Hanif'in Anlamı 2

Fasl 5

Fasl 7

Fasl 13

Fasıl 14

Fasıl 16

Fasl 19

Feraiz Meselesi: 19

Ömeriyetan Meselesi: 22

Fasl 24

İki Kızın Mirası Hakkında: 27

Nine'nin Durumuna Gelince: 28

Fasl 30

Kaza Ve Felaketlerde Aynı Anda Ölenlerin Durumu: 30

Riba (Faiz) Ayetleri Hakkında: 31


Hanif'in Anlamı

 

"Hanif' kelimesi Kur'an'ı kerim'de birçok kez tekrarlan­mıştır. Cenabı Hakk insanlara "Hamfler" olmalarını farz kıl­mıştır. Bunu Ehl-i kitaba farz kıldığı gibi sonra da ümmeti Muhammed'e farz kılmış ve Hanif olan İbrahim milletine uy­mayı emretmiştir. Hakk Teala ehl-i kitaba şöyle emretti:

"Dini yalnız kendisine has kılarak ve hanifler ola­rak Allah'a kulluk etmeleri namaz kılmaları, zekat ver­meleri için ancak onlar müslüman olmaları emrolundu. İşte sağlam din odur." (Beyyine: 98/5)

Bu emir, ehl-i kitab ve diğer tüm insanlara yöneliktir.

Ve yine şöyle buyurdu:

"Yahudiler ve hristiyanlar müslümanlara "yahudi ya da hristiyan olun ki" doğru yolu bulaşınız." dediler. De ki: "Bilakis biz hanif olarak yaşamış İbrahim'in di­nine uyarız. O, müşriklerden değildi"(Bakara: 2/135)

Ve İbrahim için şöyle buyurdu:

"İbrahim, ne yahudi, ne de hristiyan idi; fakat o, Al­lah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman idi; müşrikler­den de değildi" (AI-i imran: 3/67)

"Deki O Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş olarak İbrahim'in dinine uyunuz. O, müşrik­lerden değildi" (Al-i imran: 3/95)

"İşlerinde doğru olarak kendini Allah'a veren ve İbrahim'in, Allah'ı bir tanıyan dinine tabi olan kimse­den dince daha güzel kim vardır? Allah İbrahimi dost edinmiştir" (Nisa: 4/125)

"Deki: Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, Allah'ı birleyen ibrahim'in dinine iletti. O, ortak koşanlardan değildi"(En'am: 6/161)

"Gerçekten İbrahim, Hakk'a yönelen, Allah'a itaat eden bir önderidi. Allaha ortak koşanlardan değildi."(Nahl: 16/120)

"Durum böyle. Her kim, Allah'ın emir ve yasakları­na saygı gösterirse, bu, Rabbinin katında kendisi için da­ha hayırlıdır. (Dine, haram olduğu) size okunanların dı­şında kalan hayvanlar size helal kılındı. O halde, pislik­ten, putlardan sakının; yalan sözden sakının. Kendisine ortak koşmaksızın Allah'ın hanifleri (olun)."(Hacc: 22/30-31)

"Sen yüzünü "hanif" olarak dine, yani, Allah insan­ları hangi fıtrat üzere yaratmış ise o fıtrata çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fa­kat insanların çoğu bilmezler. Hepiniz o'na yönelerek O'na karşı gelmekten sakının, namazı kılın; müşrikler­den olmayın"  (Rum: 30/30-31)

Kur'an'm tamamı hanifliğin İbrahim'in milleti olduğu­na, sadece Allah'a ibadet etmek ve şirkten beraat olduğuna delalet etmektedir.

Allah ibadet ise O'nun bize emir ve meşru kıldığı ölçü­ler içinde olur ki bu da hanif lige dahildir. Yahudi ve hris-tiyanlar gibi, insanların kendi uydurdukları ibadetler ise hanif lige dahil değildir. Musa, İsa ve israiloğullarmın tüm peygamberleri ve ona tabi olanlar, soradan döllerini değiş­tirip "Haniflikten çıkanların aksine, onların tamamı Hanif idiler.

Cenabı Hakk ehli kitabı ve başkalarını dini yalnız ken­disine has kılarak ve hanifler olarak ibadet etmelerini em­retti. Fakat onlar kendilerine Hak geldikten sonra Allah'ın dinin değiştirip saptırdılar.

Selefin ve lügatçıların sözleri de, ifadeleri çeşitli olsa-da, buna delalat etmektedir.

İbn Ebi Hatem'den, Osman b. Ata el- Horasani'den[1] ma­lum isnadı ile "hanifen müslimen"[2] kavli ilahisi ile ilgili şöyle rivayet edildi :"Muhlisen müslimen"[3]

İbn Ebi Hatim şöyle dedi: Mukatil b. Hayyan'dan[4] da bunun benzeri rivayet edildi.

Hasif[5] de şöyle dedi: Hanif: Muhlis demektir.[6]

Salebi ve başkaları Mukatil b. Süleyman'dan isnadı ile Ebu Kuteybe el- Basri "Naim b. Sabit"[7] den O da, Ebu Kalebe[8] den şöyle rivayet etti:

"Hanif: tüm peygamberlere iman edendir"[9]

Muhammed b. Ka'b da şöyle dedi: "Hanif, müstakim demektir."[10]

Maruf isnadı ile Süfyan esiSevri'den, o da ibn Ebi Ne-cih'den o'da Mücahid'den: Hanifen yani mütbean (tabi olan) demektir. "Hanefiyye" ise, "İbahim'e tabi olmaktır";

Mücahid'in bu sözünü bir grup müfessir rivayet ettiler. Buna benzer bir sözü de Rebi b. Enes'den rivayet edildi.[11]

Ve yine Mücahid şöyle dedi: "Haniflik, getirdiği şeriat ölçüleri içinde İbrahim'e uymaktır ki, o bununla insanlara

imam oldu"[12]

İbn Ebu Talha'da İbn Abbas'dan naklen şöyle dedi:"Ha-nifen" yani "Haccen/Hacı olarak, demektir."

İbn Ebu Hatim şöyle dedi: "Hasan, Dahhak, Atiyye ve Suddi'den de buna benzer sözler rivayet edildi."[13]

Bir gurup insan da Dahhak'dan şöyle dediğini nakletti­ler:

"Hanif kelimesi ile beraber müslim kelimesi geçerse, o hacı" manasında gelir. Tek başına "Hanif kelimesi ise, "müslüman" anlamındadır."[14]

Salebi ve Beğavi' gibi O'na tabi olanlar ibn Abbas'dan şöyle rivayet ettiler: Hanif, diğer dinlerden islam dinine meyledendir" ve şöyle dediler: Bu kelimenin aslı meyi ve ayaktaki eğrilik olan "hanf' kelimesidir."[15]

Ahnaf b. Kays'ın[16] bu ismi almasının nedeni de budur. Çünkü O'nun ayağında eğrilik vardır.

Ben (İbn Teymiyye) derim ki: Allah (c.c)'ın Muhammed (s.a.v)'ın lisanı üzere farz kılmasıyla da hacc, "hanif'ligin içindedir haniflik onunla tamama ulaşır ve o, İbrahim'in mil-

letindendir.

İbrahim (a.s)'in döneminden itibaren meşru kılınmıştır. Musa, Yunus ve diğer birçok peygamber haccetmişlerdir.

İslam'ın da başlangıcından itibaren meşru olan hacc, Medine'de son dönemlerde farz kılınmıştır.

Doğrusu H. 10 veya 9. yılda farz kılındığıdır. H. 6. yıl­da farz kılındığı görüşü doğru değildir.

Hakk Teala, Muhammed ve ümmetine hanifler olması­nı emrederek, Mekki olan Nahl suresinde şöyle buyurdu:

"Sonra da sana, "hanif olarak İbrahim'in dinine uy, zira o müşriklerden değildi" diye variyettik."(Nahl: 16/123)

Farz kılıncâya kadar hac, vucib olarak değil istihbab ve kemal olarak Hanifliğe dahil idi.

Üzerlerine hacc farz olmamakla beraber Cenabı Hak eh­li kitaba da hanif olmalarını emretti.

İbn Ebu Hatim, Rebi b. Enes'den O'da Ebu Aliye'den şöyle rivayet etti: "Hanif, namaz için Allah'ın evine dö­nen ve imkan bulduğu takdirde haccı üzerine farz gören kimsedir"[17]

Hanif'in bu şekildeki tefsiri, kıblenin Ka'be'ye çevrilme­si ve haccın farz kılınmasından sonradır.

Yoksa Peygamber (s.a.v) ve ona tabi olanlar, hiç kuşku­suz bundan önce Mekke'de de hanif idiler. Onlar daha ön­ce kendilerine emredildiği şekilde Beytül Makdis'e yönele­rek namaz kılmaktaydılar.                ,

Kıble Kabe'ye ancak Medine'de hicretin 2. yılında çev­rildi.

Aynı şekilde Musa ve ona tabi olanlar, İsa ve tabiileri de hanif idiler, ve Beytül makdise yönelerek namaz kıldılar. İbn Ebu Hatim ve başkaları ibn Ebu Urube'nin tefsirinde Ka-tade'den şöyle rivayet ettiler: "Hanefiye: Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet etmektir ki, anaların, kızların, kızkardeş-lerin, teyzelerin, halaların tahrimi, Allah'ın diğer yasakla­rı ve sünnet de buna dahildir. Müşrik Araplar şirklerine rağmen, yakın akrabalarla evlenmemek, hac ve hac mena-sikleri gibi hanefiyye'nin bazı gereklerine riayet etmek­teydiler."[18]                                                      

Katade, hanefiyye'nin tevhid ve Allah' in haram kıldık­larına ve sünnete riayet ederek İbrahim' in milletine uymak olduğunu ve müşriklerin şirklerine rağmen yakın akrabalar­la evliliği haram kabul ettiklerini, hac yaptıklarını ve sün­net olduklarını zikretmektedir. Müşrikler İbrahim'in dinin temeli olan tevihdi bozmalarına rağmen onun^dininden olan diğer bazı hükümleri muhafaza etmişlerdir.

Müşrik araplarla mecusiler haram tanımayanlar ve hris-tiyanlar ve diğer milletler arasındaki fark, İbrahim'in dinin­den muhafaza ettikleri bu hususlardı.

Ebu'l Hasan el-Ahfeş de böyle dedi: "Hanif, müslüman,

demektir."

Başkaları ise: Hanif kelimesi ile beraber müslim kelime­si zikredilirse bu, hacı manasındadır."

Ebu'l Hasan el-Ahfeş şöyle dedi: "Cahiliye döneminde sünnet olan ve hac yapanlara Hanif denilirdi.

Çünkü Araplar İbrahim'in dininden sadece bu iki şeyi muhafaza edebilmişlerdi. İslam geldiği zaman gerçek hanif

liği geri getirdi."

Asmai de[19] şöyle dedi: "Araplara göre kim Yahudi ve­ya Hristiyan dininden dönerse o haniftir."

Ben derim ki: Ehli kitaptan bazı Hristiyanların kitapla­rında Hanifliği kötüleyici ifadelerin bulunması bu nedenle­dir.                                                             

Onlar bunun ile hac yapan, sünnet olan arap müşrikleri kastediyorlardı. Çünkü Hristiyanlar hac etmez, sünnet olmaz ve sünneti ibadet kabul etmezler.

Bazıları Sabiler ve Hanifleri birbiriyle karıştırmaktadır­lar ki, müşrik sabiilerih aksine gerçek hanifler, İbrahim milletine tabi olan ve sadece Allah'a ibadet eden muvahhid-lerdirler.

Sabiiler iki kısımdır: Hanif olan sabiiler ki, Kur'an on­lardan övgü ile bahsetmektedir[20] ve müşrik sabiiller. Me­cusiler ve diğer müşrikler ise kesinlikle hanif değillerdir.

Ebu Bekr Furek[21] ve diğer başka kelamcılar, Zerdüşt,[22] Mazdak[23] ve Bahanzil[24] gibi nübüvvet iddia eden farshla-rın İbrahim'in mileti üzerine oluklarını ve o'nun dinine da­vet ettiklerini iddia etmişlerdir.

İbn Furek Nübüvveti inkar eden Hindilere karşı cevaben yazdığı bir kitabında şöyle diyor:

îbn Furek şöyle devam ediyor: "Eğer şöyle sorulsa: Pey­gamberlerin gönderilmesinin caiz olduğuna ikna oldum. Pekala, Allah'ın kullarına gönderdiği peygamberlerin, baş­kaları değil de sadece sizin belirttiğiniz kimseler olmasının delili nedir?

Ona şöyle cevap verilir: Bunun delli şudur: bize muhte­lif cihetlerden gelen ve yalanı mümkün olmayan haberler­den kesin olarak anlaşılmaktadır ki peygamberler adetin olanın ötesinde denizi yarmak, asayı yılana çevirmek, ölü­leri diriltmek, anadan doğma kör ve sağırları iyileştirmek, ayı yarmak gibi olağanüstü mucizeler göstermişlerdir. On­ların gösterdikleri bu mucizeleri, nübüvvet iddiasında bulu­nan yalancı peygamberler gösterememişlerdir. Bu durum nü­büvvet iddia eden, herkesin değil, sadece onların peygam­ber olduklarını gösterir.

Peygamberlerin sıdk ve doğruluklarına delalet eden bir diğer husus da, onlarm her birinin kendi zamanlarında insan­ları şehvetlerden, hevaya uymaktan nehyetmeleri, kötülük­lere engel olmaya çalışmaları ve bu yolda başlarına gelen musibet ve belalara sabretmeleridir.

Bu herkesin yapacağı bir şey değildir. Peygamberler nü­büvvet iddialarını ve davalarını açık burhan ve mucizeler ile ispat etmeseler bu durumda onlara iman vacip olmuştur.

Ayrıca aradan geçen asır ve nesiller boyunca insanların onlara karşı sevgi, itaat ve özlem duymaları da onların, Al­lah (c.c) tarafından açık mucizelerle insanlara gönderilmiş hak peygamber olduklarına ayrı bir kanıttır."

İbn Furek şöyle devam ediyor:

Eğer birisi şöyle dese: Dünyada nice iftiracı ve bidatçı ki­şilerin çıkıp, etraflarına tıpkı peygamberler gibi büyük ce­maatler topladıklarını görüyoruz.

Biz bu sözü söyleyene sorarız: Kim bunlar?

Bunlar ancak Zerdüşt, Mazdek, Mani[25] ve Bahayizid'in adarını verebilirler.[26]

Ona şu cevabı veririz: Zerdüşt, Mazdek ve Bahayezid, bunların her üçü de kendi zamanlarında İbrahim'in dini üzere olduklarını ilan ettiler ve o'nun şeriatına aykırı dav­ranmaktan kaçınarak etraflarına cemaat topladılar.

Yoksa siyaset ve saltanat ile değil. Bu üçünden hiçbiri ye­ni bir din getirmeyip, bulundukları zaman için de İbra­him'in şeriatını temsil ettiklerini iddia ettiler ve her biri ibrahim'in dinini kendi zaman ve kavimlerinin dillerine tercüme ettiler."

İbn Furek şöyle devam ediyor: "Mani'ye gelince, İbra­him'in doğru yolu'üzerine olan Mesih'in öğrencisi olduğu­nu, kendisi dışındaki hristiyanların yoldan çıktıklarını ve İsa'ya indirilen gerçek İncil'in kendi elinde olduğunu iddia etti. Ayrıca İsa'nın göğe yükseldiği zaman kendisinin de o'nun yanma yükseldiğim ve yaptığı her şeyi İsa'nın talima­tıyla yaptığını iddia etti."[27]

Ben (ibn Teymiyye) derim ki: İbrahim'e düşman olup, onun düşmanı Nemrud'u destekleyen Türk, çin vesaire müşrikler günümüzde de mevcuttur.

Bu kavimler Nemrud'un küçüklü büyüklü putlarını ya­parak o'na tapar ve işlerine onun ismiyle başlarlar ve o'nu: Sübhane Nemrud, subhane Nemrud diye teşbih ederler.

İbrahim (Allah'ın salat ve selamı o'nun üzerine olsun) kendisinden sonraki insanlar için imam kılınmıştır ve hiç­bir mümin ve iman izhar eden münafık yoktur ki, İbrahim'i yüceltmiş olmasın. Allah kitab ve nübüvveti o'nun zürriyetine nasip etmiştir. Ondan sonra gelen peygamberler hep onun zürriyerindendir ve peygamberlere inanan herkes o'na da iman etmiştir. Allah'ın dinin çağıran ve şirkten men eden hiç kimse yoktur ki İbrahim'i yüceltmiş olmasın.

Her ne kadar İbrahim'e tabi olduklarını söyleyenler ara­sında, o'nun getirdiği mesajlara aykırı davrananlar bulun­makta ise de İbrahim onların bu yaptıklarından beridir. Zürriyeti içinde muhsinler bulunduğu gibi, Arap müşrikle­ri gibi kendilerine zulmedenler de bulunmaktadır. İbrahim gönderildiği zaman, şirk tüm yeryüzünü istila etmişti. İşte böylesi olumsuz bir duruma rağmen o tevhid ilan edip, in­sanları ona çağırdı. Şirke ve müşriklere cephe aldı ve Allah o'nu müşriklere galip getirdi.

Kur'an birçok yerde İbrahim'in hanif olduğunu beyan et­ti ve hanifliği o'nun ayrılmaz bir vasfı kıldı. Hatta "hanif kelimesi muzafi ileyh'den hal olarak nasb edilmiştir. "Kul bel millete İbrahim'e hanife" "De ki: Bilakis biz, hanif olarak yaşamış İbrahim'in dinine uyarız"                                    (Bakara: 2/135)

"En ettebiu millete İbrahim'e hanife" "Hanif olarak İbrahim'in dinine uy"(Nahl: 16/123) Misallerinde olduğu gibi. Küfeliler bu durumu, lafızda sı­fat olmayıp kesilmesi nedeniyle "Kafi üzerine nasb" olarak adlandırırlar.

Basralılar ise "hal üzere nasb" olarak isimlendirirler."[28] Bazı nahivciler ise, muzaf ve muzafun ileyh, tek birşey konumunda olmadıkça hal'ın muzafı ileyhe intisab'ının ca­iz olmadığını söylediler.[29] Şu misallerde olduğu gibi:

"Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?" (Hucurat: 49/12)

Bu "Eh"den haldir. Çünkü "Lahme ehihi" (kardeş ve et) kelimesi: aynı şeydir.

"Kul bel millete İbrahime Hanife"'de böyledir. Çünkü millet, ondan bazısı yerindedir.

Aynı Adiyy b. Hatem'in[30] müslüman oluş kıssasında olduğu gibi. Peygamber (s.a.v.) O'na islamı anlatınca

Adiy: Yani, dinimin oğulları"[31]

demiştir. O sanki "Onların soyundan" demek istemiştir.

Bu nedenle, "Ama Zeyd, ilmi ve dini" denilerek bu iki­sini Zeyd'den bedel kılınması caizdir. Allah daha iyi bilir.

 

Fasl

 

Peygamber (s,a.v)'in şu sözü hakkında: "Şair'in dediği en doğru söz Lebid'in sözüdür: Dikkat ediniz! Allah'tan başka herşey batıldır!"[32]-[33]

Peygamber (s.a.v) bu sözü şairlerin söylemiş oldukları en doğru söz olarak kabul etti. Bu şiir, şu kavli ilahi gibidir:

"Böyledir. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O'nun dışındaki taptıkları ise batıldan başka bir şey değildir."(Hacc: 22/62)

"İşte kudreti size anlatılan bu zat, sizin gerçek rabbi-niz olan Allah'tır. Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl döndürülüyorsunuz?"(Yunus: 10/32)

Bu hitap Allah'tan başka tapılan melek, beşer ve diğer tüm tanrılarını kapsar. Bu tanrılar batıl oldukları gibi onla­ra tapmak da batıldır. Bunlara tapan da batıl işlemektedir.

Batıl'dan murad, kuluna fayda vermeyen şeydir ki bu iti­barla Allah'tan başka tapılan tüm tanrılar batıldır.

Hatta şu masur dua'da geldiği gibi dinar ve dirhem'de ba­tıldır: "Ben şehadet ederim ki, arşından arzına kadar senin dışında tapılan herşey batıldır."[34] Her canlı, varlık mutla­ka bir tanrıya tapınır, fakat, Allah'tan başka tapılan tüm bu tanrılar batıldır ve dalalettir.

Dalaletten, şu kavli ilahi'de olduğu gibi helak kasdedi-lir:

"Toprağın içinde kaybolduğumuz (helak olduğumuz) zaman, gerçekten biz mi yeniden yaratılacağız, dedi­ler."                                                          (Secde: 32/10)

Bunun anlamı: "Helak olup, topraklaştığmız zaman" de­mektir, denililmiştir. Ve bunun aslı: Su süt içinde kaybol­duğu zaman söylenen şu sözdür: Dalle el-ma fi'1-leben"

Birşeyde delalete düşen, o şey içinde helak olduğuna göre, helak'ın sebebi delalete düşülen şey olmuştur ki bu ne­denle şöyle buyurulmuştur:

"Dünya hayatında çabaları boşa gitmiştir"(Kehf: 18/104)

Dalla yani, helak oldu ve boşa gitti anlamındadır.

Allah'tan başka tapılan herşey batıl, dalalet, kullarını helaka düşürücüdür.

"O'nun vechinden başka her şey helak olacaktır"(Kasas: 28/88)

Mücahid bu ayetin tefsirinde şöyle dedi:

"Ancak, kendisiyle o'nun vechi istenen şey hariç" Süfyan es-Sevri'de "Ancak kendisiyle vechi istenen şey hariç"[35]

"Ancak Allah ve Salih amel kalacaktır" sözünde geçti­ği gibi.

Ve yeni bir hadiste şöyle denilmiştir.

"Allah'ın zikri, öğrenen ve öğreten hariç dünya ve için­dekiler melundur"[36]

Kulun Allah'tan başka, kalbiyle yönelip kendisine ümit bağladığı, korktuğu, sevdiği, güvendiği, velayetini kabul etti­ği şeyler o'nu helaka sürükleyecektir. Ve ona Allah için yap­tıkları dışında, hiç bir şeyin faydası olmayacaktır.

Cenabı Hak şöyle buyurdu:

"Yer üzerinde bmunan her canlı yok olacak. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin vechi baki kalacak."(Rahman: 55/26-27)

Allah (c.c)'ın vechi için olan hariç, tüm ameller yok olacak ve sahibine hiçbir faydası olmayacaktır. Malik şöy­le dedi: Allah için olan baki kalacak, Allah'tan başkası için olan ise ne devam edecek ne de baki kalacaktır." Ve Hakk teala şöyle buyurdu:

"Sizin yanınızdaki tükenir, Allah katındaki ise baki­dir.» (Nahl: 16/96) Bu nedenle şöyle denilmiştir: İnsanlar derlerki: Kişinin kıymeti, ihsanı iledir. Marifet ehli de şöyle demiştir: Kişi­nin kıymeti talebi iledir.

İsrailoğullarından cenabı Hakkın şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Ben hikmet sahibinin sözüne değil himmetine baka­rım."[37]                           .

Ve yine Cenab' ı Hakk' in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Dünyayı seven bir alime vereceğim küçük ceza onun kalbini benim zikirimin halevetinden men ederim"[38] Şu kavli ilahi, bu rivayeti tasdik etmektedir: "Onun için sen zikrimize iltifat etmeyen ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir, iş­te onların erişebilecekleri bilgi budur." (Necm: 53/29-30) "Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise, onlar tamamen gafildirler." (Rum: 30/7) Yine sahih'de geçtiği gibi ateşe ilk girecek üç zümreden biri olan alimin dediği: zikredilmiştir

"Ben senin için ilim öğrendim ve öğrettim." ona şöyle denilir:

"Yalan söylüyorsun, bilakis senin amacın fülan alimdir desinler idi ve öyle de denildi." Sonra emredilir ve o alim ce­henneme atılır" Muaviye[39] şu hadisi işitince ağladı (!) ve şöyle dedi. Allah doğru söyledi.

"Kim, dünya hayatını ve onun zinetini istemekte ise, orada onlara istediklerinin karşılığını kesintiye uğrat­maksızın veririz ve onlar orada hiçbir zarara uğratılmaz­lar.

İşte onlar, ahirette kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir; yaptıkları da boşa gitmiş­tir, halen yapmakta oldukları şeyler zaten batıldır."(Hud: 11/15-16)[40]

Sünen'de geçen başka hadislerde de şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın vechi için istenecek ilmi, dünya metaını el­de etmek için isteyen kimse cennetin kokusunu ala­maz."[41]

"Kim alimlere komşu olmak, sefihlerle eğlenmek, dünya malı yemek ve insanların dikkatlerini kendisine çekmek için ilim taleb eder (veya öğrenirse) Allah'a O'nun kendisine kızgın olduğu halde kavuşur"[42]

Bir rivayettede: "Cennetin kokusunu bulamaz"[43] denil­miştir.

Bu geniş mevzuyu bir başka kitabımızda ayrıntılı bir şekilde ele alarak Hud, Subhan ve şura'surelerinin konuy­la igili ayetlerini ve ilmiyle dünyayı isteyen alimleri kötü-leyen hadis ve sahabe sözlerini zikrederek, bu konuyu açık­ladık*. Dinin tamamının Allah için olduğunu, Allah'ın şirk koşanların şirkinden gani olduğunu, sahabe ve selefin bu teh­likeden son derece dikkatle kaçındıklarını beyan ettik.

Hadislerden, dünyevi amaçlar için ilim öğrenen alimlerin Allah katında hiçbir kıymetleri olmayacağı ve ilimlerinin hayrını göremeyecekleri belirtilmektedir.

Birinci hadiste; mal ve makam kazanmak için ilim öğ­renenler kınanmış ve bunların cennetin kokusunu almamak ile cezalandırılacakları bildirilmiştir.

İkinci hadiste ise; ilmi gösteriş, eğlence, ilgi çekmek için eğlenenler kınanmış ve bunların Allah'a O'nun kendi­lerine kızmış, gazab etmiş halde kavuşacakalrı bildirilmiş­tir.

Makhul'un[44] rivayet ettiği mürsel hadiste de şöyle denil­mektedir: Kim kırk sabah boyunca Allah'a ihlasla ibadet ederse, hikmet pınarları kalbinden diline fışkırır."[45]

İbn Hamid'in şöyle dediği hikaye edilmiştr: Kırk sabah ihlasla ibadet ettim fakat, kalbimden hiç bir şey fışkırmadı. Bunu bazı marifet ehline anlatınca onlar bana şöyle dediler: "Sen Allah için değil, hikmet elde etmek için ihlasla ibadet etmişsin."

Yine Hasan'dan rivayet edilen meşhur bir hikaye vardır: İnsanların övgüsünü kazanmak için ibadet eden bir adam var­dı. İnsanlar onun bu durumunu bildiklerinden onu övmek yerine kötülüyorlardı. Sonra bu adam, Allah için ihlasla ibadet etmeye başladı.

Bunun üzerine Allah insanların kalbine o kulun sev­gisini koydu. Ayeti kerimede buyrulduğu gibi:

"İman edip de iyi davranışlarda bulunanlara gelince, onlar için çok merhametli olan Allah, (gönüllerde) bir sev­gi yaratacaktır." (Meryem: 18/96)587

İbadet, kendisine ibadet edilen mabudun bekası nisbetin-de bakidir ve Allah'tan başka tüm mabudlar batıldır. Al­lah'tan başka mabudlara ibadet edenler baki kalmak bir yana Hak teala'nm buyurduğu gibi ebedi bir şekavete duçar olacaklardır.

"Kendisine ortak koşmaksızın Allah'ın hanifleri (ol­un) Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp par­çalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgar onu uzak bir yere sürüklemiş gibidir."(Hacc: 22/31)

Müşriklerin kendi tanrıları için yaptıkları ameller, tan­rılarının bekası ile sınırlıdır. Tanrıları yok olunca onlar için yapılan ameller de son bulur. Ve sonuçta sadece Allah ba­ki kalacaktır.

Felekler ve orada bulunan herşey son bulacaktır. Melek­ler de ölümü tadacak ve son bulacaklardır.

İlim kulun Allah'ı bilmesi ve ibadet etmesi için bir ve­siledir. İlmin en üstünü de Allah'ı bildiren, ilimdir ki yega­ne Hakk o'dur ve ondan başkası batıldır. En büyük, ilim, en büyüğün ilmidir.

O şöyle buyurmuştur:

"Ulu Rabbinin admı teşbih ve takdis et." (A'Ia: 87/1)

O, kendisinden başka herşeyin Rabbidir.

Asıl olan o'dur. Aynı şekilde o'nu bildiren ilim tüm ilimlerin aslı ve en efdalidir.

 

Fasl

 

Cenabı Hakk'ın "Kayyum"[46] ismi hakkında Bazılar bunu "el-Kayyam." ve "el-Kayyim" şeklinde okumuşlardır ki bu kıraatlerin hepsi kaim'den mübalağa ve ziyadedir.[47]

Cenabı Hakk şöyle buyurdu: "

"Allah, melekler ve adalette sebat eden ilim adamları şahitlik etmiştir ki o'ndan başka ilah yoktur."(Al-i imran: 3/18)

"Her nefsin kazandığını gözetleyip muhafaza edin."(Ra'd: 13/33)

Cenabı Hakk, kist ile kaimdir ki bu da adalet demektir ve yine o her nefsin kazandığına karnidir. Adalet ile kaim ol­ması ve her nefsin kazandığı konusunda kaim olması, kud­retli olmasmı gerektirir. Dolayısıyla bu isim, Allah'm kadir ve adil olduğuna delalet etmektedir.

Adeletinin, ihsanı gerektirdiği ve o'nun her yaptığının kullarına ihsan ve nimet olduğunu ileride açıklayacağız.

Bu nedenledir ki kullarına olan nimetini hatırlattıktan hemen sonra şöyle buyurmaktadır:

"Öyleyse Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyor­sunuz"[48]

Ayeti kerimede geçen el-ala kelimesi nimet anlamın­dadır ki, Allah'ın rahmet ve hikmetini gerektirdiği gibi kudret ve meşietini de kapsamaktadır.

Aynı şekilde "Kayyum" kelimesi iki şeyi gerektirmek­tedir:

1- Kuvvet, sebat ve istikrar.

2- Adalet ve istikamet.

Kaim, vaki ve Zail'in zıddı olduğu gibi müstakim de eğrilik ve sapıklığın zıddıdır. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Kulların kalplerinden hiç bir kalp yoktur ki bunların tamamı Rahman'm parmaklarından iki parmak arasın­dadır, onu doğrultmak isterse doğrultur ve eğmek ister­se eğer.

"Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalp­lerimizi eğriltme"(AI-i imran: 3/8)[49]

"Onlar yoldan sapınca, Allah da kalplerini saptır­mıştı."(Saf: 61/5)

Ok'u ve safı doğrultmak için de bu kelime kullanılır.

Peygamber (s.a.v) şöyle buyuruyordu:

"Saflarınızı doğrultun (Ekimu) muhakkak ki safın düzgünlüğü namazın tamamındandır."[50]

Rasulullah (s.a.v) oku doğrultur gibi, safları doğrulturdu.[51]

Sıratul müstakim ve istikamet terimleri de bu kelimeden türemiştir. Allah teala şöyle buyurdu:

"Şüphesiz ki bu Kur'an, en doğru yola iletir"(İsra:l/9)

Kur'an, kendisinden öneki kitab olan Tevrat'tan daha doğru (Ekvem)) yola iletir. Daha önceki kitab'da sıratı müstakim'e (dosdoğru yola) iletmesine rağmen, Kur'an on­dan daha doğrusu olan yola iletir. Bu nedenledir ki önce,

"Biz, Musa'ya kitab verdik ve İsrail oğularma, "Ben­den başkasını, dayanılıp güvenilen bir Rab edinmeyin," diyerek bu kitab'ı bir hidayet rehberi yaptık."(İsra: 17/2)

buyurulduktan sonra,

"Şüphesiz ki bu kur'an, en doğru yola iletir." buyurul-du.

İşleri Kur'an yolu ile yerine getirmek iki şeyi gerek­tirir. Kuvvet ve sebat ile, adalet ve istikamet. Durum böyle olunca Kur'an emri bu doğrultuda gelmiştir.

"Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutun, kendiniz, ana babanız ve akrabanız aleyhine de olsa Al­lah için şahidlik eden kimseler olun." (Nisa: 4/135)

"Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun" (Maide: 5/8)

"Şahitliği Allah için yapın" (Talak: 65/2)

Tüm bu buyruklar, şehadetin tam ve doğru yapılmasını gerektirmektedir. Şahid, şehadeti iyi yapmayabilir veya saptırabilir. Fakat eğer hakkıyla yerine getirirse bu onun kuv­vet ve istikametine delildir. Aynı şekilde namazm ikamesi, devamlı kılınması batmen ve zahiren muhafaza edilmesini ve gereği gibi kılınmasını gerektirir.

Cihad nedeniyle korku namazında eksiltme olması nedeniyle şöyle buyruldu:

"Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın"(Nisa: 4/103)

Kişi; huzursuzluğu sükunetten mahrum olması nedeniy­le veya hudu ve itilasının eksikliği nedeniyle namaz kıldığı halde namazını tam olarak ikame etmekten mahrum kalır.

Zulmün başı şirk olduğu gibi, adaletin başı da Allah'a gereği gibi, şirk koşmadan ibadet etmektir. Zulüm, bir şeyi olması gereken yerden başka yere koymak olduğuna göre, Allah'a yapılması gereken ibadeti, Allah'tan başkasına yapandan daha zalim kim olabilir ki? Allaha ibadet adalet ve istikamet'in aslıdır.

Cenabı Hakk şöyle buyurdu:

"De ki: Rabbim bana adaleti emretti, her mescidde yüzlerinizi o'na doğrultun ve dini yalnız Allah'a has kılarak ona yalvarın. İlkin sizi yarattığı için yine O'na döneceksiniz." (Araf: 7/29)

Her mescidde yüzlerin o'na doğrultulması tevhid, ondan başkasına doğrultulması ise eğriliktir.

Kul ihlas ile kaim, şirk ile zaiğ (eğri) olmuş olur ki şöy­le buyruldu:

"Sen yüzünü "hanif olarak dine çevir." (Rum: 30/30)

"Yönünü dosdoğru dine çevir" (Rum: 30/43)

Bu, tevhid üzere Allah'a yönelmekle olur ve bu aynı zamanda Allah'a hudu ve ihlas ile teslim olmak anlamına gelir.

Kur'an yüzü Allah'a yöneltmekten ve Allah'a teslim et­mekten eder ki bu ikisi birden yüzün ikamesidir ve bu da ıza-ğanın yani eğritmenin zıddıdır.

Namaz tüm bunları kapsayan ve gerektiren bir ibadettir ve bu da ancak hudu iledir.

Huşu kendisinde iki anlamı birden toplar:

1- Boyun büküklüğü iki anlamı birden toplar:

2- Sükûn ve sebat.

Bunu Kur'an şöyle ifade etmiştir:

"Gözleri düşük bir halde yüzlerini zillet bürür"(Kalem: 68/43)

"Ateşe arz olunurlarken onların aşağılıktan başlarını öne eğerek göz ucuyla gizli gizli baktıklarını göreceksin."(Şura: 42/45)

Arzın hususu, onun sükun ve boyun büküklüğü halidir ki, yağmur yağdığı zaman sükun halini terk edip, kıpırdan­maya ve boyun büküklük halinden kabarma haline döner.[52]

"Adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun"(Nisa: 4/135)

"Allah için hakkı ayakta tutan, kimseler olun"(Maide: 5/8)

buyrulmuştur ki, bu ayetlerdeki kavvam kelimesi, kayyam anlamındadır.

"Kayyam" ve Kayyum" un aslı "Kayvam" ve "Kayvum" dur. Ya ve vav bir arada bulunup, biri diğerini sükun ile geç­tiği için vav, ya'ya iklab edilerek biri diğerine tdğam edil­miştir. Çünkü ya, vav'dan daha hafiftir.[53]

Ferra[54] şöyle dedi: "Hicaz ehli (feaal) veznini (fey'al) veznine sarf ederek savvağ'a sayyağ derler."[55]

Ben derim ki: Feaal'den Fey'al'e dönülmesi, sıfat yap­mak istedikleri zaman olur ki bu aynı diğer madul sıfatlar­da olduğu gibi mevsufun manasına sebat kazandırır. Muh­telif harfler, tek ve şeddeli bir harften daha belağatlıdır. Ancak fiil murad edilirse bu durumda.kavli ilahi gibidir.

"Kunu kavvamine bilkıst"[56] denilmiş "Kıyamine" denil­miştir.

Seleften bazıları (el-Hayyu'l Kayyum)[57] olarak okumuş­lar içlerinden hiç kimse "Kunu kıyamine bilkıst" diye okumamıştır. Çünkü burada maksat onlara kist i; kaim ol­malarını emretmektir. Emir ise, mevcusuf'dan haberin say-yağ olmasının aksine, mamur'un bir işi yapmasını istemek­tir. Bu nedenledir ki Allah'ın isimleri arasında "Kayyum" gelmesine rağmen asla "Kavvam" gelmez. Ömer ibn Hattab ve başkaları "Kayyam" ve bazıları da" Kayyim" olarak okudular. Enbari[58] ve İbn Mesud'un mushafında da böy­ledir" demiştir.

Peygamber (s.a.v)'in sahiheyn'de geçen duasında ise şöyle buyrulmaktadır:

"Sana hamd olsun. Sen göklerin yerin ve orada bulunanların kayyim'isin..."[59]

"Kayyam" kelimesi kuvvet ve sebat anlamını kapsamak­la beraber, bir şeyin kendi başına kaim olması ve başkasını da kaim kılması anlamını da kapsadığından "kavm" lafzı kadınlar için değil erkekler için kullanılır. Kadınlar top­luluğu müstakil olarak "Kavmi ile isimlendirilmez fakat, er­keklere tabi olarak bu lafzın kapsamına girebilirler.

Cenabı Hakk. şöyle buyurdu:

"Bir topluluk bir topluluğu alaya almasın... Kadınlar da kadınları alaya almasınlar" (Hucurat: 49/11)

"Erkekler kadınlara kavvamdırlar. (Yani onlara yöneticidirler)" (Nisa: 4/34)

Şair'de şöyle demiştir.

Bilmiyorum ve zan yürütemiyorum Hısn oğulları kavm midirler, yoksa kadın mıdırlar?[60]

"Kayyam" kelimesi sebat içerdiğinden ve "zeval" in zıddı olduğundan Kur'an'da şöyle geçmiştir:

"Göğün ve yerin O'nun buyruğu ile durması da o'nun delillerindendir." (Rum: 30/25)

"Şüphesiz Allah gökleri ve yeri, nizamları bozul­masın (zail olmasın) diye tutar" (Fatır: 35/41)

Bu ise, itidal ve sebat'ı gerektirir ki: Allah (c.c) gökleri ve yeri mutedil olarak yaratmıştır:

"Ve onu yedi kat olarak sağlamca tesviye ve tanzim et­ti" (Bakara: 2/29)

"Çok merhametli olan Allah'ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin"  (Mülk: 67/3)

Adalet, yaratılmış olan herşey için gereklidir ve herkes adalet ile mamurdur. Bu konuyu

"Yaratıp düzene koyan" (A'la: 87/2)

ayetinin tefsirinde genişçe açıkladık. Aynı şekilde "Kayy-yam" kelimesinin adaleti gerektirdiği gibi satılan şeyin değeri olan kıymet'e adi denilmektedir. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu:

"Bir kimse bir kölesindeki hissenini azat ederse, malı bulunduğu takdirde diğer yarısını da kurtarması gerekir. Eğer bu kimsenin geri kalan kısmını karşılayacak malı yoksa, köleyi (kalan hissesinin) değerini kazanması için gücü dahilindeki işlerde çalışma teklifi yapılır."[61]

Hadisi şerifin orjinalinde "Kıymeten adl"tabiri kul­lanılmıştır.

Aynı şekilde zaman dilimini belirlemek için kullanılan ölçüye de "takvim" denilir.

Ve yine, karşılıklı rızaya dayanan alış-verişlerede

"Kamet es-suk" diye tabir edilir ki bu tabir adi ve sebat, kavramlarını içermektedir.

Şair de şöyle demiştir.

Yirmi yıl boyunca ailem için çarşı ikamet ettim"

Yani geçim ve maişetlerini temin ettim, demektir.[62]

Kavl-i ilahide de şöyle geçmektedir:

"İlla madamet aleyhi kaimen"

Yani tıpkı kayyum'un işlerinin başına dikilmesi gibi, onun başına dikilmedikçe, anlamındadır.[63]

İkamet, kıyam'dan daha beliğdir. Çünkü ikamet kelimesinde benze ziyadeliği vardır ve buda mana ziyadeliği-ni doğurur.

Mekan'da makam, oraya oturma ve yerleşme demektir ve mukim, müsafir (yolcu) 'nun zıddıdır.

"Kayyum" isminin her iki anlamada delalet eder. Yani Cenabı Hakk gökler ve yerin kayyum'u olduğu gibi, aynı zamanda tüm mahlukatı mukim kılan, ikametlerini sağ­layandır. Bundan, yaratılmış her varlığın kıyam'dan bir payı olduğu ortaya çıkar. Çünkü varlık Allah'ın ikame ettiği kıyam ile kaimdir. Aynı yaratıkları üzerinde takdir sahibi ol­ması gibi. Cenabı Hakkın "Halik" gökler ve yerin kay­yum'u olduğu gibi, aynı zamanda tüm mahlukatı mukim kılan, ikametlerini sağlayandır. Bundan, yaratılmış her var­lığın kıyam'dan bir payı olduğu ortaya çıkar. Çünkü varlık Allah'ın ikame ettiği kıyam ile kaimdir. Aynı yaratıkları üzerinde takdir sahibi olması gibi. Cenabı Hakk'ın "Halik" ismi ibda ve takdiri gerektirmektedir:

"Biz her şeyi bir ölçüye (takdire) göre yarattık"(Kamer: 54/49)

"Allah her şey için bir ölçü koymuştur."(Talak: 63/3)

Yaratılmış her şeyin kıyam ve kader'den bir nasibinin "cevher-i ferd"[64] ve "araz iki zamanda kalmaz" diyenlerin düşüncelerinin batıl oduğunu gösterir.[65]

Cevher-i ferd diyenler, sağını solundan ayıramayan, his­si olmayan bir şeyi ispat ediyorlar ki bunun vücudu müm-tenidir. Çünkü bir yönü belirgin olmayanın vücudu müm-teni'dir. Bunu varlığını ancak sadece zihinlerinde tasavvur edebilirler.

Allah'ın her şeye bir ölçü koymasına rağmen, o'nun bu sı­fatını inkar etmektedirler. Oysaki, bir ölçüden mahrum bu­lunan şey, yaratılmamıştır. Ve hatta mümtenidir.

Matematikçilerin mücerred nokta, çizgi ve satır konusun­daki görüşleri ise, sadece zihin ve hayallerde tasarladıkları teorilerden ibarettir ki gerçek alemde bunlara yer yoktur. Bi­lakis gerçekte su ve mürekkeb noktası gibi sadece muayyen bir nokta mevcuttur ki bununla bir yön diğerinden temyiz edilir.

Hakk Teala şöyle buyurdu:

"Allah her şey için bir, ölçü koymuştur ."(Talak: 63/3)

"Ve her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mah-lukatın mukadderatını tayin eden Allah, yüceler yüce­sidir."                                                      (Furkan: 25/2)

Cenabı Hakk aynı tüm mevcudatın yaratıcısı ve zihni suretlerin öğreticisidir ki ilk nazil olan vahiyde şöyle buy-rulmuştur:

"Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir kan pıh­tısından yarattı. Oku ! insana bilmediklerini öğreten ve kalemle yazdıran Rabbin ekremdir." (Alak: 96/1-5)

İnsanlardan bazıları, madum mahluk değil, haricde sabit hatta subutu kadim bir şeydir dediler. Bazıları da şöyle de­di: Mahiyetler kılınmış değildir. Her iki düşünce sahihleri de, ayandaki bazı hususlarda kararsızlık ve şaşkınlığa düşerek, bazı mahlukatm Allah'ın mahlukatı olmasını inkar sapıklığına battılar.

Bu meselenin hakikati şudur:

Takdir olunan her şey, ya ayanda sabit ve hariç'de mev­cuttur veya ilim ve zihni düşüncede mevcuttur. Cenabı Hakk subhanehu ve Teala, bunlardan öncekini yaratan, son­rakini de öğretendir.

Hiçbir şey O'nun yaratması ve öğretmesinden hali değil­dir. Bilakis yaratan ve düzenleyen, ölçü koyan, yön tayin eden O'dur.[66]

Hakk Teala şöyle buyurdu:

"Nefse ve onu en güzel biçimde şekilendirene, sonra ona kötülük duygusunu da sakınıp iyi olmayı da ilham edene yemin ederim ki..." (Şems: 91/7-8)

Allah her şeyin yaratıcısı ve kayyumudur. Kayyum'un her ikame ettiği şeyin kıyamdan bir payı vardır.

Hareket ne kadar peyderpey olmuşsa da, mutlaka bir öncesi vardır. Zaman diliminden bir pay almadan önce yok

olması düşünülemez.

Göklerin kayyumu, O'nu yaratan ve ona bu ölçü ve kaderi koyandır. O, ayan için bir ölçü hareketler için bir öl­çü ve zamanı için bir ölçü koymuştur. Bunların bazıları bazılarına mutabıktır zaman, hareketi başlatır, hareket ise, olayların başlangıcıdır.

Hakk Teala şöyle buyurdu:

"Çünkü Allah, geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar." (Hacc: 22/61)

Gece ve gündüzün değişmesinin, günlük hareketlerimizin sebebi olması gibi, Allah'ın bu katma fiili de etrafımızdaki hareketlerin sebebidir:

"Şüphesiz Allah, tohumu ve çekirdeği yaran, ölüden diri, diriden ölü çıkarandır. İşte size evsafı anlatılan o zat Allah'tır. O halde nasıl çevriliyorsunuz?

O, sabahı açandır. O, geceyi dinleme zamanı, güneş ve ayı birer hesap ölçüsü kılmıştır. İşte bütün bunlar, aziz olan pek iyi bilen Allah'ın takdiridir."(En'am: 6/95-96)

Burada önce tohumu ve çekirdeğin yaratılması sonra da sabah'm açılması ve sabah'm açılması sebebiyle de gece ve gündüzün oluşması zikredilmiştir.

Bu yaratlıştaki plan, düzen ve intizamı gösterir. Sonra da ay ve güneşin hizmete sokulmasıyla, vakitler belirlenmiştir ki, burada da herşey bir takdire göre yürümektedir.

Hak subhanehu ve Teala, takdirleri vakitlere akıtmaktadır.

Cisimlerin birbirleriyle başkalaşım ve değişim haline girmesi malum bir husustur ki, tüm beşeriyet bu konuda tam bir anlayış birliği içindedir.

Doktorlar bu hususu daha iyi bilmektedirler.

Aynı şekilde fakihler de temiz şeyin pis şeyle pis şeyin de temiz şeyle karışıp değişmesi ve içine pislik karışan suyun başka şeye dönüşüp dönüşmediği konusunda konuş­muşlar ve çeşitli görüşler beyan etmişlerdir.

Bunu inkar edip de, cevheri ferd görüşünü savunanlar, Al­lah'ın bulutları, bitkileri, suyu, yağmuru, insan ve hayvanı yaratması gibi kulların bizzat gözleriyle gördükleri bu yarat­ma hadisesini, Allah'ın bu ayan ve cevheri kendi basma kaim olarak yaratması ve cevherlerin birbirleriyle terkibi sonucu araz'ı meydana getirmesi olarak yorumladılar. Cevherin Allah tarafından yaratıldığının ancak istidlal yolu ile bi­linebileceğini iddia ettiler. Ki bu onun arazi hadise'den hali kalmaması hadis olması sonucunu doğurur.

Bu insanlar, Allah'ın alemi yaratması ve yaratıcıyı isbat etmede bu teoriye itimad ettiler ve bu teoriyi müslümanlarm dininin esası haline getirmeye çalıştılar.

Sonra yine bu teoriden hareketle, Allah'ın sıfatlarını veya sıfatlarından bazılarını, inkar ettiler. Bu kabilden olarak Allah'm görülmesini inkar ettiler ve Kur'an'm yaratıl­ması iddiasına inandılar.

Fakat selef, imamlar ve ehl-i sünnet uleması bu batıl görüş sahiplerini cehalet ve sapıklıkla beraber bidat ve küfürle ittiham ederek, reddettiler. Aynı şekilde onların sözlerini anlayan diğer akıllı insanlar da, onların bu görüş­lerini reddederek, onların bu görüşlerinin onların ve baş­kalarının ilmin kaynağı olarak kabul ettikleri üç şey olan, akıl ve şeriat'a aykırı davrandıklarını ispat ettiler.

His bakımından aykırılıkları: Allah insanın ve hayvanhn aynısını ürünlerin, yağmurların ve bulutların aynı'smı yok­tan var etmeyip telifen ihdas etmiştir demektir.

Ve Ademoğullarındaki cevherin aynısı ile herkeste çocuğundan baki olduğunu idda etmektedirler. Bunun müm­kün olmadığı ortadadır. Çünkü tek bir adamın menisinin, Adem oğullarından her doğanını sayısınca yeni kısımlara bölünmesi mümkün değildir.

Yine bunların iddialarına göre, her Ademoğlundan Nuh'tan bir parça vardır. Çünkü bunlara göre Allah, Nuh'u

yoktan var etmemiştir,

Onlara göre Baha'nın menisinde bulunan cevherler, ay­rı bir şekilde terkib edilmiş ve başka cevherlerin eklen­mesiyle var edilmiştir.

Akla aykırılıkları: Cevher-i ferd'in isbatı, kendisinden hiç bir şeyin temyiz olmadığı mevcut bir şeyi ispattır. îki cev­her arasına bir cevher konulursa, bu canibi uygulandığı za­man, iki cevher birleşir, aksi takdirde inkisam ve ayrılık sabit olur.

Aynı şekilde havanın cam içinde suya ve karın eriyip su damlacıkları haline dönüştüğünü görüyoruz. Bilindiği gibi burada kar camı delmemiş bilakis onu kapsayan soğuk, ay­nı bulut ve su oluşturduğu gibi, havayı suya dönüştürmüş­tür.

Ve yine tüm insanların gözlerinin önünde meydana ge­len şöyle bir hadise vardır: insan gemilerden yükselen-buharın bir bulut oluşturduğunu ve gökyüzünde bir dağ oluşturduğunu görür.

Aynı şekilde hava eteşe dönüşmektedir. Lamba fitili ateşe yaklaştırıldığında, daha henüz ateşde temas etmediği halde, tutuşuverir. Bunu sağlayan ateşin oluşturduğu sıcak havadır. Hava soğuduğu zaman suya, ısındığı zaman da ateşe dönüşür. Ateş'te bu şekilde çakılır.

Hakk Teala şöyle buyurdu:

"Nallarıyla çakarak kıvılcım saçanlara"(Adiyat: 100/2)

"Söyleyin şimdi bana tutuşturmakta olduğunuz ateşi."(Vakıa: 56/71)

"Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran o'dur. İşte siz ateşi ondan yakıyorsunuz." (Yasin: 36/80)

Arap ata sözünde: "Her ağaçta dilediğin kadar ateş var­dır"[67] denilmektedir. İki odun parçası birbirine sürtüldüğü

zaman birisi oluşur. Çünkü hareket, ısıyı gerektirir.

Isı da ateş ve alev hareketini oluşturur. Sürtünmeyle meydana gelen ısı sonucunda, bu parçalardan bazısının ateşe dönüşmesi ile, ateş çakılır. Böylece Mevcut mad-de'nin başka hale dönüşmesi üzerine, ondan yeni bir mad­de yaratılmıştır. Maddenin ilk hali yok olunca, Allah o'nu yeni bir madde suretinde yeniden yaratmıştır. Bu mevzuyu bir başka yerde detaylı bir şekilde açıkladık.[68]

"Kayyum" ismi ve bunun gerektirdiği marifet ve bil­gilerden hareketle, göklerin ve yerin kayyum'u olan Al­lah'ın uyuklaması veya uyumasının mümkün olmadığı ak­si takdirde gökler ve yerin bozulup yok olacağı açıktır. Mahluk kendi başına hiçbir şey değildir.

Bilakis Rabbu'l Aleminin var etmesiyle olmuştur ve an­cak O'nunla kaimdir. Yaratılmış zatı ile Allah'a muhtaçtır ve Yaratıcı zatı ile mahlukatmdan ganidir. O samed'dir. Kimseye muhtaç değildir, fakat her şey o'na muhtaçtır.[69]

O'nun yaratılmışlardan gani olması zatının gereklerinden­dir. Aynı şekilde mahrukatın, yaratıcısına muhtaç olması da yaratılışının gereklerindendir.

Şu kavli ilahi, bu manayı güçlü bir şekilde ihtiva et­mektedir:

"Allah, kendinden başka hiçbir ilah bulunmayan Al­lah'tır. O, Hayy ve Kayyum'dur." (Bakara: 2/255, Al-i imran: 3/2)

İnsanlar o'nun her an yeni yaratıklar icad edip, başka yaratıkları yok ettiğine gözleriyle şahit olmaktadırlar.

 

Yüce Allah iradesi ile dilediği şey yaratmakta ve dilediği şeyi başkalaştırarak ondan yeni şeyler yaratmaktadır. Ve yine dilediği şeyi, doğrudan veya Ölü bir bedeni toprağa dönüş­türmesi gibi, dönüştürmek suretiyle yok etmektedir.

Ahirete müteallik meseleler de bundan kaynaklanmak­tadır. İkinci yaratılış birinci yaratılıştan bir cüzdür.

Birinci yaratılışı düşünemeyen, ikincisini nasıl bilebilir-ki?

Hakk Teala şöyle buyurdu:

"Söyleyin öyleyse, dökmekte olduğunuz meni ne­dir? Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz bizmi-yiz?Aranızda ölümü takdir eden biziz. Ve biz, önüne geçilebileceklerden değiliz. Böylece sizin yerinize benzer­lerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir yaratılışta tek­rar varedelim diye. Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Dü­şünüp ibret almanız gerekmez mi?"   (Vakıa: 56/58-62)

Kelamcıların hataları, Allah'ın tüm alemi yok edip, yal­nız kendisinin mevcut kalacağını zannetmelerinden kay­naklanmıştır. Onlar Allah'tan başka mevcut yoktur, diyerek o'ndan başka her şeyin adem olduğu sonucuna varıp, son­ra aralarında çeşitli ihtilaflara düştüler. Cehm[70] şöyle de­di: Alemin tamamı yok olacaktır.

İade edildiği taktirde cennet ve cehennem de yok olacak ve her ikisinden de bir eser kalmayacaktır. Çünkü böyle ol­maması havadisin devamım gerektirmektedir. Bu ise cehmiy-ye'ye göre mazi ve müstakbelde nihayeten ve bidayeten mümtenidir.

Cehmiyyeden çoğunluk ise şöyle dedi. Bilakis alem tamamen yok edildikten sonra, tekrar iade edilecek ve ikin­ci kez yok edilmeyecektir. Cennet ebedi baki kalacaktır.

Cehennem konusunda ise, baki kalıp kalmaması husunun-da ihtilaf etmişlerdir. Bunlar alemin fenası konusunda kesin görüş beyan ederken bu konudaki görüşleri şöyledir:

1- Kesinlikle fani olacaktır.

2- Bu konuda görüş bildirmekten kaçınılması ve bunu caiz olarak görülmesi ancak alemin vücudu veya ademi konusunda kesin görüş beyan edilmemesi

3- Kesin olarak alemin fena bulmayacağı görüşü ki, doğ­ru olan görüş de budur. Kur'an alemin, bir halden diğerine dönüşeceğini, göğün yarılıp, erimiş yağ gibi kıpkırmızı bir gül gibi olacağını,[71] dağların yürütüleceğini,[72] par­çalanacağını[73] dünyanın tümüyle sallanıp parça parça döküleceğini[74] denizlerin kaynatılacağım[75], yıldızların döküleceğini[76] ve daha başka hallerin meydana geleceğini haber vermektedir. Kur'an Allah'ın her şeyi yok edeceğini değil, yok etmeyeceğini haber vermektedir.

"Yer üzerinde bulunan her canlı fani olacak"

(Rahman: 55/26)

buyruğu ise, sadece yer üstünde bulunanların fani olacak­larını haber vermektedir ki, fena'dan murad bunların yok ol­ması demek değil, ölümü tatmasıdır. İnsanlar öldükleri za­man ruhları azap veya nimet tatmak üzere Allah'm dilediği yerlere gidecektir. Kabirlerdeki bedenler ise, peygamberlerin bedenleri hariç olmak üzere çoğunlukla toprağa dönüşecektir.[77] Toprağa dönüşecek bedenlerden, kendisiyle yaratılışın başladığı ve terkibin başlayacağı kuyruk sokumu[78] toprak-laşmaksızın aynı hal üzere kalacaktır.

Onlar, tüm alem yok olacaktır. Bu vaki ve mümkündür, inancına kapılarak, bu inançlarını teyid için batıl sözler söylemek zorunda kaldılar. Yoksa Kur'an'm haber verdiği fena (yok olma), (dönüşüm ve başkalaşım) yoluyla başka maddeye dönüşmek demektir.

Cenabı hakk'ın "kayyum" ismi devam, sebat ve kuv­veti ve aynı zamanda itidal ve istikameti gerektirmektedir. Cenabı Hakk kendisini adaletle kaim"[79] ve "sıratı müs­takim"[80] üzere olmakla vasfetmiştir. Onun şu buyruğu da buna delalet etmektedir.

"Biz insanı en güzel biçimde yarattık." (Tin: 95/4)

İnsanın itidal olan boyuna da (karne) denilmesi bundan­dır.

Aynı şekilde insanın kemal ve itminan ile beraber itidal üzere bulunmasına da "kıyamu'l-insan" denilir. Bu bağ­lamda şair hanımına hitap ederek O'ndan en güzel de­velerini Temim oğullarına doğru yöneltmesini istemek­tedir.[81]

(Iys) binme ve yük taşımaya yarayan deveye denilir ki çoğulu ıysa'dır.

 

Fasl

 

Müslümanlar ve diğer din sahipleri Allah'ın adil olduğu, adaletle kaim olduğu ve zulümden uzak olduğu hatta zulüm­den münezzeh olduğu hususunda ittifak ettiler. Fakat kader konusunda tartışmalara dalanlar, Allah'ın adil olmasının ve münezzeh olduğu zulmün anlamı konusunda ihtilaflara düştüler.

Bir taife şöyle dedi: Zulmün varlığı mümkün değildir. Bi­lakis varlığı Allah tarafından takdir edilen her mümkün adalettir. Zulüm mümtenidir. Zulüm ya başkasının mül­künde tasarruftur, ki Allah'tan başka her şey O'nun mülkü­dür. Veya kendisine itaat edilmesi gereken amire muhalefet etmektir ki, Allah'ın üstünde itaati gereken başka bir amir yoktur.

Bu görüşü savunanlar şöyle diyorlar: Allah'tan gelmesi düşünülen veya Allah'tan geldiği takdir edilen herşey ada­lettir. Allah'tan gelen her nimet, O'nun fazlı, her musibet de adaletidir. Bu söz Cebriyye'ye[82] aittir. Cehm ve ona tabi olanlar, Eş'ari[83] ve ona tabi olanlar, imamlardan bazı fakih-ler, bazı ehli hadis ve sofiler[84] de bu görüştedirler.

İyas b. Muaviye[85] ve îmran b. Husayn'ın[86] sualinde geçtiği gibi Ebu'l-esved ed-Duaü[87] gibi mütekaddiminden de buna benzer sözler rivayet edildi.[88] Yine Malik, Şafii ve Ahmed'in ashabının çoğunun görüşleri de bu istikamet­tedir.[89]

İkinci görüş: Allah adildir zulmetmez. Çünkü O, küfür, nifak ve başka hiçbir günahın varlığını dilememiştir. Bu gü­nahları, kulların kendileri, Allah'ın meşieti olmaksızın, O'nun emrine isyan ederek yapmışlardır. Allah kulların fi­illerinden ne hayır, ne şer, hiçbirisini yaratmış değildir. Bi­lakis kulları kendi fiillerini ihdas etmekte ve bunun netice­sinde cezayı hak etmektedirler. Allah, kullara kendi işledik­lerinin cezasını verdiğine göre, zulmetmiş değildir.

Bu, Kaderiyye, Mutezile ve başka fırkaların görüşleridir.

Yukarıda zikredilen her iki görüş sahipleri de, kendi aralarında çelişki içindedirler. Tabiinden bir gurubun da bu görüşlere muvafakat ettikleri rivayet edilmiştir.

Üçüncü görüş: Zulüm, birşeyi ait olduğu yere koymamak­tır. Adalet ise herşeyi kendi yerine koymaktır, Hakk subha-nehu ve teala adildir ve herşeyi layık olduğu yere uygun olan, adalet ve hikmetin gerektirdiği yere koymaktadır. Hakk te­ala misil olan iki şeyi birbirinden ayırmadığı gibi ayrı olan iki şeyi de bir tutmaz. Adalet ve hikmeti gereği aneak hak edenleri cezalandırır. Birr ve takva ehlini ise kesinlikle azap ile cezalandırmaz.

O, şöyle buyurur:

"Öyle ya, teslimiyet gösterenleri, o günahkarlar gi­bi tutarmiyiz hiç? Size ne oluyor? Ne biçim hüküm ve­riyorsunuz?" (Kalem: 68/35-36)

"Yoksa kötülük işleyenler ölümlerinde ve sağlık­larında kendilerini, inanıp iyi ameller işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyor­lar?" (Casiye: 45/21)

"Yoksa biz iman edip de iyi işler yapanları yeryüzün­de bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Veya Al­lah'tan korkanları yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız?"

(Sad: 38/28)

İbn Anbari şöyle dedi: Zulüm, birşeyi olması gereken yer­den başka bir yere koymaktır.

Araplar, yılanın kazımadığı deliğe girip oraya yer­leşmesinden dolayı "Hüve azlem mine'l-hayye" derler.

Yine suyun daha önceki yatağından başka bir yere kay­masına da "Zaleme el-mau el-vadiye" derler. Bunu Ebu'l-Ferec b. el-Cevzi zikretti.[90]

Aynı şekilde Beğavi de Zulmün aslı, bir şeyi kendi yerinden başka bir yere koymaktır, dedi.[91]

Araplar şöyle derler: "Men eşbehe ebahu fema zulm" Kim babasına benziyorsa, bu durumda zulüm yoktur. Yani hiç bir şey kendi yerinden başka bir yere konulmamıştır.

Rabb'in adaleti asıldır ki ilim ve dinin tüm nevileri bununla müteallaktır. Rabb'in ve mahlukatın tüm fiilleri buna dahil olduğu gibi, O'nun sözleri, şeriatları ve indirdiği kitaplar da buna dahildir. Zikrettiğimiz bu üç görüşten en

doğru olanı, üçüncü görüştür. Buradan şu sonuç çıkar: Rab-bu'1-aleniinin her yaptığı adalettir ve O, herşeyi ancak yer­li yerine koyar. Zerre kadar dahi zulmetmez ve kişiyi ancak günahları yüzünden cezalandırır.[92]

 

Fasıl

 

Cenab-ı Hakk'ın şu buyruğu hakkında:

"Bilinsin ki insan için kendi çalışmasından başka birşey yoktur" (Necm: 53/39)

İnsan her ne kadar kimi zaman Allah'ın rahmet ve fazlı ile birtakım nimetlere nail oluyor ise de, çalıştığı şeyden baş­ka birşeye sahip ve layık değildir. Allah bir çok insana ameli dışında rahmeti ile muamele eder fakat insanlar ancak işledikleri amellerin sahibidirler.

"Yoksa kendisine haber verilmedi mi Musa'nın sahifelerinde yazılı olanlar?

Ve sözü yerine getiren İbrahim'in sahifelerindekiler?

Gerçekten hiçbir günahkar, başkasının günah yükünü yüklenmez.

Bilinsin ki insan için kendi çalışmasından başka birşey yoktur.

Ve çalışması da ileride görülecektir.

Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir."(Necm: 53/36-41)

"Yoksa kendisine haber verilmedi mi Musa'nın sahifelerinde yazılı olanlar?"

buyruğu haber verilen kişinin bu haberi tasdik etmesini gerektirmektedir. Çünkü bu, İbrahim ve Musa'yı doğru­layıcı olarak gelen Muhammed'in haberlerindendir.

"Şüphesiz bunlar, ilk gönderilen kitaplarda, İbrahim ve Musa'nın kitaplarında da vardır"    (A'la: 87/18-19)

Bu ayeti kerimeler üç usul kaidesi gerektirmektedir:

1- Gerçekten hiçbir günahkar, başkasının günah yükünü yüklenmez.

2- İnsan için kendi çalışmasından başka birşey yoktur.

3- İnsan çalışmasının karşılığını tam olarak görecektir. Bu kaideler va'd ve vaid, sevap ve ikaba imanın usulü ve

emir, yasak ve ahirete imanın neticesidir.

Fakat bazıları bu üç usulü anlamada yanlışlığa düştüler. Özellikle birinci usulü selef ve haleften birçokları yanlış an­lamışlar ve bu nedenle Rasulullah'ın (s.a.v.)

"Ölü, hayattaki insanların kendisi için ağlamasın­dan dolayı azab görür"[93] hadisini inkar etmiştir.[94]

Oysaki Rasulullah'dan (s.a.v.) bu hadisi Ömer, İbn Ömer, Ebu Musa,[95] Muğire b. Şube[96] gibi birçok sahabi rivayet et­mişlerdir. Hadisi inkar edenler bunun ağıtçı[97] sebebiyle, ölünün azab görmesinin Kur'an'a aykırı olduğu vehmine kapılmışlardır. Ağıtçılar bu işlerinden dolayı azap göre­ceklerdir. Fakat ölü, onun bu günahından birşey yüklenecek değildir. Ölünün azap görmesi, ağıtçıların ağıtlarından duy­dukları elem nedeniyledir. Aynen kişinin dünyada kendi fiilleri dışında kötü kokular, çirkin sesler ve korkunç şeyler­den rahatsızlık ve eziyet duyması gibi, vefat eden kişi de, ardınca ağıtlar düzüp ağlayan insanların bu çirkin davranışlarından rahatsız olup eziyet duyacaktır. Bunun hükmü, tıpkı münker ve nekirin sorgulamasından duyulan eziyet gibidir. Yoksa vefat eden kişi, sağ kalan insanların gü­nahlarından birşey yüklenecek değildir.

Üçüncü usul ile ilgili olarak yani insanın kendi amelin­in karşılığını alması hususunda da birçok yanlış anlamalar olmuştur. Bu kaideye dayanarak bazıları tek bir büyük gü­nah nedeniyle kişinin tüm iyliklerinin iptal olacağını ve ebedi cehennemde kalacağını savunmuşlardır. Bazıları da kişinin günahları sevaplarından daha ağır basarsa, ebedi cehennemde kalır, demişlerdir.[98]

İkinci usul olan: "Bilinsin ki insan için kendi çalış­masından başka birşey yoktur" ayeti kerimesi de bazıların­ca yanlış anlaşılmıştır. Bunlar insana sadece ve sadece amelinin fayda vereceğini sanmışlardır.

"Zeyd'in sadece şu malı var ve Zeyd sadece şu mala sahiptir" demek onun başka şeylerden faydalanmayacağı an­lamına gelmez. İnsan dünya ve ahirette hem Allahu Teala'nın ve hem de diğer insanların iyiliklerini görür.

Tevatür yoluyla malumdur ki, ölü müslümanlarm kendisi için kıldıkları cenaze namazının[99], yaptıkları duaların[100] ve Rasulullah'ın şefaatinin[101] faydasını görmektedir.

Diri de öyledir. Dua[102], sadak ve sahih hadislerde bildirilen daha başka şeylerin faydasını görür.

Bu husus, ayet-i kerime'ye aykırı olmadığı gibi ayetin umumiliğini tahsis edici de değildir. Ayrıca sadece bizden önce geçen ümmetlerin değil, bizim de şeriatımızdır ve hükmü hem önceki ümmetler hem de Muhammed'in (s.a.v.) ümmeti için şamildir.

Bu hüküm Muhammed'in ümmeti için de sabittir. Eğer öyle olmasaydı o zaman "Yoksa kendisine haber verilme­di mi, Musa'nın sahifelerinde yazılı olanlar" kavli ilahi­sinin bir anlamı kalmazdı. Ayet bu hususa işaret etmektedir. Ayrıca ayeti kerime iki büyük peygamber İbrahim ve Mu­sa'nın haberini içermektedir ki, bu genel bir haberdir ve haberler nesh kabul etmezler. Peygamberlerin mücerret haber olan şeriatları değişmez.

Ayet zahiri ile hak ve mefhumu ile sıdk üzerediir ve fasid manadan uzaktır.

Ebu'l-Ferec b. Cevzi bu ayetle ilgili sekiz ayrı görüş zikretti.[103]

Birinci görüş: Söz konusu ayet şu kavli ilahi ile men-suhtur: "İman eden ve zürriyetleri de iman ile kendilerine tabi olanlar işte biz, onların nesillerini de kendilerine kattık." (Tur: 52/21)

Babaların amelleri ve güzel halleri nedeniyle çocukları cennete gönderildi.

Fakat İbn Abbas bu görüşü reddetmiştir. Çünkü her iki ayetin lafzı da haberdir ve haber neshi kabul etmez.

Ben (İbn Teymiyye) derim ki: İbn Abbas'dan bu lafzı Ali b. Ebi Talha el-Valibi nakletmiştir ki bazıları onun İbn Ab­bas'dan ders dinlemediğini söylemişlerdir. Fakat gerçekte o, İbn Abbas'in öğrencileriridendir.

İbn Abbas "Babaların amelleri ve güzel halleri nedeniyle çocuklar cennete girdirildi" dedi ve nesh zikretmedi. Zikret-seydi bile, sahabenin

"Allah şeytanın attığını nesh eder" (Hacc: 22/52)

kavl-i ilahi'den anladığı bu değildir.

İbn Abbas bu ayet-i kerime'de, insanın başkasının amelinden faydalanamayacağına dair herhangi bir işaret bulunmadığını beyan etmiştir. Çocuklar babalarının amel­lerinin faydasını görmüşlerdir. îbn Abbas'ın bu sözünü an­lamayanlar, bu sözü zayıf göstermeye çalıştılar.

Bu ayet konusunda söylenen diğer sözler gerçekten çok zayıftır. Beğavi İbn Abbas'tan: "Bu hüküm bu ümmetin şeriatında mensuhtur"[104] şeklindeki rivayet kesinlikle doğru değildir. Bu İbn Abbas'ın söylemediği halde ona izafe edilen birçok sözden sadece birisidir.

İkinci görüş: İkrime şöyle dedi: "Ayetten murad İbrahim ve Musa'nın kavmidir. Bu ümmet için ancak çalıştığının karşılığı vardır." Bu görüş zayıftır. Çünkü Allah bu ayeti üm­meti Muhammedi imtihan ve hükmün şamil olduğunu bilmeleri için zikretmiştir. Eğer bu ayetler sadece İbrahim ve Musa'nın ümmetine şamil olsaydı, o takdirde Ümmeti Muhammed için hüccet teşkil etmezdi.

Oysa tüm ümmet bu ayetin gereklerini hüccet olarak kabul etmiştir. Ölümden sonra sadakanın fayda vermeye­ceğini kim inkar edebilir?

Peygamber (s.a.v.) bize "Es-selamu aleyna ve ala ibadil-lahi's-salihin" dediğimiz zaman "Yer ve gökte bulunan tüm salih kulların bu duadan nasiplerini aldıklarını bildirmiş­tir."[105]

Peygamberlere gönderilen salat ve selam onlara ulaşır. Bizden önceki salihleri anmamız onlara ulaşır. Dua ve şe­faat, tüm ümmetler için faydalar içermektedir. İbrahim, Musa ve diğer peygamberler kavimlerinden salih kimseler için dua ettiler ve bu dualar onlara fayda vermektedir.[106] Oysaki bunda onların herhangibir çalışmaları yoktur. Melek­ler de yeryüzündeki geçmiş ve yaşayan mü'minler için is­tiğfar ederler.[107]

Üçüncü Görüş: Rebi b. Enes şöyle dedi: Ayetten kafir­ler murad edilmiştir. Mümin ise hem kendi çalışmasının hem de başkalarının çalışmalarının faydasını görürler.

Ben (İbn Teymiyye) derim ki: Bu görüş te cidden çok za­yıftır. İbrahim ve Musa'nın sahifeleri kafirlere özel değildir. Ve "Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka birşey yoktur" ayeti kesinlikle mü'minleri içermektedir. Bu görüşün sahibi ayeti kerimenin kafiri değil, mü'mini kap­sadığını söyleseydi daha doğru olurdu. Bununla beraber adalet hükmü hususunda kafir ile mü'min arasında bir fark yoktur. Mü'mini ayrıcalıklı kılan şey ise imanı ve çalış­masıdır.

Dördüncü Görüş: İnsan için kendi çalışmasından baş­ka birşey olmaması adalet cihetiyledir. Ancak fazıl cihetiyle Allah dilediğine ziyadesiyle verir.

Bu görüş Hüseyin b. Fadl'a[108] aittir ki, diğer görüşlere göre daha tercihe şayandır ve anlamı doğruodur. Fakat ayeti tefsir etmemektedir. "Leyse li'1-insani" umumi nefiydir.

İnsan için sadece kendi çalışmasının olması adalet, Al­lah'ın dilediğine çalışması dışında ikram etmesi ise fazilet­tir.

Beşinci görüş: Ma saa (çalışması) ma neva (niyet etmesi) anlamındadır.[109]

Ben (ibn Teymiyye) derim ki: Bu ifade konuya açıklık ge­tirmemekte, sadece "Say" kelimesinin anlamını açıkla­maktadır. "Say" ise amel ve hayır niyetidir ki, kişi hayır niyetini gerçekleştirmese bile bundan sevap alır. Ancak şer ve kötülüğü niyet eden, bu niyetini uygulamadıkça günaha girmiş olmaz.[110]

İnsan bazen ölümünden sonra kendisi için sadaka ver­ilmesi[111] ve hacca gidilmesi[112] gibi niyet etmediği şeylerden de sevap alır.

Altıncı Görüş: Salebi'nin ifadesine göre bu mü'minler için hayırlıdır.[113]

Ben (ibn Teymiyye) derim ki: Salebi'nin bu sözü "Li'l-insani" ifadesinin delaletinden uzaktır. Bu ifadede kafiri veya cezanın dünyada olmasını tahsis yoktur. Anlayışı kısıtlı olanlar bilmedikleri konularda sussa idiler, ihtilaflar azalırdı.

Yedinci Görüş: "Bilinsin ki insan için kendi çalış­masından başka birşey yoktur" İnsanın aleyhine kendi çalış­masından başka birşey yoktur, anlamındadır. Bu görüşü İbn Zağuni[114] dile getirdi.

Ben derim ki: Bu görüş şimdiye kadar zikredilen sözlerin en rezilidir ve ayetin anlamını tersyüz etmektir.

Sekizinci görüş: İnsan için ancak kendi çalışması vardır. Ancak sebepler muhteliftir. Bazen çalışması yakın kazan­mak, kendisine rahmet okuyacak çocuk elde etmek ve ken­disi için dua edecek bir arkadaş elde etmek yönünde ola­bileceği gibi bazen de dindaşlarına ve ibadet ehline hizmet ederek, onların muhabbetlerini kazanır. Bu görüş de Ebu Hasan b. ez-Zeğani'ye aittir.

Ben derim ki: Bu görüş diğerlerine göre daha güzeldir. Dedem Ebu'l-Berekat[115] da bu görüşü tercih etmiştir. Bunun­la beraber zayıf bir görüştür. İnsan mü'minlerin çocukları gibi kendi çalışmasının dışındaki şeylerden de fayda göre­bilir.

İbn Abbas tüm bu görüş sahiplerinden daha alimdir ve o, (Tur suresinin 21. ayetinin) konuyu açıkladığını ve muradı beyan ettiğini belirtmiştir. Yine bu ayet, bu kimselere şey­tanın Kur'an'ın delalet etmediği şeyi güzel göstermesini nesh etmiştir. Allah'ın insanlara çalışmalarından başka, kendi fazlı kereminden birşey vermeyeceğini söylemek mümkün değildir. Bilakis hakk teala kullarına, amelleri dışında, amelleri ile beraber rahmet etmesinden daha çok rahmet eder. Kulun çalışıp amel işlemesi de Allah'ın fazıl ve rahmetinin bir tecellisidir.

Bu ayet ile haccın nefyine delil getiren herkesin sözü sadaka ile çelişmektedir. Çünkü ayet, her ikisini de içer­mektedir. Orucun nefyi için delil getirenlerin sözleri ise, hac ve sadaka ile çelişmektedir.

Meselenin hakikati şudur: Görüş sahipleri ayetten hare­ketle görüş oluşturmak yerine, ayeti kendi görüşlerine alet etme yoluna gitmişlerdir.

İçlerinden birisi dese ki: Ayet ittifak ve ihtilaf sebepleri konusunda umumidir. Bu sureye has kılınırsa, diğerlerine de delalet eder.

Ona şöyle denilir: O zaman ihtilaf sebepleri de delili ile hastır. Ölünün bir amelden istifade edeceği ancak delile dayanılarak söylenebilir. Bu konuyu bir başka yerde ayrın­tılı olarak açıkladım.[116] (Allah subhanehu daha iyi bilir)

 

Fasıl

 

Bu fasıl, Rabbin adaleti, ihsanı ve hayrın onun elinde ol­duğunu açıklamaktadır. Şer ise O'na nisbet edilemez.[117] Hak teala olanca adaletiyle beraber kullarına bir annenin ço­cuğuna olan merhametinden daha çok merhametlidir.[118]  O, yarattığı her şeyde adildir ve herşeyi yerli yerine koyan­dır. O, zulmetmeye kadir olmasına rağmen zulümden mü­nezzehtir. Zulüm işlemez. Çünkü o, kötülükten beri olan Se­lam ve Kuddüs'tür. O, göklerde ve yerdekilerin kendisini teş­bih ettikleri Subbuh ve Kuddüs'tür.

Meymun b. Mehran'm[119] dediği gibi Subhanallah, Rab­bin yüceltildiği ve kötülüklerden beri tutulduğu bir ke­limedir.

îbn Abbas ve başkaları da bu kelime için "O, Allah'ı kötülükten tenzih etme kelimesidir" dediler.

Cenab-ı Hakk'm mütekebbir ismi ile ilgili olarak Katade: O Allah ki, kötülüklerden büyüktür" dedi. Hakk teala çirkin şeyler yapmaktan münezzehtir. Allah herşeyi yaratmış ol­masına rağmen, kötü ve çirkin şeyleri yapmaz.

Kul, menedildiği şeyi yaptığı zaman kötülük, zulüm, çirkin ve şerli bir iş yapmış olur. Allah onu bu işin faili kılmıştır. Allah'ın bu işi adalet, hikmet ve doğru karardır.

Allah herşeyi yerine koymuş ve o kula layık olduğu şeyi yaratmıştır.

Bu iş, Allah için adalet, hikmet ve doğru karar olduğu gibi, yaratılmışlar için ayıp, günah ve zulümdür. Duvar ören ustanın eğri tahta, adi taşları ve eksik kerpiçleri alıp, bunları uygun yerlere koyması yadırganamaz. Usta böyle yapmakla adalet, istikamet, doğruluk ve övgüye değer bir davranış sergilemiştir. Çünkü çirkin şeyleri alıp, onları uy­gun yerlere koymak hikmet ve adaletin gereğidir. Zulüm ise bu şeyleri layık olmadıkları yere koymaktır.

Sarığı başına, papuçları da ayağına koyan kişi herşeyi yer­li yerine koymuştur. Bu kişi papuçları ayağına koymakla zul­metmiş değildir. Çünkü onun uygun yeri orasıdır. Hakk teala herşeyi mutlaka kendi yerine koyar. O mutlak adildir. Sadece hayır işler. O mutlak muhsin, mutlak cömert ve mutlak merhametlidir.

Yaratma, yönetme ve emretme O'na mahsustur. Ve O sa­dece hayır olanı emreder. Maslahatın tahsilini ve kemalini, zararlı şeylerin ise defini ve azaltılmasını emreder. İki emir çakıştığında ise, onlardan en iyi ve faydalı olanı tercih edi­lir. Şeriatte hiç bir emir olmasın ki, onun yerine getirilme­si, yokluğundan daha hayırlıdır ve hiçbir yasak yoktur ki, onun işlenilmesi varlığından daha hayırlı olmasın. Cenab-ı Hakk'ın tüm emirleri kullarının yararına ve tüm yasakla­rı da kullarının zararınadır. Dolayısıyla kullarına Rablerinin kendilerine indirdiklerinin en güzeline tâbi olmalarını em­retmiştir ki, burada güzel olan şeyler emrolunan hususlar­dır.[120]

Varlığı yokluğuna göre şer olan hiçbir şey Allah'a nis-bet edilemez. Çünkü bu şey yokluğa müstehaktır. Allah o şeyi dilemez ve yaratmaz. Dolayısıyla madum, faile izafe edilmez ve O'ndan değildir. Fakat hayır O'nun elindedir.

 

Hayır ve şer derece derece olduğu gibi, tüm mahrukat Al­lah katında derece derecedir. Bu nedenle Cenab-ı hak cen­net ve cehennem ehlini zikrederken şöyle buyurdu:

"Herkesin yaptıkları işlere göre birtakım dereceleri vardır." (En'am: 6/132)

"Allah katında derece derecedirler."(Al-iimran: 3/163)

Abdurrahman b. Zeyd b Eşlem[121] şöyle dedi:

"Cennet dereceleri yukarı doğru yükselir, cehennem dereceleri ise aşağı doğru iner."

Cennet derecelerinin tamamı muhtelif derecelerdeki nimetlerden oluşurken, cehennem dereceleri ise, değişik tonlardaki azaplardan oluşur.

Cenab-ı Hak birşey yapmışsa, onun yapılması yapılma-masından hayırlı olduğu içindir.

Allah hayır ve şerrin yaratıcısıdır, derken şerrin başkası tarafından olması murad edilir. Bu şerr de bazı insanlar için birtakım eziyetler bulunmasına rağmen yaratılmasında çeşitli hikmetler vardır. Dolayısıyla matlub ve mahbub bir hikmet için yaratılan şeyin varlığı yokluğundan daha hayır­lıdır. Yoksa Cenab-ı Hakk, varlığı yokluğundan daha hayır­lı olan bir şerri yaratmaz. O, belki başkasından olan ve matlub bir hikmet gereğince başkası ondan daha hayırlı olan bir şerri yarattı.

Allah (c.c.) hiçkimseyi günahı olmaksızın cezalandırmaz. Günah sahibinin günahı yüzünden cezalandırılması ise hik­met ve adaletinin gereğidir. Ve bunda hikmet ve merhamet vardır.

Mü'minlerin dünyada günahları yüzünden karşılaştıkla­rı bazı musibetler bu kabildendir ve bunda düşünenler için

çeşitli hikmetler vardır. İnsan sahib olduğu nimeti ancak ken­disini değiştirip, günah ve isyana düşmesi yüzünden kaybe­der. Kötülükle, ancak kötülük işleyenler cezalandırılırlar. Başa gelen musibet ve belaların nedeni işlenen günahlardır. Allah-u teala'nın peygamberlere isyan eden milletlere gön­derdiği bela ve musibetler de bu kabildendir. Bu hususta Kur'an'da şöyle buyruldu:

"(Bunların gidişi) tıpkı Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin gidişi gibidir. (Onlar da) Allah'ın ayetlerini inkar etmişlerdi de Allah onları günahları sebebiyle yakalamıştı. Çünkü Allah güçlüdür, O'nun cezası şid­detlidir.

Bu azabın sebebi de şudur: Bir millet kendilerinde bu­lunanı değiştirinceye kadar Allah onlara verdiği nimeti değiştirecek değildir ve gerçekten Allah çok iyi işiten, pekiyi bilendir.

(Bunların durumu) da Firavun ailesi ve onlardan öncek­ilerin gidişi gibidir. (Onlar) Rablerinin ayetlerini yalan­lamışlardı; biz de onları günahlarından ötürü helak et­miştik ve Firavun ailesini boğmuştuk. Hepsi de zalimler idiler." (Enfal: 8/52 -54)

İlk ayet ölümlerinden sonraki azaplarına işaret etmek­tedir. Aynı şekilde şöyle buyruldu:

"Melekler o kafirlerin yüzlerine ve arkalarına vu­rarak ve tadın cehennem azabını (diyerek) canlarını alırken onları bir görseydin!

İşte bu, ellerinizin yapıp ileri sunduğu işler yüzün­dendir, yoksa Allah kullara zulmedici değildir."(Enfal: 8/50-51)

Cenab-ı Hak böyle buyurduktan sonra:

"(Bunların gidişi) tıpkı Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin gidişi gibidir. (Onlar da) Allah'ın ayetlerini inkar etmişlerdi de Allah onları günahları sebebiyle

yakalamıştı..." ifadesi, onların ölümlerinden sonra azaba varacaklarını göstermektedir.

"Helak" kelimesi, onların dünyada helak edilmeleri ve sahip bulundukları nimetlerden mahrum olmalarını gerek­tirmektedir.

Ayeti kerimelerde hem nimetin zevali ile helak, hem de şiddetli azap ile yakalamak zikredilmiştir. Ki "muaheze" ke­limesi "ahz" yakalamak, almak'tan türetilmiştir. Bu kelime Kur'an'da birçok yerde geçmektedir.

"Rabbena la tuahizna: Rabbimiz bizi hesaba çekme"(Bakara: 2/286)

"İnne ahzehu elimun şedid: Muhakkak ki onun yaka­laması acıklı ve çetindir."(Hud: 11/102)

Bunun benzeri şu kavli ilahidir:

"İnne batşe Rabbike leşedid: Şüphesiz Rabbinin ya­kalaması şediddir." (Buruc: 85/12)

Ve yine şöyle buyruldu:

"Andolsun ki senden önceki ümmetlere elçiler gönder­dik... (inkarlarından dönüp bize) boyun eğsinler diye, on­ları yakalayıp darlık ve çeşitli hastalıklarla cezalandır­dık" (En'am: 6/42)

"Andolsun, biz onları sıkıntıya düşürdük de yine Rablerine boyun eğmediler, tazarru ve niyazda da bulun­madılar."  (Mü'minun: 23/76)

Cenab-ı hak onları tevbe etmeleri ve kendisine yönelme­leri için sıkıntıya düşürmüştür. Bundan sonra da onların kalplerinin katılığı ve Allah'a yönelmeye engel olan günah­ları zikredilmiştir. Ayrıca iki yerde Allah'ın onları günah­ları ile değil, azab ile ahzettiği zikredilmiştir ki -Allah'u a'lem- bu ifade Allah'ın onları kendisine yönelmeleri için sıkıntıya soktuğu anlamına delalet eder. "Günahları yüzün­den onları ahzetti" denilseydi, bu Allah'ın onları helak et­tiği ve helak ile ahzettiği anlamına gelirdi.

Ebu'ş-şeyh el-Esbahani'nin[122] "El-Azme" kitabında ri­vayet ettiğine ve İbni Cevzi'nin Tefsir'inde İbn Ebi'd-Dün-ya'nın kitabından naklettiğine göre, İbn Ebi'd-Dünya[123] "el-Matar" isimli kitabında şöyle dedi:

Harun[124] bize anlattı. Ona da Af fan[125] Mübarek b. Füda-Ie[126]'den anlatmış. Mübarek b. Fudale şöyle dedi:"Hasan'ın şöyle dediğini işittim: Peygamberin ashabı şöyle diyorlar­dı:

"Başarı veren ve kullarını terbiye eden Allah'a hamdol-sun ki O, yarattığı eşya üzerinde tasarruf etmeseydi Al­lah'tan şüphe edenler şöyle derlerdi: Bu alemin bir Rabbi ol­saydı üzerinde tasarrufta bulunurdu. Hak teala çeşitli şekil­lerde kainat üzerinde tasarrufta bulunmaktadır.

Allah meşrık ve mağrib arasını aydınlattı. Güneşi bir lamba kıldı ve gündüzü insanlar için geçim vakti kıldı. Sonra dilediği an meşrik ve mağrib arasına karanlığı hakim kılarak, göğü yıldızlar ve parlak ay ile donattı ve geceyi in­sanlar için rahat ve dinlenme vakti kıldı.

Rabbu'l-alemin dilediği an yağmur yağdırmakta, gök gürültüsü, şimşekler ve yıldırımlar göndermektedir. Diledi­ği an soğuk ve dilediği an sıcak göndermektedir. Güzelliğinden, kokusundan, akılların dehşete düştüğü çeşitli bitkile­ri, çiçekleri, yeşillikleri ve meyvaları dilediği an, dilediği ye­re O gönderir. Sonra da insanlar bu varlıkları yaratan ve izerinde tasarrufta bulunan bir Rabbin olduğunu bilsinler diye, dilediği an bu güzelliklerin hepsini birden gideriverir.

Ve yine o yüce Rab, dilediği an dünyayı yok edip, ahireti getirir.[127]

Hasan el-Basri, sahabenin tabiat olaylarından Rabbu'l-alemin'in varlığına, kainatın yaratıcısı olduğuna, meşiet ve kudreti ile fail olduğuna ye O'nun dünyayı yokedip, ahireti getirmeye kadir olduğuna delil getirdiklerini belirt­mektedir. Bu, görünen bu havadisin, Allah'ın ayetleri ol­masını ve Allah'ın bu kainatın Rabbi olmasını gerektirir. Yine bundan, kainatın yok iken Allah tarafından yaratıldığını gösterir ki, bu durumda kainat başkası tarafından yaratılması nedeniyle muhdestir. Başkası tarafından yaratılan şey, yaratıcının irade ve kudretine boyun eğmiştir.

Allah (c.c.) yukarıda sözü edilen tabiat olayları olmasay­dı yine tanınırdı. Kullan onu fıtrat ve zaruret gereğince ta­nırlardı. Sadece insanın varlığı bile, Rabbin olmasını gerek­tirmektedir. Yaratıcı tabiat olayları olmaksızın da bilinir. Bu nedenledir ki şüpheciler her zaman ayıplanma ile karşılaşır­lardı.

Sahabenin "Allah'tan şüphe edenler şöyle derlerdi" sözü, Al­lah'tan şüphe etmeyenlerin de bulunduğuna işaret eder.

Allah meşieti (dilemesi) ve ihtiyari (seçimi) ile yaratır ve sonra da en güzelini seçer. Onun iradesi tercihe en layık olanı tercih eder ki, iradenin hakikati budur. O, yaratmayı dilediği an, iradesinden hemen sonra yaratma işi gerçekleşir, oluşum ve yaratmadan hemen sonra yaratılmış var olur. Aynen şöyle buyrulduğu gibi:

"Onun işi, bir şey yaratmak istediği vakit sadece "ol" demektir, ve o şey derhal var olur." (Yasin: 36/82)

Eser sahibinin eseri zaman itibariyle mukarin ola­madığından, Allah ile beraber başka bir kadimin de bulun­ması mümtenidir. Sabittir ki Allah'tan başka her şey yok iken var olan birer hadistir. Allah'tan başka her şeyin hadis olduğu, O'na muhtaç olduğu ve O'nunla illetli olduğu en güzel bu yolla ispat edilir.

 

Fasl

 

Feraiz Meselesi:

 

Burada maksat, nassların tüm hükümlere şamil olması­dır. Biz bu hükümler içinden en müşkil olanına açıklık ge­tireceğiz, feraiz konusu ise ahkam meselelerinin en zor olanıdır. Ahkam meselesinde kıyası nefyedenler birçok me­selede nassın delaletinden, üzerinde icmaa olduğunu zannet­tikleri görüşlere döndüler ve üzerinde icmaa bulunmadığı­nı zannettikleri hükümleri nefyettiler ki her iki davranış da hatalıdır.

Birinci davranışı açıkladık.

İkinci davranışa gelince; Bir meselede icmaanın bulun­maması, muayyen bir delil ile fayda verir. Ve mutlaka diğer şer'i delillerin nefyi gerekir. Aynen müşerrike[128] meselesin­de olduğu gibi. Kardeşlerden birinin mirası icma ile sabit ol­sa, diğer kardeş üzerinde icmanın bulunmaması, onun mi­ras hakkına engel değildir.

Biz, nass ve kıyas diyoruz ki, bunlar da Kitab ve mi­zan'dır. Kitab ve mizan annenin oğlunun mirastan sülüs (üçte bir) payının bulunduğuna delalet etmektedir. Ali[129] ve ona tabi olanların[130] görüşü de bu doğrultuda olduğu gibi Ebu Hanife[131] ve meşhur bir rivayete göre Ahmed b. Hanbel'in de mezhepleri[132] böyledir.[133]

Harb[134] ise teşrik gerektiğini rivayet etmiştir ki bu, Zeyd[135] ve ona tabi olanların[136], Malik ve Şafii'nin de görüş­leridir.[137]

Bu mesele üzerinde Ömer ve Osman[138] ve hatta Ali ve Zeyd hariç tüm sahabeler ihtilaf etmişlerdir.

Ali Teşrik olmayacağı yönünde kesin görüş beyan eder­ken, Zeyd de kesin olarak teşrik olacağını savunmuştur

Anberi şöyle dedi: "Ali'nin sözü kıyas, Zeyd'in sözü ise istihsana daha uygundur."

el-Haberi[139] ise şöyle dedi: "Bu söz doğru bir tesbittir." Denilir ki: Nass ve kıyas Ali'nin sözünü teyid etmekte­dir.

Nass, Cenab-ı Hakk'ın şu buyruğudur: "Bundan fazla iseler üçte bire ortaktırlar"[140]

Bununla murad annenin çocuğudur. Buna ana-babanm çocuğunu da katarsak, onlar üçte bire iştirak edemezler. Bilakis başkaları onlardan daha öndedir.

Eğer ana-babanın çocuğu, annenin de çocuğu olması hasebiyle onlardandır denilirse bu yanlıştır. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Eğer bir erkek veya kadının ana-babası ve çocukları bulunmadığı halde (kelale şeklinde) malı mirasçılara kalırsa ve bir erkek, yahut bir kız kardeşi varsa herbirine altıda bir düşer."                                          (Nisa: 4/12)

Sa'd[141] ve İbn Mes'ud'un kıraatlerinde "min ümm" geç­mektedir[142] ki, bununla murad icmaa ile annenin çocuğudur.

"Her birine altıda bir düşer" ifadesi de buna delalet etmek­tedir. Ana-baba ve babanın hükmü ,Nisa suresinin son aye­ti olan sayf ayetinde şu şekilde belirtilmiştir:

"Senden fetva isterler. De ki: "Allah, babası ve çocu­ğu olmayan kimsenin mirası hakkındaki hükmü şöyle açıklıyor: Eğer çocuğu olmayan bir kimse ölür de onun bir kızkardeşi bulunursa, bıraktığının yarısı bunundur. Kızkardeş ölüp çocuğu olmazsa erkek kardeş de ona varis olur."[143]

Kız için malın yarısı tayin edilirken, erkek içinse tamamı tayin edilmiştir. Bu hüküm ana-babanın çocukları içindir. Sonra şöyle buyurdu:

"Eğer erkekli kadınlı daha fazla kardeş mevcut ise erkeğin hakkı, iki kadın payı kadardır."

Bu hükmün annenin değil, anne-babanın çocukları hakkında olduğu hususunda tüm müslümanlar müttefiktir­ler.

Cenab-ı Hakk'ın bu hükmü, bu ayette zikretmesi ve diğer ayetin (yani Nisa: 4/12) hükmü her iki sınıfın bir diğerinden başka olduğunu gösterir. Önceki ayet-i kerimede ifade edilen sınıf ile bu sınıfın aynı olması caiz değildir. Son ayeti kerimede geçen sınıf icmaa ile ana-baba ve babanın çocuğudur.

Önceki ayet-i kerimede annenin çocuğu murad edilmiş­tir ki bu konuda varid olan kıraatler de bunu teyid etmektedir. Karı-koca ise, her halükarda mirastan belli bir pay sa­hibidirler. Oysa Nisa suresinin 11. ayeti[144] ila son ayetinde geçen kimseler yakınlıktan ancak belli bir paya sahiptirler. Bu nedenledir ki Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Kimse zarara uğramaksızin (yapılacak) tır. Bunlar Allah'tan size vasiyettir." (Nisa: 4/12)

Aynı husus Nisa suresinin 11. ayeti olan amud ayetinde zikredilmedi. Çünkü eş ve annenin çocuğunun sülaleden olmaması nedeniyle, insanlar çoğunlukla onların zararlarını istemektedirler. Baba ve çocukları ise aynı kanından ol­maları nedeniyle, genelde daha az zarar görürler.

Ayetin nassı, annenin çocuğuna üçte bir hak vermekte­dir. O halde kim bu hakkı azaltırsa ona zulmetmiş olur. Anne-babanın çocuğu ise başka bir sınıftır. Onlar kan bağıy­la bağlı yakınlardır. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Miras hisselerini hak sahiplerine verin; ondan son­ra geriye kalanı akrabalıkta en yakın olan erkek kişiye verin."[145]

Bu hadisten şu sonuç çıkar: Miras ehli haklarını aldıktan sonra geriye birşey kalırsa akrabalara dağıtılır. Kalmazsa dağıtılmaz. Burada da hakk dağıtıldıktan sonra geriye her­hangi bir şey kalmamaktadır.

Ancak itiraz edenlerin: Varsayın ki onların babası eşek idi. Anneleri de müşterektirler." sözü hissen ve şer'an fasittir.

Hissen fasittir. Çünkü baba eşek olsaydı, annenin de Ademoğlu cinsinden değil, baba gibi eşek cinsinden ol­ması gerekirdi. Bundan maksat, varlığı yokluğu gibidir, demektir diye itiraz edilirse şöyle cevap verilir: Bu batıldır. Çünkü mevcut olan, yok olamaz.

Şer'an fasittir. Çünkü Cenab-ı hak ana-babanın çocuğu ile ilgili, annenin çocuğu ile ilgili hükmü hilafına vermiştir.

Denilse ki: Baha'nın onlara faydası olmayacaksa, zararı da olmaması gerekir.

Denilir ki: Evet, babanın faydası gibi zararı da olabilir. Annenin tek çocuğu olsa, anne-babanm da çok çocukları ol­sa annenin çocuğu tek başına altıda bir payını alır. Geri kalan ise hepsi arasında paylaşılır. Eğer baba olmamış ol­saydı, çocukların hepsi eşit şekilde mirasa iştirak etmiş olacaklardı. O halde buradan da anlaşılacağı gibi babanın varlığı bazen çocuğunun yararına olabileceği gibi, zararına da olabilir.

Aynı şekilde feraiz usulü kesintisiz bir yakınlık üzerine mebnidir. Dişi ve erkeğin hükümleri değişmez. Anne-babadan olan kardeş, babadan veya anneden olan kardeş gibi değildir. Sadece anneye dayanan veya sadece babaya dayanan yakınlıktan dolayı kişi mirasdan hak kazanmış ol­maz. Bilakis anne-babaya dayanan müşterek bir yakınlığın olması gerekir. Ancak annenin yakınlığı münferid olursa, hüküm de münferid olur. Biri annenin kardeşi olan iki am-caoğlunun söz konusu olduğu durumda cumhur, annenin kardeşinin südüs (altıda bir) pay sahibi olduğu, geri kalan payda ise müşterek oldukları görüşündedirler. Ki Ali'den de bu yönde bir rivayet mevcuttur.[146]

Şüreyh'in[147], aynen anne-babanm amca çocuklarında olduğu gibi hissenin tamamını annenin kardeşine verdiği ri-vayer edilmiştir.[148]

Cumhur şöyle der: "İster amca çocuğu ana-babadan is­ter babadan olsun her iki durumda da netice değişmez. An­nenin kardeşi, babayla ilgili olmadığından, anne-babanın am­ca çocuğu gibi kabul edilemez.

"Müşrike meselesinde babadan kızkardeşler olsaydı bu durumda onlara sülüsan gerekirdi. Eğer bu kızlarla beraber erkek kardeşleri olsaydı bu durumda da, kızların hakkı sakıt olurdu. Bu durumda kardeş "Ahu'l-meşum"[149] olarak isim­lendirilir. Ki onların mevcudiyeti kızların zararına olmak­tadır.

Aynı şekilde babanın yakınlığıyla da bazen kardeşlerin lehine, bazen de aleyhine olur. Akrabalık derecesi nedeniyle kişi bazen mirasının tamamını, bazen çoğunu, bazen azını alır, bazen de mirastan hiçbir paya sahip olamaz.

İstihsan görüşüne gelince:

Buna şöyle cevap verilir: Bu görüş Kitap ve mizana aykırıdır ve haklarının alınıp başkasına verilmesi nedeniyle anneden olan kardeşlere zulümdür.[150] Kadının baba ci-

267

hetinden akrabaları, ona infak etmelerine rağmen, kadının mirası Rasulullah'ın (s.a.v.) hüküm verdiği gibi kocası ve çocuklarınındır.

İstihsan görüşünü benimseyenlerin Zeyd'in sözünden başka hiçbir delilleri yoktur.

Ömer'in de bu görüşe göre hükmettiği ve Medinelilerin bu görüşü benimsedikleri rivayet edilmiştir. Medineliler aynı şekilde dede ve kardeşlerin mirası konusunda ve daha başka diğer feraiz konularında da bu görüşler nass ve kıyasa muhalif olsa da Zeyd'in görüşlerini benimseyip taklit et­mişlerdir. Bazıları bu tutumlarını Peygamberden (s.a.v.) rivayet edilen şu hadise dayandırmaktadırlar.

"Feraizi en iyi bileniniz Zeyd'dir"[151]

Fakat bu hadis zayıftır, aslı yoktur. Peygamberin döne­minde Zeyd feraiz meselelerini bilmekle tanınmış değildi. Tirmizi'nin Enes'den rivayet ettiği bu hadis zayıftır. Ayrı­ca Ebu Ubeyde b. Cerrah[152] hakkında rivayet edilen ha­disin de sadece şu kısmı sahihdir.

"Her ümmetin bir emini vardır. Bu ümmetin emini de Ebu Ubeyde b. Cerrah'tır"[153]

Bundan daha zayıf bir isnatla da şu hadis rivayet edilmiştir.

"Sizin en iyi hüküm vereniniz (kadınız) Ali'dir. Bu üm­metin hıbri ise İbn Abbas'dır."

[154] Bu hadisi rivayet eden Kevser b. Hakim[155], Nafi'de[156] batıl hadisler rivayet etmekle bilinir. Ve ehl-i ilimin ittifakı ile bu adamın hadisleri delil değildir.

Medineliler, sahabe cumhurunun görüşüne aykırı ol­masına rağmen "Cedd" in payı konusunda da Zeyd'e tabi ol­muşlardır.

Sahabe cumhuru, Ebu Bekir es-Sıddık'ın[157], Cedd'in ba­ba gibi kardeşlerin miras hakkını ortadan kaldırdığı yönün­deki görüşüne aynen iştirak etmişlerdir. Bu görüş on küsur sahabiden rivayet edilmiştir.[158] Ebu Hanife, bir rivayete göre Şafii, Ahmed ve arkadaşlarından Ebu Hafs el-Berkimi[159] de bu görüştedirler.

Ancak Ali, İbn Mesud ve Zeyd ise "Cedd" (dede) ile be­raber kardeşlere de mirastan pay verileceği görüşünü benim­semişlerdir. Ömer b. Hattab ise bu konuda kararsız kalmış­tır.

hadisleri batıldır" de­di. Darekutni ve diğerleri ise metruktür, dediler.

Bu iki görüşten doğru olanı şüphesiz bir başka yerde sunduğumuz birçok delil gereğince Sıddık'ın (r.a.) görüşüdür.[160]

Kardeşlerin mirastan pay alacağını söyleyenler, bu görüş­lerine dayanak olarak babanın evlatlık cihetini öne sürmekte­dirler. Fakat onların bu dayanakları kitab, sünnet, icmaa gereği geçersizdir. Çünkü herkes tarafından kabul edilmektedir ki, cedd, kardeş oğullarından daha mukaddemdir. Oğlun oğlu ise oğlun yerine geçmekte ve cedd'den mukaddem olmaktadır. Babanın evlatlık ciheti mukaddem olsaydı, bu durumda evlatlık, babanın evlatlık cihetine mukaddem olurdu.

Aynı şekilde büyük dede, amcaya mukaddemdir. Amca ise küçük dedenin oğludur. Büyük dede ise onun babasıdır. Amca, evlatlığı cihetiyle, büyük dede ise babalığı ci-hetiyledir. İcma ile büyük dede amcaya mukaddemdir. Büyük dedenin amcaya nisbeti ise, küçük dedenin, kardeşe nisbeti gibidir.

Yine: Bu görüşü savunanların dedikleri doğru olsaydı bu durumda kardeşlerin takdimi gerekirdi ki bu da sünnet ve sa­habenin icmasına aykırıdır.

Aynı şekilde: Evlatlık ve evlatlığın evlatlık ciheti, babalık ve babanın babalık cihetinden daha mukaddemdir. Çünkü bu cins diğer cinsten mukaddemdir.

Ancak babanın evlatlık ciheti bu evlatlık cihetinden değil­dir. Bilakis babalık ve babalığının babalık ciheti tüm şer'i hü­kümlerde babanın evlatlık cihetinden daha mukaddemdir. Hiç­bir şer'i hükümde kardeş, dededen mukaddem değildir. Kıyas gereği kardeşi dedeye eşit tutmak veya onun önüne geçirmek, tüm şer' i usulleri ihlal etmek anlamına gelir.

 

Ömeriyetan Meselesi[161]:

 

Kur'an'da annenin baba ve koca ile beraber sülüs ala­cağına dair hiçbir işaret yoktur. Bilakis Allah ona sülüsü o ve babanın mirasçı olması halinde vermiştir. Kur'an O'nun ve babanın mirastan sülüs (üçte bir) alacağına işaret et­mektedir. Ömer, Osman, Ali, İbn Mesud ve Zeyd gibi büyük sahabeler bununla delil getirmiştirler. Ulemanın cumhuru ise, malın tamamına iştirak etmelerine kıyasla zevceynin farzın­dan sonra, kalan mirasa sülüs olarak iştirak edecekleri görüşündedir.

Kur'an mefhumu mutlak olarak annenin sülüs almasını nefyetmektedir. Dolayısıyla anneye mutlak olarak veya zevceynle beraber sülüs veren Kur'an'ın mefhumuna aykırı davranmış olur.

Cumhur mefhum ile amel etmiş ve onun mirasım, babası­na mirasçı olduğu zamanla, mirasçı olmadığı zamanı bir tut­mamışlardır. Babasına mirasçı olması halinde annenin payı mutlak olarak sülüstür. Babasına mirasçı olmadığı ve babasından başka dede, amca ve kardeş gibi mirasçıların bu­lunması durumunda sülüs olmaya daha layıktır. Çünkü babası ile beraber sülüs alan, babası dışındakilerin bulunması halinde sülüs almaya daha layıktır. Kur'an mirasçıların sadec e anne ve baba olması halinde annenin sülüs alacağı­na delalet eder ki bu daha yakının daha uzak olandan daha mukaddem olduğunu gösterir.

Eğer asabe ile beraber farz sahibi olursa Allah (c.c.) bu durumda kızlara ve kız kardeşlere anne ile beraber südüs (al­tıda bir) vermiştir. Tek bir kızkardeş ve anne iseler, anne çocuklardan erkek olanla beraber sülüs alır. Kız ile olması daha evladır. Sülüsden südüse düşmesi kardeşler ne­deniyledir. Bir kardeş ise kardeşler gibi değildir.

Anne, tek bir kardeş ile beraber sülüs alıyor ise, amca ve diğerleriyle beraber sülüs alması daha evladır. Zevceteyn-den biri ile beraber baba, oğul, amca ve amca oğlu dışında diğer akrabalar baba seviyesinde değillerdir. Bu durumda zevcenin payından sonra kalan miras sülüse bölünür. Çünkü o ve baba aynı tabakadandır. Oysa mezkur diğer yakınlar on­larla aynı tabakadan değillerdir. Dolayısıyla anne ile bir tutulmazlar. Anne baba gibidir ve meyyit ile onlar arasında diğerleri gibi bir vasıta yoktur. Dolayısıyla kalan sülüsün on­lara verilip onları babayla eşit hale getirmek mümkün değildir.

Bu hususta cedd (dede) dışında ihtilaf yoktur. İhtilaf İbn Mesud'dan rivayet edilmiştir. Cumhur ise, annenin cedd ile beraber malın sülüsünü alacağı görüşündedirler ki doğru olan da budur. Çünkü dede anneden daha uzaktır. Dede, baba ile engellenirken, anneyi hakkını almaktan en­gelleyecek hiçbir unsur yoktur.

Anneye kalan sülüs ve diğer südüsün verilemiyeceğine göre, sülüsün verileceği açıkça ortaya çıkar. Zevceynden birisi bulunsun veya bulunmasın, baba olmadığı zaman anne sülüs hakkı alır.

Zevceynden biri ile beraber kalan sülüsün ona verilme­si, sahabe cumhuru ve ulemanın anlayışı gereğince bazen asıl manası itibariyle, bazen daha layık olması itibariyle, bazen de fer'i, benzediği aslına katmak itibariyledir.

Ben derim ki, bu nassın delaleti veya kıyastır. Kıyas, kız çocuğunun erkek çocuğu ile beraber olması gibi annenin de baba ile beraber olmasını gerektirir. Çünkü onlar dişi ve erkek olarak usbenin aynı cinsindendirler.

Zevce, zevcin yarısı kadar alır. Çünkü her ikisi de dişi ve erkek olarak aynı cinstendirler.

Kitabın annenin miras payına delaleti ise Cenab-ı Hakk'ın şu kavlidir:

"Ölenin çocuğu varsa, ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da ana babası ona varis olmuş ise anasına üçte bir düşer."(Nisa: 4/11)

Allahu teala, anneye bu hakkı iki şart ile verdi:

Ölen şahsın çocuğu olmaması ve mirasçıların ana-baba olması.

O halde anne bu nassı, çocuğun olmaması halinde anne­ye mutlak olarak üçtebir verilmeyeceğine delalet etmektedir. Çocuğun olmaması halinde anne mutlak olarak üçte bir al­sa idi bu durumda "Ana-babası ona varis olmuş ise" kavli ilahisinin bir anlamı kalmamış olurdu. Bu durumda ana-ba­ba ister varis olsun, ister olmasın, annenin hakkı üçtebir olur­du. Fakat gerçek öyle değildir ve bu Kur'an'm delaletinin hilafoadır. Bu ömeriyeteyn halinde zevç, ana-baba, zevce ve ana-babaya malın tamamının üçte biri verilmez diyen büyük sahabeler ve cumhurun sözlerinin doğruluğunu gös­terir.

İbn Abbas ve ona uyanlar şöyle dediler: Burada anneye sülüs verilirse bu, çocuğun olmaması halinde mutlak olarak anneye sülüs verilir anlamına gelir ki bu da Kur'an'm de­laletine aykırıdır. İbn Abbas'ın Zeyd'e "Allah'ın kitabında sülüs ve südüsten başka pay yoktur", dediği rivayet edilir.[162]

Şöyle itiraz edilmektedir. Anneye mutlak olarak üçtebir verilmesi Allah'ın kitabında yoktur. Zevceyn ile beraber ona nasıl olur da üçte bir verilebilir?! Bilakis Allah'ın kitabın­da baba ve zevceynden biri ile beraber ona üçte bir verilmesi yasak edilmiştir.

Eğer böyle olsaydı şöyle denilirdi: "Eğer onun çocuğu yok ise anneye üçte bir vardır" Bu taktirde anne mutlak olarak üçte bir pay almaya hak kazanır. Fakat ne zaman ki üçte bir için bazı şartlar öne sürüldü, işte o zaman annenin mutlak olarak sülüs alma hakkı olmadığı anlaşılmış oldu.

Bu "delilu'l-hitab" olarak isimlendirilen mefhumu'l-muhalefet'tir ki ömerateyn dışında anneye üçte bir verenlerin sözlerini geçersiz kılmaktadır. Fakat bu icmaya aykırıdır. Çünkü Allah ona bu hakkı çocuk ve kardeşlerle beraber verdi ve bununla taklid etti.

Bu işaretler hitabı tenbih içindir ve mefhum ya mefhu­mu muvafakat veya mefhumu muhalifedir. Kur'an ona sülüs ve südüsün verilmeyeceğine delalet etmesinde, taksimin delaletinden Allah'ın ona bu payı vermeyi dilediği anlaşıl­maktadır. Bu zaruret gereğidir. Bu asıl mana cihetiyledir. Aynen şu hadislerde olduğu gibi:

"Kim ortak kölesini azad ederse..."[163]

"Kim eşyasının aynısını iflas eden adamın elinde bu­lursa onu almaya o daha layıktır."[164]

Hadislerde geçen köle ve adam kelimeleri bu durumda hi­tap örfü gereği dişi ve erkeğe beraber şamildir. Örfte bu tür kullanımlara yani özel bir lafız ile genel mananın murad edilmesine sık sık rastlanır. Bu, bazen şu örneklerde olduğu gibi özel lafzın örfte genel anlamda kullanılmasından kay­naklanır.

"Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez."

(Nisa: 4/40)

"Onu bırakıp da kendilerine taptıklarınız ise bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir." (Fatır: 35/13)

Ve atasözünde geçtiği gibi: "Vallahi onun ne bir damla suyunu içtim, ne de bir lokma yiyeceğini yedim."

Örfte bunun gibi daha başk birçok misaller mevcuttur.

Aynı şekilde bir kavmin liderinin, geneli ilgilendiren bir iş için tek bir adamına verdiği emir, tüm diğer adamlara da verilmiş gibidir.

Aynı şekilde Rasulullah'ın ümmetinden bir kişi için verdiği hüküm, durumu ona benzeyen ümmetten kıyamete kadar geçecek olan tüm fertlerini de bağlar. Ve yine huzur­da bulunanlara verilmiş bir emir, huzurda hazır olmayanları da bağlar. Çünkü burada tahsis değil, tamim murad edilmek­tedir.

Kur'an kardeşlikten bir kardeş ile beraber annenin südüs alamayacağına delalet etmiştir. Baba ve zevceynden biri dışında annenin asabe ile beraber südüs veya kalan sülüsü alması mümkün olmayınca, sülüsü alması gerekmiştir.

Anne baba ile beraber sülüs almaya hak kazanınca, diğer durumlarda baba olmadan sülüse hak kazanması daha evladır. Çünkü bu durumda buna ondan daha layık başka kimse yoktur. "Eğer çocuğu yok da ana babası ona varis ol­muş ise anasına üçte bir düşer" buyruğu annenin sülüs hakkına işarettir. Geri kalan da şu kavli ilahi ile babaya aittir: "Ana-babası ona varis olmuş ise..." Miras ikisi arasın­da paylaştırılmakta ve önce annenin hakkı verilmektedir. Bundan anlaşılıyor ki geri kalan da babanın hakkıdır. Geri kalan payın babaya verilmiş olması, diğer yakınlara da aynı oranda pay verilmesini gerektirmez. Asabenin diğer fertleri şu ilahi hitaplar ile muhataptırlar:

"Allah'ın kitabına göre rahim sahipleri (akrabalar) birbirlerine (varis olmaya) daha uygundurlar."

(Enfal: 8/75)

"(Erkek kadından) her biri için, ana baba ve akra­banın bıraktığından varisler kıldık."           (Nisa: 4/33)

Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurdu:

"Miras hisselerini hak sahiplerine verin; ondan son­ra geriye kalanı akrabalıkta en yakın olan erkek kişiye verin."[165]

 

Fasl

 

Kızlarla beraber kızkardeşlerin ve bunların cumhuru sa­habe ve ulemanın dedikleri gibi asabeden olmaları hakkın­da. Ki Kur'an ve sünnet de buna delalet etmiştir:

Kavl-i ilahi'de şöyle buyruldu:

"Senden fetva isterler. De ki: "Allah babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası hakkındaki hükmü şöyle açık­lıyor: Eğer çocuğu olmayan bir kimse ölür de onun bir kız kardeşi bulunursa, bıraktığının yarısı bunundur. Kizkardeşler ölüp çocuğu olmazsa erkek kardeş de ona varis olur."                                                 (Nisa: 4/176)

Ayet, erkek çocuğun bulunmaması halinde kızkardeşin mirasın yarısını alacağını göstermektedir. Kızın olmaması halinde ise, erkek çocuk malın tamamına mirasçı olur. Bun­dan erkek çocuğun bulunması halinde kızkardeşin malm yarısını alamayacağı sonucu çıkar.

Bu, iki neviden birini erkek ile tahsis değil, hükmün tümüne şamil olmasıyla beraber umumi lafzı tahsis ve takyid etmektir. Teamimden sonraki tahsis ise, tahsis-i mübteda menzilinde değildir. Çünkü bununla bir cins dışında diğeri kastedilebilir. Ancak şamil olduğu iki cinsin de zikri şu kavli ilahide geçmektedir:

"Eğer çocuğu olmayan bir kimse ölür de onun bir kızkardeşi bulunursa, bıraktığının yarısı bunundur."

(Nisa: 4/176)

"Eğer çocuğu yok da ana babası ona varis olmuş ise anasına üçte bir düşer."                           (Nisa: 4/11)

Çocukla beraber kızkardeşin yarım hisse alamayacağı aşikar olunca, çocuk ya erkek veya kız olur. Erkek çocuk kardeşde olduğu gibi şu kavli ilahi delili ile onun hakkını sakıt eder: "Kızkardeş ölüp çocuğu olmazsa erkek kardeş de ona varis olur" Burada erkek kardeş için, malın tamamını alması anlamında irsi mutlak belirtilmiş değildir. O halde kız kardeşin çocuğu bulunması halinde erkek kardeş mirasın tamamını alamaz. Bilakis ya malın bir kısmını alır veya hakkı tamamen sakıt olur. Kızkardeşin çocuğu ya erkek veya kız olur.

Kur'an bize kızın, malın yarısını alacağını beyan et­miştir. Bunda kız kardeşin kızının onun erkek kardeşinin mi­rasın geri kalan yarısını almaktan men edemeyeceği sonu­cu çıkar.

Allah'ın fetvası kelale içindir. Kelale ise, babası ve oğlu olmayan kişi demektir. Bundan babası ve oğlu olanın hük­münün bu hüküm dışında olduğu ortaya çıkar. Nasıl erkek kardeş kız kardeşin usbesi olması hasebiyle mirasını ala­biliyorsa, babanın usbe alması daha evladır.

Baba ve kardeş asabe oluyorsa, oğlun usbe olması daha evladır. Cenab-ı hak şöyle buyurdu:

"(Erkek ve kadından) her biri için, ana baba ve akra­banın bıraktığından varisler kıldık"            (Nisa: 4/33)

Allah (c.c.) ana baba ve akrabaların bıraktığından onlara varis olacak kişiler bırakmıştır. Yakınlık ise en yakın rahim sahibinden en uzağa doğrudur.

Ayette geçen "mevali" kelimesi mirasçılar anlamındadır ki Allah ana-baba ve akrabalar için kıldığı mirasçıların en layıkı onların oğullarıdır. Dolayısıyla işin başlangıcında baba oğula mirasçı olurdu. Allah ana-baba ve akrabalar için vasiyet edilmesini emretmiştir:

"Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyyet etmek, Allah'tan korkanlar üzerine bir borç­tur."                                                       (Bakara: 2/180)

Allah'ın onlara vasiyyet emri, mirasın öncelikle oğulun hakkı olduğunu gösterir. Feraiz ayetlerinin inmesinden önce hüküm bu şekildeydi. Oğul, miras almada ana-babadan daha öndedir.

Aynı şekilde Cenab-ı Hak"Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır bırakacak -sa anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyyet et­mek, Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur." buyurarak herekesin sadece oğullarını mirasçı olabildikleri bir düzende valideyn ve akrabalara vasiyet edilmesini emretti. Cahiliye döneminde babanın oğlunun tüm mallarını alması gayet güzel bir davranış kabul edilirdi. Sonra Cenab-ı hak feraiz ayetlerini indirdi. Kendinden başkası olmadığı durumda çocuğun babasının mirasının tamamını alması cahiliyye döneminde uygulanan bir adet idi. İslam da bu adeti yerinde bularak meşru kabul etti. Böylece çocuk ister küçük, ister büyük olsun miras hakkı sabit kılınmış oldu. Aynı şekilde diğer mirasçılar da küçük ve büyük eşit kabul edildi. Oysa cahiliyye döneminde sadece büyük kardeş mirastan pay alırdı. Aynı şekilde peygamberin (s.a.v.) "Miras hisseleri­ni hak sahiplerine verin; ondan sonra geriye kalanı akra­balıkta en yakın olan erkek kişiye verin" emri mirasın an­cak asabe olan yakınlara paylaştırılacağını gösterir. Usbe içinde de önce oğul, sonra baba, sonra dede ve sonra da kardeşler hak sahibidirler.

Peygamber (s.a.v.) bir adamın değişik kadınlardan olan çocukları (Beni Allat) dışındaki bir annenin çocuklarının mi­rastan pay alacaklarına hüküm vermiştir.[166]

Ana-babadan bir kardeş, sadece baba bir kardeşten, da­ha evladır. Oğlun oğlu, oğlun yerindedir.

Aynı şekilde yakın babanın oğulları, büyük babanın oğullarından daha evladırlar. Büyük babaya en yakın, ölüye en yakın olandır. Her bakımdan müsavi olmaları durumun­da ebeveynden olanlar, sadece babadan olanlardan daha evladırlar.

Kur'an kızkardeşin, ölünün çocuğu bulunmadığı zaman yarım alacağına ve erkek çocukla beraber oğlun asib olarak kızkardeşin payını gidereceğine delalet etmektedir. Fakat erkek çocuk değil de kız çocuk olursa, bu durumda Kur'an'da, kızkardeşin mirastan pay almasına engel bir şey yoktur.

Kız çocukla beraber kız kardeşin hakkı ya sakıttır veya yarım pay alır. Veya asabedir. Hakkının sakıt olması sözkonusu değildir. Ne kardeşi ne kardeşinin hakkı sakıt değildir. Uzak akrabalardan dolayı yakın akrabaların hak­larının sakıt olması mümkün değildir. Hakkı sakıt olmadığı gibi yarım hisse de alamıyor. Çünkü Cenab-ı Hak ona yarım hisseyi ölenin çocuğu bulunmaması halinde vermektedir. Ayrıca ölenin kızı ölene ondan daha yakındır. Ve bu nedenle müsavi olmaları mümkün değildir. Yine eğer kızkardeşe yarım hisse verilirse, bu sefer ölünün Öz kızının hissesi, diğer akrabalar nedeniyle yarımdan daha az olacaktır. Bu da caiz değildir.

Yine eğer zevç olsaydı ona dörtte bir düşerdi. Eğer kız kardeşe yarım verilirse bu durumda yine kızın hissesi yarımın altına düşecektir. Oysaki kardeşler ne farz ne de tasib yoluyla ölünün kendi çocuklarından daha fazla hisse alamazlar. Çünkü çocukları ona kardeşlerinden daha yakındır. Allah kızkardeşe nısf (yarım)'ı mütevafa'nın ke-lale, yani baba ve oğuldan mahrum olmaları durumunda vermiştir. Oysa oğul ile beraber, kızkardeşin yarım (nısf) al­ması mümkün değildir.

O halde kızkardeşin miras hakkının sakıt olması da mümkün olmadığına göre, bu durumda onun hükmü amca ve amcaoğlu gibi uzak asabeden daha evla olan yakın asabe hükmüdür.

Cumhurun kavli de böyledir. Buhari'nin rivayet ettiği hadis te buna delalet eder:

"Huzeyl b. Şurahbil (r.a.)'den:

Ebu Musa'ya, kız, oğlunun kızı ve kız kardeşin mirasını sordular. Şöyle dedi:

"Kız yarı alır, kız kardeş te yarı alır." Sonra soruyu so­rana:

"İbn Mesud'a git" diye tavsiye edildi. O da ona gidip Ebu Musa'nın görüşünü de hatırlatarak bu durumu ona da sordu, îbn Mesud dedi ki:

"Onun söylediği gibi söylersem sapıtmış olurum. Hi­dayete ermişlerden olamam." Sonra dedi ki:

"Ben size Rasulullah'ın verdiği hüküm gibi hüküm vere­ceğim. Kız yarı alır, oğlunun kızı üçte ikiyi tamamlamak için altıda bir alır. Kalan da kız kardeşin olur." Onun bu fet­vasından Ebu Musa haberdar edilince şöyle dedi:

"Bu derin alim aranızda olduğu sürece bana sormayın"[167]

İbn Mesud'un bunun Rasulullah'ın hükmü olduğunu bildirmesi kızlarla beraber kızkardeşlerin asabe olduğunu gösterir. Kızkardeş kızlar dışında kardeşiyle de asabe olur. Kız, ölünün kardeşinden daha güçlüdür. Bu nedenle, oğul ile beraber olan kızın aksine asabe sayılmamıştır. Fakat erkek kardeşinden daha güçlü değildir ve erkek kardeşi olduğu za­man asabe durumundadır.

Sünnet'te Muaz'ın[168] kızkardeşe ve kıza yarım verdiği ri­vayet edilmiştir.[169]

Peygamberin (s.a.v.) "Miras hisselerini hak sahipleri­ne verin; ondan sonra geriye kalanı akrabalıkta en ya­kın olan erkek kişiye verin" Bu genel hükümden şu hadiste geçenler hususi tutulmuşlardır.

"Kadın azatlısının, buluntu çocuğun, mülaane yoluy­la kocasından ayrılmasına sebep olan çocuğun olmak üzere üç kimseden de miras alır."[170]

Hadis am mahsus ise, zikredilen deliller nedeniyle bu sınıflar hususi ise, zikredilen deliller nedeniyle bu sınıflar hususi tutulmuş olur.

Denilse ki: "En yakın olan erkek kişiye verin" kavli va­risin neseb yoluyla yakın akrabalarıdır. Şöyle cevab verilir: İtirazcı bu durumda azatlıyı kızla beraber kızkafdeşe mukad­dem kılmaktadır. Oysa o, akrabalardan değildir. Peygamber (s.a.v.) "En yakın olan erkek kişiye verin" buyurmuş ve "erkek" lafzını zikrederek murad edilen asabenin dişi değil erkek olduğunu belirtmiştir. Burada geçen erkek kelimesi "Hangi adam eşyasını bulursa" ve daha birçok yerde geçtiği gibi asla dişilere şamil değildir.

Hüküm erkek ve dişi olmak üzere iki sınıfa geneldir. Bu, tıpkı Rasulullah'ın (s.a.v.) devenin zekatı ile ilgili söylediği şu hadis gibidir:

"Binti mahad (on aylık gebe deve kızı veya) olmaz ise erkek İbn Lebun (yani iki yaşını doldurmuş erkek deve yavrusu)"[171]

Hadiste özellikle erkek lafzı zikredilmiş ve bununla İbn Lebun'dan dişi olanı değil, sadece erkek olanı murad ettiğini beyan etmiştir.

Cumhurun kavlinin doğruluğuna bir diğer delil de "Eğer çocuğu olmayan bir kimse ölür de onun bir kız kardeşi bu­lunursa bıraktığının yarısı bunundur." kavlinin nutku kızkardeşin adem-i veled (yani erkek çocuğun bulunma­ması) halinde yarım alacağına delalet etmektedir.

Mefhum ise meskut konudaki hükmün, mantuk konuda­ki hüküm ile mümasil olmamasını gerektirir. Eğer bunda tafsil bulunursa o zaman bununla maksudu muhalefet hasıl olmuş olur. Meskutun tüm suretlerinin, mantukun tüm suret­lerine muhalif olması gerekmez. Mefhumun delaletinde kim bunu böyle tevehhüm ederse, o kişi tam bir cahildir.

Mefhum, talil ve tahsis yoluyla delalet eder. Hüküm bir illet ile sabit olursa, bu durumda başka bir illetin ona bazı suretlerde veya tamamen muhalif olması caizdir. Tahsis kasdı tafsil ile hasıl olur. O zaman kız kardeşin erkek çocuk ile beraber miras payı ortadan kalkınca maksad, kitap deliliyle hasıl olmuş olur. Fakat ayet-i kerimede, kız kardeşin, kız evlat ile beraber mirasını nefyeden bir husus olmadığından, kızkardeşin feraiz veya asabe ehlinden olması vacip oldu. O, feraiz ehlinden olmakla beraber kızkardeşiyle beraber olması gibi durumlarda asabe konumundadır.

Bu takdirde hadis mahsus değildir. Bilakis umumiliği mahfuzdur. Bu durum aynen onunla (kız kardeş) beraber erkek kardeşin veya erkek ve kızların veya erkek ve kız kardeşlerin, zevceynden biri veya anne hali gibidir. Feraize ehli ile beraber katılır ki geriye kalan nas ve icma ile erkek çocuklar ve kardeşlere tahsis edilemez.

Cenab-ı hak: "Kızkardeşler iki tane olursa (erkek kardeşlerinin bıraktıklarının) üçte ikisi onlarındır." buyur­duktan sonra şöyle buyurdu:

"Eğer erkekli kadınlı daha fazla kardeş mevcut ise erkeğin hakkı, iki kadın payı kadardır."   (Nisa: 4/176)

Ve şöyle buyurdu:

"Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder. (Çocuklar) ikiden fazla kadın iseler ölünün bıraktığının üçte ikisi on­larındır. Eğer yalnız bir kadınsa yarısı onundur. Ölünün çocuğu varsa, ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da ana babası ona varis olmuş ise anasına üçte bir (düşer)..."            (Nisa: 4/11)

Allah (c.c.) çocuk ile beraber anne babadan her birine al­tıda bir hisse verdi. Geri kalan ise erkek çocuğa aittir.

Çocuklar kadın ve erkekten oluşuyor ise, erkeğin payı ka­dının payının iki katıdır. Bu husus müslümanlarm üzerinde ittifak ettiği meselelerden biridir. Bu durumda: "En yakın olan erkek kişiye verin" kavlinden murad, onun dışında asabe bulunmazsa ki, kimi durumda bunlar farz ehlinden ol­maktadırlar.

Hadisin zannedilen zahiriyle amel edilecek olsa bu du­rumda farzdan sonra geri kalan malın kızkardeşlere değil, sadece erkek kardeşlere verilmesi gerekecektir. Bu ise nass ve müslümanlarm icmaı ile batıldır. Bu durumda kadın başkasıyla beraber asabedir. Bilindiği gibi onun kardeşi amca ve amca oğlundan daha yakındır. Kardeşi onun hakkını sakıt edemediğine göre, amcası ve amca oğlunun sakıt et­memesi daha evladır.

O halde "Miras hisselerini hak sahiplerine verin" kavli ile bu meselede hak ve farz sahipleri murad edilmektedir. "Ondan sonra geriye kalanı akrabalıkta en yakın olan erkek kişiye verin" kavliyle de akrabalardan başkasıyla asabe olan murad edilmiştir. Bu durumda kız başkası ile asabedir ve ondan hususiyet sahibidir.

Şayet hak sahipleri ile ister zevceyn, anne ve annenin oğlu gibi ancak farz ile mirasçı olan, isterse de baba, kızlar ve kızkardeşler gibi bazen farz bazen de tasib ile mirasçı olan tüm ehli feraiz murad edilmiş olsun. Bu misal takdim edilmek istenmiştir. Ehli feraizden sonra geriye kalan mala da en layık olan erkek akrabalardır ki hadis bunu kap­samaktadır.

Varisler kısım kısımdır:

* Karı koca, annenin oğlu ve anne gibi halis farz (hak) sahipleri

* Oğullar ve kardeşler gibi halis tasib sahipleri

* Oğul ve dede gibi kendi başına farz (hak) ve asabe sahipleri.

* Kızlar ve kızkardeşler gibi başkaları sebebiyle farz ve asabe sahibi olanlar.

Bilindiği gibi "Miras hisselerini hak sahiplerine verin; ondan sonra geriye kalanı akrabalıkta en yakın olan erkek kişiye verin" hadisiyle kızların ve kız kardeşlerin mi­ras haklan düşürülmek istenmemiştir. Ki onlar başkaları ile asabedirler ve bu durumda icmayla mirastan pay alırlar.

Kızkardeşler kızlarla beraber, kendi kızkardeşleriyle be­raber gibidirler. Erkek kişi infirâd edip -ki o, kızkardeşlerin kardeşidir- kızkardeşlerin hakkını iskat etmiyorsa ondan daha uzağın infirad edip kızkardeşlerin hakların düşürmeme­si daha evladır.

Bu nedenle kesinlikle amca, amca oğlu ve bunlardan daha uzaklar ile hakkı düşen kız kardeş yoktur. Bilakis ya farz veya başkası nedeniyle hasıl olan tasib ile kızkardeşin mirastan pay alması gerekir.

O halde, kızlarla beraber olmaları halinde bu ikisinde biri ile hak almaları gerekir. Farzın vukusu mümkün ol­madığından, aynı onunla beraber erkek kardeşinin bulunması halinde olduğu gibi tasib yoluyla mirasçı olur.

Bundan ehli feraiz cinsinin, ister halis ehli farz olsun veya bununla beraber kendi başlarına veya başkaları nedeniyle ehli tasibden olsunlar, asabelerden önce gelirler.

Kızkardeşler, ehl-i farz (hak sahipleri) cinsindendirler. Ve bazen farz ile bazen de asabe ile mirastan pay alırlar. Onlar, amca ve amca oğlu gibi halis tasib ile pay alanlardan daha mukaddemdirler. Bundan kızkardeşlerin onlardan daha evla oldukları sonucu çıkar.

Bu hadisten, kızlarla beraber kız kardeşlerin mirastan pay almalarının aleyhine sonuç çıkarmak yanlıştır. Aynı şekil­de erkek kardeşleriyle beraber olmaları hatta erkek çocuğun kızlarının erkek kardeşleriyle beraber mirastan pay almaları aleyhine de delil getirilemez. Yine kızların sülüseyni tamam­lamaları halinde erkek kardeşlerinin oğlu ile beraber mirastan pay almalarına engel olarak ta kullanılamaz. Bilakis cumhu­ra göre kendi derecesi ve daha yüksek derece için tasib ol­maktadır. Ancak İbn Mesud ve Ebu Sevr[172] gibi ona tabi olanlar şöyle dediler: Başkası mirastan pay alması hariç o mi­rastan pay alamaz. Başkası ile mirastan düşün tasib ola­maz ve hadisin bu durumlardaki delaleti tek bir cinstendir.

Yine şöyle denilmesi gerekir: Onların tamamı farz ehli cinsindendir. Kız kardeşler de farz ehlindendirler. Hala ve teyze gibi belli bir miktar farz hakları olmayanlar onların konumunda değillerdir.

Veya şöyle denilmesi gerekir: O, özel tutulmuştur. Bu hadis muhtelif lafızlarla gelmiştir, ki bir lafzı da şöyledir.

"Malı miras sahipleri (ehl-i feraiz) arasında Allah'ın kitabına göre bölün. Ondan sonra geriye kalanı akra­balıkta en yakın olan erkek kişiye verin"[173]

Bu lafız tüm ehli feraizin tamamım kapsamaktadır ve eğer bir maruzat olursa bu durumda da başkası ile asabe hali

devreye girmektedir. Hadisten murad farz olan paylaşımı yaptıktan sonra kalan mal sadece erkek akrabaya verilecek değildir. Hadisin lafzının ilk anda bu anlama geldiğini ka­bul etsek bile, nas ve icma ile bundan dönmesi kabildir ki, vaki olan da budur.

 

İki Kızın Mirası Hakkında[174]:

 

Cenab-ı hak şöyle buyurdu:

"Allah size çocuklarınız hakkında, erkeğe kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder, (çocuklar) iki­den fazla kadın iseler ölünün bıraktığının üçte ikisi on­larındır. Eğer yalnız bir kadın ise yarısı onundur." (Nisa: 4/11)

Kur'an açıkça kız çocuğunun erkek çocukla beraber üçte bir, yalnız başına olması halinde yarım ve ikiden fazla kızın üçte iki almaları gerektiğini bildirmektedir. Geriye iki kızın durumu kalıyor. Kızın, erkek çocuklarla beraber dörtte bir değil de, üçte bir olması hak ise, kızlarla beraber rubu (çeyrek) değil üçte bir alması buna göre, daha gerekli ve evladır. Çünkü: "Eğer yalnız bir kadınsa yarısı onundur" de­nilerek yarım, yalnız olması şartına bağlanmıştır. Bu mefhu­muyla onun bu miktarda bir hisseyi, sadece bu vasıf üzere bulunması halinde alabileceğine delalet eder. "İkiden fazla kadın iseler" ifadesinde geçen "ikiden fazla" ve "kadınlar" kelimeleri, bundan iki kadının değil, ikiden fazla çoğul ka­dının murad edildiğini gösterir. O halde buradaki hüküm iki kadın için değildir. Şimdi tek kadına yarım hisse, ikiden faz­la kadına üçte iki hisse olunca, iki kadına üçte ikiden daha fazla hisse verilmesi mümkün değildir. îki kadının her bi­risine malın yarısını vermek suretiyle malın tamamını o

ikisine vermek te sözkonusu değildir. Üç kıza, malın sade­ce üçte ikisi verilir. İki kıza yarım yetmez. Çünkü yarım tek kız olması şartıyladır. Tek kız olmadığı taktirde malın tama­mının yarısını alamaz.

Bu işaret, "Ve in kanet vahideten" ifadesini nasb ile okuyan kıraatten anlaşılmaktadır ki bu durumda "vahideten" kane'nin haberidir ve cümlenin takdiri de "Fein kanet bin-ten vahideten: Yani eğer tek bir kız olura, dır. Bu demektir ki, başka bir kız daha bulunur ve iki kız olursalar her bir kız malın yarısın alamaz. Böyle yaparsalar malın tamamını almış olurlar. O halde geriye şu kalıyor. İki kız da üçte iki hisse alırlar. Ayetin de delaleti böyledir.

Aynı şekilde cenab-ı hak kızkardeşlerle ilgili şöyle buyurdu:

"Kızkardeşler iki tane olursa (erkek kardeşlerin) bırak­tığının üçte ikisi onlarındır."                     (Nisa: 4/176)

Bu ifade, iki kızın, üçte iki hak almaya, iki kızkardeşten daha evla olduklarına delildir.

Aynı şekilde peygamber (s.a.v.), Sa'd b. Rebii'nin iki kızma üçte iki, annelerine sekizde bir ve amcaya geri kalanı vermiştir.[175] İcma da bu şekildedir. İbn Abbas'tan bu konu­da rivayet edilen icmaya aykırı söz sahih değildir.

Cenab-ı hak kızkardeşler için "Kız kardeşler iki tane olursa (erkek kardeşlerin) bıraktığının üçte ikisi onlarındır." buyurmuştur. Çünkü bundan önce erkek kardeşi ile beraber üçte bir alacağı zikredilmiş değildi. Bu husus önceki kav­ilden sonra zikredilmiştir: "Eğer erkekli kadınlı daha fazla kardeş mevcut ise erkeğin hakkı, iki kadın payı kadardır."

Oysa iki kızın durumunu bildiren bu ayette önce erkeğin hakkının, iki kadın payı kadar olduğu belirtilerek tek kızın hakkı erkekle kardeşiyle beraber ifade edildikten sonra bir­den fazla kadınların hükmü beyan edildi.

Çocuk ayeti (yani Nisa: 4/11) ikiden fazla kadının hük­münün iki kadının hükmüyle aynı olduğuna delalet etmek­tedir. Oysa kız kardeşlerle ilgili ayette: "Kızkardeşler iki ta­ne olursa (erkek kardeşlerin) bıraktığının üçte ikisi onların­dır." denilmiş, fakat ikiden fâzla kızkardeşin durumuna açıklık getirilmemiştir. İki kadın üçte ikiye hak kazanıyor­sa, ikiden fazla kadın buna daha fazla layık ve evladır. Oy­sa kızlar (Nisa: 4/11) ayetinde "Erkeğe kadının payının iki misli" ifadesi tek bir kızm, erkek kardeşi ile beraber sadece üçte bir alacağına işaret etmektedir. Kızlar ikiden fazla iseler üçte bire müstehak değillerdir. O halde bu ayetten her ikisi en güzel şekilde birbirlerinin anlamını tamamlamak­tadırlar.

Bir ilave olmaksızın birinci söz iki kızın mirasına delalet ederken daha sonra ikiden fazla kızın miras durumları beyan edilmiştir.

Nisa suresinin son ayetinde ise iki kız kardeşin miras hak­ları beyan edilmiştir ve bu beyan daha evla olma yoluyla üç, dört ve daha fazla kızkardeşin durumunu da açıklamak­tadır. Bunun için ayrıca bir ilave yapılmasına gerek kalmamıştır. Hüsnü beyan gereği 11. ayette ikiden fazla kızın durumu zikredilmiş, diğe ayette (son ayette) ise yukarısı zikredilmeksizin sadece iki kızın durumu zikredilmiştir.

Cenab-ı hak sonra şöyle buyurdu:

"Eğer erkekli kadınlı daha fazla kardeş mevcut ise, erkeğin hakkı, iki kadın payı kadardır."

Burada kardeşlerin tamamının erkek veya kadın olmaları değil erkek ve kadın karışık olmaları murad edilmektedir. Bir erkek, iki kadın veya bir erkek ve bir kadın veya iki erkek ve iki kadın olmaları gibi. Üç erkek ve üç kadın da insanların  ittifakı ile bununla aynı hükümdedir.

Eğer denilse ki: "kardeşler" ifadesi üç ve daha fazlası için kullanılır. Denilir ki: Erkekler ve kadınlar da öyledir. Bun­dan kardeşlerin sayısının altı ve daha çok olması anlamı çıkar. Çünkü tek bir kız kardeşin, tek bir erkek kardeşin ve iki ve daha fazla kız kardeşlerin hükmü beyan edildikten son­ra geriye (kız-erkek) her iki sınıftan da iki ve daha fazla kardeşin hükmünün beyanı gerekiyor ki, beyan tüm kısım­ları muhtevi olsun.

"îhve" ve diğer cem lafızlarından bazen şu kavli ilahide olduğu gibi sayı değil cins murad edilir:

"Bir kısım insanlar mü'minlere, 'düşmanlarınız size karşı toplandılar; aman sakının onlardan!' dedikleri zaman..."                                           (AI-i imran: 3/175)

Bazen de sayı kastedilir ve bu sayı ile iki ve daha yukarısı, bazen de üç ve daha yukarısı kastedilir. Nisa suresinin bu son ayetinde ise mutlak sayı kastedilmiştir. Çünkü daha önce bir kardeşin hükmü beyan edildi. Ve çünkü feraiz konusunda zikredilen hükümlerde bir ile sayının arası ayrıldı ve orada sayının katlan eşitlendi. İki, üç ve dört. Bu, "Eğer ölenin kardeşleri varsa anasına altıda bir düşer" buyruğunun iki ve üçü ihtiva ettiğini gösterir. Bu durum şu kavli ilahide açıkça belirtilmiştir.

"Eğer bir veya kadının, ana babası ve çocukları bu­lunmadığı halde (kelale şeklinde) malı mirasçılara kalır­sa ve bir erkek, yahut bir kız kardeşi varsa her birine al­tıda bir düşer. Bundan fazla iseler üçte bire ortaktırlar."

(Nisa: 4/12)

"Fe in kanu eksermin zalik fehum şürekau fi's-sülüs: Bun­dan fazla iseler üçte bire ortaktırlar" ifadesinde geçen 'kanu' çoğul zamiridir, 'ekser min zalik: Bundan fazla iseler' yani kız ve erkek kardeşten fazla iseler, demektir. Sonra da: (onlar) üçte bire ortaktırlar" buyrularak "fehum" ve "şüreka" gibi muzmer ve muzher çoğul sıygası zikredildi.

"Ekser min zalik: Bundan fazla" ifadesinden sonra zamir tekrar çoğul sıygasıyla ifade edildi. Bu feraiz ayetindeki cem sıygasının, mutlak olarak iki ve daha yukarıdaki sayıya de­lalet ettiğini gösterir. Tıpkı şu kavli ilahilerde olduğu gibi:

"Allah size çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder."

"Eğer ölenin kardeşleri varsa anasına altıda bir düşer."

"Eğer erkekli kadınlı daha fazla kardeş mevcut ise"

Sonra bu sığa ile başka yerlerde üç ve yukarısı murad edilse bile burada, buna iki ve yukarısının murad edilmesi daha uygundur.

Eğer denilse ki: Asıl olan budur. "İkinizin de kalbi 'Fekad sağet kulubukuma: İkinizin de kalpleri kaydı" (Tahrim: 66/4) ifadesinde olduğu gibi çoğul sıygası, bir şeye muzaf olduğu zaman tesniyeye de muhtaçtır.

Yukarıdaki ilahi ifade iki kalpten bahsetmektedir. Fakat burada iki lafzından çoğul lafzına dönülmüştür. Buradan herkesin bir kalbe sahip olduğu bilgisi vardır. Böylece bunun bir kavmin dür olduğu beyanıyla beraber çoğul ifade­si tesniye için kullanılmıştır. Şu kavli ilahi de böyledir:

"Es-sariku ve's-sarikatu fekteuu eydiyehuma: Hırsız­lık eden erkek ve kadının ellerini kesin"   (Maide: 5/38)

buyurulmuş yedihima denilmemiştir.

Denilir ki Beyan edilen bazı yerlerde çoğul sıygası tes­niyeye muhtaç olmakla beraber, kimse bunun intikal anın­da tesniyeye muhtaç olduğunu söylememiştir. Bu nedenle it-lak halinde üç ve daha yukarısı için kullanılmakla beraber açıklanan yerlerde tesniye ve yukarısı için kullanılır. Bun­ların hiçbiri mecaz değildir. Bilakis herbirinin dilde ayrı bir yeri vardır.

Çoğul lafzının sadece üç ve yukarısı için veya iki ve yukarısı için kullanıldığını sananlar hata etmektedirler. Bi­lakis belli yerlerde üç ve yukarısı kullanıldığı gibi, belli bazı yerlerde de iki ve yukarısı ve iki kullanılır ki bunlardan her birinin arap dilinde ayrı bir yeri vardır.

Karine ile beraber fiil, meful, zarf, hal, temyiz ile karine menzilinde olur. Sıfat, atf-ı beyan, atf-ı nısk, istisna, şart, gayet ve diğer mutlakını takyid edip, onu umumdan men ve ihtisasını mucip kılar. Bu arabın faili ref, mefulü bihi nasb ve muzafun ileyhi cer kılması gibi bir dil kaidesidir.

 

Nine'nin Durumuna Gelince:

 

Sıddık'ın (r.a.) dediği gibi "Allah'ın kitabında senin için hiçbir şey yoktur."[176]

Allah'ın kitabında geçen "ümm/anne" kelimesi ile yakın anne murad edilir. Nine her ne kadar bazen anne olarak isimlendirilse de feraiz ayetinde geçen anne lafzına dahil değildir. Fakat bir başka konudaki şu kavli ilahiye dahildir.

"Analarınız size haram kılındı..."           (Nisa: 4/23)

Fakat Rasulullah (s.a.v.) nineye südüs (altıda bir) pay ver­miştir. Ve böylece sünnet ile ninenin mirastan pay aldığı sabit olmuştur.[177] Fakat Rasulullah (s.a.v.)'den ninelerle ilgili genel bir ifade nakledilmemiştir. Bilakis mirastan pay isteyen nineye pay verilmiştir. İkincisi gelince Ebu Bekir onu birincisi ile beraber südüse iştirak ettirmiştir.[178]

İkiden fazla nine konusunda ise insanlar ihtilaf ettiler. Sadece ikisi mirastan pay alır, babanın annesi ve annenin an­nesi, denildi. Malik[179], Ebu Sevr[180] bu görüştedirler. Bazıları da bu ikisi ve dedenin annesi olmak üzere sadece üçü mi­rastan pay alır. Dediler ki İbrahim Nehai şöyle rivayet et­miştir:

"Peygamber (s.a.v.) üç nineye miras verdi. Baba tarafın­dan iki nineye ve anne tarafından bir nineye."[181]

Bu rivayet mürsel hasendir. İbrahim'in mürselleri, mürsellerin en iyilerindendir. Ahmed bununla amel etti. Bu konuda başka bir rivayet mevcut değildir.

Veışöyle denildi: Varisle müdelliyat olan nineler mirastan pay alırlar! Ebû Hanife[182], Şafii[183] ve bir yönüyle Ahmed[184]olmak üzere çoğunluğun görüşü bu doğrultudadır. Tercihe şayan görüş te budur. Çünkü nassm lafzı tüm nineler için varid değilse de kendisine ikinci nine geldiğinde Sıddık (r.a.) şöyle dedi: "Ver­ilen sjjffüs senden başkası için değildi." Nass ondan başkası için iken, mirastan ona pay vermiştir. Ve çünkü annelik cihetiyle ge­lenlerin mirastan paylilmaları konusunda ihtilaf yoktur. Anne, ittifak ile babanın annesine ve annenin annesine mirasçı olur. Geriye dedenin babasının arinesi kalıyor. O ikisi ile dedenin an­nesi abasında ne fark vardır? Babanın annesi ile dedenin arasın­da ne fark vardır?

Bilindiği gibi dedenin babası, dede yerine kaimdir ve o büyük dededir. Aynı şekilde dede de baba gibidir. Hangi nitelik babanın annesinin annesi ile dedenin babasının an­nesini ayırmaktadır? Bundan ölenin annesinin annesi ile babanın annesinin onun açısından eşit olduğu sonucu çıkar. Aynı şekilde babasının annesinin annesi ile babasının babasının annesi babası açısından eşittirler. O halde mi­rasa da eşit olarak iştirak ederler.

Aynı şekilde bunlara göre, annenin annesinin annesi an­nelik silsilesi ne kadar uzanırsa uzansın, mirastan pay alır. Babanın babasının annesi ise mirastan pay alamaz. Böylece annelik cihetiyle nine olanı, babalık cihetiyle nine olana ter­cih ettiler. Ki bu zayıf bir görüştür. Baba cihetiyle nine, anne cihetiyle nineden daha uzakta değildir ve asabe ile bağlan­tılıdır. Oğlun kızı, kızın kızından ona daha evladır. Dolayısıyla annenin annesinin, babanın anasından, ona da­ha evla olması söz konusu değildir.

Bunun benzeri hadane meselesindedir. Çocuğa annenin annesi mi, yoksa babanın annesi mi daha layıktır? Bu iki ayrı görüş hususunda Ahmed'den iki ayrı rivayet mevcuttur.

Hadanenin aslı şudur:

Peygamber (s.a.v.) anneyi babadan önde tutmuştur. Fakat bunun sebebi annenin dişi olması ve terbiyeye yabancı erkekten daha layık olması mıdır? yoksa annelik cihetinin babalık cihetinden daha layık olması mıdır? Birinci şıkkın geçerli olması halinde, annenin annesi öne geçmez bilakis babanın annesi öne geçer. Çünkü her ikisi de dişilikte ortak olmakla beraber, babanın annesi asabeden olması nedeniyle bir adım daha öne çıkmaktadır.

Annelik cihetinin öne çıkması ve annenin annesinin ter­cih edilmesi şer'i usullere aykırıdır. Annenin akrabaları şer'i hükümler cihetiyle kesinlikle babanın akrabalarının önüne geçemezler. Bilakis babanın akrabaları hadane ve

tüm hükümlerde annenin akrabalarının önündedirler.

Mirasta da aynıdır. Babanın annesi olan nine annenin an­nesi olan nineden önde olmasa bile, kesinlikle gerisinde de değildir.

Evet İbn Mesud'un hadisi nedeniyle o (nine) oğlu ne­deniyle mirastan düşmez. Çünkü eğer oğluyla beraber is­tenirse o mirastan pay alamaz. O bu durumda anne ile be­raber olan annenin çocuğu gibids.Ve şunu söyleyenlerin sözü batıldır. Bir şahıs ile talep edilmeyen, onunla mirastan düşer. Bu söz tarden ve aksen batıldır. Anne ile beraber annenin çocuğu cihetiyle tarden, amcaları ile beraber çocuğun çocuğu cihetiyle aksen batıldır. Bunun emsali, şahsın taleb edilmediği kimseyle düşmesidir. Burada illet onun, diğerinin mirasına mirasçı olmasıdır. Kim bir şahsın mirasına mirasçı olursa, ona daha yakın birisi bulunursa onunla mirastan düşer. Nineler annelerin yerine geçtik­lerinden, onunla taleb edilmeseler de, onunla düşerler.

 

Fasl

 

Erkek çocuğun kızlarına kendi kızları ile beraber südüs alıp sülüseyni tamamlarlar.[185]

Yine aynı şekilde baba bir kız kardeşlerin ana-baba bir kız kardeşle beraber aynı hükme tabidirler. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Allah size çocuklarınız hakkında erkeğe, kadının payının iki misli emreder, (çocuklar) ikiden fazla kadın iseler ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır." (Nisa: 4/11)

Görüldüğü gibi ayetin hitabı kızların erkek çocuğunu değil, erkek çocukların erkek çocuklarını kapsamaktadır. "Evladikum: Çocuklarınız" ifadesi ölenin nesebine mensub olanları kapsamaktadır ki bunlar da onun oğulları ve oğul­larının oğullarıdır. Bunları da tertibe göre kapsamaktadır. Sulbden olan oğlun bulunmaması halinde oğulların erkek ço­cukları bu kapsama girmektedir. Hak sahiplerine paylaştır­dıktan sonra geri kalan mirastan ölenin yakın erkek akraba­larına verildiği malum. Oğul, oğlun oğlundan daha yakın­dır. Ölenin oğlu olmayıp sadece tek bir kızı olursa, kız mi­rasın yarısını alır. Kızların nasibinden geriye südüs kalır.

Burada kız olmasaydı, erkek çocuğun kızları mirasın tamamına hak kazanırlardı. Kız mirasın yarısını alınca, geriye kalan onlarındır. Ana-baba bir kız kardeşin baba bir kız kardeşiyle durumu da böyledir. İbn Mesud Peygam­berin (s.a.v.) kız için yarım, erkek çocuğun kızı için ise sülüseyni tekmilen südüs hükmü verdiğini haber vermiştir.

Ancak kızların sülüseyni tamamlamaları durumunda geriye farz kalmaz. Erkek evlatların erkek çocuklarında asabe bulunursa mal onundur. Çünkü erkek kişi olarak o buna daha layıktır. Onunla beraber veya ondan yüksek mer­tebede kız bulunursa cumhuru sahabe ve ulemaya göre o da asabe kılınır.

İbn Mesud'a göre ise erkek asabe onu mirastan düşürür. Çünkü bu durumda o tek başına mirastan pay alamaz. Köle­lik veya küfür ile mirastan sakıt olanlar gibi erkek kardeşiyle de mirastan pay alamaz. Cumhur ise onun varis ve erkek kardeşiyle beraber asabe olduğunu söylemektedirler. Burada ise sülüseynin tamamlanması için farz (olan pay) ile mirastan düşmektedir. Farzın düşmesi durumunda tasibin düşmesi gerekmez.

İhtilaf, kızların sülüseyni tamamlamaları durumunda erkek kardeşi ile beraber baba bir kız kardeşin hükmü konusundadır. Cumhur, kız çocukları erkek kardeşleriyle be­raber, asabe kılmaktadır. Geri kalan yarım hisseyi taksim et­mekte ve misli pay vermektedirler. Kız çocuklara çok veya az düşsün erkek çocuklara kız çocukların iki misli pay ver­mektedirler. Bu konudaki kadının mirastan pay alması görüşü daha kuvvetlidir. İbn Mesud ise bu görüşe muhale­fet etmiştir.

 

Kaza Ve Felaketlerde Aynı Anda Ölenlerin Durumu:

 

Bu hususta da tartışma vardır. Fakat seri usul gereği bu kimseler birbirlerine mirasçı olamazlar. Mirasları hayatta­ki diğer hak sahiplerine kalır. Cumhurun görüşü de böyledir. Fakat Ahmed'den bu konuda iki ayrı görüş rivayet edilmiştir.[186]

Usulde 'lakit' delilinde olduğu gibi meçhul madum hük­mündedir. Aynı şekilde kayıp şey meselesinde olduğu gibi Ahmed, meçhulü madum gibi kabul eden sahabenin söz­lerine uymuştur. İlk koca kayıp olduğu sürece kadın za­hiren ve batmen ikinci kocanın karışıdır. Birinci koca ortaya çıkarsa bu durumda nikah mevfuk olur. Çünkü o karısından kendi izni olmaksızın ayrı düşmüştür. Fakat bu caiz bir ayrılık idi. Bu nedenle nikah birinci kocanın karısını geri is­teme veya reddetme hakkını kullanıncaya kadar mevkuf olur. Birinci koca karısını geri almak ile mihri geri almak arasında bir tercih yapar.

Karısını seçerse, kadın onun olur ve ikinci nikah batıl olur. Ayrıca talaka gerek kalmaz. Birinci koca kadını almaz ise, kadın ikinci kocanındır. Birinci koca kendi izin dışın­da gelişen bir olay nedeniyle kadına verdiği mihri geri ala­bilir. Kadın birinci kocasına dönsün veya ikincisinde kalsın, yeni bir nikah akdetmeye gerek yoktur.

Burada kadının üç hali vardır:

Birinci kocasının hali meçhul ise, zahiren ve batmen ikinci kocanın karışıdır.

Birinci kocanın onu seçmesi halinde, zahiren ve batmen birinci kocanın karışıdır.

Kocanın seçim yapmadan önce ortaya çıkması. Bu du­rumda iş nikah gibi mevkuttur.

Buradaki maksadımız Ahmed'in meçhulü madum gibi gören bazı sahabelere uyduğunu açıklamaktır.

Bu durumda adamlardan biri diğerinden önce ölürse, bu meçhuldür. Meçhul ise madum (yok) gibidir. Böylece birinin diğerinden önce olması yok hükmündedir. Ve dolayısıyla bu iki kişi birbirlerine mirasçı olamamaktadırlar.

Aynı şekilde miras yaşayan kişilerin maldan faydalan­maları için meşru kılınmıştır. Her iki mirasçının da ölmesi durumunda, bunların birbirlerinin mallarından faydalana­mayacakları açıktır. Bunları birbirine mirasçı kılmak, mirasın hikmetine aykırıdır. Miras alacak kişinin, hayatta olup, ölene halife olması gerekir. Aynı şekilde mirası kalan kişinin de ölmüş olması ve halife sahibi olması gerekir. Böylesi iki zıd şeyi biraraya getirmek mümkün müdür?!

Ayrıca devr meydana gelmemesi için de bu durumdaki şahısların mutlak olarak mirastan uzaklaştırılmaları gerek­mektedir.

Ancak ikisinden biri diğerinden sonra velev ki bir kaç saniye dahi yaşasa bu durumda onun misali doğduktan hemen sonra ölen bebeğin durumu gibidir. Bu durumda yaşama hükmü geçerli olur ve kişi mirastan pay almaya hak kazanır. Fakat diğerinden sonra yaşayıp yaşamadığı bilinmeyen şahsın durumu böyle değildir. Mirasçı olmanın şartı kişinin hayatta olduğunun bilinmesidir. Miras, miras bırakan şahıstan sonra yaşayanlar içindir. Varisin hayatta olduğunun bilnmemesi, onun mirastan hak almasına en­geldir. Çünkü bilinmemek yok olmak gibidir.

Riba konusunda da dediğimiz gibi: "Eşitlikler konusun­daki cehalet, üstünlükler konusundaki ilim gibidir. Ve tekad-düm hususundaki cehalet, adem-i tekaddüm hususundaki il­im gibidir."

Allah daha iyi bilir. Allah'ım peygamberimiz Muham-med'e, aline ve ashabına salat ve selam et. Tüm güç ve kuvvet aliyyu'1-azim olan Allah'ındır.

 

Riba (Faiz) Ayetleri Hakkında:

 

Cenab-l hak şöyle buyurdu:

"Faiz yiyen kimseler (kabirlerinden) tıpkı şeytan çarp­mış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, 'Ahş-veriş (ticaret) de faiz gibidir' demelerindendir. Oysaki Allah, ticareti helal, faizi haram kılmıştır. Bun­dan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vaz geçerse, geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah'a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse işte onlar Ateşliktir, orada devamlı kalırlar...

Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız faiz olarak artan miktarı almayın.

Şayet yapmazsanız Allah ve Rasulü tarafından ilan edilmiş bir harb ile karşı karşıya olduğunuzu bilin. Eğer tevbe edip faizcilikten vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir. Böylece haksızlık etmezsiniz ve haksızlık da edilmezsiniz.

Eğer (borçlu) darlık içinde ise, bir kolaylığa ulaşıncaya kadar ona mühlet vermek (gerekir). Eğer gerçekten çok iyi anlayan kimseler iseniz sadaka saymak sizin için da­ha hayırlı bir iş olur."                     (Bakara: 2/275-280)

"Felehu ma selef: Geçmişte olan kendisinindir." Yani daha önce alınmış faizler ona aittir.

"Ve emruhu ilallah: Ve işi Allah'a kalmıştır." Yani Cenab-ı hak dilerse onu bağışlar. Buradaki zamirin şahsa veya "ma" ya döndüğü söylenmiştir. Her halükarda ayet, onun işinin borçluya değil, Allah'a kaldığını ifade etmek­tedir. Fakat borçlu bundan sonraki faiz borçlarının düşürülmesini talep hakkına sahiptir.

Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız faiz olarak artan miktarı almayın.

Şayet yapmazsanız Allah ve Rasulü tarafından ilan edilmiş bir harb ile karşı karşıya olduğunuzu bilin. Eğer tevbe edip faizcilikten vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir.

Yani borçluların aleyhine faiz olarak artanı almayın. Tevbe ederseniz, ziyadesiz sadece ana malınız sizindir.

Cenab-ı hak fazlalığın terkedilmesini emretmiştir ki, işte terki emredilen bu fazlalık faizdir. Haram kılınması ile beraber borçlunun üzerinden düşmektedir. Borçlu haram kılındığı andan itibaren faiz vermemek ve onu kendisi için kullanmak hakkına sahiptir.

Ancak sahibinin tahrim ayetinden önce almış olduğu faizle ilgili olarak da şöyle buyrulmuştur: "Geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah'a kalmıştır" Yani geçmişte alınmış faizler alan kişiye aittir ve onun bu işi sadece Cenab-ı Hakk'a kalmıştır. Dilerse affeder. Borçlunun daha önce ödediği faizleri geri isteme hakkı yoktur. Allah'tan kendi­sine bir öğüt gelip de bu öğüde uyanların günahları affedilmesi veya cezalandırılması Allah'a kalmıştır.

"Geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah'a kalmıştır" ifadesi bu günahtan samimiyetle tevbe edenlerin bağış­lanacaklarına işarettir.

Sonra "Allah'tan korkun. Eğer gerçekten inanıyor­sanız faiz olarak artan miktarı almayın." buyrularak bundan sonra kalan faizlerin alınmaması emredildi. Yoksa daha önce alınan faizlerin geri ödenmesi kesinlikle em­redilmedi.

Ve sonra: "Eğer tevbe edip faizcilikten vaz geçerseniz sermayeniz sizindir." buyrularak daha önce alman faizler hususunda şart koşulmadı.

Bu hüküm kafir iken faiz alan ve sonra müslüman olup, bizim hükmümüze baş vuran kimse için de geçerlidir. Kafir­lerin diğer ticari işlerden kazandıkları mallar gibi, onun kafir iken faizden kazandığı mallar müslüman olduktan sonra da kendisinindir. Kafir iken içki satıp parasını al­ması ve sonra da müslüman olması durumunda da böyledir. Aldığı bu para ona helaldir. Zira Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Kim bir şey üzerine müslüman olursa o şey onun­dur."[187]

Müslümanlar bu konuda üç durum üzeredirler:

1- Bazen ictihad ve taklid ile bu konudaki bazı riba çeşitlerinin helal olduğu yanılgısına kapılabilirler.

2- Bazen cehaletleri nedeniyle yapılan işin riba olduğunu bilmeyebilirler.

3- Bazen de bile bile haram işlemektedirler.

Birinci ve ikinci durumlarda alınan malın daha sonra riba olduğu anlaşılırsa bu konuda iki görüş vardır:

Aynı gaspçı gibi aldığı riba malı iade eder denildiği gibi iade etmez de denilmiştir ki doğru olan da bu görüştür. Çünkü o bunun helal olduğuna inanıyordu. Kafir şahsın geçmişte haram yoldan elde ettiği kazancı, müslüman olduk­tan sonra da helal oluyorsa, yanlış tevil sonucu haram mal elde eden müslümanın tevbe etmesi durumunda elde ettiği mal kendisine helal olur. Çünkü bazı alimlerin fetvası gereği helal inancıyla böyle bir malı alması durumunda, daha son­ra aldığı malın helal olmadığı anlaşılması ve tevbe etmesi halinde bağışlanması evladır. Çünkü o, kafire göre daha çok özür sahibi sayılır.

Bilgisizliği ve cehaleti yüzünden haram işleyen müslü­manın durumu ise, bunun kadar kolay olmamakla beraber kafirden daha kötü de değildir.

Cehaleti yüzünden bazı vacipleri terkeden bir müslü­manın daha sonra bunları kaza etmesi gerekir mi? Bu konu­da iki görüş olmakla beraber, tercih ettiğimiz görüşe göre kaza etmesi gerekmez.

Bu meselenin aslı şu sorudur: Kendisine hitap ulaşmadan önce bir müslüman hakkında hitabın hükmü sabit olur mu? olmaz mı?

Bu konuda Ahmed'in ve diğerlerinin mezhebinde iki ayrı görüş mevcuttur.

Deve ağılında namaz kılan veya deve eti yedikten sonra abdest tazelemeden namaz kılan kişiler bu konudaki naslar açığa çıktıktan sonra, namazlarını iade etmeleri gerekir mi gerekmez mi? Bu konuda Ahmed'den iki ayrı rivayet vardır.[188]

Ben birçok yerde, muhtelif deliller ile böylesi durumlarda namazın iadesinin gerekmediği görüşünü savundum. Bu delillerden bazıları şunlardır:

1- Ömer ve Ammar'ın[189] kıssaları. Her ikisi de cünüp idi­ler. Bu nedenle Ömer namaz kılmamıştır..Peygamber (s.a.v.) daha sonra ona namaz kılmasını emretmedi.[190]

2-  Ebu Zer hadisi. Peygamber (s.a.v.) ona da namazı kılmasını emretmemiştir.[191]

3- Müstehaza hadisi[192]

4- Namazı yanlış kılan bedevi hadisi[193] Rasulullah ona geçmiş namazları değil, vakti henüz çıkmamış olan hazır namazı iade etmesini emretti.

5- Siyah iplik ile beyaz ipliği birbirinden ayırt edinceye kadar sahurlarını yiyenlerin hadisi. Bunlar da daha sonra oruçlarını tekrarlamakla emredilmediler.[194]

Şeriat emir ve yasaklar bütünüdür. Emir hükmü ancak, emir hitabının ulaşmasından sonra vaki olduğu gibi yasak hükmü de böyledir. Bir kimse haram olduğunu bilmeden bir şey yapsa, sonra bunun haram olduğunu öğrense, o kimse bundan dolayı cezalandırılmaz. Bunun gibi bir kimse haram olduğunu bilmeden ticaretine bazı faiz işleri karıştırsa ve bundan para kazansa, o kimse daha sonra Rabbinden gelen öğüte kulak verip faizi terkettikten sonra daha önce faizden kazandığı mallar helal hükmündedir ve kendisine aittir. Bu kimse kafirden daha kötü değildir ki, kafir küfründen döndükten sonra kazandıklarının tamamı helal olarak ken­disine aittir. Haram olduğunu bilmeden şarap, haşhaş ve köpek satıp parasını almak da bunun gibidir.

Semure'nin[195] içki satıp parasını aldığı Ömer'e ulaşınca şöyle dedi: "Allah Semure'yi katletsin. Rasulullah'ın şöyle dediğini bilmiyor mu: 'Allah bir kavme bir şeyin yen­mesini yasaklamış ise, onun parasını da yasaklamıştır."[196]

Bazı cizye memurlarının ehl-i kitap tancizye karşılığı şarap alıp, sonra bunu sattıklarını duyan Ömer şöyle dedi:

"Ehl-i kitap şarabını kendisi satsın; sonra siz bunun parasını alın" demiştir.[197]

Burada şuna dikkat edilmelidir: Ömer Semure'ye içki satışından elde ettiği parayı geri iade etmesini emret-memiştir. İçki ehl-i kitaba satılmış ve onlar da bundan fay­dalanmışlardır.

Haram olduğunu bilmeden parasını almak günah değildir, ve bu para geri iade edilmez. Nasıl ki kafir küfründen tevbe ettikten sonra geçmişte İslama göre haram yollardan kazandığı şeyler, artık kendisi için helal ise müslümanın da haramlığını bilmeden kazandığı mallar kendisine aittir. Kur'an şu kavliyle bunu teyid etmektedir: "Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vaz geçerse, geçmişte olan kendisinidir." Bu hüküm geneldir. Kim Rabbinden gelen öğüte uyarsa, geçmişte kazandıkları kendisine aittir. Bu hükmün müslü-man hakkında sabit olduğunu şu kavl-i ilahi delalet etmek­tedir.

"Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Faizt)lârak ar­tan miktarı almayın"                                      

Hakk teala mü'minlere şimdiye kadar aldıklarını iade et­meyi değil, o andan itibaren faizi terketmeyi emretmiştir. Şimdiye kadar faiz olarak almış oldukları malların yine kendilerine ait olduğu Kur'an'da yine şöyle ifade edilmiştir: "Geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah'a kalmıştır." Allah kullarından tevbeyi kabul eder. Eğer denilse ki bu hüküm sadece kafirler hakkındadır. Denilir ki: Kur'an'da buna delalet eden herhangi bir hüküm yoktur.

"Bundan sonra kime Rabb'inden bir öğüt gelir de faizden vaz geçerse, geçmişte olan kendisinindir." kavl-i ilahisi kafirleri de kapsamakla beraber, onlardan önce ve evlaviyetle müslümanları kapsamaktadır.

Zeyd b. Erkam'ın[198] kıssasında olduğu gibi Aişe muame­latına riba bulaştıran kadına:

"Ne kötü yapmışsın, ne kötü yapmışsın! Zeyd'e söyle tevbe etmediği taktirde Rasulullah (s.a.v.) ile birlikte yap­tığı cihadın sevabından mahrum olacaktır." dedi. Kadın:

"Ey mü'minlerin annesi, sadece sermayemi alsam ne dersin?" demesi üzerine Aişe:

"Bundan sonra kime Rabb'inden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah'a kalmıştır." kavl-i ilahisini okudu.743

Hatta şunu dahi söyleyebiliriz: Bu ayet bilerek haram işlediği halde, Rabb'inden gelen öğüte kulak verip haram işlemeyi terkedenleri de kapsamaktadır. Cenab-ı hak tevbe eden herkesin tevbesini kabul eder ve geçmişte işlenilmiş kötü fiil, sanki hiç işlenilmemiş gibi olur. Ayet: "Geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah'a kalmıştır" ifadesiyle bu kimseleri de kapsamaktadır. Bundan sonra gelen şu ilahi hitab da buna delalet eder:

"Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız, faiz olarak artan miktarı almayın." Ve:

"Eğer tevbe edip faizcilikten vazgeçerseniz sermayeniz sizindir."

Tevbe kafirleri kapsadığı gibi, günahkar müslümanı da kapsamaktadır. Riba'lı işleme giren kişi tevbe ettiği za­man, sermayesi kendisinindir ve bundan önce aldığı faizleri iadeyle memur değildir.

"Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vaz geçerse geçmişte olan kendisinindir"

Bilerek faiz yiyen ve yediren melundurlar.744 Tevbe et­tikleri taktirde günahları bağışlanır. Daha önce alınmış olan faiz, faizci tarafından kullanılmış veya harcanıp tüke­tilmiş veya baki kalmış olabilir. Alınan faiz malı tamamen harcanmış ve borca dönüşmüş ise bu büyük bir zarardır. Bu durumda iyilik olarak onun üzerindeki borçlar silinebilir. Zimmetinde kalanlar ise, diğeri ona gönül rızasıyla ver­miştir. Ve faizi alan da veren de melundurlar.

(743) Be eser rivayeti için bkz: İbn Ebi Hatim, Tefsir: 3/1134-1135, Darekutni: 3/52, Beyhaki Sünenü'l-kiibra, Kitabu'1-buyu: 5/330, İbn Kesir, Tefsir: 1/484, İbn Kayyim, İ'lamu'l-muvakkiin: 3/219.

(744)  Cabir b. Abdullah'tan Rasulullah (s.a.v.) faiz yiyene, yedi­rene, yazana ve şahidlik edene lanet etti ve "Onlar bunda eşittirler" buyurdu.,Müslim, kitabu'l-musakat: 2/1219.

311

Bir adam diğerine malını telef etmesini söylese o da etse, her ikisi de zalim olmakla beraber malın telefini em­reden adam bunu karşılamak zorunda değildir. Aynı şekilde kölemi öldür, diyen adamın da durumu böyledir ki bu görüş Ahmed ve başkaları tarafından benimsenmiştir.745

Aynı şekilde faizcileri bu işe teşvik edenler faiz işlem­lerini kabul edenlerdir. Dolayısıyla bu insanların karşılaşa­cakları zararlar karşılanmaz. Yine bir çok alim hırsız üzerin­de iki ceza birden vaki olmaması için, had ile beraber hırsızın çaldığı malın tazmini ile sorumlu tutulamayacağını söylemişlerdir.746

O halde faizci üzerinde, geri kalan faizlerin düşürülme­si ve daha önce alınan faizlerin geri ödenmesi gibi iki cezanın uygulanmaması evlaviyetle daha gereklidir. Malın aynısı baki olsa bile o hırsız veya gaspçı gibi bunu malın sahibinden zorla almış değildir. Bilakis o bu malı haram ol­sa da, her ikisinin rızasına dayanan bir sözleşme ile almıştır. Nasıl kafir müslüman olduktan sonra aldığı faizi geri iade etmiyorsa, günahkar müslüman da tevbe ettikten sonra, geçmişte aldığı faizleri geri ödemez.

(745) Bkz. Keşfu'l-kanaa an metni'1-iknaa: 4/112.

(746) Hırsızın veya gasıbçının çaldığı malın aynısı mevcut ise çalı­nan bu malın aynısının sahibine iadesi konusunda tüm alimler müttefik­tirler. Ancak çalınan şey telef olmuş ise bu konuda alimler ihtilaf et­mişlerdir. Hırsızın elinin kesilmesiyle beraber, çalman şeyin tazmini gerekir mi gerekmez mi?

Ebu Hanife eli kesilen hırsız aynı zamanda malın tazmini ile ceza­landırılmaz. Çünkü konuyla ilgili ayette "Hırsızlık eden erkek ve kadının yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah'tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir." (Maide: 5/38)

buyurulmakta fakat malın tazmininden bahsedilmemektedir.

Şafii, Ahmed, İshak, Nehai, Leys ve Ebu Sevr ise; ister ödeyebilsin, ister ödeyemesin malın tazmini ile yükümlüdür. Ödeyemezse üzerine borç kalır, dediler. Ata, İbn Şirin, Şa'bi ve Mekhul ise, eli kesildiği taktirde hırsızdan malın tazmini istenmez dediler.

İbn Arabi ve Kurtubi Şafii'nin görüşünü tercih etmişlerdir.

Bkz. Ahkamu'l-Kur'an Cassas: 2/431-432, Ahkamu'l-Kur'an İbn Arabi: 2/113-114, Camiu'l-Ahkam Kurtubi: 6/165-166.

312

"Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vaz geçerse geçmişte olan kendisinindir ve işi Al­lah'a kalmıştır."

Şöyle denilebilir: Şarabın parası veya fahişenin fuhuştan aldığı para veya kahinlerin kehanetleri karşılığında aldıkları ücret gibi kötü kazanç sahipleri tevbe ettekten sonra, aldık­ları parayı sahiplerine iade etmeyecekleri gibi, ulemanın ter­cih ettikleri görüşe göre tasadduk etmeleri gerekir.

Şarabı taşıması için kiralayan hammal meselesinde Ahmed, onun ücret alabileceğini, fakat alınan bu ücreti yiyemeyeceğini söylemiştir. Çünkü hammallık caizdir ve ücreti haketmektedir fakat şarap sahibinin kasdından dolayı aldığı ücreti yiyemez.747

Aynı şekilde şarap yapan kimseye üzüm veya meyve suyu satan kişiye, üzüm ve meyve suyunu geri vermek mümkün olmadığından , bunun ücreti verilir. Hiçbir akıllı üzümü alıp şarap yapana o üzümün parası geri verilir, diye­mez. Bu meselede en fazla şu denilebilir: Şarapçıya üzüm satan kişi aldığı bu parayı sadaka vermelidir.

Buna kıyasla aynı şey faiz içindir denilirse şöyle cevap ver­ilir: Buradaki haramkk Allah'ın hakkından dolayıdır. Çünkü ne­fis haram olan şarabı ivaz etmiştir. Diğerinde ise haramlık beşeriyete yönelik bir zulümden kaynaklanmaktadır.

Ayrıca faizin geri iadesi durumunda bu suistimal edile­cek ve kötü niyetli kimseler insanların sermayelerini alıp kul­landıktan sonra verdiği faiz fazlalığını geri isteyecektir. İnsanların rızası ve borç olmaksızın onların paralarını kul­lanarak kendisine haksız kazanç temin edeceklerdir. Bu kapının da kapatılması gerekir.

(747) İçen veya yiyen kimse için ücretiyle şarap, domuz eti veya leş taşımak caiz değildir. Şafii, Ebu Yusuf ve Muhammed'in görüşleri de böyledir. Fakat Ebu Hanife caiz demiştir.

İmam Ahmed de böyle bir iş yapan hammalın aldığı ücreti yemesinin mekruh olduğunu söylemiştir.

313

Bu mesele tahkik ve araştırma gerektirmektedir. Biz, kitap, sünnet ve içtihadın ışığında şundan kesin olarak emi­niz ki, yanlış te'vil veya cehaletleri yüzünden faiz alanlar, tevbe ettikten sonra bunu geri iade etmezler. Haramlığını bi­lerek faiz yiyenlerin durumu ise araştırma gerektirmektedir.

Bu konuda bazıları şöyle demektedirler: Haram olduğu­nu bildiği halde içkiden para kazanıp sonra tevbe eden kim­senin geçmişte haram yoldan kazandığı bu para şimdi de ken­disine aittir.

Aynı şekilde haram yoldan para kazanan herkes, şayet bu malı veren kimse gönül rızası ile vermiş ise, tevbe ettikten sonra, geçmişte kazandıkları ona aittir. Tevbe etmeden önce fahişelik veya kahinlik yapan kimselerin bu çirkin işler­den kazandıkları para da böyledir.

Bu görüş seri usulden çok da uzak bir görüş değildir. Bu görüş ayeti kerimelerde geçtiği gibi tevbe edenle, etmeyeni birbirinden ayırmaktadır.

"Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt, gelir de faizden vazgeçerse geçmişte olan kendisinindir." Ve:

"İnkar edenlere eğer vazgeçerlerse, geçmiş (gü­nahların) bağışlanacağını söyle."               (Enfal: 8/38)

Bu hüküm kafirler hakkında kesin mütevatir hadisler ve müslümanların ittifakları ile sabittir. Bir kafir müslüman olduktan sonra, geçmiş namaz, oruç ve zekatı kaza etmek zorunda değildir ve eski dinine göre, helal olduğu inancıy­la kazandığı mallar kendisine aittir.

Geçmişte namaz ve oruçlarını aksatan müslümanın tev­be ettikten sonra bunların kazasının gerekip gerekmediği ko­nusunda ihtilaf vardır.2 Bu hususu kuvvetlendirendir diğer şey de bu malın hiçbir şekilde telef olmadığı gerçeğidir. Fu­huş ve içki satışı yoluyla elde edilen mal, ya sadaka verilir veya zina eden ve içki içene verilir veya bu tevbekar kim­senin elinde kalır.

314

Paranın zinakar ve içkiciye geri verilmesi söz konusu olamaz. Bu büyük ve kat kat daha fazla fesada yol açar. Ken­di rızasıyla para verip, zina eden bir kimseye parasını iade etmek, onu günaha teşvik etmekten başka bir şey değildir.

Bu paranın sadaka olarak verilmesi uygun bir görüştür. Fakat bu kimse fakir ise, elinde bulunan bu mala diğer fakirlerden daha layıktır. Ben birçok kez bu doğrultuda fet­va verdim. Tevbekar fakir ise, kötü yoldan kazandığı paradan ihtiyacı kadarını alabilir. Çünkü o buna başkalarından daha layıktır ve bu onun tevbesini yerine getirmeye destek mahiyetindedir. Eğer bu malın tamamını çıkarmak zorunda bırakılırsa, o bundan büyük zarar görecek ve tevbeden yüz çevirecektir. Şeriat usulünü inceleyen kimse görecektir ki is­lam insanları tevbeye çekmek için onlara her türlü kolaylık ve hoşgörüyü göstermektedir.

Aynı şekilde mücerret olarak parayı almada herhangi bir zarar yoktur. Para alındığı anda sahibinin mülkünden çık­mış olur ve paranın aynısı haram değildir. Haram olan, o pa­ranın günaha vesile kılınmasıdır. Tevbe günahı düşürdüğü­ne göre bu para fakir olan alıcısı için helal olmaktadır. KÖ-tü yoldan para alan kimsenin zengin olması halinde, infak etmesi daha evladır. Bununla bu tür kötü yollardan para kazananların tevbeleri kolaylaştırılmış olmaktadır.

Faiz ise sahibinin onayı ile alınmaktadır. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vaz geçerse geçmişte olan kendisinindir ve işi Al­lah'a kalmıştır."

Yoksa kim müslüman olursa veya haramlığını anlarsa de-nilmemektedir. "Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse" buyrulmuştur ki öğüt, bilme­yerek haram işleyenden çok, bilerek haram işleyenlere yö­neliktir. Hak teala şöyle buyurdu:

315

"Eğer inanmış insanlarsanız Allah, bir daha buna benzer tutumu tekrarlamaktan sizi sakındırıp uyarır."

(Nur: 24/17)

"Onlar, Allah'ın kalplerindekini bildiği kimselerdir, onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında tesirli söz söyle."                          (Nisa: 4/63)

Ve yine: Bunda orta yol vardır. Nasıl borçlu baki kalan faiz fazlalığını ödemiyorsa, faiz fazlalığı alan kimse de geçmişte aldığı faizleri ödemekle sorumlu değildir. Geçmiş faizlerden onu sorumlu tutmak, borçludan bundan sonra da faiz ödemesini istemek gibi çirkindir. Her ikisi de zulüm ve aşırılıktır. Oysa islam orta yolu tercih etmemizi emreder. Al­lah daha iyi bilir.

316

FASL FAİZ ÜZERİNE

Faiz konusunda metinler, meani ve eserler üzerinde yap­tığım araştırmalar sonucu -Güç ve kuvvet sadece Allah'ın­dır ve istihareden sonra- faizin aslının Riba-ı Nesie/vadeli faiz olduğunu anladım. Paranın belli bir vakite kadar, daha fazla paraya satılması veya borcun ertelenip, alacak mik­tarının artırılması bu kabildendir, cahiliyye döneminde yaygın olan faiz de bu idi. Ahmed b. Hanbel'e kesin faiz hakkında sorulmuş o da bu cevabı vermiştir:

"Borcun ödemesi geldiğinde alacaklı:

"Borcunu ödeyecek misin, yoksa artırmayı mı düşünüyor­sun?" diye sorar. Eğer borçlu kabul ederse, vade (ödeme süresi) uzatılır, buna karşılık borcun miktarı artırılır. Böylece borçlu daha da borçlanırken, alacak sahibi hiçbir çalışma yapmaksızm oturduğu yerden servetine servet katmış olur.

İşte Allah bunu haram kılmıştır. Çünkü burada ihtiyaç içinde kıvranan borçluya zarar ve insanların mallarını batıl ile yemek sözkonusudur.

Zamanımızda birçok meşhur alim, faizin haram kılın­masının hikmetlerini bilmediklerini söylemektedirler. Bunun nedeni, onların haram kılman şeylere topluca bakıp, bundaki zararı görememeleridir.

Meseleyi şöyle tahkik ettik:

Faiz açık ve gizli olmak üzere iki çeşittir. Açık faiz ih­tiva ettiği zarar ve zulüm nedeniyle haram kılınmıştır. Giz­li faiz ise, açık faize vesile teşkil etmesi nedeniyle haram­dır. Nesie faizi de açık faizdir. Çünkü ihtiyaç sahibi borç­lulara büyük zararlar vermektedir. Bu zararlar herkesçe bi­linmektedir. Zengin bu yolla hiçbir zahmet çekmeksizin fakiri sömürmekte ve haksız yere insanların mallarını yiye-

317

rek servetini daha da şişirmektedir. Bu nedenle Cenab-ı Hak faizi sadakanın zıddı saymıştır.

"Allah faizi mahveder, sadakaları çoğaltır."

(Bakara: 2/276)

"İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir faiz, Allah katında artmaz. Allah'ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekata gelince, işte zekatı veren o kimseler, evet onlar kat kat arttıranlardır."(Rum: 30/39)

Ve Hak teala peygamberine ilk indirdiği ayetlerden birinde şöyle buyurdu:

"Yaptığın iyliği çok görerek başa kakma"

(Müddessir: 74/6)

Ve şöyle buyurdu:

"Ey iman edenler! Kat kat artırılmış olarak faiz yemeyin. Allah'tan sakının ki kurtuluşa eresiniz. Kafir­ler için hazırlanmış bulunan ateşten sakının! Allah'a ve Rasulüne itaat ediniz ki size merhamet edilsin. Rab-binizin bağışına ve takva sahipleri için hazırlamış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! O tak­va sahipleri ki, bollukda da, darlıkta da Allah için har­carlar, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever."

(Al-iimran: 3/130-134)

İnsanlara zulüm olan faiz yasaklandı, bunun yerine in­sanlara iylikte bulunmak emredildi.

İbn Abbas'ın Üsame'den rivayet ettiği hadiste Rasulul-lah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Riba, ancak veresiyede (nesi') olur."748

Fakat bu sınırlama ile, kemalin husulü amaçlanmıştır. Tam kamil anlamıyla faiz, veresiyede geçmektedir. Tıpkı İbn Mesud'un: "Alim, Allah'tan korkan kişidir."749 sözü de bu kabildendir. Buna benzer birçok sınırlama ifadesinden biri de şu kavli ilahidir.

318

"Mü'minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın ayetleri okunduğunda imanlarını arttıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir."                                                (Enfal: 8/2)

Riba-ı fazl'a (Fazlalık faizine) gelince; fazl faizi, seddü'z-zeria (vesileyi engelleme) için yasaklanmıştır. Müsned'de geçen Sa'd'ın750 merfu hadisinde şöyle buyurulmuştur:

"Bir dirhemi iki dirheme satmayın. Muhakkak ki ben sizin remaya düşmenizden korkarım ki rema faizdir."751

Fazl faizi konusunda selef ve halef ihtilafa düşmüştür. Se­leften bir gurup fazl ribasının tüm çeşitlerini helal kabul et­miştir. İbn Abbas, İbn Mesud ve Muaviye fazl ribasını helal kabul edenlerdendirler. Hatta Muaviye altın veya gümüş su kabını ağırlığından fazla bir fiyata sattı. Onun bu tavrını gören Ubade b. Samit752, Ömer'e giderek Muaviye'nin bu tavrını ona şikayet etti.753

(748)  Buharı, Kitabu'I-Buyuu: 3/31, Müslim, Kitabu'l-musakat: 2/1217-1218.

(749) Buna benzer bir sözü Suyuti, Dürerü'l-Mensur: 7/20'de naklet-miştir.

(750) Sa'd b. Malik Sinan. İmam ve mücahid. Medine müftüsü. Ebu Said el-Hudri. Hendek ve Rıdvan beyatına iştirak etti. Fakih ve mücte-hid sahabelerdendir. 1170 hadis rivayet etmiştir.

(751) İbn Ömer'in hadisinden Ahmed merfu olarak tahric etmiştir. (Müsned: 2/109.)

(752) Ubade b. Samit b. Kays. İmam ve lider. Ebu'l-Velid el-Ensa-ri. Akabe biatinin emirlerinden ve sahabenin büyüklerinden biridir. Bey-tü'1-makdis'e yerleşti. H. 35 yılında vefat etti.

(753) Ata b. Yasir (r.a.) 'dan: Muaviye altın veya gümüş su kabını ağırlığından fazla bir fiyata sattı. Ebu'd-derda şöyle dedi:

"Rasulullah'm bu gibi alışverişleri misli misline olmadığı için yasak­ladığını duydum." Muaviye şöyle cevap verdi:

"Bu gibi şeylerde ben bir sakınca görmüyorum." Bunun üzerine Ebu'd-Derda şöyle dedi:

319

Ubade, peygamberin altı cins hakkındaki hadisini ri­vayet etmiştir. Muaviye ile O'nun arasındaki tartışmanın Kıbrıs seferinde geçtiği söylenir fakat bu doğru değildir. Muaviye Kıbrıs'a Osman'ın hilafeti döneminde sefer düzen­lemiştir. Daha önce Ömer'den izin istemiş fakat o, deniz yol­culuğuna izin vermemiş, Osman halife olunca izin istemiş o da izin vermiştir.

Milhan'ın kızı Ümmü Haram754 bu gazvede Kıbrıs'ta şehid düşmüştür. Peygamber (s.a.v.) daha önce bu gazvenin vuku bulacağını haber vermişti755. Bu rivayet, denizde yol­culuğun ve savaşın cevazına delil olarak kabul edilmiştir.

"Muaviye'ye karşı beni savunacak kimse yok mu? Ben ona Rasulul-lah'dan söz ediyorum, o bana kendi görüşünü söylüyor." sonra Muavi­ye'ye şöyle çıkıştı:

"Senin bulunduğun yerde yaşamak bana haram olsun" Sonra Ebu'd-Derda Ömer'e gelip bu olayı anlattı. Ömer de Muaviye'ye:

"Bunu ancak bu şekilde ve tartıda aynı ve eşit olarak sat, başka tür­lü satma!" diye yazdı."  

Malik, Muvatta, Kitabu'l-buyuu: 2/634.

Aynı hadis Ubade b. Samit için de rivayet edilmiştir. Dolayısıyla bu olayın Ebu'd-Derda ve Ubade ile ayrı ayrı tekrarlanmış olması muhtemeldir.

(754) Ümmü Haram binti Milhan b. Halid b. Zeyd b. Haram. Ümmü Selim'in kız kardeşi. Enes b. Malik'in teyzesi ve Ubade b. Samit'in hanımı. Peygamber (s.a.v.) ona saygı gösterir ve evinde ziyaret ederdi. H. 28 Kıbrıs.savaşında vefat etti.

(755) Hadisin metni şöyledir: "Rasulullah (s.a.v.) Ümmü Haram'ın Ubade b. Samit ile evli olduğu zamanlar evine gider onu ziyaret ederdi. Yine böyle bir ziyaretinde Ümmü Haramı'ın evinde bir yere yaslanarak uyudu. Sonra gülümseyerek uyandı. Ümmü Haram:

"Ya Rasulallah neden gülüyorsun?" diye sordu. Rasulullah (s.a.v.): "Rüyamda ümmetimden bir takımların, yeşil deniz üstünde kral­ların tahtlara kuruldukları gibi gemilere binerek Allah yolunda savaşa gittikleri gösterildi. Onlara gülüyorum." buyurdu. Ümmü Haram:

320

Fakat Ubade'nin Ömer'e şikayeti Kıbrıs gazvesinden öncedir. Muaviye Rum diyarındaki Kayseri şehrini fethet-miştir. Bu tartışma da herhalde orada geçmiştir. Kayseri'nin fethinde müslümanlar altın ve gümüşten mamul güzel bir su kabını ganimet olarak ele geçirmişlerdi.

Muaviye güzel işlemesinden dolayı yirmi dirhemlik bir. kabı otuz dirheme sattı. Ubade buna karşı çıkınca Muaviye ile karşılıklı tartıştılar. Bu kıssa meşhurdur.756

Ebu Said el-Hudri ve başka sahabeleri İbn Abbas'ın görüşünü reddetmişlerdir. Ebu Said el-Hudri ayrıca bu konuyla ilgili Hayb'er hadisini rivayet etmiştir:

"Peygamber (s.a.v.) Hayber'de adam çalıştırdı. Onlara iyi hurma getirtti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) ona sordu:

"Hayber'in bütün hurmaları böyle midir?"

"Biz iki sa' verip bir sa', üç sa' verip iki sa' (iyi hurma) alıyoruz" deyince şöyle buyurdu:

"Böyle yapma. Hepsini dirhemler karşılığında sat, sonra o paralarla iyi hurma satın al."757

Sonra insanlar hakkında çeşitli hadisler varid olan altı sınıf üzerinde fadl faizinin haram olduğu hususunda ittifak

"Ya Rasulallah benim de onlardan olmam için dua buyurunuz." de­di. Rasulullah (s.a.v.) dua etti. Sonra Rasulullah (s.a.v.) bir yere yaslaT narak tekrar uyudu. Derken gülümseyerek uyandı. Ümmü Haram:

"Ya Rasulallah! Niçin gülümsüyorsun?" dedi. Rasulullah (s.a.v.)

"Ümmetimden bir kısmına kralların tahtlara kuruldukları gibi kara nakliyeler üzerinde ihtişamlı bir şekilde gazaya gittikleri gös­terildi." dedi. Ümmü Haram:

"Beni onlardan kılması için dua buyur." dedi. Rasulullah (s.a.v.):

"Sen birincilerdensin, sonrakilerden değilsin" buyurdu.

Ümmü Haram Muaviye zamanında deniz yolculuğuna katıldı. Deniz­den karaya çıkarken bineğinden düşerek öldü."

Buhari, Kitabu't-ta'bir: 8/73.

(756) Müslim, Kitabu'l-musakat: 2/1210,

(757)  Buhari, Kitabu'l-Vekalet: 3/61, Müslim, Kitabu'l-Musakat: 2/1210.

321

ettiler. Ubade ve başkalarının peygamberden (s.a.v.) ri­vayet ettikleri hadiste şöyle buyruldu:

"Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpa ile, hurma hurma ile, tuz tuz ile aynı, eşit ve peşin değiştirilip satılır. Bu sınıflar değişik olursa, peşin olduğu sürece nasıl isterseniz öyle satın."758

Bu altı sınıfın dışındaki sınıflar üzerinde ise değişik görüşlere ayrılmışlardır.

Bir grup bu altı sınıf dışında fazl ribası olmadığını söyle­di. Bu görüş Katade'den nakledilmiştir. Zahiriyye mezhe­bi de bu görüştedir.7S9 İbn Akil de760 son yazdığı eserlerde riba konusunda kıyası kabul etmekle beraber, bu görüşü tercih etmiştir. İbn Akil ayrıca şöyle dedi: Riba meselesinde kıyasın illetleri, zayıf illetlerdir. İllet zahir olmadığı za­man kıyas yapılmaz.

Bir gurup ise ölçülen ve tartılan her şeyde fazl faiz bu­lunduğunu ve haram olduğunu söyledi. Bu görüş Ammar b. Yasir'den rivayet edildiği gibi761 meşhur rivayete göre Ahmed, Ebu Hanife ve daha başkaları da bu görüştedirler.762

Bir diğer gurup ise ölçülüp tartılan cinsten olmasa da yenecek şeylerde haram olduğu görüşünü benimsedi. Şafii763 ve bir rivayete göre Ahmed764 bu görüştedirler.

(758) Müslim, Kitabu'l-musakat: 2/1211.

(759) Bkz: el-MuhalIa: 8/468-489.

(760) Hanbeli alimi. Ebu'1-vefa Ali b. Akil b. Muhammed b. Akil el-Bağdadi. Kitabu'l-funun ve umdetli'l-edille gibi eserleri vardır. 513 yılında vefat etti.

(761) Musannifu Ebu Bekir b. Ebi Şeybe: 6/112, İbn Hazm Muhal-la: 8/484.

(762)  Bkz: Ahkamu'l-Kur'an (Cassas): 1/465, El-Hidaye: 3/61, Camiu'l-Ahkamu'l-Kur'an: 3/352-353.

(763) Bkz: Muğni'l-muhtac: 2/22, el-Muhalla: 8/473.

(764) Her iki rivayet için Bkz: el-Muğni: 4/126.

322

Bazıları ise yiyecek şeylerin ölçülüp tartılan cinsten ol­ması halinde haram olduğu görüşünü benimsediler. Said b. Müseyyib76S bir rivayete göre Şafii766 ve Şeyh Ebu Mu­hammed'in767-768 ihtiyar ettiği üçüncü bir rivayete göre Ah­med bu görüştedir.769

Malik de fadl ribasınıh yaşamak için gerekli olan gı­dalarda haram olduğu görüşündedir ki onun bu görüşü tüm bu görüşler içinde tercihe şayan en güçlü görüştür.770

Ayrıca müteahhirinden bazıları riba-i fazl'ın tüm mallarda haram olduğunu söylemişlerdir. Fakat mütekaddimden bu görüşe iştirak eden birisini bilmiyorum.

Ben derim ki: Dirhem ve dinarlardaki illet, bunların para olmasıdır. Çünkü bu iki parayı tartılan şeylerde bakır ve baş­ka şeylerle şelf yapmak caizdir. Bakırda faiz cari olsaydı bel­li bir güne kadar hurmanın buğday ile, dirhemin dinar ile satılmaması gibi, belli bir güne kadar tartılan bir şey, tartılan başka bir şey ile satılmazdı. Bunun kıyasın hilafına olduğunu onlar da kabul etmektedirler. İlletin düşmesi halinde, o il­letin batıl olduğu anlaşılır.

Aynı şekilde bir başka yerde açıkladığım gibi ölçülme­si veya yenilmesi illeti, hükmü gerektiren bir illet değildir. Fakat dirhem ve dinar, satılan şeylerin parasıdır. Para ise kendisiyle eşyanın değerinin bilindiği bir ölçüdür. Sınırlı ve mazbut olması gerekir. Paranın kıymeti ne düşmeli ne de yükselmelidir. Paranın kıymeti düşer veya yükselirse bu

(765) Said b. Mtiseyyeb b. Hazn b. Ebi Vehb. Büyük imam. Medine alimi ve tabiinin efendisi. 94 yılında vefat etti.

(766) Bkz: el-Mühezzeb fi fıkhi İmamu'ş-Şafii: 1/360.

(767)  İmam, müctehid. Ebu Muhammed Abdullah b. Ahmed b. Muhammed el-Makdisi el-Hanbeli. Muğni'nin yazan. 620 yılında vefat etti.

(768) Bkz: el-umde: 54, 220.

(769) Bkz: el-Muğni: 4/126.

(770) Haşiyetü'd-Desuki ala Şerhi'l-Kebir: 3/47.

323

durumda o diğer ticaret malları gibidir. Bu durumda malların değerlerini karşılamaya yarayan paradan yoksun kalırız. Bilakis bu durumda para da diğer ticaret eşyaları gibidir. Alış-verişte paranın gerekliliği insanlar için genel bir ihtiyaçtır. Ortak pay sahiplerinden birinin payından geçme­si durumunda semen (para) sahibinin izni dışında, ancak eşit değerde bir para ile satılabilmektedir.

Ticaret para üzerine kurulmuştur. İnsanlar birbirlerine karşı olan alacak vereceklerini para ile belirlerler.

Özetle malın değere tabi tutulması genel bir ihtiyaçtır. Bu ise kendisiyle değerin bilineceği fiyatlandırma ile olur. Fi-yatlandırma ise geçerli para birimi ile olur. Bunun temini için paranın kıymetinin düşme ve yükselmeden uzak olarak sa­bit kalması gerekir.

Altın ve gümüş parada (Yani dinar ve dirhem) yol açtığı zarardan dolayı nesi faizin haram kılındığını daha önce açıklamıştık. Bir kimsenin daha hafif, yarım ve çeyrek dirhemlere ihtiyacı olur da gidip bunları sarraftan alırsa, sar­raf ona bunu ancak daha fazla ağırlıkta dirhem karşılığı sa­tacaktır ki bu durumda para üzerinden ticaret yapılmış olunur ki bu fazl faizidir ve nesi faizine vesiledir.

Belli bir vakit ile dirhemi dirhem ile satmak şeklindeki para ticareti mubah görüldüğü taktirde, dirhem para ol­maktan çıkar ve diğer ticaret mallan gibi bir mal olur. Bu işlem sonucu oluşacak fazl faizi, nesi faizine neden olduğun­dan haramdır. Nesi faizi ise zararlıdır. Bu durumda para para olmaktan çıktığı için sıfatlarının muhtelif olması hükmü değiştirmez.

Para ticaretiyle insanlar belli vakitte değeri artacak va­sıftaki paraları biriktirmeye çalışırlar. Bazı insanların iyi pa­raları veya bazen bakır paraları seçip saklamaları ve daha yüksek fiyata satmaları bu kabildendir.

Para üzerinde yapılan bu tür ticaret yasak kılınmıştır.

324

Aynı cins para birbirine eşittir. Birbirinden üstün kılındığı taktirde, fesat meydana gelir. Para para olduğu için değil, mal satın almaya vasıta olduğu için değerlidir.

Tüm insanlar paraya tevessül etmede müşterektirler. Para, tüm insanlar arasında geçerli olma özelliğiyle bilinir. Bazı ülkelerde para daha değişik şeylerden yapılmaktadır ki, bu da gayet makuldür. Fakat demir, pamuk, keten gibi şey­lerin para olarak kullanılması pek de makul değildir. Çünkü ticaret eşyalarının çoğu bunlardan daha değerlidir.

' Bu tür ticaret mallarının para olarak kullanılması doğru değildir. Çünkü bu tür şeyler para olarak kullanıldığı taktirde, İnsanlar bunları alıp biriktirecekler dolayısıyla halk ihtiyaç duydukları bu maddeleri temin etmede zorluk çekecektir.

Ne zaman ki belli bir vakte kadar buğday buğday ile veya hurma hurma ile veya arpa arpa ile ve buna benzer şeyler birbirle'ri ile satılacak olsa satılsa da satılmasa da, çeşitli şekillerde insanlar bunlardan zarar göreceklerdir. Fakat bu mallardan bir sınıfa sahip olup da diğer bir sınıfa ihtiyacı olan kimse önce elindeki malı dirhem karşılığında satıp, sonra da elindeki dirhem ile ihtiyaç duyduğu sınıf malı aldığı taktirde insanlar bu zararlardan korunmuş olacak­lardır.

Yolaçtığı genel zarardan dolayı bu gibi şeylerin birbiri karşılığında satılması yasak edilmiştir. Ki bu faizin temeli olan nesie ribasıdır. Fakat burada nesi illeti iki sınıfta geçer­lidir. Vadeli olarak dirhemi dinar ile satmak bu kabil bir ne­sie faizidir ki, bu da nas ve icma ile haram kılınmıştır.

Nesie bazen tek sınıfta olabileceği gibi bazen de dirhem ve dinar ve insanların temel gıdaları olan dört sınıfta olduğu gibi maksatları aynı olan iki sınıfta da olabilir.

Fazl faizine gelince; buğday daha iyi cins bir buğday karşılığında satıldığı zaman, bu buğday ile ticaret yapmak demektir. Önç& nakti olarak yapılan bu ticaret, sonra vadeli

325

ticarete dönüşecektir.

İnsanlar hülle nikahında771 olduğu gibi, kanuni hilelere sapmakta mahirdirler.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, nesie faizine vesile olduğu için fazl faizi de Peygamber (s.a.v.)'in şu buyruğu ile haram kılınmıştır. "Bir dirhemi iki dirhem ile sat­mayın. Muhakkak ki ben sizin rema'ya düşmenizden korkarım. Rema, faizdir." Yoksa vasıfları eşit olduğu taktirde kimse bir kilo hurmayı aynı vasıftaki bir kilo hur­maya satmaz.

Bu tür satışlar, birinin iyi diğerinin kötü veya birinin yeni diğerinin eski olması gibi vasıftaki değişikliklerden dolayı yapılır. Maksat vasıfların muhtelif olmasıdır. Bu nedenle borçta da, hangi vasıftaki mal üzerine borçlanmış ise onun ödenmesi gerekir. Telef durumunda da böyledir. Çünkü borçta satış değil, ariye gibi borçluyu yararlandırmak kaste­dilmiştir.

Bu nedenle Peygamber (s.a.v.) para borç almaya "Min-hatü'l-verik"772 demiştir. Araplar "Erani derahimuke" diy­erek, bir süre faydalanmak ve sonra geri ödemek üzere borç para isterler. Burada maksat paranın aynı değildir. Borçlu vakti gelince ne kadar borç almış ise onu ödemektedir. Maksat paranın aynısı değil, cinsidir. Bu işler gayet makul­dür ve şeriat'de insanların genel maslahatını gözeterek bu doğrultuda gelmiştir.

Burada faizi haram kılan illet gizli olduğundan Hibru'l-ümmet olan İbn Abbas ve İbn Mesud gibi sahabeler fazl ri-

(771) Hülle nikahı: Kişinin üç talak sonunda boşandığı eski karısıy­la tekrar evlenebilmek için anlaşmalı olarak onun boşanmak üzere baş­ka bir adamla evlenmesine denilir ki, şer'an haramdır ve bunu yapanlar melundurlar.

(772)  Bkz: Ahmed, Müsned: 4/285, Tirmizi, Kitabu Birr ve's-sıla: 4/340-341.

326

basını helal görmüşlerdir. îyi sınıf buğday veya hurmanın cinsleri için satılmaları insanların temel ihtiyaçları edin­medeki genel çıkarlarına zarar verdiğinden yasaklanmıştır. Satıcı bunları cinsi için, kar etmeksizin ve belli bir vakte kadar sattığı zaman, buradaki hikmet açığa çıkmış olur.

Dirhemlerin dirhem karşılığı ve işlenmemiş altının dirhem karşılığı satılması da bu kabildendir. Çünkü burada işlenmemiş altın, dirhem yerindedir ki onun cinsine üstün­lüğü kastedilmemiştir. Bu nedenledir ki hadiste "İşlen­memiş altın ve aynısı eşit olarak"773 Duyurulmuştur.

(773) Hadisin devamı için bakınız:

Ebu Davud, Kitabu'1-buyuu ve'1-icarat: 3/643.

327

FASL

İşlenilmiş altın ve gümüşe gelince: Eğer işlenilen şey su kabı gibi haram bir şey ise bunun sa­tılması caiz değildir. Ubade'nin Muaviye'ye karşı çıktığı hu­sus da budur. Ancak altın ve gümüşle istenilen şey, gümüş yüzükler, kadınlar için yapılmış takılar, silah süslemeleri gi­bi caiz işlemeler ise hiçbir akıllı aynı gramı ile satmaz. Sattığı taktirde bu eşyaları işleme masrafını ziyan etmiş olur. Sari bunu emretmekten yücedir. Hiç kimse emek ve­rilip, üzerinde çalışılmış ve güzel bir şekilde işlenilmiş bir gümüş yüzüğü aynı miktardaki işlenilmiş bir gümüşe satmaz. İnsanların işlenilmesi helal olan bu tür altın ve gümüş­leri alıp satmaları genel bir ihtiyaçtır. Bunların dinar ve dirhem karşılığında satışı yasaklandığı takdirde, insanların maslahatları ifsat edilmiş ve zarar görmüş olur.

Bu konuda Peygamber (s.a.v.)'den varid olan naslar tam sarih değildir. Bu naslarda genellikle dirhem ve dinar bazılarında da altın ve gümüş ifadeleri geçmektedir.

Cumhur-u ulema, mubah olan altın ve gümüş süslerin buna dahil olmadığını ve hatta bu gibi şeylere zekat dahi gerekmediği görüşündedirler. Mubah olan altın ve gümüş süsler, faiz naslarının dışındadır. Altın ve gümüş işle­nildikten sonra para hükmünden, elbise ve diğer malların hükmüne geçer. Dolayısıyla bunlardan dirhem ve dinardan alındığı gibi zekat alınmaz ve bunları dinar ve dirhem karşılığında satmak haram olmaz.

Peygamber (s.a.v.) döneminde insanlar altın ve gümüşte süs eşyaları ediniyorlardı. Ve kadınlar bunları takıyorlardı. Bayram günü Peygamber (s.a.v.) kadınlara hitaben "Ce­hennem ehlinin çoğu sizdendir" buyurması üzerine, bazı kadınlar yüzük ve gerdanlık gibi takılarını çıkarıp sadaka

328

olarak vermişlerdi.774

Bilindiği gibi Peygamber (s.a.v.) toplanan bu yardımları yoksullara ve miskinlere dağıtırdı. Onlar da bunları satıp ihtiyaçlarını giderirdi. Zaten herkesin bildiği gibi bu tür şeylerin alınıp-satılması zaruri bir ihtiyaçtır. Ve yine herkes bilir ki kimse bu tür mücevherleri para hükmündeki aynı gram altın veya gümüşe satmaz.775

Bunu aynı ölçüye sefih satar ki ona da yakınları şer'an ha­ciz koydurabilirler.

Hatta o dönemde Medine'de altın ve gümüş işleyen kuyumcular mevcut idiler. Kuyumcu işlediği malın ücreti­ni aldığı halde, o malın sahibi üzerine kuyumcu ücretini koy­madan, o malı satarak zarar etmesi uygun mudur? Bunu kimse tasvip etmez. Şeriatın sahibi de bunu emir veya tasvip etmekten uzaktır.

Sahabe de böyle bir şeyi, aynı ölçüsü ile satılmasını asla emretmemişlerdir. Aralarındaki tartışma, sarf ve bir dirhe­mi iki dirhem ile satmak hususunda yaşanmıştır. İbn Abbas caiz görürken, Ebu Said ve başkaları yasak etmişlerdir. Ömer'den ise sarf konusunda bir nakil vardır.

Aynı şekilde fazl ribasının yasaklanması seddü'z-ze-ria/vesilenin önüne geçilmesi babındandır. Seddü'z-zeria ile haram kılınan bir şey, maslahata'r-raciha ile mubah kılına-bilir. Buna bir misal verelim: Güneşe tapan ve şeytanlara sec­de eden kafirlere benzememek için sabah ve ikindi namazın­dan sonra, başka namaz kılınması yasaklanmıştır. Fakat maslahatu'r-raciha (tercihe şayan maslahat) gereği, nama­zın yasak olduğu bu iki vakitte cenaze namazı ve imamla be­raber iade namazı mubah kılınmıştır.

(774) Hadisin tam metni için bkz:

Buhari, Kitabu'1-hayd: 1/78, Müslim, Kitabu'1-iman: 1/86-87.

(775) İşlenilmiş beş gram bilezik, aynı ayardaki işlenilmemiş beş gram altından daha değerlidir. Çünkü ona işleme emeği sarfedilmiştir. (Müter­cimin notu)

329

Peygamber (s.a.v.) sabah namazını kıldıktan sonra ce­maate iştirak etmeyen iki kişi görünce onlara bunun ne­denini sordu. Onlar da "Bineklerimizde kıldık" deyince Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Namazlarınızı bineklerinizde kıldıktan sonra, mescide gelip cemaatin namaz kıldığını gördüğünüz za­man, cemaate iştirak ederek cemaatle namaz kılın. Muhakkak ki o sizin için nafile olur."776

Ayrıca namaz kılmanın yasak olduğu bu iki vakitte, maslahatu'r-raciha hükmünce tavaf namazı777 ve doğru görüşe göre tahiyyetü'l-mescid778, Kusuf779 gibi bir sebebe binaen kılınan namazlar da eda edilir.

Aynı şekilde yabancı kadına bakmak, harama vesile ol­maması için yasak edilmiştir. Fakat maslahatu'r-raciha gereği mesela kişinin evleneceği kadına bakması caizdir.780

(776)  Bkz: Ahmed, Müsned: 4/160, Ebu Davud, Kitabu's-salat: 1/386-388, Tirmizi, Kitabu Ebvabu's-salat: 1/424-425.

(777)  Cübeyr b. Mut'im'in Peygamber (s.a.v.)'den rivayet ettiği hadis şöyledir:

"Ey Abdumenaf oğulları gece ve gündüzün hangi saatinde olur­sa olsun bu evi (Ka'be'yi) tavaf edenlere ve namaz kılanlara engel ol­mayın."

Şafii, Risale: 325, Ebu Davud, Kitabu'1-menasik: 2/449-450, Tirmizi, Kitabu'1-Hacc: 3/220.

(778) Ebu Katade es-Selmi'den (r.a.) Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "İçinizden bir kimse mescide girdiğinde oturmadan önce iki

rekat namaz kılsın."

Buhari, Kitabu's-salat: 1/114, Müslim, Kitabu's-salatu'1-müsafirin: 1/495, Ebu Davud, Kitabu's-salat: 1/218.

(779) Kusuf namazı, kusuf olayı (güneş ve ay tutulması) ne zaman mey­dana gelirse o zaman kılınır. Çünkü peygamber (s.a.v.)'den bu namazın, na­maz kılınması yasak olan vakitlerde kılınmasını yasaklayan herhangibir emir varid olmamıştır. Peygamber (s.a.v.) döneminde güneş tutulmuş ve kusuf na­mazı kılınmıştır. Bkz: Buhari, Kitabu'l-kusuf: 2/23-24.

(780)  Kişinin evleneceği kadına bakmasının caiz   hatta gerekli olduğunu ifade eden bir çok hadis vardır. Bunlardan bazıları için bkz: Müslim, Kitabu'n-nikah: 2/1040, Ebu Davud, kitabu'n-nikah: 2/565-566.

330

Cinsi ile ribevi satış da böyledir. Harama vesile olmaması için yasak edilen ölçü ve tartılı şeyler, ihtiyaç gereği gümüş ve altın halkalarda serbest bırakılmıştır.

İhtiyaç duyulan işlenilmiş altın ve gümüş eşyanın kendi ağırlıklarınca altın ve gümüş para karşılığında satılması mümkün değildir. Bu durumda bu tür eşyaların kendi ağır­lıklarından daha fazla fiyata satılmaları normaldir. Bu faz­lalık, işlenmesi dolayısıyladır ve caizdir.

Dört sınıftaki ziyadenin aksine buradaki ziyadelik, altın ve gümüş üzerinde sarfedilen işleme emeğinin karşılığı­dır, îşleme ücretini veren kişiye bunun üzerine kuyumculuk ücretini eklemeden zararına sat demek zulümdür.

Dinar ve dirhemin işlenilmesi ise külfetli değildir. Pey­gamber (s.a.v.) ve halifeleri kendi dönemlerinde dinar ve dir­hem basmamışlar, başkaları tarafından basılan dinar ve dir­hemleri kullanmışlardır. İslamiyette para ilk kez Abdul-melik b. Mervan781 döneminde basılmıştır. Hükümdar bu pa­raları insanların maslahatı için bastırmıştır.

Maksat şudur: İnsanların para olarak kullandıkları ölçüler, ağırlıklarından daha yüksek fiyata satılan altın ve gümüş zinetler gibi değildir. Bu nedenle insanların çeyrek veya yarım dirhemlere ihtiyaçları olduğu zaman, tam dirhem karşılığı istedikleri kadar yarım veya çeyrek miktarı dirhe­mi alabilmektedirler. Bu durum kimsenin zararına değildir. Fakat gümüş bir yüzüğü eşit ölçüdeki dirheme satılması gerektiğini söylemek, gümüş yüzüğün sahibine yöneltilmiş bir zulümdür ve kimse bunu ona zorlayamaz.

Özetle burada dört husus söz konusudur:

(781) Abdulmelik b. Mervan b. Hakem b. Ebi As b. Ümeyye. Ebu'l-Velid el-Emevi. Fıkıh alimi, devlet başkam. Devlet başkanı olmadan önce ibadet ve ilimle iştigal etmiştir. İslam'da ilk dinarı bastı ve üzerine Kur'an'dan ba.zı kelimeler yazdırdı. 86 yılında vefat etti.

331

1-Bu tür altın ve gümüş mamuller satılamaz. Bu söz kesinlikle şeriate aykırıdır.

2- Sadece kendi ağırlığı miktarı paraya satılabilir. Bunu da kimse yapmaz.

3-  Eski haline getirilerek ancak kendi ağırlığı miktarı paraya satılır. Bunun da faydası yok zararı vardır ve yine hiçbir akıllı insan bunu böyle yapmaz.

4- Dinar ve dirhem ile fiyatına satılır. İşte doğru olan da budur.

Altın ve gümüş işlemeli kadın elbiseler de böyledir. Fi­yatı değerince altın veya gümüşe satılır.

Altın ve gümüşten kap yapmak ve bunları işlemek ise ha­ramdır. Bunların işlemesinden kazanılan para da haram­dır.782 Böyle bir şeyin fazla tartısından fazla fiyata satılma­sı faiz olduğunudan dolayı değil, heykel ve müzik aletleri gi­bi satışının caiz olmadığı sınıflara dahil olmasından dolayı­dır.

Satılması haram olan bu gibi şeyleri tartısından daha fazla fiyata satanlar, elde ettikleri o fazlalığı sadaka olarak verirler. Şarap satan veya şarap imalatçısına üzüm satan kimse de bunun parasını sadaka olarak vermelidir. Aynı şekilde fısku fücurdan, müzikten para kazananlar da kazandıkları bu parayı sadaka olarak vermelidirler. Bilerek haram para alan birisi, bunu sadaka olarak verir.

Hulasa kullanılması mubah olan ziynet eşyalarının ticareti ve sadece ziynet ile faydalanmak kastedildiği taktirde vadeli olarak satışı da caizdir. Ayrıca diğer ticaret eşyalarının da vadeli satışı caizdir. Ziynet eşyaları faiz işlemine dahil ol­mayan diğer ticaret eşyaları gibidir.

(782) İbn Kudame Muğni'de (1/62) şöyle dedi: "Arkadaşlarımız arasında altın ve gümüş kapların kullanılmasının haram olduğu hususun­da herhangi bir ihtilaf söz konusu değildir. Ebu Hanife, Malik ve Şafii'nin mezhebinde de böyledir-..."

332

FASL

Dört sınıftan mamul olduğu halde, temel ihtiyaç maddesi dışında olan nişasta ve benzeri mamullerde faiz cari değildir. Temel ihtiyaç ise kendi cinsi ile kaimdir. Ekmeği herise (keşkek) ve süzgüyü tohum karşılığı satmak haram değildir. Tüm bunlar birer değer sahibidirler ve zinet eşyası gibi sahibine zarar vermekten uzaktırlar. Nas, icma ve kıyas gereği bunların bazısını bazısı ile satmak haram değildir. Bu muhtelif cinslerin bazıları bazıları ile daha yüksek fiyata satılabilir.

Et karşılığı hayvan satılması konusunda meşhur bir tartış­ma vardır. Bu konuda Said b. Müseyyeb'den merfu bir hadis rivayet edilmiştir.783 Eti için boğazlamak üzere koyun gibi bir hayvan alıp, sonra bunu et karşılığında satmak, aynı cinsten bir şeyi yani eti daha çok et karşılığı satmaktır ki bu da caiz değildir. Çünkü et, tartılabilen temel yiyecek maddelerinden biridir ve bu vasıfları taşıyan herşey ona katılır.

Zararından dolayı satışı haram olan bir şeyi, hakkını al­ma noktasında da haram olması gerekmez. Çünkü bu du­rumda zarar değil fayda söz konusudur.

"Bana acele ver, birazını sana bağışlayayım" meselesi bu­nun gibidir. Bu misale: Bir adamın başka bir adamdan son­ra verilmek üzere yüz dirhemi alacağı bulunur ve bu alacak­lı borçlusuna: "Bana borçlu bulunduğun 100 dirhemden 90 dirhemi hemen şimdi acele ver, 10 dirhemi sana bağış-

(783) Bu rivayetin metni şöyledir:

Zeyd b. Eslem'den, o da Said b. Müseyyeb'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.v.) hayvanın et karşılığı satılmasını yasakladı.

Malik, Muvatta, Kitabu'l-buyuu: 2/655, Darekutni Sünen: 3/71, Beyhaki, sünenü'l-kübra, Kitabu'l-buyuu: 5/296, Hakim, Müstedrek, Kitabu'l-buyuu: 2/41, İbn Hazm, Muhalla: 8/517. Elbani bu rivayetin hasen olduğunu söyledi. (İrvau'l-ğalil: 5/198)

333

Bazıları bu işlemi 100 müecceli 90 acil ile satmak olduğundan caiz değil demişlerdir.784

İbn Abbas785 ve başkaları786 ve Ahmed'den787 bir ri­vayete göre ise caizdir. Bu işlemin caiz olduğu görüşü da­ha kuvvetlidir. Peygamber (s.a.v.) yahudileri sürgüne gön­derirken bu işleme izin verdi. İnsanların "Onların bize borçları var" demeleri üzerine Peygamber (s.a.v.)

"Borçlarını aciliyetle ödemeleri için alacaklarınızın bir kısmını onlara bağışlayın" buyurdu.788

Haram, muhtaç kimseye zarar olduğu taktirdedir. Bura­da ise böyle bir şey söz konusu değildir. Fakir bir kimse aldığı borcu zamanından önce ödemesi şartıyla, borcun bir kısmından muaf tutulmaktadır ki bu da onun yararınadır. Çünkü genelde borçlular alacaklılardan daha fakirdirler. Böylece borçluya kolaylık sağlanması, hayırlı bir davranıştır. Ayrıca alacaklının ihtiyacı olduğu parayı anında tahsil etmesi nedeniyle onun da faydasınadır.

Zimmetten sakıt olan bedel ile, zimmette vacip olan be­delin birbirinden ayırt edilmesi gerekir. Burada borçlunun zimmetinden düşen bedel, zimmetinde vacip değildir. Buna benzer bir durum rivayet edilen şu hadistir:

"Peygamber (s.a.v.) veresiyeyi veresiye ile satmaktan men etti."789

(784) Caiz değil diyenlerden bazıları: Zeyd b. Sabit. İbn Ömer, Mik-dad, Said b. Müseyyeb, Ahmed b. Hanbel, Malik, Sevri, Ebu Hanife.

Bkz: Bidayetti'1-müctehid: 2/143, El-Muğni: 4/174, El-însaf: 5/236.

(785) Beyhaki, Sünehü'l-Kübra, Kitabu'l-buyuu: 6/28.

(786) Nehai, Ebu Sevr ve Züfer gibileri

(787) Bkz: El-İnsaf: 5/296.

(788)  Bkz. Darakutni, Sünen: 3/46, Hakim, Müstedrek, Kitabu'l-Buyuu: 2/61, Beyhaki, Sünenü'l-Kübra, Kitabu'l-buyuu: 6/28. Hadisin senedindeki Müslim b. Halid ez-Zenci zayıftır.

(789) Bkz: Darekutni, Sünen: 3/71-72, Hakim, Müstedrek, Kitabu'l-buyuu: 2/65. Hakim ayrıca bu hadisin Müslim'in şartı üzere sahih olduğunu söyledi.

Beyhaki, Sünenü'l-kübra, Kitabu'1-buyu: 5/290, Tahavi Müşkili'l-asar: 1/346, İbn Adiy, el-Kamil: 6/335.

334  

Bu hadisin isnadı zayıftır. Fakat bununla amel edilmek­tedir. Bu, müeccel olarak yüz kova buğday satmak gibidir. Bu durumda ne alıcının ne de satıcının eline birşey geçmiş değildir. Her ikisinin de zimmeti faydasız yere meşgul ol­muştur.

Burada satıştan maksat satılan şeyin kabzedilmesi, yani alınmasıdır. Burada her ikisinin zimmeti de faydasız yere meşgul edildiğinden, bu tür alış-verişler ittifakla790 yasak edilmiştir.

Peygamber (s.a.v.)'den borcun borç ile satılması yasağı rivayet edilmiştir. Fakat hadiste borç ifadesi değil, veresiyeyi veresiye ile satma ifadesi geçmektedir.

Ancak halde vasfı bilinen bir borcu, yine vasfı belli bir şey ile satmak ve ayrılmadan önce onları kasdetmek şek­lindeki alış-veriş hiç ihtilafsız caizdir.

100 müd791 bir malı, yüz dirhem ile satmak gibi. Ancak kabzetmeden önce ayrılmaları durumunda, cumhura göre bu alış-veriş tayin olsa da caiz değildir. Ebu Hanife'ye göre ise tayin, makbuz gibidir.

Birisinin dirhem diğerinin de dinar borcu bulunması gibi sakıtın sakıt ile satılması konusunda ise iki ayrı görüş vardır. Fakat caiz olması daha kavi bir görüştür. Çünkü bu durumda, her ikisinin zimmetinin meşgul olmasının ak­sine, her ikisinin de zimmeti beri olmuştur.

Fakat hadis borcu borç ile satmayı ihtiva etmemektedir. Bilakis bu durum, taraflardan her ikisine de borçlarını ödeyip, sonra birbirlerine olan borçların ödemelerini em­retmekten daha hayırlıdır. Bunu emretmek, her iki tarafa da zarar verir. Şeriat zarar değil fayda vermek içindir. Kanun koyucu hikmet sahibidir, fayda ve zarar vermeyen şeyleri haram etmez.

(790) Bkz: Mesailu İmam Ahmed b. Hanbel: 2/191, el-Muğni: 4/172.

(791) Müd: Eskiden kullanılan bir ölçü.

335

Kanun koyucu zararlı şeyleri yasaklar. İnsanlar cehalet­leri yüzünden bazen metinleri maksadına aykırı şekilde yo­rumlamakta ve bazen de "Peygamber satış ve şartı yasakladı" gibi, gerçekte onun söylemediği hadisler uydurmaktadırlar.

Bazıları da Peygamberin (s.a.v.) "Un öğütmesi için değir­menciyi kiralamayı yasak ettiğini" uydurmuşlardır. Ve bun­lar gibi daha bir çok uydurma hadis mevcuttur.

İnsanlar bazen de peygamber (s.a.v.)'in birtakım özel şartlar için söylenilmiş sözlerinden genel anlam çıkararak Al­lah ve Rasulünün haram kılmadığı bazı şeyleri, kendi görüş-lerince haram kılmaktadırlar. Bu söylediğimize örnek olarak Ayan'ın tahrimi ve necaseti konusunda varid olan nasları gösterebiliriz.

Bu hastalık ümmet arasına girmiştir. İnsanlar kanun koyucunun haram kılmadığı bazı ayan, akitler ve amelleri kendi görüşleriyle haram kılmaktadırlar. Halk da bunların kanun koyucu (sari) tarafından haram kılındığını zannet­mektedir. Sonra kendi görüşleriyle haram kıldıkları bu şey­leri, bir takım hilelerle helalleştirmeye veya ağızlarıyla haram deyip, amelleriyle helal kılmaya bakarlar. Bazen de hem kendilerini, hem de halkı 'Bu haramdır" diyerek ve buna zorlayarak büyük zararlara sokmaktadırlar.

336

FASL

Sahih ve hatta tevatür ile sabittir ki Peygamber (s.a.v.) yiyeceklerin tam manasıyla elde olmadan satılmasını yasak­lamıştır. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki:

"Bir kimse bir yiyecek satın alırsa, onu tam manasıy­la teslim almadıkça başkasına satmasın."792

Buhari'nin İbn Ömer'den naklettiği hadise göre sahabeler tartmadan göz kararı ile yiyecek satın alırlardı. Peygamber (s.a.v.) onu yerinden başka yere taşıyıncaya kadar satıl­masını yasakladı."793

Alimler bu yasağın sebepleri, umumu ve hususu konu­larında ihtilafa düştüler. Hususi ise neyi kapsamaktadır? Sonra diğer bedellendirilmiş şeyler satış gibi midir, değil midir?

Bazıları şöyle dediler: Yasağın sebebi iki kefaletin peş-peşe gelmesidir. Çünkü teslimden önce mal satıcının kefa-letindedir. Malı sattığı zaman ikinci satıcının kefaletine gi-rir ki o da müşteridir. Şayet mal teslimden önce telef olur­sa, birinci satıcı birinci müşteri için bunun kıymeti kadar ke­faletine katlanır. Müşteri de -ki o ikinci satıcıdır- ikinci müşteriye, kıymeti kadar kefalet öder. İkinci müşterinin ödediği kefalet, birinci müşterinin kefaletinden az da olabilir, çok da.

Bu görüşü Ebu Hanife ve Şafii'nin arkadaşları dile ge­tirmişlerdir. Fakat bunlar gayrı menkul konusunda ihtilaf et­tiler.794

(792) Abdullah b. Ömer'den rivayet edenler: Buhari, Kitabu'l-buyuu: 3/21, Müslim, Kitabu'l-buyuu: 2/1160.

(793) İbn Ömer'den rivayet edenler: Buhari, Kitabu'l-buyuu: 3/22, Müslim, Kitabu'l-buyuu: 2/1161.

(794) Bkz: El-Hidaye şerhu Bidayetü'l-mübteda: 3/59, Bidayetü'l-Müctehid: 2/144, Muğni: 4/219, İhkamu'l-Ahkam: 3/149.

337

Malik, Ahmed ve diğerlerinin arkadaşları ise bu sebep-lendirmeye iki cihette karşı çıktılar. Vasfın men edilmesi ci-hetiyle ve tesirin menedilmesi cihetiyle.

Vasf cihetiyle şöyle diyorlar: Satılan her şeyin tesli­minden önce, satıcı tarafından garanti ve tazmin edilmesi gerektiği görüşünü kabul etmiyoruz. Bilakis bu görüş sabit sünnetin tersinedir. İbn Ömer şöyle dedi:

"Sünnet şu şekilde caridir: Satış sözleşmesi hali değişme­diği sürece malın tazmini müşteriye aittir."795

Hak olan da budur. Çünkü müşteri mal sahibidir ve ziya­desi de kendisinedir.

"Haraç (yani kira, gelir, hasılat) dıman iledir,"796

Gelir nasıl ona ait ise, dıman da ona aittir. Fakat bu ka­ide satıcının malı teslim etmesi, onun yani müşterinin ise malı henüz teslim almaması durumunda geçerlidir.

Satıcı müşteriye malı teslim etmemiş ise, anlaşmanın gereğine uymamış demektir ki, bu da ya zulmünden veya satılan malın ücretini henüz almamış olmasından kay­naklanır. Dolayısıyla bu durumda anlaşma henüz tamam­lanmadığından, dıman (kefalet, tanzim) satıcıya aittir.

Tesirin men edilmesine gelince; varsayalım ki iki dıman peşpeşe geliyor, bundan yasağı gerektirecek ne gibi bir sakın­ca vardır? Bu malı bir kişiden teker teker yüz kişi satın alsa ve herbir şahıs aldığı ücret ile bir önceki satıcıya döner. Şufa hakkı olan bir toprak parçası on kişiye dahi satılsa, sonra şufa sahibi bunu birinci müşterisinden alsa, bu her bir müşterinin verdiği ücretten geri dönmesi neticesini doğurur.

(795) İbn Ömer'den rivayet eden:

Buhari, Kitabu'l-buyuu: 3/23, Darakutni, Sünen: 3/53.

(796) "Haraç dıman iledir"

Ahmed, Müsned: 6/49, Ebu Davud, Sünen, Kitabu'1-Buyu: 3/777, Tir-mizi, Sünen, Kitabu'l-Buyuu: 3/582. Hafız Takrib'de bu hadise 'makbul' demiştir.

338

Vasf ile sebeplendirenlerin, bu vasfın tesirini açıkla­maları gerekir. Bu da ya seri bir hüküm veya vasfı üzerine tertib edilen bir münasebetin varlığı ile açıklanabilir. Burada seran ve aklen herhangi bir tesir mevcut değildir. O halde vasfın tesirinden söz edilemez.

Bazıları da şöyle dediler: Yasak, şerefinden dolayı tıp­kı faiz gibi, sadece yiyecek maddelerinde geçerlidir.

Bazıları da bunun ölçülüp tartılabilen şeylerde, bazıları da sayılabilen şeylerde geçerli olduğunu söylediler.

Bu ve benzeri görüşler Ahmed ve diğerlerinin mezhep­lerinde dile getirilmiştir.

Şöyle de denilebilir: Bunun yasaklanmasının nedeni satılan malın teslim alınmasından önce, tesellümü kesin olmamasıdır. Satıcı malı teslim edebilir de etmeyebilir de. Özellikle de müşterinin büyük kar ettiğini görüp, bu kardan dolayı malı teslim etmekten vazgeçebilir ki bu son derece yaygın bir olaydır. Adam sattığı malın değerinin yükseldiğini görünce çeşitli yollara başvurarak satışından geri dönmek­tedir.

İnsanların hallerine vakıf olanlar iyi bilirler ki birçok in­san satıştan sonra pişmanlık duymaktadırlar. Ve birçok kez malların fiyatları artmaktadır. Bu durumda satıcı satış söz­leşmesini fesh etmeye çalışır ve bunda da müşteri zararlı çıkar. Çünkü teslim alacağı umuduyla satın aldığı malı al­maktan men edilmiştir ki bu garar yani tesellümü kesin ol­mayan alışveriştir. Bu satılan malın satıcının elinde olup, satıştan hemen sonra müşteriye teslim etmesinin hilafıdır. Mal teslim edildikten sonra artık satıcının ondan kazanma ümidi tamamen yok olur. Aynı miras payında mirasçılar dışında kimsenin hakkı bulunmaması gibi.

Bu durumda Malik797 ve diğerlerinin dediği gibi tevliye

(797) Bkz: el-Kafi fi fıkhı Ehl-i Medine sh. 320, Bidayetü'l-mücte-hid: 2/146, İhkamu'l-Ahkam şerhu umdetü'l-ahkam: 3/150.

339

ve şirketin798 caiz olması daha kuvvetlidir. Çünkü mahzur, ortada bir kazanç olması durumunda söz konusudur. Oysa­ki tevliye ve şirkette kazanç yoktur.

Aynı şekilde malın satıcısından satmak ta caizdir. Çünkü bunda herhangi bir mahzur yoktur.

İbn Abbas şöyle dedi: "Herşeyi yiyecek maddeleri gibi kabul ediyorum"799

Yine İbn Abbas'dan teslim alınmamış malın satışını yasakladığı rivayet edilmiştir. Zararın yiyecek maddelerinde daha çok olduğu açıktır. Bir malın teslim alınmadan satışı her halükarda doğru değildir.

Bu Hiraki800 ve diğerlerinin yoludur ki en doğrusu da budur. Göz kararı ile belirlenen yiyecek maddeleri hakkın­da İbn Ömer'den, bunun müşterinin dımanında olduğu ve nakledilinceye kadar satışının yasak edildiği rivayet edildi.801

Ağaç üzerinde bulunan hurmanın olgunlaşıncaya kadar satıcının dımanında olduğu sabittir. Çünkü müşteri daha henüz bunları toplayabilme imkanına sahip değildir.

Bununla beraber sahih olan satışının caiz olduğudur. Çünkü teslimi ancak tahliye ile mümkündür ve bu ikisi arasında sağlanmıştır. Tam mükemmellik ve salah Allah içindir, insanlar için değil. Yine bu işlemde kira gibi bir fay­da mevcuttur. Burada ikisi arasında tahliye sağlanmıştır.

(798) Tevliye: Malın tamamını fiyatının misli ile satmak. Şirke: Malın yansını, değerinin yarısına satmak.

(799) İbn Abbas'dan (r.a.) Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Kim yiyecek satarsa tam olarak teslim almadan satmasın" İbn Abbas da şöyle dedi: "Her şeyi yiyecek maddeleri gibi kabul edi­yorum"

(800) Allame, Hanbeli alimi. Ömer b. Hüsey b. Abdillah el-Bağda-di el-Hıraki. Büyük alimlerdendir. Hanbeli mezhebi üzere yazdığı muh­tasarı çok meşhurdur. Daha bir çok eseri vardır. Fakat bunlar emanet bırak­tığı evde çıkan yangın sonucu kül olmuştur. H. 334 yılında vefat etti.

(801) Hadisin tahrici daha önce geçti.

340

Şöyleki müşteri isterse ağaç üzerindeki hurmayı daha ol­gunlaşmadan alabilir.

Hibe ve benzeri şeyler ise satış gibi değildir. Çünkü hi­bede kazanç söz konusu değildir. Satışın dışında sahip olu­nan mallar, onunla ticaret güdülmemesi durumunda, tesli­mi almadan önce o mal üzerinde tasarrufta bulunabilir. Bu konuda engelleyici herhangi bir seri delil yoktur. Dolayısıy­la seri delil olmaksızın insanları mallarında tasarruf etmek­ten men etmek kimsenin haddine değildir.

Allah daha iyi bilir.

341

FASL

Kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan kesin faiz aynı cinsteki nesie faizidir. İmam Ahmed'e seksiz şüphesiz kesin faiz sorulduğunda şu cevabı verdi: "Cahiliyye faizi gibi: Bor­cun ödeme süresi geldiğinde alacaklı borçluya:

"Borcunu ödeyecek misin yoksa artırmayı mı düşünüyor­sun?" diye sorar. Eğer borçlu kabul ederse vade uzatılır, buna mukabil borcun miktarı artırılır."802

Muayyen bir parayı vadesi ile daha yüksek fiyata satmak, Kur'an'ın açıkça beyan ve ümmetin üzerine icma ettiği kesinlikle yasaklanmış bir faizdir. Bu faizin ihtiyaç sahip­lerine büyük zararları vardır. Hiç çalışmaksızın faiz yoluy­la insanları sömürerek kesinlikle tasvib edilmeyecek bir tutumdur.

Para ve mal işlemleri üç çeşittir:

1-  Yararlanmak üzere yiyecek, içecek, giyecek mad­deleri binek ve içinde oturacak mekanlar satın almak. İşte bu Allah'ın helal kıldığı satıştır ki yeryüzünde yaşayan in­sanların bundan hali kalmaları mümkün değildir.

2- Ticaret. Bir yere mal götürmek üzere mal satın alıp, bunu bir miktar bekletip sonra kan ile satmaktır. Bu cenab-ı hakk'ın şu kavliyle helal kıldığı ticarettir.

"Ey iman edenler! Aranızda karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna, mallarınızı batıl ile yemeyin"                                                      (Nisa: 4/29)

Müşteri ticaret erbabının malını karı ile sattığını bilir ve bundan dolayı bazen tacirden malın kaça mal olduğunu so­rarak, kendisinden ne kadar kazandığını bilmek ister. Fakat tüccar olmayan yani aslen tacir olmadığı halde ihtiyaçtan dolayı evini satan veya mirastan pay alan veya kendisine hibe ulaşan kimse böyle değildir.

(802) İmam Ahmed'in sözünün tahrici daha önce geçti. 342

Sahih hadiste şöyle geçmektedir:

"Sahabeler tartmadan göz kararı ile yiyecek satın alırlardı. Peygamber (s.a.v.) onu yerinden başka yere taşıyıncaya kadar satılmasını yasakladı." geçmektedir. Çünkü bu müşte­ri bir tacirdir ve o malı kar etmek için satın almaktadır. Dolayısıyla ticaretin gereği olan malın bir mekandan diğer mekana nakli veya fiyatı yükselinceye kadar bir süre bek­letmek veya toptan alıp, perakende satmak gibi hususları ye­rine getirmesi gerekir.

Ancak malı satın aldığı yerde, üzerine kar koyarak satan kimse tacir değildir.

Her tazmin edilen şeyin karının mubah olması diye birşey yoktur. Ancak tazmin olunmayan her şeyin karı mubah değildir.

"Peygamber (s.a.v.) tazmin edilmedikçe bir maldan kar etmeyi yasak etti."

Teslimi mümkün olmasından önce malın tazmininden satıcı sorumludur. Bunun karı ve neması satıcıya helal değildir; bilakis bu müşteriye aittir.

Peygamber (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

"Bir kimse bir yiyecek satarsa onu tam manasıyla teslim almadıkça başkasına satmasın."803

Bu hadisi şerif yiyecek satın alıp ona daha tam anlamıyla sahip olmadan satan tüccarlara yöneliktir. Yukarıdaki rivayet İbn Ömer'e ait olduğu gibi şu rivaye te ona aittir:

"Sünnet şu şekilde caridir: Satış sözleşmesi hali değişmediği sürece malın tazmini müşteriye aittir."804

Malik, Ahmed ve başkaları bu rivayete dayanarak malın muayyen olması ve satıcının teslimine engel çıkarmaması

(803) Ebu Davud, Sünen, Kitabu'1-buyu ve'1-icarat: 3/769, İbn Mace Sünen, Kitabu't-ticarat: 2/738, Tirmizi Sünen, Kitabu'1-buyu: 3/535.

Albani bu hadisi hasen kabul etti.

(804) Hadisin tahrici daha önce geçti.

343

halinde müşteri hala malı teslim almamış olsa dahi tazmi­ni yine de kendisine aittir.805

İbn Ömer'den bir diğer rivayet te şöyledir:

"Sahabeler, tartmadan göz kararı ile yiyecek satın alır­lardı. Peygamber (s.a.v.) onu yerinden başka yere taşıyın-caya kadar satılmasını yasakladı."806

Ölçüsüz, tartısız, götürü olarak alınan malın tazmini de müşteriye aittir. Ve satılan malın müşteri tarafından teslim alınmasına imkan sağlandığı sürece malın tazmini yine müşteriye aittir. Fakat onu aldığı mekanda satması yasak­lanmıştır. İbn Abbas şöyle demiştir:

"Her şeyi yiyecek maddeleri gibi kabul ediyorum."807

Sünen'de Peygamber'in (s.a.v.) teslim alınmamış malın-satışını yasakladığı varid olmuştur.808 Bu hitap malı tam anlamıyla teslim alıp kar ile satan tüccarlaradır.

Aynı zamanda mal daha henüz teslim alınmadan kar ile satılırsa, bunu gören malın satıcısı satıştan vazgeçebilir veya satış sözleşmesini fesh etmeye kalkabilir. Fakat mal tüccar tarafından tam olarak teslim alınmış ise, satıcının artık satıştan dönmek gibi bir ümidi kalmaz. "Sabra" yani göz kararı ile alınan malların da başka yere nakil edilerek ora­da satılması gerekir. Tüccarlardan başkaları ise bir malı kullanmak ve faydalanmak için satın alırlar, ticaret için değil. Daha sonra da satın aldıkları bu malı satmaları gerek­tiği zaman ise kar gözetmezler. Kar gözettikleri taktirde tüccar hükmündedirler.

Bu nedenle Malik, malın tesliminden önce şirket ve tev-liyeye cevaz vermiştir, çünkü bunda kar yoktur. Bilakis alınan fiyata satılmaktadır. Aynen şufa sahibinin şufa ma-

(805) Hadisin tahrici daha önce geçti.

(806) Bkz. el-Muğni: 4/217-218.

(807) Hadisin tahrici daha önce geçti.

(808) Tahrici daha önceki sahifelerde geçti.

344

linin fiyatının misline satın alması gibi teslimden önce fiya­tının misli ile sahibinden satışına cevaz verilmiştir ki doğ­ru olan da budur. Yasak, kazanç sağlayan tüccar içindir. Ta­cir ya bir bölgeden alıp diğer bölgeye nakledip sonra sata­rak veya malı bir süre bekleterek sonra kar ile satar.

Menkul değerlerde mücerred tahliye, teslim sayılır mı sayılmaz mı?

Bu konuda Ahmed'den iki rivayet vardır. Bir rivayete göre o da Ebu Hanife gibi bunun teslim anlamına geleceği­ni söylemiştir.809

Rasulullah (s.a.v.) tazmin olunmayan karı ve hazırda el altında bulunmayan malın satışını yasakladı.810 Tirmizi bu hadise sahih dedi.

Sahabelerden bazıları Baki'de altın ile deve satıp parasını gümüş ile alıyorlar ve gümüş ile satıp altın ile alıyorlardı. Bunun hükmünü Rasulullah'a (s.a.v.) sordular. Allah Rasulü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Gününün fiyatı üzerine ise bunda bir sakınca yok­tur."811

Borcun kar ile satması da caiz değildir. Çünkü bu, tazmin olmadan kar anlamına gelir. Aynı zamanda malı teslim almış ve kefaletine de geçirmiş değildir. Kazanç ve kar ticareti ile insanlara fayda sağlayan tüccarlar içindir. Aldığı kar insanlara sağladığı faydadan dolayıdır. Tacir, insan­ların mallarını batıl ile yemez. Bu nedenle Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Ey iman edenler! Aranızda karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna, mallarınızı batıl (haksız ve haram yollor) ile aranızda yemeyin."          (Nisa: 4/29)

(809) Bkz. el-Muğni: 4/220, Haşiyetu İbn Abidin: 4/598-599. -    (810) Hadisin tahrici daha önce geçti.

(811) Bu hadisi rivayet edenler: Ahmed, Müsned: 2/33, 73-139, Ebu Davud, Kitabu'l-Buyuu ve'1-icarat, îbn Mace, Sünen, Kitabu't-ticarat: 2/720, Tirmizi, Sünen, Kitabu'l-buyuu: 3/544, Nesai, Sünen, Kitabu'l-buyuu: 7/283.

345

Bu istisnayı munkatı'dır812 ve ticaret kazancı, malı batıl yolla yemek değil, hak yolla yemektir. Tacir insanlara hizmet sunmakta ve buna karşılık para kazanmaktadır. An­cak başkası üzerinde bulunan borcu kar ile satmak, batıl bir kazançtır. Çünkü burada ne borcun dımanı ne de bir çalış­ma söz konusu değildir.

Peygamber (s.a.v.) aynı değerde altın yerine para alınması ve para yerine altın alınmasına cevaz vermesinden, borçlu­nun fiyatı ile borcunu satmasının caiz olduğu sonucu çıkar. Bu, selem ve tüm diğer borçlarda da caizdir. İbn Abbas, bir rivayete göre Ahmed813 ve Malik814 de buna cevaz ver­mişlerdir.

Ebu Hanife815, Şafii816 ve meşhur rivayete göre Ahmed817 gibi caiz değil diyenler, buna gerekçe olarak satılan malın teslim alınmamış olduğunu gösterdiler. Çünkü teslim alın­mamış malın satışı caiz değildir.

Daha önce işaret ettiğimiz gibi buradaki mahzur ortada kar olması durumunda geçerlidir. Kar olmadığı zaman Ma-lik'in de dediği gibi satış ve tevliye caizdir.818

Bir rivayette Ahmed fiyat ile borç sahibinin selem bor­cunu satmasına cevaz vermektedir. O halde teslimden önce ayanın satışı da evlaviyetle böyledir.

İbn Abbas bunu fiyat ile caiz gördü ve "İki kere kar ede­mez" dedi.

(812)  İstisna-i munkati: Müstesna, müstesna minhun cinsine dahil değildir. Bkz. Şerh İbn Akil: 1/442.

(813) Her iki rivayet için de bkz. el-insaf: 5/111. Merdavi şöyle de­di: Mezhebin görüşü bu şekildedir. Arkadaşların çoğu da bu görüşü ben­imsemişlerdir.

(814) Bkz. El-Kafi fi fıkhi ehl-i Medine sh: 342, Bidayetü'l-mücte-hid: 2/205-206.

(815) Bkz. el-Hidaye şerhu Bidayetü'l-mübtedi: 3/75.

(816) El-Mühezzeb fi Fıkhi imam-ı Şafii 1/349-350

(817) Bkz. el-İnsaf: 5/111

(818) Bu sözün tevsiki daha önce geçti.

346

Aynı şekilde kar olmaması nedeniyle tevliye ve şirket de de caizdir. Selem borcunun satışı ile para borcunun satışı arasında ne fark vardır? Her ikisi de zimmet'de bedeldir. Peygamber (s.a.v.) günün fiyatı ile bedellendirilmesine izin vermiştir.

Ahmed ve Malik bu şartı itibara alırken, Ebu Hanife itibara almamaktadır.

Hadis şu iki asla delalet etmektedir: Borçlunun bedel dahi olsa borcu satmasına ve onu kar ile satmamasına. Bor­cun bedeli vesair diğer tüm borçlar da bunun gibidir.

İnsanlar, teslim alınmayan malın satışının yasaklanması hususunda çeşitli çelişkilere düştüler. Ahmed'den bu konu­da çeşitli rivayetler mevcuttur.

Ebu Hanife, Şafii ve bir rivayete göre Ahmed gibi iki dı-manın birbiri ardınca olması illetini savunanlar, malın tes­limden önce satıcının kefaletinde olduğunu, müşteri tarafın­dan satıldığı zaman da birinci müşteri için ikinci müşterinin kefaletine geçtiğini söylemektedirler. Böylece iki kefalet ard arda gelmektedir. Fakat bu illet zayıftır. Çünkü mal telef olduğu taktirde her iki satış sözleşmesi de fesh olacak ve herkes kendi fiyatına dönecektir.

Ebu Hanife gayri menkulleri bundan istisna etmiştir. Çünkü ona göre gayri menkuller sözleşme ile tazmin edilmiştir.

Malik ve bir rivayete göre Ahmed şerefinden dolayı bunu yiyeceklere hasretmektedirler. Fakat illet kazanç ise, o halde tüm ticaret mallan bunda eşittir.

Ahmed meşhurdan görüşünde şöyle diyor: "Teslim al­ma imkanı sağlandıktan sonra ister teslim alsın ister al­masın muayyen şey müşterinin kefaletine girer. Bununla be­raber malı bir başka yere nakletmeden satamaz."

Tabi afetler isabet ettiği zaman ürünlerin hasılatı satıcı

347

tarafından tazmin edilir.819 Ahmed'in mezhebinin zahirine göre satıcı ve alıcı arasında tahliye sağlandıktan sonra, müşteri ürünleri dalında da satabilir.

Burada iki türlü teslim olma vardır. Satış ve karın caiz ol­madığı teslim alma ve kefaletin intikal etmesini sağlayan tes­lim alma. Bu, kiradan elde edilen gelirler gibidir ki bunun tazmini hakkını tam anlamıyla eda edinceye kadar kiraya verenin üzerinedir. Kiralanan şey, kiracının faydalan­masından önce telef olursa bunun da tazmini kira sahibinin üzerinedir. Malın tazmini, ancak kiracının maldan fay­dalanma imkanı bulması durumunda kiracıya geçer. Satış­ta ise satılan malı aldığı zaman caizdir. Bu mana anlaşıldığı zaman, bu babın maksadı keşfedilmiş olur. Bu mana birçok akıl sahibi fukahaya kapalı kalmıştır.

Tüm bu bilgilerden sonra doğru görüşe göre "Bana acele ver, birazını sana bağışlayayım" İbn Abbas ve başkaların­dan da rivayet edildiği gibi caizdir. Rasulullah (s.a.v.) yahudileri Medine'den sürerken insanlar "Onların bize borçları var" dediler. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.)

"Borçlarını aciliyetle ödemeleri için alacaklarınızın bir kısmını onlara bağışlayın"820 buyurdu.

Çünkü burada mal sahibinin bir kazancı yoktur. Bilakis kendi parasını bir an önce teslim almak için, sermayesinin bir kısmını borçluya bağışlamaktadır. Alacak sahibi burada alacağını satmak değil, tahsil etmek istemektedir. Havale de bunun için caizdir.821

(819) Aralarında Yahya b. Said el-Ensari, Malik, Ebu Ubeyd ve ehl-i hadisten bir grubun da olduğu Medinelilerin çoğu bu görüştedirler. Şafii'nin eski içtihadı ve Ahmed b. Hanbel'in kesin içtihadı da böyledir.Ömer b. Abdulaziz de bununla hüküm vermiştir.

Bkz: el-Muğni: 4/215, el-İnsaf: 5/73, Beğavi-Şerhü's-sünne: 8/100.

(820) Hadisin tahrici daha önce geçti.

(821)  Havale sözlükte nakil anlamına gelir. Şer'an: Hakkı havale edenin zimmetinden, havale olunanın zimmetine nakletmektir. Bkz. Şer-hu'1-kebir ala metni'1-muknii: 5/54, el-insaf: 5/222.

348

Bu nedenle Malik, Ebu Hanife ve başkaları sakıt borcun sakıt borç ile satışını caiz gördüler.822

Şöyle ki birinin diğerine dirhem, diğerinin de altın bor­cu bulunsa ve biri diğerine altına karşılık dirhemleri düşür dese, zahir olan görüşe göre bu caizdir. Çünkü peygamber (s.a.v.) borcun borç ile satılmasını değil "veresiyenin vere­siye ile satılmasını yasakladı" ki bu hadis te zayıftır.823

Fakat gecikmeli şeylerin birbirleri karşılığında satışı it­tifak ile yasak edilmiştir. Çünkü bu durumda her iki tarafın da zimmeti faydasız yere meşgul edilmiş olmaktadır.

Satıştan maksat fayda teminidir. Oysa bu işlemde fayda değil zarar vardır.

Fakat "acele ver, birazını bağışlayayım" işleminde borçlu ve alacaklı için fayda vardır. Borçlu borcunun bir kısmın­dan kurtulmakta, alacaklı da parasını bir an önce teslim al­maktadır.

Kanun koyucu adalet, hikmet ve rahmet sahibidir. în-sanları yararlı şeylerden değil, zararlı şeylerden men eder.

Rasulullah (s.a.v.) içinde şirk bulunan efsunu yasakladı fakat şirk bulunmayan efsun için şöyle buyurdu:

"Kim kardeşine yardım etmeye güç yetiriyorsa etsin"824

Ve yine şöyle buyurdu:

"Şirk olmadığı sürece efsunda bir kötülük yoktur."825

Malı batıl yolla yemek insanlara zarar ve zulümdür ki bu da iki çeşittir: Faiz ve kumar. Kur'an bu ikisini de haram

(822) Bkz. el-Hidaye şerhu Bidayetü'l-mübtedi: 3/84. Bidayetü'l-müctehid: 2/200

(823) Hadisin tahrici daha önce geçti.

(824) Müslim, Kitabu's-selam: 2/1726

(825) Müslim, Kitabu's-selam: 2/1727, Ebu Davud, Kitabu't-Tıbb: 4/214.

349

kılmıştır.826 Faiz hakkından ziyade almak, kumar ise malı batıl üzere almaktır ki her ikisi de zulüm ve zarardır.

Şu iki işlem ise mubahtır. Faydalanmak için mal almak veya kar etmek amacıyla mal ticareti yapmak. Bu işlemlerin ikisi de Kur'an, sünnet ve ümmetin icması ile mubahtır.

Para ve Mal İşlemlerinin Üçüncüsü Faizdir:

Faiz, bir bedel mukabili olmaksızın fazla mal almaktır. Ki bu malı batıl ile yemektir. 100 dirhem karşılığ vadeli alarak 120 dirhem almak gibi. Ki bunun haram olduğu hususunda bir şüphe yoktur. Parasal işlemlerde bu çeşit faiz uygulandığı gibi, altı çeşit gıda maddesinde de faiz caridir. Buğday, arpa, hurma, kuru üzüm ve tuz vade ile ken­di cinslerinden daha fazlasına satılamazlar.827

Müslümanların ittifaklarıyla tartılan ve ölçülen diğer cinsler de borç verildiği zaman fazlası şart koşularak ver­ilemez.

Tartılan pamuk, keten, demir vesair maddeleri daha fa­zlası karşılığında borç vermek ittifakla caiz değildir. Aynı şekilde yenilmeyen fakat tartılabilen sedr828 ağacı, hatmi829 ağacı gibi şeyleri daha fazlasını almak şartıyla borç vermek de yine ittifakla caiz değildir.830

(826) İçki ve kumar şu kavl-i ilahi ile haram kılınmıştır:

"Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar, fal ve şans oyun­ları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vaz geçtiniz değil mi?"                                             (Maide: 5/90-91)

(827) Ubade b. Samit'in hadisi daha önce geçti.

(828) (829) Arap yarımadasında yetişen birer bitki türleri. Günlük hay­atta sabun yerine kullanılır idi.

(830) Bkz. El-Kafi fi fıkhi ehl-i Medine sh: 358, el-Mühezzeb fi fıkhi İmamı'ş-şafii: 1/402, Bidayetü'l-müctehid: 2/238, El-Muğni 4/360, Haşiyetü İbn Abidin: 5/175-176.

350        ,

Bu, bir cinste faizin iki türü olan fazl ve nesi faizi bir­leştiği zaman bunun caiz olmadığının en güçlü delilidir. Bunda fazl ribası cari olmasa bile, ittifak ile borcun mis­linden fazlası caiz değildir.

Bir rıtıl831 malı bir aylık vade ile iki rıtıla satmak Malik832 ve bir rivayet de Ahmed'e833 göre caiz değildir. Çünkü bu caiz olursa borcun karşılığında alınan ziyade de caiz olur­du. Çürıkü önemli olan lafızlar değil, maksatlardır.

"Sana şu bir rıtılı, iki rıtıl karşılığı borç veriyorum" de­mek vade ile bir rıtıl malı iki rıtıl mal karşılığı satmak gibi caiz değildir.

Karşılığında ziyadesini almak şartıyla verilen her türlü borç caiz değildir. Bilakis bu işlemde fazıl ve nesi faizi bir arada bulunmaktadır ve tıpkı vadeli olarak bir dirhemi da­ha fazla dirheme satmak gibi haramdır. Hiçbir hile bunu haram olmaktan kurtaramaz.

Bu nedenle elden ele olan fazıl faizini haram görmeyen İbn Abbas şöyle dedi:

"Bir mal fiyatlandırılıp sonra nakten satılırsa bunda bir sakınca yoktur. Fakat fiyatlandırılıp sonra vadeli olarak satılırsa bu dirhemi dirhem ile satmak gibidir."834

Yani bir mala 30 dirhem değer biçilip bu nakit olarak 30 dirhemden fazlasına satılırsa bunda bir sakınca yoktur. Fakat vadeli olarak fazla fiyata satılırsa bu dirhemi dirhem ile satmak gibidir, caiz değildir.

îki rıtlı bir rıtıl karşılığında satmak caiz olduğu halde, aynı şey ödünç durumunda niçin caiz değil?

(831) Rıtıl: On iki ukiyye değerinde ağırlık. Her ukiyye 40 dirhemdir. (Bağdad'a göre) Şam'a göre ise 48 dirhemdir.

Bkz: Tehzibu'1-esma ve'1-luğat: 1/123, Lisanu'1-Arab: 5/238.

(832) Bkz: Muvatta, Kitabu'1-Buyu: 2/661

(833) Bkz: El-Muğni: 4/126.

(834) Abdurrezzak, Musannif, Kitabu'1-Buyu: 8/236.

351

Şöyle denilir: Borç alınan mal hemen anında ödemek için değil, sonra ödemek için alınır. Yoksa kimse hemen anında ödemek için borç almaz. Bu bir malı kendi kendine sat­mak gibi anlamsız bir şeydir.

Teberru, hibe ve ariyede sözleşmeye gerek yoktur ve ancak teslim almakla gerçekleşir. Ebu Hanife835, Şafii836 ve Ahmed837 bu görüştedirler. Medineliler ise sözleşmeyi gerekli görürler ki kitap ve sünnetin nasları da buna delalet eder.

Ödünç'de fazl ve nesi faizleri aynı cinste bir araya gel­diği zaman, bu işlem haram olur. Bu Malik ve bir rivayete göre Ahmed'in görüşlerini teyid eder. Şafii ve bir rivayete göre Ahmed'in görüşlerini ise geçersiz kılar. Çünkü Şafii ve bir rivayete göre Ahmed gayrı ribevi malın kendi cinsi ile fazlasına satılmasına cevaz vermektedirler.

Bunlar, hükümlerin aynı maksat da birleşmelerine rağ­men sadece lafız değişikliğinden dolayı değişmesine vesile olmaktadırlar. Şafii'nin ve Ahmed'in bazı arkadaşları değişik vesilelerle bunu söylemişlerdir. Mesela Kadı Ebu Ya'la -ve başkaları- selem lafzı olmaksızın sadece satış lafzı ile hali seleme cevaz vermiştir.838 Aynı şekilde muzaraa lafzı ile değil de icara (kira) lafzı ile olduğu zaman tohumun işçi tarafından olmasına da cevaz vermiştir.

Ebu Muhammed el-Makdisi839 ise tam aksine icaret lafzı ile değil muzaraa lafzı ile cevaz vermiştir.840 Ebu'l-Hattab ise her iki lafız ile de cevaz verdi.841 Ki doğru olan da

(835) Bkz. el-Muğni: 4/254, el-Muhalla: 8/84, El-Hidaye şerhu Bi-dayetü'l-mübteda: 3/60.

(836) Bkz el-Muğni: 4/354.

(837)  Bkz: el-Muğni: 4/354, İ'lamu'I-muvakkiin: 3/452, el-İnsaf: 5/130,

(838) Maverdi el-lnsaf: 5/98'de nakletti.

(839) Ebu Muhammed el-Makdisi. İbn Kudame el-Muğni'nin yazan.

(840) Bkz: el-Muğni: 5/590-592

(841) Ebu Hattab'ın el-Hidaye: 1/177 isimli eserine bakınız.

352

budur. Ahmed'in peygamberin Hayberlilerle yaptığı muzaraa anlaşmasından delil getiren ifadeleri de buna delalet ed­er.842

Hüküm lafız ile değişseydi o zaman bu delil doğru ol­mazdı. Fakat bu deli doğrudur. Çünkü tohum Hayberlilere aitti. Arazi kiralayan kimse eker, sahibi değil. Bu nedenledir ki Ebu'l-Hattab şöyle dedi: "Ahmed'in sözlerinden onun to­humun işçi tarafından olması şeklindeki muzaraa'yı caiz gördüğü anlaşılmaktadır. Bu sahih hadisle de sabittir."843

O halde Ahmed'den tohumun arazi sahibi tarafından ek­ilmesi yönündeki rivayet sahih sünnete uygun değildir. Ahmed'in usulü sadece lafızlara itibar etmek üzere değil, maksatlar ve manalara da itibar etmek üzere bina edilmiştir. Medine'liler den Malik'in usulü de budur.

Hadis fakihleri ve Medine fakihleri sözleşmelerde mak­satlara riayet aslı konusunda müttefiktirler. Fakat Ebu Han­ife şöyle diyor:

İnfiradı halinde cinslerde vade haramdır.844 Ahmed'den de bu yönde bir rivayet vardır.845 Hiraki de bu görüşü seçmiştir. Bir şeyi aynısı ile vadeli olarak satmak caiz değildir. Fakat ödünç meselesi bu hükmün aleyhine bir delildir. Bir şeyi misli ile sonradan ödemek üzere borç al­mak caizdir.

(842) İbn Ömer (r.anhüm) şöyle rivayet etti:

"Rasulullah (s.a.v.) Hayberlilerle araziden alınan her türlü meyva ve ziraat mahsulünün yarısın almak üzere anlaştı"

Buhari, Kitabu'1-Hars ve'1-muzaraa: 3/68-69, Müslim Kitabu'l-musakat: 2/1186, Ebu Davud, kitabu'1-buyu ve'1-icarat: 3/695.

(843) Kitapta bu ibareye rastlanmadı.

(844)  Bkz: el-Hidaye şerhu Bidayetü'l-mübtedi: 3/63, el-Muğni: 4/131

(845) Bkz: el-Muğni: 4/131, El-İnsaf: 5/43, Beğavi Şerhü's-sünne: 8/74.

353

Fakat Ebu Hanife şöyle diyor: Ödünç sadece benzer şeylerde, ölçülüp tartılabilen şeylerde caizdir.846

Fakat çoğunluk sünnetten delil getirerek ödünç hayvan almanın caiz olduğunu söylediler. Peygamber (s.a.v.) bir deve borç almış sonra onun yerine daha iyisini vermiş idi.847

Fakat Ebu Hanife ölçülüp tartılabilen şeyler dışında ödünç vermeye cevaz vermemektedir. Belli bir süreye kadar devenin deve karşılığı ödünç verilmesine veya satılmasına cevaz vermez. Ahmed ise satışına değil ödünç verilmesine cevaz verir.

Geri iade edilirken cinsin mi yoksa kıymetin mi geri verilmesi gerekir? İkisi de olabilir fakat cinsin iadesi daha evladır.

Aynı şekilde ödünçte tecile cevaz vermemektedir. Çünkü burada tecil caiz olursa, bir şeyin cinsi ile satışı nesie ol­maktadır ki bu da Ebu Hanife'ye göre caiz değildir.

Şafii ve bir rivayete göre Ahmed ise ribevi şeyler dışın­da şeylerin cinsiyle misli veya daha fazlası ile satışına ce­vaz vermektedir. Fakat bu görüşte çelişki vardır.

Tüm bu görüşlerden en üstünü Malik'in ve bir rivayete göre Ahmed'in görüşleridir, tki sınıfm bir arada bulunma­sı haramdır. Ve bir şeyin daha fazlası karşılığında belli bir vadeye kadar cinsi ile satılması caiz değildir. Bunun aynısı ödünçte de caiz değildir.

Fazıl ve nesi faizi bir arada bulunduğu zaman fazıl riba-sının bulunduğu şey icma ile haramdır. Bunun dışında bir şeyler ise ulemanın çoğuna göre haramdır. Gayrı ribevi şeylerde sadece nesi olursa yani vadeli olarak bir deveye kar­şı iki deve gibi olan bu işlemde ulemanın çoğuna göre haramdır.

(846) Bkz: el-Muğni: 4/355, Hasiyeti İbn Abidin: 5/170-171

(847)  Müslim, Kitabu'l-musakat: 2/1224, Malik, Kitabu'1-buyu: 2/680.

354

FASL

Nesi olmayan fasl faizi ise, selef ve halef tarafından çözümü zor bir mesele olarak görülmüştür. İbn Abbas, İbn Mesud ve Muaviye fazl faizini kabul etmemişlerdir. Ayrı­ca Usame'den gelen sahih hadiste peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Riba ancak nesiede vardır"848

Bunun hilafına olarak da müteahhirinden Ebu Tahir er-Reyaşi849 gibileri fazl ribasının tüm mallarda işlediğini söylemiştir ki bu görüş icmaya aykırıdır.

Bir taife iise şöyle dedi: Fazl faizi sadece nas ile sabit olan altı sınıfta geçerlidir. Bu görüşü Katade, Davud850 ve arkadaşları ve ömrünün son dönemlerinde İbn Akil gibi zatlar dile getirdiler. İbn Akil fazl faizinin hadiste de geçtiği gibi sadece seddü'z-zerai bakımından yasak edildiğini söylemiştir. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Dirhemi iki dirhem karşılığı satmayın. Ben sizin re-maya düşmenizden korkarım."851

Nesi (vadeli) faiz ihtiva ettiği fesad ve zulümden dolayı haram kılınmıştır. Fazl faizi ise seddü'z-zeria (harama vesile kapısını kapama) açısından haram kılınmıştır.

Bu konuda en yakın görüş şudur: Fazl ribası ancak ölçülebilen, tartılan mümasil yiyeceklerde caridir. Bu Said b. Müseyyeb, bir söze göre Şafii ve bir rivayete göre de Ahmed'in görüşüdür ki Ebu Muhammed852 bu görüşü

(848)  Hadisin tahrici daha önce geçmiştir.

(849) Hayatı tercemesi saptanamamıştır.

(850) Davud b. Ali b. Halef el-Esbahani, Ebu Süyeyman "Ez-Zahiri" lakabıyla anılır. İslam müctehid imamlarından birisidir. Zahiriye mezhe­bi ona nisbet edilir. Çünkü Kitap ve sannetin zahirini alır, tevil, görüş ve kıyasa itibar etmezdi. 270 yılında Bağdat'ta vefat etti.

(851) Hadisin tahrici daha önce yapıldı.

(852) Ebu Muhammed, Muğni'nin yazarı İbn Kudame'dir.

355

seçmiştir. Malik'in mezhebi de buna yakın bir görüştedir. Bu görüş fazl ve nesi ribasmda ve maksatlara itibarda tercih ol­unan bir görüş olmakla beraber seddü'z-zeriabakımından mübalağa etmişlerdir.

Hile ve seddü'z-zeria arasındaki fark şudur: Hile sahibi­nin şer'an haram olan şeyi kastetmesidir ki, bu kişinin kö­tü kastından menedümesi gerekir. Seddü'z-zeria ise iyi kastı şeydir. Fakat bu iyi kastın hileye dönüşmesinden en­dişe edilir.

Kanun koyucu bazı yerlerde zeriaları sed etmiştir ki bu meseleyi "Beyanu'd-delil ala butlani't-tahlil" isimli eserimizde ayrıntılarıyla ele aldık. Kanun koyucu seddü'z-zeria'da racih maslahatın kaybolmaması şartını koymuş­tur. Dolayısıyla yasak, kendisinde racih maslahat olmayan müfsideyi kapsar. Ancak maslahatı raciha bulunduğu zaman mubah olur. Çünkü bu durumda maşlah, müfsideye göre da­ha racihdir. Bu nedenledir ki racih maslahat gereği kişinin nişanlayacağı yabancı kadına bakması caizdir. Her ne kadar gereksiz yere yabancı bir kadına bakmak caiz olmasa da.853

Aynı şekilde kadının mahremi olmayan erkekle sefere çıkması caiz değildir. Fakat Aişe'nin Safvan b. Muattal'la854 yaptığı sefer gibi bazen racih maslahat gereği caiz olur. Aişe yalnız başına idi. Bu durumda yabancı bir müslüman-la sefere devam etmesi, yalnız başına tehlikelerle karşı karşıya kalmasından daha hayırlıdır.855

(853) Bir ihtiyaç olmaksızın erkeğin yabancı kadınlara bakmasının caiz olmadığının delillerinden birisi de Nur suresinin 30. ayetidir.

"Mü'min erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah onların yapmakta olduklarından hab­erdardır."

(854) Safvan b. Muattal, Ebu Ömer es-Sülemi ifk hadisesinden beri. olan şahıs. Vefatı konusunda ihtilaf edilmiştir.

(855) Meşhur ifk hadisesi. Bu olay kısaca şöyledir:

356

Yine aynı şekilde kadınların yanlarında bir mahrem ol­madan hicret etmeleri caiz olmadığı halde maslahatu raci­ha gereği Ümmü Gülsüm bt. Ebu Muit856 mahremsiz olarak, Rasulullah'm (s.a.v.) kızı Zeyneb857 ise Allah Rasulü'nün görevlendirdiği kişilerle beraber hicret etmiştir.

Kadınların mahremsiz olarak hacca gitmeleri konusun­da ise fakihler ihtilaf etmişlerdir.858

Bu konuda en güçlü görüş şudur: Kadının mahremi ile be­raber haccetmesi mümkün olmazsa, bu durumda emniyeti­ni sağlayabiliyorsa gayri mahremle de hacca gidebilir. Çünkü güvenliğini sağlayarak mahremsiz hacca gitmesi, hac vecibesini kaçırmasından daha evladır. "Karınla be­raber haccet"859 hadisi kadının mahremiyle sefere çıkması mümkünken, gayri mahrem ile sefere çıkmayacağını gösterir.

Bir seferde Aişe özründen dolayı ordunun gerisinde kalır. Daha son­ra İslam ordusunun askerlerinden olan Safvan b. Muattal oradan geçerken Aişe'nin ordunun gerisinde kaldığını görür ve onu alarak Rasulullah'a (s.a.v.) kavuşturur. Bu olay daha sonra münafıklar tarafından dedi kodu konusu yapılır. Bunun üzerine Cenab-ı hak vahiy indirerek Aişe'nin temiz, dedikoducuların yalancı olduklarını beyan eder.

Buhari Kitabu'ş-şehadet: 3/154-158, Müslim Kitabu't-Tevbe: 3/2129-2138, Ahmed, Müsned: 6/194-197.

(856)  Ümmü Gülsüm bt. Utbe b. Ebi Muit. Mekke'de ilk müslüman olan bayanlardandır. Hudeybiye barışında yürüyerek tek başına muhacir olarak Medine'ye gitti. Hicret ettiği zaman evli değildi. Medine'de Zeyd b. Harise ile evlendi. O'nun şehadetinden sonra Zübeyir b. Avvam'la evlendi. Sonra ondan boşanıp Abdurrahman b. Avf ile evlendi. Abdurrahman'ın ve­fatından sonra da Amr b. As ile evlendi ve onun yanında vefat etti.

(857) Zeynep bt. Muhammed (s.a.v.) Peygamber (s.a.v.)'in en büyük kızı. Annesi hayatta iken Teyzesinin oğlu Ebu'l-As b. Rebi ile evlendi. Kocası müslüman olmadan 6 yıl önce müslüman olarak hicret etti. Ra-sulullah (s.a.v.) bir ensari ile birlikte Zeyd b. Harise'yi göndererek onu Mekke'den getirtmiştir.

(858) Ayrıntı için bakınız: Mesailu İmam Ahmed: 1/139, el-Muhal-la: 7/47-52, Şerhü's-sünne li'1-Beğavi: 7/20, El-Hidaye: 1/135...

(859) Bkz: Buhari Kitabu'n-nikah: 6/159, Müslim, Kitabu'1-Hacc: 1/978    .'■"'■

357

Fakat kadın haccı kaçırmakla güvenli bir şekilde gayri mahrem ile hacc etmek arasında tercih yapmak durumunda kalırsa hacca gitmesi daha uygun olur. Hacc yolunda fesat nadirdir. Ancak mahremsiz olarak ticaret ve ziyaret için sefere çıkmak böyle değildir. Çünkü bu amaçla yapılan se­ferlerde yabancı erkeklerle yalnız kalmak gibi dini yönden sakıncalı hususlarla daha çok karşılaşır.

Mürevvizi'nin860 rivayetinde Ahmed, evlenme umudu kalmamış yaşlı kadınların mahremsiz olarak sefere çık­malarına cevaz vermiştir.861

Aynı şekilde üç mescidi ziyaret, taat ve kurbiyettir ki, kadın güvenliğinden emin olduğu taktirde bu mescidleri ziyaret edebilir.862

Fakat vacip veya müstehap olmayan seferler böyle değildir. Çünkü bu tür yolculuklarda kadının dini bakımın­dan racih bir maslahatı yoktur. Bilakis bu tür seferlerde di­ni yönelik tehlikelerle karşı karşıyadır. Kadının kocası ve mahremi bulunmaksızın bu tür zorunlu olmayan yolculuk­lara çıkması hayırlı bir davranış değildir. Bilakis bu du­rumlarda sefere çıkmamak sevaptır.

"Kadın ancak kocası veya mahremiyle sefere çıkabilir" hadisi umumi anlamda değildir. Bilakis kadınlar Zeynep ve Ümmü Gülsüm'ün hicret yolculukları gibi, zaruret durum­larında mahremsiz olarak sefere çıkabilirler.

Yabancı kadına bakmak harama vesile olabileceği için yasak edilmiştir. Fakat nas ve icma ile sabittir ki nişanlan­ma ve benzer durumlarda bakılabilir. Şahid ve görevli me-

(860) İmam, fakih ve muhaddis. Ebu Bekir Ahmed b. Muhammed b. Haccac el-Mürevvizi. İmam Ahmed b. Hanbel'in arkadaşları. H. 275 yılında vefat etti.

(861) Bkz: Kitabu'1-Furu (İbn Müfellah) 3/236.

(862)  Ziyaret edilmesi sevap olan üç mescit şunlardır: Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi, Mescid-i Aksa.

358

mur mahkemede yabancı kadına bakabilirler. Arkadaşları­mız ve başkaları şehvetsiz bakma şartı ile cevaz vermişler­dir. Ebu Hanife'nin arkadaşları ise şehvetle dahi olsa bu gi-. bi zorunlu hallerde yabancı kadınlara bakılabileceğini söy­lemişlerdir. Onlara göre şehvetsiz olarak, kadının yüzüne ve ellerine bakılabilir863, Ahmed'den bu yönde bir rivayet mev­cuttur.864 Şafii'nin de bir sözü böyledir.865

Bu konuya bir diğer örnek, güneşin doğma ve batma vaktinde kılınan namazdır. Seddü'z-zeria gereği güneşe tapanlara benzememek için bu vakitlerde namaz kılmak yasaklanmıştır. Fakat namazı kaçırmamak vesaire gibi maslahatu'r-raciha gereği yasak olan bu vakitlerde namaz kılınabilir846

Doğru olan şudur: Bir sebebe binaen kılınan her türlü na­mazın, yasak olan bu vakitlerde kılınması caizdir. Şafii'nin847 ve bir rivayette Ahmed'in848 görüşleri de böyledir.

(843) Bkz: Ahkamu'l-Kur'an (Cassas): 3/316, el-Muhalla: 10/31

(844) Bkz. el-İnsaf (Maverdi) 8/27-28

(845) Bkz. el-İnsaf (Maverdi) 828

(846) Cenaze namazı, Tavaf namazı, Tahiyyetii'l-mescid namazı ve Kusuf namazı gibi sebebe dayanan namazlar gibi.

(847) Bkz. el-Muğni: 1/759, El-Mühezzeb: 1/130.

(848) Bkz. el-Muğni: 1/759.

359

FASL

Peygamber (s.a.v.) Hakim b. Hizam'a849 şöyle dedi:

"Yanında bulunmayan şeyi satma." Hakim şöyle demişti:

"Bazı insanlar gelip yanımda bulunmayan malı satmamı istiyorlar, ben de istedikleri malı onlara satıyorum, sonra çarşıya gidip elimde olmadığı halde satışını yaptığım o malları satın alıyorum." Peygamber (s.a.v.) Hakim'in böyle dediğini duyunca ona şöyle demişti:

"Yanında bulunmayan şeyi satma."850

Abdullah b. Ömer'in hadisinde de Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur.

"Selef ve satış helal değildir. Satışta iki şart da helal değildir. Tazmin edilmeyen maldan kar sağlamak da helal değildir. Yanında bulunmayan şeyi satmak da helal değildir."851

İnsanlar bu hadis üzerine değişik sözler söylemişlerdir.

Şöyle denildi: "Yanında bulunmayan şeyi satma" hitabın­dan maksad "Sahib olmadığın ayan cinsinden malı satma" demektir. Bu tefsir Şafii'den nakledilmiştir. Ve onun hal se-lemine cevaz verdiği rivayet edilmiştir. Mütesellifin yanın­da sattığı şey bulunamayabileceği için bunu ayana hamlet-miştir ki bu durumda hal veya müeccel olsun zimmette bu­lunan malın satışı caizdir.852

(849)  Hakim b. Hizam b. Hüveylid, el-Kurşi, el-Esedi. Fatih günü müslüman oldu ve İslam'ını güzelleştirdi. Kureyşin ileri gelenlerinden ve neseb alimi idi. H. 54 yılında vefat etti.

(850)  Hakim b. Hizam'dan değişik lafızlarla tahric edenler: Şafii Risale: 336-337, Ebu Davud Sünen. Kitabu'l-buyuu ve'1-icarat: 3/768-769, İbn Mace, Sünen, Kitabu't-ticarat: 2/737, Tirmizi Sünen Kitabu'l-buyu: 3/554, Elbani İrvau'l-Galil'de bu hadisin sahih olduğunu söyledi.

(851)  Hadisin tahrici daha önce geçti.

(852) Bkz. er-Risale (Şafii): Ahmed Şakir'in tahkiki s: 339.         ,'

360

Başkaları da şöyle dediler: Bu söz cidden zayıftır. Hakim b. Hizam'ın satışı şöyleydi: Bir şey satın almak isteyen bir şahıs ona gelerek "şöyle şöyle bir yiyecek veya elbise satın almak istiyorum" derdi. O da '"tamam istediğini sana temin edeceğim" der ve siparişini aldığı mal yanında ise hemen verir, yanında yoksa pazara giderek istenen malı müşterisi için satın alırdı.

Bu şekilde ticaret yapan daha başka bir çok insan vardır. Dolayısıyla rivayette "Müşteri gelerek bana yanında bu­lunmayan bir malı satın almak istediğini bildirdi." de­nilmektedir. Yoksa "Başkasının malını taleb ederdi" de­nilmemiştir.

Mal taleb eden şahıs, o malın aynısını değil cinsim taleb eder.

Dolayısıyla Ahmed b. Hanbel ve bir grup alim ikinci kavle dönerek şöyle demişlerdir. Hadis umumiyeti gereği, yanında bulunmadığı taktirde zimmette bulunan malın da satışının yasaklanmasını gerektirmektedir -ki bu, yanında bu­lunmadığı taktirde selemden de men etmektedir- Fakat müeccel selemin caiz olduğunu bildiren hadisler gereği, bu yasak hal selemini kapsamaktadır.853

Üçüncü görüş: Bu en doğru görüştür. Hadis mutlak olarak selem-i hal ve selem-i müecceli yasaklamamaktadır. Hadis, zimmette bulunmayan, satın almaya imkanı da bu­lunmayan ve dolayısıyla teslimi de mümkün olmayan malın satışını yasaklamaktadır. Sahib olmadan, teslimine ve tazmi­nine muktedir olmadan bir maldan kar elde etmeyi yasak­lamaktadır.

Hadis sattığı malın mütesellifin yanında bulunmadığı taktirde hal selefini yasaklamaktadır. Hadis kişinin elinde bu­lunmayan ve teslimine muktedir olmadığı maldan para kazanmasını yasaklamıştır. Çünkü parasını aldığı malı,

(853) Bkz. Bidayetü'l-müctehid ve nihayetü'l-muktesid: 2/203.

'                             .                                                                                                                     361

pazarda bulabilir de bulmayabilir de. Dolayısıyla bu tür alışverişlerde aldatma ve tehlike söz konusu olabilmektedir. Çünkü selem halde ise, malın hemen anında, hal zamanın­da teslim edilmesi gerekir. Fakat satıcı buna temin edemiye-ceğini bildiği halde, müşteriden malın bedelini alıp kar sağlanması caiz değildir.

Fakat satıcı teslime muktedir olduğu taktirde selem-i hal caizdir ki Şafii şöyle demiştir: Müeccel caiz ise, halin caiz olması daha evladır.

Peygamber (s.a.v.)'in muradının bu olduğunu açıklayan bir diğer husus da şudur: Yukarıda geçtiği gibi mal talebinde bulunan kimse zimmette mutlak olarak bir satış talebinde bu­lunmuştur. Bunun satışı caiz değilse, mülkünde olmayan muayyen şeyin satışı hiç caiz olmaz.

Alıcı ondan zimmetindeki şeyi hak üzere satmasını taleb etmiş, o da 'tamam satarım' diyerek pazara gidip taleb edilen malı satın almıştır. İşte bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) ona: "Yanında bulunmayan şeyi satma" buyur­muştur. Eğer selef-i hal mutlak olarak caiz olmasaydı o zaman Rasulullah'in (s.a.v.) ona şöyle demesi gerekirdi: "Bunu satma" ister yanında olsun, veya olmasın.

Peygamber (s.a.v.)'in "Yanında olmayan şeyi satma" buyruğundan, yanında bulunan, malik olduğu ve teslimine muktedir olduğu şey ile böyle olmayanı birbirinden ayırdığı anlaşılır. Her ne kadar ikisi de zimmette olsa da.

Kim bunları düşünürse, üçüncü görüşün doğru olduğunu görür. Denilse ki: Muahhar zaruret gereği caizdir. Bu iflas edenlerin satışıdır. Çünkü satıcı şu an satacağı bir şey ol­madığı için erteleyerek satmak zorundadır. Hal'de ise, satılan malı müşterinin görüşüne arzetmesi mümkündür. Zimmette mevsuf bir şeyin veya gaib mevsufu'1-ayn bir şeyin satışı zorunlu değildir. Hatta yasaktır. Aslın hilafını kabul etmiyoruz. Bilakis satılan malın tecili, malın bedeli-

362

nin tecili gibidir.

İnsanlar hal ve gaib satışı konusunda üç görüş üzerin-dedirler:

Bazıları mutlak olarak caiz demekte fakat muayyen mev-sufa cevaz vermemektedir. Şafii'den meşhur olan bu görüş-tür.854 Fakat zahir olan her ikisinin de caiz olmasıdır.

Burada Şafii'ye onun başkalarına dediğinin aynısı deni­lebilir: Mutlak mevsufun satışı caiz olursa, muayyen mev-sufun satışının caiz olması daha evlâdır. Çünkü mutlakta mu­ayyene göre daha çok tehlike, cehl ve aldanma yardır. Birin­ci sıfatla mutlak buğday satsa, müşteri malı gördüğü zaman seçme hakkına sahiptir. Bunun caiz olduğu sahabeden nak­ledilmiştir. Ebu Hanife854 ve bir rivayete göre Ahmed'in855 mezhebi böyledir.

Ahmed'in arkadaşlarından Kadı ve başkaları satış lafzıy­la hal selemine cevaz vermişlerdir.

Bu meselenin tahkiki: Lafız ile lafız arasında fark yok­tur. Parası peşin verildiği halde teslimatı sonra yapılan satışa selef denilir. Müsned'de peygamber (s.a.v.)'den şöyle rivayet edilir.

"Peygamber (s.a.v.) olgunlaşmaya başlamadan bağdaki meyvenin peşin olarak alınmasını yasakladı."856

Fakat meyveler olgunlaşmaya başladıktan sonra, alıcı parasını peşin vererek bunları satın alabilir. Bu durumda malın teslimi gecikecektir. İşte parasını peşin verip, malı da­ha sonra teslim almaya selef denilir.

Selef: Önce olan, Salif ise öne geçen anlamındadır ki cenab-ı hak şöyle buyurdu:

"Böylece onları sonradan gelecekler için bir selef ve bir örnek kıldık."                                   (Zuhruf: 43/56)

(854) Bkz: El-Hidaye şerhu Bidayetü'l-mübteda: 3/32.

(855) El-Muğni: 4/75.

(856) Ahmed, Müsned: 2/46-51.

363

Araplar değerli develerin öncülerine salife derler. Peygamber (s.a.v.) de çeşitli hadislerinde bu kelimeyi kul­lanmıştır.

"İlhaki selefuna'1-hayr Osman b. Maz'un"857

"Hatta tenferide salifeti"858 örneklerinde olduğu gibi.

Selef lafzı, ödünç ve seleme şamildir. Çünkü ödünç veren de ödüncü selef yani takdim ve tacil etmiştir. Fakat ödünç menfaat karşılığı teberru'dur. Abdullah b. Amr'm ha­disinde Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Selef ve satış helal değildir; satışta iki şart ta helal değildir. Tazmin edilmeyen maldan kar sağlamak da helal değildir. Yanında bulunmayan şeyi satmak da helal değildir."859

Bir başka hadis de şöyledir:

"Rasulullah (s.a.v.) genç bir deve istilaf etti, onun yeri­ne yetişkin bir deve ödedi."860

Yanında bulunmayan şeyi satan kimse tacirdir ve amacı kar etmektir. Taleb edilen mala bir fiyat biçer ve bu fiyatı peşin tahsil eder sonra da pazara giderek malı daha ucuza satın alarak parasını önceden aldığı müşteriye satarak kazanç sağlar. Yoksa hiçbir tacir kar sağlamaksızın başkalarının ihtiyaçlarını temin etmez.

Tacir paraya ihtiyaç duyduğu zaman, selef yöntemine başvurur. Bu selem-i müeccel'de vaki olur ki müflisler satışı diye isimlendirilir.   ,

(857)  Osman b. Maz'un'un vefatı münasebetiyle ilgili hadisten bir cümledir. Hadis için bkz:

Ahmed, Müsned: 1/337-338, Hakim, Müstedrek: 3/210.

(858) Buhari, Kitabu'ş-şurut'ta: 3/178-179'da geçen uzun hadisten bir cümledir.

(859) Hadisin tahrici daha önce geçti.

(860) Hadisin tahrici daha önce geçti.

364-

Müflis tacirin parası ve yanında satacak hazır malı yok­tur. Fakat sonradan gelecek malları mevcuttur. Bu durum­da parasını peşin almak ve malı sonra teslim etmek üzere satış yapma yoluna başvurmaktadır.

Müeccel selef çoğunlukla mütesellifin paraya ihtiyaç duyması durumunda vaki olmaktadır.

Hal selefde ise hazırda yanında mal bulunduğu zaman, parasını ihtiyaç duyduğundan yanındaki malı muayyen veya mevsuf olarak satar.

Yanında mal yoksa, bunu ancak ticaret ve kar amacıyla yapar. Belli bir fiyattan mal satar ve bunu kendisi daha düşük bir fiyattan temin etmeye çalışır. Tacirin düşüncesi budur. Fakat her zaman düşüncesine nail olmayabilir ve bazen sattığı fiyatın altında değil de daha üstünde mal alarak yaptığı işten zararlı çıkabilir ki bu durumda bu işte, bir nevi tehlike ve kumar söz konusudur. Tıpkı firar eden bir kö­leyi veya kaybolan deveyi satmak gibi. Kaçak köle veya kayıp devenin sahibi bunları piyasadan daha ucuz bir fiya­ta satar. Eğer bunlar yakalanır veya bulunursa, düşük fiyattan dolayı satıcı yakalanmaz veya bulunmazsa ödediği paradan dolayı müşteri pişmanlık duyar.

Devenin veya atın doğmamış yavrusunu satmak da bunun gibidir ki husulü meçhul olan bu gibi şeyler kumar ve piyan­go gibidir.

Burada iki türlü tehlike vardır:

Ticaret tehlikesi: Tacir kar etmek amacıyla birşeyler alır, satar ve bu konuda Allah'a tevekkül eder. Bu ticaretin kuralıdır. Tacir, Allah'a tevekkül ederek elindeki malı satı-nalacak kimseleri bekler. Bu işte kar ettiği gibi bazen zarar da edebilir. Ticaret işte böyledir.

İkinci tehlike: Kumardır ki, insanların mallarını batıl yolla yemek esasına dayanır. Allah ve Rasulü'nün haram

365

kıldığı mülamese861 ve münabeze862, hayvanın karnındaki yavrusunu ve olgunlaşmaya başlamadan önce ağaçlardaki meyveleri satmak bu nevidendir.

Bu tür alışverişlerde taraflardan biri diğerine kumarda ol­duğu gibi zulmetmiş olur ve bu işte zalim sürekli olarak maz­lumun ahini, nefretini kazanmıştır. Oysa satmak üzere mal satın alıp da, sonra fiyatların düşmesi ile elindeki malı ucuz fiyata satan tacirin durumu böyle değildir. Bu tacir zararı­nı Allah'ın takdiri olarak görür ve kimseye karşı bir nefret duymaz.

Bunun aynısı, sahip olmadığı malı satan satıcı gibidir. İn­sanların çoğu ondan satın alacakları maİın onun elinde bu­lunmadığından haberleri bile yoktur. Eğer bilseler zaten gelip ondan almaz gidip onun alacağı yerden kendileri alır­lardı. Onun sahip olmadan mal sattığını bilseler de, söz konusu malın uzak bölgelerde olması veya toptan alınması gerektiği gibi nedenlerle aracıya başvurmaktadırlar.

Bu tehlikeler ticaretten değil, meyvelerin olgunlaşmadan satılması gibi, teslime güç getirmeden satışta yapılan ace­lecilikten kaynaklanmaktadır. Hayvanın karnındaki yavru­sunu satmak, firari köleyi satmak, kaybolmuş deveyi satmak hep bu nevidendir.

Tacir malı satın alıp mülküne kattıktan ve teslim aldık­tan sonra ticaretin tehlikesi başlar. Tacir malını Allah'ın helal kıldığı ticaret yolu üzere satmalıdır.

"Ey iman edenler! Aranızda karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna, mallarınızı batıl yolla yemeyin"                                                      (Nisa: 4/29)

(861)  Mülamese satışı: "Sen bana veya ben sana dokunursam satış vacip olur" şeklindeki ahş-veriş. Aldatma esasına mebni olduğu için yasaklanmıştır.

(862)  Münâbeze satışı: Satışın zorunlu hale gelmesi için kişinin arkadaşına "Elbiseni bana çek veya ben sana çekeyim demesi"

Bu da hile ve kumar esasına dayandığı için yasaklanmıştır.

366

Peygamber (s.a.v.) 'in:

"Satışta iki şart haramdır."863 buyruğu, bir satışta iki satış niyetini kapsar. Örneğin bir malı önce vadeli olarak 100 dirheme anlaşıp, sonra bunu nakti olarak 80 dirheme satmak gibidir ki buna ıyne satışı denilir.

Bazıları bunu bir satış sözleşmesinde birden fazla şart koşulması olarak yorumlamışlar ve sonra Ahmed'den864 nakledildiği gibi bazıları bunu mutlak olarak yasaklamıştır. Bazıları da bu şartların nevileri ile ilgilidir demişlerdir ki tüm bu görüşlerden yasağı gerektirecek bir şey yoktur.

Allah subhanehu ve teala işlerin hakikatlerini daha iyi bilir.865

(863) Hadisin tahrici daha önce geçti.

(864) Bkz: el-Muğni

(865) Müşkil ayetler kitabının sin ve he nüshaları burada sona eriyor.

367

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Allah'a hamdolsun, ona şükreder, ondan yardım ister, onun bağışlamasını dileriz. Nefislerimizin şerrinden, kötü amellerimizden ona sığınırız. Allah kimi hidayete erdirirse onu saptıracak, kimi de saptırırsa ona hidayet edecek yok­tur. Şehadet ederim ki Allah'tan başka ibadete layık ilah yok­tur. Yine şehadet ederim ki Muhammed (s.a.v.) onun kulu ve rasuludur. Allah onu tüm dinlere üstün kılmak için hida­yet ve hak din ile göndermiştir. Şahit olarak Allah yeter. Al­lah'ım ona salat ve selam eyle.

Kur'an ve Kelamullah hakkında kaide:

Sabilikten kaynaklanan Cehmiyye'nin zuhurundan son­ra ümmet bu konuda heva ve hevesine uyarak çeşitli ayrılık­lar ve fırkalara düştü.

Cenabı Hakk aziz kitabında şöyle buyurdu:

"Bu, Allah'ın kitabı şüphesiz hak olarak indirmesin-dendir. Kitap konusunda anlaşmazlığa düşenler ise uzak bir ayrılık içindedirler."                        (Bakara: 2/176)

Ve yine şöyle buyurdu:

"İnsanlar bir tek ümmet idi. Bu durumda iken Allah, müjde verici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da indirdi. İndirilen kitapta ve gönderilen pey­gamber ve onun dininde hiç kimse ayrılığa düşmedi. Ancak kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlıktan ötürü kendilerine kitap veri­lenler anlaşmazlığa düştü. Bunun üzerine Allah iman edenlere, haktan kendisinde ihtilafa düştükleri şeyleri iz­niyle gösterdi. Şüphesiz Allah dilediğine doğru yolu gös-

368

terir."            ^                                        (Bakara: 2/213)

Kur'an üzerindeki ihtilaf iki nevidir. Tenzil'inde ihtilaf ve Tevil'inde ihtilaf. Allah'ın kötülediği ayrılıkçılar hakda ayrılığa düşenlerdir. Onlar birbirlerinin yanlarında bulu­nan hakkı inkar ettiler. Oysaki vacip olan, indirilmiş olan hakkın tamamına iman etmektir. Ancak bir taraf hakkın ta­mamına iman ediyor, diğer taraf ise inkar ediyorsa, bu du­rumda taraflardan sadece inkarcılar kötülenmektedir:

"O Peygamberler ki, biz onlardan bir kısmını diğer­lerinden üstün kıldık. Allah'ın kendisi ile konuştuğu onlardandır. Bazısının derecelerini yükselttik. Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler verdik, kendisini Ruhu'l-Kudüs ile teyid ettik. Allah dileseydi o peygamberlerden sonra gelen miletler, kendilerine açık belgeler geldikten sonra birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat onlar ihtilafa yöneldi. Onlardan bir kısmı iman etti, bir kısmı da inkar etti. Allah dileseydi onlar elbette savaşmazlardı. Lakin Allah murad ettiğini yapar."                (Bakara: 2/253)

Kur'an'in tenzili hakkındaki ayrılık ayrılıkların en bü­yüğüdür ki bizim buradaki ihtilaftan maksadımız da bu ne­vi ihtilaflardır. Kur'an'ın tenzili hususundaki ihtilaf mümin­ler ile kafirler arasındadır. Müminler kitaba inanırlarken, ka­firler kitabı ve elçileri inkar etmektedirler. Kitap ve elçile­re inananlar müslümanlar, yahudiler, hristiyanlar ve sabiiler-dir. Kitap ve elçileri yalanlayanlar ise, müşrikler, mecusi-ler ve sabiilerdir.

Allah, insanlara indirdiği kelamını tebliğ etmeleri için el­çiler gönderdi. Elçilere iman edenler, onların Allah tarafın­dan tebliğ ettikleri hususlara da iman ederler. Elçileri yalan­layanlar, onların Allah'dan getirdiklerini de yalanlamış olurlar. Allah'ın kelamına iman, Allah'ın insanlara elçi gönderdiğine iman etmeye dahildir.

Bu nedenle elçileri inkar edenler, bunu bazen Allah'ın in-

369.

sanlara göndereceği kelamin olmasını inkar etmeleri esası­na dayandırıyorlardı. Rabbul Alemini hepten inkar edenler de vardı.

Cenabı Hakk şöyle buyurdu:

"İçlerinden bir adama "İnsanları uyar ve iman eden­lere, Rableri katında onlar için yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müjdele'*diye vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki o kafirler "Bu elbette apaçık bir sihibazdır" dediler."                (Yunus: 10/2)

Cenabı Hakk Nuh ve Hud ile ilgili olarak da şöyle buyur­du:

"Sakınıp rahmete kavuşmanız için, içinizden sizi uya­rıp korkutacak bir adam aracılığı ile bir zikr (kitap) gelmesine mi şaştınız."                               (A'raf: 7/63)

Ve şöyle buyurdu:

"Onlar: "Allah, beşere hiç bir şey indirmemiştir" de­mekle Allah'ı kadrinin hakkını vererek takdir edemedi­ler..."                                                          (Enam: 8/91) Bu ayetler kaideleri takrir etmektedir. Cenabı Hakk bir kişinin866 sözünü şöyle aktarıyor: "Bu, bir beşer sözünden başkası değildir." Bu nedenledir ki imanın aslı, indirilen şeylere imandır. Hakk Teala şöyle buyurdu:

"Elif, lam, mim. Bu, kendisinde şüphe olmayan, mut-takiler için yol gösterici bir kitaptır. Onlar, gaybe inanır­lar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızik olarak verdiklerimizden infak ederler. Ve onlar, sana indirile­ne, senden önce indirilenlere iman ederler ve ahirete de kesin bir bilgiyle inanırlar."                  (Bakara: 2/1-4)

Surenin ortasında da şöyle buyruldu:

eyin ki: "Biz Allah'a; bize indirilene, İbrahim, İs-

(866) O kişi Velid b. Muğire'dir.

370

mail, İshâk, Yakub ve torunlarına indirilene, Musa ve İsa'ya verilen ile peygamberlere Rabbinden verilene iman ettik. Onlardan hiç birini diğerinden ayırdetmeyiz ve biz O'na teslim olmuşlarız."             (Bakara: 2/136

Surenin sonunda da şöyle buyruldu: "Elçi, kendisinden Rabbine indirilene iman etti, mü­minler de. Tümü, Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve el­çilerine inandı..."                                   (Bakara: 2/285) Bir sonraki surede ise şöyle buyruldu: "Elif, lam, mim. Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Di­ridir, kaimdir. O, sana kitabı hak ve kendinden önceki­leri doğrulayıcı olarak indirdi. O, Tevrat'ı ve İncil'i de indirmişti. Bundan (Kur'an'dan) önce (onlar) insanlar için bir hidayet idiler. Doğruyu yanlıştan ayıran (Furkan)ı da indirdi."                                          (Al-i İmran: 3/1-4) Yine bu surenin sonunda da şöyle buyurdu: "Rabbimjz, biz: "Rabbinize iman edin" diye imana çağrıda bulunan bir çağrıcıyı işittik, hemen iman et­tik."                                                      (Al-i İmran: 3/193) "Şüphesiz, kitap ehlinden, Allah'a; size indirilene ve kendilerine indirilene -Allah'a derin saygı gösterenler olarak- inananlar vardır."                (Al-i İmran: 3/199) Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim, onun Allah'tan gönderilmiş bir kitap olduğu aslına sıksık vurgu yapar. Bu vurgulara şu örnekleri verebiliriz: "Bu kitap..."                                         (Bakara: 2/2) "Elif, lam, ra. Bunlar, hikmetli kitabın ayetleridir."

(Yunus: 10/1)

"Elif, lam, ra. (Bu) ayetleri muhkem kılınmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan (Al­lah) tarafından birer birer açıklanmış bir kitaptır."

(Hud: 11/1) "Elif, lam, mim, ra. Bunlar Kitab'ın ayetleridir. Ve sa-

371

na rabbinden indirilen haktır."                    (Rad: 13/1)

"Elif, lam, ra. Bu bir kitaptır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, o güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarmak için sana indirdik."

(İbrahim: 14/1)

"Elif, lam, ra. Bunlar, kitabın ve apaçık olan Kur'an'ın ayetleridir."                                (Hicr: 15/1)

Aynı şekilde "Ta, sin.", "Ha, mim" ve tüm "Elif, lam, mim"'ler, "Elif, lam, ra"'lar da aynı şeye vurgu yapmak­tadır.

Kimi zaman Kitabın indirilmesinden övgüyle bahsedil­miştir:

"Hamd, Kitabı kulu üzerine indiren ve onda hiçbir çarpıklık kılmayan Allah'a aittir."             (Kehf: 18/1)

"Alemlere uyarıcı olsun diye, kuluna Furkan'ı indi­ren (Allah) ne yücedir."                           (Furkan: 25/1)

Surelerin içinde de sıksık bundan bahsedilir. Kur'an Musa ve Firavn kıssasından bahsetmektedir. Çünkü bu kıs­sada hak ve batıl tarafların müşahhas örnekleri vardır. Firavn Allah'ı ve peygamberleri inkar etmesi cihetiyle küfür ve ba­tılın en,ucunda iken, Musa, direkt Allah'ın kelamına muha-tab olması, Allah ile arasında bir vasıta olmaması ve böyle­ce risalet ve kelamın kemaline ermesi cihetiyle hak ve ima­nın zirvesindeydi.

Oysa genelde diğer peygamberlerin kafirlerle olan ko­numları böyle değildi. Diğer peygamberlerin muhatap olduk­ları kafirler çoğunlukla Allah'ın varlığını inkar etmiyor­lardı. Ayrıca diğer peygamberler Musa'nın eriştiği Cenabı Hak ile vasıtasız konuşma gibi kelamın zirvesine erişmemiş­lerdir. Bu nedenle Musa ve Firavun'un kıssaları Kur'an'ın en büyük ve ehli iman ve ehli küfür için en ibretlik kıssala-rındandır.

Bu nedenle Peygamber (s.a.v.) ümmetine sık sık lut kıs-

372

sasını hatırlatıyordu. Bedir savaşında Ebu Cehl'in867 öldü­rüldüğünü duyunca şöyle buyurdu:

"O bu ümmetin Firavun'u idi."868

Cenabı Hakkın şu kavliyle haber verdiği gibi Firavn ve kavmi kafir, müşrik ve sabii bir topluluk idi:

"Musa ve kavmini bu toprakta bozgunculuk çıkarma­ları, seni ve ilahlarını terketmeleri için mi (serbest) bıra­kacaksın."                                                 (A'raf: 7/127)

Firavn, Musa'nın getirdiği şeyin hak olduğunun farkın­da olmakla beraber küfründe inadını sürdürdü:

"Ayetlerimiz onlara, gözler önünde sergilenmiş ola­rak gelince dediler ki: "Bu, apaçık olan bir büyüdür. Vic­danları kabul ettiği halde zulüm ve büyüklenme dolayı­sıyla bunları inkar ettiler."                 (Neml: 27/13-14)

"Andolsun, biz Musa'ya apaçık dokuz ayet vermiştik; işte İsrailoğullarına sor; onlara geldiği zaman Firavn ona: "Gerçekten ben seni büyülenmiş sanıyorum" demiş­ti. O da: "Andolsun, bunları görülecek belgeler olarak göklerin ve yerin Rabbinden başkasının indirmediğini sen de bilmişsin; gerçekten ben de seni yıkılmış harab ol­muş sanıyorum" demişti."                  (İsra: 17/101-102)

Nuh, Ad, Semud, Lut, Şuayb, İbrahim, Musa, Arab, Hind, Rum, Berber, Türk, Yunan miletinin kafir ve müşrik­leri ile diğer kafir ve müşrikler sadece zan ve nevalarına ta­bi oluyor ve Allah'tan gelen kitablardan yüz çeviriyorlardı.

(867)  Ebu Cehl: Amr b. Hişam b. Muğire el-Mahzumi el-Kurşi İs­lam'ın başlangıcında Peygamber'in (s.a.v.) en büyük düşmanlarından ve cahiliye döneminde Kureyş'in en ileri gelen liderlerinden birisidir.

"Ebu'l Hakim olarak çağrılırdı. İslam'a olan düşmanlığından dolayı müslümanlar onu "Ebu Cehil" olarak adlandırmışlardır. Bedir savaşın­da müşrik olarak öldürüldü.

(868) Hadisi tahriç edenler: Ahmed Müsned: 1/444; Ebu Davud Ki-tab'ulCihad: 3/154.

373

Hakk Teala onlara, Adem cennetten düştüğü zaman hi-tab ettiği gibi hitab etmiştir:                *

"Dedik ki: "Oradan hepiniz inin. Bundan sonra size benden bir hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmaya­caklardır." İnkar edip de ayetlerimizi yalanlayanlar ise; onlar, ateşin halkıdırlar ve orada süresiz kalacaklar­dır."                                                    (Bakara: 2/38-39)

"Dedi ki: "Kiminiz kiminize düşman olarak, hepiniz oradan inin. Artık size benden bir yol gösterici gelecek­tir, kim benim hidayetime uyarsa artık o şaşırıp sapmaz ve mutsuz olmaz. Kim de benim zikrimden yüz çevirir­se, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve biz onu kı­yamet günü kör olarak hasredeceğiz."

(Ta-ha: 20/123-124)

Bir başka yerde de şöyle buyruldu:

"Ey Ademoğulları, içinizden size ayetlerimi haber veren elçiler geldiğinde kim sakınırsa ve (davranışlarını) düzeltirse işte onlar için korku yoktur, onlar mahzun ol­mayacaklardır."                                         (A'raf: 7/35)

Allah'ın onlara indirdiği nice açık ayetlere rağmen on­lar ancak zanlarına ve nevalarının gösterdiğine uymayı seç­mişlerdir. Bunlar kendilerinin akıl, görüş, akli kıyas ve an­layış sahipleri olduklarını iddia ederek kendilerini hikmet sa­hipleri-ve felsefeciler olarak isimlendirirler. Cedel, söz, güç iktidar ve mal peşinde koşarlar ve peygamberlere uyan­ları küçümseyerek onları sefihlik ve sapıklıkla ittiham eder­ler.

Bu konuda Cenabı Hakk şöyle buyurdu:

"Rasulleri kendilerine apaçık belgeler getirdiği za­man, onlar, yanlarında olan ilimden dolayı sevinip bö­bürlendiler de, kendisini alay konusu edindikleri şey, on­ları sarıp kuşatıverdi."

374

"Ve onlara: "İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin" denildiğinde: "Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim?" derler. Bilin ki, gerçekten asıl kendileri düşük akıllılardır; ama bilmezler."         (Bakara: 2/13)

"Doğrusu, suç ve günah işleyenler; kimi iman eden­lere gülüp geçerlerdi. Yanlarına vardıkları zaman, bir­birlerine kaş göz ederlerdi. Kendi yakınlarına döndük­leri zaman neşeyle dönerlerdi. Onları gördükleri zaman ise: "Bunlar elbette şaşkın sapıklardır" derlerdi. Oysa kendileri onların üzerine gözcü olarak gönderilmemiş­lerdi."                                           (Mutaffifin: 83/29-33)

Nuh kavmi de şöyle demişti:

"Dediler ki: "Sana sıradan aşağılık insanlar uymuş­ken inanır mıyız?"                                  (Şuara: 26/111)

Ve yine şöyle dediler:

"Sana, sağ görüşlü olan en aşağılıklarımızdan başka­sının uyduğunu görmüyoruz."                   (Hud: 11/27)

Ve Hak Teala yine şöyle buyurdu:

"İnkar edenlere dünya hayati çekici kılındı (süslendi). Onlar, iman edenlerden kimileriyle alay ederler."

(Bakara: 2/212)

"Kavminin ileri gelenleri kendisine her uğradığında onunla alay ediyordu."                               (Hud: 11/38)

Alay etmekle yetinmiyorlar peygamberleri bir de delilik, sefihlik, sapıklık ve benzer kötü sıfatlarla tanımlıyorlardı.

Nuh'a:

"Delidir."                                             (Kamer: 54/9)

Demeleri gibi. Ve şöyle dediler:

"Kavminin önde gelenleri: "Gerçekten biz seni açık­ça bir 'şaşirmışlık ve sapmışlık' içinde görüyoruz" dediler. O: "Ey kavmim, bende bir 'şaşirmışlık ve sap­mışlık' yoktur; ama ben alemlerin Rabbinden bir elçi­yim" dedi."                                            (A'raf: 7/60-61)

375

Hud kavmi de O'na şöyle dediler:

"Kavminin önde gelenlerinden inkar edenler dediler ki: "Gerçekten biz seni 'akli bir yetersizlik' içinde görü­yoruz ve doğrusu biz senin yalancılardan olduğunu sa­nıyoruz." (Hud) "Ey kavmim" dedi. Bende akıl yetersiz­liği yoktur; ama ben gerçekten alemlerin Rabbinden bir elçiyim."                                           (A'raf: 7/66-67)

376

FASIL

Peygamberlere imanın toptan ve umumi olması gerekir. Peygamberler arasında ayrım yapılamaz. Onların ve getir­dikleri mesajların tümüne inanmak vaciptir. Bu konuda herhangi bir ihtilaf söz konusu değildir. Kim peygamberle­rin bazılarına inanıp, bazılarına inanmaz veya Allah'ın in­dirdiklerinin bazıların inanmazsa o kafirdir.

Bu dinlerini değiştiren yahudi, hiristiyan ve sabiilerin ha­lidir. Bu ümmetler aslen Allah'a ve ahiret gününe inanıp, sa-lih ameller işleyen topluluklar idiler. Ki Cenabı Hakkın buyurduğu gibi onlara korku yoktur ve onlar mahzun da ol­mayacaklardır:

"Şüphesiz iman edenlerle, yahudiler, hiristiyanlar ve sabiilerden Allah'a ve ahiret gününe inanıp salih amel işleyenler için Rableri katında mükafaatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi onlar üzül­meyeceklerdir."                                       (Bakara: 2/62)

Bunun benzeri bir diğer ayet Maide'de vardır.869

Fakat bu ümmetler daha sonra dinlerini tahrif ederek peygamberleri birbirinden ayırdılar ve bazılarına inanıp, bazılarını inkar ettiler.

Yahudiler şöyle dediler:

"Onlara: "Allah'ın indirdiklerine iman edin" denil­diğinde: "Biz, bize indirilene iman ederiz" derler ve on­dan sonra olan (Kur'an'ı) inkar ederler. Oysa o (Kur'an), yanlarindakini doğrulayan bir gerçektir."

(Bakara: 2/91)

Cenabı Hakk şöyle buyurdu:

(869) Maide 69 ayette şöyle buyrulmuştur:

"İman edenler ile yahudiler, sabiiler ve hriştiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe inanıp iyi amel işleyenler üzerine asla korku yok­tur; onlar üzülecekde değillerdir."

377

"Allah'ı ve elçilerini inkar edenler, Allah ile elçileri­nin arasını ayırmak isteyenler, "Bazısına inanırız, bazı­sını tanımayız" diyen ve bu ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler. İşte bunlar, gerçekten kafir olanlardır. Kafir­lere aşağılatın bir azap hazırlanmıştır."

(Nisa: 4/150-151)

Ve yine şöyle buyurdu:

"Deyinki: "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İs­mail, İshak, Yakub ve torunlarına indirilene, Musa ve İsa'ya verilen ile peygamberlere Rabbinden verilene iman ettik. Onlardan hiç birini diğerinden ayırdetmeyiz ve biz O'na teslim olmuşlarız. Şayet onlar da, sizin inan­dığınız gibi inanırlarsa, kuşkusuz doğru yolu bulmuş olurlar; yok eğer yüz çevirirlerse, onlar elbette bir aykı­rılık içindedirler. Sana onlara karşı Allah yeter. O, işi­tendir, bilendir."                          (Bakara: 2/136-137)

Hak Teala müminlerle ilgili olarak da şöyle buyurdu:

"Elçi, kendisine Rabbinden indirilene iman etti, mü­minler de. Tümü, Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve el­çilerine inandı. "O'nun elçileri arasında hiç birini ayır­detmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı (dileriz). Varış ancak sana'dır." dediler."

(Bakara: 2/285)

Cenabı Hak iman edenleri överken, bazılarına inanıp, ba­zılarına inanmayarak kitaplarda ayrım yapanları da kınadı:

"Kitap konusunda anlaşmazlığa düşenler ise uzak bir ayrılık içindedirler."                      (Bakara: 2/176)

"Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan 'azgınlık ve kıskançlıkları' yüzün­den anlaşmazlığa düşenler, o (Kitap) verilenlerden baş­kası değildir."                                     (Bakara: 2/213)

"Kitap ehlinden olanlar, ancak kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra fırkalara ayrıldılar."

(Beyyine: 98/4)

378

"Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, par­çalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. İş­te onlar için büyük bir azap vardır."

(Al-i İmran: 3/105)

"Gerçek şu ki, dinlerini parça parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiçbir şeyde onlardan değilsin."

(En'am: 6/159)

379

FASIL

Ayrım ve bölücülük bazen peygamberlerin kadri konu­sunda bazen de vasıfları konusunda olmaktadır. Kemmiyet veya keyfiyet, veya tenzil ve tevil konusunda olduğu gibi. Mevcud'un mevsuf bir hakikati ve mahdud bir mikdarı var­dır.

Allah'ın Rasullerine indirdiğinde ayrım ve bölücülük bazen kadri bazen de vasıfı konusunda olmaktadır:

Birincisi yahudilerin sözleri gibidir: İsa ve Muhammed'e indirilene değil, Musa'ya indirilene inanırız. Hristiyanlar da Mesih'e inanıp, Muhammed'e inanmamakla aynı konumda­dırlar. Peygamberler veya kitapların bazılarına inanıp da ba­zılarına inanmayan herkesin durumu budur.

Yine bu ümmet içinde de kitap ve sünnetin bazı nasları-na inanıp, bazılarına inanmayan bidatçiler mevcuttur ki bunların bu bidatleri küfürden kaynaklanmaktadır.

Vasfa gelince: Yahudiler ve Hristiyanlarm Mesih hakkın­daki ihtilaflarını buna örnek verebiliriz. Yahudiler o'nun bir kul olduğunu kabul ederler ancak peygamberleriğini kabul etmezler. Hristiyanlar ise onun peygamberliğini kabul eder­ler fakat aynı zamanda onu tanrı da kabul ederler.

Her iki taife İsa Mesih'in vasıf ve sıfatı hususunda ihti­laf ettiler. Her iki taifenin de hak ve batıl yönleri bulunmak­tadır.

Felsefeci Sabiilerin durumu da böyledir. Bunlar Allah'ın peygamberlerine indirdikleri konusunda hak sözler söyledik­leri gibi batıl sözler de söylemektedirler. Buna örnek olarak onların şu sözlerini verebiliriz: "Peygamberlere itaat et­mek ve yollarından gitmek gerekir. Getirdikleri şeylere Al­lah sözü demek caizdir. Fakat Allah onlara bu sözleri dün­ya semasındaki akli faal olan ruhdan indirmiştir. Yoksa kendi indinden değil!"

380

Görüldüğü gibi bu söz bir yönüyle hak iken, diğer bir yö­nüyle de batıldır.

Bu kimseler aynı zamanda ayrıcı ve bölücü kimselerdir. Allah'ın indirdiği ve elçilerinin sıfatlarının bir kısmını ka­bul ederlerken diğer bir kısmını da inkar etmektedirler. İn­kar ettikleri sıfatlar kabul ettiklerinden belkide daha çoktur. Aynı yahudilerin kitaptan inkar ettiklerinin kabul ettiklerin­den daha çok olması gibi. Bir yönüyle onlar yahudilerden da­ha şedid kafirler iken, diğer yönüyle de yahudiler onlardan daha şedid kafirlerdir.

Bu kimselerden yahudi Veya hristiyan olan iki cihetle ka­firdirler. Son peygamber kabul etmemeleri cihetiyle ve ya-hudilik veya hristiyanlık dinini hak görmeleri cihetiyle.

Bunların aralarındaki dereceler, iman ettikleri veya inkar ettikleri sıfatların çokluğuna göre değişiklik gösterir.

İslam'a müntesib görünen kimselerden de Kur'an ve Peygamber (s.a.v.) bazı sıfatlarını kabul edip, bazılarını kabul etmeyen kimseler vardır ki bunların yahudi ve hiris-tiyanlardan hiçbir farkları yoktur.

Bu ümmete müntesib göründükleri halde Peygamber'in (s.a.v.) getirdiklerinin bazısına inanıp, bazısına inanma­yanların ne denli büyük bir sapıklık ve delalet içinde olduk­ları çok açık biçimde görülmektedir.

381

FASIL

Allah'ın indirdiklerinden bazıların inkar edenler ile Al­lah'ın indirdiklerinin tamamını inkar edenler birçok ba­kımdan birbirlerine benzemektedirler. Muhammed'e indi­rilenleri inkar eden yahudi, hiristiyan ve sabiiler ile, müş­rikler, mecusiler ve onlara tabii olan sabiiler arasında açık bir benzerlik mevcuttur.

Bu inkarcılar, Allah'ın ayetlerine ve elçileriyle beraber gönderdiği kitaplara, şeriatlara ve peygamberlerin siretleri gibi hususlara itiraz ediyorlar ki, tarih boyunca tüm inkar­cılar bu konuda aynı itirazlarla hareket etmişlerdir. Mu­hammed'e (s.a.v.) yapılan itirazların aynısı Musa (a.s.) ve İsa'ya (a.s.) da yapılmıştır.

Bu konuda Cenabı Hakk şöyle buyurmaktadır:

"Allah'ın ayetleri konusunda inkar edenlerden baş­kası mücadele etmez. Öyleyse onların şehirlerde dönüp dolaşması seni aldatmasın. Kendilerinden önce Nuh kav­mi de yalanlandı ve kendilerinden sonra fırkalar da. Her ümmet, kendi elçilerini yakalamaya yeltendi. Hak­kı, onunla yürürlükten kaldırmak için, 'batıla dayana­rak' mücadeleye giriştiler. Ben de onları yakalayıverdim. Artık benim cezalandırmam nasılmış?"

(Mü'min: 40/4-5)

Ve yine şöyle buyurdu:

"Ki onlar, Allah'ın ayetleri konusunda kendilerine gelmiş bir delil bulunmaksızın mücadele edip dururlar. (Bu) Allah katında da iman edenler katında da büyük bir öfke (sebebi)dir."                                  (Mü'min: 40/35)

Başka bir ayette de şöyle buyruldu:

"Şüphesiz, kendilerine gelmiş bulunan hiçbir delil olmaksızın, Allah'ın ayetleri konusunda mücadele eden­lere gelince, onların göğüslerinde kendisine ulaşama-

382

yacakları bir büyüklük (isteği)den başkası yoktur. Artık sen Allah'a sığın. Şüphesiz O hakkıyla işiten, hakkıyla gö­rendir."                                                 (Mü'min: 40/56)

"Allah'ın ayetleri hakkında mücadele edenleri görmü­yor musun; nasıl da döndürülüyorlar? Ki onlar, Kitabı ve elçilerimizle gönderdiğimiz şeyleri yalanladılar. Ar­tık yakında bileceklerdir."              (Mü'min: 40/69-70)

Oysaki Allah (c.c.) elçilerini çeşitli mucizeler, hüccetler, büyük ve göz kamaştırıcı kudret ile teyid etmiştir. O'nun nü­büvvet ile yeryüzünün doğusu ve batısı aydınlanmış, ve daha önce geçen peygamberlerin nübüvvetleri O'nunla sa­bit olmuştur. Hak batıldan O'nun nübüvveti ile ayrılmıştır. Eğer O'nun nübüvveti olmasaydı insanlar kat kat karanlık­lar ve çeşitli kargaşalar içinde kalırlardı. Kitap ehli de üm-miler de! Dolayısıyla daha önceki peygamberlere, yönelti­len itirazların aynısı O 'na da yöneltilmiştir. Allah ona, ge­tirdiği şeylerin daha önce Ehli kitaba gelen şeylerle aynı ol­duğu konusunda Ehli kitabı şahid göstermesini emretti. Bu onların cizyeyi kabul etmelerinin bazı hikmetlerindendir:

"Sana indirdiğimizden eğer kuşkudaysan, senden ön­ce kitabı okuyanlara sor. Andolsun, Rabbinden sana gerçek gelmiştir, şu halde kuşkuya kapılanlardan ol­ma."'                                                        (Yunus: 10/94)

"Benimle sizin aranızda şahid olarak Allah yeter ve yanlarında kitabın ilmi bulunanlar da (bu gerçeği bi­lir)."                                                           (Ra'd: 13/43)

"Biz senden evvel kendilerine vahyettiğimiz rkekler-den başka (peygamberler) göndermedik. Eğer bilmiyor­sanız, zikir ehline sorun. (Onları) Apaçık deliller kitap­larla (gönderdik)..."                               (Nahl: 16/43-44)

Bir başka surede de şöyle buyruldu:

"Biz senden öncede kendilerine vahyettiğimiz erkek­ler dışında elçi göndermedik. Eğer bilmiyorsanız o hal-

383

de zikir ehline sorun."                               (Enbiya: 21/7)

"De ki: "Gördünüz mü haber verin; eğer (bu Kur'an'ı) Allah katından ise, siz de onu inkar etmişseniz ve İsra-iloğullarından bir şahid bunun bir benzerine şahitlik edip iman etmişse ve siz de büyüklük taşlamışsaniz (bu­nun sonucu ne olacak)?"                            (Ahkaf: 46/10)

Bu kafirler peygamberler hakkında bir takım yanlış kı­yaslar yaparak inkar yoluna saptılar. Oysa kıyasda benzeyen ile benzetilen arasında müşterek bir payda olması gerekir. Şeytanlar kendi dostlarına inerek onlara batıl şeyleri ilham etmektedirler:

"Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli çağrılarda bulunurlar."

(En'am: 6/121)

Cenabı Hak "Ta-Sin" suresinde Musa kıssasını Allah'ın onunla konuşmasını ve onu Firavun'a göndermesini anlat­tı ki, bu kıssa daha önce de dediğimiz gibi Kür'an'ın en önemli kıssalarmdandır.

Şuara suresinde ise peşpeşe şu dokuz peygamberin kıs­saları anlatıldı. Musa, İbrahim, Nuh, Hud, Salih, Lut ve Şuayb. Sonra da şöyle buyurdu:

"Gerçekten o (Kur'an) alemlerin Rabbinin (bir) indir­mesidir. O'nu Ruhu'I-Emin indirdi. Uyarıcılardan olman için, senin kalbinin üzerine (indirmiştir)."

(Şuara: 26/192-193)

Şu ayetlere kadar:

"Şairler ise; gerçekten onlara azgın-sapiklar uyar. Görmedin mi; onlar, herbir vadide vehmedip duruyor­lar, ve gerçekten onlar, yapmayacakları şeyleri söylüyor­lar."                                                 (Şuara: 26/224-226)

Ayeti kerimelerde peygamberler ile kahinler, yalancı peygamberler ve şairler gibi şeytanın fısıltılarına kulak ve­ren kimseler arasındaki fark zikredilmiştir. Peygamberler dı-

384

şındaki tüm bu zümreler şeytanla ilişkilidirler ve şeytanın fı­sıltılarına kulak vererek insanları o doğrultuya yöneltmek­tedirler.

Şeytan ancak kendisine münasib olan yalancı ve facirle-rin üzerine inebilir. Sadık ve muttaki kimselerin değil. Şa­irler ise çoğunlukla insanların duygularına hitap ederek on­ları heva, hevese ve şehvetlere yöneltirler. İns ve cin şeytan­ları kendi mühasibleriyle yakınlık içindedirler.

385

FASIL

Bu aslın beyanından sonra bidatin küfürden kaynaklan­dığı gerçeği ortaya çıkmış oldu.

Daha önce de işaret ettiğimiz gibi Cenabı Hakkın Kur'an-ı Kerim'de övdüğü yahudi ve hiristiyanlar, önceleri mümin ve müslüman idiler. Allah'ın indirdiklerinden herhangi bir şeyi değiştirmedikleri gibi, inkara da sapmamışlardı. Ancak daha sonra, Allah'ın dinini değiştirerek ve Allah'ın Muham-med'e (a.s.) indirdiğini inkar ederek kafirlerden oldular. Kafir yahudi, hiristiyan ve sabiilerden bir zümre ise, nifak yolunu seçmiştir.

Son dönem Sabiileri, Cenabı Hakkın kelam sıfatını, ko­nuşma ve söylemesini, veya insanlardan birine kendi katın­dan bazı sözler göndermesini veya beşerden birisiyle konuş­masını inkar ettiler. Onlara göre Allah (c.c.) ilim, muhabbet, rahmet gibi subuti sıfatlarla sıfatlanamaz. Ayrıca Allah'ın İbrahim'i dost, Musa'yı kelim edinmesini de reddederler.

Onlar Allah'ı (c.c.) olumlu veya olumsuz sıfatlarla tanım­larlar. Meselan: Cisim değildir, cevher ve araz değildir. Alemin dahili veya haricinde değildir. Veya izafet ile tanım­larlar. Mesela: Alemin mebdeidir veya iletu'l ula'dır deme­leri gibi. Bazen de selb ve izafet ile mürekkeb sıfatlar ile ta­nımlarlar: Aıl, maluk ve akl gibi.

Onlara göre Allah başkaları dışında Musa'yı kelam ve teklim ile seçmemiştir. Muhammed'i de başkaları dışında ir­sal ile görevlendirmemiştir. Onlar Allah'ın ayrıntıları bilme­sini veya irade etmesini kabul etmezler. Bilakis kabul eder-seler Allah'ın genel ilim ve iradesini kabul ederler.

Onlardan nübüvveti kabul edenler ise şöyle derler: Nü­büvvet diğer insanlar gibi peygamberlerin de iç alemlerin­de coşkuyla hissedilen feyizden ibarettir. Peygamberleri ayrıcalıklı kalan şey onların bu feyizleri almada daha isti-

386

daflı olmalarıdır. Bu feyizler sayesinde onlar başkalarının bilmediklerini bilir, başkalarının işitmediklerini işitir, baş­kalarının görmediklerini görür ve başkalarının yapmadıkla-ını yaparlar.

Bunlara göre peygamberlerin sözlerinin diğer insanların sözlerinden hiçbir farkı yoktur

Kur'an'ı:

"Bu, bir beşer sözünden başkası değildir."

(Müddessir: 74/25)

Diye reddeden arap müşriklerinden Velid b. Muğire870 sabiilerdendir.

Sabiiler, Ehli Kitap gibidirler. Allah (c.c.) bazan onları müşriklerle beraber, bazen de Ehli Kitab ile beraber zikret­miştir: 1   Hakk Teala şöyle buyurdu:

"Kitap ehlinden ve müşriklerden inkar edenler, ken­dilerine apaçık bir delil gelinceye kadar, (bulundukları durumdan) kopup, ayrılacak değillerdi." (Beyyine: 98/1)

Şu kavli ilahiye kadar:

"Şüphesiz, kitap ehlinden ve müşriklerden inkar edenler, içinde sürekli kalıcılar olmak üzere cehennem ateşindedirler."                                      (Beyyine: 98/6)

Hacc suresinde de altı milletin arasında zikredilmişler­dir:

"Gerçekten iman edenler, Yahudiler, Sabiiler, Hris-tiyanlar, Mecusiler ve müşrikler; şüphesiz Allah, kıyamet günü aralarını ayıracaktır."                     (Hacc: 22/17)

Cenabı Hakk yine şöyle buyurdu:

"Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini

(870) Velid b. Muğire b. Abdillah b. Amr b. Mahzum Ebu Abd Şems. Cahiliye döneminde Arap hakimlerinden ve Kureyş'in liderlerin­den birisidir. Yaşlı döneminde İslama yetişti fakat küfründe İsrar etti. Hic­retten üç ay sonra öldü. Halid b. Velid'in babasıdır.

387

rabler edindiler ve Meryem oğlu Mesih'i de... Oysa on­lar, tek olan bir ilaha ibadet etmekten başka bir şeyle em-rolunmadılar. O'ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir."           (Tevbe: 9/31)

Bundan bir önceki ve bir sonraki ayet ise şöyledir:

"Yahudiler: "Üzeyr Allah'ın oğludur" dediler; hris-tiyanlar da: "Mesih Allah'ın oğludur" dediler. Bu, on­ların ağızlarıyla söylemeleridir; onlar, bundan önceki in­kar edenlerin sözlerini taklid ediyorlar. Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar?"               (Tevbe: 9/30)

"Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, kendi nurunu tamam­lamaktan başkasını istemiyor."                 (Tevbe: 9/32)

Ve yine şöyle buyurdu:

"Andolsun, "Allah üçün üçüncüsüdür" diyenler küf­re düşmüştür."                                          (Maide: 5/73)

"Andolsun, "Şüphesiz Allah, Meryemoğlu Mesih'tir" diyenler küfre düşmüştür."                       (Maide: 5/72)

"Allah: "Ey Meryemoğlu İsa, insanlara, beni ve an­nemi Allah'ı bırakarak iki ilah edinin, diye sen mi söy­ledin? dediğinde: "Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz..."

(Maide: 5/116)

"(Allah) "Üçtür" demeyiniz. (Bundan) kaçının, sizin için hayırlıdır."                                          (Nisa: 4/171)

Dinlerini değiştiren Yahudiler ve Hristiyanlar aynı zamanda müşrik iseler, Sabiiler onlardan daha çok müş­riktir. Müşriklikleri dinlerini değiştirdikten sonradır. Din­lerini değiştirmeden önce ise müşrik değillerdi. Bu ümmet­lerin dinlerinin aslı sahih ve şirkten uzaktır. Şirk, sonradan bulaşmış oldukları bir bidattir. Bu hususun iyi anlaşılması gerekir.

Arapların ileri gelenlerinden o kişi (Velid b. Muğire)'de

388

öyledir. Ki o, arapların en büyük hakim ve felsefecilerinden biri sayılıyordu. Bu nedenledir ki Cenabı Hakk ayeti kerimelerde O'nun felsefe kokan şu halini ve sözlerini bil­dirdi:

"Çünkü o, düşündü ve bir ölçü tespit etti, Kahrolası, nasıl bir ölçü koydu? Yine kahrolası, nasıl bir ölçü koy­du? Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı. Böylece "Bu, yalnızca aktarılarak öğrenilen bir büyüdür", dedi. "Bu, bir beşer sözünden başkası değildir."

(Müddessir: 74/18-25)

Sonra bu kimseler peygamberlerin sözleri karşısında hayret ve şaşkınlık içindedirler. Nübüvvet nuru onları şaş­kınlığa düşürmektedir. Bu durumda nübüvvete karşı muh­telif fikirlere bölünmüşlerdir.

Bazıları peygamberlerin söylediği çoğu şeylere inan­maz, bunlardan yüz çevirir veya şüphe ederler.

Bazıları: Maslahat gereği yalan söylenebilir. Peygamber­lerde böyle yapmışlardır, derler.

Bazıları ise: Peygamberlerin bu sözleri hayaller ve hakikatleri insanların kalplerine yaklaştırmak için verilen misallerden ibarettir demişlerdir. Farabi871 ve İbni Sina'nın872 yolu budur. Fakat İbn Sina bazı yönlerden imana daha yakındır fakat mümin değildir.

Muhammed'in (s.a.v.) risalesini idrak tüm felsefeciler bu

(871)  Muhammed b. Muhammed b. Özlağ b. Turhan el-Farabi. Ebu'n-Nasr. Felsefeci, matematikçi, tabib, Türk, Fars, Yunan ve Süryani dillerini biliyordu. Marran'a giderek Yuhanna'dan felsefe dersleri aldı. Medinetu'l-Fadile, İhsau'1-Ulum, el-Medhal ile'I mantık gibi çeşitli eserleri vardır. 339 yılında vefat etti.

(872) Hüseyn b. Abdillah b. Sina, Ebu Ali. Başta tıp ve felsefe olmak üzere muhtelif ilim dallarında şöhret kazanmıştır.

"Şifa", işarat, Kanun gibi eserleri vardır. 428 yılında vefat etti.

389

risaletin aydınlığı ihtiva ettiği faydalı ilimler ve güzel dav­ranışlar karşısında az veya çok şaşkınlık ve hayranlığa kapılmışlardır.

Hatta îbni Sina şöyle dedi:

"Tüm büyük felsefeciler yeryüzüne bu şeriatten daha üstün başka bir şeriat gelmediği husussunda tam bir ittifak içindedirler."

Felsefeciler de diğer kardeşleri gibi kitap ve sünnetin naslarından işlerine gelmeyeni tevil ve tahrif yoluna git­mişlerdir. Bu tevil ve saptırmalar onların küfre girmesine ne­den olmuştur.

Peygamber getirdikleri sözlerin Allah'ın sözleri olduğunu söylemeleri üzerine felsefeciler de zahiren böyle söyleyip, batinen aksine inanmışlardır. Müslümanlar arasında mü­nafıklık yaparak, "Kur'an Allah'ın sözüdür, diğer peygam­berlerin getirdikleri de Allah'ın kelamıdır, fakat Allah'ın ke­lamından maksat; bu sözlerin peygamberlere feyz yoluyla faal akıldan gelmesidir" demişlerdir.

Ve bir diğer iddiaları da şudur: Faal akıl, Cibril'dir. Çünkü o gaybi konularda cimri değildir ve bol bol feyz dağıtır.

Ve bir diğer sözleri Allah Musa ile Sema aklıyla konuş­tu. Riyazat ve çile erbabı da bu mücadelelerinden sonra Musa'nın duyduklarını duyma mertebesine erişirler.

Onların bu sözleri birçok meşhur insanın sapıtmasına vesile olmuştur ki bunlardan biri de "Ebu Hamid el-Gaza-li'dir. Gazali onlardan etkilenmiş ve bunu kitaplarına yan­sıtmıştır.

Felsefeciler son dönem Sabiiler ve son risaletten sentez yaparak oluşturdukları fikirlerini "İhvani safa873 Risaleleri" altında yaymaya çalıştılar.

(873) İhvanu Safa: Bir grup Şii felsefeci. Asıl isimlerini gizleyerek, fikirlerini risaleler halinde telif edip halka dağıtırlardı. Daha fazla bilgi için el-Mevsuiyye el-Arabiyye el-Müyessere (l/66)'ya bakınız.

390

Bu risalelerde makul ve mankul adı altında delilsiz ve saptırılmış birçok konuya yer vererek, insanlardan bazılarını saptırmayı başarmışlardır. Ayrıca bu risalelerde müsbet veya menfi yönde nübüvvet ve risaletle hiçbir ilgisi ol­mayan doğa ve matematik bilgileri de mevcuttur. Bu ilim­ler, ziraat, inşaat, dikişçilik gibi dünyevi faydalara şamildir.

Bu gizli Sabiilerin sözlerinin hakikati şudur: Kur'an diğer sözler gibi bir beşer sözüdür, ancak diğerlerinden da­ha üstündür. Aynen insanlardan bazılarının bazılarından üstün olması gibi. Ve bu sözler aynen diğer ilimlerin ehline ulaşması gibi Rasulullah'a (s.a.v.) feyz yoluyla ulaşmıştır.

Ey okuyucu bil ki bu sözler zahiren müslüman görünüp hakikatte münafık ve zındık olanların sözleridir ki, bun­ların sayısı son dönemlerde çokça artmıştır. Kendilerini felsefeci, kelamcı, tasavvufçu olarak sunan bu münafıklar­dan biri olan Tilmisani874 şöyle diyor:

"Bizim sözümüz Allah'a ulaştırır, Kur'an ise cennete" İbn Arabi875 ies şöyle demiştir:

"Veliler, Peygamber (s.a.v.) ve vahiy getiren melekle aynı yerden alırlar."

Bu zındıkların çokça söyledikleri sözlerden biri de şudur: "Kur'an genel için, bizim sözlerimiz ise özel kimseler içindir."

Daha önce müşriklerin yaptıkları gibi bu zındıklar da Kur'an'ı bölük bölük yaptılar. Bunlar sapıklıkta o kadar ileri gittiler ki kamil bir veli veya kamil bir felsefeciyi Ra­sulullah'a (s.a.v.) tercih ettiler.

(874) Ebu Rebi, Afifuddin Süleyman b. Ali el-Tilmisani. Tasavvuf zındıklarından birisi. Vahdeti vucüdculardan, 690 yılında öldü.

(875) Muhammed b. Ali b. Muhammed b. Arabi el-Endülüsi. Vahde­ti Vücutçu. Övenleri bulunduğu gibi zındıklık ve küfürle ittiham eden­ler de vardır. "Fususul Hikem" ve Futuhatu'l-Mekkiyye gibi kitapları vardır ki bu kitaplarda zahiren küfrü gerektirecek birçok husus vardır."

391

Bu kimseler kendi iddialarınca bazı velileri veya felse­fecileri, ki bunlar kendileri veya şeyhleridir. Peygamber'den (s.a.v.) üstün tutmakta bazen de, bir yönüyle o, bir yönüyle de biz üstünüz demektedirler.

Allah'ın gönderdiği kelamı kendi kelamlarıyla kıyas ederlerken, peygamberleri de kendileriyle kıyas etmektedir­ler. Cenabı Hakk bu gibilerinin hallerini şöyle beyan etti:

"Onlar: "Allah, beşere hiçbir şey indirmemiştir" de­mekle Allah'ı, kadrinin hakkını vererek takdir edeme­diler."                                                       (En'am:6/91)

"Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya kendisine hiç birşey vahyolunmamişken "Bana da vahy geldi" diyen ve "Allah'ın indirdiğinin bir benzerini ben de indiririm" diyenden daha zalim kimdir?"

(En'am: 6/93)

Cenabı Hakk bu gibi inkarcılara hitaben Tevrat ve İncil gibi Allah'ın katından olan iki kitap getirmeleri çağrısında bulunmuştur:

"İki büyü birbirine arka çıktı" dediler. Ve: "Gerçek­ten biz hepsini inkar edenleriz" dediler. De ki: Eğer doğruysanız, bu durumda Allah katından bu ikisinden (bana ve Musa'ya indirilen kitapta) daha doğru olan bir ki­tap getirin de, ona uymuş olayım."      (Kasas: 28/48-49)

Aynı şekilde cinler de Kur'an'ı dinledikleri zaman şöyle dediler:

"Dediler ki: "Ey kavmimimz, gerçekten biz, Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan bir kitap dinledik; hakka ve doğru olan yola yöneltip ilet­mektedir."                                               (Ahkaf: 46/30)

Ve Hakk yine şöyle buyurdu:

"De ki: "Gördünüz mü haber verin, eğer (bu Kur'an) Allah katından ise, siz de onu inkar etmişseniz ve İs-railoğullarmdan bir şahit bunu bir benzerine şahidlik

392

edip iman etmişse ve siz de büyüklük taslamışsanız (bunun sonucu ne olacak)? Şüphesiz Allah, zalim olan bir kavmi hidayete erdirmez."                    (Ahkaf: 46/10)

Bu nedenle Necaşi Kur'an'ı dinlediği zaman:

"Bu Musa'nın getirdiğinin aynısıdır."876

Hakk teala sonrada şöyle buyurdu:

"Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya kendisine hiçbir şey vahyolunmamişken, "Bana da vahiy geldi" diyen ve "Allah'ın indirdiğinin bir benzerini de ben indireceğim" diyenden daha zalim kimdir?"

(En'am: 6/93)

Yazdıklarını Allah'a izafe ederek iftira atanlarla, ken­disine vahyolunduğunu iddia edip de kimin vahyettiğini açıklamayan yalancıların bunun gibi daha başka birçok sapık görüşleri mevcuttur. Vahiy iddiasında bulunanlar mutlaka bu iki kısımdan birisine dahildirler.

Uykularında rüya görenler, kalbime ilka edildi veya il­ham geldi diyenler de bu ikinci kısma dahildirler.

Birinci kısma ise şunlar dahildir: Allah bana şöyle dedi veya şöyle emretti veya şöyle onayladı gibi sözler söyleyen­ler. Bu gibi şeylerin çoğu hayal ve evhamlardan kay­naklanmaktadır ki onlar da çoğu kez Müseylemetul Kezz-ab877 vb. gibi bunun Allah'tan değil de şeytandan olduğunun farkındadırlar.

"Allah'ın indirdiğinin bir benzerini ben indireceğim." Bu hal, insanların Allah'ın kelamına benzer sözler getirebile-

(876) Bkz. Ahmed Müsned: 1/201-203;

İbni Hişam es-Siretü'n-Nebeviyye: 1/334-338; İbni Kesir el-Bidaye ve'n-Nihaye: 3/70-73.

(877) Müseyleme b. Siimame b. Bükeyr b. Habib el-Hanefi. Yalancı peygamber Yemame'de doğdu ve büyüdü. Peygamber (s.a.v.) bu fit­neyi def edemeden vefat etti. Sonra halife olan Ebu Bekr onun üzerine Halid b. Velid komutasında bir ordu göndererek bu fitnenin kökünü ku­ruttu.

393

ceğini iddia edenlerin sözleridir. Riddeti esnasında Ebu Serh'in878 Kur'an'a karşı gelinebileceğini söylemesi bu ka­bildendir. Peygamberlerin asaletlerinin fuyuzatlı sözler­den ibaret olduğunu söyleyen tüm zındıklar, münafıklar ve kafirler bunun kapsamına girerler. "Allah'ın indirdiğinin bir benzerini ben de indirebilirim" diyenler bazen bu sözü Al­lah'ın hiçbirşey indirmediğine inanarak, bazen de birşeyler indirdiğine inanarak söylerler.

(878) Abdullah b. Sa'd b. Ebi Şerh b. Haris. Komutan. Osman b. Af-fan'm süt kardeşi. İlk müslümanlar ve vahiy katiplerinden. Sonra fitneye düşerek Medine'den Mekke'ye mürted olarak döndü. Fetih günü Rasu-lullah (s.a.v.) onun hakkında ölüm fermanı çıkardı. Osman Rasulullah'a (s.a.v.) gelerek onun için eman taleb etti ve eman verildikten sonra tekrar müslüman oldu. H. 36 veya başka bir tarihte öldüğü söylenir.

394

FASIL

Bu nedenle kelam ve muhabbet sıfatını ilk kez inkar eden hicri ikinci yüzyılda Ca'd b. Dirhem'dir.879 Hasan el-Basri gibi islam alimleri bu adamın öldürülmesini emrettiler. Irak emiri Halid b. Abdillah el-Kasri880 minbere çıkarak:

"Ey insanlar! Allah'ın İbrahim'i dost edinmediğini ve Musa'yla konuşmadığını iddia eden Ca'd b. Dirhem'i öldüre­ceğim. Allah onun dediklerinden münezzeh ve çok yücedir, dedi ve kalkıp Ca'd'ın boynunu vurdu.881

O'ndan sonra gelen Cehm b. Safvan da Allah'ın konuş­ma sıfatını inkar etti. Sonra müslümanlara karşı münafıklık yaparak kelam lafzını kabul etti ve şöyle dedi: "Kelamını ha­va ve ağaç yaprağı gibi mahallerde yaratır.

Bundan sonra İslama müntesib görülen Mutezile ve ben­zer fırkalar Ca'd ve Cehm'e tabi olarak Sabiiler ve müşrik­lerin bu gibi sözlerini tartışmaya başladılar. Sabiilerin yaratılmışlar konusunda iki ayrı görüşler vardır.

Bazıları şöyle dediler: Gökler yok iken, Peygamberler ve Allah'ın Kitablarının haber verdiği gibi sonradan yaratılmış­tır. Bazıları da şöyle dediler: "Bilakis gökler kadim ve eze­lidir. İlk mevcut ile beraber vardır. Kendi basma vacibul vu-cud'dur. Bazıları da tamamen yaratıcıyı inkar etmişlerdir.

Bu kafirlerin yaratılış ve diriliş, başlangıç ve dönüş konularında birbirleriyle çelişkili birçok makaleleri vardır.

(879)  Ca'd b. Dirhem. Sapık bidatçi Alah'ın İbrahim'i halil edin­mediğini ve Musa ile konuşmadığını iddia etti. Irak valisi Halid b. Ab­dillah el-Kasri tarafından öldürüldü.

(880) Halid b. Abdillah b. Yezid b. Esed el-Kasri. Ebu'l-Heysem. Irak valisi ve meşhur arap hatiblerinden 126 yılında vefat etti.

(881) Bu eser için bakınız. Buhari Kitabu'l-Halki Efalil İbad sh: 8; Darami er-Red ale'l-Cehmiyye sh: 18; Beyhaki Sünenü'l-Kübra Kitab'uş-Şehadat: 10/205.

395

Çünkü bunlar kendilerini toplayacak olan Allah'ın ipine sarılmadılar. Ancak vahiy ile bilinen bu gibi şeylerde zan ve tahmin yürütmek insanları asla belli bir ortak noktada topla­maz.

Bunlar birbirleriyle ancak süfli tabiat olaylarından aldık­ları kıyasla mücadele ve münazara ederler ve bu bu tür süfli mukaddimeler ile marifetullaha gökler, yaratılışın başlangıcı ve sonu hakkında ilme nail olmak isterler. Bu, on-, ların büyüklerinin de itiraf ettikleri gibi mümkün değildir. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve bu şekilde asla yakini idrake ulaşamazlar.

Bu sapık bidatçiler, Allah'ın hidayeti ile hidayet bul­mamış kelam ve cedel ehlini kendi yollarına çekerek onları İslam ümmetine musallat kılmışlardır. Peygamber (s.a.v.) bu durumu şöyle haber vermiştir:

"Karış karış, arşın arşın sizden önceki ümmetleri takip edeceksiniz."

"Faris ve Rum'mu ya Rasulallah!?" dediler. Rasulullah (s.a.v.):

"Fars ve Rum'dan başka insanlardan kim var ki!?" buyurdu.882

Kelam ve cedel ehli alemin hudusuna Sabiiler gibi ecsam ve araz ile deli getirdiler. Önce arazı tesbit ediyor sonra da bunların ecsam için gereğini sonra da hudusunu vurguluyor­lar. Sonra da şöyle diyorlar:

"Havadisi geçmeyen herşey hadistir. Cedel ehlinin çoğu alemin hudusu mevzusunu bu yolla izah etmişlerdir.

Araz'in -ki o sıfatlardır- kendilerince araza hamil mev-sufun hudusuna delalet ettiğini görünce bunu Allah'tan ne­fyettiler. Çünkü sübutu hudusu gerektirmektedir. Böylece sımsıkı sarıldıkları hudusul alem delilinin ne kadar çürük

(882) Buhari Kitab'ul-İtisam bi's-Sünnet: 8/151; Ahmed Müsned: 2/325, 336.

396

olduğu görülmüş oldu.

Bu kelamcılar alemin kadim ve nübüvvetin peygam­berin nefsinde yaşanan kamil bir feyzden ibaret olduğunu söyleyen Sabiiler felsefecilere muhalefet ettiler. Çünkü ke­lamcılar, hakka daha yakın ve kalpleri Kur'an ve İslam nu­ruyla daha dolu olduğu için akli ve semi delillere daha çok sahiptirler. Her ne kadar birçok bakımdan Rasulullah'in (s.a.v.) sünnetinden sapmış olsalar da Sabii felsefecilerden çok çok hayırlıdırlar.

Fakat, Allah'ın konuşmadığı, ilim, kudret ve diğer sı­fatlardan hiçbir sıfata sahip olmadığı hususunda felsefe­cilere tabi oldular. Çünkü onlara göre Allah'ın konuşmasının isbatı, onun cisim olmasını gerektirir; cisim ise hadistir. Çünkü cisim mevsufun hudusuna delalet eden sıfatlardan bir sıfattır. Hatta onlara göre bu, mütekellimin hudusuna başkasından daha çok delalet eder. Yine bunda başkasında olmayan tertib, takdim ve tehir vardır.

Fakat Peyamberlerin Allah'm konuştuğu ve kelam sahibi olduğu konusundaki ittifakları -ki Kur'an'da buna delalet eden birçok nas vardır- kelamcıların şöyle demek zorunda bıraktı: "Allah hakiki değil, mecazen mütekellimdir." İnat ve açık inkara sapmadan önceki sözleri böyle idi.

Sonra bu kendilerinin söyledikleri bu sözü çirkin görüp şöyle dediler:

"Evet Alah mütekellimdir." Hatta bazı kelamcılar ken­dileri de dahil olmak üzere tüm müslümanların bu konuda icma ettiklerini nakletti. Fakat kelameılann gerçek inançla­rı bu değildir. Bu sözü şöyle tevil ettiler: Ondan ayrı mekan­da olsa, kelamın"fiilinde mütekellimdir. Sonra mütekellim kelimesine arap dilinde olmayan, uydurma anlamlar yükle­yerek, bu kelimeyi asli anlamından saptırdılar. Bunlar Kur'an mahluktur diyen fırkanın sözleridir.

Bu söz, peygamberlerin getirdiklerini inkar etselerde,

397

hudusul alem konusunda onlarla aynı sözü söyleyen Sabi-ilerin sözleridir. Fakat bu söz küfrü ilzam etmez. Onlar bu sözden şunu kastediyorlar. Allah muayyen bir yaratmış olduğu bu sözü gönderdi.

Fakat bu kimseler ilahi kitapların murad ettiği anlamda Allah'a mütekellim olmasını inkar ettiler. Onlara göre ke­lam sıfat olduğundan dolayı kabul edilemez. Çünkü di-dalarına göre Allah sıfatlardan uzaktır. Onlara göre, kelam kadim olmadığından, hadis olması gerekir.

îşte sabiilerden bir fırka olan bu kimselere peygamber­lere tabi olan müminler arasındaki ihtilaf bundan kay­naklanmaktadır. Onlar Allah'ın kelam sıfatı gibi bazı sı­fatlarını inkar ederek kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar ettiler.

Müminler ise Rablerinden kendilerine indirilen Allah'ın Kur'an ve diğer kitaplarla Musa ile konuştuğu ve Allah'ın konuşup, emrettiği, sözü söylediği gerçeklerine tabi oldular. Sözü yerinden saptırmadılar. Saptıranları iman basiretiyle Kur'an'dan, hadilerden, sahabe ve tabiinden selefin ic-masıyla reddettiler.

Onlar bunların sözlerinin, Yahudi ve Hristiyanların sö­zlerinden daha tehlikeli olduğunu biliyorlardı. Hatta müs-lümanların imam Abdullah b. Mübarek şöyle demiştir:

"Biz yahudi ve hiristiyanların sözlerini hikaye edebiliy­oruz, fakat Cehmiyye'nin sözlerini hikaye etmeye dilimiz varmıyor."883

Sabiiler ve müşriklerin kalıntıları olan bu Cehmiyye fırkası özellikle H. 2 yüzyılın sonları ile H. 3 yüzyılın baş-

(883) Bu sözü tahric edenler:

Buhari Kitabu Malkül Efali'1-İbad sh: 10; Abdullah b. Ahmed b. Hanbel Kitab'üs-Sünnet sh: 7; Ebu Davud Kitabu Mesailu İmam Ahmed sh: 269; Darimi er-Red ale'l-Cehmiyye sh: 21.

398

larında "Mamun"884 olarak lakaplandırılan Ebu'l-Abbas'ın döneminde eski müşrik ve Sabii'lerin kitaplarının arapçaya terceme edilmesiyle zuhur etti. Bu dönemde Eski Yunan, Hind ve Fars'ın sapık düşünceleri terceme yoluyla İsalm ale­mine bulaşmış oldu.

Daha önce de işaret ettiğimiz gbi İlam'da çıkan bidatçi kelamcılar Sabiilerden bir cüzdürler. Mutezile felsefecilerden bir bakiyedir sözü meşhurdur. Mutezile fitnesi birçok ilim adamını, kelamcıyı, halifeleri vezirleri, komutanları ken­disine çekmiş ve bundan Allah'ın indirdiğine değiştirmek -sizin olduğu gibi tabi olan müslüman erkek ve kadınlar büyük sıkıntılar çekmiştir. Müslümanları Rasulullah'ın (s.a.v.) sünneti konusundaki kusurları, bu bidatçilerin bir dönem hakimiyeti ellerine geçirmelerine vesile olmuştur.

(884) Halife Ebu'l-Abbas Abdullah b. Harun er-Reşid b. Muhammed el-Mehdi b. Ebi Cafer el-Mansur el-Abbasi. 170 yılında doğdu ve ilim, edebiyat, tarih, mantık ve felsefe okudu. Eski kültürlere ait kitapları arapçaya çevirtti. Kur'an'ın yaratıldığı sözünü benimsedi ve halkı bu görüşü kabule zorladı. 218 yılında vefat etti.

399

FASIL

Sonra sıfatlan kabul eden başka bir kelamcı zümre türe­di. Bunlar Allah'ın ilim, kudret, işitme, görme hayat ve ke­lam sıfatlarını nebevi naslara uygun akli kıyaslarla savun­dular. Cevher ile kaim olan sıfatı araz olması nedeniyle Rab ile kaim olan sıfatlardan ayırdılar. Rab ile kaim olan sı­fatları araz olarak isimlendirmezler. Çünkü araz daim olmaz ve baki kalmaz. Veya mütehayyiz veya cisim ile kaim olur. Rabbin sıfatları ise daim ve lazımdır. Ecsam ile kaim olan araz cinsinden değildir.

Bu zümreye sıfatçı kıyas kelamcıları denilir. Birçok hu­susta sıfatları inkar eden Sabii kalıntısı kelamcılardan fark­lıdırlar. Akli kıyas yoluyla birçok sıfatı kabul ve ispat etti­ler. Yedi sıfat da buna dahildir ki, o da şunlardır: Hayat, il-4m, kudret, irade, semi (işitme), Basar (görme) ve kelam (ko­nuşma).

Fakat işitme ve görme sıfatlarının akli sıfatlardan mı yoksa haber ve işitmeye dayanan nebevi sıfatlardan mı ol­duğu hususunda kendi aralarında ihtilaf ettiler. Ayrıca be­ka, kadem ve koklanan, tatlanan, dokunulan şeylerin idra­ki konusunda da ihtilaf etmişlerdir. Ayrıca Kur'an'ın haber verdiği vech (yüz), yed (el) gibi semi sıfatlar konusunda da ihtilaf halindedirler. Öncekiler bu sıfatları kabul ederlerken, sonradan gelenler kabul etmemişlerdir.

Sadece hadis yoluyla gelen sıfatlarıysa çoğu kabul et­memiştir. Sonra içlerinden bazıları akli kıyas ile çıkardığı sonuca ters düşen nasları asli delaletinden saptırma ve tevil yoluna gitmişlerdir. Bazıları ise bu konuda sukutu tercih et­miştir.

Bizim buradaki maksadımız insanların sıfatlar konusun­daki görüşlerini sayıp dökmek değildir. Maksadımız Al­lah'ın risaleti ve peygamberlerinin tebliğ ettiği kelamı ko-

400

nusunda söz söylemektir. Sıfatçı kelamcılar ile, Nübüvve­tin mirasçıları olan alimler arasında birçok ortak nokta ol­duğu gibi onlarla Sabiiler arasında da bazı müşterek nokta­lar vardır.

Dolayısıyla Risalet konusunda hem sünnet varisçilerinden hem de Sabiilerin varisçilerinden olarak hak ile batılı bir­birine karıştırmışlardır. Aynen bidatçi Mutezile'nin sün­net ve Sabiilikten bazı hususları alıp, bunlardan bir sentez yapmaları gibi. Fakat sıfatçı kelamcılar Mutezile'ye göre sünnete ve ehli sünnet mezhebine çok daha yakındırlar. Fakat bazı hususlarda da Mutezile'den etkilenmişlerdir.

Şu nedenlerden dolayı birçok fıkıh, hadis ve tasavvuf ehli, bu sıfatçı kelamcılara katılmışlardır.

1- Söyledikleri hususların çoğunun hak olması ve birçok konuda sünnete tabi olmaları.

2- Görüşlerini bazılarını Sabiilerin metodlarından aldık­ları, bazılarını ise kendilerinin çıkardıkları akli kıyaslarla savunuyor olmaları. Bu durum insanların onlardan daha çok etkilenmesine neden olmuştur.

3- İnsanların sünnet konusundaki yetersiz bilgileri ve bu bilgilerin, söz konusu şüpheleri izale etmedeki yetersizliği.

4- Sünnet ve hadis ehlinin gevşeklik ve acizliği. Şöyle-ki bazen sıhhatini bilmedikleri hadisleri rivayet etmeleri ve bazen de okuma-yazma bilmez cahiller gibi kitap ve sünnetin nurunu olaylara yansıtmaktan acze düşmeleri.

Minhecleri bu olunca şöyle dediler: "Naslar ve selefin ic-masının gösterdiği gibi Kur'an yaratılmış değildir."

Bunlar Nebevi semi naslar ile akli kıyas arasını bul­manın yolunun Kur'an'ı diğer sıfatlar gibi Allah'ın nef­sinde kaim bir sıfat olarak gömekten geçtiğini gördüler.

Ve Kur'an'ın ya mahluk veya kadim olması gerektiğini gördüler. Allah ile kaini üçüncü bir şıkkın ispatı, havadisin bizatihi hululünü gerektirdiğini anladılar ki bu da hudusul

401

mevsuf delil teşkil eder ve alemin hudusu delilini iptal ed­er.

Bunun üzerine kelamın hakikatinin şu olduğu görüşüne sarıldılar. Kelam, nefs ile kaim bir manadır. Harf ve sesler ise, kelamın hakikatından değildir. Fakat kelama delalet ederler.

Fakat bazıları bu görüşe itiraz ederek şöyle dediler:

"Kelamın harf ve ses dışında bir hakikati yoktur. Böylece iki grup arasında kelamın sadece mana itibariyle mi yoksa sadece lafız itibariyle mi hakikat olduğu hususunda ihtilaf çıktı.

Yine bunlar emir, nehiy ve haberin, ayrı neviler ve kısım­lar değil kelamın sıfatları olduğunu söylediler. Ve yine Al­lah'ın kelamını tek bir mana olduğunu söylediler ve bunun arapça okunduğunda Kur'an, İbranice okunduğunda Tevrat ve Süryanice okunduğunda İncil olduğunu iddia ettiler.

İnsanlar onlara şöyle itiraz ettiler: Bu görüşün fasid olduğu zorunlu bir gerçektir. Aynen öncekilerin kelam havada yaratıldı ve onunla konuşmaya dönüştü ve mütekel-lim kendi zatı dışında bir zatta da olsa kelamı ihdas edendir demeleri ve insanların bu sözleri söyleyenler: "Bu söyledik­lerimizin zorunlu olarak fasit olduğu malumdur" dedikleri gibi.

Her taifeden insanların cumhuru şöyle dedi:

"Kelam lafız ve mananın ismidir. Aynen mütekellim in­sanın, cisim ve ruhun ismi olması gibi. Kelamın manaları il­im ve iradeye münhasır değil, lafızları gibi çeşitlidir. Her ne kadar manalar birlik ve topluluğu, lafızlar ise çeşitlik ve ayrılığa daha yakın olsa da.

Ve yine bunlara göre: Allah'ın kelamı olan Kur'an'ın manası yaratılmış olmasa da, harfleri yarıtılmıştır. Allah'ın kitabı ile kelamını birbirinden ayırdılar ve şöyle dediler:

"Allah'ın kitabı harflerdir ve bu da yaratılmıştır. Al-

402

lan'in kelamı ise, anlamıdır ve yaratılmamıştır." & azıları şöyle dediler:

"Kur'an'dan harfler kastedilirse, o mahluktur." Ve yine bazıları şöyle dediler:

"Kur'an genel örfte harflerdir ki o da mahluktur." Onlar ve öncekiler, öncekilerin mahluk dedikleri halkul Kur'an'da müttefiktirler. Fakat Kur'an'ın mahluk olmayan başka, bir an­lamını da kabul ederler.

Yine her iki taife de Allah'ın Kur'an'ın harfleriyle konuş­masını veya konuşmacının sözü gibi bilinen anlamda Al­lah'ın sözü olmasını reddettiler. Fakat ümmetin genel kabu­lünden dolayı, bu lafzı onlarda kullandılar. Fakat ümmetin kastettiği anlamda değil. Bu konudaki delilleri şuna daya­nır: Kadim veya kadim olmayıp Allah'ın nefsinde kaim harfin mümkün olmaması üzerine üçüncü bir seçenek olan kadim ve Allah'ın nefsinde kaim olmayan harf seçeneğini benimsemesi gereği.

Fakat bunlar bu harflerin nerede yaratıldığı? Havada mı yoksa Cibril'in nefsinde mi yaratıldığı? Yoksa Cibril veya Muhammed tarafından mı ihdas edildiği hususlarında çeliş­kili sözlere bölündüler.

Ancak ümmetin cumhuru, ehli hadis, ehli fıkıh ve ehli ta­savvuf, peygamberlerin, kitapların ve ilmin gösterdiklerine tabi oldular. Sabiilerin sözlerine değer vermediler ve Kur'an'ın tamamının Allah'ın kelamı olduğu gerçeğine sımsıkı sarıldılar. Kelamcılar gibi Kur'an'ın bir kısmına Allah'ın kelamı, bir kısmını ise Allah'ın kelamı değil, de­mediler.

Kur'an harfleri, manaları, emir ve yasakları ile müslü-manların bilip kabul ettikleri Kur'an'dır ve o, lafız ve ma­nadan müteşekkildir.

Bu nedenledir ki Hanefi, Maliki, Şafii veya Hanbeli ol­sun usülu fıkıh konusunda eser yazan fakihler, emir ve

403

y^sak konusuna değindikleri zaman bu hususa işaret eder ve "meri mücerred manadır" diyenlerin sözlerini reddederler.

Nebevi çizgiyi takip eden Ehli Sünnet ve hadis ve kıble ehli tüm müslümanlar:

"Elif, lam, mim. Bu, kendisinde şüphe olmayan, müt-takiler için yol gösterici bir kitaptır."    (Bakara: 2/1-2)

İlahi kavlin ve Kur'an'daki diğer kavillerin, Allah'ın kelamı olduğunu, başkası üzerinde yaratıp konuşmadığı değil konuştuğu kelamı olduğunu bilirler. Allah daha iyi bilir.

 

 

 



[1] Osman b. Ata b. Ebi Müslim el-Horasani zayıftır. 155 yılın­da öldü.

[2] Al-i imran: 3/68

[3] Bkz. Tefsiru ibn Ebi Hatim sh. 326

[4] Mukatil b. Hayyani imam, alim ve muhaddis. Sika'dır. 150 yı­lında vefat etti.

[5] Hasif b. Abdirrahman el-Hadrani Salih bir adamdır ancak ha­disi zayıftır. Ezberi kötüdür ve rivayetleri birbirine karıştırır. 137 yılın­da vefat etti.

[6] Bkz. Tefsiru ibn Ebu Hatim sh, 326.

[7] Naim b. Sabit Ebu Kuteybe el, Basri Takrib'de "Makbul" dür denildi.

[8] Abdullah b. Zeyd b. Amr, (Amir el- Basri Ebül Kalaba'de de­nildi) Sikadır. İrsal yapar. 104 yılında vefat etti.

[9] Salebi'nin rivayeti kendi tefsirinde bulunmamıştır. Bu rivayeti ibn Ebu Hatim kendi tefsirinde (sh. 325) zayıf bir isnad ile tahric etmiştir.

[10] Bkz. Tefsiru ibn Ebu Hatim, sh, 324-325

[11] Bkz: Tefsiru ibn Ebu Hatim, (1/398).

[12] Mealimut Tenzil'de Beğavi Mücahid'den zikretti. (1/119).

[13] Bkz. Tefsiru ibn Ebu Hatim 1/397.

[14] Nakledenler es, Salebi (el-keşfu ve'l Beyan') 157 el-Beğavi (Mealimu't Tenzil 1/119).

[15] Bkz. el-Keşf ve'l Beyan 1/157.

[16] Ahnef b. Kays b. Muaviye b. Haşin. Büyük emir, alim Ebu Bahr et-Temimi. Yumuşaklığı ve güzel ahlakı darbu mesel olmuştur. İsmi Dahhak veya Sahr'dır. Ayağının eğriliği dolayısıyla Ahnef diye meşhur olmuştur. Peygamber (s.a.v) hayatta iken müslüman olmuş ve Ömer'in döneminde Medine'ye gelmiştir. Sika ve emindir. 67'de vefat etti.

[17] Bkz. İbn Ebu Hatim, Tefsir 1/398

[18] Bkz. Tefsir ibn Ebu Hatim 1/398

[19] Abdulmelik b. Karib b. Abdilmelik, Ebu Said el- Asmai Luğat, nahiv alimi. Ahmed b. Hanbel ondan övgü iie bahsetmiştir. Takrib'de de "Saduk ve Sünni'dir" denildi. Garibu'l Kuran, Halkul insan gibi. eserle­ri vardır. 215 yılında vefat etti.

[20] Cenab-ı hak Bakara suresinin 62. ayetinde şöyle buyurdu: "Şüphesiz iman ednlerle, yahudiler, hristiyanlar ve sabiilerden Al­lah'a ve ahiret gününe inanıp, salih amel işleyenler için Rableri katında mükafaatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir."

Maide 69'dâ da şöyle buyruldu:                  

"İman edenlerle yahudiler, sabiiler, hristiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe inanıp iyi amel işleyenler üzerine asla korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir."

[21] Ebu Bekr. Muhammed b. Hasan b. Furek el- Esbahani imam, Allame, büyük kelama usulü fıkıh, usuluddin, meanil Kur'an ilimlerin­de yüzden fazla eseri vardır. 406 yılında vefat etti.

[22] Zerdüşt b. Burşit. Azerbeycanlı. Peygamberlik iddiasında bu­lundu ve vahiy olduğunu iddia ettiği bir kitap getirdi. Alemi ruhani ve cis-mani omak üzere ikiye ayırdı. İnsan hareketlerini de inanç, söz ve amel olmak üzere üç kısma ayırdı.

[23] Mazdak b. Namzan. Peygamberlik iddiasında bulundu ve her-şeyin mubah olduğunu öne sürdü. Enuşirvan tarafından öldürüldü.

[24] Hayatı hakkında bilgi edinilememiştir.

[25] Mani b. Fatik peygamberlik iddia etti. Alemi nur ve zulumat olmak üzere ikiye ayırdı. Behram tarafından öldürüldü.

[26] Hayatı hakkında bilgi edinilememiştir.

[27] İbn Furek'in kelamı burada son bulmaktadır.

[28] Bkz. el-Beğavi, Mealimut Tenzil 1/119, Ebu Hayyan, Bahru'l Muhit 1/406, Seminu'l Halebi, Dürerü'l masun 2/136-137.

[29] Bkz. Durerul-Masun: 2/136.

[30] Adiy b. Hatem Sahabi. H. 7 yılda peygamber (s.a.v)'in yanına geldi ve peygamber (s.a.v) ona ikramda bulundu ve saygı gösterdi. 67 yı­lında vefat etti.

[31] Adiy b. Hatem'in müslüman oluşu kıssasında bu ibare buluna­mamıştır. Ahmed'in müsned (4/377) de rivayet ettiğine göre Adiyy şöy­le demiştir. "Ben din sahiplerindenim"

Bu kıssayı, rivayet edenlerden Tirimzi, kitabul Tefriru'l Kur'an (5/202) şöyle dedi: Bu hadis Hasen Garib'dir.

[32] Beyit şöyledir.

Dikkat edinzlAllah'tan başka her şey batıldır.

Ve her nimet mutlaka son bulacaktır.

Bkz. Divani Lebid b. Rebia el- Amiri sh. 132

[33] Ebu Hureyre'den bu hadisi tahric edenler:

Buhari, menakibu'l ensar. 4/236. Kitabul Edeb 7/107, Kitabur Rikak 7/186, Müslim, Kitabu'ş Şiir 2/768

[34] Dua'nın tahrici saptanamamıştır.

[35] Bkz. Tefsiri ibn Ebi Hatim: 2/468.

[36] Bu hadisi Ebu Hureyre'den rivayet edenler, İbn Mace, Ki-tabu'z-zühd 2/1377, Tirmizi, Kitabu'z-Zühd: 4/561, Suyuti, Cami'us sağir 2/260, Elbani Camiu's Sağir'de bu hadisi hasen kabul etmiştir. 16641-642.

[37] Tahririni bmamadım

[38] İbn Abdilberj. Camiu beyanu'1-ılmi ve fadlihi 1/193, Gazali İhyau uluitii-d.din 4/56

[39] Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye emirul müminin olan Hz Ali'ye isyan edip, müslüman kanı dökülmesine neden oldu ve daha sonra da is-lami hilafet düzenini yıkarak yerine kendi zulüm kırallığını kurdu. On­dan sonra kral olan zalim ve fasık oğlu Yezid, Hz. Hüseyn'i şehid ettir­di. Muaviye H. 60 yılında öldü.

[40] Müslim, Kitabul imara, 2/1513-1514, Ahmed, Müsned, 2/321 Nesai, Kitabul cihad, 6/23-24, Tirmizi, Kitabu'z-zühd 4/591-593.

[41] Ahmed, 2/338, Ebu Davud, Kitabul ilm, 4/71, İbn Mace, 1/92-93, Hakim, Müstedrek, Kitabu'l ilm 1/160

[42] İbn Mace, 1/93, Tirmizi, Kitabul ilim, 4/32-33, Hakim, müsted rekl/61.

[43] Bir önceki hadisin bir diğer rivayetidir.

[44] Mekhul ed-Dımeşki. Fakih. Peygamber (s.a.v)'den çeşitli hadisler irsal etti. Tabiinden ve sika'dır. 112 yılında vefat etti.

[45] Bu hadis mürsel ve mevsul olarak rivayet edildi. Fakat mevsul rivayeti mevzu'dur. Mürsel şunlar rivayet etmişlerdir, İbn Mübarek, Zühd sh, 359, Hennad b. es-Sırri, zühd 2/357.

[46] Cenabı Haklan "Kayyum" ismi Kur'an'da şu üç yerde geçmek­tedir. Bakara, 255, Al-i imran, 2, Taha, 111.

[47] "Kayyam" ile okuyanlardan bazıları: Ömer b. Hattab, Abdul­lah b. Mesud, el-A'meş, İbn Ebi Able ve ondan bir rivayetle Alkame b-Kays. "Kayyim" olarak okuyanlar: Alkame b. Kays ve Ebu Rezin. "Kay­yum" olarak okuyanlar: Yukarıda ismi geçenler dışındaki tüm kıraat alimleri. Bkz: Tefsiru Taberi 6/155, Mealimut Tenzil 1/238, Zadu'l-mesir 1/302, Kurtubi 3/272.

[48] Rahman suresi -bu ayet Rahman suresinde 31 kere tekrar edil­miştir.

[49] Ahmed, Müsned 4/182, îbn Mace, 1/72, ibn Asım kitabu's-sünne: 1/98, el- Acuri, eş-Şeria 317- 318, Hakim- Müstedrek, Rikak 4/357, Elbani, Sahihu Camius sağir (2/494)'de bu hadisi sahih kabul et­miştir.

[50] Buhari, kitabu'l Ezan 1/177, Müslim, Kitabus Salat 1/ 324.

[51] Konuyla ilgili hadis Bkz. Müslim, Kitabus-salat 1/324 Ebu Davud, Kitabus salat 1/432.

[52] Bu husus Fussilet suretinin 39. ayetindie şöyle açıklanmıştır: "O'nun ayetlerindendirki sen yeryüzünü boynu bükük, kupkuru görürsün. İşte o halde iken, biz ona suyu indirdiğimiz zaman, harekete geçip kabarir. Ona can veren, elbette ölüleri de diriltir. O, her şeye kadirdir."

[53] Bu konu için Bkz:Tefsirut Taben 5/388, Zadül Mesir 1/303, Bahrul Muhit 2/277, Camiu'l Ahkamu'l Kur'an 3/272

[54] Allame, Ebu Zekeriyya Yahya b. Ziyad b. Abdilah el-Ferra. Nahivci. Meanil Kur'an ve başka eserleri vardır. 207 yılında vefat etti.

[55] Bkz: Meani'l Kur'an (Ferra) 1/190

[56] Nisa, 135

[57] Bakara, 255

[58] Muhammed b. Kasim b. Muhammed b. Beşar, Allame. Ebu Bekir b. El- Enbari

[59] İbn Abbas'ın Rasulullah'ın (s.a.v) gece namazı ve gece duasıy-la ilgili rivayet ettiği uzun hadisten bir cümledir.

Bu hadisi rivayet edenler :

Buhari, Kitabu't Teheccüd 2/41-42 ve sahihin diğer başka yerlerin­de, Müslim: Kitabus Salatu'l müsafirin ve Kasruha (1/533)

[60] Bu mısra Züheyr b. Ebu Selmi'ye aittir ve bir topluluğu ayıp­lamak için söylenmiştir. Bkz. divan züheyr b. Ebi Selmi sh. 12.

[61] Buhari, Kitabu'l itk: 3/117-118.Müslim, Kitabu'l itk 2/1139.

[62] Kaynağı saptanamadı.

[63] Al-i imrah, 75

[64] Kelamcılar cevheri ferdi, basit cevher anlamında kullan­mışlardır, ki bu da bölünmesi mümkün olmayan en küçük şey anlamın­dadır. Bunu diyenler alemin ferdi cevherlerden teşekkül ettiğim ve bu cevherlerin bazılarının ruhi ve bazılarının da maddi zerreler (atomlar) olduğu görüşündedirler.

Mutezile ve Eşaire bu görüştedirler. İbn Teymiyye bu görüşü red­dederek Minhacü's-sünne ve'n-nebeviyye'de buna cevap vermiştir.(1/21/, 2/139).

[65] Kelamcılara göre arz , varlığı başkasının varlığına bağlı olan, mutlak olarak başkasıyla var olan demektir.

İbn Teymiyye bu görüşü eleştirerek çeşitli eserlerinde buna cevaplar vermiştir.

[66] Cenabı Hakk A'la suresinin 2 ve 3. ayetlerinde şöyle buyurdu: "Yaratıp düzene koyan, planlayıp yol gösteren".

[67] Bkz. Mecmuu'l Emsal (2/31), Meydani 234

[68] Şeyhul islam ibn Teyniyye'nin ihlas suresinin Tefsirine bakınız, (sh: 66-89)

[69] Mahlukatın Allah'a muhtaç, O'nun ve Mahlukatmdan gani ol­duğuna delalet eden ayetlerden biri de fatır suresinin 15. ayetidir:

"Ey insanlar! Siz Allah'a muhtaçsınız. Zengin ve övülmeye layık olan ancak o'dur."

[70] Cehmiyenin kurucusu Cehm b. Safvan. Kelama Bidat ehlinin liderlerinden küçük tabiin döneminde ölen bu adam, islam dünyasında büyük bir fitne başlatmıştır.

[71] "Gök yarılıp da, erimiş yağ gibi kıpkırmızı bir gül olduğu zaman"(Rahman: 55/37).

[72] "Dağlar yürütülür, serap haline gelir." (Nebe: 78/20)

[73] "Dağlar tozduman haline geldiği.." (Vakıa: 56/5-6)

[74] "Hayır! Dünya tümüyle sallanıp parça parça döküldüğü."(Fecir: 89/21)

[75] "Denizler kaynatıldığında" (Tekvir: 81/6)

[76] "Yıldızlar kararıp döküldüğünde.."(Tekvir: 81/6)

[77] Peygamber (s.a.v) uzun bir hadisin sonunda "Allah (c.c) yere peygamberlerin cesetlerini haram kılmıştır" buyurdu.

Ahmed, müsned 4/7, Darimi, kitabu's salat. sh 369, Ebu Davud, Kitabu's Salat 1/635, İbn Mace, Kitabu'l Cenaiz 1/524, Nesai, Kitabu'l Cuma 3/91-92, Hakim, Müstedrek, Kitabul Cuma 1/413.

Hadis Buharı'nin şartına göre sahihtir.

[78] Müslim'in, Kitabul Fitende (3/2271) de tahric ettiği hadiste, "Her aza çürüyecek ancak kuyruk sokumu müstesna. Azalar on­dan yaratıldı ve ondan terkib olunacakdir" buyrulmuştur.

[79] Al-i imran: 3/18 ayette şöyle buyruldu:

"Allah, melekler ve adalette sabat eden ilim adamları şahitlik et­miştir ki, ondan başka ilah yoktur. Mutlak güç ve hikmet sahibi Al­lah'tan başka ilah yoktur."

[80] Hud, 56 ayette şöyle buyurdu: "Ben, benim de rabbim, sizin de rabbiniz olan Allah'a dayandım. Yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, onun perçieminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim doğru bir yol üzerindedir."

[81] Bu mısra Ebu Zümb. el-Cüzami'ye aittir. İbn Manzur, (Lisanu'l Arab 7/117) de zikrederek o'na nisbet etti.

[82] Cebriyye: Temel görüşleri kulların fiillerini Allah'a isnad et­meye dayanır. Ve kulların işledikleri fiilleri işlemeye mecbur olduk­larını savunurlar.

[83] Ebu'l-Hasan Ali b. İsmail el-Eş'ari. Kelamcıların imamı 260 yılında doğdu. Olağanüstü bir zekaya sahipti. Önceleri mutezili iken sonra bu mezhepten tevbe ederek onlarla mücadeleye girişti.

"El-İbane an usuli'd-diyane" "Makalatu'l-islamiyyin ve İhtilafu'l-musallin" gibi önemli eserleri vardır. 324 yılında vefat etti.

[84] Sofiler: Kitab ve sünnette yeri olmayan, sonradan uydurul­muş birtakım hurafe ve bidatlerle dolu sapık bir akımdır. Günümüzde ha­la varlığını sürdürmektedir.

[85] İyas b. Muaviye. Basra kadısı allame, zeka ve dehası ile meşhurdur. Sikadır. 122 yılında vefat etti.

[86] İmran b. Husay'n b. Ubeyd b. Halef. Sahabi, imam, O, babası ve Ebu Hureyre h. 7. yılında müslüman oldular. Basra kadılığını yaptı. 52 yılında vefat etti.

[87] Ebu'l Esved ed-Düveli. İsmi konusunda ihtilaf edilmiştir. Künyesi ile meşhurdur. Tabiinin büyüklerindendir. Basra kadılığını yaptı. Sikadır. 69 yılında vefat etti.

[88] İmran b. Husayn ve Ebu'l-Esved arasında geçen bu uzun konuşma Müslim Kitabu'l-kader: 3/2041 -2042'de geçmektedir.

[89] Mezkur imamlara tabi olan Kadı Ebu Ya'la ve tabiileri, Ebu'l-Meali el-Cüveyni ve tabileri, Ebu'l-Velid eUBaci ve tabileri gibi alim­ler bu görüştedirler.

[90] Bkz: Zadü'l-mesir: 1/67.

[91] Bkz: Mealimu't-tenzil: 1/63, 418.

[92] Allah zerre kadar zulmetmez. Nitekim Nisa suresinin 40. ayet-i kerimesinde şöyle buyurmuştur:

"Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez. İylik olursa onu katlar, kendinden de büyük mükafaat verir."

[93] Buhari Kitabu'l-cenaiz: 2/80-81, Müslim Kitabu'l-cenaiz: 1/638-644

[94] Bu hadisi Kur'an'a aykırı olduğu gerekçesiyle seleften Aişe ve Ebu Hureyre red etmişlerdir. Bkz: Nevevi: 6/228, Fethu'1-bari: 3/154.

[95] Abdullah b. Kays b. Süleym. Sahabi. Büyük imam Ebu Musa el-Eş'ari. Fakih, karii. İnsanların en güzel seslilerinden biri. H 44. yılın­da vefat etti.

[96] Muğire b. Şube b. Amir b. Mesud es-Sakafi. Sahabenin büyük-lerindendir. Rıdvan beyatına katıldı. Yermuk savaşında gözlerini yitir­di. H. 50 yılında vefat etti.

[97] Hadisi şerifte normal ağlama değil, ağıtçıların yüksek ses ve ağıt söyleyerek ağlaması murad edilmektedir.

[98] Her iki görüş te Hariciler ve Mutezüilere aittir.

[99] Ölünün müslümanlarm kendisi için kıldıkları cenaze na­mazından faydalanacağı Müslim'in Kuabu'l-cenaze'de Hz. Aişe'den ri­vayet ettiği şu hadistir:

"Herhangi bir müslüman ölürse ve onun namazını yüz kişilik bir cemaat kılarsa, Allah mutlaka onları, ona şefaatçi kılar."

[100] Ölünün müslümanlarm duasından fayda göreceğinin delil­lerinden biri de Ebu Davud'un sünen, Kitabu'l-cenaze'de rivayet ettiği şu hadistir:

Allah Rasulü ölüyü defnettikten sonra kabrin üzerinde durup şöyle dedi: "Kardeşiniz için mağfiret dileyin ve onun karşılaşacağı hesap için Allah'tan metanet vermesini isteyin. Şimdi o, sorguya çekil­mektedir."

Hakim Müstedrek'te bu Hadisin sahih olduğunu söyledi.

[101] Meşhur şefaat hadisi buna delildir.

[102] Bunun delillerinden biri de Kitabu'z-zikir ve'd-dua ve't-tevbe ve'1-istiğfar: 3/2094'te rivayet ettiği hadistir.

"Müslümanın müslüman kardeşinin arkasından yaptığı dua müstecabdır" buyurdular.

[103] Zadü'l-Mesir 8/80-82

[104] Bkz. Mealimu't-tenzil: 4/254.

[105] Bkz. Buhari Kitabu'1-ezan: 1/202, Müslim Kitabu's-salat: 1/301-302.

[106] İbrahim'in dualarından biri de şöyledir:

"Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve mü'minleri bağışla"(İbrahim: 14/41)

[107] Meleklerin mü'minlere istiğfarlarının delillerinden biri de şu ayeti kerimedir:

"Arş'ı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanlar Rablerini hamd ile teşbih ederler, O'na iman ederler. Mü'minlerin de bağışlan­masını isterler "Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin herşeyi kuşat­mıştır. O halde tevbe eden ve senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru."

[108] Hüseyin b. Fadl b. Ömer. Allame, miifessir, imam, lügatçi ve muhaddis. 282 yılında vefat etti.

[109] Bu görüş Ebu Bekir el-Verrak'dan nakledilmiştir.

[110] Bununla ilgili hadis için bakınız Buhari Kitabu'r-rikak: 7/187.

[111] Adamın birisinin ölenannesi için sadaka vermesinin ona faydalı olup olmayacağını sorması üzerine Rasulullah "evet" buyurdu. Bkz. Buhari Kitabu'l-cenaiz: 2/106.

[112] Bu konudaki soruya Rasulullah: "Evet" Onun yerine haccet" diyerek cevap vermişti. Bkz: Buhari Kitabu cezau's-sayd: 2/217, Müs­lim Kitabu's-sıyam: 1/705.

[113] Bkz. Tefsiru Sa'lebi: 12/17.

[114] İmamu'l-allame. Hanbeli alimi. Ebu'l-Hasan Ali b. Ubeydul-lah ez-Zağani. Çeşitli eserleri vardır. 527 yılında vefat etti.

[115] Şeyhu'l-allame, karii, muhaddis, müfessir, usuli, nahvi, fakih. Meciduddin Ebu'l-Berekat. Abdusselam b. Abdillah b. el-hıdrb. Muhammed b. Ali el-Harrani, İbn Teymiyye. Zamanının imamı idi. 652 yılında vefat etti.

[116] Bkz. el-fetevai'1-kubra: 3/27-32, Mecmuu'1-feteva: 24/306-313.

[117] Müslim'in Kitabu's-salat (1/534-536) da rivayet ettiği Peygam­ber (s.a.v.)'in uzun duasının bir yerinde "Hayrın tamamı senin elindedir, şer ise sana değildir." buyrulmuştur.

[118] Rasulullah (s.a.v.) bir müddet ayrı kaldığı çocuğunu bağrına basan bir annenin bu durumunu sahabelere gösterdikten sonra şöyle buyurdu:

"Allah kullarına bu kadının çocuğuna merhametinden daha çok merhametlidir." Buhari Kitabu'1-edeb: 7/75 .

[119] Meymun b. Mehran: Arab yarımadasının alim ve müftüsü. Tabiinin alim, zahid, abid ve imamlarındandır. 117 yılında vefat etti.

[120] Cenab-ı Hak Zümer suresinin 55. ayetinde şöyle buyurdu: "Kendiniz farkında olmayarak, ansızın başınıza azap gelmez­den önce, Rabbinizden size indirilenin en güzeline tabi olun."

[121] Abdurrahman b. Zeyd b. Eşlem. Üsame'nin kardeşi, Kur'an ve tefsir alimi. Takrib'de O'nun zayıf olduğu söylenildi. 182 yılında vefat etti.

[122] Ebu Muhammed, Abdullah b. Muhammed b. Cafer. Ebu'ş-şeyh olarak meşhurdur. İmam, hafız ve sikadır. Çeşitli eserleri vardır. 274'te vefat etti.

[123] Ebu Bekir Abdullah b. Muhammed b. Ubeyd b. Süfyan b. ebi'd-dünya. Bir çok eseri vardır. İbn Hacer Takrib'de onun için saduk-tur dedi. 281 yılında vefat etti.

[124] Harun b. Maruf el-Muruzi. Sika'dır. 231 yılında vefat etti.

[125] Affan b. Müslim b. Abdullah. İmam ve hafız. Irak muhaddisi. Sikadır. 220 yılında vefat etti.

[126] Mübarek b. Fudale b. Ebi Ümeyye. Hafız, muhaddis, imam, Bas­ra alimlerinin büyüklerindendir. Hasan el-Basri'nin öğrencilerindendir. Takrib'de onun için "Saduktur, tedlis yapar" denilmiştir. 166 yılında vefat etti.

[127] Tefsir Hasan el-Basri 1/119-120, Kitabu'1-Azme: 1/323-325, Zadu'l-Mesir: 1/169-170.

[128] Müşerrike/Teşrik meselesi feraiz ilminin en zor ve ihtilaflı konularından birisidir. Kelime olarak mirasa ortak olmak, iştirak etme, mirastan pay alma anlamına gelir.

Müşerrike meselesi şu durumda söz konusu olmaktadır: "Koca, altıda bir pay sahibi anne veya nine, annenin iki veya daha çok kardeşleri ve kız veya erkek bir veya daha fazla öz kardeşleri"

[129] Ali b. Ebu Talib.

[130] İbn Mesud, Ubey b. Ka'b, İbn Abbas, Ebu Musa el-Eş'ari (r.anhüm) ve ayrıca eş-Şa'bi, İbn Ebi Leyla, el-Anberi, Şerik, Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan, İmam Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Adem ve daha birçok alim bu görüştedir.

[131] Ebu Hanife Numan b. Sabit. İmam ve fakih. Irak alimlerinden. Şafii "İnsanlar fıkıhta Ebu Hanife'nin iyali gibidirler" demiştir. 150 yılında vefat etti.

[132] Bkz. Ahkamu'l-Kur'an (Cassas) 2/92, Haşiyetu İbn-i Abidin: 5/827.

[133] Bu görüşe göre mirasın şöyle taksim edilmesi gerekir: 6 hisse

Koca 3 hisse Anne veya nine 1 hisse Annenin kardeşleri 2 hisse Öz kardeşlere hisse yok.

[134] İmam ve allame. Harb b. İsmail el-Kermani. Fakih Ahmed b. Hanbel'in öğrencisi. 280 yılında vefat etti.

[135] Zeyd b. Sabit. Sahabi. Büyük imam. Karii. Medine müftüsü. Peygamberin (s.a.v.) vahiy emini ve katibi Kur'anı toplama heyetinin başkanı. 45 yılında vefat etti.

[136] Ömer b. Hattab, Osman b. Affan, (r.anhuma) Ayrıca Said b. elr Müseyyeb, Şüreyh el-Kadi, Mesruk, Tavus, Muhammed b. Şirin, İbrahim en-Nehai, Ömer b. Abdulaziz, Sevri, Malik ve Şafii de bu görüştedirler.

[137] Bu görüşe göre, annenin kardeşleri, öz kardeş bulunursa bu du­rumda meselenin aslı altı hissedir. Kocaya üçün yarısı, anne ve nineye al­tıda bir, geriye kalan iki hisse ise annenin kardeşleri ile öz kardeş arasın­da sayılarına göre dağıtılır.

[138] Osman b. Affan b. Ebi'l-As, Ebu Amr, el-Emevi. Zu'n-nureyn. İlk müslümanlardan. Peygamber kızları Rukiyye ve Ümmü Gülsüm ile evlendi. H. 35 yılında evinde şehid edildi.

[139] Fıkıh imamı, allame Ebu Hakim Abdullah b. İbrahim el-Haberi 476 yılında vefat etti.

[140] Nisa suresinin konuyla ilgili 12. ayetinin tamamı şöyledir: "Yapacakları vasiyetten ve borçtan sonra eşlerinizin, eğer çocuk­ları yoksa, bıraktıklarının yarısı sizindir. Çocuğunuz yoksa sizin de yapacağınız vasiyetten ve borçtan sonra, bıraktığınızın dörtte biri onların (zevcelerinizin) dir. Çocuğunuz varsa bıraktığınızın sek­izde biri onlarındır. Eğer bir erkek veya kadının, ana-babası ve çocukları bulunmadığı halde (kelale şeklinde) malı mirasçılara kalır­sa ve bir erkek, yahud bir kizkardeşi varsa herbirine altıda bir düşer. Bundan fazla iseler üçte bire ortaktırlar. (Bu taksim) yapıla­cak vasiyetten ve borçtan sonra, kimse zarara uğramaksızın (yapıla­cak) tır. Bunlar Allah'tan size vasiyettir. Allah herşeyi hakkıyla bilendir, halimdir."

[141] Sa'd b. Ebi Vakkas. İlk müslümanlardan ve cennetle müjdelenen on sahabiden birisidir. Tüm gazvelere iştirak etti. Ayrıca altı kişilik şu­ra temsilcisinin üyesidir. H. 55 yılında vefat etti.

[142] Bu kıraat şazdır. Bkz. el-Kermani (Şevazu'l-Kıraa sh: 29).

[143] Nisa suresinin son ayeti olan 176. ayetin tamamı şöyledir: "Senden fetva isterler. De ki: "Allah babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası hakkındaki hükmü şöyle açıklıyor: Eğer çocuğu ol­mayan bir kimse ölür de onun bir kızkardeşi bulunursa, bıraktığının yarısı bunundur. Kızkardeşi ölüp çocuğu olmazsa erkek kardeş de ona varis olur. Kızkardeşleri iki tane olursa (erkek kardeşlerin) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer erkekli kadınlı daha fazla kardeş mevcut ise erkeğin hakkı, iki kadın payı kadardır. Şaşırmamanız için Allah size açıklama yapıyor. Allah herşeyi bilmektedir."

[144] Nisa suresi 11. ayetin tamamı şöyledir:,

"Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe kadının payının iki mis­li (miras vermenizi) emreder. (Çocuklar) ikiden fazla kadın iseler ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız bir kadınsa yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, ana babasından herbirinin al­tıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da ana-babası ona varis ol­muş ise anasına üçte bir (düşer). Eğer ölenin kardeşleri varsa anası­na altıda bir (düşer. Bütün bu paylar ölenin) yapacağı vasiyetten ve borçtan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin size fay­da bakımından yakın olduğunu bilmezsiniz. Bunlar Allah (tarafın) dan konmuş farzlardır. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir."

[145] tbn Abbas'tan rivayet olunan bu hadis Buhari, Kitabu'l-Feraiz: 7/5, Müslim Kitabu'l-Feraiz: 2/1233'de geçmektedir.

[146] Bkz. Sünen-i Said b. Mansur (1/63-64), Musannif İbn Ebi Şeybe 11/250-251, Beyhaki, Sünenü'l-Kübra: 6/240.

[147] Şureyh b. Haris b. Kays b. Cehm el-Kindi. Fakih, Küfe kadısı. Sahabi olduğu rivayet edilir. Zehebi, onun Peygamber döneminde müs-lüman olduğunu ve Ebu Bekir döneminde Yemen'e intikal ettiğini söylemiştir. 78 yılında vefat ettiği söylenir.

[148] Bu görüş İbn Mesud'a aittir. Daha sonra Şiireyh de bu görüşü savunmuştur.

[149] Erkek kardeşin bu şekilde isimlendirilmesinin nedeni, erkek kardeşin varlığı yüzünden kızkardeşlerinin kardeşlerinin miraslarından pay almamaları nedeniyledir.

[150] İbn Kudame Muğni'de şöyle dedi: "Mücerred istihsan şeriat-te delil değildir. Bu, delilsiz olarak rey ile şeriate müdahale anlamına gelir ve infirad halinde bununla hüküm verilemez. Kitab ve sünnetin zahirine muhalif hiçbir istihsan ile amel edilmez." (Muğni: 7/24)

[151] Bu Ebu Kalebe'nin, Enes'den rivayet ettiği "Ümmetimin üm­metime en merhametlisi Ebu Bekir'dir" diye başlayan hadisten bir bölümdür.

Hadisi Ahmed, Müsned: 3/184-281, İbn Mace Sünen: 1/55, Tirmizi Sünen: 5/665'te rivayet etmiştir. Tirmizi hadisin "Hasen-sahih" olduğunu söyledi.

[152] Amir b. Abdullah el-Cerrah el-Kurşi. İlk müslümanlardan, cennetle müjdelenen sahabelerden. Birçok menakıb ve faziletleri vardır. H. 18 yılında vefat etti.

[153] Benzer bir hadisi Buhari Kitabu'l-Fadailu'l-ashab: 4/216 ve Müslim Kitabu Fadailu's-sahabe: 2/1881 'de rivayet etti.

[154] Benzer bir hadisi İbn Hazm, Muhalla (9/296)'da tahric etti.

[155] Kevser b. Hakim. Kufeli'dir.Haleb'e intikal etti. Ebu Zer'a O'nun için zayıf dedi. Ahmed b. Hanbel de "Onun

[156] İbn Ömer'in kölesi Nafii. İmam, müftü, Medine'nin alimi, sikadır. 117 yılında vefat etti.

[157] Ebu Bekir'in bu sözünü tahric edenler: Said b. Mansur, sünen: 45-46, İbn Ebi Şeybe Musannif: 288-290, Beyhaki.sünenü'l-kübra: 6/246.

[158] Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Zübeyir, Osman b. Affan, Aişe, Übeyy b. Ka'b, Ebu'd-Derda, Muaz b. Cebel, Ebu Musa el-Eş'ari, Ebu Hureyre, Cabir ibn Abdullah ve başkaları. (Radiyallahu anhum)

[159] Ömer b. Ahmed b. İbrahim. Ebu'1-Hafs el-Bermeki. Sika, sal-ih, hanbeli fakihlerindendir. Zühd, takva ve ilmi eserleri ile bilinir. 389 yılında vefat etti.

Ömer b. Ahmed b. İbrahim. Ebu'1-Hafs el-Bermeki. Sika, sal-ih, hanbeli fakihlerindendir. Zühd, takva ve ilmi eserleri ile bilinir. 389 yılında vefat etti.

[160] İbn Teymiyye dışında Ebu Bekir'in (r.a.) bu konudaki görüşünü tasvip edenlerden biri de Buhari'dir. Sahih (8/16)'de şöyle dedi:

"Ebu Bekir'in bu görüşüne muhalefet eden olmamıştır. Sahabelerin büyük çoğunluğu bu görüştedirler."

[161] Feraiz ilminin iki zor meselesidir. Bu şekilde isimlendirilmesinin nedeni Ömer b. Hattab'ın (r.a.) ilk kez anneye mirastan geri kalan sülüsü vermesi nedeniyledir. Ayrıca şöhretinden dolayı Garavin ve garipliğin­den dolayı garibeteyn meselesi olarak da isimlendirilir.

Bu iki mesele şöyledir:

Birinci mesele: Rükünleri koca, anne ve baba.

İkinci mesele: Rükünleri zevce, anne ve baba.

Alimler kocanın yarım, zevcenin rubu (çeyrek) alacağı konusunda it­tifak ettiler. Fakat zevceynin (karı-kocanın) haklarından sonra anenin al­ması gereken miras miktarı konusunda ihtilaf ettiler.

Ayrıntılı bilgi için bakınız: El-Muğni 7/20-211, İ'lamu'l-muvakki-in: 1/441, Tahkikatu'l-merdiyye: 88-90.

[162] Sünen ed-Darimi s: 742, Sünemi'1-kübra, Beyhaki: 6/228.

[163] Buharı, kitabu'1-ıtk: 3/117-118.

[164] Buhari, kitabu'l-istikrad: 3/86, Müslim, kitabu'l-musaka: 2/1193-1194, Ebu Davud, Kitabu'1-büyu: 3/789-791.

[165] Hadisin tahricini daha önceki sahifelerde yaptık.

[166] Bkz. İbn Mace, Kitabu'l-Feraiz: 2/915, Tirmizi, Kitabu'l-Feraiz s: 416.

[167] Buhari Kitabu'l-faraid: 8/6, Ahmed, Müsned: 1/389, Darimi, Kitabu'l-Feraid: 444-445, Ebu Davud, Kitabu'l-Feraid: 3/312,-313, Tir-mizi, Kitabu'l-Feraid: 4/415.

[168] Muaz b. Cebel b. Amr b. Evs el-Ensari. el-Hazreci. Ebu Ab-dirrahman. Büyük sahabi. Peygamber döneminde Kur'an'ı toplayan birkaç sahabeden biri. Genç yaşta müslüman oldu ve akabe biatma işti­rak etti. Tebük savaşından sonra Rasulullah (s.a.v.) onu Yemen'e kadı ve öğretmen olarak gönderdi. H. 18 yılında vefat etti.

[169] Bkz. Buhari, Kitabu'l-Feraid: 8/7.

[170] Ebu Davud, Kitabu'l-Feraiz: 3/320, İbn Mace Kitabu'l-Feraiz: 3/396, Tirmizi Kitabu'l-Feraiz: 4/429, Hakim Kitabu'l-Feraiz: 4/378.

[171] Bkz. Ahmed, Müsned: 1/11-12, Ebu Davud, Kitabu'z-zekat: 1/214-224, Nesai, Kitabu'z-zekat: 5/18-23, Hakim, Müstedrek: 1/548-549.

[172] Ebu Sevr, İbrahim b. Halid. İmam, hafız, hüccet ve müctehid. Irak müftüsü , sika ve emin. Zehebi: "O, tereddütsüz hüccettir" dedi. Ahkamu'l-Kur'an isimli eseri vardır. 240 yılında vefat etti.

[173] Hadisi bu lafızlarla rivayet edenler: Müslim, Kitabu'l-Feraiz: 2/1234, Ebu Davud, Kitabu'l-Feraiz; 3/319, İbn Mace, Kitabui-Feraiz: 2/910.

[174] İki kızın miras payı konusunda ihtilaf çıkmıştır. Bir tek kızın mirasına yarım, üç ve daha çok kızın mirasının ise siilüseyn olduğu üze­rinde tüm müslümanlar müttefiktirler. Fakat iki kızın mirası konusunda ayet birşey söylemediği için bu konuda ihtilaf çıkmıştır. Cumhur iki kı­zın da sülüseyn olacağını söylerken, İbn Abbas'dan iki kızın yarım ala­cakları rivayet edilmiştir.

[175] Bkz. Ahmed, Müsned: 3/352, Ebu Davud, Kitabu'l-Feraiz: 3/314-316, İbn Mace Kitabu'l-Feraiz: 2/908-909, Tirmizi Kitabu'l-Feraiz: 4/414-415.

[176] Bu söz şu hadisten bir parçadır:

"Kabisa (r.a.)'dan annenin annesi olan nine Ebu Bekir'e mirasını sor­mak için geldi. Ebu Bekir dedi ki:

"Allah'ın kitabında senin için hiçbir şey yoktur. Rasulullah'ın (s.a.v.) sünnetinde de senin için bir şey olduğunu bilmiyorum. Haydi sen evine git de bu meseleyi insanlara bir sorayım" İnsanlara sordu. Muğire b. Şube şöyle dedi:

"Rasulullah'ın yanında bulundum, ona (nineye) altıda bir verdi." Ebu Bekir sordu:

"Seninle beraber kimse var mıydı?" Hemen Muhammed b. Mesleme ayağa kalkıp aynı Muğire gibi konuştu. Bunun üzerine Ebu Bekir bu hük­mü onun (ninenin) hakkında gerçek kıldı.                  ,

Sonra başka bir nine Ömer'e mirasını sormak için geldi. Ömer şöyle dedi:

"Allah'ın kitabında senin için hiçbir şey yoktur. Bu hususta verilen hüküm senden başkası için verilmiştir. Ben feraize bir şey ilave edemem. Ancak sizin için o südüs (altıda bir) bahis konusudur. Eğer birden fazla (yani iki büyük anne) olursanız aranızda paylaşırsınız, tek olursanız ö al­tıda biri tek başına alır."

Malik Muvatta: 2/513, Ebu Davud, Kitabu'l-Feraiz: 3/316, 317; Tir-mizi, Kitabu'l-Feraiz: 4/419-420.

[177] Bkz. Ebu Davud, Kitabu'l-feraiz: 3/317,.

[178] Malik, Kitabu'l-Feraiz: 2/513'te rivayet etti.

[179] Bkz. Muvatta: 2/514.

[180] Bkz. Bidayetü'l-müctehid: 2/350.

[181] Tahric edenler: Said b. Mansur Sünen: 1/54, İbn Ebi Şeybe, Musannef: 1 l/222, Darimi: 754, Beyhaki: 6/236.

[182] Bkz. Haşiyetu İbn Abidin: 6/826.

[183] Bk. Nihayetü'l-muhtac: 6/20-21

[184] Bkz. el-Muğni: 7/54-55.

[185] İbn Rüşd, Bidayetü'l-müctehid (2/341) isimli eserinde şöyle de­di: Cumhuru ulema ölenin kendi sulbünden bir kız ve oğlunun da kızı veya kızları bıraksa ve onlarla beraber erkek bulunmaz ise, oğlun kızlarının sülüseyni tekmilen südüs alacakları konusunda hem fikirdirler. Fakat şia bu ittifaka karşı çıkarak oğlun kızının ölen kişinin kendi kızıyla beraber mirastan pay alamayacağını söylediler. Aynen oğlun oğlunun oğulla be­raber halinde olduğu gibi."

[186] Bkz.'el-Muğni: 7/186.

[187] Beyhaki Sünenü'l-kübra Kitabu's-seyr: 9/113.

[188] İmam Ahmed'in deve ağıllarında kılınan namazın iadesi gerek­liğini söylediğini nakledenler oğlu Salih, Mesail: 2/201 ve diğer oğlu Ab­dullah , Mesail sh. 67'de. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bakınız Muğni: 1/717.                                                    

[189] Ammar b. Yasir b. Amir b. Malik. İlk müslümanlardandır. Büyük imam, iman yolunda işkence görenlerden. Peygamber (s.a.v.) ile tüm savaşlara katıldı. Sıffin savaşında İmam Ali b. Ebi Talib'in komu­tasında savaştı.

[190] Hadisin nassı şöyledir: Abdurrahman b. Ebza'dan (r.a.): "Bir adam Ömer'e gelip, dedi ki:

Ben cünüp oldum, su bulamadım!" Ömer:

"Namaz kılma!" dedi. Bunun üzerine Ammar dedi ki:

"Ey mü'minlerin emiri! Sen hatırlamıyor musun, hani beraber bir müf­rezedeydik de ikimiz de cünüp olmuştuk. Sen namaz kılmamıştın, ben ise toprakta yuvarlanıp da öyle namaz kılmıştım. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştu:

"Sana ellerini yere vurman, sonra onlara üfleyip yüzüne ve el­lerine sürmen kafi gelirdi." Ömer:

"Allah'tan kork ey Ammar" deyince, Ammar şöyle dedi:

"İstersen bu hadisi başkalarına anlatmayayım."

Buhari. Kitabu't-teyemmüm: 1/87, Müslim, Kitabu'1-Hayd: 1/280-281, Ebu Davud Kitabu't-Tahare: 1/228.

[191] Hadisin metni şöyledir: Ebu Zer'den (r.a.):

Peygamber (s.a.v.)'in yanında ganimet (koyun ve deve) birikti. Ba­na dedi ki:

"Ey Ebu Zer! Bunları otlat!" Ben de Rebze'ye kadar onları götürüp otlattım. (Ailem yanımdaydı) Cünüp oldum. Bu halde beş altı gün geçirdim. Nihayet peygamber (s.a.v.)'e geldim.

"Bu Ebu Zer mi" dedi. Ancak ben sükut ettim.Sonra şöyle buyurdu:

"Ey Ebu Zer annen seni yetim bırakmasın!" Ondan sonra zenci bir cariye çağırdı, içinde su bulunan bir kap getirtti. Beni bir elbise ile örtüp perde yaptı; ben de devemi perde yaparak yıkandım. Üstümden sanki bir dağ atmış gibi oldum ve hafifledim. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Yirmi yıl daha susuz kalsa temiz toprak müslümanın abdes-tidir. Su bulduğun zaman onu cildine dokundur (yıkan) bu tabiki da­ha iyidir."

Ahmed, Müsned: 5/146, Ebu Davud, Kjtabu't-Taharet: 1/237, Tirmizi, Kitabu't-taharet: 1/211-213.

[192] Hamne binti Cahş radiyallahu anha'dan: Çok şiddetli hayız olu­yordum. Allah Rasulüne (s.a.v.) ne yapmam lazım geldiğini sormak için vardım. Onu kızkardeşim Zeynep binti Cahş'ın evinde buldum. Dedim ki:

"Ey Allah'ın Rasulü! Ben çok istihaze oluyorum, kan bir türlü ke­silmiyor, bu durum beni namazdan ve oruçtan alıkoyuyor"

"Ben sana pamuğu salık veririm. O kanı giderir, keser" buyurdu. Dedim ki:

"Kan fevkalade çoktur"

"Öyleyse (onu zabt edecek) bir bez edin!"

"Sanıyorum o da dindirmez! Çünkü kanama şiddetle devam ediyor" dedim.

"Sana iki şey söyleyeceğim, hangisini yaparsan ötekine gerek kalmaz. Fakat ikisini de yapabilirsen tabiki daha iyi olur. Bir kere bu kanama, şeytanın darbelerinden bir darbedir. Allah'ın ilmine göre sen kendini altı veya yedi gün hayızlı kabul edersin sonra yıkanırsın sonra kendini iyice temizlenmiş kabul edersin, sonra kendini yirmi üç ya da yirmi dört gece gündüzleriyle birlikte namaz kılarsın. Son­ra da oruç tut. Bu sana yetişir..."

Bkz. Ahmed, Müsned: 6/439, Ebu Davud, Kitabu't-taharet: 1/199-202, Tirmizi, Kitabu't-taharet: 1/221-226.

[193] Hadisin nassı (metni) şöyledir: Ebu Hureyre'den (r.a.):

"Peygamber (s.a.v.) mescide girdikten sonra, bir adam geldi ve na­maz kıldı. Sonra gelip Rasulullah (s.a.v.)'e selam verdi. Rasulullah (s.a.v.) onun selamını aldı ve:

"Dön namazını tekrar kıl sen namazı kılmadın" dedi. Adam dönüp tekrar namazı aynı şekilde kıldı. Sonra tekrar Rasulullah'ın yanına gelip selam verdi. Allah Rasulü onun selamını aldıktan sonra

"Dön namazını tekrar kıl sen namazı kılmadın" dedi. Bu olay üç kere tekrarlandı. Sonunda adam:

"Seni hak ile gönderene yemin olsun ki bu kıldığımdan daha güzel kılamıyorum. Bana namazın nasıl kılındığını öğret. dedi. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Namaza kalktığın zaman tekbir getir. Sonra Kur'an'dan ko­layına geleni oku. Sonra rukuya git ve rukuda mutmain oluncaya kadar kal. Sonra dümdüz duruncaya kadar doğrul. Sonra secde et ve mutmain oluncaya kadar secdede kal. Sonra cülusa kalk ve mutmain oluncaya kadar bekle. Sonra namazının tamamında bunu böyle yap."

Buhari, Kitabu'l-istizan: 7/132, Müslim Kitabu's-salat: 1/298,

Ebu Davud: 1/534-535.

[194] Hadisin metni şöyledir: Sehl b. Sa'd (r.a.)'dan :

"Beyaz iplik, siyah iplikten size ayırdedilinceye kadar yiyin, için"

(Bakara: 2/183)

mealindeki ayet nazil oldu. Henüz "tan yerinde" ibaresi nazil ol­mamıştı. Bir kısım insanlar, ayetin nazmındaki "hatta yetebeyyene lekum haytu'l-ebyadi mine'l-hayti'l-esved: Beyaz iplik siyah iplikten ayırd edilinceye kadar" kavl-i cehlini yanlış anlayarak ayaklarına beyaz iplikle siyah iplik bağlarlardı. Sonra beyaz ipliği siyah iplikten ayırdedinceye dek yerler, içerlerdi. Bunun üzerine Allah "Tan yerinde" kısmını inzal buyur­du da bundan gecenin karanlığı ile gündüzün aydınlığı olduğunu an­ladılar.

[195] Semure b. Cündüb b. Hilal el-Fizari. Sahabenin alimlerinden Basra'ya yerleşti. Çeşitli hadisleri vardır. Haricilere karşı olan şiddetli tutumuyla tanınır. 58 yılında vefat etti.

[196] Bkz: Buhari, Kitabu'l-Buyuu: 3/40, Müslim, Kitabu'l-musakat: 2/1207.

[197] Abdurrezzak, Kitabu'l-buyuu: 8/195.

[198] Zeyd b. Erkam b. Zeyd b. Kays, el-Ensari, el-Hazreci. Kufe'ye yerleşti. Sahabenin meşhurlarındandır. Mute ve başka savaşlara katıldı. H. 66 yılında vefat etti.