Bakara, 42; Kavram: 51

 

HAKKA BÂTILI KARIŞTIRMAK

VE HAKKI GİZLEMEK

HAKKA BÂTILI KARIŞTIRMAK

İsrâiloğullarının Hakka Bâtılı Karıştırmaları

Hakka Bâtılın Karıştırılması

HAKLA BÂTILIN KOALİSYONU: UZLAŞMA

Kur'an'ın Tâviz ve Uzlaşmaya Bakışı

Ve Birkaç Hadis-i Şerif

Dileniş Değil; Direniş: Uzlaşma ve Tâvize Yanaşmamak

Uzlaşma Teklifleri Karşısında Peygamberimiz

İnsan Niçin Tâviz Verir, Düşmanıyla Uzlaşmaya Girer?

Tâviz ve Uzlaşmayı Red, Küfre Meydan Okumak ve Ateşten Gömlek Giymektir

HAKKI KETM ETMEK (GİZLEMEK)

 

"Hakk'a bâtılı karıştırıp da, bile bile hakkı gizlemeyin." (2/Bakara, 42)

 

HAKKA BÂTILI KARIŞTIRMAK

İsrâiloğullarının Hakka Bâtılı Karıştırmaları

İsrâiloğulları, Hz. Musa'nın bütün ikazlarına rağmen Tevrat'a sahip çıkamadılar, onu koruyamadılar, onu tahrif ettiler. Bu tahrifatın kökeninde yahudi din adamlarının duyarsızlığı yatıyordu. Bel'amlar, kendileri Kitab'ı öğrenmek kaydıyla muhafaza etmedikleri gibi, halka da öğretmiyorlardı. Kutsal kitabın kaderi tamamen ruhban sınıfa kalmıştı. Kutsal kitap, halk arasından tamamen çektirilmişti. Kitaba ancak ruhban sınıf ve aristokrat sınıf ulaşabilirdi. Onlar da Kitabı mevcut statükoya göre, egemen güçlerin arzuları istikametinde yorumluyorlardı. Hele kutsal kitap, halkın arasından çektirildi mi, halk tamamen cahil hale gelir ve bütünüyle şirk, hurâfe ve bid'at ve sapıklıkla başbaşa kalır. İşte yahudi din adamları ve hahamları kitabı muhafaza edecekleri yerde revaçta olan yaygınlık ve özen kazanan bâtıl ve sapık inançlara, ahlâkî bozukluklara Tevrat'tan dogmalar bulmaya çalışarak onları meşrû gösterme gayreti içine giriyorlardı. Hatta Tevrat'ta bulunmayan dogmaları da kendi felsefelerinden türeterek tahrifata çalışıyorlardı.

Öyle oldu ki artık Allah'ın kutsal kitabı olan Tevrat, din adamları ve hahamlar elinde bir taslak, bir oyuncak oldu. Bu kimseler, Allah'ın kitabını kendi hevâ ve istekleri, kendi felsefe ve sapık inançları doğrultusunda istedikleri gibi nesh ediyorlardı. Nesh ederlerken, mensuh âyetler yerine kendi hezeyanlarını yerleştirerek akamete uğratıyorlardı. Kısaca bu beyler, menfaatleri istikametinde her türlü tefsir ve te'vile sahiptiler. Her türlü ekleme ve çıkarmalar için kendilerini yetkili görüyorlardı. Bütün bu yapılanlar yetmiyormuş gibi, "bunlar Allah katındandır" diye tescillendiriyorlardı. Böylece, birçok felsefecinin, tarihçinin, müfessirin, yorumcu, bid'at ve hurâfeci masalcının görüşleri mukaddes kitaba sokularak Allah'ın kelâmı oluverdi. Bu saçmalıklar Allah'ın kelâmı oluverince de kim bunlara karşı çıktıysa hemen dinden çıkmış sayıldı.

Kur'ân-ı Kerim, yahudi ve hıristiyanların birçok yanlış ve sapık davranışlarından söz eder. Üzeyir ve Mesih'i ilâh olarak kabul etmeleri gibi. Kutsal kitabı değiştirdiklerine dair de şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler, gerçekten yahudi hahamlarından/bilginlerinden ve hıristiyan râhiplerinden çoğu insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yolundan çevirirler." (9/Tevbe, 34) "Ey iman edenler, onların (yahudilerin) size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa ki onlardan bir zümre, Allah'ın kelâmını işitirler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi/değiştirirlerdi." (2/Bakara, 75) "Elleriyle Kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için 'Bu Allah katındandır' diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü yazıklar olsun onlara!" (2/Bakara, 79)

Kur'anî ifadeler, görüldüğü gibi bunların kitaplarını tahrif ettiklerini, yer yer kendi elleriyle yazdıklarını kesinleştiriyor. Tarihte yahudi din adamları ve hahamları kutsal kitap olan Tevrat üzerinde nasıl oynamışlarsa, bugün de korumasız kalmış laik ülkelerdeki durum aynıdır. Günümüzde de son kitap olan Kur'an üzerinde benzer tahrifatlar, kasıtlı ve yanlış yorumlarla yapılmaktadır. Din sahipsiz kalınca, bütün işler resmî din kurumlarına terkedildi. Bu teşkilâtların bağlı olduğu otorite hangi dine ve ne tür bir düzene ve hangi yasalara bağlıysa, din teşkilâtı da o dine bağlı sayılacaktır. Yani bu laik kurumların İslâm'a, Kur’an’a, müslümanların haklarına sahip çıkması bu şartlarda mümkün değildir. Kaldı ki böyle bir görev de zaten onlardan beklenemez. Laik toplumlarda bu derece sahipsiz kalan dini, her isteyen etkin kişi, istediği gibi tahrif etmeye başlar. Din ve Kitap üzerinde o kadar oynanıyor ki, hakkı hâkim kılmak ve sadece Allah’a kulluk için gönderilen din, özellikle laik ülkelerde, artık statükoyu ayakta tutma ve zorluklar esnasında zâlim yönetimlere koltuk değneği olma görevi görüyor. Her canı isteyen, istediği şekilde Allah'ın âyetlerini amacı dışına çıkarıyor, istismar edebiliyor. Yani Allah'ın vahyi, hevâ ve isteklere göre yorumlanıp şekillendiriliyor.

İşte din, böyle garip bırakalınca, düşmanlar tarafından bid'at, hurâfe, israiliyat ve şirk unsurlarından niceleri Hak Dine katılmaya başlandı. Ve yıllar sonra da bunlar İslâm'dan sayıldı ve câhil halka dinin esası gibi sunulmaya çalışıldı. Bunların Kur'an ve sahih sünnete göre yeniden sağlamasını yapıp bâtıl ve hurâfeleri ayıklamak, ilim sahibi mü'minleri beklemektedir. Bu çok zor görünse de mutlaka yapılmalıdır. Bizim Ehl-i Kitap'tan farklı bir yönümüz vardır ki o da Allah kelâmı olan Kur'an'ın dokunulmazlığı, Allah tarafından korunmasıdır. İşte bu konum itibarıyla biz yeniden Kitabımız'a sahip çıkabiliriz. Yeter ki bu bilinci kazanalım, yeter ki bu konuda yeterince formasyona sahip olalım.

İsrâiloğullarının sapık boyutlarını irdelediğimizde gerçekten birçok açık hakikatleri inkâr ettiklerini veya değiştirdiklerini görürüz. Hz. Muhammed'in vasfını Tevrat'tan kaldırmaları (4/Nisâ, 46), "İbrahim (a.s.) bizim dinimiz üzeredir" diyerek ona iftira etmeleri (3/Âl-i İmran, 65), kendi yorumlarını "bu Allah'ın Kitabındandır" diyerek Allah'a iftirada bulunmaları (3/Âl-i İmran, 78), yahudiler Allah'a vermiş oldukları misaklarını bozdukları için, Allah'ın onların kalplerini kaskatı etmesi, onların kelimeleri yerlerinden oynatarak tahrif etmeleri (5/Mâide, 13). Onlar peygamberlerini öldürerek suç işleyince ölümü asla temenni etmemeleri (2/Bakara, 95). Yine Allah'ın indirdiği Kitaptan Hz. Muhammed'in (s.a.s.) vasfını gizleyip para almaları gibi. "Allah'ın indirdiği Kitaptan bir şeyi (âhir zaman peygamberinin vasıflarını) gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah kendileriyle ne konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlar, doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfirete bedel olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar! Bu azabın sebebi, Allah'ın, hak olarak indirmiş olduğu Kitab'ı(n hükmünü gizlemeleri)dır. (Hak olarak inen Kitab'ı farklı yorumlar yapıp) Kitapta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüş-lerdir." (2/Bakara, 174-176). (1)

 

Hakka Bâtılın Karıştırılması

"Hakka bâtılı karıştırmayın, bildiğiniz halde hakkı gizlemeyin." (2/Bakara, 42) Elmalılı Hamdi Yazır, şu açıklamayı yapar: "Bu âyetin anlamı çok kapsamlıdır; ilme ve amele dair hususları kapsar. Bilgiçlerin hilelerine, yalan dolanlarına ve bozgunculuklarına, hatta ticaret ehlinin karışık işlerinden ve hâkimlerin haksız hükümlerine varıncaya kadar hepsine şümulü vardır. "İnsanları aldatmayın, sahtekârlık yapmayın" mealinde bir genellemeyi ifade eder. Bununla beraber (kelâmın) sevki, özellikle ilmî değeri hedef alıyor. Nice kimseler vardır ki, ilmî gerçekleri bozarlar, kötüye kullanırlar, onları kendi heveslerine göre evirip çevirerek aslından çıkarırlar; bakırı yaldızlarlar, altın diye satarlar." (2)

Bu âyetle ilgili olarak İbn Kesir'in verdiği bilgiler ise şöyledir: "Başkasını saptırmak ancak iki şekilde olur. Söz konusu olan başkası eğer hakkın delillerini işitmişse, onu saptırmak, ancak ondaki bu delilleri karıştırıp bulandırmak ile mümkündür. Eğer o delilleri işitmemiş ise, o kişiyi saptırmak, ancak bu delilleri ondan gizlemek ve onlara ulaşmasına mâni olmakla mümkün olur. "Hakka bâtılı karıştırmayın" âyetin bu bölümü, birinci kısma, yani delilleri o kimsenin zihninde bulandırmaya; "hakkı gizlemeyin." Buyruğu da ikinci kısma, yani o adamın delillere ulaşmasına engel olmaya işaret etmektedir. Âyetin manası şöyledir: "Dinleyicilere yönelttiğiniz şüpheler ile, onlar vasıtasıyla hakkı bürümeyin, gizlemeyin." Tevrat ve İncil'de geçen Hz. Muhammed (s.a.s.) ile ilgili âyetler, anlaşılması için istidlâle ihtiyaç duyan kapalı metinler idi. Sonra ehl-i kitabın bu âlimleri, şüpheler atmak suretiyle, bu nasların delâlet yönlerini bulandırıyorlar ve onlar hususunda mücadeleye girişiyorlardı. "Hakka bâtılı karıştırmayın" âyetinden maksat budur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın: "Hakkı yenebilmeleri için, bâtıla tutunarak mücadele edip durdular." (40/Mü'min, 5) âyetinde zikredilen husustur.

"Bildiğiniz halde, bile bile" âyetin bu bölümüne gelince, bunun manası şudur: "Yani siz, insanları saptırmanızdan dolayı, kıyamet günü size dönecek olan büyük zararı biliyorsunuz; bunu bile bile yapmayın." Hakkı bâtıl ile karıştırmak kıyamet gününe kadar onları haktan men etmeye ve kıyamete kadar bâtıl üzerinde bulunmaya sebep olmaktadır. Onun yerinin büyük olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Bu hitap, her ne kadar yahudiler hakkında vârid olmuşsa da, diğer bütün insanlar için de bir uyarı ve onları böyle bir şeyden sakındırmadır. Bu sebeple, hitap her ne kadar şeklen hususî ise de, mana cihetinden umumidir. Ayet, Hakk'ı bilen kimsenin onu ortaya koymasının vâcib, gizlemesinin ise haram olduğunu gösterir." (3)

Bu âyet İnsana zehiri billûr kâsede veya altın kadehte, çoğunlukla da bal şerbeti içinde sunarlar. Müslümanı saptırmak için gelenler, kâfir kıyafetinde gelmez; müslüman görünümünde gelir. Allah'ın âyetlerinden hareket ederek kâfirlerin sistemleri ile Kur'an'ın uyuştuğunu açıklamaya çalışır.

Bâtıl, kendine özgü bir varlığı olmadığından ve her zaman asalak olarak hakkın varlığından yararlanıp kendini ortaya koyduğundan dolayı, ya hak maskesi takacak veya hakla karışarak ayakta durabilecektir. Bâtılın, hayatını sürdürebilmesi, sürekli olarak hak'tan yararlanması ve kendini hak olarak göstermesiyle mümkün olabilmektedir. Bunu gerçekleştirmek için bâtılın, sürekli hak unsurları da içerisinde bulundurmaya ve karma bir şekilde ortaya çıkmaya çalıştığı görülür. Hz. Ali bu konuda şöyle der:

"Eğer bâtıl, hak ile karıştırılmaz ve ondan ayrılırsa, hak peşinde olan halk sapmaz. Eğer hak, bâtılın kılıfından sıyrılır ve müstakil olursa kötülük peşinde olanların dili ondan kesilir. Ancak haktan bir bölüm ve bâtıldan da bir bölüm alınarak birbirine karıştırılıyor ve insanlara öylece sunuluyor." (4)

Tarihte olduğu gibi günümüzde de bâtıl çeşitli ad ve maskeler altında hak kisvesine bürünerek hedefine varmak istemekte ve bu hususta her türlü şeytanî güçten yararlanmaktadır. Sayısız tâğûtî devlet, rejim ve ideolojiler “hak taraftarı” olduklarını ileri sürerek yetkileri ellerine geçirmiş, bu konuda hak adını kullanarak, hakkı istismar ederek halkın yardımını veya sessizliğini görmüştür. Fakat yönetimleri ve davranışlarıyla, bâtıl oldukları halk tarafından fark edilince iş işten geçmiştir. Nice teşkilâtlar, örgütler de buna benzer bir yol takip etmiştir. Meslelâ “insan hakları” diye birtakım kanunlar hazırlanmış ve emperyalistler bu ad altında kendi iğrenç bâtıl hedefleri istikametinde ilerlemekte ve müstaz’af insanları sömürmekte, toplumların hakkına, hak adına tecavüz etmektedirler.

 

Nehcü'l-Belâğa adlı eserde Hz. Ali'nin bir hutbesinin bu konuyu açıkladığı belirtilir: "Fitnelerin, fesadların başlangıcı, nefsânî hevâ ve heveslerdir. İnsanlar da onlara uyuyorlar. Yani insanlar nefsânî hevâ ve heveslerin tesiri altında kalıyor ve daha sonra Allah'a ibadet edecekleri-ne nefsânî hevâ ve heveslerine tapıyorlar. Nefsânî hevâ ve heveslerinin peşinden gitmek isteyen ne gibi bir şeyden yararlanıyor? Hakkın gücünden yararlanıyor. Din kılıfı altında bir bid'at meydana getiriyor. Zira gücün dinde olduğunu biliyor.

Bir şeyi din adına açıklamaya başlıyor. Meselâ filanca âyetin, Kur'an'da bu konuyu açıkladığını, gayesinin bu konu olduğunu söylüyor. Bir hadis uyduruyor ve Peygamberimizin şöyle buyurduğunu söylüyor. Yani aslında Kur'an'ın, Peygamber'in ve İmam'ın gücünden yararlanıyor. Hakikat olmayan şeyin üzerine hakikat markası vuruyor. Bunlarda Allah'ın kitabına muhalefet ediliyor. Bunun üzerine insanlardan bir grup birleşerek beraberce, Allah'ın dininden uzak olan bir hizip, cemiyet teşkil ediyorlar. İşte bu bid'attir ve bid'ati müdafaa etmek için onu bir din olarak halk arasında tebliğ ediyorlar.

Öyleyse eğer bâtıl hak ile karışmaz ve ondan ayrılırsa, hak peşinde olan halk sapmaz; zira halkın çoğu hanîf ve hak peşinde olanlardır. Ama gelip hakkı bâtılla karıştırıyor ve halkı şüpheye düşürüyorlar. Yani halk, yanlışlıkla hakkın yerine bâtıla ve bâtılın yerine hakka doğru gidiyor. Eğer bâtıl, haktan ayrılır ve onunla karışmazsa, hanîf ve hak tâlipleri hakkın ne olduğunu hemen anlarlar. Zira halkın çoğu hakkın tâlipleridir; bâtılın değil.

Eğer hak, bâtılın kılıfından sıyrılır ve müstakil olursa, kötülük peşinde olanların dili ondan kesilir. Zira hakkın hiç bir zaman inanmayanlara fırsat verecek şekilde bir kötü sonucu yoktur. Eğer hak ile bâtıl karışırsa, bir kısım insanlar, ona sırf hak gözüyle bakar ve daha sonra onun eserlerini, sonuçlarını gördüklerinde, kötü olduğu farkına varırlar. Dini reddedenler fırsattan yararlanarak, dini kötülemeğe başlarlar. Halk, kötü sonuçların, bâtıla ait olduğunun farkına bile varmaz.

Ancak haktan bir bölüm ve bâtıldan bir bölüm alınarak, bunlar birbirine karıştırılıyor ve halka sunuluyor. Birinin arpayı buğdaya katarak, buğday diye satması gibi. Halk akşam onu yedikleri zaman, etkisini ertesi sabah anlayacak ve önceki akşam yediklerinin buğday olmadığı-nın farkına varacak. İşte bu merhaleye gelip çatıldığı zaman şeytan kendi dostlarına musallat olur. Yani şeytan da araç olarak hakkı kullanır. Bâtıla karıştırılmış hakkı bâtıl örtüsü altında saklanan hakkı. İşte âyette, bâtılın haktan yararlandığının belirtilmesinden çıkan mana budur. Su eğer bulunmasaydı, köpük iki adım dahi ilerleyemezdi. Bâtılın hareket etmesi ise, hakkın üzerine binmesinden ileri geliyor. Nitekim Kur'an da, bâtılın değersiz ve kof olduğunu açıkça bildirmiş-tir." (5)

"Yarım hakikat, çok kere muazzam bir yalandır."

"Gerçeğin yarısını söylemek, hiç bir şey söylememektir."

 

HAKLA BÂTILIN KOALİSYONU: UZLAŞMA

Tâviz ve uzlaşma anlamında Arapça'da "müdâhene" kelimesi kullanılır. Müdâhene; yağ çekmek, okşamak, yumuşak davranmak, uzlaşmak, müsâmaha göstermek, hoşgörü, kararsızlık göstermek gibi anlamlara gelir. (6) Dolayısıyla hakka bâtılı karıştırmak deyince, Arapça "müdâhene" ve Türkçe "tâviz" ve "uzlaşma" kavramlarını gündeme getirmemek uygun olmaz. Bu kelimeler aşağı yukarı aynı anlamlarda kullanılırlar: İki yüzlü davranmak, net ve açık olmamak, bâtılı ve düşmanı hoş görmek, idâre-i maslahatçılık yapmak anlamında bu kelimelerden biri kullanılabilir. Bunlar, genellikle dinin tasvip etmediği ahlâkî problemler olmakla birlikte, bazen itikadî bir sorun olarak da karşımıza çıkmaktadır. Uzlaşma ve tâviz, itikadî farklılı önemsememek ve mevcut düzenle ve egemen çevrelerle sürtüşmesiz yaşamaktır. Uzlaşma; inanç, duygu ve eylem alanlarının bölünmesini sonuçlandıran bir tavırdır.

Bâtıl taraftarlarının hak dâvâ adamlarına karşı tavırları, mücadele etme, karşı çıkma, zulüm ve işkenceye başvurma olduğu gibi, aynı zamanda hak dâvâyı saptırmak için tâviz ve uzlaşmadır. Tâviz ve uzlaşma, bâtıl savaşçılarının önemli bir silâhıdır; kalleşçe kullanılan bir silâh. Uzlaşma teklifi, bâtılın hak karşısında geri çekilmeye başlamasının göstergesi olduğu kadar; kendini korumak için hakkı pasifize etmeyi amaçlayan şeytânî bir taktik ve metoddur. Onlar bu tavır ve istekleriyle, bir taraftan İslâmî hareketi ilkelerinden saptırmak, diğer yönden de onu etkisizleştirmek ve halkın gözünden düşürecek propaganda aracı yapmak isterler. Uzlaşmaya yanaşan mü'minleri böylece ilkelerinden tâviz veren, uzlaşmacı, dâvâsını satan, kıvırtan, menfaatçi, pragmatist, zayıf karakterli ve kişiliksiz ilân edebilecekler ve kamuoyunda küçük düşürecekler, gelişmeyi durduracaklardır.

Hakkı savunan insan için ise uzlaşma, en hafif deyimle bir bid'at ve dalâlet, bir sapma, dünyayı âhirete tercih etme ve sahip olunması gereken müslümanca şereften mahrum olmadır. İlkesizliktir, günü kurtarmaya çalışmaktır, idâre-i maslahatçılık ve pragmatizmdir. Hakkı olmadığı halde Allah'ın dini üzerine pazarlık yapmaktır. Suça ve suçluya göz yummaktır.

Hak dâvânın mensuplarından Cenab-ı Hakk'ın istediği şeyler: Hakkı eğip bükmeden söylemek, Allah'ın hükümlerini tebliğ edip uygulamak, emrolunduğu şekilde sırât-ı müstakim çizgisinde sapmadan dosdoğru hareket etmek, bâtıla karşı net tavır koymak, takvâ, cihad ve sabır silâhlarını kuşanmak, tâviz ve uzlaşmaya yanaşmamaktır. Bir müslümanın vahiyle belirlenmiş herhangi bir prensipten vazgeçmesi, hakkında nass olan bir konuda pazarlık yapması inancıyla bağdaşacak bir tavır değildir. Allah'ın emirlerinin büyüğü-küçüğü, temeli-teferruatı, önemlisi-önemsizi, tâviz verilecek olanı-olmayanı olmaz. İman esasları ve dinin ilkeleri, bölünme kabul etmeyen bir bütündür. Rasüller ve onların vârisleri âlimler başta olmak üzere İslâmî hareket mensupları, Allah'ın rızâsından başka beklentileri olmayan âhireti dünyaya tercih eden dâvâ erleridir. Onlar, etkin ve yetkin müşriklerin tehdit ve zulümlerinden korkmayacakları gibi, dâvâlarını ve kendilerini pazarlık aracı yapamazlar, kiralayamaz ve satamazlar. Bir müslümana Allah'ın vereceği karşılıktan/ödülden daha büyük bir bedel icad edilememiştir, edilemeyecektir. Onlar, halktan bir karşılık istemezler, onların ücretlerini Allah verecektir (26/Şuarâ, 109, 127, 145, 164, 180; 11/Hûd, 29, 50-51, 80; 36/Yâsin, 21 vd.).

Abese suresinin nüzul sebebinden de öğreniyoruz ki, Rasulullah tarafından bile, daha geniş kitleleri harekete katmak, dâvâya hizmet için dahi olsa, bir müslümanın rencide olabileceği en küçük bir davranış onaylanmaz; nerede kaldı ki dâvâyı/İslâm'ı rencide edecek bir tavır, yani tâviz Kur'an'dan destek ve cevaz bulsun!

Tâviz vermeksizin anlaşma yapmak ayrı şeydir; uzlaşma ayrı. İslâm'ın hükümleri konusunda en küçük bir pazarlık yapmaksızın, Allah'a gerektiği gibi kulluk yapmak, O'na hiç bir şeyi ortak koşmamak, dini eğip bükmeden, saptırmadan yaşayıp tebliğ etmek gibi temel ilkelerden tâviz vermeden kâfirlerle anlaşma yapılabilir. Yeter ki İslâm'ın ve müslümanların izzetine zarar verilmesin. Ama unutulmamalıdır ki, bâtılı savunan çıkar gruplarının esas amaçları, İslâmî hareketi saptırmak veya satın almak ya da boğmaya çalışmaktır.

 

Kur'an'ın Tâviz ve Uzlaşmaya Bakışı

Kur'an'da Allah, İslâmî tebliğ ve faaliyetin güçlenmeye başladığı dönemlerde müşriklerin mü'minlerle uzlaşma taleplerinden bahsetmektedir. Onların teklif ve tehditlerine uyup İslâm'ın temel ilkelerinden, tevhidî anlayıştan tâviz vererek uzlaşmaması için Kur'an, Rasulullah'ın şahsında bütün mü'minleri uyarmaktadır. "(Sana şu tâlimatı verdik:) Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır." (5/Mâide, 49) Allah Teâlâ, müşriklerin arzularına, hevâ ve heveslerine uymamak ve Allah'ın hükümlerinden bir kısmının bile uygulanmasından tâviz vermemeyi peygamber şahsında mü'minlere emretmektedir.

"Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapan kişiyi en iyi bilendir, hidâyete erenleri de en iyi bilen O'dur. O halde, (hakikati) yalan sayanlara boyun eğme! Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar. (Rasülüm!) Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan lâf götürüp getiren, iyiliği hep engelleyen, mütecâviz, günaha dadanmış, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiçbirine, mal ve oğulları vardır diye, sakın boyun eğme. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman o, 'öncekilerin masalları!' der. Biz yakında onun burnuna damga vuracağız (kibirini kırıp rezil edeceğiz)." (68/Kalem, 8-16) Müşriklerin, Rasulullah'tan tevhid mücadelesinde tâviz verip uzlaşma içinde olması yönünde istekleriyle ilgili olarak bu âyetler nâzil olmuştur. Etkili çevreler siyasal güçlerini kullanarak, yetkili güçler egemenliklerini perçinlemek için, para babaları paralarıyla her şeyi satın alabileceklerini düşünerek ve bu sınıfların tümü müstaz'af halkın kanına ve canına yapışan saldırgan pençelerinin koparılacağını düşündüklerinden hak dâvâ eri tevhid önderlerine ya baskı yapmış veya uzlaşmaya zorlamışlardır. Bâtıl zihniyetin özelliğidir bu; kendi çıkarlarını sürdürmek için her zaman ve her mekânda hak dâvâyı savunanları tâviz ve uzlaşmayla etkisiz hale getirmeye çalışmak. "Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar." (68/Kalem, 9)

"Sizin de kendileri gibi kâfir olmanızı/inkâr etmenizi istediler ki onlarla eşit olasınız." (4/Nisâ, 89)

"(Müşrikler,) sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, nerdeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara birazcık meyledecek-tin. O takdirde hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın." (17/İsrâ. 73-75)

"Sabah akşam Rablerine, O'nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme." (18/Kehf, 28)

"De ki: 'Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam/kulluk etmem. Siz de benim ibadet ettiğime kulluk etmiyorsunuz. Ben sizin taptıklarınıza asla tapacak/kulluk edecek değilim. Evet, siz de benim ibadet ettiğime kulluk yapıyor değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de bana!" (109/Kâfirûn, 1-6)

"Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman, (öldükten sonra) bize kavuşmayı beklemeyenler: 'Ya bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir!' dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım." (10/Yûnus, 15). Zamanımızda olduğu gibi, Kur'an-ı Kerim'in indiği devirde de kendi kafalarına göre din isteyenler veya Allah'ın hükümlerinin kendi arzu ve heveslerine göre değiştirilmesini isteyenler olmuştur. Halbuki Kur'an belli dönemlerdeki insanların geçici ve değişken arzularını karşılamak için değil; kıyamete kadar bütün insanlığın ruhî, ahlâkî ve manevî ihtiyaçlarını karşılamak, dünyevî ve uhrevî saâdetin yolunu göstermek için indirilmiştir. Bu sebepledir ki, âyette belirtildiği gibi Peygamber de dahil olmak üzere hiç kimsenin Kur'an'ın hükümlerini değiştirme yetkisi yoktur.

 

Ve Birkaç Hadis-i Şerif

"Benden sonra birtakım emîrler (idareciler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder, yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse benim 'havz'ımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez, zulümlerinde onlara yardım etmezse bendendir. Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında bana ulaşacaktır." (Sünen-i Tirmizî, 121, hadis no: 2360; Tâc Terc. III/106, hadis no: 168)

"Benden sonra, yakında birtakım sultanlar peydah olur. Kapılarında fitneler develerin yatakları gibidir. Kimseye bir hayır göstermezler (ellerinden kimse hayır görmez). Bir şey verirlerse, ancak onların dinlerinden bir tâviz kopararak verirler." (Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî, Râmûzu'l-Ehâdîs, I/302; Taberânî, Kebir; Hâkim, Müstedrek -Abdullah bin Hars'dan-)

"Ben bir müşrikten yardım almam!" (S. Müslim, hadis no: 151)

"Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız." (Nesâi, Kitab: 48, bab 52)

 

Dileniş Değil; Direniş: Uzlaşma ve Tâvize Yanaşmamak

Uzlaşma; iki zıddın (karşıt gücün) birleştirilmek istenmesi demektir ki, bunun gerçekleşmesi aslında imkânsızdır. Eğer gerçekleşirse, artık bu iki şey, zıd/karşıt olmaktan çıkar, eşitsizliği aleyhinde olan, diğerinin hâkimiyetini kabul edip, onun içerisinde erir gider. Tâvizden kazançlı çıkanlar, gücü elinde bulunduranlardır, etkili ve yetkili çevreler, egemen güçlerdir. Mevcut ortama boyun eğip bâtılla uzlaşan statükocu kimse, gücünü kabul ettiği çevre ve zihniyetin boyasına girer. Bir müslümanın kâfirlerin şekil ve rengine girmesi mümkün müdür? "Ey mü'minler, deyiniz ki: 'Biz Allah'ın boyasına (dinine) girmişiz. Allah'ın boyasından daha güzel ne olabilir? İşte biz O'na ibadet edenleriz." (2/Bakara, 138)

Hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılın katıldığı bu sentez ve tâvizci yaklaşım, Allah’ın insana fıtrat boyasıyla sürdüğü rengi, bâtılın çirkin renkleriyle karıştırarak alaca bulaca olmak, çok renkli olacağım diye renksizleşmektir. Bukalemun, bir hayvandır, düşmanından korunmak için renk değiştirmesi onunla ilgili olarak ilâhî sanatın tecellisidir. Ama, insan için bulunduğu ortama göre renk alan yapı, iki yüzlülüktür; onurlu müslümanın değil, şahsiyetsiz münafığın karakteridir.

Müslümanın, sadece kendinden korkmasını isteyip, başkalarından korkmasını yasaklayan Rabbimiz (2/Bakara, 40, 41; 3/Âl-i İmran, 175), bu emrine uymayan kimseye çoğu zaman korktuklarını musallat eder ki, kendinden başkasından korkmanın cezasını çeksin. İşte tâviz ve uzlaşma, bâtıldan korkmanın sonucu gerçekleştiği için tâvizkâr tutumlar, bir müslümanı, kurtulmak için yılana sarılanın konumuna düşürmektedir. Örnek mi? Onlarca örneği, herkes kendi tecrübeleri ve gözlemlerin-den yola çıkarak verebilir. Kur’an’da da buna örnekler az değildir. Meselâ, Hz. Yakub, Yusuf’u oyun için götürmek isteyen hileci kardeşlerine “onu bir kurtun yemesinden korkarım” (12/Yusuf, 13) demişti; Allah da, kurt yemediği halde kurtun yediği gibi bir acıyı ona tattırdı (12/Yusuf, 17-18).

İslâm'la câhiliyyenin kesişmesi, uyuşması mümkün değildir. Hakla bâtılın, imanla küfrün birleşip bir araya gelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Aralarında tarih boyunca süren ve Kıyamete kadar da sürecek olan uzlaşmaz bir mücadele söz konusudur. Uzlaşmayı, kesin nasslara rağmen kabul edenler, neticede Allah'ın hor gördüğü kâfirleri hoş görmeye, beşerî düzenleri kutsallaştırmaya, İslâm demokrasisinden veya demokratik İslâm'dan bahsetmeye kadar vardılar. Artık resmî devlet İslâm'ı, Atatürk tipi, onun ilkelerine uygun İslâm(!) gibi tuhaf sentez-ler uygulama alanları bulmakta. Hıristiyanlık benzeri, uzlaşarak tahrif edilmiş bu İslâm'ların elbette Allah'ın dini olan İsl'am'la hiç bir ilgisi yoktur, bazı benzer yönleri olsa da.

Müslümanın İslâm'dan tâviz vererek, başka beşerî görüşlerle uzlaşarak, İslâm'ın bazı cüzlerini, bazı esaslarını pazarlık aracı görmesi mümkün değildir. Uzlaşma neticesinde kâfirlerin ve küfrün egemenliği -şeklen ve kısmen de olsa- kabul edilmiş olur ki, bu da tevhidî akîde ile bağdaşmaz. İslâm, Allah'a teslim olmak ve O'nun dışında bir güç ve hâkimiyet tanımamaktır. Kelime-i tevhidde bu ifade tüm kapsamıyla belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun her çeşit egemenliğini reddetmek; Allah'a iman ve O'nun tek ilâh olduğunu kabul etmenin en önemli şartıdır. Hatta, İslâm'ın dışındaki bütün sistem, görüş ve bunların uygulayıcıları anlamına gelen "tâğut"u reddetmek; Allah'a imandan da önce gelir ki, kalp, dil ve kafadaki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri öncelikle "lâ = hayır" süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere de hak/gerçek ilâhın kabulü yerleşsin. "Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah'a iman ederse o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah kemaliyle işitici ve bilicidir." (2/Bakara, 256)

İslâm, "lâ (hayır)" kılıcıyla tâğutla işbirliğini, onunla yardımlaşmayı, ona tâviz vermeyi, onunla uzlaşmayı kesip atar. Bir tevhid eri için "lâ" ile isyan bayrağını çektiği küfür ve şirkle uzlaşma nasıl mümkün olabilir? Uzlaşma olursa küfre ve tâğutlara kıyam nasıl gerçekleşir? Tevhidin gereği olan câhiliyyeye ve tâğutlara kıyam olmadan da İslâm'ın hâkimiyeti hayal olur. Tevhidin bu esasını en iyi anlayan ve en güzel uygulayan peygamberler de kendi çağlarındaki tâğutlarla hiç bir uzlaşmaya yanaşmamışlar ve Allah'ın dininden zerre kadar tâviz vermemişlerdir. Firavun, Nemrut ve Ebu Cehillerle pazarlığa oturmamışlar, mutlak otorite olarak sadece Allah'ı kabul etmeyen tâğutlarla savaşmışlardır.

 

Uzlaşma Teklifleri Karşısında Peygamberimiz

Rasülullah, Mekke müşriklerini açıktan İslâm'a dâvet ettiğinde, önde gelen güçler, etkili ve yetkili çevreler, imtiyazlı sınıflar, çıkarlarıyla İslâm arasında uzlaşma mümkün olmayan bir çelişki gördüklerinden, bu dâveti kabul etmeyip düşmanca tavır aldılar. Önce Hz. Peygamber'in deli, şair, sihirbaz olduğunu yaymaya başladılar. Bu tutmayınca, işkence, baskı ve tehditlere koyuldular. Ama Allah rasülünün kararı kesindi ve onu hiç bir güç bu kararından çeviremiyordu. Durumun ciddiyetini anlayan müşrikler, son çare olarak Peygamber'le uzlaşma yolları aradılar. Bu uzlaşma talepleri, Rasül'ün daha yumuşak bir tutum içine girmesi, tanrılarına ve kutsal kabul ettikleri şeylere saygılı olması, kendilerine hoşgörü ile davranması, tapınmalarını ve putların karşılarında saygı duruşlarını küçümseyip kötülememesi, siyasî karar alma mekanizmalarına (Dâru'n-Nedve'ye/millet meclislerine) ve çıkan kararlara itaat etmesi, kurulu düzene karşı çıkmaması şeklindeydi. Verecekleri bazı tâvizlerine karşılık olarak, bazı tâvizler istiyorlardı.

Vermeyi teklif ettikleri bu tâvizler arasında "dilersen bir sene sen hükümdar ol ve bizi yönet; bir sene de biz yönetelim" teklifi de vardı. Ama Rasülullah bu tekliflerin tümüne Kur'an'dan âyetler okuyarak red cevabı veriyordu. Oysa müşrikler "bizim sistemimize dokunma, ama onu gel sen yürüt" diyorlardı. Temelinde şirk ve adaletsizlik olan bâtıl bir rejimin yönetimi Peygamber'in eline iki yılda bir geçseydi ne değişirdi ki?! Müşrikler de tekliflerinin bilincindeydiler. Çünkü "biz sana uyarsak, yerlerimizden (mevkilerimizden) hızla çekilip alınacağız." (28/Kasas, 57) diyorlardı. Zaten Rasül' ün amacı da buydu: Hâkimiyet hakkını onlardan almak, taptıkları putları ortadan kaldırmak ve şirkin yerine tevhidi, zulmün yerine İslâm adaletini, yani bâtılın yerine hakkı ikame etmek, yani câhiliyye sistemini kökünden yok etmek, darmadağın edip devirmekti.

Peygamber Efendimiz, müşriklerin bâtıl inançlarını, ibadet şekillerini, ekonomik zulümlerini, zorbalık ve ahlâksızlıklarını gündeme getirip tenkit etmeye ve alternatif olarak İslâm ahkâmını/nizamını sunmaya başlayınca müşriklerin tepkisinin şiddeti artmıştı. Ebu Süfyan, Velid bin Muğîre gibi Kureyş kabilesinin ileri gelenleri Ebu Talib'e giderek Hz. Peygamber'i şikâyet edip şöyle demişlerdi: "Ey Ebu Talib, yeğenin dinimizi aşağılıyor, fikirlerimizi, hayat tarzımızı saçmalık olarak niteliyor, atalamızı sapıklıkla suçluyor. Ya onu bu işten vazgeçirirsin ya da aradan çekil, biz onun hakkından geliriz. Ona engel olmazsan iki gruptan biri helâk olana kadar savaşırız." Ebu Talib, müşriklerin uzlaşma taleplerini Peygamberimiz'e anlatınca Rasül-i Ekrem’in şu meşhur cevabı verdiğini biliyoruz: "Amca, vallahi, bu dâvâdan vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler yine vazgeçmem. Allah bu dini üstün getirene veya ben bu uğurda ölene kadar bir an bile mücadeleden geri kalmam." (7)

Hz. Hamza'nın müslüman olduğu günlerde Utbe isimli müşrik, Peygamberimiz'in yanına gidip müşrikler adına şu talebi dile getirmiştir: "Ey Muhammed! Bildiğin gibi bizim aramızda aşiret ve soy bakımından saygın bir yere sahipsin. Sen kavminin başına büyük bir iş açtın. Birliklerini parçaladın, fikirlerini saçmalık olarak niteledin. Tanrılarının çokluğunu ve dinlerini ayıpladın, geçmiş atalarını karaladın. Sana bazı önerilerde bulunacağım. Eğer sen, bu getirdiğin dini kullanarak mal edinmek istiyorsan, senin için mal toplarız ve aramızda en çok mala sahip olanımız olursun. Eğer bu yaptıklarınla şeref elde etmek istiyorsan seni başımıza lider tayin ederiz ve sensiz hiç bir şey yapmayız. Eğer kral olmak istiyorsan seni kral yaparız." Utbe sözlerini bitirince Peygamberimiz bu pazarlık girişimini, uzlaşma teklifini hiç düşünmeden reddetmiş ve cevap olarak Fussılet sûresinin ilk âyetlerini okumuştur:

"Hâ Mîm. (Kur'an) Rahmân ve rahîm olan Allah katından indirilmiştir. Bilen bir kavim için, âyetleri Arapça olarak açıklanmış bir kitaptır. Bu Kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüz çevirdi. Artık dinlemezler. Ve dediler ki: 'Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır. Onun için sen (istediğini) yap, biz de yapacağız. De ki: 'Ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahy olunuyor. Artık O'na yönelin, O'ndan mağfiret dileyin. Müşriklerin/ortak koşanların vay haline!" (41/Fussılet, 1-6)

Bir gün Peygamberimiz Kâbe'yi tavaf ederken Velid bin Muğîre, Ümeyye bin Halef, As bin Vâil ile karşılaştı. Bunlar, kabileleri arasında çok önemli kimselerdi. Dediler ki: " Ya Muhammed! Gel, biz senin ibadet ettiğine ibadet edelim, sen de bizim taptığımıza tap. Böylece seninle ortak bir noktada buluşalım. Eğer senin ibadet ettiğin bizimkinden hayırlıysa böylece ondan nasibimizi alırız. Yok, eğer bizim taptığımız seninkinden hayırlıysa o zaman sen bizimkinden nasibini almış olursun." Bunun üzerine Allah Teâlâ, Rasülü'nün cevap vermesi için şu âyetleri indirdi: "Ey kâfirler, ben sizin taptığınıza kulluk etmem. Benim ibadet ettiğime de siz kulluk etmezsiniz. Ben sizin taptığınıza kulluk edecek değilim; siz de benim ibadet ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana!" (109/Kâfirûn, 1-6)

İnsanlar arası ilişkilerinde yumuşak huylu olan, akrabalarına ve çevresindeki insanlara iyilikte bulunmayı, kolaylığı ve kolaylaştırmayı seven biri olan güzel huylu Hz. Peygamber, örneklerde görüldüğü gibi, hiç bir zaman islâm'ın ilkelerini pazarlık konusu yapmamış, müşriklerle uzlaşmaya yanaşmamıştır. Mekke'de zulmün, vahşet ve işkencelerin tarihe kara bir leke olarak geçtiği o karanlık günlerde, hem kendisi, hem de mü'minlere büyük baskılar olmasına rağmen, haktan en küçük bir tâviz vermemiştir. Malla şımaran müstekbirlere ve siyasal güçle azan zorbalara karşı söylenmesi gereken hak sözü gizlemeye, çarpıtmaya yeltenmemiş, putları seviyor gözükmemiş, putçuları övecek tavır kesinlikle sergilememiştir. Kimseden çekinmeden, eğriltmeden, çıkar gruplarının arzuları doğrultusunda yorumlamadan, açık açık, net bir şekilde Kur'an'ı ve Allah'ın hükümlerini tebliğ etmiş, hayata geçirilmesi için bütün gayretini göstermiştir. O'na inanan insanlar da aynı çizgiyi büyük bedeller ödeme pahasına sürdürmüştür.

Çağdaş dünyadaki müslümanların, peygamberimizin kurulu düzene karşı takındığı tavırdan mutlaka dersler çıkarması gerekir. Her şeyi ile örnek almak zorunda olduğumuz (33/Ahzâb, 21) önderimizin uzlaşma konusundaki tavrından bir başka örnek daha verelim: Rasulullah, müşriklerle savaşmak için Bedir'e doğru yol aldığında, cesareti ve kahramanlığı ile ün yapmış bir müşrik, Rasülü Ekrem'in yanına geldi ve müslümanlarla birlikte savaşa katılmak istediğini söyledi. Peygamber efendimiz, "Ben bir müşrikten yardım almam!" diyerek adamı geri gönderdi. Adam üç defa gelerek aynı teklifi yaptı. Üçüncü seferinde "Allah'a ve Rasülü'ne iman ediyorum" deyince "o halde yürü!" diye orduya kattı. (S. Müslim, hadis no: 151).

Rasülullah, çevresinde kahramanlığı ve cesaretiyle ün yapmış bir müşriğin yardım teklifini, iman etmediği gerekçesiyle kabul etmiyor. Halbuki ashâb, moral yönü ile bu yardım teklifini olumlu karşılamışlardı. Ancak Hz. Peygamber, neyin uğrunda savaştığını ashâbından daha iyi bilmekteydi. Böyle kritik bir zamanda, müslümanlarla müşrikler arasında birtakım dostluklar, yardımlaşmalar kurulursa bu, tevhidin insan hayatına yer etme mücadelesine ileride köstek teşkil edecek, savaşta kurulan ittifaklar, giderek duygusal yaklaşımlara yol açacaktır. Oysa İslâm'ın yeryüzünde kavgasını vermenin asıl amacı, şirki, bütün düşünce ve kurumlarıyla tamamen söküp atmaktır. Bunun için de kesin ve açık bir tavır gereklidir. Şartlar ne olursa olsun, müşriklerle kurulacak bir ittifak, dinin pratikte gerçekleştirmek istediği hedeflerle bağdaşma-maktadır.

İslâm adına verilen mücadele sürecinde müşriklerle her türlü ittifakın Rasulullah'ca uygun görülmediği, bundan şiddetle kaçınıldığı kesin bir gerçektir. Rasulullah bir başka hadis-i şerifinde, açıkça: "müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız." (Nesâi, Kitab: 48, bab 52) diye emretmiştir. Evet... Müşriklerin ateşiyle aydınlanmak, hele bizim ateşimizle onları aydınlatmak... Kâfirlere vermek, onlardan almak... Her iki konu üzerinde çokça düşünmek ve ona göre davranmak zorundayız.

İslâm'da savaşlar, kâfirlerin değil; müslümanların istediği sahalarda kabul edilir. Her çeşit İslâmî mücadele ve hizmetlerin esasları, ancak müslümanların istediği şekillerde ve İslâmî esaslara göre tanzim edilir. Bugün ise Firavunların tesbit ve müsaade ettiği, yönlendirdiği, sınırlarını çizdiği alanda mücadele ve çalışmayı tercih eden müslümanlar, Firavun'lara açıkça cephe almadan onları nasıl altedeceklerdir?

Peygamberimiz'e yapılan teklifte de, tarihte ve günümüzde yüzlerce tekrar edilen nice olaylarda da görüldüğü gibi, egemenliği ellerinde bulunduran tâğutî güçler, İslâm'ın sosyal hayata hâkim olmaya kalkmasını daima kendi şeytanî çıkarları için tehlikeli görmekte ve İslâm'ı gündeme getiren müslümanlara tâviz vererek, onlardan bazı tâvizler istemektedirler. Tâğutlar, tevhidî hareketi kontrol altına almak ve aslî çizgisinden saptırarak etkisiz hale getirmek istedikleri için bu yola başvururlar. Başlarında Peygamber ve O'nun gerçek vârisleri olan, sadece Allah'a bağlı güvenilir liderlerin bulunmadığı birçok tevhidî hareket, şeytan ve dostlarının bu tâviz alışverişi ve bu müdahalesiyle sapmış ve bağlılarını da saptırmıştır. Evet, hıristiyanlığın tevhid dini olma vasfından saparak, her türlü ahlâksızlığın, zâlim güçlerin, şirkin emrine ve hizmetine girmesiyle sonuçlanan tahrifatına sebep, Kostantinius'un 325 yıllarında hıristiyanlıkla Roma despotizmini uzlaştırması olmuş, bugün de kolaylıkla her şeyle, her sistemle uzlaşabilecek mirası hıristiyanlık, o zamanlardan muharref bünyesine almıştır.

Padişahlık, yani hadis-i şerifteki tâbiriyle "ısırıcı krallık" rejimleriyle, sarayın her türlü çıkarlarına, padişah efendilerin her türlü arzularına fetva bulmaya çalışarak Allah'ın koyduğu sınırları çokça aşan anlayışlarla uzlaştırılmasıyla Din'e nice bid'at ve hurâfeler girmiştir. İslâm, aslî yapısından, enerjik ve dinamik ölçüsünden sapmalarla, nihayet T.C. nin emrine ve hizmetine giren, ona her türlü uygulamasında yardımcı ve fetvacı olan Diyanet İslâmcılığı meydana gelmiştir. Gelinen noktanın Osmanlı'dan miras alınan uzlaşma ve tâvizcilik sayesinde bir uzantı olduğu unutulmamalıdır. İslâm'ın istediği bir devlet olmadığı zaman, eğer uzlaşma varsa, devletin istediği İslâm ortaya çıkacaktır. Müslümanlar, basit gördükleri bir-iki tâviz verdikleri zaman, bir müddet sonra dâvânın tümüyle özünden sapması kaçınılmaz olmakta, atı alan Üsküdar'ı geçmektedir.

Gerçekte güç ve kuvvet, izzet ve şeref Allah'a aittir. O, dilediğini güçlü kılar (3/Âli İmran, 126). Kâfirler zâhiren güçlü görünseler de bu görünüm; sanaldır, hallüsinasyondur. Müslümanlar, önce Allah'a, sonra az sayıda ve imkânda olsalar bile O'nun verdiği güce ve izzete sahip olan kendilerine güvenmek zorundadırlar. Bilmelidirler ki, "Allah'ın izniyle nice az bir topluluk, daha çok topluluğa gâlip/üstün gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir." (2/Bakara, 249) Allah'a ve kendine güvenen bir müslüman, hangi şartlarda ve durumda olursa olsun, hakiki manada güçsüz olan müşrik güçlere yaslanmayı kabul edemez ve onlarla uzlaşamaz. Çünkü mü'min, dâvâsında haklı olduğuna ve Allah'ın yardım edeceğine kesin olarak inanır ve kâfirlerden korkmaz. Neticeyi ve zaferi Allah'ın vereceğini bilir. Bu özgüvene sahip olmayan, kendinden zâhiren daha üstün konumdaki zorba güçlere karşı mücadeleyi göze alamaz ve onun tahakkümü anlamını taşıyan uzlaşmadan başka bir seçeneği olmadığını varsayarak zulme, sömürüye, yönetilmeye, şerefsizliğe, kula kul olmaya boyun eğer.

Müslümanın tâviz vermesi kadar, tâviz alması da çoğu zaman dâvâsına zararlı olur. Kâfirlerin bu tâvizleri, kendilerini veya rejimlerini müslümanlara biraz daha benimsettirmesi, onları iğdiş ederek uzlaşmaya girmesi, neticede dâvâyı saptırıcı sonuçlar doğuran oyunların tezgâhı gibi şeytanî hileler olarak kabul edilmelidir.

Uzlaşma; düşüncelerde, değerlerde, ölçülerde, prensiplerde, sosyal ve siyasal tavırlarda çöküş içine girmek, sivil itaatsizliği bile becerememektir. Uzlaşma, kaypaklıktır, ilkesizliktir. Olduğu gibi görünmemek, göründüğü gibi olmamaktır. Uzlaşma, psikolojik mağlubiyettir. İzzetin Allah katında ve mü'minlerin hakkı olduğunu unutmak, zelil olanları aziz kılmaya çalışmaktır. Düşmanı gözde büyütmek, bükemediği eli öpmektir; o elin az sonra boğazını sıkmaya hazırlandığını unutmaktır. Uzlaşma, hak ölçülerle uyuşmaz ama kapitalizm, pragmatizm ve makyavelizmle uyuşan ve örtüşen yönleri az sayılmaz; her şeyi pazarlık konusu yapmaktır uzlaşma; faydayı dâvânın önüne geçirebilmektir. Rasyonel/akılcı olmak ve dâvâ eri mücâhide Allah’ın yardım vaadlerini ve dâvânın Allah’la bağlantısını göz ardı etmek, kâfirler hangi yoldan başarılı oluyorsa o yolları denemektir. Mutlak doğruyu, vahye ait hakikatleri, babasının malı imiş gibi değerlendirmektir. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın deyip yılanların yaşamasına yardımcı olmak, ömürlerini uzatmaktır. Haktan taviz ve uzlaşma, yok olmak ilâhî kaderi olan, her an komada yaşayıp can çekişen bâtılın iskeletine kan pompalamaktır.

Laiklik, ırkçılık, milliyetçilik, demokratlık, materyalizm, determinizm, tarih kutsayıcılığı, örf-âdet ve gelenekçilik, pragmatizm, makyavelizm... hep uzlaşmacılıktır. Dergi, dernek, vakıf, özel okul, radyo, televizyon, parti, teşkilât gibi sistem içi araçları kullanırken çok hassas olunmalı veya ileride tâviz vermeyecek kesin tedbirler ve ilkeler baştan kesin kararlara bağlanmalıdır. Çünkü bunlar, çoğunlukla uzlaşmacı zihniyete kurban edilerek "hizmet ediyoruz" derken giderek bu araçlar amaçlaştırılmakta ve ava giden avlanmaktadır. İslâmî duyarlılık ve inkılâpçı tavırlarla kanunlar lastik gibi en sonuna kadar uzatılıp sündürülmeli veya görmezden gelinmelidir ki bu tür araçların kullanımı meşrû olabilsin. Bu da tahmin edildiğinden çok zor ve güzel örnekleri yok denilecek kadar az olan bir durumdur. Risk büyüktür; ya bunca maddî-manevî fedakârlıkları, birikim ve emekleri kaybetmek, ya da bu araçlar vasıtasıyla Hak rızasını ve imtihanı kaybetmek. Çoğunlukla görülen odur ki, bu tür silâhlar geri tepmekte, düşmanı değil; kullananları ve destekleyicilerini vurup yaralamaktadır. Az sayıdaki istisnaları hâriç tutarak, müslümanların eliyle ve imkânlarıyla bâtılın güçlenmesine yol açan bu araçların temel vasıflarının taviz araçları olduğu yaklaşımını haklı gösteren bolca örnekler vardır.

Demokratik yapılanma ve resmî çalışmalar, ister istemez uzlaşmacı yaklaşımlardır. Bu uzlaşmacı ve demokratik yaklaşım, Hasan el-Bennâ, Abdülkadir Udeh ve Seyyid Kutub’lar zamanında dünyayı titreten Ihvân-ı Müslimîn hareketini ne hale getirdi, gören gözler için yakın tarihin bize ihtarıdır. Resmî tabelâlar altında ve düzenin belirlediği ve yönlendirdiği alanlardaki gayretler, az veya çok tâviz vermeyi kolayca kabullendiğinden bereketsizlikle sonuçlanmaktadır. Cennet, kılıçların gölgesinde olduğu gibi; izzet ve onur da hak prensiplerden tâviz vermeyen şahsiyetli, kimlikli müslümanların hakkıdır.

Hakkı ketm etmek (gizlemek) ve hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılı karıştırmak, Din'i kuşa benzetmektir. Hak din'in etkisizleştirilmesi, atmalar ve katmalar yoluyla olmuştur. Atma, hakkı gizlemek; katma ise hakka bâtılı karıştırmaktır. Hakkı/İslâm'ı bâtılın/kâfirlerin istediği, râzı olduğu şekle koymak veya konulan bu şekle karşı çıkmamaktır. O yüzden dinin temel ilkelerin-den tâviz, itikadı ilgilendiren bir vakadır; ihanettir veya en azından ihanete seyirci kalmaktır.

 

İnsan Niçin Tâviz Verir, Düşmanıyla Uzlaşmaya Girer?

İnsanın niçin tâviz verme ihtiyacı hissettiğinin sebeplerini saymaya çalışalım:

a- Ya dâvâsının prensiplerinde uzlaşmacılığa teşvik veya en azından ruhsat vardır. Bu, müslümanın dâvâsı için kesinlikle geçerli değildir. "Allah, kâfirlere mü'minlerin aleyhinde asla bir yol vermez." (4/Nisâ, 141) "İzzet (şeref, güç ve kuvvet) Allah'ındır, Rasülü'nün ve mü'minle-rindir." (63/Münâfikûn, 8). Ayrıca, tevhid kelimesinin "lâ" ile tanrılık iddia eden Allah'ın dışındakilere "hayır!" la başlaması; yukarıda izah edilen peygamberimizin müşriklerin uzlaşma ve yardım tekliflerine kesin red cevabı vermesi ve "müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız" gibi açık nasslarla bu uzlaşmacı yolun tıkalı olduğu belgelenmiştir.

b- Ya tâviz verdiği bazı parçalar, insan için fazla mühim olmayan, uğrunda zahmet çekmeye değmeyen, olmasa da olabilecek cinsten hafif değerlerdir. Bu da müslümanın dâvâsı için düşünülemez. İslâm parçalanmaz bir bütündür. İslâm'ın bir esasını yok sayan, hafife alan kimse İslâm'ın dışına çıkar. İslâm'a hiç bir şey galebe çalamaz. Onun en küçük cüzüne, bir müslümanın bin kellesi olsa, tümünü gözünü kırpmadan feda edebilir/etmelidir. En küçük İslâmî

bir esas bile dünya nimetlerinin tümüne değişilemez. İslâm'ın her türlü esaslarını kabul ettikleri halde, sadece zekât vermeyen bir kabileye Hz. Ebubekir'in savaş açması bile bu konuda delil olarak yeter. ("Dinimizde 'İslâm devleti' diye bir kavram yoktur", "en güzel demokrasi İslâm'dır" diye vecizeler (!) döktüren, "başörtüsü teferruattır" diyen ve diploma için kızların başını açması caizdir, diye fetva verenlerin kulakları çınlasın.)

c- Ya karşılığında daha kıymetli şeyle alır, böylece dâvâya hizmet etmiş olur. Beşerî değer ölçüleriyle, müstekbirlerin verdiği tâvizlerin büyük, istedikleri tâvizin ise küçük görülme-sinden dolayı tâviz verilir. Şeytanın Hz. Âdem'e cennette ebedî kalma vaadi karşılığında yasak ağaçtan yeme tâvizini istemesi gibi (20/Tâhâ, 120-121). Şeytan ne verdiğini ve ne istediğini gayet iyi bilmektedir. Şeytan ve dostlarının verdiği büyük tâviz, dâvâ için yararlı gözükse de; istedikleri küçük tâviz, müslümanları Allah'ın yardımından uzaklaştırmakta ve dâvâyı kişisel görüşlere göre değişebilen beşerî bir dâvâ hüviyetine sokmaktadır. Kâfirlerin vereceği hiç bir tâviz, Allah'ın dünyadaki yardımından ve âhiretteki cennetinden büyük olamaz. Abese sûresinin nüzul sebebi ve Allah'ın ihtarı, hizmet için çok iyi niyetlerle ve küçük bir tâvize açılan tüm kapıları kapamıştır.

d- Ya korktuğu için tâviz verir. "Yoksa onlardan mı korkuyorsunuz? Eğer gerçek mü'minlerden iseniz Allah kendisinden korkmanıza daha lâyıktır." (9/Tevbe, 13) "İnsanlardan korkmayın; Benden korkun. Benim âyetlerimi az bir karşılıkla satmayın. Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." (5/Mâide, 44)

e- Ya kendisine ve dâvâsına itimadı, güveni tam değildir. Kendi kimliği ve dâvâsının hüviyetini açıklamaktan ürken şahsiyetsiz bir zavallıdır. Şeref ve izzeti, kendi dâvâsının dışında arar. Bukalemun tiplidir. Onun için kolaylıkla tâviz verip rahatına bakar. "O münâfıklar ki, mü'minleri bırakarak kâfirleri dost ediniyorlar. İzzeti (şeref ve zaferi) onların yanında mı arıyorlar? Muhakkak ki bütün izzet kudret Allah'ındır." (4/Nisâ, 139)

Evet... Uzlaşma ve tâviz, tevhidî harekete, bütüncü, radikal, köktenci, inkılâpçı anlayışa set vurur. Ve uzlaşma, karşı çıkılamaz ve değiştirilemez bir kader değildir.

 

Tâviz ve Uzlaşmayı Red, Küfre Meydan Okumak

ve Ateşten Gömlek Giymektir

Her tâviz, yeni ve daha büyük tâvizler doğurur. Amellerdeki tâvizler, inançlardaki tâvizlere yol açabilir. Tâviz vererek inandığını yaşamayan, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Onun için tâvizkâr anlayışı reddeden genç müslümanlar, kendi pratik yaşayışlarındaki her türlü uzlaşma ve tâvize de öncelikle karşı olmalı ve kendine sülük gibi yapışan bu bâtıl asalakları söküp atmalıdır. Amerikan saç modeli, sinekkaydı traşı, Amerikan tipi daracık kot pantolonuyla, elindeki Marlboro veya Coca Cola'sıyla Amerika'ya karşı çıkıp kafa tutmak, teoride bile Amerika düşmanı olmak mümkün değildir. Kişinin karşı çıktığı düşmanını gözünde büyütüp ona benzemesi, onu nice konuda örnek alması, düşmanlıkla bağdaşacak şey değildir.

Müslümanların nüfuslarını % 99'larla ifade edildiği topraklarda küfrün her yönüyle egemen olmasının temel sebeplerinden biri bu uzlaşmacı yaklaşımdır. Kıyam ve devrim yolunun çok yokuş olmasının en önemli sebebi; tâviz vermeyi, uzlaşmayı normal, câiz, hatta hizmet ve cihad sayan gâfil veya hâinlerdir. Nice mücâhid(!), küfür çarklarını çevirmek, Allah'ın indirdiklerinin dışındakilerle hükmetmek için yarışa katılmaktadır. Nice İslâmcı(!) sermaye, kapitalist ekonominin kurallarıyla holdingleşme ve Karunlaşma için ne tür atraksiyonlar yapmaktadır! Nice hacı ve hoca kızları, İslâm'a hizmet için başını açmakta, nice müslüman genç İslâm için putlara ve tâğutlara saygı duyup itaat etmeye koşmaktadır. Nice küfür sayılacak söz ve

davranışlar İslâm(!) için yerine getirilmektedir. Allah'a kul olmayı bırakıp emir kulu olmak, kâfir de olsa yetkili ve etkili kişilere/kurallara boyun eğmek, hizmet ve sevap kabul edilmektedir. Örnekleri çoğaltmak mümkün; ama zülf-i yâre dokunup fincancı katırları ürkütmek de...

Uzlaşma ve tâvizi red; bâtılla "uyuşma"yı red anlamına geldiği gibi, "uyuşukluğu" da reddetmek demektir. Tâviz ve hoşgörü ninnileriyle uyutulan, uzlaşma afyonuyla uyuşturulan devin, hipnotizörü ve doktor kıyafetindeki katili farkedip şahlanışıdır bu red. Uyanış ve diriliştir. Kötülüğe/Bâtıla elle, dille ve hiç olmazsa kalple karşı çıkıp değiştirme bilinci ve görevi ile bâtılla/münkerle uzlaşmayı, “bundan sonrasında hardal tanesi kadar iman yoktur.” hükmüyle değerlendirmektir.

Savaşçı kimliğini kuşanmaktır uzlaşmayı reddetmek. Yakın çevreden başlayarak bütün dünyaya tavır almak, meydan okumaktır. Cihada en azından teorik olarak adım atmak, eylem bilincine ulaşmak, kıyam ateşini tutuşturmaktır. Gemileri yakmaktır. Arkaya bakmadan sırât-ı müstakim çizgisinde zafere ve/veya cennete doğru koşu için start vermek, yarışı başlatmaktır. Belki imanı tartışılabilecek takvâsız, sıradan bir müslüman olmaktan; dâvâ adamı, Allah eri, şehâdet âşığı fedâi bir mücahid tavrı demektir. Onun için yürek ister; hem cesaret, hem de cesaretin beslendiği enerji olan iman ve takvâ anlamında yürek ister; mangal gibi yürek. Mangalda kül bırakmayacak şekilde nutuk atmak, sonra yan gelip yatmakla uzlaşma ve tâviz yolu reddedilmiş olmaz; Sadece ona buna çatılarak nefisler tatmin edilmiş olur. Uzlaşmayı red, köleliği reddir, rahatı terk etmektir, zenginliği reddetmektir, yatakta ölmeyi düşünmemektir. Eyleme, cihada, direnişe, sabıra, takvâya, uykusuzluğa, açlığa, -tabii kahramanlığa ve şehidliğe- giden yola aşkla, sevdayla koyulmaktır.

Uzlaşmanın en uç noktasını, bir zamanlar T.C.'nin en uç noktasını işgal eden kişi dillendiriyordu: "230 civarındaki ahkâm âyetini laik anlayış çerçevesinde yorumlamanın yolu bulunmalı." Uzlaşmayı reddeden cephenin bu konudaki sözü ve tavrı sorgulanmalıdır bu sözü söyleyenden önce. Bu ahkâm âyetleri yok sayılamayacaksa ve laik anlayış doğrultusunda tahrif edilerek yorumlanamayacaksa, ya da ketm edilerek gündemden çıkarılamayacaksa... Evet, öyleyse...

Uzlaşmaya karşı çıkmak, hayalî düşmanla savaşan Donkişot'luk değil; put kıran İbrahim'liktir. İbrahim, "tek başına bir ümmetti." (16/Nahl, 120). Bugün İbrahim imanı ve gözü pekliğine sahip olmayanlar, "ümmetin tek İbrahim olması"na çalışmalılar. Allah’la beraber olana, O’nun yardım ettiği kimseye kim zarar verebilir ki?! Tâvizi ve uzlaşmayı red: “Kim Allah’a sahip, o neden mahrum; kim Allah’tan mahrum o neye sahip?” diyebilmektir. Câhiliyyenin zorladığı uzlaşmaya direnmek, İslâmî hareket ve ümmet güçlerinin yardımlaşması ve dayanışmasıyla gerçekleşebilir. Direniş; iman, cihad ve sabır gibi altyapıya gerek duyduğu kadar, fikir ve yardım desteğiyle teşkilât ve harekete, psikolojik ve dua desteğiyle ümmete de ihtiyaç duyar. "Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir ümmet (topluluk) bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir." (3/Âl-i İmran, 104)

Tâvizi, uzlaşmayı reddetmek, geçici bir protesto hareketi değil; ölüme kadar tevhid kelimesindeki “lâ”yı hayatıyla tefsir edip, eylemleriyle yorumlamaktır. Uzlaşmayı red, hak ve bâtıl her şeye karşı çıkmak, farklı anlayıştaki mü’minlerle ve değişik İslâmî yaklaşımlarla da iyi geçinme yollarını aramayıp onlarla mücadele etmek, ya da isyankâr fakat marazî/hastalıklı bir psikolojik yapı değildir. Hakk’ın mutlak doğruları ile beşerin göreceli doğrularını birbirine karıştırmak, itikadî olanlarla itikadî olmayanı aynı kefede görmek, bir hata ile haramı, bir günah ile şirki karıştırıp hepsine aynı şiddette reaksiyon göstermek değildir. Uzlaşmayı reddetmek deyince, insanca münasebetleri, sosyal ilişkileri kesip uzlet içinde yaşamayı, toplumsal bağları koparmayı kasd etmiyoruz; İbrahimî ve Muhammedî tavrı hayata geçirmeyi kast ediyoruz. Onlar küfürle/bâtılla uzlaşsalardı ateşe atılır, memleketlerini terk etmeye mecbur kalır, ölümle burun buruna olurlar mıydı?

Mü'min nasıl olur da Kur'an'ın "neces (pislik)" (9/Tevbe, 28) dediği müşriklere inanç, fikir, dil veya eylemlerinde tâviz vererek, tevhidle uzlaşması ve tevhide bulaşması mümkün olmayan pisliğe kapısını açar? Küfrün azına veya pisliğin küçüğüne bile olsa, nasıl tahammül edip rıza gösterir? Hele o pislikle iç içe yaşayıp, o pisliği hoş görebilir? Mü'min nasıl olur da hayvanlardan daha aşağıda olanlarla (7/A'râf, 179) işbirliğine, uzlaşmaya girer? Nasıl olur da o hayvanların ahırlarında, onlarla beraber oturup kalkar (4/Nisâ, 140), beraber aynı yemlikten yemlenir?

Mü'min nasıl olur da kâfirlerin önüne attıkları dünya, makam, mevki, hizmet, para, maaş, menfaat... gibi geçici çıkarları gözünde büyüterek, onların çürük iplerine yapışmayı, Allah'ın kopmaz ipine (2/Bakara, 256) tercih eder? Tâğutu reddederek sağlam ipe yapışması gerektiği halde, onların uzattığı çürük ipin kendisini Allah'a ve cennete ulaştıracağını, kendisini yükseltebileceğini nasıl ümit edebilir?

Evet... Her sistem tâviz verebilir, başka sistemlerle uzlaşabilir, ama İslâm asla! Her insan, dâvâsından tâviz verebilir, başka dâvâlarla uzlaşabilir, ama müslüman asla! Her bâtıl, başka bâtıllarla kaynaşabilir, uyuşabilir, ama hak vasfını kaybetmeden hak asla!

 

HAKKI KETM ETMEK (GİZLEMEK)

"Bildiğiniz halde, bile bile hakkı ketm etmeyin (gizlemeyin)." (2/Bakara, 42)

"Ey ehl-i kitap! Neden hakka bâtılı karıştırıyor ve bile bile hakkı/gerçeği gizliyorsunuz?" (3/Âl-i İmran, 71)

"Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır." (2/Bakara, 174)

"Allah, kendilerine Kitap verilenlerden, 'Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz' diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü!" (3/Âl-i İmran, 187)

Muaz bin Cebel ve bazı sahabiler, yahudi bilginlerinden bir gruba Tevrat'taki bazı hükümleri sordular. Yahudiler bu bilgileri gizlediler ve haber vermekten kaçındılar. Bunun üzerine şu âyetler nâzil oldu: "İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz Kitaptan insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak tevbe edip, durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır. Onları bağışlarım; çünkü Ben tevbeyi çok kabul eden ve çokça merhamet edenim." (2/Bakara, 159-160)

Âyet-i Kerime'nin hükmü yalnız yahudilere değil; Allah'ın âyetlerini gizleyen ve şer'î hükümleri açıklamayan herkese şâmildir. Çünkü âyetin ifade tarzı genel anlam ifade eder. Âyet, Allah'ın dininden olup da yayılmasına ve duyurulmasına ihtiyaç duyulan herhangi bir ilmi ve hükmü gizleyen herkesi içine alır. Hadis-i şerifte şöyle buyrulur: "Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyamet gününde ateşten bir gem vurulacaktır." (Ebû Dâvud, İlm 9, hadis no: 3658; Tirmizi, İlm 3, hadis no: 2651; Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 11, s. 501). Sahabiler de bu âyeti aynı şekilde herkese şâmil olarak anlamıştır.

Ebu Hüreyre'nin, şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Eğer Allah'ın Kitabındaki şu iki âyet olmasaydı, size hiç bir hadis rivayet etmezdim" Ebu Hüreyre, ilmi gizlemeyle ilgili yukarıdaki iki âyeti (Bakara, 159 ve 160. âyeti) okumuştur (Buhâri, Tecrid-i Sarih Terc. ve Şerhi, c. 1, s. 115). Müteahhirûn/sonraki âlimlerden bazıları hariç, âlimlerin çoğu, ilmi gizlemeye yol açacağı endişesiyle, yukarıdaki âyete dayanarak, Kur'an okuma karşılığında para almanın caiz olmadığını söylemişlerdi. Onlara göre âyet, hükümleri açığa vurmayı, yaymayı ve gizlememeyi emrediyor. Bir kimse, edâsı kendisine gerekli olan bir amel için ücret alamaz. Namaz kıldığı için ücrete hak kazanamaması gibi. Çünkü namaz, Allah'a yaklaşmak için yapılan bir ibadettir. Bu yüzden namazı öğretmek karşılığında alınacak ücret câiz olmaz. "Hakikat güneşini örten bulutların en kesifi menfaattir."

İlmi gizlemekle ilgili Bakara suresi 159-160. âyetlerinden çıkarılan hükümleri ve dersleri açıklayan Sâbunî, Ahkâm Tefsirinde şunları belirtir: "Âlimlerin ilmi gizlemesi, üzerlerindeki öğretme emanetine hiyanettir. İslâmî ilimleri yaymak veya yayılmasına vesile olmak, beşeriyetin hidâyete gelmesi için vaciptir. Şer'î hükümlerden birisini gizleyen kimse, ebedî lânete uğrar. Yalnız tevbe etmek kâfi değildir. Tevbeyle beraber yaşayışını ıslah etmesi ve amellerinde ihlâslı olması gerekir.

Allah, açık açık indirdiği âyetleri ve doğruyu, yalnız insanlığı doğru yola ve hayra sevketmek için göndermiştir. Dinî ilimleri ketmetmek ve halka öğretmemek ise, peygamberlerin tebliğ etmekle vazifeli bulunduğu yüce göreve ve âlimlere emanet edilen tebliğ vazifesine hiyanet etmektir. Zira Allah, kitap gönderdiği kimselerden emirlerini hemen insanlara anlatmala-rı ve onu gizlememeleri için misak (teminat) almıştır. Allah, halkın muhtaç olduğu bir şeyi bilhassa dinî meseleleri ketmeden ve şer'î hükümlerden herhangi bir hükmü gizleyip söyleme-yenlerin, çok elem verici bir azaba düşeceklerini te'kitle beyan ediyor. Çünkü herhangi bir İslâmî meseleyi ketmetmek, büyük günahtır. Bu fiili yapan kimse, lânetlenmeyi ve Allah'ın rahmetin- den uzaklaşmayı haketmiştir.

İlmi yaymak ibadet olduğu gibi, onu ketmetmek de cinayettir. Zira rasulullah "din hususunda benden duyduğunuzu tek bir âyet de olsa tebliğ ediniz" buyurmuştur."

İlmini ketmeden, câhil menzilesindedir. "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır." "En fazletli cihad, zâlim sultana karşı hakkı söylemektir." (Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 538). Bazen hakkı söylemekten dolayı başımıza belânın gelmesi, söylememekten dolayı öteki dünyada gelecek belânın yanında hiç kalır. Hz. İbrâhim'in iki ateşten en ehvenini seçmesi, seçtiği o ateşin de acı vermekten çıkması gibi, ne tatlıdır hakkı savunmaktan dolayı başa gelenler. Çünkü "hak yolunda yuvarlanan merdâne olur."

"Hâlık'ın nâ-mütenâhi adı var, en başı: Hak.

Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak." (M. Âkif)

"Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım;

Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım." (M. Âkif)

&#

 

İlmi Gizlemek

Âlimler, sahip oldukları ilimleri başkalarına aktarmak zorunda mıdırlar? Başka bir deyimle, ilmi gizlemek, kınanan ve suç sayılan bir iş midir?

Kur'an-ı Kerim'de bu konuda yahudi ve hıristiyanlarla ilgili olduğu halde, hükmü müslümanları da kapsayan bazı ayetler vardır. "İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti Biz kitap'da insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak, tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır; onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça merhamet edenim." (2/Bakara, 159-160)

"Allah'ın indirdiği kitap'tan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah, ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlar doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfiret bedeli olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar, ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar! O azabın sebebi, Allah'ın, kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı yorum yapıp) kitap'ta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir." (2/Bakara, 174-176)

Ayet-i kerimelerin hükmü, yalnız ehl-i kitaba değil; Allah'ın ayetlerini gizleyen ve şer'î hükümleri açıklamayan herkese şâmildir. Çünkü ayetin ifade tarzı, usûl âlimlerinin de dediği gibi özel sebebe bağlı olmaksızın genel anlam ifade eder. Hadis-i şerif, bu konuda müslüman bilginlerin sorumluluğunu aynı sertlikle ifade eder: "Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyamet gününde ateşten bir gem vurulacaktır." (İbn Mâce, Mukaddime 24, hadis no: 261; Tirmizî, İlm 3, hadis no: 2787) Sahabiler de bu ayeti aynı şekilde anlamıştır. Ebu Hureyre'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Eğer Allah'ın kitabındaki bir ayet olmasaydı, size hiçbir hadis rivayet etmezdim." Ebu Hureyre, bundan ilmi gizleyenlerle ilgili olan ayeti okudu. (Ebu Hayyan, el-Bahru'l-Muhît I/454)

"Kıyamet gününde bir adam getirilir ve cehenneme atılır da cehennem değirmen merkebinin taşlarıyla (buğday) öğütmesi gibi onu öğütür. Bunun üzerine cehennem halkı onun başına toplanır da: 'Ey filan, sen ma'rufla emrediyor ve münkerden nehyediyor değil miydin?' derler. O da: 'Evet, ben ma'rufla emrederdim de onu kendim yapmazdım ve yine ben, münkerden nehyederdim de, onu kendim işlerdim' der." (S. Buhâri, Fiten, 17; hadis no: 46; S. Müslim, Zühd 7, hadis no: 51 (2989)

Âlim, bilmeyen kalabalığa gerçek ve doğru yolu gösterici olması bakımından "Rabbinden sana indirilen gerçekleri insanlara bildir." (5/Mâide, 67) ilâhî emrine muhatap olan peygamberin izindedir.

"Onlar ki, Allah'ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olara Allah (herkese) yeter." (33/Ahzâb, 39)

Kur'an'ın itikadda hedefi iki şey üzerinde yoğunlaşır. Bunlar: İlmî tevhid ve amelî tevhid'dir. Allah Rasülü, bu iki tehvidi sağlamk için gönderilmiş, diğer peygamberlerin daveti de yine bunları üzerine olmuştur. Çünkü saadet, manevî kemal şu iki şeyden gelir: Faydalı ilim ve sâlih amel. İlmî tevhid, faydalı ilim; amelî tevhid de sâlih ameldir. Faydalı ilim, Allah'ı bilmek; sâlih amel de Allah'ın emri gereği hareket etmektir. Faydalı ilim, iman ile, Peygamberin haber verdiği şeyleri tasdik etmek; sâlih amel de şeriki olmayan tek bir Allah'a kulluk ve Rasülü'ne itaattir ki İslâm dini de işte budur.

Bize düşen, müslümanlığı gaye edinmek ve onu hayatın mihveri saymaktır. Artık bize gereken, Rasül'ün dünyaya bıraktığı "mîras" ile kalbimizi diri tutmak, böylece fikrimize ve hayat yolumuza aydınlık ufuklar açmaktır. Üzerimize borç olan, fikrimizi ve ilmimizi Allah'ın nimeti kabul etmenin gereği olarak Allah yolunda kullanıp O'na fiilî şükrümüzü yerine getirmek, kulluğumuzu kanıtlamak. Bir hayat ki, tüm kurumları ile vahyi reddeder, kurumlarını, kurallarını, ilkelerini bâtıl tanzim eder ve ilim diye takdim edilen bilim, yalnızca yanlışın aracıdır. İnsanın övünçle, aldatıcı bir güvenle taşıdığı dünyada bile pek bir şeye yaramayan diploma ve etiketten ve tehlikeli ve faydasız bir yükten ibarettir; Artık o bilgi bir silâhtır, ama yalnızca imhâ ve intihar etmek için kullanılacak bir silâhtır. Bu bilgi ve onun taşıyıcıları, dalâletin hâmili, hakikatin katilidirler. Onlar, sırat-ı müstakimin önünde eşkiyadırlar; hak yolu keser, hevâya ve tâğutlara kulluğa giden yolları açarlar. İlmiyle âmil bir âlim olamayıp sadece bilgi taşıyıcıları olanlar da bunların değirmenine su taşımaktadırlar. (27) Bir depremlik, bir kıyamlık canı olan ölümcül sistemi canlandırmak için ilmi koltuk değneği ve payanda gibi dayarlar.

1- Beşir İslamoğlu, Hak Bâtıl Mücadelesi, s. 25-46

2- Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Azim Y. 1/285

3- Fahreddin Râzi, Mefâtihu'l-Gayb (T. Kebir), 2/471-472

4- Mutahhari, Hakk ve Bâıtl s. 9-10

5- A.g.e. s. 68-72

6- Râgıp el-Isfahanî, Müfredat, s. 250

7- İbn İshak, Siyer, Akabe Y. s. 257-263

8- Muhammed Ali Sâbunî, Ahkâm Tefsiri, I/121-122

 

                           HakaBâtılı Karıştırma ve Hakkı Ketm Etme (Gizleme) Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler

Hakkı Kabul Etmek: 2/Bakara, 147.

Hak, Allah’tan Gelmedir: 3/Âl-i İmran, 60; 10/Yûnus, 108; 34/Sebe’, 49.

Allah, Takvâ Sahiplerine Hak ile Bâtılı Ayıracak Anlayış Verir: 8/Enfâl, 29; 92/Leyl, 5-7.

Hak ile Bâtıl Karşılaştırması: 2/Bakara, 42, 159-160, 174; 3/Âl-i İmran, 71, 187.

Hakkı Gizlemek: 2/Bakara, 42.

 

 

 

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 141

Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 71-72

Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 285-286

Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 130

Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 321-327

Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 112-113

Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 470-472

Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s.19-20

Bakara Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. s. 201-203

Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sabunî, Şâmil Y. c. 1, s. 116-122

Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Kur'an Bilimleri Araşt. V. Y. c. 3, s. 442-449

Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 1, s. 207-208; c. 2, s. 292-296; c. 3, s. 135-136

İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c.5, 147-148; c. 15 s. 137-152; 177-179

Hakk ve Bâtıl, Murtaza Mutahharî, İslâmî Tebliğ Teşkilâtı Y.

Hak-Bâtıl Mücadelesi ve İhtilaflar, Beşir İslâmoğlu, Bengisu Y.

Hak Yolunda Mücadele, Hüseyin Âşık, Demir Kitabevi Y.

Uzlaşma Tehdidi Karşısında İslâmî Hareketler, Heyet, Ekin Y.

İslâm'ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y.

İslâmî Harekette Fikrî Hastalıklar, Fethi Yeken, Ravza Y.

Kur'anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Muntasır Mîr, İnkılâb Y. s. 31-32; 74-75

Esmâü'l Hüsnâ Şerhi, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. s.143-144

İsm-i Âzam (Esmâü'l-Hüsnâ), Ali Büyükçapar, İnsan Saati Y. s. 116

Esmâü'l-Hüsnâ Şerhi, Mustafa Necati Bursalı, Erhan Y. s. 207-208

Kur'an'da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. s. 141-146

Fikrî Tevhid'e Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 178-184

Haksöz, s. 65, Ağustos 96 s. 153-156