113- Yahudiler: "Hıristiyanlar
hiçbir şeye dayanmıyorlar." dediler. Hıristiyanlar da: "Yahudiler
hiçbir şeye dayanmıyorlar." dediler. Halbuki onlar kitabı okuyarlar.
Hiçbir şey bilmeyenler de aynen onların sözlerini söylüyorlardı. Allah,
kıyamet günü, ihtilaf ettikleri konuda aralarında hükmünü verecektir.
Yahudiler:
Hıristiyanlar hiçbir şeye dayanmıyorlar, dinleri konusunda doğru yol üzerinde
değildirler." dediler. Hıristiyanlar da: "Yahudiler hiçbir şeye
dayanmıyorlar, dinleri hususunda doğru yol üzerinde değiller." dediler.
Halbuki onlar, Tevratı ve İncili okuyorlar, yahudi ve Hıristiyanların
birbirlerine söyledikleri bu sözlere benzer sözleri, Arapların ve diğer
kavimlerin müşrik cahilleri de söylüyorlardı. Allah, kıyamet gününde, din
hususunda ihtilaf eden bunlar arasında hükmünü verecektir. Ve onlardan kimin
hak, kimin bâtıl üzere olduğu ortaya çıkacaktır.
İbrı-i Abbas(r.a)
diyor ki: "Necran Hıristiyanları Resulullah (s.a.v.) e geldiler. Sonra
Yahudi bilginleri de onların bulunduğu yere geldiler ve Resulul-lah'ın
huzurunda münakaşaya başladılar. Yahudiler: "Siz hiçbir şeye
drayanmı-yorsunuz." dediler. Ve Meryemoğlu İsayı ve İncili inkâr ettiler?
Hıristiyanlar da onlara: "Siz, hiçbir şeye dayanmıyorsunuz." dediler
ve Hz. Musa'nın Peygamberliği ve Tevratı inkar ettiler. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.
Taberi diyor ki:
"Allah tealanm müminlere, Yahudi ve Hıristiyanların birbirlerini tahkir
etmelerini bildirmesinin sebebi, bu guruplardan herbirinin iman ettiklerini
iddia ettikleri kendi kitaplarının hükümlerini dahi çiğnediklerini
bildirmektir. Zira Hıristiyanların hak kitap kabul ettikleri İncil, Tevrattaki
Hz. Musanın Peygamberliğini ve İsrailoğullanna farz kılınan hükümlerin hak olduğunu
zikretmektedir Buna rağmen Hıristiyanlar, kendi kitapları olan İncili tahrif
etmiş, Hz. Musa'nın Peygamberliğini ve Tevratın hükümlerini reddetmişlerdir.
Keza Yahudilerin hak kitap kabul ettikleri Tevrat, kendisinden sonra İncil'in
geleceğini ve Hz. İsa'nın hak Peygamber olduğunu zikretmiştir. Buna rağmen
Yahudiler bizzat kendi kitaplarını tahrif ederek Hz. isa'nın Peygamberliğini ve
İncilin hak kitap olduğnu reddetmişlerdir. Her biri diğerini dini yönden
hiçbir-şey olmamakla suçlamıştır. Aslında Hz. Muhammed (s.a.v.) Peygamber
olarak gönderildiğinde Yahudi ve Hıristiyanlar, dinlerini tahrif ederek bir hiç
mesabesine düşmüşlerdir. Âyet-i kerime, Yahudilerin ve Hıristiyanların
Resulullah döneminde yaşayanlarını kastetmemiş, henüz dinlerini tahrif etmemiş
olan i!k Yahudi ve ilk Hıristiyanlar! kastetmiştir. Onların birbirlerini
suçlamaları birer iftiradır. Yoksa Resulullah döneminde yaşayan Yahudi ve
Hıristiyanlar dinlerini tahrif ettiklerinden bir hiç durumundadırlar.
Ayet-i kerimenin
devamında "Hiçbir şey bilmeyenler de onların sözlerini
söylüyorlardı." buyurulmaktadır. Burada zikredilen "Hiçbir şey bilmeyenler"
den maksat, Rebi' b. Enes ve Katadeye göre "Hıristiyanlar'dır. Buna göre
âyetin mânâsı "Bir şey bilmeyen Hıristiyanlar da Yahudilerin sözlerini
söylemişlerdir." şeklindedir.
Atâ'ya göre ise
"hiçbir şey bilmeyenlerden maksat, Yahudi ve Hıristi-yanlardan önce
gönderilen ümmetlerdir. Bunlar da, Yahudi ve Hıristiyanlar gibi birbirlerini
hiçbir şey olmamakla suçlamışlardır.
Süddiye göre ise
buradaki "Hiçbir şey biimeyenler"den maksat, kendilerine kitap
verilmeyen Arap müşrikleridir. Bunlar da Yahudi ve Hıristiyanların birbirlerini
suçladıkları gibi Resululiah'ı hiçbir şey olmamakla suçlamışlardır.
Taberi diyor ki:
"Allah teala. âyetin bu bölümünde, ilimden nasibi olmayan cahillerin de
Yahudi ve Hıristiyanların söyledikleri gibi konuştuklarını zikretmiş ve bu
cahillerin kimler olduklarını belirtmemiştir. Bunlar, Yahudi ve
Hi-ristiyanlardan önce geçmiş ümmetler de olabilir, Arap müşrikleri de
olabilir.[1]
114-
Allah'ın mescitlerinde onun isminin zikredilmesini yasaklayan ve onların
yıklimasına çalışandan daha zalim kim olabilir? İşte onlara, bu mescitlere
ancak korkarak girmeleri yaraşır. Onlar için dünyada bir rezillik, âhirette
ise büyük bir azap vardır.
Allah'ın
mescitlerinde, ona ibadet etmek isteyen kişiyi engelleyen ve oraların tahrip
edilmesine çalışandan, Allah'a karşı zulüm ve düşmanlıkta daha şiddetli ve
daha zalim olan kim vardır? Allah evleri olan mescitleri tahribe çalışanların,
o mescitlere ancak korkarak ve gelecek cezadan ürkerek girmeleri yaraşır.
Onlar için bu dünyada zillet, alçaklık, ölüm ve esaret vardır. Âhirette ise
bunlara cehennem azabı vardır. Bu ise daha büyük bir azaptır.
Müfessirler, âyet-i
kerimede zikredilen ve insanları Allah'ın mescitlerinde Allah'ın adını
anmaktan men eden ve onların tahribi için çalışan kişilerden kimlerin
kestedildiği hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.
Abdullah b. Abbas ve
Mücahide göre bunlardan maksat, Hıristiyanlardir. Zira bunlar, Mescid-i Aksa'da
insanların, Allah'ın adını anmalarına ve namaz kılmalarına engel olmuşlar ve
oraya eziyet verici pis şeyler atmışlardır.
Katade ve Süddiye göre
ise "Mescitlerde Allah'ın isminin anılmasına engel olan ve oraların
tahrip edilmesine çalışan kişiler"den maksat, Babilde yaşayan ve mecusi
olan Buhtunnasr, ordusu ve ona yardımcı olan Hıristi yani ardır. Yahudilerin
Hz. Zekeriyya (a.s.)' öldürmelerinden dolayı Hıristiyanlar onlara kızmışlar, Buhtunnasr'a,
Kudüsün tahrib edilmesi hususunda yardım etmişlerdir. İbn-i Zeyd'e göre ise
bunlardan maksat, Hudeybiye vak'asında Resuİullahın, Mekkeye girmesine engel
olan Kureyş müşrikleridir. Zira, Kureyşlilerin örflerine göre kişi babasının
katilinin dahi Mekkeye girmesine engel olmazken, onlar, Resulullah'ı Kâbeye
sokmamışlardır. Kureyş müşriklerinin Kâbeyi harap etmeleri ise, Allah11
zikrederek orayı tamir eden müminlere engel olmaları, Hac ve Umre için gelen
kişileri oraya sokmamalarıdır. Taberi, Mescitlerde Allah'ın adının anılmasına
engel olan ve oraların tahrip edilmeleri için çalışan kişilerden maksadın
Hıristiyanlar olduğunu söylemenin daha doğru olacağını ifade etmiştir. Zira
Kudüsün Buhtunnasr tarafından tahrib edilmesine Hıristiyanlar yardım etmişler
ve Buhtunnasr'dan sonra mümin olan Yahudilerin orada ibadet etmelerine engel
olmuşlardır,
Âyet-i kerimenin,
Kureyş müşriklerine işaret ettiğini söylemek te doğru
değildir. Zira, her ne kadar Kureyşliler,
bazı zamanlarda Resulullah'ın ve Saha-bilerin Mescid-i Haramda ibadet
etmelerine engel olmuşlarsa da hiçbir zaman onun tahribine çalışmamışlar
bilakis orayı tamir etmişler ve bununla da övün-müşlerdir.
Diğer yandan, bu
âyetten önce zikredilen âyet, Yahudi ve Hıristiyanların yaptıklarını kınamaktadır.
Bu âyetin de Hıristiyanlara işaret ettiğini söylemek, âyetler arasında irtibat
sağlama bakamından daha doğrudur.
Taberi sözlerine
devamla diyor ki: "Her ne kadar âyet, özel bir şekilde, Kudüsün
yıkılmasına yardım eden ve orada müminlerin ibadetlerine engel olan Hıristi
yanlardan bahsediyorsa da âyetin genel ifadesi, Allah'ın mescitlerinde, farz
olsun nafile olsun ibadet eden müminlere engel olanları ve oraları tahrip
edenleri kapsamaktadır. Bu sıfatlan taşıyan herkes en büyük zalimlerdendir.
Âyet-i kerimenin
devamında: "Onlara, bu mescitlere ancak korkarak girmeleri yaraşır."
buyurulmaktadır. Taberi diyor ki: "Allah teala mescitlerinde kendi adının
anılmasına engel olan zalimlerin ve oraların tahrip edilmesine çalışan
müfsitlerin bu hallerine devam etmeleri durumunda o gibi mescitlere remeyeceklemi
ve girdiklerinde de korku içinde olacaklarını beyan etmiş ve onları bu şekilde
cezalandımııştır.
Katade ve Süddi bu
âyeti izah ederken şöyle demişlerdir: "Bugün hiçbir Hıristiyan Beytül
Makdise (Kudüse) güven içinde ginnemekte, korku içinde ve ürkerek girmektedir.
Zira onlar, öldürüleceklerinden korkmaktadırlar. Veya kendilerinden cizya
alınarak sindirilmiş durumdadırlar.
İbn-i Zeyd ise bu
âyetin izahında şöyle demiştir: "Resulullah Veda Hac-cında "Artık bu
yıldan sonra hiçbir müşrik Hac yapmayacak ve hiç kimse Kâbeyi çıplak olarak
tavaf etmeyecektir." diye ilan etmiş müşrikler de graya girmekten
korkmuşlar ve kendi kendilerine: "Ey Allahim, biz oraya girmekten
engellendik." demişlerdir.
Âyet-i kerimenin sonunda:
Onlar için dünyada bir rezillik âhirette ise büyük bir azap vardır."
buyurulmaktadır. Âyet-i kerimenin zikrettiği "Dünyada rezil olmak"tan
maksat, onların öldürülmeleri, esir edilmeleri veya zelil bir şekilde cizye
vemıeleridir. ,
Katade diyor ki:
"Zalimlerin dünyada zelil olmaları, zelil bir şekilde bizzat kendi
elleriyle cizye vermeleridir.
Süddi ise diyor ki:
"Zalimlerin dünyada zelil olmaları, Mehdi geldiğinde ve İstanbul
fethedildiğinde cizye kabul edilemeyip öldürülmeleridir. Âhiretteki büyük azaptan
maksat ise kendilerinden hafifletilmeyen ve ölümlerine hükme-ditmeyerek devamlı
içinde kaldıkları cehennem azabıdır. [2]
115- Doğu da
bat» da Allah'ındır. Her nereye yönclirsniz Allah'ın yüzü (rızası) oradadır.
Şüphesiz ki Allah, rahmeti bol olandır ve her şeyi çok iyi bilendir.
Doğunun ve batının ve
her ikisi arasında bulunanların mülkiyeti Allah'a aittir. Ey Müminler, namaz
esnasında nereye yönelirseniz Allah'ın rızası oradadır. Şüphesiz ki Allah'ın
lütfü ve tedbiri bütün yaratıkları kaplamıştır. Allah onların bütün
yaptıklarım bilir. Yaptıkları hiçbir şey ondan gizli kalmaz.
Müfessirler, bütün
yaratıklar Allah'a ait olduğu halde bu âyet-i kerimede, özellikle doğunun ve
batının Allah'a ait olduğunun zikredilmesinin sebebi hakkında çeşitli izahlarda
bulunmuşlardır.
Abdullah b. Abbas ve
Süddiye göre, özellikle doğunun ve batının Allah'a ait olduğunu zikretmenin
sebebi, Resulullah'm Kudüsten dönüp Mekkeye yönelmesi, Yahudilerin de
Resulullah'ı ayıplamalarıdır. Âyet-i kerime bu hususta Yahudilere cevap
vermektedir.
Bu hususta Abdullah b.
Abbas diyor ki: "Kur'an-i Kerimin ilk neshedilen hükmü kıble meselesidir.
Resulullah Medineye hicret ettiğnde Medine halkının çoğunluğunu Yahudiler
oluşturuyordu. Aziz ve Celil olan Allah, Resulullah'a Beytül Makdise doğru
yönelmesini emretti. Yahudiler buna sevindiler. Resulullah, on ay kadar bir
zaman Kudüse yönelerek namaz kıldı. Fakat o, İbrahim (a.s.)ın kıblesi olan
Kâbeye yönelmeyi istiyordu. Bu hususta Allah'a yalvarıyor ve göğe doğru
bakıyordu. Bunun üzerine Allah teala: "Ey Muhammcd, yüzünü göğe çevirip
durduğunu görüyoruz. Seni, sevdiğin kıbleye mutlaka çevireceğiz. Hemen yüzünü
Mcscid-i Haram tarafına çevir. Ey Müminler, siz de nerede olursanız olun
yüzünüzü onun tarafına çevirin. Şüphesiz kendilerine kitap virclcnler,
kıblenin değişmesinin, rableri tarafından hak bir emir olduğunu bilirler. Allah
onların yaptıklarından habersiz değildir.[3]
âyetini indirdi. Yahudiler bundan tedirgin oldular ve "Bunları, daha önce
yöneldikleri kıbleden çeviren nedir?" dediler. Bunun üzerine Allah teala
"Doğu da batı da Allah'ındır. Her nereye yönelirseniz Allah'ın rızası oradadır.
Şüphesiz ki Allah, rahmeti bol olandır ve her şeyi çok iyi
bilendir."âyetini indirdi.
Kataüe ve İbn-i
Zeydden nakledilen diğer bir görüe göre ise bu âyetin nüzul sebebi,
Müslümanların Kâbeye doğru namaz kılmalarının farz kılınmasından önce her
tarata yönelerek namaz kılabileceklerinin beyan edilmesidir. Yani Allah teala
müminlere, her tarafa yönelerek namaz kılabileceklerini bu âyetle serbest kılmıştır.
Zira doğu da onundur batı da. Fakat daha sonra Resulullah'm ve müminlerin
Kâbeye yönelmelerini emreden âyet inince bu âyet-i kerime nesh edilmiştir.
Said b. Cübeyrin,
Abdullah b. Ömer'den naklettiğine göre âyetin nüzul sebebi, Resulullah'm,
nafile namazlarını yolculuk esnasında dilediği yöne durarak kılabileceğini
zikretmesidir. Ve farz namazlarını, düşmanla çarpışma anında, şiddetli korku
esnasında ve düşmanın üzerine yürüme anında, dilediği tarafa yönelerek
kılabileceğini zikretmesidir. Bu hususta Said b. Cübeyr diyor ki: "Abdullah
b. Ömer, bineği ne tarafa doğru yönelirse oraya doğru namaz kılardı. Ve
Resulullah'ın böyle yaptığını anlatırdı, -ve derdi ki: "Her nereye
yönelirseniz Allah'ın nzası oradadır." âyeti, yolculuk yaparken nafile
namazlarını, bineğinin üzerinde dilediğin yöne doğru durarak kılman için nazil
olmuştur. Zira Resulullah, Mekke'den dönerken nafile namazlarım bineğinin
üzerinde Medine'ye doğru yönelik bir şekilde ima ile kılardı.
Âmir b. Rebîa'ya göre
ise bu âyetin nüzul sebebi şu olaydır. Âmir diyor ki:
"Bir sefer
sırasında çok karanlık bir gecede Resulullah ile beraberdik. Kıblenin ne
tarafta olduğunu bilemedik, namazı kıldık. Herbirimiz olduğu yerde, bulunduğu
tarafa doğru kıldı. Sabah olunca hadiseyi Resulullah (s.a.v.) e anlattık. İşte
bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Ve herkesin kıldığı namazın sahih olduğu
anlaşıldı. [4]
Katadeye göre ise bu
âyetin nüzul sebebi, Habeş Kralı Necaşi'dir. Zira Resulullah'm sahabileri,
kıbleye yönelerek namaz kılmayan Necaşinin cenaze namazının kılınması hususunda
tereddüt etmişler, bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuş ve doğunun da
batının da Allah'a ait olduğunu, Necaşinin, Allah'ın rızası için doğuya
yönelerek namaz kılmasının, onun mümin olmasına mani olmadığını beyan etmiştir.
Bu hususta Katade diyor ki: "Rsülullah buyurdu ki: "Kardeşiniz
Necaşi öldü onun cenaze namazını kılın." Sahabiler: "Biz, Müslüman
olmayan bir adamın cenaze namazını nasıl kılalım?" dediler. Bunun üzerine:
"Kitap ehlinden, Allah'a boyun eğerek, Allah'a, size indirilene ve
kendilerine indirilene iman edenler vardır. Onlar, Allah'ın âyetlerini az bir
değere değişmezler. İşte onların, rableri katında tnükâfaatları vardır. Şüphesiz
ki Allah, hesabı süratli olandır. [5]âyeti
nazil oldu. Sahabiler: "O, kıbleye doğru namaz kılmıyordu." dediler.
Bunun üzerine, Aziz ve Celil olan Allah: "Doğu da batı da Allah'ındır. Her
nereye yönelirseniz Allah'ın rızası oradadır..." âyetini indirdi.
Taberi diyor ki:
"Bu hususta doğru olan görüş, âyette bir kısaltma olduğu görüşüdür. Şöyle
ki: Bütün yaratıklar Allah'ın mülkü olduğu haîde özellikle doğunun ve batının
Allah'ın mülkü olduğu zikredilmiştir. İşte burada bir kısaltma söz konusudur.
Yani âyetin ifade ettiği mânâ şöyledir: "Allah,doğunun da batının da ve
ikisinin'arasında bulunan yaratiklann da sahibidir." Buna göre âye't şöyle
açıklanır: Allah her şeyin mâlikidir. Onları dilediği şekilde kendisine kulluk
ettirir. Onlar hakkında dilediği hükmü verir. Onlara düşen görev ise Allah'a
mutlak itaat etmektir. O halde ey müminler, yüzünüzü bana doğnryöneltin. Zira
yüzünüzü nereye çevrirseniz ben orada bulunurum.
Taberi sözlerine
devamla diyor ki: "Bu âyet nâsihtir, yahut mensuhtur, ya da her ikisi de
değildir.11 diyen görüşlere gelince bu görüşlere verilecek doğru cevap şudur:
Âyet umumi mahiyette ise de özel bir anlam taşımaktadır. Bu âyet nasih veya
mensuh değildir. Çünkü âyetin, her nereye yönelirseniz Allah'ın yüzü (rızası)
oradadır." bölümünün, şu mânâlardan birini ifade etmiş olması muhtemeldir:
a-
Yolculukta yürürken nafile namazlarında ve düşmanla çarpışırken nafile ve farz
namazlarınızda nereye yönelirseniz Allah'ın rızası oradadır. "Nitekim
Abdullah b. Ömer ve İbrahim en -Nehai, âyeti bu şekilde izah etmişlerdir.
b-
Yeryüzünün neresinde bulunur ve bulunduğunuz yerden yüzünüzü kıbleye
yöneltirseniz Allah'ın kıblesi oradır. Zira yeryüzünün her yerinde Kâbeye
yönelmeniz mümkündür. "Mücahid ve Dahhak ta âyeti bu şekilde izah
etmişlerdir.
c-
Dualarınızda yüzünüzü nereye çevirirseniz Allanın rızası oradadır. O, duanızı
kabul eder."
Madem ki âyetin bu
mânâların hepsine uygun olması muhtemeldir. Ohalde herhangi bir kesin delile
dayanmaksızını âyetin nâsih veya mensuh okluğuna dair tahmin yürütmeye
kimsenin hakkı yoktur, zira her nâsihin bir mensu-hu ve her mensuhun da bir
nasihi bulunmalıdır.
Âyetin nâsih olduğu ve
Kudüse yönelerek namaz kılmayı neshettiği iddia edilemez. Zira bu âyetin
mânâsının: "Namazınızda yüzünüzü nereye yöneltirseniz işte kıbleniz
orasıdır" şeklinde olduğuna dair kesin bir delil olmadığı gibi bu âyetin,
Resulullah'ın ve sahabilerinin Kudüse yönelerek namaz kılmalarından sonra
indiğine ve Kâbeye yönelmelerini emrettiğine dair de bir delil yoktur. Zira
Resulullah'ın sahabilerinden ve tabiilerin imamlarından ilim ehli olanlardan
bazıları, âyetin bu mânâda indiğini reddetmişler ve âyetten neyin kastedildiği
hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bu hususta Resulullah'tan kesin bir hadis te
yoktur. O halde âyete "Kudüse yönelmeyi nesneden âyet" demek doğru
değildir.
Bu âyetin, mensuh
okluğuna dair de herhangi bir delil yoktur. Zira daha önce de izah edildiği
gibi, âyete çeşitli şekillerde mânâ vernıek mümkündür. Bu itibarla kıbleye
yönelmeyi emreden âyetin bunu neshettiğini söylemek isabetli değildir. Zira
âyete: "Nerede olursanız olun yüzünüzü Mescid-i Haram tarafına çevirin. [6]
âyetine ters düşmeyecek şekilde mânâ vemıck mümkündür. Mesela, bunun mânâsının
"Duada yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin Allah'ın rızası oradadır. O,
duanızı kabul eder şeklinde olması muhtemeldir. Keza bunun mânâsının
"Yolculukta yürürken nafile namazlarınızda düşmanla çarpışırken de nafile
ve farz namazlarınızda yüzünüzü nereye çevirirseniz Allah'ın rızası
oradadır." şeklinde olması da muhtemeldir. O halde bu âyete
"Mensuh" demek doğru değildir.
Taberi diyor ki:
"Biz, Kitabül Beyan an-Usulil Ahkâm" adlı kitabımızda nâsih ve
Mensuhu delillerle şu şekilde açıklamıştık.:"
NÂSİH: Gerek Kur'an-ı
Kerimin âyetlerinden gerekse Resuluilah'ın hadislerinden nâsih şudur ki, sabit
olan bir hükmü kaldırır kullara yeni bir hükmü gerekli kılar. Ne zahiri ne de
bâtını başka bir şekilde yorumlanabilir. Şayet âyet veye hadis başka bir
şekilde yorumlanabiliyorsa mesela bir istisna teşkil ediyor yahut umum-Husus
üslubuna giriyor veya Mücmel-Müfesser kabul edilebiliyor-sa artık bu ifadeyi
nâsih veya mensuh saymak mümkün değildir.
MENSUH: Daha önce
kesin ve hükmü sabit iken, kesin bir şekilde kaldırılan metindir. İzahı
yapılan bu âyette bu iki husus ta söz konusu değildir.
Ayet-i kerimede
zikredilen ve "Allah'ın yüzü (rızası) diye tercüme edilen ifadesi, Mücahid
tarafından "Allah'ın yönü ve kıblesi" diğer bir kısim âlimler
tarafından "Allah'ın zatı" başka bir kısım âlimler tarafından
"Allah'ın rızası" diğer bir kısım âlimler tarafından ise "Yüz
sahibi olan Allah" şeklinde izah edilmiştir.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki: "bu âyetin, bir önceki âyetle irtibatı
nedir? "Cevaben denilir ki: "Bu âyet bir önceki âyetin tamalayıcısı
ve devamıdır. İki âyetin birlikte izahı şöyledir: "Allah'ın kullanın,
Mescitlerinde ismini anmalarından alıkoyan ve o mescitleri harabetmeye çalışan
Hıristiyanlar-dan daha zalim kim vardır? Doğu da Allah'ındır batı da. Yüzünüzü
nereye çevirirseniz Allah'ı orada anın. Çünkü Allah'ın rızası ve zatı
oradadır. Onun lütfü, yarattığı yeryüzü ve size verdiği ülkesi sizi
barındıracak mahiyettedir. Kudüsü tahrip etmeye kalkışanlar ve orada Allah'ı
anmanıza engel olanlar sizin bulunduğunuz yerde Allah'ı anmanıza engel
olmasınlar. Allah'ın rızasını istemenize mâni olmasınlar.
Âyet-i kerimenin
sonunda bulunan ve : "Allah, rahmeti bol olandır" şeklinde tercüme
edilen ifadesinin lügat mânâsı, "Allah kuşatıcıdır, geniştir."
demektir. Bundan maksat. Allah'ın, yaratıklannı nimetleriyle, Iütuflanyla sevk
ve idaresiyle ve yeterliliği ile kuşatmasidır.
[7]
116- Onlar:
"Allah, oğul edindi." dcdiicr.O, bundan münezzehtir. Bilakis,
göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Hepsi ona boyun eğmektedir.
O Hıristiyanlar:
"Allah oğul edindi. İsa Allah'ın oğludur" dediler. Halbuki Allah
çocuk edinmekten münezzehtir, beridir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini o
yaratmıştır ve ona aittir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'a itaat
edicidir. O halde nasıl olur da o çocuk edinir? Halbuki İsa da Allah'ın
yarattığı kullardan biridir. Sıfatı bu olan Allah'ın nasıl olur da çocuğu olur?
Allah'ın kullarının,
mescitlerde Allah'ın adını anmalanna engel olan Hıristiyanlar Allah'a karşı
iftira ederek İsa'nın, Allah'ın oğlu olduğunu iddia ettiler? Halbuki Allah,
onların iddialarından beridir. Zira göklerin ve yerin ve orada bulunanların
yaratılışı ve mülkiyeti Allah'a aittir? İsa da bu yaratıklardan biridir. O
halde nasıl olur da Allah'ın oğlu olur?
Allah teala bu âyet-i
kelimesiyle kendisine çocuk isnad eden Hıristiyan-lan yalanlamakta, onların bu
sözleriyle sadece bir iftirada bulunduklannı ortaya koymaktadır.
Âyet-i kerimenin
sonunda zikredilen ve (Boyun eğme) diye tercüme edilen kelimesi, müfessirler
tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir. Katade, Mücahid, Süddi, ikrime
ve Abdullah b. Abbas tarafından "İtaat etmektedirler" şeklinde izah
edilmiştir. Buna göre cümlenin mânâsı "Göklerde ve yerde bulunan her şey
Allah'a itaat etmektedir." şeklindedir. Kâfirler, Allah'a itaat
etmedikleri için Mücahid, "Onların gölgeleri secde ederek Allah'a itaat
ederler." şeklinde yorumlamıştır. Süddi ise "Kıyamet gününde ister
istemez itaat ederler." şeklinde izah etmiştir.
İkrimeye göre ise nun
mânâsı "Kulluklarını itiraf ederler demektir.
Rebi' b. Enese göre
ise "Kıyamet gününde huzurunda ayağa kalkacaklardır." şeklindedir.
Taberi Arapçada
kelimesinin "İtaat etmek, ayağa kalkmak, konuşmak, itina etmek"
mânâlarına geldiğini, âyetteki kelimesinin mânâsının "İtaat etmektedirler
ve Allah'a karşı kulluklarını itiraf etmektedirler." şeklinde izah
edilmesinin daha isabetli olduğunu söylemiştir. Zira bütün yaratıklar
kendilerinde mevcut olan Allah'ın üstün sanatının belirtileriyle Allah'ın
varhğnı ve birliğini gösterirler. Onun, kendilerini yaratan olduğunu beyan ederler.
Dilleriyle Allah'ın kullan olduklarını itiraf etmeyen kâfirlerin bizzat kendi
vücutlarındaki organlan, onlan yalanlar ve Allah'ın yaratıcı dduğunu ilan
ederler.
Taberi diyor ki:
"Nasslan anlamayan bir kısım insanlar âyet-i kerimenin "Hepsi ona
boyun eğmektedir." bölümünden sadece itaat ehlinin kastedildiğini
sanmışlardır. Halbuki genel anlamda olan bir âyeti, kabul edilir bir delil olmadan
Özel bir şekilde yorumlamak doğru değildir. Kâfirlerin, dilleriyle boyun eğmemeleri,
onların, vücutlanyla boyun eğmelerine engel değildir. Demek ki herkes ve
herşey netice itibariyle Allah'a boyun eğmektedir. Ve âyetin mânâsı geneldir.
Peygamber efendimiz,
Allah tealanın, bir Hadis-i Kudside şöyle buyurduğunu beyan etmektedir.
Âdemoğlu beni
yalanladı. Halbuki bunu yapmak ona yakışmazdı. Âdemoğlu bana karşı çirkin
şeyler söyledi. Bu da ona yakışmazdı. Onun beni yalanlaması, benim, Âdemoğlu
öldükten sonra kendisini aynen diriltemeyeceği-mi zannetmesidir. Onun bana
karşı çirkin sözler söylemesi ise, benim çocuğumun olduğunu söylemesidir. Ben,
kendimi eş ve çocuk edinmekten tenzih ederim. [8]
117- O,
gökleri ve yeri benzeri olmadan yaratandır. Bir şeyin olmasını dilediği zaman
ona sadece ol der o da hemen oluverir.
O, daha önce bir
benzeri yaratılmamış ve bir örneği bilinmeyen göklerin ve yerin icad edeni ve
yoktan var edicisidir. Bir işe hüküm verip onun olmasını isterse ona "Ol"
der o şey de istediği şekilde oluverir. İşte İsayı var edişi de böyledir.
Bu âyetler: "İsa
Allah'ın oğludur" diyen Hırsliyanlara cevap vermektedir. Bu hususta diğer
âyetlerde de şöyle buyurulmaktadır. "O, gökleri ve yeri eşsiz bir şekilde
var edendir. Onun eşi yokken çocuğu nasıl olabilir? Üstelik her şeyi yaratan da
o'dur. O, her şeyi çok iyi bilendir. [9]İman
etmeyen bazı kimseler: "Rahman olan Allah çocuk edindi."
dediler." "Yemin olsun ki siz, ortaya çok çirkin bir şey getirip
iftira attınız." "Bu iftiranın korkunçluğundan n er deyse gökler
çatlaycak, dağlar parçalanıp dağılacaktı," [10]
"Çünkü onlar, Rahman olan Allah'a çocuk isnad ettiler" "Oysa Rahman
olan Allah'ın çocuk edinmesi asla şanına yakışmaz." "Göklerde ve
yerde bulunan hiçbir kimse yoktur ki, kıyamet günü Rahman olan Allah'ın
huzuruna bir kul olarak çıkmasın." "Şüphesiz ki Allah onları ilmiyle
kuşatmış, kendilerini ve yaptıklarını bir bir saymıştır." "Kıyamet
günü onların her biri, Allah'ın huzuruna tek başına çıkacaktır. [11]
Âyet-i kerimede geçen
ve "Olmasını dileme" diye tercüme edilen kelimesinin asıl mânâsı "Karar vennek ve
bitirmek"tir.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki "Allah teala bir şeyin olmasını dilediği
zaman ona sadece "Ol"der O da oluverir." buyuruyor. Allah
tealanın bir şeye ol demesi, o şey hiç ortada yok iken mi gerçekleşir yoksa
ortada var iken mi? Şayet yok iken olması emredilmişse ortada olmayan bir şeye
emretmek mümkün müdür? Yok eğer var olan bir şeyin olması emredilmişse bu, yersiz
bir emir olmaz mı? Çünkü var olması istenilen şey zaten mevcuttur?" CevaL
ben denilir ki: "Bu hususta âlimler tartışmaya girişmişlerdir. Biz onların
görüşlerini ve dayanaklarım şöylece zikredebiliriz:
Bir kısım âlimler, bu
âyetin genel bîr mânâ değil Özel bir mânâ ifade ettiğini benimsemişler ve
âyetten maksadın şu olduğunu söylemişlerdir: "Allah teala bize bildirmek
istemiştir ki, var olan bir yaratığı hakkında herhangi bir hüküm veya emir
verecek olursa o emir veya hüküm kesin olarak yerine gelir, hiçbir aksama
olmaz. Mesela var olan İsrailoğulları hakkında "Hakir maymunlar olmalarına
hüküm vermiş" ve emri derhal yerine gelmiştir. Keza Karunun ve evinin,
yerin dibine geçirilmesini emretmiş emir derhal yerine gelmiştir. Diri ttlan
bir insanın ölümüne veya ölmüş olan bir insanın dirilmesine hüküm vermesi de
bu nevidendir. Bunlara göre Allah tealanın, mevcut olmayan bir şey hakkında
"Ol" demesiyle o şeyin derhal olması imkânsızdır. Çünkü mevcut olmayan
bir şeye emir vermek beklenemez.
Diğer bir kısım
âlimler ise âyetin genel bir ifade taşıdığını, hem mevcut olan varlıklara hem
de mevcut olmayan varlıklara Allah'ın emretmesi halinde derhal meydana
geleceklerini bildirdiğini söylemişlerdir. Zira Allah teala, henüz mevcut
olmayanlara da emir verebilir, mevcut olanlara tU\. Her ikisine de verdiği
emir derhal meydana gelir.
Diğer bir kısım
âlimler ise âyetin genel bir ifade taşıdığını hem mevcut olan varlıklara hem de
mevcut olmayan varlıklara Allah'ın emretmesi halinde derhal meydana
geleceklerini bildirdiğini söylemişlerdir. Zira Allah teala, henüz mevcut
olmayanlara da emir verebilir, mevcut olanlara da. Her ikisine de verdiği emir
derhal meydana gelir.
Taberi, âyetin
zahirinin genel ifadeli olması sebebiyle bu ikinci görüşü tercih etmiş, âyet-i
kerimenin, hem yaratılmak istenenlere hem de yaratılmış olan şeylere Allah'ın
emir vermesi halinde o şeylerin derhal meydana geleceğini bildirdiğini
söylemiştir. [12]
118-
Bilmeyenler: "Allah bizimle konuşsa veya bize bir mucize gclsc-ya."
dediler. Bunlardan öncekiler de aynen bunların sözlerini söylemişlerdi.
Hepsinin kalblcri birbirlerine benzedi. Biz âyetleri, kesinlikle bilen bir
kavme açıkladık.
Allah ve onun yüceliği
hakkında cahil olan Hıristiyanlar dediler ki; "Rabbimiz, Peygambcriylc
konuştuğu,gibi bizimle de konuşsa yahut, üzerinde bulunduğumuz yolun
doğruluğunu anlamamız için bize bir mucize gelse ya." Onlardan önceki
Yahudiler de bu cahil Hıristiyanların söylediklerini söylemişlerdi. Öyle ki
bunlar, Allah'ın, kendisini açıkça gösetrmesini ve onlara bir mucize
göndermesini istediler. Böylece olmayacak şeyleri hayal ettiler. Sözlerinin
birbirine benzemesi gibi Alalh hakkındaki inatları, Peygamberleri hakkındaki
cüretleri hususunda da Yahudilerin ve Hıristiyanların kalblerı birbirine
benzemektedir. Şüphesiz ki biz, her şeyin gerçeğini kesinlikle bilmek isteyen
bir topluluk için âyetleri açıkladık.
* İşte bu âyetlerin en
büyüğü de Allah tealanın, Yahudi ve Hıristiyanlara gazabıdır. Allah teala
Yahudileri, maymun ve domuzlar şekline döndürdü. Hı-ristiyanlan ise rezil ve
rüsvay elti.
Âyette zikredilen ve
"Bilmeyenler" diye vasıflandırılan insanlardan kimlerin kastedildiği
hakkında farklı görüşler zikredilmiştir. Mücahide göre bunlar Hıristiyanlardır.
Abdullah b. Abbas'a göre Yahudiler'dir. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki:
"Yahudi, Raf i' b. Huveymile, Resululiah'a: "Şayet sen söylediğin
gibi Allah katından gönderilen bir Peygamber isen,Aziz ve Celil olan Allah'a
söyle de bizimle konuşsun. Biz de onun sözünü işitmiş olalım." dedi. İşte
bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah bu âyeti indirdi.
Katade, Rebi b. Enes
ve Süddiye göre ise âyetteki "bilmeyenlerden maksat, Arap müşrikleridir.
Taberi, bu görüşlerden
birinci görüşün daha doğru olduğunu, zira bu âyetin, Hıristiyanları anlatan
âyetlerden sonra geldiğini, onların, Allah'a çocuk isnad ettiklerini ve
Allah'ın, kendileriyle konuşmasını istediklerini, diğer görüşlerin ise
delillerinin bulunmadığını söylemiştir.
Ayette zikredilen ve
"Bunlardan öncekiler" diye vasıflandırılan insanlardan kimin
kastedildiği hususu da ihtilaflıdır. Mücahide göre bunlardan maksat,
Yahudilerdir, Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyle olur. "Bilgisiz olan
Hıristiyanlar: "Allah bizimle konuşsa ya veya bize bir mucize gelse
ya." demişler, onlardan önce gelen Yahudiler de aynen onların bu sözleri
gibi sözler söylemişlerdir.
Katade, Süddi ve Rebi
b. Enes'e göre ise "Bunlardan önceki"Ier den maksat, Yahudi ve
Hıristiyanlardır. Bu izaha göre ise âyetin mânâsı şöyledir: "Arap
müşrikleri" Allah bizimle konuşsa ya veya bize bir mucize gelse ya."
demişler, onlardan önce gelen Yahudiler ve Hıristiyanlar da aynen o müşriklerin
sözleri gibi sözler söylemişlerdir.
Taberİ diyor ki:
"Daha önce de beyan ettiğimiz gibi "Bİlmeyenler"den maksat,
Hıristiyanlar, "Onlardan öncekiler"den maksat ies Yahudilerdir.
Hiristi-
yanlar, Aüah'i bizzat
gözleriyle görmeyi teklif etmişler, onlardan önce gelen Yahudiler de Hz.
Musadan, Allah'ı kendilerine çıplak gözle görülecek şekilde göstermesini
istemişlerdir. Her iki fırkanın da Allah'a karşı uydurdukları yatan ve
iftiraları birbirinden farklı ise de sapıklık ve inkârda kalbleri birbirine
benzemektedir.
Âyet-i kerimede:
"Hepsinin kalbleri birbirine benzedi." buyurulmakîadır. Mücahide göre
kalbleri birbirine benzeyenler, Hıristianlar ve Yahudilerdir. Katade, Süddi ve
Rebi' b. Enese göre ise, Kalbleri birbirine benzeyelerden maksat Arap
müşrikleri ile Yahudi ve Hıristiyanlardır
Âyet-i kerimenin
sonunda: "Biz, âyetleri kesinlikle bilen bir kavme açıkladık."
buyurulmaktadır. Taberiye göre burada zikredilen "Âyetler" kelimesinden
maksat, "Sebepler" ve "Belli şeyleri gösteren alâmetler"
uir. Bu açıklamaya göre cümlenin mânâsı şöyledir: "Şüphesiz ki biz,
Allah'ın, Yahudilere gazap etmesine ve onları maymunlara ve domuzlara
çevirmesine ve onlar için âhirette hor ve hakir düşürücü bir azap hazırlamasına
sebep olan vasıtaları açıkladık. Keza biz, Allah'ın, dünyada iken
Hıristiyanları rezil etmesine ve âhirette onları rüsvay edecek bir azap
azırhiTîasüîa sebep olan vasıtaları açıkladık. Ve yine biz, Allah'ın kendisine
teslim olan ve iyilikte bulunan cennet ehlini var etmesine sebep olan
vasıtaları açıkladık. O halde sizler herbir fırkanın, neden dolayı Allah'ın
kendisine belli bir durumu layık gördüğünü bilin ve anlayın.
Allah teala,
âyetlerini, kesinlikle bilen bir kavme açıkladığını, şek ve şüphe içinde
bulunanlara ve bilgisiz ve cahil olanlara açıklamadığını bildirmektedir. Zira
işlerde sebat kılan ve eşyanın hakikatim kesin ve sıhhatli bir şekilde öğrenmek
isteyenler, ancak yakin bir bilgi elde etmek isteyenlerdir. [13]
119- Ey
Muhammcd, doğrusu biz seni, müjdeci ve uyarıcı olarak hak iîe gönderdik. Sen,
cehennemliklerden sorumlu tutulmayacaksın.
Ey Muhamıîied, biz
seni, Allah'ın, kendisinden başka din kabul etmediği, hak olan İslam dini ile
gönderdik. Bİ? seni. sana itaat edeni dünyada zaferle, âhirette de devamh
nimetlerle müjdeleyin olarak, sana isyan edeni ise, dünyada alçaklık ve
zilletle, âhirette de hakir düşüren azapla uyarıcı olarak gönderdik. Ey
Muhammed sen. kâfir olup cehennemlik olanlardan sorumlu tutulmayacaksın
Âyet-i kerimenin
sonundaki "Sorunlu tutulmayacaksın" şeklinde tercüme edilen ifadesi
iki şekilde okunmuştur. Kurralann çoğunluğu, Kur'an-ı Kerimde tesbit edildiği
şekliyle bu kelimeyi olarak okumuşlardır.
Âyetin mealdeki izahı,
bu okunuş şekline göredir. Medine kurralarının bazıları ise âyetin bu bölümünü
şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre âyetin mânâsı: "Şüphesiz ki biz
seni hak olan İslam ile bir nıüjdcleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Sen,
cehennemlikler hakkında bir şey sorma." şeklindedir. Bu hususta Muhammed
b. Kâ'b el -Kurezi şu hadisi rivayet etmiştir: Bir gün Resulullah : "Keşke
ben, babamın ve anamın ne durumda olduklarını bilmiş oîsam." dedi. Bunun
üzerine bu âyet nazil oldu ve Resulul-lah'a: "Sen, cehennemliklerin ne
olduklarını sorma." dendi.
Taberi, birinci kıraat
şeklinin ve âyete ona göre mânâ vermenin daha doğru olduğunu söylemiş* Muhammed
b. Kâ'bdan nakledilen bu haberin sahih olmadığım, zira Rasulullah'ın,
cehennemde olan cehennemliklerin ne olacaklarını sormasının doğru olmadığını
belirtmiştir. [14]
120- Kendi
dinlerine uymadıkça Yahudi ve Hıristiyanlar senden asla razı olmayacaklardır.
De ki: "hidayet ancak Allah'ın hidayetidir." Yemin ölsün ki sana ilim
geldikten sonra şayet onların arzularına uyarsan Allah'tan sana ne bir dost ne
de bir yardımcı vardır.
Ey Muhammed, sen kendi
dininden çıkıp Yahudi veya Hıristiyan olmadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar
senden asla razı olmayacaklardır. O halde onların rızasını ve muvafakatini
istemeyi bırak ta, seni üzerinde gönderdiği hakta Allah'ın rızasını aramaya yönel
ve onlara de ki: "Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Aramızda hakkı
batıldan ayıran da budur. O hakle şimdi siz, Allah'ın kitabına ve
açıklamalarına gelin. Bizden kimin hak kimin bâtıl üzere olduğu, hangimizin
cennetlik hangimizin cehennemlik olduğu ortaya çıksın. Ey Muhammed, eğer sen,
onlann hallerini açıklamam ve haberlerini sana anlatmamdan sonra bu Yahudi ve
Hıristiyanların jıeva ve heveslerine uyarsan, Allah'a karşı seni onun azabından
ve intikamından koruyup yardım edecek ne dost ne de bir yardımcı bulabilirsin.
Resulullah'ın, Yahudi
ve Hıristiyanları birlikte razı etmesi mümkün değikli. Zira Yahudiler
Hıristiyanlara karşı, Hıristiyanlar da Yahudilere karşıydı-lar.Resulullah
Yahudileri tutsa Hıristiyanlar darılacak Hıristiyaları tutsa Yahudiler
danlacaktı. Bu iki zıt gurup bir arada da bulunamayacağına göre her ikisini
birden tutması da mümkün değildi. Bütün bunları birleştirecek ortak nokta,
hepsinin Müslüman olmasıdır. Bu bakımdan hem Yahudi hem de Hıristiyanlar.
Allah'ın doğru yolu olan ve kendilerine de birleştirecek olan İslam'a davet
edilmişler, orada birleşmeye çağırılmışlardır.
Yahudi ve
Hıristiyanlardan her bir grup, sadece kendilerinin cennete gireceklerini iddia
etmişlerdir. Allah teala da onlara cevaben: "Cennete girmek kişilerin
isteklerine, heva ve heveslerine göre değil Allah'ın rızası ve iznine
göredir." buyurmuştur. Zira doğru yol, Yahudilik ve Hıristiyanlık değil,
Allah'ın doğru olduğunu beyan ettiği yoldur. O yolu tutan cennete girebilir. O
yol da İslamdır. [15]
121- Kendilerine
verdiğimiz kitabı hakkıyla okuyanlar, işte onlar, ona iman ederler; Kim de onu
inkâr ederse, hüsranda olanlar işte onlardır.
Kendilerine TevraU ve
İncili indirdiğimiz kemselerden, Allah'a iman edip Peygamberini tasdik edenler
ve Allah'ın: "Muhammede uyun" emriyle amel edenler, işte onlar,
kendilerine verilen kitaba hakkıyla tabi olanlardır. Kim kitabı ve o kitapta
Allah'ın farz kıldıklarım ve Muhammed'in Peygamberliğini tasdik etmeyi irkâr
ederse, işte onlar, kendilerini, Allah'ın rahmetinden olan paylarını almaktan
mahrum edenler ve hüsrana uğrayanlardır.
Ayet-i kerimede
zikredilen ve kendilerine kitap verildiği beyan edilen insanlardan maksat:
a- Katadeye göre,
Resulullah'ın sahabileri ve müminlerdir. Bu görüşe göre âyetin mânâsı şöyledir:
"Kendilerine kitap olarak Kur'anı vcı diğimiz müminler o Kur'ana hakkıyla
uyarlar ve onu hakkıyla okurlar. İşte o Kur'ana hakkıyla iman edenler de
onlardır. Kim de onu inkâr edecek our-sa işte onlar, hüsrana uğrayanların ta
kendileridir.
b- İbn-i Zeyd'e göre
ise kendilerine kitap verilenlerden maksat, hem Yahudiliğe hakkıyla iman eden
hem de İslam geldikten sonra Müslüman olan İsra-iloğullarınm âlimleridir. Bu
izaha göre ise âyetin mânâsı şöyledir: "Kendilerine verdiğimiz Tevrata
hakkıyla uyan ve onu hakkıyla okuyan Yahudiler, işte onlar, Tcvrata hakkıyla iman etmiş olanlardır.
Taberi, İbn-i Zeydden
nakledilen bu son görüşün daha isabetli olduğunu, zira bu âyetten Önce ve sonra
gelen âyetlem ehl-i kitaptan bahsettiklerini, Resu-lullah'ın sahabilerinin ismi
geçmediğini bu itibarla âyet-i kerimede zikredilen "kendilerine kitap
verilenler" den maksadın Yahudiler olduğunu söylemenin daha doğru
olacağını zikretmiştir.
Âyet-i kerimede
zikredilen ve "Kendilerine verdiğimiz kitabı hakkıyla
okuyanlar"
şeklinde tercüme edilen cümlesi, Abdullah b. Abbas, İkrime, Ebul Âliye,
Abdullah b. Mes'ud, Ebu Rezin, Mücahid, Kays b. Sa'd, Hasan-ı Basri ve Katade
tarafından "O kitaba hakkıyla uyarlar" şeklinde izah edilmiştir. Abdullah
b. Mes'ud bu hususta şöyle demiştir: "Bu ifadeden maksat şudur:
"Kendilerine kitap verilenler o kitaba hakkıyla uyarlar, yani onun helal
kıldığını helal kabul ederler haram kıldığını da haram sayarlar. Onu, Allah'ın
indirdiği gibi okurlar. Kelimeleri yerlerinden kaydırmazlar ve onu. münasip
olmayan bir şekilde te'vil etmezler." Abdullah b. Abbas'ın da bu cümleyi
bu şeilde izah ettiği rivayet edilmektedir. Bunlara göre kelimesi
"Okumak" mânâsına değil "Uymak ve tabi olmak" mânâsındadir.
Diğer bir kısım
âlimler ise kelimesini "Okumak" mânâsına almışlar bu cümleyi
"Kendilerine verdiğimiz kitabı hakkıyla okurlar." şeklinde izah
etmişlerdir.
Taberi, müfessirlerin
birinci görüşte ittifak ettiklerini beyan ederek onu tercih etmiş ve âyete şu
şekilde mânâ vermiştir: "Ey Muhammed, kendilerine kitap verdiğimiz Tevrat
ehlinden sana ve benim kitabımdan sana gelenlere iman eden kimseler, benim
Musaya indirdiğim kitabıma uyarlar. Ona iman eder ve onda bulunan senin
sıfatlarını ve Peygamberliğini kabul ederler. Senin onlara helal kıldıklarını
helal sayar ve aram kıldıklarından kaçınırlar. Tevratın âyet ve hükümlerini
tahrif etmezler.
Allah teala, bu âyet-i
kerimede, Tevrata hakkıyla uyanları övmüştür. Zira, Tevrata hakkıyla uyanlar,
Hz. Muhammed'e de iman ederek Müslüman olama şerefine erişmişlerdir. Halbuki
Tevrata hakkıyla uymayip onu tahrif ederler. Resulullah'ın Tevrattaki
sıfatlarını gizlemişler ve onun hak Peygamber olduğunu yalanlamışlardır.
Böylece âyetin de ifade ettiği gibi hüsrana uğramışlardır. [16]
122- Ey
İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi ve sizi, bir zaman âlemlere üstün
kıldığımı hatırlayın.
Ey Israiloğullan, size
verdiğim iyilikleri, size ve babalarınıza verdiğim sayılamayacak kadar çok
nimetleri ve sizi, zamanınızın âlemine üstün kıldığımı hatırlayın.
Allah teala,
İsrailoğüllarmi Firavunun zulmünden kurtarmış, denizi yarıp karşıya geçirmiş,
çöllerde onlar için taşlardan sular fışkırtmış, gökten yemekler indirmiş,
soylarından bir çok Pegy amberi er göndermiş, onlara Tevrat! vermiş ve böylece
onları, kendi zamanlarında yaşayan diğer insanlardan üstün kılmıştır. Allah
teala işte bu âyet-i kerimede onlann atalanna verdiği nimetleri hatırlatarak
Resulullah'ın döneminde bulunan Yahudileri Müslüman olmaya teşvik etmekte ve
onlann kalblerini ısındırmak istemektedir. [17]
123-
Kimsenin kimseye bir fayda sağlamayacağı, kimseden karşılık alınmayacağı,
kimseye şefaatin fayda vermeyeceği ve onların yardım görmeyeceği günden
sakının.
Ey Israiloğullan,
kimsenin, bir başka kimsenin ihtiyacını gideremeyeceği ve kimsenin kimseye bir
faydasının dokunamayacağı, kimseden herhangi bir karşılık alınmayacağı, imansız
olarak öldüğü takdirde kimseye hiçbir kimsenin şefaatinin fayda vermeyeceği ve
imansız olarak ölenlerin Allah'ın azabından kurtaracak bir yardımcının da bulunmayacağı
günün azabından sakının. [18]
124- Bir
zaman rabbi İbrahimi, bir takım emirlerle imtihan etmiş o da bunları yerine
getirmiştir. Allah ona "Ben seni insanlara imam yapacağım." ddi. O
da "Neslimden de imam yap." dedi. Allah da "Zalimler vaadime erişemezler."
dedi.
Hatırlayın bir zaman
Allah. Peygamberi ve dostu îbrahimi bir kısım emirve yükümlülüklerle imtihan
etmiş ve bunları yapmakla mükellef kılmıştı. İbrahim de bu emirleri mükemmel
bir şekilde tam olarak yerine getirdi ve imtihanı başardı.
Bunun üzerine rabbİ
ona §öye dedi: "Ey ibrahim, ben seni, hayırlarda insanlara öncü yapacağım,
seni rehber edinecekler ve senin yaptıklarına uyacaklar. Sen, insanların
önünden gideceksin, onlar, senin yolunu takibe-dccckler ve seni örnek
alacaklar." İbrahim de dedi ki: " Ey rabim. benim soyumdan da
kendilerine uyulacak imamlar yap." Rabbi de ona dedi ki: "Peygamberliğe
ve hayırlarda önderliğe, soyundan zalim olanlar ve doğru yoldan ayrılanlar
erişemezler. Onlar için ilahi bir vaad söz konusu değildir."
Âyet-i kerimede, Allah
tealarun, Hz. İbrahim'i bir takım emirlerle imtihan ettiği zikredilmektedir.
Müfessirler, İbrahimin imtihan edildiği bu emirlerin neler oldukları hakkında
çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
a- İkrimenin
Abdullah b. Abbastan naklettiğine göre Hz. İbrahimin imtihan edildiği emirler,
İslamın temel esaslarından sayılan otuz husustur. Abdullah b. Abbas bu âyeti
izah ederken şöyle demiştir: Bu dinde imtihan edilen hiçbir kimse bu dini
hakkıyla ayakta tutamamıştır. Ancak Allah'ın Peygamberi ve dostu İbrahim (a.s.)
tutabilmiş.tir. Allah onu bir takım emirlerle imtihan etmiş İbrahim de o
emirleri hakkıyla yerine getirmiştir. Bu nedenle Allah, İbrahime bir İbraname
yazmış ve onun hakkında: "Yine, vazifesini yerine getiren İbrahimin
sahifelcrindc olanlar bildirilmedi mi? [19]buyurmuştur.
Abdullah b. Abbas, sözlerine devamla diyor ki: "Bu otuz temel esastan on
tanesi Ahzab suresindedir ve şu âyette zikredilmektedir: "Müslüman
erkeklerle müslüman kadınlara, mümin erkeklerle mümin kadınlara, ibadete devam
eden erkeklerle ibadete devam eden kadınlara, sadık erkeklerle sadık
kadınlara, sabırlı erkeklerle sabırlı kadınlara, Allah'tan hakkıyla korkan
erkeklerle Allah'tan hakkıyla korkan kadınlara, sadaka veren erkeklerle sadaka
veren kadınlara, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlara, iffetlerini
koruyan erkeklerle iffetlerini koruyan kadınlara, Allah'ı çokça zikreden
erkeklerle Allah'ı çokça zikreden kadınlara, şüphesiz ki Allah, mağfiret ve
büyük bir mükâfaat hazırlamıştır, [20] On
esas da Tevbe suresinde ve şu âyette zikredilmektedir. Bunlar:
"Günahlarından tevbe edenler, Allah'a ibadet edenler, ona hamd edcnîer,
onun yolunda seyahat edenler, rüku edenler, secde edenler, iyiliği emredip
kötülüğü yasaklayanlar ve Allah'ın koyduğu sınırları koruyanlardır. Müminleri
müjdclc[21]
Diğer on tanesi de Müminûn ve Mearic suresinde ve şu âyetlerde
zikredilmektedir: "Müminler muhakkak kurtuluşa ermişlerdir." "Öyle müminler ki
onlar namazlarında huşu içindedirler." "Onlar ki boş sözlerden yüz
çevirirler. Onlar ki, zekatlarını verirler." "Onlar ki ırzlarını
korurlar." "Ancak eşleri ve sahip oldukları cariyeleri hariç.
Bunlarla olan helal ilişkilerinden dolayı kınanmazlar." "Kim bunun
ötesine geçmek isterse işte onlar, haddi aşan mütecavizlerdir." "Öyle
müminler ki onlar, emanetlerine ve vaadlerine riayet ederler. ""Onlar
ki namazlarına devam ederler[22]Ancak
namaz kılanlar." "Namazlarına devam edenler,"
"Servetlerinde isleyene ve yoksula hak tanıyanlar." "Hesap
gününe kesinlikle inananlar." "Rablcrinin azabından korkanlar. -Şüphesiz
rablcrinin azabından kimse emin olamaz.-" "Mahrem yerlerini, eşi eri
ve cariyeleri dışında herkesten koruyanlar.- Çünkü onlar, eşleri ve cariyeleri
İle olan ilişkilerinden dolayı kınanmazlar,- Karıları ve cariyclcriylc
yetinmeyip daha da ileri gidenler, işte onlar, Şcr'î sınırı aşanlardır."
"Emanetlerine ve sözlerine riayet edenler." "Şahitliklerini
dosdoğru yapanlar." "Namazlarını layıkıyla kılanlar müstesnadır.
Evet işte onlar, cennetlerde ağırlanacak kimsclcrdir. [23]
b- Tavus b.
Kcysanın, Abdullah b. Abbastan naklettiğine. Katinle ve Ebul Huld'e.göre ise,
Hz. İbrahim in imtihan edilip yerine getirdiği on emir, İsla-mm sünnetlerinden
temizlikle ilgili on husustur. Abdullah b. Abbasın. bu âyeti izah etlerken
şöyle dediği rivayet edilmiştir. "Allah İbrahimi temizlikle imtihan etti.
Bu temizliğin beş tanesi insanın başıyla ilgili diğer beş tanesi de vücudunun
diğer kısımlarıyla ilgilidir. Baş ile ilgili olanlar, bıyıklan kesmek, ağıza su
vermek buruna su vermek, misvak kullanmak ve saçı taramaktır. Vücudun diğer
kısımlarıyla ilgili olanlar ise, tırnakları kesmek, avret mahallerini traş
etmek, sünnet olmak, koltuk altı kıllarını temizlemek, büyük ve küçük abdest
bozmalarından sonra taharet almaktır.
c- Haneş'in
Abdullah b. Abbastan naklettiğine göre Hz. İbrahinıin, imii-han edilerek yerine
getirdiği emirler on husustur. Bunlardan altısı insan vücudunun
temizlenmesiyle ilgilidir. Dördü ise Hac ibadetleriyle ilgilidir. İnsanın vücuduyla
ilgili olanlar, avret mahallerini tras, etmek, sünnet olmak koltuk altı kıllarım
temizlemek, tırnaklan kesmek, bıyıklan kesmek ve Cuma günü boy ab-, desti
almaktır. Hac ibadetiyle ilgili olan dört şey ise Kfıbeyi tavaf etmek safa ile
Merve arasında sa'y etmek, şeytanı taşlamak ve Arafattan Müzdelifcye varmaktır.
d- Eu Salih,
Mücahid, İklime Rebi' b. Enes'e göre ve Abdullah b. Abbastan nakledilen başka
bir görüşe göre Hz. İbrahimin imtihan edildiği ve yerine getirdiği hususlar bu
âyette zikredilen, insanlara imam olması ve bu âyetten sonra gelen yüz yirmi
yedinci âyete kadar devam eden Hacla ilgili hususlardır.
Kâbenin bir sevap
kazanma yeri ve bir güven yeri yapılması, İbrahimin de bunlara uyması yine
Kâbenin İbrahim iie oğlu İsmail tarafından temizlenmesinin emredilmesi, onların
da bu emri yerine getirmeleri, yine Hz.İbrahim ile Hz. İs-mailin Kâbenin
temellerini atarak onu yapmaları, İbrahimin yerine getirdiği emirlerdendir.
c- Katadeye
ve Temimi'nin Abdullah b. Abbastan naklettiğine göre ise Hz. İbrahimin imtihan
edildiği ve onlan yerine getirdiği emirlerden maksat, Hac ile ilgili
ibadetlerdir.
f- Hasan-ı
Basriye göre ise Hz. İbrahimin imtihan edilip başarduği hususlar, yıldızlarla,
ay ile, güneş ile, ateş ile imtihan edilip ve sünnet olma emrini yerine
getirmesidir. Bu hususlar âyetlerde şöyle beyan edilmektedir. "Kendisini
gece bürüyünce, bir yıldız gördü. Ve "İşte benini rabbim budur" dedi.
Yıldız kaybolunca da "Ben, kaybolup gidenleri sevmem" dedi."
"Ay'ı doğarken görünce "Benim rabbim budur" dedi. O da
kaybolunca "Eğer rabbim beni doğru yola scvkctmcscydi yemin olsun ki
sapık kavimden olurdum" dedi." "Güneşi doğarken görünce
"Benim rabbim budur" bu daha büyüktür." dedi. O da kaybolunca
dedi ki: "Ey kavmim, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağını. [24]
"Kavmj; "Onu yakın da ilahlarınıza yardın edin, eğer bir şey
yapacaksanız." dediler. " "Biz de " Ey ateş İbrani-me karşı
soğuk ve selamet ol." dedik. [25]
Peygamber efendimiz
bir Hadis-i Şerifinde buyurmuştur ki:
"İbrahim (a.s.)
seksen yaşındayken keserler sünnet olmuştur[26]
Hasan-ı Basri Hz. İbrahimin, oğlu İsmaili kesmekle imtihan edilmesini de bu
imtihanlardan saymıştır. Bu hususta âyetlerde şöyle Duyurulmaktadır: "Biz
de onu halim selim bir evlat ile müjdeledik." "Çocuk, babası
İbrahim'in yanında yürüyüp koşacak çağa gelince İbrahim ona: "Yavrucuğum
ben rüyamda seni boğazladığını görüyorum. Bak ne dersin?" dedi. Çokcuk
ta: "Babacığım emrolunduğunu yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın."
dedi. "Her ikisi de Allanın emrine boyun eğip İbrahim, çocuğu alnı üzerine
yatırınca, biz ona: "Ey İbrahim, rüyana sadakat gösterdin. İyilikte
bulunanları işte biz
böyle mükâfaatlandırırız." diye nida ettik." "Şüphesiz bu apaçık
bir imtihandı." "Biz ona, büyük bir kurbanlığı, çocuğun yerine fidye
olarak verdik. [27]
g- Süddiye
göre ise Hz. İbrahimin, imtihan edildiği huuslardan maksat, bu âyetten sonra
gelen ve yüz yirmi dokuzuncu âyete kadar devam eden ve Hz. İbrahimin, rabbinden
istediği hususlardır. Mesela: "Ey rabbimiz, bunu bizden kabul et. Şüphesiz
ki sen, çok iyi işiten ve çok iyi bilensin. [28]
duası bunlardandır.
Taberi diyor ki:
"Allah teala, âyet-i kerimede, Hz. İbrahimi bir kısım emirlerle imtihan
ettiğini Hz. İbrahimin de bu emirleri hakkıyla yerine getirdiğini beyan
etmiştir. Olabilir ki bu âyette Hz. İbrahimin imtihan edildiği zikredilen
emirler yukarıda sayılanların tümüdür. Zira aslında Hz. İbrahim bunların hepsiyle
imtihan edilmiş ve başarmıştır. Yine olabilir ki âyette, İbrahimin imtihan
edildiği zikredilen emirler, yukarıda sayılanların sadece bir kısmıdır. Bu
nedenle, herhangi bir kimsenin, Resulullah'tan nakledilen bir hadise veya
müfessirle-rin icmaı gibi herhangi bir delile dayanmaksızın, Hz. İbrahimin
yukarıda sayılan hususların tümüyle veya belli bir kısmıyla imtihan edildiğini
söylemesi doğru değildir Ne Resulullahtan bu hususta kesin bir haber varid
olmuştur ne de bir icma vardır. Bu hususta Resulullahtan şu iki hadis-i
şerit" zikredilmiş ise de senetleri tartışma konusu olduğundan hadislere
güvenilmcmektedir. Bu itibarla Hz. İbrahimin, gerçekte hangi emirlerle imtihan
edilip başardığını söylemek doğru değildir. O, bunların hepsiyle de imtihan
edilmiş olabilir, sadece bir kısmıyla da. Bu iki hadisten biri, Muaz b.
Enesten rivayet edilmektedir. Muaz, Re-sulullahın şöyle buyurduğnu söylemiştir.
"Ben size, Allanın İbrahimi niçin vazifesini hakkıyla yapan dostu olarak
isimlendirdiğini bildireyim mi? İbrahim her sabahladığında ve akşamladığında
şunu söylerdi: "Akşama girerken de sabaha ererken de Allah'ı tenzih
ederim. Göklerde ve yerde hamd ona mahsustur. Günün sonunda ve öğle vaktine
girince Allahi tenzih ederim."
İkinci hadis ise
şudur: Ebu Ümaıne Resulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Biliyor musunuz İbrahim hangi vazifesini yerine getirmiştir?"
Sahabiler "Allah ve Resulü daha iyi bilir." demişler Resulullah'da
"İbrahim her gün dört rekat namaz kılardı." buyurmuştur.
Âyet-i kerimenin
devamında "Allah'da: "Zalimler vaadime erişemezler."
dedi." buyurulmaktadır. Müfessirler, Allah tealanın, zalimlerin ulaşamadığını
bildirdiği vaadinden neyin kastedildiği hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.
Süddiye göre bu
vaadden maksat, Peygamberliktir. Zalim ve müşrikler buna ulaşamazlar.
Mücahid ve İkrimeye
göre bu vaadden maksat, İmamlık ve önderliktir. Zalimler, mümin kullara
önderlik edemez ve müminler onlara uyamazlar.
Abdullah b. Abbasa göre
buradaki vaadden maksat, zalimlere itaat etmeme vaadidir. Yani zalime zulmünde
itaat edilemez demektir, onlara itaat edilmeye dair söz verilemez. Verilirse
bu sözün bozulması gerekir.
Katade ve İbrahim
en-Nehaiye göre âyette zikredilen vaadden maksat, âhirette eman verme vaadidir.
Zalimler, âhirette Allah'ın vereceği güven vaadine erişemeyeceklerdir.
Rebi' b. Enes ve
Dehhaka göre ise bu âyette zikredilen vaadden maksat, Allah'ın dinidir. Zira
zalimler. Allah'ın dinine bağlı kalmazlar bilakis Allah'a isyan ederler,
Aynca bu âyette Allah
teala, İbrahimin duasını kabul edip istediğini yapacağını ancak zalim
olanların buna ulaşamayacaklarını haber vermektedir. Çünkü önderlik bir
lüturtur. Allah bunu, düşmanlarına değil dostlarına bahşeder.
İBRAHİM ALEYHİSSELAM:
İbrahim Aleyhisselam, Âzer adında bir şahsın oğludur. Bâbil şehrinde dünyaya
gelmiş, rivayete göre İki yüz sene yaşamıştır. Bâbil şehrinde yaşayan
insanlar, putlara ay'a, güneşe ve yıldızlara tapıyorlardı. Hükümdarları Nemrut
itli. İbrahim aleyhisselam işte bu kavme peygamber olarak gönderildi. Allah
teala kendisine on sahife verdi. İbrahim aleyhisselam, Allah'ın kendisine
gönderdiği emir ve yasakları kavmine tebliğ etti. Fakat onlar kendisini
dinlemediler. Nemrut büyük bir ateş yaktırarak, İbrahim aleyhisselamı
mancınıkla o ateşin içine attırdı. Fakat ateş, Allah tealanın emriyle onu
yakmadı ve ateşin içine düştüğü yer güllük gülistanlık haline geldi. Bu
.mucizeden sonra bir kısım insanlar kendisine iman ettiler fakat bir kısımları
da inkârlarında ısrar ettiler.
İbrahim aleyhisselam,
kendisine iman edenlerle birlikte Bâbilden çıkıp Şam taraflarına hicret etti.
Sonra Mısıra gitti ve daha sonra Ken'an iline döndü ve Kudüs civarına yerleşti.
Bir ara oradan Hicaza giderek, oğlu İsmail ile birlikte Kâbeyi inşa etti.
Peygamber efendimiz
Hz. Muhammed (s.a.v.) de Hz. İbrahimin oğlu Hz. İsmailin soyundandır.
Hz İbrahim, "Ülül
Azim" diye vasıflandırılan beş büyük Peygamberden biridir. Ülüi Azim
Peygamberlerden diğerleri de Hz. Nuh, Hz. Musa Hz. İsa ve âhir zaman Peygamberi
Hz. Muhammed (s.a.v.) dir. [29]
125- Biz,
Kâbcyi insanlar için bir toplantı ve emniyet eri yaptık. "İbrahimin
makamını namazgah edinin." dedik. İbrahim ve İsmailc: "Evimi tavaf
edenler, orada oturanlar, rüku ve secde edenler için temizleyin." diye
emrettik.
Hatırlayın biz, Beytül
Hanım olan, içerisinde her türlü tartışmanın ve çatışmanın yasak olduğu
Kâbeyi, insanlar için bir toplantı yeri kıldık. İnsanlar her yıl orada toplanıp
tekrar dağıhrlar.Ona asla doymazlar. O Kâbeyi insanlar için bir güven yeri
yaptık. İçine giren, hiçbir şeyden korkmaz olur. Ey insanlar, sizin,
ibadetinizi yerine getirmeniz için, benden de İbrahime bir taltif olarak,
İbra-himin makamını namazgah edinip orada namaz kılın. Çünkü ben onu, kendisine
uyulan ve izi takibedilen bir imam kıldım. Biz, İbrahim ve İsmaile, Beytullahı
Aİİah'a ibardet maksadıyla tavaf edenler, çevresinde bulunup orada itikâfa girenler
ve içinde namaz kılnalar için, şirkten, putlara tapınılmaktan temizleyin."
diye emir ve tavsiyede bulunduk.
* Âyet-i kerimede
zikredilen ve "Toplantı yeri" olarak tercüme edilen ( L;ıü )
kelimesi, Katade tarafından "toplantı yeri" olarak izah edilmiş,
Abdullah b. Abbas, Mücahid, Süddi, Atâ, Atiyye, Said b. Cübeyr ve İbn-i Zeyd
tarafında ise "Devamlı olarak dönülüp kendisine gidilen ve kendisine
gitmekle doyulmayan yer" olarak izah edilmiştir.
Âyet-i kerimede
Kâbenin "Emniyet yeri" olduğu zikredilmiştir. Kuruluşundan beri
Kabe, içine girenler için bir emniyet yeri olmuştur. Öyle ki cahiliye döneminde
bile insanlar babalarının katilini dahi Kâbede görmüş olsalar ona dokunmazlar
ve birşey demezlerdi. Allah teala Kâbenin bu durumunu başka bir âyet-i kerimede
şöyle beyan etmiştir: "Çevrelerinde insanlar kaçırılıp zulmedi-lirken
bizim, Mekkeyi mukaddes ve emin bir belde yaptığımızı görmediler mi? Bâtıla
inanıp ta Allah'ın nimetini inkâr mı e diyorlar? [30]
Âyet-i kerimede Hz.
İbrahimin makamının namazgah edinilmesi emredilmiştir. Müfessirler, Hz.
İbrahimin makamının neresi olduğu hakkında farkh görüşler zikretmişlerdir.
Abdullah b. Abbas,
Mücahid ve Atadan nakledilen bir görüşe göre Hz. îbrahimin makamından maksat, Arafat, Müzdelife ve
Şeytan taşlama yerleridir.
Mücahidden nakledilen
başka bir görüşe göre, İbrahimin makamından maksat. Harem böigesininin tümüdür.
Said b. Cübeyrin,
Abdullah b. Abbastan naklettiğine göre İbrahimin makamından, maksat, Kâbeyi
yaparken iskele olarak kullandığı taştır.
Katade, Rebi' b. Enes
ve Süddiye göre Hz. İbrahimin makamından maksat, Mescid-i Haramda bulunan
makamıdır, katade diyor ki: "Allah teala Hz. İbrahimin makamında namaz
kılınmasını emretmiş oraya el sürmeyi emretmemiş-tir. Fakat bu ümmet, geçmiş
ümmetlerde olduğu gibi kendilerini zorluklara sürüklemişler ve oraya el
sürmüşlerdir. Bir kısım insanlar bize, Hz. İbrahimin makamında bulunan taşta
Hz İbrahimin ayağının ökçesinin ve parmaklarının izini gördüklerini fakat bu
ümmetin ona ellerini sürerek bu izlerin silindiğini söylemişlerdir.
Taberi, son görüşün
daha doğru olduğunu zira bu hususta Hz. Ömer ve Cabir b. Abdullahtan iki sahih
hadis zikredildiğini söylemiştir.
Hz. Ömer (r.a.) diyor
ki:
"Uç husustaki
düşüncelerim, rabbimin indirdiği vahye uygun düştü. Demiştim ki: "Ey
Allah'ın Resulü, İbrahimin makamını namazgah edinsen (olmaz mı?) Bunun üzerine
bu âyet nazil oldu. Yine dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, sana takva sahibi
de geliyor fâcir'de, (günahkâr da.) müminlerin annesi olan hanımlarının
örtünmesini emretsen. (olmaz mı?) "Bunun üzerine örtünme âyeti nazil oldu.
Yine Resulullah'in hanımlarından bazılarına sitem ettiğini duydum.
Kendilerine gittim ve
dedim ki: "Ya bu davranışlarınızı terkedin yoksa Allah, Peygamberine
sizden daha hayırlısını verir." Derken onlardan birisinin yanına
vardığımda bana dedi ki: "Ey Ömer, Resulullah'ın, hanımlarına öğütîeyeceği
bir şey yok ta onlara sen mi öğüt veriyorsun?" Bunun üzerine: "Ey
Peygamber hanımları, eğer Peygamber sizi boşarsa, yerinize rabbi ona, sizden
daha hayırlı olan, rabbinin emirlerine boyun eğen, iman eden, itaatli,
tevbekâr, ibadet eden, oruç tutan, dul ve bakire eşler verebilir." [31]
âyeti nazil oldu[32]
Cabir b. Abdullah
diyor ki:
"Biz, Resulullah
ile beraber Kâbeye geldiğimizde o, Hacerül Esvedi selamladı. İlk üç şavtta
remel yaptı (hızlı yürüdü) son dört şavtı ise normal yürüyerek yaptı. Sonra
insanlan yararak İbrahimin makamına vardı ve "...İbrahi-min makamını
namazgah edinin..." âyetini okudu ve İbrahimin makamını kendisi ile
Kâbenin araşma aldı." (İbrahimin makamının arkasında durarak Kâbeye karşı
namaz kildı. [33]
Taberi diyor ki:
"İbrahimin makamından maksat, Hac yapılan bütün yerlerdir." diyener,
"Namazgah" diye tercüme edilen kelimesini "Dua edilen yer"
şeklinde izah etmişler ve âyete şu şekilde mânâ vermişlerdir. "Siz, Hacda
ziyaret edilen ve İbrahimin makamı sayılan yerlerde dua edin, oraları dua
makamı yapın.
Hz. İbrahimin
makamının namazgah edinilmesinin emredilmesinin hikmeti, bir yandan kullan
ibadete teşvik diğer yandan Hz. İbrahime bir ikram ve bir taltiftir.
Allah teala âyet-i
kerimede Hz. İbrahime ve îsmaile, evi olan Kâbeyi temizlemelerini emretmiştir.
Bu temizlemeden maksat, Kâbeyi putlardan, putlara tapmaktan ve Allah'a ortak
koşmaktan temizlemektir.
Taberi diyor ki:
"Burada şöyle bir soru sorulabilir: "Hz. İbrahim Kâbeyi
yapmadan önce Harem bölgesinde başka bir
mescit mi vardı ki Allah, İbrahim ve İsmaile orayı putlara tapmaktan ve
kendisine ortak koşulmasından arındırılmasını emretti? B« soruya müfessirler
iki şekilde cevap vermişlerdir. Bunlardan biri şudur: "Allah teala İbrahim
ve İsmaile: "Siz, benim evim olan Kâbeyi şirk ve putlardan arınmış bir şekilde
yapın." diye emretmiştir. Nitekim başka bir âyetinde, takva üzere yapılan
Mescidi şöyle Övmüştür: "Binasının temelini al-lah'tan korkma ve rızasını
kazanma esası üzerine kuran mı yoksa binasını bir uçurumun kenanna kurup ta
onunla cehennemin ateşine göçen mi daha hayırlıdır? Allah, zalimler güruhunu
doğru yola sevketmez. [34] Süddi izahını bu şekilde
yapmıştır.
Bu cevaplardan
ikincisi ise şudur: Allah teala Hz. İbrahim ve İsmaile, Kâbeyi yapmadan Önce,
yerini, müşriklerin edindikleri putlardan temizlemelerini, yaptıktan sonra da
putlardan, onlara tapmaktan ve Allah'a ortak koşmaktan temiz tutmalarını
emretmiştir. Ta ki onlardan sonra gelenlere bir sünnet olarak kalsın ve
insanlar İbrahime uymuş olsunlar.
Âyette zikredilen ve
"Tavaf edenler" diye tercüme edilen ifadesinden maksat, Said b.
Cübeyre göre "Kâbeye dışarıdan gelen yabancılar." Atây göre ise
"Orayı tavaf eden insanlar"dır. Taberi, Atanın görüşünü tercih etmiştir.
Yine âyet-i kerimede
geçen ve "Orada oturanlar" diye tercüme edilen ifadesinden maksat,
Beytül Haramın içinde, tavaf etmeksizin, namaz kümaksızın.oturanlardir.
Mücahide ve İkrimeye
göre, Kâbenin içinde itikâfa giren ve onun komşusu olan insanlardır.
Said b. Cübeyr ve
Katadeye göre ise Mekke halkıdır. Abdullah b. Abbasa göre ise "Namaz kılanlardır."
Taberi, birinci görüşü
tercih etmiş, bu âyetteki den maksadın. Beytül Haramın içinde namaz kılmaksızın
ve tavaf yapmaksızın oturanlar oldu-unu söylemiştir. [35]
126- İbrahim
şöyle dedi: "Ey rabbim bu beldeyi emniyetli kıl. Halkından, Allah'a ve
âhirct gününe iman edenleri mahsullerle miktarıdır. "Allah da: "Kim
inkâr ederse, onu az bir müddet geçindirir sonra cehennem azabına uğramak
zorunda bırakırız, orası ne kötü bir yerdir." dedi.
İbrahim şöyle dedi:
"Ey rabbim, bu beldeyi zorbaların saldırısından emin kıl. Bu beldeyi
cezalandırma. Ey rabbim, kâfir olanların dışında, Mekke'de yaşayan müminleri
çeşitli mahsullerle rızıklandir." Rabbi de İbrahime dedi ki: "kim
inkâr ederse onu da nzıklandmnm. Çünkü ben, iyilerin de kötülerin de rızalarını
veririm. Ecelleri gelinceye kadar onları, dünyadaki mahsullerle az bir zaman
geçindiririm. Sonunda da onu yüzüstü süründürerek cehennem azabına sevkederim.
Bu dünya nimetleriden sonra varılacak o cehennem ne kötü bir yerdir.
* Âyet-i kerimede Hz.
İbrahimin, Mekke'nin güvenli bir belde olması için Allah'a dua ettiği
zikredilmektedir. Mekke'nin güvenli bir yer olması, hem zorba insanlara karşı
hem de sel, zelzele ve benzeri âfetlere karşı talep edilmiştir. Ancak
Mekke'nin güvenli bir bekle olması Hz. İbrahimin duasından Önce mi yoksa onun
duasından sora mı olduğu hususu müfessirler arasında ihtilaf konusu olmuştur.
a- Abdullah
b. Abbas ve Ebu Şüreyh el-Huzaî gibi bir kısım müfesirlere göre Allah teala,
Harem bölgesini, gökleri ve yeri yarattığı günden itibaren hem zorbaların
saldırısına karşı hem de bir kısım maddi âfetlere karşı güvenli bir belde
kılmıştır. Hz. İbrahimin, Harem bölgesinin güvenli bir bölge olmasını istemesi,
onun, zorbalara ve âfetlere karşı güvenli olmasını isteme değil aile efradını
orada yerleştirdiği için oranın, kıtlık ve bitki eksikliğine karşı güvenli bir
belde olmasını istemesidir. Zira Hz İbrahim, oğlu İsmail ve hanımı Haceri bu
bölgeye yerleştirirken orada ne ekin vardı ne de canlı hayvan. O, rabbine niyaz
eyledi ki oraya bıraktığı hanımı ve çocuğu korunsun, açlık ve susuzluktan ölmesinler.
Bu görüşte olan müfessirler, delil olarak Resulullah'm şu hadis-i şerifini
zikretmişlerdir. Bu konuda Resulullah (s.a.v.) Mekke fethinde şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ki
Allah Mekkeyi, gökleri ve yeri yarattığı günden itibaren haram (her türlü
eziyet verici davranışın yasak olduğu yer) yaptı. Burası, Allah'ın haram
kılmasıya,kıyamete kadar haram bir belde olarak kalacaktır. Burası benden önce
hiçbir kimseye helal kıhnmadığ) gibi benden sonra da kimseye helal
kılınmayacaktır. Burası bana da sadece bir an için helal kılındı. Buranın avı
ko-valanamaz. Buranın dikeni kopanlamaz. Buranın otu biçilemez. Burada kaybolan
şeyi toplamak ancak bu işle vazifeli kişiye (tellala) helaldir." bunun
üzerine Abdülmuttalibin oğlu Abbas dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü,
"İzhir" otunu hariç tut. Çünkü bu ot, yakıt olarak demirciler ve
evler için gereklidir." bunun üzerine Resulullah sustu ve sonra
"İzhir otu hariç. O helaldir, buyurdu. [36]
Henefi mezhebine göre
bu beldede koparılması yasak olan bitkiler kendiliğinden biten bitkilerdir.
İnsanlar tarafından ekilen veya dikilen bitkiler bu yasağın kapsamına
ginnemekîedir. Şafiilere göre ise her türlü bitkinin koparılması yasaktır.
b- Diğer bir
kısım müfessirler ise, Harem bölgesinin, Hz. İbrahimin duasından önce diğer
yerler gibi olduğunu, orada normai davranışların serbest oldu-unu ancak Hz
İbrahimin duasından sonra kutsal bir belde haline geldiğini söylemişlerdir.
Zira Hz. İbrahimin duasında, Harem bölgesinin, herşeye karşı güvenli bir bölge
olması istenmiş, sadece kıtlık ve açlığa karşı güvenli olması istenmemiştir.
Bu görüşte olan müfessirler, delil olarak, Cabir b. Abdullah, Ebu Hurey-re,
Rafı' b. Hadic, Abdullah b. Zeyd b. Âsim ve Enes b. Mâlikten rivayet edilen şu
hadis-i şerifi zikretmişlerdir. Enes b. Mâ/ik diyor ki:
"Bir gün bir
yolculuk esnasında Resulullah birden Uhud dağı ile karşılaştı ve şöyle
buyurdu: "Bu bizim, kendisini sevdiğimiz kendisinin de bizi sevdiği
dağdır. Ey Allah'ım, İbrahim Mekke'yi harem bölge kıldı. Ben de iki tepe
arasındaki Medineyi Harem bölge kıldım. [37]
Taberi diyor ki:
"Doğru olan şudur ki, Allah teala, Mekkeyi yarattığı günden itibaren
Harem bir bölge kılmıştır. Nitekim ResuluHah (s.a.v.) Hadis-i Şerifinde bunu
bildirmiştir. Allah tealanın, Mekkeyi yaratılışından itibaren Harem bölgesi
kılması, orayı âfetlerden muhafaza etmesi ve oranın sakinlerini Tağutla-nn ve
zorbaların saldırılarına karşı himaye etmesi şeklinde olmuştur Mekke'nin bu
halini, Hz. İbrahimden önce herhangi bir Peygamberi vasıtasıyla belirtmemiştir.
Hz. İbrahime kadar, bu durum böyle devam etmiştir. Nihayet Aîlah teala, Hz.
İbrahim'e Kabe'nin yerini göstermiştir. Hz. İbrahim, hanımı Hacer ve oğlu
İsmaili oraya yerleştirmiş ve o sırada rabbinden Kâbeyi ve bulunduğu bölgeyi,
insanlar için Harem bölgesi kılmasını niyaz etmiştir. Ta ki kendisinden sonra
gelen insanlar için uyulması gereken bir sünnet olsun. Zira Hz. İbrahim, insanlara
imam kılınmıştı. Allah teala Hz. İbrahimin duasını kabul etti. Onun diliyle,
Harem bölgesinin, insanlara Haram olduğunu bildirdi. Böylece, daha önce Allah
tarafından haram kılınan Harem bölgesi Hz. İbrahimin diliyle de haram kılınmış
oldu ve Harem bölgesinde avlanmak ve bikilerini koparmak ta haram oldu.
Taberi sözlerine
devamla diyor ki: "Âyetin bu şekilde yorumlanması Re-sulullah'tan
nakledilen ve birbiriyle çelişir gibi görünen iki ayn hadisin bağdaştırılması
için en güzel yorumdur. Bu itibarla bu yorum tarzı tercihe şeyandır.
Âyeti kerimede,
"Kim, inkar ederse onu az bir müddet geçindiririm". Buyurulmaktadır.
Burada ifade edilen, "Az bir müddet" geçindirilmek" ten maksat
kâfir olanın, âhiret nimetleri karşılığında çok az sayılan dünyadaki
nzıklarıdir. Diğer bir kısım âlimlere göre dünyadaki hayatıdır. Başka bir kısım
âlimlere göre ise Hz. Muhammed (s.a.v.) gönderilinceye kadar müşriklerin
Mekkede yaşamalarıdır. Zira Resulullah Peygamber olarak geldikten sonra
kâfirler, ya iman etmişler veya öldürülmüş yok edilmişlerdir. [38]
127- İbrahim
ve İsmail, Kabe'nin temcilerini yükseltirken rablcrinc şöyle dua ettiler:
"Ey rabbimiz, bunu bizden kabul et. Şüphesiz kî sen, çok iyi işiten ve çok
iyi bilensin."
İbrahim ve İsmailin,
Kabe'nin temellerini yükselttiklerini hatırla. Onlar Kâbeyi yapıyor ve şöyle
diyorlardı: "Rabbimiz, amelimizi ve senin evini yapmakla sana olan
itaatimizi kabul et. Çünkü sen, duamızı çok iyi işiten, kalbimizde olanı çok
iyi bilensin."
* Hz. İsmail sırtıyla
taş taşıyor Hz. İbrahim de binayı yapıyordu. Binanın duvarları yükselince Hz.
İsmail, şu anda "Makam-ı İbrahim" de bulunan taşı getirdi. Ve
Hz.İbrahim onun üzerine çıkararak yapıma devam etti.
Kabe'nin ilk defa kim
tarafından yapıldığı hakkında farklı görüşler zikredilmektedir. Hz. Hüseyin'in
torunu Muhammet! b. Ali el-Bûkir'dan nakledilen bir görüşe göre, Kâbeyi Hz. Âdem'den
de evvel melekler yapmıştır. İbn-i Cü-reye, Ata ve Said b. el-Müseyyeb'den
nakledilen diğer bir görüşe göre ise Kâbeyi ilk önce Hz. Âdem yapmıştır.
İbn-i*Abbas, Kâ'b b.
el-Ahbar, Katade ve Velıb b. el-Munebbih'ten nakledilen diğer bir görüşe göre
ise Kfıbeyi ilk önce Şit (a.s.) yapmıştır.
Kur'an-ı Kerim'de,
Kâbenin temellerinin, Hz. İbrahim ve oğlu İsmail tarafından yükseltildiği
zikredilmiş daha önceki durum beyan edilmemiştir.
Bu hususta Taberi
özele şu görüşleri nakletmektedir:
a- İbn-i
Cüreyc Atâ'dan ve Said b. Cübeyr de Abdullah b. Abbas'tan şunu
nakletmişlerdir: Kâbenin asıl temellerini, Allah'ın emriyle Hz. Âdem yapmıştır.
Daha sonra bu temeller yıkılıp yeri kaybolmuştur. Sonunda Allah teala Hz.
îbrahime, Kabe'nin yerini göstermiş ve onu yeniden yapmasını emretmiştir. İşte
âyet-i kerime bu duruma işaret etmektedir.
Bu hususta Atadan
şunlar nakledilmiştir: Hz. Âdem Allah'a dua ederek "Ey rabbim, ben artık
meleklerin seslerini duyamıyonnu." demiştir. Allah teala da "Bu senin
hatan yüzündendir. Sen yeryüzüne in. Orada benim için bir Bey-tullah yap. Sonra
Meleklerin gökteki Beytullah'i tavaf ettikleri gibi sen de orayı tavaf
et." buyurmuştur. İnsanlar, Hz. Âdemin, Beytullah'i şu beş dağdan yaptığı
kanaatındadirlar. Bu dağlar da Hira, Zita. Sina, Lübnan ve Cûdî dağlarıdır.
Kâbenin tabanı Hira dağındandı. İşte Âdem Kâbeyi böyle yapmıştı.Ondan sonra da
İbrahim yaptı.
b- Abdullah
b. Amr b. el-Ass'tan Sivar'ın, Atâ b. Ebi Rebahtan Katadenin naklettiklerine
göre ve Ebandan nakledilen diğer bir görüşe göre Hz. İbrahinıin, temellerini
yükselttiği Kâbenin önceki temelleri Allah tealanın, Hz. Âdemle birlikte
gökten indirdiği yakut veya İnciden oluaşan temellerdi. Hz. Âdem yeryüzüne
inmemişken arşın etrafını tavaf ettiği gibi yeryüzüne indikten sonra ila Kâbenin
etrafında tavaf ediyordu. Sonra Nuh tufanı olunca Allah teala Kâbeyi tekrar
göğe kaklardı. Hz. İbrahim de bu temellerin yerine Kâbeyi tekrar inşa etti. Bu
hususta Abdullah b. Amr'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Allah tea
o Mücahide, Amr b.
Dinar, Abdullah b.Abbas ve diğer bir kısım âlimlere güre, Kabe'nin asıl
temelleri, Allah teala henüz dünyayı yaratmadan önce, dünya su halindeyken
yukarı doğru kubbe halinde yükselen kırmızı bir tepecikti. Sonra Allah teala,
yeryüzünü düzgün bir şekilde yarattı. Kâbenin temelini teşkil eden bu kırmızı
tepe olduğu gibi kaldı. Nihayet Allah teala Hz. İbrahime, Cebrail vasıtasıyla
bu tepenin yerini tanıttı. Hz. İbrahim de bunun üzerine Kâbeyi inşa etti. Başka
bir rivayette, şiddetli esen bir rüzgâr vasıtasıyla Kâbenin bu temelini Hz.
İbrahime tanıttı. O da bu temel üzerine Kâbeyi yaptı. İkrimenin Abdullah b.
Abbastan naklettiğine göre, Kabe'nin temelleri, dünya yaratılmadan iki bin sene
önce yaratılmıştır.
Taberi diyor ki:
"Bize göre doğru olan görüş şudur: "Allah teala, Hz. İbrahim ile
oğlu İsmailin, Beytullahil Haram olan Kâbenin duvarlarını yükselttiklerini
zikretmiş bu temellerin ne zaman ve nasıl atıldıklarını beyan etmemiştir. Bu
hususta Resulullahtan zikredilen sahih bir haber de yoktur. Bu itibarla Kâbenin
temelleri Hz. Adem ile birlikte gökten indirilmiş te olabilir. Dünya su
halindeyken kubbe şeklinde yükselen ve tepecik haline gelen bir temel de olabilir.
Kâbeni, gökten indirilmiş bir inci veya yakut olmasıda, daha sonra Nuh tufanı
sırasında bu inci ve yakutların göğe kaldırılmış olması da muhtemeldir. Yine
Kabe'nin temellerinin Hz. Âdem tarafından atılarak yapılmış olması, daha sonra
yıkılıp izlerinin kaybolmuş olması da muhtemeldir. Bunlardan herhani birini
tercih ettirecek kesin bir delil yokîur.
Âyet-i kerimede
"Ey Rabbimiz, bunu bizden kabul et" buyurulmakta-dır. Bir kısım
müfessirler bu duanın hem Hz. İbrahim'e hem de oğlu İsmaile ait olduğunu
söylemişler, diğer bazıları ise bu duamn sadece Hz. İsmaile ait olduğunu
söylemişlerdir. Bu son yoruma göre âyetin mânâsı şöyledir: "Ey Resulüm
hatırla, bir zaman İbrahim. Kâbenin temellerini yükseltiyor İsmail de "Ey
rabbimiz. sen bunu bizden kabul et." Çünkü sen çok iyi işiten ve çok iyi
bilensin." diyordu.
Müfessirler, Kâbeyi
yapan ustanın sadece Hz. İbrahim mi yoksa onunla birlikte oğlu İsmail de mi
olduğu hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.
Süddi ve Ubeyd b.
Umeyr'e göre Kâbeyi Hz. İbrahim ve Hz. İsmail beraberce yapmışlardır. Bu
hususta, Süddi'nin şunları söylediği rivayet edilmiştir. "İbrahim ve
İsmaile "İbadet edenler için Kâbeyi temizlemeleri emredilince İbrahim
Mekke'ye gitti. Ve oğlu İsmail ile kazmaları ellerine aldılar. Fakat, Kâbeyi nereye yapacaklarını bilemediler. Allah onlara, iki
kanadı bir de başı bulunan ve âdeta yılan şeklini alan bir rüzgar gönderdi. Bu
rüzgara, "Dönerek şiddetle esen rüzgar" anlamına gelen denir. Rüzgâr,
İbrahim ve İsmail için Kabe'nin etrafını süpürdü. Onlara temelleri yapacakları
yeri gösterdi. Onlar da kazma ile, rüzgârın temizlediği yerleri takibederek
kazdılar. Böylece Kâbenin temelini yeniden kurdular. Hacerül Esved köşesine
ulaşınca İbrahim, oğlu İsma-ile "Ey oğlum, git güzel bir taş bul getir
buraya koyayım." dedi. İsmail "Babacığım, ben ağır hareket eden
biriyim ve yorgunum." dedi. İbrahim "Git onu bana getir." dedi.
Bunun üzerine İsmail gidip babasının istediği taşı aradı. Ona bulduğu bir taşı
getirdi. İbrahim o taşı beğenmedi. îsmaile "Daha güzel bir taş
getir." dedi. İsmail tekrar taş aramaya gitti. Bu arad Cebrail Hacerül
Esvedi Hindistan'dan getirdi. Bu taş, Hz. Âdem ile birlikte çenetten gelmişti.
Rengi çok beyazdı. Beyaz bir yahut halindeydi. Fakat insanların günahları
yüzünden si-yahlaştı. İsmail de başka bir taş getirdi. O sırada, İbrahimin
yanında, köşeye konulmuş olan Hacerül Esvedi görünce "Bunu kim
getirdi?" dedi. İbrahim "Senden daha zinde olan getirdi." dedi.
Ve ikisi birlikte Kâbeyi yaptılar,
Sadi b. Cübeyrin,
Abdullah b. Abbas'tan naklettiğine göre ise Kâbeyi yapan asıl usta Hz.
İbrahimdir. İsmail ise babasına amelelik yapmış, taş ve malzeme taşımıştır. Bu
hususta Abdullah b. Abbas'm, şunları söylediği rivayet edilmektedir:
"İsmail zemzem suyuna yakın bir yerde ok yaparken babası İbrahim çıkagelmiştir.
İsmail babasını görünce ayağa kalkmış, buba-oğulun birbirerini karşılamaları
gibi karşılamışlardır. Ondan sonra İbrahim, İsmaile "Ey İsmail, Allah bana
bir şey emretti." demiş, İsmail de babasına "Rabbinin sana emrettiğini
yap." demiştir. İbrahim, "Bana yardım eder misin?" diye sormuş
İsmail "Evet yardım ederim." diye cevap vermiştir. İbrahim,
çevresinden daha yüksek olan Kâbenin yerini göstererek "Allah bana, burada
BeytuUah yapmamı emretti." demiştir. İşte bundan sonra İbrahim ve İsmail,
Kâbenin temellerini yükseltmeye başlamışlardır.İsmail taş taşımış, İbrahim ise
yapmıştır/Temeller yükselince İsmail, "Makam-ı İbrahim" diye
adlandırılan taşı getirmiş Hz. İbrahim'in ayaklarının akına koymuş o da
üzerine çıkarak Kâbeyi yapmaya devam etmiştir. Bu ara her ikisi de rablerip.e
niyaz ederek "Ey rabbimiz bunu bizden kabul et. Şüphesiz ki sen. çok iyi
işiten ve çok işi bilensin." demişlerdir.
Hz. Ali'den nakledilen
başka bir görüşe göre, Kâbeyi yapım, Hz. İbrahimdir. Kâbenin yapımı sırasında
Hz. İsmail küçük bir çocuktur. Hz. Ali den bu hususta şunlar nakledilmektedir:
/tllah teala, İbrahime Kâbeyi yapmayı emredince İbrahim, hanımı Haceri ve ondan
doğan küçük çocuğu İsmaili beraberine alarak Mekke'ye varmışlardır. Oraya
varınca, Kabe'nin yerinde bulut şeklinde ve başı bulunan bir yaratık gördü.
Onunla konuştu. O yaratık, İbrahim'e. "Ey İbrahim, benim gölgemin düştüğü
yere veya benim kapladığım yere Beytullah'ı yap. Tam o kadar yap. Ne fazla
olsun ne de eksik." dedi. İbrahim Kâbeyi yaptıktan sonra.
Haceri ve İsmaili oraya bırakıp geri
dönmeye başlamıştır. Bunun üzerine Ha-cer, "Ey İbrahim, sen bizi kime
bırakıyorsun?" demiş, Hz. İbrahim de "Siz Allah'a bırakıyorum."
demiştir. Hacer: "O halde git. Çünkü Allah bizi helak etmez."
demiştir. İsmail son derece susamış, Hacer Safa tepesine çıkararak sağa sola
bakmış fakat herhangi bir şey görememiştir. Sonra Merve tepesine çıkmış oradan
da hiçbir şey görmemiştir. Sonra dönüp tekrar Safa tepesine gitmiş yine bir şey
görememiştir. Bu iki tepe arsında yedi defa gidip gelmiştir. Sonra oğlunun
yanına gelip "Ey İsmail öleceksin. Öl fakat gözümün önünde ölme."
demiş, oradan uzaklaşmış tekrar geri döndüğünde, İsmailin, susuzluktan dolayı
ayaklarıyla debelenerek yeri eşelediğini görmüştür. Bunun üzerine Cebrail
Hacere seslenerek "Sen kimsin?" diye sormuş Hacer de "Ben
İbrahimin oğlunun anası olan Hacer'im." demiştir. Cebrail "İbrahim
sizi kime bıraktı?" demiş, Hacer de "Allah'a bıraktı." demiştir.
Cebrail "O sizi, size yararlı olan birine bırakmış," demiştir?
Cebrail, parmağıyla yeri araştırmış ve oradan zemzem suyu çıkmıştır. Hacer
suyım akmasını önlemeye çalışırken Cebrail ona: "Bırak onu, o içilir tatlı
bir sudur." demiştir
Taberi diyor ki:
"Doğru olan görüş, Kâbeyi İbrahim ile İsmail'in birlikte yaptıklarını
beyan eden görüştür. İkisinin tle usta yahut Hz. İbrahim'in usta Hz. İsmailin
de ona yardım eden amele olması mümkündür. Zira âyet-i kerime, hem İbrahim'in
hem de İsmailin, Kâbenin temellerini yükselttiklerini beyan etmektedir. [39]
128-
Rabbimiz, ikimizi de sana teslim olan kıl. Soyumuzdan da sana teslim olan bîr
ümmet meydana getir. Bize, ibadet yerlerimizi göster. Tcv-bemizi kabul et.
Şüphesiz ki sen, tevbelerî çok kabul eden ve çok merhamt edensin.
Rabbimiz, ikimizi de
emrine teslim olan, itaatine boyun eğen kıl da sana başka şeyleri eş
koşmayayılm. Aynı şekilde soyumuzdan da, senin emirlerine teslim olan, senin
itaatine boyun eğen bir ümmet meydana getir. Ey rabbimz, bize, Hacla ilgili
ibadet yerlerimizi göster. Nasıl tavaf yapacağız, nasıl sa'y yapacağız, Arafatta
nasıl vakfe yapacağız, şeytanı nasıl taşlayacağız? Bunları bize öğret. Geçmişte
yaptıklarımızı affet. Çünkü sen, af ve mağfiretinle lütufla bulunan ve çok
merhabet edensin.
* Âyet- kerimede geçen
ve "Rabbimiz bize ibadet yerlerimizi göster."
diye tercüme edilen
cümlesi iki şekilde okunmuştur. Bir kıraat şekline göre bu cümlenin mânâsı:
"Sen bizim gözümüze göster." demektir. Âyet-i bu kıraat üzere
okuyanlar, Hz. İbrahim ve İsmail'in, kendilerine gösterilmesini istedikleri
"Menasik"ten neyin kastedildiği hakkında farklı görüşler
zikretmişlerdir.
a- Katade ve
Süddiye göre burada zikredilen "Menasik"ten maksat, Hacda ibadet
yapılan yerlerdir. Bu hususta Süddiden, şunları söylediği rivayet edilmektedir:
"İbrahimİe İsmail, Kâbenin yapımını bitirdikten sonra Allah teala
İb-rahime: "Sen insanlara Haccın farz olduğunu ilan et." diye
emretti. İbrahim de Mekkenin iki dağının arasından şöyle seslendi, "Ey
insanlar, Allah sizlere, beytini Haccetmenizi emretti." Bu sesleniş her
müminin kalbine girdi ve onu işiten herkes ve her şey "Emrine hazırım, emrine
hazırım, emrine hazırım, emrine hazırım
rabbim." diye cevap verdi. Ve gidebilenler Ifacca gittiler. Ondan sonr Allah
teala İbrahime Arafata çıkmasını emretti ve Araf atı ona anlattı. İbrahim
Arafata giderken Akabeye vardı. Orada, birinci Cemrede karşısına şeytan çıktı.
İbrahim Şeytana yedi taş attı. Attığı her taşla beraber tekbir getirdi. Şeytan
oradan kaçıp ikinci Cemreye gitti. İbrahime orada da engel olmak istedi.
İbrahim orada da tekbir getirerek şeytanı taşladı. Şeytan üçüncü Cemre yerine
gitti. İbrahim orada da tekbir getirerek şeytanı taşladı. Şeytan İbrahime
engel olamayacağını anlayınca önünden çekildi. İbrahim ise nereye gideceğini
bilmiyordu. Yürümeye devam etti. "Geçiş yeri anlamına gelen { ju^Jı .'y
)Zülmecaz'a vardı. Oraya baktı. Fakat oranın, kendisine vasfedi-len Arafat
olmadığını gördü. Oradan geçip gitti. Bu sebeple oraya "Zülmecaz" adı
verildi. İbrahim, devam edip Arafata vardı. Orayı görünce kendisine vasfe-dilen
yer olduğunu anladı. "Burayı tamdım." dedi. Bu nedenle bu yere
"Tanımak" anlamına gelen "Arafat" adı verildi. İbrahim
Arafatta akşama kadar vakfe yaptı. Akşam olunca da namazların birleştirildiği
(Akşam ve yatsı namazlannm birlikte kılındığı) Müzdelifeye vardı. Orada da
vakfe yaptı. Oranın adına "Birbirine yaklaştırma" anlamına gelen
"Müzdelife" adı verildi. Sonra İbrahim devam edip, daha önce şeytanla
ilk karşılaştığı yere vardı. Oraya yedi taş attı. Sonra Minaya geri döndü ve
orada geceledi. Böylece Haccı bitirmiş oldu.
b- Ata ve Mücahide
göre ise, bu kıraatta kurbanların kesildikleri yer demektir. Bu görüş, Ubeyd
b. Umeyr'den de nakledilmiştir.
Diğer bir kıraata
göre, âyetin mânâsı: "Sen bize, Hacda ibadet edeceğimiz yerleri
öğret" demektir.
Taberi diyor ki:
"Her iki kıraatin da vardıkları neticeler aynıdır aralarında fark yoktur.
"Menasik" kelimesinin lügat mânâsı "Allah için, içinde oturulan
ve üzerinde, Aliahı razı edecek ve Allaha yaklaştıracak salih amel işlenen
yerler."
demektir. Bu salih
ameller, kurban kesme, namaz kılma, tavaf etme, sa'y yapma ve diğer salih
ameller olabilir. İşte bu nedenle Hacda, üzerlerinde ibadet edilen yerlere
"Haccın menasiki" denmiştir. kelimesinin müfredi dür. Lügat mânâsı
ise "Alışılan ve tekrar tekrar kendisine dönülen yer." demektir.
Haccın kutsal yerlerine bu ismin verilmesi, insanların oraya tekrar tekrar
git-melerindendir. Ancak bir kısım âlimlere göre "Menasik" demek
"İbadetler" demektir. Bunlara göre âyetin mânâsı "Ey rabbimiz,
sen bize nasıl ve nerede ibadet yapacağımızı göster, biz de senin razı
olacağın şekilde sana ibadet edelim." demektir.
Âyet-i kerimede
"Tevbemizi kabul et" Duyurulmaktadır. Tevbenin asıl mânâsı,
"Sevilmeyen bir şeyi bırakıp sevilen bir şeye yönelmek"tir. Buna göre
kulun, rabbine tevbe etmesi, Allahın sevmediği şeyleri yapmayı bırakıp bir daha
ona dönmemeye kesin olarak karar vermesidir. Allah tealanın, kulun tevbesini
kabul etmesi ise, onu cezalandırmaktan vazgeçip bir lütuf olarak affetmesidir.
Eğer denilecek olursa
ki: "Hz. İbrahim ile İsmail, günah mı işlemişlerdi ki rabierinden
tevbelerini kabul etmesini istemeye ihtiyaç duydular?" Cevaben denilir ki:
"Allahın yarattığı hiçbir yaratık yoktur ki, Allah ile kendisi arasında,
vazgeçip tevbe etmeyi gerektiren bir amel yapmış olmasın. Belki de Hz. İbrahim
ve İsmail, kendilerinden sadır olan bir kusurdan dolayı, rablerine tevbe etmişlerdir.
Bu tevbelerini de Özellikle Kâbenin duvarlarım yaptıktan sonra beyan etmeleri
tevbelerinin kabulü için Kâbenin daha uygun bir yer olmasındandır. Böylece
kendilerinden sonra gelen insanlar da günahlarından arınmak için kutsal
yerlerde rablerine tevbe etsinler ve Hz. İbrahim ve İsmailin sünnetini devam
ettirsinler. Belki de Hz. İbrahim ve İsmailin, rablerine tevbe etmeleri, bizzat
kendi kusurlarından kaynaklanmayıp kendi soylarından gelecek olan günahkârların
kusurlarının affedilmesi içindir. Çünkü Allah teala, Hz. İbrahime, soyundan
zalimlerin geleceğini ve Allahın ahdine erişemeyeceklerini beyan etmiştir. Hz.
İbrahim ve İsmail de soylarından gelecek insanların bağışlanmalarını rabierinden
istemişlerdir. [40]
129-
Rabbimiz, onlara, kendi içlerinden Peygamber gönder. Ayetlerini onlara okusun,
kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları (kötülüklerden) temizlesin. Şüphesiz sen,
her şeye galipsin, hüküm ve hikmet sahibisin. Rabbimiz, bizim soyumuza, Araplardan bir Peygamber
gönder. Senin vahyettiğin kitabı onlara okusun. Onlara Kur'anı öğretsin. Onları
şirkten ve putlara tapmaktan temizlesin. Ey rabbimiz, şüphesiz ki sen, hiç
kimsenin âciz bırakmayacağı bir güce sahipsin, hüküm ve hikmet sahibisin.
Senin tedbirinde hiçbir eksiklik ve kusur yoktur.
Hz. İbrahim ve Hz.
İsmailin: "Rabbimiz, bizim soyumuza kendilerinden bir Peygamber
gönder." şeklindeki duaları, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'in
gelmesine dair olan dualarıdır. Bu dua hakkında, İrbad b. Sâriye, Re-sulullah
efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Ben, Âdem (a.s.)
yerde balçık olarak yatarken, Allah katında Peygamberlerin sonuncusuydum. Ben
bunun nasıl böyle olduğunu size bildireyim. Ben, atam İbrahimin duası, İsanın
müjdesi, annemin de rüyasıyım. Bütün
Peygamberlerin anneleri de buna
benzer rüyalar görmüşlerdir. [41]
Katade ve Süddi de,
Hz. İbrahim ve İsmailin, gönderilmesini istedikleri Peygamberden maksadın, Hz.
Muhammed olduğunu söylemişlerdir.
Âyette zikredilen
"Kitap"tan maksat, Kur'an-ı Kerimdir. "Hikmef'ten maksat ise
Katadeye göre "Sünnet1'tir. İbn-i Zeyd ve Malik'e göre ise "Hikmef'ten
maksat, dini bilmek ve onu anlamaktır. Zira insanlar dini ancak Peygamberin
öğretmesi ve anlatmasıyla idrak edebilirler.
Taberi diyor ki:
"Bize göre "Hikmef'ten maksat, "AİJahm hükümlerini bilmektir.
"Bu hükümler ancak Peygamberlerin bildirmesiyle öğrenilmiş olur.
"Hikmet" kelimesi "Hüküm" kelimesinden türetilmiştir. Bunun
mânâsı ise "Hak ile bâtılın arasını ayıran Kur'an" demektir. Buna
göre âyetin mânâsı şöyledir: "Ey Rabbimiz, sen onlara, içlerinden bir
Peygamber gönder. Onlara âyetlerini okusun ve kendilerine gönderdiğin kitabı ve
aralarında senin hükmünle hüküm vermeyi öğretsin."
Âyet-i kerimede:
"Onları (kötülüklerden) temizlesin." buyurulmaktadtr. Burada ifade
edilen temizlenmeden maksat, Allaha ortak koşmaktan ve putlara
tapmaktan temizlenmeleridir.
"Zekat" kelimesi, "Artmak" mânâsına da geldiğinden âyette
"Onların itaat ve ibadetlerini artırsın." mânâsı da mevcuttur. [42]
130- Kendini
bilmez beyinsizlerden başka kim İbrabimin dininden yüzevirir? Şüphesiz ki biz
onu dünyada (Peygamber olarak) seçtik. Muhakkak ki o, âhirette de salih
kimselerdendir.
îbrahimin Hanif
dininden, beyinsiz cahillerden başkası yüzçevirmez. Ve o dini terketmez.
Şüphesiz ki biz, İbrahimi dünyada Peygamber seçtik ve onu-insanlara imam
yaptık. Muhakkak ki o, âhirette de salih kullanmadandır. O, dünyada net ve
samimi âhirette ve dost ve velidir. Zira o, dünyada ahdine vefa göstermiştir.
* HANİF DİNİ: Bâtılı terkedip
hakka yönelik olan, tek Allah inancına dayanan ve Allah tarafından gönderilen
gerçek din demektir. Burada "Hanif dininden yüzçevirenler"den
maksat, Yahudi ve Hıristiyanlardır. Çünkü onlar, Yahudiliği ve Hıristiyanlığı
İslama tercih eüııişlerdir.
Nitekim, Katade ve
Rebi' b. Enes, âyetin, Yahudi ve Hıristiyanları kastettiğini söylemişlerdir.
Âyet-i kerimeden de
anlaşıldığı gibi Hz. İbrahimin, kendisinden sonra bıraktığı sünnetine
muhalefet eden kimse, Allah tealaya muhalefet etmiş sayılır. Keza, Hz.
İbrahimin Hanif dinine davet eden Hz. Muhammede muhalefet eden de Hz. İbrahime
muhalefet etmiş olur. Böylece Allanın emirlerine karşı çıkmış olur. Yahudi ve
Hıristiyanlar bu duruma düşmüşlerdir. [43]
131- Bir
zaman rabbi ona "Teslim ol" dediğinde İbrahim "Âlemlerin rabbi
olan Allaha teslim oldum." demişti.
Rabbi ona "Teslim
ol" yani, ibadetlerinde ihlash ol, rabbine itaat ederek boyun eğ."
demiştir. İbrahim de "Bütün yaratı İmi şl an n sahibi ve onların sevk ve
idare edeni olan Allaha boyun eğdim ve ona ibadeti ihlas ile yaptım."
demişti.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki "Allah teala, Hz. İbrahimi İslama girmeye
davet etmiş miydi?" Cevaben denilir ki: "Evet etmişti" Ne za-
man etmişti?"
denilecek olursa denilir ki: "Allah teala İbrahimi ay, güneş ve yıldızla
imtihan ettikten sonra İbrahimin şunları söylediği anda Ailah onu Müslüman
olmaya davet etmiş o da Müslüman olduğunu belirtmişti. İbrahim demişti ki:
"... Ey kavmim, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım."
"Şüphesiz ki ben, hakka eğilerek yüzümü, gökleri ve yeri yaratana
çevirdim. Ben, Allaha ortak koşanlardan değilim. [44]
132 İbrahim,
âlemlerin rabbinc teslim »İmayı oğullarına da vasiyet etli. Yakup da,
"Oğullarım, Allah sizin için bu dini seçti. O halde sizler ancak
Müslümanlar olarak can verin." (dedi.)
İbrahim, oğullarına
Müslüman olmayı tavsiye etti. Yani ibadette, tevhid inancında samimi
olmalarını, kalb ve bütün uzuvlarını ona boyun eğdirmelerini tavsiye etti.
İbrahim, oğullan İsmail ve İshaka böyle vasiyet ettiği gibi, İshakın oğlu olan
Yakup ta kendi oğullarına aynı vasiyeti yaptı. İbrahim ve Yakup, oğullarına
şöyle demişlerdi: "Ey oğullarım, Allah size vaadettiği bu dini seçti. Bu
din de îslamdır. O halde Islama sanlın ve İslam dini üzere ölün. Hayatınızda bu
dinden hiç ayrılmayın. Çünkü hiçbir kimse, ölümün kendisine ne zaman geleceğini
bilemez. Her zaman gelebilecek ölüme karşı tedbirli olun ve İslamı bir an bile
terkeîmeyin." [45]
133- Yoksa
siz, Yakuba ölüm geldiği sırada yanında mı bulunuyordunuz? O zaman o,
oğullarına: "Benden sonra neye tapacaksınız?" demiş, oğulları da
"Senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshakın ilahı olan tek ilaha kulluk
edeceğiz. Bizler ona teslim olduk." demişlerdi.
Ey Yahudi ve
Hıristiyan toplulukları, Yakuba ölüm geldiği zaman siz onun yanında bulunuyor
da onun, çocuklarına, çocuklarının da ona ne dediklerini biliyor muydunuz? O
zaman o, oğullarına "Benim vefatımdan sonra hangi şeye ibadet
edeceksiniz?" dediğinde oğullan demişlerdi ki: "Senin şu anda ibadet
ettiğin, ataların İbrahim, İsmail ve İshakın da ibadet ettiği ilaha kulluk
edeceğiz. İbadeti sadece ona yapacağız, ona hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.
Bizler, kullukta ve itaatta ona boyun eğenleriz."
Bu âyet-i kerime, Hz.
Yakubun soyundan gelen Yahudilerin ve Hz. İs-mailin soyundan gelen müşrik
Arapların, tevhid inancından ayrıldıklarını, halbuki tâbi olduklarını
söyledikleri Peygamberlerin, tevhid inancı üzere olduklarını, bunların da o
inanç üzere bulunmaları gerektiğini ifade etmektedir.
Yine bu âyet-i
kerimeden anlaşılmaktadır ki, babalar çocuklarına çok dikkat etmelidirler.
Bilhassa onların dinlerine önem vermelidirler.
Yakup (a.s.)m yaptığı
gibi, çocuklarını Allahm azabından kurtaracak hususlara titizlik
göstermelidirler. [46]
134- Onlar
bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine sizin kazandıklarınız
da sizedir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu tutulmayacaksınız.
Ey Yahudi ve
Hıristiyan toplulukları, siz, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve onların soyundan
gelenleri bırakın. Onlar bir cemaat idiler, kendi yollarında yürüyüp gittiler.
Onları ve çocuklarını ileri sürmeyin. Ey Yahudi ve Hıristiyanlar, kendi
kâfirliklerinizi onlara isnad ederek "Onlar da Yahudi veya
Hıristiyan-dı." demeyin.Onların yaptıkları hayır kendilerine, sizin
kazandıklarınız da sizedir. Siz onların amellerinden hesaba çekilecek
değilsiniz. Çünkü her nefsin kazandığı iyilik lehine, yaptığı kötülük te
aleyhinedir. [47]
135- Kitap
ehli "Yahudi veya Hıristiyan olun ki doğru yolu bulaşınız." dediler.
Ey Muhammed de ki: "Hayır, biz, dosdoğru olan İbrahimin dinine uyarız. O,
Allaha ortak koşanlardan değildi."
Yahudiler Müslümanlara
"Yahudi olun ki doğru yolu bulaşınız." dediler. Hıristiyanlar da
"Hıristiyan olun ki doğru yolu bulaşınız ve hakka erişesiniz."
dediler. Ey Muhammed, onlara de ki: "Biz, Yahudi ve Hıristiyanlara tabi
olmayız. Onların dinine uymayız. Biz, İbrahimin, bâtılı bırakıp hakka yönelen
Hanif dinine tabi oluruz. Onun izinden gideriz. O, hiçbir zaman putlara tapan
müşriklerden olmadı. Yahudi ve Hıristiyan da değildi."
O halde gelin hep beraber,
Allahın seçtiği, razı olduğu ve hepimizin, Allanın dini olduğuna dair şahitlik
ettiğimiz, İbrahimin dinine tabi olalım. Üzerinde ihtilaf ettiğiniz diğer
dinleri bırakalım. Çünkü İbrahimin dini, Hanif dini olan İslamdır. Ona ve onun
dinine uyan ise Haniftir. Yani gerçek dine uymuştur.
Kur'an-ı Kerimde Hz.
İbrahimin Hanif olduğu zikredilmiştir. Müfessirler, Hanifîikten neyin
kastedildiğini hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
a- Hasan-ı
Basri, Atiyye, Mücahid, Dehhak ve Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe
göre "Hanif" kelimesinin asıl mânâsı, "Hac yapan" demektir.
Hz. İbrahim, Hac ibadetlerinde kendisine uyulan bir imam olduğundan ve Hac
ibadetini ilk eda eden kimse olduğundan ona "Hanif ve onun dinine de
"Haniflik" denmiştir. Bu görüşte olanlara göre, Hz. İbrahimin dini
olan İslama uyarak Hac ibadetini eda eden her kişi Müslüınandır vr haniftir.
Hac ibadetini yapmak da Hanifliktir.
b- Mücahidden
nakledilen başka bir görüşe göre, Hanif demek, "Uyan ve tâbi olan"
demektir. Bu izaha göre, Hz. İbrahimin dinine uyanlara "Hanif denir.
c- Başka bir
kısım âlimlere göre "Hanif demek, "Sünnet olan" demektir. Hz.
İbrani'min dinine "Hanif dini" denmesi, Hz. İbrahimin ilk sünnet olan
kişi olmasındandır. Bu izaha göre, "Hanif dini" demek "Sünnet
olanların dini." demektir.
d-Süddiye
göre "Hanif" demek, "İhlaslı" demektir.
c- Diğer bir
kısım âlimlere göre "Hanif demek, "İslam" demektir. Hz.
İbrahimin dini İslam idi. Bu itibarla Hz. İbrahimin dinine tam uyan haniftir.
Yani Müslümandır.
Taberi diyor ki:
"Bana göre, Haniflik, Hz. İbrahimin dininde dosdoğru olmak ve ona dininde
uymaktır. Hanifliğin Hac yapmak olduğunu söylemek doğru değildir. Aksi halde
Hac yapan müşrikleri de Hanif saymak gerekir ki Allah
teala, Hz. İbrahimin Hanif olduğunu ve
müşriklerden olmadığını buyurmuş böylece bu görüşe imkân kalmamıştır. Keza,
Hanifîiğin sünnet olmak mânâsına geldiğini söylemek te isabetli değildir. Aksi
halde bütün sünnet olanların Hanif olduğu iddia edilmiş olur ki Allah teala, bu
görüşe de mahal bırakmamış ve "İbrahim ne Yahudi idi ne de Hıristiyandı
fakat o, doğruya yönelmiş bir Müslü-mandı. Müşriklerden de değildi. buyurmuştur. O halde, Hanifİik Hz. İbra-hime
dininde tam uymaktır. Ona dininde uymayanlar Haniflikle isimlendirilmezler.
Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi başka isimlerle isimlendirilirler. [48]
136- Ey
müminler, onlara şöyle deyin: "Biz, Allaha, bize indirilene, İbrahime,
İsmaile, İshaka, Yakuba ve torunlara indirilene, Musaya ve İsa-ya verilenlere
ve rablcri tarafından bütün Peygamberlere verilenlere iman ettik. Onların
arasında bir ayırım yapmayız. Biz, Allaha teslim olanlarız.
"Ey müminler,
"Yahdudi olun ki hidayete eresiniz" diyen Yahudilere ve
"Hıristiyan olun ki hidayete eresiniz." diyen Hıristiyanlara deyin
ki: "Biz, Al I ahi tasdik ettik, Muhammede indirilen kitabı tasdik ettik.
Aynı şekilde Peygamberlerden İbrahime, İsmaile, İshaka, Yakuba ve Yakubun
soyundan gelen peygamberlere indirilenleri tasdik ettik. Aynı şekilde Musaya
indirilen Tevrata ve İsaya indirilen İncile de iman ettik. Bütün Peygamberlere
indirilen kitaplara iman ettik. Bütün Peygamberler hak ve hidayet üzeredirler.
Tevhid inancı hususunda aynı yolu takip etmişlerdir. Bu itibarla Peygambererden
bazılarına iman edip diğerlerini inkâr etmeyiz. Hepsinin, Allanın Peygamberi
okluğuna, hak ve hidayetle gönderildiklerine şihadet ederiz. Biz, Allaha
itaatla boyun eğeriz, ona kulluk ederiz."
* Ebu Hureyre (r.a.)
diyor ki:
"Ehl-i Kitap,
Tervati İbraniceden okuyor ve Müslümanlara Arapça izah ediyorlardı. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Siz, ehi-i kitabı ne tasdik
edin ne de yalanlayın. Siz: "Biz, Ailaha ve bize indirilene iman edenleriz."
deyin[49]
Abdullah b. Abbas
diyor ki: "İçlerinde Ebu Yâsir b. Ahtab, Râfi' b. Ebi Râfi', Âzur, Halid,
Zeyd, İzar b. Ebi İzar ve Eşya'ın bulunduğu bir Yahudi topluluğu Resulullaha
geldi ve ona: "Peygamberlerden kimlere iman ettiğini sordular. Resulullah
da onlara: "Ben, Ailaha, bize indirelene, İbrahime, İsmaile, İsha-ka,
Yakuba ve torunlara indirelenlere, Musaya ve İsaya verilene ve bütün Peygamberlere
rableri tarafından verilenlere iman ettim. Biz, onlardan herhangi birisinin
arasında ayınm gözetmeyiz. Biz, Ailaha boyun eğenleriz." dedi. Resulullah
İsayi zikredince Yahudi topluluğu onun Peygamberliğini inkâr ettiler ve:
"Biz, İsaya da iman etmeyiz ona iman edene de iman etmeyiz." dediler.
Bunun üzerine Allah teala: "Ey Muhammcd, de ki: "Ey kitap ehli,
sadece Ailaha, bize indirilene ve daha önce indirilenlere iman ettiğimizden ve
sizin de çoğunuzun fâstklar olduğunu/dan dolayı mı bize kızıyorsunuz?" [50]
âyetini indirdi.
Âyet-i kerimede
zikredilen "Torunlar"dan maksat, Hz. Yakubun oğullan olan on iki
erkeğin soyundan gelen torunlardır. Süddi, Hz. Yakubun oğullan olan ve
torunların babası olan bu kişilerin adının şunlar olduğunu rivayet etmiştir:
Yusuf, Bünyamin, Rubil, Yehuda, Şem'un, Levi, Dan ve Kuhas. Görüldüğü gibi
Süddi, sadece sekiz kişinin ismini rivayet etmiştir.
İbn-i İshak ise, Hz.
Yakubun on iki oğlunun adlarının şunlar olduğunu zikretmiştir: Rubil. Şem'un,
Levi, Yehuda, Reyalan, Yeşcür, Yusuf, Bünyamin, Dan, Nefsali, Ca'd ve Eşrüb. [51]
137- Eğer
sizin iman ettiğiniz gibi onlar da iman ederlerse şüphesiz ki hidayete ermiş
olurlar. Şayet yüzçevirirlerse, bilin ki onlar ancak bir ayrılık içindedirler.
Onlara karşı Allah sana yetecektir. O, her şeyi çok iyi işiten, çok iyi
bilendir.
Ey müminler, eğer
Yahudi ve Hıristiyanlar da sizin ikrar ve tasdik ettiğiniz gibi ikrar ve
tasdik ederlerse şüphesiz ki hak yolu tutup hidayete ermeye muvaffak
olmuşlardır. Eğer iman etmekten yüzçevirirlerse şüphesiz ki onlar, Allah ve
Resulüne karşı bir isyan ve harp içindedirler. Ey Muhammed, bu suçlulara karşı
Allah sana yetecektir. Onları ya öldürecek veya sürgün edecektir. Allah onların
söylediklerini çok iyi işiten, içlerinde gizledikleri haset ve kini çok iyi
bilendir.
* Allah teala bu
âyet-i kerimede vaadetüklerini yerine getirdi. Peygamberini onların şerrinden
kurtardı. Peygamber onların bir kısmını öldürdü, bir kısmını sürgün etti, bir
kısmını ise zımmi yapıp cizye ile vergiye bağlayarak zillete düşürdü.
Nitekim Resulullah
(s.a.v.) Hendek savaşında, müşriklerle birleşerek Müslümanlara ihanet ettikleri
için Kureyza Yahudilerinin savaşçılarını Öldürttü, kadın ve çocuklarını esir
aldı. Nadr oğullarını ise Şam'a sürgün etti. Hayber Ya-hudilerini de Cizyeye
bağlayarak Zımmi yaptı. [52]
138- Allanın
boyası (ile boyandık) Allanın boyasından daha güzel boyası olan kimdir? Biz
ancak sana kulluk ederiz." deyin.
Deyin ki: "Yalnız
Allaha ibadeti emreden Hanif dinine yani İslam dinine uyduk. Bu, Allahm boyasıdir.
Allanın boyası da boyaların en güzelidir. Allaha ortak koşmayı bırakın. Allahm
dininden daha güzel hiçbir din yoktur. Ve deyin ki: "Biz, onun yüceliğine
boyun eğeriz. Ona ibadet etme hususunda kibirlenmeyiz."
* Hıristiyanlar, gerek
Hıristiyanlığı kabul eden insanları gerekse küçük çocukları, mukaddes kabul
ettikleri suya batınp çıkararak vaktiz yaparlar. Böylece Hıristiyanlık boyası
ile boyadıklarını zannederler. Allah teala bu âyet-i kerimesinde Hz. Muhammede
ve ona iman eden ümmetine "Yahudi olun ki kurtuluşa eresiniz." diyen
Yahudilere ve "Hıristiyan olun ki kurtuluşa eresiniz." diyen Hıristi
yani ara şöyle demelerini emretmiştir: "Biz, Hanif dini olan İslam dini
üzereyiz. Allanın gerçek boyası işte bu dindir. Siz de gelip bu dine girerek bizim
yaptığımız gibi, Allahm boyası ile boyanın."
Âyette zikrediîen
"Allanın boyası"ndan maksat, Katade, Ebııl Aliye,
Atiyye, Süddi, İbn-i
Abbas ve İbn-i Zeyd'e göre "Allahm dinidir." Mücahidden nakledilen
başka bir görüşe göre ise "Allahın boyası"ndan maksat, Allahm,
in-sanlan, üzerinde yarattığı fıtrattır. [53]
139- Onlara
de ki: "Allah hakkında bizimle mücadele mi ediyorsunuz? Halbuki o, bizim
de rabbimiz sizin de rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz
sizedir. Biz, Alfana karşı samimi olanlarız."
Ey Muhammet!, Yahudi
ve Hıristiyanlar» de ki: "Allahın dini hakkında bizimle tartışıp
mücadeleye mi girişiyorsunuz? Peygamberinizin, bizim Peygamberimizden,
kitabınızın bizim kitabımızdan daha önce gelmesinden dolayı sizin, Allaha
bizden daha yakın olduğunuzu mu zannediyorsunuz. Halbuki bizim de sizin de
rabbimiz birdir. O, adaletlidir, asla zulmetmez. Bizlerden herbir cemaatin
yapmış olduğu iyi veya kötü ameller kendisine aittir. Herkes ameline göre sevap
kazanır, veya cezalandırılır. Yoksa dininin veya kitabının eski oluşuna Yahut
soyuna göre ceza veya mükât'aatlandırılacak değildir. Biz, ibadeti sadece
Allaha yaparız. Sizler gibi, ona hiçbir şeyi ortak koşmayız.
Görüldüğü gibi bu
«yet-i kerime, din hususumla müminlerle mücadele eden Yahudileri kınamaktadır. [54]
140- Yoksa
siz, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunların, Yahudi veya Hıristiyan
olduklarını mı söylüyorsunuz. Onlara de ki: "Siz mi daha iyi biliyorsunuz
yoksa Allah mı? Allahın indirdiği o yanındaki gerçeği gizleyenden daha zalim
kim vardır? Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.
Siz, bizimle, Allahın
dini hakkında mücadele ediyor ve yolunuzun daha doğru olduğunu mu
zannediyorsunuz? Yoksa sizler, İbrahim, İsmail, İshak ve
Yakup Peygamberlerin ve torunlarının
Yahudi veya Hıristiyan okluklarını mı sanıyorsunuz? Halbuki Yahudilik ve
Hıristiyanlık bu Peygamberlerden sonra meydana çıkmıştır. Ey Muhammed, onlara
de ki: "Bu Peygamberlerin ve üzerinde bulundukları dinlerin ne olduğunu,
sizler mi daha iyi biliyorsunuz? Yoksa Âlemlerin rabbi olan AUah mı? Bu
peygamberlerin müslüman olduklarını bildiği halde bu gerçeği saklayıp gizleyen
ve Peygamberlere. Yahudilik ve Hıristiyanlık isnad eden kişiden daha zalim kim
olabilir? Allah, hakkı gizleme davranışınızdan gafil değildir. Sizi cezalandırmayı
unutacak da değildir.
Allah teala bu âyet-i
kerime ile de, Resulullah ve sahabileri ile tartışmaya girişen, dinlerinin
eski olması hasebiyle daha üstün olduklarını iddia eden Yahudi ve Hıristiyanlan
kınamakta, onlun, Müslüman olan İbrahim, İsmail, İs-hak, Yakup ve torunları,
Yahudi veya Hıristiyan şeklinde vasıflandırmalarını reddetmektedir. Zira bu
insanlar. Yahudilik ve Hıristiyanlıktan önce var olan kimselerdir.
Ayet-i kerimede
"Yanımla bulunan gerçeği gizleyenden daha zalim kimse olmadığı"
ifade edilmektedir. Allahm gönderdiği gerçeği gizleyenlerden maksat, Mücahid,
Hasan-ı Basri ve Rebi' b. Enes'e göre, Yahudi ve Hıristiyan-İanlir. Zira
bunların elinde Tevrat ve İncil bulunmaktadır. Bu iki kitap ta Hz. İrahim,
İsmail, İshak, Yakup ve torunların Yahudi ve Hıristiyan olmadıklarını, Müslüman
olduklarım zikretmektedir. Fakat Yahudi ve Hıristiyanlar, Allah katından
kentlilerine gönderilen kitaplarUakibu gerçeği gizleyerek adıgeçen Peygamberlerin
Yahudi veya Hıristiyan olduklarını iddia etmişlerdir.
Katade ve İbn-i Zeyde
göre ise, yanlarında Allah tarafından bir gerçek bulunan ve bu gerçeği
saklayanlar, Yahudilerdir. Allah katından kendilerine bildirilen gerçek Hz.
Muhammedin hak Peygamber oluşudur. Yahudiler bunu bile bile gizlemişlerdir. Ve
Allah teala tarafından "Zalimler" olarak vasıflandırılmışlardır. [55]
141- Onlar
bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, si/in
kazandıklarınız da sizedir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu tutulacak
değilsiniz.
İbrahim, İsmail,
İshak, Yakup ve torunlar bir cemaatti, yollarına devam edip gittiler. Rablerine
intikal ettiler. Ümit ve amellerini de beraberlerinde götürdüler. Onların
kazandıkları hayır ve serler onlara,sizinkiler de size aittir. Siz onların
amellerinden değil sadece kendi kazandığınız hayır ve serden hesaba çekileceksiniz.
O halde ey Yahudi ve Hıristiyanlar, neden onları ileri sürüp duruyorsunuz?
Halbuki onların size, işlediğiniz kötü amellere karşı hiçbir faydalan
olmayacaktır. O halde onlara güvenmeyi bırakın da iman edip salih ameller işleyin. [56]
142-
İnsanların içinden beyinsiz olanlar: "Yöneldikleri kıbleden onları
çeviren nedir?" diyeceklerdir. Ey Muhammcd, de ki; "Doğu da
Alla-hındır batı da. O, dilediğini doğru yola iletir."
Yahudi ve
münafıklardan cahil ve beyinsiz olanlar diyeceklerdir ki: "Namazlarında
yönelmiş oldukları kıblelerinden onların yüzünü çeviren ve onları döndüren
nedir? Ey Muhammed, onlara de ki: "Doğunun, batının ve o ikisinin
arasındaki varlıkların mülkiyetleri ancak Allaha aittir. O, yarattıklarından dilediğini
hidayete kavuşturur ve doğru yola gitmelerine muvaffak kılar. Dilediğinden ise
yardımını keser ve doğru yoldan saptırır. O halde önemii olan doğruya veya
batıya dönmek değil Ali ahin emrine göre hareket etmektir.
Peygamber Efendimiz
(s.a.v.) Medineye hicret ettikten sonra Kudüse doğru yönelerek namaz kılmış
fakat bir zaman sonra Aliah teaîa, namaz kılarken Kabe'ye yönelmesini
emretmiştir. Bu emir üzerine Resulullah (s.a.v.) Kâbeye doğru yönelmiş fakat
ehl-i kitap ve münafıkların eleştirilerine maruz kalmıştır.
Bu meseleyi anlatan
Bera b. Âzib diyor ki:
"Resulullah
(s.a.v.) Medineye ilk geldiğinde Ensar'dan anne tarafından olan ecdadına veya
dayılarına misafir oldu. Medinede on altı veya on yedi ay Kudiise doğru
yönelerek namaz kıldı. Kudüse doğru namaz kılıyor fakat gönlünden kıblesinin
Kabe olmasını arzu ediyordu.
Resulullahın
Medinedeyken, Kâbeye doğru kıldığı ilk namaz bir ikindi namazıydı. Kendisiyle
beraber başka insanlar da namaz kılmışlardı. Bu namazı kılanlardan bir tanesi,
diğer bir mescide gitti. Orada namaz kılmakta olan cemaat rüku halindeydi.
Oraya giden kişi: "Allah şahidim olsun ki ben, Resulullah ile birlikte
Mekkeye (Kâbeye) yönelerek namaz kıldım." dedi. Bunun üzerine cemaat,
durumlarını değiştirmeden aynı vaziyette Kâbeye doğru döndü.
Resulullahın, Kudüse
doğru namaz kılması Yahudiler ve diğer ehl-i kitabın hoşuna gidiyordu.
Resulullah, Kâbeye doğru yönelince bunu hoş karşılamadılar.
Ayrıca, Kıble Kâbeye
doğru çevirilmeden Önce Kudüse doğru namaz kılan fakat o günden evvel ölmüş
olan sahabiler vardı. Bunlar hakkında ne diyeceğimizi bilemez olduk. Bunun
üzerine Allah teala: "... Allah sizin imanınızı (namazınızı) zayi edecek
değildir.. [57]âyetini indirdi. [58] Yani
bu âyet gelmeden önce Kudüse doğru namaz kılan ve bu âyet gelmeden evvel vefat
eden Müslümanların namazları da sahihtir. Allah onların namazlarını kabul
etmiştir.
Kıblenin sonradan
değişmesi onların namazlarını iptal etmez.
Abdullah b. Abbas
diyor ki: "Kıble Kudüsîeıı kâbeye çevrilince Yahudiler dediler
ki:"Ey Muhammed, daha önce yöneldiğin kıbleye dön sana uyalım ve seni
tasdik edelim." Bu sözleriyle Resulullahı dininde bocalatmaya çalışıyorlardı.
İşte bunun üzerine "İnsanlar içinden beyinsiz olanlar diyeceklerdir
ki:" âyet-i kerimesi nazil oldu.
Bu âyetin izahında Taberi
diyor ki: "Âyet-i kerimede zikredilen "Beyinsiz insanlar"dan
maksat, Mücahid, Bera b. Azib ve Abdullah b. Abbasa göre Yahudiler, Süddiye
göre ise münafıklardır.
Resuİullahın, Kudüse
yönelerek ne kadar bir zaman namaz kıldığı ihtilaflıdır. Said b. Cübeyr veya
İkrimenin Abdullah b. Abbastan naklettiklerine ve Ebubekir b. Ayyaş'ın da, Bera
b. Âzibdcn rivayet ettiğine göre, Resulullah Kudüse doğru on yedi ay namaz
kılmıştır. Ebu İshakın Bera b. Azibden rivayet ettiğine ve Said b.
el-Müseyyebe göre Resulullah Kudüse doğru on altı ay namaz kılmıştır.
Enes b. Mâlikten
rivayet edildiğine göre, Resulullah Kudüse doğru dokuz veya on ay namaz
kılmıştır.
Muaz b. Cebelden
rivayet edildiğine göre on üç ay Kudüse doğru namaz kılmıştır.
Resuİullahın Kudüse
doğru namaz kılması, ehl-i kitabı İslama kazandırmak için kendi içtihadıyla mı
olmuştur? Yoksa Allah-tealamn ona emretmesiylc mi olmuştur? Bu hususta iki
görüş zikredilmektedir.
Hasan-i Basri, İkrime
ve Ebul Âliyeye göre Resulullah, kendi isteğiyle Kudüse doğru namaz kılmıştır.
Ta ki Kudüse doğru yönelen Yahudileri İslama çeksin ve onların İman etmelerine
vesile olsun.
Abdullah b. Abbas ve
İbn-i Cüreyc'e göre ise, Allah teala, Resulullaha, Önce Kudüse doğru namaz
kılmasını emretmişti. Resulullah ve s:\habileri Allah tealamn emri gereği
Kudüse doğru namaz kılıyorlardı. Fakat Resulullah Uz. İb-ruhimin kıblesi olan
Kâbeye doğru namaz kılmak istiyor, yüzünü göğe doğru çevirip Allaha niyazda
bulunuyordu. Bunun üzerine Allah teala Resulullahm, Kâbeye doğru yönelmesini emreden
âyetleri indirdi.
Yahudi veya
münafıkların, Resulullaha ve müminlere "Onları, üzerinde bulundukları
kıbleden çeviren netlir*?" demelerinin sebebi, Abdullah b. Abbas
tarafından şöyle izah edilmektedir: "Kıble Kudüsten Kâbeye çevirilince
Resulullaha, Yahudilerden bir topluluk geldi ve ona: "Ey Muhammed, sen,
İbıahimin dini üzere olduğunu iddia ettiğin halde bulunduğun kıbleden seni
çeviren nedir? Tekrar eski kıblene dön ki sana tabi olalım ve seni tasdik
edelim." dediler. Yahudiler bu sözleriyle Resulullahı dininde bocalatmak
istiyorlardı. İşte bunun üzerine Allah teala bu âyet-i kerimeyi indirdi.
Abdullah b. Abbastan
nakledilen başka bir görüşe göre, Allah tealanın ResuluUaha, Kâbeye doğru
yönelmesini emretmesi üzerine Resulullah Kâbeye doğru namaz kılmaya başladı.
Bunun üzerine bir kısım insanlar: "Bunları, üzerinde bulundukları
kıbleden çeviren nedir? Şüphesiz ki bu adam, doğduğu yeri özledi."
dediler. Bunun üzerine Allah teala bu âyeti indirdi. Süddi de bu âyetin
münafıkların dedi kodulan üzerine nazil olduğunu söylemiştir. [59]
143- Böylece
biz sizin, insanlara karşı şahit olmanız, Peygamberin de size karşı şahit
olması için sizi, orta yolu tutan bir ümmet kıldık. Önceden üzerinde bulunmuş
olduğun kıbleyi, sadece peygambere uyan kimseyi gerisingeri dönenden
ayırdctmck için çevirdik. Bu, AUahın hidayet ettiklerinin dışındakilere ağır
gelir. Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanlara
çok şefkatli ve çok merhametlidir.
Ey müminler, biz
sizleri hidayete erdirdiğimiz ve İbrahimin kıblesine dönmeyi nasibettiğimiz
gibi sizi başkalarından üstün de kıldık. Sizi, seçkin ve adil bir ümmet yaptık.
Sizlerin, öcneki Peygamberlerin, Allahın verdiği Peygamberliklerini
ümmetlerine tebliğ ettiklerine dair o ümmetlere karşı kıyamet gününde şahit
olmanız, Allahın Peygamberi Muhammedin de iman ettiğinize dair size şahit
olması için, orta yolu tutan bir ümmet kıldık. Ey Muhammetl, bizim seni, daha
önce kıble edindiğin Kudüsten çevirip Kâbeye yöneltmemiz, kesin olarak iman
edenlerle şirk ve şüphe içinde olanları birbirinden ayırdetmemiz için ve kimin
sana tabi olup senin kıblene yöneleceğini, kimin de dininden dönerek münafık
ve kâfir olacağını açığa çıkarmamız içindir. KIbleyi çevirme büyük bir
hadisedir. Bunu ancak, Allahın sana tabi olmaya ve sana indirdiklerini tasdik
etmeye muvaffak kıldığı kişiler kabullenirler. Aİlah, daha önce Kudüse doğru
yönelerek kıldığınız namazları zayi edecek değildir. Onlar da sahih ve
geçerlidir. Şüphesiz ki Allah, kullarına karşı çok şefkatli ve çok merhametlidir.
Âyette geçen ve
"Orta yolu tutan" diye tercüme edilen "Vasat" kelimesi
hakkında Taberi şöyle diyor: "Buradaki "Orta yol"dan maksat, iki
uç tarafın ortası demektir. Müslümanlar dinlerinde orta yolu tutmuşlardır.
Onlar ne Hıristiyanlar gibi ruhbanlıkta aşın gitmişler ve Hz. İsa hakkında,
Hanlık derecesine çıkaracak sözler söylemişler ne de Yahudiler gibi Allah
tealanın kitabım değiştirerek kendilerine gönderilen Peygamberleri Öldürerek
ve rablerini yalancı çıkararak isyana düşmüşlerdir. Bilakis müslümanlar,
itidali muhafaza etmişler, ifrat ve tefritten kaçınmışlardır.
Ebu Said el-Hudri,
Resulullahm, âyette zikredilen "Sizi orta yoiu tutan bir ümmet
kıldık." ifadesini, "Biz sizi, adaletli bir ümmet kıldık."
şeklinde izah ettiğini rivayet etmiştir. [60]
Ebu Hureyre de
Resulullahın, bu ifadeyi bu şekilde izah ettiğini rivayet etmiştir.
Mücahid, Katade, Rebi1
b. Enes, Abdullah b. Abbas, Ata ve Abdullah b. Kesir de âyette zikredilen ve
"Orta yolu tutan" şeklinde tercüme edilen kelimesini "Adaletli
davranan" diye izah etmişlerdir. Taberi buradaki adaletten maksadın
"Seçkinlik" olduğunu söylemiş bu İfadenin mânâsının, "Biz sizi
seçkin bir ümmet kıldık" demek olduğunu beyan etmiştir.
İbn-i Zeyd ise
buradaki "vasat" kelimesinden maksadın "İki şeyin arasında
bulunan" demek olduğunu, müminlerin, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile diğer
ümmetlerin arasında bulunduklarının ifade edilmesi için onlara bu sıfatm
verildiğini söylemiştir.
Âyet-i kerimede:
"Sizin, insanlara karşı şahit olmanız, Peygamberin de size şahit olması
için sizi adaletli bir ümmet kıldık" buyuru İm aktadır. Ebu Said el-Hudri,
Resulullahtan, âyetin bu bölümünü izah eden şu hadisi rivayet etmiştir.
Resulullah buyurdu ki: "(Kıyamet gününde) Nuh çağrılacak ve ona "Sen
(kavmine) tebliğ ettin mi?" denecektir. Nuh da "Evet"
diyecektir. Bunun üzerine kavmi çağırılacak ve onlara: "Nuh size tebliğ
etti mi?" diye sorulacak kavmi ise: "Bize herhangi bir uyarıcı
gelmedi. Bize hiçbir kimse gelmedi." diyeceklerdir. Bunun üzerine Allah
teala Nuh'a: "Senin şahitlerin kimdir?" diye soracak Nuh da:
"Muhammed ümmetidir." diyecektir. Bunun üzerine sizler getirileceksiniz.
Onun tebliğ ettiğine dair şahitlik edeceksiniz. İşte Allah teala şu kelamıy-la
bunu ifade etmektedir." Böylece biz sizin, insanlara karşı şahit olmanız.
Peygamberin de size karşı şahit olması için sizi, orta yolu tutan bir ümmet
kıldık."
Cabir b. Abdullah da
Resulullahtan bunun benzeri bir hadisi rivayet etmistir. Hibban b. Ebi Cebele
de Resulullahm şunları buyurduğunu rivayet etmiştir. "Allah teala kıyamet
gününde kullarım bir araya topladığı zaman ilk çağırılacak olan İsrafildir.
Rabbi İsrafile "Sana verdiğim emri ne yaptın? Tebliğ ettin mi?" diye
soracak İsrafil de: "Evet rabbim ben onu Cebraile tebliğ ettim."
diyecektir. Bunun üzerine Cebrail çağırılacak ve ona: "İsrafil emrimi sana
tebliğ etti mi? denecek o da: "Evet rabbim o bana tebliğ etti"
diyecektir. Bunun üzerine İsrafil serbest bırakılacak ve Cebraile: "Sen
emrimi tebliğ ettin mi? denecektir. Bunun üzerine Cebrail: "Evet,
Peygamberlere tebliğ ettim." diyecek ve Peygamberler çağmiıp bu defa
onlara: "Cebrail benim emrimi size tebliğ etti mi?" denecek onlar da:
"Evet rabbimiz, tebliğ etti." diyeceklerdir. Cebrail de serbest
bırakılacaktır. Sonra Peygamberlere: "Siz emrimi ne yaptınız?" denecek
Peygamberler de: "Biz ümmetlerimize tebliğ ettik," diyeceklerdir.
Bunun üzerine ümmetler çağırılacak ve onlara: "Peygamberler size emrimi
tebliğ etti mi?" denecek. Bazıları yalanlayacak bazıları da
doğrulayacaktır. Bu defa Peygamberler: "Ey Rabbimiz, senin şahit olman
yanında bizim onlara, emrini tebliğ ettiğimize dair şahitlik edecek
şahitlerimiz mevcuttur." diyeceklerdir. Allah teala: "Kim size
şahitlik edecektir?" diyecek, Peygamberler de: "Muhamed ümmeti
şahitlik edecek" diyeceklerdir. Bunun üzerine Muhammed ümmeti çağırılacak
ve onlara: "Şu Peygamberlerimin benim emrimi, kendilerine gönderildikleri
ümmetlere tebliğ ettiklerine dair şahitlik eder misiniz?" denecek Muhammed
ümmeti de: "Evet rabbimiz, o peygamberlerin tebliğ ettiklerine dair biz
şahidiz." diyecekler. Bunun üzerine o ümmetler: "Bize kavuşmayan
insanlar bizim hakkımızda nasıl şahitlik ediyorlar?" diyeceklerdir. Allah
teala da Muhammet ümmetine "Sizler, kendilerine, yetişemediğiniz insanlar
hakkında nasıl şahitlik ediyorsunuz?" diyecek Muhammed ümmeti de:
"Ey rabbimiz, sen bize Peygamber gönderdin. Bize emrini ve kitabını
indirdin ve bize, Peygamberlerin, ümmetlerine tebliğ ettiklerini kıssalarla
anlattın. Biz de senin bize anlatmanla şahitlik ediyoruz." diyeceklerdir.
Bunun üzerine Ailah teala: "Doğru söylediler" diyecektir. İşte Allah
tealanın şu kelamı bu anlatılanları ifade etmektedir." Böylece biz sizin,
insanlara karşı şahit olmanız Peygamberlerin de size karşı şahit olması için
sizi, orta yolu tutan bir ümmet kıldık."
Enes b. Mâlik, Ebul
Esved, Ebu Hüreyre ve Seleme b. Ekva'dan, ölen kişiler hakkında, insanların
şahitliklerinin etkisi olacağı hususunda Resulullahtan şu hadisi rivayet
ettikleri zikredilmektedir. Enes b. Mâlik diyor ki:
"Onlar bir
cenazenin yanından geçip onu hayırla anmışlar bunun üzerine Rcsulullah :
"Vacip oldu" demiştir. Sonra başka bir cenazenin yanından geçmiş
onun ise kötülüğünü anlatmışlar. Rcsulullah onun için de: "Vacip
oldu." demiştir. Bunun üzerine Ömer b. cl-Hattab: "Ne vacip oldu?"
diye sormuş. Rcsuluilah da: "Şunu hayırla andınız onun için cennet vacip
oldu. Şunu da kötülükle andınız onun için de cehennem vacip oldu. Sizler
yeryüzünde Allahın şahitlerisiniz." buyurdu[61]
Mücahid, Katade, Zeyd
b. Eşlem, Dehhiik, Rebi' b. Enes, Abdullah b. Abbas, Ata b. Ebi Rebah da âyet-i
kerimenin bu bölümünü bu şekilde izah etmişlerdir.
Ayet-i kerimede,
Resulullahın daha önce yöneldiği kıblenin belli bir hikmete göre çevirildiği
zikredilmektedir.
Resulullahın önce
yöneldiği kıbleden maksat, Kudüstür. Resulullahm Kudüsü bırakıp Kâbeye
yönelmesi üzerine bir kısım Müslümanlar imtihan geçirmiş, Yahudiler,
münafıklar ve müşrikler de aleyhte dedikoduya girişmişlerdir. Bu hususta Katade
diyor ki: "Kıble olayı bir imtihan ve safları netleştirme oklu. Ensar,
Resulullahın hicretinden Önce iki yıl Kudüse doğru namaz kılmıştı. Resulullahın
Medineye gelişinden sonra da on yedi ay yine Kudüse doğru namaz kıldılar. Daha
sonra Allah teala kıbleyi Beytullahil Haram olan Kabe tarafına çevirdi. Bunun
üzerine bir kısım insanlar: "Bunları daha önce bulundukları kıbleden
çeviren nedir?" Bu adam mutlaka doğduğu yeri özledi." dediler. Bunun
üzerine Allah teala: "Ey Muhammed, de ki: "Doğu da Alfanındır batı
da. Allah, dilediğini hidayete erdirir." âyetini indirdi. Yine bir kısım
insanlar, "Bizim, önceki kıbleye yönelerek yaptığımız ibadetler ne
olacak?" dediler. Allah teala da: "Allah sizin imanınızı
(ibadetlerinizi) zayi edecek değildir." âyetini indirdi.
Allah teala kullarını,
dilediği emirlerle imtihan eder ki itaat edeni, karşı gelenden ayırdetmiş
olsun.
Süddi de bu âyetin
izahında şöyle demiştir: "Resulullah daha önce Kudüse doğru yönelerek
namaz kılıyordu. Kâbeye yönelmeyi emreden âyet Kıulüsün kıble olmasını
neshetti. Resulullah Mescid-i Harama yönelince insanlar ihtilal ettiler. Ve bu
hususta gruplara ayrıldılar. Münafıklar şöyle demeye başladılar: "Bunlara
ne oluyor? Bir zaman bir kıbleye doğru yönetiyorlardı şimdi orayı bırakip başka
yere yönelmeye başladılar?" Müslümanlar da şöyle dediler: "Hayattayken
Kudüse doğru namaz kıldıkları süre içinde ölen kardeşlerimizin halini bir
bilsek. Allah, bizim ve onların namazlarını kabul etti mi etmedi mi?" Yahudiler
ise şöyle dediler: "Muhammed, babasının vatanını ve doğduğu yeri özledi.
Şayet bizim kıblemize yönelmeye devam etseydi onun, bizim, gelmesini beklediğimiz
adamımız olacağım ümit ederdik." Mekkeli müşrikler ise şöyle dediler:
"Muhammet!, dini hususunda şaşırdı. Ey insanlar, o şimdi size yöneldi ve
sizin bulunduğunuz yeri kıble edindi. O sizin daha doğru yolda olduğunuzu
anladı. Yakında sizin dininize ginnesi beklenir. "İşte Allah teala bunun
üzerine, münafıklar hakkında bu âyeti indirdi. Ve diğer insanlar hakkında da
diğer âyetleri indirdi.
Ayet-i kerimede geçen
ve "ayırdetmck için" diye tercüme edilen ifadesinin asıl mânâsı,
"Bilmemiz için" dernektir. Allah tealanın, gelecekte olacak şeyleri
daha önceden bildiği kesin olduğundan bu âyette zikredilen "Bilmemiz
için" ifadesi, müfesirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir:
a- Taberiye
göre buradaki "Bilmemiz için" ifadesinden maksat, "Benim
Peygamberimin ve dostlarımın bilmesi için" demektir. Bu izaha göre âyetin
mânâsı şöyledir: "Seni, daha önce üzerinde bulunduğun Kudüsten çevirip
Kâbeyi kıble yapmamızın sebebi, Peygambere uyanları ve uymayanları. Peygamberimizin
ve dostlarımızın bilmeleri ve tanımaları içindir. Taberi diyor ki:
"Arapçada, sebep olanın, işi yapan gibi ifade edildiği çoktur. Mesela
"Irakı Ömer b. el-Hattab fethetti." denir. Aslında Irakı fetheden Hz.
Ömerin bizzat kendisi değil ordusudur. O, bu işe sebep olduğu için fethetme işi
ona isnad edilmiştir. Buradra da Resulullahın ve sahabilerin, gerçek
müminlerle mümin olmayanları ayırdetmeleri Allah tealanın açıklamasıyla
olduğundan bu iş Allah tealaya isnad edilmiş ve "Bilmemiz için"
ifadesi kullanılmıştır.
b- Diğer bir
kısım âlimler ise, buradaki "Bilmek" fiilinden maksat,
"Gör-mek"tir demişler ve bu cümlenin mânâsının "Görelim"
şeklinde olduğunu söylemişlerdir.
Taberi diyor ki:
"Bu görüş doğru değildir. Zira Arapçada "Görme" fiili
"Bilme" yerine kullanılır. Çünkü bir şeyi yapan kişi aynı zamanda onu
bilmiş olur. fakat "Bilme" fiilinin "Görme" yerine
kullanıldığı vaki değildir. Zira nice insanlar vardır ki birçok şeyleri
bilirler fakat o şeyleri görmemişlerdir.
c- Diğer bir
kısım âlimlere göre ise buradaki "Bilmemiz için" ifadesinden maksat,
"Bildiğimizi size açıklayalım diye" demektir. Zira münafıklar, Yahudiler
ve kâfirler, Allah tealanın herhangi bir şeyi henüz meydana gelmeden önce
bilebileceğini inkâr edyorlardi. Onlar: "Bunun böyle olacağını kim nasıl
bilecektir? Böyle bir şey olmaz." demişlerdir. Allah teala kıbleyi
Kudüsten Kâbeye çevirince ve bir kısım insanlar da dinden dönünce Allah teala
onlara dedi ki:
"Biz kıbleyi
böyle çevirdik ki, bizim, kimin Peygambere tabi olacağını kimin de dinden
döneceğini bildiğimizi size bildirmiş olalım."
d- Diğer bir
kısım âlimlere göre ise, buradaki "Bilmemiz için" ifadesi, Allah
tealamn, kullarının kalbini İslama karşı yumuşatma maksadıyla kullandığı bir
nezaket ifadesidir. Bu ifadeden asıl maksat ise "Sizîerin biîmeniz için"
demektir. Allah teala Kur'an-ı Kerimin bazı yerlerinde bu gibi ifadelrei
zikretmiştir. Mesela bir âyet-i kerimede: "... O halde bir hidayet ve
apaçık bir sapıklık üzerinde olan ya biziz yahut sizsiniz.. [62]
buyurulmaktadır. Resulullahın hidayet üzere olduğu, müşriklerin de sapıklık
üzere oldukları muhakkaktır. Bununla birlikte sırf müşriklerin kalbini
yumuşatmak için böyle bir ifade kullanılmıştır. İzahını yaptığımız âyette de
durum böyledir.
Âyet-i kerimede
zikredilen "Gerisin geri dönen"den maksat, "Dinden dönüp mürted
olan, nifaka düşen, kâfir olan veya Hz. Muhammed (s.a.v.)'e karşı gelen"
demektir.
Âyeti kerimede
"Bu, Allanın hidayet ettiklerinin dışındakilere elbette ağır gelir."
buyurulmaktadır. Allanın hidayete erdirdiği kimselerin dışındakilere ağır
gelen şeyden maksat, Abdullah b. Abbas, Mücahid ve Katadeye göre, kıblenin
Kudüsten çevirilip Mescidi Harama doğru dönmesidir. Zira daha önce de
zikredildiği gibi,kıblenin değiştirilmesi bir çok insanları fitneye
düşürmüştür.
Ebul Âliyeye göre ise,
hidayette olanların dışındakilere ağır gelen şeyden maksat ise Kudüsün kıble
olmasıdır.
İbn-i Zeyd'e göre ise,
hidayette oJnalann dışındakiîere ağır geîen şey'den maksat, daha önce Kudüse
doğru yönelerek kılınmış olan namazlardır.
Taberi, hidayette
olanların dışındakilere ağır gelen şeyin, kıblenin çeviril-mesi hadisesi
olduğunu söyleyen görüşün daha doğru olduğunu söylemiştir, zira insanları
fitneye düşüren, belli bir kıblenin seçilmesi veya ona doğru yapılan ibadet
değil, kıblenin değiştirilmesi olayıdır. Zira bu, insanlara güvensizlik vermiş,
imanı zayıf olanları tereddüde düşürmüş ve münafıkların dedikodularına yol
açmıştır.
Allanın hidayete
eriştirdiklerinden maksat, Allanın, iman etmeye muvaffak kıldığı,
Peygamberlerine indirdiklerini tasdik etmeye ve Peygamberlere uymaya nail
kıldığı kimselerdir.
Âyet-i kerimede,
"Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir." buyurulmaktadır.
Abdullah b. Abbas, Bera b. Âzib, Katade, Süddi, Rebi' b. Enes Da-vud b. Ebi
Âsim ve İbn-i Zeyd'e göre âyette zikredilen "İmanınız" ifadesinden
maksat, "Namazınız" demektir.
Buna göre âyetin mânâsı: "Allah sizin, Kudüse doğru kıldığınız namazı zayi
edecek değildir." demektir.
Taberi diyor ki:
"İman kelimesinin mânâsı, "Tasdik etmek" demektir. Tasdik bazan
dil ile bazan amel ile bazan da her ikisiyle olur. Namaz kıimak, Resulullahj
amel ile tasdik etmektir. Bu itibarla namaza "İman" denilmiştir. Nitekim
rivayet edilen görüşler de bunu ifade etmektedir. Âyet-i Kerimede, herne kadar:
"Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir." Duyurularak yaşayan
insanlara hitabedUmişse de bu hitab, Kudüse doğru namaz kılıp ta, kıble
değiştirilmeden ölenleri de kapsamaktadır. Zira, dirilerin bu tur amellerinin
zayi edilmediği bildirilirken, hayattayken aynı amelleri işleyen ölülerin
amellerinin de zayi olmadığı ifade edilmiş olmaktadır.
Âyet-i kerimenin
sonunda: "Şüphesiz ki Allah, müminlere çok şefkatli ve çok
merhametlidir." buyurulmaktadır. "Çok şefkatli" diye tercüme
edilen kelimesinin mânâsı, "Merhametin en üst derecesi" demektir.
Allah te-alanm, böyle bir merhameti, dünyada bütün yaratıklarına şamildir.
Âhirette ise yaratıklarının sadece bir kısmına ait olacaktır.
"Merhametli" diye tercüme edilen kelimesinin mânâsı, "Merhamet
sahibi" demektir. Allah tealanın bu gibi merhameti ise hem dünyada hem de
âhirette sadece müminlere aittir. Allah teala, âyet-i kerimenin sonunda bu iki
sıfatını zikrederek şunu beyan etmeyi murad etmiştir: Allah, ibadet eden
kullarının amellerini boşa çıkarmaz, onların sevaplarını verir. Çünkü o, bütün
yaratıklarına karşı şefkatli, müminlere karşı ise özellikle merhametlidir. O
halde o, yapılan amelleri boşa çıkarmaz. [63]
144- Ey
Muhammcd, yüzünü göğe çevirip durduğunu görüyoruz. Seni, sevdiğin kıbleye
mutlaka çevireceğiz. Hemen yüzünü Mcscid-i Haram tarafına çevir. (Ey müminler)
siz de nerede olursanız olun, yüzünüzü onun tarafına çevirin. Şüphesiz,
kendilerine kitap verilenler, kıblenin değişmesinin, rabicrı tarafından hak
bir emir olduğunu bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir.
Ey Muhammed, kıbleyi
Kabe tarafına çevirme emrini bekleyerek yüzünü göğe doğru çevirdiğini
görüyoruz. Seni mutlaka Kudüsten çevirip, sevdiğin kıbleye yönelteceğiz. Hemen
Mescid-i Haram tarafına doğru dön ve yüzünü o tarafa çevir. Ey müminler, siz
de nerede olursanız olun, namazda yüzünüzü Mescid-i Haram tarafına çevirin.
Şüphesiz ki Yahudi ve Hıristiyan âlimleri, Mescid-i Harama doğru dönmenin,
Allahın, kullarına farz kıldığı bir gerçek olduğunu bilirler. Zira onların
kitaplarında bu gerçekler mevcuttur. Allah, kullarının amellerinden gafil
değildir. Onlan karşılıksız bırakmaz.
* Resulullah (s.a.v.)
Medineye hicret etmeden önce, namaz kılarken, Kâbeyi önüne alarak, muhtemelen
rükn-i Şâmî ile Rükn-i Yemanî arasında duruyor böylece hem Kâbeye hem de
Kudüste bulunan Hacer-i Muallak'a doğru yönelmiş oluyordu. Medineye hicret
edince, bu şekilde iki kıbleyi birden önüne alma imkanı kalmadı. Bu sefer
sadece Kudüse doğru yöneldi. Fakat içinde, Kâbeye yönelmenin hasreti vardı. Bu
durum on küsur ay devam ettikten sonra bu âyet nazil oldu ve namaz ki lavken
Kâbeye dönülmesi emredildi.
Resulullahın, Kâbeyi
kıble edinmeyi istemesinin sebebi, Mücahid ve İbn-i Zeyd'e göre, Yahudilerin,
"Sen bizim kıblemize tabi oluyor fakat dinimize muhalefet
ediyorsun." demeleriydi. Bu hususta İbn-i Zeyd diyor ki: "Allah teala
"Nereye yönelirseniz Allahın yüzü (Rızası) oradadır." âyetini
indirdi. Bu sebeple Resulullah: "Bunlar, Allahın evlerinden biri olan
Kudüse doğru yönelen bir kavimdir. Biz de oraya yönelsck nasıl olur?"
demiş ye on altı veya on yedi ay oraya doğru yönelerek namaz kılmıştı.
Yahudiler ise: "Vallahi Muhammed ve arkadaşlan kıblelerinin neresi
olduğunu bilemediler. Onlara kıblelerini biz gösterdik." demeye
başlamışlardı. İşte bunun üzerine Resulullah Kudüse doğru yönelmeyi hoş görmüyor,
yüzünü göğe doğru çevirip kıblenin Kabe tarafına çevi-rilmesini istiyordu. İşte
bunun üzerine Allah teala da bu âyeti indirdi.
Abdullah b. Abbasa
göre ise Resulullahın, Kâbeyi kıble edinmeyi arzulamasının sebebi, oranın,
atası İbrahim (a.s.)'ın kıblesi olmasıdır.
ResuluHahın, yüzünü
Mescid-i Haramın hangi tarafına doğru çevirmesinin emredildiği hususu ise
farklı şekillerde izah edilmiştir.
Abdullah b. Amr'a göre
Resulullaha, yüzünü Kâbenin oluğuna doğru çevirmesi emredilmişti ve Resulullah
da yüzünü oraya doğru çevimıeyi istiyordu.
Abdullah b. Abbasa
göre ise. BeytuUahil Hanımın tümüne çevirmesi emredilmişti. Bu itibarla
Beytullahın tümü kıbledir. Beytullahın bizzat kendisinin kıblesi ise Kâbenin
kapısıdır.
Taberi diyor ki:
"Bana göre doğru olan görüş, Allah tealanın da buyurduğu gibi Mescid-i
Harama doğru yönelmektir. Oraya yönelen kıbleye yönelmiş olur. Bu sebeple
namaza duran kişinin kalbiyle Mescid-i Hanıma yönelmiş olduğuna niyet etmesi
icabetler. Her ne kadar vücuduyla kıbleye tam isabet etmese de niyetiyle oraya
yönelmesi yeterlidir. [64]
145- Yemin
olsun ki sen, kendilerine kitap verilenlere bütün delilleri getirsen de yine
senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar
birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Yemin olsun ki eğer sana bilgi geldikten
sonra onların arzularına uyarsan o zaman şüphesiz Talimlerden olursun.
Ey Muhammed, yemin
olsun ki sen, Yahudi ve Hıristiyanlara, kıblenin Mescid-i Harama doğru
değiştirilmesinin farzı yetine dair bütün delilleri getirsen de yine seni
tasdik etmez, senin sevdiğin kıbleye uymazlar. Sen de onların kıblesine tabi
oîacak değilsin. Yahudiler Hıristiyanların, Hıristiyanlar da Yahudilerin
kıblesine tabi olmazlar. O hakle onları razı etmeyi bekleme. Bu elinde kıble,
İbrahim ve ondan sonra gelen Peygamberlerin kıblesidir. Eğer sen bu Yahudi ve
Hıristiyanların rızasını kazanmak ister de bunların, inatçı oldukları ve bâtıl
üzere bulunduklarına dair bilgi geldikten sonra, onların da seni çevirdiğimiz
kıblenin, İbrahim ve diğer peygamberlerin kıblesi okluğunu bilmelerinden sonra
bunların kıblesine döner, onların sapıklıklarına göz yumarsan. Allanın enirine
karşı gelmen sebebiyle kendi kendine zulmedenlerden olursun.
Süddi diyor ki:
"Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi şudur: Kıblenin Ku-düşten Kâbeye
çevirilmesi üzerine Yahudiler: "Muhammed babasının memleketini ve doğduğu
yeri özledi. Şayet bizim kıblemize yönelmeye devam edecek olsaydı biz onun,
gelmesini beklediğimiz adamımız olduğunu ümit ederdik." demişlerdi. İşte
bunun üzerine Allah teala bu âyet-i kerimeyi indirdi. [65]
146-
Kendilerine kitap verdiğimi/, kimseler onu (Peygamberi) kendi oğullarını
tanıdıkları gibi tanırlar. Yine de onlardan bir cemaat, bile bile gerçeği
gizlerler.
Yahudi ve Hıristiyan
bilginleri, Muhammedin Allanın Peygamberi olduğunu, kendi çocuklarını
tanıdıkları gibi tanırlar. Veya Kâbenin, Peygamberin kıblesi olduğunu
bilirlerdi. Onlardan bir grup, ellerindeki Tevrat ve încilde yazılı olarak
buldukları halde Muhammedin Peygamberliğini veya kıble meselesini bile bile
gizlerler. Yaptıklarını bile bile yaparlar. Böylece Allaha kasıtlı olarak
isyan etmiş olurlar.
Ayet-i kerimede, ehl-i
kitabın, oğullarını tanıdıkları gibi belli bir şeyi tanıdıktan
zikredilmektedir. Katade, Rebi' b. Enes, Abdullah b. Abbas, Süddi, İbn-i Zeyd
ve İbn-i Cüreyc'e güre ehl-i kitabın, oğullarını tanıdıkları gibi tanıdıkları
şeyden maksat, Beytullahil Haramın, Hz. İbrahimin ve Resulullahtan önce gelen
diğer Peygamberlerin kıble olduğunu bilmeleridir. Yahudi ve Hıristiyanlar,
Mescid-i Haramın kıble olduğunu, kendilerine inen kitaplardan bilmelerine
rağmen onu gizlemişler, Yahudiler Kudiise doğru Hıristiyanlar da doğuya doğru
yönelmişlerdir. Allah teala bu hususta Hz. Muhammed (s.a.v.)'i aydınlatıyor ve
Yahudilerin, bile bile hakkı gizlediklerini beyan ediyor. [66]
147- Hak,
rabbindcn gelendir. Sakın şüphe edenlerden olma.
Gerçek, Yahudi ve
Hıristiyanların dediği gibi değil, rabbinin sana öğrettiğidir. Ey Muhammed,
sakın yöneldiğin kıblenin, İbrahimin kıblesi olduğu hususunda şüphe edenlerden
olma.
* Burada hitap her ne
kadar Resulullaha ise de, Resulullah, gerçek hususunda şüpheye düşmeyeceğine
göre asıl maksat, bu hususta onun ümmetinin dikkatini çekmektir.
Arapçada, insanlann
önde gelenlerine hitap edilerek onların arkasından gidenlerin kastedildiği
geçerli bir usuldür. Âyet-i kerimede de bu usul görülmektedir. Ayette
zikredilen "Hak"tan maksat, Kâbenin kıble olmasıdır. [67]
148-
Herkesin yölediği bir yön vardır. Siz, hayır işlerde yarışın. Nerede olursanız
olun Allah hepinizi bir araya toplayacaktır. Şüphesiz ki Allah, her şeye
kadirdir.
Her ümmetin yöneldiği
bir kıblesi vardır. Yüzünü o tarafa doğru çevirir.
Siz, rabbinize
şükretmek için salih amellere koşuşun. Dünyada âhiretiniz için azık hazırlayın.
Kıblenizi muhafaza edin. Sizden evvelki ümmetler gibi onu kaybetmeyin. Sonra
siz de onlar gibi sapıklığa düşersiniz. Nerede Ölürseniz Ölün, Alİah hepinizi
kıyamet gününde bir araya toplayacaktır. Şüphesiz ki Allah, ölümünüzden sonra
sizi kabirlerinizden çıkarıp bir araya toplamaya gücü yetendir. [68]
149- Her
nereye çıkıp gidersen git, yüzünü Mcscid-i Haram tarafına çevir. Bu, elbette
rabbinden gelen bir gerçektir. Allah, sizin yaptıklarınızdan habersiz
değildir.
Ey Muhammed, hangi
yere gidersen git, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Kıbleye doğru
yönelmek, rabbinin katından gelen ve şüphe götürmeyen bir gerçektir. O halde bu
emri tut. Kıbleye yönelerek Allaha itaat et. Allah, sizin yaptıklarınızdan
gafil değildir. Yaptıklarınızın karşılığını size vermesi için onları
zaptetmektedir. [69]
150- Her
nereye çıkıp gidersen git, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey müminler)
siz de nerede olursanız olun, yüzünüzü onun tarafına çevirin ki insanların,
aleyhinize bir delili olmasın. Onlardan zalim olanlar müstesnadır. Onlardan
korkmayın benden korkun. Ben de üzerinizdeki nimetimi tamamlıyayım. Böylece
hidayete ermiş olasınız.
Ey Muhammed, hangi
yere gidersen git, yüzünü Mescid-i Haram tarafına döndür. Ey müminler, siz de
Allahın yeryüzünün ne tarafında bulunursanız bulunun, namaz kılarken yüzünüzü
Mescid-i Haram tarafına çevirin ki ehl-i kitap: "Muhammed bizim dinimize
karşı çıkıyor fakat kıblemize tabi oluyor." Diyerek
aleyhinize delil yapmasınlar. Ancak
Kureyş müşrikleri müstesnadır. Çünkü onların size karşı bâtıl bir iddiaları ve
husumetleri vardır. "Muhammed kıblemiz olan kâbeye döndü daha sonra da
dinimize dönecektir." derler. O zalimlerin delillerinden ve
mücadelelerinden korkmayın. Benim emrime karşı gelerek cezama çarpılmaktan
korkun. Sizi İbrahimin kıblesine döndürmek ve böylece Hanif dini olan îslamın
hükümlerini tamamlamakla size olan nimetimi kemale erdire-yim. Böylece kıble
meselesinde doğruyu bulaşınız.
Âyette zikredilen
insanlardan maksat, ehl-i kitaptır. Taberi diyor ki: Eğer denilecek olursa ki:
"Ehl-i Kitabın, Resulullaha ve sahabilerine karşı ileri sürebilecekleri ne
gibi bir delilleri bulunabilir ki Allah teala: "İnsanların, aleyhinize
bir delili olmasın." buyuruyor? Bu soruya cevaben denilir ki:
"Resulullah Kudüse doğru namaz kıldığında,ehl-i kitap onun hakkında şöyle
diyorlardı: "Muhammed ve arkadaşları, kıblelerinin neresi olacağını
bilemediler. Onlara, kıblelerini biz gösterdik." "Muhammed dinimize
karşı çıkıyor fakat kıblemize uyuyor." İşte bu sözlerini delil olarak
ileri sürüyorlardı. Allah teala, Resululla-hın, kâbeye doğru yönelmesini
emredince artık ehl-i kitabın ileri sürecekleri delilleri kalmadı.
Âyet-i kerimede:
"Onlardan zalim olanlar müstesnadır." Duyurulmaktadır. Buradaki
"Zalim olanlar"dan maksat, Mücahid, Süddi, Rebi' b. Enes, Kata-de ve
Ataya göre, Arap müşrikleridir. Âyette, Arap müşriklerinin, Resulullahın,
kâbeye yönelmesini emreden âyete rağmen yine de Resulullaha karşı bir kısım
bâtıl iddialar ileri sürebilecekleri, ancak bunların bâtıl iddialarından
korkulma-ması gerektiği bilakis Allah tealadan korkulması gerektiği
zikredilmektedir.
Eğer denilecek olursa
ki: "Resulullahın, namaz kılarken Kâbeye yönelmesini emreden âyete
karşılık Kureyş müşriklerinin, Resulullaha ve müminlere karşı ne gibi bir
delili bulunabilir ki Allah teala onların delillerinin olabileceğine işaret
ediyor ve fakat o delilin çürük olacağı sebebiyle müşriklerden korkutmamasını
emrediyor?" Cevaben denilir ki: "Zalimlikle vasıflandırılan Kureyş
müşriklerinin, müminlere karşı ileri sürecekleri delilden maksat, bir kısım
tartışmaları ve bâtıl iddialarıdır. Çünkü onlar, "Artık Muhammed
kıblemize döndü, yakında dinimize de dönecektir." şeklinde sözler
söylemişlerdir. Bunun için Allah teala: "İnsanlardan zalim olanlar
müstesnadır." Yani, "Onlar, aleyhinize bir kısım delilleri ileri
sürmeye devam edeceklerdir." buyunnuş arkasından da "Bu gibi bâtıl
iddialarda bulunacak olan müşriklerden korkmayın, benden korkun."
buyurmuştur.
Bu surenin yüz kırk
dört ve yüz ellinci âyetlerinde, kıbleye dönülmesinin üç kere emredilmesinin
hikmeti hakkında bir çok görüşler beyan edilmiştir. Bunlardan birinde şöyle
deniyor: "Birinci âyet, Kâbeyi görmekte olan kimselerin Kâbeye
yönelmelerini, ikinci âyet, Mekkede bulunduğu halde Kâbeyi göremeyenlerin oraya
yönelmelerini, üçüncü âyet ise Mekke haricinde yaşayan insanların Kâbeye
yönelmelerini emretmektedir. Yahut birinci âyet, Mekkede bulunanlara, ikinci
âyet diğer şehirlerde bulunanlara, üçüncü âyet ise yolculuk yapanlara Kâbeye
yönelmelerini emretmektedir.
Diğer bir görüşe göre
ise, birinci âyet, Resulullahın arzusunun yerine getirildiğini bildirmekte,
ikinci âyet, bu arzunun yerine getirilmesinin Allah tarafından bir hak
olduğunu ve AH ahin rızasına da uygun düştüğünü beyan etmekte, üçüncü âyet ise,
Müslümanlara: "Bizim dinimize tabi olmuyor fakat bizim kıblemize dönerek
namaz kılıyorsunuz." diyen Yahudilere bir cevap teşkil ettiği
zikredilmektedir. [70]
151- Nitekim
size, içinizden, âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size kitap
ve hikmeti öğreten ve size daha bilmediğiniz nice şeyleri de öğreten bir
Peygamber gönderdik.
Sizi, dostum İbrahimin
dinine erdirdiğim ve Hanif dini İslamı açıklamakla size olan nimetimi
tamamladığım gibi size, içinizden, Kur'an âyetlerini okuyan, Araplardan bir
peygamber gönderdim. O Peygamber sizi, günahların kirlerinden temizliyor. Size
Kur1 anın hükümlerini, sünnetlerini ve dinin hükümlerini öğretiyor. Ayrıca
size, bilmediğiniz geçmiş ümmetlerin kıssalarını. Peygamberlerin haberlerini
ve meydana gelecek hadiseler gibi şeyleri öğretiyor. [71]
152- Öyleyse
beni anın ki ben de rahmetim ve bağışlamamla sizi anayım. Bana şükredin ve
bana nankörlük etmeyin.
Öyleyse bana itaat
ederek beni anınki ben de rahmetim ve bağışlamamla sizi anayım. Ey müminler,
sizi İslam ile nimetlendirtliğim, hak din ile doğru yola erdirdiğim için bana
şükredin. Size olan iyiliklerime karşı nankörlük etmeyin. Yoksa nimetimi sizden
geri alırım.
Allah teala,kullarına
şah damarlarından daha yakın ve anne ve babalarından daha merhametlidir. Kul
rabbini tanıyıp ona yaklaştığı sürece rabbi de ona lütfü ve rahmet'iyle
yaklaşır. Bu hususta bir Hadis-i Kudside şöyle buyurul-maktadır:
"Ben kulumun,
beni zannettiği gibiyim. O, beni andığı sürece ben onunla beraberim. O beni
yalnız başına anarsa ben de onu öylece ananm. Eğer beni bir topluluk içinde
anarsa ben de onu o topluluktan daha hayırlı olan bir toplulukta anarım. Kulum
bana bir kanş yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. Kulum bana bir arşın
yaklaşacak olrusa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kulum bana yürüyerek gelirse
ben ona koşarak giderim. [72]
153- Ey iman
edenler, sabırla ve na mayla yardım dileyin. Şüphesiz kî Allah, sabredenlerle
beraberdir.
Ey iman edenler,
Allanın rızasını kazanmak için sabırla ve namazla yardım dileyin. Çünkü siz,
hoşlanmadığınız şeylere sabretmek sonra da hemen namaza davranmakla
ihtiyaçlarınızı gidermiş ve benim rızamı kazanmış olacaksınız. Şüphesiz ki
ben, sabredenlerle beraberim. Onlara yardım ederim. Onlan gözetir, yedirir,
içiririm.
Burada, ibadetler
içinde Özellikle namaz zikredilmiştir. Çünkü onda AI-lahm kitabını okuma, dünya
zevklerini terketme, âhireti ve orada insanlar için Allah tealanm hazırlamış
olduğu nimetleri hatırlatma vardır. İşte bu sebeplerdir ki
Resulullah (s.a.v.)
bir sıkıntıyla karşılaştığı zaman hemen namaz kılmaya başlardı. [73]
154- Allah
yolunda öldürülenlere "Ölüler" demeyin. Bilakis onlar diridirler.
Fakat siz farkında değilsiniz.
Allah yolunda
Öldürülenlere "Onlar ölüdürler" demeyin. Zira ölü, lezzet almaz,
nimetleri idrak edemez. Halbuki Allah yolunda öldürülen kimse hayatta ve
nimetler içerisindedir, güzel bir hayat sürdürmektedir. Cennet yiyeceklerinden
nzıklandırılmaktadır. Onlar berzah âlemindedirler ve orada nimeti endi
ril-mektedirler. Fakat siz onları göremezsiniz ki diri olduklarını bilesiniz.
Bu hususta diğer bir
âyet-i kerimede de şöyle Duyurulmaktadır: "Allah yolunda öldürülenleri
sakın ölüler sanmayın. Bilakis onlar diridirler. Rab-Icri katından
rızıklandırılmaktadirlar. Allanın, kendilerine lütfundan verdiği şeylerle
sevinç içindedirler. Geride kalıp kendilerine erişemeyenlere, onlar için bir
korku ve üzüntü olmadığını müjdelerler. Aiiahın nimetini, lütfunu ve Allanın,
müminlerin ecrini zayi etmeyeceğini müjdelerler. [74]
Peygamber efendimiz
(s.a.v.) de Allah yolunda cihad ederek şehit olmanın yüce bir mertebe olduğunu
beyan ederek buyuruyor ki:
"Şehitlerin
ruhları, yeşil renkli kuşlar şeklindeki yaratıkların içinde bulunacaktır. O
ruhlar için arştan asılan kandiller vardır. Ruhlar, cennetin diledikleri
yerinde gezip dolaşırlar. Sonra o kandillerin çevresinde konaklarlar. Allah teala
onlara bakarak: "Bir arzunuz var mı?" diye sorar. Onlar: "Bizim
başka ne arzumuz olabilir ki? Biz, cennetin istediğimiz yerinde gezip
dolaşıyoruz." derler. Allah teala bu soruyu onlara üç kere sorar. Onlar,
soruların devam edeceğini anlayınca şöyle derler: "Ey Rabbimiz, biz,
tekrar senin yolunda öldürülmek için ruhlarımızı bedenlerimize iade etmeni
istiyoruz." Allah teala onların hiçbir ihtiyaçları olmadığını görünce
artık kendi hallerine bırakılırlar. [75]Diğer
bir Ha-dis-i Şerifte şöyle buyuruluyor:
"Allah yolunda
öldürülmek borç hariç (kul hakkı hariç) her şeyi af-fcttirir. [76]
Başka bir Hadis-i Şerifte de:
"Şehidin,
öldürülürken hissettiği acı, sizden birinizin çimdiklcnmck-ten hissettiği acı
kadardır. [77]Duyurulmaktadır.
Cihadın ve şehidin
yüceliğine işaretle başka bir Hadis-i Şerifte şöyle buyuruluyor:
"İyi bilin ki
cennet, kılıçların gölgesi altındadır. [78]
Ebu Said el-Hudri
diyor ki:
"Bir adam
Resulullah (s.a.v.)'e geldi ve ona: "İnsanlann hangisi daha üstündür?"
diye sordu. Resulullah da ona: "Allah yolunda malıyla, canıyla cihad eden
kişidir." cevabını verdi. [79]
Abdullah b. Ömer
(r.a.) Resulullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor; "Rızkım
mızrağımın gölgesinde verildi (Rızkım mızrağımın gölgesinde-dir) Zillet ve
aşağılık ise emrime karşı gelenlere verildi. [80]
Bi'ri Maûne
hadisesinde, Resulullahın emirlerini müşriklere tebliğ eden Haram b. Milhan'm
kamından ok girip sırtından çıktığında Haram, kanları alıp yüzüne sürerek şöyle
demiştir:
"Allahuckbcr.
Kâbcnin rabbinc yemin olsun ki ben kurtuldum. [81]
Hadis-i Şeriflerin de
işaret buyurduğu şehitlik, dünyanın zorluk ve külfetlerinden kurtulma ve
âhiretin sonsuz nimetlerine ermedir. Yok olup gitme değildir.
Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki:
"Resulullahtan nakledilen çeşitli Hadis-i Şeriflerde, müminler, öldükten
sonra kabirlerinden cennete bir kapı açılacağı, ölen kişi cennet nimetlerini
görünce rabbinden, kıyameti hemen koparmasını isteyeceği, kâfirlerin ise
cehennem ateşine bir kapı açılacağı oradan cehennem ateşini görerek Allaha sığınacakları
ve kıyametin kopmasının ertelenmesini isteyecekleri zikredilmiştir. Bütün
müminler kabirlerindeyken cennet nimetlerini müşahade ettiklerinden dolayı
sevinç içinde olacaklarına göre âyet-i kerimede Özellikle, Alalı yolunda
Öldürülenlerin ölüler olmadığının bildirilmesinin ne gibi bir özelliği
olabilir? Çünkü onlar da diğer müminler gibidirler." Cevaben denilir ki:
"Kabirde müminlerle şehitlerin durumu farklıdır. Müminler, cennet
nimetlerini sadece görürler ve ona kavuşmak için acele ederler. Şehitler ise,
âyet-i kerimenin de beyan ettiği gibi, kabir hayatindayken bile bizzat cennet
nimetlerinden yer içer istifade ederler."
[82]
155-
Şüphesiz ki sizi, biraz korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliği ile imtihan
edeceğiz. Ey Muhammet), sabredenleri müjdele.
Sizi, düşmanlarınızdan
size ulaşacak bir korkuyla ve bir kıtlıktan dolayı gelecek açlıkla, mal, evlat
ve ürün eksikliği ile imtihan edeceğiz. Bunlar, imanında sadık olanlarla
münafıkları ortaya çıkarmak içindir. Ey Muhammed, belalarıma karşı sabredenleri,
tayin ettiğim kaza ve kadere boyun eğenleri, kendilerini sevindirecek af ve
merhametimle müjdele.
* Taberi diyor ki:
"Allah teala bu âyet-i kerimesiyle, Resulullaha tabi olan müminlere,
kendilerinden önceki Peygamberleri ve ümmetleri imtihan ettiği gibi onları da
imtihan edeceğini, böylece gerçekten mümin olanı, gerisin geri gidip dinden
çıkacak olandan ayırdedeceğini beyan etmektedir. Bu hususta başka bir âyet-i
kerimede de şöyle buyuru İm aktadır: "Sizden öncekilerin başına gelenlerin
benzeri sizin de başınıza gelmeden, cennete gireceğinizi mi zannediyorsunuz?
Onlara yoksulluk ve sıkıntılar dokunmuştu. Ve şiddetle sarsılmışlardı. Öyle ki
Peygamber ve onunla beraber iman edenler: "Allanın
yardımı ne zaman
gelecek?" demişlerdi. Bilinki Allanın yardımı pek yakındir[83]
Allah teala müminleri
dünyada çeşitli imtihanlara tabi tutabilir. Müminler bunlara karşı
sabretmelidirler. Zira sabretmeleri sebebiyle mutlaka bir mükâfaat
alacaklardır.
Sa'd b. Ebi Vakkas
diyor ki:
"Dedim ki
"Ey Allah'ın Resulü, insanların en şiddetli belaya uğrayanları kimlerdir?
Resulullah buyurdu ki: "Peygamberlerdir. Onlardan sonra! dereceleri üstün
olanlara göre sıralanırlar. Kişi, dindarlığına göre imtihan edilir. Eğer
dininde sağlam ise belası da şiddetli olur. Şayet dininde gevşek ise ona göre
imtihan geçirir. Kulun başına devamlı felaketler gelir. Öyle ki o felaketler
kulu arındırıp yeryüzünde günahsız olarak yürümesini sağlar.[84]
Ancak sabretmek, bela
veya felaketlerin geldiği anda gerçekleşmelidir. Önce sızlanıp daha sonra ise
sabreden, sabrın sevabını kaybeder. Bu hususta Resulullah (s.a.v.) den şu
hadis-i şerif rivayet edilmektedir. Enes b. Mâlik diyor ki:
"Resulullah
(s.a.v.) b ir gün, kabir başında ağlayan bir kadının yanından geçti ve ona:
"Allah'tan kork sabret." dedi. Kadın: "Benden uzak ol. Benim musibetim
senin başına gelmedi." dedi. Kadın, Resulullah'ı tanımamıştı. Ona:
"Bu zat, Allah'ın Resulü." dediler. Bunun üzerine kadın,
Resulullah'ın kapısının Önüne geldi. Orada kapıcı görmedi ve Resulullah'a dedi
ki: "Ben seni tanımadım. "Resulullah da ona dedi ki: "Sabır,
felaketin ilk anındadır.[85]
156 - Onlara
bir musibet dokunduğu zaman: "Şüphesiz ki biz, Allah içiniz ve mutlaka ona
döneceğiz." derler. [86]
157- İşte
rablcrinin mağfiret ve rahmeti onların üzerinedir. Doğru yolda bulunanlar da
onlardır.
Ey Muhammed, Sen,
sabreden kullarımı müjdele. Onlar, içinde bulundukîan bütün nimetlerin bana ait
olduğunu idrak eder, bana kulluğu kabul eder, beni birlerler. Öldükten sonra
tekrar dirileceklerini, huzuruma çıkarılacaklarını tasdik ederler. Benim
hükümlerime boyun eğer, sevaplarımı umarlar. Cezalandırmamdan korkarlar.
Benim, kendilerini herhangi bir şeyle imtihan etmem halinde de sabrederler.
Biz, hayatımızda da,
Allah'ın âciz bir kuluyuz. Ölümümüzden sonra da ona döndürüleceğiz."
derler. Günahlarından dolayı bağışlanma, işte böyle deyip te sabredenleredir.
Onlara Allah'ın rahmeti ve acıması da vardır. Hak yolu bulanlar, rüşde ve
doğruya erdirilenler de onlardır.
* Abdullah b. Abbas
diyor ki:
"Allah teala
bildirdi ki, mümin işi Allah'a bırakır. Bir musibet ânında "Şüphesiz biz,
Allah içiniz ve mutlaka ona döneceğiz" derse onun için üç hayırlı şey
yazılır; Allah'tan af, merhamet ve hidayet yolunu bulma.
Ebu Seleme, başına bir
felaket gelen kişinin demesi halinde mükâfaatlandırılacağını beyan eden şu
hadis-i şerifi rivayet etmiştir:
"Herhangi bir
müslümana bir musibet dokunur da o da Allah'ın emrettiği gibi Allah'a sığınır
der ve : "Ey Allah'ım, başıma gelen musibetin mükâfaatını ancak senden
isterim, sen onun mükâfaatını bana ver ondan gördüğüm zaran gider." diye
dua edecek olursa Allah o musibete karşılık o kişiye sevabını verir ve
karşılığında, musibetten dolayı kaybettiğinden daha hayırlısını verir. [87]Hadisi-i
Şerifin diğer bir rivayetinde Resuhıllah şöyle buyurmuştur."Ey Allah'ım,
başıma gelen musibetin mükâfaatını ancak senden beklerim. Sen o musibetten
dolayı bana sevap ver ve karşılığında, ondan dolayı uğradığım zarardan daha
hayırlısını ver." diye dua etsin. [88]
Hz. Hüseyin,
Resulullah'ın şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Kimin başına bir
musibet gelir de sonra o musibeti hatırlar ve "Şüphesiz ki biz Allah
içiniz ve mutlaka ona döneceğiz.-" diyecek olursa o musibetin zamanı
geçmiş bile olsa Allah o kimse için, musibetin geldiği gündeki mükâfaatını
verir. [89]
158-
Şüphesiz ki Safa îic Mcrve, Allah'ın alâmctlcrindcndir. Kim, Hac için Kâbeyi
ziyaret eder veya Umre yaparsa, Safa ile Mcrvcyi tavaf etmesinde bir mahzur
yoktur. Bir kimse kendi isteğiyle, fazladan hayır yaparsa, muhakka ki Allah,
şükrün karşılığını veren ve herşeyi bilendir.
Şüphesiz ki Safa ve
Merve tepeleri, Allah'ın kullan için kıldığı alamet ve işaretlerdendir. Kullar,
onların yanında dua zikir ve sa'y yaparak Allah'a ibadet ederi er. Kim, Beytül
atik olan K&beye Hac veya umre ziyareti yapmak için gelirse. Safa ile
Merve tepelerini tavaf etmesinde bir zorluk ve günah yoktur. Bir kimse, farz
olanı yerine getirdikten sonra fazladan Hac ve Umre yaparsa muhakkak ki Allah,
kendi nzası için fazladan ibadet yapana, şükrünün karşılığını verir. Onun kast
ve niyetini de çok iyi bilir.
* SAFA ile MERVE: Safa
ve Merve, Kâbe-i Muazzamanın hemen yanında bulunan iki tepedir. Bunlar bir
cadde ile birbirlerine bağlanmışlardır. Hac veya umre sırasında dört defa
Safa'dan Merve'ye üç defa da Merve'den Safa'ya gidip gelmek vaciptir. Buna
'Sa'y" denir. Bu sa'y, Kâbeyi tavaf ettikten sonra yapılın
Bu âyet-i kerimenin
nüzul sebebi hakkında iki görüş zikredilmiştir: Onlardan birisi şöyledir:
a- Cahiliye
döneminde Safa ve Merve'de birer put bulunuyormuş. Sa-fa'dakinin ismi
"İs'af' Merve'dekinin ismi de "Naile" imiş Müşrikler bu putları
ziyaret ederlermiş. İslamiyet hakim olunca bu putlar kırılmış ve o mübarek yerler
bunlardan temizlenmiştir. Fakat daha önce burada putların bulunmasından dolay
bazı Müslümanlar, burada sa'y yapmanın mahzurlu olup olmayacağı hususunda
tereddüt geçirmişler ve bunun üzerine bu âyet nazil olmuş ve bu iki tepe
arasında sa'y yapmanın mahzurlu olmayacağını beyan etmiştir.
Bu görüş, Şa*bî, Enes
b. Mâlik, Abdullah b. Abbas, Süddî, Mücahid ve İbn-i Zeydelen rivayet
edilmiştir.
b- Diğer bir
görüşe göre bu âyet-i Kerimenin nüzul sebebi şudur: Cahiliye döneminde bir
kısım insanlar. Safa ile Merve arasında sa'y yapmıyorlardı. Bunlar, İslam
geldikten sonra da Safa ile Merve arasında sa'y yapmaktan çekini-yorlardı. Bunun
üzerine Allah teala bu âyet-i kerimeyi indirdi. Safa ile Mer-ve'nin, Allah'ın
nişanelerinden olduğunu, onlar arasında sa'y yapmanın herhangi bir mahzuru
bulunmadığını, bilakis onlar arasında sa'y yapmanın gerekliliğini beyan etti.
Bu görüş ise Katade, Urve b. Zübeyr ve Hz. Aişeden rivayet edilmiştir. Bu
hususta Urve b. Zübeyr diyor ki: "Ben bu âyeti okudum ve Aişe'ye dedim
ki: "Vallahi Safa ile Merve arasında sa'y yapmayan için de bir mahzur yoktur."
Bunun üzerine Aişe şöyle dedi: "Bacımın oğlu ne kötü bir söz söyledin.
Eğer bu âyet, senin yorumladığın gibi olsaydı: "Safa ile Merve'yi tavaf
etmemekte bir mahzur yoktur." şeklinde olması icabederdi. Halbuki âyet,
"Safa ile Merve'yi tavaf etmekte bir mahzur yoktur." şeklindedir.
Bu âyet, Müslüman
olmadan önce Müşellelde bulunan "Menat" putunu Hac yapmaya girişen
Ensar hakkında nazil olmuştur. Zira, Menat putunu Haccetmeye giriştikten sonra
Safa ile Merve arasında sa'y yapmayı mahzurlu görmüyorlardı. Ensar Müslüman
olduktan sonra Resululiah'tan bunu sordular ve dediler ki: "Ey Allah'ın
Resulü, biz. Safa ile Merve arasında sa'y yapmayı saka-ıncalı görüyorduk. Bu
hususta ne dersin?" İşte bunun üzerine allan teala: "Şüphesiz ki
Safa ile Merve, Allah'ın alâmetlerindendir..." Kim Hac için Kâbeyi ziyaret
eder veya Umre yaparsa Safa ile Merve'yi tavaf etmesinde bir mahzur
yoktur..." âyetini indirdi. Aişe devamla dedi ki: "Sonra Resulullah
bu ikisinin arasında bizzat tavaf yaptı. Artık o ikisinin arasında tavafı
terketmeye kimsenin hakkı
yoktur. [90]
Taberi diyor ki:
"Âyet-i kerimenin nüzul sebebi, bu görüşlerden herhangi biri olabilir.
Hangi görüş alınırsa alınsın Safa ile Merve arasında sa'y yapmak gereklidir.
Âyetin ifadesinden : "Tavaf edip etmemek serbesttir." mânâsı çıkarılmamalıdır.
Zira onların arasını tavaf etmek, önce yasaklanıp daha sonra da serbest
bırakılmış değildir. Ancak ilim adamları, bu iki tepe arasında tavaf etmenin
(Sa'y etmenin) hükmü hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Hz. Aişe
ve Enes b. Mâlike göre Safa ile Merve arasında sa'y etmek farzdır. Terkedilmesi
halinde herhangi bir keffaret veya fidye geçerli değildir. Bu görüş İmam
Şafiiden nakledilmiştir. Bunlara göre Allah teafa, Kâbeyi tavaf etmeyi
emrettiği gibi Safa ile Merve arasında tavaf etmeyi de emretmiştir. Bunların
birbirlerinden farklı olduklarını söylemek isabetli değildir.
b-Ebuzzerka,
Ebu Hanİfe, ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise Safa ile Merve arasında
tavafın terkedilmesi halinde, kaza edilmesi daha evladır. Ancak mutlaka kaza
edilmesi gerekmez. Sa'y etmeyi terkeden kimsenin ceza olarak kurban kesmesi de
yeterlidir. Bunlara göre Safa ile Merve arasında sa'y etme, Şeytan taşlamaya,
Müzdelifede vakfe yapmaya ve Kâbeye varış tavafı yapmaya benzer.
c- Atâ,
Abdullah b. Mes'ud, Âsim, Mücahid ve Abdullah b. Zübeyr'e göre, Safa iel merve
arasında sa'y etmek ne farzdır ne de vaciptir. O, bir nafile ibadettir. Hac
yapan kimse Sa'y yapacak olursa güzel bir iş yapmış olur. Yapmayacak olursa
hiçbir şey gerekmez. Zira Abdullah b. Mes'ud ve Adullah b. Abbas bu âyet-i
kerimeyi: "Kim Kâbeyi Hacceder veya Umre yapacak olursa onun, Safa ile
Mcrvc arasında tavaf yapmamasında bir mahzur yoktur." şeklinde
okumuşlardır. Bu da Safa ile Merve arasında tavaf yapmamanın serbest olduğunu
gösterir.
Taberi diyor ki:
"Doğru olan görüşe göre "Safa ile Merve arasında tavaf etmek farzdır.
Onu terkedenin veya unutanın tekrar orayı tavaf etmekten başka hiçbir çaresi
oyktur." diyen görüştür. Zira Resulullah, sahabilerine Hac ibadetinin
yapılacağı yerleri öğretirken Safa ile Merve arasında sa'y yapmayı da öğretmiştir.
Bu hususta Cabir b. Abdullah diyor ki:
"Resulullah, Kabe'nin kapısından Safa
tepesine doğru çıktı. Oraya yaklaşınca: "Şüphesiz ki Safa ile Mcrvc
Allah'ın alâmctlcrindcndir...." âyetini okudu sonra "Biz de Allah'ın
sıraladığı gibi başlayalım." dedi. Safa'dan başladı. Tepenin üzerine
çıktı, Kâbeyi görünce tekbir getirdi ve:
"Allah,
kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır. Onun hiç bir ortağı yoktur. Mülk
ancak onundur, övülme de ona aittir. O, diriltir ve öldürür, o, her şeye
kadirdir. O, kendisinden başka hiç bir ilah bulunmayan bir Allah'tır. Kuluna
verdiği vaadini yerine getirmiş, ona yardım etmiş ve tek başına bütün gurupları
mağlup etmiştir." diyerek dua etti [91]
Abdullah b. Abbas
diyor ki:
"Resulullah
(s.a.v.)'in, Kâbeyi tavaf ederken ve Safa ile Merve arasında
sa'y yaparken
koşmasının sebebi, müşriklere gücünü göstermek İstemesiydi. [92]
Taberi diyor ki:
"Resulullah, Safa ile Merve arasında sa'y yapmıştır. Onun, sa'y ve diğer
Hac menasikini bizzat eda etmesi, aynı zamanda ümmetine Hac menasikini
öğretmesi içindir. Ve Resulullah'ın amelleri, Allah tealimin, kitabında farz
kıldı» hükümleri ümmetine açıklaması mahiyetindedir. O hakle ümmetinin de bu
gibi amellere uyması gerekir. Ümmet, Resulullah'ın Kâbeyi tavaf ettiği
hususunda nasıl icma etmişse Safa iic Merve arasında sa'y yaptığı hususunda da
icma etmiştir. Yine ümmet, Kabe'yi tavaf etmeyenin, herhangi bir fidye veya
keffaretle onu eda etmiş sayılamayacağın, ancak onu tavaf etmekle Hac
farizasını eda etmiş olacağı üzerinde icma etmiştir. Safa ile Merve arasında
sa'y etmek te Kâbeyi tavaf etmek gibidir.
Onu terkeden de ancak sa'y yapmakla onu eda etmiş sayılır. Bu ikisi arasında
fark gözetenden, görüşüne delil istenir. Şayet Abdullah b. Mes'uddan
nakledilen: "Onları tavaf etmemenin bir mahzuru yoktur." şeklindeki
kıraat delil gösterilecek olursa bunun, şaz (istisnai) bir kıraat olduğu ve
bunun, Kur'anda tesbit edilmediği söylenir. Nitekim, Hz. Aişe (r.a.) Urve b.
Zübeyre karşı çıkmış ve yukarıda zikredilen izahatlarda bulunmuş ve bu kıraat
üzere okuyanların görüşlerini reddetmiştir.
Âyet-i kerimenin
sonunda: "Bir kimse kendi isteğiyle fazladan hayır yaparsa, muhakkak ki
Allah, şükrün karşılığını veren ve her şeyi bilinder." Duyurulmaktadır.
"Fazladan yapılan hayır"dan maksat, "Farz olan Haccını yaptıktan
sonr nafile olarak Hac ve Umre yapmaktır." Yoksa Hac yaptıktan sonra Safa
ile Merve arasında sa'y yapmak değildir. Zira bu ikisi arasında sa'y yapmak,
daha önce de belirtildiği gibi nafile değil farzdır. Ancak nafile olan bir
Hacda veya Umrede bunlar arasında sa'y yapmak nafile olur.
Safa ile Merve
arasında sa'y yapan Hacılar bugün, yeşil direklerle işaretlenmiş kısma
gelince, erkekler, hızlı ve gösterişli bir şekilde yürürler. Buna
"Hervele" denir. Hanefılere göre Hervele yapmak vaciptir.
HAC: Lüfatte, saygı
gösterilecek makamları ve yerleri ziyaret kastında bulunmaktır. Şeriatta ise:
Arafatta belli bir zamanda bir miktar durduktan sonra gidip Kâbeyi tavaf
etmektir. Şeriatın tesbit etmiş olduğu ölçüde zengin olan ve diğer şartlan da
haiz olan bir Müslümana ömründe bir kere hac yapmak farzdır.
UMRE: Lügatte, ziyaret
etmek mânâsına gelir. Şeriatta ise, belli bir zamana bağlı olmaksızın Kâbeyi
tavaf etmek ve Safa ile Merve arasını sa'y etmekten ibarettir, umrede,
Arafatta vakfe yapmak yoktur. [93]
159-
İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayeti, biz, insanlara kitapta açıkladıktan
sonra gizlcycnclcrc, işte onlara Allah lanet eder. Hem de bütün lanet edenler
lanet eder.
İndirdiğimiz delilleri
ve hidayeti. Tevrat ve İncil'de insanlara açıklayıp izah ettikten sonra,
Muhamed'i ve getirdiği dini hakkındaki bilgileri gizleyenleri Allah rahmetinden
uzaklaştırır. Melekler ve müminler da onlara lanet eder.
* Bu gerçeği
gizleyenler'den maksat, Yahudi ve Hıristiyan âlimleridir.
Çünkü bu kişiler, Allah
tealamn, tevrat ve İncil'de açıkladığı, Hz. Muham-med'in geleceği,
Peygamberliğini ve diğer sıfatlarını gizlemişler ve ona iman etmemişlerdi. Bu
yüzden Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmışlar ve lanete uğratılmışlardır.
Taberi diyor ki:
"Âyet, her ne kadar bu özel kişilere işaret etmekte ise de hükmü, Allah'ın
insanlara açıklanmasını farz kıldığı bilgileri saklayan herkesi içine
almaktadır."
İslam dini, Allah'ın
insanlara gönderdiği bilgileri onlardan gizlemeyi yasaklamış ve bunu
yapanların lanetleneceklerini beyan etmiştir. Bu hususta Re-sulullah (s.a.v.)
efendimiz de bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyuruyor:
"Kimden bir ilim
sorulur da o da ilmi gizleyecek olursa Allah o gizleyen kişiye kıyamet gününde
ateşten gem vuracaktır. [94]
Yine bu hususta Ebu
Hureyre (r.a.) şöyle demiştir:
"İnsanlar
"Ebu Hureyre çok hadis rivayet ediyor" diyorlar. Şayet, Allah tealamn
kitabındaki şu iki âyet olmasaydı hiçbir hadis rivayet etmezdim. "Ebu
Hureyre bu âyeti ve bundan sonra gelen âyeti okumuş ve devamla şöyle demiştir:
"Muhacir kardeşlerimizi çarşilardaki alış veriş meşgul ediyordu. Ensardan
olan kardeşlerimizi ise mallan üzerindeki çalışmaları meşgul ediyordu. Ebu Hureyre
ise karın tokluğuna Resulullah'tan ayrılmıyordu. O, onların hazır bulunmadiği
yerlerde hazır bulunuyor ve onların ezberlemediklerini ezberliyor-du[95]
Âyeti kerimenin
sonunda "İşte onlara Allah lanet eder, hem de bütün lanet edenler lanet
eder." bu yurul m aktadır. Bundan maksat, Allah'ın indirdiğini
gizleyenleri Allah rahmetinden uzaklaştırır ve lanet edenler de onun, Allah'ın
rahmetinden uzaklaştırılmasını Allah'tan dilerler. Zira lanetin lügat mânâsı
"Uzaklaştırmak ve kovmak" demektir.
Âyette zikredilen
"Lanet edenler" den maksat, Mücahid ve İkrimeye göre, yeryüzündeki
canlılar ve haşerattır. Zira bu yaratıklar: "Âdcmoğlunun günahları
yüzünden, bizden yağmur kesildi." derler, ve günah işleyenlere, Allah'ın
lanet etmesini dilerler. Bu hususta İkrime diyor ki: "Bütün lanet edenler
lanet eder. Hatta gübre böcekleri ve akrepler dahi. Onlar, "Âdemoğiunun günahları
yüzünden biz yağmurdan mahrum olduk." derler.
Katade ve Rebi' b.
Enes'e göre ise "Lanet edenler" den maksat. Melekler ve müminlerdir.
Süddi ve Dehhak'a göre ise "Lanet edenler"den maksat, Kabirde azap
gören "kafirlerin seslerini işiten ve insan ve cinlerin de dışındaki bütün
yaratıklardır. Bu hususta Bera b. Âzibin şöyle dediği rivayet edilir:
"Kâfir kabi-re konulduğu zaman yanına bir yaratık gelir. Onun gözleri
sanki bakırdan iki kazandır. Elinde demirden bir direk bulunmaktadır. Onunla
kâfirin iki omuzu arasına Öyle bir vurur ki kâfir çığlık koparır. Onun sesini
işiten her yaratık ona lanet okur. Onun sesini işitmeyen hiçbir kimse kalmaz.
Ancak cinler ve insanlar işitmezler.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden doğru olanı, lanet edenlerin, melekler ve müminler
olduğunu söyleyen görüştür. Zira Allah teala, başka bir âyet-i kerimede,
kâfirlere lanet okuyanları saymış ve buyurmuştur ki: "İnkâr edenler ve
kâfir olarak ölenler var ya. Şüphesiz ki Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların
laneti işte bunların
üzerinedir. [96]
160- Ancak
tevbe edip kendilerini düzelten ve (Allah'ın indirdiğini) açıklayanlar
müstesna. İşte onların tcvbelcrini kabul ederim. Ben, tevbeleri
çok kabul eden ve çok merhamet edenim.
Ancak gerçeği
gizlemekten vazgeçip tevbe edenler, salih amellerle nefislerini ıslah edenler
ve Allah'ın, Peygamberlerine indirdiği vahyi açıklayanlar müstesna. İşte
bunların tevbelerini kabul eder ve onlan, bana itaat eden ve rızamı
kazananlardan eylerim. Zira ben, kullarımın tevbeierini kabul eden, affımla
onların kusurlarını örten, rahmetimle o kusurları cezalandırmaktan vazgeçen onlardan,
tevbe edip kendisini düzelten ve Hz. Muhammed hakkında gizlediklerini açıklayan
Abdullah b. Selam vb. müminlerdir. Ayet-i kerime, Yahudilerden olup iman eden
bu kişilere işaret etmektedir.
Yukarıda da
zikredildiği gibi Ebu Hureyre diyor ki: "Benim hakkımda "Ne kadar çok
hadis rivayet ediyor." diyorlar. Eğer Allah tealanın kitabında, ilmi
gizlemeyi yasaklayan bu iki âyet olmasaydı hiçbir hadis rivayet etmezdim." [97]
161- İnkâr
edenler ve kâfir olarak ölenler var ya, şüphesiz ki, Allah'ın meleklerin ve
bütün insanların laneti işte bunların üzerinedir.
Yahudi, Hıristiyan ve
müşriklerden, Muhammed'in Peygamberliğini inkâr eden ve bu inkârlarıyla kâfir
olarak ölenler var ya, Allah'ın meleklerin ve bütün insanların laneti işte
bunların üzerinedir. Allah onları rahmetinden kovar. Melekler ve bütün insanlar
da, Allah'tan, onlan rahmetinden uzaklaştırmasını dilerler.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki: "Âyet-i kerimede, kâfir olarak ölene
bütün insanların lanet okudukları zikredilmektedir. Halbuki insanların çoğu
kâfirdir. Kâfirler, kâfir olarak ölenlere nasıl lanet edeceklerdir?"
Cevaben denilir ki:"Mesele öyle değil. Mesele hakkında çeşitli görüşler
zikredilmiştir:
Katade ve Rebi' b.
Enes'e göre burada ifade edilen "Bütün insanlar" dan maksat,
müminlerdir.
Ebu Aliyeye göre ise
bu lanetleme işi âhirette olacaktır. Öyle ki kâfirler teşhir edilecek ve
böylece bütün insanlar onlara lanet edeceklerdir.
Süddiye göre ise
buradaki ifadeden şu kastedilmektedir: "Her insan, "Allah'ın laneti
zalimlerin üzerine olsun." der. Böylece kâfir olarak ölen de "Zalimler"
ifadesine dahil olduğundan o da lanetlenmiş olur.
Taberi bu son görüşü
tercih etmiş Ebul Âİiye'den nakledilen görüşün de bununla bağdaştığım
söylemiştir. Zira Allah teala kıyamet gününde, kâfir olarak ölenleri gören
herkesin onlara lanet edeceklerini zikretmiş ve buyurmuştur ki: "Yalanlar
uydurup Allah'a nisbet edenden daha zalim kim olabilir? İşte onlar, rablerimn
huzuruna çıkarılacaklardır. Şahitler: "Bunlar, rablerine yalan nisbet
ettiler." diyeceklerdir, İyi bilinmelidir ki, Allah'ın laneti zalimeredir. [98]
162- O lanet
içinde ebedi kalacaklardır, onların azabı hafilctilmez, onlara mühlet de
verilmez.
Onlar, kendilerini
cehenneme sokacak o lanetin içinde ebedi olarak kılacaklardır. Azaplan daimi
ve ebedidir. Hafifletilmez ve hiç kesintiye uğratılma. Onlara, ileri
sürecekleri bir mazeretten dolayı mühlet de Verilmez.
* devamlı kalacakları
ve azaplarının da hafifle-tilmeyeceği zikredilmektedir. Bu hususta başka
âyetlerde de şöyle buyurulmaktadır: "İnkâr edenlere ise cehennem ateşi
vardır. Onların ölümlerine hükmedilmez ki ölsünler. Onların cehnnem azabı da
hafifletilmez. Biz, her kâfiri işte böyle cezalandırırız[99]Ayetlerimizi
inkâr eden'cri, ilerde cehennem ateşine atacağız. Derileri yandıkça, azabı
(alsınlar diye onları başka derilerle değiştireceğiz. Şüphesiz ki Allah, her
şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir. [100]buyurulmaktadır:
İzahı yapılan bu âyette: "Onlara mühlet te verilmez" buyurulmaktadır.
Bu ifadeden kâfir olarak ölüp lanete uğrayanların mazeretlerinin
dinlenilmiyeceği ve mazeretleri dinlenene kadar dahi mühlet verilmeyeceği
anlaşılmaktadır. Nitekim bu hususta başka âyeti kerimelerde de şöyle buyurulmaktadır.
"O gün onlar konuşamazlar." "O gün, ya-İaniayanların vay haline. [101]
163- Sizin
ilahınız tek bir ilahtır, ondan başka ilah yoktur. O, çok merhamet edendir ve
çok bağışlayandır.
Ey insanlar, ibadet
edilmeye layık olan ilahınız tek bir ilahtır. Ondan başka ilah yoktur. Ondan
gayrısına ibadet etmeyin. Ona bir başka şeyi eş koşmayın. Çünkü onun misli ve
benzeri yoktur. O, çok merhamet edendir ve çok bağışlayandır.
*Bir kısım âlimler,
Allah tealanın birliğini şöyle izah etmişlerdir: "Al-lah'm benzeri ve
emsali yoktur. Yani, Allah teala, aynı cinsten olan şeylerin biri değildir.
Çünkü onun için cins söz konusu değildir. Yine Allah teala herhangi bir bütünün
bölünen parçalarından biri değildir. Çünkü o, herhangibir şeyin parçası
değildir. Yine Allah tealanın bir 'ligi, birbirine benzeyen iki şeyin aynı
oluşu anlamında bir birlik değildir. Zira onun benzeri ve emsali yoktur.
Diğer bir kısım
âlimler ise Allah tealanın birliğini şöyle izah etmişlerdir: aiisîî îeala bütün
yaratıklardan ayndır. Yaratıklardan hiçbir şey onun varlığı içine girmez.
Allah teala da yaratıklardan herhangi birine hulul etmez. O, ayrıdır,
yalnızdır, tektir.
Âyet-i kerimede Allah
tealadan başka hiçbir ilah olmadığı zikredilmektedir. Bunun anlamı"
Âlemlerin, AUahtan başka hiçbir rableri yoktur." Kullarının, Allah'tan
başka ibadet etmeye layık görecekleri hiçbir ilah yoktur. Allah tealanın
dışındaki tüm varlıklar, onun yaratıklarıdır. Bu itibarla bunların hepsinin Allah'a
itaat etmeleri, emrine boyun eğmeleri, onun dışındaki ilah, put ve tağutlara
ibadet etmeyi bırakmaları gerekir. Çünkü bunların hepsi Allah'ın
yaratıklarıdır. Bu itibarla Allah'ın Hanlığını kabul etmek ve onun bir'liğini
ikrar etmek zorundadırlar. Ayrıca dünyada, içinde bulundukları bütün nimetler
ve âhirette erişecekleri bütün mükâfaatlar, Allah'a ortak koşulan putlara ait
değil sadece Allah'a aittir. Diğer yandan Allah'a ortak koşulan şeyler, dünyada
da âhirette de ne herhangi bir zarar verme gücüne sahiptirler ne de fayda
sağlamaya. O halde bütün yaratıklar, Allah'tan başka ilah olmadığını kabul
etmeli ve onun emir ve yasaklarına boyun eğmelidirer." demektir.
Görüldüğü gibi âyet-i
kerime, müşrikleri, sapıklıklarından dolayı uyarmakta, onları, inkarcılıktan
vazgeçip tevhid inancına dönmeye çağırmaktadır. Bu âyetten sonra gelen âyette
ise, Allah'ın birliğini gösteren delilleri, aklını kullanacak olan müşriklere
ğOsiennekte ve Onları uyararak şöyle buyurmaktadır: [102]
164-
Şüphesiz, göklerin ve yerin
yaratılmasında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan
şeylerle, denizde yüzün gemilerde, Allah'ın, gökten su indirip onunla,
yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde, yeryüzünde her türlü canlıyı
yaymasında, rüzgârı ve yerle gök arasında emre hazır olan bulutları çeşitli
yönlere çevirmesinde, aklını kullanan bir topluluk için çeşitli ibretler
vardır.
Şüphesiz göklerin ve
yerin yoktan var edilmesinde, daha önce yapılmış bir benzeri olmaksızın meydana
getirilmesinde, birbirinin zıddı olan gece ve gündüzün birbirlerini
takibetmelerinde, gece gidince gündüzün, gündüz gidince de gecenin gelmesinde,
insanlığın faydasına olan şeylerle denizlerde yüzen ağır yüklü gemilerde,
yeryüzü kuraklaştıktan sonra, Allah'ın, gökten yağmur indirip onunla insanlar
için yiyecek, hayvanlar için de yem olmak üzere yerden ibtkiler çıkarmasında,
insan ve hayvanlardan her canlıyı yeryüzünde muhtelif yerlere dağıtmasında,
rüzgarı bazen aşılayıcı, bazen bulutları sürükleyici, bazan da her şeyi alt üst
eden bir rüzgâr olarak çeşitli yönlere çevrimesinde, sizin ve hayvanlarınızın
hayat kaynağı olan yağmuru taşıyan bulutlan, çeşitli yönlere sevketme-sinde,
bütün bunlarda, aklını kullananlar ve Allah'ın birliğini gösteren delilleri
anlayanlar için, bunları yaratanın tek bir ilah olduğuna dâir alâmet ve
deliller vardır.
Allah Teala bu âyette
insanlara, ilahlarının, tapmış oldukları put ve Ta-ğutlar değil, kendilerine bu
nimetleri veren Allah olduğunu haber vermekte ve her türlü ibadet ve taata
ancak kendisinin layık olduğunu beyan etmektedir.
Taberi diyor ki:
"Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında iki görüş etmektedir.
Ata b. Ebu Rebaha göre
Ayet-i kerimenin nüzul sebebi şudur: Resulullah, müşriklere, Allahtan başka
hiçbir ilah olmadığını ve Allah'ın tek bir ilah olduğunu bildirince onlar:
"Allah'ın bir olduğuna dair delil nedir? Biz bunu inkâr ediyoruz. Biz,
bir'den çok ilahımız olduğunu söylüyoruz." dediler. Bunun üzerine Allah
teala bu âyeti, putlara tapan müşriklere karşı Resulullah'a bir delil olması
için indirdi. Zira âyet, Allah'tan başka tapılan putların hiçbir şey yapamadıklarını,
Allah tealaınn ise âyette zikredilen her şeyi yaptığnı beyan ediyor ve
böylece müşrikleri susturuyor,
Ebudtlerda ve Said b.
Cübeyr'e göre ise âyet-i kerimenin nüzul sebebi, müşriklerin, Resulullah'tan
bir mucize istemeleridir. Allah teala onlara, gelip geçici olan bir mucizeyi
gönderme yerine devamlı kalan ve akl-ı selimlere hita-bedip ikna eden bu âyet-i
kerimeyi göndermiştir ki düşünsünler ve şirklerinden vaz geçsinler. Bu hususta
Said b. Cübeyr diyor ki: "Kureyş müşrikleri, Yahudilere "Bize
Musa'nın getirdiği mucizeleri anlatır mısınız?" dediler.Yahudiler de
onlara Hz. Musanın asasını ve beyaz el mucizesini Anlattılar.Kureyş müşrikleri,Hıristiyanlara
da, Hz. İsa'nın getirdiği mucizeleri sorduhır.Hıristiyanlar da onlara, Hz.
İsa'nın, körleri ve alaca hastalığını yakalananları iyileştirdiğini, Alah'ın
izniyle ölüleri dirilttiğini anlattılar.Kureyş müşrikleri bu defa da
Resu-lullah'a: "Allah'a dua et de Safa tepesini bizim için altın yapsın ve
düşmanlara karşı güçlenmiş olalım." dediler.Bunun üzerine Resulullah da
rabbinden bunu istedi. Allah teala da ona:"Ren onlara istediklerini verir
Safa tepesini alhn yaparım fakat artık ondan sonra da yalanlamalarına devam
edecek olurlarsa ben onları, âlemlerden kimseyi uğratmadığını bir azaba uğratırım"
buyurdu. Resulullah da: "Kavmimi bana bağışla da ben onları gün be gün
davet edeyim." dedi. İşte bunun üzerine Allah teala bu hayet-i kerimeyi
indirdi. Bu âyette zikredilen hususlar, Resulullah'a güveni sağlama bakımından.
Sata tepesinin altına dönüşmesinden daha büyük ve daha etkilidir.
Taberi diyor ki:
"Doğru olan görüş şudur ki: "Allah teala bu âyet-i kerimeyle
kullanın, birliğine ve ilahhkta tek oluşuna dair uyarmıştır. Âyetin asıl nüzul
sebebi budur. Atâ'mn da dediği gibi bu âyet-, Resulullah'a müşriklere karşı bir
delil de olabilir. Said b. Cübeyr ve Ebudderda'nın dediği gibi, müşriklerin.
Resulullah'tan istediklerini bir mucizenin yerine inmiş te olabilir.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki: "Bir kısım kâfirler, göklerin ve yerin
yaratılmasının ve âyette zikredilen diğer şeylerin, Allah tarafından meydana
getirildiklerini inkâr ederler. Allah'ın yaratıcılığını inkâr edenlere karşı Allah'ın
bunları yarattığnı söylemek, onun varlığını ve birliğini gösteren bir delil
olur mu? "Cevaben denilir ki: Allah'ın varlığını ve birliğini inkâr eden
mülhid-lere doğrudan delil olmasa da, Allah'ın yaratıcılığın kabul eden fakat
ona bir lakım putları ortak koşan müşriklere karşı, Allah'ın birliğini ispat
eden kesin bir delildir. Zira Allah teala onlara: "Ben bu şeyleri
yaratıyorum, sizin bana ortak koştuğunuz şeyler ne yapıyor? Hiçbir şey yapmıyor."
diyerek onları sustunmıştur. [103]
165-
İnsanlardan bazıları, Allah'tan başka varlıkları ona eş koşarlar. Onları,
Allah'ı sevdikleri gibi severler .Müminler ise en çok Allah'ı severler. O
zalimler azabı gördükleri zaman, bütün kuvvetin Allah'a ait olduğnu ve onun
azabının çok şiddetli okluğunu bir bilselerdi.
İnsanlardan bazıları,
Allah'tan başka varlıkları ona eş ve benzerler koşarlar. Onlar putlarını,
müminlerin Allah'ı sevdiği gibi severler. Müminler ise onların, putlarını
sevmelerinden çok daha kuvvetli bir sevgi ile Allah'ı severler. O zalimler,
Allah'ın, cehenmede kendileri için hazırlamış olduğu azabı görselerdi, bütün
kuvvetin, kendilerine hiçbir fayda sağlamayan, o Allaha eş koştukları şeylere
değil Allah'a alt olduğnu ve kendisini inkâr edenlere, Allah'ın azabının çok
şiddetli olduğunu kesin olarak bilirlerdi.
Âyette zikredilen ve
"Eşler" diye tercüme edilen ( bijtf ) kelimesinden maksat, Katade,
Mücahid, rebi' b. enes ve ibn-i Zeyd'e göre müşriklerin, Allah'ın dışında
taptıkları çeşitli tanrılarıdır. Onlar bu putlarını Allah kadar severler ve o
putlarla övünüp iftihar ederlerdi.
Süddiye göre ise
buradaki "Eşler"den maksat, Allah'a ortak koşanların ileri gelenleri
ve efendileridir. Zira bunlar, Allah'a isyan ederek ileri gelenlerine itaat
ederler. Onları Allah'ın derecesine yükselterek onuh kadar severler.
Âyet-i kerimenin son
kısmında: "O zalimler, azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allaha ait
olduğunu ve onun azabının çok şiddetli olduğunu bîr bilselerdi."
buyurulmaktadır.
Âyet-i kerimenin bu
bölümündeki "Görme" fiili, iki şekilde okunmuştur. Biri ( uf )
şeklidir. Mânâsı, "Bir görsen" demektir. Bu kıraat şekline göre
âyet-i kerimeye şu çeşitli mânâlar verilmiştir.
a- Ey
Muhammed, zalimlerin, Allah'ın azabını gördükleri zamanı bir görecek olsan.
Onlar azabı gördükleri zaman, kuvvetin yalnızca Allaha ait olduğunu ve
Allanın, azabı şiddetli olan rab olduğunu ikrar etmiş olacaklardır.
b- Ey
Muhammed, bütün kuvvet Allaha ait olduğundan ve Allah, azabı şiddetli olan rab
olduğundan, zalimlerin, Allanın azabım gördüklerini görecek olsan. İşte o zaman
Allanın azabının derecesini bilmiş olursun.
c- Ey
Muhammed, zalimlerin, Allanın azabını gözleriyle gördüklerini bir görecek
olsan, onların hallerinin ne olduğunu bilmiş olursun. Şüphesiz ki dünyada da
âhirette de bütün kuvvet yalnızca Allah'a aittir. Yine şüphesiz ki Allah,
kendisine ortak koşanlara karşı azabı şiddetli olandır.
d- Ey
Muhammed, zalimlerin, azabı gördüklerini bir görecek olsan, onlar o zaman şöyle
diyeceklerdir: Şüphesiz ki bütün kuvvet Allah'a aittir. Yine şüphesiz ki
Allah, azabı çok şiddetli olandır.
"Görmek"
fiilinin ikinci kıraati ise ( ısj'ı ) şeklindedir. Buna göre ise âyete şu
şekilde mânâ verilmiştir: "Zalimler, Allah'ın, kendileri için cehennemde
hazırladığı azabı bir görecek olsalar. O zaman gözleriyle görmüş olacaklar ki,
bütün kuvvet yalnızca Alfana aittir ve Allah, azabı şiddtli olandır.
Taberi, birinci kıraat
şeklini tercih etmiş ve kitabın Resulullaha olduğunu söylemiş bu âyetin
mânâsının şöyle olduğunu zikretmiştir: "Ey Muhammed, sen zalimlerin, azabı
gördüklerini bir görmüş olsaydın. O zaman bütün kuvvetin yalnız Alîaha ait
olduğunu ve Allanın, azabı şiddetli olan rab olduğunu görmüş olurdun. Taberi
sözlerine devamla diyorki: "Burada hitap her ne kadar Resulullaha ise 6e
asıl kastedilen, onun dışındaki insanlardır. Zira Resulullahm, bütün kuvvetin
Allaha ait olduğunu ve Allanın, azabı şiddetli olan rab olduğunu bildiğinde
şüphe yoktur. Bu âyete, şu âyete benzemektedir? "Bilmez misin ki, göklerin
ve yerin mülkü Allah'a aittir? [104]
Taberi diyor ki:
"Bu kıraati tercih etmemizin sebebi, zalimler azabı gördüklerinde, bütün
kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allanın, azabı şiddetli olan rab olduğunu
yakinen bilmiş olacaklardır. Bilinen bir şeyi söylemenin anlamı yoktur. Bu
itibarla hitabın Resulullaha olduğunu gösteren kıraat daha tercihe şayandır.
Allaha ortak koşmaktan
daha büyük bir günah olmadığı muhakkaktır. Bu hususta Abdullah b. Mes'uddan şu
hadis rivayet edilmektedir: Abdullah b. Mes'ud diyor ki:
"Resulullahtan,
"Allah katında en büyük günah nedir?" diye sordum. Re-sulullah:
"Kendini yaratan Allaha ortak koşmandır." buyurdu. Dedim ki:
"Şüphesiz ki bu, büyük bir günahtır. Peki ondan sonra hangisidir? dedim.
Buyurdu ki: "Seninle
birlikte yemek yiyeceğinden korkarak çocuğunu öUlürmendir." "Sonra
hangisidir?" diye sordum. Resulullah: "Komşunun karısıyla zina etmendir."
diye cevap verdi[105]
166- İşte o
zaman, tâbi olunanlar, kendilerine tabî olanlardan uzaklaşacaklar, azabı
görecekler ve aralarındaki bağlar kopacaktır.
İşte o zaman,
kendilerine tabi olunan önderler, dünyada kendilerine sapıklıkta tabi
olanlardan uzaklaşacaklar, âhirette, azabı bizzat gözleriyle görecekler,
bunların, dünyada tabi olduklarîyla aralarındaki bağlar ve her türlü alaka kesilecektir.
Dostluk, sevgi, akrabalık ve şeftat onlara âhirette hiçbir fayüa sağlamayacaktır.
Bu dünyadayken, Allahı
bırakıp ta çeşitli varlıklara tapanlar veya onlan Allaha ortak koşanlar,
âhirete yalnız başlarına kalacaklar, Allanın dışında, taptıkları veya ortak
koştukları şeyler onlardan uzaklaşacaklardır. Bu hususta diğer bir âyet-i
kerimede şöyle buyuru im aktadır: "O gün aleyhlerinde hüküm kesinleşen
kimseler "Rabbimiz, işte azdırdıklarımiz. Kendimiz azdığımız gibi onları
da azdırdık. Onlardan uzaklaşıp sana geldik. Zaten onlar bize tapmıyorlardı." [106] Bir
diğer âyette de şöyle buyurulmaktadır: " Allahın emri yerine gelince,
şeytan şöyle der: "Şüphesiz Allah size gerçek bir vaad-dc bulunmuştu. Ben
de size vaadde bulunmuştum. Fakat vaadimi bozdum. Benim, sizin üzerinizde bir
nüfuzum yoktur. Fakat sizi sapıklığa çağırdım. Siz de bana uydunuz. O halde
beni kınamayın, nefsinizi kınayın. Artık ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz
beni. Daha önce beni Allah'a ortak koşmanızı reddediyorum." Elbette
zalimlere can yakıcı bir azap vardır. [107]
Ayette zikredilen: "Kendilerine tabi olunanlar" d an maksat, Katade,
Rebi b. Enes ve Atâ'ya göre "İnsanların, Allah'a ortak koşmakta liderleri,
ileri gelenleri ve zorbalarıdır." Süddiye göre ise
"Şeytanlar"dır. Onlara tabi olanlar da insanlardır.
Taberi birinci görüşü
tercih etmiştir. Yani, Allaha ortak koşanların önderleri, Allah'ın azabını
gördükleri zaman kendilerine tabi olanlardan uzaklaşacaklardır.
Âyet-i kerimede:
"Aralarındaki bağlar kopacaktır." buyurulmaktadir. Mücahid, Abdullah
b. Abbas, Katade ve Rebi' b. Enese göre âyette zikredilen "Bağlar"dan
maksat, dünyadaki ilişkileri ve dostluklarıdır. Zira kâfirler âhirette, şu âyetlerde
zikredildiği gibi birbirlerine lanet okuyacaklar ve birbirlerine düşman
kesileceklerdir. "... Sonra kıyamet günü birbirinizi tanımayacaksı-nız. [108]"O
gün dostlar birbirlerine düşman kesilirler. Ancak takva sahipleri böyle
değildir. [109]
Abdullah b. Abbas ve
Rebi' b. Enesten nakledilen diğer bir görüşe göre âyette zikredilen
"Bağlar"dan maksat, "Onların, insanlar nezdindeki itibarlarıdır."
Artık âhirette müşriklerin, insanlar arasında bu tür itibarları kalmayacaktır.
İbn-i Cüreyc'in,
Abdullah b. Abbastaıı naklettiğine göre ise, âyette zikredilen
"Bağlar"dan maksat, "Akrabalık bağlarıdır." Âhirette kişi,
kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve oğullarından kaçacaktır.
Süddi ve İbn-i Zeyd'e
göre âyette zikrediln "Bağlar"dan maksat, müşriklerin, dünyadayken
yaptıkları amellerdir. Âhirette müşriklerin kendilerini kurtaracak hiçbir
amelleri olmayacağından, amel leri yle bağlan kopmuş olacak ve layık oldukları
cezaya sürükleneceklerdir.
İbn-i Zeyd diyor ki:
"Âhirette takva ehline, amellerinin karşılığında bir belge verilecek, onu
göstererek kendilerini kurtaracaklardır. Mümin olmayanlara ise kötü olan
amellerinin karşılığında bir belge verilecek, o belge parçalanacak ve onlar
cehennem ateşine sevkedileceklerdir.
Taberi diyor ki:
"Doğru olan görüş, kâfirlerin ve müşriklerin, âhirette vasıta
yapabilecekleri bütün sebep ve bağların kopacağını söyleyen görüştür. Zira
âyet-i kerimeler, kâfirlerin, azabı gözleriyle görünce ileri gelenlerin
kendilerinden uzaklaşacaklarını, birbirlerine lanet okuyacaklarını, müminler
dışındaki dostların da birbirlerine düşman olacaklarını, şeytanın, kendisine
uyanlardan beri olduğunu bildireceğini, kâfire. Allanın dostu olan akrabasının
dahi yardımcı olmayacağını ve kâfirlerin dünyada işledikleri amellerin
kendileri için üzüntü kaynağı olacağını beyan etmektedirler. Bu zikredilen
şeyler, dünyada başvurulan vasıta ve sebeplerdir. Âhirette bütün bu sebepler
ortadan kalkacaktır. Ayeti bu sebeplerden sadece birine tahsis etmenin mânâsı
yoktur. Böyle yapanlardan bu görüşlerini doğrulayacak delil istenir." [110]
167- Tâbi
olanlar şöyle derler: "Keşke bizim için (dünyaya) tekrar dönüş olsa da,
onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaş-sak." İşte
böyelce Allah, amellerini bir pişmanlık kaynağı olarak kendilerine
gösterecektir. Ve onlar, cehennemin ateşinden çıkacak da değillerdir.
Allah'a isyan
hususunda başkalarına tabi olanlar derler ki: "Keşke bizim için dünyaya
geri dönüş olsa da, bizi saptıran reislerimizden, onların burada bizden
uzaklaştıkları gibi uzaklaşsak. "İşte böylece Allah, dünyadayken yalanladıktan
azabı kendilerine gösterdiği gibi, onların çirkin amellerini de kentlilerine
gösterecektir. Onun cezasını gördükleri zaman pişman olacaklardır. Cehennem
azabından çıkarılmayacaklar, orada ebedi olarak kalacaklardır.
* Taberi diyor ki:
"Âyeti kerimede: "Allah onlara amellerini, bir pişmanlık kaynağı
olarak gösterecektir." buyurulmuştur. Eğer denilecek olursa ki "Pişmanlık,
iyi ve hayırlı şeylerin terkedilmişinden duyulur. Onların amelleri, kötü
ameller olduğu hakle kendilerine amelleri gösterilince nasıl pişmanlık duyacaklardır?
Cevaben denir ki: "Müfessirler bunu şu şekillerde izah etmişlerdir:
a- Süddi ve
Abdullah b. Mes'ud'un, âyetin bu bölümünü şu şekilde izah ettikleri rivayet
edilmektedir: Allah, ileri gelenlerine uyan müşrik ve kâfirlere, dünyada
kendilerine farz kıldığı, onların da, yapmayarak Allanın cezalandırmasına
layık oldukları amellerini ve o amellerin, yapılması halinde, kendileri için
hazırlanan nimetleri gösterecektir. Onlar da cennetteki bu nimetleri görünce
üzülecekler, pişman olacaklardır. Bu hususta Süddi diyor ki: "İleri
gelenlerine uyan kâfirlere, âhirette cennetler ve cennetteki yerleri
gösterilecek ve onlara denecek ki: "Şayet sizler Allaha iman etmiş
olsaydınız bu meskenler sizin olacaktı." İşte o zaman bunlar, dünyada
iken Allanın emir ve yasaklarına uymamaktan dolayı pişmanlık duyacaklar ve
onların bu yerleri müminlere fazladan dağıtılacaktır." Bu izaha göre
âyetin bu bölümü şu mânâyı ifade etmektedir: Kâfirler azabı gördükleri gibi
Allah onlara, dünyada iken yapmaları icabeden amelleri de gösterecek, onlar da
yapmadıktan, bu amellerinden dolayı üzüleceklerdir.
Rebi' b. Enes ve İbn-i
Zeyd ise âyetin: "Allah, amellerini bir pişmanlık kaynağı olarak
kendilerine gösterecektir." kısmını şu şekilde izah etmişlerdir:
"Allahy.kâfirlere, kendileri için bir pişmanlık vasıtası olsun diye kötü
amellerini gösterecektir. Onlar, niçin bu gibi amelleri işleyip te Allahı razı
edecek amelleri işlemediklerinden dolayı p;işman olacaklardır." Taberi de
bu izah tarzını tercih etmiştir.
Âyet-i kerimenin
sonunda: "Onlar, cehennem ateşinden çıkacak ta değillerdir."
buyurulmaktadir. Yani kâfirler, Allah'ın azabını gözleriyle gördüklerinde
pişman olsalar da, kendilerine, çirkin olan amelleri gösterildiğinde pişmanlıkları
artsa da, tekrar dünyaya döndürülüp kendilerini saptıranlardan uzaklaşmayı
isterlerse de onlar, dünyadaki inkârları yüzünden, içine atıldıkları cehennem
ateşinden çıkacak değillerdir. Bilakis onlar, orada ebediyyen kalacaklardır.
Taberi diyor ki:
"Bu âyet-i kerime: "Allanın, kâfirlere olan azabı belli bir zaman
sonra bitecek, yok olacaktır." şeklinde iddiada bulunanları yalanlamaktadır. [111]
168- Ey
insanlar, yeryüzünde bulunan helal ve temiz şeylerden yeyin. Şeytanın
adımlarını takibetmeyin. Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır.
Ey insanlar, size
haram kıldığım, ölmüş hayvan, kan, domuz eti gibi murdar yiyeceklerin dışında,
helal kıldığım temiz ve güzel şeylerden yeyin. Şeytanın takibettiği yol ve
işlerde ve sizi davet ettiği, Allaha itaat etmeme hususunda onun yolunu
takibetmeyin. Çünkü onun düşmanlığı açıktır. O, atanız Âdemi aldatarak,
yasaklanmış ağaçtan yedirdi, hata işleterek ayağını kaydırdı ve onu cennetten
çıkarttı.
* Şeytan, insanoğlunun
apaçık düşmanıdır. Bu hususa çeşitli âyet-i kerimelerde işaret
buyurulmaktadır. "Şüphesiz ki şeytan sizin düşmanınızdır. Siz de onu
düşman edinin. O, kendi taraftarlarını ancak cehennemliklerden olmaya ça-ğinr[112] £y
Muhaınmed, sen insanlara Âdemle İblisin kıssasını hatırlat, hani bir zaman
meleklere: "Âdeme ihtiram secdesinde bulunun." demiştik de İblisin
dışında bütün melekler secde etmişlerdi. Cinlerden olan İblis ise ıabbinin emrinden
çıkmıştı. Beni bırakıp İblisi ve soyunu dostlar mı ediniyorsunuz? Halbuki
onlar sizin düşmanınızdır. Zalimlerin, Aİlahı bırakıp şeytanı dost edinmeleri
ne kötü bir mübadeledir. [113]
Âyette zikredilen
"Şeytanın adimlarTndan maksat, Abdullah b. Abbasa göre "Şeytanın
ameli "Mücahid, Katade ve Dehhaka göre "Şeytanın aldatmalan"
Süddiye göre "Şeytana itaat" Ebu Miclez'e göre ise "Günah
işlemeye dair adakta bulunmak"tır.
Taberi diyor ki:
"Bu zikredilen görüşlerin hepsi birbirine yakındır. Bu izahların hepsi de
Şeytana uyulmama konusunda dikkatli olmaya dair dikkatleri çekmektedir. [114]
169- O, size
sadece kötülük ve hayasızlığı ve Allaha karşı, bilmediğiniz şeyleri
söylemenizi emreder.
Şeytan size, sahibine
kötülük getirecek olan, Allaha isyan etmeyi ve zina gibi her çeşit çirkin ve
hayasız işi yapmayı emreder. Aliah'ıı karşı bilmediğiniz şeyi söylemenizi de
emreder.
Âyette zikredilen
"Kötülük"tan maksat, "Günah işlemek"tir. "Hayasızlık"
ise "Her söylenilmesi, işitilmesi çirkin örülen şey"dir. Süddi,
hayasızlıktan maksatm "Zina etmek" olduğunu söylemiştir.
Âyette zikredilen:
"Allaha karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder." ifadesindeki
"İnsanların bilmeyerek söylediklerinden maksat, şu âyet-i kerimede
zikredilen ve helal olduğu halde kendilerine haram kıldıkları şeylerdir:
"Allah,, "Bahire", "Şaibe", "Vasile", ve
"Hânı" diye bir şey yapmamıştır. Fakat kâfirler, Allaha yalan iftira
etmektedirler. Çöklan da akıllanın kullanmazlar. [115]
Bahire: İsİâmdan önce
cahilîye döneminde Arapların bazı âdetleri vardı. Mesela bir deve, beşinci defa
doğrmasmcia da dişi doğurursa onun kulağı çenti-lip serbest bırakılırdı. Onun
sütü sağılmaz ve binek olarak ta kullanılmazdı.
Sâibc: Dileği yerine
gelen bir kimse putlara deve adardı. Bu deveye de binilmez ve sütü sağiimazdı.
İşte böyle bir deveye de Şaibe denirdi.
Vasile: Bir deve,
birisi erkek diğeri dişi olmak üzere ikiz doğurursa, ikizi olan dişinin hatırına
erkek de kesilmez ve binilmezdi. Buna da Vasile adı verilirdi.
Ham: Bir erkek devenin
soyundan on döl alınırsa artık onun sırtı haram sayılır, ona binilmez ve yük
tışitılmazdı. Böyle bir deve otlatkta şerbet bırakılırdı ve buna da Ham adı
verilirdi.
İşte bu durumlarda bu
develere binilmez, yük taşıtılmaz, sütleri sağılıp onlardan istifade edilmezdi.
Halbuki onlardan istifade etmeyi Allah teala biz insanlara helal kılmıştır.
İşte AHahın helal kıldığı bir şeyi müşrikler kendi kafalarından uydurdukları
bazı gerekçelerle kendilerine haram kılmışlardı. Âyet-i kerime bu gibi
davranışları yasaklamakta ve Alîah tealanın böyle bir şeyi emretmediğini beyan
etmektedir. [116]
170- O
müşriklere: "Allanın indirdiğine tabi olun." denildiğinde,
"Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye tabi oluruz."
derler. Şayet ataları, hiçbir şey bilmiyor ve doğru yolu bulamıyorlarsa da mı?
O kâfirlere:
"Allahm, kitabında Resulüne indirdiği şeye tabi olun. Onun helal kıldiğm
helal kabul edin, haram kıldığını haram kabul edin." denildiğinde
"Biz, haram ve helal mevzuunda, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye tabi
oluruz." derler. Şayet ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yolu
bulamıyorlarsa da mı? Onlar, Allah'ın dini ve farzları hakkında hiç bir şey bilmeyen
ve doğru yolu da bulamayan kâfir atalarına mı uyacaklar? Onlara nasıl tâbi
oluyor da rab-lerinin emrettiği şeyi terkediyorlar? Bu cahillere ancak akit ve
iyiyi kötüden seçme yeteneği bulunmayan kişiler tabi olurlar.
* Bu âyet-i kerimenin
nüzul sebebi hakkında Abdullah b. Abbas'ın şunları söylediği rivayet
edilmektedir: Resulullah (s.a.v.) ehl-i kitaptan Yahudileri İslama davet etti.
Onlara İslam'ı övdü ve onları Allah'ın azabından sakındırdı. Bunun üzerine
Râfi' b .Harise ve Mâlik b. Avf şöyle dediler: "Bilakis biz atalarımız
üzerinde bulduğumuz dine tâbi oluruz. Çünkü onlar daha iyi biliyorlardı ve
onlar bizden daha hayırlı idiler." İşte bunun üzerine Allah teala bu
âyet-i kerimeyi indirdi. [117]
171-
Kâfirlerin durumu: Ancak çobanın bağırıp çağırmasını duyabi-len ve mânâsını
anlamayan hayvanların durumu gibidir. Bu kâfirler, sağır, dilsiz ve kördürler.
Bu yüzden hakkı idrak edemezler.
Allah'ın bir olduğunu
kabule ve ona itaat etmeye çağmlmayı kötü karşılamaları ve anlayışlarının kıt
oluşu bakımından kâfirlerindurumu, sesleri duyan fakat o seslerin ne mânâya
geldiğini anlamayan hayvanların durumu gibidir. Bu kâfirler sağırdırlar hakkı
duymazlar. Dilsizdirler hakkı söylemezler. Kördürler doğru yolu göremezler.
İbn-i Abbas diyor ki:
"Âyet-i kerimenin izahı: Hidayeti duymaz, onu görmez ve onu
düşünmezler." demektir.
Müfessirler bu âyet-i
kerimyi iki şekilde izah etmişlerdir.
İkrime, Abdullah b.
Abbas. Mücahid, Katade, Rebi' b. Enes, Atâ ve Süd-diye göre bu âyet-i kerimenin
izahı şöyledir: Kâfirlere öğütte bulunna kimse, çobana, kâfirler ise çobnın
seslendiği hayvanlara benzerler. Nasılki bu hayvanlar,, sadece çobanın sesini
duyup bir şey anlamazlarsa kâfirler de kendilerine, Allah'ın âyetlerini okuyan
kimsenin sadece sesini duyar fakat ne demek istediğini anlamazlar. Kendilerine
okunan Allah tealanın âyetlerini kabul etme istidadı göstemıezler. Abdullah b.
Abbas bu kâfirlerin âdeta develer, merkepler ve koyunlar gibi olduklarını
söylemiştir.
İbn-i Zeyd ise bu
âyet-i kerimeyi şöyle izah etmiştir: "Bir şey işitmeyen ve bir şey
anlamayan putlara seslenen ve onlara tapan, kâfirlerin durumu, cansız
varlıklara karşı bağırıp çağıran ve sesinin yankısından başka bir şey işitmeyen
kimsenin durumuna benzer. Nasılki cansız varlıklara konuşan kimse onlardan
hiçbir fayda görmezse, kâfirlerde o putlardan hiçbir faydagörmezler. Taberi diyor
ki: "Bu izah tarzına göre âyete şu şekilde mânâ vermek de mümkündrür.
"Bir şey işitmeyen ve bir şey anlamayan putlara seslenen kâfirlerin
durumu, hayvanlara seslenen çobanın durumuna benzer.Hayvanlar da bir şey
anlamazlar putlarda.
Taberi, âyette hakka
davet edenin çobana, kâfirlerin de hayvana benzetil-diğini söyleyen görüşün
tercihe şayan olduğunu söylemiş buna delil olarak ta âyet-i kerimenin Yahudiler
hakkında indiğini, Yahudilerin de putlara tapmadıklarından dolayı onların
çobana benzetilmesinin doğru olmayacağım göstermiştir."
Mücahid diyor ki:
"Kâfirler, sesi işiten fakat onu düşünemeyen hayvanlara benzerler."
İbn-i Abbas ta yine diyor ki: "Onlar, deve ve eşekler gibidirler. Onlara
"Ye" desen ancak sesini işitirler başka bir şey anlamazlar. İşte
kâfirler de böyledir. Sen onlara hayırı emredip kötülükten sakındırdığında
sesini duymaktan başka bir şey anlamazlar. [118]
172- Ey İman
edenler, size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yeyin. Şayet sadece
Allah'a ibadet ediyorsanız ona şükredin.
Ey, Allah'ı ve
Resulünü tasdik edenler, Allah'a itaatla boyun eğenler, size helal kıldığımız
nzıklardan yeyin. Eğer Allah'ın emrine boyun eğiyor, ona itaat ederek onu
dinliyorsanız size verdiği nzıklar için ona şükredin.
* Peygamber efendimiz
(s.a.v.) helal ve temiz şeyleri yiyerek beslenmenin önemine işaretle buyuruyor
ki:
"Ey insanlar,
Allah temizdir ve ancak temiz olanları kabul eder. Allah bu hususta
Peygamberlere neyi emretmişse müminlere de aynı şeyi emretmiştir.
Peygamberleri için şöyle büyümüştür: "Ey Peygamberler, temiz ve helal
nzıklardan yeyin, salih ameller işleyin. Şüphesiz ki ben, sizin yaptıklarınızı
çok iyi bilirim. [119]
Bu konuda müminler
için de, görüldüğü gibi bu âyette: "Ey îman edenler, size verdiğimiz
rızıkların temiz olanlarından yeyin." Duyurulmaktadır.
Resulullah (s.a.v.)
uzun bir yolculuk yapan ve saçı başı birbirine kansan ve ayaklarını tozlar
bürüyen bir kişinin yaptığı duayı zikrederek buyurmuştur ki: "Bu adam
ellerini göğe yukarı kaldırır "Ey rabbim, ey rabbim," diye yalvarır.
Halbuki bunun yediği haram içtiği haram giydiği haramdır ve kendisi haramla
beslenmiştir. Bunun duası nasıl kabul edilecektir?" [120]
173-
Şüphesiz ki Allah size leşi, kanı, domuz etini bir de Allah'tan başkası adına
kesilenleri haram kıldı. Bir kimse mecbur kalır, zaruret haddini aşmadan ve
başkalarının hakkına tecavüz etmeden bunlardan yerse ona günah yoktur. Şüphesiz
ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
Şüphesiz ki Allah
size, leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına yani putlar ve uydurma
tanrılar gibi varlıkların adına kesilenleri haram kıldı
Kim bu haram
kılınanları yemeye mecbur kalır da,kendisi gibi zaruret halinde bulunanın
elindekini zorla almadan, onun hakkına tecavüz etmeksizin ve kendisi için de
zaruret miktarını aşmadan bu haram kılınan şeylerden yese onun için bir mahzur
ve günah yoktur. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
"Allah'tan
başkası adına kesilen" şeklinde tercüme edilen cümlesi müfessirler tarafından
iki şekilde izah edilmiştir:
a- Katade,
Mücahid, Dahhak, Atâ ve Abdullah b. Abbasa göre bu ifadenin mânâsı,
"Allah'tan başkası adına kesilenler" demektir. Allah'tan başkası bir
tağut, bir put vb. şeylerdir.
b- Rebi' b.
Enes ve İbn-i Zeyd'e göre ise bu ifadeden maksat, "Üzerine Allah'tan
başkasının adı anılarak kesilen hayvanlardır."
Ayet-i kerimenin
metninde geçenifadesinin ne
mânâya geldiği hakkında müfessirler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazılarına
göre bu ifadenin mânâsı "Müslüman idareciye baş kaldıran veya savaşan biri
olmaksızın." demektir. Binaenaleyh böyle birinin, zaruret halinde böyle
bir ruhsattan istifade etmesi caiz değildir. Said b. Cübeyr ve Mücahid bu
görüştedirler. "Yol kesici olmaksızın, müslümanlann cemaatinden aynlmaksızin
ve Allah'a isyan için yola çıkmaksızın" demektir.
Katade, Hasan-ı basri,
Mücahid, İkrime, Rebi' b. Enes ve İbn-i Zeydden nakledilen diğer bir görüşe
göre ( fö ) ifadesinden maksat, "Haram yemeyi istemeksizin."ifadesinden
maksat ise "Kendisine mubah kılınan, ihtiyacından fazla yemeksizin."
demektir.
Başka bir kısım
âlimlere göre ise bunun mânâsı: "Haramı iştahla yemeksizin, mubah olan
şeyde zaruret miktarını aşmaksızın" demektir. Bu hususta Süddi diyor ki:
"Bâği" demek, "Arzusuna uyan" demektir. ise yemesinde
zaruret miktanım aşarak doyuncaya kadar yiyen" demektir. Taberi diyor ki:
"Âyetin yorumunda doğru olan görüş şudur: "Kendisine haram kılınanı
yeme arzusunda olmaksızın helal yiyecek mevcut olduğu halde onu bırakıp harama
d almaksızın" Zira, âdil bir idareciye karşı çıkana ve yol kesene yakışan
bu hallerinden vazg eçip Allah'a ve Ulül Emre itaat etmesidir. Böylelerinin,
açlıktan kendilerini öldürüreke günahlarına başka bir günahı eklemeleri doğru
değildir. O halde bunlar ruhsatlardan istifade ederler.
Ayet-i kerimede ifade
buyurulan "Leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına
kesilenler" kısa olarak şöylece izah edilmektedir:
Leş: Bundan maksat,
kara hayvanlarının dini usullere riayet edilmeden kesilenleridir. Veya
kendiliklerinden ölenleridir. Deniz hayvanlarının ölülürenin ise kesilmeden
yenmeleri helaldir. Peygamber efendimiz (s.a.v.)den denizin suyu sorulmuş o da
şöyle buyurmuştur: [121]
"Denizin suyu
temiz, ölüsü helaldir.
Kan: Bundan maksat,
akıtılmış kandır. Nitekim En'am suresinin yüz kırk beşinci âyetinde de bu husus
açıklanmakta ve şöyle buyurulmaktadır: "Ey Muhammed, de ki: "Bana
vahyolunanlardan, yiyen bir kişinin yediği herhangi bir şeyin haram olduğuna
dair bir hülyüm bulamıyorum, ancak leş, veya akıtılmış kan yahut domuz eti..."
haramdır[122] Peygam efendimiz de bir
Hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır:
"Bize, öicn
hayvanlardan iki cins, kanlardan da iki çeşidi helal kılınmıştır. Hayvanlar
balık ve çekirgedir. Kanlar ise karaciğer ve dalaktır. [123]
Domuz Eti: Domuzun
ehlisi de vahşi olanı da eti de yağı ve diğer parçalarının hepsi de haramdır.
Allah'tan başkası
adına kesilen hayvan: Allah teala, yarattığı hayvanların kesilmeleri halinde
kendi adının anılarak kesilmelerini emretmiştir. Kendi adından başka herhangi
bir isim anılarak kesilen hayvanların etlerinin yenmesini ise haram kılmıştır.
Bu hususta âlimler ittifak etmişlerdir. Allah'tan başka şeyler, put tağıt ve
diğer bütün varlıklardır. Allah'ın dışında herhang ibir şeyin adının
anılmasıyla beraber Allah'ın ismi de anılmaksizın kesilen hayvnaların elinin
yenmesinde ise âlimler arasında çeşitli görüşler vardır.
Bu konuda âyet-i
kerimelerde şöyle Duyurulmaktadır: "Eğer Allah'ın âyetlerine iman
ediyorsanız, Allah'ın adı anılarak kesilen hayvanlardan yc-yin."
"Size ne oluyor da Allah'ın adı zikredilerek kesilen hayvanlardan
iniyorsunuz? [124]"Kesilirken üzerine
Allah'ın adı zikredilmeyen hayvanları yemeyin. Bunu yapmak, allah'ın yolundan
çıkmaktır. [125]
Bu âyet-i kerimelerin
de ifade ve hükümlerini gözönüne alan bazı âlimler demişlerdir ki:
"Hayvanı kesen kimse Müslüman dahi olsa, keserken Allanın adını anmazsa
kestiği hayvan yenmez. İsterse Allah'ın adını anmayı kasten ter-ketsin isterse
unutsun." Bu görüş, Abdullah b. Ömerden, onun kölesi Nâfi'Uen, Şa'bî ve
İbn-i Şîrin den nakledilmiştir. Aynı görüş İmam Mâlikten ve Ahmed b. Hanbelden
de nakledilmektedir. Dâvud-ı Zahirî de aynı görüştedir. Bunlar, görüşleri ne
delil olarak En'am suresinin yüz yirmi birinci âyetini göstermişler, ayrıca
Maide suresinin dördüncü âyetinin şu ifadesini de zikretmişlerdir:"...
avcı hayvanları ava salarken üzerlerine Allah'ın adını anın..." Peygamber
efendimiz de bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurmaktadır:
"Kanı akıtacak
bir aletle kesilen ve üzerine Allah'ın ismi anılarak kesilen hayvanı yeyin.
Tırnak ve diş hariç. [126]
Bazı âlimler de,
hayvanı kesen müslümanın, unutarak besmele çekmeden kestiği hayvanın
yenileceğini fakat kasten besmeleyi terketmesi halinde kestiğinin
yenmeyeceğini söylemişlerdir. Bu görüş, Hz. Ali, Abdullah b. Abbas, Said b. el-
Müseyyeb, atâ, Tâvûs ve Hasan-ı Basriden nakledilmekte, Ebu Hanife de aynı
görüşü benimsemektedir. İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'in mezheplerinde meşhur
olan görüş te budur. Bunların delilleri, Peygamber efendimiz (s.â.v.) şu
hadis-i Şerifidir.
"Şüphesiz ki
Allah ümmetinden, hata, unutma ve zorla yaptırılan şeyin sorumluluğunu
kaldırmiştır, [127]
Diğer bir kısım ise,
hayvanı kesen Müslümanm besmele çekmesinin şart olmadığını, besmele çekmenin
müstehap olduğunu, kesen kimsenin, kasıtlı olarak besmeleyi terketmesi halinde
dahi kesilen hayvanın etinin yenilebileceğini söylemişlerdir.Bu görüş te
Abdullah b. abbas Ebu Hureyre ve atâ b. ebu Re-bah'an nakledilmektedir. İmam
Şafii de bu görüştedir. Aynı görüş İmam Mâlik ve imam Ahmed b. Hanbeldne de
nakledilmiştir.Bu görüşte olanlar, "Kesilirken üzerlerine Allah'ın adı
anılmayan hayvanları yemeyin. [128]
âyet-i kerimesinin, Allah'ın dışındaki varlıkann adı zikredilerek kesilenleri
kastettiğini söyle-mişlerdir.Delil olarak ta Dârekutnî nin rivayet ettiği şu
hadisi zikretmişlerdir: "Müslüman bir kimse hayvanı keser de Allah'ın
ismini anmazsa sen o kesileni ye.Çünkü Müslümanda Allah'ın isimlerinden biri
mutlaka mevcuttur. [129]
Hz. Aişe (r.a.) diyor
ki:
"Bir kısım
insanlar Resuluîlah'an şunu sordular: "Ey Allah'ın Resulü, müşriklikten
yeni dönmüş olan bazı insanlar bize et getiriyorlar. Bilmiyoruz onları
keserken üzerelirne Allah'ın adını andılar mı anmadılar mı? Resulullah buyurdu
ki: "Siz o ctc besmele çekin ve ycyin. [130]
174-
Şüphesiz Allah'ın indirdiği kitaptan bazı şeyleri gizleyenler ve onu az bir
değere değişenler, işte onlar, karınlarına sadece ateş doldururlar. Allah,
kıyamet günü onlarla konuşmayacak ve onları, günahlarından
temizlemeyecektir. Onlar için can yakıcı
bir azap vardır.
Şüphesiz Allahın
indirdiği Tevratta yazılı olarak buldukları, Muhamme-din Peygamberliğini
gizleyen, onun Peygamberliğini gizlemekle dünyanın az bir malını tercih eden ve
Allahın âyetlerini tahrif edip mânâlarını değiştiren Yahudi bilginleri,
kendilerini ateşe sürükleyecek şeyleri yeyip karınlarına doldururlar ve
cehennemin ateşini boylarlar. Allah onlarla, kıyamet gününde müminlerle
konuştuğu gibi, onların istediği ve sevdiği şekilde konuşmayacaktır. Onları,
günahların ve inkârın kirlerinden temizlemeyecektir. Onlara acı veren bir azap
vardır. O da cehennem azabıdır.
* Âyette geçen
"Onlar karınlarına sadece ateş doldururlar." ifadesi mecazi bir
ifadedir. Çünkü ateş yenmez. Bunun mânâsı şudur: "Onlar, cehenneme
atılmalarına sebep olacak murdar şeyleri yerler."
Allah teala kıyamette
kâfirlere, arzuladıkları şekilde konuşmayacaktır. Fakat onlara, arzulamadıkları
şekilde konuşup cevap verecektir. Nitekim bu hususta diğer ayetlerde şöyle
Duyurulmaktadır: "O cehennemlikler şöyle derler: "Rabbimiz, bizi
buradan çıkar. Eğer tekrar inkâra dönersek, gerçekten zalimler oluruz.
"Allah onlara şöyle der. "Kesin sesi" (Oturun yerinizde) benimle
konuşmayın. [131]
175- Bunlar,
hidayet karşılığında sapıklığı, mağfiret karşılığında azabı satın alanlardır.
Bunlar, ateşe karşı acaba nasıl sabrcdcccklerdîr?
Bunlar, sapıklığı alıp
hidayeti bırakan, allah'ın azamim gerektiren şeyleri alıp bağışlamasını ve
rızasını gerektiren şeyleri terkedenlerdir. Bunlar, ateşe acaba nasıl
sabredeceklerdir? Bunların, cehnnem ateşine karış cür'etli olmaları ne
tuhaftır.
Ayet-i kerimenin
sonunda: "Bunlar ateşe karşı nasıl sabrcdeccklcr-, elir? buyuru İm
aktadır.
Katade, Hasan-I Basri,
Mücahid, Said b. Cübeyr ve Rebi1 b. enes bu ifadeyi "Onlar, kendilerini
ateşe sürükleyecek ameli işlemeye nasıl cesaret ederler?" şeklinde izah
etmişlerdir. Taberi de bu görüştedir.
Mücahidden nakledilen
başka bir görüşe göre, o bu âyeti şöyle izah etmiştir: "Onlara
cehennemlik amellerini işleten şey nedir?"
Allah teala bu âyet-i
kelimesiyle, Hz. Muhammed'in sıfatlarını Tevratta gizleyen ve bunun
karşılığında faiz, rüşvet gibi şeyleri yiyen Yahudilerin durumlarına
dikkatleri çekmekte ve bunların yaptıklarına şaşılması gerektiğini beyan
etmektedir. [132]
176- Bu
(azap) Allah'ın, kitabı hak olarak indirmcsindcndir. Allah'ın kitabı hakkında
ihtilafa düşenler, derin bir ayrılık içerisindedirler.
Yahudi bilginlerine bu
azap, kitabın hak olarak İnmesi, onların ise inkâr etmeleri ve o kitap hakkında
ihtilafa düşmelerindendir. Ey Muhammed. sana indirdiğim kitap hakkında
ihtilafa düşen bu Yahudi ve Hıristiyanlar, hak mevzuunda bir çekişme ayrılık
içerisindedirler. Olgunluktan ve doğrudan uzaktırlar. O halde onlara aldırış
etme.
Ayet-i kerimenin
başında geçen "Bu" işaret zamirinden neyin kastedildiği hakkında
Müfessirler çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
Bazılarına göre
"Bu" zamirinin mânâsı şudur: "Yahudilerin, Allah'ın emirlerine
karşı gelerek Hz. Muhammed hakkındaki sıfatlan gizleyip cehennem ateşine
girmeye cesaret etmelerinin sebebi, Allah tealanın hak olarak indirdiği
kitabında, onların iman etmeyeceklerini, şu vb. âyetlerde bildirmiş olmasıdır:
"Şüphe yok ki kâfirleri uyarsan da uyarmasan da birdir. Onlar iman
ct-mczlcr. [133] Evet, Allah teala bu
gibi kâfirlerin, iman etmeyeceklerini kesin olarak bildiğinden, bunların,
hidayetin karşıhğnda sapıklığı, affedilme karşilığn-da da azabı tercih etmekten
başka bir seçenekleri yoktur.
Diğer bir kısım
âlimler ise buradaki zamirini şöyle izah etmişlerdir: Onlara vaadedilen bu
azabın onlar için olduğu muhakkaktır. Zira. Allah teala hak olarak indirdiği
kitabında azabın onlar için hak olduğunu beyan etmiştir. Onun beyanları
kesindir.
Başka bir kısım
âlimlere göre zamirinin izahı şöyledir: Kâfirlere cehennem azabı vermemizin
sebebi, bizim, kitabı hak olarak indirmemiz, onların da bunu yalanlamalarıdır.
Taberi diyor ki:
"Buradaki zamiri, bundan önce zikredilen âyetin tümüne işarettir Allah
teala: "Ben, şöyle şöyle yapan Yahudileri cehennem azabıyla
cezalandırdım. Çünkü ben, kitabı hak olarak indirdim Onlar da bunu yalanladılar
vç bu azaba layık oldular." buyurmaktadır.
Âyet-i kerimede zikredilen
ve Allah'ın kitabı hakkında ihtilafa düştükleri beyan edilen kişilerden maksat,
Yahudi ve Hıristiyanlardır. Yahudiler, Hz. İsa ve annesi hakkında, zikredilen
hususlarda ihtilafa düşmüşler Hıristiyanlar da bu hususlardan bir kısmım inkâr
etmislerdİr.Fakat hem Yahudi hem de Hnistiyan-lar, Hz. Muhammed hakkındaki
bütün hükümleri inkâr etmişlerdir. Bu bakımdan Allah tealanın indirdiği kitap
hakkında büyük bir ihtilafa düşmüşlerdir. [134]
177- İyilik,
yüzünü/ü doğuya ve batıya çevirmeniz değildir. Fakat iyilik, Allah'a âhiret
gününe, meleklere, kitaba , peygamberlere iman edenin, sevdiği mallardan
akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalana, dilencilere ve köle azad etmeye
verenin, namazı kılanın, zekatı verenin, söz verdiklerinde sözlerin iyerine
getirenlerin, sıkıntı, hastalık ve şiddet zamanında da sabredenlerin
yaptıklarıdır. Bunlar, imanlarında sadık olanlardır. Müttakilcr de işte
bunlardır.
Ey, Yahudi ve
Hıristiyan topluluğu, iyilik, bazısının yüzünü doğuya bazınızın da batıya
çevirmesi değildir. İyilik, Allah'ı ve âhireti tasdik edenin, melekleri,
kitaplara ve Peygamberlere iman edenin yaptığıdır. İyilik, kendisinin çok
sevdiği ve biriktirmeye hırslı olduğu, harcamada ise çok cimri davrandığı malını,
akrabalanna, babası ölmüş yetimlere, ihtiyaç sahiplerine, yolculuğu sırasında
fakir düşmüş olana, yardım isteyen
dilencilere, efendileriyle belli bir para karşılığında kölelikten kurtulma anlaşması yapan
kölelere verenin yaptığı iştir. İyilik, namazı bütün tadil-i erkâmyla kılanın,
zekâtı, Allah'ın üzerine farz kıldığı şekilde verenin, Allah ile ahitleştikten
sonra o ahdi bozmayanlann, sıkıntı ve zorîuk sırasında ve harp esnasında
çatışma şiddetlendiği anda sabredenlerin yaptıklarıdır. Bunlar, imanlarında
sadık olanlardır. Bunlar, Allah i tasdik edenler, sözlerini yaptıkarıyla ispat
edenlerdir. Allah'ın cezasından korkup farzlarını yerine getirerek ona isyan
etmekten kaçınanlar da işte bunlardır.
"İyilik, yüzünüzü
doğuya ve batıya çevirmeniz değildir." ifadesinden maksat, Abdullah
b.Abbas, Mücahid ve Dehhaka göre şu demektir: "Ey Müminler, iyilik
yapmak, kıblenin çevirilmesinden önce Kudüse, çevirilmesinden sonra da Kâbeye
doğru namaz kılmak değildir. İyilik şunlardır:...." Bu hususta Abdullah b.
Abbas diyor ki: "Bu âyet- Resulullah'ın Mekke'den Medineye hicret
etmesinden, bütün farzların ve cezaların inmesinden sonra nazil olmuştur. Bu
bakımdan Allah teala, sadece namazın değil bütün farzların eda edilmesini emretmiştir.
Katade ve rebi' b.
Enese göre ise: "İyilik, yüzünüzü doğuya ve batıya çevirmeniz
değldir." ifadesinden maksat: "Ey Yahudiler ve Hıristiyanlar iyilik,
yüzünüzü doğuya ve batıya çevirmeniz değildir. Bilakis iyilik
şunlardır..." demektir.
Yahudiler batıya ,
Hıristiyanlar da doğuya doğru namaz kılıyorlardı. Bu âyet nazil oldu ve Allah
teala, iyilik ve hayınn, sadece yüzün doğuya ve batıya çevrilmesiyle
olmadığını, iyiliğin, Allah tealanin beyan ettiği, imanı gösteren şu
özelliklerde olacağını açıkladı. O özellikler de: Allah'a, kitaplara,
Peygam-ber'ine iman etmek, Allah yolunda harcamak, onun yolunda cihad etmek ve
di-: ğer amellerdir. Taberi de, bundan önceki âyetlerin de Yahudiler hakkında
olması hasabiyle bu görüşü tercih etmiştir.
Ayet-i kerimede
"Sevdiği mallardan veren kimse "zikredilmektedir. Abdullah b.
Mes'uda göre bu ifadeden maksat, "Mala çok düşkün ve cimri olduğu, zengin
olacağını ümit edip fakirlikten korkar olduğu bir halde onu harcayan"
demektir.
Şa'bi bu âyet-i
kerimeye dayanarak Müsümanın mallarında zekatın da dışında hak olduğunu
söylemiştir.
Süddi de bu âyette zikredilen
"İnfak"m, mal sahibinin, malı üzerinde bir-hak olduğunu söylemiştir.
"Mal sahibi zekatın dışında bunu da vermekle yükümlüdür." demiştir.
Bu hususta Âmir
eş-Şa'bi, Fatıma binti Kaysın, Resulullah'tan şu hadisi rivayet ettiğini
söylemiştir. Fatıma diyor ki: "Resulullah şöyle buyurdu: "Şüpe-siz ki
malda zekatın dışında hak vardır." Sonra Resuİulha: "İyilik, yüzünü
doğuya ve batıya çevirmeniz değildir. " âyetini okudu." Diğer bir
kısım âlimler ise âyetin bu bölümünden Uer zekat vermenin kastedildiğini ve
kişinin, malından, zekatın dışında bırşey vermekle yükümlü olmadığnı
söylemişlerdir.
Âyet-i kerimede,
kişinin, düşkün olduğu malından Allah yolunda vermesi takvadan sayılırken
kendilerine mal verilecek kimselerin ilki olarak akrabalar zikredilmiştir. Zira
bunlara verilen sadaka, diğerlerine verilenler den daha üstündür. Bu hususta
Resulullah (s.a.v.)'e "Sadakaların hangisi daha cfdaldir?" diye
sorulduğunda şoylc buyurmuştur: "Kişinin malı az olduğu olduğu halde son
çabasını harcayarak kendisine kin besleyen akrabasına verdiği şey sadakadır. [135]
Bu âyet-i kerimede bir
çok sıfat birlikte zikredilmektedir. Arapçada cümlede çokça sıfat bulununca,
sıfatların bazıları özellik arzetsin diye dilbilgisi kaidelerine göre
bulunduktan halden ayrılarak başka bir halde kullanılırlar. İşte burada "Sabredenler"
kelimesi, diğer sıfatların bulundukları "Yalın" halden ayrılıp ismin
"İ" halinde kullanılmıştır, Arapçada buna "Mensub" denilir.
Buna göre mânâ şöyledir: "İyilik Allah'a, âhiret gününe , meleklere, kitaba
ve Peygamberlere iman edenin, .sevdiği mallardan akrabaya, yetimlere,
yoksullara, yolda kal an a, d ilendi ere ve köle azad etmeye verenin, namazı
kılanın, zekatı verenin, söz verdiklerinde sözlerini yerine getirenlerin
yaptıklarıdır. Sıkıntı, hastalık ve şiddet zamanında sabredenlerin
sabretmelerin üe netice itibariyle bir iyilik ise de ben, özellikle bu
sabredenleri daha çok takdir ederim."
Âyet-i kerime,
iyilikte bulunan takva sahibi kimselerin sıfatlarını veciz bir şekilde
özetlemiştir. Bunlar, iman etmek, malını Allah yolunda intak etmek, namaz
kılmak, zekat vermek, verdiği sözü yerine getirmek ve sıkıntılara karşı
sabretmektir. Bu sıfatları kısa olarak şu şekilde izah etmek mümkündür.
a- İman
etmek: İmanın, herşeyin başında geldiği muhakkaktır. Kâfirlere dini vazifeler
yüklemek söz konusu değildir. Kur'an-ı Kerim tek bir yerde kâfirlere
hitabetmekte ve onları uyararak: "Ey kâfirler, bugün mazeret göstermeyin.
Sizler ancak dünyada yaptıklarınızla cezalandırılıyorsunuz? [136]demektedir.
İmanı olmayandan iyilik beklemek boştur.
b- Allah
yolunda infak etmek: Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde, cimri ile,
malını Allah yolunda harcayan kimseyi karşılaştırarak buyuruyor ki:
"Cimri insan ile
malını Allah yolunda harcayan insan, üzerlerinde , göğüslerinde köprücük
kemiklerine kadar uzanan demir yelek bulunan iki kişiye benzerler. Malını Allah
yolunda harcayan kişi, her harcadığında bu demir yelek genişler ve bütün
vücudunu kaplar. Öyle ki parmak uçlarını dahi örtüp ayak izlerini yok eder hale
gelir. Cimri ise harcamak istemediği her an, demir yelekte bulunan halkalar,
bulundukları yerlere yapışıp kalırlar. Cimri bu yeleği genişletmeye çalışır
fakat yelek genişlemez. [137]
Âyet-i kerime,
müminin, malını Allah yolunda harcarken özellikle şu kimselere harcanması lazım
geldiğini beyan etmektedir. Bunlar, akrabalar, yetimler, yoksulllar, yolda
kalanlar, dilenciler ve azad olacak kölelerdir. Peygamber efendimiz, sadakadan
akrabaya yapılan harcamanın önemine işaret ederek uyuruyor ki:
"Herhangi bir
yoksula verilen sadaka sadece sadaka sayılırken akrabaya verilen sadaka iki
şeydir. O, hem sadakadır hem de akrabalık bağını gözetmektir. [138]
Resulullah (s.a.v.) efendimiz, yetimi himaye etmenin önemini beyan ederken de
şehadet parmağıyla orta parmığım hafifçe birbirinden ayırarak işaret etmiş ve
şöyle buyurmuştur:
"Benimle, bir
yetimi gözetip koruyan kişi cennette işte şu iki parmak gibi birbirimize yakın
olacağız. [139] Resulullah (s.a.v.)
yoksulun kim olduğunu beyan edip ona yardımda bulunmanın önemine işaret ederek
te buyuruyor
"Aslında yoksul,
insanları gezip dolaşan, kendisine verilen bir lokma veya iki lokma yahut bir
hurma veya iki hurmanın geri çevirdiği kişi değil dir. Yoksul, kendisine
yetecek kadar bîr şey bulamayan ve bu hali an-laşılamadığı için kendisine
sadaka verilmeyen ve kalkıp ta insanlardan bir şey istemeye girişmeyen
kimsedir. [140]
Âyet-i kerimede
zikredilen "Yolda kalanlar" dan maksat, Katadeye göre
"misafır"dir. Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde:
"Kim, Allah'a ve
âhiret gününe iman ediyorsa misafirine ikramda bulunsun. [141]
buyurmuştur. Resulullah:
"Misafirlik üç
gündür. Bunun ötesinde olan, ona verilen bir sadakadır. [142]buyurmuştur.
Ebu Cafer ve Mücahide göre ise "yolda kalanlardan maksat, kişinin yanından
geçip giden yolcudur.
Dilenen kimselere
gelince, bunlar da azarlanıp boş çevrili meni el i az veya çok bir şeyler
verilmelidir. Bu hususta âyet-i kerimede buyuruluyor ki: ""Dilenciyi
azarlama. [143]Bu konuda Hz. Hüseyin
(r.a.) Peygamber efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Dilencinin hakkı
vardır, ata binerek gelse dahi. [144]
Peygamber efendimiz
azad olacak köleler için de şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın, üç
işiyc yardım etmesi, üzerine aldığı bir haktır. Allah yolunda cihda eden
kişiye, borcunu ödemek isteyen köleye, iffetini muhafaza etmek için evlenmek
isteyene." [145]
c- Namaz
kılmak: Namaz dinin direğidir. Müslüman kişi bu ibadetiyle tanınır. Resulullah
(s.a.v.) ibadetlerimiz arasında namazın büyük önemine işaretle buyuruyor ki:
"Kişi ile
müşriklik arasındaki fark, namazı tcrkctmcktir. [146]
d- Zekat
vermek: Zekat, mali ibadetlerin başında gelir. Müslüman, tam bir hesap yapmak
suretiyle zekatını vermek zorundadır. İslam Devleti, zekatını vermek istemeyen
müslümandan bu zekatı zorla alır. Nitekim Hz. Ebube-kir(r.a.v) Resulullah'ın
vefatından sonra zekatı vermek istemeyenlerin üstüne gitmiş onlarla savaşmış ve
onlar hakkında şöyle demiştir:
"Allah'a yemin
olsun ki namazla zekatı birbirinden ayıranlara karşı mutlaka savaşacağım. Zira
zekât, malın üzerinde bir haktır. Allah'a yemin olsun ki Rcsukillah'a vermiş oldukları
bir yuları dahi bana vermekten kaçınırlarsa bundan dolayı onlarla savaşırım. [147]
e- Verdiği
sözü yerine getirmek: İslamda çok önemli ve Müslümanın mutlaka yerine getirmesi
icabeden hususlardan bir tanesi de, verilen sözün yerine getirilmesidir.Bu hususta
Allah teala şöyle buyuruyor: "Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü
verilen sözde mcs'uliyct vardır. [148]
Peygamber efendimiz de, münafıkların sıfatlarını sayarken, verdiği sözden
dönmeyi de bunlardan saymıştır: "Münafıkın alâmeti üçtür, konuştuğunda
yalan söyler, ver diği sözden cayar, kendsine emanet edilen şeye hıyanet cder. [149]
f-
Sıkıntılara karşı sabretmek: Sabır, müminin sığındığı iki kaleden biridir. Bu
hususta Allah teala şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler, sabırla ve namazla
yardım dileyin. Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir. [150]"Şüphesiz
ki sizi biraz korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliği ile imtihan edeceğiz. Ey
Muhammcd, sabredenleri müjdele. [151]
Âyet-i kerimede
zikredilen "Sıkıntı"dan maksat, "Fakirlik" demektir.
"Şiddet zamanından" maksat ise "Savaş âm"dır. Özellikle bu
hallerde sabretmenin büyük bir iş olduğu muhakkaktır. Görüldüğü gibi âyet-i
kerime, kulun yapacağı bir çok ibadet ve itaati kapsamaktadır. Bu nedenle
Allah teala bunları yapanları "Sadık" ve "Muttaki" olarak
vasıfliindırmıştır: [152]
178- Ey iman
edenler, öldürülenler hakkında kısas size farz kılındı. Hür'e hür, köleye köle,
kadına kadın kısas yapılır. Fakat kim (Katil) din kardeşi tarafından (ölenin
velisi tarafından) affedilirse, örfe uymak ve diyeti güzellikle ona ödemek
gerekir. Bu, rabbinizden size bir kolaylık ve rahmettir. Artık bu hükümden
sonra kim haddi aşarsa, onun için can yakıcı bir azap vardır.
Ey iman edenler,
öldürülenler hakkında, bizzat cinayeti işlemiş olan katile kısasın tatbik
edilmesi size farz kılındı. Hür bir insanın, yine hür bir insanla, kölenin
köle» kadının da kadın ile kısas yapılması hükme bağlandı. Öldüren kimse,
ölenin velisi olan din kardeşi tarafından, diyet mukabilinde affedilir, kısası
istenmezse diyete razı olan, öldürülenin velisi, yüz deve tutarında olan diyeti
istemesinde bilinen örfe uymalıdır. Bundan fazla istememelidir. Katilin de,
Ödemekle mükellef olduğu diyeti, hak sahibine güzellikle ödemesi, onu isteme
zorunda bırakmaması gerekir. Diyet kabul edilerek kısasın düşürülebileceği
hükmünü koyması, rabbinizden size bir kolaylıktır. Sizden önceki ümmetlere
yasakladığı halde, diyet almayı ve yemeyi size heîal kılması da ondan size bir
rahmettir. Artık kim, diyeti aldıktan sonra ileri gider ve katilin kanını
dökerse ona canyakıcı bir azap vardır.
*Tabari diyor ki:
"Âyette, hür bir insanın karşıhğnda yine hür bir insanın, kadının
karşılığında kadının kısas yapılacağı beyan ediliyor. Buradan, kadının
karşılığında erkeğin, kölenin karşılığında ise hür'ün kısas yapılamayacağı nekti-cesi
çıkmaz mı?" diye sorulacak olursa Cevaben denir ki: "Biz, köleye
karşı hür'ü, kadına karşı erkeği, şu âyetin genel ifadesine dayanarak ve
Resulullah'ın, müslümanlann kanlarının eşit olduklarını beyan etmesini
gözönünde mulundu-rarak kısas yaparız. Ayette buyuruluyorki: "Allanın,
öldürülmesini haram kh-dığı bir cana, haklı bir sebep olmadıkça, sakın
kıymayın. Biz, haksız yere öldürülenin velisine bir yetki vermişizdir. O da
öldürmede haddi aşmasın. Çünkü ona, yeterince yardım olunmuştur. [153]
Resulullah efendimiz de ha-dis-i şerifinde buyuruyor ki:
"Müslümanların
kanı eşittir..., [154]
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki: "Bu izaha göre âyet nasıl açıklanır?
"Cevaben denilir ki: Bu âyeti müfessirlerçeşiöi şekillerde açklamışlartir.
Şa'bî, Katade, Mücahid
ve Atâ, bu âyetin izahında özetle şunları söylemişlerdir:
a- Arap
kabileleri arasında kin ve düşmanlık vardı. Bu sebeple onlardan bir kadın
öldürüldüğünde, onun mukabilinde: "Öldürenin kabilesinden bir erkek
öldüreceğiz.", bir köle öldürüldüğünde ise "öldürenin kabilesinden
hür bir kimseyi Öldüreceğiz." derlerdi. Bunu, güçlü olanlar zayıflara
karşı yaparlardı. İşte bü sakat anlayışın uygulanamayacağını bildiren bu âyet
nazil oldu ve ancak katilin öldürülebileceğini, bunun dışında, cinayetle
ilgisi olmayan kişilere dokunu-lamayacağını hükme bağladı. Sonra Allah teala,
insanların tam olarak eşit olduklarını beyan eden şu âyeti indirdi: "Biz
Tcvratta onlara şu hükümleri farz kılmıştık. Cana can, göze göz, buruna burun,
kulağa kulak, dişe diş ile kısas yapılır. Yaralarda da kısas vardır. Fakat kim
hakkından vaz geçerse bu onun günahlarının affına bir sebeptir. Kim, Allah'ın
indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir[155]
b- Süddi,
Ebu Mâlik ve Şa'bi ise bu âyetin nüzul sebebi hakkında şunları söylemişlerdir:
Resulullah'ın döneminde iki gurup insan, erkekli kadınlı olarak birbirleriyle
savaştılar. Resuhillah bunlann kadınların üiyeterini birbirleriyle, erkeklerin
diyetlerin biribirleriyle kölelerin diyetlerini de birbirleriyle takas yapmak
suretiyle barışmalarım emretti. İşte âyet-i kerime, ResuUillah'm teklif etmiş
olduğu bu banşa işaret etmektedir.
c- Hz. Ali,
Rebi1 b. Enes, Hasan-ı Basri ve Şa'bi den nakledilen diğer bir görüşe göre bu
âyet-i kerime, Allah tealanm, kasıtlı cinayetlerde, hür'ün, kölenin, kadının
ve erkeğin diyetlerinin karşılaştırılıp takas edilmelerini emrettiğini, bu
itibarla diyeti daha fazla olan kişi (mesela hür bir kişi) diyeti daha az olan
bir kişiyi (mesela bir köleyi) öldürecek olur da kölenin velisi tarafından, hür
olan katilin, kısas olarak öldürülmesi istenecek olursa, kölenin velisi kısası
uygulatır. Bununla birlikte hür kişinin diyetinin, kölenin diyetinden fazla
olan kısmını, kısas oiarak öldürülen hür kişinin velisine öder. Bu hususta
Rebi' b. Enes, Ilz. Ali'nin şunları söylediğini rivayet etmiştir.
"Herhangi bir hür kişi, bir köleyi öldürecek olursa o kişi köle
karşılığında kısasa tabi tutulur. Kölenin velileri dilerlerse hür'e kısas
tatbik ettirirler ve hürün diyetinden kölenin diyetini düşerek geriye kalan
farkı hürün velisine öderler.Şayet bir köle hür'ü Öldürecek olursa, köle
hür'ün karşılığında kısasa tabidir. Hür'ün velileri dilerlerse köleye kısas
uygulatırlar ve onun diyet miktarını hür'ün diyetinden düştükten sonra geriye
kalan farkı kölenin velilerinden alırlar. Dilerlerse köleye kısas tatbik
ettirmekten vaz geçip bir hür'ün diyetinin tamamını alırlar. Herhangi bir hür
erkek te hür bir kadını öldürecek olursa o erkek, öldürdüğü kadına karşılık
kısasa tabidir. Eğer öldürülen kadının velileri dilerlerse erkeğe kısas
uygulatırlar. Bu durumda hür bir kişinin diyetinin yansını erkeğin velilerine
öderler. Yine herhangi bir hür katim hür bir erkeği öldürecek olursa o kadın o
erkek karşılığında kısasa tabidir. Eğer öldürülen hür erkeğin velileri dilerlerse kadına kısas
uygulatırlar. Bu durumda erkeğin diyetinin yansım da kadının velilerinden
alırlar. Dilerlerse erkeğin diyetinin tamamını kadının velilerinden alır ve
kadını serbest bırakırlar. Dilerlerse hiçbir şey almadan da onu affedebilirler.
Şa'bi diyor ik:
"Hz. Ali'ye, kasıtlı olarak karısının öldüren bir adam getirildi. Hz. Ali
kadının velilerine dedi ki: "Dilerseniz bunu öldürün ve erkeğin kadından
fazla olan diyetini ödeyin."
d- Ali b.
Ebu Talha'nın, Abdullah b. Abbastan naklettiğine göre ise o, bu âyetin izahında
şöyle demiştir: "Önce insanlar kadının karşılığında erkeği öldürmüyorlardı,
ancak erkeğin karşılığında erkeği kadının karşılığında da kadını
öldürüyorlardı. Daha sonra ise Allah teala, Maide suresinin kırk beşinci
âyetini indirerek kadınla erkeği kısasta eşit kıldı.
Taberi diyor ki:
"Görüldüğü gibi âyetin nüzul sebebi hakkında ihtilaf vardır. Bu sebeple
bizlerin, âyeti, kesin delillerin gösterdiğ mânâda anlamamız gerekmektedir.
Resulullah'tan, hür erkeğin hür kadın karşılığında kısas yapılacağına dair
birbirini destekleyen bir çok hadis rivayet edilmiştir. Ancak İslam ümmeti, hür
kadına karşılık hür erkeğin kısas yapılması halinde erkeğin fazla olan
diyetinin kadının velilerinden alınıp alınmayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Bu sebeple kadına karşı erkeğe kısas tatbik edileceği ve tatbik edildikten
sonra da erkeğin arta kalan diyetinin erkeğin velilerine verileceği hususunda
ic-ma olduğunu iddia etmek fasit bir görüştür.
Şu husus ta
bilinmektedir ki: Bir insan belli bir bedel karşılığında bir organını telef
edip vücudunun diğer kısmını sağ bırakamaz. Bunu yapması haramdır. Keza, bir
başkasınınbelli bir bedel karşılığında diğe bir insanın herhangi bir organını
telef edemez bu da haramdır. (Bu da gösteriyor ki, kadının karşılığın da
erkeğin sadece bir bölümünün kısas yapıldığını söylemek doğru değildir) Erkek,
kadının karşılığında "Cana can" kaidesine göre kısasa tabi
tutulmuştur. Bütün brdn anlaşılıyor ki âyet-i kerimede zikredilen:
"Hür"chür, köleye köle, kadına kadın" kısas yapılır ifadesinden
maksat, hür'e karşılık köle, erkeğe karşılık kadın, kadına karşılık ta erkek
kısas yapılamaz" demek değildir. Âyetin ifade ettiği mânâ hakkında geriye
iki ihtimal kalmıştır. Bunlardan biri, bizim de izah ettiğimiz gibi, kısasta cinayeti
işleyenin dışına taşmamaktır. Yani, kısas ancak katile tatbik ediür. Katilin,
erkek, kadın, köle veya hür olması durumu değiştirmediği gibi öldürülenin
bunlardan biri olması da durumu değiştirmez. İşte âyet-e kerime bunları beyan
etmektedir.
Âyetin ifade ettiği
muhtemel ikinci mânâ ise şöyledir: Bu âyet, belli insanlar hakkında nazil
olmuştur. Onlar birbirleriyle savaşarak birbirlerinden kadın, erkek, köle
öldürmüşlerdir. Resulullah da bunların, karşılıklı olarak diyet ödemek
suretiyle barışmalarını emretmiştir. Diyetler de hür erkeğin diyeti hür
erkeğe göre, hür
kadının diyeti ür kadına göre, kölenin diyeti de köleye göre takdir edilecek ve
taraflar karşılıklı olarak takas yaptıktan sonra fazlalıkları ödeyeceklerdir
Âyet-i kerimede geçen
ve kim (katil) mümin kardeşi tarafından (ölenin velisi tarafındın) affedilirse,
örfe uymak ve diyeti güzellikle ona ödemek gerekir." şeklinde tercüme
edilen cümlesi müfessirler tarafından iki şekilde izah edilmiştir:
a- Abdullah
b. Abbas. Mücahid, Hasan-ı Basri, Şa'bi, Katade, Rebi" b. Enes, Atâ ve
İbn-i Zeyd, âyet-i kerimenin bu bölümünü mealde zikredildiği şekliyle izah
etmişlerdir. Yani bir kimse haksız ve kasıtlı olarak başka bir insanı öldürecek
olursa onun karşılığında öldürülmeyi hak eder.Bununla birlikte öldürülenin
velisi dilerse katile kısas yaptırmaktan vazgeçer, onu affeder ve katilden
diyet alır. Fakat böyle bir affa muhatap olan katil, öldürdüğü kişinin diyetini
güzellikle vermeli diyet alacak olan veli de örfe uymalıdır. Âyet-i kerimenin
bu bölümü işte bunu ifade etmektedir.
Taberi de âyet-i
kerimenin, cana kıyan, herhangi bir organı kesen, yaralayan ve kıran kişileri
hakkında nazil olduğunu beyan ederek bu görüşte olanlara katılmıştır. Zira
âyet, kısası beyan ettiğine göre affedilme meselesi de kısas konusundadır.
b- Süddi ve
benzeri âlimler, âyetin bu bölümünü şöyle izah etmişlerdir: "Kimin
kardeşinin diyetinden bir şey geri kalmış olursa o kimse örfe uyarak geri
kalanı istesin. Diyeti vermekle yükümlü olan da iyilikle diyeti Ödesin."
Bu görüşte olanlar kelimesini "Affedilme" mânâsına değil "Arta
kalma" mânâsına almışlardır. Taberi bu görüşün, "Âyet-i kerimenin
nüzul sebebi, Resulullah'm birbiriyle savaşan iki topluluğu
uzlaştınnasıdır." diyenlerin görüşü olduğunu söylemiştir.
Âyette geçen "Örfe
uymak gerekir." ifadesinden maksat, öldürülenin velisinin kısası affedip
diyeti kabul etmesi halinde, diyeti alırken Allah'ın kendisine tanıdığı hakkı
alması ve bu hususta ileri gitmemesidir.
Âyet-i kerimede
zikredilen: "Güzellikle ona ödemek gerekir." ifadesinden maksat,
katilin. Öldürülenin velisine ödemekle yükümlü olduğu diyeti ek-siltmeksizin ve
veliyi mahkemeye başvurmaya mecbur etmeksizin Ödemesidir.
Âyet-i kerimede geçen
:"Bıı rabbinizdcn size bir kolaylık ve rahmettir." ifadesinden
maksat şudur: "Öldürülenin velisine, kısası affetmesi halinde onun yerine
"Diyet alabilir" şeklinde yetki verilmesi, rabbiniz tarafından sizin
için bir kolaylık ve rahmettir."
Abdullah b. Abbas ve
Katadenin de izah ettikleri gibi, geçmiş ümmetler de öldürülenin velisi ya
kısası uygulatırdı veya katili tamamen affederdi. Affetmesi halinde katilden
diyet alma hakkına sahip değildi. Lshım ümmetine böyle bir hakkın tanınması,
katilin affedilmesi için bir kolaylık ve bir rahmettir. İşte âyet-i kerime bunu
izah etmektedir.
Âyet-i kerimenin
sonunda: "Artık bu hükümden sonra kim haddi aşarsa onun için can yakıcı
bir azap vardır." buyuru I m aktadır. Burada geçen "Haddi aşma"
ifadesinden maksat, Mücahid, katade, Rebi' b. Enes, Hasan-ı Bas-ri, Süddi,
Abdullah b. Abbas ve İbn-i Zeyde göre katilden kısası affedip diyeti aldıktan
sonra katili öldürmektir. Bu hususta Hasan-i Basri diyor ki: "Cahiliye
döneminde bir adam başka birini öldürecek oiursa kaçıp kendi kavmine sığınırdı.
Kavmi de öldürülen tarafa giderek diyet ödemek suretiyle barışırlardi. Bunun
üzerine kaçan katil kendisini güven içinde hissederek evine dönerdi. Fakat
öldürülen kişinin velileri, barıştıkları halde katili öldürüp diyeti geri
verirlerdi. İşte âyet-i kerme böyle bir hileyi yasaklamaktadır.
Âyet-i kerimede zikredilen
"Onun için can yakıcı bir azap vardır."
İfadesinden maksat,
Dehhak ve Said b. Cübeyre göre, diyeti aldıktan sonra katili öldüren kişiyi
öldürmektir. Yani bir insan başka birini öldürür, öldürülenin velisi de diyeti
kabul ederek öldüreni affeder daha sonrada öldüreni öldürecek olursa bu kişiye
de kısas tatbik edilerek öldürülür. Zira o kişi diyeti aldığı halde haddi aşmış
ve hakkı olmadığı halde katili öldürmüştür.
Leys'den nakledilen
diğer bir görüşe göre buradaki "Can yakıcı azap" tan maksat, diyet
alarak katili affettiği halde onu öldüren veliye Devlet başkanının, kendi
takdime göre vereceği cezadır. Ancak Hasan-ı Basri bu kişiden diyetin
alınacağını ve fakat öldürülmeyeceğini zikretmiştir.
Taberi, birinci görüşü
tercih etmiş , katilden diyet alıp onu affettikten sonra Öldürene kısas UUbik
edileceğini söylemiştir. Zira diyeti aldıktan sonra katili öldüren veli, haddi
aşarak zaim durumuna düşmüştür. Öldürdüğü kimse ise mazlum durumundadır. Bu
husuta Allah teala şöyle yryünnuştur: "Allah'ın, öldürülmesini haram
kıldığı bir cana, haklı bir sebep olmadıkça sakın kıymayın. Biz, haksız yere
öldürülenin velisine bir yetki vermişizdir. O da öldürmede haddi aşmasın.
Çünkü ona yeterince yardım olunmuştur[156] Bu
âyetten de.anlaşılıyor ki diyeti aldığı halde kaü|i:(dücenin cezası, o öldürülen
katilin velisine bırakılmıştır. Dilerse kısas uygulatır dilerse affeder ve diyeti
alır. Buradaki cezanın Devlet başkanına bırıkıldığını söylemek, öldürülenin
velisine yetki veren âyetin gelen ifadesine ters düşen bir iddiadır. Bu iddiaya
dair kesin bir deli) yoktur. [157]
179- Ey akıl
sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır. Gerekir ki Allah'tan korkarsınız.
Ey akıl sahipleri,
birbirinizi haksız yere öldürmeyi önleyen kısasın size farz kılınmasında sizin
için hayat vardır. Böylece kısas sayesinde haksız Öldürme ve intikamlardan
vazgeçersiniz.
Âyet-i kerimede:
"Kısasta sizin için hayat vardır," buyurulmaktadır. Müfessirler bu
ifadeyi iki şekilde izah etmişlerdir:
a- Mücahid,
Katade, rebi' b. Enes, İbn-i Cüreyc ve îbn-i Zeyd bu ifadeyi "Kısas
yapmak, cinayet işlemeyi önler. Öldürme niyetinde olanların cesaretini
kırar." şeklinde izah etmişlerdir. Bu hususta Katade diyor ki: "Allah
teaia, kısası, insanların beyinsizleri ve cahilleri için bir ibret, bir öğüt
ve bir haya* kılmıştır. Nice insanlar vardır ki içlerinde ad um öldürme
niyetini taşırlar. I-ger kısas yapılma korkusu olmasa bu niyetlerini yerine
getirir insan öldürürler. Allah tea-la kısası farz kılarak insanların birbirini
öldürmelerine set çekmiştir. Allah tea-la, insanlara neyi emretmişse o şey
onlar için hem dünyada hem de âhirette faydalıdır. Neyi de yasaklamışsa o şey
onlar için hem dünyada hem de âhirette zararlıdır. Yaratıklarına neyin uygun
olduğunu elbetteki Allah daha iyi bilir. Ta-beri de bu görüşü tercih etmiştir.
b- Süddiye
göre ise "Kısasta sizin için hayat vardır." ifadesinden maksat.
"Kısas, birbirinizden intikam almanızı önler." demektir. Zira kısas
yoluyla öldüren katil öldürülür. Böylece masum insanların Öldürülmesi önlenmiş
olur. Nitekim, cahiliye döneminde kuvvetli bir kabileden bir kadın öldürülecek
olsa asıl katili bırakıp karşı taraftan mutlaka bir erkek öldürürlerdi. Kölenin
karşılığında da mutlaka hür bir kimse öldürürlerdi. Böylece karşılıklı intikam
alma savaşları devam edip giderdi. Kısas hükmü gelince artık bizzat katil
öldürülür oklu ve in tikam almalar sona erdi. Böylece insanlar için kısasta
hayat olduğu anlaşıldı.
Burada Allah teala,
Özellikle selim akıl sahiplerine hitabediyor. Çünkü Allah'ın emirlerini ve
yasaklanın, akillarıyla düşünenler, delillerine gözönünde bulunduranlar ancak
bunlardır.
Kısas konusunda
Araplar arasında meşhur olan bir ata sözü vardı. O ata sözünde deniyordu ki:
"Öldürmeyi en güzel şekilde (inleyen yine öldürmedir." tslamın
gelmesinden sonra Kur'an-ı Kerim bu hususu dahaz beliğ bir şekilde ifade etti
ve "Kısasta sizin için hayvat vardır." buyurdu. Görüldüğü gibi bu
âyet-i kerime, belagat ve icaz bakımından o sözle kıyaslanamaz. Zira âyette,
bizzat katilin öldürülmesiyle insanuğa hatat.bahşedi!eeceği ve masum canların
konnacağı beyan edilmektedir. Bu sözde ise öldürmeye karşı Öldürmenin gerektiği
ifade edilmekte fakat kimin hangi sebeple nasıl öldürülmesiyle diğer (Hunilere
engel olunacağı açıklanmamaktadır. [158]
180- Sizden
birine ölüm geldiği /aman, eğer geride mal bırakıyorsa, ana babaya ve
akrabalara uygun bir şekilde vasiyette bulunmanız size farz kılındı. Bu,
müttakiler üzerine bir borçtur.
Ey müminler, sizden
birine Ölüm geldiği vakit, eğer o kimse geride mal bırakıyorsa, işte bu durumda
ana baba ve arkabalara uygun bir şekilde vasiyette bulunması ona gereklidir.
Bu, Allah'tan korkan ve ona itaat edenlerin üzerine bir borçtur.
Taberi bu âyet-i
kerimeyi şu şekilde izah etmiştir: "Ey iman edenler, sizden birinize ölüm
gelip çattığı zaman şayet o kimse geride mal bırakacak durumda ise onun, anne
ve babasına ve kendisine mirasçı olmayan akrabalarına, dinen tayin edilmiş
olan üçte bir sınırını aşmamak üzere vasiyet etmesi farz kılınmıştır. Bu,
Allah'tan korkan müminler üzerine bir haktır."
Görüldüğü gibi Taberi,
anneye babaya ve mirasçı olmayan akrabalara vasiyette bulnmanm farz olduğu ve
vasiyet edilecek malın miktarının da terekenin üçte birini aşmaması gerektiği
kanatindedir.
Taberi âyeti bu
şekilde izah ettikten sonra müfessirierin bu âyet hakkında üç görüş
zikrettiklerini özetle şu şekilde nakletmektedir:
a- Bir kısım
müfessirlere göre bu âyet-i kerime, Nisa suresinde, mirasçıların paylarını
belirten 11. 12. ve 176. âyetlerle neshedilmemişlir. Bu âyetin genel hükmü her
anne ve baba için geçerli, akrabalar için is^sadece mirasçı olmayanlar için
geçerlidir. Yani ölen kişi, geriye mal bıraktığı takdirde anne ve babası için
ve mirasçı olmayan akrabaları için vasiyet etmek mecburiyetindedir. Bu, onun
üzerine bir farzdır. Bunun yapmadığı takdirde günahkâr olur. Bu görüş Cabirb.
Zeyd, Ebu Miclez, Abdullah b. Ma'mer, Dehhak. Lâhik b. Humeyd ve Mesruk'tan
nakledilmiştir. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir.
b- Diğer bir
kısım müfessirlere göre bu âyet-i kerime, daha önce kendisiyle amel edilmesi
farz iken daha sonra onun, anne babaya ve mirasçı olan akrabalara vasiyet etme
ile ilgili olan hükmü, miras hükümlerini belirten âyetlerle neshedilmiş ancak
bu âyetin, mirasçı olmayan akrabalara vasiyette bulunulmasıni ifade eden hükmü
baki kalmıştır. Buna göre, ölen bir kişi geriye mal bırakacak olursa anne ve
babasına ve mirasçı olan akrabalarına vasiyette bulunmayacak fakat mirasçı
olmayan akrabalarına vasiyet etmek mecburiyetinde olacaktır. Bunu yapmadığı
takdirde ise günah işlemiş olacaktır. Bu görüş te Katade, Abdullah b. Abbas,
Tavus, H asan-ı Basri, Rebi1 b. Enes, Müslim b. Yesar ve A'lâ b. Zeydden
nakledilmiştir.
c- Başka bir
kısım müfessirlere göre bu âyet-i kerime, miras hükümlerini açıklayan
âyetlerle, tamamen neshedilmiştir. Artık hiçbir kimse mirasçı olmayan
akrabasına dahi vasiyet etme mecburiyetinde değildir. Bu görüş ise, İbn-i Zeyd,
İbn-i Abbas, Şüreyh, Katade, Mücahid, Süddi, Abdullah b. Ömer ve İbrahim
en-Nehaiden nakledilmiştir.
Âyet-i kerimede, ölen
kişinin vasiyet edebilmesi için, ölümünden sonra geride mal bırakacak durumda
olması zikrediliyor. Bırakacağı malın ne kadar olması halinde vasiyet etmesi
gerekir hususu, müfessirler arasında ihtilaf konusudur.
Katadeden nakledilen
bir görüşe göre geriye bırakacağı malın en az bin rirhem miktarıda olması
gerekir. Aksi halde vasiyette bulunması farz değildir. Nitekim Hz. Ali, yedi
yüz ile dokuz yüz dirhem arasında mal bırakan kişiye vasiyet etmesinin gerekli
olmadığını söylemiştir.
İbrahim en-Nehaiye
göre ise, ölenin geride bırakacağı malın en az beş yüz ile bin dirhem arasında
olması gerekir.
Zühriye göre ise,
ölenin malının azlığına veya çokluğuna bakılmaz. Mutlaka vasiyette bulunması
gerekir.
Taberi de bu görüşü
tercih etmiş, âyette malın "Hayır" kelimesiyle ifade edildiğini,
hayınn ise malın hem azına hem de çoğuna söylendiğini belirtmiştir. [159]
181-
Vasiyeti işittikten sonra onu kim değiştirrise, günahı ancak değiştirenlere
aittir. Şüphesiz ki Allah, herşeyi çok iyi işitendir ve çok iyi bilendir.
Kim, vasiyet edenin
vasiyetini duyduktan sonra onu olduğu gibi söylemez de değiştirise,
değiştirmenin günahı, vasiyeti değiştiren kimseye aittir. Şüphesiz ki Allah,
yaptığınız vasiyeti işitendir, içinizde gizlediğiniz şeyleri bilendir. [160]
182- Kim,
vasiyet edenin bir haksızlık edeceğinden veya günah işleyeceğinden endişe eder
de (vasiyet edenle vasiyet edilenin) aralarını bulursa ona bir günah yoktur.
Şüphesi/ ki Allah, çok bağışlayandır ve çok merhamet edendir.
Kim vasiyet yapının
haksızlık yapacağından ve haktan ayrılacağından yahut malının üçte birinden
fazlasını vasiyet ederek yaptığı bu vasiyetle günah işleyeceğinden korkar da
miras bırakanla mirasçının arasını düzeltirse ona bir günah yoktur. Şüphesiz
ki Allah, düzelme yoluna girdikleri takdirde kullarının günahlarını affeden ve
onlara acıyandır.
Müfessirler bu âyeti
çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.
a- Mücahid
bu âyet-i kerimeyi şu şekilde izah etmiştir: "Kim, (Menin yanında bulunur
da onun, vasiyeti hususunda bir haksızlık yapacağından veya bir hata
işleyeceğinden korkarsa o kimsenin, vasiyet edenle mirasçılarının arasını
bulmasında bir mahzur yoktur. Vasiyet edene adaletli davranmasını telkin eder,
mirasçılara da vasiyete engel olmamalarını söyler.
b- Abdullah
b. Abbas, Katade, Rebi' b. Enes ve İbrahim en-Nehai ise bu âyeti şöyie izah
etmişlerdir: Vasiyet eden ölünün velileri veya müslümanların idarecisi, vasiyet
eden ölünün vasiyetinde yanlış bir iş yaptığını veya tarafgir davrandığını
hissederlerse vasiyet edilen kimselerle mirasçıların aralanın bulmalarında bir
mahzur yoktur. Bu,da vasiyeti meşru hale getirmeleriyle mümkün olur. Mesela,
bir kişi vasiyet eder fakat haksız davranır ve yine mesela malının üçte
birinden fazlasını vasiyet ederse Müslümanların idarecisi bu vasiyeti meşru
hale sokar. Yani bu vasiyetin, terekenin üçte biri için geçerli okluğunu
söyler. Böylece kendilerine vasiyet edilenlerle mirasçıların arasını bulmuş
olur." Bu izaha göre ıslah edicinin müdahalesi, miras bırakan kişinin
ölümünden sonradır.
c- Ata ise
bu âyeti şu şekilde izah etmiştir: "Kim, ölüm halinde vasiyet edenin
mirasçılarından bir kısmını diğerlerinden üstün tuttuğunu görürse o kimsenin,
mirasçıların arasını bulmasında bir mahzur yoktur. Yani, mirasçıların terekede
belirlenen haklarını kendilerine verilmesini sağlar. Böylece aralarını bulmuş
olur.
d- Tâvûs ise
bu âyeti şöyle izah etmiştir: Kim, ölüm, halinde vasiyet edenin, mirasçı
olmayan akrabalarına vasiyet ederek mirasçı olan akrabalarına bir fayda
sağlayıp haksızlığa düşeceğinden korkacak olursa o kimse için bir mahzur
yoktur. Mesela: Kişi, sağ olan oğullarından birinin çocuklarına mal vasiyet
eder de aslında babalarına fazladan mal vermeyi kastedecek olursa haksızlığa
düşmüş olur. Bunu görenin müdahale edip mirasçıların arasını bulmasında bir
mahzur yoktur.
c- Süddi ise
bu âyeti şöyle izah etmiştir: Kim, anne babasına ve akrabalarına vasiyette
bulunanın yanlışlık yapacağından veya günah işleyeceğinden korkacak olursa o
kimsenin, kendilerine vasiyet edilen anne baba ile diğer akrabalarının
aralarını bulmasında bir mahzur yoktur. Aralarını bulmakta hakkaniyet
Ölçülerine uymalıdır.
Taberi diyor ki: Bu
âyetin izahında zikredilen görüşlerden doğru olanı şudur: Kim, vasiyet edenin,
yanlışlıkla veya kasıtlı bir şekilde haktan ayrılacağından korkarsa o
kimsenin, kendilerine vasiyet edilenlerle mirasçılar ve ölmekte olan kişinin
aralarını bulmasında bir mahzur yoktur. Mesela: Vasiyet edenin malının üçte
birinden daha fazlasını anne baba ve mirasçı olmayan akrabalarına vasiyet
etmesi yahut malı az, mirasçıları çok olduğu halde malının üçte birini vasiyet
etmesi bu cümledendir. Böyle bir vasiyet yapanın yanında bulunan kimse ölmekte
olan kişiye, itidali muhafaza etmesini, malının sadece üçte birini vasiyet
etmesini veya, malı az, mirasçıları çoksa malının üçte birinden daha azını
vasiyet etmesini söyler. Yine malı çok mirasçıları az olduğu halde malının üçte
birinden daha azını, anne babası veya mirasçı olmayan akrabalarına vasiyet etmesi
halinde ölmekte olana vasiyetini artırmasını mirasçılara da bunu kabul etmelerini
telkin eder. Bu faraziyede de arayı bulan kişinin müdahalesi, miras bırakanın
ölümünden öncedir.Taberi diyor ki: "Vasiyet edenin hata edeceğinden veya
günah işleyeceğinden korkmak, onun, hayatta olması durumunda söz konusudur.
Artık öldükten sonra mesele kalmamıştır. Çünkü o kişinin hata etmesi veya
günah işlemesi mümkün değildir. İşte bu sebeple biz bu görüşü tercih ettik. [161]
183-184- Ey
iman edenler, sizden öncekilere farz kılındığı gibi sizin üzerinize de, Allaha
karşı gelmekten sak mas m iz diye, sayılı günler olarak oruç farz kılındı. O
günlerde sizden kim hasta veya yolcu olur da oruç tuta-£ «azsa, başka günlerde
iade eder. Oruç tutmaya takati yetmeyenlere ise, her gün için bir yoksulu
doyuracak kadar fidye vermek gerekir. Kim, kendi isteğiyle fazladan hayır
yaparsa bu, kendisi için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin
için daha hayırlıdır.
Ey, AHahı ve Resulünü
tasdik edenler, sizden önceki kitap ehline farz kılındığı gibi, sayılı günler
olun Ramazan ayında, yemekten, içmekten ve'cinsi münasebetten kendinizi alıkoymanız
suretiyle oruç sizin üzerinize farz kılındı. O günlerde oruç tutmakla mükellef
olanlardan kim hasta olur veya yolculukta bulunursa, hastalığı veya yolculuğu
sırasında, tutamadığı günler sayısınca Ramazan ayının dışında başka günlerde
oruç tutar. Oruç tutmaya takati yetmeyenlere ise. her gün için bir yoksulu
doyuracak kadar fidye vermek gerekir. Kim, kendi isteğiyle fazladan hayır yapar
da fakiri doyurmanın üzerine bir şey ilave ederse yahut hem oruç tutar hem de
fidye verirse bu, onun için daha hayırlıdır. Eğer orucun faziletini bilirseniz,
yolculuk ve hastalık hallerinde.ruhsatlı olduğunuz halde Ramazanda oruç
tutmanız, yemenizden, mazeret halinde de oruç tutmanız fidye vermenizden daha
hayırlıdır.
* Âyet-i kerimede:
"Sizden öncekilere farz kılındığı gibi sizin üzerinize de oruç farz
kılındı." buyurulmaktadır. Bizden önce geçen ve kendilerine oruç farz
kılınan insanlardan maksat, H i risti yani ardır. Onlara farz kılınan oruç ise
sayı ve zaman bakımından bizimki gibiydi. Bu hususta Şa'bi diyor ki: "Bütün
bir yılı oruçla geçirmiş olsam dahi, Ramazan mı yoksa Şaban mı? diye şüphe
edilen günde oruç tutmam. Zira Hiristiyanlara da, bize farz kılındığı gibi Ramazan
ayında oruç tutmaları farz kılınmıştı. Fakat onlar, orucu, sıcak olmayan
mevsimlere kaydırdılar. Onlardan sonra gelen nesiller, kendilerine güven sağlamak
için otuz günün bir gün öncesinden bir gün de sonrasından oruç tutar oldular.
Daha sonra gelen nesiller de kendilerinden önce gelen nesillerin yolunu tuttular.
Böylece oruçları elli güne kadar çıktı.
Süddiye göre de bizden
önce geçen ve kendilerine oruç farz kılman ümmetlerden maksat,
Hıristiyanlardır. Onların oruçları ise günde bir defa ve yatsıdan sonra iftar
edilmek suretiyle tutulan oruç şeklindeydi. Bu oruç şekli, müslümanlara
önceleri farz kılınan oruç şekliydi. Bu bakımdan onların oruçlun da bizim ki
gibiydi. Süddi diyor ki: "Hıristiyaniara da Ramazan orucu tutmak farz kılınmıştı.
Onların, uyuduktan sonra yeyip içmeleri ve kadınlarına yaklaşmaları da
yasaklanmıştı. Bu bakımdan Ramazan ayında oruç tutmak Hıristiyaniara ağır
gelmişti. Ay'a göre oruç tutmalarından bugün bizim tuttuğumuz gibi yaz ve kış
mevsimleri arasında dolaşıyordu. Hıristiyanlar bu duruma katlanamadılar ve
oruçlarını yaz ve kış arasındaki bir mevsime denk getirdiler. Ve dediler ki:
"Orucu yirmi gün artıralım da yaptığımız bu hatayı affettirelim."
Bunun üzerine oruç günlerini elliye çıkardılar. Önceleri Müslümanlar da
oruçlarını günde sadece bir kere yemek yiyerek tutuyorlardı. Bu duruma
dayanamayan bazı sahabiler tarafından bazı olaylar yaşandı. Bunun üzerine Allah
teala, sabahleyin tan yeri ağarıncaya kadar yemeyi içmeyi ve cinsi yaklaşımda
bulunmayı helal kıldı.
Mücahide göre ise
"Bizden önce kendilerine oruç farz kılınanlardan" maksat, ehl-i
kitaptır. Katadeye göre ise bunlardan maksat, Müslümanlardır. Ramazan orucu
farz kılınmadan önce her aydan üç gün oruç tutmak bunlara farz kılınmıştır.
Daha sonra Ramazan orucu farz kılınınca bu oruçlar kaldırıldı.
Taberi diyor ki:
"Doğru olan görüşe göre, bizden önce kendilerine oruç farz kılınan
insanlardan maksat, ehl-i kitaptır. "Sayılı günler"dan maksat da Ramazan
ayıdır. Bizim orucumuzun onlara benzeme yönü ise Ramazan ayında tutulmasıdır.
Zira Hz. İbrahimden sonra gelen Peygamberler, onun imam olması sebebiyle ona
uymak zorundadırlar. Onun dini olan Hanif dini İslam dini olduğundan bizim
orucumuz da onunkinin aynısı olmak-durumundadır.
Âyet-i kerimede
"Sayılı günler olarak oruç size farz kilindi." buyurul-maktadır.
Sayılı günlerden maksat,
a- Abdullah
b. Abbas ve Katadeye göre, her aydan üç gündür. Daha önce Müslümanlara bu
günlerde oruç tutmaları farz kılınmıştı. Daha sonra ise Ramazan orucu farz
kılınarak bu günlerde oruç tutmanın farziyeli kaldırıldı. Bu hususta Muaz b.
Cebel diyor ki; "Resulullah Medineye geldiğinde Aşure gününde ve her ayın
üç gününde oruç tutuyordu. Sonra Allah teala. Ramazan ayında oruç tutmanın farz
olduğunu bildiren Ayeti indirdi.
b- İbn-i Ebi
Leyla'ya göre ise bu âyet-i kerimede zikredilen "Sayılı günlerden maksat.
Ramazan günleridir. Daha önce oruç tutulan her ayın üç günü değildir. Zira bu
günlerde oruç tutmak sünnetti. Âyet ise farz olan orucu bildirmektedir.
Ramazan ayı dışında herhangi bir orucun farz kılınıp sonra da neshe-dikliğine
dair herhangi bir delil yoktur. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir.
Âyet-i kerimenin:
"Oruç tutmaya takati yetmeyenlere ise her gün için bir yoksulu doyuracak
kadar fidye vermek gerekir." bölümünden geçen ve "Takati
yetmeyenler" şeklinde tercüme edilen cümlesi, ınüfessirler tarafından
çeşitli şekillerde izah edilmiştir.
a- Bir kısım
müfessirlere göre bu ifadenin mânâsı, "Mukim olduğu halde oruç tutmaya güç
yetirenler, dilerlerse oruçlarını tutarlar dilerlerse her gün bir fakiri
doyurarak oruçlarını yerler." demektir. Ancak âyetin bu ifadesi
"Sizden kim Ramazan ayma erişecek olursa onu oruçla geçirsin, kim hasta
olur veya yolculukta bulunur da oruç tutamazsa tutamadığı günler sayısında
başka günlerde oruç tutsun'**' âyetiyle neshedilmiş artık oruç tutmaya güç
yeti renin fidye vererek orucu yemesine ruhsat kalmamıştır. Bu ruhsat sadece
hasta ve yolcuya verilmiştir. Bu görüş, Alkame, İkrime, Hasan-ı Basri, A'meş,
Abdullah b. Ömer, Şa'bî, îbn.i Ebi Leyla, îbn-i Şihab ez-Zührî, Abdullah b.
Abbas, İbrahim es-Nehaî, Ubeyde, Dehhak, Muaz b. Cebel ve Seleme b. el-Ekva'dan
nakledilmiştir. Bu hususta Seleme b. el-Ekva'nın şu hadisi naklettiği rivayet
edilmektedir.
"Biz,
Resulullahın ilk dönemlerinde bulunduğumuz zaman dileyen oruç tutuyor dileyen
ise bir fakiri doyurma fidyesi vererek oruç tutmuyordu. Nihayet, "Sizden
kim Ramazan ayına erişecek olursa onu oruçla geçirsin." [162]âyeti
nazil oldu ve bu âyeti neshelii. [163] Bu
hususta Muaz b. Cebel de şunları zikretmiştir. "Resulullah Medineye
geldiğimle Aşûrc gününde ve her ayın üç gününde oruç tutmaya başladı. Sonra
Aziz ve Celil olan Allah, Ramazan ayında oruç tutmayı farz kılarak "Ey
iman edenler, oruç size farz kılındı." buyurdu. Bu dönemde oruç tutmaya
gücü yeten bir insan, dilerse oruç tutuyor dilerse bir fakiri doyurarak orucu
yiyordu.Sonra Aziz ve Celil olan Allah "Sizden kim Ramazan ayma erişirse
onu oruçla geçirsin. Kim de hasta olur veya yolculukta bulunur da oruç
tutamazsa, tutamadığı günler sayısında başka günlerde oruç tutsun."
âyetini indirdi. Ve sağlıklı ve mukim olan kimseye oruç tutmayı farz kıldı.
Ancak oruç tutmaya gücü yetmeyen yaşlılar için fidye verip orucu yiyebileceklerine
ruhsat verdi.
b- Diğer bir
kısım müfessirler de "Onu tutmaya takati yetmeyenler" ifadesini
"Oruç tutmaya takati yetenler" orucu yeyip yerine bir fakiri
doyuracak kadar fidye verirler." şeklinde izah etmişler, âyet-i kerimenin
bu bölümünün daha önceleri, oruç tutmaya gücü yeten ihtiyar erkek ve kadınlara
ait olduğunu, onların, dilerlerse oruçlarım tutabileceklerini, dilerlerse
oruçlarını yeyip yerine fidye verebileceklerini emrettiğini, daha sonra ise
"Sizden kim Ramazan ayına erişirse onu oruçla geçirsin" âyetiyle
neshcdildiğini, bu itibarla gücü yeten yaşlıların da gençler gibi oruç
tutmaları gerektiğini ancak oruç tutmaktan âciz ol-malan halinde, daha önce
kendilerine serbest bırakılmış olan oruç yeme ruhsatından istifade
edebileceklerini söylemişlerdir. Bu görüş Abdullah b. Abbas, îk-rime. Katade ve
Rebi' b. Enesten nakledilmiştir.
c- Diğer bir
kısım müfessirler ise âyet-i kerimenin "Oruç tutmaya takati
yetmeyenler" bölümüne "Oruç tutmaya takati yetenler" şeklinde
mânâ vermişler ve demişlerdir ki: "Bu âyet-i kerime neshedilmemiştir. Bu
âyet-i kerimenin hükmü, indiği günden itibaren kıyamete kadar yürürlüktedir.
Ancak bu âyetin izahı şöyledir; "Gençliğinde sıhhatli ve güçlü, kuvvetli
olma durumunda oruç lutma-ya güç yelirenler. ihtiyarlamalarından dolayı oruç
tutmaktan âciz kalırlarsa işte onlar oruçlarını yiyebilirler ve karşılığında
her gün için bir fakiri doyuracak kadar fidye verirler.
Görüldüğü gibi, âyet-i
kerime, önceleri oruç tutmaya güç yet irip te sonra yeti remey enleri
kastetmektedir. Yoksa oruç tutmaya güç yelkenlerin fidye vererek oruçlarım
bozabileceklerini bildirmemektedirki âyetin nesheclikliğini söylemeye gerek
olsun.
Bu görüş, Süddi,
Abdullah b. Abbas ve Saki b. el-Müseyyebden nakledilmiştir.
Bu hususta Süddi de
şunları söylemiştir: Kişi daha önce oruç tutmaya güç yetirdiği için orucunu
tutmuştur. Sonra o kişiye, amansız bir ağrı gelir veya uzun bir hastalık
yakalar yahut o kişi, çocuğunu emziren bir kadın olduğu için güç yetiremez hale
gelecek olursa işte bunlar,.tutamadıklan her gün için bir fakiri doyurma
fidyesi verirler.
Abdullah b. Abbas ta
şöyle demiştir: Ramazanda, hamile olan kadın kendi canından, çocuk emziren
kadın üa çocuğunun ölümünden korkacak olursa orucunu yer ve her günün
karşılığında bir fakiri doyurur ve orucunu da kaza etmez."
d- Diğer bir
kısım âlimler, âyet-i kerimenin, "Oruç tutmaya takati yetmeyenler"
bölümünü "Oruç tutmaya zorlukla güç yetirenler" şeklinde izah
etmişler ve âyeti şu şekilde açıklamışlardır: "Oruç tutmaya zorlukla güç
yetiren yaşlı erkek ve kadınlar, oruçlarını yeyip karşılığında her gün için
bir fakiri doyurma fidyesi verirler. Bunlara göre de âyet-i kerime
neshedilmenıişfir, hükmü geçerlidir. Bu görüş te Abdullah b. Abbas, Said b.
Cübeyr gibi âlimlerden rivayet edilmiştir.
Taberi diyor ki:
"Tercihe şayan olan görüş, bu âyet-i kerimenin: "Sizden kim Ramazan
ayına erişecek olursa onu oruçla geçirsin." âyetiyle neshcdildiğini
söyleyen görüştür. Zira bütün Müslümanlar, oruç tutmaya gücü yeten ve mukim
olan bir müslümanın Ramazan orucunu yeyip yerine fidye vermesinin caiz olmadığı
hususunda ittifak etmişlerdir. Bu da gösteriyor ki bu âyet mensuhtur. Diğer
yandan, Seleme b. el-Ekva, Muaz b. Cebel ve Abdullah b. Ömer gibi saha-bilerden
nakledilen rivayetlere göre bu âyet-i kerime daha önce yürürlükte iken daha
sonra gelen âyetle neshedilmiştir. Artık oruç tatmaya gücü yetenin, oruç
tutmakta veya orucu yeyip yerine fidye vermekte serbest bırakılması sona erdirilmiştir.
Ancak müslümanlann bu icmaına, çocuklarının hayatından korkan hamile kadınlar
ve çocuk emziren kadınlar dahil değildir. Zira onların, oruçlarını
yiyebileceklerine dair hadisler rivayet edilmiştir. Bu itibarla bunlar, âciz
duruma düştükleri takdirde orucu yeyip sonra da kaza ederler.
Âyet-i kerimede:
"Bir yoksulu doyuracakkadar fidye vermek gerekir."buyurulmaktadır.
Müfessirler, yenen oruç karşılığında verilen fidyenin miktarı hakkında çeşitli
görüşler zikretmişlerdir. Bazılarına göre bu fidye, yanm sa' ölçüsü buğdaydır.
Bazılarına göre buğday ve diğer yiyeceklerden bir müd Öl-çüsündedir. Bazılarına
göre bu fidye yanm sa1 buğday veya bir sa' hunna yahut bir sa' kuru üzümdür.
Diğer bazılarına göre bu fidye, orucunu yiyen kimsenin, oruç yediği günde
yediği şeylerin miktarıdır. Başka bir kısım müfessirlere göre bu fidye, fakire
yedirilecek sahur ve akşam yemeğidir.
Ayet-İ kerimede:
"Kim kendi isteğiyle fazladan hayır yaparsa" buyurulmaktadır.
Fazladan hayır yapmaktan maksat, bazı müfessirlere göre. fakire, belirlenen
fidyeden daha fazlasını vermektir.
Mücahid, Süddi ve
Tâvûs bu ifadeyi bu şekilde izah etmişlerdir. Müca-hid: "Bir fakire yanm
sa' yerine bir sa' buğday verirse." Tavus: "Bir gün oruç yeme
karşılığında bir fakirin yerine daha çok fakiri doyurursa." Süddi:
"Bir fakirin yerine iki fakiri doyurursa" fazladan hayır yapmış
olur." demişlerdir.
Diğer bir kısım
âlimler, "Fazladan hayır yapmak"tanmaksadın, fidye vermekle birlikte
oruç tutma olduğunu söylemişlerdir. İbivi Şihab ez-Zührî bu görüştedir.
Mücahid ise "Fazladan hayır yapmak"tan maksadın, yoksula, yiyeceği
yemekten daha fazlasını vermek" olduğunu söylemiştir.
Taberi, âyet-i
kerimenin genel ifadesinin bütün bu görüşleri kapsadığını, âyeti bunlardan
sadece birine tahsis etmenin doğru olmadığını söylemiştir.
Ayeti kerimenin
sonunda; "Eğer bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır."
buyurulmaktadır. Bundan maksat, oruç tutma ile fidye verip orucu bozma arasında
serbest bırakıldığı zaman fidye vermeyi bırakıp oruç tutmanız sizin için daha
hayırlıdır." demektir.
Âyeti kerimede geçen:
"Allaha karşı gelmekten sakınasınız diye"
cümlesini Taberi:
"Orucunuzu bozan yemekten içmekten ve cinsi münasebette bulunmaktan
kaçınmanız için." şeklinde tefsir etmiştir. Diğer bazı müfessirler ise bu
cümlenin mânâsının: "Allah'tan korkmanız için, yani, dindarlığı ve saadeti
bir arada toplayan ve Allah'ın rızasına ulaştıran takva mertebesini elde edebilmeniz
için farz kılındı." anlamına geldiğini söylemişlerdir. Buna göre Ramazan
orucunu tutan kimse takva sahibi müminlerden olur. [164]
185- O
sayılı günler Ramazan ayıdır ki, insanlara doğru yolu gösteren hidayeti ve
hakkı batıldan ayırmayı açıklayan Kur'an bu ayda indirildi. Sizden kim o aya
erişirse, onu oruçla geçirsin. Kim hasta olur veya yolculukta bulunur da oruç
tutamazsa, tutamadığı günler sayısınca, başka günlerde oruç tutsun, Allah sİ7,c
kolaylık diler, zorluk dilemez ki böylece sayıyı tamamlayasınız. Sizi doğru
yola ilettiği için Allah'ı yüccltcsiniz ve şükredesiniz.
O sayılı günler,
insanları doğru yola ileten, helal ve haramı açıklayan, hakkı ve bâtılı ayıran
Kur'anın inmeye başladığı Ramazan ayıdır. Kim, mukim olduğu halde Ramazan ayına
erişirse o ayı sonuna kadar oruçla geçirsin. Kim de hasta olur veya yolculukta
bulunur da orucu yerse, yediği günler sayısınca Ramazan dışındaki günlerde
oruç tutsun. Allah, bu hükmü size göndermekle sizin için hafiflik ve kolaylık
diler. Zorluk ve meşakkat dilemez ki böylece yolculuk ve hastalıkla
tutamadığınız günlerin sayısını tamamlayasımz ve size vermiş olduğu hidayet ve
başarıdan dolayı, bayram günü tekbirlerle onu yüceltesiniz ve bu nimetlerinden
dolayı ona şükredesiniz.
Allah teala bu âyet-i
kerimede, îslamın temel ibadetlerinden biri olan orucun farziyetini beyan
etmektedir. Orucun farz kılınışının hikmetleri pek çoktur. Bu konuda
Resuluilah efendimizten varid olan şu hadis-i şerifleri zikretmek mümkündür.
Resuluilah (s.a.v.) efendimiz
buyuruyor ki:
"Sizden kimin
evlenmeye gücü yeterse evlensin. Çünkü evlenmek, gözü zinaya karşı daha iyi
kapatır ve namusu daha iyi muhafaza eder. Kimin de evlenmeye gücü yetmezse
oruç tutsun. Çünkü oruç, onun için bîr bağdır. Cinsi arzuları frenler) [165]
Peygamber efendimiz bu
hususta diğer bir hadis-i şerifinde de şöyle buyuruyor;
"Oruç bir
kalkandır. Oruçlu insan hayasızlık yapmaz, cahilce davranmaz, bir kimse onunla
dövüşmek veya sövüşmek isterse oruçlu, o kişiye "Ben oruçluyum, ben
oruçluyum." desin. Hayatım, kudret elinde olan Al-laha yemin olsun ki
oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir. Oruçlu,
yemeyi, içmeyi ve cinsi arzularını, benim için terkeder. (Allah teala buyuruyor
ki:) Oruç benim içindir onu mükâfatlandıracak ta ben'im. İyiliğin karşılığı
bir'c on'dur. [166]
Peygamber efendimiz
(s.a.v.) diğer hadis-i şeriflerinde de şöyle buyuruyor:
"Kim, Ramazan
orucunu, inanarak ve sevabını Allahtan bekleyerek tutarsa onun geçmiş günahları
affedilir. [167]
"Ramazan
geldiğinde gök kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar zincire
vurulur. [168]
Taberi diyor ki:
"Arap dilini bilen bir kısım insanlar, "Ramazan" kelimesinin
kökünden geldiğini, mânâsının da "Yakan" "Kızdıran" demek
olduğunu. Ramazan ayına bu adın verilmesinin, kendisinde şiddetli sıcak olmasından
kaynaklandığını, öyleki bu sıcağın şiddetinden deve yavrularının bile yandığını
söylemişlerdir.
Mücahid ise
"Ramazan" kelimesini tek olarak kullanmaktan kaçınarak "Bu belki
de Allahın isimlerinden biridir, biz onu, Allah tealanm kullandığı gibi
kullanıp ona "Ramazan ayı" diyelim." demiştir.
Âyet-i kerimede.
Ramazan ayının içinde, Kur'anm indirildiği zikredilmektedir. Bundan maksat,
Kur'anın kadir gecesinde bir bütün olarak levh-i mahfuzdan dünya semasına,
diğer bir adıyla "Beytül Mu'mura yahut Beytül İz-ze'ye indirilmesidir.
Daha sonra da peyder pey çeşitli münasebetlerle Hz. Mu-hammed (s.a.v.)'e
indirilmiştir. Nitekim Abdullah b. Abb.ıs, Said b. Cübeyr ve Şa'bî bu âyeti bu
şekilde izah etmişlerdir. Bu hususta Abduli.ıh b. Abbasın özetle şunları
söylediği rivayet edilmektedir: "Kur'an bir bütün olarak Ramazan ayının
içinde bulunan ve "Mübarek" adıyla vasıflandırılan "Kadir"
gecesinde", yazılmış sahifelerden alınıp "Beytül Ma'mur" denen
yere indirilmiştir. Beytül Ma'mur da dünya semasındaki yıldızların
mevkileridir. Kur'an daha sonra da oradan peyder pey Hz. Muhammed (s.a.v.)'e
indirilmiştir. Bu inişler, bir kısma emirler, yasaklar ve savaşlara ait
hükümler gerektikçe devam etmiştir.
Vasile ise,
Resulullahm şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"İbrahimc inen
sahifeler, Ramazanın ilk gecesinde indirilmiştir. Tevrat Ramazanın altıncı
gününde İncil ise on üçüncü gününde Ktır'an da yirmi dördüncü gününde
indirilmiştir." [169]
Ayet-İ kerimede:
"Sizden kim o aya erişirse onu oruçla geçirsin." buyurulmaktadır.
Müfessirler bu âyet-i kerimenin bu bölümünü çeşitli şekillerde izah
etmişlerdir.
a- Her kim
evinde mukim olarak bulunduğu halde Ramazan ayına erişecek olursa o kimsenin,
bütün Ramazan ayını oruçla geçirmesi gerekir. Öyle ki Ramazan ayında yolculuğa
çıksa bile orucunu tutmak zorundadır. Zira önemli olan, kişinin Ramazan ayının
başındaki durumudur. Ramazan başladığında kişi mukim ise sonuna kadar mukimdir.
Ramazan İçinde yolculuğa çıksa bile durum aynıdır. Kişi şayet Ramazan
başladığında yolcu ise oruç tutup tutmamakta serbesttir.
Bu görüş, Ubeyde
es-Selmani, Süddi, Hammad, İbrahim en-Nehai, Abdullah b. Abbas ve Hz. Aliden
rivayet edilmiştir.
b- Diğer bir
kısım müfessirler ise, âyet-i kerimenin bu bölümünün mânâsının, "Sizden
kim. Ramazan ayının ne kadarında hazır bulunacak olursa o kadarını oruçla
geçirsin." yani, "mukim olduğu kadarının orucunu tutsun. Yolculuğa
çıkınca orucunu yeyip daha sonra tekrar tutmasında mahzur yoktur." demek
olduğunu söylemişlerdir.
Bu görüş. Ebu Mey
sere, Hz. Ali, Şa'bî, Hakem, Hammad, Hasan-ı Basri ve Said b. el-Müseyyeb'den
rivayet edilmiş, Ebu Meysere ve Hz. Alinin Ramazanda yolculuk yaptıklarında
oruç tutmadıkları nakledilmiştir.
c- Başka bir
kısım âlimler de âyetin bu bölümünü şöyle izah etmişlerdir. "Sizden kim,
akıllı, buluğ çağına ermiş ve mükellef olduğu halde Ramazan ayına erişecek
olursa onu oruçla geçirsin." Bunlara göre, deli bir kimse, Ramazan ayının
bitmesine bir gün kala akıllanacak olsa. Ramazan ayına mükellef olarak yetişmiş
olduğundan Ramazan orucunun tümünden sonumludur. Son bir günün orucunu tuttuğu
gibi diğerlerini de kaza eder. Fakat Ramazan bittikten soma
akıllanacak olsa, Ramazan ayma mükellef
olarak yetişmediğinden Ramazan orucunu kaza etmesi gerekmez." Bu görüş, Ebu
Hanife ve arkadaş!arından nakledilmiştir.
Taberi, Ebu Hanife ve
arkadaşlarından nakledildiğini söylediği bu görüşün anlamsız olduğunu
söylemiştir. Çünkü Ramazan ayını deli olduğu halde geçirenin, Ramazan orucunu
tutmakla yükümlü olmadığım söylemek, Ramazan ayını baygın halde geçirenin de bu
ayın orucunu tutmak zorunda olmadığım söylemeyi gerektirir. Halbuki bütün
âlimler, Ramazanın tümünü baygın halde geçirip te Ramazandan sonra ayılan
kişinin Ramazan orucunu kaza etmesi gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. O
halde Ramazan boyunca aklı başında olmayan herkes te baygın kişinin durumuna
tabi olur. Durum böyle olunca âyeti yukarıdan zikredildiği şekilde izah
etmeleri batıldır," Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Âyeti bu
şekilde izah etmek batıl olduğuna göre onu: "Kim Ramazan ayında mukim
olarak erişirse onun tümünü oruç tutarak geçirmek zorundadır. Yolculuk yapsa
dahi orucunu bozmamalıdır." şeklindeki te'vil daha batıl ve daha
fasittir. Çünkü Resulullahın, Mekkenin fethi yılında Ramazan ayının bir kısım
günlerini oruçla geçirdikten sonra yola çıkınca hem kendisinin orucunu
bozduğuna hem de sahabilerine, oruçlarını bozmaları için emir verdiğine dair,
birbirini destekleyen hadis-i şerifler nakledilmiştir. Bu hususta Abdullah b.
Ab-bas diyor ki:
"Resulullah
(s.a.v.) Ramazan ayında yola çıktı. Oruca başlamış durumdaydı.
"Usfan" denen yere varınca bir kap ile su istedi ve onu gündüzün
İçti. İnsanlar onu görüyorlardı. Sonra Resulullah yemek yedi[170]
Başka bir rivayette, Abdullah b. Abbas şöyle demiştir:
"Resulullah
Ramazan ayında oruç tutarken yolculuğa çıktı. "Ku-deyt" denen yere
varınca ona bir kapla süt getirildi. Resulullah onu içti,
orucunu bozdu, sahabilcri de bozdular. [171]
Hamza b. Amr diyor ki:
"Ben,
Resulullaha, yolculukta oruç tutmanın hükmünü sordum o da buyurdu ki:
"Oruç tutmak istersen tut. Orucu yemek istersen ye. [172]
Ebu Said el-Ffudri
diyor ki:
"Biz,Ramazan
ayındaRcsulullahücyokulukyapıyorduk. İçimizden bazılarımız oruçlu oluyor
bazılarımız da oruçlarını yiyorlardı. Ne oruç tutanlarımız oruç yiyenleri
ayıplıyor ne de oruçlarını yiyenler oruç tutanları ayıplıyorlardı.n[173]
Cabirb. Abdullah diyor
ki:
"Biz, Rcsulullah
ile beraber yolculuk yaptık. Bazılarımız oruç tutuyor bazılarımız yiyorlardı.
Taberi diyor ki:
"Zikredilen bu deliller, yukarıda beyan edilen iki görüşün fasit
olduklarını ortaya koyduklarına güre "Kim Ramazan ayını mukim olarak
geçirecek olursa onun tümünü oruç tutmakla yükümlüdür. Kim de o ayda hasta olur
veya yolculuğa çıkacak olursa orucunu yiyebilir. Yediği günler sayısınca başka
günlerde oruç tutar." şeklindeki izahın doğru olduğu ortaya çıkmış olur.
Âyet-i kerimede:
"Kim hasta olur veya yolculukta bulunur da oruç tutamazsa, tutamadığı
günler sayısınca başka günlerde oruç tutar."
Tutmaktadır. Burada
zikredilen ve oruç tutmamaya imkân veren hastalığın ne derecede bir hastalık
olacağı hususunda farklı görüşler zikredilmiştir.
Hasan-i Basri ve
İbrahim en-Nehaiye göre orucu yemeye imkân veren hastalık, kişinin, ayakta
namaz kılmasına engel olacak kadar bir hastalıktır. Eğer kişi, hastalığından
dolayı ayakta namaz kilarmyorsa işte bu kişinin Ramazan orucunu yeyip sıhhata
kavuştuktan sonra, tutamadığı günler sayısınca kaza etmesi gerekir.
İmam Şafiiye göre ise
Ramazanda oruç tutmamaya imkân veren hastalık, oruç tutanın durumunu beklenmedik
bir çekikle değiştirecek olan bir hastalıktır.
Muhammed b. Şîrîne
göre ise, lif*rhaiic''' bir lm>t:ıhk. Ramazanda oruç tutmamaya ruhsat
sağlar.
Taberi diyor ki:
"Bize göre doğru olan görüş, halinde orucun tutulmaması na ruhsat verdiği
hastalık, oruç bir şekilde sarsan hastalıktır." diyen görüştür. Böyle bir
durumda uıa;. Vr Iıa^ih. Ramazanda oruç tutmayıp sonra kaza edebilir. Böyle bir
kimseyi, oıuç tutma) ı zorlamak, kişiyi zor işle mükellef tutmak olur ki, Allah
îealanın: "Allah size kolaylık diler zorluk dilemez," beyanına ters
düşer.
Müfessirler, yolcu
olan insanın Ramazanda orucunu yemesinin şart mı yoksa bir ruhsat mı olduğu
hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.
a-
Bazılarına göre, Ramazan ayında yolculuk yapanın orucunu yemesi şarttır. Zira
bu, yolculuk yapan kimseye Allah teala tarafından verilen bir ziya-fetir. Bu
ziyafeti kabul etmek gerekir. Bunlara göre Ramazan ayında yolculuk yapan kişi
ve oruç tutacak olursa bu orucu Ramazan orucu yerine geçmez, mukim olduktan
sonra yolculuk anında oruçlu veya oruçsuz olarak geçirdiği günlerin hepsi için
orucunu kaza eder. Bunlara göre mukim ve sağlam olan kişiye Ramazan ayında
oruç tutmak gerekli olduğu gibi misafir olana da Ramazan geçtikten sonra
yolculuk yaptığı günler kadar oruç tutması gereklidir. Bu görüş. Abdullah b.
Abbas, Abdullah b. Ömer, Dehhak, Hz. Ömer, Ebu Hureyre ve Urve b, Zübeyrden
nakledilmiş ve bu hususta Abdurrahman b. Avf in da Resulullahın şöyle
buyurduğunu rivayet ettiği nakledilmiştir. "Yolculuk halinde oruç tutan
kimse, mukim iken orucunu yiyen kimse gibidir.
[174]
b- Diğer bir
kısım müfessirler ise, Ramazanda yolculuk yapan kimsenin orucunu yemesi, Allah
tarafından ona tanınmış olan bir ruhsattır. Yolcu, Ramazan ayında orucunu
tutacak olursa borcunu ifa etmiş olur. Orucunu yiyecek
olursa Ramazanın dışındaki günlerde
onları kaza eder." demişlerdir.
Bu görüş, Ömer b.
Abdülaziz, Urve b. Zübeyr, Ömer b. el-Hattab, Enes b. Mâlik, Osman b. Ebil As,
Aîâ, Said b. Cübeyr, Hasan-i Basri, Mücahid ve Kasım b. Muhammed gibi sahabi,
tabiin ve mtifessirlerden rivayet edilmektedir.
Taberi de bu görüşü
tercih etmiş ve özetle şunları söylemiştir: Âyet-i kerimede ruhsat, yolcu ile
hastaya birlikte tanınmıştır. Şayet hasta Ramazanda kendisini zorlayarak oruç
tutacak olursa orucunun sahih olacağı, iyileştikten sonra Ramazanın dışındaki
günlerde, hasta iken tuttuğu oruçları kaza etmeyeceği hakkında icma vardır.
Hasta ile yolcu aynı âyette zikredilirken. "Ramazanda hastanın oruç
tutmaması bir ruhsat, yolcunun tutmaması ise bir şarttır." demek nasıl
doğru olabilir? Durum hasta için ne ise yolcu için de odur. Diğer yandan Allah
tealanın, âyetteki şu ifadesi, buna başka bir delil getirmeye ihtiyaç bırakmamaktadır.
"Allah sizin için kolaylık diler zorluk dilemez." Ramazan'da yolculuk
yaparken orucunu tutan kimsenin, orucunu tutmamış kabul edilmesi ve mukim
olduğu zaman, oruç tuttuğu halde onu kaza etmesi gerektiğini söylemekten daha
zor bir şey var mıdır? Yolcu kendisi için zor olanı seçmiş ve oruç tutmuştur.
Buna rağmen onun, orucunu kaza etmesi gerektiğini söylemek onu büyük bir zora
koşmaktır. Yine Ramazan'da yolculuk yapan kimsenin, orucunu tutup tutmamakta
serbest okluğuna dair Resulullah'tan. birbirini destekleyen bir çok hadis
rivayet edilmiştir. Bu hadisler başka delile ihtiyaç bırakmamışlardır. Bu hususta
daha Önce zikredilen hadislere ilaveten, yıl boyunca oruç tutan Hamza b. Amr'in
rivayet ettiği şu hadisi de görelim. Hamza diyor ki: "Dedim ki:
"Ey Allanın
Resulü, ben yolculuk sırasında oruca devam ediyorum buna ne dersiniz?"
Resuİuîlah da "Dilersen tut dilersen tutma." buyurdu[175]Hamza
diğer bir rivayette şöyle demiştir:
"Dedim ki:
"Ben, yolcu iken oruç tutmaya güç yetirebilecek biriyim. Benim, oruç
tutmamda bir mahzur var mı?" Resulullah buyurdu ki: "Bu, Allah tarafından
bir ruhsattır. Kim bu ruhsatı kullanacak olursa güzel bir şeydir. Kim de oruç
tutmayı severse onun için bir mahzur yoktur. [176]
Taberi diyor ki:
"Şayet, Cabirden rivayet edilen şu hadis-i şerif delil gösterilerek bu
görüşe karşı çıkılmaya çalışılacak olursa cevaben denilir ki: "Hadis-i
Şerifte, yolculuk esnasında oruç tutan kimsenin takatsiz hale gelerek yere düştüğü,
bu yüzden oruç tutmasındansa tutmamasının daha evlâ olduğu muhakkaktır. Zira
Allah teala bir kimsenin kendisini bizzat tehlikeye-atmasıni yasaklamıştır.
Cabir b. Abdullah
diyor ki:
"Resulullah, bir
ağacın gölgesinde bulunan ve üzerine su serpilen bir adamın yanından geçti ve
"Bu arkadaşınızın neyi var?" diye sordu. Dediler ki: "Ey Ailahin
Resuiü, o oruçludur." Resulullah: "Yolculuk yaparken oruç tutmanız
takva değildir. Sizler, Allanın size vermiş olduğu ruhsatı alın ve kabul
edin." dedi[177]
Taberi sözlerine
devamla diyor ki: "Resulullahtan,
"Yolcu iken oruç
tutan, mukim iken oruç yiyen gibidir. [178]
şeklinde rivayet edilen haberlere gelince, bu haberler doğruysa belki de bunlar,
yukarıda zikredilen, ağacın gölgesinde alınıp üzerine su serpilen adamın
durumuna öüşm kimseler için söylenmiştir. Aslında bu gibi haberlerin
Resuluiiaha isnad edilmesi doğru değildir. Çünkü senetleri pek zayıftır. Bu
gibi haberleri diîîi delil olarak göstermek caiz değildir.
Âyet-i kerimede:
"Allah size kolaylık diler zorluk dilemez." buyurul-maktadır.
Abdullah b. Abbas, Mücahid ve Dehhaka göre burada zikredilen
"Ko-laylık"tan maksat, "Yolcu iken oruç tutmamaktır."
"Zorluk"tan maksat ise "Yolcu iken oruç tutmaktır." Bu
hususta Abdullah b. Abbasın şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Ramazan
ayında yolculuğa çıkan kimse kendisim oruç tutmaya da zorlamaz tutmamaya da.
Çünkü Allah teala: "Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez."
buyurmuştur. [179]
186- Ey
Muhammcd, cğbeni senden sorarlarsa, şüphesiz ki. ben çok yakınım. Bana dua
edenin duasını, dua etliğinde kabul ederim. O halde benim davetimi kabul
etsinler ki doğru yolu bulalar.
Ey Muhammed, kullarım,
benim nerede olduğumu sorarlarsa, bilsinler ki ben onlara çok yakınım. Onların
dualarını işitir ve onlardan, dua edenin duasına dua ettiği anda cevap veririm.
Öyleyse bana iman etsinler ve bana itaat etsinler ki onlara sevap ve
ikramlarımı bol bol vereyim. Böylece doğru yolu bulmuş olsunlar.
Müfessirler bu âyet-i
kerimenin nüzul sebebinde farklı görüşler zikretmişlerdir:
Hasan-ı Basriye göre
bu âyetin nüzul sebebi, Resuluîlahm sahabilerinin bazılarının "Rabbimiz
nerededir?" şeklinde soru sonr.aiandir. Diğer bazılarına göre ise, bir
kişinin, "Ey Muhammed, rabbimiz bize yakın mıdır? Ona gizlice yalvarahm.
Yoksa uzak mıdır ona yüksek sesle dua edelim?" diye sorması üzerine nazil
olmuştur. Ataya göre ise: "Rabbiniz dedi ki: "Bana dua edin duanızı
kabul edeyim. [180] âyeti inince bir kısım
insanlar: "Rabbimize ne zaman dua edelim?" demişler ve âyet-i kerime
bunun üzerine nazil olmuştur. Yani "Kulum bana ne zaman du=> ederse ben
ona yakınımdır, duasını kabul ederim, her zaman davetine icab&t
ederim." demektir.
Mücahide göre ise bu
âyetin nüzul sebebi: "Bana dua edin duanızı kabul edeyim." âyeti
inince bir kısım insanlar "nerede dua edelim?" demişler bunun
üzerine: "Nereye yönelirseniz rabbinizin yüzü (rızası) oradadır. [181]
âyet-i kerimesi nazil olmuş ve bu âyetin nüzul sebebi de insanların bu sorulan
olmuştur.
Katadeye göre ise bu
âyet-i kerimenin nüzul sebebi, bir kısım insanların "Bana dua edin duanızı
kabul edeyim." âyetinin inmesi üzerine: "Ey Allanın Peygamberi, biz,
rabbimize ne şekilde dua edelim?" diye sormaları üzerine bu âyet-i kerime
nazil olmuştur.
Allah teala, kullarına
şah damarından daha yakındır. Yalvarmalarım ve dualarını işetmektedir. Kullar
ona ihlasla dua ettikleri surete Allanın o duaları , kabul edeceği ümidi
kuvvetlidir. Dua ederken bağırıp çağırmak şart değildir. Zira o, duaların
gizlisini de işitendir.
Ebu Musa el-Eş'ari
diyor ki:
"Bir sefer
sırasında Resulullah ile beraber bulunuyorduk. Her bir vadiye geldiğimizde
bağırarak tehlil ve tekbir getiriyorduk. Bu durumumuzu gören Re-sulullah şöyle
buyurdu: "Ey insanlar kendinize acıyın. Çünkü sizler, sağırı ve gaip olanı
çağırmıyorsunuz. Şüphesiz ki o sizinle beraberdir. O, çok iyi işiten ve çok
yakın olandır. [182] Bu hususta Resulullah (s'.a.v.) diğer bir
ha-dis-i şerifinde de şöyle buyurmaktadır:
"Bir müslüman,
Allaha karşı içinde günah bulunmayan ve akrabalık bağını kesmeyen bir duada
bulunursa, Allah o müslümana bu duasının karşılığında üç mükâfattan birisini
mutlaka verecektir. Ya istediğini derhal verir veya onu âhirete bırakır yahut
ta bu duası karşılığında ondan bir kötülüğü uzaklaştırır. [183]
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki: "Allah teala bu âyet-i kerimede:
"Bana dua edenin duasını dua ettiğinde kabul ederim." buyurmaktadır.
Halbuki dua eden bir çok insanın duasının kabul edilmediği görülmektedir."
Buna cevaben denilir ki: "Bunun iki izah şekli vardır:
a- Bu âyette
zikredilen "Kulun duası"'ndan maksat, onun, Allanın emirleri
doğrultusunda amel işlemesidir. Böylece kulun, rabbinin rızası doğrultusunda
amel işlemesi halinde rabbi onun amellerini kabul eder ve vaadettiği karşılıklarını
verir. Nitekim Resulullanın, bu âyet-i kerime hakkında bir hadis-i şerifte:
"Dua
ibadettir" buyurduğu, bundan sonra da "Rabbiniz şöyle dedi:
"Bana dua edin ki duanızı kabul edeyim. Şüphesiz ki bana ibadet etmeyi
kibirlerine yediremeyenler rezil ve perişan olarak cehenneme gireceklerdir. [184]
âyetini okuduğu rivayet edilmiştir. [185]
Nitekim, Hasan-ı
Basrinin de bu âyetteki duayı "İbadet ve amel" mânâsına yorumladığı
rivayet edilmektedir.
b- Bu
sorunun diğer bir cevabı da şudur: Allah teala bu âyet-i kerimesinde:
"Ben, bana dua edenin duasını, dua ettiği zaman dilersem kabul
ederim." demektir. Bu izaha göre, âyet genel bir ifade taşımakta ise de
Allah tealanm dile-? mesi ile
kayıtlıdır. [186]
187- Oruç
tuttuğunu/ günlerin gecelerinde hanımlarınıza yaklaşmanız size helal kılındı.
Onlar sizin elbisenîzdir. Siz de onların elbisesiniz. Allah sizin,
nefislerinize zulmettiğinizi bildi. Bunun üzerine tevbenizi kabul edip sizi
bağışladı. Şimdi artık onlara yaklaşın. Allanın size farz kıldığını talep edin.
Fecirde beyaz iplik siyah iplikten ayırdcdilinccyc kadar yeyin için. Sonra
orucunuzu geceye kadar devam ettirin. Mescitlerde itikâfta iken de
hanımlarınıza yaklaşmayın. Bunlar Allanın koyduğu sınırlardır. Bunlara
yaklaşmayın. Allah, insanlara âyetleri işte böyle açıklar ki ondan korksunlar.
Ey müminler, oruç
tuttuğunuz Ramazan günlerinin gecelerinde hanımlarınızla cinsi münasebette
bulunmanız daha önce yasak iken şimdi size helal kılındı. Kadınlarınız sizin
elbiseniz siz de onların elbisesiniz. Her biriniz diğerine perde olur. Siz,
gece uyuyup uyandıktan sonra yemek içmek veya cinsi münasebette bulunmak
suretiyle sevabınızın azalmasına ve Allanın sizi kınamasına sebep oluyor
böylece de kendi kendinize zulmetmiş oluyordunuz. İşte Allah bunu bildiği için
iftardan sonra artık bir daha yememek ve hanımlarınıza yaklaşmamak hükmünü
kaldırdı ve önceki yaptıklarınızdan dolayı pişman olup tevbe edince de
tevbenizi kabul edip sizi affetti. Şimdi artık Ramazan gecelerinde imsak
vaktine kadar hanımlarınıza yaklaşabilirsiniz. Allanın, hakkınızda takdir etmiş
olduğu çocuk ve nesilin üremesini isteyiniz. Fecrin doğusuyla gece karanlığının
gidip gündüz aydınlığının görünmeye başlaması anına kadar (Yani imsak vaktine
kadar) yeyin için. Sonra orucunuzu güneşin batmasına kadar (yani iftar vaktine
kadar) devam ettirin. Allaha ibadet maksadıyla camilerde itikâfta bulunduğunuz
zamanlarda da hanımlarınızla cinsi münasebette bulunmayın. Bu açıklanan
şeyler. Allanın haram kıldığı şeylerdir. Onlardan kaçının, onlara yaklaşmayın.
Yoksa cezayı hak edersiniz. Allah insanlara âyetlerini, haram ve helali işte
böyle açıklar. Umulur ki insanlar haramlardan kaçınır, Allanın .azabından
korunurlar.
* Âyet-i kerimede
geçen ve "Şimdi artık onlara (kadınlara) yaklaşın." cümlesinde geçen
ve "Yaklaşın" diye tercüme edilen kelimesi, Abdullah b. Abbas,
Katade, Mücahid, Salim b. Abdullah ve Süddiye göre "Cinsi münasebette
bulunmak" demektir. Bu hususta İbn-i Abbas diyor ki: "Onun mânâsı
cinsi münasebette bulunmaktır. Fakat Allah teala, yüceliğinin gereği olarak bu
hususu üstü kapalı bir şekilde ifade buyurmuştur."
Âyet-i kerimede geçen
"Onlar sizin elbisenizdir siz de onlann elbisesisi-niz." ifadesi ne
güzel, ne edepli bir ifadedir. Burada hayallerüstü güzellikte kelimeler
seçilmiş, erkeğin kadın için, onu örtme ve güzelleştirme bakımından adeta bir
elbise olduğu, kadının da, ayıplanın örtüp onu süsleme ve şahsiyetini koruma
bakımından erkek için bir elbise olduğu ifade edilmiştir. Bu ifade müfes-sirler
tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir:
Rebi' b. Enese göre bu
ifadeden şunlar kastetilmektedir: Kadın ve erkek bir yatakta yatarlarken
birbirlerine çok yaklaştıkları için adeta birbirlerinin elbiseleri gibi
olurlar. Bu nedenle erkek kadının kadın da erkeğin elbisesidir." denilmiştir.
Yani bunlar birbirlerinin yorganları gibidir." demektir.
Mücahid, Katade, Süddi
ve İbn-i Abbasa göre ise bu ifadeden maksat, kadın ve erkekten herbirinin,
diğeri için huzur kaynağı olması ve birbirleriyle sükunete kavuşmalarıdır.
Nitekim başka bir âyette de: "Sizi bir tek insandan yaratan ve onunla
gönlü huzura kavuşsun diye eşini de kendisinden var eden Allah'tır [187]buyurulmaktadır. .
Taberi diyor ki:
"Kadınlar sizin elbisenizdir siz de onlann elbisesiniz." ifadesinden,
kadınla erkekten herbirinin, aralarında geçen ilişkileri insanlardan
saklamaları bakımından birbirleri için bir örtü ve bir perde olduklarını
söylemek mümkündür. Nitekim Abdurrahman b. Zeyd: "Karı koca, cinsi
ilişkide bulunduklarında birbirlerinin perdesidirler." demiştir.
Âyet-i kerimede:
"Allah sizin, nefislerinize zulmettiğinizi bildi." buyurmaktadır.
Taberi diyor ki: "Âyette zikredilen, kendi nefislerine zulmetmekten iki
şey kastedilmektedir. Bunlardan biri cinsi münasebette bulunmak diğeri ise
yeyip içmektir. Zira orucun ilk farz kılındığı zaman oruç tutan kişi, iftar ettikten
sonra uyursa uyandıktan sonra gece dahi olsa hanımına yaklaşamaz ve bir şey
yeyip içemezdi. Bir gün Hz. Ömer, uyuduktan sonra uyanıp hanımına yaklaşmış,
başka bir sahabi de uyuyup uyandıktan sonra yemek yemek istemiş fakat
kendisine yemek verilmemişti. İşte bu hadiseler üzerine bu âyet-i kerime nazil
olmuştur.
Bu hususta Katade
diyor ki: "Başlangıçta Ramazan gecelerinde iftardan
sonra uyumadan yemek içmek ve cinsi
münasebette bulunmak helal fakat bir süre uyuduktan sonra uyanınca bunları
yapmak haramdı. Daha sonra Allah tea-la, imsaka kadar yeme içme ve cinsi
münasebette bulunmayı helal kıldı.
Orucun farz
kılındığı'ilk zamanlarda, günde bir defa yemek yenip uyuduktan sonra tekrar
ka.lkıp yemek yemenin meşru olmadığı bir zamanda yemek yenerek bu âyet-i
kerimenin inmesine sebep olan bir olay, Bera b. Âzib tarafından şu şekilde
nakledilmektedir. Bera b. Âzib diyor ki;
"Resulullahın s
ah ab ilerinden biri oruç tuttuğu zaman iftar vakti gelince iftar etmekten önce
uyuyacak olursa artık o gece de ertesi gün akşama kadar da bir şey yiyemezdi.
Bir gün, Kays b. Sırme 1-Ensari oruç tutuyordu. İftar vakti gelince hanımının
yanına geldi ve ona: "Yemeğin var mı?" diye sordu. Hanımı hayır fakat
gidip senin için yemek isteyeyim." dedi. O gün Kays çalışıp
yorgun-düşmüştü. Gözlerini uyku bastı. Hanımı gelince onu uyur halde buldu ve
"Vay haline" dedi. (Onu uykudan uyandımıadı. Böylece iftar zamanı
geldiği halde yemek yiyemedi) Ertesi gün, günün tam ortasında Kays bayılıp
düştü. Bu durum Resulullaha anlatıldı. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime
nazil oldu ve bundan dolayı sahabiler çok sevindiler. [188]
O dönemde iftan
müteakip uyuduktan sonra uyanıp hanımı ile cinsi ilişkide bulunan kimseler
hakkında da Kâ'b b. Mâlik diyor ki: "Önceleri insanlar Ramazanda oruç
tuttuklarında akşam olur da uyuyacak olurlarsa ertesi gün akşama kadar onlara
yeme içme ve hanımına yaklaşma haram kılınmıştı. Bir gün
Resulullahm yanında
gece sohbetinde bulunduktan sonra evine gelen Hz. Ömer hanımının uyuduğunu gördü.
Onunla İlişki kurmak istedi. Hanımı da: "Ben uyudum." dedi. Ömer:
"Sen uyumadın." dedi. Ve onunla ilişki kurdu. O gece Kâ'b b. Mâlik te
aynı şeyi yapmıştı. Sabahleyin Hz. Ömer Resulullaha gitti ve durumu ona
anlattı. İşte bunun üzerine Allah teala: "zin nefislerinize zulmettiğinizi
bildi. Bunun üzerine tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Şimdi artık onlara
yaklaşın." âyetini indirdi.
Bu olay, Abdullah b.
Abbas, Mücahid, İkrime ve diğer müfessirlerden bazılarından da nakledilmiştir.
Âyeî-i kerimede geçen
"Şimdi artık onlara yaklaşın" ifadesinden maksat, Abdullah b. Abbas,
İbn-i Cüreyc, Süddi ve Mücahide göre "Hanımlarınızla cima
edebilirsiniz." demektir.
Âyet-i kerimede geçen:
"Allah'ın size farz kıldıklarını talep edin." ifadesinden maksat,
Mücahid, Hakem, İkrime, Hasan-ı Basri, Süddi, Abdullah b. Abbas ve Rebi' b.
Enes'e göre: "Allanın sizin çin yazdığı çocukları talep edin." demektir.
İbn-i Zeyde göre ise:.
"Hanımlarınızla cima etmeyi talep edin." demektir. Abdulah b.
Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre bu ifadeden maksat, Allanın sizin
için yazdığı kadir gecesini talep edin." demektir.
Katade ve Abdullah b.
Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre ise bu ifadeden maksat: "Allanın
sizin için helal kıldığı ve yapmanıza ruhsat verdiği şeyler talep edin."
demektir.
Taberi, bu görüşlerden
doğru olan görüşün: "Allanın, levh-i mahfuzda sizin için yazdığı şeyi
talep edin." şeklindeki görüşü olduğunu söylemiştir. Zira bu görüşe, çocuk
talep etme de, kadir gecesini araştırma da, Allanın verdiği ruhsatlan isteme
de girmekte ve âyet, genel bir şekilde izah edilmiş olmaktadır.
Âyeti kerimede:
"Fecirde beyaz iplik siyah iplikten ayıredilinceye kadar yeyin
için." buyurulmaktadır. Burada zikredilen "Beyaz iplik"ten
maksat:
a- Hasan-ı
Basri, Süddi, Katade, Abdullah b. Abbas ve diğer bazı müfes-sirlere göre
"Gündüz aydınlığının başlaması" siyah iplikten maksat da: "Gecenin
karanlığıdır." Bu hususta Adiy b. Hatim diyor ki:
"Dedim ki: Ey
Aİlahm Resulü, "Beyaz iplik siyah iplikten ayıredilinceye kadar"
ifadesinden maksat nedir?" Bunlar gerçekten iki iplik midir?" Peygamber
efendimiz şu cevabı verdi: Şayet sen, o iki ipliği gönnüş olsaydın, kafanın çok
geniş olması gerekirdi. Ve sonra da şöyle dedi. "Hayır, o gecenin
karanlığı ve gündüzün aydınlığıdır." Diğer bir rivayette şöyle
anlatılıyor: "Adiy, yastığının altına bir beyaz ip bir de siyah ip
koymuş, gece ilerleyince onları birbirinden ayıramaz olmuş, sabahleyin
Resulullaha: "Ey Allanın Resulü, ipleri yastığımın altına koydum."
demiş Resulullah da ona demiştir ki: "Şayet o beyaz iplik ve siyah iplik
senin yastığının altına girebiliyorsa senin yastığın ne kadar büyük müş!"
(Yani, senin yastığın ne kadar büyükmüş ki ufukları altına alabliyor demek
istemişti r.) [189]
Bu hususta Sehl b. Sa'ü diyor ki:
Âyet-i kerimenin:
"Beyaz iplik siyah iplikten ayınledilinceye kadar yeyin için." bölümü
nazil olmuş fakat "Fecirde" kelimesi henüz nazil olmamıştı. İnsanlar
oruç tutmak istediklerinde ayaklarına beyaz ve siyah iplik bağlıyorlardı. Bu
iplikleri birbirinden ayırdedecek derecede aydınlık oluncaya kadar yeyip içiyorlardı.
Daha sonra Allah teala "Fecirde" ifadesini indirdi. Bunun üzerine insanlar,
âyette zikredilen "Beyaz iplik" ve "Siyah iplik"ten,
gündüzün aydınlığı ve gecenin karanlığının kastedildiğini anlamış oldular. [190]
Taberi diyor ki:
"Burada zikredilen beyaz iplikten maksat, gökte beliren aydınlık değil,
gökte her tarafa yayılan ve yollan aydınlatan beyazlıktır. Nitekim Ebu Miclez:
"Gökte beliren beyazlık sabah değildir. Bu, yalancı sabahtır. Asıl sabah,
ufukta yayılan beyazlıktır." demiştir. Abdullah b. Abbas ta: "Fecir
ikidir. Birincisi gökle parlayan fecirdir. Bu, bir şeyi ne helal kılar ne ile
haram. Fakat dağların başında görülen ikinci bir fecir vardır ki işte yemeyi
içmeyi haram kılan budur." demiştir.
Abdurrahman b. Sevban
demiştir ki: "Fecir ikidir. Gökte, kurdun kuyruğu gibi görünen fecir bir
şeyi haram kılmaz. Fakat ufukta yayılan fecir namazı helal, yeme içmeye devam
etmeyi haram kılar. Böylece oruç başlamış olur."
Peygamber efendimiz de
bir hadis-i şerifinde şöyle buyumıuştur:
"Sahurda yemek
yemeye devam etmenizde BÜalin ezanı sizi aldatmasın. Ufukta görülen şu
şekildeki uzunca bir beyazlık ta sizi aldatmasın. Ta ki etrafa şu şekilde
yayılmadıkça, [191]Başka bir rivayette
hadisin sonu şöyledir:
"... Ta ki fecir
görülmedikçe veya fecir fışkırnıadıkça. [192]
b- Huzeyfetül Yeman,
Hz. Ali, Bera b. Âzib, Abdullah b. Mes'ud gibi sa-habilerden nakledilen başka
bir görüşe göre âyette zikredilen "Beyaz iplik"ten maksat, güneşin
ışığı, "Siyah iplik"ten maksat ise "Gecenin karanlıdır."
Bunlara göre oruç gündüzün tutulduğuna göre ve gündüzün başlangıcı güneşin
doğmasıyla, sona ermesi de güneşin batmasıyla olduğuna göre orucun başlangıcı
da güneşin doğmasıyla bitişi de güneşin batmasıyla olur. Bunlar demişlerdir ki:
"Orucun bitişinin güneşin batmasıyla olduğu hususunda icma bulunması onun
başlamasının da güneşin doğmasıyla olduğuna bir delildir." Aynca bu
hususta Resulullahtan rivayet edilen şu hadisleri de delil göstermişlerdir.
Zirr b. Hubeyş diyor
ki:
"Biz Huzeyfeye dedik
ki: "Sen, Resulullah ile hangi vakitte sahur yaptın?" Huzeyfe dedi
ki: "Gündüzleyin. Ancak güneş henüz doğmamıştı. [193]
Zirr b. Hubeyş sözlerine devamla diyor ki:
"Ben bir gün
Huzeyfe ile birlikte sahur yaptım. Sonra çıkıp namaza gittik. Mescide vannca iki
rekat namaz kıldık ve farz namazı için kamet getirildi. Bu iki namaz arasında
çok kısa bir zaman geçti. [194]Ebu Hüreyre de
Resulul-lahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Sizden biriniz
ezanı işittiğinde yiecek kabı elinde bulunuyorsa ona olan ihtiyacını gidermeden
onu yere koymasın. [195]
Ebu Ümame diyor ki:
"Namaz için kamet getirildi. Ömerin elinde su kabı bulunuyordu. O:
"Ey Allanın Resulü, bunu içeyim mi?" dedi. Resulullah:
"Evet" dedi. Ömer de onu içti."
Hz. Bilal-i Habeşi
diyor ki: "Ben Resululiaha vardım. Ona sabah namazının vaktinin geldiğini
bildiriyordum. O da oruç tutmak istiyordu. Bir kap ile su istedi, onu içti.
Sonra bana verdi ben de içtim. Sonra beraberce namaza gittik."
Taberi diyor ki;
"Tercihe şayan olan görüş, "Beyaz iplikten maksat, gündüzün
beyazlığı, siyah iplikten maksat ise gecenin karanlığıdır." diyen
görüştür. Zira Arap dilinde bu kelimelerin bilinen mânâları bunlardır. Bu
hususta Resululiahtan rivayet edilen hadislere gelince "Beyaz iplikten
maksat, güneşin ışığıdır" diyenlerin dayandıkları hadisler bizim, doğru
olduğunu söylediğimiz görüşü bertaraf etmemektedir. Zira Resulullahin,
fecirden Önce yeyip içtikten sonra namaza çıkmış olması garipsenecek bir şey
değildir. Çünkü Resulullahın döneminde sabah namazı fecrin doğumundan hemen
sonra kılınırdı. Hatta fecrin doğmasından önce ezan okunurdu. Huzeyfenin,
Resulullahtan gördüğünü söylediği: "Resulullah, ben okların atıldığı yeri
görebildiğim bir vakitte sahur yapardı." şeklindeki sözü kendisine
sorulmuş Huzeyfe bu hususta kesin bir tavır almamıştır. Mesela kendisine:
"Resulullahın böyle yapması sabah olduktan sonra mı oldu?" diye
sorulunca tam net bir cevap vererek: "Evet, sabahtan sonra oldu."
dememiş fakat o, "O vakit sabahtı" diye cevap vermiştir. Bu cevabı:
"Neredeyse sabah olmuştu." şeklinde yorumlamak ta mümkündür.
Âyetteki:
"Fecirde beyaz iplik siyah iplikten ayırdedilinceye kadar yeyin
için." ifadesinde geçen "Fecirde" kelimesinden maksat, fecirin
bir bölümünde, gecenin devamından kalan siyahlıkla gecenin bitimini gösteren
beyazlık birbirinden farkedilinceye kadar." demektir. Âyet-i kerimenin bu
ifadesi de, beyaz iplikten maksadın fecrin beyazlığı, siyah iplikten maksadın
da geçinin seyahhği olduğunu açıkça ortaya koymakta, "Beyaz iplikten
maksat, güneşin ışığıdır." diyen görüşün yanlış olduğunu ortaya
koymaktadır. Zira ifadede "Sabahta" veya "Güneşin
doğuşunda" denilmemiş "Fecirde" denilmiştir. Artık bundan sonra
ümmete muhalefet ederek "Oruç güneşin doğusuyla başlar, batışıyla biter"
demek delilsiz bir iddiadır.
Âyet-i kerimede:
"Sonra orucunuzu geceye kadar devam ettirin" buyuru I-maktadır. Bu
ifade, gecenin başlamasıyla orucun bittiğini, gece olmasına rağmen orucu
açmayıp geceli gündüzlü oruç tutanın, kendisini aç ve susuz bırakmaktan başka
bir şey yapmadığını göstermektedir.
Ayrıca gecenin
başlamasıyla orucun bittiğine dair Resulullahtan şu hadis-i şerifler rivayet
edilmiştir. Hz. Ömer diyor ki:
"Resulullah şöyle
buyurdu: "Gece şuradan yöneldiği gündüz de şuradan arkasını dönüp gittiği
ve güneşin battığı zaman artık oruçlu olan kimse iftar etiniş olur. [196]
Abdullah b. Ebi Evfa
diyor ki:
"Biz, bir
yolculukta Resulullah ile beraberdik. 0 oruç tutuyordu. Güneş batınca
insanlardan birine: "Ey falan kalk ta bize kavut çorbası yap." dedi.
O da: "Ey Allahm Resulü, akşamlasanız ya., dedi. Resulullah: "İn de
bize kavut çorbası yap." dedi. Adam yine: "Ey Allahın Resulü,
akşamlasanız ya," dedi. Resu-İullah tekrar: "İn de bize kavut çorbası
yap." dedi. Adam "Henüz gündüz bitmedi." dedi. Resulullah:
"İn de bize kavut çorbası yap." dedi. Adam indi ve onlara çorba
yaptı. Resulullah çorbayı içti sonra şöyle buyurdu: "Gecenin şuradan
yöneldiğini gördüğünüz zaman şüphesiz ki oruçlu olan iftar etmiş n1ur.tt[197]
Ebul Âliyenin, iftar
etmeden oruç tutma, yani akşam olduğu halde yeyip içmeksizin oruç tutma
hakkında şöyle dediği rivayet edilmektedir. "Allah teala "orucunuzu
geceye kadar devam ettirin" buyurmuştur. Oruç tutan kimse gece olunca
orucunu bozmuş sayılır. İster bir şey yesin isterse yemesin."
Katade de Hz. Aişenin,
iftar etmeksizin oruç tutmayı kerih gördüğünü rivayet etmiştir.
Taberi diyor ki:
"Eğer itirazen denilecek olursa ki: "Orucu açmamak ve gece gündüz
oruç tutmak doğru değilse bunu yapanların gerekçeleri nelerdir? Nitekim Hişam
b. Urve, Abdullah b. Zübeyrin genç iken geceleri de yemek yemeden peşpeşe yedi
gün oruç tuttuğunu, yaşı ilerleyince bu şekilde beş gün oruç tuttuğunu yaşı
iyice ilerleyince de bu şekilde üç gün oruç tuttuğunu rivayet etmistir. İmam
Mâlik te Abdullah b. Zübeyrin oğlu Âmirin Ramazanın on altıncı günü ile on
yedinci gününde geceleri de yemeksizin peşpeşe oruç tuttuğunu rivayet etmiş ve
onunla şunları konuştuğunu nakletmiştir. Dedim ki: "Ey Ebul Haris, hiç
yemek yemeden peşpeşe oruç tutman için sana güç veren ne oluyor? Dedi ki:
"Ben yağ içiyorum. O benim damarlarımı yumuşatıyor, su ihtiyacım ise
vücudumun içinden karşılanıyor."
Taberi diyor ki:
"Bunu soranlara cevaben denir ki: "Bu şekilde oruç tutanlar,
kendilerim aç bırakarak terbiye etmek istemişler, Allah lealamn rızası
doğrultusunda amel işlerken kendilerini bir kısım çilelere katlanmaya
alıştırmak istemişler ve bu tür amelleriyle de sevap kazanacaklarını arzu
etmişlerdir. Bunların bu davranışları Hz. Ömerin emrettiği şu işlere
benzemektedir. "Kıt kanaat yaşayın, dayanıklı olun, atların üzerine büzülürcesine
binin, binekleri bırakın yalınayak yürüyün." Hz. Ömer bunları söylerken,
müminlerin zevkü sefaya dalıp rahat yaşamaya alışmamalarını, böylece
korkaklaşip düşmandan kendilerini korayamaz hale gelmemelerini istemiştir.
Diğer yandan geceleri dahi yeyip içmeden, peşpeşe oruç tutmanın yasaklandığı
hakkında Resulullahtan,. tevatür derecesine ulaşan çeşitli hadis-i şerifler
zikredilmiştir. Konuyu uzatmamak için onlardan bazılarını nakletmekle
yetineceğiz.
Abdullah b. Ömer diyor
ki:
"Resulullah,
geceleri de yeyip içmeden peşpeşe oruç tutmayı yasakladı. Bunun üzerine
dediler ki: "Sen yeyip içmeden peşpeşe oruç tutuyorsun. "Resulullah
da buyurdu ki: "Ben sizin gibi değilim ben ycdiriliyorum ve içiriliyorum. [198]
Ebu Hüreyre (r.a.)
diyor ki:
"Resulullah geceleyin
yeyip içmeden peşpeşe oruç tutmayı yasakladı. Bunun üzerine müslü manlar dan
bîr adam: "Ey Allanın Resulü, sen de geceleri yemeden peşpeşe oruç
tutuyorsun." dedi. Resulullah da ona: "Hanginiz benim gibi olabilir?
Ben rahbbim tarafından yedirilip içirilcrck geceyi geçiriyorum. [199]
buyurdu.
Taberi diyor ki:
"Yeyip içmeksizin oruç tutma yasaklanmış ancak Resu-lullah sadece sahurdan
sahura iftar ederek oruç tutmaya izin vermiştir.
Ebu Said et-Hudri,
ResuluIIahın şöyie buyurduğunu işittiğini rivayet etmiştir:
"Geceleri de bir
şey yeyip içmeksizin peşpeşe oruç tutmayın. Sizden kim bu şekilde peşpeşe oruç
tutmak isterse sahur vaktinden sahur vaktine kadar yeyip içmeden oruç
tutsun." Dediler ki: "Ey Aliahın Resulü, sen yeyip içmeden peşpeşe
oruç tutuyorun." Resulullah da buyurdu ki: "Benim durumum sizin gibi
değildir. Ben, beni yediren biri bulunarak ve içiren biri var olarak
gc-ceHvorum. [200]
Âyet-i kerimede:
"Mescitlerde itikatta iken de hanımlarınıza yaklaşmayın."
buyü'.nılmaktadır. Mescitlerde itikafta bulunmak'tan maksat, kişinin, çok
zaruri beşeri ihtiyaçları (tuvalete gitme gibi) dışında mescitten çıkmaması,
gece gündüz orada kalarak Allaha ibadet etmesidir.
Ayet-i kerimede,
itikâfa girmiş olan insanın hanımına yaklaşmaması em-redilmektedir. Kişinin,
hanımına yaklaşmamasından neyin kastedildiği hakkında iki görüş
zikredilmiştir.
a- Abdullah
b. Abbas, Ata, Dehhak, Rebi' b. Ens, Katade,"sSüddi ve Mücahide göre
burada zikredilen "Kadınlara yaklaşmama" ifadesindemaksat,
"Onlarla cinsi münasebette bulunmamaktır" Buna göre itikafta bulunan
ki^nin, hanımını tutması veya öpmesinde bir mahzur yoktur. Onunla sadece cinsi
münasebette bulunamaz.
b- Mâlik b.
Enes ve Rebi' b. Zeyde göre ise burada kadınlara yaklaşmaktan maksat, herhangi
bir şekilde onlara dokunmamaktır. Yani itikâfta bulunan kişi hanımlanyla cinsi
münasebette bulunamadığı gibi, ona dokunamaz ve onu öpemez de. Bu görüşte
olanlar, delil olarak âyetin genel ifadeli olmasını, herhangi bir dokunma
sekimi özel olarak izah etmemesini zikretmişlerdir.
Taberi diyor ki:
"Tercihe şayan olan görüş, kadınlara dokunul mamasından maksadın, onlarla
cinsi münasebette bulunmama olduğunu söyleyen görüştür. Zira âyet ya genel
olarak alınacak ve her türlü dokunma yasaklanacaktır ya-hutta âyetten özel bir
dokunmanın kastedildiği, belli delillere dayanılarak söylenecektir.
Resulullahın, itikâfta iken saçını hanımlarına tarattığı, birbirini te'yid eden
hadisler tarafından rivayet edildiğinden, âyetin genel şekilde değil özel bir
şekilde dokunmayı (ki bu da cinsi münasebettir) yasakladığı anlaşılmaktadır.
Hz. Aişe (r.anh) diyor
ki:
"Resulullah
itikâfa girdiğinde (Mescid-i Nebevinin kapısından dışarı doğru) başînı bana
uzatırdı. Ben de onun başını tarardım. O, eve hiç gelmezdi ancak zaruri bir
ihtiyacı için gelirdi. [201] Hz. Aişe diğer bir
rivayette şöyle demektedir:
"Resulullah, ben
odamda iken başîtîî banadoğru uzatırdı. Ben, adetli olduğum halde onun başını
tarardım[202]
Hz. Aişe'nin sözü
diğer bir rivayete de:
"Ben adetli iken
onun başını yıkıyordum." şeklindedir. [203]
188- Birbirinizin
mallarını aranızda haksız yere yemeyin. İnsanların bir kısım mallarını, bile
bile günaha girerek yemek için onları hakimlere de aktar mayın.
Bir kısmınız diğer bir
kısmınızı mallarını haksız yere yemesin. Günah olduğunu bile bile insanların
mallarından bir kısmını haram olarak yemeniz için mallarınızı hakimlere de
aktarmayın.
Abdullah b. Abbas,
Mücahid, Katade, Süddi ve İkrime gibi müfessirler bu âyeti "Haksız
olduğunuz halde muhakemeye girişmeyin." şeklinde izah etmişlerdir. Bu
hususta Peygamber efendimizdenşu hadis-i şerif rivayet edilmektedir.
Birgün Resulullah
(s.a.v.) odasında otururken dışarıdan bir takım tartışma sesleri duydu. Çıkıp
ta o tartışanların yanına gitti ve onları dinledikten sonra şöyle dedi:
"Ben de bir insanım, bana, anlaşmazlığa düşenler geliyorlar. Bir kısmınız
diğerinden daha güzel konuşarak dâvasını daha güzel savunabilir ben de onun
haklı olduğuna kanaat getirip lehine hüküm vermiş olabilirim. Herhangi
birmüslümanın hakkını, haksız olana verecek olursam verdiğim bu şey, haksız
kişi için cehennem ateşinden bir parçadır. Artık onu ister alsın ister bıraksın. [204]
Bazı müfessirler de bu
âyetin mânâsının, "Hakimlere rüşvet vermeyin. demek olduğunu
söylemişlerdir. [205]
189- Ey
Muhammcd, sana, hilal halini alan aylan sorarlar. De ki: "Onlar, insanlar
ve Hac için vakit tayin eden ölçülerdir. İyilik, evlere arka taraflarından
girmek değildir. İyilik, Allahtan korkan kimsenin yaptığıdır. Evlere
kapılarından girin ve Allahtan korkun ki kurtuluşa cresiniz.
Ey Muhammed, sana,
güneş gibi devamlı olarak bir hal üzere durmayan, büyüyüp küçülerek değişikliğe
uğrayan ay'ın halini soruyorlar. De ki: "O, sizin için vakit tayin etme
ölçüsüdür. Onunla, oruç tutma, iftar etme ve Hac yapma gibi ibadetleri ne zaman
eda edeceğinizi öğrenirsiniz. Ey insanlar, iyilik, ihramlı iken evlere arka
taraflarından girmek değildir. İyilik, Allahtan korkan ve onun haram kıldığı
şeylerden sakınanın yaptığıdır. Artık evlere, normal yol olan kapılarından
girin. Emirlerine itaat edip yasaklarından kaçınarak rabbinizden çekinin ki
cennetlerinde ebedi olarak kalasınız ve onun nimetlerinden ebedi olarak
istifade edesiniz.
Katade, Rebi' b. Enes,
tbn-i Cüreyc ve Abdullah b. Abbasa göre bu âyetin nüzul sebebi, bir kısım
insanların Resulullahtan, ayın büyüyüp, küçülerek değişmesinin sebebini
sormalarıdır. Âyet-i kerime, bu sorular üzerine nazil olmuş, ayın maddeten
değişmesinin sebebine cevap verilmemiş, değişmesindeki hikmetin ne olduğu
bildirilmiştir. Böylece soru soranlara, asıl sormaları icabe-den şeyin, ayın
şeklinin değişip değişmemesi olmayıp onun değişmesindeki hikmetin olduğu
bildirilmiştir. Evet, ay, müslümânlann ibadet ve muamelat vakitlerini tesbit
için Allah teala tarafından, görünümü değişir bir halde yaratılmıştır.
Müslümanlar oruçlarını, Haclarını, boşanmalarını, hayız sürelerini, alacak ve
verecek vakitlerini ay'a göre tesbit ederler. İşte ay bu hikmetlere binaen
güneş gibi sabit olmayıp değişmektedir.
Âyet-i kerimede:
"İyilik, evlere arka taraflarından girmek değildir." Duyurulmaktadır.
Âyet-i kerimenin bu bölümünün nüzul sebebi hakkında Bera b. Âzib, Kays b.
Cübeyr, Mücahid, İbrahim en-Nehai, Zühri, Katade, Süddi, Abdullah b. Abbas,
Rebi' b. Enes ve Atâ Özetle şunu zikretmişlerdir: Ensarın hepsi veya onların
bir kısım insanlar, Hac yapıp evlerine döndükten sonra evlerine normal
kapılarından girmiyor, evlerinin arkasından duvarı delerek oradan veya küçük
pencerelerden giriyorlardı. Böyle yapmalarının sebebi ise Zühriye göre Hacca
giden insanların bir zaruretten dolayı tekrar evlerine dönmeleri durumunda,
kendileriyle gök arasına herhangi bir şeyin girmesini istememeleriydi. Kapının
buna engel olduğunu kabul ediyorlardı. Abdullah b. Abbasa göre ise, insanlardan
birinin herhangi bir düşmanından korkması halinde ihrama girmesi, böylece
düşmanın tecavüzünden emin olmasıydı. İhrama giren ise evinin normal
kapısından içeri girmez arkadan çıktığı bir delikten içeri girerdi.
Atâ ve Mücahide göre
ise, böyle yapmalarının sebebi, bunu bir takva saymaları idi. Resulullahın da
mensup olduğu Kureyş kabilesine: "Dinlerine bağlı muhafazakârlar"
anlamına gelen "Ahmesler" deniyordu.
AHMES: Ahmesler, Hac
veya Umre yaptıklarında evlerinin kapısını bırakıp başka tarafından girme
şeklinde bir âdete sahip değillerdi. Resulullah Me-dineye hicret edince Ensarda
gördüğü bu gibi halleri yasaklamamış ve onları bu âdetlerinde serbest
bırakmıştı. Bir keresinde Resulullah bir yere normal kapısından girerek
Ensardan Hacdan gelmiş bir adam da Resulullah gibi normal kapıdan içeri girdi.
Resulullah ona niçin böyle yaptığını sorunca o da: Resulullaha: "Senin
yaptığım yaptım." cevabını vermişti. Resulullah ona: "Ben
Ahrnes'im" deyince o da "Ben de ahmesim" dedi. Yani "Senin
dinine tabiyim." demek istemişti. İşte âyet-i kerimenin bu bölümü nazil
oldu ve evlere normal kapısından girilmesi gerektiğini, kapılar bırakılıp ta
arkadan evlere girmenin takva ile bir ilgisinin olmadığını bildirdi. Bu
hususta Berâ b. Âzib diyor ki:
"İnsanlar
cahiliye döneminde hac yapmak üzere ihrama girdiklerinde bir takva davranışı
olmak üzere evlerine kapılarından girmiyorlar, arka taraftan (delik veya
pencerelerden) giriyorlardı. İşte onların bu davranışları üzerine bu âyet nazil
oldu ve evlere arka taraftan girmenin takva ile alakası olmadığını beyan etti. [206]
190- Sizinle
savaşanlarla Allah yolunda savaşın. Fakat haddi aşmayın. Şüphesiz ki Allah,
haddi aşanları sevmez.
Ey müminler, Allanın,
kullan için göndermiş olduğu din uğrunda, sizinle savaşan müşriklerle savaşın.
Fakat kadınları, çocukları, ihtiyarlan ve size karşı silah kullanmayanları,
size harp açmayanları öldürerek haddi aşmayın. Zira Allah, koymuş olduğu
hudutları aşanları ve haram kıldığını helal sayanları asla
sevmez.
Müfessirler bu âyet-i
kerimenin hükmünün, daha sonra gelen Tevbe süresindeki "Bütün müşriklerle
savaşın." [207]âyeti
kerimesiyle neshedilip edilmediği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
a- Ömer b.
Abdülaziz, Mücahid, Abdullah b. Abbas, Adiy b. Ertee'den nakledilen bir görüşe
göre bu âyet-i kerime neshedilmemiştir. Ancak bu âyet-i kerimede "Haddi
aşmayın" ifadesi zikredilerek kendilerine karşı savaşılan
kâfirlerin kadınlarının, çocuklarının,
ihtiyarlarının, savaşamayanlannın ve silahlarını bırakarak teslim olanlarının
öldürülmemeleri emredilmiştir. Burada zikredilen "Haddi aşmama"dan
maksat, budur. Yoksa "Size savaş açmayan kâfirlere bir şey yapmayın."
demek değildir ki "Bütün müşriklere karşı savaşın." âyet-i
kelimesiyle neshedilmiş olduğu söylenmiş olsun.
İbn-i Abbas diyor ki:
"Hadi aşmayın" demek, kadınları, çocukları, ihtiyarlan ve savaşa
katılmayanları öldürmeyin. Eğer onlan öldürürseniz haddi aşmış
olursunuz." demektir.
Peygamber efendimiz
(s.a.v.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:
"Allah'ın adıyla
Allah yolunda cihad edin. Allah'ı inkâr edenlerle savaşın fakat ihanet
etmeyin, ganimet malından bir şey saklamayın, düşmana işkence etmeyin,
çocukları öldürmeyin. [208] Peygamber efendimiz
diğer bir hadis-i şerfmde şöyle buyuruyor:
"Bismillahi ve
billahi ve ala milleti Resulillah (Allah'ın adıyla, Allah'ın yardımıyla ve
Allah'ın Peygamberinin dini üzere) diyerek hareket edin. İhtiyarları, bebekleri,
küçükleri ve kadınları öldürmeyin. Ganimet malından bir şey saklamayın.
Ganimetleri bir arada toplayın. Durumu düzeltin, iyilikte bulunun. Şüphesiz ki
Allah, iyilikte bulunanları sever. [209]
Resulullalı'ın,
öldürüimemelerini emrettiği bu kimseler, savaşa katılırlarsa savaşçı hükmüne
gireceklerinden onlar da öldürülürler.
b- Rebi b.
Enes ve İbn-i Zeydden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, Tevbe
suresinin otuz altıncı âyetinde zikredilen "Müşriklere karşı topluca
savaşın" âyet-i kerimesiyle neshedilmiştir. Zira bu âyet, müslü-manların,
müşriklerle savaştıkları ilk zamanlarda inmiş ve müslümanlara, sadece
kendilerine savuş açanlara karşı savaşmalarını emretmiş ve savaş açmayanlara
karşı da savaş ilan ederek ileri gitmemelerini bildirmiştir.
Tuberi birinci görüşün
tercihe şayan olduğunu söylemiş, gerekçe olarak ta özetle şunu zikretmiştir:
Bir âyet-i kerimenin neshedilmediği gözönünde bulundurularak izah edilmesi
mümkün iken onun neshedildiğini söylemek doğru değildir. Bu âyet-i kerimenin
neshedilmediğini söyleyerek izahı mümkündür. Zira "Haddi aşmayın"
ifadesinden maksadın, kadınları, çocukları, yaşlıları ve size karşı
savaşmayanlan öldürmeyin." demek olduğunu söylemek mümkündür. Bunlara
karşı savaşmama hükmü geçirlidir. Böylece âyetin neshedilmediği açıkça ortaya
çıkar, aksini iddia edenin, sağlam delil göstermesi gerekir.
Cizye vererek,
kendilerinin Öldürülmelerini önleyen chl-i kitap ve mecu-silerde "Haddi
aşmayın" İfadesinin içine girmektedirler.
[210]
191- Onları
bulduğunuz yerde öldürün. Sizi yurtlarınızdan çıkardıkları gibi siz de onları
çıkarın. Fitne çkarmak adam öldürmekten daha kötüdür. Mcscid-i Haramın
yanında, onlar sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Eğer orada
sizinle savaşırlarsa onları öldürün. İşte kafirlerin cezası böyledir.
Müşrikleri, öldü mı e
imkânı bulduğunuz yerde öldürün. Onların , sizi yer ve yurtlarınızdan
çıkardıktan gibi siz de, sizinle savaşanları yer ve yurtlarından çıkarın.
Allah'a şirk koşmak fitnesi, adam öldürmekten daha kötüdür. Mümini dininden
döndürüp müşrik yapmak için onu'dini hususunda fitneye düşürmek, adam
öldürmekten daha fenadır. Onlar sizinle savaşa girilmedikçe siz de müşriklerle
Mescid-i Haramda savaşa başlamayın. Orada sizinle savaşa tutuşurlarsa onları
öldürün. Onların bu dünyadaki cezalan öldürülmek, âhirette ise perişan
olmaktır.
Bu âyet-i kerime,
Mekke'den çıkarılan muhacirlere işaret etmektedir. Âyet-i kerimede: "Fitne
çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür." buyu-nılmaktadır. Burada ifade
edilen "Fitne"den maksat. Katadc, Rebi1 b. Fînes ve Dehhaka gWAllah'a
ortak koşmak" tır. Mücahide göre: "İslam dininden dönmektir.
"İbn-i Zeyde göre ise "İnkarcılığa düşürmektir. "Bu izahlara
göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: Mümini dini hakkında fitneye düşürerek
onu kâfir veya müşrik yapmak, onu öldürmekten daha beterdir. Zira öldürülmesi
halinde sadece geçici dünya hayatı bitmiş olur. İslamdan çıkarılması halinde
ise âhiretteki ebedi hayatı hüsran olur, cehennemde ebedi olarak kalmasına
vesile olur.
Âyeti kerimede:
"Mcscid-i Haramın yanında onlar sizinle sav aşmadıkça siz de onlarla
savaşmayın." Duyurulmaktadır. Bunun mânâsı, "Ey müminler, müşrikler
sîze mcscid-i haram civarında savaş açmadıkça savaşı başlatan sizler olmayın.
Ancak onlar başlatırlarsa siz de onlarla savaşın ve onları öldürün."
demektir. Bu izaha göre müminler, mescid-i haram bölgesinde yaşayan müşriklere
karşı savaş açamayacaklar ancak onlar savaş açtıklarında onlara karşılık
verebileceklerdi.
Katade, Rebi' b. Enes
ve İbn-i Zeyd, âyetin bu ifadesinin, İslam'ın ilk zamanlarında geçerli olup
daha sonra inen şu âyetlerle neshedildiğini bu itibarla Mescid-i Haramın
çevresinde bulunan müşriklere karşı onların savaş açmalarını beklemeden
müminlerin savaş başlatabileceklerini söylemişlerdir. Bu hususta diğer
âyetlerde de şöyle Duyurulmaktadır: "Fitne ortadan din yalnız Allah'ın
oluncaya kadar onlarla savaşın. [211]
"Müşrikleri nerede bulursanız öldürün. Onları yakalayın, çember içine
alın. Her gözetlenecek yerden onları gözctleyin... [212]
Mücahide göre ise
izahını yapmakta olduğumuz âyet-i kerime muhkemdir, neshedilmiş değildir.
Mescid-i haram çevresinde bulunan müşrikler, müminlere karşı savaş açmadıkça
onlara karşı savaşılmaz.
Taberi, birinci
görünüşn tercihe şayan olduğunu, bu âyetin bundan sonra gelen yüz doksan
dördüncü âyetle ve Tevbe suresinin beşinci âyetiyle neshedildiğini
söylemiştir. [213]
192- Şayet
vaz geçerlerse şüphesiz ki Allah, çok bağışlyan ve çok merhamet edendir.
Eğer o kâfirler,
sizinle savaşmayı bırakır da tevbe eder ve müslüman olurlarsa Allah onların günahlarını
affeder, lütfuyla onlara merhametli davranır. [214]
193- Fitne
ortadan kalkıp din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vaz
geçerlerse bilin ki düşmanlık ancak zalimlere karşıdır.
Ortada şirk
kalmaymcaya ve ibadet ve taatin de putlara ve tağutlara yapılmayıp yalnız
Allah'a yapılmasına kadar müşriklerle savaşın. Eğer onlar sizinle savaşmaktan
vaz geçer de sizin dininize girerlerse hemen onlarla savaşmayı bırakın. Zira
düşmanlık, ancak Allah'a ortak koşan zalimlere karşı geçerlidir.
Âyette zikredilen
"Fitne"den maksat, "Allah'a ortak koşmak"tır, inkâra
düşmektir. Nitekim Katade, Müeahid, Süddi, İbn-i Zeyd ve Abdullah b. Abbas bu
kelimeyi bu şekilde izah etmişlerdir.
Âyette zikredilen
"Din" kelimesinden maksat, ise, Allah'ın emir ve yasaklarına itaat
etmektir. Bu izahlara göre âyetin baş tarafının mânâsı şöyledir: "Ey
müminler, yeryüzünde Allah'a ortak koşma inkâra düşme fitnesi sona erinceye
kadar ve yalnız Allah'a kullak edilip deninceye kadar kâfirlerle savaşın."
Bu hususta Peygamber efendimiz
(s.a.v.) bir hadisi şerifinde şöyle buyurmaktadır:
Ben, şehadet ederim ki
Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur, Muhammcd Allah'ın Peygamberidir."
deyinceye, namazı kıhp
zekatı verinceye kadar ben onlarla savaşmakla emro-lundum. Onlar bu şeyleri yaptıkları
sürece kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak İslamın getirdiği
haklar müstesnadır. Onların herbirinin hesabı Aîlah'a aittir. [215]
Âyet-i kerimenin
sonunda: "Eğer vaz geçerlerse bilin ki, düşmanlık ancak zalimlere
karşıdır." Duyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat şudur: "Şayet size
karşı savaşan kâfirler, savaşmaktan vaz geçer, kinininize girer, putlara
tapmaktan vaz geçer ve Allah'ın size emrettiği şeyleri kabullenip boyun eğecek
olurlarsa artık onlara karşı savaşmaktan vaz geçin. Zira ancak zalimlere karşı
düşmanlık yapılır. Onlar da Allah'a ortak koşanlardır.
Âyette ifade edilen
"Zalime karşı düşmanlık" tan maksat, onun zulmüne dur demek ve karşı
koymaktır. Yoksa zalime cezasını verdikten sonra haksızlık yapmak değildir.
Buradaki "Zalim" ifadesinden maksat, Rebi' b. Ene.s ve
İkrimeye göre dememekte direnenlerdir.
Mücahide göre ise, Müslümanlara
karşı savaşanlardır. [216]
194-
Mukaddes olan haranı ay, mukaddes olan har ma ay'a karşılıktır. Haramların
ihlalinde kısas hükmü gcçeriİdir. Kİ m tecavüz ederse sîz de ona size yaptığı
tecavüzün aynısıyia mukabele edin. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah,
müttakiterle beraberdir.
Mukaddes olan haram
uy, mukaddes olan haram aya karşılıktır. Yani, müşriklerin, Hudeybiye
andlaşmasının yapıldığı yılda Umre yapmak için Mek-keye girmenize engel
oklukları mukaddes olan Zilkade ayı, ertesi yıl Umre me-nasikini eda ettiğiniz
Zilkade ayına karşılıktır. Haramların ihlalinde kısas hükmü geçerlidir.
Müşrikler size, mukaddes olan Mekkede, haram olan aylarda ve ihramlı iken
saklında bulunurlarsa siz de aynı şekilde karşılık verin. Müşriklerden kim
sizinle savaşırsa siz de onlara karşı, size yaptıkları kadarıyla savaşın.
Allah'ın haram kılmış olduğu şeylerde ve koyduğu hudutları aşmakta Allah'tan
sakının. Allah, farzlarını yerine getirip haram kıldığı şeylerden kaçınanlarla
beraberdir.
Ayet-i kelimede geçen:
"Mukaddes olan haram ay mukaddes olan haram aya karşılıktır."
ifadesinin, Hudeybiye yılına ve Hudeybiye andlaşma-sına işaret ettiği beyan
edilmektedir. Hicretin altıncı yılında yapılan Hudeybiye sulh andlaşmasından
önce Resuluİİah (s.a.v.)in ve müminlerin. Zilkade ayında Mekkeye girerek Umre
yapmalarına müşrikler engel olmuşlardı. Fakat bu sulh adkışmasından sonra
ertesi yıl yine Zilkade ayında Resuluİİah ve müminler Umrelerini yapmışlardır.
Böylece bir senenin Mukaddes ayında yapılmayan umre. ertesi yılın aynı ayında
yapılmıştır. İşte âyette geçen ve "Karşılıktır" diye tercüme edilen
"Kısas" kelimesinden maksat budur. Allah leala bu olaya işaretle
mümirilerin maneviyatını güçlendirmektedir.
Abdullah b. Abbas,
Mücahid, Katade, Miksem, Süddi, Dehhak, Rebi' b. enes bu âyeti bu şekilde izah
etmişlerdir.
Taberi de bu âyeti bu
şekilde tefsir etmiştir. Başka müfessirler ise bu âyetin mânâsının şöyle
okluğunu söylemişlerdir: "Mukaddes olan haram ay, mukaddes olan haram aya
karşılıktır. Bu ayların kudsiyeli ihlal edildiği takdid-de ihlal edenlere aynı
şekilde mukabele edilecektir, o halde bu aylarda sizinle savaştıkları takdirde
siz de onlarla savaşmaktan çekinmeyin." Ancak, bu izah şekline göre de
âyet-i kerimenin hükmünün ınensuh olduğu zikredilmiştir. Zira "Müşriklerle
haram aylarda savaşılmaz." diye bir hüküm kalmamıştır. Onlarla her yerde
ve her zaman savaşmak caizdir.
Abdullah b. Abbas, bu
âyet-i kerimenin Mekke'de nazil olduğunu bildirmiş ve özetle şunları
söylemiştir: "Bu âyet-i kerime nâzit olduğu zaman Müslümanların sayısı az
idi. Onların, müşrikleri ezecek güçleri yoktu. Bu sebeple müşrikler müsümanlara
sövüyorlar, onlara çeşitli işkencelerde bulunuyorlardı, işte bu esnada âyet-i
kerime üâzii oldu ve Allah teala müslümanlara, kendilerine saUIir.da
bulunanlara karşı aynen mukabele etmelerini veya sabredip affetmelerini
emretti. Fakat Resulullah Medine'ye hicret edip Allah onu güçlendirince bu
dönemde Allah teala müslümaniara, haksızlığa uğradıkları takdirde güçlerini
kullanmalarını, ancak cahillerin birbirlerine saldırdıkları gibi birbirlerine
saldırmamalarını emretti.
Mücahide göre ise bu
âyet-i kerime, Rcsulullah'a , Hudeybiye sulhu şartlarına göre umre yaptıktan
sonra Medine'de nazil olmuştur. Mânâsı ise: "Ey müminler, müşriklerden
kim size karşı savaşacak olursa siz de onların sizinle savaştıklar; gibi
onlarla savaşın." demektir.
Taberi diyor ki:
"bu âyeti kerimenin. Mücahidin dediği gibi Medine'de nazil olduğunu
söylemek daha doğrudur. Zira bundan önce ve sonra gelen âyetlerin cihad etmeyi
emrettiklerini, cihad etmenin ise hicretten sonra farz kılındığını, bu âyetin
de cihadın bir şeklini bildirdiğini kabul etmek daha isabetlidir. Ancak bu
âyetin de: "Bütün müşriklere karşı toplu halde savaşın." âyet-i
kerimesiyle ve benzeri âyetlerle neshedildiği muhakkaktır. O âyetlerden bazıları
da şunlardır:
"Kitap ehlinden,
Allah'a ve âhiret gününe imarı etmeyen, Allah'ın ve Peygamberinin haram
kıldığını haram saymayan ve hak din olun islam ı din cdinmcycnlcrlc, boyun eğip
kendi elleriyle cizye verinceye kadar sav-şın.
[217]Ey
iman edenler, çevrenizde bulunan kâfirlerle savaşın. Sizde
bir sertlik bulsunlar. Bilin ki Allah,
takva sahipleriyle beraberdir. [218]
195- Mallarınızı
Allah yolunda harcayın da kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın. İyilik
yapın. Şüphesiz ki Allah, iyilik yapanları sever.
Mallarınızı, Allah'ın
size gönderdiği dinin yücelmesi için harcayın. Kendinizi ellerinizle tehlikeye
atmayın. Yani Allah yolunda harcamayı terketme-yin. Yoksa azabı hak ederek
helak olursunuz. Farzları yerine getirmek, harcamalardan kaçınmak ve fakirlere
yardım etmekle iyilik yapın. Zira Allah iyilik yapanları sever.
* Âyet-i kerimede:
"Mallarınızı Allah yolunda harcayın." Duyurulmaktadır. Allah yolunda
maksat, "Müminleri, Allah'ın düşmanlarına karşı cihad etmeye götüren
yoldur.
Yine âyet-i kerimede:
"Kendinizi ellerinizle tçfcÜkeye atmayın." buyu-rulmaktadır.
Müfessirier âyetin bu ifadesini çeşitli şekillerde izah etmişîeruin
a-
Huzeyfetiü Yeman, Abdullah b. Abbas, Muhammed b. Kâ'b el-Kurezi, Mücahid,
Katade, Süddi, İkrime, Hasan-ı Basri, Atâ ve Dehkaka göre burada zikredilen:
"Kendinizi ellerinize tehlikeye atmayın." ifadesinden maksat,
"Allah yolunda harcamayı terkederek kendinizi ellerinizle tehlikeye
atmayın." demektir. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: "Buradaki
tehlike, kişinin Allah yolunda öldürülmesi değildir. Buradaki Tehlike, Allah
yolunda mal harcamamaktır." Sizden biriniz" "Harcayacağım bir
şey yok." demesin. Şayet kendisinde bir mızrak dahi bulunuyorsa onunla
Allah yolunda teçhizattansın."
b- İbn-i
Zeyde göre: "kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın." ifadesinden
maksat, Allah yolunda infaki bırakarak düşmanın karşısına hazırlıksız, azik-sız
ve güçsüz çıkmaktır. Buna göre azığı ve gücü bulunmayan insan, düşmanın
karşısına çıkarak kendisini tehlikeye atmamalıdır.
c- Bera b.
Âzib ve Ubeyde es-Selmaniye göre ise: "Kendinizi ellerinizle tehlikeye
atmayın." ifadesinden maksat, günah işleyen kişinin, Allah'ın rahmetinden
ümit kesmesidir. Buna göre bir insan günah işler de günahlarının affedilmez
olduğu kanaatına varacak olursa işte o kimse kendisini eliyle tehlikeye atmış
olur. Bu hususta bir adam Bera b. Âzib'e "Bir kişi bir tabur askere karşı
hücuma geçer de savaşırsa o kimse kendisini eliyle tehlikeye atmış olur
mu?" diye sormuş, Bera b. Âzib de: "Hayır olmaz. Fakat tehlike, bir
gühan işlemesi sonra da bu günahından tevbe etmesi halinde tevbesinin kabul
edilmeyeceğini söyme-sidir." demiştir.
d- Ebu
Ümrana göre ise "Kendinizi ellerinizle atmayın." ifadesinden maksat,
Allah yolunda cihad etmeyi terketmektir. Zira cihad etmeyenler, düşmanın
kuveetlenmesine ve kendilerine karşı saldırıya geçmesine sebep olurlar. Böylece
kendi kendilerini elleriyle tehlikeye atmış olurlar. Nitekim bu hususta Nüceym
kabilesinden İmranın babası Eşlem diyor ki:
"Biz, İstanbul'u
kuşatmıştık. Rumlar karşımıza büyük bir orduyla çıktılar. Biz müslümanlardan da
onlar kadar veya onlardan biraz daha fazla sayıda bir ordu oniann karşısına çıktı.
O dönemde Mısır halkının başında Ukbe b. Amir, ordunun başında da Fadele b.
Ubeyd bulunuyordu. Müslümanlardan bir kişi Rum birliklerine hamle yaparak
içlerine daldı. Bunu gören müslümanar: "Süb-hanallah, bu adam kendisini
eliyle tehlikeye atıyor." dediler. Bunun üzerine Ebu Eyyub el-Ensari ayağa
kalktı ve şöyle dedi: "Ey insanlar, siz bu ayeti bu şekilde mi
yorumluyorsunuz? Şüphesiz ki bu ayet, biz, Ensar topluluğu hakkında nazil
olmuştur. Allah teala İslamı aziz kılıp onun yardımcılarını çoğaltınca, bizler,
Resulullah'ın bulunmadığı bir yerde birbirimizle gizli olarak şöyle konuştuk:
"Biz, mallarımızı kaybettik. Şüphesiz ki Allah, îslamı aziz kıldı ve onun
yardımcılarını artırdı. Biz artık mallarımızın başında durup ta
kaybettiklerimizi tekrar elde etmeye çalışsak acaba nasıl olur? "Bunun
üzerine Allah teala, bize cevap olmak üzere Peygamberine; "Mallarınızı
Allah yolunda harcayın da kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın."
âyetini indirdi. Böylece asıl tehlikenin, malların başından ayrılmamak, onları
çoğaltmaya çalışmak ve cihadı terket-mek olduğu ortaya çıktı."
Eşlem diyor ki:
"Ebu Eyyub el-Ensari, Allah yolunda cihada devam etti ve orada ölerek Rum
topraklarına defnedildi." [219]
Taberi diyor ki:
"Bana göre "Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın" ifadesinin
izahında ileri sürülen görüşlerden doğru olanı: Âyet-i kerimeyi şu ş6kil-de
izah edenidir: "Siz, mallarınızı, sizin için şeriat kıldığım dininizi
yüceltmek ve kuvvetlendirmek yolunda harcayın. Bu da, inkarcılık uğrunda size
karşı düşmanlık ilan etmiş olanlara karşı cihad etme yolunda harcamanızla
olur. Kendinizi tehlikelere teslim etmeyin. Yularınızı, sizi tehlikeye
götürecek şeylerin eline vermeyin." Taberi sözlerine devamla diyor ki:
"Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın." ifadesi, "Kendinizi
tehlikeye teslim etmeyin." şeklinde genel bir anlamda alındığı takdirde,
gerektiği halde Allah yolunda infak etmemek, tehlikeye teslim olmak demektir.
Zira bu, Allah'ın emrettiği bir farizayı yerine getirmemektir. Çünkü Allah
teala, kendilerine zekat verilecek sekiz sınıfı belirtirken bu sınıflardan
birinin de, Allah yolunda harcamak olduğunu beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Zekât, Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, yoksullara, zekatı
toplayan memurlara, kalbleri îsiama ısındırılmak istenenlere, borçlulara, Allah
yolunda cihad edenlere ve yolda kalanlara verilir. Şüphesiz Allah, her şeyi çok
iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. [220]
Yine Allah'ın rahmetinden ümit kesen günahkâr da kendisini tehlikeye teslim
etmiş olur. Zira Allah teala, rahmetinden ümit kesmeyi yasaklayarak şöyle
buyurmuştur: "Ey oğullarım gidin Yusuf u ve kardeşini iyice arayın.
Allah'ın merhametinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah'ın merhametinden ancak
kâfir bir kavim ümidini [221]
Keza) müşriklere karşı cihad gerektiği halde onu terkeden de, üzerine farz olan
bir emri terkettiğinden kendisini tehlikeye teslim etmiş olur. Âyet-i kerime
bütün bu ihtimalleri kapsar mahiyette olduğuna göre onu bu ihtimallerden sadece
birine yorumlamak doğru değildir. Âyeti: "Allah'ın emirlerini terke-derek
kendinizi onun azabına düşürmeyen." şeklinde izah etmek daha isabetli
olur. Bununla beraber Allah'ın emirlerinden ilk hatıra gelen, mallan Allah
yolunda harcamaktır. Tehlikeye düşmekten ilk hatıra gelen de malları Allah yolunda
harcamaktır.
Ebu İshaka göre âyette
geçen "İyilik yapın" ifadesinden maksat, "Allahın size farz
kıldığı şeyleri yerine getirin." demektir.
İkrimeye göre, bundan
maksat,"Allah'a karşı hüsn-i zamla bulunun." demektir. İbn-i Zeyde'
göre ise "muhtaçlara yardım ederek iyilikte bulunun" demektir. [222]
196- Haccı
ve Umreyi Allah içirt tamamlayın. Eğer Hacdan men oiu-nursanız, size gücünü/ün
yettiği bir kurban gerekir. Kurban yerinc^ar-madan başınızı tıraş etmeyin.
Sizden kim hasta olur veya başında bir rahatsızlık bulunursa tıraş olabilir ve
bunun için, oruç tutmak veya sadaka vermek veya kurban kesmek suretiyle fidye
verir. Eğer emniyet içindeyseniz, Hac zamanına kadar Umre yapana, gücünün
yettiği bir kurban gerekir. Kurban bulamayan kimseye, Hac sırasında üc gün,
döndüğünüzden sonra da yedi gün oruç tutması gerekir. Bu tam on gündür. Bu
hüküm, ailesi Mescid-i Haram çevresinde oturmayan kimse içindir. Allah'tan korkun
ve bilin ki Allah, cezası çok şiddetli olandır.
Allah'ın emrettiği
gibi ve onun rızasını kazanmak için Haccı bütün farz ve sünnetleriyle. Umre1 yi
de bütün hüküm ve sünnetleriyle tamamlayın. Eğer hapis, düşman korkusu ve
hastalık gibi bir sebeple engellenir de Kâbeye ulaşa-mazsanız, ihramdan çıkmak
için, gücünüzün yettiği bir kurban kesmeniz gerekir. Bu kurban yerine varmadan
başınızı tıraş etmeyin. Sizden kim, bir hastalık veya baş ağrısı yahut herhangi
bir haşereden dolayı başını tıraş etme zorunda kalırsa bunun için ceza ve fidye
olarak üç gün oruç tutması yahut her fakir için yanm sa' ölçüsüyle altı fakiri
doyurması yahut da bir koyun kurban etmesi gerekir. Başını tıraş etme zorunda
kalan bu kişi, bunlardan istediğini yapmakta serbesttir. Eğer korkudan emin
olmuş veya hastalığınız geçmişse ve Umreyi yaptıktan sonra Hac gününe kadar
ihramdan çıkmışsanız en az bir koyun kurban etmeniz gerekir. Bu halde kim
kurban bulamazsa, üç gün Hac sırasında, yedi gün de memleketine döndüğü zaman
oruç tutar. Kurban bulamadığınız takdirde tutacağınız orucun sayısı böylece on
gün eder. Bu hüküm, Hareme yakın okiuklan için namazı seferi olarak değil de
tam kılan kişiler için söz konusu değildir. Ailesi, Mescid-i Haram çevresinde
oturmayanlar içindir. Allahm emirlerine itaat edip yasaklarından kaçınarak
ondan korkun ve kesin olarak bilin ki, Allanın, yasaklarına uymayanlara karşı
cezası pek şiddetlidir.
* Bu âyet-i kerimede
Hacla ilgili çeşitli hükümler zikredilmektedir. Bunları ayrı ayn izah etmek
faydalı olacaktır. Önce kısaca Hac ve Umre ile ilgili bazı açıklamalar verip
sonra da âyetin bölüm bölüm izahını görelim:
HAC: Belirli zamanda,
Arafatta vakfe yaparak Kâbeyi ziyaret edip diğer menasiki eda etmektir.
UMRE: Belli bir vakte
bağlı olmaksızın, usulüne göre ihrama girdikten sonra Kâbeyi tavaf edip Safa
ile Merve arasında sa'y etmekten ibarettir. Tavaf ve Sa'y den sonra tıraş
olarak ihramdan çıkılır. Böylece Umre tamamlanmış dur. [223]
Hacca İfrat: Hacc-ı
İfrat, Umresiz yapılan Hacdır. Hac ayları içinde Hacdan önce umre yapmaksızın
sadece Hac menasikini eda edenler Hacc-ı İfrat yapmış olurlar. Hacc-ı ifrat
yapmak üzere sadece Hac niyetiyle ihrama girenler, Hac menasiki sona ermeden
ihramdan çıkamazlar. Bunlann, Hac esnasında şükür kurbanı kesmeleri vacip
değildir.
Hacc-I Kıran: Hacc-ı
Kıran, hac ve Umreye aynı zamanda niyetlenip ikisini bir ihramda birleştirerek
yapılan hacdır. İhrama girerken Umre ve Haccm her ikisine de niyet ederek Hac
ayları içinde Önce Umre yapıp ihramdan çıkmadan Hac menasikini eda eden kimse
Hacc-ı kıran yapmış olur. Hacc-ı kıran yapanların tıraş olup ihramdan çıkmadan
şükür kurbanı kesmeleri vaciptir.
Hacc-I Temettü: Aynı
yılın Hac aylan içnde Umre ve Haccı ayrı ayrı niyet ve ihramlarla eda etmektir.
Hac aylan içinde usulüne göre Umre yapıp ihramdan çıktıktan sonra Hac
günlerinde yeniden ihramlanarak Hac menasikini eda eden kimseler Hacc-ı
Temettü yapmış olurlar. Hacc-ı Temettü yapacak olanlar, mikatta umre için
ihrama girerler. Umreyi yaptıktan sonra tıraş olupih-ramdan çıkarlar. Terviye
gününe kadar Mekkede ihramsız olarak beklerler. Ter-viye günü Hac niyetiyle Mekke'de
yeniden ihrama girerek Hac menasikini eda ederler. Hacc-ı Temettü yapanların,
Hacdan sonra tıraş olup ihramdan çıkmadan şükür kurbanı kesmeleri vaciptir.
Bu Hac şekillerinin
hangisinin daha faziletli olduğu hususunda çeşitli görüşler vardır: Ebu Hanifeye
göre, bunlardan en faziletlisi, Hacc-ı Kıran sonra Hacc-ı İfrat sonra Hacc-ı
Temuttudur. Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre ise bunların en faziletlisi, Hacc-ı
Kıran sonra Hacc-ı Temettü sonra Hacc-ı İfrattır. İmam Şafnye göre ise bunların
en faziletlisi, Hacc-ı ifrat sonra Hacc-ı Temettü sonra Hacc-ı Kırandır. Ancak
Şafüye göre Hacc-ı ifratta da Umre yapmak lazımdır.
Ayet-i kerimenin
başında: "Haccı ve Umreyi Allah için tamamlayın."
buyurulmaktadır.
Müfessirler bu ifadeyi çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.
a- Alkame,
İbrahim en-Nehai, Abdullah b. Abbas, Mücahid ve Rebi' b. Enes'ten nakledilen
bir rivayete göre, onlar âyetin bu bölümünü şöyle izah etmişlerdir: "Ey
müminler, sizler Haccı bütün menasik ve sünnetler iyi e, Umreyi de tayin edilen
şekli ve sünnetleriyle eda edin. Her ikisini de Beytullah'ı tavaf ederek
tamamlayın."
b- Hz. Ali,
Said b. Cübeyr ve Tavus ise: "Burada zikredilen "Haccı ve Umreyi
tamamlayın." ifadesinden maksat kişinin Hac ye Umreden her biri için
ailesinin bulunduğu evinden başlamak üzere ayrı ayrı ihrama girmesidir."
demişlerdir.
c- Katade ve
Kasım b. Muhammed'den nakledilen başka bir görüşe göre burada zikredilen
"Haccı ve Umreyi tamamlayın" ifadesinden maksat, Umrenin tek basma,
hac aylan dışında yapılması, Haccın da tek başına bütün menasikiyle yerine
getirilmesi ve Hacc-ı Kıran veya Temettudan doğan kurban kesmenin gerekli
olmamasıdır. Bunlara göre Hac aylarında yapılan Umre tam Umre sayıl- • maz.
Buna Hacc-ı Temettü denir.
d- Süfyan es-Sevriden
nakledilen başka bir görüşe göre burada zikredilen "Haccı ve Umreyi
tamamlayın" ifadesinden maksat, Hac ve Umre yayan kimsenin, ailesinden
sırf bunları yapmak üzere ayrılıp yola çıkmasıdır. Bunları yapmakla birlikte
ticaret veya bir ihtiyacı gidermek gibi başka bir maksat güden insan Hac ve
Umresini tam yapmış olamaz.
e- İbn-i
Zeydden nakledilen diğer bir görüşe göre "Haccı ve Umreyi
ta-mamlamak"tan maksat, bunlara başladıktan sonra bırakmadan bitirmektir.
Müfessirler, Haccın
farz olduğu hakkında ittifak etmişler: "Oraya gitmeye gücü yeten herkese,
Allah için Kâbeyi haccetmek farzdır. [224]
âyetine dayanarak Haccın farz olduğu hakkında ittifak etmişler ancak Umre'nin
farz mı yoksa sünnet mi olduğu hakkında iki görüş zikretmişlerdir.
1- Bir kısım
müfessirlere göre Hac gibi Umre yapmak ta farzdır. Bu görüş, Ebu Bürde,
Mesruk, süddi, Şa'bi ve Hz. Ali'den nakledilmiştir. Onlar, görüşlerine delil
olarak "Haccı ve Umreyi Allah için tamamlayın" hayetini zikretmişlerdir.
Çünkü bunlara göre "Tamamlayın" ifadesinden maksat, '"terine
getirin, ayakta tutun." demektir. Bu ifade namaz için kullanıldığında
nasıl ki namazın farz olduğunu beyan ediyorsa Hac ve Umre için kullanıldığında
onların her kanaatine vardıkları
şu hadislerin de Umre'nin farz okluğunu gösterdiklerini söylemişlerdir.
Ebul müntefik diyor
ki: "Ben, Arafatta Resulüllah'ın yanına varıp ona yaklaştım. Öyle ki benim
bineğimin boynuyla onun bineğinin boynu yan yana gelmişti. Biri diğerinden daha
öndeydi. Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, sen bana, beni Allah'ın azabından
kurtaracak ve beni cennete koyacak bir ameli bildir." Resulullah da
buyurdu ki: "Allah'a kullak et hiçbir şeyi ona ortak koşma, Farz olan
namazı kıl, farz olan zekâtı ver, Hac yap ve Umre yap. [225]
Ebu Rezin diyor ki:
"Dedim ki:
"Ey Allah'ın Resulü, babam yaşlı bir ihtiyar. Hac ve Umre yapmaya,
yolculukta bulunmaya gücü yetmiyor. "Resulullah buyurdu ki:
"Ba-babnın yerine Hac ve Umre yap. [226]
Ebu Kılade,
Resulüllah'ın, hutbe okurken şunları .söylediğini zikretmiştir: "Allah'a
kulluk edin ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Zekatı verin, Hac ya-pm.Umre yapın,
doğru olun, size de doğru davramlsın."
2- Diğer bir
kısım müfessirler ise Umre'nin farz olmayıp nafile bir ibadet olduğunu
"Haccı ve Umreyi Allah için tamamlayın." âyet-i kerimesinin Umrenin
farziyetini ifade etmediğini söylemişlerdir. Ancak bir insanın Umre'ye başladıktan
sonra onu bitirmeden bırakacak olursa onu tamamlama mecburiyetinde olduğunu
söylemişlerdir. Bu görüş, Abdullah b. Mes'ud İbrahim en-Nehat ve Şa'bi gibi
âlimlerden rivayet edilmiştir. Her ne kadar Şa'biden bir önceki görüş te
rivayet edilmişse de bu görüşte olduğunu söylemek, tercihe şayan olanıdır.
Taberi de bu görüşü tercih etmiş. Umre hakkında ihtilaf edilmesine rağmen,
farziyetini iddia edenlerin kesin delilleri bulunmadığını, bir kısım zayıf
senetli hadislerle Umre'nin farz olduğunu söylemenin doğru olmayacağım
bildirmiş, ayrıca Umre'nin bir nafile ibadet olduğunu belirten şu gibi
hadislerin bulunduaynca Umre'nin bir nafile ibadet olduğunu belirten şu gibi
hadislerin bulundu ğunu da zikretmiştir.
Cabir b. Abdullah
diyor ki:
"Resulullah
(s.a.v.)den, Umre hakkında "O farz
mıdır?" diye soruldu. Resulullah da: "Hayır fakat Umre yapmanız daha
cfdaldir." buyurdu, [227]
Talha b. Ubeydullah
diyor ki:
"Resulullah
buyurdu ki: "Hac cihaddır Umre ise nafile. [228]
Ayet-i kerimede:
"Eğer Hac'dan men olunursanız size gücünüzün yettiği bir kurban
gerekir." buyurulmaktadir. Âyetin bu bölümünde geçen ve "Haccdan men
olunmak" diye tercüme edilen ifadesinden neyin kastedildiğini ve Hac'dan
men olunmanın, ne şekilde olduğu takdirde kurban kesmek icabettiği hakkında
müfessirler iki görüş zikretmişlerdir:
1- Mücahid, Ata, Katade, Urve, İbrahim en-Nehai
ve Abdullah b. Ab-bas'tan nakledilen bir görüşe göre burada, insanları Hac
yapmaktan alıkoyan ve kurban kesmelerini gerektiren engelden maksat, aslında
insan eliyle olmayan hastalık, bineğinin veya kendisinin sakatlanması, düşman
korkusu vb. engellerdir. Ancak düşmanın fiilen engel olması ve herhangi bir
kişinin diğerini hapsetmesi de kıyas yoluyla bu engellerden sayılmıştır. Yani
bunlara göre netice itibariyle Hac yapmak isteyen insanı Hacdan alıkoyan her
türlü engel bu âyette zikredilen engele dahildir. Herhangi bir engelle
karşılaşıp ta Hac yapamayan kimse kurban gönderip yerinde kestirdikten sonra
ihramdan çıkabilir. Bu görüşte olan âlimler demişlerdir ki: kelimesinin asıl
mânâsı, insana engel olan hastalık vb. şeylerdir. Düşmanın zorla engel olmasına
ise değil denir. Bununla birlikte düşmanın engel olması da, kişiyi Hacdan
alıkoyması dolayısiyle sayılmıştır."
2- Yine
Abdullah b. Abbas ve İmam Mâlikten nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette
zikredilen, Hacca engel olan ve kurban kesmeyi gerektiren engelden maksat,
insan gücüyle ortaya çıkan bir engeldir. Düşmanın engel olması veya herhangibir
kişinin başkasını hapsedip tutması gibi bir engelle karşılaşan Hacı adayı,
gücünün yettiği bir kurbanı gönderip yerinde kestirdikten sonra ihramdan çıkar.
Bu görüşte olanlara göre hastalık, yaralanma ve bir yerin kırılması gibi
bedeni arızalar bu âyette zikredilen Haccm engellerinden sayılmazlar. Bunlar,
görüşlerine delil olarak bu âyet-i kerimenin, Resulullah'ın Hudeybiye'de Umre
yapmasına engel olunması üzerine nazil olmasını delil göstermişlerdir. Zira
Resulullah herhangi bir korku veya hastalık yahut bir âfet yüzünden değil
bizzat Kureyş müşrikleri tarafından insan gücüyle engellenmiştir. Bu da âyet-i
kerimede olarak zikredilmiştir. Bu itibarla hastalık vb. şeyler sayılmaz. Bu
gibi hallere maruz kalanlar ihramdan çıkmak için gereğini yapar ve ihramdan
çıkarlar.
Taberi birinci görüşü
tercih etmiş ve Özetle şunları söylemiştir: Âyette zikredilen engel her ne
kadar düşmanın dışındaki engeller ise de düşman engeli de düşman engeli de
kıyas yoluyla bu gibi engellerden sayılır. Bu itibarla Hacca gitmekte olan
kimse^düşman korkusu, hastalık, âfet ve bizzat düşmanın veya herhangi bir
insanın engeî olmasıyla karşılaşacak olursa gücünün yettiği bir kurbanı
göndererek yerinde kestirir ve ihramdan çıkar.
Bu hususta mezheplerin
görüşleri de şöyle özetlenmiştir:
a- Ebu
Hanifeye göre, Hac yapmaya düşman engel olabileceği gibi, hastalık, acizlik,
sakatlık ve yol şaşırma gibi şeyler de engel teşkil edibilir. Böyle bir engelle
karşılaşan kişi, Haccını eda edemezse kurban kesip ihramdan çıkar ve gelecek
Hac mevsiminde Haccını eda eder. Bu hususta Peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
"Kimin bir yeri
kırılır veya sakat olur da ihramdan çıkmak zorunda kalırsa ertesi yıl ona Hac
yapmak gerekir. [229]
b- İmam
Şafii, İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise Hac yapana, sadece düşmanın
mani olması engel sayılır. Hastalık, sakatlık ve yol şaşırma gibi haller Hacca
engel teşkil etmez. Bunlara maruz kalan kişi bu sebepler ortadan kalkıncaya
kadar ihramh olarak sabretmeli ve bunlar ortadan kalkınca Haccını
tamamlamalıdır.
Bu görüş, Abdullah
b/Abbas ve Abdullah b. Ömer'den rivayet edilmektedir. Ancak bunlara göre
ihrama girerken: "Herhangi bir engelle karşılaştığım takdirde ihramdan
çıkacağım." diye niyet eden kişi müstesnadır. Böyle diyen bir
kimse kurban kesip ihramdan çıkabilir. Ve
Haccını gelecek mevsimde eda eder. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki:
"Zübeyirin kızı
Dubae Resulullah (s.a.v.)e geldi ve : "Ey Allah'ın Resulü, ben bu sene Hac
yapmak istiyorum, (fakat mazeretim var) buna dair bir şart koşayım mı?"
dedi. Resulullah buyurdu ki: "Evet." Dubae "Ne diyeyim?"
diye sordu. Resulullah buyurdu ki: "Lebbcyk AHahümme Lebbcyk, ey Allah'ım,
nerede benim Hac yapmama bir engel yaratırsan orada ben ihramdan çıkmış
olayım." [230]
Miifessirler, bu
âyette zikredilen "Gücünüzün yettiği kurban" ifadesinden nasıl bir
kurbanın kastedildiği hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir:
a- Abdullah
b. Abbas, Hasan-ı Basri, Katade, Atâ, Süddi, Alkame, İbrahim en-Nehai, İmam
Mâlik ve Hz. Aliye göre burada zikredilen Kurban'dan maksat, koyundur.
b- Abdullah
b. Abbastan nakledilen ikinci bir görüşe göre burada zikredilen kurban'dan
maksat, koyun, koç, keçi, teke, inek, öküz, dişi deve, erkek deve'den herhangi
biridir. Bir koyun kesmekle yetini lebi Ieceği gibi büyüğünü kesmek daha
evladır.
c- Hz.
Ömer'in oğlu Abdullah, Hz. Aişe, Tavus, Mücahid ve Urve b. Zü-beyrden;
nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen kurban'dan maksat Deve
ve sığırdır. Âyetteki "Kolayınıza gelen" ifadesinden maksat,
"Deve ve sığırdan kolayınıza gelen" demektir. Yani, deve ve sığırdan
değeri daha düşük olanları kurban edebilir." demektir.
Taberi birinci görüşü
tercih etmiş "Kolayınıza gelen bir kurban gerekir." ifadesindeki
kurban'dan maksadın koyun olduğunu söylemiştir. Zira âyette "Kurban"
kelimesi "Hediye" olarak ifade edilmiştir. Hediye ise aslında hediye
etmek isteyen kimsenin hür türlü hediyesini kapsar. Ancak Allah teala, kurban
olacak hediyelerin belli sınıf hayvanlardan olacağını beyan ettiğinden o hayvanlardan
hediye sunulur. Hediye edene bu hayvanlardan en kolay gelecek olanı ise
koyundur.
Âyet-i kerimede:
"Kurban yerine varmadan başınızı tıraş etmeyin."
buyurulmaktadır.
Müfessirler bu âyette zikredilen "Kurbanın yerinin" neresi olduğu
hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
a- "Hac
için engel ancak düşman engelidir." diyenler, "Kurbanın yerinin
düşmanın engellediği yer olduğunu söylemişlerdir. Buranın, Haram bölgesi veya
Harem dışı olması farketmez. Nitekim Resulullah (s.a.v.) Umre yapmak için yola
çıktığında Kureyş müşrikleri Hudeybiyede Resulullah'ın önüne çıkmışlar ve onun
Umre yapmasına engel olmuşlardır. Resulullah Hudeybiye sulhunu yaptıktan sonra
kurbanını orada kesmiş, tıraş olup ihramdan çıkmış, sahabileri-ne de aynı şeyi
yapmalarını emretmiştir. Hudeybiye Harem bölgesi olmadığı halde kurbanların
orada kesilmesi göstermiştir ki önemli olan kurbanların, kendilerinden
faydalanılacak yerde kesilmeleridir. Orasının Harem bölgesi veya Harem dışı bir
yer olması önemli değildir. Kurban, düşmanın,engel olduğu yerde kesilir.
Âyette zikredilen "Kurba'nın ycri"inden maksat, kesilen kurbanların
etlerinin yendiği ve kendilerinden fayda sağlanan yerdir. Nitekim
Resulul-lah'tan, bu görüşün doğru olduğunu göstererî şu hadis-i şerif rivayet
edilmiştir:
Ümmü Atıyye el-Ensari
diyor ki:
"Bir gün
Resulullah Hz. Aişe'nin yanına girdi ve ona " (Yiyecek) bir şeyiniz var
mı?" dedi. Hz. aişe: "Hayır yok. aneka senin Nüseybeye gönderdiğin
sadaka koyundan onun bize gönderdiği bir parça et var." dedi. Bunun
üzerine Resulullah: "Şüphesiz ki o sadaka yerine ulaşmıştı." buyurdu. [231]Yani
Resulullah "Sadaka yerine ulaştı." derken "Sadaka kendisinden
faydalanacak kişiye verildi o da ondan bir miktar hediye etti." demek
istemiştir. Âyet-i kerimede de "Kurbanların yerine varması" ifadesi
bu anlamdadır.
Bu görüşte olan
âlimler, ihrama girmiş olan bir insanın, düşmanın engellemesi dışında herhangi
bir sebepten dolayı Haccını veya Umre'sini yerine getirememesi halinde Kâbeyi
tavaf etmedikçe ve Safa ile Merve arasında sa'y yapmadıkça ihramdan
çıkamayacağını söylemişlerdir. Zira bunlar, hastalık, sakatlanma vb. şeyleri
Hacca engel olan şeyler saymamışlar, dolayısıyle böyle olan kişilerin kurban
keserek ihramdan çıkabileceklerini kabul etmemişlerdir. Bu göengellemesi sonucu
kurban keserek ihramdan çıkan kişinin Hac veya umre'sini kaza etmesi gerekmez.
Ancak farz olan Hac bunun dışındadır.
b- Diğer bir
kısım âlimlere göre ise, herhangi bir sebeple Haccı yapamayan ihramh kişi, bu
ihramından, kurbanını harem bölgesinde kestirerek çıkabilir. Bunlara göre Hac
yolunda hastalanan veya bir yeri kınlan yahut düşman tarafından engellenen
insan, yanında bulunuyorsa kurbanını gönderir yoksa kurbanının değerini
gönderip kurban aldırır ve harem bölgesinde kesilmesini ister. Ancak kurban
kesildikten sonra ihramdan çıkabilir. Bu görüş Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b.
Abbas. Ata, Süddi vb. âlimlerden nakledilmiştir. Bu görüşte olan âlimler,
Hudeybiye hadisesinde Resulullah'ın, kurbanları harem bölgesi dışında
kestiğinin kesin olmadığını , Naciye b. Cündeb el-Esleminin, Resulullah'ın
kurbanını alıp götürerek Harem bölgesinde kestiğini söylediğini bu nedenle
kurbanların harem bölgesi dışında kesildiğini bildiren haberin kesinlik ifade
etmediğini, nitekim Abdullah b. Mes'udun da benzer bir hadisede kurbanı harem
bölgesi dışında kesmeyi kabul etmediğini söylemişlerdir.
Bu hususta Abdurrahman
b, Yezid diyor ki: "Amr b. Said en-Nehai Umre için ihrama girdi.
"Zatüşşükuk" denen yere varınca kentlisini yılan soktu. Arkadaşları
yola çıkıp insanları gözetliyorlardı. Bir de baktılar ki Abdullah b. Mes'ud
geliyor. Olayı kendisine anlattılar. O da: İşınlan kişi bir kurban göndersin.
Aranızda belli bir gün tesbit edin kurban kesilince o ihramdan çıksın. Ancak o
kişinin, Umre'sini kaza etmesi gerekir." dedi.
Başka bir rivayette
ise, Abdurrahman b. Yezid olayı şöyle anlatmaktadır: "Biz, umre için
ihramı giyip yola çıkmıştık. İçimizde Esved b.Yezid de bulunuyordu. Biz,
"Zatüşşükuk" denen yere gelip konaklayınca, içimizden bir arkadaşımızı
yılan soktu. O, bundan dolayı çok sıkıntıya düştü. Ne yapacağımızı bilemez
olduk. Bazı arkaduşlanmız yola çıktılar. Bir de baktık ki içlerinde Abdullah
b. Mes'udun da bulunduğu bir kervan geliyor. Ona eledik ki: "Ey Ebu Abdurrahman,
bizden birini yılan soktu. Şimdi onun durumu ne olacak? Abdullah b. Mes'ud dedi
ki: "O, sizinle birlikte bir kurban değeri göndersin. Siz, aranızda belli
bir gün tayin edin. Kurbanın kesildiği gün o ihramdan çıksın. Ancak gelecek
yıl Umre'sini kaza etsin."
c- Diğer bir
kısım müfessirler ise bu âyeti şu şekilde izah etmişlerdir: "Ey müminler,
şayet sizler. Hac için ihrama girer de bir hastalık veya düşman korkusu
sebebiyle Haccınızı devam ettiremez ve Arafatta vakfeye dunnayı kaçıracak
olursanız size Haccınızı yapamayışınıza karşılık kolayınıza gelen bir kurban
gerekir. Aynca eda edemediğiniz haccı da kaza etmeniz gerekir." Bu görüşte
olan âlimlere göre gerek hastalık gerekse herhangi bir sebepten dolayı Hac yapamayan
insanların, sonradan Haccın menasikinî yapabilecek güce sahip olmaları halinde
haclannı mutlaka yapmalım gerekir. Arafatta vakfeye dunnayı kaçılan halinde
haclarını mutlaka yapmaları gerekir. Arafatta vakfeye durmayı kaçı-nriarsa onun
için bir kurban keserler. Fakat bununla ihramdan çıkamazlar, İhramdan
çıkabilmeleri için Kâbeyi tavaf etmeleri ve Safa ile Merve arasında sa'y
etmeleri şarttır. Ertesi yıl Haclarını da kaza ederler. Bu görüşte olan
âlimlere göre, Umrede ihsar (Umre'nin engellenmesi) diye bir şey söz konusu değildir.
Çünkü Umre her zaman yapılabilir. Umre yapan kimse bu âyet~i kerimenin ifadesine
dahil değildir. Umre yapan kimsenin böyle bir engelle karşılaştığı zaman,
Umre'sinin geriye kalan menasikini yapmasıyla ihramdan çıkabilir. Bu görüşte
olan âlimler, düşmanın engel olması durumunda, hastalık halinde de olduğu
gibi, ihramlı kişinin, ihramından çıkabilmesi için mutlaka tavaf ve sa'y yapmasının
gerekîi olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir:
a-
Bazılarına göre, artık bugün tavaf ve sa'y yapmadan önce ihramdan çıkmayı caiz
kılacak bir düşman engelinin olmayacağını söylemişlerdir. Bunlar,
"Herhangi bir hastalık böyle bir engel sayılamayacağı gibi artık bugünden
sonra herhangi bir düşman engeli de sözkonusu olmaz." demişlerdir. Bu
görüş, Abdullah b. Abbas ve Hz. Aişeden nakledilmiştir.
b- Diğer bir
kısım müfessirler ise "Düşmanın Hacca engel olması, bugün de geçerlidir.
Bugünden sonra da olabilecektir." demişlerdir. Bu görüş, Abdullah b.
Ömer'den nakledilmiştir. Bu hususta, Abdullah b. Ömer'in şunları söylediği
rivayet edilmektedir: "Kim, Hac için ihrama girer de, Haccina devam etmesine
düşman korkusu veya bir hastalık, yahut kendisini taşıyan binek veya benzeri
bir şey engel olacak olursa o, bu engelden dolayı kendisi için gerekli olan her
şeyi yapabilir. Ancak, hanımına yaklaşmak ve koku sürmek helal olmaz. O, bu
engelden dolayı, Allah'ın, kendisine emrettiği oruç veya sadaka yahut kurban
kesme fidyelerinden birini yerine getirir. Şayet engellenmiş halde, Haccın
bütün menasikini veya Arafatta vakfeye durmayı kaçıracak olursa artık Haccı
geçmiş olur. O, haccını Umre'ye çevirir. Mekke'ye gider. Kâbeyi tavaf eder.
Safa ile Merve arasında sa'y eder. Yanında kurbanı varsa Mekke'de, Mescid-i
Harama yakın bir yerde onu keser. Sonra tıraş olur veya saçını kısaltır. İşte
bundan sonra o kişiye, hanımına yaklaşmak, koku sürmek ve diğer şeyler helal
olur. Bu kişinin, ertesi yıl Hac yapması bir de kolayına gelen bir kurban
kesmesi gerekir.
Taberi diyor ki:
"Bu âyet-i kerimenin tefsirinde zikredilen görüşlerden daha doğru olanı,
şöyle söyleyen görüştür: "Herhangi bir insan, ister Umre yapmak için
isterse Hac yapmak için ihrama girecek olur da Haccını veya Umre'si-ni yerine
getirmesine bir düşman, hastalık yahut benzeri bir şey engel olacak olursa o
kimse, engellendiği yerde, kolayına gelen bir kurban keser, ihramdan çıkar ve
Haccını veya Umresini imkân bulduğunda kaza eder. Kurbanın kesildiği yerin,
Harem bölgesi olması şart değildir. Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Bu
görüşün doğru oluşunun sebebi şu hadisenin Resuluüah'tan tevatür yoluyla
nakledilmiş olmasıdır. Resulullah ve sahabileri, Umre yapmak maksadıyla
ihmüşrikleri tarafından engellenmişlerdir. Hem Resulullah hem de sahibileri kurbanlarını
orada kesmişler ve Kâbeye gidip tavaf etmeden ihramlarından çıkmışlar, ertesi
yıl ise tekrar ihrama girerek Umrelerini kaza etmişlerdir. Hiçbir siyer âlimi
veya diğer âlimler Resulullah'ın ve sahabilerinin Hudeybiye hadisesinde Kâbeyi
tavaf etmeden ve Safa ile Merve arasında sa'y yapmadan ihramdan çıkmadıklarını
iddia etmemiştir. Amellerin en iyisi de Resulullah'a tabi olunarak yapılan amel
olduğuna göre ihtilaf edilen bu meselede, tercihe şayan olan görüş, bizim
zikrettiğimiz görüştür.
Her ne kadar bu olay,
sadece Umre'nin kaza edildiğini ifade ediyorsa da, herhangi bir engelden dolayı
Hac için ihrama girenin Haccım eda edememesi halinde onun da Haccım kaza etmesi
gerektiği şu hadisten, anlaşılmaktadır; Haccac b. Amr el-Ensari diyor ki:
"Resulullah şöyle
buyurdu: "Kimin bir yeri kırılır veya sakatlanacak olursa o kimse ihramdan
çıkar ve ertesi yıl Haccetmek onun üzerine bir borçtur." îkrime diyor ki:
"Ben, Abdullah b. Abbas ve Ebu Hureyreden bu hadisi sordum. Onlar da:
"Haccac b. Amr doğru söylüyor." dediler[232]
Taberi sözlerine
devamla diyor ki: "Nafile bir Hac yapmak için ihrama giren kimse, düşman
engelinden dolayı ihramından çıkacak olursa ona haccım kaza etmek gerekmez.
Düşman engeli dışında hastalık gibi herhangi bir şeyden dolayı ihramdan çıkacak
olursa onun, Haccım kaza etmesi gerekir." diyen kimselere denir ki:
"Her ikisi de ihramdan çıktığı halde birisinin, haccım kaza etmekle
mükellef olduğuna, diğerinin ise Haccım kaza etmekle mükellef olmadığına
hükmetmenizin sebebi nedir? Şayet derlerse ki: "Âyet-i kerimenin nüzul
sebebi, düşmanın engel olmasıdır. Bunun için âyetin hükmü bu engelle tahsis
edilmiştir." Cevaben denilir ki: "Diğer engelleri, düşman engeline
kıyaslamaya mani olan nedir?" Zira her ikisinde de illet benzerliği
vardır. O da Haccın eda edilmesine engel olunmasıdır."
Taberi diyor ki:
"Umrede engel diye bir şey yoktur, sadece Hacda engel olabilir"
diyenlere cevaben denilir ki, "Sizler, Resulullahın Umre yapma yolunda
engellendiğini ve engelden dolayı ihramdan çıktığını bilmiyor musunuz? O
halde.mrede engel diye birşey yoktur." şeklindeki sözünüzün delili nedir.
Eğer bir kimse size karşı aksini iddia eder ve diyecek olursa ki: "Aslında
Hacda engel diye bir şey yoktur. Çünkü Resulullahın hayatında böyle bir şey
meydana gelmemiştir. Sadece Umrede engel vardır. Zira böyle bir olay bizzat
Resulullahın hayatında vuku bulmuştur." Buna cevabınız ne olacaktır?
İmam Şafii, Haccın
engellenmesinden dolayı kesilmesi icabeden kurbanın, harem dışında da olsa,
engelin ortaya çıktığı yerde kesilip ihramdan çıkabileceğini söylemiş Ebu
Hanife ise bu kurbanın dahi ancak Harem bölgesinde ve tercihan Minada kesilmesi
gerektiğini söylemiştir. Buna göre Hacdan engellenen kişi, kurbanını Minaya
gönderip kestirdikten sonra ihramdan çıkabilir.
Âyet-i kerimenin
devamında: "Sizden kim hasta olur veya başında rahatsızlık bulunursa
tıraş olabilir. Ve bunun için oruç tutmak veya sadaka vermek veya kurban kesmek
suretiyle fidye verir." buyurulmaktadır.
Müfessirler, âyet-i
kerimenin bu bölümünün izahında çeşitli yönlerden farklı şekillerde izahlarda
bulunmuşlardır. Mesela: Âyetin bu bölümünün de, Haccı engellenen kişiyle mi
ilgili olduğu yoksa müstakil bir hüküm mü ifade ettiği hususunda farklı
görüşler zikredilmiştir.
Bir kısım âlimler,
burada zikredilen hükmün, Haccı engellenen kişiye ait olduğunu ileri sürmüşler
ve şöyle demişlerdir: "Haccı engellenen kişi ihramdan çıkabilmek için bir
kurban gönderip kestirmelidir. Şayet kurban kesilmeden önce hasta olur veya
başında bir rahatsızlık bulunur da tıraş olursa bu kimse, hem âyette zikredilen
üç fidyeden birini verecek hem de engellenme kurbanı kesecektir. Yani: Hem
başını tıraş ettiği için oruç tutacak hem de engellenme kurbanı kesecek veya
hem başını tıraş ettiği için sadaka verecek hem de engellenme kurbanı kesecek
yahut ta başını tıraş etme kurbanı hem de engellenme kurbanı kesecektir."
Çocuğunluğun görüşüne
göre ise âytin bu bolümü müstakil bir bölümdür. Hac için ihrama giren kişi
hasta olur veya başında bir rahatsızlık bulunursa tıraş olabilir. Bunun için de
ya üç gün oruç tutar veya herbirine yanm sa ölçüsüyle altı fakiri doyurur yahut
ta bir ceza kurbanı keser. Bu bölümün Haccın engellenmesiyle alakası yoktur.
Yine müfessirler,
ihramlı iken Hac yapmaktan engellenen kişinin ihramdan çıkmak için kesmekle
mükellef olduğu kurban, yerine varmadan her hangi bir hastalık veya rahatsızlıktan
dolayı başını tıraş edecek olursa bu tıraş için vereceği fidyeyi tıraştan önce
mi vermelidir yoksa sonra mı vermelidir? Yahut da fidyede belirtilen üç şıktan
bazılarını tercih edecek olursa onu tıraştan önce yapmalıdır. Diğer bazılarını
tercih edecek olursa onları tıraştan osnra yapmalıdır." şeklinde çeşitli
görüşler zikretmişlerdir.
a-
Bazılarına göre, Hacdan engellenen kişi ihramdan çıkabilmesi için kesilecek
bir kurban gönderdiği sırada henüz kurban kesilmeden bir rahatsızlıktan dolayı
veya başında bulunan bir hastalıktan dolayı tıraş olmak isterse, kurban yerine
varmadan, Önce tıraş olur daha sonra fidye verir ki bu da ya oruç tutmak veya
sadaka vermek yahut da kurban kesmektir.
b- Diğer bir
kısım âlimlere göre ise eğer bu duruma düşen biri kişi kurban kesme veya
sadaka verme hususlarından birini tercih edecek olursa önce bunlardan birini
yapar daha sonra tıraş olur. Şayet, oruç tutmayı tercih edecek olursa önce
tıraş olur daha sonra orucunu tutabilir. Bu görüş, Hasan-ı basri ve Alkame'den
rivayet edilmiştir.
c- Başka bir
kısım âlimlere göre ise bu duruma düşen kişi başını tıraş etmeden Önce,
belirtilen fidyelerden birini yerine getirir, ondan sora tıraş olur. Bu, görüş,
Abdullah b. Abbas ve Ata'dan rivayet edilmiştir.
Taberi fidyenin, başı
tıraş ettikten sonra verilmesi gerektiğini söyleyen görüşün daha doğru olduğunu
söylemiştir. Taberi âyet-i kerimenin bu bölümünün Kâ'b b. Ucre isimli
sahabinin Hudeybiye sulhu esansında başında meydana geldiği görülen bitlenmeden
dolayı nazil oldugnu ve Resul ullah'm, Kâ'b'e, başını tıraş ederek fidye
vermesini emrettiğini bu fidyenin de oruç tutmak veya fakirleri doyurmak
şeklinde sadaka vermek yahut kurban kesmek olduğunu beyan ettiğini söylemiştir
Âyette zikredilen "hastahk"tan maksat, iyileşmesi için başın tıraş
edilmesini gerektiren hastalıktır. Yine insanın vücudunda görülen ve ancak
içinde güzel kokular bulunan ilaçlarla tedavi edilebilen hastalıklardır.
Baştaki rahatsızlıktan maksat, ise baş ağnsı, başın yaralanması vb. şeylerdir.
Keza, bit ve diğer haşeratın insanın başında bulunması da bu tür
rahatsızlıklardan sayılmaktadır. Nitekim Kâ'b b. Ucre, bundan dolayı başını
tıraş etmiş bu âyet te bunun üzerine nazil olmuştur. Kâ'b b. Ucrenin, bu olayı
bizzat kendisinden, Abdullah b. Ma'kilden, Abdurrahman b. Ebi Leyla dan, oğlu
Muhammet! b. Kâ'b dan, Ebu Vâilden, Abdullah b. Amr b. el-As'dan ve diğer bir
kısım ravilerden rivayet edilmiştir.
Bu hususta, ihramii
iken hastalanan Kâ'b b. Ucre şöyle diyor:
"Beni alıp
Resulullah'a götürdüler, Bitler yüzümden dökülüyordu. Resu-lullah* beni görünce
şöyle buyurdu: "Bu kadar perişan olacağını tahmin etmezdim. Bir koyunun
var mı?" "Hayır" dedim. "Öyleyse üç gün oruç tut veya
her-birine yanm sa' ölçüsüyle altı fakire yiyecek ver ve başını tıraş et."
buyurdu. İşte bunun üzerine bu âyet benim hakkımda nazil oldu. Fakat sizin
hepiniz için geçerlidir. [233]Bu hususta daha farklı
rivayetler de vardır.
Müfessirler, bir
zaruretten dolayı başını tıraş eden ihramlı kişinin tutacağı orucun ve vereceği
sadakanın miktarı hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
a- Ebu
Mâlik, Atâ, İbrahim en -Nahai, Mücahid, Abdullah b. Ma'kıİ, Süddi, Rebi1 b.
Enes, Said b. Cübeyr, Muhammed b. Kâ'b, Alkame ve Hz. Ali'den nakledilen bir
görüşe göre bu hale düşen insanın tutacağı orucun miktarı üç gün, vereceği
sadakanın miktarı da altı kişiyi doyuracak kadar üc sa' ölçüsü yiyecektir. Her
fakire yarım sa' yiyecek verir. Kurban ise bir koyundur.
b- Hasan-ı
Basri ve İkrimeden nakledilen diğer bir görüşe göre ihramlı iken başını tıraş
eden kimsenin tutacağı orucun miktarı on gün, doyuracağı fakirin sayısı da
on'dur. Bunlar bir hastalık veya eziyetten dolayı başını tıraş edecek olan
insanın, kurban kesmeyi bırakıp oruç tutma veya fakirleri doyurma şıklarından
birini tercih etmesi halinde Haccı temettü yapanın kurban kesmemesi halindeki
oruç tutma durumuna benzediğini söylemişlerdir. Allah teala, Hacc-ı Temettü
yapanın, keseceği bir kurbanı bulunmaması durumunda on gün oruç tutacağım beyan
etmiştir. Binaenaleyh ihramlı iken başını tıraş edenin tutması icabeden oruç ta
on gün olmalıdır. Fakirleri doyurmak ta oruç tutmanın alternatifi olduğuna
göre, her günün karşılığında bir fakiri doyurması icabeder. Zira Allah teala
Ramazan orucunu tutmaktan âciz olana her gün için bir fakiri doyurmasını
emretmiştir. Burada da durum böyledir.
c- Said b.
Cübeyr ve Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre, ihramlı iken başını
tıraş etmek mecburiyetinde kalan kişinin, varsa kurban kesmesi gerekir. Kurban
yoksa bir kurban değeri kadar yiyecek alır ve fakirlere sadaka olarak verir. Bu
da yoksa kurbanın değeri ile alınacağı farzedilen yiyeceklerden her yanm sa'
karşılığında bir gün oruç tutar. Görüldüğü gibi bunlar, başını tıraş edene
gereken fidyelerden birinin verilmesinin ihtiyari olmadığını, belli bir sıralamaya
uyulması gerektiğini söylemişlerdir. Ancak diğer bir çok âlimler bu fidyelerden
herhangi birinin verilmesinin seçenekli olduğunu söylemişlerdir.
Mesela Mücahid, Ata,
Amr b. Dinar, Abdullah b. Abbas ve İkrime: "Kur'an-ı kerimde şu veya şu
şeklinde ifade edilen her şey seçeneklidir. Mükellef olan kişi onlardan birini
yerine getirebilir. Kur'an-ı Kerimde "Kim bunu bulamazsa diğerini
yapsın." şeklinde zikredilen her hükümde ise, sıralamayı tekibetme
mecburiyeti vardır." demişlerdir.
Taberi diyor ki:
"Bu hususta doğru olan görüş, Resulullah'tan, te'yidli bir şekilde rivayet
edildiği tesbit edilen, Kâ'b b. Ucre olayıdır. Bundan anlaşılıyor ki ihramh
iken başında bir hastalık veya rahatsızlık meydana gelen, bu sebeple başını
tıraş etmesi icabeden kimse dilerse bir koyun keser dilerse üç gün oruç tutar,
dilerse altı fakirden herbirine yanm sa' ölçüsünde yiyecek tasudduk eder. Bu
kişi bunlardan herhangibirin yapmakta serbesttir. Zira Allah teala, herhangi
bir sıra takibetme mecburiyeti getirmemiştir.
"Tıraş olmadan
önce keffaret verip sonra tıraş olmalıdır." diyenlere cevaben denilir ki:
"Hacc-ı temettü yapan, önce kurban kesip sonra mı Haca Temettü yapar
yoksa önce Hacc-ı Temettü yapıp sonra mı kurban keser? Keza, yemin için
keffaret, yemin etmeden önce mi verilir yoksa yemin ettikten sonra mı verilir?
Eğer "Önce verilir." derse, ümmetin ittifak ettiği bir konuda
ihtilafa düşmüş olur. "Sonra verilir" diyecek olursa, başını tıraş
edenin keffaretinin de tıraştan Sonra yerine getirileceğini kabul etmiş olur.
İhramh iken başını
tıraş edeni, Hacc-ı Temettü yapana kıyaslayarak on gün oruç tutması veya on
fakiri doyurması gerektiğini söyleyenlere denir ki: "Sizler bu hususta,
Resulullah'tan gelen sahih bir hadis-i Şerife muhalefet ediyorsunuz."
Müfessirler, ihramh olan
kimsenin bir hastalıktan veya başındaki bir rahatsızlıktan dolayı başını tıraş
etmesi için kurbanı nerede keseceği, orucu nerede tutacağı, fakiri nerede
doyuracağı hususunda da farklı görüşler zikretmişlerdir:
a-Hasan-ı
Basri, Tavus, Ata ve Mücahide göre kurban kesme ve fakirleri doyurma, mutlaka
Mekkede yapılmalıdır. Mekke'nin dışında yapılmaları halinde fidye borcu ifa
edilmiş olmaz. Fakat orucu her yerde tutmak mümkündür.
b- İbrahim
en-Nehai, Mücahid ve Abdullah b. Cafer'den nakledilen diğer bir görüşe göre,
ihramlı iken başı tıraş etmenin fidyesi olan oruç tutma veya fakiri doyurma
yahut kuban kesme hadisesi, fidye verenin dilediği yerde yapılabilir. Bunlar,
görüşlerine delil olarak, Hz. Alinin oğlu Hz. Hüseyin'in ihramh iken
"Sakya" ile "Arc" denilen yerler arasında hasta olması
üzerine, Hz Ali'nin, götürüp Harem bölgesi dışında onun başını tıraş etmesi ve
bundan dolayı da bir deve kesmesidir. Bu deve harem bölgesi dışında
kesilmiştir.
c- Ata'dan
nakledilen başka bir görüşe göre başını, zaruretten dolayı tıraş edenin,
varmekle yükümlü olduğu fidyelerden kurbanı seçmesi halinde onu
mutlaka Mekke'de kesmesi lazımdır. Oruç
tutma veya fakirleri doyurma şıklarım tercih ettiği takdirde ise bunları
herhangi bir yerde yerine getirebilir.
Taberi âyet-i kerimenin
genel ifadesine bakarak, başını tıraş etmek mecburiyetinde kalan ihramlının
fidyelerinden herhangibirini dilediği yerde yerine getirebileceğini
söylemiştir.
Müfessirler, belli bir
hastalık veya sıkıntı nedeniyle ihramlı iken başını tıraş eden kimsenin, tıraş
etmesine fidye olarak kurban kesmesi halinde, kurbanının etinden yeyip
yiyemiyeceği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Ata,
Mücahid ve Tavus'a göre böyle bir insan fidye olarak kestiği kurbanın etinden
yiyemez. Bu hususta Ata ve Mücahidin, şunu söyledikleri rivayet edilmektedir.
"Üç çeşit kurbanın etinden, onu kurban eden kimse yiyemez: İhramlının
işlediği bir suçtan dolayı kesilen kurban, ihramlı iken başın tıraş edilmesinden
dolayı kesilen kurban ve adak kurbanı.
b- Abdullah
b. Ömer, Hammad ve Hasan-ı Basriden nakledilen diğer bir görüşe göre ihramlı
iken bir zaruretten dolayı başını tıraş eden kimse bu sebeple kestiği kurbanın
etinden yiyebilir. Zira bu da, diğer kurbanlar gibi bir kurbandır.
Taberi böyle bir
kurbanı kesenin sadece kesmekle emrolunmayıp aynı zamanda onu tasadduk etmekle
emredildiği düşünüldüğünden, kestiği kurbandan yemesinin serbest olduğunu
söylemiş ve bu kurbanın maldan verilen zekata benzediğini bildirmiştir.
Ayeti kerimenin
devamında: "Eğer emniyet içindeyseniz, Hac zamanına kadar Umreden
faydalanan kimseye kolayına gelen bir kurban gerekir." buyumlmaktadır.
"Eğer emniyet içindeyseniz." ifadesinden maksat, Alka-me ve Urveye
göre "Eğer sizler, sizi Haccınızdan ve Umrenizden alıkoyan hastalığınızdan
şifa bulduysaniz." demektir. Katade ve Rebi' b. Enese göre ise: "Eğer
sizler, düşman korkusundan kurtulup emniyet içinde olursanız" demektir.
Taberi de: Kur'anda "Emniyet" kelimesinin kullanılması dolayısiyle bu
görüşü tercih etmiştir. Çünkü emniyet, hastalıktan kurtulmada değil, korkudan
kurtulmada söz konusu olur. Keza bu âyet-i kerime Resulullah'a ve
sahabilerine, Ku-reyş müşrikleri tarafından engellendikleri bir zamanda
inmiştir. Bu itibarla, düşman korkusundan emniyet söz konusudur.
Âyet-i kerimenin
"Hac zamanına kadar Umrc'dcn faydalanan kimseye kolayına gelen bir kurban
gerekir, bölümündeki "Umrcdcnm faydalanan" ifadesinden neyin
kastedildiği hususunda müfessirler çeşitli görüşler zikretmişlerdir:
a-
Bazılarına göre burada şu husus kastedilmekledir: Kim korku veya hastalık gibi
herhangi bir sebepten dolayı Haccım tamamlayamaz Mekke'ye gidip Umre yaptıktan
sonra ihramdan çıkarsa, gelecek Hac zamanına kadar ihramsız olarak yaşamaktan
faydalanır ve Hac zamanı gelince de Haccını yaparsa bir kurban kesmekle
yükümlüdür. Abdullah b. Zübeyr bu görüştedir. İshak b. Sü-veyd diyor ki:
"Ben, Abdullah b. Zübeyrin hutbe okurken şunları söylediğini işttim.
"Ey insanlar, Hac zamanına kadar Umreden faydalanmak sizin yaptiğniz gibi
değildir. Buradaki faydalanmaktan maksat, Hac için ihrama giren kimse, düşman
tarafından veya bir hastalık yahut bir kırık sebebiyle ya da hapsedilme
yüzünden Hac yamaktan alıkonur ve Hac günlerini geçirecek olursa o Haccını
Umre'ye çevirir. Gelecek yıl Hac yapıncaya kadar ihramdan çıkıp faydalanır.
Ertesi yıl Haccını yapar ve bundan dolayı bir kurban keser. İşte Hacca kadar
Umre'den faydalanmak budur.
b- Diğer
ballarına göre ise âyetin bu kısmının izahı şöyledir: "Hacdan engellendiğiniz
zaman, gücünüzün yettiği bir kurban keserek ihramdan çıkın, güvene ulaştığınız
zaman da, engellendiğiniz Hac için giymiş olduğunuz ihramdan Umre yapmaksızın
çıkacak olursanız,Umre yapmayı da ertesi yıla bırakır, ertesi yıl Hac
aylarında Umre yaparak Hac aylarına kadar ihramdan çıkarsanız, gücünüzün
yettiği bir kurban kesmeniz gerekir. Yani, Hacdan engellenen kişi kurban
keser, sonra da Umre yaparak ihramdan çıkar. Şayet Umre yapmadan, ihramdan
çıkacak olursa, hem umresini hem de Haccını kaza etmesi gerekir. Ertesi yıl,
Hac aylarında Umre yapar da ihramdan çıkar ve tekrar Hac günlerinde ihrama
girecek olursa kaza edilen Hac ile kaza edilen Umre arasını ihramsiz geçirmesinden
dolayı onun, bir kurban kesmesi gerekir. İbrahim en-Nehai, Kata-de ve Hz.
Ali'nin bu âyeti bu şekilde izah ettikleri rivayet edilmiştir.
c- Diğer
bazılarına göre de, âyetin bu bölümünün izahı şöyledir: Kim hac için niyet eder
sonra da Haccjnı Umreye çevrir ve Umreyi yapıp, gelecek yıl Hac yapıncaya kadar
ihramdan çıkarsa o kimseye , gücünün yettiği bir kurban kesmesi vaciptir. Bu
görüş, Suudi'den nakledilmiştir.
d- Bir diğer
görüşe göre ise âyetin bu bölümünün izahı şöyledir: "Kim Hac aylarında
Umre yapar, Umresini yaptıktan sonra ihramdım çıkar ve Mekke'de ihramsiz durur
daha sonra da ihrama girip o senenin Haccını yapacak olursa o kimsenin bir
kurban kesmesi vaciptir. Bu görüş, Mücahid Abdullah b. Ömer, Said b.
el-Müseyyeb, Ata ve benzeri âlimlerden nakledilmiştir. Nâfi diyor ki: "O
ve Ömer'in oğlu Abdullah, Şevval ayında birlikte yola çıkmışlar. Mekke'ye
vannca da Hacca kavuşmuşlardır.Bunun üzerine Ömerin oğlu Abdullah: "Kim
bizimle birlikte Şevval ayında Umre yapmak için yola çıktı sonra ila Haccını
yaptıysa o, Hacc-ı Temettü yapmıştır. Onun, kolayına gelen bir kurban kesmesi
gerekir. Kurban bulamıyorsa. Hac günlerinde üçgün oruç tutması, yedi gün de
ailesine döndüğünde oruç tutması gerekir.
Taberi diyor ki:
"Bu âyetin izahında tercih edilen görüş, şunu söyleyen görüştür: "Ey
müminler, siz Hac için ihrama girdiğinizde size engel olunursa
koyaymıza gelen bir kurban keser daha
sonra da kendinizi güven içinde hissedince Haccınızı kaçırdığınız için ertesi
yıl Umre yapıp daha sonra da Hac aylarına kadar Umre için girmiş olduğunuz
ihramdan çıkacak olursanız size de kolayınıza gelen bir kurban kesmek veya on
gün oruç tutmanız gerekir. Daha sonra Haccınızı kaza edersiniz. Taberi devamla
diyor ki: "Her ne kadar bu âyet-i kerime, Haccı engellenmiş olmayan ve
normal Hac aylarında Umre yapıp Hacdan önce Umre ihramından çıkan ve tekrar Hac
için ihrama girenler hakkında da hüküm ifade ediyorsa da âyet-i kerimenin ilk
kısmında Haccm engellenmesinden bahsedildiğinden, âyetin bu bölümünü de Haccı
engellenen kişi hakkında yorumlamak daha evladır.
Âyet-i kerimede
"Kurban bulamayan kimseye Hac sırasında üç gün, döndüğünüzden sonra yedi
gün oruç tutması gerekir." buyuru! m aktadır. Müfessirler âyet-i kerimede
zikredilen, Hac sırasında tutulacak üç günlük orucun Hac ayının hangi
günlerinde tutulacağı hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.
a-
Bazılarına göre Arefe günü bitmesi şartıyla Hac günlerinin içinde tutulmasıdır.
Bu görüş, Hz. Ali, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Urve b. Zübeyr, Hasan-ı
Basri - Hakem, İbrahim en - Nehai, Said b. Cübeyr, Ata, Âmir eş-Şa'bi, Katade,
Süddi, Rebi' b. Enes, Tavus ve Ebu Caferden rivayet edilmiştir. Bunlara göre
Temettudan dolayı, kendisine kurban gereken kişi kesecek kurban bulamayacak
olursa terviye gününden bir gün, önce, terviye günü ve Arefe günü oruç tutarak
Hacda üç gün oruç tutmuş olur. Bunlara göre. Zilhiccenin birinci gününden
başlayarak Arefe gününe kadar (Arefe dahil) kurban yerine oruç tutmayan kimse,
artık Hac günlerini kaçırmıştır. Ertesi yıla kadar bir daha Hac günü
bulamaycaktır. Çünkü Resulullah.kurban bayramı gününde oruç tutmayı
yasaklamıştır. Bayramdan sonra devam eden ve namazların arkasından tekbir
getirilen teşrik günleri de bayramın devamı mahiyetindedir. İşte bütün bu
nedenlerle Arefe gününe kadarüç gün oruç tutmayan kimse, âyetin zikrettiği Hac
günlerini kaçırdığı için kurban kesmek mecburiyetindedir. Başka çıkar yolu
yoktur.
b- Diğer bir
kısım âlimler ise. Hacda tutulacak üç günlük orucun, Mina günlerinin sona
ermesiyle biteceğini söylemişler, bayramdan önce oruç tutamayanların bayramdan
sonra Mina günlerinde üç gün oruç tutabileceklerini söylemişlerdir. Bu görüş
te Hz. Aişe, Hz. Ali, Abdullah b. Ömer, Urve b. Zübeyr ve Ubeyd b. Umeyr'den
nakledilmiştir. Bunlar, görüşlerini şöyle izah etmişlerdir: "Kendisine
temettü kurbanı gereken insan, kurbanını daha önce elde etse dahi bayram
gününde kesmek zorundadır. O gün kurban bulamazsa, oruç tutması gerekir.
Bayram günü oruç tutmak haram olduğu için oruç tutamayan kişinin oruçlarını
Mina günlerinde tutmaktan başka çaresi yoktur, Aynca, Mina günlerini Hac
günlerinden saymamak doğru değildir. Zira o günlerde de Şeytan taşlanarak Hac
menasikini yerine getirmeye devam edilmiş olur. Diğer yandan bu hu susta Hz.
Aişe ve Hz. Ömer'in oğlu Abdullah, demişlerdir ki:
"Teşrik
günlerinde oruç tutmaya dair kimseye izin verilmemiştir. Ancak kurban
kesemediği için oruç tutmakla yükümlü olan müstesnadır. [234]
Müfessirler, temettü
kurbanı bulamadığından dolayı oruç tutan kimsenin veya kendisine temettü
kurbanı gerekli olmadığı halde Hacda oruç tutmak isteyen kimsenin orucuna ne
zamandan itibaren başlayabileceği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Bir kısım
müfessirlere göre, gerek temettudan dolayı oruç tutacak kimse gerekse nafile
olarak oruç tutmak isteyen kimse Şevval, Zilkade ve Zilhiccenin herhangi bir
gününde oruca başlayabilir. Yeter ki sona ermesi gereken günde bitirmiş olsun.
Bu görüş Mücahid ve Tavus'tan nakledilmiştir.
b- Diğer bir
kısım müfessirlere göre ise Hacda oruç tutacak olan kimsenin, Zilhiccenin ilk
on gününde başlayıp bitirmesi gerekir. Bu görüş ise. Ata ve Ebu Cafer'den
nakledilmiştir.
c- îkrime ve
Ata'dan nakledilen başka bir görüşe göre, onlar, Hac'da oruç tutmakla yükümlü
olan kimsenin, ihrama girmesinden önce dahi orucuna başlayabileceğini
söylemişlerdir.
d- Abdullah
b. Abbas ve abdullah b. Ömer'e göre ise Hacda oruç tutma mecburiyetinde olan
kimsenin orucuna mutlaka ihramh olarak başlaması gerekir.
Taberi diyor ki::
"Bu görüşlerden doğru olanı şudur: "Umr ile Hac arasında ihramdan
çıktığından dolayı kurban kesmekle yükümlü olan kimsenin, keseceği bir kurban
bulamaması durumunda tutacağı üç günlük orucun başlangıcı, Umrenin bitiminden
sonra Hac ihramına girmekle başlar. Ve Hac ibadetlerinden sayılan Mina
günlerinin bitimiyle sona erer. Ancak bayramın birinci günü hariç. Zira o günde
oruç tutulması haramdır.
Âyet- i kerimede:
"Döndüğünüzden sonra da yedi gün oruç tutması gerekir."
Duyurulmaktadır. Tabari diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: Temettü
kurbanı bulamayan kimsenin, yükümlü olduğu on günlük orucundan üçünü Hacda
tuttuktan sonra yedisini de Hacda devam ederek tutamaz mı? Onlan
mutlaka memleketinde mi tutması gerekir?"
Cevaben denilir ki: "Onun üzerine farz olan on gün oruç tutmaktır, ancak
bu on günün üç gününü Hacda tutmak mecburiyetindedir. Geriye kalan yedi günü
dilediği yerde tutabilir. Fakat Allah teala, hasta ve yolcu olana, Ramazan
ayında, oruçlarını yeyip daha sonra tutmalarına ruhsardiği gibi, temettü
kurbanı bulamayana da yedi günlük orucunu Hacda tutmayıp memelketine döndükten
sonra tutabileceğine ruhsat vermiştir. Böyle bir kimse dilerse orucunu yolda da
tutabilir. Memleketine varması şart değildir. Nitekim Mücahid, Mensur, Ata,
İbrahim en-Nehai, âyetin bu bölümünü bu şekilde izah etmişlerdir. Âyet-i
kerimede: "Bu hüküm, ailesi Mescid-i Haram çevresinde oturmayan kimse
içindir." buyurulmaktadır. Yani, Umre yaptıktan sonra, ihramdan çıkıp. Hac
için ihrama girme gününe kadar ihramsız duran kimsenin gücünün yettiği bir
kurban kesme ile yükümlü olması hükmü, sadece mescid-i Haram çevresinde
yaşamayan müminler için geçerlidir. Orada yaşayanlar için böyle bir hüküm
yoktur. Müfessirler, "Mescid-i Haramın çevresi" ifadesinden
nerelerin anlaşıldığı hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir:
a-
Bazılarına göre, burada zikredilen "Mescid-i Haamın çevresi" ifadesinden
maksat, Harem bölgesidir. Oranın halkından maksat da orada yaşayan insanlardır.
Harem bölgesi dışıda yaşayan insanlar temattudan dolayı kurban kesmek
zorundadırlar. Bu görüş, Abdullah b. Abbas, Mücahid, Yahya b. Said el-Ensari ve
Katade'den nakledilmiştir.
b- Diğer bir
kısım mü fes s iri ere göre "Mescid-i Haramın çevresi" ifadesinden
maksat, Harem bölgesi ve ihrama girilen inikatların içinde kalan bölgedir.
Harem bölgesi halkından maksat ise, Harem bölgesinde ve inikatlar dahilinde
yaşayan insanlardır. Bu görüş Mekhul, ve Ata'dan nakledilmiştir.
c- Başka bir
kısım müfessirlere göre ise Mescid-i Haramın çevresi'nden maksat, Harem bölgesi
ve Harem bölgesine yakın olan yerlerdir. Buralarda yaşayan insanlara temettü
kurbanı gerekmez. Mesela: Arafat, Mer, Arene, Dac-nan, Reci ve Nahletan, hareme
yakın olan bölgelerdir.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden, bize göre doğru olanı şöyle diyen görüştür:
"Mescid-i Haram çevresinde yaşayanlardan maksat, Mescid-i Harama, seferi
olmayacak kadar bir uzaklıkta yaşayanlardır. Zira, âyette Mescid-i Haramda
hazır bulunanlar" şeklinde ifade edilmiştir. Arapçada "Hazır bulunan"
ifadesi "Misafir olanın aksi" olarak kullanılmaktadır, bundan da
"Misafir olanın bu hükmün dışında kaldığı" anaşılrnaktadır.
Taberi diyor ki:
"Mescid-i Haramın gölgesinde yaşayanların, Umre yaptıktan sonra ihramdan
çıkmaları ve tekrar Hac için ihrama girmeleri halinde temettü kurbanı kesmekle
yükümlü, olmamalarının hikmeti, onların uzak mesafelerden gelen Hacılar gibi
olmamalarıdır. Zira uzaktan gelen hacılar ihramdan çıkmalarına rağmen
vatanlarına dönmemekte ve Harem bölgesinde ikamet etmektedirler ve tekrar orada
Hac için ihrama girebilmektedirler. İşte bu imkanı kullandıklarından dolayı bir
kurban kesmekle yükümlüdürler.
Bu âyet-i kerimenin
izahında Buhari Abdullah b. Abbas'tan şunu naklet-miştir. Abdullah b. Abbas'tan
Hacc-i Temettü sorulmuş o da şunları söylemiştir:
Muhacirler, Ensar ve
Resuullah'ın hanımları Veda Haccında tekbir ve tehlillef getirerek, biz de
dahil olmak üzere yola çıktık. Mekke'ye gelince Resu-Iullah (s.a.v.) şöyle
buyurdu: "Kurbanlarına gerdanlık takanlar dışındakiler Hac niyetlerini
Umreye çevirsinler." Bunun üzerine Biz Kâbeyi tavaf ettik. Safa ile Merve
arasında sa'y yaptık, ihramdan çıkıp hanımlarımızın yanına geldik,
elbiselerimizi giydik. Resulullah buyurdu ki: "Kim daha önce kurbanına
gerdanlık takmış idiyse (Hacda kesmek üzere kurbanını süsleyerek yanında
getirdiyes) kurban yerine varıncaya kadar ihramdan çıkmasın. Sonra Resulullah
terviye günü akşamleyin bizlere, Hac için niyet etmemizi emretti. Biz, Haccın
diğer menasikini bitirince gelip Kâbeyi tavaf ettik, Safa ile Merve arasında
sa'y yaptık. Böylece Haccımız tamamlanmış oldu. Sadece Allah tealanin şu
âyetinde kesmemizi emrettiği kurbanımız kaldı. "Eğer emniyet içindeyseniz,
Hac zamanına kadar Umre yapana, gücünün yettiği bir kurban gerekir. Kurban
bulamayan kimse Hac sırasında üç gün, döndüğünden sonra da yedi gün oruç
tutması gerekir. Bu, tam on gündür."
. Âyet-i kerimede
beyan edilen "Döndüğünüz den sonra" ifadesindeki dönülecek yerden
maksat "memleketiniz" "demektir. "Gücünüzün yettiği bir
kurban" dan maksat ise "asgari bir koyun." demektir. Böylece bir
yılda Hac ve Umre birlikte yapıldı. Çünkü Allah teala bunu kitabında bildirmiş,
Re-suluUah (s.a.v.) de bizzat yapmış, Mekke halkı dışındaki insanlara da mubah
kılmıştir.Bu hususta Allah teala: "Bu nüküm, ailesi Mcscid-i Haram çevresinde
oturmayan kimse içindir" bu vurmuştu [235]
MİKAT: Mekke'ye gelen
afakilerin (Mekke'de oturmayan yabancıların) ihramsız olarak geçemeyecekleri
sınırları belirleyen noktalardır.Bu noktalar, Medine istikamitnde bulunan
"Zulhuleyfe" veya "B'i-ri Ali", Irak tarafından bulunan
"Zat-ı Irak", Mısır tarafında bulunan "Cuhfe", Taif
tarafında bulunan "Karn", Yemen tarafında bulunna
"Yelemlem", Cidde tarafında bulunan "Hu-deybiye"dir.
HAREM: Mekke ve
etrafında, bitkileri kopanlmamak ve hayvanları avlamamak üzere sınırları
belirlenmiş bölgedir. Harem bölgesinin sınırlan Cebrail (a.s.) in göstermesiyle
Hz. İbrahim tarafmtlan belirlenmiş, bu sınırlan gösteren işaretler, Resulullah
(s.a.v.) tarafından da yenilenmiştir. Bu sınırlar, Cidde istikametinde bulunan
Hudeybiye, Medine istikametinde bulunan Ten1 im ve Taif tarafında bulunan
Cirane'den geçer. İşte bu yerler içerisinde kalan kısma Harem bölgesi denir.
HILL: Harem bölgesi
ile Mikat sınırlan arasında kalan bölgedir. [236]
197- Hac,
bilinen aylardadır. Kim o aylarda (Hacca başlayarak) onu kendisine farz
kılarsa, artık Hacda cinsi temas, günah işleme, kavga etme yoktur. Ne iyilik
yaparsanız onu Allah bilir. Azığınızı alın. Azıkların en hayırlısı takvadır.
(Allah'tan korkmaktır) O halde ey akıl sahipleri benden korkun.
Haccın vakti, bilinen
aylardır. Onlar da: Şevval, Zilkade, Zilhicce'nin ilk on günüdür. Kim o aylarda
ihramı giyerek telbiyeye başlamak suretiyle Hacci kendisine farz kılarsa, Hacca
başlayan kimse, ailesiyle cinsi temasta bulunamaz, kötü sözler söyleyemez,
günahtan şiddetle kaçınır. Mücadeleye , tartışmaya giremez. Her ne zaman bir
hayır ve salih amel işlerseniz Allah size onun mükâfaatını verir. Çünkü o
sırlardan ve bütün gizliliklerden haberdardır. Hac yolunda ve diğer
yolculuklarınızda yeteri kadar azık alın. Takva, azığı terket-mekte değildir.
Takva, Allah'tan korkma iledir. Bu takva ise azıkların en hayır-lısıdır. Ey
akıl ve idrak sahipleri benden korkun.
Âyet-i kerimede:
"Hac, bilinen aylardadır." buyurulmaktadır. Burada zikredilen "Bilinen
aylar"dan maksat, Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. abbas, İbrahim en-Nehai,
Şa'bi, Mücahid, Hasan-ı Basri, Dehhak, Ata ve Abdullah b. Ömere göre, Şevval,
Zilkade aylan ile Zilhicce ayının ilk on günüdür. Çünkü Allah teala bu âyet-i
kerimesiyle insanlara Hac menasikinin eda edildiği aylan beyan etmektedir.
Haccın menasiki ise Zilhiccenin onuncu gününde sona ermektedir. Bu hususta
Abdullah b. Abbas'ın şunları söylediği rivayet edilmektedir. "Hac bilinen
aylardadır. Bu aylar da Şevval, Zilkade aylan ile Zilhiccenin ilk on günüdür.
Allah teala bu aylan Hac için tahsis etmiş diğer aylan ise Umre yapmaya
ayırmıştır. Bu itibarla herhangi bir kimsenin. Hac aylan dışında Hac için
ihrama ginnesi caiz değildir. Buna mukabil Umre için her ayda ihrama girilebilir.
Abdullah b.Ömer,
Mücahid ve Tavustan nakledilen diğerbir görüşe göre burada zikredilen Hac
aylanndan maksat, Şevval, zilkade aylan ile Zilhicce ayının ilk on günü değil
tamamıdır. Her ne kadar Haccın menasiki Zilhicce ayının onuncu gününde
bitiyorsa da Zilhicce tam olarak Hac aylanndan sayılmakkta-dir. Zira bunlara
göre Allah teala bu hayet-i kerime ile, Özellikle hac aylarını zikretmiş, bu
ayların dışında kalan ayların Umre yapma aylan olduğunu bildirmek istemiştir.
Bu nedenle zikredilen bu üç ayda Umre yapmak esksik bir umre sayılır. Bu aylar
dışında yapılan Umre ise tam Umre kabul edilir. Bu itibarla insanlar için efdal
olan, Umrelerini bu üç ayın dışındaki aylarda yapmalandir:
Taberi, birinci görüşü
tercih etmiş ve Haccın menasikinin., Zilhiccenin onuncu gününde bittiğini,
ondan sonraki günleri hac aylanndan saymanın mümkün olmadığını 0 söylemiştir.
Âyet-i kerimede,
"Kim, bu oylarda haccı kendisine farz kılarsa" buyuruî-mamktadır.
Müfessirler, hacca niyet eden kimsenin, hangi surette haccı kendisine farz
kılmış olacağı hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
a- Abdullah
b. Ömer, Atâ, Süfyan es-Sevri, Mücahid, İbrahim en-Nehaî, Tavus ve Kasım b.
Muhammed'e göre Hacc'a niyet eden kimse telbiye getinne-ye başlayınca Haccı
kendisine farz kılmış olur.
b- Abdullah
b. Abbas, İbrahim en-Nehaî, Atâ, Hasan-ı Basrî, katade ve Dehkaha göre Hacca
niyet eden kimsenin Haccı kendisine farz kılması, ihramı giymesiyle olur.
Taberi diyor ki:
"Hacca niyet eden kimsenin haccı kendisine farz kılması, Allah tealanın,
hac yapan insana farz kıldığı bütün amelleri işlemeye ve Allah'ın yasakladığı
bütün şeyleri terketmeye azmettiği zaman olur."
Âyet-i kerimede geçen
ve "Cinsi temas yoktur" diye tercüme edilen ifadesinden maksat,
a- Abdullah
b. Abbas, Tâvüs, Ebul Âliye, abdullah b. Ömer, Atâ, Abdullah b. Zübeyr ve
Mücahide göre "Hacda kişinin, eşine cinsi münasebeti çağırış-tıracak
sözleri söylemesidir. "Mesela kişinin hanımına, imalı bir şekilde değil de
açıkça: "İhramdan çıkarsak şöyle yapacağım." şeklinde konuşması bir
edep dışı konuşmadır ve bu konuşma hacda yasaktır., Yani fiilen cinsi
münasebete var-masa da onu çağınştıracak konuşmalar'yapmaktır ve bu yasaktır.
b-Miksem,
Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Hasan-i Basri, Amr b. Dinar, Atâ,
Mücahid, Katade, Said b. Cübeyr, Süddi, Rebi' b. Enes, ibrahim en-Nehaî, İkrime
ve Abdullah b. Ömer'e göre âyette zikredilen kelimesinden maksat, fiilen cinsi
münasebette bulunmaktadır.
Taberi diyor ki:
"Refes" kelimesinin asıl mânâsı "Konuşurken edep dışı
konuşmaktır" Ancak mecazi olarak cinsî münasebet için de kullanılmaktadır.
Madem ki âlimler bunun hangi anlamda kullanıldığı hakkında ihtilaf etmişlerdir
o hakle bu kelimeyi bütün mânâlarında kullanıldığı şekliyle almak daha evladır.
Zira bu kelimenin, mânâlarından herhangi birine tahsis edildiğine dair hiçbir
delil yoktur.
Ayet-i kerimede geçen
ve "Günah işleme yoktur" diye tercüme edilen ifadesi, müfessirler
tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.
a-
Bazılarına göre bu âyette zikredilen kelimesinden maksat bütün günahlardır. Bu
görüş, Abdullah b. Abbas, Atâ, Hasan-ı Basri, Tavus, Mücahid, Muhammed b. Kâ'b
el-Kurezi, Katade, Said b. Cübeyr, İkrime, Zühri ve ibrahim en -Nehaiden
nakledilmiştir.
b- Diğer bir
kısım müfessirlere göre ise buradaki ifadesinden maksat, Allah tealanm, ihramlı
kimseye yasakladığı, av hayvanını ödürme ve saçını, tırnağını kesme gibi
yasaklardır. Bu görüş, Abdullah b. Ömer'den nakledilmiştir.
c- Diğer bir
kısım miifessirlere göre buradaki "Füsuk"tan maksat, söv-mektir. Bu
görüş ise yine Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Mücahid, Süddi ve İbrahim
en-Nehaiden nakledilmiştir.
d- Başka bir
kısım âlimlere göre buradaki "Füsukü ifadesinden maksat, putlara kurban
kesmektir. Bu görüş te İbn-i Zeydden nakledilmiştir.
c- Başka
birkısım âlimlere göre buradaki "Füsuk"tan maksat, insanları kötü
lakaplarla çağırmaktır. Bu görüş te Dehhaktan nakledilmiştir.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şâyân olan görüş", ihramlı iken yapılması
haram olan şeylerdir", diyen görüştür. Zira âyet-i kerimenin baş tarafında
"Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda haccı kendisine farz kılarsa artık
o kimseye refes ve füsuk yasaktır" Duyurulmuştur. Haccı kendisine farz
kılmış olan kimse ihrama girmiş olacağından buradaki "Fısk"m da,
ihramla ilgili fisk olması daha evladır. O da ihramlı iken, Allah'ın haram
kıldığı şeyleri yapmaktır. Halbuki diğer bütün günahlar, sövme, hoşlanılmayan
lakaplarla çağırma putlara kurban kesme vb. şeyler her zaman günahtır.
Bunların, haccın ahkâmım belirten âyetin içinde zikredikliğini söylemek isabetli
değildir.
Ayet-i kerimede.geçen
ve "Hacda kavga etmek yoktur" şeklinde tercüme edilen ifadesi de,
müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.
a-
Bazılarına göre buradaki "Hacda kavga etmek yoktur" ifadesinden
maksat, İhramlı olan kimsenin, herhangi bir kimseyle mücadele etmemesidir.
Ancak âyetin bu bölümünü bu şekilde izah eden müfessirler, hacda ihramlı iken
yasaklanan mücadelenin mahiyeti hakkında aralarında farklı görüşler zikretmişlerdir:
aa- Bazılarına göre
burada, ihramlı kimseye yasaklanan tartışma, arkadaşını kızdıracak derecede
bir tartışmadır. Bu görüş Abdullah b. Mesud, Abdullah b. Abbas, Ata, Said b.
Cübeyr. Mücahid, Amr b. Dinar, Hasan-ı Basri, Deh-hak, Rebi' b. Enes. İbrahim
en- Nehai, İkrime, Zühri ve Katadeden nakledilmiştir.
bb- Diğer bir kısım
âimlere göre, burada ihramlı olan kimseye yasaklanan kavgadan maksat, sövme ve
döğüşmedir. Bu görüş, Abdullah b, Ömer ve Katadeden nakledilmiştir.
cc- Muhammed b. Kâ'b
el-Kureziye göre ise burada ihramlı olana yasaklanan kavgadan maksat,
"Benim haccım senin hacemdan daha mükemmeldir." şeklinde yapılan
övünmelerdir.
dd- Kasım b.
Muhammed'e göre burada ihramlıya yasaklanan kavgadan maksat kişilerin haccın
günleri hakkında birbirleriyle münakaşa etmeleridir.
ec-İbn-i zeyde göre
ise burada, ihrama girenlere yasaklanan kavgadan maksat, hacda ziyaret edilen
yerleri kimin tam olarak bilip bilmediği hususlarında yapılan münakaşalardır.
Bu hususta İbn-i Zeyd diyor ki: "Hacca giden
herkes belli bir yerde
duruyor: "Hz. İbrahim burayı ziyaret etmişti." diyordu. Allah teala
Resulullah'a, hac ibadetlerinin yapıldığı yerleri öğreterek bu ihtilafları
ortadan kaldırdı.
b- Diğer bir
kısım müfessirler, bu âyette zikredilen "Hacda kavga yoktur"
ifadesinin, hacda ihram giyen kimselerin kavga etmemelerini belirtmediğini, bu
ifadenin, haccın gün ve yerleri hakkında cahiliye döneminde olduğu gibi artık
ihtilaf edilemeyceğini ve hac aylarının yerlerinin değiştirilemeyeceğini beyan
ettiğim söylemişlerdir. Yani artık hac ayları ve haccın yeri belirlenmiştir.
Artık bunların değiştirileceği hususunda tartışma yapılamaz." demektir
Âyetin bu şekilde izah edilişi, Mücahid ve Süddiden nakledilmiştir.
Taberi de bu görüşü
tercih etmiş, âyetin baş tarafında haccın, bilien aylarda olduğunun
bildirilmesinin âyetin bu bölümün bu şekilde izah etmeye daha uygun düştüğünü
söylemiştir. Taberi devamla şunları söylemiştir: "Buradaki tartışmayı,
arkadaşını kızdıracak şekilde bir tartışma olarak izah etmek isabetli değildir.
Zira arkadaşla tartışma bâtıl bir mesele hakkındaysa bu hacda da yasaktır
haccın dışında da. Şayet haklı bir meselede tartışma oluyorsa bu hacda da
caizdir hac dışında da. O halde bu âyet-i kerimenin sadece hacda, kişinin arkadaşıyla
tartışmasını yasakladığını söylemek isabetli değildir. Yine buradaki tartışmayı
sövüşme anlamına almak ta doğru değildir. Zira sövüşme haccın dışında da
yasaktır. O halde sadece hacda söüşmenin yasak olduğunu söylemenin bir anlamı
yoktur. Nitekim bu hususta Resulullah şöyle buyurmuştur: "Müslüman'a
sövmek fâsıklık, onu öldürmek (kanının helal olduğuna inanmak) ise kâfirliktir. [237]Yine
Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde bu âyet-i kerimede zikredilen
"Hacda cinsi temas, fısk ve tartışma yoktur" şeklindeki üç yasaktan
sadece ilk ikisini birlikte zikretmiş ve bu yasaklara uyanın günahlan-nm
affedileceğini beyan etmiş ve buyurmuştur ki:
"Kim bu beyti
hacceder, cinsi temasta bulunmaz ve fısk işlemezse buradan ayrılırken
annesinden doğmuş gibi ayrılır. [238]
Resulullah'ın, bu
hadis-i şerifinde, özellikle cinsi temasla fışkı zikredip tartışmayı
zikretmemesi gösteriyor ki bu âyette zikredilen tartışma, kişinin arkadaşını
kızdıracağı veya arkadaşına söveceği şekilde bir tartışma değil, cahiliye
döneminde olduğu gibi haccın vakti
hakkında ve hacda ziyaret edilecek yerlerin nereler olduğu hakkındaki
tartışmalardır. Burada zikredilen tartışma diğer tartışmalardan olsaydı
Resulullah da hadis-i şerifinde aynı cinsten sayılacak yasaklarla birlikte
zikrederdi.
Taberi, bu görüşü
tercih etmesi nedeniyle âyet-i kerimeyi şu şekilde okuyan kıraati tercih
etmiştir.Âyet-i kerimede "Azığınızı alın" buyurulmaktadtr. Abdullah
b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, İkrime, Mücahid, Katade, Rebi' b.
Enes, İbrahim en-Nehai, Süfyan es-Sevri ve İbn-i Zeyd bu âyet-i kerimenin
nüzul sebebinin şu hadise olduğunu zikretmişlerdir: Bu hayet nazil olmadan
önce bir kısım insanlar hac yoluna çıkarken azık almazlardı. Onlar "Biz
Allah'ın misafirleriyiz. O bizi yedirir içirir." derlerdi. Diğer bir
kısım insanlar da ihrama girmeden önce yanlarında bulunan azıkları, ihrama
girince atarlar ve kendilerine yeniden azık edinmeye çalışırlardı. İşte bu
âyet-i kerime nazil oldu ve hacıların yanlarına azık almalarını emretti. Bu
hususta Mücahid diyor ki: "Dışarıdan gelen haclar azıksız gelir,
insanlardan dilenirlerdi. Allah teala onlara azık atmalarını emretti."
Hasan-ı Basri diyor ki: "Yemen halkından bir kısım insanlar hacca giderken
ve yolculuk yaparken azık almazlardı. Allah teala onlara, Allah yolunda azık
almalarını emretti ve onlara, azıkların en hayırlısının da takva olduğunu
bildirdi. Abdullah b. Abbas bu hususta şöyle diyor:
"Yemen halkı
hacca giderken azık almıyor ve: "Biz, Allah'a tevekkül eden
kullarız." diyorlardı. Fakat Mekke'ye geldikleri zaman da. insanlardan dileniyorlardı.
İşte bunun üzerine Allah teala bu âyeti indirdi. [239]
Hac yolunda alman
azıklann neler olabieceği hakkında müfessirler şunları söylemişlerdir: Said b.
Cübeyre göre hac yolunda alınan azık, kek, zeytin yağı, kavurulmuş ve
kavurulmamış un'dur. Şa'biye göre hurma va kavurulmuş un, Süfyan es-Sevriye
göre, kek ve kavurulmuş un, İkrimeye göre, kavurulmuş ve kavurulmamış un,
Salime göre ise, ekmek, et ve hurmadır. [240]
198-
Rabbinizin lütfundan rızık aranızda bir günah yoktur. Arafat-tan sel gibi akıp
inerken, Meş'arîl Haramda Allah'ı zikredin. Daha önce sapıklardan olduğunuz
halde, size doğru yolu gösterdiği gibi onu anın.
Ey müminler, hac
mevsiminde ticaret yaparak Allah'ın vermiş olduğu rızkı aramanızda bir zorluk
ve günah yoktur. Araf attan akın akın dönerken, Müz-delifede bulunan Meş'aril
Haramda Allah'a dua edin ve namazı kılın. Sizi cehennem ateşinden kurtardığı
ve hidayete eriştirdiği için Allah'ı överek ve nimetlerine karşı şükrederek
anın. Zira siz bundan evvel şirk ve şaşkınlık içindeydiniz. Doğru yolu görmeye
gözleriniz kör idi.
* Abdullah b. Abbas
diyor ki:
"Ukaz, Mecenne ve
Zül Mecaz" denen yerler, cahiliye döneminde panayır kurulan yerlerdi. Bu
sebeple Müslümanlar Hac mevsiminde buralarda ticaret yapmaktan kaçınıyor ve
bunu günah sayıyorlardı. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu ve Allah teala:
"Rabbinizin I ut fundan rızık aramanızda bir günah yoktur. [241]
buyurdu.
Abdullah b. Ömer,
Mücahid. Büreyde, Ata, Katade, Abdullah b. Zübeyr, Süddi, İbrahim en-Nehai ve
Rebi1 b. Enes de bu âyette zikredilen "Rabbinizin lütfundan rızık
aramanızda bir günah yoktur." ifadesinden maksadın "Hac yaparken
ticeret yapmanızda bir mahzur yoktur" demek olduğunu söylemişlerdir.
Ebu Ümame et-Teymi
diyor ki: "Ben, Abdullah b. Ömere dedim ki: "Biz,
kiralama yapan bir kavimiz, bizim
haccimiz yerine geliyor mu?" O da dediki: "Siz, Kâbeyi tavaf etmiyor
musunuz? Bilinen yerleri dolaşmıyor musunuz? Şeytanı taşlamıyor musunuz? ve
başınızı tıraş etmiyor musunuz? " Biz de dedik ki "Evet
yapıyoruz." Bunun üzerine Abdullah dedi ki: "Bir adam gelip
Resulllah'a senin bana sorduğun soruyu sordu. Resulullah ne söyleyeceğini
bilemez oldu.İşte o sırada Cebrail £a.s.) Resulullah'a: "Rabbinizin
lütfundan rızık aramanızda bir günah yoktur." âyetini indirdi. Resulullah
da onlara "Sizler ilacılarsınız," buyurdu. [242]
Âyet-i kerimede
"Arfattan sel gibi akıp inerken.." bu yurul m aktadır. Burada ifade
edilen "Akıp inerken" den maksat, Arafattan geri dönmektir. Âyette
zikredilen "Arafat"" kelimesinin lügat mânâsı
"Bilinenler" demektir. A-rafata bu ismin niçin verildiği hususunda
müfessirler şunları söylemişlerdir: Hz. îbrahime Arafatın nasıl bir yer olduğu,
sıfatlarıyla beraber bildirilmişti. Hz. İb-jahim orayı görünce tanımış ve
"Ben burayı tanıdım" demiş bu sebeple de oraya "Arafat"
denilmiştir. Bu hususta Süddi şunian söylemiştir: Allah tealanın emri üzerine
Hz. İbrahim, insanları hacca çağırmıştır. İnsanlar "Lebbeyk" diyerek
ona gelmişlerdir. Bunun üzerine Allah teala İbrahîme, Arafatın sıfatlarını
bildirerek oraya çıkmasını emretmiştir. İbrahim gidip Akabedeki
"Şecere"denen yere varınca karşısına şeytan dikilmiş e onu geri
çevrimek istemiştir. Bunun üzerine İbrahim, Şeytana yedi çakıl taşı atmış
attığı her taşla birlikte de tekbir getirmiştir. Şeytan oradan kaçıp ikinci
cemrede yine İbrahim'in önüne çıkmış, ona engel olmak istemiş İbrahim yine
tekbir getirerek ona taşlar atmıştır. Şeytan bu kez üçüncü Cemreye varmış,
orada da İbrahim'e engel olmak istemiş, İbrahim orada da tekbir getirerek
Şeytanı taşlamıştır. Şeytan, İbrahim'in kendisini dinlemeyeceğini anlayınca
ortadan kaybolmuş fakat İbrahimin nereye gideceğini bilememiştir. İbrahim
yoluna devam ederek, "Zülmecaz" denen yere varmış, oranın tanımadığı
bir yer olduğunu görünce yoluna devam etmiştir. Bu sebeple oraya, "Geçilip
gidilen yer" anlamına gelen "Zülmecaz" adı verilmiştir. İbrahim
yoluna devam ederek nihayet Arafata varmış,orayı görünce de, daha önce
belirtilen sıfatlarından dolayı orayı tanımış ve "İşte burası,
tanıdım" demiştir. Bu sebeple Arafata "Tanınan yer" anlamına
gelen bu isim verilmiştir. İbrahim akşama kadar orada durmuş, akşam olunca da
iki namazın birleştirildiği "Müzdelife"ye gelmiş ve orada vakfe
yapmıştır. Müzdelife, "kendisine yaklaşılan yer" veya "İki
namazın birbirine yaklaştınldığı yer," demektir. Hz. Aliden de, daha kısa
bir şekilde süddininkine benzer bir izah nakledilmiştir.
Abdullah b. Abbas'a
göre ise, Arafat'a bu ismin verilmesi, Cebrailin Hz. İbrahime gösterdiği her
yere karşı İbrahim'in "Tamam ben burayı tanıdım" demeşindendir.
Âyet-i kerimede
"Meş'aril Haramda Allah'ı zikredin." buyurulmakta-dır. Burada ifade
edilen "Allahi zikir" den maksat, namaz kılmak ve Allah'a dua
etmektir.
Âyette zikredilen
"Mçş'aril Haram"dan maksat, Müzdelifenin iki dağı arasında bulunan
bir tepeciktir Arafat yolu üzerinde bulunan iki boğazın bitiminden itibaren
başlar ve "Muhassır" denen yere kadar devam eder. Arafat yolu
üzerindeki iki boğaz, Meş'arii Harama dahil değildir.
Taberi diyor ki:
"Meş'aril Haramın sınırları bu zikredilen yerler olmasına rağmen ben,
hacıların Kuzeh dağı ve çevresinde vakfeye durmalarını tercih ederim. Zira Hz.
Ali şöyle buyurmuştur:
"Resulullah
müzdelifede sabahlayınca Kuzeh tepesinin üzerinde vakfeye durdu ve Buyurdu ki:
"Burası Kuzehtir ve burası vakfe yeridir. Müzdelifenin her tarafı da vakfe
yeridir. [243]
199- Sonra
insanların akın akın döndüğü yerden siz de akın edip dönün ve Allahtan
mağfiret dileyin. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
Ey Kureyş topluluğu,
diğer insanların yaptığı gibi siz de Arafattan akın edip dönün ve günahlarınız
için Allahtan af dileyin. Çünkü o sizi bağışlayan ve size acıyandır.
* Müfessirler bu
âyette zikredilen "Akın edip dönme" emrinin kimlere verildiği ve bu
emre muhatap olanların, kendilerine uymaları istenen insanlardan kimlerin
kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.
Urve b. Zübeyr,
Abdullah b. Abbas, Ata, Mücahid, Katade, Süddi, Rebi' b. Enes, Hz. Aişe ve
îbn-i Ebi Neciyh'e göre burada, diğer insanlar gibi akıp gitmeleri emredilenler
Kureyşlilerdir. Diğer insanlar ise Kureyşlilerin dışındaki insanlardır. Zira
KureyşlilerMekkede yaşamaları hasebiyle kendilerinin Beytulla-hın sakinleri
olduklarını, bu nedenle diğer insanlardan daha üstün olduklarını sanıyorlar ve
bu üstünlüklerini belirtmek için de hac yaparken Harem bölgesinin dışına
çıkmıyorlardi. Bu yüzden Arafata vanp orada vakfeye durmuyorlardı. Allah teala
onları uyardı. Kendilerinin de diğer insanlar gibi Haccin menasikini yapmalannı
emretti. Bu hususta Hz. Aişe (r.anh) diyor ki:
"Kureyşliler ve
onların dinine tabi olanlar Hac sırasında Arafata çıkmayıp Müzdelifede
kalıyorlar ve kendilerine "Muhafazakârlar" mânâsına gelen
"Ahmes" ismini veriyorlardı. Halbuki diğer Araplar Arafata gidip
orada vakfe yapıyorlardı. İslam dini gelince AHah teala, Peygamberine, Arafata
gitmesini, orada vakfe yapmasını sonra da oradan akıp gelmesini emretti. İşte
bu âyet-i kerime bu hususa işaret ediyor. [244]
Dehhaktan nakledilen
bir rivayete göre ise burada kendilerine akıp dönmeleri emredilenlerden
maksat, Müslümanlardır. Kendilerine uymalan emredilen insanlardan maksat ise,
Hz. İbrahimdir. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: "Ey Müslümanlar, siz de
İbrahim gibi akın edip.dönün...."
Taberi, müfessirterin
ittifak ettikleri bir görüş olarak birinci görüşü tercih etmiş ve âyeti ona
göre izah etmiştir. Eğer böyle bir ittifak olmasaydı Dehhaktan nakledilen
rivayetin daha evla olduğunu söylemiş olacağını zikretmiştir.
Taberi diyor ki:
"Sonra insanların akın akın döndüğü yerden siz de akın edip dönün."
ifadesi iki şekilde tefsir edilebilir. Bunlardan biri, yukarıda zikredilen,
Dehhakm görüşüne uygun olan tefsirdir. O da şöyledir: "Ey Müminler, benim
dostum İbrahimin, Meş'aril Haramdan ayrılıp Mina'ya doğru gittiği gibi siz de
Meş'aril Haramdan dönüp Minaya doğru gidin. Benden günahlarınız için af
dileyin. Çünkü ben, günahları çok affeden ve size çok merhametli olanım."
Taberi diyor ki:
"Resulullahtan, Abdullah b. Mirdas ve Abdullah b. Ömer
tarafından nakledilen şu iki hadis,
âyet-i kerimeyi bu şekilde tefsir etmenin daha uygun olduğunu göstermektedir.
Abbas b. Mirdas
es-Selemi diyor ki:
"Resuluilah
(s.a.v.) Arafatta durduğu akşam, ümmeti için Allah tealadan mağfiret diledi.
Allah teala ona: "Bunları affettim, zalim olan hariç. Çünkü ben mazlumun
hakkını ondan mutlaka alacağım." diye cevap verdi. Resuluilah "Ey
rabbim, eğer dilersen mazluma hakkını cenneten verir ve zalimi de
affedersin." dedi. Allah teala, akşamleyin Resulullahın bu talebine cevap
vermemişti. Resuluilah Müzdelifede sabahlayınca bu duasını tekrarladı. Bu defa
ona istediği verildi. Orada Resuluilah güldü veya gülümsedi. Bunun üzerine
Ebubekir ve Ömer: "Babam ve anam sana feda olsun, Bu an, senin gülmediğin
bir andır. Seni güldüren nedir? Allah seni güldürsün." dediler.
Resuluilah da buyurdu ki: "AHahın düşmanı İblis, Aziz ve Celi! olan
Allanın, benim duamı kabul edip ümmetimi affettiğini öğrenince toprakları alıp
başına saçmaya başladı." Vah başıma gelenlere, keşke «Iseydim de bunu
duymasaydım." Şeklînde bağırmaya başladı. İşte beni güldüren, ondan gördüğüm bu feryattir.[245]
Abdullah b. Ömer diyor
ki: "Resulullah, Arafe günü, geceleyin bize bir hutbe okudu ve buyurdu ki:
"Ey insanlar, Allah sizlere bulunduğunuz bu yerde Iütufda bulundu.
İyilikte bulunanlarınızın iyiliğini kabul etti ve ona istediğini verdi.
Kötülükte bulunanlarınızı da bağışladı. Ancak aranızdaki haklar müstesna.
Haydi Allanın adıyla dönüp gidin." Abdullah b. Ömer diyor ki: Namazların
cem edildiği günün sabahı olunca Resulullah şöyle buyurdu: "Ey insanlar,
Allah size bulunduğunuz bu yerde de lütufta bulundu. İyilikte bulunanlarınızın
iyiliğini kabul etti. Kötülükte bulunanlarınızı iyilikte bulunmalarına
bağışladı. Aranızdaki hakların karşılığını da kendi katından verdi. Allanın
adıyla dönüp gidin." Bunun üzerine sahabiler "Ey Allahın Resulü, sen
bizi dün üzüntülü ve hazin bir şekilde döndürüp götürdün. Bugün ise bizi sevinçli
ve mesrur bir şekilde döndürüp götürüyorsun." Resulullah da buyurdu kî:
"Ben dün rabbimden bir şey dilemiştim o, onu bana lütfctmcmiş-ti. Ben
ondan, birbiriniz üzerinde olan haklarınızı affetmesini istemiştim. O bunu
kabul etmemişti. Bugün ise Cebrail geldi ve dedi ki: "Rabbin sana selam
söylüyor ve diyor ki: "İnsanların birbirleri üzerinde olan haklarının
karşılıklarını ben kendi katımdan garanti ettim. [246]
Taberi diyor ki:
"Ayetin diğer bir izah şekli ise şöyledir: "Sonra sizler, Arafattan
dönüp Meş'aril Harama akıp giderken Allahı, Meş'aril Haramda zikredin." [247]
200- Hac
ibadetlerinizi bitirince, atalarınızı andığınız gibi veya daha fazlasıyla
Allahı zikredin. İnsanlardan bir kısmı: "Rabbimiz, (nimetlerini) bize
dünyada ver." der. Bunların, âhirette hiçbir nasibi yoktur.
Hac ibadetlerinizi
bitirip kurbanınızı kestikten sonra, rabbinizi Övgü, şükür ve tekbirlerle
anın. Evladın ana babaya yalvardığı, küçük çocuğun anne ve babasından bir şey
istediği gibi yalvann. Hatta ondan daha şiddetli bir istekle,
dünya ve âhiret hayın için onu anın.
İnsanlardan bir kısmı, rablerinden sadece bu dünya malını isterler. Onlara
Allahın sevabından bir pay, cennetlerinden de nasip yoktur. Çünkü onlann
amelleri sadece bu dünya ve onun ziynetleri içindir.
Âyet-i kerimede:
"Hac ibadetlerinizi bitirince" buyurulmaktadır. Hac ibadetlerinin
bitirilmesi, kurbanın kesilmesiyle olur.
Âyet-i kerimede:
"Atalarınızı andığınız gibi veya daha fazlasıyla Allahı zikredin."
Duyuruluyor. Müfessirler bu ifade ile neyin kastedildiği hususunda çeşitli
izahlarda bulunmuşlardır.
a- Enes b.
Mâlik, Mücahid, Ebu Vâil, Ebubekir b. Ayyaş, Katade, Said b. Cübeyr ve İkrimeye
göre âyetin bu ifadesinden maksat şudur: Bir kısım insanlar cahiliye döneminde
Hac ibadetini bitirdikten sonra bir araya toplanır, atalarının yaptıklarını
sayarak övünürlerdi. Mesela: "Benim babam yemek yedirendi." veya
"Benim babam falan kimselerin kâküllerini kesmiştir. (Yani onları mağlup
etmiştir) gibi sözler söyleyip övünürlerdi. İslam gelince Allah teala bu gibi
insanlara emretti ki, İslamdan önce atalarınızı andığınız kadar veya daha
fazlasıyla artık bu günden sonra Allahı zikredin, Onu ululayın başkalarıyla
iftihar etmeyi bırakın."
b- Ata,
Dehhak, Rebi' b. Enes ve Abdullah b. Abbas'a göre ise âyet-i kerimenin bu
bölümünün izahı şöyledir: "Ey mü'minler, hac ibadetlerinizi bitirdikten
sonra, çocukların babalarından birşeyler istemeleri gibi veya daha fazla bir
istekle rabbinizden niyazda bulunun ve yalvann."
c- Süddi ise
bu âyet-i kerimenin izahını şöyle yapmıştır: "Sizler, haclarınızı
bitirdikten sonra, atalannızi vasıta yaparak ve onlara verilenleri zikrederek
bir şey isteme yerine Allah'tan, doğrudan doğruya talepte bulunun. Dualarınızda
"Ey Allahım, benim babam, çanağı büyük, kubbesi yüksek, malı çok bir kimse
idi. Sen, bana da ona verdiğin gibi mal ver." şeklinde dua etmeyin.
Taberi diyor ki:
"Bana göre burada tercihe şayan olan görüş şudur: "Hac bitiminden
sonra Allah tealayı ululayın. Yani teşrik günlerinde tekbir getirin. Siz bu
tekbirlerinizi getirirken, çocukların, babalarından bir şey istemeleri gibi
veya daha fazlasıyla Allah'a yalvann ve affınızı dileyin."
Âyeti kerimede:
"İnsanların bir kısmı "Rabbimiz (nimetlerini) bize dünyada ver."
derler." buyurulmaktadır. Ebu Vâil, Ebubekir b. Ayyaş, Enes b. Mâlik,
Mücahid, Süddi, Katade ve İbn-i Zeyd bu âyeti izah ederken şöyle demişlerdir:
"Bir kısım insanlar vardır ki sadece dünya nimetlerini isterler. AUaha dua
ederken şöyle derler: "Ey Allahım sen bize mal ve mülk ver. Sen bize yağmur
yağdır. Sen, düşmana karşı bize zafer ver." Bunlar, âhiretle ilgili
herhangi bir istekte bulunmazlar. İşte bu gibi insanların âhirette herhangi bîr
paylan yoktur. [248]
201- Onlardan
bir kısmı da: "Rabbimiz bize dünyada da iyilik ver, âhirettc de iyilik ver
ve bizi, cehennem ateşinden koru." der.
Onlardan bir grup ta,
rablerinden hem dünya hem de âhiret hayrını isterler ve: "Bizi cehennem
azabından koru." derler.
Dünya iyiliği, vücut
sağlığı, geçim bolluğu, ilim ve ibadet gibi şeylerdir. Âhiret iyiliği ise,
cennet ve onun nimetleridir. Çünkü kim ona utaşamazsa bütün iyiliklerden mahrum
olmuş demektir.
Katade'ye göre
dünyadaki iyilikten maksat, dünyada afiyet üzere olmak, âhiretteki iyilikten
maksat ise âhirette afiyet üzere olmaktır. Bu hususta Enes b. Mâlikin şunu
rivayet ettiği nakledilmektedir. Enes b. mâlik diyor ki:
"Resulullah
(s.a.v.) Müslümanlardan, küçüttip civciv kadar kalmış bir hastayı ziyaret etti
ve ona: "Sen, Allaha bir şeyler dua ediyor veya ondan bir şey diliyor
muydun?" dedi. Adam: "Evet, diliyordum ve diyordum ki: "Ey
Allahım, âhireiîe beni ne ile cezai andı rac aks an dünyadayken onu bana hemen
ver." Resulullah bunun üzerine şöyle buyurdu: Sübhanallah, senin buna
gücün yetmez." Ey Allahım sen bize dünyada da iyilik ver, âhirette de
iyilik ver ve sen bizi, cehennem azabından koru." deseydin ya."
Sonra Resulullah bu adam için dua etti
Allah da ona şifa
nasbetti. [249] Enes b. Mâlik diyor ki:
"Resulullah:
"Ey Rabbimiz olan Allahım, bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik
ver ve bizi cehennem azabından koru," diye dua ederdi. [250]
Hasan-ı Basri ve
Süfyan es-Sevriye göre ise "Dünyadaki iyilikten maksat, ilim ve
ibadettir. Âhiretteki iyilikten maksat ise, cennettir.
Süddi ve İbn-i Zeyde
göre de dünyadaki iyilikten maksat mal'dır. Âhiretteki iyilikten maksat da
cennettir.
Taberi diyor ki:
"Bana göre doğru olan görüş şudur: "Allahin dünyada vereceği iyilik
hem vücut afiyetini, hem rızkı, hem ilmi hem de ibadeti içine alan bir
iyiliktir. Âhiretteki iyilikten maksat ise, şüphesiz ki cennettir. Zira cennetten
mahrum olanın âhirette başka herhangi bir nimete erişmesi mümkün değildir." [251]
202- İşte
onların, kazandıklarından payları vardır. Allah, hesabı sür'atli olandır.
İşte onların
yaptıkları hac ibadeti ve kestikleri kurban gibi amellerinde, kendileri için
büyük bir pay ve bol sevap vardır. Dünya geçimliğinde basit bir değeri uman,
peşin lezzeti tercih eden ve bunlar için yaptıkları yolculukta çeşitli
zorluklara katlanan insanlar için ise böyle bir pay yoktur. Allah, hesabı
sür'atli olandır. Kullarına, yaptıkları amellerin karşılığını en kısa zamanda
verendir.
Âyet-i kerimede:
"Allah, hesabı sür'atli olandır." Duyurulmaktadır. Bundan maksat:
"Allah, yalnızca dünyayı isteyenin de, hem dünyayı hem de âhiret nimetini
isteyenin de amellerini kuşatmıştır, zaptettirmiştir. Her iki fırkanın da
layık oldukları ceza ve mükâfaatı çok sür'atli verir." demektir. [252]
203- Allahı
sayılı günlerde zikredin. Kim iki gün içinde accic edip dönerse ona bir günah
yoktur. Kim de geri kalırsa ona da bir günah yoktur. Bu, AHahtan korkan içindir.
O halde Allahtan korkun ve bilin ki onun huzurunda toplanacaksınız.
Allahı, Hac sırasında
Minada bulunduğunuz günlerde anın. Hac yapan kimse isterse acele edip Minadan
iki gün içinde aynisin isterse iki gün içinde dönmeyip üçüncü güne kalsın
farketmez. Çünkü onun günahları affedilmiştir. O, haccını eda ederken Allahtan
korksun ve onun emirlerine karşı gelmekten sakınsın. O halde emirlerine uyup
yasaklarından kaçınarak Allahtan korkun ve bilin ki Allah, mutlaka
amellerinizin karşılığını verecektir. İyilikte bulunana mükâfaatını, kötülükte
bulunana da cezasını verecektir.
* Âyet-i kerimede
zikredilen "Sayılı günler"den maksat, Şeytanı taşlama günleridir. Bu
günlere "Teşrik günleri" denir. Allah teala kullarına, bu günlerde
kıldıkları namazların arkasından tekbir getirmelerini ve bu günlerde Şeytana attıkları
her taşla birlikte tekbir getirmelerini emretmiştir. Burada zikredilen "Sayılı
günler"den maksadın teşrik günleri olduğu, Abdullah b. Abbas, Ata,
Müca-hid, İbrahim en-Nehai, Hasan-ı Basri, İsmail b. Ebi Halid, Katade, Süddi,
Rebi1 b. Enes, Mâlik ve İbn-i Zeyd tarafından nakledilmiştir. Ayrıca
ResuluUahın, teşrik günlerinde Allanın zikredileceğini bildirmesi de bu âyette
zikredilen "Sayılı günler"den maksadın, teşrik günleri olduğunu
ortaya koymaktadır. Bu hususta Peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Teşrik (tekbir)
günleri, yeme, içme ve Allahı zikretme günleridir. [253]
Âyet-i kerimede
zikredilen "İki gün"den
maksat ise, Hac sırasında Minada geçirilen ve Şeytanın taşlandığı günlerdir.
Peygamber efendimiz bu hususta da şöyle buyurmaktadır:
"Hac Arafattır,
Hac Arafattır, Hac Arafattır. Mina günleri üç gündür. Kim iki gün içinde acele
edip dönerse ona bir günah yoktur. Kim de geri kalırsa ona da bir günah yoktur.
Kim bayram günü sabahı fecirden evvel Arafata kavuşacak olursa Hacca kavuşmuş
olur. [254]
Âyet-i kerimede:
"Kim iki gün içinde acele edip dönerse ona bir günah yoktur. Kim de geri
kalırsa ona da bir günah yoktur. Bu, Allahtan korkan içindir."
Duyurulmaktadır. Müfessirler bu âyet-i kerimenin bu bölümünü şu şekillerde
izah etmişlerdir:
a- Ata,
İkrime, Mücahid, Süddi, Katade, İbrahim en-Nehai, Abdullah b. Ömer ve Abdullah
b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre, onlar âyetin bu bölümünü şu şekilde
izah etmişlerdir: "Kim, teşrik günlerinin ilk iki gününde acele eder ve
oradan ayrılacak olursa, ayrılmasından ve acele etmesinden dolayı ona bir günah
yoktur. Kim de teşrik günlerinin ikinci gününde acele etmeyip üçüncü güne kalır
ondan sonra oradan ayrılacak olursa, onun için de geç kalmasından dolayı bir
günah yoktur.
b- Abdullah
b. Mes'ud, İbrahim en-Nehai, Abdullah b. Ömer, Mücahid, Abdullah b. Abbas, Âmir
eş-Şa'bî ve Hz. Aliden nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünün
izaht şöyledir: Kim iki günde acele edecek olursa onun da günahları
affedilmiştir, kim de iki günden fazla kalırsa onun günahları da affedil
mistir. Zira hacemdan dolayı onun günahları bağışlanmıştır. İki günde acele
'edip etmemesi onun bağışlanmış olmasını etkilemez.
c-
Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre bu âyetin izahı şöyledir: O
kimsenin, iki gün içinde acele etmesi halinde de, iki günden geç kalması halinde
de hac yaptığı yıl ile gelecek yıl arasındaki günahları affedil mistir.
d- Ebul
Âliye, İbrahim en-Nehai, Süddi, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes'uddan
nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünün izahı şöyledir;: Kim bu
iki gün içerisinde acele edecek olursa geriye kalan ömrü boyunca, Allahtan
korkması şartıyla artık onun üzerinde bir günah kalmamıştır.
e- Muhammed
b, Salih ve Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre bu âyetin
izahı şöyledir: Kim, teşrik günlerinin ilk iki gününde acele eder oradan
ayrılacak olursa, av avlanmaktan kaçınması şartıyla acele edip oradan
ayrılmasından dolayı ona bir günah yoktur. Kim de üçüncü güne kadar devam edip
sonra oradan ayrılacak olursa onun için de bir mahzur yoktur.
f- Abdullah
b. Mes'uddan nakledilen son bir görüşe göre âyetin bu bölümünün izahı
şöyledir: "Kim, teşrik günlerinin ilk iki gününde acele eder de oradan
ayrılacak olursa onun için bir günah yoktur. Çünkü o, haccından dolayı
af-fedilmiştir. yine kim de teşrik günlerinin üçüncü gününe kadar geç kalır da
ondan sonra ortadan ayrılacak olursa onun için de bir günah yoktur. Zira o da
hac-cmdan dolayı b ağ işi anm ıştır. Ancak bu bağışlanma, hacci esnasında, Ali
ahin yasakladığı şeylerden kaçınan kimseler içindir.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden daha sıhhatli olanı şudur: Minanın üç gününden ilk
ikincisinde kim acele eder de ikinci günde oradan ayrılacak olursa onun için
bir günah söz konusu değildir. Zira Allah onun günahlarını affetmiş-tir. Yeter
ki haccederken Allahtan korkmuş olsun. Haccı sırasında Allahm, kaçınmasını
emrettiği şeylerden kaçınmış, yapmasını emrettiği şeyleri de yapmış olsun ve
gücünün yettiği bir şekilde haccını itaat içinde ifa etmiş olsun. Kim de
Minanın üç gününden üçüncü gününe kadar kalır ondan sonra oradan ayrılacak
olursa onun için de bir günah yoktur. Çünkü Allah haccı sayesinde onun geçmiş
günahlarını affetmiştir. Yeter ki haccını Allahm koyduğu sınırlara dikkat
ederek ifa etmiş olsun. Yani bu izaha göre "Acele edip iki gün içinde
dönene de geri kalana da günah yoktur." ifadesinden maksat, haccını
hakkıyla ifa eden, Allah tarafından bağışlanmıştır. Onun Mina günlerinde acele
edip etmemesi bu bağışlanma durumunu etkilemez." demektir.
Taberi diyor ki: Bu
izahın tercih edilmesinin sebebi, bu hususta Resulul-lahm şu ve benzeri
hadisleridir.
"Kim Allah için
hacceder, (o sırada) cinsi temasta bulunmaz ve fisk işlemezse, buradan
ayrılırken anesinden doğmuş gibi ayrılır. [255]
Abdullah b. Mes'ud da
Resulullahin şöyie buyurduğunu rivayet ediyor:
Hac ile Umreyi peşpeşe
yapın. Çünkü bu ikisi, körüğün, demir, altın ve gümüşün posasını temizleyip
attığı gibi fakirliği ve günahları silip atarlar. Kabul edilen bir hac için
cennetten başka bir sevap yoktur. [256] Bu
hadis, Abdullah b. Abbas ve Hz. Ömerden de rivayet edilmiştir[257]
Taber i diyor ki:
"Bu ve benzeri hadis-i şerifler gösteriyor ki, âyet-i kerimede geçen:
"Kim ilk iki günde acele edip oradan ayrılacak olursa onun için günah söz
konusu değildir. Kim de geri kalacak olursa onun için de günah söz konusu
değildir" ifadelerinde zikredilen "Onun için günah söz konusu
değildir." cümlesinden maksat, "Hacceden kimse affedilmiştir. Mina
günlerinde geri kaiıp kalmaması bu affını etkilemez." demektir. Bu
ifadenin mânâsı bu olduğuna göre bu ifadeyi birinci görüşte zikreüildiği gibi:
"Minada acele etmesinden veya geri kalmasından dolayı hacceden kimseye
bir günah yoktur." şeklinde izah etmek doğru değildir. Zira Resulullahın hadisleri
bu ifadeyi bizim izah ettiğimiz gibi açıklamışlardır.
Taberi, yukarıda
zikredilen görüşlerin isabetli olmadığına dair uzun açıklamalarda
bulunmuştur... [258]
204-
İnsanlardan öylesi vardır ki,dünya hayatı hakkında sözü senin hoşuna gider ve
Allahı, kalbinde olana şahit tutar. Halbuki o, en azılı bir düşmandır.
İnsanlardan bir
kısımları vardır ki onların, dünya hayatı ile ilgili olarak açıktan
konuştukları sözleri senin hoşuna gider. Sözünde doğru olduğuna ve söylediği
sözlerin, inancına uygun olduğuna dair Allahı, kalbinde olana şahit tutar.
Halbuki o, en azılı bir düşmandır. Yani onun düşmanlığı şiddetlidir. Bâtıl ile
ve yalan sözler söyleyerek karşısındakilerle mücadele eder durur. İşte bu, içlerinde
sakladıkları şeyin aksini ortaya koyan münafıkların sıfatıdır.
Bu âyet-i kerime,
müminlere münafıkları tanıtmaktadır. Âyet-i kerimenin kimin hakkında nazil
olduğu hususunda müfessirler çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
a- Süddiye
göre bu âyet, Ahnes b. Şerik hakkında nazil olmuştur. Bu kişi,
Ziihre oğullan île
antlaşma yapmış bir kimse idi. Bir gün, Medinede Resuîuîla-ha geldi ve ona
Müslüman olduğunu söyledi. Resulullah onun bu halini beğendi. Ahnes: "Ben
Müslüman olmak için geldim. Allah da biliyor ki ben bu sözümden sadıkim."
dedi ve Allahı, kalbinde olana şahit tuttu. Sonra Resulullahın yanından ayrılıp
gitti. Müslümanların ekinlerinin ve merkeplerinin yanından geçerken ekinleri
yaktı ve merkepleri kesti. İşte bunun üzerine Allah teala bu âyet-i kerimeyi
indirdi. Süddiye göre Hümeze suresi ve Kalem suresinin baş tarafı da bu kişi
hakkında inmiştir.
b- Abdullah
b. Abbasa göre ise bu sure Resulullahın, "Reci" denen yerde öldürülen
ve esir alman müfrezesi aleyhinde konuşan münafıklar hakkında nazil olmuştur.
îkrime, Abdullah b. Abbasın bu hususta şunları söylediğini rivayet ediyor.
"Resulullahın, Hubeyb ve arkadaşlarından oluşan müfrezesi Mekke ile Medine
arasında "Usfan" denen yerde müşrikler tarafından mağlup edilince münafıklardan
bir kısım insanlar şunları söylemişlerdir: "Vay haline bu öldürülen
zavallıların. Bunlar ne evlerinde oturup sağ kaldılar ne de arkadaşlarının
dâvasını tebliğ edebildiler." İşte bu âyet, bu münafıklar hakkında, bundan
sonra gelen âyet îe müfrezede bulunan müminler hakkında nazil olmuştur."
c- Muhammed
b. Kâ'b el-Kurezi, Katade, Mücahid, Rebi' b. Enes ve Ata'ya göre bu âyet-i
kerime, bütün münafıklar hakkında nâzii olmuştur. Bir gün, Said el-Makburi,
Muhammed b. Kâ'b el-Kurezi ile konuşurken Said ona, kendi ifadesiyle şu hadisi
okumuştur. "Ahir zamanda, âhirete çalışır gibi görünerek dünya malını
kazanmak isteyen bir kısım insanlar ortaya çıkacaktır. Bunlar insanlara karşı
yumuşaklık bakımından koyun postuna bürünürler. Dilleri şekerden daha tatlı,
kalbleri ise canavar kalbidir. Aziz ve Celil olan Allah, bir ha-dis-i Kudside:
"Bana güvenerek
mi kendilerini aldatıyorlar? Yoksa bana karşı kendilerini cesur mu
hissediyorlar? Ben kendime yemin ederim ki onların üzerine, kendi aralarından
öyle bir fitne gönderirim ki içlerinden halim selim olanları bile şaşkına
çevirir." buyurdu[259]
Muhammed b. Kâ'b da:
"Senin o okuduğun ifadeler Allanın kitabında mevcuttur." dedi. Saki
de: "O, Allanın kitabînin neresinde?" diye sordu. Muhammed b. Kâ'b
da: "İnsanlardan öylesi vardır ki dünya hayat] hakkında sözüsenin hoşuna
gider. Ve Allahı kalbinde olana şahit tutar. Halbuki o, en azılı bir düşmandır.
O, iş başına geçtiği zaman yeryüzünde fesat çıkarmak, ekini ve neslini helak
etmek için çalışır. Allah, bozgunculuğu sevmez." âyetlerini okudu. Said de
Muhammede, "Ben bu âyetin, kimin hakkında nazil olduğunu iyi biliyorum."
dedi. Muhammed de ona: "Bir âyet belli bir kişi hakkında inmiş olabilir.
Fakat onun hükmü herkes için geçerlidir." dedi.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Allahı kalbimde olan şahit tutar" şeklinde tercüme edilen
cümlesindeki fiili, kıraat âlimlerinin çoğu tarafından bu şekilde okunmuştur.
Bu kıraata göre âyetin mânâsı "Ey Muhammed, senin, sözlerini beğendiğin o
kimse, kalbindeki inancının, diliyle söylediği sözlere mutabık olduğuna dair
Allahı da şahit tutar." demektir.
Diğer bir kısım kıraat
âlimleri ise bu cümleyi şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre âyetin bu
bölümünün mânâsı şöyledir. "Ey Muhammed, bir kısım insanların dünya hayatı
hakkındaki sözleri senin hoşuna gider. Halbuki Allah, onların kalbindeki
inancın fasit olduğuna dair şahittir, onu görmektedir."
Taberi, birinci kıraat
şeklini tercih etmiş ve âyeti ona göre izah etmenin doğru olduğunu söylemiştir.
Çünkü kıraat âlimlerinin çoğunluğu, âyeti bu şekilde okumuşlardır.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Halbuki o en azılı bir düşmandır." şeklinde tercüme edilen
cümlesi, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.
Abdullah b. Abbas ve
Katadeye göre bu cümlenin mânâsı "Halbuki o, tartışmacı bir
düşmandır." demektir. Mücahid ve Süddiye göre ise bu ifadeden maksat,
"Halbuki o, aksi bir düşmandır." demektir. Hasan-ı Basriye göre ise
bu ifadeden maksat, "Halbuki o, yalan söyleyen bir düşmandır."
demektir.
Taberi bu ifadelerin
hepsinin birbirine yakın olduğunu ve aralarında pek büyük bir fark olmadığını
söylemiştir. [260]
205- O, iş
başına geçtiği zaman yeryüzünde fesat çıkarmak, ekini ve nesli helak etmek için
çalışır. Allah, bozgunculuğu sevmez.
Ey Resulüm, bu münafık
senin yanından ayrılıp gittiğinde, Ali ahin kulla-nnı korkutmak için, yol
keserek, orada anarşi çıkararak yeryüzünde Allanın haram kıldığı işleri yapar.
Ekinleri yok etmek ve Allanın helal kılmadığı hayvanları ve diğer canlıları
helak etmek için çalışır. Allah günah işlemeyi, yol kesmeyi ve oralarda
korkulacak durumlar meydana getirmeyi sevmez.
Âyet-i kerimede
zikredilen ve "O, iş başına geçtiği zaman" şeklinde tercüme edilen cümlesi,
Abdullah b. Abbas tarafından "O, senin yanından ayrıldığı zaman"
şeklinde izah edilmiş, İbn-i Cüreyc tarafından ise "O, senin yanından
öfkeli olarak ayrıldığı zaman" şeklinde izah edilmiştir.
Müfessirler burada,
münafık tarafından yeryüzünde çıkaracağı fesattan neyin kastedildiği hususunda
iki görüş zikretmişlerdir. Bazılarına göre burada zikredilen fesattan maksat,
"Yol kesmek" ve insanları korkutmaktır. Nitekim Ahnes b. Şerik bunu
yapmıştır.
Diğer bir kısım
müfessirlere göre ise burada zikredilen "Fesaf'tan maksat, akrabalık
bağını koparmak ve müslümanlann kanını akıtmaktır.
Taberi, âyet-i
kerimenin genel ifadesinin her iki fesat şeklini de kapsar mahiyette olduğunu
ve âyetten, bütün isyanların anlaşıldığını söylemiştir.
Âyet-i kerimede:
"O, ekini ve nesli helak etmek için çalışır." Duyurulmaktadır.
Münafıkın, ekin ve nesilleri nasıl helak ettiği hususunda farklı görüşler
zikredilmiştir.
a- Süddiye
göre burada zikredilen ekinlerin helakinden maksat, Ahnes b. Şerikin yaptığı
gibi onlan yakmak, nesilleri helak etmekten maksat ise, yine bu kişinin yaptığı
gibi belli hayvanları keserek soylarını bitirmek istemektir.
b- Mücahide
göre ise, münafıkın, ekinleri helak etmesinden maksat, Alla-, ha isyanı
yüzünden yağmur rahmetinin kesilmesi ve böylece ekinlerin yok olmasına sebep
olmasıdır. Soyları helak etmesinden maksat ise, ekinlerin helak olmasına vesile
olarak insanların da helakine vesile olmasıdır.
Taberi diyor ki:
"Her ne kadar Mücahidin söylediği de âyetin izahında muhtemel bir tevil
ise de Süddinin ki âyetin zahirine daha uygundur. Bu sebeple biz bunu tercih
ettik. Taberi devamla diyor ki: "Ekinden maksat, ziraat ürünleridir.
Nesilden maksat ise soy ve çocuktur. Münafıkın ziraat ürünlerini helak etmesi,
Süddinin söylediği gibi, onu yakmasıyla da olabilir, Mücahidin söylediği gibi,
Allaha isyanı yüzünden yağmurun kesilmesine sebep olmasıyla da olabilir. Hatta
tarımla meşgul olanları ve işçileri öidürmesiyle de olabilir. Keza münafıkın,
nesilleri helak etmesi, anne ve baba olacak insanları öldürmekle de olabilir.
Mücahidin dediği gibi, insanların gıdalan olan ekinleri helak etmesiyle de olabilir.
Her ne kadar âyet-i kerimenin zahiri, Süddinin rivayet ettiği izaha daha uygun ise
de, âyeti genel anlamda almak ve her ekini helak edenin ve soyun helakine sebep
olan herkesin bu âyetin ifadesine girdiğini söylemek uygundur. Nitekim
Abdullah b. Abbas, Mücahid, Dehhak, Rebİ1 b. Enes, Ata, Said b. Abdü-laziz ve
Mekhul, bu âyette ki, "Ekin"den maksadın, ekilen bütün ekinler olduğunu
ve soydan maksadın da "Her canlının soyu" olduğunu söylemişlerdir. Buna
göre her ekini ifsad eden ve her soyu helak eden münafık bu âyetin ifadesine
girmektedir. [261]
206- Ona
"Allahtan kork" denildiğinde, gururu onu günah işlemeye sevkeder.
Artık cehennem ona yeter. O ne kötü bir döşektir.
O münafık kimseye
"Yeryüzünde fesat çıkarma hususunda Allahtan kork" denildiğinde
kibirlenir ve günah işleme gururuna kapılır. Azgınlık ve sapıklığında inat
eder. Sapıklığı sebebiyle cehennemi boylaması ceza olarak ona yeter. Cehennem
ne kötü bir döşek, ayak basılacak ne kötü bir yerdir.
Bu hususta diğer bir
âyet-i kerimede de şöyle buyuruluyor: "Onlara apaçık âyetlerimiz okunduğu
zaman, kâfirlerin yüzlerinden inkârlarını anlarsın. Neredeyse kendilerine
âyetlerimizi okuyanlara saldıracak olurlar." Ey Muham-med, de ki:
"Size, bundan daha kötü bir şey haber vereyim mi? Ateştir." Allah,
onu, kâfirlere vaadetmiştir. O, ne kötü bir dönüş yeridir. [262]
Müfessİrler, bu âyet-i
kerimeden ve bundan sonra gelen âyet-i kerimede zikredilen insanlardan kimlerin
kastedildiği hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.
Hz. Ali, Abdullah b.
Abbas, Hz. Ömer ve İbn-i Zeyd'e göre bu âyet-i kerimede zikreilen insanlardan
maksat, hem münafık ve hem de fasıklardır. Bundan sonra gelen âyette
zikredilen "İnsanlar"dan maksat, ise bu âyette zikredilen münafıklara
karşı cihad eden müslümanlardır. Hz. Ali bu iki âyeti okuduktan sonra şöyle
demiştir: "Kûbenin rabbine yemin olsun ki onlar, birbirleriyle savaşan
iki guruptur."
İbn-i Zeyci bu âyeti
izah ederken şunları söylemiştir: Ömer b. el-Hattab (r.a.) sabah namazını kılıp
bitirdikten sonra ağılına (bahçesine) giderdi. İçlerinde Abdullah b. Abbas ve
Uyeynenin kardeşinin oğlu bulunan gençleri çağırır Kur'an okuturdu. Onlar,
Kur'an okur ve kendi aralarında müzakere ederlerdi.
Öğle sıcağı basınca da
dağılırlardı. Bir gün bu âyeti ve bundan sonraki âyeti okudular. Abdullah b.
Abbas, yanında bulunanlardan bazılarına: "İki atiam birbiriyle
savaşıyor." dedi. Ömer, Abdullahın bu sözünü işitince "Sen ne söyledin?"
dedi. Abdullah: "Hiç bir şey, ey müminlerin emiri." dedi. Ömer
"İki adam birbiriyle savaşıyor." derken ne demek istedin? dedi.
Abdullah b. Abbas, Ömer-den kurtulamayacağını görünce dedi ki: "Bu âyette
görüyorum ki, bir kimseye, Allahtan korkması emrediliyor o da gururuna
kapılarak günah işlemesiyle iftihar ediyor. Diğer âyette de görüyorum ki,
birisi ortaya çıkıyor ve "Ben, canımı cennet mukabilinde satıyorum."
diyor ve bununla savaşıyor. Böylece iki kişi birbiriyle savaşmış oluyor.
"Bunun üzerine Ömer "Ey İbn-i Abbas maşallah Allah seni dinine
hizmet için yaratmış." dedi.
Diğer bir kısım
müfessirlere göre ise bu âyette zikredilen "İnsanlar"dan maksat,
Ahnes b. Şeriktir. Bu kişinin kıssası, bir önceki âyette zikredilmiştir. [263]
207-
İnsanlardan öylesi de vardır ki Allanın rızasını kazanmak için canını verir.
Allah, kullarına karşı çok merhametlidir.
İnsanlardan, Allahm
rızasını ve sevabını elde etmek için, karşılığında canını vermek isteyenler de
vardır. Allah, mümin kullarına karşı, geniş ve bol merhamet sahibidir.
Müfessirier bu âyet-i
kerimenin kimin hakkında nazil olduğu hususunda farklı görüşler
zikretmişlerdir.
a- Katadeye
göre bu âyette zikredilen insanlardan maksat, Allah yolunda cihad eden muhacirler
ve Ensardır.
b- İkrimeye
göre ise bu âyette zikredilen insanlardan maksat, Muhacirlerden belli
kişilerdir. Bunlar da Süheyb b. Sinan ve Ebu Zer el-öifarTdir.
Süheyb b. Sinan,
Mekkeden Medineye hicret etmek istediği zaman kavmi ona engel oldu ve onu hapsettiler.
Bunun üzerine Süheyb kavmine şöyle dedi: "Evimi ve malımı ve elimde
bulunan her şeyimi size vereyim yeter ki beni serbest bırakın, gidip Hz.
Muhammede kavuşayım. "Bu teklifi kabul ettiler. Süheyb de evini ve malını
onlara bırakarak Allah ve Resulüne hicret etti. İşte bunun üzerine bu âyet
nazil oldu. Süheyb Medineye yaklaştığında, sâhabe-i kiramdan bazıları
kendisini karşıladı. Hz. Ömer de onların içerisinde idi. Hz. Ömer, Süheybe dedi
ki: "Ticaretin kazanç sağladı." Süheyb: '"Nedir o?" dedi.
Hz.
Ömer de bu âyetin
nazil olduğunu ona haber verdi.
Ebu Zer de, kavminden
kaçıp Mekkede bulunan Resulullahın yanma gitmiştir. Mekkeden Medineye hicret
ederken de kavmi, "Merr-i Zahran" denen yerde karşısına çıkmış fakat
Ebu Zer kaçıp kurtulmuş ve Resulullahın yanma varmayı başarmıştır.
c- Hz. Ömer,
Hz. Ali, Abdullah b. Abbas, Ebu Hureyre ve Hasan-ı Basri'den nakledilen diğer
bir görüşe göre bu âyet-i kerime, canını Allah yoluna adayarak cihad eden ve
iyiliği emredip kötülükten sakındıran herkesi ifade etmektedir. Muğire diyor
ki: "Ömer b. El-Hattab, bir ordu gönderip bir kaleyi kuşattı. Becile
kabilesinden bir adam, ordunun önüne geçip düşmanla savaştı ve öldürüldü.
İnsanlar onun hakkında çokça konuştular ve "Kendisini eliyle tehlikeye
attı." dediler. Bu konuşmalar Ömer b. el-Hattaba ulaştı. O da "Yalan
söylüyorlar. Aziz ve Celil olan Allah: "İnsanlardan Öylesi de vardır ki
Allahın rızasını kazanmak için canını verir. Allah kullarına karşı çok
merhametlidir." bu-yurmadı mı?" dedi.
Ebu Hureyre de, Hişam
b. Âmirin, düşmanın saflarına hücum ederek onların saflarını yardığı zaman
onun hakkında "Kendisini eliyle tehlikeye attı." diyen kimselere
karşı bu âyet-i kerimeyi okumuştur.
Hasan-ı Basri bu âyeti
okuduktan sonra şunları söylemiştir: "Bu âytin kimin hakkında indiğini
biliyormusunuz? Bu âyet şöyle bir müslüman hakkında inmiştir. O, bir kâfirle
karşılaşır ve ona "Lailahe İllallah" de. Bunu söylediğin takdirde,
canını da malını da korumuş olursan. Ancak canın ve malın hakkında cezayı hak etme
durumun hariçtir..." der. Kâfir ise bu sözü söylememekte diretir.
Müslüman da "Vallahi ben kendimi Ailaha satıyorum." der. İlerler ve
onunla öldürülünceye kadar savaşır. İşte bu âyet bu gibi müslümanlar hakkında
nazil olmuştur.
Taberi de âyetin genel
ifadesini gözönünde bulundurarak bu son izah şeklini tercih etmiş ve âyetin her
iyiliği emredip kötülüğe mani olanları ifade ettiğini, bu itibarla Süheybin ve
Ebu Zer'in de burada zikredilen insanlara dahil olduklarını söylemiştir.
Fakat âlimlerin
çoğunluğu bu âyetin, Allah yolunda cihad eden her Mücahidi içine aldığını
söylemişlerdir. Nitekim bu hususta diğer bir âyette de şöyie Duyuruluyor:
"Elbette rabbin, bunlardan her birine, yaptıklarının karşılığını verecektir.
Şüphesiz Allah, onlann yaptıklarından haberdardır. [264]
208- Ey iman
edenler, hep birlikte itaate girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o, sîzin
için apaçık bir düşmandır.
Ey iman edenler, hep
birlikte İslama girin ve şeriatın koymuş olduğu bütün hükümleri yaşayın.
Şeytanın yollarına ve izlerine tabi olmayın. Çünkü o sizin apaçık düşmanın
izdir. Onun, hakkınızdaki düşmanlığı apaçık ortadadır.
Ayette geçen ve
"İtaat" diye tercüme edilen "Silm" kelimesi, bir kısım
müfessirler tarafından "İslam" diye izah edilmiş ve onlar, âyetin
mânâsının: "Bir kısmınız değil hepiniz birlikte İslama girin." demek
olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Yahudilerden bir kısmı İslama girmiş diğer bir
kısmı ise Müslümanlığı kabul etmemekte diretmişlerdir.
Bunlara göre âyet-i
kerime, herkesin hep birlikte İslama girmeleri gerektiğini beyan etmektedir.
Mücahid, Katade, Süddi, İbn-i Zeyd, Dehhak ve İbn-i Abbas bu görüştedirler.
Taberi de bu görüşü tercih etmiştir.
Diğer bir kısım
âlimler ise "Silm" kelimesini "İtaat" olarak izah etmişler
ve âyetin mânâsının "Hep birlikte itaata girin." demek olduğunu
söylemişlerdir.
Ebul Aliye ve Rebi' b.
Enes bu görüştedirler.
Diğer bazı âlimler ise
"Silm" kelimesini "Batış" olarak izah etmişler ve âyetin
mânâsının: "Hep birlikte banşa girin." demek olduğunu söylemişlerdir.
Bu görüş te Katadeden nakledilmektedir.
Müfessirler bu âyette,
İslama girmeye veya itaat etmeye çağırılan insanlardan kimlerin kastedildiği
hakkında iki görüş zikretmişlerdir.
İkrimeye göre burada,
İslama ginneleri istenen insanlardan maksat, Hz. Muhammede iman eden
müminlerdir. Müminlerin İslama girmelerini istemekten maksat ise, onların
İslamın bütün emirlerini yaşamalarını istemektir. Yani, "Ey müminler,
İslamın bütününü yaşayın." demektir. Bu izaha göre "Hep birlikte
"sıfatı "îslam" diye tercüme edilen kelimesine aittir. Bu
hususta İk-rime diyor ki: "Bu âyet-i kerime, Yahudilerden olan ve İslama
giren, Salebe, Abdullah b. Selam, İbn-i Yamin, Kâb'ın oğulları Esed ve Üseyd,
Şu'be b. Emr ve Kays b. Zeyd hakkında nazil olmuştur. Bunlar demişlerdir ki:
"Ey Allanın Resulü, Cumartesi günü, saygı gösterdiğimiz bir gündü. Bizi
serbest bırak ta o güne uyalım. Tevrat da Allah tealanın bir kitabıdır. Bizi
bırak ta geceleri onun hükmüne uyalım." İşte bunun üzerine "Ey iman
edenler, İslama bir bütün olarak girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o,
sizin apaçık bir düşmanınızdır." âyeti nazil oldu.
Abdullah b. Abbas ve
Dehhaka göre ise, bu âyette İslama girmeleri emredilen müminlerden maksat,
daha Önceki Peygamberlere iman eden ehl-i kitaptır.
Taberi âyet-i
kerimenin bütün iman edenlerin İslam şeriatına tüm olarak girmelerini
emrettiğini, bu itibarla Resulullaha iman eden müminlerin de, ondan önceki
peygamberlere iman edenlerin de âyetin kapsamına girdiğini söylemiştir.
Âyette zikredilen
"Şeytanın adımlarTndan maksat, İslamın hüküm ve nizamına ters düşen her
şeydir. Cumartesi günü yasağına uyma ve İslam dinine muhalif olan diğer
dinlerden herhangi birinin hükümlerine uyma da bu kabildendir. [265]
209- Size
apaçık deliller geldikten sonra doğru yoldan saparsanız, bilin ki Allah her
şeye galiptir. Hüküm ve hikmet sahibidir.
Eğer, İslâmın hak din
olduğuna dair deliller size açıklandıktan sonra İslam şeriatının hükümlerine
muhalefet ederseniz, bilin ki Allah, her şeye galiptir. Hiçbir müdafaan
Allanın, sizi cezalandırmasını Önleyemez. Hiç bir kimse de ona engel olamaz. O,
size yapacağı şeylerde hüküm ve hikmet sahibidir.
Ayetle zikredilen
"Apaçık deliller"den maksat, Hz. Muhammed, Kur'an-i Kerim ve İslam
dinidir. Bunlardan sonra sapıklığa düşenler hak yoldan şaşmış, zulme, inkâra ve
küfre düşmüş olurlar. Ve her şeye gücü yeten Allanın cezalandırmasına layık
olurlar. Âyet-i kerime, insanları bu gibi durumlara düşmemeleri için
uyarmaktadır. [266]
210- Onlar,
bulutlardan gölgelikler içinde Allanın (emrinin) ve meleklerin gelmesinden ve
işin olup bitmesinden başka bir şey mi beklerler? Bütün işler Allaha döner.
Hep birlikte itaate
girmeyi bırakıp Şeytanın adımlarına uyan ve Muhammedi yalanlayan bu insanlar,
kullan arasında hüküm vermek ve işlerini sonuçlandırmak için Allanın, kıyamet
gününde bulut gölgeleri arasında kendilerine gelmesini ve meleklerin de
gelmesini ve yaratılanlar arasında adaletle hükmedilerek işlerinin
bitirlemisini mi beklerler? Kıyamet gününde yaratıkları arasında hüküm verme
Allaha aittir. Allah, birbirlerinden davacı olan hasımların aralarında hüküm
verir ve herkes layık olduğu ceza veya mükâfaatı görür. Çünkü orada zayıfla
kuvvetli, fakirle zengin eşittir. Orada zulüm yoktur. Adaletin gücü hakimdir.
Bütün işler, âhirette Allaha döner. Yaratıkları arasında âhirette sadece o hüküm
verir.
Ayette, " Allanın
emrinin gelmesi" diye tercüme edilen cümle, âyetin Arapça metninde
"Allanın gelmesi" şeklindedir. Taberi bu âyet-i kerimenin izahında
çeşitli kıraat şekillerini ve müfessirlerin tefsir yönlerini izah etmiştir.
Bunları şu şekilde özetlemek mümkündür.
1- Âyette geçen "Melekler" kelimesini, bazı
kıraat âlimleri Arapça metninde ötre okumuş diğerleri ise esre okumuşlardır.
Ötre okuyanlara göre âyetin mânâsı şöyledir: "Muhammedi ve onun
getirdiklerini yalanlayanlar, bulutların gölgesi içinde Allanın ve meleklerin
gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?"
Esre okuyanlara göre
ise âyetin mânâsı şöyledir: "Muhammedi ve onun getirdiklerini
yalanlayarlar, Allanın, bulutların gölgeleri içinde ve meleklerin arasında
gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?
2-
"Gölgeler" diye tercüme edilen kelimesi, bazıları tarafından şeklinde
okunmuştur. şeklinde okuyanlara göre âyetin mânâsı "Bulutlardan gölgelik
olanların içinde" şeklindedir. Kelimeyi şeklinde okuyanlara göre ise bu
cümlenin mânâsı, "Bulutlanıl gölgeleri içinde" şeklindedir.
Tabri kelimesini
Ötreli okuyan görüşü ve kelimesini de böylece okuyan görüşü tercih etmiştir.
Zira bu kiraatında ifade ettiği gibi Allah tealanın, meleklerle birlikte
geldiği şu âyet-i kerimelerde de zikredilmiştir. "Rabbin ve saf saf olan
melekler karşına çıktığı zaman, işte o gün cehennem getirilecek yine o gün
insanlar her şeyi anlayacaktır. Fakat bu anlamanın ona ne faydası olacaktır? [267]
"Onlar
kendilerine meleklerin gelmesinden veya rabbinin gelmesinden yahut rabbinin
bazı alametlerinin gelmesinden başka bir şey mi beklerler? [268]Taberikelimesini
tercih etmesinin sebebini ise, bu hususta zikrettiği şu hadise bağlamıştır.
"Bulutlardan bazıları halka şeklindedir. Allah, onların içine
ne bürüKi olarak gelecektir."
3- Âyette zikredilen "Bulutlardan
gölgelikler içinde" ifadesi, Mücahid, Katade ve İkrimeye göre Allah
tealanın gelmesine ait bir kayıttır. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir:
"Muhammedi ve onun getirdiklerini yalanlayanlar, Allanın* bulutlardan
gölgelikler içinde gelmesinden ve Meleklerin gelmesinden başka bir şey mi
bekliyorlar?" Bu hususta Mücahid şöyle demiştir: "Burada zikredilen
bulutlar normal bulut değildir. Buradaki bulut, İsrailoğullanna çölde yollarını
kaybettikleri zaman gölgelendirmek için gelen buluttur. İşte Allah, kıyamet
gününde böyle bir bulutun içinde gelecektir. Taberi, yukanda zikredilen hadisi
delil göstererek bu görüşü tercih etmiştir.
Rebi1 b. Enese göre
ise, "Bulutlardan gölgelikler içinde" ifadesi, Meleklerin gelmesinin
bir kayındır. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyledir: "Muhammedi ve ona
gelenleri yalanlayanlar. Allanın gelmesini ve bulutlardan gölgelikler içinde
meleklerin gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?".
4- Bu âyette
zikredilen, "Allanın gelmesi"ndeıı maksadın ne olduğu hakkında
müfessirler, çeşitli izahlarda bulunmuşlardır.
a-
Bazılarına göre, burada geçen "Gelmek" ifadesi Allah tealaya ait bir
sıfattır. Bu sıfat hakkında herhangi bir söz söylemeye zorlanmak caiz
değildir. Zira, bunlar hakkında ne Allah tealadan ne de bir Peygamber
tarafından herhangi bir şey söylenmemiştir. Bu itibarla herhangi bir kimsenin,
Allah tealanın bu gibi sıfatlarına te'vil yolu araması caiz değildir.
b- Diğer bir
kısım müfessirlere göre bu sıfatlar, hakiki mânâlarında kullanılmış sıfatlardır.
"Allah tealanın gelmesi"nden maksat, gerçekten gelmesi, bir yerden
diğer bir yere intikal etmesidir.
c- Başka bir
kısım âlimlere göre, burada zikredilen "Allanın gelmesinden maksat,
Allanın hükmünün ve emrinin gelmesidir.
d- Başka bir
kısım müfessirlere göre ise "Allanın gelmesinden maksat. Allanın
sevabının, hesabının ve azabının gelmesidir. Nitekim başka bir âyette
"Siz, gecenin ve gündüzün tuzaklarısınız.
[269]buyurulmuştur.
Burada zikredilen müstekbirlerin bizzat tuzak olmadıkları muhakkaktır. Onlar,
tuzak kurmuşlardır. Fakat kendileri, tuzak kurmaya sebep oldukları için onlara
"Tuzak" adı verilmiştir. Allah tealanın sevabına, hesabına ve
azabının gelmesine kendisi sebep olduğu için "Gelme" işi Allah
tealaya isnad edilmiştir. "Vali hırsızın elini kesti" ifadesi bu
kabildendir. Çünkü, hırsızın elini kesen, aslında vali değil onun emriyle kesen
cellattır.
Taberi burada
zikredilen, "Allanın gelmesi"nden maksadın, kıyamet gününde Allah
tealamn gelip yaratıkları hakkında hüküm vermesi olduğunu söylemiş ve buna
dair Muhammed b. Kâ'b el-Kurezi'nin Ebu Hureyre'den naklettiği şu uzun hadisi
zikretmiştir.
Ebu Hureyre,
Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir. "Sizler, kıyamet gününde
bir durakta yetmiş yıl durdurulacaksınız. Size bakılmayacak ve aranızda hüküm
verilmeyecektir. Sizler, çepeçevre kuşatılmış olacaksınız. Gözyaşlannız
kuruyuncaya kadar ağlayacaksınız. Sonra ağlarken gözlerinizden kan dökülecek,
ağlamaya devam edeceksiniz. Öyle ki gözlerinizden dökülen kanlar göl olup
kulaklarınıza kadar ulaşacak veya ağzınıza dolacak hale gelecek sizler çığlık
atacaksınız,sonra diyeceksiniz ki: "Rabbimiz nezdinde bize kim şefaatçi
olacak ki aramızda hükmünü veresin?" Size denilecek ki: "Bu işe
atanız Âdemden kim daha layık olabilir'? AHah onun toprağını kendisi seçti. Onu
bizzat eliyle yarattı. Ona ruhundan üfledi. Ve onunla karşı karşıya
konuştu." Resu-lullah diyor ki: "Bundan sonra Âdeme gidilir ondan
şefaatçi olması istenir. O da kabul etmez. Sonra insanlar, tüm Peygamberlere
teker teker müracaat ederler. Her Peygambere vardıklarında o, şefaat etmeyi
reddeder. Nihayet bana gelirler. Geldiklerinde ben de kalkıp "Fahs"
denen yere varırım. (Ebu Hureyre dedi ki: "Fahs nedir ey Allanın
Resulü?" Resulullah: "Fahs, Arş'ın önüdür." buyurdu.) Orada
secdeye kapanırım. Ve secdede devam ederim. O esnada Alİah bana bir Melek
gönderir. O, benim pazulanmdan tutup yukan kaldırır. Sonra Allah bana der ki:
"Ey Muhammed, :Ben de: "Evet" derim. O, benim istediğimi çok iyi
bildiği haide bana der ki: "Ne istiyorsun?" Derim ki: "Rabbim,
sen bana, şefaat etmemi vaadettiydin. Sen beni, yaratıkların hakkında şefaatçi
kıl ve onların arasında hükmünü ver." Allah: "Ben seni şefaatçi
yaptım. Ben size geliyorum ve aranızda hüküm vereceğim." der. Ben oradan
ayrılırım ve gelip insanlarla beraber beklerim. Biz orada beklerken gökten
şiddetli bir hışırtı işitiriz. O bizi korkutur. O esnada, gök ehlinden,
yeryüzünde bulunan Cin ve insanlar kadar sakinler inerler. Onlar yeryüzüne
yaklaşınca yeryüzü onların nuruyla aydınlanır ve onlar, sıra sıra dizilirler.
Biz onlara deriz ki: "Rahimiz sizin içinizde mi?" Onlar da derler ki:
"Hayır o geliyor. "Sonra, ikinci gök sakinleri, daha önce inen Melekler,
bir de yeryüzünde bulunan Cin ve insanlar kadar Melek, ikinci gökten yeryüzüne
inerler. Yeryüzüne yaklaşınca yeryüzü onların nuruyla aydınlanır. Onlar da sıra
sıra dizilirler. Biz onlara deriz ki: "Rabbimiz sizin içinizde mi?"
Onlar da "Hayır o geliyor." derler. Sonra üçüncü kat sakinleri, daha
önce inen meleklerle, yeryüzünde bulunan insan ve cinlerin miktannca inerler.
Yeryüzüne yaklaşınca yeryüzü onların nuruyla aydınlanır. Onlar da sıra sıra
dizilirler. Biz onlara: "Rabbimiz içinizde mi?" diye sorarız. Onlar
da "Hayır geliyor" derler. Sonra gök sakinlerinin tümü, önceliklerin
bir kat daha fazlasıyla inerler. Nihayet Cebbar olan Allah, bulutlardan
gölgelikler içinde iner. Melekler de inerler. Meleklerin, Allahi teşbih
etmelerinin sesleri vardır. Melekler şöyle derler: "Mülkün ve kainatın
sahibini teşbih ederiz. Arşın rabbini, azamet sahibini teşbih ederiz. Ölmeyen
diriyi teşbih ederiz. Bütün yaratıkları öldürüp kendisi ölmeyeni teşbih ederiz.
O, teşbih edilendir, münezzehtir. O, meleklerin rabbi ve ruhun ra-bidir. O,
münezzehtir, münezzehtir. Biz, en yüce olan rabbimizi teşbih ederiz. Biz, saltanat
ve azamet sahibini teşbih ederiz. Biz onu ilel ebed teşbih ederiz.".
derler. İşte o an Allah teala iner. O gün onun arşını sekiz melek yüklenmiş
olur. Bugün onu yüklenenler ise dörttür. Onların ayaklan yerin en alt katının
sınırındadır. Gökler onların bellerine ulaşmakta, Arş ise onların omuzlan
üzerinde bulunmaktadır. Aziz ve Celil olan Allah, arşını yeryüzünde dilediği
yere koyacak-sonra bir seslenen, bütün yaratıkların işiteceği şekilde
seslenecektir. Allah: "Ey cinler ve insanlar topluluğu, ben sizi
yarattığım günden bu güne kadar susuyordum. Sizin konuş.tuklannızı işitiyor,
yaptıklarınızı görüyordum. Şimdi ise sizler susup beni dinleyin. Şimdi size
amel defterleriniz ve amelleriniz okunacak. Kim onda hayır bulursa Allaha
hamdetsin. Kim de hayırın dışında bir şey bulacak olursa sadece kendini
kınasın." Bundan sonra Aziz ve Celi! olan Allah, yaratıklarından olan
cinler, insanlar ve hayvanlar arasında hükmünü verecektir. Öyle ki o gün,
boynuzsuz hayvanın hakkı boynuzlu olandan alınacaktır.
Âyet-i kerimenin
sonunda "Bütün işler Allaha döner." buyurulmaktadir. Bundan maksat,
kıyamet gününde yaratıkları arasında.dünyadayken yaptıkları haksızlıklardan
dolayı hüküm verme işi sadece Allaha aittir. O, hak sahiplerinin haklanın alır,
kendilerine verir. Haksızların ise kafir olmayanlarına, dilerse lütfedip
affeder, dilerse cezalandırır. Kâfir olanları ise mutlaka cezalandırır.
Her ne kadar dünyada
da bütün işler sonunda Allaha ait ise de kıyamette bütün işlerin Allaha ait
olduğu daha açıktır. Zira dünyada işleri önün yarattîklan yürütürler. Bazan
onun emirleri doğrultusunda hareket eder hakkaniyete uyarlar bazan da onun emri
dışına çıkarak haddi aşar, haksızlık yaparlar. Fakat âhirette böyle bir şey söz
konusu değildir.*
Selef-i Satihine göre
bu gibi âyetlerin izahında susmak ve te'vile gitmeden işi Allaha havale etmek
gerekir. Diğer bîr kısım alimlere göre ise yanlış te'vülere mahal bırakmamak
için bu gibi âyetlerin te'viline gidilmesi uygun görülmüştür. İşte bu anlayışa
göre bu âyette ifade edilen "Allah gelmesi"nden maksat,
"Allahın emrinin veya azabının yahut da âyetlerinin gelmesi"
demektir. [270]
211-
İsrailoğullanna sor. Kendilerine ne kadar apaçık âyetler gönderdik. Kim,
Allanın nimeti kendisine geldikten sonra onu değiştirirse şüphesiz ki Allah,
cezası çok şiddetli olandır.
Ey Muhammed,
İsrailoğuUarına sor. Kendilerine, Peygamberlerinin doğruluğunu gösteren ne
kadar açık alamet ve net deliller geldi. Fakat onlar, inkâr etti ve
yalanladılar. Kim, Allanın nimeti olan İslamı değiştirir ve onu inkâr ederse,
bilsin ki Allah, cezası çok şiddetli, azabı pek acıtıcı olandır.
Âyet-i kerimede,
İsrailoğullanna verildiği zikredilen âyetlerden maksat, mucizelerdir. Rebi' b.
Enes Hz. Musanın asasının, beyaz elinin, kızıl denizin yarılmasının,
düşmanları Firavunun, gözleri önünde boğulmasının, kendilerinin çölde iken
bulutlarla gölgelendirilmelerinin ve Yahudilere, gökten bıldırcın eti ve kudret
helvasının inmesinin, İsrailoğullarına verilen bu gibi mucizelerden olduğunu
zikretmiştir.
Taberi diyor ki:
"Allah teala bu âyet-i kerimeleriyle, Peygamberi Muha-med (s.a.v.)'e,
geçmişteki ümmetlerin hallerini bildirmekte ve ona, kendisini yalanlayanlara
ve rablerine karşı böbürlenenlere sabretmesini emretmektedir. Zira, önceki
ümmetlere de Peygamberleri çeşitli mucizeler getirmelerine rağmen, ümmetleri,
kendilerine Hz. Muhammede karşı çıkanların yaptıklarını yapmışlardır.
Resulullahm döneminde bulunan Yahudiler de bu ümmetlerden devam edip gelen bir
kavimdir. Onlar, atalarından görülen şeyleri devam ettireceklerdir.
Âyette zikredilen
"Allanın nimeti"nden maksat, İslam dini ve onun,farz kıldığı
hükümlerdir. "Onu değiştirmek"ten maksat ise, onu kabullenme yerine
onu reddetme ve inkâr etmedir. Zira İslam gibi yüce bir nimete layık olan şey
onu kabullenmektir. Onu reddetmek ise, nimeti felaketle değiştirmek olur. [271]
212- İnkâr
edenlere dünya hayatı süslü gösterildi. İman edenlerle alay ediyorlar. Oysa
kıyamet gününde Allahtan korkanlar onlardan üstündürler, Allah, dilediğini
hesapsız şekilde rızıklandırır.
Kâfirlere, geçici dünya
hayatı süslü gösterildi. Orada böbürlenmeyi, mallarının ve sayılarının
çoğalmasını isterler. Onlar, dünyaya ve onun süslerine önem vermemeleri
sebebiyle, iman edenlerle alay ediyorlar. Oysa Allanın emirİerini yerine
getirip yasaklarından kaçınarak ondan korkanlar, kıyamet gününde cennete
girerek bu kâfirlerden üstün duruma gelirler. Allah, bu takva sahiplerine
ikramlarından ve bol ihsanlarından hesapsız bir şekilde nzık verir. Çünkü o, hazinelerinin
tükeneceğinden korkmaz. [272]
213-
İnsanlar tek bir ümmetti. Allah onlara, müjdeleyen ve uyaran Peygamberler
gönderdi. İnsanların ihtilafa düştükleri hususlarda aralarında hüküm vermeleri
için, o peygamberlerle beraber hak kitap indirdi. Bu kitap hakkında apaçık
deliller geldikten sonra aralarında kıskançlık yüzünden ancak kendilerine
kitap verilenler ihtilaf etmişlerdir. Allah, onların ihtilafa düştükleri
gerçekler hakkında îman edenlere, izniyle doğru olanı gösterdi. Allah,
dilediğini doğru yola iletir.
İnsanlar, topluca bir
dine tabi olan tek bir ümmetti. Fakat sonra ihtilaf ve ayrılığa düştüler. Allah
onlara Resuller ve Nebiler gönderdi. Onlar, Aüaha itaat edenleri bol sevap ve
güzel bir sonuç ile müjdelediler. Allaha isyan edenleri ise şiddetli bir azap
ve çetin bir hesapla uyardılar. Allah, din hususunda ihtilafa düştükleri
konularda insanlar arasında hüküm versinler diye o Peygamberlerle beraber
Tevratı da indirdi. Yahudilerin Tevrat hususunda ihtilaf etmeleri, onu
bilmemelerinden değildi. Bilakis onlara, Tevratın hak kitap olduğuna dair delillerin
ispatlanmasından sonra, liderlik kavgası yüzünden bile bile
inatlaşmaların-dandı. Allah, yardımı ve ilmiyle, iman ehlini, dostu olan
İbrahimin dinine tabi olmaya muvaffak kıldı. Allah, yaratıklarından dilediğine
sağlam yolu gösterir. Onlan hakka ve doğruya yöneltir.
Müfessirler bu âyette
zikredilen "Tek bir ümrnet"ten kimlerin kastedildiği hakkında farklf
görüşler zikretmişlerdir.
a- Abdullah
b. Abbas ve Katadeden nakledilen bir görüşe göre bu âyette zikredilen "Tek
bir ümmef'ten maksat, Hz. Âdem ile Hz. Nuh arasında yaşayan ve on nesil devam
eden ümmettir. Bunlar, Hz. Nuha kadar hak şeriat üzere te bir ümmet olarak
yaşamışlar, Hz. Nuhtan sonra ihtilafa düşmüşler, Allah da bunlara, müjdeleyici
ve uyarıcı Peygamberler göndermiştir. Bu izaha göre "Ümmet" kelimesinden
maksat "Tek din üzerinde birleşen insanlar" demektir. Bu hususta
başka bir âyet-i kerimede "Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı.. [273]
buyurulmaktadir.
b- Mücahide
göre bu âyette zikredilen "İnsanlar" kelimesinden maksat, Hz. Âdem,
"Ümmef'ten maksat da "Hayırlarda önder" demektir. Buna göre
âyetin mânâsı şöyledir: "Adem, hak din üzere idi ve soyu için bir imamdı,
Allah, onun evlatlarından müjdeleyici ve uyarıcı Peygamberler gönderdi."
Bu âyetteki "Ümmet" kelimesinin, hayırlarda Önder mânâsına geldiğini
şu âyetteki aynı mânâya gelen "Ümmet" kelimesi de pekiştirmektedir.
''Şüphesiz ki İbrahim, Allaha boyun eğen, hakka yönelen bir ümmetti
(Önderdi)" [274]
c- Übey b.
Kâ'b ve İbn-i Zeyd'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen
"İnsanlar"dan maksat, Hz. Âdemin sulbünden zerrecikler halinde
çıkarılan insanlar, "Ümmef'ten maksat ise "Tek din" demektir.
Yani, Allah teala, Hz. Âdemi yarattıktan sonra onun sulbünden insanları
zerrecikler halinde çıkarmış ve onlara "Ben sizin rabbiniz değil
miyim?" demiş onlar da, hep birlikte "Evet, sen bizim
rabbimizsin." demişler, böylece tek din üzere olmuşlardır. Fakat daha
sonra dünyaya gelince Allaha verdikleri söze bağlı kalmamışlar, ihtilafa
düşmüşler Allah da onlara müjdeleyici ve uyarıcı Peygamberler göndermiştir.
d- Abdullah
b. Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre, bu âyetten maksat şudur:
"İnsanlar önceleri tek bir ümmetti ve hak din üzere idiler. Allah onlara,
müjdeleyici ve uyarıcı Peygamberler göndermişti. Daha sonra ihtilafa düştüler."
Taberi diyor ki:
"Âyeti doğru şekilde tefsir etmek şöyle olur." Allah teala bu âyet-i
kerimede, kullarına bildirdi ki, insanlar önceleri tek bir ümmet idiler ve tek
bir din üzere idiler. O da hak din idi. Fakat daha sonra ihtilafa düştüler. Allah
da onlara, müjdeleyen ve uyaran Peygamberler gönderdi. İnsanların, tek din
üzere oldukları vakit, İkrime, Abdullah b. Abbas ve Katadenin dediği gibi Hz.
Âdemle Hz. Nuhun arası olabilir. Mücahidin dediği gibi Hz. Ademin sulbünden
gelecek insanların, zerrecikler halinde çıkarılıp kendilerine hak din
ar-zediîdiği zaman da olabilir. Bu hususta kesin delil olacak herhangi bir
delil yoktur. O halde âyeti umumi bir şekilde izah etmek daha isabetli olur.
Bu vaktin hangi vakit olduğunu bilmek veya bilmemek, Allaha bir itaat
sayılmayacağından bizlere herhangi bir zarar vermez.
Âyet-i kerimede
zikredilen "Kitap"tan maksat, Tevrattır. Yahudilere apaçık mucizeler
geldikten sonra sırf birbirlerine karşı azgınlıklarından ve liderlik
kavgasından dolayı, Alİahın hükümleri hakkında ihtilafa düştüler. Fakat Allah,
Hz, Muhammede iman eden müminleri, Yahudilerin, hakkında ihtilaf ettikleri
konularda, Hz. Muhammede gönderdiği bilgilerle aydınlığa kavuşturdu. Yahudilerin,
aralarında ihtilafa düştükleri şeyler, kıble, oruç tutma, haftanın tatil günü,
Hz. İbrahimin Yahudi veya Hıristiyan olması, Hz. İsanın Peygamberliği vb.
şeylerdir, bu hususta İbn-i Zeyde diyor ki: "Ehl-i Kitap, kıble hakkında
ihtilaf ettiler. Bazıları doğuya doğru bazıları da Kudüse doğru namaz kılarlar.
Bize ise Allah kıbleyi gösterdi. Onlar, oruç hakkında da ihtilafa düştüler.
Bazılan günün sadece bir kısmında oruç tutarlar bazıları da gecenin bir
bölümünde oruç tutarlardı. Allah bize, orucun ne olduğunu gösterdi. Onlar,
haftanın tatil günü olan Cuma gününde de ihtilafa düştüler. Yahudiler,
Cumartesi gününü, Hıristiyanlar da Pazar gününü tatil edindiler. Allah bize de
o tatil gününün Cuma günü olduğunu gösterdi. Enl-i Kitap, Hz. İbrahim hakkında
da ihtilâf ettiler. Yahudiler; "O Yahudidir." dediler. Hristiyanlar
da "O Hristiyandır" dediler. Allah onu bu iftiralardan arındırdı.
Onun, hakka yönelen bir Müslüman olduğunu ve iddia ettikleri gibi müşriklerden
olmadığını bildirdi. Ehf-i kitap, Hz. İsa hakkında da ihtilafa düştüler.
Yahudiler onun Alİahın bir sözü değil bir iftira olduğunu söylediler.
Hıristiyanlar ise onun rab olduğunu iddia ettiler. Allah bize, onun hakkında
doğruyu bildirdi. İşte ehl-i kitabın, haklarında ihtilaf ettikleri ve Allah'ın
da, biz iman edenlere bildirdiği şeyler bunlardır.
Âyet-i kerimenin
sonunda: "Allah, dilediğini doğru yola iletir." Duyurulmaktadır. Bu
âyetin bu bölümü, hak ehlinin şu sözünün doğru olduğunu açıkça ortaya
koymaktadır. "Kullar üzerinde bulunan her nimet, dinleri hususunda oi-sun
dünyalan hususunda olsun Allahtandır. [275]
214- Sizden
öncekilerin başına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeden, cennete
gireceğinizi mi zannediyorsunuz? Onlara yoksulluk ve sıkıntılar dokunmuştu. Ve
şiddetle sarsılmışlardı. Öylcki Peygamber ve onunla beraber iman edenler
"Alİahın yardımı ne zaman gelecek?" demişİcrdi. Bilin ki Allah'ın
yardımı çok yakındır.
Ey müminler topluluğu,
sizden öncekilere isabet eden şiddet, sıkıntı, dert ve çeşitli imtihanların
sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannediyorsunuz? Onlara,
fakirlik, sıkıntı, hastalık ve yorgunluk dokunmuştu. Onlar, korku, titreme ve
büyük bir heyecanla sarsılmışlardı. İnsanlar, Allah'ın yardımının geç
kaldığını sanıyorlardı. Nihayet Peygamber ve müminler "Allah bize ne zaman
yardrnı edecek?" dediler. Bilin ki Allanın, müminlere yardmı pek yakındır.
Bu âyet-i kerime,
Hendek savaşında müminlerin, çetin bir mücadele verdikleri sırada,
karşılaştıkları bitkinlikle beraber şiddetli soğuk karşısında ve yiyecek
darlığı çektikleri bir. sırada nazil oldu. Nitekim onların bu hali diğer bir
âyet-i kerimede de şöyle anlatılmaktadır: "İşte orada müminler imtihan
edilmişler ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı. [276]
215- Ey
Muhammcd sana, Allah yolunda neyi harcayacaklarını soruyorlar. De ki:
"Harcayacağınız hayırlı bir şey, ana babaya, akrabalara, yetimlere,
düşkünlere ve yolda kalmışadır. Her ne hayır yaparsanız, şüphesiz ki Allah onu
bilendir.
Ey Muhammed, sana
mallarından hangi şeyleri ve kimlere vereceklerini soruyorlar. Onlara de ki:
"Mallarınızdan harcayacağınız şeyi, babalaramza, analarınıza,
akrabalarınıza, babaları ölmüş yetimlere/ihtiyaç sahiplerine ve yolculuk
sırasında fakir düşmüş kimselere verin. Hayır ve iyilik olarak her ne yaparsanız
Allah, onu sizin hesabınıza yazar. Ve kıyamet gününde onun karşılığını size
verir.
Bu âyet-i kerimede
neyin infak edileceği soruluyor. Cevap olarak ta kimlere infakta bulunulacağı
açıklanıyor. İşte bu ifade özellik taşıyan bir ifadedir. Müfessirler burada
kullanılan ifade tarzının, önemli bir hususun te'kid edilmek istenmesinden
ileri geldiğini söylemişler ve demişlerdir ki: "Âyetin ifadesinden
anlaşılıyor ki her şeyi infak etmek, her türlü mal ve varlıktan harcama yapmak
mümkündür. Ancak önemli olan bu harcamanın kimlere yapılacağıdır. İşte bu
hususun önemine binaen, harcanacak yerler sayılmış ve ana babaya, akrabaya,
yetimlere, düşkünlere ve yolda kalmış olanlara harcanması .gerektiğine işaret
edilmiştir.
Süddi bu âyet-i
kerimenin, Allah tealanın, zekâtı farz kılmasından önce indiğini, kişinin aile
efradına harcayacağı nafakaları ve vereceği sadakaları ihtiva ettiğini, zekâtı
farz kılan emir gelince de bu âyetin neshedildiğini söylemiştir.
İbn-i Cüreyc ise,
müminlerin, Resulullahtan mâllarını nerelere harcamaları gerektiğini sormaları
üzerine bu âyetin indiğini ve malların nerelere verilmesinin daha faziletli
olduğunu belirttiğini bu itibarla bu âyetin, zekatın haricinde teberru
şeklinde infakta bulunmayı beyan ettiğini söylemiştir.
Taberi diyor ki:
"Süddinin "Bu âyet zekat âyetiyle neshedilmiştir" sözü isabetli
de olabilir isabetsiz de. Âyet-i kerimede, söylediğinin doğru olduğuna dair
herhangi bir işaret yoktur. Zira, bu âyet-i kerimenin, teberru şeklindeki
in-faklann yapılacağı yerlerin daha faziletli olanlarını bildirmiş olması
mümkündür. Nitekim bu hususta başka bir âyette şöyle buyurulmuştur: ",
iyilik sevdiği-mallardan akrabalara, yetimlere, yoksullara, yolda kanala,
dilencilere ve köle azad etmeye verenin, namazı kılanın, zekatı verenin...
yaptığıdır. [277]
216-
Hoşunuza gitmediği halde, savaşmak size farz kılındı. Belki de hoşunuza
gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlıdır. Belki hoşunuza giden bir şey de
sizin için daha kötüdür. Allah bilir, siz bilmezsiniz .
"Size hoş gelmese
de müşriklerle savaşmak üzerinize farz kılındı. Zorluklarla doiu olduğu ve
büyük sıkıntılara sebep olduğu için savaş nefislerinize hoş gelmez. Savaşı kötü
görmeyin. Belki kötü gördüğünüz o savaşta sizin için hayır vardır. Cihadı
terketmeyi de sevmeyin. Belki sevdiğiniz bu cihadı terket-me işinde sizin için
şer ve kötülük vardır. Allah, sizin için hangi şeyin şer, hangi şeyin hayır
olduğunu bilir. Siz ise bunu bilemezsiniz.
Bu âyet-i kerime.
Allanın dinini yeryüzüne hakim kılmak için müminlerin, her türlü zorluğuna
rağmen cihad etmelerinin gerekliliğini beyan etmektedir. Bu hususta Peygamber
efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde de şöyle buyuruyor:
"Rızkım,
mızrağımın gölgesi altında kılındı. Zillet ve aşağılık ise emrime karşı gelene
verildi. [278] Resulullah efendimiz
diğer bir hadis-i şerifinde de şöyle buyurmuştur:
"Kim cihad
etmeden ve cihad etmeyi gönlünden geçirmeden ölürse bir nevi münafık olarak
ölmüş olur. [279]
Müfessirler bu âyet-i
kerimede, yapılması emredilen cihadın kimlere farz. kılındığı hususunda çeşitli
görüşler zikretmişlerdir:
a- Ata ve
Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre bu âyette emredilen cihad
sadece Resulullahm sahabilerine farz kılınmıştı. Bu hususta İbn-i Cüreyc diyor
ki: "Ben, Atadan sordum ki, bu âyete göre. bütün insanların savaş
yapmaları farz mıdır? Ata dedi ki: "Hayır o âyetin indiği zamandaki insanlara
farz kılınmıştı." İkrime diyor ki: "Abdullah b. Abbas dedi ki:
"Bu âyet "Dediler ki "İşittik ve itaat ettik[280]
âyeti ile neshedilmiştir."
Taberi diyor ki:
"Bu sözün hiç bir mânâsı yoktur. Zira hükümlerin neshe-dilmesi kul
tarafından değil Aziz ve Celil olan AHah tarafındandir. Allah teala bu son
âyette, mümin kullarının: "Biz işittik ve itaat ettik." dediklerini
bildirmektedir. Burada nesih diye bir şey yoktur. Ebu İshak el-Fezari diyor
ki: "Ben Evzaiden "Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı."
âyetini sordum ve dedim ki: "Bütün insanların savaş etmeleri farz
mı?" Evzai de dedi ki: "Ben onu bilmiyorum ama, imamların ve halkın
bunu terketmeleri doğru değildir. Kişinin bizzat kendisine tek olarak farz
değildir."
b- Diğer bir
kısım müfessirler ise bu âyette emredilen cihadın, cenaze namazının
kılınmasında olduğu gibi müminlerin üzerine farz-ı kîfaye olduğunu, müminlerden
belli bir grubun bu farzı eda etmeleri halinde diğerlerinden bu farzın
düşeceğini söylemişlerdir.
Taberi diyor ki:
"Bize göre doğru olan görüş te budur. Zira, bu hususta deliller ittifak
halindedir Cihad etme ne sadece belli insanlara farz kılınmıştır. Ne de her
ferdi şahsen yükümlü kılan bir farzdır. Zira bu hususta Allah teala şöyle
buyurmuştur: "Müminlerden özürsüz olarak savaşa katılmayıp oturanlarla,
Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler bir değildir. Allah,
mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından, oturup geri
kalanlardan daha üstün kılmıştır. Allah, hepsine de, en güzel şey olan cenneti
vaadetmiştir. Allah, cihad edenleri, oturanlara, büyük bir mükâfaatla üstün
kılmıştır. [281]Allah teala bu âyette,
cihad edenlerin, cihad etmeyenlerden üstün olduklarını belirttikten sonra, her
iki sınıf için de güzellik olduğunu bildirmiştir. Şayet cihad her fert için
farz olsaydı, bu farzı ifa etmeyenler için güzellik değil ceza vaadedilirdi.
c- Diğer bir
kısım müfessirlere göre ise, kâfirlerle savaşmak, kıyamete kadar her müslümanın
üzerine farz-ı ayndır. Davud b. Ebu Âsim diyor ki: "Ben, Said b.
el-Müseyyebe dedim ki: "Ben, savaşmanın insanlara farz olduğunu biliyorum."
O, bu sözüme karşılık vermedi. Ben diyordum ki şayet o, benim söylediğime
karşı çıkacak olsaydı elbette fikrini açıklardı.
Âyet-i kerimede
"Belki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlıdır. Belki
hoşunuza giden bir şey de sizin için daha kötüdür." buyurul-maktadır.
Süddi bu âyeti izah
ederken şöyle demiştir: "Müslümanlar savaşmayı hoş görmüyorlardı. Allah
teala onlara buyurdu ki: "Belki hoşunuza gitmeyen savaş, sizin için daha
hayırlıdır." Yani, savaşta ganimet elde edersiniz, zafere ulaşırsınız ve
şehit düşersiniz. Savaşa gitmemeniz halinde ise bunlardan mahrum
olursunuz."
Abdullah b. Abbas
diyor ki: "Bir gün ben, Resulullahin terkisine binmiştim. O bana dedi ki:
"Ey İbn-i Abbas, heva ve hevesinin aksine de olsa Allahın, senin hakkında
takdir ettiğine razı ol. Zira bu durum, Allahın kitabında mevcuttur."
Dedim ki: "Ey Allahın Resulü, o nerede? Ben Kur'anı okudum."
Resulul-lah buyurdu ki: "O, belki de hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için
daha hayırlıdır. Belki hoşunuza giden bir şey de sizin için daha kötüdür.
Alİah bilir siz bilemezsiniz..." âyetinde mevcuttur. [282]
217- Ey
Muhammed, sana mukaddes olan haram ay'da savaş etmekten soruyorlar, De ki:
"O ayda savaş etmek, büyük günahtır. Fakat Allah yolundan alıkoymak, onu
inkâr etmek, insanları Mescid-i Haramdan men etmek ve oranın halkını yerinden
çıkarmak, Allah katında daha büyük bir günahtsr. Fitne çıkarmak adam
öldürmekten daha büyük bir suçtur. Kâfirlerin gücü yetse sizi dininizden
döndürünceye kadardurmadan sizinle savaşırlar. Sizden kim, dininden döner ve
kâfir olarak ölürse, işte onların dünya ve âhiret amelleri boşa gitmiştir. İşte
cehennemlikler onlardır. On-İar orada ebedi olarak kalacaklardır.
Ey Muhammed, sana
haram ay olan Recep ayında savaşmaktan soruyorlar. Onlara de ki: "O ayda
savaş etmek, haram olan ayda kan dökmek, Allah yanında çok büyük günahtır.
Fakat insanları îslarna girmekten alıkoymak, Allahı inkâr etmek, müminlerin
Mescid-i Harama girmelerini engellemek ve Mescid-i Haram çevresinde yaşayan ve
oranın halkından olan insanları oradan çıkarmak, Allah yanında, haram ayda
savaşmaktan daha büyük bir günahtır. Fitne çıkarmak, adam Öldürmekten daha
büyük bir suçtur.
Ey müşrikler
topluluğu, Allahı inkâr etmeniz, Muhammed ve ashabını Mescid-i Harama girmekten
men etmeniz, onlan memleketlerinden çıkarmanız ve Müslümanları dinlerinden
döndürmek için fitne meydana getirmeniz, Allah katında adam öldürmekten çok
daha büyük bir günahtır. Kureyş kâfirlerinin gücü yetse, müslümanlan
dinlerinden çıkarıp kâfir yapıncaya kadar savaşırlar. Sizden kim dininden
döner de kâfir olarak ölürse işte onların amelleri iptal olmuş, sevapları boşa
gitmiştir. İşte cehennemlikler onlardır. Onlar, cehennemde ebedi
olarak kalacaklar ve
oradan hiç çıkmayacaklardır.
Bu âyet-i kerimede
zikredilen ve "Mukaddes olan haram ay" diye ter cüme edilendan maksat, Recep ayıdır. Haram
aylar peşpeşe gelen, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem ayı ile Cemaziyel Âhir ve
Şaban ayları arasındaki Recep ayıdır. Cahiliye döneminde bu dört aya hürmet
gösterilirdi. Kişi, babasının katilini görse dahi ona dokunmazda ve bu aylarda
savaşılmazdı.
Bu âyette zikredilen
"Haram ayı'n" Recep ayı oluşu bu âyetin, nüzul sebebinin, Recep
ayında meydana gelen bir olay olmasındandır. Bütün müfessir-ler bu âyet-i
kerimenin, nüzul sebebinin, Resulullahm gönderdiği bir müfrezenin, Recep
ayının birinci gününde, müşriklerden biri olan Amr b. el-Hadremi'yi Öldürmesi
ve iki müşriki de esir etmesi hadisesi olduğunu söylemişlerdir. Bu olay, Taberinin
rivayetine göre, Urve b. Zübeyr, Süddi, Cündeb b. Abdullah, Mücahid, Miksem,
Abdullah b. Abbas, Ebu Mâlik el-Ğifari, Katade, İkrime. Mücahid, Dehhak ve
Şa'bi tarafından kısmen de olsa farklı şekillerde nakledilmiştir.
Bu hususta Abdullah b.
Zübeyr diyor ki: "Resulullah Bedirden döndükten sonra (hicretin ikinci
yılında) Recep ayında Abdullah b. Cahş'ın komutasında, muhacirlerden oluşan
dokuz kişilik bir müfrezeyi bir göreve gönderdi. Abdullah b. Cahş'a bir de
mektup verdi ve ona: "İki gün gitmeden mektubu açmamasını ancak ondan
sonra açmasını, mektubu açmasından sonra da emredilen şeyi yapmaya devam
etmesini, fakat arkadaşlarından herhangi birini bu işe zorlamama-sını
emretmişti. Abdullahm arkadaştan şunlardı: Ebu Huzeyfe b. Rabia. ükkaşe b.
Mihsan, Utbe b. Gazvan, Sa'd b. Ebi Vakkas, Amr b. Rabia, Vakıd b. Abdullah,
Halid'b. el-Bekir ve Süheyl b. Beyda (Süddinin rivayetinde Âmir b. Rabia
yerine, Âmir b. Füheyre, Ukkaşe b. Mihsan yerine, Ammar b. Yâsir zikredilmiş ve
Halid b. el-Bekir de zikredilmemiştir.) Abdullah b. Çalış iki gün yürüdükten
sonra mektubu açtı ve okudu. Bir de ne görsün onda: "Sen benim bu mektubumu
açıp okuduktan sonra Mekke ile Taif arasındaki "Nalıle" denen yere
varıncaya kadar git, orada dur. Oradan Kureyşj .gözetle ve onlardan bize haber
topla" diye yazılı. Abdullah mektubu okuyunca "Başüstüne, dinledim ve
itaat ettim." dedi. Sonra arkadaşlarına "Resulullah (s.a.v.) bana,
Nahleye gitmemi, haber almak için oradan Kureyşi gözetlememi emretti ve sizden
herhangi birinizi de buna zorlamamı bana yasakladı. Sizden kim şehitliği
istiyor ve onu arzuluyorsa benimle gelsin. Kim de bunu istemiyorsa geri dönsün.
Ben, Resulullahm emri doğrultusunda devam edeceğim." dedi. Abdullah ve
arkadaşları yola devma ettiler. Onlardan hiçbiri geri kalmadı. Hicaz
bölgesinde yol almaya devam ettiler. "Necran," denen yere varınca,
Sa'd b. Ebi Vakkas ile Utbe b. Gazvan ortaklaşa bindikleri develerini
kaybettiler. Bunun üzerine AbduIIahtan, geri kalıp develerini aramaya
koydular. Abdullah ile diğer arkadaşları ise yollarına devam edip
"Nahle"ye vardılar ve orada konakladılar. O sırada yanlarından
Kureyşin kuru üzüm ve diğer yiyecek
maddeleri taşıyan bir ticaret kervanı geçti. (Mücahidin rivayetine göre ise bu
kervan Taiften Mekkeye içki taşıyordu.) Ve Resulullah ile Kureyş arasında da
bir saldırmazlık antlaşması vardı. Bu Kervanda Amr b. el-Hadremi, Osman b.
Abdullah, kardeşi Nevfel b. Abdullah, Hakem b. Keysan bulunuyordu. Kervanda
olanlar Müslümanları görünce onlardan korktular. Zira kervan müslümanlann yakınında
konaklamıştı. Müslümanlardan Ukkaşe b. Mihsan, yukarıdan onlara baktı. O,
başını tıraş etmişti. Müşrikler onu görünce kendilerini emniyette hissettiler
ve dediler ki: "Bunlar Umre yapan insanlar, bunlardan bize bir zarar
gelmez." Müslümanlar bu müşrikler hakkında istişare ettiler. Çünkü o gün,
Cemaziyel Âhir ayının son günüydü. Dediler ki: "Vallahi eğer bu gece bu
insanlara dokunmayacak olursanız onlar, yarın Haram ayına gi-recekier ve artık
kendilerini bizden korumuş olacaklar. Onları öldürmüş olursanız Haram ayında
öldürmüş olacaksınız. Böylece bir tereddüt içinde kaldılar. Onlara hücum
etmekten çekindiler. Daha sonra kendilerinde bir cesaret buldular ve onlardan
güçlerinin yettiğini öldürmek ve ellerinde bulunanları almak hususunda ittifak
ettiler. Bunun üzerine Vâkıd b. Abdullah bir ok atarak Amr b. el-Hadremiyi
öldürdü. Osman b. Abdullah ile Hakem b. Keysanı da esir aldılar. Osmanm kardeşi
Nevfel b. Abdullah ise kaçıp ellerinden kurtuldu. Onu yakaiâ-yamadilar.
Abdullah b. Cahş ve arkadaştan kervanı ve iki esiri alıp Medine'de Resulullaha
geldiler. Oraya gelince Resulullah buyurdu ki" "Ben size, haram
ayında savaşmanızı cmrctnıcmiştim." Resulullah, kervanı ve iki esiri
bekletti. Herhangi bir muamele yapmadı. Resulullah, savaşmalarını emretmediğini
buyu-runca müfrezede olan müslümanlar çok üzüldüler, helak olduklarını
zannettiler. Diğer müslümanlar da bu yaptıklarından dolayı onlan kınadılar ve
onlara dediler ki: "Sizler emredilmeyen şeyi yaptınız, savaşmanız
emredilmediği halde savaştınız." Kureyşlüer de Müslümanlar aleyhinde
propaganda yaparak "Muham-med ve arkadaşları haram ay'ı ihlal ettiler. O
ayda kan akıtıp mallara el koydular ve insanları esir ettiler." dediler.
Mekkede bulunan müslümanlar ise onlara cevaben "Müslümanlar bunu
Cemaziyel Ahir ayında yaptılar." dediler. Yahudiler de bu olaydan dolayı
Resulullahm aleyhine bir gelişme beklentisine girerek şu sözleri söylediler:
"Amr b. el-Hadremiyi Vâkıd b. Abdullah Öldürdü. Amr savaşa ömür verdi.
(Onun ölümüyle savaş fikri tekrar canlandı) Haılremi savaşı hazırladı. Vâkıd
savaşı tutuşturdu. Allah onlan birbirlerine düşürdü."
Urve diyor ki:
"İnsanlar da bu hususta açıkça konuşunca, Aziz ve Celil olan Allah,
Peygamberine bu âyet-i kerimeyi indirdi. Bu âyet inince ve Allah icat a
müslümanlardan sıkıntıyı kaldırınca Resulullah kervanı ve iki esiri aldı.
Müfesirler, Haram
aylarında savaşmanın yasak olması hükmünün neshe-dilip edilmediği hususunda iki
görüş zikretmişlerdir.
a- Ata b.
Meysere ve Zühriden nakledilen bir görüşe göre haram aylarında savaşma yasağı
şu âyet-i celile ile neshed il mistir: "Bu itibarla bu aylarda savaşmak
caizdir. Savaşı önce kâfirlerin başlatması şart değildir. Bu âyet-i kerimede
şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz ki ayların sayısı, AHahin, gökleri ve yeri
yarattığı günden beri, kitabında tesbit olunduğu üzere, Allahm katında on
ikidir. Bu aylardan dördü, mukaddes olan haram aylardır. İşte dosdoğru din
budur. Bu aylarda kendinize zulmetmeyin. Ey müminler, müşrikler sizinle nasıl
topluca savaşıyorlarsa, siz de onlarla topluca savaşın. Bilin ki Allah,
mutlaka müttakilerle beraberdir. [283]
b- Ata b.
Ebi Rebah'a göre ise, haram aylarında savaşmanın yasak olması hükmü neshed
ilmemi ştir, aynen geçerlidir. Çünkü Allah teala bu aylarda savaşmanın büyük
bir günah olduğunu beyan etmiştir.
Taberi, birinci görüşü
tercih etmiş ve haram aylarda savaşma yasağının kaldırıldığını söylemiştir.
Çünkü Tevbe suresinin otuz altıncı âyetinin bu âyeti neshettiği, Resulullahın,
haram aylarda savaşmasından anlaşılmıştır. Çünkü Resulullah haram aylarında
Huneyn'de Hevazin kabilesiyle, Taifte Sakiyf kabilesiyle savaşmış, Ebu Âmiri
de, Evtas denen yere, orada bulunanlarla savaşmak üzere göndermiştir. Şayet bu
aylarda savaşmak yasak olsaydı Resulullah bunu yapmazdı. Taberi devamla diyor
ki: "Bütün siyer âlimleri, Hudeybiye sulhün-den önce Hz. Osmanı
müşriklerin öldürdüğü haberi gelmesi üzerine Resulullahın, sahabeleriyle
birlikte müşriklerle savaşmak üzere "Biat-ı Rıdvan"i yaptığı ve bu
biatin da bir haram ay olan Zilkade ayında yapıldığı hususunda ittifak etmişlerdir.
Sulhtan sonra Resulullah savaştan vazgeçmiştir. Bu vakıa, açıklamakta
olduğumuz âyette zikredilen, haram aylarında savaşmanın yasak olduğu hükmünden
sonra gerçekleşmiştir. Zira, Abdullah b. Cahş olayı Hicretin ikinci yılında,
Hudeybiye sulhu ise Hicretin altıncı yılında, Huneyn ve Taif olayları ise
Hicretin sekizinci yılında meydana gelmişlerdir. [284]
218-
Şüphesiz ki iman edenler, hicret edip Allah yolunda cihad edenler, işte onlar,
Allahm rahmetini umarlar. Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
Allah ve Resulünü
tasdik edenler, müşriklerin bulunduğu yerden, onlarla komşuluk etmeyi terkedip
hicret edenler, Allahm dini zafere ulaşsın diye düşmanla çarpışıp savaşanlar,
işte onlar Allahın lütfü ve merhameti yi e, onun cennetine girmeyi arzu
ederler. Allah, kullarının günahlarını örten, rahmetiyle onlara lütufta
bulunandır.
Cündeb b, Abdullah
diyor ki: "Abdullah b. Cahş'ın komutasındaki müfreze, mukaddes ay olan
Receb ayında, Kureyş müşriklerinden Amr b. el-Hadre-miyi öldürünce müslümanlar
bu müfreze hakkında "Eğer bunlar günah işleme-dilerse sevapları da
yoktur." demişler ve bunun üzerine bu âyet nazil olmuş ve mücahitlerin,
Allahın sevabını umduklarını ve mükâfaatma da erebileceklerini beyan etmiştir. [285]
[1] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/310-311.
[2] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/312-313.
[3] Bakara suresi, 2/144
[4] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an sure 2, h;ıh: 2, Hadis
No: 2957
[5] Âl-i İmran suresi, 3/199
[6] Bakara suresi, 2/114
[7] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/314-318.
[8] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/318-319.
[9] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an sure 2, bab: 8
[10] En'am .suresi, 6/88, 95
[11] Meryem suresi, 19/88-95
[12] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/320-321.
[13] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/321-323.
[14] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/323-324.
[15] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/324-325.
[16] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/325-326.
[17] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/326-327.
[18] Fazla bilgi için 48. âyetin izahına bakınız.
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/327.
[19] Necin suresi, 53/37
[20] Ahzab suresi, 33/35
[21] Tevbe suresi, 9/112
[22] Muinimin suresi, 23/1,%
[23] Meuriu suresi, 70/22-35
[24] Enhiya suresi, 21/f>8-69
[25] Meuriu suresi, 70/22-35
[26] Buhnri, K. cl-Hnbiya, hah: 8
[27] Bııhsıri, K. cl-Enhiya, hah: 8
[28] Sâffat .suresi, 37/101-107
[29] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/327-332.
[30] Ankcbııt suresi, 29/67
[31] Tahrim suresi, 66/5
[32] Bııhari, K. Tefsir el-Kur'an, sure 2, hah:
'J/Tirnıizi, K. Tefsir cl-Kuran sure, 2, Hadis No: 2995, 2996
[33] Müslim, K.el-IIacc, hah: 147, Hadis No: 1218
[34] Tevbe suresi, 9/109
[35] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/333-336.
[36] Bufıari, K.el-Megazi, bafr: 53/Tîhu Davud K.
el-Mcnasik, bab: 90 UN 2017
[37] Buhari, K. eJ-Megazi, hah: 27 K. el-ftisam bab:
16/MUslim, K. el-Hac bab: 454, Hadis No: 1360, 1361, 1362, 1363, 13655, 1372
[38] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/336-339.
[39] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/339-343.
[40] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/343-345.
[41] Ahmed b. HAnbel, Mtlsned c. 4, s. 127, 128
[42] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/345-347.
[43] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/347.
[44] En'am suresi, 6/78, 79
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/347-348.
[45] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/348.
[46] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/348-349.
[47] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/349.
[48] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/350-351.
[49] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, sure 2, bab: 11
[50] Maide suresi, 5/59
[51] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/351-352.
[52] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/353.
[53] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/353-354.
[54] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/354.
[55] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/354-355.
[56] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/355-356.
[57] Bakara suresi, 2/143
[58] Buharı, K. el-İman bab; 30, K. Tefsir cl-Kur'an sure
hab: 12, Ahmed b. Ilanbel, Müsned, c. 4, s. 283
[59] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/356-359.
[60] Ttirmizi, K. Tefsir el-Kur'an sure 2, bah: 7, Hadis
No: 2961
[61] Buharı, K. cl-Cenaiz, hah: 86 K. cş-Şülıaılııt, hah:
6/Müslüm K. cM'cııai/, hah: fiO, No: 449)
[62] Sebe suresi, 34/24
[63] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/359-365.
[64] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/365-366.
[65] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/367
[66] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/367-368.
[67] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/368.
[68] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/368-369.
[69] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/369.
[70] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/369-371.
[71] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/371.
[72] Buharı, K.
et-Tevhid, bab: 15/MÜsIim, K. ez-Zikr, bab: 20, Hadis No: 2675
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/371-372.
[73] Ahmed b. HAnbel, Müsned, c. 5, s. 388
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/372.
[74] Âl-i İmran suresi, 3/169-171
[75] Müslim, K. el-îmarc, hah: 12!, Ilaılis No:
1887/TiriTiizi, K. Tefsir el-Kur'an sure 3 hah: 19. Hadis No: 3011 .
[76] MÜslim, K. el-îmare, hah: 120, Hadis No; 1886
[77] Tinnizi, K. el-Paduil el-Cuhad, hah: 26, Hadis No:
1668/Nesai, K. c1-Ci!i;k1 h. 35, îbn-i Mâce, K.. el-Cihad, hah: 16, Hadis No:
2802
[78] 248 Buharı, K. el-Cuhad, hah: 22,112, l.WMüslim, K.
cl-Cuhaıl, hah: 20 Hadis Nn: 1742.
[79] Müslim. K.eMmnrü.bah: 122, Hadis No: 1888
[80] Buhari, K. el-Cuhad, bab: 88/Ahmed b. HAnhel, Müsned,
c. 2, s. 50
[81] Buhari, K. el-Cuhad, bab: 9 K. e!-Megazi bab:
28/Müsüm, K. el-İmarc bah: 147, HadisNo: 677
[82] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/373-375.
[83] Bakara suresi, 2/214
[84] Tirmizi, K. ez-Zühd, bab: 56, Hadis No: 2398/İbn-i
Mace, K. ci-Fiten bab: 23, Hadis No: 4023
[85] Buhari, K. el-Cenaiz, bab: 32/Ebıı Davuci, K.
el-Cenaiz, bab: 28, Hadis No: 3124/Müslim, K. el-Cenaiz, bab: 15, Hadis No: 926
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/376-377.
[86] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/377.
[87] İbn-i Mâce, K. el-Cenaiz, bab: 55, Hadis No:
1598/Ahmed b. Hanbel, Müsnetl, c. 4, s. 27
[88] Ahmed b. HAnbcl, Müsncd, c. 4V s. 27
[89] İbn-i Mâce, K. cl-Ccnaiz, hab: 55, Ilnılis No: 1
dOO/Ahmed h. HAnhcl, Mtlsnctl, c. 2, s. 201
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/377-379.
[90] Bkz. Ebu Davud, K. ci-Menasik, bab: 56, Hadis No: 1901
[91] Ebu Davud K. el-Mcnnsik, kıh: 57. IIikiik No: 1905
[92] Tirmizi, K. ei-Hac, bab: 39, Hadis No: 863
[93] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/379-383.
[94] Ebu Davud, K. el-tlm, bah: 9, Hadis No: 3658yTirmizi,
K. el-tlm, bab: 3, Hadis No: 2649/İbn-i Mace, K. et-Mukaddime, bab: 24, Hadis
No: 261
[95] Buharı, K. el-İlm, bab: 42/Miislim, K. Fadail
es-Sahabe, bab: 160
[96] Bakara suresi, 2/161
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/383-385.
[97] Bkz. Btıhari, K. el-İlm, hah: 42, K. uMIars, bab: 21,
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/385-386.
[98] Hûd suresi, 11/18
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/386-387.
[99] Fatır sunisi, 35/36
[100] Nîsa suresi, 4/56
[101] Mürselfıl suresi,77/35, 36
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/387.
[102] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/388.
[103] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/389-390.
[104] Bakara suresi. 2/107
[105] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an sure 2, hah: 3, sure, 25,
hab: 2/Müslim K. el-İman, hah: 141, 142, Hadis No: 86
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/391-393.
[106] Kasas suresi, 28/63
[107] İbrahim suresi, 14/22
[108] Ankebut suresi, 29/25
[109] Zuhruf suresi,-43/67
[110] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/393-394.
[111] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/395-396.
[112] Fatır suresi, 35/6
[113] Kehf suresi, 18/50
[114] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/396-397.
[115] Maide suresi, 5/103
[116] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/397-398.
[117] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/398
[118] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/398-399.
[119] Müminim suresi, 23/51
[120] Müslim, K. oz-ZckSl, bah: 65 Hadis No: lOLVTirmizi, K.
Tefsir, el-Kuran sure 2, bab: 36 Hadis No: 2989/Ahmed b. Hanbel. Müsned c. 2,
s. 328
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/400.
[121] Ebu Davud K. et-Taharet, bab: 41, Hadis No:
83/Tirmizi, k. et-Taharet, babı 52, Hadis No: 69/Nesd, K. el-Tafıarei, hah: 46
Ifaciis No: 59, 333/İbn-î Mace K. el-Taharet, bnb: 38 Hadis No: 386
[122] En'am suresi, 6/145
[123] Ahmed'b. Ilanbel, Müsned, c. 2, s. 97/İbn-i Mace K.
el-Et'ime bab: 31, Hadis No: 3314
[124] En'am suresi, 6/18, 19
[125] En'am sares'u 6/121
[126] Buhari, K. eş-Şerike, hah: 3, 16, K. el-Cuhad, hah:
91/MUslim K. el-Adahî, hah: 20, Hadis No: 1968/Ebu Davud, K. el-Adahî, hah: 15,
Hadis No: 2821
[127] İbn-i Mace K. et-Talak, hah: 16, Hadîs No: 2044, 2045
[128] En'am suresi, 6/121
[129] Bkz. Dârekutni, K. es-Sayıl, ez-Zebaih, c. 4, s. 296,
Hadis No: 96
[130] Buhari, K. et-Tevhid, bab: 13, K. ez-Zebaih, bab: 21
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/400-404.
[131] Müminim suresi, 23/107, 108
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/404-405.
[132] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/405-406.
[133] Bakara suresi, 2/6
[134] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/406-407.
[135] Bkz. Ehıı Davud, K. ez-Zekflt, bah: 40, Hadis No:
1677/Ahnıcd b. Hanhel, Mltened c. 3, s. 402
[136] Tahriın suresi, 66/7
[137] Buhari, K. ez-Zekat, bab: 28, K. et-Talak, bab:
24/Müsiim, K. cz-Zekât, bab: 75, Hadis No: 1021
[138] Tirmizi, K. cz-Zekât, bab: 26, Hadis No: 658/Nesei, K.
ez-Zekât, bab: 82/İbn-i Mâce K. cz-Zekâl, bab: 28, Hadis No: 1844
[139] Buhari, K. et-Talak, bah: 25, K. el-Edeh, hah:
24/Müslim, K. ez-Ziihti, hah: 42, Hadis No: 2983, Ebu Davud K. el-Edeb, bah:
123, Hadis Nn; 5150
[140] Buharı, K. ez-Zckâf, hah: 53/Nesei, K. ez-Zekâl, bah:
76
[141] Buhari, K. el-Edcb, bah: 31/85/Müslim, K. el-Lukata,
hah: 14, 15
[142] Buhari,K.el-Eılcb,bah:31ı85/MUs1im,K.el-Lukala,bah:
14, 15
[143] Duha suresi, 93/10
[144] Ebu Davud, K. ez-Zekât, bab: 33, Hadis No: 1665/Ahmed
b. Hanbel, Mtisned c. 5, s. 201
[145] 302 Tirmizi,
K. el-Fadail el-Cihad, bab: 20, Hadis No: 1655/Nesei, K. en-Nukah, bab: 5, K.
el-Cihad, bab: 12/İhn-i Mace, K. el-Itk, bab: 3, Hadis No: 2518
[146] Müslim, K. el-İman, bab: 134, Hadis No: 82/Ebu Davud,
K, es-Sünne, bab: 15, Hadis No: 4678
[147] Buharı, K. el-İ'tisam, bab: 2/MiisIim, K. ci-İman,
bab: 32, Hadis No: 20/P.bû Davın!, K. ez-Zekât, bab: 1, Hadis No: 1556.
[148] İsra suresi, 17/34
[149] Buharı, K. el-İmnn, bab: 24/Müslim, K. ct-îman, bab:
10n, Hadis No: 59
[150] Bakara suresi, 2/153
[151] Bakara suresi, 2/155
[152] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/407-413.
[153] İsra suresi, 17/39
[154] Ebu Davud, K. el-Cihatl, bab: 147, Hadis No: 2751,
Nesei, K. cl-Kasame bab: 10, 13
[155] Maide suresi,
5/45
[156] Isra suresi, 17/.Î3
[157] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/414-418.
[158] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/419-420.
[159] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/420-421.
[160] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/421-422.
[161] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/422-423.
[163] Bkz. Buharı, K. Tefsir el-Kuran, sııro 2 hah:
2fi/Miislim, K. cs-Siyam, hah: 149, 150 HN.1145
[164] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/424-429.
[165] Buhari, K. es-Savm, hah- 20, K cn-Nikiih, hah: 2,
S/Mııslim, K un-Nukâh, bub: I. Hadis No: 1400 Ncsl-Î, K. es, .S-y;ım, bab: 43
[166] Buhari, K.es-Snvm, hab: 2/Müslim,K.es-Sıyam,,bab
163,Hadis No: 1151
[167] Buhari, K. el-İman, bab: 28
[168] Buhari, K. es-Savnı, bab: 5/Müslim, K. es-Sıyam, bab:
1, Hadis Nn: 1079
[169] Ahmed b. Hanbci, Müsned, e. 4, s. 107
[170] Neseî, K.. es-Sıyam, bab: 54
[171] Neseî, K. es-Sıyam, bab: 56
[172] Neseî, K- es-Sıyam, bab: 59
[173] Neseî, K. es-Sıyam, hah: 59
[174] Taberi, hu sözün Abtlurrahman b. Avf tarafından,
Resulullaha İsnad edilerek rivayet edilen bîr hadîs olduğunu snylemişse de,
Nesekle bu st>z, ResuluHaha isnııd edilmeyip, Abdurrah-man b. Avfm sözü
olarak rivayet edilmiştir. Bunun îgin Basını/, (Nescî, K. cs-Sryam, bab.1 53)
[175] Neseî, K. es-Sıyam, bab: 56
[176] Neseî, K. es-Sıyam, bah: 57
[177] Neseî, K. es-Sıyam, bab: 47
[178] Neseî, K. es-Sıyam, bab: 53
[179] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/429-438.
[180] Gâfir suresi, 40/60
[181] Bakara-suresi, 2/115
[182] Buharı, K. el-Cihad, bab: 131, K. ed-Da'vâl, bnb:
51/Iîhu Davud, K. el-Vilr, bab: 26 Hadis No: 1526
[183] Ahmed b. Hanhol, c. 3, s. 18
[184] Ğâfir suresi, 40/60
[185] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'ân, sure, 2, bab: 16, Hadis
No: 2969
[186] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/438-440.
[187] A'raf suresi, 7/189
[188] Tirmizi, K. TKefsir el-Kur'an, sure: 2, Hadis No: 2968
[189] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, sure 2, hah: 28/Müslim,
K. es-Kıyam, hah: 33 Hadis No: 1090
[190] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, sure 2, bab: 28
[191] Müslim, K. es-Siyam, bah: 43, Hadis No: 1094
[192] Müslim, K. es-Sıyam, hah: 44, Hadis No: 1094
[193] Nesei, K. cs-Siyam, bab: 20/İbn-i Mâue, K. es-Sıyam,
hah: 23, Hadis No: 1695
[194] Neseî, K. es-Sıyum, bab: 20
[195] Ebu Davutl, K. es-Savm, hah: 18, Hadis No: 2350/Ahmed
h. Hanhu], Mllsnc, e. 2, s. 510
[196] Buharı, K. es-Savm, bab: 43
[197] Buharı, K. es-Savm, bab: 43
[198] Müslim, K. es-Sıyam, taab: 55, 56 tladis No: 1102
[199] Buhari, K. es-Savm, bab: 49
[200] Buhari, K. es-Savm, bab. 50
[201] Müslim, K. el-Hayz, bah: 6, Hadis No: 297
[202] Müslim, K. el-IIr.y?., bab: 9, Hadis No: 297
[203] Müslim, K. el-IIayz, bab: 190, Hadis No: 297
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/441-452.
[204] Buhari, K. el-Ahkâm, bab: 29, 31, K. el Mezalim, bab:
16/Müslim, K. cl-Akdiye, hah: 5, Hadis No: 1713
[205] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/453.
[206] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, sure, 2, bab: 29
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/454-455.
[207] Tevbe suresi, 9/36
[208] Ebu Davud, K. el Cihaıl, bub: 82, Hadis No:
26r_VTirmizi, K. ed-l>iyat, buh: 14, UN: 1408/îhn-i Macc, K. el-Cihad, bab:
38, UN. 2958
[209] Ebu Davut!, K. el-Cihad, bab: 82, Hadis No: 2614
[210] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/455-4587.
[211] Bakara sûresi, 2/İ93
[212] Tevbe suresi,
9/5
[213] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/457-458.
[214] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/458.
[215] Buharı, K. eİ-İmnn, hah: I7/Müslim. K. el-İımn, baH:
36, Hadis No: 22
[216] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/459-460.
[217] Tevta suresi; 9/29
[218] Tevbe suresi, 9/36
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/460-462.
[219] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, süre 2, bab: 19, Hadis
No: 2972
[220] Tevbe suresi, 9/60
[221] Yusuf suresi, 12/87
[222] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/462-465.
[223] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/465-466.
[224] Âl-i îmran suresi, 3/97
[225] Bu hadis, Ahmetl b. Hanbelin Mesnedinin 6. ciltlinin
383 ve 384. sahifclcriiule zikredilmiştir. Ancak orada "Umre yap"
ifadesi mevcut değili e Taberinin metninde vardır.
[226] Ebu Davud, K. el-Menasik, bab: 25, Hadis No:
1810/Tirmizi, K. el-Hacc b;ıb: 87, Hadis No: 930 Neseî, K. el-Hacc, bab: 2,
10/thn-i Mace, K. el-Menasik, bab: 10, Hadis No: 2906/Ahmed b. HAnbel, Müsned.
c. 4, s. 10
[227] Timizi, K. el-Hac, bab: 88, Hadis No: 931/Ahmed b.
Hanbel, Müsncd, c. 3, s. 357
[228] İbn-i Maciî, K. el-Menasi.hab: 44, Hadis No: 2989
[229] Ebu Davud, K. ej-Menasik, bab: 44, Hadis No:
1862/Tirmizi, K. el-Hac, bab: 96 Hadis No: 940
[230] tirmizi, K. el-Hac, bab: 97, Hadis No: 941/Müslim, K.
el-Hac, bab: 106, Hadis No: 1208
[231] Buhari, K. ez-Zekât, bab: 62
[232] Ebu Davud, K. el-Menastk, bab: 43,
Hadisi4862/Tirmİ7,i, K. el-H;ıc, bab: 94, Hadis No: 940
[233] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, sure, 2, bab: 32/Müslim,
K. ei-Hac, bab: 80, 85 Hadis No:1201
[234] Buhar i, K.
es-Savm, bab: 68
[235] Buhari, K.
el-Hac, bab: 37
[236] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/466-486.
[237] Buhari, K. el-İman, bab: 36, K. el-Edeb, bab:
44/Müslim, K. el-îman, bab: 116, H.N. 64
[238] Buhari, K. el-Hac, bab: 4 K. el-Muhsar, bab:
9,10/Müslim, K. el-Hac, bab: 438, H.N. 1350
[239] Buhari, K. el-Hac, bab: 6/Ebu Davud, K. el-Menasik,
bab: 4, Hadis No: 1730
[240] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/486-491.
[241] Buharı, K. Tefsir cl-Kur'an, sure 2, hab: 34
[242] Bkz. Ehu Davud, K. ei-Mcnasik, hah: 7, Hadis No: 1733
[243] Ebu Davud, K. el-Menasik. bab: 65, Hadis Nn: 1935
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/492-494.
[244] Buharı, K. Tefsir el-Kur'an, sure, 2, bab: 35
[245] İbn-i Mace, K. cl-Menasik, hah: 56, Hadis No: 3013
[246] Bkz. İbn-i Mace, K. d-Menasik, hah: 61, Hadis No: 3024
[247] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/494-497.
[248] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/497-498.
[249] Müslim, K. ez-Zikr, bnb: 23, Hadis No: 2688
[250] Buharı, K. Tefsir cl-Kur'an, sure: 2, bab: 36
[251] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/499-500.
[252] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/500.
[253] Müslim, K. es-Siyam, bab: 144, Hadis No: 1141/Ahmcd b.
IIAnhcI, Miisned, c. 5, s. 75, 76
[254] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur"an, sure, 2, bab: 22,
Hadis No: 2975
[255] Buhari, K. el-Hac, bab: 4, K. el-Muhsar, bab: 9,
10/Müslim, K. cl-Hac bab: 438, H.N. 1350
[256] Tirmizi, K. ct-IIac, bab: 2, Hadis No: 810/Nesei, K.
el-IIac, hah: 6
[257] Bkz. Nesei, K. el-IIac, bab: 6/lhn-i Mâıx, K. el-Hac,
bab: 3, Hadis No: 2887
[258] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/501-504.
[259] Tirmizi, K. ez-Zühd, hah: 59, Hadis No: 2404
[260] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/504-506.
[261] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/506-508.
[262] Hac.suresi, 22/72
[263] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/508-509.
[264] Hud suresi, 11/lll
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/509-510.
[265] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/511-512.
[266] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/512.
[267] Fecr suresi, 89/22, 23
[268] En'am suresi, 6/158
[269] Sobe' suresi,
34/33
[270] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/512-516.
[271] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/517.
[272] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/517-518.
[273] Maide suresi, 5/48
[274] Nahl suresi, 16/120
[275] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/518-520.
[276] Ahzab suresi, 33/11
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/520-521.
[277] Bakara suresi, 2/177
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/521-522.
[278] Buhari, K. el-Cîhad, bab: 88/Ahmcd b. Hanhel, Müsned,
c. 2, s. 40
[279] Müslim, K. el-lmare, bab: 158, Hadis No: 1910/Ebu
Davııd K. el-Cihad bab: 18, Hadis No: 2502/Nesei, K. el-Cihad, bab: 2, Hadis
No: 3099
[280] Bakara suresi, 2/285
[281] Nisa suresi, 4/95
[282] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/522-524.
[283] Tevbe suresi, 9/36
[284] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/525-528.
[285] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/528-529.