"Amîn'in Açık veya Gizli Söylenmesi ile İlgili İlim
Adamlarının Görüşleri:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
2- Namazda Fatiha Suresinin Okunması:
3- Fatiha'nın Anlamlarını Hatırda Tutmak:
4- Arap Olmayan Kimsenin Kıraati:
5- Namaz Kılan Kimsenin "Âmîn" Demesi:
Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla.
(Mekke'de
el-Müddesir sûresinden sonra inmiştir. Yedi ayettir.)
1-
Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla
2-
Hamd' â1emlerin Rabbi Allah'ındır
3-
Rahman ve Rahim (dir)
4-
Din gününün sahibi (dir)
5-
Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz.
6-
Bizi dosdoğru yola ilet;
7-
Kendilerine nimet verdiğin kimsele- rin yoluna; gazaba uğrayanların ve yo- lunu
sapıtanlannkine değil.
Bu
sure Kur'an-ı azîmin manalarını ihtiva etmekte, dinin usûl ve furû-unu
kapsamakta, akideyi, ibadeti, teşrii; öldükten sonra dirilişe ve Allah'ın güzel
sıfatlarına imanı, yalnızca O'na ibadet edip yalnız O'ndan yardım dileyip O'na
dua etmeyi ihtiva etmekte, kişinin Allah'tan kendisini hak dine ve dosdoğru
yola iletmesini ve hidayetinden sapmış kişilerin yolundan da uzak tutmasını
nasıl isteyeceğini göstermektedir.
[1]
Kurtubî'ye
göre bu surenin on iki tane ismi vardır. Bu isimlerinden birisi "es-Salat
(namaz)" dır. Bu ismin veriliş sebebi: "Ben namazı kendim ile kulum
arasında iki yarıya böldüm" W şeklindeki kudsî hadistir.
Diğer
bir ismi "Hamd" dir. Çünkü bu surede hamdden söz edilmektedir. Diğer
bir ismi Tatihatül-KitabMır. Çünkü tertip açısından Kur'an'daki ilk sure olup
ayrıca namaza da kendisiyle başlanmaktadır. Cumhurun görüşüne göre diğer bir
adı da "Ümmül-Kitab"dır ve yine cumhurun görüşüne göre
"Ümmü'l-Kuran"da bu sûrenin adıdır. (Bu lafızlar kitabın anası ve
Kuranın anası anlamlarına gelir.) Çünkü Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Elhamdülillah, Üm-mü'l-Kur'an, Ümmü'l-Kitap ve es-seb'u'l-
mesânî'dir"
[2] Bir başka adı ise
"el-Mesânî"dir. Çünkü bu sûre her bir rekatte tekrarlanır. Ona
"Kur'an-l Azîm" de denilmiştir. Zira Fatiha suresi Kur'an-ı Kerim'in
bütün ilimlerini ve temel maksatlarını ihtiva etmektedir Hz. Peygamber
(s.a.)'in şu buyruğu sebebi ile Fatiha Suresinin bir adı
"eş-Şifa"dır: "Fatihatü'l-Kitap her bir zehire karşı
şifâdır."
[3]
Başka
bir adı "er-Rukye"dir. Çünkü Peygamber (s.a.) Fatiha suresini okuyarak
bir kabile reisini rukye yapan (okuyarak tedavi eden) kimseye: "Bunun
rukye olduğunu nereden bildin?" W diye sormuştur.
İbni
Abbas'ın: "...Kitapların esası Kur'an, Kur'an'ın esası Fatiha, Fâtiha'nın
esası ise Bismillahirrahmanirrahim'dir.'' sözü sebebiyle "el-Esas" da
Fa-tiha'nın isimlerinden birisidir.
Fatiha'mn
bir ismi de Mel-Vafiye"dir. Çünkü Fatiha suresi ikiye bölünmez. Bir
kimsenin Fatiha'yı iki ayrı rekatte yarımşar olarak okuması caiz değildir.
Fatiha
sûresi başkasının yerini tuttuğu ve kafi geldiği halde başkası onun yerini
tutmadığından dolayı "el-Kafiye" diye adlandırılır.
İşte
bunlar Fatiha sûresinin isimleridir. Bu isimlerin en önemlileri ise
"Fatiha", "Ümmül-Kitab" ve «es-Seb'ul Mesânf isimleridir.
Sure;
üç ve daha fazla ayetten oluşan ve sabit rivayet yoluyla bilinen bir adı olan,
Kur'an-ı Kerim'in bir bölümünün adıdır.
[4]
Bu
surenin fazileti sahih hadislerde sabit olmuştur. Bunlardan bir tanesi
Peygamber (s.a.)ın şu hadisi şerifidir: "Allah Tevrat'ta da İncil'de de
Ümmü'l-Kur'an gibisini indirmiş değildir. O es-Sebu'l Mesanîdir o -aziz ve
celil olan Allah'ın kudsî hadiste buyurduğu gibi- "Benim ile kulum
arasında pay edilmiştir ve kuluma dilediği verilecektir"
[5]
Yine
Peygamber (s.a.)'ın Ebû Said b. el-Mualla'ya söylediği şu hadis-i şerif de
sûrenin faziletini göstermektedir: "Sana Kur'an-ı Kerim'in en büyük suresi
olan bir sureyi öğreteceğim. Bu el-Hamdülillahirabbilâlemîn süresidir.
es-Se-bu'l-Mesani (tekrarlanan yedi ayetli sûre) odur. Bana verilen Kur'an-ı
Kerim de odur."
[6]
Bu
iki hadisi şerifte Yüce Allah'ın: "Andolsunki biz sana tekrarlanan yedi
(ayetli sûre) yi ve şu Kur'an-ı Azimi verdik" (Hicr, 15/87) ayetine işaret
etmektedir. Çünkü Fatiha sûresi namazda tekrarlanagelen yedi ayetli bir suredir.
[7]
aBismillah=Allah'ın
adıyla" buyruğu Basralı dil alimlerine göre: Başlayışım Allah'ın adı
iledir, takdirinde; Kûfeli dilcilere göre ise; Allah'ın adı ile başladım,
takdirindedir. "Bizi ilet" Yüce Allahtan bir istek ve bir talebin
ifadesidir. "Amin" lafzı ise sûrenin sonunda söylenen bir duadır.
Kur'an-ı Kerim'den bir ayet değildir. Fiil-isim olup Allah'ım kabul buyur,
anlamındadır.
[8]
"Hamd...
Allah'ındır" buyruğu lafız itibariyle bir haber cümlesi olmakla birlikte
"Elhamdülillah deyiniz" anlamında bir inşa cümlesidir. Bu ifade
ham-din yalnızca Yüce Allah'a yapılacağını da açıklamaktadır.
"Yalnız
sana ibadet ederiz." Bu buyrukta gaib ifadeden hitaba geçiş (iltifat
sanatı) vardır "iyyake" lafzının öne alınması yalnızca O'na ibadet
edildiğini anlatmaktadır; yani senden başka hiç kimseye ibadet etmeyiz,
demektir.
"Bizi
dosdoğru yola ilet." O yolun üzerinde kalmak üzere bize sebat ver demektir.
Bununla anlatılmak istenen böyle bir isteğin sürekli kılınması ve devamlı
yapılmasıdır.
"Gazaba
uğrayanların... değil." buyruğunda hazf (söylenmemiş bazı kelimeler)
vardır. Bunun takdirî ifadesi; Kendilerine gazab edilenlerin yoluna bizi
iletme! anlamındadır.
[9]
Hamd:
İhtiyari olarak yapılan bir işe karşı güzel övgüde bulunmak demektir.
Şükür'den daha genel ve kapsamlıdır. Çünkü şükür, verilen nimet karşılığında
yapılır.
"Allah":
Yüce kudsî zatın özel adıdır. Anlamı, hakkıyle kendisine ibadet edilendir. Yüce
Allah'ın İsm-i a'zam'ı olduğu da söylenmiştir. Bu isim ondan başka kimseye
verilmemiştir. "el-İlah" ise hak veya bâtıl olarak kendisine ibadet
olunandır. Hem Allah hakkında hem de başka mabûdlar hakkında kullanılır.
"Rab":
Mâlik, ibadet olunan efendi, işleri düzelten, düzenleyen, cebreden ve işleri
çekip çeviren demektir. Bu kelimede hem rubûbiyet, hem terbiye, hem de
mahlukata karşı gösterilen ilgi ve ihtimam anlamı vardır.
"Âlemîn
(alemler)": Âlem kelimesinin çokluk şeklidir. Âlem ise yüce Allah dışında
kalan her türlü varlıktır, insanlar âlemi, hayvanlar, bitkiler ve cinler âlemi
gibi çeşitleri vardır. "Âlem" lafzı, kendi kökünden teklik şekli
olmayan bir cins isimdir; "raht ve kavm" kelimeleri gibi.
"Rahman
ve Rahim": Rahmet kökünden türetilmiş Allah'ın iki sıfatıdır. Bunların
herbirisi ile muayyen bir mana gözetilmiştir. Rahman rahmeti çok büyük
anlamında bir mübalağa kipi olup bütün rahmet türlerini kapsayan genel bir isimdir.
İlim adamlarının çoğunluğuna göre "er-Rahmân" aziz ve celil olan
Allah'a has özel bir isimdir. Bir başkasına bu ismin verilmesi caiz değildir.
"er-Rahîm" ise rahmeti devamlı ve sürekli olan demektir. Şanı Yüce
Allah'ın "Alemlerin Rabbi" diye nitelendirilişi insanı korkuya
düşürdüğünden dolayı, hemen akabinde "Rahman ve Rahim" sıfatları da
gelmiştir,
"Din
gününün sahibi", amellerin hesabınm görüleceği mükâfat ve karşılıklarının
verileceği günün mâliki anlamındadır. Kıyamet gününde bütün işler O'nun elindedir.
Yüce Allah'ın din gününün mâliki olduğunu bilen kimse, O'nu güzel isimleriyle
ve eşsiz sıfatlarıyle bilmiş olur.
"Yalnız
sana ibadet ederiz". İbadetimizi yalnız sana tahsis ederiz; senden
başkasına ibadet etmeyiz. İbadet etmek, itaat etmek, itaat ve zilletle boyun eğmek
anlamındadır. "Ve yalnız senden yardım dileriz". Yardımı, destek ve
başarıyı sadece senden isteriz. Yardımın lütuf ve ihsanın kaynağı sensin.
Senin dışında hiç kimse bize yardım edemez.
"İbadet
ederiz ve yardım dileriz" fiilleri teklik şekli ile değil de çokluk şekli
ile kullanılmıştır. "Yalnız sana ibadet ederim ve yalnız senden yardım dilerim"
denilmemiştir. Böylelikle kulun tek başına Allah'ın huzurunda durmasının bir
kusur olduğu kabul edilmektedir. Sanki şöyle denilmektedir: Sana yalvarıp
yakarmak için huzuruna tek başıma çıkamıyorum, günahlarımdan, ibadetlerimdeki
kusurlarımdan dolayı utanıyorum. Bundan dolayı diğer müminlerin arasına
giriyor, onların arasına gizleniyorum. Onlarla birlikte benim duamı da kabul
buyur. Biz hepimiz yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.
"Bizi
dosdoğru yola ilet". Hakka götüren yolu bize bildir ve o yolu bize göster.
Bizi ona yönelt, sana yaklaştıran, sana ulaştıran hidayetinin yolunu bize
göster!
Dosdoğru
yol: (es-Sırâtu'l-Mustakîm): İtidal üzere olan yoldur. Bu yol ise
Peygamberleri, Rasûllerini gönderdiğin İslam yoludur. Onların risaletlerini son
Peygamberin risaletiyle sona erdirdin. Bu yol dünya ve ahirette mutluluğa götüren
şeylerin hepsidir: Akaid, ahkâm, âdâb, dinî yasamalar, Allah'ı dosdoğru bir
şekilde bilmek, peygamberlik ve toplum hallerini bilmek gibi.
"Kendilerine
nimet verdiğin kimselerin yoluna". Yani Peygamberlerden, sıddîklardan,
şehitlerden, daha önce gelmiş salihlerden olup kendilerine nimet ihsan ettiğin
kimselerin yoluna. Arkadaş olarak onlar ne güzeldir!
"Gazaba
uğrayanların ve yolunu sapıtanlarınkine değil!" Yani sen bizleri dosdoğru
yoldan sapan, Allah'ın rahmetinden uzaklaşan, en ağır şekilde cezalandırılan
-çünkü onlar hakkı bildikleri halde terkettiler ve yolu sapıttılar- o
kimselerle birlikte bulundurma! Cumhurun görüşüne göre gazaba uğrayanlar,
Yahudiler, sapıtanlar ise Hristiyanlardır. Doğrusu gazaba uğrayanlar Yüce Allah'ın
kulları için teşriî buyurduğu hakk kendilerine ulaştığı halde, onu kabul
etmeyen kimselerdir. Sapıtanlar ise hakkı bilmeyen veya gerçek anlamıyla hakkı
tanıyamıyan kimselerdir ki, bunlar da kendilerine herhangi bir risâletin
ulaşmadığı yahut eksik bir şekilde ulaştığı kimselerdir.
[10]
Âmîn
kelimesi bir duadır. Bizden kabul buyur, duamızı kabul eyle, demektir. Bu söz
Kur'an-ı Kerim'den değildir. Bizden önce yalnızca Hz. Musa ile Hz. Harun'a
verilmiştir. "Veladdâllîn" deyip sustuktan sonra Fâtiha'nın sonunda
bu kelimeyi söylemek sünnettir. Sustuktan sonra bu kelimenin söylenmesi,
Kur'an'dan olan ile olmayanın ayırdedilmesi içindir. Bu lafzı Fâtiha'nın
sonunda söylemenin delili ise İmam Mâlik'in ve cemâatin (İmam Ahmed ve Kutüb-i
Sitte sahiplerinin) rivayet ettikleri hadis-i şeriftir. Ebû Hureyre'den gelen
bu hadise göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İmam âmin dediği
vakit siz de amin deyiniz. Çünkü âmin demesi meleklerin âmin demesine tesadüf
eden bir kimsenin geçmiş (küçük) günahları af olunur".[11]
Bu
konuda ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır: Hanefîler ve tercihe değer
olan görüşlerinde Malikîler'e göre gizli veya içten âmîn demek açıktan söylemekten
daha uygundur. Çünkü bu bir duadır. Yüce Allah: "Rabbinize yalvara yakara
ve gizlice dua ediniz" (A'râf, 7/51) diye buyurmuştur. İbni Mesud şöyle
demiştir: "Dört şey vardır ki imam onları içten gizlice söyler: Bunlar
istiâze, besmele, âmin demek ve tahmîd yani Rabbena lekel hamd sözünü
söylemektir."
Şafiî
ve Hanbelîlerin görüşüne göre de "âmîn" kıraati gizli namazlarda
gizli söylenir, açıktan okunan namazlarda ise açıktan söylenir. İmama uyan
kimse de imamın "âmîn" demesiyle birlikte "âmîn" der. Buna
sebep ise az önce geçen Ebu Hureyre tarafından rivayet edilen: "İmam
"âmîn" dediği takdirde siz de âmin deyiniz." hadisi şerifidir.
Bu şekilde ayırım gözetmelerinin delili ise Ebû Hureyre tarafindan rivayet
edilen bir başka hadis-i şeriftir: "Resulullah (s.a.): Ğayrilmağdûbi
aleyhim veladdâllîn'i okudumu âmin derdi. O kadar ki ilk safta onun arkasında
bulunanlar onun sesini işitirlerdi"
[12] Bir
diğer delilleri de Vâil b. Hucr tarafından rivayet edilen şu hadis-i şeriftir:
Peygamber (s.a.)'ın "Ğayrilmağdûbi aleyhim veladdâllîn"i okuduğunu ve
sesini uzatarak "âmîn" dediğini duyduk"
[13]
Yüce
Allah bizlere bütün iş ve sözlerimize besmele ile başlama yolunu göstermektedir.
Bu bizatihi istenen bir şeydir. Kendi büyük ismiyle Allah'tan yardım
istemedir. Yüce Allah ayrıca bizlere bize yaptığı ihsan ve verdiği nimetlerine
karşılık ne şekilde hamd edeceğimizi öğretmektedir. Çünkü O gerçek manada
öğülme hakkına sahip olandır. Bütün övgüler yalnız O'nundur. Çünkü mülkün
mutlak mâliki, bütün âlemlerin ve varlıkların Rabbi O'dur. Onları var eden,
terbiye eden, onlara inayet eden (gözeten) O'dur. Sürekli ve kapsamlı rahmetin
sahibi O'dur. Kullar arasında mutlak adaleti gerçekleştirmek üzere ceza ve
hesap gününün de maliki O'dur. İyilik yapan kimseye sevabını, kötülük işleyene
de cezasını verecektir. İşte bu sıfatlar bizim ibadetimizi yalnızca Allah'a
tahsis etmemizi, yardımı yalnızca O'ndan istememizi, tam ve eksiksiz bir
şekilde O'na boyun eğmemizi, O'ndan başka hiçbir kimseden yardım istemememizi,
O'ndan başkasına güvenmeyip O'ndan başkasına ibadet etmememizi, dinimizi
yalnızca O'na halis kılmamızı gerektirmektedir. Çünkü her türlü tazimi hak eden
yalnızca O'dur. Faydaları var eden, zararları bertaraf eden yalnızca O'dur.
Bazen
şiddetli bir şekilde heva ve heves fırtınaları eser, nefisleri etkisi altına
alır, kalpleri haktan uzaklaştırır. İşte bu durumda şehvetlerin ve sapmanın
uçsuz bucaksız uçurumlarına düşmekten Allah'tan başkası koruyamaz. Bundan
dolayı Cenabı Hak bizlere hidayeti ve tevfiki kendisinden nasıl isteyeceğimizi
göstermiştir. Ta ki hak ve adalet yolu üzerinde yürüyelim, istikamet ve
kurtuluş yolundan ayrılmayalım. Bu ise şanı Yüce Allah'ın kendisiyle Peygamberlere,
sıddîklara ve salihlere, nimet ve ihsanda bulunduğu kadim İslam yoludur.
Kendisinin ne olduğu ve ne olacağını bilen, ibadet eden ve aklını kullanan
kulun yapacağı iş bu iştir. Sapkın ve inkarcı kâfirin durumu ise böyle
değildir. Bunlar ya inatla veya nefislerinin arzularına uyarak veya bilgisizlik
ve sapıklık sonucu dosdoğru yoldan yüz çevirmişlerdir. İlahi gazabı hak eden,
dosdoğru yoldan sapıp hidayet yolundan uzaklaşanlar ne kadar da çoktur!
Allah'ım,
hidayet yolunda kalmayı bize nasib et! Devamlı olarak bizim övgülerimizi,
dualarımızı kabul buyur! Sapıklıktan, azgınlıktan bizleri koru!
Bununla
insanların iki grup olduğu ortaya çıkmaktadır. Birisi hidayet bulanlar, diğeri
ise dalâlette kalanlar.
[14] Yüce
Allah kendileri aracılığıyla mutluluğa ulaşabilecek beş tür Jıidayeti, doğru
yolu bulma yöntemini insana lütfetmiş bulunmaktadır.
[15]
1- Fıtri ilhamın yol göstermesi: Bu doğumundan itibaren küçük çocukta
bulunan bir hidayettir. O yemeye, içmeye ihtiyaç duyar, o bakımdan anne ve
babası onu unutacak olurlarsa bunları istediğini açıklayacak şekilde ağlar,
fer-yad eder.
2- Duyuların yol göstermesi: Bu bir önceki hidayeti tamamlamaktadır. Bu
iki tür hidayette insan ve hayvan ortaktır. Hatta başlangıçta bunlar hayvanda
insana göre daha mükemmeldir. Çünkü hayvanın ilhamı doğumundan kısa bir süre
sonra kemal derecesine ulaşırken bu, insanda tedricî bir şekilde mükemmele
doğru gider.
3- Aklın yol göstermesi: Bu önceki iki hidayetten daha üstündür. İnsanın
tabiatında diğer insanlarla birlikte yaşama arzusu vardır. Toplumsal bir hayat için
ise dış duyular yeterli değildir. O bakımdan hayat yolunda kendisini yönlendirecek,
yanlışlık ve sapmaktan koruyacak, duyuların yanlışlıklarını düzeltecek, nefsin
arzularının etkisinde kalarak ayağını kaymaktan önleyecek bir akla sahip olmak,
insan için gerekli bir şeydir.
4- Dinin yol göstermesi: Bu yanümayan bir hidayettir. Akıl hata edebilir,
nefis zevk ve arzuların etkisi ardından sürüklenip gidebilir ve nihayet bunlar
nefsi helake götürebilir. O bakımdan insan nefsin arzularının tesiri altında
kalmayan, doğruya ileten, doğruyu gösteren, yanıldığında doğrultan bir şeye
muhtaçtır. İşte bu noktada dinin hidayeti, insanın yardımına koşmaktadır. Bu,
insanın ya hataya düşmesinden önce olur veya sonra olur. Bu hidayet hayrın
anahtarlarını elde etmek, şerri kilitlemek için, insanın sığındığı güvenilir
bir koruyucudur. Böylelikle insan tökezlemekten kurtulur, emniyette olur, kurtuluşa
erer, nefsinin derinliklerinde kendisine boyun eğdiği Allah'ın yüce hakimiyetine
karşı yerine getirmesi gereken, uyması gereken sınırlan ona tanıtır; insan
kendisinin en güzel şekilde yaratan ve nimetler ihsan eden yüce egemenliğin
sahibine karşı içten içe ısrarla ihtiyaç duyar. O bakımdan bu hidayet, mutluluğunun
gerçekleşmesi için insanın en çok muhtaç olduğu bir hidayettir.
Kur'an-ı
Kerim bu tür hidayetlere birçok ayet-i kerimede işaret buyurmuştur. "Ve
biz ona iki de yol gösterdik" (Beled, 90/10) ayeti bunlardan bir tanesidir.
Yani biz ona hayrın ve şerrin, mutluluk ve bedbahtlığın yollarını açıkladık.
Bir
diğer ayet-i kerime: "Semûd'a gelince; biz onlara hidayet verdik; fakat
onlar körlüğü hidayete tercih ettiler" (Fussüet, 41/17). Yani biz onlara
hayır yolunu da kötülük yolunu da gösterdiğimiz halde onlar ikincisini tercih
ettiler.
5- Hayır ve kurtuluş yolunda yürümek için ilahî yardım ve tevfıkin yol
göstermesi: Bu, din hidayetinden daha özel bir hidayettir. İşte Yüce Allah'ın:
"Bizi dosdoğru yola ilet" buyruğunda devamlı istememizi emrettiği
hidayet budur. Bunun da anlamı şudur: Bizi dosdoğru yola öyle bir ilet ki,
bununla birlikte senin katından bizi
sapmaktan ve hatadan gaybî bir yardım bize eşlik etsin.
Bu
hidayet, şanı yüce Allah'a hastır. Mahlukatından hiçbir kimseye böyle bir
imkanı vermemiştir. Hatta şu buyruğunda Peygamber (s.a.) in dahi böyle bir
hidayete sahip olmadığını belirtmektedir: "Şüphesiz ki sen sevdiğin
kimseleri hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğine hidayet verir".
(Kasas, 28/56); uOnları hidayete erdirmek sana düşen bir iş değildir. Fakat
Allah dilediği kimseye hidayet verir". (Bakara, 2/272). Yüce Allah şu
buyruğunda da bu tür hidayetin yalnız kendi zatma ait olduğunu belirtmiştir:
"İşte bunlar Allah'ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir, O halde
sen de onların hidayetine uy" 'En'am, 6/90).
Hayra
ve hakka delâlet anlamında hidayete gelince; Yüce Allah şu buyruğunda bunun
Peygambere ait olduğunu tespit etmektedir: "Muhakkak ki sen dosdoğru yola
iletirsin" (Şura, 42/52).
Özetle:
Hidayet, Kur'an-ı Kerim'de iki türlüdür: Genel hidayet: Bu, kulun iki dünyada
da menfaatlerini göstermektir; sözü geçen bu hidayet türü, az önce işaret
ettiğimiz dört türü kapsamaktadır. Özel hidayet ise doğru yolu göstermekle
birlikte hayır ve kurtuluş yolundan yürümek için gereken yardım ve başarıyı da
ihsan etmektir ki bu da beşinci hidayet türüdür.
Saptırmak
(idlal) da iki türlüdür[16]:
1- Bunun sebebi sapıklık olabilir. Ya sen birşeyi kaybedersin, bu
durumda; Onu kaybettim, anlamında (idlâl) kökünden gelen bir fiil kullanırsın,
ya da onun dalâletine hüküm verirsin. Bu iki halde dalâlet, idlâlm (kaybetmenin
yitirmenin ve sapmanın) sebebidir.
2- İdlâlın dalalete sebep teşkil etmesi. Bu da batılın insana onun
sapması için süslü gösterilmesi şeklinde olur.
Yüce
Allah'ın insanı saptırması ise iki şekildedir: Ya onun hakkında dalalet
hükmünü veya dalâlette kalmak imkânını vermesiyle olur.
Birincisinin
sebebi sapmak yani insanın sapmasıdır. Bunun üzerine de Allah, onun hakkında
dünyada buna dair bir hüküm verir. Ahirette artık cennete giden yoldan
uzaklaşır, cehenneme giden yolu tutar. Böyle bir şekilde saptırmak haktır ve
adalettir. Çünkü sapan kimse hakkında verilen bu hüküm, onun sapması dolayısı
iledir; aynı şekilde bu kimsenin cennet yolundan uzaklaşıp cehennem yoluna
yönelmesi de adalet ve haktır.
İkincisinin
sebebi ise insanın tercihidir. Bu da insanın sapma yolunu seçmesi ile olur.
Allah da sapıklığında onu bırakır, azgınlığında kalma gücünü verir; küfür ve
fesadında devam etme imkânını onun için halkeder. Bundan dolayı şanı yüce
Allah, saptırmayı kâfir ve fâsıka vesile ederken, mümine vesile etmemiştir.
Aksine mümini saptırmayacağını beyan etmiştir. Bu konuda Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Allah bir topluluğa hidayet verdikten sonra... onları
saptıracak değildir" (Tevbe, 9/115); "... Amellerini asla boşa
çıkartmaz ve onlara hidayet edecektir." (Muhammed, 47/4-5).
Kafir
ile fasık hakkında ise şöyle buyurmaktadır: "Onlar yüzleri üzere düşüp
helak olsunlar ve onların amellerini (Allah) boşa çıkartmıştır" (Muhammed,
47/8); "Onunla fasıklardan başkasını saptırmaz" (Bakara, 2/26);
"İşte Allah kafirleri böylece saptırır" (Mümin, 40/74); "Allah
zalimleri saptırır" (İbrahim, 14/27).
Yüce
Allah'ın: "Onların kalplerini öyle bir çeviririz" (En'am, 6/110)
buyruğunda kalplerin evrilip çevrilmesi; "Allah onların kalplerine mühür
vurmuştur" buyruğunda kalbin üzerine mühür vurulması; "Kalplerinde
hastalık vardır. Allah onların hastalıklarını artırmıştır" (Bakara, 2/10)
buyruğunda da hastalığın arttırılması işte bu türdendir. Sapıklığı seçen
kimseyi Allah sapıklığı içerisinde bırakır ve hidayetin kalbine nüfuz etmesini
-ilahî bir ceza olmak üzere- engeller.
[17]
Kur'an-ı
Kerim'de manasız, faydasız, hikmetsiz veya hüküm bildirmeyen tek bir ayet-i
kerime dahi bulunmaz. Çünkü Kur'an-ı Kerim, Allah'ın mu'ciz kelâmıdır. İnsanlık
hayatının anayasasıdır. Buna göre Kur'an ayetleri ile insanın dinî, dünyevî ve
uhrevî hayatında birtakım faydaların gerçekleştirilmesi maksad olarak gözetilir
ve bunlar insanı hayata bağlar. Buna bağlı olarak ayetlerin manalarından
çıkartılan hükümler ya akide üe ya ibadetle yahut ahlak ve yaşayışla ya da
ferd ve toplum hayatını düzenleyen yasamalar ile ilgilidir. İşte Kur'an-ı
Kerim'deki hayat fıkhı ile kastettiğim, bu genel anlamdır.[18]
Fâtiha'da
öğrendiğimiz anlamlar yahut hükümler, insanın Allah ile ilişkilerini kapsar,
ona dua etmenin yolunu gösterir, hayatta izleyeceği yolu çizer, en doğru yöntem
ve en uygun yolu izlemekle yükümlü kılar. Bu yolda dosdoğru gidişten bir kıl
payı kadar dahi sapma sözkonusu olamaz. Sapıklığın, sapkınlığın ve sapmanın
herhangi bir türü kabul edilemez Fâtiha'da besmelenin anlamı şudur: Kur'an-ı
Kerim'de vurgulanan bütün hükümler ve başka hususlar Allah'a aittir ve
ondandır. Hiçbir kimsenin bu Kur'an içerisinde herhangi bir payı yoktur.
[19]
İnsanın
Allah üe ilişkisini sağlayan ve Fatiha adını taşıyan "bu marşı" bize
Allah öğretmiştir. Mümin namaz veya başka sebeblerle her münasebette bu marşı
okur. Çünkü bu marşın başlangıcı şu anlamı ifade eder: Hamd alemlerin Rabbi
Allah'ındır, deyiniz... Böylece Yüce Allah'ın bize hamd etme işini yerine
getirmemizi emrettiğini, kendisine ne şekilde hamdedeceğimizi, ne şekilde sena
edeceğimizi, ne şekilde dua edeceğimizi öğrettiği ortaya çıkar. Ayrıca kabul
edilebilir nitelikte olabilmesi için, Allah'a hamd ü sena ile duaya başlamanın,
duanın âdabından olduğu da anlaşılmaktadır.
[20]
Namazda
Fatiha suresinin okunmasının vücubu konusunda ilim adamlarının iki ayrı görüşü
vardır.
Birinci
görüş, Hanefîlere aittir. Bu da Fatiha okumanın vacib olmadığı şeklindedir.
İmam için olsun tek başına kılan için olsun vacib olan, kayıtsız ve şartsız
olarak Kur'an okumaktır. Bu da Kur'an-ı Kerim'den bir ayet-i kerime kadardır.
Ebu Hanife'ye göre ise ayetin asgarî miktarı altı harftir; mesela "sümme
nazara (sonra baktı)" (Müddesir, 74/21) ayeti gibi. Takdiri dahi olsa bu
yeterlidir "Lem Yelid = (O doğurmadı) " ayetinde olduğu gibi"
(İhlâs, 112/3). Çünkü "Lem yelid"in aslı "Lem yüled"
şeklindedir. Ebû Yusuf ile Muhammed ise farz olan kıraat üç kısa ayet veya bir
uzun ayet kadardır, demişlerdir.
Görüşlerine
Kitap ve Sünnet'ten delil getirmişler, ayrıca aklî olarak da delil
göstermişlerdir. Kitap'tan delilleri Yüce Allah'ın: "Kur'andan kolayınıza
geleni okuyunuz" (Müzzemmil, 73/20) ayetidir. Burada mutlak olarak Kur'an
okumak emri verilmektedir. O bakımdan kendisine "Kur'an" adı verilebilecek
asgarî miktar ile bu gerçekleşir.
Sünnetten
delilleri ise namazını doğru dürüst kılamayan kimsenin durumunu anlatan
hadis-i şerifte yer alan şu ifadelerdir: "Namaz kılmak üzere kalktığında
iyice abdest al, sonra kıbleye yönel, sonra tekbir getir, sonra da ezberinde
bulunan Kur'an-ı Kerim'den kolayına geleni oku."
[21]
"Fâtihatü'l-Kitâbı
okumayanın namazı yoktur"
[22]
hadisine gelince; bu fazileti yoktur, şeklinde açıklanır. Yoksa namazı sahih
değildir, denilemez. Yani bunun anlamı, namazı kâmil olmaz şeklindedir.
Aklî
delillerine gelince: Zannî olan vâhid habere dayanarak Kur'an-ı Ke-rim'deki
kat'î delil ile farz olduğu sabit olan şeye fazladan bir ilavede bulunmak caiz
değildir. Şu kadar var ki vahid haber onun gereğince amel etmeyi gerektirir; farz
olmasını gerektirmez. O bakımdan yalnızca Fatiha'yı okumanın vacib olduğunu
kabul ederler; yani onu okumaksızın kılman namazın tahrimen mekruh olmakla
birlikte sahih olduğunu söylerler.
Kılınan
namaz ister gizli okunan namaz olsun, ister açıktan okunan bir namaz olsun,
Hanefîlere göre imama uyan kimsenin mutlak olarak Kuran okuması
gerekmemektedir. Yine buna dair Kitap, Sünnet ve kıyastan delil
göstermişlerdir.
Kitaptan
delilleri yüce Allah'ın'. "Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun
olur ki rahmet olunasınız" (A'râf, 7/204) buyruğudur. Bu ayet-i kerime,
Kur'an-ı Kerim okunurken susup dinlemeyi emretmektedir. Dinlemek, açıktan
okunan (cehri namaza) hastır; susmak ise hem gizliden okunan hem de açıktan
okunan namazları kapsamına alır.
Sünnetten
delilleri ise Peygamber (s.a.): "Kim bir imamın arkasında namaz kılarsa
imamın Kur'an okuyuşu onun için de okuyuştur"
[23]
hadisidir. Bu ise hem gizli okunarak kılınan namazları hem de Kur'an'm açıktan
okunarak kılındığı namazları kapsar.
Kıyastan
delillerine gelince: Eğer imama uyan kimse için Kur'an okumak vacip olsaydı,
diğer rükünlerde olduğu gibi, imama sonradan yetişenin de Fatiha okumaktan
muaf tutulmaması gerekirdi. Böylelikle onlar imama uyanın kıraatini imama
sonradan yetişenin kıraatine -namazdaki hükmü açısından- kıyas etmişlerdir.
Buna göre imamın arkasında Kur'an okumak, meşru değildir.
İkinci
görüş, Mâlikî Şafiî ve Hanbelîlere aittir. Bu da hem imam için, hem tek başına
namaz kılan için namazda bizzat Fatiha'yı okumanın vâcib olduğudur. Çünkü Peygamber
(s.a.): "Fâtihatü'l kitabı okumayanın namazı yoktur" diye buyurmuştur.
Onlar buradaki nefyi hakikat olarak almışlardır. Çünkü aslolan ve daha güçlü
olan nefyin genel olduğudur. Yani Fatiha okunmadan namaz sahih olmaz demektir.
Namazın sıhhatinin nefyedilmesi ise, hakikatin nefyedilmesine daha yakın bir
açıklamadır. Yine Hz. Peygamberin: "Fatihatü'l-Kitabın okunmadığı bir
namaz yeterli olmaz"
[24]
hadisini de delil gösterirler. Ayrıca Buhari'de yer alan rivayet ile birlikte
Müslim'in rivayet ettiği hadise göre Hz. Peygamberin uygulaması da bu
şekildedir. Hz. Peygamber: "Benim nasıl namaz kıldığımı gördü iseniz siz
de öyle namaz kılınız" diye buyurmuştur. Kurtubî der ki: Bu görüşler
arasında sahih olan görüş, Şafiî'nin, Ahmed'in ve son görüşünde Malik'in
görüşü olan genel olarak herkes için her rekatte bizzat Fatihayı okumayı
öngören görüştür.
Şafiî
mezhebine göre ise, imam için de cemaat için de tek başına namaz kılan için
de, her bir rekatte Fatiha'nın bizzat okunması gerekir. Namaz ister kıraati
açıktan olan bir namaz olsun, ister gizli okunan bir namaz olsun, ister farz,
ister nafile olsun, fark etmez. Buna sebep ise "Fâtihâtü'l-Kitâb'ı okumayan
kimsenin namazı yoktur" hadisiyle şu hadisi şeriftir: "Resulullah
(s.a.) sabah namazını kıldırdı. Bu esnada Kur'an okumak ona ağır geldi; namazı
bitirince şöyle dedi: "Ben sizin imamınızın arkasında Kur'an okuduğunuzu
görüyorum". Onlar: Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'a yemin ederiz ki evet!
Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır! Ümmü'l-Kur'an (yani
Fatihayı okumanın) dışında böyle bir şey yapmayınız. Çünkü namazda (Fatiha'yı)
okumayan kimsenin namazı yoktur"
[25] Bu
ise farz olduğunu gösteren ve imama uyan kimsenin kıraatini özel olarak
açıklayan, açık bir nasdır. Nefyin zahiri yeterli olup olmamaya yönelik olur.
Bu da Fatiha okunmadan namazın olmayacağını ifade eden bir nefiydir. Fatiha'nın
okunması ise Kur'an-ı Kerim'i susup dinlemek emrini veren Kuran nassından
istisna edilir.
Malikîlerle
Hanbelîlerin görüşü de şöyledir: İmama uyan kimse açıktan kılınan namazlarda
Fatiha'yı okumaz. Bununla birlikte okumanın gizli olduğu namazlarda Fatiha'yı
okuması müstehaptır. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in, Kur'an'ı susup dinlemeyi buyuran
emri, kıraati açıktan olan namaza hastır, bunun delili ise şudur: Peygamber (s.a.)
açıktan Kur'an'ı okuduğu bir namazım bitirdikten sonra, "Az önce sizden
herhangi bir kimse Kur'an okudu mu?" diye sorar. Adamın birisi: Evet, ey
Allah'ın Rasulü! deyince Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Niye Kur'an
konusunda benimle anlaşmazlık çıkartılıyor?". Bunun üzerine ashab-ı kiram
Kur'an'ın açıktan okunduğu namazları Resulullah (s.a.) ile birlikte kıldıkları
vakit, Kur'an okumaktan vazgeçtiler,
[26] Bu
hadis-i şerif imamın açıktan okuması halinde imama uyan kimselerin Kur'an
okumalarının mekruh olduğunu açıkça ifade etmektedir.
İmamın
gizli okuma halinde cemaatin Kur'an okumasının müstehap olduğuna dair
delilleri ise Peygamber (s.a.)'in: "Ben kıraatimi gizliden okuduğum takdirde
siz de Kuran okuyunuz"
[27]
hadis-i şerifidir.
[28]
Namaz
kılan kimse namazı esnasında Allah'ın bütün herşeyden daha azametli ve daha
büyük olduğunu; bütün güzel övgülerin sadece yüce Allah'a ait olduğunu
hatırında tutmalıdır. Çünkü bütün âlemleri yaratan ve idare eden Rab O'dur.
Allah'ın rahmeti hesap gününde onun tek başına mutlak mâlik olması, egemen
olması, tasarruf sahibi olması ve azameti ile birliktedir. O bakımdan ibadeti
hak eden yalnız O'dur. İbadet hususunda ve bütün işler için yardım yalnız
O'ndan istenir. O tevfik ve yardımı ile ilim ve amel hususunda hak ve hayır
yoluna iletendir. Yüce Allah'a yakarmalarında müminin uyacağı güzel örnekler
vardır. Bunlar ise yüce Allah'ın kendilerine iman ve salih amel nimetlerini
verdiği peygamberler, sıddîklar, şehitler ve salihlerdir. Nitekim müminlerin
önünde batılı hakka tercih ettikleri, şerri hayra üstün tuttukları için
Allah'ın kendilerine gazap ettiği kimseler ibret numunesi olarak durmaktadır.
Bilgisizlikleri dolayısı ile hak yoldan sapan o sapkınlar, kendilerinin güzel
bir iş yaptıklarını zannetmekle birlikte, dünya hayatından ellerine bir şey
geçmemiştir. Bunların akıbeti cehennemdir; o ne kötü bir dönüş yeridir!
Cahiliye
dönemindeki fetret halkı gibi Peygamberlerin ardının kesildiği bir dönemde
yaşayanlar ise, Cumhurun görüşüne göre belli bir şeriate uymakla mükellef
değildirler ve bunlar ahirette azap edilmezler. Çünkü yüce Allah: "Bizler
bir rasûl göndermedikçe azap ediciler değiliz" (İsrâ, 17/15) diye buyurmuştur.
Bir grup ilim adamı ise şöyle demiştir: Bu durumda olanlar mükelleftirler ve
azap edilirler. Çünkü teklif için tek başına akıl yeterlidir. İnsanın kendisine
verilen akü dolayısıyla göklerin ve yerin melekûtuna dikkatle bağlanması,
kâinatı yaratan hakkında ve onun hakkı olan ibadet ve tazim üzerinde aklının
elverdiği, gayretinin yettiği oranda tefekkür etmesi, düşünmesi gerekir. Ancak
bunu yapmakla azaptan kurtulabilir.
[29]
Fukahâ
(namazda) Kur"an'ın ancak Arapça okunabileceği üzerinde icmâ etmiştir.
Kişinin Kur'an'ı güzel okuyup okuyamaması durumu değiştirmez. Çünkü Yüce Allah:
"Arapça bir Kur'an olarak..." (Yusuf, 12/2) ve: "Apaçık Arapça
bir dil ile..." (Şuarâ, 26/195) diye buyurmuştur. Diğer taraftan Kur'an-ı
Kerim, lafız ve manasıyla bir mucizedir. Onda bir değişiklik yapılacak olursa,
Allah tarafından indiren söz düzeni bozulur, dolayısıyla Kur'an olmaz, onun
benzeri de olmaz. Olsa olsa onun bir tefsiri olur; tefsir ise tefsir edilenden
ayrı bir şeydir. Tefsir, bir suresinin benzerini getirilmesi ile ilgili meydan
okunan muciz Kur'an gibi olmaz.
Maliki
Mezhebine mensub Kurtubî, Arapça okumaktan âciz olan bir kimsenin Kur'an
okuması gereken yerde mümkün olduğu kadar tekbîr, tehlîl, tah-mid, teşbih,
temcid, veya "La havle velâ kuvvete illa billah" söylemesini caiz
kabul etmiştir. Kasânî ise Arapça okumayan bir kimsenin Fatiha'yı Arapça dışında
bir dille okumasını caiz kabul etmektedir.
[30]
Tek
başına namaz kılanın "âmîn" diyeceği ittifakla kabul edilmiştir. İmam
ise Ebû Hanifeye göre ve Mâlikîlerde tercih edilen görüşe göre, gizlice
"âmîn" der. Çünkü âmîn bir duadır. İmam Mâlik'ten şöyle dediği de
rivayet edilmiştir; İmam "Âmîn" demez, ancak onun arkasında namaz
kılanlar âmîn der. Şâfiîler-le Hanbelîler ise şöyle demektedir: İmam açıktan
okunan namazlarda -az önce ifade ettiğimiz gibi- açıktan "âmîn" der.
İbnul Arabî ve Kurtubî ise şöyle demiştir[31]:
Sahih olan, imamın açıktan "âmîn" demesidir. Çünkü İbni Şihâb
ez-Zuhrî şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.) "âmîn" derdi. Bunu
da Buhari, Müslim ve başkaları rivayet etmiştir. Buharî'de de: "O kadar ki
mescid insanların "âmîn" demelerinden dolayı yüksek sesle
dolardı" denilmektedir. İmama uyan kimse ise Hanefîlerle Mâlikîlere göre
Kur'an'ın açıktan okunduğu namazlarda gizliden de açıktan da "âmîn"
diyebilir. Şâfiîler ve Hanbelîlere göre ise kıraatin gizli olduğu namazlarda
gizlice "âmîn" der.
[32]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/45.
[2] Tirmizî, Ebû Hureyre'den rivayet etmiştir.
[3] Darimi, Abdulmelik b. Umeyr'den "Fatihatü'l-Kitap
her türlü hastalıktan şifadır" lafzı ile rivayet etmiştir.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/45-46.
[5] Hadis imamları, Ebû Said el-Hudrî'den rivayet
etmişlerdir.
[6] Tirmizî, Ubey b. Ka'b'dan rivayet etmiştir. Aynı
şekilde İmam Ahmed de ondan Müsned'inde şu lafzıyla rivayet etmiştir:
"Nefsim elimde olana yemin olsun ki Tevratta da İncilde de Zebur'da da
Furkan'da da onun benzeri (bir sure) indirilmemiştir. O bana verilen
es-Seb'u'1-Mesânî ve Kur'an-ı Azîm'dir".
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/46-47.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/47.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/47.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/47-49.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/49.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/49
[14] "Dalâlet" dosdoğru yoldan sapmak demektir,
onun zıddı "hidâyeftir.
[15] el-Menar, 1/62; Merâğî Tefsiri, 1/35.
[16] Ragıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 307.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/49-52.
[18] Tefsir boyunca "Ayetlerden çıkan hüküm ve
hikmetler" olarak çevirdiğimiz bölüm başlıklarının Arapça aslı
Fıkhu'l-hayat evi'l- ahkam Av [Yayıncı].
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/53.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/53.
[21] Buhârî ve Müslim, Ebu Hureyre (r.a)'den rivayet
etmiştir. Mütevâtir bir hadistir.
[22] Altı hadis imamı Ubade b. es-Samit (r.a)'den rivayet
etmişlerdir.
[23] Bunu Ebû Hanife, Hz. Câbir'den rivayet etmiştir.
Kurtubî'nin de belirttiği gibi zayıf bir hadistir. (Kurtubî, 1/122).
[24] Hadisi İbni Huzeyme ve İbn Hibbân, Sa/u/ı'lerinde
rivayet etmişlerdir.
[25] Ebû Dâvûd, Tirmizî, Ahmed ve İbni Hibbân rivayet
etmişlerdir.
[26] Ebû Dâvûd, Nesâî ve Tirmizî, Ebu Hureyreden rivayet
etmiş; Tirmizî, hasen bir hadistir, demiştir.
[27] Darekutnî ve Tirmizî rivayet etmiştir.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/53-55.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/56.
[30] Kurtubî, 1/126; el-Bedâî, 1/112.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/56.
[31] İbnu'l-Arâbî, Ahkâmü'l-Kur'ân, 1/7; Kurtubî, 1/129.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/57..