12/Yûsuf,
4; Kavram, 190
·
Rüya; Anlam ve Mâhiyeti
·
Rüya; Esrârengiz Kapı, Bir Başka Âlemle İrtibat
· Bilimsel Araştırmalar Işığında Rüya
·
Uyku ve Rüya
·
Rüyâ-yı Sâdıka; Doğru Rüya
·
Rüya Tâbiri/Yorumu
·
Kur’ân-ı Kerim’de Rüya
· Hadis-i Şeriflerde Rüya
·
Rüyada Peygamberimizi Görmek
· Tasavvufta Rüya ve Rüyanın Bilgi Kaynağı Olması; Rüya İle Hadis Rivâyeti
·
Rüya, Bilgi Kaynağı Değildir; Rüya İle Hüküm
Sâbit Olmaz!
·
İstihâre ve Rüya Falına Dönüştürülmesi
· Tefsirlerden İktibaslar
·
Konuyla İlgili Lügatçe
بِسْمِ
اللهِ
الرَّحْمنِ
الرَّحيم
إِذْ
قَالَ
يُوسُفُ
لِأَبِيهِ
يَا أَبتِ إِنِّي
رَأَيْتُ أََحَدَ
عَشَرَ
كَوْكَباً
وَالشَّمْسَ
وَالْقَمَرَ
رَأَيْتُهُمْ
لِي
سَاجِدِينَ
قَالَ
يَا بُنَيَّ
لاَ تَقْصُصْ
رُؤْيَاكَ عَلَى
إِخْوَتِكَ
فَيَكِيدُواْ
لَكَ كَيْداً إِنَّ
الشَّيْطَانَ
لِلإِنسَانِ
عَدُوٌّ
مُّبِينٌ
وَكَذَلِكَ
يَجْتَبِيكَ رَبُّكَ
وَيُعَلِّمُكَ
مِن
تَأْوِيلِ
الأَحَادِيثِ
وَيُتِمُّ
نِعْمَتَهُ
عَلَيْكَ وَعَلَى
آلِ
آلِ
يَعْقُوبَ
كَمَا
أَتَمَّهَا
عَلَى أَبَوَيْكَ
مِن قَبْلُ
إِبْرَاهِيمَ
وَإِسْحَاقَ إِنَّ
رَبَّكَ
عَلِيمٌ
حَكِيمٌ
“Bir
zaman Yusuf, babasına (Ya’kub’a) demişti ki: ‘Babacığım! Gerçekten ben
(rüyamda) on bir yıldızla güneşi ve ay’ı gördüm, yani onları bana secde
ederlerken gördüm.”
“(Babası:)
‘Yavrucuğum! Rüyanı sakın kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar.
Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır.”
“İşte
böylece Rabbin seni seçecek, sana (rüyada görülen) olayların yorumunu öğretecek
ve daha önce iki atan İbrâhim ve İshak’a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya’kub
soyuna nimetini tamamlayacaktır. Çünkü Rabbin çok iyi bilendir, hikmet
sahibidir.” (12/Yûsuf, 4-6)
Rüya; Uyku
sırasında aynen uyanıkmış gibi çeşitli olayların yaşanması halidir, Türkçe’de düş
de denir. Rüya, çağlar boyunca bütün toplumlarda büyük önem görmüştür. Rüyanın
mâhiyeti ve kökeni hakkında çok şeyler yazılıp söylenmiştir. Ancak bu yazılıp
söylenenler her topluma ve her kültüre göre ayrı ayrı olagelmiş ve hep
değişkenlik arzetmiştir. Tarihte bazı toplumlarda rüyaya büyük önem verilmiş ve
bazen bu rüya tabirleri, kitaplar halinde toplanmıştır. Genellikle rüya,
uyanıklık halinin bir uzantısıdır; etkisinde kalınan sevindirici veya üzücü
olayların uyku halinde yaşanması olayıdır. İslâm'da rüya hukukî bir kaynak ve
delil değildir. Yalnız gören kişi ile alâkalıdır. O kişi de bu rüyasını hayra
yorar ve bu rüya yalnız kendisini bağlar.
Rüya,
"Allah Teâlâ'nın melek vasıtasıyla hakikat veya kinâye olarak kulun
şuurunda uyandırdığı enfusî idrâkler ve vicdanî duygular veya şeytanî
telkinlerden meydana gelen karışık hayallerden ibarettir" şeklinde de
tarif edilmiştir.
Rüya, uykuda
bütün duygu ve bilinç hallerinin tamamen yok olmadığı bir sırada meydana gelir.
Nitekim rüyâ, uykunun az olduğu sabaha karşı daha çok görülür. Rüyada, görülmesi
mümkün olan şeyler görülür. Uyanıkken görülmeyecek olan şeyleri rüyada görmek
mümkün değildir. Bir kişi rüyada aynı anda hem ayakta, hem de otururken
görülemez. Mümkün ve olağan olmayan şeyleri rüyada görme imkânı yoktur. Rüya
bir idrâk işidir. Zira rüya insanların kalplerinde yaratılan ve oraya yerleşen
şeyin hayal etme ve düşünme yoluyla idrâk edilmesi demektir.
Müslümanların
dışındaki birtakım çevreler de bu konuda tutarsız ve reddedilmeye mahkûm bir
sürü şeyler söylemişlerdir. Ancak sağlıklı görüş sahibi âlimlerin ve imamların
görüşü makbuldür. Allah (c.c.) uyanık insanın kalbinde, birtakım itikatlar
yarattığı gibi, uyuyan insanın kalbinde de bazı itikatlar yaratır. Allah uyuyan
insanın kalbinde yarattığı itikatları başka zamanlarda yarattığı birtakım
şeylerin belirtisi ve aynası haline sokar. Rüyada görülen durum, bazan aynası
olduğu işe aykırı olur. Uyanık kişinin kalbinde yaratılan itikat ve kanaat,
bazı olayların aynası görünümünde olmasına rağmen bunun tersi çıkabilir. Meselâ
bulut yağmurun belirtisidir. Allah (c.c.) bulutu yağmurun alâmeti olarak
yaratmıştır. Ama bazen bulut olmasına rağmen yağmur yağmayabilir. Aynı şekilde,
uyku halindeki insanın kalbinde yarattığı itikadı ve inancı, bir hâdisenin
belirtisi olarak yaratmıştır. Fakat bazen yağmur yağmadığı gibi o olay da
olmayabilir. Uyku halindeki insanın kalbinde söz konusu itikat bazen meleğin
huzurunda oluşur. Bu takdirde sevindirici rüya görülür. Bazen de şeytanın hazır
bulunduğu bir zamanda oluşur. Bu takdirde üzüntülü ve zararlı rüya görülür.
Rüyanın mâhiyeti hakkında en üstün bilgi Allah katındadır.
Kur'ân-ı
Kerim'in birçok yerinde rüyadan söz edilmiştir. Hz. İbrahim (a.s.), oğlu İsmail
(a.s.)'i rüyada boğazlama emri almış ve bu rüyayı uygulamaya teşebbüs etmiştir
(37/Sâffât, 102). Yusuf (a.s.) da rüyasında on bir yıldızla, ay'ın kendisine
secde ettiğini görmüş (12/Yûsuf, 4); Mısır hükümdarının ve hapishanedeki iki
kişinin gördükleri rüyaları tabir etmiştir (12/Yûsuf, 36, 43). Kur'ân-ı
Kerim'de Hz. Peygamber'in görmüş olduğu rüyalardan da söz edilmektedir (48/Fetih,
27; 37/Sâffât, 105; 17/İsrâ, 60).
Hadis
kitaplarının hemen hepsinde Hz. Peygamber'in gördüğü rüyalar ve yaptığı rüya tâbirleri
hakkında geniş bilgi vardır. Rüya ile ilgili Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle
buyurmuştur: "Sâlih kişi tarafından görülen rüya, peygamberliğin kırk
altı parçasından bir parçadır." Bir başka hadiste de şöyle der: "Mü’minin
rüyası, peygamberliğin kırk altı parçasından bir parçadır; Peygamberlik gitti
ve mübeşşirat kaldı.”
Hadisteki
ihtilâflar ve bildirilen değişik sayılar, rüya gören müslümanın haline
dönüktür. Takvâ sahibi olmayan ve İslâm'ın ölçülerine göre fâsık sayılan
müslümanın gördüğü rüya, nübüvvetin yani peygamberliğin yetmiş parçasından
biridir. Takvâ sahibi olan müslümanın rüyası ise nübüvvetin kırk altı
parçasından biridir. Şu halde rüyanın doğruluk derecesi müslümanın salâh ve
takvâsına göre değişik olur.
Müslümanın
gördüğü rüyanın peygamberliğin özelliğinin parçalara bölünmesi veya takvâ
sahibi olan bir müslümanın peygamberlik hasletinden bir parçayı kazanabilmesi
demek değildir. Maksat şudur: Peygamberlikte zaman zaman gayptan haberdar olma
özelliği vardır. Yüce Allah dilediği zaman bir peygamberi gayptan haberdar
eder. Bu itibarla, gayptan haberdar olmak, peygamberliğin alâmetlerindendir.
Peygamberlik görevi kalıcı değildir. Fakat alâmetleri kalıcıdır. Müslüman bir
kimse bazen Allah'ın takdir ve dilemesi ile rüya âleminde bir gayptan haberdar
edilebilir. Bu itibarla müslümanın rüyada gördüğü bir şey aynen
gerçekleşebilir.
Güzel
rüyanın peygamberliğin kırk altı parçasından bir parça sayılması şöyle
yorumlanır: Sahih rivâyetlerin birçoğuna göre Peygamber (s.a.s.) altmış üç yıl
yaşamış ve peygamberlik süresi yirmi üç yıl sürmüştür. Çünkü o, kırk yaşını
doldurduğu zaman peygamber olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.)'e ilk zamanlar vahiy
rüya halinde gelirdi. Bu durum altı ay sürmüştür. Bu süre zarfında gördüğü
rüyalar aynen çıkıyordu. Peygamberlik süresi yirmi üç yıl devam ettiğine göre,
rüya yoluyla vahiy süresi bunun kırk altı parçasından bir parça olur. Başka
hadislerde rüya, peygamberliğin yetmişte bir, kırk dörtte bir, ellide bir
olduğu ifade edilir.
Rüyanın
peygamberliğin parçalarından biri olduğunu açıklayan hadislerin değişik oranlar
ifade etmesi, hadislerin gelişmesi anlamına gelmemektedir. Çünkü sâlih ve sâdık
bir rüya kişinin doğru sözlü, emâneti yerine vermek, sağlam itikatlı olmak gibi
hususlardaki derecesine göre değerlendirilir. Bu konuda insanlar arasındaki
farklılık kadar rüyalar da değişik olur. Kim samimi bir kalp ile Allah'a ibâdet
eder ve doğru sözlü olursa, gördüğü rüyalar daha doğru ve peygamberliğe daha
yakındır. Zira peygamberler arasında bile fazilet farkı vardır. İnkârcı, kâfir
ve yalancı kişilerin de rüyaları doğru çıkabilir. Bu takdirde bu kişilerin
rüyaları vahiy ya da nübüvvetten bir parça olamaz.
Çünkü
gayptan haber veren her doğru söz, nübüvvet sayılmamıştır. Bu konuda şu
hususlar daima gözönünde bulundurulmalıdır:
1- Doğru
rüya görmek sadece mü'minlere mahsus değildir. Müslüman olmayanlar da
görebilirler. Yûsuf sûresinde bahsedilen Mısır hükümdarı ve zindandaki iki
kişinin gördüğü rüyalar gibi.
2- Herkes
aynı özellik ve nitelikte değildir. Doğru rüya nâdir hallerde ve rûhu çok
hassas kişiler tarafından görülür.
3- Görülen
rüyaları esas alarak hayata nizam ve intizam vermeye kalkışmak yanlıştır. Zira
rüyaların doğruluğunu ölçmek ve tesbit etmek mümkün değildir.
4- Rüya ile
yalnız o rüyayı gören amel edebilir. Fakat amel etmesi şart değildir. Zira
rüyada kaza geçirdiğini gören bir kimse bir vâsıtaya bindikten sonra kaza geçirip
ölmüş olsa, intihar etmiş sayılmaz.
Bundan
dolayı Fıkıhta, Kelâm ilminde ve mahkemede rüya, delil kabul edilmez. Rüya
haktır, ama doğru rüya gören ve rüyayı doğru şekilde yorumlayan kişiler azdır.
Rüyaları doğru bir şekilde olaylar yorumlar (Yani, rüyaların sâdık olduğunu,
doğru çıktığını, ancak uyanıkken o olayı yaşadığımızda anlayabiliriz). Bazı
rüyalar da yorumu ile birlikte görülür. Bazı kimseler gördüğü rüyayı
yorumlayamaz, ama sâdık rüya olduğunu anlarlar.
Rüya tabir
etmek Allah vergisidir. Herkes rüya tabir edemez. Akıl ve mantık bu iş için
yeterli değildir. Rüya merhametli ve öğüt verebilecek durumda olanlara
anlatılmalı, güzelce yorumlayamayacak kişilere söylenmemelidir. Hz. Peygamber (s.a.s.)
bir hadislerinde de "Rüya gören onu hiç kimseye söylemediği sürece o,
bir kuşun ayağına bağlıdır (zuhur etmez); söylerse zuhur eder. Böyle olunca
rüyanızı yalnız akıllı, sizi seven veya size öğüt verecek durumda olan
kimselere söyleyin” (Tirmizî) buyurmuştur.
İmam Mâlik’e
"Herkes rüya tabir edebilir mi?" diye sorulmuş "Nübüvvetle
oynanır mı?” diye cevap vermiştir. Yine İmam Mâlik rüyayı iyi tabir edenler
yorumlasınlar. Eğer iyi görürse söylesin; iyi görmezse iyi söylesin veya
sussun” demiştir. "İyi görmese de onu iyi olarak mı tabir etsin?”
sorusuna, "Hayır” demiş; sonra "Rüya nübüvvetin bir parçasıdır.
Nübüvvetle oynanmaz” diye cevap vermiştir (Kurtubî, Tefsir, IX, 122-127;
Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, IV, 2863-2869; Tecrîd-i Sarih Tercümesi, XII,
271).
Rüya genel
olarak iki kısma ayrılır:
Birincisi:
Doğru ve güzel olan rüyalar. Bu tür rüyalar, uyanıklık âleminde doğru çıkan
rüyalardır. Peygamberlerin, onlara uyan sâlih mü’minlerin gördükleri rüyalar bu
tür rüyalardır. Bazan dindar olmayan insanlar da bu tür rüyaları görürler.
Bu tür
rüyalar üç grupta ele alınabilir:
1- Yoruma ve
tabire ihtiyaç göstermeyecek kadar açık seçik rüyalar, Hz. İbrahim'in rüyası
gibi...
2- Kısmen
yoruma ihtiyaç gösteren rüyalar. Hz. Yusuf'un rüyası gibi...
3- Tamamen
tabir ve yoruma ihtiyaç gösteren rüyalar. Mısır hükümdarının gördüğü rüya
gibi...
İkincisi:
Adğâs adı verilen karmakarışık ve hiçbir anlam taşımayan rüyalardır. Bu tür
rüyalar da birkaç kısma ayrılır:
a- Şeytanın
uyuyan kişiyle oynaması ve onu üzmesine sebep olan rüyalar. Meselâ kişi
rüyasında başının koparıldığını ve kendisinin başının peşinden gittiğini görür.
Ya da korkunç ve tehlikeli bir duruma düştüğünü ve hiçbir kimsenin kendisini
kurtarmaya gelmediğini görür.
b-
Meleklerin haram bir şeyi uyuyan için helâl kıldığına veya haram bir iş teklif
ettiklerine dair olan ve aklen muhal ve imkânsız olan buna benzer işlerle
ilgili rüyalar.
c- Kişinin
uyanık iken üzerinde konuştuğu veya olmasını temenni ettiği bir şeyi, uyanık
iken itiyad haline getirdiği bir şeyi rüyasında görmesi.
Bu durumda
rüyanın üç çeşit olduğu görülmektedir:
a- Allah
tarafından bir müjde olabilen bir rüya. Buna rahmanî rüya denir. b- Kişinin
uyanık iken önem verip kalben meşgul olduğu bir şeyle ilgili olarak gördüğü
rüya. c- Şeytan tarafından korkutulan kişinin gördüğü rüya. Buna şeytanî rüya
adı verilir.
Kötü bir
rüya gören bir müslümanın yapacağı işler: Gördüğü rüyanın şerrinden ve şeytanın
şerrinden üç kez Allah'a sığınır. Şöyle der: "Allah'ım, bu rüyanın
şerrinden ve rahmetinden uzak kalmış olan şeytanın şerrinden sana
sığınırım." Rüyanın hayra dönüşmesi için duâ eder. Bu tür rüyayı hiçbir
kimseye anlatmaz.
Müslüman,
gördüğü iyi bir rüyadan ötürü uyanınca Allah'a hamdeder. Bu rüyadan dolayı
sevinir, bunu bir müjde kabul eder. Rüyayı sevdiği bir kimseye anlatır,
sevmediğine kesinlikle anlatmaz. (1)
Rüya, yakın
zamanlara kadar ancak teorik yaklaşımlarla ele alınabilen ve bilimsel tarzda
tanımlanmaktan oldukça uzak olan, genel olarak "uykuda görülen ve uyku sonrasında
hatırlanan hayaller" olarak kabul edilen bir kavramdır. 1950'lerden sonra
elektriksel araştırma tekniklerinin gelişmesi ve uyku laboratuvarlarının
kurulmasıyla, uykunun yanısıra rüya hakkında da bilimsel veriler toplanmaya
başlamıştır. Bu konuda yapılan en önemli keşif, uyku sırasındaki bedensel ve
beyinsel işlevlere göre uykunun rem göz hareketleri; rapid eye movements) ve nrem
(yavaş göz hareketleri; non-rapid eye movement) olmak üzere iki aşamaya
ayrılmasıdır. Her iki evrenin toplamı ortalama 90 dakika olup bir gecelik
uykuda ortalama 4-5 kez evreler birbirlerini izlerler. Bir gece uykusunun
toplam % 20'sini bedenin görece daha aktif, uykunun görece daha yüzeysel olduğu
rem uykusu oluşturur. Rem uykusunun en belirgin özelliği bu evrede uyandırılan
bireylerin çoğu kez o sırada rüya görmekte olduklarını söylemeleri ve bu evre
uyanmadığı zaman ertesi gün duygusal karışıklığın ortaya çıkmasıdır. Bu özellik
uzunca bir süre rem uykusunun rüya uykusu olarak anılmasına yol açtıysa da, bugün
rüyanın nrem'de de görüldüğü ileri sürülmektedir. Rüya ile ilgili deneysel
verilerde ve gözlemlerde elde edilen en genel sonuçlar şimdilik bunlar olmakla
birlikte araştırmalar asıl olarak bu noktada odaklanmış durumdadır.
Rüyaya
yüklenilen geleneksel anlamlar, modern psikolojik ekollerin yaklaşımlarında
bulunmaktadır. Modern psikolojide teorik ve uygulama alanlarında rüyaları ele
alma ve rüya yorumunda öne çıkmış belli başlı ekoller ise şunlardır:
Rüya teorisi
ve rüya yorumlamaları Freud’cu psikanalizin köşe taşlarındandır. Freud'a göre
rüya, "bilinçdışının kral yoludur." Psişik aygıtın deterministik
ilkesi uyarınca her rüya içeriğinin bir anlamı vardır. Fakat rüyanın anlamını
ortaya koyabilmek için onun görünen (manifest) yanının ötesindeki süzgeçten
geçmiş (latent) yanına uzanmak gerekir. Rüya, nevrotik belirtiler gibi
yasaklanmış istekler ile, bu istekleri engelleyen güçler arasındaki bir
uzlaşma sonucu ortaya çıkar. Bu, rüyanın görünen içeriğidir; buradan
yasaklanmış isteklerin yer aldığı gizli içeriğe gidilebilir. Rüyanın temel
işlevi kabul edilemeyen bilinçdışı, içgüdüsel isteklerin fantezisi
aracılığıyla doyum sağlamaktadır. Dolayısıyla uyku rüya içindir ya da rüya
uykunun bekçisidir.
Analitik
psikoloji okulunun kurucusu Jung ise rüyayı doğal ve normal psişik bir olgu
olarak görür: "Rüya, bilinçdışı gerçeğin, kendiliğinden, kendine özgü ve
sembolik tablosudur." Freud'un sandığı gibi bir belirti veya kılık
değiştirme değildir. Jung'a göre rüya nesnel veya öznel yorum düzeylerine
sahiptir. Nesnel düzeyde rüya, çevredeki gerçek insan ilişkileri ağına göre,
öznel düzeyde ise figürlerin rüyayı görenin kişiliğinin belli yanlarını
temsil etme ihtimaline göre yorumlanır. Jung'un rüyaya bakışa getirdiği bir
özgünlük de, rüya sahibiyle doğrudan ilişkisi olmayan kollektif bilinçdışına
ait rüyaların da olabileceğini; buradaki sembollerin eski atalarımızın yaşantılarına,
tarihe ve mitolojiye uzanabileceğini söylemesidir.
Bireysel
psikoloji okulunun kurucusu Adler'e göre rüya, düşünce sürecinin bir parçasıdır
ve bireyin yaşam tarzıyla uygunluk gösterir. Onun rüya yorumu teorisi, insanın
sürekli olarak kendisini geleceğe hazırladığı anlayışından kaynaklanır. Rüyalar,
rüya görenin 'burada ve şimdi' olan yaşama bakışıyla gelecekteki amaçları ve
onlara ulaşma planlarının birleşimidir.
Sosyo-kültürel
psikolojik yaklaşımın önde gelen isimlerinden Horney için ise nevrotik kişideki
yapıcı ve yıkıcı materyali anlayabilmek için rüya bir fırsattır. İnsan rüyada
daha açık, daha az savunucu olur. Rüyalar insanın kendini gerçekleme şansını
ele geçirdiği yerdir. Kelman ise, varoluşsal kavramlarla ve Doğu düşünce
biçimleriyle Horney'in rüyalara bakışını genişletir. Ona göre rüyadaki her
sembol bir ben veya özne, bir de başkası veya nesne görünümüne sahiptir. (2)
Rüyanın mâhiyetini
açıklama sadedinde insanlar, eskiden beri uğraşmışlar, farklı izahlar
getirmişlerdir: Doktorlar, psikologlar, felsefeciler gibi, başka dinlere mensup
olanların da izahı, diğerlerine benzemez. Mâzirî'nin değerlendirmesiyle, ileri sürülen iddialar,
çoğunluk itibariyle münker ve bâtıl hükmünde zanlardan ibârettir. "Çünkü,
der, akılla idrâk edilip, üzerine delil getirilemeyen şeyleri anlamaya
çalışmışlar, kesin iddialarda bulunmuşlardır. Halbuki ‘olabilir’ diye ihtimalle
söz edilecek yerde kesin hükümde bulunmak hatadır."
Kurtubî,
şeriat âlimleri dışında kalanların rüya konusunda birbirine zıt, tutarsız
iddialarda bulunmalarını, onların bu işi
yaparken, peygamberlerin gösterdiği
doğru yoldan ayrılmalarıyla izah eder. Ona göre, rüya, nefse/rûha ait
idrâklerdir. Halbuki nefsin/rûhun hakikati bizce meçhuldür, bilinemez. Durum
böyle olunca, kendisi meçhul olan nefsin
idrâk ettiği şeyleri (rüyayı) anlayamamamız, bilemememiz çok daha normaldir,
tabiidir. Biz daha ziyade göz ve kulakla idrâk edilen şeyleri anlayabiliriz.
İslâm
âlimlerinin rüya ile ilgili tavsiflerinde bazı tâbirat farklılıklarına
rastlanırsa da onlar özde ve esasta birleşirler. Buna göre, rüya, Allah'ın
yaratmasıyla vukua gelen bir hâdisedir. Yaratma işinde şeytan ve melek vâsıta
kılınmaktadır. Rüyanın sâdık ve sâlih olanı var, kâzip ve gayr-ı sâlih olanı
var. Tâbir sûretiyle rüyanın delâlet ettiği şeye yaklaşılabilir.
Ebu Bekr İbn'l-Arabî
şöyle der: "Rüya, Cenab-ı Hakk'ın melek veya şeytan vâsıtasıyla, insanın
kalb ve şuuruna hakikat veya kinâye olarak koyduğu rûhî idrâklerdir. Bunlar ya
açıktır ya da karmakarışık şeylerdir. Rüyanın uyanık haldeki benzeri, zihne
gelen hâtıralardır. Zîra bunlar bazan belli bir maksada uygun olarak intizam
dahilinde zihne doğar, bazan da intizamsız ve karmakarışık şekilde hayale
dökülürler."
Bir başka
izaha göre: "Allah, melek vâsıtasıyla, uyuyanın idrâk mahalline (şuur,
kalb), görülen şeyleri atar. Bu atılanlar orada duygularla algılanan sûretlere
bürünür. Bunlar bazan hâricen mevcut olmamakla birlikte aklen idrâk edilen
ma'kul mânâlarının misalleridir. Bu görülenler, her iki halde de mübeşşir
(iyinin habercisi) veya münzir (kötünün
habercisi) olabilirler."
Ayrıca rüya:
"Olmuş veya olacaklar için Allah'ın alem kıldığı şeyin hayalde teşekkül
eden misâllerinin uyku esnasında enfüsî olarak idrâk edilmesidir" diye de
târif edilmiştir.
Rüya yönüyle insanlar üç kısımdır. İslâm
âlimleri, bu mevzûda vârid olan hadisleri değerlendirerek insanları üç gruba
ayırırlar:
1-
Peygamberler: Bunların rüyalarının hepsi doğrudur. Bazen de tâbir gerektiren
şeyler görebilirler.
2- Sâlihler:
Bunların rüyaları çoğunluk itibarıyla doğrudur. Bunlar da bazan tâbire muhtaç olmayacak açıklıkta görürler.
3- Diğer
insanlar: Bunlar, doğru ve doğru olmayan rüyanın her ikisini de görürler.
Bunlar üç kısımdır.
a) Mestur
(hali kapalı) olanlar: Bunların rüyaları halleriyle uyumlu gider.
b) Fâsıklar:
"Bunların rüyası çoğunlukla edğâs (karışık, mânâsız)dır. Doğru kısmı pek
azdır.
c) Kâfirler:
Bunların rüyasında sıdk iyice azdır. Bu duruma: "Rüyaca en doğruları,
sözce en doğrularıdır" hadisi
işaret eder.
Mü'minin Rüyası: Ebu Bekr İbn'l-Arabî
der ki: “Sâlih mü'minin rüyası, nübüvvetin cüzü olduğu söylenen rüyadır.
Mü'minin ‘sâlih’ olması demek, istikamet ve nizam üzere olması demektir...”
Buna göre, fâsıkın rüyası peygamberliğin cüzlerinden sayılmaz. Mâmâfih en uzak
cüzü sayılır diyen de olmuştur. Fakat kâfirin rüyası hiçbir surette sayılmaz.
Kurtubî der
ki: "Sâdık ve sâlih mü'min, hâli, peygamberlerin haline uyan ve bu sebeple
peygamberlere ikram edilmiş olan "gayba ıttılâ"ın bir neviyle
kendisine ikram olunmuş bulunan kimsedir. Kâfir, fâsık ve karışık kimseye
gelince, bunların rüyası bazan sâdık bile olsa nübüvvetten sayılmaz. Bunların
rüyasındaki sıdk (doğruluk) yalancının bazan doğru söylemesine benzer. Gaybdan
haber veren herkesin sözü peygamberliğin cüzlerinden sayılmaz; kâhin, falcı,
müneccim ve benzerlerinin sözü gibi."
Bazılarınca
mevkuf, bazılarınca merfû olarak rivâyet
edilen bir kısım hadislere göre rüyalar üç kısımdır:
1- Hak rüya:
Bu, hadislerde "rüya-yı sâliha", "rüya-yı sâdıka",
"rüya-yı hasene" gibi farklı
kelimelerle ifade edilmiştir. Bu isimlerle zikredilen rüyalar, edğâs'tan
uzak ve hâlistirler. Bu, kişinin mazhar olacağı yakın bir hayrın habercisidir.
Bu sebeple Allah'tan büşrâ (müjde) kabul edilmiştir.
2- Kişinin
nefsinin konuştuğu rüya: Bu, kişinin uyanık halde zihninden geçen vehimlerin
tesiriyle gördüğü rüyadır.
3- Şeytanın
üzüntü verdiği rüya: Hoşa gitmeyen, can sıkıcı rüyalar buraya girer.
Bu üç kısma,
İbn Hacer dört kısım daha ekleyerek 7'ye
çıkarır. Mâmâfih bunları da yukarıdakilerden birine dâhil ederek üçü asıl kabul
etmek mümkündür.
4- Hadîsu'n
nefs: Nefsin konuşması, yani arzuların te'siriyle görülen rüya.
5- Şeytanın
eğlenmesi: Hadiste, "Şeytan birinizle rüyada eğlenirse bunu başkasına
anlatmayın" denmiştir.
6- Uyanıkken
yapmaya alıştığını rüyada görmek. Belli saatlerde yemeyi itiyad edinen kimsenin o saatte uyuyunca kendini
yemek yerken görmesi gibi.
7- Edğâs:
(Karışık, yalancı rüyalar). (3)
Batılılara
göre rüyanın çeşitleri çok daha basit değerlendirilir: Kehânetsel, aldatıcı,
deneysel, sezgisel, tecrübe ürünü, uhrevî, akıl almaz, çılgınca, eğlenceli
rüyalar (Susan Parman, Rüya ve Kültür, s. 2).
Görüldüğü gibi bu rüya çeşitleri, tür olmaktan daha çok, rüyaların
sıfatlarıdır.
Rüyalar,
hepimizi meşgul eden enteresan olaylardır. Hemen herkesin, tatlı uykuları
arasında bol bol gördüğü ve bazen de günlerce etkisi altında kaldığı rüyalar
vardır. Bazı kimseler, geleceğe âit olayları, vukuundan önce, rüyalarında
görebildiği gibi; nice insanın rüyası yorumlandığı veya beklendiği gibi
çıkmayabilir. Bütün bunlar göstermektedir ki, insanoğlu rüya ile başka bir
âleme irtibatlıdır.
Tarihte
gelip geçmiş bazı devlet adamları, âkıbetlerini rüyada önceden görmüşlerdir:
Genç Osman, Abraham Lincoln bunlara örnektir. Batı dünyasının bazı şöhret olmuş
kişileri, rüya aracılığıyla ilham alarak eser vermişlerdir. Rüyada gördüğü bir
operayı uyanır uyanmaz notaya alan Richard Wagner, atomun ilk modern tablosunu
çizen Niels Bohr, hikâyelerini rüyada görüp yazan Stevenson ve daha pek çok sanatkâr
şöhretlerini rüyalara borçludur. Elias Howe, yaptığı dikiş makinesinin iğnesine
deleceği deliğin yerini rüyasında keşfedebildi. O yüzden rüyayı sadece bir
günlük hayatın etkisiyle görülen hayallerden ya da bilinçaltının dışa
vurumundan ibâret saymak doğru değildir.
İnsanoğlu,
nasıl oluyor da gözsüz görebiliyor? Nasıl oluyor da ağzını açmadan
konuşabiliyor, ayaklarını kımıldatmadan yürüyebiliyor? Nasıl oluyor da yatağın
içinde iken, bir yanından öbür tarafına dönmeden dünyayı dolaşabiliyor, zaman
içinde zaman yaşar gibi, kısa bir zaman içinde uzun mâceralarda rol alabiliyor?
Bütün bunlar rüya sâyesinde olmaktadır.
Bazı
insanlar, uykularında rüya görmediklerini zannederler. İlmî araştırmalar her
insanın mutlaka rüya gördüğünü kanıtlamıştır. İnsan sık sık rüya görmekte, buna
rağmen bazı kimseler gördükleri rüyaları unutup hatırlayamamaktadır. Tam rüya
görürken uyandırılan kişilerin rüya görme sayısının arttığı tesbit edilmiştir.
Bir gün boyunca tamamen rüyadan mahrum edilen kimselerin dehşetli bir
hırçınlık, asabîlik, hâfıza zayıflığı, dağınık ve tutarsız hareketler içinde
bulunduğuna şâhit olunur. Belirli bir müddet rüyadan mahrum yaşayan kimseler,
müteakip gecelerde daha fazla rüya görürler. Sanki, eksik gıda almış da
kuvvetten düşmüş kimseler gibi, çok rüya görerek bu noksanlarını telâfi etmeye
çalışırlar. Sanılanın aksine, insanın uykudan çok, rüyaya ihtiyacı vardır. Araştırmalara
göre, insan hayatı zorlaştırmak, yaşam kalitesinden mahrum olmak gibi risklere
katlanarak ancak bir hafta rüyasız yaşayabilmektedir. Rüyanın yiyecek
maddesi kadar zarûrî olduğu ve rüyasız yaşanamayacağı bilimsel araştırmaların
neticesinde anlaşılmıştır.
Hayvanların
da rüya gördüğünü biliyoruz. Rüya görmekten mahrum edilen kedilerin üç aydan
fazla yaşayamadığı tesbit edilmiştir. Rüyalar; psikolojik, fizyolojik, solunum
ve beslenme gibi, hayatın devamını mümkün kılan ihtiyaçlardandır.
Bethoven,
Mozart, Schumann ve Saint-Saens gibi ünlü kompozitörler, bestelerinin bir kısmını
rüyalarında görerek notaya almışlardır. Bazı edebiyatçı ve yazarlar da
yazacakları eserlerinin bazı bölümlerini rüyalarında görmüşlerdir. Eserlerini
rüyalarında görmüş bazı yazarlar şunlardır: Dante, Goethe, J. Masefield,
Cocteau, Charlotte Bronte, Edgar Allen Poe, Baudealire, W. Blake, W. Cowper,
Heinrich Heine, Shelley, Tolstoy, W. M. Thackeray, J. A. Stringberg.
Sanat için
de benzer durumlar söz konusudur. Sanatta buluş yapmanın bütün örnekleri, bir
rüyanın tamamı veya bir kısmı, meydana
getirilen bir eserde, harfi harfine kullanıldığını göstermektedir. Güzel
sanatlarda; şiir, roman, tiyatro, müzik, resim gibi eserlerin hiç olmazsa bir
kısmını rüyalarında görmeyenlerden fazla bir şey beklenmemelidir. Çeşitli
toplumların yazarları; makale, roman, hikâye ve şiirlerine rüyalardan aldıkları
ilhamla renk katmışlardır. Edebiyatı süsleyen bu tür eserler oldukça çoktur.
Ünlü film
yönetmeni Gürcü asıllı Sergei Paracanov: “Ben mistik bir adamım. Bir sahneyi
rüyamda görmezsem o sahneyi çevirmem. Çevireceğim filmin senaryosu, rüyamda
âdeta bana dikte ettirilir, desem yalan söylemiş olmam. Yazılı bir senaryoyu
uygularken kopukluk olursa, hemen yatar ve yarı uyanık halde gördüğüm bir
rüyayla kopuk kısımları tamamlarım” diyerek günlük hayatında rüyanın kendisini
nasıl yönlendirdiğini belirtmektedir (Tercüman, 18. 2. 1988).
Eski
edebiyatta, özellikle sevgiyle/aşkla ilgili olarak karşımıza çıkan rüya
motifine Türk masal ve halk hikâyelerinde daha çok rüyada görerek âşık olma
şeklinde rastlamaktayız.
Türk masallarında
görülen rüya motifi oldukça çeşitlilik arzeder. Bunlardan başlıcaları
şunlardır: Annenin masal kahramanını rüyasında uyarması, rüyada görerek âşık
olma, rüyada vaad edilen bir sevgiliyi bulmak için yola çıkma, fakirin rüyada
gördüğünün hayra yorulmasıyla zengin olması, darda kalınca rüyadaki telkinlerle
hareket etme ve çocuk sahibi olma, selâmete erme, rüyada görülenlerin her ne
pahasına olursa olsun gerçekleşmesi, görülen rüyaların tâbirleri doğrultusunda
hareket etme ve mutlu sona kavuşma. Masal kahramanları genellikle gördükleri
rüyaları tâbir ettirir ve ona göre hareket ederler. Görülen rüya karşısında
“hayrola” denmezse rüya söylenmez.
Halk hikâyelerindeki
rüyalar, fonksiyon bakımından genellikle emir veya mesaj niteliğindedir. Bunlar
ya kehânete yöneliktir veya şifreli niteliktedir. Mesajlar dolaylı yoldan
verilmektedir. Âşık edebiyatı geleneği içerisinde sade kişilikten sanatçı
kişiliğe geçişte kompleks rüya motifinin önemli bir yeri vardır. Halk
hikâyelerinde aşk bâdesi halk âşığı/ozan olacak şahsa rüyada verilmektedir.
Kahraman, gördüğü rüya sebebiyle hem saz çalıp şiir söylemekte, hem de bir
güzele sevdalanmaktadır (Ünlü İslâm âlimi İbn Hazm, rüyada âşık olma motifini
İslâm’ın hoş karşılamadığını belirterek, bunu eski dinlere bağlar ve rüyada
görülen bir kıza âşık olmanın günah olduğunu söyler). Yine halk hikâyelerinde
rüyada görülen Hızır, pîr, derviş veya ak saçlı ya da ak sakallı ihtiyar,
âşığın devamlı yardımcısı ve koruyucusudur, şâirlikte mahlas vericidir (Bu
anlayışın da tasavvufun etkisiyle oluştuğu, tevhidî ilkelerle ilişkisinin
problemli olduğu değerlendirilebilir).
Divan
Edebiyatında ve giderek Tanzimat Edebiyatında, açıkça söylenemeyen hususlar,
tenkitler, teklifler rüya yoluyla söylenmeye başlanmıştır. Genellikle siyasî
nitelikli bu rüyalarda gerçekten rüya görülmesi sözkonusu değildir. Rüya sadece
meramı anlatmada bir vâsıta durumundadır ve rüyadaki serbest atmosferden
faydalanılmaktadır. Bu konuda yazılmış eserler Hâbnâme, Vâkıanâme ve Rüya
adları ile karşımıza çıkmaktadır. Bunlar içerisinde başta Veysî’nin
Hâbnâme’sini zikredebiliriz. Burada I. Ahmed ile Büyük İskender’i rüyasında
gördüğünü söyleyerek onların ağzından dünyanın huzuru ve düzeni için neler
yapılması gerektiği anlatılır.
Halk
İnançlarında Rüya: Temelde İslâmiyet’in
kabullerinden kaynaklanan rüya telâkkileri, İslâm öncesi bazı unsurların da
katılmasıyla günümüzde bu ülkenin hemen her bölgesinde halk arasında bütün
canlılığı ile yaşamaktadır. Günlük işlerini, ileriye dönük hareketlerini
gördüğü rüyaya göre düzenleyen veya karşılaştıkları durumları gördükleri
rüyalara bağlayan insanların yanında, bazı tarikatların telkinlerinin farklı
algılanması neticesi aklî kabullerin ötesinde gördükleri rüyalara göre hareket
eden insanlara da sık rastlanmaktadır. Halk inançlarındaki rüya kabulleri,
İslâm’ın rüya hakkındaki hükümlerinin ve tasavvufun rüya değerlendirişinin
basitleşmiş ve değişmiş şekilleridir. Halkın rüya telâkkileri oldukça basittir
ve basmakalıptır. Halk derin bir tâbire girişmez. Bunların çoğu da tâbir kitaplarına
dayanır. Meselâ halk arasında rüyanın genellikle ters çıktığına inanılır. Yine,
rüyanın gerçekleşmesi isteniyorsa kimseye söylenmemesi gerektiğine inanılır.
Bazı halk
kesiminde gece rüya görmek isteyen bir kimse, yastığının altına bıçak, silâh,
demir parçası vs. koyar ve o gece gördüğü rüyayı niyetine göre tâbir eder. Rüya
anlatacak adama bir ağızdan “hayır olsun!” “sonu uğur ola!” demek âdettir.
Dokuz ayına basmış gebe kadınlarla yeni doğurmuş loğusa kadınlarının
rüyalarının aynen çıktığına inanılır. Sabah namazından sonra görülen rüyaların
da sâdık rüyalar olduğu kanaati yaygındır. Bu ülkenin bazı yörelerinde de
kızlar hıdırıllezden bir gün önce akşam yemeğinde ilk lokmalarını yemeyerek
kırmızı bir beze sarar, yastıklarının altına korlar ve niyetlenerek yatarlar. O
gece rüyalarında gördükleri oğlanla evleneceklerine inanırlar.
Rüya,
insanın yaratılmasıyla başladı ve devam etmekte… Batılı ve doğulu pek çok kişi
rüya ile meşgul oldu. İnsanların ilgisini çeken eserler yazdı. Bunlar daha çok
rüya tabirlerini içeren kitaplardı. Daha sonra modern bilim, bu muammâyı
çözebilmek için kolları sıvadı. Pek çok bilim adamı ciddi ve hummalı
çalışmalara koyuldu. Gözlem metodundan ve elektronik cihazlardan istifade
edildi. Oldukça yol alan bilim adamları, henüz rüyanın sırrını da çözebilmiş
değil. Rüya insanla başladığına göre, bir gâye için insana bahşedildi.
Rüyaları, bir başka âlemle aramızdaki bağlantıyı sağlayan haberleşme sistemi,
mânevî telefon veya kâinat sahibinin değerli bir hediyesi olarak isimlendirebiliriz.
Rüyanın
tarih boyunca insanoğlunun ilgisini çekmesi, bir bakıma onun günlük hayatını
etkilemesi yanında, geleceğini de yönlendirmesindendir. Bu durum, dün olduğu
gibi, bugün de geçerliliğini sürdürmektedir. Günlük hayatımızın ayrılmaz bir
parçası oluşu, dinlerdeki ve toplum kabullerindeki yeri, rüyayı zamanla
psikolojinin ve tıbbın uğraşı alanı içine sokmuştur. Tıbbın giderek rüyanın
mâhiyetine eğilip bu konuda araştırmalarını hızlandırması, tedavide rüyadan
faydalanma yollarının tesbiti konusunun önemini gösteren hususlardan sadece
birkaçıdır.
İnsanın
hayatının en ilginç yönlerinden biri olan rüya, tarih boyunca her toplumu
yakından ilgilendirmiştir. Geleceği rüya yoluyla keşfetmeyeye çalışan dünün
insanı bugün de ondan bir şeyler beklemekte ve onunla ilgili çalışmalarını daha
değişik boyutlarda sürdürmeye devam etmektedir.
Pozitif
bilimlerin gelişmesi rüya gerçeğinin gözardı edilmesini değil, aksine onun
bilimsel yollardan ele alınması gereğini ortaya koymuştur. Freud ve kurmuş oldu
psikolojik ekolün (psikanaliz) insan kişiliğinin bilinmeyen yanlarının
belirlenmesinde yeni görüşler ortaya koymasıyla bilim dünyasının rüya olayına
verdiği önem daha da artmış ve bu konudaki çalışmalar hızlanarak
küçümsenmeyecek mesâfeler kat edilmiştir.
Batı dünyasını
daha çok ilgilendirmiş olan rüyalar İslâm dünyasının özellikle şeytânî rüya,
rüyâ-yı âdiye diye nitelendirdiği günlük ihtiyaçlardan, problemlerden ve bedenî
olaylardan kaynaklanan, tâbire bile gerek duyulmayan rüyalardır.
Rüya
konusunda çalışanların birleştikleri noktaların başında onun hissî hayatla
bağının olduğu hususudur. Rüyaların hemen hepsinde görme ve işitme ile ilgili
hayaller birlikte bulunur. İşitme ile ilgili olanların nisbeti görme ile ilgili
olan hayallerin yarısından azdır. Anadan doğma körlerde şekil hâfızası
olmadığından sadece ses hâfızası bulunur. Rüyada sadece sesler olur. Beş
yaşından önce kör olanların rüyalarında görme ile ilgili unsurların
bulunmadığı, ancak yedi yaşından sonra kör olanlarda bunlara rastlandığı
yapılan araştırmalar neticesi ortaya çıkmıştır.
Bazı genel
konularda görüş birliği içinde olan araştırıcılar olaya değişik açılardan,
değişik metodlarla baktıklarından birtakım rüya teorileri ortaya çıkmıştır.
Bunları ana hatları ile dört grupta toplamak mümkündür:
1.
Biyolojik Açıdan Rüya: Rüya, fizik
kanunlarının dışında canlı, hareketli ses ve şekillerin (imajların)
karışımıdır. Bu ses ve şekiller hâfızadan irâde dışı bir uyandırıcı etkisiyle
şuura dökülmeye başlar. Hâfızadaki şekil ve sesleri harekete geçiren bu
uyandırıcı organizmamızın herhangi bir noktasındaki biyolojik değişikliktir.
2.
Psikolojik Açıdan Rüya: Rüya, beş
duyumuzla dış âlemden aldığımız idrâklerdir. Rüyalarımız psikosinyaller,
ruhumuzdaki ârızaları, değişiklikleri ve karakterlerimizi belirten bir çeşit
mesajlardır. Bu mesajların sistematik tahlili, ruhumuzdaki değişen derin
ârızalarla aynı zamanda da değişmeyen karakterlerimizi ortaya çıkarmaktadır.
Rüya,
muhayyilenin en pasif yönünü yansıtır. Rüyadaki her çeşit hayal bir organın
etkisiyle meydana gelen hissî bir algının etrafında birleşir ve gruplaşır. Rüya
gördüğümüz anda bunun genellikle gerçek duyumlar olduğunu sanırız. Bununla
birlikte rüyadayken de gerçek olup olmadığını kendimize sorduğumuz olur. Bu
hal, uykuda iken de insanda yargı yeteneğinin ve uyanıklık hâtıralarının devam
ettiğini gösterir. Düşüncenin rüya içindeki müdâhalesi belirsiz ve geçici
olmakla birlikte devamlı olursa uyanılır.
Rüyalar
insanları hangi yönlerden etkiler, bu
hususu da dört ana başlıkta toplayabiliriz:
a- Rüyalar
insan karakterinin ve rûhunun içyüzünü açığa vurur. Gizli arzular, hisler ve
temâyüller rüyalarda sembollerle ifâde edilir.
b- İnsan,
rüyasında, hayatında karşılaştığı en önemli meseleleri halletmeye çalışır. Bu
mücâdele, insan uyanıkken böyle bir meselenin varlığını hissetmediği halde
mevcuttur.
c- İfşâ
edilen hakikatler kolayca kabul edilmedikleri için rüyaların anlatılmasında
güçlük çekilir. Bunun sebeplerinden birisi de insan zekâsının rüya
sembollerinin mânâsını kolayca kavrayamamasıdır.
d- Yeterli
derecede sabır, zekâ ve cesâret sahibi olunduğunda rüyaları anlamakta fazla bir
güçlük çekilmez.
3.
Metafizik Açıdan Rüya: Metafizik,
fizik idrâk ve bilgilerimizin ötesini oluşturmaktadır. Aklın kâinâtın sırlarına
cevap arama çabasıdır. Bu esasa göre düşünüldüğünde rüya da metafizik konular
içerisindedir.
Dinlere göre
insan rûhunun “ebedî varlık” ile bir bağlantısı vardır. Dolayısıyla rüyanın da
böyle bir bağlantısının olduğu kabul edilmektedir ve ona göre de
gruplandırılmaktadır. Rüyaları metafizik açıdan izah ederken kişinin hareket
noktası önsezidir. Rüyalarda zaman, mekân, kitle ve sürat gibi fizik unsurlar
sözkonusu değildir. Bize göre olana fizikî unsurlar ortadan kalkmakta,
izâfîleşmektedirler. Bu hal, gerçek varlığın fizikî unsurların dışında olduğunu
kabul demektir ki, varlığın gerçeği ile ancak fizik ötesinde ilişki
kurulabilir. Bu ilişki ise ancak önsezi ile mümkün olmaktadır. Biz bunların
işaretlerini canlı ve hareketli şekillerde sembolleşmiş olarak görmekteyiz.
4. Dinler
ve Güzel Sanatlar Açısından Rüya:
Rüya olayı tek şekli olan, mâhiyeti ve meydana gelişi kesin bir şekilde ortaya
konmuş rûhî bir olay olmadığından dinlerin ve güzel sanatların meseleyi ele
alışında, onu kullanışında bir bütünlük, beraberlik görülmez.
Rüyaların
oluşumu ve tâbirleri ile ilgili en yaygın teori Freud (1856-1939) tarafından
ortaya konarak geliştirilmiştir. Freud’a göre rüyalar baskı altına alınmış ve
tatmin edilmemiş duygular, arzular ve düşüncelerin uyku ânında üst şuurun
baskısından kurtulmasından meydana gelmektedir. Uykuda insanın benliği, baskı
altına alınmış duygu ve istekleri kontrol altına alamadığı, sansür gücü
azaldığı için bunlar olduğu gibi veya az-çok değişerek sembolik hayaller
halinde bilinçaltına çıkmaktadır. Freud’a göre cinsellik ile ilgili ihtiyaçlar
çoğu zaman şekil değiştirmiş olarak ortaya çıkar. Ona göre değişmez cinsellik
sembolleri vardır. Freud’a meşhur talebeleri dahil çağında ve sonrasında büyük
eleştiriler yapılmıştır.
Önceleri
Freudcu iken sonradan 1912’de kendi ekolünü kuran tanınmış Alman psikoloğu
Alfred Adler (1870-1937), Freud’un aksine cinsiyetin rolünü azaltıp ego’nun
rolünü arttırmıştır. Ona göre rüya, dün ile yarın arasındaki bir köprüden başka
bir şey değildir. Bir ferdin, genellikle hayata karşı takındığı tavrı bilmek,
hal ile gelecek arasında ne şekilde köprü kurduğundan haberdar olmakla
rüyalarında kurduğu köprülerin özelliklerini anlamak mümkündür ve buradan
geçerli bazı sonuçlar çıkarılabilir. Adler, rüyaların çok azını anlamanın
mümkün olduğunu, o rüyanın kişi üzerinde belli bir izlenim bıraktıktan sonra
çabucak unutalacağını söyler. Rüyaları bir ferdin faâliyet ve davranış
kalıbının sembolik ve mecâzî bir yankısı olarak görür. Rüya, o şahsın davranış
kalıbını dile getirdiği için düşünce süreçlerinin nasıl gerçekleştiğini ortaya
koyacağından bir psikiyatr o şahsın tabiatı ile ilgili sonuçlar çıkarabilir.
Adler’e göre rüyalarda kudret dürtüsü, yani iktidar isteği esastır ve geleceğe
yöneliktir. Sosyal duygu ve güçlü olmak için gösterilen çaba, rüyalarda açık
bir şekilde ortaya çıkar.
Batıda
bilimsel çerçeve içerisinde rüyanın mânâ ve mâhiyeti ile ilgilenen isimlerin
önde gelenlerinden birisi de İsveçli psikolog C.G.Jung’dur (1875-1976). Jung’a
göre rüya, diğer psikolojik olaylardan farklı değildir. Rüyalar şahsın günlük
dürtüleri ve düşünceleri dolayısıyla planları ile ilgilidir. Jung, rüyaların
aynı zamanda ilham verici unsurlara delâlet ettiği görüşündedir. Rüyaların
yorumları itibarıyla Freud geçmişe, Adler geleceğe, Jung ise aynı zaman ve
özellikle hâle dönüktür. Jung’a göre rüyalar, kolektif şuuraltını canlandırır
ve kâinat sırrını taşır. Freud, rüyaların cinsî sembolizmini, Adler, iktidar
isteğini esas olarak alırken Jung bunları yeterli görmez. Bu görüşlerin insan
ruhunun derinliklerini dikkate almadığını belirtir. Eski çağlara ait ve ortak
içgüdü, düşünce ile duygu kalıntılarından oluşmuş malzemenin rolüne işaret
eder.
Rüyalar,
madde ile mânâ âlemini görünmez iplerle bağlayan ve bizlere ötelerin varlığını
devamlı hatırlatır. Rüyaların derinden olanları, bizi içimizdeki varlığa,
“ben”e yaklaştıran sınır noktalarıdır.
Maddeci
biyoloji süratle gelişirken rüyaları bilinç altındaki beyin olaylarına bağladı.
Ne var ki, rüyaların zamanı aşan farklılıkları kimsenin gözünden kaçmış
değildi. İstisna denilerek uzun süre konuya ters açıdan bakıldı. Ünlü bir bilim
adamı “fizik ve biyolojide istisna olmaz. Tek bir olayın dahi açıklanması
gerekir” hükmü ile metafizik olaylara bilimsel bir kapı araladı.
Rüyalar
metafizik bir olaydır. İç dünyamızdan doğar. Zaman ötesi nitelikleriyle
birlikte bilinç altına yansıyarak bize ulaşır. Bu arada bilincin ve şuuraltının
şekillerine ve fotoğraflarına bürünür. Zaten eski psikiyatristlerin rüyaları
bilinçaltı diye değerlendirmesi, onların bu özelliklerinden gelir. Hatta iç
dünyadan gelen rüya olayının bilinçaltından geçerken getirdiği çizgi ve
fotoğrafların ruh hekimliği açısından değerlendirilmesi yanlış da olmaz. Ancak
rüyalar bilinçaltında doğmaz. İçmizdeki ben’den bize gelen mesajlardır. Bunun
önemli delilleri vardır:
a) Rüyalar
çok kısa sürede görülür (birkaç saniye). Uyandığımız zaman on beş-yirmi
dakikada anlattığımız rüya, bilimsel olarak ispatlanmıştır ki, birkaç saniyede
görülmüştür. İç dünyadaki kişiliğimizin madde ötesi olması sebebiyle rüyalar da
zaman ötesinde cereyan eder. Birkaç saniyelik süre rüyanın şuuraltına, oradan
bilince geçmesi süresidir. Yoksa rüyada zaman sıfırdır.
b) Rüyalar
bazen açıkça bazen üstü kapalı olaylara bürünmüş olarak geleceği haber
vermektedir. Bilim tarihinde ve günlük hayatımızda geleceği olduğu gibi
gösteren rüyalara sık rastlanmıştır. Bilim tarihine geçen bu tarz ünlü bir rüya
Abraham Lincoln’ün rüyasıdır. Lincoln rüyasında bir kimse tarafından tiyatroda
öldürüldüğünü gördü. Ertesi gün rüyayı yakınlarına anlattı. Başta doktoru olmak
üzere rüyayı o sırada Amerika’nın karışık politika olaylarının bilinçaltına
yansıması şeklinde yorumladılar. O akşam Lincoln aynen rüyadaki gibi öldürüldü.
Rüyanın tartışması uzun yıllar sürdü. Gözden kaçan bir mesele vardı ortada.
Farzedelim ki Lincoln’ün rüyası o yıllarda Amerika’daki siyasal kavgalara bağlı
idi. Lincoln rüyasında kendini öldüren adamı, çizgisi çizgisine nasıl tarif
etmişti? Vurulmadan sonra olan olaylar bile rüyasında gördüğü biçimde devam
etmişti.
Bazı rüyalar
açık değildir. Şekillere bürünmüş gizlenmiştir. Bu, rüyanın şuuraltından
geçerken aldığı fotoğraflardan meydana gelen karışık bir şekildir. Rüya yorumu
bu karışık şekillerin analizi anlamını taşımaktadır.
Gelecekten
haber veren içimizdeki öz varlığımız, ölümsüz olan madde ötesi yanımızdır.
Yüzeyde olan rüyalar, şuurumuzdaki hayal kopyalarıdır. İçinde bulunduğumuz
psikolojik durumu yansıtmadan öte bir önem taşımazlar. İç dünyadan gelen
rüyalar bazı işaretler taşır (Haluk Nurbaki, Tercüman, 22 Haziran 1977).
Çözülemeyen
Sır: Yukarıdaki makalenin bir bölümünde; rüyalarda bir iç spikerin varlığından
bahsedilmekte ve bu iç spikerin iç dünyamızdaki ben, yani asıl kişiliğimiz
olduğu ilâve edilmektedir. Ölümsüzlüğünün de söylendiği asıl kişiliğimizin
nasıl olup da ileride meydana gelecek olayla irtibat kurabildiği ise sır olarak
kalmaktadır. Ancak bu sırrın gerçekliği, olayın meydana gelmesinden sonra idrâk
edilmekte, fakat yine de tam anlamıyla analizi yapılıp bir formüle
bağlanamamaktadır. Her şeye rağmen rüyalar, hayatımızın bir parçası olarak
ölünceye kadar bizi bırakmayacaktır.
Uyku
Fikirlerin Kuluçka Dönemidir:
Hazırlık safhası tamamlanmış, yani üzerinde yeteri kadar çalışılmış bir mesele
sonunda uykuya dalan bir kimsede kuluçka devri başlamış olur. Çünkü uyku halinde
meselesini geçici olarak bir kenara koymuş gibidir. Bazen kuluçka devri uykudan
evvel başlayıp uykuda devam edebilir. Meselâ; öğleden sonraya kadar çalışıp da
halledemediği meselesini bir kenara koyan kişi, başka işlerle meşgul olurken
bir çağrışım sebebiyle kenara bıraktığı meselesini halletmeye meyleder.
Hallolmayan meselenin kuluçka devresi gece uykuda ve rüyada devam eder. Bazı
rüyalar insanları, arzu ettikleri şeye kavuşturucu biçimdedir. O halde üzerinde
çalıştığı meseleyi çözmeyi çok arzu eden insanın isteğine rüyalarında
ulaşabilmesi şaşılacak bir şey değildir. Çünkü; vermek olmasaydı, istemek
olmazdı. O halde; vermek, lütfetmek, ihsan etmek isteyen Yüce Allah, istemek
duygularını insanın içine yerleştirmiş ki; insan istiyor ve isteklerine ekseriyetle
kavuşuyor.
Rüyalardan
Alınacak Ders: Rüyalar herkes için ne
gibi mânâlar taşır, pek bilinmez. Aslında rüya tabirlerini içeren kitaplara da
fazla itibar etmek insanı hayal kırıklığına uğratabilir. Din, rüya ile amel
etmeyi emretmemiş. Rüyaların neticeleri kişilerin yaşayış durumlarına göre
farklı zuhur edebilir. Fakat sâdık rüyalar insanın yolunu projektör gibi
aydınlatır.
Rüyalar,
bir başka âlemin varlığını hatırlatan habercilerdir. Rüyalar o âlemin sahnesi hükmündedir. Bestelenemeyen
güftelerin notaları orada mevcuttur. Mikroskopun gösteremediği atomun yapısı o
sahnede görülür. En içli duygularımızı terennüm eden şiirlerimizin mısraları,
romanlarımızın bölümleri, hikâyelerimizin isimleri orada yazılıdır. Dikiş
makinesinin iğnesinden, bilmem ne ilacının bulunmasına kadar, rüyaların rolü
vardır. Demek ki rüyalar, en ahmak insana bile ötelerin varlığından haber
veriyor. Öyle ise insan ölünce yok olup gitmeyecek, bir âlemden öteki âleme
geçecektir. Bu durumda âlemleri yaratana itaat etmeli, âhiret âlemine sevap
dolu bir çanta ile gitmelidir.
Tıbbın
psikiyatri dalı, psikoloji, psikanaliz, parapsikoloji ilim dalları yanında,
felsefe ve özellikle tasavvuf gibi disiplinler için rüya, her zaman ilgi alanı
olmuştur. Rüya birçok bilim dalının ilgilendiği bir konu olmasına rağmen,
hakikati ve mâhiyeti üzerinde kesin bilgilere henüz ulaşılamamıştır.
Allah,
genellikle geceleyin algı gücünü alarak insanı uyutur. Belli bir süre
tamamlandıktan sonra uyandırır. Uyku bir tür ölümdür. Bu sırada insan bilincinden
sıyrılır. Can bedendedir, fakat canın özü olan bilinç ondan ayrılmıştır. Uykuda
düşünme söz konusu değildir. Bedenden bağımsız olarak ruh rüya görür, birçok
yeri dolaşır, sevinir, sıkıntıya düşer. Uyku bir yönüyle ölüme benzer. Ölümde
ruh bedenden ebedî ayrılır. Uykuda ise bilinç kabiliyeti geçici olarak bedenden
ayrılsa da, bedene canlılık veren hayvansal ruh bedende kalır. Bedenin
dinlenmesi, beyinde biriken bunalımların atılması için uyku şarttır. Uykunun
ardından, sonra bilincine tekrar kavuşan insan kendisini dinçleşmiş hisseder.
Muhiddin
Arabî, gördüğü bir rüya üzerine Fusûsu’l-Hikem’i yazdığını kitabının önsözünde
belirtir. Eyüp kabri, Yûşâ kabri, Sarı Saltuk’un kabri rüya yoluyla
bulunmuştur. Buna benzer motiflere Hıristiyan inançlarında da rastlanmaktadır.
Meselâ Selçuk’taki Meryem Ana Manastırının bulunuşu bir Hıristiyan azîzesinin
rüyası yoluyla mümkün olmuştur. Tabii, bu bulmalar bilimsel ve tarihî
gerçekliklerle ve akılla ilgili delillerle desteklenmediği müddetçe bunların
gerçekliği tartışılabilir, birer tahminden ibaret kabul edilebilir.
Rüyaların
bazı müjdeler ve uyarılar içermesiyle birlikte, şeytanî rüyalar olduğu da
unutulmamalıdır. Zaman zaman gazetelere akseden nice feci durumlar rüyalara
verilen önemin farklı boyutunu sergiler. Meselâ: “Amasya’da bir ziraat
mühendisi, gördüğü rüyanın etkisinde kalarak iki çocuğunu pencereden aşağı
atmıştır…” (Tercüman, 21.12. 1988).
Rüya, bir
uyku zamanı ziyaretçisi, anlaşılması güç İlâhî olguların alegorik/simgesel bir
tercümesi, aklın kullanılmasından bizi alıkoyan bir hayal veya şiirsel ilham
kaynağıdır. Aslında hayat bir rüyadır. Dünya, bir oyun ve eğlenceden, bir rüya
ve aldanmadan başka bir şey değildir.
Gençliğin
bâkî olmadığını, hayata bel bağlamamak gerektiği, zamanın ve bu dünyanın gelip
geçici olduğunu belirtirken kullanılan ifâdelerin başında hep “rüya gibi”
ifâdesi yer alır. “Gençlik kaçar ve hayat uçar; bu rüya gibi dünyadan çabuk
göçersin” (Kutadgu Bilig). Günlük ifâdelerde kullanılan rüya kelimesi,
genellikle gelip-geçiciliğin, aldatıcılığın sembolü durumundadır. Rüya
kavramıyla ilgili atasözlerine örnekler verelim: Aç tavuk rüyasında darı görür.
Ne karanlıkta yat, ne korkulu düş gör. Şeytan adamın düşünü azdırır, suyunu
ısıtmaz. Yerde yatar minare kadar rüya görür. Düşte ağlayan uyanıp gülmüş.
Korkulu düş görmektense uyanık yatmak yeğdir.
Dilimizde
rüya ile ilgili birçok kelime, deyim ve terim de bulunmaktadır. Rüya gibi,
rüyalarına girmek, gözü açık rüya görmek, rüyada bile görememek, rüyasında
görse hayra yormamak, ağır basma, düşü azmak, düş yormak, ihtilâm, karabasan,
kara düş, kara kaygılı rüya, kara-kura, karakura basmak vs.
Rüya, rûhun
ve kaderin varlığının en önemli delillerinden biridir. Sonradan olacak bazı
şeylerin rüyada görülmesi kadere, alın yazısına ve tesadüfün olmayıp her şeyin
nizama bağlı olduğuna delildir.
Kaderle
ilgili olarak “insanın başına gelmesi gereken bazı musibetlerin, yapılan bir
güzellik ve sevapla (meselâ sadaka vererek) günlük hayatta başına gelmeyip
rüyada karşısına çıkarak kader yerini bulur” diyen âlimler vardır.
En çok
çalışan, hemen hiç dinlenmeyen organlarımız kalp ve beynimizdir. Gece ve
uyurken bile çalışır bu organlarımız. Rüya görürken beynimiz normalden % 12
oranında daha fazla çalışır.
Rüya zarûrî
bir ihtiyaçtır; ruhun gıdasıdır. Art arda üç gün uyumadığı için rüya görmeyen
kimse, hallüsinasyon görmeye başlar.
Vahyin
başlangıcı rüya iledir ve peygamberliğin kırk altıda biri rüyadır. Tarihte ve
günümüzde bazı müşriklerin rüya yolu ile hidâyete ermeleri, rüya ile büyük
fetihlerin müjdelenmesi, felâketlerin haber alınması, geçmişle temas ve tedavi
gibi hususlara değişik eserlerde sıkça rastlanmaktadır.
Ruh; bir
gizem, hakkında bilgimiz az (17/İsrâ, 85). Rüya da ruhun rejisörlüğündeki bir
film, dizi filmler yumağı. O yüzden enterasan ve tüm sırları çözülemeyecek
esrârengizlikte. Tahmin ve yoruma açık, spekülasyonlara ve hatta istismara
müsait tarafları olan bir sınav alanı.
Tasavvuf,
rüya ile nefsin hangi merhalede bulunduğunun anlaşılabileceğini, gördüğü
rüyanın kişinin mânevî durumunun göstergesi olduğunu kabul eder. Belki bu
anlayıştan etkilenerek Freud da psikolojik sırların, bilinçaltında depo edilen
bastırılmış isteklerin ipuçlarını yakalamak için rüyanın temel işlevi olduğunu
iddia etmiştir.
Rüya, bir
deşarjdır/boşalmadır. Psikolojik boşalmadır: Günlük etkilenmeler, stres ve
benzeri problemler rüyada deşarj olmakta, çöp kutusunun boşaltılıp temizlenmesi
gibi rüya vâsıtasıyla içdünyamıza zarar verecek yükler atılmaktadır. Rüya
fizyolojik boşalma da sağlar. İhtilâm (düş azması) buna örnektir. Dolu
testisler rüya aracılığıyla boşalırken, bu durum aynı zamanda psikolojik deşarj
ve tatmin de sağlar. Rüya, aynı zamanda
kaderin de boşalması kabul edilebilir. İnsanın alınyazısında (kaderinde) yazılı
olan bazı musîbetlerin, sadaka vermek, duâ etmek gibi bazı hayırlar vesilesiyle
günlük yaşayışta ortaya çıkmayıp kaderdeki bu olayı kişinin rüyada yaşaması
mümkündür. Bu da kaderin rüya aracılığıyla icrâ edilmesi, boşalması demektir.
Rüya aynı
zamanda bir tatmin aracıdır. Aç insan, yemek ihtiyacını psikolojik yönden
rüyada giderir, bazı problemleri farklı şekilde rüyada çözüme kavuşur.
Psikolojik tatmin sağlar rüya. Günlük hayatta ezilen müstaz’af insan, rüyasında
kahramanlık yapar, uçar, döver… Arzular ifade edilip gün yüzüne çıkarken kişi
tatmine de kavuşur. İhtilâm da, psikolojik tatminin cinsel boyutudur. Rüya,
insanın ruh sağlığına büyük katkısı olan, onsuz uzun süre yaşayamayacağımız
Allah’ın büyük bir nimetidir. Hayal kurmak insan için ne kadar önemli ve
faydalıysa rüya da en az o kadar faydalıdır.
Rüya bir
taraftan günlük hayattan etkilenme olduğu gibi, gaybla da bağlantılıdır,
istikballe de ilişkilidir. İç dünyamızın, rûhumuz ve nefsimizin melekle de
şeytanla da bağlantısı (hem takvâya hem fücûra meyilli olması), her iki mesaja
da açık olduğunu gösterir.
İnsan
karakterine, arzularına, güncel tavırlarına ışık tutan rüya, aynı zamanda dün
ile yarın arasında sembollerle oluşmuş bir köprüdür. Semboller ve mecazların
insan ruhunda zannettiğimizden daha fazla önemi vardır. Benlikte yer etmiş bazı
olaylar ve tatmin isteyen arzularımız sembol giysisi ve mecaz diliyle rüyada
karşımıza çıkar. Benzetme, simge, mecaz ruhun dilidir.
Rüya da
isbat ediyor ki; insan sadece bedenden, akıl ve duyulardan ibâret değildir;
onun bir de metafizik (rûhî/psikolojik) tarafı vardır ve bu özelliği kişinin Allah’la,
gaybla bağlantısını sağlar. Ama esas bağlantı, kişinin kendi irâdesiyle
uyanıkken gaybe iman eden bir açılımla Allah’la irtibatını vahyî ilkeler
ışığında ibâdet ve itaatle (kullukla) sağlamasıdır.
Bizde ve
Batı toplumunda rüyanın ilmî araştırmalara konu oluşunun uzak bir geçmişi
yoktur. Psikiyatride rüyadan hareketle varılan sonuçların olumlu oluşu, bilim
adamlarını görülen rüyadan öte nasıl ve ne şekilde görüldüğü sorusuna cevap
aramaya yöneltmiştir. Bugün bir kişinin rüya görüp görmediğini tespit eden
bilim adamları rüyanın doğrudan doğruya bilimsel araştırmalara esas olması
yolunda onun görüldüğü an incelenmeye aktarılması safhasına gelmişlerdir. Rüya
üzerine yapılan çalışmalar, getirilen yorumlar bugün de, anlatılan rüyalar
üzerine yapılmaktadır. Görülen rüya ile rüya görenin anlattığı arasında ne
derece uygunluk vardır, tespit edilememektedir. Kişi uykusunda mutlaka bir veya
birkaç rüya görmektedir, ama bazen bunları hatırlayamadığı için rüya
görmediğini sanmaktadır. Yapılan tespitlere göre normalde kişi bir gecede 4 ilâ
6 arasında değişik rüya görebilmektedir ve bir rüyanın süresinin 20 ilâ 90
saniye arasında değiştiği deneylerle tespit edilmiştir.
Rüya
görmenin ilk objektif göstergesi göz hareketleridir. Uyuyan bir kişinin göz
hareketleri onun rüya gördüğünün ilk ciddi işaretleri kabul edilmiştir. 1953
yılında Chicago Üniversitesi uzmanlarından Dr. N. Kleitman ve talebesi E.
Aserinsky, denekler üzerinde yaptıkları çalışmalarda onların rüya gördükleri
anda gözlerinin düzenli hareket ettiklerini fark etmişlerdir. İnsanlar uykunun
rem diye adlandırılan bölümünde rüya görmektedirler. Bu deyim, hızlı göz
hareketleri anlamına gelmektedir. Bu olay esnâsında iskelet, çene ve ense
bölgesi felçli gibidir. Tansiyon ve nabız sürekli değişir. Hatta solunum bile
20 saniye kadar kesilebilmektedir. Uykudayken gözlerini düzenli hareket
ettirdiği halde kişi, hiç rüya görmediğini söylüyorsa, bunun doğru olmadığı,
kişinin hatırlamasa da bu durumda rüya gördüğü anlaşılmaktadır. Buradan Dr.
Kleitman, aslında herkesin rüya gördüğünü, ama bazılarının rüyaları
hatırlayamadıkları neticesini ortaya koymuştur. Rüya gören kişinin gözlerinin
hareket etmesi, uyanık bir kişinin gözlerinin hareket etmesinden farksızdır.
Göz hareketleri görülen rüyanın mâhiyetine göre yön değiştirmektedir. Meselâ
rüyasında yukarıya ve aşağıya bakan bir kişinin göz hareketlerinin de yukarı ve
aşağı doğrultuda olduğu tespit edilmiştir.
Dr. Kleitman,
elektronik cihazlardan faydalanarak deneklerinin EEG ve EKG’lerini tespite
başlamış ve neticede rüyanın varlığına ilk objektif delilden olan göz
hareketlerinin yanına bir de kalp atışlarını ilâve etmiştir.
Rüya farklı
bir davranış şeklidir ve uykunun belirli bir devresinde oluşur. Diğer
devrelerden farklı olarak rüyanın meydana geldiği devrede vücutta bazı
farklılıklar görülür; nefes alma ve kalp hızı düzensizleşir, bazı organlar
sertleşirken gırtlak bitişiğindeki boğaz kasları gevşer, vücudun elektriksel
ısısı yükselir.
Rüya
normalde uykunun % 20’lik bir bölümünü teşkil etmektedir. Buna göre 8 saat
uyuyan bir kişinin ilk saati ağır ve rüyasız geçmektedir. Bundan sonra 10
dakika içinde rüya görülmekte ve sonra yine 1,5 saat ağır bir uyku devresi,
arkasından 20 dakikalık bir rüya ve yine 1,5 saatlik ağır bir uyku devresi
gelmektedir. Son devredeki rüya bölümü 30 dakika sürmektedir.
Dr.
Kleitman’ın talebelerinden Dement, “rüyadan mahrum etme” deneylerine devam
ederek EEG cihazını kullanmış ve rüya esnâsında uyandırma işini hızlandırdıkça
deneklerin rüya görmelerinin daha da arttığını müşâhede etmiştir. Deneyin son
safhasında denekler rüyadan tamamen mahrum edilince deneklerde hırçınlaşma,
hâfıza kaybı, dağınıklık ve tutarsızlık görülmeye başlanmıştır. Bu deneyler
sonucunda da bilimsel olarak rüyanın insanın rûhî hayatını düzene sokan, hayat
için elzem olan bir ihtiyaç olduğu ortaya çıkmıştır. Deneylerle derin uykudan
uyanmanın rüya esnâsında uyanmadan daha kolay olduğu, rüya esnâsında uyanmanın
ise çok zor olduğunun tespiti de insanın uykudan çok rüyaya ihtiyacı olduğu
hususunu ortaya koymuştur. Yine bu deneylerle rüyaların psikolojik, fizyolojik,
solunum ve beslenme gibi hayatın devamını mümkün kılan ihtiyaçlardan olduğu
bilimsel olarak tespit edilmiştir. Üst üste üç gün uyumayan kimse, rüya
ihtiyacını mutlaka hallüsinasyon görerek karşılar. Beyin, rüya görürken
hâfızamızı çılgın bir dengeden kurtarmaktadır. Bu mekanizma, bu şekilde
işlemese insanlar önemli ruh bozukluklarına uğrayabilirler. Almanya’da rüya ile
ilgilenen bir enstitü, yapmış olduğu çalışmalarda, rüyaların beynimizi
uyuşturmadığı, aksine en yüksek düzeyde çalıştırdığını ortaya koymuştur.
Uyuyanlar üzerinde yapılan beyin araştırmalarında, derin fakat rüya görmeden
uyuyanların beyinlerinin uyanık haldekinden % 12 daha az enerji harcadıkları;
rüya görürken gerekli enerji ihtiyacının % 12 oranında arttığı; beyinde en
fazla enerjiyi konuşma, düşünme ve planlama merkezlerinin bulunduğu kısmın
harcadığı ortaya çıkmıştır. Rüyaların canlılığı, beynin yükselmiş ısısı ile
açıklanmaktadır. Ünlü nazariyatçılardan Crick ve Mitchison’a göre rüya
hâfızadan sahte bilgiyi uzaklaştıran bir “ters öğrenme” mekanizmasıdır.
Hartman’a
göre rüyaların unutulması beynin durumu ile ilgilidir. Gecenin son rüyaları ilk
rüyalara göre daha az karışık, daha düzenlidir ve daha net hatırlanır. (Hadiste:
“En sâdık rüya seher vakitlerinde görülen rüyadır”
[Tirmizî, Rüyâ 3, h. no: 2275] buyrulur). Çünkü beyin yavaş yavaş görüş
bileşimlerinin ilk oluştuğu ve bütünleştiği uyanıklık durumuna yaklaşmaktadır.
Dugald Stevart, rüya hakkında şunları söyler: “Uykuda irâdeden bağımsız zihnî
operasyonlar da devam etmektedir ve rüya görmekten sorumludurlar. Düşüncelerin
uyku sırasındaki otomatik akışı çağrışımlar tarafından düzenlenmektedir ve
uyanık olma durumu sırasındaki düşünce akışı olarak görülmektedir, fakat
irâdenin uykuda askıya alınması yüzünden uykudaki düşünceler dizisi yalnızca
çağrışım yasalarına boyun eğmektedir. Bu, rüyaların bedenî duyumlardan ve
zihnin üstün gelme mizacından, uyanıkken üstünlük özelliği olan sosyal
alışkanlıklardan etkilenmesi sebebiyle olmaktadır.” (Geniş bilgi için bk. Hekimoğlu
İsmail-Nurettin Ünal, İlimde Teknikte Edebiyatta Tarihte Dinde Rüya; Hasan Avni
Yüksel, Türk İslâm Tasavvuf Geleneğinde Rüya)
Yetişkin
birinin günde 8 saat uykuya ihtiyacı olduğuna dair halk arasında genel bir
kanaat vardır. Şu âna kadar yapılan araştırmalar uyku ihtiyacının bir insandan
diğerine değiştiğini göstermiştir. Bebeklerde uyku ihtiyacı 16 saat olurken, bu
rakam yaşlılarda ise birçok değişiklik gösterir. Bazı yaşlılar çok fazla
uyurken, bazısı ise az uyur. Kimi uykuda sık sık rüya görürken, kimi de uykudan
sık sık uyanır.
Uykunun
sebebi veya fonksiyonu tam olarak bilinememektedir. Cihicago Üniversitesi uyku
araştırmacılarından Allan Rechtschaffen uykunun hiçbir fonksiyonu olmadığını
tesbit etmiştir. Adale yorgunluklarının azalmasına rağmen vücudun dinlenmesi
için uykuya ihtiyacı yoktur. Çünkü vücudumuzdaki hücrelere kendi kendilerini
tamir etme özelliği verilmiştir. Araştırmacıların tespitlerine göre bu esnâda
faâliyetten uzak olmasına, ya dinlenme veya uyku durumunda bulunmasına da gerek
yoktur. Uyku sırasında alınan EEG kayıtları üzerinde yapılan incelemelerde
beyinde faâliyetsizlik görülmemiştir. İngiltere Milli Fizik Laboratuvarı Kompütür
Bilimleri bölümünde psikolog araştırmacı Dr. Evans’a göre uykunun tek
maksadı rüya görmemize izin vermesi, zemin hazırlamasıdır. Standford tıp
merkezi uyku kliniği doktoru Dr. William Dument’in görüşüne göre ise rüya
görmek son derece ehemmiyet arzetmektedir. Zira rüyalar fizikî dengenin
sağlanmasına hizmet etmektedir.
Temple
Üniversitesinden koruyucu ilaçlar profesörü Dr. Fred Rofers, uykunun aktif
hayattan tamamıyla uzaklaşmak olmadığını, bilakis yavaşlayan kalp de dâhil
olmak üzere uzuvlarımızın değişik bir tip yaşayış durumuna girdiğine
inanmaktadır. Yine Dr. Rogers’in görüşüne göre uyku, organların en önemli
koruyucu ilacıdır. En mühim koruyucu ilaç olan uykuda da bir ölçü hâkimdir ve
olması gerekir. Fakat yine aklımıza şu sorunun gelmemesi mümkün değil: uyku
geceye âit bir alışkanlık olabilir mi?
Uyku
araştırmalarının babası olarak bilinen Nathaniel Klietman uyku haline
geçebilmek için bir faâliyet sisteminde kritik bir seviyenin altında şiddetli
bir durum olması gerektiği inancındadır. Bütün kâinata ölçülü bir hareket, yani
ritm hâkimdir. Med-cezir, güneş ve ayın doğup batmaları, mevsimler, dünyanın
ekseni etrafında dönmesi ve daha pek çok düzenli ve maksatlı hareketler hep bu
ritmi bize gösterirler. Stanford Üniversitesinde Dr. Colin D. Hendrigh’e göre
bütün organizmalar, kendi zamanları içerisinde düzenli hareketler yaparlar. Bu
hareketin nisbeti veya mikdarı organdan organa değişiklik gösterir. Bu
değişmeler yani ritimlerin en yüksek ve en düşük seviyesi şahıslara göre
farklıdır.
Vücut
hareketi, günün ortalarında en yüksek seviyeye çıkarken sabahın erken
saatlerinde en düşük seviyeye iner. Dr. Franz Halberg normal durumda ve 24
saatlik bir periyodda meydana gelen değişmeler için “circation” kelimesini kullanır.
Vücut dengesi, zamana bağlı ritim değişmeleriyle sağlanır. Organlarımızın
ritminin en yetersiz olduğu anlarda uyku bastırır. Gecenin ilk uyku dönemine
hızlı olmayan göz hareketi anlamına gelen nrem (Non Raped Eye Movement)
denilmektedir. Vücudun dinlendiği en sâkin uykudur bu. Nefesimiz düzgün ve
sâkindir. EEG kayıtları ve beyin faâliyetleri düzgün ve intizamlıdır. Horlama
da bu uyku döneminde vuku bulur. Hızlı göz hareketi denilen rem (Ropel Eye
Movement) faal uyku halidir. Vücut hareketsiz olmakla beraber yüzde ve parmak
uçlarında düzensiz hareketler vardır. Horlama kesilir. Nefes düzensiz haldedir.
Yani hızlı ve yavaş arasında ritim değişikliği görülür. Bazılarının
kanaatlerine göre rem uyku hali değil, bir çeşit sara nöbetidir.
Gece
uykumuzun 1,5 ilâ 2 saati rem uykusudur. Nrem ve rem devreleri 70 ilâ 110
dakika arasında değişir. Ortalama 90 dakika olarak kabul edilmektedir. Rûhî
depresyon geçirenler rem uykusu olmadığı sürece kendilerini daha rahat
hissederler. Rüya görme olayı, ekseriya rem döneminde vuku bulmaktadır. Pek çok
kişi yatıştırıcı veya uyku verici ilaçları almalarına rağmen rem döneminde faal
uyku halinden kurtulamazlar. Halbuki alınan ilaçlarda rem’i ya tamamen veya
kısmen ortadan kaldırması aranmaktadır. Rem’de ne mi olmaktadır? Uykunun ilk
rem dönemi 10 dakika kadar devam eder. Gece ilerledikçe, rem daha da
uzayabilir. Bazen de bir saat olur. Uzun veya kısa sürsün her rem döneminde
rüya görülür. Aslında gördüğümüz rüyaların pek çoğunu unuturuz veya
hatırlamayız (Araştırmacılar rüya görme olayını tesbit için şahsı uyandırır ve
rüyayı hatırlayıp hatırlamadıklarını sorarlar).
Rüya
görmekteyken hoş olmayan veya lüzumsuz bilgiler bir tarafa atılır. Hatırlanan
rüyalar daha çok güzel ve hoşlandığımız anlamları içerir. Eğer bütün rüyaları
hatırlamış olsaydık, gün boyu etkisinde kalır, kendimize kolay gelemezdik.
Uykunun nrem dönemi, vücudun istirahat ve sükûnetini temin eder. Beynimiz bir
veya iki saat sâkin bir durumda kalır. Akabinde 10 veya 20 dakika süreyle faal
duruma geçmek zorundadır. Rem süreleri, beynin faal olmasını icap eden özel
durumlardır ki, bedeni uyku halinde dahi yapılması gereken fonksiyonlarını
yerine getirebilsin; Kalori depolaması, kan faâliyetleri gibi. Şayet rem
devresi olmasaydı, akşam yatıp sabah kalkmak yerine bir iki saat uyuyup
kalkarak 10-20 dakika bekleyip tekrar uyuyup kalkmamız gerekecekti.
Yapılan
deney ve tecrübeler, rem uykusundan mahrum veya problemli kişilerin, birkaç
gece sonra psikolojik, rûhî ve diğer hallerinde bozukluklar görüldüğünü tesbit
etmiştir. Bazı araştırmalarda rem devreleri bulunmayan hastaların, tecrübe
sonunda rahat uyumalarına müsaade edilince normale nazaran daha uzun süre rem
uykusu uyudukları tesbit edilmiştir. Ernest L. Hartman insanların oldukça sâbit
bir nrem’e, bu arada değişen nöbetlerde rem uykusuna ihtiyacı olduğunu
bildirmektedir. Yani her beden sâbit bir süre nrem uykusuna sahiptir. Rem’in
uzunluk kısalığı sahibine göre değişir.
Çok
uyuyanlar veya uykucular denilen “long sleeper” olanlar ise daha çok ağır
işlerde çalışanlardır. Pek fazla uyumayacak olursa bu kişiler, sosyal
hayatlarında problemlerle karşılaşırlar, huzurlu olamazlar. Daima şikâyet
ederler, asabîdirler. Romantik ve sanatkâr ruhlu insanlar uykuyu toplum ve
insanlardan kaçmada bir araç olarak kullanırlar.
Uyku
düzenimizi değiştirmek elimizde değildir. Dolayısıyla altı saatten fazla
uyuyamıyorsanız, hiç endişe etmeyin. Demek ki uykuya ihtiyacınız bu kadardır ve
bu da size yeter. Günde ortalama sekiz saat uyku sözü, sadece bilimsel
izahlarda geçen genel bir tâbirdir. Bu sebepten fazla ciddiye alınmamalıdır
(Ali Toker, Köprü).
Rüyanın
başlaması ânında adaleler ve boyun kasları tamamen gevşer, baş âdeta gövdeden
ayrılmışçasına bir tarafa düşüverecek gibi olur. Yani, rüya ânında gövdenin
fizikî hareketleri tamamen durur. Bu hal şuna benzetilebilir: Bir tiyatro
seyircisi koltuğunda otururken ufak tefek hareketler yapar. Fakat perdenin
açılmaya başlamasıyla dikkat kesilir. Uykudaki insan da sağa sola dönüp el-kol
hareketleri yapabilir, fakat rüya görmeye başlayınca hepsi son bulur.
Rüyâ-yı
sâdıka; Doğru ve görüldüğü gibi çıkan rüya demektir. Buna "rüyâ-yı
sâliha" da denir. Bunun zıddı, Kur'ân tabiriyle “edğâsü ahlâm”, yani “karışık
düş”tür.
İnsan,
yaratılışı itibariyle, uyurken uyanıkmış gibi bazı olaylar yaşar. Bunlar ya
gündüzleyin uyanık olduğu sırada etkisinde kaldığı hususlar olabilir veya bir
hikmete dayalı olarak görülen rüyalardır. Bunlar gerek sâdık rüya olsun, gerek
edğas olsun bu iki çeşit rüya hakkında bilgi vermektedir: "Allah Teâlâ,
insanların Levh-i Mahfuz'daki durumlarını bilen bir grup meleği rüya işiyle
görevlendirmiştir. Görevli melek Levh-i Mahfuz'dan aldığı durumları birtakım
olaylar ve şekiller haline sokarak ilgili insanın rüyasında kalbine
yerleştirir; ki o kimse için bir müjde veya uyarı ya da kınama değerinde olsun.
Böylece hikmetli, yararlı veya sakındırıcı bir faâliyet gösterilmiş olur.
İlgili melek bu gayret içinde iken, şeytan da insana karşı duyduğu kin ve husûmetten
dolayı onu uyanık iken rahat bırakmak istemediği gibi, uyku âleminde de rahat
bırakmak istemez. Ona birtakım hile ve tuzaklar kurmaktan geri durmaz. Şeytan,
insanın rüyasını ifsad etmek üzere ya onu gördüğü rüya hususunda yanıltmak
ister veya rüyasından gâfil olmasını sağlamaya çalışır.
Rüyalar
genel olarak iki kısma ayrılır:
1-
Peygamberlerin ve onlara uyan sâlih mü'minlerin gördükleri rüyalar bu tür
rüyalardır. Yusuf (a.s.)'ın gördüğü rüya gibi (12/Yûsuf, 4). Mü’min olmayanlar
da bu tür rüyaları görebilirler. Yusuf sûresi 43. âyetinde bildirilen, Mısır
kralının yedi zayıf ineğin yedi semiz ineği, yedi cılız başağın da yedi olgun
başağı yuttuğunu gördüğü rüyasıyla, Hz. Yusuf'un hapishanede iken iki mahpusun
gördüğü rüyalar, bu tür rüyalardır (Haydar Hatipoğlu, Sünen-i İbn Mâce Terceme
ve Şerhi, X, 89-90).
2- Kur'ân-ı
Kerim'de, "edğasü ahlâm (karmakarışık düşler)" (12/Yûsuf, 44) diye
bildirilen rüyalardır ki; şeytanın uyuyan kimseyle oynamasından, kişinin arzu
ettiği veya etmediği bir şeyi çok konuşmasından veya arzulamasından kaynaklanan
rüyalardır. Bu rüyalara itibar edilmez.
Rasûlüllah (s.a.s.)
Efendimiz’in rüyaları sâdık rüyalardan idi. Aynı zamanda, ona rüyasında vahiy
de gelirdi. İlk vahiyler ona "sâdık rüyalar" şeklinde gelmiştir.
Buhârî'de Hz. Aişe (r. anhâ)'dan rivâyet edilen bir hadis-i şerifte şöyle
denmektedir: "Rasûlüllah (s.a.s.)'e vahyin ilk gelişi uykuda rüya-ı sâliha
(sâdıka) görmekle olmuştur. Rasûlüllah'ın gördüğü bütün rüyalar sabah aydınlığı
gibi apaçık rüyalardı" (S. Buhârî Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, I, 10). Rasûlullah
(s.a.s.)'ın rüyasında her gördüğü aynen olurdu. Bu durum altı ay devam etmişti.
Rasûlullah’a
(s.a.s.) rüyâ-yı sâdıka olarak vahiy gelmesi, ilk altı aydan sonra da
kesilmemiştir. Bunun için ashab-ı kirâm, Rasûlüllah (s.a.s.)'i uykusundan uyandırmaktan
çekinirlerdi. Nitekim Buhârî'nin İmrân b. Husayn (r.a)'den rivâyet ettiği bir
hadis-i şerifte Rasûl-i Ekrem, ashâbı ile bir gazâdan dönerken bir vâdide
uyuyakalmışlar ve sabah namazını geçirmişlerdi. Kuşluk vakti ashâb uyanmış,
Rasûlullah (s.a.s.) uyanmamıştı. İmran b. Husayn der ki: "Rasûlullah
uyuduğu vakit kendiliğinden uyanmadıkça uyandırmazdık. Zira biz uykusu esnâsında
kendisine (vahiy mi nâzil olur, başka bir hal mi ârız olur) ne olacağını
bilmezdik” (Tecrid-i Sarih Tercemesi, II, 256)
Hadis,
tefsir ve siyer kitaplarında Rasûlullah (s.a.s.)'in sâdık rüyalarından birçokları
nakledilmektedir. Bunlar maddî hayatta aynen meydana gelmiştir. Müslim'in Enes
b. Malik'den rivâyetine göre Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle anlatmıştır: "Bir
gece ben uyuyan kimsenin gördüğü şekilde (yani rüyâda) kendimizi Ukbe b.
Nâfi'in evinde imişiz gördüm. "Bize İbn Tâb hurmasından hurma getirdiler:
Ben bunu, yükselmenin dünyada bizim için, âhirette âkıbetin de bizim için
olduğuna ve dinimizin tamamlandığına yordum" (Müslim, Rüya 18).
Yine
Müslim'in Ebû Mûsâ el-Eş'arî'den rivâyetine göre de Rasûlullah (s.a.s.) şöyle
anlatmıştır: "Rüyada kendimi Mekke'den hurmalı bir yere hicret ediyorum
gördüm. Bu yerin Yemâme veya el-Hecer olacağını zannettim. Ama baktım Yesrib
şehri imiş. Bu rüyamda kılıç salladığımı da gördüm. Kılıcın başı koptu. Bir de
baktım bu, Uhud savaşı gününde mü'minlerin başına gelen musibettir. Sonra onu
tekrar salladım ve en güzel şekline döndü. Bir de baktım bu, Allah'ın getirdiği
fetih ve mü'minlerin bir yere toplanmasıdır. Bu rüyada birtakım inekler gördüm,
Allah'ın yaptıklarının mutlak hayır olduğuna inandım. Baktım ki bunlar, Uhud
gününde mü'minlerden bir cemaattir. Ve hayır ise Allah'ın sonradan getirdiği
hayırdır ve Allah'ın bize sonradan Bedir gününde getirdiği sıdkın sevâbıdır."
(Müslim, Rüya 20).
Rasûlullah’ın
(s.a.s.) vefatıyla vahiy, dolayısıyla vahiy olan sâdık rüyalar da kesilmiştir.
Ama her mü'mine nasip olabilmesi mümkün olan sâdık rüyalar bâki kalmıştır. Bu
sâdık rüyalar ilham kabilindendir ve her mü'min bu çeşit rüyaları görebilir.
Bunun için Rasûlüllah (s.a.s.): “Nübüvvetten ümmete yalnız mübeşşirat
kalmıştır” buyurdu. “Mübeşşirât nedir, ya Rasûlüllah?” diye sorulduğunda; “sâlih
rüyalardır” buyurdu (S. Buhârî Tecrîd-i Sarih Tercümesi, 4/34).
Sâdık
rüyalar yukarıdaki hadiste bildirildiği gibi sevindirici (mübeşşirat) olduğu
gibi, ikaz edici de olabilir. Abdullah b. Ömer (r.a)'den şöyle rivâyet
edilmiştir: "Rasûlüllah (s.a.s.) sağlığında, ashâbdan birisi bir düş
gördüğü zaman Rasûlullah’a onu anlatırdı. Ben de bir düş görmek ve onu
Rasûlüllah’a arzetmek isterdim. O sırada ben çok gençtim. Ve Rasûlüllah (s.a.s.)
zamanının âdeti üzere mescidde uyurdum. Bir kere ben de rüyamda gördüm ki; iki
melek beni yakalayıp benimle Cehenneme gittiler. Cehennem kuyu duvarı gibi
(taşla) örülmüştü. Onun iki boynuz (gibi iki tarafı) vardı. Burada (Kureyş'ten)
kendilerini iyice tanıdığım kimseler vardı. Bunun üzerine ben "Cehennemden
Allah'a sığınırım" demeye başladım. Bu sırada başka bir melek katıldı ve
bana "korkma!" dedi. Ben bu rüyamı kardeşim Hafsa'ya anlattım. Hafsa
da Rasûlullah (s.a.s.)'e arzetti. Rasûlüllah (s.a.s.): "Abdullah ne iyi
adamdır! Fakat gecenin bir kısmında (kalkıp da) namaz kılmayı âdet
edinseydi" buyurmuş. Bundan sonra ben gecenin az bir kısmı müstesnâ
olmak üzere uyumadım" (Tecrîd-i Sarih Tercemesi, IV, 28-30).
Mü'minin
göreceği sâdık rüyaların başında, Rasûlüllah (s.a.s.)'i rüyasında görmesi
gelir. Çünkü, onun rüyada görülmesi kesinlikle sâdıktır. Buhârî, Müslim,
Tirmizi, İbn Mâce, İbn Hanbel ve Taberânî'nin rivâyet ettikleri bir hadiste
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Rüyasında beni gören,
gerçekten beni görmüştür. Çünkü, Şeytan hiçbir şekilde bana benzer bir sûrete
giremez" (es-Suyuti, Kıtful-Ezharil-Mütenasira, s. 171).
Sâdık rüyayı
doğru sözlü kişiler görür ve bu kişilerin rüyası Cenab-ı Hak’tan bir müjdedir
(Müslim, Rüya 6). Sâdık rüyalar genellikle seher vakitlerinde görülür (Tirmizi,
Rüya 3; Dârimî, Rüya 9). (4)
Ta'bîr,
dilimize geçmiş Arapça bir kelimedir. Bu kelime Arapça'da da rüyayı yorumlama
mânâsında kullanılır. Halkımız "rüyayı tâbir etmek" yerine "düş
yormak" ifadesini de kullanır. Ta'bir kelimesi lügatte, bir halden diğer bir
hâle geçmek mânâsına gelen “a-b-r” kökünden gelir. Öyle ise ta'bir,
"rüyanın zâhirinden bâtınına geçmek" demektir. Bu anlayışa göre,
uykuda görülen hakikat değildir, muhtevâ taşıyan bir zâhirdir, tâbirle bunun
içine geçilebilir, hakikatine ulaşılabilir. İbret ve i'tibar kelimeleri de aynı kökten gelmektedir, bunlar da görülen
(müşâhed) şeyin bilgisinden, görülmeyen şeye ulaşmayı sağlayan hâleti ifade
ederler.
Ta'bîr,
ırmak kıyısı anlamına gelen “abr”den alınmıştır. 'Ubûr, bir kıyıdan diğer
kıyıya, bir kenardan diğer kenara geçmek demektir. İbâre ağızdan çıkıp
başkasının kulağına varan sözdür. İbret ve i'tibâr da görülenden görülmeyene
ulaşmak, görülen bir şeyden görülmeyen sonucu çıkarmaktır. Ta'bîr ise düşte
görülen olayın iç yüzüne, gösterdiği mânâya geçmek, misâl âlemine âit
şekillerden dünyâ kavramlarına geçmektir ki biz buna “yorum” diyoruz. Ta'bîr,
te'vîl'den özeldir. Gerçi te'vîl de ta'bîr gibi sözün dışından, gerçek anlamına
geçmektir ama geneldir, rü'yâya özgü değildir. Ta'bîr, sadece rü'yânın yorumu
için kullanılan bir sözcüktür.
Râzî, ta'bîr
ilmini şöyle açıklıyor: Yüce Allah, nefs-i nâtıka cevherini, felekler âlemine
çıkabilecek, Levh-i Mahfûz'u okuyabilecek kabiliyette yaratmıştır. Buna engel
olan, nefsin, bedeni yönetmekle meşgul olmasıdır. Uyku halinde bedenle uğraşma
eylemi azalan nefsin, Levh-i Mahfûz'u okuma gücü artar. Ruhun aldığı bir ruhsal
algı, hayâl âleminde kendine özgü izler bırakır. İşte yorumcu, bu hayal
izlenimleri ile ruhsal algıları çıkarır, bu izlerin hangi ruhsal algıyı
gösterdiğini sezinler (Mefâtiu’l-Ğayb, 18/135).
Yorumcuların
yormaktan âciz kaldıkları düşe adğâsü ahlâm dediklerini Kur’ân bildirir
(12/Yusuf, 44). Adğâs dığs’ın çoğuludur. Çeşitli bitkilerden oluşan demete dığs
denilir. Adğâsü ahlâm düşlerin birbirine karışması, karmakarışık rüyalar
anlamına gelir. Hulum, çoğulu ahlâm rü'yâ (düş) demektir. Birbirine karışan
düşler çeşitli bitkilerden oluşan demetlere benzetilmiştir. Çünkü yedi semiz,
yedi cılız inek; yedi yeşil ve yedi kuru başak aynı türden olmayan şeylerdir.
Yorumcular birbirine karışmış bu düşü yormaktan âciz olduklarını söylemişlerdir.
İnsanlar,
eskiden beri taşıdıkları anlamı, içerdikleri gizemi ve haber verdikleri muştu
ve korkuyu bilmek için rüyaların yorumuna özen göstermişlerdir. Tarih boyunca,
rüyaların yorumu konusunda, çeşitli toplumlarda uzman kişiler ortaya çıktı.
Kitaplar yazdılar, rüyalardaki sembollerin sırlarını keşfetmek için kurallar
koydular. Rüya tâbiri konusunda yazılmış olan eserlerin ilkleri M.Ö. 5000
yıllarına kadar uzanmaktadır. Sümerlere ait tabletler arasında 40’dan fazla
rüya tâbirine rastlanmıştır. M.Ö. 2000-1790 yılları arasında hüküm sürmüş olan
12. sülâleye ait olan bir Mısır papirusunda 200 çeşit rüya tâbiri
bulunmaktadır. Eski Yunan, Roma ve Yahûdi medeniyetleri, Asur ve Mısırlıların
rüyalar hakkındaki değerlendirmeleri bilinmektedir. İslâm Edebiyat ve
kültüründe en tanınmış tâbirnâme tâbiînden İbn Sîrin’e (ölümü 110/729) âit olan
Kitabu’t Ta’bîru’r Rü’yâ adlı eseridir. Eserin çeşitli baskıları yapılmış, daha
sonra meydana getirilen eserlerin çoğu ondan istifade ile yazılmıştır. Nablûsî
(Abdulganî bin İsmail en-Nablûsî)’nin
Ta’tîru’l-Enâm fî Ta’bîri’l Menâm” adlı eseri 1096/1684 senesinde tasnif
edilmiş ve daha sonraki eserlere kaynaklık etmiştir. Eser latin harfleriyle
Türkçe olarak da yayınlanmış olup günümüzde de en güvenilir rüya tâbir kitabı
olarak kabul edilmektedir (İslâmî Rüya Tâbirleri Ansiklopedisi, Terc. Ali
Bayram-M. Sadi Çöğenli, Cümle Neşriyat, İst. 1976). Bu iki meşhur eserin
dışında gerek Arapça, gerek Osmanlıca ve gerekse latin alfabesiyle Türkçe,
sayılamayacak kadar çok Rüya Tâbiri (Rüya Yorumları) kitapları yayınlanmıştır.
İslâm öncesi
Arapların ve Türklerin de rüyaların yorumu konusnda özel metodları vardı.
Kur’an’ın inmesi, bazı âyetlerin rüyalar ve yorumlarını içermesi; bazı hadis-i
şeriflerin de rüyalar ve yorumlarını ihtivâ etmesi, Rasûlullah’ın kendisinin ve
ashâbının gördüğü rüyaları yorması yüzünden İslâm toplumunda, rüyaların yorumu
konusunda özel bir metod oluşmaya başladı. Kur’an ve hadiste geçen misal ve
benzetmeler ve açıklama için güzel örnekler, rüyaların sembollerinin yorumunda
özel bir metodun konması için temel oluşturdu.
Gaybî
ilimlerden olan rüya tâbiri, İslâmî gelenekte “nûrânî” ilimlerden sayılmakta ve
en eski rüya tâbircisi olarak Hz. Ya’kub kabul edilmektedir. Ondan sonra gelen
Hz. Yusuf ise rüya tâbirciliği konusunda pîr kabul edilmiştir. Gazâlî’nin ilm-i
mükâşefe diye isimlendirdiği rüya tâbiri, vehbî ve keşfî ilimlerden olduğu için
akıl ve mantıkla hallolunmaz. Öğretimle elde edilemez, çünkü bu hususta rüya
görenin zâtının dışındaki hallerini bilmeye de ihtiyaç olduğu vurgulanır. Bütün
bu yaklaşımlar, vehbî ve keşfî ilmi yücelten tasavvuf ehlinin rüyayı ve
tâbirini hem bu şekilde değerlendirmesine ve hem de rüya ve tâbirine fazlaca
önem vermesine sebep olmuştur. Tasavvuf ehli, gerçekten keşif ehlinin
peygamberlerden sonra kendileri olduğunu ileri sürerek rüyayı ancak
kendilerinin (tasavvuf ehlinin) tâbir edebileceğini ileri sürerler.
Tarikatlerde bir müntesip, zaman içerisinde çeşitli kademelerden, eğitimden
geçtikten sonra hilâfet makamına geldiğinde şeyhinden rüya tâbir ilmini de
öğrenir.
Şunu
unutmamak gerekir ki; tâbir ilmi, ilham gibi peygamberlerin gördüğü ve tâbir
ettiği rüyaların dışındaki bütün rüya ve tâbirleri kesin ilim sayılmaz. Yani bu
ilimle bir İslâmî hüküm isbat ve nakzedilemez. Peygamberlerin gördüklerinin
dışındaki rüyalar, teşrî kaynağı (şer’î bir hükme dayanak) olmaz. Rüya ve
tâbirle amel edilemez. Özellikle şeriat ehli İslâm âlimleri, amel etme
derecesinde rüya ve rüya ilmine verilen öneme karşıdırlar (bk. Said Havva,
Ruh Terbiyemiz, Kayıhan Y., 2. baskı, İst. 1986, s. 311-314). Bunun dışında,
Vahhâbîlere göre rüya tâbircilerinin tabiat üstü bilgi sahibi olduklarını
kabullenmek şirk sayılmaktadır. Mu’tezile ve eş’arîler de, uyuyan insanda idrâk
olmadığını ileri sürerek rüya olayına sıcak bakmazlar.
Rüya, tâbir
edilmedikçe kuşun ayağına takılı bir şey gibi istikrarsız kabul edilir. Genel
kabule göre, nasıl tâbir edilirse öyle vuku bulacağına inanılır. Yani bir rüya
birden fazla şekilde tâbir edilebildiği takdirde bu işten anlayan bir kimse onu
nasıl tâbir ederse o şekilde gerçekleşeceği ve artık diğer ihtimallere göre
gerçekleşmesinin beklenemeyeceği kabul edilir. Bunun için bir kimsenin gördüğü
rüyayı rastgele insanlara anlatıp tâbir ettirmemeli, işi ehline danışmalıdır
denilir. Rüya anlatımıyla ilgili davranış kalıplarının başında gelen “hayırdır
inşallah, hayrola!” gibi ifâdeler tâbircinin rüya anlatana söyleyeceği ilk
sözlerdir. “Gördüğün hayırdır. Hayra erişmeyi, şerden kaçmayı arzu ederiz.
Hayır bizim, şer de düşmanlarımız içindir. Hamd âlemlerin Rabbine mahsusdur”
gibi sözlerden sonra rüya anlattırılır.
Hadis-i
şeriflerden yola çıkarak değerlendirdiğimizde; kişi güzel bir rüya gördüğünde
Allah’a şükreder ve isterse o rüyayı tâbir ettirir. Âdî rüyalar, karışık ve iş
ile ilgili rüyalar genellikle tâbir ettirilmez ve edilmez. Özellikle şeytânî
rüyalar anlatılmaz. Hadis-i şerife göre; bir müslüman, hoşlanmadığı bir rüya
gördüğünde, uyanınca hemen sol tarafına dönmeli ve üç defa hafif nefesle
tükürerek (tüh diyerek) üç defa şeytandan Allah’a sığınmalı ve yatmakta olduğu
taraftan diğer tarafa dönmelidir. Rüyanın hayrı için Allah’a duâ etmelidir.
Görmüş olduğu kötü rüyayı hiç kimseye anlatmamalıdır. Bu hususlara riâyet eden
bir kimsenin gördüğü korkulu rüyadan hiçbir zarar gelmeyeceği çeşitli
hadislerde belirtilmiştir. Rüya gören bir kişinin her zaman gördüğü rüya
doğrultusunda hareket etmesi söz konusu değildir. Hatta Peygamber’i rüyada
görmek doğru olduğu halde, rüyada bir kimseye bir şeyi yapmasını söylese de
onunla amel edilmesi İslâm âlimlerince uygun görülmemektedir.
Görmediği
bir rüyayı görmüş gibi anlatarak yalan söyleyen kişi, Allah indinde suçludur.
İbn Abbas’tan rivâyetle, İbn Mâce’deki bir hadiste şöyle denilmektedir: “Kim
görmediği bir rüyayı gördüğünü iddiâ ederek yalan söylerse kıyâmet günü ona iki
arpa tanesini birbirine düğümlemesi teklif edilir ve bunu yapamamasından dolayı
azâb edilir.” Böyle bir yalanın diğer yalanlardan farkı, doğru ve
ekseriyetle hoşlanılan rüyaların peygamberlikten bir parça olmasıyla ilgilidir.
Peygamberlik de vahye dayalı olduğundan rüya konusunda yalan söyleyen kişi,
Allah’ın göstermediği bir şeyi gösterdiğini söylemekle O’na iftirâ atmış
olmaktadır. Allah’a iftirâ ise büyük yalandır ve şiddetli cezayı gerektirir.
Rüyaların
sembolik yorumu için misaller Kur’an’ın misal ve benzetmeleriyle bazı
ibârelerinden alınma ise, Rasûlullah’ın yorumladığı sembollerle ilgili ise bu
yorumlara bir şey denilmez. Ama, bunlar çok fazla sembolü içermez. Rüya yorumu;
istismara, gaybı taşlamaya, zanna uymaya müsait bir konudur. Hevânın ve
şeytanın bu yorumlara yön verme ihtimali vardır. Tasavvuf, rüyaya ve rüya
yorumuna aşırı önem vermiş, sâliklerin mânevî konumlarını ve nefsin hangi
mertebesinde bulunduğunu, gördüğü rüyalara göre şeyhler değerlendirir. Rüyayı
kişinin seviyesini ölçme konusunda bir çıkarım kabul ederler. Tarih boyunca
rüya yorumu ile ilgili eserlerin veya halkın rüyasını yorumlama geleneğinin
daha çok sûfîler ve bunların etkisinde kalanlarca yapıldığını biliyoruz.
İnsanoğlunun
merakla da imtihan olduğunu unutmaması, gaybı taşlayacak iddialı çıkarımlara
meyletmemesi ve ilme dayanmayan
yorumlara önemli şeyler bağlamaması gerekmektedir. Dinin esası ve ahkâmıyla
ilgili olmayan konularda “uyarma, müjdeleme, korkutma ve teşvik etme” ölçüleri
içinde, sadece sahibini bağlamak üzere rüyadan yararlanılabilir. Bu yararlanma
konusunda çok ihtiyatlı olmalı, dine ve akla ters bir rüyaya veya yorumuna kişi
kendine zarar verecek çıkarımlara gitmemelidir. Rüya vâsıtasıyla herkesi
bağlayan bir hükmün sâbit olamayacağını, rüyanın, kaynak olarak Rabbânî
olabileceği gibi, şeytânî de olma ihtimalini unutmamalıdır. Bu ihtimal, peygamberler
dışında her insan için ve her zaman mevcuttur. O yüzden hem rüya, hem yorumu
sübjektif ve görecelidir.
Evet,
Kur’an’ın haber verdiği şekilde Hz. Yusuf rüya tâbir etmiş, çok sayıda sahih
hadis-i şerifin bildirdiği gibi Hz. Muhammed (s.a.s.) rüya tâbir etmiştir. Ama
unutmayalım; onlar her şeyden önce peygamberdirler. Peygamberlerin rüya ile
ilgili konumları çok farklıdır ve diğer insanlara bu durum örnek olmaz.
Peygamberlerin gördüğü rüyalar apaçık ve tümüyle sâdık rüyalardır ve vahiyle
irtibatı vardır. Hz. İbrâhim’e kurban ile ilgili emirler rüya ile
vahyedilmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s.)’e de bazı vahyler rüya ile verilmiştir.
Bunlar peygamberlere has durumlardır. Peygamberlerin rüyaları tâbir etmesi de
kendilerine Allah tarafından verilen özel bir gaybî ilim sâyesindedir. Yusuf
sûresi 6. âyette Yûsuf Aleyhisselâm'a düşleri yorumlama yeteneğinin verildiği
anlatılmaktadır. Peygamberimiz başta olmak üzere başka peygamberlere de bu
yorum yeteneğinin verildiği anlaşılmaktadır. Bunun dışındaki insanlara böyle
bir yeteneğin verildiğine dair hiçbir delil yoksa, o zaman konu spekülasyonlara
ve istismara açık bir alan oluşturmaktadır. Şüpheli hususlardan kaçınmak ise
takvâya en uygun yoldur.
Hz. Ebû
Bekir’in rüya tabirinde bazı hatalar olduğunu Peygamberimiz ifade ettiğine göre
(Buhârî, Ta'bir 11, 47; Müslim, Rü'ya 17, h. no: 2269; Tirmizî, Rü'ya 10, 2294;
Ebu Dâvud, Sünnet 9, h. no: 4632; İbn Mâce,
Rü'ya 10, h. no: 3918), diğer yorumcuların tabirlerinde haydi haydi hatalar
vardır. “Onların çoğu ancak zanna
tâbi oluyorlar. Halbuki zan, hakdan/gerçekten hiçbir şeyi taşımaz.”
(10/Yunus, 36) “Hakkında ilmin olmadığı şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz
ve gönül, bunların hepsi yaptığından sorumludur.” (17/İsrâ, 36). Rüya
tâbiri, esas itibarıyla zanna dayanır,
kesin ilim ifade etmez. Öyle ise isâbet etmek de, hata etmek de her zaman
ihtimal dâhilindedir.
Rüya tâbiri
ilmi, gaybî ilimlerdendir. Normal olarak şer’î ilimlerden olmadığı gibi, müsbet
bilimler içinde de böyle bir bilim yoktur. Rüyaya itimad edilmesi ve ona fazla
önem verilmesi doğru değildir.
Gelecek
hakkında gereksiz ve fazla merak, nice insanın din ve dünyası açısından zararlarına
sebep olabilir. Nice insan, bu meraklarından dolayı falcılara, kâhin ve
medyumlara müracaat etmekte, kıyâmetin ne zaman kopacağı (Hz. İsa’nın gelecekse
ne zaman geleceği, Mehdi çıkacaksa ne zaman çıkacağı) ile ilgili uydurmalara
önem vermektedir. Bütün bunların vebali vardır. Yine bu meraktan dolayı gaybı
taşlayan kitaplar yanında aslı astarı olmayan rüya yorumları adıyla piyasada
yüzlerce çeşidi bulunan kitaplara çok ilgi duyulmaktadır. Bütün bunlar,
sevindirici bir husus değildir.
Kur’ân-ı
Kerim’de üç peygamberin rüyasından ayrıntılı olarak bahsedilir: Hz. Yusuf, Hz.
İbrâhim, Hz. Muhammed (s.a.s.). Yine Hz. Yusuf’un kıssası anlatılırken, Hz.
Yusuf’un kendi gördüğü ve Hz. Ya’kub’un yorumladığı rüyadan başka, Yusuf (a.s.)’un
tabir ettiği iki zindan arkadaşının ve Mısır kralının toplum ve Hz. Yusuf
açısından çok önemli çıkarımları olan rüyalarından bahsedilir. Bu dört rüyaya
teferruatlı olarak yer veren Yusuf sûresi, rüya konusuna en fazla değinilen
sûredir.
Rü’yâ kelimesinin
kökü olan raâ (ra’y) kökü ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam 327 yerde
kullanılır. Uykuda görülen düş anlamında rü’yâ kelimesi ise 7 yerde geçer
12/Yûsuf, 5, 43, 43, 100; 17/İsrâ, 60; 37/Sâffât, 105; 48/Fetih, 27). (Ayrıca,
8/Enfâl, 43’de de rüyada göstermek ifadesi kullanılır). Yine düş anlamına gelen
hulum (çoğulu ahlâm) kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de 3 yerde kullanılır (12/Yusuf,
44, 44; 21/Enbiyâ, 5).
“Hani bir
zaman Yûsuf, babasına: ‘Babacığım, demişti, ben (rü'yâda) on bir yıldız, güneşi
ve ayı gördüm, bunların bana secde ettiklerini gördüm’ demişti.” “(Babası
Ya'kub): ‘Yavrum, dedi, rü'yânı kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak
kurarlar. Çünkü şeytân, insanın apaçık düşmanıdır!” (12/Yusuf, 4-5) “Ana-babasını tahtın üstüne
çıkardı ve hepsi onun için secdeye kapandılar (önünde saygı ile eğildiler.
Yûsuf): "Babacığım, dedi, işte bu, önceden (gördüğüm) rüyanın sonucudur.
Rabbim onu gerçek yaptı, bana iyilik etti; zîrâ şeytân, benimle kardeşlerim
arasına fitne soktuktan sonra O, beni zindandan çıkardı, sizi de çölden
getirdi. Gerçekten Rabbim, dilediği şeyi çok ince düzenler. O, (her tedbîri)
bilen, her şeyi yerli yerince yapandır.” (12/Yusuf, 100)
Yûsuf sûresi
4-5. âyetlerde henüz çocuk olan Hz. Yûsuf'un, gördüğü rü'yâ anlatılmaktadır:
Yûsuf düşünde 11 yıldız ile güneşin ve ayın kendisine secde ettiklerini görür
ve düşünü babasına anlatır. Bu düşten, Yûsuf'un büyük bir makama erişeceğini
anlayan Hz. Ya'kûb (selâm ona), kıskançlığa kapılıp da kendisine bir kötülük
etmemeleri için rü'yâsını kardeşlerine söylememesini Yûsuf'a tenbihledikten
sonra düşü özetle şöyle ta'bîr eder: “Böylece Rabbin seni seçecek ve sana
düşlerin yorumundan bir parça öğretecek, sana ve Ya'kûb soyuna nimetini
tamamlayacaktır; nasıl ki daha önce ataların İbrahim’e ve İshak'a da nimetini
tamamlamıştı. Şüphesiz Rabbin, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (12/Yusuf, 6)
Bu âyetteki
“Ve sana düşlerin yorumundan bir parça öğretecek” cümlesi üç
şekilde açıklanmıştır:
1. Allah
sana rü'yâların yorumunu öğretecek. İnsanların gördükleri düşleri doğru
yorumlayacak ve bu düşlerin ne anlama geldiğini bileceksin.
2.
Sana Allah'ın kitaplarını, peygamberlerin sözlerini iyi anlama yeteneği
verecek, onların gerçek anlamlarını öğretecek.
3. el-Ehâdîs,
hadîsin çoğuludur. Hadîs olay demektir. Te'vîli de görülen olayın gerçek
anlamıdır. Allah sana olayların içyüzünü, çeşitli ruhsal ve bedensel
varlıkların nasıl Allah'ın kudret ve hikmetini gösterdiğini öğretecek,
olayların hikmetini anlatacak, doğru yargı yeteneği verecektir
(Mefâtîhu'1-Ğayb –Tefsir-i Kebir-, 18/89-90).
Daha sonra
Mısır'a başbakan olan Yûsuf, ebeveyni ve kardeşleri huzuruna geldiğinde
onlara, çocukluğunda gördüğü rü'yânın, bu mevki'e geleceğine; ebeveyni ile
kardeşlerinin kendisinin huzuruna saygı ile gireceğine işaret olduğunu
söylemiştir: "Ana-babasını tahtın üstüne çıkardı ve hepsi onun için
secdeye kapandılar (önünde saygı ile eğildiler. Yûsuf): 'Babacığım, dedi, işte
bu, önceden (gördüğüm) rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçek yaptı, bana iyilik etti;
zira şeytan, benimle kardeşlerim arasına fitne soktuktan sonra O, beni
zindandan çıkardı, sizi de çölden getirdi. Gerçekten Rabbim dilediği şeyi çok
ince düzenler. O, (her tedbîri) bilen, her şeyi yerli yerince yapandır'." (12/Yûsuf, 100)
Hadîs kök
itibariyle olay anlamına da gelirse de konuşulan söz anlamında kullanılır.
Çünkü söz de sonradan olan bir olaydır. Hadîsin çoğulu olan el-ehâdîs, sözler
anlamına gelir. Burada kasdedilen de düştür. Âyette düş, bir konuşma olarak
gösterilmiştir. Gerçekten düş, ya çevre ile nefis arasında veya nefsin kendi
içinde veya nefis ile melek arasında bir konuşmadır. İnsan uyurken yakınında
geçen olaylar, düşünde uygun şekillerle kendisine yansır. Bu, çevrenin,
kendisini nefse anlatmasıdır. Yahut kişinin, gündüzün yaşadığı, bilinç altına
atılan olaylar ve .açlık, susuzluk gibi doğal ihtiyaçlar düş ile kendisini
anlatırlar. Örneğin susayan, uykuda su içer. Böylece nefis, düş ile kendisini
tatmin eder. Arzusuna düşünde ulaşır.
Bu
açıklamanın doğru yanı vardır, fakat düşlerin hepsi bu tür değildir. Ruhları
sâflaşmış bazı kişiler, gelecekte olacak olayları görebilirler. İşte bu tür
düş, meleğin nefse konuşması, keşfe ilişkin rü'yâdır. Bu tür düşler, geleceğin
bugünden var olduğunu, yani Allah'ın kaderini ispat eden ve maddenin düşünceden
önce olduğu savını ileri süren maddeci görüşü yıkar.
İnsan hiç
tanımadığı, hayal etmediği bir kimseyi rü'yasında görür ve hiç hatırından
geçmeyen olaylar kendisine haber verilir. Bu olaylar bazen hemen, bazen de
aylar, hattâ yıllar sonra gerçekleşebilir. Yıllar sonra ortaya çıkan ve
bulunduğu zaman ve durumda insanın hatırından geçmeyen, geçmişte de yaşamadığı,
hayal etmediği bir olayı görmek, bilinçaltının yüzeye çıkmasıyla izah edilemez.
Çünkü bilinçaltında öyle bir olay yoktur.
Bilinçaltının
görüntüsü olan; insanın gündüzün yaşadığı olayların, bilinçte bıraktığı izlerin
hayale çıkması; şekillenip görünmesi biçiminde rü'yâlar vardır. Bunlara Kur'ân
dilinde edğâsü ahlâm denilir. Fakat kalbi saflık kazanımş bazı sâlih kişilerin
gördüğü sadık rü'yâlar da vardır ki bunlar, bilinçaltının eseri değil, gaybden
rûh gözüne yansıyan parıltılardır. Bu tür rü'yâlar, Peygamber (s.a.s.)in
hadîsinde peygamberliğin bir dalı sayılmıştır. Hz. Peygamber(s.a.s.)e vahiy,
sabah aydınlığı gibi aynen çıkan sadık rüyalar şeklinde başlamıştır.
İbn Kayyim
el-Cevziyye, rü'yâyı şöyle sınıflandırmaktadır: Rü'ya üç türlüdür: Allah'tan
olan rü'yâ, şeytândan olan rü'yâ, nefsin konuşmasından (bilinçaltından) olan
rü'yâ.
Allah'tan
olan rü'yâ, sahîh rü'yâdır ki bu da kısımlara ayrılır: Bir kısmı ilhamdır,
Allah onu kulun kalbine bırakır. Ubâde ibn Sâmit'in dediği gibi bu tür
rü'yâlar, Rabbin, uykudaki kuluna söylediği sözdür.
Bir kısmı
me'mur meleğin temsil ettiği bir temsildir. Diğer kısmı uyuyan kimsenin ruhunun
ailesinden, yakınlarından, arkadaşlarından ve başkalarından ölmüş kimselerin
ruhlarıyla buluşmasıdır. Diğer bir kısmı ruhun yüce Allah'a çıkması ve O'nunla
konuşmasıdır. Bir kısmı ruhun cennete girmesi, cenneti ve benzeri şeyleri
görmesidir.
İşte burası,
insanların güçlüğe düştüğü noktadır: Kimine göre bütün bilgiler ruhta gizlidir;
ancak ruhun bedenle meşgul olması, bunları görmesine perde olur. Rûh uyku ile
madde dünyasından ayrılınca kabiliyetine göre içindeki gizli bilgilerden bir
kısmını görür. Ruhun his dünyasından ayrılması, ölüm ile daha mükemmel
olduğundan, öldükten sonra insanın ilim ve irfanı daha mükemmel olur.
İbn Kayyim,
rü'yâyı, birtakım mânâların temsîli olarak izah edenleri kısmen haklı bulmakta;
rü'yânın sadece meselden ibaret olmayıp başka nedenleri de bulunduğuna dikkati
çekmektedir. Meselâ ruhların birbirleriyle karşılaşması, birbirlerine haberler
vermesi, meleğin, kalbe ve hâfızaya düşünceler atması, ruhun, birtakım eşyayı vâsıtasız
olarak karşısında görmesi şeklinde rü'yâlar da vardır (Kitâbu'r-Rûh,
s. 35-36). Yine İbn Münde'nin kaydına göre: "Yüce Allah, ruhları
uykuda (göklere) çıkarır. Ruhun gökte gördüğü şey gerçektir. Fakat rûh bedene
döndürülürken şeytân onun önüne çıkar ve onu yanıltır. Şeytânın araya
sokulmasıyla görülen rü'yâ bâtıldır." Abdullah ibn Abbâs da "Melekût
âlemine girebilen ruhun gördüğü rü'yâ sâdıktır. Fakat melekût âleminin altında
kalan ruhun gördüğü rü'yâ yalan olur" demiştir (Kitâbu'r-Rûh,
s. 35-37).
Ruhun rü'yâ
görmesi, tıpkı gökteki güneşin ışınlarının uzaya yayılmasına benzer. Asıl
beden içinde olan rûh da uykuda uzaklara uzanır. Gaz lambasının ışık kaynağı
fitilidir. Işık fitilden çevreye yayılır. İşte bedende olan ruhun ışığı da
başka yerlere uzanır, göklere çıkar, dirilerin ve ölülerin ruhlarıyla görüşür.
Ruhları yönetmekle görevli melek, ruha görmesini istediği şeyi gösterir. Eğer
rüya gören kimse, zekî, sâlih insan ise gördüğü şeyler doğru çıkar. Ama rü'yâ
gören bâtıl-sever, hafifmeşreb biri ise kafasındaki bâtıl şeylerin izleri,
rii'yada gördüklerine perde olur, o kimse gördüklerini hatırlayamaz. Ta'bîrci
bu rü'yâyı ta'bîr edemez (a.g.e., s. 128).
Bazen uyuyan
kimse, uyanık olan, gezip dolaşan insanları rü'yâda görür, onlarla konuşur.
Rü'yâda rûh, rûh ile karşılaşıyorsa bedeninden ayrılmayan uyanık ve uzaklarda
bulunan bir insan ruhu, uyuyanın ruhu ile nasıl buluşuyor? sorusuna şöyle cevap
verilmektedir:
Uyuyan
kimsenin gördüğü rûh, ya rü'yâ meleğinin temsil ettiği bir meseldir; melek
öteki insanın şekline girerek görünmüştür; ya da görenin bilinçaltının uykuda
şekillenip görünmesidir. Bazen iki ruhun birbiriyle ilgisi o derece kuvvetli,
aralarındaki bağ o derece sağlam olur ki her biri arkadaşının neler
düşündüğünü, başından neler geçtiğini bilir. Bu olaya ilim dilinde
"telepati" denilir.
İleride
olacak olayların, rü'yâda uygun şekillere büründürülerek insana gösterilmesine
en güzel örnek, Hz. Yûsuf'un gördüğü, on bir yıldız ile güneş ve ayın kendisine
secde etmesidir. Hz. Ya'kûb, on bir yıldızın, Yûsuf'un on bir kardeşine,
güneşin ve ayın da babasına ve annesine işaret olduğunu; bunların, Yûsuf'a
saygı göstereceklerini, dolayısıyla Yûsuf'un, ileride çok yüksek bir mevkie
yükseleceğini anlamış ve Yûsuf'a, rü'yâsını kimseye söylememesini, aksi
takdirde kardeşlerinin, kıskançlıkla kendisine bir tuzak kurabileceklerini
tenbih etmişti.
Birçok
filozofa göre rü'yâ, hayal ufkunda ortak duyuya düşen şeklin izlenimidir. Sâdık
rü'yâ, ruhun melekût alemiyle ilişki kurmasıyla olur. Beden yönetiminden
boşalan rûh, ilişkili olduğu melekût âlemine çıkar, oradan mânâlar alır.
Muhayyile (hayal gücü) onları uygun biçimlere sokarak ortak duyuya gönderir,
böylece rü'yâ görülür.
Büyük
mutasavvıfların bazıları da buna yakın bir görüş ileri sürmüşlerdir. Rü'yâ,
hayal denen bağımlı misâl mertebesindendir. Hayal, bazen küllî ve cüz'î
mânâları algılayan göksel akıllardan ve konuşan rûh(insan)lardan etkilenir. O
zaman o mânâlara uygun şekiller görünür. Bazen de hayal, yalnız cüz'î mânâları
algılayan vehim güçlerinin etkisinde kalır. O zaman hayalde bunlara uygun
şekiller belirir. Bu da ya dimağ bozukluğundan, ya da ruhun vehim gücüne
ağmasından ileri gelir. Meselâ sevgilisinden ayrılan kimse onu düşünür,
düşünür, sonunda onu görür.
Âlûsî'nin
aktardığı mutasavvıf görüşlerinin bu son kısmı, şimdi bilinçaltının, uykuda
bilince çıkması şeklinde açıklanmaktadır. Alûsî'ye göre rü'yâ, İlâhî vahyin ilk
başlangıcıdır. Çünkü vahiy, meleğin inmesiyle olur. Melek de önce hayal
mertebesine, sonra duyuya iner (Rûhu'l-Me'ân, 2/10-11;
Süleyman Ateş, İşârî Tefsir Okulu, s. 253-254).
İşte Yusuf
sûresi 6. âyette Yûsuf Aleyhisselâm'a bu nefis konuşmaları biçiminde ifade
edilen düşleri yorumlama yeteneğinin verildiği anlatılmaktadır.
Yûsuf'un
rü'yâsı, ufak farkla Tevrat'ta anlatılmaktadır: "Ve İsrâîl, Yûsuf'u bütün
oğullarından ziyade severdi. Çünkü o, ihtiyarlığının oğlu idi; ve ona alaca
entari yaptı. Ve babalarının, bütün kardeşlerinden ziyade onu sevdiğini
kardeşleri gördüler ve ondan nefret ettiler. "Ve Yûsuf rü'yâ görüp
kardeşlerine bildirdi ve ondan daha ziyade nefret ettiler ve onlara dedi: Rica
ederim, gördüğüm bu rü'yâyı dinleyin; işte tarlanın ortasında biz demetler
bağlıyorduk ve işte benim demetim kalktı ve dikildi ve işte sizin demetleriniz,
etrafını kuşatıp benim demetime eğildiler. Ve kardeşleri ona dediler: Gerçek
üzerimize kral mı olacaksın?... Ve yine başka rü'yâ gördü ve onu kardeşlerine
anlatıp dedi: İşte bir rü'yâ daha gördüm ve işte güneş ve ay ve on bir yıldız
bana eğildiler. Ve babasına ve kardeşlerine anlattı. Ve babası onu azarlayıp
kendisine dedi: Bu gördüğün rü'yâ nedir? Gerçek ben ve anan ve kardeşlerin yere
kadar sana eğilmek için mi geleceğiz?... Kardeşleri onu kıskandılar; fakat
babası bu sözü yüreğinde tuttu." (Tekvîn, 37/3-11)
36- “Onunla
beraber iki genç daha zindana girdi. Onlardan biri dedi ki: ‘Ben düşümde şarap
sıktığımı görüyorum.’ Öteki de: ‘Ben de, görüyorum ki başımın üstünde ekmek
taşıyorum, kuşlar ondan yiyor. Bunun yorumunu bize haber ver, zira biz seni
güzel davranan (iyi rüya yoran)lardan görüyoruz.’ dedi.” 37- “(Yûsuf)
Şöyle dedi: ‘Size rızık olarak verilen yemek henüz size gelmezden önce bunun
yorumunu size haber vermiş olurum. Bu (yorum) Rabbimin bana öğrettiği
şeylerdendir (bu bilgileri Rabbim bana lütfetti). Ben, Allah'a inanmayan,
âhireti de inkâr eden bir kavmin dînini terk ettim...” 41- "Ey
zindan arkadaşlarım, (rüyanıza gelince) biriniz (eskisi gibi) yine efendisine
şarap sunacak, diğeri ise asılacak, kuşlar onun başından yiyecek. Sorduğunuz iş
(bu şekilde) kesinleşmiştir." 42- “O iki kişiden kurtulacağını
sandığı kimseye: ‘Beni efendinin (kralının) yanında an (benim suçsuz olduğumu
krala hatırlat)’ dedi. Fakat şeytan o adama, (Yûsuf’un durumunu) efendisine
söylemeyi unutturdu, (bundan ötürü Yûsuf), birkaç yıl zindanda kaldı...” (12/Yûsuf,
36-37, 41-42)
12/Yûsuf, 36-37,
41-42: Yûsuf'la beraber iki genç de zindana atılır. Bunlardan biri düşünde
şarap yapmak üzere üzüm sıktığını, diğeri de başının üzerinde ekmek taşıdığını,
kuşun gelip o ekmekten yediğini görür; Yûsuf'tan düşlerinin yorumunu sorarlar.
Yorumdan
önce onlara tevhîdi anlatan Yûsuf, düşleri de: birinin kurtulup kralın sâkîsi
(şarapçısı) olacağı, diğerinin de asılacağı şeklinde yorumlar. Kurtulacağını
umduğu gence de, krala, kendisinin suçsuzluğunu anlatmasını tenbih eder. Fakat
zindandan kurtulan gencin, durumu krala hatırlatmayı unutması, Yûsuf'un birkaç
yıl zindanda kalmasına neden olur.
43- “(Bir
gün) Kral dedi ki: ‘Ben, düşümde yedi semiz inek görüyorum, bunları yedi zayıf
inek yiyor. Ve yedi yeşil, yedi de kuru başak (görüyorum). Ey efendiler, eğer
siz rü'yâ ta'bîr ediyorsanız bu rüyamın ta'bîrini bana anlatın.’ 44- (Yorumcular)
Dediler ki: ‘Bu, karışık düşlerden ibarettir. Biz, karışık düşlerin yorumunu
bilmeyiz.’ 45- (Zindandaki) İki kişiden kurtulan (adam), uzun bir süre sonra
(bu olay üzerine Yûsuf’u) hatırladı da, dedi ki: ‘Ben size onun yorumunu haber
veririm, hemen beni (zindana) gönderin.’ 46- (Zindana, Yûsuf’un yanına
geldi, dedi ki): ‘Yûsuf, ey çok doğru söyleyen, bize şu rü'yâyı çöz: Yedi semiz
ineği, yedi zayıf (inek) yiyor ve yedi yeşil, yedi de kuru başak (neyi
gösterir)? Umarım ki senin yorumunla insanlara dönerim, onlar da bilirler.’ 47-
(Yûsuf) Dedi ki: ‘Siz, âdetiniz üzere yedi yıl (ürün) ekersiniz -Biçtiğinizi
başağında bırakırsınız, ancak yiyeceğiniz az bir mikdarı alırsınız, gerisini
depo edersiniz)- 48- Sonra onun ardından yedi kurak (yıl) gelir ki
(tohumluk olarak) sakladığınız az miktar dışında, o yıllar için önceden
biriktirdiklerinizi yeyip bitirir.’ 49- ‘Sonra onun ardından bir yıl
gelir ki, o yılda insanlara bol yağmur verilir ve insanlar o yıl (bol bol meyva)
sıkarlar (hayvan sağarlar)." (12/Yûsuf, 43-49)
Yûsuf
sûresi, 43-49. âyetlerde kralın, düşünde yedi cılız ineğin, yedi semiz ineği
yediğini; yedi yeşil ve yedi kuru başak gördüğü ve yorumculardan, rü'yâsının
ta'bîrini sorduğu anlatılır. Yorumcular birbirine karışmış bu düşü yormaktan
âciz olduklarını söylemişlerdir.
Yûsuf, yedi
semiz ineği yiyen yedi cılız ineği, yedi bolluk yılından sonra yedi kıtlık yılı
olacağı şeklinde yorar ve şu öneride bulunur: Yedi yıl ekin ekersiniz, mahsulün
az bir miktarını yiyecek olarak ayırdıktan sonra gerisini başağında bırakıp
depo edersiniz. Yedi yıl sonra gelecek yedi kıtlık yılında, depoladığınız ürünü
yersiniz. Bu kıtlık yıllarından sonra bereketli bir yıl gelir.
“(Çocuk)
Onun yanında koşma çağına erişince {İbrahim ona): ‘Yavrum dedi, ben uykuda
görüyorum ki ben seni kesiyorum; (düşün) bak, ne dersin?’ (Çocuk): ‘Babacığım,
sana emredileni yap, inşâallah beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi.
103- İkisi de böylece (Allah'ın emrine) teslim olup
(İbrahim, kurban etmek için) çocuğu alnı üzerine yıkınca, 104- Biz ona: ‘İbrahim!’
diye ünledik. 105- ‘Sen rüyayı doğruladın, işte biz güzel davrananları
böyle mükâfatlandırırız!’ 106- Gerçekten bu, apaçık bir sınav idi. 107-
Ve fidye olarak ona büyük bir kurbanlık verdik. 108- Sonra gelenler
arasında ona (iyi bir ün) bıraktık: 109- (İleride gelecek nesiller): ‘İbrahim
'e selâm olsun!’ (diyeceklerdi.) 110- İşte biz güzel davrananları böyle
mükâfatlandırırız.” (37/Sâffât, 102-110)
37/Sâffât,
102-107: Allah'ın, ileri yaştaki İbrâhîm'e verdiği çocuk, kendisiyle beraber
yürüyecek çağa gelince düşte onu kurban ettiğini görmüş; bunu çocuğuna
anlatmış; çocuk babasına, düşünde kendisine emredileni yapmasını ve Allah'ın
izniyle buna sabredeceğini söylemiş. Böylece baba oğul her ikisi de Allah'ın
buyruğuna teslim olmuşlardır. İbrâhîm, oğlunu boğazlamak için onu yanağının
üstüne yatırınca, kendisine bu işten vazgeçmesi vahyedilmiş: "Ey İbrâhîm,
rü'yânı doğruladın. Rü'yânda sana emredileni yerine getirdin, bu kadarı
yeter!" diyen bir ses duymuş; bu İlâhî ses, ona oğlunun yerine bir koç
kesmesini emretmiştir.
37/Sâffât, 108-110:
Kıssa bu şekilde özetlendikten sonra sûredeki dizilerin ardından gelen ders ve
ibret âyetleri yinelenir: Allah, İbrâhîm'e de sonraki nesiller arasında iyi bir
ün bırakmıştır. Sonra gelen nesiller: "İbrahim 'e selâm olsun!"
diyerek onu selâm ve saygı ile anarlar. İşte Allah, güzel davrananları böyle
ödüllendirir.
“Bir
zaman sana: ‘Rabbin insanları kuşatmıştır, (herkes O'nun kudreti içindedir,
kimse O'nun hükmünden kaçamaz)’ demiştik. Sana gösterdiğimiz rü'yâyı ve
Kur'ân'da la'netlenmiş ağacı, insanların imanını) sınama (aracı) yaptık. Biz
onları (çeşitli şekillerde) korkutuyoruz. Fakat korkutmamız onların azgınlıklarını
daha da artırmaktan başka bir katkı yapmıyor.” (17/İsrâ, 60)
17/İsrâ, 60.
âyette Peygamber (s.a.s.)’e, Rabbinin, müşrikleri kuşatacağını söylediği ve
kendisine gösterdiği rü'yâyı ve Kur'ân'da anlatılan la'netlenmiş ağacı
insanlara fitne (yani sınama vesilesi) kıldığını; onları korkutup uyardığını;
fakat uyarmasının onların azgınlıklarını artırmaktan başka bir işe yaramadığını
bildirmektedir.
Bu âyetten
anlaşılıyor ki Yüce Allah, âyetin inişinden önce Peygamber’e (s.a.s.),
müşrikleri kuşatacağını, onları ezip müslümanları onlara galip getireceğini
vahyetmiştir. Allah'ın bu vahyi uyarınca Peygamber (s.a.s.), bir gün
hasımlarını yeneceğini kesinlikle biliyordu. Allah'ın ona bu bildirisi ya vahiy
veya rü'yâ ile olmuştur. Âyetin devamından, bu bildirimin rü'yâ ile olduğu
anlaşılmaktadır. Nitekim 8/Enfâl, 43. âyette de müslümanların, müşrikleri
yeneceklerinin, Peygamber'e rü'yâsında gösterildiği anlatılmaktadır.
Başka bir
rivâyete göre de Hz. Peygamber (s.a.s.), Kureyş kâfirlerinin vurulacakları
yerleri rü'yâda görmüştü. Kureyş bunu duyunca Peygamber’le alay etmeğe
başladılar. Müslümanlar Bedir suyuna geldikleri zaman Peygamber (s.a.s.): “Vallahi
ben o adamların vurulacakları yerleri görür gibiyim!” dedi ve her birinin
vurulup düşeceği yeri gösterdi (Câmi'u'l-Beyân, 15/112).
Bu iki rivâyet
doğru kabul edilse, bu âyetin Medîne'de inmiş olması gerekir. Halbuki sûre
Mekke'de inmiştir ve bu âyetin Medîne'de indiğine dair bir rivâyet de yoktur.
Ancak ikinci rivâyetin gerçek bir yanı vardır: Peygamber (s.a.s.) henüz
Mekke'de iken müslumanların, ileride müşrikleri yeneceklerini rü'yâsında görmüş
ve bunu sahâbîlerine söylemiş olabilir. Peygamber'in bu sözünü duyan müşrikler,
onunla alay etmişler, bu bir avuç zayıf insan topluluğunun kendilerini
yeneceklerini bir kuruntu ve hayal sanmışlardır. Bu izah, âyetin sözgelimine
uygundur.
Ancak
müfessirlerin çoğunluğunun kanısına göre âyette Peygamber'e gösterildiği
bildirilen rii'yâ, İsrâ gecesinde kendisine gösterilen müşahededir. Burada
rii'yâ, uykuda görülen rii'yâ değil, gerçek görmedir. Âyetteki rü'yâyı, İsrâ
gecesindeki müşahede olarak kabul eden bazı kimseler de bu âyete dayanarak o
gece Peygamber'in yürütülmesinin ve tanık olduğu olayların, uykuda görülen bir
düş olduğunu söylemişlerdir.
Fakat biz,
buradaki rü'yâ ile İsrâ olayının kasdedildiği kanısında değiliz. Çünkü o konu,
müşriklerin, Peygamber'e karşı düşmanlıklarını ve onların bir gün
yenileceklerini anlatan bu âyetlerin konusuna yabancıdır. İlâhî vahiyde
birbiriyle ilgisiz sözler yan yana gelmez. Kaldı ki İsrâ olayı, Sûrenin başında
zaten anılmıştır. Burada ondan neden söz edilsin? Burada anlatılan rü'yâ,
ikinci rivâyette belirtildiği üzere Peygamber'in, kâfirleri yeneceği hakkında
gördüğü bir rü'yâdır. Peygamber'in, bu rü'yâya dayanarak yenileceklerini söylediği
müşrikler, kendisiyle ve müslümanlarla alay etmişlerdir. Herhalde bu rü'yâ'nın
gerçekleşmesini olası görmeyen bazı zayıf yürekli müslümanlar da müşriklerin
propagandalarına kapılarak kuşkulanmış, dinden dönmüşlerdir. Bütün bunlar Mekke
şartlarına uyan şeylerdir. İşte âyette bu olaya işaret buyurulmaktadır.
İsrâ
olayının, müslümanların kuşkulanmasına yol açacak bir yanı yoktur. Zaten
müslümanlar, Peygamber'den, böyle olağanüstü şeyleri duymaya hem teşne idiler,
hem de bunları duymaktan son derece hoşlanır, huzur duyarlardı.
Demek ki
âyette anlatılan rü'yâ, İsrâ olayı ve müşahedesi değil, müşriklerin
yenilecekleri, müslümanların onlara egemen olacağı hakkındaki Peygamber rü'yâsı
ve bu rü'yâya dayanarak müslümanların galip geleceklerinin söylenmesi ve bunun
müşrikler arasında da duyulmasıdır (et-TeshîI, 2/174).
“Allah,
sana onları uykunda az gösteriyordu. Eğer sana onları çok gösterseydi,
çekinirdiniz ve (savaş) iş(in)de çekişirdiniz. Fakat Allah, (sizi bundan)
kurtardı. Doğrusu O, göğüslerin özünü bilir.” (8/Enfâl, 43)
Enfâl sûresi
43. âyette Allah'ın, müslümanların korkup çekinmemesi için Peygamber'e, rü'yâda
müşrikleri az gösterdiği bildirilmektedir. Daha önce Allah, düşmanın durumunu
Elçisi'ne rü'yâda göstermiş, Elçisi, düşmanın az olduğunu görmüş ve
sahâbîlerine de düşmanın az olduğunu söylemişti. Yüce Allah, Rasûlüne,
rü'yâsında onları az göstermişti ki müslümanlar korkup ürkmesinler. Düşmanın
tamamı, olduğu gibi gösterilseydi, müslümanlar korkarlar, moralleri bozulur,
cesaretleri kırılır ve savaşıp savaşmama konusunda birbirleriyle anlaşmazlığa
düşerlerdi. Fakat Allah onları böyle bir durumdan kurtardı, işi düzeltti. O,
göğüslerin özünü bilir. Gönüllerin sağlamlığı için gerekeni yapar.
Allah'ın,
çoğu az göstermesi nasıl olur? Bu konu üzerinde görüşler vardır. Hâşâ Allah,
bir şeyi yanlış göstermez. Ama kişinin haline uygun biçimde gösterir. Ya
Elçisi'ne düşmanın tamamını değil, bir bölümünü göstermiş, ya da düşmanın
gerçek durumunu göstermiştir. Düşman görünüşte çok idi ama ma'nen az idi. Bir
ülkü etrafında birleşmiş, uyumlu bir topluluk değil, çeşitli düşünceleri olan,
imansız, kof bir topluluk idi. İşte yüce Allah, onların o gerçek durumlarını
göstermiş olabilir. Hâsılı Allah, müslümanlar için uygun olanı yapmıştır ki
cesaretleri kırılmasın, müşriklerin kuvvetinden ürkmesinler. Onların kuvveti
görünüşte fazla, gerçekte cılız idi. Allah onların gerçek durumları olan cılız
hallerini göstermiştir.
“Andolsun,
Allah, Elçisi'nin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse, başlarınızı (kökten)
traş ederek ve(ya) saçlarınızı kısaltarak, korkmadan, güven içinde Mescid-i
Haram'a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bildi, bundan önce size yakın
bir fetih verdi.” (48/Fetih, 27)
Allah'ın
Elçisi, Hudeybiye Seferinden önce, Mekke'ye girip Kâ’be'yi tavaf ettiğini
görmüş ve bu rü'yâsını ashâbına haber vermişti. Hudeybiye Seferine çıkınca
sahâbîler, bu rü'yânın mutlaka bu seferde gerçekleşeceğinden emin idiler.
Çünkü Peygamber'in rü'yâsı haktır. Fakat rü'yâ o seferde gerçekleşmeyip
ziyaret, ertesi yıla kalınca bazı sahâbîler kuşkulanmaya başladılar. Bu
yüzdendir ki Ömer ibn el-Hattâb: “Sen bize Kâ’be'ye gidip onu tavaf edeceğimizi
söyememiş miydin?” demişti. Hz. Ömer, Ebûbekir'e de: “Allah'ın Elçisi, bizim Kâ’be'ye
gidip onu tavaf edeceğimizi söylememiş miydi?” demiş. Hz. Ebûbekir de: “O,
bunu hemen bu sene yapacağımızı söylemedi. İnşâallah başka bir yılda yaparız”
demişti.
İşte Fetih
sûresi 27. âyette Peygamber'in gördüğü rü'yânın doğru olduğu, inşâallah
müslümanların güven içinde, korkmadan Mescid-i Harâm'a girip Kâ’beyi ziyaret
edecekleri, kiminin saçlarını kökünden keseceği, kiminin kısaltacağı, rü'yânın
şimdi gerçekleşmemesinin bir hikmeti olduğu, işlerin gizli hikmetlerini
Allah'ın bildiği, bunun için Allah'ın, müslümanlara, Mescid-i Harâm'ı
ziyaretten önce yakın bir fetih verdiği, yani onların yollarındaki engelleri
kaldırıp Kâ’be'ye varan, oradan cihâna dallanan yolları açtığı buyurulmaktadır.
Bu seferin
sonunda Hudeybiye Barış andlaşması imzalanmış ve dönüş esnasında inen Fetih
Sûresi'nde bu andlaşma ile, İslâm'ın önünün açıldığı bildirilmiş, İslâm'ın
parlak geleceği müjdelenmiştir. Bu âyette de Allah'ın, elçisinin rü'yâsını
doğruladığı, Allah'ın izniyle müslümanların saçlarını traş ederek, kısaltarak,
güven içinde, korkmadan Mescid-i Harâm'a girecekleri bildirilmiştir.
Kur'ân-ı
Kerîm'in işaret ettiği bu rü'yâlardan ayrı olarak Hadîs mecmualarında da
Peygamber (s.a.s.)’in bazı rü'yâları anlatılmıştır. (5)
Ebû Hüreyre
(r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Zaman yaklaşınca
müslümanın rüyası hemen hemen yanlış çıkmayacaktır. Sizin en doğru rüya
göreniniz, en doğru söyleyeninizdir. Hem müslümanın rüyası Peygamberliğin kırk
beş cüz’ünden bir cüz’dür. Rüya üç kısımdır: Biri sâlih rüya olup Allah’tan
müjdedir; diğeri şeytanın verdiği üzüntüdür. Üçüncüsü kişinin kendi kendine
konuştuğu şeylerdendir. Biriniz hoşlanmadığı bir şey görürse hemen kalkıp namaz
kılmalı, onu kimseye söylememelidir.” (Müslim, Rü’yâ 6, h. no: 2263)
Ebu Hüreyre (r.a.)
anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Zaman yaklaşınca,
mü'minin rüyası, neredeyse yalan söylemeyecek. Esasen mü'minin rüyası,
peygamberliğin kırk altı cüzünden bir cüzdür." Buhârî'nin rivâyetinde
şu ziyade var: "Peygamberlikten cüz olan şey yalan olamaz." (Buhârî,
Ta'bir 26; Müslim, Rüya 8, hadis no: 2263; Tirmizî, Rüya 1, h. no: 2271; Ebu
Dâvud, Edeb 96, h. no: 5019)
Açıklama: Hadiste
iki hüküm var:
1- Kıyamete
yakın görülen rüyaların sâdık olacağı,
2- Mü'minin
rüyasının peygamberliğin kırk altıda biri olması.
Hadiste,
kıyamet tâbiri geçmez, "zamanın
yaklaşması" tâbiri geçer. Bundan
farklı mânalar çıkarılmıştır. Mühimlerini kaydedeceğiz:
1- Gece ile
gündüzün birbirine yaklaşması, yani ilk ve sonbahar mevsimlerinde gece ile
gündüzün eşitlenmesi. Hattabî, bu mevsimlerde, insan tabiatının mutedil
bir hâl aldığını belirtir. Rüya yorumcuları, en doğru rüyaların, gece ve
gündüzün eşitlendiği ve meyvelerin olgunlaştığı zamanda görülen rüyalar
olduğunu söylemişlerdir. Tâbircilerin zu'muna göre, tâbirleri en ziyade doğrulayan
zamanlar çiçeklerin açtığı ve meyvelerin olgunlaştığı vakitlerdir (ilk ve
sonbaharlar). Bu iki vakitte gece ve gündüz itidal üzeredirler, ne çok uzun, ne
çok kısadırlar.
2-
"Zamanın yaklaşması" tâbirinden çıkarılan ikinci mâna, kıyametin
yaklaşması ile dünya hayatının sona ermesidir. İbn Battâl, hadiste bu mânanın asıl olduğunu
söyler ve buna Tirmizî'nin merfu bir rivâyetini delil gösterir: "Ahirzamanda
mü'minin rüyası yalan söylemez. En doğru rüyayı, sözü en doğru söyleyenler
görecektir."
İbn Hacer,
sadedinde olduğumuz hadisten çıkarılan
birinci mânayı pek muvafık bulmaz, ona göre, gece ile günüzün mûtedil olduğu
mevsimlerde insan tabiatı itidale kavuşarak daha sâdık rüya görüyor ise, bunu
mü'minlere tahsis etmek uygun olmaz.
Hadis "zaman yaklaşınca mü' minler sâdık rüya görür" dediğine göre,
bu, hadisten çıkarılan ikinci mânanın
yani "kıyamet yaklaşınca mü'minler sâdık rüya görür" tevilinin daha
doğru olduğuna delil olur.
İbn Battâl,
kıyamete yakın rüyaların sâdık olma keyfiyetini şöyle izah eder: "Kıyamet
yaklaşınca ilmin çoğu kaldırılacak, dine ait meâlim (din öğretimi yapan
müesseseler), kargaşa ve fitneler sebebiyle indirâs ve inkıraza uğrayarak yok
olacaklar. İnsanlar, (peygamber beklenen) fetret devri insanları gibi dinin
kaybolması sebebiyle bir münzir (korkutucu mürşid) ve bir müceddid'e muhtaç
hale gelecekler. Nitekim geçmiş ümmetleri de peygamberler inzâr etmiş
(cehennemle korkutmuş) idiler. Bir yandan Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)'in
son peygamber olması, bir yandan da mezkur zamanın fetret devrine benzemesi,
insanlara yasaklanan yeni bir nübüvvet eksikliğini bir başka şeyle telâfi
etmeyi gerekli kılacaktır. İşte bu da, esas itibarıyla cennetle müjdeleyip
cehennemle korkutmaktan ibaret olan
nübüvvetin bir cüzü kılınan rüyayı sâdıkadır."
3- Davudî,
"zamanın yaklaşması" tâbirinden saatlerin, günlerin ve gecelerin
noksanlaşmasını anlamıştır. Noksanlaşmadan maksad da onlaın sür'at kazanıp,
çabuk geçmesidir. İşte bu da kıyamet saatinin yaklaşması demektir. Zîra başta
Müslim, birçok muhaddisin kaydettiği bir hadiste şöyle buyrulmuştur:
"Zaman yaklaşacak, öyle ki, sene bir ay kadar; ay, hafta kadar; hafta, gün
kadar; gün, bir saat kadar; bir saat de hurma dalının yanması kadar
olacaktır."
4- Hadiste
geçen mezkur zamanın, Mehdi'nin zamanı olduğu, o zamanda adâlet ve emniyetin
geniş, hayır ve rızkın bol olacağı, bu durumdan alınan lezzet ve hazz sebebiyle
vaktin çabuk geçip kısaldığına hükmedileceği de söylenmiştir.
Hadiste
"neredeyse" ifadesine yer verilip "...Mü'minin rüyası neredeyse
yalan söylemiyecek.." denmiş olması, o zamanda rüyalara sıdkın galebe
çalıp, çoğunlukla sâdık rüyalar görüleceğine işarettir.
5- Doğru
Rüya, Doğru Sözlülüğün Eseridir: Kurtubî der ki: "Allah bilir ya, bu
hadiste zikri geçen âhirzamandan murad, Hz. İsa (aleyhisselam)'nın Deccal'i
öldürmesinden sonra onunla birlikte olacak mü'min tâifenin zamanıdır. Nitekim,
Müslim'in bir hadisinde şöyle buyurulmuştur: "Allah İsa İbn Meryem'i gönderir, insanlar arasında yedi yıl
kalır. Bu sırada iki kişi arasında düşmanlık olmaz. Sonra Allah, Şam cihetinden
soğuk bir rüzgâr gönderir. Yeryüzünde, kalbinde zerre miktar hayır veya iman
bulunan tek kişi kalmaz, hepsinin ruhu bu rüzgârla birlikte kabzedilir."
Kurtubî
devamla der ki: "Bu zamanda yaşayan insanlar bana öyle geliyor ki, şu
ümmetin, ilk asırdan sonra
gelenlerinin hâlen en iyi ve sözce en
doğru olanıdır. Bu sebeple de rüyaları hiç yalan söylemiyecektir, nitekim
hadiste: “Asdekuhum ru’yâ asdekuhum hadîsâ (Rüyaca en doğruları, sözce en
doğrularıdır).” buyurulmuştur. Gerçekten bu böyledir, çünkü kim doğru
söylerse kalbi nurlanır, idraki kuvvet kazanır ve mânalar, sahih şekilde o
idrakte nakşolunur. Böylece uyanık halde çoğunlukla sıdk üzere olan kimseye, bu hal uykuda da
refakat eder ve doğru olandan başka bir şey görmez. Elbette yalancının veya
doğru ve yalanı karıştıran kimsenin hâli böyle olmayacaktır. Bu kimse kalbini
bozup karartmıştır. Onun karmakarışık, mânâsız şeyler görmesi normaldir. Pek
nâdir durumlarda doğru sözlünün, sahih olmayan; yalancının da sahih olan bir
rüya görmesi vukuattandır. Ancak çokca, ekseriyetle vukua gelen durum yukarıda
söylediğimiz gibidir."
İbn Hacer
der ki: Bu açıklama, yukarıda: "Rüya, sâdık ve sâlih mü'minden sâdır
olduğu takdirde peygamberliğin cüzlerinden bir cüzdür" diye ifade
ettiğimiz görüşü teyid eder.
6- İbn Ebî
Cemre, "Ahir zamanda mü'minin rüyası neredeyse yalan söylemez"
hadisini şöyle anlar: "Rüya, o zaman, tâbire ihtiyaç göstermeyecek bir
açıklıkta olur, ona yalan da karışmaz. Bu, daha önceki rüyaların hilafı bir durumdur.
Zîra, önceki zamanda görülen rüyaların te'vili kapalıdır, sâdece tâbirciler açıklayabilir, üstelik tâbircinin
dediği gibi de çıkmayabilir. Böylece onlara yalanın da girmiş olduğunu
anlarız... Bunun âhirzamana has kılınmasındaki hikmet, mü'min, o zamanda garib
(yalnız, hâmisiz) olacağından dolayıdır... Bu sebeple o vakit mü'minin dostu ve
yardımcısı pek azdır. Allah, onlara rüyayı sâdıka ile ikramda bulunur.
Hadislerde, mü'minin rüyası nübüvvetin kaçta kaçı olduğuna dair rivâyetten rivâyete
değişen ihtilâfı bu sebeple izah etmek mümkündür. Ve şöyle denebilir:
"Kıyametin yakınlığı arttıkça, rüyanın doğruluğu daha da artacak ve
böylece nübüvvetten cüz olma nisbeti de arttığı için sayı düşecektir (İ. Canan,
Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/510-513).
7- Rüya
Peygamberlikten Bir Cüzdür: Hadis-i şerif, mü'minin rüyasını peygamberliğin
kırk altı cüzünden biri ilan etmektedir. Mevzuyu bir başka babta tahlil eden İbn Hacer, bu mesele üzerine muhtelif hadislerde
gelen farklı rakamları kaydeder. Buna göre, on kadar farklı hadisten her biri
değişik rakamlar vermektedir. En azına göre, rüya, peygamberliğin yirmi altıda
biridir, en çocuğuna göre de yetmiş
altıda biridir. Arada kırkta, kırk dörtte, kırk beşte, kırk altıda, kırk
yedide, kırk dokuzda, ellide, yetmişte bir rakamları geçmektedir. Hadisler
sıhatçe farklıdır. İbn Hacer,
"Mutlak olarak en sahihi birincisidir, onu "yetmişte bir" rivâyeti
takip eder" der. Farklı görüşleri 15'e
kadar çıkaranlara ayrıca dikkat çeker.
Hz.
Peygamber (s.a.s.)'in vefatıyla, nübüvvetin de kesilmiş olması sebebiyle,
rüyanın nübüvvetten bir cüz sayılması meselenin izahı zorca bir mesele olduğuna
dikkat çektikten sonra İbn Hacer şunu
söyler: "Bu fikre cevap olarak dendi ki: "Rüya eğer Hz. Peygamber (s.a.s.)'den
vâki olmuş ise, bu gerçekten nübüvvetten bir parçadır. Şayet bir başkasından
vâki olmuş ise mecâzen nübüvvetten bir parçadır."
Hattabî demiştir ki: "Dendiğine göre, rüya,
nübüvvete uygun olarak gelir, ancak, bu onun devam eden cüz'ü demek değildir."
Şöyle de
denmiştir: "Bunun mânası: Rüya nübüvvet ilminden bir cüzdür. Zîra nübüvvet
kesilmiş olsa da ilmi bâkidir."
İbn Battâl,
nübüvvet kelimesinin lügat mânasından hareket ederek der ki; "Nübüvvet,
inbâ kelimesinden alınmadır, bu da lügat olarak i'lâm (duyurmak) demektir. Bu
mânâya göre, rüya, Allah'tan gelen ve yalan bulunmayan sâdık bir haber olması
ve nübüvvetin de Allah'tan gelen ve kizbin câiz olmadığı haber olması haysiyetiyle rüya ile, nübüvvet arasında -haberdeki doğruluk noktasından- benzerlik
kurulmuştur."
Rüyanın
peygamberlikten bir cüz olması meselesini bazı âlimler de şöyle izah
etmişlerdir: "Cenab-ı Hakk, Peygamberine altı ay rüyada hitab etti. Bu
altı aydan sonra, ömrü boyunca, yirmi üç yıl uyanık halde hitab etti. Bu altı
aylık müddet yirmi üç yıla nisbet edilince kırk altıda bir eder.
İbn Battâl bu izahı iki noktadan tutarsız
bulmuştur:
1- Hz.
Peygamber'in bi'setten sonraki ömrünün miktarı ihtilâflıdır.
2-
"Rüya, nübüvvetin yetmiş cüzünden biridir" diyen rivâyet mânasız
kalacaktır.
İbn Hacer
bu konuda ulemânın muhtelif tez ve antitezlerini beyan ettikten sonra sayıların
farklılığını şöyle bir izahla çözmeye çalışır: "Sayılardaki farklılıklar,
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu meseleyi beyan ettiği zamanların farklı olmasından
ileri gelir. Şöyle ki: Kendisine vahyin gelmesinden on üç senenin dolumunda,
"rüyanın peygamberliğin yirmi altı cüzünden bir cüz olduğunu söylemiş
olmalı, bu ise hicret zamanına rastlar. Yirmi yılın dolumunda kırkta bir; yirmi
iki yılın dolumunda kırk dörtte bir; ondan sonra kırk beşte bir; sonra
hayatının sonunda kırk altıda bir demiş olmalı. Kırktan sonraki rivâyetler ise
zayıftır. Ellide biri diyen rivâyetin küsûratı ifade etmesi ihtimal
dahilindedir. Yetmişte bir diyen rivâyet ise mübâlağa içindir, bunun dışındakiler
zâten sâbit değildir. Böylesi bir irtibatlamada teâruz mevcut değildir..."
Bu mevzu
üzerine İbn Hacer, başka yorum ve
tahliller dahi kaydederse de, bu kadarla yetiniyoruz. Ancak Ebî Cemre'nin
yukarıda kaydedilen, buna yakın izahını hatırlatmada fayda var.
Ebu Katâde (r.a.)'nin
anlattığına göre: Rasûlullah (s.a.s.)'ın şöyle söylediğini işitmiştir: "Rüya
Allah'tandır. Hulm (sıkıntılı rüya) şeytandandır. Öyle ise, sizden biri, hoşuna
gitmeyen kötü bir rüya (hulm) görecek olursa sol tarafına tükürsün ve ondan
Allah'a istiâze etsin (sığınsın). (Böyle yaparsa şeytan) kendisine asla zarar veremeyecektir."
(Buhârî, Tıbb 39, Bed'ü'l-Halk 11, Ta'bir 3, 4, 10, 14, 46; Müslim, Rüya 5, h.
no: 2262; Muvatta 1, h. no: 2, 957; Tirmizî, Rüya 4, h. no: 2288; Ebu Dâvud,
Edeb 96, h. no: 5021)
Ebû Katâde
(r.a.)’den; Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sâlih/güzel rüya
Allah’tandır. Kötü, karışık rüya da şeytandandır. Dolayısıyla biriniz kötü bir
rüya görüp korkarsa sol tarafına (üç defa) tükürsün ve şerrinden Allah’a
sığınsın, Çünkü o kötü rüya kendisine zarar veremez.” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk
11, Tıb 39, Ta’bir 3, 4, 10, 14, 46; Müslim, Rü’ya 2, h. no: 2261)
Açıklama: Bazı
rivâyetler, "Sâlih rüya Allah'tandır" diye kayıtlı olarak geldiği
halde burada sâlih, gayr-ı sâlih kaydı yapılmaksızın, rüyanın Allah'tan olduğu
belirtilmiştir. İslâmî temel itikadımız esâsen budur. Yani her şeyin takdiri,
yaratılması, hayır, şer Allah'tandır. Rü'yanın betahsis Allah'a nisbet edilmesi
"teşrif" yani rüyanın
ehemmiyetine dikkat çekmek içindir.
Hadis,
Allah'a nisbet edilecek hayırlı rüyalara hulm denilmeyeceğini göstermektedir.
Keza, şeytana nisbet edilenlere de rüya denilmeyecektir. Tabii ki bu, şer'î bir
edeptir. Esas itibariyle ve lügat olarak uykuda görülenlerin hepsine rüya
denir. Daha önce yedi çeşide ayrıldığını belirttiğimiz rüyalar bu rivâyette
ikiye irca edilmiş olmaktadır. Şu halde korku, üzüntü veren, hoşlanılmayan
rüyalar bâtıldır ve şeytandan
gelmektedir, bunlara toptan hulm
denmektedir. Hulm, Kur'ân-ı Kerim'de edğâs diye zikri geçen karmakarışık,
mânâsız rüyalardan başka bir şey
değildir.
Sadedinde
olduğumuz hadis, görülen rüya karşısında mü'minin takınacağı edeb ve tavrı
belirlemektedir: "Şeytânî, hoşlanmadığınız bir rüya gördüğünüz zaman sol
tarafa tükürün, istiaze ederek şeytandan Allah'a sığının..." diyor. Yani
euzubillahi mineşşeytânirracim denecek. Bir başka hadiste, böyle bir rüya görenin "sol tarafına üç sefer
nefes etmesi
فلْيَتَنَفَّسْ
عَنْ
شِمَالِهِ
ثَثَ
مَرَّاتٍ
şer ve
ezasından Allah'a sığınması" tavsiye edilmiştir. Bu babta başka rivâyetler
de var. Bu çeşit rüyalar anlatılmamalıdır.
Rasûlullah (s.a.s.)
sâlih rüya görüldüğü zaman ne yapılması gereğini de muhtelif rivâyetlerde
ta'lim buyurmaktadır: “Sizden biri sevdiği bir rüya görünce, (bilsin ki) bu
Allah'tandır. Bunun için Allah'a hamdetsin, bunu başkasına anlatsın. Hoşuna
gitmeyen bir rüya görünce de (bilsin ki) bu şeytandandır, hemen şerrinden
Allah'a sığınsın, istiâzede bulunsun. Bu rüyayı kimseye de anlatmasın, böylece
ona bu rüyanın zararı dokunmaz.” (Buhârî, Ta’bîr 3)
Buhârî'den
kaydettiğimiz bu rivâyet, hoşumuza giden rüyaların başkasına anlatılmasını
tavsiye etmekte ise de, başka rivâyetlerde rüyayı anlatacağımız kimseler
hakkında bâzı kayıtlar koymaktadır: "Bilgili veya sevgili" olmalıdır,
"Alim veya nâsih (hayırhah)" olmalıdır. Vâdd (sizi seven), zî re'y
(isabetli, faydalı görüş sahibi) gibi başka vasıflar da zikredilmişse de hepsi
aynı kapıya çıkar ve rüya anlatacağımız kimselerin akıllı, bilgili, hakkımızda
hayır düşünen, bizi seven bir kimse olmasına dikkat etmemiz gereği anlaşılır.
Ebu Bekr İbn'l-Arabî
der ki: "Âlim olmalıdır, zira o, rüyayı imkân nisbetinde hayra yoracaktır.
Hayırhah (nâsih) olmalıdır, çünkü o, faydalı olana ve kendisine yardımı
dokunacak hususlara irşâd ve teşvikte bulunacaktır. Bilgili (lebib), rüyayı
anlayan demektir, böyle birisi, rüyayı görenin ihtiyaç duyduğu hususu bilip onu
öğretecek veya sükut edecektir. Sevilen (habib)
de, bir hayır görürse söyler, anlayamaz veya şüpheye düşerse sükût
eder..." (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
4/515-516)
Buhârî'nin
bir rivâyetinde Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: "Beni rüyada gören,
gerçekten beni görmüştür, çünkü şeytan
benim sûretime giremez." (Buhârî, Tabir 2, 10; Müslim, Rüya 10, h. no:
2266; Muvatta, Rüya 1, h. no: 2, 956)
Açıklama: Yukarıdaki
hadisi Hz. Enes (r.a.) rivâyet etmiştir. Tîbî şöyle açıklamıştır. Beni
rüyasında gören, beni hakikatim üzere eksiksiz görmüştür, beni görüp
görmediğinden şüpheye düşülmemelidir. Rüya tamdır, hak bir rüyadır"
demektir." Nitekim, yine Buhârî'de gelen bir başka hadiste:
"Rüyada beni gören hakkı (gerçeği)
görmüştür." buyurmuştur.
Rüyada Rasûlullah'ın
görülmesi meselesi bazı farklı
yorumlara sebep olmuştur. Yani, her ne
suretle görülürse görülsün bu görülüş hak bir görme midir? Yoksa görmenin hak
olması için Rasûlullah'ı bilinen evsâfıyla görmek şart mıdır? Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.s.) her seferinde mâlum sıfatlarıyla, hüviyet-i asliyesi ile
gözükmez. Buhârî'nin bazı nüshalarında İbn
Sîrîn'in şu kaydı yer alır:
Buna göre, Rasûlullah'ı bilinen evsâfı çerçevesinde
görürse bu rüya hak rüyadır.
Ancak ulemâ
şu noktada müttefiktir: "Şeytan Rasûlullah'ın hüviyetine giremez."
Cenâb-ı Hakk ona bu imkânı tanımamıştır. Aksi takdirde, şeriata kizb karışma ihtimali
mevzubahis olur, dine itimad kalmazdı. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk, şeytanı,
kişinin uyanık halinde, Rasûlullah'ın suretine girmekten men ettiği gibi, uyku
halinde de o suretle gözükmekten men
etmiştir. Bu hususu Rasûlullah (s.a.s.) açık seçik beyan etmiştir.
Hal böyle
olunca, Rasûlullah'ın, her ne suretle olursa olsun, rüyada görülmesine şeytanın
dehâlet etmemesi gerekir. Bu sebeple Nevevî şöyle der: "Rasûlullah (s.a.s.)'ı
gören kişi mâlum evsafı üzere de görse, mâlum evsafının aksine de görse, gerçekten
Rasûlullah'ı görmüştür."
Nevevî bu
görüşünü, Kadı İyaz'ın: "Sağ iken taşıdığı sureti ile gören gerçekten
görmüş, bu sıfata uymayan şekilde gören hakiki görmüş sayılmaz, te'vil
gerekir" sözünü reddetmek için söylemiştir.
Bazıları
daha açık bir ifade ile hadisten şunu anlamışlardır: "Hadisin manası
şudur: O (s.a.s.)'nu gören, hayatta iken taşıdığı suret üzere görür. Bundan şu
zaruri netice çıkar: Rasûlullah'ı aslî suretinin haricinde görenin rüyası
edgâs'tır, (sâdık rüya değildir.)"
Ancak ulemâ
çoğunlukla şu görüşü benimser: "Bu hadisten maksad şudur: hangi hal üzere
olursa olun Hz. Peygamber (s.a.s.)'in rüyada görülmesi bâtıl olamaz, bu rüya edgâs değildir, esas
itibariyle haktır. Görülen suret şeytandan değil Allah'tandır." (İ. Canan,
Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/515-516)
Ebû Rezîn
el-Ukeylî Lakît İbn Amir İbn Sabire (r.a.)
anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Mü'minin rüyası,
nübüvvetin kırk cüzünden bir cüzdür. Bu rüya, anlatılmadığı müddetçe bir kuşun
ayağında (takılı vaziyette) durur. Anlatılacak olursa hemen düşer." (Tirmizî,
Rü'ya 6, h. no: 2279, 2280; Ebu Dâvud, Edeb 96, h. no: 5020)
Açıklama:
1- Rüyanın
peygamberlikten bir cüz olma meselesini 957 numaralı hadiste açıkladık.
2- Rüyanın kuşun ayağında takılı olması, bir
teşbihtir; bununla, rüyanın anlatılmadığı müddetçe kesinleşmediği ifade
edilmektedir, tıpkı asılan, takılan bir şeyin havada durması, yerde istikrarını
bulmaması gibi. Öyle ise, rüyanın istikrar bulup, kesinlik kazanması tâbir
edilmesine bağlıdır. Tâbir edilince süratle düşüp istikrar kazanır. Kuşun
kendisi bir yerde sâbit durmazsa, onun ayağına takılan şey hiç sâbit duramaz.
Öyle ise rüya anlatılınca, hükmü, sahibinin üstüne hemen düşer. Ebu Dâvud'un
bir başka rivâyeti şöyle: "Rüya, tâbir edilmedikçe bir kuşun ayağı
üstündedir, tâbir edilince hemen düşer." Bu rivâyet "anlatınca"
demiyor, "tâbir edince" diyor. Öyle ise, önceki hadiste geçen
"anlatmak"tan maksad, tâbirini medar-ı bahs etmek, konuşmaktır.
Hadisin Ebu
Davud'daki aslı, Ebu Rezîn'in şu sözüyle tamamlanır: "Zannederim (Rasûlullah)
şunu da demişti: "(Öyleyse) rüyanı akıllı ve dostun olan kimseye
anlat."
Rüyadaki
hakikatın tahakkuku, onun anlatılmasına, daha doğrusu tâbirine bağlı olunca,
rüyanın rastgele kimselere anlatılmamasının ehemmiyeti daha iyi anlaşılmış
olur. Bu sebeple Rasûlullah, rüyanın tabiatı hakkında verdiği bilgiye uygun bir tavsiye ile hadisini tamamlamış
olmaktadır: "Rüyayı lebib ve
habib olana, yani akıllı dosta anlatın!"
“Ey
insanlar! Şunu bilin ki, müslüman kimseye gösterilen sâlih rüya dışında
peygamberlik müjdelerinden geriye bir şey kalmamıştır.”
(Müslim, Salât 208; İbn Mâce, Ta’bîr 1)
Ebu Saîd (r.a.)
anlatıyor: "Mü'minin rüyası, (sâlih kimsenin gördüğü güzel rüyâ) nübüvvetin
kırk altı cüzünden bir cüzdür." (Buhârî, Ta'bir 2, 4, 10, Muvaatta Rü’yâ
1, h. no: 2, 956)
Tirmizî'de
Ebu Saîd'den şu rivâyet kaydedilmiştir: "En sâdık rüya seher
vakitlerinde görülen rüyadır." (Tirmizî, Rü'ya 3, h. no: 2275)
Açıklama: Âlimler
rüyanın sıdkı hususunda, onun görüldüğü mevsimin ehemmiyetine dikkat çekerler.
Bazı mevsimlerde insan tabiatının mutedil olması sebebiyle rüyayı edğas
(karışık ve mânasız) kılan psikolojik ve biyolojik amillerin daha az tesirde bulunacağını
belirtmişlerdir. Şu halde, günlük olarak da seher vakitlerinin, diğer vakitlere
nazaran biyolojik ve psikolojik yönden en mutedil vakit olduğu söylenebilir:
Uyku ile dinlenmiş olan sinir sistemi daha sakindir, mide boşalmış, hazım
yorgunluğu kalmamış, ruhen fikren meşguliyet ve hassasiyet asgarî seviyeye
inmiş vs. Şu halde mizac ve kuvvelerin azamî derecede i'tidale kavuştuğu bir
durumda görülecek rüyalar hakikat olma şansına daha çok sahiptir. Bu durumu Rasûlullah,
"En sâdık rüya seherdekidir" diyerek ifâde buyurmuş olmaktadır.
Tîbî merhum,
meselenin bir başka yönüne de dikkat çeker: "Zira seher vakti meleklerin
inme zamanıdır." (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 4/519)
Ebu Hüreyre (r.a.)
anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) şöyle demişti: "Benden sonra,
peygamberlikten sâdece mübeşşirat (müjdeciler) kalacaktır!" Yanındakiler
sordu: "Mübeşşirât da nedir?" "Sâlih rüyadır!" diye
cevap verdi." Muvattâ'nın rivâyetinde şu ziyâde var: "Sâlih
rüyayı sâlih kişi görür veya ona gösterilir." (Buhârî, Tabir 5;
Muvatta, Rüya 3, h. no: 2, 957; Ebû Dâvud, Edeb 96, h. no: 5017)
Açıklama: Mübeşşirât
kelime olarak mübeşşire'nin cem'idir, bu ise büşrâ yani müjde (sevindirici
haber) demektir. Ancak hadiste bununla rüyayı sâliha kastedildiği Rasûlullah
tarafından açıklanmıştır. Hadiste Rasûlullah: "Bana has olan nübüvvetten
sonra sadece mübeşşirât kalacaktır, diğer nübüvvet hassaları benimle beraber
ortadan kalkacak" demek istemiştir. İbn
Abbas'tan gelen bir rivâyete göre Rasûlullah bu sözü ölüm döşeğinde
söylemiştir. Ancak hadisin bir çok vechi mevcuttur. Bir vechi şöyledir: "Risalet ve peygamberlik
artık kesildi. Benden sonra ne nebi ne de peygamber var. Ancak mübeşşirat devam
edecek!" Dediler ki: "Mübeşşirat nedir?" Dedi ki:
"Müslümanların
rüyası peygamerliğin cüzlerinden bir cüzdür."
İbn't-Tîn
der ki: "Hadisin mânâsı şudur: "Vahiy benim ölümümle kesilecektir.
Kendisiyle, istikbalde olacak şeyleri öğrenebileceğiniz tek kaynak kalıyor, o
da rüyadır." Ancak bu söze, ilham hatırlatılarak karşı çıkılmıştır, zîra
ilham da istikbali öğrenme kaynaklarından biridir (İ. Canan, Kütüb-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/519).
Âişe
(r.a.)’den; Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisine şöyle demiştir: “Sen bana, (evlenmemizden
önce) rüyamda iki defa gösterildin. Seni ipek kumaş içerisinde görüyordum ve:
‘Bu, senin hanımındır, yüzünü aç!’ deniliyordu. Açıp baksam ki o sensin; bunun
üzerine: ‘Bu takdir Allah katından ise Allah hükmünü yürürlüğe koyar’ derdim.”
(Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 44, Nikâh 12, 35, Ta’bîr 20, 21; Müslim,
Fezâilu’s-Sahâbe 79, h. no: 2438)
Peygamberimiz’in
Tâbir Ettiği Rüyalar
Semüre İbn Cündeb (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)
sık sık: "Sizden bir rüya gören yok mu?" diye sorardı.
Görenler de, O'na Allah'ın dilediği kadar anlatırlardı. Bir sabah bize yine
sordu: "Sizden bir rüya gören yok mu?" Kendisine: "Bizden
kimse bir şey görmedi!" dediler. Bunun üzerine: "Ama ben
gördüm" dedi ve anlattı: "Bu gece bana iki kişi geldi. Beni
alıp haydi yürü! dediler. Yürüdüm. Yatan bir adamın yanına geldik. Yanında
biri, elinde bir kaya olduğu halde başucunda duruyordu. Bazan bu kayayı başına
indirip onunla başını yarıyordu, taş da sağa sola yuvarlanıp gidiyordu. Adam
taşı takip ediyor ve tekrar alıyordu. Ama, başı eskisi gibi iyileşinceye kadar
vurmuyordu. İyileştikten sonra tekrar indiriyor, önceki yaptıklarını aynen
yeniliyordu. Beni getirenlere: ‘Sübhânallah! nedir bu?’ dedim. Dinlemeyip:
‘Yürü! Yürü!’dediler. Yürüdük, sırtüstü uzanmış birinin yanına geldik. Bunun da
yanında, elinde demir kancalar bulunan biri
duruyordu. Adamın bir yüzüne gelip, çengeli takıp yüzünün yarısını
ensesine kadar soyuyordu. Burnu, gözü enseye kadar soyuluyordu. Sonra öbür
tarafına geçip, aynı şekilde diğer yüzünün derisini de ensesine kadar
soyuyordu. Bu da, yüz derileri iyileşip eskisi gibi sıhhate kavuşuncaya kadar
bekliyor, sonra tekrar önce yaptıklarını yapmaya başlıyordu. Ben burada da:
‘Sübhanallah, nedir bu?’ dedim. Cevap vermeyip: ‘Yürü! Yürü!’ dediler.
Beraberce yürüdük. Fırın gibi bir yere geldik. İçinden birtakım gürültüler,
sesler geliyordu. Gördük ki, içinde bir kısım çıplak kadınlar ve erkekler var.
Aşağı taraflarından bir alev yükselip onları yalıyordu. Bu alev onlara ulaşınca
çığlık koparıyorlardı. Ben yine dayanamayıp: ‘Bunlar kimdir?’ diye sordum. Bana
cevap vermeyip: ‘Yürü! Yürü!’ dediler. Beraberce yürüdük. Kan gibi kırmızı bir
nehir kenarına geldik. Nehirde yüzen bir adam vardı. Nehir kenarında da yanında
bir çok taş bulunan bir adam duruyordu. Adam bir müddet yüzüp kıyıya doğru
yanaşınca yanında taşlar bulunan kıyıdaki adam geliyor, öbürü ağzını açıyor bu da ona bir taş atıp kovalıyordu. Adam bir
müddet yüzdükten sonra geri dönüp adama doğru yine yaklaşıyordu.
Her dönüşünde ağzını açıyor, kıyıdaki de ona bir taş atıyordu. Ben yine
dayanamayıp: ‘Bu nedir?’ diye sordum. Cevap vermeyip yine: ‘Yürü! Yürü!’
dediler. Beraberce yürüdük. Çok çirkin görünüşlü bir adamın yanına geldik.
Böylesi çirkin kimseyi görmemişsindir. Bunun yanında bir ateş vardı. Adam ateşi
tutuşturup etrafında dönüyordu. Ben yine: ‘Bu nedir?’ diye sordum. Cevap
vermeyip: ‘Yürü! Yürü!’ dediler. Beraberce yürüdük. İri iri ağaçları olan bir
bahçeye geldik. İçerisinde her çeşit
bahar çiçekleri vardı. Bu bahçenin içinde çok uzun boylu bir adam vardı. Semaya
yükselen başını neredeyse göremiyordum. Etrafında çok sayıda çocuklar vardı.
Ben yine: ‘Bunlar kimdir?’ dedim. Cevap vermeyip: ‘Yürü! Yürü!’ dediler.
Beraberce yürüdük. Ulu bir ağacın yanına geldik. Bundan daha büyük, ve daha
güzel bir ağaç hiç görmedim. Arkadaşlarım: ‘Ağaca çık!’ dediler. Beraberce
çıkmaya başladık. Altun ve gümüş tuğlalarla yapılmış bir şehre doğru yükselmeye
başladık. Derken şehrin kapısına geldik. Kapıyı çalıp açmalarını istedik.
Açtılar ve beraberce girdik. Bizi bir kısım insanlar karşıladı. Bunlar
yaratılışça bir yarısı çok güzel, diğer yarısı da çok çirkin kimselerdir. Sanki
böylesine güzellik, böylesine çirkinlik görmemişsindir. Arkadaşlarım onlara:
‘Gidin şu nehire banın!’ dediler. Meğerse orada açıkta bir nehir varmış. Suyu
sanki sâfi süttü, bembeyaz... Gidip içine banıp çıktılar. Çirkinlikleri tamamen
gitmiş olarak geri geldiler. İki tarafları da en güzel şekli almıştı.
Beni
dolaştıran arkadaşlarım açıkladılar: ‘Bu gördüğün, Adn cennetidir. Şu da senin
makamındır.’ Gözümü çevirip baktım. Bu bir saraydı, tıpkı beyaz bir bulut gibi.
‘Beni gezdirin, içine bir gireyim!’ dedim. ‘Şimdilik hayır! Ama mutlaka
gireceksin’ dediler. Ben: ‘Geceden beri acâyip şeyler gördüm, neydi bunlar?’
diye sordum. ‘Sana anlatacağız’ dediler ve anlattılar: ‘Taşla başı yarılan, o
ilk gördüğün adam, Kur'ân'ı atıp reddeden, farz namazlarda uyuyup kılmayan
kimsedir. Ensesine kadar yüzünün derileri, burnu, gözü soyulan adam, evinden
çıkıp yalanlar uydurup, etrafa yalan saçan kimsedir. Fırın gibi bir binanın
içinde gördüğün kadınlı erkekli çıplak kimseler, zina yapan erkek ve
kadınlardır. Kan nehrinde yüzüp ağzına taş
atılan adam fâiz yiyen adamdır. Ateşin yanında durup onu yakan ve
etrafında dönen pis manzaralı adam, cehennemin, ateşin bekçisidir. Bahçede
gördüğün uzun boylu adam İbrahim (s.a.s.)'di. Onun etrafındaki çocuklar ise,
fıtrat üzere (büluğa ermeden) ölen çocuklardır."
Cemaatten
biri hemen atılarak: ‘Ey Allah'ın Rasûlü! Müşrik çocukları da mı?’ diye sordu.
Rasûlullah (s.a.s.): “Evet, dedi, müşrik çocukları da.” Ve anlatmaya devam etti: “Yarısı güzel
yarısı çirkin yaratılışlı olan adamlara gelince, bunlar iyi amellerle kötü
amelleri birbirine karıştırıp her ikisini de yapan kimselerdir. Allah onları
affetmiştir.” (Buhârî, Ta'bir 48, Ezân Sıfatu's-Salât 156, Teheccüd 12,
Cenâiz 93, Büyû’ 2, Cihâd 4, Bed'ü'l-Halk 6, Enbiyâ 8, Tefsir, Berâe 15, Edeb 69;
Müslim 23, h. no: 2275; Tirmizî, Rü'ya 10, h. no: 2295)
Açıklama:
1- Tabirin
Mekruh Vakti:Buhârî, bu hadisi, Tabir'le ilgili bölümde, "Sabah namazından
sonra rüya tâbiri" babında kaydeder. Buhârî'nin bab başlıklarında fıkıh
yaptığını nazarı dikkate alan şârihler, Buhârî'nin böyle bir başlığı koymakla,
Abdurrezzak'ın Musannaf'ta kaydettiği
َ
"Rüyanı
kadına anlatma, güneş doğuncaya kadar da kimseye söyleme" şeklindeki
hadisin za'fına işaret ettiğini ve ayrıca, tâbircilerin şu sözlerini
reddettiğini belirtirler. "Rüya tâbirinde müstehab olanı, tâbirin,
"güneşin doğmasından saat dörde, ikindi vaktinden akşam öncesine
kadar" yapılmasıdır."
Buhârî, bu
kanaati reddediyor. Zîra kaydedilen hadis, tâbirin, güneş doğmazdan önce
yapılmasının müstehab olduğuna delalet etmektedir. Bu hüküm, tâbircilerin:
"Namazın mekruh olduğu vakitlerde tâbir yapmak mekruhtur" şeklineki
sözlerine de muhalif değildir.
2- Tâbirin
Müstehab Vakti: Mühellib, bu hususta şunu söyler: "Rüyayı sabah namazı
vaktinde tâbir etmek, diğer vakitlerin hepsinden daha iyidir. Zîra, rüyayı
gören, onu gördüğü zamana yakınlığı sebebiyle, zihninde daha sağlam tutmaktadır
ve henüz unutma ârız olmamıştır. Üstelik
tâbir edecek kimse de, zihnî huzura sahiptir ve fikri günlük maişet
meşgalelerinden henüz uzaktır. Ve hem de rüyayı gören kimsenin, rüyadan alacağı
iyi haberle sevinmesi, şerden de sakınıp
tedbir alması mevzubahistir. Keza, ola ki rüya ma'siyetten ta'zir
edicidir, rüya sahibi böylece sakınmış olur, veya bir iş hususunda uyarıcıdır,
böylece rüya, sahibini murakabeye, kontrole sevkeder. Öyle ise bunlar gibi daha
pek çok maslahat, rüyayı, günün başında tâbir etmeyi gerektirmektedir."
3- Hz.
Peygamber’in Anlattığı Rüyanın Mâhiyeti:
Rasûlullah (s.a.s.), İslâm'ın vaz'ettiği farz, haram ve itikadlarla ilgili
hakikatlerin insanlar tarafından kavranabilmesi için, bazan teşbihli hikayeler
-ki isrâiliyat nev'inden anlatılanların bu gayeye matuf olduğunu belirtmiştik- bazan uykuda görülen rüyalar, bazan da Mi'rac
esnasında görülen müşâhedeler şeklinde anlatmıştır. Biz, bu müşahhas
tasvirlerde, gaybî olan kıyametten sonra görülebilecek olan hakikatlerin en âmi
bir mü'min tarafından bile anlaşılabilecek maddî teşbihlere döküldüğünü
görmekteyiz. Bu anlatımlarla ilahî, gaybî -ve behemahal imânî- olan hakikatlar
âlem-i şehadette görülen ve idrak edilen maddî ve beşerî kahramanlarla bir nevi
sahnelemekte, böylece sırf imanilikten ve kavranmaz mücerredlikten kurtarılarak
ma'kulat ve hatta mahsusât seviyesine indirilmektedir. İslâm dinini anlaşılır, İslâmî ta'limatı âmî-âlim,
gabî- zekî her seviyedeki insan tarafından kavranır ve de akıllar, ruhlar,
hisler üzerinde müessir kılan bu metoda Kur'ân-ı Kerim'in de genişçe yer
verdiğini görmekteyiz. cennet ve cehennemle ilgili tasvirler hep dünyevî ve
günlük olarak gördüğümüz ve yaşadığımız müşahhas unsur ve motiflerle
yapılmıştır.
Diğer
tarafta, -İbn Abbas (r.a.)'ın
açıklamasıyla- âhiret âleminin hakikatını bilmekteki naksımızı kabul etmek,
dünyada olanların, orada sadece ismen varlığını kabul edip, mahiyetce ayrılığına
ve idrakimizin onlara yetişemiyeceğine inanmak esastır. Söz buradan açılmışken,
cennet ve cehennemle ilgili olarak pekçok hadis ve hattâ âyetlerde ifade
edilmiş bulunan bir kısım
hakikatlerin şu hadiste nasıl maddî, müşahhas ve mahsus unsurlarla sahnelendiğini
görelim:
"Cennetle
cehennem münakaşa ettiler. Cehennem:
-
Bana kibirliler, zâlimler gelecektir!
dedi. Cennet de:
- Bana da
insanların sadece zayıfları, sakatları ve (aldatılan) gâfilleri gelecektir,
acaba sebebi nedir? dedi. Allah cennete:
- Sen
benim rahmetimsin, kullarımdan dilediğime seninle rahmet ederim. Cehenneme de:
- Sen
benim azabımsın, kullarımdan dilediğime de seninle azab eylerim, dedi. Sonra
her ikisine birden şu hitapta bulundu:
-
(Sabırsızlanmayın), her ikinizi de dolduracak kullarım var!
(Ancak
cehennem dolmak, tatmin olmak bilmeyip,)
daha var mı, daha var mı? demeye devam
edecek (Parantez arasındaki ifade,
yine Müslim'in bir başka rîvayetinden alınmıştır). Bunun üzerine Cenab-ı
Hakk ayağını cehennemin üzerine koyup
bastıracak. Cehennem (mâruz kaldığı sıkletten) inleyerek yeter! yeter! yeter!
diyecek. Cehennem böylece dolar ve içindekiler (tıkabasa) karışırlar. (Böyle
yapmış olmakla) Aziz ve Celil olan Allah hiçbir kuluna zulmetmez. Cennet de boş kalmaz. Allah onun için de münâsib
kullar yaratmıştır."
Buhârî ve
Müslim'in müştereken rivâyet ettikleri bu hadisi, belirtmeye çalıştığımız
ta'limî (didaktik) nokta-i nazardan değil, kelamî nokta-i nazardan tahlile kalksak sonu zor alınacak münakaşalara girebiliriz. Halbuki bu nev'e giren müteşâbih rivâyetler
ve âyetler çoktur. Ölümün kıyamet günü bir koç suretinde getirilerek mahşer
meydanında kesilmesi gibi.
Hülâsa, bu
ve benzeri bütün ifadelerin, mücerred olan imânî hakikatleri müşahhaslaştırarak
anlaşılır hale getirme ve hissiyat üzerinde canlı ve müessir kılma gayesini
güttüğünü nazardan uzak tutmayacağız. Muallim-i ekber olan Rasûlullah (s.a.s.)'a
bu gaybî hakikatler, terbiye-i İlâhiyenin en mühim safhası olan Miraç'ta da
gösterilmiştir. Ayet-i kerime, "Orada gözüyle gördüklerini kalbi inkâr
etmedi" (Necm 11) diyerek, önceden iman yoluyla öğrendikleri ile gözüyle
gördükleri arasında tam bir mutâbakatın husûle geldiğini haber verir. Böylece
aynelyakin ve hatta hakkalyakin derecesine çıkan imân-ı Nebevî, "Peygamber
ve mü'minler, Rabbinden kendisine indirilene inandı" (2/Bakara, 285)
âyetiyle tebcil edilir. Hatta Süheylî'nin Ravdu'l-Unf'da kaydettiği üzere, bâzı
alimlerimiz "Peygamber inandı" diye başlayan bu âyetin, bir bakıma,
imânî hakikatlerin gözle müşahedesi demek olan Miraç hâdisesiyle ilgili olarak
vahyedilmiş olmasını mânidâr bulmuşlardır (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/526-529).
4- Hadisin
Başka Vecihlerinde Ziyadeler
Bu hadis
çeşitli tarîklerden gelmiştir. Bazı rivâyetlerde
yer alan ziyadeler, hadiste beyan edilen meselelere zenginlik kazandırdığı gibi, bazı noktalara da açıklık
kazandırmaktadır. Fethu'l-Barî'den iktibâsen bazılarını kaydediyoruz:
Taberânî'nin,
bir rivâyetinde şöyle denmiştir:
a) "Rasûlullah
(s.a.s.) (bir gün) sabah namazından sonra bize gelerek şöyle buyurdu: "Bu
gece ben bir rüya gördüm, bu hak bir rüyadır, bunu iyi belleyin..."
b) Bir rivâyette:
"...Bana gelen iki melek gördüm" demiştir ve rivâyetin sonunda iki meleğin Cibrîl ve
Mikâil olduğu belirtilmiştir.
c) Bir rivâyette
fırın şöyle tasvir edilir: "Aşağısı geniş, yukarısı dar, altında da ateş
yanmakta idi."
d) Adn
cennetiyle ilgili safhada şu ziyade var: "(Arkadaşlarım) beni bir eve
götürdüler, öylesi güzel bir ev
görmemiştim. İçinde yaşlı, genç, erkek ve kadınlar vardı. Sonra beni oradan
çıkarıp bundan daha güzel bir eve götürdüler."
e) Kur'ân'ı
terkedenlerle ilgili olarak şu ziyade
vardır: "...Allah kendisine Kur'ân'ı öğretmiştir de o, gece okumayıp uyumuş, gündüz de onunla
amel etmemiştir."
f) Ebû
Umâme'nin rivâyetinde şöyle bir farklılık var: "Sonra beraberce gittik
manzaraca en korkunç, kokuca en kerih, tıpkı helâ gibi kokan bir kısım kadın ve
erkeklerle karşılaştık. "Bunlar kim" dedim. "Bunlar zâni ve
zâniyelerdir" dedi. Sonra tekrar yürüdük, bir kısım ölülere rastladık, çok
fazla şişmişti ve çok berbat şekilde koku neşrediyorlardı. "Bunlar
kim?" dedim. "Bunlar, dedi, kâfirlerin ölüleridir." Sonra
yine yürüdük, ağaçların gölgesinde
uyuyan kimselere rastladık. "Bunlar
kim?" dedim. "Bunlar, dedi, Müslümanların ölüleridir." Sonra
yine yürüdük yüzce en güzel, kokuca en tatlı insanlarla karşılaştık.
"Bunlar kim?" dedim. "Bunlar, dedi, sıddîkler ve
sâlihlerdir."
5- Bazı
Hükümler
Ulemâ, bu
hadisten birçok hükümler çıkarmıştır. Mühim olan birkaçı:
1- İsrâ
(Mi'raç) hadisesi bazan uyanık, bazan da uykuda olmak üzere birçok kereler vukua gelmiştir.
2- Âsilerden
bir kısmı berzahta (kabir) hayatında azab çekmektedirler.
3- İlmi önce
mücmel olarak verip, sonra tefsir etmek evlâdır, böylece zihin, derli toplu olarak yakalama imkânına kavuşur.
4- Farz
namazlarda uyumaya ve ezberledikten sonra Kur'ân'ı terke karşı tahzir
(sakındırma) var.
5- Zina,
riba, yalan gibi belli başlı günahlara karşı
tahzir ve uyarı var.
6-
Şehidlerin fazileti, cennette en yüce makamı tuttukları belirtilmiştir.
7- Hz.
İbrahim'in makamı, şehidlerinkinden de yüksektir.
8- Günah ve
sevapları eşit olanları Allah affedecektir. Ya Rab! Bizi de bu affedilenler
arasına kat!
9- Sormak,
(anlatmak) tâbir ettirmek gibi davranışlarla rüya meselesine ihtimam göstermek
gerekir.
10- Rüyanın
sabah namazından sonra tâbir edilmesi efdaldir.
11- Farzdan
sonra, namaza bağlı nâfile (râtibe)
yoksa selâm verince imamın cemaate dönmesi müstehabtır. Hitap, vaaz, ifta gibi
maksadlar hâsıl olunca kıbleye dönmeyi terkedip, cemaate yönelmek mekruh
değildir (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/529-531).
Ebu Hüreyre (r.a.)
anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Biz öne geçen
sonuncularız. Ben uyurken bana arzın hazineleri getirildi. Elime altından iki
bilezik kondu. Bunlar benim nazarımda büyüdüler ve beni kederlendirdiler. Bana:
"Bunlara üfle" diye vahyedildi. Ben de üfledim, derken uçup gittiler.
Ben bunları, çıkacak olan ve aralarında bulunduğum iki yalancı olarak te'vil
ettim: Birisi San'a'nın lideri, diğeri de Yemâme'nin lideridir." (Buhârî,
Ta'bir 40, 70; Müslim, Rüya 22, h. no: 2274, Tirmizî, 10, h. no: 2293)
Açıklama: Hadiste
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), Müslümanların, dünyada iken en son kitap verilen ümmet
de olsalar, âhirette hesabı ilk defa verecek ve ilk defa cennete girecek ümmet
olacaklarını ifade buyurmaktadır. Rasûlullah'a getirilmiş olan hazinelerden
muradın İslamî fetihlerle İran, Bizans
gibi fethedilen yerlerden elde edilen ganimetler olduğu belirtilmiştir.
Bileziklerin
Hz. Peygamber'in "nazarında büyülmesi"ni, hayret etmesi, şaşırması,
ağrına gitmesi, dikkatini çekmesi gibi mânalarda anlamak gerekmektedir; maddî
ağırlık veya hacimlerinin artması şeklinde bir büyüme değil. Kurtubî'nin
açıklamasına göre, altından mâmul zinet eşyası Müslüman erkeklere haram olması
sebebiyle Hz. Peygamber (s.a.s.) eline konan altın bilezikleri (rüyasında)
taaccüble, hayretle karşılayıp kederleniyor, üzülüyor.
Hadiste
geçen vahiyden murad ilhamdır, irşaddır. Üflemek, kolay bir amel
olması sebebiyle, rüyada üfleme görmenin, kolaylığa, önüne çıkan
herhangi bir engelin kolaylıkla izale edileceğine delil olduğu belirtilmiştir.
"Üfleme kelâmdır" diyen de olmuştur.
Üflemekle
uçup gitmeleri, ortaya çıkacak yalancıların çok fazla zahmet çekilmeden
bertaraf edileceklerine, mânen hakâret, değersizlik içinde bulunduklarına
delâlet ettiği, "aralarında bulunduğum" tâbiriyle, rü'yanın
anlatıldığı sıra onların hayatta olduğuna delâlet ettiği ifade edilmiştir.
Bunlardan
maksad San'a'da çıkıp peygamberlik iddia eden Esved el-Ansî ile, Yemâme'de
çıkıp yine aynı bâtıl iddialara girişen Müseylimetü'l-Kezzâb'tır. Bunlardan her
ikisi de daha Rasûlullah (s.a.s.)'ın sağlığında ortaya çıkıp, etrafında adam
toplamış kimselerdir. Esved, Rasûlullah henüz hayatta iken tepelenebilmiş ve
öldürülmüş, Müseylime ile Rasûlullah'ın vefatından sonra savaşılmış ve Hz. Ebu
Bekir zamanında tepelenmiştir.
Hz.
Peygamber'in altın bilezikleri yalancılarla te'vil etmesi, erkeğe zinet
verilmiş olmasına dayanır. Çünkü erkeğe, haram olan bir şeyin verilmesi,
yerinde olmayan bir iş yapılmasıdır.
Yalancılar da böyledir, yerini bulmayan,
sahte iddialarda bulunurlar.
Bu rüyada
geçen "iki el" iki memleketle te'vil edilmiştir. San'a ve Yemâme
ahalileri aslında Müslüman olarak İslâm'a "iki el", iki yardımcı
durumuna gelmişlerdi. Buralarda çıkan iki sahtekâr, yalancı ve aldatıcı
sözlerle halkı etrafında toplayıp iğfal etmiştir. Şu halde altın bilezikler iki
yalancıya delâlet etmiş, o iki "el"de (beldede) çıkmışlardır (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/531-532).
Ebu Mûsâ (r.a.)
anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Rüyamda kendimi
Mekke'den, hurma ağaçları bulunan bir
beldeye hicret ediyorum gördüm. Ben bunu, hicretimin Yemâme'ye veya
Hacer'e olacağı şeklinde tahmin etmiştim, meğer Yesrib şehrine imiş. Bu rüyamda
kendimi bir kılıcı sallıyor gördüm, kılıcın başı kopmuştu. Bu, Uhud Savaşı'nda
mü'minlerin mâruz kaldıkları musibete delâlet ediyormuş. Sonra kılıcımı tekrar
salladım. Bu sefer, eskisinden daha iyi bir hal aldı. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın
fetih ve müslümanların biraraya gelmeleri nev'inden lutfettiği nimetlerine
delâlet etti. O aynı rüyamda sığırlar ve Allah'ın (verdiği başka) hayrını
gördüm. Sığırlar Uhud gününde mü'minlerden bir cemaate çıktı, (gördüğüm başka)
hayır da Allah'ın Bedir'den sonra (nasib ettiği fetihlerin) hayrı ve bize
Rabbimizin lutfettiği (Bedru'l-Mev'id) sıdkının sevabı olarak çıktı." (Buhârî,
Ta'bir 39, 44, Menâkıb 25, Meğâzî 9, 26, Menâkıbu'l-Ensâr 45; Müslim, Rü'ya 20,
h. no: 2272)
Açıklama: Bu
hadis, rüya mübhemiyetine uygun bir mübhemlik ve anlaşılmasında zorluk hasıl
olmuş bir rüya'yı Nebevîdir. Şârihler rivâyetin
muhtelif tâbirlerini açıklamada farklı yorumlara gitmişlerdir.
Biz mealdeki
mânayı tesbit ederken İbn Hacer'in
izahını esas aldık. Buna göre:
1- Hecer,
Bahreyn'de Abdulkays kabilesinin ikamet ettiği bir diyarın ismidir. Medine
yakınlarında aynı ismi taşıyan küçük bir köyün kastedildiği de söylenmiş, hatta
başka ihtimaller üzerinde de durulmuştur, ancak sahih olan önceki söylediğimizdir.
2- Yesrib,
Medine'nin eski adıdır, kaliteli hurmalarıyla meşhur idi.
3- Rasûlullah
ashabını kılıçla ifade etmiştir. Kılıç sallaması, düşmanla cihadıdır. Başının
kopması Uhud'da Müslümanların maruz kaldığı musibete yorulmuştur. Bazı rivâyetlerde
kılıçta gedik açılmış olduğu ifade edilmiş ve bu da ailesinden birinin (Hz.
Hamza'nın) şehid düşeceği şeklinde, tarafından, yorumlanmıştır. Bazı rivâyetler
bu kılıncın Zülfikâr olduğunu tasrih eder.
4- Kılıcın
tekrar sallanması, mücâdelenin devamı, kılıçtaki kopukluğun düzelmesi, müteakip
savaşlarda Müslümanların zafere ereceklerinin alâmeti bilinmiştir. Tâbirciler
kılıcı değişik yorumlara tâbi tutmuşlardır: Meselâ rüyada kılıç elde eden
"kuvvet elde eder", "valilik elde eder", "emanet
(vedia) elde eder", "zevce elde eder", "çocuk elde
eder", keza "kılıncı kınına koyan evlenir", "birisiyle onun
kılıncından daha uzun kılıçla vuruşan ona galebe çalar", "kılıç
kuşanan bir işe girer" vs. gibi.
5- Görülen
sığırlar, Uhud'da şehid düşen Müslümanlara yorulmuştur. Hadisin farklı rivâyet
ve okunuşları, "Allah'ın bu ölümde hayır kılacağı" veya "bu
ölümden sonra Allah'ın hayırlar (zaferler) vereceği" gibi değişik
yorumlara imkân tanımıştır. Bir yoruma göre, Hz. Peygamber: "Allah'a kasem
olsun Allah'ın yaptığında (Uhud'daki musibette) hayır gördüm, hayır var"
demiştir.
6- Bedir'den
sonraki fetihlerden maksad, Hayber'in fethi ve Mekke'nin fethidir. Hadiste
geçen,
اتانَا
اللّهُ
تَعالى
بَعْدَ يَوْم
بَدْرٍ
ibaresinde
بعد
kelimesi bâzı rivâyetlerde
بعْدُ
bazı rivâyetlerde
بَعْدَ
şeklinde gelmiştir. Buna göre te'vil de farklı
olmuştur.
بَعْدُ
Okununca mânâ Uhud'dan sonra demektir ve bu
durumda
يوم
kelimesi de nasb yapılarak
يَوْمَ
بَدْرٍ
okunması icabeder. Mâna şu olur:
"(Gördüğüm başka) hayır da, Allah'ın
(Uhud' dan) sonra Bedr(u'l-Mev'id) günü
sıdkımıza sevab olarak verdikleri ile sonradan
verdiği (ganimet, başarı nev'inden) hayra çıktı." Bunun mânası
şudur: "Bedir günü verilen" deyince, müşkil bir durum çıkmaktadır.
Çünkü, Bedir Savaşı Uhud Savaşı'ndan öncedir. Halbuki anlatılan tarihî ve
mantıkî sıraya göre Uhud'dan sonrası
sözkonusu. Alimler bunu şöyle çözerler: Hadiste geçen Bedir'den maksad Bedrü'l-Mev'id denen ikinci
Bedir Gazvesi'dir. Bu ikinci Bedir, Uhud'dan sonradır. Uhud Savaşı bitip,
Mekkeliler muzafferâne çekilirken Müslümanlarla aralarında söz düellosu olur. İşte bu düello esnasında, müteâkip sene Bedir'de ikinci kere
buluşmak üzere anlaşırlar. Rasûlullah, ertesi yıl hacc mevsiminde Bedr'e gider,
fakat Mekkeli müşrikler gelmezler. Böylece Müslümanlar savaş yapmadan bol
ticaret yaparak dönerler. Bu ikinci Bedir Gazvesi, önceden anlaşılarak tesbit
edildiği için buna Bedrü'l-Mev'id denmiştir.
Hadiste
geçen sevâbu'ssıdk tâbiri gerçekten bu seferin vasfını ifade eder. Zira
Müslümanlar, müşriklere verdikleri sözü tutmakla sıdk üzere hareket etmiş
oldular. Bunun Allah indinde uhrevî sevâbı olduğu gibi, Müslümanlara moral,
müşriklere gözdağı ve korku olması haysiyetiyle siyasî, dünyevî sevab da elde
edilmiştir. Hadisin son kısmında geçen ve Allah'ın verdiklerinden olarak
zikredilen "hayır" ile bu Bedri'l-Mev'îd Seferi sırasında yapılan
kârlı ticaret dahi kastedilmiş olabilir.
İbn Hacer, hadisin bu veçhinden şu sonucu
çıkarır: "Hz. Peygamber rüyasında sığır ve hayır görmüştür. Sığır, Uhud'da
öldürülenlerle te'vil edilmiştir. Hayır
da Mekke fethine kadar yapılan Bedir ve diğer savaşlarda cihad için
Müslümanların izhar ettikleri sıdk ve sabırdan dolayı kazandıkları sevabla
te'vil edilmiştir. Cenab-ı Hakk da onlara mükâfeten, Uhud'dan sonraki Kureyza,
Hayber ve diğer zaferleri müyesser kılmıştır." (İ. Canan, Kütüb-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/533-535)
Enes (r.a.)
anlatıyor: "Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle söylediğini işittim: "Ben
bu gece, rü'yamda, kendimi Ukbe İbn Râfi'in evinde imişim gördüm. Orada bana İbn
Tâb denen cinsten taze hurma getirildi. Ben bu rüyayı şöyle te'vil ettim:
"Yükselme dünyada bizimdir, âhirette de hayırlı âkibet bizimdir, dinimiz
de tamamlanmıştır." (Müslim, Rü'ya 18, h. no: 2270; Ebu Dâvud, Edeb
96, h. no: 5026)
Açıklama: Bu
rivâyette Hz. Peygamber (s.a.s.)'in güzel isimlerle tefe'ülü rüyaya da tatbik
ettiğini görmekteyiz. Tefe'ül, uğur çıkarmak, hayra yormaktır. Rasûlulah (s.a.s.)
teşâümü, yani şundan bundan uğursuzluk
çıkarmayı reddederken, uğur çıkarmayı reddetmemiştir.
Bu rivâyete
göre, Hz. Peygamber rüyada kendisini Ukbe İbn
Râfi'in evinde görmüş. Ukbe'yi aynı kökten gelen ukbâ, âkibet
kelimeleriyle te'vil etmiştir.
Râfi,
yüksek, yükselen gibi mânâlar ifade eder. Bundan rif'at (yükseliş)'e geçerek bu
isimleri: "Dünyada yükseliş bize,
ahirette hayırlı âkibet bize" şeklinde te'vil etmiştir. Esasen bu
mânalarda ayetler mevcuttur: "Akibet muttakilere aittir" (7/A'râf,
128), keza: "İnanıyorsanız mutlaka gâlipsiniz" (3/Âl-i İmran,
139) gibi.
Kezâ, ikram
edilen hurmanın ismi İbn Tâb'dır. Burada
tâb, tayyib yani güzel, mükemmel mânâsına gelir. Medineli bir şahsın adı ise de
bir hurma çeşidi de o adla şöhret bulmuştur. Rasûlullah, bu ismi de dinin kemâle ermesiyle te'vil buyurmuştur. Dinin
kemâli, kâide ve hükümlerinin kesinleşip istikrarını bulması, medenî hayatta
ihtiyaç duyulmakta olan hususta gerekli prensiplerin, kaidelerin konmasıdır.
Nitekim en son nâzil olan âyetlerin birinde meâlen: "Bugün size
dininizi tamamladım" (5/Mâide, 3) buyurulmuştur.
Bu rivâyetlerden
hareket eden Müslüman tâbirciler, rüyada iyi isim görmeyi hep iyiye yorma
prensibini vaz' etmişlerdir. Hadiste ifâde edilen hükümlerin, Kur'ân
ayetleriyle tesbit edildiği nazar-ı dikkate alınınca, Rasûlullah (s.a.s.)'ın bu
hadisi irad etmede asıl gayelerinden birinin, rüya tâbirinde bu prensibi
vaz'etmek olduğu söyenebilir. Ayrıca, çocuklara ve diğer eşyaya verilecek
isimlerin güzel olması hususundaki tavsiyelerine bir takviye gâyesi de
gözükmektedir (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
4/535-536).
İbn Ömer (r.a.)
anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) şöyle demişti:
"Ben
(rüyamda), saçları karma karışık siyah bir kadının Medine'den çıkıp Mehyea'ya
indiğini gördüm. Burası Cuhfe'dir. Ben bunu, Medine'deki vebanın oraya nakledilmesine
yordum." (Buhârî, Ta'bir 41, 42,
43; Tirmizî, Rü'ya 10, h. no: 2291)
Açıklama:
1. Hadiste
Mehyea ile ilgili bir açıklama var: "Burası Cuhfe" diye. Bu
açıklamanın, birçok rivâyette
bulunmamasından hareket eden şârihler, bunun bir derc olduğunu ve bu açıklayıcı
derci hadisin râvilerinden Musa İbnkbe'nin
ilâve ettiğini söylemişlerdir.
2- Cuhfe,
Mu'cemu'l-Büldan'ın verdiği bilgiye göre, Mekke-Medine yolu üzerinde, Mekke'den
dört merhale mesafede bir yerin adıdır. Mekke' ye gelen Mısır ve Şamlıların,
Medine'den geçmedikleri takdirde, mîkat (ihram giyme) mahalleridir. Medine'den
geçerlerse Zü'l-Huleyfe olur.
3-
Müslümanlar Medine'ye hicret ettikleri
zaman buranın havası Mekkelilere yaramamış, hep hummaya (ateşli hastalık,
sıtma) yakalanmışlar, Mekke'ye karşı özlem duymaya başlamışlardır. Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a.s.): "Ya
Rabb, bize Medine'yi sevdir... hummâsını da Cuhfe'ye naklet" diye dua
buyurmuştu. Şu halde Rasûlullah bu duasının Allah tarafından kabul edildiğini,
hummanın Medine'den çıktığını bu rüya ile ashabına (radıyallahu ahnüm ecmain)
müjdelemiş olmalıdır.
4-
Yorumcular siyah (sevdâ) kelimesi ile
kötülük
السوءve hastalığın الداء
ifâde
edildiğini kabul etmişlerdir. Saçların karışıklığını da kötülük ve şer yaymakla
yorumlamışlardır (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
4/536-537).
İbn Ömer (r.a.)
anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) zamanında kişi, bir rüya görecek olsa onu (s.a.s.)
efendimize anlatırdı. O sıralarda ben genç, bekâr bir delikanlıydım, mescidde yatıp
kalkıyordum. Bir gün rüyamda, iki meleğin beni yakalayıp cehennemin kenarına
kadar getirdiklerini gördüm. Cehennem kuyu çemberi gibi çemberlenmişti. Keza
(kova takılan) kuyu direği gibi iki de direği vardı. Cehennemde bazı insanlar
vardı ki onları tanıdım. Hemen istiâzeye başlayıp üç kere: "Ateşten
Allah'a sığınırım" dedim. Derken beni getiren iki meleği üçüncü bir melek
karşılayıp, bana: "Niye korkuyorsun? (korkma)" dedi.
Ben bu
rüyayı kızkardeşim Hafsa (r. anhâ)'ya anlattım. Hafsa da Rasûlullah (s.a.s.)'a
anlatmış. Rasûlullah (s.a.s.): "Abdullah ne iyi insan, keşke bir de
gece namazı kılsa!" demiş. Sâlim der ki: "Abdullah bundan sonra
geceleri pek az uyur oldu!" (Buhârî, Ta'bir, 35, 36, Salât 58, Teheccüd 2,
Fedâilu'l-Ashâb 19; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 140, h. no: 2479)
Açıklama:
1- Kurtubî
diyor ki: "Şâri (Hz. Peygamber (s.a.s.) Abdullah (r.a.)'ın rüyasını iyiye
yormuştur, çünkü Abdullah önce ateşe getirildiği halde kendisine "niye
korkuyorsun, korkma!" tesellisiyle ateşe atılmaktan affedilmiştir, bu onun
sâlih oluşuna delildir. Kusuru, gece namazı kılmaması idi. Böylece bu rüya onun
salâbetine mükâfaten bir tembih ve uyarı oldu. Bu sayede anladı ki, gece
namazı, ateşten, ateşe yakınlaşmaktan koruyan belli başlı tedbirlerden biridir.
Bunun için Abdullah (r.a.) ölünceye kadar gece namazını terketmemiştir."
2- Şârih
Mühellib: "Bundaki sır Abdullah'ın mescidde yatmasıdır. Zira mescidin
şe'ni ve hakkı, içinde ibadet edilmesidir. Ateşle korkutulmak suretiyle bu
eksikliği uyarılmış oldu" der.
3- Hadis, gece
namazının ehemmiyetini, bu namazın cehennemden korunmaya müessir bir çare
olduğunu göstermektedir.
4- Hadiste,
"Kadına rüya anlatılmamalı" diyen yorumculara da cevap var. Bunun
câiz olduğu görülmektedir. Ayrıca mescidde yatıp kalkmanın câiz oluğu da anlaşılmaktadır
(İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/538).
Abdullah İbn Ömer (r.a.)
bir başka rivâyette şöyle demektedir: "Rüyamda, avucumda seraka denen iyi cins ipekten bir parça
gördüm, cennette, her nereyi arzu etsem beni oraya uçuruyordu. Bu rüyamı Hafsa (r.
anhâ)'ya anlattım. O da Rasûlullah'a anlatmış. Rasûlullah (s.a.s.): "Kardeşin
sâlih bir kimse" diye
yormuş." (Buhârî, Ta'bir 25; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 139, h. no: 2478)
Açıklama:
1- Abdullah İbn Ömer'in cehenneme götürülmesi gibi cennete götürülmesiyle de ilgili rüyası var.
Bunlar ayrı ayrı rüyalardır. Yukarıda cennete girişiyle ilgili rüyayı
görüyoruz. Muhtemelen bunu muahharan, gece ibadetlerine başladıktan sonra
görmüş olmalı. Hadisin bir başka vechinde Rasûlullah önceki hadiste olduğu
gibi, "Abdullah sâlih bir kimsedir, bir de gece namazı kılsa"
buyurmuştur.
2- Bazı
şârihler, bu hadisin kaydedildiği babtan
bir önce yer alan, "Rüyada yastığının altında çadır direği gören"
adındaki bab başlığı ile bunu birleştirip, İbn
Ömer'in rüyada, yastığının altında çadır direği de gördüğünü ifade edip,
yorumlarının vüs'atini geniş tutmuşlardır. Kaydedilecek "şârih
yorumları" yorum olarak muteber kabul edilse de İbn Hacer'in açıklamasına göre, Abdullah İbn Ömer'in rüyada yastığının altında çadır
direği görmesini rivâyetler doğrulamamıştır.
3- Rüyada
görülen direk İslâm'la yorumlanmıştır. Keza ipek de din ve ilimle, dinle
kazanılan şerefle yorumlanmıştır. "Onu elde eden, ahirette, cennette
istediği yere, onun sayesinde gidebilir" denmiştir.
4- Rüyada
cennete girmek, uyanık halde girmeye delil kabul edilmiştir. Çünkü hadisin bir vechinde rüyası
cennete girenin yakaza halinde gireceğine dair nassî ifade vardır. Rüyada,
cennete girmek, İslâm'a girmekle de yorumlanmıştır, çünkü cennete girmenin
yegâne vasıtası İslâm'a girmektir.
5- İpeğin
uçması kuvvete delildir. Yâni cennette istediği yere gidebilecek güce, mânevî
yüceliğe sahip demektir (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 4/539-540).
Ebu Bekre (r.a.)
anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) bir gün: "Sizden bir rüya gören
var mı?" diye sual buyurdular. Cemaatten bir adam: "Evet ben
(şöyle bir rüya gördüm): Sanki gökten inmiş bir terazi vardı. Siz ve Ebu Bekir
tartıldınız. Sen, Ebu Bekir'den ağır geldin. Ebu Bekir'le Ömer de tartıldılar.
Ebu Bekir ağır geldi. Sonra Ömer'le Osman tartıldılar. Ömer ağır bastı. Sonra
terazi kaldırıldı" dedi. (Adam sözünü bitirince) Rasûlullah (s.a.s.)'ın
mübarek yüzlerinde memnuniyetsizlik gördük." (Ebu Dâvud, Sünnet 9, h. no: 4634,
Tirmizî, Rüya 10, h. no: 2288)
Açıklama:
1- Bu rivâyette
Hz. Ali ile Hz. Osman (r.a.) arasında efdaliyet hususunda bazılarınca ileri sürülen ihtilafın bir sebebi
görülmüştür.
2- Hz.
Peygamber (s.a.s.)'in memnuniyetsizlik izhar etmesini, şârihler terâzinin
kaldırılmış olma haberinden, işlerin Hz. Ömer'in hilâfetinden sonra
kötüleşerek fitne çıkacağı yorumuna ulaşması ile izah ederler. Mamafih:
"Hz. Peygamber (s.a.s.)' in, Ashab'tan sadece cüz'î bir kısmının hayırlı kılınmalarına ve efdaliyetin
üç kişiye inhisar ettirilmiş olmasına
vâkıf olmaktan üzüldüğünü" söyleyenler de olmuştur. Üzüntünün sebebini
bunda görenlere göre, Rasûlullah (s.a.s.) ashabından birçoğunun bu şekilde
müstesna bir fazilete erdiklerini ümid
etmiş idi. Bu rüya ile Cenab-ı Hakk, tafdilin
bunlarda son bulduğunu bildirmiş
oldu, bu da Rasûlullah'ı üzdü.
3- Mizan'dan
muradın, Hz. Osman zamanına kadar devam eden ictimâî hayattaki intizam ve
İslâm'ın parlaması olabileceği de söylenmiştir. Bir de muvâzene herhangi
bir münâsebetle birbirine yakın olan
farklı şeyler arasında mevzubahis olur. Fark büyürse, muvâzene bozulur, intizam kalmaz ve terazilemeye gerek
kalmaz, terazi de kaldırılır. Öyle ise Rasûlullah (s.a.s.) terazinin
kaldırılmasını bu şekilde te'vil ettiği için üzülmüş olmalıdır (İ. Canan,
Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/540-541).
İbn Abbas (r.a.)
anlatıyor: "Bir adam Rasûlullah (s.a.s.)'a gelerek şu rüyayı anlattı: "Bu
gece rüyamda buluta benzer bir şey gördüm, ondan yağ ve bal yağıyordu. İnsanlar
da ellerini açıp bu yağmurdan almaya çalışıyorlardı. Azıcık alan da vardı,
çokça alabilen de. Derken arzdan semaya kadar uzanan bir ip gördüm. Siz o ipe
yapışıp çıktınız. Sizden sonra birisi ona tutunup o da çıktı. Sonra bir diğeri yükseldi, sonra
bir diğeri daha ipe tutundu, ama ip koptu. Ancak onun için ipi eklediler, o da
yükseldi."
Hz. Ebu
Bekir (r.a.) atılarak: "Ey Allah'ın Rasûlü, Annem babam sana kurban olsun,
müsâade buyursanız ben yorayım!" dedi. Rasûlullah da: "Pekâlâ,
yor!" dedi. Hz. Ebu Bekir şunları söyledi: "O bulutumsu gölgelik,
İslâm bulutudur. Ondan yağan bal ve yağ Kur'ândır. Kur'ân'ın (bal gibi)
halâveti ve (yağ gibi) yumuşaklığıdır. İnsanların bundan avuç avuç almaları
Kur'ân'dan kiminin çok, kiminin az miktarda istifadeleridir. Arzdan semaya inen
ip ise, senin getirdiğin hakikattir. Sen buna yapışmışsın, Allah o sebeple seni
yüceltecektir. Senden sonra bir adam daha ona yapışacak ve onunla yücelecek,
ondan sonra biri daha ona yapışıp o da yücelecek. Ondan sonra biri daha
yapışır, fakat ip kopar, ancak onun için ip ulanır o da yapışıp yükselir. Ey
Allah'ın Rasûlü, annem babam sana fedâ olsun, doğru te'vil edip etmediğimi haber ver!"
Rasûlullah (s.a.s.)
şu cevabı verdi: "Bazı te'vilinde isâbet ettin, bazı te'vilinde de hata
ettin." "Öyleyse, Vallahi yâ Rasûlallah! Bana illâ söyle, hata
ettiğim nedir?” dedi. Rasûlullah (s.a.s.): "Yemin etme!” buyurdu. (Buhârî,
Ta'bir 11, 47; Müslim, Rü'ya 17, h. no: 2269; Tirmizî, Rü'ya 10, 2294; Ebu
Dâvud, Sünnet 9, h. no: 4632; İbn Mâce,
Rü'ya 10, h. no: 3918)
Açıklama:
1- Rivâyet,
Hz. Ebu Bekir'in te'vili ile yeterli açıklığa kavuşturulmuştur. Fazla izaha
gerek yoktur. Ancak Hz. Peygamber (s.a.s.)'in "Yemin etme!" deyip
kesmesi merakımızı celbetmektedir.
Dâvudî
bunu şöyle anlamıştır: "Yemini
tekrar verme, hata ettiğin noktaları söylemiyeceğim." Ancak bunu,
"İpin kopmasını, Hz. Osman'ın şehadeti ve onu takip eden harpleri ve
fitneleri bildiği için bunların zikrini,
duyulup şuyû bulmasını istememiş, bu sebeple sükût etmiştir" diye
te'vil eden de olmuştur.
2- Hz. Ebu
Bekir'in hata ettiği te'vil ne idi? Bu
husus farklı yorumlara sebep olmuştur. Bazıları şöyle:
a) Rüyayı
te'vil hakkı Hz.Peygamer'e ait idi. Hz. Ebu Bekir, te'vil için acele edip izin
istemekle hata etmiştir. Buna itiraz edilmiş, hatanın bizzat yapılan te'vilde
aranması gerektiği belirtilmiştir. Hatta "yemin etme" sözünün
"Düşünürsen hatanı anlarsın" mânâsına geldiği belirtilmiştir.
b) Hatanın
yağla balı ayrı ayrı şeylerle te'vil etmeyip sadece Kur'ân'la te'vil
etmesinden, "Kur'ân'ın halâveti ve yumuşaklığıdır" denmesinden ileri
geldiği belirtilmiştir. Bu, çoğunluka mâkul karşılanmış bir açıklamadır.
"Yağ ve bal iki ayrı şeye te'vil edilebilirdi:
1) Kur'ân ve
sünnet.
2) İlim ve
amel.
3) Fehm
(anlayış) ve hıfz (ezberleme)" demişlerdir.
c) Hz. Ebu
Bekir'in hatası, mezkur kimseleri belirleme ve
ismen söyleme işini terketmesinde
olabilir, denmiştir.
d) "Hem
isabet hem de, hata ettin"
demesinden maksat şu da olabilir: Tâbir esas itibariyle zanna dayanır, kesin ilim ifade etmez. Öyle ise
isabet etmek de, hata etmek de her zaman ihtimal dâhilindedir." denmiştir.
e) Bazıları:
"Hz. Ebu Bekir'in Rasûlullah'tan
tâbir için izin taleb etmesi hata ise Hz. Ebu Bekir'in te'vilindeki
hatayı aramak daha büyük hatadır. Dinin iktizası bu konuda ileri
gitmemektir" denmiştir.
3- Rivâyetten
anlaşılacağı üzere, ipten tutunup çıkanlar, Hz. Peygamber'den sonra, Hz. Ebu
Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'dır. Hz. Osman zamanında ip kopmuştur. Hz. Osman (r.a.)'da
ipin kopup tekrar bağlanması, onun öldürülmesi, hilâfetin başkasının eline
geçmesidir (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
4/543-544).
Hz. Âişe (r.anhâ)
anlatıyor: Rüyamda hücreme üç ay’ın düştüğünü gördüm. Rüyamı babam Ebu Bekir (r.a.)'e
anlattım. Sükût etti, cevap vermedi. Rasûlullah (s.a.s.) vefat edip de odama
defnedilince Ebu Bekir: "İşte (rüyanda gördüğün) üç ay’dan biri ve en
hayırlısı!" dedi. (Muvatta, Cenâiz 10, h. no: 1, 232) Hz. Peygamber (s.a.s.)'den
sonra Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (r.a.) de Hz. Aişe'nin hücresine
defnedilmişlerdir.
Yine Hz. Âişe
anlatıyor: "Hz. Peygamber (s.a.s.)'e Varaka İbn Nevfel hakkında soruldu.
Hz. Hatice (r.anhâ): ‘O seni tasdik etti ve sen peygamberliğini izhar etmeden
önce vefat etti’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.) şu cevabı verdi: "O bana
rüyada gösterildi. Üzerinde beyaz bir elbise vardı. Şayet cehennemlik olsaydı,
beyaz renkli olmayan bir elbise içerisinde olması gerekirdi." (Tirmizî,
Rü'ya 10, h. no: 2289)
Açıklama:
1- Varaka İbn Nevfel
(r.a.) Hz. Hatice (r.anhâ)'nin amcasının oğludur. Cahiliye devrinde Hıristiyan
olmuş, İncil ve Tevrat'ı okumuş, ilim sahibi bir zattı. Hz. Peygamber (s.a.s.)'e
nübüvvet geldiği zaman yaşlanmış, gözleri kör olmuş vaziyette idi. İlk vahyin
şoku ile Hz. Peygamber (s.a.s.) gördüklerinden korkmuş idi. Hz. Hatice (r.anhâ)
Rasûlullah'ı ona götürmüş, durumu
anlatıp, fikrini sormuştu. Varaka, Rasûlullah'ı dinledikten sonra, kendisinin geleceği Hz. Musa ve Hz. İsa
tarafından müjdelendiğini, beklenen peygamber olduğunu, kendisine gelen meleğin
de önceki peygamberlere de gelen Cebrâil olduğunu söylemiş: "Kavmin seni Mekke'den çıkaracakları
zaman keşke sağ olsam da sana yardım etsem!" temennisinde bulunmuştu. Ama
bir müddet sonra vefat etti.
Peygamberimize
tebliğ emri gelmediği için bu kadarcık tasdik ve te'yidi iman sayılır mı? Bu
soruya ulemâ, umumiyetle "evet" demiş ve Varaka'yı sahabi saymıştır. İbn Hacer, onu (r.a.) selefleri gibi sahabi addetmiş ve el-İsâbe'nin ilgili bölümünde
el-Kısmu'l-Evvel'de zikretmiştir.
Hz.
Peygamber (s.a.s.), Varaka'nın durumunu mevzubahis edip sorunca Hz. Hatice'ye,
onu rüyasında beyaz elbise içerisinde gördüğünü söyleyerek: "Cehennemlik
olsa başka bir elbise içinde görmem gerekirdi" mealinde cevap verir.
Cevapta, kesin bir delille cennetlik olduğunu beyanı yok ise de dolaylı, işârî bir delille
cennetlik olduğu ifade edilmiş
olmaktadır.
2- Bu
cevaptan yorumcular şu prensibe ulaşmışlardır: "Mü'min, rüyasında ölmüş
kimse üzerinde beyaz elbise görürse bu onun iyi
hal üzere olduğuna, cennet ehlinden bulunduğuna delâlet eder." (İ.
Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/545).
Câbir (r.a.)
anlatıyor: "Bir bedevî Hz. Peygamber (s.a.s.)'e gelip: "Rüyamda başımın kesildiğini, kendimin de onun peşine
düştüğümü gördüm" dedi. Rasûlullah (s.a.s.) adamı azarlayıp: "Sakın
ha! Şeytanın, rüyanda seninle eğlenmesini kimseye anlatma!" dedi. (Müslim,
Rü'ya 12, h. no: 2268)
Açıklama:
Bu rivâyetin
bir başka vechinde, bu hadiseden sonra Hz. Peygamber'in halka hitab ederek: "Şeytan
herhangi birinizle uykusunda oynadığı vakit onu kimseye anlatmasın"
tenbihinde bulunur.
Rasûlullah hoşa
gitmeyen, üzücü rüyaları "şeytanın eğlenmesi (veya oynaması)"
olarak tavsif etmiş ve bu çeşit rüyaların kimseye anlatılmamasını tavsiye
etmiştir. Şu halde sadedinde olduğumuz rivâyet, rüyanın "şeytanın
oynaması" çeşidine bir örnek
olmaktadır.
Ancak şu da
var ki, tâbirciler rüyada baş kelimesini, kişinin içinde bulunuğu nimet ve
makamı kaybetmesine alâmet saymışlardır. "Şayet böyle bir rüyayı, köle
görmüş ise, onun hakkında bu, azad
edileceğine, hasta ise şifa bulacağına, borçlu ise borçtan kurtulacağına,
haccetmemiş ise haccedeceğine, üzüntülü
ise sevineceğine, bir korktuğu varsa
emniyete kavuşacağına delalet eder" demişledir (İ. Canan, Kütüb-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/546).
Abdullah bin
Selâm (r.a.) anlatıyor: “Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde bir rüya görmüş ve
kendisine de anlatmıştım. Şöyle görmüştüm: Bir bahçede idim -bahçenin
genişliğini ve yeşilliğini anlatmış, sonra şöyle devam etmiştir- ortasında demirden
bir dikme vardı ki, altı yerde üstü gökte idi, yukarısında bir kulp vardı.
Bana: ‘Haydi yukarı çık’ denildi. ‘Yapamam’ dedim. Bunun üzerine bir hizmetçi
geldi ve arkamdan elbisemi tutup kaldırdı, direğin tepesine kadar yükseltti,
kulpu tuttum. Bana: ‘İyi sarıl’ denildi. Kulp elimde iken uyanıverdim. Hz.
Peygamber (s.a.s.)’e gidip anlattım. O da: “Bu gördüğün bahçe İslâm’dır,
dikme de İsâm direğidir. O gördüğün kulp da, Urvetü’l-Vüskadır (sağlam
kulptur). Sen ölene kadar İslâm üzere olacaksın’ buyurdu. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr
19; Ta’bîr 19, 23)
Ümmü'l-Alâ
el-Ensâriyye (r.anhâ) anlatıyor: "Muharcirler geldiği zaman (kur'a
çekildi), bize Osman İbn Maz'un'un ağırlanması çıktı. (Onu evimize
yerleştirdik.) Hemen hastalandı. Tedavisi ile meşgul olduk. (Şifa bulamadı),
vefat etti. Osman (r.a.)'ı rüyamda gördüm, akan bir çeşmesi vardı. Düşümü Hz.
Peygamber (s.a.s.)'e anlattım. Bana: "Bu onun amelidir, onun için
akıyor" dedi. (Buhârî, Tabîr 13, 37, Cenâiz 3, Şahâdât 30,
Menâkıbu'l-Ensar 46.)
Açıklama:
1-
Ümmü'l-Alâ'nın bu rivâyeti, Medine'ye hicret eden Mekkeli muhacirlerin
başlangıçta içtimâî hayata nasıl intibak
ettirildiklerini göstermesi bakımından dikkat çekicidir: Medineli âileler,
kur'a çekmek suretiyle kendi hissesine kim düşüyor ise onu evine götürüp
yerleştirmiş ve misafir etmiştir. Kardeşleştirilen bu insanlar, birbirlerine
vâris olacak derecede akde dayalı mânevî bağlarla bağlanmış idiler.
2- Mekke'nin
kurak ve çöl ikliminden Medine'nin rutubetli iklimine birden intibak edemeyen
Mekkeliler, ilk geldikleri sıralarda hummaya yakalanmışlar, Mekke'ye karşı
özlemleri de artmış idi. Yukarıdaki rivâyet Osman İbn Maz'un (r.a.)'un bu hastalıktan
kurtulamadığını belirtiyor. Usdü'l-Gâbe'de, Mekke'de ilk veat eden muhacirin Osman İbn Maz'un (r.a.)
olduğu belirtilir. Hicretin 22. ayında vefat etmiştir. Rasûlullah,
ölümüne ağlamış ve ölüsünü öpmüştür. Ayrıca kabrine taş dikip belirgin kıldığı,
zaman zaman ziyâret ettiği, oğlu İbrahim öldüğü zaman: "Git, bizim sâlih
selefimiz Osman İbn Maz'ûn'a kavuş"
dediği rivâyetlerde gelmiştir. Osman İbn Maz'ûn (r.a.) ibadete çok düşkün, geceleri
namaz kılan, gündüzleri oruç tutan, yüce bir sahabi idi. Hatta bir ara
ebediyyen bekâr kalmaya azmetmiş ise de bunu işiten Rasûlullah (s.a.s.)
müdahale ederek câiz olmadığını bildirmiştir.
3- Şârihler,
Osman İbn Maz'ûn (r.a.)'un ölümünden sonra, akan çeşme
şeklinde sevabını devam ettiren amelin ne olduğunu araştırmışlardır. Kesin
olmamakla birlikte bazı ihtimaller üzerinde durulmuştur:
a) Osman,
Ashab'ın zenginlerinden idi, sadaka-i câriye bırakmış olabilir. Bu onun amelini
çeşme gibi kılar. Ancak bilinen bir sadaka-i cariyesi olmadığını söyleyerek bu
ihtimale itiraz eden çıkmış ise de İbn Hacer,
Osman (r.a.)'ın Saib isminde sâlih bir
oğlu olduğunu, Bedr'e iştirak ettiğini, Hz. Ebu Bekir'in hilâfeti sırasında
vefat ettiğini, "evlâd" ın, amel
defterini açık bırakan üç sebepten biri olduğunu söyler. Bilindiği üzere
diğer ikisi: İstifade edilen ilim ve sadaka-i câriye (herkesin istifade ettiği
amme hizmeti (yol, köprü, çeşme, vakıf vs. bırakmak)dir.
b)
"Osman'ın ameli, murâbıtlığı
olabilir" denmiştir. Yani kendisini Allah yolunda cihada hasretmiş olması.
Çünkü bir hadiste Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Murâbıt olan
hariç, her ölenin ameli sona erer. Allah yolunda murâbıt olanın ameli ise,
kıyamete kadar ona sevap getirmeye devam eder. Murâbıt, kabir azabından da emin
olur."
Bu hadisi
te'yid eden bir başka hadis de şöyledir:
"Allah yolunda bir gün ve bir
gecelik ribât bir aylık oruç ve gece ibadetinden daha hayırlıdır. Şâyet ölecek
olsa yapmakta olduğu ameli, kıyamete kadar (yapmakta imiş gibi) sevap getirmeye
devam eder ve fitnelerden de emin olur."
"Osman İbn Maz'ûn, kendini Allah yoluna adayanlardan
biri olduğu için hâli, bu hâdise mâsadak olmaya uygundur" denmiştir.
Ancak söylenen
bütün ihtimallerin Osman (r.a.) hakkında muteber olması da vâriddir (İ. Canan,
Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/547-548).
Ubâdetu'bnu's-Sâmit
(r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'a Cenab-ı Hakk'ın şu âyeti hakkında
sordum: "Dünya hayatında da, âhirette de müjde onlaradır..." (10/Yunus,
64). Şu cevabı verdi: "Burada kastedilen müjde sâlih rüyadır. Mü'min
kul onu görür veya kendisine gösterilir." (Tirmizî, Rü'ya 3, h. no: 2276)
Açıklama: Kur'an-ı
Kerim, Hz. Yusuf, Hz. İbrahim (aleyhimes selâm) gibi büyük peygamberlerin
rüyalarına genişçe yer verir. Rasûlullah (s.a.s.)'ın gerek hayatında ve gerekse
hadislerinde rüyanın ayrı bir yeri var. Yani dinimiz, rüya hadisesi üzerine
gerektiği kadar eğilmiş, onun ehemmiyetine dikkat çekmiştir. İbn Abbas (r.a.)'ın bir âyette geçen
"müjde"yi "sâlih rüya" olarak tefsir etmesi de sâlih
rüyânın ehemmiyetine dikkat çekme sayılabilir. Aslında bu yorum, Rasûlullah (s.a.s.)'ın
bir hadisine dayandırılabilir. Zira Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"...Rüya
üç çeşittir: Rüyayı sâliha: Bu Allah'tan bir müjdedir. Bir diğer rüya
şeytanîdir. İnsanı üzer. Üçüncü çeşit rüya kişinin kendi kendine
konuşmasıdır..."
Sâlih
rüyâ'nın ehemmiyetini belirtme zımnında Rasûlullah (s.a.s.) onun "nübüvvetin
kırk altı cüzünden biri"ni teşkil ettiğini söyler. Yine bu babta şu hadis rivâyet
edilmiştir: Rasûlullah (s.a.s.): "Risâlet ve peygamberlik artık
bitmiştir. Benden sonra ne nebi, ne de rasûl gelecektir" buyurdu. Bu,
cemaatin üzülmesine sebep olmuştu ki Rasûlullah (s.a.s.): "Ancak müjde
vericiler (mübeşşirât) var" buyurdu. "Ey Allah'ın Rasûlü! Müjde
vericiler de nedir?" diye sorulunca: "Müslümanın rüyasıdır. O nübüvvetin cüzlerinden bir cüzdür" buyurur.
Ebu
Sa'îdi'l-Hudrî (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Müslüman
kişinin sâlih rüyası, peygamberliğin yetmiş cüzünden biridir." (Müslim,
Rü’yâ 9, h. no: 2265)
Ümmü Kürz
el-Ka'biyye (r.a.)â anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki:
"Peygamberlik
gitti fakat mübeşşirât (mü'minin göreceği güzel rüyalar) bâkidir."
Ebu Sa'îd ve
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah
(s.a.s.) buyurdular ki:
"Kim, beni rüyasında görmüşse mutlaka beni
görmüştür. Çünkü şeytan benim suretime giremez."
Ebu Cuheyfe (r.a.)
anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki:
"Kim beni
rüyasında görürse, o uyanıkken beni görmüş gibidir. Çünkü şüphesiz, şeytan
benim suretime girmeye muktedir değildir."
Ebu Hureyre (r.a.)
anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki:
"Rü'ya üç kısımdır:
Biri Allah'tan bir müjdedir. Biri nefsin konuşmasıdır. Biri de şeytanın
korkutmasıdır. Biriniz hoşuna giden bir rü'ya görecek olursa, dilerse onu
anlatsın. Eğer hoşuna gitmeyen bir şey görürse onu kimseye anlatmasın, kalkıp
namaz kılsın."
Avf İbn Mâlik (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)
buyurdular ki: "Rüya üç kısımdır: "Bir kısmı, âdemoğlunu üzmek
için şeytandan olan korkulardır; bir kısmı, kişinin uyanıkken kafasını meşgul
ettiği şeylerdendir; bunları uykusunda görür; bir kısım rüyalar da var ki,
onlar peygamberliğin kırkaltı cüzünden birini teşkil eder." (İbn Mâce,
Ta’bîr 3; Tirmizî, Rü’yâ 6; Ebû Dâvud, Edeb 97)
Râvi Müslim İbn Mişkem der ki: "Ben, Avf İbn Mâlik (r.a.)'a: "Sen, bu hadisi Rasûlullah
(s.a.s.)'dan bizzat işittin mi?" dedim. Avf, (iki sefer tekrarla):
"Evet! Ben bunu Rasûlullah (s.a.s.)'dan işittim. Ben bunu Rasûlullah (s.a.s.)'dan
işittim" dedi."
Ebu Hureyre (r.a.)
anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Biriniz hoşuna
gitmeyen bir rüya görünce uzandığı zaman diğer yanına dönsün, üç sefer soluna
tükürsün. Allah'tan o rüyanın hayrını talep edip, şerrinden Allah'a
sığınsın." (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
17/514)
Ebu Hureyre (r.a.)
anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'a bir adam gelip: "Rüyamda başımın
vurulduğunu, (koparıldığını) sonra da yerde yuvarlandığını gördüm!" dedi. Rasûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurdular: "Şeytan (birinize rüyasında) gelir. O da
bundan korkar. Sabah olunca, gidip bunu halka anlatır."
Açıklama: Rasûlullah
(s.a.s.), birçok hadislerinde, hoşlanılmayan rüyanın anlatılmamasını tavsiye
buyurmuştur. Son hadiste de, adamın hoşlanmadığı rüyasını anlatmasını dolaylı
bir üslûbla tenkit etmiş, bu çeşit rü'yaların şeytandan olduğunu,
anlatılmamasının daha muvafık olacağını irşad buyurmuştur. Rüya anlatılan
kimse, ehliyetli biri değilse, onun yapacağı rastgele yorumlar kişiyi iyiden
iyiye huzursuz edebilir. Bu meselede de irşâd-ı nebevîye uyulmada nice
hikmetler ve maslahatlar var (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 17/515).
“Rüya yorumlanıncaya kadar bir kuşun
ayağındadır (yani, sâbit bir yerde durmaz). Yorumlandığında gerçekleşir. Rüyayı
sevdiğiniz veya aklı başında bir kimseye anlatın.”
Diğer bir rivâyette: “Anlayışlı ve sevdiğiniz
kimseye”, “Âlim ve doğru sözlü/nasihatçi bir kimseye anlatın.” (Ebû Dâvud,
Edeb 97; Tirmizî, Rü’yâ 5; İbn Mâce, Ta’bîr 6)
Enes (r.a.)
anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki:
"Rüyada gördüğünüz
şeylerin isimlerini, o rüyayı yormada esas alın. Keza gördüklerinizin
künyelerini veya kinaye mânalarını da dikkate alın. Rüya, ilk yorumcuya göre
(vukûa gelir, öyleyse rastgele kimselere anlatmayın)."
Ümmü'l-Fadl (r.anhâ)'dan
rivâyet edildiğine göre: "Kendisi (bir gün): "Ey Allah'ın Rasûlü!
Rüyamda sanki sizin uzuvlarınızdan birinin evimde olduğunu gördüm" demiş, (s.a.s.)
de: "Hayır görmüşsün. Kızım Fâtıma bir oğlan çocuğu dünyaya getirir,
sen onu emzirirsin" buyururlar.
Gerçekten de
Hz. Fâtıma (r.a.) (bir müddet sonra) Hz. Hüseyin veya Hasan’ı (r.anhümâ)
doğurdu. Ümmü'l-Fadl da (kendi bebeği) Kusam'ın sütüyle onu emzirdi. Ümmü'l-Fadl
(sözüne devamla) dedi ki: "Bir gün ben onu (s.a.s.)'ın yanına getirip
kucağına koydum. Çocuk (Rasûlullah'ın kucağına) işedi. Ben de çocuğun omuzuna
vurdum. Rasûlullah (s.a.s.) müdahale ederek "Oğlumun canını yaktın. Allah
sana rahmet (mağfiret) etsin" buyurdular." (İ. Canan, Kütüb-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 17/516)
Talha İbnbeydillah
(r.a.) anlatıyor: "Beli (kabilesinden) iki kişi (s.a.s.)'ın yanına
geldiler. İkisi beraber müslüman olmuştu. Biri gayret yönüyle diğerinden
fazlaydı. Bu gayretli olanı, bir gazveye iştirak etti ve şehit oldu. Öbürü,
ondan sonra bir yıl daha yaşadı. Sonra o da öldü."
Talha
(devamla) der ki: "Ben rüyamda gördüm ki: "Ben cennetin kapısının
yanındayım. Bir de baktım ki yanımda o iki zat var. Cennetten biri çıktı ve o
iki kişiden sonradan ölene (cennete girmesi için) izin verdi. Aynı vazifeli
zat, bir müddet sonra yine çıktı, şehit olana da (içeri girme) izni verdi.
Sonra, adam benim için geri geldi ve:
"Sen
dön, senin cennete girme vaktin henüz gelmedi!" dedi. Sabah olunca Talha
bu rüyayı halka anlattı. Herkes bu rüyada şehid olan zâtın sonradan cennete
girmesine) şaştı. Bu, Rasûlullah'a kadar ulaştı, rüyayı ona anlattılar.
(Dinledikten sonra) (s.a.s.): "Burada şaşacak ne var?" buyurdular.
Halk: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu zat (din için) çalışmada öbüründen daha
gayretli idi ve şehit de oldu. Ama cennete öbürü ondan evvel girdi"
dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): "Berikisi ondan sonra bir yıl
hayatta kalmadı mı?" dedi.
"Evet!"
dediler. (s.a.s.): "Ve o ramazan idrak edip oruç tutmadı mı, bir yıl boyu
şu şu kadar namaz kılmadı mı?" Halk yine: "Evet!" deyince, Rasûlullah
(s.a.s.): "Şu halde ikisinin arasında bulunan mesâfe gök ile yer
arasındaki mesafeden fazladır!" buyurdular."(İ. Canan, Kütüb-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 17/517)
“En büyük
yalan, görmediği rüyayı ‘gördüm’ diye kişinin gözlerine iftirâ etmesidir.” (Buhârî, Ta’bîr 45)
“Kim görmediği
bir rüyayı ‘gördüm’ deyip anlatırsa, âhirette yerine getirmesi mümkün olmayan
bir işe, iki arpa tanesini birbirine düğümleme cezâsına çarptırılır. Kim, bir
topluluğun duyulmasını istemedikleri bir sözü öğrenmeye çalışır (kulak
hırsızlığı yapar)sa, kıyâmet günü kulaklarına eritilmiş kurşun dökülür. Kim de
herhangi bir canlının sûretini (put olan resim ve heykelini) yaparsa, o da
kıyâmette, yapamayacağı halde, ‘haydi buna can ver!’ diye zorlanarak azâb
edilir.” (Buhârî,
Ta’bîr 45; Ebû Dâvud, Edeb 88; Tirmizî, Rüyâ 8; İbn Mâce, Rüyâ 8)
İbn Ömer
(r.a.)’den, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İftirâların en büyüğü,
bir kimsenin gözüne görmediğini göstermesidir (görmediği rüyayı, görmüş gibi
anlatmasıdır).” (Buhârî, Ta’bîr 45)
İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)
buyurdular ki: "Kim görmediği halde rüya görme iddiasına kalkarsa
(kıyamet günü) arpa daneciğine düğüm atması teklif edilir. Kim de kendisinden
hoşlanmadıkları halde, bir grubun konuşmasını dinleme gayretine düşerse kıyamet
günü kulağına erimiş kurşun dökülür. Kim bir sûreti tasvir ederse (kıyamet günü)
azaba uğrar ve bu yaptığına ruh üflemesi emredilir, ama üfleyemez." (Buhârî,
Ta'bîr 45, Büyû’ 104, Libas 97; Müslim, Libâs ve Ziyneh 99, hadis no: 2110; Ebu
Dâvud, Edeb 96, h. no: 5024; Tirmizî, Rü'ya 8, h. no: 2284)
Açıklama: Rasûlullah
(s.a.s.), bu hadislerinde, dinen yasaklanan bazı şeylere cür'et edenlerin
azablarının şiddet ve devamını ifade için birkısım teşbihlere başvurmuştur:
Rüya
hususunda yalan söylenmemelidir. Yani görmediği rüyayı, görmüş gibi
anlatmamalıdır. Böyle bir davranışın cezası, âhirette büyük olacaktır. Arpa
danesinin düğümlenmesinin teklifi bunu ifade eder. Çünkü, arpanın iki ucu bir
araya getirilemez ki düğüm yapılabilsin. Bu yapılamadığı müddetçe azabı devam
ettirilecek demektir.
Kişi,
kendisini sevmeyen, konuşmalarını dinlemesini istemeyen kimselerin
konuşmalarını dinlememelidir. Bu yasağa uymayıp, merak sâikasıyla onların
konuşmasını gizlice dinlemeye çalışan kimse kıyamet günü şiddetle
cezalanacaktır.
Canlı
tasviri yapılmamalıdır. Bunu yapanlara, yaptıkları heykel ve resim nev'indeki
şeylere ruh üflemeleri gibi, yapmaları imkânsız bir teklifte bulunulacak,
yapamadıkları müddetçe azaba uğrayacaklardır.
Vâsıle İbn'l-Eska'
(r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Şurası
muhakkak ki, en büyük yalanlardan biri, kişinin kendisini babasından başka
birisine nisbet etmesi veya görmediği bir şeyi gözlerinin gördüğünü iddia
etmesi (görmediği rüyayı görmüş gibi anlatması), yahut da Rasûlullah (s.a.s.)'ın
söylemediği bir şeyi O'na söyletmesidir." (Buhârî, Menâkıb 5)
Açıklama: Dinimiz,
neseb meselesine ehemmiyet vermiştir. Nikâh, miras gibi pekçok hukuki ve hassas
meselelerin odak noktasını teşkil eden nesebin tağşîşi, bu meselede insanların
yanıltılması, arkadan birçok haramlara, haksızlıklara kapı açmak demektir. Bu
sebeple olacak ki basit bir hadise gibi görülen yabana neseb iddiası
ehemmiyetli bir hâdisedir. Hatta, hadisin Buhârî'deki aslında "Kişi, bu
iddiayı bile bile yaparsa, Allah'a küfretmiş olur" ziyadesi mevcuttur.
Bazı âlimler de bu ibareye: "...Haram olduğunu bildiği halde kendisini bir
yabancıya nisbet etmeyi helal addederse..." diye kayıt koymuştur. Şunu da
belirtelim ki çoğunluk, buradaki "küfr"ü, küfran-ı nimet ile te'vil
etmiş, bu ifadenin, tağlîz ve zecr maksadıyla ağır bir üslûba yer verdiğini
söylemiştir. mutlak ifade ile "Bunu yapan, ehl-i küfrün fiiline benzeyen
bir fiilde bulunmuştur" demenin kastedildiği de söylenmiştir. Hadisin bir
diğer veçhi de zecri ifade eder: "Aralarında nesebi bulunmayan bir
kavme kendisini nisbet eden, cehennemdeki yerini hazırlasın"
denmiştir.
Hadis, açık
bir şekilde, kişinin bilinen nesebini inkar ederek bir başka nesebi iddia
etmesinin haram olduğunu belirtiyor. Ancak "bilerek" kaydı, bilmeden
yapanı tehdidden hariç tutmuştur. İslâm'da sorumluluk bilme ve niyete tabidir.
Hadis, zecr
maksadıyla herhangi bir günahı küfre nisbet etmenin caiz olduğunu da ifade
eder. Hadisin bazı vecihlerini de gözönüne alan bazı alimler, müddeinin kendine
ait olmayan bir şeyi "benimdir" diye iddia etmesinin haram olduğuna
hükmetmiş ve hatta mal, ilim, taallüm, neseb, hâl, salâh, nimet, velâ vs. hangi
çeşitten olursa olsun bâtıl iddiaların hepsini buraya dahil etmiştir.
Herhangi bir
bâtıl fiile terettüp eden mefsedelerin miktarca artması nisbetinde onun tahrîmi
şiddet kazanmaktadır (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 16/365-366).
“Rüyası
en doğru olanınız, en doğru sözlü olanınızdır.”
(Müslim, Rü’yâ 6)
İbn Abbâs
(r.a.) şöyle demiştir: “Bütün peygamberlerin rüyaları vahiydir.” (Hâkim;
Mecmau’z-Zevâid; el-Heysemî, VII/176
Ubeyd bin
Umeyr şöyle demiştir: “Peygamberlerin rüyası vahiydir.” (Buhârî, Vudû’ 5)
Âişe
(r.a.)’den rivâyet edildiğine göre, o şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.)’a
ilk vahyin başlaması uykuda sâdık rüya görmekle olmuştur. Hiçbir rüya görmezdi
ki, sabahın aydınlığı gibi (apaçık) zuhur etmesin…” (Müslim, İman 252, h. no:
160)
“Rüyaların
en doğru olanı seher vakitlerinde görülenidir.”
(Tirmizî, Rü’yâ 3; Dârimî, rü’yâ 9; Ahmed bin Hanbel,
III/29, 68)
“Zaman
(kıyâmet) yaklaşınca mü’minin rüyası nerde ise yalan çıkmaz. Çünkü mü’minin
rüyası, nübüvvetin kırk altı cüz’ünden bir cüz’üdür. Nübüvvetten cüz olan şey
ise yalan olamaz.” (Buhârî, Ta’bîr
26; Müslim, R’ü’yâ 6; Tirmizî, Rü’yâ 1, 10)
“Kim beni
rüyada görürse, gerçekten beni görmüştür. Çünkü şeytan, benim şeklime giremez.”
(Müslim, Rü’yâ 10; Tirmizî, Rü’yâ 4;
İbn Mâce, Rü’yâ 2; Dârimî, Rü’yâ 4; Ahmed bin Hanbel, II/232, 342, 410, 425,
463, V/306, VI/394). Hz. Peygamber’i rüyada göreni, Allah, uyanık iken ya
dünyada veya âhirette Peygamber’i görmeye muvaffak kılacak demektir (Aliyyu’l
Kaarî, Mirkatu’l-Mefâtih Şerhu’l-Mişkâti’l-Mesâbih, VIII/378).
Hz.
Peygamber’i rüyada gören onu uyanık iken görmüş gibi olur. Fakat bu görme onu
sahâbî yapmaz. Rüyadayken işittiği sözleriyle, hayatta iken ondan sâdır olan
hadisleriyle amel edildiği gibi amel edilmez. Çünkü hayattaki haline uymamız
emredilmiştir. Rüyadaki sözleriyle amel edileceğine dâir hiçbir nass yoktur.
İbnu’l-Bakıllânî, yukarıdaki hadis-i şerifin mânâsı hakkında şöyler der: O
kişinin Hz. Peygamber’i görmesi sahihtir, hayal değildir. Şeytanın o kimseye,
peygamber olmayan birisini peygamber gibi göstermesi Hz. Peygamber (s.a.s.)’e
benzetmesi mümkün değildir. Çünkü diğer bir hadiste geçen “gerçekten
hakkı/doğruyu görmüştür” ifâdesi, sahih görme olduğunu ifâde eder (Nevevî,
Şerhu Sahih-i Müslim, 15/29-31; Aynî, Umdetu’l-Kaarî, Şerhu Sahihi’l-Buhârî,
20/18).
Kadı Iyâz da
şöyle diyor: Bazı âlimler şöyle der: Allah’ın insanlara özellikle Peygamber
(s.a.s.)’i doğru olarak göstermesi, şeytanın onun sûretinde görünmesine engel
olması, uyku halinde onun üzerinde yalan uydurmasına mâni olmak içindir.
Şeytan, insan uyanık iken de Hz. Peygamber’in sûretinde insana görünemez. Çünkü
bu olmuş olsa, hakla bâtıl birbirine karışır. Bu düşünceyle Peygamber’in
getirdiği şeylere güven kalmazdı (Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, 15/29-31; Aynî,
Umdetu’l-Kaarî, Şerhu Sahihi’l-Buhârî, 20/18).
“Beni
(rüyada) gören gerçekten hakkı/gerçeği görmüştür. Çünkü şeytan benim şeklime
bürünemez.” (Buhârî, Ta’bîr 10;
Müslim, Rü’yâ 11; Dârimî, Rü’yâ 4; Ahmed bin Hanbel, III/55). “Beni gören hakkı
görmüştür” ifâdesindeki “hak”dan maksat, bâtılın zıddıdır. Daha açığı, yalanın
zıddı olan doğru, yani gördüğü rüyanın doğru olduğudur. Peygamber’i gerçekten
görmüştür. Görmesi haktır ve hak olan rüya ile görmüştür (Aliyyu’l Kaarî,
Mirkatu’l-Mefâtih Şerhu’l-Mişkâti’l-Mesâbih, VIII/382). “Şeytan benim şeklime
bürünemez” demek, benim gibi görünemez, benim şeklime giremez, demektir (Aynî,
a.g.e., 20/20).
“Kim beni
rüyada görürse uyanık iken de görecektir. Çünkü şeytan benim şeklime giremez.”
(Buhârî, İlim 38, Ta’bîr 10; Müslim, Rü’yâ 11; Ebû
Dâvud, Edeb 96). “Uyanık iken de
görecektir” ifâdesi hakkında üç görüş vardır:
a) Kendi
zamanındaki kimseler kasdolunmuştur. Yani, kim beni, hicret etmeden rüyada
görmüşse, Allah Teâlâ onu hicret etmeye muvaffak kılacak ve gelip Hz.
Peygamber’i gözle görecek, demektir.
b) Bu
rüyanın tasdikini, âhirette uyanık olarak görecektir. Çünkü onu ümmetinin
bütünü âhirette görecektir.
c) Rüyayı
gören kimse, âhirette Peygamber’i husûsî bir şekilde, onun yakınında ve
şefaatine nâil olmuş olarak görecek, demektir (Aynî, Fethu’l-Bârî Şerhu
Sahihi’l-Buhârî, 20/18, Aliyyu’l Kaarî, a.g.e., VIII/382).
Hz.
Peygamber (s.a.s.)’i rüyasında görmediği halde gördüğünü iddia edenin durumu
nedir? Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s.): “Yalanların en büyüğü, rüyasında
görmediği şeyi görmek iddiasıdır.” (Buhârî, Ta’bîr 45; Ahmed bin Hanbel,
II/96, 119) buyurmuştur. Bunun yalanların en büyüğü olması, yalanın Allah’a nisbet
edilmesindendir. Kişiye göstermek için rüya meleğini gönderen Allah’tır. Suyûtî
diyor ki, hadiste geçen “firye” büyük yalandır ki, Peygamber (s.a.s.), uykuya
nisbet edilen yalanın uyanıklıktaki yalandan daha büyük olduğunu söylemiştir.
Çünkü bu Allah’a yalan isnâdıdır, nübüvvetin cüzlerinden bir cüz’ü yalan olarak
iddiâ etmiş olmaktır (Aliyyu’l Kaarî, a.g.e., VIII/411).
Açıktır ki,
keşf ve rüyanın bir Hz. Peygamber (s.a.s.)’le ilgili tarafı, bir de diğer
insanlara bakan yönü vardır. Peygamberler “ismet” sıfatı ile muttasıf oldukları
için, gerek rüyalarında gördükleri, gerekse keşf ve ilham yolu ile kendileri
alıp ümmetlerine verdikleri her şey, Allah tarafından melek aracılığıyla
gönderilen vahy hükmündedir. İctihat ve davranışlarında bazı hatalara düşseler
bile, bu hataların vahy yoluyla tashih edildiğini biliyoruz. Bu konuda âlimler
arası önemli bir ihtilâf da söz konusu değildir.
Bizi burada
ilgilendiren, konunun diğer insanlarla ilgili boyutudur. Acaba onların
rüyalarında durum nedir? Keşf, ilham ve rüya ile hadis rivâyeti ve tashihinin,
bir başka anlatımla, Hz. Peygamber (s.a.s.)’den vefatı sonrasında bilgi
almanın; ilim ve hadis ilimleri açısından değeri nedir? Sûfîler ve hadisçiler
bu konulara nasıl yaklaşmışlardır?
Konuyla
ilgili ifâdelerinden anlaşıldığına göre sûfîlerin büyük çoğunluğu, rüya halini,
insanlar arası bilgi akışının mümkün olduğu bir zaman dilimi olarak kabul
etmişlerdir. Nitekim meşhur sûfîlerden Hakim et-Tirmizî (320/932): “İnsan
uyuduğunda nefsin nûru yükselir, dünyayı dolaşır, melekûta ulaşır ve eşyayı
müşâhede eder” (Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, IV/45) derken, rüyayı melekût âleminin
en açık delillerinden sayan Gazâlî (505/1111), rüya ile mükâşefe ilmi arasında
sıkı bir ilişki bulunduğuna dikkat çekmiş, onu, mülk ve şehâdet âleminde iken,
melekût âleminin bilgisine ulaşılan bir kapı olarak görmüş ve söz konusu
âlemin, kalpteki basîret gözü ile görülebileceğini (İhyâ,II/293. IV/504) söylemiştir.
Rüyanın
hayal ile irtibatını çok sık vurgulayan İbn Arabî (ö. 638/1240) ise; rüyanın
işlevi hakkında şöyle der: “Uyku, kişiyi duyular dünyasından berzah âlemine
götüren bir haldir, âlemlerin en mükemmelidir, her şeye hükmetme gücü vardır.
Mânâları somut hale getirir, herhangi bir şekli olmayana şekil verir, imkânsızı
mümkün kılar (Fütûhât, III/329). Allah insana hem uyku, hem de yakaza halinde
eşyayı kavrayabileceği bir idrâk bahşetmiştir. Yakaza halindeki algılama “his”,
uykuda olan algılama “hiss-i müşterek” diye adlandırılır. Uyanıkken görmeye
“ru’yet”, uykuda görme işine “ru’yâ-i maksûr” denilir. İnsanın uyku sırasında
algıladığı şeylerin tümü, uyanıkken duyular aracılığı ile “hayal”in zabtettiği
şeylerdir (İbn Arabî, Fütûhât, IV/5; Ayrıca bk. Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, IV/44).
İbn
Arabî’nin bu açıklamaları teorik anlamda uyku ve yakaza halleri ile ilgilidir.
Ancak İbn Arabî’nin tasavvuf sistemi hakkında bir parça bilgisi olanlar, veya
el-Futûhât’ı ile bir nebze ilgilenenler bilirler ki, o, söz konusu hallerin
peygamberler ve velîlerde daha güçlü olduğuna inanmaktadır. Ruh kıvâmı
itibarıyla onların yolunda olan sâlik de, derece derece bu hallerden istifade
eder. Altı özenle çizilmesi gereken husus ise, onun bu vasıftaki kişilerin
yakaza halinde iken algıladıkları şeyleri, uykuda iken de algılayabileceklerine
inanmış olmasıdır.
Bu
tespitler, İbn Arabî’de daha cesur ifadesini bulmakla birlikte, genel
üslûplarından anlaşıldığına göre bütün tasavvuf ehli için geçerlidir.
Tasavvuf
ehline göre bilgi edinme yollarından biri olarak kabul edilen rüyanın,
tasavvufta önemli bir yeri vardır. “İnsanların kalplerinde yaratılan ve karar
kılan şeyin tasavvur ve hayal yoluyla idrâk edilmesi” demek olan rüya, sûfîlere
göre bir tür kerâmet, bir çeşit müjde olarak kabul edilmiştir (Kuşeyrî,
er-Risâle, 714-715). Ölen bir kimsenin âhiretteki ahvâli ile ilgili olarak,
rüya aracılığı ile dünyadakilere bilgi verme işi, pek çok sûfînin başvurduğu
olağan uygulamalar cümlesindendir. Rüyalar çoğu zaman tasavvufî menkabelerin de
kaynağı olmuştur. (6)
Tasavvufta
rüyanın önemli bir yeri vardır. Bazen klasik tasavvuf anlayışınca rüyalara
aşırı derecede önem verilmesine tepkiden dolayı “rüyayı bırak, rü’yete bak”
denilmiştir. Hatta rüya bir nevi kerâmet kabul edilmiştir. Ayrıca rüya yoluyla
uyarılmanın ve bilgi sahibi kılınmanın gerçek olduğunu göstermek için de meşhur
zatların rüyalarından bolca örnekler zikredilir. Bundan da tasavvufta rüyanın
rüya ile açıklandığı anlaşılmaktadır.
Kelebâzî (ö.
380/990) sûfîlerin akaidinden bahsederken rüya ile ilgili olarak şunları
nakleder: Sûfîler rüyaları tasdik eder, mü’minler için rüyanın bir müjde, bir
ikaz ve bir tevkıf olduğunu söylerler.” (Kelebâzî, et-Taarruf, Doğuş Devrinde
Tasavvuf (et-Taarruf), İst. 1979, s. 63). (Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel
Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, T.D.V. Y., s. 296-297). Ayrıca,
sûfîlerin rüya yoluyla hadis rivâyet ettikleri de vâriddir.
Tasavvuf
Ehlinin Rüya Yoluyla Hadis Rivâyet Etmeleri
Hadis ehli
tarafından tasvip edilmeyen ve sûfîlerin benimsemiş olduğu rüya, keşif ve ilham
ile hadisleri rivâyet ve tashih etme metodu pek çok sûfîde görülmektedir.
Meselâ Ebû Tâlib el-Mekkî (ö. 386/996) bu metoda şöyle bir açıklama getirir:
Birtakım hadisçilerin zayıf bulduğu bazı kimseler vardır ki, onlar âhiret
âlimlerinden ve marifet ehlindendir. Bu insanların hadis ve haber rivâyetinde
kendine has rivâyet metodları vardır. Bu kişiler rivâyetlerinde ona göre
hareket ederler. Bu durumda hadisçiler bu tür rivâyetleri nakledenlerin
aleyhinde bir delil değil, esasında bu tür rivâyetleri nakledenler hadisçiler
aleyhinde delil olurlar. Çünkü bu rivâyet metodunu muhaddisler dışında hiç
kimse zayıf kabul etmemiştir. Bundan dolayı hadis ehli bu rivâyeti yapanları
kendi metodları dışında görmüştür (Ebû Tâlib el-Mekkî, Kutu’l-Kulûb, I/177).
Şa’rânî (ö. 973/1565), sûfîlerin bu konudaki metodunu hadisin nakledilmesiyle
ilgili hususları anlatırken ortaya koyar: “Hadislerin doğruluğu, ya naklen ya
da Hz. Peygamber (s.a.s.)’e sormak sûretiyle anlaşılır. Bir hadiste nakil yönünden
zayıflık ve tutarsızlık varsa, yakazaten, şifâhî olarak ve ânında bunun Hz.
Peygamber’den (s.a.s.) sorulması gerekir. Şayet hadisi anlatanlar gerçek
muhaddis iseler ve hadis de Hz. Peygamberi’in anlatış tarzına uyuyorsa, artık
bu hadisi Hz. Peygamber’den sormaya lüzum yoktur. Bu açıklamalardan sûfîlerin
kendine has metodlarla hadis elde ettikleri anlaşılmaktadır.
İbn Arabî
geleneğinin önemli simâlarından kabul edilen Abdulğanî en-Nablûsî (ö.
1143/1731), er-Ravdu’l-Enâm adlı eserinde, muhaddislerin koyduğu kurallarla
rivâyet ile, rüyada hadis rivâyetini kıyaslayarak, rüyada Hz. Peygamber’den
hadis rivâyet izni alanların haberlerini ve benzer birçok meseleyi nakletmiş ve
rüyada hadis rivâyetinin mümkün ve câiz olduğu sonucuna ulaşmıştır. Nablûsî’nin
konuyla ilgili görüşlerinde delili; “Uyuyan hiçbir erkek ve kadın yoktur ki,
uykuya dalınca ruhuyla Arş’a yükselmemiş olsun. Ancak Arş’ın yanında uyanan
kişinin rüyası sâdık rüyadır. Arş’a ulaşamadan uyanan kişinin rüyası ise,
yalancı rüyadır” şeklinde Hz. Ali (r.a.)’den rivâyet edilen bir hadis
rivâyetidir (Araştırmacılara göre bu rivâyet, zayıf veya mevzûdur).
Ona göre
rüyasında bir şeyhten hadis alıp onu rivâyet edenin; kendisinden rivâyet edilen
şeyhin hayatta, sika ve âdil olması şartıyla ve rüyayı görenin de rivâyeti
zaptetmesi ve âdil olması durumunda, rivâyetinin kabul ve sıhhatine bir engel
bulunmamaktadır.
İbn Arabî
çizgisinde bir sûfî olan Nabûsî’nin rüya ve hadis rivâyeti konusunda böyle
düşünmüş olmasında yadırganacak bir husus yoktur. Çünkü kendisinden önce, başta
İbn Arabî olmak üzere birçok sûfînin ortaya koyduğu bir kültür altyapısı,
rüyada bilgi akışının imkânı hususunda tasavvuf kitaplarını dolduran kabuller
söz konusudur.
Ebû Tâlib
el-Mekkî (ö. 386/996), bu metodla rivâyet edilen hadislerden örnekler verir:
Meselâ Kûtu’l-Kulûb’da Hızır’ın Hz. Peygamber’den (s.a.s.) nakledip tashih
ettiği ve rüya kanalıyla da Hz. Peygamber’e tashih ettirilen bir haber senetli
olarak zikredilmiştir (Kûtu’l-Kulûb, I/15-16). Aynı şekilde, teşehhüd konusundaki
farklı rivâyetlerden hangisinin alınacağı yine rüya yoluyla tespit edilmiştir.
Sâlihlerden birisi, Nebî’yi (s.a.s.) rüyasında görmüş ve “yâ Rasûlallah!
Âlimler teşehhüd konusunda ihtilâf ettiler. Biz hangisini alalım?” demiş. Hz.
Peygamber de: “İbn Ümmi Abd’in rivâyet etmiş olduğu teşehhüdü!” buyurmuştur
(a.g.e., II/210). Bir diğer örnek de Kuşeyrî’nin (ö. 465/1072) Risâle’sinde
geçmektedir. Kuşeyrî şöyle anlatıyor: Ebû Abdirrahman es-Sulemî’nin şöyle
dediğini işittim. Sulemî (ö. 412/1021) Ebû Ali Şebevî’nin Rasûlullah’ı (s.a.s.)
rüyasında gördüğünü ve ona şu soruyu sorduğunu söylediğini işitmiş: Şebevî: ‘Yâ
Rasûlallah, benim saçlarımı Hûd sûresi ağarttı’ sözünün senden rivâyet edildiği
doğru mudur? Bu doğru ise, Hûd sûresinin hangi kısmı seni ihtiyarlattı;
Nebîlerin kıssaları mı, yoksa geçmiş milletlerin mahvolmaları mı?’ Rasûlullah
(s.a.s.): “Bunların hiçbiri değil, sadece Hak Teâlâ’nın: ‘Emrolunduğun gibi
istikamet üzere ol!’ sözü beni ihtiyarlattı, saçlarımı ağarttı’ buyurdu.
İmam Sâğânî
de (ö. 650/1252) Meşârıku’l-Envâr adlı eserinde Hz. Âişe’den rivâyet edilen ve
“izâ vudıe’l aşâu..” şeklinde başlayan hadisi rüya yoluyla âlî senetle
naklettiğini söylemekte ve şöyle demektedir: “Ben bir müddet Rasûlullah’ı
rüyada görmeyi ve mümkün olan en yüksek bir senetle kendisinden hadis rivâyet
etmiş olmam için bu hadisin sıhhatini bizzat kendisine sormayı temenni
etmiştim. Bu düşüncem üzerinden seneler geçti. Nihayet 18 Zilkade 611’de
cumartesi gecesi seher vakti rüyamda Rasûlullah’ı (s.a.s.) gördüm. Güya ben bir
düzlükte idim ve akşam namazını kılıyordum. Rasûlullah da beraberinde birkaç
kişi olduğu halde oturmuş akşam yemeği yiyordu. Beni de yemeğe çağırdı. Ben
namazı kılıp sonra dâvete icâbet etmek istedim. Fakat Ebû Saîd bin el-Muallâ’ya
olan sözünü hatırladım. Rasûlullah ona seslenmişti, o da namazda idi de
tamamlayıncaya kadar icâbet edememişti. (Namazını tamamlayınca Rasûlullah
(s.a.s.) ona:): ‘Allah, sizi dâvet ettiği zaman Allah ve Rasûlüne icâbet edin’
buyurmadı mı?’ demişti. Ben hemen Rasûlullah’a gittim, huzurunda oturdum da:
‘Yâ Rasûlullah! İzâ vudıe’l aşâu… (Akşam yemeği konulup namaz için de kamet
getirildiği zaman ilk önce yemeğe başlayın) şeklinde başlayan hadis sahih
midir?’ diye sordum. “Evet sahihdir” buyurdu (Sâğânî, Meşâriku’l-Envâr, s.
340-341).
Şa’rânî (ö.
973/1565) şöyle anlatıyor: Rasûlullah’ı rüyada gördüm. Kendisine meşhur olan
“Size mecnûn deninceye kadar Allah’ı çokça zikredin” hadisini sordum.
Rasûlullah (s.a.s.) hem İbn Hibban’ın hem de diğer râvînin rivâyetinin doğru
olduğunu, her ikisini de kendisinin söylediğini, bir defasında öyle, diğerinde
böyle dediğini söyledi (Şa’rânî, et-Tabakatu’l-Kübrâ, II/75-76) (Elbânî hadise
zayıf hükmünü vermiştir: Elbânî, Daîfe, II/9, h. no: 517).
Bazı sûfîler
bir kısım hadislerin sıhhatini savunurken mânâ âleminde bizzat Hz. Peygamber’le
(s.a.s.) ilişki kurduklarını söylerler. Meselâ, “Ben gizli bir hazine idim,
bilinmeye muhabbet ettim; halkı bilinmem için yarattım” şeklinde tasavvuf
literatüründe şöhret bulan rivâyeti İsmail Hakkı Bursevî (ö. 1137/1724), şerh
etmek maksadıyla Kenz-i Mahfî isminde müstakil eser kaleme almıştır. Bursevî
kitabının mukaddimesinde şöyle der: “Muhyiddin İbn Arabî (ö. 638/1240)
Futûhât-ı Mekkiyye adlı eserinde bu hadis için şöyle buyurur: Bu hadis keşfen
sahih, naklen sâbit değildir.” İmam Suyûtî (ö. 911/1505) ed-Durru’l-Muntesire
adlı kitabında şöyle demiştir: Bu hadis asılsızdır (s. 126). (Ünlü mutasavvıf
Bursevî devamla şöyle der:) Bu mevzûda bizim fikrimiz ise şudur: Keşif ehline
göre bu hadis sahihtir. Çünkü huffâz, senet ile naklederler. Keşif ehli ise
bizzat Nebî’nin ağzından ahzedip söylerler. Sonra bir şeyin belli bir senedinin
bilinmemesi sâbit olmayacağını icap ettirmez. Şu kat’idir: Keşif itibarı ile
sahih olan bir şey nakil yoluyla gelenden daha sahihtir. Zira keşif halinde
vehim ve hayal olmaz. Onda tam bir yakınlık ve hakka’l-yakîn hali vardır
(İsmail Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahfî, s. 11-12).
Aynı şekilde
İbn Arabî (ö. 638/1240) “Kim nefsini bilirse, Rabbini bilir” rivâyetiyle ilgili
olarak şöyle der: “Her ne kadar bu hadis hadisçiler yanında rivâyet yönüyle
(senedi itibarıyla) sahih değilse de, lâkin bize göre keşif yoluyla sahihdir,
sâbittir.” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II/262).
Şa’rânî (ö.
973/1565) ise, “Ashâbım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidâyete
erersiniz” (Elbânî, bu hadisin uydurma olduğunu söyler. Bk. Elbânî, Daîfe,
II/144, h. no: 58) hadisiyle ilgili olarak şunları söyler: Her ne kadar
hadisçiler bu hadis hakkında tenkitte bulunmuşsa da, keşif ehline göre bu hadis
sahihtir (Şa’rânî, el-Mîzânu’l-Kübrâ, I/30).
Yine Şa’rânî
şöyle der: Bir defa (mânen) Rasûlullah’la bir meşverette bulundum. Ona sehiv
secdesinde bazılarınca okunan ‘subhâne men lâ yenâm ve lâ yeshû”nun mâhiyetini
sordum. O da bana “Güzel bir şeydir” buyurdular (Şa’rânî,
Levâkihu’l-Envâru’l-Kudsiyye, s. 14).
Birçok
hadisçi, “İki günü eşit olan aldanmıştır” hadis rivâyetini, Abdülaziz bin Ebî
Revvâd el-Mekkî (159/775)’nin, Hz. Peygamber’den rüyada alıp insanlara
naklettiğini bildirmişlerdir. Bu hadis rivâyetinin rüya yoluyla nakledildiğini
teyit edenler arasında Hatîb el-Bağdâdî (643/1071) de bulunmaktadır (Hatîb,
Tarihu Bağdad, 11/453; İktizâul’l-İlm el-Amel, 112). Hatîb, Şerefu
Ashâbi’l-Hadis adlı eserinde bu tür rivâyetlere yer vermiş ve rüyayı ilmin
yollarından birisi olarak görmüştür (Şerefu Ashâbi’l-Hadis, s. 106-111)
Şah
Veliyyullah’ın (ö. 1176/1762) ed-Durru’s-Semîn fî Mubeşşirâti’n-Nebiyyi’l-Emîn
adlı eseri rüyada Hz. Peygamber’den (s.a.s.) dinlediği hadisleri ihtivâ
etmektedir. Günümüzde de bu yolla hadis almanın mümkün olabileceği ile ilgili
düşünceler için bk. Fethullah Gülen, Sonsuz Nur, II/347.
Bütün bu
örneklerden keşif, rüya ve ilham yoluyla sûfîlerin hadis rivâyet ettikleri,
naklettikleri hadisleri Hz. Peygamber’e tashih ettirdikleri ve hatta yazdıkları
eserleri Hz. Peygamber’in işaretiyle yazdıkları anlaşılmaktadır. Böylece onlar
keşif ve rüyada Hz. Peygamber’den bir şeyler dinlemişler ve bundan dolayı
dinledikleri şeyleri Hz. Peygamber’e nisbet etmişlerdir. Onlara göre keşfî
hadislere de hadis demek doğrudur (Eşref Ali Tanevî (ö. 1943), Hadislerle
Tasavvuf, İst. 1995, s. 319-320). Hatta İbn Arabî’nin (ö. 638/1240) şu tesbiti
bu metodla rivâyet edilen hadisin değerini de ortaya koymaktadır: “Biz bu yolla
pek çok sahih hadisi tashih ettik. Hadis ehli nazarında sahih olan bazı
hadislerin bu yolla sahih olmadığını, mevzû hadislerin de yine bu yolla sahih
olduğunu tesbit ettik” (İbn Arabî, Futûhât, I/150, 198, 224, 225, 280). Şa’rânî
(ö. 973/1565) de bu metoddan hareketle birçok şeyin tesbitinin mümkün
olabileceğini söylemektedir (Şa’rânî, Mîzânu’l-Kübrâ, I/43, Levâkıhu’l-Envâr,
s. 14-15). Hatîb Bağdâdî de (ö. 463/1071) Peygamber Efendimiz’i rüyasında görüp
ondan hadis aldığını söyleyen, tanımadığı bir kişiden bu hadisi nakleder
(Hatîb, Kitabu İktidâi’l-İlmi’l-Amel, s. 225) (7)
Yukarıda
verilen bilgilerden de anlaşılacağı gibi, genel olarak tasavvuf ehli rüya, keşf
ve ilhamı, kendileriyle bilgi edinmek mümkün olan kanallar olarak görmüşler,
hatta İbn Arabî ve onun çizgisindeki sûfîler, bu yollarla elde edilen bilgiyi
daha kesin, nakil yoluyla gelen bilgiyi zannî ve şüpheden uzak olmayan bir
bilgi saymışlardır. Bu anlayışları, onları tabiî olarak söz konusu yöntemlerle
hadis rivâyet ve tashihini normal, hatta garantili bir yol olarak görme ve
uygulama düşüncesine sevketmiştir.
Buna
mukabil, aşağıda görüleceği gibi, hadisçiler, bu yöntemlerden, dinin esası ve
ahkâmıyla ilgili olmayan konularda “uyarma, müjdeleme, korkutma ve teşvik etme”
ölçüleri içinde, sahibini bağlamak üzere yararlanılabileceğini, ancak bu
yollarla herkesi bağlayan bir hükmün sâbit olamayacağını, hele “din” demek olan
hadislerin, rivâyet ve tashihinin câiz olmadığı görüşünü benimsemişlerdir.
Hadis
usulcüleri, “hadis” kelimesinin terim olarak tanımını yaparken; “sözün, Hz.
Peygamber (s.a.s.) hayatta iken duyulması” şartının altını özenle çizmişlerdir.
Oysa bu kabil nakillerin bütünü, Efendimiz (s.a.s.)’in vefatından sonra
gerçekleşmektedir. Rüya, keşif ve ilhamın, kaynak olarak Rabbânî olabileceği
gibi, şeytânî de olma ihtimali, kişilere göre, her zaman mevcut olduğu için,
söz konusu kavramlar, mâhiyetleri icabı sübjektif ve görecelidir. Rüya, keşif
ve ilham delil kabul edilmesi durumunda, her inanç ve ekolün müntesipleri,
kendi ekollerinin savunduğu görüşlerin doğruluğunu bu yollarla iddia edecek;
diğer görüşlerin bâtıl ve yanlış olduklarını söyleyerek iptaline çalışacaktır.
Herkesin rüya, keşif ve ilhamına göre değişebilen sayısız hakikat kümeleri
ortaya çıkacak ve hangisinin gerçek ve doğru olduğu hususu, içinden çıkılmaz
bir problem haline gelecektir. Bu kabil bir başıboşluk ve çatışan ölçüler
karmaşası da, evrensel bir dinin özelliği olmasa gerektir (Muhittin Uysal,
Tasavvuf Kültüründe Hadis, s. 78).
Ebû
Hanife’nin (r.a.) de görüşü odur ki: Rüya ile amel olunmaz. Bir insanın gördüğü
rüya ne olursa olsun, müslümanın görevi, günahlardan kaçınmak, sevapları
işlemekten ibârettir. İslâm ilim dinidir; rüyalara, zevklere, şeytanî de
olabilecek ilhamlara dayandırılamaz. Rüya ile fazla uğraşmak, ona çokça misyon
yüklemek iyi sonuçlar vermez.
Hadisçilerin
büyük çoğunluğu ister rüya, ister keşf ve ilham yoluyla olsun, hadis nakil ve
tashihine karşı çıkmışlardır. Muhammed Muhammed Ebû Zehv, keşf ve rüya ile,
şeriat bilgisinin sâbit olamayacağı hususunda hadis usulcülerinin ittifakı
olduğunu belirtir (M. Muhammed Ebû Zehv, el-Hadis ve’l-Muhaddisûn, 485). Bu
yöntemlerle rivâyet ve tashih anlayışının hadisçi geleneğine ters olduğu ve
hadis usûlü kitaplarında böyle bir rivâyet ve tashih metoduna yer verilmediği
hususu, kabul etmemiz gereken bir gerçektir.
Kadı Iyâz ve
Nevevî gibi hadisçiler, bir hükmün sâbit ya da bâtıl olmasını, ispat konusunda,
rüyanın delil olamayacağı görüşünü benimsemişlerdir. Dinin ahkâmına kaynaklık
görevi yapan hadislerin rivâyet ve tashihi, herkesi bağlayacak ve her türlü
sübjektiflikten uzak olması gereken ilmî ve teknik bir problemdir. O halde bu
gibi konularda ilmin; tartışılmaz, herkesi iknâ eden ve herkesi bağlayan
kuralları geçerli olacaktır.
Neylü’l-Evtâr
ve el-Fevâidu’l-Mecmûa başta olmak üzere birçok hadis çalışmasının sahibi olan
Şevkânî (ö. 1250/1834), rüyasında Hz. Peygamber’i görenin rüyası gerçek bile
olsa, bununla şer’î bir hükmün sâbit olmayacağı ve uyku halinde olan kişinin
hıfzı olmaması sebebiyle rivâyete ehil kabul edilemeyeceği kanaatindedir.
Şevkânî, konu ile ilgili düşüncelerini şu cümlelerle açıklamıştır: Hiç şüphesiz
Allah (c.c.) dinini “Bugün size dininizi tamamladım” (5/Mâide, 3)
âyetiyle kemâle erdirmiştir. Hz. Peygamber’in vefâtından sonra , O’nu rüyasında
görene söylediği bir sözün, yaptığı bir işin delil ve huccet olacağını gösteren
bir delil bize ulaşmamıştır. Allah (c.c.), din olarak gönderdiği ilkeleri, Hz.
Peygamber’in Sünnet ve yorumu ile mükemmelleştirdikten sonra O’nun ruhunu
kabzetmiştir; böylece dini konusunda ümmetin hiçbir şeye ihtiyacı kalmamıştır.
O’nun vefâtı ile şer’î hükümlerin tebliğ ve açıklaması için ihdâs edilen
peygamberlik kurumu sona ermiştir. Bu durumda, uyku halindeki kişinin zabt
yönünden sağlam olduğunu farzetsek bile, rüyasında Hz. Peygamber’den gördüğü
fiil ve duyduğu sözün hem kendisi, hem de ümmetin diğer fertleri için delil
olmayacağı anlaşılır (Şevkânî, İrşâdu’l-Fuhûl, 249).
Şevkânî’nin,
Hz. Peygamber’in (s.a.s.), vefatından sonra rüyada kendilerini görene söylediği
bir sözün, dinde başkaları için delil olmayacağı yönündeki sözü, yoruma meydan
vermeyecek ölçüde açıktır. Şevkânî’den asırlar önce yaşamış olan hadis âlimi
İmam Nevevî’ye göre, rüyayı gören kişinin rüyası hakikat olsa da, rüyada görülen
şeyle şer’î bir hükmün isbâtı câiz olamaz. Nevevî şöyle demektedir: “Çünkü uyku
halinde, rüyayı görenin, rüyasında duyduğunu zapt ve tahkik etmesi mümkün
değildir. Ayrıca âlimler; rivâyeti ve şehâdeti kabul edilebilmesi için,
kişinin, uyku halinde değil, uyanık halde olması, gâfil olmaması, çok hata
yapmaması ve hâfızasının bozuk olmaması şartlarını taşıması gerektiği hususunda
görüş birliği halindedirler. Oysa uyku halindeki kişi, bu niteliklerden
yoksundur.” (Nevevî, Şerhu Müslim, I/115).
(8)
Kur’an’a
göre rüya yoluyla bilgi sahibi olmak insanın önüne konulmuş bir amaç değildir.
İnsanın asıl sorumlu olduğu alan uyanıkken yaşadığı anlardır ve asıl önemli
olan da o zaman dilimindeki Allah’ı unutmadan sürekli olumlu bir aktivite
içinde hayatını sürdürmesidir. Çünkü uyku insanın sorumluluğunu düşüren bir
olgudur. İnsanın bir yönü şehâdete, öteki yanı gayba müteveccih bilgi akdleri
vardır ve bunları yerli yerine kullanarak bilgi sahibi olmalıdır (Halis
Albayrak, Kur’an’da İnsan-Gayb İlişkisi, s. 223)
Rüya ile bir
hüküm sâbit ve bâtıl olamaz. İmam Nevevî (ö. 631/676) bu hususta ulemânın
ittifak halinde olduklarını beyan eder (Sahihu Müslim bi Şerhi’n Nevevî,
I/115).
Kelebâzî (ö.
380/990), sûfîlerin aksine, âyet, hadis ve ahkâm konularında keşf yoluyla değil
de; çalışmak ve öğrenmek sûretiyle bilgi elde edileceğini ifâde etmiştir
(Kelebâzî, Meâni’l-Ahbâr, vr. 37a).
Tirmizî’nin
Sünen’ini şerh eden Mubârekfûrî (ö. 1353/1935), Sünen’in başına yazmış olduğu
şerhin mukaddimesinde bu konuyu ele alarak şöyle demiştir: “Sıhhati bilinmeyen
bir hadis, ne Rasûlullah’ın (s.a.s.) rüyada yapmış olduğu bir tashihle ne keşif
ile ne de ilhamla sahih olur. Bu ve buna benzer hükümler rüyada Hz.
Peygamber’in sözüyle tesbit edilemez. Tesbit ancak dünyada iken söylemiş olduğu
sözle mümkündür. Çünkü hadisin tashih yolu isnâda dayanır.” Daha sonra Aliyyu’l-Kari’nin (ö. 1014/1605)
Nuhbe şerhinde söylemiş olduğu şu sözü fikrini desteklemek için zikretmiştir:
“Keşif ve ilham, yanılma ihtimalinden dolayı araştırmanın dışındadır.”
(Mubârekfûrî, Mukaddime I/244).
Rüyada
Rasûlullah’tan işitilen hadislerin hüccet olup olmayacağına değinen
Mubârekfûrî, böyle bir hadisle ihticac edilemeyeceğinin söylenildiğini
naklettikten sonra, gerekçe olarak şunları ileri sürmüştür: “Zira hadisle
istidlâl edilebilmesi için, râvînin hadis semâı ânında sözü iyi zabtetmesi
şarttır. Uyku halinde ise râvî zabt ehli değildir.” (Mubârekfûri, a.g.e.,
I/244-245)
Kasımî de
(ö. 1332/1914) Kavâidu’t-Tahdîs adlı eserinde “Hadislerin sahih oldukları
senetleriyle anlaşıldığı için, hadislerden bir kısmının keşifle tashihini iddia
eden kişiye cevap” başlığı altında konu ile ilgili değerlendirme yapar ve
“herkes tarafından bilinmektedir ki, hadisler ancak senetleriyle sâbit olurlar.
Keşif ve kalplerin nurlarıyla (ilham) sâbit olmazlar. Allah’ın dininde iltimas
ve ayrıcalık yoktur. Velâyet ve kerâmetin de burada ona bir etkisi yoktur” der
(Kasımî, Kavâidu’t-Tahdîs, s. 191-192).
Dumeynî,
eski ve yeni ulemânın çoğunluğunun; rüya yolu ile bir hadisi zayıf veya sahih kabul
etmediklerini, böyle bir yolun bâtıl olduğunu, dini ifsad edeceğini ve ahkâmı
bozacağını, hatta Rasûlullah’dan gelen her şeyi yalanlamaya götüreceğini
söylemektedir (Dumeynî, Mekayisu Nakdî Mutûnis-Sünneh, s. 237-238). Murtezâ
ez-Zeyn Ahmed bu konuda şöyle der: Keşif sapık ve saptıran mutasavvıfların
bid’atlerindendir, küfür olmaktan uzak değildir. Çünkü bunda gayb bilgisini
iddia etme vardır. Ayrıca rüya yoluyla hadis rivâyetinin önemi yoktur (Murtezâ
ez-Zeyn Ahmed, Menâhicu’l-Muhaddisîn, s. 29-32; Benzer düşünceler için bk.
Elbânî, Daîfe, I/145).
Şâtıbî (ö.
790/1388), şeriata uygun olmayan rüya ile amel edilemeyeceğini söyler
(el-Muvâfakat, II/207-208). Şâtıbî, gerek rüya gerekse keşf ve ilham yoluyla
dinde genel hükümler verilmesini onaylamaz. Yine Şâtıbî, şöyle der: “Rüya ahkâm
konusunda delil olmaz. Ancak zayıf olan kimseler bunun dışındadır (yani onlar
bu konuda da rüya ile amel ederler). Evet, rüyada görülen şeyler hususî olarak
ünsiyet, müjde ve inzar türünden olabilir. Fakat rüyanın gereğiyle kesin hüküm
verilemez ve bunların üzerine bir asıl, binâ edilemez” (Şâtıbî, el-İ’tisâm,
I/264).
İbrahim
Canan’ın yukarıdakileri tamamlayıcı sözleri şöyledir: “Bazı kitaplarda
rastlanan mükâşefe ve rüya yoluyla Hz. Peygamber’den (s.a.s.) telakkî edildiği
söylenen sözlere hadis denemez; onların dinî hiçbir değeri yoktur. Rüya-yı
sâdıka hak ise de, sika bir kimse rüyasında Rasûlullah’dan bazı sözler öğrenmiş
olsa da buna hadis denemez. Rüya sadece gören kimse için bir kıymet taşır.
Halbuki hadis kıyâmete kadar, herkes için din ortaya koyar. Bunun yolu da
objektif şartla ve belli kaidelere göre, her zaman kontrolü, tahkiki mümkün
olan rivâyetten geçer. Bunun aksini söyleyen ve sübjektiviteyi esas alan tek
bir sünnî muhaddis çıkmamıştır.” (İ. Canan, Kütüb-i Site Tercüme ve Şerhi,
II/68).
Bütün
bunlardan keşf, ilham ve rüya ile hadis rivâyetinin güvenilir ve sağlam bir yol
olmadığı ve bu tür hadislerle hüküm verilemeyeceği anlaşılmaktadır.
Rüya veya
keşif yoluyla Hz. Peygamber’den hadis almak ve bu tür hadisler üzerine bir
hüküm veya anlayış binâ etmek açıkça subjektif ve ispatlanması mümkün olmayan
bir yaklaşımdır. Ayrıca “sünnet”, ancak Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kendi
döneminde teşekkül etmiş ve olup bitmiş bir olgudur. Hz. Peygamber’in
vefatından sonra keşif, ilham veya rüya yoluyla artık yeni bir “Peygamber
Sünneti” ihdas veya icat etmek mümkün değildir (M. Hayri Kırbaşoğlu, İslâm
Düşüncesinde Sünnet, s. 95-96). Rüyanın bağlayıcılığıyla ilgili geniş bilgi
için bk. Talat Sakallı, Rüya ve Hadis Rivâyeti, Isparta, 1994, s. 35-50. (9)
İstihâre:
Hayır dileme, yapmak istediği bir şeyin kendisi hakkında hayırlı olup
olmadığını anlamak için iki rekât namaz kılıp duâ etmek demektir.
Bir iş
yapılmak istenildiğinde istihâre yapmak menduptur. Hz. Peygamber, ashâb-ı
kirâma önemli işlerinde istihâreye başvurmalarını telkin buyurdu. Câbir
(r.a)'den şöyle dediği nakledilmiştir: "Rasûlullah (s.a.s.) bütün
işlerinde, Kur'an'dan sûre öğretir gibi istihâreyi de öğreterek şöyle derdi: "Sizden
biriniz bir işe niyetlendiği zaman farzın dışında iki rekât namaz kılsın ve
şöyle desin:
اَللَّهُمَّ
إِنّي
أَسْتَخِيرُكَ
بِعِلْمِكَ،
وَأسْتَقْدِرُكَ
بِقُدْرَتِكَ،
وَأَسْأَلُكَ
مِنْ
فَضْلِكَ
الْعَظِيمِ؛
فَإِنَّكَ
تَقْدِرُ ولاَََ
أَقْدِرُ،
وَتَعْلمُ
وََلاَ أَعْلَمُ،
وَأَنْتَ
عََّلاَمُ
الْغُيُوبِ.
اَللَّهمَّ
إِنْ كُنْتَ
تَعْلَمُ
أَنَّ هَذَالاَ‘مْرَ
خَيْرٌ لِي
في
دِينِي
وَمَعَاشِي
وَعَاقِبَةِ
أَمْرِي، أَو
قَالَ عَاجِلِ
أَمْرِي
وَآجِلهِ
فَاقْدُرْهُ
لِى ويَسِّرهُ
لي، ثُمَّ
باركْ لي
فيهِ، وإن
كُنْتَ
تَعْلمُ أنَّ
هَذَالاَ‘مْرشَرٌّ
لِي فِي
دِينِي
وَمَعَاشِي
وَعَاقِبَةِ
أمْرِي، أَوْ
قَالَ:
عَاجِلِ
أَمْرِي
ثُمَّ
رَضِّنِي
بِهِ
حَيثُ
كَانَ،
عَنْهُ،
وَاقْدُرْ
لِي
الْخَيْرَ
فَاصْرِفْهُ
عَنِّي
وَآجِلِه
"Allahümme
innî estehîruke bi ilmike ve estakdiruke bi kudretike ve es'elüke min
fadlike'l-azîm. Fe inneke takdiru ve lâ akdiru ve ta'lemu ve lâ a'lemu ve ente
allâmu'l ğuyûb. Allâhümme in künte ta'lemu enne hâze'l-emre hayrun lî fî dînî
ve meâşî ve âkıbeti emrî (ev kale:) âcili emrî ve âcilihî. Fekdurhu lî ve
yessirhu lî summe bârik lî fîhi. Ve in künte ta'lemu enne hâze'l-emre şerrun lî
fî dînî ve meâşî ve âkıbeti emrî (ev kale:) âcili emrî ve âcilihî f'asrifhu
annî va'srifhu annî anhu ve'kdur lî el-hayra haysü kâne. Sümme raddınî bihî" (Buhârî, Teheccüd 25, Deavât 49, Tevhid 10; Tirmizî,
Vitr 18; İbn Mâce, Akâme 188; Ahmed bin Hanbel, III/344).
İstihâre
duâsının anlamı: "Allah'ım yapmayı düşündüğüm şu işin işlenmesinden yahut
terkinden hangisinin hayırlı olduğunu bana ilminle kolaylaştır. Kudretinle
senden güç istiyorum. Senin büyük fazlından ihsan buyurmanı dilerim. Şüphesiz
senin her şeye gücün yeter; benim gücüm yetmez. Sen bilirsin, ben bilemem. Sen
şeyi çok iyi bilensin, Allah'ım. Eğer bu işi dinim, yaşayışım ve işimin sonucu
veya dünya veya âhiretimin sonucu bakımından benim için hayırlı olduğunu
bilirsen o işi bana takdir et, kolaylaştır ve onu bana mübarek kıl. Eğer bu
işi; dinim, yaşayışım ve işimin sonucu veya dünya veya âhiretimin sonucu
bakımından benim için şer olarak bilirsen, onu benden, beni de ondan uzak eyle.
Nerede olursa olsun benim için hayır olanı takdir et. Sonra da beni bu hayırla
hoşnut buyur."
Sa'd b. Ebi
Vakkas'tan, Rasulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğu rivâyet edilir: "Âdem oğlunun Allah'tan hayır dilemesi
(istihâresi) saâdetindendir. Allah'ın hükmüne râzı olması da saâdetindendir.
Allah'tan hayır istemeyi terk etmesi ise onun bedbaht olmasındandır. Allah'ın
hükmüne râzı olmaması da, Âdemoğlunun bedbahtlığındandır" (Ahmed bin
Hanbel, I/167; Tirmizî, Kader 15).
İstihâreden
önce veya sonra, gerekli istişâreler yapılır ve o iş hakkında karar verilir
Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "İş
konusunda onlarla istişâre yap. İstişâreden sonra o işi yapmaya tam olarak
karar verince, artık Allah'a dayan ve güven" (3/Al-i İmrân, 159).
İstihâre hadisi İbn Mes'ud, Ebû Eyyûb el-Ensârî, Ebû Bekir, Ebû Saîd, el-Hudrî,
Sa'd b. Ebî Vakkas, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Ebû Hureyre ve Enes b.
Mâlik gibi büyük sahâbîlerden nakledilmiş, bu rivâyetleri senetleriyle
birlikte, Buhârî, şârihi Aynî, "Umdetu'l-Kâri" adlı şerhinde tek tek
zikredilmiştir. Rivâyetler arasında bazı metin farklılıkları vardır.
Enes b.
Mâlik'ten gelen rivâyet istihâreyi teşvik eder. Bu hadîs şöyledir: "İstihâre yapan kimse hüsrâna uğramaz,
istihâre eden pişman olmaz, iktisatlı davranan kimse de muhtaç duruma
düşmez." (S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Tercümesi, Ankara 1985, IV/135).
İstihâre
namazında nelerin okunacağı hadisle sâbit değilse de, birinci rekâtta
Fâtiha'dan sonra Kâfirun, ikinci rekâtta ise, İhlâs sûrelerinin okunması güzel
görülmüştür. Nevevî bunu müstehap görür. İmam Gazzalî de bu sûrelerin okunması
gereğinden İhyâ'da söz etmiştir. İbn Ömer'in
şöyle dediği nakledilmiştir: "Rasûlullah (s.a.s.)'i bir ay süreyle
izledim, sabah namazının sünnetinde, Kâfirun ve İhlâs sûrelerini okurlardı.
Gazzâlî'nin bu gibi hadislerden mülhem olarak, istihâre namazında da benzer
kıraati uyun gördüğü söylenebilir.
İstihâre
namazından sonra, istihâre duâsı okunur ve istenilen şeye niyet edilerek,
Kıbleye dönülmek suretiyle yatılır. Böylece istihâreye üç veya yedi geceye
kadar devam edilebilir. Çünkü Hz. Peygamber'in bazı duâları üç defa tekrar
ettiği, hatta Enes bin Malik'e istihâreyi yediye kadar tekrar etmeyi telkin
buyurduğu nakledilir (Tecrid-i Sarih Tercümesi, IV/142, 143).
İstihâre,
iyiliği veya kötülüğü kestirilemeyen bir iş hakkında sözkonusu olur. Hayırlı ve
sevaplı olduğu kesin olarak bilinen bir konuda istihâreye gerek kalmaz.
İstihâre namazı, kerâhat vakitleri dışında her zaman kılınabilir. Çünkü hadiste
vakit belirtilmemiştir. (10)
Sözlükte
“hayırlı olanı isteme” anlamına gelen istihâre, terim olarak “bir iş veya
davranışta Allah katında hayırlı olanı, kılınan nâfile bir namaz ve duâ ile
talep etme” mânâsında kullanılır. “Hayr” kelimesi ve çeşitli türevleri
Kur’an’da 196 yerde geçmekle birlikte aynı kökten türeyen “istihâre” yer almaz.
Ancak, bir şey hayırlı olduğu halde ondan hoşlanmayabileceğini, şer olduğu
halde onu sevebileceğini (2/Bakara, 216), Allah’ın her türlü noksanlıktan
münezzeh olup dilediğini yaratarak seçtiğini (28/Kasas, 68), her türlü hayrın
O’nun elinde bulunduğunu, her şeye gücünün yettiğini (3/Âl-i İmrân, 26), bir
işe girişirken başkalarına danışmak (istişâre etmek) ve karar verince de
Allah’a güvenip dayanmak gerektiğini, böyle yapanlara Allah’ın yeteceğini
(3/Âl-i İmrân, 159; 65/Talâk, 3) ifâde eden âyetler İslâm’da istihârenin
dayandığı temel çerçeveyi oluşturur. Âlimlerin sünnet veya müstehap saydıkları
istihârenin meşrûiyeti Câbir bin Abdullah’tan rivâyet edilen şu hadise
dayandırılmaktadır: “Rasûlullah, Kur’an’dan bir sûre öğretir gibi işlerimizin
tamamında bize istihâreyi öğretiyor ve şöyle diyordu: “Biriniz bir şey
yapmaya niyet edince farz dışında iki rekât namaz kılsın ve arkasından şu duâyı
yapsın...” Hz. Peygamber sözüne devamla, “istihâreyi yapan kişi bu
sırada işini de söylesin” dedi. (Ahmed bin Hanbel, Müsned III/, 344;
Buhârî, Deavât 49, Tevhid 10; İbn Mâce,
İkame 188)
İstihâre
duâsının, bu niyetle kılınacak iki rekât nâfile namazdan sonra okunmasının en
uygun usûl olacağı konusunda dört mezhep görüş birliği içindedir. Mâlikî ve
Şâfiî mezheplerine göre herhangi bir namazdan sonra da sözkonusu duânın
okunması câizdir. Hanbelîler’in dışında kalan üç mezhebe göre istihâre namazını
kılmak mümkün değilse, sadece duâ ile yetinilebilir. İstihâre namazı kerâhet
vakitleri hâriç her zaman kılınabilir. Bütün mezheplere göre istihâre namazının
en fazîletlisi, iki rekât olarak kılınanıdır.
İstihâre
duâsının, namazdan hemen sonra ve kıbleye dönülerek okunması, ellerin
kaldırılması ve duâ âdâbına riâyet edilmesi, duânın kabul olma ihtimalini
arttıran güzel davranışlar olarak telakki edilmiştir. Kişinin olumlu veya
olumsuz bir karara varamaması halinde Hanefî, Mâlikî ve Şâfiî âlimleri, Enes
bin Mâlik’ten gelen bir rivâyete dayanarak (Münâvî, I/450) istihârenin yediye
kadar tekrarlanabileceğini söylemişlerdir. Şâfiî ve Mâlikî âlimleri, Hz.
Peygamber’in bir rahatsızlık sebebiyle başkasını “okuyarak” tedâviye izin
vermesi ve bu vesîleyle söylediği, “Kardeşine faydalı olmaya gücü yeten bunu
yapsın.” (Ahmed bin Hanbel, III/302, 334, 382, 393; Müslim, Selâm, 61-63)
sözünden hareketle; başkası adına istihâre yapmanın câiz olduğunu ileri
sürerken Mâlikî fakîhi Hattâb bu uygulamanın bir dayanağını bulamadığını
belirtmiştir.
İstihâre,
kişinin gerekli bütün çabayı sarfedip araştırma ve istişârelerini tamamladıktan
sonra hakkında hayırlısını takdir etmesi için Allah’a duâ etme, kulluk şuurunu
canlı tutma ve ortaya çıkacak sonuca rızâ göstererek ruh sağlığını koruma gibi
çok amaçlı metafizik bir olaydır. Bu sebeple de iyi veya kötü olduğu açık
şekilde bilinen bir şeyi yapıp yapmama konusunda değil, gerek dünyevî gerek
uhrevî bakımdan kişi hakkında hayırlı olup olmayacağı kestirilemeyen işlerde
sözkonusu olabilir. Dinen iyi ve hayırlı olduğu bilinen işlerin zamanı, şekli
vb. hususunda da istihâre yapılabilir. İnsan, geleceği bilemediğinden bir şeyi
ilk bakışta iyi zannetse de onun sonucundan emin olamaz. Bu sebeple bir iş
yapacağı ve ileriye yönelik önemli bir karar vereceği zaman istihâre yoluyla
her şeyi bilen Allah’ın kılavuzluğuna ve yönlendirmesine başvurması, O’ndan
yardım istemesi, kişinin davranışlarındaki sorumluluğunu kaldırmamakla
birlikte, onda bir güven hissi doğuracağı ve takdire rızâ göstermesini
sağlayacağından önem taşımaktadır. Dolayısıyla istihârenin dinî öğretideki
kader, tevekkül ve sabır anlayışıyla yakın ilgisi bulunur.
Hz.
Peygamber’in tavsiyesi doğrultusunda istihâre eskiden beri İslâm dünyasında
âdet olmuş ve önemli önemsiz birçok hususta günlük hayatın bir parçası haline
gelmiştir. Kumandanlar sefere çıkmadan, sultanlar veliahtlarını belirlemeden
önce istihâre yapar ve bunun sonucuna genellikle uyarlardı. Evlilik öncesinde
ve çocukların isimlerinin konması esnâsında da istihâre yapmak âdet olmuştur.
Ayrıca birtakım tartışmalı dinî meselelerde fetvâ verirken bazı âlimler
ulaştıkları sonucu istihâreyle destekleme yoluna gitmişlerdir (meselâ bk. İbn ü’s-Salâh, Fetâvâ ve Mesâilü İbn i’s-Salâh, I/293, 396; II/434, 484, 485,
507). (11)
İstihârenin
Yozlaştırılıp Rüya Falına Dönüştürülmesi
İstihâre;
aslında, Allah’tan hayır istemek,
hayır duâsı demektir. İstişâre edilerek yapmaya karar verilen meşrû ve mubah
bir eylemle ilgili olarak azmedip karar verdikten sonra, o işin sonucunun
bilinmediği için, eğer hayırlı ise Allah tarafından kolaylaştırılıp nasip
edilmesini, değilse zorlaştırılıp nasip edilmemesini istemek için duâdır.
Klâsik uygulama şekli ise, bir çeşit rüya falıdır. Bir işin iyi ya da kötü
sonucunu, önceden rüyada kestirme şeklinde kullanılarak sünnette olan bu duâ,
dejenere edilmiş ve tahrife uğramıştır. Aslında rüya, bilgi kaynağı değildir;
rüya ile amel edilmez. Rüyaların çoğu şeytânîdir veya arzuların simgeleşmiş
şekli rüya halinde ortaya çıkar. Dolayısıyla istihâreye yatmak ve görülen rüya
ile amel etmek, gayrı meşrû ve akıl dışı bir hurâfedir.
İnsanların,
yapmak istedikleri bir işin kendileri hakkında iyi veya kötü sonuçlar
doğuracağını anlamak için fal vb. uygulamalara çok eskiden beri başvurdukları
bilinmektedir. Nitekim câhiliyye Arapları bir işe başlamadan önce, üzerine
“evet” veya “hayır” yazılı “ezlâm” denilen fal oklarıyla karar verirlerdi.
Kur’ân-ı Kerim “şeytan işi” olarak nitelendirdiği bu uygulamayı yasaklamış
(5/Mâide, 3, 90), peygamberler dâhil hiç kimsenin gaybı ve dolayısıyla bir işin
kendisi için hayırlı olup olmadığını bilemeyeceğini, Allah’ın dilemesi dışında
kendisine fayda ve zarar verecek bir güce sahip bulunamayacağını bildirmiştir
(7/A’râf, 188).
Enes bin
Mâlik’ten nakledilen istihâre hadisinin devamında Rasûl-i Ekrem, “Sonra
kalbine ilk doğan duyguya/düşünceye bak, ona uygun davranman hayırlı olur” demiştir
(Münâvî, I/450). Buna göre istihârenin sonucunda insanın içine farahlık,
genişlik ve iç huzuru gelirse o işi yapması; sıkıntı, huzursuzluk ve darlık
hali doğarsa yapmaması daha hayırlı görülmüştür.
İbnü’l-Hâc
el-Abderî, hadislerde ifâde edildiği şekliyle meşrû istihârenin bundan ibâret
olduğunu, ayrıca bir işâret almak amacıyla kişinin veya bir başkasının onun
adına rüya görmek üzere uyumasının, gün ve kişi adlarından uğur çıkarma gibi
davranışlara başvurmasının bid’at olduğunu belirtir (el-Medhal, IV/37-38). İbnü’l-Hâc
ayrıca, istihâre ile birlikte istişâre etmesinin de sünnete uygun bulunduğunu
söyleyerek kişinin her ikisini de ihmal etmemesi gerektiğini kaydeder (a.g.e.,
IV/40). Bazı kaynaklarda rüyada beyaz veya yeşil görülmesinin o işin hayırlı
olduğuna, siyah veya kırmızı görülmesinin şer olduğuna delâlet ettiğine dair
nakledilen görüşler (İbn Âbidîn, II/27) şahsî tecrübelere dayanmakta,
dolayısıyla dinî bir mâhiyeti bulunmamaktadır (Semîr Karanî Muhammed Rızk, s.
42-43).
Zâlim
yöneticileri halkın gözünde temize çıkarmak için onların istihâreye çok önem
verdiği hakkında şâyialar yayılır, dolayısıyla halkın şer zannettiği nice
yanlış uygulamanın aslında hayır olduğu, halk anlamasa da yöneticilerin bir
bildiklerinin ve dayandıkları gerekçenin olduğu belirtilir. Böylece halkın
zâlim yöneticilere tepki duyması önlenmeye çalışılır. Şâir Accâc, Haccâc’ı
överken; onun istihâre etmeden hiçbir iş yapmadığını söyler (Divan, rakam 12,
83; Arâcîzu’l-Arab, s. 120). Abdullah İbn Tâhir, Irak’a vali tayin edildiği
zaman babası ona, idârî kararlarını verirken istihâre etmesini tavsiye etmiştir
(Tayfûr, Kitâbu Bağdâd, s. 49). Ancak, yöneticilerin, tüm işlerini istihâre ile
yaptıkları hakkındaki rivâyetlerin çoğu uydurmadır.
Süleyman
Ateş der ki:
İbn Kayyım,
sâdık rü'yayı şöyle açıklıyor: "Allah, sâdık rü'yâ için bir melek
görevlendirmiş; ona her nefsin kendisini, doğasını ve ahlâkını, din ve dünya
hususunda başına gelecek bütün olayları öğretmiştir. Melek kulun başına gelecek
olayları, kâh misallere, kâh şekillere büründürerek anlatır. Kâh yaptığı veya
yapmak istediği bir hayrı ona müjdeler; kâh yaptığı veya yapmak istediği bir
günâhtan ötürü onu uyarır. Ya da nedenleri oluşmuş bulunan kötülükten
sakındırır ki o kötülük nedenlerini savacak başka nedenler bulsun. İşte rü'yâda
Allah'ın kerem ve rahmetiyle buna benzer hikmetleri vardır.
Rü'yânın
çeşitli yollarından biri de ruhların buluşup konuşmasıdır. Nice kimseler vardır
ki zühd ve takvasına, âhirete dönmesine uykuda gördüğü bir rü'yâ
sebebolmuştur. Nice kimse vardır ki gördüğü rü'yâ ile hazineler bulmuştur.
Nitekim Hz. Peygamber(s.a.s.)in dedesi Abdu'1-Mut-talib de gördüğü rü'yâ ile
Zemzem kuyusunu ve oradaki hazineyi bulmuştu:
Abdu'l-Muttalib
Kâ'be yanında uyurken rü'yâda biri gelip kendisine: 'Tayyibe'yi eş!"
demiş. Abdu'l-Muttalib "Tayyibe nedir?" diye sormuş. Fakat sözü
söyleyen kaybolmuş. Ertesi günü yine Abdu'l-Muttalib'e rü'yâ-sında görünen kişi
"Berre'yi eş!" demiş. Abdu'l-Muttalib'in "Berre nedir?"
sorusu üzerine yine kaybolmuş. Üçüncü günü yine Abdu'l-Muttalib'e rü'-yâsında
görünen adam: "Zemzem'i eş!" demiş. Abdu'l-Muttalib: "Zemzem
nedir?" deyince, "Suyu tükenmez, azalmaz. Kocaman hacı topluluğuna su
verir. Fışkı ile kan arasındadır (süt gibi lezzetlidir). Karınca kentinde (her
yandan azıkların getirildiği Mekke'de) beyaz kanatlı karganın gagaladığı
yerdedir." demiş.
Bu sûretle
Zemzem kuyusunun yeri kendisine gösterilmiş bulunan Abdu'l-Muttalib, baltayı eline
alıp, oğlu Haris ile birliktegösterilen yeri eşmeğe başlamış. Eştiği kuyuda,
sudan önce iki altın ceylân, Hint yapımı kılıçlar ve zırhlar bulmuştur (Taberî,
Târîhu'l-Umemi ve'1-Mulûk, 1/146-147).
Umeyr ibn
Vehb'e rü'yâsında şöyle denmiş: “Kalk, evin falan yerine git, orayı eş, babanın
malını (parasmı) bulacaksın.” Meğer Umeyr'in babası Vehb, vaktiyle malını
gömmüş, vasiyyet etmeden, kimseye bir şey demeden ölmüşmüş. Umeyr uyandığında o
söylenen yere gidip orayı eşmiş. Onbin dirhem ve çokça teber bulmuş. Borcunu
ödemiş, kendisinin ve ailesinin durumu düzelmiş. Umeyr ibn Vehb'in müslüman
oluşundan hemen sonra vukubulan bu olay üzerine kızı demiş ki: “Babacığım, bize
dinini lütfeden Rabbimiz, Hübel ve Uzzâ'dan hayırlıdır. Öyle olmasaydı,
kendisine henüz sadece birkaç gün ibâdet etmiş iken sana bu malı vermezdi.”
Kayravanh
gezgin Alî ibn EbîTâlib,kendi memleketlerinde, Umeyr'in rü'yâsından daha garib
şeyler gördüğünü anlatmış. Kayravan'da Ebû Muhammed Abdullah el-Beğânişî adında
sâlih bir adam vardı. Kaybolmuş malların yeri, rü'yâda kendisine söylenen bu
zâtın rü'yâları ün yapmıştı. İnsanlar ona gelirler, falan kişinin vasiyet
etmeden öldüğünü, mevcut malının yerinin bilinmediğini söylerler, o da Allah'a
duâ edip yatar, ölen kimse rü'yâsında kendisine gösterilir ve ondan malının
yerini öğrenirdi. İhtiyar, sâliha bir kadın ölmüştü. Başka bir kadın ona yedi
dinar emanet bırakmıştı. Emaneti bırakan kadın, Ebû Muhammed Abdullah'a gelip
durumu anlattı ve ölen kadının adını verdi. Ertesi gün Ebû Muhammed o kadına
dedi ki: “Ölen hanım, sana: 'Evimin tavanında yedi tahta vardır. Paranı yedinci
tahtada, bir kumaş parçası içinde bulacaksın' diyor.” Gerçekten para orada
bulundu." (Kitâbu'r-Rûh, s. 39)
Rüyâ'nın Esrârı: M.
Reşîd Rızâ, rü'yâ hakkında bilgi verirken uyurgezerliğe de temas ederek özetle
diyor ki: Araştırmalar göstermiştir ki bazı kimseler uyudukları halde okuma,
yazma, ilaçların terkibini yapma, reçetedeki ilaçları yapma gibi eylemleri,
normal durumlarından çok daha dakik biçimde yapabilmektedirler. Bir uyurgezer,
gözleri yumuk, uyku vaziyetinde olduğu halde evinden çıkmış, bir süre sonra
yine evine dönmüştür. Yumuk gözlerini açmış, fakat onlarla sadece yapmak
istediklerini görmüş, başka bir şey görmemiş. Eczacı olan bir uyurgezerin bu
durumunu bilen bir doktor, onu kontrol altına almış ve uyku halinde kalkan
uyurgezerin önüne bazı reçetelerle birlikte, içeni derhal öldürecek bir zehir
reçetesini de koymuş. Diğer reçeteleri hazırlayan uyurgezer eczacı, zehir
reçetesini alınca düşünmeğe başlamış ve: “Mutlaka bunda bir yanlışlık var,
doktorun kalemi sürçmüş olmalı, ben bunu yapamam!” deyip reçeteyi atmış.
Bir başka
uyurgezerin de demir sandığa koyduğu paraları, her gece çalınıyormuş. Bunun
durumunu gözlemleyen biri, adamın, uykuya daldıktan sonra kalkıp, sandığını
açtığını, içinden bir miktar para aldıktan sonra evden çıktığını görmüş. Onu
izleyen gözlemci bakmış ki adam, bir harabeye geldi, bir duvara tırmandı,
duvarın üstünde çabuk çabuk yürüdü, sonra harabenin içine indi, toprağı eşti ve
eştiği çukura parayı gömüp tekrar tırmanarak duvara çıktı. Gözlemcinin
yapamayacağı biçimde duvarın üstünde çabuk çabuk yürüdü, evine dönüp yatağına
girdi. Uyandığında paralarını saydı ve yanındaki gözlemciye, yine paralarının
çalındığını söyledi. Gözlemci kendisine işin gerçeğini anlatınca hayret içinde
kalan adam, bunu kabul etmek istemedi. Fakat birlikte harabeye gittiler. Adam,
uykusunda tırmandığı duvarı pek güçlükle tırmanabildi. Nihayet paraların
gömülü olduğu çukura vardılar, eştiler, paraların çeşitli yerlere gömülmüş
olduğunu gördüler (Tefsîru'l-Kur'âni'l-Hakîm, 9/161).
Rü'yâların
kimi, bilinçaltına yerleşen düşüncelerin, hayallere bürünerek kişinin
karşısına çıkmasıdır. Kimi de Mısır kralının ruyâsı gibi sadık rüyadır. Sâdık
rüyaların en doğrusu, peygamberlerin ruyâsıdır.
Yapay uyutma
rü'yâları da vardır ki burada uyutulan kişi, uyutanın emir ve yönetimine girer,
onun dediklerini yapar. Böylece (hulüm, sadık ruyâ ve uyurgezerlik- yapay uyuma
rü'yâsı şeklinde), gözlerin rol almadığı üç tür irâde dışı görme (rü'yâ) olayı
vardır. Ancak Araplar, uykuda görme olayına uzatma elifi ile rü'yâ, gözle görme
olayına da rü'yet demişlerdir.
Mutasavvıflar,
rü'yâyı Hakk'a varmak üzere yola çıkan sâlik'in bulunduğu hal ve sıfatların
bir göstergesi olarak değerlendirirler. Bilindiği gibi mutasavvıflara göre
neifsin (insanın iç yapısının) yedi derecesi vardır. En aşağısı Nefs-i Emmâre,
en yukarısı da Nefs-i Kâmile veya Nefs-i Zekiyye mertebesidir. İşte
mutasavvıflar, sâlikin rdü'yâsını, bulunduğu nefis mertebesine göre mânâlandırmışlardır
(Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 18/142-163).
Elmalılı
diyor ki:
4.
Hani
bir vakitler Yusuf, babasına demişti ki: "Babacığım, ben rüyada onbir
yıldızla güneşi ve ayı bana secde ederken gördüm."
5.
(Babası)
"Yavrucuğum! "dedi, "rüyanı kardeşlerine anlatma. Sonra sana bir
tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insanın açıkça düşmanıdır."
6.
"Ve
işte böyle, Rabbin seni seçecek ve sana rüya tabirinden bilgiler öğretecek.
Bundan önce ataların İbrahim'e ve İshak'a tamamladığı gibi, nimetini hem sana,
hem de Yakup soyuna tamamlayacaktır. Muhakkak ki, Rabbin alîmdir,
hakîmdir."
4- Ve işte
böyle, rüyada gördüğün gibi, o yüksek ve parlak gök cisimlerinin sana secde
etmesi misaline benzer bedi' bir seçişle Rabbin seni seçecek, Cenab-ı kibriyası
için kendine ayıracak, derleyip toplayıp seçerek halkın en şereflileri, en
yüksek makamda bulunanları arasına katacak, parlak bir makama getirecektir.
Yani, gördüğün rüya kendi geleceğinin bir misalini görmektir. O misal âleminde
o büyük ve yüksek yıldızların sana secde halinde görünmeleri, temsil ve teşbih
yoluyla şuna delalet eder ki, ileride Rabbin sana peygamberlik verecek ve büyük
büyük adamları sana, senin emrine bağımlı kılacak, sana boyun eğdirecek. Ve
sana haberlerin yorumu ile ilgili ilim öğretecek. Düşünce olarak ortaya konan
ve vakıa olarak meydana gelip gelmeyeceği belli olmayan sözlerin, vakıa olarak
ne anlama geldiğini tayin etmek, yani rüya tabir eylemek veya vahiy ve ilâhî
işaretlerin muammalarını, ledünnî hakikatlerini anlamak veyahut olayların en
sonunda alacağı şekli ve ondan hasıl olacak sonuçları anlamak ilminden bir
şanlı hisse verecektir. Şu halde sen de benim bu söylediklerimin hak ve gerçek
olduğunu göreceksin. Kesbi ilimler ile değil, vehbi ilim ile böyle doğru
tabirler, teviller ve yorumlar yapıp şan alacaksın. Hem sana, hem de Yakup
soyuna nimetini tamamlayacak, daha önce iki atan İbrahim ile İshak'a
tamamladığı gibi. Ki peygamberlikte muvaffak kılmış, dünya ve ahiret hayatında
tam bir şeref ve şana mazhar eylemiştir. İşte o rüyanın kısaca tabir ve tevili
budur.
Ayrıntılı
olarak teviline gelince, o da ileride bilfiil meydana gelecek olaylar ile
olacaktır. Şüphe yok ki, Rabbin âlimdir, hakimdir. Herşeyi bilir, olmuşu da,
olacağı da bilir; her yaptığını ilim ve hikmetle yapar. Bundan dolayı kimin
seçilmeye layık olduğunu da yine O bilir. Rüya hadisesinde dahi mutlak bir ilim
ve hikmet vardır. (İleride bu sûrenin 43. âyetine bakınız).
43.
Bir
gün melik (hükümdar) dedi ki: "Ben rüyamda yedi cılız ineğin yedi semiz
ineği yediğini ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak görüyorum. Ey ileri
gelenler! Siz rüya tabir edebiliyorsanız benim bu rüyamın tabirini bana
bildirin."
44.
Dediler
ki: "Rüya dediğin şey karmakarışık hayallerdir. Biz ise böyle karışık
hayallerin yorumunu bilemeyiz."
43- Hükümdar
o rüyayı görmüş. Hatta ifade muzari sigasıyla olduğu için"gördüm"
demiyor, "görüyorum" diyor. Buna göre aynı rüyayı üstüste birkaç defa
görmüş olduğu anlaşılıyor. Sonra meseleyi ciddiye alıp meşhur danışma meclisini
topluyor. İçinde meşhur bilginlerin ve hikmet sahibi kimselerin de bulunduğu bu
meclise gördüğü rüyayı anlatıp, onlara diyor ki: Rüyam hakkında bana bir fetva
veriniz. Yani bu rüya benim için önemli bir mesele halini aldı, bunu tabir
edip, ne anlama geldiği hakkında beni aydınlatın. Bu müşkülümü halledin. Eğer
siz rüyaya geçebilirseniz, yani rüya tabiri ilminde işin derinliğine
inebilirseniz, bu konuda mahir ve nüfuz sahibi kimseler iseniz, bunu
yaparsınız, yapınız.
44- O
meclistekiler, o heyet dediler ki, bu senin rüya dediğin şey bir "adgâsü
ahlam"dır. Yani yaşı ve kurusu birbirine karışmış ot demetleri gibi,
eskisi ile yenisi birbirine karışmış yığın yığın uyku hayalleri, hakikatte
hiçbir mânâsı olmayan eski ve yeni birtakım vehimlerle hayallerin karışımından
ibaret şeylerdir. Biz ise, böylesine karmakarışık hayallerin tevilini bilmeyiz.
Yani ahlamın anlamı yoktur ki bilebilelim.
Görülüyor
ki, burada rüya ile ahlâm birbirinin karşıtı olarak kullanılmış, ilim ve hikmet
ehlinin çözümünden aciz kaldığı ve çözemedikleri için de birçoklarının inkâra
kalkıştığı rüya olayında esas olan çok önemli bir nokta aydınlığa
kavuşturulmuştur. Yani, rüyadan bahsedilirken şu iki kelimenin hakikatte farklı
olduğu unutulmamalıdır: Rüya ve hulüm. Bunlar birbirlerine benzerliği
dolayısıyla birbirine karıştırılır ise de Kur'ân ihtar edip uyarıyor ki, rüya
denilen şey, ahlamdan başkadır. Rüya tek başına enfüsî bir hadise değildir.
Onun altında, girilip, deşilecek ve özüne vakıf olunabilecek hakiki ve gizli
bir mânâ yatmaktadır. Hulüm ise gerçekte hiç anlamı olmayan boş bir vehim ve
hayalden ibarettir ki, haddi zatında bir dış tesir ile meydana gelmiş olsa bile
afakî bir hakikat ifade etmez. Bundan dolayı da tabiri ve tevili olmayan bir
ihtilam olayı gibi, sırf nefsani bir hadise veya şeytani bir hayal olmaktan
ileri gitmez. İşte böyle değişik ahlamın birbirine karışmasına da adğâsı ahlam
adı verilir. Demek ki, hakikat dilinde rüya, sadık olanların adıdır. Yalan
olanlarına da ahlam denilmelidir. Bunların her ikisi de uyku halinde enfüste
temessül eden hayali birtakım şekil ve suretler olarak görüldüklerinden dolayı,
dışyüzünden bakıldığında rüya, bir hulüm, hulüm de bir rüya gibi sanılabilir.
Bundan dolayı da avam arasında her ikisine rüya denilir. Oysa gerçekte bunlar
birbirinden farklı şeylerdir. Rüya, görmek anlamına gelen "rüyet"
kökünden alınmış olduğu için bunda hayalin ötesinde bir hakikat görülmüş olur
ki, rüyanın asıl ilişkisi de o hakikat iledir. Görülen hayal, o hakikatın,
insanın iç dünyasında temessül etmesidir. İşte bundan dolayıdır ki, rüyanın haddi
zatında bir anlamı ve tabiri vardır. Rüya tabiri veya tevili demek de o görülen
hayalden bir ipucu bularak onun arkasındaki hakikate geçebilmek demektir ki,
bunda en önemli olan nokta, o hayalî görüntünün enfüsî olan özelliği ile afakî
olan özelliğini ayırabilmektir. İşte bu anlam lügatte geçirmek mânâsına gelen
tabir fiilinden ziyade "ubur" veya "ibare" mastarıyla ifade
olunur ki, bir yerden bir yere geçmek demektir. Yani "Rüya tabiri"
çok kullanılan bir deyim olmakla beraber "ubûrü'r-rüya" veya
"ibaretü'r-rüya" denilmesi Arapça'da daha fasihtir. Bundan dolayı
Kur'ân'da sülasi mücerredden ifade buyurulmuş, tef'il babından buyurulmamıştır.
Bununla beraber Türkçe'de "tabir" deyimi yayılmış ve tutunmuştur.
Yukarıda
gördüğümüz üzere "rüya tabiri" bilgisi, "te'vil-i ehadis"
ilmi olarak ifade edilmişti. Ehâdîs: Hadis kelimesinin çoğuludur. Hadis söz
veya hadis, yani hadise demek olabileceğine göre, esas itibariyle "tevil-i
ehadis" tamlaması, ya nefisteki sözün realitedeki anlamının veya nefsin
ilişkili olduğu hadiselerin ileride varacağı akıbeti ve nihaî anlamı anlamak
demek olur. Demek ki, rüya tabir etmek ya sözü veya hadiseyi tevil etmek
mânâsında bir anlayıştır, Bunların her ikisini de birbirine ircâ etmek mümkün
olur. Çünkü söz anlamak bir enfusî hadise olan sözden dışarıya intikal ile onun
ötesinde bir olayı anlamak demek olduğu gibi; olaylardan, olayların gidişinden
onların ileride alacağı şekli; onlardan çıkacak mânâyı ve sonucu anlamak da,
dışarıdaki bir olayı idrak ile onun anlamı olan bir sözü, kendi düşüncesinde
hissetmek ve anlamak mânâsına gelir. İşte söz olaya, olay da söze böyle
geçişlerle irca olunabilir. Bilinmektedir ki, genel olarak duyuların gerçeği ve
sahtesi bulunabildiği gibi sözün de doğrusu ve yalanı vardır. Doğru sözün
zihindeki anlamından başka, bir de dış dünyada ifade ettiği gerçek bir anlamı
bulunur. Yalan söz ise gerçekte dış dünyada ifadesi ve karşılığı bulunmayan
soyut bir hayalî hadiseden ibaret kalır. İşte uyanıkken doğru bir söz veya
hakiki bir duyu ile yalan bir sözün veya aldatıcı bir duyunun, yanlış bir
idrakin farkları ne ise, rüya ile ahlam arasındaki fark da o demektir. En
sonunda iş doğruya ya da yanlışa dönüşür, oraya raci' olur. Şu halde rüya, bir
benliğin hak tarafından duyduğu ve algıladığı bir doğru sözün benzeri, ahlam
ise onun duyduğu bir yalan sözün benzeridir. Sözün hakikatı, mecazisi, sarihi,
kinayesi, iyi tanınmışı, garibi, imalısı, remzisi olduğu gibi, rüya da öyledir.
Şu kadar var ki, genellikle rüyalar toplumsal geleneklere ve âdetlere bağlı
olarak değil, daha ziyade kişinin kendi iç dünyasındaki, kendi benliğindeki
gizli şuur algılamaları özelliklerine göre söylenen bir muamma, bir lügaz ve
bir bilmece niteliğinde bir hayal ve garip bir temsil ile meydana gelirler.
Velhasıl gibi ledunnî birer remiz, ilâhî birer semboldürler. Bundan dolayı
onların te'vili de kesbî ilimler ile değil, vehbî ilimler ile bilinir ki, bunun
en aşağı derecesi feraset ve ilhamdır, zirvesi ise vahiydir. Ve bundan dolayı
peygamberlerden başkasının rüyası ya da rüya tabiri, ilm-i yakîn ifade etmez.
Ancak görenin ve görüşün özelliklerine göre basit bir vehimde başlayarak yüzde
yüz kesinlik ifade eden cezme kadar varabilecek çeşitli mertebelerde ferdi
anlamda bir bilgi husule getirir. Ve rüyanın asıl tabiri meydana gelen olaylar
ile açıklık kazanır. Bazı rüyalar aynen görüldüğü gibi çıkar. Bazılarının
tabiri de rüya ile beraber görülür. Bazı rüyalar da gören kimsenin vicdanında
tabir olunamamakla beraber, onun sadık bir rüya olduğuna dair mücmel ve fakat
kesin bir kanaat hasıl olur. Sözkonusu Mısır hükümdarının rüyası da işte böyle
bir rüya olduğundan "Rüyam hakkında beni aydınlatın, eğer siz rüya
tabirini biliyorsanız" demiştir. Ve gördüğü şeyi hep "rüya"
olarak adlandırmıştır. Çünkü gördüğünün kendince gerçek bir rüya olduğuna
kanaat getirmiştir.
İslâm
âlimleri, rüya hadisesini üç sınıf olarak tasnif etmişlerdir: Birincisi, Allah
tarafından doğrudan doğruya veya bir melek aracılığıyla meydana gelen ilâhî bir
telkindir ki, asıl rüya, hak ve gerçek olan rüya budur. İkincisi, benliğin
kendinden kendisine yapılan telkin ile meydana gelen görüntüdür ki, geçmişten
gelen hatıra birikimlerinin yeni baştan hayal edilmesinden başka bir değer taşımaz.
Üçüncüsü ise, şeytanî bir telkin ile meydana gelen zihinsel görüntüdür ki,
bilinmeyen bir dış etkenden etkilenerek meydana gelir, fakat yalan bir tedai ve
tehayyülden ibaret olur. İşte bu ikisi ahlam veya adğâsü ahlam adını alır.
Bununla beraber bütün bunlar nefiste bilgi değeri olmasa bile, hissî bir
heyecan uyandırmaktan geri kalmazlar. Şu halde yalnızca bilgi değeri açısından
değil, duyguların halden hale geçmesi açısından da düşünüldüğü zaman görülür
ki, ahlam denilen kısmın bile psikolojide hesaba katılmaya değer önemli bir
yeri vardır. Gerçekten de Hz. Peygamberin hadislerinde rüyaların hem bilgi değeri,
hem de duygusal önemi üzerinde durulmuş, her iki faydasına da ayrı ayrı işaret
buyurulmuştur. Bu arada şunu da hatırlatmalıyız ki, hadis-i şerifte "Rüya,
peygamberliğin kırkaltı cüz'ünden bir cüz'dür" yani, kırkaltı parçasından
bir parçadır buyurulmakla, onun ilmi değerine işaret edilmiştir. Ayrıca yine
hadisi şerifte "Peygamberlik kesildi, mübeşşirat kaldı"
buyurulmuştur. Bu da daha ziyade işin duygusal tarafına aittir. Hiç şüphesiz
nübüvvetlerin ekmeli, Hz. Muhammed'in nübüvvetidir. Hatemü'l-enbiya (son
peygamber) efendimizin vefatına kadar vahiy aldığı peygamberlik süresi yirmi üç
sene idi. Ve bu yirmi üç senelik sürenin ilk altı ayında aldığı vahiy, hep
sabah aydınlığı gibi zuhur eden rüyalar şeklinde olmuştu (Fatiha Sûresi'ne
bakınız). Yirmi üç senenin ise kırk altı tane yarım sene, yani kırkaltı tane
"altı ay" demek olduğu hesaba katılırsa, ilk altı ayda rüyalar
şeklinde gelen vahyin, bütün vahiy süresinin kırk altıda biri ettiği ve onun
kırk altı parçasından bir parça olduğu anlaşılır.
Burada rüya
meselesini biraz da zamanımızın felsefi görüşleri açısından ele almak da
faydadan halî olmayacaktır. Psikoloji ve genelde ruhsal bilimlerle meşgul
olanların bildiği gibi, uyanıkken bize belli bir şeyi tanıtan, mesela "bir
buğday başağı gördüm veya bir ses işittim" dedirten herhangi bir görme ve
işitme, tek başına o anda meydana gelen basit bir duyumdan ibaret değildir. O
anda aldığımız o duyu ile birlikte hafızamız da ona benzer bir hızla hemen
harekete geçer kendisinde daha önceden ona benzer bütün görüntüleri yoklar,
varsa aynını bulur, onunla karşılaştırır ve o anda onun buğday başağı olduğuna
karar verir. Gördüğü yeni duyu ile daha önce edindiği idraklerin
bütünleşmesinden yeni bir tanıma elde etmiş bulunur. Böylece her yeni bir
duyudan aldığımız yeni bir görüntünün anlamını, daha önceki hafıza arşivimizden
yararlanarak aradaki aynîliğin veya yakınlığın derecesine göre kendimize
söyleyebiliriz: Mesela, "şurada bir yaprak gördüm" diyebilir. O
andaki bir duyuyu, hafızamızdaki benzerleriyle tedai ve hatırlama yoluyla bir
geçit resmine tabi tutarız; ancak o gördüğümüzle daha önce hafızamızda bulunan
görüntüler arasında bir aynîlik veya bir benzerlik bulamadığımız zaman da
"birşey görüyorum, amma ne olduğunu seçemiyorum" deriz. Çünkü biz
hiçbir eşini ve benzerini bilmediğimiz büsbütün yeni olan bir şeyi tanıyamayız.
Durum dış gözlemlerde böyle olduğu gibi, iç gözlemlerde de böyledir.Mesela
"düşünüyorum, başım ağrıyor" diyebilmemiz için bile, daha önceden
benzeri şekilde düşünmüş ve yine daha önceden başımızın ağrımış olması gerekir.
Çevremiz veya kendimiz hakkında edindiğimiz bütün bilgiler, yeni bir duyu ile
hafızamızda önceden mevcut benzer birikimlerin elele verip yardımlaşması
sayesinde meydana gelir. Bütün bilgiler dış duyularla hafızadaki idrak
kalıntılarının işbirliği etmesine bağlıdır. Halbuki benliğimiz, uyku halinde de
içeriden veya dışarıdan etki alır. Ve kendi kendisiyle konuşabilir, geçmişi
çağrışım yapıp hatırlayabilir. Böylece rüya veya ahlam denilen zihinsel olay
meydana gelebilir. Ve uykudaki, bir benlik irâdesine hâkim olamadığı için artık
bunlar, benliğin kontrolü dışında başıboş bir şekilde akar gider. Ve bundan
dolayı bu tedailerin ilk çıkış noktalarına bağlantıları, benliğin dikkatinden
gizli kalacağından bütünün temsil yoluyla toptan ifade ettiği gizli anlam,
tefsire ihtiyaç gösterecek şekilde kapalı kalır. Eğer bu tedailer yeni bir etki
ile ilgili olmayıp da gerek eğri, gerek doğru yalnızca geçmişteki hatıraların
tekrarından ve karışımından ibaret olursa, o zaman ahlam veya edğasü ahlam olmuş
olur. Hak tarafından gelen bir etki sebebiyle cereyan eden tedailer de rüyayı
sadıka olur. Şu halde görmek, bir basit duyu ile hafızadaki bir tedai
zincirinin akışı sayesinde olduğu gibi; rüya olayı da, bir etki ile bir tedai
akışının altındaki mânâdır. Görme olayında çağrışımın ayniliğinden veya
benzerliğinden o şeyin ne olduğu anlaşıldığı gibi; rüya olayındaki tedainin
görüntüsünden de, o etkinin altındaki anlam anlaşılacaktır. Fakat görme olayı,
ne kadar zorunlu olursa olsun, onda benliğin bakmak ve dikkat gibi kendi
kesbiyle ve iradesiyle ilgili olan hür seçiminin bir hissesi, bir rolü vardır.
Hatta görmenin netliği dikkatle doğru orantılı olur. Onun için göze iliştiği
halde dikkatten kaçan birtakım şeyler bulunur ki, ya hiç görülmez veya belli
belirsiz göze ilişmiş olur. Rüya olayı ise benliğin tamamen dikkati ve iradesi
dışındadır, soyut olarak ve zorunlu olarak cereyan eder. Binaenaleyh rüyanın
altında yatan anlamı dile getiren görüntü, benliğin iradesine yabancı ve
dikkatine gizli kalmak bakımından, bizzat görme olayındaki gibi net ve kesin
olmasa da; diğer taraftan benliğin irade ve dikkatiyle ilgisizliği açısından,
rüyanın doğrudan doğruya ilâhî bir tasarruf ve hak tarafından bir gaybî telkin
olması, bizzat görme olayından daha net ve daha geçerli bir olgudur. Bundan
dolayıdır ki, insanlar rüyalarının çıkmasında, gözle gördüklerinin
gerçekleşmesinden daha ziyade bir ilâhî burhan görürler. Ve hiç şüphe yok ki,
sadık rüyaya, milyonda bir bile rastlansa, yine de olayın gerçekliğine ve
önemine asla halel gelmez. Şunu da hatırlatalım ki, rüya olayı yalnızca uyku
haline bağımlı bir hâdise değildir. Uyanıkken, özellikle karanlık bir yerde
veya gözler yumulmuş olarak bir dalgınlık halinde de, bir sinema şeridi gibi
görülen birtakım misaller ve manzaralar meydana gelebilir ki, bunlar sıradan
hatıralar ve hayaller gibi sönük ve bulanık değildir, tıpkı canlı ve gerçek bir
görüntü gibi, parlak, net ve açık seçiktirler. Ve görülenler tıpkı bir rüya
gibi misal olarak veya bazı hallerde aynen tabir ve tevil edildikleri gibi,
daha sonra tahakkuk da ederler. Bunu kendi hayatlarında yaşamış olanlar şuna
inanırlar ki, soyut manevi âlem ile madde dünyası arasında ortada bir misal ve
eşbah âlemi vardır. Mânâ maddede, madde mânâda bu misal âlemi yardımıyla
temessül eder. Gerek uykuda ve gerek uyanıkken rüya, belli bir hakikatin, soyut
olarak bu misal âleminden ruha görünmesidir. Bundan dolayıdır ki, rüya olayı
sıradan hatıraların çağrışımından ve ahlâmdan başka bir keşif hâdisesidir. Rüya
tabiri ilmî ve vehbî ve keşfî ilimlerden olduğu için düşünce ve mantıkla
çözülmez. Çözülemediğinden dolayı da zahir ehli için gerçek rüya ile ahlam adı
verilen şeyin ayırt edilmesi zor ve müşkül bir şey olur. Hatta gaybî sırlardan
büsbütün gafil olanlar, âlemlerin Rabb'inin alîm ve hakîm olduğunu bilmeyenler,
genel olarak bütün rüyaların ahlamdan ibaret olduğunu iddia edecek kadar ileri
giderler. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Yusuf Sûresi, 4-6 ve 43.
âyetlerin tefsiri)
Seyyid
Kutub diyor ki:
4-
“Hani Yusuf babasına "Babacığım; ben rüyamda
onbir yıldızın, güneşin ve ayın önümde secde ettiklerini gördüm" dedi.
5-
Babası ona dedi ki; "Yavrum bu rüyanı
kardeşlerine anlatma; sonra sana tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insanın açık bir
düşmanıdır.
6-
Tıpkı rüyanda gördüğün gibi Rabbin seni peygamber
olarak seçecek, sana olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı
bilgiler öğretecek ve daha önce ataların İbrahim ile İshak'a yönelik nimetini
nasıl tamama erdirdi ise, sana ve Yakub'un soyuna yönelik nimetini de tamama
erdirecektir. Hiç kuşkusuz Rabbin herşeyi bilir ve her işi yerinde yapar.”
Hz. Yusuf bu rüyayı gördüğünde, daha küçük bir çocuk ya da ergenlik
çağı öncesini yaşayan bir gençti. Ancak babasına anlattığı bu rüya, bu yaştaki
bir çocuğun rüyasına hiç benzemiyordu. Eğer bu sıradan çocukluk rüyalarından
biri olsaydı, yıldızları, güneşi ve ayı, yakalayıp tutacak denli yakınında ya
da kucağında görebilirdi. Oysa, yıldızları, güneşi ve ayı kendisine "secde
ederken", tıpkı bir saygı ve yüceltme ifadesi olarak başlarını secdeye koyan
akıllı varlıkların hareketlerini andırır biçimde kendisine secde ederken
görmüştü. Bu olayın aktarıldığı ayetin üslubunda bir vurgunun yeraldığını
görüyoruz: "Hani Yusuf babasına "Babacığım ben rüyamda onbir
yıldızı, güneşi ve ayı gördüm..." Ardından "görmek"
sözcüğünü yerinde kullanarak, ifadesini perçinleyecektir:"Önümde secde
ettiklerini gördüm."
Babası Hz. Yakub, ileri görüşlülüğü ve önsezisiyle bu rüyanın, Hz.
Yusuf için anlam yüklü bir rüya olduğunu kavramıştır. Ama, ne Yakub, ne de
kıssanın üslubu bu rüyanın tüm anlamını hemen açığa vurmayacaktır. Bu noktadaki
en önemli olaylar, ancak iki perde sonra ortaya çıkacaktır. Rüyanın net biçimde
anlaşılması ise son perdede, başlangıçtaki meçhul geleceğin artık görülüp
bilinmesiyle mümkün olacaktır. Bu sebeple Hz. Yakub bu aşamada, Hz. Yusuf'a
rüyasını kardeşlerine anlatmamasını öğütleyecektir. Bunun nedeni de yüreğindeki
korkudur: Küçük Yusuf'un üvey ağabeyleri olan diğer çocukları, bu rüyayı
duyduklarında, taşımakta olduğu müjdeyi farkedebilirler... Şeytan buradan
hareketle onların özbenliklerinde bir gedik açabilir, onların yüreklerini
kıskançlıkla doldurabilir. Onlar da şeytana uyarak Hz. Yusuf'un başına kötü
işler açabilirler! Bu sebeple Hz. Yusuf'a;
"Yavrum, bu rüyanı
kardeşlerine anlatma, sonra sana tuzak kurarlar!"
Ardından, bu sözünün gerekçesini de belirtecektir: "Çünkü
şeytan, insanın açık bir düşmanıdır." Çünkü şeytan, insanların
yüreklerine girerek onları birbirlerine karşı bileyebilmekte, onlara hataları
ve kötülükleri çekici gösterebilmektedir.
Hz. İbrahim oğlu İshak oğlu Yakub, bu rüyanın oğlu Yusuf için bir
müjdenin habercisi olduğunu hissetmişti. Yaşadığı peygamberlik atmosferi,
ayrıca atası İbrahim ve onun soyundan gelen mü'minlerin Allah tarafından
kutsandığını bilmesi hasebiyle, sözkonusu müjdenin; din, kurtuluş ve bilgi
bağlamında olabileceğini düşünmüştü. Onun tahminine göre, Hz. İbrahim'in
soyundan gelen oğulları arasından seçkin kılınıp kutsanacak, böylece Hz.
İbrahim'in soyundan gelen kutlular zincirine eklenecek kişi, böylesi bir rüya
görmesi sebebiyle Yusuf olmalıydı... Bu yüzden ona şöyle dedi:
"Tıpkı
rüyanda gördüğün gibi Rabbin seni peygamber olarak seçecek, sana olayları (ya
da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı bilgiler öğretecek ve daha önce ataların
İbrahim ile İshak'a yönelik nimetini nasıl tamama erdirdi ise, sana ve Yakub'un
soyuna yönelik nimetini de tamama erdirecektir. Hiç kuşkusuz Rabbin her şeyi
bilir ve her işi yerinde yapar."
Böylesi bir rüyanın Hz. Yakub'a, yüce Allah'ın Hz. Yusuf'u seçkin
kılacağını, ataları Hz. İbrahim ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi, ona ve
Yakub soyuna da tamamlayacağını düşündürmesi son derece doğaldır. Yalnız,
bunlarla kalmayıp, ayrıca şu sözü de söylemiş olması ister istemez dikkatimizi
çekmektedir: "Sana olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı
bilgiler öğretecek."
Bu ayetteki "te'vil" sözcüğünün anlamı,
gelecekte olacakları bilmektir. Ancak (olayları ve rüyaları diye çevirdiğimiz) "el-ehâdîs"le
gerçekten kastedilen nedir? Birinci sebep, Yakub bu sözüyle, Allah'ın
Yusuf'u seçkin kılacağını, ona gerekeni öğreteceğini, "olaylar"ın
daha baştan gelecekten nasıl sonuçlanacağını anlayabilecek denli sağlıklı bir
ileri görüşlülük ve keskin bir sezgi lütfedeceğini kastetmiştir. Bu, ileri
görüşlü, kavrama gücü keskin bir kula, Allah katından verilmiş bir ilhamdır.
Nitekim Hz. Yakub bu konudaki sözlerini, hikmet ve Allah katından verilmiş
bilgi atmosferi içinde, şöyle noktalamaktadır:
"Rabbin her şeyi bilir
ve her işi yerinde yapar."
İkinci sebep ise "el-ehâdîs"le, -daha sonra
Yusuf'un yaşamında gerçekten gerçekleştiği biçimiyle- rüyaların ve düşlerin
kastolunmasıdır.
Sözünü ettiğimiz her iki sebep de mümkün ve de gerek Yusuf'un, gerekse
Yakub'un içinde bulundukları atmosfere uygun durumdadır.
Yeri gelmişken, bu sûrenin ve kıssamızın teması durumundaki rüyalar ve
düşler konusuna kısa da olsa değinmeye çalışalım:
Bizler kimi rüyaların, ama yakın ama uzak gelecekteki kimi olayların
habercisi olabildiğine inanmak durumundayız. Neden inanmak durumundayız?
Birincisi, Yusuf'un rüyası, onun zindan arkadaşları olan iki delikanlının
rüyası ve Mısır kralının rüyasının gerçekten doğru çıktıklarını bu surede
görmüş bulunuyoruz. İkincisi ise, kimi kez kendi yaşamımızda bile, gördüğümüz
bazı rüyaların gerçekten doğru çıktığına tanık olabilmekteyiz. Öyle ki, bunun
olabilirliğini inkâr etmemiz adeta olanaksızlaşmaktadır... Zira, bunun
gerçekliğine bizzat kendimiz tanık olmuşuzdur!
Buna inanmamız için, aslında birinci neden yeterlidir. Ancak, inatlaşma
bir yana bırakılırsa, inkâr edilmesi olanaksız bir reel gerçek olması hasebiyle
ikinci nedenden de söz ettik...
Rüya dediğimiz olay nedir? Psikanalizin verdiği yanıt: Bilincin devre
dışı kalmasıyla, bastırılmış arzular arasındaki kimi arzuların şekillenmesidir.
Bu, rüyaların sadece bir yönüne ilişkindir. Bir başka deyişle,
rüyaların tümü böyle değildir. Nitekim, bilimsellikten uzak yargılarına ve
teorisindeki tüm çarpıklıklarına karşın Freud bile, gelecekten haber veren
rüyaların varlığını itiraf etmektedir.
Öyleyse, bu tür rüyalar nasıl açıklanabilir? Her şeyden önce, bu tür
rüyaları bizim kavrayabilmemiz ya da kavrayamamızla, böylesi rüyaların
olabildiğini ya da bazı rüyaların doğru çıktığını kanıtlama arasında hiçbir
ilgi kurulamayacağını belirtmeliyiz. Bizim burada yaptığımız, esrarengiz
yaratık insanın kimi niteliklerini ve Allah'ın varlık dünyası belirlediği kimi
yasalarını sadece kavrayabilmeye çabalamaktır.
Sözkonusu
türden rüyalar konusunda bizim anlayışımız şudur: Geçmiş, gelecek ya da görüş
ötesi şimdiki zamandan insanı izole eden engeller, zaman ve mekândır. Geçmiş ya
da geleceği görmemizi engelleyen faktör; zamandır. Görüş uzağımızdaki şimdiki
zamanla aramızda perde çeken faktör mekândır. Ancak, insanda özünü
kavrayamadığımız bir duyum, kimi kez harekete geçip çok güçlü bir hale gelerek,
zaman engelini aşıp, bazı şeyleri belli-belirsiz biçimde de olsa
görebilmektedir. Bu bilgi değil, ama bir tür sezgidir. Bazı kimselerde uyanık
oldukları bir sırada, bazı kimselerde ise rüyada, sözkonusu duyumun
yoğunlaşmasıyla birlikte, zaman ya da mekân, kimi kez de hem zaman, hem mekân
engelinin aşıldığı görülebilmektedir. ( Bu noktada anlatılan şeylere
inanmayacak bile olsam, Amerika'dayken yaşadığım bir olayı asla unutamam. Ailem
Kahire'deydi. Bir gece rüyamda kız kardeşimin oğlunu gördüm; gözü hiçbir
şey göremeyecek denli kan içindeydi... Oturup Kahire'ye aileme bir
mektup yazdım. Mektupta, sözkonusu yeğenimin gözüne bir şey olup olmadığını da
bizzat sormaktaydım. Daha sonra bana gönderdikleri cevabi mektupta yeğenimin,
gözündeki iç kanama nedeniyle tedavi altında olduğunu belirtiyorlardı. Çok
ilginçtir, aslında iç kanama dışarıdan farkedilemez. Bu nedenle yeğenimin
gözüne sadece dışarıdan bakanlar, bu kanamayı göremediklerinden, bir şey yok
diye düşünmektedirler. oysa, dışarıdan görülmemekle birlikte içeride bir kanama
sözkonusudur. Neticede gördüğüm rüya bu iç kanamayı bana göstermişti... Bu
örneğin yeterli olacağını düşünerek, daha başka örneklemelere geçmeye gerek
görmüyorum.) Aslına bakılırsa, insan olarak bizler, zaman ve mekânı da gerçek
içyüzüyle kavrayabilmiş değiliz. Bizim için maddi bağlamdan öteye geçmeyen
zaman ve mekân konusundaki bilgimizin bile, kesin olduğunu söyleyebilecek
durumda değiliz: "Size bilginin çok az bir bölümü verilmiştir."
(İsra Suresi 85) (Fî Zılâli’l Kur’an)
Mevdûdi
diyor ki:
4
“Hani
Yusuf babasına: "Babacığım, gerçekten ben (rüyamda) onbir yıldız, güneşi
ve ayı gördüm; onları bana secde etmektelerken gördüm" demişti.
5
(Babası) Demişti ki: "Oğlum, rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa onlar sana
bir tuzak düzenlerler. Çünkü şeytan, insan için apaçık bir düşmandır."
6
"Böylece
Rabbin seni seçkin kılacak, sözlerin yorumundan (kaynaklanan bir bilgiyi) sana
öğretecek ve daha önce ataların İbrahim ve İshak'a (nimetini) tamamladığı gibi
senin ve Yakub ailesinin üzerindeki nimetini tamamlayacaktır. Hiç şüphe yok,
senin Rabbin, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir."
(Babası)
Demişti ki: "Oğlum, rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa onlar sana bir
tuzak düzenlerler Rüyanın anlamı
gayet açıkken, Hz. Yakub (a.s.) rüyayı işittiklerinde on üvey kardeşinin Hz.
Yusuf'a kıskançlıklarından ötürü daha da hasmane tavır alacaklarından
korkmuştu; bu yüzden Hz. Yusuf'a rüyasını diğer kardeşlerine anlatmamasını
tenbihledi. Çünkü biliyordu ki, kardeşleri bir peygamberin oğullarına
yakışmayacak karakterdeydiler ve bu yüzden Hz. Yusuf'a karşı her türlü kötülüğü
rahatça yapabilirlerdi. Rüyada geçen "güneş", Hz. Yakub'du,
"ay" eşiydi (yani Yusuf aleyhisselamın üvey annesi), "onbir
yıldız" da onbir kardeşiydi.
"Böylece
Rabbin seni seçkin kılacak…” Yani
"onu peygamberlikle lütuflandıracak".
“…sözlerin
yorumundan (kaynaklanan bir bilgiyi)…”
Metinde geçen arapça "" genellikle anlaşıldığı gibi yalnızca
"rüyaların yorumu" demek değildir, daha kapsamlı bir anlama sahiptir;
"Allah sana hayatın problemlerini anlama ve onlara çözüm bulma yeteneği
bahşedecek, sana herşeyin hakikatına ulaştırıcı bir görüş ihsan edecek."
“…Hiç
şüphe yok, senin Rabbin, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." Burada şunu belirtmeden geçemeyiz ki, Kitab-ı
Mukaddes ve Talmud'a göre Hz. Yakub'un (a.s.), Hz. Yusuf'un (a.s.) rüyasını
yorumlaması bundan çok farklıdır: "Sonra onu (rüyasını) babasına ve
kardeşlerine anlattı. Ve babası onu azarladı ve şöyle dedi: "Bu gördüğün
ne biçim rüya? Ne yani ben, annen ve kardeşlerin bu dünyada sana secde mi
edeceğiz gerçekten?" (Tekvin. 37, l0). Azıcık bir düşünme bile bir kimseyi
şu sonuca ulaştırmaya yeter, Hz. Yakub'un (a.s.) Kur'an'da zikredilen tepkisi
kendisinin yüksek bir karaktere sahip olduğunu göstermektedir ve bu karaktere
Kitab-ı mukaddes ve Talmud'ta rastlamak mümkün değildir.
Kaldı ki,
Hz. Yusuf (a.s.) herhangi bir şahsi hırsa kapılmamış yalnızca rüyasını
anlatmıştı. Eğer rüya sadık idiyse şüphesiz ki Hz. Yakub (a.s.) onu sadık
olduğuna inanarak yorumlayacaktı. Dolayısıyla oğlunu azarlaması için hiçbir
sebep yoktu. Zira besbelli ki rüya, oğlunun bir gün gelip yükseleceği yolundaki
bir tutkusunu değil, Allah'ın isteğini dile getiriyordu. Bu durumda bırakalım
bir peygamberi, aklı başında herhangi bir adamdan bu tür bir durumdan gocunup
da böyle bir rüya gördü diye bir kimseyi azarlaması beklenir mi? Ve böylesine
asil bir "baba" tutup da kendisine gelecekteki büyüklüğünü haber
veren öz oğlundan sadık bir rüya anlatmasını "günah"ını acılı ve
iğneleyici sözlerle çıkarır mı? (Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, Yusuf Suresi, 4-6.
âyetlerin tefsiri)
Hayreddin
Karaman, M. Çağrıcı, İ. K. Dönmez ve Sadrettin Gümüş diyorlar ki:
4. “Bir
zamanlar Yûsuf, babasına demişti ki: "Babacığım! Ben (rüyamda) on bir
yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ederlerken gördüm." 5.
Babası, "Yavrucuğum! Rüyanı sakın kardeşlerine anlatma, sonra sana tuzak
kurarlar! Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır" dedi. 6. İşte
böylece rabbin seni seçecek, sana rüyada görülenlerin yorumunu öğretecek ve
daha önce iki atan İbrahim ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya'kub
soyuna da nimetini tamamlayacaktır. Kuşkusuz rabbin çok iyi bilendir, hikmet
sahibidir.”
Tefsiri
4-6. Yûsuf aleyhisselâmın soy
kütüğü şöyledir: Yûsuf, babası Ya'kub, babası îshak, babası İbrahim
aleyhİsselâm. Görüldüğü gibi Yûsuf, Hz. İbrahim'in dördüncü kuşaktan
torunudur. Ya'kub ile eşi Rahîl'den dünyaya gelmiştir. Resûlullah
buyurmuşlardır ki: "İnsanların en şereflisi, Allah'ın peygamberi Yûsuf
tur; o, Allah'ın peygamberinin oğludur; o da Allah'ın peygamberinin oğludur; o
da Allah'ın dostunun (halîl) oğludur" (Buhârî, Tefsîr 12/2).
Rüya,
"görmek" mânasına gelen "rü'yet" mastarından alınmış bir
isim olup, uyku halinde birtakım olay ve şekillerin görülmesi demektir,
Türkçe'de buna "düş" denir. Rüya kişinin sadece iç dünyasıyla ilgili
bir olay olmayıp, aynı zamanda hayalin ötesinde dış dünyada bir gerçeğe de
işaret eder. Râzî'ye göre yüce Allah, insan ruhunu madde ötesi âleme
çıkabilecek, levh-i mahfuzu okuyabilecek yetenekte yaratmıştır. Ancak ruhun
bedenle ilgisi buna engel olmaktadır. Uyku halinde ruhun bedenle ilgisi azalır,
levh-i mahfuzu okuma gücü artar. Ruhun orada gördükleri, hayal aleminde kendine
özgü izler bırakır (18/135).. Bu izler hayalin ötesindeki bir
gerçeği yani levh-i mahfuzdaki bilgiyi gösterir ki rüyanın asıl işaret ettiği
şey budur.
Gazzalî,
levh-i mahfuz ile insan kalbini, karşı karşıya duran fakat aralarında perde
bulunan iki aynaya benzetmektedir. Aynaların arasındaki perde kaldırıldığında
birindeki görüntü diğerine aynen yansır. İşte rüya olayı buna benzer; insan
uyuduğu zaman kalbin duyu organlarıyla ilgisi kesilir, levh-i mahfuz ile kalp
arasındaki perde ise kalkar, böylece levh-i mahfuzdaki bazı bilgiler kalbe
yansır; hayal gücü bu bilgileri sembollerle alarak korur, İnsan uyandığında
ancak hayalindeki sembolleri hatırlar (İhyâ IV/504-505). İşte
rüyayı yorumlayıp İşaret ettiği perde arkasındaki gerçekleri göstermeye
"rüya tabiri" (yorumu) denilmektedir.
Psikanalizin
kurucusu Freud'a göre rüyanın kaynağı ferdin şuur altı, rüya İse arzuların
tatmini için yapılan bir teşebbüstür. Ona göre başta cinsel arzular olmak üzere
çocukluk döneminden itibaren bastırılan duygular, geçmişte yaşananlar ve duyu
organlarına etki eden duyumlar rüyanın esas öğesini oluşturur ve rüya esnasında
ortaya çıkar. "İnsanın yaşama kaynağı ve canlı organizmanın
tek faaliyet gayesi cinsel hayattır. Bu da "libido" denilen idare
merkezinde planlanmaktadır. Cinsel duygularla toplumdaki kuralların çatışması
veya bu isteklerin şuur altına itilmesi, kişide bazı kompleksler meydana
getirir. Rüyada görülen olaylar işte bu komplekslerin, bilinç dışı arzuların
akıl sansürü ve baskısından kurtulmuş olarak örtülü bir şekilde tezahürüdür.
Uyku esnasında sansürün gücü azaldığından arzular serbestçe dışa vurulursa da
rüya gören kişinin bilincine girmelerini engellemek amacıyla kabul edilebilir
imgelere dönüştürülür. Bu dönüştürmede uyku sırasında algılanan duyu
uyaranlarından, önceden yaşanmış olaylardan ve derinde yerleşmiş anılardan
yararlanılır” (bilgi için bk. İlyas Çelebi, Rüya, İFAV Ansiklopedisi, IV/29).
İslâmî
kaynaklarda genel olarak üç türlü rüyanın bulunduğu ifade edilmektedir: a)
Sâdık rüya. Kaynağı ilâhî olan İkaz ve işaretler olup doğru ve gerçek rüyalardır.
Hz, Peygamber bu tür rüyaların peygamberliğin kırk altı cüzünden biri olduğunu
haber vermiştir (Buhârî, Ta’bîr 2-4). Sadık rüya gören kimsenin
ruhu, bu vesileyle Allah'ın ilim, irade, kudret ve yaratmasıyla ilgili bazı
şeyler hakkında bilgi sahibi olur. Böylece zaman içerisindeki bazı gayb
olaylarını meydana gelmeden önce keşfeder ve haber verir veya mekân içindeki
bazı şeyleri insanların normal olarak görmesinden önce görür ve bildirir. Bu
duruma, "rüya yoluyla keşif denilmektedir, b) Nefisten yani beyin, duyu
organları ve iç organlardan kaynaklanan düşler. Bunlar, hâtıraların hayalde
canlanmasından ibarettir, c) İnsan ruhunun gizli bk dış tesirden (şeytandan)
etkilenmesi neticesinde meydana gelen korkma ve sapmalar olup yalancı bir
çağrışım ve hayalî bir olaydır. Hz. Peygamber bu tür rüyaların şeytandan kaynaklandığını
haber vermiştir (Buhârî, Ta’bîr 3)
Gerek
nefisten gerekse şeytandan kaynaklanan bu tür yorumu yapılamııyun karmakarışık
rüyalara "ahlâm" veya "edgasu ahlâm" denmektedir (bk.
12/Yûsuf, 43; Elmalılı, IV/2865).
Hz. Yûsuf'un
gördüğü bu rüyada baba, anne ve kardeşlerin güneş, ay ve yıldızlarla temsilî
olarak anlatılması, rüyanın ve neticesinin önemine işaret ettiği gibi,
Yûsuf'un şanının yüceliğini de gösterir, Yûsuf un rüyası, yüce Allah'ın onu
peygamberlik görevine hazırladığının bir işaretidir. Nitekim Hz. Peygamber'e de
vahyin gelişi sâdık rüya ile başlamıştır (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 3). Yûsuf'un gördüğü
bu rüyayı yorumlayan Hz. Ya'kub, oğlunun ileride büyük bir makama geleceğini
anlamıştı. Ancak diğer oğullarının, yorumu gayet kolay olan bu rüyadan haberleri
olduğu takdirde Yûsufu kıskanarak ona kötülük edeceklerinden endişe etmiş, bıı
sebeple rüyasını kardeşlerine anlatmaması için onu uyarmıştır. Hz. Yûsuf'un
rüyada gördüğü güneş, babası Ya'kub; ay, annesi Râhîl; yıldızlar ise on bir
kardeşi idi. Bünyâmin adındaki en küçük olanı öz, diğerleri üvey kardeşleriydi
(Şevkânî, III/6).
6. âyette
"rüyada görülenlerin yorumu" diye çevirdiğimiz
"te'vîlü'l-ehâdîs" tamlamasındaki te'vîl kelimesi terim olarak,
"lafzı zahirî anlamında değil de kitap ve sünnete uygun olan muhtemel bir
anlamda yorumlamak" mânasına gelir. Burada te'vil terimi, "tabir
etmek" ile eş anlamlı olarak, "rüyadaki sembolleri yorumlayıp
delâlet ettikleri mânayı ortaya çıkarmak" anlamında kullanılmıştır, Ehâdîs
kelimesi ise "olay" ve "haber" anlamlarına gelen hadîsin
çoğuludur. Birinci anlama göre cümle, "Allah sana olaylarda sebep-sonuç
ilişkisini ve olayların yorumunu öğretecek" mânasına, ikinci anlama göre
ise "Allah sana rüyaların yorumunu öğretecek" mânasına gelir. Bu
anlamdan hareketle cümleyi, "Allah sana kendi kitaplarının ve
peygamberlerin sözlerinin yorumunu öğretecek" şeklinde tefsir edenler de
olmuştur. Bu görüşleri birleştirmek suretiyle cümlenin mânasını daha kapsamlı
olarak değerlendirmek de mümkündür, Buna göre cümle, Hz. Yûsuf'a rüyaları
yorumlama yeteneğinin verileceğini ifade ettiği gibi, hayatın problemlerini anlama
ve onlara çözüm getirme, aynı zamanda her şeyin hakikatini kavrama yeteneğinin
verileceğini de ifade eder.
Yüce
Allah'ın Hz. Yûsuf a nimetini tamamlamasından maksat, ona nimetlerin en üstünü
olan peygamberlikle birlikte devlet yöneticiliğini de nasip etmiş olmasıdır.
Böylece ona hem dinî hem de dünyevî müstesna nimetler nasip etmiş, lüt-fünu
tamamlamıştır. Ataları Hz. İbrahim ve İshak'a peygamberlik vererek onları on
büyük şerefe erdirdiği gibi, Ya'kub'un soyundan da birçok peygamber ve hükümdar
göndermek suretiyle bu soyu başka kavimlerin hiçbir şekilde ulasamavacakları
bir şerefe ulaştırmıştır (5/Mâide, 20). İşte Allah'ın Ya'kub aleyhisselâmın
ailesine nimetini tamamlamasından maksat da budur. (Kur’an Yolu,
Türkçe Meal ve Tefsir, DİB Y., Yusuf Suresi, âyet 4-6)
Kurtubî
diyor ki:
Rüyaya Dair
Açıklamalar: Rüya şerefli bir hal, üstün bir makamdır. Peygamber (s.a.s.) şöyle
buyurmaktadır: "Benden sonra müjdeci şeylerden salih kimsenin gördüğü
yahut kendisine gösterilen sadık ve salih rüyadan başka bir şey
kalmamıştır." Bir başka hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Aranızda
rüyası en doğru kişi, sözü en doğru olandır. Peygamber (s.a.s.) de rüyanın
nübüvvetin kırkaltı bölümünden bir bölüm olduğuna hükmetmiştir.
"Peygamberliğin yetmiş bölümünden bir bölüm" olduğu da rivâyet
edilmiştir.
İbn Abbas’ın
(r.a.) rivâyet ettiği hadiste ise "Peygamberliğin kırk bölümünden bir
bölüm" diye belirtilmiştir. İbn Ömer'in rivâyet ettiği hadiste:
"Kırk-dokuz bölümünden bir bölüm" Hz. Abbas yoluyla gelen hadiste:
"Peygamberliğin elli bölümünden bir bölüm" Enes yoluyla gelen
hadiste: "Yirmi altı bölümünden bir bölüm" Ubade b. es-Samît yoluyla
gelen hadiste: "Peygamberliğin kırk dört bölümünden bir bölüm" diye rivâyet
edilmiştir.
Ancak bunlar
arasında sahih olan ktrkaltı bölümünden bir bölüm olduğu şeklindeki rivâyettir.
Sıhhat itibariyle bundan sonraki rivâyet ise yetmiş bölümünden bir bölüm
şeklindeki rivâyettir. Müslim, Salıih'inde bu iki hadisin dışındakiler rivâyet
etmemiştir. Diğer hadisleri ise başka hadis âlimleri naketmişlerdir. Bu
açıklama İbn Battal'a aittir.
Ebu Abdullah
el-Mazerî der ki: Hadis elılince daha çok rivâyet edilen ve daha sahih kabul
edilen: "Kırk altı bölümünden bir bölüm" şeklindeki rivâyettir.
Taberî der
ki: Doğrusu şunu söylemektir: Bu hadislerin hepsi veya çoğunluğu sahihtir ve
bu hadislerin herbirisinin makul bir açıklaması vardır. Mesela Hz.
Peygamber'in; "O, peygamberliğin yetmiş bölümünden bir bölümdür"
şeklindeki buyruğu şu demektir: Bu salih ve sadık bütün rüyalar hakkında genel
bir ifadedir ve hangi dummda olursa olsun, rüya gören her müs-lüman hakkında
söz konusudur.
"Rüyanın
kırk veya kırk altı bölümden bir bölüm" olduğunu belirten hadise gelince,
o bununla rüyayı gören kişinin, es-Sıddık Ebu Bekir hakkında sözü edilen durumda
olan kişiyi kastetmektedir. Buna göre aşırı soğukta bile abdestini güzelce alan
ve hoşuna gitmeyen hususlarda Allah yolunda sabreden, bir namazı kıldıktan
sonra diğerini bekleyen bir kimsenin gördüğü sâlih rüya, -Yüce Allah'ın izniyle-
peygamberliğin kırk bölümünden bir bölümdür.
Kimin de
bizatihi durumu bunun arasında bir yerde ise onun göreceği sadık rüya da bu
iki bölüm arasında değişir. Yani kırk bölümde birinden, altmış bölümde
birisine kadarki sınırlar arasında gider gelir ve yetmiş bölümde birinden daha
aşağıya düşmez, kırk bölümde bir bölüm olmaktan yukarıya da çıkmaz.
Ebu Ömer b.
Abdi'l-Berr de bu manaya işaret ederek şöyle demektedir: Rüyanın bölümleri ile
ilgili bu husustaki rivâyetlerin farklılığı, bana göre birbirine zıt ve biri
diğerini reddeden bir ayrılık değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.-
Çünkü salth bir rüya, gören kimsenin durumuna, doğru sözlülüğüne, emaneti
edaya, sağlam bir dine ve güzel bir yakîne sahib oluşuna göre değişebilir.
İnsanların belirttiğimiz bu niteliklerdeki farklılığına göre onların gördükleri
rüyalar da muhtelif sayılardaki bölümlerden birisi olabilir. Rabbine ibadette,
niyetinde, yakîninde ve doğru sözlülüğünde ihlaslı ve samimi olan bir kimsenin
gördüğü rüya, dalıa doğru çıkar ve nübüvvetin bildirdiklerine daha yakındır.
Nitekim peygamberler de birbirlerinden daha faziletlidirler. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Andolsun ki Biz, peygamberlerin kimini kiminden üstün
kılmışızdır." (17/İsrâ, 55)
Derim ki:
Böyle bir açıklama değişik hadisleri bir arada telif edebilmektedir ve böyle
bir açıklama, onların bir bölümünü yorumlarken diğer bir bölümünü bir kenara
atmaktan daha uygundur. Bunu da Ebu Said el-Esfakusî (Sefakısî) bazı ilim
ehlinden naklederek şöyle demektedir: Hz. Peygam-ber'in: "Peygamberliğin
kırkaltı bölümünden bir bölüm" ifadesinin anlamı şudur: Şanı yüce Allah,
Muhammed (sav.)e peygamber olarak -İkrime ve Amr b. Dinar'ın, İbn Ab bas
(r.a)dan rivâyetlerine göre- yirmrüç yıl vahiy indirmiştir. İşte biz (Hz.
Peygamber'in nübüvvetten önce gördüğü sadık rüya dönemi olan) altı aylık
sürenin yirmiüç yıla oranını tesbit edecek olursak, bunun kırkaltı bölümden bir
bölüm olduğunu görürüz. İşte el-Mazerî de "et-Mu'lim" adlı eserinde
buna işaret etmiş, el-Konevî de Yunus Sûresi'nin tefsirinde yüce Allah'ın: "Onlar
için dünya hayatında da... müjde vardır." (10/Yunus, 64) buyruğunu
tefsiri sırasında bu görüşü tercih etmiştir.
Ancak bu
görüş iki açıdan yanlıştır. Birincisi Ebu Seleme'nin İbn Abbas ve Hz. Aişe'den;
vahyin yirmi yıllık süre devam ettiği, Peygamber (s.a.s.)in de kırk yaşında
iken peygamber olarak gönderilip Mekke'de on yi! kaldığına dair rivâyetidir.
Bu aynı zamanda Urve, eş-Şa'bî, İbn Şilıab, el-Hasen, Atâ el-Horasanî ve Said
el-Museyyeb'in -bu konuda ondan farklı rivâyet de gelmiştir- kabul ettikleri
görüştür. Aynı zamanda Rabia ve Ebu Galib'in, Enes'ten rivâyeti de budur. Bu
hadis sabit ise o takdirde böyle bir yorum da yanlış demektir,
2- Farklı
bölümler olduğunu belirten diğer hadislerin bir anlam ifade etmesi söz konusu
olamaz.
3- Rüyanın
Nübüvvetin Bir Bölümü Olması Ne Demektir? Rüyanın peygamberlikten bir bölüm
olmasının sebebi rüyada uçmak, cisimlerin değişmesi, gayb ilminden bazı
şeylere muttali' olmak gibi imkansız ve beşeri âciz bırakan hususların
olmasından dolayıdır. Nitekim Hz. Peygamber hadisinde şöyle buyurmaktadır:
"Peygamberlik müjdeieyicilerinden geriye uykudaki sadık rüyadan başka bir
şey kalmadı."
Özetle sadık
rüya Allah'tandır ve peygamberliktendir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle
buyurmaktadır: "İyi rüya Allah'tandır, hulm (kötü rüya) da şeytandandır."
Sadık rüyayı tasdik etmek haktır, onu güzel bir şekilde tevil etmelidir. Hatta
kimi rüyaların te'vile (yoruma) dahi ihtiyacı olmaz. Bu gibi rüyalarda
mü'minin imanını arttıracak türden yüce Allah'ın harikulade takdir ve lütufları
da vardır. Bu konuda rey ve eser ehlinden olup din ve hak ehli kimseler
arasında görüş aynlığı yoktur, rüyayı ancak inkarcılar ile Mutezile'den çok az
bir kesim reddetmektedir.
4- Sadık
Rüya Peygamberlikten Bir Parça Olduğuna Göre Kâfir ve Yalancıların Rüyası Ne
Olur? Sadık rüya peygamberlikten bir bölüm olduğuna göre kâfir, yalancı ve hakkı
batıla karıştıran kimse sadık rüya görmeye nasıi ehil olabilir? Üstelik kimi
kâfirler ile öyle olmamakla birlikte dininden razı olunmayan başka kimseler,
gerçekten sadık ve doğru rüyalar görmüşlerdir. Mesela (Yûsuf Sûresi'nde sözü
edilen) ve yedi inek gören hükümdar, (Hz. Yûsuf ile birlikte) hapishanedeki
iki gencin rüyası, Danyal'ın, hükümdarlığının elinden gideceği şeklinde
yorumladığı Buhtu Nassar'ın rüyası, Peygamber (s.a.s.)in ortaya çıkışına dair
Kisrâ'nın rüyası, Rasûlullah (s.a.s.)ın halası Atike'nin kâfir iken Hz. Peygamber
hakkında gördüğü rüya. Diğer taraftan Buhârî'nin "hapistekilerin
rüyası" diye başlık açmasına dair ne söyleriz? diye sorulacak olursa,
cevabımız şudur:
Kâfir,
facir, fasık ve yalancıların kimi zaman rüyaları doğru çıksa bile ofı-ların bu
rüyalarının vahiy ya da nübüvvetten bir bölüm olması söz konusu değildir. Zira
gaybe dair söylediği bir sözde doğru söyleyen her kişinin verdiği bu haberi
nübüvvet olamaz. Nitekim En'âm Sûresi'nde de (6/59. âyet, 2. başlıkta) kâhin ve
benzeri diğer kimselerin bazen hak bir sözü haber verip bunda doğru
söyleyebileceğine dair açıklamalar geçmişti. Ancak bu durum son derece nadir
ve az görülen bir durumdur, İşte böylelerinin rüyası da bu kabildendir.
el-Mühelleb
derki: Buhârî'nin böyle bir başlık kullanması, müşriklerin rüyasının da sadık
(doğru çıkan) bir rüya olmasının mümkün olduğuna işaret etmek içindir Nitekim
hapishanedeki iki gencin rüyası da bu şekilde idi. Ancak böyle bir rüyanın
mü'minin rüyasının izafe edildiği gibi nübüvvete izafe edilmesi caiz değildir.
Zira doğru bir şekilde te'vil edilebilen herbir rüyanın nübüvvetten bir bölüm
kabul edilmesi doğru olamaz.
5- Sadık
Rüya İle Öyle Olmayan Rüya (Hulm): Yüce Allah'a izafe olunan (Allah tarafından
gösterilen) rüya, her türlü karışıklıktan ve vehimden arınmış ve te'vili
(yorumu) J,evh-i Mahfuz'dakine uygun düşen rüya demektir. Karmakarışık
haberler ihtiva eden tevili kolay kolay mümkün olmayan rüyalara da
"hulm" denilir ki, şeytana İzafe olunan rüya budur. Bu rüyaya
karmakarışık (dığs) adının veriliş sebebi, bunda birbiriyle çelişen şeyler
olduğundan dolayıdır. el-Mühelleb de bu anlamda açıklamıştır.
Rasûlullah (s.a.s.)
da rüyayı bu konuda söz söylemiş herhangi bir kimsenin açıklamasına gerek
bırakmayacak şekilde kısımlara ayırmıştır. Avf b, Mâlik (r.a), Rasûlullah (s.a.s.)
şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Rüya üç türlüdür. Bunlardan birisi
şeytanın Adem oğlunu kederlendirmesi için gösterdiği dehşetli şeylerdir. Bir
bölümü ise mü'minin uyanıkken üzülüp ihtimam gösterdiği ve uykusunda gördüğü şeylerdir.
Bir bölümü de nübüvvetin kırkaltı bölümünden bir bölümdür." (Hadisi Avf b.
Malik'ten rivâyet eden Ebu Abdullah Müslim b. Mişkem) dedi ki: Ben: Sen bunu
Rasûlullah (s.a.s.)tan mı İşittin? dedim. O da: Evet ben bunu Rasûlullah (s.a.s.)dan
işittim, dedi.
6- Rüya ve
Yorumu: "Dedi ki: Öğulcağızım! Rüyanı kardeşlerine anlatma..."
âyetinde geçen "rüya" kelimesi; "Uykuda gördü" kelimesinin
mastarı olup "sükyâ ve büşrâ" kelimeleri gibi "fu'tâ"
vezninde bir kelimedir. Sonundaki "elif’’ te'nis için olduğundan dolayı
munsanf bir kelime değildir.
İlim
adamları rüyanın gerçek mahiyeti hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Rüyanın herhangi bir afetin (olumsuz etkenin) söz konusu olmadığı cüzlerdeki
derin uyku vb. gibi bir idrâk olduğu söylenmiştir. Bundan dolayı rüya
çoğunlukla -uyku baskınlığının az olması, dolayısıyla- gecenin sonunda görülür.
Yüce Allah rüya görene yeniden hasıl olan bir bilgi halkeder. İdrâkin sahih
olabilmesi için de o gördüğü şeyi, gördüğü şekilde onun için halkeder.
İbnu'l-Arabî der ki: Uykuda ancak uyanıkken idrâk edilmesi salıilı olan şeyler
görülür. Bundan dolayı rüyada hiçbir şekilde hem ayakta, hem oturan bir kişi
görmez. Ancak olması mümkün ve mutad olan şeyler görebilir.
Denildiğine
göre Yüce Allah'ın uyuyan kimsenin idrâk mahalline görülen şeyleri sunduğu bir
meleği vardır. Bu melek rüya görene hissedilebilen suretler gösterir. Bu
suretler kimi zaman varlık aleminde meydana gelen uygun misaller olur, kimi
zaman da hissedilemeyen, akıl ile idrâk olunabilen bir takım manevi şeyler
olur. Her iki durumda da rüya ya müjdeleyici veya (korkutup) uyarıcı olur.
Peygamber (s.a.s.), Müslim'in, Sahih'inde ve başka hadis kitaplarında yer alan
bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Rüyamda siyah saçları karmakarışık
bir kadının Medine'den Mehyâa (Şamlıların ihrama girme yeri olan el-Cuhre'nin
diğer adı) çıktığını gördüm ve ben bunu humma diye yorumladım."
Yine bir
başka hadiste şöyle buyurmaktadır: "Ben kılıcımın da ön tarafının
koptuğunu ve bazı ineklerin de boğazlandığını gördüm. Bunları ehl-i beytimden
birisinin öldürüleceği şeklinde te'vil ettim. İnekleri ise ashabımdan
öldürülecek kimseler olarak yorumladım." "Ve ben elimi oldukça
sağlam bir zırha soktuğumu gördüm, onu da Medine diye yorumladım."
"Elimde
iki bilezik olduğunu gördüm. Bunları da benden sonra çıkacak iki yalancı
(peygamber) olarak yorumladım."
Ve buna
benzer bir takım misallerin verildiği başka rüyalar. Bunların kimisinin manası
(yorumu) öncelikte çabucak bilinir, anlaşılır. Kimisinin İse yorumu ancak
belli bir süre düşündükten sonra anlaşılır. Yûsuf (a.s.) zamanında ise bilinen
kişinin rüyasında gördüğü inekleri Hz. Yûsuf "yıllar" diye yorumlamıştı.
Onbir yıldızı, güneşi ve ayı da (babası) kardeşleri ve ebeveyni diye
yorumlamıştı.
7- Çocuk
Yaştaki Hz. Yûsufun Rüyasının Hükmü: Yûsuf (a.s.) rüyasını gördüğünde küçük bir
çocuktu. Çocuğun fiilinin hükmü yoktur, O halde nasıl belli bir hüküm ifade
eden bir rüyası olur ve hatta babası ona: "Rüyanı kardeşlerine
anlatma" der, diye sorulursa cevab şudur: Rüya önceden de açıkladığımız
gibi bir hakikati idrâk etmektir, dolayıst ile küçük çocuğun gördüğü rüya,
uyanıkken onun gerçek idrâki gibidir. Çocuk gördüğü bir şeyi haber verirse bu
sözünde doğru söylediğine göre, rüyada gördüğü şeyi bildirmesi de böyledir,
Şanı yüce Allah, Hz. Yûsuf'un rüyasını bize bildirmiş ve aynen gördüğü gibi
rüyasının da gerçekleştiğini haber vermiştir. Bu konuda ileri sürülebilecek
bir itiraz olamaz. Hz. Yûsuf'un o sırada oniki yaşında olduğu da rivâyet
edilmiştir.
8- Rüya
Kimlere Anlatılır? Bu âyet-i kerîme, rüyanın şefkatli olmayan, samimi olarak
kişinin iyiliğini istemeyen ve rüyayı doğru dürüst yorumlayamayan kimselere
anlatılamayacağı hususunda asıl bir delildir. Ebu Rezîn el-Ukaylî'nin rivâyetine
göre Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Rüya peygamberliğin kırk
bölümünden bir bölümdür." "Rüya o rüyayı gören kişi, onu
anlatmadığı sürece bir kuşun kanadına asılıdır. O rüyayı anlattı mı ordan
düşer. O bakımdan rüyanızı ancak aklı başında bir kimseye yahut (sizi) sevene
veya (size) karşı (samimi olana) anlatınız." Bu hadisi Tirmizî rivâyet
etmiş olup hakkında; Hadis hasen, sahihtir, demiştir. Ebu Rezîn'in adı ise
Lakît b. Âmir'dir.
İmam Malik'e
şöyle soruldu: Herkes rüyayı yorumlayabilir mi? O: Peygamberlik ile mi
oynanacak, diye cevap verdi. Yine Malik şöyle demektedir: Rüyayı ancak rüya
yorumunu iyi bilen bir kimse yorumlayabilir. Eğer o görüşüne göre hayır bir
şey bilirse onu bildirsin, hoşlanılmayan bir şey olduğu görüşüne sahib olursa
ya hayır söylesin yahut sussun. Bu sefer: Peki, rüya ona göre hoş olmayan bir
yoruma delalet ediyorsa? "Rüya onun yorumuna göre çıkar"
denildiğinden ötürü yine hayra göre mi yorumlayacak? sorusuna da: Hayır diye
cevab verdikten sonra şunları ekler: Rüya peygamberlikten bir bölümdür,
peygamberlikle oynanamaz.
Rüyanın
Müjde Oluşu: Buhârî, Ebu Hureyre (r.a)nin şöyle dediğini rivâyet eder:
Rasûlullah (s.a.s.)ı şöyle buyururken dinledim: "Peygamberlikten ancak
mübeşşirât (müjdeleyiciler) kalmış bulunuyor." Mübeşşirat nedir? diye
sormaları üzerine, Hz. Peygamber: "Salih rüyadır." diye
buyurdu.
Bu hadis-i
şerifin zahiri, rüyanın mutlak olarak müjde olduğuna delil ise de durum esası
itibariyle böyle değildir. Çünkü sadık rüya, bazen yüce Allah tarafından bir
uyarıcı olabilir ve o rüyayı göreni hiç de sevindirmeyebilir. Ancak yüce
Allah'ın böyle bir rüyayı mü'mine göstermesi ona bir şefkat ve rahmetinin bir
tecellisidir. Böylelikle mü'min gerçekleşmeden önce başına gelecek belaya
hazırlanmış olsun. Şayet kendisi bunu anlayıp kendi kendisine yorumlayabilirse
mesele yok. Aksi takdirde bu konuda ehü olan kimseye yorumunu sorup
öğrenebilir.
İmam Şafiî
de Mısır'da bulunduğu sırada Ahmed b. Hanbel'in mihnetine delalet eden bir rüya
görmüştü. Buna hazırlanması için o da gördüğü bu rüyayı yazarak haber
vermişti. Dalia önce Yûnus Sûresi'nde de yüce Allah'ın: "Onlar için dünya
hayatında da... müjde vardır." (Yunus, 10/64) buyruğunda bunun.salih
(doğru çıkan) rüya olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. İşte bu ve
Buhârî'nin rivâyet ettiği bu hadis, çoğunlukla (salih rüyanın) müjdeleyici
olduğu anlamındadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Hoşa
Gitmeyen Rüyalar: Buhârî, Ebu Seleme'nin şöyle dediğini rivâyet eder: Ben bir
rüya görür ve gördüğüm bu rüya beni hasta ederdi. Nihayet Ebu Katâde'yi şöyle
derken dinledim: Ben de bir rüya görür ye bu beni hasta ederdi. Nihayet
Rasûluilah (s.a.s.)ı şöyle buyururken dinledim:
"Güzel rüya
Allah'tandır. O bakımdan sizden herhangi bir kimse sevdiği (hoşlandığı) bir
rüya görürse bunu ancak sevdiği kimselere anlatsın. Hoşuna gitmeyen bir rüya
görürse şerrinden Allah'a sığınsın ve üç defa (sol tarafına) tükürür gibi
yapsın ve hiç kimseye de o rüyasını anlatmasın. Ona asla (o rüyada belirtilen)
zarar dokunmayacaktır."
İlim
adamlarımız derler ki: Allah bu gibi rüyalardan kendisine sığınmayı (istiâze)
rüyanın eziyetini kaldıran sebepler arasında takdir etmiştir. Nitekim Ebu
Katâde'nin: Ben bir rüya görürdüm ve gördüğüm bu rüya benim için dağdan daha
ağır gelirdi. Bu hadisi işitince bu sefer onu hiçbir şey saymamaya başladım,
şeklindeki sözleri bunu göstermektedir. Ayrıca Müslim, Hz. Cabîr yoluyla gelen rivâyetinde
Rasûluilah (s.a.s.)ın şu buyruğunu da kaydeder:
“Sizden herhangi bîr kimse
hoşuna gitmeyen bir rüya görecek olursa, sol tarafına üç defa tükürsün ve üç
defa da şeytandan Allah'a sığınsın ve uyuduğu yanından öbür yanına dönsün.”
Ebu
Hureyre'nin rivâyet ettiği hadiste de Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:
"Sizden herhangi bir kimse hoşuna gitmeyecek bir rüya görürse, kalksın
ve namaz kılsın"
İlim
adamlarımız der ki: Bütün bunlar arasında tearuz (çatışma) yoktur. Bu gibi
durumda asıl emir kişinin uyuduğu yanını çevirmesi, öbür yana dönmesidir.
Namaz ise
bundan fazla bir emirdir. Buna göre rüya gören bir kimsenin bunların hepsini
yapması gerekir. Namaza kalkmak ise bunların hepsini kapsar. Çünkü namaz kılmak
bütün bu hususları kapsar. Zira bir kimse namaza kalkacak olursa, yatmakta
olduğu yanını değiştirmiş olur. Ağzına su alıp, mazmaza yaparsa tükürmüş olur.
Namaza durduğu vakit, Allah'a sığınmış, dua etmiş ve Allah'tan o rüyanın
şerrinden kendisini koruması için yalvarıp yakarmış olur ki, bu hal kişinin
duasının kabule en yakın olduğu haldir ki, bu da gecenin seher vaktidir.
"Rabbin
seni böylece beğenip seçecek, sana rüya yorumuna dair bilgi öğretecek, nimetini
daha önce ataların İbrahim ve İshak'a tamamladığı gibi sana ve Yakub oğullarına
da tamamlayacaktır. Şüphesiz ki Rabbin, herşeyi bilendir, hüküm ve hikmet
sahibidir." (12/Yusuf, 6)
"Rabbin
seni böylece beğenip seçecek"
buyruğundaki; "böylece" lafzındaki "kef" harfi nasb
mahallindedir. Çünkü hazfedilmiş bir mastarın sıfatıdır. Aynı şekilde
"nimetini daha önce atalarına... tamamladığı gibi" anlamındaki
buyrukta yer alan: "gibi" lafzındaki "kep de böyledir. ise
kâffe (önceki âmilin amelini önleyen edattır.
"Böylece"
nin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Allah rüya ile sana lütufta bulunduğu
gibi aynı şekilde seni beğenip seçecek ve bu rüyayı gerçekleştirmek suretiyle
sana ihsanda bulunacaktır.
Mukatil:
Sana (kardeşlerinin) secde etmesiyle (seni seçecektir); el-Hasen ise
peygamberlikle seçecektir diye açıklamışlardır.
Beğenip,
seçmek" seçilen kimse için üstün işleri seçmek demektir. Bu kelimenin
aslı bir şeyi tahsil ettim, ele geçirdjm anlamına gelen; den gelmektedir.
" Suyu havuzda topladım" ifadesi de buradan gelmektedir. Bu
açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır.
Bu buyruk
yüce Allah tarafından Yûsuf (a.s.)a bir övgüdür. Allah'ın kendisine ihsan
etmiş olduğu nimetler arasında da bir nimet olarak bunu saymaktadır. Allah'ın
kendisine ihsan ettiği nimetler ise yeryüzünde ona imkân ve iktidar vermesi,
rüyaların yorumunu öğretmesi gibi hususlardır. Bütün bunların ise gerçekleşen
rüyanın kapsamında olduğu da ittifakla kabul edilmiştir.
Abdullah b.
Şeddad b. el-Hâd der ki: Yûsuf (a.s.)ın rüyasının yorumu kırk yıl sonra
gerçekleşti. Bu da rüyanın (gerçekleşmesinin) son sınırıdır. Hz. Ya'kub
"ehâdîs" ile insanların rüyada gördükleri şeyleri kastetmiştir. Bu da
onun bir mucizesîdir. Çünkü onun bu yorumunda hiçbir hata söz konusu olmamıştı.
Hz. Yûsuf
rüya yorumunu insanlar arasında en iyi bilen kişi idi. Bizim Peygamberimiz (s.a.s.)
da bu durumda idi. es-Siddîk (Ebu Bekir r.a) da insanlar arasında en başarılı
rüya tabiri yapan kimse idi. İbn Şîrîn de rüya yorumunda oldukça ileri gitmiş,
hem tabiatı itibariyle bu konuda mesafe almıştı, hem de güzel şekilde rüya
yorumunu yapabiliyordu. İlim adamlarının belirttiklerine göre Said b.
el-Müseyyeb de ona yakın idi.
Yüce
Allah'ın: "Sana rüya yorumuna dair bilgi öğretecek" buyruğu, geçmiş
ümmetlerin durumları, geçmişteki kitablar ve tevhidin delillerini öğretecek
diye de açıklanmıştır. Bu ise peygamberliğe işarettir ve yüce Allah'ın:
"Nimetini... sana da tamamlayacaktır" buyruğu ile kastedilen de
budur; buradaki nimet peygamberliktir. "Bu nimetin tamamlanması "mn kardeşlerinin
yanına getirilmesidir, diye açıklandığı gibi; senin hoşa gitmeyen herşey-den
kurtarılmandır, diye de açıklanmıştır.
"Nimetini
daha önce ataların İbrahim" e dost edinmek ve onu ateşten kurtarmak
suretiyle "ve İshak'a" peygamberlik vermek suretiyle "tamamladığı
gibi, sana... da tamamlayacaktır." Hz. İshak'ın nimetinin boğazlanmaktan
kurtarılması olduğu da söylenmiştir. Bu görüş İkrime'ye aittir. Yüce Allah:
"Ve Ya'kub oğullarına" buyruğu ile Hz. Ya'kub'un oğullarının tümüne
peygamberlik vereceğini de bildirmiştir. Bu açıklamayı da müfessirlerden bir
topluluk ifade etmişlerdir. "Şüphesiz ki Rabbin" sana verdiği
"herşeyi bilendir," Sana bütün yaptıklarında "hüküm ve hikmet
sahibidir." (Kurtubî,
el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Yusuf sûresi, 4-6.âyetlerin tefsiri)
Mahmut
Toptaş şöyle diyor:
4-5-
Hani Yusuf, babasına
"Babacağım ben rüyamda onbir yıldızla, Güneş'in ve Ay'ın bana secde
ettiklerini gördüm" demişti de, Babası da "oğulcuğum! bu rüyanı
kardeşlerine söyleme, sana hile yaparlar. Çünkü şeytan insanlar için apaçık
düşmandır.
Büyük
insanın rüyası da büyük olur. Çocukluğunda gördüğü rüyalar, Onun ileride büyük
olacağının işareti. Babası Yusuf un da nübüvvet nurunu görmektedir.
Kardeşlerinin kıskanacağını bildiği için rüyayı kardeşlerine anlatmamasını
ister.
Şeytan,
insanların düşmanıdır. Nuh'a karşı oğlu Ken'anı çıkarmıştır. İbrahim'e karşı
babasını, Lût'a karşı hanımını, Yusuf a karşı kardeşlerini, Efendimiz'e karşı
da amcasını çıkarmıştır. Allah'ın salâtı ve selâmı o peygamberlerin üzerine
olsun.
Rüya: İleriye ait planlarınızı
düşmanlarınıza açıklamadığınız gibi ipucu dahi vermeyiniz. Uykuda gözsüz
gördüğümüz bazı şeyler var ki zamanla gerçek olduğundan, bilmediğimiz,
görmediğimiz yer ve şahısları uykuda gördüğümüzden, daha sonra onları uyanık
halde gördüğümüzden zaman içinde rüyaya karşı Peygamberler, filozoflar, ilim
adamları ilgi duymuştur. Nedir bu görülen ve nedir bunu gören diye.
Doğru rüya
ile karışık rüya arasındaki fark, doğru söz ile yanlış söz arasındaki fark
gibidir. Doğru sözle yanlış söz kelime olarak, tasavvur olarak zihinde ikiside
vardır. Ancak hakikatte ise, yanlış sözün hakikati yoktur. Onun içindir ki
Efendimiz, "Güzel rüya Rahman'dan, kötü rüya şeytan'dandır." (Buhari
Ta'biri Rüya babı) buyurmuş ve rüyanın üç çeşit olduğunu "Rahmanın
müjdesi, şeytanın korkutması, nefsin uydurması" şeklinde beyan etmiştir.
Rahmani olan rüyanın dört şekilde olduğunu ulemâmız şöyle açıklamışlar.
"Allah (c.c.)'ın uyuyan kişinin ruhuna doğrudan telkini, görevli melekler
kanalıyla telkini, salih kişilerin ruhlanyla görüşmesi ve onların telkini,
ruhun alemi emire çıkıp orada bazı olacak olayları öğrenmesidir, (er-Ruh, İbn
Kayyim)
İnsanın
gönlü üzerinde meleğin telkini, şeytanın vesvesesi olduğunu biliyoruz.
Efendimiz "Şeytan kan damarlarında dolaşır" buyurarak en ince
kılcal damarlarımıza X ışınlarının girdiği gibi girerek orada vesvese vererek
kişiyi kötüye sevk edebilir. Melek nurdan, şeytan ateşten yaratıldığına göre
ikisi de insanın içine nüfuz edip yönlendirmeye çalışacaktır. Bugün bazı
hastalıklar dışdan ışıkla tedavi edildiği gibi, biz de içdeki bazı kötü
düşünceleri atmak için eûzü besmele ile şeytanın vesveselerine karşı perde
çekip, meleğin telkinlerine gönül kapımızı açmalıyız.
Kur'ân-ı
Kerîm'de rüya ile hulümden bahsedilmekte. Rahmanı olanına rüya, şeytanî
olanına "hulüm" deniyor. Türkçede gece şeytan aldatmasına
"ihtilâm" denmesi de bu hulümden gelmektedir. Rüyanın tâbirini
Peygamber yaparsa doğrudur. İlim ifade eder. Peygamberlerin dışında kalanların
tâbiri ise kesin ilim ifade etmez ve bize delil olmaz. Yani rüyamda
Peygamberimiz içki içmeyi emretti deyipte o rüyaya dayanarak içki içemez. Ama
Kitap ve Sünnet'e muhalif olmayan bir ibadeti emrederse veya birşeye işaret
ederse kişinin kendisi uyabilir.
Rüyanın
tâbiri için belirli bir Öğrenim yoktur. Firasetle bilinir. Kişinin gönül aynası
lekesiz olursa bazı işaretlerden bazı şeyleri anlayabilir. Rüya ile gerçek
arasındaki fark, hayal ile hakikat arasındaki fark gibidir. Mesela ateş hayalde
oldukça insanı yakmaz ama hakikate dönüştüğünde yakar.
"Tâbir"
kelimesi de mana olarak "geçmek" anlamına gelir. Gönüller şekillerden
o şekillerin ifade ettiği manalara geçmektedir. İnsan duyduklarını dimağının
hayalhane bölümünde şekillendirir. Mesela telefondan aldığımız bir soyut sese
derhal şekil veriyoruz. Çünkü sesin sahibini biliyoruz. Biz, mahiyetini
bilmediğimiz birşey duysak, mesela; "semender" deseler kelimeden
başka birşey canlanmaz. Semender bir kuştur deseler, derhal bir kanat takarız.
Ya serçe kanadı veya kartal kanadı takarız. Yani bildiğimiz hayalhanemizde
şekillendirip hafızamızda depo ettiğimiz bir şekli derhal kullanırız.
İşte rüyada
da insan ruhu bedenden ayrılır. Uyanıkken ayrılmaz. Çünkü uyanıkken ihtiyaç
daha çoktur. Uyuyunca canlılık faaliyetini, nefsi hayvanı dediğimizi devam
ettirirken, Ruh ayrılır, âlemi emr denilen yere çıkar, orada olacak olaylara
şahit olur ve anında geriye gelir ve hayalhaneye verir. Hayalhanesi de o gelen
habere bildiği şeylerden bir şekil verir. Mesela; kişinin düşmanla karşılaşacağını
âlemi emirde görse, o haberi hayalhane yılan halinde veya köpek halinde
şekillendirir.
Bu
şekillendirme rüyayı görenin durumuyla ilgilidir. Bir yılan terbiyecisi için
yılan düşman olarak nitelendirilemez. Bazı rüyalar da varki; gündüz gördüğü ve duyduklarını
rüyada tekrar etmektir. Bu nefsin kendi tekrarıdır. Herhangi birşey beklenmez. Ölmüşlerimizin
ruhuyla rüyada görüşmek mümkündür. Ancak verdikleri haberler yanlış da
olabilir. Onların suretinde şeytan görünebilir. Peygamber Efendimiz, şeytanın
kendi suretine giremediğini Peygamberimiz'i görenin gerçekten Onu gördüğünü
haber vermiştir.
"Salih
kişinin gördüğü rüya Peygamberliğin 46 bölümünden bir bölümdür" buyurarak
rüyada bazı olayların önceden bilinebileceğini ifade etmiştir. 23 senelik Peygamberliğin
ilk başlangıcı altı ay rüyada olunca altı ay 23 senenin 46 da biridir. Ama rüya
Peygamberlik değildir. Yine Efendimiz "Zaman yaklaştığında mü'minin rüyası
doğru çıkar" buyurmuş. Zamanın yaklaşmasından gaye gece ile gündüzün denk
olduğu güz mevsimidir demişler. Yani güz mevsiminde bütün yiyecek maddeleri
tam olgun haldedir. Uykular dengelidir. Beden ve ruh olgun ve doygun olursa
rüyalarda doğru olur anlamı çıkmıştır. Midesini tıkabasa doldurduktan sonra
uyuyanınki rüya değil kabustur.
Hakikati rüyaya
benzetip, varlık diye birşey yoktur diyen bir grup tarih içinde hep var
olagelmiştir. "Rüyada yaşıyoruz ama uyanınca herşey yok oluyor. İşte
hakikatte öyledir. Gördüğümüz, duyduğumuz şeyler bizim kendi
şartlandığımızdir." derler. Halbuki hakikatte şartlanmadan duyduğumuz
şeyler vardır. Mesela iğne diyorlar batınca acıtacağını bildiğimiz için
kendimizi ona göre şartlandırıyoruz. Yoksa o acıtmaz. Buna cevaben kişi
birisiyle konuşurken arkadan gelen biri habersiz iğne batırsa acıtır mı?
Elbette acıtır. Demek ki, şartlanmadan da acıtır.
6- “Böylece Rabbin seni
seçer ye sana olayların yorumunu öğretir. Daha önce İbrahim ve İshak'a
ni'metini tamamladığı gibi sana da ni'metini tamamlar. Mutlaka senin Rabbin
Alimdir, Hâkimdir.”
Peygamberlik
insanların seçimiyle olmaz. İnsanları yaratan, yaşatan ve yöneten Rabbin
seçimiyle olur. "İlimde demokrasi olmadığı gibi" dinde de demokrasi
olmaz. Bir tane ilim adamı, "Su H20 dan meydana gelir" dese,
milyonlarca insan da "Hayır biz bu görüşü kabul etmiyoruz" deseler halkın
sözü değil, alimin sözü doğrudur. Ama ucuz politikacılara göre yanlışda ısrar
eden çoğunluğun dediği, doğrudur.
Yusuf
(a.s.)'ı Mısır'a Peygamber olarak seçen Allah (c.c.) dır. Bugünkü toplumların,
milletlerin de en hayırlısının Muhammet Ümmeti olduğunu Allah (c.c.) haber
vermiştir. Yusuf (a.s.)'ın Mısır'ı müslüman ettiği gibi bu ümmet de dünyanın
İslâm'a göre yönetimini sağlayacaktır inşaallah (Şifa Tefsiri, Yusuf sûresi,
4-6. âyetlerin tefsiri).
Fahreddin
Râzî diyor ki:
Soru: Ayette
bahsedilen secde ile, hakikî manadaki secde mi kastedilmiş, yoksa tıpkı şâirin
"Sen, orada at torbalarını, (atların) tırnaklarına secde eder
görürsün" şiirinde olduğu gibi, tevazu ve boyun eğme manası mı
kastedilmiştir?" neler olduğunu söylersem, müsiüman olur musun?" der.
Bunun üzerine yahudı de: "Evet" deyince, Hz. Peygamber de:
"Bunlar Ceriyyân (?), Tarık, Zeyyâl, Kâbis, Amûdân, Felîk, Misbah, Darûh,
Fere, Vessâb ve ZüJketifeyn'dir... Ki Yûsuf (a.s.), bunları, güneşi ve ayı,
gökten inip de kendisine secde ettiklerini görmüştür..." der. Bunun
üzerine yahudi "Evet, Allah'a yemin ederim ki, onların isimleri
bunlardır..." der. Bil ki, bu isimlerin pekçoğu, yıldızların şekilleriyle
ilgili olarak tasnif edilmiş olan kitaplarda bulunmamaktadır. Allah, meselenin
iç yüzünü en iyi bilendir. "(Babası Yakûb) dedi ki: "Evladım, rüyanı
kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insanın
apaçık bir düşmanıdır. Rabbin seni öylece rüyada gördüğün gibi, beğenip
seçecek, sana rüya tabirine ait bilgi verecek. Sana karşı da, Yakûb hanedanına
karşı da, nimetlerini –daha evvelden ataların İbrahim'e ve İshâk'a tamamladığı
gibi- tamamlayacaktır. Şüphesiz ki, Rabbin her şeyi bilendir, tam hüküm ve
hikmet sahibidir"
(Yûsuf, 5-6)
-Yakub (a.s.), hem Yusuf'u hem öz kardeşini çok seviyordu. Böylece işte bundan
dolayı diğer kardeşleri Yusuf'u
kıskandılar. İşte bu haset, Yakûb (a.s.) tarafından pekçok emareler ile
sezilmiş ve bilinmişti. Binâenaleyh Yusuf (a.s.), bu rüyayı anlatıp Hz. Yakûb
da bunu kardeşlerinin ve ebeveyninin kendisine itaat etmesi şeklinde
yorumtayınca, Hz. Yûsuf'a: "Rüyanı kardeşlerine bildirme; çünkü onlar, o
rüyanın yorumunu yaparlar ve böylece de, sana bir tuzak kurarlar..."
deyiverdi.
Üçüncü
Mesele: Vahidî, "rü'yâ
kelimesi, tıpkı büşrâ
(müjde), sukyâ (sulamak), bukyâ
(baki kalmak) ve
şûra (meşveret) ,i kelimeleri
gibi, masdardır. Ancak ne var ki bu kelime,uykuda hayal edilip görülen şeyin
adı olunca, bir isim gibi i. *hıustur" demiştir. Keşşaf sahibi ise şöyle
der: "Rüya, görmek manasındadır. Ancak ne var ki bu kelime, uyanıkken
görülene değil de, uykuda görülen şeylere mm otarak verilmiştir. Binâenaleyh,
hiç şüphesiz bu iki kelimenin (rü'yet ve rüya) ması te'nîsin iki harfiyle, yani
elif-i maksure ve müenneslik tası ile ayırdedilir. Bu, kurbe ve kurbâ
kelimeleri gibidir. Bu kelime hemzenin vâv'a çevirilmesryle Pı £vyake) şeklinde
de okunmuştur. Kisâî'nin, râ'nın kesresi veya zammesi ve idğam ie nyyâke veya
rüyyâke şeklinde okuduğu da duyulmuştur ki, bu rivâyet zayıftır."
"Sonra
sana bir tuzak kurarlar'. Buradaki
yekîdû kelimesi, mukadder en edâtıyla mansûbtur. Buna göre -= Şayet sen bunu onlara anlatırsan, sana
tuzak kurarlar" şeklinde olur. Şayet, "âyette (7/A'râf, 195)
buyurulduğu gibi, niçin burada da 21 -almamıştır?" denilirse, biz deriz
ki: Bu lâm, ilgiyi tekid etmek içindir.Cenâb-ı Hakk'ın (Yûsut 43) ayetinde
olduğu gibidir. Yine bu. veya demen gibidir manasında olmak üzere, leke
kepmesinin, keyden kelimesine ettiği de ileri sürülmüştür.
Muhakkik
âlimler, bu ifâdenin, Hz.-Yûsuf'un kardeşlerinin rüya tabirini bildiklerine, v
halde onların bu rüyadan, kin ve öfkelerine sebep olacak neticeyi
aramayacaklarını söylemişlerdir.-
Daha sonra
Cenâb-ı Hak "Çünkü şeytan, insanın çak birer düşmanıdır" buyurmuştur.
Bu sözürr söylenmesinin sebebi, onların, te bir tuzağa yönelmeleri halinde,
bunun şeytana izafe edilmiş olmasıdır.
Hz.Yusuf'un
Seçilmesi: Yakûb (a.s.) sonra, bu nasihatiyle rüyanın tabirini kastetmiştir.
Alimler, bu hususta ian ileri sürmüşlerdir:
1) Yâkub
(a.s.), "Rabbin seni öylece, (rüyada gördüğün gibi) beğenip seçecek...
" Bu, "Cenâb-ı Hak büyük bir şerefe, izzete ve yüceliğe delâlet eden
bu büyük i -e seni beğenip seçtiği gibi, seni büyük şeyler için de seçer,
seçecek..." demektir. şöyle demiştir: "İctibâ" bir şeyi kendin
için seçtiğinde kullanmış olduğun, "O şeyi seçtim,kendime
ayırdım"deyiminden alınmıştır. "Suyu havuzda topladım.." deyimi
de böyledir. Alimler, ayette bahsedilen bu "beğenip seçme" ile neyin
kastedildiği hususunda ihtilal etmişlerdir. Bu cümleden olarak Hasan el-Basrî:
"Rabbin sana nübüvvet vermek suretiyle seni seçti" manasını verirken,
başkaları, "Bununla, derecesinin yüksekliği, mertebesinin büyüklüğü
kastedilmiştir. Yusuf (a.s.)'a tam tamına nübüvvet verilmiş olmasına ayette bir
delâlet yoktur" demişlerdir.
Rüya Tâbiri:
2)
Hz.Yakûb'un, "Sana rüya
tabirine ait bilgi verecek" sözüdür. Bu hususta da şu izahlar
yapılmıştır:
a) Bununla,
rüya tabiri kastedilmiştir. Bunun neticesi, onun uykusunda görmüş olduğu şeye
varıp dayandığı için, "tevîl" adını almıştır.. Yani, "Allah
Teâlâ, insanların uykularında gördüğü hadiselerin tevilini sana öğretir"
demektir. Alimler Yusuf (a.s.)'un rüya yorumu ilminde, kendisine müracaat
edilen bir otorite olduğunu söylemişlerdir.
b)
Allah'ırvfcitaplarındaki hadiselerin tevîlini ve önceki peygamberlerden rivâyet
edilen haberleri, sana öğretmiştir" demektir. Bu tıpkı, zamanımız
alimlerinden birisinin, Kur'ân'tn tefsiri, tevili ve Hz. Peygamber'den rivâyet
edilen hadislerin tevili ile meşgul olması gibidir.
c) Ehadis,
hadîs kelimesinin çoğuludur. Hadîs, hadis demektir. "Ehâdîs"in tevili
ise, neticede onun vartp dayandığı yerdir. Hâdiselerin varıp dayandığı yer de,
Allah'ın kudreti, tekvîn ve hikmetidir. O halde bu kelimeden kastedilen mânâ,
"Allah, sana, manevî ve maddî çeşitli yaratıklar ile Allah kudret, hikmet
ve celâline nasıl istidlal edebileceğini öğretti..." şeklinde olur.
Nimetin
Tamamlanması:
3) Yakûb'un
"Sana karşı da, Yakûb hanedanına karşı da, nimetlerini
tamamlayacaktır,.."şeklindeki sözüdür. Bil ki, ayette geçen yectebîke
tabirini "nübüvvet" diye tefsir edenlerin, bu ifâdede bahsedilen
"nimetini tamamlamak" tabirini de "nübüvvet" diye tefsir
etmeleri imkânsızdır. Aksi halde, ayette bir tekrar söz konusu olmuş olur. Tam
aksine, buradaki "nimeti tamamlama" deyimi, dünyevî ve uhrevî
saadetler olarak tefsir edilir. Dünyevî mutluluklara gelince: Bunlar,
çocukların, hizmetçilerin ve taraftarların çok olması; mal, makam ve maiyyetin
çok olması ve onun insanların katblerindeki saygınlığı, güzel bir medih ve övgü
ile yadedilmesidir... Uhrevî saadetlere gelince: Bunlar da onun pekçok itim,
üstün hasletler elde etmesi ve, marifetullah bilgisine garkolmasıdır.
Nimetin
Tamamlanması Nübüvvettir: Ama ayette bahsedilen "ictibâ" lafzını,
"yüksek dereceler elde etme" şeklinde tefsir edenler, burada
bahsedilen "nimeti tamamlama" işini "nübüvvet" olarak
tefsir etmişlerdir ki, bu husus şunlarla da desteklenir:
a) Nimeti
tamamlama, sayesinde nimetin, herhangi bir noksanlıktan uzak, tam ve mükemmel
olması demektir. Bu da, bir insan için ancak nübüvvet ile mümkün Zira,
insanların elde edeceği makamların tamam' risâlet-nübüvvet makamının tfbnda
olup, nübüvvetin mükemmelliğine nisbetle, noksandırlar. O halde, beşer için
«uöak kemâl ve mutlak tazim, nübüvvetten başka bir şeyle olamaz.
b) Hz. Yâkub'un
"daha evvelden ataların brîr-.ım'e ve İshâk'a tamamladığı gibi..."
şeklindeki sözü... Hz. İbrahim ve Hz.İshak'ın, diğer insanlara üstünlük
sağladığı tam nimetin, nübüvvetten başka birşey [ tfBedtğt malumdur.
Binâenaleyh, ayette bahsedilen "nimeti tamamlama" tabirinden
nübüvvet"in kastedilmesi gerekir.
Bil ki, biz
bu tabiri "nübüvvet" diye açıkladığımızda, Yakûb (a.s.)'un
çocuklarının i »namının peygamber olduklarına hükmetmek gerekir. Bu böyledir,
zira Yakûb (a.s.), "Sana karşı da, Yakûb
hanedanına karşı da, nimetlerini
tamamlayacaktır." Bu, Yakûb hanedanı için, tam ve mükemmel bir nimetin tamamlanması
tahakkuk etmiştir.
"Nimeti
tamamlamaktan maksat "nübüvvet" olunca, bu nimetin Kl. Yakûb (a.s.)'un
evlatları hakkında hasıl olması, onların dışında kalan kimsel geçerli
olmamasını gerektirmiştir. Dolayısıyla onun evlatları hakkında da geçeni (cari)
olması'
Peygamberler
Nasıl Kötülük Düşünebilirler? Şimdi şayet, "Onlar, Hz. Yusuf (a.s.)
aleyhinde, malum teşebbüste bulundukları halde nasıl peygamber
olabilirler?" denilirse, biz deriz ki: Bu, peygamberlikten önce vuku
bulmuş bir hadisedir.
İkinci
görüşe göreyse, "Sana nimetlerini tamamlayacaktır" tabirinden maksat,
Ke. Yusuf'un belâ ve sıkıntılardan kurtarılmasıdır. Böyle olması halinde Hz.
Yusuf'un İbrahim ve İshâk'a benzetilmesindeki "vech-i şebeh", Allahu
Teâlâ'nın, Hz. İbrahim'e, O'nu ateşten kurtarması; oğlu İshâk'a da, O'nu
kesilmekten kurtarması ve olan in'âmdır... Bu kısım matbu nüshada: seklindedir.
Damat ibrahim Paşa, No: 138'de yazmaya
başvurduğumuzda (s.
Üçüncü bir
görüşe göre ise, "nimeti tamamlama" Allah'ın, bu dünyada iken O'na
vermiş olduğu nimetini, onları, dünyada peygamber ve hakimler yapıp, sonra
onları, o dünyadan cennetteki yüce makamlara sevketmesiyle tahakkuk eden ahiret
nimetine eklemesıdir.
Bil ki, en
doğru görüş, birincisidir. Çünkü beşer için tam bir nimet, nübüvvetten başka
bir şey değildir. Bu nübüvvetin dışında kalan herşey, buna nisbetle noksandır.
Sonra Yakûb (a.s.),
Yusuf'a,- bu üç dereceyi müjdeleyince, sözünü, ''Şüphesiz ki Rabbin. herşeyi
bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir" şeklinde bitirmiştir ki, alîm
kelimesi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, risaletini nereye vereceğini çok iyi
bilendir" (6/En’âm, 124) ifâdesine; hakîm sözü de, Allah Teâlâ'nın,
boş ve manasız şeylerden uzak ve berî olduğuna; nübüvvetini ancak kudsî, ulvî,
aydınlanmış nefislere, cevherlere ve ruhlara vereceğine bir işarettir.
Hz. Yakûb
Akıbetten Emin İdiyse Neden Endişelendi? Buna göre şayet, "Hz. Yakûb'un
bahsettiği bu müjdelerin doğruluğunu kendisi kesin olarak biliyor muydu, yoksa
bilmiyor muydu? Eğer onun bu hususta kesin bir bilgisi var idiyse, daha nasıl
Yusuf (a.s.) hakkında kederlenmişti
Nasıl, Yusuf'u kurdun yediğinden endişetenmtşti ? Allah Sübhanehû ve
Teâlâ'nın onu seçip, onu peygamber yapacağını bildiğine göre daha nasıl
kardeşlerinin onu imha edeceğinden endişelenmiş ve kardeşlerine, "Sizin
haberiniz olmadan, onu kurdun yemesinden korkarım" demişti ? Biz onun, bu
hallerin doğruluğunu bilmediğini söylediğimizde, "o bunlara daha nasıl tereddüt
göstermeden, kesinkes hükmetmişti ?" denilirse, biz deriz ki:
Hz.
Yakûb'un, "Rabbin seni öylece (rüyada gördüğün gibi) beğenip seçecek"
şeklindeki sözünün, onların Yusuf (a.s.)'a tuzak kurmamaları şartına bağlanmış
ofması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü bundan, daha önce bahsedilmişti. Hem,
"Yaküb (a.s.), Yusuf (a.s.)'un bu makamlara erişeceğine kesinlikle
hükmediyordu. Fakat birtakım büyük zorluklarla karşılaşması, ancak onları
aştıktan sonra o makamlara yükselmesi imkân harici değildi. İşte korkması, bu
yüzden, yani bu büyük sıkıntılara düşmesinden ileri geliyordu. Onun, "Onu
kurdun yemesinden korkuyorum" şeklindeki sözünün manası da, "o her ne
kadar kurdun onu yiyemeyeceğini, ona ulaşamayacağını biliyor idiyse de, onu
koruyup gözetmekte gevşeklik göstermemeleri için kardeşlerini şiddetle
sakındırmak gayesine yöneliktir" şeklindedir. (Fahreddin Râzî,
Mefâtihu’l-Ğayb -Tefsîr-i Kebir-, Yusuf sûresif 4-6. âyetlerin tefsiri)
Bayraktar
Bayraklı diyor ki:
4. Bir
zamanlar Yûsuf, babası Ya'kûb'a demişti ki: Babacığım! Ben rüyamda on bir
yıldızla güneşi ve ayı gördüm; Onları bana secde ederken gördüm.
5.
Babası:
'Yavrucuğum! dedi, rüyanı sakın kardeşlerine anlatma; sonra sana bir tuzak
kurarlar! Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır.'
6.
İşte
böylece Rabb 'in seni seçecek, sana olayların ve sözlerin yorumunu öğretecek.
Tıpkı bundan önce ataların İbrahim ve İshâk üzerine o nimeti tamamladığı gibi
hem senin hem de Ya 'kûb soyunun üzerinde nimetini tamamlayacaktır. Çünkü
senin Rabb'in çok iyi bilendir ve hikmet sahibidir. Hz. Yûsuf'un haberini,
olgusunu ya da kıssasını kısımlara ayırarak anlatmayı uygun buluyoruz.
1. Yûsuf
peygamber babasına: "Ben rüyamda ön bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm;
onları bana secde ederken gördüm." Bu âyette "rüya" kelimesi
geçmediği halde âyete "rüya" manasını verdik. Buna delil olarak Yûsuf
sûresinin 5. âyetini gösterebiliriz. Çünkü babası Yûsuf'a"rüyanı
kardeşlerine anlatma" dedi. Babası "rüya" kelimesini
kullandığına göre, Hz. Yûsuf da ona rüyasını anlatmıştı.
Şimdi burada
şu soruyu sormamız gerekiyor: Yıldızlar, güneş ve ay secde eder mi? Bunlar
hakikatte secde etmeyeceklerine göre rüyanın gerçekle ilişkisi yok denebilir
mi? Âlimler bazı açıklamalar yapmışlar, ama biz onlara değinmeden Kur'ân
âyetleri ile bunun olabilirliğini ispat edeceğiz.
Genelde
varlıkları canlı ve cansız olmak üzere ikiye ayırırız. Bu ayrım doğru değildir.
Her varlığın kendine has bir canı vardır. Taşın a-tomunu alsak, onun çekirdeği
etrafında elektronların hareket ettiğini biliyoruz. Bu hareket bir can
sayesinde olmaktadır. Cansız diye zannettiğimiz toprağın, su ile buluşunca
yeşile nasıl can verdiğine şahit oluyoruz. Bu açıdan bakınca bütün varlıkların
canı olduğunu, onların da Allah'a ibadet ettiklerini söyleyebiliriz.
Kâinatın
kendisi ve içindeki bütün varlıklar Allah'a bir şekilde ibâdet etmektedir:
a) "Yedi
gök, yer ve bunlarda bulunan her varlık Allah'ı teşbih eder. Allah'ı övgü ile
teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne varki siz, onların teşbihini
anlayamazsınız" (17/İsrâ, 44). Demek ki, kainatın içindeki bütün
varlıkların ortak (müşterek) ibadeti teşbih olmaktadır.
b) "Gök
gürültüsü Allah'ı övgü ile teşbih eder" (13/Ra'd, 13).
c) "Göklerde
ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah akşam, ister istemez sadece
Allah'a secde ederler" (13/Ra'd, 15).
Bu âyette
de, bütün varlıkların Yüce Allah'a secde ibadetlerini yaptıklarına dikkat
çekilmektedir. Bu âyetlerden göklerin, yerin ve içindeki varlıkların genel
ibadetlerinin teşbih ve secde olduğunu anlıyoruz. Demek ki, yıldızlar, güneş ve
ay gerçekte Allah'ı teşbih ederek, O'na secde ederek ibadet etmektedirler.
Hakikatte bunlar olunca, Hz. Yûsuf un rüyasında da söz konusu secdelerin
sembolik anlamda da olsa bir hakikati vardır denebilir.
Yıldızların,
güneşin ve ayın Hz. Yûsuf a secde etmesinin bir saygı secdesi olduğunu
söylemekte yarar vardır. Buradaki secdeyi Allah'a yapılan secde anlamında almak
doğru değildir. Çünkü aynı secde Yûsuf 100. âyette de geçmektedir. "Ana
ve babasını tahtının üstüne çıkartıp oturttu ve hepsi onun için secdeye
kapandılar." İşte rüyanın gerçekleşmesi bu âyette ifade edilmektedir.
Hz. Yûsuf da "Ey babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın
yorumudur" (12/Yûsuf, 100) demiştir.
Demek ki
Yûsuf 4'de 11 yıldız Hz. Yûsuf un on bir kardeşi, güneş annesi, ay da
babasıdır. Neden güneş annesi oluyor da babası olmuyor? Bu soruya şu şekilde
cevap verebiliriz: Arapça'da güneş dişi olarak sınıflandırılırken,
"ay" da erkek sınıfındandır. Onun için güneş anne, ay da baba
makamındadır. Yûsuf 100'de hepsi Hz. Yûsuf'a secde ettiklerinden 4. âyetteki on
bir yıldız, güneş ve ayın ne anlama geldiğini rahatlıkla anlayabiliriz. Netice
olarak diyebiliriz ki, Yûsuf peygamber, söylenenlerden anlaşıldığına göre, bu
rüyayı yedi yaşında iken gördü.
Bu rüya,
çocuğun rüyası olmasına rağmen, gelecek olgulara da işaret ediyordu. Rüya,
peygamberlerin vahy alma usullerinden biridir. Hz. Yûsuf'a da Yüce Allah
gelecek olguların haberini veriyordu.
Âyette geçen
iki görme fiilinden anlıyoruz ki, Hz.Yûsuf un önündeki perdeler açılıp geleceğin
olaylarının işaretlerini gördü, ya da bazı olaylar ona gösterildi.
"Rüyamda gördüm" demesi ilginçtir. Çünkü o bu rüyasını gerçek gibi
gördü; ama babası Ya'kûb onun rüya olduğunu 5. âyette söyledi.
2. "Babası:
Yavrucuğum! dedi, rüyanı sakın kardeşlerine anlatma; sonra sana bir tuzak
kurarlar, Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır." Rüyada yıldız,
güneş ve ayın olmasını başka bir açıdan yorumlarsak, bu üç gök cismi de dünyaya
ışık veren veya ışığı yansıtan cisimler olduğu için Hz. Yûsuf un geleceğinin
aydınlık olacağı da burada müjdeleniyordu, denebilir.
Hz. Ya'kûb,
görülen rüyadan istikbalde Hz. Yûsuf a yüksek bir makam verileceğini anladı. Bu
makam hem Allah katında peygamberliği hem de insanlar katında siyâsî erk
alanındaki yükselişi ifade ediyordu. Hz. Ya'kûb, görülen bu rüyayı
kardeşlerinin de benzer şekilde yorumlayabileceklerini anladı. Onların, bunu
anladıkları takdirde kıskançlık duygularının kabarıp hasede, hasedin de
düşmanlık duygusuna dönüşeceğini görmüştü. Hz. Âdem'in çocuklarının arasındaki
kıskançlık bütün heybeti ile Hz. Yûsuf ile kardeşleri arasında da kabarmakta
idi. Böylece Yüce Allah kardeşler arasındaki kıskançlığı bir kere daha ele alıp
kıskançlığın neler yaptırabileceğini açıklamaktadır.
Hz. Ya'kûb,
oğlu Hz. Yûsuf a "gördüğü rüyaları kardeşlerine an-latmaması"nı
söylerken, niçin anlatmaması gerektiğini de açıklamaktadır. Kardeşlerinin ona
"tuzak" kurabileceklerini sebep olarak göstermektedir. Tuzak
kurmalarına da insanların apaçık düşmanı olan şeytanın iteceğini söylemektedir.
Demek ki Hz. Yûsuf, "tuzak, şeytan ve düşman" kavramlarını anlayacak
yaşta idi. Şeytan insana olan düşmanlığını kardeşler arasında kıskançlığı
sokarak ya da doğuştan var olan kıskançlık duygusunu harekete geçirerek tuzak
kurdurup ölüm hadiselerine sebep olabilir. Böylece Hz. Ya'kûb, şeytanın
etkisine ve insanın da bu etki alanına girebileceğine işaret etmiştir. Şeytan,
kıskançlığı tuzağa dönüştürebilir, insanın irâdesini elinden alarak oyuncak
haline getirebilir.
3. "İşte
böylece Rabbin, seni seçecek, sana olayların ve sözlerin yorumunu
öğretecek." '"Seni seçecek" denirken, "sana
peygamberlik verecek" denmektedir. Rüyadaki yıldız, güneş ve ay yücelerde
olan göksel cisimlerdir. Bu rüyadan, babası "Yüce Allah'ın, Hz. Yûsuf'u
yücelere erdireceğini, ona insanlığın en yüce makamı olan peygamberliği
vereceğini" anlam olarak çıkarmıştır. İctibâ kelimesi, "beğenip
kendisi için seçmek" anlamına gelmektedir.
Yüce Allah,
Hz. Yûsuf'u peygamber olarak seçtikten sonra ona hadiselerin yorumunu
öğretecekti. Âyette geçen ehâdîs kelimesi, "sözler" anlamına geldiği
kadar, "hâdiseler" yani sosyal olaylar manasına da gelmektedir.
"Söz ve haberlerin yorumu" denirken, "istikbalde görülecek
rüyaların yorumu" kendisine öğretilecek demektir. Âyetteki ehâdîs
kelimesi, hadîs kelimesinin çoğuludur. Râzî bu kelimenin ne anlama geldiğini
çeşitli açıklamaları naklederek tartışıyor. Bazılarının buna "rüya"
dediğini, diğerlerinin de "sözler" dediğini nakletmekte, fakat
kendisinin "hâdise", yani "olay" manasına aldığını da
söylemektedir, yani, "vuku bulan bir olay. olgu" manasına
gelmektedir.
Bizce bu
yorumlan birbirine ters görmemek gerekiyor. Hem rüyaların, sözlerin hem de
olayların yorumunu Yüce Allah ona öğretti. Demek ki, Yüce Allah Hz. Yûsuf a
rüya, söz ve olayların yorumunu öğretti; Âdem'e isimleri öğrettiği gibi (2/Bakara,
31) ona da bunları öğretti. Demek ki dünyada cereyan eden siyâsî, sosyal ve
ekonomik olayları yorumlama sanatını Yüce Allah Hz. Yûsuf'tan başlatmıştır. Bunun
yanı sıra rüya ve sözlerin yorumu da oradan başlamıştır.
4.
"Tıpkı
bundan önce ataların İbrahim ve İshâk üzerine nimeti tamamladığı gibi hem senin
hem Ya'kûb soyunun üzerinde nimetini tamamlayacaktır. Çünkü senin Rabb'in çok
iyi bilendir ve hikmet sahibidir."
Âyetin bu
kısmında geçen ni'met kelimesi neyi ifade etmektedir? Âlimlerin bir kısmı buna
"peygamberlik" bazıları da "dünya ve âhiret saadeti"
demişlerdir. Âyette bir de âl yani "soy" kelimesi geçmektedir. Yani
Yüce Allah, İbrahim, İshâk, Ya'kûb ve Yûsuf'un kendilerine olduğu gibi
nesillerine de nimetini tamamlayacaktır. Bu âyette Yüce Allah'ın üç eylemi
gündeme gelmektedir. Seçmek, öğretmek ve nimetini tamamlamak. Bunlardan en
zoru "nimetini tamamlamak"tır.
Yüce Allah
Bakara 129'da Hz. İbrahim'in duasını gündeme getirmektedir: "Ey
Rabb'imiz! Onlara, içlerinden senin âyetlerini okuyacak, onlara Kitab'ı ve
hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder." Bu
duayı Yüce Allah kabul edip tatbikata soktu ve Hz. İbrahim'in neslinden
peygamberler gönderdi. Hatta Hz. Peygamber de onun soyundan gelmektedir. İşte
"nimet" denen değerin, ekonomik değer değil de "manevi bir
değer" olduğu buradan ortaya çıkmaktadır Bu yorum doğru mudur? Soruya Nisa
69 ile cevap verebiliriz.
'Kim
Allah'a ve peygamberine itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimet
verdiği peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar
ne güzel arkadaştır." Bu âyette
ni'met kelimesi fiil kalıbında en'ame şeklinde geldiği halde Yûsuf 6'da isim
kalıbında ni'met şeklinde gelmiştir. Böylece bu nimetin peygamberlik olduğu
anlaşılmış olmaktadır. Özelde Hz. Yûsuf'a verilecek olan nimet
"peygamberlik, kuyudan kurtarılması ve Mısır'a Maliye Bakanı olup tüm
aile halkına kavuşması"dır denebilir.
Âyetin
sonunda, Yüce Allah'ın bilme ve hakîm sıfatları gelmiştir. Âyetin içinde daha
önce üç ilâhî eylemin yer aldığını söylemiştik. Seçmek, öğretmek ve nimetini
tamamlamak. Bu üç eylem bilmeye ve işini yerli yerinde yapmaya dayanmış
olduğunu işte bu hakîm sıfatıyla ifade etmektedir.
Yûsuf
sûresinin 6. âyeti bize ilginç bir mesaj vermektedir. Ana-babalar öyle hareket
etmeli ve öyle bir eğitim metodu uygulamalıdırlar ki, nesillere asalet
getirsinler. Nedir bu hareket ve metodlar? Helal lokma ve helal süt ile
çocuklarını beslemeli ve kendilerini de aynı lokma ile gıdalandırmak,
çocuklarını iyi yetiştirmeleri için seferber olmalı, maddî ve manevî öğretimle
eğitimlerini dengeli vermeli ve sonuçta bu gayretlerini Allah'a dua ederek
hayırlı evlat yetiştirmelerine Allah'ın müdahalesini istemelidirler. Biz buna
"dua" metodu diyoruz. Ana-babalar, çocuklarına doğru bilgi öğretmeli
veya onlara bu tür bilgileri öğretecek hocalara teslim etmelidirler. Demek ki
helal lokma, helal süt; doğru bilgi ve dua ailelere asaleti getirecektir. O
zaman peygamberliğin dışındaki nimet tamamlanacaktır (Yeni Anlayışın Işığında
Kur’an Tefsiri, Yusuf sûresi, 4-6. âyetlerin tefsiri).
Albastı,
Alkarısı: Yeni doğum yapmış, lohusa
kadınlarda görülen ateşli bir hastalık, loğusa humması. Yanlış olarak; kötü bir
cinin yeni evlenen veya lohusa kadınlara musallat olup korkutarak gözükmesi
şeklinde değerlendirilir.
Dream:
İngilizcede rüya.
Düş: Rüya. Kur’ân-ı Kerim ve Arapça kullanımındaki hem
rü’ya (sâdık rüya) ve hem de hulum (nefsânî ve şeytânî, kâzip rüya) için Türkçede
rüya kelimesi de düş kelimesi de kullanılır.
Düş
azması: İhtilâm, uykuda insanın
boşalarak cünup olması, hamamcı olması. İslâmoğlu Hoca, bu konunun düşünceyle
bağlantısını şöyle vurgular: Hadesten (mânevî pisliklerden) tâhir olmayan bir
düşünce “düş-azması”na benzer. Düşünmek Türkçe’de “düş”mekten türetilir. Rüya
anlamına gelen “düş”, düşüncenin ait olduğu köktür aynı zamanda. Düş azarsa,
insan kirlenir. Boy abdesti lâzım gelir. Düş azarsa, düşünce de azar. Çünkü
gündüz hayalinde olan gece “düş”ünde olur. Hiçbir zihin, gece ve gündüzü
kuşatan düş ve hayalden kendisini yalıtamaz. Bunun yolu, düşünceyi hadesten
tâhir kılmaktan geçiyor (M. İslâmoğlu, Y. Şafak, 5 Ağ. 2005).
Freud ve
Freudçuluk: Rüyaları daha çok
şuuraltına atılmış cinsel fantezilerin ortaya çıkması şeklinde değerlendiren
Alman psikolog. Geliştirdiği metoda psikanaliz denilmektedir. Bu anlayışı kabul
etmeye de Freudçuluk denilir.
Hallüsinasyon: Olmayan bir şeyi varmış zannetme, hayal, sanrı.
Psikoloji kitapları hallüsinasyonu zihnin icadı olan hayaller olarak
nitelemektedir. Meselâ, çok yüksek ateşle sayıklayan birinin mevcut olmayan
sesleri işittiğini, şekiller gördüğünü söylemesi gibi.
Hayal:
Gerçekte olmadığı halde, görüldüğü sanılan şey,
görüntü. İnsanın zihninde canlandırdığı şey, hülya, imaj/imge. Hayalet: Hayâlî
varlık, gerçekte olmayan, fakat görüldüğü sanılan şey.
Hipnoz:
Fizikî, rûhî veya mekanik yollarla meydana getirilen
sun’î/yapay uyku hali. Hipnotizma: Hipnozla ilgili uygulamaların ve olayların
tamamı.
Hulum
(çoğulu: Ahlâm): Düş, rüya. Kur’an’da
ve Arapça’da kullanıldığı şekilde, daha çok sâdık rüyaların dışındaki nefsânî
ve şeytanî rüyalar; ayrıca, ihtilâm olup bülûğa ermek. Sâdık ve sâlih rüyanın
dışındaki rüyalar, rüya kelimesiyle değil, hulum kelimesiyle ifâde edilir,
bunlar Kur'ân tabiriyle “edğâsü ahlâm”, yani “karışık düş”tür, yoruma bile
değmeyecek şeytânî veya nefsî görüntülerdir.
İhtilâm: Düş azması, uykuda insanın boşalarak cünup olması
(bk. düş azması).
İstihâre:
Hayır dileme, yapmak istediği bir
şeyin kendisi hakkında hayırlı olup olmadığını, Allah’ın o işi sevdirip
sevdirmemesi şeklinde gönlünde hoşlanma veya hoşlanmama oluşturmasıyla anlamak
için iki rekât namaz kılıp duâ etmek. Tasavvufun da etkisiyle sonradan rüya
olayıyla birlikte rüya falına dönüştürülüp yozlaştırılan özel bir uygulama.
Kâbus:
Uykuda bastıran rahatsız edici ve sıkıntı verici hal,
karabasan.
Karabasan:
Sıkıntı verici rüya, kâbus.
Kâzip
Rüya (Şeytanî Rüya): Şeytanî bir
telkin ile meydana gelen, gizli bir dış etkiden kaynaklanan ve fakat yalan bir
çağrışım ve tahayyülden ibâret olan rüya. Ayrıca, nefsin kendi kendine yaptığı
telkinden ibâret olan rüya için de kâzip rüya denilir ki, bu da sadece
geçmişten gelen birikimlerin tahayyülünden başka bir değer taşımaz. Bu iki cins
rüyaya Kur’an ifâdesi ile hulum (ahlâm, edğâsu ahlâm) denilir.
Muabbir:
Tâbirci, rüya yorumlayan kimse.
Mübeşşirât:
Müjdeler, iyi haber verip sevindiren
şeyler, hayırlı alâmetler. Müjde veren, olacak şeyi olmadan önce, zararlı veya
yanlış ise uyarı niteliğinde haber veren, neticesi itibarıyla müjde sayılan
şeylerdir. Peygamberimiz’e lâzım olan her şey vahiyle bildiriliyordu; vahiy
kesildi ama bu müjdeler, uyarılar rüya yoluyla mü’minlere bildirilecek demektir
ki, bu da bu ümmete verilen Allah’ın bir lutfudur.
Psikanaliz:
Freud’un öğretileri, onun kişilik
çözümlemeleri için başvurduğu yöntemin adı.
Sâdık
Rüya (Sâlih Rüya): Rüyâ-yı sâdıka; Doğru
ve görüldüğü gibi çıkan rüya demektir. Buna "rüyâ-yı sâliha" da
denir. Bunun zıddı, Kur'ân tabiriyle “edğâsü ahlâm”, yani “karışık düş”tür. Peygamberlerin
ve onlara uyan sâlih mü'minlerin gördükleri rüyalar sâdık rüyalardır. Yusuf (a.s.)'ın
gördüğü rüya gibi (12/Yûsuf, 4). Mü’min olmayanlar da bu tür rüyaları
görebilirler. Yusuf sûresi 43. âyetinde bildirilen, Firavun’un yedi zayıf
ineğin yedi semiz ineği, yedi cılız başağın da yedi olgun başağı yuttuğunu
gördüğü rüyasıyla, Hz. Yusuf'un hapishanede iken iki mahpusun gördüğü rüyalar,
bu tür rüyalardır
Tabir:
Yorum, rüya yorumu, düş analizi. Düşte görülen olayın
iç yüzüne, gösterdiği mânâya geçmek, misâl âlemine ait şekillerden dünya
kavramlarına geçmektir.
Tabirname:
Rüya yorumları ile ilgili kitap, rüya
yorum kitabı.
Yakaza: Uyanık halde rüya. Yakaza’nın sözlük anlamı
uyanıklıktır. Ayrıca dalgın anlamına da gelmektedir. Uyku ile uyanıklık
arasındaki hale “beyne’n nevm ve’l-yakaza” adı verilmektedir. İnsan bazen
rüyada gördüğü şeyin bir benzerini uyku ile uyanıklık arasında veya bütünüyle
uyanıkken de görebilir. Tasavvufta buna vâkıa ve vekaai denilir. Yakaza,
tasavvufta kerâmet gibi yüce bir ilham kabul edilir. Onlara göre yüce velîlerin
yarı uyku yarı uyanıklık halinde ve dış duyularının henüz normal
fonksiyonlarını sürdürdükleri durumda iken, Allah’ın onlara açık ve seçik
olarak gösterdiği bir rüya veya daha doğrusu bir çeşit ilhamdır. Bu rüya,
sembolsüz ve çok açıktır. Bundan dolayı tâbire ihtiyaç yoktur. Tasavvuf ehline
göre; yakaza ile edinilen bilgi, kendisinden şüphe edilmeyen mutlak doğruluk
ifâde eder. Muhiddin Arabî, yakazayı “Allah’ın gizlediğini anlamaktır” şeklinde
açıklar (Futûhât-ı Mekkiyye, s. 329). Yakazanın hallüsinasyon ile şeklen bir
yakınlığı görülse de, temelde farklı olduğu iddia edilir. Hallüsinasyon, hayal
görme, uyanıkken rüya görmedir (Türk İslâm Tasavvuf Geleneğinde Rüya, Hasan
Avni Yüksel, s. 223).
Unutmayalım;
rüyaya itimad edilmesi doğru değildir. Rüyalara değil, gerçeklere yapışmak
gerekir.
“Hayat bir
rüyadır. İnsanların vazifesi bu rüyayı kâbus yapmamaktır.”
“Biz
uyuyunca rüyalar uyanırlar.”
“Rüya
görmek, uykuda düşünmek demektir.”
“En güzel
uyku bile, uyanılan ânın değerine ulaşamaz. En mutlu rüyadan daha güzeldir
uyanmak.”
“Ömür
dediğin bir uyku gibidir, mutluluklar rüya gibi gelir geçer.”
“Rüyada
susuzların gözüne, dünyanın her yeri pınar görünür.” (Sâdi)
“Aç tavuk,
rüyasında darı görür.” (Atasözü)
“Aç tavuk
rüyasında kendini arpa anbarında görür.” (Atasözü)
“Rüya ile
hülya olmasa, züğürdün canı çıkar.” (Atasözü)
“Rüya,
züğürtlerin avuntusudur.” (Atasözü)
“Korkulu
düşün sonu hayır olur.” (Atasözü)
“Korkulu
rüya görmektense uyanık yatmak hayırlıdır.” (Atasözü)
“Düş,
uykudan sonra gelir.” (Atasözü)
“Küçük
çocuklar da büyük düşler görürler.”
“Rüyaların
mantıkla alışverişi yoktur.”
“Rüya sâdık
ama, gören kâzip.”
“Bazen
gözsüz görürüz; uykumuzdaki rüya gibi.”
“Rüya,
gecenin akvaryumudur.”
“En güzel
rüyaların bile bir sonu vardır.”
“Bu rüya
hâbdan (uykudan) evvel dahi tâbir olunmuşdur.”
“İnsanı
oyalıyor yolundan, / Her yatakta bir sürü rüya.” (Fazıl Hüsnü Dağlarca)
“Gezmişti,
atıp günün bütün yüklerini, / Dünyanın dağlarıyla düzlüklerini! /
Lâkin gün doğmadan çalan zil,
dedi ki: / Gerçek zannetme düşte gördüklerini!” (A. Nihat Asya)
“Her sûreti
hak sanma ki erbâb-ı felâket / Rüyâda nice devlet-i bîdâr görürler.” (Ş. Galip)
“Bu âlem şöyle bir rüya imiş
yahut muvakkatmiş / Evet ukbâda anlarsın ne müthiş hakikatmiş.” (Mehmed Âkif)
“Düşe düşüp aldanma, / Kendin
hayrete salma; / Senden gayri ne vardır / Ta’bire muhtaç ola.” (Gaybî)
1.
Ahmet Arpa, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s.
285-287
2. Erol Göka, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Y., c. 3, s. 329-330
3.
İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları, 4/507-508)
4. İsmail Kaya, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 287-288
5.
Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 18, s. 142-156
6.
Muhittin Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis, s.
67-68
7.
Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin
Hadislerdeki Dayanakları, T.D.V. Y., s. 40-46
8.
Muhittin Uysal, a.g.e., s. 74-77
9.
Ahmet Yıldırım, a.g.e., s. 47-49
10- Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 215
11-
TDV
İslâm Ansiklopedisi, c. 23, s. 333-334
Rüya Konusuyla
İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Uykuda Görülen Düş Anlamında Rü’yâ Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 12/Yûsuf, 5, 43, 43, 100; 17/İsrâ, 60; 37/Sâffât, 105; 48/Fetih, 27.
B- Rüya Anlamındaki “Hulum” (Çoğulu: Ahlâm): (Toplam 3 Yerde): 12/Yûsuf, 44, 44; 21/Enbiyâ, 5.
C- Rüya İle İlgili Âyetler: 12/Yûsuf, 4-5, 43-44, 100; 37/Sâffât, 102, 105; 48/Fetih, 27.
D-
Rüya
Tâbiri: 12/Yûsuf, 4-6, 36-37, 41, 43-50, 100-101.
Konuyla
İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1.
İlimde, Teknikte, Edebiyatta, Tarihte, Dinde
Rüya, Hekimoğlu İsmail, Nurettin Ünal, Türdav
2.
Türk-İslâm Tasavvuf Geleneğinde Rüya, Hasan Avni
Yüksel, M.E.B. Y.
3.
Rüya ve Kültür, Batı Entelektüel Geleneğinin
Antropolojik İncelemesi, Susan Parman, Çev. Kemal Başcı, Kültür Bakanlığı Y.
Dünya Edebiyatı
4. Türk Edebiyatında Siyasi Rüyalar, M. Kayahan Özgül, Akçağ Y., Ank. 1989
5. İslâmî Rüya Tabirleri Ansiklopedisi, İmam Nablûsî, Terc. Ali Bayram, M. Sadi Çöğenli, Cümle Neşriyat
6.
Hayırdır İnşallah Türkler İçin Rüya Tabirleri,
M. Emin Kazcı, Akis Y.
7. Rüya Dünyamız, H. Şinasi Çoruh, Kitapçılık Tic. Ltd. Şt. Y., İst. 1968
8. Türk Halk Edebiyatında Rüya ve Aşk Bâdesi Motifi, Süleyman Kazmaz, Erdem Y., Ank. 1985
9. Âşık Tarzı Şiir Geleneği ve Rüya Motifi, Umay Günay, At. Kültür Merkezi Yl, Ank. 1986
10. Türk Halk Edebiyatında Rüya Motifinin Yapısı ve İşlevi, F. G. Hopkins, I. Uluslar arası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, MİFAD Y., c. 2, s. 1976
11. Rüyalar Üzerine Bir İnceleme, Simund Freud, Terc. A. Seden, Varlık Y., İst. 1965
12. Rüyalar ve Yanılgılar Psikolojisi, Sigmund Freud, Terc. A. Seden, Altın Kitaplar Y., İst. 1978
13. Rüya Yorum Metodu, Sigmund Freud, Terc. A. Günkut, Ataç Kitabevi Y., İst. 1964
14. İnsan Tabiatını Tanıma, A. Adler, Terc. A. Yörükan, Tur Y., Ank. 1973
15.
Türk
Mitolojisi, Bahaeddin Ögel, I-II, Devlet Kitapları, 1000 Temel Eser
16. Türk Kültür Tarihine Giriş, Bahaeddin Ögel, I-II, Kültür Bakanlığı Y.
17. Mukaddime, İbn Haldun
18. İhyâi Ulûmi’d-Din, İmam Gazâli, Bedir Y., c. 1
19. Kimyâ-yı Saâdet, İmam Gazâli
20. Medikal Psikoloji, Rasim Adasal, A. Ü. Tıp Fak. Y., Ank. 1965
21.
Kur’an
Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. , c. 18, s. 142-171
22. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. (Rüya Md.), Ahmet Arpa, c. 5, s. 285-287, (Rüya-i Sâdıka md.,) İsmail Kaya, c. 5, s. 287-288
23.
İslâm
İnancında Gayp Problemi, İlyas Çelebi, İFAV Y., s. 152-155
24.
Kur’an’da
İnsan-Gayb İlişkisi, Hâlis Albayrak, Şûle Y., s. 218-223
25.
Türk
Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, c. 7, s. 368-373
26. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (Erol Göka), Risale Y., c. 4, s. 329-330
27.
Meydan
Larousse Ansiklopedisi, c. 10
28.
Tasavvuf
Kültüründe Hadis, Muhittin Uysal, Yediveren Y., s. 67-78
29.
Tasavvufun
Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Ahmet Yıldırım, TDV Y., s. 40-49,
296-298
30.
Tasavvuf
Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ethem Cebecioğlu, Rehber Y., s. 600-601
31.
Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü, Sülmeyman Uludağ, s. 443-444
32.
Muhyiddin
İbn ü’l-Arabî’de Tasavvuf Felsefesi,
Ebu’l-Âlâ Afifî, Kırkambar Y., s. 130-133
33.
Fetvâlar,
Mevdûdi, Nehir Y., c. 4, s. 244-248
34.
Hadis
ve Psikoloji, Muhammed Osman Necati, Terc. Mustafa Işık, Fecr Y., s. 212-226
35.
Kur’an’da
İnsan Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y., s. 87-89
36.
Merak
Ettiklerimiz, Âdem Tatlı, Mehmet Dikmen, Cihan Y., s. 328-342
37.
Kur’an’da
Zihin Eğitimi, Yaşar Fersahoğlu, Marifet Y., s. 208-213
38.
Kütüb-i
Sitte, İ. Canan, c. 17, s. 513-7; 4/515-548; 9/401; 16/364
39.
S.
Müslim, (Davudoğlu Şerhi), Sönmez Y., 10/13-40, 221, 222, 373-374, 381-384;
1/69; 2/71, 76, 138, 443; 3/11; 6/252, 494-495.
40.
S.
Buhâri Tecrid-i Sarih Terc. DİB Y., 12/271, 275, 276, 284, 287; 9/316; 4/33
(No: 576, 597, 681, 1358, 1552, 1554, 2101, 2102, 2103, 2106, 2107, 2109, 2110.
Tabiri: 22, 73, 576, 1535, 2108, 2111.
41. Rüya, Halûk Nurbakî, İslâm’ın Nuru, 1953, II/24, sayfa 36-37
42. Rü’ya Üzerine, İsmail Karabacak, Hakses, 1989, 25/296, sayfa 22-24
43. Rüyalar Üzerine, Orhan Şaik Gökyay, II. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, MİFAD Y., Ank. 1982
44. Tâbirnâmeler, Orhan Şaik Gökyay, IV. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi Bildirileri, HAGEM Y., Ank. 1992
45. Yahya Kemal’in Şiirlerinde Hayal, Sembol ve Rüya, Mehmet Kaplan, Kubbealtı Akademi Mecmuası, İst. 1985, no: 2
46. Rüyaların Psikolojisi, W. J. Fielding, Ruh ve Madde Dergisi, Ocak 1968, c. 8, no. 96