YARATILIŞA
AİT HABERLERDEKİ İRSÂÎLİYYAT
G —
DÜNYA NEYİN ÜZERİNDE DURUYOR?
Ğ —
YER VE GÖKLERİN YARATILMASI:
H —
GÜNEŞ, AY VE AYA VURULAN ŞAMAR HAKKINDA:
K —
YILDIRIM VE GÖK GÜRLEMESİ HAKKINDA:
L
— ENDÜLÜS ÖTESİNDEKİ ÎNSANLAR
".-. Allah hiç
bir evlâd edinmemiştir. Mülkünde O'nun bir ortağı da yoktur. 0, her şeyi
yaratıp ona bir nizam vermiş, onun mukadderatını tâyin etmiştir" mealinde
olan âyet[1]
münâsebetiyle bazı tefsirlerde şu açıklamaya yer verilmiştir:
"El-Huseyne göre
Allah, altı şeyi vecihte yaratıp bir ölçüye koydu. Birinci vecih meşiyyettir
ki, nur üzerine yaratılmıştır. Sonra nefsi, sonra ruhu, sonra sureti, sonra
harfleri, sonra isimleri, sonra rengi, sonra tadı, sonra kokuyu, sonra dehri
yarattı. Sonra ölçüleri, sonra ameli, sonra nuru, sonra bereketi, sonra sükûnu,
sonra vücudu, sonra Âdem'i, böylece birbiri peşi sıra yarattı. Diğer bir veçhe
göre:
Allah önce dehri,
sonra kuvveti, sonra cevheri, sonra sesi, sonra ruhu, yarattı. Böylece birbiri
peşi sıra altı vechinden her birinde yarattı. Bunları kendi gizli ilminden
yaratıp bir ölçüye göre takdir etti. Kendinden başka kimse bilmez"[2].
Eğer bizzat Allah veya
O'nun elçisi Hz. Muhammed (s.a.v.) bildirmemişse hiç kimse neyin önce, neyin
sonra yaratıldığını; yaratılışta nasıl bir sıranın takip edildiğini bilemez.
Yukarıda geçen açıklamalar tamamiyle indî ve felsefî mütâlealardır[3]. [4]
Muhtelif îslâmî
kaynaklarda nurun ne gün yaratıldığına temas edilmiştir. Bu tür haberler
Kur'ân'ın şu âyetlerine istinâtî ettirilmiştir :
"Yerde ne varsa
hepsini sizin istifâdeniz için yaratan, sonra irâdesi göğe yönelipte onları
yedi gök halinde tesviye ve tanzim eden O'dur ve O, her şeyi hakkıyla bilendir[5]";
"De ki: Gerçek
siz mi o arzı iki günde yaratana küfrediyor, O'na ortaklar katıyorsunuz? O,
âlemlerin Rabbidir... Bu suretle onları
iki günde vücuda getirdi. Her gökte ona ait emri vahyetti[6]";
"Şüphesiz ki
Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra emir ve iradesi Arş
üzerinde hükümran olan Allah'tır... Haberin olsun ki, yaratamak da, emretmek
de O'na mahsus. Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın sam ne kadar yücedir![7]".
Bu konu ile ilgüi
haberler, Ebû Hüreyre vasıtasıyla bize ulaşıyor. Rivayete göre Allah; toprağı
cumartesi günü, dağları pazar günü, ağaçları pazartesi günü, mekruhu salı günü,
nuru da çarşamba günü... yaratmıştır[8].
Bu haber bir hayli
tenkîdlere uğramıştır. Her ne kadar habe-berin senedi Hz. Peygamber (s.a.v.)'e
müntehi oluyorsa da, bunun Hz. Peygamberin sözü olmadığı, Ka'bü'l-Ahbâr ve
benzerlerinden duyularak nakledilmiş ve Hz. Peygambere izafe edilmiş bulunduğu
ısrarla söylenmiştir. Yani, nûr ve onunla birlikte yaratıldığı yukarıda
sayılan eşyaya ait bu haber isrâîliyyattır[9]. [10]
"Hamdolsun
—âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahîm, Din gününün tek sahibi ve mutasarrıfı olan—
Allah'a[11]. Bu
âyette geçen "âlem" kelimesiyle ilgili olarak bir takım rivayetler
vardır:
Ebu'l-'Âliye'.den
naklen Ebû Ca'fer er-Razî şöyle der: îns bir âlemdir. Bunların dışında kalanlar
ise 18 bin veya 14 bin âlemdir —Ravî sayı hususunda şüphelidir— Bunlar
yeryüzünde bulunan meleklerin teşkil ettiği âlemlerdir. Arzın dört zaviyesi
vardır. Her zaviyede 3.500 âlem vardır ki, Allah bunları kendisine ibâdet etsinler
diye yaratmıştır[12].
Ibnü Ebî Hatim'in
kaydettiğine göre, âlemler 1.000 ümmetten müteşekkildir. Bunların 600'ü
denizde, 4QQ'ü karadadır.
Cabir İbn Abdillah'tan
rivayete göre, Hz, Ömer'in devlet başkam olduğu yıllardan birinde çekirge çok
azaldı. Adeta nesli kesildi. Bir adam kendisine baş vurup bunun hakkında bilgi
almak istedi. Fakat Hz. Ömer, ona hiç bir cevâp veremedi ve bundaıı dolayı da
üzüldü. Derhal bir atlı Yemen*e, bir atlı Şam'a ve bir atlı da Irak'a gönderdi.
Bunlar gittikleri yerlerde çekirge var mıdır, yok mudur, bunu araştıracaklardı.
Ravî der ki: Yemen
tarafına giden adam bir avuç kadar çekirge getirip Hz. Ömer'in Önüne attı. Hz.
Ömer çekirgeleri görünce tekbir getirdi ve şöyle dedi: "Ben Efendimiz
(s.a.v.)'in şöyle dediğini işitmiştim: Cenabı Hak 1-000 ümmet yaratmıştır.
Bunların 600'ü denizde, geri kalanları da karadadır. Bu 1.000 ümmetten ilk
helak olacak olanlar çekirgelerdir. Bunlar helak olup da nesilleri kesilince
diğerlerine sıra gelir...".
Vehb İbn Münebbih:
"Allah'ın 18.00.0 âlemi vardır. Dünya bu 18 bin âlemden bir
tanesidir" demiştir.
Mükatil'e göre
âlemlerin sayısı, 80.000'dir[13]..
Ebu Sa'îd el-Hudrî'den Kurtubî'nin naklettiğine göre; Allah'ın 40.000 âlemi
vardır. Dünya, doğusundan batısına kadar bu 40 bin âlemden bir tanesini teşkü
eder.
Kurtubî, bu son
görüşün doğru ve sahîh olduğunu söylemiştir[14].
Yukarıya kaydettiğimiz diğer rivayetlerin ne dereceye kadar doğru ve itimâda
şayan olduğunu bilemiyoruz. Hele içlerinde Vehb îbn Münebbih'e varanlar da
bulununca insanın şüphesi artıyor ve sahîh olma ihtimâli bir hayli azalıyor.
Bir kerre ilk rivayet —ki onu îbn Cerîr et-Taberî ve
tbnü Ebî Hatim de eserlerine almışlardır— aklen izahı güç bir hüviyet
taşımaktadır: Sâdece arz üzerinde meleklerden müteşekkil 14 veya 18 bin âlem...
Arzın dört zaviyesi ve her zaviyede 3-500 âlem...
Bu rivayet
garipliklerle doludur; bu tür şeylerin kabulü mut-' laka sahîh ve sağlam
delillere bağlıdır. Böyle bir delîl ise elimizde yoktur[15].
Hz. Ömer devrinde
cereyan eden vak'ayı bize intikal ettirenlerden Muhammed îbn 'îsâ zayıf bir
ravîdir, dolayısıyla haber de zayıftır[16];
es-Süyûtî, bu haberin mevzu' olduğunu söylemiştir (el-Le'âli'l-Masnû'a, I.
80-81)[17].
"O, denizi —ondan
taze bir et yemeniz, ondan giyeceğiniz zî-neti çıkarmanız için— hizmetinize;
râm edendir. Gemilerin orada suları yararak ilerlediklerini görüyorsun ki, bu
sırf Allah'ın lütuf ve kereminden nasıp: aramanız ve O'na şükretmeniz içindir[18]".
Bu âyetin tefsiri ile
ilgili olarak el-Hafız Ebu Bekr el-Bezzar Müsned'ine Ebu Hüreyre'den menkûl
olan şu rivayeti almıştır:
Cenabı Hak hem şark ve
hem de garp deryasıyla ayrı ayrı konuştu ve garp deryasına şunu sordu:
"— Ben
kullarımdan bir kısmını sana yükliyeceğim (sana emânet edeceğim); sen onlar
için ne yapmayı düşünüyorsun?". Cenabı Hakkın bu sorusuna garp denizi şu
cevâbı verdi:
"— Onları
boğacağım!". Cenabı Hak:
"— Senin zarar ve
şiddetin kendi civârınadır (ateş olsan cirmin kadar yer yakarsın)!; Ben onları
kendi (kudret ve rahmet) elime alacağım; (sana) her türlü zînet ve avları haram
kıldım" buyurdu.
Cenabı Hak aynı
şekilde şark deryasına sordu:
"— Sana
kullarımdan bir kısmını yükleyeceğim (bindirip emânet edeceğim); sen onlara
nasıl davranacaksın?". Şark deryası:
"— Onları
üzerimde taşıyacağım, onlara şefkatli bir annenin yavrusuna davrandığı gibi
merhamet ve mürüvvetli davranacağım" cevâbmı verdi. Allah da şark
deryasını namütenahi zînetler ve deniz avlarıyla mükâfatlandırdı.
Hadîsi Müsnedine alan
el-Bezzâr:
"Bunu Sehl'den,
Abdurrahmân tbn Abdillah İbn 'Amr'dan başka rivayet eden hiç bir kimse
bilmiyoruz" der ve onun "mün-ker" hadîsler rivayet eden biri
olduğunu söyler[19]. [20]
"Allah O'durki,
rüzgârları gönderir de onlar bir bulut kaldırırlar, derken Allah bunu gökte
nasıl isterse öyle serer... Andol-sun biz bir rüzgâr gönderir de onun eserini
sararmış görürlerse ardından muhakkak ki küfrana başlarlar"[21];
*.•. Âd kavminin helak
edilmesinde de hikmet vardır. Hani onların üzerine o kısır rüzgârı
göndermiştik. Öyle bir rüzgâr ki her uğradığı şeyi yerinde bırakmıyor, mutlaka
onu kül gibi savuruyordu"[22].
Ibnü Ebî Hatim'in
Abdullah İbn 'Amr'dan tahrîc ettiği bir hadîse göre Hz. Peygamber (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur:
"Rüzgâr ikinci
arzdadır (ikinci arzda yaratılmış ve oraya yerleştirilmiştir) . Cenabı Hak Âd
kavmini helak etmek istediği zaman, Âd kavmini helâka yetecek kadar üzerlerine
rüzgâr gönderilmesini rüzgâr bekçisine emretti. Bekgi de:
"— Ya Rab! Onlara
Öküzün burun deliğinden çıkan rüzgâr kadar göndereceğim (ne buyurursun? Az
mıdır, çok mudur?" dedi. Şam yüce olan Allah şöyle buyurdu:
"— Bu dediğin
miktar rüzgâr yeryüzünü ve üzerinde yaşayanları mahveder (Bu miktar fazladır,
bu kadar gönderme!). Onlara bir yüzük halkasının deliğinden geçecek miktar
gönder"; bu Allah'ın: kitabında dile getirdiği şu gerçeği ifâde eder:
"(Öyle bir rüzgâr
ki) her uğradığı şeyi (yerinde) bırakmıyor, mutlaka onu kül gibi
savuruyordu"[23].
Bu hadîsin Hz.
Peygamber (s.a.v.)'e aidiyyeti kabul edilmemiş ve bunun Abdullah İbn 'Amr'a
ait "zamüetân" dan olduğu söylenmiştir. Yani haber isrâîliyyattandır[24]. [25]
"... Son emri Arş
üzerâı&e hükümran olan-..chr"; "... (Allah) e yeti aüa ş£fcu& ■j^ca.Va.iNİsr.
"Bvvtv&aiv wve\ tee krş'ı su”[26]
İbnü Bbî Hatim, Arş'm
kırmızı yakuttan ibaret olduğu yolunda bir haber nakletmiştir. Vehb İbn
Münebbih de, Arş'ı Cenabı Hakkın kendi nurundan yarattığını söylemiştir.
Bu haber bazı
bilginlerce tenkîd edilmiş ve "garîb" olarak tavsif edilmiştir[27]. [28]
Lokman (a.s.) oğluna nasihat ederken şöyle der:
"Oğulcağızım,
hakikat (işlediğin iyilik veya kötülük) bir hardal dânesi kadar olsa dâhi, bir
kaya içinde, ya göklerde, yahut yerin içinde (gizlenmiş) olsa bile Allah onu
getirir (meydana çıkarır ve hesabını görür)"[29].
Bu âyet insanoğlunun
yaptığı küçük veya büyük her hareketinin, iyilik ve kötülüğünün Allah
tarafından mutlaka değerlendirileceğini; hiç bir şeyi ondan gizlemenin mümkün
olmadığını ifade ediyor. Kul bir kötülüğü-bilfarz deryaların dibinde veya göklerde
işlese de Allah onu bulup çıkaracak ve hesabını soracaktır. Aynı şekilde,
yapılan hareket, yalçın kayaların en gizli yerlerinde veya yerin en gizli
tabakalarında işlense de Allah bunları mutlak surette bilir, yapılanı meydana
çıkarır ve kulunun fiilinin iyi veya kötü olmasına göre kargılığını verir.
Müfessirler, âyetin ve bilhassa âyetteki "kaya içindeki" tabirinin
bunun ötesinde bir manâsına işaret etmemişlerdir[30]. Hal
böyle iken bazı müfessirler, eserlerine hiçte Islâmî olmayan bir takım
rivayetler dercetmek suretiyle "kaya" nın ne olduğunu, yerini, diğer
cisimlerle münâsebetini, ne işe yaradığını ve büyüklüğünü açıklamaya
çalışmışlardır. Tamamiyle isrâîliyyat'tan olan bu haberleri sıralamadan evvel
yine bazı müfessirlerce bu tür rivayetlerle ilgili görülen âyetlere de temas
edelim:
"Hamdolsun
—âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahim, Din gü-nunun tek sahibi ve mutasarrıfı—
Allah'a"[31];
"(Münafıklar ve
imansızlar) sağırlar, dilsizler, körlerdir. Artık (hakka) dönmezler... Ölüm
korkusuyla yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkarlar..."[32];
"Yerde ne varsa
hepsini sizin için yaratan, sonra (iradesi) göğe yönelip de onları yedi gök
halinde tesviye (ve tanzim) eden O'dur..."[33];
"Taha... O
esirgeyici (Allah'ın kudreti) Arş'ı istilâ etmiştir. Göklerde, yerde ve bu
ikisinin arasında ve nemli toprağın altın-da ne varsa O'nundur"[34].
îbnü Abbas'tan mervî
konu ile ilgili rivayet: Bidayette Cenabı Hakkın Argı suyun üzerinde
bulunuyordu. Allah yarattıklarından hig birini (su)'dan önce yaratmış değildir.
Cenabı Hak, diğer varlıkları yaratmayı arzu edince sudan bir duman çıkardı.
Duman suyun üzerinde yükseldi; Allah bu yükselen varlığa sema (gök) adını
verdi. Bundan sonra Allah suyu kurutarak onu tek bir yer haline getirdi. Bundan
sonra yeri parçalara ayırdı, onu yedi parça yaptı. Bunları pazar ve pazartesi
olmak üzere iki gün içinde yarattı.
Allah, yeri balık
üzerinde yarattı. Bu balık Cenabı Hakkın: "Nûn ile kaleme ve (erbâb-ı
kalemin) yazmakta oldukları şeylere andolsunki..."[35].
âyetinde belirttiği "Nûh" dur. Balık suyun içinde (üzerinde) dir. Su
da, düz ve yalçın bir kaya üzerinde yaratılmıştır. Bu yalçın kaya, bir meleğin
sırtmdadır. Melek, kaya üzerindedir. Kaya, rüzgârın üstündedir. Bu kaya,
Lokman (a.s.)'ın anlattığı kayadır ki, gökte ve yerde değildir.
(Birbirinin üzerine
bindirilerek yekdiğerine irtibatlı bir şekilde yaratılan bu varlıklardan)
balık hareket etti ve oynadı. Balığın bu hareketinin tesiriyle yer sallandı.
Bunun üzerine Cenabı Hak yerin üzerinde dağları sabit kıldı. Bundan dolayı dağlar
yere karşı iftihar etmektedirler..."[36].
Bu uzun rivayeti
eserine alan Taberî sened hakkında şüpheli olduğunu, binâenaleyh buna fazla
itimad etmediğini söyler (Tef-sîr, I. 156; A- Muhammed Şâkir tahkiki).
îbnü Kesîr habere öz
olarak değindikten sonra bunun "isrâî-liyyat1' tan olduğu ihtimalini
tasrîh eder (tefsir, V. 385).
Eserlerine
isrâîliyyatı almamak için titizlik gösteren bazı îslâm bilginleri ise bu tür
haberlere —ilgili âyetleri tefsîr ederken— katiyyen ehemmiyet vermemişlerdir[37].
Tıbkı Îbnü Kesîr gibi
tbnü 'Atıyye de rivayetleri eserine aldıktan sonra; bunların zayıf haberler
olduğunu, mevcut senedlerle bunları isbata imkân olmadığını tenbîh eder[38].
Bir kısım müfessirler,
kaya hakkında bize daha mufassal malûmatlar da bırakmışlardır:
(1) — Kaya yeşil renktedir, gökyüzü renginde, üç kısımdan
müteşekkildir[39].
(2) — Yerküre bu kayanın üzerindedir... Kaya yedi kat yerin
altındadır ve sema yeşilliğini bu kayadan alır[40].
(3) — Yedi kat
yerin altında olan bu kayaya "facirlerin" amelleri yazılır[41]. [42]
1 — Yer ve Göklerin Altı Günde Yaratılması:
Kur'ân-ı Kerîm'de yer
ve .göklerden bahseden; yer ve göklerdeki harikalara dikkat çeken bir çok âyet
vardır. Bu arada bazı âyetlerde yer ve gökler ve bunların arasında mevcut olan
varlıkların altı günde yaratıldığı tasrîh edilmiştir. Ama Kur'ân'da bu ifâde
dışında herhangi bir açıklama ve fazlalık yoktur. Âyetlerden biri:
: "O (Allah),
gökleri ve yeri, aralarında olan şeyleri altı günde yaratan, sonra (emri) Arş
üzerinde hükümran olandır. Rahmandır. Bunu (O'nun sıfatlarından) haberdâr
olana sor"[43].
Hal böyle iken bir
kısım müfessirler yer ve gökleri ve bunların arasındaki eşyanın yaratılışı ile
ilgili olan ve değişik kanallardan gelen rivayetleri eserlerine
dercetmişlerdir. Tedkîk edildiği zaman görüleceği gibi bunların büyük kısmı
îslâmî rivayetler değildir. Ehl-i Kitab ismi verilen yahûdî ve Hıristiyanların
menkûlâtmdan ibarettir, yeni isrâîliyyattandır.
İbnü Cerîr Et-Taberî,
İbnü Abbas'tan nakletmiştir: Yahudiler Hz. Peygambere geldiler ve ondan semâlar
ile yerin yaratılışını sordular. Efendimiz de onların sorularına şu tarzda
cevâp verdi:
"Allah yeri,
pazar ve pazartesi; dağları ve dağlardaki her türlü yararlı şeyleri sah günü;
ağaçlan, suları, madenleri, mamur ve harabı da çarşamba günü yaratmıştır. Bütün
bu sayılanların yaratılması tam dört gün sürmüştür". Efendimiz bundan
sonra Kur'ân-ı Kerîm'in bu konu ile ilgili olan şu âyetini okudu: "De ki:
Gerçek siz mi o arzı iki günde yaratana (İsrarla) küfrediyor, O'na ortaklar
katıyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir. Allah orada (arzda) üstünden baskılar
yaptı. Onda bereketler yarattı. Onda arayanlar için dört günde, müsavi gıdalar
takdir etti"[44].
Hz. Peygamber sözüne
devam etti: "Allah perşembe günü semâyı; cuma günü günün bitimine üç saat
kala yıldızlan, güneşi, ayı ve melekleri yarattı. Bu üç saattan birincide
ecelleri yarattı; ikincide insanların faydalandığı her şeye âfet (ve musibeti)
attı; üçüncüde Âdem'i yarattı ve O'nu Cennet'e yerleştirdi; İblîs'e, Âdem'e
secde etmesi için emir verdi; ve onu Cennet'ten son saatte çıkardı". Söz
buraya gelince yahûdîler:
"— Peki sonra ne
oldu ya Muhammed?" dediler. Efendimiz de:
"— Sonra Allah
kuvvet ve kudretiyle Arş'ı istiva etti" buyurdu. Yahûdîler:
"— Eğer sözünü
(bizim arzu etmiş olduğumuz gibi) tamamlarsan, muhakkak doğru söylemiş ve
gerçeği bulmuş olursun" dediler. Ve ilâve ettiler:
"— Bundan sonra
Allah istirahat etti". Onların bu yersiz ve îslâm inancına zıt beyanlarına
Hz. Peygamber çok içerledi. Bunun üzerine: "Andolsun ki, biz gökleri, yeri
ve ikisi arasında bulunan şeyleri altı günde yaratmışızdır. Bize hiç bîr
yorgunluk da dokun-mamıştır"[45]
mealinde olan âyet nazil oldu[46].
Ebu Hüreyre'den:
"Efendimiz (s.a.v.) elimi tuttu ve şöyle buyurdu: Allah toprağı cumartesi
günü, dağları pazar günü, ağaçları pazartesi günü, mekruhu salı günü, nuru
çarşamba günü yarattı. Perşembe günü yeryüzüne bütün hayvanları yaydı ve
yerleştirdi. Âdem (a.s.)'i de bütün mahlûkatm sonunda, cuma günü ikindiden
sonra, cumanın son saatında ikindi ile gece arasındaki bir zaman içinde
yarattı"[47].
Taberî'nin İbnü
Abbas'tan yaptığı rivayet "ğarîb" dir[48]; Ebû
Hüreyre'den menkûl hadîs ise asla sahîh olarak kabul edilmemiştir. Bu hadîs
için Ali îbn el-Medînî, el-Buhârî ve diğer bir çok mu-hadcüsin tenkîdleri
vardır. Umumî kanaata göre, bu haberi Ebû Hüreyre Ka'bü'l-Ahbâr'dan almıştır.
Hadîs bidayette mevkuf iken sonradan bazı ravîlerce merfu' hâle getirilmiştir.
Ayrıca hadîsin metninde şiddetli "garîblik"ler de tesbît edilmiş ve
bunların Kur'âh'a zıt oldukları ifâde edilmiştir[49].
Netîce şu ki, Hz.
Peygamber böyle bir hadîs buyurmaımştır. Bu sözler Ka'b'a aittir yani
isrâîliyyattandır.
— Arzın Tabakaları ve
Altında-Üstünde Bulunanlar:
".-. O çok
esirgeyici (Allah'ın emr ve hükmü) Arşı istilâ etmiştir. Göklerde, yerde ve bu
ikisinin arasında ve nemli toprağın altında ne varsa O'nundur"[50].
Bu âyette gegen
"nemli toprağın altı" ifâdesi insanları çok meşgul etmiştir. Bu,
"toprağın altı"ndan ne kastedildiğini izah için uğraşmışlar ve orada
nelerin bulunabileceğini —hiçde luzû-mu yokken— beyâna gayret sarf etmişlerdir:
(a) — İbnü
Abbas. bu konuda şunları söylemiştir:
Yer, Nûn'un üzerinde,
Nûn denizin üzerindedir. Nûn'un iki tarafı yani başı ve kuyruğu Arş'm altında
birleşir. Derya, gök yüzünün yeşilliğini kendisinden aldığı yeşil bir kaya
üzerindedir. Bu kaya da Cenabı Hakkın: "Oğulcağızmı hakikat (yaptığın iyilik
veya kötülük) bir hardal danesi kadar olsa dahî, bir kaya içinde, ya göklerde,
yahut yerin içinde (gizlenmiş) olsa bile Allah onu getirir..."[51]
âyetinde işaret ettiği kayadır. Bu kaya, bir öküzün boynuzu üzerinde - öküz,
ıslak toprağın üzerindedir. Bu ıslak toprağın altında neyin bulunduğunu
Allah'tan başka kimse bilmez.
Bu konuda Vehb İbn
Münebbih şunları söylemiştir:
"Yeryüzünde yedi
derya vardır. Yerler yedi (tabakadan) ibarettir. Her tabakanın arasında bir
derya vardn\ En altta bu-lunaû derya Cehennemin kenarına bitişiktir. Eğer bu
deryanın büyüklüğü, sularının çokluğu ve soğukluğu olmasaydı Cehennem Arz
üzerinde bulunan her şeyi yakar kâvururdu. Vehb İbn Münebbih, sözüne devamla
şöyle dedi:
Cehennem, rüzgârın
belinde (sırtında); rüzgârın beli de büyüklüğünü sadece Allah'ın bildiği
karanlık (zulmet)'tan bir perde üzerindedir. Bu perde de ıslak toprağın
üzerindedir. Mahlu-katm bilgisi de bu ıslak toprakta son bulur"[52].
îslâmî esaslarla
bağdaşması mümkin olmayan bu rivayetler için, el-Kurtubî tefsirini tahkik eden
Ebû îshâk İbrahim, gayri mu'temed raviler kanalıyla bize ulaşan bu haberler
hakkında îs-îâm bilginlerinin çok söz söylediklerini ve bunların itimada şayan olmadığını
ifade eder[53].
(b) —
"Göklerle yer bitişik bir halde iken, onları birbirinden yarıb
ayırdığımızı, her diri şeyi de sudan yarattığımızı o küfür (ve inkâr)
edenler görmedi(ler) mi?"[54];
âyetinin tefsîri münâsebetiyle 'Uyunul - Ahbâr
adlı eserinde şöyle bir haber kaydeder:
Bidayette, gök yalnız
başına ve arz da yalnız basma yaratılmıştı. Bu yalnız basma yaratılan gökten
Allah yedi gök yarıb ayırdı; yerden de keza yedi yer tabakasını yarıb ayırdı.
Allah en yüksek olan yer tabakasını (en dışta olanı) yaratıb onda cinleri
insanları yerleştirdi. Ve keza onda nehirler yaratıb akıttı; türlü yemişler
bitirdi. Deryalar vücûda getirib ona adını
verdi ki, genişliği 500 yıllıktır.. Sonra Cenabı Hakk, genişlik ve gılzatta
tıpkı birincisi gibi olmak üzere ikincisini de yarattı ve onda bir takım
kavimler vücuda getirdi ki, bu kavimlerin ağızlan köpek ağzına, elleri ise
insan eline; kulakları sığır kulağına, kılları keçi ve koyun kılına benzer.
Kıyametin kopması yaklaştığı zaman yer, bunları Ye'cûc ve Me'cûc'un bulunduğu
yere fırlatıp atar. Bu arzın adı. Sonra
Cenabı Hakk kalınlığı 500 yıllık yol tutan üçüncü (tabaka) arzı yarattı. Bu
tabakannım bulunduğu yerden yeryüzeyine kadar da hava doludur. Allah dördüncü
tabaka arzda cehennemlikler için, siyah katırlar gibi (bu büyüklük ve cüssede)
akrebler ve zulmet yarattı. Bu akreblerin at kuyruğuna benzer uzun kuyrukları
vardır. Bunlar (hiddet ve şiddetlerinden dolayı), birbirlerini yerler. Zamanı
gelince bunlar, (cehennemlik olan) ademoğullanna musallat olacaklardır. Sonra
Cenabı Hakk; karanlık, uzunluk ve en bakımından birincinin eşi olan
beşinci (tabaka) arzı yarattı. Bu tabaka da, cehennemlikler için
zincirler, köstekler ve bir takım bağlar ve bukağılar vardır. " Sonra
Cenabı Hakk, ismi ( 3U ) olan altıncı arzı yarattı. Bu arzda, Âdem (a.s.)'in
toprağının kendinden yaratıldığı bir takım simsiyah, kara taşlar vardır.
Kıyamet günü bu kara taşların, her biri, iri ve hantal bir dağ biçiminde
olduğu halde yerlerinden alınır. Kâfirlerin boyunlarına asılır. Kibritten olan
bu taşlar tutuşturulur ve bunlarla kâfirlerin yüzleri ve elleri yakılır. Bu
gerçek, Cenabı Hakkın: "Ey îmân edenler, gerek kendinizi, gerek ailenizi
öyle bir ateşten koruyun ki, onun yakacağı, insanla taştır. O ateşin üzerinde
iri gövdeli, sert tabiatlı melekler vardır..."[55]
âyetinde ifâdesini bulmuştur.
Sonra C, Hak yedinci
arzı yarattı. Bunun adı dir. Ve Cehennem bu arzdadır. Bu arzda iki kapı vardır.
Birinin adı Siccîn, ötekininki ise el-Felâk'dır. Siccîn, dâim açıjktır ve kâfirlerin
kitapları burada son bulur (amelleri buraya yazılır). Hz. îsâ'nın el-Mâide
mucizesini görüpte inanmayanlarla, Fir'avn'in kavmi burada azaplandırıhrlar.
EI-Felâk isimli kapı kapalıdır ve kıyamet gününe kadar açılmaz"[56].
Kur'ân'da ve Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in hadîslerinde bu haberi destekleyen herhangi birşey mevcud
değildir.
3 — Göklerin Bîr Meleğin Omuzunda Dönmesi:
"Şüphesiz ki
Allah gökleri ve yeri zeval bulmalarından (korumak için bizzat) tutmaktadır.
Eğer onlar zeval bulurlarsa andolsun ki, ondan sonra kimse bunları
tutamaz..."[57]. Bu âyetle ilgili olarak
Ka'bü'l-Ahbâr'dan şöyle bir açıklama menkûldür:
Abdullah İbn Mes'ûd'un
arkadaşlarından biri bilgi öğrenmek niyyetiyle —o gün için— Şam'da bulunan
Ka'b'm yanma gitti. Bu zat Şam'dan dönüp gelince Abdullah îbn Mes'ûd kendisine:
"—
Ka'bü'l-Ahbâr'dan ne Öğrendin?" diye sordu. O zat:
"— Ka'b'm söyle
dediğini duydum: Gökler değirmen eksen (i)'ne benzer bir direğin ucunda olduğu
halde bir meleğin omuzunda don-, mektedir". Bunun üzerine Abdullah İbn
Mes'ûd arkadaşına:
"— Bunu söylediği
zaman Ka'b'ı tasdik mi ettin yoksa tekzîbmı-'Tasdik de etmedim, tekzîb
de!".
"— Gerçek şu ki,
ben senin atma atlayıp Şam'ı terketmeni arzu ederdim. Ka'b, "gökler bir
meleğin omuzunda dönmektedir" demekle yanlış ve hatalı bir söz sarfetmiş.
Demekki o, hâlâ yahûdîli-ğinden vazgeçmedi mi? Baksana Allah âyetinde ne
buyuruyor..." diyerek yukarıdaki âyeti okudu[58]. Bu
sözleriyle İbnü Mes'ûd, Ka'b'ı yalanlıyor ve anlattığı şeyin îslâm ile
alakasının bulunmadığım, bu. tür haberlerin îsrâîliyyat olduğunu dile
getiriyor.
4 — Semaları ve Arzı Bir lokmada Yutan Melek:
"(Ey Muhammedi)
Sana "rûh"u sorarlar. De ki: Rûh Rabbi-min emri (cümlesi)'ndendir.
(Zaten) size az bir ilimden başkası verilmemiştir"[59]
âyetindeki (rûh)'un ne olduğu hakkında çeşitli rivayetler mevcuttur. İslâm
bilginlerinin ekseriyyetinin görüşü şudur-ki, bu ruhtan maksat, bilinen ve
fakat mahiyyeti meçhul olan ruhtur. Bütün canlılarda bedene hareket ve duyu
kabiliyyeti veren candır.
Âyette geçen ruhun ne
olduğunu izah sadedinde, bazı garip rivayetler de kitaplara girmiştir:
(a) —
Et-Taberanî'nin kaydettiğine göre İbnü Abbas Hz. Peygamber (s.a.v.)'i şöyle
derken isjtmistir: "C. Hak'km bir meleği vardır ki; ona, yedikat ısemâları
ve arz tabakalarını "bir lokmada"
yutması söylense muhakkak yapar. O
meleğin
tesbîhi : cümlesidir"[60]. Bu,
"ğarîb" ve "münker" bir rivayettir[61].
(b) —
Et-Taberî'nin rivayetine göre Hz. Ali bu âyetteki "rûh" hakkında
şunları söylemiştir: "Bu âyetteki ruhtan maksat, meleklerden bir melektir.
Bu meleğin 70.000 yüzü mevcuttur. Her bir yüzünde 70.000 dili vardır. Her bir
dilinde de 70.000 lügat vardır; o bütün bu lûgatlarla Allah'ı tesbîh eder.
Allah onun her teşbihinden bir melek yaratır ve yaratılan bu melekler kıyamet
gününe kadar diğer meleklerle uçar ve gezerler"[62].
Bu da "ğarîb"
ve "acîb" bir rivayettir[63].
(c) —
Es-Süheylî'nin dediğine göre,- Hz. Ali bir defasında bu âyetteki ruhu şöyle
açıklamıştır: "Bu ruhtan maksat bir melektir ki, bu meleğin 100.000 başı;
her bir başında 100.000 yüzü; her bir yüzünde de 100.000 ağzı ve her bir
ağzında da 100.000 dili vardır. Allah'ı muhtelif lûgatlarla tesbîh eder"[64].
Bu konudaki
rivayetlerden, tefsirine sâdece Hz. Ali'den mervî olanını alan Fahru'd-Dîn
er-Razî; bu rivayetin "zayıf" olduğunu ifâdeden sonra bir kaç yönden
haberi tahlil eder:
aa —
"Bir melek olduğu söylenen (er-rûh) hakkındaki bu tal-sîlâtı Hz. Ali
bilemez. Böyle şeyleri bilmeye ve bildirmeye Hz. Peygamber herkesten daha
lâyıktır. Şayet böyle bir şeyin aslı varsa bunu onlara (Hz. Ali ve diğer
sahabeye) Hz. Peygamber niçin bildirmemiştir? Sonra şunu da kaydedelim ki, Hz.
Ali'ye vahiy gelmiyordu. Hz. Ah' bu tafsilâtı ancak Hz. Peygamberden duyup
belleyebilir. Oysa Hz. Peygamber, ne Hz. Ali'ye, ne de diğer arkadaşlarına
böyle bir beyân ve îzahta bulunmuştur;
bb — Eğer bu
melek; tek bir canlı ve tek bir akıllı varlıksa, dillerini bu kadar
çoğaltmakta hiç bir fayda yoktur. Eğer bütün sayılan diller ve lûgatlarm her
biri ile konuşan başka bir canlı ise, o takdirde' bu, "bir tek melek"
olamaz. O zaman bundan meleklerin tamamını anlamak daha doğrudur;
cc — Bu
rivayette dile getirilen melek insanlarca varlığı mec-hûl bir şeydir. Vücudu
meçhul olan bir melek hakkında nasıl suâl sorulabilir?..."[65]. [66]
"Biz gece ile
gündüzü (kudretimize delâlet eden) iki âyet kıldık da gece âyetini silip
(giderip yerine eşyayı) gösterici gündüz âyetini getirdik..."[67]
âyetinde geçen "gece âyetini silmek" ifadesiyle ilgili bir takım
isrâîliyyat kitaplarda yer almıştır. Şöyleki:
C. Hakk Cebrail
(a.s.)'e emretti; Cebrail kanadını ay üzerinden geçirdi. Bunun tesiriyle aym
ışığı söndü. Halbuki daha evvel nûr (ziya ve ışık) bakımından ay da güneş gibi
parlak idi. Bu gün ayın yüzünde görülen siyahlık bunun tesiriyle meydâna
gelmiştir.
İbn Abbas der ki:
Allah güneşi de, ayı da 70 parça olarak yaratmıştı. Ayın'nurundan 69 parçasını
aldı ve bunları güneşin nuru ile birleştirdi. Bu gün güneş 139 parçadan
müteşekkildir. Ay ise (bir) parçadan ibaret olarak kalmıştır.
Yine tbnü Abbas'tan:
Allah Arşının nurundan iki güneş yarattı. Kendi ilm-i İlâhîsine muvafık olarak
güneşi dünya büyüklüğünde yarattı... Ayı da güneşten küçük olarak halkeyledi.
Bu yaratmadan sonra Cebrail'i ayı söndürmekle vazifelendirdi. O da üç kerre
kanadım ay yüzeyinden geçirdi. Ay bundan önce bir güneşti (güneş gibi parlak
ve ışıklı idi). Aym ışığı alındı, geriye nuru kaldı. Bu gün sizin ayın
yüzeyinde gördüğünüz siyah lekeler bu mahv'ın izleridir. Eğer Allah bu
ameliyyeyi yapmayıpda ayı ilk hali ile bı-raksaydı gece gündüzden seçilip
ayrılamazdı[68].
Bu rivayetlerden
birinciyi es-Sa'lebî, ikinciyi ise el-Mehdevî zikretmiştir[69]. Aym
konuda Hz. Peygamber (s.a.v.)'den bir de mer-fu'hadîs rivayet edilmiştir:
"Tbnü Abbas'a
göre Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah mahlûkatın yaratılmasını
tamamlayıp Âdem'den başka her şey var
olunca; Arşının
nurundan bir güneş ve bir de ay yarattı. Bunlar her ikisi de başlangıçta birer
güneş idiler. Allah ilnı-i ezelîsinde güneşi güneş olarak bırakmayı arzu
ettiği için onu tıpkı dünya gibi yarattı... Yine Allah ilm-i ezelîsinde bir ay
yaratmayı arzu ettiği için onu büyüklükte güneşten küçük yarattı. Aslında çok
büyük olan güneş ile ayı insanlar, göklerin yüksek oluşundan ve aradaki
mesafenin uzaklığından dolayı küçük olarak görürler. Eğer Allah güneş ile ay'ı
yaratıldıkları hal üe bırakmış olsaydı gece ile gündüz yek diğerinden seçilib
ayrılamazdı. Ve aynı zamanda işçi olan kimseler ne zamana kadar
çalışacaklarını; oruç tutanlar ne zamana kadar oruçlu kalacaklarını; kadınlar
iddetlerinin nasıl ve nice olacağını bilmezlerdi. Aynı şekilde namazların,
haccm vakti; borçlunun borcunu eda edeceği zaman; ekim-dikim vakit (ve
mevsim)Ieri, hasat zamanı bilinemez. Keza insanlar vücutlarının rahat etmesi
için uyku saatlarım kestiremezlerdi. Bütün bunlar muvacehesinde Cenab-ı Hak
kullarına şöyle bir baktı —ki O, onlara kendilerinden daha fazla merhamet edici
ve acıyıcıdır— Cebrail'i gönderdi; o da kanadını üç kerre ayın yüzeyinden
geçirdi; ay bundan evvel tıpkı bir güneş gibi idi. Işığı söndü, nûr'u kaldı.
îşte bu olay C Hakkın şu âyetinde dile getirdiği gerçeğin ta kendisidir:
"Biz gece ile gündüzü iki âyet kıldık da, gece âyetini silib..."[70].
Hadisi bu tarzda
rivayet eden Sa'lebî'nin senedinde NfÜı îbn Ebî Meryem vardır. Bu zat meşhur
yalancılardandır[71].
Açıkça görüldüğü gibi,
Kur'ân'ın bu âyeti (el-îsra, 17/12) ta-mamiyle kevnî bir hâdiseye temas
etmektedir. Hz. Peygamber hemen hiçbir zaman bu tür olaylarla ilgili olarak
tafsilât vermemiştir. Nitekim efendimize, hilâllerin niçin incecik bir tarzda
başlayıb zamanla büyüdüğünü, dolunay haline geldiği ve tekrar yavaş yavaş eski
şekline müncer olduğu sorulduğu zaman alman cevâb gayet mühimdir:
"Sana yeni doğan
aylan sorarlar. De ki: O, insanların faydası için, bir de hacc için vakit
Ölçüleridir..."[72].
Bir de şuna dikkat
etmek gerekir ki, bu gibi şeyler Allah ve Onun sevgili elçisi tarafından insan
aklına ve bilgisine havale edilmiştir. İlim ve fen geliştikçe insanoğlu
bunları gücü nisbetinde çözmeye uğraşacaktır. Sonra bunların bilinmesinde
insana herhangi bit fayda yoktur. Kur'ân'ın ve Sünnetin isi bunları çözmek
değildir. Hz. Peygamber böyle şeyleri tahlîl ve îzâh için gönderilmemiştir.
Kur'ân da Astronomi bilgilerini ihtiva eden bir kitap değildir[73].
El-ÂIûsî, bu konuda,
son derece faydalı açıklama yapmiştır[74]. [75]
"Hem onlara
binmeniz için, hem zînet için de atları, katırları, merkebleri yarattı. Sizin
bilmeyeceğiniz daha neler yaratıyor O!"[76]
âyetinin tefsiri münasebetiyle bazı müfessirler "at"m yaratılmasına
âit bilgiler de kaydetmişlerdir. Maalesef ki bunların gerçekle hiçbir ilgileri
yoktur, tamamiyle "isrâîliyyaf'tandır. Vehb îbn Müneb-bih'ten:
Allah at'ı cenûb (güney)
rüzgârından yaratmıştır[77].
Bu beyânın gerçekle ve
Islâmî esaslarla hiçbir ilgisi yoktur ve tipik bir isrâîliyyat numûnesidir[78]. [79]
Müslüman olan kişi
inanır ki C. Hakkın gücü herşeye yeter. Onun gücünün yetmediği bir şey düşünmek
muhaldir. Meselâ; insanın tahayyül edemiyeceği büyüklükte meleklerin
bulunması, buıı-
lann kanatları ve
diğer ahvali ile ilgili bilgilerin Kur'ân'da veya hadîste olması halinde derhal
inanılması îcâb eder. Bunda garîb görülecek hiçbir husus yoktur. Eğer bu
dediklerimiz Kur'ân'da ve Hz. Peygamberin hadîslerinde yer almıyorsa o zaman
durum değişir. Maalesef Islâmî kaynaklarda —tefsir v.s. eserlerde— bu konuda
da birçok aslı esası olmayan haber yer bulmuştur. Bir meleğin bütün
detaylarıyla kanatlarından, yüzlerinden, dillerinden, okuduğu tesbîh ve düâdan
bahseden rivayetler bu cinstendir. Bu konuya ait bir kaç örnek verelim:
1 — Dördüncü Kat Semâda "Bulunan Melek:
"O gün (kıyamet
günü) rûh ve melekler saf halinde ayakta duracaktır. Rahmeti umuma yaygın olan
Allah'ın, kendilerine izin verdiğinden başkaları (o gün) konuşmazlar"[80]
Âyette geçen "Rûh"un ne olduğu hakkında et-Taberî'nin İbnü Mes'ûd'dan
bir rivayeti :
Bu Rûh'tan maksat
dördüncü semada bulunan bir varlıktır. Bu varlık semalardan, dağlardan ve
tekmil varlıklardan daha iridir. Her gün 12.000 kerre C. Hakkı tesbîh eder;
Onun her teşbihinden Allah bîr melek yaratır. Ve bu, dağlardan, meleklerden ve
semalardan iri olan varlık kıyamet günü yalnız başına bir saf teşkil
eder".
Dördüncü kat semada
bulunduğu bildirilen ve her şeyden büyük olduğu söylenen bu melekle ilgili
rivayet "garîb" dir ve bu ri-vâyetî kabul etmek bir hayli zordur7-1.
Bu âyetin tefsîri
münasebetiyle zikredilen bir başka rivayet yukarıda geçmişti. Et-Taberanî'nin,
îbn Abbas'tan naklen eserine aldığı bu habere göre Efendimiz şöyle buyurmuştur:
(72)
Et-Taberî, XXX. 22; et-Tabressî, V. 426-27; el-Keşgaf, IV. 691; M. Tenzil, IV. 200; 2.
Mesîr, IX. 12-13; îbnü Kesir, VH. 202; ed-Dürrü'I-Mensûr, VI, 309; eş-Şevkânî,
Fethu'l-Kadîr, V. 370.
(73) îbnü Kesir, VII. 202.
"Allah'ın öyle
bir meleği vardır ki, şayet ona: Bütün gökleri ve yerleri bir lokmada yut
denilse, muhakkak yutar. Onun tesbîhi şudur...".
Bir kısım tefsirlere
girmiş olan bu hadîsin isrâîliyyat olduğu meydandadır[81].
2 --- Beytü'l-Makdîsteki Melek:
'.'Nida edenin
(İsrafil'in) yakın bir yerden ünliyeceği güne kulak ver. O gün bütün halk, O hakk
sayhayı işiteceklerdir. İşte bu, (kabirden) çıkış günüdür"[82]
âyetinden kastedilen maksat ve mâna açıktır. Allah adına insanları
kabirlerinden kaldıracak olan ünleyi-cinin yeri, durağı belli değüdir. Ama buna
mutlaka bir yer bulmak mecburiyeti varmış gibi derhal bir mekan tâyin
edilmiştir. Katade'-ye göre, Ka'bü'l-Ahbâr şöyle demiştir:
Âyette bahsedilen
ünleme gününde C. Hakk bir meleğe, Bey-tü'1-Makdîs'in kayası üzerinden şöyle
seslenmesini emredecek: "Ey çürümüş kemikler; ey parça parça olmuş eklem
ve mafsallar; Allah sizin "fasl-ı kaza'J için toplanmanızı emrediyor[83].
Acaba, "Bu melek
veya ünleyici, niçin Beytü'l-Makdis'ten nida edecektir?" sorusuna da
gerekli cevablar bulunmuş ve verilmiştir:
(1) —
Çünkü Beytü'l-Makdîs yerin
(arzın) tam ortasıdır-
(2) — Burası
arzın semaya en yakın noktasıdır. Ve bu yakınlık 18 mildir.
(3)—
Ünleyici, Beytü'l-Makdisteki kayadan ünleyecektir. Burası yer ile göğün
birbirlerine en yakın oldukları noktadır. Aradaki mesafe 12 mildir[84]. [85]
"Gök gürültüsü
O'nu (yani Allah'ı) hamd ile, melekler de O'ndan korkusuna tesbîh eder (ler). O
yıldırımlar gönderip onunla kimi dilerse çarpar, öldürür..."[86].
Bu âyette geçen gök
gürlemesi bazı müfessirlerce meleklerin bağırmaları; yıldırım kalplerinin
kükremesi; yağmur da ağlamaları olarak tefsir ve izah edilmiştir ki, bunun
îslâmî esaslarla hiç bir ilgisi yoktur[87]. [88]
"Hem onlara
binmeniz için, hem zînet için de atları, katırları, merkepleri yarattı. Sizin
bilmiyeceğiniz daha neler yaratıyor O!"[89]
âyetinin tefsiri münâsebetiyle bir takım haberlere yer verilmiştir:
El-Beyhakfnin
"Kitâbü'1-Esmâ ve's-Sıfat"ına eş-Şa'bî'den naklen aldığına göre;
bizim bulunduğumuz yer ile Endülüs arasında olduğu gibi, Endülüs ötesinde de
Allah'ın bir takım kulları vardır. Onlar hiç bir yaratığın Allah'a kargı
durduğunu ve O'na isyan ettiğini görmemişlerdir. O insanların yaşadığı
beldenin taşları (çakılları) inci ve yakuttan; dağları altun ve gümüştendir.
Onlar çiftçilik ve ziraatın ne olduğunu bilmezler ve hiç bir iş de yapmazlar.
Onların kapıları (evleri) önünde bir takım ağaçlar vardır. Bu ağaçların
meyveleri onların yiyeceği, geniş yapraklan da elbiseleridir[90].
- Bu haberin kıymeti
ve doğruluk derecesinin ne olduğu ilk bakışta kendini gösteriyor. İslânıî
olmadığı anlaşılıyor. Lâkin, isrâîliy-yat olduğuna yakînen inandığım bu haberin
tenkidine ait bir şey tesbît edemedim[91].
[1] EI.Fürkan,
25/2.
[2] Es-Sülemî, Hakaik, varak. 163 ab
{Fatih Kütüp, no. 262).
[3] S. Ateş,
Sülemî ve Tasavvuf! Tefsiri,, tst.,
1969, s. 108.
[5] El-Bakâra,
2/29.
[6] Es-Seede,
41/9-12.
[7] EI-'A'râf, 7/54.
[8] Müslim, K. Sıfati'l-Münâflkîn, no. 27; en-Nesaî,
et-Tefsîr, 7a, 77a; A.t Hanbel, H. 327; et-Taberî, VIII. 205;
XII. 3 v.d.; XXV. 94-95; XVI. 164 v.d.;
XV. 244 v.d. not. 1 (Ahmed Muhammed Şâkir neşri);
et-Taberî, tarih, i/i, 80, 81 v.d.;
el-Kâmil, I. İS;
Z. Mesîr, in.
211; IV. 78 v.d.; el-Bîdâye, I. 15; M. Zeheb, I. 28 v.d.; B. Zühûr,
s. 3, v.d.; Ibnü Kesîr, tefsir,
I. 117 v.d^ IH, 178 v.d.; VI. 165 v.d.; el-Kasimî, tefsir, VII. 2699.
[9] Ibnü Kesîr, I. 120; UZ
178; VI. 165-66.
[10] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet
İşleri Başkanlığı: 73-74.
[11] El-Fâtiha,
1/1-3.
[12] Et-Taberî, I. 63;
M. Tenzil, I. 9; Z. Mesîr, I.
13-14; el-Kurtubî, tefsîr I 136
v.d.; İbnü Kesîr, I. 43.
[13] İbnü Kesîr, I. 44;
el-Kinânî, Tenzîhu'ş-Şerî'a,
I. 189-90.
[14] El-Kurtubî,
tefsîr, I. 137;
İbnü Kesîr, I. 44.
[15] İbnü Kesîr,
I. 43.
[16] İbnü Kesîr, I.
44.
[17] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet
İşleri Başkanlığı: 75-76.
[18] En-Nahl, 16/14.
[19] İbnü Kesîr, IV. 187.
[21] Br-Rûm, 30/48-51.
[22] Ez-Zariyât,
51/41-42.
[23] Bz-Zariyât,
51/42.
[24] İbnü Kesir, V. 368-69;
VI. 423; el-Kurtubî, tefsir, XVn.
50.
[25] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet
İşleri Başkanlığı: 77-78.
[26] Yûnus, 10/3; Hûd, 11/7.
[27] İbnü Kesîr, IH. 483, 538; et-Taberî, tarih, 1/1. 45 v.d
[28] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet
İşleri Başkanlığı: 78.
[29] Lokman, 31/16.
[30] Bak. Taberî, tefsîr, XXI. 72; îbnü Kesîr, V. 385; Elmalıh, V. 3841.
[31] El-Pâtiha,
1/1-3.
[32] Bakara,
2/18-20.
[33] Bakara, 2/29.
[34] Taha, 20/1-8.
[35]El-Kalem, 68/1.
[36] Yahya İbn Sellâm, tefsir, S3a; Tefsîru Abdirrazzak,
Varak 71a; Taberî, I. 194; XXI. 72; Taberî, tarih, I/l. 64, 65, 6&, 67;
Tefsîru Mukatil, varak 234b; îbnü
'Atıyye, tefsir, IV. varak 49b; en-Nesefî,
et-Teysîr, varak 170b; el-Beğavî,
M. Tenzil, II.
12, 134.-35; el-Keşgaf, m.
52, 496; Tâcü'l-Kurra', Kitâbü
Lübâbi Tefsîri'l-Kur'ân, varak
222a; el-'Udfuvî, el-lstignâ' fî
'Ulûmi'l-Kur'ân, varak 226a-b (beş
numaralı nüsha); tbnü Tayfur es-Secâvendî,
'Aynil'l-me'ânî, varak 174b;
el-Mehdevî, et-Tahsîl, varak
144b; Mekkî İbn Hammûş, tefsir,
varak 302a; et-Tabressî,
IV. IV. 319; et-Tibyan,
VHI. 251; Z.
Mesîr, VI. 321;
el-Kurtubî, XTV. 68; tbnü Kesîr,
V. 385; I. 118; ed-Dürru'1-Mensûr, I. 42-43; eş-Şevkânî, tef-sîr, I. 61;
izmirli, S.C. Nebeviyye Mukaddemesi, s. 101.
[37] En-Nesefî, et-Teysîr, varak 17Ob; Îbnü 'Atiyye,
el-Muharrav, varak 49b; Mekkî îbn Hammûg, tefsîr, 302a.
[38] El-Muharrar, IV. varak 49b.
[39] Tefsîru Mukatil, varak 234 b.
[40] Tefsîru Abdirrazzak, varak 71a; M. Tenzîl, II. 134.
[41] İbnü Tayfur es-Secâvendî, 'Aynü'l-Me'ânî, varak 174 b.
[42] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet
İşleri Başkanlığı: 79-80-81.
[43] El-Fürkan, 25/59. Ayrıca bak. 'A'raf, 7/54; YÛnüs,
10/3; Hûd 11/7; es-Sec de 32/4; Kaf,
50/38.
[44] Es-Secde,
41/9-10.
[45] Kaf, 50/38.
[46] Et-Taberî, tefsir, XXIV. 94; tarih, î/l. 26, 27, 28,
29, 59 v.d., 63, 72; el-Va-hıdî, Esbâbü'n-Nüzûl, s. 266; el-Kurtubî, VI. 363,
384; VII. 219; XV. 345; îbnü Kesîr, VI. 165-66; Es-Süyûtî, Lübâbü'n-NükÛl, s.
219-20; e§-§evkânî, Fethu'l-Kadîr, IV. 508; Elmalıh, VI. 4188-4189. Ayrıca bak.
el-Ke§§af, IV. 189; M. Gayb, XXVü! 109.
[47] Et-Taberî, XXIV. 94-95; XII. 3 v.d.; Vffl, 205;
Müslim, K. Şıfeti'l-Münâfi-kîn, no. 27; en-Nesâî, tefsir, varak 7a, 77a; A. îbn
Hanbeî, II. 237; Z. Me-sîr, HI. 211;
et-Tabressî, II. 109-110;
el-Kâmil, I. 18; el-Eidâye,
I. 15; ibnü Kesîr, I. 118-19;
in. 178, V. 34-35; VI. 165.66 el-Kurtubî, VI. 363, 384; VH. 219; XV. 345 v.d.;
M. Zeheb, I. 28 v.d.; B. Zühûr, s. 3 v.d.
[48] İbnü Kesîr, VI. 165; el-Bidâye, I. 17.
[49] ibnü Kesîr, III. 178; I. 118-20; V. 34-35; VI. 165-66;
el-Bidâye, I. 17-18.
[50] Ta Ha, 20/5-6.
[51] M-Kurtubî, XI. 169-70.
[52] El-Kurtubî, XI. 169-70.
[53] Aynı eser, XI. 169. not. 1.
[54] El-Enbiyâ, 21/30.
[55] Et-Tahrîm, 66/6.
[56] EI-Kurtubî, tefsîr, XI. 283-84.
[57] Fatır, 35/41,
[58] Et-Taberî, XH. 144-45; El-Keşgaf, III. 617-18;
El-Kurtubî, XIV. 357; ibn Kesîr, V. 594-95.
[59] El-îsra, 17/85.
[60] M. Tenzil, I. 428; îbn Kesîr, IV. 346.
[61] İbn Kesîr, IV. 346.
[62] Yahya Ibn Stllâm, tefsîr, varak 13a; et-Taberî, XV.
156; et-TÛsî, VI. 515; Et-Tabressî, IH.
437; M. Tenzil, I.
428; îtm Kesîr, IV. 346.
[63] Ibn Kesîr, IV. 346.
[64] Ibnü Kesir, IV. 346-47.
[65] M. Gayb, XXI. 39.
[66] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet
İşleri Başkanlığı: 81-82-83-84-85-86-87-88-89.
[67] El-îsra, 17/12.
[68] El-Kurtubî, X 227-28.
[69] EI-Kurtubî, X. 227-28.
[70] El-lsra, 17/12.
[71] Rivayetin metni ve tenkidler için bkz.: Es-Suyutî,
El-Le'âîi'1-Masnû'a, I. 45 v.d.; El-Kinânî, Tenzîhü'ş-Şerîa: I, 179; Et-Taberî,
tarih, 1/1. 101-103; El-Kurtubî, X, 228; El-Alûsî, XV. 27; Mecelletü'l-Ezher,
XXVI. 963-65.
[72] El-Bakara, 2/189.
[73] Mecelletü'l-Ezher, XXVI. 965.
[74] Ruhu'l-Me'ânî, XHI. 99.
[75] . Abdullah Aydemir, Tefsirde İsraâiliyyât, S/
89-90-91.
[76] En-Nahl, 16/8.
[77] İbnü Kesir, IV. 183; el-Kurtubî, IV. 32; Zühûr, s. 7.
[78] İbni Kesir, IV. 183.
[79] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet
İşleri Başkanlığı: 91.
[80] En-Nebe, 77/38.
[81] M. Tenzil, I. 428; îbn Kesîr, IV. 346.
[82] Kaf, 50/41-42.
[83] Et-Taberî, XXVI. 183; El-Keş§af, IV. 393; Inb Kesîr,
VI. 311.
[84] EI-Keşşaf, IV. 393.
[86] Er-Ra'd, 13/13.
[87] Es-SüJemî, Hakaiq, varak 101a; S. Ateş, Sülemî ve
Tasavvuf! Tef, s. 108
[88] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet
İşleri Başkanlığı: 94.
[89] En-Nalıl, 16/8.
[90] El-Kurtubî, X. 81.
[91] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet
İşleri Başkanlığı: 94.