GEÇMİŞ MİLLETLERE AİT HABERLERDEKİ İSRÂÎLİYYAT
A --- YERYÜZÜNÜN ÂDEM'DEN ÖNCEKİ SÂKİNLERİ:
C — BENÜ İSRAİL VE FÎR'AVN HANEDANI HAKKINDA:
E — ÎSRÂİL OĞULLARININ BİR NANKÖRLÜĞÜ
"Hani Rabbin
meleklere: Muhakkak ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım demişti. Melekler de:
Biz seni hamdinle tesbîh ve ten-zîh edip dururken —orada bozgunculuk edecek,
kanlar dökecek— kimse mi yaratacaksın? demişlerdi. Allah(da): Sizin bilemiyeceği-nizi
herhalde ben bilirim demişti"[1].
Bu âyetin tefsiri
münâsebetiyle müfessirler pek çok şeye temas etmişlerdir. Arzın Âdem'den
önceki sakinlerine ait bilgi de bunlar arasındadır:
Abdullah tbn
'Umer'den: Cân oğullan diye anılan cinler, Âdem (a.s.)'in yaratılmasından iki
bin yıl evvel yeryüzünde idiler. Yeryüzünü fitne ve fesada vermek suretiyle
bozdukları ve kanlar döküp cinayetler işledikleri için, Allah onlara karşı
meleklerden müteşekkil bir ordu gönderdi. Melekler tarafından iyice hırpalanan
bu fesatçılar denizlerdeki adalara sığınmak suretiyle canlarını kurtarabildiler.
Bunun üzerine C. Hak meleklere: "Muhakkak ben yeryüzünde bir halîfe
yaratacağım" dedi. Onlar da: "Biz seni hamdinle tesbîh ve tenzih edip
dururken —orada bozgunculuk edecek, kanlar dökecek—. kimse mi
yaratacaksın?" demişlerdi. Allah (da): "Sizin bilmiyeceğinizi elbette
ben büirim" demişti.
îbnü Abbas'tan: îblîs,
kendilerine cin ismi verilen bir kabiledendir. Bu kabile de meleklere ait
kabilelerden biridir. Bunlar —melekler içinde— çok zehirleyici ateşten
yaratılmışlardır. îblîs'in adı "Haris" idi. îbnü Abbas der ki: O
Cennet'in muhafız ve hazînedâr-larındandı. îbnü Abbas; meleklerin bir kabilesi
olan cinlerden başka bütün meleklerin nurdan yaratılmış olduklarım söyler.
Yine tb-
nü Abbas'a göre;
Kur'ân'da anılan cinler, alevlenerek yandığı vakit ateşin bir tarafında dil
gibi uzanan parçasından yaratılmışlardır, îbnü Abbas sözüne devam edip şöyle
diyor: İnsan çamurdan yaratıldı. Yeryüzünde ilk önce cinler yaşarlardı. Onlar
arzda kanlar akıttılar, birbirlerini öldürdüler. AUah onlara îblis'in
komutasında meleklerden askerler gönderdi; bunlar meleklerin cin adını taşıyan
boyundandı, iblis ile onun komutası altında bulunanlar, öteki cinlerle
savaşarak onları denizlerdeki adalara ve dağların etrafına sürdüler. Bu zaferi
kazandıktan sonra İblis'in kalbinde gurur doğdu ve: "Ben, kimsenin
yapmadığı bir işi yaptım" diye övündü. Allah onun kalbinde doğan bu gururu
bildi. îblis'in yanındaki melekler bunu bilmiyorlardı. C. Hak îblis'in yanında
bulunanlara: "Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım" dedi. Buna
karşılık olarak melekler: "Sen, bizim kendüerini tenkile memur
edildiğimiz cinlerin yaptığı gibi orada fesad çıkaracak ve kanlar dökecek birini
mi yaratacaksın?" dediler[2].
Yukarıya aldığımız rivayetleri
doğrular mahiyette ne Kur'ân'da ve ne de Hz. Peygamberin hadîslerinde bir ifâde
vardır. Bunlar, hemen tamamiyle Ehl-i Kitâb ismi verilen yahûdî ve hıristiyan
çevrelerden duyulmuş ve aktarılmış şeylerdir. Böyle şeyler olur da, olmaz da.
Efendimizin tavsiyyesinde olduğu gibi biz bunları ne tasdik ederiz ve ne de
tekzîb... Sonra bunların bilinmesinde İslâm dîni açısından herhangi bir fayda
da yoktur.
Bazı müelliflerce, Hz.
Âdem'in gerçekten ilk insan olup-olma-masıyla ilgili bir soru ortaya atılmıştır.
Akla muhal gelmeyen bu soru ile bilhassa tasavvuf erbabı ilgilenmiştir. Yalnız
şu var ki, C. Hak Kur'ân'da "ebu'l-beşer" olarak tanıttığı Âdem'den
ayrı ikinci, üçüncü veya başka bir Âdem'den bahsetmemiştir. Kur'ân'da hiç bir
delîl olmadığı halde böyle bir iddianın peşine takılmak, mesnet-sizlik içinde
beyhude yorgunluk ve zihinleri bulandırmaktan başka bir kâr temin etmez.
Bazıları da, yukarıda
meali verilen âyetteki şu ifâdeye maharetle dikkat çekerler: "... Orada
bozgunculuk yapacak ve kanlar akıtacak birini mi yaratacaksın" ? Ve şöyle
derler: Eğer Âdem'den evvel, Âdem'in şekil ve şemaline benzer birinin
yaşadığını ve âyette bahsedilen işleri yaptığını melekler görmemiş olsaydı,
onlar Allah'a böyle bir soru tevcih edemezlerdi. Demekki, Âdem'den evvel
âdemler vardı veya Âdem'den sâdır olan işleri yapanlar mevcuttu. Buna göre
ister, Âdem şekil ve suretinde olsun, isterse olmasın; bozgunculuk ve kan
dökücülüğün ilk örneğini verenler yeryüzünün ilk sakinleridir.
Ve fakat bunlar tamamiyle
mesnedsiz iddialardır[3].
Meşhur müfessir
Bürhanü'd-Dîn el-Bikâ'î de, Âdem'den evvel yeryüzünde bîr takım mahlûkatın
bulunduğu yolundaki iddiaları kabule şayan bulmaz. Bunların asılsız iddialar
olduğunu tasrîh eder[4].
Muhtelif rivayetleri
eserine alan ve neticede bir tahlil yapan îbnü Cerîr et-Taberî, Âdem'den önce
arzda mevcut olduğu söylenen mahlûkata ait haberlerin akla muhalif
olmadıklarını söylemekle yetinir. Taberî'nin, bir hamle daha yapıp bu
haberlerin gerçek mahiyetini ortaya koyması ne kadar hoş olurdu[5].
Reşîd Rıda el-Menâr'da
bu haberlerin, komşu milletlerden olan jtran yoluyla müslümanlara geçmiş
hurafeler olduğunu; elimizde bu hurafeleri doğrulayacak senedlerin de mevcut
olmadığını söylerler[6].
[7]
Kur'ân-ı Kerîm'in bir
kaç yerinde Âd kavmine Hûd (a.s.)'ım peygamber olarak gönederildiği,
kendilerini ısrarla Allah'a îman etmeğe ve ibadete da'vet ettiği halde kabul
etmedikleri ve neticede bir bulut içinde gönderilen azap ile helak
edildiklerinden bahsedilir:
"Âd kavmine de
kardeşleri Hûd'ü gönderdik. O (kavmine göyle) dedi: Ey kavmim, Allah'a kulluk
edin. Sizin O'ndan başka hiç bir İlâhınız yoktur... Kavminin ileri
gelenlerinden kâfir bir cemâatte: "Biz seni muhakkak bir beyinsizlik
içinde görüyoruz, seni muhakkak yalancılardan sanıyoruz" dedi.
"...Hûd dedi: Rabbinizden üze-
rînîze bir azâb, bir
gadab hak oldu muhakkak"[8]...
Ben cidden üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum".... Hülâsa,
onu yalan saydılar da biz de kendilerini helak ettik"a.
"... Vaktaki onu
(azabı), vadilerine yönelerek gelen bir bulut halinde görmüşlerdi. Dediler ki:
Bu, bize yağmur verici bir buluttur..."[9].
Tefsirlere, bu
âyetlerde anlatılan olayları detaylarıyla tesbît eden bazı rivayetler
girmiştir. Şöyle ki:
Âd kavmi, kıtlığa
tutulduktan sonra yağmur duasında, bulunmak üzere Mekke'ye adamlar göndermek
hususunu görüştüler ve KayI İbn 'Ayr,
lükaym İbn Hezal îbn Hüzeyl, Ukayl îbn Zıdd İbn Âd. el-Ekber ve Mersed ibn Sa'd
İbn 'Ufeyr'den mürekkep bir hey'et gönderdiler. Mersed mü'min idi, fakat o
müsliimanlığını arkadaşlarından saklıyordu. Bu delegelerden her biri
yanlarında kendi boylarından bir grup bulunduğu halde yola çıktılar. Böylece
sayıları 70'i buldu. Adamlar Mekke'ye geldiklerinde Mu'âviye îbn Bekr'in evinde
müsâfir oldular. Mu'âviye Harem'in ve Mekke'nin haricinde otururdu. Onları
evine alarak saygı gösterdi. Çünkü gelenler onun dayıları ve damatları idiler.
Mu'âviye'nin kız kardeşi olan Hüzeyle Binti Bekr, Lükaym ile evli îdi.
Hüzeyle'nin anası Kehle de el-Hay-berî'nin kızıdır. Hüzeyle, Muâviye ile bir
ana ve babadan doğmuştu. Lükaym'in Hüzeyle'den, 'Amr, Âmir ve Unıeyr adlarında
oğullan olmuştu. Bunlar, Mekke'de dayıları Muâviye îbn Bekr ailesinin katında
yaşıyorlardı. Bunlardan yetişen nesiller, Âd-i (Ulâ (ilk Âd'-ler) adıyla
anılmıştır.
Muâviye'nin evine inen
hey'et, onun evinde bir ay kaldı. Onlar, bu bir ay içinde içki içiyor;
Muâviye'nin "Ceradetan" adıyla anılan iki cariyesi de şarkılar
söyliyerek onları eğlendiriyorlardı.
Hey'et bir ay da
Mekke'ye çekilmiş, bir ay da Muâviye'nin evinde kalmıştı. Onların uzun müddet
evinde kalarak eğlenmeleri Muâviye'ye zor geldi. Halbuki kavimleri onları,
katlanmakta oldukları kıthk belâsından kurtulmak maksadıyla Mekke'ye gidip
yağmur duasında bulunmaya memur etmişlerdi. Muâviye kendi kendine: "Dayılarım,
damatlarım mahvoldu. Bunlar ise, benim
evimde eğleniyorlar. Bunlar benim misâfirlerimdir. Kendilerine ne gibi bir
muamelede bulunacağımı bilmiyorum. Memur oldukları yağmur duasına gitmek üzere
evimden ayrılmalannı söylemeğe de utanıyorum. Söylersem onlar, evimde
kalmalarını arzu etmediğim düşüncesine kapılabilirler. Halbuki arkalarında
kalan kavimleri kıtlıktan, susuzluktan mahvolup gidiyor'1 diye düşündü veyahut
buna benzer sözler söyledi.
Muâviye m
"Ey Kayl! Yazıklar
olsun sana! Yerinden kalkta Allah'tan iste, Allah'ın bize bulutlardan yağmur
yağdırması ümîd olunur. Bu yağmur, Âd topraklarını sular. Çünkü Âd kavmi, son
derece susamış oldukları için söz söyliyemiyecek bir halde geceyi
karşıladılar. Yaşları ilerlemiş olan ihtiyarların ve genç yaşta olanların bu
ağır hale dayanabilecekleri ümîd edilmez, Onların kadınları hayırlı ve mes'ûd
idiler. Şimdi ise zorluk ve mihnetler içinde geceyi karşıladılar. Yırtıcı
hayvanlar, Âd kavminin oklarından korkmadan ve sakınmadan açıkça onların
yurtlarına saldırmaktadır. Siz ise burada gündüz ve gece keyf ve safa
içindesiniz. Bir kavim tarafından gönderilen hey'et arasında, Allah sizi en
çirkin hey'et eyledi. Siz selâm ve diiâ ile karşılanmayın!".
Muâviye tarafından
tertîp edilen bu şiiri öteki iki şarkıcı cariye okudu. Adamlar iki cariye
tarafından okunan bu şiiri işittikten sonra birbirlerine: "Kavmimiz bizi
başlarına gelmiş olan şu kıtlık belâsından kurtarmak maksadıyla yağmur
duasında bulunmak için göndermişti. Siz yağmur duasında bulunmayı
geciktirdiniz. Haydi şu Harem'e giriniz de kavminiz iğin yağmur duasında
bulununuz", dediler. Mersed İbn Sa'd îbn Ufeyr onlara:
"— Allah adına
andiçerek te'yîd ederim ki, yağmur duasında bulunmakla Allah size yağmur
yağdırmıyacaktır. Fakat, peygamberinize itaat ve îman edip tevbe ederseniz
yağmur yağacaktır" dedi- Ve böylece de îslâm dîninde olduğunu açığa
vurdu. Muâviye îbn Bekr'in dayısı Cülhüme bu sözleri işitince, onun Hûd'un
dînini kabul edip iman etmiş olduğunu anladı ve şu şiiri söyledi:
"Ey Sa'd'ın
babası! Sen şeref sahibi ve saygıdeğer bir kavimdensin. Anan da Semûd
kavmindendir. Biz dünyada yaşadığımız müddetçe sana uyacak ve senin arzunu
yerine getirecek değiliz. Sen bizi Rifd, Remi, es-Semûd ve es-Suda' putlarına tapmaktan
mı alıkoymak istiyorsun? Senin sözünle saygılı ve doğru fikirli olan atalarımızın
dînini bırakarak Hûd'un dinini kabul edecek değiliz."
Adları geçen bu dört
put onların ilâhları idi. Cülhüme bundan sonra Mu'âviye îbn Bekr'le, onun
babası Bekr'e:
"— Siz Mersed'i
tevkîf ediniz ki, bizimle birlikte Mekke'ye dönmesin. Çünkü O, Hûd'un dînini
kabul edib bizim dinimizi bırakmıştır" dedi. Bundan sonra onlar Âd kavmi
için yağmur duasında bulunmak üzere Mekke'ye gittüer. Mersed İbn Sa'd da
Mu'âviyenin evinden çıkarak, Allah'a düâda bulunmadan Önce onların arkalarından
yetişti. Mersed Harem'e geldikten sonra, Âd'in mümessel-leri de orada düâda
bulunurken yüce Mevlaya şöyle düâ etmeye başladı:
"Ey Rabbim!
Yalnız benim kendi dileğimi kabul eyle. Beni Ad kavminin duasından hiçbir şeye
karıştırma!".
Kayl İbn 'Asr, Ad
kavmi heyetinin başkanı idi. Âd kavmi mümessilleri: "Ey Rabbimiz, Kayl'e
(başkanımıza) dilediklerini ver. Bizim senden dilediklerimizi de onun
diledikleri ile birlikte kabul et" diye düâ ettiler. Lokman İbn Ad onlarla
birlikte yağmur düâsı-na gitmeden arkada kalmıştı. O, Âd kavminin ulusu idi. Âd
kavminin adamları yağmur dualarını tamamladıktan sonra Mersed:
"— Ey Rabbim! Ben
ihtiyacım için dilekte bulunmak üzere tek başıma geldim. Dileğimi kabul
eyle" diye düâ etti. Kayl îbn (Asr <iüâ ettiği vakit: "Ey
İlâhımız! Eğer Hûd hak peygamber ise, bize yağmur yağdır. Çünkü biz
mahvolduk" diye Allah'a yakardı. Bundan sonra Allah; biri beyaz, diğeri
kırmızı, üçüncüsü siyah olmak üzere üç bulut yarattı. Bulutlardan: "Ey
Kayl! Kendin ve kavmin için şu bulutlardan birini seç" diye bir şada
geldi. Kayl: Bu bulutlar arasında suyu en çok olanı siyah bulut olduğu için
ben, siyah bulutu seçtim" dedi. O sırada Hatîf'ten şu ses işitildi:
"Sen herşeyi ince kül haline getiren bulutu seçtin. Bu bulut Âd kavminden
kimseyi sağ bırakmıyacaktır. Babaları da, oğulları da mahvedecektir. Ancak hak
dînini kabul etmiş olan "Benû Levziyye" sağ kalacaktır". Benû
Levziyye, Lukaym îbn Hezal îbn Hüzeyle îbn Bekr oğullarındandır. Hüzeyle,
Bekr'in kızıdır. Onlar dayıları yanında Mekke'de yaşıyorlardı; Âd kavmi
topraklarında değildiler. Bunlar, "AD-Î AHÎRE" (sonuncu Âd'ler)'dır.
Âd kavminden sağ kalanlar bunların neslindendir. Rivayet edildiğine göre
Allah, Kayl İbn 'Asr'm seçtiği siyah bulutu içindeki felaketle birlikte Ad kavmi
üzerine gönderdi. Bu bulut, El-Muğîs
adlı ova
tarafından geliyordu.
Onlar bu bulutu gördüklerinde sevinerek: "işte bu, yağmur yağdıran
buluttur" dediler. C. Hakk Mukaddes kitabında bu münasebetle şöyle diyor:
"Vaktaki Onu, vadilerine yönelerek gelen bir bulut halinde görmüşlerdi.
Dedilerki: Bu, bize yağmur verici bir buluttur. Hûd: Hayır, bu, çarçabuk
gelmesini arzu ettiğiniz şeydir; rüzgârdır ki, onda elem verici bir azâb vardır.
O, Rabbinin emri ile her şeyi helak edecektir..."[10]
Bu bulutda neler
bulunduğunu ilk anlayan bir kadın olmuştu. Rivayete göre bu kadın Âd kavminden
olub, adı Mehded idi. O, bu bulutun bir
rüzgârdan ibaret olduğunu bilmiş, bu hali gördükten sonra bağırarak kendini
kaybetmiş ve yere düşmüştü. Ayıldık-tan sonra kendisinden: "Ey Mehded,
neler gördün?" diye sorduklarında: "Bir rüzgâr ve bu rüzgârın içinde
parlayan ateş parçaları gördüm. Bu bulutun ön tarafında bulutu sürukleyib
getiren adamlar vardı" diye cevab vermiştir. C. Hakk kitabında anlattığı
gibi, bu azab bulutunu 7 gün, 8 gece onlara musallat etti. Âyette) tabiri
kullanıyor ki, devamlı demektir. Bu bulut Âd kavminden kimseyi bırakmadan
hepsini helak etti. Rivayet edildiğine göre, Hûd ile ona îmân edenler bir
ağıla çekilmişlerdi. Onlara bu azabdan bir şey
Mu'âviye îbn Bekr'in
kardeşi Mes'ûd îbn Yağfîr de onların yanında bulunuyordu. Rivayete göre,
Mekke'de düâ ettikleri vakit Mersed îbn
Sa'd ile Lokman İbn Âd da Kayl tbn 'Asr'a: "Size, bütün istedikleriniz
verilmiştir. Fakat ebedî hayat sürmak imkansızdır. Ölümden kurtulmak
yoktur", denildi. Mersed îbn
Sa'd: "Eîy Rabbim, bana iyiliği ve
doğruluğu ihsan et!" diye düâ etti. Ona dilediği verildi. Lokman îbn
Âd: "Bana uzun ömür ver" diye
düâ etti, Ona: "Kendin için
istediğini seç, fakat ebedî hayat sürmek yoktur; ömrünü tayin etmek üzere şu
iki şıktan birini seçeceksin: Ya yağmurdan başka hiçbirşey bulaşmayan bir dağda bulunan bozumca, kızıl
koyun tezeğinin bekası müddetince, veyahut 7 karta-Im ömrü kadar yaşamaktan
birini tercih edeceksin. Seçtiğin kartal Öldükçe, biri arkasından diğeri olmak
üzere 7 kartal seçersin" denildi. Lokman bu kartalları seçti. îddia
edildiğine göre Lokman 7 kartal ömrü kadar uzun ömürlü olmuştur. O, yumurta
içinden çıktığı gibi bir kartal yavrusu alıyor, kuvvetli olduğuna göre erkek
yavru seçiyordu. Bu kartal Öldükten sonra -diğerini seçerek yediye kadar
böylece hareket etti. îddiaya göre her kartal 80 yıl yaşıyordu. Yedinci kartala
gelince kardeşinin oğlu: "Ey Amca, senin ancak şu kartalın ömrü kadar
Ömrün kaldı" dediğinde Lokman: "Ey kardeşimin oğlu, bu
(Lübed)'dir" cevâbında bulundu. Lübed, onların dilinde "dehr"
(uzun zaman) mânâsına gelirdi. (O sonuncu kartalına bu adı vermişti). Bu
kartalın son günleri geldiğinde kartallar dağın tepesinden uçtu iselerde,
Lokman'm Lübed'i yerinden kalkmadı( dağın başında kaldı). Lokmanın kartalları
kaybolmuyor-lar, O ancak kartalı tayin ediyordu. Lübed diğer kartallarla birlikte
yerinden kalkmayınca Lokman kartalına ne olduğunu anlamak üzere dağa tırmandı.
Lokman kendinde zayıflık ve gevşeklik hissetti. Bundan önce kendisinde böyle
bir hal görmemişti. Dağın tepesine çıktığında kartalının yere yuvarlanmış
olduğunu gördü ve: "Ey Lübed, yerinden kalk!" diye seslendi. Lübed,
yani kartal yerinden kalkmak istedi ise de kalkamadı. Kuşun yelekleri
soyularak yere yuvarlandı. Lübed'de Lokman'da Öldüler.
Kayl îbn 'Asr'a da:
"Sen de arkadaşların gibi, kendin için bir şey seç" denildiğinde O:
"Ben kavmimin basma gelen hâli istiyorum" dedi. Ona: "Kavmin
helak oldu" denildiğinde O: "Ben bundan çekinmem, ben onlardan sonra
yaşamak istemem" dedi. O'na da, Âd kavmine inen azâb indi. O da helak
oldu.
îbnü Cerir
et-Taberî'nin Haris îbn Hassan el-Bekrî'den rivayeti de şöyledir:
"Ben Allah elçisi
Hz. Muhammed'in katma gelirken, Rebze denilen mevkide bir kadının yanından
geçiyordum. Kadın:
"— Beni hayvanına
bindirerek Allah Resulünün yanma götürmez misin?" dedi. Ben de O'nu
hayvanıma bindirerek Allah Resulünün katma götürdüm. Medine'ye geldim. Camie
girdim .O zaman Hz. Peygamber minberde bulunuyordu. Bilâl kılıcını kınından çıkarmış
bir halde (Hz. Peygamberin yanında) duruyordu. Siyah bayraklar yükselmişti.
Ben: "Ne var?" diye sorduğumda: "Amr Îbnü'1-As gazadan
döndü" diye cevâb verdiler. Allah'ın Rasulü minberden indikten sonra
kapışma geldim. Yanına girmek üzere izin istedim Müsâade etti ve ona:
"— Ey Allah'ın
Resulü, Benû Temîm'den bir kadın benden, hayvanıma bindirerek katına getirmemi
rica etmişti; O kadın şimdi ka-pınızdadır" dedim. Allah'ın Rasûlü:
"__ Ey Bilâl! ona
müsâade et girsin" dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) benden:
"— Benû Temîm ile
aranızda bir şeyler oldu mu?" diye sordu- Ben de:
"—"Evet, iki
arada cereyan eden savaşta onlar yenildiler" diye cevâp verdim.
"— Onlarla
aramızda Behnâ gölünü sınır yapmak imkânını sağlasaydın, iyi olurdu, dedim. Ben
bu sözleri söylerken öteki kadın: .
"— Ey Allah'ın
elçisi! Sana zarar veren kimseler nelere mecbur edilirler" diye aleyhimde
söz söylemeye başladı. Ben.de ona:
"— Seninle benim
halim, kendisiyle birlikte bıçağını da getiren keçiye benzer. Seni hayvanıma
alarak buraya getirdim. Şimdi hâsım olarak mı karşıma çıkacaksın?" dedim.
Ben Ad mümessilleri gibi olmaktan Allah'a sığınırım, dedim. Hz. Peygamber benim
bu sözümü işittiğinde:
*'— Âd mümessilleri
nedir?" diye sordu. Ben de:
"— Ehlinden ve
iyi bilen kimseden sordunuz" diyerek anlatmaya başladım: Ad kavmi kıtlık
ve açlığa tutulunca yağmur düâ-sında bulunmak üzere Mekke'ye mümessiller
göndermişti...
.... Haris sözüne
devam edip:
"— Ey Allah'ın
elçisi, bana söylediklerine göre Allah orüara işte bu yüzüğün içinden geçecek
kadar rüzgâr göndermişti" dedi"[11].
Bazı tefsirlerde de Ad
kavminin şiddeti, boylarının uzunluğu ile ilgili haberlere yer verilmiştir. Bu
tür rivayetler C. Hakkın şu âyetinden mülhem olarak uydurulmuştur:
"... Size
yaratılışta onlardan (NÜh kavminden) ziyâde boy bos verdi."[12].
İbnü Abbas'tan: Âd
kavminden olanların en uzunu 100 zira', en kısası da 60 zira' idi[13].
El-Kelbî ve
es-Süddî'den: Âd kavminden olup uzun sayılan kişilerin boyu 100 zira, kısa
sayılanlar ise 60 zira' idi[14].
Vehb tbn Münebbih'ten:
Âd kavminden olan bir kişinin başı, büyük bir kubbe ve tepeyi andırırdı; göz
yuvalan ve burun deliklerinde ise sırtlanlar yavrulardı[15].
Bbu Cafer
el-Balar'dan: Âd kavminden olanların boylan uzun hurmalara benzerdi. Bunlardan
biri iki eliyle bir dağı tuttuğu zaman ondan bir parça yıkar ve koparırdı[16].
1 — Başta Muhammed îbn îshak ve et-Taberî olmak üzere bir
kısım müfessirlerce benimsenen ilk rivayet için Ibnü Kesîr: "Bu, garîb bir
siyaktır" der[17].
2 —Muhtelif senedlerle
bazı tefsirlere girmiş olan bu rivayetlerin bazı kısımları sahîh hadîslerce
desteklenmektedir: En uzunu A. îbn Hanbel'in Müsned'inde[18] yer
alan bu hadîsi aynca et-Tir-mizî[19],
en-Nesaî ve îbnü Mâce" de eserlerine almışlardır.
Bu sahîh hadîslerde; hikâyede
geçen garîb şeyler, şiirler, uzun uzadıya anlatılan kısımlar yoktur.
3 — Muhtelif
eserlerde kıssa ile ilgili 14
beyit yer almıştır. Aradan geqen uzun asırlara rağmen bu beyitlerin nasıl
unutulma-dığı, kaybolmadığı aynca merak konusudur. Konunun bu yönüne ışık tutan
malumatı bize, Ahmed Sa'd Ali'nin başkanlığında Tabe-rî tefsîrini neşre
hazırlayan komisyon veriyor. Buna göre, bu ve benzeri beyitler ravîler tarafından eski devirlerde yaşamış olan
Amalika, Âd ve Semûd
adlanyla ma'rûf ve malum olan eski arap-lara nisbet edilmiştir; fakat, kafiye,
vezin, dÜ ve üslûp yönünden bu kadar düzgün ve güzel olan gürlerin bahsi geqen
kavimlere ait
(19)
Et-Tirmizî, K. Tefsîr, sûre 51,
hadis no. 5.
olmalarının imkân ve
ihtimâli yoktur. Bunlar,
kıssacılar tarafından uydurulmuştur[20].
4 — JEd-Dahhâk'ten gelen bir rivayette, Âd kavminin
meskûn olduğu mıntıkaya C- Hakkın üç yıl hiç yağmur yağdırmadığı söyleniyor.
El-Ahkaf sûresinde (46/24-25) Âd kavminin gerçekten yağmura esaslı şekilde
muhtaç oldukları dile getiriliyor; ama
üç yıl kaydı ne Kur'ân'da ve ne de hadiste var. Bu üç yıl kaydına takılan Reşîd
Rıda': "Bu rivayetin nereden çıktığını bilemiyoruz" der[21].
5 — Bazı eserlerde de Âd kavmine mensup insanların boy ve
bosîarıyla ilgili olarak çok acaip şeyler yer almıştır. Sanki vazifeli birisi
tarafından ölçülmüşçesine, en uzun olanların 100 zira', en kısaların ise 60
zira' olduğu söylenmiştir. Bunlar gerçekten asılsız, lüzumsuz bir takım hayâl
mahsulü şeylerdir.
Âd kavminden olan
kişilerin başlarının büyük tepeler kadar olduğu, burun deliklerinde ve göz
yuvalarında sırtlanların yaşadığı, barındığı ve yavruladığı; elleriyle bir
dağa sarılan adamın dağdan büyük parçalar kopardığı yolundaki masallara temas
etmeğe elbette lüzum yok. Bunlar el-Kasimî'nin de dediği gibi masal anlatmaya
düşkün olan kıssacı ve tarihçilerin uydurmalarıdır ve bunları sayıp-dökmeye
hiçte lüzum yoktur. Çünkü bunları doğrulayacak elimizde ne aklî ve ne de naklî
delil vardır. Hz. Peygamber (s.a.v.)'den sahih bir senedle rivayet edilmeyen
haberlerin arkasına düşmek ve bunları dînî imiş gibi göstermek, ayrıca
Kur'ân'ın bir veya müteaddit âyetlerinin tefsîri sadedinde bunlara yer vermek
hiçte doğru değildir[22].
6 — "... Görmedin mi Rabbin nice yaptı Âd'e; (yani)
o direk sahibi irem'e?" âyetindeki (el-Fecr, 89/6-7) "irem" in
bir şehir olduğu yolunda da rivayetler vardır ve fakat bu rivayetler tamamiyle
isrâîliyyattandır ki bunlara ileride ait olduğu Özel yerinde temas edeceğiz[23].
[24]
Hz. Mûsâ Allah
tarafından îsrâîl oğullarını Fir'avn'ın zulmünden kurtarmaya memur edilmişti.
Uzun süren yalvarmalara, gösterilen mucizelere rağmen Fir'avn îmana gelmedi.
îsrâîl oğullarının Mısır'dan çıkıp gitmesine de razı olmadı. Hz. Mûsâ ile
Fir'avn arasında geçen karşılıklı konuşmalar ve diğer hadiselere Kur'ân-ı
Ke-rîm'de az sayılmayacak âyetlerde temas edilmiştir[25].
Bu âyetlerin tefsiri
münâsebetiyle îslâmî eserlerde bazı garip haberler ve îsrâîliyyat —maalesef—
yer almıştır. Bu haberlerden Firavn ve Benî îsrâîl'e ait olan bir kaç tanesine
burada yer vereceğiz:
1 —
Hz. Musa'nın, îmân Etmesi Şartıyla
Fîr'avn'e Yaptığı Va'dler:
Fir'avn ve hanedanına
bir takım îlâhî cezalar tatbik edildiği halde îmâna gelmediler. Bundan sonra C.
Hak onlara mülayim ve tatlı sözler söylemeleri için Mûsâ ile Harun'a şu emri
verdi: "Fir'avn'e gidin, çünkü o, hakîkaten azdı. Gidin de ona yumuşak söz
söyleyin. Olur ki nasihat dinler, yahut Allah'tan korkar"21.
Bu emir üzerine Hârûn
ile Mûsâ Fir'avn'in katma geldiler. Mûsâ Fir'avn'e:
"— Ey Fir'avn!
Sana gençliğin iade edilmek, ihtiyarlamamak, devlet ve saltanatın elinden
alınmamak, cinsî münâsebet ve şarap tatma kudretin iade edilmek, hayvanlara
binme kudreti verilmek ve öldükten sonra Cennet'lik olmak (olman) şartıyla bana
îmân eder misin?" dedi. Bu sözler Fir'avn üzerinde iyi bir tesir bıraktı
ve:
“— Hamân geldikten
sonra dediğin gibi hareket ederim" dedi Hamân gelince Fir'avn:
man: Öteki adam
gelerek bana şu şu sözleri söyledi" dedi, Ha-
"— o adam
kimdir?" diye sordu. Çünkü, bundan Önce Fir'avn Musa'dan sihirbaz diye
bahsederdi. Bu sefer ise Hamân'ın suâline "Mûsâ" diye cevâp verdi.
Hamân Fir'avn'den:
"— O sana neler
söyledi?" diye sordu. Fir'avn:
"— Şu şu sözleri
söyledi", diye Musa'ma sözlerini hikâye etti. Haman:
"— Sen onun sözlerini
reddetmedin mi?" dediğinde, Fir'avn:
"— Haman
geldikten sonra onunla istişare eder, ona danışırım diye cevâp verdim"
dedi. Hamân Fir'avn'i acizlikle itham ederek:
"— Ben senin
hakkında daha hayırlı düşünüyordum. İbâdet edilen şey yani Rab (=put) olduktan
sonra, başkasına tapan -bir köle mi olmak istiyorsun?" dedi. Çünkü o,
kavmini bir araya toplayıp onların karşısına çıktığı vakit onlara: "Ben
sizin en büyük Rabbinizim" diyordu[26].
Bu haberde Hz.
Musa'nın Fir'avn'e yaptığı teklifler arasında ikisi, bilhassa üzerinde
durulmağa değer! (Şarap tatma yani içme kudretin iade edilmek; cinsî kudretin
geri verilmek...). Bir Allah elçisi, kudreti, kuvveti, içtimaî mevkii ne olursa
olsun bir kâfire îmân mukabilinde şarap vadetmez; ahlâkî yönden bir düşüklük ifâde
eden cinsî münâsebet kudretinin geri verilmesinden bahsedemez.
C. Hak Hz. Musa'ya Şu
tarzda emir verdi: "... Kullarımı gece yola çıkar. Çünkü takip edileceksiniz...",
"... Fir'avn de
şehirlere toplayıcılar gönderdi (ve); "Şüphesiz ki bunlar (îsrâîl
oğulları) azar azar birer
cemâattir..." dedi)[27].
Bu âyette geçen ve
bize îsrâîl oğullarının sayısı hakkında kesin bir bilgi ve rakkanı vermeyen
kısmı, müfessirler bir hayli uğraşarak aydınlatmaya çalışmışlardır. Ashnda bu
konuda verilecek
rakkamlarm mü'minlere
hiç bir faydası yoktur, Söylenecek şeyler de tamamiyle Ehl-i Kitâb'ıdan
alınmıştır. Kur'ân'm ifadesiyle yetinmek en sağlam yol iken bu yol bırakılmış
ve bazı garîb rakamlar ortaya atılmıştır:
a — israil oğullarının
sayısı 670.000 idis[28];
b — îsrâîl
oğullarının sayısı 600.000 kişi idi[29];
c — Hz. Mûsâ
îsrâîl oğullarının artçı kollarının, Harun da öncü kollarının başında
bulunuyordu. Mü'minler Mûsâ (a.s.)'dan:
«— Ey Allah'ın elçisi!
Nereye gitmeye memur edildin?" diye sordukları zaman, Hz. Mûsâ:
"Denize gitmek
emredildi", derdi. Bir mü'min denize girmek istediyse de Hz. Mûsâ onu bu
hareketten men etti. Mûsâ 600-000 savaş eriyle Mısır'dan çıkmıştı. Bunların en
genci 20; en ihtiyarı da 60 yasını geçmemişti. Yani çoluk-çocuğu saymadan ancak
20 ile 60 yaş arasında bulunanları saymışlardı30;
d — îsrâîl
oğullarının sayısı 600.000 kişi idi Bunların 200.000'ni 20 ilâ 40 yaşları
arasındakiler teşkîl ediyordu[30].
Hz. Mûsâ, îsrâîl
oğullarını Allah'ın emri ile Mısır'dan çıkardı ve tayin edilen istikamete doğru
yol almaya başladılar. Onların Mısır'dan çıkıp gitmelerinden sonra Fir'avn de
civar şehirlere asker toplayıcı (eleman ve subay) lar gönderdi. Ve subaylar
marifetiyle toplanmış olan birliklerle birlikte; (Fir'avncular) güneş, doğarken
onların arkalarına düştüler..."[31].
Bazı müfessir ve
tarihçiler Hz. Mûsâ ile Isrâü oğullarım takibe çıkan kuvvetlerin sayıları,
kuvvet ve kudretleri ve bindikleri atların sayı, renk, cins ve şekillerine
dâir de bilgiler vermişlerdir:
a — Fir'avn
ordusunun adedi sayılamıyacak kadar çoktu (sayısızdı)[32];
b — îsrâîl
oğullanın takibe çıktıkları zaman. Fir'avn'in yanında 1.000 tane cebbar vardı.
Başlarına tac giymiş olan bu cebbarlardan her biri bir atlı grubun komutanı
idi[33];
c — Fir'avn,
ordusuyla beraber Hz. Mûsâ ve yanındakileri takibe çıktığı vakit, Fir'avn
ordusunun arkasında 30 melek vardı. Başlarında (Önlerinde) Cebrail'in bulunduğu
bu 30 melek Fir'avn ordusunu deniz istikametine doğru sevk ediyorlardı. Fir'avn
ve adanılan bu melekleri kendilerinden zannettiler ve bunların melek
olduklarının farkına varmadılar[34];
d —
Fir'avn'in yanında yağız atlara binmiş 600.000'lik bir ordu vardı. Bu rakkama
diğer renklerdeki atlılar dâhil değildir[35];
e — Fir'avn'in
askeri yalnız aygırlara binmiş olup aralarında bir tane olsun kısrak yoktu[36];
f — Bana
söylediklerine göre, Fir'avn Hz. Musa'yı aramak üzere yola çıktığında, kır
atlara binenler hariç olmak üzere, yağız atlara binmiş 70.000 asker vardı[37];
g — Fir'avn ordusunun
sayısı, hepsi de süvari olan 1.600.000 kişiden mürekkebti[38];
h — Bu
1.600.000'den, 100.000'i yağız atlara binmişti38;
ı — Sadece
yağız atlara binmişlerin sayısı 800.000 kişi idi38;
i — Fir'avn
ordusunun öncü kollarının sayısı 700.000 kişiden ibaretti. Her asker bir ata
binmişti, başında miğfer elinde de harbe vardı. Fir'avn de yağız bir atla bunların
arkasında bulunuyordu[39].
Konu ile ilgili
rivayetler bunlardır ve hepsi de tamamiyle is-râîliyyattan ibarettir. Çünkü ne
Kur'ân'da ve ne de Hz. Peygamberin hadislerinde buna dair bir açıklama vardır.
îslâmî muhitlere
sızmış bu tür haberler
bazı tarihçiler ve müfessirlerce herhangi bir kritiğe tabi tutulmadan bir
hakikatmiş gibi telakki edilmiş ve kitaplara aktarılmıştır. Kur'ân'da ve
hadîste açıklananlar bize yeter. Sonra bu haberlerin. bilinmesinde herhangi bir
fayda da yoktur[40].
4 —
Fîr'avn'ın Sahile Vuran Cesedi:
Fir'avn Hz. Mûsâ ve
îsrâîl oğullarının arkasından 1.500.000 kişilik bir ordu gönderdi. Bu ordunun
içinde kolları bilezikli (büekçe-li) 500 melik vardı. Her melikin yanında
(kumandasında) 1.000 kişi bulunuyordu. Fir'avn kendisi de büyük bir dostlar
(maiyyet) grubuyla hareket etti.
Hz. Mûsâ îsrâîl
oğullarını deniz kenarına ilettiği vakit, onlar, Hz. Musa'ya şunu sordular:
"— Ey Mûsâ,
nerede bize va'dettjğin şeyler? önümüzde deniz, arkamızda Fir'avn ve
ordusu!" dediler. Diğer bir rivayete göre: "Arkamızdan yetiştiler,
yakalandık! diye bağırıştılar. (Sonra da) Hz. Musa'ya hitaben:
"— Ey Mûsâ, sen
bizim yanımıza gelmeden önce, onlar bize eziyet ediyor, çocuklarımızı sağ
bırakıyorlardı. Bugün sen yanımıza geldikten sonra ise arkamızdan yetişerek
bizi de öldüreceklerdir. Önümüzde deniz, arkamızda Fir'avn ve ordusu
bulunuyor" dediler. Hz. Mûsâ onlara:
"— Hayır, Fir'avn
size bir şey yapamıyacaktır. Çünkü Rab-bim benimle beraberdir. O, bana doğru
yolu gösterecek ve beni koruyacaktır. Rabbinizin düşmanları öldürerek, sizi
yeryüzünün halîfesi yapacağını ümid ediyorum. O sizin amellerinize
bakacaktır" dedi. Harun ilerliyerek denize vurdu ise de deniz açılmadı ve:
"Bana vuran bu cebbar kimdir?" diye seslendi. Bundan sonra Mûsâ
gelib Harun'u; "Ebû Hâlid" künyesi ile zikretti. Asası ile denize
vurduğunda, deniz yarıldı. Yarılan parçaların herbiri büyük bir dağ kadardı.
Bundan sonra îsrâîl oğullarının on iki boyunun herbiri, denizde açılan 12 yola
girerek ilerlediler. Yollar birbirinden duvarlarla ayrılmış gibi olduğu için,
her boy, diğerini mahvolmuş sanıyordu. Hz. Mûsâ isrâîl oğullarındaki bu hali
müşahade ettiğinde Allah'a düâ etti. Allah da
taklar gibi köprüler vücuda getirdi. İsrail boyları birbirlerini görebildiler ve nihayet sağ-selâmet karaya
çıktılar,
Fir'avn, ordusu ile
denize yaklaşıp suyun açılmış olduğunu gördüğü zaman: "Denizin benden
korkarak açıldığını görmüyor musunuz? O, düşmanlarımın arkasından yetişerek
öldürmem için açılmıştır" dedi. C. Hakk bunu: "Diğerlerini de oraya
yaklaştırdık. Mûsâ ile kavmini kurtardık. (Fakat) öbürlerini batırdık"
diye hikâye eder[41].
Âyetteki diğerleri tabirinden maksat Fir'avn ile kavmidir.
Fir'avn, denizde
açılan yolların baş taraf nida. bulunuyor, fakat aygın denize girmekten
çekiniyordu. Bunun üzerine Cebrail (s.a.) kösemiş (tavlu) bir kısrağa binerek
geldi. Aygır, kısrağın kokusunu aldıktan sonra, onun arkasından denize atıldı.
îsrâîl oğullarının öncü kolları karaya yaklaşıb artçı kolları denize girdikten
sonra, denizin dalgaları çarparak Fir'avn ile ordusunu batırdı. Bu sırada
Cebrail Fir'avn ile meşgul olarak, denizin dibinden aldığı ufak taşlan onun
ağzına dolduruyordu. Fir'avn, batmak üzere iken: "îsrâîl oğullarının iman
ettikleri Allah'tan başka bir ilâh bulunmadığına inandım. Ben de müslümanlardan
oldum" dediyse de, Allah MîkâîFi göndererek:
"— Önce Allah'a
isyan edib azgınlardan olduğun halde, şimdi ona nasıl îmân ediyorsun?"
diye azarladı ve onun îmanını kabul etmedi.
Cebraîl
Peygamberimize:
"— Ey Muhammed,
ben iki kişiye, hiç kimseye karşı kızmadığım şekilde kızdım. Bunlardan biri
îblîs olup, Âdem'e secdeye yanaşmamıştı; diğeri de Fir'avn'dur. O, kavmine:
Ben sizin en büyük ilâhımzim, dediği vakit ona (çok) kızdım. Fir'avn kendisini
affettirecek bir söz söyler de Allah onu yarîığar korkusu ile denizin dibinden
aldığını ufak taşlan ağzına dolduruşumu bir gorseydin!" demiştir.
îsrâîl oğullan,
Fîr'avn'in boğulduğuna bir türlü inanamıyorlar-dı. Allah, Hz. Musa'nın düâsı
ile Fir'avn'in ve onunla birlikte 600.000 kıptînin naşını karaya attı. îsrâîl
oğulları Fir'avn'in ellerini, dudaklarını yolmaya ve gözlerini oymaya
başladılar... Diğer bir rivayette Fir'avn'in cesedinin kırmızı bir Öküz gibi karaya
atıldığı ve îsrâîl oğullarının kendisine baktığı tarzında ifadeler vardır[42].
Yukarıya alman bu
rivayetlerin içinde bazı âyet mealleri veya âyet meallerinden istifade ile
yazılmış cümleler vardır. Bunlar bir yana, çok çeşitli konulara temas eden
haberlerin ekseriyeti müdek-kik büginlerce tenkîd mevzuu yapılmış îsrâîl
oğullarının masalları ile müsiümanları meggûl etmenin onlara birşey
kazandırmayacağı, üstelik bunları dînin asıllarından sanmak gibi büyük ve
affedilmez bir hataya da düşüleceği kaydedilmiştir[43].
[44]
Kur'ân-ı Kerîm'in iki
yerinde Ashab-ı Ress'e atıf vardır. Peygamberleri yalanlamış ve helak edilmiş
kavimler meyanmda sadece Ashab-ı Ress'in ismi geçer. Ve Kur'ân'da mevcut
Ashab-ı Ress ile ilgili bilgi bundan ibarretir. Âyetler:
"Âd'i de, Semûd'u
da, Ress Ashabını da ve bunların arasında geçen birçok nesilleri de (helak
ettik)"[45];
"Onlardan evvel
Nûh kavmi, Ress yaranı, Semûd (kavmi) de tekzîb ettüer"[46].
1
— Ress Nedir?
a —
"Er-Ressü" Örülmedik kuyu demektir;
b —
Azerbaycânda bir kuyudur:
c —
El-Yemâme'nin aşağı ^tarafına düşen mıntıkada bir kuyudur;
d —
Antakya'da bir kuyudur;
e —
El-Yemâme'nin kasabalarından biridir;
f — Altun ve
gümüş gibi cevherlerin çıkarıldığı yer, ocak ve cevher yatağıdır[47].
a —
Peygamberlerini kuyuya atıp gömdükleri için;
b —
Örülmedik bir kuyu etrafında yurt tuttukları için.
a — Bunlar,
ağaca tapan bir kavimdi. Allah kendilerine peygamber olarak Yehûza îbn Ya'kûb
soyundan bir peygamber göndermişti. Bir kuyu kazıp onu içine attılar. Bu
sebepten dolayı Allah tarafından helak edildiler;
b — Hanzale
îbn Safvân ismindeki peygamberin gönderildiği millettir. Peygamberlerini
öldürdüler. Bundan dolayı Allah kendilerini mahvetti;
c — Şu'ayb (a.s.)'ın gönderildiği kavim idi.
Putlara taparlardı. Kuyuları ve mevaşîleri vardı. Kendilerini İslâm ve itaate
daVet etti; tekzip edip, azgınlık yaptılar ve peygamberlerine ezada devam
ettiler ve günün birinde, Örülmemiş kuyuları olan Ress'in etrafında
bulundukları sırada orası çöktü, yere geçtiler;
d — Şam
Antakya'sında bir kuyunun sahipleridir. "... Ey kavmim, uyun o
gönderilmiş olanlara..."[48],
diyen Habîb en-Neccâr'ı Öldürdüler;
e — Peygamberlerini öldürüp etini yiyen bir
kavimdir. Dünyada ilk defa sihir yapan bunların kadınlarıdır;
f — Bunlar Kur'ân'da anlatılan ve Dâvûd (a.s.) tarafından
Öldürülen Câlût'un kavmidir[49]...
Ibnü îshak'ın Muhammed
İbn Ka'b'dan naklettiği bir habere göre Hz. Peygamber şöyle demiştir:
"Kıyamet gününde
insanlardan ilk kez Cennet'e girecek olan siyâhî bir kuldur. Bunun sebebi şudur:
Allah bir memleket ahâlîcesine peygamber gönderdi de, o peygambere bu şehir
ahâlîsinden' bu siyâhî kuldan başkası îman etmedi. Sonra bu peygambere bir kuyu
kazdılar ve Allah elçisini içine attılar. Kuyunun azgını muhkem ve iri bir kaya
ile kapattılar". Efendimiz sözüne devamla şöyle dedi: "Bu kul dağlara
taşlara gider, kestiği ve topladığı odunları sırtına yüklenir pazara götürüp
satar; parasıyla yiyecek ve içecek satın ahr; bunları kuyunun bulunduğu yere
götürür, kuyunun ağzındaki kayayı Allah'ın yardımı sayesinde kaldırır, yanında
götürdüğü yiyecek ve içeceği kuyudaki peygambere sarkıtırdı. Sonra da kuyunun
ağzını eskisi gibi örterdi". Efendimiz, bu hâlin böylece Allah'ın dilediği
kadar devam ettiğini, sonra yine aynı şahsın her gün olduğu gibi odun toplamak
üzere dağa gittiğini,' odununu toplayıp yığdıktan sonra, sırtına yükleneceği
sırada üzerinde bir ağırlık ve yorgunluk hissettiğini, bunun neticesinde uzanıp
yattığını ve yedi yıl Allah'ın kendisini uyutmuş olduğunu, bu yedi yılın
hitamında sıçrayarak döndüğünü ve diğer yanı üzerine uzanıp yattığını ve
böylece yedi yıl daha kaldığını, neticede bu 14 yıllık uykudan sonra tekrar
sıçrayıp uyandığını, toplamış olduğu odun demetini yüklenip sâdece bir saat
uyuduğunu zannederek şehre indiğini, odununu sattığını, eskiden olduğu gibi
bir miktar yiyecek ve içecek satın alıp kuyunun bulunduğu yere gittiğini,
aradığı halde yerini bulamadığını; bu
şahsın uykuda olduğu bu zaman zarfında bu zatın mensup olduğu kavmin
görüşlerinin değiştiğini, peygamberlerini kuyudan çıkarıp îmâna
geldiklerini ve kendisini tasdik ettiklerini anlattı. Yine Efendimizin beyânına
göre, peygamberleri memleket ahalîsinden bu siyâhî kulun ahvalini, nerede ve ne
işle meşgul olduğunu damı sorardı.
Onlar
da"bilnıiyoruz" derlerdi. Gün
geldi, Allah peygamberin emânetini aldı
(öldü). Siyâhî kulun uykusundan uyanması, bahsi geçen peygamberin
vefatından sonra oldu". Hz. Peygamber:
"İşte bu siyâhî
kul Cennet'e gireceklerin ilkidir" dedi[50].
[51]
Ashâb-ı Ress ile
ilgili olarak söylenenler içinde en ilgi çekici olanı şüphesiz ki, Hz.
Peygambere nisbet edilen bu son rivayettir. Fakat:
1 — Her ne kadar bu haberde, bir peygamber ve onun kuyuya
atılmasından bahsediliyorsa da bunların Ashâb-i Ress olduğu sabit değildir.
Zira burada Ashab-ı Ress'ten bahis yoktur.
2 — Sonra
bunların Kur'ân'da bahsi geçen Ashâb-i Ress
olması şu bakımdan da imkânsızdır: Allah Kur'ân-ı
Kerîm'de[52], Ashâb-ı Ress'in
helak edildiğini haber veriyor. Bu haberde ise; Önce peygamberlerini
yalanlamış' ve eza cefa etmiş olan kavmin nihayet on sene gibi kısa bir müddet
zarfında fikir değiştirip îmana geldikleri, Allah elçisini attıkları çukurdan
çıkardıklarından bahsediliyor, iman etmiş ve Allah Rasûlünün dediğini yapmış
bir kavmin helaki düşünülemez.
3 — îbnü Cerîr et-Taberî tefsirinde, rivayeti
kaydettikten sonra bunların Ashâb-ı Ress olmasını kabul etmez. Ona göre
bunlar olsa oîsa Ashâb-ı Uhdûd olabilir, demektedir[53].
4 — Aynı rivayet için îbnü Kesîr: "Mürseldir;
haberde garabet ve nekâret vardır, umulur ki buna bazı şeyler
karışmıştır" der[54].
5 — Ashâb-ı Ress'in kimler olabileceği yolundaki
rivayetleri tefsirine derceden Fahruddîn
er-Razî; bu konuda en güzel sözü
Ebû Müslim'in söylediğini belirtir.
Ebû Müslim'e göre, Ashab-i Ress'in
kimler olabileceği yolunda zikredilenler, Kur'ân'Ia ve isnadı kavı bir haberle
sabit değildir. Malûm olan tek şeyin, küfür ve imansızlıkları sebebiyle C.
Hakkın bunları helak etmiş olmasıdır[55].
6 —
El-Kasimî de eserinde[56]
Ashâb-ı Ress ile ilgili olan hiç bir rivayete yer vermez ve bu konuda
söylenenlerin; gayr-i sahîh ve münker şeyler olduğunu; bunları kitaplara
yazmaya ve rivayet etmeye cesaret etmenin helâl olmadığım belirtir[57].
"Biz kitapta
îsraîl oğullarına şu haberi verdik: Siz arzda muhakkak iki defa fesad
çıkaracak ve muhakkak büyük bir serkeş-
lik yapıp
kabaracaksınız, işte o ikiden birinci (fesadlarmın ceza) va'desi gelinoe çok
çetin kuvvete malik olan kullarımızı üzerinize musallat kıldık da onlar eylerin
aralarına kadar girip (sizi) araştırdılar. Bu, yerine getirilmiş bir va'd
idi".
"Sonra bunlara
karşı size tekrar galebe ve devlet verdik. Mallarla, oğullarla sizin
imdadınıza yetiştik, cemiyyetinizi de daha fazla çoğalttık. Eğer iyilik
ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz. Eğer kötülük ederseniz (yine) kendinize
kötülük etmiş olursunuz. Artık diğer va'denin cezası gelince, yüzlerinizi
kötülesinîer, mescidinize birinci defa girdikleri gibi girip (tahrib etsinler),
galebe ve isti'lâ ettiklerini mahvettikçe etsinler diye (başınıza düşmanları
yine musallat ettik)".
"(Tevbe
ederseniz) Rabbinizin sizi esirgeyeceğini umabilirsiniz. (Eğer tekrar fesada)
dönerseniz biz de (sizi cezalandırmaya) döneriz. Biz cehennemi kâfirlere bir
zindan yaptık"[58].
C. Hakk bu âyetlerde
îsrâîl oğullarının yapmış oldukları kötülükleri ve bu kötülüklere verilen
cezaları dile getiriyor. Son derece kısa özlü ve sadece ibret almak gayesine
matuf olan bu âyetlerle ilgili olarak îslâmî eserlere pek çok ihtimaller ve
uzun uzun kıssalar dercedilmiştir.
1 — Hnzeyfe
îbn el-Yemân, Hz. Peygamberin göyle dediğini rivayet eder: "tsrâîl
oğulları yeryüzünde azıp kabardıkları, peygamberleri öldürdükleri zaman Allah
onlara Fars meliki Buhtünassar'i gönderdi. Allah Buhtünassar'a 700 sene
hükümdarlık nasib etmişti. Bu zat ordusu ile Îsrâîl oğullarının üzerine yürüdü
ve Beytü'l-Makdis'e girdi. Muhasara etti ve aldı. Zekeriyyâ (a.s)'m kanı üzerinde
70.000 kişi öldürdü. Ahalisini ve bu arada Peygamber çocuklarını esir etti.
Beytü'l-Makdise ait olan bütün zînetleri yağma edib soydu. Beytü'l-Makdis'den
170 bin arabalık zînet eşyası aldı ve Bâbil'e götürdü". Huzeyfe îbn
el-Yemân derki "Ben Hz. Peygamber'e: Ya Rasûlallâh! Beytü'I-Makdis Allah
katında büyük bir ehemmiyete malik değil miydi?" diye sordum. Bu soruma
Allah elçisi şu cevabı verdi:
"— Tabiî, öyledir.
Beytü'l-Makdis'i Dâvûd (a.s.)'ın oğlu Süleyman (a.s.) altun, inci, yakut ve
zebercedden yapmıştı. Beytü'l-Makdis'in tabanı bir sıra altun, bir sıra
gümüştendi. Direk ve sü-
tunları artımdandı. C.
Hak Süleyman (a.s.)'a bu güç ve varlığı bahsetmişti. Ayrıca Allah, Hz.
Süleyman'a şeytanları musahhar kılmıştı. Bunlar onun arzu ettiği bu gibi
malzemeyi göz açıp yumacak kadar kısa bir müddet içinde getiriyorlardı. İşte
bütün bu altun, gümüş, yakut ve zebercedden ibaret zînet ve malzemeyi
Buh-tünassar aldı ve Bâbil'e götürdü.
îsrâîl oğulları onun
boyunduruğu altında 100 sene kaldılar. Bu müddet zarfında İsrail oğullarına —ki
içlerinde nebiler ve peygamber çocukları vardı— mecûsîler ve onlardan doğanlar
ezâ-eefâ ediyorlardı. Bütün bu sıkıntı ve kederlerden sonra Allah onlara acıdı
da, Faris meliklerinden mü'min olan birine —ki ona Kurs denir— şunu vahyetti:
"— îsrâîl
oğullarından arta kalanları al ve kurtar!". Bu emir üzerine Kurs, İsrail
oğullarını ve Beytü'l-Makdîs'ten getirilen zî-netleri alıp yola çıktı.
Zînetleri yerine iade etti. îsrâîl oğulları yüz kötülüklere daldılar.
Bu sefer de
Allah onlara îbtiyanhus'u musallat
etti. Bu zat,
Buhtünassar'la birlikte
çarpışanların çocukları ve Benû îsrâil ile muharebe etti. İsrâîl oğullarını
Beytü'l-Makdis'e çekilmeye mecbur etti. Beytü'l-Makdis'te bulunanları
(vazifelileri) esîr etti. Beytü'l-Makdis'i yaktı. Bu beliyyeden sonra C. Hak
(?) îsrâîl oğullarına şu tarzda nida etti:
"— Ey îsrâîl
oğullan, eğer siz günah ve kötülüklere dönerseniz biz de size böylece esareti
taddırırız".
(Aradan zaman geçince)
îsrâîl oğulları tekrar kötülüklere daldılar. Bu sefer de Allah onlara
Roma meliklerinden Kakış Ibn Isbayus elİyle ü^üncü
esâre"ti taddırdı. Bu melik onlarla karada ve denizde çarpıştı. Neticede
îsrâîl oğullarını esîr etti ve Beytü'l-Makdis'in zînet ve mücevherlerini ele
geçirdi. Beytü'l-Makdis'i ateşe verdi". Peygamber efendimiz:
"— Îşte
Beytü'l-Makdis'in zînetlerinin hikâyesi budur; Mehdi çıktığı zaman yine onları
aslî yerlerine iade edecektir. Bu zînetle-rin tutarı 1.700 gemi doluşudur. Bu
gemiler Yafa'da demirlenecek ve ağırlıkları oradan Beytü'l-Makdis'e
nakledilecektir. Ve bu sayede Allah evvelkileri ve sonrakileri bir araya
getirecektir"[59].
2 — İsrâîl
oğullarının birinci fesâd
devresinin vadesi yetip ceza sırası geldiği zamana ait —ki bu,
îfonü İshak'm rivayetine göre Şa'ya
(a.s.)'ı katlettikleri zamandır— şöyle bir kıssa vardır:
îsrâîl oğulları içinde
bir çok olaylar meydâna gelmiş, günahlar işlenmişti. C. Allah, yaptıkları bu
kötülüklerle onları cezalandırmamış, kendilerine lutf ve ihsan ile muamele
etmişti. Nihayet Benû îsrâîl meliklerinden Sıdıka[60]
zamanında yaptıkları işleri
haddi aşmış ve
büyümüştü. O zaman Şa'ya (a.s.) peygamber olarak gönderilmiş
ve Babil hükümdarı Sencarib'in hücum ve istilâsı püskürtülmüş tü. Şa'yaîbn
Emsiya (Emusyâ) (a.s.) Hz. îsave Hz. Muhammed (s.a.v.) 'ı müjdeleyen bir
peygamber idi. Sıdıka onun vahy ve öğütleriy-le iş görmüş ve vazifesinde başarı
sağlamıştı. Vefat edince îsrâîl oğullarının işleri karışmış, hükümet işlerinde
ve başa geçme hususunda birbirleriyle yarış etmeye başlamışlardı. Bu hal bir
takım Ölüm ve kıtal olaylarına sebebiyyet vermişti. Artık Şa'ya'yı dinlemiyorlar,
Öğütlerini kabul etmiyorlardı. O zaman Hak Teâlâ, Şa'ya (a.s.)' şöyle buyurmuş:
"— Kalk! Kavmin
içinde senin lisânın üzere vahyedeceğim". Bu emir üzerine Şa'ya kalkmış;
C. Hakk da onun dilini vahy ile konuşturup buyurmuş ki: -
"— Ey sema (gök)
dinle! Ey arz sus! Zira AUah îsrâîl oğullarının halini anlatacak. O Benû
îsrâîl ki, nimetiyle büyütmüş, kendisi için istifa' edip seçmiş, kerametiyle
mümtaz kılmış, diğer kullarına üstün eylemiş ve kerametiyle mufaddal
kılmıştı".
"Halbuki onlar,
çobansız, zayi' olmuş davar gibi idiler, öyle iken ürkenlerini yatıştırdı.
Yitenlerini topladı. Kırıklarını sardı.
Hastalarını tedavi
etti. Zayıflarını semizlendîrdi. Semizlerini hıfzedip korudu. Vaktaki Allah
bunu yaptı, azdılar: Koçları tosuşmaya başladı, birbirlerini öldürüyorlardı.
Öyle ki, hattâ kırığı kendine sarılacak sağlam bir kemik kalmadı. Vay bu her
hali hata olan ümmete! Vay şu hatakâr kavme ki, Ölümün kendilerine nereden geldiğini
idrâk edip anlamıyorlar! Deve bile yatağını (vatanını) hatırlar da, ona döner
gelir. Eşek bile üzerinde doyduğu bağı hatırlar da ona müracaat edip başvurur.
Öküz bile semizlendiği şenliği hatırlar da ona döner gelir. Bu kavm ise öküz
değil, eşek değil, akıl sahibi insanlardan mürekkep oldukları halde ölümün
kendilerine nereden geldiğini farketmiyorlar. Ben onlara bir temsü yapacağım,
dinlesinler, söyle onlara!":
"— Bir zaman boş,
harâb, ümrandan hâli ölü bir araz! vardı. Bunun kuvvetli ve bilgili bir de
sahibi vardı. Onu imara başladı. Kendi kuvvetli iken arazîsinin harap olmasını
veya alim iken "boşa verdi" denilmesini istemedi. Etrafını duvarla
çevirdi. İçinde mü-§eyyed (sağlam ve yüksek.) köşk yaptı. Ortasından ırmak
geçirdi. Zeytinden, nardan, hurmadan, üzümden ve türlü türlü meyvelerin
hepsinden sınıf sınıf ağaçlar dikti ve onu sağlam, emîn dirayet, re'y ve himmet
sahibi bir muhafızın bekçiliğine de tevdi' eyledi. Bu arazinin yetişmesini
bekledi. Vaktaki tomurcuklandı. Bir de ne görsünler, meyve yerine keçi boynuzu
çıktı. Ay bu ne fena arz! Bunun duvarını, köşkünü yıkalım, baştan başa harap
olsun, ümrandan eser kalmasın dediler. Nasıl, ne dersiniz buna?" Allah buyurdu
ki:
"— O duvar benim
zimmetim, kasr şerî'atim, nehir kitabım, muhafız peygamberim, dikilen ağaçlar
da onlardır. O ağaçların meyve yerine çıkardığı keçi boynuzu da onların habîs
amalleridir-Ben de onlara kendilerinin aleyhlerine verdikleri hükmü hükmettim.
O, onlara Allah'ın darbettiği bir meseldir. Bana sığır, koyun kesmekle
yaklaşmak istiyorlar. Halbuki et, bana erişmez ve ben, onu yemem. Bana takva
ile ve haram kıldığım canları boğazlamaktan sakınmakla yaklaşmayı terk
ediyorlar. Kanlarla elleri boyanmış elbiseleri bulaşmış vaziyette benim için
evler ve mabedler teşyîd ediyorlar (yükseltiyorlar) ve onların içlerini
temizliyorlar da, kendi kalplerini ve cisimlerini pisliyorlar ve kirletiyorlar.
Benim için evler ve mabedler yaldızlı nakışlarla tezyin ediyorlar da;
akıllarını, fikirlerini tahrip ve ifsâd ediyorlar. Benim evlerin ve mabedlerin
teşyîdine ne ihtiyacım var? Onlara girip oturmam. Benim nakışlı mabedlere
ihtiyacım mı var? Ben onlara girmem. Ben onların yükseltilmesini ancak
içlerinde, bana zikir ve teşbih olunsun, namaz kılmak isteyenlere bir işaret
olsun dîye emrettim".
"Diyorlar ki:
Eğer Allah bizim ülfetimizi toplamağa kadir olsa idi elbette toplardı. Ve eğer
Allah bizim kalplerimize anlatmağa kadir olsa idi, herhalde anlatırdı. İki kuru
ağaç al. En çok toplanıp bir araya geldikleri anda toplandıkları yere var. O
iki ağaca hitaben: "Allah size, ikinizin bir ağaç olmanızı emrediyor"
de. Bunu söyleyince iki ağaç birbirine karışıp birleşiverdi. Binâenaleyh Allah
buyurdu ki: "Söyle onlara! Gördünüz ya, ben iki kuru ağacı (bile)
birleştirmeğe kadirim. Eğer dîleseydim, sizin ülfetinizi cem etmez mi idim?
Veya kalplerinize söz geçiremez miydim? Halbuki ona ben suret verdim".
"Diyorlar ki:
Oruç tuttuk, orucumuz ref olunmadı. Namaz kıldık namazımız nurlanmadı. Sadaka
verdik, sadakalarımız ne-mâlanmadı. Güvercinler gibi inleyerek düâ ettik,
kurtlar gibi uluyarak ağladık. Hiç biri işitilmedi. Dualarımız kabul
olunmuyor!". Allah buyurdu ki:
"Sor onlara!
Benim duaları kabulüme, onların arzularını yerine getirmeme mam' olan ne? Ben
işitenlerin en çok işiteni, görenlerin en çok göreni, düâ ve münâcatlara cevâp
verip kabul edenlerin en yakını, merhamet edenlerin en merhametlisi değü
miyim? Elimdeki mi az? Nasıl olur ki, benim ellerim hayra açık; dilediğim gibi
sarfederim. Bütün hazinelerin anahtarları benim yanımda. Onları benden başkası
ne açar ve ne de kapatır. Gerçekten benim rahmetim her şeyi kuşatmış ve
kaplamıştır. Birbirilerine yardım edenler ancak o sayede ederler. Yoksa bana
cimrilik mi arız oldu? Ben cömertlerin en cömerdi, bütün hayırların fettanı
(açıcısı), verenlerin en cömerdi, kendisinden u düek isteyenlerin en keremlisi
değil miyim? Eğer şu kavim, benim kalplerinde parlattığım, sonra da
kendilerinin onu atıp da dünyayı karşılığında satın aldıkları hikmet ile
nefislerine bir baksalardı, nereden vurulduklarım görürler ve en büyük
düşmanlarının kendi nefisleri olduğunu gerçekten idrak ederlerdi".
"Ben onların
yalan sözlerle pislikleri, haram yemekle kuvvet almak istedikleri oruçlarını
kabul nasıl ederim? Onların kalbleri benimle harbetmeye, yarışmaya
kalkışırken; haram kıldığım şeyleri çiğneyenlere kulak verib dururken
namazlarını nasıl nurlandırınm? Veya verdikleri sadakalar benim yanımda nasıl
zekât yerini bulurki, başkalarının mallarım sadaka olarak veriyorlar? Ben
onların vermiş oldukları sadakalarla ancak gasbedilmiş olan sahihlerini
mükâftlandınnm. Hem dualarına nasıl icabet ederim M, o ancak dilleri İle
söyledikleri bir söz! iş ve hareket ise ondan çok uzak? Ben ancak mütevazı ve
yumuşak huylu adamın duasını kabul ederim. Ancak başkaları tarafından horlanan,
hakîr görülen kişilerin, miskîn ve zavallıların sözünü dinlerim. Miskinlerin
rızası, benim rızamın alâmetindendir. Fakir ve düşkünlere merhamet, zayıflara
acımak, mazluma insaf, mağsûbe yardım, gaibe adalet, dullara ve yetimlere ve
miskinlere ve her hak sahibine hakkım edâ etseler ya! Bana beşerle konuşmak
yaraşsa idi onlarla konuşurdum".
"Ve o zaman
gözlerinin nuru, kulaklarının işiten cihazı, kalble-rinin idrak aleti olurdum.
Ve o vakit dillerini ve akıllarını tesbit ederdim. Sen, benim r
"— Bunlar uydurma
laflar, başkalarından miras kalmış lakırdılar, sihirbaz ve kâhinlerin yazıp
bıraktıklarından biri" diyorlar. Ve kendileri de böyle bir söz söylemek
isteseler yapabilirler ve şeytanların onlara yapacağı Vahy ile gaybe muttali
olabilirler, diye zu'm ve iddia ediyorlar. Ve hepsi bu söylediklerini gizliyor,
sır tutuyor. Halbuki bilirler ki, ben semalar ve arzın gaybmı bilirim. Onların
açıkladıkları ve gizledikleri şeyleri de bilirim. Ben semalar ve arzı
yarattığım gün kendime isbât eylediğim bir hüküm verdim. Ve ona önünde bir
vakti, belirli bir eceli ta'yin eyledim ki, muhakkak o, vuku bulacaktır".
c'Eğer onlar gayb
ilminden bazı şeyleri bildiklerinde sâdık ve samimi iseler, haydi sana haber
versinler: Ben o hükmü ne zaman tenfîz edeceğim? O, hangi zamanda olacak? Eğer
onlar dilediklerini yapmağa kadir iseler benim onu icra edeceğim kudret gibi
bir kudret izhar edib göstersinler. Ben onu müşriklerin istememesine rağmen
her dînin üstüne çıkaracağım. Eğer onlar dilediklerini söylemeye kadir iseler,
o hükmün emrini tedbîr edeceğim hikmetin benzerini ve aynısını te'Hf etsinler.
Zîra ben semalar ve arzı yarattığım gün hükmettim ki, Peygamberliği ecirlerin
içinde kılayım. Mülkü çobanlara, azız olmayı zelillere, kuvveti zayıflara,
zenginliği fakirlere, serveti akıllıya, şehirleri kırlara, kal'aları çöllere,
beredâyı enginlere, ilmi cahillere, hükmü ümmîlere tahvil edeyim".
"Şimdi sor
onlara, bu ne zaman? Ve bunun basma geçecek kim? Kimin eliyle ben bu ilâhî
sünneti açacağım? Bu işin yardimcilan ve hizmet edenleri kimler? Biliyorlarsa
söylesinler! Ben bunun için bir ümmî peygamber göndereceğim. Sert değil, kaba
değil, sokaklarda bağırmaz, fuhuş ile tezeyyün ve iştigal etmez, edebe aykırı
söz söylemez. Ben ona her güzellik için istikamet vereceğim. Her iyi huy ve
yaratılışı bahşedeceğim. Sekîneti elbisesi, iyiliği şiarı, takvayı zamîri,
hikmeti makûlü, doğruluk ve vefayı huyu, aff ve -ma'rûfu ahlâk ve yaratılışı,
adalet ve ma'rûfu sîreti, hakkı şerîati, hüdâyı imamı, islâm'ı milleti, Ahmed'i
ismi kılacağım. Delâletten sonra onunla hidâyet edeceğim. Cehaletten sonra onunla
öğreteceğim. Düşkünlükten sonra onunla yükselteceğim. Tanınmazken onunla §an
vereceğim. Azlıktan sonra onunla çoğaltacağım. Darlıktan sonra onunla
zenginleştireceğim. Tefrikadan sonra onunla toplayacağım. Muhtelif kalbleri,
dağınık arzuları, parçalanmış ümmetleri onunla te'lîf edib bir araya
getireceğim. Ümmetini insanlar için çıkarılmış hayırlı ümmet yapacağım".
"Beni Tevhîd
için, bana îman ve ihlâs ile ma'rûfu enir, mün-keri nehyedecekler. Ayakta
durarak, oturarak, rüku' ederek, secde ederek bana namaz kılacaklar. Berim
yolumda "Saffen ve zah-fen" mukatele edecekler. Benim rıdvanıma ermek
için mallarından, yurtlarından çıkacaklar. Ben onlara mescidlerinde,
meclislerinde; yattıkları, gezdikleri yerlerde tek bir, tevhîd, tesbîh, hamd, tahmîd
ilham edeceğim. Sokak başlarında tekbîr, tehlîl, takdîs edecekler. Benim için
yüzlerini ve etraflarını temizleyecekler. Bellerine giysi bağlayacaklar.
Kurbanları kanları, kitapları sineleri, gece ruhban, gündüz aslan. O benim bir
fazlımdır ki, dilediğime veririm ve ben çok büyük fadl sahibiyim".
Şa'ya (a.s.) sözünü
bitirince öldürmek için üzerine saldırmışlar, o da kaçıp bir ağaca gizlenmiş,
eteğinin dışarıda olan ucunu görmüşler. Testereyi dayayıp ağaç ile birlikte
biçmişler. Allah da Buhtünnassar'ı onlara musallat edip belâlarını vermiştir[61].
... Bize İbn Humeyd
söyledi, ona ve arkadaşlarına îbnü îshak'-tan naklen Seleme söylemiş. O,
yalancılıkla ittiham edilmeyen biri yoluyla Vehb İbn Münebbih-i Yemânî'den şunu
rivayet eder:
Yüce ve Azîz olan
Allah, İsrâîl oğullarına peygamber olarak gönderirken Ermiya (a.s.)'a:
"Ey Ermiya! Ben
seni yaratmadan Önce insanlar arasından seçtim. Seni annenin karnından
çıkarmadan önce temizledim. Çalışıp çabalayacak hale gelmeden Önce peygamber
olarak seçtim. Olgunluk çağma gelmeden önce sınadım. (Böylece) sana büyük bir
vazife yükledim", diye hitabetti. Yüce ve Azîz olan Allah, tsrâîl
hükümdarını irşâd etmek ve gönderdiği emirle haberleri bildirerek aracılık
etmek üzere, Ermiya'yı yolladı. Bundan sonra îsrâîl oğullan arasında hadiseler
çoğaldı. Onlar günah yoluna saparak Allah'ın haram ve yasaklarım helâl
saydılar. Onlar, Allah'ın kendilerine olan ihsanlarını ve kendilerini
düşmanları Senharib'îe ordusundan koruduğunu unuttular. Bunun üzerine yüce
Allah, Ermiya'ya:
"Kavmin İsrail oğullarının
katma gidip, sana bildirdiğim emirleri anlat. Onlara nimetlerimi hatırlat,
izhar etmekte oldukları bid'atleri sayıp göster!" diye vahyetti. Ermiya:
"— Ey Rabbim! Ben
zayıfim. Beni kuvvetlendirmezsen âciz kahrım. Irşâd etmezsen yanılırını. Sen yardım
etmezsen hakîr olurum" deyince, Allah ona §öyle dedi:
"— Sen bütün
işlerinin benim irâdeme tabî olduğunu bilmiyor musun? Bütün kalpler ve bütün
diller, benim kudretimin emrindedir. Ben onları istediğim gibi idare ederim.
Sen bana itaat et. Ben, benzeri ve menendi olmayan bir yaradanım. Gökler,
yerler ve onlarda bulunan bütün varlıklar benim emrimin altındadır. Ben
denizlere hitabettim, sözlerimi anladılar. Emrettim, emirlerimi yerine getirdiler.
Onların sınırlarını etraftaki kavimlerle doldurdum. Dağlar gibi dalgalar
gelmeden onlar bu sınırları geçemezler. Çizdiğim bu sınırlara geldikleri
zaman, onları hakîr ederek emrime boyun eğdirdim. Onlar benden korkarak emrime
itaat ederler. Ben senin yanındayım. Seninle birlikte bulunduğum müddetçe,
sana hiç bir zarar dokunmaz. Ben seni, emir ve yasaklarımı bildirmek üzere
büyük kavimlerden birine elçi olarak seçtim. Sen bu vazifeyi görmekle, kendine
tabî olanların hakettikleri sevaba nail oluyorsun. Senin sevabın onlarınkinden
eksik değildir. Bu yüzden onların sevabı da eksilmez. Bu vazifeyi yapmak
hususunda kusur gösterirsen, senin günahın, karanlık içinde bıraktığın kavmin
suç ve günahlarından eksik olmaz. Kavminin yanına git de, onlara atalarının iyi
amellerini hatırlatmakta olduğumu söyle. Atalarınızın bu hayırlı amelleri, benim
sizi tevbeye çağırmam için bir amil olmuştur. Sen onlardan, ataları tarafından
gösterüen itaatin ve kendilerinin günah ve isyanlarmm neticesini nasıl
bulduklarım sor. Onlar, kendilerinden önce yaşamış olanlardan bana itaat
edenlerin sefil olduğunu ve bana itaat etmeyen azgınların nıes'ud ve bahtiyar
duruma geldiklerini görmüş ve işitmişler midir? Hayvanlar kendilerinin iyi ve
rahat yuvalarını hatırlayınca yerlerine dönerler. Bu kavim ise felâket
otlaklarında otlamaktadır. Onların din alimleri ve rahibleri benim kullarımı
kendilerine köle edindiler. Halkı bana ibâdetten vazgeçirerek, kendilerini
ma'bûd yaptılar. Benim kitaplarımla hükmetmeyi bırakarak, benim emirlerimi
unutturdular. Onları aldatarak benden yüz çevirttiler. Bunun bir neticesi
olarak, yalnız bana itaat etmek gerekirken, ancak kendilerine itaate daVet
ettiler. Kullarım, bana âsi olmak hususunda onları örnek edindiler. Onlar,
bana karşı cesaret gösterib halkı aldatarak, bana ve elçilerime iftiralarda
bulundular. Dînimde ihdas ettikleri bid'atlerle halkı kendilerine tâbi
kıldılar. Hafız ve fakiyhler, para kazanmak maksadı ile dîni, dünyevî maksatlara
feda ettiler. Benden başkasma ibâdet etmek üzere mescidler bina ettiler.
Onların bu mabedlerde tahsü ettikleri hakîki ilim değil, öğrendikleri de amel
etmek için değildir. Peygamberin evlâdı da çoğunluğun te'sîri altında kalarak
kahredilmiş ve aldatılmıştır. Onlar da ekseriyetin tâbi olduğuna tâbi olmakta,
fakat bununla beraber atalarına ihsan edilen yardım ve saygıları kendileri
için de temenni etmektedirler. Onlar, atalarının nail oldukları şeref ve yardımlara
kendilerinden daha müstahak kimse bulunmadığı kanaatın-da iseler de, bunu
düşünmeden ve ibret almadan söylüyorlar. Onlar, Allah'ın atalarına nasıl yardım
etmiş olduğunu ve atalarının benim emirlerimi nasıl bir, ciddiyetle yerine
getirmiş olduklarını düşünmezler. Başka kimseler din hükümlerini
değiştirdikleri halde, onların doğru yoldan ayrılmadıklarını, yolumuzda
kendilerini'nasü feda ettiklerini, kanlarını nasıl ^akıttıklarını ve emirlerim
yerine getirilip dinim galebe çalıncaya kadar nasıl çalışmış olduklarını muhakeme
etmezler. Da'vetimi kabul ederler diye, ben onların cezalandırılmasını
geciktirdim. Yola gelerek tevbe ederler diye onlara dokunmadım. Düşünsünler
diyerek ömürlerini uzattım. Bu azgınlıklarına bakmadan gök onlara yağmurumu
yağdırdı; yer de otlar bitirdi. Onlar sıhhat içinde yaşıyarak düşmanlarına
üstün geldiler. Fakat onlar bu ihsanlarımıza bakmadan isyanlarını arttırarak
benden uzaklaşmalarında devam ettiler. Bu azgınlık ne vakte kadar sürüp
gidecek? Onlar beni aldatmak mı istiyorlar? İzzetimle andiçerek te'yîd eylerim
ki, onları, akıl sahiblerini hayretler içinde bırakacak, fikir sahihlerinin
düşüncelerini, filozofların hikmet ve felsefelerini yanıltacak derecede büyük
fitne ve belâlara çarptıracağını. Bundan sonra da onlara zâlim, cebbar, kalbi
katı ve korkunç birini musallat edeceğim. Ben onun kalbinden şefkat ve
merhameti uzaklaştır-dım. O zalime, gecelerin karanlığı gibi sayısız kişiler
tâbi olur. Etrafında bulutlar gibi askerler toplanır. Toz daneleri gibi
sayısız gemileri bulunur. Bayrakları, kerkenez kuşlarının uçuştukları gibi havada
dalgalanır. Askerlerinin saydırışı, karakuşun av üzerine hücumuna
benzer". Bundan sonra Allah Ermiya (a.s-)'a, onları Yâfes Ibn Nûh (ona
salâvat ve selâmlar olsun) neslinden gelen Bâbil ahâlîsinin elleriyle imha
edeceğini bildirdi. Rabbisinin vahyini işiten Ermiya (a.s.) ağlayarak
elbiselerini parçaladı ve başı üzerine kül serperek:
“— Ben, dünyaya
geldiğim gün, mel'ûn olarak doğmuşum. Tevrat'ı okuyup anladığım gün de
mel'ûnmuşum. Benim için en kara gün, doğduğum gündür. Senin, beni
peygamberlerinin sonuncusu olarak seçmen, başıma gelecek bu kötü hallerden
dolayıdır. Benim için iyilik irâde etmiş olsaydın, peygamberlerinin sonuncusu
yapmamış olurdun. îsrâîl oğulları benim yüzümden felâkete katlandılar",
diye şikâyet etti. Rabbisi onun bu ağlayış ve yalvarışını gördüğünü ve
sözlerini işittiğini vahiy yoluyla bildirerek:
"— Ey Ermiya!
Benim vahiylerim sana zor mu geldi?" diye hitabetti. O:
"— Evet ey
Rabbim! îsrâîl oğullarının başına gelecek felâketleri görmeden önce bana
bildirmen, beni mahvetti", dedi. Bunun üzerine ona:
"—. îzzet ve
azametim adına andiçerek te'yîd ederim M, sen emretmeden önce îsrâîl oğullarını
mahvetmiyeceğim", diye hitabem dildi. Bu vahy üzerine sevinen ve kalbi
ferahlıyan Ermiya (a.s.):
"— Musa'yı ve
ondan sonraki peygamberleri hak dini ile gönderen sen Rabbim adına andiçerek
söylüyorum ki, îsrâîl oğullarını mahvetmek üzere hiç bir vakit emir verecek
değilim", dedi. Bundan sonra Ermiya, îsrâîl oğullarının katma giderek,
Allah'ın emrini bildirdi. Onlar da sevinerek:
— "Allah bizi
cezâlandıracaksa, bundan Önce katlandığımız bir çok günahlarımızdan dolayı
cezalandıracaktır. Affetmek de O'nun elindedir" dediler. Bu hâdiseden
sonra üç yıl geçti. Fakat îsrâîl oğullan tevbe edecekleri yerde isyan ve
inatlarını artırmakta ve kötülüklerinde devam ettiler. Artık azab günü
yaklaşmış, vahiyler azalmıştı. (Halbuki) onlar ahireti ve günahlarının
neticesini hiç de hatırlamıyorlardı. Dünya ve onun cilveleri onları aldatmıştı.
Hükümdar onlara:
•'— Ey îsrâîl
oğulları! Allah'ın kahr ve gazabına çarpılmadan önce işlemekte olduğunuz suç ve
günahlardan vazgeçiniz. Allah tarafından üzerinize şefkatsiz ve merhametsiz
olan bir kavmi musallat etmeden önce tevbe ediniz. Çünkü Rabbiniz, tevbeleri
kabule hazırdır, hayrı sever" dedi. Fakat onlar, hükümdarlarının davetine
kulak asmadılar. İşlemekte oldukları kötülükleri eksiltmediler. Nihayet Allah,
îbrahîm ile Rabbisi hakkında çekişen Nemrûd'un neslinden gelen Buhtünassar'ın
kalbine Beytü'l-Makdîs üzerine yürümeyi emretti (ilham etti). Onun şeceresi:
Buhtünassar îbn Nebûzerazan îbn ... Nemrûd îbn Falig îbn Abir'dir. Buhtünassar
orada büyük babası Senharib'in yaptığı kötülüğü yapmak üzere 600 bin bayrakla
Reytü'l-Makdîs'e doğru yola çıktı. Onun hareketini haber alan hükümdar,
Ermiya'yı katma çağırarak:
"— Hani Rabbin
sana Beytü'l-Makdis'i senin emrin olmadan yıkmayacağını vahyetmişti. Onun bu
va'di nerede?" diye sorduğu zaman Ermiya:
"Rabbim
Va'dlerine aykırı iş görmez. Ben O'nun sözlerine güveniyorum" diye cevâp
verdi. îsrâîl oğullarının mahvolacağı ve devletlerinin yıkılacağı zaman
yaklaşıp, Allah onların imhasını irade ettiği zaman meleklerinden birini îsrâîl
oğullarından birinin kıyafetinde Ermiya'nın katma gönderdi. Ermiya (a.s.)'nın:
"— Sen
kimsin?" diye sorması üzerine melek:
"— Ben Îsrâîl
oğullarında^ bir kimseyim. Bazı işlerim hakkında senden fetva istemek üzere
geldim" diye cevâp verdi. Ermiya müsâade edince o:
"— Ey Allah
elçisi! Ben senden akrabalarım hakkında fikrini soracağım. Ben, Allah'ın
emirlerine uygun olarak akrabalık hak ve hukukunu yerine getirdim. Onlara ancak
iyiliklerde bulundum. Saygıdan ayrılmadım. (Fakat) benim bu hürmetim, onların
dargınlığını artırmaktan başka bir şeye yaramadı. (îşte) ben bu işlerden
dolayı fetva istiyorum" dedi. Ermiya (a.s.) ona:
"— Allah ile
arandaki hak ve vazifeleri mükemmel bir surette öde. Allah'ın buyurduğu gibi
akrabalık hak ve hukukunu yerine getir. Hayırlı işler işlediğinden dolayı
sevin" dedi. însan suretindeki melek onun yanından ayrıldı. Fakat bir kaç
gün geçtikten sonra aynı kıyafetle tekrar gelerek onun önünde oturdu. Ermiya
(a.s.) ondan:
"— Sen
kimsin?" diye sordu. O:
"— Bundan önce de
akrabalarım hakkında senin fikrini öğrenmek üzere huzuruna gelmiştim. Tekrar
bu hususta fikrini öğrenmek istiyorum" dedi. Peygamber Ermiya:
"— Ahlâklarını
islâh etmediler mi? Sana, arzu ettiğin muamelede bulunmadılar mı?" diye
sorduğu zaman, insan kıyafetine girmiş, olan melek:
"— Seni hak
peygamber olarak gönderen Allah adına andiçe-rek söyleyebilirim kî, insanların
akrabalarına gösterebilecekleri bütün saygı ve hürmetleri ve hattâ ondan
fazlasını da gösterdiğim halde yola gelmediler" dedi. Peygamber ona:
"— Ailenin yanına
dönerek onlara iyiliklerde bulun. Ben salih kullarının hallerini ıslâh eden
Rabbimden sizin aranızı bulmasını ve her birinizi kendisinin rızasını talep
yolunda birleştirmesini dilerim" diye cevâp verdi. Bunun üzerine melek peygamberin
yanından çıktı-Bir kaç gün sonra Buhtünassar ordusunun Beytü'l-MakdîS çevresine
kondukları görüldü. Ordunun sayısı çekirge topluluklarından da fazla idi.
îsrâîl oğullan çok korktular. Çok kaygılanan hükümdar, Ermiya'yı huzuruna
çağırtarak:
"Ey Allah elçisi!
Rabbinin sana olan va'di nerede?" diye sordu. Ermiya:
"— Ben
R&bbime güveniyorum" dedikten sonra hükümdarın yanından çıktı.
Allah'ın va'dini yerine getireceğini düşünerek ve sevinerek Beytül-Makdis'in
duvarları üzerinde oturdu. Bu sırada, insan kıyafetindeki melek de gelip onun
Önüne oturdu. Ermiya ondan:
"— Sen
kimsin?" diye sorduğu zaman, melek:
**— Bundan önce iki
defa huzuruna gelerek ailem hakkında fetva istemiştim", diye cevâp verdi.
Peygamber:
"— Onlar halâ
bulundukları kötü hali bırakmadılar mı?" deyince o:
"— Ey Allah
elçisi! Ben bu güne kadar, onların maksatları beni darıltmaktır, diye
düşünerek, onların her yaptıklarına sabır ve tahammül ediyordum. Fakat bu gün,
Allah'ın razı olmayacağı amellerde bulunduklarını gördüm" dedi. Peygamber:
"— Ne gibi işler
gördün?" diye sordu. O:
"— Ey Allah
elçisi! Ben onların Tanrının dargınlığım icâb ettiren amellerde bulunduklarını
anladım. Bu hareketleri, eskiden yapmakta oldukları işler cümlesinden olsaydı,
onlara karşı olan dargınlığım fazlalaşır ben sabreder ve dayanırdım. Benim
onlara karşı bu günkü dargınlığım Allah ve senin içindir. Ben bunu sana haber
vermeye geldim. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah adına düâ edib onları
helak etmesini dilemeni rica ediyorum" dedi. Bunun üzerine Ermiya:
"— Ey göklerin ve
yerin Rabbi! Eğer onlar hak ve doğru yolda iseler, onları kendi hallerine
bırak î Fakat, senin dargınlığını icâb ettiren kötü amellerde bulunuyorlarsa
onları helak eyle!" diye bed-düâ etti. Bu sözler Ermiya'nın ağzından çıkar
çıkmaz, Allah hemen Beytü'l-Makdis üzerine bir yıldırım indirdi. Yıldırım
kurban yerini yaktı. Şehrin kapılarından yedisi yerin dibine geçti. Ermiya bunu
görünce haykırarak elbiselerini parçaladı ve başının üzerine toprak serperek:
"— Ey göklerin
hükümdarı, ey esirgeyenlerin esirgeyeni! Bana olan va'din nerede?" diye
seslendi. Bunun üzerine ona:
"— Ey Ermiya!
"— Biz hissemize düşeni
sana bırakıyoruz. Sen şu çocukları bizim aramızda taksim et" dediler.
Buhtunassar çocukları onların arasında taksim etti ve her birine dörder çocuk
düştü. Dânyal, Ha-naniya, Azarya ve M
"— Acaba Allah
yıkılmış olan bu şehri ne zaman imâr eder?" dedi[62]...
Rivayetlerle ilgili
bazı konular:
1 — Acaba
âyette (El-îsrâ, 17/4-8) bahis konusu edilen birinci fesad zamanında. îsrâîl
oğulları peygamberlerden ldmi ölmüşlerdi? Bu konuda iki görüş var:
a —
Zekeriyyâ'yı öldürdüler[63].
b — Şa'ya'yı
Öldürdüler[64].
2 — Zekeriyyâ (a.s.)'i öldürmelerinin sebebi ne idi?
Îsrâîl oğulları, Hz.
Meryem'in hamileliğini Zekeriyyâ'dan bil-diler. Ve: "Meryem Ondan hamile
kalmıştır" dediler. Bu ittiham üzerine Hz. Zekeriyyâ onlardan korkup
kaçtı. Kaçma esnasında bir ağaç yarıldı ve Hz. Zekeriyyâ içine gizlendi. Fakat
eteğinin bir parçası dışarda kaldığı için yerini buldular (diğer bir rivayette
şeytan eteğinden tuttu. Bundan ötürü de ağaç kapandıktan sonra da eteği
şeytanın elinde dışarda kaldı). Şeytan yanlarına varıp, saklandığı ağacı
gösterdi. Ağaçla birlikte Zekeriyyâ (a.s.)'mı ortadan testere üe ikiye
biçtiler.
3 —
Zekeriyyâ (a-s.)'mın oğlu Yahya
(a.s,)^yı niçin öldürdüklerinde
de iki görüş vardır:
a — Îsrâîl
oğullarından bir hükümdar, şer'an kendisine helâl olmayan bir kadınla evlenmek
istedi. Yahya da onu bu tür hukuk ve dine aykırı olan davranıştan men etti,
Öldürühnesinin sebebi budur. Hükümdann almak istediği bu kadının kendisine
yakınlığı hakkında da dört görüş vardır:
— Bu kadm oğlan kardeşinin kızı idi;
— Hükümdarın kendi öz kızı idi;
— Oğlan kardeşinin hanımı idi ve kardeş hamını
ile evlenmek onlarda yasak idi;
— Üvey kızı idi (hanımının başka kocasından
doğmuştu).
Hikâyeye göre;
hükümdar üvey kızma âşık olmuştu. Hz. Yahya'dan nikâhlarının kıyılmasını
istedi. Fakat Yahya (a.s.) aradaki karabetten dolayı buna yanaşmadı ve hükümdân
böyle bir hareketten men etti. Kızın annesi duruma muttali' olunca Hz.
Yahya'ya kin bağladı. Doğruca kızının yanma gitti. Onu en güzel tarzda
allayıp-pullayıp, şarap meclisine oturunca bu vaziyette hükümdara gönderdi.
Kızına, bu mecliste hükümdara şarap sunmasını ve kendisini böylece hükümdara
arzetmesini tenbîh etti. Eğer hükümdar kendisinden kâm almak isterse, bir tas
içinde Yahya'nın başını getirtme-dikçe buna yanaşmamasını söyledi. Kız her şeyi
annesinin arzu ettiği şekilde yerine getirdi. Hükümdar malûm istekde bulununca
Yahya'nın başının getirilmesini şart koştu. Hükümdar bu istek için:
"— Benden bunu
değil, başka bir şey iste!" dediyse de o:
"— Een bundan
başka hiç bir §ey istemiyorum" dedi. Hükümdar emretti ve Yahya'nın başı
bir kap içinde geldi. Yahya'nın bağı bu halde iken konuşuyor ve şöyle diyordu:
"— O kadın sana
helâl olmaz! O kadın sana helâl olmaz!".
b — Bir gün
hükümdarın karısı, son derece güzel olan Yahya'yı gördü ve kadın Yahya'dan bir
istekde bulundu. Tabi'î bu isteği Yahya reddetti. Kadrin kızına:
"— Babandan
Yahya'nın başını iste!" dedi .Hükümdar da kızı-nm bu arzusunu yerine
getirdi.
Siyer bilginlerinin
dediğine göre; Yahya'nın dökülen kanı kaynamağa devam etti. Yahya'nın kanı
üzerinde tsrâil oğullarından 70 bin tanesi öldürüldükten sonra Xanın kaynaması
durdu.
Diğer bir rivayette;
kan, ta katil gelip, "ben Yahya'nın katiliyim" diyene kadar,
kaynamağa devam etti. Bu ikrardan sonra katil (kısasen ) öldürüldü ve kan da
sükûn buldu.
4 — Acaba
Allah azgınlıklarından sonra tsrâfl oğolîrim te'dîb için kimi gönderdi? Buna
dâir beş çeşit söz var:
a — Calût ve
ordusunu;
b —
Buhtunassar'ı;
c — İmansız
olan AmaJika'yı;
d —
Senharib'i;
e —
iranlılardan bir kavmi, ibnü Zeyde göre, Isrâiloğullarına Allah'ın musallat ettiği
bu İranlı hükümdarın adı Sâbur Zü'1-Ektâf'-dır[65].
[66]
1 — Yukarıya numara ile tercenıesini aldığımız
ve Huzeyfe îbn El-Yemân'dan
rivayet edilen, Beytü'l-Makdis'in Buhtunassar tarafından tahribini haber veren
hadîs mevzu (uydurma) dur. Epeyce uzun
olan bu mevzu hadisi, et-Taberinin kitabına
almış olmasına hayret doğrusu_ Büyük allame bunun nasıl da farkına
varmamış![67].
2 — Yine yukarıya alınan1** numaralı rivayet ve onu
ta'kîb edenler hakkında da "Isrâüiyyat" deyiminden başkası
kullanılamaz. Zira bütün bu anlatılanları doğrulayacak elimizde ne bir âyet, ne de bir hadîs ve ne
de sahabeden menkûl sahih bir haber vardır.
Rivayetleri ve muhtevalarını ayrıca tahlile lüzum yok.
Çünkü haberlerin isrâîliyyattan
olduğu aşikârdır. Müfessirlerden bazısının, tefsirlerinde bu hikayeleri büyük
bir sabırla yazmış, olmaları, ayrı bir hayret konusudur. Sanki te'lîf
edilenler, tefsîr değil de bir tarih kitabıdır!
Isrâîliyyat
oluşlarında şüphe bulunmayan bu haberlerin bazısı Ehl-i Kitab'ın zındıkları
tarafından uydurulmuştur; bazılarının da sahîh olma ihtimali vardır; fakat
bunların yazılmasında ve kitaplara dercinde fayda yoktur. Ve Allah'ın konu ile
ilgili olarak, kitabında bildirdiği kadarı mü'minlere kâfidir. Tevrat ve İncil'den
veya bunların şerhi mahiyetindeki eserlerden veyahut da hristiyan ve yahûdî
eserlerinden duyulup nakledilenlere müslüman camianın ihtiyacı yoktur.
Bütün bu söylenenler
içinde birtek rivayet sahîh bir tankla Saîyd îbn El-Müseyyeb'e ulaşmaktadır;
diğerlerinin ise sahih olmadığı gibi, sahihe yaklaşan bir senedlerinin de
olmadığı keşidir. Sahih bir senedle Saiyd îbn El-Müseyyeb'e varan rivayet ise,
Buhtunas-sar'in Beytü'l-Makdis'i tahrib edip ahaliyi öldürdükten sonra Şam'a
yürüdüğünü, orada kaynayan bir kan gördüğünü -kime âit olduğu tasrîh edilmeyen-
bu kan üzerinde 70 bin inanmış adamı ve bu arada başkalarını katlettikten
sonra kanın sükûna kavuştuğunu ifâde eder[68].
[69]
Kur'ân'ı Kerîm'in en
uzun sûresi olan EI-Bakara'nin 102. âyetinde Bâbil ülkesine indirilmiş Hârût
ve Mârût isimli iki melekten bahsedilir. Bu âyette aynı zamanda peygamber
Süleyman (a.s.)'a ve sihre de atıf vardır. Son derece kısa sayılabilecek olan
bu âyet do îaysiyle tefsirlere onlarca sayfalık bilgi dercedilmiştir. Neticede
görüleceği gibi haberlerin hiçbiri sahîh yollarla Hz. Peygamber'e ulaşmıyor. Ve hemen tamamiyle verilen
bilgiler îsrâîliyyata müncer oluyor.
"Şeytanların,
Süleyman'ın mülk (saltanat ve nübüvvet)'ü aleyhine uydurup takip ettikleri
şeylere (yalanlara) uydular. Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı. Fakat o
şeytanlar kâfirdiler ki, insanlara sihri (büyücülüğü) ve Bâbil'deki iki
meleğe: Hârût ve Mârût'a indirilen şeyleri Öğretiyorlardı. Halbuki onlar (yani o iki melek) : "Biz ancak
fitneyiz (imtihan için gönderilmişiz). Sakın, (sihir, büyü yapıp da) kâfir
olma" demedikçe hiçbir kimseye (sihir) öğretmez-lerdi. işte onlardan (o
iki melekten) koca ile karısının arasını
ayıracak şeyler öğrendiler. Halbuki (sihirbazlar) Allah'ın izni olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar verici
değillerdir. Onlar ise kendile-,
rini zarara sokacak,
onlara fayda vermeyecek şeyleri öğreniyorlardı.
Andolsun, onlar
muhakkak biliyorlardı ki, onu (yani
sihri) satın alan (ona revaç veren)
kimsenin âhiretten hiçbir nasibi yoktur.
Onlar kendilerini
cidden ne kötü şey karşılığında satmış olduklarını bilselerdi".
îbn îshak'tan: Dâvud
oğlu Süleyman (a.s.)'ın ölümünü anladıkları zaman şeytanlar karar verip sihrin
bütün çeşitlerini kaleme aldılar (ve şunu îlân ettiler): "Kim şu şu
arzularına kavuşmak isterse, söyle şöyle yapsın...". Her türlü sihir ve
buna ait formüller tesbît edildikten sonra bunu bir kitap haline getirdiler,
sonra kaşı (nakşı) Hz. Süleymamn yüzüğünün kaşına benzer bir yüzükle
mühürlediler. Üzerine de (sahte
olan) şu unvanı koydular: "Bu
kitap, Davud oğlu
Süleyman'ın ilim hazînelerine dâir
Âsaf îbn Berhiya"n yazdıkları şeyleri
ihtiva eder". Sonra bunu Hz.
Süleymanin tahtının altına gömdüler. Aradan zaman geçince İsrail oğullarından
hayatta kalanlar bu kitabı bulup çıkardılar. Bu kitapda yazılı olan şeylere
muttali' oldukları zaman Hz. Süleyman aleyhinde: "Hz. Süleyman ancak bu
sayede yaptığını yapmış" dediler. Sihri insanlar arasında yaydılar:
öğrendiler ve öğrettiler. Sihir denilen şey, hiç bir millet için yahûdîler arasında
olduğu kadar yayılıp meşhur olmadı.
Hz. Peygamber, Allah
tarafından kendisine indirilen vahiylerde Hz. Süleyman'dan bahsedip onun
peygamberlerden olduğunu söyleyince, Medine'deki yahûdîler: "Doğrusu
Muhammed'e hayret! Dâvud oğlu Süleyman'ın peygamberlerden olduğunu iddia
ediyor! Vallahi Süleyman sihirbazın biri idi!" dediler. Bunun üzerine C. Hak
yukarıdaki âyeti indirdin[70].
Sald İbn Cübeyr^den :
Sihre dâir şeytanların elinde ne varsa hepsini Hz. Süleyman toplattırdı ve
bunları hazîne odasındaki tahtının altına gömdürdü. Şeytanlar bu sihirlerin
gömülü bulunduğu yere yaklaşma imkânı bulamayınca insanlara varıp: "Siz,
Süleyma-mn şeytanlara, rüzgârlara ve diğer varlıklara kendisiyle hükmettiği
ilmi istemez misiniz?" dediler. Onlar da: "Tabi'î arzu ederiz"
cevâbını verdiler. Bu cevâp üzerine insanlara onun medfûn olduğu yeri tarif
ettiler. İnsanlar varıp tarif edilen yeri kazdılar, sihri bulup çıkardılar ve kullandılar.
Hicazlılar: "Süleyman bunu isti'mâl ederdi, bu da tabiatiyle
sihirdir" dediler. Bunun üzerine Allah peygamberine Hz. Süleyman'ın
sihirden ve sihirbazlıktan uzak olduğunu ifâde eden yukarıdaki âyeti indirdi[71].
îbnü Abbas'tan : Hz.
Süleymamn basma gelen olaya - ki saltanatının bir müddet elinden alınmasıdır -
Cerâde isimli hanımının yakınlarından, olan bazı kişiler sebep olmuşlardır.
Cerâde, Hz. Süleyman'ın hanımları arsında kendisine en çok itimad ettiği biri
idi. İbnü Abbas der ki: "Hz. Süleyman hemen her mes'elede Cerâde'nin
mensubu olduğu ailenin haklı yıkmasını arzu eder ve gerektiğinde onların lehine
hükümler verirdi. Bütün insanlara karşı aynı adalet hissi ile davranmadığı için
Allah tarafından cezalandırıldı".
İbnü Abbas sözüne
şöyle devam etti: "Dâvud oğlu Süleyman, helaya girmek ve hanımlarından
biri ile yalnız kalmak istediğinde yüzüğünü Cerâde'ye verirdi. C. Hak Hz.
Süleyman: belâya uğratmak istediği zaman Süleyman bir gün yüzüğünü mutadı olduğu
üzere Cerâde'ye verdi. Bu esnada Süleymanın kılığına girmiş olan şeytan geldi
ve kadına:
"— Yüzüğümü
ver!" dedi. Kadın yüzüğü getirince aldı ve parmağına taktı. Yüzüğü
parmağına geçirir geçirmez cinler, şeytanlar ve insanlar ona boyun eğdi. Ravî
sözüne devamla der ki; Süleyman işini bitirince Cerâde'ye vardı ve:
"— Getir
yüzüğümü!" Dedi. Kadın:
"— Sen Süleyman
değilsin, yalan söylüyorsun" dedi. Ravî der ki: Süleyman bu basma gelenin
bir fitne ve imtihan olduğunu anladı. Bu Süleyman'ın yüzüğünü ve bu sayede
saltanatını eline geçirmiş, olan
şeytanlar, fırsatın ellerinde bulunduğu bu günlerde sihir ve .küfrü ihtiva eden
bir kitap yazdılar. Sonra da bunu Süleyman'ın kürsisinin altına gömdüler. Sonra
bu gömdükleri yerden çıkarıp kitabın muhtevasını insanlara
okudular ve arkasından da insanlara şunu empoze ettiler: "Süleyman bu
kitaplar sayesinde insanlara hükmediyordu! "Râvi diyorki:
Bu hadiseden sonra insanlar Hz. Süleyman'dan soğuyup ayrıldılar ve O'nu
tekfir ettiler, insanların Hz. Süleyman aleyhinde besledikleri bu kanaat Hz.
Muhanımed (s.a.v.)in gönderilmesine kadar sürüp gitti. Allah Hz.
Muhammed'e: "Şeytanların
Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurup takip
ettikleri şeylere uydular" (yani şeytanların sihir ve küfürle
ilgili olarak yazdıklarına) âyetini indirdi. "Halbuki Süleyman asla kâfir
olmadı. Fakat o şeytanlar kâfirdiler..." âyetiyle de Allaiı Hz. Süleyman'ın
özrünü beyân edip açıkladı[72].
Âyette geçen
"melekeyn" kelimesi "melikeyn" tarzında da okunmuştur.
Mütevâtır olan kıraatlerde kelime ( CrSLa — iki melek) tarzındadır. Diğer
okuyuş ise şâz'dır[73].
Bazı eserlerde şâz olan bu okuyuş tarzı îbnü Abbas ve el-Hasenü'1-Basrî'ye
nisbet edilmiştir[74].
Buna göre manâ: "...Ve Babil'deki iki hükümdara: Hârût ve Mârût'a
indirilen şeyleri öğretiyorlardı..." şeklinde olur.
El-Hasenü'1-Basrf ye
göre, "o iki hükümdar Babilîlerden iki kâfirdir",
Bazılarınca da onlar,
İsrail oğullarından iki hükümdardır.
Abdurrahman îbn Ebzâ
onların Davud ve Süleyman (a.s.) olduklarını söylemiştir. Yukarıda da işaret
edildiği gibi bu tarz okuyuş ve buna ait rivayetler şâz'dır. Ihticaca salih
olmayan bu okuyuş tarzına ileride, konu ile ilgüi rivayetlerin tahlili
bölümünde tekrar temas edeceğiz.
C. Hak âyette bahsi
geçen iki meleğin Babil denen bir memlekete indirildiğini beyân ediyor. Ama
dünya coğrafyasında buranın yerini Kur'ân bize bildirmiyor. Kur'ân'm
bildirmediği şeylerin arkasına düşmenin çok zaman müslümanlara faydası yoktur.
Buna rağmen bazı müfessirler bu gibi şeylere fazlaca düşkündük göstermişlerdir.
BabiTin yerini tayin için Öne sürülen yerler:
'
a— Irak[75];
b — Küfe[76]:
c — Hîre ile
Babil arasında bir yer[77];
d — Nusaybin[78];
e —
Dünbavend Babili[79];
f — Demavend dağı[80];
g — Garpta
bir yer[81];
h — Bir
kasaba adı[82];
ı — Arzda
bir yer adı[83];
i — Arzda
bir dağ[84].
Bazı müfessirler tarih
iğinde kaybolup gitmiş bu olayın kimin zamanında geçtiğini de merak edip
araştırmışlardır. Buna ait Kur'ân'ı Kerîm'de ve hadîslerde en ufak bir işaret
mevcut değildir. Esasen bunu merak edip araştırmak da İslâm'a bir şey kazandırmaz.
Söylenen ve yazılanlar tamamiyle zandan ibarettir.
Rivayetlere bakılacak
olursa hâdise, İdrîs (a.s.) zamanında geçmiştir[85].
a — Allah bu
iki meleği, hak dîne uymayı insanlara emretsinler, sihirden kaçınmalarım
tenbîh etsinler, sihir île mu'cizenin farkını göstersinler diye indirdi. Çünkü
o devir insanları arasında sihir fazlaca yayılmış ve revaç bulmuştu. Melekler
insanlara onca sihrin ne dehşet bir şey olduğunu ve tesirlerini öğretiyorlar,
sonra da bundan men ediyorlardı. Bu türlü men bilgiye müstenid olduğu için
daha tesirli oluyordu. Sonra bir şeyin zararını bilmeyen kişi ondan kaçınmaz.
b — Allah'ın
verdiği bunca nimetlere karşılık insanların günahlara düşmesi, isyanı bir
tarafa atıp Yaradan'a ibâdet etmemelerine melekler son derece hayret ettiler.
Onlardan bir grup:
"—Ya Rab!
Yeryüzündeki bu yaratıkların yaptıkları şeylere, ■ sana karşı düzdükleri
yalan ve iftiralara, içine düştükleri günahlara kızmıyor musun? Sen onları bu
türlü şeyleri yapmaktan men ettin, onlar senin kabza-i kudretindedirler;
(onlara hala niçin müsamaha ediyorsun ?)" dediler. Allah meleklerine,
kendi hallerini, yaratılışlanndaki sırrı tanıtmak istedi ve:
"—İçinizden iki
meîek seçin de ben onları yere indireyim. Onları Âdemoğullan misâli yeme, içme,
tama', hırs gibi tabi'ı ve beşerî haller ve şehvetle donatayım; sonra da onları
bana kulluk konusunda deneyeyim". îşte bunun üzerine melekler,
Âdemoğullarını çok şiddetle kınayan Hârût ve Mârût'u seçtiler. Allah da onlara
yeryüzüne inmeleri için vahyetti. Onlara:
"—Tıpkı Âdemoğullarinda olduğu
gibi sizi yeme, içme, hırs, tama' ve şehvetle donattım; dikkatli
olun: Hiç bir şeyi bana ortak koşmayın! katlini harana kıldığım cana kıymayın!
Zina etmeyin! İçki içmeyin!" dedi
ve onları insan kılığında yere indirdi[86].
7 ---
Hârût ve Mârût Kimdir?
Yukarıda da işaret
edildiği gibi Hârût ve Mârût iki melektir. Bütün kıraat imamlarınca kelime
"melekeyn = iki melek" tarzında okunmuştur. Bunun başka bir şeye
ihtimâli yoktur. Komi tevatürle sabittir. Buna rağmen şâz tarîkle gelen ve
imamlarca asla ehemmiyyet verilmeyen bir okuyuşa istinaden bu hususta çe-gitli
görüşler ortaya atılmış ve Hârût ile Mârufun kim oldukları vuzuha kavuşturulmak
istenmiştir. Konunun fazlaca dallanıp budaklanmasına 'deki 'nuı ifâde ettiği
manâ da tesir etmiştir.
a — îki
melektir (doğru olan görüş budur[87]);
b — Cebraü
ve Mikâîl'dir[88];
c —
İnsanlardan iki kişidir[89];
d — İki
hükümdardır[90].
e — İki
şeytandır[91];
f —
Cinlerden iki kabiledir[92];
g — Hârût ve
Mârût, "es-Sicill" ismindeki meleğin
yardımcılarındandır[93].
h — Îns ve
cin şeytanlarıdır[94];
ı — Dâvûd ve Süleyman (a.s.) 'dır[95].
İbnü Abbas'tan: Allah
semaların kapılarını meleklerine açtı. Onlar yeryüzündeki insanların amellerine
baktılar, İnsanların hatâ işlediklerini görünce:
"— Ya Rab, senin
(kudret) elinle yarattığın, meleklerine secde ettirdiğin, eşyanın isimlerini
belletdiğin ÂdenıoğuUarı hatâlar içinde yüzüyorlar" dediler. Allah da:
"— Eğer siz
onların yerinde olsaydınız, aynı şeyleri yapardınız" buyurdu. Melekler:
"— Ya Rab, seni
noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Âdemoğul-larınm yaptığım yapmak bize
yaraşmaz" dediler. Ravî der ki; melekler, Allah tarafından yeryüzüne
inecefe!cmları seçmekle emrolun-dular. Onlar da, Hârût ve Mârût'u seçtiler.
Hârût ve Mârût yere indirildiler. Allah; kendisine hiç bir şeyi ortak
koşmamaları, hırsızlık yapmamaları, zina etmemeleri, şarap içmemeleri,
-Allah'ın meşru gördüğü haller müstesna- hiç bir cana kıymamaları şartıyla yeryüzünde
ne varsa onlara helâl kıldı. Ravî sözüne devamla derki; melekler yeryüzünde
yaşamalarına devam ederken, kendisine
(dün-ya?) güzelliğinin yarısı verilmiş olan ( &'^ »isJ-j-j ) isminde bir kadın gördüler Dayanamayıp
onunla zina etmek istediler. Kadın meleklerin
teklifine yanaşmadı Onlardan
Allah'a şirk koşmalarım, şarap içmelerini, cana
kıymalarını ve (gösterdiği) puta secde etmelerini §art koştu. Melekler kadının teklifine: "Biz Allah'a hiç bir şeyi ortak
koşmayız" diye cevâp^ yerdiler. Meleklerden
biri diğerine, kadına varıp,
tekliflerini tâzepknesirii söyledi. Kadın yine reddetti. "Şarabı
içerseniz olur" dedi. Meleklerin kadının sunduğu şarabı içtiler ve
körkütük sarhoş oldular. Bu esnada
yanlarına bir dilenci geldi ve kendilerinden bir şeyler istedi.
Dilenciyi Öldürdüler. Onlar bu iki büyük kötülüğü irtikâp edince, Allah gök
kapılarını meleklere açtı. Arkadaşlarının bu hallerini görünce: "Ya Rab! Seni her türlü noksan
sıfatlardan tenzih ederiz. Sen her şeyi en iyi bilensin" dediler.
Ravî diyor ki;
Allah, Dâvûd oğlu
Süleyman (a.s.)'a, meleklerin dünya azabı ile ahiret azabından birini
tercîh etmelerini vahyeti. Melekler dünya azabım tercîh ettiler.
Bunun üzerine BabÜ'de topuklarından tepesi aşağı asıldılar[96].
Es-Süddî'den: Hârût
ile Mârût, hüküm ve davranışlarından dolayı yeryüzü sakinlerini (insanları)
kınadılar. Taraf-ı tlâhî'den bu iki meleğe şunlar söylendi:
—Ben, Âdemoğuluna on
şehvet verdim. Onlar, kendilerine verilen bu şehvetlerle bana isyan
ediyorlar". Buna Hârût ile Mârût şöyle karşılık verdiler:
" — Ya Rab, eğer
sen bu on şehveti bize vermiş olsaydın ve sonra bizde yeryüzüne ineydik, yine
de adaletle hükmeder (doğru dürüst iş görür)'dük". Allah da onlara:
" — Haydi inin
hfl.irn.hm. Size bahsi geçen on şehveti verdim, insanlar arasında
hükmediniz" buyurdu. Bu iki melek Dünbavend Bâbil'ine indiler. İnsanlar
arasında cereyan eden hâdiselerden kendilerine da'va olarak aksedenlere bakıyorlar,
akşam olunca göklere çıkıyorlar ve sabahleyin tekrar aynı vazife için
iniyorlardı. Bunlar böyle sürüp giderken, birgün kocasından şikayeti olan bir
kadın huzurlarına geldi. Melekler bu kadının güzelliğine hayran oldu-
lar. Kadının ismi,
arapça olarak "ez-Zühre" nabatça farşça ise Meleklerden biri diğerine:
"— Bu kadın benim
gönlümü aldı götürdü" dedi. Arkadaşı da:
"— Ben de aynı
şeyi sana söyleyecektim, utandığım için söy-leyemedim" karşılığını verdi.
Diğeri:
"— Bunu ona
çıtlatayım mı ne dersin" dedi. Arkadaşı:
"— Olur, fakat
Allah'ın bize karşı azabı nice olur bilir misin?" deyince Öteki:
"— Allah'ın
rahmetini umarız (ondan ümid kesilmez)" dedi. Kadın kocasına karşı olan
şikâyetini huzura tekrar getirince melekler, kendisinden kâm almak istediklerini
ona söylediler. Kadın tekliflerine:
"— Kocamı davada
haksız, beni de haklı çıkarmadıkça kabul etmem" dedi. Melekler hemen
kadının lehine, kocasının aleyhine dâvayı karara bağladılar. Kadın kendilerine,
harabelerden birini buluşma yeri olarak verdi. Orada arzu ettikleri şeyi
gerçekleştireceklerdi. Melekler (bu
maksadla) randevu mahalli olarak
tayin
edilen yerde kadını
buldular. Onlardan biri kadınla yalnız kalmak isteyince, kadın:
“— Hangi sözle (düâ)
semaya çıktığınızı ve hangisi ile indiğinizi bana söylemedikçe arzunuza
yanaşmam" dedi. Onlar da semaya çıkış ve inişte okudukları duaları kadına
bildirdiler. Kadın bunu öğrenir öğrenmez okudu ve semaya çıktı. Allah
kendisine, semadan inileceği zaman okunan düâyı unutturdu. Böylece kadın çıktığı
yerde kaldı. Neticede Allah onu bir yıldıza çevirdi.
Abdullah Ibn Ömer onu
(yıldızı) her gördükçe lanet eder ,ve ;
"— Hârût ve
Mârufu fitneye düşüren budur!" derdi. Hârût ile Mârût akşam olunca mûtad
veçhile semaya çıkmak istediler, fakat muvaffak olamadılar. Mahvolduklarını
anladılar. Allah kendilerini, dünya âzâbı ile âhiret azabından birini seçmeleri
hususunda serbest bıraktı. Dünya azabını tercih ettiler. Bâbilde asıldılar ve
insanlara sihirle konuşmaya başladılar[97].
Er-Rabi'den: Hz.
Âdem'den sonra insanlar birtakım kötülükler irtikab edib Allah'a karşı
nankörce davranıp küfre düşünce, göklerde melekler şöyle dediler:
"— Ya Rab, sen bu
insan âlemini kendine kulluk ve ibâdet-için yarattın.. Onlar ise, küfre
düştüler, haram olan cana kıydılar, haram mallar yediler, zina ettiler, şarap
içtiler!" Melekler bununla kalmayıp, insanlara beddüâ ettiler ve onları
asla ma'zûr görmediler. C. Hakk tarafından kendilerine :
"— Onlar benden
uzakta yaşıyorlar ve beni görmüyorlar" denildi. Buna rağmen melekler
insanları ma'zûr görüb affedemediler. Onlara:
"— Aranızdan,
kendilerine emirlerimi emredeceğim, yasaklarımdan sakınmalarını isteyeceğim
iki melek seçin" denildi. Bunun üzerine Hârût ve Mârût'u seçtiler. Bu iki
melek insanlara mahsûs olan şehvet ve isteklerle bezendiler. Allah'a ibâdet ve
ona hiçbir şeyi ortak koşmamakla emrolundular. Allah'ın haram kıldığı cana kıymaktan,
hırsızlıktan, zina ve içkiden nehyedildiler. Bahsi geçen iki melek yeryüzünde
bir müddet adaletle hükmederek kaldılar. Bu Hârût ile Mârufun hâdisesi İdrîs
(a.s.) zamanında olmuştu. Bu zamanda diğer insanlara kıyasla güzelliği,
ez-Zühre yıldızının diğer yıldızlara karşı mâlik olduğu güzelliğe eş bir kadın
vardı. Bu kadın bir gün Hârût ile Mârufa geldi. Kadına hoş ve yumuşak
söylediler ve kadından murâd almak istediler. Kadın yapılan teklife yanaşmadı.
Meleklerin kendi emrine boyun eğmelerini ve dînine girmelerini şart koştu.
Melekler kadının mensub olduğu dîni ve onun mahiyyetini öğrenmek istediler.
Kadın bir put çıkardı ve: "Ben buna tapıyorum" dedi. Melekler:
"— Bizim buna
tapmaya ihtiyacımız yok:" dediler. Kadının yanından uzaklaşıp gittiler ve
Allah'ın düediği kadar durdular. Sonra tekrar kadının yanına vardılar; ona
yumuşak söz söylediler ve ondan murâd almak istediler. Kadın yine "hayır"
dedi ve bu def'ada dînine sülük etmelerini şart koştu. Melekler:
"— Bizim buna
tapmaya ihtiyacımız yok!" dediler. Kadın Hârût ile Mârufun puta tapmaktan
çekindiklerini görünce bu kerre onlara:
"— Şarap içmek
adam öldürmek ve puta tapmaktan birini ter-cîh ediniz" dedi. Melekler
"— Bu üç
tekliften hiç biri bize yıkışmaz ama, yine de bunların en ehveni şarap
içmektir" dediler. Kadın onlara şarap sundu. Şarap kendüerini iyice
mestedince, kadınla cinsî münâsebette bulundular (zina ettiler). Bu halleri devam
ederken yanlarına bir kişi geldi ve durumu gördü. Bu adamı, gördüklerini sağda
solda yayıp bizi rezîl etmesin diye öldürdüler. Sarhoşluk halleri geçip
ayılcUktan sonra, işledikleri günâhı ve cünnü anladılar ve semaye çıkmak istediler,
fakat buna muvaffak olamadılar. Allah tarafından bu arzularına mani olundu, iş
bu raddeye geldiği zaman, yeryüzünde bulunan bu iki melekle ehl-i sema
arasındaki perde açıldı. Melekler, Hârût iîe Mârufun içine düştükleri günah ve
hayatı gözleriyle gördüler ve bundan dolayı hayret ve dehşete kapıldılar. Ve
melekler bu vesîle ile şunu anladılar ki; kim Allah'tan ırak, O'nun murakaabe,
müşahede ve kontrolünden uzak kalırsa o kimse Allah'tan daha az korkar. Artık
bundan böyle melekler, yeryüzünde yaşayanların tümüne (imanlı veya imansız oluş
hallerine bakmadan) istiğfar etmeye başladılar[98].
Hârût ile Mârût yukarıda anlatılan hatalara düşünce kendilerine taraf -ı
îlânî'den şöyle bir teklîf geldi:
"— Dünya azabını
veya ahiret azabım, bu ikiden birini tercîh ediniz!". Melekler:
"— Dünya azabı
fanî, ahiret azabı bakîdir", deyip dünya azabını seçtiler. Babil
ülkesinde bırakıldılar ve kendilerine orada azâb olunmaktadır[99].
Hz. Peygamber ve
sahabeden, Zühre ile Hârût ve Mârût arasında geçtiği söylenen olaylarla ilgili
bazı hadîsler de rivayet edilmiştir. Bazıları "yeryüzüne indirilen iki
meleğin macerası" başlığı altında geçen bu haberlerin belli-başları
şunlardır:
a— Ahmed îbn
Hanbel'in Abdullah îbn Ömer'den nakline göre, Efendimiz (s.a.v.) şöyle
demiştir; 'Allah Adem (a.s.)'i yeryüzüne indirince melekler:
"— Ya Rab! Biz
seni lıamdinle tesbîh ve takdis edip dururken-orada bozgunculuk edecek, kanlar
dökecek- kimse mi yaratacaksın?" demişlerdi. Allah da: Sizin
bilmiyeceğinizi herhalde ben bilirim demişti[100].
Melekler buna karşı şunu üeri sürdüler:
"— Ya Rab, biz
sana karşı, Âdemoğullarından daha itaatliyiz". Buna cevâp olarak Allah
meleklere:
"Meleklerden
ikisini getirin! Onları yeryüzüne indirelim ve ne yapacaklarına, nasıl
davranacaklarına bakalım!" dedi. Melekler:
"— Ya Rab! Hârût ve
Mârût'u getirdik" dediler. Onlar yeryüzüne indirildiler. İnsanların en
güzel şeklinde, "ez-Zühre" onlara te-messül ettirildi. Zühre, Hârût
ve Mârufun yanma vardı. Bu iki melek Zühre'den nefsini istediler (ondan kâm
almak istediler). Zühre:
"— §u şirk
kelimelerini söylemeden teklifinize yanaşmam" dedi. Melekler
"— Vallahi biz,
ebediyyen hiç bir şeyi Allah'a ortak koşmayız" dediler. Kadın onlardan
ayrıldı gitti. Sonra kucağında bir çocukla geldi. Melekler yine ondan kâm almak
istediler. Kadın:
"— Bu çocuğu
öldürmeden olmaz vallahi" dedi. Hârût ve Mârût:
"— Hayır, vallahi
onu asla Öldürmeyiz" karşılığını verdiler. Kadın onlardan ayrıldı gitti.
Sonra elinde bir şarap kadehi ile geri geldi. Melekler kadından tekrar kâm
almak istediler, Kadın:
"— Bu şarabı
içmedikçe olmaz vallahi" dedi Şarabı içtiler, sarhoş oldular, kadınla
düşüp kalktılar ve çucuğu öldürdüler. Melekler içkinin tesirinden kurtulunca
kadın:
"— Vallahi bana
karşı yapmayız diye direndiğiniz her şeyi saj hoşken yaptınız" dedi. Hârût
ile Mârût dünya azabı ile ahiret azabından birini tercihte serbest
bırakıldılar da dünya azabım tercîh ettiler"[101].
b — îbnü
Cerîr'in, îbn ömerden nakline göre Nafi' şunu anlatmıştır: Ben îbnü {fener ile
yolculuk yaptım. Yolculuğumuz esnasında gecenin sonuna doğru tbnü Ömer bana:
"— Ey Nafi'! Bak
hele, "el-Hamra" doğmuş mu?" dedi. Ben de "hayır,
doğmamış" dedim. îbnü Ömer bu soruyu iki veya üç kerre tekrarladı. Sonra
ben (zamanı gelip doğduğunda):
"— Şimdi
doğdu!" dedim. îbnü Ömer bunun üzerine: "— Ona merhaba da, hoş safa
da yok!" dedi. Ben:
"— Sübhânellah,
Allah'ın enirine boyun eğmiş, itaatli, söz dinler bir yıldızdır o!" (ona
bu tarzda kızmanın manâsı ne?) dedim. Bunun üzerine Ibnü Ömer:
"— Sana sadece
Hz. Peygamber (s.a.v.)'den duyduğumu söylüyorum; efendimiz bana şöyle buyurdu:
"— Melekler: Ey
Rabbimiz, bunca hatâ ve günahlarına karşılık, insanlara nasıl sabırlı
davranıyorsun?" dediler.Hakk kendilerine:
"— Ben onları
sınadım, sîzleri ise onların işlediği
günah ve fitnelerden
korudum" buyurdu. Melekler:
"— Biz onların
yerinde olsak sana isyan etmezdik" dediler. Bu iddiaya karşılık Allah:
"— İçinizden iki
melek seçin!" Emrini verdi. Onlar da Hârût ve Mârût'u seçtiler"[102].
c —
Abdürrazzak'ın Ka'bü'l-Ahbâr'dan nakline göre, Ka'b şöyle demiştir:
Melekler ÂdemoğuHarmın
amellerini ve işlediklerini dillerine do-ladılar. Bunun üzerine kendilerine:
"— Aranızdan iki
melek seçin!" denildi. Hârût ve Mârût'u seçtiler. Allah Hârût ve Mârût'a:
"— Ben
Âdemoğullanna bir takını elçiler gönderiyorum. Sizinle benim aramda elçi
yoktur. Yeryüzüne inin. Bana hiç bir şeyi ortak koşmayın, zina etmeyin, şarabı
içmeyin!". Ka'b der ki:
"— Vallahi daha
yere indirildikleri gün akşam olmadan, kendilerine yasak edilen her şeyi
yaptılar"[103].
d — Hz. Ali'den:
Amr îbn Saîd Hz. Ali'nin şöyle söylediğini naklediyor:
"Ez-Zühre"
ismindeki yıldız aslında İranlılardan güzel bir kadındı. Bu kadın vaktiyle,
Hârût ve Mârût ismindeki iki meleğe davacı olarak vardı. Melekler kadını
görünce ondan murad almak istediler. Kadın onların teklifini, okudukları zaman
göklere çıkmalarım temin eden şeyi öğretmeleri şartıyla "peki" dedi.
Kadına Öğrettiler. Kadın düâyı okudu gökyüzüne yükseldi ve o anda (Allah tarafından)
yıldıza çevriliverdi[104].
e — El-Hafız
Ebu Bekr îbn Merdûye'nin Hz. Ali'den nakline göre, Hz. Ali şöyle demiştir:
Efendimiz (s.a.v.)
şöyle buyurdu: "AUah Zühre'ye lanet etsin! Çünkü, Hârût ve Mârût isimli
iki meleği fitneye düşüren odur"[105].
f ---Îbn Ebî
Hatim'in nakline göre Mücâhid şöyle demiştir:
Ben bir seferde
Abdullah îbn Ömer ile beraberdim. Gece vakti olunca uşağına:
"__Bak bakayım!
Kendisine merhaba da, hoş safa da olmayan
el-Hamrâ doğmuş mu?
Allah onun canını alsın! O iki meleğin arkadaşı (başlarının belasıdır!)"
dedi. (Hâdise şöyle cereyan etti:) Melekler:
"— Ya Rab! Haram
olan kanları akıttıkları, yasaklarını çiğnedikleri ve yeryüzünde fesad çıkarıp
durdukları halde Âdemoğullan içindeki azgınları nasıl cezasız
bırakıyorsun?" dediler. C. Hak:
"— Ben insanları
imtihan ve tecrübe ettim. Sizi de onlar gibi imtihan etseydim gerçekten siz de
onların yaptığının .aynısını yapardınız" buyurdu. Melekler:
"— Hayır
yapmayız" diye karşılık verdiler. Allah:
"— En
güvendiklerinizden iki melek seçin!" dedi. Hârût ve Mârût'u seçtiler.
Allah Hârût ve Mârût'a:
"— Ben sizi
yeryüzüne indireceğim." dedi ve kendilerinden; şirk koşmamaları, zina
etmemeleri, hiyânette bulunmamaları hususunda ahd aldı ve yere indirdi. Onlara
şehvet verdi. En güzel bir kadın kılığında "ez-Zühre" Hârût ve
Mârût'a indirildi. Onlara göründü. Melekler Zühre'den kâm almak istediler.
Zühre:
"— Benim dînime
girmeyen hiç bir kimse böyle bir şeye nail olamaz" dedi.
"— Dînin
nedir?" sorusuna, "mecûsîlik" diye cevâp verdi. Hârût ve Mârût:
"— Bu şirktir.
Bunu asla kabul ve ikrar etmeyiz" dediler. Kadın bir zaman onlara
görünmedi. Sonra tekrar meydâna çıktı. Melekler yine ondan murad almak
istediler. Kadın:
"— Benim bir
kocam var. Yapacağım bu işi onun duymasını arzu etmem. Zîra duyarsa beni rezîl
eder. Eğer benim dînimi ikrar eder ve beni beraberinizde semaya götüreceğinize
söz verirseniz dediğinizi yaparım" dedi. Kadının dînini kabul ettiler;
kendisiyle yalnız kaldılar. Sonra kadınla birlikte semanın yolunu tuttular.
Semanın kapısına varıp dayandıkları zaman gökyüzü onlara kapandı, kanatlan budandı.
Korku, pişmanlık ve çığlıklar içinde yere düştüler.
Arzda iki cuma
arasında Allah'a yalvaran ve cuma günü olunca düâsı kabul edilen bir peygamber
vardı. Melekler; "falana varsak da bizim için düâ talebinde bulunsak. Bize
düâ ediverse" diye düşündüler ve varıp dileklerini arzettiler. O zat:
"— Allah
iyiliğinizi versin, arz sakinlerinden olan birisi, sizin gibi gök ehli olanlara
nasıl düâ edebilir?" dedi. Hârût ve Mârût:
"— Biz denenmiş
ye mahvolmuş kimseleriz" dediler. Peygamber cuma günü kendisine uğramalarını
söyledi; günü gelince uğradılar. Peygamber:
"— Hakkınızda
yaptığım hiç bir düâ kabul edilmedi. Binâenaleyh Öbür cumaya geliniz"
dedi. Geldiler. Peygamber onlara:
"— Siz dünya
azabı ile ahiret azabından birini seçmede serbestsiniz, birini seçiniz;. Eğer
dünya yaşayışını tercih ederseniz, size ahirette azâb vardır. Dünya azabını
seçerseniz, ahirette Allah'ın hükmüne tabisiniz. O, nasıl isterse öyle
olur". Bunu dinledikten sonra meleklerden biri:
"— Henüz dünya
ömründen az bir kısım geçmiştir, (geride daha nice yıllar vardır)" dedi.
Diğeri:
"— Yazıklar olsun
sana! İlk işte ben sana uydum; şimdi de sen beni dinle! Gelip-geçici azâb ebedî
olana benzemez" dedi. Arkadaşı ise:
"— Biz ahirette
Allah'ın hükmüne tabî olacağız. Ben dünyada çektiğimiz gibi orada da
ayrıca azâb çekmekten korkarım" dedi. . öteki:
"— Hayır, ben
Öyle zannediyorum ki, eğer, Allah bizim, ahiret azabından korktuğumuz için
dünya azabını tercih ettiğimizi bilirse--ki bu bizim samimiyetimize bağlıdır-
bize iki azabı da çektirmez!". Ravî der ki: netîcede melekler dünya
azabını tercîh ettiler de ateş dolu bir çukurun içinde başaşağı ayaklarından
demir çengel ve makaralarla asılmışlardır[106].
a — Kıyamet
kopuncaya kadar saçlarından asılma cezasına çarptırıldılar;
b — Başları
kanatlarının altına kıstınlmıştır;
c — İçi ateş
dolu bir kuyuya atılmışlardır;
d — Başaşağı
asılmışlardır ve devamlı olarak demir kırbaçlarla kırbaçlanmaktadırlar;
e —
Ayaklarından uyluklarına kadar tartılmış vaziyettedirler; (?);
f — Rivayete
göre bir zat kendilerinden sihir öğrenmek niy-yetiyle Hârut ve Mârufa gitti.
Onları ayaklarından asılmış vaziyette buldu. Gözleri kızarmış, derileri
simsiyah olmuştu. Dilleri ile asılmış oldukları yerde bulunan su arasındaki
mesafe dört parmak kadardı. Onlar bu vaziyette "susuzluk" ile
cezalandırılıyorlardı. Meleklerin bu vaziyeti adamı ürpertti ve gayri ihtiyarî
"Lâ îlâ-he illallah" dedi. Melekler bunu işitince adama kim olduğunu
sordular. O da, "insanlardan herhangi biri olduğunu" söyledi. Adama
ikinci defa, "kimin ümmetinden" olduğunu sordular. O da
"Muham-med ümmetinden" olduğunu kaber verdi. Melekler:
"—Muhammed (s.a.v.)
peygamber olarak gönderildi mi?" dediler. O da: "evet"
dedi Melekler:
"—Elhamdülillah"
deyip sevinç izhar ettiler. Yanlarına varan zat sevinçlerinin nedenini sordu.
Melekler:
"— O kıyamet
peygamberidir (ahir zaman nebîsidir.). Artık işkencemizin bitmesi
yakındır" dediler[107].
g — Babilde
bir mağarada azâb içindedirler[108].
[109]
* * Yukarıda me'âlini
kaydettiğimiz el-Bakara sûresinin 102. âyetinden başka, Kur'ânâ'da hakkında
hiç bir
bu Hârut ve Mârut
meselesi, görüldüğü gibi kitaplarımızda bir hayli yer tutmuştur. Belki yüzde
doksan oranında; tefsirle, siyerle, peygamberler tarihi ve megazi ile uğraşan
ve akaid sahasında eser veren müellifler rivayetleri hiçbir tenkide tabi
tutmadan almışlardır. Haberleri, rivayet veya dirayet yönünden ve bazan da her
ikisi bakmamdan tetkik edenler oldukça azdır. Haberlerden bazıları birçok yönleri
ile masaldan farksız olduğu halde nedense bunlara dikkati çekmemişlerdir.
1 — Ayetin
nüzul sebebi olarak yazılanlardan Hz. Süleyman ile eşi Cerâde arasında
vuku'undan bahsedilen yüzük meselesi tama-nıiyle isrâîli bir haberdir. Ayrıca
bu haberde, Hz. Süleyman'a çirkin iftiralar atılmıştır. Gûyâ Hz. Süleyman daima
eşinin mensub olduğu boy ve soyun haklı çıkmasını arzu edermiş v.s. gibi.
îsrâÜiyyattan olan bu
haberlerin naklinde sayısın mahzurlar vardır. Birçok yönleri ile bunlar bâtıl
ve lüzumsuzdur. Eğer bunlar fslâmî eserlere girmemiş olsaydı üzerinde durmaya
hiç de lüzum yoktu. Rivayetler bir iki yönü ile tahlile tâbi tutulabilir:
a — Hz.
Süleyman'ın eşi Cerâde'nin boy ve soyunun haklı çıkmasına meyyal oluşu
bâtıldın*. Çünkü Peygamberler hakkında böyle bir şeyin caiz olmayacağı icma'
ile sabittir. Ve Peygamberler ittifakla büyük günah işlemekten ma'sûmdurlar.
b — Bir
şeytanın peygamber veya melek kılığına girerek Hz. Süleyman'ın yüzüğünü çalmış
olması da bâtıldır. Çünkü şeytanlar melek ve peygamber kılığına giremezler.
c — Rivayete
göre Hz. Süleyman muhitinde yaygın olan sihir ve efsunları toplattırıp tahtının
altına gömmüştür. Bu rivayet de sa-hîh ve caiz değüdir. Eğer Hz. Süleyman bunun
sihir olduğunu biliyorsa veya gömüldüğünden bahsedilen şey sinirse, onun
yakılması veya suya atılıp kaybedilmesi icab ederdi. Böyle olunca da, onu takib
eden zamanlarda sihir tatbikatından veya buna ait rivayetlerden bahsedilmemesi
gerekirdi[110].
2 — Ayette
geçen (melekeyn) kelimesinin (lâm)'ı, mütevatir kıraatlerde fetha ile okunur ve
mânâ "iki melek" demektir. Bazı kitaplarada-şâz olan okuyuşlara yer
verilmiştir. Bundan da ayrı-
ca bir takım görüşler,
ihtimaller doğmuş ve neticede gerçekler iyice gölgelenmiştir.
Konu üzerinde en fazla
titizlik gösteren Taberî oknustur: 'Şâz okuyuşa göre insanlardan iki kişi
(melik) demek olan bu kelimenin kıraati istidlal ve nakil cihetinden
hatalıdır. Sahabe, tabi'în ve ensâr kurrası bu tarzın hatalı oluşunda icma'
etmiş vaziyettedirler. Bu okuyuşun kabule şâyân olmadığının en büyük delillerinden
biri budur ve şâhid olarak sadece bu yeterlidir[111].
3 — Ayette geçen Bâbil'in neresi olduğunu tayin için
ortaya atılan görüşlerin sayısı ona varmıştır. Belki bu türlü görüşler insanın
içindeki tecessüsü tatmin için aslmda iyi şeylerdir. Ama bunların yeri,
tefsire dair eserler olmamalıydı. Çünki bunlar âyetten gaye olan irşâd ve
öğütleri bir Ölçüde gölgeliyor ve murad-ı ilâhî bunlar arasında kayboîub
gidiyor, Âyetin manasını düşünmek yerine, mü'minler Babil'in neresi olduğu
sorusu ile uğraşyorlar. Neticede ortaya atılan görüşlerden hangisinin doğru,
hangisinin eğri olduğu yolunda gerçek bir fikre de sahib olunamıyor. O zaman
bu uğraşmalar tamamiyle lüzumsuz ve faydasız oluyor. Abesle iştigal sınıfına
giriyor,
Babil'in yeri ile
ilgili görüşleri tefsirine alan îbnü 'Atıyye sadece, "garbda bir
yerdir" ifadesi için, "bu zayıftır" der; ötekiler hakkında
müsbet veya menfi bir fikir beyan etmez[112].
4 — Hârut ve
Mâruftan maksad kimlerdir? Bunun hakkında da bir hayli şeyler söylenmiştir.
Yukarıda da temas edüdiği gibi Hârût ve Mâruftan maksad iki melektir. Ama bu
isimler etrafında uydurulan şeylerin vebali tamamiyle uyduranlara aittir ve
mü'minler bunlara asla i'tibâr etmemelidirler.
İbn Hazm, bu iki
isimden maksadın iki melek olduğuna şiddetle karşı çıkmıştır. Bir takım
âyetlere istinaden görüşünü müdafaa eden müellife göre bunlar olsa olsa iki
şeytandır veya cinlerden iki kabile adıdır[113].
Et-Taberî başta olmak
üzere birçok müellif bu konuda İbn Hazm ile aynı kanaati paylaşmazlar. Hârût ve
Mârufun iki insan olduğu yolundaki görüşü itimada şayan bulmayan ve
reddetmek için epeyce didinen et-Taberî'nin tuttuğu yol[114]
îbnü Kesîr tarafından "çok
garîb" olarak nitelenmiştir[115].
Hârut ve Mârufun, Hz.
Dâvûd ve Hz. Süleyman olduğunu söyleyenler de çıkmıştır. Islâmî muhitlerde
asla duyulmaması arzu edilen bu görüş maalesef bazı kitaplarımıza tenkîd
edilmeden alınmıştır. îbnü'l-'Arabî bu görüşü ileri sürenleri
"gaflet"le ittiham eder[116].
Hârut ve Mârufun kim
olduklarını aydınlığa kavuşturmak için Öne sürülenleri lüzumsuz ve gülünç bulan
îbnü Kesîr, bu konuya ait bazı haberleri tek tek inceler ve bunların itimada
şayan olmadıklarını ortaya koyar[117].
îbnü Ebi Hatim'in
kaydettiğine göre, bazılarınca Hârut ve Mâ-rut "es-Sicill" ismindeki
meleğin yardımcılanndandır. îbnü Kesîr bu rivayetin "garîb bir eser"
olduğunu; sıhhatinin sabit olduğu farze-dilse bile bunun reddedilmesi icab eden
îsrâüî bir haber olduğnu açıkça belirtir[118].
5 — Hârût ve
Mârût İle İlgili Hadîsler ve Diğer Rivayetlere Gelince:
a — Yukarıya
(a) ve (b) fıkraları ile tercemesini aldığımız ve Ahmed îbn Hanbel tarafından
tahrîc edilen hadîs, sahihinde îbn Hibban tarafından da rivayet edilmiştir.
Hadîs bu kanaldan "ga-rîb"dir. Aynı hadis ile ilgili olan îbnü
Merdûye ve îbnü Cerîr et-Taberî'nin rivayetleri de keza "garîb"dir.
Abdürrezzak'm tefsirinde-ki rivayetten açıkça anlaşıldığı gibi hadîs, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'e ait değildir. Rivayet Abdullah îbn Ömer vasıtası ile
Ka'bü'l-Ahbâr'-dan alınmıştır. Yani bu haber doğrudan doğruya Ka'b'm sözüdür ve
isrâuiyattır133.
{11?) İbnü Kesîr, I.
241-42. Ayrıca metinler için bak. A. İ. Hanbel, el-Müsned, no. 6178; et-Taberî,
II
43S, no. 5 (A. M. Şakir neşri); Z. Mesîr,
I.
124, not. 3.
Et-Taberfnin iki
varyantla Abdürrezzak'tan; diğer bir yolla da Abdullah îbnü Ömer vasıtasıyla
Ka'bü'l-Ahbar'dan; îbnü Ebi Hatim'in Süfyân es-Sevrî'den; yine Îbnü Cerir
et-Taberî'nin bir diğer tarikla Ka'bü'l-Ahbârdan naklettiği haber mevkuftur.
Hadisin kaynağı ile ilgili rivayetleri kaydettikten sonra îbnü. Kesîr sözü ve
neticeyi şöyle bağlar:
"Hadis döndü
dolaştı ve neticede yahûdîlere ait kitaplardan Ka'bü'l-Ahbar'm nakli noktasında
düğümlendi." Yani bazı muhad-dis ve müelliflerce merfu' diğer bazılarınca
da mevkuf hadis olarak rivayet edilmiş olan bu haber isrâîliyyâttandır[119].
b — Yine
yukarıda (d) ve (e) fıkralarında tercemesi verilen ve Hz. Ali'ye nisbet edilen,
Zühre ile Hârût ve Mârût arasında geçtiği söylenen vak'ayı dile getiren
hadîsler de bir evvelkinde olduğu gibi çeşitli yönlerden tenkîd edilebilir.
ŞÖyleki:
Îbnü Kesîr, îbnü Cerîr
et-Taberî'nin rivayetine "cidden garîb-dir"; îbnü Ebi Hatim ve îbnü
Merdûye'nin bir rivayetine: "Bu haber bu yoldan sabit değildir";
îbnü Merdûye'nin diğer iki kanaldan tesbît ettiklerine de; "Bu da
yulardaki haber gibi sahih değildir ve cidden garîbdir" der. Aynı konu
ile ilgili olan ve yine îbnü Ebi Hatim tarfından tahrîc edilen haber için de
îbnü Kesîr:
"Bu, Abdullah
îbnü Ömer'e varan "ceyyid" bir isnâddır. Yukarıda da geçmiş olan ve
orada Hz. Peygamber'e ait olduğu söylenen bu hadîs, isnad bakımından daha
sahih ve daha sağlamdır. -Allah daha iyi birlir ama- bu haber, yukarda
açıklandığı gibi Ka'bü'l-Ahbâr'm sözüdür" der[120].
Aynı konu ile ilgili
olarak, Îbnü Ebi Hatim'in Îbnü Abbas'-tan; el-Hakim'in de Ebû Ca'fer
er-Râzî'den birer rivayetleri vardır. El-Hakim'in "sahüıu'l-isnâd"
diye vasfettiği bu haber için Îbnü Kesîr: "Zühre ile ilgili olarak
rivayet edilenler içinde akla en yakını budur" der. îbnü Ebî Hatim'in
başka bir varyantla yine îbnü Ab-bas'a varan rivayeti için de müellif: "Bu
siyakda çok ziyâdelik, iğ-rab ve nekâret vardır" der[121].
Ebu Bekr îbnü Merdûye
ve îbnü Rahûye'nin Hz. Ali'den rivâ-, yet etikleri hadîs için tbnü'l-Cevzî:
"Bunlar sıhhati sabit olmayan eşeylerdir" der[122].
6 — Bir çok
Islâmî eserlerde, Hârût ve Mârufa ait söylentilerin aslı olmadığı halde
cezalarının üzerinde durulmuştur. Müellifler, bu türlü düzmeler melekler
hakkında caiz midir, değil midir sorusuna cevâp vermeden; bunu araştırmaya
lüzum görmeden onların cezalarının şekli ile uğraşmışlardır.
Kıssanın
isrâîliyyattan olduğu tesbît edildikten sonra artık, meleklerin uğradığı
işkenceyi tayine veya üzerinde durmaya hiç bir gerek yoktur!
Kısaca ifâde etmek
gerekirse, Hârût ve Mârufun Zühre ile alâkalı ve muhayyel maceralarını dile
getiren tekmil rivayetler bâtıldır ve hepsi de akıl, mantık ve îslâmî Ölçüler
yönünden reddi gereken şeylerdir. îsrâîliyyattan, hem de İslâm'a taban zıt
isrâîliyyattan olan bu haberlerin hiç birine iltifat etmemek gerekir. Bu efsânelerin
kitaplara geçmiş olması ne kadar acıdır:*.
Eş-Şifa isimli meşhur
eserin müellifi Endüslü el-Kadî Iyad:
"Ehl-i Ahbâr'm ve
müfessirlerin Hârut ve Mârut kıssası ile ilgili olarak naklettikleri haberler
ile Hz. Ali ve îbnü Abbas'tan aynı konuya dâir gelen hadisler hakkında şunu
bil ki: Hz. Peygamber (s.a.v.) den ne sahîh ve ne de sakîm hiç bir şey
gelmemiştir. Bunlar kıyas yoluyla da alınıp kabullenecek cinsten değildirler.
Kur'ân'da mevcut bu âyetin manasında müfessirler ihtilâf etmişler ; Hârut ve
Mârut konusuna ait seleften menkûl şeyleri bazıları reddetmiştir. Bu haberler,
yahûdîlere ait kitaplardan aktarılmış
bir takım düzmelerden ibarettir (Z. Mesîr, I. 125, not. 3; aynı konuya
ait el-Kadî Iyad'ın değişik bir tenkidi için bak. Îbnü'l-Arabî, A. Kur'ân, I.
30; Mecelletü'l-Ezher, XXV. S95-96).
îbnü Hazm da
el-Fasl'da, Hârut ve Mârufa ait olarak söylenenlerin yalan ve uydurma
olduklarını, konu ile ilgili olarak rivayet edüen merfu' ve mevkuf hadislerin
asılsızlığını açıkça dile getirir (el-Fasl, IV. 32).
Şî'î müfessirlerinden
olan et-Tûsî ve et-Tabressî de eserlerinde Hârut ve Marufun Zühre üe olan
muhayyel macerasına temas ettikten sonra şöyle derler:
"Bu rivayeti zikretmek ve kitaplara
almakta fayda yoktur. Meleklerin ismetine kail olanlar bunu tecvîz
etmezler" (et-Tibyan, I. 376; et-Tabressî, I. 176).
Hârut ve Mârut konusu
hakkında rivayet edüenler dikkatli muhaddislerin gözlerinden kaçmamıştır.
Uydurma hadislere ait mecmu'alarda rivayetler tahlÜ edilmiş ve bunların Hz.
Peygamber veya sahabeye ait oluşu reddedilmiştir (Tenzîhu'ş-Şeria'ti'l-Merfû'a,
I. 209-10; el-Le'âli'1-Masnû'a, I. 158; Muhammed Tahir, Tezkiratü'l-Mevdû'at,
s. 110; İzmirli, S.C. Nebebiyye Mukaddemesi, s. 100). Eserlerine, hiç bir değer
ifâde etmedikleri için rivayetleri dercet-meye,\müelhfler de takdire değer
hizmet îfa etmişlerdir (Mekkî İbn. Hammuş, tefsîr, varak 17a).
Hemen her konuda
titizliği ile meşhur olan îbnü Atayye de
rivayetin çürüklüğüne dikkati çekenlerdendir. Büyük müfessir bu konuda:
"Îbnü Umer"e
nisbet edilen bu haberlerin tamamı zayıftır ve ona ait olmaktan uzaktır" der.
Diğer rivayetler için de şunu söyler:
"Bu kıssalar bazı
rivayetlerde uzun, bazılarında da kısadır. Bunlar içinde hiç bir tanesi kesin
olarak sabit değildir. Onun için sözü uzatmada mana yoktur (el-Muharrar, I. varak 84a-b).
Ba2! müfessirler de
haberleri tahlile tabî tutarak reddetmişler veya bu nitelikteki görüşler
benimsemişlerdir. Bazıları:
1 — îbnü
Adü: "Zühre'nin iki melekle arasında geçtiği söylenen (muhayyel)
macerayı rivayet ettiler. Îbnül-Hatîb
(Fahru'd-Dûn er-Razî) bu konuda şöyle der: Bufâsid bir rivayettir. Allah
kitabi' Kür'ân'da buna delâlet eden ve doğrulayan herhangi bir işaret yoktur.
BÜ'akis muhtelif yönleriyle bu rivayeti ibtâl ve cer-neden şeyler vardır:
(1) — Melekleri her türlü günahlardan beri gösteren ve onların
ismetine toz kondurmayan deliller;
(2) —
Rivayetler içinde geçen ve meleklerin dünya azabı ile ahiret azabından birini
tercih etmede serbest bırakıldıklarını ifâde eden kısım keza fâsiddir. Bu
konuda evlâ olan meleklerin azâb ile tevbe arasında muhayyer kılınmalarıdır. Zira Allah bir ömür boyu kendisine şirk
koşanları bile azâb ile tevbe arasında serbest bırakmıştır. (Rahmeti bu kadar geniş olan) Yüce yaratıcı nasıl olur da, bu hususta
Hârût ve Mârût'a karşı cimri davranır?
(Ki-tâbü'l-Lübâb, varak 69a).
2 —
Fahrud-Dîn er-Razî: Er-Razî'ye göre, kıssa bir kaç yönden bâtıldır:
(1) —
Kıssacılara göre Allah, Hârût ve Mârût'a: "Eğer Âdem-oğullarını imtihan
için vesile yaptığım şeyleri size tatbik etseydim, siz de tıpkı onlar gibi
bana asî olurdunuz" buyuranca melekler: "Hayır ya Rab! Sen dediğini
bize yapsan, biz sana asî olmayız" dediler. Bu cümle Allah'ı tekzîbdir,
O'nu techîldir ve bu, açık küfürlerdendir.
(2) —
Meleklerin dünya azabı üe ahiret azabından birini tercihte serbest
bırakılmaları hususu da bâtıldır, yalandır. Bu konuda evlâ olan onların azâb
ile tevbe arasında serbest bırakılmalarıdır. Zîra C. Hak, bir ömür boyu kendine
şirk koşanlar, peygamberlerine eziyyette son derece ileri gidenleri azâb ile
tevbeden, birini seçmede serbest bırakmıştır.
(3) — Kıssacıların; "Hârût ve Mârût (hâlen insanlara) azâb içinde olmalarına rağmen sihir
Öğretmektedirler, C. Hakka yalvar-maktadılar ve ceza çekmektedirler",
rivayet ve iddiaları da tuhaf ve tutarsızdır. .
Tıbkı er-Razî gibi Ebu
Müslim de bir kaç bakımdan meleklere sihir indirümeeini tenkîd etmiş ve bu
iddianın bâtıl olduğunu söylemiştir. ŞÖyleki:
(1) — Eğer
Hârût ve Mârût'a sihir inmişse, bunu indiren Allah'tır. Bu ise gayr-i
câiz'dir. Çünkü sihir küfürdür ve abestir. Böyle bir şeyi indirmek ise Allah'a
yakışmaz.
(2) —
"...Fakat o şeytanlar kâfirdirler ki, insanlara sihri (büyücülüğü)
öğretiyorlardı" âyeti (El-Bakara, 2/102), sihir öğretmenin küfür olduğuna
delâlet eder. Eğer meleklerin sihir öğrettikleri sabit olursa, onlara da küfür
lâzım gelir. Bu ise bâtıldır.
(3) — Sihir
öğretmek peygamberler hakkında
caiz değildir. Peygamberler
hakkında caiz olmayınca, melekler hakkında haydi, haydi caiz değildir.
(4) — Sihri
öğrenen ve ona hizmet edenler ancak
kâfirler, fâsıklar ve inatçı şeytanlardır. C. Hakkın bizzat yasak ettiği ve failine
ceza tehdidinde bulunduğu şey ona nasıl izafe edilebilir? Sihir, yüzü
yaldızlanmış bâtıldan başka bir şey midir? Allah'ın âdeti ise bu türlü
sihirleri, Hz. Musa'nın kıssasında geçtiği üzere (Yûnus, 1<V81) ibtâl etmektir. (M. Gayb,
m. 202 v.d.; el-Kasimî, II. 212-13).
3 — İbnü Kesîr :
El-Bidâye isimli eserinde rivayetleri kısaca tahlîl ettikten sonra bunların
tamanüyle isrâîliyyat olduğunu ifâde ile yetinmiştir (el-Bidâye, I. 37-38).
4 — Edîb
olan kardeşi Mahmûd M. Şâkir ile birlikte et-Tâberî tefsirini yeniden neşre
hazırlayan asrımızın büyük hadîscisi
Ah-med Muhammed Şâkir muhtelif vesilelerle bazı rivayetleri tenkîd
ettiği için İbnü Kesîr'e ta'rîzlerde
bulunmuştur. Hârût ve Mârût konusunda Taberî'nin tefsirinde yer alan
haberleri tek tek tahlile tabî tutan muhaddis netîcede çok önemli bir notla işi
tatlıya bağlamış ve îbnü Kesîr'in otoritesini teslim etmiştir. Büyük muhaddis özetle şunları söyler:
"Hârût ve Mârufla
ilgili olan kıssalar, Zühre'ye ait haberler ve onun aslında kadın oluşu,
sonradan yıldıza tebdîl edilmesi yolundaki söylentileri üm-î hadîs ile meşgul
olan bilginler ületlendirmiş-îerdir. Bu konuda, A. L Hanbel'in Müsned'inde bir
de merfu' hadis vardır. Ben, bu hadîs münasebetiyle Müsned'in şerhinde geniş
bilgi bilgi verdim ve bu hadîse ait olan îbnü Kesîr'in tefsîrindeki görüşlerini
naklettim. Müellif aynı konuya tarihinde de yer vermiştir. Tefsirinin bir başka
yerinde, et-Taberî ve onun haricindeki eserlerde bulunanları zikrettikten
sonra şöyle der: "Mücâhid, es-Süddî, el-Hasenü'l-Basrî, Katade,
Ebu'I-'Aİiye, ez-Zühri, er-Rebi'
îbn
gibi tabiîlerden
müteşekkil bir gruptan Hârût ve Mârufa ait bir takım haberler nakledilmiştir.
Netice olarak söylemek gerekirse, bunlar isrâîlî haberlerdir. Çünkü bu hususta
sahih, senedi, muttasıl olarak kendi re'y ve hevasından konuşmayan es-Sâdık ve
el-Masdûk olan Hz. Muhammed'e varan merfu* bir hadîs yoktur.. Biz, Kur'ân'da
olana inanırız o kadar. işin gerçeğini Allah bilir".
Bu konuda hak, bu
söylenenden ibarettir. Bu tahlil ve izah kavl-i fasl'dır. Hamdolsun
Allah'a" (et-Taberî, II. 433, not. 5, A. M. Şâkir neşri).
Kıssa ile ilgili hadîs
ve rivayetler için Zâdü'l-Mesîr'i neşre hazırlayanın da güzel bir icmali
vardır (2. Mesîr, I. 124, not. 3). Ayrıca, Siyer-i Celîle-i Nebeviyye
Mukaddemesi'nde izmirli İsmail Hakkı iki satırla okuyucularına kıssanın
asılsız olduğunu hatırlatmıştır. (S.C. Nebeviyye Mukaddemesi, s. 100).
Konu ile ilgili
olarak, birkaç kaynağa müracaat etmek suretiyle Mecelietü'l-Ezher'de de bir
makale intişar etmiştir, özet olarak, kıssanın tam bir düzme ve yalan olduğu
neticesine varılan makalede baza
tahlillere de yer verilmiştir.
Şöyleki:
1 — Kıssaya âit rivayetlerde Zühre'nin fâcîre bir kadın
olduğu ve Hârût ile Mârût'u fitneye düşürdüğü ifade ediliyor. Arkadan da
semalara yükseltiliyor. Fâcire bir kadın nasıl olur da semalara yükselir?
2 — Diyelim ki, Zühre göklere çıktı. Nasıl parlak bir
yıldız olabilir.
3 — Ceza
neticesi kadının yıldıza tebdîl edildiği ifade ediliyor. Günahkâr olan bu
kadının parlak değil de simsiyah obuası gerekmez miydi?
4 — Zühre
ismi ile anılan yıldız, göklerin, yaratıldığı günden-beri semada cevelân eden,
hiç bir şeyden haberi olmayan, günah veya sevabla uzaktan veya yakından en ufak
bir ilgisi ve irtibatı bulunmayan bir yaratıktır. Kendi adına düzülen
yalanlardan onun asla haberi yoktur! ,
5 — Kıssada
meleklere günah işletilmiştir. îslâmî inanca göre melekler ma'sûmdurlar.
Kendilerinden ne küçük ve ne de büyük günah sûdûr eder (Mecelletül-Ezher, XXV.
895-96)[123].
Kur'ân-ı Kerîm'in on
yedinci sûresi olan el-Kehf'de benzerlerine nisbetle tafsilatlı sayılabilecek
bir kıssa vardır. Bunun adı; "Ashâb-ı Kehf" kıssasıdır ve sûre ismini
bu kıssadan almıştır. Bu kıssa münasebetiyle tefsirlere girmiş olan haberlere
geçmeden önce ilgili âyetlerin meallerini verelim:
(habîbim) sen, bizim
âyetlerimiz içinde (yalnız) Kehf ve Rakiym yaranının ibrete şâyân olduklarını
mı sandın? (Öyle değil):
O zaman o genç
yiğitler mağaraya sığınmışlardı da: "Ey Rab-bimiz, bize tarafından bir
rahmet ver ve işimizden bizim için bir muvaffakiyet hazırla" demişlerdi.
Bunun üzerine biz, nice yıllar mağarada onların kulaklarına perde vurduk.
Sonra da onları uyandırarak, iki zümreden hangisi bekledikleri gayeyi daha iyi
zabt ve hesâb edicidir, ayırd edelim diye. Şimdi sana onların kıssasını,
hakikati veçhile, anlatalım:
Doğrusu onlar,
Rablerine îman eden genç yiğitlerdi. Biz de onların hidâyetini artırmıştık. Ve
(zâlim hükümdarın önünde) dikilip de: "Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin
Rabbidir. Biz Ondan başkasına Allah demeyiz. (Eğer dersek) O halde, andolsun
ki, hakikatten uzaklaşmış oluruz. Şunlar, şu bizim kavmimiz ondan (Allah'tan)
başka tanrılar edindiler. Bunların üzerine bari açık bir delîl ve burhan
getirselerdi ya. Artık Allah'a karşı yalan yere iftira edenlerden daha zalim
kimdir?" dedikleri zaman onların kalblerini (sabr ve sebat ile tamamen
Halika) bağlamıştık. (Birbirlerine şöyle demişlerdi) : "Mademki siz
onlardan ve Allah'tan başka tapmakta oldukların ayrıldınız, o halde mağaraya
(çekilib) sığının ki Rabbiniz sîze rahmetinden genişlik versin, işinizden de
size fâide hazırlasın".
(Onlara baksaydın)
görürdün ki güneş doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafına yönelir, battığı
vakit de onların sol yanını kesip giderdi. Kendileri ise oranın geniş bir
yerinde idiler. Bu, Allah'ın âyetlerîndendir.
Allah kime hidâyet ederse o, doğru yola erdirilmiş, kimi de şaşırırsa artık
onun için hiçbir zaman irşâd edici bir yâr bulamazsın.
Sen onları uyanık
kimseler sanırsın. Halbuki onlar uyuyanlardır. Biz onları (gâh) sağ yanına,
gâlı sol yanma çeviriyorduk. Köpekleri de mağaranın giriş yerinde iki ayağını
uzatıp yatmakta idi. Üzerlerine tırmanıp da hallerini bir görseydin mutlaka
onlardan yüz çevirir, kaçardın ve herhalde, için onlardan korku ile dolardı.
Bunun gibi onları
aralarında soruşsunlar diye uyandırdık da, içlerinden bir sözcü dedi ki:
"Ne kadar eğleştiniz?". Bazıları; "Bir gün, yahut bir günün bir
parçasında eyleştik" dediler. Diğerleri de: "Ne kadar eyleştiğinizi
Rabbinia daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi bu gümüş para ile şehre gönderin de
baksın, onun hangi yiyeceği daha temiz ise, ondan size rızık getirsin. Çok
nâzik hareket etsin, sizi hiç bir kimseye sakın hissettirmesin" dediler.'
Çünkü onlar size galebe ederlerse, sizi ya taşla öldürürler, yahut sizi zorla
kendi dinlerine döndürürler. Bu
takdirde ise ebedî felah bulamazsınız."
Böylece (kullarımızı
ve mü'minleri) onların ahvâline muttali' kıldık ki, Allah'ın (tekrar
dirilteceğine dâir olan) va'dinin şüphesiz bir hak olduğunu, kıyametin
vuku'unda da hiç bir şüphe bulunmadığını bilmiş olsunlar. O sırada onlar,
bunların işini aralarında niza'laşıyorlardı. Bunun üzerine "onların
etrafına bir bina yapın" dediler. Rableri onları daha iyi bilendir.
Onların işine galip ve vâkıf olanlar ise: "Mutlaka yanlarında bir mescîd
edineceğiz" dediler.
"Sayılan üçtür,
dördüncüleri köpekleridir" diyecekler; "beştir, altıncıları
köpekleridir" diyecekler. îkisi de "gaybi taslamak" dır.
"Yedidir, sekizincileri kelpleridir" diyecekler. Söyle ki: "Rab
bim onların sayısını daha iyi bilendir. Onları insanların birazından başkası
bilemez". O halde bunlar hakkında zahirî bir münâkaşadan gayri ile mücâdele
etme. Bunlara dâir içlerinden hiç bir kimseden fetva da isteme"[124].
Nadr Ibn el-Haris,
Kureyş'in şeytanlarından idi.
Hz.Peygam-bere ezâ ve cefâ eder ve ona düşmanlık yapardı. Bir gün Hîre'ye gitmiş, orada Rüstem ve
îsfendiyar hikâyelerini Öğrenmişti. Hz. Peygamber bir meclise oturup Allah'ı
zikir ve geçmiş milletlerin baslarına gelen musibetleri arkadaşlarına anlattığı
vakit kalkar-kalkmaz Nadr arkasından gelip o meclise oturur; "ey Kureyş cemâati!
Vallahi ben ondan daha güzel söylerim. Geliniz, size O'nun anlattıklarından
daha güzelini anlatayım" der, sonra onlara İran hükümdarlarından
anlatırdı. Kureyş bunu 'Utbe îbn Mu'ayt ile beraber Medine'deki yahûdî
hahamlarına göndermişler ve: "Onlara Muhammed'den ve ashabından sorunuz ve
kelâmını haber veriniz. Çünkü onlar eski kitap ehlidir. Onlarda enbiya
'ilminden bizde bulunmayan bilgi vardır" dediler. Bunun üzerine ikisi
çıkıp Medine'ye varmışlar. Kendilerine tenbîh edildiği tarzda yahûdî
hahamlarına sormuşlar. Onlar da: "Ona şu üçten sorunuz:
1)
Fitye'den (o
genç yiğitlerden) ki, evvel zamanda gittiler, tşleri ne idi? Zira
bunların hikâyesi 'acîbdir.
2)
O çok dolaşan adamdan ki, arzın doğularına ve
batılarına varmıştı. Bunun kıssası nedir?
3) Rûh'tan
sorunuz. Nedir o? Eğer onları size haber verirse peygamberdir. O takdirde ona
uyunuz. Haber vermezse lâfçının biridir. Ne isterseniz yapınız. Bunun üzerine
Nadr ve arkadaşı Mekke'ye dönüp Kureyş'e: "Size, Muhammed ile aranızı
fasledecek şey getirdik" diyerek yahûdîlerin söylediklerini haber vermişler.
Gelip Hz. Peygambere sormuşlar. Efendimiz: "Sorduklarınızı yarın haber
veririm" buyurmuş. İstisna yapmamış. Yani (înşâallah— Allah dilerse)
dememiş. Gitmişler. Rasûlüllah 15 gece durmuş, vahiy gelmemiş. Hattâ Mekke
ahalîsi: "Muhammed size yarma va'-detti. Halbuki, bu gün 15 gün olduğu
halde, sorduğunuza cevâp vermiyor" diye dedi-koduya başlamışlar.
Binâenaleyh çok sıkılmıştı, derken Cebrail Allah'tan "Kehf"
süresiyle geldi ki, onlara hüznünden dolayı Allah'ın mu'âtebesini ve sordukları
o "fitye" ile, o çok dolaşan adamın kıssalarını muhtevidir[125].
İbnü Cerîr et-Taberî
"Kehf ve Rakını yaranı" hakkında Amr'-dan şunu rivayet eder: Bu
gençler Hz. İsa dîninden ve tslâmiy-yet inancı üzere idiler.
Başlarındaki melik ise kâfirdi. Bunlara tapmaları için bir put
gösterdi. Reddettiler ve: "Bizim
Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir, Biz
ondan başkasına İlâh
demeyiz. (Eğer dersek) o halde,
andolsun ki, hakikatten uzaklaşmış
oluruz"[126].
Dediler. Ravî der ki; onlar Allah'a kulluk iğin kavimlerinden ayrıldılar. İçlerinden biri: "Babamın koyunlarını
barındırdığı bir mağarası vardır. Gidip oraya gizlenelim" dedi.
Gidip mağaraya girdiler ve izlerini kaybettiler. Arkada kalanlar kendilerini
aradılar. Gizlendikleri mağaraya
girdikleri haber verildi.
Miiletdâşla-rı: "Biz bu mağaranın ağzını iyice örüp kapatalım.
Başka azâb ve ceza istemiyoruz" dediler. Mağaranın ağzını örüp kapattılar.
Aradan zaman geçti, Allah onlara Hz.
Vehb îbn Münebbih'ten:
Isa îbn Meryem'in havarilerinden biri Ashâb-ı Kehf in bulundukları şehre
gelmişti. Fakat şehre girmek diği zaman ona, kapıda bulunan puta tapmak
icabettiğini söy-fdüer Bundan dolayı
havari şehre girmeyerek civarda
bulunan Vr hammamda ücretle çalışmağa başladı. Hammam sahibi, havainin
çalışmaya başlamasıyla hammamda gelirin, hayır ve bereke-, arttığı gördü. Havari ona samimî olarak
açıldı ve dînini anlat-tasladı. Şehrin gençleri de onunla münâbeset kurarak
kendini sevdiler. Havari onlara göklerle yeryüzünün haberlerini ve ahiret
islerini anlattı. Bu gençler, hirıstiyanhğı kabul edip îman getirdiler.
Temizlikte havariyi kendilerine örnek
edindiler. Havari hammam sahibine,
ibâdet zamanı geldiği vakit gençlerin, namaz kılmasına ve ibâdet etmesine mani
olmamasını şart koşmuş ve ham-manıcı da bunu kabul etmişti. Bu
sırada hükümdarın oğlu bir kadınla harnraama geldi. Havari onun bu işini
Kötüleyerek; "sen bir hükümdar oğlu
olduğun halde, bir yabancı kadınla hammama geliyorsun!" dedi. Bunun
üzerine o utanarak hammama girmeden geri döndü. Fakat, bir müddet sonra
yanında bir kadın olduğu halde tekrar hammama geldi. Havari sözünü tekrarlayıp
onu azarladı ise de, bu sefer hükümdar oğlu onun sözüne kulak asmayarak hammama girdi. Her ikisi de
hammamda öldüler. Hükümdara oğlunun hammam sahibi tarafından öldürüldüğü haber
verildi zaman, hammamcı aratıldı ise de
bulunamadı. Hükümdar arkadaşlarına sorduğundan gençlerin
adı verildi. Onlar
şehirden uzaklaşarak kendileri
gibi hırıstiyan olan ve çiftçilikle uğraşan arkadaşlarının yanına gelip,
hükümdar tarafından takip edilmekte olduklarını anlattılar. Yanında köpeği
olan çiftçi onlara katıldı. Hepsi de geceleyin bir mağaraya sığınarak:
"Geceyi burada geçirelim de yarın ne yapacağımızı, düşünürüz"
dediler. Fakat Allah onların kulaklarına ağırlık vererek uykuya daldırdı. Onları takip
eden hükümdarın adamları, sığındıkları mağarayı keşfettiler,
Fakat mağaranın önünde herkes
korkuya tutulduğundan kimse içeriye giremedi. Nihayet aralarından biri;
"Onları ele geçirdiğimiz takdirde Öldürecek değil miyiz? Öyleyse mağaranın
ağzını kapatalım da susuzluktan ve
açlıktan Ölsünler" dedi. Arkadaşlan da bu fikri kabul edip ma-ğarının
ağzını kapattıktan sonra çekilip gittiler.
(Aradan uzun zaman
geçtikten sonra) bir çoban mağaranın yanında yağmura tutulmuş ve ağzını açarak
koyunlarını içeriye sokmak istemişti. Nihayet uğraşa uğraşa koyunlarını
sokabilecek kadar bir delik açmağa muvaffak oldu. Allah, (o gün) sabahleyin
onların ruhlarım cesedlerine iade etti. Aralarından birini gümüş paralarla
yiyecek satın almak üzere pazara gönderdiler. Adam şehrin kapısına geldiği
zaman, ahâlide kendisinin alışmadığı haller gördü. Tüccardan birinin yanına
gelerek: "Şu para mukabilinde bana yiyecek ver" dedi. Tüccar:
"Sen bu dirhemleri nereden aldın?" diye sorduğu zaman, O:
"Arkadaşlarımla dün bir yere sığınmıştık. Sabah olunca bu parayı vererek
beni pazara gönderdiler" diye cevab verdi. Tüccar: "Bu paralar falan
hükümdar zamanında çıkarılmıştır" dedikten sonra onu hükümdarın katma
götürdü. Salih bir zat olan hükümdar da ondan: "Bu paralan nereden
aldın?" diye sordu. O: "Dün arkadaşlarımla şehirden çıkıp şu
mağaraya sığınmıştık. Sabah olunca arkadaşlarım bu paraları elime vererek beni
pazara yiyecek almak üzere gönderdiler" diye cevab verdi ve mağarayı
tarif etti. Hükümdar ondan arkadaşlarının (hâlen) nerede bulunduğunu sordu ve
mağarada bulunduklarını öğrenince hepsi birlikte oraya gittiler. O:
"Mağaraya benim ilk girmeme müsaade ediniz. Sizin geldiğinizi
arkadaşlarıma haber veririm" dedi. Mağaraya girer-girmez onu ve
arkadaşlarım birden bire uyku bastı. Arkasından girmek isteyen herkes korktu
ve kimse içeriye giremedi. Nihayet onlar bu gençlerin bulunduğu mağaranın
yanında bir kilise yapıp onu namaz kılmak üzere mescid edindiler[130].
Mücâhid'den: Bana söylediklerine
göre onların bazıları çok genç olduklarından derilerinde benekli hastalık
vardı. İbnü Ab-bas der ki: Ashâb-ı Kehf devamlı olarak gece ve gündüz Allah'a
ibâdet ediyorlar, ağlıyorlar ve Allah'tan yardım talebinde bulunuyorlardı.
Bunlar sekiz kişi idiler: Aralarında en büyüğünün ve hepsinin nâmına söz
söyliyenin adı Meksemlina idi; (diğerlerinin adlan ise): Mahsîmîlinîna[131],
Yemlîhâ, Martûs, Keşûtûşm[132],
Bî-runes, Dinemus, Yetuns, Kalûs'tur[133].
Dekyanus kasaba
halkını, putlara tapmak ve onlara kurban kesmek için toplattırınca, bu gençler;
ağladılar, sızladılar ve Allah'a şu tarzda düâya başladılar: "Ey yer ve
göklerin Rabbı olan Allah'ımız! Biz asla senden başkasına yalvarmayız. (Eğer
yalva-nrsak, o takdirde bizler) "andolsun ki, hakikatten uzaklaşmış
oîu-ruz"[134]. Mü'min kullarından bu
fitneyi kaldır. Belâyı onlardan uzaklaştır. İnanmış kullarına yardım et! Çünkü onlar, sana açık
ibâdetten men. edildiler, gizli ibâdet eder hâle geldiler. Bunun için sağa-sola
gizleniyorlar. Sana açıkça ibâdet edebilmeleri için onlara yardımını
gönder!".
Ashâb-ı Kehf bu
vaziyette iken, halkı putlara tapmaya ve onlara kurban kesmeye zorlayan
kâfirlerin ileri gelenlerinden biri, Ashâb-ı Kehf in bu uzletinin farkına
vardı. Aralarında konuştular, Ashâb-ı Kehf namazgahlarında halktan ayrı bir
hayat sürüyorlar, Allah'a ibâdet ve yalvarma ile vakit geçiriyorlar, ve
Dekyanus ismindeki zalim hükümdara şikâyet edilecekleri ânı bekliyorlardı.
Halkı dinsizliğe zorlayan kâfirler gidip Ashâb-ı Kehf'in namazgahına girdiler.
Onları, Dekyanus'un fitnesinden kurtarması için Allah'a yalvarır, ağlar,
tazarru' içinde ve yüzüstü secde vaziyetinde buldular. Kâfirlerin ileri
gelenleri onları görünce: "Hükümdarın emrinden böyle ayrılıp
uzaklaşmanızın sebebi nedir? Haydi ona!" dediler. Ashab-ı Kehf onların
sözüne aldırmayıp, bildiklerinde devam ettiler. Ve hükümdarın huzuruna
gitmediler. Onların yanından çıkan kâfirler doğruca hükümdarın yanına varıp
durumu anlattılar[135].
Bu yazdıklarımız
dışında Ashâb-ı Kehf'in macerası ile ilgili daha pekçok rivayetler vardır ve bu
rivayetler fevkalade uzundur, çeşitlidir. Birbirinin benzeri veya tekrarı
mahiyetinde olan haberler en geniş manasıyla et-Taberî (xy. 197-233) ve
Meâlimü't-Ten-zîl (II. 433-41) de yer almışlardır.
Muhtelif kaynaklarda
Ashâb-ı Kehf'in isimleri de belirtilmiştir. İsimlerin tek tek sayılmasına
lüzum var mı idi yok mu idi? Bunun Islâmî açıdan bize faydası var mıdır, yok
mudur ve nihayet bu konudaki rivayetler îslâmı inidir, değil midir? Bunlara
ileride temas etmek üzere Ashâb-ı Kehf'in isimlerini sıralayalım:
Birincinin adı:
Meksemlina; İkincinin adı: Mahsemlina; Üçüncünün adı Yemlîha; Dördüncünün adı:
Martus; Beşincinin1 adı: Kusutans;
Altıncının adı:
Bîruns; Yedincinin adı: Resmuns; Sekizincinin adı: Betuns; Dokuzuncunun adı
Falus'tur[136].
Ashâb-ı Kehf uyumadan
önce ihtiyaç vuku'unda içlerinden biri tebdil-i kıyafet edip şehre gidiyor ve
kendisinin kim olduğunu belli etmeden gerekli erzakı mağaraya taşıyordu. Uyuyup
uyandıkları zaman da aynı iş için biri şehre indi. Bazı rivayetlerde, Ashâb-ı
Kehf in yaşça en küçükleri olduğu kaydedilen bu zatın ismi üzerinde tam
ittifak yoktur.
a — Yemliha
idi;
b — Yemnih
idi;
c — Temlilıa
idi;
d —
Tîzûsis idi[137].
Rivayete göre Ashâb-ı
Kehf aç olarak uyandılar. îçlerinde yaşça en küçükleri olan Yemliha'yı erzak
almak üzere şehre yolladılar Âyetde açıkça ifade edildiğine göre gençler şehre
gidenden şöyle bir istekte bulundular: "Gümüş para ile şehre gönderin de
baksın, onun hangi yiyeceği daha temizse, ondan size bir rızık getirsin"[138].
Müfessirler bu âyette geçen "ezkâ= en temiz" den ne kastedildiği
hususunda epey şeyler söylemişlerdir:
a — Şayet et
alacaksa, "helal ve meşru tarzda boğazlanmı-" ş"mdan alsın.
Çünkü Ashâb-ı Kehf'in şehrinde yaşıyanlann ekserisi kâfirdi. Hayvanları putlar
namına keserlerdi. Şehirde îmanını gizleyen ve kesim işini dinlerinin emrettiği
tarzda yapan müslü-manlar vardı. Şehre gidenin işte bu son zümreni .1 kesteği
etleri arayıp bulması isteniyordu;
b--- En
helâl rızık olması isteniyordu. ed-Dahhâk der ki: "Bu
şehirde yaşıyan
insanların mallarının çoğu gasb malı idi" Mücâhidin dediğine göre Ashâb-ı
Kehf denilen yiğitler arkadaşlarına: "Gasbedilmiş veya zulmen alınmış mal
ve erzak satın alma!" demişlerdi;
c — Bereketi
bol yiyecek;
d — Güzel ve
temiz yiyecek;
e — Hayırlı
yiyecek;
f — En ucuz
yiyecek;
g — Az fakat
bereketli yiyecek. Rivayete göre, şüphe uyandırmasın diye Ashâb-ı Kehf
arkadaşlarına, iki veya üç kişilik yiyecek
almasını söylemişlerdir. Fakat
alınan bu yiyecek
pişirildiğinde kendilerine yetecek
şekilde çoğalmalı idi.
Yine rivayetlere bakılacak olursa
ahnan erzakın cinsi:
(1) — Pirinç idi;
(2) — Kuru üzüm idi;
(3) — Hurma idi[139].
6 —
Ashâb-ı Kehf'in Köpeği:
a — Köpek
Kimin idi?
(1) — Köpek
bir çobanın idi. Yolda
çobana rastladılar, çoban
ve köpeği onlara tabi oldu[140].
(2) — Köpek Ashâb-ı
Kehf'e âit idi.
Onunla avlanıyorlardı[141].
(3) — Ashâb-ı
Kehf mağaraya giderken
bir köpeğe rastladılar. Köpek arkalarına takıldı.
Kovaladılar, gitti yine geldi.
Bu kovalama işini defalarca yaptılar kâr etmedi. Neticede köpek dile
gelip: "Benden ne
istiyorsunuz? Benden kormayın!
Ben Allah'ın sevdiklerini severim. Uyuyunuz!
Ben size bekçi olurum" dedi[142];
(4) — Çiftçilikle uğraşan birinin köpeği idi[143];
(5) — Av köpeği idi[144];
(6) — Aslıâb-ı Kehf'e eşlik eden bir köpekti[145];
(7) — Âyette
Ashâb-i Kehf'in köpeği
olarak bildirilen yaratık, gerçekten bir köpek değil, insandı.
Aşçıları idi[146];
(8) — Hükümdarın aşçısının köpeği idi. Ashâb-i Kehf ile aynı inanışta olan bu adam, onlara
katıldı. Köpeği de arkasına takıldı[147];
(9) — Ashâb-ı Kehf den birinin koyun (sürü)
veya bağ-bahçe köpeği idi[148].
b — Köpeğin
Adı Ne îdi?
(1) — Kıtmîr idi[149];
(2) — Er-Rakîm idi[150];
(3) — El-Vasîd idi[151];
(4) — Humran idi[152];
(5) — KutmÛr
( ) idi[153];
(6) — Müşîr idi;
(7) — Besît idi;
(8) — ( )
idi;
(9) — ( )
idi;
(10) — Rayyan idi;
(11) --- Kıtfîr idi[154].
c — Köpeğin
Rengi:
(1) — Al (veya doru) idi[155];
(2) — Sarı idi[156];
(3) — Bası al, sırtı siyah, karnı beyaz ve kuyruğu
siyah-be-yaz kanşınıı idî[157];
(4) — Panter renginde idi[158];
(5) — Alaca bir köpek idi[159];
(6) — Gök renginde idi;
(7) — Taş renginde idi;
(8) — Hangi rengi
söylesen, doğruyu bulmuş
olursun[160],
d — Köpeğin
Cinsi:
(1) — Normal bir köpek idi;
(2) — Köpek değil aslan idi;
(3) --- Çin
köpeği idi[161].
Hemen bütün
kaynaklarda, Ashâb~ı Kehf'in köpeği
ile ilgili olarak az-çok bilgi bulmak mümkindir. Bunun için, bu ana
kadar verilenler dışında şu
eserlere bakılabilir: (Mes'ûdî,
Mürûcu'z-ze-, heb, I. 65; El-Kâmiİ I. 365 v.d.; El-Bidâye, II. 113 v.d.;
B. Zühûr, s. 170 v.d.).
Allah Kur'ân-ı Kerîm'de:"
Biz onları gâh sağ yanma, gâh sol yanına çeviriyorduk." buyurmaktadır[162].
Müfessirler, bu sağa sola döndürülme işinin, kaç yıl kaç ayda bir olduğunu da
merak etmişler ve buna ait rivayetleri eserlerine dercetmişlerdir. Buna göre:
a — Ashâb-ı
Kehf'in sağa-sola döndürülmeleri yılda iki kerre olurdu. Altı ay bir yanları,
altı ay da diğer yanlan üzerinde yatarlardı[163].
b — Yılda
sadece bir kerre döndürülürlerdi ve bu da §ûre gününe tesadüf ederdi[164];
c —
Mücahid'den rivayete göre Ashâb-ı Kehf, 300 sene bir yanlan üzerinde; dokuz yıl
da diğer yanları üzerinde ıiyumuşlardır[165];
d — Sık sık
sağa-sola döndürülmüşlerdir[166].
C. Hakk bir âyette
şöyle buyurur: (Hallerini bir) görseydin mutlaka onlardan yüz çevirir, kaçardın
ve herhalde için korku ile dolardı"[167]. Bu
korkunun sebebi olarak da bazı şeyler söylenmiştir:
a — Allah'ın
onlara verdiği heybetten Ötürü korkulur[168];
b — Saçlan
ve tırnaklannın uzunluğu ile cisimlerinin iriliğinden dolayı korkulur[169];
c —
Bulundukları yer ıssız olduğu için korkulur[170].
Ashâb-ı Kehf'in erzak
almak için şehre gönderdikleri arka-daşlan elindeki gümüş paradan dolayı
üzerine şüphe celbedince halk etrafına yığıldı; iş şehrin idarecilerine
aksetti. İdareciler durumu biri vasıtasıyla hükümdara aksettirdiler. Hükümdar
ma'iy-yeti ve kalabalık bir halk topluluğu ile Efsûs şehrine geldi. Halk
kendisini büyük bir törenle karşıladı. Karşılama törenine iştirak eden halk
hükümdarla birlikte Ashâb-ı Kehf'in
bulunduğu yere
çıktılar. Hükümdar
Tîzttsis'i Ashâb-ı Kehf görünce sevindiler. Yüz üstü Allah'a şükür secdesine
kapandılar. Hükümdar onların önlerine dikildi. Onlara sarıldı ve ağladı..
Gençler hükümdara düâ ettiler. Onu, cinlerin ve insanların şerrinden Allah'a
ısmarladılar.. Hükümdar onların yanında ayakta iken, yattıkları yere dönüp uyudular.
Allah o anda onların ruhlarını kabzetti. Hükümdar yanlarına vardı ve kaftanını
üzerlerine örttü ve etrafındakilere, Ashâb-ı Kehf ten her biri için altundan
birer tâbut yapılmasını emretti. Akşam olup da hükümdar uyuyunca Ashâb-ı Kehf
kendisine gelip "Biz, altın veya gümüşten yaratılmadık. Bizler topraktan
yaratıldık ve yine toprağa döneceğiz. Biz mağarada nasılsak öylece toprak
üzerinde bırak. Taki Allah bizi tekrar topraktan diriltsin!" dediler. Bu
ru'yadan sonra melik Ashâb-ı Kehf için Hind çınarından tâbut yapi-lmasmı
emretti. Ashâb-ı Kehf'i yapılan bu tâbutlara yerleştirdiler. Bu insanlar
mağaradan ayrıldıkları zaman Allah onları korku ile perdeledi de bundan sonra
kimse onların yanına girmeye muvaffak olamadı. Melikin emri ile mağaraları,
içinde namaz kılınan bir mescid haline getirildi[171].
[172]
Bütün diğerleri
meyânında Anadolu'nun son asırda yetiştirdiği büyük müfessir Elmahlı Muhammed
Hamdi Yazır: "Maanıa-fih, îbnü İshak'm bu rivayeti usûlü hadîsçe ihticâca
sâlih değildir" dedikten sonra haberi şöylece tahlil eder:
"Evvelen: Ibnü
Cerîr et-Taberî gösteriyor ki, bunun senedinde Ibnü tshak: Kırk küsur seneden
beri gelmiş Mısır'h bir şeyh bana tahdîs etti; o 'Ikrime'den; o îbnü Abbas'tan
demiştir. Binâenaleyh seriedde bir mechûl vardır. Rivâyet-i da'îfedir. îbnü
îshak rivayeti zayıf görmüş, iltizam etmemiştir".
"Saniyen: Bâlâda
rûh suâlinde naklettiğimiz veçhile Sahîh-ı Buharî ile Sahîh-i Müslim'de
Abdullah İbn Mes'ûd'dan tahrîc edilen rivayete muhaliftir".
"Salisen: Ekser
rivâyata ve îbnü îshak'in dahî, tafsiline göre bu sûrede haber verilen Ashâb-ı
Kehf, halis dîn-i Isâ üzere îman-ı tevhîd ile hareket etmiş ve kendilerini puta
taptırmak veya idam etmek için takîb ve tazyik eden kavimlerine karşı
mücâhedeye az-müe dinlerinin muhafazası uğrunda dağa çıkmış, mağaraya gizlenmiş
bir kaç gençten ibaret 'isevî bir zümre-i müminindir. Binâenaleyh bunların
kıssası tarih-i Nesâraya taalluk ettiğinden Hz. lsâ"yı kabul etmeyen yehûd
ahbannın bu gençlere ait bir keramet kıssasını kabul ederek suâl ettirmiş
olmaları "müsteb'ad" görünür. Gerçi Fahru'd-Dîn er-Razî'nin beyanına
göre bazıları Ashâb-ı Kehf in Musa (a.s.)'dan evvel olup Hz. Musa'nın bunları
zikrettiğini ve yehûdun suâl etmelerinin sebebi de bu olduğunu söylemiş,
bazıları da 'Isâ (a.s.)'dan evvel Kehf e girdiklerini ve Hz. îsa bunların
haberini ihbar eylemiş olduğunu ve îsâ ile Muhammed (s.a.v.) arasındaki vakitte
ba's olunduklarını söylemiş; diğer bazıları da İsâ (a.s.)'dan sonra
girdiklerini söylemiştir. Keffalden ve Taberî'den de nakledildiği üzere îbnü
Ishak'dan mervî olan da budur. Şu halde Ibnü İshak'm kavlince Yehûdun bunu
suâl etmemesi icabeder".
"Râbian: Bu
sûrede başlıca üç kıssa vardır ki, Ashâb-ı Kehf kıssası ve mütemmimatı, Musa ve
Hızır kıssası, Zü'1-Karneyn kıs-sasıdır. Eğer sebeb-i nüzul üç sual idiyse, her
biri onlardan birine ait olmak lazım gelirdi. Yoksa buradan îstidraden diğer
bir kıssaya geçilmiş de rûh sualinin cevabı başka bir sûreye ifraz edilmiş
demek münasib olmazdı".
"Hamisen: Evvelki
sûrede rûh âyetinin (El-îsra, 17/85), bu sûrede Zü'1-Karneyn kıssasının"
sarih bir suâle cevab oldukları Kur'ân'da musarrah olduğundan muhakkaktır. Ve
zahir olan da bu iki suâlin aynı zamanda değil, ayrıca sorulmuş olmalarıdır.
Bununla beraber bu ikisinde: suâl
tasrih edilmiş olduğu halde Ashâb-ı Kehf kıssasının bu suretle îrad edilmemesi
bunun da Mûsâ ve Hızır kıssası gibi doğrudan doğruya bir tezkîr olduğunu ifâde
eder. Rivâyet-i mezkûre bu cihetle de makduhtur."
"Sâdisen: Bunda
"hüznünden dolayı bir mu'âtebe" denilmesi de doğru değildir. Bundan
murad '
âyetidir[173]. Bu
ise bir mu'âtebe değil, sûrenin başındaki zevk u hamd üe mütenasib bir irşâd ve
takviyedir".
"Velhasıl, sebeb-i
nüzul hakkındaki mezkûr üç suâl rivayeti "va-cuhen" makduhdur. Ve
netekim Sıhah'da tahric edilmemiştir. Bi-itaenaleyh bu sûrenin tefsirinde buna
istinad caiz olmaz"[174].
El-Kasımî de,
kendisine; Ashab-ı Kehf, rûh ve Zülkarneyn hakkında sual tecvih edilen Hz.
Peygamberin "inşaallah" demeden, "yarın size cevab veririm"
dediğini, buna rağmen vahyin 15 gün geciktiğini kaydettikten sonra, bu
rivâyeti-Fahru'd-Dîn er-Razî'nin dediği gibi -Kâdî 'Iyadın çeşitli yönlerden
reddettiğini söyler[175].
Kur'an-ı Kerîm'in
gayet vecîz ve özlü bir tarzda ortaya koyduğu Ashâb-ı Kehf'e ait macera,
yukarıda da işaret edildiği gibi, tefsirlerimizde çok geniş yer işgal eder.
Şunu hemen kaydedelim ki, bu konuya- dair Hz. Peygamberden hiçbir haber bize ulaşmamıştır.
Zaten haberin tafsilata da ihtiyacı yoktur. Çünkü çeşitli defalar işaret
ettiğimiz gibi Kur'an-ı Kerîm kıssalarından maksad bizlere ibret dersi
vermektir. Kur'ân'm hedef aldığı ibret dersi de kıssanın bünyesinde mevcuttur.
Onun için ayrıca Hz. Peygamberden bir açıklama gelmemiştir. Buna rağmen
tefsirlere sahifeler dolusu malumat der-cedilimştir. Şüphesiz bu konuya ait
verilen bilgilerin içine pek çok lüzumsuz şeyler ve isrâîliyyat karışmıştır.
Bunları birkaç madde halinde sıralayalım:
a — Raviler,
Ashâb-ı Kehf'in nasıl bir araya geldiklerine ye şehirden nasıl çıkıp
uzaklaştıklarına dair birçok şeyler ortaya atmışlardır; fakat sahih hadislerde
buna dair herhangi bir tefsîlat ve açıklama yoktur. Kur'ân'da da Allah'ın
bildirdiğinden başka birşey mevcut değildir.
Ayrıca, Ashâb-ı
Kehf'in erzak almak üzere şehre gönderdikleri arkadaşları ile şehir ahalîsi ve
hükümdar arasında geçen şeyler en uzun tarzda tefsirlerde yer almıştır. Bunların
tafsilatını da Allah bilir[176].
El-Kâsımî, bir âyet
münasebetiyle (el-Kehf, 18/50) tefsir sadedinde kaydedilen mufassal
rivayetleri tenkid eden İbnü Kesîr'in görüşünü Ashâb-ı Kehf hakkındaki
merviyatta da vârid görür ve: "Bu konuda seleften pekçok rivayetler
nakledilmiştir. Bunların ekserisi isrâÜiyyattır. Bunlardan birçoğunun halini
Allah bilir. İçlerinde öylesi vardır ki, elimizde bulunan hak dînin
prensiplerine aykırı oldukları için onların "yalan" olduğuna kesin
olarak hükmedilebilir. Kur'ân'da mevcut olan şeyler, Kur'ân dışındaki bütün
geçmiş haberlerden (bizi) müstağni kılar (onlar ihtiyaç bırakmaz). Çünkü bu tip
haberler; tebdil, ziyâde ve noksandan hâli değildirler. Sonra bu haberlere,
pekçok şeylerin uydurulup karıştırıldığı şüphesizdir. Sonra şuna da dikkat
etmek gerekir ki; eski milletler içinde, müslümanlarda olduğu gibi kılı kırk
yaran, tenkidci, Allah'-dan son derece korkan, Hz. Peygamberin hadislerini
tedvin edib yazan; metruk, mevzu, münker ve hasen'inden sahih olanlarını seçip
ayıran hafızlar gibi dîni ve bu konudaki haberleri tahrif ve tebdilden
koruyacak çapta bilginler yetişmemiştir[177]".
b — Ashâb-ı
Kehf'e ait verilen uzun ve detaylı bilgiler için, "muzdarib rivayetler"
tabiri de kullanılmıştır[178].
tbnü Cerîr et-Taberî
başta olmak üzere birçok müelliflerce Ashâb-ı Kehf'in isimleri tek tek
sayılmıştır. İsimlerin böylece tasrih edilmiş olması lüzumsuzdur. Çünkü asgari
bir hesapla günümüzden 20-25 asır önce cereyan etmiş bir olayın kahramanlarının
isimlerini -şayet ilâhî bir açıklama yoksa- bilmek mümkün değildir. Zaten bunu
araştırmaya lüzum da yoktur.
Açıkça anlaşılacağı
üzere, Ashâb-ı Kehf'i teşkil eden gençlerin isimleri a'eemîdir. Herhangi bir
şekil ve nokta ile zabt ve tıasbît bir hayli müşkîldir; isimlere dâir olan
sened de zayıftır[179].
Sened için el-Kurtubî, "(senedün)
vahin" tabirini kullanır[180].
Sözü kısa kesmek
gerekirse bunlar açıkça isrâîliyyattır[181].
Kur'ân'da ve Hz.
Peygamberin hadislerinde asla bahis konusu edilmeyen, bu Ashâb-ı Kehf'in
köpeğinin adı, rengi ve cinsi ile ilgili beyanların da
"isrâîliyyat"tan olduğunda şüphe yoktur.
Köpeğin rengi
hususunda ihtilâf edilmiş ve çeşitli şeyler söylenmiştir. Buna ne lüzum
vardır. Hakkında delîl yoktur. Buna ih-. tiyaç da yoktur. Üstelik bunlar
nehyedilmiş şeylerdendir. Çünkü bunların dayanağı, aslı ve esası "gaybı
taşlama"dan öteye gitmez[182]
bunların, Ehl-i Kitâb ismi ile anılan yahudî ve hrıstiyanlar-dan alındığı ve
dolayısıyla "isrâîliyyat" olduğu açıktır[183].
Müfessirler mağaranın
yerini tesbît için de bir hayli şeyler söylemişlerdir. Bunlara yukarıda temas
ettik. İnsanın her şeyi merak eder bir hali vardır. Her mes'eleyi çözmek ve
içindeki merakı gidermek ister. Ama bu her mes'elede tutarlı bir yol değüdir.
Çün-. kü bazı şeyleri -merak etmemize rağmen- bilemeyiz. Bu gençlerin sığındığı
mağaranın yerini tesbît de bu cümledendir. Bu konudaki çalışmalar ve rivayetler
- gerçeği bulmak mümkin olmadığı ve bir sürü lüzumsuzluklarla insanı oyaladığı
ve mü'minleri murâd-ı îlâ-hî'den uzaklaştırdığı için - abesle iştigal
kısmındandır.
Er-Razâ'nin
kaydettiğine göre el-Kaffal tefsirinde, Ashâb-ı Kehf'in sığındığı mağaranın
yerini tesbît sadedinde müneccim Mehmed îbn Musa el-Harezmî'nin sözlerini
naklettikten sonra: "Bize göre ne o yer, ve ne de diğer bir yer Ashâb-ı
Kehf'in mevzi'i olmak üzere tanınamaz. Kur'ân'da haber verüenin kat'î
olduğunda şüphe yoksa da yer tayin edilmemiştir. Bu hususta Rûm'ların (belki o
zaman için Anadolu ve civarında yaşayan hrıstiyan halkın?)" "burası
Ashâb-ı Kehf'in yeridir" demelerine de itibâr olunamaz"; bu sözleri
ve konu ile ilgili diğer rivayetleri kaydeden er-Razî sözünü bitirirken:
"Doğrusu Ashâb-ı
Kehf'in ne zamanını, ne mekânını aklen bilmeye imkân yoktur. Bu ancak bir
nastan müstefâd olabilir..Bu da yoktur. O halde bilinmesine de yol yoktur"[184].
Ebu Hayyan: "Bu
mağaranın yeri için; Rûm'da denildi, Şam'da denildi. Endülüste, Gırnata
istikametinde, loşe adında bir kasaba yakınında bir yer mevcuttur ki, içinde
ölüler ve beraberlerinde çürümüş bir köpek vardır, ölülerin ekserisinin etleri
dökülmüş, bazısı nıütemâsiktir. Kurun-ü sâlife geçmiş, Biz bunların ne
olduğunu bilmiyoruz. İnsanlar ise bunların Ashâb-ı Kehf olduğunu iddia ediyorlar"
der[185].
îbnü Kesîr:
"Allah bize Ashâb-ı Kehf'in kıssasını, Kur'ân'da geçtiği kadarıyla
bildirmiş ve bizden onu anlamamızı ve gerektiği şekilde düşünüp ibret almamızı
istemiştir. Bu mağaranın arzın neresinde bulunduğunu, hangi köyde, hangi dağda
veya kasabada olduğunu haber vermemiştir. Çünki bunda bize hiç bir yoktur;
dînî bir gaye de mevcut değildir. Müf essirler mağaranın yerini ta'yînde
tekellüfler içine dalıp bir takım görüşler ortaya attılar. Onun yerinin neresi
olduğunu ancak Allah bilir. Eğer bunda dînî bir fayda olsaydı, Allah ve O'nun
elçisi bize mağaranın yerini bildirirlerdi"[186].
demek suretiyle bu konuda imlenecek en güzel yolu ve tutumu beyân eder.
Âyette geçtiği üzere
(el-Kehf, 18/22), Ashâb-ı Kehf'in sayısında da ihtilaf edilmiş ve kaç kişiden
ibaret oldukları bilinememiştir. Gençlerin kaç kişi oldukları yolundaki
münakaşayı dile getiren âyetin bir fıkrasında ifade edildiği üzere bunların
sayısının en iyi bilen Allah'tır: Şöyle ki; "Rabbin onların sayışım en iyi
bilendir." Buna rağmen îslârn âlimleri konuyu deşmekte geri
durmamışlardır. Bunlar, faydasız ve neticesiz gayretlerdir[187].
Ashâb'-ı Kehf'i teşkil
eden gençler mü'min olduklarına göre, acaba hangi dîne mensûb idiler? Hristiyan
mı, yahûdî mi? veya bunların dışında bir din mi? islâm âlimlerinden pek çoğu
bunların hristiyan olduğunu, Hz. îsâ'yi peygamber tanıdıklarım söylemişlerdir.
Bazıları ise bu konuda diğerlerinden farklı bir kanaata sahiptirler. ŞÖyleki:
"Ashâb-ı Kehf'in İsevî olduğu söylenmiştir. Zahir olan udur ki onlar,
hristiyanlıktan Önce yaşamışlardır. Eğer iddia edilip &i gibi- onlar
hristiyan olsalardı, yahûdî hahamları kendi dinlerine zıt bir inanışta olan bu
insanların haberini bellemeye itina edib nzenmezlerdi. (Umûmî olarak sûrenin
sebeb-i nüzulü konusunda) geçtiği üzere Ashâb-ı Kehf'e ait soruyu Kureyş
müşrikleri Medine-deki hahamlardan Öğrenmişlerdir. Bu da gösteriyor ki, konu
yâhû-düerin kitaplarında mevcuttur ve hâdise hristiyanlıktan önce cereyan
etmiştir"[188].
Yukarıda kaydettiğimiz
gibi, Ashâb-ı Kehf'in kaç ayda bir sağ ve sol yanlarına döndürüldüğü yolunda da
rivayetler mevcuttur. Fakat bunun bilinmesine asla imkan tasavvur edilemez.
Çünkü Kur'ân'ın lafzı böyle bir şeye delâlet etmiyor. Bu konuda hiçbir sahih
haber de yoktur[189].
Bu konuda da bazı
hesaplar yapılmıştır. Fakat bu konuda da en salim yol, Allah'ın verdiği habere
bakmak, Ehl-i Kitab'm söylediklerinden sarf-ı nazar etmektir. îsrâîliyyatın
arkasına düşmenin ve bunlarla vakit geçirmenin hiç de luzûrhu yoktur[190].
[191]
Musa'dan -sonra Isrâîl
oğullarının ileri gelenlerine bakmadın mı? Hani onlar, peygamberlerine:'
"Bize bir hükümdar gönder (tayin et)'de Allah yolunda savaşalım"
demişlerdi. O da: "Ya üzerinize bir muharebe yazılıp (farz edüip)'de
savaşı tutmayıverirseniz?" demişti. Onlar (şöyle) söylemişlerdi:
"Allah yolunda niye savaşmı-yalım? Hem hakîkaten yurtlarımızdan
çıkarıldık, hem evlatlarımızdan mahrum edildik". Fakat vakta ki,
üzerlerine harb farz kılındı, içlerinden birazı müstesna olmak üzere
(muharebeden) yüz çevirdiler. Allah çok iyi bilicidir o zâlimleri.
Onlara peygamberleri:
"Gerçek, Allah size padişah olarak Tâlût'u göndermiştir" dedi.
Dediler ki: "Biz hükümdarlığa ondan daha lâyık iken ve ona maldan da bir
bolluk verilmemişken nasıl olur da bizim başımızda padişahlık onun
olabilir?". Peygamber: "Şüphesiz Allah onu sizin üstünüze beğenip
seçmiştir. Ona bilgice, vucudca da bir üstünlük vermiştir. Allah mülkünü kime
dilerse ona verir. Allah'(m rahmetli, ilmi her şeye yaygın ve lütfü keremi)
boldur. Gerçek büicidir" dedi.
Peygamberleri onlara
(şöyle de) söyledi: "Gerçek, onun hükümdarlığının açık alâmeti size o
Tâlût'un gelmesi olacaktır ki, içinde Rabbinizden bir sekînet ve Mûsâ hanedanı
ile Harun ailesinin metrûkatından bir bakıyye vardır. Melekler onu yüklenib
getireceklerdir. Elbette bunda size kat'î bir alâmet ve ibret vardır, eğer
inanmış kimselerseniz."
Vaktaki Tâîût ordusu
üe ayrılıp çıktı, dedi ki: "Şüphesiz AUah sizi bir ırmakla smayıcıdır.
îşte ondan kim bana kana kana içerse benden değil: Kim onu tatmazsa artık o
benden. Eliyle bir avuç alanlar başka (onlara izin var)". Derken (ırmağa
varır varmaz), içlerinden birazı müstesna olmak üzere ondan (bol bol) içtiler.
Nihayet o (yani Tâlût) ve maiyyetindeki mü'minler vaktaki onu (ırmağı)
geçtiler, (beri yandan kalanlar dediler ki: "Bugün bizim Câlût'a ve
ordusuna kargı (duracak) takatim fa yoktur." (Ahiret'de) muhakkak Allah'a
kavuşacaklarını bilenler (ve itaatle ırmağı geçenler ise: "Nice az bir topluluk daha çok bir
topluluğu Allah'ın izni üe üstün gelmiştir.
Allah sabır (ve sebat) edenlerle beraberdir" dediler.
Onlar (itaatli olanlar), Câlût ile askerlerine karşı
çıktıkları zaman (niyaz edip) dediler ki: "Ey Rabbimiz, üzerimize (yağmur gibi) sabır yağdır. Ayaklarımıza
sebat ver (er meydanından kaydırma). Bu
kâfirler güruhuna karşı bize yardım et".
Derken (düşmanla
karşılaşır karşılaşmaz) Allah'ın izni ile onları (düşmanlarım) bozguna
uğrattılar (mü'minlerin arasında bulunan) Dâvûd da Câlût'u öldürdü. Allah da
ona, saltanat ve hikmeti (peygamberliği) verdi ve daha dilemekte olduğundan da
bazı şeyler öğretti[192].
TâlÛt ve Câlût ve
kısmen de Hz. Dâvûd (a.s.)'la ilgili âyetler bundan ibarettir. Kur'ân'ın altı
âyet içinde hülâsa ettiği bu kıssa ile ilgili görülen hâdiseler, savaşlar,
kahramanlıklar akıl almaz biçimde genişletilmiş ve kitaplara cüz cüz bilgiler
dercedilmiştir. Hemen her konuda olduğu gibi burada da peşin olarak bunların
lüzumsuzluğunu ve pek çoğunun "isrâîliyyat" olduğu kaydettikten
sonra diğer teferruata geçelim:
îsrâîl oğullarının,
başlarına gelen belâlar uzun sürdü. Kendi kavimlerinden olmayan düşmanlar
onları yenerek memleketlerini çiğnediler. Erkeklerini öldürdüler. Kadın ve
çocuklarım esîr ederek alıp götürdüler. (Bundan önce) Sekînet, yani kalplere
sükûnet veren Tabut sayesinde düşmanlarını yenerlerdi. Hz. Mûsâ ve Hârûn
ailesinin arkalarında bıraktıkları (mukaddes) eşya da bu Tabût'un içerisinde
bulunuyordu. îsrâîl oğulları düşmanlarıyla karşılaştıklarında Allah'tan,
işlerine düzen veren ve idare eden bir peygamber gönderilmesini dilerlerdi
Îsrâîl oğuları Amâlika
hükümdarı Câlût ile savaşıyorlardı. Amâlîka (kavmi) îsrâîl oğullarını yenerek
onları "cizye" ödemeye mecbur ederek Tevrat'ı ellerinden aldılar.
îsrâîl oğullan Allah'tan; kendilerini zilletten kurtaracak (ve başlarında
bulunarak) savaşacak bir peygamber gönderilmesini dilerlerdi. Fakat,
peygamberler nesline mensup boy mahvolup onlardan ancak hamile bir kadın kalmış
bulunuyordu. Kadın Allah'tan kendisine erkek bir çocuk bağışlamasını
diliyordu, israil oğullan kadının bir kız çocuk dünyaya getirip de onu erkek
çocukla değiştirmesinden korktuklan için kendisini bir evde hapsettiler.
(Çocuk doğunca) kadın ona (Allah düâ-mı kabul etti) manâsına gelen Şem'ûn (veya
Eşmuil=:Eşmuvil=E§-muyü) adını verdi. Çocuk büyüdü. Annesi Tevrat'ı okusun ve
öğrensin diye onu Beytü'l-Makdis'e götürdü. Alimlerden biri çocuğun
terbiyesini üzerine alarak onu kendisine oğul edindi. Çocuk olgunluk yaşına
geldikten sonra, ihtiyarın bir tarafında uykuda iken Ceb-raîl onun yanma geldi.
Çocuk ihtiyardan başka kimseye güvenmediği için, Cebraîl ona ihtiyarın sesine
benzer şekilde: "Şem'ûn" diye seslendi. Genç korku ile ihtiyann
yanına sokularak: "Ey babacığım! Bana sen mi seslendin?" diye sordu.
İhtiyar: "Ben çağırmadım" demek istemedi; fakat onu korkutmamak
için: "Çocuğum! Git de yerine yat, uyu!" dedi. Genç uyuduğu zaman
Cebraîl yine gelerek, tekrar ihtiyarın sesine benzer bir sesle hitabetti. Genç
yerinden kalkarak yine ihtiyann yanına sokuldu. İhtiyar yine: "Git, uyu"
dedi. Genç uyuduktan sonra üçüncü defa Cebrail gence seslendi. O yine
ihtiyarın yanına sokuldu. İhtiyar yine: "Yerine dönde uyu! seslense de
cevâp verme!" dedi. Genç yine uyudu. Cebraîl dördüncü defa gencin yanma
gelerek seslendikten sonra: "Kavminin yanına gidip, kendinin Allah elçisi
olduğunu söyle. Çünkü Allah seni peygamber olarak seçti" dedi. Delikanlı
kavmine gidip kendisinin Allah elçesi olduğunu söylediği zaman onu
yalanladılar. "Sen peygamber olmak için acele davrandm! Biz sana önem
vermeyiz. îddiân doğru ise peygamberliğinin bir mu'cizesi olarak Allah'tan
bizimle birlikte düşmanlarımızla savaşmak üzere bir hükümdar göndermesini iste!"
dediler. Şenı'ûn:
"— Allah'ın size
savaş emretmesi mümkindir. Fakat korkarım ki, siz bu emri yerine
getirmezsiniz" dedi. Onlar:
"— Yurdumuzdan.
çıkarılan, çoluk-çocuklarımızdan uzaklaştırılan ve kafa vergisi (cizye)
Ödemeye mecbur edüen bizler, niçin Allah rızası için çarpışmıyalım?" diye[193],
Allah'tan kendileriyle bîr-likte savaşmak üzere bir hükümdar göndermesini
talebde İsrar ettiler. Onların bu ısrarları üzerine Şem'ûn Allah'a düâ etti.
Ve bir değnek getirterek: "Size hükümdarlık edecek adamın boyu bu değnek
uzunluğunda olacaktır" dedi. Kendi boylarını bu değnekle mukayese
ettiklerinde hiç birinin bu kadar uzun olmadığım gördüler. (O sıralarda Tâlût
(adında) bir saka mevcut olup, merkebiyle su taşırdı. Bir gün merkebi yolunu
şaşırdı. Ve yol aramak üzere eşeğinden ayrıldı. Israü oğullan onu farkederek
yanlarına çağırdılar ve öteki değnekle ölçtükleri zaman boyunun aynı o miktarda
olduğunu gördüler. Peygamber onlara:
"— Allah Tâlût'u
size hükümdar olarak gönderdi" dediğinde, kavmi kendisine:
"— Sen bu saate
kadar bu derecede yalancı değildin. O, servet ve ilmi sahibi değildir. Biz ise,
devlet ve hükümdarlığı elinde bulunduran bir boydan olduğumuz halde niçin ona
tabî olalım?" dediler. Peygamber onlara:
"— Allah Tâlût'u
size hükümdar olarak seçti. O, ilmi ve göv-desiyîe sizden yüksek ve
büyüktür", diye cevâp verdi Ahalî:
"— Sözün doğru
ise, ikiniz de mucize göstererek onun hükümdar olduğunu isbât ediniz"
dediler. Peygamber onlara:
"__ Onun
hükümdarlığını isbât edecek delîl, içinde Rabbinizin
size ihsan ettiği
Sekînet'i (kalplerinize sükûnet veren kuvveti) ve Mûsâ (a.s.) ile Harun'un
ailelerinden kalan (mukaddes) eşyaları bulunduran Tabût'u getirmesidir"
dedi. Kur'ân-ı Kerîm'in âyetinde zikredilen Sekînet altımdan yapılmış bir
"tas" olup, bunun içinde peygamberlerin kalpleri yıkanırdı. Allah
onlara, işte bunu ihsan etmişti. Aynı zamanda Mûsâ (a.s.)'ya indirilen
"Elvah" da bu Tabût'a konurdu.
Bize söylediklerine
göre bu tas; inci, yakut ve zebercedden yapılmıştı. Hz. Mûsâ ile Harun'un
hanedanından kalma mukaddes eşyaya gelince; bunlar Hz. Musa'nın 'Asâ'sından ve
yere attığı zaman kırılmış olan Elvah'm parçalarından ibaretti. Tabut ile
içindeki eşyalar, sabahleyin Talût'un avlusunda bulundu. Bundan sonra Isrâîl
oğullan Şem'ûn'un peygamberliğine inanarak devletin idaresini Tâ-lût'un eline
teslim ettiler[194].
İbnü Abbas (ve îbnü
Zeyd)'den: Melekler Tabût'u getirdiler. Isrâîl oğulları, onun yer ile sema
arasmda taşınarak getirildiğini ve Talût'un avlusuna konduğunu gördüler.
tsrâîl oğulları
meleklerin gündüzleyin Tabût'la birlikte yere indiklerini gözleriyle gördüler.
Melekler Tabût'u onların arka tarafına koydular. îsrâil oğulları bu hârika
karşısında ister-istemez Talût'un hükümdarlığını kabul ettiler ve kızgınlıkla
onun avlusundan çıktılar.
tsrâîl oğulları Câlût
ve askerlerine karşı savaşmak üzere Tâ-, lût'la birlikte hareket ettiler.
Bunların sayılan 80 bindi. Gövdece însanlann en büyüğü, en kuvetlisi ve en
bahadırı olan Câlût, askerin önünde ilerliyordu. Arkadaşlan, ancak Câlût'un
düşmanı yenmesinden sonra onun etrafında toplanırlardı. Tâlût, îsrâîl
oğullarıyla birlikte düşmanlarına karşı yürürken:
"— Allah sizi bu
ırmakla sınayacak ve cezalandıracaktır. Bu ırmaktan içen kimse benim askerim ve
tebe'amdan sayılmaz. Ancak ondan içmeyenler benden sayılır" demişti. Bu,
Filistin ırmağı idi. Askerler, Câlût'tan korktukları için bu ırmaktan içtiler.
Ancak su içmeyen 4 bin asker onunla (Tâlût'la) ırmağı geçti. 76 bini geri
döndü. Bu ırmağın suyundan, avuçları ile
değilde kanıncaya kadar \ içenler susadılar. Avuçlarıyla içenler ise
suya kandılar. Mü'minler-den Tâlût'la birlikte ırmağı geçmiş olanlar Câlût'un
yüzüne baktıktan sonra :
"— Bizim Câlût'a
ve askerlerine karşı tahammülümüz yoktur" diye geri döndüler. Allah'a
kavuşacaklarına yakın derecesinde îman edenlerse:
"— Sayıları az
olanlar, Allah'ın izni ile kaç defalar sayılan , çok olan askerleri
yenmişlerdir"[195]
dediler. Irmağı geçtikleri halde Câlût'un yüzünü görünce geri dönenlerin sayısı
3.600 kişi olup, an-f cak Allah rasûlü Hz. Muhammed (s.a.v.)'le birlikte Badir
savaşında \ bulunanların sayısı kadar, yani 319 kişi Tâlût'tan ayrılmamışlardı[196].
Vehb îbn Münebbih'ten:
Şem'ûn'u terbiye eden Aylî'nin ( <J^ ) İki genç oğlu vardı. Bunlar, kurban
takdim etmek hususunda o zamana kadar görünmeyen bazı şeyler ihdas ettiler:
Onlar kurbanları, maşa gibi demirden yapılma, ucu sivri iki âletle karıştırırlardı.
Karıştırarak çıkarılan (nesne) kâhine ait olurdu. Kâhin, oğulları için maşa
yaptırırdı. Kâhin oğulları, namaz kılmak üzere ma'bede gelen kadınlara
takılırlardı. Bir gece Şem'ûn Aylî'nin uyuduğu odanın karşısındaki bir odada
uyuyordu. Kendisine birinin seslendiğini işitince hemen yerinden sıçrayarak
Aylî'nin yanma koştu :
"— Emret! Beni
niçin çağırdın?" dedi. Aylî:
"— Ben
çağırmadım, yerine dön de uyu. Bir ses işitirsen, yatağında bulunduğun halde;
"emret! Yaparım, şeklinde söyle" diye cevâp verdi. Şem'ûn yerine
dönerek uyuduktan sonra, tekrar kendisini çağıran bir ses işitti. Bu sefer
yatağında iken:
"— Benim,
emret!" diye cevâp verdiğinde gaibten:
"— Aylî'ye git
de, şunu söyle: Oğullarının benim mübarek evimde fena harekette bulunduklarını
ve kurban esnasında bid'at ihdas ederek bana isyan etmelerini önlemek hususunda
evlâd sevgisi ona mani' olmuştur. Ben kâhinliği onun elinden alarak, kendisini
ve oğullarını mahvedeceğim", diye bir ses geldi, gem'ûn sabahleyin
yatağından kalktıktan sonra olup-bitenleri kâhin Aylî'ye anlattı. Kâhin bunu
duyunca çok korktu. Bu sırada düşman, îsrâîl oğulları üzerine yürümekte
olduğundan; kâhin, oğullarına şehirden çıkarak düşmanla savaşmalarını emretti.
Onlar; Hz. Musa'nın Asâ'sını ve ona indirilen Elvâh'ı içinde bulunduran Tabut
yardımı ile düşmanlara karşı savaşmak üzere şehirden çıktılar. Onlar düşmanla
çarpışmak üzere hazırlandıktan sonra, Aylî savaşın neticesini öğrenmek üzere
-kürsîsi üzerine oturmuş olduğu halde- haber beklemeğe başladı. Bu sırada biri
gelerek her iki oğlunun öldüğünü ve askerin bozguna uğradığını haber verdi.
Kâhin: "Tabut nerede?" diye sorduğunda haberci: "Tabût'u düşman
götürdü" dedi. Bunu işiten kâhin hıçkırarak ağladı ve baygın bir halde
kafası üzerine yere yuvarlanarak öldü. Tabût'u ele geçiren düşmanlar, onu
putların resim ve heykellerini sakladıkları eve koydular. Tabût'u yere koyarak
üzerine bir putu yerleştirdiler. Fakat sabahleyin putun altta, Tabût'un ise
onun üzerinde olduğunu gördüler. Tekrar Tabût'u alta, putu onun üzerine
yerleştirerek ayaklarını tabuta çevirdiler. Bu sefer kalktıklarında put, eli
ve iki ayağı kırılmış bir halde Tabût'un altında yatıyordu. Bunun üzerine onlar
birbirlerine: "îsrâîl oğullarının ilâhına hiçbir kuvvetin karşı
koyamadığı ma'lumdur" dediler. Bundan sonra Tabût'u puhâneden çıkararak
köyün bir tarafma yerleştirmişlerdi ki, bu sefer Tabût'un bulunduğu taraftaki
ahalînin boyunları ağrımaya başladı. Onlar birbirlerinden: "Bu
hastalığımızın sebebi nedir?" diye soruşturmağa başladılar. îsrâîl
esirlerinden orada bulunan bir kız: "Bu Tabut aranızda kaldığı müddetçe bu
gibi kötü hallerden kurtulamazsınız" dediğinde, onlar Tabût'u köylerinden
çıkardılar. Fakat öteki kıza da: "Sen yalan söyledin" .dediler. Kız:
"Sözümün doğruluğunu
anlamak isterseniz,
hiçbir vakit sabana koşulmamış olan ve buzağılan da yanlarında bulunan iki
inek getirirsiniz. Onları bir arabaya koştuktan sonra, Tabût'u arabaya
yerleştirir, buzağıları alıkoymak suretiyle inekleri sürersiniz. Onlar Tabût'u
îsrâîl oğullarının topraklarına götürür, sizin topraklarınızdan çıkarak İsrâîl
oğullarının toprağına girince, boyunduruklarını kırarak Tabut ile arabayı orada
bıraktıktan sonra kendileri buzağılarının yanma dönerler" dedi. Onlar
kızın tavsiyesine göre hareket ettiler, inekler kızın dediği gibi onların
topraklarından çıkarak îsrâîl oğullarının ülkesine girince boyunduruklarını
kırarak arabayı orada bıraktıktan sonra kendilikle-
rinden yavrularının yanına
döndüler. İnekler, üzerinde Tabut bulunan arabayı, Isrâîl oğullarının bigilmiş
ekinleri bulunan yerde bırakmışlardı, îsrâîl oğulları bunu görünce çok
korktular. Tabût'un yanına yaklaşmak isteyen herkes öldü. Şem'ûn onlara:
"meydana çıkınız, kendisinin kuvvetine güvenenler yaklaşsın" dedi.
Birçokları denediği halde beceremeyip, ancak îsrâîl oğullarından iki kişi
Tabût'a yaklaşabildi. Tabût'u, dul kalmış bir kadın olan annelerinin evine götürmelerine
müsaade edildi. Tâlût hükümdar oluncaya kadar Tabut o kadının evinde kaldı.
Şem'ûn îsrâîl oğullarının iş ve idarelerini düzenledikten sonra halk ona:
"Sen bize Allah yolunda düşmanlarımızla savaşacak bir hükümdar
gönder" dediler. Şem'ûn onlara: "Allah siz
îsrâîl oğulları,
Câlût'un ordusu ile karşılaşmak üzere yola çıkarken: "Ey Rabbinıiz! Bize
çok sabır ver!" diye dua ettiler. Dâvûd
('u*ı babası da, 13 oğlu ile birlikte ırmağı geçenler arasında bulunuyordu.
Kardeşlerinin en küçüğü olan Dâvûd birgün babasının yanına gelerek,
"__. Ey
Babacığım, ben, atma aletimle (sapanımla) nereye atarsam o şeyi yere
seriyorum" dediğinde babası:
"— Ey oğlum,
Allah onu senin geçinme aletin yapmıştır" dedi. Dâvûd başka bir zaman yine
babasma gelerek:
"—, Ey babacığım,
dağa gitmiştim; orada çökmüş bir arslana rastladım. Üzerine binerek iki
kulağından yakaladım. Kendisinden hiç de korkmadım" dediğimde babası:
"— Oğlum; Sevin;
zira bu hayırlı bir işarettir. Allah sana ihsanlarda bulunacaktır" diye
cevap verdi. Dâvûd diğer bir defasında babasına:
"— Dağlarda
dolaşırken tesbîh okuduğum zaman, bütün dağlar da benimle birlikte tesbîh
okudular" deyince, babası:
"— Sevin, bu
senin hakkında hayırlı bir işarettir. Allah, bu hayırlı şeyleri sana
vermiştir" dedi. Dâvûd bir çoban olup, babasına ve kardeşlerine yiyecek
taşırdı. Peygambere, içinde yağ bulunan bir boynuzla demirden yapılma bir fırın
vermişti. Peygamber bunları Tâlût'a göndererek: "Calût'u öldürecek adam bu
boynuzu başının üzerine koyduğu zaman, içindeki yağ kaynayacak. Sonra yağı
sürünecek, fakat yüzüne akmayacak. Bu boynuz onun başı üzerinde bir taç şeklini
alacaktır" dedi. (O zamana kadar zayıf vücutlu olan Dâvûd) fırına
girdiğinde, vücudu fırının içini dolduruverdi. Tâlût bununla îsrâîl oğullarını
sınadı. Çünkü onlardan kimse kendisini hükümdarlığa kabul etmiyordu. Savaş sona
erdikten sonra Tâlût, Davud'un babasına: "Senin, bu gördüklerimizden başka
oğlun yok mu?" dediği zaman babaları: <(Var, o bize yemek
getiriyor" dîye cevap verdi. Dâvûd, Tâlût'un yanına giderken yolda
rastladığı üç taş düe gelerek: "Yanma al da, bizimle vurarak Câlût'u
Öldürürsün" dediler. Es-Süddî, Davud'un bu taşları alarak ok çantasına
koymuş olduğunu söyler. Tâlût: "Câlût'u öldürene kızımı vererek, devletin
idaresini onun eline teslim edeceğim" diye va'detmişti. Dâvûd geldikten
sonra, boynuzu başına koyduklan vakit yağ kaynamaya başladı. Yağı sürerek
firma girince vucudü fırının içini doldurdu. Halbuki o, esasında hastalıklı ve
sarı benizli bir kişi idi. Dâ-vûd'dan önce bunun içine kim girdi ise, fırın
çalkalanır, uğuldardı.
(Fakat) Dâvûd girince daraldı. Dâvûd harekete
gegerek Câlût'un üzerine yürüdü. Câlût insanların en iri gövdeli en kuvvetli ve
en bahadırı idi. Davud'a baktığı zaman, Câlût'un kalbinde korku doğdu ve Ona:
"Ey delikanlı, geriye dön! Sana acıyorum. Seni öldüreceğim" dedi.
Dâvûd: "Hayır ben seni öldüreceğim" dedikten sonra, taşları
çantasından çıkararak.Câlût'a kargı fırlatmak üzere âletin iğine yerleştirdi.
Onları teker teker yerleştirirken atalarından birinin adını anarak:
"(birincisini) babam îbrâhim (a.s.) namına; ikincisini babam îshâk (a.s.)
namına; üçüncüsünü atam îsrâîl (a.s.) namına atacağım" diyordu. Dâvûd
bundan sonra aleti işletmeye başladı. Konulmuş taşlar, tek bir parça haline
gelerek, Câlût'un üzerine fırlatıldı. Taş onun iki gözü arasına saplanarak ve
kafasını delerek Öldürdü. Yalnız Câlût'u öldürmekle kalmayıp, Onun askerleri
arasında dolaşarak
Dâvûd bir şeyden korktuğu
zaman, onun arkasından kimse yetişemezdi. Tâlût, onu takip etmek üzere atını
koşturdu. Dâvûd, yetişir korkusu ile daha sür'atli koşmaya başladı bir
mağaraya sığındı. Allah örümceğe mağaranın ağzında kendisi için bir yuva kurmasını
ilham etti. Mağaranın ağzına gelen Tâlût; kurulan örümcek a-
ğım ve yuvasını
görünce: "Dâvûd buraya girmiş olsaydı Örümceğin ağını bozmuş olurdu."
diyerek çekilip gitti. Bilginler Tâlût'un Davud'a kargı olan bu muamelesinden
müteessir olarak onun aleyhinde sözler söylemeye ve kendisini tenkide
başladılar. Tâlût ise, Dâvûda kötü muamelede bulunmaktan alıkoymak isteyenleri
öldürüyordu. Allah O'nu, bilginleri Öldürmeye isteklendirdi. O,
fırsatı düştükçe Îsrâîl oğullarından olan bilginleri
öldürmeye başladı. Allah'ın "tsm-i A'zâm"ını bilen bir kadına
sıra geldiğinde, Tâlût celladına onu öldürmek için emir verdiyse de, cellad
ona acıyarak: "Birgün bilgisine muhtaç oluruz" diye kendisini sağ
bıraktı. Fakat sonra Tâlût'un kalbinde günahlarından pişman olmak duygusu
doğdu. Yaptıklarına pişman olarak
ağlamaya başladı. O derece çok ağladı
ki, insanlar ona acıdılar. O her gece mezarlığa giderek ağlar:
"Tevbelerimin kabul edileceğini bilen varsa Allah aşkına bana haber
versin" diye seslenirdi. Böylece
çok seslenince mezarlardan biri ona: "Ey Tâlût, bizi öldürmekle kanaat
etmeyip mezarımız başında da bize eziyet ediyorsun" dedi. Bunun üzerine
ağlaması ve kaygusu daha da fazlalaştı.
Celladı ona acıyarak kendisi ile konuştu:
"Benim tevbemin kabul edilip-edilmiyeceğini büen bir bilginden
haberin var mı?" dedi. Cellad ona: "Senin gibilerin hali, akşamleyin
bir köye indiği vakit horozların
ötüşünü uğursuz sayarak,
bütün horazları kestiren ve uykuya dalarkende: "Beni
horozlar öttüğü vakit
kaldırınız" diye emir
veren kimsenin haline
benzer. Çünkü ona : "köyde birtek horoz bırakmadın
ki, ötsün-" diye cevâp vermişlerdir. Sen de îsrâîl oğulları arasında bir tek
bilgin bırakmadın ki, tevbe-nin kabul edilip- edilmeyeceği hakkındaki suâline
cevâp versin!" dedi. Bunun üzerine Tâlût'un endişe ve ağlaması çok arttı.
Cellad onun vaziyetinde bir ciddiyet görünce: "Sana bir bilgin gösterirdim
ama onu öldürmenden korkuyorum" dediği zaman Tâlût: "Öldürmeyeceğim"
diye cevâp verdi. Cellat ondan söz aldıktan sonra, sağ bıraktığı alime kadının
kendi evinde saklanmış olduğunu söyledi. Tâlût: "Sen beni onun yanına
götür. Ben ondan tevbemin kabul edilip-edilmeyeceğini soracağım" dedi.
Bir evde Allah'ın
"îsm-i A'zâmmı' bilen bir erkek varsa, öleceği zaman o ismi
kadınlarına öğretirdi. Cellad: "Alime kadın seni görürse korkarak
bayılır" diyerek Tâlût'u kapı arkasında bıraktı ve kendisi evine kadının
yanına girerek: "Seni ölümden kurtararak evimde saklamış olmakla, sâna
karşı dünyada nimet ve minneti büyük olan kimse ben değü mi^ . yun?"
dediği zaman, kadın: "Evet sözlerin doğrudur" dedi. Cellad:
"Benim senden bir ricam var; Tâlût senden tövbesinin makbul olup olmayacağını
soruyor" dedi. Kadın: "Allah adına yemin ederek söylüyorum ki, Tâlût'ım tevbesinin kabul
edilip- edilmiyeceğini bilmiyorum" dedikten sonra cellâddan:
"peygamberlerden birinin mezarını biliyor musunuz?" diye sordu. Ona,
peygamber Yûşa' (a.s.)'ın mezarını tarif ettiler. Kadın, yanında Tâlût ile
cellâd bulunduğu halde Yûşâ'nın mezarı basma geldi. Alime kadının duası üzerine
Yûşâ' (a.s.) başının üzerindeki toz ve toprakları sükerek mezarından
çıktı. Her üçü de Yû§a' (a.s.)'m yüzüne bakınca, onlara: "Size ne oldu?,
kıyamet koptu sandım" dedi. Kadın: "Hayır, kıyamet kopmadı. Ancak
Tâlût senden tevbesinin kabul edilip-edilmiyeceğini soruyor" deyince,
Yûşa': "Tevbesinin kabul edileceğini kesin olarak bilmiyorum; fakat
kendisi hükümdarlığından vazgeçip önünde
oğulları olduğu halde, Allah rızası için savaşarak oğulları ile birlikte
öldüğü takdirde (belki) kabul edilebilir" diye cevâp verdi ve Ölü halde
kabrin© döndü. Tâlût eskisinden daha kederli bir vaziyette mezarın başından
ayrıldı. Çünkü oğullarının buna yanaşmamasından korkuyordu. Bu sefer Tâlût o kadar çok ağladı ki,
kirpikleri dökülerek vücudu kurudu. Sayıları 13 olan oğulları onun yanına
gelerek konuştular ve halini sordular. Tâlût onlara, tevbesinin ne gibi şartlar
altında kabul edüeceği hususunda Yûşa' (a.s.) tarafından söylenen sözleri an^
lattı. Onlardan kendisiyle birlikte düşmana karşı savaşmalarını rica etti.
Oğullarını silâhlandırdıktan sonra birlikte düşmana karşı yürüdüler ve
babalarının önünde bulundukları halde düşmana karşı çarpışarak hepsi de
Öldürüldüler. Bundan sonra babalan Tâlût da düşman üzerine yürüyerek
öldürüldü. Yerine Dâvûd hükümdar oldu ve Allah tarafından peygamber olarak
seçildi. C .Hak bunu kitabında: "Allah, Davud'a hükümdarlık ve hikmet
verdi"[197] âyetinde hikâye etmektedir. Rivayete göre,
<(hikmet"ten maksad
peygamberliktir. Dâvûd (a.s.) Şem'ûn'un
yerine peygamber olmuştur. Tâlût'un adı süryânîeede: Şavil îhn Kays... Ya'kûb
Ibn İshak îbn İbrahim'dir. İbnü îshak'a
göre, Tâlût'un tevbesi hakkında mezardan
çıkarak haber veren zat, Elyesa' Ibn Abtûb'dur. Bize bu haberi, Ibnü
Hu-meyd söyledi. Ona ve arkadaşlarına Seleme söylemiş; o, îshak'dan nakleder.
Tevrat ehli olanlara göre Tâlût'un idaresi, hükümdar olarak seçilmesinden ölümüne
kadar 40 yıl sürmüştür[198].
Vehb Ibn Münebbih'ten
nakledüdiğine göre Dâvûd (a.s.) ile Câ-lût karşı karşıya geldikleri zaman,
Dâvûd (a.s.)'u elinde sapan ve taşlarla görünce:
"— Sen mi beni
öldüreceksin?" dedi. Dâvûd: "— Evet" dedi. Câlût:
"— Yazık sana!
Bana, bir köpeğin karşısına çıkar gibi taş ve sapanla çıkıyorsun. Etini parça
parça edip vahşî hayvanlara ve yırtıcı kuşlara yedireceğim" dedi. Dâvûd:
"— Ey Allah'ın
düşmanı! Sen bana göre köpekten daha betersin!" cevâbını verdi. Dâvûd
(torbasından) bir taş aldı ve sapanla attı. Atılan taş Câlût'un iki gözünün
ortasına rastladı. Beynine girdi. Câlût cansız yere yuvarlandı ve yanındaküer
bozguna uğradı. Dâvûd, Câlût'un ba§mı kesti. Hadiseyi müteakip herkes,
"Câlût'u ben öldürdüm" demeğe başladı ve buna delil olmak üzere
Câlût'un kılıcı, cesedinden bazı parçalar veya silâhlarından alabildiklerini ortaya
attılar... Ve neticede Dâvûd, Câlût'un başını çıkarıp gösterdi. Tâlût'tan daha
evel va'dettiği şeyleri yerine getirmesi istenince pişman oldu ve Davud'a
hitaben:
"— Hükümdar
kızlarına mihir gerekir, onlar mihirsiz alınamazlar. Sen Cesur bir yiğitsin.
Kızımın mihrî olmak üzere, düşmanlarımızdan 300'ünün gulfesini
getirmelisin" dedi. Tâlût bu şartla Dâ-vûd'un ölümünü arzu ediyordu. Dâvûd
gitti ve onlardan 300 kişiyi esîr aldı, gulfelerini kesip getirdi. Bunun
üzerine Tâlût, kızını Dâ-vûda vermeğe ister-istemez mecbur oldu. Sonradan da
pişmanlık duydu. Davud'u öldürmek istedi. Bunu sezen Dâvûd dağlara kaçtı. Tâlût
arkasından gidip onun etrafını sardı. Akşam olunca Tâlût ve nöbetçilerine Allah
bir uyku verdi. Dâvûd gizlendiği yerden çıktı, Tâlût'un abdest almak ve su
içmek için kullandığı ibriki aldı; sakalından bir parça kesti; bir parça da
elbisesinin saçağından alıp yerine çekildi. Yerinden Tâlût'a: "Eğer seni
öldürmek isteseydim dün bu mümkindi. İnanmazsan bak! İşte ibrikin, sakalın ve
saçakların" dedi. Tâlût inandı ki, eğer Dâvûd isteseydi kendini öldürebilirdi[199].
Yukarıya alınan
rivayetlerden birinde, îsrâîl oğulları peygamberlerinden, düşmanlarıyla
çarpıgma hususunda kendilerine Önderlik edecek bir melik istemişlerdi.
Peygamber duâ etti ve hükümdar olarak Allah tarafından seçilecek kişinin
boyunun elinde tuttuğu değ- neğin boyu kadar olacağını söyledi... İşte bu
"asâ"' (değnek) Cennet'-teıi inme idi[200].
a —
Debbağ" idi;
b — Saka idi[201];
c — Çoban
idi[202];
d — ( ) idi[203].
Tâlûît, kendisiyle su
taşıdığı merkebini rivayetlere
bakılacak olursa Nü nehrinden suluyordu[204].
Es-Süddı'nin
rivayetine göre, Tâbut ve Hz. Musa'nın Asâ'sı Ta-beriyye gölünde gömülüdür.
Gömülü bulundukları yerde Hz.
Ayette (el-Bakara,
2/249) ifâde edildiğine göre, Tâlût ordusu ile yola çıktığı zaman;
"Şüphesiz Allah sizi bir ırmakla imtihan edicidir, îşte kim ondan kana
kana içerse benden değil, kim onu tad-
mazsa artık o benden.
Eliyle bir avuç alanlar başka... dedi". Acaba bu nehir hangi nehirdir?
a — Filistin
nehri[206];
b --- Ürdün
ile Filistin arasında suyu tath bir nehir[207];
c — Ürdün
nehri[208];
d — Şeri'a
nehri[209].
a — 4 bin
kişi[210];
b — 310
kusur kişi[211];
c —
310 kişi[212].
d — 313 kişi[213].
Tâlût ve Câlût
orduları ile muharebe için karşı karşıya geldikleri zaman, Câlût basma
demirden bir miğfer giymişti. Bu miğferin ağırlığı:
a — 300Rıtl
idi[214];
b — 600 Rıtl
idi[215].
10 — Câlût ile
Karşılaştığı Zaman Dâvûd Nasıl Bir Ata Binmişti?
Dâvûd (a.s.) Tâlût
tarafından, meydana er dileyen Câlût'un kargısına çıkarılırken, yanma bir takım
birlikler verdi; kendisini yağız bir ata bindirdi; kılıç kuşattı; demirden
ma'mûl zırh giydirdi[216].
Rivayetlere göre Dâvûd
(a.s.) bîrgün yolda yürürken bazı taşlar dile gelmiş ve ona her t>iri ayrı
ayrı: "Beni al!" demişlerdi. Dâ-vûd (a.s.) torbasına koyduğu bu
taşları sapanına koyup Câlût'a fırlattı. Atış esnasında birbirine kaynayarak
bir tek taş haline gelen taşlar, Câlût'un tam alnına bir ateş parçası gibi
girdi Beynini dağıtıp ensesinden çıktı. Dâvûd (a.s.)'un eliyle atılan bu atım
Câlût'tan sonra
Rivayete göre, Tâlût
ve ordusu ile karşılaşmak üzere Câlût muharebe meydanına bir fü üzerinde
geldi; başında tâc vardır; alnında etrafa nûr saçan bir yakut bulunuyordu[219].
' Ali İbn İbrahim'in
tefsirinde Efou Ca'fer'den nakline göre yukarıda Talût'un evine geldiğini
kaydettiğimiz Tâbut, Allah'ın Hz. Musa'nın annesine indirdiği tâbuttur.
Bilindiği gibi Hz. Musa'nın annesi oğlunu bunun içine koymuş ve denize atmıştı.
Bu Tâbût'a îsrâîl oğulları çok ehemmiyet verirler ve onunla teberrük ederlerdi[220].
[221]
Tâlût'la birlikte
sebat edip düşman karşısına çıkanların sayısı ile ilgili kısa bir hadîs hariç
hemen tamamiyle isrâîliyyattan ibaret olan bu rivayetleri tahlilden sonra,
konuyla ilgili Kitab-ı Mukaddesteki metinleri göreceğiz. O zaman bunların
isrâîîiyyattan olduğu daha açık bir tarzda görülecek ve aynı zamanda tefsirlere
ne ölçüde Ehl-i Kitab rivayeti aktarıldığının bir numunesi olacaktır.
Buna dâir yukarıda
bazı rivayetler kaydedilmişti. Meleklerin Tâ-bût'u nasıl ve ne şekilde
getirdiklerini ancak Allah bilir. Âyetten, meleklerin Tâbût'u bizzat getirmiş
olmaları açıkça anlaşılıyor. Lâkin tafsilâtı doğrulayacak delillere mâlik
değiliz[222].
Rivayetlere göre
Tâlût, tevbesinin mümkin olup-olmadığmı anlamak için âlime bir kadrinin
refakatinde bir peygamberin mezarına gitmiştir. Bu kadın Allah'a duâ etmiş ve
duâ neticesi peygamber di-rilip mezardan çıkmış ve ona nasıl tevbe etmesi
gerektiğini söyledikten sonra tekrar eski haline aydet etmiştir. îbnü Cerîr
et-Taberî'nin es-Süddî'ye varan bir senedle tarihine aldığı bu rivayet için
İbnü Ke-sîr: "Bu rivayette dile getirilenlerin bir kısmında
"nazar" ve "nekâ-ret" vardır... Belki kadın peygamberi
ru'yasında görmüştür. Kabrinden kalkmamıştır. Çünkü peygamberin kabrinden
kalkması, sâdece bir peygamberin mucizesi olabilir. Bu kadın ise nebî değildir"[223]
der.
Kaynaklar Talût'un
hükümdarlığının tam 40 yıl sürdüğünü, açıkça ehl-i Tevrat'tan naklen haber
verirler[224].
Bir kısım
rivayetlerde, başarılarından rahatsız olduğu için Talût'un DâvM'a karşı derûnî
bir ,kin beslediği, onu Öldürmeyi planladığı anlatılır. Fakat bu konudaki
tarihi bilgiler tezat halindedir: Bazılarında Talût'un, Dâvûd'dan 300 guîfe
istediği anlatılır -ki bu, Tâlût'un Davud'u ortadan kaldırmak istediğinin en
açik deliîidir.-diğer bazılarında da hiçbir ferde sezdirmeden evine geceleyin
girdiği ve Dâvûd zannıyla elbiselerini üzerine koyduğu tulumu, bir kılıç darbesi
ile parçaladığı dile getirilir. Bu rivayetler arasını te'lîf böyle bir güçlük
arzedib dururken, kaynaklar bir muhbirin ismini verirler. Buna göre, Davud'a
Tâlût tarafından Öldürüleceği "Zü'l-'Ayneyn" isimli bir şahıs
tarafından haber verilmiştir[225].
Ayrıca bu konudaki
rivayetlerden birinde Davud'un şarap içtiğinden de bahsedilmiştir. Bugün elde
mevcut Tevrat'ta bir peygamberin içki kullandığı ve bunun tesiriyle iki
kızıyla da sâna ettiği ve bunlardan çocuklarının dünyaya geldiği kayıtlıdır.
İnsanların tebdil ve tahrîfi ile bunun gibi daha birçok iftirayı ihtiva eden
Kur'ân öncesi mukaddes kitapların ve onlara inanan camianın bilgileri Islâmî
muhit ve kaynaklara aktarılırken çok dikkatli davrarulmandır.
Buna dâir üç isim
söylenmiştir. Bunlardan biri de Yûşa' (a.s.) dır. Bazı müellifler tarihî
bakımdan imkânsız olduğunu tasrîh ederek bunu reddederler[226],
özellikle Ibnü Kesir: "Âyette bahis konusu edilen peygamberin Yûşa'
(a.s.) olduğu yolundaki rivayetler gerçek olmaktan uzaktırlar. Çünkü Tâlût ve
Câlût olayı Hz. Musa'dan uzun bir zaman sonra meydana gelmiştir. Bu hâdise ise
Dâvûd (a.s.) zamanındadır. Nitekim bu husus kıssada açıkça belirtilmiştir. Hz.
Mûsâ üe Dâvûd (a.s.) arasında 1000 küsur senelik bir zaman farkı vardır"
der (Tefsir, I. 533).
Konuya
Tefsîrul-Menâr'da (II. 474)'da temas edilmiş ve bunun tarihi bilmemekten neşet
ettiği tasrîh edilmiştir.
Bu konudaki merviyyatın
tamamı da isrâîlivyattir[227].
Konu ile ilgili olan
kısmaları I. Samuel'den aktaracağız. Netî-cede tefsirlerde yer alan
rivayetlerin gerçek kıymeti ve Kitab-ı Mu-kaddes'ten ne ölçüde müteessir olduğu
daha iyi görülmüş olacaktır:
Ve Filistîler cenk
için ordularını topladılar; ve Yahûda'nın So-ko şehrinde toplandılar, ve Soko
ile Azeka arasında, Efes-Danı-mim'de ordugâh kurdular. Ve Saul ile Isrâîl
adamları toplandılar, ve Ela deresinde ordugâh kurdular ve FilistÜere karşı
cenge dizü-diler. Ve Filistîler dağda bir yerde duruyorlardı, ve îsrâîli'ler dağda
Öbür tarafta duruyorlardı; ve aralarında dere vardı. Ve Filistîler
ordugâhından adı Golyat olan Kat'lı pehlivan çıktı, boyu altı arşm ve bir
karıştı (takriben on metre 70 santimetre). Ve başında tunç başlık vardı, ve
üzerine pullu zırh giyinmişti; zırhın ağırlığı 5 bin şekeî tunçtu (takrîben 82
küograra eder). Ve baldırları üzerinde tunç zırhlar vardı, ve omuzlan arasında
tunç kargı vardı. Ve mızrağının sapı çulha tezgâhı sırığı gibi idi; ve
mızrağının başı 600 şe-kel ağırlığında demirdi; ve kalkan taşıyan uşağı önde
gidiyordu. Ve durdu, ve îsrâîl dizilerine bağırıp onlara dedi: "Niçin
cenge dizilmeğe çıktınız? Ben Filistî değil miyim, siz de Saul'un kulları değü
misiniz? Kendiniz için bîr adanı seçin de yanıma insin. Eğer benimle cenk
edebilir ve beni vurursa, o zaman size kul oluruz; fakat ben yener ve onu
vurursam, o zaman siz bize kul olursunuz ve bize kulluk edersiniz. Ve Füistî
dedi: "Bu gün ben îsrâîl dizilerine meydan okuyorum; bana bir adam verin
de karşı karsıya cenkleşelim", ve Filis-tînin bu sözlerini işitince Saul
ve bütün îsrâîl yılgınlığa düştüler ve çok korktular.
Ve Dâvûdj
Beyt-Lehem-Yahudadan, adı Yesse olan o Efratlı'nın oğlu idi; ve bu adamın sekiz
oğlu vardı. Ve Saul'un günlerinde koca-mıştı, adamlar arasında yaşta
ilerlemişti. Ve Yesse'nin üç büyük oğlu Saul'un ardınca cenge gitmişlerdi, ve
cenge giden üç oğlunun adları şunlardı... Ve Dâvûd en küçüğü idi; ve üç büyük
oğlu Saul'un ardınca gitmişlerdi. Ve Dâvûd Beyt-Lehem'de babasmın koyunlarını
gütmek için Saul'un yanından gider ve dönerdi. Ve Filistî kırk gün, sabah ve
akşam ilerleyip karşılarında duruyordu.
Ve Yesse oğlu Davud'a
dedi: "Şimdi kardeşlerin için bu'kavrul-muş buğdaydan bir efayı, ve bu on
ekmeği al, ve ordugâha kardeşlerine koş; ve bu on parça peyniri binbaşıya
götür, ve kardeşlerinin hal ve hatırını sor, ve onlardan bir nişane al. Ve
onlarla Saul ve bütün îsrâîl adamları Ela deresinde Füistîlerle cenkleşmekte
idiler. Ve Dâvûd sabahleyin erken kalktı, ve koyunları bekçiye bıraktı, ve
Yesse'nin kendisine emrettiği gibi alıp gitti; ve arabalar ordugâhına geldiği
zaman ordu cenk meydanına çıkıyordu ve cenk için bağırı-yorîardı ve îsrâîîle
Filistîler dizi diziye karşı olmak üzere dizildiler. Ve Dâvûd eşyasını eşya
bekçisinin eline verdi, ve diziye kogup geldi, ve kardeşlerinin hal ve hatırını
sordu. Ve onlarla söyleşirken işte, adı Golyat olan Gat'lı filistî pehlivan
Filistî dizisinden çıkıyordu, ve evvelki sözler gibi söyledi; ve Dâvûd işitti.
Ve bütün israilliler adamı gördükleri zaman Önünden kaçtılar, ve çok korktular.
Ve İsrailliler dediler: "Bu çıkan adamı gördünüz mü? Gerçek İsrail'e meydan
okumağa çıkıyor ve vakî olacak ki, kim onu vurursa kıral onu büyük zenginlikle
zengin edecektir, ve kızını ona verecektir, ve babasının evini Isrâîlde
serbest kılacaktır". Ve Dâvûd yanında duran adamlara söyleyip dedi:
"Bu Filistîyi vuracak ve İsrail'den utancı kaldıracak adama ne yapılacak?
Çünkü hayy olan Allah'ın dizüeri-ne meydan okuyan bu sümıetsiz Filistî kim
oluyor?". Ve Kavm: "Onu vuracak adama şöyle yapılacak", diyerek
o söze göre kendisine söylediler.
Ve adamlarla
söyleşirken büyük kardeşi Eliab işitti, ve Davud'a karşı Eliab'm Öfkesi
alevlenip dedi: "Niçin indin? Ve o bir kaç koyunu çölde kime bıraktın?
Senin kibrini ve yüreğinin kötülüğünü bilirim, mutlaka cengi görmek için
inmişsindir". Ve Dâvûd dedi: "Şimdi ben ne yaptım? Ancak bir söz
değil mi idi?". Ve onun yanından dönüp aynı sözü başka birine söyledi; ve
kavm ona önce olduğu gibi cevâp verdiler.
Ve Davud'un söylediği
sözler işitilince, onları Saul'a bildirdiler; ve onu getirtti. Ve Dâvûd Saul'a
dedi: "O adamdan dolayı kimsenin yüreği zayıflamasın; kulun gidip bu
Fiîistı ile cenk edecektir." Ve Saul Davud'a dedi: "Bu filistî ile
cenk etmek için sen ona karşı gidemezsin; çünkü sen gençsin, fakat o
gençliğinden beri cenk adamıdır. Ve Dâvûd Saul'a dedi: "Kulun babasının
koyunlarını güderdi ve aslan, yahut ayı geldiği, ve sürüden bir kuzu aldığı
zaman, ben ardından çıkar ve onu vururdum, ve ağzından kuzuyu kurtarırdım, ve
bana karşı kalkarsa sakalından tutup onu vurur öldürürdüm. Kulun hem aslanı, hem ayıyı
vurmuştur; ve bu sünnetsiz füistî onlardan biri gibi olacaktır, çünkü hay olan
Allah'ın dizilerine meydan okumuştur".
Ve Dâvûd dedi: "Aslan pençesinden ve ayı pençesinden beni kurtaran Rab,
bu filistînin elinden de beni kurtaracaktır". Ve Saul Davud'a dedi:
"Git ve Rab seninle beraber olsun".
Ve Saul kendi elbisesini Davud'a giydirdi, ve başına tunç başlık koydu,
ve ona zırh giydirdi. Ve Dâvûd esvabı üzerine kılıcını kuşandı, ve yürümeğe çalıştı,
günkü alışmamıştı. Ve Dâvûd Saul'a dedi:" Bunlarla yürüye-mem; çünkü
alışmadım". Ve Dâvûd onları üzerinden çıkardı. Ve eline değneğini aldı. Ve vadiden
kendisine beş çakıl taşı seçti; ve on-
ları üzerinde olan
çoban torbasına, dağarcığına koydu; ve
sapam elinde idi; ve Filistî'ye yaklaştı.
Ve Filistî yürüp
geliyor, ve Davud'a yaklaşıyordu ve kalkanı ta-sıvan uşak onun önünde idi. Ve
Füistî bakındı, ve Davud'u görünce onu adam yerme koymadı; çünkü genç ve
kırmızı yüzlü, bakıhşı da güzeldi. Ve Filistî Davud'a dedi. "Ben köpek
miyim ki bana değnekle geliyorsun?". Ve Füistî kendi ilâhları ile Davud'a
lanet etti. Ve Filistî Davud'a dedi: "Yanıma gel ve senin etini göklerin
kuşlarına, ve kırın hayvanlarına vereyim". Ve Dâvûd Füistî'ye dedi:
"Sen kılıçla, ve mızrakla, ve kargı üe üzerime geliyorsun; fakat ben
meydan okuduğun îsrâîl dizisinin Allah'ı, ordular Rabbinin ismi Üe senin
üzerine geliyorum. Bu gün Rab seni benim elime verecek; ve seni vuracağım, ve
başım gövdenden ayıracağım, ve Füistî ordusunun leşlerini göklerin kuşlarına,
ve yerin canavarlarına vereceğim, ve israil'de Allah olduğunu dünya büecek, ve
bütün bu cemaat bilecek ki, Rab kılıçla ve mızrakla kurtarmaz; Çünkü cenk
Rabbindir, ve sizi elimize verecektir. Ve vaki oldu ki, Davud'un karşısına çıkmak
için Füistî kalkıp yaklaşınca Düvûd çabuk davranıp Füistî'nin karşısına çıkmak
için cenk dizisine doğru koştu, Ve Dâvûd dağarcığına el attı, ve oradan bir
taş alıp sapanla fırlattı, ve Filistî'yi alnından vurdu; ve taş alnına battı,
ve yüzü üstüne yere düştü.
Ve Dâvûd Filistî'yi
sapanla ve taşla yendi, ve Filistî'yi vurup ve onu öldürdü. Ve Davud'un elinde
kılıç yoktu. Ve Dâvûd koşup Filistî'nin üzerinde durdu. Ve onun kılıcını alıp
kınından çekti, ve onu öldürdü, ve onunla başını kesti, ve Filistüer pehlivanlarının
öldüğünü görünce kaçtılar. Ve Isrâîl ile Yahuda adamları kalkıp bağırdılar, ve
Füistî'lere Gaiye varıncaya kadar, ve Ekron kapılarına kadar kovaladılar. Ve
Filistîlerden vurulanlar Gat'a kadar, ve Ekron'a kadar Şadrayim yolunda
düştüler...
Ve Dâvûd Filistî'yi
vurup döndüğü zaman, onlar gelirken, bütün tsrâîl şehirlerinden kadınlar,
Saul'u karşılamak için deflerle, sevinçle, ve üç telli sazlarla terennüm ve
raksederek çıktılar. Ve kadınlar oynarken karşılıklı terennüm edip diyorlardı:
Saul vurdu binlerini,
Dâvûd da onbinlerini, Ve Saul çok Öfkelendi ve bu söz, gözünde kötü göründü; ve
dedi:" Davud'a onbinleri verdiler, bana ancak binleri verdüer; ve artık
ona ancak krallık kaldı", Ve o günden sonra Saul Davud'a eğri gözle baktı...
Ve Saul'un elinde mızrak vardı; ve Saul: Davud'u duvara çakayım, diye mızrağı
attı. Fakat Dâvûd onun önünden iki kerre yana çekildi...
Ve Saul Davud'a dedi:
"İşte büyük kızını Merab, onu karı olarak sana vereceğim; ancak benim
uğrumda cesur ol, ve Rabbin cenklerini et...
Ve Saul'un kulları:
Dâvûd böyle söyledi, diyerek kendisine bildirdiler. Ve Saul dedi:
"Davud'a şöyle diyeceksiniz: Kral ağırlık istemiyor; ancak kralın
düşmanlarından öc almak için 100 Filistî gul-fe'si istiyor. Ve Saul Davud'u
Fiiistî'lerin eliyle düşürmeyi kurmuştu- Ve Saul'un kulları bu sözleri Davud'a
bildirdiler, ve kralın damadı olmak Davud'un gözüne hoş göründü. Ve günler
dolmamıştı; Ve Dâvûd kalkıp adamları ile gitti, ve Füistüer arasında 200 kişi
vurdu; ve Dâvûd kralın damadı olmak için onların gulfelerini getirdi, ve
onları tam sayısı ile krala verdiler... Ve Saul bütün günler Davud'un düşmanı
oldu...
Ve Saul Davud'u
beklemek ve kendisini sabahleyin öldürmek için evine ulaklar gönderdi, ve
Davud'un karısı Mikal ona bildirip dedi:" Eğer bu gece canını
kurtarmazsan, yarın öldürüleceksin. Ve Mikal Davud'u pencereden indirdi; ve o
gitti, ve kaçıp kurtuldu. Ve Mikal terafimi alıp yatağa koydu, ve keçi kılından
yastığı onun başına koydu, ve yorganla örttü...
Ve kral yanında duran
koşucu askere dedi: "Dönün, ve Rabbin kâhinlerini öldürün; çünkü onlar da
Dâvûd'la elbirlik ettiler, çünkü onun kaçtığını bildiler de benim kulağımı
açmadılar... Ve kâhinleri vurdular.,.
... Ve Dâvûd kalktı,
ve Saul'un cübbesinin eteğini gizlice kesti... Ve Dâvûd Saul'a dedi:...
"Bugün mağarada Rabbin nasıl seni elime verdiğini, işte, gözün bugün
gördü; ve seni öldürmemi söylediler; fakat gözüm seni esirgedi... Ve bak, ey
baba... elimdeki cübbenin eteğine bak; senin cübbenin eteğini kesip seni
öldürmediğimden bil ve gör ki, elimde kötülük ve günah yoktur... Ve Saul yüksek
sesle ağladı. Ve Davud'a dedi: "Sen benden daha sâlihsin; çünkü ben sana
kötülükle ödediğim halde, sen bana iyilikle ödedin..."[228]
(Dâvûd ellerine fırsat
geçmiş iken Saul'u Öldürmek isteyen arkadaşına mani oldu ve şöyle) dedi:
"Hayy olan Rabbin hakkı için, Rab onu vuracaktır; yahut girnü gelecek ve
ölecektir; yahut cenge inecek ve helak olacaktır. Rabin meşinine el uzatmaktan
Rab beni esirgesin; ve şimdi rica ederim, başı ucundaki mızrağı ve su matra-sını
al da gidelim". Ve Dâvûd Saul'un başı ucundan mızrağı ve su matrasım aldı;
ve gittiler; ve gören olmadı, ve uyanan olmadı; çünkü hepsi uyuyorlardı, çünkü
Rab tarafından üzerlerine derin uyku düşmüştü...
... (Dâvûd, Saul'un
bekçi ve nöbetçilerine şöyle seslendi): "Hayy olan Rabbin hakkı için, siz
ölüm oğullarısınız, çünkü efendinize, Rabbin mesîhine bekçilik etmediniz. Ve
şimdi bak, kralın başı ucunda olan mızrağı ve su matrası nerededir[229].
...Ve Samuel ölmüştü,
ve bütün îsrâîl onun için dövünmüşlerdi, ve onu Ramada, kendi şehrinde
gömmüşlerdi. Ve Saul cincileri ve bakıcıları memleketten kaldırmıştı. Ve
Filistîler toplanıp geldiler ve Şunem'de ordugâh kurdular; ve Saul bütün
îsrâîl'i topladı, ve Gil-boa'da ordugâh kurdular. Ve Saul Filistîler ordugâhım
görünce korktu, ve yüreği çok titredi. Ve Saul Rab'den sordu, fakat Rab kendisine
ne ru'yalarla, ne Urim'le, ne de peygamberlerle cevâp vermedi. Ve saul
kullarına dedi: "Benim için bir cinci kadın arayın, ve ona gidip ondan
sorayım". Ve kulları ona dediler: "işte, En-dor'da bir cinci kadın
var".
Ve Saul kılığını
değiştirdi, ve başka esvap giydi, ve iki adamla beraber gitti, ve geceleyin
kadının yanma geldiler; ve dedi: "Rica ederim, benim için cinle fala bak,
ve sana söyliyeceğim kimseyi bana çıkar. Ve kadın ona dedi: "îşte, Saulun
ne yaptığını, cincileri ve bakıcıları memleketten nasıl attığını biliyorsun da,
neden beni öldürtmek için canıma tuzak kuruyorsun?". Ve Saul kadına:
"Hayy olan Rabbin hakkı için, bu işten sana bir kötülük
gelmeyecektir", diye Rabbin hakkı için andetti. Ve kadın dedi: "Sana
kimi çıkarayım?". Ve Saul: "Bana Samuel'i çıkar dedi. Ve kadın
Samuel'i görünce yüksek sesle bağırdı; ve kadın: "Sen Saulsun da beni
niçin aldattın." diye Saul'a söyledi. Ve kral ona dedi: "Korkma; fakat
ne görüyorsun?". Ve kadın Saul'a dedi: "Yerden çıkmakta olan bir
ilâh görüyorum". Ve dedi: "Ne biçimdedir?". Ve kadın dedi:
"Kocamiş bir
adam çıkıyor; ve bir
cübbeye bürünmüş". Ve Saul, onun Samuel olduğunu anladı, ve yüz üstü
eğilip yere kapandı.
Ve Samuel Saul'a dedi:
"Beni çıkararak niçin rahatsız ettin?". Ve Saul dedi: "Çok
sıkıntıdayım; çünkü Filistîler bana karşı cenk ediyorlar, ve Allah benden
ayrıldı, ve artık ne peygamberlerle ne de ru'yalarla bana cevâp veriyor; ve ne
edeceğimi bildiresin diye seni çağırdım". Ve Samuel dedi: "Madem ki
Rab senden ayrılmış ve sana düşman olmuştur, o halde niçin benden soruyorsun?
Ve Rab bana söylediği gibi sana yaptı; Rab krallığı senin elinden kopardı, ve
onu senin komşuna, Davud'a verdi. Sen Rabbin sözünü bilmediğin, ve onun kızgın
Öfkesini Amelekîlere yapmadığuı için, Rab da bugün sana bu şeyi yaptı. Ve Rab
İsrail'i de seninle beraber Filistîlerin eline verecek; ve yarın sen ve
oğulların benimle beraber olacaksınız; ve İsrail'in ordusunu da Rab
Füisti'lerin eline verecektir'"[230].
Ve Filistîler İsrail'e
karşı cenk ettiler; ve îsrâîliler Filistîlerin Önünden kaçtılar, ve vurulanlar
Gilboa dağına düştüler. Ve Filistîler Saul'la oğullarının peşine yapıştılar; ve
Filistîler Saul'un oğulları (nı)... vurdular. Ve cenk Saul'a karşı
şiddetlendi, ve okçular onu buldular; ve okçulardan çok sıkıldı. Ve Saul
süahtarına dedi: "Kılıcını çek de onu bana sapla, yoksa bu sünnetsizler
gelip onlar bana saplayacaklar, ve benimle eğlenecekler". Fakat silahtarı
yapmak istemedi, çünkü çok korktu. Ve Saul kılıcını alıp onun üzerine düştü.
Ve silahtarı Saul'un öldüğünü görünce, kendi de kılıcının üzerine düştü, ve
onunla beraber öldü. Böylece Saul, ve üç oğlu, ve silahtarı ile bütün adamları
da o gün birlikte öldüler[231].
Yukarıya aldığımız
kısımlar ifâde edüdiği gibi I. Sanıuel'dendir, Tevrat'ın umumiyetle beş
kısımdan ibaret olduğu bilinir. Ve adı geçen I. Samuel kitabı Tevrat'ın
kısımlarına dahil değildir.
Yukarıda görüldüğü
gibi Kitab-ı Mukaddes'te Kur'ân'm (Tâlût) adıyla andığı şahsın adı Saul olarak
geçer (bu isim bazı kaynaklarda Şâvil, Sâvil tarzında tesbît edilmiştir). Öyle
görülüyor ki, Islâraî muhitlere sızdırılmış olan bu hikâye - Islâmî olup
olmadığına bakılmadan ve gayr-i Islâmî olduğu tasrîh edilmeden - kitaplara
aktarılmıştır.
Tefsîru'l-Menâr'da
I.
ve
II. Samuel'e ait
şöyle bir mütalea ileri sürülmüştür (it. 475) : "...Allah bu zatın ismini
Kur'ân'da Tâlût olarak zikretmiştir. Buna göre isim Tâlût'dur. Elıl-i Kitâb'm
eserlerinde bulunan şeyler bizi ilgilendirmez. Okuyucu, yahûdîlerin I. ve II. Samuel'i
yazanı ve bunların hangi zamanda yazıldıklarını bilmediklerini öğrenince,
ismin (Tâlût isminin) şu veya bu şekilde yazılmasının mühim olmadığını kolayca
anlar".
Buna ait rivayetleri
yukarıda kaydetmiştik. Kitâb-ı Mukaddes'in "Hakimler" bölümünde buna
ait bazı pasajlar vardır. Şöyle ki:
...Ve Harot pınarı
başında ordugâh kurdular... Ve şimdi kavme işittirip de: "Kim korkuyor ve
titriyorsa dönsün, ve Gilead dağından geri gitsin". Ve kavmden 22 bin kişi
geri döndüler; ve on bin kişi kaldı.
Ve Rab Gideon'a dedi:
"Kavmin sayısı yine fazladır; onları suya indir, ve senin için orada
onları deneyeyim; ve vaki' olacak ki sana "Bu seninle beraber gidecek,
dediğim adam seninle beraber gidecek; ve: Seninle gitmeyecek, dediğim adam
gitmeyecektir". Ve kavmi suya indirdi; ve Rab Gideon'a dedi:
"Köpeğin diliyle içtiği gibi diliyle su içen her adamı ayrı, ve içmek için
dizleri üzerine çöken her adamı da ayrı koyacaksın". Ve ellerini
ağızlarına götürerek dilleriyle içenlerin sayısı 300 kişi oldu. Ve Rab
Gideon'a dedi: "Diliyle içen 300 kişi ile sizi kurtaracağım, ve
Midyeanîleri senin eline vereceğim."[232].
Tefsîru'l-Menâr sahibi
kıssada mevcut bazı tenakuzlara dikkati çeker ve der ki: "Yahûdîlerin
mukaddes kitaplarında bu imtihan mes'elesi, Ced'ûn (Gideon) 'a maledilir ve
Tâlût kıssasından önce zikredilir. Kıssayı Allaha yakışmayan bir tarzda ortaya
koyarlar. Fakat bu, Allah'ın insan cemiyetlerini idarede koymuş olduğu İlâhî
sünnetlere asla uymaz, uymaz ama baştan sona harikulade ve acaip hadiselerle
dolu olan kendi tarihlerine uygundur(!)... Ben (kıssa ile ilgili bu
anlatılanlardan) şunu anladım ki; yahudî milleti tarihlerini
karıştırmışlardır.
Kitaplarda mevcut
olanların pek çoğunu kimin yazdığı belli değildir. Tâlût kıssasını ihtiva eden
I. Samuel kitabı da bu kâtibi meçhullerdendir. Bu kıssada, hadisenin
cereyanından sonra yazıldığını gösteren bir takım kısımlar da vardır..."
(Tefsîru'1-Me-nâr, II. 487).
Tâlût ile birlikte
nehri geçen ve suyu da emredildiği tarzda içenlerin sayısının, Bedir harbine
iştirak eden müslümanların sayısına denk olduğunu ifâde eden bir hadîs vardır[233]. Muhtelif
müellifler tarafından kaydedilen bu hadîse göre Bedir harbine iştirak eden
mü-câhidlerin sayısı, Talût ile nehri geçenlerin sayısı kadardır. Bilindiği
gibi bu sayı üzerinde tam ittifak yoktur. Ekseriyyet 310 küsur olduğu
kanaatmdadır. (313, 314, 315, 316, 319 rivayetleri de vardır. Bütün bunlar
için bk. İbnü Hacer, Fethu'I-Bârî, VHL 293-94).
El-Buhârî'de mevcut üç
rivayetten biri şudur[234] .
[235]
Tâlût ile Câlût
arasında geçen savaş dolaysıyla Kur'ân-ı Kerîm'-in bir âyetinde "Tâbut",
"Sekine" ve "Bakıyye"den bahsedilir. Tâ-lût'un
hükümdarlığını kabul etmeyenlere "Tabut" bir alâmet olarak gelmiştir.
Ve içinde Rab'lerinden bir sekînet ve... bir bakıyye vardır. Tamamı 7-8
kelimelik bir cümle olan bu âyet içindeki üç isim etrafında bir sürü
rivayetler ortaya atılmış, lüzumsuz tafsilata girilmiştir. Neticede görüleceği
gibi bunların hemen tamamı Ehl-i Kitâb'dan nakledilmiştir.
ftgffi Âyetin Me'âli :
Peygamberleri onlara
şöyle söyledi: "Gerçek, onun hükümdarlığının açık alâmeti size o Tâbût'un
gelmesi olacaktır ki, içinde Rabbi-nizden bir sekînet ve Mûsâ hanedanı ile
Harun âüesinin metrûkâ-tından bir bakıyye vardır..." (el-Bakara, 2/248).
Tâbut sandık demektir.
Cenaze taşımaya mahsus, ağaçtan ma'-mûl sandukaya da tâbut denir[236].
Âsim Efendi: "Ve malum ola ki, Kur'ân'i Kerîm'de zikrolunan Tâbût'tan
murad, Tevrat kitabında vad' olunan sandukadır..." der (Kamus Tercemesi,
T.V.B. maddesi).
a —
Cennetten inmedir; rivayete göre Âdem (a.s.) Cennet'ten yeryüzüne inerken
beraberinde bazı şeyler de getirmiştir. Bu eşya-.nın arasında Tâbut da vardır[237].
b --- Hz.
Âdem'den kalmadır; yine rivayete göre, Allah Hz. Âdem'e bir tâbut indirmiş,
içinde evlâdından gelecek peygamberlerin suretleri varmış. Âdem (a.s.)'in
vefatına kadar yanında kalmış; ölümünden sonra evlâdına mîras olarak intikal
etmiş; nihayet Ya'kûb (a.s.)'a intikal etmiş; sonra îsrâîl oğullarının elinde
kalmış; Musa (a.s.)Jya kadar gelmiş. Hz. Musa Tevrat'ı buna koyar; muharebe ettiği
zaman öne geçirirmiş[238]....
c — Hz.
Musa'nın anasından intikal etmiştir; bir kısım kaynaklarda, Tâbût'un Hz.
Musa'nın annesinden intikal ettiği yolunda haberler vardır. Ebû Ca'fer'den
rivayet edildiğine göre, bu Tâbût'u Hz. Musa'nın annesine Allah indirmişti.
Çocuğunu bunun içine koydu; denize salıverdi. Vefatına yakın Hz. Mûsâ;
Elvah'ı, zırhını, yanında mevcut nübüvvete ait şeyleri içine koydu ve Yûşâ'
îbn Nûn'a bıraktı...829.
Tâbût'a saygı
gösterdikleri devirlerde tsrâîl oğulları zaferden zafere koşmuşlardı. Aradan
zaman geçince isyana başladılar; fitne ve fesada düştüler; işleri çığırından
çıktı. Bunun üzerine Allah başlarına Anıalika'yı musallat eti. Amalika Isrâîl
oğullarını yenip Tâ-bût'larmı da alıp götürdüler. Tâbût'u memleketlerine
varınca bir pisliğe, bir helaya bıraktılar. C. Hak Tâlût'u hükümdar yapmak isteyince
Amalika'ya bir belâ verdi; hatta Tâbût'un yanında abdest bozanlar basura
tutulur oldular. Diğer taraftan memleketlerinin beş şehri de mahvoldu[239]....
a — Normal
ağaçtan[240],
b — Şimşir
ağacından[241].
c — ( )’dan[242].
Bütün kaynaklar
Tâbût'un eb'âdında müttefiktirler. Verilen Ölçülere bakılırsa o en-boy (3x2)
zira' kadarmış[243].
— Yukarıda da bir
vesile ile temas edildiği gibi. bazı kaynaklar Tâbût'un şu anda nerede
bulunduğunu da kaydetmişlerdir, es-Süddî'den rivayete göre Tâbut, Taberiyye
gölünde gömülüdür. Burada -ahir zamanda- Hz. îsâ'nm zuhuruna kadar kalacak ve
zamanı gelince Hz. îsâ onu çıkaracaktır[244].
Kelime; sükûn, vakar
ve sebat, emniyyet ve itmi'nân manâlarına gelir. Türkcede aynı manâlara gelmek
üzere kelimenin aslı muhafaza edilerek "sekînet" denir. Hafiflik ve
telaşın zıddıdır. Kelime bir de kendisi ile sükûn ve itmi'nân hissedilen
herhangi bir âyet, bir alâmet manâsına da gelir. Bir milletin bayrağı, bir
ordunun sancağı gibi[245].
Âyette, Tâbut içinde
bulunduğu bildirilen "sekîne"den maksadın ne olduğu hakkında bir
hayli rivayet vardır:
a — Suret
demektir[246];
b — Hz.
Ali'den rivayete göre, insan yüzüne benzer yüzü olan bir "Rîh-i Haffafe (=
hoş bir nesSm)"dir[247];
c —
"Rîh-i Hacûc" yani son derece sert ve şiddetli esen rüzgârdır[248];
d — Konuşan
bir ruhtur[249];
e —
Konuşmayan bir ruhtur[250];
f— Altımdan
ma'mûl bir cennet tasıdır[251] ki,
içinde peygamberlerin kalbleri yıkanırdı. Bu tası Hz. Musa'ya Allah vermişti;
içine Elvâh'ı koyardı.
9 — Kediye benzer bir hayvandır[252].
Mücâhid'den yapılan rivayetten bu yaratığın kediye benzediği, kedi basma
benzer bağının olduğu, kedi kuyruğu gibi kuyruğu bulunduğu, iki kanatlı olduğu söylenmiştir. Diğer bir rivayette,
ışık sağan iki gözünün bulunduğu, iki kanatlı olup kanatlarının zümrüt ve
zebercedden yapılmış olduğu da zikredilmiştir.
h — Kedi
başına benzer bir şeydir[253].
ı — İnsan
başına benzer bir şeydir[254];
i — Rahmettir[255];
k — Elvâh
nıahfazasıdır[256];
1 — Vakardır[257];
m— Bir
"âyet-i ma'rûfe" dir[258].
n — Tâlût'un
galib geleceğini ifâde eden bazı işaretlerdir[259];
o — Ne
olduğu bilinmeyen bir şeydir[260].
[261]
Bu kelime, bir
nesneden geri kalmış, artmış şey, hatıra manâsına gelir"[262].
Ayetteki ifâde şu tarzdadır: "Tâbût'un... içinde... Mûsâ hanedanı ile
Harun ailesinin mekrûkatindan bir bakiyye vardır" (el-Bakara, 2/248).
Bakıyyeden Maksad
Nedir?
Müfessirler Tâbût'un
içindeki bakıyyenin en olduğu hakkında ihtilaf etmişlerdir:
1)
"Bakiyye" den maksat "Elvah" kırıkları ve Hz. Musa'nın asasıdır. Bilindiği gibi Hz.
Mûsâ mîkatten dönerken, kendisi gittikten sonra kavminin bir buzağı edinib ona
taptıklarını Allah tarafın-dan haber almış ve bundan dolayı öfkeyle dönmüş ve
Elvanı elinden bırakmıştı. Rivayete göre yere bırakınca Elvâh kırılmış ve binaenaleyh
6/7 si ref olunmuş, ancak biri kalmıştı
(Bak. el-A'râf, 7/150). îşte bu Tâbut yani ahid sandığının içinde var
olduğu bilinen "bakıyye"den maksat bu Elvah kırıkları ve Hz. Musa'nın
asâsıdır (Îbnü Abbas, Katâde ve es-Süddfden)[263].
2) Yalnız Elvâh kırıklarıdır (Asâ hariçtir) (îkrimeden).
Rivayete göre Hz. Mûsâ bu Tâbût'u içine sırf Elvâh kırıkları koymak
için edinmiştir[264].
3) Mûsâ (a.s.)m Asası ve Sekmedir (Vehb
îbnü Münebbih-ten)[265].
4) Hz. Musa'nın Aaâ'sı, Harun'un Asâ'sı, her
ikisinin elbiseleri, Tevrattan iki levha ve kudret helvasıdır (Ebû Sâlih'den)[266];
5) İlim ve Tevrat'tır (Mücahid ve Ata İbn Ebi
Rebâh'tan)[267];
6) Elvah kırıkları, altun bir tas içinde
bir ölçek
[268]kudret
helvası, Hz. Musa'nın sangı ve asasıdır869 (Mukatil'den)[269];
7) Bir Ölçek kudret helvası ve Elvah
kırıklarıdır (bazı bilginlerden Süfyân es-Sevrî nakleder)[270];
8) Hz. Musa'nın Asâ'sı ve iki na'lîndir[271]
(Bunu da Süfyân es-Sevrî bazı bilginlerden rivayet etmiştir);
9) Allah yolunda cihad (çarpışma)'dır
(ed-Dahhâk'tan)
[272]
10) Hz. Musa'nın asası, elbiseleri, Tevrat ve
Harun'un elbiseleridir[273];
11) Harun'un sarığıdır[274];
12) Altun tastır[275];
13) EHvâh ve Hz. Musa'nın zırhıdır[276];
14) Kudret helvası, Hz. Musa'nın na'linleri, Harun'un sarığı ve asa'sidır[277];
15) Yalnız Hz, Musa'nın asa'sıdır[278].
[279]
Tâbut, sekîne ve
bakiyye ile ilgili olan rivayetler yukarıya kaydedildi. Konunun baş tarafına
da bu kelimeleri ihtiva ederi âyeti zneâlen almıştık. Tefsirlere geçmiş olan bu
tafsilâtla ilgili Kur'ân'ı Kerîm'de hiç bir bilgi yoktur. Keza bize, aynı
şeyler için Hz. Peygamber (s.a,v.)'den menkûl sahîh veya sekîm bir haber de
ulaşmamıştır. Aşağıda inceleneceği gibi bunlar, hemen tamamiyle
"is-râîliyyaf'tan ibarettir; lüzumsuz, manâsız ve asılsız söz kalabalığı
ile. kitapları doldurmak ve halkı oyalamaktan başka bir işe yaramayan
şeyledir.
Âyette bir Tâbût'tan
söz ediliyor. O halde böyle bir şey vardır İçinde sekîne vardır; bakıyye
vardır. Bunlara îman farzdır, . Acaba gerçekten bu Tâbût'u Hz. Âdem Cennet'ten
mi getirmiştir? (veya) kendisine gökten indirildiği doğru mudur? Yahut da bu
ihtimallerden sarf-ı nazar o, Hz. Musa'nın anasına mı aittir? Eğer Hz. Musa'nın
annesine ait olduğu doğru ise, onu kendisi mi yapmıştır? Birine mi
yaptırmıştır? Veya Allah mı göndermiştir?
(a.s.)'la ilgisi nedir? Ve nihayet Tâbut bu
gün nerededir? Bütün bunları bilmenin tek yolu Kur'ân'dır veya hadîstir veyahut
her ikisidir. Şayet bu saydığımız şeylere ait Kur'ân ve hadîste bilgi yoksa
bunların tek mercii Ehl-i Kitâb ismi ile anılan yahûdî ve hıristiyan
çevrelerdir. Konu ile ilgili bazı tenk)dleri sıralayalım:
a — Tâbût'un
mercii ve menşei ile ilgili haberleri kaydeden el-'Âlûsî: "Bunların akla
en uzak olanı, onun Hz. Âdem'e semadan inmiş olmasıdır. (Güya), Hz. Musa'dan
sonra insanlar bir konuda ihtilâfa düşünce ona varıyorlardı. O da aralarında
hükmediyor ve kendileriyle konuşuyordu. Bu hal, İsrail oğullarının fesadına
kadar hep böyle sürüp gitti. Fesâd vukuunda da Tâbût'u Amalika alıp götürdü.
Ben buna ait Hz. Peygambere ulaşan, sahih, merfu' ve Tâbut' un kilidini açacak
bir hadis, bir fikir bulamadım"[280] der
Bir kısım haberlerde
de Tâbût'un Tâlût'un melikliğine alâmet olarak gelişiyle ilgili tafsîlât
verilmiştir: Havadan geldi, yerden geldi, sağmal inekler getirdi, şu getirdi,
bu getirdi... gibi. Tâlût ve Câlût'a ait haberler bölümünde de temas edildiği
gibi bazı alimler bunları lüzumsuz bulmuşlar ve: "(Melekler bu sandığı)
yerden getirir, gökten getirir, nasıl getirirse getirir; siz o ciheti
düşünmeyin..."; "Meleklerin Tâbût'u nasıl ve ne şekilde
getirdiklerini Allah bilir. Âyetten de anlaşıldığı gibi meleklerin Tâbût'u
bizzat getirmiş olmaları zahirdir" demişlerdir[281].
Yine Tâbût'un Hz.
Âdem'den kalma olduğunu ihtiva eden haber hakkında Tefsîru'l-Menâr'da şiddetli
bir tenkîd vardır: "(Biz burada Tâbut hakkmda uzun boylu malûmat verdik).
Maksadımız, yahû-dîlerin (kitaplarında mevcut) bilgileri tam öğrenmektir. Çünkü
sen, bir takım tefsir ve kasas kitaplarında Tâbût'a dâir nice garip söz ve
rivayetler görürsün. Bu garip haberlerden biri de onun, Âdem (a.s.) 'le
birlikte Cennet'ten inmiş olmasıdır. Bu tür sözlerin kaynağı; müslümanları
aldatmak, mukaddes kitapları Kur'ânın tefsirine ait yazılmış eserlerde yalanın
çoğalmasını te'mîn etmek ve neticede onları sapıtmak gayesiyle yahudflerin
müslümanlar arasında yaydığı kıssalardandır..."2".
b — Bir
kısım rivayetlerde Hz. Mûsâ (a.s.)'nın vefatına yakın Tâbût'u fetâsı Yûşa' Ibn
Nûn'a bıraktığı söyleniyordu. Taberî tefsîrin de; îsrâîl oğullarının Tâbût'u,
faydasını ve içinde mevcut şeyleri bildiklerini ve onun Hz. Mûsâ ile Yûşa'nın
yanında olduğunu iddia edenleri "gaflet" erbabı olmakla ittüıam eder
ve bunun açık bir "hata" olduğunu söyleri Taberî'ye göre, ne Hz. Mûsâ
ve ne de Yûşa' hiç bir vakit Tâbut île düşman karşısına çıkmamışlardır[282].
c — Bir
vesile ile yukarıda da temas edildiği gibi yahûdîlerin Kitab-ı Mukaddes'e ait
tarih kitaplarında, Bâbillilerin Hz. Süleyman'ın heykelini yaktıkları zaman
Tevrat ve Tâbût'un kaybolduğu ve yakıldığı yazılıdır[283]. O
halde Tâbût'un bu gün Taberiyye gölünde gömülü olduğu, Hz. îsâ'nın nüzulüne
kadar burada kalacağı, o geldiği zaman gömülü olduğu yerden çıkarılacağı
yolundaki es-Süddı'den nakledilen rivayetin aslı yoktur.
2 —
Selkine İle İlgili Rivayetlerin Tahlili;
Sekîneden maksadın ne
olduğunu tasrîh için mevcut 15 rivayeti yukarıda kaydettik. Bunların hiç biri
kat'î ve güvenilir değildir. Nitekim bazı müfessirler bunlara takılmışlar ve bu
gibi şeylerin asılsız olduğunu ifâde etmişlerdir:
a —
Şî'îlerin meşhur iki müfessiri et-Tûsî ve et-Tabressî: "..işte
müfessirlerin sekîne hakkındaki sözleri! Zahir olan şudur ki, se-kîne: Isrâîl
oğullarının kendisiyle sükûn bulmaları için Allah'ın Ta-bût'da halkettiği
itmi'nândır; kalplere emniyyet ve huzur bahşeden şeydir" demek suretiyle
rivayetlere konu olan diğer şeylere itibâr etmezler"[284]
b —
Et-Taberî, sekînenin ne olduğunu beyân eden bütün rivayetleri kaydettikten
sonra; "Sekînenin manâsıyla ilgili olarak söylenenler içinde doğruya en
yakın olan, Ata' Ibn Ebî Rabâh'ınkidir. Yani; Isrâîl oğullarının bildiği ve
tanıdığı ve kalplerinin kendisiyle huzur ve sükûn bulduğu âyetlerdir[285]."
Büyük müfessir îbnü
'Atıyye de "sekîne" konusunda asağı-yu-kan Taberî ile aynı
görüştedir: "Doğrusu şudur ki; Tâbût'un içinde peygamberlerden intikal
eden bazı kıymetli şeyler vardı; nefisler bununla kuvvet kazanıyor ve sükûn
buluyordu[286]".
c --- Er-Ragıb
(ö. 502 H.), sekînenin ne olduğunu açıklarken* "Onun, başı kedi başına
benzer bir şey (yaratık) olduğu yolunda söyleneni ben sahîh bir rivayet olarak
kabul etmem"[287]
der.
Er-Ragıb'ın bu
kanaatim benimseyen el-(Âlûsî de: "Sekîne, Tabut içinde bulunan zeberced
veya yakuttan yapılmış bir suret idi. Bu suretin, kedininkine benzer başı ve
kuyruğu vardı ve iki kanatlı idi.. Yolundaki rivayetler sahîh değildir[288]"
demiştir.
D --- Birçok konuda
olduğu gibi, bu mevzuda da Tefsîru'l-Menar sahibi sert davranmış ve:
"Sekîne ve bakiyye'nin ne olduğu hakkındaki rivayetler bir hayli
kabarıktır, içlerinde öyleleri vardır ki, onlar (m doğruluğuna) hiçbir nakü
delâlet etmez ve hiçbir akıl onları doğru olarak kabul etmez; bunlar birbirine
zıt şeyler (ve) aralarını te'lîf etmenin imkânı yoktur.. Ve (bütün bunlar) aslı
astan olmayan garâibtendir[289].
Aynı konuda -haklı
olarak- sert bir tutum içinde olan eş-Şevkânî'nin görgünü biraz sonra ele
alacağız.
a — Bakıyye
ile ilgili rivayetleri tefsirine alan Taberî: "Bu öyle bir istir ki, buna
ait bilgiyi lûgât yoluyla, istihraç yoluyla anlamaya, bilmeye imkân yoktur. Ve
buna ait ma'lûmat ancak katiyet gerektiren bir.haberle bilinebilir. Konu ile
ilgili olarak bu vasfettiğimiz tarzda, müslümanların yanında hiçbir haber
yoktur; durum bu olunca, rivayetlerden birini tasvîb diğerini tad'îf (zayıf
sayma) caiz olmaz[290]."
der.
b — Bu
konuda, hem Sekîne ve hem de Bakiyye'ye şâmil olmak üzere en sert çıkışı
eş-Şevkânî yapmıştır. "Bu türlü birbirine zıt olan tefsîr tarzları
muhtemelen yahûdîler kanalıyla islâm büyüklerine intikal etmiştir. Yahûdîlerin
bu haberleri yaymaktan maksad-lan, müslümanlarla eğlenmek ve kalblerinde dinlerine
karşı şüphe uyandırmaktır. Onların sekîneyi; birinde canlı, diğerinde cansız,
bir diğerinde de düşünemeyen bir varlık yapmalarına bir bak! Müca-hid'in
sözünde olduğu gibi (ki O, Sekîne'yi şöyle vasfeder): Rüzgâr gibi bir §eydir;
kedi yüzü gibi yüzü; iki kanadı ve kedi kuyruğu gibi kuyruğu vardır. îsrâîl
oğullarından yapılan menkûlatm tanS mı tıpkı bunun gibi tenakuzlarla doludur.
Ekseriya aklen çözülmesi imkan dahılmde olmayanları ihtiva eder. Bu türlü
mütenakıs tefsir tarzanmn Hz. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilmiş olması
caiz degılıdr. Eğer sekine bakında bize Hz. Peygamberin ulasan (J hıh bir sey)
bulunsaydı, bizim ona sarılmamız ve onun dışına çıkmamamız gerekirdi. Lâkin
(sözü geçen konuda) sahîh yollarla L mış bir şey yoktur"[291].
B. Joel tarafından
yazılıp Ahmet Ateş tarafından ta'dîl edilen islâm Ansiklopedisindeki
"Sekine" maddesinde, kelimenin lügavî manâ ve izahları yanında
müfessirlerin görüşlerine de kısaca temas edilmiştir.
Kur'ân okurken C. Hakkın
"rahmef'i manâsına "Sekîne"nin indiği yolunda muhtelif
tariklarla rivayet edilen bazı hadîsler vardır el-Buhârî, K. Fedâili'l-Kur'ân,
bab. 11, 15). Bir de vahiy kâtiplerinden meşhur Zeyd İbnü Sabit'in bu konuda
bir beyanı vardır: "Bea Rasûlullâhm yanında iken onu sekine kapladı".
Buradaki sekîneden maksad, vahyin gelişi esnasında Hz. Peygamber'de hâsıl olan
"sükûn" şeklinde îzah edilmiştir. Konumuzla fazla bir ilgisi olmayan
bu bahse girmeyeceğiz (bak. İslâm Ansiklopedisi, Sekme maddesi).
Kitab-ı Mukaddes'te
Tabut, Sekîne Ve Bakfyye:
Kitab-ı Mukaddeg'te
Tabutla ilgili mufassal bilgi vardır. Yalnız "Sekîne" ve
"Bakiyye"ye ait hemen hemen hiçbir şey yok sayılır. Bazı pasajlara
bakalım:
(Ve Rab Musa'ya
söyleyib dedi):
"Ve akasya
ağacından bir sandık yapacaklar; uzunluğu iki buçuk argın ve eni bir buçuk
arşın ve yüksekliği bir buçuk arşın olacak. Ve onu halis altunla kaplayacaksın,
onu içinden ve dışından kaphyacaksm, ve onun üzerinde etrafını al-tun
pervaz yapacaksın.. Ve
sana vereceğim "şehadeti" san-
dışın içi116
koyacaksın. Ve halis altundan bir kefaret Örtüsü yapacaksın; onun uzunluğu iki
buçuk arşın, ve eni bir buçuk arşın olacak."
"..Ve sana
vereceğim şehadeti sandığın içine koyacaksın. Ve seninle orada buluşacağım, ve
îsrâîl oğulları için sana emredeceğim bütün şeyler hakkında keffaret örtüsü
üzerinden, şehadet sandığa üstündeki iki kerûbî arasından seninle
söyleşeceğim"[292].
"Ve Sîna dağında,
Mûsâ ile söyleşmeyi bitirince, şehadetin iki levhasını, Allah'ın parmağı ile yazılmış
taş levhaları ona verdi"[293].
"Ve Rab Musa'ya
dedi: Kendin için evvelkiler gibi iki taş levha yon; ve kırdığın evvelki
levhaların üzerinde olan sözleri bu levhaların üzerine yazacağım. Ve iki taş
lavhayı evvelkiler gibi yondu; ve Mûsâ rabbin kendisine emretmiş olduğu gibi
sabahleyin erken kalktı; ve Sina dağına çıktı ve iki taş levhayı elinde
götürdü"284.
"..Ve vâki oldu
ki, Mûsâ bu şeri'atın sözleri tamamlanıncaya kadar onları bir kitaba yazmayı
bitirdiği zaman, Mûsâ Allah'ın ahid sandığını taşıyan Levililere emredip dedi:
"Bu şeriat kitabım alın, ve Onu Allah'ınız Rabbin ahid sandığının yanma,
sana karşı arada şahid olsun diye koyun"[294].
Ayrıca, çok detaylı
bir şekilde, Îsrâîl oğullan tarafından "silo" denilen mevkide
bulunan ahid sandığının getirilmesi sandığı ihtiva ettiği tasvirler, düşmanlara
karşı muharebe ve düşmanların bu sandık sebebi ile uğradıkları belâ ve musibetler
Tevrat'ta yer almıstır[295].
[296]
Kur'ân-ı Kerîm yeri
geldikçe insanların ibret almalarını temin maksadı ile geçmiş kavimlerden ve
bunların çarptırıldıkları îtlâhî cezalardan da bahseder. Bazen çok kısa olarak
temas edilen bu konular, kıssacılar tarfından genişletilmiş, haklarında Islâmî
olmayan birçok haberler uydurulmuş; bu haberler îslânıî muhitlerde yayılmış ve
kitaplara da geçmiştir, trem hakkındaki durum bunun canh Örneklerinden biridir.
İlgili Âyetlerin
Meali: "Görmedin mi Rabbin nice yaptı 'Âd'e; (yani) o direk sahibi İrem'e?
Ki o, şehirlerde bir benzeri yaratılma-yandı" (el-Fecr, 89/7-8).
a — Bir
beldenin adıdır[297]; bu
da:
(1) Dımeşk kasabasıdir[298];
(2) Iskenderriyye şehridir[299];
(3) Şeddad'm yaptığı şehirdir[300];
(4) Yemende bir kasabadır[301];
(5) Irak'ta bir kasabadır[302];
(6) Şam'da bir kasabadır[303].
b — Ümmet
adıdır[304];
c — Âd
kavminden bir kabile adıdır[305];
d — Âd'in
dedesinin adıdır[306].
a__Göçebe, gadir
erbabı olan bir kavimdir[307];
b__Uzu boylu
adamlardır298;
c__Kuvvet ve
şiddet erbabı olan bir kavimdir[308];
d__Direkli,
son derece sağlam bina sahibi bir kavimdir[309].
Vehb îbnü Münebbihten:
Abdullah İbn Kılâbe isimli bir zat kaçıp kaybolan devesini aramağa çıkmıştı. Bu
maksatla Aden çöllerinde dolaşırken, bu çöllerde üzerinde kale bulunan bir
şehre rastladı; kalenin etrafında çok sayıda köşkler vardı. Şehre yaklaşınca
burada devesini soracağı bir adam bulacağını zan ve tahmin etti. Fakat şehrin
ne dışında ve ne de içinde kimseye rastlamadı. Bineğinden indi; onu bağladı;
kılıcını çekti ve kalenin kapısından içeri girdi. Kaleye girince karşısına iki
büyük kapı çıktı ki, ümründe bunlardan daha iri kapı görmemişti. Kapılar beyaz
ve kırmızı yakutlarla işlenmişti. Abdullah ibn Kılâbe bu manzarayı görünce dehşetle
irkildi; kapılardan birini açtı; gördü ki bu, hiçbir kimsenin dengini görmediği
bir şehirdir. İçeride bir takım köşkler vardı; her köşkün üstünde odalar vardı;
her odanın üzerinde de yakut, inci, gümüş ve altundan yapılmış (başka) odalar
vardı; bu odaların kapılarının kanatları da tıpkı şehrin kapısının kanatları
gibi (süslü) idi; hepsi birbirine bakıyordu. Bütün odalar inci, misk ve
za'feran-dan yapılmış küçük taşlarla döşenmişti.
Abdullah İbn Kılâbeyi
hiç kimsenin görmediği bu şeyler korkuttu; sonra şehrin yol ve sokaklarına
baktı; her sokak meyveli ağaçlarla donatılmıştı. Ağaçların altında muttarid
nehirler vardı; bu nehirlerin suları gümüş kanallardan akıyordu. Bütün bunları
müşahede eden Abdullah: "Bu gerçek Cennet'in ta kendisidir!" dedi ve
şehrin inci, misk ve za'feran taşlarından bir miktar bineğine yükleyip Yemen'e
döndü. Beraberinde getirdiği şeyleri insanlara gösterdi. Bu haber döndü dolaştı
Muâviye'ye ulaştı. Mu'âviye, Abdullah İbn Kılâbe'ye haber yolladı. Adam geldi
ve gördüklerini Mu'âviye'ye anlattı.
Muâviye Ka'bü'l-Ahbâr'a haber
saldı; huzuruna' girince:
"— Ey Ebâ Ishak!
Dünyada altun ve gümüşten yapılmış şehir var mıdır?" diye sordu. O da:
"— Evet vardır. O
gehrin yapılış tarzını, tezyinatını ve kim tarafından yapıldığını sana
söyliyeyim mi? Onu Şeddad İbn 'Âd yapmıştır. Şehir "îrem
Zâtü'l-'Imâd" dır dedi. Muâviye:
"— Bu şehrin
hikâyesini bana anlat" dedi. O da söze başladı: "— Bunlar 'Âd-i
'Ülâ'dandır- 'Âd'in Şedîd ve Şeddâd adında iki oğlu vardı- Aradan zaman geçti,
önce 'Âd, sonra da Şedîd Öldü. Şeddâd tek başına hayatta kaldı. Şeddâd
yeryüzüne hakim oldu; bütün ki-rallar kendisine boyun eğdi. Şeddâd kitap
okumağa düşkündü. Okuma esnasında Cennet'in tasvirlerini gördü. Allah'a baş
kaldırıp Cen-net'in benzerini dünyada yapmağa karar verdi (İrem Zâtü'l-Imâdjin
yapılması için emir verdi. Bu iş için kendi hassasından 100 kahramanı
vazifelendirdi. Her "kahraman"ın bin
tane yardımcısı vardı. Bütün dünya kirallanna, memleketlerinde bulunan cevahirin gönderilmesi
hususunda emir çıkardı. Yukarıda
bahis konusu edilen
"kahraman"lar, şehrin
(cennetin) yapılması için bir yer
aramağa koyuldular. Büyük, temiz, tepelerden
müteşekkil bir yerde
karar kıldılar. Burası aynı zamanda akar suları bulunan güzel bir yerdi.
Kahramanlar "melikimiz Şeddâd'm şehir yapılması için seçilmesini arzu ve
emrettiği yer burasıdır"
dediler. Şehrin temellerini (el-cize'u'l-Yemânî) denilen (alaca renkli,
bir çeşit göz boncuğun)'dan attılar. Yapılması için tam
300 yıl çalıştılar. Şeddâd 900 yaşında
idi. Şehri yapıp bitirince Şeddâd'a gelip durumu arzettiler, Şeddâd:.
"— Gidiniz, onun
üzerine bir kale yapınız; kalenin etrafına 1.000 köşk yapınız; her köşkte
vezirlerimden birinin bulunduğunu gösteren 1.000 "alem"
bulunsun" dedi. Bunları da yaptılar. Melik Şeddâd, sayıları bin tane olan
vezirlerine yapımı tamamlanmış bulunan "İrem Zâtü'I-Imâd"e taşınma
hazırlığı yapmaları için emir verdi. Melik ve yakınlarının hazırlığı tam on
sene sürdü. Hazırlıklar bitince yola düştüler. Şehre bir gün ve bir gecelik
mesafe kalınca semadan bir "sayha" ile hepsi helak oldu. Tek bir
kişi bile kurtulmadı"[310].
Eş-Şa'bî'nin Değfel
eş-Şeybânî'den, onun da Himyer bilginlerinden nakline göre:
Şeddâd ibn 'Ad ve
beraberindekiler "sayha"dan helak oldukları zaman; yerine, babası
tarafından Hadramut'a halîfe ta'yin edilen oğlu Mersed fbn Şeddâd melik oldu.
Melik olunca babasının cenazesinin çölden alınıp Hadramut'a getirümesini ve
defnedilmesini emretti. Çölde bir mezar kazıldı. Altundan yapılmış bir sal
üzerine konarak defnedüdi üzerine yol yol altun işlenmiş 70 hülle attı
(örttü). Baş ucuna da altundan büyük bir levha koydu ve üzerine şunları yazdı:
"Ey uzun ömürle
mağrur kişi 'ibret al: Ben muhkem kale sahibi Şeddâd İbn 'Âd'im.. Bütün
yeryüzü halkı, va'îdimin korkusundan dolayı bana baş eğip emrime râm oldular.
Ben şarka ve garba üstün gücümle sahip oldum"[311].
a — 900 yıl
yaşamıştır[312];
b — 1.000
yıl yaşamıştır[313].
1.000 hanımı vardı[314].
4 bin çocuğu vardı[315].
Yüz sene"[316].
a — On iki
zira' idi[317];
b — 70 zira'
idi[318];
c — En kısa
boylu adamları 300 zira' idi[319];
d — Dört yüz
zira' idi[320];
e — Beş yüz
zira' idi[321].
400.000 direkli idi[322].
[323]
Yukarıya geddâd
tarafından yaptırıldığı söylenen binaya ait rivayetleri aldık. Taberî böyle bir
binanın mevcudiyyetinin sahîh bir haberle sabit olmadığını ve şehirden maksadın
da Dınıeşk ve îs-kenderiyye olamıyacağını kaydeder[324].
Şeddâd'ın kavminin
boylan hakında da bir sürü rivayet var. Verilen rakamlar, adı geçen kavmin
boylarının uzunluğunu ifâde hususunda kinâî bir manâ ifâde edebilir. Ama bu
300, 400, 500 zira' olamaz. Bunu akıl, mantık kabul etmez. Bunlardan
"70" rakkamı-na dikkatimizi çeken Îbnü'l-Arabî açıkça bunun
"bâtıl" olduğunu söyler. Sebep olarak da Âdem (a.s.)'in boyunun sahîh
hadîslerde 60 zira' olarak zikredildiğini, kendinden sonra gelecek nesillerin
ise zamanla kısala kısala daha küçük miktarlara müncer olacağının ifâde
edildiğini gösterir[325].
Abdullah îbn Kılâbe'ye
isnâd edilen ve Vehb lbn Münebbih'ten menkûl olan rivayeti müfessirlerin bir
çoğu reddetmişler ve bunun katıksız bir isrâîliyyat numunesi olduğunda
birleşmişlerdir. Keza îslâm tarihçileri de bunun masaUiğında hemen hemen
ittifak halindedirler. Bazıları:
1 — El-Keşşaf'in hadîslerini tahrîc eden İbnü Hacer
el-Askalâ-nî: "Bu hadîsi, Osman
ed-Dârimî, Abdullah îbn Ebî Salih, Ebû
Lehî'a, Halid îbn Ebî tmran, Vehb îbn Münebbih ve Abdullah îbn Kılâbe tarîkmdan
es-Sa'lebî tahrîc etmiştir. Ben derim ki: Uydurma alâmetleri bu hadîsin
üzerinde görünmektedir"[326]
der.
2 — îbnü Haldun Mukaddeme'sinde: "Müfessirlerin bu âyeti (el-Fecr, 89/7)
açıklarken söyledikleri sözler hepsinden de garib ve daha fazla evhamla
doludur. Bundan sonra (Abdulah îbn
Kılâbe'-nin açıklamasından sonra) bu
gehir hakkında yeryüzünün hiç bir bölgesinden haber alınamamıştır. Bu serin
bina edilmiş olduğu iddia edilen Aden sahrası, Yemen'in ortasında bir yer olup,
arkası kesilmeden bu sahra ma'mûrdur; bu sahrayı bilen rehberler her çeşit
vasıflarla tavsif etmekte iseler de bu şehir hakkında hiç bir haber alınamamış
ve haber nakletmekte mahir olanlardan kimse bu şehri anmamıştır. "Şehir artık yıkılmış ve
eskimiştir" denilirse, harabe ve
eserlerinin ortadan kaybolması mümkin değildir. Akla uymayan bu hezeyanlar o
dereceye varmıştır ki, îrem şehrinin ortadan kaybolduğunu, ancak riyazet
sahiplerinin ve sihirbazların bu şehri bulabildiklerini iddia ederler.
Bunların hepsi de hurafelere benzeyen haberlerdir"317.
3 — Mu'cemü'l-Büldân
sahibi Yakut el-Hamevî, îrem'e ait bütün rivayetleri kaydettikten sonra: "Öyle zannediyoruz ki, bütün bunlar kıssacılann
düzmelerindendir"der3ıs.
4 — Konu ile ilgili en güzel tahliller, hemen her
mes'elede olduğu gibi yine îbnü Kesîr tarafından yapılmış ve neticede sözünü
Söyle bağlamıştır: "îşte bütün
bunlar Yahudilere ait hurafelerdendir.
(Bunlar) onlann bir kısım"
zındıkları tarafından ortaya atılmıştır319."
5 — Bu tür
haberler konusunda arasıra da olsa tenkidler yapan eş-§evkânî muhayyel îrem
şehrinin yeri ve Abdullah îbn Kılâbe hadîsi hakkında epeyce sert davranmıştır.
İlgili âyetin (el-Fecr, 89/7} tefsirinde şöyle diyor:
(819) îbnü Kesîr, VIL 285, V. 197; îbnü Kesir,
el-BId&ye, I. 125; EI-Kasimî KVH «147-40.
"Müfessirlerden
bir taife (irem Zatü'l-'Imad)'in gümüş ve al-tundan yapılmış bir şehir olduğunu
söylemişlerdir. Bu şehrin yeri durmadan değişir ve bir yerden diğer bir yere
intikal eder durur: Bazen Yemendedir, bazen Samda; bazen Iraktadır, bazen de
başka yerdedir. Bu (rivayetlerin hepsi) katıksız yalanlardır. Abdullah îbn
Küâbe hadîsi de katmerli bir yalan ve iftiradır[327]."
6 — El-'Alûsî de, Şeddâd ve Abdullah İbn Kılâbe'ye ait
hadîslerin rivayetini tecviz etmez ve bunların "mevdu" olduğunu İbnü Hacer el'Askalanî'ye atfen beyan
etmekle yetinir[328].
7 — İzmirli îsmail Hakkı da Siyer-i Celîle-i Nebeviyye
Mukad-demesi'nde (s- 112) ; "Abdullah îbn Kılâbe'nin rivayet ettiği "îrem Zâtü'l-'İmâd"
hadisinin aslı yoktur. Güya, Ahkâf'da mesahayi sat-İüyyesi (yüzölçümü) 100 fersah bir buk'ada
"îrem Zâtü'1-lmâd" nâm
şehir bina olunmuş. Dıvarları ciz-i Yemânî (göz boncuğu)'den yapılmış aftun yaldızlı gümüş
levhalarla örtülmüş. Şehrin
içinde yüz bin köşk yapılmış. Her köşk zeberced ve yakuttan direkler üzerine
rekzolunmuş. Her direğin tülü 100 arşın imiş. Şehrin ortasından nehirler akıtmış;
nehirlerden köşklere cetveller
(kanallar) açılmış. Çakıl
taşlarını altundan, cevahirden, yakuttan yapmış imiş" der.
Aynı konuda Ebû Şühbe
de: "Bu düşünebilen insanın düzme olduğunda şüphe etmeyeceği bir kıssadır;
uydurma ve suni oluşunun izleri açıkça görülmektedir. îrem'in Dımeşk veya
İskenderiyye şehri olduğu yolundaki rivayetler de aynıdır; bütün bunlar Benû israil'in
hurafelerinden ve onların Kur'ân'm güzelliğini perdelemek isteyen zındıklarının
uydurmalarındandır.." der[329].
îslâm Ansiklopedisine
"îrem" maddesini yazan A. J. VVensinck, müfessir ve tarihçilerin
kaydettikleri rivayetleri özetler ve Abdullah îbn Kılâbe'ye âit rivayeti
efsâne olarak tavsîf eder.
[330]
Kârûn ismi Kur'ân-ı
Kerîm'de üç yerde geçer (el-Kasas, 28776-82; el-Ankebût, 29/39; Gaf ir, 40/24).
Son iki âyette Kârûn, Hâman ile ıî>te
Fir'av'nin îsrâîl oğullarına zulmeden müşrik bir nazırı olaanlatılır;
Hz. Musa'ya karşı mütekebbirâne davranır
ve onun ranirbaz ve sahtekâr olduğunu söyler. El-Kasas
(28/76-82) 'da ise
Kârûn Hz. Musa'nın kavmine kibirle muamele eder;
ve buna sebeb de edindiği muazzam servettir.
1 ---
İlgili Ayetlerin Me'âlî:
Buraya sadece
el-Kasas (28/76-82) süresindeki Kârûnla ilgili âyetleri me'âlen alıyoruz:
Gerçekten Kârûn
Musa'nın kavmindendi. Fakat onlara karşı serkeşlik etti. Biz ona Öyle hazineler
verdik ki, anahtarlarını taşımak bile güçlü kuvvetli cemaate ağır geliyordu. O
vakit kavmi ona şöyle demişti: "Şımarma. Çünkü Allah şımarıkları sevmez.
Allah'ın sana verdiği maldan harcayıp âhiret yurdunu ara. Dünyadan nasibini
unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de (insanlara sadaka vererek)
ihsanda bulun. Yeryüzünde fesadlık arama. Çünkü Allah fesadcıları sevmez".
Kârûn dedi ki:
"Bu servet bana ancak bende olan ilim sayesinde verilmiştir". (O
madem ki âlimdi) kendisinden evvelki nesillerden kuvvetçe ondan daha üstün,
mal ve cemaatçe daha çok" (daha kesretli) kimseleri Allah'ın hakîkaten
helak etmiş olduğunu bilmedi nü? Mücrimlerden günahları sorulmaz.
Derken zînet (ve
debdebesi) içinde kavminin karşsına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler:
"Ne olurdu, dediler; Karun'a verilen şu servet gibi bizim de (malımız)
olsaydı! O, gerçekten büyük nasîb sahibidir". Kendilerine ilim verilenler
de şöyle dediler:
"Yazıklar olsun
size. Allah'ın sevabı, îman ve iyi amel (ve hareket) eden kimseler için daha
hayırlıdır. Buna da sabır ve sebat edenlerden başkası kavuşturulamaz."
Nihayet biz onu da,
sarayını da yere geçiriverdik. Artık Allah'a karşı kendisine yardım edece hiç
bir cemaatı da yoktu onun. Bizzat kendisini müdâfaa edebileceklerden de değildi
O. Dün onun mevkiini temenni edenler sabaleyin şöyle diyorlardı: "Vay,
denıekki Allah, kullarından kimi dilerse onun rızkını yayıyor (genişletiyor,
yahut) daraltıyor. Allah bize lutfetmeseydi, bizi de muhakkak batırırdı. Vay,
demek ki hakikat şudur: Kâfirler felah bulmaz!".
Kur'ân'ın Kârûn
hakkındaki beyânı bundan ibarettir - Bir çok kerreler ifâde edildiği gibi -
tafsilâttan uzaktır; detaylara inilme-miştir. insanlara lâzım olduğu kadarı
anlatılmış ve onların 'ibret nazarlarına sunulmuştur.
Hal böyle iken -
aşağıda görüleceği üzere - tefsir ve tarih kitaplarımıza Karun'un kimliği,
hazînesi, debdebesi v.s. ile ilgili bir sürü lüzumsuz bilgiler ve isrâîliyyat
dere edilmiştir.
2 —
Konu île Alâkalı Rivayetlerden Bir Kaçı:
îbmi Abbas'tan: Zekât
âyeti indikten sonra, Kârûn Hz. Mûsâ'-mn yanma gelerek, her bin dinardan bir
dinar, her bin dirhemden bir dirhem, her bin nesneden bir parça ve bin koyunda bir koyun vermek üzere anlaştı.
Kârûn bu şartlara göre Hz. Mûsâ ile barıştıktan sonra evine gelerek ödeyeceği
malın miktarını hesap etti; hesap neticesinde bunun pek çok olduğu anlaşıldı.
Bunun üzerine Kârûn, tsrâîl oğullarını bir araya toplayarak: "Ey îsrâîl
oğulları, siz, Mûsâ ne emretti ise
yerine getirdiniz; o şimdi de sizin mal ve servetinizi elinizden almak
istiyor" dedi. Onlar Karun'a: "Sen bizim büyüğümüz ve liderimizsin;
dilediğini emret; emrini yerine getireceğiz" dediler. Kârûn: "Ben
size falan iffetsiz kadını getirmenizi emrediyorum; ona bir mükâfat ta'yîn
ediniz de, Musa'nın kendisiyle cinsî
münâsebette bulunduğunu söylesin; siz
onu bu işe isteklendiriniz" dedi. Kadın Karun'un adamları tarafından
kandırılarak gerekli tertibat alındıktan,sonra, Kârûn, Musa'nın yanına
gelerek:
"— İsrâîl
oğulları senin dînî emir ve yasaklarla ilgili sözlerini dinlemek üzere
toplanmış bulunuyor; senin gelmeni bekliyorlar" dedi. İsrail
oğulları agık bir sahada toplanmışlardı. Hz. Mûsâ onlara dînî hükümleri tebliğ
ederken: "Bir kişi hırsızlık ederse eli kesilir; yalandan iftirada
bulunana 80 sopa vurulur; zina eden evli değilse yüz kamçı vurulmakla, evli
ise reçm suretiyle idam edilmekle cezalandırılır" dediğinde, Kârûn hemen
Musa'nın sözünü keserek: "Senin
için de hüküm böyle midir?" diye sordu- Kârûn, Mûsâ 'dan "evet"
cevâbını almca: "İsrâîl oğulları, seni, falan kadınla cinsî münâsebette
bulunmakla ittiham ediyorlar" dedi. Hz. Mûsâ: "Kadını çağırınız; kadın tasdîk ederse
bu sözü bir gerçek olarak kabul edebilirsiniz" dedi. Kadın gelince Hz.
Mûsâ ondan: "Tevrat'ı bize indiren Yaradan'm hakkı için doğru söyle; ben
seninle, bunların iddia ettikleri gibi cinsî münâsebette bulundum mu?"
diye sordu. Kadın: no jv bulunmadın; onlar yaîan söylüyorlar; sâna iftira etmem
" in bir takım şeyler va'dettiler" diye cevâp verdi. Bunun üzerine
Mûsâ (a.s.) hemen yerinden sıçrayarak secdeye kapandı. Allah ona vahiy yoluyla:
"Yere istediğini emret!" dedi. Hz. Mûsâ da: "yer! onları
yakala!" dediğinde, yer onları dizlerine kadar; ikinci defa: "Ey yer!
Onları yakala!" dediği zaman, boylarına kadar yuttu. Hz. Musa'nın üçüncü
defa: "Ey yer! Onları yakala!" demesiyle, yer onların üzerine
kapandı.
Allah vahiy yoluyla
Mûsâ (a.s.)'ya: "Kullarım sana: Ey Mûsâ, bizi esirge! Diyorlar; sen onlara
acımıyorsun; fakat onlar bana düâ ettikleri takdirde, beni kendilerine yakın
bir yerde bulurlar; ben onların dualarım kabul ederim" dedi. Allah bunu
kitabında şöyle anlatmaktadır: "Kârûn bir gün âdeti üzere süs ve zînetler
içerisinde kavminin huzuruna çıkmıştı."
(el-Kasas, 28/76-82[331]).
Abdullah İbn Haris'tan
yapılan bir rivayete göre, Hz. Musa'nın düâsı üzerine Karun ve arkadaşlarının
yer tarafından yutulmaları şöyle olmuştur: Hz. Mûsâ: "Ey yer onları
al" dedi. Bu emir üzerine Karun'un sarayı sarsıldı; Karun'u ve
arkadaşlarını topuklarına kadar yer yuttu. Kârûn: "Ey Mûsâ, bana
acı" diye sesleniyordu. Mûsâ (a.s.) ikinci defa olarak: "Ey yer
onları al" dediği zaman, Kârûn ile arkadaşları dizlerine kadar yere
battı. Kârûn ise Musa'ya yalvarmakta olup: "Ey Mûsâ bana acı" diye
sesleniyordu. Mûsâ üçüncü defa olarak: "Ey yer, onları al" dediği
zaman, saray çöktü. Kârûn ile arkadaşları kirpiklerine kadar yere battı. Hz.
Mûsâ yere tekrar hitabettiği zaman yer, Kârûn ile arkadaşlarını sarayı ile
birlikte büsbütün yuttu. Allah, Musa'ya: "Ey Mûsâ, sen çok katı kalplisin,
izzetimle andiçerek bildiririm kî, onlar beni yardıma çağırdıkları takdirde
yardımlarına yetişmiş olurdum" dedi[332].
Yukarıya kaydettiğimiz
bu rivayetler, senedli veya senedsiz, birbirlerine yakın lâfızlarla uzun veya
kısa olarak tefsirlere derce-dilmistir[333].
3— Karûn*un
Hz. Musa'ya Yakınlık Derecesi Ne İdî?
Âyette Kârûn
için: "Kârûn, Musa'nın
kavmindendi" deniliyor (el-Kasas, 28/76). Bu ifadeden müfessirler Mûsâ
(a.s.) ile Kârûn arasında bir akrabalık olması gerektiğini düşünmüşler ve bunun
iğin gu görüşleri ortaya atmışlardır:
Kârûn Hz. Musa'nın
amcasının oğlu idi;
b —
Teyzesinin oğlu idi;
c — Hz.
Musa'nın amcası idi[334].
C. Hak âyeti kerîmede
(el-Kasas, 28/76): "Biz ona hazîneler verdik." buyuruyor.
Müfessîrleri bu hazînelerin nereden geldiği sorusu da meşgul etmiştir:
Rivayete göre Kârûn, Hz. Yûsuf'e ait hazînelerden birini ele geçirmiş ve böylece
servet sahibi olmuştur[335].
Rivayete göre, Kârûn
altun yapmasını biliyordu. Yani kimya (simya) ilmine âşinâ idi. En-Nakkaş'm
anlattığına göre, Hz. Mûsâ kimya ilmine üçte birini Kârûn'â; üçte birini
Yûşa'a, geri kalan üçte birini de Harun'a öğretmişti- Kârûn bu iki kişiyi de
aldatarak on-lardakî bilgiyi de elde etmek fırsatı buldu ve böylece kimya
ilmini altun yapma sahasında kullandı;
malları da bu yüzden arttı.
Bir başka rivayetten
Öğrendiğimize göre de Kârûn, kimya
ilmini Hz. Musa'nın kız kardeşi olan hanımından bellemiştir[336].
El-'A'raf (7/155)
sûresinde, Hz. Musa'nın mîkat için kavminden 70 adam seçip ayırdığı anlatılır.
Bazı kaynaklarda Karun'un da bu 70 seçkin kişi içinde bulunduğu kaydedilir320.
Hz. Musa'ya topluluk
huzurunda zina isnâd etmesine karşılık Kârûn Benû İsrail'den olan iffetsiz
kadına bazı dünyevî va'dlerde bulunmuştu. Bu va'din cins ve miktarına ait şu
rivayetler vardır:
(329)
El-Kurtubî, XUX 315.
a __ İki bin
dirhem va'detmişti[337];
b __ Bin
dinar va'detmişti;
c __ Altından
nıa'mûl bir tas va'detmişti;
d__ Bir tas dolusu altım va'detmişti[338].
Rivayete bakılacak
olursa, Karun'un anahtarlarının sayısı 400 bin taneydi[339].
İttifakla bütün
kaynaklar, Karun'un hazînelerini açmak için kullandığı anahtarların
"parmak" büyüklüğünde olduğunu söylerler[340].
Bir ikisi hariç hemen
bütün kaynaklar Karun'un anahtarlarının katırlardan müteşekkil kervanlar
tarafından taşındığını zikrederler. Yalnız bu kervanları meydâna getiren
katırların sayılarında ittifak yoktur:
a — Kırk
katır tarafından taşınıyordu[341];
b — Altmış
katır tarafından taşınıyordu[342]; bu
rivayetin ilk ravîsi olan Hayseme, katırların ayaklarının sekili ve alınlarının
beyaz olduğunu; her biri bir parmaktan kalın olmayan anahtarların, ayrı ayrı
hazîneleri açmak için kullanıldığını ve bunların İncil'de yazılı olduğunu
tasrîh eder.
c — Yetmiş katır
tarafından- taşınıyordu[343];
d — Kırk
adam tarafından taşınıyordu[344].
a — Demirden
yapılmıştı;
b — Demirden
ma'mûl anahtarlar ağır gelince ağaçtan yapıldı[345];
c — Deriden
yapılmıştı[346];
d — Sığır
derisinden yapılmıştı[347];
e — Deve
derisinden idi[348].
f — Öküz
deminden idi[349].
a — Cahilliği
ve kavmine karşı olan inat ve isyanından doayı halkın nasihatleri Karun'a
te'sir etmedi. O, inat ve azgınlığında devam ederek süs ve zînetler
içerisinde, erguvan! renkte eğerle eğer-lenmiş kıratına binerek kavminin
karşısına gıktı. Kendisi, C. Hakkın Hz. Musa'ya Cennet'ten indirmiş olduğu
yeşil renkli bir elbise giymişti - ki Kârûn bunu bir yolunu bulup Hz. Musa'dan çalm[350]
b — Erguvânî
renkte eğerle eğerlenmiş beyaz atlara
binmiş, üzerine sarı renkte elbiseler giymiş bin kişilik ma'ıyyetiyle
çıktı*14;
c — Üç yüz
atlı ile beraber çıktı345;
d — Dört bin
atlı, üç yüz köle ve üç yüz cariye ile çıktı ki, kendisi erguvânî renkte bir
eğerle eğerlenmiş kır bir ata binmişti; ma'* ıyyetinde bulunan 4 bin adamı
kırmızı elbiseler giymişlerdi; 4 bin atlıdan bini kırmızı kadifelerle
donatılmış beyaz katırlara binmişti346;
XXV. 17; el-Kâmil, I.
204; el-Kur-tubî, XIII. 317.
(344) Et-Tabressî;
IV. 267; el-Kurtubî, XIH. 316.
(345) M. Gayb, XXV. 17.
(346*; Et-Taberî,
tefsîr, XX. 115; tarih, 1/2, 675; el-Keşşaf, UT. 432; et-Tabressî, IV, 267; M.
Tenzîl, İÜ. 117; M. Gayb, XXV. 17; el-Kâmil, I. 204; el-Kurtubî, XT£I 317.
Kurtubî, XHI. 317.
e—
Üzerlerine sarı renkte elbiseler giymiş 70 bin
adamıyla çıktı[351];
f --- 90 bin
atlı ile çıkmıştı[352].
Yukarıda geçtiği üzere
Kârûn, Isrâîl oğulları içinde bulunan iffetsiz bir kadını bir takım
dünyalıklar va'dederek kandırmış ve Hz. Musa'ya zina ettirecek kadar azmıştı
.Bu vaziyet karşısında Hz. Mûsâ Allah'a yalvarmış, şikayetini O'na arzetmiştî.
Allah da yeri Hz. Musa'nın emrine vermiş ve ona ne isterse emretmesini söylemişti
Musa'da yere, Kârûn ve adamlarını "yakalama" emrini vermişti; bu emir
üzerine bir kaç safhada -ki yukarıda tafsilatı geçmişti- yer onları yuttu ve
içine aldı. Bazı kaynaklarda, batıp gittiği âna kadar Karun'un Hz. Musa'dan
aman dilediği ve fakat buna Hz. Mûsâ'nm hiç kulak asmadığı da kaydedilmiştir[353].
[354]
Kârûn ve onun zîneti,
malı, mülkü ile ilgili olarak tefsirlere giren malumatı yukarıya dercettik. Bu
tafsilata ait Kur'an-ı Kerîm'de ve Hz. Peygamber'in hadîslerinde en ufak bir
bilgiye tesadüf edilemez. Bunlar tamamiyle isrâîlî haberler ve rivayetlerdir.
Söylenenler içinden bilhassa şunlara dikkat edilmesi gerekir:
1 — Karun'un
servet sahibi olmasının sebebleri arasında onun ilm-i kimyaya vâkıf olduğu,
îsm-i A'zâm'ı bildiği ve bunlar sayesinde mal, mülk sahibi olduğu, yolunda da
rivayetler vardır. Bunlar tamamiyle esassız ve asılsız şeylerdir[355].
Birkaç eserde de
Karun'un, bir yolunu bulup Hz. Yûsuf e ait hazinelerden birini ele geçirdiği
ve bu yolla zenginliğe kavuştuğu zikredilir. Bunların doğruluğunu tesbîte,
aklen ve naklen imkân yoktur.
2 — Anahtarların sayısı, büyüklüğü, neden ma'mûl
oldukları, kaç kişinin taşıdığa veya kaç katırdan müteşekkil kervanlara yüklendiği
de keza lüzumsuz ve isbâtı gayr-i kabil şeylerdir[356].
3 — Kârûn, kibrinin bir tezahürü olarak zaman zaman
halkın karşısına çıkma ihtiyacını hissederdi. Bu çıkışların son derece
şa'-gaalı ve gösterişli olması gayet normaldir; Çünkü1 mütekebbirler bundan başkasını yapamazlar.
Ama konu, rivayetlerde alabildiğine istismar edilmişe benziyor: Karun'un
bindiği atın rengi ve hatta cinsi; ata vurulmuş eğerin işlemeleri,
rengi ve hangi cins kumaşla kaplandığı;
Karun'un kendi elbisesi; köle ve cariyelerin sayısı; bunların atları,
elbiseleri v.s.; ma'iyyetindekilerin keza sayısı ve donatımlarının türü...
Evet bütün bunlar halis yalanlar ve uydurmalardır. Bunları kim, nasıl, ve
nereden tesbît edebilir?
Bütün bunlar
yetmiyormuş gibi, Karun'un giydiği yeşil elbisenin aslında Hz. Musa'ya ait
olduğu, Cennetten indirildiği, çalmak suretiyle elde edip sırtına giydiği de
söyleniyor. Söyleniyor ama bunların mesnedi ne? Hayallerin harekete
getirilmesi veya her duyulanın îslâmî olduğu zannıyla tefsirlerin doldurulması
doğru mu? Elbette doğru değil[357].
4 —
îstisnâsiz bütün tefsirlerde Karun'un Hz. Musa'ya iftira için kiraladığı
kadından söz ediliyor. Bunun doğru olup-olmadığı üzerinde durulmadan, herşey
bitmişcesine Karun'un kadına ne kadar para veya mal va'dettıği sayılıp
dökülmüş. Bunlara ne lüzum var, ne de ihtiyaç! Kitâbullah olan Kur'ân'ın
tefsiri adı altında bunlara yer vermek ne kadar acı!
5 —
Kur'ân'da C. Hakk: "Nihayet biz onu da, sarayını da yere
geçiriverdik" buyuruyor[358].
Demekki Kârûn ve sarayı yere geçirilmiştir. Buna îman farzdır; ve bu bilgi
olarak bize yeter. Belki de Kur'ân'a hizmet olsun diye bazıları âyetteki
"yere geçirmeyi" tasvîr etmişler: Birincide yer onları topuklarına
kadar yuttu; ikincide bellerine kadar; üçüncüde kirpiklerine kadar v.s. gibi.
iş Karun'un yutulması
bitmiyor; acaba Kârûn
ve adamları o günden bu güne ve bu günden kıyamete kadar her gün ne kadar yere
batıyorlar? Bu da merak konusu olmuş. Rivayete göre onlar hergün "bir boy
miktarı" verin derinliklerine doğru giriyorlar. Bu giriş israfil'in
Sûr'una kadar böyle devam edecek ve yine de arzın "dib"tne
varamıyacaklar. El-'Alûsî'nin dediği gibi "bunun doğruluğunu Allah
bilir"[359]; ve er-Râzî'nin işaret
ettiği gibi bunlar "faydasız ve lüzumsuzdur; yapılacak en güzel iş
bunlara kitaplarda hiç yer vermemektir"[360].
6 — Karun'un
yere batmasını takdir eden Allah'tır; "Nihayet biz onu da, sarayını da
yere geçiriverdik" (el-Kasas, 28/81). Buna rağmen bazı rivayetler,
Karun'un yere batıp giderken Hz. Musa'ya yalvardığını, Mûsâ (a.s.) 'in bu
yalvarmalara iltifat etmediğini ve Karun'un her şeyi ile mahvına sebep olduğunu
dile getirirler. Neticede Hz. Mûsâ bu "katı kalpliliğinin" (!)
cezası olarak Allah tarafından paylanır[361].
Er-Râzî'nin dediği
gibi bütün bunlar, yakîn ifâde etmeyen "ahbâr-ı ahâd" cinsindendir;
faydasız hikâyelerdir. Çoğu zaman söylenenler birbirlerine zıttır; yapılacak en
güzey şey, Kur'ân'da anlatılanlarla yetinmek ve bunları bir kenara atmak ve
tafsilâtı "âli-mü'Igayb" olan Allah'a havale eylemektir[362].
D.B. Macdonald, Kârûn
mes'elesini inceleyen müfessir ve "kıaas-ı enbiyâ" müelliflerinin
tamamen veya kısmen İbranî asarından alınmış uzun ve karışık bir efsâneyi
kitaplarına almış olduklarını belirtir[363].
Kârûn ve yere
batırılmasıyla ilgili bilgilere Tevrat'ın iki babında tesadüf edilir; lâkin
tefsîrlerdeki teferruata yer verilmez[364].
[365]
Kur'ân-ı Kerîm'in bir
âyetinde (el-Bürûc, 85/4). Ashâb-ı Uhdûd'-dan bahsedilir. Bunlar tarihin bizce
meçhul olan bir devrinde yaşamış
ve inanmışlara işkence
etmig bir kavimdir. Sonra da Allah, bu zalimlere cezalarını vermiştir.
"(Andolsun ki),
tutuşturucu (malzeme ile hazırladıkları) o ateş hendeklerinin sahipleri
gebertilmiş tir. Onlar, îman edenlere yapacakları (işkenceler) hususunda
(hükümdarları katında) şahid-lik edeceklerdi" (el-Bürûc, 85/47).
Bunların kimler
oldukları, hangi devirde yaşadıkları, sayıları, hangi dîne mensup oldukları
hakkında on'dan fazla rivayet vardır[366].
Fakat söylenenlerin, sayfalar dolusu anlatılanların doğruluğunu is-bâta
yarayacak elimizde en ufak bir ipucu yoktur. Meşhur müfessir el-Kaffal
tefsirinde: "Ashâb-ı Uhdûd hakkında, muhtelif kıssalar zikretmişlerdir.
Maamafih içlerinde sahîh denecek derecede bir şey yoktur[367]
demiştir.
Yalnız, Ashâb-ı
Uhdûd'Ia ilgili olarak bazı hadîs mecmu'aîann-da yer alan rivayeti burada bahis
konusu etmeden geçmek doğru olmaz. Rivayet şudur:
İmam Müslim derki:
Bize Heddâd İbn Hâlid tahdîs etti; bize Hammâd Ibn Seleme söyledi; bize Sabit,
Abdurrahman Ibn Ebî Leylâ'dan, o da Suheyb (r.d.)'den tahdîs etti ki Rasûlüllah
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Sizden evvelki ümmetlerden biri içinde bir
iıü-kümdâr vardı. Onun bir de sihirbazı mevcut idi. Sihirbaz ihtiyarladığı
zaman hükümdara:
“— Ben ihtiyarladım.
Binaenaleyh bana bir oğlan çocuğu gönder ki, ben ona sihri öğreteyim"
dedi. Bunun üzerine hükümdar ona öğretebileceği bir oğlan çocuğu yolladı- Oğlan
çocuğu sihirbaza devama başladığı zaman yolu üzerinde bir râhib vardı. Çocuk O
rahibin yanmda oturdu; onun sözlerini dinledi ve rahib onun hoşuna
gitti. Artık sihirbaza
geldiğinde rahibe de uğruyor, onun yanında oturuyordu. Sihirbaza geldiği zaman,
sihirbaz çocuğu dövdü. Çocuk da bunu rahibe şikayet etti. Râhib çocuğa:
"— Sen
sihirbazdan korktuğun zaman: Beni ailem alıkoydu, dersin" ailenden endişe
edip korktuğun zaman da: beni sihirbaz alıkoyup geç bıraktı, dersin!"
dedi. Artık o bu tarzda devam etmekte iken birgün büyük bir hayvan üzerine
çıkıp vardı ki, bu hayvan insanları yollarından hapsedip, alıkoymuştu. Çocuk
kendi kendine: Ben bu gün, sihirbaz mı daha faziletlidir, yoksa râhib mi daha
faziletlidir, bileceğim dedi. Akabinde bir taş aldı da :
"— Ey Allah'ım,
eğer rahibin işi sana sihirbazın işinden daha sevgili ise hepsedümiş olan bu
insanların geçip gitmeleri için şu dâb-be'yi öldür!" diyerek taşı fırlattı
ve dâbbe'yi öldürdü. İnsanlar da. geçip gittiler. Müte'akiben çocuk, rahibin
yanma geldi ve olanları kendisine haber verdi. Râhib de ona :
"— Ey oğulcuğum!
Sen bugün benden daha faziletlisin. Senin işin görmekte olduğum bu yüksek
dereceye ulaşmıştır. Ve sen, yakında çetin belâ ve imtihana tâbi tutulacaksın.
Bu imtihan ve tazyiklere uğratıldığında, sakm hiçbir kimseye benim bulunduğum
yeri habei verme ve gösterme!" dedi. Artık oğlan, körü, baras hastalığına
tutulanı kurtarıp iyi eder ve diğer hastalık ve dertlerden de insanları tedâvî
yapar oldu. Bunu, hükümdarın aslında kör olan bir arkadaşı işitti. Akabinde
birçok hediyyelerle oğlanın yanma geldi ve: .
"— Eğer bana şifa
kazandırırsan burada bulunan §u şeylerin hepsini senin için topladım"
dedi. Oğlan:
"— Ben hiçbir
kimseye şifa ve sağlık veremem. Ancak Allah şifa ve sağlık verir. Eğer sen
Allah'a îman edersen, ben Allah'a duâ ederim; Allah da sana sağlık ve şifâ
verir" dedi. Bunun üzerine, kör zat Allah'a îman etti. Allah da ona şifâ
ihsan" eyledi. Müteakiben bu zat hükümdara geldi. Ve eskiden oturmakta
olduğu gibi onun yanmda oturdu. Hükümdar ona:
"— Gözlerini sana
tekrar kim iade etti?" diye sordu. O zat:
"— Rabbım iade
etti" dedi. Hükümdar:
"— Senin benden
başka Rabbın mı var?" dedi. O zat:
"— Benim Rabbım
da, senin Rabbın da Allah'dır" dedi. Bu cevâp üzerine hükümdar onu
yakaladı ve ona, oğlan çocuğuna delâlet edinceye kadar azâb ve işkence
etmekten vazgeçmedi. Nihayet oğlan çocuğu getirildi. Hükümdar ona hitaben:
"— Ey oğulcuğum!
Senin sihirbazlığın körü, baraslıyı iyi edecek ve şunu şunu yapacak dereceye
kadar ilerlemiştir" dedi. Oğlan:
"— Ben hiçbir
kimseye şifâ vermiyorum. Ancak Allah şifâ verip iyi ediyor" dedi. Bu
sözler üzerine hükümdar onu da yakaladı ve ona devamlı azab ve işkence eyledi.
Çocuk nihayet azaba dayanamayıp rahibin bulunduğu yeri haber verdi. Akabinde
rahib de getirildi. Ona da:
"— Dîninden geri
dön" denildi. Râhib dîninden dönmeyi reddedip dayattı. Hükümdar, büyük
bir ağaç bıçkısı getirilmesini istedi. Bıçkıyı rahibin başının saç ayıranı
yerine koydu ve başmı İkiye ayırdı. Rahibin başı iki tarafa düştü. Sonra
hükümdarın meclis arkadaşı olan o kimse getirildi, Ona da:
"— Dîninden
dön!" denildi. O da bu teklifi kabul etmeyip dayattı. Hükümdar O'nu da
adamlarından bir topluluğa teslim edip:
"— Bu herifi şu
ve su dağlara kadar götürün. Bunu o dağlara çıkarın, dağın en yüksek yerine
ulaştığınız zaman, dîninden dönerse ne ala, yoksa onu dağdan aşağı atın!"
emrini verdi. Adamları bu emir üzerine onu götürdüler ve dağa çıkardılar, O zat
son noktaya varınca:
"— Yâ Allah!
Dilediğin herhangi bir şeyle beni bunlardan kurtar!" diye duâ etti. Hemen
dağ çok şiddetli bir surette sarsılıp hareket etti. Böylece onların hepsi
aşağıya düştüler. Sonra kendisi yürüyerek hükümdarın yanına geldi. Hükümdar
ona :
"— Arkadaşların
ne yaptılar?" diye sordu. O da :
"— Allah beni
onlardan kurtardı" dedi. Bu sefer hükümdar onu yine adamlarından bir diğer
cemaate teslim edip:
"— Bunu götürün,
firkate gibi uzun gemiye bindirin. Sonra bununla, denizin ortasına kadar
götürün. Orada dîninden dönerse iyi, yoksa onu denize fırlatıp atın!"
emrini verdi. Adamlar onu hükümdarın dediği gibi yapıp denizin ortasına
götürdüler. O zat orada da:
"— Ey Allah'ım!
dilediğin şeyle beni bunlardan kurtar!" diye duâ etti. Gemi hemen
üstündekilerle ters dönüp
devrildi. Böylece adamların
hepsi boğuldular. O zat yine yürüyerek hükümdarın yanına geldi. Hükümdar bu
sefer de yine:
"— Arkadaşların
ne yaptılar?" diy^, sordu. O zat :
"— Allah beni
onlardan kurtardı" d/ye cevap verdi. Ve hükümdara hitaben:
"— Sana
emredeceğim şeyi yapmadıkça sen beni asla öldüre-miyeceksin!" dedi.
Hükümdar:
"— Peki nedir o
şey?" diye sordu. O zat:
"— İnsanların
açık bir arazide toplarsın. Müteakiben beni orada bir hurma gövdesine asarsın.
Sonra benim deriden yapılmış ok kuburumdan bir ok alırsın. Sonra bu oku yayın
atacak kabzasına yer-
leştirirsin. Sonra ( ) Oğlanın
Rabbi olan Allah'ın ismiyle!) sözünü-söylersin. Sonra oku bana atarsın. Sen
bunu yaptığın zaman beni öldürmüş olursun" dedi Bu tavsiyye .üzerine
hükümdar halkı geniş bir alaivla topladı ve o zatı da bir hurma ağacının
bedenine bağlayıp astı. Sonra O zatın kendi deri ok kuburundan bir ok aldı.
Sonra bu oku yayın fırlatacak kabzasına yerleştirdi. Sonra ( )
sözünü söyledi.
Sonra da oku o zata
attı. Ok O zatın gözü ile kulağı arasındaki "dulun" denüen yere
saplandı. O zat hemen elini, okun saplandığı yer olan dulunu üzerine koydu ve
Öldü. Bu hâdise akabinde insanlar:
"— Biz oğlan
çocuğunun Rabbine îman ettik! Biz oğlan çocuğunun Rabbine îman ettik! Biz
oğlan çocuğunun Rabbine îman ettik!" diye bağırıştılar. Müteakiben
hükümdara varıldı ve ona hitaben:
"— Gördün mü,
sakınıp durduğun şeyi? Tahakkuk etti. Allah'a yemin olsun ki, sakınıp durduğun
ve korktuğun şey senin başına geldi, insanların hepsi Allah'a îman
ettiler" denildi. Bunun üzerine hü-
kümdar yolların
ağızlarında "uzun çukurlar
açılmasını emretti. Derhal bu uzun hendekler kazılıp açıldı; oralarda büyük ateşler yaktırdı ve:
"—. Kim dîninden
dönmezse onu bu ateş çukurlarının içme a-tıp yakın!" emrini verdi. Bu emir
üzerine hükümdarın askerleri faaliyete geçtiler.ve insanları o ateş çukurlarına
atıp yaktılar. Nihayet sıra beraberinde küçük bir çocuğu bulunan bir kadına
gelince, kadın ateş çukuruna düşmekten irkilip geri geri çekildi. Bunun üzerine
çocuğu dile gelip ona:
"— Ey Anneciğim!
Sabret, çünkü sen hakk üzeresin" dedi[368].
Yukarıda geçen âyet
(el-Bürûc, $5/4)'in tefsiri münasebetiyle Müslim, et-Tirmizî, en-Nesâî ve A.Î.
Hanbel yek diğerine yakın lafızlarla yukarıdaki hadîsi eserlerine almışlardır.
Ashâb-ı Uhdûd hakkında var olduğunu söylediğimiz ondan fazla rivayetten biri
de budur[369].
Yukarıda da temas
ettiğimiz gibi bazı müellifler bu konudaki rivayetlerden hiçbirini sahîh olarak
kabul etmek istememişlerdir[370].
Hadîsi mecmu'asına alan et-Tirmizî ona sadece "hasenün garibün"
demiştir; sahîh dememiştir. Buna istinaden de Elmalılı: "Onun için biz de
yalnız Kur'an'in beyânı ile iktifa edelim"[371]
diyerek anlatılanların i'timâda şayan olmadığını tebarüz ettirmiştir[372].
Aynı kanaat daha başka müellifler tarafından da benimsenmiştir[373].
îbnü Kesîrin hadîs
hakkındaki mütale'ası daha cür'etlidir: Müellif hadîs için "hasenün
garîbün" diyen et-Tirmizî'yi takdirle andıktan sonra: "Bu kıssa her
ne kadar Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sözü olarak nakledilirse de, şeyhimiz
el-Hafız Ebu'l-Haccac el-Mizzî, bunun (Hz. Peygamber'e ait olmayıp) ravîlerden
Suheyb er-Rûmî'nin sözü olmasının muhtemel olduğunu beyân etmiştir. Çünkü
Suheyb er-Rûmî'nin yanında
(hafızasında) hıristiyanlara ait bir takım haberler vardı" der[374].
Böylece haberin hıristiyanlardan almıp nakledilmiş olduğunu, yani îslâmî
olmadığını söylemek ister[375].
Aslında arapçadan
başka bir l
"(Habîbim) onlara
o kimsenin haberini de oku ki, biz kendisine âyetlerimizi vermiştik de o,
bunlardan sıyrılıp çıkmış, derken şeytan onu arkasına takmış, nihayet
azgınlardan olmuştu. Eğer dilesey-dik onu bu (âyetler) 'le yükseltirdik. Fakat
o, yere saplandı, hevâ-sına uydu. Artık onun sıfatı o köpeğin hali gibidir ki,
üstüne varsan dilini sarkıtıp solur, yahut kendi haline bıraksan yine dilini
uzatıp solur, işte âyetlerimizi yalan sayanlar güruhunun sıfatı budur. Artık
sen (Habîbim) kıssayı onlara anlat. Belki iyice düşünürler" (el-A'raf,
7/175-76). .
Buna ait altı görüş
vardır: .
a — Benû
Isrâîl'den olan Bel'âm îbn Bâ'ûra'dır (Bâ'ûr ve Eber geklinde de zaptlar
vardır). Bu zatın Yemen'li veya Cebbarlar (devler) ülkesinden olduğu söylenir.
b — Ünıeyye
îbn Ebi's-Salt'dır;
c — Er-Rahib
Ebû'Amr'dır;
d — îsrâîl
oğullarından duası makbul bir kişidir;
(369) îbnü Kesîr, VH. 257. .
e — Münafık
olan her kişidir;
f — Yahudî,
hrıstiyan ve hanîflerden olup da hak'dan ayrılan herkestir[376].
Ortaya atılan bu
ihtimallerden de anlıyoruz ki, âyetin nüzul sebebi bir kişi de olsa, tahsis
doğru değildir. Âyet bunları veya hareketleri bunlara benzeyen herkesi içine
almaktadır. Müfessirler nüzul sebebi olarak daha ziyâde Bel'âm ismi üzerinde
durmuşlardır.
a — Îsm-i
'A'zâm'dır;
b — Îlâhî
kitaplardan biridir;
c —
Peygamberliktir;
d — Allah'ın
birliğine ait delillerdir;
e — Hâhî
kitaplara ait bilgidir[377].
Rivayete göre Mûsâ
(a.s.) Ken'ânîlerin Samdaki topraklarına girdiği vakit Bel'âm. el-Belka'
köylerinden Bal'âda bulunuyordu. Mûsâ (a.s.) Isrâîl oğullarıyla birlikte oraya
indiğinde adamlar Bel'âm'm yanma giderek:
"— Ey BeTâm, Mûsâ
tbn 'Imrân îsrâîl oğullarının başında olduğu halde bizi yurdumuzdan sürmek ve
öldürmek üzere geldi. O, bizim memleketimize îsrâîl oğullarını yerleştirecektir.
Senin kavmin olan bizlerin ise konacak yerimiz yoktur. Sen düâsı kabul edilen
bir zatsın. Çık da onları defetmesini isteyerek Allah'a düâ et" dediler.
O:
"— Yazıklar olsun
size! O Allah elçisidir; melekler ve mü'min-ler de onunla beraberdir; gidip de onlar
aleyhinde nasıl düâ edebilirim? Bildiğimi bana Allah öğretti" diye red
cevâbı verdi. Kavmi yalvararak düâ etmesi hususunda İsrar edip onu fitneye
uğrattılar, Bel'âm eşeğine binerek, Isrâîl
oğullarının çıkmakta olduğu 322.
bir dağa doğru ilerledi.
Bu dağ, Husbân dağıdır. Biraz gittikten sonra eşeği yere çöktü; Bel'âm
hayvanından inerek onu yerinden kaldırıncaya kadar dövdü. Eşeğine binerek biraz
ilerledikten sonra hayvan tekrar çöktü. Bel'âm biraz evvelki gibi hareket
ettikten sonra tekrar hayvanın bindi. Biraz yol alınca eşek yine çöktü. O yine
eşeğini yerinden kaldırıncaya kadar dövdü. Nihayet eşek, Bel'âm aleyhinde bir
delil teşkil etsin diye Allah'ın izni Üe konuşarak şöyle dedi;
"Ey Bel'âm,
nereye gidiyorsun? Meleklerin Önümde durarak, beni yolumdan çevirdiklerini
görmüyor musun? Allah elçisi ile mü'-minler senin kavmin aleyhinde düâ
etmektedirler". Fakat Bel'âm buna bakmadan eşeğini döverek onu ileri
sürmekte devam etti Eşek yürüye yürüye onu Husbân dağına çıkararak Hz. Mûsâ ordusunun
ve îsrâîl oğullarının karşısına götürdü. Bel'âm onlara beddüâ etmeğe başladı;
fakat îsrâîl oğullarına beddüâ ederken Allah onun dilini kendi kavmi aleyhine
çevirdi. Yanında bulunan halk onuri kendi .aleyhlerine beddüâ etmekte olduğunu
görünce:
"— Ey Bel'âm! Ne
yaptığını biliyor musun? Sen îsrâîl oğullarına hayır düâda, bize bedduada
bulunuyorsun" dediler. O:
"—Ben bunu kendi
ihtiyarımla yapmıyorum; Allah dilime hakim oldu" dedi. Bunun üzerine dili
ağzından çıkarak göksü üzerine sarktı; sonra kavmine:
"— Dünya ve
ahiret benim elimden gitti; artık hîleye başvurmaktan başka çâre yoktur. Ben
şöyle bir hile tertipliyeceğim: Siz en güzel kadınları toplayarak ellerine
ticaret eşyası veriniz; bunları îsrâîl oğullarının arasına giderek satsınlar;
Isrâîl oğullarından biri onlarla cinsî münâsebette bulunmak isterse buna mani'
olmasınlar; çünkü onlardan biri bu kadınlarla zîna ederse siz kurtulmuş sayılırsınız"
dedi. Kavmi, Berâm'ın tavsiyyesine göre hareket ederek kadınlarını îsrâîl
oğullarının askerleri arasında gönderdiler. Kadınlar îsrâîl askerleri arasına
sokulduktan sonra; Ken'ânîîerin ka-bîle başkanlarından olan Sûr'un, Kestî adlı
kızı, tsrâîl askeri arasından geçiyordu. Sûr, Ken'ânîlerin Medyen'de yaşayan
büyüklerinden-di îsrâîl oğullarının ileri gelenlerinden olup, Şem'ûn Ibn Ishak
îbn İbrahim'den türeyen ve îsrâîl boyunun başkanı sayılan Zümrî îbn Şelul, bu
kızla cinsî yakınlıkta bulundu (ki, hâdise şöyle cereyan etmiştir) : Kızı
beğenen Zümrî onu elinden yakalayarak Hz. Musa'nın yanına götürdü ve:
"Senin bana, bu kıza yaklaşman haramdır, diyeceğini sanıyorum" dedi.
Hz. Mûsâ: "Evet, bu kız sana haramdır; yaklaşma!" diye cevâp verdi.
Zümrî: "Allah adına andiçerek te'yîd ederim ki, bu hususta sana itaat
etmiyeceğim" dedikten sonra kadını koğuşuna götürerek onunla cinsî
münâsebette bulundu. Bunun üzerine Allah, Isrâîl oğullarına vebayı musallat
etti. Bu sırada Hz. Musa'nın emri atlında bulunan Finhas tbn 'Ayzar İbn Harun
ordugâhta değildi. O, iri gövdeli kuvvetli ve bahadır bir gençti. Finhas
geldiği zaman veba îsrâîl oğullarını kırıp geçirmekte idi. O, olup bitenleri
öğrendikten sonra tamamiyle demirden yapılmış mızrağını onların her ikisine
birden saplayarak mızrağıyla ikisini birden havaya kaldırdığı-halde koğuştan
çıktı. Mızrağı eliyle yakalamış, dirseğini beline ve mızrağın bir ucunu da
çene kemiğine dayamış vaziyette idi. 'Ayzar'ın ilk çocuğu olan Finhas:
"— Ey Rabbimiz!
Biz, sana isyan edenlere kargı böyle hareket ederiz" diyordu. Zümrî ile
Ken'ânh kadın öldürüldükten sonra veba ortadan kalktı; fakat gündüzün vebadan
ölenler sayıldığında, bir saat içinde 70 bin kişinin öldüğü anlaşılmıştır. En
az hesap edenler, ölenlerin 20 bin kişi olduğunu söylerler. Finhas'm bu hayırlı
işinden dolayı, Isrâîl oğulları her kestikleri hayvanın sokum, dirsek ve çene kemiğim
Finhas'ın evlâdına vermişlerdir. Çünkü ataları Finhas, Zümrî'yi öldürdükten
sonra mızrağını eliyle tutmuş, beline ve çene kemiğine dayamıştı. îsrâîl
oğulları, bundan başka mallarının ilk mahsûlünü de onlara ihsan ederler. Allah
Bel'âm'm halini su âyetinde anlatmaktadır: "Onlara o kimsenin haberini de
oku ki, biz kendisine âyetlerimizi vermiştik de."
Diğer bir rivayete
göre de:
Bel'âm adında biri
Isrâîl oğullarından ayrılarak kâfir olmuş ve cebbarlar memleketine gelmişti. O,
Allah'ın esrarından olan "Ism-i A'zam"ı biliyordu. O, cebbarlara:
"— Siz îsrâîl
oğullarından korkmaymız; çünkü onlarla savaşmak için meydana çıktığınız vakit
ben onlara beddüâ ederek hepsinin mahvına sebeb olacağım" diyordu. O,
cvebbarlarm memleketinde dünyanın arzu ettiği kadar nimet ve servetlerini
bulabiliyordu. Ancak, cebbarların kadınları çok büyük gövdeli ve uzun boylu oldukları
için kadınlarıyla münasebette bulunmak kudretinde değildi. Bu yüzden kadın
yerine eşeğini kullanıyordu. Allah onun halini yukarda geçen âyetlerde
anlatır. Bel'âm köpek gibi dilini çıkararak soluk alırdı. Yûşa (a.s.) îsrâîl
oğullarının başında olduğu halde cebbarîarîa savaşmak üzere yola çıktığı zaman,
Bel'âm'da eşeğine binerek cebbarlarla birlikte hareket etti. Maksadı, îsrâîl
oğullarına lanet okumaktı. îsrâîl oğulanna beddüâ etmek istediği halde, dâima
cebbarlara beddüâ ediyordu. Bunu gören cebbarlar:
"— Sen bize
beddüâ ediyorsun" derler. O da:
"— Ben îsrâîl
oğullarına beddüâ etmek istedim" derdi. Bel'âm
şehrin kapısına
geldiğinde melek eşeğinin kuyruğundan yakalayarak durdurdu. O, eşeğini sürmek
ister, fakat hayvanı yürümezdi. Bel'âm onu çok dövdükten sonra eşek dile
gelerek:
"— Sen geceleri
beni kadın yerine kullanıyor, gündüzleri üzerime biniyorsun; ben senin
yüzünden mahvoiup gidiyorum. İlerlemek kudretinde olsaydım, ilerlerdim. Fakat
melek beni yolumdan alıkoyuyor" dedi3r2.
Bu âyet münasebetiyle,
Allah tarafından kendisine müstecâb üç düâ bahşedilen bir başka zattan da
bahsedilir. Tipik bir "isrâîliyat" örneği olan bu kıssayı, sözü
uzatmamak için buraya almıyoruz[378].
[379]
1—Bahis
konusu âyette dile getirilen kişinin Bel'âm olduğu yolundaki rivayeti ve
anlatılan kıssaları doğrulayacak elimizde sahih hiç bir eser yoktur. Keza
BePâm'ın âyetin nüzulüne sebeb teşkil etmesi de doğru değildir[380].
2— Bel'âm'a
verildiği söylenen "Ism-i A'zam" da birçok müel-liflerce şiddetle
reddedilmiştir. Çünkü, "İsm-i
A'zam" bilen adam böylesine alçalıp küçülmez; kâfir
olmaz"[381].
3—Bir kısım
rivayetlerde, o zata Allah tarafından bahşedilen
"âyâf'ın
peygamberlik olduğu dile getirilmiştir. Yalanın bu derecesini hiçbir akıl
kabul etmez; hâl ve şartlar ne olursa olsun bir peygamber Allah'ı isyan edemez;
dinden dönemez. Bunlar tam manâsıyla "püsküllü yalanlardır[382].
Macerasını yukarda
kaydettiğimiz böyle bir adam iğin nasü peygamber denilebilir? Bunu akü kabul
eder mi?[383].
4— Yukarıya
kaydettiğimiz rivayetlerden biri için, sened ricalinden biri: "Bana
kıssayı Seyyar böylece anlatmıştı;
bilmiyorum ama, buna herhalde bazı şeyler karışmış olmalı!" diyerek
kıssanın sıhhati hakkındaki kaygusunu ifade ediyor[384].
5 —
Kur'ân'ın üzerinde durduğumuz bu âyeti kısadır; tafsilattan uzaktır. Âyette
bahis konusu edilen kişinin adı, memleketi, kimin soyundan olduğu beyan
edilmemiştir. Bu zâtın adı, vatam, babası soyu sopu ile ilgili olarak ortaya
atılanların tamamı müfessir-lerin birbirlerinden alarak rivayet ettikleri Ka'b
ve Vehb İbn Mü-nebbih ve benzeri
kişilere ait rivayetlerdir; ve netice olarak bunların tamamı
"isrâîliyyaf'tır. Konu ile ilgili rivayetler hemen tama-miyle
Ed-Dürrü'1-Mensûr'da mevcuttur ve bunlara asla itimad edilmemiştir[385].
Bel'âm'la ilgili
olarak yukarıya aldığımız geyler ekser ahvalde Tevrat rivayetlerine veya -ifâde
edildiği gibi- isrâîliyyata dayanır. Bel'âm'a her türlü kötülüğü atfedebilmek
için, hahamlar muhayyilelerinin, bütün icâd gücüyle gayret sarfetmişler ve
buna türlü türlü şeyler ilâve etmeyi bilmişlerdir; zamanla bu rivayetler îslâmî
çevrelere intikal itmiş ve bazı müslüman râviler ve müelliflerce mukaddes
birer emânet gibi hıfzedilmiş ve "kitaplarımıza aktarılmıştır[386].
Kitâb-ı Mukaddeste
Bel'âm:
îslâmî kaynaklara
istinaden yukarıya almış olduğumuz şeylerin kıymetlerini ve bunların eski
kültürlerle olan yakın ilgisini belirtmek üzere bazı pasajlar Kitâb-ı
Mukaddes'ten aynen alıyoruz:
"Ve o vakitler
Tsippor oğlu Balak Moab kralı idi. Ve Beor oğlu Bal'am'ı çağırmak için ırmak
kenarında, kavmin oğullarının memleketi olan Petor'a ulaklar gönderip ona
dedi: îşte, Mısırdan bir kavm çıktı; işte, yerin yüzünü kaplıyor, ve benim karşımda
oturuyor. Ve rica ederim şimdi gel, benim için bu kavme lanet et; Çünkü o
benden kuvvetlidir; belki muktedir olurum da onu vururuz, ve onu memleketten
kovarım; çünkü bilirim,ki, senin mübarek kıldığın kimse mübarek olur, ve lanet
ettiğin kimse lânetli olur".
"Ve Moab
ihtiyarları ile Midyan ihtiyarlan elinde falcılık ücretleri olarak gittiler;
ve Bal'am'a geldiler; ve ona Balak'm sözlerini söylediler. Ve onlara dedi: Bu
geceyi burada geçirin, ve Rabbın . bana söyleyeceğine göre size cevâp
vereceğim, ve Moab reisleri Bal'am'ın yanında kaldılar. Ve Allah Bal'am'a geldi
ve dedi: Evinde olan bu adamlar kimdir? Bal'anı Allah'a dedi: Moab kralı bana
dedi. Ve Allah Bal'am'a dedi: Onlara gitmeyeceksin! O kavme lanet etmeyeceksin;
çünkü mübarektir."
"Ve Bal'am
sabahleyin kalktı, ve eşeğine palan vurdu, ve Moab reisleriyle beraber getti.
Ve gittiği için Allah'ın öfkesi alevlendi; ve Rabbin meleği ona karşı durmak
için yol üzerine dikildi. Ve o eşeğine binmişti, ve kendisi ile beraber iki
uşağı vardı. Ve eşek yalın kılıcı elinde, yolda dikilmekte olan Rabbin
meleğini gördü; ve eşek yoldan sapıp tarlanın içine girdi; Ve Bal'am yola
döndürmek için eşeğe vurdu. Ve yine eşeğe vurdu. Ve eşek Rabbin meleğini gördü,
ve Bal'am'ın altında çöktü. Ve BaFam'ın öfkesi alevlendi, ve değneği ile eşeğe
vurdu. Ve Rab eşeğin ağzını açtı, ve o Bal'am'a dedi: Sana ne yaptım ki, bana
böyle üç kerre vurdun? Ve Bal'am eşeğe dedi: Çünkü benimle eğlendin; keşke
elimde bir kılıç olsa idi, şimdi seni öldürürdüm."
"...Ve Balak,
Bal'am'a dedi: Bana ne yaptın? Düşmanlarıma lanet etmek için seni getirdim; ve
işte, sen onları ancak mübarek kıldın. Ve cevab verip dedi: Rabbin ağzıma
koyduğunu söylemeye dikkat etmeli değil miyim?".
"Ve Isrâîl,
Şittim'de oturdu; ve kavm Moab kızları ile zina etmeğe başladı. Ve işte. îsrâîl
oğullarından bir adam geldi, Musa'nın gözü önünde, ve toplanma cadın kapısında
ağlamakta olan bütün tsrâîl oğulları cema'atinin gözü önünde kardeşlerine
Midyânî bir kadın gedirdi. Ve Kâhin Hârûn oğlu, Finehas bunu görünce, cemaatin
arasından kalktı, ve eline bir mızrak aldı; ve îsrâîlî adamın ardınca çadırın
iç tarafına girdi, ve îsrâîlî adama, ve karnından kadına, ikisine de mızrağı
sapladı. Veba da israil oğullarından kaldırıldı. Vebada Ölenler 24 bin kişi
idi. Ve Midyânî kadınla beraber vurulan îsrâîli adamın adı Sahi oğlu Zimrî idi.
Şimeonüer arasında ataları evinin bir beyi idi. Ve vurulan Midyânî kadının adı
Tsur kızı Kozbî idi; bu adam Midyân'da atalar evi kavminin bir reisi idî"[387].
Yukarıya Kitâb-ı Mukaddes'ten
aldığımız kısımlar da açıkça gösteriyor ki, BeTâm'Ia ilgili olarak tslâmî
eserlere geçen bilgiler tamamiyle yabancı meruşe'lidir ve ka'tî olarak tümü
"isrâîliyyat"tır[388].
[1] El Bakara, 2/30.
[2] Taberî, tefsir I. 195-214; tarih, 1/1. 107-12; et-Tibyân,
I. 130; el-Keg-şaf, I. 124; et-Tabressî, I. 72; Z. Mesîr, I. 58; M. Tenzîl, I.
20-21; îbn Kesîr, I, 123-24; el-Kurtubî, I. 261; eş-Şevkânî, Fethu'l-Kadlr, I.
62-64; el-Kasiroî, Mehâslnü't-Te'vîl, H. 94 v.d.
[3] Abdü'l-Vehhab
en-Neccar, Kaaasü'l-Enbiya, s.
11-12.
[4] El-Kasimî, Mehasinü't-Te'vîl, H. 96.
[5] Et-Taberî,
tefsir, I. 209.
[6] Tefsîru'l-Menâr,
I. 258.
[7] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet
İşleri Başkanlığı: 97-98-99.
[8] EI-A'raf,
7/65-72.
[9] El-Ahkaf. 46/22-27.
[10] El-Ahkâf, 46/22 v.d.
[11] Et-Taberî, tefsir, VH. 216; tarih, 1/1. 306-325; M.
Tenzil, I. 335-V.d.; et-Tabressî, 33. 439-43; g. Mesîr, VH. 383-84; el-Kâmil,
1.86 v.d.; el-Kur-tubî, XVI. 207; îbnü Kesîr, UZ 186-88;
el-Kasimî, tefsîr, VII 2770-82.
[12] El-A'raf, 7/69.
[13] Z. Mesîr,
III.
222;
et-Tabressî,
II. 437; M.
Tenzîl, H. 335.
[14] M.
Tenzîl, H. 335.
[15] M.
Tenzîl, II. 335.
[16] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet
İşleri Başkanlığı: 99-100-101-102-103-104-105-106-107.
[17] İbnü Kesîr, in.
188.
[18] A.Î. Hanbel, IH. 481, 482;
VI.
182.
[19] îbnü Mâce, K. Cihâd, bffb. 25 (2816 numaralı hadîs).
[20] Et-Taberî,
Vm. 219, not,
1-2.
[21] Tefsîru'l-Kur'âniİ-Hâkim, XII. 115.
[22] El-Kasimî, Mehasinü't-Te-vîI,
VII, 2771-72.
[23] Ibnü Kesir,
V.
197; el-Kasimî,
VII. 2772; tzmirli,
S.C. Nebeviyye .Mu-kaddemesi,
s. 112.
[24] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet
İşleri Başkanlığı: 107-108.
[25] El-Bakara, 2/49, 50; Alü Imran, 3/11; el-A'raf, 7/130,
104, 109, 113, 123, 127, 130, 137,
141; eKEnfâl, 8/52;
Yûnus, 10/75, 79,
83, 88, 90;
HÛd, 11/97; İbrahim, 14/6;
el-îsra", 17/101, 102;
Taha, 20/24, 43, 60, 78, 79; el-Mü'minûn, 23/46; eg.Şu'ara', 26/11,
16, 23, 41, 44, 53; en-Neml, 27/12; el-Kasas, 28/3, 4, 6, 8, 9, 32, 38; el-Ankebût, 29/39; Sad, 38/12;
Gâfir, 40/24, 26, 28, 29, 36, 37, 45,
46; ez-Zuhruf, 43/46, 51;
ed-Duhan, 44/17, 31; Kaf, 50/13; ez-Zariyat, 51/38; el-Kamer, 54/41; et-Tahrîm, 66/11...
[26] Eg-Şu'ara',
26/52-51.
[27] Eg-Şu'ara',
26/52-51.
[28] Et-Taberî, XIX. 75; M. Tenzil, II. 85; et-Tibyân, VHI. 21.
[29] Et-Taberî,
XIX. 75; et-Tabressî,
IV.
191; Z. Mesîr,
VI. 125; M.
Ten-zîl, II. 85.
[30] Et-Taberî,
tefsîr, XIX.
76; tarih, 1/2.
920.
[31] Eş-Şu'ara',
26/60.
[32] Et-Taberi,
XIX. 76; Et-Tabressî,
IV. 191; M.
Tenzil,
II: 75; Z,
Mesîr, vi. 125,
[33] Et-Taberi, tefsir,
XIX. 76.
[34] Aym eser, aynı yer.
[35] Aym eser, aynı yer.
[36] Et-Taberî,
tarih, 1/1. 620.
[37] Et-Taberî, tefsir,
XIX. 76; Tarih, 1/1.
630.
[38] Et-Taberî, XTX. 76; tbnÜ Kesir,
V. 185.
[39] Et-Taberî,
XIX. 76.
[40] Ibnü Kesîr,
V.
185.
[41] Eg-gu'ara, 26/63-66.
[42] Et-Taberî, tefsîr,
XIX. 75 v.d.;
Tarih, 162. 620 v.d.
[43] îbnü Kesîr, IV. 506 v.d.; el- Bidâye, I. 300.
Rivayetler için bak. en-Ne-saî, tefsîr, varak 60a-66b; et-Taberî,
XVI. 164
v.d.; M. Tenzil,
II. 14; el-Ke§şaf, IH. 64-65; et-Tibyân,
VII. 154; Z. Mesîr,
V.
2S5-86; et-Tab-ressî,
IV.
11.
[44] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet
İşleri Başkanlığı: 109-110-111-112-113-114-115.
[45] El-Fürkan,
25/38.
[46] Kaf, 50/12.
[47] Et-Taberî,
XIX.
13 v.d.; Z.
Mesîr, VI.
89-90; et-Tabressî,
IV. 170.
[48] Yasîn, 36/20.
[49] Et-Taberî,
XVIII. 152-53; et-Tabressî,
IV.
170;
et-Tibyân, VTEE. 433; el-Keş§af, m. 280; M. Tenzil, H. 79; Z.
Mesîr, VI.
89-90; M. Gayb,
XXIV.
82-83; el-Kasimî, xn. 4578; Ibnü Keaîr,
V.
15-2;
Mu'cemü'l-Büldân, n. 778-80;
BhnaJılı, V. 3587 v.d.
[50] Et-Taberî,
XIX.
13-15; îbnü
Kesîr, V.
152-53.
[51] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet
İşleri Başkanlığı: 115-116-117.
[52] El-Fürkan,
25/38; Kaf, 50/12
[53] Et-Taberî,
XIX,
14-15.
[54] Îbnü
Kesîr,
V. 153.
[55] Er-Razî, M. Gayb,
XXIV. 83.
[56] El-Kasiinî,
Mehasinü't-Te'vîl, XH. 4578.
[57] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet
İşleri Başkanlığı: 117-118.
[58] El-Isrâ,
17/4-8.
[59] Et-Taberî,
XV. 22; M.
Tenzîl, I. 510;
et-Tabressî, IH. 399-400;
îbnü Kesîr, IV. 282; ed-Dürru'1-Mensûr, IV. 165.
[60] Kelime bir kaç türlü teleffuz edilebilir.
[61] Et-Taberî, XV. 24 v.d.; Elmalık, tefsîr, V. 3156 v.d.
[62] Et-Taberî,
Tarih, 1/2. 834 v.d.;
El-Bİdaye, H. 33-40; EI-Kâmil,
I. 263 v.d. Bazı kısımlar için
bak. Et-Taberi, tefsir, XV. 29 v.d.;
M. Tenzil, I. 510 v.d.; El-Kurtubû X. 215 v.d.
[63] Et-Taberî, XV. 22; El-Keşşaf, H. 648; Z. Mesîr, V. 7;
M. Tenzîî, I. 510; Et-Tabressî, H. 400;
El-Bidâye, H. 33-34;
Ed-Dürrü'1-Mensûr, IV. 163 v.d.
[64] Aynı kaynaklar.
[65] Bütün bunlar İçin bak. eT-Taberi, tefsir, XV. 22 v.d.;
tarih, 1/2. 810 v.d.; et-Tibyân, VL 447 v.d.; et-Tabressî, m, 399-400;
el-Keşşaf, H. 649-50; Z. Mesİr, V. 7-9; M. Tenzîl, I. 510 v.d.; Ibn Keaîr, IV.
281-83; el-Kur-tubî, tefsir, X. 215 v.d.; ed.Dürru'l-Mensûr, IV. 163 v.d.;
el-Kasimî, tefsîr, X. 3903 v.d.; el-Kâmil, I. 261 v.d.; el-Bidâye, n. 33 v.d.
[66] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet
İşleri Başkanlığı: 118-119-120-121-122-123-124-125-126-127-128-129-130-131-132-133-134.
[67] îbnü Kesir, Tefsîr, IV. 282.
[68] Aynı eaer, aynı yer.
[70] Et-Taberî,
I.
446; îbnü Kesîr,
I, 237-38; et-Tabressî, I. 174; M. Tenzîl,
I. 41.
[71] Et-Taberî, I.
449; îbnü Kesîr, I. 237; et-
Tabressî, I.
174.
[72] Et-Taberî, tefsîr, I. 449; tarih, 1/2. 760 v.d.; îbnü
Kesîr, I. 235.
[73] Et-Taberî,
I.
459; et-Tibyan,
I, 371-75; et-Tabressî, I. 175; M, Tenzil, I. 4.
[75] Et-Tûsî, et-Tibyan, 1, 374; et-Tabressî, I. 175;
el-Muharrar, I. varak 84a.
[76] Et-Tibyan ,1. 374; el-Muharrar,
I.
varak 84a; Z. Meaîr, I. 125; îbn Hazm, el-Fasl, W. 34.
[77] El Muharrar,
I.
varak
84a.
[78] Et-Tibyan, I. 374; et-Tabreasî, I. 175; el-Muharrar,
I. varak 84a; Z, Me-sîr, î. 125.
[79] Et-Taberî,
I.
459.
[80] El-Muharrar, I. varak 84a; et-Tibyan, I. 374;
et-Tabresal, I. 175.
[81] Îbnü Atıyye, el-Muharrar,
I. varak 84a.
[82] Et-Taberî, T. 459.
[83] Et-Taberî, I .459.
[84] Z. Mesîr,
I.
125.
[85] Et-Tlbyaa, I. 376; M. Tenzîl,
I. 42, 43.
[86] Et-Taberî, I. 456 v.d.; el-Muharrar,
I. varak 84ab; et-Tabressî,
I.
175; Z.
Mesîr, I. 123;
et-Tibyân, I. 375-76;
Ebu'1-Leys tefsiri, varak,
25b; Tefsîru 'Askerî, varak 115a;
el-Maverdî, el-'Uyûn, varak
45a; Tefsî-ru'1-Vahidî, varak 37ab.
[87] et-Taberî, I.
452-53; et-Tabressî, I. 175; Ibnü Kesîr,
I. 241.
[88] Et-Taberî, I. 452;
et-Tabressî, I. 174; eUMehdevî, et-Tahsîl, varak İla Ibnü Kesîr, I. 239.
[89] Et-Taberî, I. 455; et-Tabressî, I. 175; M. Tenzîl, I.
42; Ibnü Kesîr, I. 240.
[90] Et-Taberî, I. 455; et-Tabresaî, I. 175; M. Tenzîl, I.
(42; îbnü Kesîr, I. 240; Ibnü'l-'Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân, I. 29.)
[91] Et-Tabressî, I. 175; er-Ragıb el-Isfehânî,
el-Müfredât. a. 542; îbn Hazm el-Fasl,
IV. 33.
[92] El-Cessas, Ahkâmü'l-Kur'ân, I, 56; et-Tabressî, I.
175; Ibnü Kesîr, I, 240; Ibnü Hazm, el-Fasl, IV. 33.
[93] İbnü Ebî Hatim(den naklen Ibnü Kesîr,
I. 123-24'J.
[94] Et-Tabressî,
I.
175.
[95] Îbnü'l-Arabî, Ahkâmü'I-Kur'ân, I. 29; Ibnü Kesîr, I.
240.
[96] Et-Taberî,
I.
456.
[97] Et-Taberî, I, 457.
[98] Eg-ŞÛra1, 42/5.
[99] Et-Taberî, I. 457-58; el-Maverdî, el-TJyûn, varak 25a;
el-Vahıdî, tefsîr, varak 37a-b; el-Muharrar, I. varak 84a-b; îbnü Kuteybe,
Te'vîlü Muh-telifi'l-Hadîs, s. 184, 278; el-Vahıdî, el-Vasît, varak 32a-b;
el-Kircnânî, Lübâbü't-Tefsîr, varak 18a; Tefşîru 'Askerî, varak 115a;
el-Kuşeyrî, el-Letaif, varak 16a-b; Ebu'I-Leys es-Semerkandî, varak 25b;
el-Mehdevî, et. Tahsîl, varak İla; el-Isfirâyînî, Tâcü't-Terâeim, varak 37a; Z.
Mesîr, I. 123 v.d; M. Tenzîl, I. 42; et-Tabressî, I. 175-76; et-Tibyân, I.
375-76; îbnti Kesîr, el-Bidâye, I. 37-38; tefsîr, I. 245; ed-Dürru'1-Mensûr, I.
97; el-Ki-nânî, Tenzîhu'ş-Şerî'a, I. '2Ö9-1Ö; es-SÜyûtî, el-ke'âli'I-Masnû'a,
I. 158; Ibnü Âdil, Kitâbü'l-Lübâb, varak 69a; Mecelletü'l-Ezher, XXV.
895-96.
[100] El-Bakara, 2/3O.
[101] A. îbn Hanbel, Müsned, no. 6178; et-Taberî,
II.
433, not. 5
(yeni negir); 2. Mesîr, I. 124, not. 3; îbnü Kesîr, I. 241-42.
[102] Et-Taberî, I. 458; Îbn Arabî, A. Kur'ân, I. 29-30; Z.
Mesîr, I. 124, not, 3; îbnü Kesîr, I. 242;
ed-Dtirru'1-Mensûr, I. 97.
[103] Et-Taberî, I. 456-57; Z. Mesîr, I. 124, not, 3; Îbnü
Kesîr, I. 242-43,
[104] Et-Taberî, I. 456; îbnü Kesîr, I. 243.
[105] Z. Mesîr, I. 124 (ve ayrıca bak. aynı sahîfe not. 2);
îbnü Kesir, X 243.
[106] ÎbnÜ Ebî Hatim(den naklen îbnü Kesir, I. 244-45);
rivayetin muhtasar ve değişik bir gekli için bak. et-Taberî, I, 45S; Z. Mesîr,
I. 124, not. 3; ÎbnÜ Kesir, I. 242; ed-Dürru'l-Mensur, I. 97.
[107] M. Tenzil, I
43; el-Vahidî, tefsir, varak 37a-b.
[108] Îbnü Hazm,
el-Faal, IV. 32.
[109] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet
İşleri Başkanlığı:
136-137-138-139-140-141-142-143-144-145-146-147-148-149-150-151.
[110] Ibnü'I-Arabî, Ahkâmti'I-Kur'ân, I. 27. 152
[111] Et-Taberî,
I. 459.
[112] Ibnü 'Atıyye, el-Muharrar, I. varak 84a,
[113] îbnü Hazm, el, Faal, IV. 32-33.
[114] Et-Taberî, I. 454-55, 459.
[115] Îbnü Kesîr, I. 240.
[116] Îbnü'l-'Arabî A. Kur'ân, T, 29.
[117] Îbnü Kesîr, I. 240-41.
[118] Aynı eser, I. 123-24.
[119] İbnü Kesîr, I. 242-43. Ayrıca bak. et-Taberî, II. 433,
not. 5 (A. M. Şakir neşri); 2. Mesîr, I.
124, not. 3
[120] İbnü Kesîr, I. 244-45.
[121] İbnü Kesir, I.
245-46.
[122] Îbnü'l-Cevzî,
Z. Mesîr, I. 124.
(*) Hamt ve Marufla
ilgili olarak rivayet edilenler hakkında umumi görüşler: Bazı müellifler, bu
konu ile ilgili olarak söylenen ve yazılanlara asla itibâr etmemişler ve yeri
gelince bunların lüzumsuzluğuna bir iki kelime ile atıfta bulunmuşlardır.
Yukarıda, A. Kur'ân
sahibi Îbnü'l-Arabî'nin görüşlerini zikretmiştik. bu konuda söylenenleri bir
gaflet eseri olarak nitelemektedir A. Kur'ân, 1. 29).
[123] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet
İşleri Başkanlığı: 151-152-153-154-155-156-157-158-159-160-161.
[124] El-Kehf, 18/9-22
[125] Lübâbü'n-Nükûl, s. 155; et-Tibyân, VII. 27; et-Tabressî, in. 451/52; el-Eidâye, H. 113; el-Kaslmî, tsfeîr, XI. 4043; Elmalılı, V, 3217-18.
[126] EI-Kehf, 18/14.
[127] El-Kehf, 18/19.
[128] EI-Kehf, 18/19.
[129] Bt-Taberî, XV. 200.
[130] Et-Taberî, tefsîr, XV. 205; tarih, 1/3. 971-74.
[131] Bu isim Malısemlîna tarzında da geçer (Taberî, tarih,
1/3 970).
[132] Bu ismin Kusutans
şekli de vardır
(Taberî, tarih, 1/3.
970).
[133] İsimlerin değişik zabtlan için adı geçen esere bak.
(Taberî tarih, 1/3. 970).
[134] El-Kehf, 18/14.
[136] Et-Taberî, tefsir,
XV. 221; tarih, 1/3. 9T0; EI-Keşşâf, H, 712; Et-Tabres-st, m, 460; 2. Mesîr,
V. 126; El-Kamü, I. 359; El-Kurtubî, X, 360; İbnü Kesîr, IV. 378.
[137] Et-Taberî( tefsîr, XV. 218; tarih, 1/3, 969-70;
El-Kurtubî, X. 375; El-Bidâ-'ye,II. 116.
[138] BI-Kehf,
l8y20.
[139] Z. Mesîr, V. 121-22; El-Kurtubî, X. 375; El-Kâmil, I.
355.
[140] Z. Mesîr,
V.
126;
Et-Tebresst, III.
456; El-Kurtubî,
X. 370.
[141] Et-Tabressî, in. 456; Z. Mesîr,
V. 126.
[142] Et-Tabressî,
III.
456;
El-Keşşâf, H. 711-12; Z. Mesîr,
V.
126; M,. Tenzîl,
II. 434.
[143] Et-Taberî, tarih, 1/3. 973.
[144] Et-taberî, tefsîr, XV. 204.
[145] Aynı kaynak, XV. 214.
[146] Et-Taberî, tefsîr, XV. .214.
[147] Aynı kaynak, XV. 214,
[148] EI-Kurtubî, tefsîr, X. 370.
[149] Ibnü Abbas tefsîri, s. 245; Et-Tabressl, IH. 456;
El-Keşşâf, H. 713; Z. Mesîr; V. 126.
[150] El-Keşşâf, II. 704; Z. Mesîr, V. 126; M. Tenzil, H.
434; El-kurtubî, X. 370; El-Bidâye, H. lig.
[151] EI-Bİdâye, H 115.
[152] Et-Taberî, XV. 190;
El-Bidâye, II. 114- Z, Mesîr, V. 126,
[153] Z. Mesîr,
V.
126.
[154] El-Kurtubî,
X.
370; M.
Tenzîİ, II. 438.
[155] Z. Mesîr, V. 126.
[156] M. Tenzîİ,. İL, 438;
Z. Mesîr, V. 126.
[157] Z. Mesîr,
V.
126.
[158] Et-Tabressî, m. 456.
[159] M. Tenzîİ, H, 438.
[160] M. Tenzil, n. 438; EI-Kurtubî,
X. 370.
[161] M. Tenzil, 3X 438.
[162] EI-Kehf, 18/18.
[163] El-Keşşâf, n. 709; Z. Mesîr, V. 118.
[164] El-Keşşâf, H. 709.
[165] Z. Mesîr, V. 118.
[166] El-Keşşâf, H. 708.
[167] EI-Kehf, 18/18.
[168] El-Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, İÜ. 213; el-Keşşâf, II.
709.
[169] El-Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, m. 213; el-Keşşâf, II.
709; Z. Mesîr, V. 120; El-Kurtubl, X. 373.
[170] El-Keşşâf, II. 709; el-Kurtubî, X. 373.
[171] Et-Taberî, tefsîr, XV. 222; Z. Mesîr, V. 113;
el-Ke§şaf, II. 712; el-Kâmil, I. 359; el-Kurtubl, X. 379.
[172] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet
İşleri Başkanlığı:
161-162-163-164-165-166-167-168-169-170-171-172-173.
[173] ElKehf, 18/6.
[174] Elmalüı, Tefsîr, V. 3219-20.
[175] El-Kâsimî, Mehâsînü't-Te'vîl, XI. 4045.
[176] El-Bahru'1-Muhît, VI. 101, 112.
[177] EI-Kasimî, tefsîr, XI. 4027-38; İbnü KeBÎr, IV.
397-98.
[178] EI-Kasimî, tefsir, XI, 4027-28.
[179] El-Bahru'1-Muhît, VI. 101.
[180] El-Kurtubl, tefstr, X. 360.
[181] îbnü Kesîr, IV. 378.
[182] İbnü Kesîr, tefsîr, IV. 374; el-Kasünî, tefsîr, XI,
4032.'
[183] İbnü Kesir, tefsîr, IV. 378; el-Eldâye, H. 115.
[184] M. Gayb,
XXI,
113;
Elmallh, V.
3236, not. 1
[185] İbnü Kesir, IV. 373.
[186] İbnü Kesir, IV. 373.
[187] El-Bidaye, H.
117; Et-Taberî, tarih lys. 969'da münakaşalar görülebilir,
[188] IbnÜ Kesîr, IV. 370; el-Kurtubî, X 390.
[189] M. Gayb, XXI. 101,
[190] Aynı eser, XXX İli.
[191] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet
İşleri Başkanlığı:
173-174-175-176-177-178-179.
[192] El-BaKara, 2/246-51, İSO
[193] El-Bakara, 2/246. âyete telmih var.
[194] Et-Taberî, tefsîr, H. 602; tarih, 1/2. 705-9;
el-Bidâye, H. 5, 6, 7; M. Ten-zîl, I. 115-16; Z. Mesîr, I. 292-93; et-Tabressî,
I. 350; el-Kâmil, I. 292-93; el-Keşşâf, I. 292; B. Zühûr, s. 137; ibnü Kesîr,
I. 553.
[195] EI-Bakara, 2/249. âyetinin mealidir.
[196] Et-Taberî, tefsir, H. 608-609; tarih, 1/2. 709-10; M.
Tenzil, I. 118; Z. Me-sîr, I. 297; el-Keşşâf, I. 294; et-Tibyân, II. 294;
et-Tabressî, I. 355; el-Kâ-mil, I. 219; Ibnü Kesîr, I. 536-37; B. ZühÛr, s.
138.
[197] El-Bakara, 2/251.
[198] Et-Taberî, tefsîr,
II. 601, 602, 607, 609, 626, 629; tarih, 1/2.
710-22; el-Bidâye, n. 7, 8, 9; M.
Tenzil, I. 117-20; Z. Mesir, I. 296, 300; el-Keşgaf, I. 292, 296; et-Tabressî,
I. 353, 357; et-Tibyan, H, 300; el-Kâmü,
I.
220-22;
îtmti Keaîr, I. 536; B. ZühÛr, s. 137-41.
[199] Et-Taberî, H. 625-26; M. Tendi, I. 119-20; B. ZühÛr,
s. 1S9.
[200] B. Zühûr, s. 137.
[201] M. Tenzil, I. 116; Z. Mesfr, I, 203; el-Keşşaf, I.
292; et-Tabressî, I. 352; el-Kâmil, I. 218; îbnü Kesîr, I. 534; TefaSrul-Menâr,
H. 476; B, ZÜhÛr, S. 1.
. "
[202] Tefsîru'l-Menâr, II. 476.
[203] Et-Tabressî, I. 352; M. Tenzil, I. 116.
[204] M. Tenzil, I. 116; B. ZÜhûr, s. 137,
[205] Et-Taberî,
II.
609; M. Tenzîl,
I. 118; B. Zühûr, s. 138.
[206] el-Kâmil, I. 219; Z. Mesîr, I. 297; et-Tibyan, n. 295;
et-Tabressi, I. 355; M. Tenzîl,
I.
118.
[207] M. Tenzîl, I. 110; Z. Mesîr, I. 297; et-Tibyân, H.
294; et-Tabressî, I. 355; îbnü Kesir, I 537.
[208] El-Kâmil, I, 219.
[209] İbnü Kesir, I. 537;
B. Zühûr, s. 138.
[210] M. Tenzîl, I. 118; Z. Mesîr, I. 298; et-Tabressi, I. 355; el-Kâmil, I. 219; îbnü Kesîr, I. 537.
[211] el-Kâmil, I. 219; M. Tenzîl, I. 118; et-Tabressî,
I.
355.
[212] Et-Taberî, tefsir, n. 621-22; tarih, 1/2. 710.
[213] Et-Taberi, H. 621; Z. Mesir, I. 298; el-Keşgâf, I.
291; et-Tibyan, H. 295.
[214] M. Tezîl, I. 119; B. Zühûr, s. 139.
[215] Et-Taberî, II. 632,
[216] M. Tenzîl, I. 119; B. ZUhûr, s. 139.
[217] Aynı kaynaklar ve aynı yerler ve et-Tabressî, I. 357;
el-Keggaf, I. 296.
[218] Et-Taberî, H. 629.
[219] Et-Tabressî, L 357.
[220] Et-Tabreasî, I, 353.
[221] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet
İşleri Başkanlığı:
179-180-181-182-183-184-185-186-187-188-189-190-191-192-193-194.
[222] El-Bidâye, H. 7.
[223] El-Bİdâye, II. 9.
[224] M. Tenzîl, I. 121; el-Kâmil, I. 222; el-Bidâye, H. 9.
[225] M. Tenzîl, I. 120.
[226] İbnü Kesîr, I. 533; Tefsîru'l-Menâr, U. 474.
[227] İbnü Kesîr, I. 538.
[228] I. Samuel, 17/1-52; 18/1-29; 19/1-13;. 22/17-18; 24/4,
9-11,' 16-17.
[229] I. Samuel, 26/11-12;
16
[230] I. Samuel, 28/3-19.
[231] Aynı eser, 31/1-6.
[232] Hakimler, 7J1, 3-7.
[233] El-BuMrî, K. Meğ-âzî, bâb. 5; îbnti Mâce, K. Cihâd, bâb. 25; A. î. Hanbel.
[234] Hadîs ayrıca, el-Beyhakî, A.İ. Hanbel, el-Bezzar, et-Taberânî, tbnü Ebl Seybe, İbnü Ishak tarafmdanda muhtelif tarîklarla rivayet edilmiştir.
[235] Dr.
Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 194-204.
[236] El-Müfredât, s. 72; Lisânü'1-Arab, ilgili madde; M. Gayb, VI. 190; El-malili, H. 830; Mu'cemü'l-Elfâz ve'1-A'lâm, s. 87.
[237] Eş-Şe§kânî, Fethu'l-Kadîr, I. 266.
[238] Et-Tabressî, I. 353; M. Tenzîl, I. 117; M. Gayb, VI. 188; Elmalılı, H.. 832. (229) Et-Tibyan, II. 293; et-Tabressî, I. 353; Rûhu'l-Me'ânî, II. 168.
[239] Et-Taberî, II. 606 v.d.; el-Kurtubî, in. 248; Elmalılı, H. 831.
[240] El-Müfredât, s. 72; M. Gayb, VI. 188.
[241] El-Keşşaf, I. 293; Z. Mesîr, I. 294; M. Tenzîl, I. 117; et-Tabressî, I. 353; el-Kurtubî, HI. 243; Rûhu'l-Me'ânî, II.
[242] B. ZühÛr, s. 137.
[243] Et-Taberî, H. 610; et-Tibyan, II. 292; el-Ke§§âf, I. 293; et-Tabressî, I. 353; M. Tenzîl, I. 117; Z. Mesîr, I. 294; el-Kurtubî, İÜ. 248; Rûhu'I-Me'âni, IH. 168.
[244] E§-Şevkânî, I. 266; B. ZÜhûr, s. 138.
[245] El-Müfredat, s. 237; L
[246] El-Keşgaf, I. 293; Rûhu'l-Me'ânî, H. 169; Elmalılı, II. 833.
[247] Et-Taberî, II. 611; et-Tİbyan, H. 292; el-Kesşaf, . 293; et-Tabressî, I. 353; M. Tenzil, I. 117; Z. Mesîr, I. 294; M. Gayb, VI. 180; el-Kurtubî, IH. 249; eş-Şevkânî, I. 267; îbnü Kesîr, I. 535; Elmalılı, II. S33.
[248] Et-Taberî, II. 611; M. Temîl, I. 117; el-Kurtubî, IH. 249; Ibnü Kesîr, el-Bidâye, H. 7; tefsir, I. 535.
[249] Et-Taberî, H. 612; Z. Mesîr, I. 295; M. Tenzîl, I. 117; et-Tibyan, II. 292; et-Tabressî, I. 353; el-Kurtubî, m. 249; tbnü Kesîr, I. 535,
[250] Eş-Şevkânî, I. 267 (bu manâ, belki hata eseri kaydedilen bir kelime faz-lığından ileri gelmiş olabilir).
[251] Et-Taberî, II. 612; Z. Mesîr, I. 204; M. Tenzîl, I. 117; el-Kurtubî, İÜ. 249; el-Kâmil, I. 219; Ibnü Kesîr, el-Bidaye, n. 7; tefsîr, I. 535.
[252] Aynı kaynaklara ilâveten gunlara bak. Et-Tıbyân, II. 292; et-Tabresst I. 353; el-Keşşâf, I. 293; el-Kurtubû, IH. 249; Rûhu'l-Me'ânî, II. 169; eş-Şevkânî, I. 267.
[253] Z. Mesîr, I. 117; el-Kâmil ,1. 219; M. Gayb, VI. 190; îbnü Kesîr, I. 535.
[254] Et-Taberî, II. 611; eş-Şevkânî, I. 267.
[255] Aynı kaynaklar ve Z. Mesîr, I. 297; Îbnü Kesîr, I. 535.
[256] Elmahlı, II. 833.
[257] Et-Taberî, H. 613; Z. Mesîr, I, 297; Ibnü Kesîr, I.
535; eş-Şevkânî, I. 267.
[258] Et-Taberî, II. 612; e§-Şevkânî, I. 267.
[259] M. Gayb, VI. 190,
[260] Aynı eser, aynı yer.
[261] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 204-205-206-207-208.
[262] Es-Sıhah, L
[263] Et-Taberî, II. 613; et-tibyân, H. 293; el-Keşşâf, I. 293; et-Tabressi, I. 353; M. Tenzîl, I. 117; er-Razî, VI. 191; el-Kâmil, I. 219; el-Kurtubl, UZ 249; el-Bidâye, II. 7; Rûhu'UMe'ânî, II. 169.
[264] Z. Mesîr, I. 295.
[265] Aynı kaynak, aynı yer.
[266] Et-Taberi, H. 614; M. Tenzîl, I. 117; Z. Mesîr, I. 295; M, Gayb, VI. IÖ1; el-Kurtubî, m. 250; eg-Şevkânî, I. 267.
[267] Et-Taberî, II. 615; Z. Mesîr, I. 291.
[268] Miktarı yer yer deg1§ir; takriben (18) kg.dır.
[269] Z. Mesîr, I. 295.
[270] Aynı eser, I. 295-96.
[271] Aynı eser, I. 296.
[272] Et-Taberî, H. 615; Z, Mesîr, I. 296.
[273] Et-Tabressî, I. 353; M, Tenzil, I, 117; M. Gayb, VI. 191; El-Kurtubî, IH. 250.
[274] Et-Tabressî, I. 353; RÛhu'l-Me'ânî, II. 169; B. Zühûr, s. 137
[275] Rûhu'l-Me'ânî, II. 169.
[276] Et-Tabressî, I. 353,
[277] Et-Taberî, H. 614; M, Tenzil, I. 117; et-Tabressî, I. 353; E. Zühûr, s. 137.
[278] Et-Taberî, II. 615.
[279] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 208-209-210.
[280] Ruhu'l-Me'ânî, II. 168-69.
[281] El-Bidâye, H. 7; Elmahlı, H. 834. (271'j Tefsîru'I-Menâr, II. 482.
[282] Et-Taberî, İL 610,
[283] Tefsîru'l-Menâr, it 483,
[284] Et-Tibyân, H. 293; et-Tebrest, I, 353.
[285] Et-Taberî, U. 613.
[286] EI-Kurtubî, m, 249.
[287] El-Müfredât, s. 237.
[288] Rûhu'l-Me'ânî, II. 169.
[289] Tefsîru'l-Menâr, II. 483.
[290] Et-Taberî, H. 615.
[291] Eş-Şevhânl, Fethu'I-Kadîr, L 367; Z. Mestr, I. 295, not, 1.
[292] Huruç, 25/10-11, 16-17, 21-22.
[293] Huruç, 31/18. (2S4) Huruç, 34/1, 4.
[294] Tesniye, 3İ/24-26
[295] Bak. I. Samuel, 4/1-22; 5/1-16; 6, 7/1-4 v.s.
[296] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 210-211-212-213-214-215-216.
[297] İbnü’l-Arabî, A. Kur’ân, IV. 1918; el-Keşşaf, IV. 747: Z. Mesir, IX. 109; et-Tabressî, V. 486; Mu’cemü’l-Büldân, I. 212.
[298] bk. et-Taberî, XXX. 175; M. Tenzil, IV. 219; İbn Haldun, Mukaddeme, s. 14; el~Kurtubt, XX. 46; Ibnü Kesir, VH. 285.
[299] Aynı kaynaklar ve aynı yerler.
[300] Z. Mesîr, IX. 110; et-Tabressî, V, 486; Ibnü Haldun, Mukaddeme, s. 14.
[301] Îbnü Kesîr, VH. 285; eş-Şevkânî, V. 435.
[302] Ibnü Kesir, VH. 286; eş-Şekânî, V. 435.
[303] eş-Şevkânl, V. 435.
[304] Et-Taberî, XXX. 175; Îbnüi-Arabî, A. Kur'ân, IV. 1918; M. Tenztl, IV. 219; Z. Mesîr, 3X110; el-Kurtubî, XX.45; îbnü Kesir, VH. 285.
[305] Aynı kaynaklara ilaveten bak. el-Keşşaf, IV. 747.
[306] Et-Taberl, XXX, 175; tbnü'l-Arabî, A, Kur'ân, IV. 1918; el-Tabresaî, V. 485;,Z. Mesîr, IX, 111.
485;,Z. Mesîr, JK, İH,
[307] Z. Mesîr, IX. 111.
[308] Z. Mesîr, IX. 112.
[309] Aynı kaynak, IX. 112.
[310] Z. Mesîr, IX. 112. v.d.; M. Tenzîl, IV. 219; et-Tabressî, V. 486-87; el-Keş-şaf, IV. 748; M. Büldân, I. 213 v.d.; İbnü Haldun, Mukaddeme, s. 14-15 tb-nü Kesîr VTT 9S* «enü Kesîr, VH. 285-86. 218
[311] Z. Mesîr, IX, 116-17; M. Büldân, I. 215-16.
[312] Z. Mesîr, IX. 114; İbnü Haldun, Mukaddeme, a. 14; el-Kurtubî, XX. 47.
[313] B. Zühûr, s. 70.
[314] Aynı eser, aynı yer. :
[315] Aynı eser, aym yer.
[316] İbnü'l-Arabî, A. Kur'ân, IV. 1Ö1Ö; el-Kurtubl, XX. 46.
[317] Bt-Taberî, XXX. 177; tfonü'I-Arabî, A, Kur'ân, tV. 1918; M. Tenzîl, IV. 219.
[318] Îbnü'l-Arabî, A. Kur'ân, IV. 1918.
[319] El-Kurtubî, XX. 45.
[320] El-Keşşaf, IV. 748.
[321] El-Kurtubî, XX. 45.
[322] îbnü'I-Arabî, A. Kur'ân, IV. 1918.
[323] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 216-217-218-219-220.
[324] Et-Taberî, XXX. 177-78.
[325] A. Kur'ân, IV. 1918; el-Kurtubî, XX. 45; Ehâdîsi'I-Enbiyâ, bâb. 1; A.t Hanbel, H.
[326] EI.Keşşaf, IV. 748, not. 1; Z. Mesîr, IX. 115, not. 1. <317) Mukaddeme, s. 14 v.d (318) Mu'cemü'l-Büldân, X,
[327] Eş-Şevkânl, V. 435.
[328] El-ÂIÛSÎ, RÛhu'l-Meânî, XXX. 128.
[329] Ebû Şühbe, Mecelletü'l-Ezher, XV. 897-98.
[330] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 220-221-222.
[331] Et-Taberî, tefsîr, XX. 116; tarih, 1/2. 676-70.
[332] Et-Taberî, tefsîr, XX. 118 v.d.: tarih, 1/2. 680 v.d.
[333] El-Keşgaf, m. 433; et-Tibyân, VHI. 162; et-Tabressî, IV. 267; M. Tenzil m. 118; M. Gayb, XXV. 18; el-Kurtubî, Xm. 311; el-Kâmil, I. 205; Z. Me-sîr, VI. 244-45, B. Zühûr, s. 129-30.
[334] Z. Mesîr, VI. 239.
[335] Et-Tabressî, IV. 266.
[336] El-Keşşâf, m. 432; et-Tibyan, VIH. 158; et-Tabressî, IV. 266; M. TenzîV m. 117; M. Gayb, XXV. 16; el-Kurtubî, VUI, 311, 315; E. Zülıûr, s. 129.
[337] Et-Tabressî, IV. 267; el-Kurtubî, XHL 311.
[338] El-Keşşaf, IH. 433.
[339] El-'ÂIÛSÎ, XX. 111.
[340] Et-Taberî, tefaîr, XX. 106; tarih, 1/2. 672; el-Keşşâf, IH. 430; et-Tabressî, IV. 266; M. Tenzîl, HE. 117; M. Gayb, XXV. 14; el-Kurtubî, XIII. 313.
[341] Et-Taberî, tarih, 1/2. 672; Z. Mesîr, VI. 240; M. Tenzîl, UX 117; el-Kâmil, I. 204; B. Zühûr, s. 129.
[342] Bir Öncekilerden ayrı olarak bak. et-Taberî, XX. 106, 107, 108; el-Keşşâf, m. 430.
[343] El-Kurtubî, X3U. 313.
[344] Et-Taberî, XX. 107, 108; R.Ûhu'1-Me'ânî, XX. 111.
[345] M. Tenzîl, UT. 117.
[346] Et-Taberî, tefsir, XX. 106; tarih, 1/2. 673; el-Ke§şaf, IH. 430; et-Tibyan, VHI. 156; et-Tabressî, IV.
[347] EI-KurtubJ, XHI, 313.
[348] M. Gayb, XXV. 14; el-Kurtubl, XIII. 313.
[349] M. Tenzîl, UT. 117.
[350] Et-Taberî, tefsir, XX. 115; tarih, 1/2. 674; et-Tibyan, Vffl, 159; el-Keggaf, in. 432; M. Tenzîl, in, 117; M. Gayb,
[351] Et-Taberî, tefsîr, XX. 115; tarih, 1/2. 675; et-Tabressî, IV. 267; M. Ten-zîl, in. ll;el-Kurtubî, XIII. 316, 317.
[352] El-Keşşâf, in. 432; M. Gayb, XXV. 17.
[353] Bütün bunlar İçin bak. Et-Taberî, tefsîr, XX, 116; tarih, 1/2. 676 v.d.; el-Keggaf, HI. 433; et-Tabressî, IV. 267; M. Tenzîi, III. 118; Z. Mesîr, VI. 245.
[354] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 222-223-224-225-226-227-228-229.
[355] El-Bidaye, I. 310; R. Me'ânî, XX. 113-14; el-Bahru'1-Muhît, VII. 133; Ed. Dürrü'l-Lakıyt Mine'I-Bahri'l-Muhlt, VII. 133.
[356] M. Gayb, XXV. 17; Rûhu'l-Me'ânî, XX. 111.
[357] IbnÜ Kesîr, V. 302; El-Kasimî, XIII. 4730,
[358] El-Kasas, 28/81.
[359] Rûhu'l-Meânî, XX. 123.
[360] M. Gayb, XXV. 18.
[361] Et-Taberî, tefsir, XX. 116; tarih, 1/2. 676 v.d.; el-Keagaf, m. 433, et Tabressî, W. 267; M. Tenzil, HI, 118; Z. Mesîr, VI. 245
[362] M. Gayb, XXV. 18; Z. Mesîr, VI. 245, not. 1, 2; el-Ke§§af, IH. 433, not. 1.
[363] İslâm Ansiklopedisi, Kârûn mad.
[364] Sayılar, 16/1-50; 17/1-13. .
[365] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 229-230-231.
[366] Bu husustaki rivayetler için bak. et-Taberî, XXX. 131-35; îbnü Higam, es-Sîra, I. 35-38; Z. Mesîr, IX. 74-76; et-Tabressî, V. 465; M, Tenzil, IV. 213-14; M. Gayb, XXXI. 116-19; el-Kurtubî, XIX. 465-66; İbnü Kesir, VII. 255-61; Ruhu'I-Me'ânî, XXX. 88-89; el-Kasimî, XVII. 615-16; el-Kâ-mil, I. 425-31; el-Bidâye, II. 131-32; B. Zühûr, s. 159.
[367] M. Gayb, XXXI. 117.
[368] Müslim, K. Zühd ve'r-Rekâik, Kıssatü Ashâbii-Uhdûd babı; en^Nevevî, Müslim Şerhi, XVIII. 130-33; et-Tirmizî, K. Tefsiri'1-Kur'an, bab. 77; en-Nesâî, tefsir, 113b-114b; A. î. Hanbel, IV. 17, VI. 17.
[369] XXX. 133-34; Îbnü'l-Arabî, A. Kur'an, IV. 1902.3; et-Tabressî, V. 464-65; M. Tenzil, IV. 212-13; el-Keşşâf, IV. 730-31; Z. Mesîr,, IX. 74; M. Gayb, XXXI. 117; el-Kurtubî, XIX. 287-89; îbnü Kesir, VII. 255-56; Ed-Dürrü'I-_ Mensur, VI. 333-34; Ruhu'l-Meanî, XXX. 88; el-Kâmil, I. 429-30; el-Bidâye; II. 129-31.
[370] M. Gayb, XXX. 117.
[371] Et-Tirmizî, K. Tefsîri'l-Kur'ân, bab. 77; Elmalılı, VIII. 5691.
[372] Elmalılı, VHL 5691.
[373] Aynı eser, aynı yer.
[374] H. Basri Çantay, Kur'ân-ı Hakîm ve Me'âli Kerîm, III, 1166, not. 5.
[375] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 231-232-233-234-235-236.
[376] Et-Taberî, IX. 119 v.d.; et-Tibyan, V. 31; ei-Keşşaf, n. 78; et-Tabresaî, n. 499; Z. Mesîr, m. 287-88; M. Gayb, XV. 54; MürücÜ'z-Zeheb, I. 52; el-Bidâye, I. 322.
[377] Et-Taberî, tefsir, IX. 124-25; tarih, 1/2. 665; et-Tlbyân, V. 32; Z, Mesîr, IH. 288; M. Gayb, XV. 54; el-Ridâye, I.
[378] Et-Taberî, tefsîr, IX. 124-26; tarih, 1/2. 660-66; Z. Mesîr, m 288; et-Tabressî, II. 499; M. Tenzîl, II. 354-55; M. Gayb, XV. 54; el-Kamil, I. 200 v.d.; el-Bidâye, I. 322 v.d.
[379] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 236-237-238-239-240-241.
[380] El-Kasımî, VII. 2906.
[381] Et-Taberî, IX. 123; et-Tibyan, V. 32.
[382] Et-Taberî, IX. 123; et-Tibyan, V. 32; et-Tabressî, II. 500; M, Gayb, XV. 54; el-Kurtubî, VII. 320; îbn Kesîr, IH. 251; el-Kasimî, VII. 2906.
[383] M. Gayb, XV. 54.
[384] Et-Taberî, IX. 125.
[385] Tefsîru'l-Menar, 3X. 375, 379, 382-83, 84; Mecelletü'l-Menar, XXVII. 241-50, 321-24; Abdü'l-Müte'âl es-Sa'îdî, M. Menâr, XXVII; 600-603; ri-Vayetler için bak. Ed-Dürrü'1-Mensûr, IH. 145. v.d.; Tefsîru'I-Menâr, IX. 379.83.
[386] Aynı netîce için bak. D.B. Macdonald, tslânı Ansiklopedisi, Bel'âm maddesidesi, 242
[387] Sayılar, 22/2-41; 23/1-40; 24/25; 3iyi6; Ye§u, 24/9.
[388] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 241-242-243-244.