Rahim
Ve Rahman Olan Allah'ın İsmi İle!
Nazarı
Delillerin Tutarsızlıkları/Tehâfüt
Marifet
Ve Ulvî Hakikatlerin Talebeleri
Mücerret
Hakikatleri Bilmenin İmkânsızlığı
Allah'ın
Hakikatini Niçin Bilemeyiz
Allah'ın
İlmi Hakiki, Kulun İlmi Mecazdır
Ledünni
İlimden Feyiz Almanın Sırrı
İlim
Niçin Bazen Tarif Edilir?
Varlıktaki
İlmin Mâhiyeti Nedir?
İlim
Zâtı Tecelliye Eşlik Eder
Arapça'daki
Altı Terkibin Sırrı
Başlangıç/Mebde'
Ve Yaratılışın Sırrı
Vahdet
Ve Kesreti Birlik Ve Çokluk
Aİlah, başta Efendimiz Hz.
Muhammed ve onun ailesi olmak üzere/ seçkin kullarına merhamet/salât eylesin.
Ya rabbi! Nimet verdin,
tamamla, izhâr ettin, umumileştir.
Hamd, en mahrem gaybmm izzet
perdesinde, bâtın olan Allah'a mahsustur. Böylelikle Hak, müphemleşmiş,
gizlenmiş, kapsamış, zahir olmuş ve tecellî etmiştir. Bunun ardından, açıklamış,
izhâr etmiş, süslemiş ve bildirmiştir; yaratmayı dilemiş ve karar vermiştir;
tedbir etmiş ve tafsilleştirmiş; takdir ve kaza etmiştir; hüküm vermiş ve
emretmiştir.
Sonra, yönelmiş, kemâle
erdirdiği insanı kendi mertebesinin suretine göre yaratmış, düzenlemiş, ölçü
vermiş ve takdir etmiş, en güzel kıvamı giydirmiştir. Onu ne de güzel
giydir-miştir!
Nimet vermiş, takdir etmiş,
kemâle erdirmiş, işlerin yöneticiliğine ve beyânın kurallarına o insanı mâlik
yapmıştır. Böylece, gizli, örtülü ve mücmel olan şeyleri açıklamış, böylelikle
de o, kuşatan ve açıklayan bir imam, esrar ve cem' mertebesi ve de nurların ve
gölgelerin madeni olan en büyük Ummü'I-kitab üzerine güvenilir bir koruyucu
olmuştur.
Ne kadar da yüce, büyük,
nurlu ve güzeldir!
O Subhan'a ham ederim ki: O,
kendisinden kendisine hamd etmiş, kulu da "cem" ve "ahadiyet-i
vüdd/sevgisinin birliği"nin diliyle O'na hamd etmiştir; çünkü bu hamd, en
yüce, en kapsamlı, en zahir ve en şâmil hamddır.
O'na şükrederim; bu şükür,
Allah'tan gelen nimeti Allah ile gören kimselerden olmayı ümit eden bir insanın
şükrüdür; bununla birlikte kul, tam olarak acizliğinin farkındadır ve zikredilen
hamd makamını müşahede etmektedir: çünkü bu, en üstün, en kâmil, en önemli ve
faziletli şükürdür.
Allah'tan dileğim şudur ki:
Katındaki en şerefli isimlerine ve en ulvî tecellîlerinden ortaya çıkan
nimetlerinden olan rahmet ve ikramları, Hz. Peygamber Efendimize, onun ailesine
ve ümmetinden onun ilmine, hallerine makamlarına vâris olan seçkinlere
sürekli aksm! Bu duayı yaparken, ihsanından duamın kabul edilmesini ümit
etmekteyim. Çünkü O, kendisinden bir şey istenilenlerin en cömerdidir; bu
nedenle O, icabet eder, cömertçe verir, ikramını peyderpey gönderir, ihsan
eder ve dağıtır. [1]
Özellikle Allah yolundaki
kardeşlerim/ihvan-ı ilâhîyyîn, genel anlamda da onlara ve hallerine inanan ve
kendilerini sevenler topluluğu! Bu ulvî hitabın hedef kitlesi sizlersiniz ve
bu övgüye değer armağan, sizleredir.
Biliniz ki: Allah teala,
kendisine dair marifet ve müşahede ile tahakkuk etmemden sonra, ezelî inayeti
ve ihsanından kaynaklanan minnetinden bendesine isimlerin ve hakikatlerin
bilgisinden; vücûdun ve yaratıkların sırlarından dilediklerini ve istediklerini
ikram etmiştir. Bu ikram, O'nun cömertliği ölçüsünde değil, aksine kabul ve ehliyete,
"ilâhî nemalara taarruz/hücum"dan ibaret olan teveccühün ihlasma ve
niyetin temizliğine göredir: çünkü Hakkın cömertliği, smırlanamayacak veya
takyit edilemeyecek veya bir gayeye varıp, belirlenemeyecek kadar büyüktür.
Bu bağlamda, Hakkın kuluna olan
ikramlarından birisi de, bütün mühim ilimleri içeren yüce kitabının bazı
sırlarına onu muttali kılmasıdır.
Allah, kuluna şunu
göstermiştir: Bu kitap, gayb ve şehâdeti birleştiren mertebede ilmin ihata
ettiği şeylerin hükmüyle boyanmış olarak, İrâde ve kudret sıfatları arasında
gerçekleşen gaybî bir mücadeleden/mukaraa zuhur etmiştir. Fakat bu zuhur,
mertebe ve mevtinin gereğine; kitabın muhatabının durumu, hali ve vaktinin
tabilik ve istilzam yoluyla kendisini belirle-yişine göre gerçekleşmiştir.
Binaenaleyh kelâm, hakikati yönünden mücerret olsa bile, geliş yolunda
zikredilen iki sıfâtm/kud-ret ve irâde hükmünü kendisinde birleştirdiği ve
şehâdet alemindeki zuhuru da bu iki sıfata bağlı olduğu için, adeta bu iki
sıfattan meydana gelmiş/mürekkep gibidir.
Buna göre, kelâmın irâde
sıfatına mensup oluşunun nedeni, onun konuşanın/mütekellim maksadı, irâdesinin
sırrı, mazhârı, ulaştırıcısı ve taşıyıcısı olmasıdır. Bu nedenle kelâm,
konuşanın içinde gizli olan şeyleri, işiten ve dinleyen herkese ibraz eder.
Kelâmın kudret sıfatıyla
ilişkisi ise, ilâhî ve kevnî tesir için bir "alet" olması yönünden
sabittir. Bunun için icat/yaratma, mânâ ve suret olarak ya da her ikisiyle
birlikte "Kün/Ol" sözüne bağlı olmuştur. Dolayısıyla, bu önemli
sırra dikkat çekmek amacıyla, onun için "tesir" anlamına gelen
"Kelm" kelimesinden bir isim türetilmiştir.
Ardından şu hüküm, bütün
kelâm sahiplerinden ortaya çıkan kelâmlara sirayet etmiştir: Her kelâm, sözü
edilen nispetlerin/irâde ve kudret hükmüyle zuhur edebilir, zuhur ederken de,
konuşanın derûnunda bulunan şeylerle ve konuşurken veya tabiatında kelâm
sahibine hâkim olan halin gerektirdiği hükümle boyanmıştır; daha sonra, kelâmın
mertebelerini, hükümlerini ve sırlarını ortaya çıkartacak bilgiler vereceğiz.
Hak, sureti itibarıyla büyük
olan ilk alemi, isimlerinin ve Ka-lem-i esma'ya (Kalem-i a'la) tevdi edilmiş
ilminin nispetlerinin suretlerini taşıyan bir kitap yapmıştır; suretiyle küçük
alem olan insân-ı kâmili ise, isim ve müsemmâ/isimlendirilen mertebelerini
birleştiren "orta" bir kitap; aziz Kur'an'ı ise, mahlukun Hakkın
sureti üzerinde yaratıldığının açıklayıcısı yapmıştır, böylelikle
yaratılışmdaki gizem ve suret ve mertebesinin sırrı kendisiyle ortaya çıkar.
Şu halde Aziz Kur'an, insan
ile zuhur eden kemâlin özelliklerinin açıklayıcı nüshası olmuştur.
Fatiha suresi ise, Kur'an'm
eksiksiz ve noksansız nüshâsıdır. Bütün tâli nüshalar, ilkinin muhtasarı
oldukları gibi, aynı şekilde Fatiha suresi de, ulvî nüshaların sonuncusu
olmuştur.
İlâhî-küllî kitaplar, aslî-ilk
mertebelerin sayısına göre beş tanedir. Bunlarm ilki, zuhur eden her şeyi
kuşatan nûranî-ilmî[2] gayb mertebesidir.
Mücerret mânâlar, ilmî-esmâî[3]
nispetler bu mertebeye aittir.
Bunun mukabili, zuhur ve
şehâdet mertebesidir. "Büyük kitap" diye isimlendirilen kevnî
varlığın zahiri ve diğer surî türler /teşahhusat-ı suriyyebu mertebeye aittir.
Üçüncüsü, cem-vücûd,
gizleme-ilan mertebesidir. Bu, "orta", mertebedir. Bu mertebenin
sahibi, insandır. Bu orta mertebenin sağında bir mertebe vardır ki, bu mertebe
önceki gayb ile bu mertebe arasında bulunur ve bu mertebenin "orta"
mertebeye nispeti daha güçlü ve tamdır. Bu mertebenin kitabı, ruhlar alemi ve
de korunmuş ve mühim Levh-i mahfuzdur. Bu orta mertebenin solunda bir mertebe
vardır ki, bu mertebenin ez-Zâhir ismine ve şehâdet alemine nispeti daha
yakındır; burası, nebilere inzal edilen kitap ve sâhifelerin mertebesidir.
O halde, söz konusu dört
kitap[4],
insanın perdelenmiş mertebesine ait hükümlerin denizinin nehirleridir. Diğer
tafsilî-varlık mertebeleri ise, bu ulvî esasların arasında ortaya çıkarlar. Çünkü
aslî nispetlerin ve bu nispetlere tabi olan isimlerin hükümleri, ulvî-ana
mertebelere bağlıdır. Sözü edilen tabi-isimler, mülk,
melekût ve ceberut
alemlerinde tasarruf ederler.[5]
Varlıkların türleri ise, isim
ve sıfatların sırlarının mazhârlarıdır.
Binaenaleyh, kim bu beş
mertebeden herhangi birisinin maz-hârı olursa, "Kuds" mertebesinde o
kişinin bu mertebeye nispeti yakın olur. Çünkü bu aslî-mertebenin o şahıstaki
hükmü[6], daha
açık ve daha zahir olur; onun kelâmı ve Haktan bu mertebe yönünden gelen hitap,
daha güçlü ve daha sağlamdır.
Bu beş mertebeden her
birisinin, rabbani bir kemâli vardır ki, bu kemâlin hükmü, insanî-mazhârınm onu
kabul etmesine göre ortaya çıkar ve devam eder.
Kimin makamı dairenin orta
noktası olup da, kenarların zalim cezbelerinden emin olursa -Hz. Peygamberimiz
gibi- o kişinin kelâmı, hüküm yönünden daha umumi olur.[7] Bu
kişiye inen tenezzüller de, ihata açısından daha büyük, ilim açısından daha
kapsamlıdır, çünkü o, bütün mertebelerin hükümlerini şâmildir ve onları ihata
eder. Şu halde, hiç bir şey, bu kişinin makamının ve tasarrufunun hükmünün
dışında değildir.
Bu makamın bazı sırlan vardır
ki, ikrar ve inkâr dolayısıyla gizlenmişlerdir; bu sırlar, vakitsiz
açıklanmaları ve mahallerine ulaşmayacakları korkusuyla, kendi yerlerinde
bırakılmışlardır. Bu sırların ifşa edilmesi caiz olsaydı, bunları size açıklar,
âyetlerini sizlere okurdum. Fakat, Allah teala'run "İnsanlara indirilen
şeyleri kendilerine açıklaman için" (Nahl, 44) deyip de, "kendine
indirilenleri" veya "sana indirilen bütün şeyleri" demeyişi gibi
ilâhî işaretlerin ve hikmetlerin sırrı, bunları açıklamayı engellemiş, ilâhî
ikâzı dikkate alıp, bu noktada susmak şart olmuştur.
Sonra, kul bu sırların
hazinelerine vâkıf olup, bu sırlardan Allah'ın perdesini kaldırmayı dilediği
şeyleri öğrendiğinde/istida, artık elde ettiği bilgiyi ifâde etmesini ve
bildirmesini gerektirecek -sırrı izhâr etmek için- Hak yönünden bir sebep
görmez; bu sırrı izhâr etmek için -Allah'a hamd olsun- bir arzu da duymaz.
Böylelikle de, susmayı ve gizlemeyi tercih eder; ilâhî yardım ile gizlemenin
hükmü, açıklamaya egemen olur.
Bu kişinin hali, böyle devam
etmiştir; ta ki, Hak onun "niyet gerekçesini/daiyetü'1-azm",
kendisine yönelmek üzere Hakta sefer (seyr-fillah), Hakkın cömertliğinin
nefhalanna taarruz ve kalb veçhiyle Hakka dönmek açısından, bir kez daha
yeniler. Bu teveccüh indinde -teveccüh nedeniyle değil [8] Hak,
o kişiye yeni bir "fetih" bahşeder; basiret gözünü -fetih dolayısıyla
değil- kendisiyle yenilemiştir.[9] verdiği nimete şükrü yerine getirmek için
"kıyam"mı, tam anlamıyla bundan aciz olduğu için,
"kuud/otu-ruş" yapmıştır. Aynı zamanda, kitabının bilgisinin
sırlarından bu kitabın pek çok bablarınm/kapı kilitlerini açacak şeyleri bu
fethin kapsamına koymuştur.
Ardından, bu sırlardan bir
kısmını ilâhî yoldaki kardeşlerine ve Ebrâr'a açıklamak için, bereketi parlak
bir niyetle derûnu "hak" ile hareketiendirmiştir; Allah'ın ihsanından
bu niyetin getirebileceği sıkıntılardan korunma ümit edilir.
Böylece kul, bu niyetini
gerçekleştirmesi için Rabbından hayırlısını nasip etmesini talep/istihare
etmiştir. Bunu yaparken de, bu niyet sayesinde kendi katında salih bir ürün ve
baki bir kelime yaratmasını ümit eder.[10]
Allah'ın adı ile başlıyorum. [11]
Bu girişin, gizli bir sır,
açık bir emrin hükmü ve ulvî nispetler dolayısıyla, içermiş olduğu bazı hüküm
ve sırların özlerini tarif: Bu hüküm ve sırlar, ulu'l-elbab'ın ruhlarının gıdasıdır.
Kul demiştir ki: Allah'ın
yardımıyla -sözü uzatmadan ve geniş açıklamalardan sakındıktan sonra- ifâdemde
ima ve işaret ve de ketm/gizleme ve ifşa dilini birleştirme niyetindeyim. Bu
konuda, hâkim ve alim Rabbime uyacağım ve O'nun meşiyetiyle doğru
yolunu/sırât-i müstakim takip edeceğim. Çünkü Hak teala, özellikle bu surede
olmak üzere, kendi kelâmında böyle yapmış, böylelikle veciz olsa da her mânâ ve
suretin ilmini bu sureye dercetmiştir.
Allah nasip ederse şunu ümit
ediyorum: İfâdeme, müfessirle-rin, mütefekkir olan ve olmayan nakillerin
görüşlerini katmayacağım. Dil bilgisinin icap ettirdiği ve lafızlar ile bu
lafızların kalıpları, zarflan ve meskenleri oldukları mânâlar arasındaki
"irtibat" yönünden çağrıştırdığı şeyler, bu kaydın dışındadır. Aksine
ifâdelerimde, sıfatların müktesep ve noksan neticelerinin yerine ilâhî-zatî
hibelerle yetineceğim.
Rabbımdan hilyesini düsturum,
ahlakını şiarım kılmasını niyaz ederim. Umarım ki, özel/ihtisas kulları arasına
katılırım, bütün işlerde şirk tuzağından ve ihlas iddiasından kurtulmak nasip
olur.
Kuşkusuz ki, Allah, her çeşit
hayrın sahibi; icabet ve ihsanın ehli ve velisidir. [12]
Biliniz ki -Allah sizlere
izah etsin-: Mebâdisi, sebepleri ve illetleri olan herhangi bir şeyin tam
olarak bilinmesi/tahakkuk, o şeyin sebeplerini ve mebâdisini bilmekle,
usullerine ve bağımlı olduğu sebeplere vâkıf olmakla gerçekleşir. Bu özeti
yazmadaki amaç, "Ümmü'l-Kur'an", yani "Kur'an'm aslı" diye
isimlendirilen Fatiha suresinin bazı sırlarını açıklamak olunca, öncelikle
onun ilk aslından başlamak gerekti.
Bu kitabın, yani Kur'an'm
okunur ve yazılır olması itibarıyla, bitişik ya da müfret iki ila beş harften
oluşan harfleri vardır. Buna göre bu harflerin düzenlenmesiyle kelimeler;
kelimelerin düzenlenmesiyle âyetler; âyetlerin düzenlenmesiyle de sureler ortaya
çıkar.
Bu dört rükün -ki bunlar
harfler, kelimeler, sureler ve âyetlerdir-, ahadîyet özelliğine sahip olan
gaybî kelâmın mazhârları, onun zuhurunun menzilleri, deryasının nehirleri ve
nurunun şualarıdır.
Bunlar, yani bu rükünler,
lafız ve kitâbet/yazı mertebeleri açısından kelâmın öncülleri olsalar da, kendi
üstlerindeki asıllara nispetle fer durumundadırlar. Bu asılları, sadece daha
önce işaret edilen beş mertebenin sırrını idrâk eden, ayrıca, zahr, bâtn, had
ve matlam sırrına muttali olan kimse bilebilir.
Bu ve başka sebeplerden
dolayı, bu asıllara dikkat çekmem; kitabın, kitabetin, kelâmın, harflerin,
kelimelerin sırrını açıklamam gerekmiştir. Bunların yanı sıra, diğer mebâdiyi,
sebepleri, bunların önemli tabilerini ve yakın levazımını açıklamam
gerekmektedir.
Kelâm, tahkikte[13],
ilmin bir nispeti veya bir hükmü veya ona tabi bir sıfatı -nasıl istersen öyle
söyle- olduğu için, daha önce taahhüt ettiğim gibi, ilim ve ilmin
mertebelerine; küllî ve özel konularına (:müteallakat); hükümlerine ve ölçülerine;
ilim yollarına ve ilmin alâmetlerine; ilmin nurlarının mahalleri olan
maz-hârlarma işaret etmem gerekmektedir. Allah'ın izni ile, bütün bunlara vâkıf
olacaksın.
îşte, öncelikle küllî
kaideleri kapsayan bir giriş takdim ediyorum. Bu girişte şunları ele alacağım:
ilmin sırrı, mertebeleri ve zikredilen levazımı; aslî ve ilk esmâî[14]
mertebelerin sırrı; hükümde bunları takıp eden mertebeler[15];
izafî ve mutlak gaybların sırrı[16];
şehâdet mertebesi ve şehâdetin gaybten ayrılmasının sırrı; şehâdet ve gayb mertebelerinin
birbirleriyle taayyünü; Hak ve masiva/Hakkm dışındaki şeyler arasındaki
farklılığın/temey-yüz bilinmesi; Hak ve kevnî mertebeler arasındaki
müşterekliğin bilinmesi ve bu müşterekliğin hükümleri ve sırları[17];
nefes-i Rah-mânî'nin[18]
sırrı ve mertebesi; vücûdî varlıklara nispetle en büyük "ünımü'l-kitab"
olması yönünden nefes-i Rahmânf nin "büyük kitab"tan ibaret olan
alemdeki hükmünün bilinmesi -ki, vücûdî varlıklar, harfler, rabbani kelimeler
ve küllî-kevnî hakikatlerdir-; nefes-i Rahmânî'nin insanî makama, onun
harflerine ve kelimelerine nispetle hükmünün bilinmesi; icadın başlamasının ve
hub-bî sıfatın[19] sudurunun sırrı; gayretin
sırrı; ahadiyet makamından zuhur eden taksim; hareketi, kastı ve talebi bilmek;
zuhura ve izhâra sebep olan emrin bilinmesi; kemâl ve noksanlığı bilmek; kelâmı,
harfleri ve mahreçleri bilmek; noktalan, îrabı, bunların kül-lî mertebelerini,
inşa ve te'siri bilmek; cem ve terkiplerin sırrı; fiilî ve infiali
keyfiyetler; beşerî tasavvurlar ve mertebeleri; ifâde ve istifâde ilmi; anlatma
ve aktarma araçları; uzaklık ve yakınlığın sırrı; idrâki engelleyen perdelerin
sırrı; ilme ulaştıran yolların sırrı ve bunların kısımları, alâmetleri,
sebepleri; vasıtaların sırrı, bunların ispat edilmesi ve ortadan kaldırılması;
küllî mertebelerin hükümlerinin birbirine sirayet etmesinin sırrı; bu
mertebelerin altındaki cüzîlerin ihata ve hükümdeki taalluk açısından
farklılıklarına göre birbirlerine sirayet etmeleri; tafsilî mertebede olan ve
sonra gelen tabinin, küllî mertebede ve önce olan metbu-ya tabiliğinin
açıklanması; münâsebetlerin sırrı; değişme, şekillenme ve kaynaşmanın/iltiam
sırrı; isimlerin ve bunların isimlerinin bilinmesi; küllî benzerlikleri
bilmek; misâllik, benzeşme, tetabuk, tetabukun sırrı; sonradan gelenin öncekine
tabiliğinin sırrı ve bunun tersi -bu, isimlerin nüshaları olan ilâhî kitaplara
nispetledir; kevnî varlıkların nüshaları ve bunlardan meydana gelen ve
terekküp eden şeyler ki, bunlar, onların dışında değildir; insân-ı kâmilin
mertebesinin sırrı; bir kitap ve cami bir nüsha olması itibarıyla insân-ı
kâmilin özelliklerinden söylenmesi gerekenler; fetih ve iki kitapta hâkim olan
miftahlar/anahtarlar: iki kitap, büyük kitap ve muhtasar kitap ve bunların
içerdikleri şeylerdir. Bunlardan fatiha suresine mahsus olanlar; kayıt, tayın
ve ıtlakın sırrı; iki tarafı[20]
birleştiren berzahların sırrı; küllî fâtihlerin sonlan; cevamiu'l-kelim ve
ilâhî esrar.
Bunlara ve benzeri konulara
Allah'ın izni ile vâkıf olacaksın. Ben, Allah'ın ifâdesini kolaylaştırdığı
şeyleri, araştırma ve düşünme neticesi olmadıkları için "Özet" bir
şekilde sunmayı düşünmüyorum; bunun yanı sıra, nakli ve dirayeti birleştirmeyi
de düşünmüyorum. Bu nedenle bu başlıkları -ki genel konusu, bu ön giriştir-
ortaya koyarken, kitabın başlangıcında zikredilen fasılları ve bölümleri takip
etmek şeklindeki yaygın adeti benimsemedim.
Şu da bilinmelidir ki:
Başlığını zikrettiğim konuların dışındaki meselelerden ise, Fatiha hakkındaki
açıklamanın gerektirdiği şekilde ve bu özetin tahammül edebileceği ölçüde kısa
değinmeyle söz edilecektir. Böylelikle düşünen kimse, bu kaideler sayesinde
bu surenin sırlarının açıklamalarını öğrenir ve surenin gizli nurlarının
güneşleri kendisini aydınlatır.
Binaenaleyh, bu bilinmezi
inceleyip, sırlarını ve mânâlarını ortaya çıkartmak isteyen kimsenin şunu
yapması gerekir: Bu kişi, onu harf harf, kelime kelime düşünüp, sonlarını
başlarına bağlayarak, ortalarını başlangıçlarına ve sonlarına ilhak ederek
surede dercedilmiş sırları bir araya toplaması gerekir.[21]
Manevî yapı sisteme kavuşup,
kelâmın rûhaniliğinin sureti zihni mertebede somutlaştığında, insaf ve ibret
gözüyle ve de dirayet ve basiret sahipleri gibi bunu inceler. Bu durumda, bu
muhtasarda ifâde edilmiş garip sırları ve ilimleri bilir; ince anlam ve
işaretleri öğrenir. Bunun ardından kişi, elde ettiği hayır ve fayda
karşılığında Allah'a hamd etmelidir; bir doğru bağlamını veya kendince uygun
bir yorumunu bulamadığı herhangi bir eksiklik ve yanlışlık görürse, kendisi
kabul edemese dahi bunun mümkün olabileceğini düşünüp, Allah Teala'nm şu
âyet-i kerimesini aklında tutmalıdır: "Her ilim sahibinin üzerinde bir
âlim vardır.[22] Çünkü Allah'ın ilmi,
belirli bir mizanda sınırlı olamaz veya ölçen bir kanun ile zabt edilemez.
Bununla beraber, beşeriyet
eksiklikler mahallidir. Eğer bir eksiklik söz konusu olursa, o beşeriyetten ve
müşahede sahibinden kaynaklanmaktadır; yoksa bu eksiklik, müşahede edilenden
veya "varid"den kaynaklanmaz. Bu bağlamda, imam-arifin bir ifâdesinde
zikredilen "Suyun rengi kabının rengidir" deyişi, tam bir şifadır.
Kuşkusuz ki Allah, en iyi
yöntem ve yola ulaşmayı nasip edendir. [23]
Bu giriş, bir takım külli
kaideleri içermektedir. Bu kaidelerin bir kısmı, başka bir takım kaidelerin
anlaşılmasına yardım ederken, bütünü ise, Özellikle Fatiha suresinin bazı
sırlarının açıklanmasını tekeffül eden bu satırların içerdiği ve pek çok akim
ve idrâkin aşina olmadığı külli hakikatleri, garip ilim ve sırları olmak
üzere, Hakkın kelâmı ve kelimelerinin anlaşılmasına yardım eder. Bu ilim ve
sırlar, idrâkten uzak olmaları, ulvîlikleri ve sırlarının gizliliğinden dolayı
akıl ve idrâklerce bilinemezler. Çünkü, bunlara sadece alışkanlık perdelerini
yırtan ve basiret gözlerinden tabiat örtüleri ve inanç hükümlerinin kalkmış olduğu
insanlar ulaşabilir. Ayrıca, bu hakikatlere, hakkında iyiliğin takdir edildiği
ve ilâhî inayetin kuşattığı kimseden başkası ulaşamaz. Böylelikle ilâhi inayet,
bu insanı başarı ve minnete ulaştırıp, rabbinin "kab-ı kavseyn ev edna/bir
ok kadar veya daha da yakın"[24]
makamına ulaştırdığı kimsenin mirasından nasibdar eyler.
Bu kaidelerden her birisi,
temel hakikatler ve ilâhî ilimlerle ilgili meseleleri kapsamaktadır. Bunların
bir kısmının "şer'î deliller" ile, bir kısmının "nazarî
deliller", diğerlerinin ise zevke ve keşfe dayanan "burhanlar"
ile tespit edilmeleri mümkündür; keşfe dayanan bu burhanlara,
"nûranî" mükaşefeler ile ve de açık ve kâmil zevklerle tahakkuk eden
hiç kimse itiraz edemez.
Her gurubun, doğruluğunda
ittifak edip, kabul ettikleri bazı usulleri ve öncülleri/mukaddem vardır ki,
bu usul ve öncüller, o kimselerin dayandıkları ve baş vurdukları mizanlarıdır.[25] Buna
göre bu usul ve öncüller bu guruba mensup her hangi bir muhakkik tarafından tam
olarak kabul edildiğinde, bu kişi, bunlardan sahih kıyaslar ve yetkin deliller
oluşturabilir ki, bu usulleri benimseyen kimseler, bu deliller ve kıyaslarda
kendisine itiraz edemez; çünkü bu usuller, o gurubun mizanı ve mi'yarıdır.
Bu durum sabit iken ve iş
açıkladığım gibi olmakla beraber, bu kaidelerde zikredilen ve bundan sonra
gelecek meseleleri -ifâdelerinde böyle bir yöntemi benimseyen kimseler gibi-
şer'î veya nazarî ve zevkî deliller ile ortaya koymaya çalışmadım; fakat Allah
takdir etmişse, yazarken bu delillerden zikrettim. Bunu da, perdeli kimseleri
meseleye ısındırmak, tereddüt sahibi zayıf kimseleri teskin ve bu bilgilere
ortak olanlara da hatırlatmak için zikrettim.
Fakat, girişin başında bir
bölüm takdim ediyorum, bunda nazarî aklın mertebesine, akılcılara ve fikrin
sahibini ulaştıracağı nihai noktaya dikkat çekeceğim; böylelikle, fikrin
imkânlarının eksikliği, sırrı, neticesi ve gayesi bilinir.
Binaenaleyh bu kitaba ve
bunun gibi ehl-i tarîkin ifâdelerine vâkıf olan kimse, şunu tam olarak idrâk
eder/tahakkuk ki: Fikrî delillerde ve cedelci takrirlerde herhangi bir fayda ve
çare bulunsaydı, nebiler, resuller ve Hakkın hüccetlerini ayakta/kaim tutan ve
onların taşıyıcısı olan veliler, bu delillerden ve yöntemlerden yüz
çevirmezlerdi; bu veliler, nebilerin ve resullerin vârisleridir.[26]
Bununla beraber,
zikrettiğimin dışında bir takım engeller daha vardır ki, bunlar ifâdelerimde
sözü edilen yöntemi takip etmemi engellemişlerdir.
Bunlardan birisi şudur: Ben,
Allah'ın kitabını tefsirle ilgili ifâdelerimde "cedel" ve
"fikir" mensuplarının tarzını, özellikle de bir hadisin sakmılmasmi
belirttiği tarzı tercih etmedim.[27] Bu
hadis, şudur: "Her kavim, bulundukları hidâyet yolundan ancak cedel ile
saparlar." Ayrıca, âyet-i kerime'de Allah teala şöyle buyurmaktadır:
"Bu misâli sana ancak cedel olsun diye verirler." (Zuhruf, 58)
Böyle bir yöntemden uzak
durmamın bir sebebi de, eserimin "veciz" olmasını istememdir.
Bu bağlamda başka bir sebep
ise, bu hitabımın öncelikli muhataplarıdır. Bunlar, Ehlullah'tan ve Hakkın has
kullarından olan muhakkikler ve onları sevip, kendilerine ve hallerine inanan
temiz, nûrlanmış kalb ehli, selim fıtrat[28] ve
parlak akıl sahipleridir. Onlar, sabah-akşam rızâsını umarak Rablerine dua
ederler[29];
temiz bir gönülle sözü işitir ve en güzeline tabi olurlar[30];
bundan önce ise, idrâk melekelerini "cedel", "niza" vb.
gibi özelliklerden temizlerler ve Hakkın cömertlik nemalarına hücum ederler ve
O'nu gözetirler[31]; Hakkın aziz katından
kendilerine gözüken şeylerin, kimin eliyle ve hangi isim mertebesinden[32]
belli bir vasıtayla veya vasıtasız olarak ulaştığma/varid bakarlar ve en güzel
edeple O'nu dinlerler; bazen Rablerinin genel mizanı ile, bazen ise özel mizanı ile bu
varidi değerlendirirler[33],
fakat kendi akıllarının mizanı ile ölçmezler.
Binaenaleyh bu Özelliklere
sahip kimseler, sahih zevklerin neticelerinden faydalanan kimselerdir. Ayrıca
onlar, sarih keşif ilimleri ile bezenmişlerdir. Bu özellikte bir insan
muhatabımız olduğunda, "nazarî takrîr"lere ihtiyaç duymayız.
Bu kimse, ya
"ortak" tır, basiret gözüyle haberi ve haber verileni birleştiren
"asü"a muttali olduğu için, verilen haberin doğruluğunu bilir.
Ya da bu kişi, sahîh fıtrat
ye imân sahibi bir mümindir, kalbi saf ve temizdir; tabiatının ve de mahalde
(kalb) yerleşmiş çeşitli ilgi ve meşguliyetlerinin neden olduğu ince perdenin
ardından işittiği haberin doğruluğunu bilir. Kalbteki bu ilgi ve meşguliyetler,
o kişinin söz konusu bilgiye ulaşmasına engel olmazsa da, tam bilgi/kemâl-i
istida sahibi olmasını engellerler. Bu kimse, keşfe istidat sahibidir, idrâke
ehildir, işittiğinden faydalanır, imân nuru ile müşâhede/iyân makamına terakki
eder.
İşte bu nedenle tembih ve
işaret ile yetinilmiş, tembih ve işaret geniş açıklama ve izahlara tercih
edilmiştir. Bu konuda da, Hak-km peygamberine yönelik kelâmında ve kendisine
olan emrindeki yöntemi tercih edilmiş ve benimsenmiştir: "De ki: hak
Rabbi-nizdendir dileyen imân eder, dileyen kâfir olur." (Kehf, 29).
Hak, peygamberine, söylediği
ve haber verdiği her konuda mükellef ve muhatap olan her bir fert için bir
mucize göstermesini veya mutlak delil/hüccet ortaya koymasını emretmemiştir.
Gerçi Hz. Peygamber, bunu yapmaya kadir idi, çünkü o, susturucu ilâhî
delillerin ve apaçık gerçek âyetlerin sahibi idi; ayrıca, Hz. Peygamber,
cevamiu'l- kelim özelliğine sahip olan ve "evvelkilerin ve
sonrakilerin/geçmiş ve gelecek ümmetlerin" ilimlerinin bahsedildiği
kimsedir. Üstelik Hz. Peygamber, çeşitli zamanlarda, çeşitli insanlara karşı
ve de diğerlerine nispetle basit meselelerde mucize göstermiş ve kesin
deliller ortaya koymuştur.
"Ehl-i fikir"
olmakla birlikte ilk hâkimlerin/filozof de böyle davrandıkları rivayet
edilmiştir. Onların adeti, halvet, riyazet ve benimsemiş oldukları
"şeriat" kaidelerinin gereğine göre davranmaktı. Binaenaleyh,
herhangi bir mesele kendilerine açıldığında maslahatın gerektirdiği ölçüde onu
mürit ve talebelerine açıklarlardı.
Fakat, sözü edilen
filozofların bu bilgiyi talebelerine aktarmaları, "burhanı" takrir
ile değil, "hatabî" dille olurdu. Eğer, kendilerince makbul bir
maslahat, ifâde ettikleri hususa dair "burhan" getirmelerini
gerektirirse, onlar da bu delili ortaya koyarlar ve düşüncelerini
delillendirirlerdi; aksi takdirde, sadece talebelerine söylemek istedikleri
şeyleri ifâde etmekle yetinirlerdi. Bu durumda, herhangi bir itiraza
yeltenmeden bunu kabul eden talebe, bu bilgiden yararlanır; içinde kuşku
bulunan veya herhangi bir itiraz ileri süren talebeye ise, bu hâkimler cevap
vermezler, onu kendisiyle ilgilenmeye, hakkında kuşku duyduğu meselenin kesin
bilgisini de riyazet ve kalbini temizlemekle Tanrı katından araştırmaya sevk
ederlerdi.[34]
ilk filozofların bu tavn,
Aristoteles devrine kadar böyle devam etmiştir.
Bundan sonra ise, "cedel
sanatı" ortaya çıkmıştır. Cedel sanatının kullanılışı,
"Meşşailer" diye isimlendirilen Aristoteles ta-kipçileriyle
başlamıştır.
"Sebepler"den bilgi
alan ve "vasıtalar"a yönelen akılcıla-rm/ehl-i fikr ve teemmül tavrı
böyle ise, Hakkın nuru ile aydınlanıp, O'nun hidâyeti ile doğru yolu bulan
insanların durumu nasıl olabilirdi ki? Onlar, peygamberin getirdiği gerçek
şeriat ile sülük ederler ve iki risâletin "kandil"i vasıtasıyla
Rablerinden bilgi alırlar; bu iki risâlet, melekî ve beşerî risâletlerdir.
Ayrıca onlar, her hangi bir kevnî vasıta veya önceden belirlenmiş bir bilgi
aracı veya çaba olmaksızın da Rablerinden bilgi alırlar.
Nitekim Hak, Hz.
Peygamberimiz hakkında böyle haber vermiştir: "Sen okuma ve imân nedir
bilmezdim. Fakat biz onu bir nûr yaptık, o nur ile kullarımızdan dilediğimizi
hidâyet ederiz." (Şura, 52). Allah, başka bir âyet-i kerîme'de ise şöyle
buyurmuştur: "Sen bundan önce bir kitap okumamış ve onu elinle yazmış
değildin. Aksi halde inkarcılar şüpheye düşerlerdi. Hayır Kur'an, kendilerine
ilim verilenlerin gönüllerine yerleşmiş apaçık âyetlerdir." (Ankebut,
48-49).
işte bu gibi tam zevk,
"hak ilim" ve "doğru nûr" diye isimlendirilmiştir, çünkü
bu ilim, gaybın sırrını keşf eder, her türlü şek ve şüpheyi ortadan kaldırır.
Şimdi de, fikir ve nazarî
burhanların mertebesini, bunların gayesini, erbabının durumunu, buna dair
sırlan ve ilmi nükteleri açıklayan bir mukaddimeyi -ilâhî hüccet diliyle-
kısaca zikredeceğim. Bunun ardmdan da, ehlullaha göre sahih ilmin -ki, nazarî
ve diğer ilimler bu ilmin kısmî hüküm ve sırlarından ibarettir- mâhiyetini
açıklayacağım. Bu ilim nedir? Nasıl elde edilir? Hükmü nedir? Eseri nedir?
Bunun ardından ise -Allah'ın
izniyle- daha önceden vaat ettiğimiz hususları zikredeceğiz.
Böyle bir mukaddime, ilmin
sırrını, mertebelerini ve açıklanması vaat edilen meseleleri izah eden bir
girişin şartı olmasaydı, bunu burada sunmaz, böyle bir takrir tarzını da
benimsemezdik. Fakat bu mukaddimeyi takdim etmemizin sebebi,
"perdeli" kimselerin dikkatini şuna çekmektir: Akılcıların,
"hüccet", "ya-kınî ilmin gerçekleşmesinin özelliği ve
şartı" görüp, kesin ilme ulaştırmada "en kâmil metot" diye
benimsedikleri tarzdan sarf-ı nazar etmemizin nedeni, o yöntemi ve onun
mâhiyetini bilme-yişimiz değildir. Bunun nedeni, o yöntemin kapasitesinin/felek
azlığı, meydana getirdiği afet ve sıkıntılarının ise çokluğudur; başka bir neden
ise, Hakkın kâmil kullan ve inayetinin ehli olanları adına tercih ettiği
yöntemi esas almak ve ona uymak niyetimizdir. [35]
Kardeşler! Allah, kurbiyetine
mazhâr olmuş kullarını dost edindiği gibi sizleri de dost edinsin! Bahisler
üzerine na--zarı deliller getirip, yerleştirmek ve bunları fikir düzeyinde
şüphelerden, cedel düzeyinde ise itirazlardan salim olacak şekilde aklî
delillerle ispat etmek, mümkün değildir.
Çünkü nazarî hükümler,
erbabının idrâk araçlarına göre değişir. Bu idrâk araçları, idrâk sahiplerinin
teveccühlerine tâbidir. Teveccühler ise, akide, eğilim, mizaç ve münâsebetlerin
farklılığına bağımlı oîan maksatlara tâbidir. Bunların dışındakiler ise, gerçekte/nefsü'1-emr
"kabiliyet" mertebelerinde ve onların istidatlarına göre çoğalan ve
taayyün eden esma tecellîlerinin eserlerinin farklılıklarına tabidirler.
Bunlar, maksatları ortaya çıkartırlar ve itikat ve eğilimlerde hüküm
sahibidirler; fikir ve itikat ehlinin nefisleri, bu eğilim ve inançlara arzu
duyar ve onlarla bezenirler.
Çünkü tecellîler, vahdet
kaynağında ve "hazretu'1-kuds" mertebesinde
"vahdaniyet/birlik" özelliğindedirler ve "heyula-nî"
özellik taşırlar. Fakat bunlar, gelişlerinde, kabiliyetlerin istidatlarının ve
bu istidatların tabiî ve ruhanî mertebelerinin hükümleriyle; ayrıca,
mevtinlerin, vakitlerin ve bunlara tâbi hâllerin, mizaçların, cüzî sıfatların
ve rabbani emirlerin gerektirdiği şeylerin hükümleriyle boyanırlar.
Bu rabbani emirler, ilk ilâhî
vahiy ile ulvî suretlere, bu suretlerin ehlinin ve bunlarda görevli olanların
ruhlarına tevdi edilmişlerdir. Böylelikle, bu tecellîlere bakan kimse de,
eserleri farklılaştığı için tecellîlerin de gerçekte çoğaldığını zanneder,
hâlbuki durum böyle değildir.
İşte, zikredilen sebeplerden
dolayı, nazari akıl mensupları aklî düşüncede ileri sürdükleri şartlarda,
fikirlerinin gereklerinde ve ulaştıkları neticelerde görüş ayrılıklarına
düşmüşler, farklı düşüncelere ulaşmışlardır. Binaenaleyh, bir şahsa göre doğru
olan, diğerine göre yanlış; birisine göre delil olan şey, diğerine göre şüphe
olmuştur.
Bu insanlar, her hangi bir
konudaki tek bir hükümde bile görüş birliğine varamamışlardır: Her guruba göre
"doğru", kendisinin doğru bulup, tercih ettiği ve mutmain olduğu
şeydir.
Her hangi bir delile
görünürde bir problemin sirayet etmesi, zorunlu olarak, o delilin yanlış olduğu
ve bu delille ispat edilmek istenilen meselenin gerçekte doğru olmadığı
anlamına gelmez. Çünkü, biliyoruz ki: doğruluğunda hiçbir kuşkunun bulunmadığı
pek çok şey vardır ki, bunların sahih olduğuna dair herhangi bir delil ortaya
koyamayız.
Burhanlar ile ispat edilmiş
pek çok mesele görürüz ki, bir gurup bu meselelerin doğruluğuna kesin olarak
kanaat getirmiştir. Bu gurup ve kendileriyle aynı çağda yaşayan insanlar, bu
burhanların Önermelerinde bir bozukluk ve yanlışlık veya delillere zarar veren
bir zayıflık görememişler, böylelikle bunların "bedi-hî burhanlar" ve
"yakını ilimler" olduklarını zannetmişlerdir.
Bir müddet sonra, aynı
insanlar veya kendilerinden sonra gelen kimseler, bu önermelerin bir bölümünde
veya hepsinde yanlışlık bulunduğunu anlamışlar, bunlardaki yanlışlığı ve bozukluğu/fesat
ortaya koymuşlardır. Böylece de, bu burhanları tezyif eden ve değerlerini
düşüren problemlerle karşılaşmışlardır.
Ardından, bu burhanları
zedeleyen problemler de tartışılmıştır: Acaba bunlar, sadece bir şüphe
midirler veya bu burhanlar-daki hüküm gibi sahîh midirler? Acaba, burhanları
eleştirenlerin hâli, daha önceden bu burhanları kabul edenlerin hâli gibi
midir?
Çünkü, bu burhanları
inceleyen ve benimseyen kimselerin melekeleri/kuvvet, daha önce açıkladığımız
gibi, birbirlerinden farklıdır; ayrıca, bazı araştırmacılarda uzun bir süre
sonra bu delilleri zayıflatan bir görüş ortaya çıkabilir veya böyle bir şey
beklenebilir. Bununla birlikte bu uzun süreden önce, bu delilleri düşüncelerinde
kullanıp, bu burhanlara bağlanan kimselerin hata etmiş oldukları meçhul kalır.
Bazı insanların bu yönden
hata etmiş olmaları mümkün ise, bütün insanların hata etmesi de mümkündür. Eğer
hata/galat, bunun farkına varılması veya bazı insanların bazen hatalı veya
bazen de doğru delillere güvenmesi söz konusu olmasaydı, din ve mezhep
mensupları arasında veya başka konularda herhangi bir görüş ayrılığı olmazdı.
İşte, görüş ayrılıklarının varlığı,
işaret edilen sebeplerden kaynaklanmaktadır.
Bazı akılcıların/ehl-i nazar
mutmain olup, benimsedikleri ve kendilerince doğru saydıkları bir şeyi
benimsemek, muhaliflerinin düşüncelerini benimseyip, üstün saymaktan daha
geçerli ve öncelikli değildir, iki veya daha fazla çelişik görüşü telif etmek |
de mümkün değildir, çünkü iki görüşten birisi, mesela, diğerinin inkâr ettiği
bir şeyi ispatı gerektirebilir. Bu durumda, bu iki düşünceyi uzlaştırmak mümkün
olmadığı gibi, her ikisini beraberce benimsemek de mümkün değildir. Bu
görüşlerden birisini diğerine tercih, tercih edenin elindeki bir burhana
dayanıyor olsa bile, her iki fikir de aynı durumda ve aynı hükümdedir, nitekim
daha önce bunu belirtmiştik.
Eğer bu düşüncelerden
birisini benimsemek her hangi bir burhana dayanmıyorsa, tercihi gerektiren bir
delil olmaksızın bu düşünce diğerinden üstün sayılmıştır/tercih bila-muraccah.
Bu durumda ise, fikirlerin neticeleri ve nazarî delillerle kesinliğin bulunması
ve kesin kanaatin gerçekleşmesi mümkün değildir.
Hal böyle iken, nazar ve
delil mensubu olduklarını iddia eden insanların çoğu, ifâde ettiğimiz hususu
kabul etmekle beraber, pek çok konu hakkında içlerinde bir kesinlik bulurlar.
Bu insanlar, bu meselelere dair bilgilerinde kuşku duyma gücüne sahip değillerdir;
onlar, bu delilleri kabul etmişler ve mutmain olmuşlardır.
Bu insanların bu deliller
karşısındaki durumları, bir açıdan, zevk mensuplarma/ehl-i ezvak, bir açıdan da
öncülleri kabul edip, neticede kuşkulu davranmakla akıl karşısında vehim mensuplarına
/ehl-i evham benzemektedir; bu noktada, gizli bir sır vardır ki, muhtemelen
daha sonra bu sırra işaret edeceğim. [37]
Akılcılar/ehl-i fikir,
başvurulacak fikrî kanun üzerinde çeşitli açılardan görüş ayrılığına düşmüşlerdir,
bu görüş ayrılıklarını şöylece tespit edebiliriz:
Birincisi, bazı karineler
üzerindeki görüş ayrılıklarıdır. Bazı karineler, bir gurup insana göre netice
verirken, bazılarına göre ise aynı karineler başarısız kalmaktadır.
İkincisi, zorunlu olmadıkları
hâlde bazı hükümlerin zorunlu olduğuna dair hüküm vermede düştükleri görüş
ayrılığıdır.
Üçüncüsü, kanunun nazarî
kısmının bedihî bir esasa dayanması ve selim fıtratların ilimleri elde etmede
kafî olup, kanundan müstağni kalması yönünden bir kanuna ihtiyaç olup olmadığı
veya böyle bir kanundan müstağni kalınıp kalınamayacağı noktasındaki görüş
ayrılıklarıdır.
Akılcı/ehl-i fikir insanların
zikrettiğimiz bu konularda pek çok görüş ayrılıkları vardır. Bunları ortaya
koyacak değiliz: çünkü amacımız dikkat çekmek ve işaret etmektir.
Fikrî kanunu savunan
kimselerin benimsedikleri başka bir görüş ise, evleviyet ve ihtimalin faydasını
savunan kimselerin bağlandıkları düşüncedir. Bu insanlar, şunu iddia
etmişlerdir: Biz, kesin olarak, insanların pek çok meselede pek çok hataya
düştüklerini görmekteyiz, bundan sonra da, aynı durumun gerçekleşmesi
mümkündür. Binaenaleyh, az sayıdaki insanın fikrî kanundan müstağni kalması,
pek çok insanın ona muhtaç olmasını engellemez.
Evleviyete gelince: Bunu,
kendilerine itiraz yönelten kimselere cevap bağlamında zikretmişlerdir:
İtirazcılar, şunu ileri sürmüşlerdir: Sizler, kanunun iki kısma, yani zarurî
ve nazarî kısımlara ayrıldığını, nazarî kısmın ise zarurî kısımdan elde
edildiğini kabul ettiniz. Buna göre zarurî, bu kanundaki ilimleri elde etmede
yeterli ise, diğer ilimlerin elde edilmesinde de yeterli olması gerekir. Aksi
hâlde, müktesep cüz, başka bir kanuna ihtiyaç duyar.
İşte onlar, bu itiraza şöyle
cevap vermişlerdir: Bütün metotları kullanmak/kuşatmak, kişiyi hataya
düşmekten korur. Böylelikle, fikrî kanuna muhtaç olmak, ihtiyatlı bir iş
olmaktadır.
Bazı insanların selim
fıtratları sayesinde, bazılarının ise çaba olmaksızın sadece kendisine mahsûs
ilâhî yardım ile pek çok konudaki fikirlerinde isabet etmiş olması, başka
insanların bu kanuna ihtiyacını ortadan kaldırmaz. Buna örnek olarak, fıtraten
şair olan kimse ile, ölçü/aruz ile şiir yazan kişiyi veya şehirli-ecnebi-ye
nispetle Nahiv ilmine ihtiyaç duymayan bedeviyi verebiliriz.
Tahkik ehlinin lisanıyla
deriz ki: Selim bir zeka ve fıtrat sahibi olmasından dolayı fikir kanunundan
müstağni olduğunu kabul ettiğiniz azınlığın, Haktan ilim alan, O'nun cömertlik
denizinden beslenen ve Vücûdunun esrarına muttali olan kimselere nispeti,
mizana muhtaç olan çoğunluğun nispeti kadardır; çünkü ehluîlah, "azın
azı"dır.
Akılcıların kıyaslarmdaki
dayanak/umde, burhandır[38]. Burhan
ise, "innî" ve "limmf'dir. Burhan'm özü ve esası da, orta terimdir.
Onlar, orta terimin burhan ile elde edilmediğini kabul etmişlerdir; orta
terim, bir tasdik değil, tasavvur kâbilindendir.
Bütün bu söylediklerimizden
şu sonuç çıkmaktadır: Mizanın bir bölümü, müktesep değildir ve mizanın müktesep
bölümü, müktesep olmayan bölümünden meydana gelmektedir. Bu durumda,
akılcılara ve ehl-i nazara göre kesin ilmin kendisine bağlı olduğu ve de işin
ve aslın umdesi durumundaki burhanın özü, müktesep değildir. Bunun yanı sıra
bazı şeyler vardır ki, bunların sahîh veya fasitliğine dair itirazı geçersiz
kılacak bir "burhan" düzenlemek/tertîb imkânsızdır; aksine her
delile, hasmın kabul ettiği bir takım itirazlar yöneltilebilir.
Bununla beraber, insan ve
kendisinin dışındaki pek çok kimse, bu durumun (hakkında burhan getiremediği,
ancak doğru olduğunu bildiği bilginin) doğru olduğunda hiç bir kuşku duymaz.
İşte bu, "sahîh ilim vehbîdir, müktesep değildir" dediklerinde zevk
ehlinin ve mezheplerinin durumudur.
Bu insanlar, şunu ileri
sürerler: Hakkın katından telakki yoluyla elde ettiğimiz ve hakkında nazarî
burhan getiremediğimiz bilgilerimizde, hiçbir kimse bizi kuşkuya düşüremez. Bu
bilgiler hakkında bizde hiçbir tereddüt ve kuşku bulunmamaktadır. Zevk ehlinden
buna ortak olanlar, bu bilgilerimizde bize muvafakat etmektedirler. Siz ise,
sadece burhanların öncüllerindeki bozukluğu /halel idrâkte bazılarınızın
kusurundan dolayı birbirinize muvafakat etmektesiniz. Bu burhanlar, bu girişte
sebebini açıkladığımız gibi, muvafakat mevzusu olan konuların ispatı için
getirilmişlerdir.
Kısaca, şu ortaya çıkmıştır
ki: Herkesin nihayette mutmain olduğu bilgiler, herhangi bir kesbî delil
olmaksızın, o kimsenin kendi zevkine göre doğruluğu ortaya çıkan ilimlerdir,
böylelikle o kişi, o bilgiden tatmin olmaktadır. Bu kişi ve düşüncesinde ve
bilgisinin kaynağında kendisine ortak olan kimseler, o bilgilerin doğruluğuna
hükmederler. Bu bilginin dayanağı ise, o kişinin tatmin bulduğu şeydir
/müteallak[39]
Artık, geriye şunu tespit
etmek kalmıştır: Acaba, kabul edilip, hakkında doğruluk hükmü verilen bu şey
gerçekte/fi-nefsihi, söz konusu kimsenin inandığı gibi doğru mudur, değil
midir?
Bunun cevabı şudur: Bu durum,
sadece gerçek bir keşif ve ilâhî bildirmeyle bilinebilir.
Böylelikle, şu
kesinleşmiştir: Herhangi bir kuşkunun bulunmadığı yakını ilmin, fikri kanun
ile ve nazarî burhan ile elde edilmesi zordur.
Bununla birlikte,
gerçekte/nefsü'1-emr doğrulukları ve kabul edenlerinin nazarında kuşkulardan
salim olmaları itibarıyla burhanlarla ispat edilen şeyler, doğruluk ve
yanlışlıklarına dair herhangi bir kesin delilin/burhan bulunmayışından dolayı
ihtimali i ve tereddütlü olan şeylere nispetle son derece azdır.
Hâl böyle iken, şunu
söyleyebiliriz: Eşyayı, sadece burhan yoluyla bilebilmek, ya mutlak anlamda
veya pek çok durumda imkânsızdır.
Basîret ve selim akıl
sahipleri için, sahîh bilginin elde edilmesinin iki yolu olduğu ortaya
çıkmıştır: Birisi, nazar ve istidlal ile "burhan yolu"; diğeri ise,
keşf sahibi için bâtınını tasfiye ve Hakka iltica ile gerçekleşen
"iyan/müşahede yolu". Bunlardan nazarî yöntemin durumu, önceki
ifâdelerle netleşmiştir, ardından ikinci yol da belli olmuştur. Bu yol,
soyutlanma/taarri ve tam muhtaçlık/fakr, "lübb/akıl"ü kevnî
ilgilerden, ilimlerden ve kanunlardan bütünüyle boşaltarak Hakka yönelmekten
ibarettir.
İnsan, sülüğünün
başlangıcında tek basma bu ikinci yolu gerçekleştiremez. Bu nedenle, bilgide
kendisinden önce olanlara ve Hakkın yoluna sülük eden kâmillere uyması/ittiba
gerekir. O kâmiller, vuslat yoluna dalmışlar, gaye ve amaca ulaşmışlardır.
Bunlara örnek olarak, resulleri verebiliriz: Allah, onları emrinin ve
irâdesinin tercümanları, ilminin ve inayetinin mazhârları yapmıştır.
Binaenaleyh, onların hâllerine, ilimlerine ve makamlarına kâmil anlamda vâris
olan kimselere, Allah'ın eşyayı mâhiyeti üzere izhâr eden bir nûr bahşetmesi
umulur. Nitekim Allah,
peygamberlerine ve onlara
tâbi olan inayetinin ehline ve yaratıklarından hidâyette bulunan kimselere bu
nuru bahsetmiştir.
Bu makamın, temel asılları,
mühim nükteleri vardır ki, daha sonra bunlara işaret edeceğim. Ayrıca,
"Bizi sırât-ı müstakime ulaştır" âyetinden söz ederken "hidâyetin
sırrı" meselesinde Hakkın takdir ettiği ölçüde bunlardan bahsedeceğim. [40]
Biliniz ki: İlahi
bilgilerin/mevârid kendileriyle taayyün edip, belirgin/ınüteayyin hâle geldiği
izhâr edici, bâsit-mücerret hakikatlerden her birisinin, bir takım levazımı,
sıfatları, vccihleri ve hassaları/özellik vardır. Bu hakikatler, kev-nî
hakikatler ya da isimlik veya vasıflık yoluyla Hakka nispet edilen hakikatler
olabilirler. !Bu sıfatlar ve zikredilen diğer şeyler, hakikatlerin hükümleri
ve nispetleridir. Binaenaleyh bunların bazısı, yakın/karîb özellik ve levazım
iken, bazısı ise uzak/bait özellik ve levazımdır.
Herhangi bir hakikati
öğrenmek isteyen kişi ile öğrenmek istediği bu hakikat arasında bir açıdan bir
ilişki/münâsebet, bir açıdan da bir farklılık/muğayeret bulunmalıdır. Buna
göre, bilen ile bilinen arasındaki farklılık, o şeyin talebini gerekli kılan
"yoksunluğu/fakd" mümkün kılarken, münâsebet, talep edilen şeyin
farkına varmayı gerektirir.
İnsan, "camiliği/her şeyi
kuşatması" açısından, bütün kevnî varlıklardan farklı iken, kevne ve ilâhî
isimlere ait hakikatlerin toplamının bir "nüsha"sı olması yönünden
de, bütün varlıklarla münâsebet içindedir. Binaenaleyh insan, her hangi bir
şeyi öğrenmek istediğinde, farklı olduğu yönüyle değil, kendisinde o şeye
münasip olan yönüyle onu öğrenmek ister: çünkü, aradaki münâsebet bütün
açılardan ortadan kalksa, talep imkânsız hâle gelirdi, bunun nedeni, hiç bir
şekilde bilinemeyen bir şeyin talep edilemez oluşudur. Aynı zamanda, bilen ile
bilinen arasında bütün açılardan münâsebetin bulunması da, talebi ortadan
kaldırır; bunun nedeni ise, elde bulunan şeyin talebinin imkânsızlığıdır.
İşte, sadece aradaki
münâsebet yoluyla bazı sıfat ve arazlar hakkında oluşan bilinç, daha önceden
hissedilen bu sıfat ve arazların aslı olan hakikatin bilgisini talebe sevk
eder.
Binaenaleyh "nefs",
bilinen bu sıfattan veya lâzımdan veya arazdan, aşama aşama yükselip, bunlarla
bu şeylerin aslı olan "hakikat"e veya bu asla izafe edilen diğer
sıfat, özellik ve arazlara ulaşmak ister.
Kıyas ve öncüllerin
oluşturulması, talibin nefsinin nazarî düşüncesiyle idrâk etmek istediği her
hangi bir hakikate ulaşmasını temin eden bir yoldur. Buna göre talip, bazen o
şeyin sıfat, lâzım ve hassalarını bilgi düzeyinde aşarak ona ulaşır; bazen
ise, ya düşüncesinin zayıflığından veya daha önce sebebini belirttiğimiz
idrakindeki bir kusurundan veya sadece Hakkın ve dilediği kullarının bildiği
başka engellerden dolayı o şeyin bilgisine ulaşamaz.
Bu engellerin en barizi, her
fırkanın belirli bir mertebede yerleştirilmiş olmasıdır; böylece o mertebe,
ehliyle hayât bulur/imar ve ulûhiyet mertebesinin her şeyi kapsaması nizâma
kavuşur. Nitekim, bu bağlamda, bir beyitte şöyle denilmiştir:
Onların işleri isimlere göre
İcra olunur . Zâtın hükümlerle
tavsifinin hikmeti de böylece gerçekleşir
Bu tarz bilmenin nihayeti,
herhangi bîr şeyin hassasının veya sıfatının veya uzak veya yakm lâzımının
bilgisinden, o şeyin başka bir sıfatına veya özelliğine ulaşmaktır. Talibin böylelikle
Öğrenmiş olduğu bu hakikâtin sıfatı, bazen önceden bilmiş olduğu veya talebe
sevk eden sıfattan daha yakm bir nispet olabileceği gibi, bazen bu sıfattan
daha uzak bir sıfat olabilir.
Bu sıfatın yakınlık ve
uzaklığı, talip ile bilmek istediği şey arasındaki münâsebete ve bu münâsebetin
kuvvet ve zayıflığına ve Allah'ın o kişi hakkındaki takdirine göre değişir.
Binaenaleyh, talibin
"nazar" kuvveti, eşya ile arasındaki münâsebetin hükmü sayesinde,
bazı sıfat ve hassalara ulaşıp, bunların bilgisinden o şeyin hakikatini
bilmeye sıçrayamazsa, o kişi bu hakikatten elde ettiği bilgiyle tatmin olur. Bu
bilgi, bu sıfatın o hakikatle ilişkisine ve sıfâtm mâhiyetine göre olduğu gibi,
aynı zamanda bu talibin bilgisinin o şeyle olan münâsebetine de bağlıdır.
Böylece talip, gayeye ulaştığını ve bilgi düzeyinde bu şeyi ihata ettiğini
zanneder; hâlbuki o, gerçekte, o şeyi sadece bu tek sıfat veya araz veya hassa
veya lâzım açısından bilebilmiştir.
Başka birisi de, aynı
hakikati kendisiyle bu hakikat arasındaki gizli bir münâsebet yoluyla, başka
bir sıfat veya lâzım veya hassa yönünden araştırmaya girişir. Böylece o da
araştırır, inceler, bilgiyi elde etmek için kıyas ve öncüller düzenler.
Böylelikle de, mesela, ilkinin ulaştığından farklı bir sıfata ulaşıp, bu hakikate
dair bilgisinin ulaştığı bu sıfat yönünden başka bir açıdan o şeyi bilmiş olur.
Böylece, tam ve kuşatıcı bir şekilde bilmek istediği hakikatin künhüne vakıf
olduğunu zannederek, o hakikâtin mâhiyeti hakkında, bu sıfat ve bu cihetin
gerektirdiği şekilde bir hüküm verir; hâlbuki o, gerçekte, bu hakikate dair
bilgisinde yanılmaktadır.
Aynı şekilde, üçüncü,
dördüncü ve besince bir kişinin de bu şeyin bilgisine farklı yollardan ve
farklı açılardan hareket ederek ulaşması söz konusudur.
Binaenaleyh, bir tek meseleyi
inceleyen kimselerin hükümleri, idrâklerinin konusu/müteallak olan sıfat, hassa
ve arazların farklılığından dolayı değişir. Bunlar (sıfat, araz ve hassalar),
aynı zamanda talibin mâhiyetine vakıf olmak istediği şeye dair ilminin
nihayeti olduğu gibi, aynı zamanda, bilinmek istenilen şeyi tanıtan ve
kendilerine göre başka şeylerden ayırt eden özelliklerdir.
Buna göre, herhangi bir bilim
gurubunun idrâkinin yöneldiği şeyler, zikrettiğimiz ve açıkladığımız üzere,
başka bir gurubun idrâkinin yöneldiği şeylerden farklıdır. Dolayısıyla, her
iki gurubun aynı şeyi tarif etmeleri, tanımlamaları, isimlendirmeleri ve ifâde
etmeleri de birbirinden farklıdır.
Bunun sebebi, zikrettiğimiz
farklılıktır (idrâklerin yöneldiği niteliklerin farklılığı); başka bir sebep
ise, o şeyi idrâk eden fikir kuvvetinin/nazar, insan ruhunun cüzî bir kuvveti
olmasıdır; binaenaleyh, cüzî-fikir kuvvetinin kendisi gibi cüzîlerin dışındaki
şeyleri idrâk etmesi mümkün değildir. Bunun sebebi ise, muhakkiklerin ve selim
akıl sahiplerinin ittifak ettikleri şu kaidedir: Bir şey, hakikati itibarıyla,
kendisinden farklı olan başka bir şeyi idrâk edemez. Herhangi bir şey,
kendisine zıt ve ondan farklı olan bir şeye, bu zıtlık ve farklılık yönünden
tesir edemez.[41]
Daha sonra -Allah'ın izniyle-
bu meselenin esasına ve sırrına vakıf olacaksın.
Artık, bu kaideleri düşün ve
anla ki, perdeli kimselerin ve marifet ve müşahede sahibi pek çok kimsenin
Allah hakkındaki görüş ayrılıklarının sebebini öğrenesin! Ayrıca, bu zikredilen
hususları anladığında, hangi türde olursa olsun insanların bilgi-lerindeki
farklılıkların sebebini de öğrenmiş olursun.
Tekrar konumuza dönüp, şöyle
deriz: Fikir kuvveti, ruhun bir sıfatı ve hassası olduğu için, sadece kendisi
gibi bir sıfatı idrâk etmiştir.
Ruhanî kuvvetler,
muhakkiklere göre, ruhtan farklı olmadıkları için, "nazar/fikir"
sahibinin her hangi bir hakîkati bilmiş olduğunu kabul etmemiz gerekir. Fakat
kişinin öğrenmiş olduğu bu hakîkat, o kişinin bu sıfatla ve sıfatın da o
kişiyle irtibatlı olduğu bir açıdan gerçekleşmiştir. Bu sıfat, o kişinin nazar
ve bilgisinin nihayeti ve de her ikisinin konularıdır/müteallak, nitekim daha
önce bunu belirtmiştik.
Kuşkusuz, "Ehl-j
nazar"m üstadı ve imamı Reis İbn Sina -ya fıtratının sahîhliği sayesinde
nazarî kuvvet perdesinin ardından veya bazı ifâdelerinde ima ettiği gibi zevk
yoluyla- bu sırra muttali olduğunda, şu kanaate varmıştır: Eşyanın
hakikatlerine vakıf olmak, insanın gücünü aşar. İnsanın bilebileceği nihai
şey, eşyanın hassaları, lâzımları ve arazlarıdır.[42]
îbn Sina, bunu ortaya koymak
için/takrir açık ve kesin örnekler vermiş, özellikle Hakkın bilinin esiyle
ilgili meselelerde olmak üzere, haberdar ve insaflı birisi gibi maksadını
açıklamıştır, îbn Sina'nın bu tavrı, ilk ifâdelerinden genellikle meşhur olan
görüşlerinden farklı olarak, son dönemlerindeki eserlerinde bulunmaktadır. Bu
eserde, özellikle "nazar" mensuplarmki-ler olmak üzere, her hangi bir
kimsenin sözünü ve yorumcuların nakillerini aktırmayacağım diye kendimi
bağlamamış olsaydım, inkarcı ve cedelci akılcılara/ehl-i nazar karşı kendi
sistemlerinden delil getirmek için o bölümü zikrederdim; fakat, iş-bu taahhütten
dolayı, bundan vazgeçtim. Ayrıca, buradaki amaç, insanın idrâk kuvvetinin saît
fikir gücü açısından, eşyanın hakikatlerini idrâk edemeyeceğinin
açıklanmasıdır.
Bu girişin başlangıcında,
akıl sahibinin işaret edilen bu meseleye istidlal edebileceği şeyler, bunun
neden imkânsız olduğu vb. gibi, bu konuyla ilgili sırlar zikredilmiştir;
gelecek bölümlerde, -Allah nasip ederse- daha fazla açıklamalarda bulunacağız.
Aklî ve hayalî-hissî zihnî
idrâk vasıtalarının tekil ve çoğul olarak taalluk ettikleri her şey,
bâsit-mücerret hakikatler üzerine zait değillerdir. Bu hakikatler, bölünme
kabul etmeyen bir tek varlık ile oluşmuşlar, böylelikle de kendileri
için/îi-nefsiha zuhur etmişlerdir. Fakat bunların bazıları, zuhurda, hükümde,
taallukta ve ihatada diğerlerine tabidirler. Buna göre metbu olan, daha
Önceden zikrettiğimiz sebeple, "hakikatler", "illetler",
Hak ile varlıkta kendisine tâbi şeyler arasındaki "vasıtalar"; tâbi
olanlar ise, "hassalar," "levazım", "arazlar",
"sıfatlar", "haller", "nispetler",
"maluller", "meşrutlar" vb. diye isimlendirilmiştir.
Bu hakikatler,
"varlık"tan ve birbirleriyle irtibatlı olmaktan mücerret iken
düşünülüp, her birisi bir şeye izafe edilmediğinde, her türlü isimden,
sıfattan, na'ttan, suretten ve hükümden -bilkuvve değil- bilfiil soyutlanırlar.
Binaenaleyh, mücerret hakikatler hakkında ismin ve na'tm ortaya çıkması;
terkip-bâsitlik, zuhûr-gizlennıe, idrâk etmek-edilmek, küllîlik-cüzîlik,
tâbilik-metbuluk gibi ve bunların dışında dikkat çektiğimiz ve çekme-
diğimiz şeylerle
nitelenmeleri, öncelikle vücûdî hükmün üzerlerine sirayet etmesiyle
gerçekleşir ve ortaya çıkar. Fakat bu sirayet Öncelikle "Vücûd"un,
her hangi bir mertebede veya mertebelerde ve o mertebeye göre zuhur etmesiyle
"taayyün" etmesi cihetinden gerçekleşir; bunu, daha sonra Allah'ın
izniyle, genişçe açıklayacağız, ikinci olarak ise, bu hakikatlerin hükümlerinin
birbirleriyle irtibatı ve bazı hakikatlerin eserlerinin "Vücûd" ile
diğerlerinde zuhur etmesiyle gerçekleşir; bu, bilinmelidir.
Buna göre, "metbu/tabi
olunan" hakikatlerin ilk ve mücmel müşahedesi ve taakkulü, onların
mücerret mânâlar oldukları bilgisini verir. Bunların bir özelliği, -mutbu ve
muhît olarak düşünüldüklerinde- çeşitli suretleri kabul etmek ve aralarındaki
"zâtı münâsebet" sayesinde bu suretlere bitişmektir/iktiran. Bu
münâsebet, mücerret mânâlar arasında ve de onları ve eserlerini kabul
edip/kabil, kendilerine bitiştikleri suretler arasında bulunmaktadır. Bu
münâsebet, bütün hakikatleri birleştiren/cami ve kuşatan "Asl"m hükmüdür.[43]
Nitekim, daha önce buna işaret edilmişti.
Tabi hakikatlerin ilk ve
mücmel müşahedesi ve taakkulü ise, "mücerret" hakîkat olmaları
yönünden haklarında hiç bir hükmün ya da ismin veya na'tm bulunmadığının
bilgisini verir. Fakat bu tâbi hakikatlerin özelliği, âynî/haricî varlıkta
zuhur ettiklerinde, cevher ve hakikatlerin arazları, suretleri, sıfatları ve
levazımı olmalarıdır; bu cevher ve hakikatler, tabi hakikatlerden öncedirler ve
tabi hakikatler bunlara bağlıdırlar.
Suret, bu ilk hakikatlerin
taakkul edilmesini sağlayan ve bunların kendisiyle zuhur ettikleri şeyden
ibarettir. O, yani suret, aynı zamanda her şeyin hakikatine verilen müşterek
bir isimdir. Bu hakikat, cevher, araz veya her hangi bir şey olabileceği gibi,
aynı türde veya şekilde veya tarzda da olabilir. Nitekim, toplumun yapısının,
saf veya asker sureti gibi bir sureti vardır, denilir. Ayrıca, şeriat gibi
koruyucu bir sisteme de "suret" denilir.
Mâhiyeti açısından suretin
mefhûmu, diğer hakikatler gibi, mücerret bir hakikattir
Müşahede edilen her çeşit
surette bu durum bilindiği gibi, "ilâhî mazhâr" diye isimlendirilen
şeylerde de bunun benzerinin olduğu bilinmelidir. Çünkü işaret ettiğim tarif,
gaybe ait hakikatlerin gayb oluşları itibarıyla sadece kendisiyle zuhur ettikleri
her şeyi kapsar.
Bu kaideden -hakkıyla
düşünülürse- şunlar ortaya çıkmıştır: Zuhur, içtima, icâd, izhâr,
bitişme/iktiran, tevakkuf, münâsebet, tekaddüm/öncelik, teahhur/sonralık,
hey'et, cevherlik, arazlık, sûretlik, bir şeyin mazhâr veya zahir olması, ya da
tâbi veya metbu olması ve benzeri şeylerin hepsi, mücerret mânâlar ve makûl
nispetlerdir.
Bunlarm birbirleriyle olan
irtibatı ve söylediğimiz gibi kendileriyle zuhur eden tek Varhk/Vücûd-ı vahid
ile birleşmeleriyle, bazı hakikatlerin diğerleri üzerinde, ihata, taalluk,
hüküm, öncelik ve sonralıkta farklılıkları zuhur eder. Bu farklılık,
fül-infial, tesir-teessür veya tâbilik-metbuluk, sıfât-mevsufluk,
lâzımlık-melzumluk vb. şekilde isimlendirilen nispetlere göredir.
Fakat, bütün bunların varlığı
ve bekası, Hakkın emri ve irâdesinin sırnyla kendi hazretinde hükmü zuhur eden
ve bütün bunları izhâr eden "cem" hükmünün kendilerine sirayet
etmesine bağlıdır; bu "cem", ilâhî-vücûdî, ahadiyet/birlik
özelliğine sahiptir.[44]
Bunu tespit ettikten sonra şu
da bilinmelidir ki: Eşyanın hakikatlerini, daha sonra bahsedeceğimiz ilmî
mertebedeki basitlikleri ve mücerretlikleri açısından bilebilmek imkânsızdır.
Bunun sebebi, her hangi bir şeyi kendi "ahadiyetimiz/birlik" açısından
idrâkimizin imkânsız olmasıdır; çünkü o, hiç bir şekilde, kesret/çokluk
hükümlerinden soyutlanamaz. Nitekim insan, herhangi bir şeyi mücerret hakikati
ya da sadece kendi varlığı açısından idrâk edemez.
Bir şeyi idrâk etmemiz,
"a'yan"ımızm varlık ile vasıflanıp, hayât ve ilmin bizimle kaim
olması ve bizimle idrâk etmek istediğimiz şey arasındaki engellerin ortadan
kalmasıyla gerçekleşir; böylelikle o şey, idrâk için müsait hâle gelir.
İşte bu, o şeye dair
bilgimizin bağlı olduğu asgari şartlardır ve bu şartlar, pek çok şeyden
oluşmaktadır.
Eşyanın hakikatleri,
mücerretlikleri makamında, "vahdaniyet/birlik" özelliğindedirler ve
basittirler; bir ve basit olanı ise, daha önce ima ettiğim ve sebebini birazdan
açıklayacağım gibi, sadece "vâhid/bir" ve basit olan idrâk edebilir.
Binaenaleyh biz, eşyanın sadece sıfatlarını ve arazlarını idrâk edebiliriz ki,
bunlar, herhangi bir şeyin sıfat ve levazımından ibarettirler; yoksa, herhangi
bir şeyi mücerret hakikati açısından asla idrâk edemeyiz: her hangi bir şeyi,
ona ait bir sıfat veya hassa veya araz veya lâzım itibarıyla değil de hakikati
açısından idrâk edebilseydik, o hakikâtin benzerini de idrâk etmemiz mümkün
olurdu. Çünkü hakikatler, hakikat olmaları itibarıyla, birbirlerine benzerler;
iki benzerden birisi hakkında mümkün olan şey, diğeri hakkında da mümkündür.
Bunun ardından gelen eşyanın
hakikatlerine dair mücmel bilgi, ancak bu hakikatlerin sıfat, araz ve
hassalarla taayyün etmelerinden sonra gerçekleşebilir; nitekim, daha önce
sıfatı, her hangi bir mevsufun sıfatı olması anlamıyla taayyünü yönünden tarif
etmiştik.
Mücerretîikîeri açısından
hakikatlerin mâhiyetim bilebilmek ise, özel bir vecih dışında imkânsızdır.
Bunları bilmenin mümkün olduğu özel vecih, kevnî nispet ve sıfatların arifi
sınırlamasının ortadan kalkmasıyla gerçekleşir. Arif, "Ben onun işitmesi
ve görmesi olurum" makamı ile bunun üzerindeki mertebeyle tahakkuk ettiğinde
bu sınırlılıktan kurtulur; üzerindeki mertebe ise, kendisine komşu ve
"kurb-i feraiz"e mahsus makamdır ki, bu makamın sırrına -Allah'ın
izniyle- daha sonra dikkat çekeceğim.
Bazı hükümlerine dikkat
çektiğim bu sırrm, gerçekten de, kapalı ve anlaşılması ve ifâdesi son derece
güç başka bir takım sırları daha vardır. Bunlardan birisi, mümkünlerin
hakikatlerine sirayet eden Hakkın tecellîsinin hükmüdür.
Kâmil
îmam-Şeyhimiz/îbnü'l-Arabi, Rabbine münacaat ettiği bir kasidesinde, bu hükmün
bir özelliğine işaret etmiştir ki, sözünü ettiğimiz konuyla ilişkilidir.
Hiç bir şeyde o şeyin
hakikâtini idrâk edemem, Nasıl olur da idrâk ederim ki, siz içindesiniz
Varlıklar/ekvan ve vasıtalar
mertebesini aşan ilâhî kattan bilgi armaya ehil olan kimseler, bu menzil ve
mukaddimelere vakıf olup, ilâhî inayetin cezbeleriyle bunlardaki perde ve
engelleri aştıklarında, henüz işlerinin başında basîretleriyle şunu müşahede
etmişlerdir: Alemin sureti, mânâlar ve hakikatler âleminin bir örneğidir.
Böylelikle bu insanlar, olgular alemindeki her hangi bir suretin, gaybî ve
manevî bir hakikâtin misâli ve mazhân olduğunu öğrenmişlerdir.
Birleştirici/cami bir nüsha
olan insanın uzuvlarının bâtınî kuvvetlerine nispeti, âlemin suretlerinin
bâtını hakikatlere nispetleri gibidir; bunların hükümleri de, onların
hükümlerine benzer.
Buna göre, görünen şeylere
nispetle insanın gözünün/basar durumu, manevî makûllere ve gaybî malumlara
nispetle "basîref'in hâli gibidir:
Göz, zerreler ve tozlar gibi
küçük şeyleri veya tam parlaklık hâlinde güneşin merkezi gibi büyük nesneleri
görmekten acizdir. Göz -güneşin merkezinin nurun ve aydınlığın kaynağı olduğunu
bilmekle beraber- idrâk etmekten aciz olduğu için bu bölgede siyahlık
bulunduğunu zanneder.
Böylelikle, gözün idrâkinin,
"tam açıklık" ve "tam gizlilik" gibi iki uçta
gerçekleşmediği ortaya çıkmıştır. Nitekim aynı şey, iki perde mesabesindeki
"tam aydınlık" ve "tam karanlık"ta da böyledir. Bu
ikisi/tam karanlık ve aydınlık arasındaki ortak unsur olan ve kendilerinden
doğan "ziya/aydınlık" sayesinde netice/fayda meydana gelir.
Bu izahı, Allah'ın izniyle,
daha sonra tamamlayacağız.
İşte, akıllar ve basîretler
de, küçüklük ve büyüklükte "orta" makûlleri ve malumları idrâk edip,
çok küçük makûlleri idrâkte aciz kalırlar. Buna örnek olarak, mizaçların ve her
an içinde büyüme ve yok olma gibi cüzî değişmelerin kesin ve detaylı bilinmesinin
imkânsızlığını verebiliriz.
Akıl ve basîretler, Hakkın
(cc.) zâtı, isim ve sıfatlarının hakikatleri gibi insanın takatini aşan ulvî
hakikatleri idrâkten de -bunları ancak Allah ile idrâk edebilirler- acizdirler;
nitekim, daha önce bunu zikretmiştik.
Bu insanlar, uzak bir
mesafeden küçük hayvanın veya yıldızların ve güneşin cisminin her andaki
hareketleri gibi, aşırı uzaklıktan dolayı bazı şeyleri idrâk etmenin imkânsız
olduğunu düşünmüşlerdir. Bunun yanı sıra, aşırı yakınlıkta da durum bu
şekildedir; çünkü hava, gözbebeğine bitiştiği için idrâki imkânsız kılar.
Başka bir örnek ise, gözbebeğinin kendisidir; bu, görülen şeylere dairdir.
"Makûlat/akledilir"
ve basîret gücüyle görülen şeylerde de durum böyledir. Bu bölüme örnek olarak,
insanın idrâk melekesi nefis verilebilir: İnsan, başkasını idrâk eder, fakat,
kendisine nispetle en yakın şey olan kendi nefsini ve hakikatini idrâk edemez.
Binaenaleyh bu yolla, basîret
ve gözlerin/basar, ilâhî ve kev-nî-vücûdî hakikatleri ve bunların kapsadığı
mânâ ve sırları idrâkten aciz oldukları kesinleşmiştir.
Ayrıca, sahîh ilmin kesb ve
çaba ile meydana gelmeyeceği de ortaya çıkmıştır. Sahîh ilim, Hakkın gaybma
mahsus "feyz-i ak-des"i ve imdadı olmaksızın beşerî
kuvvetler/melekeler tarafından elde edilemez; söz konusu imdat, daha sonra
belirteceğimiz, Zât'a ait nûrî-ilmî ve ilâhî tecellîyle gerçekleşir.
Fakat tecellînin kabulü,
tecellî eden/mütecellî ile tecellî edilen /mütecellâ-leh arasındaki münâsebeti
temin eden "istidad"a tâbidir; böylelikle, Hakkın eserinin kendisine
bağlı olduğu/tevakkuf "irtibat" gerçekleşmiş olur.
Çünkü tecellînin, tecellî
ettiği bütün şeylerde bir hükmünün, eserinin ve suretinin bulunması kaçınılmazdır.
Bunların ilki, kesin/muhakkak zevki ilmin içerdiği "şuhûdî hâl"dir.
Bununla birlikte, Zât'a ait Gayb-ı Mutlak'tan zuhur ve taayyün etmesi açısından
tecellînin kendisi, ilâhî bir tesirdir. Bu tesir, Zât mertebesinden
tecellîgâhm mertebesine taayyün etmiştir, çünkü tecellîyi tayın ve tahsis eden
tecellîgâhdır.[45]
Her hangi bir müessirin bir
şeye tesiri, ikisi arasında bir irtibat olmaksızın gerçekleşemez, irtibat ise,
münâsebete bağlıdır; münâsebet ise, manevî bir nispettir ve sadece karşılıklı
ilişki içinde olan/mütenasibeyn iki şey arasında taakkul edilebilir. [46]
Şeriat mensupları, zevk ve
selim akıl sahipleri arasında muhakkik olanlar şu konuda ittifak etmişlerdir:
Hakkın hakikati, bilinemez. Zâtı açısından Hak ile yaratıkları arasında hiç bir
münâsebet olmadığı için başkasının ilmi, Hakkın hakikatini ihata
edemez.[47]
Çünkü Hak ile yaratıkları
arasında herhangi bir açıdan bir münâsebet sabit olsaydı, Hak bu açıdan
yaratıklarına benze-miş, bunun dışındaki noktalardan ise onlardan farklı
olurdu; Hak ile yaratıkları arasında müşterekliği temin eden yön, farklılık
yönünden başka bir şeydir. Bu durumda ise, müstağnilik ve ahadiyetle çelişen
"fakr" ve "imkân"a neden olan "terkip" ortaya
çıkardı. Ayrıca halk da, bizzat mümkün ve mahluk olmasına rağmen, bir açıdan
Hakka benzemiş olurdu. Çünkü bir şey, başka bir şeye benzerse, o şey de zorunlu
olarak kendisine benzer.
Vâhid/Bir olan Hak, bütün
bunlardan ve kendisine layık olmayan şeylerden münezzehtir. "Hakkın, benzeri
gibisi yoktur." (Şura, 11)
Bu zikrettiğimiz hüküm doğru
olmakla beraber, Hakkın yaratıklarında tesirinin bulunduğunda ise, hiç bir
kuşku yoktur. Böylelikle, iki durumu uzlaştırmak güç olmuş, bu sırrı açıklayacak
kesin bilginin öğrenilmesi zorlaşmıştır. Bununla beraber, insanların
çoğunluğu, bu bilginin son derece açık ve belli olduğunu zannetmişlerdir,
hâlbuki durum hiç de böyle değildir.
Ben bu meselenin bazı
sırlarını -Allah'ın izni ile- açıklayacağım.
Hak subhanehu ve teala, bazı
kullarını bu duruma muttali kılmak isteyince, öncelikle âlemlerden müstağni
Zât'ımn özelliğini, ulûhiyet ve ona tâbi isimler, sıfatlar ve nat'larla onlara
bildirmiştir; bunun ardından da, Zâtının melun ile irtibatını göstermiş,
onları ilâh ve melûh arasındaki "bağımlılık/tezayüf" sırrına vâkıf
kılmıştır. Bu bağımlılık, her ikisinin hem varlık ve hem de takdir olarak
diğerine bağlı olmasını ifâde eder. Böylelikle bu insanlar, Hak ile yaratıkları
arasındaki "münâsebet" yönlerinden birisini idrâk etmişlerdir.
Bunun ardından Hak,
ulûhiyetini, aklen ve şer'an sabit olan "vahdaniyet" özelliğiyle ile
nitelemiştir. Onlar da, ulûhiyeti haricî âlemde varlığı/ayn olmayan
"makûl" bir nispet olarak öğrenmişlerdir. Böylelikle bu insanlar,
Hak ile yaratıkları arasındaki münâsebetin başka bir yönünü daha müşahede
etmişlerdir. Ayrıca Hak, bu insanlara şunu bildirmiştir ki: İster pek çok cüzden
oluşmuş olsun, isterse de basit olsun her varlığın kendisine özgü bir
"ahadiyef'i vardır; bu ahadiyet, "çokluğun ahadiye-.. ti/ahadiyet-i
kesret" olsa da böyledir.
Her anda o varlığın zahir ve
bâtınında hâkim ve galip olan şey, o varlığın sıfatlarından birisi veya
çokluğunun/kesret kendisinden meydana geldiği hakikatlerinden birisinin hükmüdür.
Buna göre zahirî itibarıyla
varlığa hâkim olan, dört keyfiyetten herhangi birisinin diğer keyfiyetlere
baskınlığıdır. Bu dört keyfiyet, bir araya geldiklerinde varlığın bedeninin
mizacı oluşur: İşte, bâtın açısından da durum aynen bu şekildedir. Çünkü her
müridin irâdesinin, bütün hâl ve zamanlarda sadece bir konusu olduğu gibi,
kalb de, her şeyi kapsama gücünde olsa bile, bir vakitte sadece bir tek şeyi
içerebilir.
-Hak, bu insanlara her
varlığın ahadiyetini o varlığın "mâhiyet" ve "ayn-ı
sabite" diye isimlendirilen hakikati yönünden göstermiştir. Mâhiyet veya
ayn-ı sabite, bir şeyin ezelde Hakkın ilmindeki taayyünü nispetinden ibarettir.
Hakkın ilmi ise, iki farklı görüşe göre, kendi Zâtının bir "nispet"!
veya mevsufun-dan ayrı olmayan "zâtı sıfâh"dır.
Şu hâlde, ilâhî ilimde sabit
oluşu açısından her varlığın ma-lumluk nispeti, mevsufundan ayrı olamaz.
Böylelikle, özellikle Zâtın
ilminde farklılığın bulunmayışı itibarıyla -bu düşünceyi benimseyenlere göre-
zikredilen bu ve-cihlerden başka bir takım "münâsebetler" de ortaya
çıkmıştır: Binaenaleyh, ulûhiyet bir nispettir, mahımluk bir nispettir, taayyün
bir nispettir, kendisiyle nitelenilen vahdet de bir nispettir.
"Ulûhiyet" bir nispettir; "Vücûd"tan mücerret olması
açısından mümkün "ayn" bir nispettir; "Kûn/Ol" ve benzeri
bir ifâdeyle yaratmaya dönük "ilâhî teveccüh" bir nispettir; Zât'a
ait Gayb-ı Mutlak mertebesinden taayyün eden ve irâde nisbetiyle
sınırla-nan/muhassas "tecellî" de bir nisbettir; taayyünü açısından
bu tecellînin taalluk ettiği şey de, bir nispettir; "varlık
ortakhğı/vü-cûdî müştereklik" bir nispet olduğu gibi, "ilmî"
müştereklik de bir nispettir.
Binaenaleyh, ifâde ettiğimiz
veya dar anlayış ve zayıf akıllılardan ve onların maruz kalacağı afetlerden
çekinerek zikretmediğimiz şeyler ile, Hak ve halkı arasındaki
"münâsebet" sahîh olmuştur.
Böylece, irtibat sırrı ortaya
çıkmış, "münâsebet" bağıyla ilâh ve melûh arasında "eser"
meydana gelmiştir. [48]
Sonra şöyle deriz: İnayet
ehlinden olan salihler, zikrettiğimiz meseleyi idrâk edip, işaret ettiğimiz hususlara
vâkıf olunca şunu öğrenmişlerdir: Sahîh ve kâmil keşif açısından zevke dayanan
"sahîh" ilmin gerçekleşmesi, ilâhî inayetin ardından cüzî,
zâhi-rî-bâtınî melekelerin farklı ve çeşitli amaçlardan kurtulmuş olmasına
bağlıdır. Bunun yanı sıra, idrâk mahallinin her çeşit ilim ve itikattan, hatta
"Hak"tan ibaret olan "matlub"un dışındaki her şeyden
temizlenmesi de gerekir. Bunun ardından kul, kendisinden bilmiş olduğu tarzda,
icmâlî ve küllî bir teveccüh ile Hakka yönelmelidir. Bu teveccüh, günlük bilgilerden/taayyün,
kişinin itikadına ve başkalarını taklidine bağlı beğenmeler-den/istihsan, kevnî
veya diğer farklı ilgi alanlarına yönelik çeşitli arzulardan soyutlanmıştır.
Bunun yanı sıra kul, niyetini
ve himmetini birleştirmeli, tam bir ihlasa sahip olmalı ve hiç bir kesinti veya
düşünce bölünmesi ve niyet parçalanması olmaksızın sürekli veya en azından çoğu
zaman bu hâlde bulunmaya çalışmalıdır.
Binaenaleyh, bütün bunlar
yerine getirildikten sonra nefis ile ilâhî gayb ve
"Hazretü'1-Kuds/Kudsiyet mertebesi" arasındaki "münâsebet"
kemâle erer. Hazretü'1-kuds, varlığın kaynağı ve isimlere ait tecellîlerin
kökenidir/memba. Bu tecellîler, bütün varlıklara ulaşıp, tecellîye mazhâr olan
herkesin/tecellîgâh mertebesinde ve ona göre taayyün eder ve çoğalırlar; yoksa,
tecellîlerin çoğalması, bir ve mutlak olan tecellî edene/Hak göre değildir.
Hak, böyle bir şeyden
münezzehtir.
Fakat bu tecellîlerin,
bunların hükümlerinin, tecellîgâhlarmın kendilerini kabul ve eserlerini telakki
edişlerinin ve de bunlar ile kabiliyetlerde zuhur eden şeylerin önemli sırları
vardır. Vakit, bu sırların detaylarını zikretmemiz için yeterli değildir.
Bu mevzunun ve bulunduğumuz
ilmî makamın çağrıştırdığı şeyleri, kısaca ve işaretle zikrediyoruz; bunlar,
sırlarını ve mertebelerini açıklama sadedinde olduğumuz konulardır. [49]
Bilinmelidir ki: Hakkın
imdadı ve tecellîleri, her nefeste âleme ulaşır. Kâmil tahkike/tahkîk-i etemm
göre ise, sadece tek tecellî vardır. Bu tecellînin kabiliyetlere, mertebelere
ve istidatlara göre çeşitli taayyünleri zuhur eder. Bundan dolayı da bu
tecellîye taaddüt/çoğalma, farklı na'tlar, isimler ve sıfatlar eklenir; yoksa
bu tecellî, haddi zâtında çoğalmış veya zuhuru yenilenmiş ve tekrarlanmış
değildir. Öncelik/tekaddüm ve sonrahk/teahhur gibi yenilenme, tekrar,
sınırlanma ve değişme vehmi veren mümkünlerin hâlleri, tecellînin
çoğalmasında-ki durum gibidirler; yoksa tecellî/emir, ıtlakta/mutlaklık ve
takyitte, isimde veya sıfatta, eksilmede veya artmada sınırlanmaktan
münezzehtir.
İşaret olunan ve daha sonra
da zikredilecek olan ahadi-yet/birlik özelliğindeki bu tecellî, "vücûdî
nûr"dan başka bir şey değildir. Vücûd ile nitelenmelerinden önce veya
sonra Haktan mümkünlere bu nurdan başka bir şey ulaşmaz. Bu tecellînin dışındaki
şeyler ise, mümkünlerin hüküm ve eserlerinden ibarettir. Bu hüküm ve eserler,
zuhur esnasında bazı mümkünlerden diğerlerine zikredilen "vücûdî" ve
"vahdanî" tecellîyle ulaşırlar.
Vücûd, Hakkın dışındaki
şeyler için zatî bir şey olmayıp, aksine Hakkın tecellîsinden kazanılmış
olduğu için âlem, sürekliliğinde her an ahadiyet özelliğindeki "vücûdî
imdâd"a muhtaç olmuştur. Bu imdat, hiçbir aralık ve kesilme olmaksızın
devam eder. Zikredilen imdat, bir an bile kesilmiş olsaydı, âlem anında yok
olurdu. Çünkü adem/yokluk, mümkün hakkında "lâzım/zorunlu", vücûd
ise yaratıcısından kendisine gelen "arızî" bir Özelliktir.
Sonra şöyle deriz: Mümkün,
hiçbir anda "tefrika/dağılma" veya vahdaniyet /birlik özelliğindeki
"cem/birlik" hükmünün kendisine egemen olmasından kurtulamaz. Aynı
zamanda mümkün, kendisine yerleşen hâllerden herhangi bir özelliğin hükmünün,
diğerlerinin hükümlerine egemen/gâlip olmasından da hâli değildir, nitekim,
daha önce bunu açıklamıştık.
Eğer mümkün, tefrika hâlinde
bulunursa -ki, "tefrika" derken, bâtının kevnî hüküm ve ilgilerin
kirlerinden temizlenmemiş olmasını kastediyorum- kendisine ulaştığında
tecellî, kalbe hâkim olan sıfatın hükmüyle karışır ve kalbi kuşatan çokluğun
/kesret hükmüyle boyanır. Bunun ardından ise, aynı şey/emr, "irtibat"
sırrı sayesinde diğer nefsanî sıfatlara ve bedenî kuvvetlere sirayet eder; bu,
zikredilen sıfatların hükümlerinin insandan sâdır olan bütün fiil ve eserlere
sirayet etmesidir. Öyle ki, bu fiil ve eserlere insanın çocukları, amelleri ve
niyetine ve "ilmî huzûr"una bağlı ibâdetleri de dahildir. Ayrıca bu
hükümler, bütün bunlardan dünya ve âhirette meydana gelen neticelere de sirayet
eder.
Bu bağlamda Hz. Peygamber'in
"Çocuk babasının sırrıdır"; "Emzirme tabiatı değiştirir"
vb. gibi hadislerini hatırlamak gerekir. Bunlar, basiret ve akıl sahiplerine
göre son derece açık konulardır. Dolayısıyla onlar, bu meselelerde hiç bir
görüş ayrılığına düşmemişlerdir.
Ayrıca, renksiz ışığın
yansıdığı camın rengini almasını da bu bağlamda hatırlamak gerekir.
Binaenaleyh tecellînin
sıfatları, aydınlattığı ve temas ettiği şeye göre çoğalır; tecellîgâ
hm/tecellî edilen şey, sıfat ve kuvvetleri de tecellîyle birleşir. Böylece, bu
şeyde bu tecellînin gereği olan Hakkm emri infaz edilir.
Buna göre, sâlik Hakkın
dilediği ve belirlediği gayeye ulaştığında, tecellî, bu kevnî sıfatların
hükümlerinden soyutlanır ve manevî olarak "gayb" makamına döner. Bu
dönüşün detaylarını anlatmak, uzun sürer, hatta bunların açıklanması haramdır.
İşte, ilâhı tecellîlerin,
âlemin çoğunluğunun içinde bulundukları hâl karşısındaki durumu bu şekildedir.
Çünkü Hakkm Zâtına ait "iradî" emirleri, onlarda infaz olunur ve
onlar, bunların nereden ve hangi yolla geldiklerini bilemezler.
Tecellîgâh/mütecellâ-leh,
zikredilen kevnî ilgilerin hükümlerinden soyutlanmış iken himmet ve niyetini
biri eştirmiş /cem-i mütevahhid bir hâlde bulunabilir. Bu durumda
"vahdaniyet" özelliğine sahip kalbine parıldayan tecellî nuru,
varlıkların ve il-gilerin/alaik pasından arınmış "tam tecellf'dir. Bu
tecellî, ilk asıl olan "ahadiyet"ten zâtının kuşatmış olduğu
mertebelerde bölümlere ayrılan "külli ahadiyet"lerin hükümlerini
birleştirmiştir. Bu küllî ahadiyetlere örnek olarak, "ayn-ı
sabitesi"nin ve ilk tecellînin ahadiyetini verebiliriz. Bu ilk tecellîyle
kulun varlı-ği/ayn kendisi için zuhur etmiştir.
Kul, zikredilen tecellî
açısından, bu ahadiyet ile o ana kadar bekâsının kendisine bağlı olduğu ilâhî
imdadı kabul eder. Fakat kulun, ilâhî imdadı kabul etmesi, kendisine hâkim olan
hâle ve ikinci tecellî esnasında kendisine hâkim olan sıfatın birliğine göre
gerçekleşir. Bu ikinci tecellî, "fetih" katında/indinde gerçekleşir,
hatta bu tecellî, "fetih"! meydana getirir.
Buna göre birinci tecellîde
ayn-ı sabite, sadece "taayyün" sıfatıyla sınırlanmıştır; kula egemen
oîan vücûdî sıfat ise, taayyün ettikten sonra tecellîye belirli bir özellik
kazandırır. Bu sıfatın tecellîye kazandırdığı bu özellik, belirli bir hüküm
veya çeşitli hükümler ifâde eder ki, daha önce buna dikkat çekmiştik.
Şu hâlde, zikredilen
"tevhit" gerçekleştiğinde, ahadiyetlere mensup olan ve onlardan
ortaya çıkan bu müteaddit hükümler, hepsini kapsayan "AsiT'da mündemiç
olurlar. Böylelikle, tecellînin mahalli ve kendisine hâkim olan sıfat,
ahadîyet özelliğindeki "cem' î/ birleştirici" tecellî hükmüyle
boyanır. Bunun ardından da tecellî, mahallin hükmüyle boyanır.
Sonra bu nûr, sıfatlan ve
kuvvetleri aydınlatır, bu nurun hükmü onlara sirayet eder. Bu durumda
tecellîgâhın zâtının diğer hakikatleri ve sıfatları, vahdaniyet özelliğindeki
bu tecellînin hükmünü kazanırlar ve onun rengiyle boyanırlar. Bu boyanma,
kesretin hükümlerinin silinmesini/izmihlal ve gizlenmesini temin eder. Bununla
birlikte kesret hükümleri, bütünüyle yok olmazlar, çünkü böyle bir şey,
imkânsızdır.
Tecellî, ya ez-Zâhir veya
el-Bâtın veya el-Cami' isminin mertebesine göre tecellî eder; çünkü tecellînin
küllî mertebeleri, zikrettiğimiz bu isimlerle sınırlıdır.
Eğer tecellî, ez-Zâhir ismine
ait ise ve şehâdet aleminde gerçekleşmişse, tecellîgâha Hakkı her şeyde
"hal" olarak görme imkânı verir. Böylece tevhid hükmünün sırrı, o
kişinin tabiatının ve de hissî ve hayalî kuvvetlerinin mertebelerinde zuhur
eder.
Bu kimse, hiç bir varlığa
karşı zahit davranmaz.
Eğer tecellî, el-Bâtm ismine
ait olup, tecellîgâh da idrâk ettiği şeyleri kendi "gayb" alemiyle ve
onun içinde idrâk etmişse, bu tecellî, "vücûdun
birliği/ahadiyyetü'I-vücûd"nin bilgisini ve onu/vücûd Hakkın dışındaki
şeylerden/masiva'1-Hak nefyi -L-hal olmaksızın- ifâde eder. Böylece, tevhit
sırrı ve onun gereği olan marifet bu kişinin akıl mertebesinde zuhur eder.
Bu kul, görünen varlıklara
karşı zahit olur, bunların zahirî çokluklarından ve hükümlerinden darlığa
düşer.
Eğer tecellî, el-Cami' ismine
ait olup, idrâk sahibi de bunu gayb ve şehâdeti birleştiren "orta
mertebe" yönünden ve o mertebede idrâk ederse, iki tarafa da muttali ve
iki iyiliği birleştirme nimetine nail olur.
Bu makâmm, iç içe
girmiş/mütedahil bir takım hükümleri ve kapalı sırları vardır ki, bunların
açıklanması ve izahı geniş yer tutar. Benim maksadnn, özetle anlatmak olduğu
için, bu hüküm ve sırları açıklamaktan sarf-ı nazar ettim.
Allah, doğruya ulaştırandır.
Sonra şöyle deriz: Bu
tecellîler, "esma" tecellîleridir. Şayet tecellîgâhın kalbine belirli
bir sıfatın hükmü galip olmaz; bu kişi, Özel bir itikatla Hakka teveccüh veya
belirli bir isim veya mertebe veya hazret ile Hakka iltica da dâhil olmak
üzere, bütün alakalarından temizlenirse, bu durumdaki tecellî Zât'a mahsûs
"ahadiyet-i cem"e göre zuhur eder.
Böylece Zât güneşi, kalb
hakikatinin aynasını kalbin "ahadiyet-i cem/bütün ilgilerden kurtulup,
Hakka yönelmesi" açısından aydınlatır. Bu özellik, insan kalbinin
kendisiyle "benzer-lik/muzahat" makamına ulaştığı ve tecellînin
kendisine yansıması için genişlediği özelliktir.
Bu tecellîyi, içlerindeki her
şeyle birlikte ulvî ve süflî âlemler kabul edememişlerdir. Nitekim Allah,
peygamberi vasıtasıyla şöyle haber vermiştir: "Beni yerim ve göğüm
siğdıramadı. Mü'min, muttaki ve temiz kulumun kalbi beni siğdırabildi."
Ayrıca, kalbin bu tecellînin
istiva-gahı olması ve onun suretiyle zahir olması, kendisindeki bu
"ahadiyet-i cem" özelliği sayesinde mümkündür.
Sonra kalbin yüzeyi, ilâhî
istiva ile derinleşir/tebahhur, bu derinleşme ve birleşmenin/tevahhud ardından
da, kendisinden bir takım kollar çıkar. Bunlar, isimlerin nispetlerine göre
rûhânî sıfatların mertebelerinde "ulvî", tabiî kuvvetlerinin
mertebelerinde ise "süflî" olarak ortaya çıkarlar. Bu durumda,
"sebehat" diye isimlendirilen Zât güneşinin şuaları, gözün idrâkinin
taalluk ettiği şeyleri yakar.
Bunun neticesinde bu kişiye
mahsûs kıyamet kopar, Hak isminin lisânı şöyle der: "Bugün mülk
kimindir." (Ğafir, 40)
Binaenaleyh, bu esnada
kendisi adına herhangi bir hükmün, hakikâtin veya iddianın ortaya çıkacağı
kevnî bir nispet kalmadığı için, Hak kendiliğiyîe cevap verip şöyle buyurur:
"Mülk, Kah-har olan vâhid Allah'a aittir." (Ğafir, 40) Çünkü Allah,
zikrettiğimiz özellikteki kişide gizlenmiş olan el-Ewel'in tecellîsinden olan
"el-Ahir" isminin hükmüyle, varlık hükümlerini ve başkalık iddialarım
ortadan kaldırmıştır. Bu iddia ve hükümler, rubûbiyet makâmını elde etmek için
yarışırlar, kendi çokluklarım ve hükümlerini gizlemekle de onun
birliği/ahadiyet uğruna çekişirler.
Bunlar, "ahadiyef'in
kahrı altında yok olup, kurumuş bir hurma çekirdeğine dönüştüklerinde ve bunlardan
geriye hiç bir kalıntının kalmadığı görüldüğünde, "ilâhî istiva"
sırrı insana ait bu kalbe zuhur eder. Bu istiva, kemâl ve camilik özelliğine sahiptir.
Bunun ardından da, istiva ma
ha İlinin /müsteva mertebesinin lisânı, "er-Rahmân" ismine ait istivanın
ardından konuştuğu gibi, dile gelerek şöyle der: "Göklerdeki her şey
O'nundur." Gökler, zikredilen sıfatların ulvî mertebesidir. Bu mertebe,
"Allah" isminin istiva ettiği mahal ve daha önce açıklandığı gibi
"benzerlik/muzahat" mertebesinin sahibidir. "Yerde olanlar da
O'na aittir/' Bu mertebe, itibari olarak, onun süflîliğinin ve tabiatının
mertebesidir. "Ve ikisi arasındakiler." Bu ise, onun ulvî-liği ve
süflîliği birleştirmesinin mertebesidir. "Toprağın altındakiler de O'na
aittir/' (Taha, 6).
Bu ise, tabiatının
hükümlerinin neticeleridir; bu neticeler, kendisinden münfail oldukları için
"tabiat" mertebesinden daha aşağıdadırlar. Çünkü
"münfail"in mertebesi, "fail"in mertebesinin altındadır.
Böylece iş, tamamlanmıştır.
Bu durumda, meşhur iki hadiste
"Ben onun işitmesi ve görmesi olurum" ve "Allah kulunun diliyle
'Allah kendisine hamd edeni işitmiştir"' şeklinde işaret olunan
"kurb-ı neva-fü"'in mukabili "kurb-i feraiz" zuhur eder.
Bunun ardından,
"Allah" isminin mertebesinin lisânı şöyle der: "Allah,
kendisinden başka ilâh olmayandır. En güzel isimler O'na aittir." Bunun
nedeni ise, kulun bütün sıfat ve kuvvetlerinin, Hakkın isimlerinden birisine
dönüşmesidir. Kul, Rab-bmın gaybı perdesinin ardında mestur kalır ve lisan-ı
hâli, mecaz olarak değil, hakîkat olarak dile gelir:
Onun kanatlarının gölgesiyie
zamanımdan gizlendim
Artık, zâtım zamanımı görür,
o ise beni görmez
Şayet, günler ismimi sorsa
ben bilmem
Mekânım nerede derse,
mekânımı da bilmem
Çünkü o, keyfiyet ve mekândan
münezzeh olmuş, hakîkat-te/ayn hasıl olmuş, mertebesi itibarıyla da izzet ve
korunmuş-luk makamında her varlığın ve hakikâtin aklından perdelen-miştir.
Sonra, lisân-ı hâl ile bu
işaretlerden Allah'ın şu âyetleri kendisine okunur. "Onların işledikleri
her bir ameli ele alırız."(Furkan, 23).
Bunlar, bu insan ile zuhuru
ve kendilerindeki fiilin insana nisbeti itibariyle kesretin hükmünü izhâr eden
kevnî hükümlerdir. "Böylelikle onu zebun ettik" (Furkan, 23). Bunun
anlamı, daha önce de belirttiğimiz gibi, Hakka ait "ahadiyet-i cem"
ile bu kevnî hükümleri yok ettik, demektir. "Cennet ehli." Bunlar,
işaret ettiğimiz Hakkın gaybınm ve perdelemesinin mensuplarıdır. "O gün,
mekân açısından daha iyi ve sözleri daha güzel olanlardır." (Furkan, 24).
Hangi söz veya makam, Zât
gaybmda sabit olmaktan, onda gizlenmekten, başkalık ve varlıklara kulluktan
kurtulmaktan ve dilediği bütün şeylerde Hakkın ona vekil olmasından daha hayırlı
ve daha güzel olabilir ki?
Sonra şöyle buyurmuştur:
"Sonra sema, beyaz bulut ile parçalanır." (Furkan, 25)
İşaret olunan makam lisanıyla
sema, kuşkusuz "uluvv" mertebesine aittir. Gerçekte
"uluvv" ise, diğer varlıklara te'sir etmekle hüküm sahibi olan
mertebelerindir. Çünkü eser, hüküm sahibine mahsûstur; bilindiği gibi,
müessirin derecesi, tesir ettiği şeyden daha üstündür.
Bulut, nebevî ve ilâhî
haberlerde işaret olunan "Ama" mertebesinin hükmüdür. Ona,
"Nefes-i Rahmanı", "hazret-i cem" diye işaret etmiş, onun
varlıkları ortaya çıkartan, onları kuşatan, açılması ve yayılmasıyla da
varlıkların gayba mahsûs ilâhî ilim mertebesinde birbirlerinden ezelî olarak
farklılaşmalarını izhâr eden nûr olduğunu belirtmiştik. Nitekim bu nedenle
Allah, "Allah'ın bulutlardan gölgeler içerisinde kendilerine gelmesini mi
bekliyorlar?" (Bakara, 210) âyetiyle, kendisinden ve işin sonunda kıyamet
günündeki hükmünden haber vermiştir.
Böylece Hak, işleri tafsil
eder, çirkini temizden ayırır. Bunun ardından da, ilk olanın sırrı, sonuncuda
ortaya çıkar, el-Evvel ve el-Âhiri, el-Bâtm ve ez-Zâhiri birleştiren
"emr"in hükmünü ortaya çıkartan "benzerlik" tamamlanır. [50]
Sonra şöyle deriz: Kuşkusuz
ki, işaret edilen bu kulun ve benzerlerinin mertebesi, zikredilen Amâ'nrn
ihatası altına giren mertebelerdendir. Bu mertebeyi, söylediğimiz şeylerle
birlikte, "ademî" nispeti ve "imkanı" karanlığı/zulmet
açısından kulun mertebesinin Yaratıcısının mertebesinden farklılaşması izhâr
eder. Bu durum, kulun "ariyet" olarak kazandığı varlık hükmünün,
"vücûd-ı baht" ve "halis nûr" olan Hakka dönmesi/rücu;
ilâhî isimlerin mazhârlan olan ve zatî risâletlerin taşıyıcıları meleklerin bu
kuşatıcı kulun mertebesinde kendilerine ait menzillere tenezzül etmeleriyle
gerçekleşir.
Bu kul, bir nüsha ve tam ayna
olması itibarıyla, Rabbı kendisini beşerî karanlıklardan ve kevnî hükümlerden
"takdis" ettiğinde rabbinin mertebesinin suretini elde etmiştir.[51]
İsimler, zikredilen
mertebelerde yerleştiklerinde -ki bu, kulun sıfat ve kuvvetlerini daha önce
işaret ettiğim gibi ilâhî sıfat ve isimlerle değiştirmesiyle gerçekleşir- şu
âyetlerin ifâde ettiği hükümler ortaya çıkar: "Mülk o gün Rahman olan
Hakka aittir. O gün kâfirlere" yani, çoklukları/kesret ile ahadiyet hükümlerini
örtenler için "zor bir gündür." (Furkan, 26) Çünkü, bir şeyin
varlığının/ayn ortadan kalkması, kendisine çok ağır gelir. Aynı şekilde, bu
hâlin sahibi olan sâlike de, zikredilen makama ulaşmadan önce beşerî ve kevnî
vasıflardan soyutlanmak ve kurtulmak, son derece güç gelir.
Söylediğimiz hâli elde etmek
ve onunla ardaklanmak, oldukça zordur; fakat "Sabah vakti asil kavim hamd
eder."
Allah, bizi ve diğer
kardeşlerimizi bu yüce makamın ehli ve bu üstün hâlin erbabı eylesin! [52]
Sonra şöyle deriz: Sâlik, bu
perdeli makama ulaşıp, açıkladığımız şeylerle tahakkuk ettiğinde ve Rabbımn
gözü ile Rabbmı gördüğünde; ayrıca bu hâlin zıddıyla (:Rabbımn gözüyle kendisini
ve her şeyi gördüğünde) tahakkuk ettiğinde, ilim ve marifeti kendisine izafe
edilir. Bu izafe, hüviyeti açısından veya kendisine göre değil, Rabbı
açısından kendisine izafe edilir. Diğer sıfatlar da bu tarzda kendisine izafe
edilir.
Sonra kul, kendi nefsini de
bu tarz üzere bilir, nefsi, kendisine kevnî şeylerin en yakınıdır. Fakat kulun
nefsini bilmesi, işaret olunan tarzda Rabbmı bildikten sonra gerçekleşir.
Bunun ardından da, Hakkın kendisine bildirmeyi murat ettiği isimleri, küllî ve
mücerret hakikatleri bilir.
Bütün bunlara dair bilgisi,
münezzeh, küllî, kuşatıcı ve vahdaniyet özelliğindeki bir bilgidir.
Şu hâlde sâliğin, eşyanın
hakikatlerini bilmesi ve "küllîlik" mertebelerinde onları idrâki,
kuşatıcı/cami ilâhi-vahdaniyet özelliğiyle gerçekleşir. Bu özellik, zikredilen
tecellînin katında/lede't-tecellî meydana gelir. Zikredilen bu tecellî, sâliği
boyar ve "ahadiyef'iyle, kulun mümkün oluşundan kaynaklanan kevnî
çokluğunu ortadan kaldırır. Bunun yanında tecellî, kula ait
"ahadiyetler"in hükümlerini de ortadan kaldırır.
Nitekim, "eser" ve
"münâsebet" sırlarından bahsederken bunlara dikkat çekmiştik.
Sonra sâlik, bu birleştirici
"ahadiyet" tecellîsinin hükümleriyle ve zikredilen küllî sıfat İle
bu hakikatlerin hükümlerini, özelliklerini, arazlarını ve levazımını idrâk
eder. Bu küllî sıfat ile sâlik, Zât tecellîsinin hükmüyle ve işaret ettiğimiz
ilim mertebesine ait gaybî-nûr ile bezenmeye/tahalli hazır hâle gelir. [53]
Bunun sırrı ve sureti şudur:
İnsan, ilâhî ve kevnî mertebeler arasında bir berzah, bu ikisini ve içerdikleri
şeyleri birleştiren bir nüshadır, nitekim daha önce de bunu belirtmiştik;
binaenaleyh, hiçbir şey yoktur ki, insanın mertebesinde resmedilmiş olmasın.
İnsanın mertebesi, her şeyi
kendisinde birleştirmesinden/cem ibarettir. İnsanın varlık nüshasının
kapsadığı ve bütün vakitlerde, neş'etlerde, mevtmlerde ve hâllerde mertebesinin
içermiş olduğu şey, kendisi ile bu hâl veya vakit veya neş'et veya mevtin ve
ehli arasındaki münâsebetin çağnştırdığı/istid'a şeyden ibarettir. Nitekim,
âleme taalluk nispeti ve âlemin ona taalluku açısından Hakkın adeti de
böyledir, daha önce buna işaret etmiştik.
Şu hâlde, cüzî sıfatlarının
kayıtları bağından ve kevnî hükümlerden kurtulmadıkça insanın idrâki,
zikredilen şekilde kendisine hâkim olan cüz'î sıfata göre "mukayyet"
olur. Bu idrâk ile o, ancak kendisine benzer ve bunun ihatası altında olan
şeyleri idrâk edebilir, bunun dışındaki şeyleri idrâki ise, mümkün değildir.
İnsan, kayıt ve meyil
hükümlerinden, cüzî-saptırıcı/ inhirafı cezbelerden kurtulup, işaret olunan
orta ve birleştirici/vasatî ve cem'î makama ulaştığında -ki bu, küllî
benzerlik/müsâmet noktası ve manevî, ruhanî, misâli ve hissî olmak üzere bütün
itidal mertebelerini birleştiren dairenin merkezidir- ve açıkladığım hâlle
vasıflandığında, berzah mertebesine ait manevî "muhazat" makamında
iki makâm/ilâhî ve kevnî adma kaim olur. Böylelikle zâtıyla, her iki
mertebeyle -noktanın çevrenin her bir parçası karşısındaki konumu gibi- yüz
yüze/müvacehe hale gelir; bütün bunların bir nüshası olduğu için kendisinde
onlardan bulunan şeyler sayesinde ilâhî ve kevnî hakikatlerin her birisine mukabil
olur.
Böylece insan, kendi varlık
nüshasının her bir ferdiyle, her iki mertebede o ferdin mukabili olan hakikati
idrâk eder, böylelikle de, eşyanın hakikatleri, asılları ve ilkelerine/mebâdi
dair ilim elde eder; çünkü o, bütün bunları tecrit makamlarında idrâk etmişti.
Bu tekil bilmenin ardından
insan, kendi tümelliği ve "cemiyeti" ile bu hakikat ve asılları
"tümellikleri/ cümle" ve toplamları açısından idrâk eder.
Böylelikle, daha önce durumu açıklanan kimsenin aksine, o kimseye hiçbir
hakikat çelişkili görünmez, hiçbir hâl veya hüküm ona göre tezat teşkil etmez.
Aşağıda zikredeceğimiz
kayıtlar olmasaydı, bu müşahedenin hükmü devam eder, bunun eserleri müşahede
sahibinde zuhur ederdi. Fakat, tam ve kâmil camilik, bunu engeller; çünkü bu
ca-milik, her vasıf ile zuhuru ve her hâl ve hüküm ile bezenmeyi istilzam eden
"istiab"ı gerektirir.[54]
Zikredilen bu özel hâlde
sebat, güç olsa bile, zikrettiğimiz kâmil ihataya ve istiaba zarar verir. Bu
istiab, Hakkın kâmil ve umumi varlık sureti açısından kendisiyle zuhur ettiği
"istiab"tır; bu suret, mizân-i etem/en kâmil mizan, en kâmil, şâmil
ve umumî mazhârdır.
Sonra şöyle deriz: Bu
kapsayıcı zevkin ve kâmil keşfin neticelerinden birisi de, fikrî idrâklerin
gayesine, nazarî ve nazarî olmayan bilgilerin nihayetine ulaşmaktır; bunlar,
daha önce işaret edildiği gibi, araz, sıfat, özellik ve levazımı aşmazlar.
Böylelikle, bu idrâkin
sahibi, bütün fikir sahiplerinin fikir kuvvetleriyle idrâk ettikleri, his ve
nazarlanyla muttali oldukları nihai şeyleri; nazar mensuplarının birbirlerini
suçlamasının sebebini; bu kimselerin neleri idrâk ettiklerini ve neleri
kaçırdıklarını; hangi açıdan isabet ettiklerini ve hangi açıdan yanıldıklarını
bilir.
Bunun yanı sıra bu kişi,
kuşatıcı zevk ile tahakkuk etmeyen zevk mensuplarının ve bunların dışındaki
inançları zanna ve taklide dayanan insanların bilgilerini de değerlendirebilir.
Çünkü bu kimse, zevk
sahiplerinin ve mukallitlerin mertebelerini, onlara hâkim olan isimleri, hâlleri
ve makamları; sahip olduklan şeyleri sevip, onunla kendilerini sınırlamalarını
gerektiren nedenleri bilir; bu hâlden kurtulma yeteneği olardan ve olmayanları
tanır. İşte böylece, bütün yaratıkların mazeretlerini kabul eder, hâlbuki
insanlar, onu inkâr ederler ve değerini takdir etmezler.
İşte bu, -Ey kardeşimi- vehbî
ilimlerinde ve kâmil-matlup keşiflerinde temkin sahibi Ehlullah'm hâlidir.
Sakın bunu, nihaî gaye zannetmeyiniz. Çünkü, her denizden büyük başka bir
deniz daha vardır. İşte bu bilgi ve idrâk dolayısıyla resuller, nebiler ve
kâmil veliler arasında bilgi kaynaklarının aslında, neticelerinde ve temel
mertebelerin hükümlerine dair açıklamalarında hiçbir görüş ayrılığı yoktur;
bununla birlikte, bu bilgilere muttalî olmada ve onları açıklamada bazıları
diğerlerinden daha üstündür.
Resul ve velilerden
nakledilen görüş ayrılıkları, sadece cüzî meselelerde ve şeriat alanıyla ilgili
ilâhî hükümlerdedir: çünkü bunlar, mükelleflerin hâllerine, zamanlarına ve
onların alışkanlıklarına ve maslahatlarının gereklerine tâbidir.
Böylece, her zamandaki ilâhî
hükümler, bu zamanın resulü vasıtasıyla dönemindeki insanların istidat, hâl,
ehliyet ve mertebeleri gereğince, ehline en yararlı şekilde belirlenmiştir.
Resuller, işaret olunan bu
cüzî hükümlerin dışında Haktan haber verdikleri şeylerde ise, hemfikirdirler;
sonradan gelen herhangi bir resul, kendisinden önce gelmiş resulü ikrar ve
tasdik eder. Çünkü bütün nebilerin bilgilerini aldıkları kaynak birdir. Ayrıca
onlar, Haktan bilgilerini telakki ederlerken idrâk melekeleri, müktesep ilim
ve itikatların, ilgilerin ve bunun dışında daha önce işaret edilen şeylerin
hükümlerinden temizlenmiştir.[55]
İşte, velilerin büyüklerinin
durumu da böyledir. Binaenaleyh her hangi bir ilâhî esasta büyük veliler
arasında kesinlikle görüş ayrılığı olmaz. Kâmil veliler arasındaki görüş
ayrılığı, işaret ettiğimiz gibi, sadece cüzî meselelerde olabilir; ya da
ihtilaf, ehl-i zevk kimselerden kemâle ulaşmamış "mutavassıt/orta
hâl" veya bidayet mertebesindeki kimseler veya zahirî mükâşefelerin
sahipleri arasında olabilir; sadece keşif yoluyla idrâk edilebilen hakikatler,
mertebeler vb. şeyler, bu kimselere "misâli" kisveler içerisinde
gözükür.
Çünkü bu çeşit bir keşfin
bilgisi ve Hakkın bundan neyi kast ettiği, sadece gaybî ve manevî keşifle
gerçekleşen ilimle tam olarak öğrenilebilir; bu keşif, misâlleri ve maddeyi
aşar. Ayrıca, bunun tam olarak öğrenilmesi, vasıtaların ortadan kalkmasının ardından,
sınırlı mertebeleri ve kevnî hükümleri aşan "ilâhî ihbar" sayesinde
gerçekleşebilir.
Bu zevk sayesinde, ilâhî
kelâm ve kitabet sırrı; bunların ilim ve imân özelliğiyle kalplerdeki hükmü
bilinir. Ayrıca, kurb-i fe-raiz ve kurb-ı nevafil ve bunların neticeleri;
kulun, kevnî kayıtların hükümlerinden, isim ve sıfatlara ait sınırlamalardan
"haze-ratu'1-kuds"' mertebesinin genişliğine çıkması; ve de eşyanın bilgisiyle
işaret edildiği tarzda tahakkuk etmesinin sırrı bu zevkten öğrenilir.
Bu zevk ve bunu meydana
getiren makamın çok önemli bir takım faydaları ve kıymetli ürünleri vardır.
Burada, bu ifâdelerimizle bazı mertebelerdeki bir takını sırlarını açıkladığımız
bilgi mertebesinin gerektirdiğinin dışındaki faydalara değinmeye gerek yoktur.
Bu makamın ve bunun ilavesi durumundaki sırlarının bir kısmını, Allah teala'nm
"İhdina's-sırâta'l-musta-kîm/bizi sırât-i müstakime ulaştır" âyetini
izah ederken, âyetin gerektirdiği ve Hakkın takdir ettiği ölçüde zikredeceğiz. [56]
Bu küllî girişteki diğer
kaideleri genişçe ele almadan önce, bir kaç cümleyle bu kitapta sıklıkla tekrar
edilen, özellikle de bundan sonra tekrar edilecek lafızlara işaret etmek
gerekmektedir. Bu lafızlar, ehl-i zevkin ıstılahlarını bilmeyen kimselerin
konuyu karıştırmasına ve anlamamasına neden olabilmektedir. Bunlara işaret
edildiğinde ise, zevk mensuplarının ıstılahlarına aşina olmayan birisi,
bunlarla neyin kast edildiğini bilebilir; ayrıca, bunların aslı olan mertebeden
söz ederken bir tanesinin zikredilmesiyle hepsini tekrara gerek kalmaz.
Şu var ki, bahsedilen konu
karmaşık olduğu için, talibin daha önce dikkat çekilen hususları unutmasından
korkarak, bunların özelliklerini zikretmekle izaha çalışacağım:
1- Gayb-i
Mutlak: Bu kitapta, "gayb-ı mutlak" dediğimde, bu, Hak Subhanehu'nun
zâtına ve hüviyetine işarettir. Hakkın zâtına ve hüviyetine yönelik bu işaret,
O'nun bâtmlığı, mutlaklı-ğı, künhünün ihata edilemeyişi ve eşyadan önce olup,
bütün eşyayı ihata etmesi açısından sabittir.
Hak, biaynihi, nûr-ı
mahz/mutlak nur, vücûd-ı baht/sırf vü-cûd, izzet ve müstağnilik ile mevsuftur.
2- Birinci
Berzâh/Berzâh-ı Evvel: "Birinci berzah", "hazretü'l-esma",
"hadd-i fasıl", kâmil insan olması cihetinden "insân-i kâ-milin
makamı", "ahadiyet-i cem ve vücûd mertebesi", "taayyün
mertebelerinin ilki", "ahadiyetin refiki" ve "gayb
mertebesinin sonu", Gayb-ı mutlak mertebesine nispetle "şehâdet
mertebelerinin ilki" ve "iktidarın nüfuz mahalli" derken,
"Nefes-i Rahmâ-nî"'den ibaret olan "Amâ" mertebesine işaret
etmekteyim.
Amâ, Gayb-ı mutlakm mensup
olduğu hüviyet mefhûmu-na/makûliyet nispetle bizatihi "ilk izafî
gayb"dır.
Bu terimi, mutlak kullanıp,
nitelemezsem veya "gayb-ı ilâhî" dersem, bununla "Gayb-ı
Mutlak"ı kastetmiş olurum.
3- Bir şeyi
tabiata izafe edip, "Tabiî" dersem, bununla kast edilen, kendisinde
tabiatın hükmü bulunan her şeydir.
Tabiat, bize göre, hara
ret/sıcaklık, burudet/soğukluk, rutubet/ıslaklık ve yabu set'i/kuruluk içeren
ve bu dört keyfiyete hâkim olan birleştirici hakikatten ibarettir.
"Unsurî" ise, dört
rükünden meydana gelen ateş, hava, su ve toprak ve yedi gök ve zevk ehline göre
bunlarm içindeki unsurlardan ibarettir.
Artık, işaret ettiğim şeyi
düşün!
Bu "gayb" ve
"nefes"in dışındaki mertebeleri ise, mevzu geldiğinde kendileriyle
neyin kast edildiğini belirtecek şekilde tarif edeceğim.
Binaenaleyh, öncelikle,
muhakkak/kesinleşmiş ilmin sırları, mertebeleri ve kelâmın sırlarından
zikretmediklerimi açıklıyorum. Ardından, bu girişin içerdiği külli kaideleri,
yaratma işinin başlangıcını ve sırrım zikredeceğim. Sonra da, Besmele'nin sırlarım
açıklamaya başlayacağım. Ardından, Fâtiha'nm ve büyük kitaptan ibaret olan
Vücûd'un içermiş olduğu sırrı kapsayan anahtarları, özet ve değinmeyle,
zikredeceğim.
Bunun ardından da, Fatiha
suresi hakkındaki açıklamalarıma -Allah'ın izni ile- âyet âyet başlayacağım. [57]
Bu durum sabit olunca,
bilinmelidir ki:
İlim, küllî ve mücerret bir
hakikattir; onun nispetleri, özellikleri, hükümleri, arazları, lâzımları ve
mertebeleri vardır, ilim, Zât'a ait ilâhî isimlerden birisidir.
İlim, Mutlak Gayb'tan sadece
"ilim" diye isimlendirilmesi ve şeyleri ortaya çıkartıp, izhâr
etmekle nitelenmesi açısından mertebesinin taayyünüyle ayrılır. Gayb-ı mutlak
adına mertebe, isim, sıfat, na't ve bunun dışındaki şeyler, sadece mazhâr ve
mertebelere göre ortaya çıkabilir ki, daha sonra bu konuya işaret edeceğiz. [58]
İlim, bizzat nurun
kendisidir. Bir şey, ancak nurun kendisiyle idrâk olunabilir; hiçbir şey, nûr
olmaksızın bulunamaz. Zuhurunun şiddetinden dolayı da bizzat nurun tarifi,
mümkün değildir: çünkü muarrif/tarif eden, muarraf'dan/tarif olunan daha üstün
ve önce olmalıdır. İlimden üstün ve ondan önce, sadece Zât'm gaybı vardır. Bu
gaybı ise, Hakkın dışında hiç kimsenin ilmi ihata edemez.
Hayât nispetinin ilimden
Önceliği, mutlak değil, "farklılık" itibarıyla şarta bağlı bir
önceliktir; bununla beraber hayâtın ilimden önceliği de, ilim ile sabittir. [59]
İlmi tarif eden kişi, ya onun
sırrını bilmiyordur, veya biliyordur. İlmin sırrını bilen kişi, tarifinde bazı
özellikleri açısından ilmin mertebesine dikkat çekmeyi amaçlar, yoksa tam
olarak ilmi tarif etmek istemez. Bu dikkat çekici tarifin de bir sırrı vardır.
Bu da, tarif edenin ilmin hükümlerinden veya sıfatlarından birisini bilmesidir.
Binaenaleyh ilmi bilmekten meydana gelen miktar, başka bir şey ile değil,
sadece bu hüküm ile meydana gelir.
Bu durumda her hangi bir şey,
bizzat kendisinin "tarif ede-ni/muarrif" olmaktadır. Fakat bu tarif,
o şeyin kendi tekliği/aha-diyet açısından değil, nispetleri açısından yapılmış
bir tariftir.
İşte bu, mertebe ve taalluk
noktaları farklı olsa da bütün tariflerin, delillerin ve tesirlerin
Özelliğidir/sır.
Bu sır ile akıllı kişi, ilâhî
mükâşefelerle tahakkuk etmeden önce, muhakkiklerin "Allah'ı ancak Allah
bilir" ve "Ahadiyette tecellî muhaldir" gibi ifâdelerinin
anlamını kavrar. Bununla beraber bu insanlar, Hakkın tûrliğinde/ahadiyet ve
-tecellîsi tekrar etmeksizin- dilediği kullarına sürekli tecellî ettiğinde
ittifak etmişlerdir. Hak, ister bir kişiye, isterse de birden fazla kişiye tecellî
etsin, tecellîsi tekrar etmez.
Bunu anla ve bu bir kaç
cümleyi düşün! Çünkü bunlar, pek çok meselenin ve büyük sırların
anahtarlarıdır. [60]
Sonra şöyle deriz: Buna göre
mevcudattan zuhur eden şey, "nûr-ı mahz" olan ilmin nispetlerinin
taayyünlerinden başka bir şey değildir; bu taayyünler, "a'yân-ı sabite"
hükmüne göre belirlenir ve hususîleşir. Sonra a'yân, mertebelerine göre,
birbirlerinin hükümleriyle boyanır; sözü edilen bu mertebeler, isimlerdir.
Buna göre a'yân-ı sabite,
onunla, yani nûr ile zuhur eder ve nûr da bunlarla taayyün eder ve çoğalır.
Şu hâlde, herhangi bir kimse
için vasıta hükümlerinin ortadan kalkmasıyla Zât'a ait gaybî bir tecellî özel
bir tarzda meydana gelirse, söylediğimiz gibi o tecellî, kendi ahadiyeti ile
kevnî-ayru/haricî varlığa ait renklerin hükümlerini yok eder. Bunlar (kevnî
hükümler), ruhanî hükümler iseler, "nûranî perdeler"; tabiî ve
cismanî varlıkların hükümleri iseler, "zulmanî perdeler" diye
isimlendirilirler.
Zikredilen tecellî, bu
hükümleri yok edip, belirtilen tarzda tecellîgâhm lâzımı olan kesrette
gizlenmiş/müstecenn ahadiye-tin/birliğin hükmünü izhâr ettiğinde, zikredilen
ahadiyetlerin hükümleri, daha Önce kendilerini birleştirmiş bir asılda toplanırlar.
Ayrıca, farklılığı gerektiren sebepler, "Vâhid" ve "Ahad"
olandan ortaya çıkan ferî hükümlerin birleşmesiyle ortadan kalkar; nitekim,
daha önce buna işaret edilmişti. Böylece, tafsîlî nispetlerin hükümleri ve
kevnî itibârlar, "ahadiyet" güneşinin şu-alanyla ortadan kalkmış
olur.
Çünkü âlem, halk ve emir
mertebeleriyle sınırlıdır. Halk âlemi, emir âleminin fer'i ve ona tâbidir.
"Allah, kendi işi/emr üzerine galiptir." (Yusuf, 21) Binaenaleyh,
zikrettiğimiz ahadiyet hükmüyle ilâhî gariplik zuhur ettiğinde, gerçek varhğa
sahip olmayan şeyler yok/fani olur. Bunlar, mümkün-hâdis nispetlerdir; ezelî
olan ise, baki kalır ki, o da Haktır. Böylece ilâhî ilmin hükmü ve özelliği,
ezelî hâl ile zuhur eder.
Bu ilim için, kendisinde
ezelde taayyün eden hakîkate/ayn'a izafesinin zuhurundan başka hiçbir
durum/emir yenilenmez. Bu ayn/hakîkat, şimdi nûrî tecellî vasıtasıyla
"ilim" ile vasıflanmıştır. Bu ayn'm ilim ile vasıflanmasının nedeni,
kendi hakikatini idrâkinin yenilenmesi ve Hakkın ledünnî ilminin mertebesinde
onu muttali kılmak istediği şeyleri kendi vahdet özelliğiyle, Yaratıcısının
nuruyla ve de vücûdî tecellîden kabul ettiği şey ile yeniden idrâk etmesidir;
bu tecellîyle o, ezelî ilimde taayyün etmiştir.
Sonra bilinsin ki: ilâhî
hüviyetin nurundan ibaret olan bu ilmin, iki hükmü veya iki nispeti vardır:
Bunlar, zahir ve bâtın nispetleridir.
Buna göre müşahede edilen
varlık suretleri, zahir nispetin tafsilleridir.
Varhğa/kevn yayılmış, histe
idrâk olunan ve suretlerin birbirinden ayrılmasını sağlayan nûr, küllîliği ve
ahadiyeti/birlik açısından, zahir nispetlerinin hükmüdür.
"Zahir nispetlerinin
hükmü" dememin sebebi, nurun mücer-retliği itibarıyla zahiren idrâk
edilemeyişidir; bütün basit hakikatlerin hükmü de böyledir. Nûr, suretler ile
kaim olan renkler ve yüzeyler vasıtasıyla idrâk olunur. Aynı şekilde, diğer
mücerret hakikatler de, zahiren sadece maddede idrâk olunabilir.
Bâtın nispet, nurun mânâsı,
zahir varlığın mânâsı ve ruhudur. Bu ruh, manevî bilgileri ve kendilerini
makûl olmaktan çıkartacak şekilde histe zahir olmayan küllî, gaybî hakikatleri
açığa çıkartır. Ayrıca bu bâtın ilmî ve nûri nispet, bu küllî hakikatlerin
ayn'mm, vahdetinin, Haktan ibaret olan aslının, aslî isimlerinden ibaret olan
hüviyetinin nispetlerinin bilgisini verir. Bunlara "şe'nler" de
diyebilirsin ki, bu isim, daha doğrudur.
Aynca bu şe'nlerin veya
nisbetlerin birbirinden farklılaşmasının bilgisini; bunlardan fer ve tâbi ile
asıl ve tâbi olunan şeylerin bilgisini verir. Aynı şekilde, maddeye ve
mürekkep nispetlere taalluk eden hakikatleri ile hiç bir şekilde maddeyle veya
mürekkeplerle ilişkili olmayan hakikatlerin bilgisini; Hakka ait ve kendisine
nisbeti sahîh olan hükümler ile âleme ait ve ona nispet edilen hükümlerle, iki
farklı nispetle Allah ve âlem arasında müşterek hükümlerin bilgisini verir.
Bunun yanı sıra, söylediğimiz hususlara tâbi olan detay mesabesindeki
konuların bilgisini de bu hüküm verir.
Şu hâlde varlıkların
suretleri, nûr'un zahirinin nispetleridir. Makûl malumlar ise, nurun bâtın
nispetlerinin taayyünleridir ki, bunlar, mümkünlerin a'yân-i sabitesi, küllî
isimlerin ve bu isimlere tâbi isimlerin hakikatleridir.
îlim, bütün mahsûs suretleri
ve makûl gaybî hakîkatleriyle Hakkın nurunun şualarıdır. Bunlara, Hakkın
ilminin nispetleri veya hâllerinin suretleri veya ilminin konuların m/taalluka
t çoğalışları veya kendi hallerindeki tecellîlerinin taayyünleri de diyebiliriz,
bu taayyünler, bir açıdan "a'yan" diye isimlendirilmiştir.
Binaenaleyh, ilmin zahirî
nûr'un suretidir, zikredilen bâtını ise, nûr'un mânâsıdır. Şu var ki, nûr'un
suretinin zuhuru, kendisine eklenen tâbileriyle birlikte ez-Zâhir isminin
nûr'un mânâsından ayrılmasına bağlıdır. Böylece içerdikleriyle birlikte
el-Bâtın, kendisinden zuhur eden şeyin aynasında tecellî eder ve yansır.
İşte, zuhur eden nisbetlerden
her birisi, zahir ve bâtın nispetlerin herhangi birisinin aynasıdır.
Hak, kendisinin yerin ve
göğün nuru olduğunu belirtmiştir. Sonra da, bazı misâller vermiş, âyetin
devamında olduğu üzere mertebelerinin gerektirdiği tarzda bu nurun mazhârlar
ile taayyün eden detaylarını zikretmiştir. Şöyle demiştir: "Nûr üzerine
nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna hidâyet eder." (Nur, 35)
Binaenaleyh Allah, nurun
ayn'ı/hakîkati iken nûr'u kendisine izafe etmiş, ulvî ve süflî âleme izafe
edilen nûr'unu da, mutlak nûr'unun bilgisine kılavuz ve delil yapmıştır. Aynı
zamanda, misbahı, lambayı, ağacı ve diğer örnekleri de, sınırlanmış/mukayyet
nurunu ve mazhârlannm mertebelerinde taayyün eden tecellîlerini bilmeye
kılavuz yapmıştır.
Allah, Peygamberinin diliyle
kendisinin nûr olduğunu, perdesinin nûr olduğunu haber vermiş, "her şeyi
ilmen ihata ettiğini" ve "her şeyi muhît olduğunu" ve
"rahmeti ve ilmi ile her şeyi kuşattığını" bildirmiştir.
İlâhî zevk ve ilmî keşif ile
tahakkuk eden kimselere göre "şâmil rahmet", Vücûd-î âmm/Genel
Varlık'a aittir; çünkü vücûdun dışındaki şeylerin, hiç bir kapsayıcılığı
yoktur, aksine onlar, tahsis ve temyiz ederler.
Şu hâlde bütün bunlar, insaf
sahibi -şayet keşf ehli değil ise-için bu işaretlerle dikkat çekmeyi
amaçladığımız meselenin doğruluğuna delâlet ederler.
Artık, bunu düşün ve bu
mukaddimelerdeki bilgileri anla ki, Allah'ın izniyle değerli sırlar aydınlansm. [61]
Malûm olsun ki: îlmin lâzımı
olan kıdem, hudûs, fiil, infial, bedihîlik, iktisap, tasavvur, tasdik, zarar,
menfaat gibi özellikler, mâhiyeti açısından ilmin aynısı değillerdir; aksine
bütün bunlar, konularına/taalluk ve eserlerinin mazhârlan olan mertebelerine
göre ilmin hükümleri ve Özellikleridir. f
Buna göre, kendisinden önce
mertebenin düşünülemediği, başlangıcının idrâk edilemediği ve ilmin eserinin ve
hükmünün kendisinden çıktığının görüldüğü şeye, ilim "kıdem"
nispetiyle izafe edilir. Zikredilen dereceden aşağıda bulunan şeylerde ilmin
hükmü, "hâdislik" ile nitelenir.
Gerçekleşmesi alimin zâtından
başka bir şeye bağlı olmayan ilim, "fiilî ilim"dir; bu özellikle
çelişen ve bundan farklı olan ise, "münfail/edilgen ilim"dir.
Kul ile Rab arasında
vasıtanın bulunmadığı ve tahsili için çabanın gerekmediği ilim, vasıtalar
yoluyla elde edilse bile "vehbî ilim"dir. Çaba ile ve bilinen
vasıtalar yoluyla elde edilen ilim ise, "müktesep ilim"dir.
İlmin konusu, imkânları
açısından mümkünler ise, bu ilim "kevnî ilim" diye isimlendirilir.
Böyle olmayan ilim ise, Hakka veya O'nun isim ve sıfatlarına taalluk eden
ilimdir; bu isim ve sıfatlar, Hakkın gayb mertebesindeki Zâtı ile yaratıkları
arasındaki vasıtalardır.
Bu girişte dikkat çekip,
işaret ettiğim meseleyi tam olarak kavradığında şunu öğrenmiş olursun ki:
Ehlullah ve Hakkın seçkin kullarından olan muhakkiklere göre eşyayı ortaya
çıkartan/kaşif nûr olan sahih ilim, Zâtının nuru mertebesindeki/hazret ilâhî tecellîden
ibarettir; tecellîgâhm bu ilmi kabulü ise, kesret nispetlerinin hükümlerinin
silinip, kevnî itibârların belirtilen tarzda sakıt olmasının ardından, o
kimsenin sahip olduğu "vahdet" özelliğiyle gerçekleşir. Ayrıca bu
kabul, ilmin o kimsenin ayn-ı sabitesinin hükmüyle ezelde Rabbınm ilminde
belirlenişine göredir. Ayn-ı sabite mertebesinde bu kişi ile yaratanı arasında
hiçbir vasıta yok iken, ilim onun ayn-ı sabitesinin hükmüyle varid olmuştur;
çünkü o, Hakkın ilminin mertebesinde daimidir, nitekim, Allah'ın izni ile
tasavvurlar mertebesinden söz ederken buna işaret edeceğiz.
İlmin sırrı, gayb
mertebesinde onun vahdetini bilmekten ibarettir. Böylelikle, ilim ile
vasıflanan müşahede sahibi, müşahedenin ardından Rabbınm nuru ile yine vahdet
sıfatıyla ilme ve ilmin vahdetinin mertebesine muttali olur; nitekim, daha
önce bunu belirtmiştik. Böylece, bu nûrî ve ilmî tecellî ile, Hakkın kendisine
göstermek istediği kendi mertebesi veya ihatasının altındaki mertebelerde
bulunan mücerret hakikatleri idrâk eder.
Bu müşahedede ilim, Cumhur'da
olduğu gibi, tasavvur ve tasdike bölünmez, aksine sadece tasavvurdan ibarettir.
Çünkü bu ilimle tasavvur, tasavvur edilen şey, isnad, öncelik, sonralık ve diğer
hakikatler, mücerret olarak bir anda ve keyfiyetsiz bir şuhûd ve vahdaniyet
Özelliğiyle idrâk edilir. Bu durumda tasavvur ile tasdik arasında hiç bir
farklılık bulunmaz.
Terkib ve te'lif âlemine
dönüp, bu makamın hükümleriyle beraber olduğunda ise, mücerret ve basit ilim
mertebesindeki durumun aksine, bazı insanlarda zihnî taakkul düzeyinde tasavvurun
tasdike önceliğini görür. Bâsit-ilim mertebesinde durumun farklı olmasının
sebebi, orada eşyanın sadece hakikatlerinin idrâk edilmesidir; böylece bu hakikatlerin
hükümleri ve sıfatlarını da, adeta birbirlerine benzer ve denk olarak görür.
İnsan ve ilim ile nitelenen
bütün hakikatler, bu girişte açıkladığımız üzere, mukayyet/sınırlı oldukları
için sadece mukayyet ve kendisine göre belirlenmiş/temeyyüz bir durumu kabul
edebilirler. Buna göre ilâhî tecellî, sınırlılık âleminden olmasa bile,
belirttiğimiz üzere, gelişi/vürûd esnasında tecellîgâhın neşetinin/âlem,
hâlinin, vaktinin, mevtinin, mertebesinin ve kendisine hâkim sıfatın rengini
kazanır. Böylelikle insanın, tecellîlerin içerdiği şeyleri idrâk etmesi,
zikredilen kayıtlara ve ondaki hükümlere göre gerçekleşir.
Bu hükümler ve benzeri
şeylerden soyutlanma hâlinde ise, müşahede sahipleri farklılaşır. Bununla
birlikte, hükümlerin bütünüyle ortadan kalkması mümkün değildir, bunlar,
güçlenir veya zayıflar. Bu hükümlerin güçlenmesi veya zayıflamasını, daha önce
tecellînin "ahadiyef'inin nisbî kesret hükümlerini yok etmesi meselesinde
ifâde etmiştim.
Bu ilim sahibinin
teveccühündeki mutlaklığı (rilgilerden ve meşguliyetlerden kurtulması),
mertebesinin dairesinin genişliği ve ahadiyet-i cem sıfatının galip gelmesi
sayesinde kevnî hükümlerin kayıtlarından kurtulması oranmda, idrâki, marifeti
ve bu tecellînin uğradığı mertebeleri ihata etmesi artar; bu mertebeler, onun
ihatası altında bulunurlar.
Böylece, insanın bu yolla ve
bu açıdan Öğrenmiş olduğu eşya hakkındaki ilminin hükmü, Hakkın aslı ve
mertebesi "bir" olan ilminin hükmü gibi olur; nitekim daha önce buna
dikkat çekmiştik. Ayrıca, şu âyetle de buna işaret edilmiştir: "O'nun
ilminden ancak dilediği şeyleri ihata edebilirler." (Bakara, 255)
Fakat, burada kıdem, ihata
gibi başka bir takım farklar kalmaktadır ki, bunları -Allah'ın izni ile- Hak
ile halkı arasındaki temyiz mertebelerinin sırrını öğrendiğinde anlayacaksın.
Şöyle deriz: Bu şekilde
meydana gelen ilim, hiç bir kuşkunun bulunmadığı en açık ve en kâmil keşiften
ibarettir; hiçbir kuşku ona giremez, hiçbir ihtimal ve yorum ona sızamaz,
hiçbir ilim ve çaba ile elde edilemez. Bu ilmi elde etmek için ruhanî, nefsanî
veya bedenî ve de mizacı kuvvetlerin aracılığından yararlanılamaz; ya da bu
ilim, ulvî ruhların yardımı veya semavî/göksel ve veryüzü kuvvetlerinin ve
şahıslarının veya Haktan başka her hangi bir şeyin yardımıyla da elde edilemez.
Bu ilme sahip olan ve bunu
elde eden kimse, ilimdeki mertebe yönünden alimlerin en üstünüdür. Bu ilim,
hakikî ilimdir; bu ilmin tecellî ettiği kimse, nûranî tecellînin mazhârı,
ahadiyet vasfmdaki "cem'î" zevkin sahibidir.
Bunun dışında, insanların
çoğu ve zevk mensuplarının geneli tarafından "ilim" diye
isimlendirilen şey ise, tafsili mertebelerinde bu ilmin bazı hükümleri, sırları
ve nurlarının şuaları yönünden bu hakikî ilmin eserleridir; yoksa bu ilim,
gerçek ilim değildir. [62]
İlmin mertebeleri çeşitlidir.
Bunların arasında, manevî ilim, ruhanî ilim, nisbi olarak surî-misâlî ilim,
maddi-mürekkep ilim zikredilebilir.
Buna göre surî olan, yazılan
ve telaffuz edilen kelimeler ve harfler gibi zahirî ifâde araçlarıdır.
Manevî ise, çeşitli mefhûmlardır;
bu mefhûmları, terkiplerine, vad' edilmiş ıstılahlarına ve mertebelerine göre
ibareler ve çeşitli harfler içerir. Bu mertebeler, fikir gücü ve bunun dışındaki
diğer melekeler ve tasavvurlar gibi ilmin özelliklerinin zuhur mahalli ve
tecellîgâhlarıdır.
İlmin ruhu, lafzı ve sayısal
maddeler vasıtasıyla ilmin mertebesinden ve vahdetinin sırrından yayılan
hükmüdür. Nitekim, bunları daha önce zikretmiştik.
Bu hüküm sayesinde ilim,
Allah'ın ilimle kalbini ihya ettiği, nefsini ve lübbünü aydınlattığı kimseye
nüfuz eder. Allah, o kimsenin nefsini ve aklını, cehalet karanlığını ilmin
hükmünün taalluk ettiği "(kalb) vechi"nden izale
edip, bu sıfatı vücûdî ve
il-rnî-nûrani bir sıfat veya hâl ile değiştirmekle aydınlatır. [63]
Açıklandığı tarzda, Zâta ait
gaybî bir tecellî meydana geldiğinde, ilim mutlaka onunla beraber bulunur.
Çünkü Hakkın sıfatlan, gayb ve vahdet mertebesinde taaddüt etmezler; mesela
ilim gibi Zât'a ait bir sıfat, Hak için mevsufundan ayrılmaz ve ondan farklılaşmaz.
Şu hâlde Hak, kime Zâtını
kesin bir müşahede ile gösterirse, bu müşahede, zorunlu olarak ilmi de içerir
ve onu gerekli kılar. Tecellînin hükmü, müşahede sahibi ve o kişinin
zikrettiğimiz kayıtlarıyla sınırlı olduğu için, bütün müşahedelerde ve tecellî-lerdeki
ilmî netice, cüzî bir netice olmuştur. Çünkü, kayıtlar ve onların lâzımı olan
hükümler olmasaydı, Hakkın vasıtaları kaldırmakla zâtını kendisine gösterdiği
kimse, Kâlem-i a'la gibi, Hakkın kıyamete kadar yaratıklarına dair ilmini
bilmiş olurdu; fakat bu bilme, cem'iyyet-i kübra/büyük camîlik ve suretin sırrını
içermesi[64] açısından insana ait
"kemâl mertebesi"ne göredir.
Hak ile masiva arasındaki
aşağıda zikredilecek farklılık hükümleri olmasaydı, durum, çok daha zor ve
ulaşılmaz olurdu.
Bununla birlikte işaret
olunan noktada kâmillerin önemli bir paylan vardır; fakat bütün açılardan
kayıtlardan kurtulmanın imkânsızlığı ve yerleştikleri "cem'iyyet/her şeyi
kuşatma" makamı, bu sıfatın daimiliğini ve hükmünün sürekliliğini
engeller. Kâmillerin yerleştirildikleri bu makam, belirli bir hâlin veya belirli
bir sıfatın veya belirli ve farklı bir makamın hükmü altına girmeyle çelişir.
Nitekim, daha önce bunu
belirtmiştik.
Kâmillerin diğer sıfat ve
mertebeler karşısmdaki durumları da böyledir.
Kâmil olmayan insanların işaret
ettiğimiz mertebeye ulaşamayışlarınm nedeni ise, kevnî perdeler, zikredilen
kayıtlar ve o insanların cüzî mertebelerin mensupları olmalarıdır. Onların, bu
mertebelerin boyunduruğundan çıkıp, bunların üzerindeki mertebelere yükselme
istidatları yoktur. [65]
ilim, küllî tek bir hakikat
olmakla beraber, bir takım hükümlere ve nispetlere sahiptir; bunlar, kendi
mertebesinde ilmi idrâk eden herkese göre ortaya çıkarlar/taayyün. İdrâk
sahibine göre ve onun mertebesinde ortaya çıkan bu nispet ile ilmin aslî-ilmî
vahdetle/birlik çelişen hiç bir şey ilmin hakikati üzerinde yenilenmez;
yenilenen, sadece müşahede sahibinden dolayı ve ona göre meydana gelen bu
taayyündür.[66]
Nitekim daha önce bunu
açıklamıştık.
Aynı şekilde, ilmin hakîkati
de, Gayb-i Mutlak'tan sadece bölümün başında işaret ettiğim özelliğiyle
ayrılır.
Binaenaleyh Hak, bu ilmî
nispeti herhangi bir özel mazhârda ve o mazhâra göre tamamlamak /tekmil
istediğinde, bu tamamlama, ilmin hükümlerinin ortaya çıkması ve eserlerinin
mazhâ-rm/tecellîgâh istidadına ait ve ona mahsus münâsebetin gayesine
sirâyetiyle gerçekleşir.
Diğer hakikatlerde de durum
böyledir: çünkü onların kemâlleri ve hayâtları da, hüküm ve eserlerinin
kendileriyle irtibatlı şeylerde/emirler ve mazhârları vasıtasıyla onların
ihatalarına göre zuhur etmelerine bağlıdır; onlarla irtibatlı olan şeyler, hakikâtin
hükmünün altında bulunurlar.
Şu hâlde, ilmin kemâli,
tafsil ve nispetlerinin zuhur etmesine bağlıdır. Tafsiller, konulara/taallukat
bağlı, konular ise malumların sayısı kadardır. Malumlar, ilmin iliştiği
mertebelerin ihâtasma ve bunların içerdikleri hakikatlere göre ortaya çıkarlar.
Bunların dışındaki hakikatler, evvelliği, birliği, ihatası ve zikredilen
kayıtlara göre bütün alimlere nispetle belirlenmesi yönünden ilme tabidirler.
Birlik/vahdaniyet
özelliğindeki ilim nisbetinin malumlara ilişmesi/taalluk, belirttiğimiz tarzda
meydana geldiğine göre, tafsil de bu nispetin hükmünün nihayete ulaştığı
noktaya kadar kendisine tabidir.
İdrâk sahibi, birlik
özelliğindeki müşahedesine göre tafsilleş-tirip, onun adma belirlenmiş nihayete
varıncaya dek, ilme tafsil ve gayb'dan şehâdete zuhur suretini giydirdiğinde
bu, o kişinin bu ilmî nispeti kemâle erdirmesi demektir. Bu tamamlama, ilmin hükmünün
zuhuru ve eserinin iliştiği şeylerle ve onlara sirayeti ile gerçekleşir. Aynı
zamanda o kişi, kendi ilminin makamı açısmdan, ondaki hükmü ve ona ait
taayyününe tâbi durumları açısından ilmin mertebesini de tamamlamış demektir.[67]
Şu hâlde arif, zevkî bir ilmi
dile getirip, marifeti sahîh bir muhakkik olduğu halde bunu izhâr ederse, bu
açıklamanın nedeni zikrettiğimiz sebeplerdir. Aynı şekilde, herhangi bir
hakikatin hükmünün bizzat veya dolaylı olarak mazhârı olan veya bu hakikâtin
mazhâr ve tecellîgâhı olması itibarıyla Hak ile hazır olan/huzûr mea'1-Hak
herkes, belirli bir izin veya genel küllî bir izin ile bunu yapar; yoksa söz
konusu arifin herhangi bir ilmi açıklaması ve izhâr etmesi, kendi çaba ve
gayretine bağlı değildir.
Bu özelliğe sahip olmayan
ilim, gerçek ilim değildir; bu gibi ilimlerin ilim sayılması, sadece uzak ve
zayıf bir nispete bağlıdır. Bu ilmin sahipleri de, muhakkiklerin büyüklerine
göre, zikredilen yorumla "alim" sayılmazlar; çünkü hakikî ilmin
sahibi, dikkat çekilen farklara riâyet etmekle birlikte, şeyleri mâhiyetlerinde
oldukları gibi ve Hakkın işaret edilen "tafsil" ile onları bildiği
tarzda idrâk eden kimsedir.
Bunun dışındakiler ise, bazı
insanların ıstılahlarını veya inançlarını veya zevkleriyle ilgili kavramlarının
suretlerini veya zanlarmı veya zihnî suretlerinin olgularmı veya
tahayyüllerinin neticelerini bilmesi anlamında "alim"dir; bütün
bunlar ise, ilmin araz, levazım ve kâbiliyerlerdeki hükümlerinden ibarettir.
Bu şahsın içinde bulunduğu
durum, ilâhî mertebelerin kendisini ve kendisi gibi bilgileri dile getiren
kimseleri "istimal" etmesinden ibarettir. Bu insanlar, kendilerinde
ve kendileriyle zuhur eden hakikatlerin hükümlerini izhâr ederler.[68]
Şayet Hak, bu kimseyi hakikî
ilim makamına yükseltirse -ister bazı açılardan doğruya ulaşsın ve isabet
etsin, ister etmesin-"kesin ilim" diye inandığı şeyin, gerçekte
kendisinin bir vehmi ve zannı olduğunu öğrenir; hatta, daha önce
"ilim" diye sahip olduğu şeyin, boş bir zan olduğunu görür. Bu durumda,
bu yüce zevkin ehli olan kimseler gibi. Hakkın kendisine öğretmek istediği
şeyleri idrâk eder.
Eğer ilâhî inayet, bu kişinin
elinden tutmazsa, o şahıs hakkında Hakkın murat ettiği hüküm nihayete erip,
Hakkın maksadı gayesine ulaşıncaya kadar, bu hâlde kalmaya devam eder; Hakkın
o şahıstaki gayesi, kendisinde hüküm sahibi olan mertebesi yönünden sabittir.
Bu kimse, hakikatte nefsinin
durumunu bilmiyordur: Ne işte ve ne için "istimal" edildiğini, içinde
bulunduğu durumun nihayetini, elde ettiği şeyin veya en azından bir kısmının
mâhiyetini, kendi zannmca değil Hakkın muradına göre ne olduğunu bilmiyordur.
İşte, Hak ve ilmin dışındaki diğer hakikatler karşısında alimlerin çoğunluğunun
durumu ve vaziyeti budur.
Nitekim, daha önce tecellî
sırrında bu meseleye işaret etmiştim.
Şu hâlde farklılık, ancak
ilme bağlıdır. îlmin sırrı ise, Zât'm gayb nûrundaki ahadiyeti açısından ve
işaret olunan tarzda emir/durum müşahede edilmediği sürece bilinemez.
O hâlde, ilimdeki durumu
öğrendiğinde, bunun benzerini bütün hakikatlere tatbik edebilirsin.
Kuşkusuzki, sana öyle bir
kapı açtım ki, büyük inayet ve ulvî makam sahiplerinden başkası o kapıdan
giremez.
Bilinmelidir ki: İşaret
edilen muhakkik ile başkaları arasındaki fark, bil-kuvve olanm, bü-fiil hâle
gelmesi; eşyayı kesin/muhakkak bir ilimle bilmesi ve başkalarının aksine bunun
ispatına muttali olmasıdır. Yoksa, Hakkın sırları yayılmıştır, hükmü varlıklarda
sirayet etmiş ve zahir olmuştur. Fakat marifet, ıttıla, ihata ve huzur ile
insanlar arasında farklılık meydana gelir.[69]
Allah, doğruya ulaştırır. [70]
İmin sırrına, dikkat çektik,
imkân ölçüsünde de ilmin merte-I belerine ve sırlarına işaret ettik. Şimdi ise,
ifâde edeceğimizi vaat ettiğimiz diğer şeyleri zikredebiliriz. Öncelikle, ilmin
sınırlı, küllî konularını zikredeceğiz. îlim, diğer şeylere ancak bunların
tabileri ve tafsili levazımıyla ilişebilir.
İlmin konusu, ya Haktır veya
Hakkın dışındaki şeylerdir /ma-siva'1-Hak.
Konusu Hak olan ilim, ya
"gayr" olması itibarıyla başkasına taalluktan/ilişmek münezzehliği ve
müstağniliği açısından Hakla ilgilenir; veya Hakkın başkasına taalluku ve
başkasının da O'nunla irtibatı açısından; veya her iki durumu birleştiren bir
ilişkinin makûliyeti açısından; veya üç nispetten de münezzeh olan başka bir
nispet açısından; veya ıtlak ve her çeşit sınırlılıktan mutlaklığı açısından
Hakka yönelir.
Durum, bu beş mertebeyle
sınırlıdır, artık bunları düşününüz!
Sonra şöyle deriz:
Ağyar/başkalarına taalluk eden ilim, ya onların a'yâmndan ibaret olan
hakikatleri itibariyle kendilerine taalluk eder; veya hakikatlerinin mazhârları
olan ruhları açısından kendilerine ilişir; veya hakikatlerin ve ruhların
mazhârların-dan ibaret olan suretleri açısından taalluk eder.
Hakikatlerin, rûhlarm ve
suretlerin mücerret ve tekil "ayn"ları açısından bir takım hükümleri
vardır; bunun yanı sıra, kendilerine yayılan veya "ayn"lannı izhâr
eden vücûdî tecellî cihetinden birleşmelerinden oluşan "manevî
hey'et" itibarıyla da bir takım hükümleri vardır; bunlardan her hükmün de,
bir hakikati vardır ki, o da onun "ayn"ıdır.
Fakat, tâbi, metbunun
hâlleri, sıfatlan ve lâzımı vb. olduğu için, metbu asıllar,
"hakikatler", tâbiler ise "nispetler", "sıfatlar",
"özellikler", "arazlar" vb. diye isimlendirilmiştir.
Maksad bilindikten sonra,
lafızların bir önemi yoktur. Özellikle basiret ehli, hakikatler ve mânâlar
âleminin genişliğine nispetle ibare âleminin darlığını ve ibarelerin derûnda
bulunan şeyi olduğu gibi yansıtmada yetersiz kaldığını bilirler.
Sonra konuya dönüp, deriz ki:
Hakikatlerin ve ruhların mazhârları, daha önce belirttiğimiz gibi,
suretlerdir. Bunlar da, ya nispî olarak basittirler veya mürekkeptirler. Şu
hâlde zikredilen hükümlerin suretler alemindeki zuhuru, mizaçlar, unsurî hâller
ve hükümleri ile başlangıcı ve sonu olan (iki taraflı) muvakkat vakit ile
sınırlı olursa, burası, dünya âlemidir; bu özellikte olmayan ise, hükmünün
mahalli zuhur etse bile, âhiret âlemindendir.
Bunların mertebeleri/hazret,
kitabın başında zikredilmiş olan beş mertebedir.
Buna göre, bunların ilkine
-ki o, "gayb" mertebesidir-, Hakkın, hüviyetinin, mücerret mânâlar
ve hakikatlerin ilmi girer. İkinciye ise, şehâdet ve ez-Zâhir ismi vb.
dahildir.
Hisse nispeti daha güçlü olan
mertebeye, "hayal-ı muttasıl/bitişik hayal" vb. aittir.
Gayba nispeti daha güçlü olan
ise, ruhlar âlemidir.
Varlık dairesi itibariyle
ihata, cem ve şümul açısından mutlak gayb ve şehâdetin ortasmdaki âlem, Amâ'nın
sureti Ümmü'l-ki~ tab'a ait olan misâM mutlak âlemidir. Ümmü'l-kitab, daha Önce
ifâde ettiğimiz şeylerle birlikte, zikredilmesi mümkün olmayan şeylerin
sahibidir.
Bütün bunlar, ya fiilî veya
infiali ilişki/nispet veya diğer mertebelerde her ikisini birleştirmesi/hem
fiili ve hem de infiali açısından dikkate alınır/itibâr ve iş tamamlanır.
Şimdi de, ilmi idrâkin
suretini ve buna mahsus olan anlatma ve ifâde araçlarını, kelâmı, lafızları,
işaretleri vb. açıklayacağız.[71]
Bir kişi, işaret edilen
ilmî mertebede ıttıla ve zikredilen keşif ile bir şeyi bildiğinde, onu, sıfat
ve mazhârlarıyla bilir; o şey, bu sıfat ve mazhârlarıyla hususî ve umumî
tasavvur mertebelerinde taayyün eder. Ayrıca bu bilme, zuhurun sebebi olan
teşekkül-lerdeki terkip türlerine; irâde sıfatına ait "tahsis"
hükmüne; yakınlık, uzaklık ve bunlara bağlı olan kuvvet, zayıflık, aydınlık,
perdelenme ve bunların dışında birazdan -Allah'ın izni ile- belirteceğimiz
durumlara bağlıdır
Tasavvurlara gelince: Tasavvur mertebelerinin ilki, vicdanî-icmâlî şuurdur.
Bu şuur, alimin kendi çokluğuna ait hükümlerin perdelerinin ardından,
zahirinde ve bâtmmdaki "cem'iyyet/her şeyi kuşatma" sırrına, nurun
hükmüne ve nurun ilmi mertebedeki/hazret şualarına muttali olmasıyla
gerçekleşir. Bu, ilmi bir tasavvur değildir, sadece tabiat ve alışkanlık
perdesinin ardından rûhanî-icmâlî bir idrâktir. Şu hâlde bu tasavvur,
"tasavvurat" kısmının bir tarzı değildir. Bu kısmın ilim
mertebelerine dâhil edilmesi, fiile yakın bü-kuvve-liğinden kaynaklanmaktadır.
Çünkü biz, fiile yakın "bil-kuvve" ilim diye isimlendirdiğimiz bu
şuur ile bundan önceki hâlimiz arasında bir fark görmekteyiz; bu, izahı
gereksiz açık ve bariz bir farktır.[72]
Bu zikrettiğimiz tasavvuru,
vicdanî-nefsanî "basit tasavvur" takip eder. Bunu şöyle
misâllendirebiliriz: Bir insana, bildiği herhangi bir mesele veya çeşitli
meseleler hakkında bir soru sorulduğunda, insan bu durumda kendisinde bu şeye
dair kesin bir bilgi, o şeyin detaylarını zikretme ve ifâde edebilme gücü bulur.
Bununla birlikte o esnada, meselenin parçaları ve tafsillerini hatırlamak
mümkün olmaz; bunlar, cevaba başladığında yavaş yavaş zihinde belirginleşir/somutlaşır.
Bütün bedihî tasavvurlar,
bu kısma dâhildir.
Bunun ardından hayalî-zihnî
tasavvur, sonra da hissî tasavvur gelir. Tasavvurun, ahadiyet-i cem/çokluğun
birliği özelliğiyle bütün bunlardan meydana gelenin dışında başka bir mertebesi
yoktur.
îşte bu, ilmin hükmü ve
idrâk kuvvetlerindeki nurunun şualarıdır.
Buna göre Hak, bir insan
veya insan dışındaki birisi vasıtasıyla herhangi bir şeyi birisine bu
mertebelerden ulaştırmak istediğinde, ulaştırılması istenilen şey, gaybî-ihrû
mertebeden -intikal etmeksizin-[73]
manevî olarak tenezzül eder; böylece bu emir, zikredilen tasavvur mertebelerine
uğrar.
Bu emir, his mertebesine
ulaştığında, telaffuz yoluyla ifâde edilmişse, işiten kimse onu öncelikle kulak
duyusuyla telakki eder; şayet bu emir, yazı veya onun yerini alan uzuv
hareketleri vb. şeylerle ifâde edilmişse, kişi onu göz ile telakki eder.
Bu emir, bunun ardından
zihnî ve hayalî tasavvur mertebesine intikal eder.
Bunun ardından da, nefsânî
tasavvura intikal eder. Nefis, hemen, onu güçlerinin hükümlerinin
şaibelerinden ve madde kisvesinden tecrit eder, böylelikle emir, zikredilen bu
dönüş ile "ilmî hazret"ten ibaret olan kaynağına katılır; hatta güç
ve madde hükümlerinin bu emirden uzaklaşıp, soyutlanması bizzat kaynağına
dönmesinin ta kendisidir. Çünkü o emir, daima bu ilmin mertebede kalmaya devam
etmektedir; sadece bu emre eklenen hükümler, tasavvur mertebelerine uğramak,
tenezzül etmek vb. gibi kendisine izafe edilen nitelikleri kabul etmesini
mümkün kılar.
Bu emir[74],
zikredilen yorumla kaynağına katıldığında, yazı, telaffuz gibi kendi bulunduğu
mertebede ortaya çıkan ifâde araçlarıyla o emri algılayan kişi, kendi ilim
mertebesinde emre mücavir/komşu olan "ayn-ı sâbite"sinin hükmüyle onu
idrâk eder; nitekim, daha önce buna dikkat çekmiştik.
Şu var ki, bu emir, iradî
taayyün ile mertebelere tenezzülü ve uğraması esnasında bir takım manevî
durumlar ve renklerini kazandığı özellikler elde etmiştir; böylelikle bu emir,
daha önce sahip olmadığı bir taayyün ve farklılaşmaya/temeyyüz sahip olur. Bu
taayyün ve farklılık da, kendisini temyiz ettiren bu hükümle uğradığı ve
tenezzül ettiği mertebelerden meydana gelen eserlere bağlıdır. Nefis de, ikinci
hâlde bu emri zabt ve idrâk edebilir. Hâlbuki bu idrâk, daha önce mümkün
değildi; çünkü, ilim mertebesinde kişinin ayn-ı sâbitesiyle bu emir arasında bulunduğunu
belirttiğimiz komşuluk sabit olmakla birlikte, emir henüz taayyün etmemişti. Bu
mertebede idrâkin olmayışının nedeni, "aşırı yakınlık" ve
"vahdet perdesi"dir. Çünkü, emrin kaynağı olan ilâhî gaybda,
belirttiğimiz gibi, hiçbir şey çoğal-maz/taaddüt ve li-nefsihi taayyün etmez.
Aşırı yakınlık ve vahdet/birlik, taayyün ve temeyyüz olmadığı için, iki
perdedir; aşırı uzaklık ve çokluk da, aynı şekilde idrâk olunamaz.[75]
Bu durumların iki yönü vardır:
ifrat ve tefrit. Nitekim aynı şeyi, saf ışık ve saf karanlıkta da belirtmiştik.
Çok büyük cisimlerde olduğu gibi, çok küçük cisimlerde de görme ve idrâk, son
derece güçtür.
Bu bölümde ifâde ettiğim
konular anlaşılırsa, yaratma, takyit, mutlakhk, ifâde, istifâde ve benzeri pek
çok şeyin sırrı öğrenilir. Bu meselelerin açıklanması bir tarafa, bunlara tam
olarak dikkat çekmek de mümkün değildir.
Bu ifâde ettiğimiz şeylerde
netice, orta yakınlık ve iki ucu birleştiren sırla gerçekleşir; bu durumda idrâk,
vücûd/bulma vb. şeyler mümkün olur.
Ahadiyet, kesret, aşırı
yakınlık, aşırı uzaklık, saf nûr, saf karanlık ve bunların dışında işaret
ettiğim mütekâbil mertebeler gibi uçlarda, tek başlarına alındıklarında, orta
yakınlık veya idrâkin konusu olabilecek veya idrâki mümkün kılacak bir şey bulunmaz.
Yakınlık, iki ya da daha fazla şey arasında olabilir. Bu yakınlık, açıklamaya
çalıştığımız "emir" yönünden nefsin ilim ve nûr mertebesine
yakınlığına ve daha sonra işaret edeceğimiz uzaklığına; idrâk edenin, daha
sonra tafsîlî hükümlerini belirteceğimiz ilk taayyün mertebesi olan
"ahadiyet" makâmıyla ilişkisine /nisbet ve ilâhî suretten payına/haz
göre değişir. Çünkü perdelerin a zlığı-ç okluğu, temizliğin zayıflığı ve
kuvveti, zikrettiğimiz hususlara tâbidir.
Bunun nedeni şudur: İlâhi
hazretin, bir hakikati ve hükmü vardır, bunun yanında mazhârları vardır. Buna
göre zikrettiğimiz ilâhî yakınlık, iki duruma racidir; bu iki durumdan başka
her ikisinin birleşmesinden oluşan "nispef'in dışında üçüncü bir şık yoktur.
Bu iki durumun birincisi,
ilâhî "ahadiyet"tir ki, Allah'ın müsaade ettiği ölçüde bundan
bahsedeceğiz. Varlıklar içinde bu makamdan en fazla nasibi/haz olanı,
"Emir Alemi"dir. Emir âleminde bu mertebeye en yakın ve nasibi en
yetkin olan şey, Akl-ı Evvel, Melâike-i müheyyeme; suret ile sınırlı
varlıklardan ise, Arş; Adem oğullarından, kâmiller ve fertlerdir/Efrad. Kâmillerin
ve Efradın ahadiyetten olan nasiplerinin yetkinliği ve buna yakınlıkları,
"ferdiyet" ve "kemâl" makamlarıyla tahakkuk etmelerinden
sonra gerçekleşir.
Hülasa-i kelâm: Hangi
varlığın ahadiyet ve taayyün-i evvel mertebesine nispeti daha yakın,
Yaratıcısıyla arasındaki vasıtalar daha az olur veya bunlar ortadan kalkarsa,
o varlık, el-Bâtm ismi ve ahadiyet özelliğine sahip "ilmî mertebe"
cihetinden Hakka daha yakındır.
İkinci yakınlık ise,
ulûhiyet hükmünün zuhuru ve bunun suretiyle tahakkuk etmek yönünden sabit olan
yakınlıktır/kurbi-yet. Binaenaleyh hangi varlığın suretten olan payı daha çok
ise ve ulûhiyet hakikatlerinin kendisinde ve kendisiyle zuhuru daha yetkin
ise, o kişi, ez-Zâhir ismi cihetinden Hakka en yakın ve perdesi en az olan
varlıktır; zikrettiğimiz bu özelliklere sahip olan ise, İnsan-ı Kâmildir. Şu
hâlde insân-ı kâmil, bu açıdan yaratıkların Hakka en yakını ve onu en çok
bilenidir.
Uzaklık (Hak'tan: bu'd)
mertebesi, yakınlık mertebesinin mukabilidir; buna göre, uzaklıkla ilgili
hükümler yakınlık mertebesiyle ilgili hükümlerin mukabili olarak görülürse,
bunlar öğrenilir.
Varlıklar ve onların Hakka
yakınlık ve uzaklık nisbetleri arasında, zikrettiğimiz hususların dışında
başka bir farklılık yoktur. Bir insanın kendi zannına göre "ilâhî
yakınlık" diye isimlendirdiği diğer durumlar ise, ya saadet yönünden bir
yakınlıktır veya ina-nanm/mutekit veya taklitçinin/mukallit veya vehim
sahibinin nefsine nispetle Hakka yakınlıktır, bunun dışında bir şey olamaz.
Mazhârlar, zahirî
özellikler, mürekkep ve basit suretlerin maddeleri, mânâları ulaştıran
araçlardır.
Şöyle de denilebilir:
Bunlar, gayb mertebesinde mânâların idrâk edilmelerinin sebebidir. Bu idrâk,
ruhun ve kalbin vechi-nin, özel bir yolla işaret edilen özel bir tarz üzere
nûranî ilim mertebesine dönmesiyle kevn/oluş âleminden yüz çevirmekle
gerçekleşir.
Buna göre alim ile bilmek
istediği şey arasındaki münâsebet sabit ve aradaki yakınlık nispeti güçlü
olursa, ifâde ve anlatım araçlarına duyulan ihtiyaç azalır. Öyle ki, konuşanın
derûnun-daki pek çok mânâyı tarif ve bunların muhataba ulaştırılması veya
önemli sırların ve pek çok bilginin hatırlatılması için bir tek kelime veya
işaret bile yeterli olabilir. Bazen, münâsebet kemâle erer ve yakınlık ve
birlik/tevahhud hükmü güçlenir, bu durum-
da, vasıtalara ihtiyaç
duyulmaz. Bunun için, sadece gerçek anlamda manevî
"muhazat/paralellik" ve "yüz yüzelik/muvacehe" yeterlidir,
çünkü ahadiyet makamında ittihat ve karşılıklı konuşma/muhataba, imkânsızdır.[76]
Bu durumda bu münâsebetin
dili, bazı hakikat ve mertebe tercümanlarının bilerek veya bilmeyerek söylemiş
oldukları şeyleri dile getirir:
Vecihlerde bizden
hakikatlerimizjayan bahs etmiştir
Biz susmuştuk, Heva ise
konuşurdu
İşaret mertebesinin lisânı
da şöyle der:
İşaret edersin ve bununla
neyi söylediğini bilirim
Bu esnada kendi taraflarımı
takip ederim ve sen bilirsin
Fakat, "cem"
sırrının ortaya çıkması için bir tek hareket veya zahirde bu gaybî nispetin
mazhârı olması için bir harf gerekir; böylelikle, bundan daha azıyla bir
faydanın meydana gelmesi mümkün olmadığı için, eser ve fayda meydana gelmiş
olur.[77] Buna
daha sonra değineceğiz. Şu hâlde bir kelime veya bir harf veya bir hareket,
çokluğu koruyan/ibka söz konusu yüz yüze-lik/müvacehe ve paralelliğe/muhazat
eklenirse, bu, hitabın ortaya çıkması ve kelâmın özelliği olan eserin
gerçekleşmesi yeterlidir. Bu durumda, paralellik ile birlikte bir harf veya
hareket, anlamlı bir kelime hâline gelir; kelime için, "mânâ ondan daha az
bir şey ile oluşmaz" denilmiştir.
Şüphesiz ki biz, bunu ilâhî
keşiflerin ehli olan pek çok büyükten defalarca müşahede etmişizdir.
Bu makâmm sırlarından
birisi de, kelâmın söz sahibinin/mütekellim muhataptaki bir fiili ve eseri
olmasıdır; zaten ismini de buradan almıştır. Eser, ahadiyet-i cem ile sahîh
olur; bununla birlikte, tecellî ve benzeri konularda belirttiğimiz gibi,
(müessir ve müteessir arasında) münâsebet ve irtibatın da bulunması gerekir.
Binaenaleyh birleştirici
vahdetin/vahdet-i camia hükmü, çokluk ve tefrika hükmüne baskın olursa, emir
güçlü ve hızlı olur; durum bunun aksi olduğunda ise, emir, zayıf ve yavaş
olur.
Kelâm mertebesine mahsus
yakınlık/kurbiyet ise, "ahadiyet-i ceırT'den ibaret olan ilk makama
yakınlıktır.
İşiten kimsenin/sami'
dilini ve ıstılahını bilmediği birisinin kelâmından etkilenmeyişinin nedeni,
aradaki vasıtaların çokluğu, uzaklık, birlik ve münâsebet hükmünün gizli
kalmasıdır. Bu makâmm sırları, vasıtalı ve vasıtasız olarak gelen/varid ilâhî
emirlerde ortaya çıkmıştır.
Şu hâlde, bizzat vasıtanın
veya etkinliğinin gözükmediği her hangi bir hükme isyan edilemez ve böyle bir
hüküm hemen infaz olunur. Bundan farklı özellikteki vasıtalarla ulaşan
emir/ilâhî hüküm ise, bazen hemen yerine gelir; bunun şartı, (emrin gelişindeki)
"cem" hükmünün, birlik hükmüne uygun/münasip olmasıdır. Bunlar
arasındaki münâsebet, temiz ve düzgün bir aynanın, kendisine yansıyan surete
ölçüde denk olmasına benzer.
Vasıtalarla gelen emir,
bazen gecikebilir. Daha önce, eserin şartlarına ve bu noktada zikredilebilecek
sırlarına işaret etmiştim. Bu konuya ve ilmi doğuran tecellînin sırrına, akıl
sahibi zeki kimsenin kelâmın sırrını, aslını, hükmünü, hitabı, yazıyı ve
benzeri sırların ve ilimlerin esaslarını Öğrenebileceği ölçüde açıklamalarda
bulunmuştum.
Artık, açıklamaya
başladığımız hususu tamamlamaya dönebiliriz:
Eğer emir, münâsebetle
ilgili belirttiğimiz Özellikte değilse -şu anlamda ki, talip/ilim öğrenen ile
matlubu/bilmek istediği şey arasında güçlü bir zıtlık/mübayenet bulunur ve
yakınlık ilişkisi zayıf ise- emri bildiren ve ifâde eden, daha fazla anlatma ve
aktarma araçları, harfler ve misâller gibi vb. maddi terkip ve yapıları
kullanmak zorunda kalır; bu misâl ve harfler, gaybî mânâların mazhâr ve
reçeliîgâhlarıdır.
Bununla birlikte bazen,
tarif ve anlatmadan maksat hasıl olmayabilir. Bunun bir nedeni, anlatılmak
veya açıklanmak istenilen şeyin bulunduğu mertebenin ibare ve zahirî ifâde
araçlarının mertebesinden üstün olmasıdır; bu durumda hiç bir ibare o mânâyı
sığdıramaz, anlatım ve ifâde araçları onu tanımlayamaz. Başka bir neden ise,
Öğrenenin ve muhatabın, "Asü"daki münâsebetin uzaklığından dolayı
anlatılmak ve ifâde edilmek istenilen şeyi idrâkteki eksikliğidir. [78]
Kelâmın bazı sırlanın,
hükümlerini, sıfatlarını ve şartlarını imkân ölçüsünde belirtim, şimdi ise,
geri kalanını zikredeceğim. Öncelikle, nefiste bulunan şeyi ifâde/tavsîl
araçlarını tarifle başlıyorum:
Nefiste bulunan ve
muhatabın anlaması talep edilen kelâmın mânâsını aktaran araçlar, üç kısımdır:
Bunların ilki,
nefsanî-manevî harekettir; bu hareketin gayesi, basit tasavvur ile idrâk olunan
nefisteki mücerret mânâları ortaya çıkarmaktır.
Bunu, suretlerin, mânâların
ve kelimelerin suretlerinin zihinde canlandırılması/istihdar takip eder;
işaret olunan bu hareket, ortaya çıkarılmak istenilen şeye ilişen irâdenin
hükmüdür.
Üçüncüsü ise, harfler,
lafız ve yazı veya bunların yerini alan uzuvlarla veya araçlarla veya bunlar
bulunmadan yapılan işaret ve imalar ile ortaya çıkan kelimelerdir.
Bu üç hükmün temas ettiği
mertebeler, zikredilen tasavvur mertebeleridir; bu da, teslise tâbi dörtlemenin
/terbi' hükmüdür ki, bu konudan daha sonra bahs edeceğiz.
Bu durum açıklığa
kavuşunca, şu da bilinmelidir ki: Hak, bazı mertebe ve varlıklarda/a'yân
kelâmı dilediği kulları için ilme ulaştıran bir yol yapmıştır. Bu bağlamda
kelâm, makûl ve mahsûs sebepler, terkipler, teşkiller, sıfatlar, gaybî
hakikatleri şehâ-det âleminde ortaya çıkartan ve tanıtan mazhârlar gibidir.
Hak, harfleri ve kelimeleri
de, birbirlerine eklenip, terkip ve birlik meydana getirmek suretiyle,
vahdaniyet özelliğindeki mücerret kelâmının anlamını ve bu kelimelerin delâlet
ettiği her şeyi bilmeye vesile kılmıştır. Duyulan /hava s, duyulur
şeyle-ri/mahsûsat vb. şeyleri de, ilme ulaşmak için bir yol yapmıştır; çünkü,
vasıta ve sebepler yoluyla ilim elde edenlere göre, ilmin gerçekleşmesinde pek
çok yol vardır.
İlâhi ilim şunu iktizâ
etmiştir: Bazı şeyler vardır ki, bunlara, mesela sadece hislerle veya başka bir
yolla ulaşmak mümkündür; fakat Hak, ikramına mazhâr olmuş muhakkik ve
vasıtasız bilgisiyle tahakkuk eden dilediği bir kuluna bu ilmi Öğretmek istediğinde
-çünkü Hak bilir ki, bu kulların himmetleri kevnî perdeleri yırtar ve
kendisinden başkasından ilim almayı reddederler- bu hissî yolda veya başka bir
şeyde kendilerine tecellî eder, ardından da öğretmek istediği şeyleri bildirir.
Böylelikle bu muhakkikler de, bu ilmi vasıtasız Haktan öğrenmiş olurlar. Bununla
birlikte ezelî ilmin hükmü, kendi hâli üzere bakidir; çünkü Kalem'in verdiği
hüküm, asla değişmez.
Allah'ın öyle kulları
vardır ki, bazı vakitlerde ilâhî ikram nef-hâlarmm tecellîsi esnasında
kendilerinde bir takım hâller arız olur; bu haller, o kimselerin Haktan başkasından
yüz çevirip, yetkin bir tezkiyenin ardından kalplerinin
"verililer"iyle[79] en
kısa zamanda ilâhî-Gayb-ı Mutlak hazretine/mertebe yönelmelerini gerektirir.
Böylelikle onlar, Hakkın dilediği ilâhî ve kevnî sırları idrâk ederler.
Bu nefis, bazen bu
mertebeleri ve tafsillerini bilir veya bir kısmını bilir; bazen ise, elde
ettiği ilim ile "tahakkuk" etmesine rağmen bunları bilemez.
îsîm, sıfat ve benzeri
şeylerden taayyün eden her şey, kendisi taayyün etmeyen ve sadece bir
mazhâr/muayyin ile tecellî ve taayyün eden kendi "asl"ı üzerine bir
perdedir ve kelâm da, bir sıfattır; bundan dolayı kelâm, zâtına ait ilminin
nispeti açısından kelâm sahibi/mütekellirn üzerine bir perde olmuştur. Şu hâlde
Hakka ait kelâm, gaybmdan ve Amâ'daki ilminin mertebesinden/hazret gelen ilâhî
tecellîden ibarettir.
Amâ, Nefesi Rahmanı ve
diğer mertebelerin ve hakikatlerinin taayyün mertebesidir.
Bu tecellînin hükmü,
yaratıcı-irâdî teveccüh/teveccüh-i irâdî-i icadî ile veya hitap için taayyün
eder; bu hükmün hitap için taayyünü, mertebe veya ismin mazhân cihetindendir.
Bu isim, nefesin ve yaratma sözünün/Kün-Ol, o mazhâra nispetini gerektirir.
Böylece, mütekellim isminin nispeti ortaya çıkar. Bunun ardından, zikredilen
hüküm, daha önce işaret ettiğimiz gibi isimlerin mertebesi olan "nefes-i
Rahmanı" makamından muhataba sirayet eder. Bu hükmün bu makamdan muhataba
sirayeti, iradî tahsis ve varlığın o hükmü kabul etme istidadına bağlıdır.
Böylece kelâma ait bu tecellînin sırrı, irâdenin hükmünün gerektirdiği tarzda,
kendisini idrâk eden ve işitende ortaya çıkar.
Bunun yanı sıra tecellî,
kendisine ulaştığı kimsenin haliyle, uğradığı mertebelerin, vaktin ve
mekânın/mevtin hükümleriyle vb. boyanır. Tecellînin belirtilen bu mertebelerin
hükümleriyle boyanması, daha önce tespit edildiği gibi, ilâhî emir onun tertip
sultasına ve tertipteki mertebelere uğramasmı gerektirdiğinde geçerlidir.[80]
Tecellî, hiç bir vasıtanın
bulunmadığı özel bir yolla mazhârı-na ulaşırsa, bu durumda sadece varit olduğu
kimsenin hâlinin, vaktinin, mekânının/mevtin ve makamının hükmüyle boyanır.
Bütün mertebelerde kelâm,
hitap eden ve muhatap arasındaki perde vasıtasıyla meydana gelir, nitekim
Allah, kitabında bu hususu bildirmiştir. Bu perde, perdeye mahal olan kimseye
nispetle, risâlet mertebesidir. Ayrıca, perdeler ve vasıtalar, azalır ve
artar. Bunların en azı, bir tek perdenin kalmasıdır ki, bu da, konuşan iki
kişi arasındaki "konuşma/hitap" nispetidir.
Binaenaleyh, harfler ve
zahirî düzenli/manzum kelimeler, zihnî harflerin ve kelimelerin perdeleri ve
elçileridir. Zihnî olanlar ise, makûl harflerin perdeleri ve
elçileridir/resul.
Makûl harfler, birlik
özelliğindeki kelâmın/el-kelâmü'1-vah-danî mânâsının risâletini içerir. Bunun
ardından, vahdaniyet özelliğindeki kelâm, konuşulan şeyle ilişkisi cihetinden
konuşulan şeyin risâletini içerir. Sonra, konuşulan şeyin mefhûmu, kelâmından
anlaşılan özel tarz cihetinden konuşanın muradını içerir. Sonra, bu özel
durumu idrâk, bu kelâmın hitap sahibinden muhataba geçmesinin gerekçesinin
bilgisini ifâde eder.
İşte bu, kelâm olması
itibarıyla kelâm sıfatının kendisinden çıktığı irâdenin sırrıdır.-Bunun
üzerinde Zât'a ait kuşatıcı/muhit ilim mertebesi vardır. Gayeler ve
hükümleriyle, etkenlerin/bais, maksatların ilkeleri, illetleri ve sırlan
bilinir. Çünkü sonuçlar, başlangıçların aynısıdır. Bunlar, karışma, hükümlerin
birbirine girmeleri/tedahül ve burada ifâde etmemiz gerekmeyen bir takım nedenlerden
dolayı başlangıç ve sonuç arasında gizli
almışlardır.
Sonuçta, başlangıcın
hâkimiyeti/galebe ortaya çıkar. Kitabın sonundaki
"Havatimü'l-fevatih" isimli bölümde -Allah'ın izniyle- bu meselenin
bazı sırlarına değineceğiz. [81]
Malûm olsun ki:
Gayb-ı Mutlak'tan, şehâdet
âlemine, ister isimler isterse de sıfatlar veya mücerret kevnî
"a'yân"dan zahir olan her hakikat, "cem" hazretinin hükmüne
tâbi "içtima" nispetiyle zahir olur. Bu içtima nisbeti, daha sonra
bahsedilecek "hadd-ı fasıl"'a mensuptur.
"Cem" hazretinin
hükmü, ahadiyet özelliğiyle Gayb'tan, makûl ve mahsûs bütün eşyaya sirayet
etmektedir. Bu içtima, umumîliği açısından öncelikle Hakkın külli irâdesinde,
bunun ardından da mümkün varlıkların/a'yan istidatlarından kaynaklanan talep
ve kabulde ortaya çıkar/taayyün. Bu içtima, özel olarak da, her bir isim ve
sıfâtm mertebesi cihetinden mutlak irâde nispetleri ile gizli/karnin her bir
mümkün hakikatinin arasında taayyün eder. Bu taayyün, mümkünlerin
hakikatlerinin birbirleriyle birleşmesi ve terkiplerinden ve de bu terkip ve
birleşme vasıtasıyla da birbirleri için zuhur etmelerinden öncedir.
İki veya daha fazla hakikat
arasında gerçekleşen her çeşit ic-timayla mertebeler, sıfatlar ve bazı isimler
yönünden ortaya çıkan/mü teayyin ve irâde edilen şey, haricî varlıkta zuhuru
gerçekleşen cüz'î emirler/şey, suretler, teşekküller, şahsî/somut haller ve
benzeri şeylerdir.
Beşerî harflerden oluşan
cüz'î kelâmda da durum böyledir. Eser ve fayda, en az iki veya daha fazla
harfin veya iki ismin veya bir isim ile bir fiilin birleşmesiyle/terkip
gerçekleşir, bu meseleye daha sonra değineceğiz.
Aynı şekilde, rûhânilik
yönünden harflerle amel etmek ve onları kullanmak/tasrif de böyledir; tesir,
iki veya daha fazla harfin bir araya gelmesiyle meydana gelir..
İşin uzmanlarına göre bir
harf, tek başına müessir olamaz. Bir harfin tesir edebileceğini ileri sürenler
-şeyhimiz İmam Muhyid-diıı İbnü'l-Arabî gibi- zihinde müşahhas olan harfi,
lafız ve yazıda gözüken harfe ekleyerek bu tesirin gerçekleştiğini dikkate almışlardır.
Bu, şeyhimin bana şifahen söylediği kendi ifadesidir. Bu durumda, zihin ve yazıdaki
harf iki tane olmaktadır. Şu hâlde -muhakkiklerin ittifakıyla- tek harften
kesinlikle bir tesir meydana gelmez.
Arapça alimlerinin,
"Şm", "Kaf", "Ayn" gibi harflerin bilmen
tesirleri hakkındaki ifâdelerini ise, bu harflerin esasta iki harf olduğu şeklinde
cevaplandırmak mümkündür. Asla riâyet edip, işitenin konuşanın kastını
anlamasına güvenerek, herhangi bir nedenle bu harflerin birisi hazf edildiğinde
diğer harfle yetinil-miştir. Binaenaleyh, karine ile güçlenen idrâk veya
"asıl" ile tanımlanan şey, düşen harfin yerini almıştır; böyle
olmasaydı, daha Önce açıkladığımız gibi, tek harften tesir meydana gelmezdi.
Kelâm, daha önce ifâde
ettiğimiz üzere, kendi irâdesine tâbi bir güçle mütekellimin/konuşan
muhataptaki tesirinden ibarettir; bu irâde, mütekellimin nefsindeki şeyi
muhataba ulaştırmak ve ibraz etmekle ilgilidir. Hakkın, kendi kelimeleri ve
harfleri[82] olan a'yân-ı mümküneyi
yaratması ve gaybî-hubbî[83] bir
hareket ile nefsinden bunları izhâr etmesindeki durum da böyledir. Bu
gaybî-hubbî hareket, "iradî teveccüh" diye ifâde edilmiştir. Bu
teveccühün hükmü, bütün a'yân vasıtasıyla kendilerini ve terkiplerini kapsayan
Vücûd ile zahir olur; böylece Hak bilinir, sıfatlarının, isimlerinin ve
kemâlinin hükmü ortaya çıkar, bunu -Allah'ın izni ile- daha sonra
açıklayacağız. [84]
Şimdi de, kelâma özgü altı
terkibin sırrını açıklayacağız: Bu terkipler, Nâhivciler arasında meşhurdur.
Nâhivciler, bu terkiplerin iki tanesinin anlamh/müfid olduğunda ittifak
etmişler; birisinde çeşitli noktalarda görüş ayrılığına düşmüşler; kalan üçünün
ise, bir anlam taşımadığında görüş birliğine varmışlardır.
Buna göre ittifak edilen
terkip, ismin isim ve fiil ile terkibidir; bazı açılardan görüş ayrılığına
düştükleri terkip ise, nidada ismin harf ile olan terkibidir; herhangi bir
anlam taşmadığmda ittifak ettikleri terkip ise, fiilin, fiil ve harf ile,
harfin harf ile terkibidir. Burada, bazı sırlarını açıklamak için eğildiğimiz
mertebe yönünden sözü edilen ilâhî ilimde bunların esasını -Allah'ın izni ile-
ortaya koyacağız.
Malûm olsun ki:
Hakikatte/tahkik isim, mümkünün ilimde sabit "ayn"mı izhâr eden
tecellîdir; fakat bu durum, Gayb-ı mutlaktan çıkan tecellînin mazhârı ve
tecellîgâhı olan bu "ayn"m mertebesinde taayyünü yönündendir. O hâlde
mazhâr olan mümkün "ayn", kendisiyle ve kendi mertebesinde taayyün
eden tecellînin ismidir.[85]
Taayyünü açısından tecellî,
taayyün dışı olan/gayr-ı müteay-yin Gayb-ı Mutlak'a delâlet eden bir isimdir.
isimlendirme ise, ismin
taayyün ettiği ve kendisine delil olduğu Asl'a delâletinden ibarettir; bu konu
hakkında daha fazla açıklamayı isimlerin kaidesi bölümünde yapacağız.
Harf, kendi hüküm ve
tabileri de dâhil olmak üzere, her şeyden mücerret olması itibarıyla
"ayn-ı sâbite"nin aynıdır.
Fiil, -hüviyeti itibarıyla
değil- mucid/Yaratan olması açısından Hak ile -sadece "ayn" olması
itibariyle değil- Hakkın mevcut ettiği bir şey olması ve icat ve eserinin
hükmünü kabulü açısından "ayn" arasındaki "te'sir nispeti"
ve yaratıcı hüküm irtibatıdır. Ayn'm yaratılış ve Hakkın tesirini kabulü, bu
zuhur dairesinde yaratıhşmı/icâd tercih ettiren istidadına bağlıdır. Bu icâdm
hükmü, Kâlem-i a'la'nm zâtında nakşedilmiştir.
Bunu anla, burada
açıklanması mümkün olmayan derin sırlar vardır.
Bu sabit olunca, şu da bilinmelidir
ki: Zikredilen altı terkibin ilki, ismin isim ile terkibidir. Bu, ilk isimler
ile aslî sıfatların esas-ları/ümmehat arasında gerçekleşen birinci ictimadır.
Bu sıfatlardan dolayı Zât, âlemi yaratmaya ve Gayb'tan izhâra teveccühü iktizâ
etmiştir. Bu terkip, bunun ardından işaret olunan birinci nikahın sahibidir.
Buna dair pek çok
işaretimden birisi de, şu ifâdemdir: Hak-km zahirî, adeta kendi iktidarının
nüfuz mahalli olması gibi, bâtını için tecellîgâh/mecla olmuştur.
ikincisi, ismin,
yaratıcı/mucid veya hâhk vb. ismin hükmünden ibaret olan fiilin
hakikâtinin/ayn mazhârı olması itibarıyla ayn-ı sabiteyle terkibidir. Ayn-ı
sabite, kabul ve daha önce işaret ettiğimiz "istidat" özelliğiyle bu
fiilin mazhârı olur.
Binaenaleyh bu iki terkip,
zorunlu olarak, fayda verirler/mu-fid ki, bu, vücûdî mertebelerde
gerçekleşmiştir. Diğer terkip ise, bir fayda vermez; bu terkip, mümkün
"ayn" m sırf mümkün bir "ayn" olması açısından her hangi
bir ayn'a -ilmî iktizâ ile değil-kendisini dikkate alarak izafe edilmesidir.
Aynı şekilde Hakkın âlemle irtibatını gerekli kılan "hazret-i cem"
hükmü sirayet etmeden tecellî nispeti de böyledir[86];
veya yaratmanın makûliyeti-ni, ilâhî tecellînin ulûhiyet yönünden sirayeti
olmadan mümküne izafe edilmesi de bir fayda vermez, yani ondan her hangi bir
netice meydana gelmez.
Ulûhiyet, irtibat ve
münâsebeti (:Allah ve alem arasında) var eder.
Aynı şekilde, üçüncü bir
şey/emir olmaksızın bir tecellînin başka bir tecellîyle irtibatı da, hiç bir
fayda vermez; söz konusu üçüncü şey, fiilin mazhârı ve Zât gaybmdan tecellînin
taayyününün sebebidir, ayrıca tecellîden farklıdır ve taaddüdü ispat eder.
Aynı şekilde ayn-ı sabite, daha önce belirttiğimiz gibi vücûdî tecellînin
bitişmesi/iktiran olmadan, yaratılış/icâd emrini kabul sıfatı kendisine
eklenerek dikkate aldığında, hiç bir netice ve fayda vermez Çünkü, kabil
olmadan tecellîyle tecellî, adeta birisinin kendi kendine vurması gibi, hiç bir
sonuç vermez. Mümkün ayn'm başka bir ayn ile birleşmesinden bir netice
çıkmayışmm sebebi de budur. Bu ayn, ister daha önce belirttiğimiz yaratıcı
tecellîyi kabul özelliği gibi kendi tâbilerinden birisi olsun, ister başka bir
ayn'a tâbi olan müstakil-metbu bir ayn olsun, durum aynıdır.
Nida meselesine gelince:
bunun bir benzeri, Hakkm "ayn"a cüz'î isimlerinin mertebeleri ve
mazhârlarından yaratmayı emretmesi ve ona "Ol/Kün" demesid ir/tekvin
sözü. Çünkü, "hazret-i cem"den zatî tecellî sırrı, bu söze sirayet
etmemiş olsaydı, bunun hükmü gerçekleşmezdi. Bu durum, nâhivcilerin "Ey
Zeyd" ifâdesini takdir etmeleri gibidir. Bu ifâde anlamlıdır, çünkü bu,
Zeyd'i çağırdığımı veya "Zeyd" diye bağırdığımı ifâde eder.
Tahkikte bunun örneği,
âlemimizde vasıtaya bağlı olan emirdir. Bu emre, zatî isimlerden birisi olan
"irâde"nin hükmü bitişmezse, hükmü geçerli olmaz. Bunun için Hak,
"el-Hâdî" isminin lisanıyla peygamberinin makamı cihetinden bazı
insanlara "Namaz kıl" diye emreder, onlar ise namaz kılmazlar, namaz
da mevcut olmaz. Fakat, namazla memur olan "ayn"a istidat özelliği
ve zâtı tecellîyle yaratıcı hükmü kabul izafe olunduğunda, namaz kesinlikle
zuhur eder. Bu tecellî, namazın "ayn"ma ve "musaîlî/namaz
kılan" diye isimlendirilen mazhâr mertebesindeki zuhûruyla ilişkilidir.
Bunun ardından bilinmelidir
ki: Terkib, cem ve istihale -ki istihale/başkalaşma, mürekkep cüzlerin
hükümlerinin birbirlerine sirayet etmesi demektir- arasında mânâ ve ruhlar
mertebesinde değil, suretler mertebesinde bir fark vardır; "terkip"
ve "cem" hakkındaki açıklamalarımızı tamamlamadan önce bu farkı dile
getireceğiz.
Şöyle derim: Sadece
ictima/(çeşitli hakikatlerin bir araya gelmesi), şahısların askeri bir nizâmla
veya safta veya halka halinde toplanmalarına benzer. İçtima ve terkibin hükmü
ise, inşa edilecek evin kerpiç ve ağaçlan gibidir. İçtima, terkip ve
dönüş-nıe/istihâle ise, varlıklar için ustukussat/unsurlar gibidir, çünkü
ustukussaün kaynaşma ve temasla birleşmesi ve terkipleri, varlıkların meydana
gelmesi için yeterli değildir; bilakis, varlıkların/kainat meydana gelebilmesi
için bunların birbirleriyle etki ve tepki içinde olmaları gerekir.
Bütün bunlar için benzer
bir "keyfiyet" sabit olur/istikrara kavuşur: O da, etken ve edilgen
bu hareketlerin kemâlidir; bunların nihayeti- "mizaç" diye
isimlendirilir. Bu durumda bunlar, etken ve edilgen hareketlerin ardından, gerçekleşmesi
bu mizaç niteliğine ve bu istikrara bağlı olan nev'î sureti kabule istidat
kazanırlar.
Burada, istihalenin
zikredilmesi ve hükmünün cem ve terkibe izafe edilmesindeki gaye, istihalenin
cem ve terkibin gayelerinden birisi olduğuna dikkat çekmektir. Daha önce ifâde
ettiğim, bazı isim ve mertebeler açısından iki veya daha fazla hakikat arasındaki
bütün ictimalarla kast edilen, zuhuru haricî varlıkta meydana gelen şeydir.
Bu.ise, irâdenin taalluk ettiği şey olan nihaî gaye değildir. Bunun için emri,
bazı isim ve mertebelerle sınırladım. Şimdi de, istihale ve hükmünün
neticesiyle ilgili olarak, "gayelerin birisidir" dedim. Hatta
bununla, bütün suretlerde veya suret ile irtibatlı olan her şeyde hükmü sari
olan ilâhî tesviyenin sırrına işaret ettim; bu ise, "tesviye" diye
ifâde edilen cüz'î varlık istidadının meydana gelmesi içindir. Bu durum, bu
örnekte, zikredilen hareketin ardından diğer nikah mertebe!erinde ve üç
hareketin mertebesindeki "mizaç keyfiyeti" açısından "hepsi için
meydana gelen "istikrar" diye ifâde edilmiştir.
Mizacın bunlardan her
birisine nisbeti, her birisinin kendi özelliğine göredir ki, bu, manevî,
ruhanî, surî, basit ve mürekkep olabilir.
Sonra, mesela madde beşerî
ise, ilâhî nefhâyı kabule istidat kazanır. Allah teala şöyle buyurmuştur:
"Sonra onu yeni bir yaratış ile yarattık." (Müminûn, 14) Nitekim
sahih bir teveccüh, her türlü ilgiden soyutlanmak/tefriğ ve daha önce
belirttiğimiz şartlarla Hakka sülük eden kişi hakkında da "tesviye"
meydana gelir. Böylelikle sâlik, zikredilen ve zikredilmeyen şeyleri doğuran
ilâhî tecellîyi kabule istidat kazanır. Bu meselenin sırrının anlaşılabilmesi
için, daha sonra ilâhî-küllî irâdenin gayelerine özetle de olsa işaret
edeceğiz.
Şimdi, tekrar açıklamaya
çalıştığımız konuya dönüyoruz.
Şöyle deriz: Terkib, ya
manevîdir; bu, alemi/kevn yaratmaya yönelişi esnasında ilâhî isimlerde
gerçekleşen "içtima"dır. Bu nedenle, terkip ile cem arasındaki farkın
suretler mertebesinde ortaya çıktığına ve onun üzerindeki mertebelerde
çıkmadığına işaret etmiştim.
Zikredilen bu içtima, esmâî
kelimeleri ve kevnî hakikatleri izhâr etmek için ilmi harflerin rabbani
tasnifi ve te'lifinin menşeidir.[87]
Bunlar, isim ve sıfatlarıyla Hakkın Zâtının sırrını ve hükmünü varlıklarında
ifâde ederler. Bu te'lif ve inşanın maddesi ise, Nefes-i Rahmânî'dir. Nefes-i
Rahmânî, kapsayıcı daire/hi-zane-i camia ve Ümmü'l-kitab'dır. Daha sonra, Hak
nasip ettiği ölçüde, bu konu hakkında açıklamalar yapacağız.
İşte bu, ilk içtima olan
manevî terkibin hükmüdür. Bundan zuhur eden terkip ise, ya surî-maddî veya
maddîye benzeyen bir terkiptir. Buna göre, maddîye benzeyen terkibe, nûranî
ruhların kendi kuvvetleri ve onlara sirayet eden isimlerin özellikleri cihetinden
olan hareketleri örnek olarak verilebilir; bu özelliklerin bir araya gelmeleri,
ruhların varlığının sebebidir. İsimlerin özelliklerinin bir araya gelmesi ise,
misâlî-mazhârlanyla ve onlara göre sınırlanmaları/takayyüt; ayrıca, bu
isimlerin mazhârlarınm mertebeleri ve esma mertebelerinden kendileri için
hasıl olan özellikler cihetinden gerçekleşir; bunun gayesi ise, ulvî suretleri
ve nispeten bâsit-cirimleri/ecram-ı basita meydana getirmektir.
İşte bu, ikinci nikahın
hükmüdür; daha önce işaret ettiğimiz ise, isimlere ait/ismî-gaybî, ilk nikahın
hükmüdür.
Bu iki nikahtan sonra gelen
terkip ise, maddi terkiptir; maddi terkip, tâbii-mürekkep suretlerin meydana
gelmesi için zikredilen şeylerin bir araya gelmesidir. Bunun ardından da,
insanın suretini izhâr etmek için mürekkep-tâbii suretlerin, kendi kuvvetleriyle
ve zikredilen şeylerle birleşmesi gelir.
Binaenaleyh, "cem ve
vücûd" mertebesinden gaybî bir hareket ile ulaşıp, ahadiyet-i cem ile
sirayet eden vahdaniyet özelliğindeki her eser/eser-i vahdanî, iradî[88]
teveccüh ile hususîleş-miş/tahassüs hakikatlere, daha önce sahip olmadıkları
bir içtima kazandırır.
Buna göre, bu şekildeki her
içtima, bir terkiptir: Her terkibin de, bu terkibin neticesi olan bir sureti
vardır; her suretin kendisine özgü bir hükmü, bir de başkalarıyla müşterek
olduğu bir hükmü vardır. Hükmü genel ilâhî harflerden, mahreç mertebelerinin
her birisinde bulunan özel-beşerî harflerden ve ilâhî suretin mahreçlerinden
ibaret olan büyük âlemin mertebelerindeki harflerden oluşan terkipler,
sonsuzdur; binaenaleyh bunların, "suretler" ve "kelimeler"
diye isimlendirilen neticeleri de sonsuzdur.
Bunların lâzımı olan
isimler, sıfatlar, özellikler, keyfiyetler ve benzerleri gibi hükümler de
sonsuzdur. Bu nedenle, ilâhî ve kevnî kelimeler tükenmezler; çünkü,
özelliklerine dikkat çekilen mümkünler gibi, terkip ve içtima türleri de
nihayetsizdir.[89]
Bunların, sadece asılları
ve küllîlikleri mütenâhidir. Şu hâlde, beşerî tasavvur ve idrâk araçlarının
hangisiyle idrâk edilirse edilsin, idrâk edilen bütün suri şeyler -ister
insanın varlık mertebelerinde ister herhangi bir itibârla kendi dışındaki
mertebelerde olsun-, herhangi bir mertebede veya mertebelerdeki içtima
nisbetinden ibarettir; bununla birlikte, içtima türleri, sınıfları, zikredilen
küllî ve tafsîiî mertebeleri değişiklik arz eder.
Şu hâlde, birleştirici
terkip/et-terkibü'1-cem'î, terkip ve birleştiren kimsenin terkip ve
birleştirmeyle izhâr etmek istediği suretin harici varlığmı/ayn meydana
getirir; söz konusu bu terkip, mürekkep şeyin harici varlığının zuhur şartıdır.
Buna göre, hudusun, terkibin, cemin ve zuhurun konusu/müteal-lak, mücerret
varlıklar/a'yân ve küllî hakikatler değil, suretlerdir; küllî hakikatler,
bütün cem ve terkip mertebelerinde terkip edilen ve birleşen/cem şeylerin
asılları, bizzat cem ve terkibin aynıdırlar.
Terkib ve cem'in -işaret
edilen bu husus dikkate alınırsa- mücerret hakikatlerin birbirlerine
eklenmesinden başka bir nisbeti yoktur; bu ekleme ise, cem ve terkip işini
yapanın kastından çıkan bir harekete bağlıdır. Böylelikle terkip ve cem,
vücûdî suretin hakikatini ortaya çıkarmak veya nefiste zuhuru amaçlanan
kelimeyi ibraz için hareket eder veya ettirilir; bunun sonucunda ise, gayb
hâlinin ardından kelime, eklenme/inzimam nispetiyle müşahede edilir hâle gelir.
İlâhi meşiyete ve istidada
göre herhangi bir varlık mertebesinde ilâhî yaratma ile zuhur eden her şey
için durum böyledir. Böylece, söylediğimiz gibi, hareket ve kasıt ile
birleştirici terkip, idrâk, müşahede ve içtima meydana gelir, burada
zikretmediğimiz ve zuhur eden bütün şeylerin lâzımı olan sirayet edici hüküm,
zuhur eder..Bütün bunlar, mevcut a'yân değil, sadece nispetlerden ibarettir.
Şu hâlde, müşahedenin
konusu, basitlerden mürekkep olan şeylerdir. Şu var ki, bu mürekkeplik, basitte
mündemiç bir emri izhâr eden "cem/birleştirme" nispetinden başka bir
şey değildir; basitteki bu mündemiç emir, bu içtima amaçlandığı şekilde
olmasaydı, bilinmez ve hakîkati zuhur etmezdi.
Binaenaleyh basitlik, bir
perdedir, hakikatleri örten terkip ile bu perde ortadan kalkar; bununla
birlikte, herhangi bir varlık durumu/emr-i vücûdî ortaya çıkmaz. Bu ise, son
derece garip bir durumdur.
Emir, birleşme ve
eklenme/inzimam nispetidir; bu emir, birleşen şeyde, isim, sıfat vb. zahir
olan şeyler gibi, bu ietimadan önce bilinmeyen bir hüküm izhâr etmiştir. İşte
idrâk, terkib vasıtasıyla bu şeye ilişmiştir/taalluk.
Bu nedenle kitap, harflerin
ve kelimelerin birbirine eklenmesini esas alarak, askeri birliğin toplanması
anlamındaki "ke-tibe" kelimesinden türetilmiştir; söz konusu eklenme,
tâbilik yoluyla gayb mertebesindeki mücerret mânâların eklenmesini de gerekli
kılar. Bunun örneği, arazların cevherlere tâbi olarak mekânda
bulunmalarıdır/tahayyüz, çünkü onlar, cevherlerden mücerret düşünüldüklerinde
mekânda bulunmak kendilerinin bir sıfatıdır.
Ardından, bu eklenmeyi iki
farklı hüküm takip eder. Bunlardan birisi, "nazm" ve birleşme ve
terkip diye isimlendirilen "ittisal/süreklilik"; diğeri ise, fasıl
ve temyizdir.
Bunu da, iki durum takip
eder: değişme ve şekillenme.
"Nazm"a gelince,
bu, eklenme, birleşme ve terkib vb. diye ifâde edilen şeydir; bunun hükmünü
daha önce açıklamıştık.
"Fasıl" ise, mânâ
ve hakikatlerin hükümlerinin birbiriyle gi-rişikliğini/tedahül, münâsebet ve
tâbilik açısından birbirleriyle irtibatlı oluşlarını ifâde eder.
İlmin dili, tanıtıcı ve
açıklayıcı araçlarıyla hükümleri tayın edip, onları asıllarına izafe eder.
Böylelikle, hükümleri birleştiren ve genelleştiren tek Vücûd'un hükmüyle
meydana gelen karışıklık, "temyiz" ile ortadan kalkar.[90]
Öğrenci de/müteallim, bu hükmün mesela hangi hakikate dayandığım bilir ve hiç
bir karıştırma olmaksızın onu o hakikate nispet eder. Böylelikle bütün
mânâlar, kendi aslına izafe edilmiş, her asıl da, kendisine özgü ve tâbi
hükümlerle diğer asıllardan farklılaşmış olur.
Bu, bu ve daha Önceki
fasıllara dercettiğim sırlan bilen kimse için, sahih ilimden sonra huzur
makamının en önemli faydalarından birisidir.
Sonra şöyle deriz: İçtima,
farklılık, tahlil, terkib, zahir olan taayyünler ve şekillenme/teşekkül
çeşitleriyle varlıkta meydana gelen değişmenin konusu, cüz'î şekillenmeler/teşekkülat
ve sûretlerdir; bunlar, küllî ve makûl mücerret hakikatlerin ve şekillerin
hükümleridir.
Çünkü, şehâdet âleminde
taayyün eden cüzî şekiller ve so-mutlaşmalar/teşahhusat, gaybî-küllî şekillerin
ve basit hakikatlerin mazhârlarıdır. İdrâk edilen keyfiyetler ise, herhangi
bir mertebede veya varlıkta teşekkülü açısından teşekkül edenin hâllerinden
ibarettir. Hakikatler, soyutluk, cevherlik, ve aynî sıfatta müşterek;
aralarında müşterek olan Vücûd-ı ânım itibarıyla da bir ve benzerdirler;
kendisinde hiçbir şeyin çoğalmadı-ğı/taaddüt ve farklılaşmadığı ilâhî-gaybî sır
yönünden ise, suretler ve şekiller zuhur etmiştir.
Buna göre, "zâti
hadler/hudud-ı zatiyye" diye isimlendirilen şeyler, sûretlenen ve
şekillenen/müteşekkel için değil, suret ve şekiller için zâti bir özelliktir;
fakat teşekkül eden bu şey, sadece şekil ile görülebilir. Böylelikle, bu
gerçeği bilmeyen kimse ise, mahdudun, bizatihi teşekkül eden olduğunu zanneder,
hâlbuki mahdut şekildir; şu var ki, teşekkül eden, sadece şekil vasıtasıyla
görülebildiği gibi, şekil de teşekkül eden şey ile görülebilir.
Aynı şekilde, eşyanın
hakikatlerinden onun araz ve sıfatlarını bilip, böylece sıfatı hakikati
açısından öğrendiğini zanneden kimse de büyük hata etmiştir; hâlbuki, o sıfatı,
herhangi bir mev-sufun/sıfat sahibi sıfatı olması itibarıyla bilmiştir.
Nitekim, daha önce buna
dikkat çekmiştik ve idrâk edilen keyfiyetler hakkında da, şunu belirtmiştik:
İdrak edilen keyfiyetler, mutlak anlamda değil, teşekkül etmiş olması
cihetinden teşekkül eden şeyin hâlleridir.
Bu bilginin konusu,
hakikatler değil, nispetlerdir; sahibi de, hakikatlerin mâhiyetlerini değil,
nispetlerini selbî veya izafî kayıtlarla bilebilir. Çünkü hakikatlerin künhünü
bilmek, daha önce zikrettiğimiz, büyüklerin zevkine mahsus bir metotla
gerçekleşir.
Sonra şöyle deriz: Her
basit şeyin haddinin cüzleri, basitin kendi hakikâtinin cüzleri değil, sadece
haddinin cüzleridir. Had, zihni mertebede aklın farz ettiği bir şeydir;
bizatihi had ise, hü-
viyeti itibarıyla
bilinemez; böylelikle cüzleri, ne kendisinden gerçek anlamda nefy edilir ve ne
de ispat edilebilir.[91] Bu
ve kitabın başında açıkladığımız sırlar, mutlaklık ve basitlikleri itibarıyla
ilâhî-gayb mertebesinde eşyanın hakikatlerinin bilinmesini imkânsız kılınıştır.
Bu mertebe, daha önce ilmin sırrı hakkında dikkat çektiğimiz üzere, bunların en
ulvî kaynağıdır.
Binaenaleyh, örneğin
teşekkül eden şey, şekilden mücerret olarak dikkate alınırsa, gaybî-ilâhî ilim
mertebesinde bulunur ve bu nedenle, açıkladığımız üzere, bize taayyün etmez,
belirlen-mez, hiçbir tasavvura sığmaz; bunun tanımı, tahdidi, isimlendirilmesi
ve ifâde edilmesi, mümkün değildir. Çünkü buna dair bilgi, ancak mücmel olarak
elde edilebilir.
Bu mücmel bilgi ise, şudur:
Şeklin ardında bir şey bulunmaktadır ki, bu şey, mücerret, yani sıfatlardan,
suretlerden ve kendisi için taayyün eden itibârlardan ve şekillerden soyut
olarak dikkate alındığında, hiçbir tasavvurda sağdırılamadığı gibi, görmek ve
belirlemek bir tarafa, bunun taakkuîu de mümkün değildir.
"Teşekkül" etmiş
olmakla nitelenen şeyi sınırlayan şeklin kendisiyle zuhur ettiği bir Özellik
olmalıdır ki, her ikisi de, yani şekil ve teşekkül eden şey, bu özellik
cihetinden idrâk edilebilsin; şekil ve teşekkül eden şeyin idrâkini temin
eden, "ortaklık/cem" nispetidir.
Bir şeyin şekil ve
teşekkülden mücerret olarak dikkate alınması, daha önce de işaret ettiğimiz
gibi, -şayet kendisine özgü ve onu başka varlıklardan ayırt eden bir hakikati
varsa- o şeyin ha-kîkâtinin bilinmesini imkânsız kılar; bu hakikat, ne her hangi
bir itibâr veya temeyyüz veya taakkul düzeyindeki bir taayyün ve ne de
tanimlayıcı/muarrif bir mazhâr vasıtasıyla bilinebilir
Dikkat çektiğim hususu
düşün ve anlamaya çalış! Bu konunun detaylarından da uzak dur!
Allah, doğruya ve hidâyete
ulaştırandır. [92]
Bu kaide, harflerin,
kelimelerin, noktaların, i'rabın, vücûdun, imkânların, mümkünlerin sırrını;
bütün bunlara mahsus mertebeleri ve bunlara delâlet ve istinat eden şeyleri;
âlemin Rakk-ı menşur'da yazılmış bir kitap olmasının sırrını içermektedir
Malûm olsun ki: Vücûd-ı
münbâsit/fa'yan üzerine yayılan Varlık), Nurdan ibarettir; daha önce ilmin
sırrından bahsederken bunun hükmüne dikkat çekmiştik. Nûr, Rakk-ı menşur'dur.
"Neşr" diye ifâde edilen inbisât/yayıl-ma, mümkünlerin hakikatleri/hakaik-i
mümkünat üzerinde gerçekleşir. Böylece her hakikat, Hakkın ilminde diğer
hakikatlerden temeyyüzü ve sabitliği açısından "gaybî-harf" olur;
nitekim altı terkibin sırrından söz ederken buna işaret etmiştim.
Hakikatlerin bir kısmı
tâbi, bir kısmı ise metbûdur. Tabî hakikatler, metbû hakikatlerin hâlleri,
sıfatları ve levazımıdır. Bundan dolayı nıetbû hakikatler, hâllerinin onlara
izafesi ve tâbi olması itibarıyla, Vücûddan mücerret iken taakkul
edildiklerinde "gaybî kelime" olurlar. Metbu mâhiyet, varlığından
sonraki levazımından soyutlanmış halde Vücûd ile vasıflanması/ittisaf
itibarıyla taakkul edildiğinde de "vücûdî harf" olur. Metbu mâhiyet,
Vücûd ile vasıflandığında tâbi levazımının kendisine eklenmesiyle taakkul
edildiğinde, "vücûdî kelime" olur.
Bu vücûdî kelimelerden
oluşan âyetler ise, birleşik yapılar-dan/hey'et oluşmuş bir yapı/heyet ile özel
bir sıfatın hakikâtine veya belirli bir hâle veya küllî bir asla veya belirli
bir cinse eklenmiş özel bir lâzım türüne delâlet mânâsı taşıyan şeylerdir;
âyetleri oluşturan birleşik yapılar, iki veya daha fazla kelime arasında
gerçekleşir ve bu hey'et vasıtasıyla idrâk edilen anlaşılır/mefhûm mânâlar
bütününü ifâde ederler.
Bunlardan oluşan sureler
ise, herhangi bir mertebenin hükümlerini veya küllî bir sıfatı veya küllî bir
hâli açıklayan şeylerdir; bu küllî hâl, çeşitli sıfatlan veya farklı ve çeşitli
hâlleri istilzam eder.
Nazil olan kitaplar ise,
ilâhî-ilmî hükümlerin suretlerini; herhangi bir küllî mertebeye ve belirli bir
devir veya devirlerdeki bir guruba mahsus "imkânî" hükümleri
açıklayan şeylerdir.
Kur'an, şeriatların
hükümlerinin sona ermesini gerektiren belirli bir vakte kadar hükmen diğer
asrın ehline ait haberler yönünden farklı tabakalarına göre varlıklara mahsus
"imkânî" hâlleri kuşatan/muhît ilmin suretleridir; şeriatların
hükümlerinin ortadan kalkacağı bu belirli vakit, güneşin battığı yerden doğma
vaktidir.
Dayanak noktası ve merci
olan küllî mertebeler, zikredilen beş mertebeden ibarettir. Pek çok meselede
yaptığımız gibi, ihtiyaten ve okuyucunun unutmasından çekindiğimiz için,
bunları tekrar zikredeceğiz; bazen, tekrarlamadaki amacımızı bilmeyen kimse,
bunun faydasız olduğunu zannedebilir.
Şöyle deriz: Bu beş
mertebenin ilki, hakikatlerin ve mücerret mânâların kaynağı/maden olan ilâhî
gayb mertebesidir. Bunun ardından, ruhlar âleminin ve daha Önceden zikredilen
şeylerin ait olduğu izâfî-gayb mertebesi gelir. Bunun mukabilinde ise, şe-hâdet
mertebesi bulunmaktadır; nisbî olarak basit ve tâbiî-mü-rekkep suretler bu
mertebede bulunmaktadır. Bunun ardından, daha önce ifâde edildiği gibi, şehâdet
mertebesine nispeti daha yakın olan mertebe gelir. Beşinci mertebe ise,
zikredilen bütün bu mertebeleri birleştiren mertebedir.
Bu mertebelerin beşeri
"nefes" alemindeki benzerleri, mahreç mertebeleridir.
Buna göre mahreç
mertebelerinin ilki, nefesin kaynağı olan kalbin bâtınıdır. Bu mertebenin
mukabilinde, şehâdet mertebesi gayb mertebesinin mukabili olduğu gibi, iki
dudak bulunmaktadır; kalan üç mahreç mertebesi ise, göğüs, boğaz ve hançeredir.
Her varlığın bu beş varlık
mertebesinden birisine isnat edilmesi veya insân-ı kâmil'de olduğu gibi bütün
bunların hükmünün mazhân olması gerektiği gibi, aynı şekilde, her harfin de bu
mahreç mertebelerinden birisine isnat edilmesi ve mesela "Vav" harfinde
olduğu gibi bu mertebelerin hepsinin hükmünü kuşatması gerekir. Zikrettiğimiz
bu mertebelerin dışındaki mertebeler ise, bu aslî-ana/esas mertebeler ile
bunların benzerleri olan işaret ettiğimiz mahreçler arasında ortaya çıkan
tafsîlî mertebelerdir.
Nefes-i Rahmânî'nin
harflerinden ibaret olan beşerî nefesin harflerinden her bir aynî varlık, beş
sübûtî hükme sahiptir; bu hükümlerin her birisinin kuvvetinde, diğer dört
hükmün toplamı bulunmaktadır. Ayrıca, bu beş sübûtî hükme sirayet eden altıncı
bir selbî hüküm daha vardır; bu selbi hükmün sübûtî hükümlere sirayeti, bir
şeyin vasfı olan sübûtî bir hüküm kendisiyle çelişen özelliği de ortadan
kaldırmayı gerektirmesi yönünden gerçekleşir; sübûtî hüküm, kendisiyle çelişen
selbî hükmü ya bir açıdan veya çelişki ve bu çelişkinin hükmüne göre çeşitli
açılardan ortadan kaldırır.
Bu altı hükmün, beş sübûtî
alâmeti ve mertebesi vardır; bunlardan birisi, kalan dördünün içeriğini
kendinde toplar. Altıncı alâmetler ise, sabit bir hükmü meydana getiren selbî
hükümdür. Çünkü alâmetin terk edilmesi, bir alâmettir.
Binaenaleyh, bu on iki
şeyin akılda tutulması, bundan sonra zikredeceğimiz hususların anlaşılmasını
temin eder.
Beş sübûtî hüküm şunlardır:
Bunların ilki, mevcudun ilâhî ilimde sabit olan mâhiyeti açısından olan hükmü;
ikincisi, rûhâ-nîyeti açısından olan hükmü, üçüncüsü ise, tabiatı ve sureti açısından
olan hükmüdür. Çünkü bazı rûhânî varlıkların bizzat bir suretinin olması şart
değilse de, "tahkîk" kaidesine göre, her
varlığın bir rûhâmyetinin olması
şarttır. Dördüncü hüküm, bu hükümlerle zuhur eden ilâhî tecellî açısından olan
hükümdür. İlâhi tecellî hükmü, bunların hepsinin birleşiminden meydana gelen
manevî heyete lâzım olan "ahadiyet-i cem" özelliğiyle bu hükümlere
sirayet eder. Beşinci hüküm, "gaye"den ibaret olan mertebe yönünden
sabit olan hükümdür. Selbî-altmcı hüküm ise, daha önce dikkat çektiğimiz
hükümdür.
Alâmetler ise, noktalar,
irab veya bunların yerini alan şeylerdir; bunlardan her birisinin de, birisi
selbî olmak üzere, altı mertebesi vardır.
Buna göre noktaya ait beş
mertebe, noktanın bir tane, iki tane, üç tane olması ve harfin altında ve
üstünde bulunmasıdır; noktayla ilgili selbî hüküm ise, nokta sizliktir.
İ'raba ait beş mertebe ise,
merfuluk, mansupluk, mecrurîuk, tenvin ve diri sükûndur; selbî-alhncı hüküm
ise, ölü sükûn ve irabın yerini alan harfin düşmesidir/hazf.
Binaenaleyh, merfuluk/ref,
ruhanî mertebeye aittir; nasb ve cer ise, zahirî ve tabiî surete aittir; diri
sükûn, ilâhî-ilk ahadiyet hükmüne aittir. Bu hüküm, eşyaya hâkim olan genel cem
merte-besine/hazretü'1-cem'i'l-âmm aittir. Şu hâlde diri sükûn, eseri görülen
fakat varliğı/ayn müşahede edilmeyen sabit ve makûl bir şeydir/emr.
Nitekim şeyhimiz ve
imamımız, bir mısraında kasıtsız olarak buna işaret etmiştir.
Cem, aynının vücûdu olmayan
bir hâldir Tahakküm ona aittir, "Ahad"a değil[93]
Bu sükun da, sübûtî hükme
racidir; bu rucü, fânînin hükmünün baki kalıp, kevnî nispetlerin hükümlerinin
ortadan kalkmasıyla Hakta fânî/istihlak olmakla gerçekleşir. Şu hâlde varlığın
unvanı olan hareke, gizlidir, hüküm ise mevcuttur. Hükmün nispet edildiği
kimse, zahirî varlık/ayn değildir, tşte bu, kulun Hak ile perdelenmesi şeklinde
işaret edilen kurb-ı feraizin hükmüdür; böylelikle, bütün berzahlar gibi, o
kulun da kendisi değil hükmü ortaya çıkar.
Diri sükun mertebesine ait
olan şeylerden birisi de, tenvindir. Tenvin, istidatların hükmünün küllî olarak
sona ermesiyle gayelerde istikrar ve sebat kazanır; çünkü bu işin/emr tafsili
düzeyde gaye ve nihayeti, sadece nispî ve farazi olarak gerçekleşebilir. Ölü
sükun ise, ölmek, donuklaşmak, bozulmak, fena ve benzeri şeylere benzer.
Eşyada hüküm, varlıkları
cihetinden vücûdî a'yâna değil de mertebelere ait olduğu için, varlıklara izafe
edilen hüküm, mertebelerinin hükmünün eşyayla zuhuru itibarıyla izafe edilir.
Mertebelerden meydana gelen eser ise, iki itibâra bağlıdır: Birincisi bütün
eşyaya yayılan ahadiyet özelliğindeki ilâhî "cem" hükmünün sirayeti
itibârı; ikincisi ise, evvellik nispetine tâbi baskınlık/galibiyet itibârıdır.
Çünkü bazı mertebelerin diğerleri üzerinde hüküm sahibi olması ve galip
gelmesi, ihata sayesinde gerçekleşir ve öncelikli oluşa göre ortaya çıkar.
Sonuç başlangıcın aynı,
"sonluk/ahiriyet" diye ifâde edilen gaye, başlangıcın kemâlinin
sureti olduğu için, başlangıç ve sonuç arasmda sadece "evvellik"
hükmünün gizlenmesiyle farklılık ve temeyyüz gerçekleşir; nitekim daha Önce
buna işaret etmiştim.
Bunun için tenvinin şekli,
hükme delâlet eden irabın şeklinin katı olmuştur. Tenvinin ikili olması ise,
zikredilen iki itibârdan dolayıdır.
Allah nasip ederse, hareke
ve noktaların diğer sırlarını da belirteceğim.
İdrâkin konusu olan farklı
mertebelerdeki bütün vücûdî suretlerin mücerret makûl hakîkatlerin
bileşiminden ibaret olduğunu belirtmiştik; bunlar, zikredilen Hakka ait
ahadiyet-i cem hükmüne tâbi olan "içtima nispeti"yle zahir
olmuşlardır; bu zuhur, bazen bir kısım vücûdî mertebelerde gerçekleşirken,
bazen bütün mertebelerde gerçekleşir. Buna göre, harflerden ibaret olan
gaybî-mevcûdat, Nefes-i Rahmanı'nin sahibidir. Beşerî nefesin harflerinin ise,
zikredilen küllî beş mertebeye ve bunların mahreçlerdeki örneklerine göre, bir
takım tedahül ve karışımla vardır; bu örnekler, "terkip" hükmü,
birleşnıeden doğan "telif" ve de kelâmı söyleyen kimsenin kendisiyle
boyandığı ve tesiri konuşulan şeyde ortaya çıkan "cem"e göre ortaya
çıkarlar.
Terkibin bütün hallerindeki
gariplik ve zuhur, bu karışım ve .tedahülün aralarında gerçekleştiği şeylerden
birisine aittir; buna göre, bu gariplik ve zuhur mertebe yönünden gerçekleşmişse,
bunun kaynağı zikredilen "cem" hükmüdür; vücûdî zuhur açısından
gerçekleşmişse, bunun kaynağı "evvellik"tir.
Şu hâlde noktalar ve i'rab,
bu şeyleri tam olarak tarif, temyiz ve tayın edip, esaslarına dikkat
çekmektedirler. Buna göre noktalar, mertebelere, i'rab harekeleri ise, hüküm ve
sıfatlara mahsustur.
Bu beş mertebenin,
kendilerine tâbi başka mertebeleri vardır; bunlar, fiil mertebesi,
infial/edilgenlik mertebesi ve de mukavemet, itidal ve denklik gerektiren
bunların birleşimi olan mertebedir. Bu tâli mertebelerin insandaki mazhârları
ise, ses, dil ve dişlerdir.
Beş mertebenin hükümlerinin
zuhuru, daha önce belirttiğimiz gibi, öncelik itibarıyla olduğu için, bu üç
mertebede de emrin zuhuru iki itibâra bağlı olarak gerçekleşir: Birincisi,
ruhanî kuvvetler açısından işaret edilen baskınlığın/gâliplik zuhuru, diğeri
ise tabiî kuvvetler açısından zuhurudur. Çünkü a'yânm istidatlarının farklılığı
ve isimlerin konularının ve kendilerini yaratmaya dönük teveccühlerinin
çeşitliliği, şunu gerektirir ki: Bunların bir kısmı mevcut olduğunda, ruhlar
mertebesinde taayyün edip, bu mertebelere izafe edilirler; bir kısmı ise,
tabiat ve zuhur mertebelerinde zikredilen iki mertebenin birinde veya her
ikisinde iki itibâr ile ve iki cihetten zuhur ederler; bu iki cihet, bunların
iki nispetten birisinin hükmüyle boyanmasmı/insibağ gerektirir ki, bunlar,
fiil, infial/edilgenlik veya bir itibârla bunları birleştiren üçüncü bir
durumdur.
Çünkü, mesela, evvelîik
veya mertebeye ait ahadiyet-i cem hükmü cihetinden beş hükümden birisi baskın
olduğu için bir harfin ruhanî nispet yönünden fiilî mertebede taayyünü, hükme
"jrab" ile, mertebeye ise "nokta" ile dikkat çeker; bu
durumda, nokta, harfin üzerinde ve bir tanedir. Eğer baskınlık, iki itibâr ile
yani ruhanî ve tabiî itibâr ile gerçekleşirse, iki nokta olur. Durum bunun
aksi ise, yani harf, zikredilen iki itibârdan birisi veya ikisiyle birlikte
edilgenlik mertebesinde temeyyüz etmiş ise, noktalar harfin altında bulunur.
Buna, buradaki ruhanî ve tabîî mertebeye nispetle evvelîik hükmü de eklenip,
bunların arasında "tenasüp" gerçekleşirse, irab da noktalar gibi
harfin altında bulunur.
Bu durum, beş mertebenin
iki hükmünden birisi ölü sükûne, diğeri ise tabiat suretine ait ise, böyledir.
Her iki itibârda ve onlarla
mütenasip beş hükümde durum bunun aksi olursa, i'rab ve noktalar harfin
üzerinde bulunur.
Eğer baskınlık/gâliplik,
iki sükûnun dışında beş mertebenin her hangi birisine ait olur ve mertebelerde
taayyün eden şey "infial" nispeti açısından taayyün ederse, i'rab
harfin üstünde, nokta ise altında bulunur.
Baskınlık "cem"
ve "denklik/tekafü" mertebesinde -ki bu mertebe, üç mertebenin
sonuncusudur- meydana gelip, bu beş mertebeden birisinin hükmü diri sükûne ait
olursa, nokta, harfin üzerinde bulunur ve üç tane olur.
Bu birleşik terkip,
zikredilen iki itibâr ile -ki bunlar, ruhanî ve tabiî nispetlerdir- zuhur
ettiği için, sadece peltek "Se" ve "Şm" harfleri üç noktalı
olmuştur.
Binaenaleyh peltek
"Se", ruhanî kuvvetlerin, "Şm" ise tabiî kuvvetlerin
birleşmesinin hükmüne mahsustur.
Harfin altındaki noktaların
ikiden fazla olmamasının nedeni, şudur: Zikredilen karışım, açıkladığımız
sebeplerden dolayı, ruhlar ve tabiatlar arasında gerçekleşmiştir ve bunlar,
yani ruhlar ve tabiatlar, mânâların, hakikatlerin ve mertebelerin
mazhâr-larıdır. Buna göre ruhanî nispetler, ifâde ettiğimiz üzere, mufassal
olarak galip gelirse, nokta harfin üzerindedir; tabiî kuvvetler galip gelirse,
nokta ruhlar ve tabiatlar mertebesini belirtmek için, altta bulunur.
Üçüncü nokta ise, itidal
denkliğine ve ilâhî-ahadiyet-i cem sırrına işaret ettiği için, hükmünün
kapsayıcı olmasından dolayı harfin üzerinde olmuştur. Ahadiyet-i cem makamı,
bütün hüküm ve eserlerin istinat ettiği makamdır; buna, bu kitabın pek çok
yerinde işaret ettik.
Üçüncü nokta, harfin
altında bulunsa idi, bu makama dikkat çekmezdi; çünkü üçüncü noktanın işaret
ettiği şey, mağlup edilemeyen ve her zaman galip gelen ilâhî emirdir. Bunun
için bu nokta, ilki ruhanî, diğeri tabiî olan iki noktanm üzerinde bulunmuştur.
Bu iki nokta, tabii ve rûhâni mertebelerin karşılıklı olarak birbirlerine
tesir etmeleri açısından denk olduklarına işaret etmek için aynı sırada
yazılırlar; üçüncü nokta ise, açıkladığımız sebeplerden dolayı, bunların
üzerine konulmuştur.
"Cem" hükmüne
sadece peltek "Se" ve "Şm"dan ibaret olan iki harfle dikkat
çekilmesinin nedeni, ahadiyet özelliğindeki "cem" hükmünün ve
vücûdî-itidâl hükmünün, bu iki mertebe dışında müşahede edilmeyip, makûl olarak
bulunmasıdır. Bu kâmil itidale dair hiçbir suret, meydana gelmez ve zuhur
etmez. Aynı şekilde, hükmü kapsayıcı olan "küllî-cem" ve kendisinden
daha kâmil bir şey olmayan "kemâl" de, varlıkta taayyün etmezler;
her ikisi de, mertebe ve her şeyin onda ve onunla -kendisine göre değil- göre
zuhur ettiği mazhâra göre müşahede edilir.
Noktaların mertebelere,
i'rap çizgilerinin hükümlere delâlet etmesindeki sır şudur: Nokta, görülmeyen
makûl bir şeydir, bununla birlikte o, bütün çizgilerin, satıhların ve
dairelerin aslıdır, bütün bunlar, nokta ile zuhur ederler, fakat noktanm
kendisi, hüviyeti itibarıyla zuhur etmez. Aynı şekilde mertebeler de,
görülmeyen makûl hakikatlerdir. Bunlar, görülen her şeyin aslıdırlar ve onların
üzerinde hâkimdirler. Çizgi, bitişik/mütecavir noktalardan ibaret olduğu için,
hükme delil olmuştur; çünkü hüküm, hâkim ve mahkum-i aleyh/(hakkmda hüküm
verilen şey) arasındaki makûl bir nispetten ibarettir. Yaratıcı bir hareket ile
de, süreklilik/ittisal meydana gelir; böylelikle hükmün, hâkim olması
itibarıyla hâkimin/hüküm sahibi ve mahkum-ı aleyh ve bih'in/hakkında ve
kendisiyle hüküm verilen şeyin varlığı ortaya çıkar.
Allah, mürşittir.
Şeddelemenin/teşdid sırrı
ise, üç mertebeden meydana gelen birleştirici/cami nispet hükmünün, diri sükun
mertebesinin hükmüyle karşılaşmasıdır/telaki. Diri sükûn, ilâhî-cem mertebesine
aittir; bu ikisinden zuhur eden ise, Öncelik sahibidir. Binaenaleyh hüküm de,
zuhurun aynıdır.
Şeddenin varliklardaki
sırrı ise, kurb-ı nevafil ve kurb-i fera-iz'in neticesinden bilinir. Kurb-ı
nevafil, taliplere; kurb-ı feraiz ise, talep ve irâde edilenlere mahsustur.
Buna göre muhakkik, "ev edna/daha da yakın" makamını geçtiğinde,
daireyi iki kısma bölen çizgi ortadan kalkar. Talep edilen için, hüküm cihetinden
öncelik/evvellik ve zuhur gerçekleşir. Talip ise, âhir-lik/sonluk ve onun
gereklerine naildir.
"Kulunu gece vakti
yürüten Allah münezzehtir" (İsra, 1) âyetinin ve "Dur, Rabbin namaz
kılıyor" hadisinin sırrını kavrayan kimse, imâ edilen gerçeği anlar.
Bunun ardından deriz ki:
Suretler, "mürekkep" ve nisbî olarak "basit" diye ikiye
ayrılmışlardır. Basit, farklı keyfiyetlerden soyut ve cüzleri birbirine benzer
olduğu için, terkibin, zâtı açısından basitte hiç bir mahsûs hükmü gözükmez;
aksine onun basitteki hükmü sadece makûldür. İşte bu nedenle, gâliplik ve
izafeyle kendisine mahsus harfler, noktasız olmuşlardır. Çünkü noktalar, tarif
için konulmuştur. Bu harflerin tabiat ve suretlere nispeti, tek bir açıdan
olduğu için, bunların mertebesine sadece suret ile, hükümlerine ise irab ile
dikkat çekmek yetirli olmuş, böylelikle başka bir tanımlayıcıya ihtiyaç
kalmamıştır.
Bu özellikteki harfler,
ıstılahta on dört harf iken, "tahkik" kaidesine göre, on iki
harftir. Çünkü bunlardan birisi, Eliftir.
Muhakkiklere göre Elif, tam
harf değildir; çünkü Elif, herhangi bir mahreçte belirlenmeden nefesin
çıkartılmasından ibarettir. Bu nedenle muhakkiklere göre Elif ve Hemze, işaret
edeceğimiz üzere, tek bir harftir. Lam-elif de, Lam ve Eliften meydana gelen
bir harftir. Bu harf, makûlluğu ve mürekkepte hükmünün zuhur etmeyişi açısından
terkibin sırrına delâlet eder; ayrıca bu harf, ilâhî ve kevnî mertebelerden
ibaret olan iki hazret arasında gerçekleşen irtibatın sırrını, basit ve
mürekkepler arasında meydana gelen karışımın sırrını bildirir.
Bu harfin, burada
zikretmemizin uygun olmadığı başka bir takım sırlan daha vardır.
Noktasız harfler, şu hâlde,
on iki tanedir. Bunlar, Arş'ta var sayılan takdirî on iki burca istinat
ederler; Arş, basit cisimlerin ilki, hüküm, ihata ve suret açısından ise, en
büyüğüdür.
Burçların alâmetleri, sekizinci
felekte ve daha önce zikredilen mertebelerde müşahede edilen menzillerdir;
bunların hükümleri, bütün harflere sirayet ederler.
Varlıklar da, on iki
tanedir: Beş tanesi aslî, bunların lâzımı olan iki itibarî; üç tane de talî ve
bunlara tâbi iki varlık; böylece bunların hepsi, on iki tane olmaktadır.
Noktalı harfler ise, on
dört tanedir. Bunlar, yedi kat gök mertebesine, anasır-ı erbaa'ya (ateş,
toprak, su ve hava), müvelledat-1 selase'ye (cemadat, nebatat ve hayvanat) ve
sekizinci feleğe işaret ederler ve onların alâmetleridir; sekizinci felek,
kuşatıcı berzah ve Araf'tır.
içerdiği mümkünlerle
birlikte imkân mertebesi, "gayb" olduğu için, karanlıktır. Mümkünler
de, Vücûdî Nûr'da taayyün eden şeyler olup, bunların birbirleri için
hükümlerinin zuhuru Hak ile ve Hakta olduğu için -ki Hakkın, ne bir kaydı ve ne
de temeyyüzü vardır- varlıkta gerçekleşen misâl, Asil'a mutabık olmuştur.
Binaenaleyh okka-mürekkep,
Hakkın vücûd ve ilim açısından kendilerini ihata etmesi cihetinden imkân
mertebesi ve içerdiği mümkünlerin benzeridir.
Mümkünlerin hakikatleri
ise, okkada gizli olan harflere benzer. Nitekim buna, "Allah var idi,
onunla birlikte başka bir şey yoktu" ve benzeri sözleri izah ederken,
"Zât'a ait ilâhî-gayb mertebesinde hiçbir şeyin çoğalması ve vücûdî
taayyünü yoktur" ifâdemle dikkat çekmiştim.
Kağıt ve üzerine yazılan
şeyler, mevcudatın suretlerinin kendisinde taayyün ettiği Vücûd-î âmm'ın
nurunun yayılmasına/inbisât benzer.
Yazı, yaratmak ve izhârın
sırrıdır.
Vasıta ve araç ise, ilâhî
Kalem'dir.
Yazar ise, Yaratıcı, Hâlık,
Barî, Musavvir olması açısından Hak'tır; nitekim, altı terkibin sırrı,
temeyyüz/farklılaşma ve kudretin sırrı bahsinde buna işaret etmiştim.
Uç parmağın benzeri,
neticenin kendisiyle ve kendisinde gerçekleştiği ilk ferdiyettir/ferdiyet-i
ula; daha önce bunu belirtmiştik.
Kasıt, irâdedir.
Yazılmak istenilen şeyin
düşünülmesi, varlıkta zuhur edecek malumatı/eşyanın hakikatleri ihata eden
ilâhî ilme tâbi iradî tahsistir.
Burada yazmak istediği şeyi
yazan alimin istidadı, iki asla ra-ci olduğu gibi -ki, bunlar yazıdan önce
gelen ilim, diğeri ise mahsûs şeylerden elde edilen hissî ilimdir-, orada da
durum aynıdır.
Buna göre birinci ilmin
benzeri, Hakkın zâtını bilmesi ve zâtına dair ilmi ile her şeyi bümesidir.
Mahsûs şeylerden elde
edilen ilmin benzeri ise, Hakkın mümkünlerin hakikatlerini imkân mertebesinde
görmesi, kendi zâtından kaynaklanarak ilminin onlara ezelde ilişmesi/taalluk ve
onları bilgisine ve bulundukları hâle göre ortaya çıkartmasından/izhar
ibarettir.
İşte bu, alimin ilminin
maluma tâbi olmasının sırrıdır.
Bu iki ilmî aslı
birleştiren nispetten, pek çok sır öğrenilir. Burada, bunların detaylarını
açıklamaya hâlimiz ve vaktimiz müsait değildir. Bunlardan birisi,
"Bilelim diye sizi imtihan ediyoruz" (Muhammed, 31) âyetinin
sırrıdır.
Dikkat çektiğim şeyi anla!
Bu kaideye ve önceki bölümlere pek çok sır dercettim. Bunların muamması
çözülürse, bunlarla Çok değerli ve önemli bilgilerin kapısı sana açılmış olur.
Allah, hidâyet ve ihsanın
velisidir. [94]
Bu kaide, Hak ile masiva/onun
dışındakilerarasındaki farklılık mertebelerini ve tâbilik ve istilzam yoluyla
bu mertebelere mahsus temel sırları içermektedir:
Malûm olsun ki: İşaret
olunan beş temel hazret/mertebe diğer mertebe ve hazretlerin esasları olmakla
birlikte, bunların bir kısmı diğerlerinin ihatası altında bulunurlar. Buna
örnek olarak, ortadaki mertebenin iki kenarında bulunan mertebeleri
verebiliriz. Çünkü bunlardan birisi, "şehâdet" diye nitelenen
ez-Zâhir ismi mertebesine dahil iken, diğeri ise şehâdet mertebesinin mukabili
olan aslî-gayb mertebesine dâhildir; nitekim orta mertebe de, bu mertebeler
üzerine zait bir şey değil de, bir "nisbet" diye dikkate alındığında,
her iki tarafa birden dahil olmuştur;s söz konusu bu nisbet, her ikisinden meydana
gelen birleşmeden/cem ibarettir.
Ortadaki mertebe de,
hakikatinin ez-Zâhir ismi ve zuhur olduğu kabul edilirse -ki, bunlar Asıl
mesabesindeki Bâtın'm gay- '" bmdan çıkan ferlerdir, çünkü zuhur,
kendisinden önce farz olunan veya bilinen bir batırdıktan olabilir-,
böylelikle her dördü de, ilk gayb'a dahil olurlar. Fakat bunun bu tarzda
akledilmesi, hükümleri, kesreti, kelâmı, itibârları, kevnî ve ilâhî isimlerin
tafsillerini, bu beş külliden kendisine ulaşılan mertebeleri ortadan kaldırır;
müşahede, kelâm hüküm ve tafsil ise, ancak bunlar ile ve bunların iliştiği
şeylerle gerçekleşir ki, bunların iliştikleri/ta-allukat, gaybm sahibi ilâhî
hazret, şehâdetin sahibi kevnî hazret ve her ikisini birleştiren sırdır.
Bu sabit olunca, şu da
bilinmelidir ki: Küllî emir, zikredilen bu asıllara göre, üç kısma ayrılır.
Birincisi, sadece Hakka ait olan kısım, ikincisi kainata ait olan kısım,
üçüncüsü ise Amâ'daki "Nefsî" makamda (Nefes-i Rahmanı) müşterek olan
kısımdır; bu makam, işaret olunan birleştirici sırdır.
Hakka ait olan kısım, hiç
kimsenin ortak olmadığı şeylerdir. Bunlar da, iki çeşittir: Birisi, bir açıdan
sübûtî olanlar, diğeri ise bir açıdan selbî olanlardır.
Buna göre sübûtî olanlar,
Hakkın vücûdî ve ilmî ihatası, varlık ile nitelenmiş her şeyden önce olması;
irâde ve talebinin önceliği, her vakitte, hâlde, mevsimde, mazhârda her hüküm
sahibinin hükmünü ona göre kabul etmesi; vücûdun vâcibliği ile sü-bütün
vâcibliğini sürekli birleştirmesidir/cem.
Selbî olanlar ise, Hakkın
belirlenmesinin, sınırlanmasının olmayışıdır. Hak, hiç bir şeyde münhasır
olmaz, varlığının başlangıcı yoktur, ihata olunamaz. Binaenaleyh Hak, bu
durumlara her açıdan ve her hâl üzere layıktır, çünkü bunlar, Hakkın zâtının
iktizâ ettiği şeylerdir; yoksa Hakkın zâtı, bunları gerektirmiyordu da, bunlar
kevnî mazhârlarda ve onlara nisbetle meydana gelmiş, bundan dolayı da Zâtına
izafe edilmiş değillerdir. Şayet böyle olsaydı, Hakka a'yân ve hakikatlerden
veya bunlar sayesinde tekil veya çoğul olarak Zâtının ezelde iktizâ etmediği
bir hüküm dönmüş olurdu. Böylelikle Hak, başkasından veya başkası sayesinde
yeni bir hüküm veya özellik kabul etmiş ve bu hüküm veya özellik, başkasının
varlığı sayesinde Hak için sabit olmuş olurdu; fakat bu özelliğin kaynağı olan
"başkası"nm yok olması farz edilse, bu hüküm veya özellik de ortadan
kalkardı.
Çünkü Hakkın Zâtı, bu
başkası olmadan bu hükmü iktizâ etmemişti. Böyle bir durum ise, sahih
değildir, çünkü buradan hadislerin Hakkm zâtı ile kaim olduğu, O'nun da
başkalaşma kabul ettiği neticesi çıkar; ya da, bu hüküm tekrarlanıp, böylelikle
sabit olan hakkında, sabitliği veya mümkünlüğü nefyetme hükmü verilirdi ki,
böyle bir şey, hakikatlerin değiştirilmesi kabilinden bir iştir ve muhaldir.[95]
Şu var ki: Burada ince bir
sır vardır, Allah'a yemin olsun ki, bu sırda tahkik vardır: Bütün bu sıfatlar
ve diğerleri, sadece Amâ'da bilinir ve sabitlikleri ve taayyünleri zahir olur.
Amâ', zikredilen berzah, şehâdet ve Zâta ait mutlak gayb arasındaki
"fasıl"dır; nitekim, bunu daha sonra öğreneceksin.
Binaenaleyh Hak için
herhangi bir şe'nde sabit olan şey, Zâtının ezelde iktizâ ettiği şeydir;
Hakkın dışındaki şeyler için hakikati açısından sabit olan şey, o şeyin
zâtının iktizâ ettiği şeydir; Hak ve Hakkın dışındaki şeyler için nefyi sabit
olan şeyler de, onların zâtlarının nefyini iktizâ ettiği şeylerdir. Buna göre
yenilenen şey, bu şeylerin ortaya çıkması ve varlıklar ile ve onlar için
bilinir hâle gelmesidir; yoksa bunlar, Hak veya Hakkın dışındaki kimse için
sabit olmuş veya ortadan kalkmış değillerdir. Zuhur, sadece zikredilen Amâ'da
ve onunla gerçekleşir.
Zikredilen kısımlardan
âleme ait olan ve âlemin kendisiyle Hak'tan ayrıldığı özellikler, daha önce Hak
için sabit olduğu belirtilen her şeyin yokluğudur. Mesela âlemin/kevn, ilk
irâde ile veya kadîm bir varlık vb. ile vasıflanmayışı; varlığı vâcib olmaksızın
sadece sübûtunun vâcib olması, kendisi üzerinde hâllerin değişmesiyle hâdislik
özelliğiyle vasıflanması gibi. Hak ise, hâllerde başkalaşmadığı için hâdislik
ile vasıflanamaz.
Varlığına ve yokluğuna
işaret edilen zikredilen sıfatların dışındakiler ve ilk berzahta ortaya çıkan
şeyler/umur ise, iki vecih ve hükümlü müşterek özelliklerdir. Bunlar, bir
açıdan Hakka nispet edilebilirken, bir açıdan Haktan başkasına nispet
edilebilirler. Bunların, bu berzah mertebesinde müştereklik nispetiyle Hak için
sabit olmalarının nedeni, Hakkın zâtının, bu mertebede ve bu tarzdaki ortaklık
nisbeti şartıyla onları kabulü iktizâ etmesidir. Bunlar, Hakkın zikredilen
farklılık özelliklerinden birisinin hükümleridir. Bu özellik, Hakkın her çeşit
hâl, mertebe, zaman, mevtin ve maz-hârda her hükmü, hüküm sahibine göre kabul
etmesidir.
Kevnî varlıkların/a'yân bu
berzahta gerçekleşen müşterek emirlerd eki/durum hükmü, isex Hakka dair
belirttiğimiz tarzdadır. Şöyle ki: Bunların hakikatleri, kendilerini bilfiil
ve şartlarıyla kabul edecekleri zuhur etmiş her şeyi kabul etmeyi gerektirmiştir/iktizâ;
burada yeni olan şey, kendilerini var sayan veya nefyeden kimse hakkında bu
şeylerin sabitlikleri veya yoklukları değil, zuhur etmeleri ve bilinmeleridir.
Bu berzah, aydınlık/ziya
özelliğine sahiptir. Hakkın, yaratıklarından farklılaşmasını temin eden
mertebe ise, gayb ve mutlak nûr mertebesidir; bunun özelliği, kendisiyle
idrâkin gerçekleşmesi, fakat kendisinin idrâk olunamayışıdır.
Açıklamaya çalıştığımız
taayyün etmiş ilâhî mertebelerde bunun benzeri, Fâtiha'nm birinci kısmıyla
özelliğine dikkat çekilen, Asıl'dır. Bu Asl'm vârisi ve hakkını yerine
getirenler ise, "Sabık"[96];
ibâdetlerden ise, gündüz farz ibâdetleri ve önceliği olan bütün ibâdetlerdir.
Diğer keyanî/varlık mertebe
ise, imkân ve makûl adem mertebesine işaret eden zulmetin/karanlık sahibidir.
Bu zulmetin Özelliği, kendisi idrâk edildiği hâlde onunla bir şeyin idrâk edilemeyişidir.
Fâtiha'nm son kısmı ve
talep cümlesi bununla ilgilidir; bu talebin konusu, surenin sonuna kadar isbat
ve tenzihî-nefiy özelliğiyle nitelenen kimseler adına gerçekleşen
"hidâyef'tir. Bu, kevnî ve arızî sıfatların nispetlerinden
soyunup/insilah, asıl üzere baki kalmaktan ibarettir; bu asıl, kâmil kulluğun
rubûbiyetin karşısında bulunması gibi, nûr'un mukabili "İmkanı"
sebattır. Bu makam, Hak'ta "ikinci fena/istihlak" makamıdır. Bu
fenanın bazı sırlarına, ilim ve fethin sırrına dair ifâdelerime ilave olarak,
daha sonra hidâyetin sırrını açıklarken -Allah'ın izni ile- işaret edeceğim.
Bu mertebeye, gece
ibâdetleri ve "âhirlik" özelliği olan ibâdetler aittir; bu küllî
karanlık makamların mazhârı olabilen kimse ise, "zalim"dir[97].
"Ziya"
Özelliğiyle nitelenip, "Amâ" diye isimlendirilen Ber-zâh'a ise,
"Ancak sana ibâdet eder ve ancak senden yardım dileriz" makamı
istinat etmektedir. Bunun özelliği, hem kendisinin idrâk olunması ve hem de
kendisiyle idrâkin gerçekleşmesidir. Akşam ve sabah ibâdetleri gibi
"berzâhî/ara" ve "camı/birleştirici" ibâdetler, öncelik ve
sonralıkla sınırlı olmayan bütün ibâdetler, bu kısma mahsustur.
Allah'ın hüccetlerinin ve
bu büyük ilâhî makamların mazhârı olabilen vârisler,
"muktesit/dengeli"[98]
kimselerdir; bunlar, ortada dururlar ve her şeye yaratılışını veren Rableri[99] gibi
her hak sahibine hakkını verirler.[100]
Binaenaleyh bu makam,
birinci ferdiyet makamıdır. Bu makamda, "sonuçlandırma/intaç" ve
ruhanî, gaybî, tabiî, unsurî ve bütün bunları içeren nikah ile "tenasül/üreme"
gerçekleşmiştir.
Bütün bunlardan, namaz vb.
gibi İslam'ın beş şartı bilinir; bunlar ise, beş aslî mertebeden öğrenilir.
"Rab" ismi hakkında "rabbu'l-âlemîn/âlemlerin rabbı"
meselesini izah ederken Allah'ın nasib ettiği kadarıyla bahsedeceğiz.
Şimdi de, bu birleştirici
berzah makamının diliyle şöyle deriz: Haktan ilâhî hükümler, O'nun gayb
hazretinden ortaya çıkarlar ve haber verildiği gibi yine O'na dönerler. Fakat
ilâhî hükümlerin Haktan çıkıp, tekrar O'na dönmeleri, mümkünler ile gerçekleşir.
Mümkünlerin hükümleri ise, Hak ile birbirlerine bağlanırlar/ittisal.
Haktan mümkünlere gelen
şey, Hakkın "yarahcı/icâdî" izhârıdır; Hakkın katında mümkünlerden
bulunan şey ise, (yaratıcı izhârı) "kabul" ve onların (mümkünler),
kendileriyle taayyün eden (ilâhı) isimlerin hükümlerinin ve eserlerinin
zuhurunda ve Haktan Hakka dönmelerinde "şart" olmalarıdır; nitekim
bunu daha önce belirtmiş ve tasavvurların sırrı bahsinde ifâde etmiştik.
İlimde mertebenin
varlıktan/kevn önce gelmesi, şöyledir: İlim, âlime alimin hakikâtinin
gerektirdiği tarz üzere taalluk/ilişmek eder; ayrıca, taalluk ve salt-taallukun
konusu da bunda müessirdir. Çünkü taalluk, taalluk ettiği şeye ve hükmüne
tâbidir.
Şu var ki Hak, şeylerin
hakîkatlerini kendi Zâtından bilir, bunun sebebi, onların Hakkın zâtında
resmedilmiş/irtisam olmalarıdır. Binaenaleyh Hakkın, hariçten elde ettiği hiç
bir ilmi yoktur. Buna göre bu ilim, sadece mertebe ve nispetle önce veya sonra
olmuştur, bunu anla.
Varlıkta öncelik, kaidenin
başında zikredildiği gibi, sadece Hakka aittir.
Şu halde, "vücûdî
Öncelik", "Allah, her şeyin yaratıcısıdır" (Zümer, 62) ;
"O, evveldir, bâtındır" âyetlerinde ve Hz. Pey-gamber'in "Allah
var idi, onunla beraber başka bir şey yok idi" hadisinde ifâde edilmiştir.
Âhir isminin ifâdesi ise, "Allah'a yardım ederseniz, o da size yardım eder"
(Muhammed, 7); "Onların vasıflarını cezalandıracağız" (Enam, 139) vb.
âyetler ve Hz. Peygamberin "Siz usamncaya kadar Rabbmız usanmaz";
"Nefsini bilen Rabbını bilir"; "Bana bir karış yaklaşana bir
arşın yaklaşırım" gibi ifâdeleridir.
Bu kaidelerde imâ yoluyla
anlatılan sırları anla!
Malûm olsun ki: Öncelik,
sonralık, taalluk, izhâr, kabul vb. gibi şeylerin hepsi, her nefeste meydana
gelmektedir ve hükmün hepsi, iliştikleri/taalluk şeylerden ayrılmaz. Buna göre,
her varlı-
ğm isimlerle olan hükmü, isimlerin
hükmü gibidir ve her açıdan müsemmâyla/isimlendirilen birliktedir. Ayrılma, her
açıdan, her hâl ve takdire göre ve bütün mertebelerde muhaldir.
Buna göre, alem bütün
olarak, Vücûd-ı Baht'm/Mutlak Varlık mazhârıdır; her varlık da, herhangi bir
varlık mertebesinde özel bir isim nispeti açısından O'nun mazhârıdır. Vücûd
ise, "a'yan"m hükümlerinin muzhiri/izhâr eden, bu hükümlerin bazı
mümkünlerden diğerlerine ulaşmasının şartıdır. Ayrıca o, zikredilen Berzâh'ta
mümkünlerin kendi nefislerini ve birbirlerini bilmelerinin de şartıdır; söz
konusu bu Berzah, küllî aynadır.
Bu konu ve makamın bir
takım sırlan vardır ki, zamanımız bunların zikredilmesi için yeterli değildir;
bahsettiğimiz meselelerin asıllarını açıklamak ve hakikatlerini bildirmeye
dair yüklendiğim görevi ifa için bu kadarını belirttim. Yoksa, ferler, asıllar
ve tafsiller hakkında kendi anlayışıyla veya zevkiyle veya aktarıcı olarak
konuşan kimseler, hatıra, fikir ve kalb mertebesinde ortaya çıkmış hakikatlerin
ve makamların ürünleriyle ilgili çok şeyler söylemişlerdir.
Fakat bu mertebenin ve
makamın hakikatini, gözüyle görür-cesine ve muhâtabm nefsinde somutlaştıracak
şekilde, kesin bilgiyle bilenler çok azdır. Bu az insanlar, ardından, bu
meselenin nispetlerinden, tafsillerinden ve hükümlerinden öyle bahs ederler
ki, ifâdelerinde, tafsili açıklamanın dayandığı esasların hükmünün sürekliliği
ortaya çıkar; öyle ki, bu esaslar, kendilerine dayandırılan tafsili şeylerden
hiç birini nakzetmezler.[101]
Çoğunluk ise, böyle
davranmaz, çünkü onlar, hakikatlerin esaslarını ve makamlarının asıllarını
bilmezler, bilakis, bazı ferlerden, bazılarına intikal etmekle detaylar
üzerinde konuşurlar.[102]
Bunun için aralarında görüş ayrılıkları olur, çelişkilere düşerler, bilgilerini
kontrol ettiklerinde ise, şaşkınlığa/hayret kapılırlar.
Özetle, bu esasları takdim
etmemizdeki amaç, zikrettiğimiz husustur.
Araştırmacı, bu satırlarda
ortaya koyduğumuz şeylere dikkat etsin, böylece, âlemin Nefes-i Rahmanı ile
Gayb'tan şehâdete çı-kışım/bürûz öğrenir; vahdet makamının ve bu makama tâbi
olan zikrettiğimiz ve daha sonra "isimlerin isimleri" konusunda
zikredeceğimiz meseleleri; isimlendirmenin sırrını; sirayet eden tecellînin
sırrını; varlıkların Allah'ın tükenmeyen kelimeleri oluşlarının sırrını ve
insanın zikredilen iki mertebenin nüshası olmasının sırrını öğrenir.
Buna göre, mahreçler
mertebesinde harflerin ve kelimelerin insanın nefesinden meydana gelmesi,
varlıkların Nefes-i Rahmân'dan çıkışının ve varhk/vücûdî mertebelerinde taayyün
etmelerinin benzeridir ki, bu mertebelerin sonuncusu şehâdettir; bunlar, ilâhî
irâde ve "Ol" emri ile çıkmışlardır. Buradaki farklılık, isimlerin
mertebelerine göredir.
İlahi isimlerin
teveccühlerinin çeşitliliği^ kevnî hakikatlerin ve de bunların mertebe ve
istidatlarının farklılığı, bize göre, beşerî harflerde meydana gelen farklılığa
benzer; beşerî harflerdeki bu farklılık, mahreçlerdeki boğum ve bitiş yerlerine
göre gerçekleşir. Buna göre Nefes'in (Nefes-i Rahman) kendisi sonlu olmasa
dahi, ondan bütün zamanlarda varlıkta taayyün eden şey, sonlu bir
"emir"dir; bunun nedeni, kabiliyetlerin ve mertebelerin Nefes-i
Rahmanî'yi kabullerinin sınırlı ve mütenâhi olmasıdır.
Buradan "İlmimi
kıyamet gününe kadar yaratıklarım üzerine yaz" ifâdesinin sırrı
öğrenilir. Binaenaleyh bu ifâde, mutlak değil, "kâbil/mümkün" dikkate
alınarak mukayyet anlamda zikredilmiştir; bununla birlikte mümkünler ve onlara
ilişen ilâhî ilim, sonsuzdur. Ayrıca bu ifâdenin mukayyet olmasının bir nedeni
de, sonsuz olan şeyin varlığa bir defada girmesinin imkânsız olmasıdır,
nitekim daha önce bunu belirtmiştik.
"ehl-i nazar"dır.
Konevî'nin bunlara dair hükmü, yöntemlerinin zorunlu olarak, eksik ve sınırlı
bir bilgiye ulaştıracağıdır. Konevfye göre,
Sonra şöyle deriz: Buna göre, nefes tek bir hakikat olsa da, mahreçlerde
boğaz düğümleri/makta sebebiyle meydana gelen farklılıklara göre farklı isimler
elde eder:
Nefesin süresinin herhangi
bir boğum ile sınırlanmadan uzatılması, "Elif" diye isimlendirilir;
nefesin kaynağı olan kalbe nis-betle en yakın boğum ile ilk taayyünü ise,
"hemze" diye isimlendirilir. Bunun ardından ise nefes, mesela
"Ba", "Sin", "Şm" vb. şekilde isimlendirilir;
nitekim Asıl da, "Kalem", "Levh", "Arş" vb.
şekilde isimlendirilmiştir.
Hiç bir harf, taayyünün
dışında, nefesten farklı değildir ve ondan ayrılmaz. Vücûdî varlıklar ve
isimlerin hakikatlerinin her birisi de, "gayb", "şehâdet"
vb. diye nitelenen Mutlak Varlık'tan sadece çoğalmaları/taaddüt ve taayyün
etmeleri cihetinden farklıla-şırîar; bu taayyün ve taaddüt ise, eşyaya nisbetle
değil, Hakka nispetle imkâni-gayb mertebesinde gerçekleşir. Ayrıca bu taayyün,
ilâhî Gayb mertebesinden "izafî" gayb'da farklılaşan/temeyyüz isme
ait ilk taayyünden ibaret olan şehâdet mertebesinde gerçekleşir; izafî gayb,
zikredilen haddir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu ilk taayyünün beşeri
nefesteki benzeri, "hemze"dir.
Şu halde "hemze",
taayyünün kendisidir; böylece zikredilen bu taayyün ile nefesin izafe edildiği
Mutlak Gayb'tan "zatî tecellî" zuhur eder. Kevnî varlıklardan ise,
Kalem zuhur eder.
Bizim nefesimizde hemze ile
ilk taayyün eden ve onun birliğini /ahadiyet bildiren şey ise, Eliftir.
Şehâdet âleminde hemze ile taayyün eden ilk tam harf, "Ba"dır. Çünkü
Hemze ve Elif, daha sonra işaret edeceğimiz üzere, harf değillerdir.
Cem/birleşme, terkip, çeşitli tarzlardaki çeşitli mertebeler ve daha önce
açıkladığımız tarzda "ahadiyet-i cem" hükmünün sirayet etmesiyle,
bütün varlıklar zuhur ederler. Ayrıca, lafızların, kelimelerin ve harflerin
suretleri, küllî mertebelerde ve mahreçlerde mânâları yüklenmiş ve onlara
delil olarak zuhur ederler. Bunların mânâları taşımaları, kevnî varlıkların
mertebe ve isimlerin hükümlerini, müsemmânm/Hak sırrını taşımalarına benzer;
bu varlıkların müsemmânm sırrını taşımaları, isimlerin kendisine
delâlet etmesi ve bir
açıdan ondan farklı olmayışı itibanyladır.
Bunu öğren, Allah
mürşittir. [103]
Bu kaide, şu konuları
içermektedir: İsimlerin sırrı; isimlerin isimlerinin sırrı; isimlerin
mertebelerinin, kemâllerinin, bu, kemâllere ait olan ve kendisindeki kemâli elde
etmeye dönük talebin sırrı; isimlendirmenin faydası; isimler ve aralarındaki
farklılık. Allah'ın izni ile düşünürken, bunları öğreneceksin.
İsim ve hakikatlerin bir
bölümü, daha önce açıkladığımız gibi, aslî ve metbu isim ve hakikatler; bir
bölümü de, cüzler, ferler, sıfatlar ve lâzımlar gibi tabî ve tafsili isim ve
hakikatlerdir; bununla birlikte, isimler mertebesinde bölünme ve parçalanma
yoktur.
Buna göre, metbu isimler,
Güneş ve nûr gibi, genellikle, âlem isimleridir; veya, "alim" diye
isimlendirilen mevsufuna izafe etmeksizin "ilim" mânâsı için
"ilim" isminin verilmesinde olduğu gibi, sıfatlara ait "sıfat
isimleri" gibidir.
Tabi olanlara ise, sıfatlan
ve fiilleri Örnek verebiliriz; buna göre sıfatlar, kırmızı ile nitelenen şeye
"kırmızı", hayât ile nitelen-miŞ şeye de "diri" demeye
benzer.
Fiil isimleri ise,
"Dirilten/el-Bais" , "Affeden/el-Ğafur" gibi isimlerdir.
Fiil, faile; nispet ve
izafet ise, bunların varlıklarının/ayn kendisiyle ortaya çıktıkları şeye
delâlet ettikleri için, isimler bir açıdan bu üç kısma ayrılmışlardır; bu
konuda, akıl sahibinin yeterli göreceği kadar açıklamalarda bulunmuştuk.
Bu açıklamaların ilkini,
altı terkipten bahsederken yapmıştık. Bundan daha önce ve bunun ardından ise,
Nefes-i Rahmanı ve bu kaideden önce harflerden bahsederken bu konuya dikkat
çekmiştim.
Bu konunun sırlan hakkında
-Allah'ın izni ile- daha fazla açıklama yapacağnn.
Delile delil olan şey,
kendisine delil olacağı için, bu üç kısımdan her birisinin Hakka bir
delâletleri olmuştur. Böylelikle delâlet, iki türe ayrılmıştır: Dolaylı
delâlet/delâlet bi-vasat, dolaysız delâlet/delâlet-bidüni vasat.
Buna göre, dolaylı delâlet,
iltizam ve tâbilik delâleti; dolaysız delâlet ise, mutabık delâlettir,
istidlal, tâbi isimler ile meydana gelir. Daha önce bu isimlerin, şekil,
teşekkül ve teşekkül eden şeyin/müteşekkil sırrında dikkat çektiğim tarzda, bu
tarz isimlerin kendilerine tâbi olduğu aslî hakikatler üzerindeki sıfat ve
cüzlerden ibaret olduklarını belirtmiştik.
Bu aslî isimler ile ve
bunlardan tafsîli-tabilerin varlıkla-rı/a'yân zuhur eder. Tabinin, iki hükmü
vardır: birisi, delâlet; diğeri ise, kendisini, aslını ve mertebelerini tarif
etmektir. Tâbi, tâbilerin varhklarmdaki "asıl" olması itibarıyla
metbuya bağlıdır; bunun başka bir nedeni ise, tabinin, metbuların
"delil" ve "bilgi" oluşlarının sırrını izhâr etmedeki
"asıl" olmasıdır.
Binaenaleyh, akledilen her
türlü farklılaşma/temeyyüz ve çoğalış/taaddüt, isimdir; bu şeyden, söz konusu
farklılık cihetinden farklılaşan şeyin hakikati, çoğalmanın bu şey için gerekli/lâzım
olduğu ve farklılaşan bu şeyin, Asl'm bilinmesinde şart olduğu öğrenilir; bu
asıl, çoğalmanın ve farklılaşmanın kaynağıdır. Ayrıca bundan, bu Asl'm mertebe
itibarıyla çoğalma ve farklılaşmadan önce geldiği de öğrenilir. Bunun "isim"
olmasının nedeni, Asıl üzerinde bir "alâmet" olmasıdır. Asıl'ın,
kendisini temyiz edecek bir mümeyyiz bir şey ve temeyyüz olmaksizın taayyünü
mümkün değildir. Buna göre, taaddüt/çoğalma ve temeyyüz, isim ve lafzın lâzımı
olan iki hükümdür. Asıl'a delâlet eden ayırt edici mânâya/mümeyyiz mânâ delâlet
eden şey ise, ismin ismidir/ismü'1-isim.
İsmin
çeşitlenmesinin/tenevvü' sebebi ise, kesrettir/çokluk. Kesret, sıfatların,
özelliklerin, arazların, lâzımların, vecihlerin ve "netice" olan
itibârların farklılığı sebebiyle ortaya-çıkar; bu itibârlar, farklı
mertebelerde gerçekleşen hakikatlerin bileşimlerinin neticeleridir. Hakikatler,
bu mertebelerde farklı istidatlarla zuhur eden keyfiyetler ve terkiplerin
hükmüyle ve de "cem ve vücûd" mertebesine mahsus "ahadiyet"
emrinin sırrıyla birleşirler.
Şu hâlde varlıkta zuhur
edip, farklı imtiyaz ve zuhur türlerine göre "Gayb"tan ayrılan her
şey, isimdir. İsmin "küllî" ve "tekil" olarak mertebe ve
vücûd itibarıyla kendisinden önce olan şeylere tâbi olmasının neticesi ise,
daha önce de belirttiğimiz gibi, delâlet ve tariftir. Bâtm olan her şey,
kendisine tâbi ve fer'î mesabesindeki şeye nisbetle, "asalet" ve
"şartlık" mertebesinin sahibidir; nitekim daha önce buna işaret
etmiştik.
Taaddüt/çoğalma ve
kesret/çokluk, "vahdet" Özelliğiyle nitelenen ve bütün taayyünlerden
ve farklılaşan şeylerin çokluğundan önce bulunan Mutlak Gayb'tan ayrılan ilk
taayyünde zuhur ettiği için, cem ve terkip sırrıyla, cüzî sebeplerle, şartlarla
ve keyfiyetlerle zuhur etmiştir. Bu keyfiyetler, her birisine özgü bir mânânın
bulunduğu bütün hakikatlere aittir. İsimlerden mümeyyiz /ayırt eden ve
muayyin/belirleyen olan her şey, ilâhî gaybta başka birisinin ortak olmadığı
belirli bir hükmü ifâde eder. Bununla beraber, bütün farklılaştırıcı/mümeyyiz
eşya, delâlet ve tarifte ortaktırlar.
Böylelikle, bütün isimlerle
iki fayda meydana gelmiştir:
Birincisi, ismin diğer
isimlerle müşterek olduğu faydadır; bu yön, ismin kendi aslına delâletidir. Bu
açıdan isim, müsemmâsı-nm aynıdır.
ikincisi ise, ismin kendi
hakikâtini tanımlamasıdır.[104]
İsmin hakikati, kendisiyle başka isimlerden ayrıldığı özelliğidir. Böyiece, bu
ifâde ettiğimiz özellikle ve isimleri birleştiren mertebe için matlup olmakla
her isim, "isimlik" elde eder; böylece, kendisine özgü bu farklılık/temeyyüz
onunla ortaya çıkabilir. Şayet bu farklılık olmasaydı, bu isim bilinemeyecekti;
bu ise, kendisine ait "istidat" talebinden önce gelen bir taleple
gerçekleşir. Nitekim, bu meseleyi daha önce zikretmiştik, Allah'ın izniyle
tekrar zikredeceğiz.
Bunun sırrını anladığında,
şunu da bilmelisin ki:
Âleme taalluk eden ilâhî
her ismin, kendisine has ve kendisine raci bir kemâli vardır. Bu kemâl, ismin
hükümlerinin ve eserlerinin vücûdî varlıklarda/a'yan zuhûruyla tamamlanır,
ortaya çıkar ve gerçekleşir. Bu a'yân, ismin tecellîgâhları, taayyün yerleri,
hükmüyle ve eseriyle ismin saltanatının zuhur mahalleridir. İsmin saltanatının
zuhuru, lisan-ı mertebesiyle, "cem" ve "vücûd" mertebesi
olan '-Allah" isminden, kendisindeki kemâli izhâr için yardım dilemesiyle
gerçekleşir. Çünkü her ismin, mertebesi yönünden kendisine has bir lisanı
vardır.
Bütün isimlerin toplamının
lisanı ise, '"Bilinmek istedim", "Ben insanları ve cinleri ancak
bana ibâdet etsinler diye yarattım" (Zariyat, 56) vb. ifâdelerinde belirtildiği
gibi, tafsili nisbet-leri ve bunların suretlerinin a'yânmı kabul etmektir. Her
isim, müşterek di İleriyle /cemiyet, tafsili nisbetlere bunu söylerler; bu
nisbetler, zikredilen bu mukabele mertebesinin ihatası altında bulunurlar.
İsimler, söylediğimiz gibi,
"Allah" isminden kendi kemâllerini tamamlayacak ve saltanatlarını
ortaya çıkartacak şeyi izhâr etmesini talep ederler. Bu ise, onlardan her bir
ferdin hükmünün bütün şeylere sirayeti ve de bütün isimlerin hükmüyle boyanarak
aslına dönmesiyle gerçekleşir. Bununla birlikte isim, hakikati açısından ilâhî
gayb mertebesinde bulunduğu hâl üzere kalmaya devam eder; nitekim, tasavvur
mertebelerinden bahs ederken buna değinmiştik.
Varlıklardan her bir ayn'in
da, kendisine ait bir kemâli vardır; bu kemâl, o varlık için sadece Haktan
kazanılmış varlık ile gerçekleşir. Bu varlık, ya bazı vücûdî mertebelerde ve
bazı mev-tinîere göre kazanılır, veya bütün mertebelerde ve bütün mev-tinlere
göre kazanılır. Fakat bu talebin kaynağı/mebde' ve menşei ise, isimler
mertebesidir. Çünkü isim, muhakkiklere göre, bîr açıdan müsemmânm aynıdır.[105]
Nitekim daha önce ve harflerin nefes ile olan ilişkilerini anlatırken buna
işaret etmiştim.
Harflerin nefes karşısmdaki
durumları, isimlerin müsemmâ karşısındaki durumlarına benzediği gibi, hükümleri
de aynıdır. Müsemmâ, varlıkların a'yânının aksine, Zâtını ve Zâtının levazımını
ezelî olarak bilir. Varlıkların a'yânının kendi zâtlarını ezelde
bilemeyişlerinin sebebi, varlıklarının hadis olmalarıdır. Dolayısıyla,
"hayât" ve "vücûd" gibi ilmin gerçekleşmesinin kendisine
bağlı olduğu şartlar bulunmadığı için, varlıkların kadîm bilgilerinin olması
sahih değildir. Şu hâlde, hadislerin talep makamında da öncelikleri olamaz.
Çünkü, bir şeyi bilmeyen kimsenin, cehaleti anında, bilmediği şeyi bilmediği
yönden talep etmesi, kesinlikle geçerli değildir.[106]
işaret ettiğimiz
"cem" makamından gaybî bir talep ile taayyün eden şey, her isme
nisbetle bu ismin hükümlerinin gerektirdiği imkân mertebesinin nisbetleridir;
bu nisbetler, bu ismin hükmünün zuhur mahalli olan bazı mümkünlerin a'yânıyla
irtibatlıdırlar.
İlmin her hangi bir sınıfı,
cinsi ve türü için bu "cem" mertebesi ve hükümlerinin ihatasında
bulunan isimlerden taayyün eden her hangi bir şey, bu sınıf, cins ve türün
istidadının talep ettiği/istid'a ve bu mertebenin nisbetlerinden olan
şeylerdir; bu nisbet, bu türün veya kendisini talep eden ve belirleyen bu
kev-nî hakikâtin mertebesinde rubûbiyet sırrı ile taayyün eder.
Böylece bu taayyün ve
talep/istid'a ile "Allah" ve "Rahman" isimlerinin
saltanatı, hükümlerinin nüfuz etmesiyle, kevnî hakikat üzerinde zahir olur.
Böylece, bu hakikat üzerindeki rubûbiyet, bu nisbet cihetinden her iki isim
hakkında küllî ve tekil olarak gerçekleşir. Bunun neticesinde ise, kendisini
kabul eden hakikatte görülen esere göre Hakka izafe edilen bir isim zuhur
eder. Bu ismin Hakka izafesi," "Allah" ve "Rahman"
isimlerinden birisinin mertebesi açısından sabittir. Nitekim Allah, âyette buna
dikkat çekmiştir: "İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisi ile dua
ederseniz, en güzel isimler O'nundur." (Isra, 110)
Bu sırrı anla, çünkü bu,
son derece kapalı ve önemli bir sırdır.
Şu hâlde her şey, kemâli
talep eder. Bu noktada, hariçten her hangi bir engel de yoktur; çünkü, sadece
isimler, durumu zikredilen mümkünlerin makamı ve bunları birleştiren sır
vardır. Bu sır, insandır; insanın, kendisine has bir hükmü vardır.
Allah'ın dilediği
kadarıyla, insanın özelliğini belirten açıklamalar yapacağız.
Müstağniliği,
yaratıklarıyla münâsebetinin ve ilişkisinin olmayışı açısından Zât hakkında,
hiç bir şey söylenemez; nitekim daha önce bunu belirtmiştim. "Engel"
diye isimlendirilen şey, bazı a'yânın bazılarındaki hükmünden ibarettir; bu
hüküm, adeta başkasının kendi dışındaki kemâli gibi, içinde kendi kemâlinin
de bulunduğu özel bir tarzda Hak ile zuhur etmiştir.
Bu durum, eksikliklerde,
perdelerde ve elemlerde de böyledir.
İki kemâlin neticesi,
zikrettiğimiz husustur. Külli gaye, hangi mertebe ve surette olursa olsun her
varlığın nihayette ulaştığı hâl ve durumdan ibarettir; varlık, o hâl veya
durumda yerleşir/istikrar ve küllî -tafsili değil, çünkü tafsili olan şeyin,
sadece nisbi ve farazi bir sonu olabilir- açıdan hükmü devam eder.
Bunu bil ve bu kaidenin
içeriğini düşün. Hiç kuşkusuz ki, farklı lisanlarla, isimlerin sırları hakkmda
pek çok ve çeşitli sırlara dikkatini çektim. Bunların bir kısmı, bir kısmından
daha üstündür. En büyük sırra ise, tam olarak, kitabın başındaki tavsiyemin
gereğini yerine getirirsen ulaşabilirsin.
Allah, irşada ulaştırandır. [107]
Daha önce, ilmin ve kelâmın
sırrını, bunların mertebelerini ve hükümlerini, ilim ve kelâma özgü ifâde ve
aktarma araçları gibi levazımını, isimlerin sırrını, farklılık mertebelerini
ve benzeri konuları mümkün olduğunca açıklamıştık; bununla beraber, daha önce
de bu konularla ilgili Allah'ın açıklanmasını ve izâhınl takdir ettiği sırları
bu konulardan bahs ederken beyan etmiştik. Şimdi ise, asılların ve ana ilim ve
hakikatlerin diğer neticelerini ve semerelerini zikredeceğiz. Bunları
zikredeceğimizi vaat etmiştik.
Öncelikle, Allah'tan yardım
dileyerek, "başlangıç" ve "yaratılışın sırrıyla başlıyoruz.
Hak, her şeyi zâtına dair
bilgisinin aynısıyla bilir. Hak, başkasmdan veya başkası vasıtasıyla kazanılmış
herhangi bir ilim ile vasıflanmış değildir. Bunun ardından Hak, nefsinde aleme
dair ezelî bilgisine göre onu yaratmıştır. Şu hâlde âlem, Hakkın ilminin
sureti ve mazhârıdır.
Hak subhanehu ve teala,
eşyayı ilim ve varlık açısından ihata etmeye devam etmektedir; nitekim bunu
bize öğretmiş, haber vermiş ve anlatmıştır. Zuhur eden her şey, O'ndan zuhur
etmiştir. Çünkü Haktan başka hiç bir şeyin, Hakla birlikte varlığı yoktur.
Nitekim sözü doğru Peygamber Efendimiz, "Allah var idi, O'nunla beraber
başka bir şey yok idi." diye haber vermiştir.
Allah teala da, kendisini
tanıtarak nefsi hakkında şunu haber vermiştir: "O Allah ki, O'ndan başka
ilâh yoktur. Gaybi ve şehâdeti bilir, rahman ve rahim'dir." (Haşır, 22)
Başka bir âyetinde de, kemâlinin sıfatlarına dikkat çekip, şöyle buyurmuştur:
"O evveldir, âhirdir, zahirdir, bâtındır. O her şeyi bilendir."
(Hadid, 3)
Böylelikle, Hakkın seçkin
kullarının ve kurbiyetine ve ikramlarına mazhâr olanların muhakkikleri,
öncelikle Hakkın onlara açtığı ve kendilerini muttali kıldığı varlığının
sırlarıyla, daha sonra da haber verdiği şeylerle şunu öğrenirler: Mertebelerin
sayısı fazla olsa bile, hepsinin sayısı iki mertebeye racidir. Bunlar, gayb ve
şehâdet bir de bunları birleştiren mertebe. Nitekim, daha önce buna işaret
edilmiştir.
Binaenaleyh her şeyin bir
zahiri vardır ki, o şeyin sureti ve görünen yönünden ibarettir; bir de bâtını
vardır ki, o da, o şeyin ruhu, mânâsı ve gaybıdır.
Bütün suretler, gizli ve
açık farklı türlerine rağmen, "şehâdet" Özelliğiyle nitelenen
"ez-Zâhir" ismine mensuptur.
Bütün mânâlar ve mücerret
hakikatler de, gayba ve el-Bâtm ismine mensupturlar. Bunlar, belirli sebeb ve
şartlar ile ortaya çıkan cüz'î suretlerin asıllarıdır.
Var olan her şey, mânâ veya
ruhaniyeti veya her ikisi açısından, mertebe ve şeref yönünden suretten önce
gelir; bu yönden onun önceliği vardır. Suretin ise, ilmî Öncelik açısından olsa
bile, başka bir açıdan mânâ ve ruhaniyete önceliği vardır. Çünkü cüzü bilmek,
küllü bilmekten öncedir; zahiri bilmek, bâtını bilmekten öncedir ve onu bilmenin
şartıdır.
Beşerî ruhlar, mizaç
düzeyindeki inşanın ardından ve mizaca göre taayyün ettikleri için şu ortaya
çıkmıştır ki: Suret ve bâtını hakikatlerden her birisi, bir açıdan ve itibâr
ile Öncedir, başka bir vecih ve itibâr ile de sonradır.
Hak, rahmeti ve ilmiyle her
şeyi kuşattığı, rahmet ise, daha önce belirttiğimiz gibi, "kapsayıcı
varlık"tan ibaret olup, onun dışındaki hiç bir şeyin şümul ve genelliği
olmadığı için, "er-Rah-man" isminin eşyayı ihatası zuhur etmiştir. Her
şeyin kendisine özgü bir parçası ve Mutlak Varlıkta kimsenin ortak olmadığı belirli
bir payı bulunduğu için, er-Rahim isminin özel olarak her şeyi kapsadığı
bilinmiş olur. Böylelikle Hakkın, zâtı ve bu iki
âyette zikredilen küllî
isimleri açısından, her şeyi ilim ve varlık yönünden ihata ettiği sahih
olmuştur.
Sonra şöyle deriz: Zuhur
eden ve müşahede edilen her şey, zuhurdan önceki bir batmlıktan zuhur etmiştir.
Gayb, şehâdet-ten önce gelmiştir. Bütün bu bahiste zikredilen şeylerdeki öncelik
ve evvellik, ister varlık yönünden, ister mertebe yönünden, ister ikisiyle
beraber olsun, aynıdır.
Şu hâlde, ez-Zâhir ismi ve
onun ile zuhur eden diğer suretler, Hakkın gaybmda bulunmaktaydılar ve
zikredilen ilâhî gayba en yakın sıfat olan vahdaniyetin altında müstehlek
idiler. Böylece, vahdaniyet ve istihlak/fenâ perdesi, aşırı yakınlık ile onları
Zâtlarını ve Rablerini idrâkten engellemiştir.
Sonra, Hak, kendilerini
bilgisine göre temyiz ettiğinde, tecellîsinin nuruyla onları izhâr etmiştir.
Böylelikle O'nun nuru ile bu varlıklar, aydınlanmış, zuhuru ile zuhur etmiş,
böylece bâtın ve mefkud/yok hükmünde olmanın ardından, görülür ve mevcut hâle
gelmişlerdir. Onlardan önce gelen ve zuhur eden her şeyi kapsayan batmî
mertebe "gayb" diye isimlendirildiği gibi, bunları birleştiren mertebe
de, zuhur etmelerine nisbetle "şehâ-det" diye isimlendirilmiştir.
Gayb, ikidir: İzafî ve
hakikî gayb. Buna göre, izafî gayb, hükmünün tafsili ortaya çıkan gaybdır;
hakikî gayb ise, Hakkın zâtının ve hüviyetinin mertebesidir/hazret. [108]
İttifak edilen şeylerden
birisi şudur: Allah'ın hakikatini, kendisinden başka hiç kimsenin ilmi ihata
edemez. Çünkü, O'nun hakkında belirli bir hüküm taayyün etmediği gibi, O,
hiçbir vasıf ile de sınırlanmaz, belirlenmez, taayyün etmez ve sonsuzdur.
Hiçbir şekilde taayyün etmeyen şeyin taakkul edilmesi, mümkün değildir; çünkü
akıl, kuşatamadığı ve kendisince belirginleşmeyen bir şeyi ihata edemez. Şayet
Hakkın hakikati, herhangi bir vecih veya bir nisbet ile bile olsa taayyün
etseydi, mutlak olarak değil, kendisiyle taayyün ettiği şey ile ve ona göre
olan bu taayyünüyle bilinirdi.
Bu gayb hakkındaki bu
bilgi, icmâlî bir bilgidir. Bu bilgi, en yüce keşif ve ilâhî tarif ile meydana
gelmiştir. Bu bilgide, taayyün dışı/gayr-ı müteayyin bu gaybî mertebeden
taayyün eden tecellîden başka hiç bir vasıta yoktur. Bu tecellîye ve bunun nasıl
gerçekleştiğine dikkat çekmiştik. Ardından da, kendisinden zuhur eden ve
farklılaşan isimler, vücûdî eserler, mazhârlara ait nûranî tecellîler ve benzen
şeyler ile Hakka istidlal etmeye de dikkat çekmiştik.
Nitekim bu meseleye, şekil,
teşekkül ve teşekkül eden şey bahsinde değinmiştik.
Çünkü bu gayb, zuhur eden
ve bilinen ve bunların dışındaki şeyin
aslıdır. Bunlarm dışındaki derken, sadece Hakkın bileği âlemlerden müstağnilik
makamı ve aradaki münâsebetin yokluğundan dolayı başkasına ilişmeyen nisbeti
kast etmekteyim. Hakkın âleme taalluk nisbeti ve de ulûhiyet, ulûhiyetin hükmü,
ilim ve tesirle ilgili olarak zikrettiğimiz münâsebetlerin sırrı cihetinden âlemin
Hakka taalluk etmesi yönünden ise Hakka dair, kendisiyle zuhur edip, O'nu
izhâr eden şey ile hüküm verilir/Hak, mahkûm-i aleyhtir; bu yönden Hak,
dilediği kullarına Zât'mm gaybmdan her tecellî edişinde kendini bildirir, tanıtır
ve öğretir.
Bu gayba nisbetle en yakın
mertebe, Nefes-i Rahmânî'den ibaret olan Amâ"dır; bu mertebeye, taayyün-i
evvel hükümlerinin ilki ve mutlaklığa en yakını olan ahadiyet istinat
etmektedir.
O, yani Ama mertebesi,
bütün isim ve sıfatların mertebesi ve de daha önce belirtilen
"na't"larm sahibidir. Amâ', zikredilen ilâhî gayba nisbetle ilk
şehâdet mertebesidir; yoksa, Amâ, kendisinin altında bulunan mertebelere
nisbetle ise, "izafî gayb"drr. Amâ, ayrıca, bütün surî veya manevî
çokluğun "iki tahlilde"[109]
kendisinde sona ermesi açısmdan da, şehâdet mertebesinin sonuncusudur.
Âlemde görülen çokluk,
zikredilen ahadiyetten yayılmış ve bir itibârla da onunla zuhur etmiştir; fakat
bunun anlamı, hüviyeti itibarıyla bir/vahid olandan, hüviyeti açısından
çokluğun sâdır olması demek değildir. Çünkü, daha önce de belirttiğimiz gibi,
her hangi bir şeyden hakikati açısmdan kendisine zıt bir şeyin çıkması mümkün
ve geçerli değildir. Vahdet ve kesretin, bir ve çoğun birbirleriyle
çeliştiğinde de bir kuşku yoktur. Şu hâlde bunlardan birisinin, kendisinden
farklı olduğu yönüyle diğerinden sudur etmesi imkânsızdır.
Fakat, bir olanın ve
birliğin/vah id ve vahdet pek çok nisbet-leri olduğu gibi, çokluğun da sabit
bir birliği vardır. Şu hâlde bunlardan birisi diğeriyle ilişkili olduğunda veya
ona tesir ettiğinde, bu, sözü edilen müşterek özellikle gerçekleşir.
Bu kaidenin açıklamaya
çalıştığımız konudaki tezahürü şudur: Bir'in, iki hükmü vardır. Birincisi
onun, herhangi bir sıfat, isim, na't veya sabit bir hüküm veya arız veya lâzım
şeklinde bir sıfat diye düşünülmeden sadece kendisi için "bir"
olmasıdır; şöyle ki, o -linefsihi- kendisidir.
Hüviyetten ibaret olan
Gayb-ı Mutlak ile ahadiyet özelliğindeki bu ismî taayyün arasında bu taayyünün
kendisinden başka hiç bir fark yoktur. Aynı şekilde, bu gaybda hiçbir şeyin
taayyün ve vücûdî bir çokluğu yoktur. Aksi hâlde Hak, başkası için zarf olurdu
ki, O'nun ahadiyeti/birlik bundan münezzehtir.
Sonra şöyle deriz:
"Bir/VahicT'e izafe edilen iki hükümden diğeri ise, onun kendisini kendisi
ile bilmesi ve bunu bildiğini de bilmesidir. O, vahdetini ve mertebesini,
vahdetin kendisi için sabit bir nisbet veya zorunlu bir hüküm veya kimsenin
ortak olmadığı ve başkası için sahih olmayan bir sıfat olduğunu bilir; bu
nisbet, nisbeti açısmdan Bir'in hükmüdür.
Ayrıca, âleme
ilişmekten/taalluk müstağnilik nisbeti ve de daha önce zikredilen ona
ilişmek/taalluk nisbeti buradan bilinir. İşte bu nisbetten, sabit olan bu
nispî taaddüt nedeniyle, çokluk Bir'den meydana gelmiştir. Şöyle ki: Hakkın
kendisini kendisiyle bilmesi ve kendisinin lizâtîhi bir olup, varlığında
ortağı olmayışı, mutlak vahdet hükmünden farklıdır; böylelikle nispî kesrete
/çokluk bağlı olan taaddüt/çoğalma, haricî/aynî taaddüdü izhâr etmiştir.
Bir için şart olan bu iki
hüküm, özelliği bilinmeyen ve hakkında belirli hiç bir hükmün sahîh olmadığı
Zât'a ait gayb'dan sonra gelirler. Bu gayb hakkında, daha önce de ifâde
ettiğimiz gibi, vahdet/birlik, kesret/çokluk vb. gibi hiçbir belirgin sıfat
ortaya çıkmaz.
Adede nisbetle birin hükmü,
şu Özellikte olmasıdır: Kendisiyle sayılır, adedin ortaya çıkmasını sağlar;
yoksa bir, sayı değildir. İkilik de, adetin illetidir, fakat o, maddi illete
benzer. Üç 'se, tam sayıların ilki, sayıların çokluk ve terkiplerinin ilkidir.
Bu veciz işaretimizle
vahdetin mertebesine dikkat çektikten / şimdi de kesretin mertebesine dikkat
çekeceğiz; böylece her ikisine dair ikâzımız tamamlanmış, artık bunların
hükümleri de kapalı kalmamış olur. Şöyle deriz:
Kesret/çokluk, iki kısma
ayrılır: Birincisi, cüzlerin ve zâtın kendisinde kaynaştığı
dayanaklarm/mukavvimat kesreti; buna örnek olarak, madde ve suret cüzleri veya
-bu konuda farklı görüşler bulunmakla birlikte- cisme nisbetle cevher ve araz;
cevher ve arazdan oluşan türlere nisbetle ise, fasıllar, cinsler verilebilir.
Kısaca bu kesret, daha
sonra bir şeyin kendisinden meydana geldiğinin tasavvur edilebilmesi için,
başlangıçta muhtaç olunan kesrettir.
İkinci kısım ise, bir şeyin
levazımının kesretidir. Bu da, bir şeyin nefsinde gerçek anlamda
"bir" olması veya cüzlerden ve dayanaklardan mürekkep olmasıdır. Bu
şey, varlık kazandıktan sonra, zâtmdaki mânâ ve vasıflar kendisinin lâzımı
olurlar; zâtı ise, ister nefsinde başkasından mürekkep olsun, ister böyle olmasın,
bunlardan oluşmaz. Aksine bunlar, zorunlu olarak ve varlık açısından bu şeye
tabidirler. Öyle ki, bu şeyin varlığı ve bir şeye taalluk ettiği tasavvur
edildiğinde, bu mânâlar onun lâzımı olurlar. Buna örnek olarak, altı sayısını
verebiliriz. Altının varlığı, çift olmadan tasavvur olunamaz. Bu demek değildir
ki, çift, altının bir parçasıdır. Çift, zorunlu olarak altı sayısının lâzımıdır
ve mertebe olarak da kendisinden sonra gelmiştir. Altı, aynı zamanda, yarım,
üçte bir ve üç, beş ve diğer rakamlarda bulunan "ferdiyet"
kavramlarını da içerir.
Tahkik derecesine
ulaşamamış akıllı kişi, buradan ihatanın sırrını kavrar. Bunun yanında ihata
eden, ihata ettiği şeyin zarfı olmadığı gibi, ihata edilen şey de, kendisini
ihata edenin bir cüzü değildir. Ayrıca bu kişi, Bir'in lâzımı olan sıfatların
onun birliğine hiçbir şekilde zarar vermeyeceği gibi çeşitli sırlan öğrenir. [110]
Vahdet ve kesret hakkında
izah etmek istediğimiz hususlar belli olmuştur. Bunların bilinmesi, yaratılış emri
başlangıcının sırrına dair zikredeceğim şeylerin anlaşılmasına yardımcı
olacaktır. Bu "Emr", "âlem" diye isimlendirilen büyük
kitabın anahtarıdır. Böylelikle bundan, son nüshaya ulaşıncaya kadar
"âlemin nüshası" ve "nüshanın nüshâsı"nm bilgisine
tedricen yükselinir. Son nüsha, daha önce vaat ettiğim gibi, bazı sırlarını açıklama
niyetinde olduğumuz "Fatiha"'dır.
Bu itibârla şöyle deriz:
Hak Subhanehu, Zât'mm gayb mertebesindeki nurundan ibaret olan ilmiyle, Zât'a
mahsus mutlak kemâline bakmıştır. Bu kemâlin Hak için sabitliği, haricî bir şeye
dayanmaz, çünkü burada O'nun dışında kalan hiç bir şey yoktur; böylelikle,
işaret edilen müstağnilik sahih olmuştur. Bu nazar/bakış, önceki bir perdeden
veya daha önce bulunmayan yeni, haricî bir şeyden değildir. Hak, kendisine
layık olmayan şeylerden münezzehtir. Binaenaleyh, nispîliğin dışında, burada
hiçbir teceddüt/yenilenme, öncelik ve sonrahk yoktur.
Fakat müşahede sahibinin
bilgisinin lisanı, şimdiki âlemimizde şeyleri ve aralarındaki hüküm, sıfat,
öncelik ve sonralıktaki farklılığı öğrenip, bunları gayb'daki nûranî ve ilmî mertebelerde
idrâk ettikten sonra, bu hakikatlerin sırlarını ibarenin taşıyabileceği
kadarıyla ve hitab esnasında muhatabın hâlinin, hitap edenin ve dinleyenin
mertebe ve makamlarının gerektirdiği ölçüde dile getirir. Çünkü, bütün bu
zikrettiğimiz unsurların açıklama-
ya çalıştığımız konuda bir
hükmü vardır ki, bu hüküm, ifâde edilen şeyde de bir tesir icap ettirir. Bu
tesir, o şeyi içinde bulunduğu mutlaklık ve münezzehlikten çıkartır. Bu
mutlaklık ve münezzehlik, o şeye zikredilen kayıtların ve ifâde araçlarının
gerektirdiği tarzda maddeler ve çeşitli keyfiyetler sebebiyle eklenen ve arız
olan sınırlılıktan önce gelir; nitekim, daha önce kelâmın sırrı bahsinde buna
işaret etmiştim.
Özetle, insanın
yaratılışının melekeleri/kuvvetleri, müşahede ve tecrid hâlinde arifin
nefsinin idrâk ettiği her şeyi, benzerliğinin kemâlini idrâk, onu ifâde etmek,
müşahedenin kendisine taalluk ettiği tarzda ibraz etmekten acizdir. Bunun için
arif, şe-hâdet âlemine döndüğünde müşahede ettiği şeylerin hepsini değil,
küllilerini ve bazı cüzîlerini aklında tutabilir. Çünkü, tabiî kuvvetleri
yetersiz ve basiretin idrâk boyutu karşısında nakıs olduğu gibi, bu
kuvvetlerin feleği/kapasite de, nefsin geniş alanına ve hazretü'l-kuds'deki
mertebesinin dairesinin genişliğine nisbetle dardır.
Bahsettiğimiz noktada
arifin hâli, aslında yazı yazmayı tam olarak bildiği hâlde eli titrediği için
bilgisine göre bunu ifâde edemeyen eli titreyen iyi katibin hâline
benzemektedir. Bu kişi, bildiği tarzda istediği şeyi yazamaz, çünkü, alet gayesine
yardımcı olmamaktadır. Şu hâlde vasıtaların, araçların ve hükümlerinin
durumlarını ve bunların kullanıcılarının nefsindeki şeye nisbetle
eksikliklerini bilmeyen kimse, kusuru bu araçları kullanan şahsa nisbet eder,
hâlbuki durum hiç de böyle değildir.
Eksiklik, aletten ve onun
yaratılmış cüzî-haricî varlık istidadının veya varlık ve yaratılmışlık
dairesinin dışında gayb alemindeki küllî istidadından kaynaklanır. Aletin bu
istidadı, failin onunla izhâr etmek istediği şeye tam olarak cevap vermede eksik
kalır.
Burada, şayet araştırır ve
elde edebilirsen önemli bir sır vardır.
Bu konu netleşince, tekrar
yaratılışın başlangıcı ve bunun tafsilinden ibaret olan konumuza dönüyorum:
Şöyle deriz: Sözü edilen bu
nazar ile Hak, işaret edildiği tarzda hüviyetinin gaybmda gizli olan ve Zâtına
mahsus zorunlu varlık kemâlinden farklı bir kemâli daha müşahede eder ve aniden
iki kemâl arasında tam bir aşk/taaşşuk ilişkisinden ibaret muttasıl bir bağ
meydana gelir. İşte bu gizli kemâl, daha sonra belirteceğimiz "cela"
ve "istida" kemâlidir.
Hâdislik hükümlerinden
mücerret olan Hakkın bu ilmî nazarı, "şuhûdî" nispet cihetinden
başka bir gayb tecellîsinin meydana gelmesini/inbias gerekli kılar ve onu
talep eder; söz konusu "şuhûdî" nispet, daha sonra bizde taayyün edip
akledildiğinde "el-Basîr" ismiyle ifâde edilir. Bu gerektirme,
tecellînin kendisi için/linefsihî taayyün etmesi içindir; bu tecellî, zuhurunu
talep eden ilâhî ilmin gördüğü şeye taalluk etmiş olarak
"hubbî/sev-gi" renkle boyanmış/insibağ bir halde iken kendisi için
taayyün eder. Bu tecellînin ilmin gördüğü şeye ilişmesinin/taalluk nedeni,
ilim mertebesinin muhabbet mertebesinden önce gelmesidir; çünkü, mutlak anlamda
bilinmeyen herhangi bir şeye muhabbet asla taalluk etmez, nitekim,
"Miftah-u gaybi'1-cem" isimli kitabımızda "kevnî ve esmaî
talep" hakkındaki ifâdelerimizde buna işaret etmiştim.
Gaybta sadece Hakkın
bildiği ve müşahede ettiği şeyler bulunduğu için - ki, bunun nedeni, Hakkın
eşyayı ihata etmesi ve eşyanın Hakkın zâtında resmedilmiş/irtisam olmasıdır-
bahsettiğimiz durum, irâdenin kudretten önce gelmesinde olduğu gibi, mertebe
ve nisbet açısından olan bir önceliktir. Binaenaleyh, ilmin bu noktadaki
benzeri, onun hükmü ve hikmetidir ki bunlar, bizdeki basarî/göz ve aklî
görüşlerdir; her iki kuvvet de, ilmin hüküm ve hikmetinin mazhân ve
benzerleridir.
Böylelikle gayenin
gerçekleşmesinin, iki öncülün terkibine bağlı olduğu bilinmiştir; çünkü birliği
açısından ve ahadiyeti makamında Bir, başka bir şeyi meydana getiremez ve
çokluk Bir'den zuhur etmez, binaenaleyh onunla birlikte, sadece kendisi
bulunabilir.
Ayrıca şu da Öğrenilmiştir
ki: Gaye olan kemâl, kesret/çokluk olmaksızın zuhura gelmez. Ve öğrenilmiştir
ki: Gayenin gerçekleşmesinin kendisine bağlı olduğu şey de, gayedir.
Bu durumda mutlak gaybtan
sadece bir öncül taayyün etmiştir. Bu öncül, "bais-i hubbî/sevgi
dürtüsü" ile gerçekleşen tecellîdir. Vahdaniyetin sırrı ve Zât'a ait
gaybî ve vücûdî sırla ilgili olarak ifâde ettiğimiz gibi, mutlak gayb'tan hüküm
de infaz olunmaz ki, mutlak gayb, bu mertebede sultanın sahibidir ve
zikrettiğimiz nisbetleri ihata eder.
Bu, fayda vermeyen ve
netice doğurmayan altı tertibin birliği sırrıdır. Ben, daha önce bunu şu
ifâdemle belirtmiştim: "Tecellî hükümlerinin "fiil" diye
isimlendirilen ve tecellînin mazhân olan başka bir şeysiz birbiriyle
birleşmesi, hiç bir sonuç ve fayda vermez. Fiil, Yaratıcı ve Mucit olması
itibarıyla Haktan mefule ulaşan te'sir nisbetine bağlı tecellîdir. Bu tesir,
farklı mertebelerine göre, fiilinin kendisi ile/mefulun bih, kendisinde
gerçekleş-tiği/mefulun fih veya kendisiyle birlikte/mefulun-meah veya kendisi
için/mefulun leh gerçekleştiği şeye ulaşır.
Buna göre tesirin
"mefulun-fih"e ulaşması, mefulun maksat veya maksatlardan birisi
olması durumundadır; "ınefulun-bih"e ulaşması ise, mefulun vasıta ve
şart olması durumundadır; "me-fukm-meah"a ulaşması ise, mefulun
illetin parçası veya sebeplerinden birisi veya bir itibârla gaye olması
durumundadır; tesirin "mefulun-leh"e ulaşması ise, bu fiilin
faydasının ona/mefule dönmesi veya o şeyin fiilin gayesi olması durumundadır.
İşte bu, Hakkın âlemi âlem
için yaratmasının ve ibâdetin Ma'bud için değil, âbid için emredilmesinin
sırrıdır. Çünkü Hak, izzet ve müstağniliği itibarıyla, fiilinin herhangi bir
amaca bağlı olmasından münezzehtir; bilakis O'nun fiilinin gayesi, âleme
yönelik zatî rahmetidir.
Diğer fiil mertebelerini de
buna kıyas et! Kuşkusuz ki sana bir kapı açmış bulunmaktayım.
Sonra şöyle deriz:
Neticenin meydana gelmesini ve sadece "hubbî tecellî" ile hükmün gerçekleşmesini
erteleyen başka bir sebep ise şudur: Şayet bir şeyin meydana gelişini veya
imkânını tek öncüle bağlı farz etseydik, bu hüküm ile taayyün eden ve ayn'ı
zahir olan bazı kimselerin idrâkine şu gelirdi: Yaratılış işi-ve kevnî inşanın
konusu ve gayesi, sadece ve sadece Hakkın mertebesine mahsûs şeylerin
tahsilinden ibarettir; hâlbuki böyle bir düşünce, Hakkm müstağnilik mertebesi
hakkında nakıs bir vehimdir. Bu mertebe, Zât'a ait vücûdî kemâl mertebesidir;
bu mertebe, kendisine layık olmayan şeylerden münezzehtir.
Binaenaleyh zikredilen bu
tecellînin hükmü, bu ve zikredilmesi mümkün olmayan başka engellerden dolayı
gerçekleşmeyince, Gayb-ı Mutlak'tan nihai mertebesini/müstakar talebe döner;
nitekim bu durum, mazhârlar ile taayyün eden diğer tecellîlerin de
adetidir/sünnet. Onlar da, kesret/çokluk alemiyle münâsebetleri olmadığı için,
hükümleri tecellî ettikleri şeylerde gerçekleştiğinde kendi asıllarına dönmek
isterler.
İşte bu, tafsîlî
tecellîlerin tecellî ettikleri şeylerin hükümlerini kazandıktan sonra kendileri
için meydana gelen "insilah/soyutlanma" ve Gayb'a dönüşlerinin/rücû
sebebidir. Bunu, tecellî ve mütecella-leh/tecellî edilenin sırrı bölümünde ve
de tasavvur mertebelerinde belirtmiştim. Ayrıca bu, beşeri ruhların
büründük-leri/telebbüs neş'etlerden soyutlanmalarının ve asıllarına dönmelerinin
nedenidir. Beşerî ruhlar, bu neş'etlerle kemâle erip, bütün oluşlarm/neş'e
sırlarının özünü, bütün suret ve mevtınlerin sırlarını elde ettikten sonra,
vahdetlerine zarar veren sûretleriyle değil, çokluk hükümleriyle boyanmış
olarak asıllarına dönerler.
Sonra şöyle deriz:
Zikredilen bu dönüş ile "gaybî hareket" ve mukaddes bir
"şevkî-devir" meydana gelir. Bu hareket ve devrin hükmü, Gaybm
kuşattığı kevnî ve esmaî hakikatlere sirayet eder. Bu tecellî, dönüşünde diğer
ilmî taayyünlere uğrar, böylelikle tecellî, gaybî ve şevkî mukaddes bir
hareketle uğradığı ilmi taayyünleri harekete geçirir. Bunun sonucunda ise,
diğer hakikatlerden aşk dürtüleri/bevais-i hubbiyye, hubbî ve manevî hareketler
neş'et eder. Bunlar, kendilerinde sirayet eden tecellînin sırrının hükmüyle
Haktan kendi varlıklarını ve kemâllerinin bulunduğu şeyi izhâr etmesini talep
ederler; böylece bu şey, kuşatıcı devri hareketlerin miftahı olur.
Bu miftah, gizli şeyleri
izhâr eder, bil-kuvve ve imkân hâlindeki varlıkların a'yânını/varlık, fiile
çıkartır. Bu cömertlik nispeti, Gaybî ahadiyet altında fânî/müstehlek olmuş
hakikatlerdendir. Böylece bu cömertlik/cevad nisbetinin mertebesinin lisanı,
zikredilen tarzda kendisinden talep edenlere yardımcı olacak şekilde ortaya
çıkar; bunun nedeni ise onun, hakikâtinin ve hükmünün gerçekleşmesine bağlı
olan kendi kemâlinin zuhurunu istemesidir.
Böylelikle, iki öncül
meydana gelmiş olur: Birincisi, hubbî tecellînin içerdiği talep; diğeri ise,
fiilin mazhârı olduğunu belirttiğimiz "kabul" özelliğindeki kevnî
istidat talebidir. Böylece, şimdi "kudret" diye isimlendirdiğimiz
nisbet ortaya çıkar/taayyün. Bu nispet, kendisi için taayyünü
"irâde"den ibaret olan bir konu/müteallak talep eder; böylece
rükünler, tamamlanır. Çünkü ilmin zikredilen şeyleri müşahede etmesine neden
olan tecellî, gaybî ve vücûdî nurun hakikatini ortaya çıkartan
"hayât" nisbetinin hükmüyle boyanan "hüviyet tecellîsi"
dir. Sonra hubbî tecellî, ilim ile beraber, hubbî sınırı unvanı olan
"irâde" nisbeti-ni izhâr eder. Bunun ardından da, açıkladığımız gibi,
kudret taayyün eder.
Böylece, istenilen
neticenin kendilerine bağlı olduğu esaslar tamamlanmış olur. Bu esaslar, iki
öncüldür. Her öncül iki müf-redden/kavram oluşur; böylece dört tane olurlar.
Bunların bir tanesi, tekrarlanır; tekrarlanan öncül, eser ve eserin kemâlinin
meydana gelmesi için diğer üç öncülde gizli olduğunda diğer üçünün hükmünü
kazanan/insibağ "irâde" nisbeti yönünden "ahadiyet-i cem/çokluğun
birliği" sırrıdır; böylece de, "ferdiyet" meydana gelmiş olur.
Bunun ardından,
"tekrar"'dan ibaret olan bu gaybî hareket ile, nikah sırrı zuhur
eder. Bunu -"zuhur" tâbiliği değil- "istilzam" tabiliğiyle
netice takip eder.
Artık geriye, zikredilen
esaslara göre maksadın ortaya çıkması için mertebenin "hubbî
hareket" ile taayyün etmesi kalır; bu mertebe, ikrida: m nüfuz mahallidir.
Bu esaslar, aslî nisbetler ve gaybî vahdaniyet mertebesinin lâzımı olan Zâtı
isimlerdir. Bu isimler, Zât'in Özelliklerini taşırlar ve onun sırlarının
mazhârla-
rıdır. Bunların dışındaki
isimler ise, küllî isimler ise, Zatî isimlerin tâbileridirîer; böyle değiller
ise, tedvin ve tastir/kevn âlemine ilişen ve o âlemde taayyün eden tafsîlî
isimlerdir.
Daha önce açıklamıştık ki:
Herhangi bir şeyin sırf basitliği ve birliği/vahdet açısından kendiliğinde bir
tesirinin olması asla mümkün değildir. Binaenaleyh bu durum, vahdet makamının
kendisinden farklı ve mertebe açısından aşağısında olan şeylerden ayırt
edilmesini gerekli kılmıştır. Böylece bu makamdan, iktidarın gerçekleşmesinin
mahalli olmaya münasip şeyler ayrışır. Çünkü iki eşit şey -ki bunlar, iki
nisbet veya iki varlık olabilirler-eşit oldukları noktada birbirlerine tesir
etmede herhangi bir önceliğe sahip değillerdir. Şu hâlde, birisinin o şeyden
dolayı diğerinden üstün olduğu, birisinin müessir, diğerinin ise daha alt
mertebede olmasını sağlayan bir "neden" veya "gerekçe"
bulunmalıdır. Bunun nedeni, bu kemâl sıfatının veya üstünlüğü gerektiren
durumun öncekine ait olmasıdır; böylece alt mertebede bulunan, üstün ve müessir
olan şeyin eserinin mahalli olur.
İlâhî gayb'da hiçbir şeyin
vücûdî çoğalması/taaddüt olmadığı için -çünkü bu mertebe, her şeyden öncedir ve
çokluk ve çoğalan şeylerin kaynağıdır-, bu, nisbetler yönünden manevî bir
çoğalma ve Zâta ait hâller arasında gerçekleşen bir tercihtir. Böylelikle kesret,
vahdetin mukabilinde ve vahdetin iki yönünden birisinde bulunur; vahdetin
hükümleri ve nisbetleri, kesrete bakar; diğer açıdan ise zuhur nisbeti,
kesrete bakar. Hepsi ise, "celâ" ve "istic-lâ"nm kemâl
makamına bakarlar. Bütün bunlar, gaybî bir münâsebet ve irtibat gözüyle
gerçekleşen, aşk ve sevgi bakışıdır.
Böylelikle Zâta ait birlik
ve çokluk/ahadiyyü'l-cem'iyyu özelliğindeki hüküm, ilmi nisbette maksadı
meydana getirmek ve hakikâtini ortaya çıkartmak için sirayet eder. Bunun neticesinde
de ilâhî gayb, iki kısma bölünür. Bununla beraber, "hubbî" sır, bu
işte/emir sulta sahibidir. Bu nedenle bu sır, "kahır" özelliğini
yitirmez; bu özellik, ahadiyete tâbi olan muhabbet ve gayretin/ilâhî kıskançlık
lâzımıdır.
Binaenaleyh o, yani
ahadiyet özelliğindeki bu "kahır" hükmü, kendisinden üstün ve ona
yakın olmaktan da müstağni oluşu itibarıyla, ondan farklı olduğu yönden
kesrete ilişir; bu ilişme, kesret taayyün ettikten sonra gerçekleşir, çünkü
taayyünden önce, zıtlık ve gayret hükmü ortaya çıkmadığı gibi, diğer
nispetlerin hükmü de ortaya çıkmaz.
Akıllı kişi, buradan
tenzihin menşe' ve mebdesinin farkına varır; ayrıca, rahmet-gazabm, rahmetin
gazaptan önce gelmesinin, rızâ-öfkenin/saht, celal-cemâlin, kâhır-lütfun
-nasıl istersen öyle söyle- sırrının farkına varır. Çünkü bütün bunlar, bu iki
asla racidirler. Bunların en iyi ve en uygun ifâdesi, ilâhi haberle belirtilen
ifâdedir ki bu da, "rahmet ve gazab"tır.
Sonra şöyle derim: Bu iki
kısmm/şatr birisinde, tâbileriyle birlikte pek çok hükümleri yönünden kesretin
istinat ettiği "vahdet" nisbeti aynşır/infisal. Böylelikle ez-Zâhir
isminin mertebesi, zikredilen ayrılma/infisal ile gayb mertebesinden ortaya
çıkar/taayyün; bu taayyün, kendisi ve O'nun ile taayyün eden şey için ortaya
çıkmıştır/taayyün. Bu durum, söz konusu taayyünün, ne kadar, nasıl, ne zaman
ve nerede gibi soruların sorulduğu makamlarda madutlar/sayılır şeyler için
zuhurundan öncedir.
Bunun ardından da taayyün,
şehâdet sayesinde Gayb'tan ayrılır. Böylelikle, ez-Zâhir'in kendisinden
ayrılmasıyla "el-Batm" için icmâlîbir mertebe taayyün eder ve zuhuru
açısından ez-Zâhir'in gaybıyla izhâr ettiği sıfatlar, hükümler, suretler ve
ona tâbi levazım müşahede olunur. Böylece, kendisinde bâtın olan şey bilinir;
kendisinden zahir olan şehâdetle gayb bilinir, şehâdet de gayb ile bilinir.
Ez-Zâhir ismine mahsûs
kısımda ayrılan şeylerin hepsi, "ce-lâ" ve "isticlâ"[111]nm
kemâline tâbidir ve onun hizmetindedir.
Diğer kısım ise, en
korunmuş izzet makamındaki mutlaklığı ve kemâli üzerinde kalır; bu kemâl,
na'tlardan, kayıtlardan ve işaret edilen icmâlî taallukun dışındaki bütün
idrâklerin taalluklarından münezzehtir.
Bunun "şatır"
diye isimlendirilmesi, taayyün ettiği ve sınırlandığı için değildir; bilakis
kendisinden herhangi bir kısım taayyün ettiğinde, bu kısım, taayyün etmeyişi
cihetinden ona delil olur. Çünkü kendisi asıl, kendisinden taayyün eden şey
ise, onun delilidir; binaenaleyh o, hem delil ve hem de medlul olmaktadır,
nitekim ilmin sırrı bahsinde buna işaret etmiştik.
Her delil, delâlet ettiği
şey üzerinde bir perdedir; bununla beraber delil, o şeyi delâlet ettiği açıdan
tanımlar.
Bunun ardından da,
kendisinden ve kendisiyle taayyün eden her şeydeki hükmüne göre bu asıl adına
bir isim meydana gelir ve zuhur eder. Bu isim, o şeye/medlûle iki şekilde
delâlet eder: Birincisi, taayyün eden şeye ait olan hükmün delâleti, diğeri
ise, taayyün eden her şeyin aslı olduğunu belirten icmâlî delâlet.
İşte bu, isimlendirmenin
sırrıdır.
Sonra, iki kısım arasındaki
ayrım sınırını/hadd-i fasıl koruyacak bir şey gerekmektedir. Bu şey/hafız,
taayyün edip, farklılaştıktan sonra kendisinden ayrıldığı şeyle birleşmesini
ve karışmasını engeller. Böylece ez-Zâhir ismi ve hükümleri süreklilik
kazarur/bâki kalır, yaratılış tecellîsi ve taayyün hükmü geçerliliğini
muhafaza eder. Eğer zikrettiğimiz bu şeyleri engelleyecek bir koruyucu/hafız
olmasaydı, nizâm bozulurdu; çünkü ayrılan ve farklılaşan şeyde, zâtı olarak ilk
gaybı arzulayan bir yon vardır. Çünkü bu gayb, her şeyin kaynağıdır ve eşya
asıllarına, cüzîler de, küllîlerine arzu duyarlar.
Şu hâlde ahadiyet, işaret
olunan bu sınırın özelliği olmuştur. Böylelikle bu had/sınır, hiçbir şekilde
varlığı/ayn zuhur etme-ven gaybî bir "makûT'dür.
İki şey arasında perde olan
her ayracın/fasıl da bu şekilde "ayn/varhği"i değil, sadece hükmü
zuhur eder. İşte bu sının/had koruyan, Haktır; fakat Hak, ez-Zâhir isminin
bâtını cihetinden bu sının korumaktadır. Bu, ez-Zâhir isminden "gayb"da
kalmış nis-betidir; bu nisbet sayesinde ez-Zâhir ismi baki kalır ve
müsemmâ-sına delâleti mümkün olur ki, müsemmâ da, "el-Bahn"dır. [112]
Ez-Zâhir isminden olan bu
bâtın nisbet, Gayb'tan ayrılmayı kabul etmez. Çünkü o, ez-Zâhir, el-Bâtın ve
Mutlak'ı, fiil/etkenlik ile infiali /edilgenlik, istek/talep ve
istenme-yi/matlupluk birleştiren hakikattir. Bu nisbetin bir yönü vardır ki,
zahiri takip eder, bir yönü daha vardır ki, o da mutlak-bâtım takip eder.
Buna göre bu iki yönün
birisi, gayba ait mutlaklığı takip eder, diğeri ise, şehâdet mertebesindeki
sınırlanma ve çoğalmanın/taaddüt sahibidir. Böylelikle bu nisbet, zikredilen
kısmın kendisinden ayrıldığı hüviyete benzemiştir. Bu nisbetin hüviyete benzemesi,
iki kısmın asılda birleşmesi ve farklılığın sadece "imtiyaz" ile
gerçekleşmesinden dolayıdır; bu ise, vücûdî değil, "ademî" bir
nisbettir.
İşte, zikredilen bu
koruyucu hakikat, "insân-ı kâmil" merte-besidir. İnsân-ı kâmil, gayb
ve şehâdet arasında bir berzahtır, kendisinde kulluk/ubudiyet ve efendilik/siy
âdet hakikatinin zuhur ettiği bir aynadır. Bu mertebenin şeriat lisanı ile
ismi, Amâ"dır; sıfatı, ahadiyettir. Bu mertebede taayyün eden bütün
sıfatlar, zâtı isimlerdir. Bu mütekâbil/zıt isimlerin, bunların hükümlerinin,
bâtınhkları açısından bunların levazımı olan sıfat ve özelliklerin toplamından
meydana gelen makûl suret ise, zikredilen "ulûhiyet" suretidir.
Bu isimler ve mertebede
bunları takip eden külli isimler, birbirlerinden ayrılmazlar ve herhangi
birisi diğerinin hükmünden yoksun kalmaz. Bununla beraber her mertebede, her
durumda ve her anda kendisine mazhâr olan şeye nisbet ile hâkimiyet sadece
bunlardan birisine aittir; diğerlerinin hükmü, bu birin hükmünün altında
ezilmiş/makhûr ve ona tâbi olmuştur. Zât'a ait ilâhî emir, bu mazhâra o hâkim
ismin cihetinden ulaşır. Bu mazhâr, varlığı ve kulluğu açısından bu isim ve
mertebe yönünden Hakka dayanır. Böylelikle o mazhâra, mesela
"Abdu'l-Kadir", "Abdu'l-Cevad", "Abdu'1-Hayy" vb.
denilir.[113]
Herhangi bir isme
mensubiyeti diğer isimlerden daha güçlü olmayıp, bütün isimlerin eserlerini
kabul etmekle ve Hakkın vakit, hâl, mevtin açısından kendisine tahsis
ettiğinin dışında -ki, bu tahsisin ve sınırlanmanın hükmü devamlı değildir-
herhangi bir tahsis olmadan bütün isimlerin hükümleriyle zuhur etmekle
birlikte, münâsebetin veya hükmün veya aşkm/taaşşuk fazlalığından dolayı orta
noktadan/vasatı nokta mertebelerden birisine cezb edilmeyen kimse, Abdü'1-Cami
ve bil-fiil zikrettiğimiz şeyleri kuşatan kimsedir. Bu kimse, cem, zuhur ve
izhâr ile sınırlanmadığı gibi, bundan dâ soyutlanmaz. Bununla beraber, mertebenin
mazhârı olmakla birlikte, dilediği şeyde, dilediği zaman yerleşir / temekkün.[114]
Hak ve halk mertebelerinin
iki nisbeti olan efendilik ve kulluk hakikâtine bağlı olan suret, insân-ı kâmildir.
İnsân-ı kâmil'in mertebesine en yakın ismi ise, Abdullah'tır.
"Celâ"'nm kemâli, Hakkın zikredilen bu insandan ibaret olan kul ile
zuhurunun kemâlidir; isticla'nin kemâli ise, Hakkın kendisini kendisiyle
kendisinde ve vahdaniyetinin mertebesinde müşahedesi ile kendisini kendisinden
ayrı olan şeyde müşahedesini birleştirmesinden/cem ibarettir. Bu
ayrılık/imtiyaz sebebiyle Hak, "başkası/gayr" diye isimlendirilir,
hâlbuki imtiyazdan önce böyle değildi. îsticlâ'mn kemâli, ayrıca, bu
"başka"nm başka ve farklı olması yönünden kendisini kendisiyle;
kendisinden ayrıldığı şeyi de kendi gözüyle ve ayrıldığı şeyin gözüyle/Hakkın
gözüyle müşahede etmesidir.
Böylelikle Bir, kendisine
hamd eden şeyden aralarında gerçekleşen ve kendilerinden kendi aralarında
zahir olan nispî farklılık ile ayrılmıştır; bunun neticesinde ise, her birisi
kendi birli-ği/ahadiyet ve birleştiriciliğiyle/cem baş başa kalmıştır.
İlmin nispetleri ve kesret
hükümlerinin mazhârları olan varlıklar/a'yan-ı mevcudat ve bunların
ahadiyetleri/birlik, Hakkın gaybmda gizli hâlde bulunmakta idiler; bunlar,
nispî çoğalışları açısından da Hakkın nisbetine, gaybma ve genişliğine/seat en
yakın sıfat olan "ahadiyef'ten farklıdırlar. İşte bu nedenle bu
varlıkların taayyünlerini ve çeşitli hükümlerini kuşatan nispetin makûliyeti,
"imkân" mertebesi diye isimlendirilmiştir. Bu çeşitli hükümler,
kendi açılarından taayyünle zuhuru kabul edip etmeyişlerinin eşit olması
yönünden kendilerine mahsûstur. Kesret ise, daha önce de belirttiğimiz üzere,
dört sayısında çiftin bulunması gibi, kendileri için zorunlu bir sıfattır.
Böylelikle, mevcutların
mertebesi ile vahdaniyet arasında bu açıdan bir farklılık meydana gelmiş, bunun
soncunda ise ilâhî meşiyet, vahdaniyet makamının bu yönden kendisine münasip
olmayan şeylerden ayrılmasını gerektirmiştir. Bu yön, zikredilen kesretin
kaynağı olan vahdetin iki hükmünden birisidir; Çünkü farklılık, bu mertebede
çokluk bulunmadığı için, Zât'a ait gaybî ve ilmî makama mahsûs diğer yönden
meydana gelmez.
Bunun için eşya, hakikatleri
açısından gayb mertebesinde kalmaya devam ederler ve varlıklarının taaddüt
etmeyişi ve ço-galmayışı yönünden ilmî mertebeden farkhlaşmazlar; bununla
Erlikte onlar, zikredilen farklılıktan dolayı, başka bir itibâr ile
ilim mertebesinden
ayrılırlar. Böylelikle, vahdaniyet mertebesinin kemâli, bu mertebeden kesrete
nisbeti dalia güçlü olan yönün ayrılmasıyla "yaratılış" ile zuhur
eder .Vahdaniyetin /birlik hükmü, kendisiyle çoğaldığı yönden kesretin/çokluk
her nisbetine sirayet eder; kesretin üzerine aha-diyetin egemenliği zuhur eder.
Böylece çoğalan her şeyin, bir açıdan çoğalmadığı ve çok olmadığı; kesret ile
nitelenen her şeyin kendisine ait bir birliğinin olduğu öğrenilir; kesretin
bütün cüzleri için, onlardan çokluğu nefyeden birliğe denk olan bir "birlik/ahadiyet"
zuhur eder. Böylelikle, çokluğun nihayetine ulaşmasından sonra iş, aslıyla
birleşir. Bu asıl, vahdetin, kesretin ve bunlarla taayyün ve zuhur eden her
şeyin kendisinden çıktığı kaynaktır; binaenaleyh bu asıl, ilâhî gayb'dır.
İlahi gayb, bütün
taayyünlerin kaynağı; histe, akıllarda ve zihinlerde meydana gelen bütün
taaddütlerin membaıdır.
Sonra şöyle deriz: ez-Zâhir
ismi, "imkân" diye ifâde edilen kesret suretini taşıyarak Gayb-ı
Mutlak'tan farklılaşıp, mertebesi de "gaybî nikah"[115] in
gerçekleştiği mertebe ve iktidarın nüfuz mahalli olan Amâ'da
belirince/temeyyüz, ez-Zâhir ismi ile beraber kendisine izafe olan diğer
levazım ve tâbiler de ayrılır. Böylelikle Hak, hüviyetinden ve bâtınının
gaybından ayrılan ilk zâ-hirlik mertebesinde, kendisini kendisiyle müşahede
eder; bunun neticesinde ise, Zât'ı kendisi için ve zâtı isimleri ile ve aslî
nis-betleriyle zuhur eder. Bunların taayyünü, Zât'a mahsus ahadiyet makamının
hükmü ve ilk taayyün ile gerçekleşir, ilk taayyün, zikredilen hadden ibarettir;
bu taayyün, Amâ'dan ibaret olan ahadiyet-i cem makâmmdadır.
Buna göre, mertebeleri ve
hüviyet gaybmı tahkik eden irfanı İtibârların ilki -ki bu, bütün itibârları
ortadan kaldırır- "sırf mut-lakhk" mertebesidir. Bu makam, kayıttan ,
mutlaklıktan, isim ve sıfatlar gibi sübûtî ve selbî herhangi bir durumda
sınırlı kalmaktan münezzehtir. Bu makam, herhangi bir şekilde tasavvur veya
taakkul veya farz edildiğinde, bu makamın her frangi bir ifâdesi olmaz; buna
dair nihai ifâde, bu ve bunun gibi bir tembihten ibarettir.
Bunun ardından, Hakkın
kendisini, kendisiyle bilme ve onun, bu itibârın dışında başka birisinin llir
Şekilde düşüneceği selbi veya sübûtî bir durumun taayyünü veva bir hükmün dikkate
alınması veya her hangi bir taallukun taakkulu olmadan, sadece kendisi için
olması itibârı gelir; bu itibâr, kendi hükmünü başkasından nefy eder ve o,
Zât'a maJısus müstağnilik, var-Iık/vücûdî kemâli ve mutlak-hakiki vahdetin
dayanağıdır. "Allah var idi ve O'nunla birlikte başka hiç Hr şey
yoktu" ve benzeri ifâdeler, bu ikinci itibâr ile Hakka izafe edilir.
Bunu, Hakkın aslî
isimleriyle ilk zâhirük mertebesinde kendisini kendisiyle müşahede mertebesi
taKip eder. Bu da, Zât'a mahsus mutlak Gayb'a nisbetle zuhur mertebelerinin
ilkidir.
Nitekim, daha önce buna işaret
etmiştir.
Buraya kadar zikredilen
bütün bu taayyünler, "başka/gayr" için hiçbir hakikat veya mertebesi
için bir hüküm ortaya çıkmadan önce, işaret edilen tarzda kendisi için
kendisiyle zuhur edenin/Hak taayyünleridir.
Artık, lafızlarla büsbütün
kendini sırlamadan, ifâdeden maksadı ayıklamaksın; çünkü lafızlar, vaK^ya Söre
dar' bu Sibi makamlarda zayıf, mâhiyeti gerçeği üzere anlatmaktan eksiktir. Şu
hâlde lafızların perdesini aşan kimse, bu kapıdan garip sırlara muttali olur.
Allah, irşada ulaştırandır.
Sonra şöyle deriz:
Zikrettiğimiz şeyin üzerinde ez-Zâhir'in, başkasının mertebesinde kendisini
müşahede etmesi mertebesi gelir. Bu esnada, "başka", kendisini ve
kendisiyle veya kendisi için zuhur eden şeyi idrâk etmez. Bunur nedeni,
kendisinden ayrıldığı şeye olan nisbet ve yakınlığının, £ayb-i mutlak hükmü-
nün ve zikredilen
vahdaniyet özelliğindeki tecellînin o şeyin üzerindeki hâkimiyetidir.
îşte bu,
"müheymînler"in Hakkın cemâlinin celalindeki özellikleri ve
hâlleridir.
Sonra, tafsil ve tedbir
nisbetleriyle irâdenin taalluk hükmü, tedvin ve tastır âlemini yaratmak, ilâhî
kemâlleri ibraz etmek için zuhur eder. Bunlar, Hakkın nurunun mazhârları,
ilminin nisbetlerinin kisveleri, isimlerinin aynaları ve "rakk-ı
men-şur"daki taayyün mahallerinden ibarettir. Böylelikle bu iradî taallukun
neticesi, ez-Zâhir'in ilk şehâdet mertebesinde kendisinden ayrılan
"başka/gayr"nm mertebesinde kendisini müşahede etmesidir. Böylece
Gaybm hükmü, zuhur mertebesinde taayyünü zuhur etmiş bütün nisbetlerde zuhur
eder.
Bu nisbetlerin zuhur
mertebesindeki zuhuru, ilâhî ilimde sabit olan taayyünlerine ve bu nisbete
dönük iradî teveccühe göre ortaya çıkar. Bunun zuhuru, daha önce de
belirttiğimiz gibi, şehâdet mertebesinde kendjsinden ayrılan şeyin onu
müşahede edip, kendisinden dolayı "halk" ve "siva" diye
isimlendirileceği zahir bir nisbetin zuhur etmesine bağlıdır. Böylece bu
tecellî ile o, kendi hakikâtini/ayn, kendisinden ayrılan ve kendisiyle
"başkanından ayrılan şeyi idrâk eder.
Burada çok önemli bir sır
ve değerli bir bilgi vardır ki, ona dikkat çekeceğim. Bunun ardından da, bu
bölümün gerektirdiği ölçüde yaratılış tertibinin sırrını zikredeceğim; çünkü
bu, Bes-mele'nin tefsirinin başlangıcıdır.
Şöyle deriz: Çeşitli
sıfatları veya zıt nisbetleri içeren her varlığın ve emrin/durum hüküm ve
eserinin, bütün durumlarda, anlarda veya şe'nlerde kâbile/kabul edici
ulaşması, onu bu hükme ve tesire sevk eden durumun önceliğine göre ortaya
çıkar. Ayrıca bu taayyün, kabilde tahakküm ve tesir esnasında diğer
sıfatlarına nisbetle kendisine hâkim olan sıfata ve kabilin hâline ve
istidadına göredir. Her hangi bir varlıktan sâdır olan herhangi bir şeye dönük
bir teveccüh, zikredilen bu üç şeyden birisine ortaya çıkar, diğer iki durumun
hükmü de bakidir.
Kabile ait diğer nisbet ve
sıfatların hükümleri ise, bu esaslardan birisinin baskınlığına/galibiyet
tâbidir. Bu teveccühün neticesinin sureti de, aynı şekilde, zikredilen
galibiyet hükmüne tâbidir ve kendisi de bu hükme göre zuhur eder. Bununla
birlikte diğer nisbet ve sıfatların hükmü, bu surette mündemiçtir. Fakat bu
nisbet ve sıfatların hükmü, galip olan bu yegane durumun/emir hükmüne nisbetle
gizlidir ve ona tâbidir.
Herhangi bir varlığın bir
şeye teveccühü, teveccüh yönü "bir" olmadan asla netice vermez. Bu
yön iki veya daha fazla olduğu hâlde teveccüh o şeye ilişmişse, bu teveccüh
hiçbir netice vermediği gibi, onun hiçbir hükmü de geçerli olmaz/infaz. Bunun
sebebi, şudur: Bütün müessirlerin tesir ettikleri şeylerdeki tesirleri,
"ahadiyet" ile sahîh olur, netice de asla tâbidir.
Bunun açıklaması şudur:
Yaratmaya dair ilâhî teveccühün başlangıcı, ahadiyet-i cem ile ahadiyet
kaynağından sâdır olmuştur. Bu teveccüh, bazen "ibâdet", bazen
"marifet" diye ifâde edilen "celâ" ve
"isticla"'mn kemâline taalluk eder. Bu ise, "Ben insanları ve
cinleri sadece bana ibâdet etsinler diye yarattım" (Zariyat, 56) âyetinin
iki tefsir ile (ibâdet ve marifet) yorumudur. Hakkın gaybmdan bu teveccüh ile
ortaya çıkan şey, sadece ve sadece "a'yân" üzerine yayılan
Varlık'tır/ei-Vücûdü'1-münbâsit.
Âlem ve içindekiler, Hakkın
mertebesinin/hazret gölgesi ve ilminin mazhân oldukları için, hüküm, ilme tâbi
ve onun feri durumundaki her şeye sirayet etmiş ve uzanmıştır.
Bunu, böylece bilmelisin.
Bu durum netleşince, tekrar
konumuz olan yaratılış emrinin başlangıcı sırrına dönüp, böylece konumuzu
tamamlayacağız.
Şöyle deriz: Böylelikle,
tedvin ve tastir âlemini yaratmaya dönük ahadiyet özelliğindeki ilâhî teveccüh
hükmü, daha önce bahsettiğimiz "müheymîn" ruhların zuhurundan sonra,
a'yân-ı sabite üzerine yayılır. Bu hüküm a'yân-ı sabite üzerinde yayılırken,
gaybın içermiş olduğu kendisiyle taayyün eden ve bir açıdan da kendisinden
ayrılan bütün şeylerin hükümleriyle boyanmış hâldedir. Böylece bu teveccüh,
"cem" ve "vahdaniyet" özelliğine sahip bir teveccüh olur.
Bu teveccühün
cemliği/cem'iyyet, İlmin ihata ettiği ve izhârına taalluk ettiği şeylerden
birisi olarak Gayb'm kendisini kuşatmış olmasından kaynaklanır;
ahadiyeti/tekliği ise, irâdenin vahdaniyet özeliğinde olması, bütün irâde
sahiplerinin irâdelerinin konusunun, her durumda bir tek şey olmasından kaynaklanır.
İrâde sahibi olan Hak, birdir, binaenaleyh irâdesi de, kuşkusuz yeganedir. Bu
irâdenin iliştiği şey de, her durumda sadece bir tek şeydir. İrâdenin iliştiği
bu tek şey, bu iradî teveccühün gayesi ve neticesi, ilâhî teveccühün menzili,
ilâhî iktidarın gerçekleşme mahallidir. Bu da, tek durumdur ve bu mahal, daha
önce bahsettiğimiz Amâ'dır.
Böylece zikredilen ilâhî
teveccüh, tedvin ve tastır âleminde ifâde ettiğimiz gibi, birleşik/mütevahhid
bir "vücûdî netice" meydana getirmiştir. Bu hetice, gayb alemindeki
nispî kesreti/çokluk taşımaktadır. Böylece Hak, onu "Kalem" ve
"Akıl" diye isimlendirmiştir.
Bunun "akıl" diye
isimlendirilmesi, Rabbma yakın olan ciheti itibarıyladır; bu yön ile Hakkm
kendisine hibe ettiği şeyleri ve imdadını kabul eder. Ayrıca o, kendisini,
kendisinden ayrılan ve kendisiyle başkasından ayrılan şeyi bilen taayyün etmiş
ilk varlıktır/mevcut. Bu özelliğiyle de, mertebe açısından kendisinden önce
gelenlerden farklıdır ki, onlar, "müheyyemûn"'dur.
Bu teveccühün
"Kalem" olması İse, âleme/kevn dönük yönü açısındandır; böylelikle
tesir ve imdat eder. Ayrıca, zâtına bırakılmış/tevdi' mücmel-gaybî çokluğu
taşıması onun "Kalem" diye isimlendirilmesinin başka bir nedenidir. O,
zâtına bırakılmış bu mücmel çokluğu, mertebe vasıtasıyla veya vasıtasızca kendisinden
zuhur eden şeylerde tafsîlleştirir.
Binaenaleyh, bu teveccüh,
daha önce zikredilen teveccühün neticesi olduğu için, daha önce dikkat çektiğim
gibi, "cem" ve "ahadiyet" özelliklerini kapsamış;
kendisiyle varlığında zuhur eden "ikilik/senâiyye" açısından
"dörtleme/terbi"' sırrı zuhur
etmiştir. Bu ikilik,
kendilerini meydana getiren daha önce dikkat çektiğimiz teveccühteki makûl
ikilik yönünden zikredilen ahadiyet makamına tâbidir. Fakat bu dört taneden
birisi, Zât'a mahsus "cem" sırrı olup, bunun hükmü de bütün mertebe
ve varlıklara sirayet ettiği ve de onunla ilgili hiçbir nisbet veya özel mertebe
taayyün etmediği için, fiilen/tahakkuk durum, üçlü/müselles olmuştur.
İşte bu da, daha önce
işaret ettiğimiz, ilk ferdiyetin/ferdiyeti ulâ sırrıdır.
İrâdenin hükmü, bu açıdan
hükmünün gerçekleşmesiyle sona erip, irâdenin konusu/müteallak
"Kalem" zuhur edince, ikinci bir teveccüh ile başka bir nisbet
taayyün etmiştir. Bu teveccühün ikinci olması, Hak açısından değil, taayyün
açısındandır, çünkü Hakkm işi, birdir. Böylelikle Gayb'tan, iki hükümlü bir
tecellî zuhur ve taayyün etmiştir. Bunlardan birisi, cem ve ahadiyet
özelliğinde zatî hüküm; diğeri ise, bu hükmün varlığının uğradığı ve
kendisinden farklılaştığı şey -ki bu Kalem'dir-ile boyanması yönünden meydana
gelen hükümdür. Böylece, dörtleme sırrını taşıdığı hâlde Levh-i Mahfûz'un
varlığı, Kalem mertebesini takip eden mertebede zikredilen bu teslis hükmüyle
taayyün eder. Çünkü Levh-i mahfuz, işaret edilen teslis hükmüne Levh'e ait
mertebenin hükmünü ilave etmiştir. Böylece teslise tâbi olan dörtleme meydana
gelmiş, şekiller ve suretler mertebesini birleştiren/cami mertebe taayyün
etmiştir; bununla teslis/üçleme ve terbi/dörtlemeyi kast etmekteyim.
Levh'de Amâ'nm içermiş
olduğu çokluğun tafsili zuhur eder. Böylece, el-Mufassı! isminin mazhârliğı
kemâle erer. Nitekim daha önce durumunu ifâde ettiğimiz Kalem ile, işaret
edilen "cem" ve "ahadiyet" özelliklerini kuşatması yönünden
"el-Mü-debbir" isminin mazhârlığı kemâle ermişti.
Sonra, cisimlerdeki hükmü
yönünden zuhuru itibarıyla tabiat mertebesi taayyün eder; burada Tâbiât, daha
önce dikkat çekilen ilk aslî isimlerin zâhirliklerinin sahibidir.
Bunun ardından,
"Heyula" mertebesi taayyün eder; heyula mertebesine, "âlemin
mertebesi" olan "imkân" bahsinde dikkat Çekmiştik.
Heyula ve bu heyulanı
mertebeden sonra taayyün eden küllî cisim île manevî terkip sırrı zuhur eder;
bu terkip, mümkün varlıkların Hak ile ve Hakkın da ulûhiyeti açısından onlarla
irtibatından meydana gelmiş mevhum bir terkiptir.
Bunun ardından ise, Arş
taayyün eder. Arş, feyiz veren Mutlak Varlığm/el-Vücûdü'1-Mutlak el-Faiz
mazhârıdır. Arş, Ka-lem'in benzeri, el-Muhît isminin suretidir.
Daha sonra da, Kürsî
taayyün eder; Kürsî, mâhiyetleri açısından taayyün eden varlıkların mazhârı ve
Levh-i mahfûz'un benzeridir.
îlk ikiliğe ait harf,
"Ba" harfidir; Ba harfi, sayısal/adedî mertebelerin ilkidir.
Zikredilen çokluğu taşıyan
üçlemeye/teslise ise, "Sin" harfi aittir.
Çokluğun icmal ve tafsilini
birleştiren dörtlemeye/terbi' ise, "Mim" harfi aittir.
"Allah" ismi için
ise, bütün isimleri içermesi açısından; sonra da varlıkların kendisiyle ve
kendisinden zuhur ettikleri Nefes cihetinden, suretler âleminde hiçbir zahirî
mertebe taayyün etmez.
İfade ettiğimiz mertebeyi,
Arş'a istiva eden "er-Rahman" ismi takip eder.
Bunun ardından ise, daha
sonra açıklayacağımız üzere, "Kürsf'ye istiva eden "e-Rahim"
ismi gelir. [116]
[1] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 25-26.
[2] Konevî, genellikle, bu gibi ikili veya bazen üçlü
terimleri isim veya sıfat tamlaması olarak kullanır. Bu terimler, bazen bir
mertebenin veya varlığın farklı işlevlerini tanımlarlar. Burada, iimî-nurânî
diye isimlendirilen "gaybî" mertebe, Hakkın kendi isim ve sıfatlarını
bildiği ilâhî ilim mertebesidir. Bu mertebe, aynı zamanda Hakkın eşyanın
hakikatlerini de bildiği mertebedir. Burada Konevî, ilim ile nûr arasında bir
özdeşlik kurmaktadır ki, bunun nedeni, ilim ile nûr, bunun mukabilinde ise cehalet
ile zulmet ya da karanlık arasındaki ilişkidir. Konevi, ilmi "varlık
tecellîsi" veya sadece "vücûd" ile de özdeşleştirir. Böylece
eşyanın ilâhî ilimde bilinmesi, onların "adem/yokluk" halinden ilâhî
ilimde "sübût" haline getirilmeleriyle aynı sürece verilen isimdir.
[3] Bu mertebe, vahdet-i vücûd ıstılahında "taayyün-i
evvel" veya "vahidiyet"
mertebesi diye
isimlendirilir ve bu mertebede Hak, kendi gaybmda müs-tehlek olan isim ve
sıfatlarını birbirinden temeyyüz etmiş halde bilir.
[4] Tevrat, încil, Zebur ve Kur'an.
[5] Konevî, ilâhî isimleri iki kısma ayırır: Bunların bir
kısmı, aslî-ana İsimler-
dir. Bunlar, hayât,
irâde, ilim ve kudrettir. Bunların dışındaki isimler ise, sayı olarak
sınırsızdır. Hakkın isimlerinin sonsuz olmasının nedeni veya bunun neticesi,
varlıkların sonsuz olmasıdır: çünkü, Konevî'nin de belirttiği gibi, varlık
türleri ilâhî isimlerin ve sıfatların mazhâr ve suretleridir.
[6] Bu komi, Sadreddin Konevî'nin varlık anlayışının en
önemli yönlerinden birisini teşkil etmektedir. Bütün varlıklar, ilâhî isimlerin
mazhârlari oldukları gibi, her varlık ilâhî mertebelerden bir isme dayanır. Bu
isim, o ı varlığın Tanrı ile olan ilişkisini belirlediği gibi, bu isim de o
varlıkta tasarruf sahibidir. Bu isim, o varlık için "rabb-ı has" diye
İsimlendirilir. Bu h isim, aynı zamanda o varlığın Tanrı'yı bilmesini de temin
eder. Bu yö-,ij nüyle Konevî, ilâhî isimleri Tann'nın bilinmesinin "anahtan/miftah"
sayar.
[7] Konevî'nin burada ifâde ettiği düşüncesi, varlık ve
zuhur meselesini en iyi bir şekilde açıklandığı "ayna" sembolüyle
daha anlaşılır hale geîebi-lir. Konevî'ye göre, zuhurun gayesi Tanrı'nm kendi
sıfat ve isimlerini bir "ayna" mesabesindeki bir mazhârda görmek
istemesidir. Bütün alem Tanrı için bir ayna olduğu gibi, alemdeki her bir tür
de, kendi kabiliyet ve istidadı oranmca Tanrı'nm herhangi bir isminin kemâlini
yansıtan bir aynadır. Burada Konevî, güneş ve güneş ışınlarının yeryüzünü aydınlatması
ile, Tann'nın tecellîlerine -ki aslında bu tecellî tektir- mazhâr olan
varlıklar arasında bir ilişki kurar. Buna göre, yeryüzünde güneşi en iyi alan
kısım, güneşin tam hizasında bulunan kısımlar oiduğu gibi, Tan-rı'nm
tecellîsini tam olarak alabilmek de varlık dairesinin merkezinin hizasında
bulunmaya bağlıdır. Bunun zıddı ise, "etraf yeni kenarlarda bulunmaktır.
Konevî'ye göre bu mertebenin sahibi, başka bir ifâdeyle ilâhî mertebe
dairesinin tam hizasında bulunan kimse, varlığın gayesi ve nihai hedefi olan
insân-ı kâmil, yani Hz. Peygamberdir. Dolayısıyla, onun kelâmı de diğer
varlıklara göre daha güçlü ve etkilidir.
[8] Konevî, Tann'ya herhangi bir şekilde
"zorunluluk" yüklememek için Hakka teveccühü ilâhî bilgilere
ulaşmanın bir vesilesi sayıp, bunu bir zorunluluk olarak görmemek için dikkatli
bîr üslup kullanmaktadır. Buna göre, şayet "Ba" harf-i cenine
kullanmış olsa, teveccühün herhangi bir şekiide Tanrı'nın ikramında tesir
edeceğini belirtmiş olabilirdi, bunun yerine Konevî
"inde't-teveccüh" diyerek sebeplerin sadece "vasıta"
olduklarını belirtmiş olmaktadır.
[9] "Bileği bıçağı keskînleştirdiği gibi, teveccüh de
basireti keskinleştirir. Basiret keskin ve temiz olduğunda, bıçakta kesme
kuvveti yarattığı gibi, Allah basirette de bir "fetih" yaratır"
(Abdülkadir Ata).
[10] Abdülkadir Ata, bu noktada Konevî'nin ilâhî sırların
bir kısmım saklamayı tercih etmekle şeyhi Ibnü'l-Arabî'yle çeliştiğini iddia
etmektedir. Çünkü ona göre tbnü'l-Arabî, sûfînin naiî olduğu bilgileri
muhatapların durumunu dikkate almadan izhâr etmiştir. Bunu teyit için de
İbnü'l-Arabfnin şöyle bir ifâdesini aktarmaktadır: "Rical'de (:sûfîler)
herhangi bir ayrım yoktur. Onlar bilgileri ortaya koyarlar, hiç kimseyi ondan
mahrum etmezler. Çünkü onlar bilirler ki, herkes bu ilimlerden sadece kendi
ehliyeti oranında nasiplenebilir. Bu ise, Allah katından olan bir anlayıştır.
Onlar, ilâhî ahlaka uyarak, bu ilimlerde dalâlete düşecek veya hidâyete
ulaşacak kimseleri dikkate almazlar."
Ata, bu ifâdeyi
îbnü'l-Arabi'nin el-Abadile isimli eserinin Abdullah b. Salih b. Abdülhamid'den
söz edilen bölümden aktarmaktadır. Bunun ardından İse, aynı eserden başka bir
örnek vermektedir: "Racul, ilimde ebedî olarak bast
edilmiştir/mebsut." Bunun ardından Îbnü'l-Arabi'nin Kur'an'm
muhataplarının inkâr edip veya kabul edip etmeyişlerini dikkate almadan
kendisini izah edişiyle sûfîlerin tavırlarını kıyaslamaktadır. Bkz.
îcazü'l-beyan, s. 102.
Doğrusu, Konevî ile
lbnü'I-Arabî arasında bu noktada bir görüş ayrılığı olduğunu ileri sürmek,
yanlış bir değerlendirmedir. Gerçi îbnü'l-Arabi'nin aktarılan ifâdelerinden bu
gibi bîr İzlenim almak mümkündür. Ancak bizzat İbnü'î-Arabî, sûfîlerin çeşitli
nedenlerden bilgilerini gizlediklerini veya sadece kendilerinin anlayacakları
bir dille bunları ifâde ettiklerini belirtmektedir: "Allah, mahlukatım
yarattığı zaman insanlığı çeşit çeşit yaratmıştır. Alim vardır, cahil vardır,
insaflısı, inatçısı vardır.
Zalim ve mazlum vardır.
Hâkim ve mahkum vardır. Hükmeden ve hükmedilen vardır. Kendisini Allah'a
kulluğa adamış, vehb-i ilâhî yolundan Allah'ı bilen ehluİlah'a karşı şekilci
alimlerden daha katı ve şedit kimseler yaratmamıştır. Vehb-i ilâhî,
kendilerine Allah'ın yaratıkla-rındaki sırlarını bahş eder. Kitabının
anlamlarını, hitabının işaretlerini onlara açıkiar. Onların bu insanlara karşı
durumu, Firavunların peygamberlere karşı durumu gibidir. Haİ böyle olunca,
arkadaşlarımız işaret diline yönelmiştir. Onların Allah'ın kitabım İzahları,
hakikat ve faydalı anlamların yorumu olsa da, işaretlerden ibarettir. Bu
işaretleri, Kitabın kendi dillerinde nazil olduğu dilcilerin bilgilerine ve
genel anlayışa arz etseler bile, hepsi kendilerine racidir. Allah onlar için
Kur'an'm iki veçhini birleştirmiştir." (Bu konuda geniş bilgi ve
değerlendirmeler için bkz. Arap-lsîam Kültürünün Akıl Yapısı, Muhammed Abid
el-Cabiri, s. 383 vd.; Kitabevi, 1999) Aslında bu tavır, bütün tasavvuf
tarihinde genel bir olgu olarak gözükmektedir. Bu bağlamda bazı sûfîîer, ehil
olmayanlara ilâhî bilgileri ve sırları söylemeyi eleştirmişlerdir.
[11] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 26-31.
[12] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 33-34.
[13] "Tahkik", kelime anlamıyla bir şeyin
gerçeğinin açıklanması, araştinl ması demektir. Ancak, Konevf'nin
terminolojisinde "tahkik" daha özel bir anlam taşır ve kâmil
sûfîlerin ulaştıklar! nihai bilgileri ve bunlardan oluşan ilme verilen bir isim
haline gelir. Bu bağlamda, Konevî "ilm-i tahkik" ten söz ettiği
gibi, bu ilmin mensupları da "muhakkiklerdir", ayn-ca Konevî,
"tahkik" kaidelerinden de söz eder. Bu kaideler, Konevî'ye göre,
sûfîlerin müşahede ve keşiflerinde elde ettikleri bilgileri değerlendiren bir
miyar mesabesindedir. Bu yönüyle, "tahkik" kelimesinin özel bir ilim
dalı anlamında kullanılmasını İbn Sebin'de de görmekteyiz.
[14] Taayyün-i evvel mertebesi, isim ve sıfatlar mertebesi.
[15] Varlık mertebeleri, birbirleriyle asıl-fer ya da
tabi-metbu ilişkisi içindedir. Buna göre bir alt mertebe, kendisinden önceki
mertebeye tabi olduğu gibi, kendisinden sonraki mertebeye nispetle de metbu
mesabesindedir.
[16] Mutlak anlamda gayb mertebesi, La-taayyün mertebesidir
ki, bu mertebeye dair hiç bir bilgi söz konusu olamaz. Bunun dışındaki
mertebeler ise, kendisinden önceki mertebeye göre izafî gayb veya şehâdet diye
isimlendirilir.
[17] Hak, Konevî tarafından Vücûd-ı Mutlak diye
isimlendirilir. Buna göre, Vücûd-ı Mutlak'm belirli varlık mertebelerinde
sınırlanması ve taayyün etmesi, izafî varlıkları meydana getirir. Konevî,
özellikle Miftahü'I-gayb'-da belirttiği gibi, hiç bir şey kendisinden bütünüyle
zıt bir şeyi meydana getiremeyeceği gibi (özellikle, tahkik kaidelerinden
ikincisi bu meseleyle ilgilidir), hiç bir şey kendisinin aynı olan bir şeyi de
meydana getiremez, çünkü böyle bir şey bir şeyin kendisini tekrarlaması, elde
olanın üretilmesi demektir ki, bu totolojidir. Şu halde, alem ya da izafî
varhk, Hakka bazı yönlerden benzer, bazı yönlerden ise ondan farklıdır.
[18] Nefes-i Rahmanî, Vücûd-ı Mutlak'tan eşyanın
hakikatlerine yayılan var hk tecellîsidir. Bu tecellî, bütün varlıklar arasında
müşterektir ve her bir varlığın hakikati, bu tecellîyi kendi istidat ve
kabiliyetine göre "kabul" eder.
[19] "Ben bilinmez bir hazine idim, bilinmek
istedim/ahbabtü ve halkı yarattım ki onunla bilineyim" hadisinden
türetilen ve varlığın başlangıcını ve gayesini ifâde eden bir terim.
[20] Mutlakhk ve mukayyetlik ya da Varlığın mutlak ve izafî
yönleri; bu, imkân ve vücûb diye de ifâde edilebilir.
[21] Konevî, son derece sistematik üsluba sahip bir
sûfîdir. Onun üslubunun bir özelliği, kitabın sonunu başındaki konuya bağlaması
konusunda sıkça yaptığı ikâzlar ya da daha önce zikredilen herhangi bir
kaideye atıf yaparak "daha önce tahkik kaidesinde zikrettiğimiz
gibi.." ifâdelerle sürekli bir kaide ve genel sistem içerisinde
görüşlerini açıklamasıdır.
[22] Bu noktada Konevî, tasavvufun özel meseleleri
karşısında insanların benimsemeleri gereken genel bir tavır önermektedir. Buna
göre, bir insan mânevf bir yetkinlik derecesine ulaşıp, okuduğu şeyleri tam
olarak zihninde yerleştirdiğinde bunlar üzerinde düşünmelidir. Bu düşünmenin
neticesinde herhangi bir fayda veya menfaat elde ederse, bundan dolayı Allah'a
hamd etmelidir. Nitekim âyette, "Kim hayır bulursa, Allah'a hamd etsin ve
kim bir eksiklik bulursa bunu kendinde arasın" denilmektedir. Fakat
insan, bu süreç sonunda kendisine göre yanlış olan ve doğru bir tevilini
bulamadığı bir takım sonuçlara ulaşırsa, bu durumda da bunları hemen inkâra
yeltenmemelidir. Aksine, kendi bilgi ve görüşünü mutlak hâkim ve otorite
saymayıp, bunların da olabileceğini kabul etmelidir. Benzer ifâdeleri
İbnü'l-Arabı ve Abdülkerim eî-Cili'de de görmekteyiz. Ibnüİ-Arabî, muhakkik
sûfîîerin itikadı meseleler hakkındaki görüşlerini izah ettikten sonra, sıradan
bir mümine şayet bu fikirleri kabul edemiyorsa, en azından bunları inkâra
yeltenmem esini tavsiye eder. îbnüİ-Arabî, ilimleri, akîî ilimler, hal ve ahval
ilimleri ve nihayet esrar ilimleri diye üçe ayırıp her birisi hakkında
takmiîması gereken tavrı be-lirtttikten sonra, esrar İlimleri karşısında genel
İnsanların ve akılh-lebîb kişilerin tavrını şöyle olması gerektiğini belirtir:
"Bu gibi bilgileri veren kişinin bilgilerinin genel insanlarca/avam kabul
edilmesinin şartı, bu kişinin 'masum' ve 'sadık' olmasıdır; bu, genel
insanların o kişinin verdiği bilgileri kabul etmesinin şartıdır. Akıilı-lebîb
ve kendisine hayır iste-yen/nasıh kimse ise, bunları reddetmez, fakat şunu
söyler: 'Böyle bir bilginin olması veya olmaması mümkündür.' Kendilerine
'masum/peygamber' olmayan birisi böyle bilgiler/esrar getirdiğinde bütün akıl
sahiplerinin böyle hareket etmesi gerekir; gerçi bu kişinin verdiği bilgiler,
özünde doğru olabilirler. Fakat bu bilgileri işiten kimsenin o kişiyi tasdik
etmesi gerekmediği gibi, yalanlaması da gerekmez, bunun yerine hükümsüz
kalır/tevakkuf. Şayet bu bilgileri tasdik ederse, herhangi bir zarara uğramaz.
Bu kişi, akim mümkün görüp, Şeriatın da hakkında sustuğu herhangi bir bilgi
getirirse, bu durumda bu bilgiyi asla reddetmememiz gerekir; aksine onu kabul
etmede muhayyer davranırız." (Geniş bilgi için bkz. el-Fütûhâtü'1-mekkiyye,
c. 1,140-41 (Osman Yahya Neşr).
[23] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 34-38.
[24] Necm suresinde, Hz. Peygamberin miracı ve ilâhî
huzurda bulunuşunu anlatan âyete telmih yapılmaktadır: "En yüksek ufukta
iken doğrulmuş, sonra da yaklaşıp inmiştir. îşte o zaman araları iki yay arası
kadar, belki de daha da yakın olmuş, o sırada da Allah, kuluna vahyedeceği şeyleri
vahyetmiştir." (Necm, 9-10)
[25] Sadreddin Konevfnin tasavvuf tarihindeki konumunun ve
tesirinin tam olarak anlaşılabilmesi için, burada zikrettiği "her gurubun
kendi asıl ve öncüileri vardır" ifadesiyle mesela ilk dönem önemii
klasiklerden birisinin yazarı olan Kuşeyri'nin "her gurubun kendisine
özgü ıstılahları vardır" [ Bkz. Kuşeyri, Risale, s. 179 (Ter. Süleyman
Uludağ)] ifâdesini karşılaştırmak bir fikir verebilir. Kuşeyri, tasavvufun
fıkıh ve hadis gibi Is-İam ilimlerinin yanında bir "İlim" olarak var
olabilmesi için "kendi ıstılahlarının" varlığım delil göstermiştir;
buna karşın Konevî ise, ıstılahların yanı sıra "usul ve öncüllerden"
söz etmektedir. Böylece Konevî'nin tasavvuf tarihindeki çabası ve katkısı,
tasavvufun tam anlamıyla bir "ilim" olarak inşa edilmesinde ortaya
çıkmıştır.
[26] Konevî, pek çok eserinde herhangi bir meseleyi
"aklî" veya "keşfî" veya "serî" deliller ile
ortaya koyar. Binaenaleyh buradaki tavrı, özellikle bu kitaba özgü bir
durumdur; bununla birlikte daha sonra da görüîcce-ği gibi yeri geldiğince her
üç delili de kullanmaktan geri durmaz.
[27] Konevî, "cedel"i sadece, sûfî bilgi veya
müşahede için zararlı görmez; bunun yanı sıra cedel, Konevî'ye göre
"gerçek felsefe" ile de çelişir. Çünkü gerçek felsefe de yöntem
olarak cedeli benimsemez ve cedel felsefenin yetkinleşmesinin ardından daha
sonraki bir dönemde ortaya çıkmıştır.
[28] "Selim fıtrat"Konevî'nin sıkça atıf yaptığı
bir terimdir. Mesela İbn Sina'dan söz ederken "ya fıtratının selimligi
veya tasavvuf yoluna sülük etmesiyle bizim bu iade ettiğimiz görüşü dile
getirmiştir" (Özellikle, Na-sireddin Tusî ile yazışmalarında bu ifâde
sıklıkla geçer) demektedir. Burada, fıtratın selimligi kavramının dayandığı
daha derin bir varlık ve nefs tasavvuruyla karşı karşıya olduğumuz bellidir.
Buna göre nefs, özü gereği ilâhî bilgileri doğru telakki edecek bir yapıdadır,
ancak nefsin bu bilgileri kabul edemeyişi, arızî ve dünyadaki hayâtında ortaya
çıkan bir durumdur.
[29] "Nefsini sabah akşam rızâsını isteyerek Rablarına
yalvaran kimselerle bir tut" (Kehf, 28) âyetine telmih yapılmaktadır.
[30] "Şeytana kulluk etmekten sakınanlara ve Allah'a
yönelenlere müjde var. Sözü dinleyip en güzeline uyan kullarımı müjdele.
Bunlar, Allah'ın kendilerine hidâyet ettiği
kimselerdir; akıl sahipleri de bunlardır." (Zümer, 17-18) âyetine
telmih yapılmaktadır.
[31] "Hakkın cömertlik nefhalarma taarruz ediniz"
hadisine telmih yapılmaktadır.
[32] Her varlık, ulûhiyet mertebesinden bir isme istinat
ettiği gibi, o isim aynı zamanda o varlığın Tanrı hakkında bilgisinin de
nihayetidir; ayrıca, Tann'dan gelen her türlü bilgi ve varidat, o isim
vasıtasıyla kendisine ulaşır.
[33] Abdülkadir Ata, genel mizanın "şeriat", özel
mizanın ise "zevkî bilgi" olduğunu belirtmektedir. Ancak, burada
ilâhî isimler ve Zât arasındaki ilişkiyi dikkate aldığımızda, Tanrı'nın
isimleri vasıtasıyla tecellî eden özel bir fiili ile isimlerinin toplamıyla
ortaya çıkan fiilini dikkate alabiliriz. Bu durumda Rablerinin özel mizanı,
Tanrı'nın isimlerinden herhangi birisinin hükmü; buna karşın genel mizan ise,
Tanrı'nın bütün isimlerinin toplamı olan ulûhiyet mizanıdır.
[34] Burada Konevî, müşahede yönteminin önemini ifâde ederken
oldukça iddialı bir görüş ileri sürmektedir. Bu yöntemin ortaya konuİmasi öncelikle
bunun karşı görüşü sayılabilecek burhani görüşün eleştirisine dayanmaktadır.
Konevî, peygamberlerin adetinin ispatlamak, deliller ortaya koymak, tartışmak,
cedel yapmak olmadığını belirtir ve bu konuda âyetlerdeki üslubu delil
gösterir. Bunun ardmdan ise, daha iddiah bir şekilde, bizzat felsefenin bile
aslında böyle bir yönteme sahip olduğunu ileri sürer. İlk filozoflar, Konevî'ye
göre, tam anlamıyla "cedel"den uzak duran kimselerdi. Onların felsefe
bahislerini ortaya koyuşları, anlatmak ve açıklamak şeklindeydi; yoksa onlar,
insanlarla sürekli tartışan ve ce-deli bir bilgi yöntemi olarak gören kimseler
değillerdi. Konevî, felsefe tarihinde bu ilk yöntemden kopuşun tam anlamıyla
Aristoteles'ten sonra ortaya çıktığını ve buna neden olanların ise cedeli bir
bilgi yöntemi olarak ortaya atan Meşşailer olduğunu ileri sürmektedir.
[35] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 39-45.
[36] "Tehafüt" kelimesi Konevfnin eserlerinde
zikredilmez. Bu isimlendirme eseri tahkik eden Ata'ya aittir Bununla birlikte,
bu bölümde ileri sürülen fikirler ve üslup, "tefâhüt" teriminin
kendisini çağrıştırdığı Gazâli'yi hatırlatmaktadır.
[37] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 46-49.
[38] Burhan, "yakinî" öncüllerden oluşan
kıyastır. Bu öncüller, bedihf şeyler olabileceği gibi, vasıtalı kesin
bilgilerden de oluşabilirler. Birinci kısım, "zarurîyat" ikinci
kisımdakiler ise "nazariyat"tır. Burhandaki orta terim, büyük terimin
küçük terimle bağlantısının illeti olmalıdır. Bununla birlikte bu orta terim,
bu nispetin varlığının hariçteki varlığının illeti de ise, bu durumda o
"limmi"dir; hal böyle değilse, bu durumda ise "irinidir."
(Bkz. Şerif Cürcani, et-Tarifat)
[39] Böylelikle doğru ve yanlış, insanın itminan duygusuna
bağlanmış olmaktadır. Bu noktada Gazâli'nin "tevatür" sayısının
tespiti ile ilgili görüşlerini hatırlayabiliriz. Gazali, bu sayının insanın
tatmin bulacağı ve inanacağı bir sayı olduğunu belirterek, bazı objektif kriter
ve karinelerle birlikte, meseleyi kişinin psikolojik dünyasına irca eder
(Gazâli'nin ifâdeleri ve genel değerlendirmeler için bkz. Arap-îslam Kültürünün
Akıl Yapısı, Muhammed Abid el-Cabiri, s. 161 vd.)
[40] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 49-53.
[41] Konevî, bu kaideyi Miftah'ul-gayb'da
"Tahkik"in kaidelerinden birisi olarak zikreder. Üstelik, bu kaidenin
iki kısmını da, yani bilginin ve tesirin gerçekleşmesi şıklarını ayrı ayrı
kaideler olarak ele alır ve her birisine çok önemli meseleleri dayandırır.
Bunların başında, -varlıkta gerek bilginin ve gerekse eşya arasında tesirlerin
bulunduğunu gözlemlediğimize göre- eşya arasında belirli bir farklılık ve
benzerliğin bulunduğunu kabul etmektir.
Bu meselenin en önemli yanı,
hiç kuşkusuz, Tanrı-alem ilişkisidir. Zaten Konevî de, meseleyi bu yönden ele
almaktadır. Buna göre, alemde Tann'nm kendisinde tesirini mümkün kılan
"ilahî" bir "şey" olmalıdır
ki, bu tesir mümkün olabilsin;
bunun yanı sıra bu "şey", alemin ve alem içindeki varlıkların
Tanrı'yı idrak etmelerini de temin eder.
Bu "şey"in
mâhiyeti ve niteliği, a'yân-ı sabite ve yaratılmamış "istidât-1 lar" meselesinin tahlil edilmesiyle
anlaşılır.
[42] Bu mesele, Konevî'nin Nasireddin Tûsî ile
yazışmalarında da ele alınmıştır ve Konevî'nin yukarıdaki İfâdeleri orada
aynen tekrarlanmıştır. Konevî, bilgi ve varlık anlayışı çerçevesinde, salt
hakikatlerin hiç bir şekilde bilgimizin konusu olamayacağını savunmaktadır.
Konevî, bu bağlamda, meseleyi sadece Tanrı bilgisiyle sınırlı görmez, bunun
yerine insan aklının mutlak bilgiye ulaşmadaki imkânlarım eleştirdiği genel
bir çerçeveye oturtur. Tûsî ise, Konevî'ye verdiği cevapta İbn Sina'nın bu
ifâdesini farkh bir şekilde yorumlamaktadır: "İbn Sina, 'eşyanın hakikatlerine
vakıf olmak, insanın kudretinde değildir' ifâdesindeki "eşya" ile,
"varlıkların tabiatları" diye isimlendirilen varlıkların a'yanım kast
etmektedir. İbn Sina, bunları tanımlamanın güçlüğünü açıklamak için bunu
zikretmiştir; yoksa İbn Sina, bununla, ma'kûllerin hakikatlerini
kas-tetmemiştir. Şöyle ki, ispat ve nefyin hakikatine vakıf olmayan kimse,
bunların bir araya gelmelerinin bedihî olarak imkânsız olduğu hükmünü nasıl
verebilir? Cismin hakikatine vakıf olamayan kimse, iki cismin bir tek mekanda
birleşmesinin imkânsızlığı veya bir cismin bir tek zamanda iki mekanda
olamayacağına bedihî olarak nasıl hüküm verebilir? 10 ve 5'in gerçeğini
bilemeyen kimse, nasıl olur da 10'nun 5'in iki katı olduğu hükmünü verebilir?
Üçgenin hakikatini bilemeyen kimse, nasıl olur da kenarlarının eşit olduğu
hükmünü verebilir? Özetle, bütün yaki-nî ilimler, ma'kûllerin hakikatlerini
bilmeye bağlıdır. Bunların bilgisi, tasavvurlardır. Böylece, bunlara bina
edilen tasdikler meydana gelir."
Burada dikkatimizi çeken
başka bir mesele ise, Konevî'nin ibn Sina'ya yönelik olumlu bakışıdır. Konevî,
bu ifâdelerini pek çok kez tekrarlar ve Yazişmalardaki bir ifâdesinde (Risale-i
Hâdiye'de) şöyle demektedir: "Reis İbn Sina, ya fıtratının sahîhliği veya
bazı ifâdelerinde ima ettiği gibi zevk yöntemi ile nazarî kuvvetin perdesinin
ardından, insanın eşyanın hakikatlerine vakıf olamayacağı görüşüne varmıştır.
İnsanın sonuçta ulaşacağı şey, eşyanın özelliklerini, levazımını ve arazlarını
idrâk etmektir. İbn Sina, özellikle Hak celle ve ala'yı bilmeye dair olmak
üzere, bu konuda açık-seçik ve maksadını ortaya koyan haberdar ve insaflı Örnekler
vermiştir. Bu tavır, ilk görüşlerinde meşhur olanın aksine, son görüşlerinde
ortaya konmuştur."
[43] Bu mesele, Sadreddin Konevî'nin düşüncesinde çok önemli
bir yer tutan bir kaç meseleyle ilgilidir. Bunlardan birisi, hakikatler
arasındaki ilişkilerdir. Her hakikat, bir yönüyle başka bir hakikate benzer,
bir yönüyle ise ondan farklıdır. Bu münâsebet ve farklılık, Konevî'nin isimler
ve Zât ilişkisi hakkındaki görüşünün tam anlamıyla bir yansımasıdır. Buna göre,
ilâhî isimlerden her birisi, ikili bir özelliğe sahiptir: Her isim, bir açıdan
kendisine ait özel bir mânâ taşır, bunun yanı sıra bütün isimlerle ortak bir
mânâ da taşır. Bu ortak mânâ, bütün isimlerin aynı Zât'a delâlet etmeleri ve
bir yönüyle O'nunla aynı olmaları özelliğidir. Konevî'ye göre "ister Allah
deyin, ister Rahman deyin, angisiiyle dua ederseniz edîn en güzel isimler O'na
aittir" (lsra, 110) âyeti isimler arasındaki bu ilişkiye işaret etmektedir.
Bu görüş, ilk olarak Endülüslü sûfî îbn Kasi tarafından ileri sürülmüş,
Ibnü'l-Arabî hem kendisini ve hem de görüşünü zikrederek,
el-Fütûhâtü'l-mekkiyye'de ve Fusûsu'l-Hİkem' de bu fikri daha geniş bir şekilde
açıklamıştır. îbnü'İ-Arabî Fusûsu'l-Hİkem'de (Yusuf Fassı) şöyle demektedir:
"Hakkın isimlerinin iki medlulü vardır: Birisi, müsemmânm aynıdır. Diğeri
ise, İsmin kendisine delâlet ettiği şeydir. İsim, bununla diğer isimlerden
ayn-hr. Böyle olunca her bir ismin diğer ismin hangi açıdan aynı ve hangi açıdan
gayrisi olduğu senin için açığa çıktı. Bir ismin diğerinin aynısı olması
itibarıyla Haktır. Bu ismin, diğerinin gayrisi olması itibarıyla da o, sadedinde
bulunduğumuz "Hakk-ı mütehayeldir." (Geniş bilgi ve değerlendirme
için bkz. Ebu'1-Ala Afifi, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, s. 324; İZ
Yayıncılık, 2000,IstanbuI; vd.; Afifi, Fusûsu'l-Hikem Okumaları İçin Anahtar,
YusufFassı; İZ Yayıncılık, 2000)
[44] Konevî'nin bir mertebeyi nitelerken pek çok terimi bir
arada zikrettiği durumlardan birisi budur. Konevî'nin ifâdesinin tam tercümesi,
şöyledir: cem-i ahadiyü'l-vücûdiyyi'l-ilâhî. Burada, "cem" kelimesi,
üç özel-, liklc nitelenmektedir. Ahadiyet, bu cemin özelliğidir. Çünkü bu
merte-be, hiç bir şekilde çokluğun ve gayriyeün bulunmadığı vahidiyet
merte-besidir. Söz konusu "cem" ise, nispet ve izafetlerin
çokluğudur. Bunların çokluğu gerçek anlamda bir çokluk olamaz, aksine bu
çokluk, izafî ve nispî bir çokluktur. Bu mertebede Nefes-i Rahman'dan ibaret
olan varlık tecellîsi/vücûdî tecellî bu nispet ve izafetlerin üzerine yayılmış
olduğu için bir çeşit varlıklarının olması anlamında "vücûdî" diye
İsimlendirilirler (Konevî, bu meseleyi en geniş oiarak Yazışmalar'da ele
alır). Söz konusu varlık, harici varlığın mukabili olarak "sübût"
diye isimlendirilir. Son olarak zikredilen "İlâhî" vasfı ise, bu
nispî çokluğun kevnî mertebelerde değil, ilâhî mertebede bulunduğuna işaret
etmektedir.
Sadreddin Konevi, Fâtiha
Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 54-62.
[45] Tecellîler, Gayb-ı mutlak mertebesinden teceligahlara
ulaşırlar. Aslında, tecellî tektir ve o da daimi olan vücîdî tecellîdir. Bu
tecellîdeki farklılık ve kazandığı özellikler, tecellîgâhlara ve onların ezeli
ve yaratılmamış "ayn-ı sabitelerine bağlıdır. Konevi'nin "tahsis ve
tayin eden odur" derken kast ettiği şey budur.
[46] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 62-66.
[47] Konevî, bu ifâdesini Nasireddin Tûsî ile arasında
geçen "Yazışmalar"da da zikreder. Ancak, Tûsî, cevabında bu ifâdeyi
kabul etmediğini belirtmektedir. Şöyle der: "Konevî, 'Bütün akıl
sahipleri, onun hakikatinin bilinemez olduğunda ittifak etmişlerdir/
demektedir. Halbuki, şöyle söylemesi gerekirdi: "Filozoflar, bunda
ittifak etmişlerdir. Çünkü kelâmcı-lardan Mutezile'nin büyükleri, Hakkın
hakikatinin mâhiyeti üzere insanca bilindiğini iddia etmişlerdir."
Buna Konevî, şu şekilde
cevap vermiştir: "Üstadın Mutezile'nin hakikati bilmek ve mâhiyetin aklî
ve aynî varlıktan soyut olduğu hakkındaki görüşlerine gelince: Bu,
muhakkiklere göre değeri olmayan bir görüştür. Şöyle ki, onlar, "görüş
birliği" dedikleri vakit, bununla filozofların kendileriyle olan
ittifakını kastederler. Çünkü onlar nazarî akim kendi basma idrâk ettiği
konularda onlara muvafıktırlar. Sonra, düşüncenin tavrının ve sınırlı
hükümlerinin dışında kalan diğer bilgileri idrâk etmede ise, filozoflardan
ayrılırlar. Muhakkikler, farklı tabakalarıyla kelâmcılara ise, pek az meselede
muvafakat ederler."
[48] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 66-68.
[49] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 68-69.
[50] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 70-77.
[51] Burada Konevî, sülüğü nitelemektedir. Kulun mertebesi,
Ama mertebesinin ihatası altında olan mertebelerdendir. Kul, ya da kulun ayn-ı
sabitesi, bu mertebede Rabbmdan temeyyüz etmiştir. Ancak bu farklılık,
ilimdeki bir farklılıktır ve hiç bir şekilde gerçek bir farklılık değildir,
çünkü bu mertebede "gayriyef'ten söz edilemez.
[52] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 77-78.
[53] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 78.
[54] Burada Konevî'nin dikkat çektiği şey, "cem"
halinden sonra gelen "ikinci fark" halidir. Bu halde salik, her şeyi
yerli yerinde ve kendi mertebesinde görür. Konevî, bu mertebeyi insana mahsus
kâmil kuşahcıhğm bir neticesi olarak görmektedir.
[55] Çünkü insanlar arasında düşünce farklılıklarına neden
olan şeylerin önemli bir kısmı, bilginin öznesinin inanç, akide, ilim, eğilim,
vs. gibi özelliklerinden kaynaklanır, insan, idrâk ettiği şeylere, bütün
bunların rengini verir ve neticede aynı şey hakkında farklı sonuçlar ortaya
çıkar. Kâmil sûfîler ve daha önemlisi resullere gelince: öncelikle onların
idrak vasıtaları ilâhî bilgiyi telakki ederken her türlü eksiklikten arınmıştır
ve kendi inanç ve eğilimleri ilâhî bilgiye katılmaz. Böylelikle, ilâhî bilgi
kendi asli safiyeti ve temizliği içinde kalır ve mensuplarının herhangi bir
görüş ayrılığına düşmelerine neden olmaz.
[56] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 79-82.
[57] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 83-84.
[58] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 85.
[59] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 85.
[60] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 86.
[61] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık:
86-89.
[62] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 90-93.
[63] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 93.
[64] "Cemiyyet-i kübra", insanın vücûb ve imkân
hükümlerinin hepsini içermesi demektir. Bu mertebe, insanın kemâl mertebesidir.
Konevî, bunu "mertebe-i insaniyye-i kemâliyye" diye ifâde etmektedir.
Bunun neticesinde insan, "Suret" sırrına haiz olmaktadır. Buradaki
suret, Rahman'm suretidir; böylece Konevî, "Ben insanı, kendi suretimde
yarattım" anlamındaki hâdise telmih yapmıştır. Buna göre, bu mertebeye
ulaşan ve Hakkm gerçek anlamda sureti üzere olan halife veya insân-ı kâmil,
Ka-lem-i A'la ve ulvî melekler ve ruhlar gibi, yaratıklara dair kader ilmine
muttali olur.
[65] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık:
93-95.
[66] Burada Konevfnin işaret ettiği husus, ilâhî ilimde
sabit olan veya başka bir yönden Tann'nın sıfatı olan hakikatler, mertebelere
-veya yukarıdaki örnekte idrâk sahiplerine- göre taayyün ettiklerinde, bu
taayyünün herhangi bir hakikate kendi asli birliğiyle çelişen yeni bir hüküm
kazandırmayacağıdır. Bu hakikat, sadece taayün etmiştir ve taayyün, her ne
kadar mazhârİara bir yönüyle tabi olsa da, bu konudaki genel kaide şudur:
İlâhî ilim mertebesinde sabit olmayan hiç bir hüküm, taayyün ile ortaya çıkmaz.
[67] Kemâl, iki tanedir. Birisi, bir şeyin lizâtihî sahip
olduğu kemâldir. Bu kemâl, herhangi bir şeye bağlı olmaktan münezzehtir.
İkinci tür kemâl ise, bir zuhura ve gerçekleşmeye bağlı kemâldir. Bu kemâi, ilk
kemâlde mücmel halde bulunan özelliklerin tam anlamıyla tafsüleşmesi ve
kendileriyle ilgili nihayete varmalarıyla gerçekleşir. Buna göre bu ikinci
kemâl, bir anlamda, "bağımlı" kemâl diye isimlendirilebilir. Konevî,
özellikle Mifta-lıü'l-gayb isimli eserinde Tanrı-alem ilişkisini, bir şeyin
diğerine bağlı olması veya birbirini tamamlamaları anlamına gelen
"tevakkuf", "tezayuf" gibi terimler kullanarak açıklar.
Burada Tanrı'nm, herhangi bir şekilde başkasına muhtaç olması veya ona bağımiı
olması söz konusu değildir. Bunu izah etmek için Konevî, genellikle, bir şeyin
kendi özelliğini izhâr etmesiyle kemâlinin tezahür etmesini örnek olarak verir.
Mesela, güneş kemâl sahibi olduğu için aydınlatır ve ısıtır (Mitahü'1-gayb);
yoksa, aydınlattığı ve ısı kaynağı olduğu için kamil olmaz. Böylelikle ikinci
kemâlde tekrar birinci kemâle irca edilerek, aradaki çeîişki giderilmeye
çalışılır.
Burada sözü edilen
kemâl, külli bir hakikat olan ilmin tafsili kemâlinin tam anlamıyla ortaya
çıkmasıyla gerçekleşecek kemâldir. Bu ikinci kemâlin ortaya çıkması ise,
Allah'ın ilmine nispetle mecazi ilim sahibi olan insanların bu ilmi
tasilleştirmeleri ve onu şehâdet aleminde ortaya çıkartmalanyla gerçekleşir.
Böylece, ilmin gerçekte sahip olduğu kemâl, bu kez biliil kemâl hale
gelmektedir ve bu ikinci kemâl ilkine yeni bir şey katmamaktadır. Çünkü bu
kemâl, bir çekirdeğin sahip olduğu nüvenin gelişmesi ve açılmasıyla ağacı
ortaya çıkartması örneğinde olduğu gibi, sadece bir açılma ve gelişmeden
ibarettir; ortaya çıkan şey, birinci kemâlde bulunan özelliklerdir.
[68] Konevf'nin bu İfâdesi, kısmen anlaşılmaz
görünmektedir. Ancak,başka ifâdelerini dikkate aldığımızda burada kast edilen
şeyin, herhangi bir şekilde bilgiye ulaşan insanların gerçek bilgiden mahrum
olsalar bile, ilâhî mertebelerin gayesine hizmet ettikleri demek olduğu
anlaşılır. Bu anlamda bu insanlar, adeta ilâhî mertebeler tarafından
"kullanılmış" kimselerdir. Bu meseleyi daha iyi anlamak için
"sahîh ibâdet" ile "bilinçsiz ibâdet" örneklerini
tasavvvur edebiliriz. İnsan, her şekilde Tan-n'ya ibâdet etmektedir. Ancak bazı
insanlar, bir takım yanlış kanaatler ve fikirler ile Tanri'ya yönelirlerken,
bazı insanlar, sahîh inançlarla ve bilinçli bir şekilde Hakka yönelirler. Ancak
her iki durumda da Tanrı'nm gayesi olan "her şeyin ona ibâdet etmesi veya
onu bilmesi" gaye si gerçekleşmektedir ve insanlar ve bütün yaratıklar bu
gaye için "istimal" edilmektedirler (Geniş bilgi için bkz.
Fusûsu'l-Hİkcm Okumaları İçin Anahtar, Ebu'i-Ala Afifi, 54-55).
[69] Konevî'nin bu veciz paragrafı, gerçekten de çok önemli
meseleleri özetlemektedir. Buna göre, insanlar arasında bilgideki farklılık
kesinlikle mâhiyet farklılığı değildir. Bu farklılık, bilkuvve oîan şeyi,
biliil haîe getirmekten ibarettir. Çünkü, "Tanrı'yı bilmek" diye
yorumlanan ilâhî emaneti kabel etmede bütün insanlar eşittir. Buna göre her
insan, istidat olarak, Allah'ın halifesidir; ancak, İstidat ile eide edilmiş
hak ile, bu hakkın biliil hale getirilmesi arasındaki farklılık, bazı
insanların ulvî varlıklar, diğerlerinin ise süfli varlıklar mesabesinde kalamasma
neden olmaktadır. Konevî'ye göre insân-ı kâmil de, bu bilkuvve hakkı, bilfiil
hale getiren kimseden başka birisi değildir (Afifi, İslam Düşüncesi Üzerine
Makaleler, Müslümanların Logos/Kelime Nazariyeleri).
Burada Konevî'nin temas
ettiği başka bir mesele ise, insanın bilgisinin kemâle ulaşmasıyla veya eşyayı
bulundukları hal üzere bilmesinin varlığa ve hakikatlere herhangi bir şey
katmayacağıdır. Çünkü, Hakkın sırları zaten bütün varlığa sirayet etmiştir;
burada olan, insanın bilfiil bunun farkına varmasıdır. Bu noktada Konevî'nin
sürekli "zuhur veya taayyün, hakikatlere yeni bir hüküm katmaz"
kaidesine atıf yaptığını görmekteyiz.
[70] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 95-99.
[71] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık:
100-102.
[72] Konevî, tasavvur mertebeleriyle İlgili çeşitli
açıklamalarda bulunur. Bunların arasında Miftahü'I-gayb''daki ifâdelerini
zikredebiliriz. Şöyle demektedir: "Tesir mertebeleri dörttür. Birincisi,
müessirin nefsinde tesiridir, ikincisi zihinde, üçüncüsü histe, dördüncüsü ise
bu zikredilen üç mertebeyi kaplayan mertebedeki tesirdir. Bunlar, aynı zamanda
tasavvur mertebeleridir. Tasavvur mertebelerinin birincisi, ruhî, fıtrî ve
bedihî olan mutlak tasavvurdur. Sonra zihnî ve hayalî tasavvur gelir. Üçüncüsü
hissî tasavvur, dördüncüsü İse, hepsini kapsayan tasavvurdur."
[73] Çünkü gayb mertebesindeki hakikatler, sabittirler ve
bunların sadece eserleri zuhur eder: "A'yan, harici varlık kokusu
kokîamamiştir." (Bu ifâde ve îbnü'l-Arabi'nin düşüncesindeki yerinin izahı
için bkz. A. Av-ni Konuk, Fusûsu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi, c. I, s. 15 vd.)
[74] "Emir" kelimesi, durum, iş, olay vb.
anlamlara gelir. Konevf, bu terimi bazen "yaratma işi", bazen
"ilâhî gaye", bazen "şey"
anlamında kullanır.
[75] İlim mertebesinde hakikatler, yek diğerlerinden
aymdır, fakat bu farklılık tam olarak ortaya çıkmamıştır. Bu mertebede
hakikatler, Konevî'nin ifâde ettiği gibi, birbirlerine "mücavirdir";
aşırı yakınlık ve hepsini kuşatan "vahdet" nedeniyle bu hakikatler,
birbirlerini idrâk edememektedirler.
[76] "Muvacehe", "muhazat" Konevî'nin
sûfî bilginin nasıl gerçekleştiğini anlatırken sıklıkla kullandığı iki
terimdir. Abdülkadir Ata bu terimlerle ilgüi şu bilgiyi vermektedir:
"Muhazat ve muvacehe: Her iki terimle de bütün beşerî varlıkla ilk
basitliğe dönmek kast edilir; yani, nispî ahadi-yete dönmek. Bu ise, saliğin
kendi kesretini /çokluk ve idrâk vasıtalarını ortadan kaldırıp, Hakkın zatında
gaip olmakia gerçekleşir. Bununla birlikte kendi benliğinden çıkmaya çalışmak
söz konusu değildir. Bu, şüphc-ierden arınmış sahih teveccühtür. Bu
"müvacehe"de, kendi zatından çıkmaya çalışan kimse ise, vehmi bir
vuslata ulaşır. Üstelik o, bu davranışıyla kendi nispî ahadiyetinden de
çıkmıştır. Bunun için, ittisali değil, muvacehe veya muhazatı dile
getirmiştir."
Ata'nm bu konudaki ifâdeleri
kısmen doğru olmakla birlikte, önemli ölçüde eksiktir. Ata'nm
değerlendirmesinde doğru olan yön, bu mertebenin fenayla ve kulun "kendi
ahadiyctine" dönmesiyle ilişkisidir. Gerçeken de Konevî, ilâhî biigiye ve
Zât tecellîsine ulaşmayı bir kaideyle açıklar. Bu kaide, hiç bir şeyin
kendisine çıt başka bir şeyle bilinemeyeceğidir. Buna göre, vahdet
özelliğindeki bir şey ancak kendisi gibi vahdet özelliğine sahip olan başka bir
şey tarafından bilinebilir; veya her ikisini birleştiren başka bir yön
olmalıdır. Bu noktada Konevî, önceki sûfîlerin "cem-i himmet" diye
dile getirdikleri bir terimi daha da açıklayarak, himmeti birleştirmekle
insanın kendisine hâkim olan vahdeti her türlü çokluğun etkisinden ve egemenliğinden
kurtarmış olmaktadır. Bunun neticesinde ise, vahdet özelliğindeki ilâhi
tecellîyi telakki mümkün olmaktadır. Bu telakkinin nasıl gerçekleştiği ise,
yine "muhazat" ve "muvacehe" terimlerinde gizlidir. Buna
göre, ilâhi tecellî karşısında bir "ayna" mesabesinde-ki insan ya da
alem, aynanın paslanması ve itidal noktasından uzaklaşma-sma/inhiraf neden olan
kirlerden -çokluk ve ilgilerin dağınıklığı- arındığı vakit, güneşin
karşısında/muhazat ve onun ışınlarıyla yüz yüze gelen/muvacehe bir cisim gibi
tecellîyi tam olarak telakki eder.
[77] Burada Konevî, özellikle varlık anlayışında çok önemli
bir yer tutan netice ve ürünün ortaya çıkmasının kendisine bağlı olduğu
"çokluk" şartından söz etmektedir. Buna göre, hiç bir şeyden tek
başına bir sonuç çıkmaz. Bir şeyden sonuç çıkması için, o şeye başka bir takım
nispetler ve izafetler eklenmelidir. Kısaca özetlersek, Yaratma eylemini ortaya
çıkartan çokluk şudur: Tanrı'nm tek olan tecellîsi,ilâhî ilimde sabit olan
yaratılmamış mümkün mâhiyet ve bunların arasındaki rabıta mesabesindeki
"nispet" ya da ilâhi fiil.
[78] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 102-109.
[79] Kalb, sûfî idrâkin mahallidir. Bununla birlikte,
kalbin farklı yönleri bu bilgiyi çeşitli şekillerde idrâk eder. Konevî, bunları
çeşitli ifâdelerinde açıklar, ancak şimdilik, "kalbin vechi"
terimiyle kast edilen şeyin, kalbin ilâhi tecellînin tam karşısında bulunduğu
durumu olduğunu belirtelim. Böylece kaib, ilâhî tecellîyi telakki eden tam bir
ayna haline gelir. Bu terimle aynı kökten gelen başka bir kelime ise,
Konevî'nin sıkça kullandığı "muvacehe" kelimesidir. Bunun anlamı da,
karşı karşıya olmak, yüz yüze geimek demektir ki, bu durumda Hakkın nurları
kalbe yansır.
[80] Konevî, yaratıkların Tann ile iki çeşit ilişki içinde
bulunduklarını belirtir. Bu iki çeşit ilişki, aynı zamanda Tann'nm tecellîsinin
yaratıklarına ulaştıkları iki çeşit yol demektir. Bunlardan birisi, tecellînin
hiç bir vasıta ve engel olmadan doğrudan yaratığa ulaşmasıdır. Bu, çok özel
bir tecellîdir ve buna mazhâr olmak ya Kalern-i A'la ve seçkin ruhlar gibi
yaratılışında vasıtanın bulunmadığı varlıklar mazhâr olabilir; ya da
nüzulünden sonra sülüğünü tam anlamıyla ya kendi çabası ve ilâhî inayet
yardımıyla veya cc-z-be-i ilâhî ile miracım tamamlayan nadir kimseler mazhâr
olabilir. İkinci tür ise, tecellînin bir takım silsile ve mertebeler yoluyla
yaratıklara ulaşmasıdır. Bu ikinci yolda tecellî, varlık mertebelerinden kendi
mertebesine ulaştığı silsileyi takip ederek kula ulaşır. Böylelikle insan, her
mertebenin özellik ve tesirini alarak şehâdet aleminde zuhur ettiği gibi,
tecellî de bu mer-tebelcrden geçerken aynı özellikleri ve tesirleri kazanır.
Böylece, tecellî ilk safiyetini korumadan insana ulaşır. Konevî, bunu
insanların görüş ayrılık-anna düşmelerinin nedenlerinden birisi olarak görür
(Bu konuda, Yazış-'»<wda, Miftahü'1-gmjb ve en-Nefehaf ta geniş açıklamalar
vardır)
[81] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 110-113.
[82] îbnü'I-Arabî ve onun görüşünü takip eden Sadreddin
Konevî, varlıkları "Hakkın kelimeleri" diye isimlendirirler. Bu
noktada, üç önemli neden görülebilir. Bunlardan birisi, âyet-i kerimede bizzat
Tann'nm bu isimlendirmeyi yapmasıdır. İkincisi ise, Hz. İsa'nın
"kelime" diye isimlendi-rilmesidir. Üçüncüsü ise, Tanrı'mn yaratma
eylemi ile insanın konuşması ve harfleri sonra da kelimeleri meydana getirmesi
eylemi arasında kurulan benzerliktir. (Geniş bilgi için bkz. Ebu'1-Ala Afifi,
"Müslümanların Kelime Nazariyeleri", islam Düşüncesi Üzerine
Makaleler içinde).
[83] Burada, "Ben bilinmez bir hazine idim, bilinmek
istedim, bunun için de alemi yaratım, ta ki bilineyim" kutsi hadisine
telmih yapılmaktadır. Konevî, Tann'nm yaratmaya dönük teveccühünün ortaya
çıkışım bu bi-Hnme arzusu ya da hareketi ile açıklamaktadır. Bunun "gaybî"
diye isimlendirilmesi ise, bulunduğu mertebenin her çeşit bilgi ve idrâkin
Ötesinde mutlak Zât mertebesi olmasından kaynaklanmaktadır.
[84] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 114-116.
[85] Burada Konevî'nin varlık anlayışının çok önemli bir meselesiyle
karşılaşmaktayız. Bu mesele, Vücûd-ı Mutlak ve bu Mutlak Vücûd'un kendileriyle
sınırlandığı ve hususîlik kazandığı isim ve sıfatlar ile ilişkisidir; bir de bu
bağlamda bu isimlerin eserlerinden ibaret olan mümkünlerin hakikatleri ya da
ilâhî ilimde "sabit hakikatler" vardır. Konevî, ilâhî sıfatlan veya
Konevî'nin ifadesiyle tecelliyi, mümkün ayn'i izhâr eden bir şey olarak
görmektedir. Ancak, bu mertebede gerçek bir ikilik buluna-mavacağına göre,
ayan-ı sabite ile sıfatlar arasındaki ikilik, her ikisinin aynı şeyin iki yönü
diye görülmek zorundadır. Bu durumda mazhâr veya tecellîgâh, tecellînin
kendisi olmaktadır.
[86] Bir şeyin sırf varlığı açısından asla tesiri olamaz.
Tesir, iki veya daha fazla şey arasındaki bir nispete bağlıdır. "Hazret-i
cem" dediği mertebe, ulûhiyet mertebesidir ve bu mertebe, bir yandan Zât
ve Varlık tecellîsi; sıfat ve ayn-ı mümküneden ibarettir. Bununla birlikte bu
mertebe vahdet özelliğine sahiptir. Konevî, Miftahii'l-gayb'da bu meseleyi
başka bir örnekle açıklar. Buna göre, mesela, insanın vahdet-i vücûd gibi bir
vahdetle "bir" iken, herhangi bir şeyi bilmesi mümkün değildir.
Bilmek için, insanın varlığının yanı sıra, hayât, irâde, kudret vb. özelliklere
de sahip olması gerekir. İşte, yaratma da sırf varlıktan ortaya çıkmaz; bunun
yanı sıra, insan örneğinde olduğu gibi, bir takım nispet ve izafetlerin bulunması
şarttır.
[87] Eşyanın hakikatleri ilâhî ilimde sırf kendiliklerinde
bulunuşları itibarıyla "harf", bu harflerin Varlık nuruyla
taayyünleri, onların telif ve tasnifi anlamına gelir ki, böylece
"kelimeler" ortaya çıkar.
[88] Varlık ve yoklukları eşit olan mümkün mâhiyetleri
varlığa tercih eden şey, ilâhî irâdedir. Burada Konevî, "iradî
teveccüh" diye buna işaret etmektedir.
[89] Varlıklar, ilâhî isimlerin reçelİîgâhları ve
suretleridir. İlahi isimler sonsuz olduğu için, bunların tecellîgâhlan olan
varlıklar da sonsuzdur. Bunun başka bir izahı ise, Konevî tarafından
varlıkların çeşitli hakikatlerin birleşmelerinden meydana gelmiş olmasıyla
yapılmaktadır. Şu halde her bir varlık, kendi "rabb-ı hass"ı İle
Tanrı'ya bağlandığı gibi, varlığını meydana getiren ilâhî ve kevnî hakikatlerin
sonsuz sayıdaki terkipieriy-ie de, mümkün varlıkların sayısı sınırsız olmuştur.
Konevî'ye göre "Rabbının kelimelerini yazmak için denizler mürekkep
olsaydı ve bir o kadar da deniz getirseydik, Rabbımn kelimeleri tükenmeden önce
denizler tükenirdi" (Kehf, 109) âyetinin yorumu budur.
[90] Vücûd eşyanın birliğini, ilim ise temyizini
gerektirir.
[91] Tanrı'nm zatını bilmemiz mümkün olmadığı için hakkında
kemâl Özelliğiyle verdiğimiz selbi ve müspet hükümler, Tanrı hakkında eşittir
ve bunlar birbirlerinden öncelikli değillerdir. Bu mesele, tenzih ve teşbih
meselesini açıkladığı Miftahü'l-gayb''daki bir kaidede ifâde edilir.
[92] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 116-126.
[93] Hak ile alem arasındaki her türlü ilişki, ulûhiyet
mertebesi yönünden sabittir. Bu mertebe, çeşitli isim ve sıfatların,
mümkünlerin hakikatlerini birleştiren/cami' bir mertebedir. Konevf nin bu
mertebeyi "cem" diye isimlendirmesinin nedeni, mertebenin bu
özelliğine işaret etmek içindir.
[94] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 127-137.
[95] Konevî, tahkik kaidelerinin iikinde
(Mİftahü'l-gayb'da) hakikatlerin sürekliliğini kabul eden bir görüş ortaya
koymaktadır. Buna göre, bir şey bir hükmü gerektiriyorsa, varlığı devam ettiği
sürece o şeyi gerektirmeye devam eder; bunun tersi de doğrudur. Buradaki
dayanak noktası ise, hakikatlerde herhangi bir değişme ve başkalaşmanın mümkÜfc
olmayışıdır. Konevî, bu sürekliliği, bir yandan Tanrı hakkındaki bilgimize,
öte yandan mümkün hakikatleri de, Tanrı'nm sıfatlarının mazhârlan olarak
asil-fer ilişkisiyle söz konusu değişmez hakikatlere dayandırmakla temin
ermektedir.
[96] "Onlardan bazıları hayırlara koşar' âyetine telmih
vardır."
[97] "Onlardan bazısı ise, nefsine
zulmeder/zalim."
[98] "Onlardan bir kısmı ise,
mutedildir/muktesit."
[99] "Her şeye yaratılışını ve hakkını
vermiştir."
[100] "Her hak sahibine haklarını verirler."
[101] Konevf nin burada kendisi gibi tahkik ehlinden söz ettiği
anlaşılmaktadır. Gerçekten de eserleri incelendiğinde Konevî'nin "esaslar
hakkındaki hükümlerin, bunların tafsili hükümleriyle çelişmemesi" ve
"kitabın başı ile sonu arasındaki tutarlılığa" (Fatiha Tefsirinde bu
ifâdesi sıkça geçer) büyük Önem verdiğini gözlemleriz.
[102] Burada kast edilen ise, eşyanın çeşitli özelliklerini
idrâk edip, bu özelliklerden hareket ederek bütün hakkında bilgi sahibi olmaya
çalışan"ehl-i nazar"m çelişkilere ve görüş ayrılıklarına düşmelerinin
temel nedeni, parçalardan hareket ederek bütüne ulaşmaya çalışmalarıdır.
[103] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 138-146.
[104] Bu mesele, Konevî'nin isim- müsemmâ ya da üâhî isimler
Zât ilişkisi meselesini ele aldığı ifâdelerinden birisidir. Bu mesele, sadece
Tann'da isim ve Zât ilişkisini ele alması açısından değil, aynı zamanda bütün
varlıklar da bu ikisi arasındaki ilişkiye tabi olduğu için neticede bir varlık
görüşü ortaya çıkartması itibarıyla son derece önemii bir meseledir. Konevî'yi
göre, Tanrı'nın isimlerinin iki çeşit delâleti vardır. Bunlardan birisi, her
bir ismin kendisinden çıktığı Asıi'a delâletidir. Bu yönüyle bütün isimler
kendilerini ihata eden "cami mânâ"da ortaktırlar. Bunun karşısında
ise, her bir ismin kendisine ait anlamı vardır. Bu yönüyle ilâhî isim, diğer
isimlerden farklıdır. Bu, aynı zamanda Konevî'nin mümkün varhk-':'nn ilâhî
ilimdeki sabit hakikatleri diye tanımlanana a'yan-ı sebile hakkındaki
görüşüdür. Bunlar, bir yönüyle müşterek bir özelliğe sahiptirler, buna karşın
her birisinin kendisine özgü bir Özelliği vardır.
[105] Çünkü, Mutlaklık ve ahadİyet mertebesinde yaratıklar
ile Hak arasında hiç bir ilişki ve münâsebet olmadığı gibi, bu yönüyle Hak, hiç
bîr şeyin mebdei ve yaratıcısı diye de isimlendirilemez. Münâsebet ve ilişki,
isimler mertebesi nde/ulûhiyet gerçekleşir.
[106] Burada iç içe girmiş İki mesele vardır: Bunları varlık
mertebelerini esas alarak şöylece izah edebiliriz: Öncelikle Vücûd-ı Mutlak,
hiç bir kayıt ve nispetin bulunmadığı mutlak bilinmez mertebesindedidir. Bu
mertebe hakkında hiç bir bilgimiz olmadığı gibi, bunu ifâde edecek bir kavrama
da sahip değiliz. Mutlak Vücûdun kendisinin farkına ve şuuruna varması, bu
mutlaklığm taayyüne yönelmesi anlamına gelir. Buradaki ta-tep, Mutlak Varlığın
kendisini bilmek istemesidir ve bunun nedeni de bizzat kendisidir. Çünkü bu
mertebede, "başka" yoktur. Sûffler, bu ilk tecellîyi, ya da Zât'ın
Zât için olan tecellîsini ve taayyününü "feyz-i ak-des" diye
isimlendirirler. Bunun ardından ise, tafsili bilmek gelir. Kone-vî'nin
yukarıdaki metinde dile getirdiği mesele, birinci tecellîyle ilgilidir;
ikincisi ise, malumların talepleriyle ilişkilidir. Konevî, bunu, "Tesir
olmadan teessür olmaz" (özellikle, Miftahü'l-gayb''da bu bir kaide olarak
ele alınır) diyerek dile getirir. Bu ifâdenin daha meşhur bir kalıbı ise,
"Bilmek bilinene tabidir" cümlesidir.
[107] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 147-153.
[108] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 154-156.
[109] Bu, terminolojide "cemu'1-cem" diye ifâde
edilen makamdır (Abdülkadİr Ata).
[110] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 157-160.
[111] "Cela" ve "istida", taayyünün iki
derecesini ayırt etmek için kullanılan iki terimdir ve bunlar kök itibarıyla,
tecellî ile aynı kökten türetilmişlerdir. Vahdet-i vücûd terminolojisinde iki
terim, Vücûd-ı Mutlak'in la-taayyün-lükten, taayyün mertebelerine yöneldiği iki
ana mertebeyi dile getirmek için kullanılır. Bunîann ilki, Hakkın kendisini
kendisi ile bilmesindenibaret olan ilk taayyündür. Bu taayyün, taayyün-i
evveldir. Konevî, bazen bu mertebeyi "feyz-i akdes" diye de
isimlendirir, ikincisi, Hakkın kendi isim ve sıfatlanılın zuhuruyla ortaya
çıkan "ikinci kemâl"ini bilmesidir ki, bu da "feyz-i
mukaddes" diye ifâde edilir. (Geniş bilgi ve terimler arasındaki fark
için bkz. Afifi, Fusûsu'l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, Giriş.)
[112] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 161-170.
[113] Burada Konevî, isimler görüşünü tekrarlamaktadır. Buna
göre, isimler arasındaki anlam ve Özellik ilişkileri, "içlem-kaplam"
diye isimlendirebi-leceğimiz bir ilişkiye benzemektedir. İsimler, bir yandan
kendi Özel anlamlarına sahiptirler, öte yandan hiç bir isim diğer isimlerin
Özelliklerinden de mahrum değildir. Şu halde, isimler iki anlamlı olmaktadır.
Birisi, kendi özel anlamı, diğeri ise diğer isimlerle ortak anlamıdır. Bu
meselenin ikinci yönü ise, isimlerin eserİerinin mazhârlan olan varlıklardaki
durumdur. Bunlar da, aynı anda pek çok ismin mazhârı olmaktadırlar ve her bir
varlık pek çok ismin eserini aynı anda kabul etmektedir. Bununla birlikte, her
varlığa egemen bir isim vardır ki, o isim o varlığı baki kıldığı gibi, Zât ile
ilişkisini de o isim cihetinden temin etmektedir.
[114] Tek tek isimlerin tesirlerinden kurtulup, bütün
isimleri birleştiren el-Cami, ya da Allah isminin mazhârı olmak, sadece insân-ı
kâmile mahsus bir özelliktir. O, bu özellik sayesinde diğer varlıklardan
üstündür ve dilediği vakit dilediği suretle zuhur etme hakkına sahiptir. Bu
ismin mazhârı olmak, asaleten Hz. Peygamber, vekaleten ise diğer velilere ve
peygamberlere tahsis edilmiştir.
[115] Zât tecellîsi, ilâhî isimler ve 'a'yan-ı sabite
arasında gerçekleşen ve bunların birbirleriyle ilişkisini anlatan nikah.
[116] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 171-180.