Bakara, 75; Kavram: 75

 

T A H R İ F

 

Tahrif; Anlam ve Mâhiyeti

Kur’ân-ı Kerim’de Ehlî Kitabın Kitaplarını Tahrifi

Yahûdilerin Tevrat’ı Tahrif Etmesi

Hıristiyanların İncil’i Tahrif Etmesi

İslâm’ı Tahrif Çabaları

Yahûdi ve Hıristiyanları Taklit, Hak Dini Tahrife Götürür

Sünnetin Tahrifi

İsrâiliyyât

Çağdaş İsrâiliyyât

Bazı Hurâfeci Tahrif Akımları

 

 

Şimdi (ey mü’minler!) onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa ki, onlardan bir zümre, Allah’ın kelâmını işitirler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi.” (2/Bakara, 75)

Elleriyle (bir) Kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için ‘bu Allah katındandır’ diyenlere veyl/yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü yazıklar olsun onlara!" (2/Bakara, 79)

 

 

 

Tahrif; Anlam ve Mâhiyeti

“Tahrif” kelimesi, “ha-ra-fe” den gelir. “Harf”, bu fiilin masdarıdır; çevirmek, değiştirmek demektir. Harf, isim olarak kullanıldığında harf, kenar, uç anlamlarına gelir. Tahrîf, “bir şeyi uzatmak, sözgelimi, kalemi uzatmak, yani açmak, sivriltmek, kelimeleri harf harf yapmak, yani gerçek anlamından çıkarıp birkaç manaya gelebilecek şekle sokmak” demektir. Bir kelimede harflerin yerini veya bir harfi değiştirme, bozma; bir ibârenin manasını değiştirme anlamına gelir. Daha çok, ilâhî kitaplar üzerinde herhangi bir kelimenin bile bile değiştirilmesi için kullanılır. Tahrif edene “muharrif”, tahrif edilen şeye de “muharref” denir.

Kur’an’ın tahrif konusundaki âyetlerinde bu olayın nasıl gerçekleştiği açıklanmaktadır. Tevrat ve İncil gibi Allah tarafından gönderilen Kitab’ın âyetleri, gerçek anlamından çıkarılmaktadır. Kelimelerle esas kastedilen manayı öteye beriye çekmek, âyetlere yersiz manalar verip anlamsız te’villerde bulunmak, kısaca kendi dâvâlarının aksini belirten kelime ve âyetlerin manalarını değiştirmek, ayrıca âyetlerin bizzat metinlerinde de değişiklik yapmak sûretiyle Kitap tahrif edilmektedir. Kur’an’ın metni Allah tarafından korunmaya alınmıştır: O zikri (Kur’an’ı) Biz indirdik; elbette onu yine Biz koruyacağız.” (15/Hıcr, 9) Buna rağmen, aynı hâdise, Kitab’ın lafız veya metninde değişiklik yapmanın dışında, belli ölçülerde İslâm ümmetinde de cereyan etmiştir. Çünkü Kur’an’ın geçmiş ümmetlerden, özellikle İsrâiloğulları ve hıristiyanlardan söz eden âyetleri İslâm ümmetine bir bakıma kesin bir ikaz mâhiyetindedir. (1)

İslâm’a göre birkaç çeşit tahrif vardır: 1- Bir kelimenin bazı harflerini yanlış telaffuz ederek ona başka mana vermek, 2- Bir hadis veya âyete tefsir yoluyla değişik mana vermek, 3- Metinler arasında bile bile değişiklik yaparak Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde mevcut olmayan bir kelimeyi metinlere eklemek sûretiyle varmış gibi göstermek.

Dinî bir metnin aslını bozma ve değiştirme anlamına gelen tahrif, İslâm literatüründe genellikle Tevrat ve İncil’in geçirdiği değişiklikler ve aslının bozulmasını ifade için kullanılır. Yapılan araştırmalar Tevrat’ta, Allah’ın kelâmı olarak kabul edilebilecek az sayıda ibâre ve bölümün bulunduğunu ortaya koymuştur. İlâhî metin olma niteliğindeki bu az sayıda ibâre ve bölüme de haham, kâhin ve yahûdi müfessirleri tarafından söz, hikâye, vaaz ve telkinler ilâve edilmiştir. Bu bakımdan, ilâvelerin ayıklanarak aslî metnin ortaya çıkarılması oldukça zordur.

Hz. Mûsâ, İsrâiloğullarından, verdiği tâlimatlara uymalarını, Allah’ın emir ve yasaklarını gelecek nesillere öğretmelerini, evde olsun yolda olsun, her oturuş kalkışta bunlardan söz etmelerini ve Tevrat’a gönülden sahip çıkmalarını istemiş, onlardan söz almıştı. Fakat onlar, Hz. Mûsâ’nın samimi nasihatini ciddiye almadıkları gibi, Tevrat’ı muhâfaza ve nesilden nesile devretme görevini de yerine getirmemişlerdir. İsrâiloğulları ta başından beri Allah kelâmı olan Tevrat’a daima ilgisiz kalmışlardır. O kadar ki, Hz. Mûsâ’dan yedi yüz yıl sonra Kudüs’teki Süleyman Mâbedinin baş râhibi ile dönemin hükümdarı, kendilerine Allah tarafından Tevrat adında bir kitabın verildiğinden nerede ise haberleri bile yoktu.

Tevrat’ın nesilden nesile sağlam bir şekilde intikali konusunda yahûdi din adamlarının en büyük suçu, bu ilâhî kitabı okuma imkânını kendi tekellerine almış olmalarıdır. Bundan dolayıdır ki Tevrat, yahûdi halkının bildiği ve okuduğu bir kitap mahiyetini alamamış, halk bu Allah kelâmından kopuk yaşamıştır. Daha sonraları yahûdiler arasında bid’at ve cehâlete dayanan uygulamalar ortaya çıkınca, din bilginleri bir yandan bid’at ve cehâletle mücadeleye girişmiş, bir yandan da bozuk inanç ve uygulamalara karşı Tevrat’tan kanıtlar bulmaya çalışmışlardı. Tevrat’tan kesin cevap bulamadıkları hususları da bizzat kendileri Tevrat’a eklemişlerdir. Yahûdi bilgin ve hahamları, kesin cevap bulamadıkları noktalarda Tevrat’ı yalnız kendi anlayışları doğrultusunda yorumlamakla kalmamışlar, uygun gördükleri metinleri ekleyerek bazı yerleri de çıkarmışlardır. Sonuçta bu ilâve ve çıkarmalar gerçek Tevrat’ı tanınmaz hale getirmiştir.

Aynı tür bir tahrif olayına diğer ilâhî kitap olan İncil’de de rastlanmaktadır. Hıristiyan râhipleri kendi yorum ve hayal ürünü düşüncelerini, kendi ictihadları doğrultusunda geliştirdikleri din anlayışlarını Allah’ın kelâmı olan İncil’e ekleyerek bu ilâhî kitabı âdeta anlaşılamayacak hale getirmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim, yahûdi ve hıristiyan din adamlarının ilâhî kitaplar üzerindeki bu çirkin tasarrufunu şöyle açıklıyor: “Ey iman edenler! Bilin ki, hahamlardan ve râhiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve insanları Allah yolundan alıkoyarlar...” (9/Tevbe, 34) Bu âyetten anlaşıldığı üzere, hahamlarla râhipler, mukaddes kitaplardaki âyetleri dünya menfaati karşılığında değişmişler veya hükmünü kendilerine göre yorumlamışlardır. Bunlar, özellikle Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğiyle ilgili âyetleri tahrif etmişler, Kitab-ı Mukaddes’in, Hz. İsa’dan sonra Hz. Muhammed’in geleceğini müjdeleyen âyetlerini yok etmeye çalışmışlardır. Haham ve râhipler bununla da yetinmemiş, ilâhî kitaplara yaptıkları ilâvelerin aslî metin olduğunu iddia etmişlerdir. Böylece haham ve râhiplerin tarih felsefesi, kelâm, fıkıh, tefsir ve diğer ilim dallarındaki görüş ve yorumları Kitab-ı Mukaddes külliyatı içine girerek âdeta Allah kelâmının bir parçası halinde görülmüştür. (2)

 

 

 

 

Kur’ân-ı Kerim’de Ehlî Kitabın Kitaplarını Tahrifi

Kur'ân-ı Kerim, yahudi ve hıristiyanların birçok yanlış ve sapık davranışlarından söz eder. Üzeyir ve Mesih'i ilâh olarak kabul etmeleri gibi. Bu affedilmez yanlışlarının başında tahrif gelir. Onlar, kutsal kitaplarını değiştirmekten, hükümlerini gizlemekten, atmalar ve katmalarla tahrif etmekten uzak durmamışlardır.

"Elinizdekinin (Tevrat'ın) aslını tasdik edici olarak indirdiğime (Kur'an'a) iman edin! Sakın onu inkâr edenlerin ilki olmayın! Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız Benden korkun. Hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bilip dururken hakkı ketm etmeyin/gizlemeyin. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû edenlerle beraber rükû edin. (Ey bilginler!) Siz Kitab'ı okuyup gerçekleri bildiğiniz halde, insanlara iyiliği emrediyor, kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmayacak mısınız?" (2/Bakara, 41-44)

"Ey iman edenler, onların (yahudilerin) size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa ki onlardan bir zümre, Allah'ın kelâmını işitirler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi/değiştirirlerdi." (2/Bakara, 75)

"Elleriyle Kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için 'Bu Allah katındandır' diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü yazıklar olsun onlara!" (2/Bakara, 79)

"Allah'ın indirdiği Kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır." (2/Bakara, 174)

"Ey ehl-i kitap! Neden hakka bâtılı karıştırıyor ve bile bile hakkı/gerçeği gizliyorsunuz?" (3/Âl-i İmran, 71)

“Ehl-i kitaptan bir grup, okuduklarını Kitaptan sanasınız diye Kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları Kitaptan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde; ‘bu Allah katındandır’ derler. Onlar bile bile Allah’a iftira ediyorlar.” (3/Âl-i İmrân, 78)

"Allah, kendilerine Kitap verilenlerden, 'Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz' diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü!" (3/Âl-i İmran, 187)

“Yahûdilerden bir kısmı kelimeleri tahrif ederler/yerlerinden değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak (Peygambere karşı) ‘işittik ve isyan ettik’, ‘dinle, dinlemez olası’, ‘râinâ’ derler...” (4/Nisâ, 46)

“Sözlerini bozmaları sebebiyle onları (İsrâiloğullarını) lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (Kitaplarını tahrif ederler). Kendilerine öğretilen ahkâmın (Tevrat’ın) önemli bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hâinlik görürsün. Yine de sen onları af1fet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.” (5/Mâide, 13)

“Biz hıristiyanlarız’ diyenlerden de kesin söz almıştık ama onlar da kendilerine zikredilenin (verilen öğütlerin veya Kitabın) önemli bir bölümünü unuttular. Bu sebeple kıyâmete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Yakında Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” (5/Mâide, 14)

“Ey ehl-i kitap! Rasûlümüz size Kitaptan gizlemekte olduğunuz birçok şeyi açıklamak üzere geldi; birçok (kusurunuzu) da affediyor. Gerçekten size Allah’tan bir nur, apaçık bir Kitap geldi.” (5/Mâide, 15)

“Ey Rasûl! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla ‘inandık’ diyen kimselerden ve yahûdilerden küfür içinde koşuşanlar(ın hali) seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler ve sana gelmeyen (bazı) kimselere kulak verirler; kelimeleri yerlerinden kaydırıp tahrif ederler/değiştirirler...” (5/Mâide, 41)

"...İnsanlardan korkmayın, Benden korkun. Âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." (5/Mâide, 44)

"Onların ardından (âyetleri tahrif karşılığında) şu değersiz dünya malını alıp, 'nasıl olsa bağışlanacağız' diyerek Kitab'a vâris olan birtakım kötü kimseler geldi. Onlara ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Acaba Allah'a karşı haktan/gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dair kendilerinden, o Kitabın hükmü üzere mîsak/kuvvetli söz alınmamış mıydı ve onlar Kitab'ın içindekini ders edinip okumadılar mı? Halbuki âhiret yurdu, takvâ sahipleri/Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" (7/A'râf, 169)

"Ey iman edenler, (biliniz ki) hahamlardan (yahudi bilginlerinden) ve (hıristiyan) râhiplerden birçoğu insanların mallarını bâtıl/haksız yollarla yerler ve onları Allah'ın yolundan

men ederler. Altın ve gümüşü yığıp biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlara hemen acıklı bir azabı müjdele!" (9/Tevbe, 34)

Kur'anî ifadeler, görüldüğü gibi, hıristiyan ve yahudilerin kitaplarını tahrif ettiklerini, yer yer kendi elleriyle yazdıklarını açık ifadelerle belirtiyor. Bir tahrif çeşidi olarak ehl-i kitap, Allah'ın indirdiği Kitaptan Hz. Muhammed'in (s.a.s.) vasfını dünyevî menfaatlerinden dolayı gizlemişlerdir: "Allah'ın indirdiği Kitaptan bir şeyi (âhir zaman peygamberinin vasıflarını) gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah kendileriyle ne konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlar, doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfirete bedel olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar! Bu azabın sebebi, Allah'ın, hak olarak indirmiş olduğu Kitab'ı(n hükmünü gizlemeleri)dır. (Hak olarak inen Kitab'ı farklı yorumlar yapıp) Kitapta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir." (2/Bakara, 174-176).

Peygamber Efendimiz de hadis-i şeriflerinde yahûdi ve hıristiyanların “tefsir etmek sûretiyle kitaplarını tahrif ettiklerini” (Dârimî, Mukaddime 56), “İsa’dan sonra meliklerin Tevrat’ı değiştirdiklerini” (Nesâî, Kudât 12), “Kitaplarını hem tahrif ettikleri, hem de ilâveler yaptıklarını” (Tirmizî, Tefsir, 34) açıklamıştır.

 

Yahûdilerin Tevrat’ı Tahrif Etmesi

İsrâiloğulları, Hz. Mûsâ'nın bütün ikazlarına rağmen Tevrat'a sahip çıkamadılar, onu koruyamadılar, onu tahrif ettiler. Bu tahrifatın kökeninde yahudi din adamlarının duyarsızlığı yatıyordu. Bel'amlar, kendileri Kitab'ı öğrenmek kaydıyla muhafaza etmedikleri gibi, halka da öğretmiyorlardı. Kutsal kitabın kaderi tamamen ruhban sınıfa kalmıştı. Kutsal kitap, halk arasından tamamen çektirilmişti. Kitaba ancak ruhban sınıf ve aristokrat sınıf ulaşabilirdi. Onlar da Kitabı mevcut statükoya göre, egemen güçlerin arzuları istikametinde yorumluyorlardı. Hele kutsal kitap, halkın arasından çektirildi mi, halk tamamen câhil hale gelerek bütünüyle şirk, hurâfe, bid'at ve sapıklıkla başbaşa kalır. İşte yahudi din adamları ve hahamları Kitabı muhafaza edecekleri yerde, revaçta olan, yaygınlık ve önem kazanan bâtıl ve sapık inançlara, ahlâkî bozukluklara Tevrat'tan dogmalar bulmaya çalışarak onları meşrû gösterme gayreti içine giriyorlardı. Giderek Tevrat'ta bulunmayan dogmaları da kendi felsefelerinden türeterek tahrifata çalışıyorlardı.

Öyle oldu ki artık Allah'ın kutsal kitabı olan Tevrat, din adamları ve hahamlar elinde bir taslak, bir oyuncak oldu. Bu kimseler, Allah'ın kitabını kendi hevâ ve istekleri, kendi felsefe ve sapık inançları doğrultusunda istedikleri gibi nesh ediyorlardı. Nesh ederlerken, mensuh âyetler yerine kendi hezeyanlarını yerleştirerek tahrifi pekiştiriyorlardı. Bu din adamları, menfaatleri istikametinde her türlü bâtıl tefsir ve te'vil hakkına sahiptiler. Her çeşit ekleme ve çıkarmalar için

Kendilerini yetkili görüyorlardı. Bütün bu yapılanlar yetmiyormuş gibi, "bunlar Allah katındandır" diyerek tahriflerini tescillendiriyorlardı. Böylece, birçok felsefecinin, tarihçinin, müfessirin, yorumcu, bid'at ve hurâfeci masalcının görüşleri mukaddes kitaba sokularak Allah'ın kelâmı oluverdi. Bu saçmalıklar Allah'ın kelâmı oluverince de kim bunlara karşı çıktıysa hemen dinden çıkmış sayıldı.

İsrâiloğullarının birçok açık hakikatleri inkâr ettiklerini veya tahrif edip değiştirdiklerini görürüz. Hz. Muhammed'in vasfını Tevrat'tan kaldırmaları (4/Nisâ, 46), "İbrahim (a.s.) bizim dinimiz üzeredir" diyerek ona iftira etmeleri (3/Âl-i İmran, 65), kendi yorumlarını "bu Allah'ın Kitabındandır" diyerek Allah'a iftirada bulunmaları (3/Âl-i İmran, 78), onların kelimeleri yerlerinden oynatarak tahrif etmeleri (5/Mâide, 13) Kur’an’da vurgulanır.

İsrâiloğullarının peygamberlerine Allah tarafından indirilen Tevrat'ı Kur'an tasdik eder. Tevrat'ı bir nur ve öğüt (21/Enbiyâ, 48), hidâyet kaynağı (17/İsrâ2), bir hidâyet ve rahmet (28/Kasas, 43) olarak vasıflandırır. Buna karşılık Kur'an, Tevrat'ın tahrif edildiğini de haber verir. Onlar Kitabı elleriyle yazıp 'bu Allah katındandır' diye yalan söylemektedirler (2/Bakara, 79). Allah'ın kelâmını değiştirmektedirler (2/Bakara, 59, 75). Kelimeleri konuldukları anlamlardan çıkarmaktadırlar (4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A'râf, 162). Vahyi gizlemektedirler (2/Bakara, 159, 174; 5/Mâide, 15; 6/En'am, 91). Vahyi ciddi muhafaza etmeyip unutulmaya terk etmektedirler (5/Mâide, 13-14).

İsrâiloğullarının Kitaplarını tahrif ettiğini bizzat Tevrat'ın kendisi itiraf ederek, Yeremya peygamberin dilinden şöyle söyler: "Allah'ımızın sözlerini değiştirdiniz." (Yeremya, 23/36)

Tevrat'ın tahrif edildiğini anlamak için derin bir araştırma yapmaya ihtiyaç yoktur. Tevrat satırları arasında yapılacak kısa bir gezinti, bu kitabın tahrifine dair birçok örneği gözler önüne serecektir. Tevrat'ta Allah'a oğul isnâd edilir (Tekvin, 6/2; Mezmurlar, 2/7). Allah'ın, yiyip bitiren bir ateş olduğu ifade edilir (Tesniye, 4/24). Allah'a yorgunluk isnâd edilir (Tekvin, 2/2). Allah'ın, Hz. Yakub'la güreşip ona yenildiği gibi komik hikâyeler aktarılır (Tekvin, 32/28).

İftira edilen sadece Allah değildir. Onun peygamberleri de türlü iftiralara uğrar Tevrat'ta: Hz. Âdem, Allah'ın dilinden ilâhlaşmış biri gibi tanıtılarak hem Allah'a hem Âdem'e iftira edilir: "İşte Âdem iyiyi ve kötüyü bilmekte bizden birisi gibi oldu." (Tekvin, 3/22-23). Hz. Nuh'a içki içiren kızlarının onunla zina ettikleri ve öz kızlarının bu peygamberden hamile kaldığı söylenir (Tekvin, 19/30-36). Yine aynı peygambere yapılan bir başka çirkin isnat da torunu Ken'an tarafından sarhoşken tecavüze uğradığıdır (Tekvin, 9/20-25). Hz. İbrahim de Tevrat'taki iftiralardan payını alır. Bu yüce peygamber, hanımı Sâra'yı kendi elleriyle Firavun'a peşkeş çeken biri olarak gösterilir (Tekvin, 12/14-19).

Hz. Yakub, Allah'a başkaldıran ve onu azarlayan biri olarak gösterilir (Sayılar, 11/10-15). Hz. Harun, Tevrat'a göre altın buzağı putunu yapıp buna tapılmasını emreden biridir (Çıkış, 32/1-5; 24, 35). Hz. Dâvud, Uriya adlı bir komutanının hanımıyla zina eden, ondan gayrı meşru çocuk sahibi olan ve onunla evlenmek için kocası Uriya'ya komplo kurarak öldürten bir zorba olarak takdim edilir (II. Samuel, 11/2-27). Hz. Süleyman, hanımlarından putperest olanların oyununa gelerek puta tapan biri olarak gösterilir (Krallar, 11/4). Yine aynı peygamberin ağzından şuh ve müstehcen şiirler verilir (Neşideler Neşidesi, 1/1-4).

İsrâiloğullarının peygamberlerine önce çamur atıp sonra onu kutsal kitaplarına geçirmele-rini Kur'an şiddetle yerer. Tevrat'ta yer alan peygamberlerden birçoğu Kur'an'da da yer alır. Ne ki, Kur'an, kendisinde adı geçen hiçbir peygamber hakkında onların peygamberlik şeref ve haysiyetiyle bağdaşmayacak herhangi bir rivâyete yer vermez. Üstelik, Tevrat'ta iftiraya uğrayan kimi isimleri de aklar. Bunlardan biri Tevrat'ta puta tapmakla itham edilen Hz. Hârun'dur. Kur'an, olayın doğrusunu vererek, Hz. Hârun'un putçu yahudilere engel olmaya kalktığını, lâkin buna güç yetiremediğini aktarır (7/A'râf, 150; 20/Tâhâ, 90-94). Tevrat'ta iftira edilip de Kur'an'ın akladığı İsrâiloğulları peygamberlerinden biri de Süleyman peygamberdir. Tahrif edilmiş Tevrat' ta sırf boy asabiyeti uğruna Hz. Süleyman, küfre düşen ve putperest olan biri olarak lanse edilir (I. Krallar, 11/5, 9). Kur'an ise, yahudilerin bu iftirasını "Onlar, şeytanların uydurdukları sözlere uydular" diye reddederek Hz. Süleyman'ı "Süleyman kâfir olmadı, lâkin (onu tekfir eden) şeytanlar kâfir oldu" ifadesiyle aklar (2/Bakara, 102).

Ayrıca yaratılış kıssası, Âdem kıssası, Nuh kavmi ve kıssası, Lût kavmi ve kıssası, Kur'an'da, Tevrat'ta geçtiği gibi yalan yanlış değil; doğru ve nübüvvet makamına yakışmayacak isnat ve iftiralardan uzak bir biçimde anlatılır. Burada esas olan, asıl Tevrat'ta doğrusunun anlatıldığından kuşku duymadığımız peygamber kıssalarının niçin tahrif edildiği ve yahudileşen İsrâiloğullarının hayatlarına vâkıf oldukları kendi peygamberlerine böylesine iğrenç isnat ve iftiraları hangi sebeple yaptıklarıdır. Bu sebeplerden biri siyâsî idi: İsrâiloğulları âlimleri, uzun süren sürgün ve işgal yılları sırasında her türlü tecavüz ve ahlâksızlığın revaç bulduğu yahudi toplumunu kendilerine bağlayabilmek için böyle yalanlar uyduruyorlardı. Güya böylelikle zulme ve tecavüze uğramış toplumu teskin ederek millî bir görev icrâ ediyorlar ve toplumu moralize ediyorlardı. İkinci sebep ekonomik idi: İsrâiloğulları âlimleri aslî görevleri olan dini tebliğ etme vazifesini bırakıp işi yatırımcılığa, hatta halktan topladıkları parayla tefeciliğe dökmüşlerdi. Bu kötü alışkanlıklarından millî felâketler sırasında dahi vazgeçmiyorlardı. Bunun için halkın bozulan ahlâkını dine uydurmak yerine; dini tahrif ederek halka uyduruyorlardı. Sonuçta, ahlâksızlık yapan insanlara "bakın bunu yapan sadece siz değilsiniz, falan büyük, filân ulu kişi de böyle yapmış" yollu teselli metotları geliştiriyorlardı.

Bu tür bir tahrif yönteminin farklı bir biçimde günümüz İslâm toplumları arasında da revaçta olduğunu müşâhede ediyoruz. İlkesizliğin pençesinde olan kimi sorumsuz âlimler (daha doğrusu “bilgin”ler, ucuz bir popülizmi bayraklaştırıp halka ve yöneticilere şirin görünmek için dinin değişmez değerlerini zorluyorlar. En azından iyiliği yayma ve kötülüğe engel olma noktasında görevlerini tavsatıyorlar. Halkı dine uydurmak yerine; dini halka uyduruyorlar. Değiştirmeyi teklif bile edemedikleri İslâm dışı düzen ve uygulamaları dinî gösteriyorlar. Câhil yığınların önünde onlara klavuzluk edecekleri yerde yığınların ardına takılıp sürüden biri haline geliyorlar.

Belki peygamberlerine yahudileşen İsrâiloğulları gibi doğrudan iftira etmiyorlar, lâkin ne hayatlarıyla, ne davranışlarıyla ve ne de duygu ve düşünceleriyle peygamberi hatırlatan "örnek" olabiliyorlar. Aksine "örneği" unutturuyorlar. Dinin özünü değiştirip peygamberin hâtırasını tahrif ediyorlar. Böylece peygamberlerini mânen "öldürmüş" oluyorlar. Tabii bu da peygamberlere yapılabilecek dolaylı bir hakaret anlamına geliyor. Bir gün birileri çıkıp peygamberlerine ve onun yakınlarına en olmadık iftiraları yakıştırıp, ağıza alınmayacak küfür ve ithamlarda bulununca, aynen İsrâiloğulları toplumu gibi "neme lazımcılıkla" sineye çekiyorlar.

Tevrat'ın tahriften korunamamasının temel sebebi, Allah'ın onu korumayı benî İsrâil âlimlerine vermiş olmasıdır: "Rabbânîler ve ahbâr da Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildikleri için, onu koruyup kolluyorlardı. Artık insanlardan korkmayın, Benden korkun da âyetlerimi basit bir ücret karşılığı satmayın.Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridir." (5/Mâide, 44). Ne ki, Allah'ın Tevrat'ı koruma işini kendilerine emanet ettiği İsrâil oğulları âlimleri Allah'tan korkmayıp emanete ihanet ettiler. Görevlerini yerine getirmediler. Allah'ın hükmü ile hükmetmediler. Dolayısıyla Allah'ın hükümleri ve o hükümlerin içinde yer aldığı vahiy unutuldu. (3)

 

 

 

Hıristiyanların İncil’i Tahrif Etmesi

“Biz hıristiyanlarız’ diyenlerden de kesin söz almıştık ama onlar da kendilerine zikredilenin (verilen öğütlerin veya Kitabın) önemli bir bölümünü unuttular. Bu sebeple kıyâmete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Yakında Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” (5/Mâide, 14)

İlk hıristiyanlar da yahûdilerin amansız takipleri ve işkenceleri karşısında darmadağınık yaşamışlar, Allah tarafından Hz. İsa’ya vahyedilen İncil’i muhâfaza edemeyip kaybetmişlerdi. Milâdî üçüncü asrın başlarında Roma imparatoru Kostantin’in hıristiyanlığa meyletmesinden sonra rahatlayan hıristiyanlar, mukaddes kitaplarını yazmaya teşebbüs etmişler, bunun neticesinde ortaya, birbirini tutmayan yüzlerce İncil çıkmıştır. Hz. İsa’nın yolundan çıkan, Allah’a verdikleri sözde durmayan hıristiyanlar böylece ihtilafa düşmüş, ayrı dinlermiş gibi mezheplere bölünmüş, asırlarca birbirleriyle didişmişlerdir.

Hz. İsa, kendi zamanında öğretilerini konu edinen yazılı herhangi bir belge düzenlememiş ve havârîleri/öğrencileri de onun sağlığında böyle bir şey meydana getirmemişlerdir. Bundan dolayı İncil’e baktığımız zaman onun tek bir eser olmayıp bir tek isim altında birçok risâleden meydana geldiğini görürüz. Yani İncil, bir bakıma derleme eserler koleksiyonudur.

İncillerin durumu, İslâm’daki hadislere bir yönden benzemektedir. Hadisler, daha çok Hz. Muhammed (s.a.s.)’in vefatından sonra yazılmıştır. İnciller de Hz. İsa’nın ref’inden sonra kaleme alınmışlardır. Ancak burada çok önemli bir fark vardır: Hadisleri rivâyet eden kişiler Hz. Muhammed (s.a.s.)’i görenlerdir; halbuki İncilleri Hz. İsa’nın ref’inden onlarca sene sonra kaleme alanlar, onu görmemişler ve yazdıklarını da ondan duymamışlardır.

Bugün hıristiyanların ellerinde bulunan Ahd-i Cedîd, yani Yeni Sözleşme adındaki İncil; Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncillerinden ve Peygamberlerin İşleri adlarını taşıyan beş kitaptan oluşmaktadır. Bu kitaplar incelendiği zaman onların birbirlerini yalanlayan, akla mantığa ve tevhide aykırı bölümlerle dolu olduğu görülür. Buna mukabil İncillerin yazılışlarına bir yönden benzettiğimiz hadislerin arasına yalan haberlerin girmemesi için İslâm âlimleri kılı kırk yararcasına çeşitli metodlar geliştirmişler ve sahih hadisleri diğerlerinden ayırmışlardır. İnciller, sahih hadislerin bu titiz yazılışından yoksun bir şekilde kaleme alınmıştır.

Kur’ân-ı Kerim, Tevrat gibi İncil’in de aslen ilâhî kaynaklı bir kitap olduğunu belirtir. Bununla ilgili olarak bir âyette şöyle denilmektedir: “Onların ardından yanlarındaki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa’yı gönderdik ve Ona içinde yol gösterici ve nûr bulunan İncil’i verdik...” (5/Mâide, 46). Bu âyet, açıkça Hz. İsa’ya İncil’in Allah tarafından verildiğini ifade etmektedir. Hz. İsa, yaklaşık olarak 30 yaşına kadar Nâsıra kasabasında, başka yerlerdekiler tarafından bilinmeyerek ve tanınmayarak yaşamıştı. Daha sonra köyleri ve kasabaları gezerek halka İncil’i tebliğ etmiştir. Onun tebliğatını yaptığı İncil, tabiatıyla hak olan bir kitaptır. Ancak, Hz. İsa şifahî tebliğatının dışında yazılı bir eser bırakmamıştır. Onun bu dünyadan ayrılmasından sonra çeşitli İncil nüshaları yazılmıştır. Ancak bu İncil nüshalarında, Hz. İsa’ya kadar gelip geçen birçok kişinin hayat hikâyeleri ve bu arada cereyan eden olaylar ve fevkalâde haller Hz. İsa’nın gösterdiği mûcizeler, onun yahûdiler ile olan ilişkileri ve Hz. İsa’nın sözleri birer birer anlatılmaktadır. Ayrıca bu İncil nüshalarında Hz. İsa’nın tutuklanıp gerek yahûdiler ve gerekse Romalılar tarafından yargılanması, bunun ardından da haç’a gerilmesi ve kabrinden kalkarak göklere yükselmesi de tarihî bir safha olarak anlatılmaktadır.

İncillerin Hz. İsa’nın ref’i ve ondan sonraki olayları anlatması, onların tahrif edildiğinin ve birçok şeyin onlara eklendiğinin göstergesidir. Zaten bugün birden fazla İncil’in mevcut olması ve bu İncillerin birbirlerini yalanlar türden haberlerle dolu olması, onların tahrif edildiklerinin bir başka isbatıdır. Bütün müslümanların ve akl-ı selim sahibi herkesin sahip olduğu kanaate göre Allah’ın vahyinde çelişki bulunamaz. İnciller üzerinde kesinlikle tasarruf ve tahrif yapılmıştır. Bunu yapan hıristiyan kilisesi Hz. İsa’nın hayatını ve öğrettiği dinî esasları nakleden kitapların çoğunda son derece önemli budamalar yapmıştır. Kilise, Yeni Ahid içinde sadece sınırlı sayıda kitaplar alıkoymuştur. Bunların en önemlileri resmî dört İncil, yani Matta, Markos, Luka ve Yuhanna'dır.

Aslında M.S. 325 yılında yapılan İznik konsiline kadar bu İnciller kilise tarafından resmen kabul edilmemişti. Bununla birlikte birbiriyle çelişkili onlarca İncil’den oluşan bir koleksiyon vardı. Kilise, bunlardan sadece dört tanesini seçip almıştı. Yani kilise, bir bakıma İncil yazımı için sipariş veriyordu. Kilisenin bu konuda karşılaştığı en büyük sorun, İncillerin sayısının çokluğuydu. Tabiatıyla İncillerin çokluğu neticede onun tahrif edilmesinden kaynaklanıyordu. Kur’an bu tahrifi yapanları şöyle kınamaktadır. “Allah, Kitap verilenlerden onu insanlara açıklayacaksınız ve gizlemeyeceksiniz diye ahid almıştı. Onlar ise İncil’i arkalarına atıp az bir değere değiştirdiler. Onların alış verişleri ne kötüdür.” (3/Âl-i İmrân, 187)

Hıristiyanlığın ilk asırlarından beri İncillerin çokluğunun kiliseyi zor durumda bıraktığını söylemiştik. Roma imparatorlarının hıristiyanlara yaptıkları baskılara son vermek ve hatta onların gözetim ve korumalarına girmek isteyen bazı hıristiyanlar İncilleri imparatorların istedikleri şekle sokmak istemiş ve bunda da başarılı olmuşlardır. Çünkü M.S. 325 yılında İznik’te yapılan konsilde artık horlanan, işkence edilen hıristiyanlar, kendi dinlerinin Roma devletinin resmî dini olması sebebiyle âdeta derin bir nefes alarak rahatlıyorlardı. Kur’an, hıristiyanların İncil’i az bir değere sattıkları fikrini teyid etmektedir. Neticede hıristiyanlık başkalaşarak Roma devletinin himayesine girebilmiştir. Kısaca Roma devletini idare edenler hıristiyanlığı kendi istekleri doğrultusunda değiştirdikten sonra kabul etmişlerdir. Çünkü bu aşamadan sonra onu kabul etmek, kendi zâlim yönetimleri için tehlikeli değildi.

Hz. İsa’nın yaptığı tebliğatın tek bir İncilde bulunması gerekirdi. Kilisenin ve bu arada Roma devletinin yazılması için sipariş verdiği İncillerin Hz. İsa’nın tebliğ ettiği Kitap olamayacağı açıktır. Zaten Hz. İsa’nın tebliğ ettiği İncil’in sözlü olarak Allah’tan gelen ve tek bir İncil olduğunu Yeni Ahid’deki şu cümleler de desteklemektedir: “Yahya ele verildikten sonra İsa Allah’ın İncil’ini vazederek Galile’ye gelip dedi.” (Markos, 1/14) Aynı şekilde Kitab-ı Mukaddes’teki Pavlos’un risâlelerinde de Mesih’in İncil’inden bahsedilmektedir (Romalılara 1/10-16; 15/19)

Bütün bu gerçeklere rağmen hıristiyanlar tek bir İncil’in varlığını kabul etmeyip onları iki grupta ele alırlar. Birinci gruba ilk üç İncil (Matta, Markos, Luka) girmektedir. İkinci gruba ise Yuhanna İncili girmektedir. Bu üç İncil, Yuhanna İncilinden çok farklıdır. Kendi aralarında da bir insicam yoktur. Zaten bu kitapları okuyan bir kişi, onlardaki çelişkileri kolayca görebilir. (4)

 

 

İslâm’ı Tahrif Çabaları

Tarihte yahudi din adamları ve hahamları kutsal kitap olan Tevrat üzerinde nasıl oynamışlarsa, bugün de korumasız kalmış laik ülkelerdeki durum aynıdır. Günümüzde de son kitap olan Kur'an üzerinde benzer tahrifatlar, kasıtlı ve yanlış yorumlarla yapılmaktadır. Din sahipsiz kalınca, bütün işler resmî din kurumlarına terkedildi. Bu teşkilâtların bağlı olduğu otorite hangi dine ve ne tür bir düzene ve hangi yasalara bağlıysa, din teşkilâtı da o dine bağlı sayılacaktır. Yani bu laik kurumların İslâm'a, Kur’an’a, müslümanların haklarına sahip çıkması bu şartlarda mümkün değildir. Kaldı ki böyle bir görev de zaten onlardan beklenemez. Laik toplumlarda bu derece sahipsiz kalan dini, her isteyen etkin kişi, istediği gibi tahrif etmeye başlar. Din ve Kitap üzerinde o kadar oynanıyor ki, hakkı hâkim kılmak ve sadece Allah’a kulluk için gönderilen din, özellikle laik ülkelerde, artık statükoyu ayakta tutma ve zorluklar esnasında zâlim yönetimlere koltuk değneği olma görevi görüyor. Her canı isteyen, istediği şekilde Allah'ın âyetlerini amacı dışına çıkarıyor, istismar edebiliyor. Yani Allah'ın vahyi, hevâ ve isteklere göre yorumlanıp şekillendiriliyor.

İşte din, böyle garip bırakalınca, düşmanlar tarafından bid'at, hurâfe, israiliyat ve şirk unsurlarından niceleri Hak Dine katılmaya başlandı. Ve yıllar sonra da bunlar İslâm'dan sayıldı ve câhil halka dinin esası gibi sunulmaya çalışıldı. Bunların Kur'an ve sahih sünnete göre yeniden sağlamasını yapıp bâtıl ve hurâfeleri ayıklamak, ilim sahibi mü'minleri beklemektedir. Bu çok zor görünse de mutlaka yapılmalıdır. Bizim Ehl-i Kitap'tan farklı bir yönümüz vardır ki o da Allah kelâmı olan Kur'an'ın dokunulmazlığı, Allah tarafından korunmasıdır. (Bkz. 15/Hıcr, 9). İşte bu konum itibarıyla biz yeniden Kitabımız'a sahip çıkabiliriz. Yeter ki bu bilinci kazanalım, yeter ki bu konuda yeterince formasyona sahip olalım.

Mûsâ ümmetinin Tevrat'a yaptığının benzerini Muhmmed ümmeti de Kur'an'a yaptı. Onu taşıması ve iki ayaklı Kur'an olması gerekenler Allah'tan değil de, yöneticilerden korktukları için görevlerini ihmal ettiler. Toplum içerisinde hükmedilmek için indirilen âyetler, para karşılığı ölülere okunmaya, muskalar yazılmaya, anma günlerinde "müsekkin" olarak kullanılmaya başlandı. Ümmet-i Muhammed, ümmet-i Mûsâ gibi yahudileşme temayülüne kapılsa da, Kur'an'ın metni, Tevrat gibi tahrif edilemedi. Çünkü bu iki kitap arasında bir fark vardı. Allah Tevrat'ın korunmasını daha önce verdiğimiz âyette görüldüğü üzere İsrâiloğulları âlimlerine tevdî etmişken, Kur'an'ın korunmasını bu ümmetin âlimlerine bırakmayıp bizzat kendisi üstlenmişti: "Elbette Biz, Biz indirdik Zikr'i (Kur'an'ı) ve elbette onu koruyacak olan da Biziz." (15/Hicr, 9).

Kur'an, Tevrat'ın tahrifini ifade ederken, tahrifin hangi şekillerde yapıldığını farklı kavram ve terimlerle ifade eder:

a- Tahrif yoluyla: Tahrif, "geri dönmek, yolu değiştirmek, yoldan çıkmak, bozmak, eğilmek, ayağı kaymak" anlamlarına gelir. Kur'an'da hepsi de yahudileşenler için kullanılır: "Allah'ın kelâmını tahrif ediyorlar/kökünden bozup değiştiriyorlar." (2/Bakara, 75) "Kelimeleri konuldukları mânâdan tahrif ediyorlar/çıkarıyorlar." (4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41)

Tahrifin bu çeşidini yahudiler sık sık yapıyorlardı. Kur'an'dan öğrendiğimize göre, Rasulullah'a gelip "bizi dinle" diyorlar, hemen arkasından da "dinlemez olasıca" gibi hakaret ifadesini ekliyebiliyorlardı (4/Nisâ, 46). "Bizi gözet, kolla" manasına gelen "râınâ" ifadesini, dillerini ayın harfinde kırarak “çobanımız” anlamında "raînâ"ya çeviriyorlardı (2/Bakara, 104). "Hıtta" yani, "Ya Rabbi bizi affet" (2/Bakara, 58-59) demeleri gerekirken, "buğday" anlamına gelen "hınta" dedikleri de bu örnekler arasındadır (Buhâri, Tefsir 4; Müslim, Tefsir 54/1). Peygamberimiz döneminde Medine yahudileri de bu tahrifi gündelik hayatlarında bile yapıyorlardı. Hz. Âişe'nin şahid olduğu bir olaydan öğreniyoruz ki, onlar Rasülullah'a verdikleri selâmda dahi tahrifat yaparak "es-selâmu aleyküm" yerine "es-sâmu aleyküm" (kahrol) kelimesini geveliyorlardı (Buhâri, Edeb 35; Müslim, Selâm 8, 10-12).

Benzer tahrifler, esefle kaydedelim ki, bazı müslüman bilginler tarafından da yapılabilmektedir. Bazı müslüman âlimlerin kelimeleri ve harfleri değiştirerek yaptıkları tahrife ilginç bir örnek verelim: "De ki, ben de yalnızca sizin gibi bir insanım" (18/Kehf, 110) âyetindeki "innemâ" daki "mâ"ya olumsuz anlam vererek, âyeti "De ki, ben sizler gibi (sıradan) bir insan değilim" gibi tam tersi bir manaya tahrif etmişlerdir İlginç olan da şudur ki, Kur'an'ın anlamında bu açık tahrifi yapanlar, Hz. Peygamber'i yüceltme adına bu cinayeti işliyorlardı.

b- Tebdil yoluyla: Değiştirerek tahrif etmek manasına gelen tebdil, Kur'an'da iki yerde geçer: "Onu kendilerine söylenenden başka bir sözle değiştirdiler." (2/Bakara, 59). "Kelâmı, kendilerine söylenmeyen bir lâfla değiştirdiler." (7/A'râf, 162).

Bu tip tahrif Kur'an'da görülmez. Ancak aynı tipte tahrif, aynı gerekçelerle hadis külliyatında çok görülür. Açıklama ve şerhlerin sonradan hadisin metnine dahil edildiğinin sayısız örnekleri vardır. Bu türden rivayetlere hadis ilminde "müdrec" denir. Bazılarınca tek lafzî mütevâtir olarak anılan "Kim benim adıma yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın." hadisine belki de öncekilerin tefsir olarak düştüğü "müteammiden (kasıtlı olarak)" notunun, sonradan metne eklenmesi bunun en çarpıcı örneğidir.

c- Gizleme yoluyla: İsrâiloğulları Hz. Musa'ya indirilen kitabın çoğunu gizliyorlardı (6/En'am, 91). Kitaptaki delilleri ve hidayeti gizliyorlardı (2/Bakara, 159, 174). Kitap ehlinin gizlediği ilâhî bilgilerden birçok şeyi Kur'an açıklıyordu (5/Mâide, 15). Bile bile gerçeği gizliyorlardı (3/Âl-i İmran, 71).

d- Unutma yoluyla: Kendilerine gönderilen vahiyle hükmetmeyip onu unutulmaya terkediyorlardı. "Uyarıldıkları şeyden bir payı unuttular." (5/Mâide, 13).

e- Uydurma yoluyla: Uydurdukları yalanları, ya da tefsirleri bir müddet sonra Kitab'ın metnine ilâve ediyorlar, sonraki kuşaklar onu da Kitab'ın metninden zannediyorlardı. Her tahrif, "tahlit"i (karıştırma) beraberinde getiriyordu. Kur'an buna dikkat çeker: "Ey ehl-i kitab, niçin hakka bâtılı karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?" (3/Al-i İmran, 71).

Aynı tip tahrifi müslümanlar da kendi şeriatlarında yaptılar. Hadis uydurmacılığı bunun en tipik örneğiydi. Allah'ın koyduğu haramlarla yetinmeyip uydurma hadislerle yeni haramlar ihdas ettiler. Allah tarafından korunmuş kitaplarının tahrif olduğu sonucunu doğuracak yalan rivayetleri en güvenilir kitaplarına (tefsirlerine, hadis kitaplarına) aldılar. Selman Rüşti ve Turan Dursun gibi kendi inancına düşman edilmiş zavallıların elinde İslâm'a karşı kullanacakları birer koza dönüşecek "Garanik" türü rivayetlerle doldurdular kitaplarını.

Nâsih-mensûh ile ilgili tuhaf ve Kur'an'dan şüphe uyandıracak rivayetlerle, tefsir ve te'vil adı altında nice tahrifat içinde Kur'an'a yaklaşımlar söz konusudur.

Müslüman İsrâiloğullarının yahudileşme alâmetleri, ümmet-i Muhammed içerisinde de tezahür etmiştir. Bunların başında din âlimlerinin Kitab'ı birtakım gerekçelerle keyfî yoruma tâbi tutmaları gelmektedir. Bu eğilimin günümüzdeki temsilcileri, Allah'ın hükmüyle hükmetmemek, faiz, zina, içki, piyango, heykel ve tesettür gibi konularda tam bir yahudileşme temayülü sergilemektedirler. Özellikle Bel'am kılıklı âlim müsveddeleri âyetleri işine geldiği gibi yorumlayarak tahrif etmeye çalışmaktadırlar.

"Yoksa, siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?" (2/Bakara, 85) Ümmet-i Muhammed, özellikle nesh konusunda İsrâiloğullarının düştüğü yanlışa düştü. Kur'an'ın iki kapağı arasında yazılı olup da hükmü geçersiz olan hiçbir âyet yoktur. Şeriatların maksatlarından biri olan "tedrîcilik" sünnetini göz önüne almayan bir kısım ulemâ, bazı âyetler arasında çelişki olduğunu zannedip bir kısmını bir kısmıyla mensuh addetmişlerdir. Lâkin, Hz. Peygamber'den Kur'an'da metni bulunan hiçbir âyet için "bu âyet mensuhtur" biçiminde sahih bir rivayet gelmemiştir. Ayrıca, mensuh olduğu üzerinde tüm ümmet âlimlerinin ittifak ettikleri bir tek âyet yoktur.

Sünnetin tahrifi ve İsrâiliyât (hem yahudi ve hıristiyan kaynaklarından ve hem de modern hurâfeler/çağdaş İsrâiliyat) tahrif ve tahripleri insanımızın zihinlerini ve gönüllerini allak bullak etmeye yetmiştir. Çağdaş tahrif akımlarından Bahâilik, Kadıyanilik, Hurufîlik, Ebcedcilik, Cifircilik, Ondokuzculuk, İskender-i Ekber taraftarları, devlet âlimi (kapıkulu ulemâsı) olan Bel'amlar, modernist muharrifler (reformcular) ve daha niceleri sayılabilir. (5)

 

Yahudileşme temâyülü, yahudilerden daha tehlikelidir. Çünkü bu ümmet, yahudileşmekten korunabilirse, yahudilerle baş edebilir. Birkaç milyon nüfusla 250 milyonluk Amerika'yı, dolayısıyla dünyayı yöneten yahudilerden daha korkunç olanı, bu ümmetin yahudileşmesidir. Bu ümmet, öncelikle yahudilerle değil; yahudileşmeyle mücadele etmelidir. Bugün, kendi nefislerimizde olan "yahudileşme temâyülü" sonucunda ümmet olarak geldiğimiz vahim nokta ortada. Ümmetin kıyameti, yahudileşme sonucunda koptu. Ümmet coğrafyasının çeşitli bölgelerinden gelen feryatlar, bunun acı habercisi. Her kıyamete bir yeniden diriliş gerek. Eğer nefislerimizde olan "yahudileşme temâyülü"nü frenler, onu "müslümanlaşma temâyülü"ne dönüştürebilirsek, o zaman çölde âvâre kasnakçasına dönüp duran İsrâiloğulları gibi sıkıştığımız şu zaman çölünden "çıkış"a kadir olup, "arz-ı mev'ûd"a değil ama Kur'an'da va'dedilen "nasr-ı mev'ûd"a ulaşabiliriz. (6)

Yahudilerden mü'min olanlara, artık nasıl yahudi denmezse, müslümanlardan yahudileşenlere de artık müslüman denilmesi yanlış olur, o artık "yahudi(leşmiş)" bir kimsedir. Kendisinde nifak (itikadî anlamda) alâmeti bulunanlar, hadis-i şerifteki ifadeyle nasıl hâlis/tam bir münâfık oluyorsa, kendisinde yahudilik alâmetleri bulunanlar da tam bir yahudi olurlar. Yoksa, yaratılış ve ırk olarak yahudi olmak, ne başlı başına bir üstünlük, ne de alçaklıktır. İnsanın, kendi elinde olmayan bir sebepten dolayı, şu veya bu ırka mensup olmasından ötürü gazab edilmesi ve lânetlenmesi Kur'an'ın bütünlüğüne uygun bir anlayış değildir. İnsan, irâdesini iyiye veya kötüye kullanmasından, kendi yaptıklarından dolayı ödül veya cezayı hak eder. Önemli olan Kur'an'da ifadesini bulan yahudi karakterine sahip olup olmamaktır. Aynen, müslüman bir anne-babadan doğmak, yani ırk olarak müslüman çocuğu olmak, müslüman sayılmak için kâfi olmadığı gibi.

Batılı kâfirlere, hıristiyan ve özellikle de yahudilere ait Kur'an'da beyan edilen nice olumsuz özellik, bugün "müslümanım" diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla hıristiyan ve yahudilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü'minlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, ilâhî adaletin gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/damgaları da. Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar; toplum için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezaları tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah'ta (Allah'ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, İsrâil'leşmek de mümkündür. Bu tercih, mutluluk veya felâketi, cennet veya kıyameti seçmektir. Dışımızdaki yahudiden daha tehlikeli olan, içimizdeki yahudidir. Kalp ve kafamızdaki, el ve dilimizdeki küfürdür dünyamızı perişan, âhiretimizi zindan edecek olan. "Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca dalâlette olan kimseler size zarar veremez." (5/Nisâ, 105). Gönüllerdeki yahudiliğe savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir.

 

 

 

 

Yahudi ve Hıristiyanları Taklit, Hak Dini Tahrife Götürür

Hıristiyanlar ve yahûdiler, dinlerini daha çok ekonomik sebepten, dünyevîleşme ve dini geçimlerine âlet etmekten dolayı tahrif ettiler. Yahûdiler gibi altına tapmak, hıristiyan batılılar gibi kapitalizmin sömürü çarklarını çevirmek, onlara benzemek olduğu gibi, hak dini de aynen onlar gibi tahrif etmeye sebep olacaktır. Kur’an, bu konuda çok hassas olmamız gerektiğini hatırlatmak için ısrarla onların yoluna uymamamızı emreder ve onların tahrif yoluna nasıl girdiklerini ibret almamız için belirtir.

"Ey iman edenler, (biliniz ki) hahamlardan (yahudi bilginlerinden) ve (hıristiyan) râhiplerden birçoğu insanların mallarını bâtıl/haksız yollarla yerler ve onları Allah'ın yolundan men ederler. Altın ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlara hemen acıklı bir azabı müjdele!" (9/Tevbe, 34) Burada dikkati çeken bazı noktalar vardır:

Bâtıl yollarla insanların mallarını yiyenler, bazı din bilginleridir ve bu iş için bu vasıflarından yararlanmaktadırlar. Bu yollarla insanların mallarını yemeleri, onları aynı zamanda Allah'ın yolundan da uzaklaştırmaktadır. Yani bu yolla malını kaybeden insan, yolunu da sapıtmaktadır. Din adamlarının bu yola girmelerine sebep, maddî ihtiraslarıdır; altın ve gümüş, yani para biriktirme arzularıdır. Hıristiyan ve yahudilerdeki bu anlayışların taklit edilmesiyle ilgili meşhur hadis-i şerifi hatırlatalım: "Sizden öncekilerin yollarına karış karış uyacaksınız. Hatta onlar bir keler/sürüngen deliğine girseler, siz de onların arkasından gireceksiniz." Biz, Yâ Rasûlallah, yahudilerle hıristiyanlara mı? dedik. "Ya kime (olacak)!?" (Buhârî, Enbiyâ 50, İ'tisâm 14; Müslim, İlm 6; İbn Mâce, Fiten 17; Ahmed bin Hanbel, II/325, 327, 336, III/83, 89, 94)

Bu takip ve taklid, Allah'ın kitabını kazanç konusu yapmada olduğuna göre, yahudiler, konumuzla ilgili âyet-i kerimeye yegâne muhatap olmaktan çıkmış olmalıdırlar. Hitap, aynı anda, takibi karış karış sürdüren müslümanlaradır da: "Elinizdekinin (Tevrat'ın) aslını tasdik edici olarak indirdiğime (Kur'an'a) iman edin! Sakın onu inkâr edenlerin ilki olmayın! Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız Benden korkun. Hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bilip dururken hakkı gizlemeyin. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû edenlerle beraber rükû edin. (Ey bilginler!) Siz Kitab'ı okuyup gerçekleri bildiğiniz halde, insanlara iyiliği emrediyor, kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmayacak mısınız?" (2/Bakara, 41-44)

Âyetleri az bir paha (semen-i kalîl) karşılığında satmak... Hakkı bâtıl ile karıştırmak... Gerçekleri gizlemek... Dosdoğru namaz kılmamak... Zekâtı vermemek (paraya hırslı olmak)... Başkasına doğruyu emrettiği halde, kendini (kendi çıkarı için) unutmak... Ve bunların hepsini Kitab'ı okuyup dururken yapmak da söz konusu takip ve taklidin tamamlayıcılarından sayılabilir. (7)

Tahrifin ikinci bir sebebi de, siyasal sebeplerdir. Bu da, yine bâtıl zihniyetlerin yönetim anlayışlarını aynen almak ve Allah’ın hükmü yerine, bâtıl yönetimin her çeşit kurallarına mutlak bir şekilde uymak şeklinde olmaktadır. Bâtıl yönetime ve zâlim tâğutlara itaat için hak din en önemli engel olduğu için din, uydurma te’villerle tahrif edilmeye çalışılacak veya hak gizlenecektir. Hakkın râzı olduğu din, halkın ve tâğutların râzı olacağı şekilde çarpıtılacaktır ki, bu da dine bid’at ve hurâfelerin, hatta açıkça şirk unsurlarının katılmasıyla veya bazı hakikatlerin örtbas edilip yok sayılmasıyla gerçekleşecektir. İşte dine bu müdâhele, atma ve katma, tahrif kavramıyla ilgilidir ve hak dine en büyük ihânettir.

"Benden sonra birtakım emîrler (idareciler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder, yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse benim 'havz'ımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez, zulümlerinde onlara yardım etmezse bendendir. Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında bana ulaşacaktır." (Sünen-i Tirmizî, 121, hadis no: 2360; Tâc Terc. III/106, hadis no: 168)

"Benden sonra, yakında birtakım sultanlar peydah olur. Kapılarında fitneler develerin yatakları gibidir. Kimseye bir hayır göstermezler (ellerinden kimse hayır görmez). Bir şey verirlerse, ancak onların dinlerinden bir tâviz kopararak verirler." (Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî, Râmûzu'l-Ehâdîs, I/302; Taberânî, Kebir; Hâkim, Müstedrek)

 

 

 

 

Sünnetin Tahrifi

Sünnet, Kur’an’ın hayata dönüşmüş şeklidir. Sünnetin kavramsal alanı, kitabî ve teorik olanla değil; hayatî ve pratik olanla ilgilidir. Zaten “sünnet” sözlükte alışılmış yol, takip edilen örnek, taklit edilen davranış şekli gibi anlamlara gelmektedir. Onun içindir ki Kur’an, kendisini değil; Rasûlullah’ı örnek gösterir (33/Ahzâb, 21).

İsrâiloğullarının kendi Kitapları üzerinde yaptıkları tahrifatın aynısını bu ümmet de hadiste yapmıştır. Önceki ümmetlerin vahyin aydınlık yolundan nasıl saptığını çok iyi bilen Rasûlullah, onların kötü sünnetlerini takip etmemesi için bu ümmeti tekrar tekrar uyarmıştır. Özellikle müslüman İsrâiloğullarının nasıl yahûdileştiklerini bu ümmete ibretâmiz bir örnek olarak gösteren Allah Rasûlü, bu ümmetin de “onların yolunu karış karış, adım adım izleyeceğini” (Buhâri, İ’tisam, 14; Müslim, İlim 6) bir mûcize olarak daha o günden beyan etmiştir. Rasûlullah’ın, bu ümmetin yahûdileşmesi konusunda gösterdiği hassâsiyet, Kur’an’dan kaynaklanmaktadır. Kur’an’ın bu konudaki en büyük uyarısı “Kitabın arkaya atılması” konusundadır. Çünkü müslüman İsrâiloğullarını yahûdileştiren en büyük sebep, Kitaplarını arkaya atarak onun hükümlerini terketmeleridir: “Kitap verilenlerden bir grup, Allah’ın kitabını sanki bilmiyorlarmış gibi arkalarına attılar.” (2/Bakara, 101) “Allah, kendilerine kitap verilenlerden ‘onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz’ diye söz almıştı. Fakat onlar verdikleri sözü arkalarına attılar ve ona karşılık bir miktar ücret aldılar.” (3/Âl-i İmrân, 187)

Vahyin arkaya atılıp “metrûk” bir tarihî hâtıra haline getirilmesi yalnız Allah'a karşı değil; Peygamber’e karşı da bir hakarettir. Ümmetinin bu yâhudileşme alâmetini Rasûlullah’ın kıyâmette Allah Teâlâ’ya nasıl şikâyet edeceği Kur’an’da şöyle ifade edilir: “Peygamber der ki: ‘Ya Rabbi, halkım, bu Kur’an’ı terkedilmiş bir halde bıraktılar!” (25/Furkan, 30)

Rasûlullah’ın kesin emirle “Benden bir şey yazmayın. Benden Kur’an dışında bir şey yazan hemen onu imha etsin!” (Müslim, Zühd 72; hadis no: 3004; Dârimî, Mukaddime 42; Ahmed bin Hanbel, 3/12, 21, 39) buyurması, sahâbenin kendi sözlerini yazmak için izin istediklerinde bu isteği defaatle reddedip buna izin vermemesi (Dârimî, Mukaddime 42, Tirmizî, İlim 11) hep bu ümmetin Kitab’ı tahrif ederek yahûdileşeceği korkusu yüzündendir.

Sünnetin temiz ırmağını bulandırmak için, onun bir bölümünü oluşturan hadisleri tahrif etmek, en uygun yoldu. İsrâiloğulları, tahrife daha çok ekonomik çıkarlar yüzünden girişmişlerdi. Müslümanlar ise tahrif işine siyasal çıkarlar yüzünden bulaştılar. İlk uydurulan rivâyetler, hizip savaşlarında kullanılmak için uyduruldu. Örneğin “Kaderiyye, bu ümmetin mecûsileridir” sözü bunlardan biriydi. Rasûlullah’ın vefatından onlarca yıl sonra ortaya çıkan bir mezhep hakkında, Onun ağzından yalan uydurmaktan çekinmemişlerdi Kaderiyye’nin muhâlifleri. Tabii Kaderiyye de karşı taraf için uyduruyordu. Mürcie hakkında uydurulan şu mevzû hadis onlardan biri: “Nebi buyurdu ki: ‘Mürcie’ye yetmiş peygamberin dili lânet okusun!” (Bağdâdî, el-Fark, s. 190).

Uydurmacılık, sadece kelâmî mezhepler arasında kalmıyor, fıkhî mezhepleri de kapsıyordu. Müfrit bir Hanefî mezhebi müntesibinin uydurduğu şu söz bunlardan biri: “Allah Rasûlü buyurdu: ‘Ümmetimden bir adam çıkar; Ona Muhammed bin İdris (İmam Şâfii) denir. O adam, ümmetime İblisten daha zararlıdır.Yine ümmetimden bir adam çıkar; ona Ebû Hanife (İmam Âzam) denilir. O ümmetimin kandilidir.” (Zehebî, el-Mîzan3/129; Cezerî, Câmiu’l Usûl 1/137).

Uydurmacılığın en tehlikeli yanlarından biri, Allah’ın koyduğu haram ve helâl sınırlarını değiştirmekti. İsrâiloğullarına mubah olan birçok şeyi hahamların haram kıldığını Kur’an’dan öğreniyoruz: “Tevrat indirilmeden önce, İsrâil (Yakup Peygamber)’in kendisine haram kıldığı şeyler dışında İsrâiloğullarına bütün yiyecekler helâldi. De ki: Getirip okuyun Tevrat’ı, eğer doğruysanız!” (3/Âl-i İmrân, 93) (Gerçekten de İsrâiloğullarının kendilerine yasak kıldıkları inek etinin Tevrat’ta helâl kılındığını görüyoruz: Levliler, 22/20-30).

Allah’ın koymadığı yasakları koymak, sünnetullaha aykırı olduğu gibi, fıtrata da aykırıydı. Çünkü, eğer vahiy bir konuda yasak koymamışsa elbette bunun bir hikmeti vardı. Bu hikmet dün çıkmamışsa bugün, bugün değilse yarın kendini gösterebilirdi. Çünkü din evrenseldi ve getirdiği kurallar da bütün insanlığın ihtiyacını karşılayacak çapta olmalıydı.

Arap ırkına has hayat tarzını, giyim stilini, damak zevkini, estetik anlayışını din pâyesi altında tüm dünyaya dayatmaya kalkmak, öncelikle dinin “değişken” ve “sâbitelerini” birbirine karıştırmak demekti. Bu, dinde lâubâlileşme sonucunu doğururdu. Çünkü insanlar, hayatî sorunlarını çözmede hiç gereği yokken yerli-yersiz din ile karşı karşıya getirildiğinde, din, kalabalıkların dini olmaktan çıkıp bir seçkinler sınıfının dini olmaya başlıyor; kalabalıklar ise artık dinin değişmez değerlerine karşı lâubâlileşiyordu. Bu, tam İsrâiloğullarının Hz. Mûsâ’dan sonra dinlerine karşı lâubâli oluş serüveninin aynısıydı.

Dün, tiyatro konusunda konulan sınırı belirlenmemiş yasakların ardından, bugün “İslâmî tiyatronun farziyyeti” derecesine, dün “erkek çocuklarını dahi okula göndermeme” ifrâtının ardından bugün delikanlı kızların okuması hatırına “başlarını açıversinler canım” tefritine, dün vesikalık resmin dahi zarûrete binâen ancak tecvîzinden, bugün Altın Portakala aday “hidâyet filmleri”ne, dün telli çalgıların haramlığından bugün telli çalgıların, yanında dut yemiş bülbüle döndüğü orglar ve orkestralar eşliğinde verilen “İslâmî konser”lere, dün dinlenmesi “haram” olan radyodan bugün kurulması “farz” olan televizyon istasyonuna kadar bir yığın örnek, yukarıda vardığımız yargıyı sadece doğrulamakla kalmıyor, içine düşülen çıkmazı da bir kara mizah halinde gözlerimizin önüne seriyor. (8)

 

 

 

İsrâiliyyât

Tahrif ve hadis uydurmacılığı bahsinde önemli bir konu da İsrâiliyyât’tır. İsrâiliyyât, önceleri İsrâiloğulları kaynaklı tüm rivâyetlere verilen bir isimken, daha sonra İslâm kültürüne (daha doğrusu bazı müslümanların kültürüne) girmiş tüm yabancı kaynaklı bilgilerin ortak ismi haline gelmiştir. İsrâiliyyât kaynaklarının başında Tevrât ve onun şerhleri gelir.

Uydurma olduğu kesin olan İsrâiliyyâta karşı Rasûlullah’ın tavrına şu rivâyet delildir: Rasûlullah’a elinde İsrâiloğullarına ait kitaplardan –ki bu kitap, bazı hadis şârihlerinin zannettiği gibi Tevrat değildi, baştan sona uydurma rivâyetler içeren yahûdi sözlü geleneğinin kaynağı olan Mişna adlı bir kitaptı- biriyle gelen Hz. Ömer’i Rasûlullah azarlamıştı (Ahmed bin Hanbel, 3/378).

Kur’an’ın ve sünnetin yaklaşımı esas alınarak İsrâiliyyât, üç kısımda değerlendirilir: 1- Doğruluğu tasdik edilen İsrâiliyyât, 2- Yalan olunduğundan emin olunan İsrâiliyyât, 3- Doğru ya da yalan olduğu bilinemeyen İsrâiliyyât. Kur’an, Tevrat’ın mihenk taşıdır. Kur’an’ın kabul ettikleri doğru, reddettikleri yalan, sükût ettikleri ise meçhuldür. Meçhul rivâyetler karşısında tavrımızın ne olması gerektiğini Rasûlullah açıklamıştır: “Kitap ehlini ne yalanlayın, ne de tasdik edin. Deyin ki: ‘Allah'a ve Allah’ın bize ve size indirdiği âyetlere iman ettik.” (Buhârî, İ’tisâm 25, Tevhid 51)

Rasûlullah, müslümanlara yaptığı bu tavsiyeyi (her konuda olduğu gibi) önce kendi tutmuş, kitap ehlinin Tevrat’tan İbrânice okuyup da Arapçaya çevirerek anlattıkları kimi hikâyeleri sadece dinlemekle yetinmiştir. Esasen bu hikâyeler, asırlardır o bölgede oturmakta olan yahûdiler tarafından sürekli anlatıla anlatıla artık bölge halkının ortak kültürü haline dönüşmüştü. Bunlar içerisinde Tevrat’ta yer alan bir cümlenin atasözü haline gelmişi olan “kadın, kürek/eğe kemiğinden yaratılmıştır” sözü örnek olarak anılabilir.

Deccâl, mehdî, kıyâmet alâmetleri gibi birçok konuda yığınlarca rivâyet nakledilir. Birçoğunun aslı araştırıldığında bunların İsrâiliyyâttan olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak kimi râvîler mârifetiyle bu rivâyetler Rasûlullah’ın ağzından çıkmış gibi nakledilmektedir. (Bu gibi rivâyetlerin asıl kaynağı olan Kâ’bu’l-Ahbar, Vehb bin Münebbih gibi kimselerden bazı sahâbiler dahi rivâyet etmişlerdir. Bir sahâbinin kendisinden sonraki nesle mensup birinden rivâyetine usûlde “tedlis” denir.)

İşte buna benzer “senedi sahih, metni illetli” bir rivâyetin aslını araştıran bir muhakkikin tesbiti: “Zübeyr bin Avvam, hadis rivâyet eden bir adam duydu. Adam hadisi bitirene dek bekleyen Zübeyr ona şöyle dedi: ‘Sen bunu Rasûlullah’tan mı duydun?’ Adam ‘evet’ dedi. Zübeyr şöyle dedi: ‘İşte bu ve benzerleri beni Nebî’den hadis rivâyet etmekten soğutanlardır. Ömrüme yemin olsun ki, ben bunu Rasûl’den duydum ve bu söylediğinde Rasûlün yanındaydım. Fakat Rasûl bu hadise başladığında biz ona kitap ehlinden bir adamın sözünü aktardık. Ve sen, ‘evet, duydum’ diyen kişi, sen hadisin başı bittikten sonra geldin ve kitap ehlinden bir adamın anlattıklarını Rasûlullah’ın hadisinden zannettin.” (İbnu’l Cevzî, Def’u Şübheti’t Teşbih, s. 38).

İşte bu rivâyet, bazı sahâbilerin dahi yahûdilere ait birtakım rivâyetleri sözün başına yetişemedikleri için Rasûlullah’ın söylediğini zannederek rivâyet ettiklerinin en ilginç delili. Bu gibi örnekler, mûteber hadis kaynaklarındaki senedi sahih, lâkin metninde İsrâilî rivâyetler olan hadislere nasıl bakmamız gerektiğini göstermektedir. İşte şu hadis de onlardan biri: “Ölüm meleği Mûsâ’ya gönderildi. Mûsâ ona bir yumruk vurdu ve gözünü çıkardı. Melek Rabbine geri dönüp dedi ki: ‘Beni ölmek istemeyen birine gönderdin’ Allah, gözünü geri iâde etti ve buyurdu ki: ‘Dön, eğer yaşamak istiyorsa elini öküzün sırtına koymasını söyle, avucunun aldığı her kıla karşılık bir yıl yaşar. Mûsâ sordu: ‘Ya Rab, ya sonra?’ Allah cevapladı: ‘Ölüm!’ Mûsâ dedi: ‘O zaman şimdi gelsin...” (Buhâri, Cenâiz 69)

Sözkonusu hadislerden biri de şudur: “Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil cennet nehirlerindendir.” (Müslim, Cennet 26) Bu hadis rivâyeti, Tevrat’taki cümlelere çok benzemektedir (Her bakımdan yanlış bilgilerle dolu olan Tevrat’taki konuyla ilgili cümleler için bkz. Tekvin, 2/10-14). Kur’an’a aykırı olan İsrâiliyyât, tefsirlerde de çokça yer alır. İsrâiliyyât, Kur’an ve sünnet ölçüsüne vurularak süzgeçten geçmeden ulu orta kaynak olarak kullanılırsa, geçmişte olduğu gibi bir yığın hurâfe ve yalanın müslümanların kaynaklarına karışması sonucunu doğuracağı gibi, dinin tahrifini de beraberinde getirir.

 

 

 

Çağdaş İsrâiliyyât

Bugün, İslâmî kültürü tehdit eden, eski İsrâiliyyât değil; adı İsrâiliyyât olmayan ve çoğu kimsenin dikkatini çekmeyen çağdaş İsrâiliyyâttır. İsrâiliyyât, bizce “tahrif kültürü”nü sembolize eden bir isimdir. İslâm kültürünü tahrife yönelen her kültür, “isrâiliyyât” kapsamına girer. Bu yüzden orta çağda İslâm kültürünü istilâ eden Yunan felsefesi de döneminin isrâiliyyâtıydı. Her yabancı kültür gibi girdiği kültüre hem katkıda bulundu, hem yozlaştırdı. Yüzyıllardır boşu boşuna tartışılan ve “imanın kelâmlaşması” demeye gelen Allah’ın sıfatları meselesi, dünyanın “kadîm/hâdis”liği meselesi, “haşir” meselesi, “cüz’ü lâ yetecezzâ” meselesi hep bu kültürün İslâm kültürüne etkisiyle ortaya çıkan incir çekirdeğini doldurmayan meselelerdi.

Bugünün en tehlikeli isrâiliyyâtı çağdaş ideolojiler ve sistemlerdir. Marksizm, sosyalizm, şövenizm, kapitalizm ve Kemalizm birer isrâiliyyât olduğu gibi, pozitivizm, materyalizm, sekülarizm ve laisizm gibi felsefî ve siyasî akımlar da bugünün İslâm kültürünü ve hatta varlığını ciddi bir biçimde tehdit eden isrâiliyyâttır. Türk-İslâmcılık, İslâmî sol, İslâm sosyalizmi şimdilerde moda olan laik İslâm da “hakkın bâtılla karıştırılarak” bir tür “düşünce şirki” elde edilen yahûdileşme ve gâvurlaşma temâyüllerindendir. Bu gibi düşünce şirklerine fetva tedarik etmekle görevlendirilen resmî din adamları taifesiyle Kur'an’ın “hakka bâtılı karıştırıp bile bile hakkı gizledikleri” için kınadığı yahûdileşmiş din adamları arasında garip bir ilişki var.

Laisizm, son moda isrâiliyyât olarak günümüz Türkiye müslümanları için çok ciddi bir tehlike olarak hissettirmektedir kendisini. Müslümanca düşünme ve yaşama felsefesini kökten tehdit eden laisizm sadece kültürümüzü değil; imanımızı da tehdit etmekte. Kadim/eski isrâiliyyât, kelimeleri yerlerinden ederek düşünceyi tahrif ve hayatı tahrip ediyordu. Çağdaş isrâiliyyât olan laisizm ise eşyayı menşeinden, gayesinden ve illetinden ederek düşünceyi tahrif ve imanı tahrip etmektedir. Bu çağdaş ilhad modası, hayatla imanın arasını ayırarak eşyanın tabiatına aykırı bir konum almakta, bu modaya kapılanlar ise dini “vicdanîleştirerek” hıristiyanlaşmaktadırlar. Laisizm, Kur’an’ın diliyle “sapıtanların yolu”, yani bir “hıristiyanlaşma”dır.

Ancak, şu bir gerçektir ki, isrâiliyyâtın ister eski, ister çağdaş olsun tüm çeşitlerinde yahûdilerin parmağı hep olagelmiştir. İslâmî kaynaklara girmiş kadim isrâilî rivâyetlerin başında deccal ve mehdi haberleri gelirdi. Çağımız yahûdileri, tekellerinde tuttukları basın-yayın ve iletişim araçları vasıtasıyla süper güç adı altında insanların zihninde “heyûlâ” haline getirilen yeni “deccal” ve “mehdi”ler imal etmektedir. İnsanlığın bilnçaltına yerleştirilen bu güçler, kimi için “korku”, kimi için “umut” haline getirilmektedir.

Bugün iletişim organları sayesinde çağdaş teknoloji muazzam bir hurâfe haline getirmektedir. İnsanlar makinelerde, onlarda olmayan birtakım güçler vehmeder olmuşlardır. Çağdaş isrâiliyyât, “yazılı âyetler” dışındaki üç âyeti de tahrife yönelmiştir.

İnsanın tahrifi: Allah’ın âyetlerinden bir âyet olan insan, hem fiziğiyle hem metafiziğiyle tahrip edilmekte, kitlesel imha silâhlarıyla bedeni tehdit altındayken, kitle iletişim araçlarıyla da duygu ve düşüncesi tahrip ile karşı karşıya kalmaktadır.

Olayların tahrifi: Yine, Allah’ın âyetlerinden bir âyet olan “âyât-ı hâdisât” da yahûdi kartellerin elinde tuttuğu uluslararası medya tarafından tahrif edilerek insanların haber alma emniyeti katledilmektedir. Olaylar, olduğu gibi değil; haberi aktaranların istediği gibi, tahrife uğrayarak insanlara sunulmaktadır.

Tabiatın tahrifi: Allah’ın âyetlerinden dördüncüsü olan “âyât-ı kâinât”, yani tabiat, teknoloji adlı canavarın tahrifine uğramakta, ekolojik ve biyolojik denge tahrip olmaktadır. Allah’ın kevnî âyeti olan tabiatın tahribine yol açan bu “teknolojik tahrif”i de, insanlığın istikbalini tehdit eden bir tahrif çeşidi olarak görmek yerinde olacaktır.

Türkiye gibi pozitivist eğitimin tutmadığı, bunun sonucunda da genç kitlelerde büyük bir inanç boşluğu meydana gelen taklitçi ülkelerde şimdilerin en moda isrâiliyyâtı, yıldız falcılığı, astroloji ve burç falcılığı, medyumluk gibi sapkınlıklardır. Bir asra yakın zamandır dinî olan her şeyi yok etmek için insafsızca savaşan resmî ideoloji, dinin yerine koyacak bir şey bulamayınca, ortalığı bu sahte dinler, nazar boncuğu, uğur totemleri vs. gibi sosyete putları kapladı. Bu sahte dinlerin peygamberleri de medyum, astrolog, nümerolog, müneccim adı altında ortaya çıkan kimselerdi.

 

 

Bazı Hurâfeci Tahrif Akımları

Tahrif konusu işlenirken, örnek olarak gösterilen tahrifçi akımlar, hep hicrî ilk üç yüz yıllık bir dilimden gösterilir. Oysa ki, İslâm ümmeti içerisinde daha sonra ortaya çıkan tahrifçi mezhepler, dinde yaptıkları tahribat açısından öncekilerden hiç de aşağı değildirler. Bunların en önemlileri Bahâîlik, Kadıyânîlik, Hurûfilik, Ebced ve Cifircilik, On dokuzculuk, İskendercilik gibi bâtıl mezhep ve akımlardır.

İran ve Hindistan-Pakistan gibi ülkelerde yaygın olduğunu gördüğümüz Bahâîlik ve Kadıyânîliğin Türkiye toprakları üzerinde pek etkisi olmadığını belirtelim.

Hurâfeci Tahrif Akımlarından Hurûfîlik, Ebcedcilik, Cifircilik: İnsanlık tarihinde tevhid akîdesini bulandıran bir yığın hurâfe çeşidi olagelmiştir. Bunlar bazen ağaç, ırmak, inek, yıldız, güneş, ateş, yer, gök gibi müşahhas/somut varlıklar olabildiği gibi, bazen de peri, gulyabânî, dev, hortlak vs. gibi mücerret/soyut tasavvurlar da olabilmektedir. İnsanın, olmayan bir şeyi vehmetmesiyle, eşyada olmayan bir gücü onda varmış gibi hissetmesi arasında temelde bir fark yoktur. Bunların tümü birer “tahrif”tir, imanın tahrifi...

Somut birer varlık olan eşyada güç vehmetmekten daha beter bir hurâfe olan soyut birer sembol olan harf ve rakamlarda birtakım sırlar ve manalar vehmetmek, insanoğlunun en eski hurâfelerinden biridir. Bu hurâfeler, kendisine inanan insanlarda gösterdiği etki sayesinde yaygınlaşmakta, bâtıl da olsa, insanın duyuları üzerindeki baskısı sonucunda gerçekleşen birtakım fizikî tezâhürler, “evhamlı” insanların hurâfelere inanmasına delil olmaktadır.

Din, her şeye gücü yeten bir varlığa (Allah); sihir ise, tabiattaki somut ya da soyut bir güce yönelmektir. Dinin bir cemaati, sihrin ise sadece müşterisi vardır. Dinde günah ve haram anlayışı varken, sihirde yoktur. Dinde açıklık ve anlaşılırlık, sihirde ise kapalılık ve gizem esastır. Dinde erdem, itaat ve bağlanma; sihirde ise menfaat vardır. Sihir, ilâhî otorite ve ahlâkî kuralların dışındadır. İddiası, tanrı(lar)ı zorlayarak bir şey yaptırmaktır. Sihirbaz, menfaati için her kutsalı kullanmakta bir beis görmez.

Hurûfîlik, tarihin en eski hurâfe yöntemlerinden biridir. Harfler ve rakamlarla insanların duyguları üzerinde baskı kurma, onları, tabiat üstü varlıkları harekete geçiren birer parola olarak kullanma işinin bir parçası olan rakam değerli harf sistemini (ebced, cifir), yahûdileşen İsrâiloğulları sistematik bir biçimde kullanmışlardır.

Sihirbazlık ve yıldız falcılığı Tevrat’ta yasaklanmasına rağmen (bkz. Levililer, 19/26, 31; 20/27; Çıkış, 22/18; İşaya, 47/ 8-14) yahûdiler bu işi yapagelmişlerdir. Hatta Kabala adı verilen ve ebced hesabına çok benzeyen bir rakamsal sihir sistemi yahûdilere atfedilir. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Süleyman’ın “peygamber” değil de; büyücü olduğunu iddia eden yahûdileri reddederek sihrin ilk defa nasıl ortaya çıktığını Bakara sûresi, 102. âyette bildirir.

Yahûdiler, eski alışkanlıkları gereği hep gizemli şeylerin ardına düşüyorlar, tabiatta insanla uyum içerisinde yaşayan şeffaf güçleri, hasımlarının aleyhine kullanmanın yollarını arıyorlardı. Ayrıca “Ebû Câd hesabı” diye bilinip Türkçeye “ebced hesabı” olarak geçen rakam değerli harf sistemiyle, gelecekte vuku bulacak birtakım olayları bileceklerini iddia ediyorlardı.

İslâm âlimleri, ebced sistemine hurâfe olarak bakarlar. İbn Hacer bu sistemle varılan sonuçların bâtıl olduğunu, ona itimat etmenin câiz olmadığını söyler. İbn Abbas (r.a.)’ın da ebced hesabından insanları sakındırdığı ve onu sihrin bir çeşidi sayarak “bu hesabın şeriatta yeri yoktur” dediği aktarılır (Süyûti, el-İtkan, 3/26).

Cifr, ebced, cümmel vs. gibi adlar verilen rakam değerli harf sistemiyle olayların zamanını, yerini, durumunu, sırrını keşfetmek için yapılan bu hurâfecilik işlemine “hurûfîlik” adını verebiliriz. Tarihte bu adla ünlenmiş bir ekol de bulunmaktadır. İran’lı Fazlullah Hurûfî (ö. 1394) adlı bir şeyhin kurduğu bu tarikatta, görülmeyen güçleri harekete geçirmek ve tabiat üstü kuvvetleri kullanmak için birtakım harf, rakam ve şekillere özel anlamlar yüklenir.

On Dokuzculuk; Hem Çağdaş, Hem Hurâfe: Hurûfîliğin çağdaş bir tezâhürü de 19’culuk akımıdır. Amerika’da yaşamış Türk asıllı bir Mısır vatandaşı olan biyokimya doktoru Reşat Halife’nin bilgisayar analizlerine dayanarak icad ettiği “on dokuz mûcizesi”, piyasaya ilk sürüldüğünde hayli taraftar buldu kendisine. Reşat Halife iddiasını, “on dokuz” sayısının Kur’an’ın kodu olduğu tezi üzerine kurmuştu. Tarihte çıkan her fırka gibi o da delillerini Kur’an’dan getirmeye çalışıyordu. Ama, on dokuz sayısının mûcizeliğinin ispatı yapılırken, Kur’an’da bu rakamla uyuşmayan bazı sayımlar elde edilince, Kur’an’ın bazı âyetleri (meselâ Tevbe sûresinin son iki âyeti) inkâr edilmeye, bu âyetlerin –hâşâ- Kur’an’a sonradan ilâve edildiği gibi çok âdice bir iftiraya varılıyordu. Hurâfenin mantığı, her yer ve her çağda aynı. Uydurulan hurâfeye uymadı diye, hurâfeden vazgeçilmek yerine âyetten vazgeçiliyordu. Buna “Kur’an’a iman etmek” değil; “19’a iman etmek” derler. Halbuki sadece bu iki âyetteki kelimeler değil; nice örnekte görüldüğü şekilde bazı kelimeler yanlış sayılıyor, veya uydurma te’villerle zorlanarak sayı tutmuş gösteriliyordu.

En sonunda bu iddiaları ortaya atan Reşat Halife, ağzından baklayı çıkardı. O, beklenen “peygamberliğini” ilân ediyordu. “Reşat Halife / Allah”n Rasûlü” imzasını attığı “Allah’ın Dünyaya Bildirisi” başlıklı bir metin ile peygamberliğini dünyaya duyurur ve herkesi kendisine inanmaya dâvet eder. Bu sapık mütenebbî ve bağlıları, bununla da yetinmeyip bazı âyetleri tahrif etmekten geri durmazlar. Kur’an’ın Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceğini ısrarla söylediği kıyametin kopma tarihini, yahûdilerin yaptığı gibi, hurûf-ı mukattaa’nın cifr hesabındaki toplam rakamsal karşılığı olarak ilân ederler.

19’cular, çok ilginç bir şeyi daha yaparlar. Tıpkı, Kadıyânîler’in İngilizlerin Hindistan’daki varlığını; Bahâîlerin, yine İngiliz ve Rusların İran’daki sömürüsünü meşrûlaştırdığı gibi, bunlar da Türkiye’de ateizmin taşeronluğunu yapan Kemalizm’in varlığını meşrûlaştırmaya çalışırlar. Bu sapık dine göre, Kur’ân-ı Kerim’e -hâşâ- Muhammed”in yâveleri diyecek kadar Kur’an’a düşman olan Mustafa Kemal, Kur’an’ın kodu olan kutsal 19 rakamıyla geleceği haber verilen “mûcizevî” bir müceddiddir. “Şeytanî bir hilâfete son veren Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatını kuşatmış bulunan 19 sistemi Fussılet, 53 âyetinde belirtilen işaretlerden biridir” diyerek (Edip Yüksel, Müslüman Din Adamlarına 19 Soru, Ozan Y. s. 70) yer yer sahtekârlık derecesine varan bir çarpıklıkla Atatürk”ün hayatındaki 19 rakamıyla ilişkiyi ortaya atarlar. (9)

Değil hadisleri, tüm sünneti “şeytanî öğreti” adı altında acımasızca süpürüp, ezanda Peygamber Efendimiz’in adının anılmasını “putperestlik” olarak niteleyebilecek kadar modernist ve “Kur’an’cı”, bilgisayara dayalı bir öğreti geliştirecek kadar yenilikçi ve devrimci geçinen 19’cular da pekâlâ tarihin en mistik hurâfe ve hezeyanlarından hiç de aşağı kalmayan bir hurâfenin ve tahrif akımının mimarı olabilmektedirler. Bu durum, bir kez daha göstermiştir ki, hurâfecilik ve tahrif, hiçbir zümreye has değildir; bu bir yahûdileşme mantığıdır. Bu mantığa saplanan insan, kimi zaman sünnet, kimi zaman gelenek, kimi zaman da çağdaşlık adına âyetleri tahrif, dini tahrip edebilmektedir.

İskender el-Ekber Tâifesi: Kendisini önce mehdî, sonra peygamber ilân edip “Risâlet Nurları” isimli bir de -hâşâ- Allah tarafından kitap indirildiğini iddia eden mistik Mihr’cilerin tahrifi de rasyonalist 19’cuların tahrifiyle özde aynıdır. İşte Kur’an’dan sonra dünyaya indirilen “Risâlet Nurları”ndan âyetler(!): “Onlara aralarındaki anlaşmazlıkları halletmelerini söyle. Hepsi ile ayrı ayrı toplantı tertip et. Sonra Demirel, Erbakan, Türkeş ve Feyzioğlu kullarımızla toplan.” (Anlaşmazlık sûresi, s. 1) “Bugün öğleden sonra Sanayi Bakanlığına git. Soner’in sağ tarafında sana yardımcı kıldıklarımızdan birini göreceksin. Ona bu satırları göster sana biat edecek.” (Mehdi suresi, s. 13) “Beni defalarca gördün. Vaktiyle dayı beyin düştüğü hataya düşme. Beni defalarca gördün. Cibril’i, Muhammed kulumuzu, kendini de gördün.” (Allah Teâlâ, suresi, s. 15-16) “Gördün ki sen uçtuğun zaman kimse senin uçtuğunun farkına varmıyor.” (s. 26) “Ey İskende el-Ekber hazretleri kulumuz. Evet, sen hakiki bir hazretsin. Bozoklu Han bir veli idi ve senin ceddindir, seyyiddir. Sen de seyyidsin, 12. imamsın, son imamsın.” (Tayyı Mekân suresi, s. 44) “Evet, şeytan senin voltajına dayanamaz. Dalga uzunluğu konusunu sana tekrar yazdıracağız.” (s. 62)

Bunlar gibi, baştan sona abuk-sabuk cümleler ve hezeyanlarla dolu olan bu kitapçık, bir gerçeği açık seçik ortaya koymuştur: İnsanlar eğer sâdık peygamberlerine tâbi olmazlarsa, onları arkalarına takacak sahte peygamberler çıkmaya devam edecektir. Eğer içinde şüphe bulunmayan Allah’ın vahyi Kur’an’a sarılmazlarsa, bu ümmetin içinden çıkan ya da çıkacak olan muharriflerin/tahrif edicilerin elleriyle yazıp ‘bu Allah’tandır’ diyerek piyasaya sürdürleri şeytanî vahiylerin tuzağına düşeceklerdir.

 

Muharrifler ve Müceddidler

Tecdîd, tahrîfin zıddıdır. Tahrif edileni aslına döndürmeye, tahrip edileni onarmaya, bozulanı yapmaya, eskiyeni yenilemeye “tecdîd”, bunu yapana da “müceddid” denir. Tecdîd, sonradan uydurmak değildir. Aksine tecdîd, sonradan uydurulmuş şeyleri “asıl”dan temizlemektir. Bir bid’attan arındırma ameliyesidir. Tecdîd, kesinlikle reform değildir. Reformda, öze bağlılık aranmaz. “Deforme” olmakla “tahrif” arasında benzerlik varsa da, bunların izâlesi için yapılan “reform” ile “tecdîd” arasında mâhiyet farkı vardır.

Reform, orijinali şart koşmaz. Reformun karşılığı “tecdîd” değil; “ıslah”tır. Reformasyon, düzeltme, iyileştirme, daha kullanışlı hale getirme işidir. Elde deforme olmamış bir “asıl” olmadan bir şey reforme edilebilir, ancak elde tahrif olmamış bir “asıl” olmadan tecdid gerçekleştirilemez.

Tarih, müceddidlerle muharrifler arasındaki bitmez tükenmez mücadelenin en büyük şâhididir. Muharrifler, tarih boyunca hep müceddidlere düşman olagelmişlerdir. Ekmeğini tahriften çıkaran her tahrifçi, tecdid yanlılarının amansız düşmanıdır. Bu nedenle de tarihte bir inancın müceddidlerine en çok düşman olanlar, o inancı inkâr edenler değil; o inancın tahrif edilmiş biçimini kabul edenler olmuştur.

 

Benî İsrâilin Tahrifi ile Bu Ümmetin Tahrifi Arasında Karşılaştırma ve Sonuç: Tahrif, İslâm ümmetinin yahûdileşme tehlikesine en çok mâruz kaldığı bir temayüldür. İsrâiloğulları dinlerini tahrif edince; ahlâkî, sosyal ve siyasal yapıları da tahrip olmuştur. Bu ümmet de dinini tahrif edince aynı âkıbete uğrayarak ahlâkî, sosyal ve siyasal bir çöküş sürecine girmiştir. İsrâiloğullarının Tevrat’a sarılarak öze dönmesi artık mümkün değildir. Çünkü Tevrat’ın muhâfazası benî İsrâil bilginlerine bırakıldığı için aslı kaybolacak bir biçimde tahrif edilmiştir. Ancak ümmet-i Muhammed’in Kur’an’a sarılarak dinini tecdid etmesi mümkündür. Çünkü Kur’an, bizzat Allah tarafından korunmuştur.

İsrâiloğullarını tahrife yönelten sebeplerin başında iki şey gelir: Kör taassup ve dünyevîleşme. Bu ümmetin tarihindeki tahrifin sebeplerinin başında da bu iki unsur gelmektedir: Siyaset, mezhep, meşrep, soy, ırk, ulus asabiyeti ve makam-mevki, mal-mülk, servet-şöhret ihtirası.

Bu ümmetin muharrifleri Kur’an’ın metninde tahrifat yapamamışlarsa da, onun manasında te’vil, tefsir, nesh, tahsis adı altında birçok tahrifat yapmışlar, bunu müteşâbih âyetler sınırında da tutmayıp muhkem âyetleri dahi mezhep, meşrep ve politik kavgalarında silâhlarının ucuna takmaktan çekinmemişlerdir. İsrâiloğullarının en ünlü tahrif biçimi olan uydurmacılığı Kur’an’da gerçekleştiremeyenler, sünnetin büyük bir bölümünü oluşturan “hadis”te gerçekleştirmişlerdir.

Müslüman İsrâiloğullarının yahûdileşmesinde nasıl eski Mısır, Yunan, Filistin putperest kültürlerinin etkisi olmuşsa, bu ümmetin yahûdileşme temayülüne sapmasında da başta isrâilliyyât olmak üzere Yunan, Roma, Bizans, kadim Türk ve çağdaş Batı kültürlerinin tahrip edici etkileri olmuştur.

İsrâiloğulları içerisinden çıkıp da kendilerine has peygamberler ve kitaplar ihdas eden sapık grupların benzeri bu ümmetin içerisinden de çıkmıştır. Bahâîlik, Kadıyanîlik, Hurûfîlik, 19’culuk ve İskender el-Ekber taifesi bunlardan birkaçı. Bu sapkınlıklardan birçoğunun ortak yanı da bir tür rakam gizemciliğine dayalı "cifr" ve “ebced”e aşırı düşkünlükleridir.

Hurâfe, tarih boyunca tahrifin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Tarihte ve günümüzde din ne kadar tahrif edilirse, hurâfe de o kadar itibar kazanmaktadır. Şimdilerde toplumumuzda hayli ilgi toplayan medyumlar, tarotçular, burççular, falcılar, büyücüler, cinciler ve bilumum çağdaş üfürükçüler din düşmanı rejimin açtığı boşluktan istifadeyle ortaya çıkmışlardır.

Hurâfecilik, öteden beri sanıldığı gibi yalnızca mistik, geleneksel ve gizemci çevrelerin müptelâ olduğu özel bir sapma değil; 19’culuk sapkınlığında da görüldüğü gibi akılcı, modern ve bilimci çevrelerin de pekâlâ sarılabileceği genel bir sapmadır.

Bel’am, “din âlimi”ne karşı çıkarılan “devlet âlimi” tipidir. Her din ve dinî toplum, kendi içerisinden çıkardığı “Bel’amların” tahrif ve tahribine mâruz kalmıştır. Bu konuda ümmet-i Mûsâ ile ümmet-i Muhammed’in kaderleri garip bir biçimde birbirine benzemektedir.

Tahrif ile tecdid arasındaki savaş, neredeyse insanlıkla yaşıttır. İlk tahrifçi şeytandır. Tarih boyunca, bir dinin muharrifleri, aynı dinin müceddidlerinin en büyük hasmı olagelmiştir. Bu ezelî kural, bu ümmette de bozulmamıştır. Günümüzdeki İslâmî mücadelenin içinde olanlar, bu tarihî gerçeğin çağdaş tezâhürlerinin acı hâtıralarıyla doludurlar. (10)

 

 

Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 86

Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 92-93

M. İslâmoğlu, Yahudileşme Temâyülü, s.176-180

M. Fatih Kesler, Kur’ân-ı Kerim’de Yahûdiler ve Hıristiyanlar, s. 216 vd.

M. İslâmoğlu, a.g.e. s. 181 vd.

A.g.e. s. 13-14

Faruk Beşer, Fıkıh Pencesinden Fetvâlarla Çağdaş Hayat, s. 64

M. İslâmoğlu, a.g.e. s. 206 vd.

Bu tezler ve bu sahtekârlığın eleştirisiyle ilgili olarak bkz. M. İslâmoğlu, Yahûdileşme Temâyülü, s. 235-239; Mahmut Toptaş, K. Kerim ve 19 Efsânesi, İnkılâb Y; E. Şenlikoğlu, İnsanlar da Kayar, Mektup Y; B. Sağlam, 19 Meselesi ve Edip Yüksel’e Cevaplar, Tebliğ Y. ve 19 Meselesini doğrulayan ve Atatürk’ü savunan eser olarak bkz. Cenk Koray, Kur’an-İslâmiyet, Atatürk ve 19 Mûcizesi, Altın Kitaplar Y.)

M. İslâmoğlu, a.g.e. s. 212 vd.

 

 

 

 

Tahrif Konusunda Âyet-i Kerimeler

Tevrat, Yahûdilerin Tahrifine Uğramıştır: 2/Bakara, 75, 79, 95, 174; 3/Âl-i İmrân, 65, 78, 93; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41-43.

İncil, Hıristiyanların Tahrifine Uğramıştır: 3/Âl-i İmrân, 65, 78; 5/Mâide, 110.

 

 

 

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

1. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 177-180

2. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 327-328

3. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 87-89

4. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 390-400

5. El-Câmaiu li-Ahkâmi’l Kur’an, İmam Kurtubî, Burûc Y. c. 2, s. 180-191

6. El-Mîzan Fî Tefsîri’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabâî, Kevser Y. s. 1, s. 300-301

7. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 156-159

8. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s .157-161

9. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 3, s. 107-125

10. Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s. 90-92

11. Safvetü’t Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 125-130

12. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 21-23

13. Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 162-163

14. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 6, s. 92-94

15. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 85-86

Yahudileşme Temayülü, Mustafa İslamoğlu, Denge Y. s. 83-89;176-253

Hıristiyanlık Üzerine Konferanslar, Muhammed Ebu Zehre, Fikir Y. s. 92-95; 129-133

Kur’ân-ı Kerim’de Yahudiler ve Hıristiyanlar, M. Fatih Kesler, T. Diyanet V. Y. s. 188-198; 216-221

Kur’an ve Sünnete Göre Yahudilik ve Münafıklık, Mustafa Özçelik, Sabır Y. s. 37-41

Dört İncil, Farklılıkları ve Çelişkileri, Şaban Kuzgun, Şahsî Y. s. 148-154; 305-342

Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 198-200

Tevrat ve İncildeki Tahrifler, İmam el-Harameyn el-Cüveynî, Seha Neşriyat

Tevrat, İnciller ve Kur’an, Maurice Bucaille, D.İ.B. Y.

Kitab-ı Mukaddes Allah Sözü müdür? Ahmed Deedat-E. Yüksel, İnkılab Y.