudur: "Bedir günü verilen" deyince, müşkil bir durum çıkmaktadır. Çünkü, Bedir Savaşı Uhud Savaşı'ndan öncedir. Halbuki anlatılan tarihî ve mantıkî  sıraya göre Uhud'dan sonrası sözkonusu. Alimler bunu şöyle çözerler: Hadiste geçen  Bedir'den maksad Bedrü'l-Mev'id denen ikinci Bedir Gazvesi'dir. Bu ikinci Bedir, Uhud'dan sonradır. Uhud Savaşı bitip, Mekkeliler muzafferâne çekilirken Müslümanlarla aralarında söz  düellosu olur. İşte bu düello  esnasında, müteâkip sene Bedir'de ikinci kere buluşmak üzere anlaşırlar. Rasûlullah, ertesi yıl hacc mevsiminde Bedr'e gider, fakat Mekkeli müşrikler gelmezler. Böylece Müslümanlar savaş yapmadan bol ticaret yaparak dönerler. Bu ikinci Bedir Gazvesi, önceden anlaşılarak tesbit edildiği için buna Bedrü'l-Mev'id denmiştir.

 

Hadiste geçen sevâbu'ssıdk tâbiri gerçekten bu seferin vasfını ifade eder. Zira Müslümanlar, müşriklere verdikleri sözü tutmakla sıdk üzere hareket etmiş oldular. Bunun Allah indinde uhrevî sevâbı olduğu gibi, Müslümanlara moral, müşriklere gözdağı ve korku olması haysiyetiyle siyasî, dünyevî sevab da elde edilmiştir. Hadisin son kısmında geçen ve Allah'ın verdiklerinden olarak zikredilen "hayır" ile bu Bedri'l-Mev'îd Seferi sırasında yapılan kârlı ticaret dahi kastedilmiş olabilir.

 

İbn  Hacer, hadisin bu veçhinden şu sonucu çıkarır: "Hz. Peygamber rüyasında sığır ve hayır görmüştür. Sığır, Uhud'da öldürülenlerle te'vil edilmiştir.  Hayır da Mekke fethine kadar yapılan Bedir ve diğer savaşlarda cihad için Müslümanların izhar ettikleri sıdk ve sabırdan dolayı kazandıkları sevabla te'vil edilmiştir. Cenab-ı Hakk da onlara mükâfeten, Uhud'dan sonraki Kureyza, Hayber ve diğer zaferleri müyesser kılmıştır." (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/533-535)

 

Enes (r.a.) anlatıyor: "Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle söylediğini işittim: "Ben bu gece, rü'yamda, kendimi Ukbe İbn Râfi'in evinde imişim gördüm. Orada bana İbn Tâb denen cinsten taze hurma getirildi. Ben bu rüyayı şöyle te'vil ettim: "Yükselme dünyada bizimdir, âhirette de hayırlı âkibet bizimdir, dinimiz de tamamlanmıştır." (Müslim, Rü'ya 18, h. no: 2270; Ebu Dâvud, Edeb 96, h. no: 5026)

 

Açıklama: Bu rivâyette Hz. Peygamber (s.a.s.)'in güzel isimlerle tefe'ülü rüyaya da tatbik ettiğini görmekteyiz. Tefe'ül, uğur çıkarmak, hayra yormaktır. Rasûlulah (s.a.s.) teşâümü, yani  şundan bundan uğursuzluk çıkarmayı reddederken, uğur çıkarmayı reddetmemiştir.

 

Bu rivâyete göre, Hz. Peygamber rüyada kendisini Ukbe İbn  Râfi'in evinde görmüş. Ukbe'yi aynı kökten gelen ukbâ, âkibet kelimeleriyle te'vil etmiştir.

 

Râfi, yüksek, yükselen gibi mânâlar ifade eder. Bundan rif'at (yükseliş)'e geçerek bu isimleri: "Dünyada yükseliş bize,  ahirette hayırlı âkibet bize" şeklinde te'vil etmiştir. Esasen bu mânalarda ayetler mevcuttur: "Akibet muttakilere aittir" (7/A'râf, 128), keza: "İnanıyorsanız mutlaka gâlipsiniz" (3/Âl-i İmran, 139) gibi.

 

Kezâ, ikram edilen hurmanın ismi İbn  Tâb'dır. Burada tâb, tayyib yani güzel, mükemmel mânâsına gelir. Medineli bir şahsın adı ise de bir hurma çeşidi de o adla şöhret bulmuştur. Rasûlullah, bu ismi de dinin  kemâle ermesiyle te'vil buyurmuştur. Dinin kemâli, kâide ve hükümlerinin kesinleşip istikrarını bulması, medenî hayatta ihtiyaç duyulmakta olan hususta gerekli prensiplerin, kaidelerin konmasıdır. Nitekim en son nâzil olan âyetlerin birinde meâlen: "Bugün size dininizi tamamladım" (5/Mâide, 3) buyurulmuştur.

 

Bu rivâyetlerden hareket eden Müslüman tâbirciler, rüyada iyi isim görmeyi hep iyiye yorma prensibini vaz' etmişlerdir. Hadiste ifâde edilen hükümlerin, Kur'ân ayetleriyle tesbit edildiği nazar-ı dikkate alınınca, Rasûlullah (s.a.s.)'ın bu hadisi irad etmede asıl gayelerinden birinin, rüya tâbirinde bu prensibi vaz'etmek olduğu söyenebilir. Ayrıca, çocuklara ve diğer eşyaya verilecek isimlerin güzel olması hususundaki tavsiyelerine bir takviye gâyesi de gözükmektedir (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/535-536).

 

İbn   Ömer (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) şöyle demişti:

"Ben (rüyamda), saçları karma karışık siyah bir kadının Medine'den çıkıp Mehyea'ya indiğini gördüm. Burası Cuhfe'dir. Ben bunu, Medine'deki vebanın oraya nakledilmesine yordum." (Buhârî, Ta'bir 41, 42, 43; Tirmizî, Rü'ya 10, h. no: 2291)

 

Açıklama:

1. Hadiste Mehyea ile ilgili bir açıklama var: "Burası Cuhfe" diye. Bu açıklamanın, birçok  rivâyette bulunmamasından hareket eden şârihler, bunun bir derc olduğunu ve bu açıklayıcı derci hadisin râvilerinden Musa İbnkbe'nin  ilâve ettiğini söylemişlerdir.

 

2- Cuhfe, Mu'cemu'l-Büldan'ın verdiği bilgiye göre, Mekke-Medine yolu üzerinde, Mekke'den dört merhale mesafede bir yerin adıdır. Mekke' ye gelen Mısır ve Şamlıların, Medine'den geçmedikleri takdirde, mîkat (ihram giyme) mahalleridir. Medine'den geçerlerse Zü'l-Huleyfe olur.

 

3- Müslümanlar Medine'ye hicret  ettikleri zaman buranın havası Mekkelilere yaramamış, hep hummaya (ateşli hastalık, sıtma) yakalanmışlar, Mekke'ye karşı özlem duymaya başlamışlardır. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): "Ya Rabb, bize  Medine'yi sevdir...  hummâsını da Cuhfe'ye naklet" diye dua buyurmuştu. Şu halde Rasûlullah bu duasının Allah tarafından kabul edildiğini, hummanın Medine'den çıktığını bu rüya ile ashabına (radıyallahu ahnüm ecmain) müjdelemiş olmalıdır.

 

4- Yorumcular siyah (sevdâ)  kelimesi ile kötülük  السوءve hastalığın الداء  ifâde edildiğini kabul etmişlerdir. Saçların karışıklığını da kötülük ve şer yaymakla yorumlamışlardır (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/536-537).

 

İbn   Ömer (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) zamanında kişi, bir rüya görecek olsa onu (s.a.s.) efendimize anlatırdı. O sıralarda ben genç, bekâr bir delikanlıydım, mescidde yatıp kalkıyordum. Bir gün rüyamda, iki meleğin beni yakalayıp cehennemin kenarına kadar getirdiklerini gördüm. Cehennem kuyu çemberi gibi çemberlenmişti. Keza (kova takılan) kuyu direği gibi iki de direği vardı. Cehennemde bazı insanlar vardı ki onları tanıdım. Hemen istiâzeye başlayıp üç kere: "Ateşten Allah'a sığınırım" dedim. Derken beni getiren iki meleği üçüncü bir melek karşılayıp, bana: "Niye korkuyorsun? (korkma)" dedi.

Ben bu rüyayı kızkardeşim Hafsa (r. anhâ)'ya anlattım. Hafsa da Rasûlullah (s.a.s.)'a anlatmış. Rasûlullah (s.a.s.): "Abdullah ne iyi insan, keşke bir de gece namazı kılsa!" demiş. Sâlim der ki: "Abdullah bundan sonra geceleri pek az uyur oldu!" (Buhârî, Ta'bir, 35, 36, Salât 58, Teheccüd 2, Fedâilu'l-Ashâb 19; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 140, h. no: 2479)

 

Açıklama:

1- Kurtubî diyor ki: "Şâri (Hz. Peygamber (s.a.s.) Abdullah (r.a.)'ın rüyasını iyiye yormuştur, çünkü Abdullah önce ateşe getirildiği halde kendisine "niye korkuyorsun, korkma!" tesellisiyle ateşe atılmaktan affedilmiştir, bu onun sâlih oluşuna delildir. Kusuru, gece namazı kılmaması idi. Böylece bu rüya onun salâbetine mükâfaten bir tembih ve uyarı oldu. Bu sayede anladı ki, gece namazı, ateşten, ateşe yakınlaşmaktan koruyan belli başlı tedbirlerden biridir. Bunun için Abdullah (r.a.) ölünceye kadar gece namazını terketmemiştir."

 

2- Şârih Mühellib: "Bundaki sır Abdullah'ın mescidde yatmasıdır. Zira mescidin şe'ni ve hakkı, içinde ibadet edilmesidir. Ateşle korkutulmak suretiyle bu eksikliği uyarılmış oldu" der.

 

3- Hadis, gece namazının ehemmiyetini, bu namazın cehennemden korunmaya müessir bir çare olduğunu göstermektedir.

 

4- Hadiste, "Kadına rüya anlatılmamalı" diyen yorumculara da cevap var. Bunun câiz olduğu görülmektedir. Ayrıca mescidde yatıp kalkmanın câiz oluğu da anlaşılmaktadır (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/538).

 

Abdullah İbn   Ömer (r.a.) bir başka rivâyette şöyle demektedir: "Rüyamda, avucumda  seraka denen iyi cins ipekten bir parça gördüm, cennette, her nereyi arzu etsem beni oraya uçuruyordu. Bu rüyamı Hafsa (r. anhâ)'ya anlattım. O da Rasûlullah'a anlatmış. Rasûlullah (s.a.s.): "Kardeşin sâlih bir kimse" diye  yormuş." (Buhârî, Ta'bir 25; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 139, h. no: 2478)

 

Açıklama:

1- Abdullah İbn  Ömer'in cehenneme götürülmesi gibi  cennete götürülmesiyle de ilgili rüyası var. Bunlar ayrı ayrı rüyalardır. Yukarıda cennete girişiyle ilgili rüyayı görüyoruz. Muhtemelen bunu muahharan, gece ibadetlerine başladıktan sonra görmüş olmalı. Hadisin bir başka vechinde Rasûlullah önceki hadiste olduğu gibi, "Abdullah sâlih bir kimsedir, bir de gece namazı kılsa" buyurmuştur.

 

2- Bazı şârihler, bu hadisin kaydedildiği  babtan bir önce yer alan, "Rüyada yastığının altında çadır direği gören" adındaki bab başlığı ile bunu birleştirip, İbn  Ömer'in rüyada, yastığının altında çadır direği de gördüğünü ifade edip, yorumlarının vüs'atini geniş tutmuşlardır. Kaydedilecek "şârih yorumları" yorum olarak muteber kabul edilse de İbn  Hacer'in açıklamasına göre, Abdullah İbn  Ömer'in rüyada yastığının altında çadır direği görmesini rivâyetler doğrulamamıştır.

 

3- Rüyada görülen direk İslâm'la yorumlanmıştır. Keza ipek de din ve ilimle, dinle kazanılan şerefle yorumlanmıştır. "Onu elde eden, ahirette, cennette istediği yere, onun sayesinde gidebilir" denmiştir.

 

4- Rüyada cennete girmek, uyanık halde girmeye delil kabul  edilmiştir. Çünkü hadisin bir vechinde rüyası cennete girenin yakaza halinde gireceğine dair nassî ifade vardır. Rüyada, cennete girmek, İslâm'a girmekle de yorumlanmıştır, çünkü cennete girmenin yegâne vasıtası İslâm'a girmektir.

 

5- İpeğin uçması kuvvete delildir. Yâni cennette istediği yere gidebilecek güce, mânevî yüceliğe sahip demektir (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/539-540).

 

Ebu Bekre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) bir gün: "Sizden bir rüya gören var mı?" diye sual buyurdular. Cemaatten bir adam: "Evet ben (şöyle bir rüya gördüm): Sanki gökten inmiş bir terazi vardı. Siz ve Ebu Bekir tartıldınız. Sen, Ebu Bekir'den ağır geldin. Ebu Bekir'le Ömer de tartıldılar. Ebu Bekir ağır geldi. Sonra Ömer'le Osman tartıldılar. Ömer ağır bastı. Sonra terazi kaldırıldı" dedi. (Adam sözünü bitirince) Rasûlullah (s.a.s.)'ın mübarek yüzlerinde memnuniyetsizlik gördük." (Ebu Dâvud, Sünnet 9, h. no: 4634, Tirmizî, Rüya 10, h. no: 2288)

 

Açıklama:

1- Bu rivâyette Hz. Ali ile Hz. Osman (r.a.) arasında efdaliyet hususunda bazılarınca  ileri sürülen ihtilafın bir sebebi görülmüştür.

 

2- Hz. Peygamber (s.a.s.)'in memnuniyetsizlik izhar etmesini, şârihler  terâzinin  kaldırılmış olma haberinden, işlerin Hz. Ömer'in hilâfetinden sonra kötüleşerek fitne çıkacağı yorumuna ulaşması ile izah ederler. Mamafih: "Hz. Peygamber (s.a.s.)' in, Ashab'tan sadece cüz'î bir  kısmının hayırlı kılınmalarına ve efdaliyetin üç kişiye inhisar  ettirilmiş olmasına vâkıf olmaktan üzüldüğünü" söyleyenler de olmuştur. Üzüntünün sebebini bunda görenlere göre, Rasûlullah (s.a.s.) ashabından birçoğunun bu şekilde müstesna bir fazilete  erdiklerini ümid etmiş idi. Bu rüya ile Cenab-ı Hakk, tafdilin  bunlarda  son bulduğunu bildirmiş oldu, bu da Rasûlullah'ı üzdü.

 

3- Mizan'dan muradın, Hz. Osman zamanına kadar devam eden ictimâî hayattaki intizam ve İslâm'ın parlaması olabileceği de söylenmiştir. Bir de muvâzene herhangi bir  münâsebetle birbirine yakın olan farklı şeyler arasında mevzubahis olur. Fark büyürse, muvâzene  bozulur, intizam kalmaz ve terazilemeye gerek kalmaz, terazi de kaldırılır. Öyle ise Rasûlullah (s.a.s.) terazinin kaldırılmasını bu şekilde te'vil ettiği için üzülmüş olmalıdır (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/540-541).

 

İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: "Bir adam Rasûlullah (s.a.s.)'a gelerek şu rüyayı anlattı: "Bu gece rüyamda buluta benzer bir şey gördüm, ondan yağ ve bal yağıyordu. İnsanlar da ellerini açıp bu yağmurdan almaya çalışıyorlardı. Azıcık alan da vardı, çokça alabilen de. Derken arzdan semaya kadar uzanan bir ip gördüm. Siz o ipe yapışıp çıktınız. Sizden sonra birisi ona tutunup  o da çıktı. Sonra bir diğeri yükseldi, sonra bir diğeri daha ipe tutundu, ama ip koptu. Ancak onun için ipi eklediler, o da yükseldi."

Hz. Ebu Bekir (r.a.) atılarak: "Ey Allah'ın Rasûlü, Annem babam sana kurban olsun, müsâade buyursanız ben yorayım!" dedi. Rasûlullah da: "Pekâlâ, yor!" dedi. Hz. Ebu Bekir şunları söyledi: "O bulutumsu gölgelik, İslâm bulutudur. Ondan yağan bal ve yağ Kur'ândır. Kur'ân'ın (bal gibi) halâveti ve (yağ gibi) yumuşaklığıdır. İnsanların bundan avuç avuç almaları Kur'ân'dan kiminin çok, kiminin az miktarda istifadeleridir. Arzdan semaya inen ip ise, senin getirdiğin hakikattir. Sen buna yapışmışsın, Allah o sebeple seni yüceltecektir. Senden sonra bir adam daha ona yapışacak ve onunla yücelecek, ondan sonra biri daha ona yapışıp o da yücelecek. Ondan sonra biri daha yapışır, fakat ip kopar, ancak onun için ip ulanır o da yapışıp yükselir. Ey Allah'ın Rasûlü, annem babam sana fedâ olsun, doğru  te'vil edip etmediğimi haber ver!"

Rasûlullah (s.a.s.) şu cevabı verdi: "Bazı te'vilinde isâbet ettin, bazı te'vilinde de hata ettin." "Öyleyse, Vallahi yâ Rasûlallah! Bana illâ söyle, hata ettiğim nedir?” dedi. Rasûlullah (s.a.s.): "Yemin etme!” buyurdu. (Buhârî, Ta'bir 11, 47; Müslim, Rü'ya 17, h. no: 2269; Tirmizî, Rü'ya 10, 2294; Ebu Dâvud, Sünnet 9, h. no: 4632; İbn  Mâce, Rü'ya 10, h. no: 3918)

 

Açıklama:

1- Rivâyet, Hz. Ebu Bekir'in te'vili ile yeterli açıklığa kavuşturulmuştur. Fazla izaha gerek yoktur. Ancak Hz. Peygamber (s.a.s.)'in "Yemin etme!" deyip kesmesi  merakımızı celbetmektedir.

 

Dâvudî bunu  şöyle anlamıştır: "Yemini tekrar verme, hata ettiğin noktaları söylemiyeceğim." Ancak bunu, "İpin kopmasını, Hz. Osman'ın şehadeti ve onu takip eden harpleri ve fitneleri bildiği için bunların zikrini,  duyulup şuyû bulmasını istememiş, bu sebeple sükût etmiştir" diye te'vil eden de olmuştur.

 

2- Hz. Ebu Bekir'in  hata ettiği te'vil ne idi? Bu husus farklı yorumlara sebep olmuştur. Bazıları şöyle:

a) Rüyayı te'vil hakkı Hz.Peygamer'e ait idi. Hz. Ebu Bekir, te'vil için acele edip izin istemekle hata etmiştir. Buna itiraz edilmiş, hatanın bizzat yapılan te'vilde aranması gerektiği belirtilmiştir. Hatta "yemin etme" sözünün "Düşünürsen hatanı anlarsın" mânâsına geldiği belirtilmiştir.

b) Hatanın yağla balı ayrı ayrı şeylerle te'vil etmeyip sadece Kur'ân'la te'vil etmesinden, "Kur'ân'ın halâveti ve yumuşaklığıdır" denmesinden ileri geldiği belirtilmiştir. Bu, çoğunluka mâkul karşılanmış bir açıklamadır. "Yağ ve bal iki ayrı şeye te'vil edilebilirdi:

1) Kur'ân ve sünnet.

2) İlim ve amel.

3) Fehm (anlayış) ve hıfz (ezberleme)" demişlerdir.

c) Hz. Ebu Bekir'in hatası, mezkur kimseleri belirleme ve  ismen söyleme işini  terketmesinde olabilir, denmiştir.

d) "Hem isabet hem de, hata ettin"  demesinden maksat şu da olabilir: Tâbir esas itibariyle zanna  dayanır, kesin ilim ifade etmez. Öyle ise isabet etmek de, hata etmek de her zaman ihtimal dâhilindedir." denmiştir.

e) Bazıları: "Hz. Ebu Bekir'in Rasûlullah'tan  tâbir için izin taleb etmesi hata ise Hz. Ebu Bekir'in te'vilindeki hatayı aramak daha büyük hatadır. Dinin iktizası bu konuda ileri gitmemektir" denmiştir.

 

3- Rivâyetten anlaşılacağı üzere, ipten tutunup çıkanlar, Hz. Peygamber'den sonra, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'dır. Hz. Osman zamanında ip kopmuştur. Hz. Osman (r.a.)'da ipin kopup tekrar bağlanması, onun öldürülmesi, hilâfetin başkasının eline geçmesidir (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/543-544).

 

Hz. Âişe (r.anhâ) anlatıyor: Rüyamda hücreme üç ay’ın düştüğünü gördüm. Rüyamı babam Ebu Bekir (r.a.)'e anlattım. Sükût etti, cevap vermedi. Rasûlullah (s.a.s.) vefat edip de odama defnedilince Ebu Bekir: "İşte (rüyanda gördüğün) üç ay’dan biri ve en hayırlısı!" dedi. (Muvatta, Cenâiz 10, h. no: 1, 232) Hz. Peygamber (s.a.s.)'den sonra Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (r.a.) de Hz. Aişe'nin hücresine defnedilmişlerdir.

 

Yine Hz. Âişe anlatıyor: "Hz. Peygamber (s.a.s.)'e Varaka İbn Nevfel hakkında soruldu. Hz. Hatice (r.anhâ): ‘O seni tasdik etti ve sen peygamberliğini izhar etmeden önce vefat etti’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.) şu cevabı verdi: "O bana rüyada gösterildi. Üzerinde beyaz bir elbise vardı. Şayet cehennemlik olsaydı, beyaz renkli olmayan bir elbise içerisinde olması gerekirdi." (Tirmizî, Rü'ya 10, h. no: 2289)

 

Açıklama:

1- Varaka İbn   Nevfel (r.a.) Hz. Hatice (r.anhâ)'nin amcasının oğludur. Cahiliye devrinde Hıristiyan olmuş, İncil ve Tevrat'ı okumuş, ilim sahibi bir zattı. Hz. Peygamber (s.a.s.)'e nübüvvet geldiği zaman yaşlanmış, gözleri kör olmuş vaziyette idi. İlk vahyin şoku ile Hz. Peygamber (s.a.s.) gördüklerinden korkmuş idi. Hz. Hatice (r.anhâ) Rasûlullah'ı ona  götürmüş, durumu anlatıp, fikrini sormuştu. Varaka, Rasûlullah'ı dinledikten sonra,  kendisinin geleceği Hz. Musa ve Hz. İsa tarafından müjdelendiğini, beklenen peygamber olduğunu, kendisine gelen meleğin de önceki peygamberlere de gelen Cebrâil olduğunu söylemiş:  "Kavmin seni Mekke'den çıkaracakları zaman keşke sağ olsam da sana yardım etsem!" temennisinde bulunmuştu. Ama bir müddet sonra vefat etti.

 

Peygamberimize tebliğ emri gelmediği için bu kadarcık tasdik ve te'yidi iman sayılır mı? Bu soruya ulemâ, umumiyetle "evet" demiş ve Varaka'yı sahabi saymıştır. İbn  Hacer, onu (r.a.)  selefleri gibi sahabi  addetmiş ve el-İsâbe'nin ilgili bölümünde el-Kısmu'l-Evvel'de zikretmiştir.

 

Hz. Peygamber (s.a.s.), Varaka'nın durumunu mevzubahis edip sorunca Hz. Hatice'ye, onu rüyasında beyaz elbise içerisinde gördüğünü söyleyerek: "Cehennemlik olsa başka bir elbise içinde görmem gerekirdi" mealinde cevap verir. Cevapta, kesin bir delille cennetlik olduğunu beyanı  yok ise de dolaylı, işârî bir delille cennetlik olduğu ifade  edilmiş olmaktadır.

 

2- Bu cevaptan yorumcular şu prensibe ulaşmışlardır: "Mü'min, rüyasında ölmüş kimse üzerinde beyaz elbise görürse bu onun iyi  hal üzere olduğuna, cennet ehlinden bulunduğuna delâlet eder." (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/545).

 

Câbir (r.a.) anlatıyor: "Bir bedevî Hz. Peygamber (s.a.s.)'e gelip: "Rüyamda  başımın kesildiğini, kendimin de onun peşine düştüğümü gördüm" dedi. Rasûlullah (s.a.s.) adamı azarlayıp: "Sakın ha! Şeytanın, rüyanda seninle eğlenmesini kimseye anlatma!" dedi. (Müslim, Rü'ya 12, h. no: 2268)

 

Açıklama:

Bu rivâyetin bir başka vechinde, bu hadiseden sonra Hz. Peygamber'in halka hitab ederek: "Şeytan herhangi birinizle uykusunda oynadığı vakit onu kimseye anlatmasın" tenbihinde bulunur.

 

Rasûlullah  hoşa  gitmeyen, üzücü rüyaları "şeytanın eğlenmesi (veya oynaması)" olarak tavsif etmiş ve bu çeşit rüyaların kimseye anlatılmamasını tavsiye etmiştir. Şu halde sadedinde olduğumuz rivâyet, rüyanın "şeytanın oynaması"  çeşidine bir örnek olmaktadır.

 

Ancak şu da var ki, tâbirciler rüyada baş kelimesini, kişinin içinde bulunuğu nimet ve makamı kaybetmesine alâmet saymışlardır. "Şayet böyle bir rüyayı, köle görmüş ise, onun hakkında bu,  azad edileceğine, hasta ise şifa bulacağına, borçlu ise borçtan kurtulacağına, haccetmemiş  ise haccedeceğine, üzüntülü ise sevineceğine, bir korktuğu varsa  emniyete kavuşacağına delalet eder" demişledir (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/546).

 

Abdullah bin Selâm (r.a.) anlatıyor: “Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde bir rüya görmüş ve kendisine de anlatmıştım. Şöyle görmüştüm: Bir bahçede idim -bahçenin genişliğini ve yeşilliğini anlatmış, sonra şöyle devam etmiştir- ortasında demirden bir dikme vardı ki, altı yerde üstü gökte idi, yukarısında bir kulp vardı. Bana: ‘Haydi yukarı çık’ denildi. ‘Yapamam’ dedim. Bunun üzerine bir hizmetçi geldi ve arkamdan elbisemi tutup kaldırdı, direğin tepesine kadar yükseltti, kulpu tuttum. Bana: ‘İyi sarıl’ denildi. Kulp elimde iken uyanıverdim. Hz. Peygamber (s.a.s.)’e gidip anlattım. O da: “Bu gördüğün bahçe İslâm’dır, dikme de İsâm direğidir. O gördüğün kulp da, Urvetü’l-Vüskadır (sağlam kulptur). Sen ölene kadar İslâm üzere olacaksın’ buyurdu. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 19; Ta’bîr 19, 23)

 

Ümmü'l-Alâ el-Ensâriyye (r.anhâ) anlatıyor: "Muharcirler geldiği zaman (kur'a çekildi), bize Osman İbn Maz'un'un ağırlanması çıktı. (Onu evimize yerleştirdik.) Hemen hastalandı. Tedavisi ile meşgul olduk. (Şifa bulamadı), vefat etti. Osman (r.a.)'ı rüyamda gördüm, akan bir çeşmesi vardı. Düşümü Hz. Peygamber (s.a.s.)'e anlattım. Bana: "Bu onun amelidir, onun için akıyor" dedi. (Buhârî, Tabîr 13, 37, Cenâiz 3, Şahâdât 30, Menâkıbu'l-Ensar 46.)

 

Açıklama:

1- Ümmü'l-Alâ'nın bu rivâyeti, Medine'ye hicret eden Mekkeli muhacirlerin başlangıçta içtimâî hayata nasıl  intibak ettirildiklerini göstermesi bakımından dikkat çekicidir: Medineli âileler, kur'a çekmek suretiyle kendi hissesine kim düşüyor ise onu evine götürüp yerleştirmiş ve misafir etmiştir. Kardeşleştirilen bu insanlar, birbirlerine vâris olacak derecede akde dayalı mânevî bağlarla bağlanmış idiler.

 

2- Mekke'nin kurak ve çöl ikliminden Medine'nin rutubetli iklimine birden intibak edemeyen Mekkeliler, ilk geldikleri sıralarda hummaya yakalanmışlar, Mekke'ye karşı özlemleri de artmış idi. Yukarıdaki rivâyet Osman İbn  Maz'un (r.a.)'un bu hastalıktan kurtulamadığını belirtiyor. Usdü'l-Gâbe'de, Mekke'de ilk  veat eden muhacirin Osman İbn  Maz'un (r.a.)  olduğu belirtilir. Hicretin 22. ayında vefat etmiştir. Rasûlullah, ölümüne ağlamış ve ölüsünü öpmüştür. Ayrıca kabrine taş dikip belirgin kıldığı, zaman zaman ziyâret ettiği, oğlu İbrahim öldüğü zaman: "Git, bizim sâlih selefimiz Osman İbn  Maz'ûn'a kavuş" dediği rivâyetlerde gelmiştir.  Osman İbn  Maz'ûn (r.a.) ibadete çok düşkün, geceleri namaz kılan, gündüzleri oruç tutan, yüce bir sahabi idi. Hatta bir ara ebediyyen bekâr kalmaya azmetmiş ise de bunu işiten Rasûlullah (s.a.s.) müdahale ederek câiz olmadığını bildirmiştir.

 

3- Şârihler, Osman İbn   Maz'ûn (r.a.)'un ölümünden sonra, akan çeşme şeklinde sevabını devam ettiren amelin ne olduğunu araştırmışlardır. Kesin olmamakla birlikte bazı ihtimaller üzerinde durulmuştur:

 

a) Osman, Ashab'ın zenginlerinden idi, sadaka-i câriye bırakmış olabilir. Bu onun amelini çeşme gibi kılar. Ancak bilinen bir sadaka-i cariyesi olmadığını söyleyerek bu ihtimale itiraz eden çıkmış ise de İbn  Hacer, Osman (r.a.)'ın  Saib isminde sâlih bir oğlu olduğunu, Bedr'e iştirak ettiğini, Hz. Ebu Bekir'in hilâfeti sırasında vefat ettiğini, "evlâd" ın, amel  defterini açık bırakan üç sebepten biri olduğunu söyler. Bilindiği üzere diğer ikisi: İstifade edilen ilim ve sadaka-i câriye (herkesin istifade ettiği amme hizmeti (yol, köprü, çeşme, vakıf vs. bırakmak)dir.

 

b) "Osman'ın ameli,  murâbıtlığı olabilir" denmiştir. Yani kendisini Allah yolunda cihada hasretmiş olması. Çünkü bir hadiste Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Murâbıt olan hariç, her ölenin ameli sona erer. Allah yolunda murâbıt olanın ameli ise, kıyamete kadar ona sevap getirmeye devam eder. Murâbıt, kabir azabından da emin olur."

 

Bu hadisi te'yid eden bir başka hadis de şöyledir: "Allah yolunda bir gün ve bir gecelik ribât bir aylık oruç ve gece ibadetinden daha hayırlıdır. Şâyet ölecek olsa yapmakta olduğu ameli, kıyamete kadar (yapmakta imiş gibi) sevap getirmeye devam eder ve fitnelerden de emin olur."

 

"Osman İbn  Maz'ûn, kendini Allah yoluna adayanlardan biri olduğu için hâli, bu hâdise mâsadak olmaya uygundur" denmiştir.

 

Ancak söylenen bütün ihtimallerin Osman (r.a.) hakkında muteber olması da vâriddir (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/547-548).

 

Ubâdetu'bnu's-Sâmit (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'a Cenab-ı Hakk'ın şu âyeti hakkında sordum: "Dünya hayatında da, âhirette de müjde onlaradır..." (10/Yunus, 64). Şu cevabı verdi: "Burada kastedilen müjde sâlih rüyadır. Mü'min kul onu görür veya kendisine gösterilir." (Tirmizî, Rü'ya 3, h. no: 2276)

 

Açıklama: Kur'an-ı Kerim, Hz. Yusuf, Hz. İbrahim (aleyhimes selâm) gibi büyük peygamberlerin rüyalarına genişçe yer verir. Rasûlullah (s.a.s.)'ın gerek hayatında ve gerekse hadislerinde rüyanın ayrı bir yeri var. Yani dinimiz, rüya hadisesi üzerine gerektiği kadar eğilmiş, onun ehemmiyetine dikkat çekmiştir. İbn  Abbas (r.a.)'ın bir âyette geçen "müjde"yi "sâlih rüya" olarak tefsir etmesi de sâlih rüyânın ehemmiyetine dikkat çekme sayılabilir. Aslında bu yorum, Rasûlullah (s.a.s.)'ın bir hadisine dayandırılabilir. Zira Efendimiz şöyle buyurmuştur: "...Rüya üç çeşittir: Rüyayı sâliha: Bu Allah'tan bir müjdedir. Bir diğer rüya şeytanîdir. İnsanı üzer. Üçüncü çeşit rüya kişinin kendi kendine konuşmasıdır..."

 

Sâlih rüyâ'nın ehemmiyetini belirtme zımnında Rasûlullah (s.a.s.) onun "nübüvvetin kırk altı cüzünden biri"ni teşkil ettiğini söyler. Yine bu babta şu hadis rivâyet edilmiştir: Rasûlullah (s.a.s.): "Risâlet ve peygamberlik artık bitmiştir. Benden sonra ne nebi, ne de rasûl gelecektir" buyurdu. Bu, cemaatin üzülmesine sebep olmuştu ki Rasûlullah (s.a.s.): "Ancak müjde vericiler (mübeşşirât) var" buyurdu. "Ey Allah'ın Rasûlü! Müjde vericiler de nedir?" diye sorulunca: "Müslümanın rüyasıdır. O  nübüvvetin cüzlerinden bir cüzdür"  buyurur.

 

 

Sâlih Rüya

 

Ebu Sa'îdi'l-Hudrî (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Müslüman kişinin sâlih rüyası, peygamberliğin yetmiş cüzünden biridir." (Müslim, Rü’yâ 9, h. no: 2265)

 

Ümmü Kürz el-Ka'biyye (r.a.)â anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Peygamberlik gitti fakat mübeşşirât (mü'minin göreceği güzel rüyalar) bâkidir."

 

Ebu Sa'îd ve İbn  Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Kim, beni rüyasında görmüşse mutlaka beni görmüştür. Çünkü şeytan benim suretime giremez."

 

Ebu Cuheyfe (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Kim beni rüyasında görürse, o uyanıkken beni görmüş gibidir. Çünkü şüphesiz, şeytan benim suretime girmeye muktedir değildir."

 

Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Rü'ya üç kısımdır: Biri Allah'tan bir müjdedir. Biri nefsin konuşmasıdır. Biri de şeytanın korkutmasıdır. Biriniz hoşuna giden bir rü'ya görecek olursa, dilerse onu anlatsın. Eğer hoşuna gitmeyen bir şey görürse onu kimseye anlatmasın, kalkıp namaz kılsın."

 

Avf İbn  Mâlik (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Rüya üç kısımdır: "Bir kısmı, âdemoğlunu üzmek için şeytandan olan korkulardır; bir kısmı, kişinin uyanıkken kafasını meşgul ettiği şeylerdendir; bunları uykusunda görür; bir kısım rüyalar da var ki, onlar peygamberliğin kırkaltı cüzünden birini teşkil eder." (İbn Mâce, Ta’bîr 3; Tirmizî, Rü’yâ 6; Ebû Dâvud, Edeb 97)

 

Râvi Müslim İbn  Mişkem der ki: "Ben, Avf İbn  Mâlik (r.a.)'a: "Sen, bu hadisi Rasûlullah (s.a.s.)'dan bizzat işittin mi?" dedim. Avf, (iki sefer tekrarla): "Evet! Ben bunu Rasûlullah (s.a.s.)'dan işittim. Ben bunu Rasûlullah (s.a.s.)'dan işittim" dedi."

 

Hoşlanılmayan Rûya Görülünce:

Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Biriniz hoşuna gitmeyen bir rüya görünce uzandığı zaman diğer yanına dönsün, üç sefer soluna tükürsün. Allah'tan o rüyanın hayrını talep edip, şerrinden Allah'a sığınsın." (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 17/514)

 

Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'a bir adam gelip: "Rüyamda başımın vurulduğunu, (koparıldığını) sonra da yerde yuvarlandığını gördüm!" dedi. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdular: "Şeytan (birinize rüyasında) gelir. O da bundan korkar. Sabah olunca, gidip bunu halka anlatır."

 

Açıklama: Rasûlullah (s.a.s.), birçok hadislerinde, hoşlanılmayan rüyanın anlatılmamasını tavsiye buyurmuştur. Son hadiste de, adamın hoşlanmadığı rüyasını anlatmasını dolaylı bir üslûbla tenkit etmiş, bu çeşit rü'yaların şeytandan olduğunu, anlatılmamasının daha muvafık olacağını irşad buyurmuştur. Rüya anlatılan kimse, ehliyetli biri değilse, onun yapacağı rastgele yorumlar kişiyi iyiden iyiye huzursuz edebilir. Bu meselede de irşâd-ı nebevîye uyulmada nice hikmetler ve maslahatlar var (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 17/515).

 

 “Rüya yorumlanıncaya kadar bir kuşun ayağındadır (yani, sâbit bir yerde durmaz). Yorumlandığında gerçekleşir. Rüyayı sevdiğiniz veya aklı başında bir kimseye anlatın.” Diğer bir rivâyette: “Anlayışlı ve sevdiğiniz kimseye”, “Âlim ve doğru sözlü/nasihatçi bir kimseye anlatın.” (Ebû Dâvud, Edeb 97; Tirmizî, Rü’yâ 5; İbn Mâce, Ta’bîr 6)

 

Enes (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Rüyada gördüğünüz şeylerin isimlerini, o rüyayı yormada esas alın. Keza gördüklerinizin künyelerini veya kinaye mânalarını da dikkate alın. Rüya, ilk yorumcuya göre (vukûa gelir, öyleyse rastgele kimselere anlatmayın)."

 

Ümmü'l-Fadl (r.anhâ)'dan rivâyet edildiğine göre: "Kendisi (bir gün): "Ey Allah'ın Rasûlü! Rüyamda sanki sizin uzuvlarınızdan birinin evimde olduğunu gördüm" demiş, (s.a.s.) de: "Hayır görmüşsün. Kızım Fâtıma bir oğlan çocuğu dünyaya getirir, sen onu emzirirsin" buyururlar.

 

Gerçekten de Hz. Fâtıma (r.a.) (bir müddet sonra) Hz. Hüseyin veya Hasan’ı (r.anhümâ) doğurdu. Ümmü'l-Fadl da (kendi bebeği) Kusam'ın sütüyle onu emzirdi. Ümmü'l-Fadl (sözüne devamla) dedi ki: "Bir gün ben onu (s.a.s.)'ın yanına getirip kucağına koydum. Çocuk (Rasûlullah'ın kucağına) işedi. Ben de çocuğun omuzuna vurdum. Rasûlullah (s.a.s.) müdahale ederek "Oğlumun canını yaktın. Allah sana rahmet (mağfiret) etsin" buyurdular." (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 17/516)

 

Talha İbnbeydillah (r.a.) anlatıyor: "Beli (kabilesinden) iki kişi (s.a.s.)'ın yanına geldiler. İkisi beraber müslüman olmuştu. Biri gayret yönüyle diğerinden fazlaydı. Bu gayretli olanı, bir gazveye iştirak etti ve şehit oldu. Öbürü, ondan sonra bir yıl daha yaşadı. Sonra o da öldü."

 

Talha (devamla) der ki: "Ben rüyamda gördüm ki: "Ben cennetin kapısının yanındayım. Bir de baktım ki yanımda o iki zat var. Cennetten biri çıktı ve o iki kişiden sonradan ölene (cennete girmesi için) izin verdi. Aynı vazifeli zat, bir müddet sonra yine çıktı, şehit olana da (içeri girme) izni verdi. Sonra, adam benim için geri geldi ve:

 

"Sen dön, senin cennete girme vaktin henüz gelmedi!" dedi. Sabah olunca Talha bu rüyayı halka anlattı. Herkes bu rüyada şehid olan zâtın sonradan cennete girmesine) şaştı. Bu, Rasûlullah'a kadar ulaştı, rüyayı ona anlattılar. (Dinledikten sonra) (s.a.s.): "Burada şaşacak ne var?" buyurdular. Halk: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu zat (din için) çalışmada öbüründen daha gayretli idi ve şehit de oldu. Ama cennete öbürü ondan evvel girdi" dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): "Berikisi ondan sonra bir yıl hayatta kalmadı mı?" dedi.

 

"Evet!" dediler. (s.a.s.): "Ve o ramazan idrak edip oruç tutmadı mı, bir yıl boyu şu şu kadar namaz kılmadı mı?" Halk yine: "Evet!" deyince, Rasûlullah (s.a.s.): "Şu halde ikisinin arasında bulunan mesâfe gök ile yer arasındaki mesafeden fazladır!" buyurdular."(İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 17/517)

 

“En büyük yalan, görmediği rüyayı ‘gördüm’ diye kişinin gözlerine iftirâ etmesidir.” (Buhârî, Ta’bîr 45)

 

“Kim görmediği bir rüyayı ‘gördüm’ deyip anlatırsa, âhirette yerine getirmesi mümkün olmayan bir işe, iki arpa tanesini birbirine düğümleme cezâsına çarptırılır. Kim, bir topluluğun duyulmasını istemedikleri bir sözü öğrenmeye çalışır (kulak hırsızlığı yapar)sa, kıyâmet günü kulaklarına eritilmiş kurşun dökülür. Kim de herhangi bir canlının sûretini (put olan resim ve heykelini) yaparsa, o da kıyâmette, yapamayacağı halde, ‘haydi buna can ver!’ diye zorlanarak azâb edilir.” (Buhârî, Ta’bîr 45; Ebû Dâvud, Edeb 88; Tirmizî, Rüyâ 8; İbn  Mâce, Rüyâ 8)

 

İbn Ömer (r.a.)’den, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İftirâların en büyüğü, bir kimsenin gözüne görmediğini göstermesidir (görmediği rüyayı, görmüş gibi anlatmasıdır).” (Buhârî, Ta’bîr 45)

 

İbn  Abbas (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Kim görmediği halde rüya görme iddiasına kalkarsa (kıyamet günü) arpa daneciğine düğüm atması teklif edilir. Kim de kendisinden hoşlanmadıkları halde, bir grubun konuşmasını dinleme gayretine düşerse kıyamet günü kulağına erimiş kurşun dökülür. Kim bir sûreti tasvir ederse (kıyamet günü) azaba uğrar ve bu yaptığına ruh üflemesi emredilir, ama üfleyemez." (Buhârî, Ta'bîr 45, Büyû’ 104, Libas 97; Müslim, Libâs ve Ziyneh 99, hadis no: 2110; Ebu Dâvud, Edeb 96, h. no: 5024; Tirmizî, Rü'ya 8, h. no: 2284)

 

Açıklama: Rasûlullah (s.a.s.), bu hadislerinde, dinen yasaklanan bazı şeylere cür'et edenlerin azablarının şiddet ve devamını ifade için birkısım teşbihlere başvurmuştur:

 

Rüya hususunda yalan söylenmemelidir. Yani görmediği rüyayı, görmüş gibi anlatmamalıdır. Böyle bir davranışın cezası, âhirette büyük olacaktır. Arpa danesinin düğümlenmesinin teklifi bunu ifade eder. Çünkü, arpanın iki ucu bir araya getirilemez ki düğüm yapılabilsin. Bu yapılamadığı müddetçe azabı devam ettirilecek demektir.

 

Kişi, kendisini sevmeyen, konuşmalarını dinlemesini istemeyen kimselerin konuşmalarını dinlememelidir. Bu yasağa uymayıp, merak sâikasıyla onların konuşmasını gizlice dinlemeye çalışan kimse kıyamet günü şiddetle cezalanacaktır.

 

Canlı tasviri yapılmamalıdır. Bunu yapanlara, yaptıkları heykel ve resim nev'indeki şeylere ruh üflemeleri gibi, yapmaları imkânsız bir teklifte bulunulacak, yapamadıkları müddetçe azaba uğrayacaklardır.

 

Vâsıle İbn'l-Eska' (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Şurası muhakkak ki, en büyük yalanlardan biri, kişinin kendisini babasından başka birisine nisbet etmesi veya görmediği bir şeyi gözlerinin gördüğünü iddia etmesi (görmediği rüyayı görmüş gibi anlatması), yahut da Rasûlullah (s.a.s.)'ın söylemediği bir şeyi O'na söyletmesidir." (Buhârî, Menâkıb 5)

 

Açıklama: Dinimiz, neseb meselesine ehemmiyet vermiştir. Nikâh, miras gibi pekçok hukuki ve hassas meselelerin odak noktasını teşkil eden nesebin tağşîşi, bu meselede insanların yanıltılması, arkadan birçok haramlara, haksızlıklara kapı açmak demektir. Bu sebeple olacak ki basit bir hadise gibi görülen yabana neseb iddiası ehemmiyetli bir hâdisedir. Hatta, hadisin Buhârî'deki aslında "Kişi, bu iddiayı bile bile yaparsa, Allah'a küfretmiş olur" ziyadesi mevcuttur. Bazı âlimler de bu ibareye: "...Haram olduğunu bildiği halde kendisini bir yabancıya nisbet etmeyi helal addederse..." diye kayıt koymuştur. Şunu da belirtelim ki çoğunluk, buradaki "küfr"ü, küfran-ı nimet ile te'vil etmiş, bu ifadenin, tağlîz ve zecr maksadıyla ağır bir üslûba yer verdiğini söylemiştir. mutlak ifade ile "Bunu yapan, ehl-i küfrün fiiline benzeyen bir fiilde bulunmuştur" demenin kastedildiği de söylenmiştir. Hadisin bir diğer veçhi de zecri ifade eder: "Aralarında nesebi bulunmayan bir kavme kendisini nisbet eden, cehennemdeki yerini hazırlasın" denmiştir.

 

Hadis, açık bir şekilde, kişinin bilinen nesebini inkar ederek bir başka nesebi iddia etmesinin haram olduğunu belirtiyor. Ancak "bilerek" kaydı, bilmeden yapanı tehdidden hariç tutmuştur. İslâm'da sorumluluk bilme ve niyete tabidir.

 

Hadis, zecr maksadıyla herhangi bir günahı küfre nisbet etmenin caiz olduğunu da ifade eder. Hadisin bazı vecihlerini de gözönüne alan bazı alimler, müddeinin kendine ait olmayan bir şeyi "benimdir" diye iddia etmesinin haram olduğuna hükmetmiş ve hatta mal, ilim, taallüm, neseb, hâl, salâh, nimet, velâ vs. hangi çeşitten olursa olsun bâtıl iddiaların hepsini buraya dahil etmiştir.

 

Herhangi bir bâtıl fiile terettüp eden mefsedelerin miktarca artması nisbetinde onun tahrîmi şiddet kazanmaktadır (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/365-366).

 

“Rüyası en doğru olanınız, en doğru sözlü olanınızdır.” (Müslim, Rü’yâ 6)

 

İbn Abbâs (r.a.) şöyle demiştir: “Bütün peygamberlerin rüyaları vahiydir.” (Hâkim; Mecmau’z-Zevâid; el-Heysemî, VII/176

 

Ubeyd bin Umeyr şöyle demiştir: “Peygamberlerin rüyası vahiydir.” (Buhârî, Vudû’ 5) 

 

Âişe (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre, o şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.)’a ilk vahyin başlaması uykuda sâdık rüya görmekle olmuştur. Hiçbir rüya görmezdi ki, sabahın aydınlığı gibi (apaçık) zuhur etmesin…” (Müslim, İman 252, h. no: 160)

 

“Rüyaların en doğru olanı seher vakitlerinde görülenidir.” (Tirmizî, Rü’yâ 3; Dârimî, rü’yâ 9; Ahmed bin Hanbel, III/29, 68)

 

“Zaman (kıyâmet) yaklaşınca mü’minin rüyası nerde ise yalan çıkmaz. Çünkü mü’minin rüyası, nübüvvetin kırk altı cüz’ünden bir cüz’üdür. Nübüvvetten cüz olan şey ise yalan olamaz.” (Buhârî, Ta’bîr 26; Müslim, R’ü’yâ 6; Tirmizî, Rü’yâ 1, 10)

 

 

 

 

Rüyada Peygamberimizi Görmek

 

“Kim beni rüyada görürse, gerçekten beni görmüştür. Çünkü şeytan, benim şeklime giremez.” (Müslim, Rü’yâ 10; Tirmizî, Rü’yâ 4; İbn Mâce, Rü’yâ 2; Dârimî, Rü’yâ 4; Ahmed bin Hanbel, II/232, 342, 410, 425, 463, V/306, VI/394). Hz. Peygamber’i rüyada göreni, Allah, uyanık iken ya dünyada veya âhirette Peygamber’i görmeye muvaffak kılacak demektir (Aliyyu’l Kaarî, Mirkatu’l-Mefâtih Şerhu’l-Mişkâti’l-Mesâbih, VIII/378).

 

Hz. Peygamber’i rüyada gören onu uyanık iken görmüş gibi olur. Fakat bu görme onu sahâbî yapmaz. Rüyadayken işittiği sözleriyle, hayatta iken ondan sâdır olan hadisleriyle amel edildiği gibi amel edilmez. Çünkü hayattaki haline uymamız emredilmiştir. Rüyadaki sözleriyle amel edileceğine dâir hiçbir nass yoktur. İbnu’l-Bakıllânî, yukarıdaki hadis-i şerifin mânâsı hakkında şöyler der: O kişinin Hz. Peygamber’i görmesi sahihtir, hayal değildir. Şeytanın o kimseye, peygamber olmayan birisini peygamber gibi göstermesi Hz. Peygamber (s.a.s.)’e benzetmesi mümkün değildir. Çünkü diğer bir hadiste geçen “gerçekten hakkı/doğruyu görmüştür” ifâdesi, sahih görme olduğunu ifâde eder (Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, 15/29-31; Aynî, Umdetu’l-Kaarî, Şerhu Sahihi’l-Buhârî, 20/18). 

 

Kadı Iyâz da şöyle diyor: Bazı âlimler şöyle der: Allah’ın insanlara özellikle Peygamber (s.a.s.)’i doğru olarak göstermesi, şeytanın onun sûretinde görünmesine engel olması, uyku halinde onun üzerinde yalan uydurmasına mâni olmak içindir. Şeytan, insan uyanık iken de Hz. Peygamber’in sûretinde insana görünemez. Çünkü bu olmuş olsa, hakla bâtıl birbirine karışır. Bu düşünceyle Peygamber’in getirdiği şeylere güven kalmazdı (Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, 15/29-31; Aynî, Umdetu’l-Kaarî, Şerhu Sahihi’l-Buhârî, 20/18).

 

“Beni (rüyada) gören gerçekten hakkı/gerçeği görmüştür. Çünkü şeytan benim şeklime bürünemez.” (Buhârî, Ta’bîr 10; Müslim, Rü’yâ 11; Dârimî, Rü’yâ 4; Ahmed bin Hanbel, III/55). “Beni gören hakkı görmüştür” ifâdesindeki “hak”dan maksat, bâtılın zıddıdır. Daha açığı, yalanın zıddı olan doğru, yani gördüğü rüyanın doğru olduğudur. Peygamber’i gerçekten görmüştür. Görmesi haktır ve hak olan rüya ile görmüştür (Aliyyu’l Kaarî, Mirkatu’l-Mefâtih Şerhu’l-Mişkâti’l-Mesâbih, VIII/382). “Şeytan benim şeklime bürünemez” demek, benim gibi görünemez, benim şeklime giremez, demektir (Aynî, a.g.e., 20/20).

 

“Kim beni rüyada görürse uyanık iken de görecektir. Çünkü şeytan benim şeklime giremez.” (Buhârî, İlim 38, Ta’bîr 10; Müslim, Rü’yâ 11; Ebû Dâvud, Edeb 96). “Uyanık iken de  görecektir” ifâdesi hakkında üç görüş vardır:

 

a) Kendi zamanındaki kimseler kasdolunmuştur. Yani, kim beni, hicret etmeden rüyada görmüşse, Allah Teâlâ onu hicret etmeye muvaffak kılacak ve gelip Hz. Peygamber’i gözle görecek, demektir.

b) Bu rüyanın tasdikini, âhirette uyanık olarak görecektir. Çünkü onu ümmetinin bütünü âhirette görecektir.

c) Rüyayı gören kimse, âhirette Peygamber’i husûsî bir şekilde, onun yakınında ve şefaatine nâil olmuş olarak görecek, demektir (Aynî, Fethu’l-Bârî Şerhu Sahihi’l-Buhârî, 20/18, Aliyyu’l Kaarî, a.g.e., VIII/382).

 

Hz. Peygamber (s.a.s.)’i rüyasında görmediği halde gördüğünü iddia edenin durumu nedir? Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s.): “Yalanların en büyüğü, rüyasında görmediği şeyi görmek iddiasıdır.” (Buhârî, Ta’bîr 45; Ahmed bin Hanbel, II/96, 119) buyurmuştur. Bunun yalanların en büyüğü olması, yalanın Allah’a nisbet edilmesindendir. Kişiye göstermek için rüya meleğini gönderen Allah’tır. Suyûtî diyor ki, hadiste geçen “firye” büyük yalandır ki, Peygamber (s.a.s.), uykuya nisbet edilen yalanın uyanıklıktaki yalandan daha büyük olduğunu söylemiştir. Çünkü bu Allah’a yalan isnâdıdır, nübüvvetin cüzlerinden bir cüz’ü yalan olarak iddiâ etmiş olmaktır (Aliyyu’l Kaarî, a.g.e., VIII/411).

         

 

 

Tasavvufta Rüya ve Rüyanın Bilgi Kaynağı Olması; Rüya ile Hadis Rivâyeti ve Tashihi

 

Açıktır ki, keşf ve rüyanın bir Hz. Peygamber (s.a.s.)’le ilgili tarafı, bir de diğer insanlara bakan yönü vardır. Peygamberler “ismet” sıfatı ile muttasıf oldukları için, gerek rüyalarında gördükleri, gerekse keşf ve ilham yolu ile kendileri alıp ümmetlerine verdikleri her şey, Allah tarafından melek aracılığıyla gönderilen vahy hükmündedir. İctihat ve davranışlarında bazı hatalara düşseler bile, bu hataların vahy yoluyla tashih edildiğini biliyoruz. Bu konuda âlimler arası önemli bir ihtilâf da söz konusu değildir.

 

Bizi burada ilgilendiren, konunun diğer insanlarla ilgili boyutudur. Acaba onların rüyalarında durum nedir? Keşf, ilham ve rüya ile hadis rivâyeti ve tashihinin, bir başka anlatımla, Hz. Peygamber (s.a.s.)’den vefatı sonrasında bilgi almanın; ilim ve hadis ilimleri açısından değeri nedir? Sûfîler ve hadisçiler bu konulara nasıl yaklaşmışlardır?

 

Konuyla ilgili ifâdelerinden anlaşıldığına göre sûfîlerin büyük çoğunluğu, rüya halini, insanlar arası bilgi akışının mümkün olduğu bir zaman dilimi olarak kabul etmişlerdir. Nitekim meşhur sûfîlerden Hakim et-Tirmizî (320/932): “İnsan uyuduğunda nefsin nûru yükselir, dünyayı dolaşır, melekûta ulaşır ve eşyayı müşâhede eder” (Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, IV/45) derken, rüyayı melekût âleminin en açık delillerinden sayan Gazâlî (505/1111), rüya ile mükâşefe ilmi arasında sıkı bir ilişki bulunduğuna dikkat çekmiş, onu, mülk ve şehâdet âleminde iken, melekût âleminin bilgisine ulaşılan bir kapı olarak görmüş ve söz konusu âlemin, kalpteki basîret gözü ile görülebileceğini (İhyâ,II/293. IV/504) söylemiştir.

 

Rüyanın hayal ile irtibatını çok sık vurgulayan İbn Arabî (ö. 638/1240) ise; rüyanın işlevi hakkında şöyle der: “Uyku, kişiyi duyular dünyasından berzah âlemine götüren bir haldir, âlemlerin en mükemmelidir, her şeye hükmetme gücü vardır. Mânâları somut hale getirir, herhangi bir şekli olmayana şekil verir, imkânsızı mümkün kılar (Fütûhât, III/329). Allah insana hem uyku, hem de yakaza halinde eşyayı kavrayabileceği bir idrâk bahşetmiştir. Yakaza halindeki algılama “his”, uykuda olan algılama “hiss-i müşterek” diye adlandırılır. Uyanıkken görmeye “ru’yet”, uykuda görme işine “ru’yâ-i maksûr” denilir. İnsanın uyku sırasında algıladığı şeylerin tümü, uyanıkken duyular aracılığı ile “hayal”in zabtettiği şeylerdir (İbn Arabî, Fütûhât, IV/5; Ayrıca bk. Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, IV/44).

 

İbn Arabî’nin bu açıklamaları teorik anlamda uyku ve yakaza halleri ile ilgilidir. Ancak İbn Arabî’nin tasavvuf sistemi hakkında bir parça bilgisi olanlar, veya el-Futûhât’ı ile bir nebze ilgilenenler bilirler ki, o, söz konusu hallerin peygamberler ve velîlerde daha güçlü olduğuna inanmaktadır. Ruh kıvâmı itibarıyla onların yolunda olan sâlik de, derece derece bu hallerden istifade eder. Altı özenle çizilmesi gereken husus ise, onun bu vasıftaki kişilerin yakaza halinde iken algıladıkları şeyleri, uykuda iken de algılayabileceklerine inanmış olmasıdır.

 

Bu tespitler, İbn Arabî’de daha cesur ifadesini bulmakla birlikte, genel üslûplarından anlaşıldığına göre bütün tasavvuf ehli için geçerlidir.

 

Tasavvuf ehline göre bilgi edinme yollarından biri olarak kabul edilen rüyanın, tasavvufta önemli bir yeri vardır. “İnsanların kalplerinde yaratılan ve karar kılan şeyin tasavvur ve hayal yoluyla idrâk edilmesi” demek olan rüya, sûfîlere göre bir tür kerâmet, bir çeşit müjde olarak kabul edilmiştir (Kuşeyrî, er-Risâle, 714-715). Ölen bir kimsenin âhiretteki ahvâli ile ilgili olarak, rüya aracılığı ile dünyadakilere bilgi verme işi, pek çok sûfînin başvurduğu olağan uygulamalar cümlesindendir. Rüyalar çoğu zaman tasavvufî menkabelerin de kaynağı olmuştur. (6)

 

Tasavvufta rüyanın önemli bir yeri vardır. Bazen klasik tasavvuf anlayışınca rüyalara aşırı derecede önem verilmesine tepkiden dolayı “rüyayı bırak, rü’yete bak” denilmiştir. Hatta rüya bir nevi kerâmet kabul edilmiştir. Ayrıca rüya yoluyla uyarılmanın ve bilgi sahibi kılınmanın gerçek olduğunu göstermek için de meşhur zatların rüyalarından bolca örnekler zikredilir. Bundan da tasavvufta rüyanın rüya ile açıklandığı anlaşılmaktadır.

 

Kelebâzî (ö. 380/990) sûfîlerin akaidinden bahsederken rüya ile ilgili olarak şunları nakleder: Sûfîler rüyaları tasdik eder, mü’minler için rüyanın bir müjde, bir ikaz ve bir tevkıf olduğunu söylerler.” (Kelebâzî, et-Taarruf, Doğuş Devrinde Tasavvuf (et-Taarruf), İst. 1979, s. 63). (Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, T.D.V. Y., s. 296-297). Ayrıca, sûfîlerin rüya yoluyla hadis rivâyet ettikleri de vâriddir.

 

Tasavvuf Ehlinin Rüya Yoluyla Hadis Rivâyet Etmeleri

Hadis ehli tarafından tasvip edilmeyen ve sûfîlerin benimsemiş olduğu rüya, keşif ve ilham ile hadisleri rivâyet ve tashih etme metodu pek çok sûfîde görülmektedir. Meselâ Ebû Tâlib el-Mekkî (ö. 386/996) bu metoda şöyle bir açıklama getirir: Birtakım hadisçilerin zayıf bulduğu bazı kimseler vardır ki, onlar âhiret âlimlerinden ve marifet ehlindendir. Bu insanların hadis ve haber rivâyetinde kendine has rivâyet metodları vardır. Bu kişiler rivâyetlerinde ona göre hareket ederler. Bu durumda hadisçiler bu tür rivâyetleri nakledenlerin aleyhinde bir delil değil, esasında bu tür rivâyetleri nakledenler hadisçiler aleyhinde delil olurlar. Çünkü bu rivâyet metodunu muhaddisler dışında hiç kimse zayıf kabul etmemiştir. Bundan dolayı hadis ehli bu rivâyeti yapanları kendi metodları dışında görmüştür (Ebû Tâlib el-Mekkî, Kutu’l-Kulûb, I/177). Şa’rânî (ö. 973/1565), sûfîlerin bu konudaki metodunu hadisin nakledilmesiyle ilgili hususları anlatırken ortaya koyar: “Hadislerin doğruluğu, ya naklen ya da Hz. Peygamber (s.a.s.)’e sormak sûretiyle anlaşılır. Bir hadiste nakil yönünden zayıflık ve tutarsızlık varsa, yakazaten, şifâhî olarak ve ânında bunun Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sorulması gerekir. Şayet hadisi anlatanlar gerçek muhaddis iseler ve hadis de Hz. Peygamberi’in anlatış tarzına uyuyorsa, artık bu hadisi Hz. Peygamber’den sormaya lüzum yoktur. Bu açıklamalardan sûfîlerin kendine has metodlarla hadis elde ettikleri anlaşılmaktadır.

 

İbn Arabî geleneğinin önemli simâlarından kabul edilen Abdulğanî en-Nablûsî (ö. 1143/1731), er-Ravdu’l-Enâm adlı eserinde, muhaddislerin koyduğu kurallarla rivâyet ile, rüyada hadis rivâyetini kıyaslayarak, rüyada Hz. Peygamber’den hadis rivâyet izni alanların haberlerini ve benzer birçok meseleyi nakletmiş ve rüyada hadis rivâyetinin mümkün ve câiz olduğu sonucuna ulaşmıştır. Nablûsî’nin konuyla ilgili görüşlerinde delili; “Uyuyan hiçbir erkek ve kadın yoktur ki, uykuya dalınca ruhuyla Arş’a yükselmemiş olsun. Ancak Arş’ın yanında uyanan kişinin rüyası sâdık rüyadır. Arş’a ulaşamadan uyanan kişinin rüyası ise, yalancı rüyadır” şeklinde Hz. Ali (r.a.)’den rivâyet edilen bir hadis rivâyetidir (Araştırmacılara göre bu rivâyet, zayıf veya mevzûdur).

 

Ona göre rüyasında bir şeyhten hadis alıp onu rivâyet edenin; kendisinden rivâyet edilen şeyhin hayatta, sika ve âdil olması şartıyla ve rüyayı görenin de rivâyeti zaptetmesi ve âdil olması durumunda, rivâyetinin kabul ve sıhhatine bir engel bulunmamaktadır.

 

İbn Arabî çizgisinde bir sûfî olan Nabûsî’nin rüya ve hadis rivâyeti konusunda böyle düşünmüş olmasında yadırganacak bir husus yoktur. Çünkü kendisinden önce, başta İbn Arabî olmak üzere birçok sûfînin ortaya koyduğu bir kültür altyapısı, rüyada bilgi akışının imkânı hususunda tasavvuf kitaplarını dolduran kabuller söz konusudur.      

 

Ebû Tâlib el-Mekkî (ö. 386/996), bu metodla rivâyet edilen hadislerden örnekler verir: Meselâ Kûtu’l-Kulûb’da Hızır’ın Hz. Peygamber’den (s.a.s.) nakledip tashih ettiği ve rüya kanalıyla da Hz. Peygamber’e tashih ettirilen bir haber senetli olarak zikredilmiştir (Kûtu’l-Kulûb, I/15-16). Aynı şekilde, teşehhüd konusundaki farklı rivâyetlerden hangisinin alınacağı yine rüya yoluyla tespit edilmiştir. Sâlihlerden birisi, Nebî’yi (s.a.s.) rüyasında görmüş ve “yâ Rasûlallah! Âlimler teşehhüd konusunda ihtilâf ettiler. Biz hangisini alalım?” demiş. Hz. Peygamber de: “İbn Ümmi Abd’in rivâyet etmiş olduğu teşehhüdü!” buyurmuştur (a.g.e., II/210). Bir diğer örnek de Kuşeyrî’nin (ö. 465/1072) Risâle’sinde geçmektedir. Kuşeyrî şöyle anlatıyor: Ebû Abdirrahman es-Sulemî’nin şöyle dediğini işittim. Sulemî (ö. 412/1021) Ebû Ali Şebevî’nin Rasûlullah’ı (s.a.s.) rüyasında gördüğünü ve ona şu soruyu sorduğunu söylediğini işitmiş: Şebevî: ‘Yâ Rasûlallah, benim saçlarımı Hûd sûresi ağarttı’ sözünün senden rivâyet edildiği doğru mudur? Bu doğru ise, Hûd sûresinin hangi kısmı seni ihtiyarlattı; Nebîlerin kıssaları mı, yoksa geçmiş milletlerin mahvolmaları mı?’ Rasûlullah (s.a.s.): “Bunların hiçbiri değil, sadece Hak Teâlâ’nın: ‘Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol!’ sözü beni ihtiyarlattı, saçlarımı ağarttı’ buyurdu.

 

İmam Sâğânî de (ö. 650/1252) Meşârıku’l-Envâr adlı eserinde Hz. Âişe’den rivâyet edilen ve “izâ vudıe’l aşâu..” şeklinde başlayan hadisi rüya yoluyla âlî senetle naklettiğini söylemekte ve şöyle demektedir: “Ben bir müddet Rasûlullah’ı rüyada görmeyi ve mümkün olan en yüksek bir senetle kendisinden hadis rivâyet etmiş olmam için bu hadisin sıhhatini bizzat kendisine sormayı temenni etmiştim. Bu düşüncem üzerinden seneler geçti. Nihayet 18 Zilkade 611’de cumartesi gecesi seher vakti rüyamda Rasûlullah’ı (s.a.s.) gördüm. Güya ben bir düzlükte idim ve akşam namazını kılıyordum. Rasûlullah da beraberinde birkaç kişi olduğu halde oturmuş akşam yemeği yiyordu. Beni de yemeğe çağırdı. Ben namazı kılıp sonra dâvete icâbet etmek istedim. Fakat Ebû Saîd bin el-Muallâ’ya olan sözünü hatırladım. Rasûlullah ona seslenmişti, o da namazda idi de tamamlayıncaya kadar icâbet edememişti. (Namazını tamamlayınca Rasûlullah (s.a.s.) ona:): ‘Allah, sizi dâvet ettiği zaman Allah ve Rasûlüne icâbet edin’ buyurmadı mı?’ demişti. Ben hemen Rasûlullah’a gittim, huzurunda oturdum da: ‘Yâ Rasûlullah! İzâ vudıe’l aşâu… (Akşam yemeği konulup namaz için de kamet getirildiği zaman ilk önce yemeğe başlayın) şeklinde başlayan hadis sahih midir?’ diye sordum. “Evet sahihdir” buyurdu (Sâğânî, Meşâriku’l-Envâr, s. 340-341).

 

Şa’rânî (ö. 973/1565) şöyle anlatıyor: Rasûlullah’ı rüyada gördüm. Kendisine meşhur olan “Size mecnûn deninceye kadar Allah’ı çokça zikredin” hadisini sordum. Rasûlullah (s.a.s.) hem İbn Hibban’ın hem de diğer râvînin rivâyetinin doğru olduğunu, her ikisini de kendisinin söylediğini, bir defasında öyle, diğerinde böyle dediğini söyledi (Şa’rânî, et-Tabakatu’l-Kübrâ, II/75-76) (Elbânî hadise zayıf hükmünü vermiştir: Elbânî, Daîfe, II/9, h. no: 517).

 

Bazı sûfîler bir kısım hadislerin sıhhatini savunurken mânâ âleminde bizzat Hz. Peygamber’le (s.a.s.) ilişki kurduklarını söylerler. Meselâ, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim; halkı bilinmem için yarattım” şeklinde tasavvuf literatüründe şöhret bulan rivâyeti İsmail Hakkı Bursevî (ö. 1137/1724), şerh etmek maksadıyla Kenz-i Mahfî isminde müstakil eser kaleme almıştır. Bursevî kitabının mukaddimesinde şöyle der: “Muhyiddin İbn Arabî (ö. 638/1240) Futûhât-ı Mekkiyye adlı eserinde bu hadis için şöyle buyurur: Bu hadis keşfen sahih, naklen sâbit değildir.” İmam Suyûtî (ö. 911/1505) ed-Durru’l-Muntesire adlı kitabında şöyle demiştir: Bu hadis asılsızdır (s. 126). (Ünlü mutasavvıf Bursevî devamla şöyle der:) Bu mevzûda bizim fikrimiz ise şudur: Keşif ehline göre bu hadis sahihtir. Çünkü huffâz, senet ile naklederler. Keşif ehli ise bizzat Nebî’nin ağzından ahzedip söylerler. Sonra bir şeyin belli bir senedinin bilinmemesi sâbit olmayacağını icap ettirmez. Şu kat’idir: Keşif itibarı ile sahih olan bir şey nakil yoluyla gelenden daha sahihtir. Zira keşif halinde vehim ve hayal olmaz. Onda tam bir yakınlık ve hakka’l-yakîn hali vardır (İsmail Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahfî, s. 11-12).             

 

Aynı şekilde İbn Arabî (ö. 638/1240) “Kim nefsini bilirse, Rabbini bilir” rivâyetiyle ilgili olarak şöyle der: “Her ne kadar bu hadis hadisçiler yanında rivâyet yönüyle (senedi itibarıyla) sahih değilse de, lâkin bize göre keşif yoluyla sahihdir, sâbittir.” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II/262).

 

Şa’rânî (ö. 973/1565) ise, “Ashâbım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidâyete erersiniz” (Elbânî, bu hadisin uydurma olduğunu söyler. Bk. Elbânî, Daîfe, II/144, h. no: 58) hadisiyle ilgili olarak şunları söyler: Her ne kadar hadisçiler bu hadis hakkında tenkitte bulunmuşsa da, keşif ehline göre bu hadis sahihtir (Şa’rânî, el-Mîzânu’l-Kübrâ, I/30).

 

Yine Şa’rânî şöyle der: Bir defa (mânen) Rasûlullah’la bir meşverette bulundum. Ona sehiv secdesinde bazılarınca okunan ‘subhâne men lâ yenâm ve lâ yeshû”nun mâhiyetini sordum. O da bana “Güzel bir şeydir” buyurdular (Şa’rânî, Levâkihu’l-Envâru’l-Kudsiyye, s. 14).

 

Birçok hadisçi, “İki günü eşit olan aldanmıştır” hadis rivâyetini, Abdülaziz bin Ebî Revvâd el-Mekkî (159/775)’nin, Hz. Peygamber’den rüyada alıp insanlara naklettiğini bildirmişlerdir. Bu hadis rivâyetinin rüya yoluyla nakledildiğini teyit edenler arasında Hatîb el-Bağdâdî (643/1071) de bulunmaktadır (Hatîb, Tarihu Bağdad, 11/453; İktizâul’l-İlm el-Amel, 112). Hatîb, Şerefu Ashâbi’l-Hadis adlı eserinde bu tür rivâyetlere yer vermiş ve rüyayı ilmin yollarından birisi olarak görmüştür (Şerefu Ashâbi’l-Hadis, s. 106-111)

     

Şah Veliyyullah’ın (ö. 1176/1762) ed-Durru’s-Semîn fî Mubeşşirâti’n-Nebiyyi’l-Emîn adlı eseri rüyada Hz. Peygamber’den (s.a.s.) dinlediği hadisleri ihtivâ etmektedir. Günümüzde de bu yolla hadis almanın mümkün olabileceği ile ilgili düşünceler için bk. Fethullah Gülen, Sonsuz Nur, II/347.

 

Bütün bu örneklerden keşif, rüya ve ilham yoluyla sûfîlerin hadis rivâyet ettikleri, naklettikleri hadisleri Hz. Peygamber’e tashih ettirdikleri ve hatta yazdıkları eserleri Hz. Peygamber’in işaretiyle yazdıkları anlaşılmaktadır. Böylece onlar keşif ve rüyada Hz. Peygamber’den bir şeyler dinlemişler ve bundan dolayı dinledikleri şeyleri Hz. Peygamber’e nisbet etmişlerdir. Onlara göre keşfî hadislere de hadis demek doğrudur (Eşref Ali Tanevî (ö. 1943), Hadislerle Tasavvuf, İst. 1995, s. 319-320). Hatta İbn Arabî’nin (ö. 638/1240) şu tesbiti bu metodla rivâyet edilen hadisin değerini de ortaya koymaktadır: “Biz bu yolla pek çok sahih hadisi tashih ettik. Hadis ehli nazarında sahih olan bazı hadislerin bu yolla sahih olmadığını, mevzû hadislerin de yine bu yolla sahih olduğunu tesbit ettik” (İbn Arabî, Futûhât, I/150, 198, 224, 225, 280). Şa’rânî (ö. 973/1565) de bu metoddan hareketle birçok şeyin tesbitinin mümkün olabileceğini söylemektedir (Şa’rânî, Mîzânu’l-Kübrâ, I/43, Levâkıhu’l-Envâr, s. 14-15). Hatîb Bağdâdî de (ö. 463/1071) Peygamber Efendimiz’i rüyasında görüp ondan hadis aldığını söyleyen, tanımadığı bir kişiden bu hadisi nakleder (Hatîb, Kitabu İktidâi’l-İlmi’l-Amel, s. 225) (7)

 

Yukarıda verilen bilgilerden de anlaşılacağı gibi, genel olarak tasavvuf ehli rüya, keşf ve ilhamı, kendileriyle bilgi edinmek mümkün olan kanallar olarak görmüşler, hatta İbn Arabî ve onun çizgisindeki sûfîler, bu yollarla elde edilen bilgiyi daha kesin, nakil yoluyla gelen bilgiyi zannî ve şüpheden uzak olmayan bir bilgi saymışlardır. Bu anlayışları, onları tabiî olarak söz konusu yöntemlerle hadis rivâyet ve tashihini normal, hatta garantili bir yol olarak görme ve uygulama düşüncesine sevketmiştir.

 

Buna mukabil, aşağıda görüleceği gibi, hadisçiler, bu yöntemlerden, dinin esası ve ahkâmıyla ilgili olmayan konularda “uyarma, müjdeleme, korkutma ve teşvik etme” ölçüleri içinde, sahibini bağlamak üzere yararlanılabileceğini, ancak bu yollarla herkesi bağlayan bir hükmün sâbit olamayacağını, hele “din” demek olan hadislerin, rivâyet ve tashihinin câiz olmadığı görüşünü benimsemişlerdir.

 

Hadis usulcüleri, “hadis” kelimesinin terim olarak tanımını yaparken; “sözün, Hz. Peygamber (s.a.s.) hayatta iken duyulması” şartının altını özenle çizmişlerdir. Oysa bu kabil nakillerin bütünü, Efendimiz (s.a.s.)’in vefatından sonra gerçekleşmektedir. Rüya, keşif ve ilhamın, kaynak olarak Rabbânî olabileceği gibi, şeytânî de olma ihtimali, kişilere göre, her zaman mevcut olduğu için, söz konusu kavramlar, mâhiyetleri icabı sübjektif ve görecelidir. Rüya, keşif ve ilham delil kabul edilmesi durumunda, her inanç ve ekolün müntesipleri, kendi ekollerinin savunduğu görüşlerin doğruluğunu bu yollarla iddia edecek; diğer görüşlerin bâtıl ve yanlış olduklarını söyleyerek iptaline çalışacaktır. Herkesin rüya, keşif ve ilhamına göre değişebilen sayısız hakikat kümeleri ortaya çıkacak ve hangisinin gerçek ve doğru olduğu hususu, içinden çıkılmaz bir problem haline gelecektir. Bu kabil bir başıboşluk ve çatışan ölçüler karmaşası da, evrensel bir dinin özelliği olmasa gerektir (Muhittin Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis, s. 78).  

 

Ebû Hanife’nin (r.a.) de görüşü odur ki: Rüya ile amel olunmaz. Bir insanın gördüğü rüya ne olursa olsun, müslümanın görevi, günahlardan kaçınmak, sevapları işlemekten ibârettir. İslâm ilim dinidir; rüyalara, zevklere, şeytanî de olabilecek ilhamlara dayandırılamaz. Rüya ile fazla uğraşmak, ona çokça misyon yüklemek iyi sonuçlar vermez.   

 

 

 

Rüya, Bilgi Kaynağı Değildir; Rüya İle Hüküm Sâbit Olmaz!

 

Hadisçilerin büyük çoğunluğu ister rüya, ister keşf ve ilham yoluyla olsun, hadis nakil ve tashihine karşı çıkmışlardır. Muhammed Muhammed Ebû Zehv, keşf ve rüya ile, şeriat bilgisinin sâbit olamayacağı hususunda hadis usulcülerinin ittifakı olduğunu belirtir (M. Muhammed Ebû Zehv, el-Hadis ve’l-Muhaddisûn, 485). Bu yöntemlerle rivâyet ve tashih anlayışının hadisçi geleneğine ters olduğu ve hadis usûlü kitaplarında böyle bir rivâyet ve tashih metoduna yer verilmediği hususu, kabul etmemiz gereken bir gerçektir.

 

Kadı Iyâz ve Nevevî gibi hadisçiler, bir hükmün sâbit ya da bâtıl olmasını, ispat konusunda, rüyanın delil olamayacağı görüşünü benimsemişlerdir. Dinin ahkâmına kaynaklık görevi yapan hadislerin rivâyet ve tashihi, herkesi bağlayacak ve her türlü sübjektiflikten uzak olması gereken ilmî ve teknik bir problemdir. O halde bu gibi konularda ilmin; tartışılmaz, herkesi iknâ eden ve herkesi bağlayan kuralları geçerli olacaktır.

 

Neylü’l-Evtâr ve el-Fevâidu’l-Mecmûa başta olmak üzere birçok hadis çalışmasının sahibi olan Şevkânî (ö. 1250/1834), rüyasında Hz. Peygamber’i görenin rüyası gerçek bile olsa, bununla şer’î bir hükmün sâbit olmayacağı ve uyku halinde olan kişinin hıfzı olmaması sebebiyle rivâyete ehil kabul edilemeyeceği kanaatindedir. Şevkânî, konu ile ilgili düşüncelerini şu cümlelerle açıklamıştır: Hiç şüphesiz Allah (c.c.) dinini “Bugün size dininizi tamamladım” (5/Mâide, 3) âyetiyle kemâle erdirmiştir. Hz. Peygamber’in vefâtından sonra , O’nu rüyasında görene söylediği bir sözün, yaptığı bir işin delil ve huccet olacağını gösteren bir delil bize ulaşmamıştır. Allah (c.c.), din olarak gönderdiği ilkeleri, Hz. Peygamber’in Sünnet ve yorumu ile mükemmelleştirdikten sonra O’nun ruhunu kabzetmiştir; böylece dini konusunda ümmetin hiçbir şeye ihtiyacı kalmamıştır. O’nun vefâtı ile şer’î hükümlerin tebliğ ve açıklaması için ihdâs edilen peygamberlik kurumu sona ermiştir. Bu durumda, uyku halindeki kişinin zabt yönünden sağlam olduğunu farzetsek bile, rüyasında Hz. Peygamber’den gördüğü fiil ve duyduğu sözün hem kendisi, hem de ümmetin diğer fertleri için delil olmayacağı anlaşılır (Şevkânî, İrşâdu’l-Fuhûl, 249).

 

Şevkânî’nin, Hz. Peygamber’in (s.a.s.), vefatından sonra rüyada kendilerini görene söylediği bir sözün, dinde başkaları için delil olmayacağı yönündeki sözü, yoruma meydan vermeyecek ölçüde açıktır. Şevkânî’den asırlar önce yaşamış olan hadis âlimi İmam Nevevî’ye göre, rüyayı gören kişinin rüyası hakikat olsa da, rüyada görülen şeyle şer’î bir hükmün isbâtı câiz olamaz. Nevevî şöyle demektedir: “Çünkü uyku halinde, rüyayı görenin, rüyasında duyduğunu zapt ve tahkik etmesi mümkün değildir. Ayrıca âlimler; rivâyeti ve şehâdeti kabul edilebilmesi için, kişinin, uyku halinde değil, uyanık halde olması, gâfil olmaması, çok hata yapmaması ve hâfızasının bozuk olmaması şartlarını taşıması gerektiği hususunda görüş birliği halindedirler. Oysa uyku halindeki kişi, bu niteliklerden yoksundur.” (Nevevî, Şerhu Müslim, I/115). (8)  

          

Kur’an’a göre rüya yoluyla bilgi sahibi olmak insanın önüne konulmuş bir amaç değildir. İnsanın asıl sorumlu olduğu alan uyanıkken yaşadığı anlardır ve asıl önemli olan da o zaman dilimindeki Allah’ı unutmadan sürekli olumlu bir aktivite içinde hayatını sürdürmesidir. Çünkü uyku insanın sorumluluğunu düşüren bir olgudur. İnsanın bir yönü şehâdete, öteki yanı gayba müteveccih bilgi akdleri vardır ve bunları yerli yerine kullanarak bilgi sahibi olmalıdır (Halis Albayrak, Kur’an’da İnsan-Gayb İlişkisi, s. 223)

 

Rüya ile bir hüküm sâbit ve bâtıl olamaz. İmam Nevevî (ö. 631/676) bu hususta ulemânın ittifak halinde olduklarını beyan eder (Sahihu Müslim bi Şerhi’n Nevevî, I/115).

 

Kelebâzî (ö. 380/990), sûfîlerin aksine, âyet, hadis ve ahkâm konularında keşf yoluyla değil de; çalışmak ve öğrenmek sûretiyle bilgi elde edileceğini ifâde etmiştir (Kelebâzî, Meâni’l-Ahbâr, vr. 37a).

 

Tirmizî’nin Sünen’ini şerh eden Mubârekfûrî (ö. 1353/1935), Sünen’in başına yazmış olduğu şerhin mukaddimesinde bu konuyu ele alarak şöyle demiştir: “Sıhhati bilinmeyen bir hadis, ne Rasûlullah’ın (s.a.s.) rüyada yapmış olduğu bir tashihle ne keşif ile ne de ilhamla sahih olur. Bu ve buna benzer hükümler rüyada Hz. Peygamber’in sözüyle tesbit edilemez. Tesbit ancak dünyada iken söylemiş olduğu sözle mümkündür. Çünkü hadisin tashih yolu isnâda dayanır.”  Daha sonra Aliyyu’l-Kari’nin (ö. 1014/1605) Nuhbe şerhinde söylemiş olduğu şu sözü fikrini desteklemek için zikretmiştir: “Keşif ve ilham, yanılma ihtimalinden dolayı araştırmanın dışındadır.” (Mubârekfûrî, Mukaddime I/244).

 

Rüyada Rasûlullah’tan işitilen hadislerin hüccet olup olmayacağına değinen Mubârekfûrî, böyle bir hadisle ihticac edilemeyeceğinin söylenildiğini naklettikten sonra, gerekçe olarak şunları ileri sürmüştür: “Zira hadisle istidlâl edilebilmesi için, râvînin hadis semâı ânında sözü iyi zabtetmesi şarttır. Uyku halinde ise râvî zabt ehli değildir.” (Mubârekfûri, a.g.e., I/244-245)

 

Kasımî de (ö. 1332/1914) Kavâidu’t-Tahdîs adlı eserinde “Hadislerin sahih oldukları senetleriyle anlaşıldığı için, hadislerden bir kısmının keşifle tashihini iddia eden kişiye cevap” başlığı altında konu ile ilgili değerlendirme yapar ve “herkes tarafından bilinmektedir ki, hadisler ancak senetleriyle sâbit olurlar. Keşif ve kalplerin nurlarıyla (ilham) sâbit olmazlar. Allah’ın dininde iltimas ve ayrıcalık yoktur. Velâyet ve kerâmetin de burada ona bir etkisi yoktur” der (Kasımî, Kavâidu’t-Tahdîs, s. 191-192).

 

Dumeynî, eski ve yeni ulemânın çoğunluğunun; rüya yolu ile bir hadisi zayıf veya sahih kabul etmediklerini, böyle bir yolun bâtıl olduğunu, dini ifsad edeceğini ve ahkâmı bozacağını, hatta Rasûlullah’dan gelen her şeyi yalanlamaya götüreceğini söylemektedir (Dumeynî, Mekayisu Nakdî Mutûnis-Sünneh, s. 237-238). Murtezâ ez-Zeyn Ahmed bu konuda şöyle der: Keşif sapık ve saptıran mutasavvıfların bid’atlerindendir, küfür olmaktan uzak değildir. Çünkü bunda gayb bilgisini iddia etme vardır. Ayrıca rüya yoluyla hadis rivâyetinin önemi yoktur (Murtezâ ez-Zeyn Ahmed, Menâhicu’l-Muhaddisîn, s. 29-32; Benzer düşünceler için bk. Elbânî, Daîfe, I/145).

  

Şâtıbî (ö. 790/1388), şeriata uygun olmayan rüya ile amel edilemeyeceğini söyler (el-Muvâfakat, II/207-208). Şâtıbî, gerek rüya gerekse keşf ve ilham yoluyla dinde genel hükümler verilmesini onaylamaz. Yine Şâtıbî, şöyle der: “Rüya ahkâm konusunda delil olmaz. Ancak zayıf olan kimseler bunun dışındadır (yani onlar bu konuda da rüya ile amel ederler). Evet, rüyada görülen şeyler hususî olarak ünsiyet, müjde ve inzar türünden olabilir. Fakat rüyanın gereğiyle kesin hüküm verilemez ve bunların üzerine bir asıl, binâ edilemez” (Şâtıbî, el-İ’tisâm, I/264).

 

İbrahim Canan’ın yukarıdakileri tamamlayıcı sözleri şöyledir: “Bazı kitaplarda rastlanan mükâşefe ve rüya yoluyla Hz. Peygamber’den (s.a.s.) telakkî edildiği söylenen sözlere hadis denemez; onların dinî hiçbir değeri yoktur. Rüya-yı sâdıka hak ise de, sika bir kimse rüyasında Rasûlullah’dan bazı sözler öğrenmiş olsa da buna hadis denemez. Rüya sadece gören kimse için bir kıymet taşır. Halbuki hadis kıyâmete kadar, herkes için din ortaya koyar. Bunun yolu da objektif şartla ve belli kaidelere göre, her zaman kontrolü, tahkiki mümkün olan rivâyetten geçer. Bunun aksini söyleyen ve sübjektiviteyi esas alan tek bir sünnî muhaddis çıkmamıştır.” (İ. Canan, Kütüb-i Site Tercüme ve Şerhi, II/68).

 

Bütün bunlardan keşf, ilham ve rüya ile hadis rivâyetinin güvenilir ve sağlam bir yol olmadığı ve bu tür hadislerle hüküm verilemeyeceği anlaşılmaktadır.

 

Rüya veya keşif yoluyla Hz. Peygamber’den hadis almak ve bu tür hadisler üzerine bir hüküm veya anlayış binâ etmek açıkça subjektif ve ispatlanması mümkün olmayan bir yaklaşımdır. Ayrıca “sünnet”, ancak Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kendi döneminde teşekkül etmiş ve olup bitmiş bir olgudur. Hz. Peygamber’in vefatından sonra keşif, ilham veya rüya yoluyla artık yeni bir “Peygamber Sünneti” ihdas veya icat etmek mümkün değildir (M. Hayri Kırbaşoğlu, İslâm Düşüncesinde Sünnet, s. 95-96). Rüyanın bağlayıcılığıyla ilgili geniş bilgi için bk. Talat Sakallı, Rüya ve Hadis Rivâyeti, Isparta, 1994, s. 35-50. (9)

 

 

 

İstihâre ve İstihârenin Rüya Falına Dönüştürülmesi

 

İstihâre: Hayır dileme, yapmak istediği bir şeyin kendisi hakkında hayırlı olup olmadığını anlamak için iki rekât namaz kılıp duâ etmek demektir.

 

Bir iş yapılmak istenildiğinde istihâre yapmak menduptur. Hz. Peygamber, ashâb-ı kirâma önemli işlerinde istihâreye başvurmalarını telkin buyurdu. Câbir (r.a)'den şöyle dediği nakledilmiştir: "Rasûlullah (s.a.s.) bütün işlerinde, Kur'an'dan sûre öğretir gibi istihâreyi de öğreterek şöyle derdi: "Sizden biriniz bir işe niyetlendiği zaman farzın dışında iki rekât namaz kılsın ve şöyle desin:       

اَللَّهُمَّ إِنّي أَسْتَخِيرُكَ بِعِلْمِكَ، وَأسْتَقْدِرُكَ بِقُدْرَتِكَ،  وَأَسْأَلُكَ مِنْ فَضْلِكَ الْعَظِيمِ؛ فَإِنَّكَ تَقْدِرُ ولاَََ أَقْدِرُ، وَتَعْلمُ وََلاَ أَعْلَمُ، وَأَنْتَ عََّلاَمُ الْغُيُوبِ. اَللَّهمَّ إِنْ كُنْتَ تَعْلَمُ أَنَّ هَذَالاَ‘مْرَ خَيْرٌ لِي في  دِينِي وَمَعَاشِي وَعَاقِبَةِ أَمْرِي، أَو قَالَ عَاجِلِ أَمْرِي وَآجِلهِ فَاقْدُرْهُ لِى ويَسِّرهُ لي، ثُمَّ باركْ لي فيهِ، وإن كُنْتَ تَعْلمُ أنَّ هَذَالاَ‘مْرشَرٌّ لِي فِي دِينِي وَمَعَاشِي وَعَاقِبَةِ أمْرِي، أَوْ قَالَ: عَاجِلِ أَمْرِي

ثُمَّ رَضِّنِي بِهِ حَيثُ كَانَ،  عَنْهُ، وَاقْدُرْ لِي الْخَيْرَ  فَاصْرِفْهُ عَنِّي وَآجِلِه

 

"Allahümme innî estehîruke bi ilmike ve estakdiruke bi kudretike ve es'elüke min fadlike'l-azîm. Fe inneke takdiru ve lâ akdiru ve ta'lemu ve lâ a'lemu ve ente allâmu'l ğuyûb. Allâhümme in künte ta'lemu enne hâze'l-emre hayrun lî fî dînî ve meâşî ve âkıbeti emrî (ev kale:) âcili emrî ve âcilihî. Fekdurhu lî ve yessirhu lî summe bârik lî fîhi. Ve in künte ta'lemu enne hâze'l-emre şerrun lî fî dînî ve meâşî ve âkıbeti emrî (ev kale:) âcili emrî ve âcilihî f'asrifhu annî va'srifhu annî anhu ve'kdur lî el-hayra haysü kâne. Sümme raddınî bihî" (Buhârî, Teheccüd 25, Deavât 49, Tevhid 10; Tirmizî, Vitr 18; İbn Mâce, Akâme 188; Ahmed bin Hanbel, III/344).

 

İstihâre duâsının anlamı: "Allah'ım yapmayı düşündüğüm şu işin işlenmesinden yahut terkinden hangisinin hayırlı olduğunu bana ilminle kolaylaştır. Kudretinle senden güç istiyorum. Senin büyük fazlından ihsan buyurmanı dilerim. Şüphesiz senin her şeye gücün yeter; benim gücüm yetmez. Sen bilirsin, ben bilemem. Sen şeyi çok iyi bilensin, Allah'ım. Eğer bu işi dinim, yaşayışım ve işimin sonucu veya dünya veya âhiretimin sonucu bakımından benim için hayırlı olduğunu bilirsen o işi bana takdir et, kolaylaştır ve onu bana mübarek kıl. Eğer bu işi; dinim, yaşayışım ve işimin sonucu veya dünya veya âhiretimin sonucu bakımından benim için şer olarak bilirsen, onu benden, beni de ondan uzak eyle. Nerede olursa olsun benim için hayır olanı takdir et. Sonra da beni bu hayırla hoşnut buyur."

 

Sa'd b. Ebi Vakkas'tan, Rasulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğu rivâyet edilir: "Âdem oğlunun Allah'tan hayır dilemesi (istihâresi) saâdetindendir. Allah'ın hükmüne râzı olması da saâdetindendir. Allah'tan hayır istemeyi terk etmesi ise onun bedbaht olmasındandır. Allah'ın hükmüne râzı olmaması da, Âdemoğlunun bedbahtlığındandır" (Ahmed bin Hanbel, I/167; Tirmizî, Kader 15).

 

İstihâreden önce veya sonra, gerekli istişâreler yapılır ve o iş hakkında karar verilir Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "İş konusunda onlarla istişâre yap. İstişâreden sonra o işi yapmaya tam olarak karar verince, artık Allah'a dayan ve güven" (3/Al-i İmrân, 159). İstihâre hadisi İbn Mes'ud, Ebû Eyyûb el-Ensârî, Ebû Bekir, Ebû Saîd, el-Hudrî, Sa'd b. Ebî Vakkas, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Ebû Hureyre ve Enes b. Mâlik gibi büyük sahâbîlerden nakledilmiş, bu rivâyetleri senetleriyle birlikte, Buhârî, şârihi Aynî, "Umdetu'l-Kâri" adlı şerhinde tek tek zikredilmiştir. Rivâyetler arasında bazı metin farklılıkları vardır.

 

Enes b. Mâlik'ten gelen rivâyet istihâreyi teşvik eder. Bu hadîs şöyledir: "İstihâre yapan kimse hüsrâna uğramaz, istihâre eden pişman olmaz, iktisatlı davranan kimse de muhtaç duruma düşmez." (S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Tercümesi, Ankara 1985, IV/135).

 

İstihâre namazında nelerin okunacağı hadisle sâbit değilse de, birinci rekâtta Fâtiha'dan sonra Kâfirun, ikinci rekâtta ise, İhlâs sûrelerinin okunması güzel görülmüştür. Nevevî bunu müstehap görür. İmam Gazzalî de bu sûrelerin okunması gereğinden İhyâ'da söz etmiştir. İbn   Ömer'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Rasûlullah (s.a.s.)'i bir ay süreyle izledim, sabah namazının sünnetinde, Kâfirun ve İhlâs sûrelerini okurlardı. Gazzâlî'nin bu gibi hadislerden mülhem olarak, istihâre namazında da benzer kıraati uyun gördüğü söylenebilir.

 

İstihâre namazından sonra, istihâre duâsı okunur ve istenilen şeye niyet edilerek, Kıbleye dönülmek suretiyle yatılır. Böylece istihâreye üç veya yedi geceye kadar devam edilebilir. Çünkü Hz. Peygamber'in bazı duâları üç defa tekrar ettiği, hatta Enes bin Malik'e istihâreyi yediye kadar tekrar etmeyi telkin buyurduğu nakledilir (Tecrid-i Sarih Tercümesi, IV/142, 143).

 

İstihâre, iyiliği veya kötülüğü kestirilemeyen bir iş hakkında sözkonusu olur. Hayırlı ve sevaplı olduğu kesin olarak bilinen bir konuda istihâreye gerek kalmaz. İstihâre namazı, kerâhat vakitleri dışında her zaman kılınabilir. Çünkü hadiste vakit belirtilmemiştir. (10)

  

 

Sözlükte “hayırlı olanı isteme” anlamına gelen istihâre, terim olarak “bir iş veya davranışta Allah katında hayırlı olanı, kılınan nâfile bir namaz ve duâ ile talep etme” mânâsında kullanılır. “Hayr” kelimesi ve çeşitli türevleri Kur’an’da 196 yerde geçmekle birlikte aynı kökten türeyen “istihâre” yer almaz. Ancak, bir şey hayırlı olduğu halde ondan hoşlanmayabileceğini, şer olduğu halde onu sevebileceğini (2/Bakara, 216), Allah’ın her türlü noksanlıktan münezzeh olup dilediğini yaratarak seçtiğini (28/Kasas, 68), her türlü hayrın O’nun elinde bulunduğunu, her şeye gücünün yettiğini (3/Âl-i İmrân, 26), bir işe girişirken başkalarına danışmak (istişâre etmek) ve karar verince de Allah’a güvenip dayanmak gerektiğini, böyle yapanlara Allah’ın yeteceğini (3/Âl-i İmrân, 159; 65/Talâk, 3) ifâde eden âyetler İslâm’da istihârenin dayandığı temel çerçeveyi oluşturur. Âlimlerin sünnet veya müstehap saydıkları istihârenin meşrûiyeti Câbir bin Abdullah’tan rivâyet edilen şu hadise dayandırılmaktadır: “Rasûlullah, Kur’an’dan bir sûre öğretir gibi işlerimizin tamamında bize istihâreyi öğretiyor ve şöyle diyordu: “Biriniz bir şey yapmaya niyet edince farz dışında iki rekât namaz kılsın ve arkasından şu duâyı yapsın...” Hz. Peygamber sözüne devamla, “istihâreyi yapan kişi bu sırada işini de söylesin” dedi. (Ahmed bin Hanbel, Müsned III/, 344; Buhârî, Deavât 49, Tevhid 10; İbn  Mâce, İkame 188)

 

İstihâre duâsının, bu niyetle kılınacak iki rekât nâfile namazdan sonra okunmasının en uygun usûl olacağı konusunda dört mezhep görüş birliği içindedir. Mâlikî ve Şâfiî mezheplerine göre herhangi bir namazdan sonra da sözkonusu duânın okunması câizdir. Hanbelîler’in dışında kalan üç mezhebe göre istihâre namazını kılmak mümkün değilse, sadece duâ ile yetinilebilir. İstihâre namazı kerâhet vakitleri hâriç her zaman kılınabilir. Bütün mezheplere göre istihâre namazının en fazîletlisi, iki rekât olarak kılınanıdır.

 

İstihâre duâsının, namazdan hemen sonra ve kıbleye dönülerek okunması, ellerin kaldırılması ve duâ âdâbına riâyet edilmesi, duânın kabul olma ihtimalini arttıran güzel davranışlar olarak telakki edilmiştir. Kişinin olumlu veya olumsuz bir karara varamaması halinde Hanefî, Mâlikî ve Şâfiî âlimleri, Enes bin Mâlik’ten gelen bir rivâyete dayanarak (Münâvî, I/450) istihârenin yediye kadar tekrarlanabileceğini söylemişlerdir. Şâfiî ve Mâlikî âlimleri, Hz. Peygamber’in bir rahatsızlık sebebiyle başkasını “okuyarak” tedâviye izin vermesi ve bu vesîleyle söylediği, “Kardeşine faydalı olmaya gücü yeten bunu yapsın.” (Ahmed bin Hanbel, III/302, 334, 382, 393; Müslim, Selâm, 61-63) sözünden hareketle; başkası adına istihâre yapmanın câiz olduğunu ileri sürerken Mâlikî fakîhi Hattâb bu uygulamanın bir dayanağını bulamadığını belirtmiştir.

 

İstihâre, kişinin gerekli bütün çabayı sarfedip araştırma ve istişârelerini tamamladıktan sonra hakkında hayırlısını takdir etmesi için Allah’a duâ etme, kulluk şuurunu canlı tutma ve ortaya çıkacak sonuca rızâ göstererek ruh sağlığını koruma gibi çok amaçlı metafizik bir olaydır. Bu sebeple de iyi veya kötü olduğu açık şekilde bilinen bir şeyi yapıp yapmama konusunda değil, gerek dünyevî gerek uhrevî bakımdan kişi hakkında hayırlı olup olmayacağı kestirilemeyen işlerde sözkonusu olabilir. Dinen iyi ve hayırlı olduğu bilinen işlerin zamanı, şekli vb. hususunda da istihâre yapılabilir. İnsan, geleceği bilemediğinden bir şeyi ilk bakışta iyi zannetse de onun sonucundan emin olamaz. Bu sebeple bir iş yapacağı ve ileriye yönelik önemli bir karar vereceği zaman istihâre yoluyla her şeyi bilen Allah’ın kılavuzluğuna ve yönlendirmesine başvurması, O’ndan yardım istemesi, kişinin davranışlarındaki sorumluluğunu kaldırmamakla birlikte, onda bir güven hissi doğuracağı ve takdire rızâ göstermesini sağlayacağından önem taşımaktadır. Dolayısıyla istihârenin dinî öğretideki kader, tevekkül ve sabır anlayışıyla yakın ilgisi bulunur.

 

Hz. Peygamber’in tavsiyesi doğrultusunda istihâre eskiden beri İslâm dünyasında âdet olmuş ve önemli önemsiz birçok hususta günlük hayatın bir parçası haline gelmiştir. Kumandanlar sefere çıkmadan, sultanlar veliahtlarını belirlemeden önce istihâre yapar ve bunun sonucuna genellikle uyarlardı. Evlilik öncesinde ve çocukların isimlerinin konması esnâsında da istihâre yapmak âdet olmuştur. Ayrıca birtakım tartışmalı dinî meselelerde fetvâ verirken bazı âlimler ulaştıkları sonucu istihâreyle destekleme yoluna gitmişlerdir (meselâ bk. İbn  ü’s-Salâh, Fetâvâ ve Mesâilü İbn  i’s-Salâh, I/293, 396; II/434, 484, 485, 507). (11)

 

 

 

İstihârenin Yozlaştırılıp Rüya Falına Dönüştürülmesi

 

İstihâre; aslında, Allah’tan hayır istemek, hayır duâsı demektir. İstişâre edilerek yapmaya karar verilen meşrû ve mubah bir eylemle ilgili olarak azmedip karar verdikten sonra, o işin sonucunun bilinmediği için, eğer hayırlı ise Allah tarafından kolaylaştırılıp nasip edilmesini, değilse zorlaştırılıp nasip edilmemesini istemek için duâdır. Klâsik uygulama şekli ise, bir çeşit rüya falıdır. Bir işin iyi ya da kötü sonucunu, önceden rüyada kestirme şeklinde kullanılarak sünnette olan bu duâ, dejenere edilmiş ve tahrife uğramıştır. Aslında rüya, bilgi kaynağı değildir; rüya ile amel edilmez. Rüyaların çoğu şeytânîdir veya arzuların simgeleşmiş şekli rüya halinde ortaya çıkar. Dolayısıyla istihâreye yatmak ve görülen rüya ile amel etmek, gayrı meşrû ve akıl dışı bir hurâfedir.

 

İnsanların, yapmak istedikleri bir işin kendileri hakkında iyi veya kötü sonuçlar doğuracağını anlamak için fal vb. uygulamalara çok eskiden beri başvurdukları bilinmektedir. Nitekim câhiliyye Arapları bir işe başlamadan önce, üzerine “evet” veya “hayır” yazılı “ezlâm” denilen fal oklarıyla karar verirlerdi. Kur’ân-ı Kerim “şeytan işi” olarak nitelendirdiği bu uygulamayı yasaklamış (5/Mâide, 3, 90), peygamberler dâhil hiç kimsenin gaybı ve dolayısıyla bir işin kendisi için hayırlı olup olmadığını bilemeyeceğini, Allah’ın dilemesi dışında kendisine fayda ve zarar verecek bir güce sahip bulunamayacağını bildirmiştir (7/A’râf, 188).

 

Enes bin Mâlik’ten nakledilen istihâre hadisinin devamında Rasûl-i Ekrem, “Sonra kalbine ilk doğan duyguya/düşünceye bak, ona uygun davranman hayırlı olur” demiştir (Münâvî, I/450). Buna göre istihârenin sonucunda insanın içine farahlık, genişlik ve iç huzuru gelirse o işi yapması; sıkıntı, huzursuzluk ve darlık hali doğarsa yapmaması daha hayırlı görülmüştür.              

 

İbnü’l-Hâc el-Abderî, hadislerde ifâde edildiği şekliyle meşrû istihârenin bundan ibâret olduğunu, ayrıca bir işâret almak amacıyla kişinin veya bir başkasının onun adına rüya görmek üzere uyumasının, gün ve kişi adlarından uğur çıkarma gibi davranışlara başvurmasının bid’at olduğunu belirtir (el-Medhal, IV/37-38). İbnü’l-Hâc ayrıca, istihâre ile birlikte istişâre etmesinin de sünnete uygun bulunduğunu söyleyerek kişinin her ikisini de ihmal etmemesi gerektiğini kaydeder (a.g.e., IV/40). Bazı kaynaklarda rüyada beyaz veya yeşil görülmesinin o işin hayırlı olduğuna, siyah veya kırmızı görülmesinin şer olduğuna delâlet ettiğine dair nakledilen görüşler (İbn Âbidîn, II/27) şahsî tecrübelere dayanmakta, dolayısıyla dinî bir mâhiyeti bulunmamaktadır (Semîr Karanî Muhammed Rızk, s. 42-43).

 

Zâlim yöneticileri halkın gözünde temize çıkarmak için onların istihâreye çok önem verdiği hakkında şâyialar yayılır, dolayısıyla halkın şer zannettiği nice yanlış uygulamanın aslında hayır olduğu, halk anlamasa da yöneticilerin bir bildiklerinin ve dayandıkları gerekçenin olduğu belirtilir. Böylece halkın zâlim yöneticilere tepki duyması önlenmeye çalışılır. Şâir Accâc, Haccâc’ı överken; onun istihâre etmeden hiçbir iş yapmadığını söyler (Divan, rakam 12, 83; Arâcîzu’l-Arab, s. 120). Abdullah İbn Tâhir, Irak’a vali tayin edildiği zaman babası ona, idârî kararlarını verirken istihâre etmesini tavsiye etmiştir (Tayfûr, Kitâbu Bağdâd, s. 49). Ancak, yöneticilerin, tüm işlerini istihâre ile yaptıkları hakkındaki rivâyetlerin çoğu uydurmadır.   

 

 

 

 

Tefsirlerden İktibaslar

Süleyman Ateş der ki:  

İbn Kayyım, sâdık rü'yayı şöyle açıklıyor: "Allah, sâdık rü'yâ için bir melek görevlendirmiş; ona her nefsin kendisini, doğasını ve ahlâkını, din ve dünya hususunda başına gelecek bütün olayları öğretmiştir. Melek kulun başına gelecek olayları, kâh misallere, kâh şekillere büründürerek anlatır. Kâh yaptığı veya yapmak istediği bir hayrı ona müjdeler; kâh yaptığı veya yapmak istediği bir günâhtan ötürü onu uyarır. Ya da nedenleri oluşmuş bulunan kötülükten sakındırır ki o kötülük nedenlerini savacak başka nedenler bulsun. İşte rü'yâda Allah'ın kerem ve rahmetiyle buna benzer hikmetleri vardır.

 

Rü'yânın çeşitli yollarından biri de ruhların buluşup konuşmasıdır. Nice kimseler vardır ki zühd ve takvasına, âhirete dönmesine uykuda gör­düğü bir rü'yâ sebebolmuştur. Nice kimse vardır ki gördüğü rü'yâ ile hazineler bulmuştur. Nitekim Hz. Peygamber(s.a.s.)in dedesi Abdu'1-Mut-talib de gördüğü rü'yâ ile Zemzem kuyusunu ve oradaki hazineyi bulmuştu:

 

Abdu'l-Muttalib Kâ'be yanında uyurken rü'yâda biri gelip kendisine: 'Tayyibe'yi eş!" demiş. Abdu'l-Muttalib "Tayyibe nedir?" diye sormuş. Fakat sözü söyleyen kaybolmuş. Ertesi günü yine Abdu'l-Muttalib'e rü'yâ-sında görünen kişi "Berre'yi eş!" demiş. Abdu'l-Muttalib'in "Berre nedir?" sorusu üzerine yine kaybolmuş. Üçüncü günü yine Abdu'l-Muttalib'e rü'-yâsında görünen adam: "Zemzem'i eş!" demiş. Abdu'l-Muttalib: "Zemzem nedir?" deyince, "Suyu tükenmez, azalmaz. Kocaman hacı topluluğuna su verir. Fışkı ile kan arasındadır (süt gibi lezzetlidir). Karınca kentinde (her yandan azıkların getirildiği Mekke'de) beyaz kanatlı karganın gagaladığı yerdedir." demiş.

 

Bu sûretle Zemzem kuyusunun yeri kendisine gösterilmiş bulunan Abdu'l-Muttalib, baltayı eline alıp, oğlu Haris ile birliktegösterilen yeri eşmeğe başlamış. Eştiği kuyuda, sudan önce iki altın ceylân, Hint yapımı kılıçlar ve zırhlar bulmuştur (Taberî, Târîhu'l-Umemi ve'1-Mulûk, 1/146-147).

 

Umeyr ibn Vehb'e rü'yâsında şöyle denmiş: “Kalk, evin falan yerine git, orayı eş, babanın malını (parasmı) bulacaksın.” Meğer Umeyr'in babası Vehb, vaktiyle malını gömmüş, vasiyyet etmeden, kimseye bir şey demeden ölmüşmüş. Umeyr uyandığında o söylenen yere gidip orayı eşmiş. Onbin dirhem ve çokça teber bulmuş. Borcunu ödemiş, kendisinin ve ailesinin durumu düzelmiş. Umeyr ibn Vehb'in müslüman oluşundan hemen sonra vukubulan bu olay üzerine kızı demiş ki: “Babacığım, bize dinini lütfeden Rabbimiz, Hübel ve Uzzâ'dan ha­yırlıdır. Öyle olmasaydı, kendisine henüz sadece birkaç gün ibâdet etmiş iken sana bu malı vermezdi.”

 

Kayravanh gezgin Alî ibn EbîTâlib,kendi memleketlerinde, Umeyr'in rü'yâsından daha garib şeyler gördüğünü anlatmış. Kayravan'da Ebû Muhammed Abdullah el-Beğânişî adında sâlih bir adam vardı. Kaybolmuş malların yeri, rü'yâda kendisine söylenen bu zâtın rü'yâları ün yapmıştı. İnsanlar ona gelirler, falan kişinin vasiyet etmeden öldüğünü, mevcut malının yerinin bilinmediğini söylerler, o da Allah'a duâ edip yatar, ölen kimse rü'yâsında kendisine gösterilir ve ondan malının yerini öğrenirdi. İhtiyar, sâliha bir kadın ölmüştü. Başka bir kadın ona yedi dinar emanet bırakmıştı. Emaneti bırakan kadın, Ebû Muhammed Abdullah'a gelip durumu anlattı ve ölen kadının adını verdi. Ertesi gün Ebû Muhammed o kadına dedi ki: “Ölen hanım, sana: 'Evimin tavanında yedi tahta vardır. Paranı yedinci tahtada, bir kumaş parçası içinde bulacaksın' diyor.” Gerçekten para orada bulundu." (Kitâbu'r-Rûh, s. 39)

 

Rüyâ'nın Esrârı: M. Reşîd Rızâ, rü'yâ hakkında bilgi verirken uyurgezerliğe de temas ederek özetle diyor ki: Araştırmalar göstermiştir ki bazı kimseler uyuduk­ları halde okuma, yazma, ilaçların terkibini yapma, reçetedeki ilaçları yapma gibi eylemleri, normal durumlarından çok daha dakik biçimde yapabilmektedirler. Bir uyurgezer, gözleri yumuk, uyku vaziyetinde olduğu halde evinden çıkmış, bir süre sonra yine evine dönmüştür. Yumuk gözlerini açmış, fakat onlarla sadece yapmak istediklerini görmüş, başka bir şey görmemiş. Eczacı olan bir uyurgezerin bu durumunu bilen bir doktor, onu kontrol altına almış ve uyku halinde kalkan uyurgezerin önüne bazı reçetelerle birlikte, içeni derhal öldürecek bir zehir reçetesini de koymuş. Diğer reçeteleri hazırlayan uyurgezer eczacı, zehir reçetesini alınca düşün­meğe başlamış ve: “Mutlaka bunda bir yanlışlık var, doktorun kalemi sürçmüş olmalı, ben bunu yapamam!” deyip reçeteyi atmış.

 

Bir başka uyurgezerin de demir sandığa koyduğu paraları, her gece çalınıyormuş. Bunun durumunu gözlemleyen biri, adamın, uykuya daldık­tan sonra kalkıp, sandığını açtığını, içinden bir miktar para aldıktan sonra evden çıktığını görmüş. Onu izleyen gözlemci bakmış ki adam, bir harabeye geldi, bir duvara tırmandı, duvarın üstünde çabuk çabuk yürüdü, sonra harabenin içine indi, toprağı eşti ve eştiği çukura parayı gömüp tekrar tırmanarak duvara çıktı. Gözlemcinin yapamayacağı biçimde duvarın üstünde çabuk çabuk yürüdü, evine dönüp yatağına girdi. Uyandığında paralarını saydı ve yanındaki gözlemciye, yine paralarının çalındığını söy­ledi. Gözlemci kendisine işin gerçeğini anlatınca hayret içinde kalan adam, bunu kabul etmek istemedi. Fakat birlikte harabeye gittiler. Adam, uyku­sunda tırmandığı duvarı pek güçlükle tırmanabildi. Nihayet paraların gömülü olduğu çukura vardılar, eştiler, paraların çeşitli yerlere gömülmüş olduğunu gördüler (Tefsîru'l-Kur'âni'l-Hakîm, 9/161).

 

Rü'yâların kimi, bilinçaltına yerleşen düşüncelerin, hayallere bürüne­rek kişinin karşısına çıkmasıdır. Kimi de Mısır kralının ruyâsı gibi sadık rüyadır. Sâdık rüyaların en doğrusu, peygamberlerin ruyâsıdır.

 

Yapay uyutma rü'yâları da vardır ki burada uyutulan kişi, uyutanın emir ve yönetimine girer, onun dediklerini yapar. Böylece (hulüm, sadık ruyâ ve uyurgezerlik- yapay uyuma rü'yâsı şeklinde), gözlerin rol almadığı üç tür irâde dışı görme (rü'yâ) olayı vardır. Ancak Araplar, uykuda görme olayına uzatma elifi ile rü'yâ, gözle görme olayına da rü'yet demişlerdir.

 

Mutasavvıflar, rü'yâyı Hakk'a varmak üzere yola çıkan sâlik'in bu­lunduğu hal ve sıfatların bir göstergesi olarak değerlendirirler. Bilindiği gibi mutasavvıflara göre neifsin (insanın iç yapısının) yedi derecesi vardır. En aşağısı Nefs-i Emmâre, en yukarısı da Nefs-i Kâmile veya Nefs-i Zekiyye mertebesidir. İşte mutasavvıflar, sâlikin rdü'yâsını, bulunduğu nefis mertebesine göre mânâlandırmışlardır (Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 18/142-163).

 

 

Elmalılı diyor ki:

4. Hani bir vakitler Yusuf, babasına demişti ki: "Babacığım, ben rüyada onbir yıldızla güneşi ve ayı bana secde ederken gördüm."

5. (Babası) "Yavrucuğum! "dedi, "rüyanı kardeşlerine anlatma. Sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insanın açıkça düşmanıdır."

6. "Ve işte böyle, Rabbin seni seçecek ve sana rüya tabirinden bilgiler öğretecek. Bundan önce ataların İbrahim'e ve İshak'a tamamladığı gibi, nimetini hem sana, hem de Yakup soyuna tamamlayacaktır. Muhakkak ki, Rabbin alîmdir, hakîmdir."

 

4- Ve işte böyle, rüyada gördüğün gibi, o yüksek ve parlak gök cisimlerinin sana secde etmesi misaline benzer bedi' bir seçişle Rabbin seni seçecek, Cenab-ı kibriyası için kendine ayıracak, derleyip toplayıp seçerek halkın en şereflileri, en yüksek makamda bulunanları arasına katacak, parlak bir makama getirecektir. Yani, gördüğün rüya kendi geleceğinin bir misalini görmektir. O misal âleminde o büyük ve yüksek yıldızların sana secde halinde görünmeleri, temsil ve teşbih yoluyla şuna delalet eder ki, ileride Rabbin sana peygamberlik verecek ve büyük büyük adamları sana, senin emrine bağımlı kılacak, sana boyun eğdirecek. Ve sana haberlerin yorumu ile ilgili ilim öğretecek. Düşünce olarak ortaya konan ve vakıa olarak meydana gelip gelmeyeceği belli olmayan sözlerin, vakıa olarak ne anlama geldiğini tayin etmek, yani rüya tabir eylemek veya vahiy ve ilâhî işaretlerin muammalarını, ledünnî hakikatlerini anlamak veyahut olayların en sonunda alacağı şekli ve ondan hasıl olacak sonuçları anlamak ilminden bir şanlı hisse verecektir. Şu halde sen de benim bu söylediklerimin hak ve gerçek olduğunu göreceksin. Kesbi ilimler ile değil, vehbi ilim ile böyle doğru tabirler, teviller ve yorumlar yapıp şan alacaksın. Hem sana, hem de Yakup soyuna nimetini tamamlayacak, daha önce iki atan İbrahim ile İshak'a tamamladığı gibi. Ki peygamberlikte muvaffak kılmış, dünya ve ahiret hayatında tam bir şeref ve şana mazhar eylemiştir. İşte o rüyanın kısaca tabir ve tevili budur.

 

Ayrıntılı olarak teviline gelince, o da ileride bilfiil meydana gelecek olaylar ile olacaktır. Şüphe yok ki, Rabbin âlimdir, hakimdir. Herşeyi bilir, olmuşu da, olacağı da bilir; her yaptığını ilim ve hikmetle yapar. Bundan dolayı kimin seçilmeye layık olduğunu da yine O bilir. Rüya hadisesinde dahi mutlak bir ilim ve hikmet vardır. (İleride bu sûrenin 43. âyetine bakınız).

 

43. Bir gün melik (hükümdar) dedi ki: "Ben rüyamda yedi cılız ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Siz rüya tabir edebiliyorsanız benim bu rüyamın tabirini bana bildirin."

44. Dediler ki: "Rüya dediğin şey karmakarışık hayallerdir. Biz ise böyle karışık hayallerin yorumunu bilemeyiz."

 

43- Hükümdar o rüyayı görmüş. Hatta ifade muzari sigasıyla olduğu için"gördüm" demiyor, "görüyorum" diyor. Buna göre aynı rüyayı üstüste birkaç defa görmüş olduğu anlaşılıyor. Sonra meseleyi ciddiye alıp meşhur danışma meclisini topluyor. İçinde meşhur bilginlerin ve hikmet sahibi kimselerin de bulunduğu bu meclise gördüğü rüyayı anlatıp, onlara diyor ki: Rüyam hakkında bana bir fetva veriniz. Yani bu rüya benim için önemli bir mesele halini aldı, bunu tabir edip, ne anlama geldiği hakkında beni aydınlatın. Bu müşkülümü halledin. Eğer siz rüyaya geçebilirseniz, yani rüya tabiri ilminde işin derinliğine inebilirseniz, bu konuda mahir ve nüfuz sahibi kimseler iseniz, bunu yaparsınız, yapınız.

 

44- O meclistekiler, o heyet dediler ki, bu senin rüya dediğin şey bir "adgâsü ahlam"dır. Yani yaşı ve kurusu birbirine karışmış ot demetleri gibi, eskisi ile yenisi birbirine karışmış yığın yığın uyku hayalleri, hakikatte hiçbir mânâsı olmayan eski ve yeni birtakım vehimlerle hayallerin karışımından ibaret şeylerdir. Biz ise, böylesine karmakarışık hayallerin tevilini bilmeyiz. Yani ahlamın anlamı yoktur ki bilebilelim.

 

Görülüyor ki, burada rüya ile ahlâm birbirinin karşıtı olarak kullanılmış, ilim ve hikmet ehlinin çözümünden aciz kaldığı ve çözemedikleri için de birçoklarının inkâra kalkıştığı rüya olayında esas olan çok önemli bir nokta aydınlığa kavuşturulmuştur. Yani, rüyadan bahsedilirken şu iki kelimenin hakikatte farklı olduğu unutulmamalıdır: Rüya ve hulüm. Bunlar birbirlerine benzerliği dolayısıyla birbirine karıştırılır ise de Kur'ân ihtar edip uyarıyor ki, rüya denilen şey, ahlamdan başkadır. Rüya tek başına enfüsî bir hadise değildir. Onun altında, girilip, deşilecek ve özüne vakıf olunabilecek hakiki ve gizli bir mânâ yatmaktadır. Hulüm ise gerçekte hiç anlamı olmayan boş bir vehim ve hayalden ibarettir ki, haddi zatında bir dış tesir ile meydana gelmiş olsa bile afakî bir hakikat ifade etmez. Bundan dolayı da tabiri ve tevili olmayan bir ihtilam olayı gibi, sırf nefsani bir hadise veya şeytani bir hayal olmaktan ileri gitmez. İşte böyle değişik ahlamın birbirine karışmasına da adğâsı ahlam adı verilir. Demek ki, hakikat dilinde rüya, sadık olanların adıdır. Yalan olanlarına da ahlam denilmelidir. Bunların her ikisi de uyku halinde enfüste temessül eden hayali birtakım şekil ve suretler olarak görüldüklerinden dolayı, dışyüzünden bakıldığında rüya, bir hulüm, hulüm de bir rüya gibi sanılabilir. Bundan dolayı da avam arasında her ikisine rüya denilir. Oysa gerçekte bunlar birbirinden farklı şeylerdir. Rüya, görmek anlamına gelen "rüyet" kökünden alınmış olduğu için bunda hayalin ötesinde bir hakikat görülmüş olur ki, rüyanın asıl ilişkisi de o hakikat iledir. Görülen hayal, o hakikatın, insanın iç dünyasında temessül etmesidir. İşte bundan dolayıdır ki, rüyanın haddi zatında bir anlamı ve tabiri vardır. Rüya tabiri veya tevili demek de o görülen hayalden bir ipucu bularak onun arkasındaki hakikate geçebilmek demektir ki, bunda en önemli olan nokta, o hayalî görüntünün enfüsî olan özelliği ile afakî olan özelliğini ayırabilmektir. İşte bu anlam lügatte geçirmek mânâsına gelen tabir fiilinden ziyade "ubur" veya "ibare" mastarıyla ifade olunur ki, bir yerden bir yere geçmek demektir. Yani "Rüya tabiri" çok kullanılan bir deyim olmakla beraber "ubûrü'r-rüya" veya "ibaretü'r-rüya" denilmesi Arapça'da daha fasihtir. Bundan dolayı Kur'ân'da sülasi mücerredden ifade buyurulmuş, tef'il babından buyurulmamıştır. Bununla beraber Türkçe'de "tabir" deyimi yayılmış ve tutunmuştur.

 

Yukarıda gördüğümüz üzere "rüya tabiri" bilgisi, "te'vil-i ehadis" ilmi olarak ifade edilmişti. Ehâdîs: Hadis kelimesinin çoğuludur. Hadis söz veya hadis, yani hadise demek olabileceğine göre, esas itibariyle "tevil-i ehadis" tamlaması, ya nefisteki sözün realitedeki anlamının veya nefsin ilişkili olduğu hadiselerin ileride varacağı akıbeti ve nihaî anlamı anlamak demek olur. Demek ki, rüya tabir etmek ya sözü veya hadiseyi tevil etmek mânâsında bir anlayıştır, Bunların her ikisini de birbirine ircâ etmek mümkün olur. Çünkü söz anlamak bir enfusî hadise olan sözden dışarıya intikal ile onun ötesinde bir olayı anlamak demek olduğu gibi; olaylardan, olayların gidişinden onların ileride alacağı şekli; onlardan çıkacak mânâyı ve sonucu anlamak da, dışarıdaki bir olayı idrak ile onun anlamı olan bir sözü, kendi düşüncesinde hissetmek ve anlamak mânâsına gelir. İşte söz olaya, olay da söze böyle geçişlerle irca olunabilir. Bilinmektedir ki, genel olarak duyuların gerçeği ve sahtesi bulunabildiği gibi sözün de doğrusu ve yalanı vardır. Doğru sözün zihindeki anlamından başka, bir de dış dünyada ifade ettiği gerçek bir anlamı bulunur. Yalan söz ise gerçekte dış dünyada ifadesi ve karşılığı bulunmayan soyut bir hayalî hadiseden ibaret kalır. İşte uyanıkken doğru bir söz veya hakiki bir duyu ile yalan bir sözün veya aldatıcı bir duyunun, yanlış bir idrakin farkları ne ise, rüya ile ahlam arasındaki fark da o demektir. En sonunda iş doğruya ya da yanlışa dönüşür, oraya raci' olur. Şu halde rüya, bir benliğin hak tarafından duyduğu ve algıladığı bir doğru sözün benzeri, ahlam ise onun duyduğu bir yalan sözün benzeridir. Sözün hakikatı, mecazisi, sarihi, kinayesi, iyi tanınmışı, garibi, imalısı, remzisi olduğu gibi, rüya da öyledir. Şu kadar var ki, genellikle rüyalar toplumsal geleneklere ve âdetlere bağlı olarak değil, daha ziyade kişinin kendi iç dünyasındaki, kendi benliğindeki gizli şuur algılamaları özelliklerine göre söylenen bir muamma, bir lügaz ve bir bilmece niteliğinde bir hayal ve garip bir temsil ile meydana gelirler. Velhasıl gibi ledunnî birer remiz, ilâhî birer semboldürler. Bundan dolayı onların te'vili de kesbî ilimler ile değil, vehbî ilimler ile bilinir ki, bunun en aşağı derecesi feraset ve ilhamdır, zirvesi ise vahiydir. Ve bundan dolayı peygamberlerden başkasının rüyası ya da rüya tabiri, ilm-i yakîn ifade etmez. Ancak görenin ve görüşün özelliklerine göre basit bir vehimde başlayarak yüzde yüz kesinlik ifade eden cezme kadar varabilecek çeşitli mertebelerde ferdi anlamda bir bilgi husule getirir. Ve rüyanın asıl tabiri meydana gelen olaylar ile açıklık kazanır. Bazı rüyalar aynen görüldüğü gibi çıkar. Bazılarının tabiri de rüya ile beraber görülür. Bazı rüyalar da gören kimsenin vicdanında tabir olunamamakla beraber, onun sadık bir rüya olduğuna dair mücmel ve fakat kesin bir kanaat hasıl olur. Sözkonusu Mısır hükümdarının rüyası da işte böyle bir rüya olduğundan "Rüyam hakkında beni aydınlatın, eğer siz rüya tabirini biliyorsanız" demiştir. Ve gördüğü şeyi hep "rüya" olarak adlandırmıştır. Çünkü gördüğünün kendince gerçek bir rüya olduğuna kanaat getirmiştir.

 

İslâm âlimleri, rüya hadisesini üç sınıf olarak tasnif etmişlerdir: Birincisi, Allah tarafından doğrudan doğruya veya bir melek aracılığıyla meydana gelen ilâhî bir telkindir ki, asıl rüya, hak ve gerçek olan rüya budur. İkincisi, benliğin kendinden kendisine yapılan telkin ile meydana gelen görüntüdür ki, geçmişten gelen hatıra birikimlerinin yeni baştan hayal edilmesinden başka bir değer taşımaz. Üçüncüsü ise, şeytanî bir telkin ile meydana gelen zihinsel görüntüdür ki, bilinmeyen bir dış etkenden etkilenerek meydana gelir, fakat yalan bir tedai ve tehayyülden ibaret olur. İşte bu ikisi ahlam veya adğâsü ahlam adını alır. Bununla beraber bütün bunlar nefiste bilgi değeri olmasa bile, hissî bir heyecan uyandırmaktan geri kalmazlar. Şu halde yalnızca bilgi değeri açısından değil, duyguların halden hale geçmesi açısından da düşünüldüğü zaman görülür ki, ahlam denilen kısmın bile psikolojide hesaba katılmaya değer önemli bir yeri vardır. Gerçekten de Hz. Peygamberin hadislerinde rüyaların hem bilgi değeri, hem de duygusal önemi üzerinde durulmuş, her iki faydasına da ayrı ayrı işaret buyurulmuştur. Bu arada şunu da hatırlatmalıyız ki, hadis-i şerifte "Rüya, peygamberliğin kırkaltı cüz'ünden bir cüz'dür" yani, kırkaltı parçasından bir parçadır buyurulmakla, onun ilmi değerine işaret edilmiştir. Ayrıca yine hadisi şerifte "Peygamberlik kesildi, mübeşşirat kaldı" buyurulmuştur. Bu da daha ziyade işin duygusal tarafına aittir. Hiç şüphesiz nübüvvetlerin ekmeli, Hz. Muhammed'in nübüvvetidir. Hatemü'l-enbiya (son peygamber) efendimizin vefatına kadar vahiy aldığı peygamberlik süresi yirmi üç sene idi. Ve bu yirmi üç senelik sürenin ilk altı ayında aldığı vahiy, hep sabah aydınlığı gibi zuhur eden rüyalar şeklinde olmuştu (Fatiha Sûresi'ne bakınız). Yirmi üç senenin ise kırk altı tane yarım sene, yani kırkaltı tane "altı ay" demek olduğu hesaba katılırsa, ilk altı ayda rüyalar şeklinde gelen vahyin, bütün vahiy süresinin kırk altıda biri ettiği ve onun kırk altı parçasından bir parça olduğu anlaşılır.

 

Burada rüya meselesini biraz da zamanımızın felsefi görüşleri açısından ele almak da faydadan halî olmayacaktır. Psikoloji ve genelde ruhsal bilimlerle meşgul olanların bildiği gibi, uyanıkken bize belli bir şeyi tanıtan, mesela "bir buğday başağı gördüm veya bir ses işittim" dedirten herhangi bir görme ve işitme, tek başına o anda meydana gelen basit bir duyumdan ibaret değildir. O anda aldığımız o duyu ile birlikte hafızamız da ona benzer bir hızla hemen harekete geçer kendisinde daha önceden ona benzer bütün görüntüleri yoklar, varsa aynını bulur, onunla karşılaştırır ve o anda onun buğday başağı olduğuna karar verir. Gördüğü yeni duyu ile daha önce edindiği idraklerin bütünleşmesinden yeni bir tanıma elde etmiş bulunur. Böylece her yeni bir duyudan aldığımız yeni bir görüntünün anlamını, daha önceki hafıza arşivimizden yararlanarak aradaki aynîliğin veya yakınlığın derecesine göre kendimize söyleyebiliriz: Mesela, "şurada bir yaprak gördüm" diyebilir. O andaki bir duyuyu, hafızamızdaki benzerleriyle tedai ve hatırlama yoluyla bir geçit resmine tabi tutarız; ancak o gördüğümüzle daha önce hafızamızda bulunan görüntüler arasında bir aynîlik veya bir benzerlik bulamadığımız zaman da "birşey görüyorum, amma ne olduğunu seçemiyorum" deriz. Çünkü biz hiçbir eşini ve benzerini bilmediğimiz büsbütün yeni olan bir şeyi tanıyamayız. Durum dış gözlemlerde böyle olduğu gibi, iç gözlemlerde de böyledir.Mesela "düşünüyorum, başım ağrıyor" diyebilmemiz için bile, daha önceden benzeri şekilde düşünmüş ve yine daha önceden başımızın ağrımış olması gerekir. Çevremiz veya kendimiz hakkında edindiğimiz bütün bilgiler, yeni bir duyu ile hafızamızda önceden mevcut benzer birikimlerin elele verip yardımlaşması sayesinde meydana gelir. Bütün bilgiler dış duyularla hafızadaki idrak kalıntılarının işbirliği etmesine bağlıdır. Halbuki benliğimiz, uyku halinde de içeriden veya dışarıdan etki alır. Ve kendi kendisiyle konuşabilir, geçmişi çağrışım yapıp hatırlayabilir. Böylece rüya veya ahlam denilen zihinsel olay meydana gelebilir. Ve uykudaki, bir benlik irâdesine hâkim olamadığı için artık bunlar, benliğin kontrolü dışında başıboş bir şekilde akar gider. Ve bundan dolayı bu tedailerin ilk çıkış noktalarına bağlantıları, benliğin dikkatinden gizli kalacağından bütünün temsil yoluyla toptan ifade ettiği gizli anlam, tefsire ihtiyaç gösterecek şekilde kapalı kalır. Eğer bu tedailer yeni bir etki ile ilgili olmayıp da gerek eğri, gerek doğru yalnızca geçmişteki hatıraların tekrarından ve karışımından ibaret olursa, o zaman ahlam veya edğasü ahlam olmuş olur. Hak tarafından gelen bir etki sebebiyle cereyan eden tedailer de rüyayı sadıka olur. Şu halde görmek, bir basit duyu ile hafızadaki bir tedai zincirinin akışı sayesinde olduğu gibi; rüya olayı da, bir etki ile bir tedai akışının altındaki mânâdır. Görme olayında çağrışımın ayniliğinden veya benzerliğinden o şeyin ne olduğu anlaşıldığı gibi; rüya olayındaki tedainin görüntüsünden de, o etkinin altındaki anlam anlaşılacaktır. Fakat görme olayı, ne kadar zorunlu olursa olsun, onda benliğin bakmak ve dikkat gibi kendi kesbiyle ve iradesiyle ilgili olan hür seçiminin bir hissesi, bir rolü vardır. Hatta görmenin netliği dikkatle doğru orantılı olur. Onun için göze iliştiği halde dikkatten kaçan birtakım şeyler bulunur ki, ya hiç görülmez veya belli belirsiz göze ilişmiş olur. Rüya olayı ise benliğin tamamen dikkati ve iradesi dışındadır, soyut olarak ve zorunlu olarak cereyan eder. Binaenaleyh rüyanın altında yatan anlamı dile getiren görüntü, benliğin iradesine yabancı ve dikkatine gizli kalmak bakımından, bizzat görme olayındaki gibi net ve kesin olmasa da; diğer taraftan benliğin irade ve dikkatiyle ilgisizliği açısından, rüyanın doğrudan doğruya ilâhî bir tasarruf ve hak tarafından bir gaybî telkin olması, bizzat görme olayından daha net ve daha geçerli bir olgudur. Bundan dolayıdır ki, insanlar rüyalarının çıkmasında, gözle gördüklerinin gerçekleşmesinden daha ziyade bir ilâhî burhan görürler. Ve hiç şüphe yok ki, sadık rüyaya, milyonda bir bile rastlansa, yine de olayın gerçekliğine ve önemine asla halel gelmez. Şunu da hatırlatalım ki, rüya olayı yalnızca uyku haline bağımlı bir hâdise değildir. Uyanıkken, özellikle karanlık bir yerde veya gözler yumulmuş olarak bir dalgınlık halinde de, bir sinema şeridi gibi görülen birtakım misaller ve manzaralar meydana gelebilir ki, bunlar sıradan hatıralar ve hayaller gibi sönük ve bulanık değildir, tıpkı canlı ve gerçek bir görüntü gibi, parlak, net ve açık seçiktirler. Ve görülenler tıpkı bir rüya gibi misal olarak veya bazı hallerde aynen tabir ve tevil edildikleri gibi, daha sonra tahakkuk da ederler. Bunu kendi hayatlarında yaşamış olanlar şuna inanırlar ki, soyut manevi âlem ile madde dünyası arasında ortada bir misal ve eşbah âlemi vardır. Mânâ maddede, madde mânâda bu misal âlemi yardımıyla temessül eder. Gerek uykuda ve gerek uyanıkken rüya, belli bir hakikatin, soyut olarak bu misal âleminden ruha görünmesidir. Bundan dolayıdır ki, rüya olayı sıradan hatıraların çağrışımından ve ahlâmdan başka bir keşif hâdisesidir. Rüya tabiri ilmî ve vehbî ve keşfî ilimlerden olduğu için düşünce ve mantıkla çözülmez. Çözülemediğinden dolayı da zahir ehli için gerçek rüya ile ahlam adı verilen şeyin ayırt edilmesi zor ve müşkül bir şey olur. Hatta gaybî sırlardan büsbütün gafil olanlar, âlemlerin Rabb'inin alîm ve hakîm olduğunu bilmeyenler, genel olarak bütün rüyaların ahlamdan ibaret olduğunu iddia edecek kadar ileri giderler. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Yusuf Sûresi, 4-6 ve 43. âyetlerin tefsiri)

 

 

Seyyid Kutub diyor ki:

4- “Hani Yusuf babasına "Babacığım; ben rüyamda onbir yıldızın, güneşin ve ayın önümde secde ettiklerini gördüm" dedi.

5- Babası ona dedi ki; "Yavrum bu rüyanı kardeşlerine anlatma; sonra sana tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insanın açık bir düşmanıdır.

6- Tıpkı rüyanda gördüğün gibi Rabbin seni peygamber olarak seçecek, sana olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı bilgiler öğretecek ve daha önce ataların İbrahim ile İshak'a yönelik nimetini nasıl tamama erdirdi ise, sana ve Yakub'un soyuna yönelik nimetini de tamama erdirecektir. Hiç kuşkusuz Rabbin herşeyi bilir ve her işi yerinde yapar.”

Hz. Yusuf bu rüyayı gördüğünde, daha küçük bir çocuk ya da ergenlik çağı öncesini yaşayan bir gençti. Ancak babasına anlattığı bu rüya, bu yaştaki bir çocuğun rüyasına hiç benzemiyordu. Eğer bu sıradan çocukluk rüyalarından biri olsaydı, yıldızları, güneşi ve ayı, yakalayıp tutacak denli yakınında ya da kucağında görebilirdi. Oysa, yıldızları, güneşi ve ayı kendisine "secde ederken", tıpkı bir saygı ve yüceltme ifadesi olarak başlarını secdeye koyan akıllı varlıkların hareketlerini andırır biçimde kendisine secde ederken görmüştü. Bu olayın aktarıldığı ayetin üslubunda bir vurgunun yeraldığını görüyoruz: "Hani Yusuf babasına "Babacığım ben rüyamda onbir yıldızı, güneşi ve ayı gördüm..." Ardından "görmek" sözcüğünü yerinde kullanarak, ifadesini perçinleyecektir:"Önümde secde ettiklerini gördüm."

Babası Hz. Yakub, ileri görüşlülüğü ve önsezisiyle bu rüyanın, Hz. Yusuf için anlam yüklü bir rüya olduğunu kavramıştır. Ama, ne Yakub, ne de kıssanın üslubu bu rüyanın tüm anlamını hemen açığa vurmayacaktır. Bu noktadaki en önemli olaylar, ancak iki perde sonra ortaya çıkacaktır. Rüyanın net biçimde anlaşılması ise son perdede, başlangıçtaki meçhul geleceğin artık görülüp bilinmesiyle mümkün olacaktır. Bu sebeple Hz. Yakub bu aşamada, Hz. Yusuf'a rüyasını kardeşlerine anlatmamasını öğütleyecektir. Bunun nedeni de yüreğindeki korkudur: Küçük Yusuf'un üvey ağabeyleri olan diğer çocukları, bu rüyayı duyduklarında, taşımakta olduğu müjdeyi farkedebilirler... Şeytan buradan hareketle onların özbenliklerinde bir gedik açabilir, onların yüreklerini kıskançlıkla doldurabilir. Onlar da şeytana uyarak Hz. Yusuf'un başına kötü işler açabilirler! Bu sebeple Hz. Yusuf'a; "Yavrum, bu rüyanı kardeşlerine anlatma, sonra sana tuzak kurarlar!"

Ardından, bu sözünün gerekçesini de belirtecektir: "Çünkü şeytan, insanın açık bir düşmanıdır." Çünkü şeytan, insanların yüreklerine girerek onları birbirlerine karşı bileyebilmekte, onlara hataları ve kötülükleri çekici gösterebilmektedir.

Hz. İbrahim oğlu İshak oğlu Yakub, bu rüyanın oğlu Yusuf için bir müjdenin habercisi olduğunu hissetmişti. Yaşadığı peygamberlik atmosferi, ayrıca atası İbrahim ve onun soyundan gelen mü'minlerin Allah tarafından kutsandığını bilmesi hasebiyle, sözkonusu müjdenin; din, kurtuluş ve bilgi bağlamında olabileceğini düşünmüştü. Onun tahminine göre, Hz. İbrahim'in soyundan gelen oğulları arasından seçkin kılınıp kutsanacak, böylece Hz. İbrahim'in soyundan gelen kutlular zincirine eklenecek kişi, böylesi bir rüya görmesi sebebiyle Yusuf olmalıydı... Bu yüzden ona şöyle dedi: "Tıpkı rüyanda gördüğün gibi Rabbin seni peygamber olarak seçecek, sana olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı bilgiler öğretecek ve daha önce ataların İbrahim ile İshak'a yönelik nimetini nasıl tamama erdirdi ise, sana ve Yakub'un soyuna yönelik nimetini de tamama erdirecektir. Hiç kuşkusuz Rabbin her şeyi bilir ve her işi yerinde yapar."

Böylesi bir rüyanın Hz. Yakub'a, yüce Allah'ın Hz. Yusuf'u seçkin kılacağını, ataları Hz. İbrahim ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi, ona ve Yakub soyuna da tamamlayacağını düşündürmesi son derece doğaldır. Yalnız, bunlarla kalmayıp, ayrıca şu sözü de söylemiş olması ister istemez dikkatimizi çekmektedir: "Sana olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı bilgiler öğretecek."

Bu ayetteki "te'vil" sözcüğünün anlamı, gelecekte olacakları bilmektir. Ancak (olayları ve rüyaları diye çevirdiğimiz) "el-ehâdîs"le gerçekten kastedilen nedir? Birinci sebep, Yakub bu sözüyle, Allah'ın Yusuf'u seçkin kılacağını, ona gerekeni öğreteceğini, "olaylar"ın daha baştan gelecekten nasıl sonuçlanacağını anlayabilecek denli sağlıklı bir ileri görüşlülük ve keskin bir sezgi lütfedeceğini kastetmiştir. Bu, ileri görüşlü, kavrama gücü keskin bir kula, Allah katından verilmiş bir ilhamdır. Nitekim Hz. Yakub bu konudaki sözlerini, hikmet ve Allah katından verilmiş bilgi atmosferi içinde, şöyle noktalamaktadır: "Rabbin her şeyi bilir ve her işi yerinde yapar."

İkinci sebep ise "el-ehâdîs"le, -daha sonra Yusuf'un yaşamında gerçekten gerçekleştiği biçimiyle- rüyaların ve düşlerin kastolunmasıdır.

Sözünü ettiğimiz her iki sebep de mümkün ve de gerek Yusuf'un, gerekse Yakub'un içinde bulundukları atmosfere uygun durumdadır.

Yeri gelmişken, bu sûrenin ve kıssamızın teması durumundaki rüyalar ve düşler konusuna kısa da olsa değinmeye çalışalım:

Bizler kimi rüyaların, ama yakın ama uzak gelecekteki kimi olayların habercisi olabildiğine inanmak durumundayız. Neden inanmak durumundayız? Birincisi, Yusuf'un rüyası, onun zindan arkadaşları olan iki delikanlının rüyası ve Mısır kralının rüyasının gerçekten doğru çıktıklarını bu surede görmüş bulunuyoruz. İkincisi ise, kimi kez kendi yaşamımızda bile, gördüğümüz bazı rüyaların gerçekten doğru çıktığına tanık olabilmekteyiz. Öyle ki, bunun olabilirliğini inkâr etmemiz adeta olanaksızlaşmaktadır... Zira, bunun gerçekliğine bizzat kendimiz tanık olmuşuzdur!

Buna inanmamız için, aslında birinci neden yeterlidir. Ancak, inatlaşma bir yana bırakılırsa, inkâr edilmesi olanaksız bir reel gerçek olması hasebiyle ikinci nedenden de söz ettik...

Rüya dediğimiz olay nedir? Psikanalizin verdiği yanıt: Bilincin devre dışı kalmasıyla, bastırılmış arzular arasındaki kimi arzuların şekillenmesidir.

Bu, rüyaların sadece bir yönüne ilişkindir. Bir başka deyişle, rüyaların tümü böyle değildir. Nitekim, bilimsellikten uzak yargılarına ve teorisindeki tüm çarpıklıklarına karşın Freud bile, gelecekten haber veren rüyaların varlığını itiraf etmektedir.

Öyleyse, bu tür rüyalar nasıl açıklanabilir? Her şeyden önce, bu tür rüyaları bizim kavrayabilmemiz ya da kavrayamamızla, böylesi rüyaların olabildiğini ya da bazı rüyaların doğru çıktığını kanıtlama arasında hiçbir ilgi kurulamayacağını belirtmeliyiz. Bizim burada yaptığımız, esrarengiz yaratık insanın kimi niteliklerini ve Allah'ın varlık dünyası belirlediği kimi yasalarını sadece kavrayabilmeye çabalamaktır.

Sözkonusu türden rüyalar konusunda bizim anlayışımız şudur: Geçmiş, gelecek ya da görüş ötesi şimdiki zamandan insanı izole eden engeller, zaman ve mekândır. Geçmiş ya da geleceği görmemizi engelleyen faktör; zamandır. Görüş uzağımızdaki şimdiki zamanla aramızda perde çeken faktör mekândır. Ancak, insanda özünü kavrayamadığımız bir duyum, kimi kez harekete geçip çok güçlü bir hale gelerek, zaman engelini aşıp, bazı şeyleri belli-belirsiz biçimde de olsa görebilmektedir. Bu bilgi değil, ama bir tür sezgidir. Bazı kimselerde uyanık oldukları bir sırada, bazı kimselerde ise rüyada, sözkonusu duyumun yoğunlaşmasıyla birlikte, zaman ya da mekân, kimi kez de hem zaman, hem mekân engelinin aşıldığı görülebilmektedir. ( Bu noktada anlatılan şeylere inanmayacak bile olsam, Amerika'dayken yaşadığım bir olayı asla unutamam. Ailem Kahire'deydi. Bir gece rüyamda kız kardeşimin oğlunu gördüm; gözü hiçbir şey göremeyecek denli kan içindeydi... Oturup Kahire'ye aileme bir mektup yazdım. Mektupta, sözkonusu yeğenimin gözüne bir şey olup olmadığını da bizzat sormaktaydım. Daha sonra bana gönderdikleri cevabi mektupta yeğenimin, gözündeki iç kanama nedeniyle tedavi altında olduğunu belirtiyorlardı. Çok ilginçtir, aslında iç kanama dışarıdan farkedilemez. Bu nedenle yeğenimin gözüne sadece dışarıdan bakanlar, bu kanamayı göremediklerinden, bir şey yok diye düşünmektedirler. oysa, dışarıdan görülmemekle birlikte içeride bir kanama sözkonusudur. Neticede gördüğüm rüya bu iç kanamayı bana göstermişti... Bu örneğin yeterli olacağını düşünerek, daha başka örneklemelere geçmeye gerek görmüyorum.) Aslına bakılırsa, insan olarak bizler, zaman ve mekânı da gerçek içyüzüyle kavrayabilmiş değiliz. Bizim için maddi bağlamdan öteye geçmeyen zaman ve mekân konusundaki bilgimizin bile, kesin olduğunu söyleyebilecek durumda değiliz: "Size bilginin çok az bir bölümü verilmiştir." (İsra Suresi 85) (Fî Zılâli’l Kur’an)

 

 

 

Mevdûdi diyor ki:

4 “Hani Yusuf babasına: "Babacığım, gerçekten ben (rüyamda) onbir yıldız, güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde etmektelerken gördüm" demişti.

5 (Babası) Demişti ki: "Oğlum, rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa onlar sana bir tuzak düzenlerler. Çünkü şeytan, insan için apaçık bir düşmandır."

6 "Böylece Rabbin seni seçkin kılacak, sözlerin yorumundan (kaynaklanan bir bilgiyi) sana öğretecek ve daha önce ataların İbrahim ve İshak'a (nimetini) tamamladığı gibi senin ve Yakub ailesinin üzerindeki nimetini tamamlayacaktır. Hiç şüphe yok, senin Rabbin, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir."

 

(Babası) Demişti ki: "Oğlum, rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa onlar sana bir tuzak düzenlerler Rüyanın anlamı gayet açıkken, Hz. Yakub (a.s.) rüyayı işittiklerinde on üvey kardeşinin Hz. Yusuf'a kıskançlıklarından ötürü daha da hasmane tavır alacaklarından korkmuştu; bu yüzden Hz. Yusuf'a rüyasını diğer kardeşlerine anlatmamasını tenbihledi. Çünkü biliyordu ki, kardeşleri bir peygamberin oğullarına yakışmayacak karakterdeydiler ve bu yüzden Hz. Yusuf'a karşı her türlü kötülüğü rahatça yapabilirlerdi. Rüyada geçen "güneş", Hz. Yakub'du, "ay" eşiydi (yani Yusuf aleyhisselamın üvey annesi), "onbir yıldız" da onbir kardeşiydi.

 

"Böylece Rabbin seni seçkin kılacak…” Yani "onu peygamberlikle lütuflandıracak".

 

“…sözlerin yorumundan (kaynaklanan bir bilgiyi)…” Metinde geçen arapça "" genellikle anlaşıldığı gibi yalnızca "rüyaların yorumu" demek değildir, daha kapsamlı bir anlama sahiptir; "Allah sana hayatın problemlerini anlama ve onlara çözüm bulma yeteneği bahşedecek, sana herşeyin hakikatına ulaştırıcı bir görüş ihsan edecek."

 

“…Hiç şüphe yok, senin Rabbin, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." Burada şunu belirtmeden geçemeyiz ki, Kitab-ı Mukaddes ve Talmud'a göre Hz. Yakub'un (a.s.), Hz. Yusuf'un (a.s.) rüyasını yorumlaması bundan çok farklıdır: "Sonra onu (rüyasını) babasına ve kardeşlerine anlattı. Ve babası onu azarladı ve şöyle dedi: "Bu gördüğün ne biçim rüya? Ne yani ben, annen ve kardeşlerin bu dünyada sana secde mi edeceğiz gerçekten?" (Tekvin. 37, l0). Azıcık bir düşünme bile bir kimseyi şu sonuca ulaştırmaya yeter, Hz. Yakub'un (a.s.) Kur'an'da zikredilen tepkisi kendisinin yüksek bir karaktere sahip olduğunu göstermektedir ve bu karaktere Kitab-ı mukaddes ve Talmud'ta rastlamak mümkün değildir.

 

Kaldı ki, Hz. Yusuf (a.s.) herhangi bir şahsi hırsa kapılmamış yalnızca rüyasını anlatmıştı. Eğer rüya sadık idiyse şüphesiz ki Hz. Yakub (a.s.) onu sadık olduğuna inanarak yorumlayacaktı. Dolayısıyla oğlunu azarlaması için hiçbir sebep yoktu. Zira besbelli ki rüya, oğlunun bir gün gelip yükseleceği yolundaki bir tutkusunu değil, Allah'ın isteğini dile getiriyordu. Bu durumda bırakalım bir peygamberi, aklı başında herhangi bir adamdan bu tür bir durumdan gocunup da böyle bir rüya gördü diye bir kimseyi azarlaması beklenir mi? Ve böylesine asil bir "baba" tutup da kendisine gelecekteki büyüklüğünü haber veren öz oğlundan sadık bir rüya anlatmasını "günah"ını acılı ve iğneleyici sözlerle çıkarır mı? (Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, Yusuf Suresi, 4-6. âyetlerin tefsiri)

 

 

Hayreddin Karaman, M. Çağrıcı, İ. K. Dönmez ve Sadrettin Gümüş diyorlar ki:

4. “Bir zamanlar Yûsuf, babasına demişti ki: "Babacığım! Ben (rüyamda) on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ederlerken gördüm." 5. Babası, "Yavrucuğum! Rüyanı sakın kardeşlerine anlatma, sonra sana tu­zak kurarlar! Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır" dedi. 6. İşte böy­lece rabbin seni seçecek, sana rüyada görülenlerin yorumunu öğretecek ve daha önce iki atan İbrahim ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya'kub soyuna da nimetini tamamlayacaktır. Kuşkusuz rabbin çok iyi bilen­dir, hikmet sahibidir.”

 

Tefsiri

4-6. Yûsuf aleyhisselâmın soy kütüğü şöyledir: Yûsuf, babası Ya'kub, baba­sı îshak, babası İbrahim aleyhİsselâm. Görüldüğü gibi Yûsuf, Hz. İbrahim'in dör­düncü kuşaktan torunudur. Ya'kub ile eşi Rahîl'den dünyaya gelmiştir. Resûlullah buyurmuşlardır ki: "İnsanların en şereflisi, Allah'ın peygamberi Yûsuf tur; o, Al­lah'ın peygamberinin oğludur; o da Allah'ın peygamberinin oğludur; o da Allah'ın dostunun (halîl) oğludur" (Buhârî, Tefsîr 12/2).

 

Rüya, "görmek" mânasına gelen "rü'yet" mastarından alınmış bir isim olup, uyku halinde birtakım olay ve şekillerin görülmesi demektir, Türkçe'de buna "düş" denir. Rüya kişinin sadece iç dünyasıyla ilgili bir olay olmayıp, aynı zaman­da hayalin ötesinde dış dünyada bir gerçeğe de işaret eder. Râzî'ye göre yüce Al­lah, insan ruhunu madde ötesi âleme çıkabilecek, levh-i mahfuzu okuyabilecek ye­tenekte yaratmıştır. Ancak ruhun bedenle ilgisi buna engel olmaktadır. Uyku halinde ruhun bedenle ilgisi azalır, levh-i mahfuzu okuma gücü artar. Ruhun orada gördükleri, hayal aleminde kendine özgü izler bırakır (18/135).. Bu izler haya­lin ötesindeki bir gerçeği yani levh-i mahfuzdaki bilgiyi gösterir ki rüyanın asıl işaret ettiği şey budur.  

 

Gazzalî, levh-i mahfuz ile insan kalbini, karşı karşıya duran fakat aralarında perde bulunan iki aynaya benzetmektedir. Aynaların arasındaki perde kaldırıldı­ğında birindeki görüntü diğerine aynen yansır. İşte rüya olayı buna benzer; insan uyuduğu zaman kalbin duyu organlarıyla ilgisi kesilir, levh-i mahfuz ile kalp ara­sındaki perde ise kalkar, böylece levh-i mahfuzdaki bazı bilgiler kalbe yansır; ha­yal gücü bu bilgileri sembollerle alarak korur, İnsan uyandığında ancak hayalinde­ki sembolleri hatırlar (İhyâ IV/504-505). İşte rüyayı yorumlayıp İşaret ettiği per­de arkasındaki gerçekleri göstermeye "rüya tabiri" (yorumu) denilmektedir.  

 

Psikanalizin kurucusu Freud'a göre rüyanın kaynağı ferdin şuur altı, rüya İse arzuların tatmini için yapılan bir teşebbüstür. Ona göre başta cinsel arzular olmak üzere çocukluk döneminden itibaren bastırılan duygular, geçmişte yaşananlar ve duyu organlarına etki eden duyumlar rüyanın esas öğesini oluşturur ve rüya esna­sında ortaya çıkar. "İnsanın yaşa­ma kaynağı ve canlı organizmanın tek faaliyet gayesi cinsel hayattır. Bu da "libi­do" denilen idare merkezinde planlanmaktadır. Cinsel duygularla toplumdaki ku­ralların çatışması veya bu isteklerin şuur altına itilmesi, kişide bazı kompleksler meydana getirir. Rüyada görülen olaylar işte bu komplekslerin, bilinç dışı arzula­rın akıl sansürü ve baskısından kurtulmuş olarak örtülü bir şekilde tezahürüdür. Uyku esnasında sansürün gücü azaldığından arzular serbestçe dışa vurulursa da rü­ya gören kişinin bilincine girmelerini engellemek amacıyla kabul edilebilir imge­lere dönüştürülür. Bu dönüştürmede uyku sırasında algılanan duyu uyaranların­dan, önceden yaşanmış olaylardan ve derinde yerleşmiş anılardan yararlanılır” (bilgi için bk. İlyas Çelebi, Rüya, İFAV Ansiklopedisi, IV/29).

 

İslâmî kaynaklarda genel olarak üç türlü rüyanın bulunduğu ifade edilmekte­dir: a) Sâdık rüya. Kaynağı ilâhî olan İkaz ve işaretler olup doğru ve gerçek rüya­lardır. Hz, Peygamber bu tür rüyaların peygamberliğin kırk altı cüzünden biri ol­duğunu haber vermiştir (Buhârî, Ta’bîr 2-4). Sadık rüya gören kimsenin ruhu, bu vesileyle Allah'ın ilim, irade, kudret ve yaratmasıyla ilgili bazı şeyler hakkında bilgi sahibi olur. Böylece zaman içerisindeki bazı gayb olaylarını meydana gelme­den önce keşfeder ve haber verir veya mekân içindeki bazı şeyleri insanların nor­mal olarak görmesinden önce görür ve bildirir. Bu duruma, "rüya yoluyla keşif denilmektedir, b) Nefisten yani beyin, duyu organları ve iç organlardan kaynakla­nan düşler. Bunlar, hâtıraların hayalde canlanmasından ibarettir, c) İnsan ruhunun gizli bk dış tesirden (şeytandan) etkilenmesi neticesinde meydana gelen korkma ve sapmalar olup yalancı bir çağrışım ve hayalî bir olaydır. Hz. Peygamber bu tür rüyaların şeytandan kaynaklandığını haber vermiştir (Buhârî, Ta’bîr 3)

 

Gerek nefisten gerekse şeytandan kaynaklanan bu tür yorumu yapılamııyun karmakarışık rüyalara "ahlâm" veya "edgasu ahlâm" denmektedir (bk. 12/Yûsuf, 43; Elmalılı, IV/2865).

 

Hz. Yûsuf'un gördüğü bu rüyada baba, anne ve kardeşlerin güneş, ay ve yıl­dızlarla temsilî olarak anlatılması, rüyanın ve neticesinin önemine işaret ettiği gi­bi, Yûsuf'un şanının yüceliğini de gösterir, Yûsuf un rüyası, yüce Allah'ın onu peygamberlik görevine hazırladığının bir işaretidir. Nitekim Hz. Peygamber'e de vahyin gelişi sâdık rüya ile başlamıştır (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 3). Yûsuf'un gör­düğü bu rüyayı yorumlayan Hz. Ya'kub, oğlunun ileride büyük bir makama gele­ceğini anlamıştı. Ancak diğer oğullarının, yorumu gayet kolay olan bu rüyadan ha­berleri olduğu takdirde Yûsufu kıskanarak ona kötülük edeceklerinden endişe et­miş, bıı sebeple rüyasını kardeşlerine anlatmaması için onu uyarmıştır. Hz. Yû­suf'un rüyada gördüğü güneş, babası Ya'kub; ay, annesi Râhîl; yıldızlar ise on bir kardeşi idi. Bünyâmin adındaki en küçük olanı öz, diğerleri üvey kardeşleriydi (Şevkânî, III/6).

 

6. âyette "rüyada görülenlerin yorumu" diye çevirdiğimiz "te'vîlü'l-ehâdîs" tamlamasındaki te'vîl kelimesi terim olarak, "lafzı zahirî anlamında değil de kitap ve sünnete uygun olan muhtemel bir anlamda yorumlamak" mânasına gelir. Bura­da te'vil terimi, "tabir etmek" ile eş anlamlı olarak, "rüyadaki sembolleri yorum­layıp delâlet ettikleri mânayı ortaya çıkarmak" anlamında kullanılmıştır, Ehâdîs kelimesi ise "olay" ve "haber" anlamlarına gelen hadîsin çoğuludur. Birinci anla­ma göre cümle, "Allah sana olaylarda sebep-sonuç ilişkisini ve olayların yorumu­nu öğretecek" mânasına, ikinci anlama göre ise "Allah sana rüyaların yorumunu öğretecek" mânasına gelir. Bu anlamdan hareketle cümleyi, "Allah sana kendi ki­taplarının ve peygamberlerin sözlerinin yorumunu öğretecek" şeklinde tefsir eden­ler de olmuştur. Bu görüşleri birleştirmek suretiyle cümlenin mânasını daha kap­samlı olarak değerlendirmek de mümkündür, Buna göre cümle, Hz. Yûsuf'a rüya­ları yorumlama yeteneğinin verileceğini ifade ettiği gibi, hayatın problemlerini an­lama ve onlara çözüm getirme, aynı zamanda her şeyin hakikatini kavrama yete­neğinin verileceğini de ifade eder.

 

Yüce Allah'ın Hz. Yûsuf a nimetini tamamlamasından maksat, ona nimetle­rin en üstünü olan peygamberlikle birlikte devlet yöneticiliğini de nasip etmiş ol­masıdır. Böylece ona hem dinî hem de dünyevî müstesna nimetler nasip etmiş, lüt-fünu tamamlamıştır. Ataları Hz. İbrahim ve İshak'a peygamberlik vererek onları on büyük şerefe erdirdiği gibi, Ya'kub'un soyundan da birçok peygamber ve hü­kümdar göndermek suretiyle bu soyu başka kavimlerin hiçbir şekilde ulasamavacakları bir şerefe ulaştırmıştır (5/Mâide, 20). İşte Allah'ın Ya'kub aleyhisselâmın ailesine nimetini tamamlamasından maksat da budur. (Kur’an Yolu, Türkçe Meal ve Tefsir, DİB Y., Yusuf Suresi, âyet 4-6)

 

 

Kurtubî diyor ki:

Rüyaya Dair Açıklamalar: Rüya şerefli bir hal, üstün bir makamdır. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmak­tadır: "Benden sonra müjdeci şeylerden salih kimsenin gördüğü yahut ken­disine gösterilen sadık ve salih rüyadan başka bir şey kalmamıştır." Bir baş­ka hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Aranızda rüyası en doğru kişi, sözü en doğru olandır. Peygamber (s.a.s.) de rüyanın nübüvvetin kırkaltı bölümünden bir bölüm olduğuna hükmetmiştir. "Peygamberliğin yetmiş bölü­münden bir bölüm" olduğu da rivâyet edilmiştir.

 

İbn Abbas’ın (r.a.) rivâyet ettiği hadiste ise "Peygamberliğin kırk bölümün­den bir bölüm" diye belirtilmiştir. İbn Ömer'in rivâyet ettiği hadiste: "Kırk-dokuz bölümünden bir bölüm" Hz. Abbas yoluyla gelen hadiste: "Peygam­berliğin elli bölümünden bir bölüm" Enes yoluyla gelen hadiste: "Yirmi altı bölümünden bir bölüm" Ubade b. es-Samît yoluyla gelen hadiste: "Peygamberliğin kırk dört bölümünden bir bölüm" diye rivâyet edilmiştir.

 

Ancak bunlar arasında sahih olan ktrkaltı bölümünden bir bölüm olduğu şeklindeki rivâyettir. Sıhhat itibariyle bundan sonraki rivâyet ise yetmiş bö­lümünden bir bölüm şeklindeki rivâyettir. Müslim, Salıih'inde bu iki hadisin dışındakiler rivâyet etmemiştir. Diğer hadisleri ise başka hadis âlimleri naketmişlerdir. Bu açıklama İbn Battal'a aittir.

 

Ebu Abdullah el-Mazerî der ki: Hadis elılince daha çok rivâyet edilen ve daha sahih kabul edilen: "Kırk altı bölümünden bir bölüm" şeklindeki rivâyettir.

 

Taberî der ki: Doğrusu şunu söylemektir: Bu hadislerin hepsi veya çoğun­luğu sahihtir ve bu hadislerin herbirisinin makul bir açıklaması vardır. Me­sela Hz. Peygamber'in; "O, peygamberliğin yetmiş bölümünden bir bölüm­dür" şeklindeki buyruğu şu demektir: Bu salih ve sadık bütün rüyalar hak­kında genel bir ifadedir ve hangi dummda olursa olsun, rüya gören her müs-lüman hakkında söz konusudur.

 

"Rüyanın kırk veya kırk altı bölümden bir bölüm" olduğunu belirten hadi­se gelince, o bununla rüyayı gören kişinin, es-Sıddık Ebu Bekir hakkında sö­zü edilen durumda olan kişiyi kastetmektedir. Buna göre aşırı soğukta bile abdestini güzelce alan ve hoşuna gitmeyen hususlarda Allah yolunda sabreden, bir namazı kıldıktan sonra diğerini bekleyen bir kimsenin gördüğü sâlih rüya, -Yüce Allah'ın izniyle- peygamberliğin kırk bölümünden bir bölümdür.

 

Kimin de bizatihi durumu bunun arasında bir yerde ise onun göreceği sa­dık rüya da bu iki bölüm arasında değişir. Yani kırk bölümde birinden, alt­mış bölümde birisine kadarki sınırlar arasında gider gelir ve yetmiş bölümde birinden daha aşağıya düşmez, kırk bölümde bir bölüm olmaktan yukarıya da çıkmaz.

 

Ebu Ömer b. Abdi'l-Berr de bu manaya işaret ederek şöyle demektedir: Rüyanın bölümleri ile ilgili bu husustaki rivâyetlerin farklılığı, bana göre bir­birine zıt ve biri diğerini reddeden bir ayrılık değildir. Doğrusunu en iyi bi­len Allah'tır.- Çünkü salth bir rüya, gören kimsenin durumuna, doğru sözlü­lüğüne, emaneti edaya, sağlam bir dine ve güzel bir yakîne sahib oluşuna gö­re değişebilir. İnsanların belirttiğimiz bu niteliklerdeki farklılığına göre onların gördükleri rüyalar da muhtelif sayılardaki bölümlerden birisi olabilir. Rabbine ibadette, niyetinde, yakîninde ve doğru sözlülüğünde ihlaslı ve sami­mi olan bir kimsenin gördüğü rüya, dalıa doğru çıkar ve nübüvvetin bildir­diklerine daha yakındır. Nitekim peygamberler de birbirlerinden daha fazi­letlidirler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Biz, peygamberle­rin kimini kiminden üstün kılmışızdır." (17/İsrâ, 55)

 

Derim ki: Böyle bir açıklama değişik hadisleri bir arada telif edebilmek­tedir ve böyle bir açıklama, onların bir bölümünü yorumlarken diğer bir bö­lümünü bir kenara atmaktan daha uygundur. Bunu da Ebu Said el-Esfakusî (Sefakısî) bazı ilim ehlinden naklederek şöyle demektedir: Hz. Peygam-ber'in: "Peygamberliğin kırkaltı bölümünden bir bölüm" ifadesinin anlamı şu­dur: Şanı yüce Allah, Muhammed (sav.)e peygamber olarak -İkrime ve Amr b. Dinar'ın, İbn Ab bas (r.a)dan rivâyetlerine göre- yirmrüç yıl vahiy indirmiş­tir. İşte biz (Hz. Peygamber'in nübüvvetten önce gördüğü sadık rüya döne­mi olan) altı aylık sürenin yirmiüç yıla oranını tesbit edecek olursak, bunun kırkaltı bölümden bir bölüm olduğunu görürüz. İşte el-Mazerî de "et-Mu'lim" adlı eserinde buna işaret etmiş, el-Konevî de Yunus Sûresi'nin tefsirinde yüce Allah'ın: "Onlar için dünya hayatında da... müjde vardır." (10/Yunus, 64) buyruğunu tefsiri sırasında bu görüşü tercih etmiştir.

 

Ancak bu görüş iki açıdan yanlıştır. Birincisi Ebu Seleme'nin İbn Abbas ve Hz. Aişe'den; vahyin yirmi yıllık süre devam ettiği, Peygamber (s.a.s.)in de kırk yaşında iken peygamber olarak gönderilip Mekke'de on yi! kaldığına da­ir rivâyetidir. Bu aynı zamanda Urve, eş-Şa'bî, İbn Şilıab, el-Hasen, Atâ el-Horasanî ve Said el-Museyyeb'in -bu konuda ondan farklı rivâyet de gelmiş­tir- kabul ettikleri görüştür. Aynı zamanda Rabia ve Ebu Galib'in, Enes'ten rivâyeti de budur. Bu hadis sabit ise o takdirde böyle bir yorum da yanlış de­mektir,

 

2- Farklı bölümler olduğunu belirten diğer hadislerin bir anlam ifade et­mesi söz konusu olamaz.

 

3- Rüyanın Nübüvvetin Bir Bölümü Olması Ne Demektir? Rüyanın peygamberlikten bir bölüm olmasının sebebi rüyada uçmak, ci­simlerin değişmesi, gayb ilminden bazı şeylere muttali' olmak gibi imkansız ve beşeri âciz bırakan hususların olmasından dolayıdır. Nitekim Hz. Peygam­ber hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Peygamberlik müjdeieyicilerinden ge­riye uykudaki sadık rüyadan başka bir şey kalmadı."

 

Özetle sadık rüya Allah'tandır ve peygamberliktendir. Nitekim Hz. Pey­gamber şöyle buyurmaktadır: "İyi rüya Allah'tandır, hulm (kötü rüya) da şey­tandandır." Sadık rüyayı tasdik etmek haktır, onu güzel bir şekilde tevil et­melidir. Hatta kimi rüyaların te'vile (yoruma) dahi ihtiyacı olmaz. Bu gibi rü­yalarda mü'minin imanını arttıracak türden yüce Allah'ın harikulade takdir ve lütufları da vardır. Bu konuda rey ve eser ehlinden olup din ve hak ehli kimseler arasında görüş aynlığı yoktur, rüyayı ancak inkarcılar ile Mutezile'den çok az bir kesim reddetmektedir.

 

4- Sadık Rüya Peygamberlikten Bir Parça Olduğuna Göre Kâfir ve Yalancıların Rüyası Ne Olur? Sadık rüya peygamberlikten bir bölüm olduğuna göre kâfir, yalancı ve hak­kı batıla karıştıran kimse sadık rüya görmeye nasıi ehil olabilir? Üstelik ki­mi kâfirler ile öyle olmamakla birlikte dininden razı olunmayan başka kim­seler, gerçekten sadık ve doğru rüyalar görmüşlerdir. Mesela (Yûsuf Sûresi'nde sözü edilen) ve yedi inek gören hükümdar, (Hz. Yûsuf ile birlikte) hapisha­nedeki iki gencin rüyası, Danyal'ın, hükümdarlığının elinden gideceği şek­linde yorumladığı Buhtu Nassar'ın rüyası, Peygamber (s.a.s.)in ortaya çıkışı­na dair Kisrâ'nın rüyası, Rasûlullah (s.a.s.)ın halası Atike'nin kâfir iken Hz. Pey­gamber hakkında gördüğü rüya. Diğer taraftan Buhârî'nin "hapistekilerin rüyası" diye başlık açmasına dair ne söyleriz? diye sorulacak olursa, cevabı­mız şudur:

 

Kâfir, facir, fasık ve yalancıların kimi zaman rüyaları doğru çıksa bile ofı-ların bu rüyalarının vahiy ya da nübüvvetten bir bölüm olması söz konusu değildir. Zira gaybe dair söylediği bir sözde doğru söyleyen her kişinin verdiği bu haberi nübüvvet olamaz. Nitekim En'âm Sûresi'nde de (6/59. âyet, 2. başlıkta) kâhin ve benzeri diğer kimselerin bazen hak bir sözü haber verip bunda doğru söyleyebileceğine dair açıklamalar geçmişti. Ancak bu du­rum son derece nadir ve az görülen bir durumdur, İşte böylelerinin rüyası da bu kabildendir.

 

el-Mühelleb derki: Buhârî'nin böyle bir başlık kullanması, müşriklerin rü­yasının da sadık (doğru çıkan) bir rüya olmasının mümkün olduğuna işaret etmek içindir Nitekim hapishanedeki iki gencin rüyası da bu şekilde idi. An­cak böyle bir rüyanın mü'minin rüyasının izafe edildiği gibi nübüvvete iza­fe edilmesi caiz değildir. Zira doğru bir şekilde te'vil edilebilen herbir rüya­nın nübüvvetten bir bölüm kabul edilmesi doğru olamaz.

 

5- Sadık Rüya İle Öyle Olmayan Rüya (Hulm): Yüce Allah'a izafe olunan (Allah tarafından gösterilen) rüya, her türlü ka­rışıklıktan ve vehimden arınmış ve te'vili (yorumu) J,evh-i Mahfuz'dakine uy­gun düşen rüya demektir. Karmakarışık haberler ihtiva eden tevili kolay ko­lay mümkün olmayan rüyalara da "hulm" denilir ki, şeytana İzafe olunan rü­ya budur. Bu rüyaya karmakarışık (dığs) adının veriliş sebebi, bunda birbi­riyle çelişen şeyler olduğundan dolayıdır. el-Mühelleb de bu anlamda açık­lamıştır.

 

Rasûlullah (s.a.s.) da rüyayı bu konuda söz söylemiş herhangi bir kimse­nin açıklamasına gerek bırakmayacak şekilde kısımlara ayırmıştır. Avf b, Mâ­lik (r.a), Rasûlullah (s.a.s.) şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Rüya üç tür­lüdür. Bunlardan birisi şeytanın Adem oğlunu kederlendirmesi için göster­diği dehşetli şeylerdir. Bir bölümü ise mü'minin uyanıkken üzülüp ihtimam gösterdiği ve uykusunda gördüğü şeylerdir. Bir bölümü de nübüvvetin kırkaltı bölümünden bir bölümdür." (Hadisi Avf b. Malik'ten rivâyet eden Ebu Abdullah Müslim b. Mişkem) dedi ki: Ben: Sen bunu Rasûlullah (s.a.s.)tan mı İşittin? dedim. O da: Evet ben bunu Rasûlullah (s.a.s.)dan işittim, dedi.

 

6- Rüya ve Yorumu: "Dedi ki: Öğulcağızım! Rüyanı kardeşlerine anlatma..." âyetinde geçen "rüya" kelimesi; "Uykuda gördü" kelimesinin mastarı olup "sükyâ ve büşrâ" kelimeleri gibi "fu'tâ" vezninde bir kelimedir. Sonundaki "elif’’ te'nis için olduğundan dolayı munsanf bir kelime değildir.

 

İlim adamları rüyanın gerçek mahiyeti hususunda farklı görüşlere sahip­tirler. Rüyanın herhangi bir afetin (olumsuz etkenin) söz konusu olmadığı cüzlerdeki derin uyku vb. gibi bir idrâk olduğu söylenmiştir. Bundan dolayı rüya çoğunlukla -uyku baskınlığının az olması, dolayısıyla- gecenin sonunda görülür. Yüce Allah rüya görene yeniden hasıl olan bir bilgi halkeder. İdrâ­kin sahih olabilmesi için de o gördüğü şeyi, gördüğü şekilde onun için hal­keder. İbnu'l-Arabî der ki: Uykuda ancak uyanıkken idrâk edilmesi salıilı olan şeyler görülür. Bundan dolayı rüyada hiçbir şekilde hem ayakta, hem otu­ran bir kişi görmez. Ancak olması mümkün ve mutad olan şeyler görebilir.

 

Denildiğine göre Yüce Allah'ın uyuyan kimsenin idrâk mahalline görülen şeyleri sunduğu bir meleği vardır. Bu melek rüya görene hissedilebilen su­retler gösterir. Bu suretler kimi zaman varlık aleminde meydana gelen uygun misaller olur, kimi zaman da hissedilemeyen, akıl ile idrâk olunabilen bir ta­kım manevi şeyler olur. Her iki durumda da rüya ya müjdeleyici veya (kor­kutup) uyarıcı olur. Peygamber (s.a.s.), Müslim'in, Sahih'inde ve başka hadis kitaplarında yer alan bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Rüyamda siyah saç­ları karmakarışık bir kadının Medine'den Mehyâa (Şamlıların ihrama girme yeri olan el-Cuhre'nin diğer adı) çıktığını gördüm ve ben bunu humma di­ye yorumladım."

 

Yine bir başka hadiste şöyle buyurmaktadır: "Ben kılıcımın da ön tarafı­nın koptuğunu ve bazı ineklerin de boğazlandığını gördüm. Bunları ehl-i beytimden birisinin öldürüleceği şeklinde te'vil ettim. İnekleri ise ashabım­dan öldürülecek kimseler olarak yorumladım." "Ve ben elimi oldukça sağ­lam bir zırha soktuğumu gördüm, onu da Medine diye yorumladım." "Elimde iki bilezik olduğunu gördüm. Bunları da benden sonra çıkacak iki yalancı (peygamber) olarak yorumladım."

 

Ve buna benzer bir takım misallerin verildiği başka rüyalar. Bunların ki­misinin manası (yorumu) öncelikte çabucak bilinir, anlaşılır. Kimisinin İse yo­rumu ancak belli bir süre düşündükten sonra anlaşılır. Yûsuf (a.s.) zamanın­da ise bilinen kişinin rüyasında gördüğü inekleri Hz. Yûsuf "yıllar" diye yo­rumlamıştı. Onbir yıldızı, güneşi ve ayı da (babası) kardeşleri ve ebeveyni diye yorumlamıştı.

 

7- Çocuk Yaştaki Hz. Yûsufun Rüyasının Hükmü: Yûsuf (a.s.) rüyasını gördüğünde küçük bir çocuktu. Çocuğun fiilinin hük­mü yoktur, O halde nasıl belli bir hüküm ifade eden bir rüyası olur ve hatta babası ona: "Rüyanı kardeşlerine anlatma" der, diye sorulursa cevab şudur: Rüya önceden de açıkladığımız gibi bir hakikati idrâk etmektir, dolayıst ile küçük çocuğun gördüğü rüya, uyanıkken onun gerçek idrâki gibidir. Ço­cuk gördüğü bir şeyi haber verirse bu sözünde doğru söylediğine göre, rü­yada gördüğü şeyi bildirmesi de böyledir, Şanı yüce Allah, Hz. Yûsuf'un rü­yasını bize bildirmiş ve aynen gördüğü gibi rüyasının da gerçekleştiğini ha­ber vermiştir. Bu konuda ileri sürülebilecek bir itiraz olamaz. Hz. Yûsuf'un o sırada oniki yaşında olduğu da rivâyet edilmiştir.

 

8- Rüya Kimlere Anlatılır? Bu âyet-i kerîme, rüyanın şefkatli olmayan, samimi olarak kişinin iyiliği­ni istemeyen ve rüyayı doğru dürüst yorumlayamayan kimselere anlatılama­yacağı hususunda asıl bir delildir. Ebu Rezîn el-Ukaylî'nin rivâyetine göre Pey­gamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Rüya peygamberliğin kırk bölümünden bir bölümdür." "Rüya o rüyayı gören kişi, onu anlatmadığı sürece bir kuşun kanadına asılıdır. O rüyayı anlattı mı ordan düşer. O bakımdan rüyanızı an­cak aklı başında bir kimseye yahut (sizi) sevene veya (size) karşı (samimi ola­na) anlatınız." Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiş olup hakkında; Hadis hasen, sahihtir, demiştir. Ebu Rezîn'in adı ise Lakît b. Âmir'dir.

 

İmam Malik'e şöyle soruldu: Herkes rüyayı yorumlayabilir mi? O: Peygam­berlik ile mi oynanacak, diye cevap verdi. Yine Malik şöyle demektedir: Rü­yayı ancak rüya yorumunu iyi bilen bir kimse yorumlayabilir. Eğer o görü­şüne göre hayır bir şey bilirse onu bildirsin, hoşlanılmayan bir şey olduğu görüşüne sahib olursa ya hayır söylesin yahut sussun. Bu sefer: Peki, rüya ona göre hoş olmayan bir yoruma delalet ediyorsa? "Rüya onun yorumuna göre çıkar" denildiğinden ötürü yine hayra göre mi yorumlayacak? sorusu­na da: Hayır diye cevab verdikten sonra şunları ekler: Rüya peygamberlik­ten bir bölümdür, peygamberlikle oynanamaz.

 

Rüyanın Müjde Oluşu: Buhârî, Ebu Hureyre (r.a)nin şöyle dediğini rivâyet eder: Rasûlullah (s.a.s.)ı şöyle buyururken dinledim: "Peygamberlikten ancak mübeşşirât (müjdeleyiciler) kalmış bulunuyor." Mübeşşirat nedir? diye sormaları üzerine, Hz. Peygamber: "Salih rüyadır." diye buyurdu.

 

Bu hadis-i şerifin zahiri, rüyanın mutlak olarak müjde olduğuna delil ise de durum esası itibariyle böyle değildir. Çünkü sadık rüya, bazen yüce Al­lah tarafından bir uyarıcı olabilir ve o rüyayı göreni hiç de sevindirmeyebilir. Ancak yüce Allah'ın böyle bir rüyayı mü'mine göstermesi ona bir şefkat ve rahmetinin bir tecellisidir. Böylelikle mü'min gerçekleşmeden önce başı­na gelecek belaya hazırlanmış olsun. Şayet kendisi bunu anlayıp kendi ken­disine yorumlayabilirse mesele yok. Aksi takdirde bu konuda ehü olan kim­seye yorumunu sorup öğrenebilir.

 

İmam Şafiî de Mısır'da bulunduğu sırada Ahmed b. Hanbel'in mihnetine delalet eden bir rüya görmüştü. Buna hazırlanması için o da gördüğü bu rü­yayı yazarak haber vermişti. Dalia önce Yûnus Sûresi'nde de yüce Allah'ın: "Onlar için dünya hayatında da... müjde vardır." (Yunus, 10/64) buyruğun­da bunun.salih (doğru çıkan) rüya olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulun­maktadır. İşte bu ve Buhârî'nin rivâyet ettiği bu hadis, çoğunlukla (salih rü­yanın) müjdeleyici olduğu anlamındadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

Hoşa Gitmeyen Rüyalar: Buhârî, Ebu Seleme'nin şöyle dediğini rivâyet eder: Ben bir rüya görür ve gördüğüm bu rüya beni hasta ederdi. Nihayet Ebu Katâde'yi şöyle derken din­ledim: Ben de bir rüya görür ye bu beni hasta ederdi. Nihayet Rasûluilah (s.a.s.)ı şöyle buyururken dinledim: "Güzel rüya Allah'tandır. O bakımdan sizden her­hangi bir kimse sevdiği (hoşlandığı) bir rüya görürse bunu ancak sevdiği kim­selere anlatsın. Hoşuna gitmeyen bir rüya görürse şerrinden Allah'a sığınsın ve üç defa (sol tarafına) tükürür gibi yapsın ve hiç kimseye de o rüyasını an­latmasın. Ona asla (o rüyada belirtilen) zarar dokunmayacaktır."

 

İlim adamlarımız derler ki: Allah bu gibi rüyalardan kendisine sığınmayı (istiâze) rüyanın eziyetini kaldıran sebepler arasında takdir etmiştir. Nitekim Ebu Katâde'nin: Ben bir rüya görürdüm ve gördüğüm bu rüya benim için dağ­dan daha ağır gelirdi. Bu hadisi işitince bu sefer onu hiçbir şey saymamaya başladım, şeklindeki sözleri bunu göstermektedir. Ayrıca Müslim, Hz. Cabîr yoluyla gelen rivâyetinde Rasûluilah (s.a.s.)ın şu buyruğunu da kaydeder: “Siz­den herhangi bîr kimse hoşuna gitmeyen bir rüya görecek olursa, sol tara­fına üç defa tükürsün ve üç defa da şeytandan Allah'a sığınsın ve uyuduğu yanından öbür yanına dönsün.”

 

Ebu Hureyre'nin rivâyet ettiği hadiste de Peygamber (s.a.s.) şöyle buyur­maktadır: "Sizden herhangi bir kimse hoşuna gitmeyecek bir rüya görürse, kalksın ve namaz kılsın"

 

İlim adamlarımız der ki: Bütün bunlar arasında tearuz (çatışma) yoktur. Bu gibi durumda asıl emir kişinin uyuduğu yanını çevirmesi, öbür yana dön­mesidir.

 

Namaz ise bundan fazla bir emirdir. Buna göre rüya gören bir kimsenin bunların hepsini yapması gerekir. Namaza kalkmak ise bunların hepsini kapsar. Çünkü namaz kılmak bütün bu hususları kapsar. Zira bir kimse na­maza kalkacak olursa, yatmakta olduğu yanını değiştirmiş olur. Ağzına su alıp, mazmaza yaparsa tükürmüş olur. Namaza durduğu vakit, Allah'a sığınmış, dua etmiş ve Allah'tan o rüyanın şerrinden kendisini koruması için yalvarıp yakarmış olur ki, bu hal kişinin duasının kabule en yakın olduğu haldir ki, bu da gecenin seher vaktidir.

 

"Rabbin seni böylece beğenip seçecek, sana rüya yorumuna dair bilgi öğretecek, nimetini daha önce ataların İbrahim ve İshak'a tamamladığı gibi sana ve Yakub oğullarına da tamamlaya­caktır. Şüphesiz ki Rabbin, herşeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." (12/Yusuf, 6)

 

"Rabbin seni böylece beğenip seçecek" buyruğundaki; "böyle­ce" lafzındaki "kef" harfi nasb mahallindedir. Çünkü hazfedilmiş bir masta­rın sıfatıdır. Aynı şekilde "nimetini daha önce atalarına... tamamladığı gi­bi" anlamındaki buyrukta yer alan: "gibi" lafzındaki "kep de böyle­dir. ise kâffe (önceki âmilin amelini önleyen edattır.

 

"Böylece" nin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Allah rüya ile sana lütufta bulunduğu gibi aynı şekilde seni beğenip seçecek ve bu rüyayı gerçek­leştirmek suretiyle sana ihsanda bulunacaktır.

 

Mukatil: Sana (kardeşlerinin) secde etmesiyle (seni seçecektir); el-Hasen ise peygamberlikle seçecektir diye açıklamışlardır.

 

Beğenip, seçmek" seçilen kimse için üstün işleri seçmek demek­tir. Bu kelimenin aslı bir şeyi tahsil ettim, ele geçirdjm anlamına gelen; den gelmektedir. " Suyu havuzda topladım" ifadesi de buradan gelmektedir. Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır.

 

Bu buyruk yüce Allah tarafından Yûsuf (a.s.)a bir övgüdür. Allah'ın ken­disine ihsan etmiş olduğu nimetler arasında da bir nimet olarak bunu say­maktadır. Allah'ın kendisine ihsan ettiği nimetler ise yeryüzünde ona imkân ve iktidar vermesi, rüyaların yorumunu öğretmesi gibi hususlardır. Bütün bunların ise gerçekleşen rüyanın kapsamında olduğu da ittifakla kabul edilmiştir.

 

Abdullah b. Şeddad b. el-Hâd der ki: Yûsuf (a.s.)ın rüyasının yorumu kırk yıl sonra gerçekleşti. Bu da rüyanın (gerçekleşmesinin) son sınırıdır. Hz. Ya'kub "ehâdîs" ile insanların rüyada gördükleri şeyleri kastetmiştir. Bu da onun bir mucizesîdir. Çünkü onun bu yorumunda hiçbir hata söz konusu ol­mamıştı.

 

Hz. Yûsuf rüya yorumunu insanlar arasında en iyi bilen kişi idi. Bizim Pey­gamberimiz (s.a.s.) da bu durumda idi. es-Siddîk (Ebu Bekir r.a) da insanlar arasında en başarılı rüya tabiri yapan kimse idi. İbn Şîrîn de rüya yorumun­da oldukça ileri gitmiş, hem tabiatı itibariyle bu konuda mesafe almıştı, hem de güzel şekilde rüya yorumunu yapabiliyordu. İlim adamlarının belirttikle­rine göre Said b. el-Müseyyeb de ona yakın idi.

 

Yüce Allah'ın: "Sana rüya yorumuna dair bilgi öğretecek" buyruğu, geçmiş ümmetlerin durumları, geçmişteki kitablar ve tevhidin delillerini öğ­retecek diye de açıklanmıştır. Bu ise peygamberliğe işarettir ve yüce Allah'ın: "Nimetini... sana da tamamlayacaktır" buyruğu ile kastedilen de budur; buradaki nimet peygamberliktir. "Bu nimetin tamamlanması "mn kardeşleri­nin yanına getirilmesidir, diye açıklandığı gibi; senin hoşa gitmeyen herşey-den kurtarılmandır, diye de açıklanmıştır.

 

"Nimetini daha önce ataların İbrahim" e dost edinmek ve onu ateşten kurtarmak suretiyle "ve İshak'a" peygamberlik vermek suretiyle "tamamla­dığı gibi, sana... da tamamlayacaktır." Hz. İshak'ın nimetinin boğazlanmak­tan kurtarılması olduğu da söylenmiştir. Bu görüş İkrime'ye aittir. Yüce Al­lah: "Ve Ya'kub oğullarına" buyruğu ile Hz. Ya'kub'un oğullarının tümüne peygamberlik vereceğini de bildirmiştir. Bu açıklamayı da müfessirlerden bir topluluk ifade etmişlerdir. "Şüphesiz ki Rabbin" sana verdiği "herşeyi bilendir," Sana bütün yap­tıklarında "hüküm ve hikmet sahibidir."  (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Yusuf sûresi, 4-6.âyetlerin tefsiri)

 

 

Mahmut Toptaş şöyle diyor:

4-5- Hani Yusuf, babasına "Babacağım ben rüyamda onbir yıldızla, Güneş'in ve Ay'ın bana secde ettiklerini gör­düm" demişti de, Babası da "oğulcuğum! bu rüyanı kardeş­lerine söyleme, sana hile yaparlar. Çünkü şeytan insanlar için apaçık düşmandır.

 

Büyük insanın rüyası da büyük olur. Çocukluğunda gördüğü rüyalar, Onun ileride büyük olacağının işareti. Babası Yusuf un da nübüvvet nu­runu görmektedir. Kardeşlerinin kıskanacağını bildiği için rüyayı kar­deşlerine anlatmamasını ister.

 

Şeytan, insanların düşmanıdır. Nuh'a karşı oğlu Ken'anı çıkarmıştır. İbrahim'e karşı babasını, Lût'a karşı hanımını, Yusuf a karşı kardeşle­rini, Efendimiz'e karşı da amcasını çıkarmıştır. Allah'ın salâtı ve selâmı o peygamberlerin üzerine olsun.

 

Rüya: İleriye ait planlarınızı düşmanlarınıza açıklamadığınız gibi ipucu dahi vermeyiniz. Uykuda gözsüz gördüğümüz bazı şeyler var ki za­manla gerçek olduğundan, bilmediğimiz, görmediğimiz yer ve şahısları uykuda gördüğümüzden, daha sonra onları uyanık halde gördüğümüz­den zaman içinde rüyaya karşı Peygamberler, filozoflar, ilim adamları ilgi duymuştur. Nedir bu görülen ve nedir bunu gören diye.

 

Doğru rüya ile karışık rüya arasındaki fark, doğru söz ile yanlış söz arasındaki fark gibidir. Doğru sözle yanlış söz kelime olarak, tasavvur olarak zihinde ikiside vardır. Ancak hakikatte ise, yanlış sözün haki­kati yoktur. Onun içindir ki Efendimiz, "Güzel rüya Rahman'dan, kötü rüya şeytan'dandır." (Buhari Ta'biri Rüya babı) buyurmuş ve rüyanın üç çeşit olduğunu "Rahmanın müjdesi, şeytanın korkutması, nefsin uy­durması" şeklinde beyan etmiştir. Rahmani olan rüyanın dört şekilde olduğunu ulemâmız şöyle açıklamışlar. "Allah (c.c.)'ın uyuyan kişinin ruhuna doğrudan telkini, görevli melekler kanalıyla telkini, salih kişile­rin ruhlanyla görüşmesi ve onların telkini, ruhun alemi emire çıkıp orada bazı olacak olayları öğrenmesidir, (er-Ruh, İbn Kayyim)

 

İnsanın gönlü üzerinde meleğin telkini, şeytanın vesvesesi oldu­ğunu biliyoruz. Efendimiz "Şeytan kan damarlarında dolaşır" buyurarak en ince kılcal damarlarımıza X ışınlarının girdiği gibi girerek orada vesvese vererek kişiyi kötüye sevk edebilir. Melek nurdan, şeytan ateşten yaratıldığına göre ikisi de insanın içine nüfuz edip yönlendirmeye çalışacaktır. Bugün bazı hastalıklar dışdan ışıkla tedavi edildiği gibi, biz de içdeki bazı kötü düşünceleri atmak için eûzü besmele ile şeytanın vesveselerine karşı perde çekip, meleğin telkin­lerine gönül kapımızı açmalıyız.

 

Kur'ân-ı Kerîm'de rüya ile hulümden bahsedilmekte. Rahmanı ola­nına rüya, şeytanî olanına "hulüm" deniyor. Türkçede gece şeytan al­datmasına "ihtilâm" denmesi de bu hulümden gelmektedir. Rüyanın tâbirini Peygamber yaparsa doğrudur. İlim ifade eder. Peygamberlerin dışında kalanların tâbiri ise kesin ilim ifade etmez ve bize delil olmaz. Yani rüyamda Peygamberimiz içki içmeyi emretti deyipte o rüyaya da­yanarak içki içemez. Ama Kitap ve Sünnet'e muhalif olmayan bir iba­deti emrederse veya birşeye işaret ederse kişinin kendisi uyabilir.

 

Rüyanın tâbiri için belirli bir Öğrenim yoktur. Firasetle bilinir. Kişinin gönül aynası lekesiz olursa bazı işaretlerden bazı şeyleri anla­yabilir. Rüya ile gerçek arasındaki fark, hayal ile hakikat arasındaki fark gibidir. Mesela ateş hayalde oldukça insanı yakmaz ama hakikate dö­nüştüğünde yakar.

 

"Tâbir" kelimesi de mana olarak "geçmek" anlamına gelir. Gönüller şekillerden o şekillerin ifade ettiği manalara geçmektedir. İnsan duy­duklarını dimağının hayalhane bölümünde şekillendirir. Mesela telefon­dan aldığımız bir soyut sese derhal şekil veriyoruz. Çünkü sesin sahi­bini biliyoruz. Biz, mahiyetini bilmediğimiz birşey duysak, mesela; "semender" deseler kelimeden başka birşey canlanmaz. Semender bir kuştur deseler, derhal bir kanat takarız. Ya serçe kanadı veya kartal kanadı takarız. Yani bildiğimiz hayalhanemizde şekillendirip hafıza­mızda depo ettiğimiz bir şekli derhal kullanırız.

 

İşte rüyada da insan ruhu bedenden ayrılır. Uyanıkken ayrılmaz. Çünkü uyanıkken ihtiyaç daha çoktur. Uyuyunca canlılık faaliyetini, nefsi hayvanı dediğimizi devam ettirirken, Ruh ayrılır, âlemi emr deni­len yere çıkar, orada olacak olaylara şahit olur ve anında geriye gelir ve hayalhaneye verir. Hayalhanesi de o gelen habere bildiği şeylerden bir şekil verir. Mesela; kişinin düşmanla karşılaşacağını âlemi emirde görse, o haberi hayalhane yılan halinde veya köpek halinde şekillendi­rir.

 

Bu şekillendirme rüyayı görenin durumuyla ilgilidir. Bir yılan terbi­yecisi için yılan düşman olarak nitelendirilemez. Bazı rüyalar da varki; gündüz gördüğü ve duyduklarını rüyada tekrar etmektir. Bu nefsin kendi tekrarıdır. Herhangi birşey beklenmez. Ölmüşlerimizin ruhuyla rüyada görüşmek mümkündür. Ancak ver­dikleri haberler yanlış da olabilir. Onların suretinde şeytan görünebilir. Peygamber Efendimiz, şeytanın kendi suretine giremediğini Peygamberimiz'i görenin gerçekten Onu gördüğünü haber vermiştir.

 

"Salih kişinin gördüğü rüya Peygamberliğin 46 bölümünden bir bö­lümdür" buyurarak rüyada bazı olayların önceden bilinebileceğini ifade etmiştir. 23 senelik Peygamberliğin ilk başlangıcı altı ay rüyada olunca altı ay 23 senenin 46 da biridir. Ama rüya Peygamberlik değildir. Yine Efendimiz "Zaman yaklaştığında mü'minin rüyası doğru çıkar" buyur­muş. Zamanın yaklaşmasından gaye gece ile gündüzün denk olduğu güz mevsimidir demişler. Yani güz mevsiminde bütün yiyecek madde­leri tam olgun haldedir. Uykular dengelidir. Beden ve ruh olgun ve doygun olursa rüyalarda doğru olur anlamı çıkmıştır. Midesini tıkabasa doldurduktan sonra uyuyanınki rüya değil kabustur.

 

Hakikati rüyaya benzetip, varlık diye birşey yoktur diyen bir grup tarih içinde hep var olagelmiştir. "Rüyada yaşıyoruz ama uyanınca herşey yok oluyor. İşte hakikatte öyledir. Gördüğümüz, duyduğumuz şey­ler bizim kendi şartlandığımızdir." derler. Halbuki hakikatte şartlanmadan duyduğumuz şeyler vardır. Mesela iğne diyorlar batınca acıtacağını bildiğimiz için kendimizi ona göre şartlandırıyoruz. Yoksa o acıtmaz. Buna cevaben kişi birisiyle konu­şurken arkadan gelen biri habersiz iğne batırsa acıtır mı? Elbette acıtır. Demek ki, şartlanmadan da acıtır.

 

6- “Böylece Rabbin seni seçer ye sana olayların yorumunu öğretir. Daha önce İbrahim ve İshak'a ni'metini tamamla­dığı gibi sana da ni'metini tamamlar. Mutlaka senin Rabbin Alimdir, Hâkimdir.”

 

Peygamberlik insanların seçimiyle olmaz. İnsanları yaratan, yaşa­tan ve yöneten Rabbin seçimiyle olur. "İlimde demokrasi olmadığı gibi" dinde de demokrasi olmaz. Bir tane ilim adamı, "Su H20 dan meydana gelir" dese, milyonlarca insan da "Hayır biz bu görüşü kabul etmiyoruz" deseler halkın sözü değil, alimin sözü doğrudur. Ama ucuz politikacılara göre yanlışda ısrar eden çoğunluğun dediği, doğrudur.

 

Yusuf (a.s.)'ı Mısır'a Peygamber olarak seçen Allah (c.c.) dır. Bugünkü toplumların, milletlerin de en hayırlısının Muhammet Ümmeti olduğunu Allah (c.c.) haber vermiştir. Yusuf (a.s.)'ın Mısır'ı müslüman ettiği gibi bu ümmet de dünyanın İslâm'a göre yönetimini sağlayacaktır inşaallah (Şifa Tefsiri, Yusuf sûresi, 4-6. âyetlerin tefsiri).

 

 

Fahreddin Râzî diyor ki:

Soru: Ayette bahsedilen secde ile, hakikî manadaki secde mi kastedilmiş, yoksa tıpkı şâirin "Sen, orada at torbalarını, (atların) tırnaklarına secde eder görürsün" şiirinde olduğu gibi, tevazu ve boyun eğme manası mı kastedilmiştir?" neler olduğunu söylersem, müsiüman olur musun?" der. Bunun üzerine yahudı de: "Evet" deyince, Hz. Peygamber de: "Bunlar Ceriyyân (?), Tarık, Zeyyâl, Kâbis, Amûdân, Felîk, Misbah, Darûh, Fere, Vessâb ve ZüJketifeyn'dir... Ki Yûsuf (a.s.), bunları, güneşi ve ayı, gökten inip de kendisine secde ettiklerini görmüştür..." der. Bunun üzerine yahudi "Evet, Allah'a yemin ederim ki, onların isimleri bunlardır..." der. Bil ki, bu isimlerin pekçoğu, yıldızların şekilleriyle ilgili olarak tasnif edilmiş olan kitaplarda bulunmamaktadır. Allah, meselenin iç yüzünü en iyi bilendir. "(Babası Yakûb) dedi ki: "Evladım, rüyanı kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insanın apaçık bir düşmanıdır. Rabbin seni öylece rüyada gördüğün gibi, beğenip seçecek, sana rüya tabirine ait bilgi verecek. Sana karşı da, Yakûb hanedanına karşı da, nimetlerini –daha evvelden ataların İbrahim'e ve İshâk'a tamamladığı gibi- tamamlayacaktır. Şüphesiz ki, Rabbin her şeyi bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir"

 

(Yûsuf, 5-6) -Yakub (a.s.), hem Yusuf'u hem öz kardeşini çok seviyordu. Böylece işte bundan dolayı diğer kardeşleri  Yusuf'u kıskandılar. İşte bu haset, Yakûb (a.s.) tarafından pekçok emareler ile sezilmiş ve bilinmişti. Binâenaleyh Yusuf (a.s.), bu rüyayı anlatıp Hz. Yakûb da bunu kardeşlerinin ve ebeveyninin kendisine itaat etmesi şeklinde yorumtayınca, Hz. Yûsuf'a: "Rüyanı kardeşlerine bildirme; çünkü onlar, o rüyanın yorumunu yaparlar ve böylece de, sana bir tuzak kurarlar..." deyiverdi.

 

Üçüncü Mesele: Vahidî, "rü'yâ   kelimesi,   tıpkı   büşrâ   (müjde),   sukyâ (sulamak),   bukyâ  (baki   kalmak)  ve  şûra  (meşveret) ,i kelimeleri gibi, masdardır. Ancak ne var ki bu kelime,uykuda hayal edilip görülen şeyin adı olunca, bir isim gibi i. *hıustur" demiştir. Keşşaf sahibi ise şöyle der: "Rüya, görmek manasındadır. Ancak ne var ki bu kelime, uyanıkken görülene değil de, uykuda görülen şeylere mm otarak verilmiştir. Binâenaleyh, hiç şüphesiz bu iki kelimenin (rü'yet ve rüya) ması te'nîsin iki harfiyle, yani elif-i maksure ve müenneslik tası ile ayırdedilir. Bu, kurbe ve kurbâ kelimeleri gibidir. Bu kelime hemzenin vâv'a çevirilmesryle Pı £vyake) şeklinde de okunmuştur. Kisâî'nin, râ'nın kesresi veya zammesi ve idğam ie nyyâke veya rüyyâke şeklinde okuduğu da duyulmuştur ki, bu rivâyet zayıftır."

 

"Sonra sana bir tuzak kurarlar'. Buradaki yekîdû kelimesi, mukadder en edâtıyla mansûbtur. Buna göre -=    Şayet sen bunu onlara anlatırsan, sana tuzak kurarlar" şeklinde olur. Şayet, "âyette (7/A'râf, 195) buyurulduğu gibi, niçin burada da 21 -almamıştır?" denilirse, biz deriz ki: Bu lâm, ilgiyi tekid etmek içindir.Cenâb-ı Hakk'ın (Yûsut 43) ayetinde olduğu gibidir. Yine bu. veya demen gibidir manasında olmak üzere, leke kepmesinin, keyden kelimesine ettiği de ileri sürülmüştür.

 

Muhakkik âlimler, bu ifâdenin, Hz.-Yûsuf'un kardeşlerinin rüya tabirini bildiklerine, v halde onların bu rüyadan, kin ve öfkelerine sebep olacak neticeyi aramayacaklarını söylemişlerdir.-

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Çünkü şeytan, insanın çak birer düşmanıdır" buyurmuştur. Bu sözürr söylenmesinin sebebi, onların, te bir tuzağa yönelmeleri halinde, bunun şeytana izafe edilmiş olmasıdır.

 

Hz.Yusuf'un Seçilmesi: Yakûb (a.s.) sonra, bu nasihatiyle rüyanın tabirini kastetmiştir. Alimler, bu hususta ian ileri sürmüşlerdir:

 

1) Yâkub (a.s.), "Rabbin seni öylece, (rüyada gördüğün gibi) beğenip seçecek... " Bu, "Cenâb-ı Hak büyük bir şerefe, izzete ve yüceliğe delâlet eden bu büyük i -e seni beğenip seçtiği gibi, seni büyük şeyler için de seçer, seçecek..." demektir. şöyle demiştir: "İctibâ" bir şeyi kendin için seçtiğinde kullanmış olduğun, "O şeyi seçtim,kendime ayırdım"deyiminden alınmıştır. "Suyu havuzda topladım.." deyimi de böyledir. Alimler, ayette bahsedilen bu "beğenip seçme" ile neyin kastedildiği hususunda ihtilal etmişlerdir. Bu cümleden olarak Hasan el-Basrî: "Rabbin sana nübüvvet vermek suretiyle seni seçti" manasını verirken, başkaları, "Bununla, derecesinin yüksekliği, mertebesinin büyüklüğü kastedilmiştir. Yusuf (a.s.)'a tam tamına nübüvvet verilmiş olmasına ayette bir delâlet yoktur" demişlerdir.

 

Rüya Tâbiri:

2) Hz.Yakûb'un,   "Sana   rüya   tabirine ait bilgi verecek" sözüdür. Bu hususta da şu izahlar yapılmıştır:

a) Bununla, rüya tabiri kastedilmiştir. Bunun neticesi, onun uykusunda görmüş olduğu şeye varıp dayandığı için, "tevîl" adını almıştır.. Yani, "Allah Teâlâ, insanların uykularında gördüğü hadiselerin tevilini sana öğretir" demektir. Alimler Yusuf (a.s.)'un rüya yorumu ilminde, kendisine müracaat edilen bir otorite olduğunu söylemişlerdir.

b) Allah'ırvfcitaplarındaki hadiselerin tevîlini ve önceki peygamberlerden rivâyet edilen haberleri, sana öğretmiştir" demektir. Bu tıpkı, zamanımız alimlerinden birisinin, Kur'ân'tn tefsiri, tevili ve Hz. Peygamber'den rivâyet edilen hadislerin tevili ile meşgul olması gibidir.

c) Ehadis, hadîs kelimesinin çoğuludur. Hadîs, hadis demektir. "Ehâdîs"in tevili ise, neticede onun vartp dayandığı yerdir. Hâdiselerin varıp dayandığı yer de, Allah'ın kudreti, tekvîn ve hikmetidir. O halde bu kelimeden kastedilen mânâ, "Allah, sana, manevî ve maddî çeşitli yaratıklar ile Allah kudret, hikmet ve celâline nasıl istidlal edebileceğini öğretti..." şeklinde olur.

 

Nimetin Tamamlanması:

3) Yakûb'un "Sana karşı da, Yakûb hanedanına karşı da, nimetlerini tamamlayacaktır,.."şeklindeki sözüdür. Bil ki, ayette geçen yectebîke tabirini "nübüvvet" diye tefsir edenlerin, bu ifâdede bahsedilen "nimetini tamamlamak" tabirini de "nübüvvet" diye tefsir etmeleri imkânsızdır. Aksi halde, ayette bir tekrar söz konusu olmuş olur. Tam aksine, buradaki "nimeti tamamlama" deyimi, dünyevî ve uhrevî saadetler olarak tefsir edilir. Dünyevî mutluluklara gelince: Bunlar, çocukların, hizmetçilerin ve taraftarların çok olması; mal, makam ve maiyyetin çok olması ve onun insanların katblerindeki saygınlığı, güzel bir medih ve övgü ile yadedilmesidir... Uhrevî saadetlere gelince: Bunlar da onun pekçok itim, üstün hasletler elde etmesi ve, marifetullah bilgisine garkolmasıdır.

 

Nimetin Tamamlanması Nübüvvettir: Ama ayette bahsedilen "ictibâ" lafzını, "yüksek dereceler elde etme" şeklinde tefsir edenler, burada bahsedilen "nimeti tamamlama" işini "nübüvvet" olarak tefsir etmişlerdir ki, bu husus şunlarla da desteklenir:

a) Nimeti tamamlama, sayesinde nimetin, herhangi bir noksanlıktan uzak, tam ve mükemmel olması demektir. Bu da, bir insan için ancak nübüvvet ile mümkün Zira, insanların elde edeceği makamların tamam' risâlet-nübüvvet makamının tfbnda olup, nübüvvetin mükemmelliğine nisbetle, noksandırlar. O halde, beşer için «uöak kemâl ve mutlak tazim, nübüvvetten başka bir şeyle olamaz.

b) Hz. Yâkub'un "daha evvelden ataların brîr-.ım'e ve İshâk'a tamamladığı gibi..." şeklindeki sözü... Hz. İbrahim ve Hz.İshak'ın, diğer insanlara üstünlük sağladığı tam nimetin, nübüvvetten başka birşey [ tfBedtğt malumdur. Binâenaleyh, ayette bahsedilen "nimeti tamamlama" tabirinden nübüvvet"in kastedilmesi gerekir.

 

Bil ki, biz bu tabiri "nübüvvet" diye açıkladığımızda, Yakûb (a.s.)'un çocuklarının i »namının peygamber olduklarına hükmetmek gerekir. Bu böyledir, zira Yakûb (a.s.), "Sana karşı da,  Yakûb hanedanına karşı da,  nimetlerini tamamlayacaktır." Bu, Yakûb hanedanı için, tam ve mükemmel bir nimetin tamamlanması tahakkuk etmiştir.

 

"Nimeti tamamlamaktan maksat "nübüvvet" olunca, bu nimetin Kl. Yakûb (a.s.)'un evlatları hakkında hasıl olması, onların dışında kalan kimsel geçerli olmamasını gerektirmiştir. Dolayısıyla onun evlatları hakkında da geçeni (cari) olması'8' vacib olmaktadır. Hem, Yûsuf (a.s.) da "gerçek ben rüyada ayete yıldızla (...) gördüm" (12/Yusuf, 4) demiştir ki, bunun tefsiri, "kendileri için fazilet tahakkuk etmiş olduğu yeryüzündekilerin, ilimleri ve dinleri ile aydınlandığı on bir kişi (...)" demek otur. Çünkü, yıldızlardan daha parlak bir şey yoktur ve üstelik bunlarla da kılavuzlanılır. Bu da, Yakûb (a.s.)'un çocuklarının tamamının nebî-rasûl olmalarını gerektirir.

 

Peygamberler Nasıl Kötülük Düşünebilirler? Şimdi şayet, "Onlar, Hz. Yusuf (a.s.) aleyhinde, malum teşebbüste bulundukları halde nasıl peygamber olabilirler?" denilirse, biz deriz ki: Bu, peygamberlikten önce vuku bulmuş bir hadisedir.

 

İkinci görüşe göreyse, "Sana nimetlerini tamamlayacaktır" tabirinden maksat, Ke. Yusuf'un belâ ve sıkıntılardan kurtarılmasıdır. Böyle olması halinde Hz. Yusuf'un İbrahim ve İshâk'a benzetilmesindeki "vech-i şebeh", Allahu Teâlâ'nın, Hz. İbrahim'e, O'nu ateşten kurtarması; oğlu İshâk'a da, O'nu kesilmekten kurtarması ve olan in'âmdır... Bu kısım matbu nüshada: seklindedir. Damat ibrahim Paşa, No: 138'de  yazmaya başvurduğumuzda (s. 768 a) tarzında lam elifsiz olduğunu gördük. Tercüme  düzeltmeye göre yapılmıştır

 

Üçüncü bir görüşe göre ise, "nimeti tamamlama" Allah'ın, bu dünyada iken O'na vermiş olduğu nimetini, onları, dünyada peygamber ve hakimler yapıp, sonra onları, o dünyadan cennetteki yüce makamlara sevketmesiyle tahakkuk eden ahiret nimetine eklemesıdir.

 

Bil ki, en doğru görüş, birincisidir. Çünkü beşer için tam bir nimet, nübüvvetten başka bir şey değildir. Bu nübüvvetin dışında kalan herşey, buna nisbetle noksandır.

 

Sonra Yakûb (a.s.), Yusuf'a,- bu üç dereceyi müjdeleyince, sözünü, ''Şüphesiz ki Rabbin. herşeyi bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir" şeklinde bitirmiştir ki, alîm kelimesi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, risaletini nereye vereceğini çok iyi bilendir" (6/En’âm, 124) ifâdesine; hakîm sözü de, Allah Teâlâ'nın, boş ve manasız şeylerden uzak ve berî olduğuna; nübüvvetini ancak kudsî, ulvî, aydınlanmış nefislere, cevherlere ve ruhlara vereceğine bir işarettir.

 

Hz. Yakûb Akıbetten Emin İdiyse Neden Endişelendi? Buna göre şayet, "Hz. Yakûb'un bahsettiği bu müjdelerin doğruluğunu kendisi kesin olarak biliyor muydu, yoksa bilmiyor muydu? Eğer onun bu hususta kesin bir bilgisi var idiyse, daha nasıl Yusuf (a.s.) hakkında kederlenmişti  Nasıl, Yusuf'u kurdun yediğinden endişetenmtşti ? Allah Sübhanehû ve Teâlâ'nın onu seçip, onu peygamber yapacağını bildiğine göre daha nasıl kardeşlerinin onu imha edeceğinden endişelenmiş ve kardeşlerine, "Sizin haberiniz olmadan, onu kurdun yemesinden korkarım" demişti ? Biz onun, bu hallerin doğruluğunu bilmediğini söylediğimizde, "o bunlara daha nasıl tereddüt göstermeden, kesinkes hükmetmişti ?" denilirse, biz deriz ki:

 

Hz. Yakûb'un, "Rabbin seni öylece (rüyada gördüğün gibi) beğenip seçecek" şeklindeki sözünün, onların Yusuf (a.s.)'a tuzak kurmamaları şartına bağlanmış ofması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü bundan, daha önce bahsedilmişti. Hem, "Yaküb (a.s.), Yusuf (a.s.)'un bu makamlara erişeceğine kesinlikle hükmediyordu. Fakat birtakım büyük zorluklarla karşılaşması, ancak onları aştıktan sonra o makamlara yükselmesi imkân harici değildi. İşte korkması, bu yüzden, yani bu büyük sıkıntılara düşmesinden ileri geliyordu. Onun, "Onu kurdun yemesinden korkuyorum" şeklindeki sözünün manası da, "o her ne kadar kurdun onu yiyemeyeceğini, ona ulaşamayacağını biliyor idiyse de, onu koruyup gözetmekte gevşeklik göstermemeleri için kardeşlerini şiddetle sakındırmak gayesine yöneliktir" şeklindedir. (Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb -Tefsîr-i Kebir-, Yusuf sûresif 4-6. âyetlerin tefsiri)

 

 

Bayraktar Bayraklı diyor ki:

4. Bir zamanlar Yûsuf, babası Ya'kûb'a demişti ki: Babacığım! Ben rüyamda on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; Onları bana secde ederken gördüm.

5. Babası: 'Yavrucuğum! dedi, rüyanı sakın kardeşle­rine anlatma; sonra sana bir tuzak kurarlar! Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır.'

6. İşte böylece Rabb 'in seni seçecek, sana olayların ve sözlerin yorumunu öğretecek. Tıpkı bundan önce ata­ların İbrahim ve İshâk üzerine o nimeti tamamladığı gibi hem senin hem de Ya 'kûb soyunun üzerinde nime­tini tamamlayacaktır. Çünkü senin Rabb'in çok iyi bi­lendir ve hikmet sahibidir. Hz. Yûsuf'un haberini, olgusunu ya da kıssasını kısımlara ayırarak anlatmayı uygun buluyoruz.

 

1. Yûsuf peygamber babasına: "Ben rüyamda ön bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ederken gördüm." Bu âyette "rüya" kelimesi geçmediği halde âyete "rüya" manasını verdik. Buna delil olarak Yûsuf sûresinin 5. âyetini gösterebiliriz. Çünkü babası Yû­suf'a"rüyanı kardeşlerine anlatma" dedi. Babası "rüya" kelimesini kullandığına göre, Hz. Yûsuf da ona rüyasını anlatmıştı.

 

Şimdi burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Yıldızlar, güneş ve ay secde eder mi? Bunlar hakikatte secde etmeyeceklerine göre rüyanın gerçekle ilişkisi yok denebilir mi? Âlimler bazı açıklamalar yapmışlar, ama biz onlara değinmeden Kur'ân âyetleri ile bunun olabilirliğini ispat edeceğiz.

 

Genelde varlıkları canlı ve cansız olmak üzere ikiye ayırırız. Bu ayrım doğru değildir. Her varlığın kendine has bir canı vardır. Taşın a-tomunu alsak, onun çekirdeği etrafında elektronların hareket ettiğini bi­liyoruz. Bu hareket bir can sayesinde olmaktadır. Cansız diye zannetti­ğimiz toprağın, su ile buluşunca yeşile nasıl can verdiğine şahit oluyo­ruz. Bu açıdan bakınca bütün varlıkların canı olduğunu, onların da Al­lah'a ibadet ettiklerini söyleyebiliriz.

 

Kâinatın kendisi ve içindeki bütün varlıklar Allah'a bir şekilde ibâdet etmektedir:

a) "Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan her varlık Allah'ı teşbih eder. Allah'ı övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne varki siz, onların teşbihini anlayamazsınız" (17/İsrâ, 44). Demek ki, kainatın içindeki bü­tün varlıkların ortak (müşterek) ibadeti teşbih olmaktadır.

b) "Gök gürültüsü Allah'ı övgü ile teşbih eder" (13/Ra'd, 13).

c) "Göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah akşam, ister istemez sadece Allah'a secde ederler" (13/Ra'd, 15).

 

Bu âyette de, bütün varlıkların Yüce Allah'a secde ibadetlerini yaptıklarına dikkat çekilmektedir. Bu âyetlerden göklerin, yerin ve için­deki varlıkların genel ibadetlerinin teşbih ve secde olduğunu anlıyoruz. Demek ki, yıldızlar, güneş ve ay gerçekte Allah'ı teşbih ederek, O'na secde ederek ibadet etmektedirler. Hakikatte bunlar olunca, Hz. Yû­suf un rüyasında da söz konusu secdelerin sembolik anlamda da olsa bir hakikati vardır denebilir.

 

Yıldızların, güneşin ve ayın Hz. Yûsuf a secde etmesinin bir saygı secdesi olduğunu söylemekte yarar vardır. Buradaki secdeyi Allah'a yapılan secde anlamında almak doğru değildir. Çünkü aynı secde Yûsuf 100. âyette de geçmektedir. "Ana ve babasını tahtının üstüne çıkartıp oturttu ve hepsi onun için secdeye kapandılar." İşte rüyanın gerçekleşmesi bu âyette ifade edilmektedir. Hz. Yûsuf da "Ey babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur" (12/Yûsuf, 100) demiştir.

 

Demek ki Yûsuf 4'de 11 yıldız Hz. Yûsuf un on bir kardeşi, güneş annesi, ay da babasıdır. Neden güneş annesi oluyor da babası olmuyor? Bu soruya şu şekilde cevap verebiliriz: Arapça'da güneş dişi olarak sı­nıflandırılırken, "ay" da erkek sınıfındandır. Onun için güneş anne, ay da baba makamındadır. Yûsuf 100'de hepsi Hz. Yûsuf'a secde ettiklerinden 4. âyetteki on bir yıldız, güneş ve ayın ne anlama geldiğini rahatlıkla anlayabiliriz. Netice olarak diyebiliriz ki, Yûsuf peygamber, söylenen­lerden anlaşıldığına göre, bu rüyayı yedi yaşında iken gördü.

 

Bu rüya, çocuğun rüyası olmasına rağmen, gelecek olgulara da işa­ret ediyordu. Rüya, peygamberlerin vahy alma usullerinden biridir. Hz. Yûsuf'a da Yüce Allah gelecek olguların haberini veriyordu.

 

Âyette geçen iki görme fiilinden anlıyoruz ki, Hz.Yûsuf un önün­deki perdeler açılıp geleceğin olaylarının işaretlerini gördü, ya da bazı olaylar ona gösterildi. "Rüyamda gördüm" demesi ilginçtir. Çünkü o bu rüyasını gerçek gibi gördü; ama babası Ya'kûb onun rüya olduğunu 5. âyette söyledi.

 

2. "Babası: Yavrucuğum! dedi, rüyanı sakın kardeşlerine anlatma; sonra sana bir tuzak kurarlar, Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır." Rü­yada yıldız, güneş ve ayın olmasını başka bir açıdan yorumlarsak, bu üç gök cismi de dünyaya ışık veren veya ışığı yansıtan cisimler olduğu için Hz. Yûsuf un geleceğinin aydınlık olacağı da burada müjdeleniyordu, denebilir.

 

Hz. Ya'kûb, görülen rüyadan istikbalde Hz. Yûsuf a yüksek bir makam verileceğini anladı. Bu makam hem Allah katında peygamberliği hem de insanlar katında siyâsî erk alanındaki yükselişi ifade ediyordu. Hz. Ya'kûb, görülen bu rüyayı kardeşlerinin de benzer şekilde yorumla­yabileceklerini anladı. Onların, bunu anladıkları takdirde kıskançlık duygularının kabarıp hasede, hasedin de düşmanlık duygusuna dönüşe­ceğini görmüştü. Hz. Âdem'in çocuklarının arasındaki kıskançlık bütün heybeti ile Hz. Yûsuf ile kardeşleri arasında da kabarmakta idi. Böylece Yüce Allah kardeşler arasındaki kıskançlığı bir kere daha ele alıp kıs­kançlığın neler yaptırabileceğini açıklamaktadır.

 

Hz. Ya'kûb, oğlu Hz. Yûsuf a "gördüğü rüyaları kardeşlerine an-latmaması"nı söylerken, niçin anlatmaması gerektiğini de açıklamakta­dır. Kardeşlerinin ona "tuzak" kurabileceklerini sebep olarak göstermek­tedir. Tuzak kurmalarına da insanların apaçık düşmanı olan şeytanın iteceğini söylemektedir. Demek ki Hz. Yûsuf, "tuzak, şeytan ve düş­man" kavramlarını anlayacak yaşta idi. Şeytan insana olan düşmanlığını kardeşler arasında kıskançlığı sokarak ya da doğuştan var olan kıskanç­lık duygusunu harekete geçirerek tuzak kurdurup ölüm hadiselerine se­bep olabilir. Böylece Hz. Ya'kûb, şeytanın etkisine ve insanın da bu etki alanına girebileceğine işaret etmiştir. Şeytan, kıskançlığı tuzağa dönüştü­rebilir, insanın irâdesini elinden alarak oyuncak haline getirebilir.

 

3. "İşte böylece Rabbin, seni seçecek, sana olayların ve sözlerin yorumunu öğretecek." '"Seni seçecek" denirken, "sana peygamberlik verecek" denmektedir. Rüyadaki yıldız, güneş ve ay yücelerde olan göksel cisimlerdir. Bu rüyadan, babası "Yüce Allah'ın, Hz. Yûsuf'u yücelere erdireceğini, ona insanlığın en yüce ma­kamı olan peygamberliği vereceğini" anlam olarak çıkarmıştır. İctibâ kelimesi, "beğenip kendisi için seçmek" anlamına gelmektedir.

 

Yüce Allah, Hz. Yûsuf'u peygamber olarak seçtikten sonra ona hadiselerin yorumunu öğretecekti. Âyette geçen ehâdîs kelimesi, "sözler" anlamına geldiği kadar, "hâdiseler" yani sosyal olaylar manası­na da gelmektedir. "Söz ve haberlerin yorumu" denirken, "istikbalde görülecek rüyaların yorumu" kendisine öğretilecek demektir. Âyetteki ehâdîs kelimesi, hadîs kelimesinin çoğuludur. Râzî bu kelimenin ne anlama geldiğini çeşitli açıklamaları naklederek tartışıyor. Bazılarının buna "rüya" dediğini, diğerlerinin de "sözler" dediğini nakletmekte, fa­kat kendisinin "hâdise", yani "olay" manasına aldığını da söylemektedir, yani, "vuku bulan bir olay. olgu" manasına gelmektedir.

 

Bizce bu yorumlan birbirine ters görmemek gerekiyor. Hem rüya­ların, sözlerin hem de olayların yorumunu Yüce Allah ona öğretti. Demek ki, Yüce Allah Hz. Yûsuf a rüya, söz ve olayların yorumu­nu öğretti; Âdem'e isimleri öğrettiği gibi (2/Bakara, 31) ona da bunları öğretti. Demek ki dünyada cereyan eden siyâsî, sosyal ve ekonomik olayları yorumlama sanatını Yüce Allah Hz. Yûsuf'tan başlatmıştır. Bu­nun yanı sıra rüya ve sözlerin yorumu da oradan başlamıştır.

 

4. "Tıpkı bundan önce ataların İbrahim ve İshâk üzerine nimeti tamamladığı gibi hem senin hem Ya'kûb soyunun üzerinde nime­tini tamamlayacaktır. Çünkü senin Rabb'in çok iyi bilendir ve hikmet sahibidir."

 

Âyetin bu kısmında geçen ni'met kelimesi neyi ifade etmektedir? Âlimlerin bir kısmı buna "peygamberlik" bazıları da "dünya ve âhiret saadeti" demişlerdir. Âyette bir de âl yani "soy" kelimesi geçmektedir. Yani Yüce Allah, İbrahim, İshâk, Ya'kûb ve Yûsuf'un kendilerine oldu­ğu gibi nesillerine de nimetini tamamlayacaktır. Bu âyette Yüce Allah'ın üç eylemi gündeme gelmektedir. Seçmek, öğretmek ve nimetini tamam­lamak. Bunlardan en zoru "nimetini tamamlamak"tır.

 

Yüce Allah Bakara 129'da Hz. İbrahim'in duasını gündeme getir­mektedir: "Ey Rabb'imiz! Onlara, içlerinden senin âyetlerini okuyacak, onlara Kitab'ı ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gön­der." Bu duayı Yüce Allah kabul edip tatbikata soktu ve Hz. İbrahim'in neslinden peygamberler gönderdi. Hatta Hz. Peygamber de onun soyun­dan gelmektedir. İşte "nimet" denen değerin, ekonomik değer değil de "manevi bir değer" olduğu buradan ortaya çıkmaktadır Bu yorum doğru mudur? Soruya Nisa 69 ile cevap verebiliriz.

 

'Kim Allah'a ve peygamberine itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır." Bu âyette ni'met kelimesi fiil kalıbında en'ame şeklinde geldiği halde Yûsuf 6'da isim kalıbında ni'met şeklinde gel­miştir. Böylece bu nimetin peygamberlik olduğu anlaşılmış olmaktadır. Özelde Hz. Yûsuf'a verilecek olan nimet "peygamberlik, kuyudan kurta­rılması ve Mısır'a Maliye Bakanı olup tüm aile halkına kavuşması"dır denebilir.

 

Âyetin sonunda, Yüce Allah'ın bilme ve hakîm sıfatları gelmiştir. Âyetin içinde daha önce üç ilâhî eylemin yer aldığını söylemiştik. Seç­mek, öğretmek ve nimetini tamamlamak. Bu üç eylem bilmeye ve işini yerli yerinde yapmaya dayanmış olduğunu işte bu hakîm sıfatıyla ifade etmektedir.

 

Yûsuf sûresinin 6. âyeti bize ilginç bir mesaj vermektedir. Ana-babalar öyle hareket etmeli ve öyle bir eğitim metodu uygulamalıdırlar ki, nesillere asalet getirsinler. Nedir bu hareket ve metodlar? Helal lok­ma ve helal süt ile çocuklarını beslemeli ve kendilerini de aynı lokma ile gıdalandırmak, çocuklarını iyi yetiştirmeleri için seferber olmalı, maddî ve manevî öğretimle eğitimlerini dengeli vermeli ve sonuçta bu gayretle­rini Allah'a dua ederek hayırlı evlat yetiştirmelerine Allah'ın müdahale­sini istemelidirler. Biz buna "dua" metodu diyoruz. Ana-babalar, çocuklarına doğru bilgi öğretmeli veya onlara bu tür bilgileri öğretecek hocala­ra teslim etmelidirler. Demek ki helal lokma, helal süt; doğru bilgi ve dua ailelere asaleti getirecektir. O zaman peygamberliğin dışındaki ni­met tamamlanacaktır (Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Yusuf sûresi, 4-6. âyetlerin tefsiri).

 

 

 

Konuyla İlgili Lügatçe

 

Albastı, Alkarısı: Yeni doğum yapmış, lohusa kadınlarda görülen ateşli bir hastalık, loğusa humması. Yanlış olarak; kötü bir cinin yeni evlenen veya lohusa kadınlara musallat olup korkutarak gözükmesi şeklinde değerlendirilir. 

 

Dream: İngilizcede rüya.

 

Düş: Rüya. Kur’ân-ı Kerim ve Arapça kullanımındaki hem rü’ya (sâdık rüya) ve hem de hulum (nefsânî ve şeytânî, kâzip rüya) için Türkçede rüya kelimesi de düş kelimesi de kullanılır.

 

Düş azması: İhtilâm, uykuda insanın boşalarak cünup olması, hamamcı olması. İslâmoğlu Hoca, bu konunun düşünceyle bağlantısını şöyle vurgular: Hadesten (mânevî pisliklerden) tâhir olmayan bir düşünce “düş-azması”na benzer. Düşünmek Türkçe’de “düş”mekten türetilir. Rüya anlamına gelen “düş”, düşüncenin ait olduğu köktür aynı zamanda. Düş azarsa, insan kirlenir. Boy abdesti lâzım gelir. Düş azarsa, düşünce de azar. Çünkü gündüz hayalinde olan gece “düş”ünde olur. Hiçbir zihin, gece ve gündüzü kuşatan düş ve hayalden kendisini yalıtamaz. Bunun yolu, düşünceyi hadesten tâhir kılmaktan geçiyor (M. İslâmoğlu, Y. Şafak, 5 Ağ. 2005). 

 

Freud ve Freudçuluk: Rüyaları daha çok şuuraltına atılmış cinsel fantezilerin ortaya çıkması şeklinde değerlendiren Alman psikolog. Geliştirdiği metoda psikanaliz denilmektedir. Bu anlayışı kabul etmeye de Freudçuluk denilir. 

 

Hallüsinasyon: Olmayan bir şeyi varmış zannetme, hayal, sanrı. Psikoloji kitapları hallüsinasyonu zihnin icadı olan hayaller olarak nitelemektedir. Meselâ, çok yüksek ateşle sayıklayan birinin mevcut olmayan sesleri işittiğini, şekiller gördüğünü söylemesi gibi.   

 

Hayal: Gerçekte olmadığı halde, görüldüğü sanılan şey, görüntü. İnsanın zihninde canlandırdığı şey, hülya, imaj/imge. Hayalet: Hayâlî varlık, gerçekte olmayan, fakat görüldüğü sanılan şey.

 

Hipnoz: Fizikî, rûhî veya mekanik yollarla meydana getirilen sun’î/yapay uyku hali. Hipnotizma: Hipnozla ilgili uygulamaların ve olayların tamamı.

 

Hulum (çoğulu: Ahlâm): Düş, rüya. Kur’an’da ve Arapça’da kullanıldığı şekilde, daha çok sâdık rüyaların dışındaki nefsânî ve şeytanî rüyalar; ayrıca, ihtilâm olup bülûğa ermek. Sâdık ve sâlih rüyanın dışındaki rüyalar, rüya kelimesiyle değil, hulum kelimesiyle ifâde edilir, bunlar Kur'ân tabiriyle “edğâsü ahlâm”, yani “karışık düş”tür, yoruma bile değmeyecek şeytânî veya nefsî görüntülerdir.

 

İhtilâm: Düş azması, uykuda insanın boşalarak cünup olması (bk. düş azması).

 

İstihâre: Hayır dileme, yapmak istediği bir şeyin kendisi hakkında hayırlı olup olmadığını, Allah’ın o işi sevdirip sevdirmemesi şeklinde gönlünde hoşlanma veya hoşlanmama oluşturmasıyla anlamak için iki rekât namaz kılıp duâ etmek. Tasavvufun da etkisiyle sonradan rüya olayıyla birlikte rüya falına dönüştürülüp yozlaştırılan özel bir uygulama.

 

Kâbus: Uykuda bastıran rahatsız edici ve sıkıntı verici hal, karabasan.

 

Karabasan: Sıkıntı verici rüya, kâbus.

 

Kâzip Rüya (Şeytanî Rüya): Şeytanî bir telkin ile meydana gelen, gizli bir dış etkiden kaynaklanan ve fakat yalan bir çağrışım ve tahayyülden ibâret olan rüya. Ayrıca, nefsin kendi kendine yaptığı telkinden ibâret olan rüya için de kâzip rüya denilir ki, bu da sadece geçmişten gelen birikimlerin tahayyülünden başka bir değer taşımaz. Bu iki cins rüyaya Kur’an ifâdesi ile hulum (ahlâm, edğâsu ahlâm) denilir.

 

Muabbir: Tâbirci, rüya yorumlayan kimse.

 

Mübeşşirât: Müjdeler, iyi haber verip sevindiren şeyler, hayırlı alâmetler. Müjde veren, olacak şeyi olmadan önce, zararlı veya yanlış ise uyarı niteliğinde haber veren, neticesi itibarıyla müjde sayılan şeylerdir. Peygamberimiz’e lâzım olan her şey vahiyle bildiriliyordu; vahiy kesildi ama bu müjdeler, uyarılar rüya yoluyla mü’minlere bildirilecek demektir ki, bu da bu ümmete verilen Allah’ın bir lutfudur.

 

Psikanaliz: Freud’un öğretileri, onun kişilik çözümlemeleri için başvurduğu yöntemin adı.

 

Sâdık Rüya (Sâlih Rüya): Rüyâ-yı sâdıka; Doğru ve görüldüğü gibi çıkan rüya demektir. Buna "rüyâ-yı sâliha" da denir. Bunun zıddı, Kur'ân tabiriyle “edğâsü ahlâm”, yani “karışık düş”tür. Peygamberlerin ve onlara uyan sâlih mü'minlerin gördükleri rüyalar sâdık rüyalardır. Yusuf (a.s.)'ın gördüğü rüya gibi (12/Yûsuf, 4). Mü’min olmayanlar da bu tür rüyaları görebilirler. Yusuf sûresi 43. âyetinde bildirilen, Firavun’un yedi zayıf ineğin yedi semiz ineği, yedi cılız başağın da yedi olgun başağı yuttuğunu gördüğü rüyasıyla, Hz. Yusuf'un hapishanede iken iki mahpusun gördüğü rüyalar, bu tür rüyalardır

 

Tabir: Yorum, rüya yorumu, düş analizi. Düşte görülen olayın iç yüzüne, gösterdiği mânâya geçmek, misâl âlemine ait şekillerden dünya kavramlarına geçmektir.  

 

Tabirname: Rüya yorumları ile ilgili kitap, rüya yorum kitabı.

 

Yakaza: Uyanık halde rüya. Yakaza’nın sözlük anlamı uyanıklıktır. Ayrıca dalgın anlamına da gelmektedir. Uyku ile uyanıklık arasındaki hale “beyne’n nevm ve’l-yakaza” adı verilmektedir. İnsan bazen rüyada gördüğü şeyin bir benzerini uyku ile uyanıklık arasında veya bütünüyle uyanıkken de görebilir. Tasavvufta buna vâkıa ve vekaai denilir. Yakaza, tasavvufta kerâmet gibi yüce bir ilham kabul edilir. Onlara göre yüce velîlerin yarı uyku yarı uyanıklık halinde ve dış duyularının henüz normal fonksiyonlarını sürdürdükleri durumda iken, Allah’ın onlara açık ve seçik olarak gösterdiği bir rüya veya daha doğrusu bir çeşit ilhamdır. Bu rüya, sembolsüz ve çok açıktır. Bundan dolayı tâbire ihtiyaç yoktur. Tasavvuf ehline göre; yakaza ile edinilen bilgi, kendisinden şüphe edilmeyen mutlak doğruluk ifâde eder. Muhiddin Arabî, yakazayı “Allah’ın gizlediğini anlamaktır” şeklinde açıklar (Futûhât-ı Mekkiyye, s. 329). Yakazanın hallüsinasyon ile şeklen bir yakınlığı görülse de, temelde farklı olduğu iddia edilir. Hallüsinasyon, hayal görme, uyanıkken rüya görmedir (Türk İslâm Tasavvuf Geleneğinde Rüya, Hasan Avni Yüksel, s. 223).

 

 

Unutmayalım; rüyaya itimad edilmesi doğru değildir. Rüyalara değil, gerçeklere yapışmak gerekir.  

 

“Hayat bir rüyadır. İnsanların vazifesi bu rüyayı kâbus yapmamaktır.”

“Biz uyuyunca rüyalar uyanırlar.”

“Rüya görmek, uykuda düşünmek demektir.”

“En güzel uyku bile, uyanılan ânın değerine ulaşamaz. En mutlu rüyadan daha güzeldir uyanmak.”

“Ömür dediğin bir uyku gibidir, mutluluklar rüya gibi gelir geçer.”

“Rüyada susuzların gözüne, dünyanın her yeri pınar görünür.” (Sâdi)

“Aç tavuk, rüyasında darı görür.” (Atasözü)

“Aç tavuk rüyasında kendini arpa anbarında görür.” (Atasözü)

“Rüya ile hülya olmasa, züğürdün canı çıkar.” (Atasözü)

“Rüya, züğürtlerin avuntusudur.” (Atasözü)

“Korkulu düşün sonu hayır olur.” (Atasözü)

“Korkulu rüya görmektense uyanık yatmak hayırlıdır.” (Atasözü)

“Düş, uykudan sonra gelir.” (Atasözü)

“Küçük çocuklar da büyük düşler görürler.”

“Rüyaların mantıkla alışverişi yoktur.”

“Rüya sâdık ama, gören kâzip.”

“Bazen gözsüz görürüz; uykumuzdaki rüya gibi.”

“Rüya, gecenin akvaryumudur.”

“En güzel rüyaların bile bir sonu vardır.”

“Bu rüya hâbdan (uykudan) evvel dahi tâbir olunmuşdur.”

“İnsanı oyalıyor yolundan, / Her yatakta bir sürü rüya.” (Fazıl Hüsnü Dağlarca)

“Gezmişti, atıp günün bütün yüklerini, / Dünyanın dağlarıyla düzlüklerini! /

Lâkin gün doğmadan çalan zil, dedi ki: / Gerçek zannetme düşte gördüklerini!” (A. Nihat Asya)

“Her sûreti hak sanma ki erbâb-ı felâket / Rüyâda nice devlet-i bîdâr görürler.” (Ş. Galip)

“Bu âlem şöyle bir rüya imiş yahut muvakkatmiş / Evet ukbâda anlarsın ne müthiş hakikatmiş.” (Mehmed Âkif)

“Düşe düşüp aldanma, / Kendin hayrete salma; / Senden gayri ne vardır / Ta’bire muhtaç ola.” (Gaybî)

 

 

 

1.        Ahmet Arpa, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 285-287

2.        Erol Göka, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Y., c. 3, s. 329-330

3.        İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 4/507-508)

4.        İsmail Kaya, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 287-288

5.        Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi,  c. 18, s. 142-156

6.        Muhittin Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis, s. 67-68    

7.        Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, T.D.V. Y., s. 40-46 

8.        Muhittin Uysal, a.g.e., s. 74-77   

9.        Ahmet Yıldırım, a.g.e., s. 47-49 

10-    Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 215

11-    TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 23, s. 333-334

 

 

 

Rüya Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler

 

A-     Uykuda Görülen Düş Anlamında Rü’yâ Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 12/Yûsuf, 5, 43, 43, 100; 17/İsrâ, 60; 37/Sâffât, 105; 48/Fetih, 27.

B-      Rüya Anlamındaki “Hulum” (Çoğulu: Ahlâm): (Toplam 3 Yerde): 12/Yûsuf, 44, 44; 21/Enbiyâ, 5.

C-      Rüya İle İlgili Âyetler: 12/Yûsuf, 4-5, 43-44, 100; 37/Sâffât, 102, 105; 48/Fetih, 27.

D-      Rüya Tâbiri: 12/Yûsuf, 4-6, 36-37, 41, 43-50, 100-101.

 

 

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

 

1.        İlimde, Teknikte, Edebiyatta, Tarihte, Dinde Rüya, Hekimoğlu İsmail, Nurettin Ünal, Türdav

2.        Türk-İslâm Tasavvuf Geleneğinde Rüya, Hasan Avni Yüksel, M.E.B. Y.

3.        Rüya ve Kültür, Batı Entelektüel Geleneğinin Antropolojik İncelemesi, Susan Parman, Çev. Kemal Başcı, Kültür Bakanlığı Y. Dünya Edebiyatı

4.        Türk Edebiyatında Siyasi Rüyalar, M. Kayahan Özgül, Akçağ Y., Ank. 1989

5.        İslâmî Rüya Tabirleri Ansiklopedisi, İmam Nablûsî, Terc. Ali Bayram, M. Sadi Çöğenli, Cümle Neşriyat

6.        Hayırdır İnşallah Türkler İçin Rüya Tabirleri, M. Emin Kazcı, Akis Y.

7.        Rüya Dünyamız, H. Şinasi Çoruh, Kitapçılık Tic. Ltd. Şt. Y., İst. 1968

8.        Türk Halk Edebiyatında Rüya ve Aşk Bâdesi Motifi, Süleyman Kazmaz, Erdem Y., Ank. 1985

9.        Âşık Tarzı Şiir Geleneği ve Rüya Motifi, Umay Günay, At. Kültür Merkezi Yl, Ank. 1986

10.     Türk Halk Edebiyatında Rüya Motifinin Yapısı ve İşlevi, F. G. Hopkins, I. Uluslar arası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, MİFAD Y., c. 2, s. 1976

11.     Rüyalar Üzerine Bir İnceleme, Simund Freud, Terc. A. Seden, Varlık Y., İst. 1965

12.     Rüyalar ve Yanılgılar Psikolojisi, Sigmund Freud, Terc. A. Seden, Altın Kitaplar Y., İst. 1978

13.     Rüya Yorum Metodu, Sigmund Freud, Terc. A. Günkut, Ataç Kitabevi Y., İst. 1964

14.     İnsan Tabiatını Tanıma, A. Adler, Terc. A. Yörükan, Tur Y., Ank. 1973

15.     Türk Mitolojisi, Bahaeddin Ögel, I-II, Devlet Kitapları, 1000 Temel Eser

16.     Türk Kültür Tarihine Giriş, Bahaeddin Ögel, I-II, Kültür Bakanlığı Y.

17.     Mukaddime, İbn   Haldun

18.     İhyâi Ulûmi’d-Din, İmam Gazâli, Bedir Y., c. 1

19.     Kimyâ-yı Saâdet, İmam Gazâli

20.     Medikal Psikoloji, Rasim Adasal, A. Ü. Tıp Fak. Y., Ank. 1965

21.     Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. , c. 18, s. 142-171

22.     Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. (Rüya Md.), Ahmet Arpa, c. 5, s. 285-287, (Rüya-i Sâdıka md.,) İsmail Kaya, c. 5, s. 287-288

23.     İslâm İnancında Gayp Problemi, İlyas Çelebi, İFAV Y., s. 152-155

24.     Kur’an’da İnsan-Gayb İlişkisi, Hâlis Albayrak, Şûle Y., s. 218-223

25.     Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, c. 7, s. 368-373

26.     Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (Erol Göka), Risale Y., c. 4, s. 329-330

27.     Meydan Larousse Ansiklopedisi, c. 10

28.     Tasavvuf Kültüründe Hadis, Muhittin Uysal, Yediveren Y., s. 67-78

29.     Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Ahmet Yıldırım, TDV Y., s. 40-49, 296-298

30.     Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ethem Cebecioğlu, Rehber Y., s. 600-601

31.     Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Sülmeyman Uludağ, s. 443-444

32.     Muhyiddin İbn  ü’l-Arabî’de Tasavvuf Felsefesi, Ebu’l-Âlâ Afifî, Kırkambar Y., s. 130-133

33.     Fetvâlar, Mevdûdi, Nehir Y., c. 4, s. 244-248

34.     Hadis ve Psikoloji, Muhammed Osman Necati, Terc. Mustafa Işık, Fecr Y., s. 212-226

35.     Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y., s. 87-89

36.     Merak Ettiklerimiz, Âdem Tatlı, Mehmet Dikmen, Cihan Y., s. 328-342

37.     Kur’an’da Zihin Eğitimi, Yaşar Fersahoğlu, Marifet Y., s. 208-213

38.     Kütüb-i Sitte, İ. Canan, c. 17, s. 513-7; 4/515-548; 9/401; 16/364

39.     S. Müslim, (Davudoğlu Şerhi), Sönmez Y., 10/13-40, 221, 222, 373-374, 381-384; 1/69; 2/71, 76, 138, 443; 3/11; 6/252, 494-495.

40.     S. Buhâri Tecrid-i Sarih Terc. DİB Y., 12/271, 275, 276, 284, 287; 9/316; 4/33 (No: 576, 597, 681, 1358, 1552, 1554, 2101, 2102, 2103, 2106, 2107, 2109, 2110. Tabiri: 22, 73, 576, 1535, 2108, 2111.

41.     Rüya, Halûk Nurbakî, İslâm’ın Nuru, 1953, II/24, sayfa 36-37

42.     Rü’ya Üzerine, İsmail Karabacak, Hakses, 1989, 25/296, sayfa 22-24

43.     Rüyalar Üzerine, Orhan Şaik Gökyay, II. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, MİFAD Y., Ank. 1982

44.     Tâbirnâmeler, Orhan Şaik Gökyay, IV. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi Bildirileri, HAGEM Y., Ank. 1992

45.     Yahya Kemal’in Şiirlerinde Hayal, Sembol ve Rüya, Mehmet Kaplan, Kubbealtı Akademi Mecmuası, İst. 1985, no: 2

46.     Rüyaların Psikolojisi, W. J. Fielding, Ruh ve Madde Dergisi, Ocak 1968, c. 8, no. 96