İKÎNCΠ  BÖLÜM... 1

GEÇMİŞ MİLLETLERE AİT HABERLERDEKİ İSRÂÎLİYYAT. 1

A --- YERYÜZÜNÜN ÂDEM'DEN ÖNCEKİ SÂKİNLERİ: 1

B — ÂD KAVMİ HAKKINDA: 3

RİVAYETLERİN TAHLİLİ 8

C — BENÜ İSRAİL VE FÎR'AVN HANEDANI HAKKINDA: 10

D — ASHAB-IRESS. 14

RİVAYETLERİN   TAHLİLİ 16

E — ÎSRÂİL OĞULLARININ BİR NANKÖRLÜĞÜ.. 17

RİVAYETLERİN  TAHLİLİ 29

F --- HARÜT VE MÂRÛT. 29

RİVAYETLERİN   TAHLİLİ 41

G — ASHABI KEHF. 48

RİVAYETLERİ TAHLİLİ 58

Ğ— TÂLÛT VE CÂLÛT’A  HABERLER.. 63

RİVAYETLERtN   TAHLİLİ 74

H — TÂBUT   VE    SEKİNE. 82

TABUT. 82

SEKİNE. 84

BAKIYYE. 85

RİVAYETLERİN  TAHLİLÎ 87

I —İREM   HAKKINDA.. 91

RİVAYETLERİN TAHLİLİ 95

ΗKARUN HAKKINDA.. 97

RİVAYETLERİN   TAHLİLİ 102

K — ASHABI  UHDÛD.. 104

L —BEL'ÂM   HAKKINDA.. 108

RİVAYETLERİN TAHLİLÎ 112

 

İKÎNCΠ  BÖLÜM

GEÇMİŞ MİLLETLERE AİT HABERLERDEKİ İSRÂÎLİYYAT

 

A --- YERYÜZÜNÜN ÂDEM'DEN ÖNCEKİ SÂKİNLERİ:

 

"Hani Rabbin meleklere: Muhakkak ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım demişti. Melekler de: Biz seni hamdinle tesbîh ve ten-zîh edip dururken —orada bozgunculuk edecek, kanlar dökecek— kimse mi yaratacaksın? demişlerdi. Allah(da): Sizin bilemiyeceği-nizi herhalde ben bilirim demişti"[1].

Bu âyetin tefsiri münâsebetiyle müfessirler pek çok şeye te­mas etmişlerdir. Arzın Âdem'den önceki sakinlerine ait bilgi de bunlar arasındadır:

Abdullah tbn 'Umer'den: Cân oğullan diye anılan cinler, Âdem (a.s.)'in yaratılmasından iki bin yıl evvel yeryüzünde idiler. Yer­yüzünü fitne ve fesada vermek suretiyle bozdukları ve kanlar dö­küp cinayetler işledikleri için, Allah onlara karşı meleklerden mü­teşekkil bir ordu gönderdi. Melekler tarafından iyice hırpalanan bu fesatçılar denizlerdeki adalara sığınmak suretiyle canlarını kurta­rabildiler. Bunun üzerine C. Hak meleklere: "Muhakkak ben yer­yüzünde bir halîfe yaratacağım" dedi. Onlar da: "Biz seni hamdinle tesbîh ve tenzih edip dururken —orada bozgunculuk edecek, kanlar dökecek—. kimse mi yaratacaksın?" demişlerdi. Allah (da): "Sizin bilmiyeceğinizi elbette ben büirim" demişti.

îbnü Abbas'tan: îblîs, kendilerine cin ismi verilen bir kabile­dendir. Bu kabile de meleklere ait kabilelerden biridir. Bunlar —me­lekler içinde— çok zehirleyici ateşten yaratılmışlardır. îblîs'in adı "Haris" idi. îbnü Abbas der ki: O Cennet'in muhafız ve hazînedâr-larındandı. îbnü Abbas; meleklerin bir kabilesi olan cinlerden baş­ka bütün meleklerin nurdan yaratılmış olduklarım söyler. Yine tb-

nü Abbas'a göre; Kur'ân'da anılan cinler, alevlenerek yandığı va­kit ateşin bir tarafında dil gibi uzanan parçasından yaratılmışlardır, îbnü Abbas sözüne devam edip şöyle diyor: İnsan çamurdan yara­tıldı. Yeryüzünde ilk önce cinler yaşarlardı. Onlar arzda kanlar akıttılar, birbirlerini öldürdüler. AUah onlara îblis'in komutasında meleklerden askerler gönderdi; bunlar meleklerin cin adını taşı­yan boyundandı, iblis ile onun komutası altında bulunanlar, öteki cinlerle savaşarak onları denizlerdeki adalara ve dağların etrafına sürdüler. Bu zaferi kazandıktan sonra İblis'in kalbinde gurur doğ­du ve: "Ben, kimsenin yapmadığı bir işi yaptım" diye övündü. Allah onun kalbinde doğan bu gururu bildi. îblis'in yanındaki me­lekler bunu bilmiyorlardı. C. Hak îblis'in yanında bulunanlara: "Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım" dedi. Buna karşılık ola­rak melekler: "Sen, bizim kendüerini tenkile memur edildiğimiz cinlerin yaptığı gibi orada fesad çıkaracak ve kanlar dökecek biri­ni mi yaratacaksın?" dediler[2].

Yukarıya aldığımız rivayetleri doğrular mahiyette ne Kur'ân'da ve ne de Hz. Peygamberin hadîslerinde bir ifâde vardır. Bunlar, hemen tamamiyle Ehl-i Kitâb ismi verilen yahûdî ve hıristiyan çevrelerden duyulmuş ve aktarılmış şeylerdir. Böyle şeyler olur da, olmaz da. Efendimizin tavsiyyesinde olduğu gibi biz bunları ne tas­dik ederiz ve ne de tekzîb... Sonra bunların bilinmesinde İslâm dîni açısından herhangi bir fayda da yoktur.

Bazı müelliflerce, Hz. Âdem'in gerçekten ilk insan olup-olma-masıyla ilgili bir soru ortaya atılmıştır. Akla muhal gelmeyen bu soru ile bilhassa tasavvuf erbabı ilgilenmiştir. Yalnız şu var ki, C. Hak Kur'ân'da "ebu'l-beşer" olarak tanıttığı Âdem'den ayrı ikin­ci, üçüncü veya başka bir Âdem'den bahsetmemiştir. Kur'ân'da hiç bir delîl olmadığı halde böyle bir iddianın peşine takılmak, mesnet-sizlik içinde beyhude yorgunluk ve zihinleri bulandırmaktan başka bir kâr temin etmez.

Bazıları da, yukarıda meali verilen âyetteki şu ifâdeye maha­retle dikkat çekerler: "... Orada bozgunculuk yapacak ve kanlar akıtacak birini mi yaratacaksın" ? Ve şöyle derler: Eğer Âdem'den evvel, Âdem'in şekil ve şemaline benzer birinin yaşadığını ve âyet­te bahsedilen işleri yaptığını melekler görmemiş olsaydı, onlar Allah'a böyle bir soru tevcih edemezlerdi. Demekki, Âdem'den ev­vel âdemler vardı veya Âdem'den sâdır olan işleri yapanlar mevcut­tu. Buna göre ister, Âdem şekil ve suretinde olsun, isterse olma­sın; bozgunculuk ve kan dökücülüğün ilk örneğini verenler yeryü­zünün ilk sakinleridir.

Ve fakat bunlar tamamiyle mesnedsiz iddialardır[3].

Meşhur müfessir Bürhanü'd-Dîn el-Bikâ'î de, Âdem'den evvel yeryüzünde bîr takım mahlûkatın bulunduğu yolundaki iddiaları kabule şayan bulmaz. Bunların asılsız iddialar olduğunu tasrîh eder[4].

Muhtelif rivayetleri eserine alan ve neticede bir tahlil yapan îbnü Cerîr et-Taberî, Âdem'den önce arzda mevcut olduğu söylenen mahlûkata ait haberlerin akla muhalif olmadıklarını söylemekle ye­tinir. Taberî'nin, bir hamle daha yapıp bu haberlerin gerçek ma­hiyetini ortaya koyması ne kadar hoş olurdu[5].

Reşîd Rıda el-Menâr'da bu haberlerin, komşu milletlerden olan jtran yoluyla müslümanlara geçmiş hurafeler olduğunu; elimizde bu hurafeleri doğrulayacak senedlerin de mevcut olmadığını söyler­ler[6]. [7]

 

B — ÂD KAVMİ HAKKINDA:

 

Kur'ân-ı Kerîm'in bir kaç yerinde Âd kavmine Hûd (a.s.)'ım peygamber olarak gönederildiği, kendilerini ısrarla Allah'a îman et­meğe ve ibadete da'vet ettiği halde kabul etmedikleri ve neticede bir bulut içinde gönderilen azap ile helak edildiklerinden bahsedilir:

"Âd kavmine de kardeşleri Hûd'ü gönderdik. O (kavmine göyle) dedi: Ey kavmim, Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka hiç bir İlâhınız yoktur... Kavminin ileri gelenlerinden kâfir bir cemâatte: "Biz seni muhakkak bir beyinsizlik içinde görüyoruz, seni muhakkak yalancılardan sanıyoruz" dedi. "...Hûd dedi: Rabbinizden üze-

rînîze bir azâb, bir gadab hak oldu muhakkak"[8]... Ben cidden üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum".... Hülâ­sa, onu yalan saydılar da biz de kendilerini helak ettik"a.

"... Vaktaki onu (azabı), vadilerine yönelerek gelen bir bulut halinde görmüşlerdi. Dediler ki: Bu, bize yağmur verici bir bulut­tur..."[9].

Tefsirlere, bu âyetlerde anlatılan olayları detaylarıyla tesbît eden bazı rivayetler girmiştir. Şöyle ki:

Âd kavmi, kıtlığa tutulduktan sonra yağmur duasında, bulun­mak üzere Mekke'ye adamlar göndermek hususunu görüştüler   ve KayI İbn 'Ayr, lükaym İbn Hezal îbn Hüzeyl, Ukayl îbn Zıdd İbn Âd. el-Ekber ve Mersed ibn Sa'd İbn 'Ufeyr'den mürekkep bir hey'et gönderdiler. Mersed mü'min idi, fakat o müsliimanlığını arkadaş­larından saklıyordu. Bu delegelerden her biri yanlarında kendi boy­larından bir grup bulunduğu halde yola çıktılar. Böylece sayıları 70'i buldu. Adamlar Mekke'ye geldiklerinde Mu'âviye îbn Bekr'in evinde müsâfir oldular. Mu'âviye Harem'in ve Mekke'nin haricinde otururdu. Onları evine alarak saygı gösterdi. Çünkü gelenler onun dayıları ve damatları idiler. Mu'âviye'nin kız kardeşi olan Hüzeyle Binti Bekr, Lükaym ile evli îdi. Hüzeyle'nin anası Kehle de el-Hay-berî'nin kızıdır. Hüzeyle, Muâviye ile bir ana ve babadan doğmuş­tu. Lükaym'in Hüzeyle'den, 'Amr, Âmir ve Unıeyr adlarında oğul­lan olmuştu. Bunlar, Mekke'de dayıları Muâviye îbn Bekr ailesinin katında yaşıyorlardı. Bunlardan yetişen nesiller, Âd-i (Ulâ (ilk Âd'-ler) adıyla anılmıştır.

Muâviye'nin evine inen hey'et, onun evinde bir ay kaldı. On­lar, bu bir ay içinde içki içiyor; Muâviye'nin "Ceradetan" adıyla anı­lan iki cariyesi de şarkılar söyliyerek onları eğlendiriyorlardı.

Hey'et bir ay da Mekke'ye çekilmiş, bir ay da Muâviye'nin evinde kalmıştı. Onların uzun müddet evinde kalarak eğlenmeleri Muâviye'ye zor geldi. Halbuki kavimleri onları, katlanmakta olduk­ları kıthk belâsından kurtulmak maksadıyla Mekke'ye gidip yağmur duasında bulunmaya memur etmişlerdi. Muâviye kendi kendine: "Dayılarım, damatlarım mahvoldu. Bunlar ise,  benim evimde eğleniyorlar. Bunlar benim misâfirlerimdir. Kendilerine ne gibi bir muamelede bulunacağımı bilmiyorum. Memur oldukları yağmur duasına gitmek üzere evimden ayrılmalannı söylemeğe de utanıyo­rum. Söylersem onlar, evimde kalmalarını arzu etmediğim düşünce­sine kapılabilirler. Halbuki arkalarında kalan kavimleri kıtlıktan, susuzluktan mahvolup gidiyor'1 diye düşündü veyahut buna benzer sözler söyledi.

Muâviye misafirlerinin bu halini, şarkı söyliyen Ceradetan'a anlattı. Onlar: "— Sen bir şiir inşâd et. Biz bu şiirleri okuruz, on­lar da şiirlerin kim tarafından tertip edilmiş olduğunu bilmezler. Bu şürin onları harekete getirmesi ümîd olunur" dediler. Muâviye de onların tavsiyyesiyle şiiri söyledi:

"Ey Kayl! Yazıklar olsun sana! Yerinden kalkta Allah'tan is­te, Allah'ın bize bulutlardan yağmur yağdırması ümîd olunur. Bu yağmur, Âd topraklarını sular. Çünkü Âd kavmi, son derece susa­mış oldukları için söz söyliyemiyecek bir halde geceyi karşıladılar. Yaşları ilerlemiş olan ihtiyarların ve genç yaşta olanların bu ağır hale dayanabilecekleri ümîd edilmez, Onların kadınları hayırlı ve mes'ûd idiler. Şimdi ise zorluk ve mihnetler içinde geceyi karşıla­dılar. Yırtıcı hayvanlar, Âd kavminin oklarından korkmadan ve sa­kınmadan açıkça onların yurtlarına saldırmaktadır. Siz ise burada gündüz ve gece keyf ve safa içindesiniz. Bir kavim tarafından gön­derilen hey'et arasında, Allah sizi en çirkin hey'et eyledi. Siz se­lâm ve diiâ ile karşılanmayın!".

Muâviye tarafından tertîp edilen bu şiiri öteki iki şarkıcı ca­riye okudu. Adamlar iki cariye tarafından okunan bu şiiri işittik­ten sonra birbirlerine: "Kavmimiz bizi başlarına gelmiş olan şu kıt­lık belâsından kurtarmak maksadıyla yağmur duasında bulunmak için göndermişti. Siz yağmur duasında bulunmayı geciktirdiniz. Hay­di şu Harem'e giriniz de kavminiz iğin yağmur duasında bulunu­nuz", dediler. Mersed İbn Sa'd îbn Ufeyr onlara:

"— Allah adına andiçerek te'yîd ederim ki, yağmur duasında bulunmakla Allah size yağmur yağdırmıyacaktır. Fakat, peygam­berinize itaat ve îman edip tevbe ederseniz yağmur yağacaktır" de­di- Ve böylece de îslâm dîninde olduğunu açığa vurdu. Muâviye îbn Bekr'in dayısı Cülhüme bu sözleri işitince, onun Hûd'un dînini ka­bul edip iman etmiş olduğunu anladı ve şu şiiri söyledi:

"Ey Sa'd'ın babası! Sen şeref sahibi ve saygıdeğer bir kavim­densin. Anan da Semûd kavmindendir. Biz dünyada yaşadığımız müddetçe sana uyacak ve senin arzunu yerine getirecek değiliz. Sen bizi Rifd, Remi, es-Semûd ve es-Suda' putlarına tapmaktan mı alı­koymak istiyorsun? Senin sözünle saygılı ve doğru fikirli olan ata­larımızın dînini bırakarak Hûd'un dinini kabul edecek değiliz."

Adları geçen bu dört put onların ilâhları idi. Cülhüme bundan sonra Mu'âviye îbn Bekr'le, onun babası Bekr'e:

"— Siz Mersed'i tevkîf ediniz ki, bizimle birlikte Mekke'ye dön­mesin. Çünkü O, Hûd'un dînini kabul edib bizim dinimizi bırakmış­tır" dedi. Bundan sonra onlar Âd kavmi için yağmur duasında bu­lunmak üzere Mekke'ye gittüer. Mersed İbn Sa'd da Mu'âviyenin evinden çıkarak, Allah'a düâda bulunmadan Önce onların arkala­rından yetişti. Mersed Harem'e geldikten sonra, Âd'in mümessel-leri de orada düâda bulunurken yüce Mevlaya şöyle düâ etmeye başladı:

"Ey Rabbim! Yalnız benim kendi dileğimi kabul eyle. Beni Ad kavminin duasından hiçbir şeye karıştırma!".

Kayl İbn 'Asr, Ad kavmi heyetinin başkanı idi. Âd kavmi mümessilleri: "Ey Rabbimiz, Kayl'e (başkanımıza) dilediklerini ver. Bizim senden dilediklerimizi de onun diledikleri ile birlikte kabul et" diye düâ ettiler. Lokman İbn Ad onlarla birlikte yağmur düâsı-na gitmeden arkada kalmıştı. O, Âd kavminin ulusu idi. Âd kavmi­nin adamları yağmur dualarını tamamladıktan sonra Mersed:

"— Ey Rabbim! Ben ihtiyacım için dilekte bulunmak üzere tek başıma geldim. Dileğimi kabul eyle" diye düâ etti. Kayl îbn (Asr <iüâ ettiği vakit: "Ey İlâhımız! Eğer Hûd hak peygamber ise, bize yağmur yağdır. Çünkü biz mahvolduk" diye Allah'a yakardı. Bundan sonra Allah; biri beyaz, diğeri kırmızı, üçüncüsü siyah ol­mak üzere üç bulut yarattı. Bulutlardan: "Ey Kayl! Kendin ve kav­min için şu bulutlardan birini seç" diye bir şada geldi. Kayl: Bu bulutlar arasında suyu en çok olanı siyah bulut olduğu için ben, siyah bulutu seçtim" dedi. O sırada Hatîf'ten şu ses işitildi: "Sen herşeyi ince kül haline getiren bulutu seçtin. Bu bulut Âd kavmin­den kimseyi sağ bırakmıyacaktır. Babaları da, oğulları da mahve­decektir. Ancak hak dînini kabul etmiş olan "Benû Levziyye" sağ kalacaktır". Benû Levziyye, Lukaym îbn Hezal îbn Hüzeyle îbn Bekr oğullarındandır. Hüzeyle, Bekr'in kızıdır. Onlar dayıları yanın­da Mekke'de yaşıyorlardı; Âd kavmi topraklarında değildiler. Bun­lar, "AD-Î AHÎRE" (sonuncu Âd'ler)'dır. Âd kavminden sağ ka­lanlar bunların neslindendir. Rivayet edildiğine göre Allah, Kayl İbn 'Asr'm seçtiği siyah bulutu içindeki felaketle birlikte Ad kav­mi üzerine gönderdi. Bu bulut, El-Muğîs  adlı ova

tarafından geliyordu. Onlar bu bulutu gördüklerinde sevinerek: "işte bu, yağmur yağdıran buluttur" dediler. C. Hakk Mukaddes kitabında bu münasebetle şöyle diyor: "Vaktaki Onu, vadilerine yönelerek gelen bir bulut halinde görmüşlerdi. Dedilerki: Bu, bize yağmur verici bir buluttur. Hûd: Hayır, bu, çarçabuk gelmesini arzu ettiğiniz şeydir; rüzgârdır ki, onda elem verici bir azâb var­dır. O, Rabbinin emri ile her şeyi helak edecektir..."[10]

Bu bulutda neler bulunduğunu ilk anlayan bir kadın olmuştu. Rivayete göre bu kadın Âd kavminden olub, adı Mehded idi.  O, bu bulutun bir rüzgârdan ibaret olduğunu bilmiş, bu hali gördük­ten sonra bağırarak kendini kaybetmiş ve yere düşmüştü. Ayıldık-tan sonra kendisinden: "Ey Mehded, neler gördün?" diye sordukla­rında: "Bir rüzgâr ve bu rüzgârın içinde parlayan ateş parçaları gördüm. Bu bulutun ön tarafında bulutu sürukleyib getiren adam­lar vardı" diye cevab vermiştir. C. Hakk kitabında anlattığı gibi, bu azab bulutunu 7 gün, 8 gece onlara musallat etti. Âyette) tabiri kullanıyor ki, devamlı demektir. Bu bulut Âd kavminden kimseyi bırakmadan hepsini helak etti. Riva­yet edildiğine göre, Hûd ile ona îmân edenler bir ağıla çekilmişler­di. Onlara bu azabdan bir şey isabet etmiyor, tersine bundan haz duyuyorlardı. Yağan taşlar Âd kavmini kırıb geçiriyor ve parçalı­yordu. Âd kavminin mümessilleri, Mekke'den ayrıhb Mu'âviye îbn. Bekr ile babasının evlerine dönerek oraya indiler. Onlar Mu'âviye'-nin evinde iken biri, mehtabh bir gecede devesine binerek yanları­na geldi ve Âd kavminin helak olduğunu haber verdi. Ondan: "Ora­dan ayrıldığın vakit Hûd ile Ona uyanlar nerede bulunuyorlardı?" diye sorduklarında: "iteniz sahilinde idiler" diye cevâb verdi. On­lar adamın bu sözlerine inanmaz gibi bir tavır takınmışlardı. Bekr'in kızı habercinin sözünü işittiğinde; Kabe'nin Rabbı adına and içerek doğru söylediğini te'yîd ederim, dedi.

Mu'âviye îbn Bekr'in kardeşi Mes'ûd îbn Yağfîr de onların ya­nında bulunuyordu. Rivayete göre, Mekke'de düâ   ettikleri vakit Mersed îbn Sa'd ile Lokman İbn Âd da Kayl tbn 'Asr'a: "Size, bü­tün istedikleriniz verilmiştir. Fakat ebedî hayat sürmak imkansız­dır. Ölümden kurtulmak yoktur",  denildi. Mersed îbn Sa'd:  "Eîy Rabbim, bana iyiliği ve doğruluğu ihsan et!" diye düâ etti. Ona di­lediği verildi. Lokman îbn Âd:  "Bana uzun ömür ver" diye düâ etti, Ona:  "Kendin için istediğini seç, fakat ebedî hayat sürmek yoktur; ömrünü tayin etmek üzere şu iki şıktan   birini   seçeceksin: Ya yağmurdan    başka hiçbirşey    bulaşmayan bir dağda bulunan bozumca, kızıl koyun tezeğinin bekası müddetince, veyahut 7 karta-Im ömrü kadar yaşamaktan birini tercih edeceksin. Seçtiğin kartal Öldükçe, biri arkasından diğeri olmak üzere 7 kartal seçersin" de­nildi. Lokman bu kartalları seçti. îddia edildiğine göre Lokman 7 kartal ömrü kadar uzun ömürlü olmuştur. O, yumurta içinden çık­tığı gibi bir kartal yavrusu alıyor, kuvvetli olduğuna göre erkek yavru seçiyordu. Bu kartal Öldükten sonra -diğerini seçerek yediye kadar böylece hareket etti. îddiaya göre her kartal 80 yıl yaşıyordu. Yedinci kartala gelince kardeşinin oğlu: "Ey Amca, senin an­cak şu kartalın ömrü kadar Ömrün kaldı" dediğinde Lokman: "Ey kardeşimin oğlu, bu (Lübed)'dir" cevâbında bulundu. Lübed, on­ların dilinde "dehr" (uzun zaman) mânâsına gelirdi. (O sonuncu kartalına bu adı vermişti). Bu kartalın son günleri geldiğinde kar­tallar dağın tepesinden uçtu iselerde, Lokman'm Lübed'i yerinden kalkmadı( dağın başında kaldı). Lokmanın kartalları kaybolmuyor-lar, O ancak kartalı tayin ediyordu. Lübed diğer kartallarla birlik­te yerinden kalkmayınca Lokman kartalına ne olduğunu anlamak üzere dağa tırmandı. Lokman kendinde zayıflık ve gevşeklik his­setti. Bundan önce kendisinde böyle bir hal görmemişti. Dağın te­pesine çıktığında kartalının yere yuvarlanmış olduğunu gördü ve: "Ey Lübed, yerinden kalk!" diye seslendi. Lübed, yani kartal yerin­den kalkmak istedi ise de kalkamadı. Kuşun yelekleri soyularak yere yuvarlandı. Lübed'de Lokman'da Öldüler.

Kayl îbn 'Asr'a da: "Sen de arkadaşların gibi, kendin için bir şey seç" denildiğinde O: "Ben kavmimin basma gelen hâli istiyo­rum" dedi. Ona: "Kavmin helak oldu" denildiğinde O: "Ben bun­dan çekinmem, ben onlardan sonra yaşamak istemem" dedi. O'na da, Âd kavmine inen azâb indi. O da helak oldu.

îbnü Cerir et-Taberî'nin Haris îbn Hassan el-Bekrî'den rivayeti de şöyledir:

"Ben Allah elçisi Hz. Muhammed'in katma gelirken, Rebze de­nilen mevkide bir kadının yanından geçiyordum. Kadın:

"— Beni hayvanına bindirerek Allah Resulünün yanma götür­mez misin?" dedi. Ben de O'nu hayvanıma bindirerek Allah Resulü­nün katma götürdüm. Medine'ye geldim. Camie girdim .O zaman Hz. Peygamber minberde bulunuyordu. Bilâl kılıcını kınından çı­karmış bir halde (Hz. Peygamberin yanında) duruyordu. Siyah bay­raklar yükselmişti. Ben: "Ne var?" diye sorduğumda: "Amr Îbnü'1-As gazadan döndü" diye cevâb verdiler. Allah'ın Rasulü min­berden indikten sonra kapışma geldim. Yanına girmek üzere izin istedim Müsâade etti ve ona:

"— Ey Allah'ın Resulü, Benû Temîm'den bir kadın benden, hay­vanıma bindirerek katına getirmemi rica etmişti; O kadın şimdi ka-pınızdadır" dedim. Allah'ın Rasûlü:

"__ Ey Bilâl! ona müsâade et girsin" dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) benden:

"— Benû Temîm ile aranızda bir şeyler oldu mu?" diye sor­du- Ben de:

"—"Evet, iki arada cereyan eden savaşta onlar yenildiler" di­ye cevâp verdim.

"— Onlarla aramızda Behnâ gölünü sınır yapmak imkânını sağlasaydın, iyi olurdu, dedim. Ben bu sözleri söylerken öteki ka­dın:                                                                   .

"— Ey Allah'ın elçisi! Sana zarar veren kimseler nelere mec­bur edilirler" diye aleyhimde söz söylemeye başladı. Ben.de ona:

"— Seninle benim halim, kendisiyle birlikte bıçağını da getiren keçiye benzer. Seni hayvanıma alarak buraya getirdim. Şimdi hâ­sım olarak mı karşıma çıkacaksın?" dedim. Ben Ad mümessilleri gibi olmaktan Allah'a sığınırım, dedim. Hz. Peygamber benim bu sözümü işittiğinde:

*'— Âd mümessilleri nedir?" diye sordu. Ben de:

"— Ehlinden ve iyi bilen kimseden sordunuz" diyerek anlat­maya başladım: Ad kavmi kıtlık ve açlığa tutulunca yağmur düâ-sında bulunmak üzere Mekke'ye mümessiller göndermişti...

.... Haris sözüne devam edip:

"— Ey Allah'ın elçisi, bana söylediklerine göre Allah orüara işte bu yüzüğün içinden geçecek kadar rüzgâr göndermişti" dedi"[11].

Bazı tefsirlerde de Ad kavminin şiddeti, boylarının uzunluğu ile ilgili haberlere yer verilmiştir. Bu tür rivayetler C. Hakkın şu âyetinden mülhem olarak uydurulmuştur:

"... Size yaratılışta onlardan (NÜh kavminden) ziyâde boy bos verdi."[12].

İbnü Abbas'tan: Âd kavminden olanların en uzunu 100 zira', en kısası da 60 zira' idi[13].

El-Kelbî ve es-Süddî'den: Âd kavminden olup uzun sayılan kişi­lerin boyu 100 zira, kısa sayılanlar ise 60 zira' idi[14].

Vehb tbn Münebbih'ten: Âd kavminden olan bir kişinin başı, büyük bir kubbe ve tepeyi andırırdı; göz yuvalan ve burun delik­lerinde ise sırtlanlar yavrulardı[15].

Bbu Cafer el-Balar'dan: Âd kavminden olanların boylan uzun hurmalara benzerdi. Bunlardan biri iki eliyle bir dağı tuttuğu za­man ondan bir parça yıkar ve koparırdı[16].

 

RİVAYETLERİN TAHLİLİ

 

1  Başta Muhammed îbn îshak ve et-Taberî olmak üzere bir kısım müfessirlerce benimsenen ilk rivayet için Ibnü Kesîr: "Bu, garîb bir siyaktır" der[17].

2 —Muhtelif senedlerle bazı tefsirlere girmiş olan bu rivayet­lerin bazı kısımları sahîh hadîslerce desteklenmektedir: En uzunu A. îbn Hanbel'in Müsned'inde[18] yer alan bu hadîsi aynca et-Tir-mizî[19], en-Nesaî ve îbnü Mâce" de eserlerine almışlardır.

Bu sahîh hadîslerde; hikâyede geçen garîb şeyler, şiirler, uzun uzadıya anlatılan kısımlar yoktur.

3  Muhtelif    eserlerde   kıssa ile ilgili 14 beyit yer almıştır. Aradan geqen uzun asırlara rağmen bu beyitlerin nasıl unutulma-dığı, kaybolmadığı aynca merak konusudur. Konunun bu yönüne ışık tutan malumatı bize, Ahmed Sa'd Ali'nin başkanlığında Tabe-rî tefsîrini neşre hazırlayan komisyon veriyor. Buna göre, bu ve benzeri beyitler ravîler    tarafından eski devirlerde    yaşamış olan

Amalika, Âd ve Semûd adlanyla ma'rûf ve malum olan eski arap-lara nisbet edilmiştir; fakat, kafiye, vezin, dÜ ve üslûp yönünden bu kadar düzgün ve güzel olan gürlerin bahsi geqen kavimlere ait

 (19)  Et-Tirmizî, K.  Tefsîr, sûre 51, hadis no. 5.

olmalarının imkân ve ihtimâli  yoktur.  Bunlar,  kıssacılar tarafın­dan uydurulmuştur[20].

4  JEd-Dahhâk'ten gelen bir rivayette, Âd kavminin meskûn olduğu mıntıkaya C- Hakkın üç yıl hiç yağmur yağdırmadığı söy­leniyor. El-Ahkaf sûresinde (46/24-25) Âd kavminin gerçekten yağ­mura esaslı şekilde muhtaç oldukları dile getiriliyor;  ama üç yıl kaydı ne Kur'ân'da ve ne de hadiste var. Bu üç yıl kaydına takılan Reşîd Rıda': "Bu rivayetin nereden çıktığını bilemiyoruz" der[21].

5  Bazı eserlerde de Âd kavmine mensup insanların boy ve bosîarıyla ilgili olarak çok acaip şeyler yer almıştır. Sanki vazifeli birisi tarafından ölçülmüşçesine, en uzun olanların 100 zira', en kı­saların ise 60 zira' olduğu söylenmiştir. Bunlar gerçekten asılsız, lüzumsuz bir takım hayâl mahsulü şeylerdir.

Âd kavminden olan kişilerin başlarının büyük tepeler kadar olduğu, burun deliklerinde ve göz yuvalarında sırtlanların yaşa­dığı, barındığı ve yavruladığı; elleriyle bir dağa sarılan adamın dağdan büyük parçalar kopardığı yolundaki masallara temas et­meğe elbette lüzum yok. Bunlar el-Kasimî'nin de dediği gibi masal anlatmaya düşkün olan kıssacı ve tarihçilerin uydurmalarıdır ve bunları sayıp-dökmeye hiçte lüzum yoktur. Çünkü bunları doğru­layacak elimizde ne aklî ve ne de naklî delil vardır. Hz. Peygamber (s.a.v.)'den sahih bir senedle rivayet edilmeyen haberlerin arka­sına düşmek ve bunları dînî imiş gibi göstermek, ayrıca Kur'ân'ın bir veya müteaddit âyetlerinin tefsîri sadedinde bunlara yer ver­mek hiçte doğru değildir[22].

6   "... Görmedin mi Rabbin nice yaptı Âd'e; (yani) o direk sahibi irem'e?" âyetindeki (el-Fecr, 89/6-7) "irem" in bir şehir ol­duğu yolunda da rivayetler vardır ve fakat bu rivayetler tamamiyle isrâîliyyattandır ki bunlara ileride ait olduğu Özel yerinde temas edeceğiz[23]. [24]

 

C — BENÜ İSRAİL VE FÎR'AVN HANEDANI HAKKINDA:

 

Hz. Mûsâ Allah tarafından îsrâîl oğullarını Fir'avn'ın zulmün­den kurtarmaya memur edilmişti. Uzun süren yalvarmalara, göste­rilen mucizelere rağmen Fir'avn îmana gelmedi. îsrâîl oğullarının Mısır'dan çıkıp gitmesine de razı olmadı. Hz. Mûsâ ile Fir'avn ara­sında geçen karşılıklı konuşmalar ve diğer hadiselere Kur'ân-ı Ke-rîm'de az sayılmayacak âyetlerde temas edilmiştir[25].

Bu âyetlerin tefsiri münâsebetiyle îslâmî eserlerde bazı garip haberler ve îsrâîliyyat —maalesef— yer almıştır. Bu haberlerden Firavn ve Benî îsrâîl'e ait olan bir kaç tanesine burada yer vere­ceğiz:

 

1 — Hz. Musa'nın, îmân Etmesi Şartıyla Fîr'avn'e Yaptığı Va'dler:

 

Fir'avn ve hanedanına bir takım îlâhî cezalar tatbik edildiği halde îmâna gelmediler. Bundan sonra C. Hak onlara mülayim ve tatlı sözler söylemeleri için Mûsâ ile Harun'a şu emri verdi: "Fir'avn'e gidin, çünkü o, hakîkaten azdı. Gidin de ona yumuşak söz söyleyin. Olur ki nasihat dinler, yahut Allah'tan korkar"21.

Bu emir üzerine Hârûn ile Mûsâ Fir'avn'in katma geldiler. Mûsâ Fir'avn'e:

"— Ey Fir'avn! Sana gençliğin iade edilmek, ihtiyarlamamak, devlet ve saltanatın elinden alınmamak, cinsî münâsebet ve şarap tatma kudretin iade edilmek, hayvanlara binme kudreti verilmek ve öldükten sonra Cennet'lik olmak (olman) şartıyla bana îmân eder misin?" dedi. Bu sözler Fir'avn üzerinde iyi bir tesir bıraktı ve:

“— Hamân geldikten sonra dediğin gibi hareket ederim" dedi Hamân gelince Fir'avn:

man: Öteki adam gelerek bana şu şu sözleri söyledi" dedi, Ha-

"— o adam kimdir?" diye sordu. Çünkü, bundan Önce Fir'avn Musa'dan sihirbaz diye bahsederdi. Bu sefer ise Hamân'ın suâline "Mûsâ" diye cevâp verdi. Hamân Fir'avn'den:

"— O sana neler söyledi?" diye sordu. Fir'avn:

"— Şu şu sözleri söyledi", diye Musa'ma sözlerini hikâye etti. Haman:

"— Sen onun sözlerini reddetmedin mi?" dediğinde, Fir'avn:

"— Haman geldikten sonra onunla istişare eder, ona danışırım diye cevâp verdim" dedi. Hamân Fir'avn'i acizlikle itham ederek:

"— Ben senin hakkında daha hayırlı düşünüyordum. İbâdet edilen şey yani Rab (=put) olduktan sonra, başkasına tapan -bir köle mi olmak istiyorsun?" dedi. Çünkü o, kavmini bir araya top­layıp onların karşısına çıktığı vakit onlara: "Ben sizin en büyük Rabbinizim" diyordu[26].

Bu haberde Hz. Musa'nın Fir'avn'e yaptığı teklifler arasında ikisi, bilhassa üzerinde durulmağa değer! (Şarap tatma yani içme kudretin iade edilmek; cinsî kudretin geri verilmek...). Bir Allah elçisi, kudreti, kuvveti, içtimaî mevkii ne olursa olsun bir kâfire îmân mukabilinde şarap vadetmez; ahlâkî yönden bir düşüklük ifâde eden cinsî münâsebet kudretinin geri verilmesinden bahsedemez.

 

2 — Benû İsrail'in Sayısı:

 

C. Hak Hz. Musa'ya Şu tarzda emir verdi: "... Kullarımı gece yola   çıkar. Çünkü takip edileceksiniz...",

"... Fir'avn de şehirlere toplayıcılar gönderdi (ve); "Şüphesiz ki bunlar (îsrâîl oğulları)  azar azar birer cemâattir..." dedi)[27].

Bu âyette geçen ve bize îsrâîl oğullarının sayısı hakkında ke­sin bir bilgi ve rakkanı vermeyen kısmı, müfessirler bir hayli uğ­raşarak aydınlatmaya çalışmışlardır. Ashnda bu konuda verilecek

rakkamlarm mü'minlere hiç bir faydası yoktur, Söylenecek şeyler de tamamiyle Ehl-i Kitâb'ıdan alınmıştır. Kur'ân'm ifadesiyle ye­tinmek en sağlam yol iken bu yol bırakılmış ve bazı garîb rakam­lar ortaya atılmıştır:

a — israil oğullarının sayısı 670.000 idis[28];

b — îsrâîl oğullarının sayısı 600.000 kişi idi[29];

c — Hz. Mûsâ îsrâîl oğullarının artçı kollarının, Harun da öncü kollarının başında bulunuyordu. Mü'minler Mûsâ   (a.s.)'dan:

«— Ey Allah'ın elçisi! Nereye gitmeye memur edildin?" diye sordukları zaman, Hz. Mûsâ:

"Denize gitmek emredildi", derdi. Bir mü'min denize girmek istediyse de Hz. Mûsâ onu bu hareketten men etti. Mûsâ 600-000 savaş eriyle Mısır'dan çıkmıştı. Bunların en genci 20; en ihtiyarı da 60 yasını geçmemişti. Yani çoluk-çocuğu saymadan ancak 20 ile 60 yaş arasında bulunanları saymışlardı30;

d — îsrâîl oğullarının sayısı 600.000 kişi idi Bunların 200.000'ni 20 ilâ 40 yaşları arasındakiler teşkîl ediyordu[30].

 

3 — Fir'avn Ordusunun Sayısı:

 

Hz. Mûsâ, îsrâîl oğullarını Allah'ın emri ile Mısır'dan çıkardı ve tayin edilen istikamete doğru yol almaya başladılar. Onların Mısır'dan çıkıp gitmelerinden sonra Fir'avn de civar şehirlere as­ker toplayıcı (eleman ve subay) lar gönderdi. Ve subaylar marife­tiyle toplanmış olan birliklerle birlikte; (Fir'avncular) güneş, doğar­ken onların arkalarına düştüler..."[31].

Bazı müfessir ve tarihçiler Hz. Mûsâ ile Isrâü oğullarım taki­be çıkan kuvvetlerin sayıları, kuvvet ve kudretleri ve bindikleri at­ların sayı, renk, cins ve şekillerine dâir de bilgiler vermişlerdir:

a — Fir'avn ordusunun adedi sayılamıyacak kadar çoktu (sa­yısızdı)[32];                            

b — îsrâîl oğullanın takibe çıktıkları zaman. Fir'avn'in ya­nında 1.000 tane cebbar vardı. Başlarına tac giymiş olan bu ceb­barlardan her biri bir atlı grubun komutanı idi[33];

c — Fir'avn, ordusuyla beraber Hz. Mûsâ ve yanındakileri takibe çıktığı vakit, Fir'avn ordusunun arkasında 30 melek vardı. Başlarında (Önlerinde) Cebrail'in bulunduğu bu 30 melek Fir'avn ordusunu deniz istikametine doğru sevk ediyorlardı. Fir'avn ve adanılan bu melekleri kendilerinden zannettiler ve bunların melek olduklarının farkına varmadılar[34];

d — Fir'avn'in yanında yağız atlara binmiş 600.000'lik bir ordu vardı. Bu rakkama diğer renklerdeki atlılar dâhil değildir[35];

e — Fir'avn'in askeri yalnız aygırlara binmiş olup aralarında bir tane olsun kısrak yoktu[36];

f — Bana söylediklerine göre, Fir'avn Hz. Musa'yı aramak üzere yola çıktığında, kır atlara binenler hariç olmak üzere, yağız atlara binmiş 70.000 asker vardı[37];

g — Fir'avn ordusunun sayısı, hepsi de süvari olan 1.600.000 kişiden mürekkebti[38];

h — Bu 1.600.000'den, 100.000'i yağız atlara binmişti38;

ı — Sadece yağız atlara binmişlerin sayısı 800.000 kişi idi38;

i — Fir'avn ordusunun öncü kollarının sayısı 700.000 kişiden ibaretti. Her asker bir ata binmişti, başında miğfer elinde de harbe vardı. Fir'avn de yağız bir atla bunların arkasında bulunuyordu[39].

Konu ile ilgili rivayetler bunlardır ve hepsi de tamamiyle is-râîliyyattan ibarettir. Çünkü ne Kur'ân'da ve ne de Hz. Peygam­berin hadislerinde buna dair bir açıklama vardır. îslâmî muhitlere

sızmış bu tür haberler bazı tarihçiler ve müfessirlerce herhangi bir kritiğe tabi tutulmadan bir hakikatmiş gibi telakki edilmiş ve ki­taplara aktarılmıştır. Kur'ân'da ve hadîste açıklananlar bize yeter. Sonra bu haberlerin. bilinmesinde herhangi bir fayda da yoktur[40].

 

4 Fîr'avn'ın Sahile Vuran Cesedi:

 

Fir'avn Hz. Mûsâ ve îsrâîl oğullarının arkasından 1.500.000 ki­şilik bir ordu gönderdi. Bu ordunun içinde kolları bilezikli (büekçe-li) 500 melik vardı. Her melikin yanında (kumandasında) 1.000 kişi bulunuyordu. Fir'avn kendisi de büyük bir dostlar (maiyyet) grubuyla hareket etti.

Hz. Mûsâ îsrâîl oğullarını deniz kenarına ilettiği vakit, onlar, Hz. Musa'ya şunu sordular:

"— Ey Mûsâ, nerede bize va'dettjğin şeyler? önümüzde deniz, arkamızda Fir'avn ve ordusu!" dediler. Diğer bir rivayete göre: "Arkamızdan yetiştiler, yakalandık! diye bağırıştılar. (Sonra da) Hz. Musa'ya hitaben:

"— Ey Mûsâ, sen bizim yanımıza gelmeden önce, onlar bize eziyet ediyor, çocuklarımızı sağ bırakıyorlardı. Bugün sen yanımı­za geldikten sonra ise arkamızdan yetişerek bizi de öldürecekler­dir. Önümüzde deniz, arkamızda Fir'avn ve ordusu bulunuyor" de­diler. Hz. Mûsâ onlara:

"— Hayır, Fir'avn size bir şey yapamıyacaktır. Çünkü Rab-bim benimle beraberdir. O, bana doğru yolu gösterecek ve beni ko­ruyacaktır. Rabbinizin düşmanları öldürerek, sizi yeryüzünün ha­lîfesi yapacağını ümid ediyorum. O sizin amellerinize bakacaktır" dedi. Harun ilerliyerek denize vurdu ise de deniz açılmadı ve: "Bana vuran bu cebbar kimdir?" diye seslendi. Bundan son­ra Mûsâ gelib Harun'u; "Ebû Hâlid" künyesi ile zikretti. Asa­sı ile denize vurduğunda, deniz yarıldı. Yarılan parçaların herbiri büyük bir dağ kadardı. Bundan sonra îsrâîl oğullarının on iki boyunun herbiri, denizde açılan 12 yola girerek ilerlediler. Yollar birbirinden duvarlarla ayrılmış gibi olduğu için, her boy, di­ğerini mahvolmuş sanıyordu. Hz. Mûsâ isrâîl oğullarındaki bu hali müşahade ettiğinde Allah'a düâ etti. Allah da   taklar gibi köprüler vücuda getirdi. İsrail boyları birbirlerini    görebildiler ve nihayet sağ-selâmet karaya çıktılar,

Fir'avn, ordusu ile denize yaklaşıp suyun açılmış olduğunu gördüğü zaman: "Denizin benden korkarak açıldığını görmüyor musunuz? O, düşmanlarımın arkasından yetişerek öldürmem için açılmıştır" dedi. C. Hakk bunu: "Diğerlerini de oraya yaklaştırdık. Mûsâ ile kavmini kurtardık. (Fakat) öbürlerini batırdık" diye hi­kâye eder[41]. Âyetteki diğerleri tabirinden maksat Fir'avn ile kav­midir.

Fir'avn, denizde açılan yolların baş taraf nida. bulunuyor, fa­kat aygın denize girmekten çekiniyordu. Bunun üzerine Cebrail (s.a.) kösemiş (tavlu) bir kısrağa binerek geldi. Aygır, kısrağın kokusunu aldıktan sonra, onun arkasından denize atıldı. îsrâîl oğulla­rının öncü kolları karaya yaklaşıb artçı kolları denize girdikten sonra, denizin dalgaları çarparak Fir'avn ile ordusunu batırdı. Bu sırada Cebrail Fir'avn ile meşgul olarak, denizin dibinden aldığı ufak taş­lan onun ağzına dolduruyordu. Fir'avn, batmak üzere iken: "îsrâîl oğullarının iman ettikleri Allah'tan başka bir ilâh bulunmadığına inandım. Ben de müslümanlardan oldum" dediyse de, Allah MîkâîFi göndererek:

"— Önce Allah'a isyan edib azgınlardan olduğun halde, şimdi ona nasıl îmân ediyorsun?" diye azarladı ve onun îmanını kabul et­medi.

Cebraîl Peygamberimize:

"— Ey Muhammed, ben iki kişiye, hiç kimseye karşı kızmadı­ğım şekilde kızdım. Bunlardan biri îblîs olup, Âdem'e secdeye ya­naşmamıştı; diğeri de Fir'avn'dur. O, kavmine: Ben sizin en bü­yük ilâhımzim, dediği vakit ona (çok) kızdım. Fir'avn kendisini af­fettirecek bir söz söyler de Allah onu yarîığar korkusu ile denizin dibinden aldığını ufak taşlan ağzına dolduruşumu bir gorseydin!" demiştir.

îsrâîl oğullan, Fîr'avn'in boğulduğuna bir türlü inanamıyorlar-dı. Allah, Hz. Musa'nın düâsı ile Fir'avn'in ve onunla birlikte 600.000 kıptînin naşını karaya attı. îsrâîl oğulları Fir'avn'in elleri­ni, dudaklarını yolmaya ve gözlerini oymaya başladılar... Diğer bir rivayette Fir'avn'in cesedinin kırmızı bir Öküz gibi karaya atıldığı ve îsrâîl oğullarının kendisine baktığı tarzında ifadeler vardır[42].

Yukarıya alman bu rivayetlerin içinde bazı âyet mealleri veya âyet meallerinden istifade ile yazılmış cümleler vardır. Bunlar bir yana, çok çeşitli konulara temas eden haberlerin ekseriyeti müdek-kik büginlerce tenkîd mevzuu yapılmış îsrâîl oğullarının masalları ile müsiümanları meggûl etmenin onlara birşey kazandırmayacağı, üstelik bunları dînin asıllarından sanmak gibi büyük ve affedilmez bir hataya da düşüleceği kaydedilmiştir[43]. [44]

 

D — ASHAB-IRESS

 

Kur'ân-ı Kerîm'in iki yerinde Ashab-ı Ress'e atıf vardır. Pey­gamberleri yalanlamış ve helak edilmiş kavimler meyanmda sadece Ashab-ı Ress'in ismi geçer. Ve Kur'ân'da mevcut Ashab-ı Ress ile ilgili bilgi bundan ibarretir. Âyetler:

"Âd'i de, Semûd'u da, Ress Ashabını da ve bunların arasında geçen birçok nesilleri de (helak ettik)"[45];

"Onlardan evvel Nûh kavmi, Ress yaranı, Semûd (kavmi) de tekzîb ettüer"[46].

 

1 — Ress Nedir?

 

a — "Er-Ressü" Örülmedik kuyu demektir;

b — Azerbaycânda bir kuyudur:

c — El-Yemâme'nin aşağı ^tarafına düşen mıntıkada bir ku­yudur;

d — Antakya'da bir kuyudur;

e — El-Yemâme'nin kasabalarından biridir;

f — Altun ve gümüş gibi cevherlerin çıkarıldığı yer, ocak ve cevher yatağıdır[47].

 

2 — Ashâb-ı Ress'e Niçin Bu İslin Verildi?

 

a — Peygamberlerini kuyuya atıp gömdükleri için;

b — Örülmedik bir kuyu etrafında yurt tuttukları için.

 

3 — Ashâb~ı Ress'ten Sîaksad Kimlerdir?

 

a — Bunlar, ağaca tapan bir kavimdi. Allah kendilerine pey­gamber olarak Yehûza îbn Ya'kûb soyundan bir peygamber gön­dermişti. Bir kuyu kazıp onu içine attılar. Bu sebepten dolayı Allah tarafından helak edildiler;

b — Hanzale îbn Safvân ismindeki peygamberin gönderildiği millettir. Peygamberlerini öldürdüler. Bundan dolayı Allah kendi­lerini mahvetti;

c —  Şu'ayb (a.s.)'ın gönderildiği kavim idi. Putlara tapar­lardı. Kuyuları ve mevaşîleri vardı. Kendilerini İslâm ve itaate daVet etti; tekzip edip, azgınlık yaptılar ve peygamberlerine ezada devam ettiler ve günün birinde, Örülmemiş kuyuları olan Ress'in etrafında bulundukları sırada orası çöktü, yere geçtiler;

d — Şam Antakya'sında bir kuyunun sahipleridir. "... Ey kav­mim, uyun o gönderilmiş olanlara..."[48], diyen Habîb en-Neccâr'ı Öl­dürdüler;                                                        

e —  Peygamberlerini öldürüp etini yiyen bir kavimdir. Dün­yada ilk defa sihir yapan bunların kadınlarıdır;

f   Bunlar Kur'ân'da anlatılan ve Dâvûd (a.s.) tarafından Öldürülen Câlût'un kavmidir[49]...

Ibnü îshak'ın Muhammed İbn Ka'b'dan naklettiği bir habere göre Hz. Peygamber şöyle demiştir:

"Kıyamet gününde insanlardan ilk kez Cennet'e girecek olan siyâhî bir kuldur. Bunun sebebi şudur: Allah bir memleket ahâlî­cesine peygamber gönderdi de, o peygambere bu şehir ahâlîsinden' bu siyâhî kuldan başkası îman etmedi. Sonra bu peygambere bir kuyu kazdılar ve Allah elçisini içine attılar. Kuyunun azgını muhkem ve iri bir kaya ile kapattılar". Efendimiz sözüne devamla şöyle dedi: "Bu kul dağlara taşlara gider, kestiği ve topladığı odunları sırtına yüklenir pazara götürüp satar; parasıyla yiyecek ve içecek satın ahr; bunları kuyunun bulunduğu yere götürür, kuyunun ağzındaki kayayı Allah'ın yardımı sayesinde kaldırır, yanında götürdüğü yi­yecek ve içeceği kuyudaki peygambere sarkıtırdı. Sonra da kuyu­nun ağzını eskisi gibi örterdi". Efendimiz, bu hâlin böylece Allah'ın dilediği kadar devam ettiğini, sonra yine aynı şahsın her gün ol­duğu gibi odun toplamak üzere dağa gittiğini,' odununu toplayıp yığdıktan sonra, sırtına yükleneceği sırada üzerinde bir ağırlık ve yorgunluk hissettiğini, bunun neticesinde uzanıp yattığını ve yedi yıl Allah'ın kendisini uyutmuş olduğunu, bu yedi yılın hitamında sıçrayarak döndüğünü ve diğer yanı üzerine uzanıp yattığını ve böylece yedi yıl daha kaldığını, neticede bu 14 yıllık uykudan son­ra tekrar sıçrayıp uyandığını, toplamış olduğu odun demetini yük­lenip sâdece bir saat uyuduğunu zannederek şehre indiğini, odunu­nu sattığını, eskiden olduğu gibi bir miktar yiyecek ve içecek satın alıp kuyunun bulunduğu yere gittiğini, aradığı halde yerini bula­madığını;  bu şahsın uykuda olduğu bu zaman zarfında bu zatın mensup olduğu kavmin görüşlerinin    değiştiğini,    peygamberlerini kuyudan çıkarıp îmâna geldiklerini ve kendisini tasdik ettiklerini anlattı. Yine Efendimizin beyânına göre, peygamberleri memleket ahalîsinden bu siyâhî kulun ahvalini, nerede ve ne işle meşgul ol­duğunu  damı  sorardı.  Onlar  da"bilnıiyoruz"  derlerdi.  Gün  geldi, Allah peygamberin emânetini aldı  (öldü). Siyâhî kulun uykusun­dan uyanması, bahsi geçen peygamberin vefatından sonra oldu". Hz. Peygamber:

"İşte bu siyâhî kul Cennet'e gireceklerin ilkidir" dedi[50]. [51]

 

RİVAYETLERİN   TAHLİLİ

 

Ashâb-ı Ress ile ilgili olarak söylenenler içinde en ilgi çekici olanı şüphesiz ki, Hz. Peygambere nisbet edilen bu son rivayettir. Fakat:

1  Her ne kadar bu haberde, bir peygamber ve onun kuyu­ya atılmasından bahsediliyorsa da bunların Ashâb-i Ress olduğu sa­bit değildir. Zira burada Ashab-ı Ress'ten bahis yoktur.

2 — Sonra bunların Kur'ân'da bahsi geçen Ashâb-i Ress   ol­ması şu bakımdan da imkânsızdır: Allah   Kur'ân-ı   Kerîm'de[52], Ashâb-ı Ress'in helak  edildiğini haber veriyor.  Bu haberde ise; Önce peygamberlerini yalanlamış' ve eza cefa etmiş olan kavmin nihayet on sene gibi kısa bir müddet zarfında fikir değiştirip îma­na geldikleri, Allah elçisini attıkları çukurdan çıkardıklarından bah­sediliyor, iman etmiş ve Allah Rasûlünün dediğini yapmış bir kav­min helaki düşünülemez.

3  îbnü Cerîr et-Taberî tefsirinde,    rivayeti    kaydettikten sonra bunların Ashâb-ı Ress olmasını kabul etmez. Ona göre bunlar olsa oîsa Ashâb-ı Uhdûd olabilir, demektedir[53].

4  Aynı rivayet için îbnü Kesîr: "Mürseldir; haberde gara­bet ve nekâret vardır, umulur ki buna bazı şeyler karışmıştır" der[54].

5  Ashâb-ı Ress'in kimler olabileceği yolundaki rivayetleri tefsirine derceden Fahruddîn    er-Razî;  bu konuda en güzel sözü Ebû Müslim'in    söylediğini belirtir. Ebû Müslim'e    göre, Ashab-i Ress'in kimler olabileceği yolunda zikredilenler, Kur'ân'Ia ve isnadı kavı bir haberle sabit değildir. Malûm olan tek şeyin, küfür ve iman­sızlıkları sebebiyle C. Hakkın bunları helak etmiş olmasıdır[55].

6 — El-Kasimî de eserinde[56] Ashâb-ı Ress ile ilgili olan hiç bir rivayete yer vermez ve bu konuda söylenenlerin; gayr-i sahîh ve münker şeyler olduğunu; bunları kitaplara yazmaya ve rivayet etmeye cesaret etmenin helâl olmadığım belirtir[57].

 

E — ÎSRÂİL OĞULLARININ BİR NANKÖRLÜĞÜ

 

"Biz kitapta îsraîl oğullarına şu haberi verdik: Siz arzda mu­hakkak iki defa fesad çıkaracak ve muhakkak büyük bir serkeş-

lik yapıp kabaracaksınız, işte o ikiden birinci (fesadlarmın ceza) va'desi gelinoe çok çetin kuvvete malik olan kullarımızı üzerinize musallat kıldık da onlar eylerin aralarına kadar girip (sizi) araş­tırdılar. Bu, yerine getirilmiş bir va'd idi".

"Sonra bunlara karşı size tekrar galebe ve devlet verdik. Mal­larla, oğullarla sizin imdadınıza yetiştik, cemiyyetinizi de daha fazla çoğalttık. Eğer iyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursu­nuz. Eğer kötülük ederseniz (yine) kendinize kötülük etmiş olur­sunuz. Artık diğer va'denin cezası gelince, yüzlerinizi kötülesinîer, mescidinize birinci defa girdikleri gibi girip (tahrib etsinler), ga­lebe ve isti'lâ ettiklerini mahvettikçe etsinler diye (başınıza düş­manları yine musallat ettik)".

"(Tevbe ederseniz) Rabbinizin sizi esirgeyeceğini umabilirsi­niz. (Eğer tekrar fesada) dönerseniz biz de (sizi cezalandırmaya) döneriz. Biz cehennemi kâfirlere bir zindan yaptık"[58].

C. Hakk bu âyetlerde îsrâîl oğullarının yapmış oldukları kö­tülükleri ve bu kötülüklere verilen cezaları dile getiriyor. Son de­rece kısa özlü ve sadece ibret almak gayesine matuf olan bu âyet­lerle ilgili olarak îslâmî eserlere pek çok ihtimaller ve uzun uzun kıssalar dercedilmiştir.

1 — Hnzeyfe îbn el-Yemân, Hz. Peygamberin göyle dediğini rivayet eder: "tsrâîl oğulları yeryüzünde azıp kabardıkları, peygam­berleri öldürdükleri zaman Allah onlara Fars meliki Buhtünassar'i gönderdi. Allah Buhtünassar'a 700 sene hükümdarlık nasib etmiş­ti. Bu zat ordusu ile Îsrâîl oğullarının üzerine yürüdü ve Beytü'l-Makdis'e girdi. Muhasara etti ve aldı. Zekeriyyâ (a.s)'m kanı üze­rinde 70.000 kişi öldürdü. Ahalisini ve bu arada Peygamber ço­cuklarını esir etti. Beytü'l-Makdise ait olan bütün zînetleri yağ­ma edib soydu. Beytü'l-Makdis'den 170 bin arabalık zînet eşyası aldı ve Bâbil'e götürdü". Huzeyfe îbn el-Yemân derki "Ben Hz. Peygamber'e: Ya Rasûlallâh! Beytü'I-Makdis Allah katında büyük bir ehemmiyete malik değil miydi?" diye sordum. Bu soruma Allah elçisi şu cevabı verdi:

"— Tabiî, öyledir. Beytü'l-Makdis'i Dâvûd (a.s.)'ın oğlu Sü­leyman (a.s.) altun, inci, yakut ve zebercedden yapmıştı. Beytü'l-Makdis'in tabanı bir sıra altun, bir sıra gümüştendi. Direk ve sü-

tunları artımdandı. C. Hak Süleyman (a.s.)'a bu güç ve varlığı bahsetmişti. Ayrıca Allah, Hz. Süleyman'a şeytanları musahhar kılmıştı. Bunlar onun arzu ettiği bu gibi malzemeyi göz açıp yu­macak kadar kısa bir müddet içinde getiriyorlardı. İşte bütün bu altun, gümüş, yakut ve zebercedden ibaret zînet ve malzemeyi Buh-tünassar aldı ve Bâbil'e götürdü.

îsrâîl oğulları onun boyunduruğu altında 100 sene kaldılar. Bu müddet zarfında İsrail oğullarına —ki içlerinde nebiler ve pey­gamber çocukları vardı— mecûsîler ve onlardan doğanlar ezâ-eefâ ediyorlardı. Bütün bu sıkıntı ve kederlerden sonra Allah onlara acıdı da, Faris meliklerinden mü'min olan birine —ki ona Kurs denir— şunu vahyetti:

"— îsrâîl oğullarından arta kalanları al ve kurtar!". Bu emir üzerine Kurs, İsrail oğullarını ve Beytü'l-Makdîs'ten getirilen zî-netleri alıp yola çıktı. Zînetleri yerine iade etti. îsrâîl oğulları yüz kötülüklere    daldılar.    Bu    sefer    de    Allah    onlara    îbtiyanhus'u   musallat   etti.   Bu  zat,  Buhtünassar'la  birlikte çarpışanların çocukları ve Benû îsrâil ile muharebe etti. İsrâîl oğullarını Beytü'l-Makdis'e çekilmeye mecbur etti. Beytü'l-Makdis'te bulunanları (vazifelileri) esîr etti. Beytü'l-Makdis'i yaktı. Bu beliyyeden sonra C. Hak (?) îsrâîl oğullarına şu tarzda nida etti:

"— Ey îsrâîl oğullan, eğer siz günah ve kötülüklere dönerse­niz biz de size böylece esareti taddırırız".

(Aradan zaman geçince) îsrâîl oğulları tekrar kötülüklere dal­dılar. Bu sefer de Allah onlara Roma    meliklerinden    Kakış Ibn Isbayus elİyle ü^üncü esâre"ti taddırdı. Bu melik onlarla karada ve denizde çarpıştı. Neticede îsrâîl oğullarını esîr etti ve Beytü'l-Makdis'in zînet ve mücevher­lerini ele geçirdi. Beytü'l-Makdis'i ateşe verdi". Peygamber efen­dimiz:

"— Îşte Beytü'l-Makdis'in zînetlerinin hikâyesi budur; Mehdi çıktığı zaman yine onları aslî yerlerine iade edecektir. Bu zînetle-rin tutarı 1.700 gemi doluşudur. Bu gemiler Yafa'da demirlenecek ve ağırlıkları oradan Beytü'l-Makdis'e nakledilecektir. Ve bu sa­yede Allah evvelkileri ve sonrakileri bir araya getirecektir"[59].

2 — İsrâîl oğullarının  birinci  fesâd  devresinin  vadesi  yetip ceza sırası geldiği zamana ait —ki bu, îfonü İshak'm rivayetine gö­re Şa'ya  (a.s.)'ı katlettikleri zamandır— şöyle bir kıssa vardır:

îsrâîl oğulları içinde bir çok olaylar meydâna gelmiş, günah­lar işlenmişti. C. Allah, yaptıkları bu kötülüklerle onları cezalan­dırmamış, kendilerine lutf ve ihsan ile muamele etmişti. Nihayet Benû îsrâîl meliklerinden Sıdıka[60] zamanında   yaptıkları    işleri   haddi    aşmış    ve    büyümüştü.      O    zaman Şa'ya (a.s.) peygamber olarak gönderilmiş ve Babil hükümdarı Sencarib'in hücum ve istilâsı püskürtülmüş tü. Şa'yaîbn Emsiya (Emusyâ) (a.s.) Hz. îsave Hz. Muhammed (s.a.v.) 'ı müjdeleyen bir peygamber idi. Sıdıka onun vahy ve öğütleriy-le iş görmüş ve vazifesinde başarı sağlamıştı. Vefat edince îsrâîl oğullarının işleri karışmış, hükümet işlerinde ve başa geçme husu­sunda birbirleriyle yarış etmeye başlamışlardı. Bu hal bir takım Ölüm ve kıtal olaylarına sebebiyyet vermişti. Artık Şa'ya'yı dinle­miyorlar, Öğütlerini kabul etmiyorlardı. O zaman Hak Teâlâ, Şa'ya (a.s.)' şöyle buyurmuş:

"— Kalk! Kavmin içinde senin lisânın üzere vahyedeceğim". Bu emir üzerine Şa'ya kalkmış; C. Hakk da onun dilini vahy ile konuşturup buyurmuş ki:    -

"— Ey sema (gök) dinle! Ey arz sus! Zira AUah îsrâîl oğul­larının halini anlatacak. O Benû îsrâîl ki, nimetiyle büyütmüş, ken­disi için istifa' edip seçmiş, kerametiyle mümtaz kılmış, diğer kul­larına üstün eylemiş ve kerametiyle mufaddal kılmıştı".

"Halbuki onlar, çobansız, zayi' olmuş davar gibi idiler, öyle iken ürkenlerini yatıştırdı. Yitenlerini    topladı. Kırıklarını    sardı.

Hastalarını tedavi etti. Zayıflarını semizlendîrdi. Semizlerini hıfze­dip korudu. Vaktaki Allah bunu yaptı, azdılar: Koçları tosuşmaya başladı, birbirlerini öldürüyorlardı. Öyle ki, hattâ kırığı kendine sarılacak sağlam bir kemik kalmadı. Vay bu her hali hata olan ümmete! Vay şu hatakâr kavme ki, Ölümün kendilerine nereden gel­diğini idrâk edip anlamıyorlar! Deve bile yatağını (vatanını) ha­tırlar da, ona döner gelir. Eşek bile üzerinde doyduğu bağı hatır­lar da ona müracaat edip başvurur. Öküz bile semizlendiği şenliği hatırlar da ona döner gelir. Bu kavm ise öküz değil, eşek değil, akıl sahibi insanlardan mürekkep oldukları halde ölümün kendi­lerine nereden geldiğini farketmiyorlar. Ben onlara bir temsü ya­pacağım, dinlesinler, söyle onlara!":

"— Bir zaman boş, harâb, ümrandan hâli ölü bir araz! vardı. Bunun kuvvetli ve bilgili bir de sahibi vardı. Onu imara başladı. Kendi kuvvetli iken arazîsinin harap olmasını veya alim iken "bo­şa verdi" denilmesini istemedi. Etrafını duvarla çevirdi. İçinde mü-§eyyed (sağlam ve yüksek.) köşk yaptı. Ortasından ırmak geçirdi. Zeytinden, nardan, hurmadan, üzümden ve türlü türlü meyvelerin hepsinden sınıf sınıf ağaçlar dikti ve onu sağlam, emîn dirayet, re'y ve himmet sahibi bir muhafızın bekçiliğine de tevdi' eyledi. Bu arazinin yetişmesini bekledi. Vaktaki tomurcuklandı. Bir de ne görsünler, meyve yerine keçi boynuzu çıktı. Ay bu ne fena arz! Bunun duvarını, köşkünü yıkalım, baştan başa harap olsun, üm­randan eser kalmasın dediler. Nasıl, ne dersiniz buna?" Allah bu­yurdu ki:

"— O duvar benim zimmetim, kasr şerî'atim, nehir kitabım, muhafız peygamberim, dikilen ağaçlar da onlardır. O ağaçların meyve yerine çıkardığı keçi boynuzu da onların habîs amalleridir-Ben de onlara kendilerinin aleyhlerine verdikleri hükmü hükmet­tim. O, onlara Allah'ın darbettiği bir meseldir. Bana sığır, koyun kesmekle yaklaşmak istiyorlar. Halbuki et, bana erişmez ve ben, onu yemem. Bana takva ile ve haram kıldığım canları boğazlamak­tan sakınmakla yaklaşmayı terk ediyorlar. Kanlarla elleri boyan­mış elbiseleri bulaşmış vaziyette benim için evler ve mabedler teşyîd ediyorlar (yükseltiyorlar) ve onların içlerini temizliyorlar da, kendi kalplerini ve cisimlerini pisliyorlar ve kirletiyorlar. Benim için evler ve mabedler yaldızlı nakışlarla tezyin ediyorlar da; akıllarını, fikirlerini tahrip ve ifsâd ediyorlar. Benim evlerin ve mabedlerin teşyîdine ne ih­tiyacım var? Onlara girip oturmam. Benim nakışlı mabedlere ihtiyacım mı var? Ben onlara girmem. Ben onların yükseltilmesini ancak içlerinde, bana zikir ve teşbih olunsun, namaz kılmak iste­yenlere bir işaret olsun dîye emrettim".

"Diyorlar ki: Eğer Allah bizim ülfetimizi toplamağa kadir olsa idi elbette toplardı. Ve eğer Allah bizim kalplerimize anlatmağa kadir olsa idi, herhalde anlatırdı. İki kuru ağaç al. En çok topla­nıp bir araya geldikleri anda toplandıkları yere var. O iki ağaca hitaben: "Allah size, ikinizin bir ağaç olmanızı emrediyor" de. Bu­nu söyleyince iki ağaç birbirine karışıp birleşiverdi. Binâenaleyh Allah buyurdu ki: "Söyle onlara! Gördünüz ya, ben iki kuru ağacı (bile) birleştirmeğe kadirim. Eğer dîleseydim, sizin ülfetinizi cem etmez mi idim? Veya kalplerinize söz geçiremez miydim? Halbuki ona ben suret verdim".

"Diyorlar ki: Oruç tuttuk, orucumuz ref olunmadı. Namaz kıldık namazımız nurlanmadı. Sadaka verdik, sadakalarımız ne-mâlanmadı. Güvercinler gibi inleyerek düâ ettik, kurtlar gibi ulu­yarak ağladık. Hiç biri işitilmedi. Dualarımız kabul olunmuyor!". Allah buyurdu ki:

"Sor onlara! Benim duaları kabulüme, onların arzularını yeri­ne getirmeme mam' olan ne? Ben işitenlerin en çok işiteni, gören­lerin en çok göreni, düâ ve münâcatlara cevâp verip kabul edenle­rin en yakını, merhamet edenlerin en merhametlisi değü miyim? Elimdeki mi az? Nasıl olur ki, benim ellerim hayra açık; dilediğim gibi sarfederim. Bütün hazinelerin anahtarları benim yanımda. On­ları benden başkası ne açar ve ne de kapatır. Gerçekten benim rah­metim her şeyi kuşatmış ve kaplamıştır. Birbirilerine yardım eden­ler ancak o sayede ederler. Yoksa bana cimrilik mi arız oldu? Ben cömertlerin en cömerdi, bütün hayırların fettanı (açıcısı), verenle­rin en cömerdi, kendisinden u düek isteyenlerin en keremlisi değil miyim? Eğer şu kavim, benim kalplerinde parlattığım, sonra da kendilerinin onu atıp da dünyayı karşılığında satın aldıkları hik­met ile nefislerine bir baksalardı, nereden vurulduklarım görürler ve en büyük düşmanlarının kendi nefisleri olduğunu gerçekten id­rak ederlerdi".

"Ben onların yalan sözlerle pislikleri, haram yemekle kuvvet almak istedikleri oruçlarını kabul nasıl ederim? Onların kalbleri be­nimle harbetmeye, yarışmaya kalkışırken; haram kıldığım şeyleri çiğ­neyenlere kulak verib dururken namazlarını nasıl nurlandırınm? Veya verdikleri sadakalar benim yanımda nasıl zekât yerini bulurki, başkalarının mallarım sadaka olarak veriyorlar? Ben onların vermiş oldukları sadakalarla ancak gasbedilmiş olan sahihlerini mükâftlandınnm. Hem dualarına nasıl icabet ederim M, o ancak dilleri İle söyledikleri bir söz! iş ve hareket ise ondan çok uzak? Ben ancak mütevazı ve yumuşak huylu adamın duasını kabul ederim. Ancak başkaları tarafından horlanan, hakîr görülen kişi­lerin, miskîn ve zavallıların sözünü dinlerim. Miskinlerin rızası, be­nim rızamın alâmetindendir. Fakir ve düşkünlere merhamet, zayıf­lara acımak, mazluma insaf, mağsûbe yardım, gaibe adalet, dullara ve yetimlere ve miskinlere ve her hak sahibine hakkım edâ etseler ya! Bana beşerle konuşmak yaraşsa idi onlarla konuşurdum".

"Ve o zaman gözlerinin nuru, kulaklarının işiten cihazı, kalble-rinin idrak aleti olurdum. Ve o vakit dillerini ve akıllarını tesbit eder­dim. Sen, benim risaletimi tebliğ ederek kelâmımı işittikleri zaman:

"— Bunlar uydurma laflar, başkalarından miras kalmış lakırdı­lar, sihirbaz ve kâhinlerin yazıp bıraktıklarından biri" diyorlar. Ve kendileri de böyle bir söz söylemek isteseler yapabilirler ve şeytan­ların onlara yapacağı Vahy ile gaybe muttali olabilirler, diye zu'm ve iddia ediyorlar. Ve hepsi bu söylediklerini gizliyor, sır tutuyor. Halbuki bilirler ki, ben semalar ve arzın gaybmı bilirim. Onların açıkladıkları ve gizledikleri şeyleri de bilirim. Ben semalar ve arzı yarattığım gün kendime isbât eylediğim bir hüküm verdim. Ve ona önünde bir vakti, belirli bir eceli ta'yin eyledim ki, muhakkak o, vu­ku bulacaktır".

c'Eğer onlar gayb ilminden bazı şeyleri bildiklerinde sâdık ve samimi iseler, haydi sana haber versinler: Ben o hükmü ne zaman tenfîz edeceğim? O, hangi zamanda olacak? Eğer onlar diledikleri­ni yapmağa kadir iseler benim onu icra edeceğim kudret gibi bir kudret izhar edib göstersinler. Ben onu müşriklerin istememesine rağ­men her dînin üstüne çıkaracağım. Eğer onlar dilediklerini söyle­meye kadir iseler, o hükmün emrini tedbîr edeceğim hikmetin ben­zerini ve aynısını te'Hf etsinler. Zîra ben semalar ve arzı yarattığım gün hükmettim ki, Peygamberliği ecirlerin içinde kılayım. Mülkü ço­banlara, azız olmayı zelillere, kuvveti zayıflara, zenginliği fakirlere, serveti akıllıya, şehirleri kırlara, kal'aları çöllere, beredâyı enginlere, ilmi cahillere, hükmü ümmîlere tahvil edeyim".

"Şimdi sor onlara, bu ne zaman? Ve bunun basma geçecek kim? Kimin eliyle ben bu ilâhî sünneti açacağım? Bu işin yardimcilan ve hizmet edenleri kimler? Biliyorlarsa söylesinler! Ben bu­nun için bir ümmî peygamber göndereceğim. Sert değil, kaba değil, sokaklarda bağırmaz, fuhuş ile tezeyyün ve iştigal etmez, edebe ay­kırı söz söylemez. Ben ona her güzellik için istikamet vereceğim. Her iyi huy ve yaratılışı bahşedeceğim. Sekîneti elbisesi, iyiliği şiarı, takvayı zamîri, hikmeti makûlü, doğruluk ve vefayı huyu, aff ve -ma'rûfu ahlâk ve yaratılışı, adalet ve ma'rûfu sîreti, hakkı şerîati, hüdâyı imamı, islâm'ı milleti, Ahmed'i ismi kılacağım. Delâletten sonra onunla hidâyet edeceğim. Cehaletten sonra onunla öğretece­ğim. Düşkünlükten sonra onunla yükselteceğim. Tanınmazken onun­la §an vereceğim. Azlıktan sonra onunla çoğaltacağım. Darlıktan sonra onunla zenginleştireceğim. Tefrikadan sonra onunla toplaya­cağım. Muhtelif kalbleri, dağınık arzuları, parçalanmış ümmetleri onunla te'lîf edib bir araya getireceğim. Ümmetini insanlar için çı­karılmış hayırlı ümmet yapacağım".

"Beni Tevhîd için, bana îman ve ihlâs ile ma'rûfu enir, mün-keri nehyedecekler. Ayakta durarak, oturarak, rüku' ederek, sec­de ederek bana namaz kılacaklar. Berim yolumda "Saffen ve zah-fen" mukatele edecekler. Benim rıdvanıma ermek için mallarından, yurtlarından çıkacaklar. Ben onlara mescidlerinde, meclislerinde; yattıkları, gezdikleri yerlerde tek bir, tevhîd, tesbîh, hamd, tahmîd ilham edeceğim. Sokak başlarında tekbîr, tehlîl, takdîs edecekler. Benim için yüzlerini ve etraflarını temizleyecekler. Bellerine giysi bağlayacaklar. Kurbanları kanları, kitapları sineleri, gece ruhban, gündüz aslan. O benim bir fazlımdır ki, dilediğime veririm ve ben çok büyük fadl sahibiyim".

Şa'ya (a.s.) sözünü bitirince öldürmek için üzerine saldırmış­lar, o da kaçıp bir ağaca gizlenmiş, eteğinin dışarıda olan ucunu görmüşler. Testereyi dayayıp ağaç ile birlikte biçmişler. Allah da Buhtünnassar'ı onlara musallat edip belâlarını vermiştir[61].

... Bize İbn Humeyd söyledi, ona ve arkadaşlarına îbnü îshak'-tan naklen Seleme söylemiş. O, yalancılıkla ittiham edilmeyen biri yoluyla Vehb İbn Münebbih-i Yemânî'den şunu rivayet eder:

Yüce ve Azîz olan Allah, İsrâîl oğullarına peygamber olarak gönderirken Ermiya (a.s.)'a:

"Ey Ermiya! Ben seni yaratmadan Önce insanlar arasından seçtim. Seni annenin karnından çıkarmadan önce temizledim. Çalı­şıp çabalayacak hale gelmeden Önce peygamber olarak seçtim. Ol­gunluk çağma gelmeden önce sınadım. (Böylece) sana büyük bir vazife yükledim", diye hitabetti. Yüce ve Azîz olan Allah, tsrâîl hükümdarını irşâd etmek ve gönderdiği emirle haberleri bildirerek aracılık etmek üzere, Ermiya'yı yolladı. Bundan sonra îsrâîl oğullan arasında hadiseler çoğaldı. Onlar günah yoluna saparak Allah'ın haram ve yasaklarım helâl saydılar. Onlar, Allah'ın kendilerine olan ihsanlarını ve kendilerini düşmanları Senharib'îe ordusundan koru­duğunu unuttular. Bunun üzerine yüce Allah, Ermiya'ya:

"Kavmin İsrail oğullarının katma gidip, sana bildirdiğim emir­leri anlat. Onlara nimetlerimi hatırlat, izhar etmekte oldukları bid'atleri sayıp göster!" diye vahyetti. Ermiya:

"— Ey Rabbim! Ben zayıfim. Beni kuvvetlendirmezsen âciz ka­hrım. Irşâd etmezsen yanılırını. Sen yardım etmezsen hakîr olurum" deyince, Allah ona §öyle dedi:

"— Sen bütün işlerinin benim irâdeme tabî olduğunu bilmiyor musun? Bütün kalpler ve bütün diller, benim kudretimin emrinde­dir. Ben onları istediğim gibi idare ederim. Sen bana itaat et. Ben, benzeri ve menendi olmayan bir yaradanım. Gökler, yerler ve onlar­da bulunan bütün varlıklar benim emrimin altındadır. Ben denizlere hitabettim, sözlerimi anladılar. Emrettim, emirlerimi yerine getir­diler. Onların sınırlarını etraftaki kavimlerle doldurdum. Dağlar gibi dalgalar gelmeden onlar bu sınırları geçemezler. Çizdiğim bu sınır­lara geldikleri zaman, onları hakîr ederek emrime boyun eğdirdim. Onlar benden korkarak emrime itaat ederler. Ben senin yanında­yım. Seninle birlikte bulunduğum müddetçe, sana hiç bir zarar do­kunmaz. Ben seni, emir ve yasaklarımı bildirmek üzere büyük ka­vimlerden birine elçi olarak seçtim. Sen bu vazifeyi görmekle, ken­dine tabî olanların hakettikleri sevaba nail oluyorsun. Senin seva­bın onlarınkinden eksik değildir. Bu yüzden onların sevabı da eksil­mez. Bu vazifeyi yapmak hususunda kusur gösterirsen, senin güna­hın, karanlık içinde bıraktığın kavmin suç ve günahlarından eksik olmaz. Kavminin yanına git de, onlara atalarının iyi amellerini ha­tırlatmakta olduğumu söyle. Atalarınızın bu hayırlı amelleri, be­nim sizi tevbeye çağırmam için bir amil olmuştur. Sen onlardan, ata­ları tarafından gösterüen itaatin ve kendilerinin günah ve isyanlarmm neticesini nasıl bulduklarım sor. Onlar, kendilerinden önce ya­şamış olanlardan bana itaat edenlerin sefil olduğunu ve bana itaat etmeyen azgınların nıes'ud ve bahtiyar duruma geldiklerini görmüş ve işitmişler midir? Hayvanlar kendilerinin iyi ve rahat yuvalarını hatırlayınca yerlerine dönerler. Bu kavim ise felâket otlaklarında otlamaktadır. Onların din alimleri ve rahibleri benim kullarımı ken­dilerine köle edindiler. Halkı bana ibâdetten vazgeçirerek, kendile­rini ma'bûd yaptılar. Benim kitaplarımla hükmetmeyi bırakarak, benim emirlerimi unutturdular. Onları aldatarak benden yüz çe­virttiler. Bunun bir neticesi olarak, yalnız bana itaat etmek gerekir­ken, ancak kendilerine itaate daVet ettiler. Kullarım, bana âsi ol­mak hususunda onları örnek edindiler. Onlar, bana karşı cesaret gösterib halkı aldatarak, bana ve elçilerime iftiralarda bulundular. Dînimde ihdas ettikleri bid'atlerle halkı kendilerine tâbi kıldılar. Hafız ve fakiyhler, para kazanmak maksadı ile dîni, dünyevî mak­satlara feda ettiler. Benden başkasma ibâdet etmek üzere mescidler bina ettiler. Onların bu mabedlerde tahsü ettikleri hakîki ilim değil, öğrendikleri de amel etmek için değildir. Peygamberin evlâdı da çoğunluğun te'sîri altında kalarak kahredilmiş ve aldatılmıştır. On­lar da ekseriyetin tâbi olduğuna tâbi olmakta, fakat bununla be­raber atalarına ihsan edilen yardım ve saygıları kendileri için de temenni etmektedirler. Onlar, atalarının nail oldukları şeref ve yar­dımlara kendilerinden daha müstahak kimse bulunmadığı kanaatın-da iseler de, bunu düşünmeden ve ibret almadan söylüyorlar. On­lar, Allah'ın atalarına nasıl yardım etmiş olduğunu ve atalarının benim emirlerimi nasıl bir, ciddiyetle yerine getirmiş olduklarını dü­şünmezler. Başka kimseler din hükümlerini değiştirdikleri halde, onların doğru yoldan ayrılmadıklarını, yolumuzda kendilerini'nasü fe­da ettiklerini, kanlarını nasıl ^akıttıklarını ve emirlerim yerine geti­rilip dinim galebe çalıncaya kadar nasıl çalışmış olduklarını muha­keme etmezler. Da'vetimi kabul ederler diye, ben onların cezalandı­rılmasını geciktirdim. Yola gelerek tevbe ederler diye onlara dokun­madım. Düşünsünler diyerek ömürlerini uzattım. Bu azgınlıklarına bakmadan gök onlara yağmurumu yağdırdı; yer de otlar bitirdi. Onlar sıhhat içinde yaşıyarak düşmanlarına üstün geldiler. Fakat onlar bu ihsanlarımıza bakmadan isyanlarını arttırarak benden uzaklaşmalarında devam ettiler. Bu azgınlık ne vakte kadar sürüp gidecek? Onlar beni aldatmak mı istiyorlar? İzzetimle andiçerek te'yîd eylerim ki, onları, akıl sahiblerini hayretler içinde bırakacak, fikir sahihlerinin düşüncelerini, filozofların hikmet ve felsefelerini yanıltacak derecede büyük fitne ve belâlara çarptıracağını. Bundan sonra da onlara zâlim, cebbar, kalbi katı ve korkunç birini musal­lat edeceğim. Ben onun kalbinden şefkat ve merhameti uzaklaştır-dım. O zalime, gecelerin karanlığı gibi sayısız kişiler tâbi olur. Et­rafında bulutlar gibi askerler toplanır. Toz daneleri gibi sayısız ge­mileri bulunur. Bayrakları, kerkenez kuşlarının uçuştukları gibi ha­vada dalgalanır. Askerlerinin saydırışı, karakuşun av üzerine hü­cumuna benzer". Bundan sonra Allah Ermiya (a.s-)'a, onları Yâfes Ibn Nûh (ona salâvat ve selâmlar olsun) neslinden gelen Bâbil ahâlîsinin elleriyle imha edeceğini bildirdi. Rabbisinin vahyini işiten Ermiya (a.s.) ağlayarak elbiselerini parçaladı ve başı üzerine kül serperek:

“— Ben, dünyaya geldiğim gün, mel'ûn olarak doğmuşum. Tevrat'ı okuyup anladığım gün de mel'ûnmuşum. Benim için en ka­ra gün, doğduğum gündür. Senin, beni peygamberlerinin sonuncusu olarak seçmen, başıma gelecek bu kötü hallerden dolayıdır. Benim için iyilik irâde etmiş olsaydın, peygamberlerinin sonuncusu yapma­mış olurdun. îsrâîl oğulları benim yüzümden felâkete katlandılar", diye şikâyet etti. Rabbisi onun bu ağlayış ve yalvarışını gördüğünü ve sözlerini işittiğini vahiy yoluyla bildirerek:

"— Ey Ermiya! Benim vahiylerim sana zor mu geldi?" diye hitabetti. O:

"— Evet ey Rabbim! îsrâîl oğullarının başına gelecek felâket­leri görmeden önce bana bildirmen, beni mahvetti", dedi. Bunun üzerine ona:

"—. îzzet ve azametim adına andiçerek te'yîd ederim M, sen emretmeden önce îsrâîl oğullarını mahvetmiyeceğim", diye hitabem dildi. Bu vahy üzerine sevinen ve kalbi ferahlıyan Ermiya (a.s.):

"— Musa'yı ve ondan sonraki peygamberleri hak dini ile gön­deren sen Rabbim adına andiçerek söylüyorum ki, îsrâîl oğullarını mahvetmek üzere hiç bir vakit emir verecek değilim", dedi. Bundan sonra Ermiya, îsrâîl oğullarının katma giderek, Allah'ın emrini bil­dirdi. Onlar da sevinerek:

— "Allah bizi cezâlandıracaksa, bundan Önce katlandığımız bir çok günahlarımızdan dolayı cezalandıracaktır. Affetmek de O'nun elindedir" dediler. Bu hâdiseden sonra üç yıl geçti. Fakat îsrâîl oğullan tevbe edecekleri yerde isyan ve inatlarını artırmakta ve kötülüklerinde devam ettiler. Artık azab günü yaklaşmış, vahiyler azalmıştı. (Halbuki) onlar ahireti ve günahlarının neticesini hiç de hatırlamıyorlardı. Dünya ve onun cilveleri onları aldatmıştı. Hüküm­dar onlara:

•'— Ey îsrâîl oğulları! Allah'ın kahr ve gazabına çarpılmadan önce işlemekte olduğunuz suç ve günahlardan vazgeçiniz. Allah ta­rafından üzerinize şefkatsiz ve merhametsiz olan bir kavmi musal­lat etmeden önce tevbe ediniz. Çünkü Rabbiniz, tevbeleri kabule ha­zırdır, hayrı sever" dedi. Fakat onlar, hükümdarlarının davetine ku­lak asmadılar. İşlemekte oldukları kötülükleri eksiltmediler. Niha­yet Allah, îbrahîm ile Rabbisi hakkında çekişen Nemrûd'un neslin­den gelen Buhtünassar'ın kalbine Beytü'l-Makdîs üzerine yürümeyi emretti (ilham etti). Onun şeceresi: Buhtünassar îbn Nebûzerazan îbn ... Nemrûd îbn Falig îbn Abir'dir. Buhtünassar orada büyük babası Senharib'in yaptığı kötülüğü yapmak üzere 600 bin bayrak­la Reytü'l-Makdîs'e doğru yola çıktı. Onun hareketini haber alan hükümdar, Ermiya'yı katma çağırarak:

"— Hani Rabbin sana Beytü'l-Makdis'i senin emrin olmadan yıkmayacağını vahyetmişti. Onun bu va'di nerede?" diye sorduğu zaman Ermiya:

"Rabbim Va'dlerine aykırı iş görmez. Ben O'nun sözlerine gü­veniyorum" diye cevâp verdi. îsrâîl oğullarının mahvolacağı ve dev­letlerinin yıkılacağı zaman yaklaşıp, Allah onların imhasını irade ettiği zaman meleklerinden birini îsrâîl oğullarından birinin kıyafe­tinde Ermiya'nın katma gönderdi. Ermiya (a.s.)'nın:

"— Sen kimsin?" diye sorması üzerine melek:

"— Ben Îsrâîl oğullarında^ bir kimseyim. Bazı işlerim hakkın­da senden fetva istemek üzere geldim" diye cevâp verdi. Ermiya müsâade edince o:

"— Ey Allah elçisi! Ben senden akrabalarım hakkında fikrini soracağım. Ben, Allah'ın emirlerine uygun olarak akrabalık hak ve hukukunu yerine getirdim. Onlara ancak iyiliklerde bulundum. Say­gıdan ayrılmadım. (Fakat) benim bu hürmetim, onların dargınlı­ğını artırmaktan başka bir şeye yaramadı. (îşte) ben bu işlerden dolayı fetva istiyorum" dedi. Ermiya (a.s.) ona:

"— Allah ile arandaki hak ve vazifeleri mükemmel bir surette öde. Allah'ın buyurduğu gibi akrabalık hak ve hukukunu yerine getir. Hayırlı işler işlediğinden dolayı sevin" dedi. însan suretindeki melek onun yanından ayrıldı. Fakat bir kaç gün geçtikten sonra ay­nı kıyafetle tekrar gelerek onun önünde oturdu. Ermiya (a.s.) on­dan:

"— Sen kimsin?" diye sordu. O:

"— Bundan önce de akrabalarım hakkında senin fikrini öğren­mek üzere huzuruna gelmiştim. Tekrar bu hususta fikrini öğren­mek istiyorum" dedi. Peygamber Ermiya:

"— Ahlâklarını islâh etmediler mi? Sana, arzu ettiğin muame­lede bulunmadılar mı?" diye sorduğu zaman, insan kıyafetine gir­miş, olan melek:

"— Seni hak peygamber olarak gönderen Allah adına andiçe-rek söyleyebilirim kî, insanların akrabalarına gösterebilecekleri bü­tün saygı ve hürmetleri ve hattâ ondan fazlasını da gösterdiğim hal­de yola gelmediler" dedi. Peygamber ona:

"— Ailenin yanına dönerek onlara iyiliklerde bulun. Ben salih kullarının hallerini ıslâh eden Rabbimden sizin aranızı bulmasını ve her birinizi kendisinin rızasını talep yolunda birleştirmesini dilerim" diye cevâp verdi. Bunun üzerine melek peygamberin yanından çıktı-Bir kaç gün sonra Buhtünassar ordusunun Beytü'l-MakdîS çevresi­ne kondukları görüldü. Ordunun sayısı çekirge topluluklarından da fazla idi. îsrâîl oğullan çok korktular. Çok kaygılanan hükümdar, Ermiya'yı huzuruna çağırtarak:

"Ey Allah elçisi! Rabbinin sana olan va'di nerede?" diye sor­du. Ermiya:

"— Ben R&bbime güveniyorum" dedikten sonra hükümdarın yanından çıktı. Allah'ın va'dini yerine getireceğini düşünerek ve se­vinerek Beytül-Makdis'in duvarları üzerinde oturdu. Bu sırada, in­san kıyafetindeki melek de gelip onun Önüne oturdu. Ermiya ondan:

"— Sen kimsin?" diye sorduğu zaman, melek:

**— Bundan önce iki defa huzuruna gelerek ailem hakkında fetva istemiştim", diye cevâp verdi. Peygamber:

"— Onlar halâ bulundukları kötü hali bırakmadılar mı?" de­yince o:

"— Ey Allah elçisi! Ben bu güne kadar, onların maksatları be­ni darıltmaktır, diye düşünerek, onların her yaptıklarına sabır ve tahammül ediyordum. Fakat bu gün, Allah'ın razı olmayacağı amel­lerde bulunduklarını gördüm" dedi. Peygamber:

"— Ne gibi işler gördün?" diye sordu. O:

"— Ey Allah elçisi! Ben onların Tanrının dargınlığım icâb et­tiren amellerde bulunduklarını anladım. Bu hareketleri, eskiden yapmakta oldukları işler cümlesinden olsaydı, onlara karşı olan dargınlığım fazlalaşır ben sabreder ve dayanırdım. Benim onlara karşı bu günkü dargınlığım Allah ve senin içindir. Ben bunu sana haber vermeye geldim. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah adına düâ edib onları helak etmesini dilemeni rica ediyorum" dedi. Bunun üzerine Ermiya:

"— Ey göklerin ve yerin Rabbi! Eğer onlar hak ve doğru yol­da iseler, onları kendi hallerine bırak î Fakat, senin dargınlığını icâb ettiren kötü amellerde bulunuyorlarsa onları helak eyle!" diye bed-düâ etti. Bu sözler Ermiya'nın ağzından çıkar çıkmaz, Allah hemen Beytü'l-Makdis üzerine bir yıldırım indirdi. Yıldırım kurban yerini yaktı. Şehrin kapılarından yedisi yerin dibine geçti. Ermiya bunu görünce haykırarak elbiselerini parçaladı ve başının üzerine toprak serperek:

"— Ey göklerin hükümdarı, ey esirgeyenlerin esirgeyeni! Ba­na olan va'din nerede?" diye seslendi. Bunun üzerine ona:

"— Ey Ermiya! isabet etmiş olan bu felâket senin emrinle vu-ku'a gelmiştir. Huzuruna gelerek senden birkaç defa fetva isteyen melek Allah'ın elçisi idi" diye hitab edince, Ermiya uçtu ve yabanî hayvanlara karıştı. Buhtünassar ve ordusu Beytü'l-Makdis'e girdi. Şam topraklarını çiğnedi. îsrâîl oğullarını öldürerek Beytü'l-Makdis'i yıktı. Bundan sonra Buhtünassar askerlerinin her birine kalkanla­rını toprakla doldurarak şehrin harabesi üzerine atmalarını emret­ti. Askerler emri yerine getirdiler ve şehir toprak altında kaldı. Buhtünassar Bâbil'e dönmek üzere şehir civarından ayrılırken, îs­râîl oğullarından alınan esirleri beraberinde götürdü. O, önce şehrin ahalîsini bir araya toplattırdı. &râü oğullarından küçük büyük hep­si toplanınca, aralarından 100 bin tane çocuk seçti. Ordusunun eli­ne geçen ganimetler toplanınca Buhtünassar bunları askerleri ara­sında bölmek istediği zaman yanında bulunan hükümdarlar:

"— Biz hissemize düşeni sana bırakıyoruz. Sen şu çocukları bizim aramızda taksim et" dediler. Buhtunassar çocukları onların arasında taksim etti ve her birine dörder çocuk düştü. Dânyal, Ha-naniya, Azarya ve Misayil de çocukların içerisinde bulunuyordu. Bunlardan yedibini Dâvudoğullan ailesinden; 11 bini Yûsuf ile kar­deşi Bünyamin'den türeyen boylardan 8 bini Eşer İbn Yakûb oğul­lan ailelerinden ve 4 bini de Yehûza îbn Ya'kub ailelerinin çoeuk-larındandı. Buhtunassar îsrâîl oğullarından alman esirleri üçe tak­sim ederek, bir kısmını Şam'da yerleştirdi, bir kısmım esir etti. Üç­te birini de Öldürttü. Beytü'l-Makdis'de bulunan tabak ve çanakla­rı Bâbil'e götürdü. Çocuklardan 70 binini Bâbil'e gönderdi. Allah'ın îsrâîl oğullan üzerine gönderdiği bu âfet onlann kötü işlerinden, bid'atlar ihdas etmelerinden ve zulümlerinden ötürü vuku'a gelmişti. Buhtunassar, îsrâîl oğullarından aldığı esirlerle birlikte Babil'e gitmek üzere Beytül-Makdis'den ayrıldıktan sonra, Ermiya eşeğine bindiği halde şehre döndü. Yanında, sahtiyandan dikilmiş sukabı-nın içinde üzüm suyu, sepetinin içinde de incir vardı. Beytü'1-Mak-dis harabelerinin yanma geldiği zaman kalbinde şüphe doğarak:

"— Acaba Allah yıkılmış olan bu şehri ne zaman imâr eder?" dedi[62]...

Rivayetlerle ilgili bazı konular:

1 — Acaba âyette (El-îsrâ, 17/4-8) bahis konusu edilen birin­ci fesad zamanında. îsrâîl oğulları peygamberlerden ldmi ölmüşler­di? Bu konuda iki görüş var:

a — Zekeriyyâ'yı öldürdüler[63].

b — Şa'ya'yı Öldürdüler[64].

2  Zekeriyyâ (a.s.)'i öldürmelerinin sebebi ne idi?

Îsrâîl oğulları, Hz. Meryem'in hamileliğini Zekeriyyâ'dan bil-diler. Ve: "Meryem Ondan hamile kalmıştır" dediler. Bu ittiham üzerine Hz. Zekeriyyâ onlardan korkup kaçtı. Kaçma esnasında bir ağaç yarıldı ve Hz. Zekeriyyâ içine gizlendi. Fakat eteğinin bir par­çası dışarda kaldığı için yerini buldular (diğer bir rivayette şeytan eteğinden tuttu. Bundan ötürü de ağaç kapandıktan sonra da ete­ği şeytanın elinde dışarda kaldı). Şeytan yanlarına varıp, saklan­dığı ağacı gösterdi. Ağaçla birlikte Zekeriyyâ (a.s.)'mı ortadan tes­tere üe ikiye biçtiler.

3 — Zekeriyyâ   (a-s.)'mın  oğlu Yahya   (a.s,)^yı niçin  öldür­düklerinde de iki görüş vardır:

a — Îsrâîl oğullarından bir hükümdar, şer'an kendisine helâl olmayan bir kadınla evlenmek istedi. Yahya da onu bu tür hukuk ve dine aykırı olan davranıştan men etti, Öldürühnesinin sebebi bu­dur. Hükümdann almak istediği bu kadının kendisine yakınlığı hak­kında da dört görüş vardır:

  Bu kadm oğlan kardeşinin kızı idi;

  Hükümdarın kendi öz kızı idi;

  Oğlan kardeşinin hanımı idi ve kardeş hamını ile evlenmek onlarda yasak idi;

  Üvey kızı idi (hanımının başka kocasından doğmuştu).

Hikâyeye göre; hükümdar üvey kızma âşık olmuştu. Hz. Yah­ya'dan nikâhlarının kıyılmasını istedi. Fakat Yahya (a.s.) aradaki karabetten dolayı buna yanaşmadı ve hükümdân böyle bir hareket­ten men etti. Kızın annesi duruma muttali' olunca Hz. Yahya'ya kin bağladı. Doğruca kızının yanma gitti. Onu en güzel tarzda allayıp-pullayıp, şarap meclisine oturunca bu vaziyette hükümdara gönder­di. Kızına, bu mecliste hükümdara şarap sunmasını ve kendisini böylece hükümdara arzetmesini tenbîh etti. Eğer hükümdar kendi­sinden kâm almak isterse, bir tas içinde Yahya'nın başını getirtme-dikçe buna yanaşmamasını söyledi. Kız her şeyi annesinin arzu et­tiği şekilde yerine getirdi. Hükümdar malûm istekde bulununca Yahya'nın başının getirilmesini şart koştu. Hükümdar bu istek için:

"— Benden bunu değil, başka bir şey iste!" dediyse de o:

"— Een bundan başka hiç bir §ey istemiyorum" dedi. Hüküm­dar emretti ve Yahya'nın başı bir kap içinde geldi. Yahya'nın bağı bu halde iken konuşuyor ve şöyle diyordu:

"— O kadın sana helâl olmaz! O kadın sana helâl olmaz!".

b — Bir gün hükümdarın karısı, son derece güzel olan Yahya'yı gördü ve kadın Yahya'dan bir istekde bulundu. Tabi'î bu isteği Yah­ya reddetti. Kadrin kızına:

"— Babandan Yahya'nın başını iste!" dedi .Hükümdar da kızı-nm bu arzusunu yerine getirdi.

Siyer bilginlerinin dediğine göre; Yahya'nın dökülen kanı kay­namağa devam etti. Yahya'nın kanı üzerinde tsrâil oğullarından 70 bin tanesi öldürüldükten sonra Xanın kaynaması durdu.

Diğer bir rivayette; kan, ta katil gelip, "ben Yahya'nın katili­yim" diyene kadar, kaynamağa devam etti. Bu ikrardan sonra katil (kısasen ) öldürüldü ve kan da sükûn buldu.

4 — Acaba Allah azgınlıklarından sonra tsrâfl oğolîrim te'dîb için kimi gönderdi? Buna dâir beş çeşit söz var:

a — Calût ve ordusunu;

b — Buhtunassar'ı;

c — İmansız olan AmaJika'yı;

d — Senharib'i;

e — iranlılardan bir kavmi, ibnü Zeyde göre, Isrâiloğullarına Allah'ın musallat ettiği bu İranlı hükümdarın adı Sâbur Zü'1-Ektâf'-dır[65]. [66]

 

RİVAYETLERİN  TAHLİLİ

 

1  Yukarıya numara ile tercenıesini   aldığımız   ve   Huzeyfe îbn El-Yemân'dan rivayet edilen, Beytü'l-Makdis'in Buhtunassar ta­rafından tahribini haber veren hadîs mevzu   (uydurma) dur. Epeyce uzun olan bu mevzu hadisi, et-Taberinin kitabına    almış olmasına hayret doğrusu_ Büyük allame bunun nasıl da farkına varmamış![67].

2  Yine yukarıya alınan1** numaralı rivayet ve onu ta'kîb eden­ler hakkında da "Isrâüiyyat" deyiminden başkası kullanılamaz. Zira bütün bu anlatılanları doğrulayacak   elimizde ne bir âyet, ne de bir hadîs ve ne de sahabeden menkûl sahih bir haber vardır.   Rivayet­leri ve muhtevalarını ayrıca tahlile lüzum   yok.   Çünkü   haberlerin isrâîliyyattan olduğu aşikârdır. Müfessirlerden bazısının, tefsirlerin­de bu hikayeleri büyük bir sabırla yazmış, olmaları, ayrı bir hayret konusudur. Sanki te'lîf edilenler, tefsîr değil de bir tarih kitabıdır!

Isrâîliyyat oluşlarında şüphe bulunmayan bu haberlerin bazısı Ehl-i Kitab'ın zındıkları tarafından uydurulmuştur; bazılarının da sahîh olma ihtimali vardır; fakat bunların yazılmasında ve kitaplara dercinde fayda yoktur. Ve Allah'ın konu ile ilgili olarak, kitabında bildirdiği kadarı mü'minlere kâfidir. Tevrat ve İncil'den veya bun­ların şerhi mahiyetindeki eserlerden veyahut da hristiyan ve yahûdî eserlerinden duyulup nakledilenlere müslüman camianın ihtiyacı yoktur.

Bütün bu söylenenler içinde birtek rivayet sahîh bir tankla Saîyd îbn El-Müseyyeb'e ulaşmaktadır; diğerlerinin ise sahih olma­dığı gibi, sahihe yaklaşan bir senedlerinin de olmadığı keşidir. Sahih bir senedle Saiyd îbn El-Müseyyeb'e varan rivayet ise, Buhtunas-sar'in Beytü'l-Makdis'i tahrib edip ahaliyi öldürdükten sonra Şam'a yürüdüğünü, orada kaynayan bir kan gördüğünü -kime âit olduğu tasrîh edilmeyen- bu kan üzerinde 70 bin inanmış adamı ve bu ara­da başkalarını katlettikten sonra kanın sükûna kavuştuğunu ifâde eder[68]. [69]

 

F --- HARÜT VE MÂRÛT

 

Kur'ân'ı Kerîm'in en uzun sûresi olan EI-Bakara'nin 102. âye­tinde Bâbil ülkesine indirilmiş Hârût ve Mârût isimli iki melekten bahsedilir. Bu âyette aynı zamanda peygamber Süleyman (a.s.)'a ve sihre de atıf vardır. Son derece kısa sayılabilecek olan bu âyet do îaysiyle tefsirlere onlarca sayfalık bilgi dercedilmiştir. Neticede gö­rüleceği gibi haberlerin hiçbiri sahîh yollarla Hz. Peygamber'e  ulaş­mıyor. Ve hemen tamamiyle verilen bilgiler îsrâîliyyata müncer olu­yor.

 

1 — Âyetin Meali:

 

"Şeytanların, Süleyman'ın mülk (saltanat ve nübüvvet)'ü aley­hine uydurup takip ettikleri şeylere (yalanlara)   uydular.   Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı. Fakat o şeytanlar kâfirdiler ki, insan­lara sihri (büyücülüğü) ve Bâbil'deki iki meleğe: Hârût ve Mârût'a indirilen şeyleri Öğretiyorlardı. Halbuki onlar    (yani o iki melek) : "Biz ancak fitneyiz (imtihan için gönderilmişiz). Sakın, (sihir, büyü yapıp da) kâfir olma" demedikçe hiçbir kimseye (sihir) öğretmez-lerdi. işte onlardan (o iki melekten) koca ile karısının arasını   ayı­racak şeyler öğrendiler. Halbuki (sihirbazlar) Allah'ın izni  olmadık­ça onunla hiçbir kimseye zarar verici değillerdir. Onlar ise kendile-,

rini zarara sokacak, onlara fayda vermeyecek şeyleri öğreniyorlardı.

Andolsun, onlar muhakkak biliyorlardı ki, onu  (yani sihri)  satın alan (ona revaç veren) kimsenin âhiretten hiçbir   nasibi   yoktur.

Onlar kendilerini cidden ne kötü şey karşılığında satmış olduklarını bilselerdi".

 

2 — Ayetin Niteûl Sebebi:

 

îbn îshak'tan: Dâvud oğlu Süleyman (a.s.)'ın ölümünü anladık­ları zaman şeytanlar karar verip sihrin bütün çeşitlerini kaleme al­dılar (ve şunu îlân ettiler): "Kim şu şu arzularına kavuşmak isterse, söyle şöyle yapsın...". Her türlü sihir ve buna ait formüller tesbît edildikten sonra bunu bir kitap haline getirdiler, sonra kaşı (nakşı) Hz. Süleymamn yüzüğünün kaşına benzer bir yüzükle mühürlediler. Üzerine de  (sahte olan)  şu unvanı koydular:  "Bu  kitap, Davud oğlu    Süleyman'ın    ilim    hazînelerine    dâir   Âsaf   îbn    Berhiya"n yazdıkları şeyleri ihtiva   eder". Sonra bunu Hz. Süleymanin tahtının altına gömdüler. Aradan zaman geçince İsrail oğullarından hayatta kalanlar bu kitabı bulup çıkardılar. Bu kitapda yazılı olan şeylere muttali' oldukları za­man Hz. Süleyman aleyhinde: "Hz. Süleyman ancak bu sayede yap­tığını yapmış" dediler. Sihri insanlar arasında yaydılar: öğrendiler ve öğrettiler. Sihir denilen şey, hiç bir millet için yahûdîler ara­sında olduğu kadar yayılıp meşhur olmadı.

Hz. Peygamber, Allah tarafından kendisine indirilen vahiylerde Hz. Süleyman'dan bahsedip onun peygamberlerden olduğunu söyle­yince, Medine'deki yahûdîler: "Doğrusu Muhammed'e hayret! Dâ­vud oğlu Süleyman'ın peygamberlerden olduğunu iddia ediyor! Val­lahi Süleyman sihirbazın biri idi!" dediler. Bunun üzerine C. Hak yu­karıdaki âyeti indirdin[70].

Sald İbn Cübeyr^den : Sihre dâir şeytanların elinde ne varsa hepsini Hz. Süleyman toplattırdı ve bunları hazîne odasındaki tahtı­nın altına gömdürdü. Şeytanlar bu sihirlerin gömülü bulunduğu yere yaklaşma imkânı bulamayınca insanlara varıp: "Siz, Süleyma-mn şeytanlara, rüzgârlara ve diğer varlıklara kendisiyle hükmet­tiği ilmi istemez misiniz?" dediler. Onlar da: "Tabi'î arzu ederiz" cevâbını verdiler. Bu cevâp üzerine insanlara onun medfûn olduğu yeri tarif ettiler. İnsanlar varıp tarif edilen yeri kazdılar, sihri bulup çıkardılar ve kullandılar. Hicazlılar: "Süleyman bunu isti'mâl ederdi, bu da tabiatiyle sihirdir" dediler. Bunun üzerine Allah pey­gamberine Hz. Süleyman'ın sihirden ve sihirbazlıktan uzak oldu­ğunu ifâde eden yukarıdaki âyeti indirdi[71].

îbnü Abbas'tan : Hz. Süleymamn basma gelen olaya - ki salta­natının bir müddet elinden alınmasıdır - Cerâde isimli hanımının ya­kınlarından, olan bazı kişiler sebep olmuşlardır. Cerâde, Hz. Süley­man'ın hanımları arsında kendisine en çok itimad ettiği biri idi. İbnü Abbas der ki: "Hz. Süleyman hemen her mes'elede Cerâde'nin mensubu olduğu ailenin haklı yıkmasını arzu eder ve gerektiğinde onların lehine hükümler verirdi. Bütün insanlara karşı aynı adalet hissi ile davranmadığı için Allah tarafından cezalandırıldı".

İbnü Abbas sözüne şöyle devam etti: "Dâvud oğlu Süleyman, helaya girmek ve hanımlarından biri ile yalnız kalmak istediğin­de yüzüğünü Cerâde'ye verirdi. C. Hak Hz. Süleyman: belâya uğratmak istediği zaman Süleyman bir gün yüzüğünü mutadı oldu­ğu üzere Cerâde'ye verdi. Bu esnada Süleymanın kılığına girmiş olan şeytan geldi ve kadına:

"— Yüzüğümü ver!" dedi. Kadın yüzüğü getirince aldı ve par­mağına taktı. Yüzüğü parmağına geçirir geçirmez cinler, şeytanlar ve insanlar ona boyun eğdi. Ravî sözüne devamla der ki; Süleyman işi­ni bitirince Cerâde'ye vardı ve:

"— Getir yüzüğümü!" Dedi. Kadın:

"— Sen Süleyman değilsin, yalan söylüyorsun" dedi. Ravî der ki: Süleyman bu basma gelenin bir fitne ve imtihan olduğunu anla­dı. Bu Süleyman'ın yüzüğünü ve bu sayede saltanatını   eline geçir­miş, olan şeytanlar, fırsatın ellerinde bulunduğu bu günlerde sihir ve .küfrü ihtiva eden bir kitap yazdılar. Sonra da bunu Süleyman'ın kürsisinin altına gömdüler. Sonra bu gömdükleri    yerden    çıkarıp kitabın muhtevasını insanlara okudular ve arkasından da insanlara şunu empoze ettiler: "Süleyman bu kitaplar   sayesinde    insanlara hükmediyordu! "Râvi diyorki: Bu hadiseden sonra   insanlar   Hz. Süleyman'dan soğuyup ayrıldılar ve O'nu tekfir ettiler, insanların Hz. Süleyman aleyhinde besledikleri bu kanaat Hz. Muhanımed (s.a.v.)in gönderilmesine kadar sürüp gitti. Allah Hz. Muhammed'e:   "Şeytan­ların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurup takip    ettikleri şeylere uydular" (yani şeytanların sihir ve küfürle ilgili olarak yazdıkları­na) âyetini indirdi. "Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı. Fakat o şeytanlar kâfirdiler..." âyetiyle de Allaiı Hz. Süleyman'ın özrünü be­yân edip açıkladı[72].

 

3 —Kelimesinin Okunuşu:

 

Âyette geçen "melekeyn" kelimesi "melikeyn" tarzında da okun­muştur. Mütevâtır olan kıraatlerde kelime ( CrSLa — iki me­lek) tarzındadır. Diğer okuyuş ise şâz'dır[73]. Bazı eserlerde şâz olan bu okuyuş tarzı îbnü Abbas ve el-Hasenü'1-Basrî'ye nisbet edilmiş­tir[74]. Buna göre manâ: "...Ve Babil'deki iki hükümdara: Hârût ve Mârût'a indirilen şeyleri öğretiyorlardı..." şeklinde olur.

El-Hasenü'1-Basrf ye göre, "o iki hükümdar Babilîlerden iki kâ­firdir",

Bazılarınca da onlar, İsrail oğullarından iki hükümdardır.

Abdurrahman îbn Ebzâ onların Davud ve Süleyman (a.s.) ol­duklarını söylemiştir. Yukarıda da işaret edildiği gibi bu tarz oku­yuş ve buna ait rivayetler şâz'dır. Ihticaca salih olmayan bu okuyuş tarzına ileride, konu ile ilgüi rivayetlerin tahlili bölümünde tekrar temas edeceğiz.

 

4 — Olay Nerede Geçti.

 

C. Hak âyette bahsi geçen iki meleğin Babil denen bir memle­kete indirildiğini beyân ediyor. Ama dünya coğrafyasında buranın yerini Kur'ân bize bildirmiyor. Kur'ân'm bildirmediği şeylerin arka­sına düşmenin çok zaman müslümanlara faydası yoktur. Buna rağ­men bazı müfessirler bu gibi şeylere fazlaca düşkündük göstermiş­lerdir. BabiTin yerini tayin için Öne sürülen yerler:   '

a—  Irak[75];

b — Küfe[76]:

c — Hîre ile Babil arasında bir yer[77];

d — Nusaybin[78];

e — Dünbavend Babili[79];

f   Demavend dağı[80];

g — Garpta bir yer[81];

h — Bir kasaba adı[82];

ı — Arzda bir yer adı[83];                    

i — Arzda bir dağ[84].

 

5 — Olay Kimin Zamanında Geçti?

 

Bazı müfessirler tarih iğinde kaybolup gitmiş bu olayın kimin zamanında geçtiğini de merak edip araştırmışlardır. Buna ait Kur'ân'ı Kerîm'de ve hadîslerde en ufak bir işaret mevcut değildir. Esasen bunu merak edip araştırmak da İslâm'a bir şey kazandır­maz. Söylenen ve yazılanlar tamamiyle zandan ibarettir.

Rivayetlere bakılacak olursa hâdise, İdrîs (a.s.) zamanında geç­miştir[85].

 

6 — Hârût ve Mârût Yeryüzüne Niçin indirildi?

 

a — Allah bu iki meleği, hak dîne uymayı insanlara emret­sinler, sihirden kaçınmalarım tenbîh etsinler, sihir île mu'cizenin farkını göstersinler diye indirdi. Çünkü o devir insanları arasında sihir fazlaca yayılmış ve revaç bulmuştu. Melekler insanlara onca sihrin ne dehşet bir şey olduğunu ve tesirlerini öğretiyorlar, sonra da bundan men ediyorlardı. Bu türlü men bilgiye müstenid oldu­ğu için daha tesirli oluyordu. Sonra bir şeyin zararını bilmeyen ki­şi ondan kaçınmaz.

b — Allah'ın verdiği bunca nimetlere karşılık insanların gü­nahlara düşmesi, isyanı bir tarafa atıp Yaradan'a ibâdet etmeme­lerine melekler son derece hayret ettiler. Onlardan bir grup:

"—Ya Rab! Yeryüzündeki bu yaratıkların yaptıkları şeylere, ■ sana karşı düzdükleri yalan ve iftiralara, içine düştükleri günahla­ra kızmıyor musun? Sen onları bu türlü şeyleri yapmaktan men ettin, onlar senin kabza-i kudretindedirler; (onlara hala niçin mü­samaha ediyorsun ?)" dediler. Allah meleklerine, kendi hallerini, yaratılışlanndaki sırrı tanıtmak istedi ve:

"—İçinizden iki meîek seçin de ben onları yere indireyim. Onları Âdemoğullan misâli yeme, içme, tama', hırs gibi tabi'ı ve beşerî haller ve şehvetle donatayım; sonra da onları bana kulluk konusunda deneyeyim". îşte bunun üzerine melekler, Âdemoğullarını çok şiddetle kınayan Hârût ve Mârût'u seçtiler. Allah da onlara yeryüzüne inmeleri için vahyetti. Onlara:

"—Tıpkı  Âdemoğullarinda  olduğu  gibi sizi yeme,  içme,  hırs, tama' ve şehvetle donattım; dikkatli olun: Hiç bir şeyi bana ortak koşmayın! katlini harana kıldığım cana kıymayın! Zina    etmeyin! İçki içmeyin!" dedi ve onları insan kılığında yere indirdi[86].

 

7 --- Hârût ve Mârût Kimdir?

 

Yukarıda da işaret edildiği gibi Hârût ve Mârût iki melek­tir. Bütün kıraat imamlarınca kelime "melekeyn = iki melek" tar­zında okunmuştur. Bunun başka bir şeye ihtimâli yoktur. Komi tevatürle sabittir. Buna rağmen şâz tarîkle gelen ve imamlarca asla ehemmiyyet verilmeyen bir okuyuşa istinaden bu hususta çe-gitli görüşler ortaya atılmış ve Hârût ile Mârufun kim oldukları vuzuha kavuşturulmak istenmiştir. Konunun fazlaca dallanıp bu­daklanmasına 'deki 'nuı ifâde ettiği manâ da tesir etmiştir.

a — îki melektir (doğru olan görüş budur[87]);

b — Cebraü ve Mikâîl'dir[88];

c — İnsanlardan iki kişidir[89];

d — İki hükümdardır[90].

e — İki şeytandır[91];

f — Cinlerden iki kabiledir[92];

g — Hârût ve Mârût, "es-Sicill" ismindeki meleğin  yardımcılarındandır[93].

h — Îns ve cin şeytanlarıdır[94];

ı  Dâvûd ve Süleyman (a.s.) 'dır[95].

 

8 — Yeryüzüne İndirilen İki  Meleğin Macerası:

 

İbnü Abbas'tan: Allah semaların kapılarını meleklerine açtı. Onlar yeryüzündeki insanların amellerine baktılar, İnsanların hatâ işlediklerini görünce:

"— Ya Rab, senin (kudret) elinle yarattığın, meleklerine sec­de ettirdiğin, eşyanın isimlerini belletdiğin ÂdenıoğuUarı hatâlar içinde yüzüyorlar" dediler. Allah da:

"— Eğer siz onların yerinde olsaydınız, aynı şeyleri yapardı­nız" buyurdu. Melekler:

"— Ya Rab, seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Âdemoğul-larınm yaptığım yapmak bize yaraşmaz" dediler. Ravî der ki; me­lekler, Allah tarafından yeryüzüne inecefe!cmları seçmekle emrolun-dular. Onlar da, Hârût ve Mârût'u seçtiler. Hârût ve Mârût yere indirildiler. Allah; kendisine hiç bir şeyi ortak koşmamaları, hırsız­lık yapmamaları, zina etmemeleri, şarap içmemeleri, -Allah'ın meş­ru gördüğü haller müstesna- hiç bir cana kıymamaları şartıyla yer­yüzünde ne varsa onlara helâl kıldı. Ravî sözüne devamla derki; melekler yeryüzünde yaşamalarına devam ederken, kendisine  (dün-ya?) güzelliğinin yarısı verilmiş olan ( &'^ »isJ-j-j      ) isminde bir kadın gördüler Dayanamayıp onunla zina etmek istediler. Kadın me­leklerin   teklifine   yanaşmadı   Onlardan   Allah'a  şirk   koşmalarım, şarap içmelerini, cana kıymalarını ve (gösterdiği) puta secde etme­lerini §art koştu.  Melekler kadının teklifine:   "Biz Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmayız"  diye  cevâp^ yerdiler.  Meleklerden  biri  diğe­rine, kadına varıp, tekliflerini tâzepknesirii söyledi. Kadın yine red­detti. "Şarabı içerseniz olur" dedi. Meleklerin kadının sunduğu şa­rabı içtiler ve körkütük sarhoş oldular. Bu esnada    yanlarına bir dilenci geldi ve kendilerinden bir şeyler istedi. Dilenciyi Öldürdüler. Onlar bu iki büyük kötülüğü irtikâp edince, Allah gök kapılarını me­leklere açtı. Arkadaşlarının bu hallerini görünce:    "Ya Rab! Seni her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Sen her şeyi en iyi bi­lensin"   dediler.   Ravî   diyor  ki;   Allah,   Dâvûd      oğlu   Süleyman (a.s.)'a, meleklerin dünya azabı ile ahiret azabından birini tercîh etmelerini vahyeti. Melekler dünya azabım    tercîh    ettiler.   Bunun üzerine BabÜ'de topuklarından tepesi aşağı asıldılar[96].

Es-Süddî'den: Hârût ile Mârût, hüküm ve davranışlarından dolayı yeryüzü sakinlerini (insanları) kınadılar. Taraf-ı tlâhî'den bu iki meleğe şunlar söylendi:

—Ben, Âdemoğuluna on şehvet verdim. Onlar, kendilerine verilen bu şehvetlerle bana isyan ediyorlar". Buna Hârût ile Mâ­rût şöyle karşılık verdiler:

" — Ya Rab, eğer sen bu on şehveti bize vermiş olsaydın ve sonra bizde yeryüzüne ineydik, yine de adaletle hükmeder (doğru dürüst iş görür)'dük". Allah da onlara:

" — Haydi inin hfl.irn.hm. Size bahsi geçen on şehveti verdim, insanlar arasında hükmediniz" buyurdu. Bu iki melek Dünbavend Bâbil'ine indiler. İnsanlar arasında cereyan eden hâdiselerden ken­dilerine da'va olarak aksedenlere bakıyorlar, akşam olunca göklere çıkıyorlar ve sabahleyin tekrar aynı vazife için iniyorlardı. Bun­lar böyle sürüp giderken, birgün kocasından şikayeti olan bir ka­dın huzurlarına geldi. Melekler bu kadının güzelliğine hayran oldu-

lar. Kadının ismi, arapça olarak "ez-Zühre" nabatça farşça ise  Meleklerden biri diğerine:

"— Bu kadın benim gönlümü aldı götürdü" dedi. Arkadaşı da:

"— Ben de aynı şeyi sana söyleyecektim, utandığım için söy-leyemedim" karşılığını verdi. Diğeri:

"— Bunu ona çıtlatayım mı ne dersin" dedi. Arkadaşı:

"— Olur, fakat Allah'ın bize karşı azabı nice olur bilir misin?" deyince Öteki:

"— Allah'ın rahmetini umarız (ondan ümid kesilmez)" dedi. Kadın kocasına karşı olan şikâyetini huzura tekrar getirince me­lekler, kendisinden kâm almak istediklerini ona söylediler. Ka­dın tekliflerine:

"— Kocamı davada haksız, beni de haklı çıkarmadıkça kabul etmem" dedi. Melekler hemen kadının lehine, kocasının aleyhine dâvayı karara bağladılar. Kadın kendilerine, harabelerden birini buluşma yeri olarak verdi. Orada arzu ettikleri şeyi gerçekleştire­ceklerdi.   Melekler   (bu  maksadla)   randevu mahalli  olarak  tayin

edilen yerde kadını buldular. Onlardan biri kadınla yalnız kalmak isteyince, kadın:

“— Hangi sözle (düâ) semaya çıktığınızı ve hangisi ile indiğinizi bana söylemedikçe arzunuza yanaşmam" dedi. Onlar da se­maya çıkış ve inişte okudukları duaları kadına bildirdiler. Kadın bunu öğrenir öğrenmez okudu ve semaya çıktı. Allah kendisine, semadan inileceği zaman okunan düâyı unutturdu. Böylece kadın çıktığı yerde kaldı. Neticede Allah onu bir yıldıza çevirdi.

Abdullah Ibn Ömer onu (yıldızı) her gördükçe lanet eder ,ve ;

"— Hârût ve Mârufu fitneye düşüren budur!" derdi. Hârût ile Mârût akşam olunca mûtad veçhile semaya çıkmak istediler, fakat muvaffak olamadılar. Mahvolduklarını anladılar. Allah kendilerini, dünya âzâbı ile âhiret azabından birini seçmeleri hususunda serbest bıraktı. Dünya azabını tercih ettiler. Bâbilde asıldılar ve insanlara sihirle konuşmaya başladılar[97].

Er-Rabi'den: Hz. Âdem'den sonra insanlar birtakım kötülük­ler irtikab edib Allah'a karşı nankörce davranıp küfre düşünce, göklerde melekler şöyle dediler:

"— Ya Rab, sen bu insan âlemini kendine kulluk ve ibâdet-için yarattın.. Onlar ise, küfre düştüler, haram olan cana kıydılar, haram mallar yediler, zina ettiler, şarap içtiler!" Melekler bununla kalmayıp, insanlara beddüâ ettiler ve onları asla ma'zûr görmediler. C. Hakk tarafından kendilerine :

"— Onlar benden uzakta yaşıyorlar ve beni görmüyorlar" denil­di. Buna rağmen melekler insanları ma'zûr görüb affedemediler. On­lara:

"— Aranızdan, kendilerine emirlerimi emredeceğim, yasakla­rımdan sakınmalarını isteyeceğim iki melek seçin" denildi. Bunun üzerine Hârût ve Mârût'u seçtiler. Bu iki melek insanlara mahsûs olan şehvet ve isteklerle bezendiler. Allah'a ibâdet ve ona hiçbir şeyi ortak koşmamakla emrolundular. Allah'ın haram kıldığı cana kıy­maktan, hırsızlıktan, zina ve içkiden nehyedildiler. Bahsi geçen iki melek yeryüzünde bir müddet adaletle hükmederek kaldılar. Bu Hâ­rût ile Mârufun hâdisesi İdrîs (a.s.) zamanında olmuştu. Bu zaman­da diğer insanlara kıyasla güzelliği, ez-Zühre yıldızının diğer yıldızlara karşı mâlik olduğu güzelliğe eş bir kadın vardı. Bu kadın bir gün Hârût ile Mârufa geldi. Kadına hoş ve yumuşak söylediler ve kadın­dan murâd almak istediler. Kadın yapılan teklife yanaşmadı. Melekle­rin kendi emrine boyun eğmelerini ve dînine girmelerini şart koştu. Melekler kadının mensub olduğu dîni ve onun mahiyyetini öğrenmek istediler. Kadın bir put çıkardı ve: "Ben buna tapıyorum" dedi. Me­lekler:

"— Bizim buna tapmaya ihtiyacımız yok:" dediler. Kadının ya­nından uzaklaşıp gittiler ve Allah'ın düediği kadar durdular. Sonra tekrar kadının yanına vardılar; ona yumuşak söz söylediler ve ondan murâd almak istediler. Kadın yine "hayır" dedi ve bu def'ada dînine sülük etmelerini şart koştu. Melekler:

"— Bizim buna tapmaya ihtiyacımız yok!" dediler. Kadın Hâ­rût ile Mârufun puta tapmaktan çekindiklerini görünce bu kerre on­lara:

"— Şarap içmek adam öldürmek ve puta tapmaktan birini ter-cîh ediniz" dedi. Melekler

"— Bu üç tekliften hiç biri bize yıkışmaz ama, yine de bunların en ehveni şarap içmektir" dediler. Kadın onlara şarap sundu. Şa­rap kendüerini iyice mestedince, kadınla cinsî münâsebette bulun­dular (zina ettiler). Bu halleri devam ederken yanlarına bir kişi gel­di ve durumu gördü. Bu adamı, gördüklerini sağda solda yayıp bizi rezîl etmesin diye öldürdüler. Sarhoşluk halleri geçip ayılcUktan sonra, işledikleri günâhı ve cünnü anladılar ve semaye çıkmak iste­diler, fakat buna muvaffak olamadılar. Allah tarafından bu arzula­rına mani olundu, iş bu raddeye geldiği zaman, yeryüzünde bulunan bu iki melekle ehl-i sema arasındaki perde açıldı. Melekler, Hârût iîe Mârufun içine düştükleri günah ve hayatı gözleriyle gördüler ve bundan dolayı hayret ve dehşete kapıldılar. Ve melekler bu vesîle ile şunu anladılar ki; kim Allah'tan ırak, O'nun murakaabe, müşahede ve kontrolünden uzak kalırsa o kimse Allah'tan daha az korkar. Ar­tık bundan böyle melekler, yeryüzünde yaşayanların tümüne (imanlı veya imansız oluş hallerine bakmadan) istiğfar etmeye başladılar[98]. Hârût ile Mârût yukarıda anlatılan hatalara düşünce kendilerine ta­raf -ı îlânî'den şöyle bir teklîf geldi:

"— Dünya azabını veya ahiret azabım, bu ikiden birini tercîh ediniz!". Melekler:

"— Dünya azabı fanî, ahiret azabı bakîdir", deyip dünya azabı­nı seçtiler. Babil ülkesinde bırakıldılar ve kendilerine orada azâb olunmaktadır[99].

 

9 — Zuhre Üe Hârût ve Mârut’a Ait Hadîsler:

 

Hz. Peygamber ve sahabeden, Zühre ile Hârût ve Mârût arasın­da geçtiği söylenen olaylarla ilgili bazı hadîsler de rivayet edilmiştir. Bazıları "yeryüzüne indirilen iki meleğin macerası" başlığı altında geçen bu haberlerin belli-başları şunlardır:

a— Ahmed îbn Hanbel'in Abdullah îbn Ömer'den nakline gö­re, Efendimiz (s.a.v.) şöyle demiştir; 'Allah Adem (a.s.)'i yeryü­züne indirince melekler:

"— Ya Rab! Biz seni lıamdinle tesbîh ve takdis edip dururken-orada bozgunculuk edecek, kanlar dökecek- kimse mi yaratacaksın?" demişlerdi. Allah da: Sizin bilmiyeceğinizi herhalde ben bilirim de­mişti[100]. Melekler buna karşı şunu üeri sürdüler:

"— Ya Rab, biz sana karşı, Âdemoğullarından daha itaatliyiz". Buna cevâp olarak Allah meleklere:

"Meleklerden ikisini getirin! Onları yeryüzüne indirelim ve ne yapacaklarına, nasıl davranacaklarına bakalım!" dedi. Melekler:

"— Ya Rab! Hârût ve Mârût'u getirdik" dediler. Onlar yeryü­züne indirildiler. İnsanların en güzel şeklinde, "ez-Zühre" onlara te-messül ettirildi. Zühre, Hârût ve Mârufun yanma vardı. Bu iki me­lek Zühre'den nefsini istediler (ondan kâm almak istediler). Zühre:

"— §u şirk kelimelerini söylemeden teklifinize yanaşmam" dedi. Melekler

"— Vallahi biz, ebediyyen hiç bir şeyi Allah'a ortak koşmayız" dediler. Kadın onlardan ayrıldı gitti. Sonra kucağında bir çocukla geldi. Melekler yine ondan kâm almak istediler. Kadın:

"— Bu çocuğu öldürmeden olmaz vallahi" dedi. Hârût ve Mârût:

"— Hayır, vallahi onu asla Öldürmeyiz" karşılığını verdiler. Ka­dın onlardan ayrıldı gitti. Sonra elinde bir şarap kadehi ile geri gel­di. Melekler kadından tekrar kâm almak istediler, Kadın:

"— Bu şarabı içmedikçe olmaz vallahi" dedi Şarabı içtiler, sar­hoş oldular, kadınla düşüp kalktılar ve çucuğu öldürdüler. Melekler içkinin tesirinden kurtulunca kadın:

"— Vallahi bana karşı yapmayız diye direndiğiniz her şeyi saj hoşken yaptınız" dedi. Hârût ile Mârût dünya azabı ile ahiret aza­bından birini tercihte serbest bırakıldılar da dünya azabım tercîh ettiler"[101].

b — îbnü Cerîr'in, îbn ömerden nakline göre Nafi' şunu anlat­mıştır: Ben îbnü {fener ile yolculuk yaptım. Yolculuğumuz esnasında gecenin sonuna doğru tbnü Ömer bana:

"— Ey Nafi'! Bak hele, "el-Hamra" doğmuş mu?" dedi. Ben de "hayır, doğmamış" dedim. îbnü Ömer bu soruyu iki veya üç kerre tekrarladı. Sonra ben (zamanı gelip doğduğunda):

"— Şimdi doğdu!" dedim. îbnü Ömer bunun üzerine: "— Ona merhaba da, hoş safa da yok!" dedi. Ben:

"— Sübhânellah, Allah'ın enirine boyun eğmiş, itaatli, söz dinler bir yıldızdır o!" (ona bu tarzda kızmanın manâsı ne?) dedim. Bu­nun üzerine Ibnü Ömer:

"— Sana sadece Hz. Peygamber (s.a.v.)'den duyduğumu söylü­yorum; efendimiz bana şöyle buyurdu:

"— Melekler: Ey Rabbimiz, bunca hatâ ve günahlarına karşılık, insanlara nasıl sabırlı davranıyorsun?" dediler.Hakk kendilerine:

"— Ben onları sınadım, sîzleri ise onların işlediği   günah   ve fitnelerden korudum" buyurdu. Melekler:

"— Biz onların yerinde olsak sana isyan etmezdik" dediler. Bu iddiaya karşılık Allah:

"— İçinizden iki melek seçin!" Emrini verdi. Onlar da Hârût ve Mârût'u seçtiler"[102].

c — Abdürrazzak'ın Ka'bü'l-Ahbâr'dan nakline göre, Ka'b şöyle demiştir:

Melekler ÂdemoğuHarmın amellerini ve işlediklerini dillerine do-ladılar. Bunun üzerine kendilerine:

"— Aranızdan iki melek seçin!" denildi. Hârût ve Mârût'u seç­tiler. Allah Hârût ve Mârût'a:

"— Ben Âdemoğullanna bir takını elçiler gönderiyorum. Sizinle benim aramda elçi yoktur. Yeryüzüne inin. Bana hiç bir şeyi ortak koşmayın, zina etmeyin, şarabı içmeyin!". Ka'b der ki:

"— Vallahi daha yere indirildikleri gün akşam olmadan, kendi­lerine yasak edilen her şeyi yaptılar"[103].

d — Hz. Ali'den: Amr îbn Saîd Hz. Ali'nin şöyle söylediğini nak­lediyor:

"Ez-Zühre" ismindeki yıldız aslında İranlılardan güzel bir ka­dındı. Bu kadın vaktiyle, Hârût ve Mârût ismindeki iki meleğe davacı olarak vardı. Melekler kadını görünce ondan murad almak istediler. Kadın onların teklifini, okudukları zaman göklere çıkmalarım temin eden şeyi öğretmeleri şartıyla "peki" dedi. Kadına Öğrettiler. Kadın düâyı okudu gökyüzüne yükseldi ve o anda (Allah tarafından) yıldı­za çevriliverdi[104].

e — El-Hafız Ebu Bekr îbn Merdûye'nin Hz. Ali'den nakline gö­re, Hz. Ali şöyle demiştir:

Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: "AUah Zühre'ye lanet etsin! Çünkü, Hârût ve Mârût isimli iki meleği fitneye düşüren odur"[105].

f ---Îbn Ebî Hatim'in nakline göre Mücâhid şöyle demiştir:

Ben bir seferde Abdullah îbn Ömer ile beraberdim. Gece vakti olunca uşağına:

"__Bak bakayım! Kendisine merhaba da, hoş safa da olmayan

el-Hamrâ doğmuş mu? Allah onun canını alsın! O iki meleğin arka­daşı (başlarının belasıdır!)" dedi. (Hâdise şöyle cereyan etti:) Me­lekler:

"— Ya Rab! Haram olan kanları akıttıkları, yasaklarını çiğne­dikleri ve yeryüzünde fesad çıkarıp durdukları halde Âdemoğullan içindeki azgınları nasıl cezasız bırakıyorsun?" dediler. C. Hak:

"— Ben insanları imtihan ve tecrübe ettim. Sizi de onlar gibi im­tihan etseydim gerçekten siz de onların yaptığının .aynısını yapar­dınız" buyurdu. Melekler:

"— Hayır yapmayız" diye karşılık verdiler. Allah:

"— En güvendiklerinizden iki melek seçin!" dedi. Hârût ve Mâ­rût'u seçtiler. Allah Hârût ve Mârût'a:

"— Ben sizi yeryüzüne indireceğim." dedi ve kendilerinden; şirk koşmamaları, zina etmemeleri, hiyânette bulunmamaları hususunda ahd aldı ve yere indirdi. Onlara şehvet verdi. En güzel bir kadın kılı­ğında "ez-Zühre" Hârût ve Mârût'a indirildi. Onlara göründü. Melek­ler Zühre'den kâm almak istediler. Zühre:

"— Benim dînime girmeyen hiç bir kimse böyle bir şeye nail ola­maz" dedi.

"— Dînin nedir?" sorusuna, "mecûsîlik" diye cevâp verdi. Hâ­rût ve Mârût:

"— Bu şirktir. Bunu asla kabul ve ikrar etmeyiz" dediler. Ka­dın bir zaman onlara görünmedi. Sonra tekrar meydâna çıktı. Melek­ler yine ondan murad almak istediler. Kadın:

"— Benim bir kocam var. Yapacağım bu işi onun duymasını ar­zu etmem. Zîra duyarsa beni rezîl eder. Eğer benim dînimi ikrar eder ve beni beraberinizde semaya götüreceğinize söz verirseniz dediğini­zi yaparım" dedi. Kadının dînini kabul ettiler; kendisiyle yalnız kal­dılar. Sonra kadınla birlikte semanın yolunu tuttular. Semanın kapı­sına varıp dayandıkları zaman gökyüzü onlara kapandı, kanatlan budandı. Korku, pişmanlık ve çığlıklar içinde yere düştüler.

Arzda iki cuma arasında Allah'a yalvaran ve cuma günü olunca düâsı kabul edilen bir peygamber vardı. Melekler; "falana varsak da bizim için düâ talebinde bulunsak. Bize düâ ediverse" diye düşündü­ler ve varıp dileklerini arzettiler. O zat:

"— Allah iyiliğinizi versin, arz sakinlerinden olan birisi, sizin gibi gök ehli olanlara nasıl düâ edebilir?" dedi. Hârût ve Mârût:

"— Biz denenmiş ye mahvolmuş kimseleriz" dediler. Peygamber cuma günü kendisine uğramalarını söyledi; günü gelince uğradılar. Peygamber:

"— Hakkınızda yaptığım hiç bir düâ kabul edilmedi. Binâenaleyh Öbür cumaya geliniz" dedi. Geldiler. Peygamber onlara:

"— Siz dünya azabı ile ahiret azabından birini seçmede serbest­siniz, birini seçiniz;. Eğer dünya yaşayışını tercih ederseniz, size ahirette azâb vardır. Dünya azabını seçerseniz, ahirette Allah'ın hük­müne tabisiniz. O, nasıl isterse öyle olur". Bunu dinledikten sonra meleklerden biri:

"— Henüz dünya ömründen az bir kısım geçmiştir, (geride da­ha nice yıllar vardır)" dedi. Diğeri:

"— Yazıklar olsun sana! İlk işte ben sana uydum; şimdi de sen beni dinle! Gelip-geçici azâb ebedî olana benzemez" dedi. Arkadaşı ise:

"— Biz ahirette Allah'ın hükmüne tabî olacağız. Ben dünyada çektiğimiz gibi orada da ayrıca   azâb çekmekten   korkarım" dedi. . öteki:

"— Hayır, ben Öyle zannediyorum ki, eğer, Allah bizim, ahiret azabından korktuğumuz için dünya azabını tercih ettiğimizi bilirse--ki bu bizim samimiyetimize bağlıdır- bize iki azabı da çektirmez!". Ravî der ki: netîcede melekler dünya azabını tercîh ettiler de ateş dolu bir çukurun içinde başaşağı ayaklarından demir çengel ve ma­karalarla asılmışlardır[106].

 

10 — Hârût ve Mârût Nasıl Bir Cezâye Çarptırıldılar?

 

a — Kıyamet kopuncaya kadar saçlarından asılma cezasına çarptırıldılar;

b — Başları kanatlarının altına kıstınlmıştır;

c — İçi ateş dolu bir kuyuya atılmışlardır;

d — Başaşağı asılmışlardır ve devamlı olarak demir kırbaç­larla kırbaçlanmaktadırlar;

e — Ayaklarından uyluklarına kadar tartılmış vaziyettedirler; (?);

f — Rivayete göre bir zat kendilerinden sihir öğrenmek niy-yetiyle Hârut ve Mârufa gitti. Onları ayaklarından asılmış va­ziyette buldu. Gözleri kızarmış, derileri simsiyah olmuştu. Dilleri ile asılmış oldukları yerde bulunan su arasındaki mesafe dört par­mak kadardı. Onlar bu vaziyette "susuzluk" ile cezalandırılıyorlar­dı. Meleklerin bu vaziyeti adamı ürpertti ve gayri ihtiyarî "Lâ îlâ-he illallah" dedi. Melekler bunu işitince adama kim olduğunu sor­dular. O da, "insanlardan herhangi biri olduğunu" söyledi. Adama ikinci defa, "kimin ümmetinden" olduğunu sordular. O da "Muham-med ümmetinden" olduğunu kaber verdi. Melekler:

"—Muhammed  (s.a.v.)  peygamber olarak gönderildi mi?" de­diler. O da: "evet" dedi Melekler:

"—Elhamdülillah" deyip sevinç izhar ettiler. Yanlarına varan zat sevinçlerinin nedenini sordu. Melekler:

"— O kıyamet peygamberidir (ahir zaman nebîsidir.). Artık iş­kencemizin bitmesi yakındır" dediler[107].

g — Babilde bir mağarada azâb içindedirler[108]. [109]

 

RİVAYETLERİN   TAHLİLİ

 

* * Yukarıda me'âlini kaydettiğimiz el-Bakara sûresinin 102. âye­tinden başka, Kur'ânâ'da hakkında hiç bir

bu Hârut ve Mârut meselesi, görüldüğü gibi kitaplarımızda bir hay­li yer tutmuştur. Belki yüzde doksan oranında; tefsirle, siyerle, peygamberler tarihi ve megazi ile uğraşan ve akaid sahasında eser veren müellifler rivayetleri hiçbir tenkide tabi tutmadan almışlar­dır. Haberleri, rivayet veya dirayet yönünden ve bazan da her iki­si bakmamdan tetkik edenler oldukça azdır. Haberlerden bazıları birçok yönleri ile masaldan farksız olduğu halde nedense bunlara dikkati çekmemişlerdir.

1 — Ayetin nüzul sebebi olarak yazılanlardan Hz. Süleyman ile eşi Cerâde arasında vuku'undan bahsedilen yüzük meselesi tama-nıiyle isrâîli bir haberdir. Ayrıca bu haberde, Hz. Süleyman'a çirkin iftiralar atılmıştır. Gûyâ Hz. Süleyman daima eşinin mensub oldu­ğu boy ve soyun haklı çıkmasını arzu edermiş v.s. gibi.

îsrâÜiyyattan olan bu haberlerin naklinde sayısın mahzurlar vardır. Birçok yönleri ile bunlar bâtıl ve lüzumsuzdur. Eğer bunlar fslâmî eserlere girmemiş olsaydı üzerinde durmaya hiç de lüzum yoktu. Rivayetler bir iki yönü ile tahlile tâbi tutulabilir:

a — Hz. Süleyman'ın eşi Cerâde'nin boy ve soyunun haklı çık­masına meyyal oluşu bâtıldın*. Çünkü Peygamberler hakkında böyle bir şeyin caiz olmayacağı icma' ile sabittir. Ve Peygamberler itti­fakla büyük günah işlemekten ma'sûmdurlar.

b — Bir şeytanın peygamber veya melek kılığına girerek Hz. Süleyman'ın yüzüğünü çalmış olması da bâtıldır. Çünkü şeytanlar melek ve peygamber kılığına giremezler.

c — Rivayete göre Hz. Süleyman muhitinde yaygın olan sihir ve efsunları toplattırıp tahtının altına gömmüştür. Bu rivayet de sa-hîh ve caiz değüdir. Eğer Hz. Süleyman bunun sihir olduğunu bi­liyorsa veya gömüldüğünden bahsedilen şey sinirse, onun yakılması veya suya atılıp kaybedilmesi icab ederdi. Böyle olunca da, onu takib eden zamanlarda sihir tatbikatından veya buna ait rivayetler­den bahsedilmemesi gerekirdi[110].

2 — Ayette geçen (melekeyn) kelimesinin (lâm)'ı, mütevatir kıraatlerde fetha ile okunur ve mânâ "iki melek" demektir. Bazı kitaplarada-şâz olan okuyuşlara yer verilmiştir. Bundan da ayrı-

ca bir takım görüşler, ihtimaller doğmuş ve neticede gerçekler iyice gölgelenmiştir.

Konu üzerinde en fazla titizlik gösteren Taberî oknustur: 'Şâz okuyuşa göre insanlardan iki kişi (melik) demek olan bu ke­limenin kıraati istidlal ve nakil cihetinden hatalıdır. Sahabe, tabi'în ve ensâr kurrası bu tarzın hatalı oluşunda icma' etmiş vaziyette­dirler. Bu okuyuşun kabule şâyân olmadığının en büyük delillerin­den biri budur ve şâhid olarak sadece bu yeterlidir[111].

 3 — Ayette geçen Bâbil'in neresi olduğunu tayin için ortaya atılan görüşlerin sayısı ona varmıştır. Belki bu türlü görüşler in­sanın içindeki tecessüsü tatmin için aslmda iyi şeylerdir. Ama bun­ların yeri, tefsire dair eserler olmamalıydı. Çünki bunlar âyetten gaye olan irşâd ve öğütleri bir Ölçüde gölgeliyor ve murad-ı ilâhî bunlar arasında kayboîub gidiyor, Âyetin manasını düşünmek yeri­ne, mü'minler Babil'in neresi olduğu sorusu ile uğraşyorlar. Neti­cede ortaya atılan görüşlerden hangisinin doğru, hangisinin eğri ol­duğu yolunda gerçek bir fikre de sahib olunamıyor. O zaman bu uğraşmalar tamamiyle lüzumsuz ve faydasız oluyor. Abesle iştigal sınıfına giriyor,

Babil'in yeri ile ilgili görüşleri tefsirine alan îbnü 'Atıyye sa­dece, "garbda bir yerdir" ifadesi için, "bu zayıftır" der; ötekiler hakkında müsbet veya menfi bir fikir beyan etmez[112].

4 — Hârut ve Mâruftan maksad kimlerdir? Bunun hakkın­da da bir hayli şeyler söylenmiştir. Yukarıda da temas edüdiği gibi Hârût ve Mâruftan maksad iki melektir. Ama bu isimler etrafın­da uydurulan şeylerin vebali tamamiyle uyduranlara aittir ve mü'­minler bunlara asla i'tibâr etmemelidirler.

İbn Hazm, bu iki isimden maksadın iki melek olduğuna şid­detle karşı çıkmıştır. Bir takım âyetlere istinaden görüşünü mü­dafaa eden müellife göre bunlar olsa olsa iki şeytandır veya cinler­den iki kabile adıdır[113].

Et-Taberî başta olmak üzere birçok müellif bu konuda İbn Hazm ile aynı kanaati paylaşmazlar. Hârût ve Mârufun iki insan olduğu yolundaki görüşü itimada şayan  bulmayan ve  reddetmek için epeyce didinen et-Taberî'nin tuttuğu yol[114] îbnü   Kesîr tarafın­dan "çok garîb" olarak nitelenmiştir[115].

Hârut ve Mârufun, Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman olduğunu söy­leyenler de çıkmıştır. Islâmî muhitlerde asla duyulmaması arzu edi­len bu görüş maalesef bazı kitaplarımıza tenkîd edilmeden alınmış­tır. îbnü'l-'Arabî bu görüşü ileri sürenleri "gaflet"le ittiham eder[116].

Hârut ve Mârufun kim olduklarını aydınlığa kavuşturmak için Öne sürülenleri lüzumsuz ve gülünç bulan îbnü Kesîr, bu konuya ait bazı haberleri tek tek inceler ve bunların itimada şayan olma­dıklarını ortaya koyar[117].

îbnü Ebi Hatim'in kaydettiğine göre, bazılarınca Hârut ve Mâ-rut "es-Sicill" ismindeki meleğin yardımcılanndandır. îbnü Kesîr bu rivayetin "garîb bir eser" olduğunu; sıhhatinin sabit olduğu farze-dilse bile bunun reddedilmesi icab eden îsrâüî bir haber olduğnu açıkça belirtir[118].

5 — Hârût ve Mârût İle İlgili Hadîsler ve Diğer Rivayetlere Gelince:

a — Yukarıya (a) ve (b) fıkraları ile tercemesini aldığımız ve Ahmed îbn Hanbel tarafından tahrîc edilen hadîs, sahihinde îbn Hibban tarafından da rivayet edilmiştir. Hadîs bu kanaldan "ga-rîb"dir. Aynı hadis ile ilgili olan îbnü Merdûye ve îbnü Cerîr et-Ta­berî'nin rivayetleri de keza "garîb"dir. Abdürrezzak'm tefsirinde-ki rivayetten açıkça anlaşıldığı gibi hadîs, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e ait değildir. Rivayet Abdullah îbn Ömer vasıtası ile Ka'bü'l-Ahbâr'-dan alınmıştır. Yani bu haber doğrudan doğruya Ka'b'm sözüdür ve isrâuiyattır133.

{11?) İbnü Kesîr, I. 241-42. Ayrıca metinler için bak. A. İ. Hanbel, el-Müsned, no. 6178; et-Taberî, II 43S, no. 5 (A. M. Şakir neşri); Z. Mesîr, I. 124, not. 3.

Et-Taberfnin iki varyantla Abdürrezzak'tan; diğer bir yolla da Abdullah îbnü Ömer vasıtasıyla Ka'bü'l-Ahbar'dan; îbnü Ebi Ha­tim'in Süfyân es-Sevrî'den; yine Îbnü Cerir et-Taberî'nin bir diğer tarikla Ka'bü'l-Ahbârdan naklettiği haber mevkuftur. Hadisin kaynağı ile ilgili rivayetleri kaydettikten sonra îbnü. Kesîr sözü ve neticeyi şöyle bağlar:

"Hadis döndü dolaştı ve neticede yahûdîlere ait kitaplardan Ka'bü'l-Ahbar'm nakli noktasında düğümlendi." Yani bazı muhad-dis ve müelliflerce merfu' diğer bazılarınca da mevkuf hadis olarak rivayet edilmiş olan bu haber isrâîliyyâttandır[119].

b — Yine yukarıda (d) ve (e) fıkralarında tercemesi verilen ve Hz. Ali'ye nisbet edilen, Zühre ile Hârût ve Mârût arasında geçtiği söylenen vak'ayı dile getiren hadîsler de bir evvelkinde olduğu gibi çeşitli yönlerden tenkîd edilebilir. ŞÖyleki:

Îbnü Kesîr, îbnü Cerîr et-Taberî'nin rivayetine "cidden garîb-dir"; îbnü Ebi Hatim ve îbnü Merdûye'nin bir rivayetine: "Bu ha­ber bu yoldan sabit değildir"; îbnü Merdûye'nin diğer iki kanaldan tesbît ettiklerine de; "Bu da yulardaki haber gibi sahih değil­dir ve cidden garîbdir" der. Aynı konu ile ilgili olan ve yine îbnü Ebi Hatim tarfından tahrîc edilen haber için de îbnü Kesîr:

"Bu, Abdullah îbnü Ömer'e varan "ceyyid" bir isnâddır. Yu­karıda da geçmiş olan ve orada Hz. Peygamber'e ait olduğu söyle­nen bu hadîs, isnad bakımından daha sahih ve daha sağlam­dır. -Allah daha iyi birlir ama- bu haber, yukarda açıklandığı gibi Ka'bü'l-Ahbâr'm sözüdür" der[120].

Aynı konu ile ilgili olarak, Îbnü Ebi Hatim'in Îbnü Abbas'-tan; el-Hakim'in de Ebû Ca'fer er-Râzî'den birer rivayetleri vardır. El-Hakim'in "sahüıu'l-isnâd" diye vasfettiği bu haber için Îbnü Ke­sîr: "Zühre ile ilgili olarak rivayet edilenler içinde akla en yakını budur" der. îbnü Ebî Hatim'in başka bir varyantla yine îbnü Ab-bas'a varan rivayeti için de müellif: "Bu siyakda çok ziyâdelik, iğ-rab ve nekâret vardır" der[121].

Ebu Bekr îbnü Merdûye ve îbnü Rahûye'nin Hz. Ali'den rivâ-, yet etikleri hadîs için tbnü'l-Cevzî: "Bunlar sıhhati sabit olmayan eşeylerdir" der[122].

6 — Bir çok Islâmî eserlerde, Hârût ve Mârufa ait söylentile­rin aslı olmadığı halde cezalarının üzerinde durulmuştur. Müellif­ler, bu türlü düzmeler melekler hakkında caiz midir, değil midir so­rusuna cevâp vermeden; bunu araştırmaya lüzum görmeden onla­rın cezalarının şekli ile uğraşmışlardır.

Kıssanın isrâîliyyattan olduğu tesbît edildikten sonra artık, meleklerin uğradığı işkenceyi tayine veya üzerinde durmaya hiç bir gerek yoktur!

Kısaca ifâde etmek gerekirse, Hârût ve Mârufun Zühre ile alâkalı ve muhayyel maceralarını dile getiren tekmil rivayetler bâ­tıldır ve hepsi de akıl, mantık ve îslâmî Ölçüler yönünden reddi ge­reken şeylerdir. îsrâîliyyattan, hem de İslâm'a taban zıt isrâîliyyat­tan olan bu haberlerin hiç birine iltifat etmemek gerekir. Bu efsâ­nelerin kitaplara geçmiş olması ne kadar acıdır:*.

Eş-Şifa isimli meşhur eserin müellifi Endüslü el-Kadî Iyad:

"Ehl-i Ahbâr'm ve müfessirlerin Hârut ve Mârut kıssası ile ilgili olarak naklettikleri haberler ile Hz. Ali ve îbnü Abbas'tan ay­nı konuya dâir gelen hadisler hakkında şunu bil ki: Hz. Peygam­ber (s.a.v.) den ne sahîh ve ne de sakîm hiç bir şey gelmemiştir. Bunlar kıyas yoluyla da alınıp kabullenecek cinsten değildirler. Kur'ân'da mevcut bu âyetin manasında müfessirler ihtilâf etmiş­ler ; Hârut ve Mârut konusuna ait seleften menkûl şeyleri bazıları red­detmiştir. Bu haberler, yahûdîlere ait   kitaplardan   aktarılmış   bir takım düzmelerden ibarettir (Z. Mesîr, I. 125, not. 3; aynı konuya ait el-Kadî Iyad'ın değişik bir tenkidi için bak. Îbnü'l-Arabî, A. Kur'ân, I. 30; Mecelletü'l-Ezher, XXV. S95-96).

îbnü Hazm da el-Fasl'da, Hârut ve Mârufa ait olarak söyle­nenlerin yalan ve uydurma olduklarını, konu ile ilgili olarak riva­yet edüen merfu' ve mevkuf hadislerin asılsızlığını açıkça dile ge­tirir (el-Fasl, IV. 32).

Şî'î müfessirlerinden olan et-Tûsî ve et-Tabressî de eserlerinde Hârut ve Marufun Zühre üe olan muhayyel macerasına temas et­tikten sonra şöyle derler:

 "Bu rivayeti zikretmek ve kitaplara almakta fayda yoktur. Meleklerin ismetine kail olanlar bunu tecvîz etmezler" (et-Tibyan, I. 376; et-Tabressî, I. 176).

Hârut ve Mârut konusu hakkında rivayet edüenler dikkatli muhaddislerin gözlerinden kaçmamıştır. Uydurma hadislere ait mecmu'alarda rivayetler tahlÜ edilmiş ve bunların Hz. Peygamber veya sahabeye ait oluşu reddedilmiştir (Tenzîhu'ş-Şeria'ti'l-Merfû'a, I. 209-10; el-Le'âli'1-Masnû'a, I. 158; Muhammed Tahir, Tezkiratü'l-Mevdû'at, s. 110; İzmirli, S.C. Nebebiyye Mukaddemesi, s. 100). Eserlerine, hiç bir değer ifâde etmedikleri için rivayetleri dercet-meye,\müelhfler de takdire değer hizmet îfa etmişlerdir (Mekkî İbn. Hammuş, tefsîr, varak 17a).

Hemen her konuda titizliği ile meşhur olan îbnü Atayye de  rivayetin çürüklüğüne dikkati çekenlerdendir. Büyük müfessir bu konuda:

"Îbnü Umer"e nisbet edilen bu haberlerin tamamı zayıftır ve ona ait olmaktan uzaktır" der. Diğer rivayetler için de şunu söyler:

"Bu kıssalar bazı rivayetlerde uzun, bazılarında da kısadır. Bunlar içinde hiç bir tanesi kesin olarak sabit değildir. Onun için sözü uzatmada mana yoktur  (el-Muharrar, I. varak 84a-b).

Ba2! müfessirler de haberleri tahlile tabî tutarak reddetmişler veya bu nitelikteki görüşler benimsemişlerdir. Bazıları:

1 — îbnü Adü: "Zühre'nin iki melekle arasında geçtiği söyle­nen   (muhayyel)   macerayı  rivayet ettiler.   Îbnül-Hatîb   (Fahru'd-Dûn er-Razî) bu konuda şöyle der: Bufâsid bir rivayettir. Allah kitabi' Kür'ân'da buna delâlet eden ve doğrulayan herhangi bir işaret yoktur. BÜ'akis muhtelif yönleriyle bu rivayeti ibtâl ve cer-neden şeyler vardır:

(1)  Melekleri her türlü günahlardan beri gösteren ve on­ların ismetine toz kondurmayan deliller;

(2) — Rivayetler içinde geçen ve meleklerin dünya azabı ile ahiret azabından birini tercih etmede serbest bırakıldıklarını ifâ­de eden kısım keza fâsiddir. Bu konuda evlâ olan meleklerin azâb ile tevbe arasında muhayyer kılınmalarıdır.    Zira Allah bir ömür boyu kendisine şirk koşanları bile azâb ile tevbe arasında serbest bırakmıştır.   (Rahmeti bu kadar geniş olan)   Yüce yaratıcı nasıl olur da, bu hususta Hârût ve Mârût'a karşı cimri davranır?   (Ki-tâbü'l-Lübâb, varak 69a).

2 — Fahrud-Dîn er-Razî: Er-Razî'ye göre, kıssa bir kaç yönden bâtıldır:

(1) — Kıssacılara göre Allah, Hârût ve Mârût'a: "Eğer Âdem-oğullarını imtihan için vesile yaptığım şeyleri size tatbik etsey­dim, siz de tıpkı onlar gibi bana asî olurdunuz" buyuranca melek­ler: "Hayır ya Rab! Sen dediğini bize yapsan, biz sana asî olma­yız" dediler. Bu cümle Allah'ı tekzîbdir, O'nu techîldir ve bu, açık küfürlerdendir.

(2) — Meleklerin dünya azabı üe ahiret azabından birini ter­cihte serbest bırakılmaları hususu da bâtıldır, yalandır. Bu konuda evlâ olan onların azâb ile tevbe arasında serbest bırakılmalarıdır. Zîra C. Hak, bir ömür boyu kendine şirk koşanlar, peygamberlerine eziyyette son derece ileri gidenleri azâb ile tevbeden, birini seçmede serbest bırakmıştır.

(3)  Kıssacıların; "Hârût ve Mârût  (hâlen insanlara)  azâb içinde olmalarına rağmen sihir Öğretmektedirler, C. Hakka yalvar-maktadılar ve ceza çekmektedirler", rivayet ve iddiaları    da    tu­haf ve tutarsızdır. .

Tıbkı er-Razî gibi Ebu Müslim de bir kaç bakımdan meleklere sihir indirümeeini tenkîd etmiş ve bu iddianın bâtıl olduğunu söyle­miştir. ŞÖyleki:

(1) — Eğer Hârût ve Mârût'a sihir inmişse, bunu indiren Al­lah'tır. Bu ise gayr-i câiz'dir. Çünkü sihir küfürdür ve abestir. Böy­le bir şeyi indirmek ise Allah'a yakışmaz.

(2) — "...Fakat o şeytanlar kâfirdirler ki, insanlara sihri (bü­yücülüğü) öğretiyorlardı" âyeti (El-Bakara, 2/102), sihir öğretme­nin küfür olduğuna delâlet eder. Eğer meleklerin sihir öğrettikleri sabit olursa, onlara da küfür lâzım gelir. Bu ise bâtıldır.

(3)  Sihir  öğretmek  peygamberler  hakkında  caiz  değildir. Peygamberler hakkında caiz olmayınca, melekler hakkında haydi, haydi caiz değildir.

(4) — Sihri öğrenen ve ona hizmet edenler    ancak kâfirler, fâsıklar ve inatçı şeytanlardır. C. Hakkın bizzat yasak ettiği ve fai­line ceza tehdidinde bulunduğu şey ona nasıl izafe edilebilir? Sihir, yüzü yaldızlanmış bâtıldan başka bir şey midir? Allah'ın âdeti ise bu türlü sihirleri, Hz. Musa'nın kıssasında geçtiği üzere  (Yûnus, 1<V81) ibtâl etmektir. (M. Gayb, m. 202 v.d.; el-Kasimî, II. 212-13).

3  İbnü Kesîr  : El-Bidâye isimli eserinde rivayetleri kısaca tahlîl ettikten sonra bunların tamanüyle isrâîliyyat olduğunu ifâde ile yetinmiştir (el-Bidâye, I. 37-38).

4 — Edîb olan kardeşi Mahmûd M. Şâkir ile birlikte et-Tâberî tefsirini yeniden neşre hazırlayan asrımızın   büyük   hadîscisi   Ah-med Muhammed Şâkir muhtelif vesilelerle bazı rivayetleri tenkîd ettiği için İbnü Kesîr'e ta'rîzlerde    bulunmuştur. Hârût ve Mârût konusunda Taberî'nin tefsirinde yer alan haberleri tek tek tahlile tabî tutan muhaddis netîcede çok önemli bir notla işi tatlıya bağla­mış ve îbnü Kesîr'in otoritesini teslim etmiştir. Büyük  muhaddis özetle şunları söyler:

"Hârût ve Mârufla ilgili olan kıssalar, Zühre'ye ait haberler ve onun aslında kadın oluşu, sonradan yıldıza tebdîl edilmesi yolun­daki söylentileri üm-î hadîs ile meşgul olan bilginler ületlendirmiş-îerdir. Bu konuda, A. L Hanbel'in Müsned'inde bir de merfu' hadis vardır. Ben, bu hadîs münasebetiyle Müsned'in şerhinde geniş bilgi bilgi verdim ve bu hadîse ait olan îbnü Kesîr'in tefsîrindeki gö­rüşlerini naklettim. Müellif aynı konuya tarihinde de yer vermiştir. Tefsirinin bir başka yerinde, et-Taberî ve onun haricindeki eser­lerde bulunanları zikrettikten sonra şöyle der: "Mücâhid, es-Süddî, el-Hasenü'l-Basrî,   Katade,   Ebu'I-'Aİiye,   ez-Zühri,    er-Rebi'    îbn

gibi tabiîlerden müteşekkil bir gruptan Hârût ve Mârufa ait bir takım haberler nakledilmiştir. Netice olarak söylemek gerekir­se, bunlar isrâîlî haberlerdir. Çünkü bu hususta sahih, senedi, mut­tasıl olarak kendi re'y ve hevasından konuşmayan es-Sâdık ve el-Masdûk olan Hz. Muhammed'e varan merfu* bir hadîs yoktur.. Biz, Kur'ân'da olana inanırız o kadar. işin gerçeğini Allah bilir".

Bu konuda hak, bu söylenenden ibarettir. Bu tahlil ve izah kavl-i fasl'dır. Hamdolsun Allah'a" (et-Taberî, II. 433, not. 5, A. M. Şâkir neşri).

Kıssa ile ilgili hadîs ve rivayetler için Zâdü'l-Mesîr'i neşre ha­zırlayanın da güzel bir icmali vardır (2. Mesîr, I. 124, not. 3). Ayrı­ca, Siyer-i Celîle-i Nebeviyye Mukaddemesi'nde izmirli İsmail Hak­kı iki satırla okuyucularına kıssanın asılsız olduğunu hatırlatmıştır. (S.C. Nebeviyye Mukaddemesi, s. 100).

Konu ile ilgili olarak, birkaç kaynağa müracaat etmek suretiy­le Mecelietü'l-Ezher'de de bir makale intişar etmiştir, özet olarak, kıssanın tam bir düzme ve yalan olduğu neticesine varılan makalede baza  tahlillere de yer verilmiştir.  Şöyleki:

1  Kıssaya âit rivayetlerde Zühre'nin fâcîre bir kadın oldu­ğu ve Hârût ile Mârût'u fitneye düşürdüğü ifade ediliyor. Arkadan da semalara yükseltiliyor. Fâcire bir kadın nasıl olur da semalara yükselir?

2  Diyelim ki, Zühre göklere çıktı. Nasıl parlak bir yıldız olabilir.

3 — Ceza neticesi kadının yıldıza tebdîl edildiği ifade ediliyor. Günahkâr olan bu kadının parlak değil de simsiyah obuası gerek­mez miydi?

4 — Zühre ismi ile anılan yıldız, göklerin, yaratıldığı günden-beri semada cevelân eden, hiç bir şeyden haberi olmayan, günah veya sevabla uzaktan veya yakından en ufak bir ilgisi ve irtibatı bulunmayan bir yaratıktır. Kendi adına düzülen yalanlardan onun asla haberi yoktur!                                         ,

5 — Kıssada meleklere günah işletilmiştir. îslâmî inanca göre melekler ma'sûmdurlar. Kendilerinden ne küçük ve ne de büyük günah sûdûr eder (Mecelletül-Ezher, XXV. 895-96)[123].

 

G — ASHABI KEHF

 

Kur'ân-ı Kerîm'in on yedinci sûresi olan el-Kehf'de benzerlerine nisbetle tafsilatlı sayılabilecek bir kıssa vardır. Bunun adı; "Ashâb-ı Kehf" kıssasıdır ve sûre ismini bu kıssadan almıştır. Bu kıssa müna­sebetiyle tefsirlere girmiş olan haberlere geçmeden önce ilgili âyetle­rin meallerini verelim:

(habîbim) sen, bizim âyetlerimiz içinde (yalnız) Kehf ve Rakiym yaranının ibrete şâyân olduklarını mı sandın? (Öyle değil):

O zaman o genç yiğitler mağaraya sığınmışlardı da: "Ey Rab-bimiz, bize tarafından bir rahmet ver ve işimizden bizim için bir mu­vaffakiyet hazırla" demişlerdi. Bunun üzerine biz, nice yıllar mağa­rada onların kulaklarına perde vurduk. Sonra da onları uyandırarak, iki zümreden hangisi bekledikleri gayeyi daha iyi zabt ve hesâb edi­cidir, ayırd edelim diye. Şimdi sana onların kıssasını, hakikati veçhi­le, anlatalım:

Doğrusu onlar, Rablerine îman eden genç yiğitlerdi. Biz de on­ların hidâyetini artırmıştık. Ve (zâlim hükümdarın önünde) dikilip de: "Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz Ondan başkası­na Allah demeyiz. (Eğer dersek) O halde, andolsun ki, hakikatten uzaklaşmış oluruz. Şunlar, şu bizim kavmimiz ondan (Allah'tan) başka tanrılar edindiler. Bunların üzerine bari açık bir delîl ve bur­han getirselerdi ya. Artık Allah'a karşı yalan yere iftira edenlerden daha zalim kimdir?" dedikleri zaman onların kalblerini (sabr ve se­bat ile tamamen Halika) bağlamıştık. (Birbirlerine şöyle demişler­di) : "Mademki siz onlardan ve Allah'tan başka tapmakta oldukla­rın ayrıldınız, o halde mağaraya (çekilib) sığının ki Rabbiniz sîze rahmetinden genişlik versin, işinizden de size fâide hazırlasın".

(Onlara baksaydın) görürdün ki güneş doğduğu zaman mağara­larının sağ tarafına yönelir, battığı vakit de onların sol yanını kesip giderdi. Kendileri ise oranın geniş bir yerinde    idiler. Bu, Allah'ın âyetlerîndendir. Allah kime hidâyet ederse o, doğru yola erdirilmiş, kimi de şaşırırsa artık onun için hiçbir zaman irşâd edici bir yâr bu­lamazsın.

Sen onları uyanık kimseler sanırsın. Halbuki onlar uyuyanlardır. Biz onları (gâh) sağ yanına, gâlı sol yanma çeviriyorduk. Köpekle­ri de mağaranın giriş yerinde iki ayağını uzatıp yatmakta idi. Üzer­lerine tırmanıp da hallerini bir görseydin mutlaka onlardan yüz çe­virir, kaçardın ve herhalde, için onlardan korku ile dolardı.

Bunun gibi onları aralarında soruşsunlar diye uyandırdık da, içlerinden bir sözcü dedi ki: "Ne kadar eğleştiniz?". Bazıları; "Bir gün, yahut bir günün bir parçasında eyleştik" dediler. Diğerleri de: "Ne kadar eyleştiğinizi Rabbinia daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi bu gümüş para ile şehre gönderin de baksın, onun hangi yiyeceği daha temiz ise, ondan size rızık getirsin. Çok nâzik hareket etsin, sizi hiç bir kimseye sakın hissettirmesin" dediler.' Çünkü onlar size galebe ederlerse, sizi ya taşla öldürürler, yahut sizi zorla kendi din­lerine döndürürler.  Bu takdirde ise ebedî felah bulamazsınız."

Böylece (kullarımızı ve mü'minleri) onların ahvâline muttali' kıldık ki, Allah'ın (tekrar dirilteceğine dâir olan) va'dinin şüphe­siz bir hak olduğunu, kıyametin vuku'unda da hiç bir şüphe bulun­madığını bilmiş olsunlar. O sırada onlar, bunların işini aralarında niza'laşıyorlardı. Bunun üzerine "onların etrafına bir bina yapın" dediler. Rableri onları daha iyi bilendir. Onların işine galip ve vâ­kıf olanlar ise: "Mutlaka yanlarında bir mescîd edineceğiz" dedi­ler.

"Sayılan üçtür, dördüncüleri köpekleridir" diyecekler; "beş­tir, altıncıları köpekleridir" diyecekler. îkisi de "gaybi taslamak" dır. "Yedidir, sekizincileri kelpleridir" diyecekler. Söyle ki: "Rab bim onların sayısını daha iyi bilendir. Onları insanların birazından başkası bilemez". O halde bunlar hakkında zahirî bir münâkaşadan gayri ile mücâdele etme. Bunlara dâir içlerinden hiç bir kimseden fetva da isteme"[124].

 

1 — (Âyetin) Nüzul Sebebi:

 

Nadr Ibn el-Haris, Kureyş'in şeytanlarından idi.  Hz.Peygam-bere ezâ ve cefâ eder ve ona düşmanlık yapardı.    Bir gün Hîre'ye gitmiş, orada Rüstem ve îsfendiyar hikâyelerini Öğrenmişti. Hz. Peygamber bir meclise oturup Allah'ı zikir ve geçmiş milletlerin baslarına gelen musibetleri arkadaşlarına anlattığı vakit kalkar-kalkmaz Nadr arkasından gelip o meclise oturur; "ey Kureyş ce­mâati! Vallahi ben ondan daha güzel söylerim. Geliniz, size O'nun anlattıklarından daha güzelini anlatayım" der, sonra onlara İran hükümdarlarından anlatırdı. Kureyş bunu 'Utbe îbn Mu'ayt ile be­raber Medine'deki yahûdî hahamlarına göndermişler ve: "Onlara Muhammed'den ve ashabından sorunuz ve kelâmını haber veriniz. Çünkü onlar eski kitap ehlidir. Onlarda enbiya 'ilminden bizde bu­lunmayan bilgi vardır" dediler. Bunun üzerine ikisi çıkıp Medine'ye varmışlar. Kendilerine tenbîh edildiği tarzda yahûdî hahamlarına sormuşlar. Onlar da: "Ona şu üçten sorunuz:

1)   Fitye'den   (o genç yiğitlerden)   ki,  evvel zamanda gittiler, tşleri ne idi? Zira bunların hikâyesi 'acîbdir.

2)   O çok dolaşan adamdan ki, arzın doğularına ve batılarına varmıştı. Bunun kıssası nedir?

3) Rûh'tan sorunuz. Nedir o? Eğer onları size haber verirse peygamberdir. O takdirde ona uyunuz. Haber vermezse lâfçının bi­ridir. Ne isterseniz yapınız. Bunun üzerine Nadr ve arkadaşı Mekke'ye dönüp Kureyş'e: "Size, Muhammed ile aranızı fasledecek şey getirdik" diyerek yahûdîlerin söylediklerini haber vermişler. Gelip Hz. Peygambere sormuşlar. Efendimiz: "Sorduklarınızı yarın haber veririm" buyurmuş. İstisna yapmamış. Yani (înşâallah— Allah dilerse) dememiş. Gitmişler. Rasûlüllah 15 gece durmuş, va­hiy gelmemiş. Hattâ Mekke ahalîsi: "Muhammed size yarma va'-detti. Halbuki, bu gün 15 gün olduğu halde, sorduğunuza cevâp vermiyor" diye dedi-koduya başlamışlar. Binâenaleyh çok sıkıl­mıştı, derken Cebrail Allah'tan "Kehf" süresiyle geldi ki, onlara hüznünden dolayı Allah'ın mu'âtebesini ve sordukları o "fitye" ile, o çok dolaşan adamın kıssalarını muhtevidir[125].

 

2 — Ashâb-ı Kehfln Macerası:

 

İbnü Cerîr et-Taberî "Kehf ve Rakını yaranı" hakkında Amr'-dan şunu rivayet eder: Bu gençler Hz. İsa dîninden ve tslâmiy-yet inancı üzere  idiler.  Başlarındaki melik  ise  kâfirdi. Bunlara tapmaları için bir put gösterdi. Reddettiler ve:  "Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir,  Biz ondan  başkasına     İlâh  demeyiz. (Eğer dersek)   o  halde,   andolsun ki,  hakikatten  uzaklaşmış  olu­ruz"[126]. Dediler. Ravî der ki; onlar Allah'a kulluk iğin kavimlerin­den ayrıldılar.   İçlerinden biri:   "Babamın   koyunlarını   barındırdığı bir mağarası vardır. Gidip oraya gizlenelim" dedi. Gidip mağara­ya girdiler ve izlerini kaybettiler. Arkada kalanlar kendilerini ara­dılar.  Gizlendikleri mağaraya girdikleri haber verildi.  Miiletdâşla-rı: "Biz bu mağaranın ağzını iyice örüp kapatalım. Başka azâb ve ceza istemiyoruz" dediler. Mağaranın ağzını örüp kapattılar. Ara­dan zaman geçti, Allah onlara Hz. isa'nın dînine inanmış bir melik gönderdi.  Bu melik Ashâb-ı Kehf i üzerine yapılmış  olan    duvarı yıktırdı.  (Bu olay üzerine uyanan    Ashab-ı    Kehf)  birbirlerine şu tarzda sorguya başladılar:  "Ne kadar    kaldınız?",    bazıları:  "Bir gün, yahut bir günün bir parçasında eyleştik"    dediler.. Şimdi siz birinizi bu gümüş para ile şehre gönderin de baksın,    onun hangi yiyeceği daha temiz ise, ondan size bir rızık getirsin"[127]. O devrin gümüş paralan büyük idi. Yiyecek    ve içecek getirmesi için birini şehre gönderdiler. Dışarıya çıkmak için mağaranın    ağzına   vardı­ğında, mağaranın kapısı üzerinde tuhaf bir    şey gördü. Geri dön­mek istedi. Fakat sonra kararından vazgeçip gitti ve şehre girdi. Gördükleri tuhafına gidiyordu. Alış-veriş esnasında bir dirhem çı­karıp verdi. Adama baktılar ve yadırgadılar. Dirhemi de yadırga­dılar ve:  "Sen bunu nereden buldun? bu, bu devrin    parası değil" dediler. Etrafına birikip sordular. Netîcede adamı alıp hükümdara götürdüler. Bu kavmin ileride olacak mühim  hadisleri kaydettik­leri bir levhaları vardı. Bu levhaya baktılar. Hükümdar o zata ma­cerayı sordu, o da anlattı.. Bu zat ve arkadaşlarından dolayı sevin­diler. O zata: "Bizi götür de arkadaşlarını görelim" dediler. Arka­daşlarım görmek için beraberce gittiler. Ashâb-ı Kehf ten olan içe­riye Önce girdi.  Allah,  o içeri girdiği esnada onların  kulaklarına perde vurdu. Onların işine galip ve vâkıf olanlar: "Mutlaka yanla­rında bir mescid edineceğiz"[128] dediler[129].

Vehb îbn Münebbih'ten: Isa îbn Meryem'in havarilerinden bi­ri Ashâb-ı Kehf in bulundukları şehre gelmişti. Fakat şehre girmek diği zaman ona, kapıda bulunan puta tapmak icabettiğini söy-fdüer  Bundan dolayı havari şehre girmeyerek    civarda bulunan Vr hammamda ücretle çalışmağa başladı. Hammam sahibi, hava­inin çalışmaya başlamasıyla hammamda gelirin, hayır ve bereke-,    arttığı gördü. Havari ona samimî olarak açıldı ve dînini anlat-tasladı. Şehrin gençleri de onunla münâbeset kurarak kendini sevdiler. Havari onlara göklerle yeryüzünün haberlerini ve ahiret islerini anlattı. Bu gençler, hirıstiyanhğı kabul edip îman getirdi­ler. Temizlikte havariyi kendilerine  örnek edindiler.  Havari ham­mam sahibine, ibâdet zamanı geldiği vakit gençlerin, namaz kılma­sına ve ibâdet etmesine mani olmamasını    şart koşmuş    ve ham-manıcı da bunu kabul etmişti. Bu sırada hükümdarın oğlu bir ka­dınla harnraama geldi. Havari onun bu işini Kötüleyerek;  "sen bir hükümdar oğlu olduğun halde, bir yabancı kadınla hammama ge­liyorsun!" dedi. Bunun üzerine o utanarak hammama girmeden ge­ri döndü. Fakat, bir müddet sonra yanında bir kadın olduğu hal­de tekrar hammama geldi. Havari sözünü tekrarlayıp onu azarladı ise de, bu sefer hükümdar oğlu onun    sözüne kulak    asmayarak hammama girdi. Her ikisi de hammamda öldüler. Hükümdara oğ­lunun hammam sahibi tarafından öldürüldüğü haber verildi zaman, hammamcı aratıldı ise de   bulunamadı.    Hükümdar    arkadaşlarına sorduğundan   gençlerin   adı  verildi.   Onlar   şehirden     uzaklaşarak kendileri gibi hırıstiyan olan ve çiftçilikle uğraşan arkadaşlarının yanına gelip, hükümdar tarafından takip edilmekte olduklarını an­lattılar. Yanında köpeği olan çiftçi onlara katıldı. Hepsi de gecele­yin bir mağaraya sığınarak: "Geceyi burada geçirelim de yarın ne yapacağımızı, düşünürüz" dediler. Fakat Allah onların kulaklarına ağırlık vererek uykuya daldırdı.  Onları takip  eden     hükümdarın adamları,  sığındıkları mağarayı  keşfettiler,   Fakat     mağaranın önünde herkes korkuya tutulduğundan kimse içeriye giremedi. Ni­hayet aralarından biri; "Onları ele geçirdiğimiz takdirde Öldürecek değil miyiz? Öyleyse mağaranın ağzını   kapatalım da susuzluktan ve açlıktan Ölsünler" dedi. Arkadaşlan da bu fikri kabul edip ma-ğarının ağzını kapattıktan sonra çekilip gittiler.

(Aradan uzun zaman geçtikten sonra) bir çoban mağaranın yanında yağmura tutulmuş ve ağzını açarak koyunlarını içeriye sok­mak istemişti. Nihayet uğraşa uğraşa koyunlarını sokabilecek kadar bir delik açmağa muvaffak oldu. Allah, (o gün) sabahleyin onla­rın ruhlarım cesedlerine iade etti. Aralarından birini gümüş para­larla yiyecek satın almak üzere pazara gönderdiler. Adam şehrin kapısına geldiği zaman, ahâlide kendisinin alışmadığı haller gördü. Tüccardan birinin yanına gelerek: "Şu para mukabilinde bana yi­yecek ver" dedi. Tüccar: "Sen bu dirhemleri nereden aldın?" diye sorduğu zaman, O: "Arkadaşlarımla dün bir yere sığınmıştık. Sa­bah olunca bu parayı vererek beni pazara gönderdiler" diye cevab verdi. Tüccar: "Bu paralar falan hükümdar zamanında çıkarılmış­tır" dedikten sonra onu hükümdarın katma götürdü. Salih bir zat olan hükümdar da ondan: "Bu paralan nereden aldın?" diye sor­du. O: "Dün arkadaşlarımla şehirden çıkıp şu mağaraya sığınmış­tık. Sabah olunca arkadaşlarım bu paraları elime vererek beni pa­zara yiyecek almak üzere gönderdiler" diye cevab verdi ve mağa­rayı tarif etti. Hükümdar ondan arkadaşlarının (hâlen) nerede bulunduğunu sordu ve mağarada bulunduklarını öğrenince hepsi birlikte oraya gittiler. O: "Mağaraya benim ilk girmeme müsaade ediniz. Sizin geldiğinizi arkadaşlarıma haber veririm" dedi. Mağa­raya girer-girmez onu ve arkadaşlarım birden bire uyku bastı. Ar­kasından girmek isteyen herkes korktu ve kimse içeriye gireme­di. Nihayet onlar bu gençlerin bulunduğu mağaranın yanında bir kilise yapıp onu namaz kılmak üzere mescid edindiler[130].

Mücâhid'den: Bana söylediklerine göre onların bazıları çok genç olduklarından derilerinde benekli hastalık vardı. İbnü Ab-bas der ki: Ashâb-ı Kehf devamlı olarak gece ve gündüz Allah'a ibâdet ediyorlar, ağlıyorlar ve Allah'tan yardım talebinde bulunu­yorlardı. Bunlar sekiz kişi idiler: Aralarında en büyüğünün ve hepsinin nâmına söz söyliyenin adı Meksemlina idi; (diğerlerinin adlan ise): Mahsîmîlinîna[131], Yemlîhâ, Martûs, Keşûtûşm[132], Bî-runes, Dinemus, Yetuns, Kalûs'tur[133].

Dekyanus kasaba halkını, putlara tapmak ve onlara kurban kesmek için toplattırınca, bu gençler; ağladılar, sızladılar ve Alla­h'a şu tarzda düâya başladılar: "Ey yer ve göklerin Rabbı olan Allah'ımız! Biz asla senden başkasına yalvarmayız. (Eğer yalva-nrsak, o takdirde bizler) "andolsun ki, hakikatten uzaklaşmış oîu-ruz"[134]. Mü'min kullarından bu fitneyi kaldır. Belâyı onlardan uzaklaştır. İnanmış    kullarına yardım et! Çünkü onlar, sana açık ibâdetten men. edildiler, gizli ibâdet eder hâle geldiler. Bunun için sağa-sola gizleniyorlar. Sana açıkça ibâdet edebilmeleri için onla­ra yardımını gönder!".

Ashâb-ı Kehf bu vaziyette iken, halkı putlara tapmaya ve onlara kurban kesmeye zorlayan kâfirlerin ileri gelenlerinden biri, Ashâb-ı Kehf in bu uzletinin farkına vardı. Aralarında konuştular, Ashâb-ı Kehf namazgahlarında halktan ayrı bir hayat sürüyorlar, Allah'a ibâdet ve yalvarma ile vakit geçiriyorlar, ve Dekyanus is­mindeki zalim hükümdara şikâyet edilecekleri ânı bekliyorlardı. Halkı dinsizliğe zorlayan kâfirler gidip Ashâb-ı Kehf'in namazga­hına girdiler. Onları, Dekyanus'un fitnesinden kurtarması için Al­lah'a yalvarır, ağlar, tazarru' içinde ve yüzüstü secde vaziyetinde buldular. Kâfirlerin ileri gelenleri onları görünce: "Hükümdarın emrinden böyle ayrılıp uzaklaşmanızın sebebi nedir? Haydi ona!" dediler. Ashab-ı Kehf onların sözüne aldırmayıp, bildiklerinde de­vam ettiler. Ve hükümdarın huzuruna gitmediler. Onların yanın­dan çıkan kâfirler doğruca hükümdarın yanına varıp durumu an­lattılar[135].

Bu yazdıklarımız dışında Ashâb-ı Kehf'in macerası ile ilgili daha pekçok rivayetler vardır ve bu rivayetler fevkalade uzundur, çeşitlidir. Birbirinin benzeri veya tekrarı mahiyetinde olan haber­ler en geniş manasıyla et-Taberî (xy. 197-233) ve Meâlimü't-Ten-zîl (II. 433-41) de yer almışlardır.

 

3 — Ashâb-ı Kehf’ in İsimleri:

 

Muhtelif kaynaklarda Ashâb-ı Kehf'in isimleri de belirtilmiş­tir. İsimlerin tek tek sayılmasına lüzum var mı idi yok mu idi? Bu­nun Islâmî açıdan bize faydası var mıdır, yok mudur ve nihayet bu konudaki rivayetler îslâmı inidir, değil midir? Bunlara ileride temas etmek üzere Ashâb-ı Kehf'in isimlerini sıralayalım:

Birincinin adı: Meksemlina; İkincinin adı: Mahsemlina; Üçüncünün adı Yemlîha; Dördüncünün adı: Martus; Beşincinin1 adı:  Kusutans;

Altıncının adı: Bîruns; Yedincinin adı: Resmuns; Sekizincinin adı: Betuns; Dokuzuncunun adı Falus'tur[136].

 

4 — Yiyecek Almaya Gidenin Adı:

 

Ashâb-ı Kehf uyumadan önce ihtiyaç vuku'unda içlerinden bi­ri tebdil-i kıyafet edip şehre gidiyor ve kendisinin kim olduğunu belli etmeden gerekli erzakı mağaraya taşıyordu. Uyuyup uyan­dıkları zaman da aynı iş için biri şehre indi. Bazı rivayetlerde, As­hâb-ı Kehf in yaşça en küçükleri olduğu kaydedilen bu zatın ismi üze­rinde tam ittifak yoktur.

a — Yemliha idi;

b — Yemnih idi;

c — Temlilıa idi;

d — Tîzûsis   idi[137].

 

5 — Şehirden Alınan Erzakın Cinsi ve Miktarı:

 

Rivayete göre Ashâb-ı Kehf aç olarak uyandılar. îçlerinde yaşça en küçükleri olan Yemliha'yı erzak almak üzere şehre yolla­dılar Âyetde açıkça ifade edildiğine göre gençler şehre gidenden şöyle bir istekte bulundular: "Gümüş para ile şehre gönderin de baksın, onun hangi yiyeceği daha temizse, ondan size bir rızık ge­tirsin"[138]. Müfessirler bu âyette geçen "ezkâ= en temiz" den ne kastedildiği hususunda epey şeyler söylemişlerdir:

a — Şayet et alacaksa, "helal ve meşru tarzda boğazlanmı-" ş"mdan alsın. Çünkü Ashâb-ı Kehf'in şehrinde yaşıyanlann ekse­risi kâfirdi. Hayvanları putlar namına keserlerdi. Şehirde îmanını gizleyen ve kesim işini dinlerinin emrettiği tarzda yapan müslü-manlar vardı. Şehre gidenin işte bu son zümreni .1 kesteği etleri arayıp bulması isteniyordu;

b--- En helâl rızık olması isteniyordu. ed-Dahhâk der ki: "Bu

şehirde yaşıyan insanların mallarının çoğu gasb malı idi" Mücâhi­din dediğine göre Ashâb-ı Kehf denilen yiğitler arkadaşlarına: "Gasbedilmiş veya zulmen alınmış mal ve erzak satın alma!" de­mişlerdi;

c — Bereketi bol yiyecek;

d — Güzel ve temiz yiyecek;

e — Hayırlı yiyecek;

f — En ucuz yiyecek;

g — Az fakat bereketli yiyecek. Rivayete göre, şüphe uyan­dırmasın diye Ashâb-ı Kehf arkadaşlarına, iki veya üç kişilik yi­yecek  almasını  söylemişlerdir.   Fakat  alınan  bu  yiyecek  pişirildi­ğinde  kendilerine  yetecek   şekilde   çoğalmalı  idi.   Yine  rivayetlere bakılacak olursa ahnan erzakın cinsi:

(1)  Pirinç idi;

(2)   Kuru üzüm idi;

(3)  Hurma idi[139].

 

6 — Ashâb-ı Kehf'in Köpeği:

 

a — Köpek Kimin idi?

(1)  — Köpek  bir çobanın  idi.   Yolda  çobana  rastladılar,   ço­ban   ve köpeği onlara tabi oldu[140].

(2)  Köpek  Ashâb-ı Kehf'e  âit  idi.   Onunla     avlanıyorlar­dı[141].

(3)  Ashâb-ı  Kehf  mağaraya  giderken  bir   köpeğe  rastla­dılar. Köpek arkalarına takıldı. Kovaladılar, gitti    yine   geldi.    Bu kovalama işini defalarca yaptılar kâr etmedi. Neticede köpek dile gelip:   "Benden ne istiyorsunuz?  Benden  kormayın!   Ben  Allah'ın sevdiklerini severim.  Uyuyunuz!  Ben size bekçi  olurum"  dedi[142];

(4)  Çiftçilikle uğraşan birinin köpeği idi[143];

(5)  Av köpeği idi[144];

(6)  Aslıâb-ı Kehf'e eşlik eden bir köpekti[145];

(7)  Âyette  Ashâb-i  Kehf'in  köpeği  olarak  bildirilen  ya­ratık, gerçekten bir köpek değil, insandı. Aşçıları idi[146];

(8)  Hükümdarın aşçısının köpeği  idi. Ashâb-i    Kehf ile aynı inanışta olan bu adam, onlara katıldı. Köpeği    de arkasına takıldı[147];

(9)  Ashâb-ı Kehf den birinin koyun  (sürü)  veya bağ-bahçe köpeği idi[148].

 

b — Köpeğin Adı Ne îdi?

 

(1)  — Kıtmîr idi[149];

(2)  — Er-Rakîm idi[150];

(3)  — El-Vasîd idi[151];

(4)  — Humran idi[152];

(5)  — KutmÛr  (    ) idi[153];

(6)  — Müşîr idi;

(7)  — Besît idi;

(8)  — (         )  idi;

(9)  — (         ) idi;

(10)  — Rayyan idi;

(11)  --- Kıtfîr idi[154].

c — Köpeğin Rengi:

(1)  — Al (veya doru)  idi[155];

(2)  — Sarı idi[156];

(3)  — Bası al, sırtı siyah, karnı beyaz ve kuyruğu siyah-be-yaz kanşınıı idî[157];

(4)  — Panter renginde idi[158];

(5)  — Alaca bir köpek idi[159];

(6)  — Gök renginde idi;

(7)  — Taş renginde idi;

(8)  — Hangi rengi  söylesen,   doğruyu  bulmuş  olursun[160],

d — Köpeğin Cinsi:

(1)  — Normal bir köpek idi;

(2)  — Köpek değil aslan idi;

(3) --- Çin köpeği idi[161].

Hemen bütün kaynaklarda,  Ashâb~ı Kehf'in  köpeği  ile ilgili olarak az-çok bilgi bulmak mümkindir. Bunun için, bu ana kadar verilenler   dışında  şu   eserlere  bakılabilir:   (Mes'ûdî,   Mürûcu'z-ze-, heb, I. 65; El-Kâmiİ I. 365 v.d.; El-Bidâye, II. 113 v.d.; B. Zühûr, s. 170 v.d.).

 

7 — Ashâb-ı Kehf'in Sağa-Sola Dönmeleri:

 

Allah Kur'ân-ı Kerîm'de:" Biz onları gâh sağ yanma, gâh sol yanına çeviriyorduk." buyurmaktadır[162]. Müfessirler, bu sağa sola döndürülme işinin, kaç yıl kaç ayda bir olduğunu da merak etmiş­ler ve buna ait rivayetleri eserlerine dercetmişlerdir. Buna göre:

a — Ashâb-ı Kehf'in sağa-sola döndürülmeleri yılda iki ker­re olurdu. Altı ay bir yanları, altı ay da diğer yanlan üzerinde ya­tarlardı[163].

b — Yılda sadece bir kerre döndürülürlerdi ve bu da §ûre gününe tesadüf ederdi[164];

c — Mücahid'den rivayete göre Ashâb-ı Kehf, 300 sene bir yanlan üzerinde; dokuz yıl da diğer yanları üzerinde ıiyumuşlardır[165];

d — Sık sık sağa-sola döndürülmüşlerdir[166].

 

8 — Ashâb-ı Kehften Niçin Korkulacak?

 

C. Hakk bir âyette şöyle buyurur: (Hallerini bir) görseydin mutlaka onlardan yüz çevirir, kaçardın ve herhalde için korku ile dolardı"[167]. Bu korkunun sebebi olarak da bazı şeyler söylenmiş­tir:

a — Allah'ın onlara verdiği heybetten Ötürü korkulur[168];

b — Saçlan ve tırnaklannın uzunluğu ile cisimlerinin iriliğin­den dolayı korkulur[169];

c — Bulundukları yer ıssız olduğu için korkulur[170].

 

9 — Ashâb-ı Kehf 'e Yapılan Sanduka:

 

Ashâb-ı Kehf'in erzak almak için şehre gönderdikleri arka-daşlan elindeki gümüş paradan dolayı üzerine şüphe celbedince halk etrafına yığıldı; iş şehrin idarecilerine aksetti. İdareciler du­rumu biri vasıtasıyla hükümdara aksettirdiler. Hükümdar ma'iy-yeti ve kalabalık bir halk topluluğu ile Efsûs şehrine geldi. Halk kendisini büyük bir törenle karşıladı. Karşılama törenine iştirak eden halk hükümdarla birlikte Ashâb-ı Kehf'in  bulunduğu yere

çıktılar. Hükümdar Tîzttsis'i Ashâb-ı Kehf görünce sevindiler. Yüz üstü Allah'a şükür secdesine kapandılar. Hükümdar onların önle­rine dikildi. Onlara sarıldı ve ağladı.. Gençler hükümdara düâ ettiler. Onu, cinlerin ve insanların şerrinden Allah'a ısmarladılar.. Hü­kümdar onların yanında ayakta iken, yattıkları yere dönüp uyu­dular. Allah o anda onların ruhlarını kabzetti. Hükümdar yanları­na vardı ve kaftanını üzerlerine örttü ve etrafındakilere, Ashâb-ı Kehf ten her biri için altundan birer tâbut yapılmasını emretti. Akşam olup da hükümdar uyuyunca Ashâb-ı Kehf kendisine ge­lip "Biz, altın veya gümüşten yaratılmadık. Bizler topraktan yara­tıldık ve yine toprağa döneceğiz. Biz mağarada nasılsak öylece toprak üzerinde bırak. Taki Allah bizi tekrar topraktan diriltsin!" dediler. Bu ru'yadan sonra melik Ashâb-ı Kehf için Hind çınarın­dan tâbut yapi-lmasmı emretti. Ashâb-ı Kehf'i yapılan bu tâbutla­ra yerleştirdiler. Bu insanlar mağaradan ayrıldıkları zaman Allah onları korku ile perdeledi de bundan sonra kimse onların yanına girmeye muvaffak olamadı. Melikin emri ile mağaraları, içinde namaz kılınan bir mescid haline getirildi[171]. [172]

 

RİVAYETLERİ TAHLİLİ

 

1­--- Sebeb-i Nüzul:

 

Bütün diğerleri meyânında Anadolu'nun son asırda yetiştir­diği büyük müfessir Elmahlı Muhammed Hamdi Yazır: "Maanıa-fih, îbnü İshak'm bu rivayeti usûlü hadîsçe ihticâca sâlih değildir" dedikten sonra haberi şöylece tahlil eder:

"Evvelen: Ibnü Cerîr et-Taberî gösteriyor ki, bunun senedinde Ibnü tshak: Kırk küsur seneden beri gelmiş Mısır'h bir şeyh bana tahdîs etti; o 'Ikrime'den; o îbnü Abbas'tan demiştir. Binâena­leyh seriedde bir mechûl vardır. Rivâyet-i da'îfedir. îbnü îshak ri­vayeti zayıf görmüş, iltizam etmemiştir".

"Saniyen: Bâlâda rûh suâlinde naklettiğimiz veçhile Sahîh-ı Buharî ile Sahîh-i Müslim'de Abdullah İbn Mes'ûd'dan tahrîc edi­len rivayete muhaliftir".

"Salisen: Ekser rivâyata ve îbnü îshak'in dahî, tafsiline göre bu sûrede haber verilen Ashâb-ı Kehf, halis dîn-i Isâ üzere îman-ı tevhîd ile hareket etmiş ve kendilerini puta taptırmak veya idam etmek için takîb ve tazyik eden kavimlerine karşı mücâhedeye az-müe dinlerinin muhafazası uğrunda dağa çıkmış, mağaraya giz­lenmiş bir kaç gençten ibaret 'isevî bir zümre-i müminindir. Binâen­aleyh bunların kıssası tarih-i Nesâraya taalluk ettiğinden Hz. lsâ"yı kabul etmeyen yehûd ahbannın bu gençlere ait bir keramet kıssasını kabul ederek suâl ettirmiş olmaları "müsteb'ad" görü­nür. Gerçi Fahru'd-Dîn er-Razî'nin beyanına göre bazıları Ashâb-ı Kehf in Musa (a.s.)'dan evvel olup Hz. Musa'nın bunları zikretti­ğini ve yehûdun suâl etmelerinin sebebi de bu olduğunu söylemiş, bazıları da 'Isâ (a.s.)'dan evvel Kehf e girdiklerini ve Hz. îsa bun­ların haberini ihbar eylemiş olduğunu ve îsâ ile Muhammed (s.a.v.) arasındaki vakitte ba's olunduklarını söylemiş; diğer bazıları da İsâ (a.s.)'dan sonra girdiklerini söylemiştir. Keffalden ve Taberî'den de nakledildiği üzere îbnü Ishak'dan mervî olan da budur. Şu hal­de Ibnü İshak'm kavlince Yehûdun bunu suâl etmemesi icabeder".

"Râbian: Bu sûrede başlıca üç kıssa vardır ki, Ashâb-ı Kehf kıssası ve mütemmimatı, Musa ve Hızır kıssası, Zü'1-Karneyn kıs-sasıdır. Eğer sebeb-i nüzul üç sual idiyse, her biri onlardan birine ait olmak lazım gelirdi. Yoksa buradan îstidraden diğer bir kıssa­ya geçilmiş de rûh sualinin cevabı başka bir sûreye ifraz edilmiş demek münasib olmazdı".

"Hamisen: Evvelki sûrede rûh âyetinin (El-îsra, 17/85), bu sûre­de Zü'1-Karneyn kıssasının" sarih bir suâle cevab oldukları Kur'ân'da musarrah olduğundan muhakkaktır. Ve zahir olan da bu iki suâlin ay­nı zamanda değil, ayrıca sorulmuş olmalarıdır. Bununla   beraber bu ikisinde: suâl tasrih edilmiş olduğu halde Ashâb-ı Kehf kıssasının bu suretle îrad edilmemesi bunun da Mûsâ ve Hızır kıssası gibi doğrudan doğruya bir tezkîr olduğunu ifâde eder. Rivâyet-i mezkûre bu cihet­le de makduhtur."

"Sâdisen: Bunda "hüznünden dolayı bir mu'âtebe" denilmesi de doğru değildir. Bundan murad '

âyetidir[173]. Bu ise bir mu'âtebe değil, sûrenin başındaki zevk u hamd üe mütenasib bir irşâd ve takviyedir".

"Velhasıl, sebeb-i nüzul hakkındaki mezkûr üç suâl rivayeti "va-cuhen" makduhdur. Ve netekim Sıhah'da tahric edilmemiştir. Bi-itaenaleyh bu sûrenin tefsirinde buna istinad caiz olmaz"[174].

El-Kasımî de, kendisine; Ashab-ı Kehf, rûh ve Zülkarneyn hak­kında sual tecvih edilen Hz. Peygamberin "inşaallah" demeden, "yarın size cevab veririm" dediğini, buna rağmen vahyin 15 gün geciktiğini kaydettikten sonra, bu rivâyeti-Fahru'd-Dîn er-Razî'nin dediği gibi -Kâdî 'Iyadın çeşitli yönlerden reddettiğini söyler[175].

 

2 — Ashâb-ı Kehfin Macerası:

 

Kur'an-ı Kerîm'in gayet vecîz ve özlü bir tarzda ortaya koydu­ğu Ashâb-ı Kehf'e ait macera, yukarıda da işaret edildiği gibi, tef­sirlerimizde çok geniş yer işgal eder. Şunu hemen kaydedelim ki, bu konuya- dair Hz. Peygamberden hiçbir haber bize ulaşmamıştır. Za­ten haberin tafsilata da ihtiyacı yoktur. Çünkü çeşitli defalar işaret ettiğimiz gibi Kur'an-ı Kerîm kıssalarından maksad bizlere ibret der­si vermektir. Kur'ân'm hedef aldığı ibret dersi de kıssanın bünye­sinde mevcuttur. Onun için ayrıca Hz. Peygamberden bir açıklama gelmemiştir. Buna rağmen tefsirlere sahifeler dolusu malumat der-cedilimştir. Şüphesiz bu konuya ait verilen bilgilerin içine pek çok lüzumsuz şeyler ve isrâîliyyat karışmıştır. Bunları birkaç madde halinde sıralayalım:

a — Raviler, Ashâb-ı Kehf'in nasıl bir araya geldiklerine ye şehirden nasıl çıkıp uzaklaştıklarına dair birçok şeyler ortaya at­mışlardır; fakat sahih hadislerde buna dair herhangi bir tefsîlat ve açıklama yoktur. Kur'ân'da da Allah'ın bildirdiğinden başka birşey mevcut değildir.

Ayrıca, Ashâb-ı Kehf'in erzak almak üzere şehre gönderdikle­ri arkadaşları ile şehir ahalîsi ve hükümdar arasında geçen şeyler en uzun tarzda tefsirlerde yer almıştır. Bunların tafsilatını da Al­lah bilir[176].

El-Kâsımî, bir âyet münasebetiyle (el-Kehf, 18/50) tefsir sade­dinde kaydedilen mufassal rivayetleri tenkid eden İbnü Kesîr'in gö­rüşünü Ashâb-ı Kehf hakkındaki merviyatta da vârid görür ve: "Bu konuda seleften pekçok rivayetler nakledilmiştir. Bunların ek­serisi isrâÜiyyattır. Bunlardan birçoğunun halini Allah bilir. İçle­rinde öylesi vardır ki, elimizde bulunan hak dînin prensiplerine ay­kırı oldukları için onların "yalan" olduğuna kesin olarak hükme­dilebilir. Kur'ân'da mevcut olan şeyler, Kur'ân dışındaki bütün geçmiş haberlerden (bizi) müstağni kılar (onlar ihtiyaç bırakmaz). Çünkü bu tip haberler; tebdil, ziyâde ve noksandan hâli değildir­ler. Sonra bu haberlere, pekçok şeylerin uydurulup karıştırıldığı şüphesizdir. Sonra şuna da dikkat etmek gerekir ki; eski milletler içinde, müslümanlarda olduğu gibi kılı kırk yaran, tenkidci, Allah'-dan son derece korkan, Hz. Peygamberin hadislerini tedvin edib yazan; metruk, mevzu, münker ve hasen'inden sahih olanlarını se­çip ayıran hafızlar gibi dîni ve bu konudaki haberleri tahrif ve teb­dilden koruyacak çapta bilginler yetişmemiştir[177]".

b — Ashâb-ı Kehf'e ait verilen uzun ve detaylı bilgiler için, "muzdarib rivayetler" tabiri de kullanılmıştır[178].

 

3 — Ashâb-ı Kehf'in İsimleri:

 

tbnü Cerîr et-Taberî başta olmak üzere birçok müelliflerce As­hâb-ı Kehf'in isimleri tek tek sayılmıştır. İsimlerin böylece tasrih edilmiş olması lüzumsuzdur. Çünkü asgari bir hesapla günümüzden 20-25 asır önce cereyan etmiş bir olayın kahramanlarının isimlerini -şayet ilâhî bir açıklama yoksa- bilmek mümkün değildir. Zaten bu­nu araştırmaya lüzum da yoktur.

Açıkça anlaşılacağı üzere, Ashâb-ı Kehf'i teşkil eden gençlerin isimleri a'eemîdir. Herhangi bir şekil ve nokta ile zabt ve tıasbît bir hayli müşkîldir; isimlere dâir olan sened de zayıftır[179]. Sened için el-Kurtubî, "(senedün)  vahin" tabirini kullanır[180].

Sözü kısa kesmek gerekirse bunlar açıkça isrâîliyyattır[181].

 

4 — Köpeğin Adı, Bengi ve Cinsi:

 

Kur'ân'da ve Hz. Peygamberin hadislerinde asla bahis konusu edilmeyen, bu Ashâb-ı Kehf'in köpeğinin adı, rengi ve cinsi ile ilgili beyanların da "isrâîliyyat"tan olduğunda şüphe yoktur.

Köpeğin rengi hususunda ihtilâf edilmiş ve çeşitli şeyler söy­lenmiştir. Buna ne lüzum vardır. Hakkında delîl yoktur. Buna ih-. tiyaç da yoktur. Üstelik bunlar nehyedilmiş şeylerdendir. Çünkü bunların dayanağı, aslı ve esası "gaybı taşlama"dan öteye git­mez[182] bunların, Ehl-i Kitâb ismi ile anılan yahudî ve hrıstiyanlar-dan alındığı ve dolayısıyla "isrâîliyyat" olduğu açıktır[183].

 

5  — Mağaranın Yeri:

 

Müfessirler mağaranın yerini tesbît için de bir hayli şeyler söylemişlerdir. Bunlara yukarıda temas ettik. İnsanın her şeyi me­rak eder bir hali vardır. Her mes'eleyi çözmek ve içindeki merakı gidermek ister. Ama bu her mes'elede tutarlı bir yol değüdir. Çün-. kü bazı şeyleri -merak etmemize rağmen- bilemeyiz. Bu gençlerin sığındığı mağaranın yerini tesbît de bu cümledendir. Bu konudaki çalışmalar ve rivayetler - gerçeği bulmak mümkin olmadığı ve bir sürü lüzumsuzluklarla insanı oyaladığı ve mü'minleri murâd-ı îlâ-hî'den uzaklaştırdığı için - abesle iştigal kısmındandır.

Er-Razâ'nin kaydettiğine göre el-Kaffal tefsirinde, Ashâb-ı Kehf'in sığındığı mağaranın yerini tesbît sadedinde müneccim Mehmed îbn Musa el-Harezmî'nin sözlerini naklettikten sonra: "Bi­ze göre ne o yer, ve ne de diğer bir yer Ashâb-ı Kehf'in mevzi'i ol­mak üzere tanınamaz. Kur'ân'da haber verüenin kat'î olduğunda şüphe yoksa da yer tayin edilmemiştir. Bu hususta Rûm'ların (bel­ki o zaman için Anadolu ve civarında yaşayan hrıstiyan halkın?)" "burası Ashâb-ı Kehf'in yeridir" demelerine de itibâr olunamaz"; bu sözleri ve konu ile ilgili diğer rivayetleri kaydeden er-Razî sözü­nü bitirirken:

"Doğrusu Ashâb-ı Kehf'in ne zamanını, ne mekânını aklen bil­meye imkân yoktur. Bu ancak bir nastan müstefâd olabilir..Bu da yoktur. O halde bilinmesine de yol yoktur"[184].

Ebu Hayyan: "Bu mağaranın yeri için; Rûm'da denildi, Şam'­da denildi. Endülüste, Gırnata istikametinde, loşe adında bir kasa­ba yakınında bir yer mevcuttur ki, içinde ölüler ve beraberlerinde çürümüş bir köpek vardır, ölülerin ekserisinin etleri dökülmüş, ba­zısı nıütemâsiktir. Kurun-ü sâlife geçmiş, Biz bunların ne olduğunu bilmiyoruz. İnsanlar ise bunların Ashâb-ı Kehf olduğunu iddia edi­yorlar" der[185].

îbnü Kesîr: "Allah bize Ashâb-ı Kehf'in kıssasını, Kur'ân'da geçtiği kadarıyla bildirmiş ve bizden onu anlamamızı ve gerektiği şekilde düşünüp ibret almamızı istemiştir. Bu mağaranın arzın ne­resinde bulunduğunu, hangi köyde, hangi dağda veya kasabada ol­duğunu haber vermemiştir. Çünki bunda bize hiç bir yoktur; dînî bir gaye de mevcut değildir. Müf essirler mağaranın yerini ta'yînde tekellüfler içine dalıp bir takım görüşler ortaya attılar. Onun ye­rinin neresi olduğunu ancak Allah bilir. Eğer bunda dînî bir fayda olsaydı, Allah ve O'nun elçisi bize mağaranın yerini bildirirlerdi"[186]. demek suretiyle bu konuda imlenecek en güzel yolu ve tutumu beyân eder.

 

6 — Ashâb-ı Kehf'in Sayısı:

 

Âyette geçtiği üzere (el-Kehf, 18/22), Ashâb-ı Kehf'in sayısın­da da ihtilaf edilmiş ve kaç kişiden ibaret oldukları bilinememiştir. Gençlerin kaç kişi oldukları yolundaki münakaşayı dile getiren âye­tin bir fıkrasında ifade edildiği üzere bunların sayısının en iyi bilen Allah'tır: Şöyle ki; "Rabbin onların sayışım en iyi bilendir." Buna rağmen îslârn âlimleri konuyu deşmekte geri durmamışlardır. Bun­lar, faydasız ve neticesiz gayretlerdir[187].

 

7  — Ashâb-ı Kehf Hangi Dîne Mensûb îdiler?

 

Ashâb'-ı Kehf'i teşkil eden gençler mü'min olduklarına göre, acaba hangi dîne mensûb idiler? Hristiyan mı, yahûdî mi? veya bunların dışında bir din mi? islâm âlimlerinden pek çoğu bunların hristiyan olduğunu, Hz. îsâ'yi peygamber tanıdıklarım söylemişler­dir. Bazıları ise bu konuda diğerlerinden farklı bir kanaata sahiptir­ler. ŞÖyleki: "Ashâb-ı Kehf'in İsevî olduğu söylenmiştir. Zahir olan udur ki onlar, hristiyanlıktan Önce yaşamışlardır. Eğer iddia edil­ip &i gibi- onlar hristiyan olsalardı, yahûdî hahamları kendi dinleri­ne zıt bir inanışta olan bu insanların haberini bellemeye itina edib nzenmezlerdi. (Umûmî olarak sûrenin sebeb-i nüzulü konusunda) geçtiği üzere Ashâb-ı Kehf'e ait soruyu Kureyş müşrikleri Medine-deki hahamlardan Öğrenmişlerdir. Bu da gösteriyor ki, konu yâhû-düerin kitaplarında mevcuttur ve hâdise hristiyanlıktan önce cere­yan etmiştir"[188].

 

8 --- Ashâb-ı Kehf Kaç Ayda Bir Döndürülüyordu?

 

Yukarıda kaydettiğimiz gibi, Ashâb-ı Kehf'in kaç ayda bir sağ ve sol yanlarına döndürüldüğü yolunda da rivayetler mevcuttur. Fakat bunun bilinmesine asla imkan tasavvur edilemez. Çünkü Kur'ân'ın lafzı böyle bir şeye delâlet etmiyor. Bu konuda hiçbir sa­hih haber de yoktur[189].

 

9 — Mağarada Ne Kadar Kaldılar?

 

Bu konuda da bazı hesaplar yapılmıştır. Fakat bu konuda da en salim yol, Allah'ın verdiği habere bakmak, Ehl-i Kitab'm söyle­diklerinden sarf-ı nazar etmektir. îsrâîliyyatın arkasına düşmenin ve bunlarla vakit geçirmenin hiç de luzûrhu yoktur[190]. [191]

 

Ğ— TÂLÛT VE CÂLÛT’A  HABERLER

 

1 — Konu île İlgili Âyetler:

 

Musa'dan -sonra Isrâîl oğullarının ileri gelenlerine bakmadın mı? Hani onlar, peygamberlerine:' "Bize bir hükümdar gönder (ta­yin et)'de Allah yolunda savaşalım" demişlerdi. O da: "Ya üzerini­ze bir muharebe yazılıp (farz edüip)'de savaşı tutmayıverirseniz?" demişti. Onlar (şöyle) söylemişlerdi: "Allah yolunda niye savaşmı-yalım? Hem hakîkaten yurtlarımızdan çıkarıldık, hem evlatlarımız­dan mahrum edildik". Fakat vakta ki, üzerlerine harb farz kılındı, içlerinden birazı müstesna olmak üzere (muharebeden) yüz çevir­diler. Allah çok iyi bilicidir o zâlimleri.

Onlara peygamberleri: "Gerçek, Allah size padişah olarak Tâlût'u göndermiştir" dedi. Dediler ki: "Biz hükümdarlığa ondan daha lâ­yık iken ve ona maldan da bir bolluk verilmemişken nasıl olur da bizim başımızda padişahlık onun olabilir?". Peygamber: "Şüphesiz Allah onu sizin üstünüze beğenip seçmiştir. Ona bilgice, vucudca da bir üstünlük vermiştir. Allah mülkünü kime dilerse ona verir. Allah'(m rahmetli, ilmi her şeye yaygın ve lütfü keremi) boldur. Gerçek büicidir" dedi.

Peygamberleri onlara (şöyle de) söyledi: "Gerçek, onun hü­kümdarlığının açık alâmeti size o Tâlût'un gelmesi olacaktır ki, için­de Rabbinizden bir sekînet ve Mûsâ hanedanı ile Harun ailesinin metrûkatından bir bakıyye vardır. Melekler onu yüklenib getirecek­lerdir. Elbette bunda size kat'î bir alâmet ve ibret vardır, eğer inan­mış kimselerseniz."

Vaktaki Tâîût ordusu üe ayrılıp çıktı, dedi ki: "Şüphesiz AUah sizi bir ırmakla smayıcıdır. îşte ondan kim bana kana kana içerse ben­den değil: Kim onu tatmazsa artık o benden. Eliyle bir avuç alanlar başka (onlara izin var)". Derken (ırmağa varır varmaz), içlerinden birazı müstesna olmak üzere ondan (bol bol) içtiler. Nihayet o (yani Tâlût) ve maiyyetindeki mü'minler vaktaki onu (ırmağı) geçtiler, (beri yandan kalanlar dediler ki: "Bugün bizim Câlût'a ve ordusuna kargı (duracak) takatim fa yoktur." (Ahiret'de) muhakkak Allah'a kavuşacaklarını bilenler (ve itaatle ırmağı geçenler   ise: "Nice az bir topluluk daha çok bir topluluğu   Allah'ın izni üe üstün gelmiş­tir. Allah sabır (ve sebat) edenlerle beraberdir" dediler.

Onlar  (itaatli olanlar), Câlût ile askerlerine karşı çıktıkları zaman (niyaz edip) dediler ki: "Ey Rabbimiz, üzerimize    (yağmur gibi) sabır yağdır. Ayaklarımıza sebat ver  (er meydanından kay­dırma). Bu kâfirler güruhuna karşı bize yardım et".

Derken (düşmanla karşılaşır karşılaşmaz) Allah'ın izni ile on­ları (düşmanlarım) bozguna uğrattılar (mü'minlerin arasında bu­lunan) Dâvûd da Câlût'u öldürdü. Allah da ona, saltanat ve hikme­ti (peygamberliği) verdi ve daha dilemekte olduğundan da bazı şeyler öğretti[192].

TâlÛt ve Câlût ve kısmen de Hz. Dâvûd (a.s.)'la ilgili âyetler bundan ibarettir. Kur'ân'ın altı âyet içinde hülâsa ettiği bu kıssa ile ilgili görülen hâdiseler, savaşlar, kahramanlıklar akıl almaz biçim­de genişletilmiş ve kitaplara cüz cüz bilgiler dercedilmiştir. Hemen her konuda olduğu gibi burada da peşin olarak bunların lüzumsuz­luğunu ve pek çoğunun "isrâîliyyat" olduğu kaydettikten sonra di­ğer teferruata geçelim:

 

2 — Tâlût, Câlût ve Hz. Dâvût (a.s.)'la Ügüi Rivayetler:

 

îsrâîl oğullarının, başlarına gelen belâlar uzun sürdü. Kendi ka­vimlerinden olmayan düşmanlar onları yenerek memleketlerini çiğ­nediler. Erkeklerini öldürdüler. Kadın ve çocuklarım esîr ederek alıp götürdüler. (Bundan önce) Sekînet, yani kalplere sükûnet ve­ren Tabut sayesinde düşmanlarını yenerlerdi. Hz. Mûsâ ve Hârûn ailesinin arkalarında bıraktıkları (mukaddes) eşya da bu Tabût'un içerisinde bulunuyordu. îsrâîl oğulları düşmanlarıyla karşılaştıkla­rında Allah'tan, işlerine düzen veren ve idare eden bir peygamber gönderilmesini dilerlerdi

Îsrâîl oğuları Amâlika hükümdarı Câlût ile savaşıyorlardı. Amâlîka (kavmi) îsrâîl oğullarını yenerek onları "cizye" ödemeye mecbur ederek Tevrat'ı ellerinden aldılar. îsrâîl oğullan Allah'tan; kendilerini zilletten kurtaracak (ve başlarında bulunarak) savaşa­cak bir peygamber gönderilmesini dilerlerdi. Fakat, peygamberler nesline mensup boy mahvolup onlardan ancak hamile bir kadın kal­mış bulunuyordu. Kadın Allah'tan kendisine erkek bir çocuk bağış­lamasını diliyordu, israil oğullan kadının bir kız çocuk dünyaya getirip de onu erkek çocukla değiştirmesinden korktuklan için ken­disini bir evde hapsettiler. (Çocuk doğunca) kadın ona (Allah düâ-mı kabul etti) manâsına gelen Şem'ûn (veya Eşmuil=:Eşmuvil=E§-muyü) adını verdi. Çocuk büyüdü. Annesi Tevrat'ı okusun ve öğ­rensin diye onu Beytü'l-Makdis'e götürdü. Alimlerden biri çocuğun terbiyesini üzerine alarak onu kendisine oğul edindi. Çocuk olgun­luk yaşına geldikten sonra, ihtiyarın bir tarafında uykuda iken Ceb-raîl onun yanma geldi. Çocuk ihtiyardan başka kimseye güvenme­diği için, Cebraîl ona ihtiyarın sesine benzer şekilde: "Şem'ûn" di­ye seslendi. Genç korku ile ihtiyann yanına sokularak: "Ey baba­cığım! Bana sen mi seslendin?" diye sordu. İhtiyar: "Ben çağırma­dım" demek istemedi; fakat onu korkutmamak için: "Çocuğum! Git de yerine yat, uyu!" dedi. Genç uyuduğu zaman Cebraîl yine gelerek, tekrar ihtiyarın sesine benzer bir sesle hitabetti. Genç ye­rinden kalkarak yine ihtiyann yanına sokuldu. İhtiyar yine: "Git, uyu" dedi. Genç uyuduktan sonra üçüncü defa Cebrail gence ses­lendi. O yine ihtiyarın yanına sokuldu. İhtiyar yine: "Yerine dönde uyu! seslense de cevâp verme!" dedi. Genç yine uyudu. Cebraîl dör­düncü defa gencin yanma gelerek seslendikten sonra: "Kavminin yanına gidip, kendinin Allah elçisi olduğunu söyle. Çünkü Allah se­ni peygamber olarak seçti" dedi. Delikanlı kavmine gidip kendisinin Allah elçesi olduğunu söylediği zaman onu yalanladılar. "Sen pey­gamber olmak için acele davrandm! Biz sana önem vermeyiz. îddiân doğru ise peygamberliğinin bir mu'cizesi olarak Allah'tan bizimle birlikte düşmanlarımızla savaşmak üzere bir hükümdar gönderme­sini iste!" dediler. Şenı'ûn:

"— Allah'ın size savaş emretmesi mümkindir. Fakat korkarım ki, siz bu emri yerine getirmezsiniz" dedi. Onlar:

"— Yurdumuzdan. çıkarılan, çoluk-çocuklarımızdan uzaklaştı­rılan ve kafa vergisi (cizye) Ödemeye mecbur edüen bizler, niçin Allah rızası için çarpışmıyalım?" diye[193], Allah'tan kendileriyle bîr-likte savaşmak üzere bir hükümdar göndermesini talebde İsrar et­tiler. Onların bu ısrarları üzerine Şem'ûn Allah'a düâ etti. Ve bir değnek getirterek: "Size hükümdarlık edecek adamın boyu bu değ­nek uzunluğunda olacaktır" dedi. Kendi boylarını bu değnekle mu­kayese ettiklerinde hiç birinin bu kadar uzun olmadığım gördüler. (O sıralarda Tâlût (adında) bir saka mevcut olup, merkebiyle su taşırdı. Bir gün merkebi yolunu şaşırdı. Ve yol aramak üzere eşe­ğinden ayrıldı. Israü oğullan onu farkederek yanlarına çağırdılar ve öteki değnekle ölçtükleri zaman boyunun aynı o miktarda oldu­ğunu gördüler. Peygamber onlara:

"— Allah Tâlût'u size hükümdar olarak gönderdi" dediğinde, kavmi kendisine:

"— Sen bu saate kadar bu derecede yalancı değildin. O, servet ve ilmi sahibi değildir. Biz ise, devlet ve hükümdarlığı elinde bulun­duran bir boydan olduğumuz halde niçin ona tabî olalım?" dediler. Peygamber onlara:

"— Allah Tâlût'u size hükümdar olarak seçti. O, ilmi ve göv-desiyîe sizden yüksek ve büyüktür", diye cevâp verdi Ahalî:

"— Sözün doğru ise, ikiniz de mucize göstererek onun hüküm­dar olduğunu isbât ediniz" dediler. Peygamber onlara:

"__ Onun hükümdarlığını isbât edecek delîl, içinde Rabbinizin

size ihsan ettiği Sekînet'i (kalplerinize sükûnet veren kuvveti) ve Mûsâ (a.s.) ile Harun'un ailelerinden kalan (mukaddes) eşyaları bulunduran Tabût'u getirmesidir" dedi. Kur'ân-ı Kerîm'in âyetinde zikredilen Sekînet altımdan yapılmış bir "tas" olup, bunun içinde peygamberlerin kalpleri yıkanırdı. Allah onlara, işte bunu ihsan et­mişti. Aynı zamanda Mûsâ (a.s.)'ya indirilen "Elvah" da bu Tabût'a konurdu.

Bize söylediklerine göre bu tas; inci, yakut ve zebercedden ya­pılmıştı. Hz. Mûsâ ile Harun'un hanedanından kalma mukaddes eş­yaya gelince; bunlar Hz. Musa'nın 'Asâ'sından ve yere attığı zaman kırılmış olan Elvah'm parçalarından ibaretti. Tabut ile içindeki eş­yalar, sabahleyin Talût'un avlusunda bulundu. Bundan sonra Isrâîl oğullan Şem'ûn'un peygamberliğine inanarak devletin idaresini Tâ-lût'un eline teslim ettiler[194].

İbnü Abbas (ve îbnü Zeyd)'den: Melekler Tabût'u getirdiler. Is­râîl oğulları, onun yer ile sema arasmda taşınarak getirildiğini ve Talût'un avlusuna konduğunu gördüler.

tsrâîl oğulları meleklerin gündüzleyin Tabût'la birlikte yere indiklerini gözleriyle gördüler. Melekler Tabût'u onların arka tara­fına koydular. îsrâil oğulları bu hârika karşısında ister-istemez Ta­lût'un hükümdarlığını kabul ettiler ve kızgınlıkla onun avlusundan çıktılar.

tsrâîl oğulları Câlût ve askerlerine karşı savaşmak üzere Tâ-, lût'la birlikte hareket ettiler. Bunların sayılan 80 bindi. Gövdece însanlann en büyüğü, en kuvetlisi ve en bahadırı olan Câlût, askerin önünde ilerliyordu. Arkadaşlan, ancak Câlût'un düşmanı yenmesin­den sonra onun etrafında toplanırlardı. Tâlût, îsrâîl oğullarıyla birlikte düşmanlarına karşı yürürken:

"— Allah sizi bu ırmakla sınayacak ve cezalandıracaktır. Bu ırmaktan içen kimse benim askerim ve tebe'amdan sayılmaz. Ancak ondan içmeyenler benden sayılır" demişti. Bu, Filistin ırmağı idi. Askerler, Câlût'tan korktukları için bu ırmaktan içtiler. Ancak su içmeyen 4 bin asker onunla (Tâlût'la) ırmağı geçti. 76 bini geri döndü. Bu ırmağın suyundan,  avuçları ile değilde    kanıncaya kadar \  içenler susadılar. Avuçlarıyla içenler ise suya kandılar. Mü'minler-den Tâlût'la birlikte ırmağı geçmiş olanlar Câlût'un yüzüne baktık­tan sonra :

"— Bizim Câlût'a ve askerlerine karşı tahammülümüz yoktur" diye geri döndüler. Allah'a kavuşacaklarına yakın derecesinde îman edenlerse:

"— Sayıları az olanlar, Allah'ın izni ile kaç defalar sayılan , çok olan askerleri yenmişlerdir"[195] dediler. Irmağı geçtikleri halde Câlût'un yüzünü görünce geri dönenlerin sayısı 3.600 kişi olup, an-f cak Allah rasûlü Hz. Muhammed (s.a.v.)'le birlikte Badir savaşında \ bulunanların sayısı kadar, yani 319 kişi Tâlût'tan ayrılmamışlardı[196].

Vehb îbn Münebbih'ten: Şem'ûn'u terbiye eden Aylî'nin ( <J^ ) İki genç oğlu vardı. Bunlar, kurban takdim etmek hu­susunda o zamana kadar görünmeyen bazı şeyler ihdas ettiler: Onlar kurbanları, maşa gibi demirden yapılma, ucu sivri iki âletle karış­tırırlardı. Karıştırarak çıkarılan (nesne) kâhine ait olurdu. Kâhin, oğulları için maşa yaptırırdı. Kâhin oğulları, namaz kılmak üzere ma'bede gelen kadınlara takılırlardı. Bir gece Şem'ûn Aylî'nin uyu­duğu odanın karşısındaki bir odada uyuyordu. Kendisine birinin seslendiğini işitince hemen yerinden sıçrayarak Aylî'nin yanma koştu :

"— Emret! Beni niçin çağırdın?" dedi. Aylî:

"— Ben çağırmadım, yerine dön de uyu. Bir ses işitirsen, ya­tağında bulunduğun halde; "emret! Yaparım, şeklinde söyle" diye cevâp verdi. Şem'ûn yerine dönerek uyuduktan sonra, tekrar ken­disini çağıran bir ses işitti. Bu sefer yatağında iken:

"— Benim, emret!" diye cevâp verdiğinde gaibten:

"— Aylî'ye git de, şunu söyle: Oğullarının benim mübarek evimde fena harekette bulunduklarını ve kurban esnasında bid'at ihdas ederek bana isyan etmelerini önlemek hususunda evlâd sevgisi ona mani' olmuştur. Ben kâhinliği onun elinden alarak, kendisini ve oğullarını mahvedeceğim", diye bir ses geldi, gem'ûn sabahleyin yatağından kalktıktan sonra olup-bitenleri kâhin Aylî'ye anlattı. Kâhin bunu duyunca çok korktu. Bu sırada düşman, îsrâîl oğulları üzerine yürümekte olduğundan; kâhin, oğullarına şehirden çıkarak düşmanla savaşmalarını emretti. Onlar; Hz. Musa'nın Asâ'sını ve ona indirilen Elvâh'ı içinde bulunduran Tabut yardımı ile düşman­lara karşı savaşmak üzere şehirden çıktılar. Onlar düşmanla çar­pışmak üzere hazırlandıktan sonra, Aylî savaşın neticesini öğren­mek üzere -kürsîsi üzerine oturmuş olduğu halde- haber beklemeğe başladı. Bu sırada biri gelerek her iki oğlunun öldüğünü ve askerin bozguna uğradığını haber verdi. Kâhin: "Tabut nerede?" diye sor­duğunda haberci: "Tabût'u düşman götürdü" dedi. Bunu işiten kâ­hin hıçkırarak ağladı ve baygın bir halde kafası üzerine yere yu­varlanarak öldü. Tabût'u ele geçiren düşmanlar, onu putların resim ve heykellerini sakladıkları eve koydular. Tabût'u yere koyarak üze­rine bir putu yerleştirdiler. Fakat sabahleyin putun altta, Tabût'un ise onun üzerinde olduğunu gördüler. Tekrar Tabût'u alta, putu onun üzerine yerleştirerek ayaklarını tabuta çevirdiler. Bu sefer kalktıkla­rında put, eli ve iki ayağı kırılmış bir halde Tabût'un altında yatıyordu. Bunun üzerine onlar birbirlerine: "îsrâîl oğullarının ilâhına hiçbir kuv­vetin karşı koyamadığı ma'lumdur" dediler. Bundan sonra Tabût'u puhâneden çıkararak köyün bir tarafma yerleştirmişlerdi ki, bu se­fer Tabût'un bulunduğu taraftaki ahalînin boyunları ağrımaya başla­dı. Onlar birbirlerinden: "Bu hastalığımızın sebebi nedir?" diye so­ruşturmağa başladılar. îsrâîl esirlerinden orada bulunan bir kız: "Bu Tabut aranızda kaldığı müddetçe bu gibi kötü hallerden kurtulamaz­sınız" dediğinde, onlar Tabût'u köylerinden çıkardılar. Fakat öteki kıza da: "Sen yalan söyledin" .dediler. Kız: "Sözümün doğruluğunu

anlamak isterseniz, hiçbir vakit sabana koşulmamış olan ve buzağı­lan da yanlarında bulunan iki inek getirirsiniz. Onları bir arabaya koştuktan sonra, Tabût'u arabaya yerleştirir, buzağıları alıkoymak suretiyle inekleri sürersiniz. Onlar Tabût'u îsrâîl oğullarının top­raklarına götürür, sizin topraklarınızdan çıkarak İsrâîl oğullarının toprağına girince, boyunduruklarını kırarak Tabut ile arabayı ora­da bıraktıktan sonra kendileri buzağılarının yanma dönerler" dedi. Onlar kızın tavsiyesine göre hareket ettiler, inekler kızın dediği gibi onların topraklarından çıkarak îsrâîl oğullarının ülkesine girince bo­yunduruklarını kırarak arabayı orada bıraktıktan sonra kendilikle-

rinden yavrularının yanına döndüler. İnekler, üzerinde Tabut bulunan arabayı, Isrâîl oğullarının bigilmiş ekinleri bulunan yerde bırakmış­lardı, îsrâîl oğulları bunu görünce çok korktular. Tabût'un yanına yaklaşmak isteyen herkes öldü. Şem'ûn onlara: "meydana çıkınız, kendisinin kuvvetine güvenenler yaklaşsın" dedi. Birçokları denediği halde beceremeyip, ancak îsrâîl oğullarından iki kişi Tabût'a yak­laşabildi. Tabût'u, dul kalmış bir kadın olan annelerinin evine gö­türmelerine müsaade edildi. Tâlût hükümdar oluncaya kadar Tabut o kadının evinde kaldı. Şem'ûn îsrâîl oğullarının iş ve idarelerini dü­zenledikten sonra halk ona: "Sen bize Allah yolunda düşmanlarımız­la savaşacak bir hükümdar gönder" dediler. Şem'ûn onlara: "Allah sizisavaştan müstağni kıldı" dediği zaman onlar: "Biz, etrafımızda bulunan kavimlerin üzerimize yürümesinden korkuyoruz. Başımızda bir hükümdar bulunursa ona baş vururduk" dediler. Allah, Şem'ûn'a, Tâlût'u îsrâîl oğulları için hükümdar tayin etmesini ve ona mukad­des yağdan sürmesini emretti. Bu sırada Tâlût'un babasının mer-kebleri kaybolmuş, babası da onu bir kölesi ile birlikte hayvanlarını aramağa göndermişti. Onlar gem'ûn'un yanına gelerek, merkebleri-ni görüb-görmediğini sordular, Eşmuil ona: "Allah seni îsrâîl oğul­larına hükümdar olarak seçti", dediğinde o; "Beni mi?" diye sordu. Eşmuil: "Evet, seni!" diye cevâp verdi. Tâlût: "Benim mensûb ol­duğum boyun îsrâîl oğullarının aşağı boylarından olduğunu biliyor musunuz?" dediği zaman, peygamber: "Evet!" dedi. Tâlût: "Kabi­lemin îsrâîl oğullannın dûn derecedeki bir bâtından olduğunu bili­yor musun?" dediğinde peygamber yine "evet" diye cevâp verdi. Tâ­lût: "Benim ailem îsrâîl oğullarının en aşağı derecedeki bîr ailesi-dir; bunu da biliyor musunuz?" diye sorduğu zaman peygamber: "Evet, biliyorum" dedi. Tâlût: "Allah'ın beni, îsrâîl oğullarına hü­kümdar seçmesinin işareti nedir?" deyince, Peygamber: "Bunun işa­reti, evine döndüğün zaman babanın merkeblerini bulmuş olmasıdır. Falan yere vardığın zaman sana ilham gelir" dedi ve Tâlût'a mu­kaddes yağdan sürdü. Bundan sonra Eşmuil îsrâîl oğullarına: "Al­lah, size hükümdar olarak Tâlût'u seçti" dediğinde, onlar: "Biz hü­kümdarlığa ondan daha ziyâde lâyıkız. O, servet sahibi bir adam değildir; nasıl hükümdar olabilir" diye karşılık verdiler. Peygamber: "Allah onu sizden daha meziyyetli kıldı. Ona geniş bilgi ve iri vücut verdi", dedi.

îsrâîl oğulları, Câlût'un ordusu ile karşılaşmak üzere yola çı­karken: "Ey Rabbinıiz! Bize çok sabır ver!" diye dua ettiler. Dâvûd  ('u*ı babası da, 13 oğlu ile birlikte ırmağı geçenler arasında bu­lunuyordu. Kardeşlerinin en küçüğü olan Dâvûd birgün babasının yanına gelerek,

"__. Ey Babacığım, ben, atma aletimle (sapanımla) nereye atar­sam o şeyi yere seriyorum" dediğinde babası:

"— Ey oğlum, Allah onu senin geçinme aletin yapmıştır" dedi. Dâvûd başka bir zaman yine babasma gelerek:

"—, Ey babacığım, dağa gitmiştim; orada çökmüş bir arslana rastladım. Üzerine binerek iki kulağından yakaladım. Kendisinden hiç de korkmadım" dediğimde babası:

"— Oğlum; Sevin; zira bu hayırlı bir işarettir. Allah sana ih­sanlarda bulunacaktır" diye cevap verdi. Dâvûd diğer bir defasın­da babasına:

"— Dağlarda dolaşırken tesbîh okuduğum zaman, bütün dağlar da benimle birlikte tesbîh okudular" deyince, babası:

"— Sevin, bu senin hakkında hayırlı bir işarettir. Allah, bu hayırlı şeyleri sana vermiştir" dedi. Dâvûd bir çoban olup, babası­na ve kardeşlerine yiyecek taşırdı. Peygambere, içinde yağ bulunan bir boynuzla demirden yapılma bir fırın vermişti. Peygamber bun­ları Tâlût'a göndererek: "Calût'u öldürecek adam bu boynuzu ba­şının üzerine koyduğu zaman, içindeki yağ kaynayacak. Sonra yağı sürünecek, fakat yüzüne akmayacak. Bu boynuz onun başı üzerinde bir taç şeklini alacaktır" dedi. (O zamana kadar zayıf vücutlu olan Dâvûd) fırına girdiğinde, vücudu fırının içini dolduruverdi. Tâlût bununla îsrâîl oğullarını sınadı. Çünkü onlardan kimse kendisini hükümdarlığa kabul etmiyordu. Savaş sona erdikten sonra Tâlût, Davud'un babasına: "Senin, bu gördüklerimizden başka oğlun yok mu?" dediği zaman babaları: <(Var, o bize yemek getiriyor" dîye cevap verdi. Dâvûd, Tâlût'un yanına giderken yolda rastladığı üç taş düe gelerek: "Yanma al da, bizimle vurarak Câlût'u Öldürür­sün" dediler. Es-Süddî, Davud'un bu taşları alarak ok çantasına koymuş olduğunu söyler. Tâlût: "Câlût'u öldürene kızımı vererek, devletin idaresini onun eline teslim edeceğim" diye va'detmişti. Dâ­vûd geldikten sonra, boynuzu başına koyduklan vakit yağ kayna­maya başladı. Yağı sürerek firma girince vucudü fırının içini doldur­du. Halbuki o, esasında hastalıklı ve sarı benizli bir kişi idi. Dâ-vûd'dan önce bunun içine kim girdi ise, fırın çalkalanır, uğuldardı.

 (Fakat) Dâvûd girince daraldı. Dâvûd harekete gegerek Câlût'un üzerine yürüdü. Câlût insanların en iri gövdeli en kuvvetli ve en bahadırı idi. Davud'a baktığı zaman, Câlût'un kalbinde korku doğ­du ve Ona: "Ey delikanlı, geriye dön! Sana acıyorum. Seni öldü­receğim" dedi. Dâvûd: "Hayır ben seni öldüreceğim" dedikten son­ra, taşları çantasından çıkararak.Câlût'a kargı fırlatmak üzere âle­tin iğine yerleştirdi. Onları teker teker yerleştirirken atalarından birinin adını anarak: "(birincisini) babam îbrâhim (a.s.) namına; ikincisini babam îshâk (a.s.) namına; üçüncüsünü atam îsrâîl (a.s.) namına atacağım" diyordu. Dâvûd bundan sonra aleti işletmeye başladı. Konulmuş taşlar, tek bir parça haline gelerek, Câlût'un üze­rine fırlatıldı. Taş onun iki gözü arasına saplanarak ve kafasını delerek Öldürdü. Yalnız Câlût'u öldürmekle kalmayıp, Onun asker­leri arasında dolaşarak isabet ettiği her askeri Öldürmekte de de­vam etti. Bunun üzerine Câlût'un ordusu bozguna uğrayarak ric'at etti. Davud'un Câlâût'u öldürmesi üzerine Tâlût va'dini. yerine geti­rerek kızını ona verdi. Ve devletin idaresini de onun eline teslim etti. Halk Davud'a meyledip onu sevdiler. Tâlüt ise halkın Davud'u sev­mesini çekemedi. Ve ona kin bağlayarak öldürmek istedi. Dâvûd bunu anlayarak ihtiyat tedbirleri aldı. Bir şarap tulumuna kendi elbiselerini giydirerek yerleştirdikten sonra (kendisi başka bir yer­de yattı). Tâlût, Davud'un yatak odasına girerek şarap tulumuna kılıçla vurdu. Tulumdaki şarap aktı. Bir damlası da Tâlût'un ağzı­na girdi. Tâlût: "Allah, Davud'u yarlığasm! Ne kadar da şarap içi-yormuş!" dedi. Bu hadiseden bir gün sonra Dâvûd, uyumakta olan Tâlût'un odasına girerek baş ucuna iki, ayak ucuna iki, sağ ve so­luna da ikişer ok koyduktan sonra çekilip gitti. Tâlût uyandıktan sonra okları gördü ve Dâvûd tarafından konduğunu anlayarak: "Allah Davud'u esirgesin. O benden daha hayırlı bir kimse imiş. Ben imkân bulduğum zaman onu öldürürdüm (hatta o zannıyla şa­rap tulumunu parçaladım). Halbuki o, Öldürmek imkânı bulduğu halde yine öldürmemiş" dedi. (Birgün) Tâlût atına binerek gezme­ye çıktığı zaman, Davud'un meydanda dolaşmakta olduğunu gördü ve: "Bu gün onu öldüreceğim" dedi.

Dâvûd bir şeyden korktuğu zaman, onun arkasından kimse ye­tişemezdi. Tâlût, onu takip etmek üzere atını koşturdu. Dâvûd, ye­tişir korkusu ile daha sür'atli koşmaya başladı bir mağaraya sı­ğındı. Allah örümceğe mağaranın ağzında kendisi için bir yuva kur­masını ilham etti. Mağaranın ağzına gelen Tâlût; kurulan örümcek a-

ğım ve yuvasını görünce: "Dâvûd buraya girmiş olsaydı Örümceğin ağını bozmuş olurdu." diyerek çekilip gitti. Bilginler Tâlût'un Davud'a kargı olan bu muamelesinden müteessir olarak onun aleyhinde söz­ler söylemeye ve kendisini tenkide başladılar. Tâlût ise, Dâvûda kötü muamelede bulunmaktan alıkoymak isteyenleri öldürüyordu. Allah O'nu, bilginleri Öldürmeye isteklendirdi.   O,   fırsatı   düştükçe   Îsrâîl oğullarından olan bilginleri öldürmeye başladı.    Allah'ın    "tsm-i A'zâm"ını bilen bir kadına sıra geldiğinde, Tâlût celladına onu öl­dürmek için emir verdiyse de, cellad ona acıyarak: "Birgün bilgisine muhtaç oluruz" diye kendisini sağ bıraktı. Fakat sonra Tâlût'un kal­binde günahlarından pişman olmak duygusu doğdu.    Yaptıklarına pişman olarak ağlamaya başladı. O derece çok ağladı   ki, insanlar ona acıdılar. O her gece mezarlığa giderek ağlar: "Tevbelerimin ka­bul edileceğini bilen varsa Allah aşkına bana haber versin"    diye seslenirdi. Böylece çok seslenince mezarlardan biri ona: "Ey Tâlût, bizi öldürmekle kanaat etmeyip mezarımız başında da bize eziyet edi­yorsun" dedi. Bunun üzerine ağlaması ve kaygusu   daha da fazla­laştı. Celladı ona acıyarak kendisi ile konuştu:  "Benim tevbemin kabul edilip-edilmiyeceğini büen bir bilginden haberin var mı?" dedi. Cellad ona: "Senin gibilerin hali, akşamleyin bir köye indiği vakit horozların   ötüşünü   uğursuz   sayarak,   bütün     horazları     kesti­ren ve uykuya dalarkende:    "Beni   horozlar   öttüğü   vakit   kal­dırınız"   diye   emir   veren   kimsenin   haline  benzer.   Çünkü   ona : "köyde birtek horoz bırakmadın ki, ötsün-" diye cevâp vermişlerdir. Sen de îsrâîl oğulları arasında bir tek bilgin bırakmadın ki, tevbe-nin kabul edilip- edilmeyeceği hakkındaki suâline cevâp versin!" dedi. Bunun üzerine Tâlût'un endişe ve ağlaması çok arttı. Cellad onun vaziyetinde bir ciddiyet görünce: "Sana bir bilgin gösterirdim ama onu öldürmenden korkuyorum" dediği zaman Tâlût: "Öldürme­yeceğim" diye cevâp verdi. Cellat ondan söz aldıktan sonra, sağ bıraktığı alime kadının kendi evinde saklanmış olduğunu söyledi. Tâlût: "Sen beni onun yanına götür. Ben ondan tevbemin kabul edilip-edilmeyeceğini soracağım" dedi. Bir    evde    Allah'ın    "îsm-i A'zâmmı' bilen bir erkek varsa, öleceği zaman o ismi kadınlarına öğretirdi. Cellad: "Alime kadın seni görürse korkarak bayılır" di­yerek Tâlût'u kapı arkasında bıraktı ve kendisi evine kadının yanı­na girerek: "Seni ölümden kurtararak evimde saklamış olmakla, sâ­na karşı dünyada nimet ve minneti büyük olan kimse ben değü mi^ . yun?" dediği zaman, kadın: "Evet sözlerin doğrudur" dedi. Cellad: "Benim senden bir ricam var; Tâlût senden tövbesinin makbul olup olmayacağını soruyor" dedi. Kadın: "Allah adına yemin ederek  söy­lüyorum ki, Tâlût'ım tevbesinin kabul edilip- edilmiyeceğini bilmiyo­rum" dedikten sonra cellâddan: "peygamberlerden birinin mezarını biliyor musunuz?" diye sordu. Ona, peygamber Yûşa' (a.s.)'ın me­zarını tarif ettiler. Kadın, yanında Tâlût ile cellâd bulunduğu halde Yûşâ'nın mezarı basma geldi. Alime kadının duası   üzerine    Yûşâ' (a.s.) başının üzerindeki toz ve toprakları sükerek mezarından çıktı. Her üçü de Yû§a' (a.s.)'m yüzüne bakınca, onlara: "Size ne oldu?, kıyamet koptu sandım" dedi. Kadın: "Hayır, kıyamet kopmadı. An­cak Tâlût senden tevbesinin kabul edilip-edilmiyeceğini soruyor" de­yince, Yûşa': "Tevbesinin kabul edileceğini kesin olarak bilmiyorum; fakat kendisi hükümdarlığından vazgeçip önünde    oğulları olduğu halde, Allah rızası için savaşarak oğulları ile birlikte öldüğü tak­dirde (belki) kabul edilebilir" diye cevâp verdi ve Ölü halde kabrin© döndü. Tâlût eskisinden daha kederli bir vaziyette mezarın başından ayrıldı. Çünkü oğullarının buna yanaşmamasından korkuyordu.   Bu sefer Tâlût o kadar çok ağladı ki, kirpikleri dökülerek vücudu ku­rudu. Sayıları 13 olan oğulları onun yanına gelerek konuştular ve halini sordular. Tâlût onlara, tevbesinin ne gibi şartlar altında ka­bul edüeceği hususunda Yûşa' (a.s.) tarafından söylenen sözleri an^ lattı. Onlardan kendisiyle birlikte düşmana karşı savaşmalarını rica etti. Oğullarını silâhlandırdıktan sonra birlikte düşmana karşı yürü­düler ve babalarının önünde bulundukları halde düşmana karşı çar­pışarak hepsi de Öldürüldüler. Bundan sonra babalan Tâlût da düş­man üzerine yürüyerek öldürüldü. Yerine Dâvûd hükümdar oldu ve Allah tarafından peygamber olarak seçildi. C .Hak bunu kitabında: "Allah, Davud'a hükümdarlık ve hikmet verdi"[197] âyetinde   hikâye etmektedir. Rivayete göre, <(hikmet"ten    maksad peygamberliktir. Dâvûd (a.s.)  Şem'ûn'un yerine peygamber olmuştur. Tâlût'un adı süryânîeede: Şavil îhn Kays... Ya'kûb Ibn İshak îbn   İbrahim'dir. İbnü îshak'a göre, Tâlût'un tevbesi   hakkında   mezardan   çıkarak haber veren zat, Elyesa' Ibn Abtûb'dur. Bize bu haberi, Ibnü Hu-meyd söyledi. Ona ve arkadaşlarına Seleme söylemiş; o, îshak'dan nakleder. Tevrat ehli olanlara göre Tâlût'un idaresi, hükümdar ola­rak seçilmesinden ölümüne kadar 40 yıl sürmüştür[198].

Vehb Ibn Münebbih'ten nakledüdiğine göre Dâvûd (a.s.) ile Câ-lût karşı karşıya geldikleri zaman, Dâvûd (a.s.)'u elinde sapan ve taşlarla görünce:

"— Sen mi beni öldüreceksin?" dedi. Dâvûd: "— Evet" dedi. Câlût:

"— Yazık sana! Bana, bir köpeğin karşısına çıkar gibi taş ve sapanla çıkıyorsun. Etini parça parça edip vahşî hayvanlara ve yır­tıcı kuşlara yedireceğim" dedi. Dâvûd:

"— Ey Allah'ın düşmanı! Sen bana göre köpekten daha be­tersin!" cevâbını verdi. Dâvûd (torbasından) bir taş aldı ve sapanla attı. Atılan taş Câlût'un iki gözünün ortasına rastladı. Beynine gir­di. Câlût cansız yere yuvarlandı ve yanındaküer bozguna uğradı. Dâvûd, Câlût'un ba§mı kesti. Hadiseyi müteakip herkes, "Câlût'u ben öldürdüm" demeğe başladı ve buna delil olmak üzere Câlût'un kılıcı, cesedinden bazı parçalar veya silâhlarından alabildiklerini or­taya attılar... Ve neticede Dâvûd, Câlût'un başını çıkarıp gösterdi. Tâlût'tan daha evel va'dettiği şeyleri yerine getirmesi istenince piş­man oldu ve Davud'a hitaben:

"— Hükümdar kızlarına mihir gerekir, onlar mihirsiz alına­mazlar. Sen Cesur bir yiğitsin. Kızımın mihrî olmak üzere, düşman­larımızdan 300'ünün gulfesini getirmelisin" dedi. Tâlût bu şartla Dâ-vûd'un ölümünü arzu ediyordu. Dâvûd gitti ve onlardan 300 kişiyi esîr aldı, gulfelerini kesip getirdi. Bunun üzerine Tâlût, kızını Dâ-vûda vermeğe ister-istemez mecbur oldu. Sonradan da pişmanlık duydu. Davud'u öldürmek istedi. Bunu sezen Dâvûd dağlara kaçtı. Tâlût arkasından gidip onun etrafını sardı. Akşam olunca Tâlût ve nöbetçilerine Allah bir uyku verdi. Dâvûd gizlendiği yerden çıktı, Tâlût'un abdest almak ve su içmek için kullandığı ibriki aldı; sa­kalından bir parça kesti; bir parça da elbisesinin saçağından alıp yerine çekildi. Yerinden Tâlût'a: "Eğer seni öldürmek isteseydim dün bu mümkindi. İnanmazsan bak! İşte ibrikin, sakalın ve saçak­ların" dedi. Tâlût inandı ki, eğer Dâvûd isteseydi kendini öldürebi­lirdi[199].

 

3 — Tâlût'un Boyunun Ölçüldüğü Asâ Nereden Gelmişti?

 

Yukarıya alınan rivayetlerden birinde, îsrâîl oğulları peygam­berlerinden, düşmanlarıyla çarpıgma hususunda kendilerine Önderlik edecek bir melik istemişlerdi. Peygamber duâ etti ve hükümdar ola­rak Allah tarafından seçilecek kişinin boyunun elinde tuttuğu değ- neğin boyu kadar olacağını söyledi... İşte bu "asâ"' (değnek) Cennet'-teıi inme idi[200].

 

4 — Tâlût'un mesleği  Ne îdi?

 

a — Debbağ" idi;

b — Saka idi[201];

c — Çoban idi[202];

d — (       ) idi[203].

 

5  — Tâlût Merkebini Nereden Suluyordu?

 

Tâlûît, kendisiyle su taşıdığı merkebini rivayetlere    bakılacak olursa Nü nehrinden suluyordu[204].

 

6  — Tâfcût ve Hz. Musa'nın Asâ'sı Şimdi Nerededir?

Es-Süddı'nin rivayetine göre, Tâbut ve Hz. Musa'nın Asâ'sı Ta-beriyye gölünde gömülüdür. Gömülü bulundukları yerde Hz. isa'nın çıkacağı zamana kadar kalacaklar; Hz. tsâ vakti gelince onları yer­lerinden çıkaracaktır[205].

 

7  — Tâlût'un Ordusu Hangi Nehirle İmtihan Edildi?

 

Ayette (el-Bakara, 2/249) ifâde edildiğine göre, Tâlût ordusu ile yola çıktığı zaman; "Şüphesiz Allah sizi bir ırmakla imtihan edi­cidir, îşte kim ondan kana kana içerse benden değil, kim onu tad-

mazsa artık o benden. Eliyle bir avuç alanlar başka... dedi". Acaba bu nehir hangi nehirdir?

a — Filistin nehri[206];

b --- Ürdün ile Filistin arasında suyu tath bir nehir[207];

c — Ürdün nehri[208];

d — Şeri'a nehri[209].  

                                                  

8  — Nehirden Kaç Kişi Su İçmedi?

 

a — 4 bin kişi[210];                          

b — 310 kusur kişi[211];

 c — 310 kişi[212].

d — 313 kişi[213].

 

9  — Câtût’un Miğferinde Ne Katlar Demir Vardı?

 

Tâlût ve Câlût orduları ile muharebe için karşı karşıya geldik­leri zaman, Câlût basma demirden bir miğfer giymişti. Bu miğferin ağırlığı:

a — 300Rıtl idi[214];

b — 600 Rıtl idi[215].

 

10  — Câlût ile Karşılaştığı Zaman Dâvûd Nasıl Bir Ata Binmişti?

Dâvûd (a.s.) Tâlût tarafından, meydana er dileyen Câlût'un kargısına çıkarılırken, yanma bir takım birlikler verdi; kendisini ya­ğız bir ata bindirdi; kılıç kuşattı; demirden ma'mûl zırh giydirdi[216].

 

1 — Davud'un Sapanı Câlût'tan Sonra Kaç Kişiyi Öldürdü?

Rivayetlere göre Dâvûd (a.s.) bîrgün yolda yürürken bazı taş­lar dile gelmiş ve ona her t>iri ayrı ayrı: "Beni al!" demişlerdi. Dâ-vûd (a.s.) torbasına koyduğu bu taşları sapanına koyup Câlût'a fırlattı. Atış esnasında birbirine kaynayarak bir tek taş haline ge­len taşlar, Câlût'un tam alnına bir ateş parçası gibi girdi Beynini dağıtıp ensesinden çıktı. Dâvûd (a.s.)'un eliyle atılan bu atım Câ­lût'tan sonra isabet ettiği herkesi öldürdü. Sayıldığı zaman bunların / ŞO.kişi olduğu anlaşıldı[217]. Bazı rivayetlere göre atılan taş Câlût'un başında bulunan 33 zırhı parçaladı ve kendisini öldürdü. Aynı taşla ordudan Ölenlerin sayısı ise 30 bindir[218].

 

12  — Muharebede Câlût'un Giyim-Kuşamı :

Rivayete göre, Tâlût ve ordusu ile karşılaşmak üzere Câlût mu­harebe meydanına bir fü üzerinde geldi; başında tâc vardır; alnında etrafa nûr saçan bir yakut bulunuyordu[219].

 

13 — Tâlût'un Evine Gelen Tâbût Kimindi?

' Ali İbn İbrahim'in tefsirinde Efou Ca'fer'den nakline göre yuka­rıda Talût'un evine geldiğini kaydettiğimiz Tâbut, Allah'ın Hz. Musa'­nın annesine indirdiği tâbuttur. Bilindiği gibi Hz. Musa'nın annesi oğlunu bunun içine koymuş ve denize atmıştı. Bu Tâbût'a îsrâîl oğulları çok ehemmiyet verirler ve onunla teberrük ederlerdi[220]. [221]

 

RİVAYETLERtN   TAHLİLİ

 

Tâlût'la birlikte sebat edip düşman karşısına çıkanların sayısı ile ilgili kısa bir hadîs hariç hemen tamamiyle isrâîliyyattan ibaret olan bu rivayetleri tahlilden sonra, konuyla ilgili Kitab-ı Mukaddesteki metinleri göreceğiz. O zaman bunların isrâîîiyyattan olduğu daha açık bir tarzda görülecek ve aynı zamanda tefsirlere ne ölçüde Ehl-i Kitab rivayeti aktarıldığının bir numunesi olacaktır.

 

1 --- Tabutu Kim Getirdi, Nasıl Getirdi?

Buna dâir yukarıda bazı rivayetler kaydedilmişti. Meleklerin Tâ-bût'u nasıl ve ne şekilde getirdiklerini ancak Allah bilir. Âyetten, me­leklerin Tâbût'u bizzat getirmiş olmaları açıkça anlaşılıyor. Lâkin taf­silâtı doğrulayacak delillere mâlik değiliz[222].

 

2 --- Tâlût'un Tevbesini İhbar İçin Bir Peygamberin Kabrinden kalkması:

Rivayetlere göre Tâlût, tevbesinin mümkin olup-olmadığmı anla­mak için âlime bir kadrinin refakatinde bir peygamberin mezarına gitmiştir. Bu kadın Allah'a duâ etmiş ve duâ neticesi peygamber di-rilip mezardan çıkmış ve ona nasıl tevbe etmesi gerektiğini söyledik­ten sonra tekrar eski haline aydet etmiştir. îbnü Cerîr et-Taberî'nin es-Süddî'ye varan bir senedle tarihine aldığı bu rivayet için İbnü Ke-sîr: "Bu rivayette dile getirilenlerin bir kısmında "nazar" ve "nekâ-ret" vardır... Belki kadın peygamberi ru'yasında görmüştür. Kabrin­den kalkmamıştır. Çünkü peygamberin kabrinden kalkması, sâdece bir peygamberin mucizesi olabilir. Bu kadın ise nebî değildir"[223] der.

3  --- Hut'un Hükümdarlığı Kaç Yıl Sürdü?

Kaynaklar Talût'un hükümdarlığının tam 40 yıl sürdüğünü, açıkça ehl-i Tevrat'tan naklen haber verirler[224].

 

4  — Tâlût’un Dâvûd'u Öldüreceğini Kim İhbar Etti:

Bir kısım rivayetlerde, başarılarından rahatsız olduğu için Ta­lût'un DâvM'a karşı derûnî bir ,kin beslediği, onu Öldürmeyi plan­ladığı anlatılır. Fakat bu konudaki tarihi bilgiler tezat halindedir: Bazılarında Talût'un, Dâvûd'dan 300 guîfe istediği anlatılır -ki bu, Tâlût'un Davud'u ortadan kaldırmak istediğinin en açik deliîidir.-diğer bazılarında da hiçbir ferde sezdirmeden evine geceleyin girdiği ve Dâvûd zannıyla elbiselerini üzerine koyduğu tulumu, bir kılıç dar­besi ile parçaladığı dile getirilir. Bu rivayetler arasını te'lîf böyle bir güçlük arzedib dururken, kaynaklar bir muhbirin ismini verirler. Buna göre, Davud'a Tâlût tarafından    Öldürüleceği    "Zü'l-'Ayneyn" isimli bir şahıs tarafından haber verilmiştir[225].

Ayrıca bu konudaki rivayetlerden birinde Davud'un şarap iç­tiğinden de bahsedilmiştir. Bugün elde mevcut Tevrat'ta bir pey­gamberin içki kullandığı ve bunun tesiriyle iki kızıyla da sâna ettiği ve bunlardan çocuklarının dünyaya geldiği kayıtlıdır. İnsanların tebdil ve tahrîfi ile bunun gibi daha birçok iftirayı ihtiva eden Kur'ân öncesi mukaddes kitapların ve onlara inanan camianın bil­gileri Islâmî muhit ve kaynaklara aktarılırken çok dikkatli davrarulmandır.

 

5  — Tâlût’un Hükümdarlığım Haber Veren Peygamber Kimdir?

Buna dâir üç isim söylenmiştir. Bunlardan biri de Yûşa' (a.s.) dır. Bazı müellifler tarihî bakımdan imkânsız olduğunu tasrîh ede­rek bunu reddederler[226], özellikle Ibnü Kesir: "Âyette bahis konu­su edilen peygamberin Yûşa' (a.s.) olduğu yolundaki rivayetler ger­çek olmaktan uzaktırlar. Çünkü Tâlût ve Câlût olayı Hz. Musa'dan uzun bir zaman sonra meydana gelmiştir. Bu hâdise ise Dâvûd (a.s.) zamanındadır. Nitekim bu husus kıssada açıkça belirtilmiş­tir. Hz. Mûsâ üe Dâvûd (a.s.) arasında 1000 küsur senelik bir za­man farkı vardır" der (Tefsir, I. 533).

Konuya Tefsîrul-Menâr'da (II. 474)'da temas edilmiş ve bu­nun tarihi bilmemekten neşet ettiği tasrîh edilmiştir.

 

6 --- Dâvûd’un CâJût'u Sapanla Öldürmesi:

Bu konudaki merviyyatın tamamı da isrâîlivyattir[227].

 

7  — Kitâb-ı Mokaddes'e Göre Tâlût Câlût ve Dâvûd Mes'elesi:

Konu ile ilgili olan kısmaları I. Samuel'den aktaracağız. Netî-cede tefsirlerde yer alan rivayetlerin gerçek kıymeti ve Kitab-ı Mu-kaddes'ten ne ölçüde müteessir olduğu daha iyi görülmüş olacak­tır:

Ve Filistîler cenk için ordularını topladılar; ve Yahûda'nın So-ko şehrinde toplandılar, ve Soko ile Azeka arasında, Efes-Danı-mim'de ordugâh kurdular. Ve Saul ile Isrâîl adamları toplandılar, ve Ela deresinde ordugâh kurdular ve FilistÜere karşı cenge dizü-diler. Ve Filistîler dağda bir yerde duruyorlardı, ve îsrâîli'ler dağ­da Öbür tarafta duruyorlardı; ve aralarında dere vardı. Ve Filis­tîler ordugâhından adı Golyat olan Kat'lı pehlivan çıktı, boyu altı arşm ve bir karıştı (takriben on metre 70 santimetre). Ve başında tunç başlık vardı, ve üzerine pullu zırh giyinmişti; zırhın ağırlığı 5 bin şekeî tunçtu (takrîben 82 küograra eder). Ve baldırları üzerin­de tunç zırhlar vardı, ve omuzlan arasında tunç kargı vardı. Ve mız­rağının sapı çulha tezgâhı sırığı gibi idi; ve mızrağının başı 600 şe-kel ağırlığında demirdi; ve kalkan taşıyan uşağı önde gidiyordu. Ve durdu, ve îsrâîl dizilerine bağırıp onlara dedi: "Niçin cenge dizil­meğe çıktınız? Ben Filistî değil miyim, siz de Saul'un kulları değü misiniz? Kendiniz için bîr adanı seçin de yanıma insin. Eğer benimle cenk edebilir ve beni vurursa, o zaman size kul oluruz; fakat ben yener ve onu vurursam, o zaman siz bize kul olursunuz ve bize kulluk edersiniz. Ve Füistî dedi: "Bu gün ben îsrâîl dizilerine meydan oku­yorum; bana bir adam verin de karşı karsıya cenkleşelim", ve Filis-tînin bu sözlerini işitince Saul ve bütün îsrâîl yılgınlığa düştüler ve çok korktular.

Ve Dâvûdj Beyt-Lehem-Yahudadan, adı Yesse olan o Efratlı'nın oğlu idi; ve bu adamın sekiz oğlu vardı. Ve Saul'un günlerinde koca-mıştı, adamlar arasında yaşta ilerlemişti. Ve Yesse'nin üç büyük oğlu Saul'un ardınca cenge gitmişlerdi, ve cenge giden üç oğlunun adları şunlardı... Ve Dâvûd en küçüğü idi; ve üç büyük oğlu Saul'un ardınca gitmişlerdi. Ve Dâvûd Beyt-Lehem'de babasmın koyunlarını gütmek için Saul'un yanından gider ve dönerdi. Ve Filistî kırk gün, sabah ve akşam ilerleyip karşılarında duruyordu.

Ve Yesse oğlu Davud'a dedi: "Şimdi kardeşlerin için bu'kavrul-muş buğdaydan bir efayı, ve bu on ekmeği al, ve ordugâha kardeş­lerine koş; ve bu on parça peyniri binbaşıya götür, ve kardeşlerinin hal ve hatırını sor, ve onlardan bir nişane al. Ve onlarla Saul ve bü­tün îsrâîl adamları Ela deresinde Füistîlerle cenkleşmekte idiler. Ve Dâvûd sabahleyin erken kalktı, ve koyunları bekçiye bıraktı, ve Yesse'nin kendisine emrettiği gibi alıp gitti; ve arabalar ordugâhına geldiği zaman ordu cenk meydanına çıkıyordu ve cenk için bağırı-yorîardı ve îsrâîîle Filistîler dizi diziye karşı olmak üzere dizildiler. Ve Dâvûd eşyasını eşya bekçisinin eline verdi, ve diziye kogup geldi, ve kardeşlerinin hal ve hatırını sordu. Ve onlarla söyleşirken işte, adı Golyat olan Gat'lı filistî pehlivan Filistî dizisinden çıkıyordu, ve evvelki sözler gibi söyledi; ve Dâvûd işitti. Ve bütün israilliler ada­mı gördükleri zaman Önünden kaçtılar, ve çok korktular. Ve İsrail­liler dediler: "Bu çıkan adamı gördünüz mü? Gerçek İsrail'e mey­dan okumağa çıkıyor ve vakî olacak ki, kim onu vurursa kıral onu büyük zenginlikle zengin edecektir, ve kızını ona verecektir, ve ba­basının evini Isrâîlde serbest kılacaktır". Ve Dâvûd yanında duran adamlara söyleyip dedi: "Bu Filistîyi vuracak ve İsrail'den utancı kaldıracak adama ne yapılacak? Çünkü hayy olan Allah'ın dizüeri-ne meydan okuyan bu sümıetsiz Filistî kim oluyor?". Ve Kavm: "Onu vuracak adama şöyle yapılacak", diyerek o söze göre kendisi­ne söylediler.

Ve adamlarla söyleşirken büyük kardeşi Eliab işitti, ve Davud'a karşı Eliab'm Öfkesi alevlenip dedi: "Niçin indin? Ve o bir kaç ko­yunu çölde kime bıraktın? Senin kibrini ve yüreğinin kötülüğünü bi­lirim, mutlaka cengi görmek için inmişsindir". Ve Dâvûd dedi: "Şim­di ben ne yaptım? Ancak bir söz değil mi idi?". Ve onun yanından dönüp aynı sözü başka birine söyledi; ve kavm ona önce olduğu gibi cevâp verdiler.

Ve Davud'un söylediği sözler işitilince, onları Saul'a bildirdiler; ve onu getirtti. Ve Dâvûd Saul'a dedi: "O adamdan dolayı kimse­nin yüreği zayıflamasın; kulun gidip bu Fiîistı ile cenk edecektir." Ve Saul Davud'a dedi: "Bu filistî ile cenk etmek için sen ona karşı gide­mezsin; çünkü sen gençsin, fakat o gençliğinden beri cenk adamıdır. Ve Dâvûd Saul'a dedi: "Kulun babasının koyunlarını güderdi ve as­lan, yahut ayı geldiği, ve sürüden bir kuzu aldığı zaman, ben ardın­dan çıkar ve onu vururdum, ve ağzından kuzuyu kurtarırdım, ve ba­na karşı kalkarsa sakalından tutup onu vurur   öldürürdüm. Kulun hem aslanı, hem ayıyı vurmuştur; ve bu sünnetsiz füistî onlardan biri gibi olacaktır, çünkü hay olan Allah'ın dizilerine meydan   oku­muştur". Ve Dâvûd dedi: "Aslan pençesinden ve ayı pençesinden be­ni kurtaran Rab, bu filistînin elinden de beni kurtaracaktır". Ve Saul Davud'a dedi: "Git ve Rab seninle beraber olsun".    Ve Saul kendi elbisesini Davud'a giydirdi, ve başına tunç başlık koydu, ve ona zırh giydirdi. Ve Dâvûd esvabı üzerine kılıcını kuşandı, ve yürümeğe ça­lıştı, günkü alışmamıştı. Ve Dâvûd Saul'a dedi:" Bunlarla yürüye-mem; çünkü alışmadım". Ve Dâvûd onları üzerinden çıkardı.    Ve eline değneğini aldı. Ve vadiden kendisine beş çakıl taşı seçti; ve on-

ları üzerinde olan çoban torbasına, dağarcığına koydu;   ve sapam elinde idi; ve Filistî'ye yaklaştı.

Ve Filistî yürüp geliyor, ve Davud'a yaklaşıyordu ve kalkanı ta-sıvan uşak onun önünde idi. Ve Füistî bakındı, ve Davud'u görünce onu adam yerme koymadı; çünkü genç ve kırmızı yüzlü, bakıhşı da güzeldi. Ve Filistî Davud'a dedi. "Ben köpek miyim ki bana değnekle geliyorsun?". Ve Füistî kendi ilâhları ile Davud'a lanet etti. Ve Fi­listî Davud'a dedi: "Yanıma gel ve senin etini göklerin kuşlarına, ve kırın hayvanlarına vereyim". Ve Dâvûd Füistî'ye dedi: "Sen kılıçla, ve mızrakla, ve kargı üe üzerime geliyorsun; fakat ben meydan oku­duğun îsrâîl dizisinin Allah'ı, ordular Rabbinin ismi Üe senin üzerine geliyorum. Bu gün Rab seni benim elime verecek; ve seni vuracağım, ve başım gövdenden ayıracağım, ve Füistî ordusunun leşlerini gök­lerin kuşlarına, ve yerin canavarlarına vereceğim, ve israil'de Allah olduğunu dünya büecek, ve bütün bu cemaat bilecek ki, Rab kılıçla ve mızrakla kurtarmaz; Çünkü cenk Rabbindir, ve sizi elimize ve­recektir. Ve vaki oldu ki, Davud'un karşısına çıkmak için Füistî kalkıp yaklaşınca Düvûd çabuk davranıp Füistî'nin karşısına çıkmak için cenk dizisine doğru koştu, Ve Dâvûd dağarcığına el attı, ve ora­dan bir taş alıp sapanla fırlattı, ve Filistî'yi alnından vurdu; ve taş alnına battı, ve yüzü üstüne yere düştü.

Ve Dâvûd Filistî'yi sapanla ve taşla yendi, ve Filistî'yi vurup ve onu öldürdü. Ve Davud'un elinde kılıç yoktu. Ve Dâvûd koşup Filistî'nin üzerinde durdu. Ve onun kılıcını alıp kınından çekti, ve onu öldürdü, ve onunla başını kesti, ve Filistüer pehlivanlarının öldüğünü görünce kaçtılar. Ve Isrâîl ile Yahuda adamları kalkıp bağırdılar, ve Füistî'lere Gaiye varıncaya kadar, ve Ekron kapılarına kadar ko­valadılar. Ve Filistîlerden vurulanlar Gat'a kadar, ve Ekron'a kadar Şadrayim yolunda düştüler...

Ve Dâvûd Filistî'yi vurup döndüğü zaman, onlar gelirken, bü­tün tsrâîl şehirlerinden kadınlar, Saul'u karşılamak için deflerle, se­vinçle, ve üç telli sazlarla terennüm ve raksederek çıktılar. Ve ka­dınlar oynarken karşılıklı terennüm edip diyorlardı:

Saul vurdu binlerini, Dâvûd da onbinlerini, Ve Saul çok Öfkelendi ve bu söz, gözünde kötü göründü; ve dedi:" Davud'a onbinleri verdiler, bana ancak binleri verdüer; ve artık ona ancak krallık kaldı", Ve o günden sonra Saul Davud'a eğri gözle bak­tı... Ve Saul'un elinde mızrak vardı; ve Saul: Davud'u duvara çaka­yım, diye mızrağı attı. Fakat Dâvûd onun önünden iki kerre yana çekildi...

Ve Saul Davud'a dedi: "İşte büyük kızını Merab, onu karı olarak sana vereceğim; ancak benim uğrumda cesur ol, ve Rabbin cenklerini et...

Ve Saul'un kulları: Dâvûd böyle söyledi, diyerek kendisine bil­dirdiler. Ve Saul dedi: "Davud'a şöyle diyeceksiniz: Kral ağırlık is­temiyor; ancak kralın düşmanlarından öc almak için 100 Filistî gul-fe'si istiyor. Ve Saul Davud'u Fiiistî'lerin eliyle düşürmeyi kurmuş­tu- Ve Saul'un kulları bu sözleri Davud'a bildirdiler, ve kralın da­madı olmak Davud'un gözüne hoş göründü. Ve günler dolmamıştı; Ve Dâvûd kalkıp adamları ile gitti, ve Füistüer arasında 200 kişi vurdu; ve Dâvûd kralın damadı olmak için onların gulfelerini ge­tirdi, ve onları tam sayısı ile krala verdiler... Ve Saul bütün günler Davud'un düşmanı oldu...

Ve Saul Davud'u beklemek ve kendisini sabahleyin öldürmek için evine ulaklar gönderdi, ve Davud'un karısı Mikal ona bildirip de­di:" Eğer bu gece canını kurtarmazsan, yarın öldürüleceksin. Ve Mikal Davud'u pencereden indirdi; ve o gitti, ve kaçıp kurtuldu. Ve Mikal terafimi alıp yatağa koydu, ve keçi kılından yastığı onun ba­şına koydu, ve yorganla örttü...

Ve kral yanında duran koşucu askere dedi: "Dönün, ve Rabbin kâhinlerini öldürün; çünkü onlar da Dâvûd'la elbirlik ettiler, çünkü onun kaçtığını bildiler de benim kulağımı açmadılar... Ve kâhinleri vurdular.,.

... Ve Dâvûd kalktı, ve Saul'un cübbesinin eteğini gizlice kesti... Ve Dâvûd Saul'a dedi:... "Bugün mağarada Rabbin nasıl seni elime verdiğini, işte, gözün bugün gördü; ve seni öldürmemi söylediler; fa­kat gözüm seni esirgedi... Ve bak, ey baba... elimdeki cübbenin ete­ğine bak; senin cübbenin eteğini kesip seni öldürmediğimden bil ve gör ki, elimde kötülük ve günah yoktur... Ve Saul yüksek sesle ağla­dı. Ve Davud'a dedi: "Sen benden daha sâlihsin; çünkü ben sana kötülükle ödediğim halde, sen bana iyilikle ödedin..."[228]

(Dâvûd ellerine fırsat geçmiş iken Saul'u Öldürmek isteyen ar­kadaşına mani oldu ve şöyle) dedi: "Hayy olan Rabbin hakkı için, Rab onu vuracaktır; yahut girnü gelecek ve ölecektir; yahut cenge inecek ve helak olacaktır. Rabin meşinine el uzatmaktan Rab beni esirgesin; ve şimdi rica ederim, başı ucundaki mızrağı ve su matra-sını al da gidelim". Ve Dâvûd Saul'un başı ucundan mızrağı ve su matrasım aldı; ve gittiler; ve gören olmadı, ve uyanan olmadı; çün­kü hepsi uyuyorlardı, çünkü Rab tarafından üzerlerine derin uyku düşmüştü...

... (Dâvûd, Saul'un bekçi ve nöbetçilerine şöyle seslendi): "Hayy olan Rabbin hakkı için, siz ölüm oğullarısınız, çünkü efendinize, Rab­bin mesîhine bekçilik etmediniz. Ve şimdi bak, kralın başı ucunda olan mızrağı ve su matrası nerededir[229].

...Ve Samuel ölmüştü, ve bütün îsrâîl onun için dövünmüşlerdi, ve onu Ramada, kendi şehrinde gömmüşlerdi. Ve Saul cincileri ve bakıcıları memleketten kaldırmıştı. Ve Filistîler toplanıp geldiler ve Şunem'de ordugâh kurdular; ve Saul bütün îsrâîl'i topladı, ve Gil-boa'da ordugâh kurdular. Ve Saul Filistîler ordugâhım görünce kork­tu, ve yüreği çok titredi. Ve Saul Rab'den sordu, fakat Rab ken­disine ne ru'yalarla, ne Urim'le, ne de peygamberlerle cevâp verme­di. Ve saul kullarına dedi: "Benim için bir cinci kadın arayın, ve ona gidip ondan sorayım". Ve kulları ona dediler: "işte, En-dor'da bir cinci kadın var".

Ve Saul kılığını değiştirdi, ve başka esvap giydi, ve iki adamla beraber gitti, ve geceleyin kadının yanma geldiler; ve dedi: "Rica ederim, benim için cinle fala bak, ve sana söyliyeceğim kimseyi ba­na çıkar. Ve kadın ona dedi: "îşte, Saulun ne yaptığını, cincileri ve bakıcıları memleketten nasıl attığını biliyorsun da, neden beni öldürt­mek için canıma tuzak kuruyorsun?". Ve Saul kadına: "Hayy olan Rabbin hakkı için, bu işten sana bir kötülük gelmeyecektir", diye Rabbin hakkı için andetti. Ve kadın dedi: "Sana kimi çıkarayım?". Ve Saul: "Bana Samuel'i çıkar dedi. Ve kadın Samuel'i görünce yük­sek sesle bağırdı; ve kadın: "Sen Saulsun da beni niçin aldattın." di­ye Saul'a söyledi. Ve kral ona dedi: "Korkma; fakat ne görüyor­sun?". Ve kadın Saul'a dedi: "Yerden çıkmakta olan bir ilâh görü­yorum". Ve dedi: "Ne biçimdedir?". Ve kadın dedi: "Kocamiş bir

 

 

 

adam çıkıyor; ve bir cübbeye bürünmüş". Ve Saul, onun Samuel ol­duğunu anladı, ve yüz üstü eğilip yere kapandı.

Ve Samuel Saul'a dedi: "Beni çıkararak niçin rahatsız ettin?". Ve Saul dedi: "Çok sıkıntıdayım; çünkü Filistîler bana karşı cenk ediyorlar, ve Allah benden ayrıldı, ve artık ne peygamberlerle ne de ru'yalarla bana cevâp veriyor; ve ne edeceğimi bildiresin diye seni çağırdım". Ve Samuel dedi: "Madem ki Rab senden ayrılmış ve sana düşman olmuştur, o halde niçin benden soruyorsun? Ve Rab bana söylediği gibi sana yaptı; Rab krallığı senin elinden kopardı, ve onu senin komşuna, Davud'a verdi. Sen Rabbin sözünü bilmediğin, ve onun kızgın Öfkesini Amelekîlere yapmadığuı için, Rab da bugün sa­na bu şeyi yaptı. Ve Rab İsrail'i de seninle beraber Filistîlerin eline verecek; ve yarın sen ve oğulların benimle beraber olacaksınız; ve İsrail'in ordusunu da Rab Füisti'lerin eline verecektir'"[230].

Ve Filistîler İsrail'e karşı cenk ettiler; ve îsrâîliler Filistîlerin Önünden kaçtılar, ve vurulanlar Gilboa dağına düştüler. Ve Filistîler Saul'la oğullarının peşine yapıştılar; ve Filistîler Saul'un oğulla­rı (nı)... vurdular. Ve cenk Saul'a karşı şiddetlendi, ve okçular onu buldular; ve okçulardan çok sıkıldı. Ve Saul süahtarına dedi: "Kı­lıcını çek de onu bana sapla, yoksa bu sünnetsizler gelip onlar bana saplayacaklar, ve benimle eğlenecekler". Fakat silahtarı yapmak is­temedi, çünkü çok korktu. Ve Saul kılıcını alıp onun üzerine düştü. Ve silahtarı Saul'un öldüğünü görünce, kendi de kılıcının üzerine düştü, ve onunla beraber öldü. Böylece Saul, ve üç oğlu, ve silahtarı ile bütün adamları da o gün birlikte öldüler[231].

Yukarıya aldığımız kısımlar ifâde edüdiği gibi I. Sanıuel'dendir, Tevrat'ın umumiyetle beş kısımdan ibaret olduğu bilinir. Ve adı ge­çen I. Samuel kitabı Tevrat'ın kısımlarına dahil değildir.

Yukarıda görüldüğü gibi Kitab-ı Mukaddes'te Kur'ân'm (Tâlût) adıyla andığı şahsın adı Saul olarak geçer (bu isim bazı kaynaklarda Şâvil, Sâvil tarzında tesbît edilmiştir). Öyle görülüyor ki, Islâraî mu­hitlere sızdırılmış olan bu hikâye - Islâmî olup olmadığına bakılmadan ve gayr-i Islâmî olduğu tasrîh edilmeden - kitaplara aktarılmış­tır.

Tefsîru'l-Menâr'da I. ve II. Samuel'e ait şöyle bir mütalea ile­ri sürülmüştür (it. 475) : "...Allah bu zatın ismini Kur'ân'da Tâlût olarak zikretmiştir. Buna göre isim Tâlût'dur. Elıl-i Kitâb'm eserle­rinde bulunan şeyler bizi ilgilendirmez. Okuyucu, yahûdîlerin I. ve II. Samuel'i yazanı ve bunların hangi zamanda yazıldıklarını bilme­diklerini öğrenince, ismin (Tâlût isminin) şu veya bu şekilde yazıl­masının mühim olmadığını kolayca anlar".

 

8 ---Nehirden Doya Doya İçmeyenlerin Sayısı:

Buna ait rivayetleri yukarıda kaydetmiştik. Kitâb-ı Mukaddes'in "Hakimler" bölümünde buna ait bazı pasajlar vardır. Şöyle ki:

...Ve Harot pınarı başında ordugâh kurdular... Ve şimdi kavme işittirip de: "Kim korkuyor ve titriyorsa dönsün, ve Gilead dağından geri gitsin". Ve kavmden 22 bin kişi geri döndüler; ve on bin kişi kaldı.

Ve Rab Gideon'a dedi: "Kavmin sayısı yine fazladır; onları suya indir, ve senin için orada onları deneyeyim; ve vaki' olacak ki sana "Bu seninle beraber gidecek, dediğim adam seninle beraber gidecek; ve: Seninle gitmeyecek, dediğim adam gitmeyecektir". Ve kavmi su­ya indirdi; ve Rab Gideon'a dedi: "Köpeğin diliyle içtiği gibi diliyle su içen her adamı ayrı, ve içmek için dizleri üzerine çöken her adamı da ayrı koyacaksın". Ve ellerini ağızlarına götürerek dilleriyle içenle­rin sayısı 300 kişi oldu. Ve Rab Gideon'a dedi: "Diliyle içen 300 kişi ile sizi kurtaracağım, ve Midyeanîleri senin eline vereceğim."[232].

Tefsîru'l-Menâr sahibi kıssada mevcut bazı tenakuzlara dikkati çeker ve der ki: "Yahûdîlerin mukaddes kitaplarında bu imtihan mes'elesi, Ced'ûn (Gideon) 'a maledilir ve Tâlût kıssasından önce zik­redilir. Kıssayı Allaha yakışmayan bir tarzda ortaya koyarlar. Fa­kat bu, Allah'ın insan cemiyetlerini idarede koymuş olduğu İlâhî sün­netlere asla uymaz, uymaz ama baştan sona harikulade ve acaip ha­diselerle dolu olan kendi tarihlerine uygundur(!)... Ben (kıssa ile ilgili bu anlatılanlardan) şunu anladım ki; yahudî milleti tarihle­rini karıştırmışlardır.


Kitaplarda mevcut olanların pek çoğunu kimin yazdığı belli değildir. Tâlût kıssasını ihtiva eden I. Samuel kitabı da bu kâtibi meçhullerdendir. Bu kıssada, hadisenin cereyanından son­ra yazıldığını gösteren bir takım kısımlar da vardır..." (Tefsîru'1-Me-nâr, II. 487).

Tâlût ile birlikte nehri geçen ve suyu da emredildiği tarzda içen­lerin sayısının, Bedir harbine iştirak eden müslümanların sayısına denk olduğunu ifâde eden bir hadîs vardır[233]. Muhtelif müellifler ta­rafından kaydedilen bu hadîse göre Bedir harbine iştirak eden mü-câhidlerin sayısı, Talût ile nehri geçenlerin sayısı kadardır. Bilindiği gibi bu sayı üzerinde tam ittifak yoktur. Ekseriyyet 310 küsur ol­duğu kanaatmdadır. (313, 314, 315, 316, 319 rivayetleri de vardır. Bü­tün bunlar için bk. İbnü Hacer, Fethu'I-Bârî, VHL 293-94).

El-Buhârî'de mevcut üç rivayetten biri şudur[234] . [235]

H — TÂBUT   VE    SEKİNE

Tâlût ile Câlût arasında geçen savaş dolaysıyla Kur'ân-ı Kerîm'-in bir âyetinde "Tâbut", "Sekine" ve "Bakıyye"den bahsedilir. Tâ-lût'un hükümdarlığını kabul etmeyenlere "Tabut" bir alâmet olarak gelmiştir. Ve içinde Rab'lerinden bir sekînet ve... bir bakıyye vardır. Tamamı 7-8 kelimelik bir cümle olan bu âyet içindeki üç isim etra­fında bir sürü rivayetler ortaya atılmış, lüzumsuz tafsilata girilmiş­tir. Neticede görüleceği gibi bunların hemen tamamı Ehl-i Kitâb'dan nakledilmiştir.

ftgffi Âyetin Me'âli :

Peygamberleri onlara şöyle söyledi: "Gerçek, onun hükümdarlı­ğının açık alâmeti size o Tâbût'un gelmesi olacaktır ki, içinde Rabbi-nizden bir sekînet ve Mûsâ hanedanı ile Harun âüesinin metrûkâ-tından bir bakıyye vardır..." (el-Bakara, 2/248).

TABUT

 

1  — Tâbûtfun Lügat Manâsı :

Tâbut sandık demektir. Cenaze taşımaya mahsus, ağaçtan ma'-mûl sandukaya da tâbut denir[236]. Âsim Efendi: "Ve malum ola ki, Kur'ân'i Kerîm'de zikrolunan Tâbût'tan murad, Tevrat kitabında vad' olunan sandukadır..." der (Kamus Tercemesi, T.V.B. maddesi).

 

2  — Tâbut Kime Aittir ve Nereden Gelmiştir?

a — Cennetten inmedir; rivayete göre Âdem (a.s.) Cennet'ten yeryüzüne inerken beraberinde bazı şeyler de getirmiştir. Bu eşya-.nın arasında Tâbut da vardır[237].

b --- Hz. Âdem'den kalmadır; yine rivayete göre, Allah Hz. Âdem'e bir tâbut indirmiş, içinde evlâdından gelecek peygamberle­rin suretleri varmış. Âdem (a.s.)'in vefatına kadar yanında kal­mış; ölümünden sonra evlâdına mîras olarak intikal etmiş; nihayet Ya'kûb (a.s.)'a intikal etmiş; sonra îsrâîl oğullarının elinde kalmış; Musa (a.s.)Jya kadar gelmiş. Hz. Musa Tevrat'ı buna koyar; mu­harebe ettiği zaman öne geçirirmiş[238]....

c — Hz. Musa'nın anasından intikal etmiştir; bir kısım kaynak­larda, Tâbût'un Hz. Musa'nın annesinden intikal ettiği yolunda ha­berler vardır. Ebû Ca'fer'den rivayet edildiğine göre, bu Tâbût'u Hz. Musa'nın annesine Allah indirmişti. Çocuğunu bunun içine koy­du; denize salıverdi. Vefatına yakın Hz. Mûsâ; Elvah'ı, zırhını, ya­nında mevcut nübüvvete ait şeyleri içine koydu ve Yûşâ' îbn Nûn'a bıraktı...829.

 

3 — Tâbût’tan Dolayı Düşmanların Başına Gelen Haller:

Tâbût'a saygı gösterdikleri devirlerde tsrâîl oğulları zaferden zafere koşmuşlardı. Aradan zaman geçince isyana başladılar; fitne ve fesada düştüler; işleri çığırından çıktı. Bunun üzerine Allah baş­larına Anıalika'yı musallat eti. Amalika Isrâîl oğullarını yenip Tâ-bût'larmı da alıp götürdüler. Tâbût'u memleketlerine varınca bir pisliğe, bir helaya bıraktılar. C. Hak Tâlût'u hükümdar yapmak is­teyince Amalika'ya bir belâ verdi; hatta Tâbût'un yanında abdest bozanlar basura tutulur oldular. Diğer taraftan memleketlerinin beş şehri de mahvoldu[239]....

 

4  — Tâbut Neden Yapılmıştı?

 

a — Normal ağaçtan[240],

b — Şimşir ağacından[241].

c — (   )’dan[242].

 

5  — Tâbût’un Eb'âdı Ne Kadardı?

 

Bütün kaynaklar Tâbût'un eb'âdında müttefiktirler. Verilen Öl­çülere bakılırsa o en-boy (3x2) zira' kadarmış[243].

 

6  — Tâbût Şimdi Nerededir?

 

— Yukarıda da bir vesile ile temas edildiği gibi. bazı kaynak­lar Tâbût'un şu anda nerede bulunduğunu da kaydetmişlerdir, es-Süddî'den rivayete göre Tâbut, Taberiyye gölünde gömülüdür. Bu­rada -ahir zamanda- Hz. îsâ'nm zuhuruna kadar kalacak ve zamanı gelince Hz. îsâ onu çıkaracaktır[244].

SEKİNE

 

1 --- Sekîne'nin Lügat Manâsı:

Kelime; sükûn, vakar ve sebat, emniyyet ve itmi'nân manâlarına gelir. Türkcede aynı manâlara gelmek üzere kelimenin aslı muhafaza edilerek "sekînet" denir. Hafiflik ve telaşın zıddıdır. Kelime bir de kendisi ile sükûn ve itmi'nân hissedilen herhangi bir âyet, bir alâmet manâsına da gelir. Bir milletin bayrağı, bir ordunun sancağı gibi[245].

 

2 — Sekine'den Maksad Nedir?

Âyette, Tâbut içinde bulunduğu bildirilen "sekîne"den maksadın ne olduğu hakkında bir hayli rivayet vardır:

a — Suret demektir[246];

b — Hz. Ali'den rivayete göre, insan yüzüne benzer yüzü olan bir "Rîh-i Haffafe (= hoş bir nesSm)"dir[247];

c — "Rîh-i Hacûc" yani son derece sert ve şiddetli esen rüz­gârdır[248];

d — Konuşan bir ruhtur[249];

e — Konuşmayan bir ruhtur[250];

f— Altımdan ma'mûl bir cennet tasıdır[251] ki, içinde peygam­berlerin kalbleri yıkanırdı. Bu tası Hz. Musa'ya Allah vermişti; içine Elvâh'ı koyardı.

9  Kediye benzer bir hayvandır[252]. Mücâhid'den yapılan riva­yetten bu yaratığın kediye benzediği, kedi basma benzer bağının olduğu, kedi kuyruğu gibi kuyruğu bulunduğu, iki kanatlı  olduğu söylenmiştir. Diğer bir rivayette, ışık sağan iki gözünün bulunduğu, iki kanatlı olup kanatlarının zümrüt ve zebercedden yapılmış olduğu da zikredilmiştir.

h — Kedi başına benzer bir şeydir[253].

ı — İnsan başına benzer bir şeydir[254];

i  Rahmettir[255];

k — Elvâh nıahfazasıdır[256];

1 — Vakardır[257];

m— Bir "âyet-i ma'rûfe" dir[258].

n — Tâlût'un galib geleceğini ifâde eden bazı işaretlerdir[259];

o — Ne olduğu bilinmeyen bir şeydir[260]. [261]

BAKIYYE

 

Bu kelime, bir nesneden geri kalmış, artmış şey, hatıra manâsı­na gelir"[262]. Ayetteki ifâde şu tarzdadır: "Tâbût'un... içinde... Mûsâ hanedanı ile Harun ailesinin mekrûkatindan bir bakiyye vardır" (el-Bakara, 2/248).

Bakıyyeden Maksad Nedir?

Müfessirler Tâbût'un içindeki bakıyyenin en olduğu hakkında ihtilaf etmişlerdir:

1) "Bakiyye" den maksat "Elvah" kırıkları ve   Hz. Musa'nın asasıdır. Bilindiği gibi Hz. Mûsâ mîkatten dönerken, kendisi gittik­ten sonra kavminin bir buzağı edinib ona taptıklarını Allah tarafın-dan haber almış ve bundan dolayı öfkeyle dönmüş ve Elvanı elin­den bırakmıştı. Rivayete göre yere bırakınca Elvâh kırılmış ve bi­naenaleyh 6/7 si ref olunmuş, ancak biri kalmıştı  (Bak. el-A'râf, 7/150). îşte bu Tâbut yani ahid sandığının içinde var olduğu bilinen "bakıyye"den maksat bu Elvah kırıkları ve Hz. Musa'nın asâsıdır (Îbnü Abbas, Katâde ve es-Süddfden)[263].

2)  Yalnız Elvâh kırıklarıdır (Asâ hariçtir)  (îkrimeden).   Ri­vayete göre Hz. Mûsâ bu Tâbût'u içine sırf Elvâh kırıkları koymak için edinmiştir[264].

3)    Mûsâ (a.s.)m Asası ve Sekmedir (Vehb îbnü   Münebbih-ten)[265].

4)  Hz. Musa'nın Aaâ'sı, Harun'un Asâ'sı, her ikisinin elbise­leri, Tevrattan iki levha ve kudret helvasıdır (Ebû Sâlih'den)[266];

5)   İlim ve Tevrat'tır (Mücahid ve Ata İbn Ebi Rebâh'tan)[267];

6)  Elvah kırıkları, altun bir tas içinde bir   ölçek [268]kudret helvası, Hz. Musa'nın sangı ve asasıdır869 (Mukatil'den)[269];

7)    Bir Ölçek kudret helvası ve Elvah kırıklarıdır (bazı bilgin­lerden Süfyân es-Sevrî nakleder)[270];

8)    Hz. Musa'nın Asâ'sı ve iki na'lîndir[271] (Bunu da Süfyân es-Sevrî bazı bilginlerden rivayet etmiştir);

9)  Allah yolunda cihad (çarpışma)'dır (ed-Dahhâk'tan) [272]

10)    Hz. Musa'nın asası, elbiseleri, Tevrat ve Harun'un elbise­leridir[273];

11)    Harun'un sarığıdır[274];

12)    Altun tastır[275];

13)    EHvâh ve Hz. Musa'nın zırhıdır[276];

14)    Kudret helvası, Hz. Musa'nın na'linleri, Harun'un   sarığı ve asa'sidır[277];

15)    Yalnız Hz, Musa'nın asa'sıdır[278]. [279]

RİVAYETLERİN  TAHLİLÎ

 

Tâbut, sekîne ve bakiyye ile ilgili olan rivayetler yukarıya kay­dedildi. Konunun baş tarafına da bu kelimeleri ihtiva ederi âyeti zneâlen almıştık. Tefsirlere geçmiş olan bu tafsilâtla ilgili Kur'ân'ı Kerîm'de hiç bir bilgi yoktur. Keza bize, aynı şeyler için Hz. Pey­gamber (s.a,v.)'den menkûl sahîh veya sekîm bir haber de ulaş­mamıştır. Aşağıda inceleneceği gibi bunlar, hemen tamamiyle "is-râîliyyaf'tan ibarettir; lüzumsuz, manâsız ve asılsız söz kalabalığı ile. kitapları doldurmak ve halkı oyalamaktan başka bir işe yarama­yan şeyledir.

 

1 — Tâbutla İlgili Rivayetlerin Tahlîli:

Âyette bir Tâbût'tan söz ediliyor. O halde böyle bir şey vardır İçinde sekîne vardır; bakıyye vardır. Bunlara îman farzdır, . Acaba gerçekten bu Tâbût'u Hz. Âdem Cennet'ten mi getirmiştir? (veya) kendisine gökten indirildiği doğru mudur? Yahut da bu ihtimallerden sarf-ı nazar o, Hz. Musa'nın anasına mı aittir? Eğer Hz. Musa'nın annesine ait olduğu doğru ise, onu kendisi mi yapmıştır? Birine mi yaptırmıştır? Veya Allah mı göndermiştir?

 (a.s.)'la ilgisi nedir? Ve nihayet Tâbut bu gün nerededir? Bütün bunları bilmenin tek yolu Kur'ân'dır veya hadîstir veyahut her ikisi­dir. Şayet bu saydığımız şeylere ait Kur'ân ve hadîste bilgi yoksa bunların tek mercii Ehl-i Kitâb ismi ile anılan yahûdî ve hıristiyan çevrelerdir. Konu ile ilgili bazı tenk)dleri sıralayalım:

a — Tâbût'un mercii ve menşei ile ilgili haberleri kaydeden el-'Âlûsî: "Bunların akla en uzak olanı, onun Hz. Âdem'e semadan inmiş olmasıdır. (Güya), Hz. Musa'dan sonra insanlar bir konuda ihtilâfa düşünce ona varıyorlardı. O da aralarında hükmediyor ve kendileriyle konuşuyordu. Bu hal, İsrail oğullarının fesadına kadar hep böyle sürüp gitti. Fesâd vukuunda da Tâbût'u Amalika alıp gö­türdü. Ben buna ait Hz. Peygambere ulaşan, sahih, merfu' ve Tâbut' un kilidini açacak bir hadis, bir fikir bulamadım"[280] der

Bir kısım haberlerde de Tâbût'un Tâlût'un melikliğine alâmet olarak gelişiyle ilgili tafsîlât verilmiştir: Havadan geldi, yerden geldi, sağmal inekler getirdi, şu getirdi, bu getirdi... gibi. Tâlût ve Câlût'a ait haberler bölümünde de temas edildiği gibi bazı alimler bunları lü­zumsuz bulmuşlar ve: "(Melekler bu sandığı) yerden getirir, gökten getirir, nasıl getirirse getirir; siz o ciheti düşünmeyin..."; "Melekle­rin Tâbût'u nasıl ve ne şekilde getirdiklerini Allah bilir. Âyetten de anlaşıldığı gibi meleklerin Tâbût'u bizzat getirmiş olmaları zahirdir" demişlerdir[281].

Yine Tâbût'un Hz. Âdem'den kalma olduğunu ihtiva eden haber hakkında Tefsîru'l-Menâr'da şiddetli bir tenkîd vardır: "(Biz bura­da Tâbut hakkmda uzun boylu malûmat verdik). Maksadımız, yahû-dîlerin (kitaplarında mevcut) bilgileri tam öğrenmektir. Çünkü sen, bir takım tefsir ve kasas kitaplarında Tâbût'a dâir nice garip söz ve rivayetler görürsün. Bu garip haberlerden biri de onun, Âdem (a.s.) 'le birlikte Cennet'ten inmiş olmasıdır. Bu tür sözlerin kaynağı; müslümanları aldatmak, mukaddes kitapları Kur'ânın tefsirine ait yazılmış eserlerde yalanın çoğalmasını te'mîn etmek ve neticede on­ları sapıtmak gayesiyle yahudflerin müslümanlar arasında yaydığı kıssalardandır..."2".

b — Bir kısım rivayetlerde Hz. Mûsâ (a.s.)'nın vefatına yakın Tâbût'u fetâsı Yûşa' Ibn Nûn'a bıraktığı söyleniyordu. Taberî tefsîrin de; îsrâîl oğullarının Tâbût'u, faydasını ve içinde mevcut şey­leri bildiklerini ve onun Hz. Mûsâ ile Yûşa'nın yanında olduğunu id­dia edenleri "gaflet" erbabı olmakla ittüıam eder ve bunun açık bir "hata" olduğunu söyleri Taberî'ye göre, ne Hz. Mûsâ ve ne de Yûşa' hiç bir vakit Tâbut île düşman karşısına çıkmamışlardır[282].

c — Bir vesile ile yukarıda da temas edildiği gibi yahûdîlerin Kitab-ı Mukaddes'e ait tarih kitaplarında, Bâbillilerin Hz. Süley­man'ın heykelini yaktıkları zaman Tevrat ve Tâbût'un kaybolduğu ve yakıldığı yazılıdır[283]. O halde Tâbût'un bu gün Taberiyye gö­lünde gömülü olduğu, Hz. îsâ'nın nüzulüne kadar burada kalacağı, o geldiği zaman gömülü olduğu yerden çıkarılacağı yolundaki es-Süddı'den nakledilen rivayetin aslı yoktur.

2 — Selkine İle İlgili Rivayetlerin Tahlili;

Sekîneden maksadın ne olduğunu tasrîh için mevcut 15 rivaye­ti yukarıda kaydettik. Bunların hiç biri kat'î ve güvenilir değildir. Nitekim bazı müfessirler bunlara takılmışlar ve bu gibi şeylerin asılsız olduğunu ifâde etmişlerdir:

a — Şî'îlerin meşhur iki müfessiri et-Tûsî ve et-Tabressî: "..iş­te müfessirlerin sekîne hakkındaki sözleri! Zahir olan şudur ki, se-kîne: Isrâîl oğullarının kendisiyle sükûn bulmaları için Allah'ın Ta-bût'da halkettiği itmi'nândır; kalplere emniyyet ve huzur bahşeden şeydir" demek suretiyle rivayetlere konu olan diğer şeylere itibâr et­mezler"[284]

b — Et-Taberî, sekînenin ne olduğunu beyân eden bütün riva­yetleri kaydettikten sonra; "Sekînenin manâsıyla ilgili olarak söy­lenenler içinde doğruya en yakın olan, Ata' Ibn Ebî Rabâh'ınkidir. Yani; Isrâîl oğullarının bildiği ve tanıdığı ve kalplerinin kendisiyle huzur ve sükûn bulduğu âyetlerdir[285]."

Büyük müfessir îbnü 'Atıyye de "sekîne" konusunda asağı-yu-kan Taberî ile aynı görüştedir: "Doğrusu şudur ki; Tâbût'un içinde peygamberlerden intikal eden bazı kıymetli şeyler vardı; nefisler bununla kuvvet kazanıyor ve sükûn buluyordu[286]".

c --- Er-Ragıb (ö. 502 H.), sekînenin ne olduğunu açıklar­ken* "Onun, başı kedi başına benzer bir şey (yaratık) olduğu yolun­da söyleneni ben sahîh bir rivayet olarak kabul etmem"[287] der.

Er-Ragıb'ın bu kanaatim benimseyen el-(Âlûsî de: "Sekîne, Tabut içinde bulunan zeberced veya yakuttan yapılmış bir suret idi. Bu suretin, kedininkine benzer başı ve kuyruğu vardı ve iki kanatlı idi.. Yolundaki rivayetler sahîh değildir[288]" demiştir.

D --- Birçok konuda olduğu gibi, bu mevzuda da Tefsîru'l-Menar sahibi sert davranmış ve: "Sekîne ve bakiyye'nin ne olduğu hakkın­daki rivayetler bir hayli kabarıktır, içlerinde öyleleri vardır ki, on­lar (m doğruluğuna) hiçbir nakü delâlet etmez ve hiçbir akıl onları doğru olarak kabul etmez; bunlar birbirine zıt şeyler (ve) aralarını te'lîf etmenin imkânı yoktur.. Ve (bütün bunlar) aslı astan olma­yan garâibtendir[289].

Aynı konuda -haklı olarak- sert bir tutum içinde olan eş-Şevkânî'nin görgünü biraz sonra ele alacağız.

 

3 — Bakiyye İle İlgili Bivâyetlerin Tahlîli:

a — Bakıyye ile ilgili rivayetleri tefsirine alan Taberî: "Bu öy­le bir istir ki, buna ait bilgiyi lûgât yoluyla, istihraç yoluyla anla­maya, bilmeye imkân yoktur. Ve buna ait ma'lûmat ancak katiyet gerektiren bir.haberle bilinebilir. Konu ile ilgili olarak bu vasfet­tiğimiz tarzda, müslümanların yanında hiçbir haber yoktur; durum bu olunca, rivayetlerden birini tasvîb diğerini tad'îf (zayıf sayma) caiz olmaz[290]." der.

b — Bu konuda, hem Sekîne ve hem de Bakiyye'ye şâmil olmak üzere en sert çıkışı eş-Şevkânî yapmıştır. "Bu türlü birbirine zıt olan tefsîr tarzları muhtemelen yahûdîler kanalıyla islâm büyükle­rine intikal etmiştir. Yahûdîlerin bu haberleri yaymaktan maksad-lan, müslümanlarla eğlenmek ve kalblerinde dinlerine karşı şüphe uyandırmaktır. Onların sekîneyi; birinde canlı, diğerinde cansız, bir diğerinde de düşünemeyen bir varlık yapmalarına bir bak! Müca-hid'in sözünde olduğu gibi (ki O, Sekîne'yi şöyle vasfeder): Rüzgâr gibi bir §eydir; kedi yüzü gibi yüzü; iki kanadı ve kedi kuyruğu gibi kuyruğu vardır. îsrâîl oğullarından yapılan menkûlatm tanS mı tıpkı bunun gibi tenakuzlarla doludur. Ekseriya aklen çözülmesi imkan dahılmde olmayanları ihtiva eder. Bu türlü mütenakıs tefsir tarzanmn Hz. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilmiş olması caiz degılıdr. Eğer sekine bakında bize Hz. Peygamberin ulasan (J hıh bir sey) bulunsaydı, bizim ona sarılmamız ve onun dışına çık­mamamız gerekirdi. Lâkin (sözü geçen konuda) sahîh yollarla L mış bir şey yoktur"[291].                                                 

B. Joel tarafından yazılıp Ahmet Ateş tarafından ta'dîl edilen islâm Ansiklopedisindeki "Sekine" maddesinde, kelimenin lügavî manâ ve izahları yanında müfessirlerin görüşlerine de kısaca temas edilmiştir.

Kur'ân okurken C. Hakkın "rahmef'i manâsına "Sekîne"nin in­diği yolunda muhtelif tariklarla rivayet edilen bazı hadîsler vardır el-Buhârî, K. Fedâili'l-Kur'ân, bab. 11, 15). Bir de vahiy kâtiplerin­den meşhur Zeyd İbnü Sabit'in bu konuda bir beyanı vardır: "Bea Rasûlullâhm yanında iken onu sekine kapladı". Buradaki sekîneden maksad, vahyin gelişi esnasında Hz. Peygamber'de hâsıl olan "sü­kûn" şeklinde îzah edilmiştir. Konumuzla fazla bir ilgisi olmayan bu bahse girmeyeceğiz (bak. İslâm Ansiklopedisi, Sekme maddesi).

Kitab-ı Mukaddes'te Tabut, Sekîne Ve Bakfyye:

Kitab-ı Mukaddeg'te Tabutla ilgili mufassal bilgi vardır. Yalnız "Sekîne" ve "Bakiyye"ye ait hemen hemen hiçbir şey yok sayılır. Bazı pasajlara bakalım:

(Ve Rab Musa'ya söyleyib dedi):

"Ve akasya ağacından bir sandık yapacaklar; uzunluğu iki bu­çuk argın ve eni bir buçuk arşın ve yüksekliği bir buçuk arşın olacak. Ve onu halis altunla kaplayacaksın, onu için­den ve dışından kaphyacaksm, ve onun üzerinde etrafını al-tun pervaz    yapacaksın..    Ve   sana   vereceğim    "şehadeti"    san-

dışın içi116 koyacaksın. Ve halis altundan bir kefaret Örtüsü yapa­caksın; onun uzunluğu iki buçuk arşın, ve eni bir buçuk arşın ola­cak."

"..Ve sana vereceğim şehadeti sandığın içine koyacaksın. Ve seninle orada buluşacağım, ve îsrâîl oğulları için sana emredeceğim bütün şeyler hakkında keffaret örtüsü üzerinden, şehadet sandığa üstündeki iki kerûbî arasından seninle söyleşeceğim"[292].

"Ve Sîna dağında, Mûsâ ile söyleşmeyi bitirince, şehadetin iki levhasını, Allah'ın parmağı ile yazılmış taş levhaları ona verdi"[293].

"Ve Rab Musa'ya dedi: Kendin için evvelkiler gibi iki taş levha yon; ve kırdığın evvelki levhaların üzerinde olan sözleri bu levha­ların üzerine yazacağım. Ve iki taş lavhayı evvelkiler gibi yondu; ve Mûsâ rabbin kendisine emretmiş olduğu gibi sabahleyin erken kalk­tı; ve Sina dağına çıktı ve iki taş levhayı elinde götürdü"284.

"..Ve vâki oldu ki, Mûsâ bu şeri'atın sözleri tamamlanıncaya ka­dar onları bir kitaba yazmayı bitirdiği zaman, Mûsâ Allah'ın ahid sandığını taşıyan Levililere emredip dedi: "Bu şeriat kitabım alın, ve Onu Allah'ınız Rabbin ahid sandığının yanma, sana karşı arada şahid olsun diye koyun"[294].

Ayrıca, çok detaylı bir şekilde, Îsrâîl oğullan tarafından "si­lo" denilen mevkide bulunan ahid sandığının getirilmesi sandığı ihtiva ettiği tasvirler, düşmanlara karşı muharebe ve düşmanların bu sandık sebebi ile uğradıkları belâ ve musibetler Tevrat'ta yer almıstır[295]. [296]

I —İREM   HAKKINDA                                 

Kur'ân-ı Kerîm yeri geldikçe insanların ibret almalarını temin maksadı ile geçmiş kavimlerden ve bunların çarptırıldıkları îtlâhî cezalardan da bahseder. Bazen çok kısa olarak temas edilen bu ko­nular, kıssacılar tarfından genişletilmiş, haklarında Islâmî olmayan birçok haberler uydurulmuş; bu haberler îslânıî muhitlerde yayıl­mış ve kitaplara da geçmiştir, trem hakkındaki durum bunun canh Örneklerinden biridir.

İlgili Âyetlerin Meali: "Görmedin mi Rabbin nice yaptı 'Âd'e; (yani) o direk sahibi İrem'e? Ki o, şehirlerde bir benzeri yaratılma-yandı" (el-Fecr, 89/7-8).

 

1 — İrem'den Maksadı Nedir?

a — Bir beldenin adıdır[297]; bu da:

(1)   Dımeşk kasabasıdir[298];

(2)   Iskenderriyye şehridir[299];

(3)   Şeddad'm yaptığı şehirdir[300];

(4)   Yemende bir kasabadır[301];

(5)  Irak'ta bir kasabadır[302];

(6)   Şam'da bir kasabadır[303].

b — Ümmet adıdır[304];

c — Âd kavminden bir kabile adıdır[305];

d — Âd'in dedesinin adıdır[306].

 

2 --- Direk Sahibi İrem'den Maksad Kimlerdir?

a__Göçebe, gadir erbabı olan bir kavimdir[307];

b__Uzu boylu adamlardır298;

c__Kuvvet ve şiddet erbabı olan bir kavimdir[308];

d__Direkli, son derece sağlam bina sahibi bir kavimdir[309].

 

3__İrem'in Kasaba Olduğunu İddia Edenlere Göre Şehrin Sıfatı:

Vehb îbnü Münebbihten: Abdullah İbn Kılâbe isimli bir zat kaçıp kaybolan devesini aramağa çıkmıştı. Bu maksatla Aden çöl­lerinde dolaşırken, bu çöllerde üzerinde kale bulunan bir şehre rast­ladı; kalenin etrafında çok sayıda köşkler vardı. Şehre yaklaşınca burada devesini soracağı bir adam bulacağını zan ve tahmin etti. Fakat şehrin ne dışında ve ne de içinde kimseye rastlamadı. Bine­ğinden indi; onu bağladı; kılıcını çekti ve kalenin kapısından içeri girdi. Kaleye girince karşısına iki büyük kapı çıktı ki, ümründe bunlardan daha iri kapı görmemişti. Kapılar beyaz ve kırmızı ya­kutlarla işlenmişti. Abdullah ibn Kılâbe bu manzarayı görünce deh­şetle irkildi; kapılardan birini açtı; gördü ki bu, hiçbir kimsenin dengini görmediği bir şehirdir. İçeride bir takım köşkler vardı; her köşkün üstünde odalar vardı; her odanın üzerinde de yakut, inci, gümüş ve altundan yapılmış (başka) odalar vardı; bu odaların ka­pılarının kanatları da tıpkı şehrin kapısının kanatları gibi (süslü) idi; hepsi birbirine bakıyordu. Bütün odalar inci, misk ve za'feran-dan yapılmış küçük taşlarla döşenmişti.

Abdullah İbn Kılâbeyi hiç kimsenin görmediği bu şeyler kor­kuttu; sonra şehrin yol ve sokaklarına baktı; her sokak meyveli ağaçlarla donatılmıştı. Ağaçların altında muttarid nehirler vardı; bu nehirlerin suları gümüş kanallardan akıyordu. Bütün bunları müşahede eden Abdullah: "Bu gerçek Cennet'in ta kendisidir!" de­di ve şehrin inci, misk ve za'feran taşlarından bir miktar bineğine yükleyip Yemen'e döndü. Beraberinde getirdiği şeyleri insanlara gösterdi. Bu haber döndü dolaştı Muâviye'ye ulaştı. Mu'âviye, Ab­dullah İbn Kılâbe'ye haber yolladı. Adam geldi ve gördüklerini Mu'âviye'ye anlattı.  Muâviye  Ka'bü'l-Ahbâr'a haber saldı;  huzuruna' girince:

"— Ey Ebâ Ishak! Dünyada altun ve gümüşten yapılmış şehir var mıdır?" diye sordu. O da:

"— Evet vardır. O gehrin yapılış tarzını, tezyinatını ve kim tarafından yapıldığını sana söyliyeyim mi? Onu Şeddad İbn 'Âd yapmıştır. Şehir "îrem Zâtü'l-'Imâd" dır dedi. Muâviye:

"— Bu şehrin hikâyesini bana anlat" dedi. O da söze başladı: "— Bunlar 'Âd-i 'Ülâ'dandır- 'Âd'in Şedîd ve Şeddâd adında iki oğlu vardı- Aradan zaman geçti, önce 'Âd, sonra da Şedîd Öldü. Şeddâd tek başına hayatta kaldı. Şeddâd yeryüzüne hakim oldu; bütün ki-rallar kendisine boyun eğdi. Şeddâd kitap okumağa düşkündü. Oku­ma esnasında Cennet'in tasvirlerini gördü. Allah'a baş kaldırıp Cen-net'in benzerini dünyada yapmağa karar verdi (İrem Zâtü'l-Imâdjin yapılması için emir verdi. Bu iş için kendi hassasından 100 kahra­manı vazifelendirdi. Her "kahraman"ın bin   tane   yardımcısı   vardı. Bütün dünya kirallanna,  memleketlerinde bulunan cevahirin gön­derilmesi hususunda emir çıkardı.  Yukarıda bahis    konusu edilen "kahraman"lar, şehrin   (cennetin)   yapılması için bir yer aramağa koyuldular. Büyük, temiz, tepelerden   müteşekkil   bir   yerde   karar kıldılar. Burası aynı zamanda akar suları bulunan güzel bir yerdi. Kahramanlar "melikimiz Şeddâd'm şehir yapılması için seçilmesini arzu ve emrettiği yer burasıdır"  dediler.  Şehrin     temellerini   (el-cize'u'l-Yemânî) denilen (alaca renkli, bir çeşit  göz   boncuğun)'dan attılar. Yapılması için tam 300 yıl çalıştılar. Şeddâd    900 yaşında idi. Şehri yapıp bitirince Şeddâd'a gelip durumu arzettiler, Şeddâd:.

"— Gidiniz, onun üzerine bir kale yapınız; kalenin etrafına 1.000 köşk yapınız; her köşkte vezirlerimden birinin bulunduğunu gösteren 1.000 "alem" bulunsun" dedi. Bunları da yaptılar. Melik Şeddâd, sayıları bin tane olan vezirlerine yapımı tamamlanmış bu­lunan "İrem Zâtü'I-Imâd"e taşınma hazırlığı yapmaları için emir verdi. Melik ve yakınlarının hazırlığı tam on sene sürdü. Hazırlıklar bitince yola düştüler. Şehre bir gün ve bir gecelik mesafe kalınca se­madan bir "sayha" ile hepsi helak oldu. Tek bir kişi bile kurtulma­dı"[310].

Eş-Şa'bî'nin Değfel eş-Şeybânî'den, onun da Himyer bilginle­rinden nakline göre:

Şeddâd ibn 'Ad ve beraberindekiler "sayha"dan helak oldukla­rı zaman; yerine, babası tarafından Hadramut'a halîfe ta'yin edi­len oğlu Mersed fbn Şeddâd melik oldu. Melik olunca babasının ce­nazesinin çölden alınıp Hadramut'a getirümesini ve defnedilmesini em­retti. Çölde bir mezar kazıldı. Altundan yapılmış bir sal üzerine kona­rak defnedüdi üzerine yol yol altun işlenmiş 70 hülle attı (örttü). Baş ucuna da altundan büyük bir levha koydu ve üzerine şunları yazdı:

"Ey uzun ömürle mağrur kişi 'ibret al: Ben muhkem kale sahi­bi Şeddâd İbn 'Âd'im.. Bütün yeryüzü halkı, va'îdimin korkusundan dolayı bana baş eğip emrime râm oldular. Ben şarka ve garba üs­tün gücümle sahip oldum"[311].

 

4  — Şehrin Banii Şeddâd Kaç Yıl Yaşamıştır?

a — 900 yıl yaşamıştır[312];

b — 1.000 yıl yaşamıştır[313].

 

5  — Şeddâd'ın Kaç Hanımı Vardı?

1.000 hanımı vardı[314].

 

6  — Şeddâd'ın Kaç Çocuğu Vardı?

4 bin çocuğu vardı[315].

 

7  — Şeddâd'ın Kavmi Kaç Yıl Cenaze Görmezlerdi?

Yüz sene"[316].

 

8  — Şeddâd'ın Mensup Olduğu Kavmin İnsanlarının    Boylan Ne Kaâardı?

a — On iki zira' idi[317];

b — 70 zira' idi[318];

c — En kısa boylu adamları 300 zira' idi[319];

d — Dört yüz zira' idi[320];

e — Beş yüz zira' idi[321].

 

9 — Şeddâd'm Vücûda Getirdiği Yapı Kaç Direkli îdi?

400.000 direkli idi[322]. [323]

RİVAYETLERİN TAHLİLİ

 

Yukarıya geddâd tarafından yaptırıldığı söylenen binaya ait rivayetleri aldık. Taberî böyle bir binanın mevcudiyyetinin sahîh bir haberle sabit olmadığını ve şehirden maksadın da Dınıeşk ve îs-kenderiyye olamıyacağını kaydeder[324].

Şeddâd'ın kavminin boylan hakında da bir sürü rivayet var. Verilen rakamlar, adı geçen kavmin boylarının uzunluğunu ifâde hususunda kinâî bir manâ ifâde edebilir. Ama bu 300, 400, 500 zira' olamaz. Bunu akıl, mantık kabul etmez. Bunlardan "70" rakkamı-na dikkatimizi çeken Îbnü'l-Arabî açıkça bunun "bâtıl" olduğunu söyler. Sebep olarak da Âdem (a.s.)'in boyunun sahîh hadîslerde 60 zira' olarak zikredildiğini, kendinden sonra gelecek nesillerin ise za­manla kısala kısala daha küçük miktarlara müncer olacağının ifâde edildiğini gösterir[325].

Abdullah îbn Kılâbe'ye isnâd edilen ve Vehb lbn Münebbih'ten menkûl olan rivayeti müfessirlerin bir çoğu reddetmişler ve bunun katıksız bir isrâîliyyat numunesi olduğunda birleşmişlerdir. Keza îslâm tarihçileri de bunun masaUiğında hemen hemen ittifak halin­dedirler. Bazıları:

1  El-Keşşaf'in hadîslerini tahrîc eden İbnü Hacer el-Askalâ-nî:   "Bu hadîsi, Osman ed-Dârimî, Abdullah îbn Ebî    Salih, Ebû Lehî'a, Halid îbn Ebî tmran, Vehb îbn Münebbih ve Abdullah îbn Kılâbe tarîkmdan es-Sa'lebî tahrîc etmiştir. Ben derim ki: Uydurma alâmetleri bu hadîsin üzerinde görünmektedir"[326] der.

2  îbnü Haldun Mukaddeme'sinde:   "Müfessirlerin bu âyeti (el-Fecr, 89/7) açıklarken söyledikleri sözler hepsinden de garib ve daha fazla evhamla doludur. Bundan sonra  (Abdulah îbn Kılâbe'-nin açıklamasından sonra)  bu gehir hakkında yeryüzünün hiç bir bölgesinden haber alınamamıştır. Bu serin bina edilmiş olduğu iddia edilen Aden sahrası, Yemen'in ortasında bir yer olup, arkası kesil­meden bu sahra ma'mûrdur; bu sahrayı bilen rehberler her çeşit vasıflarla tavsif etmekte iseler de bu şehir hakkında hiç bir haber alınamamış ve haber nakletmekte mahir olanlardan kimse bu şehri anmamıştır.  "Şehir artık yıkılmış ve eskimiştir" denilirse,  harabe ve eserlerinin ortadan kaybolması mümkin değildir. Akla uymayan bu hezeyanlar o dereceye varmıştır ki, îrem şehrinin ortadan kay­bolduğunu, ancak riyazet sahiplerinin ve sihirbazların bu şehri bu­labildiklerini iddia ederler. Bunların hepsi de hurafelere benzeyen haberlerdir"317.

3 — Mu'cemü'l-Büldân sahibi Yakut el-Hamevî, îrem'e ait bü­tün rivayetleri kaydettikten sonra:  "Öyle zannediyoruz    ki, bütün bunlar kıssacılann düzmelerindendir"der3ıs.

4  Konu ile ilgili en güzel tahliller, hemen her mes'elede ol­duğu gibi yine îbnü Kesîr tarafından yapılmış ve neticede sözünü Söyle bağlamıştır:  "îşte bütün bunlar Yahudilere ait hurafelerden­dir.   (Bunlar)   onlann bir kısım" zındıkları tarafından ortaya atıl­mıştır319."

5 — Bu tür haberler konusunda arasıra da olsa tenkidler yapan eş-§evkânî muhayyel îrem şehrinin yeri ve Abdullah îbn Kılâbe ha­dîsi hakkında epeyce sert davranmıştır. İlgili âyetin (el-Fecr, 89/7} tefsirinde şöyle diyor:

 (819) îbnü Kesîr, VIL 285, V. 197; îbnü Kesir, el-BId&ye, I. 125; EI-Kasimî KVH «147-40.

"Müfessirlerden bir taife (irem Zatü'l-'Imad)'in gümüş ve al-tundan yapılmış bir şehir olduğunu söylemişlerdir. Bu şehrin yeri durmadan değişir ve bir yerden diğer bir yere intikal eder durur: Bazen Yemendedir, bazen Samda; bazen Iraktadır, bazen de başka yerdedir. Bu (rivayetlerin hepsi) katıksız yalanlardır. Abdullah îbn Küâbe hadîsi de katmerli bir yalan ve iftiradır[327]."

6  El-'Alûsî de, Şeddâd ve Abdullah İbn Kılâbe'ye ait hadîs­lerin rivayetini tecviz etmez ve bunların "mevdu" olduğunu    İbnü Hacer el'Askalanî'ye atfen beyan etmekle yetinir[328].

7  İzmirli îsmail Hakkı da Siyer-i Celîle-i Nebeviyye Mukad-demesi'nde (s- 112) ; "Abdullah îbn Kılâbe'nin rivayet   ettiği "îrem Zâtü'l-'İmâd" hadisinin aslı yoktur. Güya, Ahkâf'da mesahayi sat-İüyyesi (yüzölçümü)  100 fersah bir   buk'ada   "îrem   Zâtü'1-lmâd" nâm şehir bina olunmuş. Dıvarları ciz-i Yemânî (göz boncuğu)'den yapılmış  aftun yaldızlı  gümüş  levhalarla  örtülmüş.   Şehrin  içinde yüz bin köşk yapılmış. Her köşk zeberced ve yakuttan direkler üze­rine rekzolunmuş. Her direğin tülü 100 arşın imiş. Şehrin ortasından nehirler akıtmış; nehirlerden köşklere cetveller  (kanallar)  açılmış. Çakıl taşlarını altundan, cevahirden, yakuttan yapmış imiş" der.

Aynı konuda Ebû Şühbe de: "Bu düşünebilen insanın düzme olduğunda şüphe etmeyeceği bir kıssadır; uydurma ve suni oluşu­nun izleri açıkça görülmektedir. îrem'in Dımeşk veya İskenderiyye şehri olduğu yolundaki rivayetler de aynıdır; bütün bunlar Benû is­rail'in hurafelerinden ve onların Kur'ân'm güzelliğini perdelemek isteyen zındıklarının uydurmalarındandır.." der[329].

îslâm Ansiklopedisine "îrem" maddesini yazan A. J. VVensinck, müfessir ve tarihçilerin kaydettikleri rivayetleri özetler ve Abdul­lah îbn Kılâbe'ye âit rivayeti efsâne olarak tavsîf eder. [330]

 

ΗKARUN HAKKINDA

 

Kârûn ismi Kur'ân-ı Kerîm'de üç yerde geçer (el-Kasas, 28776-82; el-Ankebût, 29/39; Gaf ir, 40/24). Son iki âyette Kârûn, Hâman ile ıî>te  Fir'av'nin îsrâîl oğullarına zulmeden müşrik bir nazırı olaanlatılır; Hz. Musa'ya karşı mütekebbirâne davranır   ve onun ranirbaz ve sahtekâr olduğunu söyler.   El-Kasas    (28/76-82) 'da   ise

Kârûn   Hz. Musa'nın kavmine kibirle muamele eder; ve buna sebeb de edindiği muazzam servettir.

 

1 --- İlgili Ayetlerin Me'âlî:

Buraya sadece el-Kasas  (28/76-82) süresindeki    Kârûnla ilgili âyetleri me'âlen alıyoruz:

Gerçekten Kârûn Musa'nın kavmindendi. Fakat onlara karşı serkeşlik etti. Biz ona Öyle hazineler verdik ki, anahtarlarını taşı­mak bile güçlü kuvvetli cemaate ağır geliyordu. O vakit kavmi ona şöyle demişti: "Şımarma. Çünkü Allah şımarıkları sevmez. Allah'ın sana verdiği maldan harcayıp âhiret yurdunu ara. Dünyadan nasi­bini unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de (insanlara sada­ka vererek) ihsanda bulun. Yeryüzünde fesadlık arama. Çünkü Allah  fesadcıları sevmez".

Kârûn dedi ki: "Bu servet bana ancak bende olan ilim sayesin­de verilmiştir". (O madem ki âlimdi) kendisinden evvelki nesiller­den kuvvetçe ondan daha üstün, mal ve cemaatçe daha çok" (daha kesretli) kimseleri Allah'ın hakîkaten helak etmiş olduğunu bilmedi nü? Mücrimlerden günahları sorulmaz.

Derken zînet (ve debdebesi) içinde kavminin karşsına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler: "Ne olurdu, dediler; Karun'a verilen şu servet gibi bizim de (malımız) olsaydı! O, gerçekten büyük nasîb sahibidir". Kendilerine ilim verilenler de şöyle dediler:

"Yazıklar olsun size. Allah'ın sevabı, îman ve iyi amel (ve ha­reket) eden kimseler için daha hayırlıdır. Buna da sabır ve sebat edenlerden başkası kavuşturulamaz."

Nihayet biz onu da, sarayını da yere geçiriverdik. Artık Allah'a karşı kendisine yardım edece hiç bir cemaatı da yoktu onun. Bizzat kendisini müdâfaa edebileceklerden de değildi O. Dün onun mevkii­ni temenni edenler sabaleyin şöyle diyorlardı: "Vay, denıekki Allah, kullarından kimi dilerse onun rızkını yayıyor (genişletiyor, yahut) daraltıyor. Allah bize lutfetmeseydi, bizi de muhakkak batırırdı. Vay, demek ki hakikat şudur: Kâfirler felah bulmaz!".

Kur'ân'ın Kârûn hakkındaki beyânı bundan ibarettir - Bir çok kerreler ifâde edildiği gibi - tafsilâttan uzaktır; detaylara inilme-miştir. insanlara lâzım olduğu kadarı anlatılmış ve onların 'ibret nazarlarına sunulmuştur.

Hal böyle iken - aşağıda görüleceği üzere - tefsir ve tarih ki­taplarımıza Karun'un kimliği, hazînesi, debdebesi v.s. ile ilgili bir sürü lüzumsuz bilgiler ve isrâîliyyat dere edilmiştir.

 

2 — Konu île Alâkalı Rivayetlerden Bir Kaçı:

îbmi Abbas'tan: Zekât âyeti indikten sonra, Kârûn Hz. Mûsâ'-mn yanma gelerek, her bin dinardan bir dinar, her bin dirhemden bir dirhem, her bin nesneden bir parça ve bin   koyunda bir koyun vermek üzere anlaştı. Kârûn bu şartlara göre Hz. Mûsâ ile barıştık­tan sonra evine gelerek ödeyeceği malın miktarını hesap etti; hesap neticesinde bunun pek çok olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine Kârûn, tsrâîl oğullarını bir araya toplayarak: "Ey îsrâîl oğulları, siz,   Mû­sâ ne emretti ise yerine getirdiniz; o şimdi de sizin mal ve serveti­nizi elinizden almak istiyor" dedi. Onlar Karun'a: "Sen bizim büyü­ğümüz ve liderimizsin; dilediğini emret; emrini   yerine  getireceğiz" dediler. Kârûn: "Ben size falan iffetsiz kadını getirmenizi emrediyo­rum; ona bir mükâfat ta'yîn ediniz de, Musa'nın    kendisiyle cinsî münâsebette bulunduğunu söylesin;  siz onu bu işe isteklendiriniz" dedi. Kadın Karun'un adamları tarafından kandırılarak gerekli ter­tibat alındıktan,sonra, Kârûn, Musa'nın yanına gelerek:

"— İsrâîl oğulları senin dînî emir ve yasaklarla ilgili sözlerini dinlemek üzere toplanmış bulunuyor;  senin    gelmeni bekliyorlar" dedi. İsrail oğulları agık bir sahada toplanmışlardı. Hz. Mûsâ onla­ra dînî hükümleri tebliğ ederken: "Bir kişi hırsızlık ederse eli kesi­lir; yalandan iftirada bulunana 80 sopa vurulur; zina eden evli de­ğilse yüz kamçı vurulmakla, evli ise reçm suretiyle idam edilmekle cezalandırılır" dediğinde, Kârûn hemen Musa'nın    sözünü keserek: "Senin için de hüküm böyle midir?" diye sordu- Kârûn, Mûsâ 'dan "evet" cevâbını almca: "İsrâîl oğulları, seni, falan kadınla cinsî mü­nâsebette bulunmakla ittiham ediyorlar" dedi. Hz. Mûsâ:   "Kadını çağırınız; kadın tasdîk ederse bu sözü bir gerçek olarak kabul ede­bilirsiniz" dedi. Kadın gelince Hz. Mûsâ ondan: "Tevrat'ı bize indi­ren Yaradan'm hakkı için doğru söyle; ben seninle, bunların iddia ettikleri gibi cinsî münâsebette bulundum mu?" diye sordu. Kadın: no jv bulunmadın; onlar yaîan söylüyorlar; sâna iftira etmem " in bir takım şeyler va'dettiler" diye cevâp verdi. Bunun üzerine Mûsâ (a.s.) hemen yerinden sıçrayarak secdeye kapandı. Allah ona vahiy yoluyla: "Yere istediğini emret!" dedi. Hz. Mûsâ da: "yer! onları yakala!" dediğinde, yer onları dizlerine kadar; ikinci defa: "Ey yer! Onları yakala!" dediği zaman, boylarına kadar yuttu. Hz. Musa'nın üçüncü defa: "Ey yer! Onları yakala!" demesiyle, yer on­ların üzerine kapandı.

Allah vahiy yoluyla Mûsâ (a.s.)'ya: "Kullarım sana: Ey Mûsâ, bizi esirge! Diyorlar; sen onlara acımıyorsun; fakat onlar bana düâ ettikleri takdirde, beni kendilerine yakın bir yerde bulurlar; ben on­ların dualarım kabul ederim" dedi. Allah bunu kitabında şöyle an­latmaktadır: "Kârûn bir gün âdeti üzere süs ve zînetler içerisinde kavminin huzuruna çıkmıştı."  (el-Kasas, 28/76-82[331]).

Abdullah İbn Haris'tan yapılan bir rivayete göre, Hz. Musa'nın düâsı üzerine Karun ve arkadaşlarının yer tarafından yutulmaları şöyle olmuştur: Hz. Mûsâ: "Ey yer onları al" dedi. Bu emir üze­rine Karun'un sarayı sarsıldı; Karun'u ve arkadaşlarını topukları­na kadar yer yuttu. Kârûn: "Ey Mûsâ, bana acı" diye sesleniyordu. Mûsâ (a.s.) ikinci defa olarak: "Ey yer onları al" dediği zaman, Kâ­rûn ile arkadaşları dizlerine kadar yere battı. Kârûn ise Musa'ya yalvarmakta olup: "Ey Mûsâ bana acı" diye sesleniyordu. Mûsâ üçüncü defa olarak: "Ey yer, onları al" dediği zaman, saray çöktü. Kârûn ile arkadaşları kirpiklerine kadar yere battı. Hz. Mûsâ yere tekrar hitabettiği zaman yer, Kârûn ile arkadaşlarını sarayı ile birlikte büsbütün yuttu. Allah, Musa'ya: "Ey Mûsâ, sen çok katı kalplisin, izzetimle andiçerek bildiririm kî, onlar beni yardıma çağır­dıkları takdirde yardımlarına yetişmiş olurdum" dedi[332].

Yukarıya kaydettiğimiz bu rivayetler, senedli veya senedsiz, birbirlerine yakın lâfızlarla uzun veya kısa olarak tefsirlere derce-dilmistir[333].

3— Karûn*un Hz. Musa'ya Yakınlık Derecesi Ne İdî?

Âyette Kârûn için:  "Kârûn, Musa'nın kavmindendi" deniliyor (el-Kasas, 28/76). Bu ifadeden müfessirler Mûsâ (a.s.) ile Kârûn arasında bir akrabalık olması gerektiğini düşünmüşler ve bunun iğin gu görüşleri ortaya atmışlardır:

Kârûn Hz. Musa'nın amcasının oğlu idi;

b — Teyzesinin oğlu idi;

c — Hz. Musa'nın amcası idi[334].

 

4 --- Kârûn Hazînesini Nedereden Bulmuştu?

C. Hak âyeti kerîmede (el-Kasas, 28/76): "Biz ona hazîneler verdik." buyuruyor. Müfessîrleri bu hazînelerin nereden geldiği so­rusu da meşgul etmiştir: Rivayete göre Kârûn, Hz. Yûsuf'e ait ha­zînelerden birini ele geçirmiş ve böylece servet sahibi olmuştur[335].  

 

5 — Karun'un Ne Gibi Marifetleri Vardı?

Rivayete göre, Kârûn altun yapmasını biliyordu. Yani kimya (simya) ilmine âşinâ idi. En-Nakkaş'm anlattığına göre, Hz. Mûsâ kimya ilmine üçte birini Kârûn'â; üçte birini Yûşa'a, geri kalan üç­te birini de Harun'a öğretmişti- Kârûn bu iki kişiyi de aldatarak on-lardakî bilgiyi de elde etmek fırsatı buldu ve böylece kimya ilmini altun yapma sahasında  kullandı; malları da bu yüzden arttı.

Bir başka rivayetten Öğrendiğimize göre de   Kârûn,   kimya  il­mini Hz. Musa'nın kız kardeşi olan hanımından bellemiştir[336].

El-'A'raf (7/155) sûresinde, Hz. Musa'nın mîkat için kavmin­den 70 adam seçip ayırdığı anlatılır. Bazı kaynaklarda Karun'un da bu 70 seçkin kişi içinde bulunduğu kaydedilir320.

 

6 — Hz. Musa'ya İftira Karşılığı Kârûn Kadına Ne Va'detmişti?

Hz. Musa'ya topluluk huzurunda zina isnâd etmesine karşılık Kârûn Benû İsrail'den olan iffetsiz kadına bazı dünyevî va'dlerde bulunmuştu. Bu va'din cins ve miktarına ait şu rivayetler vardır:

 (329)  El-Kurtubî, XUX 315.

a __ İki bin dirhem va'detmişti[337];

b __ Bin dinar va'detmişti;

c __ Altından nıa'mûl bir tas va'detmişti;

d__  Bir tas dolusu altım va'detmişti[338].

 

7__ Karun'un Anahtarları Kaç Tane İdi?

Rivayete bakılacak olursa, Karun'un anahtarlarının sayısı 400 bin taneydi[339].

 

8  — Anahtarların Büyüklüğü Ne Kadardı?

İttifakla bütün kaynaklar, Karun'un hazînelerini açmak için kullandığı anahtarların "parmak" büyüklüğünde olduğunu söyler­ler[340].

 

9  — Anahtarları Kaç Katır Taşıyordu?

Bir ikisi hariç hemen bütün kaynaklar Karun'un anahtarlarının katırlardan müteşekkil kervanlar tarafından taşındığını zikreder­ler. Yalnız bu kervanları meydâna getiren katırların sayılarında it­tifak yoktur:

a — Kırk katır tarafından taşınıyordu[341];

b — Altmış katır tarafından taşınıyordu[342]; bu rivayetin ilk ravîsi olan Hayseme, katırların ayaklarının sekili ve alınlarının be­yaz olduğunu; her biri bir parmaktan kalın olmayan anahtarların, ayrı ayrı hazîneleri açmak için kullanıldığını ve bunların İncil'de yazılı olduğunu tasrîh eder.

c — Yetmiş katır tarafından- taşınıyordu[343];

d — Kırk adam tarafından taşınıyordu[344].

 

10 — Anahtarlar Neden Yapılmışta?

a — Demirden yapılmıştı;

b — Demirden ma'mûl anahtarlar ağır gelince ağaçtan yapıl­dı[345];

c — Deriden yapılmıştı[346];

d — Sığır derisinden yapılmıştı[347];

e — Deve derisinden idi[348].

f — Öküz deminden idi[349].

 

11 — Karun'un Zînetî ve Halkın Karşısına Çıkması :

a — Cahilliği ve kavmine karşı olan inat ve isyanından doayı halkın nasihatleri Karun'a te'sir etmedi. O, inat ve azgınlığında de­vam ederek süs ve zînetler içerisinde, erguvan! renkte eğerle eğer-lenmiş kıratına binerek kavminin karşısına gıktı. Kendisi, C. Hak­kın Hz. Musa'ya Cennet'ten indirmiş olduğu yeşil renkli bir elbise giymişti - ki Kârûn bunu bir yolunu bulup    Hz. Musa'dan çalm[350]

b — Erguvânî renkte eğerle eğerlenmiş beyaz atlara    binmiş, üzerine sarı renkte elbiseler giymiş bin kişilik ma'ıyyetiyle çıktı*14;

c — Üç yüz atlı ile beraber çıktı345;

d — Dört bin atlı, üç yüz köle ve üç yüz cariye ile çıktı ki, ken­disi erguvânî renkte bir eğerle eğerlenmiş kır bir ata binmişti; ma'* ıyyetinde bulunan 4 bin adamı kırmızı elbiseler giymişlerdi; 4 bin at­lıdan bini kırmızı kadifelerle donatılmış beyaz katırlara binmişti346;

XXV. 17; el-Kâmil, I. 204; el-Kur-tubî, XIII. 317.

(344)  Et-Tabressî; IV. 267; el-Kurtubî, XIH. 316.

(345)  M. Gayb, XXV. 17.

(346*; Et-Taberî, tefsîr, XX. 115; tarih, 1/2, 675; el-Keşşaf, UT. 432; et-Tabressî, IV, 267; M. Tenzîl, İÜ. 117; M. Gayb, XXV. 17; el-Kâmil, I. 204; el-Kurtubî, XT£I   317.

Kurtubî, XHI. 317.

e— Üzerlerine sarı renkte elbiseler giymiş 70 bin  adamıyla çıktı[351];

f --- 90 bin atlı ile çıkmıştı[352].

 

12 — Kârûn ve Malının Yere Batması:

Yukarıda geçtiği üzere Kârûn, Isrâîl oğulları içinde bulunan if­fetsiz bir kadını bir takım dünyalıklar va'dederek kandırmış ve Hz. Musa'ya zina ettirecek kadar azmıştı .Bu vaziyet karşısında Hz. Mûsâ Allah'a yalvarmış, şikayetini O'na arzetmiştî. Allah da yeri Hz. Musa'nın emrine vermiş ve ona ne isterse emretmesini söylemiş­ti Musa'da yere, Kârûn ve adamlarını "yakalama" emrini vermişti; bu emir üzerine bir kaç safhada -ki yukarıda tafsilatı geçmişti- yer onları yuttu ve içine aldı. Bazı kaynaklarda, batıp gittiği âna kadar Karun'un Hz. Musa'dan aman dilediği ve fakat buna Hz. Mûsâ'nm hiç kulak asmadığı da kaydedilmiştir[353]. [354]

RİVAYETLERİN   TAHLİLİ

 

Kârûn ve onun zîneti, malı, mülkü ile ilgili olarak tefsirlere gi­ren malumatı yukarıya dercettik. Bu tafsilata ait Kur'an-ı Kerîm'de ve Hz. Peygamber'in hadîslerinde en ufak bir bilgiye tesadüf edile­mez. Bunlar tamamiyle isrâîlî haberler ve rivayetlerdir. Söylenenler içinden bilhassa şunlara dikkat edilmesi gerekir:

1 — Karun'un servet sahibi olmasının sebebleri arasında onun ilm-i kimyaya vâkıf olduğu, îsm-i A'zâm'ı bildiği ve bunlar saye­sinde mal, mülk sahibi olduğu, yolunda da rivayetler vardır. Bun­lar tamamiyle esassız ve asılsız şeylerdir[355].

Birkaç eserde de Karun'un, bir yolunu bulup Hz. Yûsuf e ait ha­zinelerden birini ele geçirdiği ve bu yolla zenginliğe kavuştuğu zikredilir. Bunların doğruluğunu tesbîte, aklen ve naklen imkân yok­tur.

2  Anahtarların sayısı, büyüklüğü, neden ma'mûl oldukları, kaç kişinin taşıdığa veya kaç katırdan müteşekkil kervanlara yük­lendiği de keza lüzumsuz ve isbâtı gayr-i kabil şeylerdir[356].

3  Kârûn, kibrinin bir tezahürü olarak zaman zaman halkın karşısına çıkma ihtiyacını hissederdi. Bu çıkışların son derece şa'-gaalı ve gösterişli olması gayet normaldir;    Çünkü1   mütekebbirler bundan başkasını yapamazlar. Ama konu, rivayetlerde alabildiğine istismar edilmişe benziyor: Karun'un bindiği atın rengi   ve   hatta cinsi; ata vurulmuş eğerin işlemeleri, rengi ve hangi cins   kumaşla kaplandığı; Karun'un kendi elbisesi; köle ve cariyelerin sayısı; bun­ların atları, elbiseleri v.s.; ma'iyyetindekilerin keza sayısı ve donatım­larının türü... Evet bütün bunlar halis yalanlar ve uydurmalardır. Bunları kim, nasıl, ve nereden tesbît edebilir?

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, Karun'un giydiği yeşil elbise­nin aslında Hz. Musa'ya ait olduğu, Cennetten indirildiği, çalmak suretiyle elde edip sırtına giydiği de söyleniyor. Söyleniyor ama bun­ların mesnedi ne? Hayallerin harekete getirilmesi veya her duyula­nın îslâmî olduğu zannıyla tefsirlerin doldurulması doğru mu? El­bette doğru değil[357].

4 — îstisnâsiz bütün tefsirlerde Karun'un Hz. Musa'ya iftira için kiraladığı kadından söz ediliyor. Bunun doğru olup-olmadığı üzerinde durulmadan, herşey bitmişcesine Karun'un kadına ne ka­dar para veya mal va'dettıği sayılıp dökülmüş. Bunlara ne lüzum var, ne de ihtiyaç! Kitâbullah olan Kur'ân'ın tefsiri adı altında bun­lara yer vermek ne kadar acı!

5 — Kur'ân'da C. Hakk: "Nihayet biz onu da, sarayını da yere geçiriverdik" buyuruyor[358]. Demekki Kârûn ve sarayı yere geçirilmiş­tir. Buna îman farzdır; ve bu bilgi olarak bize yeter. Belki de Kur'ân'a hizmet olsun diye bazıları âyetteki "yere geçirmeyi" tasvîr etmiş­ler: Birincide yer onları topuklarına kadar yuttu; ikincide bellerine kadar; üçüncüde kirpiklerine kadar v.s. gibi. iş Karun'un yutulması

bitmiyor; acaba Kârûn ve adamları o günden bu güne ve bu gün­den kıyamete kadar her gün ne kadar yere batıyorlar? Bu da me­rak konusu olmuş. Rivayete göre onlar hergün "bir boy miktarı" verin derinliklerine doğru giriyorlar. Bu giriş israfil'in Sûr'una ka­dar böyle devam edecek ve yine de arzın "dib"tne varamıyacaklar. El-'Alûsî'nin dediği gibi "bunun doğruluğunu Allah bilir"[359]; ve er-Râzî'nin işaret ettiği gibi bunlar "faydasız ve lüzumsuzdur; yapıla­cak en güzel iş bunlara kitaplarda hiç yer vermemektir"[360].

6 — Karun'un yere batmasını takdir eden Allah'tır; "Nihayet biz onu da, sarayını da yere geçiriverdik" (el-Kasas, 28/81). Buna rağmen bazı rivayetler, Karun'un yere batıp giderken Hz. Musa'ya yalvardığını, Mûsâ (a.s.) 'in bu yalvarmalara iltifat etmediğini ve Karun'un her şeyi ile mahvına sebep olduğunu dile getirirler. Netice­de Hz. Mûsâ bu "katı kalpliliğinin" (!) cezası olarak Allah tara­fından paylanır[361].

Er-Râzî'nin dediği gibi bütün bunlar, yakîn ifâde etmeyen "ahbâr-ı ahâd" cinsindendir; faydasız hikâyelerdir. Çoğu zaman söylenenler birbirlerine zıttır; yapılacak en güzey şey, Kur'ân'da an­latılanlarla yetinmek ve bunları bir kenara atmak ve tafsilâtı "âli-mü'Igayb" olan Allah'a havale eylemektir[362].

D.B. Macdonald, Kârûn mes'elesini inceleyen müfessir ve "kıaas-ı enbiyâ" müelliflerinin tamamen veya kısmen İbranî asarından alın­mış uzun ve karışık bir efsâneyi kitaplarına almış olduklarını belirtir[363].

Kârûn ve yere batırılmasıyla ilgili bilgilere Tevrat'ın iki ba­bında tesadüf edilir; lâkin tefsîrlerdeki teferruata yer verilmez[364]. [365]

K — ASHABI  UHDÛD

Kur'ân-ı Kerîm'in bir âyetinde (el-Bürûc, 85/4). Ashâb-ı Uhdûd'-dan bahsedilir. Bunlar tarihin bizce meçhul olan bir devrinde yaşamış

ve inanmışlara işkence etmig bir kavimdir. Sonra da Allah, bu za­limlere cezalarını vermiştir.

 

1 — Îlgili Âyetlerin Me'âli   :

"(Andolsun ki), tutuşturucu (malzeme ile hazırladıkları) o ateş hendeklerinin sahipleri gebertilmiş tir. Onlar, îman edenlere yapacakları (işkenceler) hususunda (hükümdarları katında) şahid-lik edeceklerdi" (el-Bürûc, 85/47).

 

2 — Ashâb-i Uhdûd'dan maksad kimlerdir?

Bunların kimler oldukları, hangi devirde yaşadıkları, sayıları, hangi dîne mensup oldukları hakkında on'dan fazla rivayet vardır[366]. Fakat söylenenlerin, sayfalar dolusu anlatılanların doğruluğunu is-bâta yarayacak elimizde en ufak bir ipucu yoktur. Meşhur müfessir el-Kaffal tefsirinde: "Ashâb-ı Uhdûd hakkında, muhtelif kıssalar zikretmişlerdir. Maamafih içlerinde sahîh denecek derecede bir şey yoktur[367] demiştir.

Yalnız, Ashâb-ı Uhdûd'Ia ilgili olarak bazı hadîs mecmu'aîann-da yer alan rivayeti burada bahis konusu etmeden geçmek doğru olmaz. Rivayet şudur:

İmam Müslim derki: Bize Heddâd İbn Hâlid tahdîs etti; bize Hammâd Ibn Seleme söyledi; bize Sabit, Abdurrahman Ibn Ebî Leylâ'dan, o da Suheyb (r.d.)'den tahdîs etti ki Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Sizden evvelki ümmetlerden biri içinde bir iıü-kümdâr vardı. Onun bir de sihirbazı mevcut idi. Sihirbaz ihti­yarladığı zaman hükümdara:

“— Ben ihtiyarladım. Binaenaleyh bana bir oğlan çocuğu gön­der ki, ben ona sihri öğreteyim" dedi. Bunun üzerine hükümdar ona öğretebileceği bir oğlan çocuğu yolladı- Oğlan çocuğu sihirbaza de­vama başladığı zaman yolu üzerinde bir râhib vardı. Çocuk O ra­hibin yanmda oturdu; onun sözlerini dinledi ve rahib onun hoşuna

gitti. Artık sihirbaza geldiğinde rahibe de uğruyor, onun yanında oturuyordu. Sihirbaza geldiği zaman, sihirbaz çocuğu dövdü. Çocuk da bunu rahibe şikayet etti. Râhib çocuğa:

"— Sen sihirbazdan korktuğun zaman: Beni ailem alıkoydu, dersin" ailenden endişe edip korktuğun zaman da: beni sihirbaz alı­koyup geç bıraktı, dersin!" dedi. Artık o bu tarzda devam etmekte iken birgün büyük bir hayvan üzerine çıkıp vardı ki, bu hayvan in­sanları yollarından hapsedip, alıkoymuştu. Çocuk kendi kendine: Ben bu gün, sihirbaz mı daha faziletlidir, yoksa râhib mi daha fazi­letlidir, bileceğim dedi. Akabinde bir taş aldı da  :

"— Ey Allah'ım, eğer rahibin işi sana sihirbazın işinden daha sevgili ise hepsedümiş olan bu insanların geçip gitmeleri için şu dâb-be'yi öldür!" diyerek taşı fırlattı ve dâbbe'yi öldürdü. İnsanlar da. geçip gittiler. Müte'akiben çocuk, rahibin yanma geldi ve olanları kendisine haber verdi. Râhib de ona  :

"— Ey oğulcuğum! Sen bugün benden daha faziletlisin. Senin işin görmekte olduğum bu yüksek dereceye ulaşmıştır. Ve sen, ya­kında çetin belâ ve imtihana tâbi tutulacaksın. Bu imtihan ve taz­yiklere uğratıldığında, sakm hiçbir kimseye benim bulunduğum yeri habei verme ve gösterme!" dedi. Artık oğlan, körü, baras hasta­lığına tutulanı kurtarıp iyi eder ve diğer hastalık ve dertlerden de insanları tedâvî yapar oldu. Bunu, hükümdarın aslında kör olan bir arkadaşı işitti. Akabinde birçok hediyyelerle oğlanın yanma geldi ve:                         .                                                        

"— Eğer bana şifa kazandırırsan burada bulunan §u şeylerin hepsini senin için topladım" dedi. Oğlan:

"— Ben hiçbir kimseye şifa ve sağlık veremem. Ancak Allah şifa ve sağlık verir. Eğer sen Allah'a îman edersen, ben Allah'a duâ ederim; Allah da sana sağlık ve şifâ verir" dedi. Bunun üzerine, kör zat Allah'a îman etti. Allah da ona şifâ ihsan" eyledi. Müteakiben bu zat hükümdara geldi. Ve eskiden oturmakta olduğu gibi onun yanmda oturdu. Hükümdar ona:

"— Gözlerini sana tekrar kim iade etti?" diye sordu. O zat:

"— Rabbım iade etti" dedi. Hükümdar:

"— Senin benden başka Rabbın mı var?" dedi. O zat:

"— Benim Rabbım da, senin Rabbın da Allah'dır" dedi. Bu cevâp üzerine hükümdar onu yakaladı ve ona, oğlan çocuğuna delâ­let edinceye kadar azâb ve işkence etmekten vazgeçmedi. Nihayet oğlan çocuğu getirildi. Hükümdar ona hitaben:

"— Ey oğulcuğum! Senin sihirbazlığın körü, baraslıyı iyi ede­cek ve şunu şunu yapacak dereceye kadar ilerlemiştir" dedi. Oğlan:

"— Ben hiçbir kimseye şifâ vermiyorum. Ancak Allah şifâ ve­rip iyi ediyor" dedi. Bu sözler üzerine hükümdar onu da yakaladı ve ona devamlı azab ve işkence eyledi. Çocuk nihayet azaba da­yanamayıp rahibin bulunduğu yeri haber verdi. Akabinde rahib de getirildi. Ona da:

"— Dîninden geri dön" denildi. Râhib dîninden dönmeyi redde­dip dayattı. Hükümdar, büyük bir ağaç bıçkısı getirilmesini istedi. Bıçkıyı rahibin başının saç ayıranı yerine koydu ve başmı İkiye ayır­dı. Rahibin başı iki tarafa düştü. Sonra hükümdarın meclis arkadaşı olan o kimse getirildi, Ona da:

"— Dîninden dön!" denildi. O da bu teklifi kabul etmeyip da­yattı. Hükümdar O'nu da adamlarından bir topluluğa teslim edip:

"— Bu herifi şu ve su dağlara kadar götürün. Bunu o dağlara çıkarın, dağın en yüksek yerine ulaştığınız zaman, dîninden dönerse ne ala, yoksa onu dağdan aşağı atın!" emrini verdi. Adamları bu emir üzerine onu götürdüler ve dağa çıkardılar, O zat son noktaya varınca:

"— Yâ Allah! Dilediğin herhangi bir şeyle beni bunlardan kur­tar!" diye duâ etti. Hemen dağ çok şiddetli bir surette sarsılıp ha­reket etti. Böylece onların hepsi aşağıya düştüler. Sonra kendisi yü­rüyerek hükümdarın yanına geldi. Hükümdar ona :

"— Arkadaşların ne yaptılar?" diye sordu. O da :

"— Allah beni onlardan kurtardı" dedi. Bu sefer hükümdar onu yine adamlarından bir diğer cemaate teslim edip:

"— Bunu götürün, firkate gibi uzun gemiye bindirin. Sonra bu­nunla, denizin ortasına kadar götürün. Orada dîninden dönerse iyi, yoksa onu denize fırlatıp atın!" emrini verdi. Adamlar onu hüküm­darın dediği gibi yapıp denizin ortasına götürdüler. O zat orada da:

"— Ey Allah'ım! dilediğin şeyle beni bunlardan kurtar!" diye duâ etti. Gemi hemen üstündekilerle ters dönüp   devrildi.    Böylece adamların hepsi boğuldular. O zat yine yürüyerek hükümdarın ya­nına geldi. Hükümdar bu sefer de yine:

"— Arkadaşların ne yaptılar?" diy^, sordu. O zat :

"— Allah beni onlardan kurtardı" d/ye cevap verdi. Ve hüküm­dara hitaben:

"— Sana emredeceğim şeyi yapmadıkça sen beni asla öldüre-miyeceksin!" dedi. Hükümdar:

"— Peki nedir o şey?" diye sordu. O zat:

"— İnsanların açık bir arazide toplarsın. Müteakiben beni orada bir hurma gövdesine asarsın. Sonra benim deriden yapılmış ok ku­burumdan bir ok alırsın. Sonra bu oku yayın atacak kabzasına yer-

leştirirsin. Sonra  (   ) Oğlanın Rabbi olan Allah'ın ismiyle!) sözünü-söylersin. Sonra oku bana atarsın. Sen bunu yaptığın zaman beni öldürmüş olursun" dedi Bu tavsiyye .üzerine hükümdar halkı geniş bir alaivla topladı ve o zatı da bir hur­ma ağacının bedenine bağlayıp astı. Sonra O zatın kendi deri ok ku­burundan bir ok aldı. Sonra bu oku yayın fırlatacak kabzasına yerleştirdi. Sonra (    ) sözünü  söyledi.

Sonra da oku o zata attı. Ok O zatın gözü ile kulağı arasındaki "du­lun" denüen yere saplandı. O zat hemen elini, okun saplandığı yer olan dulunu üzerine koydu ve Öldü. Bu hâdise akabinde insanlar:

"— Biz oğlan çocuğunun Rabbine îman ettik! Biz oğlan çocu­ğunun Rabbine îman ettik! Biz oğlan çocuğunun Rabbine îman et­tik!" diye bağırıştılar. Müteakiben hükümdara varıldı ve ona hita­ben:

"— Gördün mü, sakınıp durduğun şeyi? Tahakkuk etti. Allah'a yemin olsun ki, sakınıp durduğun ve korktuğun şey senin başına gel­di, insanların hepsi Allah'a îman ettiler" denildi. Bunun üzerine hü-

kümdar   yolların    ağızlarında    "uzun çukurlar açılmasını emretti. Derhal bu uzun hendekler kazılıp açıldı;  ora­larda büyük ateşler yaktırdı ve:

"—. Kim dîninden dönmezse onu bu ateş çukurlarının içme a-tıp yakın!" emrini verdi. Bu emir üzerine hükümdarın askerleri faaliyete geçtiler.ve insanları o ateş çukurlarına atıp yaktılar. Nihayet sıra beraberinde küçük bir çocuğu bulunan bir kadına gelince, kadın ateş çukuruna düşmekten irkilip geri geri çekildi. Bunun üzerine ço­cuğu dile gelip ona:

"— Ey Anneciğim! Sabret, çünkü sen hakk üzeresin" dedi[368].

Yukarıda geçen âyet (el-Bürûc, $5/4)'in tefsiri münasebetiyle Müslim, et-Tirmizî, en-Nesâî ve A.Î. Hanbel yek diğerine yakın la­fızlarla yukarıdaki hadîsi eserlerine almışlardır. Ashâb-ı Uhdûd hak­kında var olduğunu söylediğimiz ondan fazla rivayetten biri de bu­dur[369].

Yukarıda da temas ettiğimiz gibi bazı müellifler bu konudaki rivayetlerden hiçbirini sahîh olarak kabul etmek istememişlerdir[370]. Hadîsi mecmu'asına alan et-Tirmizî ona sadece "hasenün garibün" demiştir; sahîh dememiştir. Buna istinaden de Elmalılı: "Onun için biz de yalnız Kur'an'in beyânı ile iktifa edelim"[371] diyerek anlatılan­ların i'timâda şayan olmadığını tebarüz ettirmiştir[372]. Aynı kanaat daha başka müellifler tarafından da benimsenmiştir[373].

îbnü Kesîrin hadîs hakkındaki mütale'ası daha cür'etlidir: Mü­ellif hadîs için "hasenün garîbün" diyen et-Tirmizî'yi takdirle andık­tan sonra: "Bu kıssa her ne kadar Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sözü olarak nakledilirse de, şeyhimiz el-Hafız Ebu'l-Haccac el-Mizzî, bunun (Hz. Peygamber'e ait olmayıp) ravîlerden Suheyb er-Rûmî'nin sözü olmasının muhtemel olduğunu beyân etmiştir. Çünkü Suheyb er-Rû­mî'nin yanında  (hafızasında) hıristiyanlara ait bir takım    haberler vardı" der[374]. Böylece haberin hıristiyanlardan almıp nakledilmiş ol­duğunu, yani îslâmî olmadığını söylemek ister[375].

L BEL'ÂM   HAKKINDA

 

Aslında arapçadan başka bir lisana ait olan bu isim arapçada Bel'âm Ibn Bâ'ûra (veya Bâ'ur) şekline girmiştir. Müfessirler bu ismi Kur'ân-ı Kerîm'in bir âyeti (el-A'râf, 7/175) münâsebetiyle zikretmişler ve bu isim etrafında meydana gelen hikâyeleri bütün detaylarıyla eserlerine almışlardır. Bu zat önce - ilgili âyetin ruhu­na uygun olarak - salih bir adam olarak, sonra da sapıtmış, azıtmış ve kendisine bahşedilen nimetlere nankörce davranmış biri olarak tasvir edilir.

 

1 — İlgili Âyetin Me'âli :

"(Habîbim) onlara o kimsenin haberini de oku ki, biz kendisi­ne âyetlerimizi vermiştik de o, bunlardan sıyrılıp çıkmış, derken şey­tan onu arkasına takmış, nihayet azgınlardan olmuştu. Eğer dilesey-dik onu bu (âyetler) 'le yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı, hevâ-sına uydu. Artık onun sıfatı o köpeğin hali gibidir ki, üstüne varsan dilini sarkıtıp solur, yahut kendi haline bıraksan yine dilini uzatıp solur, işte âyetlerimizi yalan sayanlar güruhunun sıfatı budur. Ar­tık sen (Habîbim) kıssayı onlara anlat. Belki iyice düşünürler" (el-A'raf, 7/175-76).                     .

2 — Ayette Bahsi Geçen "O Kimse" den Maksad Kimdir?

Buna ait altı görüş vardır:          .

a — Benû Isrâîl'den olan Bel'âm îbn Bâ'ûra'dır (Bâ'ûr ve Eber geklinde de zaptlar vardır). Bu zatın Yemen'li veya Cebbarlar (dev­ler) ülkesinden olduğu söylenir.

b — Ünıeyye îbn Ebi's-Salt'dır;

c — Er-Rahib Ebû'Amr'dır;

d — îsrâîl oğullarından duası makbul bir kişidir;

(369)  îbnü Kesîr, VH. 257.                  .                                        

e — Münafık olan her kişidir;

f — Yahudî, hrıstiyan ve hanîflerden olup da hak'dan ayrılan herkestir[376].

Ortaya atılan bu ihtimallerden de anlıyoruz ki, âyetin nüzul sebebi bir kişi de olsa, tahsis doğru değildir. Âyet bunları veya ha­reketleri bunlara benzeyen herkesi içine almaktadır. Müfessirler nü­zul sebebi olarak daha ziyâde Bel'âm ismi üzerinde durmuşlardır.

 

3  — Bu Adama Verilen "Âyât"dan Maksad Nedir?

a — Îsm-i 'A'zâm'dır;

b — Îlâhî kitaplardan biridir;

c — Peygamberliktir;

d — Allah'ın birliğine ait delillerdir;

e — Hâhî kitaplara ait bilgidir[377].

 

4  — Bel'âm'm Macerası:

Rivayete göre Mûsâ (a.s.) Ken'ânîlerin Samdaki topraklarına girdiği vakit Bel'âm. el-Belka' köylerinden Bal'âda bulunuyordu. Mûsâ (a.s.) Isrâîl oğullarıyla birlikte oraya indiğinde adamlar Bel'âm'm yanma giderek:

"— Ey BeTâm, Mûsâ tbn 'Imrân îsrâîl oğullarının başında ol­duğu halde bizi yurdumuzdan sürmek ve öldürmek üzere geldi. O, bizim memleketimize îsrâîl oğullarını yerleştirecektir. Senin kav­min olan bizlerin ise konacak yerimiz yoktur. Sen düâsı kabul edi­len bir zatsın. Çık da onları defetmesini isteyerek Allah'a düâ et" dediler. O:

"— Yazıklar olsun size! O Allah elçisidir; melekler ve mü'min-ler de onunla beraberdir; gidip de onlar aleyhinde nasıl düâ ede­bilirim? Bildiğimi bana Allah öğretti" diye red cevâbı verdi. Kav­mi yalvararak düâ etmesi hususunda İsrar edip onu fitneye uğrat­tılar, Bel'âm eşeğine binerek, Isrâîl   oğullarının    çıkmakta olduğu 322.

bir dağa doğru ilerledi. Bu dağ, Husbân dağıdır. Biraz gittikten sonra eşeği yere çöktü; Bel'âm hayvanından inerek onu yerinden kaldırıncaya kadar dövdü. Eşeğine binerek biraz ilerledikten son­ra hayvan tekrar çöktü. Bel'âm biraz evvelki gibi hareket ettikten son­ra tekrar hayvanın bindi. Biraz yol alınca eşek yine çöktü. O yine eşe­ğini yerinden kaldırıncaya kadar dövdü. Nihayet eşek, Bel'âm aley­hinde bir delil teşkil etsin diye Allah'ın izni Üe konuşarak şöyle de­di;

"Ey Bel'âm, nereye gidiyorsun? Meleklerin Önümde durarak, beni yolumdan çevirdiklerini görmüyor musun? Allah elçisi ile mü'-minler senin kavmin aleyhinde düâ etmektedirler". Fakat Bel'âm buna bakmadan eşeğini döverek onu ileri sürmekte devam etti Eşek yürüye yürüye onu Husbân dağına çıkararak Hz. Mûsâ ordusunun ve îsrâîl oğullarının karşısına götürdü. Bel'âm onlara beddüâ et­meğe başladı; fakat îsrâîl oğullarına beddüâ ederken Allah onun dili­ni kendi kavmi aleyhine çevirdi. Yanında bulunan halk onuri kendi .aleyhlerine beddüâ etmekte olduğunu görünce:

"— Ey Bel'âm! Ne yaptığını biliyor musun? Sen îsrâîl oğulla­rına hayır düâda, bize bedduada bulunuyorsun" dediler. O:

"—Ben bunu kendi ihtiyarımla yapmıyorum; Allah dilime ha­kim oldu" dedi. Bunun üzerine dili ağzından çıkarak göksü üzerine sarktı; sonra kavmine:

"— Dünya ve ahiret benim elimden gitti; artık hîleye başvur­maktan başka çâre yoktur. Ben şöyle bir hile tertipliyeceğim: Siz en güzel kadınları toplayarak ellerine ticaret eşyası veriniz; bunları îsrâîl oğullarının arasına giderek satsınlar; Isrâîl oğullarından biri onlarla cinsî münâsebette bulunmak isterse buna mani' olmasınlar; çünkü onlardan biri bu kadınlarla zîna ederse siz kurtulmuş sayı­lırsınız" dedi. Kavmi, Berâm'ın tavsiyyesine göre hareket ederek kadınlarını îsrâîl oğullarının askerleri arasında gönderdiler. Ka­dınlar îsrâîl askerleri arasına sokulduktan sonra; Ken'ânîîerin ka-bîle başkanlarından olan Sûr'un, Kestî adlı kızı, tsrâîl askeri arasın­dan geçiyordu. Sûr, Ken'ânîlerin Medyen'de yaşayan büyüklerinden-di îsrâîl oğullarının ileri gelenlerinden olup, Şem'ûn Ibn Ishak îbn İbrahim'den türeyen ve îsrâîl boyunun başkanı sayılan Zümrî îbn Şelul, bu kızla cinsî yakınlıkta bulundu (ki, hâdise şöyle cereyan et­miştir) : Kızı beğenen Zümrî onu elinden yakalayarak Hz. Musa'nın yanına götürdü ve: "Senin bana, bu kıza yaklaşman haramdır, diyeceğini sanıyorum" dedi. Hz. Mûsâ: "Evet, bu kız sana haramdır; yaklaşma!" diye cevâp verdi. Zümrî: "Allah adına andiçerek te'yîd ederim ki, bu hususta sana itaat etmiyeceğim" dedikten sonra kadı­nı koğuşuna götürerek onunla cinsî münâsebette bulundu. Bunun üzerine Allah, Isrâîl oğullarına vebayı musallat etti. Bu sırada Hz. Musa'nın emri atlında bulunan Finhas tbn 'Ayzar İbn Harun ordu­gâhta değildi. O, iri gövdeli kuvvetli ve bahadır bir gençti. Finhas geldiği zaman veba îsrâîl oğullarını kırıp geçirmekte idi. O, olup bitenleri öğrendikten sonra tamamiyle demirden yapılmış mızrağını onların her ikisine birden saplayarak mızrağıyla ikisini birden ha­vaya kaldırdığı-halde koğuştan çıktı. Mızrağı eliyle yakalamış, dir­seğini beline ve mızrağın bir ucunu da çene kemiğine dayamış vazi­yette idi. 'Ayzar'ın ilk çocuğu olan Finhas:

"— Ey Rabbimiz! Biz, sana isyan edenlere kargı böyle hareket ederiz" diyordu. Zümrî ile Ken'ânh kadın öldürüldükten sonra veba ortadan kalktı; fakat gündüzün vebadan ölenler sayıldığında, bir saat içinde 70 bin kişinin öldüğü anlaşılmıştır. En az hesap edenler, ölenlerin 20 bin kişi olduğunu söylerler. Finhas'm bu hayırlı işinden dolayı, Isrâîl oğulları her kestikleri hayvanın sokum, dirsek ve çe­ne kemiğim Finhas'ın evlâdına vermişlerdir. Çünkü ataları Finhas, Zümrî'yi öldürdükten sonra mızrağını eliyle tutmuş, beline ve çene kemiğine dayamıştı. îsrâîl oğulları, bundan başka mallarının ilk mahsûlünü de onlara ihsan ederler. Allah Bel'âm'm halini su âyetin­de anlatmaktadır: "Onlara o kimsenin haberini de oku ki, biz ken­disine âyetlerimizi vermiştik de."

Diğer bir rivayete göre de:

Bel'âm adında biri Isrâîl oğullarından ayrılarak kâfir olmuş ve cebbarlar memleketine gelmişti. O, Allah'ın esrarından olan "Ism-i A'zam"ı biliyordu. O, cebbarlara:

"— Siz îsrâîl oğullarından korkmaymız; çünkü onlarla savaş­mak için meydana çıktığınız vakit ben onlara beddüâ ederek hepsi­nin mahvına sebeb olacağım" diyordu. O, cvebbarlarm memleketin­de dünyanın arzu ettiği kadar nimet ve servetlerini bulabiliyordu. Ancak, cebbarların kadınları çok büyük gövdeli ve uzun boylu ol­dukları için kadınlarıyla münasebette bulunmak kudretinde değildi. Bu yüzden kadın yerine eşeğini kullanıyordu. Allah onun halini yu­karda geçen âyetlerde anlatır. Bel'âm köpek gibi dilini çıkararak soluk alırdı. Yûşa (a.s.) îsrâîl oğullarının başında olduğu halde cebbarîarîa savaşmak üzere yola çıktığı zaman, Bel'âm'da eşeğine bi­nerek cebbarlarla birlikte hareket etti. Maksadı, îsrâîl oğullarına lanet okumaktı. îsrâîl oğulanna beddüâ etmek istediği halde, dâima cebbarlara beddüâ ediyordu. Bunu gören cebbarlar:

"— Sen bize beddüâ ediyorsun" derler. O da:

"— Ben îsrâîl oğullarına beddüâ etmek istedim" derdi. Bel'âm

şehrin kapısına geldiğinde melek eşeğinin kuyruğundan yakalaya­rak durdurdu. O, eşeğini sürmek ister, fakat hayvanı yürümezdi. Bel'âm onu çok dövdükten sonra eşek dile gelerek:

"— Sen geceleri beni kadın yerine kullanıyor, gündüzleri üze­rime biniyorsun; ben senin yüzünden mahvoiup gidiyorum. İlerle­mek kudretinde olsaydım, ilerlerdim. Fakat melek beni yolumdan alıkoyuyor" dedi3r2.

Bu âyet münasebetiyle, Allah tarafından kendisine müstecâb üç düâ bahşedilen bir başka zattan da bahsedilir. Tipik bir "isrâîliyat" örneği olan bu kıssayı, sözü uzatmamak için buraya almıyoruz[378]. [379]

RİVAYETLERİN TAHLİLÎ

 

1—Bahis konusu âyette dile getirilen kişinin Bel'âm olduğu yolundaki rivayeti ve anlatılan kıssaları doğrulayacak elimizde sa­hih hiç bir eser yoktur. Keza BePâm'ın âyetin nüzulüne sebeb teşkil etmesi de doğru değildir[380].

2— Bel'âm'a verildiği söylenen "Ism-i A'zam" da birçok müel-liflerce şiddetle reddedilmiştir. Çünkü, "İsm-i   A'zam"   bilen   adam böylesine alçalıp küçülmez; kâfir olmaz"[381].

3—Bir kısım rivayetlerde, o zata Allah tarafından bahşedilen

"âyâf'ın peygamberlik olduğu dile getirilmiştir. Yalanın bu derece­sini hiçbir akıl kabul etmez; hâl ve şartlar ne olursa olsun bir peygamber Allah'ı isyan edemez; dinden dönemez. Bunlar tam manâ­sıyla "püsküllü yalanlardır[382].

Macerasını yukarda kaydettiğimiz böyle bir adam  iğin  nasü peygamber denilebilir? Bunu akü kabul eder mi?[383].

4— Yukarıya kaydettiğimiz rivayetlerden biri için, sened rica­linden biri: "Bana kıssayı Seyyar böylece    anlatmıştı; bilmiyorum ama, buna herhalde bazı şeyler karışmış olmalı!" diyerek kıssanın sıhhati hakkındaki kaygusunu ifade ediyor[384].

5 — Kur'ân'ın üzerinde durduğumuz bu âyeti kısadır; tafsilat­tan uzaktır. Âyette bahis konusu edilen kişinin adı, memleketi, ki­min soyundan olduğu beyan edilmemiştir. Bu zâtın adı, vatam, ba­bası soyu sopu ile ilgili olarak ortaya atılanların tamamı müfessir-lerin birbirlerinden alarak rivayet ettikleri Ka'b ve Vehb İbn   Mü-nebbih ve benzeri kişilere ait rivayetlerdir; ve netice olarak bunla­rın tamamı "isrâîliyyaf'tır. Konu ile ilgili rivayetler hemen tama-miyle Ed-Dürrü'1-Mensûr'da mevcuttur ve bunlara asla itimad edilmemiştir[385].

Bel'âm'la ilgili olarak yukarıya aldığımız geyler ekser ahvalde Tevrat rivayetlerine veya -ifâde edildiği gibi- isrâîliyyata dayanır. Bel'âm'a her türlü kötülüğü atfedebilmek için, hahamlar muhayyi­lelerinin, bütün icâd gücüyle gayret sarfetmişler ve buna türlü türlü şeyler ilâve etmeyi bilmişlerdir; zamanla bu rivayetler îslâmî çev­relere intikal itmiş ve bazı müslüman râviler ve müelliflerce mukad­des birer emânet gibi hıfzedilmiş ve "kitaplarımıza aktarılmıştır[386].

Kitâb-ı Mukaddeste Bel'âm:

îslâmî kaynaklara istinaden yukarıya almış olduğumuz şeyle­rin kıymetlerini ve bunların eski kültürlerle olan yakın ilgisini be­lirtmek üzere bazı pasajlar Kitâb-ı Mukaddes'ten aynen alıyoruz:

"Ve o vakitler Tsippor oğlu Balak Moab kralı idi. Ve Beor oğlu Bal'am'ı çağırmak için ırmak kenarında, kavmin oğullarının mem­leketi olan Petor'a ulaklar gönderip ona dedi: îşte, Mısırdan bir kavm çıktı; işte, yerin yüzünü kaplıyor, ve benim karşımda oturu­yor. Ve rica ederim şimdi gel, benim için bu kavme lanet et; Çünkü o benden kuvvetlidir; belki muktedir olurum da onu vururuz, ve onu memleketten kovarım; çünkü bilirim,ki, senin mübarek kıldığın kimse mübarek olur, ve lanet ettiğin kimse lânetli olur".

"Ve Moab ihtiyarları ile Midyan ihtiyarlan elinde falcılık üc­retleri olarak gittiler; ve Bal'am'a geldiler; ve ona Balak'm sözleri­ni söylediler. Ve onlara dedi: Bu geceyi burada geçirin, ve Rabbın . bana söyleyeceğine göre size cevâp vereceğim, ve Moab reisleri Bal'am'ın yanında kaldılar. Ve Allah Bal'am'a geldi ve dedi: Evin­de olan bu adamlar kimdir? Bal'anı Allah'a dedi: Moab kralı bana dedi. Ve Allah Bal'am'a dedi: Onlara gitmeyeceksin! O kavme lanet etmeyeceksin; çünkü mübarektir."

"Ve Bal'am sabahleyin kalktı, ve eşeğine palan vurdu, ve Moab reisleriyle beraber getti. Ve gittiği için Allah'ın öfkesi alevlendi; ve Rabbin meleği ona karşı durmak için yol üzerine dikildi. Ve o eşeği­ne binmişti, ve kendisi ile beraber iki uşağı vardı. Ve eşek yalın kı­lıcı elinde, yolda dikilmekte olan Rabbin meleğini gördü; ve eşek yoldan sapıp tarlanın içine girdi; Ve Bal'am yola döndürmek için eşeğe vurdu. Ve yine eşeğe vurdu. Ve eşek Rabbin meleğini gördü, ve Bal'am'ın altında çöktü. Ve BaFam'ın öfkesi alevlendi, ve değneği ile eşeğe vurdu. Ve Rab eşeğin ağzını açtı, ve o Bal'am'a dedi: Sana ne yaptım ki, bana böyle üç kerre vurdun? Ve Bal'am eşeğe dedi: Çün­kü benimle eğlendin; keşke elimde bir kılıç olsa idi, şimdi seni öldü­rürdüm."

"...Ve Balak, Bal'am'a dedi: Bana ne yaptın? Düşmanlarıma la­net etmek için seni getirdim; ve işte, sen onları ancak mübarek kıldın. Ve cevab verip dedi: Rabbin ağzıma koyduğunu söylemeye dikkat et­meli değil miyim?".

"Ve Isrâîl, Şittim'de oturdu; ve kavm Moab kızları ile zina etmeğe başladı. Ve işte. îsrâîl oğullarından bir adam geldi, Musa'nın gözü önünde, ve toplanma cadın kapısında ağlamakta olan bütün tsrâîl oğulları cema'atinin gözü önünde kardeşlerine Midyânî bir kadın gedirdi. Ve Kâhin Hârûn oğlu, Finehas bunu görünce, cemaatin arasından kalktı, ve eline bir mızrak aldı; ve îsrâîlî adamın ardın­ca çadırın iç tarafına girdi, ve îsrâîlî adama, ve karnından kadına, ikisine de mızrağı sapladı. Veba da israil oğulların­dan kaldırıldı. Vebada Ölenler 24 bin kişi idi. Ve Midyânî kadınla beraber vurulan îsrâîli adamın adı Sahi oğlu Zimrî idi. Şimeonüer arasında ataları evinin bir beyi idi. Ve vurulan Midyânî kadının adı Tsur kızı Kozbî idi; bu adam Midyân'da atalar evi kavminin bir reisi idî"[387].

Yukarıya Kitâb-ı Mukaddes'ten aldığımız kısımlar da açıkça gösteriyor ki, BeTâm'Ia ilgili olarak tslâmî eserlere geçen bilgiler tamamiyle yabancı meruşe'lidir ve ka'tî olarak tümü "isrâîliyyat"tır[388].



[1] El Bakara, 2/30.

 

[2] Taberî, tefsir I. 195-214; tarih, 1/1. 107-12; et-Tibyân, I. 130; el-Keg-şaf, I. 124; et-Tabressî, I. 72; Z. Mesîr, I. 58; M. Tenzîl, I. 20-21; îbn Kesîr, I, 123-24; el-Kurtubî, I. 261; eş-Şevkânî, Fethu'l-Kadlr, I. 62-64; el-Kasiroî,  Mehâslnü't-Te'vîl,  H. 94 v.d.

 

[3] Abdü'l-Vehhab  en-Neccar,  Kaaasü'l-Enbiya,  s.   11-12.

 

[4] El-Kasimî, Mehasinü't-Te'vîl,  H.  96.

 

[5] Et-Taberî,  tefsir, I. 209.

 

[6] Tefsîru'l-Menâr,   I.   258.

 

[7] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 97-98-99.

 

[8] EI-A'raf,   7/65-72.

 

[9] El-Ahkaf. 46/22-27.

 

[10] El-Ahkâf, 46/22 v.d.

 

[11] Et-Taberî, tefsir, VH. 216; tarih, 1/1. 306-325; M. Tenzil, I. 335-V.d.; et-Tabressî, 33. 439-43; g. Mesîr, VH. 383-84; el-Kâmil, 1.86 v.d.; el-Kur-tubî, XVI.  207;  îbnü Kesîr, UZ  186-88;   el-Kasimî, tefsîr, VII  2770-82.

 

[12] El-A'raf,  7/69.

 

[13] Z.  Mesîr,   III.   222;   et-Tabressî,  II.   437;   M.  Tenzîl,  H.  335.

 

[14] M.   Tenzîl,   H.   335.

 

[15] M.   Tenzîl,   II.   335.

 

[16] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 99-100-101-102-103-104-105-106-107.

 

 

[17] İbnü Kesîr,  in. 188.

 

[18] A.Î. Hanbel, IH. 481, 482;  VI.   182.

 

[19] îbnü Mâce, K. Cihâd, bffb. 25  (2816 numaralı hadîs).

 

[20] Et-Taberî,   Vm.  219,   not,   1-2.

 

[21] Tefsîru'l-Kur'âniİ-Hâkim, XII.  115.

 

[22] El-Kasimî, Mehasinü't-Te-vîI, VII, 2771-72.

 

[23] Ibnü Kesir, V. 197;  el-Kasimî,  VII.  2772;  tzmirli,  S.C. Nebeviyye .Mu-kaddemesi,  s.  112.

 

[24] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 107-108.

[25] El-Bakara, 2/49, 50; Alü Imran, 3/11; el-A'raf, 7/130, 104, 109, 113, 123, 127,   130,   137,   141;   eKEnfâl,   8/52;   Yûnus,   10/75,   79,   83,   88,   90;   HÛd, 11/97;  İbrahim,   14/6;   el-îsra",  17/101,  102;  Taha,  20/24, 43, 60, 78,  79; el-Mü'minûn, 23/46; eg.Şu'ara', 26/11, 16, 23, 41, 44, 53; en-Neml, 27/12; el-Kasas, 28/3, 4, 6, 8, 9, 32, 38;  el-Ankebût, 29/39;  Sad, 38/12;  Gâfir, 40/24, 26, 28, 29, 36, 37, 45,  46;   ez-Zuhruf, 43/46,  51;   ed-Duhan, 44/17, 31; Kaf, 50/13; ez-Zariyat, 51/38; el-Kamer, 54/41;  et-Tahrîm, 66/11...

 

[26] Eg-Şu'ara',   26/52-51.

 

[27] Eg-Şu'ara',   26/52-51.

 

[28] Et-Taberî, XIX. 75; M. Tenzil, II. 85;  et-Tibyân, VHI. 21.

 

[29] Et-Taberî,  XIX.   75;   et-Tabressî,   IV.   191;   Z.   Mesîr,   VI.  125;   M.  Ten-zîl, II. 85.

 

[30] Et-Taberî,  tefsîr, XIX.  76;   tarih,   1/2.   920.

 

[31] Eş-Şu'ara',   26/60.

 

[32] Et-Taberi,  XIX.   76;   Et-Tabressî, IV.   191;   M.  Tenzil,  II:  75;   Z,  Mesîr, vi. 125,                                                                                 

 

[33] Et-Taberi, tefsir, XIX.  76.

 

[34] Aym eser, aynı yer.

 

[35] Aym eser, aynı yer.

 

[36] Et-Taberî,  tarih, 1/1. 620.

 

[37] Et-Taberî, tefsir, XIX. 76;  Tarih, 1/1. 630.

 

[38] Et-Taberî, XTX. 76; tbnÜ Kesir, V. 185.

 

[39] Et-Taberî,  XIX.  76.

 

[40] Ibnü Kesîr, V. 185.

 

[41] Eg-gu'ara, 26/63-66.

 

[42] Et-Taberî, tefsîr, XIX. 75 v.d.;   Tarih,   162. 620 v.d.

 

[43] îbnü Kesîr, IV. 506 v.d.; el- Bidâye, I. 300. Rivayetler için bak. en-Ne-saî, tefsîr, varak 60a-66b;     et-Taberî, XVI.  164 v.d.;  M. Tenzil, II. 14; el-Ke§şaf, IH.  64-65;   et-Tibyân, VII. 154;  Z. Mesîr, V. 2S5-86;  et-Tab-ressî,   IV.   11.

 

[44] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 109-110-111-112-113-114-115.

 

[45] El-Fürkan,  25/38.      

 

[46] Kaf,  50/12.

 

[47] Et-Taberî, XIX. 13 v.d.; Z. Mesîr, VI. 89-90; et-Tabressî, IV. 170.

 

[48] Yasîn,   36/20.

 

[49] Et-Taberî,   XVIII.   152-53;   et-Tabressî,   IV.   170;   et-Tibyân,   VTEE.   433; el-Keş§af, m. 280; M. Tenzil, H. 79; Z. Mesîr, VI. 89-90; M. Gayb, XXIV. 82-83;  el-Kasimî, xn. 4578; Ibnü Keaîr, V. 15-2;  Mu'cemü'l-Büldân, n. 778-80;   BhnaJılı,  V. 3587 v.d.

 

[50] Et-Taberî, XIX. 13-15; îbnü Kesîr, V. 152-53.

 

[51] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 115-116-117.

[52] El-Fürkan,   25/38;   Kaf,   50/12

 

[53] Et-Taberî, XIX,  14-15.

 

[54] Îbnü  Kesîr,   V.   153.

 

[55] Er-Razî, M. Gayb, XXIV. 83.

 

[56] El-Kasiinî,  Mehasinü't-Te'vîl,  XH.  4578.

 

[57] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 117-118.

 

[58] El-Isrâ,  17/4-8.

 

[59] Et-Taberî,   XV.   22;   M.   Tenzîl,   I.   510;   et-Tabressî,   IH.   399-400;   îbnü Kesîr, IV. 282; ed-Dürru'1-Mensûr, IV. 165.

 

[60] Kelime bir kaç türlü teleffuz edilebilir.

 

[61] Et-Taberî, XV. 24 v.d.; Elmalık, tefsîr, V. 3156 v.d.

 

[62] Et-Taberî,   Tarih,   1/2.  834 v.d.;   El-Bİdaye,  H. 33-40;   EI-Kâmil,   I.  263 v.d. Bazı kısımlar için bak. Et-Taberi,  tefsir, XV.  29 v.d.;  M. Tenzil, I.  510 v.d.;   El-Kurtubû X. 215 v.d.

 

[63] Et-Taberî, XV. 22; El-Keşşaf, H. 648; Z. Mesîr, V. 7; M. Tenzîî, I. 510; Et-Tabressî,   H.   400;   El-Bidâye,  H.  33-34;   Ed-Dürrü'1-Mensûr,  IV.   163 v.d.

 

[64] Aynı kaynaklar.

 

[65] Bütün bunlar İçin bak. eT-Taberi, tefsir, XV. 22 v.d.; tarih, 1/2. 810 v.d.; et-Tibyân, VL 447 v.d.; et-Tabressî, m, 399-400; el-Keşşaf, H. 649-50; Z. Mesİr, V. 7-9; M. Tenzîl, I. 510 v.d.; Ibn Keaîr, IV. 281-83; el-Kur-tubî, tefsir, X. 215 v.d.; ed.Dürru'l-Mensûr, IV. 163 v.d.; el-Kasimî, tefsîr, X. 3903 v.d.; el-Kâmil, I. 261 v.d.; el-Bidâye, n. 33 v.d.

 

[66] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 118-119-120-121-122-123-124-125-126-127-128-129-130-131-132-133-134.

 

[67] îbnü Kesir, Tefsîr, IV. 282.

 

[68] Aynı eaer, aynı yer.

 

[69] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 135.

 

 

[70] Et-Taberî, I. 446; îbnü Kesîr, I, 237-38; et-Tabressî, I. 174; M. Tenzîl, I. 41.

 

[71] Et-Taberî, I.  449; îbnü Kesîr, I. 237;   et- Tabressî, I. 174.

 

[72] Et-Taberî, tefsîr, I. 449; tarih, 1/2. 760 v.d.; îbnü Kesîr, I. 235.

 

[73] Et-Taberî, I. 459; et-Tibyan, I, 371-75; et-Tabressî, I. 175; M, Tenzil, I. 4.

 

[74]  Et-Tabressî, I. 175; M. Tenzil, I. 42. 138

 

 

[75] Et-Tûsî, et-Tibyan, 1, 374; et-Tabressî, I. 175; el-Muharrar, I. varak 84a.

 

[76] Et-Tibyan ,1. 374; el-Muharrar, I. varak 84a; Z. Meaîr, I. 125; îbn Hazm, el-Fasl, W. 34.

 

[77] El Muharrar, I. varak 84a.

 

[78] Et-Tibyan, I. 374; et-Tabreasî, I. 175; el-Muharrar, I. varak 84a; Z, Me-sîr, î. 125.

 

[79] Et-Taberî, I. 459.

 

[80] El-Muharrar, I. varak 84a; et-Tibyan, I. 374; et-Tabresal, I. 175.

 

[81] Îbnü Atıyye, el-Muharrar, I. varak 84a.

 

[82] Et-Taberî, T. 459.

 

[83] Et-Taberî, I .459.

 

[84] Z. Mesîr, I. 125.

 

[85] Et-Tlbyaa, I. 376; M. Tenzîl, I. 42, 43.

 

[86] Et-Taberî, I. 456 v.d.;   el-Muharrar,  I. varak 84ab;   et-Tabressî,   I.  175; Z.  Mesîr,   I.   123;   et-Tibyân,   I.   375-76;   Ebu'1-Leys   tefsiri,   varak,   25b; Tefsîru 'Askerî, varak 115a;  el-Maverdî,    el-'Uyûn, varak 45a;    Tefsî-ru'1-Vahidî, varak 37ab.

 

[87] et-Taberî, I.  452-53;  et-Tabressî, I. 175;   Ibnü Kesîr, I. 241.

 

[88] Et-Taberî, I. 452;  et-Tabressî, I. 174; eUMehdevî, et-Tahsîl, varak    İla Ibnü Kesîr, I. 239.

 

[89] Et-Taberî, I. 455; et-Tabressî, I. 175; M. Tenzîl, I. 42; Ibnü Kesîr, I. 240.

 

[90] Et-Taberî, I. 455; et-Tabresaî, I. 175; M. Tenzîl, I. (42; îbnü Kesîr, I. 240; Ibnü'l-'Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân, I. 29.)

 

[91] Et-Tabressî, I. 175; er-Ragıb el-Isfehânî, el-Müfredât. a. 542; îbn Hazm el-Fasl,  IV.  33.

 

[92] El-Cessas, Ahkâmü'l-Kur'ân, I, 56; et-Tabressî, I. 175; Ibnü Kesîr, I, 240; Ibnü Hazm, el-Fasl, IV. 33.

 

[93] İbnü Ebî Hatim(den naklen Ibnü Kesîr, I.  123-24'J.

 

[94] Et-Tabressî, I. 175.

 

[95] Îbnü'l-Arabî, Ahkâmü'I-Kur'ân, I. 29; Ibnü Kesîr, I. 240.

 

[96] Et-Taberî, I. 456.

 

[97] Et-Taberî, I, 457.

 

[98] Eg-ŞÛra1, 42/5.

 

[99] Et-Taberî, I. 457-58; el-Maverdî, el-TJyûn, varak 25a; el-Vahıdî, tefsîr, varak 37a-b; el-Muharrar, I. varak 84a-b; îbnü Kuteybe, Te'vîlü Muh-telifi'l-Hadîs, s. 184, 278; el-Vahıdî, el-Vasît, varak 32a-b; el-Kircnânî, Lübâbü't-Tefsîr, varak 18a; Tefşîru 'Askerî, varak 115a; el-Kuşeyrî, el-Letaif, varak 16a-b; Ebu'I-Leys es-Semerkandî, varak 25b; el-Mehdevî, et. Tahsîl, varak İla; el-Isfirâyînî, Tâcü't-Terâeim, varak 37a; Z. Mesîr, I. 123 v.d; M. Tenzîl, I. 42; et-Tabressî, I. 175-76; et-Tibyân, I. 375-76; îbnti Kesîr, el-Bidâye, I. 37-38; tefsîr, I. 245; ed-Dürru'1-Mensûr, I. 97; el-Ki-nânî, Tenzîhu'ş-Şerî'a, I. '2Ö9-1Ö; es-SÜyûtî, el-ke'âli'I-Masnû'a, I. 158; Ibnü Âdil, Kitâbü'l-Lübâb, varak 69a; Mecelletü'l-Ezher, XXV. 895-96. 

 

[100] El-Bakara, 2/3O.

[101] A. îbn Hanbel, Müsned, no. 6178; et-Taberî, II. 433, not. 5   (yeni negir); 2. Mesîr, I. 124, not. 3; îbnü Kesîr, I. 241-42.

 

[102] Et-Taberî, I. 458; Îbn Arabî, A. Kur'ân, I. 29-30; Z. Mesîr, I. 124, not, 3; îbnü Kesîr, I. 242;  ed-Dtirru'1-Mensûr, I. 97.

 

[103] Et-Taberî, I. 456-57; Z. Mesîr, I. 124, not, 3; Îbnü Kesîr, I. 242-43,

 

[104] Et-Taberî, I. 456; îbnü Kesîr, I. 243.

 

[105] Z. Mesîr, I. 124 (ve ayrıca bak. aynı sahîfe not. 2); îbnü Kesir, X 243.

 

[106] ÎbnÜ Ebî Hatim(den naklen îbnü Kesir, I. 244-45); rivayetin muhtasar ve değişik bir gekli için bak. et-Taberî, I, 45S; Z. Mesîr, I. 124, not. 3; ÎbnÜ Kesir, I. 242; ed-Dürru'l-Mensur, I. 97.

 

[107] M. Tenzil, I   43; el-Vahidî, tefsir, varak 37a-b.

 

[108] Îbnü Hazm,  el-Faal, IV.  32.

 

[109] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 136-137-138-139-140-141-142-143-144-145-146-147-148-149-150-151.

 

[110] Ibnü'I-Arabî, Ahkâmti'I-Kur'ân, I. 27. 152

 

[111] Et-Taberî,  I.   459.

 

[112] Ibnü 'Atıyye, el-Muharrar, I. varak 84a,

 

[113] îbnü Hazm, el, Faal, IV. 32-33.

 

[114] Et-Taberî, I. 454-55, 459.

 

[115] Îbnü Kesîr, I. 240.

 

[116] Îbnü'l-'Arabî A. Kur'ân, T, 29.

 

[117] Îbnü Kesîr, I. 240-41.

 

[118] Aynı eser, I. 123-24.

 

[119] İbnü Kesîr, I. 242-43. Ayrıca bak. et-Taberî, II. 433, not. 5  (A. M. Şakir neşri); 2. Mesîr, I. 124, not. 3

 

[120] İbnü Kesîr, I. 244-45.

 

[121] İbnü Kesir, I.  245-46.

 

[122] Îbnü'l-Cevzî,  Z. Mesîr, I. 124.

(*) Hamt ve Marufla ilgili olarak rivayet edilenler hakkında umumi görüş­ler: Bazı müellifler, bu konu ile ilgili olarak söylenen ve yazılanlara asla itibâr etmemişler ve yeri gelince bunların lüzumsuzluğuna bir iki keli­me ile atıfta bulunmuşlardır.

Yukarıda, A. Kur'ân sahibi Îbnü'l-Arabî'nin görüşlerini zikretmiştik. bu konuda söylenenleri bir gaflet eseri olarak nitelemektedir A. Kur'ân, 1.  29).

 

[123] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 151-152-153-154-155-156-157-158-159-160-161.

 

[124] El-Kehf, 18/9-22

 

[125] Lübâbü'n-Nükûl, s. 155; et-Tibyân, VII. 27;  et-Tabressî, in. 451/52;   el-Eidâye, H. 113;  el-Kaslmî, tsfeîr, XI. 4043;  Elmalılı, V, 3217-18.

 

[126] EI-Kehf, 18/14.

 

[127] El-Kehf, 18/19.

 

[128] EI-Kehf, 18/19.

 

[129] Bt-Taberî, XV. 200.

 

[130] Et-Taberî, tefsîr, XV. 205;   tarih, 1/3. 971-74.

 

[131] Bu isim Malısemlîna tarzında da geçer (Taberî, tarih, 1/3 970).

 

[132] Bu   ismin  Kusutans   şekli   de   vardır   (Taberî,   tarih,   1/3.   970).

 

[133] İsimlerin değişik zabtlan için adı geçen esere bak. (Taberî tarih, 1/3. 970).

 

[134] El-Kehf, 18/14.

 

[135] Et-Taberî, XV.  201-204.

 

 

[136] Et-Taberî, tefsir, XV. 221; tarih, 1/3. 9T0; EI-Keşşâf, H, 712; Et-Tabres-st, m, 460; 2. Mesîr, V. 126; El-Kamü, I. 359; El-Kurtubî, X, 360; İbnü Kesîr, IV. 378.

 

[137] Et-Taberî( tefsîr, XV. 218; tarih, 1/3, 969-70; El-Kurtubî, X. 375; El-Bidâ-'ye,II. 116.

 

[138] BI-Kehf,   l8y20.

 

[139] Z. Mesîr, V. 121-22; El-Kurtubî, X. 375; El-Kâmil, I. 355.

 

[140] Z. Mesîr, V.  126;  Et-Tebresst, III.  456;  El-Kurtubî, X.  370.

 

[141] Et-Tabressî, in. 456; Z. Mesîr, V. 126.

 

[142] Et-Tabressî, III. 456; El-Keşşâf, H. 711-12; Z. Mesîr, V. 126; M,. Tenzîl, II. 434.

 

[143] Et-Taberî, tarih, 1/3. 973.

 

[144] Et-taberî, tefsîr, XV. 204.

 

[145] Aynı kaynak, XV. 214.

 

[146] Et-Taberî, tefsîr, XV. .214.

 

[147] Aynı kaynak, XV. 214,

 

[148] EI-Kurtubî, tefsîr, X. 370.

 

[149] Ibnü Abbas tefsîri, s. 245; Et-Tabressl, IH. 456; El-Keşşâf, H. 713; Z. Mesîr; V. 126.

 

[150] El-Keşşâf, II. 704; Z. Mesîr, V. 126; M. Tenzil, H. 434; El-kurtubî, X. 370; El-Bidâye, H. lig.

 

[151] EI-Bİdâye, H 115.

 

[152] Et-Taberî, XV. 190;  El-Bidâye, II. 114- Z, Mesîr, V. 126,

 

[153] Z. Mesîr, V. 126.

 

[154] El-Kurtubî, X. 370;  M.  Tenzîİ, II. 438.

 

[155] Z. Mesîr, V. 126.

 

[156] M. Tenzîİ,. İL, 438;  Z. Mesîr, V.  126.

 

[157] Z. Mesîr, V. 126.

 

[158] Et-Tabressî, m. 456.

 

[159] M. Tenzîİ, H, 438.

 

[160] M. Tenzil, n. 438; EI-Kurtubî, X. 370.

 

[161] M. Tenzil, 3X 438.

 

[162] EI-Kehf,  18/18.

 

[163] El-Keşşâf, n. 709; Z. Mesîr, V. 118.

 

[164] El-Keşşâf, H. 709.

 

[165] Z. Mesîr, V. 118.

 

[166] El-Keşşâf, H. 708.

 

[167] EI-Kehf,  18/18.

 

[168] El-Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, İÜ. 213; el-Keşşâf, II. 709.

 

[169] El-Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, m. 213; el-Keşşâf, II. 709; Z. Mesîr, V. 120; El-Kurtubl, X. 373.

 

[170] El-Keşşâf, II. 709; el-Kurtubî, X. 373.

 

[171] Et-Taberî, tefsîr, XV. 222; Z. Mesîr, V. 113; el-Ke§şaf, II. 712; el-Kâmil, I. 359; el-Kurtubl, X. 379.

 

[172] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı:  161-162-163-164-165-166-167-168-169-170-171-172-173.

 

 

[173] ElKehf,   18/6.

 

[174] Elmalüı, Tefsîr, V. 3219-20.

 

[175] El-Kâsimî, Mehâsînü't-Te'vîl, XI. 4045.

 

[176] El-Bahru'1-Muhît, VI. 101, 112.

 

[177] EI-Kasimî, tefsîr, XI. 4027-38; İbnü KeBÎr, IV. 397-98.

 

[178] EI-Kasimî, tefsir, XI, 4027-28.

 

[179] El-Bahru'1-Muhît, VI. 101.

 

[180] El-Kurtubl, tefstr, X. 360.

 

[181] îbnü Kesîr, IV. 378.

 

[182] İbnü Kesîr, tefsîr, IV. 374; el-Kasünî, tefsîr, XI, 4032.'

 

[183] İbnü Kesir, tefsîr, IV. 378; el-Eldâye, H. 115.

 

[184] M. Gayb, XXI, 113; Elmallh, V. 3236, not. 1

 

[185] İbnü Kesir, IV. 373.

 

[186] İbnü Kesir, IV. 373.

 

[187] El-Bidaye, H.  117; Et-Taberî, tarih lys. 969'da münakaşalar görülebilir,

 

[188] IbnÜ Kesîr, IV. 370; el-Kurtubî, X 390.

 

[189] M. Gayb, XXI. 101,                                                     

 

[190] Aynı eser, XXX İli.                                           

 

[191] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı:  173-174-175-176-177-178-179.

 

 

[192] El-BaKara, 2/246-51, İSO

 

[193] El-Bakara, 2/246. âyete telmih var.                    

 

[194] Et-Taberî, tefsîr, H. 602; tarih, 1/2. 705-9; el-Bidâye, H. 5, 6, 7; M. Ten-zîl, I. 115-16; Z. Mesîr, I. 292-93; et-Tabressî, I. 350; el-Kâmil, I. 292-93; el-Keşşâf, I. 292; B. Zühûr, s. 137; ibnü Kesîr, I. 553.

 

[195] EI-Bakara, 2/249. âyetinin mealidir.

 

[196] Et-Taberî, tefsir, H. 608-609; tarih, 1/2. 709-10; M. Tenzil, I. 118; Z. Me-sîr, I. 297; el-Keşşâf, I. 294; et-Tibyân, II. 294; et-Tabressî, I. 355; el-Kâ-mil, I. 219; Ibnü Kesîr, I. 536-37; B. ZühÛr, s. 138.

 

[197] El-Bakara, 2/251.

 

[198] Et-Taberî, tefsîr, II.  601,  602, 607, 609, 626, 629;   tarih, 1/2.  710-22;  el-Bidâye, n. 7, 8, 9; M. Tenzil, I. 117-20; Z. Mesir, I. 296, 300; el-Keşgaf, I. 292, 296; et-Tabressî, I. 353, 357; et-Tibyan, H, 300; el-Kâmü, I. 220-22; îtmti Keaîr, I. 536; B. ZühÛr, s. 137-41.

 

[199] Et-Taberî, H. 625-26; M. Tendi, I. 119-20; B. ZühÛr, s. 1S9.

 

[200] B. Zühûr, s. 137.

 

[201] M. Tenzil, I. 116; Z. Mesfr, I, 203; el-Keşşaf, I. 292; et-Tabressî, I. 352; el-Kâmil, I. 218; îbnü Kesîr, I. 534; TefaSrul-Menâr, H. 476;    B, ZÜhÛr, S. 1.                                                                              .               "

 

[202] Tefsîru'l-Menâr, II. 476.

 

[203] Et-Tabressî, I. 352; M. Tenzil, I. 116.

 

[204] M. Tenzil, I. 116; B. ZÜhûr, s. 137,

[205] Et-Taberî, II. 609; M. Tenzîl, I. 118; B. Zühûr, s. 138.

[206] el-Kâmil, I. 219; Z. Mesîr, I. 297; et-Tibyan, n. 295; et-Tabressi, I. 355; M. Tenzîl, I. 118.

[207] M. Tenzîl, I. 110; Z. Mesîr, I. 297; et-Tibyân, H. 294; et-Tabressî, I. 355; îbnü Kesir, I 537.

[208] El-Kâmil, I, 219.

[209] İbnü Kesir, I. 537;  B. Zühûr, s. 138.

[210] M. Tenzîl, I. 118; Z. Mesîr, I. 298;   et-Tabressi, I. 355;  el-Kâmil, I. 219; îbnü Kesîr, I. 537.

[211] el-Kâmil, I. 219; M. Tenzîl, I. 118; et-Tabressî, I. 355.

[212] Et-Taberî, tefsir, n. 621-22; tarih, 1/2. 710.

[213] Et-Taberi, H. 621; Z. Mesir, I. 298; el-Keşgâf, I. 291; et-Tibyan, H. 295.

 

[214] M. Tezîl, I. 119; B. Zühûr, s. 139.

[215] Et-Taberî, II. 632,

[216] M. Tenzîl, I. 119; B. ZUhûr, s. 139.

[217] Aynı kaynaklar ve aynı yerler ve et-Tabressî, I. 357; el-Keggaf, I. 296.

[218] Et-Taberî, H. 629.

[219] Et-Tabressî, L 357.

[220] Et-Tabreasî, I, 353.                      

[221] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı:  179-180-181-182-183-184-185-186-187-188-189-190-191-192-193-194.

[222] El-Bidâye, H. 7.

 

[223] El-Bİdâye, II. 9.

[224] M. Tenzîl, I. 121; el-Kâmil, I. 222; el-Bidâye, H. 9.

[225] M. Tenzîl, I. 120.

[226] İbnü Kesîr, I. 533; Tefsîru'l-Menâr, U. 474.

[227] İbnü Kesîr, I. 538.

 

[228] I. Samuel, 17/1-52; 18/1-29; 19/1-13;. 22/17-18; 24/4, 9-11,' 16-17.

[229] I. Samuel, 26/11-12;  16

[230] I. Samuel, 28/3-19.

 

[231] Aynı eser, 31/1-6.

 

[232] Hakimler, 7J1, 3-7.

 

[233] El-BuMrî, K. Meğ-âzî, bâb. 5; îbnti Mâce, K. Cihâd, bâb. 25; A. î. Hanbel.

[234] Hadîs ayrıca, el-Beyhakî, A.İ. Hanbel, el-Bezzar, et-Taberânî, tbnü Ebl Seybe, İbnü Ishak tarafmdanda muhtelif tarîklarla rivayet edilmiştir.

[235] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 194-204.

[236] El-Müfredât,   s.  72;  Lisânü'1-Arab,  ilgili madde;   M.  Gayb, VI.   190; El-malili, H. 830;  Mu'cemü'l-Elfâz ve'1-A'lâm, s. 87.

[237] Eş-Şe§kânî, Fethu'l-Kadîr, I. 266.

[238] Et-Tabressî, I. 353; M. Tenzîl, I. 117; M. Gayb, VI. 188; Elmalılı, H.. 832. (229) Et-Tibyan, II. 293; et-Tabressî, I. 353; Rûhu'l-Me'ânî, II. 168.

 

[239] Et-Taberî, II. 606 v.d.; el-Kurtubî, in. 248; Elmalılı, H. 831.

 

[240] El-Müfredât, s. 72;  M. Gayb, VI. 188.

 

[241] El-Keşşaf, I. 293; Z. Mesîr, I. 294; M. Tenzîl, I. 117; et-Tabressî, I. 353; el-Kurtubî, HI. 243; Rûhu'l-Me'ânî, II. 

[242] B. ZühÛr, s. 137.

 

[243] Et-Taberî, H. 610; et-Tibyan, II. 292; el-Ke§§âf, I. 293; et-Tabressî, I. 353; M.  Tenzîl, I.   117;   Z. Mesîr, I.   294;  el-Kurtubî,  İÜ.  248;  Rûhu'I-Me'âni, IH. 168.

 

[244] E§-Şevkânî, I. 266; B. ZÜhûr, s. 138.

 

[245] El-Müfredat, s. 237; Lisanü’l-Arab, S.K.N. maddesi; Mu’cemü’l-Elfâz, s. 272; Elmalılı H. 832-33.

 

[246] El-Keşgaf, I. 293; Rûhu'l-Me'ânî, H. 169; Elmalılı, II. 833.

 

[247] Et-Taberî, II. 611; et-Tİbyan, H. 292; el-Kesşaf, . 293; et-Tabressî, I. 353; M. Tenzil, I. 117; Z. Mesîr, I. 294; M. Gayb, VI. 180; el-Kurtubî, IH. 249; eş-Şevkânî, I. 267; îbnü Kesîr, I. 535; Elmalılı, II. S33.

 

[248] Et-Taberî, II. 611; M. Temîl, I. 117; el-Kurtubî, IH. 249; Ibnü Kesîr, el-Bidâye, H. 7; tefsir, I. 535.

 

[249] Et-Taberî, H. 612; Z. Mesîr, I. 295; M. Tenzîl, I. 117; et-Tibyan, II. 292; et-Tabressî, I. 353; el-Kurtubî, m. 249; tbnü Kesîr, I. 535,

 

[250] Eş-Şevkânî, I. 267 (bu manâ, belki hata eseri kaydedilen bir kelime faz-lığından ileri gelmiş olabilir).

 

[251] Et-Taberî, II. 612; Z. Mesîr, I. 204; M. Tenzîl, I. 117; el-Kurtubî, İÜ. 249; el-Kâmil, I. 219; Ibnü Kesîr, el-Bidaye, n. 7; tefsîr, I. 535.

 

[252] Aynı kaynaklara ilâveten gunlara bak. Et-Tıbyân, II. 292;  et-Tabresst I.   353;   el-Keşşâf,   I.  293;   el-Kurtubû,  IH.   249;   Rûhu'l-Me'ânî,   II.   169; eş-Şevkânî, I. 267.

 

[253] Z. Mesîr, I. 117; el-Kâmil ,1. 219; M. Gayb, VI. 190;  îbnü Kesîr, I. 535.

 

[254] Et-Taberî, II. 611; eş-Şevkânî, I. 267.

 

[255] Aynı kaynaklar ve Z. Mesîr, I. 297; Îbnü Kesîr, I. 535.

 

[256] Elmahlı, II. 833.

 

[257] Et-Taberî, H. 613; Z. Mesîr, I, 297; Ibnü Kesîr, I. 535; eş-Şevkânî, I. 267.

 

[258] Et-Taberî, II. 612; e§-Şevkânî, I. 267.

 

[259] M. Gayb, VI. 190,

 

[260] Aynı eser, aynı yer.

 

[261] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 204-205-206-207-208.

[262] Es-Sıhah,   Lisanü'1-Arab ve Kamus Tereenıesi   (B.K.Y.)   maddesi.

 

[263] Et-Taberî, II. 613; et-tibyân, H. 293; el-Keşşâf, I. 293; et-Tabressi, I. 353; M. Tenzîl, I. 117; er-Razî, VI. 191; el-Kâmil, I. 219; el-Kurtubl, UZ 249; el-Bidâye, II. 7; Rûhu'UMe'ânî, II. 169.

 

[264] Z. Mesîr, I. 295.

 

[265] Aynı kaynak, aynı yer.

 

[266] Et-Taberi, H. 614; M. Tenzîl, I. 117; Z. Mesîr, I. 295; M, Gayb, VI. IÖ1; el-Kurtubî, m. 250; eg-Şevkânî, I. 267.

 

[267] Et-Taberî, II. 615; Z. Mesîr, I. 291.

 

[268] Miktarı yer yer deg1§ir; takriben  (18)  kg.dır.

 

[269] Z. Mesîr, I. 295.

 

[270] Aynı eser, I. 295-96.

 

[271] Aynı eser, I. 296.

[272] Et-Taberî, H.  615;   Z, Mesîr, I. 296.

 

[273] Et-Tabressî, I. 353; M, Tenzil, I, 117; M. Gayb, VI. 191; El-Kurtubî, IH. 250.

 

[274] Et-Tabressî, I. 353; RÛhu'l-Me'ânî, II. 169; B. Zühûr, s. 137

 

[275] Rûhu'l-Me'ânî, II. 169.

 

[276] Et-Tabressî,  I. 353,

 

[277] Et-Taberî, H. 614; M, Tenzil, I. 117; et-Tabressî, I. 353; E. Zühûr, s. 137.

 

[278] Et-Taberî, II. 615.

 

[279] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 208-209-210.

 

[280] Ruhu'l-Me'ânî, II.  168-69.

 

[281] El-Bidâye, H. 7;  Elmahlı, H. 834. (271'j  Tefsîru'I-Menâr, II. 482.

 

[282] Et-Taberî, İL 610,

 

[283] Tefsîru'l-Menâr, it 483,

 

[284] Et-Tibyân, H. 293; et-Tebrest, I, 353.

 

[285] Et-Taberî, U. 613.

 

[286] EI-Kurtubî, m, 249.                  

 

[287] El-Müfredât, s. 237.

 

[288] Rûhu'l-Me'ânî,  II.   169.

 

[289] Tefsîru'l-Menâr, II. 483.

 

[290] Et-Taberî, H. 615.

 

[291] Eş-Şevhânl, Fethu'I-Kadîr, L 367; Z. Mestr, I. 295, not, 1.                  

 

[292] Huruç, 25/10-11, 16-17, 21-22.

 

[293] Huruç, 31/18. (2S4)  Huruç, 34/1, 4.

 

[294] Tesniye, 3İ/24-26

 

[295] Bak. I. Samuel, 4/1-22; 5/1-16; 6, 7/1-4 v.s.

 

[296] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 210-211-212-213-214-215-216.

 

 

[297] İbnü’l-Arabî, A. Kur’ân, IV. 1918; el-Keşşaf, IV. 747: Z. Mesir, IX. 109; et-Tabressî, V. 486; Mu’cemü’l-Büldân, I. 212.

 

[298] bk. et-Taberî, XXX. 175; M. Tenzil, IV. 219; İbn Haldun, Mukaddeme, s. 14; el~Kurtubt, XX. 46; Ibnü Kesir, VH. 285.

 

[299] Aynı kaynaklar ve aynı yerler.

 

[300] Z. Mesîr, IX. 110; et-Tabressî, V, 486; Ibnü Haldun, Mukaddeme, s. 14.

 

[301] Îbnü Kesîr, VH. 285;  eş-Şevkânî, V. 435.

 

[302] Ibnü Kesir, VH. 286; eş-Şekânî, V. 435.

 

[303] eş-Şevkânl, V. 435.

 

[304] Et-Taberî, XXX. 175;  Îbnüi-Arabî, A. Kur'ân, IV. 1918;  M.  Tenztl, IV. 219; Z. Mesîr, 3X110; el-Kurtubî, XX.45; îbnü Kesir, VH. 285.

 

[305] Aynı kaynaklara ilaveten bak. el-Keşşaf, IV. 747.

 

[306] Et-Taberl, XXX, 175; tbnü'l-Arabî, A, Kur'ân, IV. 1918; el-Tabresaî, V. 485;,Z. Mesîr, IX, 111.

485;,Z. Mesîr, JK, İH,

 

[307] Z. Mesîr, IX. 111.

 

[308] Z. Mesîr, IX. 112.

 

[309] Aynı kaynak, IX. 112.

 

[310] Z. Mesîr, IX. 112. v.d.; M. Tenzîl, IV. 219; et-Tabressî, V. 486-87; el-Keş-şaf, IV. 748; M. Büldân, I. 213 v.d.; İbnü Haldun, Mukaddeme, s. 14-15 tb-nü Kesîr   VTT   9S* «enü Kesîr, VH. 285-86. 218

 

[311] Z. Mesîr, IX, 116-17; M. Büldân, I. 215-16.

 

[312] Z. Mesîr, IX. 114; İbnü Haldun, Mukaddeme, a. 14; el-Kurtubî, XX. 47.

 

[313] B. Zühûr, s. 70.

 

[314] Aynı eser, aynı yer.                                                       :

 

[315] Aynı eser, aym yer.

 

[316] İbnü'l-Arabî, A. Kur'ân, IV. 1Ö1Ö; el-Kurtubl, XX. 46.

 

[317] Bt-Taberî, XXX. 177; tfonü'I-Arabî, A, Kur'ân, tV. 1918; M. Tenzîl, IV. 219.

 

[318] Îbnü'l-Arabî, A. Kur'ân, IV. 1918.

 

[319] El-Kurtubî, XX. 45.

 

[320] El-Keşşaf, IV. 748.

 

[321] El-Kurtubî, XX. 45.

 

[322] îbnü'I-Arabî, A. Kur'ân, IV. 1918.

 

[323] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 216-217-218-219-220.

[324] Et-Taberî, XXX. 177-78.

 

[325] A.  Kur'ân, IV.  1918;   el-Kurtubî, XX. 45; Ehâdîsi'I-Enbiyâ, bâb.  1;  A.t Hanbel, H.

 

[326] EI.Keşşaf, IV. 748, not. 1; Z. Mesîr, IX. 115, not. 1. <317) Mukaddeme, s. 14 v.d (318) Mu'cemü'l-Büldân, X,

[327] Eş-Şevkânl, V. 435.                                                                    

 

[328] El-ÂIÛSÎ, RÛhu'l-Meânî, XXX. 128.                                                                

 

[329] Ebû Şühbe, Mecelletü'l-Ezher, XV. 897-98.

 

[330] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 220-221-222.

[331] Et-Taberî, tefsîr, XX. 116; tarih, 1/2. 676-70.

 

[332] Et-Taberî, tefsîr, XX. 118 v.d.: tarih, 1/2. 680 v.d.

 

[333] El-Keşgaf, m. 433; et-Tibyân, VHI. 162; et-Tabressî, IV. 267; M. Tenzil m. 118; M. Gayb, XXV. 18; el-Kurtubî, Xm. 311; el-Kâmil, I. 205; Z. Me-sîr, VI. 244-45, B. Zühûr, s. 129-30.

 

[334] Z. Mesîr, VI. 239.

 

[335] Et-Tabressî, IV. 266.

 

[336] El-Keşşâf, m. 432; et-Tibyan, VIH. 158; et-Tabressî, IV. 266; M. TenzîV m. 117; M. Gayb, XXV. 16; el-Kurtubî, VUI, 311, 315; E. Zülıûr, s. 129.

 

[337] Et-Tabressî, IV. 267; el-Kurtubî, XHL 311.

 

[338] El-Keşşaf, IH. 433.

 

[339] El-'ÂIÛSÎ, XX. 111.

 

[340] Et-Taberî, tefaîr, XX. 106; tarih, 1/2. 672; el-Keşşâf, IH. 430; et-Tabressî, IV. 266; M. Tenzîl, HE. 117; M. Gayb, XXV. 14; el-Kurtubî, XIII. 313.

 

[341] Et-Taberî, tarih, 1/2. 672; Z. Mesîr, VI. 240; M. Tenzîl, UX 117; el-Kâmil, I. 204; B. Zühûr, s. 129.

 

[342] Bir Öncekilerden ayrı olarak bak. et-Taberî, XX. 106, 107, 108; el-Keşşâf, m. 430.

 

[343] El-Kurtubî, X3U. 313.

 

[344] Et-Taberî, XX. 107, 108; R.Ûhu'1-Me'ânî, XX. 111.

 

[345] M. Tenzîl, UT. 117.

 

[346] Et-Taberî, tefsir, XX. 106; tarih, 1/2. 673; el-Ke§şaf, IH. 430; et-Tibyan, VHI.  156;  et-Tabressî, IV.  

 

[347] EI-KurtubJ, XHI, 313.

 

[348] M. Gayb, XXV. 14; el-Kurtubl, XIII. 313.

 

[349] M.  Tenzîl, UT.  117.

 

[350] Et-Taberî, tefsir, XX. 115; tarih, 1/2. 674; et-Tibyan, Vffl, 159; el-Keggaf, in. 432; M. Tenzîl, in, 117; M. Gayb,

[351] Et-Taberî, tefsîr, XX. 115; tarih, 1/2. 675; et-Tabressî, IV. 267; M. Ten-zîl, in. ll;el-Kurtubî, XIII. 316, 317.

 

[352] El-Keşşâf, in. 432; M. Gayb, XXV. 17.

 

[353] Bütün bunlar İçin bak. Et-Taberî, tefsîr, XX,   116;   tarih, 1/2.   676 v.d.; el-Keggaf, HI. 433; et-Tabressî, IV. 267;  M. Tenzîi, III. 118;     Z. Mesîr, VI.  245.

 

[354] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 222-223-224-225-226-227-228-229.

[355] El-Bidaye, I. 310; R. Me'ânî, XX. 113-14; el-Bahru'1-Muhît, VII. 133; Ed. Dürrü'l-Lakıyt Mine'I-Bahri'l-Muhlt, VII.  133.

 

[356] M.  Gayb, XXV.  17;   Rûhu'l-Me'ânî, XX. 111.

 

[357] IbnÜ Kesîr, V. 302; El-Kasimî, XIII. 4730,

 

[358] El-Kasas, 28/81.

 

[359] Rûhu'l-Meânî, XX. 123.

 

[360] M. Gayb, XXV. 18.                                                                              

 

[361] Et-Taberî, tefsir, XX.   116;   tarih, 1/2.  676 v.d.;  el-Keagaf,  m.  433,   et Tabressî, W. 267; M. Tenzil, HI, 118; Z. Mesîr, VI. 245

 

[362] M. Gayb, XXV. 18; Z. Mesîr, VI. 245, not. 1, 2; el-Ke§§af, IH. 433, not. 1.

 

[363] İslâm Ansiklopedisi, Kârûn mad.

 

[364] Sayılar, 16/1-50; 17/1-13.                                                                        .

 

[365] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 229-230-231.

[366] Bu husustaki rivayetler için bak. et-Taberî, XXX. 131-35; îbnü Higam, es-Sîra, I. 35-38; Z. Mesîr, IX. 74-76; et-Tabressî, V. 465; M, Tenzil, IV. 213-14; M. Gayb, XXXI. 116-19; el-Kurtubî, XIX. 465-66; İbnü Kesir, VII. 255-61; Ruhu'I-Me'ânî, XXX. 88-89; el-Kasimî, XVII. 615-16; el-Kâ-mil, I. 425-31;   el-Bidâye,  II.  131-32;  B. Zühûr, s. 159.

 

[367] M. Gayb, XXXI. 117.

 

[368] Müslim, K. Zühd ve'r-Rekâik, Kıssatü Ashâbii-Uhdûd babı;   en^Nevevî, Müslim   Şerhi,  XVIII.   130-33;   et-Tirmizî,   K.   Tefsiri'1-Kur'an,     bab.  77; en-Nesâî, tefsir, 113b-114b; A. î. Hanbel, IV. 17, VI. 17.

 

[369] XXX.  133-34; Îbnü'l-Arabî, A. Kur'an, IV. 1902.3; et-Tabressî, V. 464-65; M. Tenzil, IV. 212-13;  el-Keşşâf, IV. 730-31; Z. Mesîr,, IX. 74;  M. Gayb, XXXI.  117; el-Kurtubî, XIX. 287-89; îbnü Kesir, VII. 255-56; Ed-Dürrü'I-_ Mensur, VI. 333-34; Ruhu'l-Meanî, XXX. 88; el-Kâmil, I. 429-30; el-Bidâye; II. 129-31.

 

[370] M. Gayb, XXX. 117.

 

[371] Et-Tirmizî, K. Tefsîri'l-Kur'ân, bab. 77; Elmalılı, VIII. 5691.

 

[372] Elmalılı, VHL 5691.

 

[373] Aynı eser, aynı yer.

 

[374] H. Basri Çantay, Kur'ân-ı Hakîm ve Me'âli Kerîm, III, 1166, not. 5.

 

[375] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 231-232-233-234-235-236.

 

[376] Et-Taberî, IX. 119 v.d.; et-Tibyan, V. 31; ei-Keşşaf, n. 78;  et-Tabresaî, n. 499;  Z. Mesîr, m. 287-88; M. Gayb, XV. 54; MürücÜ'z-Zeheb, I. 52; el-Bidâye, I. 322.

 

[377] Et-Taberî, tefsir, IX. 124-25; tarih, 1/2. 665; et-Tlbyân, V. 32; Z, Mesîr, IH. 288; M. Gayb, XV. 54; el-Ridâye, I.

[378] Et-Taberî,  tefsîr,  IX. 124-26;   tarih, 1/2.   660-66;   Z.  Mesîr,  m   288;  et-Tabressî, II. 499;  M.  Tenzîl, II. 354-55;  M. Gayb, XV.  54;  el-Kamil,  I. 200 v.d.; el-Bidâye, I. 322 v.d.

 

[379] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 236-237-238-239-240-241.

 

[380] El-Kasımî, VII. 2906.

 

[381] Et-Taberî, IX. 123;   et-Tibyan, V. 32.

 

[382] Et-Taberî, IX. 123; et-Tibyan, V. 32; et-Tabressî, II. 500; M, Gayb, XV. 54; el-Kurtubî, VII. 320; îbn Kesîr, IH. 251; el-Kasimî, VII. 2906.

 

[383] M. Gayb, XV. 54.

 

[384] Et-Taberî, IX. 125.

 

[385] Tefsîru'l-Menar,    3X.    375, 379, 382-83,   84;    Mecelletü'l-Menar,    XXVII. 241-50, 321-24;  Abdü'l-Müte'âl es-Sa'îdî, M. Menâr,  XXVII; 600-603;  ri-Vayetler için bak. Ed-Dürrü'1-Mensûr, IH. 145. v.d.; Tefsîru'I-Menâr, IX. 379.83.

 

[386] Aynı netîce için bak. D.B. Macdonald, tslânı Ansiklopedisi, Bel'âm mad­desidesi, 242

 

[387] Sayılar, 22/2-41; 23/1-40; 24/25; 3iyi6; Ye§u, 24/9.

 

[388] Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı: 241-242-243-244.