Kaza Ve Felaketlerde Aynı Anda Ölenlerin Durumu:
Riba (Faiz) Ayetleri Hakkında:
"Hanif' kelimesi
Kur'an'ı kerim'de birçok kez tekrarlanmıştır. Cenabı Hakk insanlara
"Hamfler" olmalarını farz kılmıştır. Bunu Ehl-i kitaba farz kıldığı
gibi sonra da ümmeti Muhammed'e farz kılmış ve Hanif olan İbrahim milletine uymayı
emretmiştir. Hakk Teala ehl-i kitaba şöyle emretti:
"Dini yalnız kendisine
has kılarak ve hanifler olarak Allah'a kulluk etmeleri namaz kılmaları, zekat
vermeleri için ancak onlar müslüman olmaları emrolundu. İşte sağlam din
odur." (Beyyine: 98/5)
Bu emir, ehl-i kitab
ve diğer tüm insanlara yöneliktir.
Ve yine şöyle buyurdu:
"Yahudiler ve
hristiyanlar müslümanlara "yahudi ya da hristiyan olun ki" doğru yolu
bulaşınız." dediler. De ki: "Bilakis biz hanif olarak yaşamış
İbrahim'in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi"(Bakara: 2/135)
Ve İbrahim için şöyle
buyurdu:
"İbrahim, ne
yahudi, ne de hristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir
müslüman idi; müşriklerden de değildi" (AI-i imran: 3/67)
"Deki O Allah
doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş olarak İbrahim'in dinine uyunuz.
O, müşriklerden değildi" (Al-i imran: 3/95)
"İşlerinde doğru
olarak kendini Allah'a veren ve İbrahim'in, Allah'ı bir tanıyan dinine tabi
olan kimseden dince daha güzel kim vardır? Allah İbrahimi dost
edinmiştir" (Nisa: 4/125)
"Deki: Şüphesiz
Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, Allah'ı birleyen ibrahim'in dinine
iletti. O, ortak koşanlardan değildi"(En'am: 6/161)
"Gerçekten
İbrahim, Hakk'a yönelen, Allah'a itaat eden bir önderidi. Allaha ortak
koşanlardan değildi."(Nahl: 16/120)
"Durum böyle. Her
kim, Allah'ın emir ve yasaklarına saygı gösterirse, bu, Rabbinin katında
kendisi için daha hayırlıdır. (Dine, haram olduğu) size okunanların dışında
kalan hayvanlar size helal kılındı. O halde, pislikten, putlardan sakının;
yalan sözden sakının. Kendisine ortak koşmaksızın Allah'ın hanifleri
(olun)."(Hacc: 22/30-31)
"Sen yüzünü
"hanif" olarak dine, yani, Allah insanları hangi fıtrat üzere
yaratmış ise o fıtrata çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte
dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler. Hepiniz o'na yönelerek
O'na karşı gelmekten sakının, namazı kılın; müşriklerden olmayın" (Rum: 30/30-31)
Kur'an'm tamamı
hanifliğin İbrahim'in milleti olduğuna, sadece Allah'a ibadet etmek ve şirkten
beraat olduğuna delalet etmektedir.
Allah ibadet ise O'nun
bize emir ve meşru kıldığı ölçüler içinde olur ki bu da hanif lige dahildir.
Yahudi ve hris-tiyanlar gibi, insanların kendi uydurdukları ibadetler ise hanif
lige dahil değildir. Musa, İsa ve israiloğullarmın tüm peygamberleri ve ona
tabi olanlar, soradan döllerini değiştirip "Haniflikten çıkanların
aksine, onların tamamı Hanif idiler.
Cenabı Hakk ehli
kitabı ve başkalarını dini yalnız kendisine has kılarak ve hanifler olarak
ibadet etmelerini emretti. Fakat onlar kendilerine Hak geldikten sonra
Allah'ın dinin değiştirip saptırdılar.
Selefin ve
lügatçıların sözleri de, ifadeleri çeşitli olsa-da, buna delalat etmektedir.
İbn Ebi Hatem'den,
Osman b. Ata el- Horasani'den[1] malum
isnadı ile "hanifen müslimen"[2] kavli
ilahisi ile ilgili şöyle rivayet edildi :"Muhlisen müslimen"[3]
İbn Ebi Hatim şöyle
dedi: Mukatil b. Hayyan'dan[4] da
bunun benzeri rivayet edildi.
Hasif[5] de
şöyle dedi: Hanif: Muhlis demektir.[6]
Salebi ve başkaları
Mukatil b. Süleyman'dan isnadı ile Ebu Kuteybe el- Basri "Naim b.
Sabit"[7] den O da, Ebu Kalebe[8] den
şöyle rivayet etti:
"Hanif: tüm
peygamberlere iman edendir"[9]
Muhammed b. Ka'b da
şöyle dedi: "Hanif, müstakim demektir."[10]
Maruf isnadı ile
Süfyan esiSevri'den, o da ibn Ebi Ne-cih'den o'da Mücahid'den: Hanifen yani
mütbean (tabi olan) demektir. "Hanefiyye" ise, "İbahim'e tabi
olmaktır";
Mücahid'in bu sözünü
bir grup müfessir rivayet ettiler. Buna benzer bir sözü de Rebi b. Enes'den
rivayet edildi.[11]
Ve yine Mücahid şöyle
dedi: "Haniflik, getirdiği şeriat ölçüleri içinde İbrahim'e uymaktır ki, o
bununla insanlara
imam oldu"[12]
İbn Ebu Talha'da İbn
Abbas'dan naklen şöyle dedi:"Ha-nifen" yani "Haccen/Hacı olarak,
demektir."
İbn Ebu Hatim şöyle
dedi: "Hasan, Dahhak, Atiyye ve Suddi'den de buna benzer sözler rivayet
edildi."[13]
Bir gurup insan da
Dahhak'dan şöyle dediğini naklettiler:
"Hanif kelimesi
ile beraber müslim kelimesi geçerse, o hacı" manasında gelir. Tek başına
"Hanif kelimesi ise, "müslüman" anlamındadır."[14]
Salebi ve Beğavi' gibi
O'na tabi olanlar ibn Abbas'dan şöyle rivayet ettiler: Hanif, diğer dinlerden
islam dinine meyledendir" ve şöyle dediler: Bu kelimenin aslı meyi ve
ayaktaki eğrilik olan "hanf' kelimesidir."[15]
Ahnaf b. Kays'ın[16] bu
ismi almasının nedeni de budur. Çünkü O'nun ayağında eğrilik vardır.
Ben (İbn Teymiyye)
derim ki: Allah (c.c)'ın Muhammed (s.a.v)'ın lisanı üzere farz kılmasıyla da
hacc, "hanif'ligin içindedir haniflik onunla tamama ulaşır ve o,
İbrahim'in mil-
letindendir.
İbrahim (a.s)'in
döneminden itibaren meşru kılınmıştır. Musa, Yunus ve diğer birçok peygamber
haccetmişlerdir.
İslam'ın da
başlangıcından itibaren meşru olan hacc, Medine'de son dönemlerde farz
kılınmıştır.
Doğrusu H. 10 veya 9.
yılda farz kılındığıdır. H. 6. yılda farz kılındığı görüşü doğru değildir.
Hakk Teala, Muhammed
ve ümmetine hanifler olmasını emrederek, Mekki olan Nahl suresinde şöyle
buyurdu:
"Sonra da sana,
"hanif olarak İbrahim'in dinine uy, zira o müşriklerden değildi" diye
variyettik."(Nahl: 16/123)
Farz kılıncâya kadar
hac, vucib olarak değil istihbab ve kemal olarak Hanifliğe dahil idi.
Üzerlerine hacc farz
olmamakla beraber Cenabı Hak ehli kitaba da hanif olmalarını emretti.
İbn Ebu Hatim, Rebi b.
Enes'den O'da Ebu Aliye'den şöyle rivayet etti: "Hanif, namaz için
Allah'ın evine dönen ve imkan bulduğu takdirde haccı üzerine farz gören
kimsedir"[17]
Hanif'in bu şekildeki
tefsiri, kıblenin Ka'be'ye çevrilmesi ve haccın farz kılınmasından sonradır.
Yoksa Peygamber
(s.a.v) ve ona tabi olanlar, hiç kuşkusuz bundan önce Mekke'de de hanif
idiler. Onlar daha önce kendilerine emredildiği şekilde Beytül Makdis'e yönelerek
namaz kılmaktaydılar. ,
Kıble Kabe'ye ancak
Medine'de hicretin 2. yılında çevrildi.
Aynı şekilde Musa ve
ona tabi olanlar, İsa ve tabiileri de hanif idiler, ve Beytül makdise yönelerek
namaz kıldılar. İbn Ebu Hatim ve başkaları ibn Ebu Urube'nin tefsirinde
Ka-tade'den şöyle rivayet ettiler: "Hanefiye: Allah'tan başka ilah
olmadığına şehadet etmektir ki, anaların, kızların, kızkardeş-lerin,
teyzelerin, halaların tahrimi, Allah'ın diğer yasakları ve sünnet de buna
dahildir. Müşrik Araplar şirklerine rağmen, yakın akrabalarla evlenmemek, hac
ve hac mena-sikleri gibi hanefiyye'nin bazı gereklerine riayet etmekteydiler."[18]
Katade, hanefiyye'nin
tevhid ve Allah' in haram kıldıklarına ve sünnete riayet ederek İbrahim' in
milletine uymak olduğunu ve müşriklerin şirklerine rağmen yakın akrabalarla
evliliği haram kabul ettiklerini, hac yaptıklarını ve sünnet olduklarını
zikretmektedir. Müşrikler İbrahim'in dinin temeli olan tevihdi bozmalarına
rağmen onun^dininden olan diğer bazı hükümleri muhafaza etmişlerdir.
Müşrik araplarla
mecusiler haram tanımayanlar ve hris-tiyanlar ve diğer milletler arasındaki
fark, İbrahim'in dininden muhafaza ettikleri bu hususlardı.
Ebu'l Hasan el-Ahfeş
de böyle dedi: "Hanif, müslüman,
demektir."
Başkaları ise: Hanif
kelimesi ile beraber müslim kelimesi zikredilirse bu, hacı manasındadır."
Ebu'l Hasan el-Ahfeş
şöyle dedi: "Cahiliye döneminde sünnet olan ve hac yapanlara Hanif
denilirdi.
Çünkü Araplar
İbrahim'in dininden sadece bu iki şeyi muhafaza edebilmişlerdi. İslam geldiği
zaman gerçek hanif
liği geri
getirdi."
Asmai de[19]
şöyle dedi: "Araplara göre kim Yahudi veya Hristiyan dininden dönerse o
haniftir."
Ben derim ki: Ehli
kitaptan bazı Hristiyanların kitaplarında Hanifliği kötüleyici ifadelerin
bulunması bu nedenledir.
Onlar bunun ile hac
yapan, sünnet olan arap müşrikleri kastediyorlardı. Çünkü Hristiyanlar hac
etmez, sünnet olmaz ve sünneti ibadet kabul etmezler.
Bazıları Sabiler ve
Hanifleri birbiriyle karıştırmaktadırlar ki, müşrik sabiilerih aksine gerçek
hanifler, İbrahim milletine tabi olan ve sadece Allah'a ibadet eden
muvahhid-lerdirler.
Sabiiler iki kısımdır:
Hanif olan sabiiler ki, Kur'an onlardan övgü ile bahsetmektedir[20] ve
müşrik sabiiller. Mecusiler ve diğer müşrikler ise kesinlikle hanif
değillerdir.
Ebu Bekr Furek[21] ve
diğer başka kelamcılar, Zerdüşt,[22]
Mazdak[23] ve
Bahanzil[24] gibi nübüvvet iddia eden
farshla-rın İbrahim'in mileti üzerine oluklarını ve o'nun dinine davet
ettiklerini iddia etmişlerdir.
İbn Furek Nübüvveti
inkar eden Hindilere karşı cevaben yazdığı bir kitabında şöyle diyor:
îbn Furek şöyle devam
ediyor: "Eğer şöyle sorulsa: Peygamberlerin gönderilmesinin caiz olduğuna
ikna oldum. Pekala, Allah'ın kullarına gönderdiği peygamberlerin, başkaları
değil de sadece sizin belirttiğiniz kimseler olmasının delili nedir?
Ona şöyle cevap
verilir: Bunun delli şudur: bize muhtelif cihetlerden gelen ve yalanı mümkün
olmayan haberlerden kesin olarak anlaşılmaktadır ki peygamberler adetin olanın
ötesinde denizi yarmak, asayı yılana çevirmek, ölüleri diriltmek, anadan doğma
kör ve sağırları iyileştirmek, ayı yarmak gibi olağanüstü mucizeler
göstermişlerdir. Onların gösterdikleri bu mucizeleri, nübüvvet iddiasında bulunan
yalancı peygamberler gösterememişlerdir. Bu durum nübüvvet iddia eden,
herkesin değil, sadece onların peygamber olduklarını gösterir.
Peygamberlerin sıdk ve
doğruluklarına delalet eden bir diğer husus da, onlarm her birinin kendi
zamanlarında insanları şehvetlerden, hevaya uymaktan nehyetmeleri, kötülüklere
engel olmaya çalışmaları ve bu yolda başlarına gelen musibet ve belalara
sabretmeleridir.
Bu herkesin yapacağı
bir şey değildir. Peygamberler nübüvvet iddialarını ve davalarını açık burhan
ve mucizeler ile ispat etmeseler bu durumda onlara iman vacip olmuştur.
Ayrıca aradan geçen
asır ve nesiller boyunca insanların onlara karşı sevgi, itaat ve özlem
duymaları da onların, Allah (c.c) tarafından açık mucizelerle insanlara
gönderilmiş hak peygamber olduklarına ayrı bir kanıttır."
İbn Furek şöyle devam
ediyor:
Eğer birisi şöyle
dese: Dünyada nice iftiracı ve bidatçı kişilerin çıkıp, etraflarına tıpkı
peygamberler gibi büyük cemaatler topladıklarını görüyoruz.
Biz bu sözü söyleyene
sorarız: Kim bunlar?
Bunlar ancak Zerdüşt,
Mazdek, Mani[25] ve Bahayizid'in adarını
verebilirler.[26]
Ona şu cevabı veririz:
Zerdüşt, Mazdek ve Bahayezid, bunların her üçü de kendi zamanlarında İbrahim'in
dini üzere olduklarını ilan ettiler ve o'nun şeriatına aykırı davranmaktan
kaçınarak etraflarına cemaat topladılar.
Yoksa siyaset ve
saltanat ile değil. Bu üçünden hiçbiri yeni bir din getirmeyip, bulundukları
zaman için de İbrahim'in şeriatını temsil ettiklerini iddia ettiler ve her
biri ibrahim'in dinini kendi zaman ve kavimlerinin dillerine tercüme
ettiler."
İbn Furek şöyle devam
ediyor: "Mani'ye gelince, İbrahim'in doğru yolu'üzerine olan Mesih'in
öğrencisi olduğunu, kendisi dışındaki hristiyanların yoldan çıktıklarını ve
İsa'ya indirilen gerçek İncil'in kendi elinde olduğunu iddia etti. Ayrıca
İsa'nın göğe yükseldiği zaman kendisinin de o'nun yanma yükseldiğim ve yaptığı
her şeyi İsa'nın talimatıyla yaptığını iddia etti."[27]
Ben (ibn Teymiyye)
derim ki: İbrahim'e düşman olup, onun düşmanı Nemrud'u destekleyen Türk, çin
vesaire müşrikler günümüzde de mevcuttur.
Bu kavimler Nemrud'un
küçüklü büyüklü putlarını yaparak o'na tapar ve işlerine onun ismiyle
başlarlar ve o'nu: Sübhane Nemrud, subhane Nemrud diye teşbih ederler.
İbrahim (Allah'ın
salat ve selamı o'nun üzerine olsun) kendisinden sonraki insanlar için imam
kılınmıştır ve hiçbir mümin ve iman izhar eden münafık yoktur ki, İbrahim'i
yüceltmiş olmasın. Allah kitab ve nübüvveti o'nun zürriyetine nasip etmiştir.
Ondan sonra gelen peygamberler hep onun zürriyerindendir ve peygamberlere
inanan herkes o'na da iman etmiştir. Allah'ın dinin çağıran ve şirkten men eden
hiç kimse yoktur ki İbrahim'i yüceltmiş olmasın.
Her ne kadar İbrahim'e
tabi olduklarını söyleyenler arasında, o'nun getirdiği mesajlara aykırı
davrananlar bulunmakta ise de İbrahim onların bu yaptıklarından beridir.
Zürriyeti içinde muhsinler bulunduğu gibi, Arap müşrikleri gibi kendilerine
zulmedenler de bulunmaktadır. İbrahim gönderildiği zaman, şirk tüm yeryüzünü
istila etmişti. İşte böylesi olumsuz bir duruma rağmen o tevhid ilan edip, insanları
ona çağırdı. Şirke ve müşriklere cephe aldı ve Allah o'nu müşriklere galip
getirdi.
Kur'an birçok yerde
İbrahim'in hanif olduğunu beyan etti ve hanifliği o'nun ayrılmaz bir vasfı
kıldı. Hatta "hanif kelimesi muzafi ileyh'den hal olarak nasb edilmiştir.
"Kul bel millete İbrahim'e hanife" "De ki: Bilakis biz, hanif
olarak yaşamış İbrahim'in dinine uyarız" (Bakara:
2/135)
"En ettebiu
millete İbrahim'e hanife" "Hanif olarak İbrahim'in dinine
uy"(Nahl: 16/123) Misallerinde olduğu gibi. Küfeliler bu durumu, lafızda
sıfat olmayıp kesilmesi nedeniyle "Kafi üzerine nasb" olarak
adlandırırlar.
Basralılar ise
"hal üzere nasb" olarak isimlendirirler."[28] Bazı
nahivciler ise, muzaf ve muzafun ileyh, tek birşey konumunda olmadıkça hal'ın
muzafı ileyhe intisab'ının caiz olmadığını söylediler.[29] Şu
misallerde olduğu gibi:
"Biriniz, ölmüş
kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?" (Hucurat: 49/12)
Bu "Eh"den
haldir. Çünkü "Lahme ehihi" (kardeş ve et) kelimesi: aynı şeydir.
"Kul bel millete
İbrahime Hanife"'de böyledir. Çünkü millet, ondan bazısı yerindedir.
Aynı Adiyy b. Hatem'in[30]
müslüman oluş kıssasında olduğu gibi. Peygamber (s.a.v.) O'na islamı anlatınca
Adiy: Yani, dinimin
oğulları"[31]
demiştir. O sanki
"Onların soyundan" demek istemiştir.
Bu nedenle, "Ama
Zeyd, ilmi ve dini" denilerek bu ikisini Zeyd'den bedel kılınması
caizdir. Allah daha iyi bilir.
Peygamber (s,a.v)'in
şu sözü hakkında: "Şair'in dediği en doğru söz Lebid'in sözüdür: Dikkat
ediniz! Allah'tan başka herşey batıldır!"[32]-[33]
Peygamber (s.a.v) bu
sözü şairlerin söylemiş oldukları en doğru söz olarak kabul etti. Bu şiir, şu
kavli ilahi gibidir:
"Böyledir. Çünkü
Allah, hakkın ta kendisidir. O'nun dışındaki taptıkları ise batıldan başka bir
şey değildir."(Hacc: 22/62)
"İşte kudreti
size anlatılan bu zat, sizin gerçek rabbi-niz olan Allah'tır. Artık haktan
sonra sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl döndürülüyorsunuz?"(Yunus:
10/32)
Bu hitap Allah'tan
başka tapılan melek, beşer ve diğer tüm tanrılarını kapsar. Bu tanrılar batıl
oldukları gibi onlara tapmak da batıldır. Bunlara tapan da batıl işlemektedir.
Batıl'dan murad,
kuluna fayda vermeyen şeydir ki bu itibarla Allah'tan başka tapılan tüm tanrılar
batıldır.
Hatta şu masur dua'da
geldiği gibi dinar ve dirhem'de batıldır: "Ben şehadet ederim ki,
arşından arzına kadar senin dışında tapılan herşey batıldır."[34] Her
canlı, varlık mutlaka bir tanrıya tapınır, fakat, Allah'tan başka tapılan tüm
bu tanrılar batıldır ve dalalettir.
Dalaletten, şu kavli
ilahi'de olduğu gibi helak kasdedi-lir:
"Toprağın içinde
kaybolduğumuz (helak olduğumuz) zaman, gerçekten biz mi yeniden yaratılacağız,
dediler."
(Secde: 32/10)
Bunun anlamı:
"Helak olup, topraklaştığmız zaman" demektir, denililmiştir. Ve
bunun aslı: Su süt içinde kaybolduğu zaman söylenen şu sözdür: Dalle el-ma
fi'1-leben"
Birşeyde delalete
düşen, o şey içinde helak olduğuna göre, helak'ın sebebi delalete düşülen şey
olmuştur ki bu nedenle şöyle buyurulmuştur:
"Dünya hayatında
çabaları boşa gitmiştir"(Kehf: 18/104)
Dalla yani, helak oldu
ve boşa gitti anlamındadır.
Allah'tan başka
tapılan herşey batıl, dalalet, kullarını helaka düşürücüdür.
"O'nun vechinden
başka her şey helak olacaktır"(Kasas: 28/88)
Mücahid bu ayetin
tefsirinde şöyle dedi:
"Ancak,
kendisiyle o'nun vechi istenen şey hariç" Süfyan es-Sevri'de "Ancak
kendisiyle vechi istenen şey hariç"[35]
"Ancak Allah ve
Salih amel kalacaktır" sözünde geçtiği gibi.
Ve yeni bir hadiste
şöyle denilmiştir.
"Allah'ın zikri,
öğrenen ve öğreten hariç dünya ve içindekiler melundur"[36]
Kulun Allah'tan başka,
kalbiyle yönelip kendisine ümit bağladığı, korktuğu, sevdiği, güvendiği,
velayetini kabul ettiği şeyler o'nu helaka sürükleyecektir. Ve ona Allah için
yaptıkları dışında, hiç bir şeyin faydası olmayacaktır.
Cenabı Hak şöyle
buyurdu:
"Yer üzerinde
bmunan her canlı yok olacak. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin vechi baki
kalacak."(Rahman: 55/26-27)
Allah (c.c)'ın vechi
için olan hariç, tüm ameller yok olacak ve sahibine hiçbir faydası
olmayacaktır. Malik şöyle dedi: Allah için olan baki kalacak, Allah'tan
başkası için olan ise ne devam edecek ne de baki kalacaktır." Ve Hakk
teala şöyle buyurdu:
"Sizin yanınızdaki
tükenir, Allah katındaki ise bakidir.» (Nahl: 16/96) Bu nedenle şöyle
denilmiştir: İnsanlar derlerki: Kişinin kıymeti, ihsanı iledir. Marifet ehli de
şöyle demiştir: Kişinin kıymeti talebi iledir.
İsrailoğullarından
cenabı Hakkın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Ben hikmet
sahibinin sözüne değil himmetine bakarım."[37] .
Ve yine Cenab' ı Hakk'
in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Dünyayı seven bir alime vereceğim
küçük ceza onun kalbini benim zikirimin halevetinden men ederim"[38] Şu
kavli ilahi, bu rivayeti tasdik etmektedir: "Onun için sen zikrimize
iltifat etmeyen ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir, işte
onların erişebilecekleri bilgi budur." (Necm: 53/29-30) "Onlar, dünya
hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise, onlar tamamen
gafildirler." (Rum: 30/7) Yine sahih'de geçtiği gibi ateşe ilk girecek üç
zümreden biri olan alimin dediği: zikredilmiştir
"Ben senin için
ilim öğrendim ve öğrettim." ona şöyle denilir:
"Yalan
söylüyorsun, bilakis senin amacın fülan alimdir desinler idi ve öyle de
denildi." Sonra emredilir ve o alim cehenneme atılır" Muaviye[39] şu
hadisi işitince ağladı (!) ve şöyle dedi. Allah doğru söyledi.
"Kim, dünya
hayatını ve onun zinetini istemekte ise, orada onlara istediklerinin
karşılığını kesintiye uğratmaksızın veririz ve onlar orada hiçbir zarara
uğratılmazlar.
İşte onlar, ahirette
kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir; yaptıkları da
boşa gitmiştir, halen yapmakta oldukları şeyler zaten batıldır."(Hud:
11/15-16)[40]
Sünen'de geçen başka
hadislerde de şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın vechi
için istenecek ilmi, dünya metaını elde etmek için isteyen kimse cennetin
kokusunu alamaz."[41]
"Kim alimlere
komşu olmak, sefihlerle eğlenmek, dünya malı yemek ve insanların dikkatlerini
kendisine çekmek için ilim taleb eder (veya öğrenirse) Allah'a O'nun kendisine
kızgın olduğu halde kavuşur"[42]
Bir rivayettede:
"Cennetin kokusunu bulamaz"[43]
denilmiştir.
Bu geniş mevzuyu bir
başka kitabımızda ayrıntılı bir şekilde ele alarak Hud, Subhan ve
şura'surelerinin konuyla igili ayetlerini ve ilmiyle dünyayı isteyen alimleri
kötü-leyen hadis ve sahabe sözlerini zikrederek, bu konuyu açıkladık*. Dinin
tamamının Allah için olduğunu, Allah'ın şirk koşanların şirkinden gani olduğunu,
sahabe ve selefin bu tehlikeden son derece dikkatle kaçındıklarını beyan
ettik.
Hadislerden, dünyevi
amaçlar için ilim öğrenen alimlerin Allah katında hiçbir kıymetleri olmayacağı
ve ilimlerinin hayrını göremeyecekleri belirtilmektedir.
Birinci hadiste; mal
ve makam kazanmak için ilim öğrenenler kınanmış ve bunların cennetin kokusunu
almamak ile cezalandırılacakları bildirilmiştir.
İkinci hadiste ise;
ilmi gösteriş, eğlence, ilgi çekmek için eğlenenler kınanmış ve bunların
Allah'a O'nun kendilerine kızmış, gazab etmiş halde kavuşacakalrı bildirilmiştir.
Makhul'un[44]
rivayet ettiği mürsel hadiste de şöyle denilmektedir: Kim kırk sabah boyunca
Allah'a ihlasla ibadet ederse, hikmet pınarları kalbinden diline
fışkırır."[45]
İbn Hamid'in şöyle
dediği hikaye edilmiştr: Kırk sabah ihlasla ibadet ettim fakat, kalbimden hiç
bir şey fışkırmadı. Bunu bazı marifet ehline anlatınca onlar bana şöyle
dediler: "Sen Allah için değil, hikmet elde etmek için ihlasla ibadet
etmişsin."
Yine Hasan'dan rivayet
edilen meşhur bir hikaye vardır: İnsanların övgüsünü kazanmak için ibadet eden
bir adam vardı. İnsanlar onun bu durumunu bildiklerinden onu övmek yerine
kötülüyorlardı. Sonra bu adam, Allah için ihlasla ibadet etmeye başladı.
Bunun üzerine Allah
insanların kalbine o kulun sevgisini koydu. Ayeti kerimede buyrulduğu gibi:
"İman edip de iyi
davranışlarda bulunanlara gelince, onlar için çok merhametli olan Allah,
(gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır." (Meryem: 18/96)587
İbadet, kendisine
ibadet edilen mabudun bekası nisbetin-de bakidir ve Allah'tan başka tüm
mabudlar batıldır. Allah'tan başka mabudlara ibadet edenler baki kalmak bir
yana Hak teala'nm buyurduğu gibi ebedi bir şekavete duçar olacaklardır.
"Kendisine ortak
koşmaksızın Allah'ın hanifleri (olun) Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o,
gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgar onu uzak bir
yere sürüklemiş gibidir."(Hacc: 22/31)
Müşriklerin kendi
tanrıları için yaptıkları ameller, tanrılarının bekası ile sınırlıdır.
Tanrıları yok olunca onlar için yapılan ameller de son bulur. Ve sonuçta sadece
Allah baki kalacaktır.
Felekler ve orada
bulunan herşey son bulacaktır. Melekler de ölümü tadacak ve son bulacaklardır.
İlim kulun Allah'ı
bilmesi ve ibadet etmesi için bir vesiledir. İlmin en üstünü de Allah'ı
bildiren, ilimdir ki yegane Hakk o'dur ve ondan başkası batıldır. En büyük,
ilim, en büyüğün ilmidir.
O şöyle buyurmuştur:
"Ulu Rabbinin
admı teşbih ve takdis et." (A'Ia: 87/1)
O, kendisinden başka
herşeyin Rabbidir.
Asıl olan o'dur. Aynı
şekilde o'nu bildiren ilim tüm ilimlerin aslı ve en efdalidir.
Cenabı Hakk'ın
"Kayyum"[46] ismi
hakkında Bazılar bunu "el-Kayyam." ve "el-Kayyim" şeklinde
okumuşlardır ki bu kıraatlerin hepsi kaim'den mübalağa ve ziyadedir.[47]
Cenabı Hakk şöyle
buyurdu: "
"Allah, melekler
ve adalette sebat eden ilim adamları şahitlik etmiştir ki o'ndan başka ilah
yoktur."(Al-i imran: 3/18)
"Her nefsin
kazandığını gözetleyip muhafaza edin."(Ra'd: 13/33)
Cenabı Hakk, kist ile
kaimdir ki bu da adalet demektir ve yine o her nefsin kazandığına karnidir.
Adalet ile kaim olması ve her nefsin kazandığı konusunda kaim olması, kudretli
olmasmı gerektirir. Dolayısıyla bu isim, Allah'm kadir ve adil olduğuna delalet
etmektedir.
Adeletinin, ihsanı
gerektirdiği ve o'nun her yaptığının kullarına ihsan ve nimet olduğunu ileride
açıklayacağız.
Bu nedenledir ki
kullarına olan nimetini hatırlattıktan hemen sonra şöyle buyurmaktadır:
"Öyleyse
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz"[48]
Ayeti kerimede geçen
el-ala kelimesi nimet anlamındadır ki, Allah'ın rahmet ve hikmetini
gerektirdiği gibi kudret ve meşietini de kapsamaktadır.
Aynı şekilde
"Kayyum" kelimesi iki şeyi gerektirmektedir:
1- Kuvvet,
sebat ve istikrar.
2- Adalet ve
istikamet.
Kaim, vaki ve Zail'in
zıddı olduğu gibi müstakim de eğrilik ve sapıklığın zıddıdır. Peygamber
(s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Kulların
kalplerinden hiç bir kalp yoktur ki bunların tamamı Rahman'm parmaklarından iki
parmak arasındadır, onu doğrultmak isterse doğrultur ve eğmek isterse eğer.
"Rabbimiz! Bizi
doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme"(AI-i imran: 3/8)[49]
"Onlar yoldan
sapınca, Allah da kalplerini saptırmıştı."(Saf: 61/5)
Ok'u ve safı
doğrultmak için de bu kelime kullanılır.
Peygamber (s.a.v)
şöyle buyuruyordu:
"Saflarınızı
doğrultun (Ekimu) muhakkak ki safın düzgünlüğü namazın tamamındandır."[50]
Rasulullah (s.a.v) oku
doğrultur gibi, safları doğrulturdu.[51]
Sıratul müstakim ve
istikamet terimleri de bu kelimeden türemiştir. Allah teala şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki bu
Kur'an, en doğru yola iletir"(İsra:l/9)
Kur'an, kendisinden
öneki kitab olan Tevrat'tan daha doğru (Ekvem)) yola iletir. Daha önceki
kitab'da sıratı müstakim'e (dosdoğru yola) iletmesine rağmen, Kur'an ondan
daha doğrusu olan yola iletir. Bu nedenledir ki önce,
"Biz, Musa'ya
kitab verdik ve İsrail oğularma, "Benden başkasını, dayanılıp güvenilen
bir Rab edinmeyin," diyerek bu kitab'ı bir hidayet rehberi
yaptık."(İsra: 17/2)
buyurulduktan sonra,
"Şüphesiz ki bu
kur'an, en doğru yola iletir." buyurul-du.
İşleri Kur'an yolu ile
yerine getirmek iki şeyi gerektirir. Kuvvet ve sebat ile, adalet ve istikamet.
Durum böyle olunca Kur'an emri bu doğrultuda gelmiştir.
"Ey iman edenler!
Adaleti titizlikle ayakta tutun, kendiniz, ana babanız ve akrabanız aleyhine de
olsa Allah için şahidlik eden kimseler olun." (Nisa: 4/135)
"Ey iman edenler!
Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun"
(Maide: 5/8)
"Şahitliği Allah
için yapın" (Talak: 65/2)
Tüm bu buyruklar,
şehadetin tam ve doğru yapılmasını gerektirmektedir. Şahid, şehadeti iyi
yapmayabilir veya saptırabilir. Fakat eğer hakkıyla yerine getirirse bu onun
kuvvet ve istikametine delildir. Aynı şekilde namazm ikamesi, devamlı
kılınması batmen ve zahiren muhafaza edilmesini ve gereği gibi kılınmasını
gerektirir.
Cihad nedeniyle korku
namazında eksiltme olması nedeniyle şöyle buyruldu:
"Huzura kavuşunca
da namazı dosdoğru kılın"(Nisa: 4/103)
Kişi; huzursuzluğu
sükunetten mahrum olması nedeniyle veya hudu ve itilasının eksikliği nedeniyle
namaz kıldığı halde namazını tam olarak ikame etmekten mahrum kalır.
Zulmün başı şirk
olduğu gibi, adaletin başı da Allah'a gereği gibi, şirk koşmadan ibadet
etmektir. Zulüm, bir şeyi olması gereken yerden başka yere koymak olduğuna
göre, Allah'a yapılması gereken ibadeti, Allah'tan başkasına yapandan daha
zalim kim olabilir ki? Allaha ibadet adalet ve istikamet'in aslıdır.
Cenabı Hakk şöyle
buyurdu:
"De ki: Rabbim
bana adaleti emretti, her mescidde yüzlerinizi o'na doğrultun ve dini yalnız
Allah'a has kılarak ona yalvarın. İlkin sizi yarattığı için yine O'na
döneceksiniz." (Araf: 7/29)
Her mescidde yüzlerin
o'na doğrultulması tevhid, ondan başkasına doğrultulması ise eğriliktir.
Kul ihlas ile kaim,
şirk ile zaiğ (eğri) olmuş olur ki şöyle buyruldu:
"Sen yüzünü
"hanif olarak dine çevir." (Rum: 30/30)
"Yönünü dosdoğru
dine çevir" (Rum: 30/43)
Bu, tevhid üzere
Allah'a yönelmekle olur ve bu aynı zamanda Allah'a hudu ve ihlas ile teslim
olmak anlamına gelir.
Kur'an yüzü Allah'a
yöneltmekten ve Allah'a teslim etmekten eder ki bu ikisi birden yüzün ikamesidir
ve bu da ıza-ğanın yani eğritmenin zıddıdır.
Namaz tüm bunları
kapsayan ve gerektiren bir ibadettir ve bu da ancak hudu iledir.
Huşu kendisinde iki
anlamı birden toplar:
1- Boyun
büküklüğü iki anlamı birden toplar:
2- Sükûn ve
sebat.
Bunu Kur'an şöyle
ifade etmiştir:
"Gözleri düşük
bir halde yüzlerini zillet bürür"(Kalem: 68/43)
"Ateşe arz
olunurlarken onların aşağılıktan başlarını öne eğerek göz ucuyla gizli gizli
baktıklarını göreceksin."(Şura: 42/45)
Arzın hususu, onun
sükun ve boyun büküklüğü halidir ki, yağmur yağdığı zaman sükun halini terk
edip, kıpırdanmaya ve boyun büküklük halinden kabarma haline döner.[52]
"Adaleti
titizlikle ayakta tutan kimseler olun"(Nisa: 4/135)
"Allah için hakkı
ayakta tutan, kimseler olun"(Maide: 5/8)
buyrulmuştur ki, bu ayetlerdeki
kavvam kelimesi, kayyam anlamındadır.
"Kayyam" ve
Kayyum" un aslı "Kayvam" ve "Kayvum" dur. Ya ve vav
bir arada bulunup, biri diğerini sükun ile geçtiği için vav, ya'ya iklab
edilerek biri diğerine tdğam edilmiştir. Çünkü ya, vav'dan daha hafiftir.[53]
Ferra[54]
şöyle dedi: "Hicaz ehli (feaal) veznini (fey'al) veznine sarf ederek
savvağ'a sayyağ derler."[55]
Ben derim ki:
Feaal'den Fey'al'e dönülmesi, sıfat yapmak istedikleri zaman olur ki bu aynı
diğer madul sıfatlarda olduğu gibi mevsufun manasına sebat kazandırır. Muhtelif
harfler, tek ve şeddeli bir harften daha belağatlıdır. Ancak fiil murad
edilirse bu durumda.kavli ilahi gibidir.
"Kunu kavvamine
bilkıst"[56] denilmiş
"Kıyamine" denilmiştir.
Seleften bazıları
(el-Hayyu'l Kayyum)[57]
olarak okumuşlar içlerinden hiç kimse "Kunu kıyamine bilkıst" diye
okumamıştır. Çünkü burada maksat onlara kist i; kaim olmalarını emretmektir.
Emir ise, mevcusuf'dan haberin say-yağ olmasının aksine, mamur'un bir işi
yapmasını istemektir. Bu nedenledir ki Allah'ın isimleri arasında
"Kayyum" gelmesine rağmen asla "Kavvam" gelmez. Ömer ibn
Hattab ve başkaları "Kayyam" ve bazıları da" Kayyim" olarak
okudular. Enbari[58] ve İbn Mesud'un
mushafında da böyledir" demiştir.
Peygamber (s.a.v)'in
sahiheyn'de geçen duasında ise şöyle buyrulmaktadır:
"Sana hamd olsun.
Sen göklerin yerin ve orada bulunanların kayyim'isin..."[59]
"Kayyam"
kelimesi kuvvet ve sebat anlamını kapsamakla beraber, bir şeyin kendi başına
kaim olması ve başkasını da kaim kılması anlamını da kapsadığından
"kavm" lafzı kadınlar için değil erkekler için kullanılır. Kadınlar
topluluğu müstakil olarak "Kavmi ile isimlendirilmez fakat, erkeklere
tabi olarak bu lafzın kapsamına girebilirler.
Cenabı Hakk. şöyle
buyurdu:
"Bir topluluk bir
topluluğu alaya almasın... Kadınlar da kadınları alaya almasınlar"
(Hucurat: 49/11)
"Erkekler
kadınlara kavvamdırlar. (Yani onlara yöneticidirler)" (Nisa: 4/34)
Şair'de şöyle
demiştir.
Bilmiyorum ve zan
yürütemiyorum Hısn oğulları kavm midirler, yoksa kadın mıdırlar?[60]
"Kayyam"
kelimesi sebat içerdiğinden ve "zeval" in zıddı olduğundan Kur'an'da
şöyle geçmiştir:
"Göğün ve yerin
O'nun buyruğu ile durması da o'nun delillerindendir." (Rum: 30/25)
"Şüphesiz Allah
gökleri ve yeri, nizamları bozulmasın (zail olmasın) diye tutar" (Fatır:
35/41)
Bu ise, itidal ve
sebat'ı gerektirir ki: Allah (c.c) gökleri ve yeri mutedil olarak yaratmıştır:
"Ve onu yedi kat
olarak sağlamca tesviye ve tanzim etti" (Bakara: 2/29)
"Çok merhametli
olan Allah'ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin" (Mülk: 67/3)
Adalet, yaratılmış
olan herşey için gereklidir ve herkes adalet ile mamurdur. Bu konuyu
"Yaratıp düzene
koyan" (A'la: 87/2)
ayetinin tefsirinde
genişçe açıkladık. Aynı şekilde "Kayy-yam" kelimesinin adaleti
gerektirdiği gibi satılan şeyin değeri olan kıymet'e adi denilmektedir.
Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu:
"Bir kimse bir
kölesindeki hissenini azat ederse, malı bulunduğu takdirde diğer yarısını da
kurtarması gerekir. Eğer bu kimsenin geri kalan kısmını karşılayacak malı
yoksa, köleyi (kalan hissesinin) değerini kazanması için gücü dahilindeki
işlerde çalışma teklifi yapılır."[61]
Hadisi şerifin
orjinalinde "Kıymeten adl"tabiri kullanılmıştır.
Aynı şekilde zaman
dilimini belirlemek için kullanılan ölçüye de "takvim" denilir.
Ve yine, karşılıklı
rızaya dayanan alış-verişlerede
"Kamet
es-suk" diye tabir edilir ki bu tabir adi ve sebat, kavramlarını
içermektedir.
Şair de şöyle
demiştir.
Yirmi yıl boyunca
ailem için çarşı ikamet ettim"
Yani geçim ve
maişetlerini temin ettim, demektir.[62]
Kavl-i ilahide de
şöyle geçmektedir:
"İlla madamet
aleyhi kaimen"
Yani tıpkı kayyum'un
işlerinin başına dikilmesi gibi, onun başına dikilmedikçe, anlamındadır.[63]
İkamet, kıyam'dan daha
beliğdir. Çünkü ikamet kelimesinde benze ziyadeliği vardır ve buda mana
ziyadeliği-ni doğurur.
Mekan'da makam, oraya
oturma ve yerleşme demektir ve mukim, müsafir (yolcu) 'nun zıddıdır.
"Kayyum"
isminin her iki anlamada delalet eder. Yani Cenabı Hakk gökler ve yerin
kayyum'u olduğu gibi, aynı zamanda tüm mahlukatı mukim kılan, ikametlerini sağlayandır.
Bundan, yaratılmış her varlığın kıyam'dan bir payı olduğu ortaya çıkar. Çünkü
varlık Allah'ın ikame ettiği kıyam ile kaimdir. Aynı yaratıkları üzerinde
takdir sahibi olması gibi. Cenabı Hakkın "Halik" gökler ve yerin kayyum'u
olduğu gibi, aynı zamanda tüm mahlukatı mukim kılan, ikametlerini sağlayandır.
Bundan, yaratılmış her varlığın kıyam'dan bir payı olduğu ortaya çıkar. Çünkü
varlık Allah'ın ikame ettiği kıyam ile kaimdir. Aynı yaratıkları üzerinde
takdir sahibi olması gibi. Cenabı Hakk'ın "Halik" ismi ibda ve
takdiri gerektirmektedir:
"Biz her şeyi bir
ölçüye (takdire) göre yarattık"(Kamer: 54/49)
"Allah her şey
için bir ölçü koymuştur."(Talak: 63/3)
Yaratılmış her şeyin
kıyam ve kader'den bir nasibinin "cevher-i ferd"[64] ve
"araz iki zamanda kalmaz" diyenlerin düşüncelerinin batıl oduğunu
gösterir.[65]
Cevher-i ferd
diyenler, sağını solundan ayıramayan, hissi olmayan bir şeyi ispat ediyorlar
ki bunun vücudu müm-tenidir. Çünkü bir yönü belirgin olmayanın vücudu
müm-teni'dir. Bunu varlığını ancak sadece zihinlerinde tasavvur edebilirler.
Allah'ın her şeye bir
ölçü koymasına rağmen, o'nun bu sıfatını inkar etmektedirler. Oysaki, bir
ölçüden mahrum bulunan şey, yaratılmamıştır. Ve hatta mümtenidir.
Matematikçilerin
mücerred nokta, çizgi ve satır konusundaki görüşleri ise, sadece zihin ve
hayallerde tasarladıkları teorilerden ibarettir ki gerçek alemde bunlara yer
yoktur. Bilakis gerçekte su ve mürekkeb noktası gibi sadece muayyen bir nokta
mevcuttur ki bununla bir yön diğerinden temyiz edilir.
Hakk Teala şöyle
buyurdu:
"Allah her şey
için bir, ölçü koymuştur ."(Talak: 63/3)
"Ve her şeyi
yaratıp ona bir nizam veren ve mah-lukatın mukadderatını tayin eden Allah,
yüceler yücesidir."
(Furkan: 25/2)
Cenabı Hakk aynı tüm
mevcudatın yaratıcısı ve zihni suretlerin öğreticisidir ki ilk nazil olan
vahiyde şöyle buy-rulmuştur:
"Yaratan Rabbinin
adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku ! insana bilmediklerini
öğreten ve kalemle yazdıran Rabbin ekremdir." (Alak: 96/1-5)
İnsanlardan bazıları,
madum mahluk değil, haricde sabit hatta subutu kadim bir şeydir dediler.
Bazıları da şöyle dedi: Mahiyetler kılınmış değildir. Her iki düşünce
sahihleri de, ayandaki bazı hususlarda kararsızlık ve şaşkınlığa düşerek, bazı
mahlukatm Allah'ın mahlukatı olmasını inkar sapıklığına battılar.
Bu meselenin hakikati
şudur:
Takdir olunan her şey,
ya ayanda sabit ve hariç'de mevcuttur veya ilim ve zihni düşüncede mevcuttur.
Cenabı Hakk subhanehu ve Teala, bunlardan öncekini yaratan, sonrakini de
öğretendir.
Hiçbir şey O'nun
yaratması ve öğretmesinden hali değildir. Bilakis yaratan ve düzenleyen, ölçü
koyan, yön tayin eden O'dur.[66]
Hakk Teala şöyle
buyurdu:
"Nefse ve onu en
güzel biçimde şekilendirene, sonra ona kötülük duygusunu da sakınıp iyi olmayı
da ilham edene yemin ederim ki..." (Şems: 91/7-8)
Allah her şeyin
yaratıcısı ve kayyumudur. Kayyum'un her ikame ettiği şeyin kıyamdan bir payı
vardır.
Hareket ne kadar
peyderpey olmuşsa da, mutlaka bir öncesi vardır. Zaman diliminden bir pay
almadan önce yok
olması düşünülemez.
Göklerin kayyumu, O'nu
yaratan ve ona bu ölçü ve kaderi koyandır. O, ayan için bir ölçü hareketler
için bir ölçü ve zamanı için bir ölçü koymuştur. Bunların bazıları bazılarına
mutabıktır zaman, hareketi başlatır, hareket ise, olayların başlangıcıdır.
Hakk Teala şöyle
buyurdu:
"Çünkü Allah,
geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar." (Hacc: 22/61)
Gece ve gündüzün
değişmesinin, günlük hareketlerimizin sebebi olması gibi, Allah'ın bu katma
fiili de etrafımızdaki hareketlerin sebebidir:
"Şüphesiz Allah,
tohumu ve çekirdeği yaran, ölüden diri, diriden ölü çıkarandır. İşte size
evsafı anlatılan o zat Allah'tır. O halde nasıl çevriliyorsunuz?
O, sabahı açandır. O,
geceyi dinleme zamanı, güneş ve ayı birer hesap ölçüsü kılmıştır. İşte bütün
bunlar, aziz olan pek iyi bilen Allah'ın takdiridir."(En'am: 6/95-96)
Burada önce tohumu ve
çekirdeğin yaratılması sonra da sabah'm açılması ve sabah'm açılması sebebiyle
de gece ve gündüzün oluşması zikredilmiştir.
Bu yaratlıştaki plan,
düzen ve intizamı gösterir. Sonra da ay ve güneşin hizmete sokulmasıyla,
vakitler belirlenmiştir ki, burada da herşey bir takdire göre yürümektedir.
Hak subhanehu ve
Teala, takdirleri vakitlere akıtmaktadır.
Cisimlerin
birbirleriyle başkalaşım ve değişim haline girmesi malum bir husustur ki, tüm
beşeriyet bu konuda tam bir anlayış birliği içindedir.
Doktorlar bu hususu
daha iyi bilmektedirler.
Aynı şekilde fakihler
de temiz şeyin pis şeyle pis şeyin de temiz şeyle karışıp değişmesi ve içine
pislik karışan suyun başka şeye dönüşüp dönüşmediği konusunda konuşmuşlar ve
çeşitli görüşler beyan etmişlerdir.
Bunu inkar edip de,
cevheri ferd görüşünü savunanlar, Allah'ın bulutları, bitkileri, suyu,
yağmuru, insan ve hayvanı yaratması gibi kulların bizzat gözleriyle gördükleri
bu yaratma hadisesini, Allah'ın bu ayan ve cevheri kendi basma kaim olarak
yaratması ve cevherlerin birbirleriyle terkibi sonucu araz'ı meydana getirmesi
olarak yorumladılar. Cevherin Allah tarafından yaratıldığının ancak istidlal
yolu ile bilinebileceğini iddia ettiler. Ki bu onun arazi hadise'den hali
kalmaması hadis olması sonucunu doğurur.
Bu insanlar, Allah'ın
alemi yaratması ve yaratıcıyı isbat etmede bu teoriye itimad ettiler ve bu
teoriyi müslümanlarm dininin esası haline getirmeye çalıştılar.
Sonra yine bu teoriden
hareketle, Allah'ın sıfatlarını veya sıfatlarından bazılarını, inkar ettiler.
Bu kabilden olarak Allah'm görülmesini inkar ettiler ve Kur'an'm yaratılması
iddiasına inandılar.
Fakat selef, imamlar
ve ehl-i sünnet uleması bu batıl görüş sahiplerini cehalet ve sapıklıkla
beraber bidat ve küfürle ittiham ederek, reddettiler. Aynı şekilde onların
sözlerini anlayan diğer akıllı insanlar da, onların bu görüşlerini reddederek,
onların bu görüşlerinin onların ve başkalarının ilmin kaynağı olarak kabul
ettikleri üç şey olan, akıl ve şeriat'a aykırı davrandıklarını ispat ettiler.
His bakımından
aykırılıkları: Allah insanın ve hayvanhn aynısını ürünlerin, yağmurların ve
bulutların aynı'smı yoktan var etmeyip telifen ihdas etmiştir demektir.
Ve Ademoğullarındaki
cevherin aynısı ile herkeste çocuğundan baki olduğunu idda etmektedirler. Bunun
mümkün olmadığı ortadadır. Çünkü tek bir adamın menisinin, Adem oğullarından
her doğanını sayısınca yeni kısımlara bölünmesi mümkün değildir.
Yine bunların
iddialarına göre, her Ademoğlundan Nuh'tan bir parça vardır. Çünkü bunlara göre
Allah, Nuh'u
yoktan var etmemiştir,
Onlara göre Baha'nın
menisinde bulunan cevherler, ayrı bir şekilde terkib edilmiş ve başka
cevherlerin eklenmesiyle var edilmiştir.
Akla aykırılıkları:
Cevher-i ferd'in isbatı, kendisinden hiç bir şeyin temyiz olmadığı mevcut bir
şeyi ispattır. îki cevher arasına bir cevher konulursa, bu canibi uygulandığı
zaman, iki cevher birleşir, aksi takdirde inkisam ve ayrılık sabit olur.
Aynı şekilde havanın
cam içinde suya ve karın eriyip su damlacıkları haline dönüştüğünü görüyoruz.
Bilindiği gibi burada kar camı delmemiş bilakis onu kapsayan soğuk, aynı bulut
ve su oluşturduğu gibi, havayı suya dönüştürmüştür.
Ve yine tüm insanların
gözlerinin önünde meydana gelen şöyle bir hadise vardır: insan gemilerden
yükselen-buharın bir bulut oluşturduğunu ve gökyüzünde bir dağ oluşturduğunu
görür.
Aynı şekilde hava
eteşe dönüşmektedir. Lamba fitili ateşe yaklaştırıldığında, daha henüz ateşde
temas etmediği halde, tutuşuverir. Bunu sağlayan ateşin oluşturduğu sıcak
havadır. Hava soğuduğu zaman suya, ısındığı zaman da ateşe dönüşür. Ateş'te bu
şekilde çakılır.
Hakk Teala şöyle
buyurdu:
"Nallarıyla
çakarak kıvılcım saçanlara"(Adiyat: 100/2)
"Söyleyin şimdi
bana tutuşturmakta olduğunuz ateşi."(Vakıa: 56/71)
"Yeşil ağaçtan
sizin için ateş çıkaran o'dur. İşte siz ateşi ondan yakıyorsunuz." (Yasin:
36/80)
Arap ata sözünde:
"Her ağaçta dilediğin kadar ateş vardır"[67]
denilmektedir. İki odun parçası birbirine sürtüldüğü
zaman birisi oluşur.
Çünkü hareket, ısıyı gerektirir.
Isı da ateş ve alev
hareketini oluşturur. Sürtünmeyle meydana gelen ısı sonucunda, bu parçalardan
bazısının ateşe dönüşmesi ile, ateş çakılır. Böylece Mevcut mad-de'nin başka hale
dönüşmesi üzerine, ondan yeni bir madde yaratılmıştır. Maddenin ilk hali yok
olunca, Allah o'nu yeni bir madde suretinde yeniden yaratmıştır. Bu mevzuyu bir
başka yerde detaylı bir şekilde açıkladık.[68]
"Kayyum"
ismi ve bunun gerektirdiği marifet ve bilgilerden hareketle, göklerin ve yerin
kayyum'u olan Allah'ın uyuklaması veya uyumasının mümkün olmadığı aksi
takdirde gökler ve yerin bozulup yok olacağı açıktır. Mahluk kendi başına
hiçbir şey değildir.
Bilakis Rabbu'l
Aleminin var etmesiyle olmuştur ve ancak O'nunla kaimdir. Yaratılmış zatı ile
Allah'a muhtaçtır ve Yaratıcı zatı ile mahlukatmdan ganidir. O samed'dir.
Kimseye muhtaç değildir, fakat her şey o'na muhtaçtır.[69]
O'nun yaratılmışlardan
gani olması zatının gereklerindendir. Aynı şekilde mahrukatın, yaratıcısına
muhtaç olması da yaratılışının gereklerindendir.
Şu kavli ilahi, bu
manayı güçlü bir şekilde ihtiva etmektedir:
"Allah, kendinden
başka hiçbir ilah bulunmayan Allah'tır. O, Hayy ve Kayyum'dur." (Bakara:
2/255, Al-i imran: 3/2)
İnsanlar o'nun her an
yeni yaratıklar icad edip, başka yaratıkları yok ettiğine gözleriyle şahit
olmaktadırlar.
Yüce Allah iradesi ile
dilediği şey yaratmakta ve dilediği şeyi başkalaştırarak ondan yeni şeyler
yaratmaktadır. Ve yine dilediği şeyi, doğrudan veya Ölü bir bedeni toprağa
dönüştürmesi gibi, dönüştürmek suretiyle yok etmektedir.
Ahirete müteallik
meseleler de bundan kaynaklanmaktadır. İkinci yaratılış birinci yaratılıştan
bir cüzdür.
Birinci yaratılışı
düşünemeyen, ikincisini nasıl bilebilir-ki?
Hakk Teala şöyle
buyurdu:
"Söyleyin
öyleyse, dökmekte olduğunuz meni nedir? Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa
yaratan biz bizmi-yiz?Aranızda ölümü takdir eden biziz. Ve biz, önüne
geçilebileceklerden değiliz. Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim
ve sizi bilmediğiniz bir yaratılışta tekrar varedelim diye. Andolsun, ilk
yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi?" (Vakıa: 56/58-62)
Kelamcıların hataları,
Allah'ın tüm alemi yok edip, yalnız kendisinin mevcut kalacağını
zannetmelerinden kaynaklanmıştır. Onlar Allah'tan başka mevcut yoktur, diyerek
o'ndan başka her şeyin adem olduğu sonucuna varıp, sonra aralarında çeşitli
ihtilaflara düştüler. Cehm[70]
şöyle dedi: Alemin tamamı yok olacaktır.
İade edildiği taktirde
cennet ve cehennem de yok olacak ve her ikisinden de bir eser kalmayacaktır.
Çünkü böyle olmaması havadisin devamım gerektirmektedir. Bu ise cehmiy-ye'ye
göre mazi ve müstakbelde nihayeten ve bidayeten mümtenidir.
Cehmiyyeden çoğunluk
ise şöyle dedi. Bilakis alem tamamen yok edildikten sonra, tekrar iade edilecek
ve ikinci kez yok edilmeyecektir. Cennet ebedi baki kalacaktır.
Cehennem konusunda
ise, baki kalıp kalmaması husunun-da ihtilaf etmişlerdir. Bunlar alemin fenası
konusunda kesin görüş beyan ederken bu konudaki görüşleri şöyledir:
1- Kesinlikle
fani olacaktır.
2- Bu konuda
görüş bildirmekten kaçınılması ve bunu caiz olarak görülmesi ancak alemin
vücudu veya ademi konusunda kesin görüş beyan edilmemesi
3- Kesin
olarak alemin fena bulmayacağı görüşü ki, doğru olan görüş de budur. Kur'an
alemin, bir halden diğerine dönüşeceğini, göğün yarılıp, erimiş yağ gibi kıpkırmızı
bir gül gibi olacağını,[71]
dağların yürütüleceğini,[72] parçalanacağını[73]
dünyanın tümüyle sallanıp parça parça döküleceğini[74] denizlerin
kaynatılacağım[75], yıldızların döküleceğini[76] ve
daha başka hallerin meydana geleceğini haber vermektedir. Kur'an Allah'ın her
şeyi yok edeceğini değil, yok etmeyeceğini haber vermektedir.
"Yer üzerinde
bulunan her canlı fani olacak"
(Rahman: 55/26)
buyruğu ise, sadece
yer üstünde bulunanların fani olacaklarını haber vermektedir ki, fena'dan
murad bunların yok olması demek değil, ölümü tatmasıdır. İnsanlar öldükleri zaman
ruhları azap veya nimet tatmak üzere Allah'm dilediği yerlere gidecektir.
Kabirlerdeki bedenler ise, peygamberlerin bedenleri hariç olmak üzere
çoğunlukla toprağa dönüşecektir.[77]
Toprağa dönüşecek bedenlerden, kendisiyle yaratılışın başladığı ve terkibin
başlayacağı kuyruk sokumu[78]
toprak-laşmaksızın aynı hal üzere kalacaktır.
Onlar, tüm alem yok
olacaktır. Bu vaki ve mümkündür, inancına kapılarak, bu inançlarını teyid için
batıl sözler söylemek zorunda kaldılar. Yoksa Kur'an'm haber verdiği fena (yok
olma), (dönüşüm ve başkalaşım) yoluyla başka maddeye dönüşmek demektir.
Cenabı hakk'ın
"kayyum" ismi devam, sebat ve kuvveti ve aynı zamanda itidal ve
istikameti gerektirmektedir. Cenabı Hakk kendisini adaletle kaim"[79] ve
"sıratı müstakim"[80]
üzere olmakla vasfetmiştir. Onun şu buyruğu da buna delalet etmektedir.
"Biz insanı en
güzel biçimde yarattık." (Tin: 95/4)
İnsanın itidal olan
boyuna da (karne) denilmesi bundandır.
Aynı şekilde insanın
kemal ve itminan ile beraber itidal üzere bulunmasına da
"kıyamu'l-insan" denilir. Bu bağlamda şair hanımına hitap ederek
O'ndan en güzel develerini Temim oğullarına doğru yöneltmesini istemektedir.[81]
(Iys) binme ve yük
taşımaya yarayan deveye denilir ki çoğulu ıysa'dır.
Müslümanlar ve diğer
din sahipleri Allah'ın adil olduğu, adaletle kaim olduğu ve zulümden uzak
olduğu hatta zulümden münezzeh olduğu hususunda ittifak ettiler. Fakat kader
konusunda tartışmalara dalanlar, Allah'ın adil olmasının ve münezzeh olduğu
zulmün anlamı konusunda ihtilaflara düştüler.
Bir taife şöyle dedi:
Zulmün varlığı mümkün değildir. Bilakis varlığı Allah tarafından takdir edilen
her mümkün adalettir. Zulüm mümtenidir. Zulüm ya başkasının mülkünde
tasarruftur, ki Allah'tan başka her şey O'nun mülküdür. Veya kendisine itaat
edilmesi gereken amire muhalefet etmektir ki, Allah'ın üstünde itaati gereken
başka bir amir yoktur.
Bu görüşü savunanlar şöyle
diyorlar: Allah'tan gelmesi düşünülen veya Allah'tan geldiği takdir edilen
herşey adalettir. Allah'tan gelen her nimet, O'nun fazlı, her musibet de adaletidir.
Bu söz Cebriyye'ye[82]
aittir. Cehm ve ona tabi olanlar, Eş'ari[83] ve
ona tabi olanlar, imamlardan bazı fakih-ler, bazı ehli hadis ve sofiler[84] de
bu görüştedirler.
İyas b. Muaviye[85] ve
îmran b. Husayn'ın[86]
sualinde geçtiği gibi Ebu'l-esved ed-Duaü[87] gibi
mütekaddiminden de buna benzer sözler rivayet edildi.[88] Yine
Malik, Şafii ve Ahmed'in ashabının çoğunun görüşleri de bu istikamettedir.[89]
İkinci görüş: Allah
adildir zulmetmez. Çünkü O, küfür, nifak ve başka hiçbir günahın varlığını
dilememiştir. Bu günahları, kulların kendileri, Allah'ın meşieti olmaksızın,
O'nun emrine isyan ederek yapmışlardır. Allah kulların fiillerinden ne hayır,
ne şer, hiçbirisini yaratmış değildir. Bilakis kulları kendi fiillerini ihdas
etmekte ve bunun neticesinde cezayı hak etmektedirler. Allah, kullara kendi
işlediklerinin cezasını verdiğine göre, zulmetmiş değildir.
Bu, Kaderiyye,
Mutezile ve başka fırkaların görüşleridir.
Yukarıda zikredilen
her iki görüş sahipleri de, kendi aralarında çelişki içindedirler. Tabiinden
bir gurubun da bu görüşlere muvafakat ettikleri rivayet edilmiştir.
Üçüncü görüş: Zulüm,
birşeyi ait olduğu yere koymamaktır. Adalet ise herşeyi kendi yerine
koymaktır, Hakk subha-nehu ve teala adildir ve herşeyi layık olduğu yere uygun
olan, adalet ve hikmetin gerektirdiği yere koymaktadır. Hakk teala misil olan
iki şeyi birbirinden ayırmadığı gibi ayrı olan iki şeyi de bir tutmaz. Adalet
ve hikmeti gereği aneak hak edenleri cezalandırır. Birr ve takva ehlini ise
kesinlikle azap ile cezalandırmaz.
O, şöyle buyurur:
"Öyle ya,
teslimiyet gösterenleri, o günahkarlar gibi tutarmiyiz hiç? Size ne oluyor? Ne
biçim hüküm veriyorsunuz?" (Kalem: 68/35-36)
"Yoksa kötülük
işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, inanıp iyi ameller
işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar?"
(Casiye: 45/21)
"Yoksa biz iman
edip de iyi işler yapanları yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız?
Veya Allah'tan korkanları yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız?"
(Sad: 38/28)
İbn Anbari şöyle dedi:
Zulüm, birşeyi olması gereken yerden başka bir yere koymaktır.
Araplar, yılanın
kazımadığı deliğe girip oraya yerleşmesinden dolayı "Hüve azlem
mine'l-hayye" derler.
Yine suyun daha önceki
yatağından başka bir yere kaymasına da "Zaleme el-mau el-vadiye"
derler. Bunu Ebu'l-Ferec b. el-Cevzi zikretti.[90]
Aynı şekilde Beğavi de
Zulmün aslı, bir şeyi kendi yerinden başka bir yere koymaktır, dedi.[91]
Araplar şöyle derler:
"Men eşbehe ebahu fema zulm" Kim babasına benziyorsa, bu durumda
zulüm yoktur. Yani hiç bir şey kendi yerinden başka bir yere konulmamıştır.
Rabb'in adaleti
asıldır ki ilim ve dinin tüm nevileri bununla müteallaktır. Rabb'in ve
mahlukatın tüm fiilleri buna dahil olduğu gibi, O'nun sözleri, şeriatları ve
indirdiği kitaplar da buna dahildir. Zikrettiğimiz bu üç görüşten en
doğru olanı, üçüncü
görüştür. Buradan şu sonuç çıkar: Rab-bu'1-aleniinin her yaptığı adalettir ve
O, herşeyi ancak yerli yerine koyar. Zerre kadar dahi zulmetmez ve kişiyi
ancak günahları yüzünden cezalandırır.[92]
Cenab-ı Hakk'ın şu
buyruğu hakkında:
"Bilinsin ki
insan için kendi çalışmasından başka birşey yoktur" (Necm: 53/39)
İnsan her ne kadar
kimi zaman Allah'ın rahmet ve fazlı ile birtakım nimetlere nail oluyor ise de,
çalıştığı şeyden başka birşeye sahip ve layık değildir. Allah bir çok insana
ameli dışında rahmeti ile muamele eder fakat insanlar ancak işledikleri
amellerin sahibidirler.
"Yoksa kendisine
haber verilmedi mi Musa'nın sahifelerinde yazılı olanlar?
Ve sözü yerine getiren
İbrahim'in sahifelerindekiler?
Gerçekten hiçbir
günahkar, başkasının günah yükünü yüklenmez.
Bilinsin ki insan için
kendi çalışmasından başka birşey yoktur.
Ve çalışması da
ileride görülecektir.
Sonra ona karşılığı
tastamam verilecektir."(Necm: 53/36-41)
"Yoksa kendisine
haber verilmedi mi Musa'nın sahifelerinde yazılı olanlar?"
buyruğu haber verilen
kişinin bu haberi tasdik etmesini gerektirmektedir. Çünkü bu, İbrahim ve
Musa'yı doğrulayıcı olarak gelen Muhammed'in haberlerindendir.
"Şüphesiz bunlar,
ilk gönderilen kitaplarda, İbrahim ve Musa'nın kitaplarında da
vardır" (A'la: 87/18-19)
Bu ayeti kerimeler üç
usul kaidesi gerektirmektedir:
1- Gerçekten
hiçbir günahkar, başkasının günah yükünü yüklenmez.
2- İnsan
için kendi çalışmasından başka birşey yoktur.
3- İnsan
çalışmasının karşılığını tam olarak görecektir. Bu kaideler va'd ve vaid, sevap
ve ikaba imanın usulü ve
emir, yasak ve ahirete
imanın neticesidir.
Fakat bazıları bu üç
usulü anlamada yanlışlığa düştüler. Özellikle birinci usulü selef ve haleften
birçokları yanlış anlamışlar ve bu nedenle Rasulullah'ın (s.a.v.)
"Ölü, hayattaki
insanların kendisi için ağlamasından dolayı azab görür"[93]
hadisini inkar etmiştir.[94]
Oysaki Rasulullah'dan
(s.a.v.) bu hadisi Ömer, İbn Ömer, Ebu Musa,[95]
Muğire b. Şube[96] gibi birçok sahabi
rivayet etmişlerdir. Hadisi inkar edenler bunun ağıtçı[97]
sebebiyle, ölünün azab görmesinin Kur'an'a aykırı olduğu vehmine
kapılmışlardır. Ağıtçılar bu işlerinden dolayı azap göreceklerdir. Fakat ölü,
onun bu günahından birşey yüklenecek değildir. Ölünün azap görmesi, ağıtçıların
ağıtlarından duydukları elem nedeniyledir. Aynen kişinin dünyada kendi
fiilleri dışında kötü kokular, çirkin sesler ve korkunç şeylerden rahatsızlık
ve eziyet duyması gibi, vefat eden kişi de, ardınca ağıtlar düzüp ağlayan
insanların bu çirkin davranışlarından rahatsız olup eziyet duyacaktır. Bunun
hükmü, tıpkı münker ve nekirin sorgulamasından duyulan eziyet gibidir. Yoksa
vefat eden kişi, sağ kalan insanların günahlarından birşey yüklenecek
değildir.
Üçüncü usul ile ilgili
olarak yani insanın kendi amelinin karşılığını alması hususunda da birçok
yanlış anlamalar olmuştur. Bu kaideye dayanarak bazıları tek bir büyük günah
nedeniyle kişinin tüm iyliklerinin iptal olacağını ve ebedi cehennemde
kalacağını savunmuşlardır. Bazıları da kişinin günahları sevaplarından daha
ağır basarsa, ebedi cehennemde kalır, demişlerdir.[98]
İkinci usul olan:
"Bilinsin ki insan için kendi çalışmasından başka birşey yoktur"
ayeti kerimesi de bazılarınca yanlış anlaşılmıştır. Bunlar insana sadece ve
sadece amelinin fayda vereceğini sanmışlardır.
"Zeyd'in sadece
şu malı var ve Zeyd sadece şu mala sahiptir" demek onun başka şeylerden
faydalanmayacağı anlamına gelmez. İnsan dünya ve ahirette hem Allahu Teala'nın
ve hem de diğer insanların iyiliklerini görür.
Tevatür yoluyla
malumdur ki, ölü müslümanlarm kendisi için kıldıkları cenaze namazının[99],
yaptıkları duaların[100] ve
Rasulullah'ın şefaatinin[101]
faydasını görmektedir.
Diri de öyledir. Dua[102],
sadak ve sahih hadislerde bildirilen daha başka şeylerin faydasını görür.
Bu husus, ayet-i
kerime'ye aykırı olmadığı gibi ayetin umumiliğini tahsis edici de değildir.
Ayrıca sadece bizden önce geçen ümmetlerin değil, bizim de şeriatımızdır ve
hükmü hem önceki ümmetler hem de Muhammed'in (s.a.v.) ümmeti için şamildir.
Bu hüküm Muhammed'in
ümmeti için de sabittir. Eğer öyle olmasaydı o zaman "Yoksa kendisine
haber verilmedi mi, Musa'nın sahifelerinde yazılı olanlar" kavli ilahisinin
bir anlamı kalmazdı. Ayet bu hususa işaret etmektedir. Ayrıca ayeti kerime iki
büyük peygamber İbrahim ve Musa'nın haberini içermektedir ki, bu genel bir
haberdir ve haberler nesh kabul etmezler. Peygamberlerin mücerret haber olan
şeriatları değişmez.
Ayet zahiri ile hak ve
mefhumu ile sıdk üzerediir ve fasid manadan uzaktır.
Ebu'l-Ferec b. Cevzi
bu ayetle ilgili sekiz ayrı görüş zikretti.[103]
Birinci görüş:
Söz konusu ayet şu kavli ilahi ile men-suhtur: "İman eden ve zürriyetleri
de iman ile kendilerine tabi olanlar işte biz, onların nesillerini de
kendilerine kattık." (Tur: 52/21)
Babaların amelleri ve
güzel halleri nedeniyle çocukları cennete gönderildi.
Fakat İbn Abbas bu
görüşü reddetmiştir. Çünkü her iki ayetin lafzı da haberdir ve haber neshi
kabul etmez.
Ben (İbn Teymiyye)
derim ki: İbn Abbas'dan bu lafzı Ali b. Ebi Talha el-Valibi nakletmiştir ki
bazıları onun İbn Abbas'dan ders dinlemediğini söylemişlerdir. Fakat gerçekte
o, İbn Abbas'in öğrencileriridendir.
İbn Abbas
"Babaların amelleri ve güzel halleri nedeniyle çocuklar cennete
girdirildi" dedi ve nesh zikretmedi. Zikret-seydi bile, sahabenin
"Allah şeytanın
attığını nesh eder" (Hacc: 22/52)
kavl-i ilahi'den
anladığı bu değildir.
İbn Abbas bu ayet-i
kerime'de, insanın başkasının amelinden faydalanamayacağına dair herhangi bir
işaret bulunmadığını beyan etmiştir. Çocuklar babalarının amellerinin
faydasını görmüşlerdir. îbn Abbas'ın bu sözünü anlamayanlar, bu sözü zayıf
göstermeye çalıştılar.
Bu ayet konusunda
söylenen diğer sözler gerçekten çok zayıftır. Beğavi İbn Abbas'tan: "Bu
hüküm bu ümmetin şeriatında mensuhtur"[104]
şeklindeki rivayet kesinlikle doğru değildir. Bu İbn Abbas'ın söylemediği halde
ona izafe edilen birçok sözden sadece birisidir.
İkinci görüş:
İkrime şöyle dedi: "Ayetten murad İbrahim ve Musa'nın kavmidir. Bu ümmet
için ancak çalıştığının karşılığı vardır." Bu görüş zayıftır. Çünkü Allah
bu ayeti ümmeti Muhammedi imtihan ve hükmün şamil olduğunu bilmeleri için
zikretmiştir. Eğer bu ayetler sadece İbrahim ve Musa'nın ümmetine şamil
olsaydı, o takdirde Ümmeti Muhammed için hüccet teşkil etmezdi.
Oysa tüm ümmet bu
ayetin gereklerini hüccet olarak kabul etmiştir. Ölümden sonra sadakanın fayda
vermeyeceğini kim inkar edebilir?
Peygamber (s.a.v.)
bize "Es-selamu aleyna ve ala ibadil-lahi's-salihin" dediğimiz zaman
"Yer ve gökte bulunan tüm salih kulların bu duadan nasiplerini aldıklarını
bildirmiştir."[105]
Peygamberlere
gönderilen salat ve selam onlara ulaşır. Bizden önceki salihleri anmamız onlara
ulaşır. Dua ve şefaat, tüm ümmetler için faydalar içermektedir. İbrahim, Musa
ve diğer peygamberler kavimlerinden salih kimseler için dua ettiler ve bu dualar
onlara fayda vermektedir.[106]
Oysaki bunda onların herhangibir çalışmaları yoktur. Melekler de yeryüzündeki
geçmiş ve yaşayan mü'minler için istiğfar ederler.[107]
Üçüncü Görüş:
Rebi b. Enes şöyle dedi: Ayetten kafirler murad edilmiştir. Mümin ise hem
kendi çalışmasının hem de başkalarının çalışmalarının faydasını görürler.
Ben (İbn Teymiyye) derim
ki: Bu görüş te cidden çok zayıftır. İbrahim ve Musa'nın sahifeleri kafirlere
özel değildir. Ve "Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka birşey
yoktur" ayeti kesinlikle mü'minleri içermektedir. Bu görüşün sahibi ayeti
kerimenin kafiri değil, mü'mini kapsadığını söyleseydi daha doğru olurdu.
Bununla beraber adalet hükmü hususunda kafir ile mü'min arasında bir fark
yoktur. Mü'mini ayrıcalıklı kılan şey ise imanı ve çalışmasıdır.
Dördüncü Görüş:
İnsan için kendi çalışmasından başka birşey olmaması adalet cihetiyledir.
Ancak fazıl cihetiyle Allah dilediğine ziyadesiyle verir.
Bu görüş Hüseyin b.
Fadl'a[108] aittir ki, diğer
görüşlere göre daha tercihe şayandır ve anlamı doğruodur. Fakat ayeti tefsir
etmemektedir. "Leyse li'1-insani" umumi nefiydir.
İnsan için sadece
kendi çalışmasının olması adalet, Allah'ın dilediğine çalışması dışında ikram
etmesi ise fazilettir.
Beşinci görüş:
Ma saa (çalışması) ma neva (niyet etmesi) anlamındadır.[109]
Ben (ibn Teymiyye)
derim ki: Bu ifade konuya açıklık getirmemekte, sadece "Say"
kelimesinin anlamını açıklamaktadır. "Say" ise amel ve hayır
niyetidir ki, kişi hayır niyetini gerçekleştirmese bile bundan sevap alır.
Ancak şer ve kötülüğü niyet eden, bu niyetini uygulamadıkça günaha girmiş
olmaz.[110]
İnsan bazen ölümünden
sonra kendisi için sadaka verilmesi[111] ve
hacca gidilmesi[112]
gibi niyet etmediği şeylerden de sevap alır.
Altıncı Görüş:
Salebi'nin ifadesine göre bu mü'minler için hayırlıdır.[113]
Ben (ibn Teymiyye)
derim ki: Salebi'nin bu sözü "Li'l-insani" ifadesinin delaletinden
uzaktır. Bu ifadede kafiri veya cezanın dünyada olmasını tahsis yoktur.
Anlayışı kısıtlı olanlar bilmedikleri konularda sussa idiler, ihtilaflar
azalırdı.
Yedinci Görüş:
"Bilinsin ki insan için kendi çalışmasından başka birşey yoktur"
İnsanın aleyhine kendi çalışmasından başka birşey yoktur, anlamındadır. Bu
görüşü İbn Zağuni[114]
dile getirdi.
Ben derim ki: Bu görüş
şimdiye kadar zikredilen sözlerin en rezilidir ve ayetin anlamını tersyüz
etmektir.
Sekizinci görüş: İnsan için ancak kendi çalışması vardır. Ancak sebepler muhteliftir.
Bazen çalışması yakın kazanmak, kendisine rahmet okuyacak çocuk elde etmek ve
kendisi için dua edecek bir arkadaş elde etmek yönünde olabileceği gibi bazen
de dindaşlarına ve ibadet ehline hizmet ederek, onların muhabbetlerini kazanır.
Bu görüş de Ebu Hasan b. ez-Zeğani'ye aittir.
Ben derim ki: Bu görüş
diğerlerine göre daha güzeldir. Dedem Ebu'l-Berekat[115] da
bu görüşü tercih etmiştir. Bununla beraber zayıf bir görüştür. İnsan
mü'minlerin çocukları gibi kendi çalışmasının dışındaki şeylerden de fayda görebilir.
İbn Abbas tüm bu görüş
sahiplerinden daha alimdir ve o, (Tur suresinin 21. ayetinin) konuyu
açıkladığını ve muradı beyan ettiğini belirtmiştir. Yine bu ayet, bu kimselere
şeytanın Kur'an'ın delalet etmediği şeyi güzel göstermesini nesh etmiştir.
Allah'ın insanlara çalışmalarından başka, kendi fazlı kereminden birşey
vermeyeceğini söylemek mümkün değildir. Bilakis hakk teala kullarına, amelleri
dışında, amelleri ile beraber rahmet etmesinden daha çok rahmet eder. Kulun
çalışıp amel işlemesi de Allah'ın fazıl ve rahmetinin bir tecellisidir.
Bu ayet ile haccın
nefyine delil getiren herkesin sözü sadaka ile çelişmektedir. Çünkü ayet, her
ikisini de içermektedir. Orucun nefyi için delil getirenlerin sözleri ise, hac
ve sadaka ile çelişmektedir.
Meselenin hakikati
şudur: Görüş sahipleri ayetten hareketle görüş oluşturmak yerine, ayeti kendi
görüşlerine alet etme yoluna gitmişlerdir.
İçlerinden birisi dese
ki: Ayet ittifak ve ihtilaf sebepleri konusunda umumidir. Bu sureye has
kılınırsa, diğerlerine de delalet eder.
Ona şöyle denilir: O
zaman ihtilaf sebepleri de delili ile hastır. Ölünün bir amelden istifade
edeceği ancak delile dayanılarak söylenebilir. Bu konuyu bir başka yerde ayrıntılı
olarak açıkladım.[116]
(Allah subhanehu daha iyi bilir)
Bu fasıl, Rabbin
adaleti, ihsanı ve hayrın onun elinde olduğunu açıklamaktadır. Şer ise O'na
nisbet edilemez.[117] Hak
teala olanca adaletiyle beraber kullarına bir annenin çocuğuna olan merhametinden
daha çok merhametlidir.[118] O, yarattığı her şeyde adildir ve herşeyi
yerli yerine koyandır. O, zulmetmeye kadir olmasına rağmen zulümden münezzehtir.
Zulüm işlemez. Çünkü o, kötülükten beri olan Selam ve Kuddüs'tür. O, göklerde
ve yerdekilerin kendisini teşbih ettikleri Subbuh ve Kuddüs'tür.
Meymun b. Mehran'm[119]
dediği gibi Subhanallah, Rabbin yüceltildiği ve kötülüklerden beri tutulduğu
bir kelimedir.
îbn Abbas ve başkaları
da bu kelime için "O, Allah'ı kötülükten tenzih etme kelimesidir"
dediler.
Cenab-ı Hakk'm
mütekebbir ismi ile ilgili olarak Katade: O Allah ki, kötülüklerden
büyüktür" dedi. Hakk teala çirkin şeyler yapmaktan münezzehtir. Allah
herşeyi yaratmış olmasına rağmen, kötü ve çirkin şeyleri yapmaz.
Kul, menedildiği şeyi
yaptığı zaman kötülük, zulüm, çirkin ve şerli bir iş yapmış olur. Allah onu bu
işin faili kılmıştır. Allah'ın bu işi adalet, hikmet ve doğru karardır.
Allah herşeyi yerine
koymuş ve o kula layık olduğu şeyi yaratmıştır.
Bu iş, Allah için
adalet, hikmet ve doğru karar olduğu gibi, yaratılmışlar için ayıp, günah ve
zulümdür. Duvar ören ustanın eğri tahta, adi taşları ve eksik kerpiçleri alıp,
bunları uygun yerlere koyması yadırganamaz. Usta böyle yapmakla adalet,
istikamet, doğruluk ve övgüye değer bir davranış sergilemiştir. Çünkü çirkin
şeyleri alıp, onları uygun yerlere koymak hikmet ve adaletin gereğidir. Zulüm
ise bu şeyleri layık olmadıkları yere koymaktır.
Sarığı başına,
papuçları da ayağına koyan kişi herşeyi yerli yerine koymuştur. Bu kişi
papuçları ayağına koymakla zulmetmiş değildir. Çünkü onun uygun yeri orasıdır.
Hakk teala herşeyi mutlaka kendi yerine koyar. O mutlak adildir. Sadece hayır
işler. O mutlak muhsin, mutlak cömert ve mutlak merhametlidir.
Yaratma, yönetme ve
emretme O'na mahsustur. Ve O sadece hayır olanı emreder. Maslahatın tahsilini
ve kemalini, zararlı şeylerin ise defini ve azaltılmasını emreder. İki emir
çakıştığında ise, onlardan en iyi ve faydalı olanı tercih edilir. Şeriatte hiç
bir emir olmasın ki, onun yerine getirilmesi, yokluğundan daha hayırlıdır ve
hiçbir yasak yoktur ki, onun işlenilmesi varlığından daha hayırlı olmasın.
Cenab-ı Hakk'ın tüm emirleri kullarının yararına ve tüm yasakları da
kullarının zararınadır. Dolayısıyla kullarına Rablerinin kendilerine
indirdiklerinin en güzeline tâbi olmalarını emretmiştir ki, burada güzel olan
şeyler emrolunan hususlardır.[120]
Varlığı yokluğuna göre
şer olan hiçbir şey Allah'a nis-bet edilemez. Çünkü bu şey yokluğa müstehaktır.
Allah o şeyi dilemez ve yaratmaz. Dolayısıyla madum, faile izafe edilmez ve
O'ndan değildir. Fakat hayır O'nun elindedir.
Hayır ve şer derece
derece olduğu gibi, tüm mahrukat Allah katında derece derecedir. Bu nedenle
Cenab-ı hak cennet ve cehennem ehlini zikrederken şöyle buyurdu:
"Herkesin
yaptıkları işlere göre birtakım dereceleri vardır." (En'am: 6/132)
"Allah katında
derece derecedirler."(Al-iimran: 3/163)
Abdurrahman b. Zeyd b
Eşlem[121] şöyle dedi:
"Cennet
dereceleri yukarı doğru yükselir, cehennem dereceleri ise aşağı doğru
iner."
Cennet derecelerinin
tamamı muhtelif derecelerdeki nimetlerden oluşurken, cehennem dereceleri ise,
değişik tonlardaki azaplardan oluşur.
Cenab-ı Hak birşey
yapmışsa, onun yapılması yapılma-masından hayırlı olduğu içindir.
Allah hayır ve şerrin
yaratıcısıdır, derken şerrin başkası tarafından olması murad edilir. Bu şerr de
bazı insanlar için birtakım eziyetler bulunmasına rağmen yaratılmasında çeşitli
hikmetler vardır. Dolayısıyla matlub ve mahbub bir hikmet için yaratılan şeyin
varlığı yokluğundan daha hayırlıdır. Yoksa Cenab-ı Hakk, varlığı yokluğundan
daha hayırlı olan bir şerri yaratmaz. O, belki başkasından olan ve matlub bir
hikmet gereğince başkası ondan daha hayırlı olan bir şerri yarattı.
Allah (c.c.)
hiçkimseyi günahı olmaksızın cezalandırmaz. Günah sahibinin günahı yüzünden
cezalandırılması ise hikmet ve adaletinin gereğidir. Ve bunda hikmet ve
merhamet vardır.
Mü'minlerin dünyada
günahları yüzünden karşılaştıkları bazı musibetler bu kabildendir ve bunda
düşünenler için
çeşitli hikmetler
vardır. İnsan sahib olduğu nimeti ancak kendisini değiştirip, günah ve isyana
düşmesi yüzünden kaybeder. Kötülükle, ancak kötülük işleyenler
cezalandırılırlar. Başa gelen musibet ve belaların nedeni işlenen günahlardır.
Allah-u teala'nın peygamberlere isyan eden milletlere gönderdiği bela ve
musibetler de bu kabildendir. Bu hususta Kur'an'da şöyle buyruldu:
"(Bunların
gidişi) tıpkı Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin gidişi gibidir. (Onlar da)
Allah'ın ayetlerini inkar etmişlerdi de Allah onları günahları sebebiyle
yakalamıştı. Çünkü Allah güçlüdür, O'nun cezası şiddetlidir.
Bu azabın sebebi de
şudur: Bir millet kendilerinde bulunanı değiştirinceye kadar Allah onlara
verdiği nimeti değiştirecek değildir ve gerçekten Allah çok iyi işiten, pekiyi
bilendir.
(Bunların durumu) da
Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin gidişi gibidir. (Onlar) Rablerinin
ayetlerini yalanlamışlardı; biz de onları günahlarından ötürü helak etmiştik
ve Firavun ailesini boğmuştuk. Hepsi de zalimler idiler." (Enfal: 8/52
-54)
İlk ayet ölümlerinden
sonraki azaplarına işaret etmektedir. Aynı şekilde şöyle buyruldu:
"Melekler o
kafirlerin yüzlerine ve arkalarına vurarak ve tadın cehennem azabını (diyerek)
canlarını alırken onları bir görseydin!
İşte bu, ellerinizin
yapıp ileri sunduğu işler yüzündendir, yoksa Allah kullara zulmedici
değildir."(Enfal: 8/50-51)
Cenab-ı Hak böyle
buyurduktan sonra:
"(Bunların
gidişi) tıpkı Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin gidişi gibidir. (Onlar da)
Allah'ın ayetlerini inkar etmişlerdi de Allah onları günahları sebebiyle
yakalamıştı..."
ifadesi, onların ölümlerinden sonra azaba varacaklarını göstermektedir.
"Helak"
kelimesi, onların dünyada helak edilmeleri ve sahip bulundukları nimetlerden
mahrum olmalarını gerektirmektedir.
Ayeti kerimelerde hem
nimetin zevali ile helak, hem de şiddetli azap ile yakalamak zikredilmiştir. Ki
"muaheze" kelimesi "ahz" yakalamak, almak'tan
türetilmiştir. Bu kelime Kur'an'da birçok yerde geçmektedir.
"Rabbena la
tuahizna: Rabbimiz bizi hesaba çekme"(Bakara: 2/286)
"İnne ahzehu
elimun şedid: Muhakkak ki onun yakalaması acıklı ve çetindir."(Hud:
11/102)
Bunun benzeri şu kavli
ilahidir:
"İnne batşe
Rabbike leşedid: Şüphesiz Rabbinin yakalaması şediddir." (Buruc: 85/12)
Ve yine şöyle
buyruldu:
"Andolsun ki
senden önceki ümmetlere elçiler gönderdik... (inkarlarından dönüp bize) boyun
eğsinler diye, onları yakalayıp darlık ve çeşitli hastalıklarla cezalandırdık"
(En'am: 6/42)
"Andolsun, biz
onları sıkıntıya düşürdük de yine Rablerine boyun eğmediler, tazarru ve niyazda
da bulunmadılar." (Mü'minun:
23/76)
Cenab-ı hak onları
tevbe etmeleri ve kendisine yönelmeleri için sıkıntıya düşürmüştür. Bundan
sonra da onların kalplerinin katılığı ve Allah'a yönelmeye engel olan günahları
zikredilmiştir. Ayrıca iki yerde Allah'ın onları günahları ile değil, azab ile
ahzettiği zikredilmiştir ki -Allah'u a'lem- bu ifade Allah'ın onları kendisine
yönelmeleri için sıkıntıya soktuğu anlamına delalet eder. "Günahları yüzünden
onları ahzetti" denilseydi, bu Allah'ın onları helak ettiği ve helak ile
ahzettiği anlamına gelirdi.
Ebu'ş-şeyh
el-Esbahani'nin[122]
"El-Azme" kitabında rivayet ettiğine ve İbni Cevzi'nin Tefsir'inde
İbn Ebi'd-Dün-ya'nın kitabından naklettiğine göre, İbn Ebi'd-Dünya[123]
"el-Matar" isimli kitabında şöyle dedi:
Harun[124]
bize anlattı. Ona da Af fan[125]
Mübarek b. Füda-Ie[126]'den
anlatmış. Mübarek b. Fudale şöyle dedi:"Hasan'ın şöyle dediğini işittim:
Peygamberin ashabı şöyle diyorlardı:
"Başarı veren ve
kullarını terbiye eden Allah'a hamdol-sun ki O, yarattığı eşya üzerinde
tasarruf etmeseydi Allah'tan şüphe edenler şöyle derlerdi: Bu alemin bir Rabbi
olsaydı üzerinde tasarrufta bulunurdu. Hak teala çeşitli şekillerde kainat
üzerinde tasarrufta bulunmaktadır.
Allah meşrık ve mağrib
arasını aydınlattı. Güneşi bir lamba kıldı ve gündüzü insanlar için geçim vakti
kıldı. Sonra dilediği an meşrik ve mağrib arasına karanlığı hakim kılarak, göğü
yıldızlar ve parlak ay ile donattı ve geceyi insanlar için rahat ve dinlenme
vakti kıldı.
Rabbu'l-alemin
dilediği an yağmur yağdırmakta, gök gürültüsü, şimşekler ve yıldırımlar
göndermektedir. Dilediği an soğuk ve dilediği an sıcak göndermektedir.
Güzelliğinden, kokusundan, akılların dehşete düştüğü çeşitli bitkileri,
çiçekleri, yeşillikleri ve meyvaları dilediği an, dilediği yere O gönderir.
Sonra da insanlar bu varlıkları yaratan ve izerinde tasarrufta bulunan bir
Rabbin olduğunu bilsinler diye, dilediği an bu güzelliklerin hepsini birden
gideriverir.
Ve yine o yüce Rab,
dilediği an dünyayı yok edip, ahireti getirir.[127]
Hasan el-Basri,
sahabenin tabiat olaylarından Rabbu'l-alemin'in varlığına, kainatın yaratıcısı
olduğuna, meşiet ve kudreti ile fail olduğuna ye O'nun dünyayı yokedip, ahireti
getirmeye kadir olduğuna delil getirdiklerini belirtmektedir. Bu, görünen bu
havadisin, Allah'ın ayetleri olmasını ve Allah'ın bu kainatın Rabbi olmasını
gerektirir. Yine bundan, kainatın yok iken Allah tarafından yaratıldığını
gösterir ki, bu durumda kainat başkası tarafından yaratılması nedeniyle
muhdestir. Başkası tarafından yaratılan şey, yaratıcının irade ve kudretine
boyun eğmiştir.
Allah (c.c.) yukarıda
sözü edilen tabiat olayları olmasaydı yine tanınırdı. Kullan onu fıtrat ve
zaruret gereğince tanırlardı. Sadece insanın varlığı bile, Rabbin olmasını
gerektirmektedir. Yaratıcı tabiat olayları olmaksızın da bilinir. Bu
nedenledir ki şüpheciler her zaman ayıplanma ile karşılaşırlardı.
Sahabenin
"Allah'tan şüphe edenler şöyle derlerdi" sözü, Allah'tan şüphe
etmeyenlerin de bulunduğuna işaret eder.
Allah meşieti
(dilemesi) ve ihtiyari (seçimi) ile yaratır ve sonra da en güzelini seçer. Onun
iradesi tercihe en layık olanı tercih eder ki, iradenin hakikati budur. O,
yaratmayı dilediği an, iradesinden hemen sonra yaratma işi gerçekleşir, oluşum
ve yaratmadan hemen sonra yaratılmış var olur. Aynen şöyle buyrulduğu gibi:
"Onun işi, bir
şey yaratmak istediği vakit sadece "ol" demektir, ve o şey derhal var
olur." (Yasin: 36/82)
Eser sahibinin eseri
zaman itibariyle mukarin olamadığından, Allah ile beraber başka bir kadimin de
bulunması mümtenidir. Sabittir ki Allah'tan başka her şey yok iken var olan
birer hadistir. Allah'tan başka her şeyin hadis olduğu, O'na muhtaç olduğu ve
O'nunla illetli olduğu en güzel bu yolla ispat edilir.
Burada maksat,
nassların tüm hükümlere şamil olmasıdır. Biz bu hükümler içinden en müşkil
olanına açıklık getireceğiz, feraiz konusu ise ahkam meselelerinin en zor
olanıdır. Ahkam meselesinde kıyası nefyedenler birçok meselede nassın
delaletinden, üzerinde icmaa olduğunu zannettikleri görüşlere döndüler ve
üzerinde icmaa bulunmadığını zannettikleri hükümleri nefyettiler ki her iki
davranış da hatalıdır.
Birinci davranışı
açıkladık.
İkinci davranışa
gelince; Bir meselede icmaanın bulunmaması, muayyen bir delil ile fayda verir.
Ve mutlaka diğer şer'i delillerin nefyi gerekir. Aynen müşerrike[128]
meselesinde olduğu gibi. Kardeşlerden birinin mirası icma ile sabit olsa,
diğer kardeş üzerinde icmanın bulunmaması, onun miras hakkına engel değildir.
Biz, nass ve kıyas
diyoruz ki, bunlar da Kitab ve mizan'dır. Kitab ve mizan annenin oğlunun
mirastan sülüs (üçte bir) payının bulunduğuna delalet etmektedir. Ali[129] ve
ona tabi olanların[130]
görüşü de bu doğrultuda olduğu gibi Ebu Hanife[131] ve
meşhur bir rivayete göre Ahmed b. Hanbel'in de mezhepleri[132]
böyledir.[133]
Harb[134] ise
teşrik gerektiğini rivayet etmiştir ki bu, Zeyd[135] ve
ona tabi olanların[136],
Malik ve Şafii'nin de görüşleridir.[137]
Bu mesele üzerinde
Ömer ve Osman[138] ve hatta Ali ve Zeyd
hariç tüm sahabeler ihtilaf etmişlerdir.
Ali Teşrik olmayacağı
yönünde kesin görüş beyan ederken, Zeyd de kesin olarak teşrik olacağını
savunmuştur
Anberi şöyle dedi:
"Ali'nin sözü kıyas, Zeyd'in sözü ise istihsana daha uygundur."
el-Haberi[139] ise
şöyle dedi: "Bu söz doğru bir tesbittir." Denilir ki: Nass ve kıyas
Ali'nin sözünü teyid etmektedir.
Nass, Cenab-ı Hakk'ın
şu buyruğudur: "Bundan fazla iseler üçte bire ortaktırlar"[140]
Bununla murad annenin
çocuğudur. Buna ana-babanm çocuğunu da katarsak, onlar üçte bire iştirak
edemezler. Bilakis başkaları onlardan daha öndedir.
Eğer ana-babanın
çocuğu, annenin de çocuğu olması hasebiyle onlardandır denilirse bu yanlıştır.
Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Eğer bir erkek
veya kadının ana-babası ve çocukları bulunmadığı halde (kelale şeklinde) malı
mirasçılara kalırsa ve bir erkek, yahut bir kız kardeşi varsa herbirine altıda
bir düşer."
(Nisa: 4/12)
Sa'd[141] ve
İbn Mes'ud'un kıraatlerinde "min ümm" geçmektedir[142] ki,
bununla murad icmaa ile annenin çocuğudur.
"Her birine
altıda bir düşer" ifadesi de buna delalet etmektedir. Ana-baba ve babanın
hükmü ,Nisa suresinin son ayeti olan sayf ayetinde şu şekilde belirtilmiştir:
"Senden fetva
isterler. De ki: "Allah, babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası
hakkındaki hükmü şöyle açıklıyor: Eğer çocuğu olmayan bir kimse ölür de onun
bir kızkardeşi bulunursa, bıraktığının yarısı bunundur. Kızkardeş ölüp çocuğu
olmazsa erkek kardeş de ona varis olur."[143]
Kız için malın yarısı
tayin edilirken, erkek içinse tamamı tayin edilmiştir. Bu hüküm ana-babanın
çocukları içindir. Sonra şöyle buyurdu:
"Eğer erkekli
kadınlı daha fazla kardeş mevcut ise erkeğin hakkı, iki kadın payı
kadardır."
Bu hükmün annenin
değil, anne-babanın çocukları hakkında olduğu hususunda tüm müslümanlar
müttefiktirler.
Cenab-ı Hakk'ın bu
hükmü, bu ayette zikretmesi ve diğer ayetin (yani Nisa: 4/12) hükmü her iki
sınıfın bir diğerinden başka olduğunu gösterir. Önceki ayet-i kerimede ifade
edilen sınıf ile bu sınıfın aynı olması caiz değildir. Son ayeti kerimede geçen
sınıf icmaa ile ana-baba ve babanın çocuğudur.
Önceki ayet-i kerimede
annenin çocuğu murad edilmiştir ki bu konuda varid olan kıraatler de bunu
teyid etmektedir. Karı-koca ise, her halükarda mirastan belli bir pay sahibidirler.
Oysa Nisa suresinin 11. ayeti[144] ila
son ayetinde geçen kimseler yakınlıktan ancak belli bir paya sahiptirler. Bu
nedenledir ki Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Kimse zarara
uğramaksızin (yapılacak) tır. Bunlar Allah'tan size vasiyettir." (Nisa:
4/12)
Aynı husus Nisa
suresinin 11. ayeti olan amud ayetinde zikredilmedi. Çünkü eş ve annenin
çocuğunun sülaleden olmaması nedeniyle, insanlar çoğunlukla onların zararlarını
istemektedirler. Baba ve çocukları ise aynı kanından olmaları nedeniyle,
genelde daha az zarar görürler.
Ayetin nassı, annenin
çocuğuna üçte bir hak vermektedir. O halde kim bu hakkı azaltırsa ona
zulmetmiş olur. Anne-babanın çocuğu ise başka bir sınıftır. Onlar kan bağıyla
bağlı yakınlardır. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Miras
hisselerini hak sahiplerine verin; ondan sonra geriye kalanı akrabalıkta en
yakın olan erkek kişiye verin."[145]
Bu hadisten şu sonuç
çıkar: Miras ehli haklarını aldıktan sonra geriye birşey kalırsa akrabalara
dağıtılır. Kalmazsa dağıtılmaz. Burada da hakk dağıtıldıktan sonra geriye herhangi
bir şey kalmamaktadır.
Ancak itiraz
edenlerin: Varsayın ki onların babası eşek idi. Anneleri de
müşterektirler." sözü hissen ve şer'an fasittir.
Hissen fasittir. Çünkü
baba eşek olsaydı, annenin de Ademoğlu cinsinden değil, baba gibi eşek
cinsinden olması gerekirdi. Bundan maksat, varlığı yokluğu gibidir, demektir
diye itiraz edilirse şöyle cevap verilir: Bu batıldır. Çünkü mevcut olan, yok
olamaz.
Şer'an fasittir. Çünkü
Cenab-ı hak ana-babanın çocuğu ile ilgili, annenin çocuğu ile ilgili hükmü
hilafına vermiştir.
Denilse ki: Baha'nın
onlara faydası olmayacaksa, zararı da olmaması gerekir.
Denilir ki: Evet,
babanın faydası gibi zararı da olabilir. Annenin tek çocuğu olsa, anne-babanm
da çok çocukları olsa annenin çocuğu tek başına altıda bir payını alır. Geri
kalan ise hepsi arasında paylaşılır. Eğer baba olmamış olsaydı, çocukların
hepsi eşit şekilde mirasa iştirak etmiş olacaklardı. O halde buradan da
anlaşılacağı gibi babanın varlığı bazen çocuğunun yararına olabileceği gibi,
zararına da olabilir.
Aynı şekilde feraiz
usulü kesintisiz bir yakınlık üzerine mebnidir. Dişi ve erkeğin hükümleri
değişmez. Anne-babadan olan kardeş, babadan veya anneden olan kardeş gibi
değildir. Sadece anneye dayanan veya sadece babaya dayanan yakınlıktan dolayı
kişi mirasdan hak kazanmış olmaz. Bilakis anne-babaya dayanan müşterek bir
yakınlığın olması gerekir. Ancak annenin yakınlığı münferid olursa, hüküm de
münferid olur. Biri annenin kardeşi olan iki am-caoğlunun söz konusu olduğu
durumda cumhur, annenin kardeşinin südüs (altıda bir) pay sahibi olduğu, geri
kalan payda ise müşterek oldukları görüşündedirler. Ki Ali'den de bu yönde bir
rivayet mevcuttur.[146]
Şüreyh'in[147],
aynen anne-babanm amca çocuklarında olduğu gibi hissenin tamamını annenin
kardeşine verdiği ri-vayer edilmiştir.[148]
Cumhur şöyle der:
"İster amca çocuğu ana-babadan ister babadan olsun her iki durumda da
netice değişmez. Annenin kardeşi, babayla ilgili olmadığından, anne-babanın amca
çocuğu gibi kabul edilemez.
"Müşrike
meselesinde babadan kızkardeşler olsaydı bu durumda onlara sülüsan gerekirdi.
Eğer bu kızlarla beraber erkek kardeşleri olsaydı bu durumda da, kızların hakkı
sakıt olurdu. Bu durumda kardeş "Ahu'l-meşum"[149]
olarak isimlendirilir. Ki onların mevcudiyeti kızların zararına olmaktadır.
Aynı şekilde babanın
yakınlığıyla da bazen kardeşlerin lehine, bazen de aleyhine olur. Akrabalık
derecesi nedeniyle kişi bazen mirasının tamamını, bazen çoğunu, bazen azını
alır, bazen de mirastan hiçbir paya sahip olamaz.
İstihsan görüşüne
gelince:
Buna şöyle cevap
verilir: Bu görüş Kitap ve mizana aykırıdır ve haklarının alınıp başkasına
verilmesi nedeniyle anneden olan kardeşlere zulümdür.[150]
Kadının baba ci-
267
hetinden akrabaları,
ona infak etmelerine rağmen, kadının mirası Rasulullah'ın (s.a.v.) hüküm
verdiği gibi kocası ve çocuklarınındır.
İstihsan görüşünü
benimseyenlerin Zeyd'in sözünden başka hiçbir delilleri yoktur.
Ömer'in de bu görüşe
göre hükmettiği ve Medinelilerin bu görüşü benimsedikleri rivayet edilmiştir.
Medineliler aynı şekilde dede ve kardeşlerin mirası konusunda ve daha başka
diğer feraiz konularında da bu görüşler nass ve kıyasa muhalif olsa da Zeyd'in
görüşlerini benimseyip taklit etmişlerdir. Bazıları bu tutumlarını
Peygamberden (s.a.v.) rivayet edilen şu hadise dayandırmaktadırlar.
"Feraizi en iyi
bileniniz Zeyd'dir"[151]
Fakat bu hadis
zayıftır, aslı yoktur. Peygamberin döneminde Zeyd feraiz meselelerini bilmekle
tanınmış değildi. Tirmizi'nin Enes'den rivayet ettiği bu hadis zayıftır. Ayrıca
Ebu Ubeyde b. Cerrah[152]
hakkında rivayet edilen hadisin de sadece şu kısmı sahihdir.
"Her ümmetin bir
emini vardır. Bu ümmetin emini de Ebu Ubeyde b. Cerrah'tır"[153]
Bundan daha zayıf bir
isnatla da şu hadis rivayet edilmiştir.
"Sizin en iyi
hüküm vereniniz (kadınız) Ali'dir. Bu ümmetin hıbri ise İbn Abbas'dır."
[154] Bu hadisi rivayet eden Kevser b. Hakim[155],
Nafi'de[156] batıl hadisler rivayet
etmekle bilinir. Ve ehl-i ilimin ittifakı ile bu adamın hadisleri delil
değildir.
Medineliler, sahabe
cumhurunun görüşüne aykırı olmasına rağmen "Cedd" in payı konusunda
da Zeyd'e tabi olmuşlardır.
Sahabe cumhuru, Ebu
Bekir es-Sıddık'ın[157],
Cedd'in baba gibi kardeşlerin miras hakkını ortadan kaldırdığı yönündeki
görüşüne aynen iştirak etmişlerdir. Bu görüş on küsur sahabiden rivayet
edilmiştir.[158] Ebu Hanife, bir rivayete
göre Şafii, Ahmed ve arkadaşlarından Ebu Hafs el-Berkimi[159] de
bu görüştedirler.
Ancak Ali, İbn Mesud
ve Zeyd ise "Cedd" (dede) ile beraber kardeşlere de mirastan pay
verileceği görüşünü benimsemişlerdir. Ömer b. Hattab ise bu konuda kararsız
kalmıştır.
hadisleri
batıldır" dedi. Darekutni ve diğerleri ise metruktür, dediler.
Bu iki görüşten doğru
olanı şüphesiz bir başka yerde sunduğumuz birçok delil gereğince Sıddık'ın
(r.a.) görüşüdür.[160]
Kardeşlerin mirastan
pay alacağını söyleyenler, bu görüşlerine dayanak olarak babanın evlatlık
cihetini öne sürmektedirler. Fakat onların bu dayanakları kitab, sünnet, icmaa
gereği geçersizdir. Çünkü herkes tarafından kabul edilmektedir ki, cedd, kardeş
oğullarından daha mukaddemdir. Oğlun oğlu ise oğlun yerine geçmekte ve cedd'den
mukaddem olmaktadır. Babanın evlatlık ciheti mukaddem olsaydı, bu durumda
evlatlık, babanın evlatlık cihetine mukaddem olurdu.
Aynı şekilde büyük
dede, amcaya mukaddemdir. Amca ise küçük dedenin oğludur. Büyük dede ise onun
babasıdır. Amca, evlatlığı cihetiyle, büyük dede ise babalığı ci-hetiyledir.
İcma ile büyük dede amcaya mukaddemdir. Büyük dedenin amcaya nisbeti ise, küçük
dedenin, kardeşe nisbeti gibidir.
Yine: Bu görüşü
savunanların dedikleri doğru olsaydı bu durumda kardeşlerin takdimi gerekirdi
ki bu da sünnet ve sahabenin icmasına aykırıdır.
Aynı şekilde: Evlatlık
ve evlatlığın evlatlık ciheti, babalık ve babanın babalık cihetinden daha
mukaddemdir. Çünkü bu cins diğer cinsten mukaddemdir.
Ancak babanın evlatlık
ciheti bu evlatlık cihetinden değildir. Bilakis babalık ve babalığının babalık
ciheti tüm şer'i hükümlerde babanın evlatlık cihetinden daha mukaddemdir. Hiçbir
şer'i hükümde kardeş, dededen mukaddem değildir. Kıyas gereği kardeşi dedeye
eşit tutmak veya onun önüne geçirmek, tüm şer' i usulleri ihlal etmek anlamına
gelir.
Kur'an'da annenin baba
ve koca ile beraber sülüs alacağına dair hiçbir işaret yoktur. Bilakis Allah
ona sülüsü o ve babanın mirasçı olması halinde vermiştir. Kur'an O'nun ve
babanın mirastan sülüs (üçte bir) alacağına işaret etmektedir. Ömer, Osman,
Ali, İbn Mesud ve Zeyd gibi büyük sahabeler bununla delil getirmiştirler.
Ulemanın cumhuru ise, malın tamamına iştirak etmelerine kıyasla zevceynin
farzından sonra, kalan mirasa sülüs olarak iştirak edecekleri görüşündedir.
Kur'an mefhumu mutlak
olarak annenin sülüs almasını nefyetmektedir. Dolayısıyla anneye mutlak olarak
veya zevceynle beraber sülüs veren Kur'an'ın mefhumuna aykırı davranmış olur.
Cumhur mefhum ile amel
etmiş ve onun mirasım, babasına mirasçı olduğu zamanla, mirasçı olmadığı
zamanı bir tutmamışlardır. Babasına mirasçı olması halinde annenin payı mutlak
olarak sülüstür. Babasına mirasçı olmadığı ve babasından başka dede, amca ve
kardeş gibi mirasçıların bulunması durumunda sülüs olmaya daha layıktır. Çünkü
babası ile beraber sülüs alan, babası dışındakilerin bulunması halinde sülüs
almaya daha layıktır. Kur'an mirasçıların sadec e anne ve baba olması halinde
annenin sülüs alacağına delalet eder ki bu daha yakının daha uzak olandan daha
mukaddem olduğunu gösterir.
Eğer asabe ile beraber
farz sahibi olursa Allah (c.c.) bu durumda kızlara ve kız kardeşlere anne ile
beraber südüs (altıda bir) vermiştir. Tek bir kızkardeş ve anne iseler, anne
çocuklardan erkek olanla beraber sülüs alır. Kız ile olması daha evladır.
Sülüsden südüse düşmesi kardeşler nedeniyledir. Bir kardeş ise kardeşler gibi
değildir.
Anne, tek bir kardeş
ile beraber sülüs alıyor ise, amca ve diğerleriyle beraber sülüs alması daha
evladır. Zevceteyn-den biri ile beraber baba, oğul, amca ve amca oğlu dışında
diğer akrabalar baba seviyesinde değillerdir. Bu durumda zevcenin payından
sonra kalan miras sülüse bölünür. Çünkü o ve baba aynı tabakadandır. Oysa
mezkur diğer yakınlar onlarla aynı tabakadan değillerdir. Dolayısıyla anne ile
bir tutulmazlar. Anne baba gibidir ve meyyit ile onlar arasında diğerleri gibi
bir vasıta yoktur. Dolayısıyla kalan sülüsün onlara verilip onları babayla
eşit hale getirmek mümkün değildir.
Bu hususta cedd (dede)
dışında ihtilaf yoktur. İhtilaf İbn Mesud'dan rivayet edilmiştir. Cumhur ise,
annenin cedd ile beraber malın sülüsünü alacağı görüşündedirler ki doğru olan da
budur. Çünkü dede anneden daha uzaktır. Dede, baba ile engellenirken, anneyi
hakkını almaktan engelleyecek hiçbir unsur yoktur.
Anneye kalan sülüs ve
diğer südüsün verilemiyeceğine göre, sülüsün verileceği açıkça ortaya çıkar.
Zevceynden birisi bulunsun veya bulunmasın, baba olmadığı zaman anne sülüs
hakkı alır.
Zevceynden biri ile
beraber kalan sülüsün ona verilmesi, sahabe cumhuru ve ulemanın anlayışı
gereğince bazen asıl manası itibariyle, bazen daha layık olması itibariyle,
bazen de fer'i, benzediği aslına katmak itibariyledir.
Ben derim ki, bu
nassın delaleti veya kıyastır. Kıyas, kız çocuğunun erkek çocuğu ile beraber
olması gibi annenin de baba ile beraber olmasını gerektirir. Çünkü onlar dişi
ve erkek olarak usbenin aynı cinsindendirler.
Zevce, zevcin yarısı
kadar alır. Çünkü her ikisi de dişi ve erkek olarak aynı cinstendirler.
Kitabın annenin miras
payına delaleti ise Cenab-ı Hakk'ın şu kavlidir:
"Ölenin çocuğu
varsa, ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da
ana babası ona varis olmuş ise anasına üçte bir düşer."(Nisa: 4/11)
Allahu teala, anneye
bu hakkı iki şart ile verdi:
Ölen şahsın çocuğu
olmaması ve mirasçıların ana-baba olması.
O halde anne bu nassı,
çocuğun olmaması halinde anneye mutlak olarak üçtebir verilmeyeceğine delalet
etmektedir. Çocuğun olmaması halinde anne mutlak olarak üçte bir alsa idi bu
durumda "Ana-babası ona varis olmuş ise" kavli ilahisinin bir anlamı
kalmamış olurdu. Bu durumda ana-baba ister varis olsun, ister olmasın, annenin
hakkı üçtebir olurdu. Fakat gerçek öyle değildir ve bu Kur'an'm delaletinin
hilafoadır. Bu ömeriyeteyn halinde zevç, ana-baba, zevce ve ana-babaya malın
tamamının üçte biri verilmez diyen büyük sahabeler ve cumhurun sözlerinin
doğruluğunu gösterir.
İbn Abbas ve ona
uyanlar şöyle dediler: Burada anneye sülüs verilirse bu, çocuğun olmaması
halinde mutlak olarak anneye sülüs verilir anlamına gelir ki bu da Kur'an'm delaletine
aykırıdır. İbn Abbas'ın Zeyd'e "Allah'ın kitabında sülüs ve südüsten başka
pay yoktur", dediği rivayet edilir.[162]
Şöyle itiraz
edilmektedir. Anneye mutlak olarak üçtebir verilmesi Allah'ın kitabında yoktur.
Zevceyn ile beraber ona nasıl olur da üçte bir verilebilir?! Bilakis Allah'ın
kitabında baba ve zevceynden biri ile beraber ona üçte bir verilmesi yasak
edilmiştir.
Eğer böyle olsaydı
şöyle denilirdi: "Eğer onun çocuğu yok ise anneye üçte bir vardır" Bu
taktirde anne mutlak olarak üçte bir pay almaya hak kazanır. Fakat ne zaman ki
üçte bir için bazı şartlar öne sürüldü, işte o zaman annenin mutlak olarak
sülüs alma hakkı olmadığı anlaşılmış oldu.
Bu
"delilu'l-hitab" olarak isimlendirilen mefhumu'l-muhalefet'tir ki
ömerateyn dışında anneye üçte bir verenlerin sözlerini geçersiz kılmaktadır.
Fakat bu icmaya aykırıdır. Çünkü Allah ona bu hakkı çocuk ve kardeşlerle
beraber verdi ve bununla taklid etti.
Bu işaretler hitabı
tenbih içindir ve mefhum ya mefhumu muvafakat veya mefhumu muhalifedir. Kur'an
ona sülüs ve südüsün verilmeyeceğine delalet etmesinde, taksimin delaletinden
Allah'ın ona bu payı vermeyi dilediği anlaşılmaktadır. Bu zaruret gereğidir.
Bu asıl mana cihetiyledir. Aynen şu hadislerde olduğu gibi:
"Kim ortak
kölesini azad ederse..."[163]
"Kim eşyasının
aynısını iflas eden adamın elinde bulursa onu almaya o daha layıktır."[164]
Hadislerde geçen köle
ve adam kelimeleri bu durumda hitap örfü gereği dişi ve erkeğe beraber
şamildir. Örfte bu tür kullanımlara yani özel bir lafız ile genel mananın murad
edilmesine sık sık rastlanır. Bu, bazen şu örneklerde olduğu gibi özel lafzın
örfte genel anlamda kullanılmasından kaynaklanır.
"Şüphe yok ki
Allah zerre kadar haksızlık etmez."
(Nisa: 4/40)
"Onu bırakıp da
kendilerine taptıklarınız ise bir çekirdek kabuğuna bile sahip
değillerdir." (Fatır: 35/13)
Ve atasözünde geçtiği
gibi: "Vallahi onun ne bir damla suyunu içtim, ne de bir lokma yiyeceğini
yedim."
Örfte bunun gibi daha
başk birçok misaller mevcuttur.
Aynı şekilde bir
kavmin liderinin, geneli ilgilendiren bir iş için tek bir adamına verdiği emir,
tüm diğer adamlara da verilmiş gibidir.
Aynı şekilde Rasulullah'ın
ümmetinden bir kişi için verdiği hüküm, durumu ona benzeyen ümmetten kıyamete
kadar geçecek olan tüm fertlerini de bağlar. Ve yine huzurda bulunanlara
verilmiş bir emir, huzurda hazır olmayanları da bağlar. Çünkü burada tahsis
değil, tamim murad edilmektedir.
Kur'an kardeşlikten
bir kardeş ile beraber annenin südüs alamayacağına delalet etmiştir. Baba ve
zevceynden biri dışında annenin asabe ile beraber südüs veya kalan sülüsü
alması mümkün olmayınca, sülüsü alması gerekmiştir.
Anne baba ile beraber
sülüs almaya hak kazanınca, diğer durumlarda baba olmadan sülüse hak kazanması
daha evladır. Çünkü bu durumda buna ondan daha layık başka kimse yoktur.
"Eğer çocuğu yok da ana babası ona varis olmuş ise anasına üçte bir
düşer" buyruğu annenin sülüs hakkına işarettir. Geri kalan da şu kavli
ilahi ile babaya aittir: "Ana-babası ona varis olmuş ise..." Miras
ikisi arasında paylaştırılmakta ve önce annenin hakkı verilmektedir. Bundan
anlaşılıyor ki geri kalan da babanın hakkıdır. Geri kalan payın babaya verilmiş
olması, diğer yakınlara da aynı oranda pay verilmesini gerektirmez. Asabenin
diğer fertleri şu ilahi hitaplar ile muhataptırlar:
"Allah'ın
kitabına göre rahim sahipleri (akrabalar) birbirlerine (varis olmaya) daha
uygundurlar."
(Enfal: 8/75)
"(Erkek kadından)
her biri için, ana baba ve akrabanın bıraktığından varisler kıldık." (Nisa: 4/33)
Peygamber (s.a.v.) de
şöyle buyurdu:
"Miras
hisselerini hak sahiplerine verin; ondan sonra geriye kalanı akrabalıkta en
yakın olan erkek kişiye verin."[165]
Kızlarla beraber
kızkardeşlerin ve bunların cumhuru sahabe ve ulemanın dedikleri gibi asabeden
olmaları hakkında. Ki Kur'an ve sünnet de buna delalet etmiştir:
Kavl-i ilahi'de şöyle
buyruldu:
"Senden fetva
isterler. De ki: "Allah babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası
hakkındaki hükmü şöyle açıklıyor: Eğer çocuğu olmayan bir kimse ölür de onun
bir kız kardeşi bulunursa, bıraktığının yarısı bunundur. Kizkardeşler ölüp
çocuğu olmazsa erkek kardeş de ona varis olur." (Nisa: 4/176)
Ayet, erkek çocuğun
bulunmaması halinde kızkardeşin mirasın yarısını alacağını göstermektedir.
Kızın olmaması halinde ise, erkek çocuk malın tamamına mirasçı olur. Bundan
erkek çocuğun bulunması halinde kızkardeşin malm yarısını alamayacağı sonucu
çıkar.
Bu, iki neviden birini
erkek ile tahsis değil, hükmün tümüne şamil olmasıyla beraber umumi lafzı
tahsis ve takyid etmektir. Teamimden sonraki tahsis ise, tahsis-i mübteda
menzilinde değildir. Çünkü bununla bir cins dışında diğeri kastedilebilir.
Ancak şamil olduğu iki cinsin de zikri şu kavli ilahide geçmektedir:
"Eğer çocuğu
olmayan bir kimse ölür de onun bir kızkardeşi bulunursa, bıraktığının yarısı
bunundur."
(Nisa: 4/176)
"Eğer çocuğu yok
da ana babası ona varis olmuş ise anasına üçte bir düşer." (Nisa: 4/11)
Çocukla beraber
kızkardeşin yarım hisse alamayacağı aşikar olunca, çocuk ya erkek veya kız
olur. Erkek çocuk kardeşde olduğu gibi şu kavli ilahi delili ile onun hakkını
sakıt eder: "Kızkardeş ölüp çocuğu olmazsa erkek kardeş de ona varis
olur" Burada erkek kardeş için, malın tamamını alması anlamında irsi
mutlak belirtilmiş değildir. O halde kız kardeşin çocuğu bulunması halinde
erkek kardeş mirasın tamamını alamaz. Bilakis ya malın bir kısmını alır veya
hakkı tamamen sakıt olur. Kızkardeşin çocuğu ya erkek veya kız olur.
Kur'an bize kızın,
malın yarısını alacağını beyan etmiştir. Bunda kız kardeşin kızının onun erkek
kardeşinin mirasın geri kalan yarısını almaktan men edemeyeceği sonucu çıkar.
Allah'ın fetvası
kelale içindir. Kelale ise, babası ve oğlu olmayan kişi demektir. Bundan babası
ve oğlu olanın hükmünün bu hüküm dışında olduğu ortaya çıkar. Nasıl erkek
kardeş kız kardeşin usbesi olması hasebiyle mirasını alabiliyorsa, babanın
usbe alması daha evladır.
Baba ve kardeş asabe
oluyorsa, oğlun usbe olması daha evladır. Cenab-ı hak şöyle buyurdu:
"(Erkek ve
kadından) her biri için, ana baba ve akrabanın bıraktığından varisler
kıldık" (Nisa: 4/33)
Allah (c.c.) ana baba
ve akrabaların bıraktığından onlara varis olacak kişiler bırakmıştır. Yakınlık
ise en yakın rahim sahibinden en uzağa doğrudur.
Ayette geçen
"mevali" kelimesi mirasçılar anlamındadır ki Allah ana-baba ve
akrabalar için kıldığı mirasçıların en layıkı onların oğullarıdır. Dolayısıyla
işin başlangıcında baba oğula mirasçı olurdu. Allah ana-baba ve akrabalar için
vasiyet edilmesini emretmiştir:
"Birinize ölüm
geldiği zaman, eğer bir hayır bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara uygun bir
biçimde vasiyyet etmek, Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur."
(Bakara: 2/180)
Allah'ın onlara
vasiyyet emri, mirasın öncelikle oğulun hakkı olduğunu gösterir. Feraiz
ayetlerinin inmesinden önce hüküm bu şekildeydi. Oğul, miras almada ana-babadan
daha öndedir.
Aynı şekilde Cenab-ı
Hak"Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır bırakacak -sa anaya,
babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyyet etmek, Allah'tan korkanlar
üzerine bir borçtur." buyurarak herekesin sadece oğullarını mirasçı
olabildikleri bir düzende valideyn ve akrabalara vasiyet edilmesini emretti.
Cahiliye döneminde babanın oğlunun tüm mallarını alması gayet güzel bir
davranış kabul edilirdi. Sonra Cenab-ı hak feraiz ayetlerini indirdi. Kendinden
başkası olmadığı durumda çocuğun babasının mirasının tamamını alması cahiliyye
döneminde uygulanan bir adet idi. İslam da bu adeti yerinde bularak meşru kabul
etti. Böylece çocuk ister küçük, ister büyük olsun miras hakkı sabit kılınmış
oldu. Aynı şekilde diğer mirasçılar da küçük ve büyük eşit kabul edildi. Oysa
cahiliyye döneminde sadece büyük kardeş mirastan pay alırdı. Aynı şekilde
peygamberin (s.a.v.) "Miras hisselerini hak sahiplerine verin; ondan
sonra geriye kalanı akrabalıkta en yakın olan erkek kişiye verin" emri
mirasın ancak asabe olan yakınlara paylaştırılacağını gösterir. Usbe içinde de
önce oğul, sonra baba, sonra dede ve sonra da kardeşler hak sahibidirler.
Peygamber (s.a.v.) bir
adamın değişik kadınlardan olan çocukları (Beni Allat) dışındaki bir annenin
çocuklarının mirastan pay alacaklarına hüküm vermiştir.[166]
Ana-babadan bir
kardeş, sadece baba bir kardeşten, daha evladır. Oğlun oğlu, oğlun yerindedir.
Aynı şekilde yakın
babanın oğulları, büyük babanın oğullarından daha evladırlar. Büyük babaya en
yakın, ölüye en yakın olandır. Her bakımdan müsavi olmaları durumunda
ebeveynden olanlar, sadece babadan olanlardan daha evladırlar.
Kur'an kızkardeşin,
ölünün çocuğu bulunmadığı zaman yarım alacağına ve erkek çocukla beraber oğlun
asib olarak kızkardeşin payını gidereceğine delalet etmektedir. Fakat erkek
çocuk değil de kız çocuk olursa, bu durumda Kur'an'da, kızkardeşin mirastan pay
almasına engel bir şey yoktur.
Kız çocukla beraber
kız kardeşin hakkı ya sakıttır veya yarım pay alır. Veya asabedir. Hakkının sakıt
olması sözkonusu değildir. Ne kardeşi ne kardeşinin hakkı sakıt değildir. Uzak
akrabalardan dolayı yakın akrabaların haklarının sakıt olması mümkün değildir.
Hakkı sakıt olmadığı gibi yarım hisse de alamıyor. Çünkü Cenab-ı Hak ona yarım
hisseyi ölenin çocuğu bulunmaması halinde vermektedir. Ayrıca ölenin kızı ölene
ondan daha yakındır. Ve bu nedenle müsavi olmaları mümkün değildir. Yine eğer
kızkardeşe yarım hisse verilirse, bu sefer ölünün Öz kızının hissesi, diğer
akrabalar nedeniyle yarımdan daha az olacaktır. Bu da caiz değildir.
Yine eğer zevç olsaydı
ona dörtte bir düşerdi. Eğer kız kardeşe yarım verilirse bu durumda yine kızın
hissesi yarımın altına düşecektir. Oysaki kardeşler ne farz ne de tasib yoluyla
ölünün kendi çocuklarından daha fazla hisse alamazlar. Çünkü çocukları ona
kardeşlerinden daha yakındır. Allah kızkardeşe nısf (yarım)'ı mütevafa'nın
ke-lale, yani baba ve oğuldan mahrum olmaları durumunda vermiştir. Oysa oğul
ile beraber, kızkardeşin yarım (nısf) alması mümkün değildir.
O halde kızkardeşin
miras hakkının sakıt olması da mümkün olmadığına göre, bu durumda onun hükmü
amca ve amcaoğlu gibi uzak asabeden daha evla olan yakın asabe hükmüdür.
Cumhurun kavli de
böyledir. Buhari'nin rivayet ettiği hadis te buna delalet eder:
"Huzeyl b.
Şurahbil (r.a.)'den:
Ebu Musa'ya, kız,
oğlunun kızı ve kız kardeşin mirasını sordular. Şöyle dedi:
"Kız yarı alır,
kız kardeş te yarı alır." Sonra soruyu sorana:
"İbn Mesud'a
git" diye tavsiye edildi. O da ona gidip Ebu Musa'nın görüşünü de
hatırlatarak bu durumu ona da sordu, îbn Mesud dedi ki:
"Onun söylediği
gibi söylersem sapıtmış olurum. Hidayete ermişlerden olamam." Sonra dedi
ki:
"Ben size
Rasulullah'ın verdiği hüküm gibi hüküm vereceğim. Kız yarı alır, oğlunun kızı
üçte ikiyi tamamlamak için altıda bir alır. Kalan da kız kardeşin olur."
Onun bu fetvasından Ebu Musa haberdar edilince şöyle dedi:
"Bu derin alim
aranızda olduğu sürece bana sormayın"[167]
İbn Mesud'un bunun
Rasulullah'ın hükmü olduğunu bildirmesi kızlarla beraber kızkardeşlerin asabe olduğunu
gösterir. Kızkardeş kızlar dışında kardeşiyle de asabe olur. Kız, ölünün
kardeşinden daha güçlüdür. Bu nedenle, oğul ile beraber olan kızın aksine asabe
sayılmamıştır. Fakat erkek kardeşinden daha güçlü değildir ve erkek kardeşi
olduğu zaman asabe durumundadır.
Sünnet'te Muaz'ın[168]
kızkardeşe ve kıza yarım verdiği rivayet edilmiştir.[169]
Peygamberin (s.a.v.)
"Miras hisselerini hak sahiplerine verin; ondan sonra geriye kalanı
akrabalıkta en yakın olan erkek kişiye verin" Bu genel hükümden şu
hadiste geçenler hususi tutulmuşlardır.
"Kadın
azatlısının, buluntu çocuğun, mülaane yoluyla kocasından ayrılmasına sebep
olan çocuğun olmak üzere üç kimseden de miras alır."[170]
Hadis am mahsus ise,
zikredilen deliller nedeniyle bu sınıflar hususi ise, zikredilen deliller
nedeniyle bu sınıflar hususi tutulmuş olur.
Denilse ki: "En
yakın olan erkek kişiye verin" kavli varisin neseb yoluyla yakın
akrabalarıdır. Şöyle cevab verilir: İtirazcı bu durumda azatlıyı kızla beraber
kızkafdeşe mukaddem kılmaktadır. Oysa o, akrabalardan değildir. Peygamber
(s.a.v.) "En yakın olan erkek kişiye verin" buyurmuş ve
"erkek" lafzını zikrederek murad edilen asabenin dişi değil erkek
olduğunu belirtmiştir. Burada geçen erkek kelimesi "Hangi adam eşyasını
bulursa" ve daha birçok yerde geçtiği gibi asla dişilere şamil değildir.
Hüküm erkek ve dişi
olmak üzere iki sınıfa geneldir. Bu, tıpkı Rasulullah'ın (s.a.v.) devenin
zekatı ile ilgili söylediği şu hadis gibidir:
"Binti mahad (on
aylık gebe deve kızı veya) olmaz ise erkek İbn Lebun (yani iki yaşını doldurmuş
erkek deve yavrusu)"[171]
Hadiste özellikle
erkek lafzı zikredilmiş ve bununla İbn Lebun'dan dişi olanı değil, sadece erkek
olanı murad ettiğini beyan etmiştir.
Cumhurun kavlinin
doğruluğuna bir diğer delil de "Eğer çocuğu olmayan bir kimse ölür de onun
bir kız kardeşi bulunursa bıraktığının yarısı bunundur." kavlinin nutku
kızkardeşin adem-i veled (yani erkek çocuğun bulunmaması) halinde yarım
alacağına delalet etmektedir.
Mefhum ise meskut
konudaki hükmün, mantuk konudaki hüküm ile mümasil olmamasını gerektirir. Eğer
bunda tafsil bulunursa o zaman bununla maksudu muhalefet hasıl olmuş olur.
Meskutun tüm suretlerinin, mantukun tüm suretlerine muhalif olması gerekmez.
Mefhumun delaletinde kim bunu böyle tevehhüm ederse, o kişi tam bir cahildir.
Mefhum, talil ve
tahsis yoluyla delalet eder. Hüküm bir illet ile sabit olursa, bu durumda başka
bir illetin ona bazı suretlerde veya tamamen muhalif olması caizdir. Tahsis
kasdı tafsil ile hasıl olur. O zaman kız kardeşin erkek çocuk ile beraber miras
payı ortadan kalkınca maksad, kitap deliliyle hasıl olmuş olur. Fakat ayet-i
kerimede, kız kardeşin, kız evlat ile beraber mirasını nefyeden bir husus
olmadığından, kızkardeşin feraiz veya asabe ehlinden olması vacip oldu. O,
feraiz ehlinden olmakla beraber kızkardeşiyle beraber olması gibi durumlarda
asabe konumundadır.
Bu takdirde hadis
mahsus değildir. Bilakis umumiliği mahfuzdur. Bu durum aynen onunla (kız
kardeş) beraber erkek kardeşin veya erkek ve kızların veya erkek ve kız
kardeşlerin, zevceynden biri veya anne hali gibidir. Feraize ehli ile beraber
katılır ki geriye kalan nas ve icma ile erkek çocuklar ve kardeşlere tahsis
edilemez.
Cenab-ı hak:
"Kızkardeşler iki tane olursa (erkek kardeşlerinin bıraktıklarının) üçte
ikisi onlarındır." buyurduktan sonra şöyle buyurdu:
"Eğer erkekli
kadınlı daha fazla kardeş mevcut ise erkeğin hakkı, iki kadın payı
kadardır." (Nisa: 4/176)
Ve şöyle buyurdu:
"Allah size,
çocuklarınız hakkında, erkeğe kadının payının iki misli (miras vermenizi)
emreder. (Çocuklar) ikiden fazla kadın iseler ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır.
Eğer yalnız bir kadınsa yarısı onundur. Ölünün çocuğu varsa, ana babasından her
birinin altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da ana babası ona varis
olmuş ise anasına üçte bir (düşer)..." (Nisa: 4/11)
Allah (c.c.) çocuk ile
beraber anne babadan her birine altıda bir hisse verdi. Geri kalan ise erkek
çocuğa aittir.
Çocuklar kadın ve
erkekten oluşuyor ise, erkeğin payı kadının payının iki katıdır. Bu husus
müslümanlarm üzerinde ittifak ettiği meselelerden biridir. Bu durumda: "En
yakın olan erkek kişiye verin" kavlinden murad, onun dışında asabe
bulunmazsa ki, kimi durumda bunlar farz ehlinden olmaktadırlar.
Hadisin zannedilen
zahiriyle amel edilecek olsa bu durumda farzdan sonra geri kalan malın
kızkardeşlere değil, sadece erkek kardeşlere verilmesi gerekecektir. Bu ise
nass ve müslümanlarm icmaı ile batıldır. Bu durumda kadın başkasıyla beraber
asabedir. Bilindiği gibi onun kardeşi amca ve amca oğlundan daha yakındır.
Kardeşi onun hakkını sakıt edemediğine göre, amcası ve amca oğlunun sakıt etmemesi
daha evladır.
O halde "Miras
hisselerini hak sahiplerine verin" kavli ile bu meselede hak ve farz
sahipleri murad edilmektedir. "Ondan sonra geriye kalanı akrabalıkta en
yakın olan erkek kişiye verin" kavliyle de akrabalardan başkasıyla asabe
olan murad edilmiştir. Bu durumda kız başkası ile asabedir ve ondan hususiyet
sahibidir.
Şayet hak sahipleri
ile ister zevceyn, anne ve annenin oğlu gibi ancak farz ile mirasçı olan,
isterse de baba, kızlar ve kızkardeşler gibi bazen farz bazen de tasib ile
mirasçı olan tüm ehli feraiz murad edilmiş olsun. Bu misal takdim edilmek
istenmiştir. Ehli feraizden sonra geriye kalan mala da en layık olan erkek
akrabalardır ki hadis bunu kapsamaktadır.
Varisler kısım
kısımdır:
* Karı koca, annenin
oğlu ve anne gibi halis farz (hak) sahipleri
* Oğullar ve kardeşler
gibi halis tasib sahipleri
* Oğul ve dede gibi
kendi başına farz (hak) ve asabe sahipleri.
* Kızlar ve
kızkardeşler gibi başkaları sebebiyle farz ve asabe sahibi olanlar.
Bilindiği gibi
"Miras hisselerini hak sahiplerine verin; ondan sonra geriye kalanı
akrabalıkta en yakın olan erkek kişiye verin" hadisiyle kızların ve kız
kardeşlerin miras haklan düşürülmek istenmemiştir. Ki onlar başkaları ile
asabedirler ve bu durumda icmayla mirastan pay alırlar.
Kızkardeşler kızlarla
beraber, kendi kızkardeşleriyle beraber gibidirler. Erkek kişi infirâd edip
-ki o, kızkardeşlerin kardeşidir- kızkardeşlerin hakkını iskat etmiyorsa ondan
daha uzağın infirad edip kızkardeşlerin hakların düşürmemesi daha evladır.
Bu nedenle kesinlikle
amca, amca oğlu ve bunlardan daha uzaklar ile hakkı düşen kız kardeş yoktur.
Bilakis ya farz veya başkası nedeniyle hasıl olan tasib ile kızkardeşin
mirastan pay alması gerekir.
O halde, kızlarla
beraber olmaları halinde bu ikisinde biri ile hak almaları gerekir. Farzın
vukusu mümkün olmadığından, aynı onunla beraber erkek kardeşinin bulunması
halinde olduğu gibi tasib yoluyla mirasçı olur.
Bundan ehli feraiz
cinsinin, ister halis ehli farz olsun veya bununla beraber kendi başlarına veya
başkaları nedeniyle ehli tasibden olsunlar, asabelerden önce gelirler.
Kızkardeşler, ehl-i
farz (hak sahipleri) cinsindendirler. Ve bazen farz ile bazen de asabe ile
mirastan pay alırlar. Onlar, amca ve amca oğlu gibi halis tasib ile pay
alanlardan daha mukaddemdirler. Bundan kızkardeşlerin onlardan daha evla
oldukları sonucu çıkar.
Bu hadisten, kızlarla
beraber kız kardeşlerin mirastan pay almalarının aleyhine sonuç çıkarmak
yanlıştır. Aynı şekilde erkek kardeşleriyle beraber olmaları hatta erkek
çocuğun kızlarının erkek kardeşleriyle beraber mirastan pay almaları aleyhine
de delil getirilemez. Yine kızların sülüseyni tamamlamaları halinde erkek
kardeşlerinin oğlu ile beraber mirastan pay almalarına engel olarak ta
kullanılamaz. Bilakis cumhura göre kendi derecesi ve daha yüksek derece için
tasib olmaktadır. Ancak İbn Mesud ve Ebu Sevr[172]
gibi ona tabi olanlar şöyle dediler: Başkası mirastan pay alması hariç o mirastan
pay alamaz. Başkası ile mirastan düşün tasib olamaz ve hadisin bu durumlardaki
delaleti tek bir cinstendir.
Yine şöyle denilmesi
gerekir: Onların tamamı farz ehli cinsindendir. Kız kardeşler de farz
ehlindendirler. Hala ve teyze gibi belli bir miktar farz hakları olmayanlar
onların konumunda değillerdir.
Veya şöyle denilmesi
gerekir: O, özel tutulmuştur. Bu hadis muhtelif lafızlarla gelmiştir, ki bir
lafzı da şöyledir.
"Malı miras
sahipleri (ehl-i feraiz) arasında Allah'ın kitabına göre bölün. Ondan sonra
geriye kalanı akrabalıkta en yakın olan erkek kişiye verin"[173]
Bu lafız tüm ehli
feraizin tamamım kapsamaktadır ve eğer bir maruzat olursa bu durumda da başkası
ile asabe hali
devreye girmektedir.
Hadisten murad farz olan paylaşımı yaptıktan sonra kalan mal sadece erkek
akrabaya verilecek değildir. Hadisin lafzının ilk anda bu anlama geldiğini kabul
etsek bile, nas ve icma ile bundan dönmesi kabildir ki, vaki olan da budur.
Cenab-ı hak şöyle
buyurdu:
"Allah size
çocuklarınız hakkında, erkeğe kadının payının iki misli (miras vermenizi)
emreder, (çocuklar) ikiden fazla kadın iseler ölünün bıraktığının üçte ikisi
onlarındır. Eğer yalnız bir kadın ise yarısı onundur." (Nisa: 4/11)
Kur'an açıkça kız
çocuğunun erkek çocukla beraber üçte bir, yalnız başına olması halinde yarım ve
ikiden fazla kızın üçte iki almaları gerektiğini bildirmektedir. Geriye iki
kızın durumu kalıyor. Kızın, erkek çocuklarla beraber dörtte bir değil de, üçte
bir olması hak ise, kızlarla beraber rubu (çeyrek) değil üçte bir alması buna
göre, daha gerekli ve evladır. Çünkü: "Eğer yalnız bir kadınsa yarısı
onundur" denilerek yarım, yalnız olması şartına bağlanmıştır. Bu mefhumuyla
onun bu miktarda bir hisseyi, sadece bu vasıf üzere bulunması halinde
alabileceğine delalet eder. "İkiden fazla kadın iseler" ifadesinde
geçen "ikiden fazla" ve "kadınlar" kelimeleri, bundan iki
kadının değil, ikiden fazla çoğul kadının murad edildiğini gösterir. O halde
buradaki hüküm iki kadın için değildir. Şimdi tek kadına yarım hisse, ikiden fazla
kadına üçte iki hisse olunca, iki kadına üçte ikiden daha fazla hisse verilmesi
mümkün değildir. îki kadının her birisine malın yarısını vermek suretiyle
malın tamamını o
ikisine vermek te
sözkonusu değildir. Üç kıza, malın sadece üçte ikisi verilir. İki kıza yarım
yetmez. Çünkü yarım tek kız olması şartıyladır. Tek kız olmadığı taktirde malın
tamamının yarısını alamaz.
Bu işaret, "Ve in
kanet vahideten" ifadesini nasb ile okuyan kıraatten anlaşılmaktadır ki bu
durumda "vahideten" kane'nin haberidir ve cümlenin takdiri de
"Fein kanet bin-ten vahideten: Yani eğer tek bir kız olura, dır. Bu
demektir ki, başka bir kız daha bulunur ve iki kız olursalar her bir kız malın
yarısın alamaz. Böyle yaparsalar malın tamamını almış olurlar. O halde geriye
şu kalıyor. İki kız da üçte iki hisse alırlar. Ayetin de delaleti böyledir.
Aynı şekilde cenab-ı
hak kızkardeşlerle ilgili şöyle buyurdu:
"Kızkardeşler iki
tane olursa (erkek kardeşlerin) bıraktığının üçte ikisi onlarındır." (Nisa: 4/176)
Bu ifade, iki kızın,
üçte iki hak almaya, iki kızkardeşten daha evla olduklarına delildir.
Aynı şekilde peygamber
(s.a.v.), Sa'd b. Rebii'nin iki kızma üçte iki, annelerine sekizde bir ve
amcaya geri kalanı vermiştir.[175]
İcma da bu şekildedir. İbn Abbas'tan bu konuda rivayet edilen icmaya aykırı
söz sahih değildir.
Cenab-ı hak
kızkardeşler için "Kız kardeşler iki tane olursa (erkek kardeşlerin)
bıraktığının üçte ikisi onlarındır." buyurmuştur. Çünkü bundan önce erkek
kardeşi ile beraber üçte bir alacağı zikredilmiş değildi. Bu husus önceki kavilden
sonra zikredilmiştir: "Eğer erkekli kadınlı daha fazla kardeş mevcut ise
erkeğin hakkı, iki kadın payı kadardır."
Oysa iki kızın
durumunu bildiren bu ayette önce erkeğin hakkının, iki kadın payı kadar olduğu
belirtilerek tek kızın hakkı erkekle kardeşiyle beraber ifade edildikten sonra
birden fazla kadınların hükmü beyan edildi.
Çocuk ayeti (yani
Nisa: 4/11) ikiden fazla kadının hükmünün iki kadının hükmüyle aynı olduğuna
delalet etmektedir. Oysa kız kardeşlerle ilgili ayette: "Kızkardeşler iki
tane olursa (erkek kardeşlerin) bıraktığının üçte ikisi onlarındır."
denilmiş, fakat ikiden fâzla kızkardeşin durumuna açıklık getirilmemiştir. İki
kadın üçte ikiye hak kazanıyorsa, ikiden fazla kadın buna daha fazla layık ve
evladır. Oysa kızlar (Nisa: 4/11) ayetinde "Erkeğe kadının payının iki
misli" ifadesi tek bir kızm, erkek kardeşi ile beraber sadece üçte bir
alacağına işaret etmektedir. Kızlar ikiden fazla iseler üçte bire müstehak
değillerdir. O halde bu ayetten her ikisi en güzel şekilde birbirlerinin
anlamını tamamlamaktadırlar.
Bir ilave olmaksızın
birinci söz iki kızın mirasına delalet ederken daha sonra ikiden fazla kızın
miras durumları beyan edilmiştir.
Nisa suresinin son
ayetinde ise iki kız kardeşin miras hakları beyan edilmiştir ve bu beyan daha
evla olma yoluyla üç, dört ve daha fazla kızkardeşin durumunu da açıklamaktadır.
Bunun için ayrıca bir ilave yapılmasına gerek kalmamıştır. Hüsnü beyan gereği
11. ayette ikiden fazla kızın durumu zikredilmiş, diğe ayette (son ayette) ise
yukarısı zikredilmeksizin sadece iki kızın durumu zikredilmiştir.
Cenab-ı hak sonra
şöyle buyurdu:
"Eğer erkekli
kadınlı daha fazla kardeş mevcut ise, erkeğin hakkı, iki kadın payı
kadardır."
Burada kardeşlerin
tamamının erkek veya kadın olmaları değil erkek ve kadın karışık olmaları murad
edilmektedir. Bir erkek, iki kadın veya bir erkek ve bir kadın veya iki erkek
ve iki kadın olmaları gibi. Üç erkek ve üç kadın da insanların ittifakı ile bununla aynı hükümdedir.
Eğer denilse ki:
"kardeşler" ifadesi üç ve daha fazlası için kullanılır. Denilir ki:
Erkekler ve kadınlar da öyledir. Bundan kardeşlerin sayısının altı ve daha çok
olması anlamı çıkar. Çünkü tek bir kız kardeşin, tek bir erkek kardeşin ve iki
ve daha fazla kız kardeşlerin hükmü beyan edildikten sonra geriye (kız-erkek)
her iki sınıftan da iki ve daha fazla kardeşin hükmünün beyanı gerekiyor ki,
beyan tüm kısımları muhtevi olsun.
"îhve" ve
diğer cem lafızlarından bazen şu kavli ilahide olduğu gibi sayı değil cins murad
edilir:
"Bir kısım
insanlar mü'minlere, 'düşmanlarınız size karşı toplandılar; aman sakının
onlardan!' dedikleri zaman..."
(AI-i imran: 3/175)
Bazen de sayı
kastedilir ve bu sayı ile iki ve daha yukarısı, bazen de üç ve daha yukarısı
kastedilir. Nisa suresinin bu son ayetinde ise mutlak sayı kastedilmiştir.
Çünkü daha önce bir kardeşin hükmü beyan edildi. Ve çünkü feraiz konusunda
zikredilen hükümlerde bir ile sayının arası ayrıldı ve orada sayının katlan
eşitlendi. İki, üç ve dört. Bu, "Eğer ölenin kardeşleri varsa anasına
altıda bir düşer" buyruğunun iki ve üçü ihtiva ettiğini gösterir. Bu durum
şu kavli ilahide açıkça belirtilmiştir.
"Eğer bir veya
kadının, ana babası ve çocukları bulunmadığı halde (kelale şeklinde) malı
mirasçılara kalırsa ve bir erkek, yahut bir kız kardeşi varsa her birine altıda
bir düşer. Bundan fazla iseler üçte bire ortaktırlar."
(Nisa: 4/12)
"Fe in kanu
eksermin zalik fehum şürekau fi's-sülüs: Bundan fazla iseler üçte bire
ortaktırlar" ifadesinde geçen 'kanu' çoğul zamiridir, 'ekser min zalik:
Bundan fazla iseler' yani kız ve erkek kardeşten fazla iseler, demektir. Sonra
da: (onlar) üçte bire ortaktırlar" buyrularak "fehum" ve
"şüreka" gibi muzmer ve muzher çoğul sıygası zikredildi.
"Ekser min zalik:
Bundan fazla" ifadesinden sonra zamir tekrar çoğul sıygasıyla ifade
edildi. Bu feraiz ayetindeki cem sıygasının, mutlak olarak iki ve daha
yukarıdaki sayıya delalet ettiğini gösterir. Tıpkı şu kavli ilahilerde olduğu
gibi:
"Allah size çocuklarınız
hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder."
"Eğer ölenin
kardeşleri varsa anasına altıda bir düşer."
"Eğer erkekli
kadınlı daha fazla kardeş mevcut ise"
Sonra bu sığa ile
başka yerlerde üç ve yukarısı murad edilse bile burada, buna iki ve yukarısının
murad edilmesi daha uygundur.
Eğer denilse ki: Asıl
olan budur. "İkinizin de kalbi 'Fekad sağet kulubukuma: İkinizin de
kalpleri kaydı" (Tahrim: 66/4) ifadesinde olduğu gibi çoğul sıygası, bir
şeye muzaf olduğu zaman tesniyeye de muhtaçtır.
Yukarıdaki ilahi ifade
iki kalpten bahsetmektedir. Fakat burada iki lafzından çoğul lafzına
dönülmüştür. Buradan herkesin bir kalbe sahip olduğu bilgisi vardır. Böylece
bunun bir kavmin dür olduğu beyanıyla beraber çoğul ifadesi tesniye için
kullanılmıştır. Şu kavli ilahi de böyledir:
"Es-sariku
ve's-sarikatu fekteuu eydiyehuma: Hırsızlık eden erkek ve kadının ellerini
kesin" (Maide: 5/38)
buyurulmuş yedihima
denilmemiştir.
Denilir ki Beyan
edilen bazı yerlerde çoğul sıygası tesniyeye muhtaç olmakla beraber, kimse
bunun intikal anında tesniyeye muhtaç olduğunu söylememiştir. Bu nedenle
it-lak halinde üç ve daha yukarısı için kullanılmakla beraber açıklanan
yerlerde tesniye ve yukarısı için kullanılır. Bunların hiçbiri mecaz değildir.
Bilakis herbirinin dilde ayrı bir yeri vardır.
Çoğul lafzının sadece
üç ve yukarısı için veya iki ve yukarısı için kullanıldığını sananlar hata
etmektedirler. Bilakis belli yerlerde üç ve yukarısı kullanıldığı gibi, belli
bazı yerlerde de iki ve yukarısı ve iki kullanılır ki bunlardan her birinin
arap dilinde ayrı bir yeri vardır.
Karine ile beraber
fiil, meful, zarf, hal, temyiz ile karine menzilinde olur. Sıfat, atf-ı beyan,
atf-ı nısk, istisna, şart, gayet ve diğer mutlakını takyid edip, onu umumdan
men ve ihtisasını mucip kılar. Bu arabın faili ref, mefulü bihi nasb ve muzafun
ileyhi cer kılması gibi bir dil kaidesidir.
Sıddık'ın (r.a.)
dediği gibi "Allah'ın kitabında senin için hiçbir şey yoktur."[176]
Allah'ın kitabında
geçen "ümm/anne" kelimesi ile yakın anne murad edilir. Nine her ne
kadar bazen anne olarak isimlendirilse de feraiz ayetinde geçen anne lafzına
dahil değildir. Fakat bir başka konudaki şu kavli ilahiye dahildir.
"Analarınız size
haram kılındı..." (Nisa:
4/23)
Fakat Rasulullah
(s.a.v.) nineye südüs (altıda bir) pay vermiştir. Ve böylece sünnet ile
ninenin mirastan pay aldığı sabit olmuştur.[177]
Fakat Rasulullah (s.a.v.)'den ninelerle ilgili genel bir ifade
nakledilmemiştir. Bilakis mirastan pay isteyen nineye pay verilmiştir. İkincisi
gelince Ebu Bekir onu birincisi ile beraber südüse iştirak ettirmiştir.[178]
İkiden fazla nine
konusunda ise insanlar ihtilaf ettiler. Sadece ikisi mirastan pay alır, babanın
annesi ve annenin annesi, denildi. Malik[179],
Ebu Sevr[180] bu görüştedirler.
Bazıları da bu ikisi ve dedenin annesi olmak üzere sadece üçü mirastan pay
alır. Dediler ki İbrahim Nehai şöyle rivayet etmiştir:
"Peygamber
(s.a.v.) üç nineye miras verdi. Baba tarafından iki nineye ve anne tarafından
bir nineye."[181]
Bu rivayet mürsel
hasendir. İbrahim'in mürselleri, mürsellerin en iyilerindendir. Ahmed bununla
amel etti. Bu konuda başka bir rivayet mevcut değildir.
Veışöyle denildi:
Varisle müdelliyat olan nineler mirastan pay alırlar! Ebû Hanife[182],
Şafii[183] ve bir yönüyle Ahmed[184]olmak
üzere çoğunluğun görüşü bu doğrultudadır. Tercihe şayan görüş te budur. Çünkü
nassm lafzı tüm nineler için varid değilse de kendisine ikinci nine geldiğinde
Sıddık (r.a.) şöyle dedi: "Verilen sjjffüs senden başkası için
değildi." Nass ondan başkası için iken, mirastan ona pay vermiştir. Ve
çünkü annelik cihetiyle gelenlerin mirastan paylilmaları konusunda ihtilaf
yoktur. Anne, ittifak ile babanın annesine ve annenin annesine mirasçı olur.
Geriye dedenin babasının arinesi kalıyor. O ikisi ile dedenin annesi abasında
ne fark vardır? Babanın annesi ile dedenin arasında ne fark vardır?
Bilindiği gibi dedenin
babası, dede yerine kaimdir ve o büyük dededir. Aynı şekilde dede de baba
gibidir. Hangi nitelik babanın annesinin annesi ile dedenin babasının annesini
ayırmaktadır? Bundan ölenin annesinin annesi ile babanın annesinin onun
açısından eşit olduğu sonucu çıkar. Aynı şekilde babasının annesinin annesi ile
babasının babasının annesi babası açısından eşittirler. O halde mirasa da eşit
olarak iştirak ederler.
Aynı şekilde bunlara
göre, annenin annesinin annesi annelik silsilesi ne kadar uzanırsa uzansın,
mirastan pay alır. Babanın babasının annesi ise mirastan pay alamaz. Böylece
annelik cihetiyle nine olanı, babalık cihetiyle nine olana tercih ettiler. Ki
bu zayıf bir görüştür. Baba cihetiyle nine, anne cihetiyle nineden daha uzakta
değildir ve asabe ile bağlantılıdır. Oğlun kızı, kızın kızından ona daha
evladır. Dolayısıyla annenin annesinin, babanın anasından, ona daha evla
olması söz konusu değildir.
Bunun benzeri hadane
meselesindedir. Çocuğa annenin annesi mi, yoksa babanın annesi mi daha
layıktır? Bu iki ayrı görüş hususunda Ahmed'den iki ayrı rivayet mevcuttur.
Hadanenin aslı şudur:
Peygamber (s.a.v.)
anneyi babadan önde tutmuştur. Fakat bunun sebebi annenin dişi olması ve
terbiyeye yabancı erkekten daha layık olması mıdır? yoksa annelik cihetinin
babalık cihetinden daha layık olması mıdır? Birinci şıkkın geçerli olması
halinde, annenin annesi öne geçmez bilakis babanın annesi öne geçer. Çünkü her
ikisi de dişilikte ortak olmakla beraber, babanın annesi asabeden olması
nedeniyle bir adım daha öne çıkmaktadır.
Annelik cihetinin öne
çıkması ve annenin annesinin tercih edilmesi şer'i usullere aykırıdır. Annenin
akrabaları şer'i hükümler cihetiyle kesinlikle babanın akrabalarının önüne
geçemezler. Bilakis babanın akrabaları hadane ve
tüm hükümlerde annenin
akrabalarının önündedirler.
Mirasta da aynıdır.
Babanın annesi olan nine annenin annesi olan nineden önde olmasa bile,
kesinlikle gerisinde de değildir.
Evet İbn Mesud'un
hadisi nedeniyle o (nine) oğlu nedeniyle mirastan düşmez. Çünkü eğer oğluyla
beraber istenirse o mirastan pay alamaz. O bu durumda anne ile beraber olan
annenin çocuğu gibids.Ve şunu söyleyenlerin sözü batıldır. Bir şahıs ile talep
edilmeyen, onunla mirastan düşer. Bu söz tarden ve aksen batıldır. Anne ile
beraber annenin çocuğu cihetiyle tarden, amcaları ile beraber çocuğun çocuğu
cihetiyle aksen batıldır. Bunun emsali, şahsın taleb edilmediği kimseyle
düşmesidir. Burada illet onun, diğerinin mirasına mirasçı olmasıdır. Kim bir
şahsın mirasına mirasçı olursa, ona daha yakın birisi bulunursa onunla mirastan
düşer. Nineler annelerin yerine geçtiklerinden, onunla taleb edilmeseler de,
onunla düşerler.
Erkek çocuğun kızlarına
kendi kızları ile beraber südüs alıp sülüseyni tamamlarlar.[185]
Yine aynı şekilde baba
bir kız kardeşlerin ana-baba bir kız kardeşle beraber aynı hükme tabidirler.
Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Allah size
çocuklarınız hakkında erkeğe, kadının payının iki misli emreder, (çocuklar)
ikiden fazla kadın iseler ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır." (Nisa:
4/11)
Görüldüğü gibi ayetin
hitabı kızların erkek çocuğunu değil, erkek çocukların erkek çocuklarını
kapsamaktadır. "Evladikum: Çocuklarınız" ifadesi ölenin nesebine
mensub olanları kapsamaktadır ki bunlar da onun oğulları ve oğullarının
oğullarıdır. Bunları da tertibe göre kapsamaktadır. Sulbden olan oğlun
bulunmaması halinde oğulların erkek çocukları bu kapsama girmektedir. Hak
sahiplerine paylaştırdıktan sonra geri kalan mirastan ölenin yakın erkek
akrabalarına verildiği malum. Oğul, oğlun oğlundan daha yakındır. Ölenin oğlu
olmayıp sadece tek bir kızı olursa, kız mirasın yarısını alır. Kızların
nasibinden geriye südüs kalır.
Burada kız olmasaydı,
erkek çocuğun kızları mirasın tamamına hak kazanırlardı. Kız mirasın yarısını
alınca, geriye kalan onlarındır. Ana-baba bir kız kardeşin baba bir kız
kardeşiyle durumu da böyledir. İbn Mesud Peygamberin (s.a.v.) kız için yarım,
erkek çocuğun kızı için ise sülüseyni tekmilen südüs hükmü verdiğini haber
vermiştir.
Ancak kızların
sülüseyni tamamlamaları durumunda geriye farz kalmaz. Erkek evlatların erkek
çocuklarında asabe bulunursa mal onundur. Çünkü erkek kişi olarak o buna daha
layıktır. Onunla beraber veya ondan yüksek mertebede kız bulunursa cumhuru
sahabe ve ulemaya göre o da asabe kılınır.
İbn Mesud'a göre ise
erkek asabe onu mirastan düşürür. Çünkü bu durumda o tek başına mirastan pay
alamaz. Kölelik veya küfür ile mirastan sakıt olanlar gibi erkek kardeşiyle de
mirastan pay alamaz. Cumhur ise onun varis ve erkek kardeşiyle beraber asabe
olduğunu söylemektedirler. Burada ise sülüseynin tamamlanması için farz (olan
pay) ile mirastan düşmektedir. Farzın düşmesi durumunda tasibin düşmesi gerekmez.
İhtilaf, kızların
sülüseyni tamamlamaları durumunda erkek kardeşi ile beraber baba bir kız
kardeşin hükmü konusundadır. Cumhur, kız çocukları erkek kardeşleriyle beraber,
asabe kılmaktadır. Geri kalan yarım hisseyi taksim etmekte ve misli pay vermektedirler.
Kız çocuklara çok veya az düşsün erkek çocuklara kız çocukların iki misli pay
vermektedirler. Bu konudaki kadının mirastan pay alması görüşü daha
kuvvetlidir. İbn Mesud ise bu görüşe muhalefet etmiştir.
Bu hususta da tartışma
vardır. Fakat seri usul gereği bu kimseler birbirlerine mirasçı olamazlar.
Mirasları hayattaki diğer hak sahiplerine kalır. Cumhurun görüşü de böyledir.
Fakat Ahmed'den bu konuda iki ayrı görüş rivayet edilmiştir.[186]
Usulde 'lakit'
delilinde olduğu gibi meçhul madum hükmündedir. Aynı şekilde kayıp şey
meselesinde olduğu gibi Ahmed, meçhulü madum gibi kabul eden sahabenin sözlerine
uymuştur. İlk koca kayıp olduğu sürece kadın zahiren ve batmen ikinci kocanın
karışıdır. Birinci koca ortaya çıkarsa bu durumda nikah mevfuk olur. Çünkü o
karısından kendi izni olmaksızın ayrı düşmüştür. Fakat bu caiz bir ayrılık idi.
Bu nedenle nikah birinci kocanın karısını geri isteme veya reddetme hakkını
kullanıncaya kadar mevkuf olur. Birinci koca karısını geri almak ile mihri geri
almak arasında bir tercih yapar.
Karısını seçerse,
kadın onun olur ve ikinci nikah batıl olur. Ayrıca talaka gerek kalmaz. Birinci
koca kadını almaz ise, kadın ikinci kocanındır. Birinci koca kendi izin dışında
gelişen bir olay nedeniyle kadına verdiği mihri geri alabilir. Kadın birinci
kocasına dönsün veya ikincisinde kalsın, yeni bir nikah akdetmeye gerek yoktur.
Burada kadının üç hali
vardır:
Birinci kocasının hali
meçhul ise, zahiren ve batmen ikinci kocanın karışıdır.
Birinci kocanın onu
seçmesi halinde, zahiren ve batmen birinci kocanın karışıdır.
Kocanın seçim yapmadan
önce ortaya çıkması. Bu durumda iş nikah gibi mevkuttur.
Buradaki maksadımız
Ahmed'in meçhulü madum gibi gören bazı sahabelere uyduğunu açıklamaktır.
Bu durumda adamlardan
biri diğerinden önce ölürse, bu meçhuldür. Meçhul ise madum (yok) gibidir.
Böylece birinin diğerinden önce olması yok hükmündedir. Ve dolayısıyla bu iki
kişi birbirlerine mirasçı olamamaktadırlar.
Aynı şekilde miras
yaşayan kişilerin maldan faydalanmaları için meşru kılınmıştır. Her iki
mirasçının da ölmesi durumunda, bunların birbirlerinin mallarından faydalanamayacakları
açıktır. Bunları birbirine mirasçı kılmak, mirasın hikmetine aykırıdır. Miras
alacak kişinin, hayatta olup, ölene halife olması gerekir. Aynı şekilde mirası
kalan kişinin de ölmüş olması ve halife sahibi olması gerekir. Böylesi iki zıd
şeyi biraraya getirmek mümkün müdür?!
Ayrıca devr meydana
gelmemesi için de bu durumdaki şahısların mutlak olarak mirastan
uzaklaştırılmaları gerekmektedir.
Ancak ikisinden biri
diğerinden sonra velev ki bir kaç saniye dahi yaşasa bu durumda onun misali
doğduktan hemen sonra ölen bebeğin durumu gibidir. Bu durumda yaşama hükmü
geçerli olur ve kişi mirastan pay almaya hak kazanır. Fakat diğerinden sonra
yaşayıp yaşamadığı bilinmeyen şahsın durumu böyle değildir. Mirasçı olmanın
şartı kişinin hayatta olduğunun bilinmesidir. Miras, miras bırakan şahıstan
sonra yaşayanlar içindir. Varisin hayatta olduğunun bilnmemesi, onun mirastan
hak almasına engeldir. Çünkü bilinmemek yok olmak gibidir.
Riba konusunda da
dediğimiz gibi: "Eşitlikler konusundaki cehalet, üstünlükler konusundaki
ilim gibidir. Ve tekad-düm hususundaki cehalet, adem-i tekaddüm hususundaki ilim
gibidir."
Allah daha iyi bilir.
Allah'ım peygamberimiz Muham-med'e, aline ve ashabına salat ve selam et. Tüm
güç ve kuvvet aliyyu'1-azim olan Allah'ındır.
Cenab-l hak şöyle
buyurdu:
"Faiz yiyen
kimseler (kabirlerinden) tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak
kalkarlar. Onların bu hali, 'Ahş-veriş (ticaret) de faiz gibidir'
demelerindendir. Oysaki Allah, ticareti helal, faizi haram kılmıştır. Bundan
sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vaz geçerse, geçmişte olan
kendisinindir ve işi Allah'a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse işte onlar
Ateşliktir, orada devamlı kalırlar...
Ey iman edenler!
Allah'tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız faiz olarak artan miktarı
almayın.
Şayet yapmazsanız
Allah ve Rasulü tarafından ilan edilmiş bir harb ile karşı karşıya olduğunuzu
bilin. Eğer tevbe edip faizcilikten vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir. Böylece
haksızlık etmezsiniz ve haksızlık da edilmezsiniz.
Eğer (borçlu) darlık
içinde ise, bir kolaylığa ulaşıncaya kadar ona mühlet vermek (gerekir). Eğer
gerçekten çok iyi anlayan kimseler iseniz sadaka saymak sizin için daha
hayırlı bir iş olur."
(Bakara: 2/275-280)
"Felehu ma selef:
Geçmişte olan kendisinindir." Yani daha önce alınmış faizler ona aittir.
"Ve emruhu ilallah:
Ve işi Allah'a kalmıştır." Yani Cenab-ı hak dilerse onu bağışlar. Buradaki
zamirin şahsa veya "ma" ya döndüğü söylenmiştir. Her halükarda ayet,
onun işinin borçluya değil, Allah'a kaldığını ifade etmektedir. Fakat borçlu
bundan sonraki faiz borçlarının düşürülmesini talep hakkına sahiptir.
Ey iman edenler!
Allah'tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız faiz olarak artan miktarı
almayın.
Şayet yapmazsanız
Allah ve Rasulü tarafından ilan edilmiş bir harb ile karşı karşıya olduğunuzu
bilin. Eğer tevbe edip faizcilikten vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir.
Yani borçluların
aleyhine faiz olarak artanı almayın. Tevbe ederseniz, ziyadesiz sadece ana
malınız sizindir.
Cenab-ı hak fazlalığın
terkedilmesini emretmiştir ki, işte terki emredilen bu fazlalık faizdir. Haram
kılınması ile beraber borçlunun üzerinden düşmektedir. Borçlu haram kılındığı
andan itibaren faiz vermemek ve onu kendisi için kullanmak hakkına sahiptir.
Ancak sahibinin tahrim
ayetinden önce almış olduğu faizle ilgili olarak da şöyle buyrulmuştur:
"Geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah'a kalmıştır" Yani geçmişte
alınmış faizler alan kişiye aittir ve onun bu işi sadece Cenab-ı Hakk'a
kalmıştır. Dilerse affeder. Borçlunun daha önce ödediği faizleri geri isteme
hakkı yoktur. Allah'tan kendisine bir öğüt gelip de bu öğüde uyanların
günahları affedilmesi veya cezalandırılması Allah'a kalmıştır.
"Geçmişte olan
kendisinindir ve işi Allah'a kalmıştır" ifadesi bu günahtan samimiyetle
tevbe edenlerin bağışlanacaklarına işarettir.
Sonra "Allah'tan
korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız faiz olarak artan miktarı almayın."
buyrularak bundan sonra kalan faizlerin alınmaması emredildi. Yoksa daha önce
alınan faizlerin geri ödenmesi kesinlikle emredilmedi.
Ve sonra: "Eğer
tevbe edip faizcilikten vaz geçerseniz sermayeniz sizindir." buyrularak
daha önce alman faizler hususunda şart koşulmadı.
Bu hüküm kafir iken
faiz alan ve sonra müslüman olup, bizim hükmümüze baş vuran kimse için de
geçerlidir. Kafirlerin diğer ticari işlerden kazandıkları mallar gibi, onun
kafir iken faizden kazandığı mallar müslüman olduktan sonra da kendisinindir.
Kafir iken içki satıp parasını alması ve sonra da müslüman olması durumunda da
böyledir. Aldığı bu para ona helaldir. Zira Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
"Kim bir şey üzerine
müslüman olursa o şey onundur."[187]
Müslümanlar bu konuda
üç durum üzeredirler:
1- Bazen
ictihad ve taklid ile bu konudaki bazı riba çeşitlerinin helal olduğu
yanılgısına kapılabilirler.
2- Bazen
cehaletleri nedeniyle yapılan işin riba olduğunu bilmeyebilirler.
3- Bazen de
bile bile haram işlemektedirler.
Birinci ve ikinci
durumlarda alınan malın daha sonra riba olduğu anlaşılırsa bu konuda iki görüş
vardır:
Aynı gaspçı gibi
aldığı riba malı iade eder denildiği gibi iade etmez de denilmiştir ki doğru olan
da bu görüştür. Çünkü o bunun helal olduğuna inanıyordu. Kafir şahsın geçmişte
haram yoldan elde ettiği kazancı, müslüman olduktan sonra da helal oluyorsa,
yanlış tevil sonucu haram mal elde eden müslümanın tevbe etmesi durumunda elde
ettiği mal kendisine helal olur. Çünkü bazı alimlerin fetvası gereği helal
inancıyla böyle bir malı alması durumunda, daha sonra aldığı malın helal
olmadığı anlaşılması ve tevbe etmesi halinde bağışlanması evladır. Çünkü o,
kafire göre daha çok özür sahibi sayılır.
Bilgisizliği ve
cehaleti yüzünden haram işleyen müslümanın durumu ise, bunun kadar kolay
olmamakla beraber kafirden daha kötü de değildir.
Cehaleti yüzünden bazı
vacipleri terkeden bir müslümanın daha sonra bunları kaza etmesi gerekir mi?
Bu konuda iki görüş olmakla beraber, tercih ettiğimiz görüşe göre kaza etmesi
gerekmez.
Bu meselenin aslı şu
sorudur: Kendisine hitap ulaşmadan önce bir müslüman hakkında hitabın hükmü
sabit olur mu? olmaz mı?
Bu konuda Ahmed'in ve
diğerlerinin mezhebinde iki ayrı görüş mevcuttur.
Deve ağılında namaz
kılan veya deve eti yedikten sonra abdest tazelemeden namaz kılan kişiler bu
konudaki naslar açığa çıktıktan sonra, namazlarını iade etmeleri gerekir mi
gerekmez mi? Bu konuda Ahmed'den iki ayrı rivayet vardır.[188]
Ben birçok yerde,
muhtelif deliller ile böylesi durumlarda namazın iadesinin gerekmediği görüşünü
savundum. Bu delillerden bazıları şunlardır:
1- Ömer ve
Ammar'ın[189] kıssaları. Her ikisi de
cünüp idiler. Bu nedenle Ömer namaz kılmamıştır..Peygamber (s.a.v.) daha sonra
ona namaz kılmasını emretmedi.[190]
2- Ebu Zer hadisi. Peygamber (s.a.v.) ona da
namazı kılmasını emretmemiştir.[191]
3- Müstehaza
hadisi[192]
4- Namazı
yanlış kılan bedevi hadisi[193]
Rasulullah ona geçmiş namazları değil, vakti henüz çıkmamış olan hazır namazı
iade etmesini emretti.
5- Siyah
iplik ile beyaz ipliği birbirinden ayırt edinceye kadar sahurlarını yiyenlerin
hadisi. Bunlar da daha sonra oruçlarını tekrarlamakla emredilmediler.[194]
Şeriat emir ve
yasaklar bütünüdür. Emir hükmü ancak, emir hitabının ulaşmasından sonra vaki
olduğu gibi yasak hükmü de böyledir. Bir kimse haram olduğunu bilmeden bir şey
yapsa, sonra bunun haram olduğunu öğrense, o kimse bundan dolayı
cezalandırılmaz. Bunun gibi bir kimse haram olduğunu bilmeden ticaretine bazı
faiz işleri karıştırsa ve bundan para kazansa, o kimse daha sonra Rabbinden
gelen öğüte kulak verip faizi terkettikten sonra daha önce faizden kazandığı
mallar helal hükmündedir ve kendisine aittir. Bu kimse kafirden daha kötü
değildir ki, kafir küfründen döndükten sonra kazandıklarının tamamı helal
olarak kendisine aittir. Haram olduğunu bilmeden şarap, haşhaş ve köpek satıp
parasını almak da bunun gibidir.
Semure'nin[195]
içki satıp parasını aldığı Ömer'e ulaşınca şöyle dedi: "Allah Semure'yi
katletsin. Rasulullah'ın şöyle dediğini bilmiyor mu: 'Allah bir kavme bir şeyin
yenmesini yasaklamış ise, onun parasını da yasaklamıştır."[196]
Bazı cizye
memurlarının ehl-i kitap tancizye karşılığı şarap alıp, sonra bunu sattıklarını
duyan Ömer şöyle dedi:
"Ehl-i kitap
şarabını kendisi satsın; sonra siz bunun parasını alın" demiştir.[197]
Burada şuna dikkat
edilmelidir: Ömer Semure'ye içki satışından elde ettiği parayı geri iade
etmesini emret-memiştir. İçki ehl-i kitaba satılmış ve onlar da bundan faydalanmışlardır.
Haram olduğunu
bilmeden parasını almak günah değildir, ve bu para geri iade edilmez. Nasıl ki
kafir küfründen tevbe ettikten sonra geçmişte İslama göre haram yollardan kazandığı
şeyler, artık kendisi için helal ise müslümanın da haramlığını bilmeden
kazandığı mallar kendisine aittir. Kur'an şu kavliyle bunu teyid etmektedir:
"Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vaz geçerse,
geçmişte olan kendisinidir." Bu hüküm geneldir. Kim Rabbinden gelen öğüte
uyarsa, geçmişte kazandıkları kendisine aittir. Bu hükmün müslü-man hakkında sabit
olduğunu şu kavl-i ilahi delalet etmektedir.
"Ey iman edenler!
Allah'tan korkun. Faizt)lârak artan miktarı almayın"
Hakk teala mü'minlere
şimdiye kadar aldıklarını iade etmeyi değil, o andan itibaren faizi terketmeyi
emretmiştir. Şimdiye kadar faiz olarak almış oldukları malların yine
kendilerine ait olduğu Kur'an'da yine şöyle ifade edilmiştir: "Geçmişte
olan kendisinindir ve işi Allah'a kalmıştır." Allah kullarından tevbeyi
kabul eder. Eğer denilse ki bu hüküm sadece kafirler hakkındadır. Denilir ki:
Kur'an'da buna delalet eden herhangi bir hüküm yoktur.
"Bundan sonra
kime Rabb'inden bir öğüt gelir de faizden vaz geçerse, geçmişte olan
kendisinindir." kavl-i ilahisi kafirleri de kapsamakla beraber, onlardan
önce ve evlaviyetle müslümanları kapsamaktadır.
Zeyd b. Erkam'ın[198]
kıssasında olduğu gibi Aişe muamelatına riba bulaştıran kadına:
"Ne kötü
yapmışsın, ne kötü yapmışsın! Zeyd'e söyle tevbe etmediği taktirde Rasulullah
(s.a.v.) ile birlikte yaptığı cihadın sevabından mahrum olacaktır." dedi.
Kadın:
"Ey mü'minlerin
annesi, sadece sermayemi alsam ne dersin?" demesi üzerine Aişe:
"Bundan sonra
kime Rabb'inden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse geçmişte olan
kendisinindir ve işi Allah'a kalmıştır." kavl-i ilahisini okudu.743
Hatta şunu dahi
söyleyebiliriz: Bu ayet bilerek haram işlediği halde, Rabb'inden gelen öğüte
kulak verip haram işlemeyi terkedenleri de kapsamaktadır. Cenab-ı hak tevbe
eden herkesin tevbesini kabul eder ve geçmişte işlenilmiş kötü fiil, sanki hiç
işlenilmemiş gibi olur. Ayet: "Geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah'a
kalmıştır" ifadesiyle bu kimseleri de kapsamaktadır. Bundan sonra gelen şu
ilahi hitab da buna delalet eder:
"Ey iman edenler!
Allah'tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız, faiz olarak artan miktarı
almayın." Ve:
"Eğer tevbe edip
faizcilikten vazgeçerseniz sermayeniz sizindir."
Tevbe kafirleri
kapsadığı gibi, günahkar müslümanı da kapsamaktadır. Riba'lı işleme giren kişi
tevbe ettiği zaman, sermayesi kendisinindir ve bundan önce aldığı faizleri
iadeyle memur değildir.
"Bundan sonra
kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vaz geçerse geçmişte olan
kendisinindir"
Bilerek faiz yiyen ve
yediren melundurlar.744 Tevbe ettikleri taktirde günahları bağışlanır. Daha
önce alınmış olan faiz, faizci tarafından kullanılmış veya harcanıp tüketilmiş
veya baki kalmış olabilir. Alınan faiz malı tamamen harcanmış ve borca dönüşmüş
ise bu büyük bir zarardır. Bu durumda iyilik olarak onun üzerindeki borçlar
silinebilir. Zimmetinde kalanlar ise, diğeri ona gönül rızasıyla vermiştir. Ve
faizi alan da veren de melundurlar.
(743) Be eser rivayeti
için bkz: İbn Ebi Hatim, Tefsir: 3/1134-1135, Darekutni: 3/52, Beyhaki
Sünenü'l-kiibra, Kitabu'1-buyu: 5/330, İbn Kesir, Tefsir: 1/484, İbn Kayyim,
İ'lamu'l-muvakkiin: 3/219.
(744) Cabir b. Abdullah'tan Rasulullah (s.a.v.)
faiz yiyene, yedirene, yazana ve şahidlik edene lanet etti ve "Onlar
bunda eşittirler" buyurdu.,Müslim, kitabu'l-musakat: 2/1219.
311
Bir adam diğerine
malını telef etmesini söylese o da etse, her ikisi de zalim olmakla beraber
malın telefini emreden adam bunu karşılamak zorunda değildir. Aynı şekilde
kölemi öldür, diyen adamın da durumu böyledir ki bu görüş Ahmed ve başkaları
tarafından benimsenmiştir.745
Aynı şekilde
faizcileri bu işe teşvik edenler faiz işlemlerini kabul edenlerdir.
Dolayısıyla bu insanların karşılaşacakları zararlar karşılanmaz. Yine bir çok
alim hırsız üzerinde iki ceza birden vaki olmaması için, had ile beraber
hırsızın çaldığı malın tazmini ile sorumlu tutulamayacağını söylemişlerdir.746
O halde faizci
üzerinde, geri kalan faizlerin düşürülmesi ve daha önce alınan faizlerin geri
ödenmesi gibi iki cezanın uygulanmaması evlaviyetle daha gereklidir. Malın
aynısı baki olsa bile o hırsız veya gaspçı gibi bunu malın sahibinden zorla
almış değildir. Bilakis o bu malı haram olsa da, her ikisinin rızasına dayanan
bir sözleşme ile almıştır. Nasıl kafir müslüman olduktan sonra aldığı faizi
geri iade etmiyorsa, günahkar müslüman da tevbe ettikten sonra, geçmişte aldığı
faizleri geri ödemez.
(745) Bkz.
Keşfu'l-kanaa an metni'1-iknaa: 4/112.
(746) Hırsızın veya
gasıbçının çaldığı malın aynısı mevcut ise çalınan bu malın aynısının sahibine
iadesi konusunda tüm alimler müttefiktirler. Ancak çalınan şey telef olmuş ise
bu konuda alimler ihtilaf etmişlerdir. Hırsızın elinin kesilmesiyle beraber,
çalman şeyin tazmini gerekir mi gerekmez mi?
Ebu Hanife eli kesilen
hırsız aynı zamanda malın tazmini ile cezalandırılmaz. Çünkü konuyla ilgili
ayette "Hırsızlık eden erkek ve kadının yaptıklarına karşılık bir ceza ve
Allah'tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet
sahibidir." (Maide: 5/38)
buyurulmakta fakat
malın tazmininden bahsedilmemektedir.
Şafii, Ahmed, İshak,
Nehai, Leys ve Ebu Sevr ise; ister ödeyebilsin, ister ödeyemesin malın tazmini
ile yükümlüdür. Ödeyemezse üzerine borç kalır, dediler. Ata, İbn Şirin, Şa'bi
ve Mekhul ise, eli kesildiği taktirde hırsızdan malın tazmini istenmez dediler.
İbn Arabi ve Kurtubi
Şafii'nin görüşünü tercih etmişlerdir.
Bkz. Ahkamu'l-Kur'an
Cassas: 2/431-432, Ahkamu'l-Kur'an İbn Arabi: 2/113-114, Camiu'l-Ahkam Kurtubi:
6/165-166.
312
"Bundan sonra
kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vaz geçerse geçmişte olan
kendisinindir ve işi Allah'a kalmıştır."
Şöyle denilebilir:
Şarabın parası veya fahişenin fuhuştan aldığı para veya kahinlerin kehanetleri
karşılığında aldıkları ücret gibi kötü kazanç sahipleri tevbe ettekten sonra,
aldıkları parayı sahiplerine iade etmeyecekleri gibi, ulemanın tercih
ettikleri görüşe göre tasadduk etmeleri gerekir.
Şarabı taşıması için
kiralayan hammal meselesinde Ahmed, onun ücret alabileceğini, fakat alınan bu
ücreti yiyemeyeceğini söylemiştir. Çünkü hammallık caizdir ve ücreti
haketmektedir fakat şarap sahibinin kasdından dolayı aldığı ücreti yiyemez.747
Aynı şekilde şarap
yapan kimseye üzüm veya meyve suyu satan kişiye, üzüm ve meyve suyunu geri
vermek mümkün olmadığından , bunun ücreti verilir. Hiçbir akıllı üzümü alıp
şarap yapana o üzümün parası geri verilir, diyemez. Bu meselede en fazla şu denilebilir:
Şarapçıya üzüm satan kişi aldığı bu parayı sadaka vermelidir.
Buna kıyasla aynı şey
faiz içindir denilirse şöyle cevap verilir: Buradaki haramkk Allah'ın
hakkından dolayıdır. Çünkü nefis haram olan şarabı ivaz etmiştir. Diğerinde
ise haramlık beşeriyete yönelik bir zulümden kaynaklanmaktadır.
Ayrıca faizin geri
iadesi durumunda bu suistimal edilecek ve kötü niyetli kimseler insanların
sermayelerini alıp kullandıktan sonra verdiği faiz fazlalığını geri
isteyecektir. İnsanların rızası ve borç olmaksızın onların paralarını kullanarak
kendisine haksız kazanç temin edeceklerdir. Bu kapının da kapatılması gerekir.
(747) İçen veya yiyen
kimse için ücretiyle şarap, domuz eti veya leş taşımak caiz değildir. Şafii,
Ebu Yusuf ve Muhammed'in görüşleri de böyledir. Fakat Ebu Hanife caiz demiştir.
İmam Ahmed de böyle
bir iş yapan hammalın aldığı ücreti yemesinin mekruh olduğunu söylemiştir.
313
Bu mesele tahkik ve
araştırma gerektirmektedir. Biz, kitap, sünnet ve içtihadın ışığında şundan
kesin olarak eminiz ki, yanlış te'vil veya cehaletleri yüzünden faiz alanlar,
tevbe ettikten sonra bunu geri iade etmezler. Haramlığını bilerek faiz
yiyenlerin durumu ise araştırma gerektirmektedir.
Bu konuda bazıları
şöyle demektedirler: Haram olduğunu bildiği halde içkiden para kazanıp sonra
tevbe eden kimsenin geçmişte haram yoldan kazandığı bu para şimdi de kendisine
aittir.
Aynı şekilde haram
yoldan para kazanan herkes, şayet bu malı veren kimse gönül rızası ile vermiş
ise, tevbe ettikten sonra, geçmişte kazandıkları ona aittir. Tevbe etmeden önce
fahişelik veya kahinlik yapan kimselerin bu çirkin işlerden kazandıkları para
da böyledir.
Bu görüş seri usulden
çok da uzak bir görüş değildir. Bu görüş ayeti kerimelerde geçtiği gibi tevbe
edenle, etmeyeni birbirinden ayırmaktadır.
"Bundan sonra
kime Rabbinden bir öğüt, gelir de faizden vazgeçerse geçmişte olan
kendisinindir." Ve:
"İnkar edenlere
eğer vazgeçerlerse, geçmiş (günahların) bağışlanacağını söyle." (Enfal: 8/38)
Bu hüküm kafirler
hakkında kesin mütevatir hadisler ve müslümanların ittifakları ile sabittir.
Bir kafir müslüman olduktan sonra, geçmiş namaz, oruç ve zekatı kaza etmek
zorunda değildir ve eski dinine göre, helal olduğu inancıyla kazandığı mallar
kendisine aittir.
Geçmişte namaz ve oruçlarını
aksatan müslümanın tevbe ettikten sonra bunların kazasının gerekip gerekmediği
konusunda ihtilaf vardır.2 Bu hususu kuvvetlendirendir diğer şey de bu malın
hiçbir şekilde telef olmadığı gerçeğidir. Fuhuş ve içki satışı yoluyla elde
edilen mal, ya sadaka verilir veya zina eden ve içki içene verilir veya bu
tevbekar kimsenin elinde kalır.
314
Paranın zinakar ve
içkiciye geri verilmesi söz konusu olamaz. Bu büyük ve kat kat daha fazla
fesada yol açar. Kendi rızasıyla para verip, zina eden bir kimseye parasını
iade etmek, onu günaha teşvik etmekten başka bir şey değildir.
Bu paranın sadaka
olarak verilmesi uygun bir görüştür. Fakat bu kimse fakir ise, elinde bulunan
bu mala diğer fakirlerden daha layıktır. Ben birçok kez bu doğrultuda fetva
verdim. Tevbekar fakir ise, kötü yoldan kazandığı paradan ihtiyacı kadarını
alabilir. Çünkü o buna başkalarından daha layıktır ve bu onun tevbesini yerine
getirmeye destek mahiyetindedir. Eğer bu malın tamamını çıkarmak zorunda
bırakılırsa, o bundan büyük zarar görecek ve tevbeden yüz çevirecektir. Şeriat
usulünü inceleyen kimse görecektir ki islam insanları tevbeye çekmek için
onlara her türlü kolaylık ve hoşgörüyü göstermektedir.
Aynı şekilde mücerret
olarak parayı almada herhangi bir zarar yoktur. Para alındığı anda sahibinin
mülkünden çıkmış olur ve paranın aynısı haram değildir. Haram olan, o paranın
günaha vesile kılınmasıdır. Tevbe günahı düşürdüğüne göre bu para fakir olan
alıcısı için helal olmaktadır. KÖ-tü yoldan para alan kimsenin zengin olması
halinde, infak etmesi daha evladır. Bununla bu tür kötü yollardan para
kazananların tevbeleri kolaylaştırılmış olmaktadır.
Faiz ise sahibinin
onayı ile alınmaktadır. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Bundan sonra
kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vaz geçerse geçmişte olan
kendisinindir ve işi Allah'a kalmıştır."
Yoksa kim müslüman
olursa veya haramlığını anlarsa de-nilmemektedir. "Bundan sonra kime
Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse" buyrulmuştur ki öğüt,
bilmeyerek haram işleyenden çok, bilerek haram işleyenlere yöneliktir. Hak
teala şöyle buyurdu:
315
"Eğer inanmış
insanlarsanız Allah, bir daha buna benzer tutumu tekrarlamaktan sizi sakındırıp
uyarır."
(Nur: 24/17)
"Onlar, Allah'ın
kalplerindekini bildiği kimselerdir, onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve
onlara, kendileri hakkında tesirli söz söyle." (Nisa: 4/63)
Ve yine: Bunda orta
yol vardır. Nasıl borçlu baki kalan faiz fazlalığını ödemiyorsa, faiz fazlalığı
alan kimse de geçmişte aldığı faizleri ödemekle sorumlu değildir. Geçmiş
faizlerden onu sorumlu tutmak, borçludan bundan sonra da faiz ödemesini istemek
gibi çirkindir. Her ikisi de zulüm ve aşırılıktır. Oysa islam orta yolu tercih
etmemizi emreder. Allah daha iyi bilir.
316
FASL FAİZ ÜZERİNE
Faiz konusunda metinler,
meani ve eserler üzerinde yaptığım araştırmalar sonucu -Güç ve kuvvet sadece
Allah'ındır ve istihareden sonra- faizin aslının Riba-ı Nesie/vadeli faiz
olduğunu anladım. Paranın belli bir vakite kadar, daha fazla paraya satılması
veya borcun ertelenip, alacak miktarının artırılması bu kabildendir, cahiliyye
döneminde yaygın olan faiz de bu idi. Ahmed b. Hanbel'e kesin faiz hakkında
sorulmuş o da bu cevabı vermiştir:
"Borcun ödemesi
geldiğinde alacaklı:
"Borcunu ödeyecek
misin, yoksa artırmayı mı düşünüyorsun?" diye sorar. Eğer borçlu kabul
ederse, vade (ödeme süresi) uzatılır, buna karşılık borcun miktarı artırılır.
Böylece borçlu daha da borçlanırken, alacak sahibi hiçbir çalışma yapmaksızm
oturduğu yerden servetine servet katmış olur.
İşte Allah bunu haram
kılmıştır. Çünkü burada ihtiyaç içinde kıvranan borçluya zarar ve insanların
mallarını batıl ile yemek sözkonusudur.
Zamanımızda birçok
meşhur alim, faizin haram kılınmasının hikmetlerini bilmediklerini
söylemektedirler. Bunun nedeni, onların haram kılman şeylere topluca bakıp,
bundaki zararı görememeleridir.
Meseleyi şöyle tahkik
ettik:
Faiz açık ve gizli
olmak üzere iki çeşittir. Açık faiz ihtiva ettiği zarar ve zulüm nedeniyle
haram kılınmıştır. Gizli faiz ise, açık faize vesile teşkil etmesi nedeniyle
haramdır. Nesie faizi de açık faizdir. Çünkü ihtiyaç sahibi borçlulara büyük
zararlar vermektedir. Bu zararlar herkesçe bilinmektedir. Zengin bu yolla
hiçbir zahmet çekmeksizin fakiri sömürmekte ve haksız yere insanların mallarını
yiye-
317
rek servetini daha da
şişirmektedir. Bu nedenle Cenab-ı Hak faizi sadakanın zıddı saymıştır.
"Allah faizi
mahveder, sadakaları çoğaltır."
(Bakara: 2/276)
"İnsanların
mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir faiz, Allah katında artmaz.
Allah'ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekata gelince, işte zekatı veren o
kimseler, evet onlar kat kat arttıranlardır."(Rum: 30/39)
Ve Hak teala
peygamberine ilk indirdiği ayetlerden birinde şöyle buyurdu:
"Yaptığın iyliği
çok görerek başa kakma"
(Müddessir: 74/6)
Ve şöyle buyurdu:
"Ey iman edenler!
Kat kat artırılmış olarak faiz yemeyin. Allah'tan sakının ki kurtuluşa
eresiniz. Kafirler için hazırlanmış bulunan ateşten sakının! Allah'a ve
Rasulüne itaat ediniz ki size merhamet edilsin. Rab-binizin bağışına ve takva
sahipleri için hazırlamış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete
koşun! O takva sahipleri ki, bollukda da, darlıkta da Allah için harcarlar,
öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta
bulunanları sever."
(Al-iimran: 3/130-134)
İnsanlara zulüm olan
faiz yasaklandı, bunun yerine insanlara iylikte bulunmak emredildi.
İbn Abbas'ın Üsame'den
rivayet ettiği hadiste Rasulul-lah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Riba, ancak
veresiyede (nesi') olur."748
Fakat bu sınırlama
ile, kemalin husulü amaçlanmıştır. Tam kamil anlamıyla faiz, veresiyede
geçmektedir. Tıpkı İbn Mesud'un: "Alim, Allah'tan korkan kişidir."749
sözü de bu kabildendir. Buna benzer birçok sınırlama ifadesinden biri de şu
kavli ilahidir.
318
"Mü'minler ancak,
Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın ayetleri
okunduğunda imanlarını arttıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen
kimselerdir."
(Enfal: 8/2)
Riba-ı fazl'a
(Fazlalık faizine) gelince; fazl faizi, seddü'z-zeria (vesileyi engelleme) için
yasaklanmıştır. Müsned'de geçen Sa'd'ın750 merfu hadisinde şöyle buyurulmuştur:
"Bir dirhemi iki
dirheme satmayın. Muhakkak ki ben sizin remaya düşmenizden korkarım ki rema
faizdir."751
Fazl faizi konusunda
selef ve halef ihtilafa düşmüştür. Seleften bir gurup fazl ribasının tüm
çeşitlerini helal kabul etmiştir. İbn Abbas, İbn Mesud ve Muaviye fazl
ribasını helal kabul edenlerdendirler. Hatta Muaviye altın veya gümüş su kabını
ağırlığından fazla bir fiyata sattı. Onun bu tavrını gören Ubade b. Samit752,
Ömer'e giderek Muaviye'nin bu tavrını ona şikayet etti.753
(748) Buharı, Kitabu'I-Buyuu: 3/31, Müslim,
Kitabu'l-musakat: 2/1217-1218.
(749) Buna benzer bir
sözü Suyuti, Dürerü'l-Mensur: 7/20'de naklet-miştir.
(750) Sa'd b. Malik
Sinan. İmam ve mücahid. Medine müftüsü. Ebu Said el-Hudri. Hendek ve Rıdvan
beyatına iştirak etti. Fakih ve mücte-hid sahabelerdendir. 1170 hadis rivayet
etmiştir.
(751) İbn Ömer'in
hadisinden Ahmed merfu olarak tahric etmiştir. (Müsned: 2/109.)
(752) Ubade b. Samit
b. Kays. İmam ve lider. Ebu'l-Velid el-Ensa-ri. Akabe biatinin emirlerinden ve
sahabenin büyüklerinden biridir. Bey-tü'1-makdis'e yerleşti. H. 35 yılında
vefat etti.
(753) Ata b. Yasir
(r.a.) 'dan: Muaviye altın veya gümüş su kabını ağırlığından fazla bir fiyata
sattı. Ebu'd-derda şöyle dedi:
"Rasulullah'm bu
gibi alışverişleri misli misline olmadığı için yasakladığını duydum."
Muaviye şöyle cevap verdi:
"Bu gibi şeylerde
ben bir sakınca görmüyorum." Bunun üzerine Ebu'd-Derda şöyle dedi:
319
Ubade, peygamberin
altı cins hakkındaki hadisini rivayet etmiştir. Muaviye ile O'nun arasındaki
tartışmanın Kıbrıs seferinde geçtiği söylenir fakat bu doğru değildir. Muaviye
Kıbrıs'a Osman'ın hilafeti döneminde sefer düzenlemiştir. Daha önce Ömer'den
izin istemiş fakat o, deniz yolculuğuna izin vermemiş, Osman halife olunca
izin istemiş o da izin vermiştir.
Milhan'ın kızı Ümmü
Haram754 bu gazvede Kıbrıs'ta şehid düşmüştür. Peygamber (s.a.v.) daha önce bu
gazvenin vuku bulacağını haber vermişti755. Bu rivayet, denizde yolculuğun ve
savaşın cevazına delil olarak kabul edilmiştir.
"Muaviye'ye karşı
beni savunacak kimse yok mu? Ben ona Rasulul-lah'dan söz ediyorum, o bana kendi
görüşünü söylüyor." sonra Muaviye'ye şöyle çıkıştı:
"Senin bulunduğun
yerde yaşamak bana haram olsun" Sonra Ebu'd-Derda Ömer'e gelip bu olayı
anlattı. Ömer de Muaviye'ye:
"Bunu ancak bu
şekilde ve tartıda aynı ve eşit olarak sat, başka türlü satma!" diye
yazdı." ■
Malik, Muvatta,
Kitabu'l-buyuu: 2/634.
Aynı hadis Ubade b.
Samit için de rivayet edilmiştir. Dolayısıyla bu olayın Ebu'd-Derda ve Ubade
ile ayrı ayrı tekrarlanmış olması muhtemeldir.
(754) Ümmü Haram binti
Milhan b. Halid b. Zeyd b. Haram. Ümmü Selim'in kız kardeşi. Enes b. Malik'in
teyzesi ve Ubade b. Samit'in hanımı. Peygamber (s.a.v.) ona saygı gösterir ve
evinde ziyaret ederdi. H. 28 Kıbrıs.savaşında vefat etti.
(755) Hadisin metni
şöyledir: "Rasulullah (s.a.v.) Ümmü Haram'ın Ubade b. Samit ile evli
olduğu zamanlar evine gider onu ziyaret ederdi. Yine böyle bir ziyaretinde Ümmü
Haramı'ın evinde bir yere yaslanarak uyudu. Sonra gülümseyerek uyandı. Ümmü
Haram:
"Ya Rasulallah
neden gülüyorsun?" diye sordu. Rasulullah (s.a.v.): "Rüyamda
ümmetimden bir takımların, yeşil deniz üstünde kralların tahtlara kuruldukları
gibi gemilere binerek Allah yolunda savaşa gittikleri gösterildi. Onlara
gülüyorum." buyurdu. Ümmü Haram:
320
Fakat Ubade'nin Ömer'e
şikayeti Kıbrıs gazvesinden öncedir. Muaviye Rum diyarındaki Kayseri şehrini
fethet-miştir. Bu tartışma da herhalde orada geçmiştir. Kayseri'nin fethinde
müslümanlar altın ve gümüşten mamul güzel bir su kabını ganimet olarak ele
geçirmişlerdi.
Muaviye güzel
işlemesinden dolayı yirmi dirhemlik bir. kabı otuz dirheme sattı. Ubade buna
karşı çıkınca Muaviye ile karşılıklı tartıştılar. Bu kıssa meşhurdur.756
Ebu Said el-Hudri ve
başka sahabeleri İbn Abbas'ın görüşünü reddetmişlerdir. Ebu Said el-Hudri
ayrıca bu konuyla ilgili Hayb'er hadisini rivayet etmiştir:
"Peygamber
(s.a.v.) Hayber'de adam çalıştırdı. Onlara iyi hurma getirtti. Bunun üzerine
Peygamber (s.a.v.) ona sordu:
"Hayber'in bütün
hurmaları böyle midir?"
"Biz iki sa'
verip bir sa', üç sa' verip iki sa' (iyi hurma) alıyoruz" deyince şöyle
buyurdu:
"Böyle yapma.
Hepsini dirhemler karşılığında sat, sonra o paralarla iyi hurma satın
al."757
Sonra insanlar
hakkında çeşitli hadisler varid olan altı sınıf üzerinde fadl faizinin haram
olduğu hususunda ittifak
"Ya Rasulallah
benim de onlardan olmam için dua buyurunuz." dedi. Rasulullah (s.a.v.)
dua etti. Sonra Rasulullah (s.a.v.) bir yere yaslaT narak tekrar uyudu. Derken
gülümseyerek uyandı. Ümmü Haram:
"Ya Rasulallah!
Niçin gülümsüyorsun?" dedi. Rasulullah (s.a.v.)
"Ümmetimden bir
kısmına kralların tahtlara kuruldukları gibi kara nakliyeler üzerinde ihtişamlı
bir şekilde gazaya gittikleri gösterildi." dedi. Ümmü Haram:
"Beni onlardan
kılması için dua buyur." dedi. Rasulullah (s.a.v.):
"Sen
birincilerdensin, sonrakilerden değilsin" buyurdu.
Ümmü Haram Muaviye
zamanında deniz yolculuğuna katıldı. Denizden karaya çıkarken bineğinden
düşerek öldü."
Buhari,
Kitabu't-ta'bir: 8/73.
(756) Müslim,
Kitabu'l-musakat: 2/1210,
(757) Buhari, Kitabu'l-Vekalet: 3/61, Müslim,
Kitabu'l-Musakat: 2/1210.
321
ettiler. Ubade ve
başkalarının peygamberden (s.a.v.) rivayet ettikleri hadiste şöyle buyruldu:
"Altın altınla,
gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpa ile, hurma hurma ile, tuz tuz ile
aynı, eşit ve peşin değiştirilip satılır. Bu sınıflar değişik olursa, peşin
olduğu sürece nasıl isterseniz öyle satın."758
Bu altı sınıfın
dışındaki sınıflar üzerinde ise değişik görüşlere ayrılmışlardır.
Bir grup bu altı sınıf
dışında fazl ribası olmadığını söyledi. Bu görüş Katade'den nakledilmiştir.
Zahiriyye mezhebi de bu görüştedir.7S9 İbn Akil de760 son yazdığı eserlerde
riba konusunda kıyası kabul etmekle beraber, bu görüşü tercih etmiştir. İbn
Akil ayrıca şöyle dedi: Riba meselesinde kıyasın illetleri, zayıf illetlerdir.
İllet zahir olmadığı zaman kıyas yapılmaz.
Bir gurup ise ölçülen
ve tartılan her şeyde fazl faiz bulunduğunu ve haram olduğunu söyledi. Bu
görüş Ammar b. Yasir'den rivayet edildiği gibi761 meşhur rivayete göre Ahmed,
Ebu Hanife ve daha başkaları da bu görüştedirler.762
Bir diğer gurup ise
ölçülüp tartılan cinsten olmasa da yenecek şeylerde haram olduğu görüşünü
benimsedi. Şafii763 ve bir rivayete göre Ahmed764 bu görüştedirler.
(758) Müslim,
Kitabu'l-musakat: 2/1211.
(759) Bkz: el-MuhalIa:
8/468-489.
(760) Hanbeli alimi.
Ebu'1-vefa Ali b. Akil b. Muhammed b. Akil el-Bağdadi. Kitabu'l-funun ve
umdetli'l-edille gibi eserleri vardır. 513 yılında vefat etti.
(761) Musannifu Ebu
Bekir b. Ebi Şeybe: 6/112, İbn Hazm Muhal-la: 8/484.
(762) Bkz: Ahkamu'l-Kur'an (Cassas): 1/465,
El-Hidaye: 3/61, Camiu'l-Ahkamu'l-Kur'an: 3/352-353.
(763) Bkz:
Muğni'l-muhtac: 2/22, el-Muhalla: 8/473.
(764) Her iki rivayet
için Bkz: el-Muğni: 4/126.
322
Bazıları ise yiyecek
şeylerin ölçülüp tartılan cinsten olması halinde haram olduğu görüşünü
benimsediler. Said b. Müseyyib76S bir rivayete göre Şafii766 ve Şeyh Ebu Muhammed'in767-768
ihtiyar ettiği üçüncü bir rivayete göre Ahmed bu görüştedir.769
Malik de fadl
ribasınıh yaşamak için gerekli olan gıdalarda haram olduğu görüşündedir ki
onun bu görüşü tüm bu görüşler içinde tercihe şayan en güçlü görüştür.770
Ayrıca müteahhirinden
bazıları riba-i fazl'ın tüm mallarda haram olduğunu söylemişlerdir. Fakat
mütekaddimden bu görüşe iştirak eden birisini bilmiyorum.
Ben derim ki: Dirhem
ve dinarlardaki illet, bunların para olmasıdır. Çünkü bu iki parayı tartılan
şeylerde bakır ve başka şeylerle şelf yapmak caizdir. Bakırda faiz cari
olsaydı belli bir güne kadar hurmanın buğday ile, dirhemin dinar ile
satılmaması gibi, belli bir güne kadar tartılan bir şey, tartılan başka bir şey
ile satılmazdı. Bunun kıyasın hilafına olduğunu onlar da kabul etmektedirler.
İlletin düşmesi halinde, o illetin batıl olduğu anlaşılır.
Aynı şekilde bir başka
yerde açıkladığım gibi ölçülmesi veya yenilmesi illeti, hükmü gerektiren bir
illet değildir. Fakat dirhem ve dinar, satılan şeylerin parasıdır. Para ise
kendisiyle eşyanın değerinin bilindiği bir ölçüdür. Sınırlı ve mazbut olması
gerekir. Paranın kıymeti ne düşmeli ne de yükselmelidir. Paranın kıymeti düşer
veya yükselirse bu
(765) Said b.
Mtiseyyeb b. Hazn b. Ebi Vehb. Büyük imam. Medine alimi ve tabiinin efendisi.
94 yılında vefat etti.
(766) Bkz: el-Mühezzeb
fi fıkhi İmamu'ş-Şafii: 1/360.
(767) İmam, müctehid. Ebu Muhammed Abdullah b.
Ahmed b. Muhammed el-Makdisi el-Hanbeli. Muğni'nin yazan. 620 yılında vefat
etti.
(768) Bkz: el-umde:
54, 220.
(769) Bkz: el-Muğni:
4/126.
(770) Haşiyetü'd-Desuki
ala Şerhi'l-Kebir: 3/47.
323
durumda o diğer
ticaret malları gibidir. Bu durumda malların değerlerini karşılamaya yarayan
paradan yoksun kalırız. Bilakis bu durumda para da diğer ticaret eşyaları
gibidir. Alış-verişte paranın gerekliliği insanlar için genel bir ihtiyaçtır.
Ortak pay sahiplerinden birinin payından geçmesi durumunda semen (para)
sahibinin izni dışında, ancak eşit değerde bir para ile satılabilmektedir.
Ticaret para üzerine
kurulmuştur. İnsanlar birbirlerine karşı olan alacak vereceklerini para ile
belirlerler.
Özetle malın değere
tabi tutulması genel bir ihtiyaçtır. Bu ise kendisiyle değerin bilineceği
fiyatlandırma ile olur. Fi-yatlandırma ise geçerli para birimi ile olur. Bunun
temini için paranın kıymetinin düşme ve yükselmeden uzak olarak sabit kalması
gerekir.
Altın ve gümüş parada
(Yani dinar ve dirhem) yol açtığı zarardan dolayı nesi faizin haram kılındığını
daha önce açıklamıştık. Bir kimsenin daha hafif, yarım ve çeyrek dirhemlere
ihtiyacı olur da gidip bunları sarraftan alırsa, sarraf ona bunu ancak daha
fazla ağırlıkta dirhem karşılığı satacaktır ki bu durumda para üzerinden
ticaret yapılmış olunur ki bu fazl faizidir ve nesi faizine vesiledir.
Belli bir vakit ile
dirhemi dirhem ile satmak şeklindeki para ticareti mubah görüldüğü taktirde,
dirhem para olmaktan çıkar ve diğer ticaret mallan gibi bir mal olur. Bu işlem
sonucu oluşacak fazl faizi, nesi faizine neden olduğundan haramdır. Nesi faizi
ise zararlıdır. Bu durumda para para olmaktan çıktığı için sıfatlarının muhtelif
olması hükmü değiştirmez.
Para ticaretiyle
insanlar belli vakitte değeri artacak vasıftaki paraları biriktirmeye
çalışırlar. Bazı insanların iyi paraları veya bazen bakır paraları seçip
saklamaları ve daha yüksek fiyata satmaları bu kabildendir.
Para üzerinde yapılan
bu tür ticaret yasak kılınmıştır.
324
Aynı cins para
birbirine eşittir. Birbirinden üstün kılındığı taktirde, fesat meydana gelir.
Para para olduğu için değil, mal satın almaya vasıta olduğu için değerlidir.
Tüm insanlar paraya
tevessül etmede müşterektirler. Para, tüm insanlar arasında geçerli olma
özelliğiyle bilinir. Bazı ülkelerde para daha değişik şeylerden yapılmaktadır
ki, bu da gayet makuldür. Fakat demir, pamuk, keten gibi şeylerin para olarak
kullanılması pek de makul değildir. Çünkü ticaret eşyalarının çoğu bunlardan
daha değerlidir.
' Bu tür ticaret
mallarının para olarak kullanılması doğru değildir. Çünkü bu tür şeyler para
olarak kullanıldığı taktirde, İnsanlar bunları alıp biriktirecekler dolayısıyla
halk ihtiyaç duydukları bu maddeleri temin etmede zorluk çekecektir.
Ne zaman ki belli bir
vakte kadar buğday buğday ile veya hurma hurma ile veya arpa arpa ile ve buna
benzer şeyler birbirle'ri ile satılacak olsa satılsa da satılmasa da, çeşitli
şekillerde insanlar bunlardan zarar göreceklerdir. Fakat bu mallardan bir
sınıfa sahip olup da diğer bir sınıfa ihtiyacı olan kimse önce elindeki malı
dirhem karşılığında satıp, sonra da elindeki dirhem ile ihtiyaç duyduğu sınıf
malı aldığı taktirde insanlar bu zararlardan korunmuş olacaklardır.
Yolaçtığı genel
zarardan dolayı bu gibi şeylerin birbiri karşılığında satılması yasak
edilmiştir. Ki bu faizin temeli olan nesie ribasıdır. Fakat burada nesi illeti
iki sınıfta geçerlidir. Vadeli olarak dirhemi dinar ile satmak bu kabil bir nesie
faizidir ki, bu da nas ve icma ile haram kılınmıştır.
Nesie bazen tek
sınıfta olabileceği gibi bazen de dirhem ve dinar ve insanların temel gıdaları
olan dört sınıfta olduğu gibi maksatları aynı olan iki sınıfta da olabilir.
Fazl faizine gelince;
buğday daha iyi cins bir buğday karşılığında satıldığı zaman, bu buğday ile
ticaret yapmak demektir. Önç& nakti olarak yapılan bu ticaret, sonra vadeli
325
ticarete dönüşecektir.
İnsanlar hülle
nikahında771 olduğu gibi, kanuni hilelere sapmakta mahirdirler.
Daha önce de
belirttiğimiz gibi, nesie faizine vesile olduğu için fazl faizi de Peygamber
(s.a.v.)'in şu buyruğu ile haram kılınmıştır. "Bir dirhemi iki dirhem ile
satmayın. Muhakkak ki ben sizin rema'ya düşmenizden korkarım. Rema,
faizdir." Yoksa vasıfları eşit olduğu taktirde kimse bir kilo hurmayı aynı
vasıftaki bir kilo hurmaya satmaz.
Bu tür satışlar,
birinin iyi diğerinin kötü veya birinin yeni diğerinin eski olması gibi
vasıftaki değişikliklerden dolayı yapılır. Maksat vasıfların muhtelif
olmasıdır. Bu nedenle borçta da, hangi vasıftaki mal üzerine borçlanmış ise
onun ödenmesi gerekir. Telef durumunda da böyledir. Çünkü borçta satış değil,
ariye gibi borçluyu yararlandırmak kastedilmiştir.
Bu nedenle Peygamber
(s.a.v.) para borç almaya "Min-hatü'l-verik"772 demiştir. Araplar
"Erani derahimuke" diyerek, bir süre faydalanmak ve sonra geri
ödemek üzere borç para isterler. Burada maksat paranın aynı değildir. Borçlu
vakti gelince ne kadar borç almış ise onu ödemektedir. Maksat paranın aynısı
değil, cinsidir. Bu işler gayet makuldür ve şeriat'de insanların genel
maslahatını gözeterek bu doğrultuda gelmiştir.
Burada faizi haram
kılan illet gizli olduğundan Hibru'l-ümmet olan İbn Abbas ve İbn Mesud gibi
sahabeler fazl ri-
(771) Hülle nikahı:
Kişinin üç talak sonunda boşandığı eski karısıyla tekrar evlenebilmek için
anlaşmalı olarak onun boşanmak üzere başka bir adamla evlenmesine denilir ki,
şer'an haramdır ve bunu yapanlar melundurlar.
(772) Bkz: Ahmed, Müsned: 4/285, Tirmizi, Kitabu
Birr ve's-sıla: 4/340-341.
326
basını helal
görmüşlerdir. îyi sınıf buğday veya hurmanın cinsleri için satılmaları
insanların temel ihtiyaçları edinmedeki genel çıkarlarına zarar verdiğinden
yasaklanmıştır. Satıcı bunları cinsi için, kar etmeksizin ve belli bir vakte
kadar sattığı zaman, buradaki hikmet açığa çıkmış olur.
Dirhemlerin dirhem
karşılığı ve işlenmemiş altının dirhem karşılığı satılması da bu kabildendir.
Çünkü burada işlenmemiş altın, dirhem yerindedir ki onun cinsine üstünlüğü
kastedilmemiştir. Bu nedenledir ki hadiste "İşlenmemiş altın ve aynısı
eşit olarak"773 Duyurulmuştur.
(773) Hadisin devamı
için bakınız:
Ebu Davud,
Kitabu'1-buyuu ve'1-icarat: 3/643.
327
FASL
İşlenilmiş altın ve
gümüşe gelince: Eğer işlenilen şey su kabı gibi haram bir şey ise bunun satılması
caiz değildir. Ubade'nin Muaviye'ye karşı çıktığı husus da budur. Ancak altın
ve gümüşle istenilen şey, gümüş yüzükler, kadınlar için yapılmış takılar, silah
süslemeleri gibi caiz işlemeler ise hiçbir akıllı aynı gramı ile satmaz.
Sattığı taktirde bu eşyaları işleme masrafını ziyan etmiş olur. Sari bunu
emretmekten yücedir. Hiç kimse emek verilip, üzerinde çalışılmış ve güzel bir
şekilde işlenilmiş bir gümüş yüzüğü aynı miktardaki işlenilmiş bir gümüşe
satmaz. İnsanların işlenilmesi helal olan bu tür altın ve gümüşleri alıp
satmaları genel bir ihtiyaçtır. Bunların dinar ve dirhem karşılığında satışı
yasaklandığı takdirde, insanların maslahatları ifsat edilmiş ve zarar görmüş
olur.
Bu konuda Peygamber
(s.a.v.)'den varid olan naslar tam sarih değildir. Bu naslarda genellikle
dirhem ve dinar bazılarında da altın ve gümüş ifadeleri geçmektedir.
Cumhur-u ulema, mubah
olan altın ve gümüş süslerin buna dahil olmadığını ve hatta bu gibi şeylere
zekat dahi gerekmediği görüşündedirler. Mubah olan altın ve gümüş süsler, faiz
naslarının dışındadır. Altın ve gümüş işlenildikten sonra para hükmünden,
elbise ve diğer malların hükmüne geçer. Dolayısıyla bunlardan dirhem ve
dinardan alındığı gibi zekat alınmaz ve bunları dinar ve dirhem karşılığında
satmak haram olmaz.
Peygamber (s.a.v.)
döneminde insanlar altın ve gümüşte süs eşyaları ediniyorlardı. Ve kadınlar
bunları takıyorlardı. Bayram günü Peygamber (s.a.v.) kadınlara hitaben "Cehennem
ehlinin çoğu sizdendir" buyurması üzerine, bazı kadınlar yüzük ve
gerdanlık gibi takılarını çıkarıp sadaka
328
olarak vermişlerdi.774
Bilindiği gibi
Peygamber (s.a.v.) toplanan bu yardımları yoksullara ve miskinlere dağıtırdı.
Onlar da bunları satıp ihtiyaçlarını giderirdi. Zaten herkesin bildiği gibi bu
tür şeylerin alınıp-satılması zaruri bir ihtiyaçtır. Ve yine herkes bilir ki
kimse bu tür mücevherleri para hükmündeki aynı gram altın veya gümüşe
satmaz.775
Bunu aynı ölçüye sefih
satar ki ona da yakınları şer'an haciz koydurabilirler.
Hatta o dönemde
Medine'de altın ve gümüş işleyen kuyumcular mevcut idiler. Kuyumcu işlediği
malın ücretini aldığı halde, o malın sahibi üzerine kuyumcu ücretini koymadan,
o malı satarak zarar etmesi uygun mudur? Bunu kimse tasvip etmez. Şeriatın
sahibi de bunu emir veya tasvip etmekten uzaktır.
Sahabe de böyle bir
şeyi, aynı ölçüsü ile satılmasını asla emretmemişlerdir. Aralarındaki tartışma,
sarf ve bir dirhemi iki dirhem ile satmak hususunda yaşanmıştır. İbn Abbas
caiz görürken, Ebu Said ve başkaları yasak etmişlerdir. Ömer'den ise sarf
konusunda bir nakil vardır.
Aynı şekilde fazl
ribasının yasaklanması seddü'z-ze-ria/vesilenin önüne geçilmesi babındandır.
Seddü'z-zeria ile haram kılınan bir şey, maslahata'r-raciha ile mubah kılına-bilir.
Buna bir misal verelim: Güneşe tapan ve şeytanlara secde eden kafirlere
benzememek için sabah ve ikindi namazından sonra, başka namaz kılınması
yasaklanmıştır. Fakat maslahatu'r-raciha (tercihe şayan maslahat) gereği, namazın
yasak olduğu bu iki vakitte cenaze namazı ve imamla beraber iade namazı mubah
kılınmıştır.
(774) Hadisin tam
metni için bkz:
Buhari, Kitabu'1-hayd:
1/78, Müslim, Kitabu'1-iman: 1/86-87.
(775) İşlenilmiş beş
gram bilezik, aynı ayardaki işlenilmemiş beş gram altından daha değerlidir.
Çünkü ona işleme emeği sarfedilmiştir. (Mütercimin notu)
329
Peygamber (s.a.v.)
sabah namazını kıldıktan sonra cemaate iştirak etmeyen iki kişi görünce onlara
bunun nedenini sordu. Onlar da "Bineklerimizde kıldık" deyince
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Namazlarınızı
bineklerinizde kıldıktan sonra, mescide gelip cemaatin namaz kıldığını
gördüğünüz zaman, cemaate iştirak ederek cemaatle namaz kılın. Muhakkak ki o
sizin için nafile olur."776
Ayrıca namaz kılmanın
yasak olduğu bu iki vakitte, maslahatu'r-raciha hükmünce tavaf namazı777 ve
doğru görüşe göre tahiyyetü'l-mescid778, Kusuf779 gibi bir sebebe binaen
kılınan namazlar da eda edilir.
Aynı şekilde yabancı
kadına bakmak, harama vesile olmaması için yasak edilmiştir. Fakat maslahatu'r-raciha
gereği mesela kişinin evleneceği kadına bakması caizdir.780
(776) Bkz: Ahmed, Müsned: 4/160, Ebu Davud,
Kitabu's-salat: 1/386-388, Tirmizi, Kitabu Ebvabu's-salat: 1/424-425.
(777) Cübeyr b. Mut'im'in Peygamber (s.a.v.)'den
rivayet ettiği hadis şöyledir:
"Ey Abdumenaf
oğulları gece ve gündüzün hangi saatinde olursa olsun bu evi (Ka'be'yi) tavaf
edenlere ve namaz kılanlara engel olmayın."
Şafii, Risale: 325,
Ebu Davud, Kitabu'1-menasik: 2/449-450, Tirmizi, Kitabu'1-Hacc: 3/220.
(778) Ebu Katade es-Selmi'den
(r.a.) Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "İçinizden bir kimse mescide
girdiğinde oturmadan önce iki
rekat namaz
kılsın."
Buhari,
Kitabu's-salat: 1/114, Müslim, Kitabu's-salatu'1-müsafirin: 1/495, Ebu Davud,
Kitabu's-salat: 1/218.
(779) Kusuf namazı,
kusuf olayı (güneş ve ay tutulması) ne zaman meydana gelirse o zaman kılınır.
Çünkü peygamber (s.a.v.)'den bu namazın, namaz kılınması yasak olan vakitlerde
kılınmasını yasaklayan herhangibir emir varid olmamıştır. Peygamber (s.a.v.)
döneminde güneş tutulmuş ve kusuf namazı kılınmıştır. Bkz: Buhari,
Kitabu'l-kusuf: 2/23-24.
(780) Kişinin evleneceği kadına bakmasının
caiz hatta gerekli olduğunu ifade eden
bir çok hadis vardır. Bunlardan bazıları için bkz: Müslim, Kitabu'n-nikah:
2/1040, Ebu Davud, kitabu'n-nikah: 2/565-566.
330
Cinsi ile ribevi satış
da böyledir. Harama vesile olmaması için yasak edilen ölçü ve tartılı şeyler,
ihtiyaç gereği gümüş ve altın halkalarda serbest bırakılmıştır.
İhtiyaç duyulan
işlenilmiş altın ve gümüş eşyanın kendi ağırlıklarınca altın ve gümüş para
karşılığında satılması mümkün değildir. Bu durumda bu tür eşyaların kendi ağırlıklarından
daha fazla fiyata satılmaları normaldir. Bu fazlalık, işlenmesi dolayısıyladır
ve caizdir.
Dört sınıftaki
ziyadenin aksine buradaki ziyadelik, altın ve gümüş üzerinde sarfedilen işleme
emeğinin karşılığıdır, îşleme ücretini veren kişiye bunun üzerine kuyumculuk
ücretini eklemeden zararına sat demek zulümdür.
Dinar ve dirhemin
işlenilmesi ise külfetli değildir. Peygamber (s.a.v.) ve halifeleri kendi
dönemlerinde dinar ve dirhem basmamışlar, başkaları tarafından basılan dinar
ve dirhemleri kullanmışlardır. İslamiyette para ilk kez Abdul-melik b.
Mervan781 döneminde basılmıştır. Hükümdar bu paraları insanların maslahatı
için bastırmıştır.
Maksat şudur:
İnsanların para olarak kullandıkları ölçüler, ağırlıklarından daha yüksek
fiyata satılan altın ve gümüş zinetler gibi değildir. Bu nedenle insanların
çeyrek veya yarım dirhemlere ihtiyaçları olduğu zaman, tam dirhem karşılığı
istedikleri kadar yarım veya çeyrek miktarı dirhemi alabilmektedirler. Bu
durum kimsenin zararına değildir. Fakat gümüş bir yüzüğü eşit ölçüdeki dirheme
satılması gerektiğini söylemek, gümüş yüzüğün sahibine yöneltilmiş bir zulümdür
ve kimse bunu ona zorlayamaz.
Özetle burada dört
husus söz konusudur:
(781) Abdulmelik b.
Mervan b. Hakem b. Ebi As b. Ümeyye. Ebu'l-Velid el-Emevi. Fıkıh alimi, devlet
başkam. Devlet başkanı olmadan önce ibadet ve ilimle iştigal etmiştir. İslam'da
ilk dinarı bastı ve üzerine Kur'an'dan ba.zı kelimeler yazdırdı. 86 yılında
vefat etti.
331
1-Bu tür altın ve
gümüş mamuller satılamaz. Bu söz kesinlikle şeriate aykırıdır.
2- Sadece kendi
ağırlığı miktarı paraya satılabilir. Bunu da kimse yapmaz.
3- Eski haline getirilerek ancak kendi ağırlığı
miktarı paraya satılır. Bunun da faydası yok zararı vardır ve yine hiçbir
akıllı insan bunu böyle yapmaz.
4- Dinar ve dirhem ile
fiyatına satılır. İşte doğru olan da budur.
Altın ve gümüş
işlemeli kadın elbiseler de böyledir. Fiyatı değerince altın veya gümüşe
satılır.
Altın ve gümüşten kap
yapmak ve bunları işlemek ise haramdır. Bunların işlemesinden kazanılan para
da haramdır.782 Böyle bir şeyin fazla tartısından fazla fiyata satılması faiz
olduğunudan dolayı değil, heykel ve müzik aletleri gibi satışının caiz
olmadığı sınıflara dahil olmasından dolayıdır.
Satılması haram olan
bu gibi şeyleri tartısından daha fazla fiyata satanlar, elde ettikleri o
fazlalığı sadaka olarak verirler. Şarap satan veya şarap imalatçısına üzüm
satan kimse de bunun parasını sadaka olarak vermelidir. Aynı şekilde fısku
fücurdan, müzikten para kazananlar da kazandıkları bu parayı sadaka olarak
vermelidirler. Bilerek haram para alan birisi, bunu sadaka olarak verir.
Hulasa kullanılması
mubah olan ziynet eşyalarının ticareti ve sadece ziynet ile faydalanmak
kastedildiği taktirde vadeli olarak satışı da caizdir. Ayrıca diğer ticaret
eşyalarının da vadeli satışı caizdir. Ziynet eşyaları faiz işlemine dahil olmayan
diğer ticaret eşyaları gibidir.
(782) İbn Kudame
Muğni'de (1/62) şöyle dedi: "Arkadaşlarımız arasında altın ve gümüş
kapların kullanılmasının haram olduğu hususunda herhangi bir ihtilaf söz
konusu değildir. Ebu Hanife, Malik ve Şafii'nin mezhebinde de
böyledir-..."
332
FASL
Dört sınıftan mamul
olduğu halde, temel ihtiyaç maddesi dışında olan nişasta ve benzeri mamullerde
faiz cari değildir. Temel ihtiyaç ise kendi cinsi ile kaimdir. Ekmeği herise
(keşkek) ve süzgüyü tohum karşılığı satmak haram değildir. Tüm bunlar birer
değer sahibidirler ve zinet eşyası gibi sahibine zarar vermekten uzaktırlar.
Nas, icma ve kıyas gereği bunların bazısını bazısı ile satmak haram değildir.
Bu muhtelif cinslerin bazıları bazıları ile daha yüksek fiyata satılabilir.
Et karşılığı hayvan
satılması konusunda meşhur bir tartışma vardır. Bu konuda Said b. Müseyyeb'den
merfu bir hadis rivayet edilmiştir.783 Eti için boğazlamak üzere koyun gibi bir
hayvan alıp, sonra bunu et karşılığında satmak, aynı cinsten bir şeyi yani eti
daha çok et karşılığı satmaktır ki bu da caiz değildir. Çünkü et, tartılabilen
temel yiyecek maddelerinden biridir ve bu vasıfları taşıyan herşey ona katılır.
Zararından dolayı
satışı haram olan bir şeyi, hakkını alma noktasında da haram olması gerekmez.
Çünkü bu durumda zarar değil fayda söz konusudur.
"Bana acele ver,
birazını sana bağışlayayım" meselesi bunun gibidir. Bu misale: Bir adamın
başka bir adamdan sonra verilmek üzere yüz dirhemi alacağı bulunur ve bu
alacaklı borçlusuna: "Bana borçlu bulunduğun 100 dirhemden 90 dirhemi
hemen şimdi acele ver, 10 dirhemi sana bağış-
(783) Bu rivayetin
metni şöyledir:
Zeyd b. Eslem'den, o
da Said b. Müseyyeb'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.v.) hayvanın et
karşılığı satılmasını yasakladı.
Malik, Muvatta,
Kitabu'l-buyuu: 2/655, Darekutni Sünen: 3/71, Beyhaki, sünenü'l-kübra,
Kitabu'l-buyuu: 5/296, Hakim, Müstedrek, Kitabu'l-buyuu: 2/41, İbn Hazm,
Muhalla: 8/517. Elbani bu rivayetin hasen olduğunu söyledi. (İrvau'l-ğalil:
5/198)
333
Bazıları bu işlemi 100
müecceli 90 acil ile satmak olduğundan caiz değil demişlerdir.784
İbn Abbas785 ve
başkaları786 ve Ahmed'den787 bir rivayete göre ise caizdir. Bu işlemin caiz
olduğu görüşü daha kuvvetlidir. Peygamber (s.a.v.) yahudileri sürgüne gönderirken
bu işleme izin verdi. İnsanların "Onların bize borçları var" demeleri
üzerine Peygamber (s.a.v.)
"Borçlarını
aciliyetle ödemeleri için alacaklarınızın bir kısmını onlara bağışlayın"
buyurdu.788
Haram, muhtaç kimseye
zarar olduğu taktirdedir. Burada ise böyle bir şey söz konusu değildir. Fakir
bir kimse aldığı borcu zamanından önce ödemesi şartıyla, borcun bir kısmından
muaf tutulmaktadır ki bu da onun yararınadır. Çünkü genelde borçlular
alacaklılardan daha fakirdirler. Böylece borçluya kolaylık sağlanması, hayırlı
bir davranıştır. Ayrıca alacaklının ihtiyacı olduğu parayı anında tahsil etmesi
nedeniyle onun da faydasınadır.
Zimmetten sakıt olan
bedel ile, zimmette vacip olan bedelin birbirinden ayırt edilmesi gerekir.
Burada borçlunun zimmetinden düşen bedel, zimmetinde vacip değildir. Buna
benzer bir durum rivayet edilen şu hadistir:
"Peygamber
(s.a.v.) veresiyeyi veresiye ile satmaktan men etti."789
(784) Caiz değil
diyenlerden bazıları: Zeyd b. Sabit. İbn Ömer, Mik-dad, Said b. Müseyyeb, Ahmed
b. Hanbel, Malik, Sevri, Ebu Hanife.
Bkz:
Bidayetti'1-müctehid: 2/143, El-Muğni: 4/174, El-însaf: 5/236.
(785) Beyhaki,
Sünehü'l-Kübra, Kitabu'l-buyuu: 6/28.
(786) Nehai, Ebu Sevr
ve Züfer gibileri
(787) Bkz: El-İnsaf:
5/296.
(788) Bkz. Darakutni, Sünen: 3/46, Hakim,
Müstedrek, Kitabu'l-Buyuu: 2/61, Beyhaki, Sünenü'l-Kübra, Kitabu'l-buyuu: 6/28.
Hadisin senedindeki Müslim b. Halid ez-Zenci zayıftır.
(789) Bkz: Darekutni,
Sünen: 3/71-72, Hakim, Müstedrek, Kitabu'l-buyuu: 2/65. Hakim ayrıca bu hadisin
Müslim'in şartı üzere sahih olduğunu söyledi.
Beyhaki,
Sünenü'l-kübra, Kitabu'1-buyu: 5/290, Tahavi Müşkili'l-asar: 1/346, İbn Adiy,
el-Kamil: 6/335.
334 ■
Bu hadisin isnadı
zayıftır. Fakat bununla amel edilmektedir. Bu, müeccel olarak yüz kova buğday
satmak gibidir. Bu durumda ne alıcının ne de satıcının eline birşey geçmiş
değildir. Her ikisinin de zimmeti faydasız yere meşgul olmuştur.
Burada satıştan maksat
satılan şeyin kabzedilmesi, yani alınmasıdır. Burada her ikisinin zimmeti de
faydasız yere meşgul edildiğinden, bu tür alış-verişler ittifakla790 yasak
edilmiştir.
Peygamber (s.a.v.)'den
borcun borç ile satılması yasağı rivayet edilmiştir. Fakat hadiste borç ifadesi
değil, veresiyeyi veresiye ile satma ifadesi geçmektedir.
Ancak halde vasfı
bilinen bir borcu, yine vasfı belli bir şey ile satmak ve ayrılmadan önce
onları kasdetmek şeklindeki alış-veriş hiç ihtilafsız caizdir.
100 müd791 bir malı,
yüz dirhem ile satmak gibi. Ancak kabzetmeden önce ayrılmaları durumunda,
cumhura göre bu alış-veriş tayin olsa da caiz değildir. Ebu Hanife'ye göre ise
tayin, makbuz gibidir.
Birisinin dirhem diğerinin
de dinar borcu bulunması gibi sakıtın sakıt ile satılması konusunda ise iki
ayrı görüş vardır. Fakat caiz olması daha kavi bir görüştür. Çünkü bu durumda,
her ikisinin zimmetinin meşgul olmasının aksine, her ikisinin de zimmeti beri
olmuştur.
Fakat hadis borcu borç
ile satmayı ihtiva etmemektedir. Bilakis bu durum, taraflardan her ikisine de
borçlarını ödeyip, sonra birbirlerine olan borçların ödemelerini emretmekten
daha hayırlıdır. Bunu emretmek, her iki tarafa da zarar verir. Şeriat zarar
değil fayda vermek içindir. Kanun koyucu hikmet sahibidir, fayda ve zarar
vermeyen şeyleri haram etmez.
(790) Bkz: Mesailu
İmam Ahmed b. Hanbel: 2/191, el-Muğni: 4/172.
(791) Müd: Eskiden
kullanılan bir ölçü.
335
Kanun koyucu zararlı
şeyleri yasaklar. İnsanlar cehaletleri yüzünden bazen metinleri maksadına
aykırı şekilde yorumlamakta ve bazen de "Peygamber satış ve şartı
yasakladı" gibi, gerçekte onun söylemediği hadisler uydurmaktadırlar.
Bazıları da
Peygamberin (s.a.v.) "Un öğütmesi için değirmenciyi kiralamayı yasak
ettiğini" uydurmuşlardır. Ve bunlar gibi daha bir çok uydurma hadis
mevcuttur.
İnsanlar bazen de
peygamber (s.a.v.)'in birtakım özel şartlar için söylenilmiş sözlerinden genel
anlam çıkararak Allah ve Rasulünün haram kılmadığı bazı şeyleri, kendi
görüş-lerince haram kılmaktadırlar. Bu söylediğimize örnek olarak Ayan'ın
tahrimi ve necaseti konusunda varid olan nasları gösterebiliriz.
Bu hastalık ümmet
arasına girmiştir. İnsanlar kanun koyucunun haram kılmadığı bazı ayan, akitler
ve amelleri kendi görüşleriyle haram kılmaktadırlar. Halk da bunların kanun
koyucu (sari) tarafından haram kılındığını zannetmektedir. Sonra kendi
görüşleriyle haram kıldıkları bu şeyleri, bir takım hilelerle helalleştirmeye
veya ağızlarıyla haram deyip, amelleriyle helal kılmaya bakarlar. Bazen de hem
kendilerini, hem de halkı 'Bu haramdır" diyerek ve buna zorlayarak büyük
zararlara sokmaktadırlar.
336
FASL
Sahih ve hatta tevatür
ile sabittir ki Peygamber (s.a.v.) yiyeceklerin tam manasıyla elde olmadan
satılmasını yasaklamıştır. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki:
"Bir kimse bir
yiyecek satın alırsa, onu tam manasıyla teslim almadıkça başkasına
satmasın."792
Buhari'nin İbn
Ömer'den naklettiği hadise göre sahabeler tartmadan göz kararı ile yiyecek
satın alırlardı. Peygamber (s.a.v.) onu yerinden başka yere taşıyıncaya kadar
satılmasını yasakladı."793
Alimler bu yasağın
sebepleri, umumu ve hususu konularında ihtilafa düştüler. Hususi ise neyi
kapsamaktadır? Sonra diğer bedellendirilmiş şeyler satış gibi midir, değil
midir?
Bazıları şöyle
dediler: Yasağın sebebi iki kefaletin peş-peşe gelmesidir. Çünkü teslimden önce
mal satıcının kefa-letindedir. Malı sattığı zaman ikinci satıcının kefaletine
gi-rir ki o da müşteridir. Şayet mal teslimden önce telef olursa, birinci
satıcı birinci müşteri için bunun kıymeti kadar kefaletine katlanır. Müşteri
de -ki o ikinci satıcıdır- ikinci müşteriye, kıymeti kadar kefalet öder. İkinci
müşterinin ödediği kefalet, birinci müşterinin kefaletinden az da olabilir, çok
da.
Bu görüşü Ebu Hanife
ve Şafii'nin arkadaşları dile getirmişlerdir. Fakat bunlar gayrı menkul
konusunda ihtilaf ettiler.794
(792) Abdullah b.
Ömer'den rivayet edenler: Buhari, Kitabu'l-buyuu: 3/21, Müslim, Kitabu'l-buyuu:
2/1160.
(793) İbn Ömer'den
rivayet edenler: Buhari, Kitabu'l-buyuu: 3/22, Müslim, Kitabu'l-buyuu: 2/1161.
(794) Bkz: El-Hidaye
şerhu Bidayetü'l-mübteda: 3/59, Bidayetü'l-Müctehid: 2/144, Muğni: 4/219,
İhkamu'l-Ahkam: 3/149.
337
Malik, Ahmed ve
diğerlerinin arkadaşları ise bu sebep-lendirmeye iki cihette karşı çıktılar.
Vasfın men edilmesi ci-hetiyle ve tesirin menedilmesi cihetiyle.
Vasf cihetiyle şöyle
diyorlar: Satılan her şeyin tesliminden önce, satıcı tarafından garanti ve
tazmin edilmesi gerektiği görüşünü kabul etmiyoruz. Bilakis bu görüş sabit
sünnetin tersinedir. İbn Ömer şöyle dedi:
"Sünnet şu
şekilde caridir: Satış sözleşmesi hali değişmediği sürece malın tazmini
müşteriye aittir."795
Hak olan da budur.
Çünkü müşteri mal sahibidir ve ziyadesi de kendisinedir.
"Haraç (yani
kira, gelir, hasılat) dıman iledir,"796
Gelir nasıl ona ait
ise, dıman da ona aittir. Fakat bu kaide satıcının malı teslim etmesi, onun
yani müşterinin ise malı henüz teslim almaması durumunda geçerlidir.
Satıcı müşteriye malı
teslim etmemiş ise, anlaşmanın gereğine uymamış demektir ki, bu da ya zulmünden
veya satılan malın ücretini henüz almamış olmasından kaynaklanır. Dolayısıyla
bu durumda anlaşma henüz tamamlanmadığından, dıman (kefalet, tanzim) satıcıya
aittir.
Tesirin men edilmesine
gelince; varsayalım ki iki dıman peşpeşe geliyor, bundan yasağı gerektirecek ne
gibi bir sakınca vardır? Bu malı bir kişiden teker teker yüz kişi satın alsa
ve herbir şahıs aldığı ücret ile bir önceki satıcıya döner. Şufa hakkı olan bir
toprak parçası on kişiye dahi satılsa, sonra şufa sahibi bunu birinci
müşterisinden alsa, bu her bir müşterinin verdiği ücretten geri dönmesi
neticesini doğurur.
(795) İbn Ömer'den
rivayet eden:
Buhari,
Kitabu'l-buyuu: 3/23, Darakutni, Sünen: 3/53.
(796) "Haraç
dıman iledir"
Ahmed, Müsned: 6/49,
Ebu Davud, Sünen, Kitabu'1-Buyu: 3/777, Tir-mizi, Sünen, Kitabu'l-Buyuu: 3/582.
Hafız Takrib'de bu hadise 'makbul' demiştir.
338
Vasf ile
sebeplendirenlerin, bu vasfın tesirini açıklamaları gerekir. Bu da ya seri bir
hüküm veya vasfı üzerine tertib edilen bir münasebetin varlığı ile
açıklanabilir. Burada seran ve aklen herhangi bir tesir mevcut değildir. O
halde vasfın tesirinden söz edilemez.
Bazıları da şöyle
dediler: Yasak, şerefinden dolayı tıpkı faiz gibi, sadece yiyecek maddelerinde
geçerlidir.
Bazıları da bunun
ölçülüp tartılabilen şeylerde, bazıları da sayılabilen şeylerde geçerli
olduğunu söylediler.
Bu ve benzeri görüşler
Ahmed ve diğerlerinin mezheplerinde dile getirilmiştir.
Şöyle de denilebilir:
Bunun yasaklanmasının nedeni satılan malın teslim alınmasından önce, tesellümü
kesin olmamasıdır. Satıcı malı teslim edebilir de etmeyebilir de. Özellikle de
müşterinin büyük kar ettiğini görüp, bu kardan dolayı malı teslim etmekten
vazgeçebilir ki bu son derece yaygın bir olaydır. Adam sattığı malın değerinin
yükseldiğini görünce çeşitli yollara başvurarak satışından geri dönmektedir.
İnsanların hallerine
vakıf olanlar iyi bilirler ki birçok insan satıştan sonra pişmanlık
duymaktadırlar. Ve birçok kez malların fiyatları artmaktadır. Bu durumda satıcı
satış sözleşmesini fesh etmeye çalışır ve bunda da müşteri zararlı çıkar.
Çünkü teslim alacağı umuduyla satın aldığı malı almaktan men edilmiştir ki bu
garar yani tesellümü kesin olmayan alışveriştir. Bu satılan malın satıcının
elinde olup, satıştan hemen sonra müşteriye teslim etmesinin hilafıdır. Mal
teslim edildikten sonra artık satıcının ondan kazanma ümidi tamamen yok olur.
Aynı miras payında mirasçılar dışında kimsenin hakkı bulunmaması gibi.
Bu durumda Malik797 ve
diğerlerinin dediği gibi tevliye
(797) Bkz: el-Kafi fi
fıkhı Ehl-i Medine sh. 320, Bidayetü'l-mücte-hid: 2/146, İhkamu'l-Ahkam şerhu
umdetü'l-ahkam: 3/150.
339
ve şirketin798 caiz
olması daha kuvvetlidir. Çünkü mahzur, ortada bir kazanç olması durumunda söz
konusudur. Oysaki tevliye ve şirkette kazanç yoktur.
Aynı şekilde malın
satıcısından satmak ta caizdir. Çünkü bunda herhangi bir mahzur yoktur.
İbn Abbas şöyle dedi:
"Herşeyi yiyecek maddeleri gibi kabul ediyorum"799
Yine İbn Abbas'dan
teslim alınmamış malın satışını yasakladığı rivayet edilmiştir. Zararın yiyecek
maddelerinde daha çok olduğu açıktır. Bir malın teslim alınmadan satışı her
halükarda doğru değildir.
Bu Hiraki800 ve
diğerlerinin yoludur ki en doğrusu da budur. Göz kararı ile belirlenen yiyecek
maddeleri hakkında İbn Ömer'den, bunun müşterinin dımanında olduğu ve
nakledilinceye kadar satışının yasak edildiği rivayet edildi.801
Ağaç üzerinde bulunan
hurmanın olgunlaşıncaya kadar satıcının dımanında olduğu sabittir. Çünkü
müşteri daha henüz bunları toplayabilme imkanına sahip değildir.
Bununla beraber sahih
olan satışının caiz olduğudur. Çünkü teslimi ancak tahliye ile mümkündür ve bu
ikisi arasında sağlanmıştır. Tam mükemmellik ve salah Allah içindir, insanlar
için değil. Yine bu işlemde kira gibi bir fayda mevcuttur. Burada ikisi
arasında tahliye sağlanmıştır.
(798) Tevliye: Malın
tamamını fiyatının misli ile satmak. Şirke: Malın yansını, değerinin yarısına
satmak.
(799) İbn Abbas'dan
(r.a.) Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Kim yiyecek satarsa tam olarak
teslim almadan satmasın" İbn Abbas da şöyle dedi: "Her şeyi yiyecek
maddeleri gibi kabul ediyorum"
(800) Allame, Hanbeli
alimi. Ömer b. Hüsey b. Abdillah el-Bağda-di el-Hıraki. Büyük alimlerdendir.
Hanbeli mezhebi üzere yazdığı muhtasarı çok meşhurdur. Daha bir çok eseri
vardır. Fakat bunlar emanet bıraktığı evde çıkan yangın sonucu kül olmuştur.
H. 334 yılında vefat etti.
(801) Hadisin tahrici
daha önce geçti.
340
Şöyleki müşteri
isterse ağaç üzerindeki hurmayı daha olgunlaşmadan alabilir.
Hibe ve benzeri şeyler
ise satış gibi değildir. Çünkü hibede kazanç söz konusu değildir. Satışın
dışında sahip olunan mallar, onunla ticaret güdülmemesi durumunda, teslimi
almadan önce o mal üzerinde tasarrufta bulunabilir. Bu konuda engelleyici
herhangi bir seri delil yoktur. Dolayısıyla seri delil olmaksızın insanları
mallarında tasarruf etmekten men etmek kimsenin haddine değildir.
Allah daha iyi bilir.
341
FASL
Kendisinde hiçbir
şüphe bulunmayan kesin faiz aynı cinsteki nesie faizidir. İmam Ahmed'e seksiz
şüphesiz kesin faiz sorulduğunda şu cevabı verdi: "Cahiliyye faizi gibi:
Borcun ödeme süresi geldiğinde alacaklı borçluya:
"Borcunu ödeyecek
misin yoksa artırmayı mı düşünüyorsun?" diye sorar. Eğer borçlu kabul
ederse vade uzatılır, buna mukabil borcun miktarı artırılır."802
Muayyen bir parayı vadesi
ile daha yüksek fiyata satmak, Kur'an'ın açıkça beyan ve ümmetin üzerine icma
ettiği kesinlikle yasaklanmış bir faizdir. Bu faizin ihtiyaç sahiplerine büyük
zararları vardır. Hiç çalışmaksızın faiz yoluyla insanları sömürerek
kesinlikle tasvib edilmeyecek bir tutumdur.
Para ve mal işlemleri
üç çeşittir:
1- Yararlanmak üzere yiyecek, içecek, giyecek
maddeleri binek ve içinde oturacak mekanlar satın almak. İşte bu Allah'ın
helal kıldığı satıştır ki yeryüzünde yaşayan insanların bundan hali kalmaları
mümkün değildir.
2- Ticaret. Bir yere
mal götürmek üzere mal satın alıp, bunu bir miktar bekletip sonra kan ile
satmaktır. Bu cenab-ı hakk'ın şu kavliyle helal kıldığı ticarettir.
"Ey iman edenler!
Aranızda karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna, mallarınızı
batıl ile yemeyin"
(Nisa: 4/29)
Müşteri ticaret
erbabının malını karı ile sattığını bilir ve bundan dolayı bazen tacirden malın
kaça mal olduğunu sorarak, kendisinden ne kadar kazandığını bilmek ister.
Fakat tüccar olmayan yani aslen tacir olmadığı halde ihtiyaçtan dolayı evini
satan veya mirastan pay alan veya kendisine hibe ulaşan kimse böyle değildir.
(802) İmam Ahmed'in
sözünün tahrici daha önce geçti. 342
Sahih hadiste şöyle
geçmektedir:
"Sahabeler
tartmadan göz kararı ile yiyecek satın alırlardı. Peygamber (s.a.v.) onu
yerinden başka yere taşıyıncaya kadar satılmasını yasakladı." geçmektedir.
Çünkü bu müşteri bir tacirdir ve o malı kar etmek için satın almaktadır.
Dolayısıyla ticaretin gereği olan malın bir mekandan diğer mekana nakli veya
fiyatı yükselinceye kadar bir süre bekletmek veya toptan alıp, perakende
satmak gibi hususları yerine getirmesi gerekir.
Ancak malı satın
aldığı yerde, üzerine kar koyarak satan kimse tacir değildir.
Her tazmin edilen
şeyin karının mubah olması diye birşey yoktur. Ancak tazmin olunmayan her şeyin
karı mubah değildir.
"Peygamber
(s.a.v.) tazmin edilmedikçe bir maldan kar etmeyi yasak etti."
Teslimi mümkün
olmasından önce malın tazmininden satıcı sorumludur. Bunun karı ve neması
satıcıya helal değildir; bilakis bu müşteriye aittir.
Peygamber (s.a.v.)
şöyle buyuruyor:
"Bir kimse bir
yiyecek satarsa onu tam manasıyla teslim almadıkça başkasına satmasın."803
Bu hadisi şerif
yiyecek satın alıp ona daha tam anlamıyla sahip olmadan satan tüccarlara
yöneliktir. Yukarıdaki rivayet İbn Ömer'e ait olduğu gibi şu rivaye te ona
aittir:
"Sünnet şu
şekilde caridir: Satış sözleşmesi hali değişmediği sürece malın tazmini
müşteriye aittir."804
Malik, Ahmed ve başkaları
bu rivayete dayanarak malın muayyen olması ve satıcının teslimine engel
çıkarmaması
(803) Ebu Davud,
Sünen, Kitabu'1-buyu ve'1-icarat: 3/769, İbn Mace Sünen, Kitabu't-ticarat:
2/738, Tirmizi Sünen, Kitabu'1-buyu: 3/535.
Albani bu hadisi hasen
kabul etti.
(804) Hadisin tahrici
daha önce geçti.
343
halinde müşteri hala
malı teslim almamış olsa dahi tazmini yine de kendisine aittir.805
İbn Ömer'den bir diğer
rivayet te şöyledir:
"Sahabeler,
tartmadan göz kararı ile yiyecek satın alırlardı. Peygamber (s.a.v.) onu
yerinden başka yere taşıyın-caya kadar satılmasını yasakladı."806
Ölçüsüz, tartısız,
götürü olarak alınan malın tazmini de müşteriye aittir. Ve satılan malın
müşteri tarafından teslim alınmasına imkan sağlandığı sürece malın tazmini yine
müşteriye aittir. Fakat onu aldığı mekanda satması yasaklanmıştır. İbn Abbas
şöyle demiştir:
"Her şeyi yiyecek
maddeleri gibi kabul ediyorum."807
Sünen'de Peygamber'in
(s.a.v.) teslim alınmamış malın-satışını yasakladığı varid olmuştur.808 Bu
hitap malı tam anlamıyla teslim alıp kar ile satan tüccarlaradır.
Aynı zamanda mal daha
henüz teslim alınmadan kar ile satılırsa, bunu gören malın satıcısı satıştan
vazgeçebilir veya satış sözleşmesini fesh etmeye kalkabilir. Fakat mal tüccar
tarafından tam olarak teslim alınmış ise, satıcının artık satıştan dönmek gibi
bir ümidi kalmaz. "Sabra" yani göz kararı ile alınan malların da
başka yere nakil edilerek orada satılması gerekir. Tüccarlardan başkaları ise
bir malı kullanmak ve faydalanmak için satın alırlar, ticaret için değil. Daha
sonra da satın aldıkları bu malı satmaları gerektiği zaman ise kar
gözetmezler. Kar gözettikleri taktirde tüccar hükmündedirler.
Bu nedenle Malik,
malın tesliminden önce şirket ve tev-liyeye cevaz vermiştir, çünkü bunda kar
yoktur. Bilakis alınan fiyata satılmaktadır. Aynen şufa sahibinin şufa ma-
(805) Hadisin tahrici
daha önce geçti.
(806) Bkz. el-Muğni:
4/217-218.
(807) Hadisin tahrici
daha önce geçti.
(808) Tahrici daha
önceki sahifelerde geçti.
344
linin fiyatının
misline satın alması gibi teslimden önce fiyatının misli ile sahibinden
satışına cevaz verilmiştir ki doğru olan da budur. Yasak, kazanç sağlayan
tüccar içindir. Tacir ya bir bölgeden alıp diğer bölgeye nakledip sonra satarak
veya malı bir süre bekleterek sonra kar ile satar.
Menkul değerlerde
mücerred tahliye, teslim sayılır mı sayılmaz mı?
Bu konuda Ahmed'den
iki rivayet vardır. Bir rivayete göre o da Ebu Hanife gibi bunun teslim
anlamına geleceğini söylemiştir.809
Rasulullah (s.a.v.)
tazmin olunmayan karı ve hazırda el altında bulunmayan malın satışını
yasakladı.810 Tirmizi bu hadise sahih dedi.
Sahabelerden bazıları
Baki'de altın ile deve satıp parasını gümüş ile alıyorlar ve gümüş ile satıp
altın ile alıyorlardı. Bunun hükmünü Rasulullah'a (s.a.v.) sordular. Allah
Rasulü (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Gününün fiyatı
üzerine ise bunda bir sakınca yoktur."811
Borcun kar ile satması
da caiz değildir. Çünkü bu, tazmin olmadan kar anlamına gelir. Aynı zamanda
malı teslim almış ve kefaletine de geçirmiş değildir. Kazanç ve kar ticareti
ile insanlara fayda sağlayan tüccarlar içindir. Aldığı kar insanlara sağladığı
faydadan dolayıdır. Tacir, insanların mallarını batıl ile yemez. Bu nedenle
Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Ey iman edenler!
Aranızda karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna, mallarınızı
batıl (haksız ve haram yollor) ile aranızda yemeyin." (Nisa: 4/29)
(809) Bkz. el-Muğni:
4/220, Haşiyetu İbn Abidin: 4/598-599. -
(810) Hadisin tahrici daha önce geçti.
(811) Bu hadisi
rivayet edenler: Ahmed, Müsned: 2/33, 73-139, Ebu Davud, Kitabu'l-Buyuu
ve'1-icarat, îbn Mace, Sünen, Kitabu't-ticarat: 2/720, Tirmizi, Sünen,
Kitabu'l-buyuu: 3/544, Nesai, Sünen, Kitabu'l-buyuu: 7/283.
345
Bu istisnayı
munkatı'dır812 ve ticaret kazancı, malı batıl yolla yemek değil, hak yolla
yemektir. Tacir insanlara hizmet sunmakta ve buna karşılık para kazanmaktadır.
Ancak başkası üzerinde bulunan borcu kar ile satmak, batıl bir kazançtır.
Çünkü burada ne borcun dımanı ne de bir çalışma söz konusu değildir.
Peygamber (s.a.v.)
aynı değerde altın yerine para alınması ve para yerine altın alınmasına cevaz
vermesinden, borçlunun fiyatı ile borcunu satmasının caiz olduğu sonucu çıkar.
Bu, selem ve tüm diğer borçlarda da caizdir. İbn Abbas, bir rivayete göre
Ahmed813 ve Malik814 de buna cevaz vermişlerdir.
Ebu Hanife815,
Şafii816 ve meşhur rivayete göre Ahmed817 gibi caiz değil diyenler, buna
gerekçe olarak satılan malın teslim alınmamış olduğunu gösterdiler. Çünkü
teslim alınmamış malın satışı caiz değildir.
Daha önce işaret
ettiğimiz gibi buradaki mahzur ortada kar olması durumunda geçerlidir. Kar
olmadığı zaman Ma-lik'in de dediği gibi satış ve tevliye caizdir.818
Bir rivayette Ahmed
fiyat ile borç sahibinin selem borcunu satmasına cevaz vermektedir. O halde
teslimden önce ayanın satışı da evlaviyetle böyledir.
İbn Abbas bunu fiyat
ile caiz gördü ve "İki kere kar edemez" dedi.
(812) İstisna-i munkati: Müstesna, müstesna minhun
cinsine dahil değildir. Bkz. Şerh İbn Akil: 1/442.
(813) Her iki rivayet
için de bkz. el-insaf: 5/111. Merdavi şöyle dedi: Mezhebin görüşü bu
şekildedir. Arkadaşların çoğu da bu görüşü benimsemişlerdir.
(814) Bkz. El-Kafi fi
fıkhi ehl-i Medine sh: 342, Bidayetü'l-mücte-hid: 2/205-206.
(815) Bkz. el-Hidaye
şerhu Bidayetü'l-mübtedi: 3/75.
(816) El-Mühezzeb fi
Fıkhi imam-ı Şafii 1/349-350
(817) Bkz. el-İnsaf:
5/111
(818) Bu sözün tevsiki
daha önce geçti.
346
Aynı şekilde kar
olmaması nedeniyle tevliye ve şirket de de caizdir. Selem borcunun satışı ile
para borcunun satışı arasında ne fark vardır? Her ikisi de zimmet'de bedeldir.
Peygamber (s.a.v.) günün fiyatı ile bedellendirilmesine izin vermiştir.
Ahmed ve Malik bu
şartı itibara alırken, Ebu Hanife itibara almamaktadır.
Hadis şu iki asla
delalet etmektedir: Borçlunun bedel dahi olsa borcu satmasına ve onu kar ile satmamasına.
Borcun bedeli vesair diğer tüm borçlar da bunun gibidir.
İnsanlar, teslim
alınmayan malın satışının yasaklanması hususunda çeşitli çelişkilere düştüler.
Ahmed'den bu konuda çeşitli rivayetler mevcuttur.
Ebu Hanife, Şafii ve
bir rivayete göre Ahmed gibi iki dı-manın birbiri ardınca olması illetini
savunanlar, malın teslimden önce satıcının kefaletinde olduğunu, müşteri
tarafından satıldığı zaman da birinci müşteri için ikinci müşterinin
kefaletine geçtiğini söylemektedirler. Böylece iki kefalet ard arda
gelmektedir. Fakat bu illet zayıftır. Çünkü mal telef olduğu taktirde her iki
satış sözleşmesi de fesh olacak ve herkes kendi fiyatına dönecektir.
Ebu Hanife gayri
menkulleri bundan istisna etmiştir. Çünkü ona göre gayri menkuller sözleşme ile
tazmin edilmiştir.
Malik ve bir rivayete
göre Ahmed şerefinden dolayı bunu yiyeceklere hasretmektedirler. Fakat illet
kazanç ise, o halde tüm ticaret mallan bunda eşittir.
Ahmed meşhurdan
görüşünde şöyle diyor: "Teslim alma imkanı sağlandıktan sonra ister
teslim alsın ister almasın muayyen şey müşterinin kefaletine girer. Bununla beraber
malı bir başka yere nakletmeden satamaz."
Tabi afetler isabet
ettiği zaman ürünlerin hasılatı satıcı
347
tarafından tazmin
edilir.819 Ahmed'in mezhebinin zahirine göre satıcı ve alıcı arasında tahliye
sağlandıktan sonra, müşteri ürünleri dalında da satabilir.
Burada iki türlü
teslim olma vardır. Satış ve karın caiz olmadığı teslim alma ve kefaletin
intikal etmesini sağlayan teslim alma. Bu, kiradan elde edilen gelirler
gibidir ki bunun tazmini hakkını tam anlamıyla eda edinceye kadar kiraya
verenin üzerinedir. Kiralanan şey, kiracının faydalanmasından önce telef
olursa bunun da tazmini kira sahibinin üzerinedir. Malın tazmini, ancak
kiracının maldan faydalanma imkanı bulması durumunda kiracıya geçer. Satışta
ise satılan malı aldığı zaman caizdir. Bu mana anlaşıldığı zaman, bu babın
maksadı keşfedilmiş olur. Bu mana birçok akıl sahibi fukahaya kapalı kalmıştır.
Tüm bu bilgilerden
sonra doğru görüşe göre "Bana acele ver, birazını sana bağışlayayım"
İbn Abbas ve başkalarından da rivayet edildiği gibi caizdir. Rasulullah
(s.a.v.) yahudileri Medine'den sürerken insanlar "Onların bize borçları
var" dediler. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.)
"Borçlarını
aciliyetle ödemeleri için alacaklarınızın bir kısmını onlara
bağışlayın"820 buyurdu.
Çünkü burada mal
sahibinin bir kazancı yoktur. Bilakis kendi parasını bir an önce teslim almak
için, sermayesinin bir kısmını borçluya bağışlamaktadır. Alacak sahibi burada
alacağını satmak değil, tahsil etmek istemektedir. Havale de bunun için
caizdir.821
(819) Aralarında Yahya
b. Said el-Ensari, Malik, Ebu Ubeyd ve ehl-i hadisten bir grubun da olduğu
Medinelilerin çoğu bu görüştedirler. Şafii'nin eski içtihadı ve Ahmed b.
Hanbel'in kesin içtihadı da böyledir.Ömer b. Abdulaziz de bununla hüküm
vermiştir.
Bkz: el-Muğni: 4/215,
el-İnsaf: 5/73, Beğavi-Şerhü's-sünne: 8/100.
(820) Hadisin tahrici
daha önce geçti.
(821) Havale sözlükte nakil anlamına gelir. Şer'an:
Hakkı havale edenin zimmetinden, havale olunanın zimmetine nakletmektir. Bkz.
Şer-hu'1-kebir ala metni'1-muknii: 5/54, el-insaf: 5/222.
348
Bu nedenle Malik, Ebu
Hanife ve başkaları sakıt borcun sakıt borç ile satışını caiz gördüler.822
Şöyle ki birinin
diğerine dirhem, diğerinin de altın borcu bulunsa ve biri diğerine altına
karşılık dirhemleri düşür dese, zahir olan görüşe göre bu caizdir. Çünkü
peygamber (s.a.v.) borcun borç ile satılmasını değil "veresiyenin veresiye
ile satılmasını yasakladı" ki bu hadis te zayıftır.823
Fakat gecikmeli
şeylerin birbirleri karşılığında satışı ittifak ile yasak edilmiştir. Çünkü bu
durumda her iki tarafın da zimmeti faydasız yere meşgul edilmiş olmaktadır.
Satıştan maksat fayda
teminidir. Oysa bu işlemde fayda değil zarar vardır.
Fakat "acele ver,
birazını bağışlayayım" işleminde borçlu ve alacaklı için fayda vardır.
Borçlu borcunun bir kısmından kurtulmakta, alacaklı da parasını bir an önce
teslim almaktadır.
Kanun koyucu adalet,
hikmet ve rahmet sahibidir. în-sanları yararlı şeylerden değil, zararlı
şeylerden men eder.
Rasulullah (s.a.v.)
içinde şirk bulunan efsunu yasakladı fakat şirk bulunmayan efsun için şöyle
buyurdu:
"Kim kardeşine
yardım etmeye güç yetiriyorsa etsin"824
Ve yine şöyle buyurdu:
"Şirk olmadığı
sürece efsunda bir kötülük yoktur."825
Malı batıl yolla yemek
insanlara zarar ve zulümdür ki bu da iki çeşittir: Faiz ve kumar. Kur'an bu
ikisini de haram
(822) Bkz. el-Hidaye
şerhu Bidayetü'l-mübtedi: 3/84. Bidayetü'l-müctehid: 2/200
(823) Hadisin tahrici
daha önce geçti.
(824) Müslim, Kitabu's-selam:
2/1726
(825) Müslim,
Kitabu's-selam: 2/1727, Ebu Davud, Kitabu't-Tıbb: 4/214.
349
kılmıştır.826 Faiz
hakkından ziyade almak, kumar ise malı batıl üzere almaktır ki her ikisi de
zulüm ve zarardır.
Şu iki işlem ise
mubahtır. Faydalanmak için mal almak veya kar etmek amacıyla mal ticareti
yapmak. Bu işlemlerin ikisi de Kur'an, sünnet ve ümmetin icması ile mubahtır.
Para ve Mal
İşlemlerinin Üçüncüsü Faizdir:
Faiz, bir bedel
mukabili olmaksızın fazla mal almaktır. Ki bu malı batıl ile yemektir. 100 dirhem
karşılığ vadeli alarak 120 dirhem almak gibi. Ki bunun haram olduğu hususunda
bir şüphe yoktur. Parasal işlemlerde bu çeşit faiz uygulandığı gibi, altı çeşit
gıda maddesinde de faiz caridir. Buğday, arpa, hurma, kuru üzüm ve tuz vade ile
kendi cinslerinden daha fazlasına satılamazlar.827
Müslümanların
ittifaklarıyla tartılan ve ölçülen diğer cinsler de borç verildiği zaman
fazlası şart koşularak verilemez.
Tartılan pamuk, keten,
demir vesair maddeleri daha fazlası karşılığında borç vermek ittifakla caiz
değildir. Aynı şekilde yenilmeyen fakat tartılabilen sedr828 ağacı, hatmi829
ağacı gibi şeyleri daha fazlasını almak şartıyla borç vermek de yine ittifakla
caiz değildir.830
(826) İçki ve kumar şu
kavl-i ilahi ile haram kılınmıştır:
"Ey iman edenler!
Şarap, kumar, dikili taşlar, fal ve şans oyunları birer şeytan işi pisliktir;
bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içkide ve kumarda, ancak
aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak
ister. Artık vaz geçtiniz değil mi?"
(Maide: 5/90-91)
(827) Ubade b.
Samit'in hadisi daha önce geçti.
(828) (829) Arap
yarımadasında yetişen birer bitki türleri. Günlük hayatta sabun yerine
kullanılır idi.
(830) Bkz. El-Kafi fi
fıkhi ehl-i Medine sh: 358, el-Mühezzeb fi fıkhi İmamı'ş-şafii: 1/402,
Bidayetü'l-müctehid: 2/238, El-Muğni 4/360, Haşiyetü İbn Abidin: 5/175-176.
350 ,
Bu, bir cinste faizin
iki türü olan fazl ve nesi faizi birleştiği zaman bunun caiz olmadığının en
güçlü delilidir. Bunda fazl ribası cari olmasa bile, ittifak ile borcun mislinden
fazlası caiz değildir.
Bir rıtıl831 malı bir
aylık vade ile iki rıtıla satmak Malik832 ve bir rivayet de Ahmed'e833 göre
caiz değildir. Çünkü bu caiz olursa borcun karşılığında alınan ziyade de caiz
olurdu. Çürıkü önemli olan lafızlar değil, maksatlardır.
"Sana şu bir
rıtılı, iki rıtıl karşılığı borç veriyorum" demek vade ile bir rıtıl malı
iki rıtıl mal karşılığı satmak gibi caiz değildir.
Karşılığında
ziyadesini almak şartıyla verilen her türlü borç caiz değildir. Bilakis bu
işlemde fazıl ve nesi faizi bir arada bulunmaktadır ve tıpkı vadeli olarak bir
dirhemi daha fazla dirheme satmak gibi haramdır. Hiçbir hile bunu haram
olmaktan kurtaramaz.
Bu nedenle elden ele
olan fazıl faizini haram görmeyen İbn Abbas şöyle dedi:
"Bir mal
fiyatlandırılıp sonra nakten satılırsa bunda bir sakınca yoktur. Fakat
fiyatlandırılıp sonra vadeli olarak satılırsa bu dirhemi dirhem ile satmak
gibidir."834
Yani bir mala 30
dirhem değer biçilip bu nakit olarak 30 dirhemden fazlasına satılırsa bunda bir
sakınca yoktur. Fakat vadeli olarak fazla fiyata satılırsa bu dirhemi dirhem
ile satmak gibidir, caiz değildir.
îki rıtlı bir rıtıl
karşılığında satmak caiz olduğu halde, aynı şey ödünç durumunda niçin caiz
değil?
(831) Rıtıl: On iki
ukiyye değerinde ağırlık. Her ukiyye 40 dirhemdir. (Bağdad'a göre) Şam'a göre
ise 48 dirhemdir.
Bkz: Tehzibu'1-esma
ve'1-luğat: 1/123, Lisanu'1-Arab: 5/238.
(832) Bkz: Muvatta,
Kitabu'1-Buyu: 2/661
(833) Bkz: El-Muğni:
4/126.
(834) Abdurrezzak,
Musannif, Kitabu'1-Buyu: 8/236.
351
Şöyle denilir: Borç
alınan mal hemen anında ödemek için değil, sonra ödemek için alınır. Yoksa
kimse hemen anında ödemek için borç almaz. Bu bir malı kendi kendine satmak
gibi anlamsız bir şeydir.
Teberru, hibe ve
ariyede sözleşmeye gerek yoktur ve ancak teslim almakla gerçekleşir. Ebu
Hanife835, Şafii836 ve Ahmed837 bu görüştedirler. Medineliler ise sözleşmeyi
gerekli görürler ki kitap ve sünnetin nasları da buna delalet eder.
Ödünç'de fazl ve nesi faizleri
aynı cinste bir araya geldiği zaman, bu işlem haram olur. Bu Malik ve bir
rivayete göre Ahmed'in görüşlerini teyid eder. Şafii ve bir rivayete göre
Ahmed'in görüşlerini ise geçersiz kılar. Çünkü Şafii ve bir rivayete göre Ahmed
gayrı ribevi malın kendi cinsi ile fazlasına satılmasına cevaz vermektedirler.
Bunlar, hükümlerin
aynı maksat da birleşmelerine rağmen sadece lafız değişikliğinden dolayı
değişmesine vesile olmaktadırlar. Şafii'nin ve Ahmed'in bazı arkadaşları
değişik vesilelerle bunu söylemişlerdir. Mesela Kadı Ebu Ya'la -ve başkaları-
selem lafzı olmaksızın sadece satış lafzı ile hali seleme cevaz vermiştir.838
Aynı şekilde muzaraa lafzı ile değil de icara (kira) lafzı ile olduğu zaman
tohumun işçi tarafından olmasına da cevaz vermiştir.
Ebu Muhammed
el-Makdisi839 ise tam aksine icaret lafzı ile değil muzaraa lafzı ile cevaz
vermiştir.840 Ebu'l-Hattab ise her iki lafız ile de cevaz verdi.841 Ki doğru
olan da
(835) Bkz. el-Muğni:
4/254, el-Muhalla: 8/84, El-Hidaye şerhu Bi-dayetü'l-mübteda: 3/60.
(836) Bkz el-Muğni:
4/354.
(837) Bkz: el-Muğni: 4/354, İ'lamu'I-muvakkiin:
3/452, el-İnsaf: 5/130,
(838) Maverdi
el-lnsaf: 5/98'de nakletti.
(839) Ebu Muhammed
el-Makdisi. İbn Kudame el-Muğni'nin yazan.
(840) Bkz: el-Muğni:
5/590-592
(841) Ebu Hattab'ın
el-Hidaye: 1/177 isimli eserine bakınız.
352
budur. Ahmed'in
peygamberin Hayberlilerle yaptığı muzaraa anlaşmasından delil getiren ifadeleri
de buna delalet eder.842
Hüküm lafız ile
değişseydi o zaman bu delil doğru olmazdı. Fakat bu deli doğrudur. Çünkü tohum
Hayberlilere aitti. Arazi kiralayan kimse eker, sahibi değil. Bu nedenledir ki
Ebu'l-Hattab şöyle dedi: "Ahmed'in sözlerinden onun tohumun işçi
tarafından olması şeklindeki muzaraa'yı caiz gördüğü anlaşılmaktadır. Bu sahih
hadisle de sabittir."843
O halde Ahmed'den
tohumun arazi sahibi tarafından ekilmesi yönündeki rivayet sahih sünnete uygun
değildir. Ahmed'in usulü sadece lafızlara itibar etmek üzere değil, maksatlar
ve manalara da itibar etmek üzere bina edilmiştir. Medine'liler den Malik'in
usulü de budur.
Hadis fakihleri ve
Medine fakihleri sözleşmelerde maksatlara riayet aslı konusunda
müttefiktirler. Fakat Ebu Hanife şöyle diyor:
İnfiradı halinde
cinslerde vade haramdır.844 Ahmed'den de bu yönde bir rivayet vardır.845 Hiraki
de bu görüşü seçmiştir. Bir şeyi aynısı ile vadeli olarak satmak caiz değildir.
Fakat ödünç meselesi bu hükmün aleyhine bir delildir. Bir şeyi misli ile
sonradan ödemek üzere borç almak caizdir.
(842) İbn Ömer
(r.anhüm) şöyle rivayet etti:
"Rasulullah
(s.a.v.) Hayberlilerle araziden alınan her türlü meyva ve ziraat mahsulünün
yarısın almak üzere anlaştı"
Buhari, Kitabu'1-Hars
ve'1-muzaraa: 3/68-69, Müslim Kitabu'l-musakat: 2/1186, Ebu Davud,
kitabu'1-buyu ve'1-icarat: 3/695.
(843) Kitapta bu
ibareye rastlanmadı.
(844) Bkz: el-Hidaye şerhu Bidayetü'l-mübtedi:
3/63, el-Muğni: 4/131
(845) Bkz: el-Muğni:
4/131, El-İnsaf: 5/43, Beğavi Şerhü's-sünne: 8/74.
353
Fakat Ebu Hanife şöyle
diyor: Ödünç sadece benzer şeylerde, ölçülüp tartılabilen şeylerde caizdir.846
Fakat çoğunluk
sünnetten delil getirerek ödünç hayvan almanın caiz olduğunu söylediler.
Peygamber (s.a.v.) bir deve borç almış sonra onun yerine daha iyisini vermiş
idi.847
Fakat Ebu Hanife
ölçülüp tartılabilen şeyler dışında ödünç vermeye cevaz vermemektedir. Belli
bir süreye kadar devenin deve karşılığı ödünç verilmesine veya satılmasına
cevaz vermez. Ahmed ise satışına değil ödünç verilmesine cevaz verir.
Geri iade edilirken
cinsin mi yoksa kıymetin mi geri verilmesi gerekir? İkisi de olabilir fakat
cinsin iadesi daha evladır.
Aynı şekilde ödünçte
tecile cevaz vermemektedir. Çünkü burada tecil caiz olursa, bir şeyin cinsi ile
satışı nesie olmaktadır ki bu da Ebu Hanife'ye göre caiz değildir.
Şafii ve bir rivayete
göre Ahmed ise ribevi şeyler dışında şeylerin cinsiyle misli veya daha fazlası
ile satışına cevaz vermektedir. Fakat bu görüşte çelişki vardır.
Tüm bu görüşlerden en
üstünü Malik'in ve bir rivayete göre Ahmed'in görüşleridir, tki sınıfm bir
arada bulunması haramdır. Ve bir şeyin daha fazlası karşılığında belli bir
vadeye kadar cinsi ile satılması caiz değildir. Bunun aynısı ödünçte de caiz
değildir.
Fazıl ve nesi faizi
bir arada bulunduğu zaman fazıl riba-sının bulunduğu şey icma ile haramdır.
Bunun dışında bir şeyler ise ulemanın çoğuna göre haramdır. Gayrı ribevi
şeylerde sadece nesi olursa yani vadeli olarak bir deveye karşı iki deve gibi
olan bu işlemde ulemanın çoğuna göre haramdır.
(846) Bkz: el-Muğni:
4/355, Hasiyeti İbn Abidin: 5/170-171
(847) Müslim, Kitabu'l-musakat: 2/1224, Malik,
Kitabu'1-buyu: 2/680.
354
FASL
Nesi olmayan fasl
faizi ise, selef ve halef tarafından çözümü zor bir mesele olarak görülmüştür.
İbn Abbas, İbn Mesud ve Muaviye fazl faizini kabul etmemişlerdir. Ayrıca
Usame'den gelen sahih hadiste peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Riba ancak
nesiede vardır"848
Bunun hilafına olarak
da müteahhirinden Ebu Tahir er-Reyaşi849 gibileri fazl ribasının tüm mallarda
işlediğini söylemiştir ki bu görüş icmaya aykırıdır.
Bir taife iise şöyle
dedi: Fazl faizi sadece nas ile sabit olan altı sınıfta geçerlidir. Bu görüşü
Katade, Davud850 ve arkadaşları ve ömrünün son dönemlerinde İbn Akil gibi
zatlar dile getirdiler. İbn Akil fazl faizinin hadiste de geçtiği gibi sadece
seddü'z-zerai bakımından yasak edildiğini söylemiştir. Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurdu:
"Dirhemi iki
dirhem karşılığı satmayın. Ben sizin re-maya düşmenizden korkarım."851
Nesi (vadeli) faiz
ihtiva ettiği fesad ve zulümden dolayı haram kılınmıştır. Fazl faizi ise
seddü'z-zeria (harama vesile kapısını kapama) açısından haram kılınmıştır.
Bu konuda en yakın
görüş şudur: Fazl ribası ancak ölçülebilen, tartılan mümasil yiyeceklerde
caridir. Bu Said b. Müseyyeb, bir söze göre Şafii ve bir rivayete göre de
Ahmed'in görüşüdür ki Ebu Muhammed852 bu görüşü
(848) Hadisin tahrici daha önce geçmiştir.
(849) Hayatı tercemesi
saptanamamıştır.
(850) Davud b. Ali b.
Halef el-Esbahani, Ebu Süyeyman "Ez-Zahiri" lakabıyla anılır. İslam
müctehid imamlarından birisidir. Zahiriye mezhebi ona nisbet edilir. Çünkü
Kitap ve sannetin zahirini alır, tevil, görüş ve kıyasa itibar etmezdi. 270
yılında Bağdat'ta vefat etti.
(851) Hadisin tahrici
daha önce yapıldı.
(852) Ebu Muhammed,
Muğni'nin yazarı İbn Kudame'dir.
355
seçmiştir. Malik'in
mezhebi de buna yakın bir görüştedir. Bu görüş fazl ve nesi ribasmda ve
maksatlara itibarda tercih olunan bir görüş olmakla beraber
seddü'z-zeriabakımından mübalağa etmişlerdir.
Hile ve seddü'z-zeria
arasındaki fark şudur: Hile sahibinin şer'an haram olan şeyi kastetmesidir ki,
bu kişinin kötü kastından menedümesi gerekir. Seddü'z-zeria ise iyi kastı
şeydir. Fakat bu iyi kastın hileye dönüşmesinden endişe edilir.
Kanun koyucu bazı
yerlerde zeriaları sed etmiştir ki bu meseleyi "Beyanu'd-delil ala
butlani't-tahlil" isimli eserimizde ayrıntılarıyla ele aldık. Kanun koyucu
seddü'z-zeria'da racih maslahatın kaybolmaması şartını koymuştur. Dolayısıyla
yasak, kendisinde racih maslahat olmayan müfsideyi kapsar. Ancak maslahatı
raciha bulunduğu zaman mubah olur. Çünkü bu durumda maşlah, müfsideye göre daha
racihdir. Bu nedenledir ki racih maslahat gereği kişinin nişanlayacağı yabancı
kadına bakması caizdir. Her ne kadar gereksiz yere yabancı bir kadına bakmak
caiz olmasa da.853
Aynı şekilde kadının
mahremi olmayan erkekle sefere çıkması caiz değildir. Fakat Aişe'nin Safvan b.
Muattal'la854 yaptığı sefer gibi bazen racih maslahat gereği caiz olur. Aişe
yalnız başına idi. Bu durumda yabancı bir müslüman-la sefere devam etmesi,
yalnız başına tehlikelerle karşı karşıya kalmasından daha hayırlıdır.855
(853) Bir ihtiyaç
olmaksızın erkeğin yabancı kadınlara bakmasının caiz olmadığının delillerinden
birisi de Nur suresinin 30. ayetidir.
"Mü'min
erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle.
Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah onların
yapmakta olduklarından haberdardır."
(854) Safvan b.
Muattal, Ebu Ömer es-Sülemi ifk hadisesinden beri. olan şahıs. Vefatı konusunda
ihtilaf edilmiştir.
(855) Meşhur ifk
hadisesi. Bu olay kısaca şöyledir:
356
Yine aynı şekilde
kadınların yanlarında bir mahrem olmadan hicret etmeleri caiz olmadığı halde
maslahatu raciha gereği Ümmü Gülsüm bt. Ebu Muit856 mahremsiz olarak,
Rasulullah'm (s.a.v.) kızı Zeyneb857 ise Allah Rasulü'nün görevlendirdiği
kişilerle beraber hicret etmiştir.
Kadınların mahremsiz
olarak hacca gitmeleri konusunda ise fakihler ihtilaf etmişlerdir.858
Bu konuda en güçlü
görüş şudur: Kadının mahremi ile beraber haccetmesi mümkün olmazsa, bu durumda
emniyetini sağlayabiliyorsa gayri mahremle de hacca gidebilir. Çünkü
güvenliğini sağlayarak mahremsiz hacca gitmesi, hac vecibesini kaçırmasından
daha evladır. "Karınla beraber haccet"859 hadisi kadının mahremiyle
sefere çıkması mümkünken, gayri mahrem ile sefere çıkmayacağını gösterir.
Bir seferde Aişe
özründen dolayı ordunun gerisinde kalır. Daha sonra İslam ordusunun
askerlerinden olan Safvan b. Muattal oradan geçerken Aişe'nin ordunun gerisinde
kaldığını görür ve onu alarak Rasulullah'a (s.a.v.) kavuşturur. Bu olay daha
sonra münafıklar tarafından dedi kodu konusu yapılır. Bunun üzerine Cenab-ı hak
vahiy indirerek Aişe'nin temiz, dedikoducuların yalancı olduklarını beyan eder.
Buhari
Kitabu'ş-şehadet: 3/154-158, Müslim Kitabu't-Tevbe: 3/2129-2138, Ahmed, Müsned:
6/194-197.
(856) Ümmü Gülsüm bt. Utbe b. Ebi Muit. Mekke'de
ilk müslüman olan bayanlardandır. Hudeybiye barışında yürüyerek tek başına
muhacir olarak Medine'ye gitti. Hicret ettiği zaman evli değildi. Medine'de
Zeyd b. Harise ile evlendi. O'nun şehadetinden sonra Zübeyir b. Avvam'la
evlendi. Sonra ondan boşanıp Abdurrahman b. Avf ile evlendi. Abdurrahman'ın vefatından
sonra da Amr b. As ile evlendi ve onun yanında vefat etti.
(857) Zeynep bt.
Muhammed (s.a.v.) Peygamber (s.a.v.)'in en büyük kızı. Annesi hayatta iken
Teyzesinin oğlu Ebu'l-As b. Rebi ile evlendi. Kocası müslüman olmadan 6 yıl
önce müslüman olarak hicret etti. Ra-sulullah (s.a.v.) bir ensari ile birlikte
Zeyd b. Harise'yi göndererek onu Mekke'den getirtmiştir.
(858) Ayrıntı için
bakınız: Mesailu İmam Ahmed: 1/139, el-Muhal-la: 7/47-52, Şerhü's-sünne
li'1-Beğavi: 7/20, El-Hidaye: 1/135...
(859) Bkz: Buhari
Kitabu'n-nikah: 6/159, Müslim, Kitabu'1-Hacc: 1/978 .'■"'■
357
Fakat kadın haccı
kaçırmakla güvenli bir şekilde gayri mahrem ile hacc etmek arasında tercih
yapmak durumunda kalırsa hacca gitmesi daha uygun olur. Hacc yolunda fesat
nadirdir. Ancak mahremsiz olarak ticaret ve ziyaret için sefere çıkmak böyle
değildir. Çünkü bu amaçla yapılan seferlerde yabancı erkeklerle yalnız kalmak
gibi dini yönden sakıncalı hususlarla daha çok karşılaşır.
Mürevvizi'nin860 rivayetinde
Ahmed, evlenme umudu kalmamış yaşlı kadınların mahremsiz olarak sefere çıkmalarına
cevaz vermiştir.861
Aynı şekilde üç
mescidi ziyaret, taat ve kurbiyettir ki, kadın güvenliğinden emin olduğu
taktirde bu mescidleri ziyaret edebilir.862
Fakat vacip veya
müstehap olmayan seferler böyle değildir. Çünkü bu tür yolculuklarda kadının
dini bakımından racih bir maslahatı yoktur. Bilakis bu tür seferlerde dini
yönelik tehlikelerle karşı karşıyadır. Kadının kocası ve mahremi bulunmaksızın
bu tür zorunlu olmayan yolculuklara çıkması hayırlı bir davranış değildir.
Bilakis bu durumlarda sefere çıkmamak sevaptır.
"Kadın ancak
kocası veya mahremiyle sefere çıkabilir" hadisi umumi anlamda değildir.
Bilakis kadınlar Zeynep ve Ümmü Gülsüm'ün hicret yolculukları gibi, zaruret
durumlarında mahremsiz olarak sefere çıkabilirler.
Yabancı kadına bakmak
harama vesile olabileceği için yasak edilmiştir. Fakat nas ve icma ile sabittir
ki nişanlanma ve benzer durumlarda bakılabilir. Şahid ve görevli me-
(860) İmam, fakih ve
muhaddis. Ebu Bekir Ahmed b. Muhammed b. Haccac el-Mürevvizi. İmam Ahmed b.
Hanbel'in arkadaşları. H. 275 yılında vefat etti.
(861) Bkz:
Kitabu'1-Furu (İbn Müfellah) 3/236.
(862) Ziyaret edilmesi sevap olan üç mescit
şunlardır: Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi, Mescid-i Aksa.
358
mur mahkemede yabancı
kadına bakabilirler. Arkadaşlarımız ve başkaları şehvetsiz bakma şartı ile
cevaz vermişlerdir. Ebu Hanife'nin arkadaşları ise şehvetle dahi olsa bu gi-.
bi zorunlu hallerde yabancı kadınlara bakılabileceğini söylemişlerdir. Onlara
göre şehvetsiz olarak, kadının yüzüne ve ellerine bakılabilir863, Ahmed'den bu
yönde bir rivayet mevcuttur.864 Şafii'nin de bir sözü böyledir.865
Bu konuya bir diğer
örnek, güneşin doğma ve batma vaktinde kılınan namazdır. Seddü'z-zeria gereği
güneşe tapanlara benzememek için bu vakitlerde namaz kılmak yasaklanmıştır.
Fakat namazı kaçırmamak vesaire gibi maslahatu'r-raciha gereği yasak olan bu
vakitlerde namaz kılınabilir846
Doğru olan şudur: Bir
sebebe binaen kılınan her türlü namazın, yasak olan bu vakitlerde kılınması
caizdir. Şafii'nin847 ve bir rivayette Ahmed'in848 görüşleri de böyledir.
(843) Bkz:
Ahkamu'l-Kur'an (Cassas): 3/316, el-Muhalla: 10/31
(844) Bkz. el-İnsaf
(Maverdi) 8/27-28
(845) Bkz. el-İnsaf
(Maverdi) 828
(846) Cenaze namazı,
Tavaf namazı, Tahiyyetii'l-mescid namazı ve Kusuf namazı gibi sebebe dayanan
namazlar gibi.
(847) Bkz. el-Muğni:
1/759, El-Mühezzeb: 1/130.
(848) Bkz. el-Muğni:
1/759.
359
FASL
Peygamber (s.a.v.)
Hakim b. Hizam'a849 şöyle dedi:
"Yanında
bulunmayan şeyi satma." Hakim şöyle demişti:
"Bazı insanlar
gelip yanımda bulunmayan malı satmamı istiyorlar, ben de istedikleri malı
onlara satıyorum, sonra çarşıya gidip elimde olmadığı halde satışını yaptığım o
malları satın alıyorum." Peygamber (s.a.v.) Hakim'in böyle dediğini
duyunca ona şöyle demişti:
"Yanında
bulunmayan şeyi satma."850
Abdullah b. Ömer'in
hadisinde de Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur.
"Selef ve satış
helal değildir. Satışta iki şart da helal değildir. Tazmin edilmeyen maldan kar
sağlamak da helal değildir. Yanında bulunmayan şeyi satmak da helal
değildir."851
İnsanlar bu hadis
üzerine değişik sözler söylemişlerdir.
Şöyle denildi:
"Yanında bulunmayan şeyi satma" hitabından maksad "Sahib
olmadığın ayan cinsinden malı satma" demektir. Bu tefsir Şafii'den
nakledilmiştir. Ve onun hal se-lemine cevaz verdiği rivayet edilmiştir.
Mütesellifin yanında sattığı şey bulunamayabileceği için bunu ayana
hamlet-miştir ki bu durumda hal veya müeccel olsun zimmette bulunan malın
satışı caizdir.852
(849) Hakim b. Hizam b. Hüveylid, el-Kurşi,
el-Esedi. Fatih günü müslüman oldu ve İslam'ını güzelleştirdi. Kureyşin ileri
gelenlerinden ve neseb alimi idi. H. 54 yılında vefat etti.
(850) Hakim b. Hizam'dan değişik lafızlarla tahric
edenler: Şafii Risale: 336-337, Ebu Davud Sünen. Kitabu'l-buyuu ve'1-icarat:
3/768-769, İbn Mace, Sünen, Kitabu't-ticarat: 2/737, Tirmizi Sünen
Kitabu'l-buyu: 3/554, Elbani İrvau'l-Galil'de bu hadisin sahih olduğunu
söyledi.
(851) Hadisin tahrici daha önce geçti.
(852) Bkz. er-Risale
(Şafii): Ahmed Şakir'in tahkiki s: 339.
,'
360
Başkaları da şöyle
dediler: Bu söz cidden zayıftır. Hakim b. Hizam'ın satışı şöyleydi: Bir şey
satın almak isteyen bir şahıs ona gelerek "şöyle şöyle bir yiyecek veya
elbise satın almak istiyorum" derdi. O da '"tamam istediğini sana
temin edeceğim" der ve siparişini aldığı mal yanında ise hemen verir,
yanında yoksa pazara giderek istenen malı müşterisi için satın alırdı.
Bu şekilde ticaret
yapan daha başka bir çok insan vardır. Dolayısıyla rivayette "Müşteri
gelerek bana yanında bulunmayan bir malı satın almak istediğini
bildirdi." denilmektedir. Yoksa "Başkasının malını taleb
ederdi" denilmemiştir.
Mal taleb eden şahıs,
o malın aynısını değil cinsim taleb eder.
Dolayısıyla Ahmed b.
Hanbel ve bir grup alim ikinci kavle dönerek şöyle demişlerdir. Hadis umumiyeti
gereği, yanında bulunmadığı taktirde zimmette bulunan malın da satışının
yasaklanmasını gerektirmektedir -ki bu, yanında bulunmadığı taktirde selemden
de men etmektedir- Fakat müeccel selemin caiz olduğunu bildiren hadisler
gereği, bu yasak hal selemini kapsamaktadır.853
Üçüncü görüş: Bu en
doğru görüştür. Hadis mutlak olarak selem-i hal ve selem-i müecceli
yasaklamamaktadır. Hadis, zimmette bulunmayan, satın almaya imkanı da bulunmayan
ve dolayısıyla teslimi de mümkün olmayan malın satışını yasaklamaktadır. Sahib
olmadan, teslimine ve tazminine muktedir olmadan bir maldan kar elde etmeyi
yasaklamaktadır.
Hadis sattığı malın
mütesellifin yanında bulunmadığı taktirde hal selefini yasaklamaktadır. Hadis
kişinin elinde bulunmayan ve teslimine muktedir olmadığı maldan para
kazanmasını yasaklamıştır. Çünkü parasını aldığı malı,
(853) Bkz.
Bidayetü'l-müctehid ve nihayetü'l-muktesid: 2/203.
' ■ . 361
pazarda bulabilir de
bulmayabilir de. Dolayısıyla bu tür alışverişlerde aldatma ve tehlike söz
konusu olabilmektedir. Çünkü selem halde ise, malın hemen anında, hal zamanında
teslim edilmesi gerekir. Fakat satıcı buna temin edemiye-ceğini bildiği halde,
müşteriden malın bedelini alıp kar sağlanması caiz değildir.
Fakat satıcı teslime
muktedir olduğu taktirde selem-i hal caizdir ki Şafii şöyle demiştir: Müeccel
caiz ise, halin caiz olması daha evladır.
Peygamber (s.a.v.)'in
muradının bu olduğunu açıklayan bir diğer husus da şudur: Yukarıda geçtiği gibi
mal talebinde bulunan kimse zimmette mutlak olarak bir satış talebinde bulunmuştur.
Bunun satışı caiz değilse, mülkünde olmayan muayyen şeyin satışı hiç caiz
olmaz.
Alıcı ondan
zimmetindeki şeyi hak üzere satmasını taleb etmiş, o da 'tamam satarım' diyerek
pazara gidip taleb edilen malı satın almıştır. İşte bunun üzerine Rasulullah
(s.a.v.) ona: "Yanında bulunmayan şeyi satma" buyurmuştur. Eğer
selef-i hal mutlak olarak caiz olmasaydı o zaman Rasulullah'in (s.a.v.) ona
şöyle demesi gerekirdi: "Bunu satma" ister yanında olsun, veya
olmasın.
Peygamber (s.a.v.)'in
"Yanında olmayan şeyi satma" buyruğundan, yanında bulunan, malik
olduğu ve teslimine muktedir olduğu şey ile böyle olmayanı birbirinden ayırdığı
anlaşılır. Her ne kadar ikisi de zimmette olsa da.
Kim bunları düşünürse,
üçüncü görüşün doğru olduğunu görür. Denilse ki: Muahhar zaruret gereği
caizdir. Bu iflas edenlerin satışıdır. Çünkü satıcı şu an satacağı bir şey olmadığı
için erteleyerek satmak zorundadır. Hal'de ise, satılan malı müşterinin
görüşüne arzetmesi mümkündür. Zimmette mevsuf bir şeyin veya gaib mevsufu'1-ayn
bir şeyin satışı zorunlu değildir. Hatta yasaktır. Aslın hilafını kabul
etmiyoruz. Bilakis satılan malın tecili, malın bedeli-
362
nin tecili gibidir.
İnsanlar hal ve gaib
satışı konusunda üç görüş üzerin-dedirler:
Bazıları mutlak olarak
caiz demekte fakat muayyen mev-sufa cevaz vermemektedir. Şafii'den meşhur olan
bu görüş-tür.854 Fakat zahir olan her ikisinin de caiz olmasıdır.
Burada Şafii'ye onun
başkalarına dediğinin aynısı denilebilir: Mutlak mevsufun satışı caiz olursa,
muayyen mev-sufun satışının caiz olması daha evlâdır. Çünkü mutlakta muayyene
göre daha çok tehlike, cehl ve aldanma yardır. Birinci sıfatla mutlak buğday
satsa, müşteri malı gördüğü zaman seçme hakkına sahiptir. Bunun caiz olduğu
sahabeden nakledilmiştir. Ebu Hanife854 ve bir rivayete göre Ahmed'in855
mezhebi böyledir.
Ahmed'in
arkadaşlarından Kadı ve başkaları satış lafzıyla hal selemine cevaz
vermişlerdir.
Bu meselenin tahkiki:
Lafız ile lafız arasında fark yoktur. Parası peşin verildiği halde teslimatı
sonra yapılan satışa selef denilir. Müsned'de peygamber (s.a.v.)'den şöyle
rivayet edilir.
"Peygamber
(s.a.v.) olgunlaşmaya başlamadan bağdaki meyvenin peşin olarak alınmasını
yasakladı."856
Fakat meyveler
olgunlaşmaya başladıktan sonra, alıcı parasını peşin vererek bunları satın
alabilir. Bu durumda malın teslimi gecikecektir. İşte parasını peşin verip,
malı daha sonra teslim almaya selef denilir.
Selef: Önce olan,
Salif ise öne geçen anlamındadır ki cenab-ı hak şöyle buyurdu:
"Böylece onları
sonradan gelecekler için bir selef ve bir örnek kıldık." (Zuhruf: 43/56)
(854) Bkz: El-Hidaye
şerhu Bidayetü'l-mübteda: 3/32.
(855) El-Muğni: 4/75.
(856) Ahmed, Müsned:
2/46-51.
363
Araplar değerli
develerin öncülerine salife derler. Peygamber (s.a.v.) de çeşitli hadislerinde
bu kelimeyi kullanmıştır.
"İlhaki
selefuna'1-hayr Osman b. Maz'un"857
"Hatta tenferide
salifeti"858 örneklerinde olduğu gibi.
Selef lafzı, ödünç ve
seleme şamildir. Çünkü ödünç veren de ödüncü selef yani takdim ve tacil
etmiştir. Fakat ödünç menfaat karşılığı teberru'dur. Abdullah b. Amr'm hadisinde
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Selef ve satış
helal değildir; satışta iki şart ta helal değildir. Tazmin edilmeyen maldan kar
sağlamak da helal değildir. Yanında bulunmayan şeyi satmak da helal
değildir."859
Bir başka hadis de
şöyledir:
"Rasulullah
(s.a.v.) genç bir deve istilaf etti, onun yerine yetişkin bir deve
ödedi."860
Yanında bulunmayan
şeyi satan kimse tacirdir ve amacı kar etmektir. Taleb edilen mala bir fiyat
biçer ve bu fiyatı peşin tahsil eder sonra da pazara giderek malı daha ucuza
satın alarak parasını önceden aldığı müşteriye satarak kazanç sağlar. Yoksa
hiçbir tacir kar sağlamaksızın başkalarının ihtiyaçlarını temin etmez.
Tacir paraya ihtiyaç
duyduğu zaman, selef yöntemine başvurur. Bu selem-i müeccel'de vaki olur ki
müflisler satışı diye isimlendirilir. ,
(857) Osman b. Maz'un'un vefatı münasebetiyle
ilgili hadisten bir cümledir. Hadis için bkz:
Ahmed, Müsned:
1/337-338, Hakim, Müstedrek: 3/210.
(858) Buhari,
Kitabu'ş-şurut'ta: 3/178-179'da geçen uzun hadisten bir cümledir.
(859) Hadisin tahrici
daha önce geçti.
(860) Hadisin tahrici
daha önce geçti.
364-
Müflis tacirin parası
ve yanında satacak hazır malı yoktur. Fakat sonradan gelecek malları
mevcuttur. Bu durumda parasını peşin almak ve malı sonra teslim etmek üzere
satış yapma yoluna başvurmaktadır.
Müeccel selef
çoğunlukla mütesellifin paraya ihtiyaç duyması durumunda vaki olmaktadır.
Hal selefde ise
hazırda yanında mal bulunduğu zaman, parasını ihtiyaç duyduğundan yanındaki
malı muayyen veya mevsuf olarak satar.
Yanında mal yoksa,
bunu ancak ticaret ve kar amacıyla yapar. Belli bir fiyattan mal satar ve bunu
kendisi daha düşük bir fiyattan temin etmeye çalışır. Tacirin düşüncesi budur.
Fakat her zaman düşüncesine nail olmayabilir ve bazen sattığı fiyatın altında
değil de daha üstünde mal alarak yaptığı işten zararlı çıkabilir ki bu durumda
bu işte, bir nevi tehlike ve kumar söz konusudur. Tıpkı firar eden bir köleyi
veya kaybolan deveyi satmak gibi. Kaçak köle veya kayıp devenin sahibi bunları
piyasadan daha ucuz bir fiyata satar. Eğer bunlar yakalanır veya bulunursa,
düşük fiyattan dolayı satıcı yakalanmaz veya bulunmazsa ödediği paradan dolayı
müşteri pişmanlık duyar.
Devenin veya atın
doğmamış yavrusunu satmak da bunun gibidir ki husulü meçhul olan bu gibi şeyler
kumar ve piyango gibidir.
Burada iki türlü
tehlike vardır:
Ticaret tehlikesi:
Tacir kar etmek amacıyla birşeyler alır, satar ve bu konuda Allah'a tevekkül
eder. Bu ticaretin kuralıdır. Tacir, Allah'a tevekkül ederek elindeki malı satı-nalacak
kimseleri bekler. Bu işte kar ettiği gibi bazen zarar da edebilir. Ticaret işte
böyledir.
İkinci tehlike:
Kumardır ki, insanların mallarını batıl yolla yemek esasına dayanır. Allah ve
Rasulü'nün haram
365
kıldığı mülamese861 ve
münabeze862, hayvanın karnındaki yavrusunu ve olgunlaşmaya başlamadan önce
ağaçlardaki meyveleri satmak bu nevidendir.
Bu tür alışverişlerde
taraflardan biri diğerine kumarda olduğu gibi zulmetmiş olur ve bu işte zalim
sürekli olarak mazlumun ahini, nefretini kazanmıştır. Oysa satmak üzere mal
satın alıp da, sonra fiyatların düşmesi ile elindeki malı ucuz fiyata satan
tacirin durumu böyle değildir. Bu tacir zararını Allah'ın takdiri olarak görür
ve kimseye karşı bir nefret duymaz.
Bunun aynısı, sahip
olmadığı malı satan satıcı gibidir. İnsanların çoğu ondan satın alacakları
maİın onun elinde bulunmadığından haberleri bile yoktur. Eğer bilseler zaten
gelip ondan almaz gidip onun alacağı yerden kendileri alırlardı. Onun sahip
olmadan mal sattığını bilseler de, söz konusu malın uzak bölgelerde olması veya
toptan alınması gerektiği gibi nedenlerle aracıya başvurmaktadırlar.
Bu tehlikeler
ticaretten değil, meyvelerin olgunlaşmadan satılması gibi, teslime güç
getirmeden satışta yapılan acelecilikten kaynaklanmaktadır. Hayvanın
karnındaki yavrusunu satmak, firari köleyi satmak, kaybolmuş deveyi satmak hep
bu nevidendir.
Tacir malı satın alıp
mülküne kattıktan ve teslim aldıktan sonra ticaretin tehlikesi başlar. Tacir
malını Allah'ın helal kıldığı ticaret yolu üzere satmalıdır.
"Ey iman edenler!
Aranızda karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna, mallarınızı
batıl yolla yemeyin"
(Nisa: 4/29)
(861) Mülamese satışı: "Sen bana veya ben sana
dokunursam satış vacip olur" şeklindeki ahş-veriş. Aldatma esasına mebni
olduğu için yasaklanmıştır.
(862) Münâbeze satışı: Satışın zorunlu hale gelmesi
için kişinin arkadaşına "Elbiseni bana çek veya ben sana çekeyim
demesi"
Bu da hile ve kumar
esasına dayandığı için yasaklanmıştır.
366
Peygamber (s.a.v.)
'in:
"Satışta iki şart
haramdır."863 buyruğu, bir satışta iki satış niyetini kapsar. Örneğin bir
malı önce vadeli olarak 100 dirheme anlaşıp, sonra bunu nakti olarak 80 dirheme
satmak gibidir ki buna ıyne satışı denilir.
Bazıları bunu bir
satış sözleşmesinde birden fazla şart koşulması olarak yorumlamışlar ve sonra
Ahmed'den864 nakledildiği gibi bazıları bunu mutlak olarak yasaklamıştır.
Bazıları da bu şartların nevileri ile ilgilidir demişlerdir ki tüm bu
görüşlerden yasağı gerektirecek bir şey yoktur.
Allah subhanehu ve
teala işlerin hakikatlerini daha iyi bilir.865
(863) Hadisin tahrici
daha önce geçti.
(864) Bkz: el-Muğni
(865) Müşkil ayetler
kitabının sin ve he nüshaları burada sona eriyor.
367
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla
Allah'a hamdolsun, ona
şükreder, ondan yardım ister, onun bağışlamasını dileriz. Nefislerimizin
şerrinden, kötü amellerimizden ona sığınırız. Allah kimi hidayete erdirirse onu
saptıracak, kimi de saptırırsa ona hidayet edecek yoktur. Şehadet ederim ki
Allah'tan başka ibadete layık ilah yoktur. Yine şehadet ederim ki Muhammed
(s.a.v.) onun kulu ve rasuludur. Allah onu tüm dinlere üstün kılmak için hidayet
ve hak din ile göndermiştir. Şahit olarak Allah yeter. Allah'ım ona salat ve
selam eyle.
Kur'an ve Kelamullah
hakkında kaide:
Sabilikten kaynaklanan
Cehmiyye'nin zuhurundan sonra ümmet bu konuda heva ve hevesine uyarak çeşitli
ayrılıklar ve fırkalara düştü.
Cenabı Hakk aziz
kitabında şöyle buyurdu:
"Bu, Allah'ın
kitabı şüphesiz hak olarak indirmesin-dendir. Kitap konusunda anlaşmazlığa
düşenler ise uzak bir ayrılık içindedirler." (Bakara: 2/176)
Ve yine şöyle buyurdu:
"İnsanlar bir tek
ümmet idi. Bu durumda iken Allah, müjde verici ve uyarıcı olarak peygamberleri
gönderdi. İnsanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri
için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da indirdi. İndirilen kitapta
ve gönderilen peygamber ve onun dininde hiç kimse ayrılığa düşmedi. Ancak
kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlıktan
ötürü kendilerine kitap verilenler anlaşmazlığa düştü. Bunun üzerine Allah
iman edenlere, haktan kendisinde ihtilafa düştükleri şeyleri izniyle gösterdi.
Şüphesiz Allah dilediğine doğru yolu gös-
368
terir." ^
(Bakara: 2/213)
Kur'an üzerindeki
ihtilaf iki nevidir. Tenzil'inde ihtilaf ve Tevil'inde ihtilaf. Allah'ın
kötülediği ayrılıkçılar hakda ayrılığa düşenlerdir. Onlar birbirlerinin
yanlarında bulunan hakkı inkar ettiler. Oysaki vacip olan, indirilmiş olan
hakkın tamamına iman etmektir. Ancak bir taraf hakkın tamamına iman ediyor,
diğer taraf ise inkar ediyorsa, bu durumda taraflardan sadece inkarcılar
kötülenmektedir:
"O Peygamberler
ki, biz onlardan bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah'ın kendisi ile
konuştuğu onlardandır. Bazısının derecelerini yükselttik. Meryem oğlu İsa'ya
açık mucizeler verdik, kendisini Ruhu'l-Kudüs ile teyid ettik. Allah dileseydi
o peygamberlerden sonra gelen miletler, kendilerine açık belgeler geldikten
sonra birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat onlar ihtilafa yöneldi. Onlardan bir
kısmı iman etti, bir kısmı da inkar etti. Allah dileseydi onlar elbette
savaşmazlardı. Lakin Allah murad ettiğini yapar." (Bakara: 2/253)
Kur'an'in tenzili
hakkındaki ayrılık ayrılıkların en büyüğüdür ki bizim buradaki ihtilaftan
maksadımız da bu nevi ihtilaflardır. Kur'an'ın tenzili hususundaki ihtilaf
müminler ile kafirler arasındadır. Müminler kitaba inanırlarken, kafirler kitabı
ve elçileri inkar etmektedirler. Kitap ve elçilere inananlar müslümanlar,
yahudiler, hristiyanlar ve sabiiler-dir. Kitap ve elçileri yalanlayanlar ise,
müşrikler, mecusi-ler ve sabiilerdir.
Allah, insanlara
indirdiği kelamını tebliğ etmeleri için elçiler gönderdi. Elçilere iman
edenler, onların Allah tarafından tebliğ ettikleri hususlara da iman ederler.
Elçileri yalanlayanlar, onların Allah'dan getirdiklerini de yalanlamış
olurlar. Allah'ın kelamına iman, Allah'ın insanlara elçi gönderdiğine iman
etmeye dahildir.
Bu nedenle elçileri
inkar edenler, bunu bazen Allah'ın in-
369.
sanlara göndereceği
kelamin olmasını inkar etmeleri esasına dayandırıyorlardı. Rabbul Alemini
hepten inkar edenler de vardı.
Cenabı Hakk şöyle
buyurdu:
"İçlerinden bir
adama "İnsanları uyar ve iman edenlere, Rableri katında onlar için yüksek
bir doğruluk makamı olduğunu müjdele'*diye vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak
bir şey mi oldu ki o kafirler "Bu elbette apaçık bir sihibazdır"
dediler." (Yunus:
10/2)
Cenabı Hakk Nuh ve Hud
ile ilgili olarak da şöyle buyurdu:
"Sakınıp rahmete
kavuşmanız için, içinizden sizi uyarıp korkutacak bir adam aracılığı ile bir
zikr (kitap) gelmesine mi şaştınız." (A'raf: 7/63)
Ve şöyle buyurdu:
"Onlar:
"Allah, beşere hiç bir şey indirmemiştir" demekle Allah'ı kadrinin
hakkını vererek takdir edemediler..."
(Enam: 8/91) Bu ayetler kaideleri takrir etmektedir. Cenabı Hakk bir
kişinin866 sözünü şöyle aktarıyor: "Bu, bir beşer sözünden başkası
değildir." Bu nedenledir ki imanın aslı, indirilen şeylere imandır. Hakk
Teala şöyle buyurdu:
"Elif, lam, mim.
Bu, kendisinde şüphe olmayan, mut-takiler için yol gösterici bir kitaptır.
Onlar, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızik olarak
verdiklerimizden infak ederler. Ve onlar, sana indirilene, senden önce
indirilenlere iman ederler ve ahirete de kesin bir bilgiyle
inanırlar."
(Bakara: 2/1-4)
Surenin ortasında da
şöyle buyruldu:
eyin ki: "Biz
Allah'a; bize indirilene, İbrahim, İs-
(866) O kişi Velid b.
Muğire'dir.
370
mail, İshâk, Yakub ve
torunlarına indirilene, Musa ve İsa'ya verilen ile peygamberlere Rabbinden
verilene iman ettik. Onlardan hiç birini diğerinden ayırdetmeyiz ve biz O'na
teslim olmuşlarız."
(Bakara: 2/136
Surenin sonunda da
şöyle buyruldu: "Elçi, kendisinden Rabbine indirilene iman etti, müminler
de. Tümü, Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine inandı..." (Bakara: 2/285) Bir sonraki surede
ise şöyle buyruldu: "Elif, lam, mim. Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir,
kaimdir. O, sana kitabı hak ve kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak
indirdi. O, Tevrat'ı ve İncil'i de indirmişti. Bundan (Kur'an'dan) önce (onlar)
insanlar için bir hidayet idiler. Doğruyu yanlıştan ayıran (Furkan)ı da
indirdi." (Al-i
İmran: 3/1-4) Yine bu surenin sonunda da şöyle buyurdu: "Rabbimjz, biz:
"Rabbinize iman edin" diye imana çağrıda bulunan bir çağrıcıyı
işittik, hemen iman ettik."
(Al-i İmran: 3/193) "Şüphesiz, kitap ehlinden, Allah'a; size
indirilene ve kendilerine indirilene -Allah'a derin saygı gösterenler olarak-
inananlar vardır."
(Al-i İmran: 3/199) Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim, onun Allah'tan
gönderilmiş bir kitap olduğu aslına sıksık vurgu yapar. Bu vurgulara şu
örnekleri verebiliriz: "Bu kitap..."
(Bakara: 2/2) "Elif, lam, ra. Bunlar, hikmetli kitabın
ayetleridir."
(Yunus: 10/1)
"Elif, lam, ra.
(Bu) ayetleri muhkem kılınmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyden
haberdar olan (Allah) tarafından birer birer açıklanmış bir kitaptır."
(Hud: 11/1)
"Elif, lam, mim, ra. Bunlar Kitab'ın ayetleridir. Ve sa-
371
na rabbinden indirilen
haktır." (Rad:
13/1)
"Elif, lam, ra.
Bu bir kitaptır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, o güçlü ve
övgüye layık olanın yoluna çıkarmak için sana indirdik."
(İbrahim: 14/1)
"Elif, lam, ra.
Bunlar, kitabın ve apaçık olan Kur'an'ın ayetleridir." (Hicr: 15/1)
Aynı şekilde "Ta,
sin.", "Ha, mim" ve tüm "Elif, lam, mim"'ler,
"Elif, lam, ra"'lar da aynı şeye vurgu yapmaktadır.
Kimi zaman Kitabın
indirilmesinden övgüyle bahsedilmiştir:
"Hamd, Kitabı
kulu üzerine indiren ve onda hiçbir çarpıklık kılmayan Allah'a
aittir." (Kehf: 18/1)
"Alemlere uyarıcı
olsun diye, kuluna Furkan'ı indiren (Allah) ne yücedir." (Furkan: 25/1)
Surelerin içinde de
sıksık bundan bahsedilir. Kur'an Musa ve Firavn kıssasından bahsetmektedir.
Çünkü bu kıssada hak ve batıl tarafların müşahhas örnekleri vardır. Firavn
Allah'ı ve peygamberleri inkar etmesi cihetiyle küfür ve batılın en,ucunda
iken, Musa, direkt Allah'ın kelamına muha-tab olması, Allah ile arasında bir
vasıta olmaması ve böylece risalet ve kelamın kemaline ermesi cihetiyle hak ve
imanın zirvesindeydi.
Oysa genelde diğer
peygamberlerin kafirlerle olan konumları böyle değildi. Diğer peygamberlerin
muhatap oldukları kafirler çoğunlukla Allah'ın varlığını inkar etmiyorlardı.
Ayrıca diğer peygamberler Musa'nın eriştiği Cenabı Hak ile vasıtasız konuşma
gibi kelamın zirvesine erişmemişlerdir. Bu nedenle Musa ve Firavun'un
kıssaları Kur'an'ın en büyük ve ehli iman ve ehli küfür için en ibretlik
kıssala-rındandır.
Bu nedenle Peygamber
(s.a.v.) ümmetine sık sık lut kıs-
372
sasını hatırlatıyordu.
Bedir savaşında Ebu Cehl'in867 öldürüldüğünü duyunca şöyle buyurdu:
"O bu ümmetin
Firavun'u idi."868
Cenabı Hakkın şu
kavliyle haber verdiği gibi Firavn ve kavmi kafir, müşrik ve sabii bir topluluk
idi:
"Musa ve kavmini
bu toprakta bozgunculuk çıkarmaları, seni ve ilahlarını terketmeleri için mi
(serbest) bırakacaksın."
(A'raf: 7/127)
Firavn, Musa'nın
getirdiği şeyin hak olduğunun farkında olmakla beraber küfründe inadını
sürdürdü:
"Ayetlerimiz
onlara, gözler önünde sergilenmiş olarak gelince dediler ki: "Bu, apaçık
olan bir büyüdür. Vicdanları kabul ettiği halde zulüm ve büyüklenme dolayısıyla
bunları inkar ettiler."
(Neml: 27/13-14)
"Andolsun, biz
Musa'ya apaçık dokuz ayet vermiştik; işte İsrailoğullarına sor; onlara geldiği
zaman Firavn ona: "Gerçekten ben seni büyülenmiş sanıyorum" demişti.
O da: "Andolsun, bunları görülecek belgeler olarak göklerin ve yerin
Rabbinden başkasının indirmediğini sen de bilmişsin; gerçekten ben de seni
yıkılmış harab olmuş sanıyorum" demişti." (İsra: 17/101-102)
Nuh, Ad, Semud, Lut,
Şuayb, İbrahim, Musa, Arab, Hind, Rum, Berber, Türk, Yunan miletinin kafir ve
müşrikleri ile diğer kafir ve müşrikler sadece zan ve nevalarına tabi oluyor
ve Allah'tan gelen kitablardan yüz çeviriyorlardı.
(867) Ebu Cehl: Amr b. Hişam b. Muğire el-Mahzumi
el-Kurşi İslam'ın başlangıcında Peygamber'in (s.a.v.) en büyük düşmanlarından
ve cahiliye döneminde Kureyş'in en ileri gelen liderlerinden birisidir.
"Ebu'l Hakim
olarak çağrılırdı. İslam'a olan düşmanlığından dolayı müslümanlar onu "Ebu
Cehil" olarak adlandırmışlardır. Bedir savaşında müşrik olarak öldürüldü.
(868) Hadisi tahriç
edenler: Ahmed Müsned: 1/444; Ebu Davud Ki-tab'ulCihad: 3/154.
373
Hakk Teala onlara,
Adem cennetten düştüğü zaman hi-tab ettiği gibi hitab etmiştir: *
"Dedik ki:
"Oradan hepiniz inin. Bundan sonra size benden bir hidayet geldiğinde, kim
benim hidayetime uyarsa, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır."
İnkar edip de ayetlerimizi yalanlayanlar ise; onlar, ateşin halkıdırlar ve
orada süresiz kalacaklardır."
(Bakara: 2/38-39)
"Dedi ki:
"Kiminiz kiminize düşman olarak, hepiniz oradan inin. Artık size benden
bir yol gösterici gelecektir, kim benim hidayetime uyarsa artık o şaşırıp
sapmaz ve mutsuz olmaz. Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için
sıkıntılı bir geçim vardır ve biz onu kıyamet günü kör olarak
hasredeceğiz."
(Ta-ha: 20/123-124)
Bir başka yerde de
şöyle buyruldu:
"Ey Ademoğulları,
içinizden size ayetlerimi haber veren elçiler geldiğinde kim sakınırsa ve
(davranışlarını) düzeltirse işte onlar için korku yoktur, onlar mahzun olmayacaklardır."
(A'raf: 7/35)
Allah'ın onlara
indirdiği nice açık ayetlere rağmen onlar ancak zanlarına ve nevalarının
gösterdiğine uymayı seçmişlerdir. Bunlar kendilerinin akıl, görüş, akli kıyas
ve anlayış sahipleri olduklarını iddia ederek kendilerini hikmet sahipleri-ve
felsefeciler olarak isimlendirirler. Cedel, söz, güç iktidar ve mal peşinde
koşarlar ve peygamberlere uyanları küçümseyerek onları sefihlik ve sapıklıkla
ittiham ederler.
Bu konuda Cenabı Hakk
şöyle buyurdu:
"Rasulleri
kendilerine apaçık belgeler getirdiği zaman, onlar, yanlarında olan ilimden
dolayı sevinip böbürlendiler de, kendisini alay konusu edindikleri şey, onları
sarıp kuşatıverdi."
374
"Ve onlara:
"İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin" denildiğinde:
"Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim?" derler. Bilin
ki, gerçekten asıl kendileri düşük akıllılardır; ama bilmezler." (Bakara: 2/13)
"Doğrusu, suç ve
günah işleyenler; kimi iman edenlere gülüp geçerlerdi. Yanlarına vardıkları
zaman, birbirlerine kaş göz ederlerdi. Kendi yakınlarına döndükleri zaman
neşeyle dönerlerdi. Onları gördükleri zaman ise: "Bunlar elbette şaşkın
sapıklardır" derlerdi. Oysa kendileri onların üzerine gözcü olarak
gönderilmemişlerdi."
(Mutaffifin: 83/29-33)
Nuh kavmi de şöyle
demişti:
"Dediler ki:
"Sana sıradan aşağılık insanlar uymuşken inanır mıyız?" (Şuara:
26/111)
Ve yine şöyle dediler:
"Sana, sağ
görüşlü olan en aşağılıklarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz." (Hud: 11/27)
Ve Hak Teala yine
şöyle buyurdu:
"İnkar edenlere
dünya hayati çekici kılındı (süslendi). Onlar, iman edenlerden kimileriyle alay
ederler."
(Bakara: 2/212)
"Kavminin ileri
gelenleri kendisine her uğradığında onunla alay ediyordu." (Hud: 11/38)
Alay etmekle yetinmiyorlar
peygamberleri bir de delilik, sefihlik, sapıklık ve benzer kötü sıfatlarla
tanımlıyorlardı.
Nuh'a:
"Delidir."
(Kamer: 54/9)
Demeleri gibi. Ve
şöyle dediler:
"Kavminin önde
gelenleri: "Gerçekten biz seni açıkça bir 'şaşirmışlık ve sapmışlık'
içinde görüyoruz" dediler. O: "Ey kavmim, bende bir 'şaşirmışlık ve
sapmışlık' yoktur; ama ben alemlerin Rabbinden bir elçiyim"
dedi."
(A'raf: 7/60-61)
375
Hud kavmi de O'na
şöyle dediler:
"Kavminin önde
gelenlerinden inkar edenler dediler ki: "Gerçekten biz seni 'akli bir
yetersizlik' içinde görüyoruz ve doğrusu biz senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz."
(Hud) "Ey kavmim" dedi. Bende akıl yetersizliği yoktur; ama ben
gerçekten alemlerin Rabbinden bir elçiyim."
(A'raf: 7/66-67)
376
FASIL
Peygamberlere imanın
toptan ve umumi olması gerekir. Peygamberler arasında ayrım yapılamaz. Onların
ve getirdikleri mesajların tümüne inanmak vaciptir. Bu konuda herhangi bir
ihtilaf söz konusu değildir. Kim peygamberlerin bazılarına inanıp, bazılarına
inanmaz veya Allah'ın indirdiklerinin bazıların inanmazsa o kafirdir.
Bu dinlerini
değiştiren yahudi, hiristiyan ve sabiilerin halidir. Bu ümmetler aslen Allah'a
ve ahiret gününe inanıp, sa-lih ameller işleyen topluluklar idiler. Ki Cenabı
Hakkın buyurduğu gibi onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır:
"Şüphesiz iman
edenlerle, yahudiler, hiristiyanlar ve sabiilerden Allah'a ve ahiret gününe
inanıp salih amel işleyenler için Rableri katında mükafaatlar vardır. Onlar
için herhangi bir korku olmadığı gibi onlar üzülmeyeceklerdir." (Bakara:
2/62)
Bunun benzeri bir
diğer ayet Maide'de vardır.869
Fakat bu ümmetler daha
sonra dinlerini tahrif ederek peygamberleri birbirinden ayırdılar ve bazılarına
inanıp, bazılarını inkar ettiler.
Yahudiler şöyle
dediler:
"Onlara:
"Allah'ın indirdiklerine iman edin" denildiğinde: "Biz, bize
indirilene iman ederiz" derler ve ondan sonra olan (Kur'an'ı) inkar
ederler. Oysa o (Kur'an), yanlarindakini doğrulayan bir gerçektir."
(Bakara: 2/91)
Cenabı Hakk şöyle
buyurdu:
(869) Maide 69 ayette
şöyle buyrulmuştur:
"İman edenler ile
yahudiler, sabiiler ve hriştiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe inanıp iyi amel
işleyenler üzerine asla korku yoktur; onlar üzülecekde değillerdir."
377
"Allah'ı ve
elçilerini inkar edenler, Allah ile elçilerinin arasını ayırmak isteyenler,
"Bazısına inanırız, bazısını tanımayız" diyen ve bu ikisi arasında
bir yol tutmak isteyenler. İşte bunlar, gerçekten kafir olanlardır. Kafirlere
aşağılatın bir azap hazırlanmıştır."
(Nisa: 4/150-151)
Ve yine şöyle buyurdu:
"Deyinki:
"Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarına
indirilene, Musa ve İsa'ya verilen ile peygamberlere Rabbinden verilene iman
ettik. Onlardan hiç birini diğerinden ayırdetmeyiz ve biz O'na teslim
olmuşlarız. Şayet onlar da, sizin inandığınız gibi inanırlarsa, kuşkusuz doğru
yolu bulmuş olurlar; yok eğer yüz çevirirlerse, onlar elbette bir aykırılık
içindedirler. Sana onlara karşı Allah yeter. O, işitendir,
bilendir."
(Bakara: 2/136-137)
Hak Teala müminlerle
ilgili olarak da şöyle buyurdu:
"Elçi, kendisine
Rabbinden indirilene iman etti, müminler de. Tümü, Allah'a, meleklerine,
kitaplarına ve elçilerine inandı. "O'nun elçileri arasında hiç birini
ayırdetmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı (dileriz). Varış
ancak sana'dır." dediler."
(Bakara: 2/285)
Cenabı Hak iman
edenleri överken, bazılarına inanıp, bazılarına inanmayarak kitaplarda ayrım
yapanları da kınadı:
"Kitap konusunda
anlaşmazlığa düşenler ise uzak bir ayrılık içindedirler." (Bakara: 2/176)
"Oysa kendilerine
apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan 'azgınlık ve
kıskançlıkları' yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o (Kitap) verilenlerden başkası
değildir." (Bakara:
2/213)
"Kitap ehlinden
olanlar, ancak kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra fırkalara
ayrıldılar."
(Beyyine: 98/4)
378
"Kendilerine
apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler
gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır."
(Al-i İmran: 3/105)
"Gerçek şu ki,
dinlerini parça parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiçbir şeyde onlardan
değilsin."
(En'am: 6/159)
379
FASIL
Ayrım ve bölücülük
bazen peygamberlerin kadri konusunda bazen de vasıfları konusunda olmaktadır.
Kemmiyet veya keyfiyet, veya tenzil ve tevil konusunda olduğu gibi. Mevcud'un
mevsuf bir hakikati ve mahdud bir mikdarı vardır.
Allah'ın Rasullerine
indirdiğinde ayrım ve bölücülük bazen kadri bazen de vasıfı konusunda
olmaktadır:
Birincisi yahudilerin
sözleri gibidir: İsa ve Muhammed'e indirilene değil, Musa'ya indirilene
inanırız. Hristiyanlar da Mesih'e inanıp, Muhammed'e inanmamakla aynı konumdadırlar.
Peygamberler veya kitapların bazılarına inanıp da bazılarına inanmayan
herkesin durumu budur.
Yine bu ümmet içinde
de kitap ve sünnetin bazı nasları-na inanıp, bazılarına inanmayan bidatçiler
mevcuttur ki bunların bu bidatleri küfürden kaynaklanmaktadır.
Vasfa gelince:
Yahudiler ve Hristiyanlarm Mesih hakkındaki ihtilaflarını buna örnek
verebiliriz. Yahudiler o'nun bir kul olduğunu kabul ederler ancak peygamberleriğini
kabul etmezler. Hristiyanlar ise onun peygamberliğini kabul ederler fakat aynı
zamanda onu tanrı da kabul ederler.
Her iki taife İsa
Mesih'in vasıf ve sıfatı hususunda ihtilaf ettiler. Her iki taifenin de hak ve
batıl yönleri bulunmaktadır.
Felsefeci Sabiilerin
durumu da böyledir. Bunlar Allah'ın peygamberlerine indirdikleri konusunda hak
sözler söyledikleri gibi batıl sözler de söylemektedirler. Buna örnek olarak
onların şu sözlerini verebiliriz: "Peygamberlere itaat etmek ve
yollarından gitmek gerekir. Getirdikleri şeylere Allah sözü demek caizdir.
Fakat Allah onlara bu sözleri dünya semasındaki akli faal olan ruhdan
indirmiştir. Yoksa kendi indinden değil!"
380
Görüldüğü gibi bu söz
bir yönüyle hak iken, diğer bir yönüyle de batıldır.
Bu kimseler aynı
zamanda ayrıcı ve bölücü kimselerdir. Allah'ın indirdiği ve elçilerinin
sıfatlarının bir kısmını kabul ederlerken diğer bir kısmını da inkar
etmektedirler. İnkar ettikleri sıfatlar kabul ettiklerinden belkide daha
çoktur. Aynı yahudilerin kitaptan inkar ettiklerinin kabul ettiklerinden daha
çok olması gibi. Bir yönüyle onlar yahudilerden daha şedid kafirler iken,
diğer yönüyle de yahudiler onlardan daha şedid kafirlerdir.
Bu kimselerden yahudi
Veya hristiyan olan iki cihetle kafirdirler. Son peygamber kabul etmemeleri
cihetiyle ve ya-hudilik veya hristiyanlık dinini hak görmeleri cihetiyle.
Bunların aralarındaki
dereceler, iman ettikleri veya inkar ettikleri sıfatların çokluğuna göre
değişiklik gösterir.
İslam'a müntesib
görünen kimselerden de Kur'an ve Peygamber (s.a.v.) bazı sıfatlarını kabul
edip, bazılarını kabul etmeyen kimseler vardır ki bunların yahudi ve
hiris-tiyanlardan hiçbir farkları yoktur.
Bu ümmete müntesib
göründükleri halde Peygamber'in (s.a.v.) getirdiklerinin bazısına inanıp,
bazısına inanmayanların ne denli büyük bir sapıklık ve delalet içinde oldukları
çok açık biçimde görülmektedir.
381
FASIL
Allah'ın
indirdiklerinden bazıların inkar edenler ile Allah'ın indirdiklerinin tamamını
inkar edenler birçok bakımdan birbirlerine benzemektedirler. Muhammed'e indirilenleri
inkar eden yahudi, hiristiyan ve sabiiler ile, müşrikler, mecusiler ve onlara
tabii olan sabiiler arasında açık bir benzerlik mevcuttur.
Bu inkarcılar,
Allah'ın ayetlerine ve elçileriyle beraber gönderdiği kitaplara, şeriatlara ve
peygamberlerin siretleri gibi hususlara itiraz ediyorlar ki, tarih boyunca tüm
inkarcılar bu konuda aynı itirazlarla hareket etmişlerdir. Muhammed'e
(s.a.v.) yapılan itirazların aynısı Musa (a.s.) ve İsa'ya (a.s.) da yapılmıştır.
Bu konuda Cenabı Hakk
şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın
ayetleri konusunda inkar edenlerden başkası mücadele etmez. Öyleyse onların
şehirlerde dönüp dolaşması seni aldatmasın. Kendilerinden önce Nuh kavmi de
yalanlandı ve kendilerinden sonra fırkalar da. Her ümmet, kendi elçilerini
yakalamaya yeltendi. Hakkı, onunla yürürlükten kaldırmak için, 'batıla dayanarak'
mücadeleye giriştiler. Ben de onları yakalayıverdim. Artık benim cezalandırmam
nasılmış?"
(Mü'min: 40/4-5)
Ve yine şöyle buyurdu:
"Ki onlar, Allah'ın
ayetleri konusunda kendilerine gelmiş bir delil bulunmaksızın mücadele edip
dururlar. (Bu) Allah katında da iman edenler katında da büyük bir öfke
(sebebi)dir." (Mü'min: 40/35)
Başka bir ayette de
şöyle buyruldu:
"Şüphesiz,
kendilerine gelmiş bulunan hiçbir delil olmaksızın, Allah'ın ayetleri konusunda
mücadele edenlere gelince, onların göğüslerinde kendisine ulaşama-
382
yacakları bir büyüklük
(isteği)den başkası yoktur. Artık sen Allah'a sığın. Şüphesiz O hakkıyla işiten,
hakkıyla görendir."
(Mü'min: 40/56)
"Allah'ın
ayetleri hakkında mücadele edenleri görmüyor musun; nasıl da döndürülüyorlar?
Ki onlar, Kitabı ve elçilerimizle gönderdiğimiz şeyleri yalanladılar. Artık
yakında bileceklerdir."
(Mü'min: 40/69-70)
Oysaki Allah (c.c.)
elçilerini çeşitli mucizeler, hüccetler, büyük ve göz kamaştırıcı kudret ile
teyid etmiştir. O'nun nübüvvet ile yeryüzünün doğusu ve batısı aydınlanmış, ve
daha önce geçen peygamberlerin nübüvvetleri O'nunla sabit olmuştur. Hak
batıldan O'nun nübüvveti ile ayrılmıştır. Eğer O'nun nübüvveti olmasaydı
insanlar kat kat karanlıklar ve çeşitli kargaşalar içinde kalırlardı. Kitap
ehli de üm-miler de! Dolayısıyla daha önceki peygamberlere, yöneltilen
itirazların aynısı O 'na da yöneltilmiştir. Allah ona, getirdiği şeylerin daha
önce Ehli kitaba gelen şeylerle aynı olduğu konusunda Ehli kitabı şahid
göstermesini emretti. Bu onların cizyeyi kabul etmelerinin bazı
hikmetlerindendir:
"Sana
indirdiğimizden eğer kuşkudaysan, senden önce kitabı okuyanlara sor. Andolsun,
Rabbinden sana gerçek gelmiştir, şu halde kuşkuya kapılanlardan olma."'
(Yunus: 10/94)
"Benimle sizin
aranızda şahid olarak Allah yeter ve yanlarında kitabın ilmi bulunanlar da (bu
gerçeği bilir)."
(Ra'd: 13/43)
"Biz senden evvel
kendilerine vahyettiğimiz rkekler-den başka (peygamberler) göndermedik. Eğer
bilmiyorsanız, zikir ehline sorun. (Onları) Apaçık deliller kitaplarla
(gönderdik)..." (Nahl: 16/43-44)
Bir başka surede de
şöyle buyruldu:
"Biz senden
öncede kendilerine vahyettiğimiz erkekler dışında elçi göndermedik. Eğer bilmiyorsanız
o hal-
383
de zikir ehline
sorun."
(Enbiya: 21/7)
"De ki:
"Gördünüz mü haber verin; eğer (bu Kur'an'ı) Allah katından ise, siz de
onu inkar etmişseniz ve İsra-iloğullarından bir şahid bunun bir benzerine
şahitlik edip iman etmişse ve siz de büyüklük taşlamışsaniz (bunun sonucu ne
olacak)?"
(Ahkaf: 46/10)
Bu kafirler
peygamberler hakkında bir takım yanlış kıyaslar yaparak inkar yoluna saptılar.
Oysa kıyasda benzeyen ile benzetilen arasında müşterek bir payda olması
gerekir. Şeytanlar kendi dostlarına inerek onlara batıl şeyleri ilham
etmektedirler:
"Gerçekten
şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli çağrılarda
bulunurlar."
(En'am: 6/121)
Cenabı Hak
"Ta-Sin" suresinde Musa kıssasını Allah'ın onunla konuşmasını ve onu
Firavun'a göndermesini anlattı ki, bu kıssa daha önce de dediğimiz gibi
Kür'an'ın en önemli kıssalarmdandır.
Şuara suresinde ise
peşpeşe şu dokuz peygamberin kıssaları anlatıldı. Musa, İbrahim, Nuh, Hud, Salih,
Lut ve Şuayb. Sonra da şöyle buyurdu:
"Gerçekten o
(Kur'an) alemlerin Rabbinin (bir) indirmesidir. O'nu Ruhu'I-Emin indirdi.
Uyarıcılardan olman için, senin kalbinin üzerine (indirmiştir)."
(Şuara: 26/192-193)
Şu ayetlere kadar:
"Şairler ise;
gerçekten onlara azgın-sapiklar uyar. Görmedin mi; onlar, herbir vadide
vehmedip duruyorlar, ve gerçekten onlar, yapmayacakları şeyleri söylüyorlar."
(Şuara: 26/224-226)
Ayeti kerimelerde
peygamberler ile kahinler, yalancı peygamberler ve şairler gibi şeytanın
fısıltılarına kulak veren kimseler arasındaki fark zikredilmiştir.
Peygamberler dı-
384
şındaki tüm bu
zümreler şeytanla ilişkilidirler ve şeytanın fısıltılarına kulak vererek
insanları o doğrultuya yöneltmektedirler.
Şeytan ancak kendisine
münasib olan yalancı ve facirle-rin üzerine inebilir. Sadık ve muttaki
kimselerin değil. Şairler ise çoğunlukla insanların duygularına hitap ederek
onları heva, hevese ve şehvetlere yöneltirler. İns ve cin şeytanları kendi
mühasibleriyle yakınlık içindedirler.
385
FASIL
Bu aslın beyanından
sonra bidatin küfürden kaynaklandığı gerçeği ortaya çıkmış oldu.
Daha önce de işaret
ettiğimiz gibi Cenabı Hakkın Kur'an-ı Kerim'de övdüğü yahudi ve hiristiyanlar,
önceleri mümin ve müslüman idiler. Allah'ın indirdiklerinden herhangi bir şeyi
değiştirmedikleri gibi, inkara da sapmamışlardı. Ancak daha sonra, Allah'ın
dinini değiştirerek ve Allah'ın Muham-med'e (a.s.) indirdiğini inkar ederek
kafirlerden oldular. Kafir yahudi, hiristiyan ve sabiilerden bir zümre ise,
nifak yolunu seçmiştir.
Son dönem Sabiileri,
Cenabı Hakkın kelam sıfatını, konuşma ve söylemesini, veya insanlardan birine
kendi katından bazı sözler göndermesini veya beşerden birisiyle konuşmasını
inkar ettiler. Onlara göre Allah (c.c.) ilim, muhabbet, rahmet gibi subuti
sıfatlarla sıfatlanamaz. Ayrıca Allah'ın İbrahim'i dost, Musa'yı kelim
edinmesini de reddederler.
Onlar Allah'ı (c.c.)
olumlu veya olumsuz sıfatlarla tanımlarlar. Meselan: Cisim değildir, cevher ve
araz değildir. Alemin dahili veya haricinde değildir. Veya izafet ile tanımlarlar.
Mesela: Alemin mebdeidir veya iletu'l ula'dır demeleri gibi. Bazen de selb ve
izafet ile mürekkeb sıfatlar ile tanımlarlar: Aıl, maluk ve akl gibi.
Onlara göre Allah başkaları
dışında Musa'yı kelam ve teklim ile seçmemiştir. Muhammed'i de başkaları
dışında irsal ile görevlendirmemiştir. Onlar Allah'ın ayrıntıları bilmesini
veya irade etmesini kabul etmezler. Bilakis kabul eder-seler Allah'ın genel
ilim ve iradesini kabul ederler.
Onlardan nübüvveti
kabul edenler ise şöyle derler: Nübüvvet diğer insanlar gibi peygamberlerin de
iç alemlerinde coşkuyla hissedilen feyizden ibarettir. Peygamberleri
ayrıcalıklı kalan şey onların bu feyizleri almada daha isti-
386
daflı olmalarıdır. Bu
feyizler sayesinde onlar başkalarının bilmediklerini bilir, başkalarının
işitmediklerini işitir, başkalarının görmediklerini görür ve başkalarının
yapmadıkla-ını yaparlar.
Bunlara göre
peygamberlerin sözlerinin diğer insanların sözlerinden hiçbir farkı yoktur
Kur'an'ı:
"Bu, bir beşer
sözünden başkası değildir."
(Müddessir: 74/25)
Diye reddeden arap
müşriklerinden Velid b. Muğire870 sabiilerdendir.
Sabiiler, Ehli Kitap
gibidirler. Allah (c.c.) bazan onları müşriklerle beraber, bazen de Ehli Kitab ile
beraber zikretmiştir: 1 Hakk Teala
şöyle buyurdu:
"Kitap ehlinden
ve müşriklerden inkar edenler, kendilerine apaçık bir delil gelinceye kadar,
(bulundukları durumdan) kopup, ayrılacak değillerdi." (Beyyine: 98/1)
Şu kavli ilahiye
kadar:
"Şüphesiz, kitap
ehlinden ve müşriklerden inkar edenler, içinde sürekli kalıcılar olmak üzere
cehennem ateşindedirler." (Beyyine:
98/6)
Hacc suresinde de altı
milletin arasında zikredilmişlerdir:
"Gerçekten iman
edenler, Yahudiler, Sabiiler, Hris-tiyanlar, Mecusiler ve müşrikler; şüphesiz
Allah, kıyamet günü aralarını ayıracaktır." (Hacc: 22/17)
Cenabı Hakk yine şöyle
buyurdu:
"Onlar, Allah'ı
bırakıp hahamlarını ve rahiplerini
(870) Velid b. Muğire
b. Abdillah b. Amr b. Mahzum Ebu Abd Şems. Cahiliye döneminde Arap
hakimlerinden ve Kureyş'in liderlerinden birisidir. Yaşlı döneminde İslama
yetişti fakat küfründe İsrar etti. Hicretten üç ay sonra öldü. Halid b.
Velid'in babasıdır.
387
rabler edindiler ve
Meryem oğlu Mesih'i de... Oysa onlar, tek olan bir ilaha ibadet etmekten başka
bir şeyle em-rolunmadılar. O'ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk
koştukları şeylerden yücedir."
(Tevbe: 9/31)
Bundan bir önceki ve
bir sonraki ayet ise şöyledir:
"Yahudiler:
"Üzeyr Allah'ın oğludur" dediler; hris-tiyanlar da: "Mesih
Allah'ın oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarıyla söylemeleridir; onlar,
bundan önceki inkar edenlerin sözlerini taklid ediyorlar. Allah onları
kahretsin; nasıl da çevriliyorlar?" (Tevbe: 9/30)
"Ağızlarıyla
Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, kendi
nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor." (Tevbe: 9/32)
Ve yine şöyle buyurdu:
"Andolsun,
"Allah üçün üçüncüsüdür" diyenler küfre düşmüştür."
(Maide: 5/73)
"Andolsun,
"Şüphesiz Allah, Meryemoğlu Mesih'tir" diyenler küfre
düşmüştür."
(Maide: 5/72)
"Allah: "Ey
Meryemoğlu İsa, insanlara, beni ve annemi Allah'ı bırakarak iki ilah edinin,
diye sen mi söyledin? dediğinde: "Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir
sözü söylemek bana yakışmaz..."
(Maide: 5/116)
"(Allah)
"Üçtür" demeyiniz. (Bundan) kaçının, sizin için
hayırlıdır."
(Nisa: 4/171)
Dinlerini değiştiren
Yahudiler ve Hristiyanlar aynı zamanda müşrik iseler, Sabiiler onlardan daha
çok müşriktir. Müşriklikleri dinlerini değiştirdikten sonradır. Dinlerini
değiştirmeden önce ise müşrik değillerdi. Bu ümmetlerin dinlerinin aslı sahih
ve şirkten uzaktır. Şirk, sonradan bulaşmış oldukları bir bidattir. Bu hususun
iyi anlaşılması gerekir.
Arapların ileri
gelenlerinden o kişi (Velid b. Muğire)'de
388
öyledir. Ki o,
arapların en büyük hakim ve felsefecilerinden biri sayılıyordu. Bu nedenledir
ki Cenabı Hakk ayeti kerimelerde O'nun felsefe kokan şu halini ve sözlerini bildirdi:
"Çünkü o, düşündü
ve bir ölçü tespit etti, Kahrolası, nasıl bir ölçü koydu? Yine kahrolası, nasıl
bir ölçü koydu? Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti.
Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı. Böylece "Bu, yalnızca
aktarılarak öğrenilen bir büyüdür", dedi. "Bu, bir beşer sözünden
başkası değildir."
(Müddessir: 74/18-25)
Sonra bu kimseler
peygamberlerin sözleri karşısında hayret ve şaşkınlık içindedirler. Nübüvvet
nuru onları şaşkınlığa düşürmektedir. Bu durumda nübüvvete karşı muhtelif
fikirlere bölünmüşlerdir.
Bazıları
peygamberlerin söylediği çoğu şeylere inanmaz, bunlardan yüz çevirir veya
şüphe ederler.
Bazıları: Maslahat
gereği yalan söylenebilir. Peygamberlerde böyle yapmışlardır, derler.
Bazıları ise:
Peygamberlerin bu sözleri hayaller ve hakikatleri insanların kalplerine
yaklaştırmak için verilen misallerden ibarettir demişlerdir. Farabi871 ve İbni
Sina'nın872 yolu budur. Fakat İbn Sina bazı yönlerden imana daha yakındır fakat
mümin değildir.
Muhammed'in (s.a.v.)
risalesini idrak tüm felsefeciler bu
(871) Muhammed b. Muhammed b. Özlağ b. Turhan
el-Farabi. Ebu'n-Nasr. Felsefeci, matematikçi, tabib, Türk, Fars, Yunan ve
Süryani dillerini biliyordu. Marran'a giderek Yuhanna'dan felsefe dersleri
aldı. Medinetu'l-Fadile, İhsau'1-Ulum, el-Medhal ile'I mantık gibi çeşitli
eserleri vardır. 339 yılında vefat etti.
(872) Hüseyn b.
Abdillah b. Sina, Ebu Ali. Başta tıp ve felsefe olmak üzere muhtelif ilim
dallarında şöhret kazanmıştır.
"Şifa",
işarat, Kanun gibi eserleri vardır. 428 yılında vefat etti.
389
risaletin aydınlığı
ihtiva ettiği faydalı ilimler ve güzel davranışlar karşısında az veya çok
şaşkınlık ve hayranlığa kapılmışlardır.
Hatta îbni Sina şöyle
dedi:
"Tüm büyük
felsefeciler yeryüzüne bu şeriatten daha üstün başka bir şeriat gelmediği
husussunda tam bir ittifak içindedirler."
Felsefeciler de diğer
kardeşleri gibi kitap ve sünnetin naslarından işlerine gelmeyeni tevil ve
tahrif yoluna gitmişlerdir. Bu tevil ve saptırmalar onların küfre girmesine neden
olmuştur.
Peygamber getirdikleri
sözlerin Allah'ın sözleri olduğunu söylemeleri üzerine felsefeciler de zahiren
böyle söyleyip, batinen aksine inanmışlardır. Müslümanlar arasında münafıklık
yaparak, "Kur'an Allah'ın sözüdür, diğer peygamberlerin getirdikleri de
Allah'ın kelamıdır, fakat Allah'ın kelamından maksat; bu sözlerin
peygamberlere feyz yoluyla faal akıldan gelmesidir" demişlerdir.
Ve bir diğer iddiaları
da şudur: Faal akıl, Cibril'dir. Çünkü o gaybi konularda cimri değildir ve bol
bol feyz dağıtır.
Ve bir diğer sözleri
Allah Musa ile Sema aklıyla konuştu. Riyazat ve çile erbabı da bu
mücadelelerinden sonra Musa'nın duyduklarını duyma mertebesine erişirler.
Onların bu sözleri birçok
meşhur insanın sapıtmasına vesile olmuştur ki bunlardan biri de "Ebu Hamid
el-Gaza-li'dir. Gazali onlardan etkilenmiş ve bunu kitaplarına yansıtmıştır.
Felsefeciler son dönem
Sabiiler ve son risaletten sentez yaparak oluşturdukları fikirlerini "İhvani
safa873 Risaleleri" altında yaymaya çalıştılar.
(873) İhvanu Safa: Bir
grup Şii felsefeci. Asıl isimlerini gizleyerek, fikirlerini risaleler halinde
telif edip halka dağıtırlardı. Daha fazla bilgi için el-Mevsuiyye el-Arabiyye
el-Müyessere (l/66)'ya bakınız.
390
Bu risalelerde makul
ve mankul adı altında delilsiz ve saptırılmış birçok konuya yer vererek,
insanlardan bazılarını saptırmayı başarmışlardır. Ayrıca bu risalelerde müsbet
veya menfi yönde nübüvvet ve risaletle hiçbir ilgisi olmayan doğa ve matematik
bilgileri de mevcuttur. Bu ilimler, ziraat, inşaat, dikişçilik gibi dünyevi
faydalara şamildir.
Bu gizli Sabiilerin
sözlerinin hakikati şudur: Kur'an diğer sözler gibi bir beşer sözüdür, ancak
diğerlerinden daha üstündür. Aynen insanlardan bazılarının bazılarından üstün
olması gibi. Ve bu sözler aynen diğer ilimlerin ehline ulaşması gibi
Rasulullah'a (s.a.v.) feyz yoluyla ulaşmıştır.
Ey okuyucu bil ki bu
sözler zahiren müslüman görünüp hakikatte münafık ve zındık olanların
sözleridir ki, bunların sayısı son dönemlerde çokça artmıştır. Kendilerini
felsefeci, kelamcı, tasavvufçu olarak sunan bu münafıklardan biri olan
Tilmisani874 şöyle diyor:
"Bizim sözümüz
Allah'a ulaştırır, Kur'an ise cennete" İbn Arabi875 ies şöyle demiştir:
"Veliler,
Peygamber (s.a.v.) ve vahiy getiren melekle aynı yerden alırlar."
Bu zındıkların çokça
söyledikleri sözlerden biri de şudur: "Kur'an genel için, bizim sözlerimiz
ise özel kimseler içindir."
Daha önce müşriklerin
yaptıkları gibi bu zındıklar da Kur'an'ı bölük bölük yaptılar. Bunlar
sapıklıkta o kadar ileri gittiler ki kamil bir veli veya kamil bir felsefeciyi
Rasulullah'a (s.a.v.) tercih ettiler.
(874) Ebu Rebi,
Afifuddin Süleyman b. Ali el-Tilmisani. Tasavvuf zındıklarından birisi. Vahdeti
vucüdculardan, 690 yılında öldü.
(875) Muhammed b. Ali
b. Muhammed b. Arabi el-Endülüsi. Vahdeti Vücutçu. Övenleri bulunduğu gibi
zındıklık ve küfürle ittiham edenler de vardır. "Fususul Hikem" ve
Futuhatu'l-Mekkiyye gibi kitapları vardır ki bu kitaplarda zahiren küfrü
gerektirecek birçok husus vardır."
391
Bu kimseler kendi
iddialarınca bazı velileri veya felsefecileri, ki bunlar kendileri veya
şeyhleridir. Peygamber'den (s.a.v.) üstün tutmakta bazen de, bir yönüyle o, bir
yönüyle de biz üstünüz demektedirler.
Allah'ın gönderdiği
kelamı kendi kelamlarıyla kıyas ederlerken, peygamberleri de kendileriyle kıyas
etmektedirler. Cenabı Hakk bu gibilerinin hallerini şöyle beyan etti:
"Onlar:
"Allah, beşere hiçbir şey indirmemiştir" demekle Allah'ı, kadrinin
hakkını vererek takdir edemediler."
(En'am:6/91)
"Allah'a karşı
yalan uydurup iftira düzenden veya kendisine hiç birşey vahyolunmamişken
"Bana da vahy geldi" diyen ve "Allah'ın indirdiğinin bir
benzerini ben de indiririm" diyenden daha zalim kimdir?"
(En'am: 6/93)
Cenabı Hakk bu gibi
inkarcılara hitaben Tevrat ve İncil gibi Allah'ın katından olan iki kitap
getirmeleri çağrısında bulunmuştur:
"İki büyü
birbirine arka çıktı" dediler. Ve: "Gerçekten biz hepsini inkar
edenleriz" dediler. De ki: Eğer doğruysanız, bu durumda Allah katından bu
ikisinden (bana ve Musa'ya indirilen kitapta) daha doğru olan bir kitap
getirin de, ona uymuş olayım."
(Kasas: 28/48-49)
Aynı şekilde cinler de
Kur'an'ı dinledikleri zaman şöyle dediler:
"Dediler ki:
"Ey kavmimimz, gerçekten biz, Musa'dan sonra indirilen, kendinden
öncekileri doğrulayan bir kitap dinledik; hakka ve doğru olan yola yöneltip
iletmektedir."
(Ahkaf: 46/30)
Ve Hakk yine şöyle
buyurdu:
"De ki:
"Gördünüz mü haber verin, eğer (bu Kur'an) Allah katından ise, siz de onu
inkar etmişseniz ve İs-railoğullarmdan bir şahit bunu bir benzerine şahidlik
392
edip iman etmişse ve
siz de büyüklük taslamışsanız (bunun sonucu ne olacak)? Şüphesiz Allah, zalim
olan bir kavmi hidayete erdirmez." (Ahkaf: 46/10)
Bu nedenle Necaşi
Kur'an'ı dinlediği zaman:
"Bu Musa'nın
getirdiğinin aynısıdır."876
Hakk teala sonrada
şöyle buyurdu:
"Allah'a karşı
yalan uydurup iftira düzenden veya kendisine hiçbir şey vahyolunmamişken,
"Bana da vahiy geldi" diyen ve "Allah'ın indirdiğinin bir
benzerini de ben indireceğim" diyenden daha zalim kimdir?"
(En'am: 6/93)
Yazdıklarını Allah'a
izafe ederek iftira atanlarla, kendisine vahyolunduğunu iddia edip de kimin
vahyettiğini açıklamayan yalancıların bunun gibi daha başka birçok sapık
görüşleri mevcuttur. Vahiy iddiasında bulunanlar mutlaka bu iki kısımdan
birisine dahildirler.
Uykularında rüya
görenler, kalbime ilka edildi veya ilham geldi diyenler de bu ikinci kısma
dahildirler.
Birinci kısma ise
şunlar dahildir: Allah bana şöyle dedi veya şöyle emretti veya şöyle onayladı
gibi sözler söyleyenler. Bu gibi şeylerin çoğu hayal ve evhamlardan kaynaklanmaktadır
ki onlar da çoğu kez Müseylemetul Kezz-ab877 vb. gibi bunun Allah'tan değil de
şeytandan olduğunun farkındadırlar.
"Allah'ın
indirdiğinin bir benzerini ben indireceğim." Bu hal, insanların Allah'ın
kelamına benzer sözler getirebile-
(876) Bkz. Ahmed
Müsned: 1/201-203;
İbni Hişam
es-Siretü'n-Nebeviyye: 1/334-338; İbni Kesir el-Bidaye ve'n-Nihaye: 3/70-73.
(877) Müseyleme b.
Siimame b. Bükeyr b. Habib el-Hanefi. Yalancı peygamber Yemame'de doğdu ve
büyüdü. Peygamber (s.a.v.) bu fitneyi def edemeden vefat etti. Sonra halife
olan Ebu Bekr onun üzerine Halid b. Velid komutasında bir ordu göndererek bu
fitnenin kökünü kuruttu.
393
ceğini iddia edenlerin
sözleridir. Riddeti esnasında Ebu Serh'in878 Kur'an'a karşı gelinebileceğini
söylemesi bu kabildendir. Peygamberlerin asaletlerinin fuyuzatlı sözlerden
ibaret olduğunu söyleyen tüm zındıklar, münafıklar ve kafirler bunun kapsamına
girerler. "Allah'ın indirdiğinin bir benzerini ben de indirebilirim"
diyenler bazen bu sözü Allah'ın hiçbirşey indirmediğine inanarak, bazen de
birşeyler indirdiğine inanarak söylerler.
(878) Abdullah b. Sa'd
b. Ebi Şerh b. Haris. Komutan. Osman b. Af-fan'm süt kardeşi. İlk müslümanlar
ve vahiy katiplerinden. Sonra fitneye düşerek Medine'den Mekke'ye mürted olarak
döndü. Fetih günü Rasu-lullah (s.a.v.) onun hakkında ölüm fermanı çıkardı.
Osman Rasulullah'a (s.a.v.) gelerek onun için eman taleb etti ve eman
verildikten sonra tekrar müslüman oldu. H. 36 veya başka bir tarihte öldüğü
söylenir.
394
FASIL
Bu nedenle kelam ve
muhabbet sıfatını ilk kez inkar eden hicri ikinci yüzyılda Ca'd b. Dirhem'dir.879
Hasan el-Basri gibi islam alimleri bu adamın öldürülmesini emrettiler. Irak
emiri Halid b. Abdillah el-Kasri880 minbere çıkarak:
"Ey insanlar!
Allah'ın İbrahim'i dost edinmediğini ve Musa'yla konuşmadığını iddia eden Ca'd
b. Dirhem'i öldüreceğim. Allah onun dediklerinden münezzeh ve çok yücedir,
dedi ve kalkıp Ca'd'ın boynunu vurdu.881
O'ndan sonra gelen
Cehm b. Safvan da Allah'ın konuşma sıfatını inkar etti. Sonra müslümanlara
karşı münafıklık yaparak kelam lafzını kabul etti ve şöyle dedi: "Kelamını
hava ve ağaç yaprağı gibi mahallerde yaratır.
Bundan sonra İslama
müntesib görülen Mutezile ve benzer fırkalar Ca'd ve Cehm'e tabi olarak
Sabiiler ve müşriklerin bu gibi sözlerini tartışmaya başladılar. Sabiilerin
yaratılmışlar konusunda iki ayrı görüşler vardır.
Bazıları şöyle
dediler: Gökler yok iken, Peygamberler ve Allah'ın Kitablarının haber verdiği
gibi sonradan yaratılmıştır. Bazıları da şöyle dediler: "Bilakis gökler
kadim ve ezelidir. İlk mevcut ile beraber vardır. Kendi basma vacibul
vu-cud'dur. Bazıları da tamamen yaratıcıyı inkar etmişlerdir.
Bu kafirlerin
yaratılış ve diriliş, başlangıç ve dönüş konularında birbirleriyle çelişkili
birçok makaleleri vardır.
(879) Ca'd b. Dirhem. Sapık bidatçi Alah'ın
İbrahim'i halil edinmediğini ve Musa ile konuşmadığını iddia etti. Irak valisi
Halid b. Abdillah el-Kasri tarafından öldürüldü.
(880) Halid b.
Abdillah b. Yezid b. Esed el-Kasri. Ebu'l-Heysem. Irak valisi ve meşhur arap
hatiblerinden 126 yılında vefat etti.
(881) Bu eser için
bakınız. Buhari Kitabu'l-Halki Efalil İbad sh: 8; Darami er-Red ale'l-Cehmiyye
sh: 18; Beyhaki Sünenü'l-Kübra Kitab'uş-Şehadat: 10/205.
395
Çünkü bunlar
kendilerini toplayacak olan Allah'ın ipine sarılmadılar. Ancak vahiy ile
bilinen bu gibi şeylerde zan ve tahmin yürütmek insanları asla belli bir ortak
noktada toplamaz.
Bunlar birbirleriyle
ancak süfli tabiat olaylarından aldıkları kıyasla mücadele ve münazara ederler
ve bu bu tür süfli mukaddimeler ile marifetullaha gökler, yaratılışın
başlangıcı ve sonu hakkında ilme nail olmak isterler. Bu, on-, ların
büyüklerinin de itiraf ettikleri gibi mümkün değildir. Onlar ancak zanna
uyuyorlar ve bu şekilde asla yakini idrake ulaşamazlar.
Bu sapık bidatçiler,
Allah'ın hidayeti ile hidayet bulmamış kelam ve cedel ehlini kendi yollarına
çekerek onları İslam ümmetine musallat kılmışlardır. Peygamber (s.a.v.) bu
durumu şöyle haber vermiştir:
"Karış karış,
arşın arşın sizden önceki ümmetleri takip edeceksiniz."
"Faris ve Rum'mu
ya Rasulallah!?" dediler. Rasulullah (s.a.v.):
"Fars ve Rum'dan
başka insanlardan kim var ki!?" buyurdu.882
Kelam ve cedel ehli
alemin hudusuna Sabiiler gibi ecsam ve araz ile deli getirdiler. Önce arazı
tesbit ediyor sonra da bunların ecsam için gereğini sonra da hudusunu
vurguluyorlar. Sonra da şöyle diyorlar:
"Havadisi
geçmeyen herşey hadistir. Cedel ehlinin çoğu alemin hudusu mevzusunu bu yolla
izah etmişlerdir.
Araz'in -ki o
sıfatlardır- kendilerince araza hamil mev-sufun hudusuna delalet ettiğini
görünce bunu Allah'tan nefyettiler. Çünkü sübutu hudusu gerektirmektedir.
Böylece sımsıkı sarıldıkları hudusul alem delilinin ne kadar çürük
(882) Buhari
Kitab'ul-İtisam bi's-Sünnet: 8/151; Ahmed Müsned: 2/325, 336.
396
olduğu görülmüş oldu.
Bu kelamcılar alemin
kadim ve nübüvvetin peygamberin nefsinde yaşanan kamil bir feyzden ibaret
olduğunu söyleyen Sabiiler felsefecilere muhalefet ettiler. Çünkü kelamcılar,
hakka daha yakın ve kalpleri Kur'an ve İslam nuruyla daha dolu olduğu için
akli ve semi delillere daha çok sahiptirler. Her ne kadar birçok bakımdan
Rasulullah'in (s.a.v.) sünnetinden sapmış olsalar da Sabii felsefecilerden çok
çok hayırlıdırlar.
Fakat, Allah'ın
konuşmadığı, ilim, kudret ve diğer sıfatlardan hiçbir sıfata sahip olmadığı
hususunda felsefecilere tabi oldular. Çünkü onlara göre Allah'ın konuşmasının
isbatı, onun cisim olmasını gerektirir; cisim ise hadistir. Çünkü cisim
mevsufun hudusuna delalet eden sıfatlardan bir sıfattır. Hatta onlara göre bu,
mütekellimin hudusuna başkasından daha çok delalet eder. Yine bunda başkasında
olmayan tertib, takdim ve tehir vardır.
Fakat Peyamberlerin
Allah'm konuştuğu ve kelam sahibi olduğu konusundaki ittifakları -ki Kur'an'da
buna delalet eden birçok nas vardır- kelamcıların şöyle demek zorunda bıraktı:
"Allah hakiki değil, mecazen mütekellimdir." İnat ve açık inkara
sapmadan önceki sözleri böyle idi.
Sonra bu kendilerinin
söyledikleri bu sözü çirkin görüp şöyle dediler:
"Evet Alah
mütekellimdir." Hatta bazı kelamcılar kendileri de dahil olmak üzere tüm
müslümanların bu konuda icma ettiklerini nakletti. Fakat kelameılann gerçek
inançları bu değildir. Bu sözü şöyle tevil ettiler: Ondan ayrı mekanda olsa,
kelamın"fiilinde mütekellimdir. Sonra mütekellim kelimesine arap dilinde
olmayan, uydurma anlamlar yükleyerek, bu kelimeyi asli anlamından saptırdılar.
Bunlar Kur'an mahluktur diyen fırkanın sözleridir.
Bu söz, peygamberlerin
getirdiklerini inkar etselerde,
397
hudusul alem konusunda
onlarla aynı sözü söyleyen Sabi-ilerin sözleridir. Fakat bu söz küfrü ilzam
etmez. Onlar bu sözden şunu kastediyorlar. Allah muayyen bir yaratmış olduğu bu
sözü gönderdi.
Fakat bu kimseler
ilahi kitapların murad ettiği anlamda Allah'a mütekellim olmasını inkar
ettiler. Onlara göre kelam sıfat olduğundan dolayı kabul edilemez. Çünkü
di-dalarına göre Allah sıfatlardan uzaktır. Onlara göre, kelam kadim
olmadığından, hadis olması gerekir.
îşte sabiilerden bir
fırka olan bu kimselere peygamberlere tabi olan müminler arasındaki ihtilaf
bundan kaynaklanmaktadır. Onlar Allah'ın kelam sıfatı gibi bazı sıfatlarını
inkar ederek kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar ettiler.
Müminler ise
Rablerinden kendilerine indirilen Allah'ın Kur'an ve diğer kitaplarla Musa ile
konuştuğu ve Allah'ın konuşup, emrettiği, sözü söylediği gerçeklerine tabi
oldular. Sözü yerinden saptırmadılar. Saptıranları iman basiretiyle Kur'an'dan,
hadilerden, sahabe ve tabiinden selefin ic-masıyla reddettiler.
Onlar bunların
sözlerinin, Yahudi ve Hristiyanların sözlerinden daha tehlikeli olduğunu
biliyorlardı. Hatta müs-lümanların imam Abdullah b. Mübarek şöyle demiştir:
"Biz yahudi ve
hiristiyanların sözlerini hikaye edebiliyoruz, fakat Cehmiyye'nin sözlerini
hikaye etmeye dilimiz varmıyor."883
Sabiiler ve
müşriklerin kalıntıları olan bu Cehmiyye fırkası özellikle H. 2 yüzyılın
sonları ile H. 3 yüzyılın baş-
(883) Bu sözü tahric
edenler:
Buhari Kitabu Malkül
Efali'1-İbad sh: 10; Abdullah b. Ahmed b. Hanbel Kitab'üs-Sünnet sh: 7; Ebu
Davud Kitabu Mesailu İmam Ahmed sh: 269; Darimi er-Red ale'l-Cehmiyye sh: 21.
398
larında
"Mamun"884 olarak lakaplandırılan Ebu'l-Abbas'ın döneminde eski
müşrik ve Sabii'lerin kitaplarının arapçaya terceme edilmesiyle zuhur etti. Bu
dönemde Eski Yunan, Hind ve Fars'ın sapık düşünceleri terceme yoluyla İsalm alemine
bulaşmış oldu.
Daha önce de işaret
ettiğimiz gbi İlam'da çıkan bidatçi kelamcılar Sabiilerden bir cüzdürler.
Mutezile felsefecilerden bir bakiyedir sözü meşhurdur. Mutezile fitnesi birçok
ilim adamını, kelamcıyı, halifeleri vezirleri, komutanları kendisine çekmiş ve
bundan Allah'ın indirdiğine değiştirmek -sizin olduğu gibi tabi olan müslüman
erkek ve kadınlar büyük sıkıntılar çekmiştir. Müslümanları Rasulullah'ın
(s.a.v.) sünneti konusundaki kusurları, bu bidatçilerin bir dönem hakimiyeti
ellerine geçirmelerine vesile olmuştur.
(884) Halife
Ebu'l-Abbas Abdullah b. Harun er-Reşid b. Muhammed el-Mehdi b. Ebi Cafer
el-Mansur el-Abbasi. 170 yılında doğdu ve ilim, edebiyat, tarih, mantık ve
felsefe okudu. Eski kültürlere ait kitapları arapçaya çevirtti. Kur'an'ın
yaratıldığı sözünü benimsedi ve halkı bu görüşü kabule zorladı. 218 yılında
vefat etti.
399
FASIL
Sonra sıfatlan kabul
eden başka bir kelamcı zümre türedi. Bunlar Allah'ın ilim, kudret, işitme,
görme hayat ve kelam sıfatlarını nebevi naslara uygun akli kıyaslarla savundular.
Cevher ile kaim olan sıfatı araz olması nedeniyle Rab ile kaim olan sıfatlardan
ayırdılar. Rab ile kaim olan sıfatları araz olarak isimlendirmezler. Çünkü
araz daim olmaz ve baki kalmaz. Veya mütehayyiz veya cisim ile kaim olur.
Rabbin sıfatları ise daim ve lazımdır. Ecsam ile kaim olan araz cinsinden
değildir.
Bu zümreye sıfatçı
kıyas kelamcıları denilir. Birçok hususta sıfatları inkar eden Sabii kalıntısı
kelamcılardan farklıdırlar. Akli kıyas yoluyla birçok sıfatı kabul ve ispat
ettiler. Yedi sıfat da buna dahildir ki, o da şunlardır: Hayat, il-4m, kudret,
irade, semi (işitme), Basar (görme) ve kelam (konuşma).
Fakat işitme ve görme
sıfatlarının akli sıfatlardan mı yoksa haber ve işitmeye dayanan nebevi
sıfatlardan mı olduğu hususunda kendi aralarında ihtilaf ettiler. Ayrıca beka,
kadem ve koklanan, tatlanan, dokunulan şeylerin idraki konusunda da ihtilaf
etmişlerdir. Ayrıca Kur'an'ın haber verdiği vech (yüz), yed (el) gibi semi
sıfatlar konusunda da ihtilaf halindedirler. Öncekiler bu sıfatları kabul
ederlerken, sonradan gelenler kabul etmemişlerdir.
Sadece hadis yoluyla
gelen sıfatlarıysa çoğu kabul etmemiştir. Sonra içlerinden bazıları akli kıyas
ile çıkardığı sonuca ters düşen nasları asli delaletinden saptırma ve tevil
yoluna gitmişlerdir. Bazıları ise bu konuda sukutu tercih etmiştir.
Bizim buradaki
maksadımız insanların sıfatlar konusundaki görüşlerini sayıp dökmek değildir.
Maksadımız Allah'ın risaleti ve peygamberlerinin tebliğ ettiği kelamı ko-
400
nusunda söz
söylemektir. Sıfatçı kelamcılar ile, Nübüvvetin mirasçıları olan alimler
arasında birçok ortak nokta olduğu gibi onlarla Sabiiler arasında da bazı
müşterek noktalar vardır.
Dolayısıyla Risalet
konusunda hem sünnet varisçilerinden hem de Sabiilerin varisçilerinden olarak
hak ile batılı birbirine karıştırmışlardır. Aynen bidatçi Mutezile'nin sünnet
ve Sabiilikten bazı hususları alıp, bunlardan bir sentez yapmaları gibi. Fakat
sıfatçı kelamcılar Mutezile'ye göre sünnete ve ehli sünnet mezhebine çok daha
yakındırlar. Fakat bazı hususlarda da Mutezile'den etkilenmişlerdir.
Şu nedenlerden dolayı
birçok fıkıh, hadis ve tasavvuf ehli, bu sıfatçı kelamcılara katılmışlardır.
1- Söyledikleri
hususların çoğunun hak olması ve birçok konuda sünnete tabi olmaları.
2- Görüşlerini
bazılarını Sabiilerin metodlarından aldıkları, bazılarını ise kendilerinin
çıkardıkları akli kıyaslarla savunuyor olmaları. Bu durum insanların onlardan
daha çok etkilenmesine neden olmuştur.
3- İnsanların sünnet
konusundaki yetersiz bilgileri ve bu bilgilerin, söz konusu şüpheleri izale
etmedeki yetersizliği.
4- Sünnet ve hadis
ehlinin gevşeklik ve acizliği. Şöyle-ki bazen sıhhatini bilmedikleri hadisleri
rivayet etmeleri ve bazen de okuma-yazma bilmez cahiller gibi kitap ve sünnetin
nurunu olaylara yansıtmaktan acze düşmeleri.
Minhecleri bu olunca şöyle
dediler: "Naslar ve selefin ic-masının gösterdiği gibi Kur'an yaratılmış
değildir."
Bunlar Nebevi semi
naslar ile akli kıyas arasını bulmanın yolunun Kur'an'ı diğer sıfatlar gibi
Allah'ın nefsinde kaim bir sıfat olarak gömekten geçtiğini gördüler.
Ve Kur'an'ın ya mahluk
veya kadim olması gerektiğini gördüler. Allah ile kaini üçüncü bir şıkkın
ispatı, havadisin bizatihi hululünü gerektirdiğini anladılar ki bu da hudusul
401
mevsuf delil teşkil
eder ve alemin hudusu delilini iptal eder.
Bunun üzerine kelamın
hakikatinin şu olduğu görüşüne sarıldılar. Kelam, nefs ile kaim bir manadır.
Harf ve sesler ise, kelamın hakikatından değildir. Fakat kelama delalet
ederler.
Fakat bazıları bu
görüşe itiraz ederek şöyle dediler:
"Kelamın harf ve
ses dışında bir hakikati yoktur. Böylece iki grup arasında kelamın sadece mana
itibariyle mi yoksa sadece lafız itibariyle mi hakikat olduğu hususunda ihtilaf
çıktı.
Yine bunlar emir,
nehiy ve haberin, ayrı neviler ve kısımlar değil kelamın sıfatları olduğunu
söylediler. Ve yine Allah'ın kelamını tek bir mana olduğunu söylediler ve
bunun arapça okunduğunda Kur'an, İbranice okunduğunda Tevrat ve Süryanice
okunduğunda İncil olduğunu iddia ettiler.
İnsanlar onlara şöyle
itiraz ettiler: Bu görüşün fasid olduğu zorunlu bir gerçektir. Aynen
öncekilerin kelam havada yaratıldı ve onunla konuşmaya dönüştü ve mütekel-lim
kendi zatı dışında bir zatta da olsa kelamı ihdas edendir demeleri ve
insanların bu sözleri söyleyenler: "Bu söylediklerimizin zorunlu olarak
fasit olduğu malumdur" dedikleri gibi.
Her taifeden
insanların cumhuru şöyle dedi:
"Kelam lafız ve
mananın ismidir. Aynen mütekellim insanın, cisim ve ruhun ismi olması gibi.
Kelamın manaları ilim ve iradeye münhasır değil, lafızları gibi çeşitlidir.
Her ne kadar manalar birlik ve topluluğu, lafızlar ise çeşitlik ve ayrılığa
daha yakın olsa da.
Ve yine bunlara göre:
Allah'ın kelamı olan Kur'an'ın manası yaratılmış olmasa da, harfleri
yarıtılmıştır. Allah'ın kitabı ile kelamını birbirinden ayırdılar ve şöyle
dediler:
"Allah'ın kitabı
harflerdir ve bu da yaratılmıştır. Al-
402
lan'in kelamı ise,
anlamıdır ve yaratılmamıştır." & azıları şöyle dediler:
"Kur'an'dan
harfler kastedilirse, o mahluktur." Ve yine bazıları şöyle dediler:
"Kur'an genel
örfte harflerdir ki o da mahluktur." Onlar ve öncekiler, öncekilerin
mahluk dedikleri halkul Kur'an'da müttefiktirler. Fakat Kur'an'ın mahluk
olmayan başka, bir anlamını da kabul ederler.
Yine her iki taife de
Allah'ın Kur'an'ın harfleriyle konuşmasını veya konuşmacının sözü gibi bilinen
anlamda Allah'ın sözü olmasını reddettiler. Fakat ümmetin genel kabulünden
dolayı, bu lafzı onlarda kullandılar. Fakat ümmetin kastettiği anlamda değil.
Bu konudaki delilleri şuna dayanır: Kadim veya kadim olmayıp Allah'ın nefsinde
kaim harfin mümkün olmaması üzerine üçüncü bir seçenek olan kadim ve Allah'ın
nefsinde kaim olmayan harf seçeneğini benimsemesi gereği.
Fakat bunlar bu
harflerin nerede yaratıldığı? Havada mı yoksa Cibril'in nefsinde mi
yaratıldığı? Yoksa Cibril veya Muhammed tarafından mı ihdas edildiği
hususlarında çelişkili sözlere bölündüler.
Ancak ümmetin cumhuru,
ehli hadis, ehli fıkıh ve ehli tasavvuf, peygamberlerin, kitapların ve ilmin
gösterdiklerine tabi oldular. Sabiilerin sözlerine değer vermediler ve
Kur'an'ın tamamının Allah'ın kelamı olduğu gerçeğine sımsıkı sarıldılar.
Kelamcılar gibi Kur'an'ın bir kısmına Allah'ın kelamı, bir kısmını ise Allah'ın
kelamı değil, demediler.
Kur'an harfleri,
manaları, emir ve yasakları ile müslü-manların bilip kabul ettikleri Kur'an'dır
ve o, lafız ve manadan müteşekkildir.
Bu nedenledir ki
Hanefi, Maliki, Şafii veya Hanbeli olsun usülu fıkıh konusunda eser yazan
fakihler, emir ve
403
y^sak konusuna
değindikleri zaman bu hususa işaret eder ve "meri mücerred manadır"
diyenlerin sözlerini reddederler.
Nebevi çizgiyi takip
eden Ehli Sünnet ve hadis ve kıble ehli tüm müslümanlar:
"Elif, lam, mim.
Bu, kendisinde şüphe olmayan, müt-takiler için yol gösterici bir
kitaptır." (Bakara: 2/1-2)
İlahi kavlin ve
Kur'an'daki diğer kavillerin, Allah'ın kelamı olduğunu, başkası üzerinde
yaratıp konuşmadığı değil konuştuğu kelamı olduğunu bilirler. Allah daha iyi
bilir.
[1] Osman b. Ata b. Ebi Müslim el-Horasani zayıftır. 155
yılında öldü.
[2] Al-i imran: 3/68
[3] Bkz. Tefsiru ibn Ebi Hatim sh. 326
[4] Mukatil b. Hayyani imam, alim ve muhaddis. Sika'dır.
150 yılında vefat etti.
[5] Hasif b. Abdirrahman el-Hadrani Salih bir adamdır
ancak hadisi zayıftır. Ezberi kötüdür ve rivayetleri birbirine karıştırır. 137
yılında vefat etti.
[6] Bkz. Tefsiru ibn Ebu Hatim sh, 326.
[7] Naim b. Sabit Ebu Kuteybe el, Basri Takrib'de
"Makbul" dür denildi.
[8] Abdullah b. Zeyd b. Amr, (Amir el- Basri Ebül
Kalaba'de denildi) Sikadır. İrsal yapar. 104 yılında vefat etti.
[9] Salebi'nin rivayeti kendi tefsirinde bulunmamıştır. Bu
rivayeti ibn Ebu Hatim kendi tefsirinde (sh. 325) zayıf bir isnad ile tahric
etmiştir.
[10] Bkz. Tefsiru ibn Ebu Hatim, sh, 324-325
[11] Bkz: Tefsiru ibn Ebu Hatim, (1/398).
[12] Mealimut Tenzil'de Beğavi Mücahid'den zikretti.
(1/119).
[13] Bkz. Tefsiru ibn Ebu Hatim 1/397.
[14] Nakledenler es, Salebi (el-keşfu ve'l Beyan') 157
el-Beğavi (Mealimu't Tenzil 1/119).
[15] Bkz. el-Keşf ve'l Beyan 1/157.
[16] Ahnef b. Kays b. Muaviye b. Haşin. Büyük emir, alim
Ebu Bahr et-Temimi. Yumuşaklığı ve güzel ahlakı darbu mesel olmuştur. İsmi
Dahhak veya Sahr'dır. Ayağının eğriliği dolayısıyla Ahnef diye meşhur olmuştur.
Peygamber (s.a.v) hayatta iken müslüman olmuş ve Ömer'in döneminde Medine'ye
gelmiştir. Sika ve emindir. 67'de vefat etti.
[17] Bkz. İbn Ebu Hatim, Tefsir 1/398
[18] Bkz. Tefsir ibn Ebu Hatim 1/398
[19] Abdulmelik b. Karib b. Abdilmelik, Ebu Said el- Asmai
Luğat, nahiv alimi. Ahmed b. Hanbel ondan övgü iie bahsetmiştir. Takrib'de de
"Saduk ve Sünni'dir" denildi. Garibu'l Kuran, Halkul insan gibi.
eserleri vardır. 215 yılında vefat etti.
[20] Cenab-ı hak Bakara suresinin 62. ayetinde şöyle
buyurdu: "Şüphesiz iman ednlerle, yahudiler, hristiyanlar ve sabiilerden
Allah'a ve ahiret gününe inanıp, salih amel işleyenler için Rableri katında
mükafaatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir."
Maide 69'dâ da şöyle
buyruldu:
"İman edenlerle yahudiler, sabiiler, hristiyanlardan Allah'a ve
ahiret gününe inanıp iyi amel işleyenler üzerine asla korku yoktur, onlar
üzülecek de değillerdir."
[21] Ebu Bekr. Muhammed b. Hasan b. Furek el- Esbahani
imam, Allame, büyük kelama usulü fıkıh, usuluddin, meanil Kur'an ilimlerinde
yüzden fazla eseri vardır. 406 yılında vefat etti.
[22] Zerdüşt b. Burşit. Azerbeycanlı. Peygamberlik
iddiasında bulundu ve vahiy olduğunu iddia ettiği bir kitap getirdi. Alemi
ruhani ve cis-mani omak üzere ikiye ayırdı. İnsan hareketlerini de inanç, söz
ve amel olmak üzere üç kısma ayırdı.
[23] Mazdak b. Namzan. Peygamberlik iddiasında bulundu ve
her-şeyin mubah olduğunu öne sürdü. Enuşirvan tarafından öldürüldü.
[24] Hayatı hakkında bilgi edinilememiştir.
[25] Mani b. Fatik peygamberlik iddia etti. Alemi nur ve
zulumat olmak üzere ikiye ayırdı. Behram tarafından öldürüldü.
[26] Hayatı hakkında bilgi edinilememiştir.
[27] İbn Furek'in kelamı burada son bulmaktadır.
[28] Bkz. el-Beğavi, Mealimut Tenzil 1/119, Ebu Hayyan,
Bahru'l Muhit 1/406, Seminu'l Halebi, Dürerü'l masun 2/136-137.
[29] Bkz. Durerul-Masun: 2/136.
[30] Adiy b. Hatem Sahabi. H. 7 yılda peygamber (s.a.v)'in
yanına geldi ve peygamber (s.a.v) ona ikramda bulundu ve saygı gösterdi. 67 yılında
vefat etti.
[31] Adiy b. Hatem'in müslüman oluşu kıssasında bu ibare
bulunamamıştır. Ahmed'in müsned (4/377) de rivayet ettiğine göre Adiyy şöyle
demiştir. "Ben din sahiplerindenim"
Bu kıssayı, rivayet edenlerden Tirimzi, kitabul Tefriru'l Kur'an (5/202)
şöyle dedi: Bu hadis Hasen Garib'dir.
[32] Beyit şöyledir.
Dikkat edinzlAllah'tan
başka her şey batıldır.
Ve her nimet mutlaka
son bulacaktır.
Bkz. Divani Lebid b. Rebia el- Amiri sh. 132
[33] Ebu Hureyre'den bu hadisi tahric edenler:
Buhari, menakibu'l ensar. 4/236. Kitabul Edeb 7/107, Kitabur Rikak
7/186, Müslim, Kitabu'ş Şiir 2/768
[34] Dua'nın tahrici saptanamamıştır.
[35] Bkz. Tefsiri ibn Ebi Hatim: 2/468.
[36] Bu hadisi Ebu Hureyre'den rivayet edenler, İbn Mace,
Ki-tabu'z-zühd 2/1377, Tirmizi, Kitabu'z-Zühd: 4/561, Suyuti, Cami'us sağir
2/260, Elbani Camiu's Sağir'de bu hadisi hasen kabul etmiştir. 16641-642.
[37] Tahririni bmamadım
[38] İbn Abdilberj. Camiu beyanu'1-ılmi ve fadlihi 1/193,
Gazali İhyau uluitii-d.din 4/56
[39] Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye emirul müminin olan Hz
Ali'ye isyan edip, müslüman kanı dökülmesine neden oldu ve daha sonra da
is-lami hilafet düzenini yıkarak yerine kendi zulüm kırallığını kurdu. Ondan
sonra kral olan zalim ve fasık oğlu Yezid, Hz. Hüseyn'i şehid ettirdi. Muaviye
H. 60 yılında öldü.
[40] Müslim, Kitabul imara, 2/1513-1514, Ahmed, Müsned,
2/321 Nesai, Kitabul cihad, 6/23-24, Tirmizi, Kitabu'z-zühd 4/591-593.
[41] Ahmed, 2/338, Ebu Davud, Kitabul ilm, 4/71, İbn Mace,
1/92-93, Hakim, Müstedrek, Kitabu'l ilm 1/160
[42] İbn Mace, 1/93, Tirmizi, Kitabul ilim, 4/32-33, Hakim,
müsted rekl/61.
[43] Bir önceki hadisin bir diğer rivayetidir.
[44] Mekhul ed-Dımeşki. Fakih. Peygamber (s.a.v)'den
çeşitli hadisler irsal etti. Tabiinden ve sika'dır. 112 yılında vefat etti.
[45] Bu hadis mürsel ve mevsul olarak rivayet edildi. Fakat
mevsul rivayeti mevzu'dur. Mürsel şunlar rivayet etmişlerdir, İbn Mübarek, Zühd
sh, 359, Hennad b. es-Sırri, zühd 2/357.
[46] Cenabı Haklan "Kayyum" ismi Kur'an'da şu üç
yerde geçmektedir. Bakara, 255, Al-i imran, 2, Taha, 111.
[47] "Kayyam" ile okuyanlardan bazıları: Ömer b.
Hattab, Abdullah b. Mesud, el-A'meş, İbn Ebi Able ve ondan bir rivayetle
Alkame b-Kays. "Kayyim" olarak okuyanlar: Alkame b. Kays ve Ebu
Rezin. "Kayyum" olarak okuyanlar: Yukarıda ismi geçenler dışındaki
tüm kıraat alimleri. Bkz: Tefsiru Taberi 6/155, Mealimut Tenzil 1/238,
Zadu'l-mesir 1/302, Kurtubi 3/272.
[48] Rahman suresi -bu ayet Rahman suresinde 31 kere tekrar
edilmiştir.
[49] Ahmed, Müsned 4/182, îbn Mace, 1/72, ibn Asım
kitabu's-sünne: 1/98, el- Acuri, eş-Şeria 317- 318, Hakim- Müstedrek, Rikak
4/357, Elbani, Sahihu Camius sağir (2/494)'de bu hadisi sahih kabul etmiştir.
[50] Buhari, kitabu'l Ezan 1/177, Müslim, Kitabus Salat 1/
324.
[51] Konuyla ilgili hadis Bkz. Müslim, Kitabus-salat 1/324
Ebu Davud, Kitabus salat 1/432.
[52] Bu husus Fussilet suretinin 39. ayetindie şöyle
açıklanmıştır: "O'nun ayetlerindendirki sen yeryüzünü boynu bükük, kupkuru
görürsün. İşte o halde iken, biz ona suyu indirdiğimiz zaman, harekete geçip
kabarir. Ona can veren, elbette ölüleri de diriltir. O, her şeye
kadirdir."
[53] Bu konu için Bkz:Tefsirut Taben 5/388, Zadül Mesir
1/303, Bahrul Muhit 2/277, Camiu'l Ahkamu'l Kur'an 3/272
[54] Allame, Ebu Zekeriyya Yahya b. Ziyad b. Abdilah
el-Ferra. Nahivci. Meanil Kur'an ve başka eserleri vardır. 207 yılında vefat
etti.
[55] Bkz: Meani'l Kur'an (Ferra) 1/190
[56] Nisa, 135
[57] Bakara, 255
[58] Muhammed b. Kasim b. Muhammed b. Beşar, Allame. Ebu
Bekir b. El- Enbari
[59] İbn Abbas'ın Rasulullah'ın (s.a.v) gece namazı ve gece
duasıy-la ilgili rivayet ettiği uzun hadisten bir cümledir.
Bu hadisi rivayet
edenler :
Buhari, Kitabu't Teheccüd 2/41-42 ve sahihin diğer başka yerlerinde,
Müslim: Kitabus Salatu'l müsafirin ve Kasruha (1/533)
[60] Bu mısra Züheyr b. Ebu Selmi'ye aittir ve bir
topluluğu ayıplamak için söylenmiştir. Bkz. divan züheyr b. Ebi Selmi sh. 12.
[61] Buhari, Kitabu'l itk: 3/117-118.Müslim, Kitabu'l itk
2/1139.
[62] Kaynağı saptanamadı.
[63] Al-i imrah, 75
[64] Kelamcılar cevheri ferdi, basit cevher anlamında
kullanmışlardır, ki bu da bölünmesi mümkün olmayan en küçük şey anlamındadır.
Bunu diyenler alemin ferdi cevherlerden teşekkül ettiğim ve bu cevherlerin
bazılarının ruhi ve bazılarının da maddi zerreler (atomlar) olduğu
görüşündedirler.
Mutezile ve Eşaire bu görüştedirler. İbn Teymiyye bu görüşü reddederek
Minhacü's-sünne ve'n-nebeviyye'de buna cevap vermiştir.(1/21/, 2/139).
[65] Kelamcılara göre arz , varlığı başkasının varlığına
bağlı olan, mutlak olarak başkasıyla var olan demektir.
İbn Teymiyye bu görüşü eleştirerek çeşitli eserlerinde buna cevaplar
vermiştir.
[66] Cenabı Hakk A'la suresinin 2 ve 3. ayetlerinde şöyle
buyurdu: "Yaratıp düzene koyan, planlayıp yol gösteren".
[67] Bkz. Mecmuu'l Emsal (2/31), Meydani 234
[68] Şeyhul islam ibn Teyniyye'nin ihlas suresinin
Tefsirine bakınız, (sh: 66-89)
[69] Mahlukatın Allah'a muhtaç, O'nun ve Mahlukatmdan gani
olduğuna delalet eden ayetlerden biri de fatır suresinin 15. ayetidir:
"Ey
insanlar! Siz Allah'a muhtaçsınız. Zengin ve övülmeye layık olan ancak
o'dur."
[70] Cehmiyenin kurucusu Cehm b. Safvan. Kelama Bidat
ehlinin liderlerinden küçük tabiin döneminde ölen bu adam, islam dünyasında
büyük bir fitne başlatmıştır.
[71] "Gök yarılıp da, erimiş yağ gibi kıpkırmızı bir
gül olduğu zaman"(Rahman: 55/37).
[72] "Dağlar yürütülür, serap haline gelir."
(Nebe: 78/20)
[73] "Dağlar tozduman haline geldiği.." (Vakıa:
56/5-6)
[74] "Hayır! Dünya tümüyle sallanıp parça parça
döküldüğü."(Fecir: 89/21)
[75] "Denizler kaynatıldığında" (Tekvir: 81/6)
[76] "Yıldızlar kararıp döküldüğünde.."(Tekvir:
81/6)
[77] Peygamber (s.a.v) uzun bir hadisin sonunda "Allah
(c.c) yere peygamberlerin cesetlerini haram kılmıştır" buyurdu.
Ahmed, müsned 4/7,
Darimi, kitabu's salat. sh 369, Ebu Davud, Kitabu's Salat 1/635, İbn Mace,
Kitabu'l Cenaiz 1/524, Nesai, Kitabu'l Cuma 3/91-92, Hakim, Müstedrek, Kitabul
Cuma 1/413.
Hadis Buharı'nin şartına göre sahihtir.
[78] Müslim'in, Kitabul Fitende (3/2271) de tahric ettiği
hadiste, "Her aza çürüyecek ancak kuyruk sokumu müstesna. Azalar ondan
yaratıldı ve ondan terkib olunacakdir" buyrulmuştur.
[79] Al-i imran: 3/18 ayette şöyle buyruldu:
"Allah, melekler ve adalette sabat eden ilim adamları şahitlik etmiştir
ki, ondan başka ilah yoktur. Mutlak güç ve hikmet sahibi Allah'tan başka ilah
yoktur."
[80] Hud, 56 ayette şöyle buyurdu: "Ben, benim de
rabbim, sizin de rabbiniz olan Allah'a dayandım. Yürüyen hiçbir varlık yoktur
ki, onun perçieminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim doğru bir yol
üzerindedir."
[81] Bu mısra Ebu Zümb. el-Cüzami'ye aittir. İbn Manzur,
(Lisanu'l Arab 7/117) de zikrederek o'na nisbet etti.
[82] Cebriyye: Temel görüşleri kulların fiillerini Allah'a
isnad etmeye dayanır. Ve kulların işledikleri fiilleri işlemeye mecbur olduklarını
savunurlar.
[83] Ebu'l-Hasan Ali b. İsmail el-Eş'ari. Kelamcıların
imamı 260 yılında doğdu. Olağanüstü bir zekaya sahipti. Önceleri mutezili iken
sonra bu mezhepten tevbe ederek onlarla mücadeleye girişti.
"El-İbane an usuli'd-diyane" "Makalatu'l-islamiyyin ve
İhtilafu'l-musallin" gibi önemli eserleri vardır. 324 yılında vefat etti.
[84] Sofiler: Kitab ve sünnette yeri olmayan, sonradan
uydurulmuş birtakım hurafe ve bidatlerle dolu sapık bir akımdır. Günümüzde hala
varlığını sürdürmektedir.
[85] İyas b. Muaviye. Basra kadısı allame, zeka ve dehası
ile meşhurdur. Sikadır. 122 yılında vefat etti.
[86] İmran b. Husay'n b. Ubeyd b. Halef. Sahabi, imam, O,
babası ve Ebu Hureyre h. 7. yılında müslüman oldular. Basra kadılığını yaptı.
52 yılında vefat etti.
[87] Ebu'l Esved ed-Düveli. İsmi konusunda ihtilaf
edilmiştir. Künyesi ile meşhurdur. Tabiinin büyüklerindendir. Basra kadılığını
yaptı. Sikadır. 69 yılında vefat etti.
[88] İmran b. Husayn ve Ebu'l-Esved arasında geçen bu uzun
konuşma Müslim Kitabu'l-kader: 3/2041 -2042'de geçmektedir.
[89] Mezkur imamlara tabi olan Kadı Ebu Ya'la ve tabiileri,
Ebu'l-Meali el-Cüveyni ve tabileri, Ebu'l-Velid eUBaci ve tabileri gibi alimler
bu görüştedirler.
[90] Bkz: Zadü'l-mesir: 1/67.
[91] Bkz: Mealimu't-tenzil: 1/63, 418.
[92] Allah zerre kadar zulmetmez. Nitekim Nisa suresinin
40. ayet-i kerimesinde şöyle buyurmuştur:
"Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez. İylik olursa onu
katlar, kendinden de büyük mükafaat verir."
[93] Buhari Kitabu'l-cenaiz: 2/80-81, Müslim
Kitabu'l-cenaiz: 1/638-644
[94] Bu hadisi Kur'an'a aykırı olduğu gerekçesiyle seleften
Aişe ve Ebu Hureyre red etmişlerdir. Bkz: Nevevi: 6/228, Fethu'1-bari: 3/154.
[95] Abdullah b. Kays b. Süleym. Sahabi. Büyük imam Ebu
Musa el-Eş'ari. Fakih, karii. İnsanların en güzel seslilerinden biri. H 44.
yılında vefat etti.
[96] Muğire b. Şube b. Amir b. Mesud es-Sakafi. Sahabenin
büyük-lerindendir. Rıdvan beyatına katıldı. Yermuk savaşında gözlerini yitirdi.
H. 50 yılında vefat etti.
[97] Hadisi şerifte normal ağlama değil, ağıtçıların yüksek
ses ve ağıt söyleyerek ağlaması murad edilmektedir.
[98] Her iki görüş te Hariciler ve Mutezüilere aittir.
[99] Ölünün müslümanlarm kendisi için kıldıkları cenaze namazından
faydalanacağı Müslim'in Kuabu'l-cenaze'de Hz. Aişe'den rivayet ettiği şu
hadistir:
"Herhangi bir müslüman ölürse ve onun namazını yüz kişilik bir
cemaat kılarsa, Allah mutlaka onları, ona şefaatçi kılar."
[100] Ölünün müslümanlarm duasından fayda göreceğinin delillerinden
biri de Ebu Davud'un sünen, Kitabu'l-cenaze'de rivayet ettiği şu hadistir:
Allah Rasulü ölüyü
defnettikten sonra kabrin üzerinde durup şöyle dedi: "Kardeşiniz için
mağfiret dileyin ve onun karşılaşacağı hesap için Allah'tan metanet vermesini
isteyin. Şimdi o, sorguya çekilmektedir."
Hakim Müstedrek'te bu Hadisin sahih olduğunu söyledi.
[101] Meşhur şefaat hadisi buna delildir.
[102] Bunun delillerinden biri de Kitabu'z-zikir ve'd-dua
ve't-tevbe ve'1-istiğfar: 3/2094'te rivayet ettiği hadistir.
"Müslümanın müslüman kardeşinin arkasından yaptığı dua
müstecabdır" buyurdular.
[103] Zadü'l-Mesir 8/80-82
[104] Bkz. Mealimu't-tenzil: 4/254.
[105] Bkz. Buhari Kitabu'1-ezan: 1/202, Müslim
Kitabu's-salat: 1/301-302.
[106] İbrahim'in dualarından biri de şöyledir:
"Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve
mü'minleri bağışla"(İbrahim: 14/41)
[107] Meleklerin mü'minlere istiğfarlarının delillerinden
biri de şu ayeti kerimedir:
"Arş'ı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanlar Rablerini hamd
ile teşbih ederler, O'na iman ederler. Mü'minlerin de bağışlanmasını isterler
"Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin herşeyi kuşatmıştır. O halde tevbe
eden ve senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru."
[108] Hüseyin b. Fadl b. Ömer. Allame, miifessir, imam,
lügatçi ve muhaddis. 282 yılında vefat etti.
[109] Bu görüş Ebu Bekir el-Verrak'dan nakledilmiştir.
[110] Bununla ilgili hadis için bakınız Buhari
Kitabu'r-rikak: 7/187.
[111] Adamın birisinin ölenannesi için sadaka vermesinin ona
faydalı olup olmayacağını sorması üzerine Rasulullah "evet" buyurdu.
Bkz. Buhari Kitabu'l-cenaiz: 2/106.
[112] Bu konudaki soruya Rasulullah: "Evet" Onun
yerine haccet" diyerek cevap vermişti. Bkz: Buhari Kitabu cezau's-sayd:
2/217, Müslim Kitabu's-sıyam: 1/705.
[113] Bkz. Tefsiru Sa'lebi: 12/17.
[114] İmamu'l-allame. Hanbeli alimi. Ebu'l-Hasan Ali b.
Ubeydul-lah ez-Zağani. Çeşitli eserleri vardır. 527 yılında vefat etti.
[115] Şeyhu'l-allame, karii, muhaddis, müfessir, usuli,
nahvi, fakih. Meciduddin Ebu'l-Berekat. Abdusselam b. Abdillah b. el-hıdrb.
Muhammed b. Ali el-Harrani, İbn Teymiyye. Zamanının imamı idi. 652 yılında
vefat etti.
[116] Bkz. el-fetevai'1-kubra: 3/27-32, Mecmuu'1-feteva:
24/306-313.
[117] Müslim'in Kitabu's-salat (1/534-536) da rivayet ettiği
Peygamber (s.a.v.)'in uzun duasının bir yerinde "Hayrın tamamı senin
elindedir, şer ise sana değildir." buyrulmuştur.
[118] Rasulullah (s.a.v.) bir müddet ayrı kaldığı çocuğunu
bağrına basan bir annenin bu durumunu sahabelere gösterdikten sonra şöyle
buyurdu:
"Allah kullarına bu kadının çocuğuna merhametinden daha çok merhametlidir."
Buhari Kitabu'1-edeb: 7/75 .
[119] Meymun b. Mehran: Arab yarımadasının alim ve müftüsü.
Tabiinin alim, zahid, abid ve imamlarındandır. 117 yılında vefat etti.
[120] Cenab-ı Hak Zümer suresinin 55. ayetinde şöyle
buyurdu: "Kendiniz farkında olmayarak, ansızın başınıza azap gelmezden
önce, Rabbinizden size indirilenin en güzeline tabi olun."
[121] Abdurrahman b. Zeyd b. Eşlem. Üsame'nin kardeşi,
Kur'an ve tefsir alimi. Takrib'de O'nun zayıf olduğu söylenildi. 182 yılında
vefat etti.
[122] Ebu Muhammed, Abdullah b. Muhammed b. Cafer.
Ebu'ş-şeyh olarak meşhurdur. İmam, hafız ve sikadır. Çeşitli eserleri vardır.
274'te vefat etti.
[123] Ebu Bekir Abdullah b. Muhammed b. Ubeyd b. Süfyan b.
ebi'd-dünya. Bir çok eseri vardır. İbn Hacer Takrib'de onun için saduk-tur
dedi. 281 yılında vefat etti.
[124] Harun b. Maruf el-Muruzi. Sika'dır. 231 yılında vefat
etti.
[125] Affan b. Müslim b. Abdullah. İmam ve hafız. Irak
muhaddisi. Sikadır. 220 yılında vefat etti.
[126] Mübarek b. Fudale b. Ebi Ümeyye. Hafız, muhaddis,
imam, Basra alimlerinin büyüklerindendir. Hasan el-Basri'nin
öğrencilerindendir. Takrib'de onun için "Saduktur, tedlis yapar"
denilmiştir. 166 yılında vefat etti.
[127] Tefsir Hasan el-Basri 1/119-120, Kitabu'1-Azme:
1/323-325, Zadu'l-Mesir: 1/169-170.
[128] Müşerrike/Teşrik meselesi feraiz ilminin en zor ve
ihtilaflı konularından birisidir. Kelime olarak mirasa ortak olmak, iştirak
etme, mirastan pay alma anlamına gelir.
Müşerrike meselesi şu durumda söz konusu olmaktadır: "Koca, altıda
bir pay sahibi anne veya nine, annenin iki veya daha çok kardeşleri ve kız veya
erkek bir veya daha fazla öz kardeşleri"
[129] Ali b. Ebu Talib.
[130] İbn Mesud, Ubey b. Ka'b, İbn Abbas, Ebu Musa el-Eş'ari
(r.anhüm) ve ayrıca eş-Şa'bi, İbn Ebi Leyla, el-Anberi, Şerik, Ebu Hanife, Ebu
Yusuf, Muhammed b. Hasan, İmam Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Adem ve daha birçok
alim bu görüştedir.
[131] Ebu Hanife Numan b. Sabit. İmam ve fakih. Irak
alimlerinden. Şafii "İnsanlar fıkıhta Ebu Hanife'nin iyali
gibidirler" demiştir. 150 yılında vefat etti.
[132] Bkz. Ahkamu'l-Kur'an (Cassas) 2/92, Haşiyetu İbn-i
Abidin: 5/827.
[133] Bu görüşe göre mirasın şöyle taksim edilmesi gerekir:
6 hisse
Koca 3 hisse Anne veya nine 1 hisse Annenin kardeşleri 2 hisse Öz
kardeşlere hisse yok.
[134] İmam ve allame. Harb b. İsmail el-Kermani. Fakih Ahmed
b. Hanbel'in öğrencisi. 280 yılında vefat etti.
[135] Zeyd b. Sabit. Sahabi. Büyük imam. Karii. Medine
müftüsü. Peygamberin (s.a.v.) vahiy emini ve katibi Kur'anı toplama heyetinin
başkanı. 45 yılında vefat etti.
[136] Ömer b. Hattab, Osman b. Affan, (r.anhuma) Ayrıca Said
b. elr Müseyyeb, Şüreyh el-Kadi, Mesruk, Tavus, Muhammed b. Şirin, İbrahim
en-Nehai, Ömer b. Abdulaziz, Sevri, Malik ve Şafii de bu görüştedirler.
[137] Bu görüşe göre, annenin kardeşleri, öz kardeş
bulunursa bu durumda meselenin aslı altı hissedir. Kocaya üçün yarısı, anne ve
nineye altıda bir, geriye kalan iki hisse ise annenin kardeşleri ile öz kardeş
arasında sayılarına göre dağıtılır.
[138] Osman b. Affan b. Ebi'l-As, Ebu Amr, el-Emevi.
Zu'n-nureyn. İlk müslümanlardan. Peygamber kızları Rukiyye ve Ümmü Gülsüm ile
evlendi. H. 35 yılında evinde şehid edildi.
[139] Fıkıh imamı, allame Ebu Hakim Abdullah b. İbrahim
el-Haberi 476 yılında vefat etti.
[140] Nisa suresinin konuyla ilgili 12. ayetinin tamamı
şöyledir: "Yapacakları vasiyetten ve borçtan sonra eşlerinizin, eğer çocukları
yoksa, bıraktıklarının yarısı sizindir. Çocuğunuz yoksa sizin de yapacağınız
vasiyetten ve borçtan sonra, bıraktığınızın dörtte biri onların
(zevcelerinizin) dir. Çocuğunuz varsa bıraktığınızın sekizde biri onlarındır.
Eğer bir erkek veya kadının, ana-babası ve çocukları bulunmadığı halde (kelale
şeklinde) malı mirasçılara kalırsa ve bir erkek, yahud bir kizkardeşi varsa
herbirine altıda bir düşer. Bundan fazla iseler üçte bire ortaktırlar. (Bu
taksim) yapılacak vasiyetten ve borçtan sonra, kimse zarara uğramaksızın
(yapılacak) tır. Bunlar Allah'tan size vasiyettir. Allah herşeyi hakkıyla
bilendir, halimdir."
[141] Sa'd b. Ebi Vakkas. İlk müslümanlardan ve cennetle
müjdelenen on sahabiden birisidir. Tüm gazvelere iştirak etti. Ayrıca altı
kişilik şura temsilcisinin üyesidir. H. 55 yılında vefat etti.
[142] Bu kıraat şazdır. Bkz. el-Kermani (Şevazu'l-Kıraa sh:
29).
[143] Nisa suresinin son ayeti olan 176. ayetin tamamı
şöyledir: "Senden fetva isterler. De ki: "Allah babası ve çocuğu
olmayan kimsenin mirası hakkındaki hükmü şöyle açıklıyor: Eğer çocuğu olmayan
bir kimse ölür de onun bir kızkardeşi bulunursa, bıraktığının yarısı bunundur.
Kızkardeşi ölüp çocuğu olmazsa erkek kardeş de ona varis olur. Kızkardeşleri
iki tane olursa (erkek kardeşlerin) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer
erkekli kadınlı daha fazla kardeş mevcut ise erkeğin hakkı, iki kadın payı
kadardır. Şaşırmamanız için Allah size açıklama yapıyor. Allah herşeyi
bilmektedir."
[144] Nisa suresi 11. ayetin tamamı şöyledir:,
"Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe kadının payının iki misli
(miras vermenizi) emreder. (Çocuklar) ikiden fazla kadın iseler ölünün
bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız bir kadınsa yarısı onundur.
Ölenin çocuğu varsa, ana babasından herbirinin altıda bir hissesi vardır. Eğer
çocuğu yok da ana-babası ona varis olmuş ise anasına üçte bir (düşer). Eğer
ölenin kardeşleri varsa anasına altıda bir (düşer. Bütün bu paylar ölenin)
yapacağı vasiyetten ve borçtan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan
hangisinin size fayda bakımından yakın olduğunu bilmezsiniz. Bunlar Allah
(tarafın) dan konmuş farzlardır. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir."
[145] tbn Abbas'tan rivayet olunan bu hadis Buhari,
Kitabu'l-Feraiz: 7/5, Müslim Kitabu'l-Feraiz: 2/1233'de geçmektedir.
[146] Bkz. Sünen-i Said b. Mansur (1/63-64), Musannif İbn
Ebi Şeybe 11/250-251, Beyhaki, Sünenü'l-Kübra: 6/240.
[147] Şureyh b. Haris b. Kays b. Cehm el-Kindi. Fakih, Küfe
kadısı. Sahabi olduğu rivayet edilir. Zehebi, onun Peygamber döneminde
müs-lüman olduğunu ve Ebu Bekir döneminde Yemen'e intikal ettiğini söylemiştir.
78 yılında vefat ettiği söylenir.
[148] Bu görüş İbn Mesud'a aittir. Daha sonra Şiireyh de bu
görüşü savunmuştur.
[149] Erkek kardeşin bu şekilde isimlendirilmesinin nedeni,
erkek kardeşin varlığı yüzünden kızkardeşlerinin kardeşlerinin miraslarından
pay almamaları nedeniyledir.
[150] İbn Kudame Muğni'de şöyle dedi: "Mücerred
istihsan şeriat-te delil değildir. Bu, delilsiz olarak rey ile şeriate müdahale
anlamına gelir ve infirad halinde bununla hüküm verilemez. Kitab ve sünnetin
zahirine muhalif hiçbir istihsan ile amel edilmez." (Muğni: 7/24)
[151] Bu Ebu Kalebe'nin, Enes'den rivayet ettiği
"Ümmetimin ümmetime en merhametlisi Ebu Bekir'dir" diye başlayan
hadisten bir bölümdür.
Hadisi Ahmed, Müsned:
3/184-281, İbn Mace Sünen: 1/55, Tirmizi Sünen: 5/665'te rivayet etmiştir.
Tirmizi hadisin "Hasen-sahih" olduğunu söyledi.
[152] Amir b. Abdullah el-Cerrah el-Kurşi. İlk
müslümanlardan, cennetle müjdelenen sahabelerden. Birçok menakıb ve faziletleri
vardır. H. 18 yılında vefat etti.
[153] Benzer bir hadisi Buhari Kitabu'l-Fadailu'l-ashab:
4/216 ve Müslim Kitabu Fadailu's-sahabe: 2/1881 'de rivayet etti.
[154] Benzer bir hadisi İbn Hazm, Muhalla (9/296)'da tahric
etti.
[155] Kevser b. Hakim. Kufeli'dir.Haleb'e intikal etti. Ebu
Zer'a O'nun için zayıf dedi. Ahmed b. Hanbel de "Onun
[156] İbn Ömer'in kölesi Nafii. İmam, müftü, Medine'nin
alimi, sikadır. 117 yılında vefat etti.
[157] Ebu Bekir'in bu sözünü tahric edenler: Said b. Mansur,
sünen: 45-46, İbn Ebi Şeybe Musannif: 288-290, Beyhaki.sünenü'l-kübra: 6/246.
[158] Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Zübeyir, Osman b.
Affan, Aişe, Übeyy b. Ka'b, Ebu'd-Derda, Muaz b. Cebel, Ebu Musa el-Eş'ari, Ebu
Hureyre, Cabir ibn Abdullah ve başkaları. (Radiyallahu anhum)
[159] Ömer b. Ahmed b. İbrahim. Ebu'1-Hafs el-Bermeki. Sika,
sal-ih, hanbeli fakihlerindendir. Zühd, takva ve ilmi eserleri ile bilinir. 389
yılında vefat etti.
Ömer b. Ahmed b.
İbrahim. Ebu'1-Hafs el-Bermeki. Sika, sal-ih, hanbeli fakihlerindendir. Zühd,
takva ve ilmi eserleri ile bilinir. 389 yılında vefat etti.
[160] İbn Teymiyye dışında Ebu Bekir'in (r.a.) bu konudaki
görüşünü tasvip edenlerden biri de Buhari'dir. Sahih (8/16)'de şöyle dedi:
"Ebu Bekir'in bu
görüşüne muhalefet eden olmamıştır. Sahabelerin büyük çoğunluğu bu
görüştedirler."
[161] Feraiz ilminin iki zor meselesidir. Bu şekilde
isimlendirilmesinin nedeni Ömer b. Hattab'ın (r.a.) ilk kez anneye mirastan
geri kalan sülüsü vermesi nedeniyledir. Ayrıca şöhretinden dolayı Garavin ve
garipliğinden dolayı garibeteyn meselesi olarak da isimlendirilir.
Bu iki mesele şöyledir:
Birinci mesele:
Rükünleri koca, anne ve baba.
İkinci mesele:
Rükünleri zevce, anne ve baba.
Alimler kocanın yarım,
zevcenin rubu (çeyrek) alacağı konusunda ittifak ettiler. Fakat zevceynin
(karı-kocanın) haklarından sonra anenin alması gereken miras miktarı konusunda
ihtilaf ettiler.
Ayrıntılı bilgi için
bakınız: El-Muğni 7/20-211, İ'lamu'l-muvakki-in: 1/441, Tahkikatu'l-merdiyye:
88-90.
[162] Sünen ed-Darimi s: 742, Sünemi'1-kübra, Beyhaki:
6/228.
[163] Buharı, kitabu'1-ıtk: 3/117-118.
[164] Buhari, kitabu'l-istikrad: 3/86, Müslim,
kitabu'l-musaka: 2/1193-1194, Ebu Davud, Kitabu'1-büyu: 3/789-791.
[165] Hadisin tahricini daha önceki sahifelerde yaptık.
[166] Bkz. İbn Mace, Kitabu'l-Feraiz: 2/915, Tirmizi,
Kitabu'l-Feraiz s: 416.
[167] Buhari Kitabu'l-faraid: 8/6, Ahmed, Müsned: 1/389,
Darimi, Kitabu'l-Feraid: 444-445, Ebu Davud, Kitabu'l-Feraid: 3/312,-313,
Tir-mizi, Kitabu'l-Feraid: 4/415.
[168] Muaz b. Cebel b. Amr b. Evs el-Ensari. el-Hazreci. Ebu
Ab-dirrahman. Büyük sahabi. Peygamber döneminde Kur'an'ı toplayan birkaç
sahabeden biri. Genç yaşta müslüman oldu ve akabe biatma iştirak etti. Tebük
savaşından sonra Rasulullah (s.a.v.) onu Yemen'e kadı ve öğretmen olarak
gönderdi. H. 18 yılında vefat etti.
[169] Bkz. Buhari, Kitabu'l-Feraid: 8/7.
[170] Ebu Davud, Kitabu'l-Feraiz: 3/320, İbn Mace
Kitabu'l-Feraiz: 3/396, Tirmizi Kitabu'l-Feraiz: 4/429, Hakim Kitabu'l-Feraiz:
4/378.
[171] Bkz. Ahmed, Müsned: 1/11-12, Ebu Davud,
Kitabu'z-zekat: 1/214-224, Nesai, Kitabu'z-zekat: 5/18-23, Hakim, Müstedrek:
1/548-549.
[172] Ebu Sevr, İbrahim b. Halid. İmam, hafız, hüccet ve
müctehid. Irak müftüsü , sika ve emin. Zehebi: "O, tereddütsüz
hüccettir" dedi. Ahkamu'l-Kur'an isimli eseri vardır. 240 yılında vefat
etti.
[173] Hadisi bu lafızlarla rivayet edenler: Müslim,
Kitabu'l-Feraiz: 2/1234, Ebu Davud, Kitabu'l-Feraiz; 3/319, İbn Mace,
Kitabui-Feraiz: 2/910.
[174] İki kızın miras payı konusunda ihtilaf çıkmıştır. Bir
tek kızın mirasına yarım, üç ve daha çok kızın mirasının ise siilüseyn olduğu
üzerinde tüm müslümanlar müttefiktirler. Fakat iki kızın mirası konusunda ayet
birşey söylemediği için bu konuda ihtilaf çıkmıştır. Cumhur iki kızın da
sülüseyn olacağını söylerken, İbn Abbas'dan iki kızın yarım alacakları rivayet
edilmiştir.
[175] Bkz. Ahmed, Müsned: 3/352, Ebu Davud, Kitabu'l-Feraiz:
3/314-316, İbn Mace Kitabu'l-Feraiz: 2/908-909, Tirmizi Kitabu'l-Feraiz:
4/414-415.
[176] Bu söz şu hadisten bir parçadır:
"Kabisa (r.a.)'dan
annenin annesi olan nine Ebu Bekir'e mirasını sormak için geldi. Ebu Bekir
dedi ki:
"Allah'ın
kitabında senin için hiçbir şey yoktur. Rasulullah'ın (s.a.v.) sünnetinde de
senin için bir şey olduğunu bilmiyorum. Haydi sen evine git de bu meseleyi
insanlara bir sorayım" İnsanlara sordu. Muğire b. Şube şöyle dedi:
"Rasulullah'ın
yanında bulundum, ona (nineye) altıda bir verdi." Ebu Bekir sordu:
"Seninle beraber
kimse var mıydı?" Hemen Muhammed b. Mesleme ayağa kalkıp aynı Muğire gibi
konuştu. Bunun üzerine Ebu Bekir bu hükmü onun (ninenin) hakkında gerçek
kıldı. ,
Sonra başka bir nine
Ömer'e mirasını sormak için geldi. Ömer şöyle dedi:
"Allah'ın
kitabında senin için hiçbir şey yoktur. Bu hususta verilen hüküm senden başkası
için verilmiştir. Ben feraize bir şey ilave edemem. Ancak sizin için o südüs
(altıda bir) bahis konusudur. Eğer birden fazla (yani iki büyük anne) olursanız
aranızda paylaşırsınız, tek olursanız ö altıda biri tek başına alır."
Malik Muvatta: 2/513,
Ebu Davud, Kitabu'l-Feraiz: 3/316, 317; Tir-mizi, Kitabu'l-Feraiz: 4/419-420.
[177] Bkz. Ebu Davud, Kitabu'l-feraiz: 3/317,.
[178] Malik, Kitabu'l-Feraiz: 2/513'te rivayet etti.
[179] Bkz. Muvatta: 2/514.
[180] Bkz. Bidayetü'l-müctehid: 2/350.
[181] Tahric edenler: Said b. Mansur Sünen: 1/54, İbn Ebi
Şeybe, Musannef: 1 l/222, Darimi: 754, Beyhaki: 6/236.
[182] Bkz. Haşiyetu İbn Abidin: 6/826.
[183] Bk. Nihayetü'l-muhtac: 6/20-21
[184] Bkz. el-Muğni: 7/54-55.
[185] İbn Rüşd, Bidayetü'l-müctehid (2/341) isimli eserinde
şöyle dedi: Cumhuru ulema ölenin kendi sulbünden bir kız ve oğlunun da kızı
veya kızları bıraksa ve onlarla beraber erkek bulunmaz ise, oğlun kızlarının
sülüseyni tekmilen südüs alacakları konusunda hem fikirdirler. Fakat şia bu
ittifaka karşı çıkarak oğlun kızının ölen kişinin kendi kızıyla beraber
mirastan pay alamayacağını söylediler. Aynen oğlun oğlunun oğulla beraber
halinde olduğu gibi."
[186] Bkz.'el-Muğni: 7/186.
[187] Beyhaki Sünenü'l-kübra Kitabu's-seyr: 9/113.
[188] İmam Ahmed'in deve ağıllarında kılınan namazın iadesi
gerekliğini söylediğini nakledenler oğlu Salih, Mesail: 2/201 ve diğer oğlu Abdullah
, Mesail sh. 67'de. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bakınız Muğni: 1/717.
[189] Ammar b. Yasir b. Amir b. Malik. İlk
müslümanlardandır. Büyük imam, iman yolunda işkence görenlerden. Peygamber
(s.a.v.) ile tüm savaşlara katıldı. Sıffin savaşında İmam Ali b. Ebi Talib'in
komutasında savaştı.
[190] Hadisin nassı şöyledir: Abdurrahman b. Ebza'dan
(r.a.): "Bir adam Ömer'e gelip, dedi ki:
Ben cünüp oldum, su
bulamadım!" Ömer:
"Namaz
kılma!" dedi. Bunun üzerine Ammar dedi ki:
"Ey mü'minlerin
emiri! Sen hatırlamıyor musun, hani beraber bir müfrezedeydik de ikimiz de
cünüp olmuştuk. Sen namaz kılmamıştın, ben ise toprakta yuvarlanıp da öyle
namaz kılmıştım. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştu:
"Sana ellerini
yere vurman, sonra onlara üfleyip yüzüne ve ellerine sürmen kafi
gelirdi." Ömer:
"Allah'tan kork ey
Ammar" deyince, Ammar şöyle dedi:
"İstersen bu
hadisi başkalarına anlatmayayım."
Buhari.
Kitabu't-teyemmüm: 1/87, Müslim, Kitabu'1-Hayd: 1/280-281, Ebu Davud
Kitabu't-Tahare: 1/228.
[191] Hadisin metni şöyledir: Ebu Zer'den (r.a.):
Peygamber (s.a.v.)'in
yanında ganimet (koyun ve deve) birikti. Bana dedi ki:
"Ey Ebu Zer!
Bunları otlat!" Ben de Rebze'ye kadar onları götürüp otlattım. (Ailem
yanımdaydı) Cünüp oldum. Bu halde beş altı gün geçirdim. Nihayet peygamber
(s.a.v.)'e geldim.
"Bu Ebu Zer
mi" dedi. Ancak ben sükut ettim.Sonra şöyle buyurdu:
"Ey Ebu Zer annen
seni yetim bırakmasın!" Ondan sonra zenci bir cariye çağırdı, içinde su
bulunan bir kap getirtti. Beni bir elbise ile örtüp perde yaptı; ben de devemi
perde yaparak yıkandım. Üstümden sanki bir dağ atmış gibi oldum ve hafifledim.
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Yirmi yıl daha
susuz kalsa temiz toprak müslümanın abdes-tidir. Su bulduğun zaman onu cildine
dokundur (yıkan) bu tabiki daha iyidir."
Ahmed, Müsned: 5/146,
Ebu Davud, Kjtabu't-Taharet: 1/237, Tirmizi, Kitabu't-taharet: 1/211-213.
[192] Hamne binti Cahş radiyallahu anha'dan: Çok şiddetli
hayız oluyordum. Allah Rasulüne (s.a.v.) ne yapmam lazım geldiğini sormak için
vardım. Onu kızkardeşim Zeynep binti Cahş'ın evinde buldum. Dedim ki:
"Ey Allah'ın
Rasulü! Ben çok istihaze oluyorum, kan bir türlü kesilmiyor, bu durum beni
namazdan ve oruçtan alıkoyuyor"
"Ben sana pamuğu
salık veririm. O kanı giderir, keser" buyurdu. Dedim ki:
"Kan fevkalade
çoktur"
"Öyleyse (onu zabt
edecek) bir bez edin!"
"Sanıyorum o da
dindirmez! Çünkü kanama şiddetle devam ediyor" dedim.
"Sana iki şey
söyleyeceğim, hangisini yaparsan ötekine gerek kalmaz. Fakat ikisini de
yapabilirsen tabiki daha iyi olur. Bir kere bu kanama, şeytanın darbelerinden
bir darbedir. Allah'ın ilmine göre sen kendini altı veya yedi gün hayızlı kabul
edersin sonra yıkanırsın sonra kendini iyice temizlenmiş kabul edersin, sonra
kendini yirmi üç ya da yirmi dört gece gündüzleriyle birlikte namaz kılarsın.
Sonra da oruç tut. Bu sana yetişir..."
Bkz. Ahmed, Müsned:
6/439, Ebu Davud, Kitabu't-taharet: 1/199-202, Tirmizi, Kitabu't-taharet:
1/221-226.
[193] Hadisin nassı (metni) şöyledir: Ebu Hureyre'den
(r.a.):
"Peygamber
(s.a.v.) mescide girdikten sonra, bir adam geldi ve namaz kıldı. Sonra gelip
Rasulullah (s.a.v.)'e selam verdi. Rasulullah (s.a.v.) onun selamını aldı ve:
"Dön namazını
tekrar kıl sen namazı kılmadın" dedi. Adam dönüp tekrar namazı aynı
şekilde kıldı. Sonra tekrar Rasulullah'ın yanına gelip selam verdi. Allah
Rasulü onun selamını aldıktan sonra
"Dön namazını
tekrar kıl sen namazı kılmadın" dedi. Bu olay üç kere tekrarlandı. Sonunda
adam:
"Seni hak ile
gönderene yemin olsun ki bu kıldığımdan daha güzel kılamıyorum. Bana namazın
nasıl kılındığını öğret. dedi. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Namaza kalktığın
zaman tekbir getir. Sonra Kur'an'dan kolayına geleni oku. Sonra rukuya git ve
rukuda mutmain oluncaya kadar kal. Sonra dümdüz duruncaya kadar doğrul. Sonra
secde et ve mutmain oluncaya kadar secdede kal. Sonra cülusa kalk ve mutmain
oluncaya kadar bekle. Sonra namazının tamamında bunu böyle yap."
Buhari,
Kitabu'l-istizan: 7/132, Müslim Kitabu's-salat: 1/298,
Ebu Davud: 1/534-535.
[194] Hadisin metni şöyledir: Sehl b. Sa'd (r.a.)'dan :
"Beyaz iplik,
siyah iplikten size ayırdedilinceye kadar yiyin, için"
(Bakara: 2/183)
mealindeki ayet nazil oldu. Henüz "tan yerinde" ibaresi nazil
olmamıştı. Bir kısım insanlar, ayetin nazmındaki "hatta yetebeyyene lekum
haytu'l-ebyadi mine'l-hayti'l-esved: Beyaz iplik siyah iplikten ayırd edilinceye
kadar" kavl-i cehlini yanlış anlayarak ayaklarına beyaz iplikle siyah
iplik bağlarlardı. Sonra beyaz ipliği siyah iplikten ayırdedinceye dek yerler,
içerlerdi. Bunun üzerine Allah "Tan yerinde" kısmını inzal buyurdu
da bundan gecenin karanlığı ile gündüzün aydınlığı olduğunu anladılar.
[195] Semure b. Cündüb b. Hilal el-Fizari. Sahabenin
alimlerinden Basra'ya yerleşti. Çeşitli hadisleri vardır. Haricilere karşı olan
şiddetli tutumuyla tanınır. 58 yılında vefat etti.
[196] Bkz: Buhari, Kitabu'l-Buyuu: 3/40, Müslim,
Kitabu'l-musakat: 2/1207.
[197] Abdurrezzak, Kitabu'l-buyuu: 8/195.
[198] Zeyd b. Erkam b. Zeyd b. Kays, el-Ensari, el-Hazreci.
Kufe'ye yerleşti. Sahabenin meşhurlarındandır. Mute ve başka savaşlara katıldı.
H. 66 yılında vefat etti.