1) KUR'AN O'NDA ŞÜPHE YOKTUR... MUTTAKİLER İÇİN BİR
HİDAYETTİR
Bu Sure Neden «Bakara» (İnek) Suresi Diye
Adlandırılmıştır?
Kur'an'da Bazı Surelerin Başlarında Yer Alan Harfler
Kur'an Sadece Muttakiler İçin mi Hidayettir?
2) MUTTAKİLER SİMALARI... SIFATLARI... BİRİNCİ ÖRNEK
Gaybe İman Etmekten Amaç Nedir?
Namaz İnanç Sistemine Dayanan Uygulamaının Bir
Görüntüsüdür.
Semavi Risaletlere İman Değişmez Bir Şarttır
3) KAFİRLER... BAŞKA BÎR ÖRNEK CEBR ve İHTİYAR
ÇERÇEVESİNDE HİDAYET ve KÜFÜR
Çağdaş Bir Hareket İçinde Bu iki Ayetin Konumu
Cebr ve İhtiyar Açısından İki Ayetin Değerlendirilmesi
Münafıklar... Ümmetin En Tehlikeli Düşmanları
5) NİFAK KESAT BİR TİCARET, KÖTÜ BİR SON... VE DAHA BÜYÜK
OLAN ALLAH'IN GAZABI
Bu, Gerçeğe Dayanan Bir Tasvirdir... Gerçekten Alman.
Örnek Bir Derstir
Ayetlerin Işığında Münafıkların Durumu
6) KURAN’IN I'CAZI VE BOYUTLARI
Kur'an'î Meydan Okuyuşun Zirvesi
Üstün İfade Gücü, Kur'an'ın Meydası Okuyuşunun Kilit
FJoktalanni Oluşturmaktadır
Kur'an'ın Meydan Okuyuşunda Başka İ'caz Yönleri Var
mıdır?
7) AHİRET MÜJDESİ KUR'AN'DA ÖRNEKLER. HER ŞEYİN BAŞINDA
ALLAH'A İMAN
Îblis'in Dramı Ve Temelsizliği
10) İLK GÜNAH... ÖRNEK BİR DERS
Hz. Adem'in Hatası ve Bunun Peygamberlerin İsmetiyle
İlgisi
Tevbe ve İnsanın Hayatındaki Önemi
Adem’in Günahı - Feda Etme Akidesi Önünde
Bu Ayetlerden Çıkarılması Gereken Pratik Ders
11) TARİHLERİ VE BUGÜNKÜ HALLERİYLE YAHUDİLER KUR’AN
TERAZİSİNDE
Allah'ı Hatırlayın ve O'na Verdiğiniz Sözde Durun
İsrailoğulları, Aldatma ve Hakkı Gizleme Arasında
Siz İnsanlara İyiliği Emredip, Kendinizi unutuyor
musunuz?
12) KUR'AN İSRAÎLOGULLARINA ÖĞÜT VERİYOR VE ONLARA
ALLAH'I HATIRLATIYOR
Bu iki Ayet Pratiğimizi ne Ölçüde Etkileyebilir?
Şefaat Dileme ile Şirk Arasında Bir İlişki Var mıdır?
13) PEŞPEŞE GELEN NİMETLER... VE TARİHE YÖN VEREN
LÜTUFLAR
Liderliklerin, Olayın Arka Planını İncelemesi Gerekir
Kitabın Nimet Olduğu Pekiştiriliyor
Rabb'inize Tevbe Edin, Kendinizi Öldürün!
Bu Ayetlerin Direktifleri Üzerine Bir Değerlendirme
15) ALLAH'A GÖRE KURTULUŞ ÖLÇÜLERİ ÎSRAİLOĞULLARININ İNEK
KISSASI
Bu Ayetlerin Kısa bir Değerlendirilişi
İsrailoğuliarı ve İnek Kesme Kıssası
16) ÎSRAİLOĞULLARI DONUKLAŞMA, TAHRİF VE NÎFAK AŞAMASINDA
Tarihin Bugüne Göre Değerlendirilmesi
Kaypaklığa Dayalı Nifak Aşaması
Davetçiler Geçici İmtiyazlar Karşısında
17) HUKUK METODU AÇISINDAN VERÎLEN GÖZÜN TEKRAR
HATIRLATILMASI,
DURUM DEĞERLENDİRMESİNDE ONLARIN BU SÖZLEŞMENİN
ŞARTLARINI ÇİĞNEDİKLERİNİN DİLE GETİRMESİ
19) KUR'AN REALİTEYE DAYALI OLARAK MÜ'MİNLERİ
BİLİNÇLENDİRMEYE BAŞLIYOR
Kafirlerin Müslümanlara Karşı Kompleksleri
Bu Ayetin peygamberlerin Masumiyeti ile ilgisi
Kur'an Ehl-i Kitabın Kıskançlığına Karşı Tavrını
Belirliyor
20) KUR'AN, ÎSLAM DÜŞMANLARININ GELECEK MESELELERİNİ TEMENNİLERDEN
UZAK
Yahudiler ve Hıristiyanlar Birbirlerine nasıl bakarlar
Allah'ın Camilerinde Allah'ın Adını Yasaklayandan Daha
Zalim Kim Vardır?
Kendi Dinlerine Uymadıkça Başkaları Senden Razı Olmazlar
21) BİR PEYGAMBER VE İMAM OLARAK İBRAHİM (A.S.)’İN
KİŞİLİĞİ VE ONUN KİŞİLİĞİNDE İMAMETİN ANLAMI
Ayetin Tefsiri Ayrıntılarında İşe, Şu Birkaç Nokta
Dikkatlerimizi Çekiyor;
Sorumluluk Yeterlik İmtihanından Sonra Verilir
Bu Ayetlerden İlham Alıp Öğrendiklerimize Gelince:
Kuruluşların Yapısındaki Ruhi Hava
Mü'minler Çocuklarının İmani Geleceğini Düşünüyorlar
Allah Yolundaki Davetçileri Yetiştirenlerin Sorumluluğu
İbrahim İslam'ın Davetini Güdüyor
İslam Yahudiler ve Hıristiyanlara Karşı Mücadele Ediyor
23) KIBLENİN BEYTÜL-MAKDİS'DEN KA'BEYE ÇEVRİLİŞİ
Aşağılık İnsanlar Sorun Çıkarıyorlar
Kur'an Bu İnsanları Nasıl Aşağılık ve Ahmak Olarak Tasvir
Etmiştir
Kafirlerle Savaşımızda Bu Yönteme Olan İhtiyacımız
Allah'a Teslim Olmuş Ümmet Orta Ümmettir
İnsanlar üzerinde Şahitliği Nasü Anlıyoruz
Kıble Hükmü Bir İmtihan ve Sınamadır
Şeriat Peygamberin. Arzusuna Cevap Veriyor
Allah'ı Zikretme ve O'na Şükretmenin Kapsamlı Anlamı
Bu Büyük Ders Önimde Bazı Önemli Noktalar
Rahman ve Rahim Olan Allah'ın adıyla...
Tarih boyunca Kur'an ilimlerinin herbirini baz alarak Kur'an'm tefsirini yazma çalışmaları yapılmıştır. Dil-bilgisinden belagata, felsefeden psikolojiye, tasavvuftan sosyolojiye varıncaya kadar her alanda Kur'an'ın derinlemesine incelemesi yapılmış bulunmaktadır. Bunun yanında herhangi bir bilim dalında ortaya atılan teorilere ve keşiflere dayanarak Kur'an'ı açıklamaya çalışan Kur'an'ı bu teori ve keşiflere adapte etmeye çaba sarfeden bir kesim de «Bilimsel Tefsir»le uğraşmaktadır. Öte yandan birtakım çevreler Kur'an'ı Kerim'i sırlarla, nükte ve bilmecelerle dolup taşan bir kitap olarak göstermeye, insanlara bildirmek istediği her şeyi sembollerle açıklamaya dayanan bir kitap şeklinde tasvir etmeye gayret etmektedirler. Yeni tefsirlere yeni kapılar açmak için sürekli olarak ciddi çalışmalar yapılmaktadır. Bunca tefsir türü ve çeşitleri yanında bizim bu kitabımız da bir Tefsir Kitabı mıdır? Ve bugün biz gerçekten yeni bir tefsire muhtaç mıyız?
İşin gerçeğini ifade etmemiz gerekirse, biz başta bu araştırmaları yeni bir tefsir çalışması amacı ile yazmadık. Bunlar imanli-kültürlü bir grup öğrenciye verilen Kur'an derslerinden ibaretti. Bu derslerden amacımız, İslami Diriliş Hareketini sarsılması ve saptırılmasına asla izin verilmemesi gereken değişmez kurallara dayandırmak için Kur'an'a dayalı bir diriliş hareketini yaratmaktı. Çünkü; biz Kur'an kültürünün, hem düşünce planında hem de pratik eylem sahasında yapılacak inkılapçı İslami çalışmaların temel ilkesini oluşturduğunun bilincindeydik. Zira Kur'an'ı Kerimin, akidevi İslami Dirilişte «önünden ve arkasından herhangi bir şaibenin ulaşamayacağı biricik kitabı[1] O temsil ettiğini biliyorduk. Buna bağlı olarak Yüce Allah, onu tahriften, ilave ve eksikliklerden koruyacağına dair güvence vermişti:
«Zikri (Kur'an'ı) biz indirdik biz! Ve onun bekçileri de biziz»[2]
Bu gerçeklerin ışığında Kur'an-ı Kerim'in, hayatın düşünce, hukuk ve eylem sahalarının hepsinde tertemiz, net İslam düşüncesinin hatasız biricik kaynağını oluşturduğu anlaşılmaktadır. İslami şahsiyetin, kendisine dayandığı temel kavramları belirleyen tek kaynak olduğu kesinleşmektedir.
Biz bu sözlerimizle İslam Düşüncesi'nin ve İslam Hu-kuku'nun ikinci ana kaynağını oluşturan sünnetin değerini gözardı etmiyoruz. Çünkü «Hadis» Kur'an'm genel kavramlarının detaylı bir açıklaması niteliğindedir. Hadis, belirlenen ilkenin noktalama işaretleri niteliğindedir. Genel ilkelerin düşünce ve pratik olarak nasıl gerçekleşeceğini gösteren bir açıklamadır. Bununla beraber Kur' an, «sened»i yönünden sünnetten farklı bir niteliğe sahiptir. Kur'an'm senedi bilimsel bir ispata ihtiyaç duymaz1. Bilginler Kur'an'da yer alan bir hükmün doğruluğuna kanaat getirmek için o hükmü aktaran ravilerin akide ve ahlak olarak sağlam kişilikli insanlar olmasını araştırmak zorunda değildir. Çünkü Kur'an'm senedi kesindir. Bunun yanında Peygamberimizin şöyle söylediğini veya böyle yaptığını ispat eden hadisin senedi bu ölçüde sağlam ve kesin değildir. Bunun sağlam ve kesin olduğunun ispatlanması gerekir. Bu konuda bilginler diğer içtihadı konularda olduğu gibi ayrı ayrı görüşlere varabilirler. Bu nedenle Kur'an'm belirlediği ilkelere özellikle önem vermek ve onları özellikle vurgulamak, arıduru Kur'an düşüncesini oluşturacak ve uydurma hadislerin kalp para niteliğinde olduğunu anlamamızı kolaylaştıracaktır. Ehli Beyt imamlarından —selam onların üzerine olsun— sabit olan hadislerden yola çıkarak Kur'an'la bu hadislerin içeriklerinin, Özlerinin sağlamasını yaptığımızda muhtevalarının da bozuk ve yanlış olduğunu' görebilme olanağını elde ederiz. İmamlardan gelen sabit hadislerde deniyor ki:
«Allah'ın Kitabına aykırı olanlar, dışlan yaldızlı asılsız .sözlerdir».
Ben bu dersleri pratik ve dinamik bir temele dayandırıp ,değerli İslami hayatımızı yaşayacağımız bir Kura'n atmosferini diriltmeye çalıştım. Çünkü Kur'an, sırf dilbil-gisindeki sözcüklerin bir araya getirilişi değildir ki, sözlükteki sözcüklerin anlamı ile dondurulabilsin. Aksine Kur' aıı'i kavramlar manevi ve pratik bir atmosferde harekete geçen kavramlardır. Bu nedenle biz; Kur'an ayetlerim realitelerin atmosferinden uzak, sırf düşünceye yönelik edebi metinler gibi ele almıyoruz. Zira biz Kur'an'm doğru yola doğru harekete geçiren, bilgi veren, ilham eden, doğru yolu gösterip ona doğru yönlendiren bir hayat olduğunu kavramış buluyoruz. Kur'an ayetleri, İslam Çağrısı Hareketi'nin atmosferinde indiği sırada bu hareketin zaaf noktalarını ve davanın aşamalarında ve realitenin karşı koyuşlarındaki üstünlüklerini gözetiyordu ki, onun zaaf noktalarım güçlendirecek, kuvveti yılgınlığın etkilerinden koruyacak, aşamaları hedeflerine doğru yönlendirecek, realitenin karşı kovuşlarını ısrarla göğüsleyecek ana ilke- ' ler, ciddi kaideler ortaya koysun. Böylece Kur'an ayetleri Risaletin atmosferinde sürekli bir hareket ortaya koyarak İslam toplumunun hareketi içinde yeni bir atmosfer yaratabiliyordu.
Kur'an üslubunu bu açıdan ele aldığımızda Kur'an'ı bir mesaj. ve davet kitabı olarak anlamamız gerektiğini görüyoruz. Böylece Risalet ve Davetin atmosferine girmemiz mümkün olur. Ancak bu atmosferi; Risaletin hareketini, dinamiğini ve manevi havasını teneffüs ederek ilk müslümanların ulaştığı büyük hedefe ulaşılabilir. Bu büyük hedef, bilinçli ve Kur'an'î Şahsiyetin oluşmasıdır. Bu şahsiyeti Büyük Peygamber hayatında en doğru biçimde temsil etmiştir. Bu nedenle onun sözleri bir mesaj olduğu gibi hayatı da pratik bir mesaj olmuştur. Onun hayatında çağrının yanında örneklik ve önderlik de birbirine paralel olarak gitmiştir. "Yüce Allah buyuruyor ki:
<iAndolsun Allah'ın Elçisinde sizin için Allah'ı ve Ahİreti arzu eden ve Allah'ı çok anan kimseler için (uyulacak) en güzel bir örnek vardır»[3]
Kur'an'dan ilham alma girişiminde, Kur'an'm nüzul sebeplerine ilişkin araştırmamızda iki önemli noktaya dikkat çekmemiz gerektiği kanaatma vardık:
Birincisi: Kur'an ayetleri, hakkında indikleri olaylara ye şahıslara özgü değildir. Onlarla dondurulamaz. Çünkü ayetin nüzul şartları olayın başlangıç noktasından öte bir anlam ifade etmez, düşüncenin ilk harekete geçtiği olaydır. Bütün gelişmeleri sınırlama ve hepsini kapsamına almaktan hayli uzaktır. Bu nedenle Kur'an ayetleri yer ve zamana paralel biçimde her alanda genişlemiş ve her tarafa uzamıştır. Ayetler, bu ilk örnek vasıtası ile düşünceye ve kavramlara en geniş anlamda kaynaklık edebilmiştir. İşte Kur'an ayetlerinin bu özel sebeplerle ve belli şartlarla dondurulmamış olması onların ilk müslüman nesle verdiklerini bize de verme olanağı sağlamıştır. Kur'an, ilk müslüman neslin samimiyetine, bağlılığına, Özgür iradelerine, onların sapıklıklara meydan okuyuşlarına, teorik ve pratik olarak özgürlüğü elde etmek için bütün güçlerini kullanmalarına ışık tuttuğu gibi, bugün bizim küfre, şirke, zulme ve azgınlığa karşı koymamızda da bizimle beraber yaşadığını, yaşaması gerektiğini rahatlıkla anlayabiliriz. İşte ehli Beyt imamlarından (as) rivayet edilen sözler de bu anlamdadır:
«Kur'an; Ay'ın, Güneş'in, Gece'nin ve Gündüzün kendi yörüngelerinde' aktığı gibî akıp gider.»
İkincisi : Bazen ayetler belli bir düşünceyi içeren bir çerçevede hareket eder. Fakat başka bir biçimde aynı ayet başka bir anlam da taşıyabilir. Pratik sonuçların karakteri ve ayetlerin konu birliği, bu belli anlamın dışındaki anlama işaret edebilir. İşte Ehli Beyt imamlarından rivayet edilen birtakım hadislerde «Tevil» diye ifadesini bulan kavram da bu anlamdadır. Yani tevil, ayete sözlük ve dilbilgisi kurallarına göre ortaya çıkan anlamın dışında ikinci bir anlam aramak değildir. Tevil, ayetin gerçek anlamını bulmaya çalışmak, buradan hareketle başka anlamlara başvurmaktır. Şu ayet-i kerime'nin yorumu bu konuda örnek gösterilebilir.:
nKİm de onu diriltirse, sanki tüm insanları diriltmiştir»[4]
Kâfi'de isnadı ile Fudayl b. Yesar'dan rivayet ediliyor ki, Fudayl, Ebu Ca'fer'e (Muharomed Bakır):
«...”Kim de Onu diriltirse, sanki tüm insanları dîrilmiştir' ayetinin anlamını sormuştum şöyle dedi: Onu bir yangından veya boğulmaktan kurtarmaktır. Ben de: Onu sapıklıktan doğru yola iletmek de kurtarmak değil midir? dedim. Bu, ayetin en üstün le'viîidir karşılığını verdi.»
Açıktır ki, burada en üstün tevilden amaç ayetin en derin, en engin boyutlu anlamıdır. Bu te'ville ayetin mesajı daha da kapsamlılık kazanıyor. Zira buna göre hayat, Allah ile irtibat kurulduğunda ve O'nun gösterdiği doğru yolda yüründüğünde anlam kazanmaktadır. Şuursuzca, körü körüne sapıklıkla geçirilen bir hayatın herhangi bir değeri yoktur.
Biz bu tefsir derslerinde Kur'an'ın köklü dinamik kavramlarını elde etmeye çalıştık. Amacımız hayatımızı Kur' an'ın çerçevesinde harekete geçirmektir. Yeni olarak karşılaştığımız meseleleri, problemleri ve yeni yapılanmaları
Kur'an'ın ışığında değerlendirmektir. Kur'an'ın anlamlarını düşüncede daha derin ve daha engin boyutlarla kavramaktır.
Tefsire yönelik bu çalışmaların Tefsir'de yeni bir çığır açma iddiası olmadığını belirtmek isteriz. Bu çalışmada ele aldığımız, incelediğimiz, değerlendirdiğimiz her konuda çoğunlukla nıüfessirlerin, muhakkiklerin bu konu-larla ilgili düşüncelerini veriyoruz. Bizim kendi çalişma-.nız ancak' birtakım sonuçları çıkarmak, değerlendirmeler yapmak ve çıkarımlarda bulunmaktan ibarettir. Çünkü bu çalışmalar, oturup yazılan bir kitap değildi. Değeri: Öğrencilerimize verdiğimiz derslerden meydana geliyordu. Onlar bu dersleri yazıyorlardı. Sonra getirip bana gösteriyorlardı. Ben de zamanımın elverdiği ölçüde onları seri biçimde gözden geçiriyor ve birtakım düzeltmeler yapıyordum. Bütün temennim, bu çalışmaların, Kur'an'ın sunuş ve üslûb güzelliğine, tefsirin çağdaş hayatımızdaki hareketliliğine ışık tutmasıdır. Zira İslam Çağrısı bu dönemde hayatın her alanında Kur'an'ı canlandırmak, yoldaki pratik eylemlerde ve varılmak istenen hedefte Kur' an'ı esas almak zorundadır. Bu çalışmalar «Kur'an'm il-hamîanndandır». Hayat Allah'a doğru yol aldığı ve insanlık, kendisine gerçek mutluluğu gerçekleştirecek en yüce hedefe varmayı araştırdığı sürece, Kur'an ilham kaynağı olmaya devam edecektir. Bu yüce hedef, dünya ile ahireti, Ruh ile maddeyi, birey ile toplumu birbirine sımsıkı bağlamaktadır, îşte en geniş anlamı ile İslam da budur. Son sözümüz Alemlerin Rabbı olan Allah'a hamdetmektir. O bize yeter. O ne güzel yardımcıdır.
Muhammed Hüseyin Fadlullah Beyrut, 20 Recep 1399[5]
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla... [6]
Bu sure Bakara süresidir. Acaba neden bu adı almıştır?
Cevap :Kur'an sureleri çoğunlukla ya belirli bir kıssanın, ya özel bir ismin ya da surede kendisine dikkat çekilmek istenen Özel bir konunun adını alır. Mesela Al-i İmran suresi, Nisa Suresi, Kehf Suresi, İsra Suresi... gibi sureler başlıklarının sembolize ettiği konulan kapsamaktadır... Bakara suresinin bu adı alması da Musa (a.s.) ile kavmi arasında geçen bir diyaloga yer veren kıssadan gelmektedir. Nitekim bu kıssada Musa onlara şöyle demiştir:
«Yüce Allah, sizin bir inek kesmenizi istiyor...»[7]
İsrail oğulları (yahudiler) arka arkaya sorular yağdırıyorlar... Konuyu aydınlatmak için değil, hakaret, alay ve inad için. Sorular çoğaldıkça istenen inekte aranan şartlar ve özellikler de artıyor. Öyle bir hale geliyor ki, mali külfeti hayli hüyük bir düzeye yükseliyor. Halbuki- onlar emrin belirsizliğinden hareketle herhangi bir İnek tutup kesebilir ve kendilerinden istenen şeyi yerine getirmiş olurlardı... Şartların ve özelliklerin gittikçe arttırılması, onların peygamberi ve yasayı hafife almalarının, onlarla alay etmelerinin hukuki bir cezası mesabesindeydi. Aslında iş bununla da bitmiyor. İsrailoğullarmm kıssalarından anlaşıldığına göre onlara hukuki açıdan haram kılman şeylerin çcrğu onların kötü ahlaklarının ve yaşadıkları sapıklıkların cezası niteliğindeydi.
Surede özellikle bu kıssaya dikkat çekilmesinin nedeni, herhalde bu kıssanın Allah'tan gelen emirlere insanların kesin itaat etmeleri ve bilinçli bir şekilde onlara teslim olmaları gerektiğinin vurgulanması dır. Peygamberler tarafından insanlara ulaştırılan bu İlahi emirlere saygılı olunmasını, anlama ve uygulama olarak bu sorumluluğun bilincine varılmasını telkin etmesidir. Sözcüğün anlamları arasında ve kelimenin normal atmosferinde hiçbir yeri olmayan ihtimallerin peşinde sürüklenmemeleri, kanunlar indirildikçe sapıklıklardan uzaklaşmaları gerektiğinin aşılanmaya çalışılmasıdır.
Herhalde bu kıssanın surenin içeriği ile ilgisi, bu surenin, mü'mmlerin itirazh ve anlamsız irdelemelere girişmeden emri kabul etmeleri ve bağlanmaları gereken pek çok hukuki hükümleri kapsamış olmasında gizlidir. Kıssanın hayatın temel faaliyetlerinin seyri ile ilişkisi ise, müslüman insanın ,direktiflerin açık ve belli olduğu, meselenin tüm boyutları ile ortada olduğu durumlarda fazla soru sormaması, genel hükümleri ille de detaylara indirmeye kalkışmaması gerektiğinin bildirilmesidir. Çünkü bu durumlarda insan soru sormadan da edebilir ve görevin normal şeklini yerine getirebilir. Eğer gerçekten daha fazla açıklanmaya ihtiyaç duyulsaydı hükmü belirleyen Allah Teala bu açıklamayı yapabilirdi. Yapmadığına göre, demek ki açıkladığını ve açıklamadığını bir hikmete göre yapmaktadır.
Kıssanın ana fikri şudur: sorumluluk, yükümlülük konularında fazla detaylara inmeyi bırakmalıyız. Ancak, bize yüklenen görevin mahiyetini kavramadığımız durumlarda soru sorabiliriz. Bu durumlarda soru sormak marifet bilincinin sarsılmasını önler ve insanı, sorumluluk getiren konuları daba sağlıklı ve güvenle ele almaya iter. [8]
"Herhalde bu sure akide problemlerim en güzel biçimde ele alan suredir. Düşünce ve pratik alanlarla ilgili saldırılara karşı koymada, onlarla mücadele etmede önde gelen bir suredir. Peygamberler Tarihi boyunca Allah yoluna yapılan çağrıyı,- küfür ve sapıklık güçlerinden gelen şiddetli saldırıyı ortaya koyan bir suredir. Bu mücadele ve çatışma örneği aynı zamanda iman ve küfür konularında insanların takındığı üç tavrı sergileyen insan tiplerinde de görmek mümkündür. Birinci tip insanları mü'min-ler oluşturmaktadır. Bunlar imanı vicdanlarında yaşadıkları gibi pratik hayatlarında da yaşayan kimselerdir. Onlar hiçbir korku, gizlilik ve döneklik göstermeden imanlarına bağlılıklarını açıklayan kimselerdir, ikinci tip insanları kafirler meydana getirir. Bunlar Allah'a karşı gelen, pratik hayatlarında küfrü yaşayan ve ona açıkça sahiplenenlerdir. Üçüncü tip insanları münafıklar sembolize eder. Bunlar içleri de dışları da bir olmayan kimselerdir. İç dünyalarında kafir oldukları halde dış görünüş olarak iman ettiklerini söyleyen tiplerdir. Bu sure onları detaylarına varıncaya kadar incelemiş ve sıfatlarını ortaya koymuştur ki, onları her zaman ve her yerde sıfatları ile tanıma imkanına kavuşalım.
Surenin ele aldığı konulardan biri de Hz. Adem'in yaradılışıdır. Sure, Allah ile Melekler arasında bu konuya bağlı olarak gerçekleşen diyaloga yer veriyor. Sonra Allar ile İblis (şeytan) arasındaki diyaloga geçiyor. Yeryüzünün hilafetini insana vermekle, Allah'ın kendisine bağışladığı bilgi ve kudret sayesinde hayatın her alanına kendisine-özgü bir şekil verme imkanını elde etmekle meleklerden daha üstün bir düzeye çıkabileceğini vurguluyor ve insanın değerini, onurunu açıklıyor ve bu düşünceyi canlı tutuyor... Sure daha sonra İsrailoğulları meselesine giriyor, onların tarihlerinden, peygamberlere ve Risaletlere karşı takındıkları tavırlardan, bu konuda çıkardıkları problemlerden söz ediyor. Ayrıca birtakım hukuki meseleleri ele alıyor. Evlilikten, boşanmadan, namazdan, oruçtan, haçtan, faizden, vasiyetlerden vesaireden bahsediyor.
Bunun ışığında diyebiliriz ki, bu süre Kur'an'm en zengin süresidir. Çünkü insanın iç alemini, düşünce, tarih ve Hukuk alanları ile ilgili kültürünü en diri, en sağlıklı, en canlı biçimde ortaya koymaktadır. Bu meselelerin hepsini üstün Kur'an üslubuyla ele almaktadır.
Bu surenin bu kadar zengin konulara değinmiş olması, surenin Medine'de indirilen surelerden oluşuna bağlanabilir. Çünkü bu sırada yeni kurulan İslam toplumunun akide, düşünce ve hukuk alanlarındaki tüm ihtiyaçlarına karşılık veriliyordu. Böylece İslam toplumunun ana ilkeleri belirleniyor ye düşüncesi belli bir zemine oturuyordu. Bu direktiflerle kendisine çekidüzen veren İslam toplumu, Yahudilerin yöntemleri ile sembolize edilen düşünce ve hukuk planındaki saptırmalarla aldanmayacak düzeye geliyordu. İslam'ın, Yahudiler, puta tapıcılar ve münafıklarla giriştiği, mücadelede ayağının kayması önleniyordu.. Bunun yanında İslam'ı, bir temele oturtan binanın yapımı da hızla sürdürülüyordu. İşte Medine'de indirilen surelerin genel karakteri, İslam toplumunun oluşturulması-yönündeki meselelerle ilgilidir. Mekke'de indirilen sureler ise akide binasını beslemeye daha ağırlık vermektedir. Çünkü önlerindeki problemin ana kaynağı odur... İşte bunlar Bakara suresinin ele aldığı konuların kısa bir özetidir. [9]
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.
«1 — Elim, Lam,- Mim
2 — Doğru olduğu kuşkusuz olan bu kitap, takva sahipleri için hidayet kaynağıdır.» [10]
«Elim, Lam, Mim». Bu sözcükler Kur'an'da birçok surenin başında yer alan sözcüklerdir. Ve bunların klasik adı «Kur'an'daki huruf-ü mukattaa»dır... Müfessirler bunların anlamları ile ilgili değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunlardan birkaçına işaret edelim.
Birinci görüş : Bunlar dünyanın sonunu veya başka bazı Önemli olayları gösteren belli tarihlere işaret eden sırlar ve sembollerdir. Dünyanın sonu ve önemli olaylar «Ebced hesabına» göre ortaya çıkarılır. Ebced hesabında her harfe belli bir rakam verilmiştir. Bu harflerin karşılığı olan rakamlar, yapılan işlemler sonunda tarihi belirlenen olayı gösterir... Biz bu görüşe katılmıyoruz. Çünkü Kur'an, olayları ve eşyayı anlatırken böyle zor bir yol kullanmaz. İnsanları, birbirleriyle çelişkiye düştükleri gizemli, bilmece ve muamma türü işlerle uğraştırmak için inmemiştir. Böyle bir çalışma, bilginin herhangi bir hedefine götürmez. Kur'an'm, yolunu açmaya geldiği doğru yola iletmez.
İkinci görüş: Bu harfler ,peyganıberin —salat ve selam üzerine olsun— sözleridir. Peygamber, milletin dikkatini, onlara okumak istedikleri ayetlere çekmek için, bunları söylüyordu. Çünkü müşrikler, peygamber Kur'an okunduğunda gürültü, patırtı çıkarıyor ve başkalarının onu dinlemesini engellemeye çalışıyorlardı. Bu sözler onların alışmadığı sözler olduğundan dikkatlerini çekiyordu. Zira bunlar onların kullandığı kelimelerden değildi. Belli bir - anlamları yoktu. Açık bir kapsamları da bulunmuyordu. İşte bu nedenle bu harfler onlar için de merak konusu oluyordu ve ardından gelen sözlere kulak verip anlamlarım öğrenmeye yöneliyorlardı... İşte böylece peygamberin, Allah'ın ayetlerini dinletme amacı da gerçekleşmiş oluyordu.
Biz bu görüşün, yerinde bir yaklaşım olduğunu ve müşriklerin Peygamber'e (s.a.s.) karşı körükledikleri düşmanca tavır ile bağdaştığını kabul etmiyor değiliz. Müşriklerin böyle menfi bir propaganda yaptıkları bir realite idi. Nitekim Yüce Allah buyuruyor ki:
«Kafirler dediler ki: Bu Kur'an'ı dinlemeyin. Okunduğunda gürültü çıkarın. Belki bu şekilde üstün çıkarsınız»[11]
Şu kadar var ki müşriklerin Mekke'deki konumu buydu. Fakat bu anlamdaki ayetlerin yer aldığı surelerin çoğu Peygamber'e (s.a.v.) iniş sırası olarak Medenî bir yapı-arzetmektedir. Böyle bir atmosferin Medine'de söz konusu olmadığını biliyoruz. Öyleyse bu harfleri bu şekilde yorumlamak doğru olmaz.
Üçüncü görüş : Yüce Allah Kur'an ile insanlara meydan okudu. Bu meydan okuyuşunu çeşitli yollarla serdet-ti. Bir tek suresini yapmaktan aciz kaldıkları bu Kur'an' in bilinmeyen harflerden değil, bildikleri harflerden oluştuğunu, Kur'an'm hammaddesinin .ellerinin altında olduğunu, bildikleri çeşitli harflerden oluştuğunu bildirip eğer buna benzer bir Kur'an yapmaya güçleri yetiyorsa bunun ham maddesinin ellerinin altında bulunduğunu hatırlattı. Belki de hu, meydan okuyuşun en etkili olanıdır. Tamamen güzel geometrik bir şekilde yapılan bir binanın önüne getirilen ve ona: Sen. bunun bir benzerim yapabilir misin? dercesine yüzyüze bir karşılaştırmadır bu. Sonra ilave ediyor: sen bu mühendislik düşüncesine sahip olsan ve bu sanatı çokça yapmış olsan da hu büyük eser karşısında acizliğini itiraf edecek ve bunun dayandığı sanatın metodunu bilmediğini itiraf etmek zorunda kalacaksın demeye getiriyor.
Bu yaklaşım, en doğruya daha fazla yaklaşan tefsir olabilir. Ehli Beyt'in imamlarından onbirinci imam, İmanı Hasan Askeriye (as) nisbet edilen tefsirde bu yorum ona maledilmiştir. Fakat bu Tefsirin ona nisbet edilişi doğru değildir. Çünkü ravileri sağlam değildir. Fakat Kur'an-ı Kerim'de bu harflerin geçtiği yerlerde bu yorum geçerli olabilir ve onun yapısıyla uyum sağlayabilir. Mesela bu surede insan, «Elim, Lanı, Mim. Doğru olduğunda kuşku olmayan bu kitap» ayetlerini okuduğunda anlar ki her şeyi ile mükemmel olan bu kitap, bu harflerden yapılmış ve yazılmıştır. Eğer siz onunla boy ölçüşmek istiyorsanız işte harfler önünüzde, dilediğiniz gibi, bir tek sure de olsa bir benzerini yapınız.
Bu görüşü esas alan biri bazı Kur'an bölümlerinde bu harfler ile surenin muhtevası arasında bir ahenk bulamayabilirler. Ya da yukarıda yaptığımız gibi bu noktaya dikkat çeken bir şeye rastlamayabilir. Fakat burada Önemli olan bu tür durumlarda Tefsirin hareket halinde olduğunu bilmemizdir. Eğer gücümüz yeterse onu zevklerimize yaklaştırmaya çalışırız. Yoksa işi ehline havale etmemiz yeterli olur. Bu işin gerçek ilmini Allah'a havale ederiz. Müfessirlerin sağlıklı bir temele dayanmayan ihtimallere ölçüsüzce dalmalarına aldanmaz, sayfayı kapatırız, oîur biter.
«Şu kitaptır.» Burada «şu» yerine «hu» işaret zamirinin kullanılması gerekirdi denebilir. Çünkü işaret zamirleri ile yakını göstermek istenildiğinde «bu» kullanılır .«Şu» zamiri ise uzak şeyler için kullanılır..Burada Kitap, okuyana ve dinleyene yakındır. Dolayısıyla «hu» kullanılması daha uygundur. Fakat Kur'an'm kendisiyle indirildiği Arap dilinde yakın bir şeyi uzak bir şeyin zamiri ile göstermek mümkündür. Çok değerli oluşundan veya başka bir nedenle, yakında olan bir şey uzak zamiri ile gösterilebilir. O şeyin yakınlığı buna engel olmaz. Böylece, işaret edilen kavram daha ciddi bir konuma sokulmuş ve ona ulaşma düşüncesi daha netlik kazanmış olur.
«Şu kitap», burada «kitab»ın elif-lam takısı ile verilmesi onun türünü göstermek içindir. «Şu kitap» demek, her yönü ile tam ve mükemmel kitap demektir. Buradaki ifade «işte adam şudur» veya «işte kahraman şudur» anlamındadır. Yani bu ifade, onun adam olmada veya kahraman oluşunda mükemmel olduğunu gösterir. Sanki türün tamamı onda canlandırılmıştır. Çünkü diğer fertlerde bulunan olgunluğun tüm özellikleri onda bir araya gelmiştir. O, türün hepsini, üzerinde taşıdığı sıfatlar ve özelliklerle temsil edecek niteliğe sahiptir... Buna göre «işte şu kitaptır» ifadesi; mükemmel, yol gösteren, her asırda insana yol gösterecek büyük görevi taşıyacak tüm özellikleri üzerinde taşıyan kitap budur anlamına gelir. «Onda kuşku yoktur». Yani ondan kuşkuya kapılmak doğru olmaz. Bu cümlenin anlamı hiç kimse onda şüphe etmez değildir. Çünkü insanların çoğu O'nun etrafında kuşku ve tereddüt havası estirmeye çalışmışlardır. O'nun için «Bu, öncekilerin masallarıdır» demişlerdir. Başka yaftalamalarda bulunanlar da olmuştur. Böyle yapanlar ya O'na karşı açılan kampanyaya kendini kaptırmış ve Kur' an'ııı apaçık karakterini anlayamamıştır veya insanın düşüncesini doğru yoldan saptıran çeşitli saptırma yöntemlerine boyun eğmişlerdir. Bu öyle bir kitaptır ki, ayetlerinde ve açıklamalarında kuşkuya yer veren ve kuşkuya kapı açan hiçbir unsur bulmak mümkün değildir. Kur'an' m özelliklerini inceleyen ve O'nun apaçık köklü manalarını tedkik edenlerin ondan şüpheye kapılması yersizdir. İnsan bu özellikler ve anlamlar üzerinde düşünüp derinlemesine nüfuz ettiğinde, onları sağlıklı bircimde anladığında ondan asla kuşkuya kapılmaz. Önündeki şüphe', kuşku ve tereddüt havası dağılır sider. [12]
«Takva sahipleri için hidayet rehberidir». İşte hiç kimsenin kendisinden şüpheye düşmemesi gereken ve her şeyi. en mükemmel biçimde ortaya koyan kitabın üçüncü özelliği budur... O muttakiler için yol göstericidir... O bir hidayet kitabıdır. O'nun ası] görevi, fonksiyonu budur. O, yeryüzünde yapılan bilimsel çalışmalara, bilimsel keşiflere değinen, onlardan söz eden veya kendisine izafe edilen başka konulardan bahseden bir kitap değildir Onun fonksiyonu bu değildir. O, insan için bir hidayet rehberidir. İnsanı doğru yola, sıratı müstakime iletmek için gelmiştir. Bu temel niteliği ile beraber Kur'an'm yer yer evrenin bazı sırlarına, bazı tabiat olaylarına değinmesinde bir sakınca olamaz. Fakat burada da bu konular sırf bilimsel açıdan ele alınmaz. Olayın hidayeti ilgilendiren tarafı üzerinde durulur. Yöntem ve hedef olarak bilim değil, hidayet alınır. Kur'an Kimya, Fizik bilimlerini, Biyoloji ve Botanik bilimlerini derleyen bilimsel bir kitap değildir. Kur'an bir irşad, yönlendirme ve hidayet kitabıdır. İnsanın her alanda hayatım nasıl düzenleyeceğini, nasıl yaşayacağını ve nasıl mücadele edeceğini gösterir.
Kur'an insanın düşüncesini arı duru ve net bir biçimde belirler. Bununla insanı İslam'ın başlangıç ve son arasındaki sürecine sokar. Nasıl hareket edeceğini, sabırla ve gönül huzuru ile sorumluluğunu nasıl yükleneceğini gösteren seri hükümlerle insanın gidişatını ve hayatını bir program içine sokar.' İnsanı, kendisini iyi tanıyan bir hareketin İçine sokar. Çünkü bu hareket meseleyi açık bir biçimde gören ve hedefine doğru yol alan bir harekettir.
Kur'an hidayetinin en önemli değeri, onun kişisel alanda dondurulmamasıdır. Kur/an'm hidayeti insanın içe dönük aydınlanma ve temizlikle uğraşıp ona yol göstermek ve yol göstericiliğini sırf içe yönelik aydınlanma alanı ile sınırlandırıp başkalarının hayatına katkıda bulunmayan bir .hidayet değildir. Kur'an'm hidayeti kalpten başlayıp hayata uzanan bir hidayettir. Kur'an'm hidayeti yeryüzüne dağılan bolluk, bereket ve hayat getiren bir pınara benzer.
Kur'an hidayetinin karakteri ise" kendi türüne has özgün bir hidayettir. Akla yol göstermek için düşünce alanı ile sınırlı kalmaz. Aklın felsefe yapmasına, tahlilde bulunmasına, felsefe ve tahlil türünden düşünceler üretmesine katkıda bulunmakla yetinmez, insanın tüm iç boyutlarına kadar inebilen, onları harekete geçiren bir hidayettir. Bu hidayet örneğinde kuru bir düşünce anlayışı yoktur. İnsanlar kendilerini, kendilerine dışardan empoze edilen kuru düşünce kalıpları ile yüzyüze yaşadıkları bir konumda görmezler. Kendilerini, canlılıkla dolu hayat fışkıran bir hidayetle karşı karşıya görürler. Bu hidayet, insanın düşüncesinde, vicdanında, duygularında ve hislerinde kendisini gösterir. İnsan burada yüce Allah'ın kontrolünde derinliklerden kaynaklanan bir nurla karşı karşıya olduğunu hisseder. Artık burada düşünmek, ibadete denk ve hayata yön veren bir eylemdir.
«Muttakiler»e gelince; bunlar, düşünce ve vicdanî uyanıklıkla akılları doğru düşünceye açılan kimselerdir. Onların vicdanlarında, kendilerini düşüncenin sağlam ilkelerine bağlayan bir kanaat ve güven yaşamaktadır. Onların ruhlarında Allah'la karşılaşma duygusu o kadar etkili bir hal almıştır ki, onlar uykularında ve uyanık olduklarında Allah'ın kendileri ile beraber olduğunu hissetmektedirler. Hayatın her alanında Allah'ın kontrolünü gözönünde bul. 'ndurmaktadırlar. Onların iç aleminde nesneler bağımsızlığını ve varlığını kaybeder. Çünkü bunlar Allah'ın varlığının, kudretinin hikmetinin ve rahmetinin canlı görüntüleridir. Bunlar, hayatları sırat-ı müstakim üzerinde seyreden insanlardır. Onlar attıkları her adımı bilinçli, dengeli olarak atan, yolun bilincini tüm boyutları ve yönelişleriyle yaşayan kimselerdir. Yolun herhangi bir duygusallığı onları sapıklığa götürmez. Onların görevi sürekli olarak Allah yolundaki aydınlık üzere dosdoğru yol almaktadır. [13]
Şimdi burada daha önemli bir soruyla karşılaşıyoruz; Kur'an nasıl muttakiler için yol gösterici, hidayet rehberi olur da diğer tüm İnsanlar için olmaz? Kendi içlerinde hidayeti yaşayan mutakiler Kur'an'm kendilerine yol göstermesi için bir hidayete muhtaç mıdırlar?
Cevap: Muttakiler akide ve hayata karşı düşünsel ve toplumsal sorumluluklarının bilincinde olan insanlardır. Bunlar düşünceyi ve derin muhakemeyi aşılayan fikrî takvaya sahip kimselerdir. Mücadele konularında karşılaştıkları zor problemlerde ciddi bir tavır ortaya koyarak hidayet isteyen kesimdir. Bu problemler karşısında vurdum-, duymaz ve düşünsel çözülme halini göstermeyen ciddi bir tutum takınırlar Aksine, fikirlerin çatışması ameliyesine girerler. Karşılaştıkları problemi düşünürler. Onu tartışırlar. Ya bilinçli olarak onu kabul eder veya reddederler.
Sonra mutakiler, samimiyet ve iman ile Allah'tan korkan ve onu seven kimselerdir Bu nedenle sorumluluklarının bilincindedirler. Onların bu sorumluluk bilinci, çok geçmeden düşünce ve eylem alanında bir kontrola ve değerlendirmeye dönüşür. Bundan hemen sonra hidayetin temelini oluşturan sürekli bir eyleme girişirler. Böylece onu düşünme ve tartışma konusu yapar belli bir sonuca bağlarlar.
Muttaki olmayan diğerlerine gelince bunlar ne kendilerine, ne Rablarma ne de hayatın tümüne karşı sorumluluklarının bilincinde olmayan kimselerdir. Bunlar hayatı vurdumduymaz bir tavırla karşılarlar. Düşünceyi ve vicdanı yapan her şeyden kaçan, doğru yola ulaşmaya çalışmayan, hidayeti düşünmek istemeyen kimselerdir. Dolayısıyla, Kitab'm onları doğru yola iletmesi mümkün değildir. Zira hidayete ulaşabilmek için, gayret sar-feden açık bir akla, sağlıklı bir vicdana ihtiyaç vardır. Fakat kitap onların kucaklarında çınlamaya devam eder. Onların yeni uyanış hallerini bekleye durur. Onları bilinçli bir irade ile hidayete ulaştırmak, hidayete talib olmalarını sağlamak için çalışır. İmanla uzatılan Allah'ın geniş ufuklarına ulaşmalarına yol açmaya çalışır. [14]
Rahman ve Rahim Olan Allah'ın, adıyla...
«Onlar görmediklerine inanırlar, Namaz kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan başkalarına verirler. Yine onlar gerek sana ve gerekse senden önce indirilen kitaplara inanırlar ve ahiretten hiç kuşku duymazlar. İşte onlar Rablerinden gelen hidayet yolundadırlar ve onlar kurtuluşa erenlerdir»[15]
Biz bu ayetlerde muttakilerin sıfatlarını görüyoruz. İmanlarını ve yaşantılarını gözlemiyoruz. Bunlar akidenin temelini belirleyen niteliklerdir. Akide hareketinin hayattaki ana ilkelerini kapsamına almaktadır. Biz burada bu sıfatları; maddi ve manevi hayatımızdaki fonksiyonları, anlamları ve yapıları ile incelemek istiyoruz. [16]
«Onlar ki, gaybe iman ederler» işte muttakilerin ilk sıfatı budur. Bu sözcüğün ,değişik alanlara ulaşan tarafları vardır. Öyleyse gaybe iman etmek ne demektir?
«Gaybe iman», duyguların doğrudan olarak ulaşamadığı şeylere inanmaktır. Allah'a iman da gaybe iman konusurıa girer.. İnsan, Allah'ın eserleri ve yarattığı varlıklar yolu ile Allah'a iman eder. Bu koca evrendeki eserleriyle ona iman eder. Fakat O'nu görmek ve O'na dokunmak mümkün değildir. Çünkü insanın vicdanı Allah' in varlığını bilimsel ve akli temellere dayanan kesin bir gerçek olarak görür. İşte bu eylemle, düşünce planındaki takva içte bir harekete dönüşür. Orada yakin'i harekete geçirir. İmana doğru sevk eder. Muttaki olmayanlar ise, gözlem ve deneyin dışında bir şeye inanmazlar. Bunların ötesinde kalan kurallara ,ilkelere nüfuz edemezler. Buna göre ,düşünce alanında herhangi bir değeri olan şeyler, mutlak olarak gözleme dayalı değerlendirmelere boyun eğen şeylerdir. Önceden düşünce ve akli alanda herhangi bir yaklaşıma yer vermeyen düşüncelerdir. Zira gözleme iman etmek bazılarının dediği gibi insanın tabii ölçüler elde etmesini sağlar. İşte bu ölçülerle hak ile batılı tesbit etmek mümkün olur. Zira başarı ve başarısızlık hallerinde insanlar ,deneyin sonuçlarını görebilmektedir. Eğer başarı elde edilirse ;hayat onunla beraber devam eder, deney tekrar edilerek başarının tüm boyutları ortaya çıkarılır. Eğer deney başarısız kalırsa, deneyin sınırlarında belli merhalelerde durulur. Tekrar edilmez. Çünkü yanlış, deneyin tekrar edilişi ile düzelmez..
Akli düşüncelere gelince... insan, sağlıklı bile olsa vicdana dayalı bir yöntemle hak ve batılın boyutlarını göremez. Çünkü bu konuda herhangi bir ölçümüz yoktur. İmanın sağlam temellere dayandırılmasını sağlayacak, düşünce ve değerlendirmeye boyun eğen gözle görünen şeyler yoktur.. Herhalde bu, gözlemlerin akılcılara karşı ileri sürdüğü en önemli şüphelerden biridir. Akılcılar, bilginin gözlemden başka bir temeli olduğunu söylemektedir.
Fakat bu şüpheyi cevap niteliğinde bir değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda tenkid karşısında sağlam çıkmadığını görürüz.
Birinci olarak; Akla başvurmanın yanlış olduğuna dair ileri sürdükleri delil akli bir delildir. Sırf düşünceye ve değerlendirmeye dayanmaktadır-.. Çünkü onlar diyorlar ki: Eğer bilginin kaynağı olarak gözlem ve deneyi almazsak doğru ve yanlışın sağlıklı bir ölçüsüne kavuşama-yız.. Bu da onlara bir soru yöneltmemize neden olmaktadır: sizin bu yaklaşımınızın düşünce temeli sırf gözleme mi yoksa başka şeylere mi dayanıyor? Eğer sırf gözleme dayanmıyorsa, o zaman siz akli bir delili yine akli bir delille red etmeye çalışryorsunuz. Bu da deneyin dışında inancın, kanaatin, düşüncenin ve vicdanın bir ilke olarak bir delili bulunduğunu desteklemekte ve onu pekiştirmektedir.
İkincisi: .Gözlem ve deney, akli yargılar olmadan genel bilginin bir ilkesi olarak alınamaz. Çünkü deney sürekli biçimde belli yer ve zamana bağımlı, onlarla sınırlıdır. Dolayısıyla deney ancak deneyin hacmi ölçüsünde sınırlı sonuçlar verebilir. Bu deneyin, çerçevesini aşan meydana gelmemiş diğer deneylere uzanan genel çerçevede herhangi bir açıklama getirmesi mümkün değildir.. Belli bir deney yapıp, belli bir sonuca ulaştıktan sonra aynı deneyi tekrar eder ve yine aynı sonucu alırsak ve bunu defalarca tekrar edersek yine de gözlem mantığı burada benzer bir hüküm vermemize izin vermez. Çünkü gerçekleşmeyen deneyler hakkında herhangi bir hüküm vermek gözleme dayanmış olmaz. İkinci deneyin birinci deneyle çeliştiği durumlarda yanlışı tesbit etmek mümkün olmaz. Çünkü bunların hepsi, belli şartlarla gerçekleşmiştir. Her biri, içinde yaşadığı zamanın şartlarına boyun eğer. Dolayısıyla her bir deney örneğinin kendi şartlarını aşacak nitelikte bir hüküm ortaya koyması beklenemez.
Yalnız akli mantıktır ki, deneyin sonuçlarını daha geniş boyutlara ulaştırır. Yer ve zamanın şartlarını aşacak niteliğe kavuşturur. Buna bir örnek vermek gerekirse: Eğer biz hareketin bir milyon halini deneyden geçirdikten sonra bilimsel bir kanunla, mesela: «Hareket ısı doğurur» kanunu ile karşı karşıya gelsek, sırf akli hükümlerin temeline dayanmadan bu kanunu genel-geçer, kapsamlı bilimsel bir kanun diye niteleyenleyiz. «Yani, caiz olanda ve caiz olmayanda, birbirine benzer şeylerin hükmü aynıdır» gibi bir kanuna dayanmamız zorunludur. «Özellikleri ve şartları aynı olan nesnelerin sonuçlan da aynı olur» demektir bu. «Bir, çoktan meydana gelmez.», «Bir ancak birden meydana gelir», «Bir şeyin hem kendisi hem de karşıtı doğru olamaz». Evet işte buna benzer sağlıklı akli ilkelere dayanmadan deneyi kendi sahasının dışına doğru genelleştirmemiz mümkün olmaz.. Çünkü birinci ilke deney altına alınmayan halleri de hesaba katmamızı garanti etmektedir. Bunlar deney altına girmemiş olsa da, onların, benzerleri gibi aynı sonuçlar vereceğini kestirebilme olanağı sağlamaktadır. İkinci ilke, sebep aynı olduğundan bir milyon hareketin sonucunun da aynı olacağını görmemizi sağlamaktadır. Bu. hareketin yapısı gereğidir. Herbirinin özelliklerinden uzak haldedir. Çünkü bir tek sıcaklığın bir milyon sebepten doğmuş olması mümkün değildir. Üçüncü ilke doğrunun kesin olduğu yerde yanlışın da varlığını ortadan kaldırıyor. Çünkü doğrunun 'olduğu yerde yanlış olma ihtimali birleşme imkanı olmayan iki zıt şeyi bir araya getirmeye vardırır..
Bunlar ışığında diyebiliriz ki: Sınırlı deneylerle genel hükümlere, düşüncelere varmamızı sağlayan şey deneyler değil, akli kurallardır. Eğer bu akli ilkeler olmasaydı gözleme dayalı deneylerin bilimsel genel yasalarda ve hayatın genel ilkelerinde insanlara bilimsel ve fikri zenginlik kazandırması beklenemezdi.
Burada üçüncü bir ilkeye daha işaret etmemizde yarar vardır. Apaçık akli ilkelerin doğru ve yanlışı belirlemek için bir ölçü olduğunu kesin biçimde gösteren örneklerden biri de varlık ve yokluğun aynı zamanda, aynı yönde, tek bir çerçevede biraraya gelemeyeceğidir. Bu düşünce hiçbir kuşku götürmeyen ve hiçbir bilim dalının kendisinden müstağni olmadığı aklî-kesin delillerden biridir. Bilimin hiçbir yöntemi, varılan doğru sonucun karşıtının da doğru olma olasılığı bulunduğu durumlarda ciddi bir sonuca ve öneme sahip olamaz. Çünkü mesele bu durumda hem doğru ve hem yanlış olma ihtimalini beraberinde taşıyor demektir. Bu iki ihtimalin birini ortadan kaldırmak, ancak, hiçbir normal deneysel temele dayanmayan bu akli kurala dayanmakla mümkün olabilir. / Özet olarak belirtirsek. Deney, doğru ve yanlışı tanımanın biricik yolu değildir. Dolayısıyla bilgi de gözlemin sınırları ile dondurulamaz. Gözlemin yanında akıl da vardır. Akıl yolu ile hem soyut düşünceler ve hem de deneysel düşüncelerle insan bilginin kaynağı konusunda sağlam bir ilkeye ulaşmış olur.
Buradan hareketle, gözle görülmeyen birtakım güçlerin, alemlerin ve nesnelerin varlığına inanan dini düşüncenin sağlıklı olduğunu çıkarabiliriz. Zira realiteler dünyasında bu nesnelerin varlığını gösteren rasyonel ilkeler olduğunda kuşku yoktur. Ve bunlar değişmez akli delillerle desteklenmektedir... İşte Yüce Allah'ın varlığına iman da bunun gibidir. Çünkü onu gözlerimizle görmesek de, bütün imkanlarımızla onu gözlemi ey emesek bile etrafımızdaki her şey O'nun varlığını göstermektedir. Zira aklî ilkeye göre, var olan her şeyin başka sebeplere boyun eğmeyen bir sebebe dayanması gerekir. Bunu, başka açıklama yöntemleri ile daha da aydınlatabiliriz. Evren de. görmediğimiz halde iman ettiğimiz bazı nesneler vardır. Fakat biz pratik hayatımızda görmediğimiz bu nesnelerin varlığım gösteren yeteri kadar ikna edici vasıtaya sahip bulunuyoruz. Bu- da ilkenin, —gözlemlenemeyen birtakım şeylere inanma ilkesinin— sağlıklı ve bir realite olduğunu göstermektedir. Bunlar ileride gözle görme imkanının varlığı veya yokluğu, konunun hükmünü değiştirmez. Bu ise, gaybe imanın, gözlem ve deneyin bilginin kaynağı açısından biricik kaynak olmadığını, bunların yanında akim da bulunduğunu ortaya koyduğu; akim, gözlemle beraber hareket ettiği ve böylece bilgi kaynağımızın hem gözlem ve hem de akıl olduğu, şeklinde özetlenebilecek düşüncenin bir devamıdır. [17]
Şimdi burada gerçekten önemli bir noktaya değinmek istiyoruz. O da, eğer din gaybe imana dayanıyorsa bu din yalnız gaybe iman üzerine kurulmuş anlamına gelir mi? İmanın kapsamında, şahısların değerlendirilmesinde, toplumsal ve evrensel olayların, hadiselerin tahlilinde temel ilke gaybe iman mıdır? Bazılarının söylediği veya inandığı yahut yorumladığı gibi, tabii olayların hepsi veya çoğu, insan düşüncesinin ulaşmadığı gaybi yorumlara mı boyun eğmektedir! İnsan aklının bazı merhalelerinde sağlık, hastalık, mağlubiyet, zafer, ekoiîomik ve siyasal problemlerdeki geri kalışlarda veya pratik hayatın dışında kalan konularda ,tabii olayların nedenlerini, sebeplerini açıklamaya kalkıştığı durumlarda Allah'ın evrende belirlediği, evrenin ve hayatın düzenini kendisine bağladığı eşyadaki doğal nedenler ilkesini göz önünde bulundurmadan sadece Allah'a havale etmekle yetindiği yaklaşımlar gibi midir? Yoksa başka bir yorumu var mıdır? İşte bu anlayıştır ki bazı anormal mü'minleri, bilimin pek çok sonuçlarına karşı bu tür sonuçlarla bağdaşmaz kabul ettikleri zihinsel gayb ile çeliştiğinden olumsuz tavır almalarına neden olmuştur. Onlardan bazıları daha aşırı giderek kainattaki olayların evrende geçerli olan doğal yasalara bağlı olarak gerçekleştiğine inanan insanları tekfir etmektedirler. Zira onlar bunu, iman ile küfrün arasını ayıran bir ilke niteliğinde görmektedirler. Buna göre, sebeplerin gayb olduğuna inananlar iman tarafında, onların birer realite veya maddi olduğuna inananlar ise küfür tarafında yer almış olur.
İşte bu atmosferde, bazı zaman dilimlerinde hayatın bütün alanlarını kuşatmak üzere Allah'ın evrene koyduğu doğal yasalar hiç açıklanmadan gaybi tarafın açıklanması öğütlerin o tarafa yöneltilmesi üzerinde durulmuştur. Bu anlayışta bütün doğal olaylar doğrudan Allah'a bağlanır. Belki de geçen asırlarda nıüslümanları ilerlemekten geri bırakan, evrende egemen bulunan yasaları anlamak suretiyle evreni anlamaya yönelmesine engel olan sebeplerden biri de budur. Gaybi bir akla, gaybi duygulara sahip, geçmişi ve geleceği gaybi adımlarla araştıran gaybi şahsiyetin oluşmasına katkıda bulunan nedenlerden "biri de budur. Geleceği gaybi araştırmalarla karşılayan, böylece kahinlere ,gaybten haber verenlere, insanların duyguları ve hisleriyle «fal açma» oyunları vasıtasıyla oynayanlara yol açan bir geleceğe yönelir. Biz, politika ile uğraşan çok kimselerin ve başka şeyleri meslek edinenlerin politik ve duygusal geleceklerini Öğrenmeye önem verdiklerini görmüşüzdür. Bunlar kendi geleceklerini gaybi bir yolla öğrenmek için cadılara ve kahinlere yönelirler, onlara başvururlar.
Biz gaybe iman hareketini, insanların özel ve tüzel bütün hayatlarım kapsayacak ölçüde geniş şekilde anlamıyor ve gaybe böyle iman. etmiyoruz. Biz, bizi Allah'a bağlayan gaybe inanıyoruz. Bu, dar kapsamlı bîr gayb anlayışıdır. Bu nedenle biz İslam'ın ,gaybi anlayışı düşünce ve hayatın realitesinden uzaklaştırmak, gaybe iman anlayışını akide bölgesinde, insanın içinde yaşayan bir dünyaya dönüştürmek için, gaybten haber verenleri, gaybten haber vermeyi, fala bakmayı, fala bakanları şiddetli biçimde eleştirdiğim görüyoruz. Bu gayb anlayışı ile insan maddenin kör dünyasında boğulmaz. Hayatın her alanında gözünü daha geniş, daha yüksek ufuklara diker. Sürekli Allah ile beraber olduğu bilincinde olur. Dar kapsamlı, sınırlı bir çerçevede donup kalmaz.
Biz, anlamadığımız çoğu konularda cesur bir biçimde gaybe inanırız. Veya kendi anlayışımıza göre, gaybi bir tarafı da olabilecek doğal yasalara karşı geliriz. Çünkü biz biliyoruz ki, hayat sürekli olarak maddi yorumlara boyun eğmez. Zira herbirimizin hayatında rızık, sağlık ve başka alanlarda gaybi birtakım olaylar vardır. Bazı hastalıkların şifası bir peygamberi, bir veliyi veya bir duayı, ibadete ilişkin bir eylemi, içe dönük bir atmosferde Allah'a vasıta kılmakla elde edilebilir ve bu olay bilimsel psikolojik yorumla uyum sağlamayabilir.
Biz insanın manevi bir tarafı olduğunu, insanı gözetip, hayatına etki ettiğini inkar etmiyoruz. Fakat İslami bir bakış açısı ile meseleye baktığımızda hayatta ilkenin şu olduğunu görürüz. Hayat, politik, sosyal ve ekonomik alanların hepsinde, gizli açık tüm meselelerinde .olaylarında Allah'ın evrende geçerli kıldığı doğal yasalara boyun eğer. Bu, Kur'an'm bir dizi ayetinde ve Allah'ın evrensel yasalardan söz eden açıklamalarında açıkça anlaşılan bir olgudur:
«Sizden öncekiler arasında da Allah'ın geçerli olan yasası buydu. Allah'ın yasası değiştirilemez»[18]
«Bu, Allah'ın öteden beri geçerli olan yasasıdır. Allah'ın yasasının değiştirildiğini, Allah'ın yasasının başkalaştığını göremezsin»[19]
Bu nedenle biz gaybe imanımızın yanında hayat ve doğada meydana gelen her olayın nedenlerini, sırlarını anlamaya çalışabiliriz. Allah bizzat Kur'an-ı Kerim'de tefekkür, düşünme, muhakeme ayetlerinde bizim evrene ve tarihe bakmamızı istemekte onların hepsini öğrenmemizi Öngörmektedir ki, bu yolla Allah'ın ululuğunu kavrayalım. Buna bağlı olarak İslam düşüncesi, evrene, hayata ve düşünceye hükmedecek bilimsel kuralları araştırmaya cahşan, hayatı ve insanı inceleyen tüm bilimleri dengeli ve eksiksiz bir biçimde beslemeye çalışır. Bu bilimlerin hepsini realiteye yöneltir ki, onların tamamını insanın, hayatta Allah tarafından belirlenen temel görevine paralel düşecek biçimde yorumlasın. [20]
Kur'an-ı Kerim «Allah'a iman» ile sembolize edilen gaybe iman konusundan söz eder ve onu pratik bir eyleme bağlar. Böylece İslam'daki imanın sadece insanın düşüncesinde yer alan sırf aidi birtakım değişikliklere neden olan teorik bir iman olmadığı, bu imanın, insanın gönlünde yer ederken hayatın pratik eylemleri sahasında da varlığını ortaya koyan bir iman olduğunu anlatmak ister. Bu nedenle imana, İslam'a dayalı şahsiyet, akidenin düşünce tarafına dayandığı gibi hayatın pratik eylemlerine de aynı şekilde dayanır. [21]
Kur'an-ı Kerim, pratik eylem alanında iki örnek vermiş bulunuyor. Birincisi: Akidenin pratik eylemlere dönüşmesi, imanın içten dışa doğru tezahürü olan namazdır. Namaz ile bütün arzularına kavuşur. Sürekli olarak Allah ile engin bir bağ içine girer. Hatta imanda tekamül gösterme pratik bir eyleme, canlı bir ifadeye ihtiyaç duyabilir. Böylece insanın içindeki gizli duygular ve sözlerle, hareketlerle, tutumlarla, şuurlarla kendisini ifade etme
olanağı elde eder. Böylece insanın gönlüne geniş ufuklar açılmış olur. Artık o, imana ilişkin tutumunu daha derin duygularla, düşünce yolu ile sağlamlaştırır, dış etkiler ve yönlendirmelerle değil. Bu, artık verimlilik dönemidir. Bîr. pınar gibi içten fışkırıp gelir. Başkasından öğrenme, başkasının verdiğini almak değildir. İşte buna namaz adı verilir. Burada söylenen her söz, yapılan her hareket bu manevi havaya uygundur, insanın Allah'a karşı hassasiyetini harekete geçirmeye yöneliktir. Böylece insanın eylemi sevgiye, ibadete, doğruluğa dönüşür. İnsanın ruhu Allah tarafından kendisine bağışlanan değerli bir diriliş ile dirilir. Bu atmosferde kendisini kaybeder. Allah'ın huzurunda duruşunun kendisine bağışladığı ruh ile hayattaki büyük görevine, sorumluluğunun bilincine varır. Böylece iman eylemine daha hazırlıklı hale gelir.- Yıpratıcı etkenlere ve güçlerin saldırılarına karşı ona güçlü direnme imkanı verir. Böylece kuvvetin ana kaynağından uzak düşmez. Dayandığı, varlığını ona borçlu olduğu, her alanda ve her sahada kendisinin koruyucusu olan güçten ayrılmaz. Böylece Allah'ın huzurunda tam bir bağlılığı ve sağlamlığı gerçekleştirme İmkanına kavuşur.
İkincisi: Allah'ın verdiği rızıktan fakirlere dağıtmaktır. Ayeti kerime bunu şu şekilde ifade etmektedir: :
«Onlara nzık olarak verdiklerimizden dağıtırlar.» [22]
İşte bu, hayatla ilgili olan ikinci taraftır. Böylece insan tam bir olgunluğa ulaşır. Bir taraftan Allah'a bağlanır, hayatta dip diri bir bilinç ile hareket eder. Bir taraftarı da hayata bağlanır. Yaşaması gerektiğini, Allah'ın kendisine rızık olarak verdiği nimetlerden dağıtması için yaşaması gerektiğim kavrar. Bunu yaparken de kendiliğinden saptığını sanmaz. O, Allah yolunda dağıtmanın bir görev ve sorumluluk meselesi olduğunun bilincindedir. Burada onların düzeyleri daha da yükselir. Net bir biçimde malı asıl kaynağı olan Allah'a nisbet ederler. Böylece infak eylemi, dağıttıkları şeylerin kendi özel malları olmadığını, kendi özel mülkiyetlerinden tasarrufta bulunmadıklarını hatırlatarak onların bağış bencilliğini kırmaktadır. Onların tüm yaptıkları Allah'ın verdiği rızıktan infak etmektir. Bu telkin, asıl verenin Allah olduğunu hatırlatmakla daha da geniş boyuta kavuşmaktadır. Böylece insan, Allah'ın kendisine verdiği bütün rizıklardan sorumlu olduğunu, onu dağıtması ve Allah yolunda vermesi gerektiğini, bu sorumluluktan kurtulması lazım geldiğini anlamaktadır. İnsan malını istediği biçimde, dilediği şekilde özgürce harcayamaz. Bu ayet ile desteklenen birtakım hadislerden anlaşıldığına göre, aslında infak olayı malın boyutlarım bile aşmaktadır. Sorumluluk daha genişlemekte ve insanın sahip olduğu, başkasının muhtaç olduğu her enerjiyi, her gücü kapsamına almaktadır. Bu ayetin uygulama sahasında İmam Ca'feri Sadık (as)'tan gelen bir hadiste deniyor ki: «Bizim onlara bağışladığımız ilimden dağıtırlar». Pek tabiidir ki İmam Sadık bu ayetin anlamını sırf ilim infakı ile sınırlamak istememiştir. Çünkü ayetin sözlük anlamı daha geniştir. Ayrıca buna benzer pek çok Kur'an ayetlerinde infakm malla ilgili olduğu veya malın sahasını da aşan bir genişliğe sahip olduğu açıkça belirtilmektedir. Açıkça anlaşılıyor ki, imam, bu ayetten sadece malın infakmı anulayanlara ilmin infâkınında gerektiğini hatırlatmak istemiştir. Yani ilme sahip olanlar, ilme muhtaç olan insanlardan ilimlerini saklamamak, ona ihtiyacı olanlara bu ilmi dağıtmak zorundadırlar. Bu aynı zamanda, ileri gelen imanlı şahsiyetlerin önemli özelliklerinden biridir ki Kur'an buna ışık tutmaktadır. Biz bu konuyu daha geniş alanlara çekebiliriz: Makam, şöhret, çalışma, deneyim, ve diğer konulardaki enerjiler ve güçler de böyledir. Bu tür imkanları ve nimetleri olanlar onları sırf kendileri için saklamamak, aksine buna ihtiyâcı olan insanlara dağıtmak durumundadırlar.
Bu ana düşünceyi özetlersek, mü'min, Allah'ın kendisine verdiği maldan, bilgiden, çalışmadan, şöhretten Allah yolunda infak etmesi gerektiği bilincinde ve bunun sorumluluğunu üstlenmiş bulunmaktadır. Her hangi bir alanla ilgili olan bu sorumluluk, arta kalan şeyi verme niteliğinde değil, bir görevi yerine getirme sorumluluğudur.
Bazıları kelimenin sözlük anlamını esas alarak bu yaklaşıma itiraz edebilirler. Halbuki kavramın sözlük anlamı, dondurulmuş belli bir anlama girmez. Hayatın içine doğru genişleyen ve hayatın her durumunu, her tutumunu, her eşyasını kapsamına alabilecek engin bir kapasiteye sahiptir. [23]
«Sana indirilene ve Senden önceki indirilene iman edenler»
İşte bu, muttakilerin dördüncü sıfatıdır. Bu sıfat, Hz. Muhammed'e indirilen vahye iman etmeleridir. Böylece imanlarında İslamm tüm kavramlarına, bütün hükümlerine ve uygulamalarına paralel bir konuma düşerler: Artık bundan sonra insan, hayatinin herhangi bir alanında başkasının düşüncelerine ve hukukuna yönelmez. Düşünce, hukuk' ve maneviyat olarak tamamıyla İslam'a yönelir. Hayatın her alanında bu düşünce, bu vicdan ve bu kanuna göre düzenlenen bir yaşam tarzını pratiğe aktarmaya çalışır.
Sonra... Tüm risaletlerin birliğine iman... Mü'minler, Senin risaletinin önceki risaletlerin bir devamı olduğuna inananlardır.
Bunların beşeri risaletler değil, Yüce Allah tarafından vahyedilen risaîetler olduğuna inananlardır. Bu durumda biz müslünıan insanın, hıristiyanhk ve yahudilik gibi diğer risaletlere karşı psikolojik bir komplekse kapılmadığını, onların temel ilkelerini red etmediğini görüyoruz. Onların da temelde gerçekten kutsal olduklarını kabul eder. Müslüman insan diğer dinlere ve mukaddesata da inanan kimsedir. Fakat geçmiş risaletlerle ilgili bu iman Allah'ın onlar için yaşamayı dilediği belirli zaman dilimiyle sınırlıdır. Çünkü İslam, kendisinden önceki tüm dinlerin birbirini tamamladıkları gibi kendisinin de diğer dinlerin tamamlayıcısı ve bir devamı olduğunu ifade etmektedir. İsa'dan gelen rivayete gÖıe O, «Ben temel yasayı tamamlamak için gönderildim» buyurmuştur. Peygamberimiz de bu konuda şöyle demektedir. «Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.»
Bunların hepsinden anlıyoruz ki İslam; Hıristiyanlık. Yahudilik, İbrahim'in dini ve daha önceki peygamberlerin dinlerindeki tüm ana özellikleri kendisinde toplamıştır. Buna ilave olarak daha önceki risaletlerin, fonksiyonlarını icra etmelerinden sonra hayatta meydana gelen yeniliklerin doğurduğu tabii ihtiyaçlara karşılık verecek yeni özelliklere de sahiptir. Onun içindir ki, daha önce de dediğimiz gibi müslüman bu açıdan onlara karşı herhan-oi bir psikolojik komplekse kapılmaz. Aksine bu iki dinin saptırılmış olan inançlarına ve yasalarına karşı koyar. Nitekim Kur'an-ı Kerim pek çok yerde Tevrat'ın ve İncil'in Ehl-i kitap tarafından tahrif edildiğinden sözeder. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Müslüman, diğer dinlere karşı çözülmesi imkansız bir grup taassubuna kapılmaz. Sadece İslam'ın ana ilkelerine bağlı kalır. Bununla beraber müslümanın hayatında pratik şartların veya sosyal bir etkenin tesiri ile bir takım olumsuz tavırların sergilendiğini görüyoruz. Diğer dinlere karşı takınılan bu tavırlar, ifade etmeye çalıştığımız ilkeyi değiştiremez. Aslında bu olumsuzlukların kaynağı, müslümanlarm diğer dinlere ve mukaddesatlarına karşı tavrını ortaya koymaz. Öte yandan bu, sırf İslam'ın yaptığı bir değerlendirme değildir. Mesela yahudiler, hıristiyanhk ve İslamiyeti bir din olarak kabul etmezler. Hıristiyanlar da İslam'ı bir din olarak görmezler. İşte onların bize karşı dini açıdan bir kompleks içinde oldukları böylece ortaya çıkmaktadır. [24]
«Onlar aîûrete kesin inanırlar». Kesin inanç, itikad diye ifade olunur. Ahirete iman muttakilerin beşinci sıfatıdır. Takva esasına dayalı İslami şahsiyetin oluşturulmasında bu sıfat, akidenin en güçlü ilkesini oluşturur. İlerdeki ayetlerden anlaşılacağı gibi Allah'a ve Ahiret gününe iman gerçekten çok önemlidir. İnsan böylece sorumluluğunun bilincim büyük ölçüde elde eder. Çünkü bu anlayış hayatın bir hedefini gösterir. Hayatın, kendisini gözlemlediğimiz, yaşadığımız "boyutlarını daha geniş boyutlara, alanlara kavuşturur. Böylece insan, Allah'a ve Ahi-ret gününe iman temeli üzerinde kurulan yüce değerlere daha engin bir şekilde bağlılık gösterir.
İnsanın içinde ve pratiğinde bu sıfatlar bir araya gelince Rabb'ı tarafından gösterilen doğru yol üzerinde yürüdüğünü düşündüğü ve yaptığı şeylerin doğru olduğuna dünya ve ahirette kurtuluşa ve başarıya doğru hareket ettiğine gönül huzuru ile inanma imkanını elde eder. Bu nedenle «Bunlar Rableri katından bir hidayet üzeredirler.» düsturuna mazhar olur. Bunlar Allah'a, vahye ve ahirete iman edenlerdir. Onlar doğru yol üzerinde yürümektedirler. Çünkü Allah'a iman, insanın önünde hayatın ufuklarını açar. Risaletlere iman etmek ise O'nun hayatını bir programa bağlar. Ahirete imana gelince, bu da hayatın büyük bir hedefini gösterir. İnsan bu anlayışla o hedefe varmak için çalışma azmi ve imkanı elde eder.
İşte bunlar akidenin üç ana ilkesidir. Bunları akidenin pratik tezahürleri olan iki eylem takip eder. Bunlar da insanı Allah'a bağlayan namaz ve insanı hayata bağlayan unsur olarak Allah'ın verdiği rızıktan dağıtmadır.
«İşte bunlar kurtuluşa erenlerdir.» Çünkü başarı ve kurtuluş, insanın yolunun başlangıcını, sonunu ve aşamalarını iyi bilmesiyle sembolize olunur. İşte rnüslüman insanın akide noktasında hareket mantığı budur. Böylece anlıyoruz ki, takva imandan ayrı, imandan başka bir şey değildir, aksine takva, düşünce ve hayatı etkisi altına alan bir imandır. [25]
Rahman ve Rahim alan Allah'ın adıyla
«Kafirlere gelince onları uyarsan da uyarmasan da farket-mez; Onlar iman etmezler. Allah Onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerinde perde vardır. Onları büyük bir azab beklemektedir.»[26]
Bu ikinci örnektir. İman ve küfür meselesinde değişik tutum takman İnsan tiplerinin ikincisidir. Bunlar kâfirlerdir.
Açıktır ki ayet bu örneği kapsamlı tabiatıyla ele almamaktadır, yalnız İslam çağrısını başından beri karşısına alan, kalplerini; düşünüp değerlendirmek için, muhakeme ve münakaşa edip bir kanaat belirtmek için İslam'a açmayan, reddetmek bile olsa, bilinçli olarak reddetmeye yanaşmayan kimselerdir. Bunlar tutumunda ısrar eden, inatçı bir tavır takınanlardır. Ne kendisinin, ne de başkasının takınılan tavrın doğruluğu veya yanlışlığı konusunda herhangi bir düşünce deneyimine veya pratik bir diyaloga girmesine müsaade eftneyen bir kesimdir.
İşte teşvik' ve korkutmanın fayda vermediği kesim budur. Bunlar için uyarmak ile uyarmamak aynıdır. Çünkü onlar Allah'ın ayetlerini dinlemeye çağrıldıkları şeyi düşünmeye hazır değillerdir. Basiretlerini kullanmaya, Allah'ın yüceliğini takdir etmelerini aşılamaya çalışan etrafım kuşatmış koca kainatı ibretle incelemeye hazır değillerdir.
Onun için kanaatin ve imanın vasıtalarına ulaşmaları "beklenemezdi.
Herhalde dava yolunda sürekli tecrübenin, kendi kendisine ve Rabb'ine karşı sorumluluğunun bilincinde olan insanların iman ve küfür konusunda daha olumlu tavır takınmaları normal birşeydir. Çünkü bu, dünya ve ahire-tin gidişatını temsil eden bir meseledir. Bu konudaki tavırları daha fazla düşünmelerine ve sorumluluklarına daha da düşkün olmalarına neden olmuştur. Çünkü Öbür taraftakiler gözlerinin evrendeki realiteleri görmesine müsaade etmiyor, iman ve düşünce konularına kulak verip, değerlendirmelerine izin vermiyor, kalplerinin düşünme-, sme, tartışmasına ve muhakeme etmesine fırsat vermiyorlar. Biz peygamberin, bu grubun hidayete gelmesi için bir çok defalar değişik vasıtalar ve yöntemler kullanarak çalıştığını, karşılaştığı nankörlük, inkar, psikolojik ve manevi komplekslere rağmen bu çabasından geri durmadığını biliyoruz. Peygamber İslam'ın ana ilkelerinden hareketle davet eylemini gerçekleştirmiş, bu yolda her çeşit meşru vasıtaya başvurmuş, insanın aklına, düşüncesine, bilincine ulaşmaya bu yolla iman etme kanaatini yerleş-yr tîrmeye çaba sarfediyordu.
Fakat Peygamber'in bu çabası somut bir sonuç getirmeden zayi olup gitmiştir. Çünkü karşıdaki toplum tavır ve tutumlarını düşünceye ve imana değil, inada ve büyüklük taslamaya dayandırmıştır. Onun için ayet-i kerime Peygamber'in onlara karşı konumunu belirlemeye gelmiştir. Artık Peygamber sonuçsuz kalacağını kesin bildiği bir davetle zamanını harcamamalı, bu alandaki enerjisini ve çabasını başka bir tarafa aktarmalıdır. Davasını, önlünü bu mesaja açacak başka cemaatlere yönelmelidir. Kalplerini imana açan, gözlerini Sırat-ı Müstakime diken ve faydalı sözlere kulak veren başka topluluklara çağrıda bulunmalıdır.
2. ayet bu düşünceyi daha somut bir biçimde ortaya koymak ve önceki ayetin hükmünü pekiştirmek için gelmiştir.-. Artık Allah onların kalplerini mühürlemiştir. Allah onların işitme organlarına da mühür vuurmuştur. Artık onlar hiçbir yararlı sözü işitemezler, gözlerine gelince, onların üzerinde görmeyi engelleyen bir perde vardır. Onlar bu halleriyle ahirette kendilerini bekleyen acıklı azataa müstehak olmuşlardır.
Burada üzerinde durulması gereken iki mesele vardır. Yani bu ayet-i kerimeleri iki açıdan ele almalıyız : [27]
1. Çağdaş hayatımızda bu iki ayetin sahası ve önemi nedir? Başka bir ifadeyle Allah'a çağırmak, Allah'a davet etmek isteyen bir müslüman bu çağrıya meydan okuyan kafir güçlere karşı nasıl bir tutum izleyecektir?
Biz bugünkü küfrün durumu ve sapıklığının dünkü küfrün durumundan hiç de farklı olmadığına inanıyoruz. Küfrün genel karakteri, kafir toplulukların ana özellikleri değişmemiştir. Onların her zamanki hali, psikolojik bir kompleks içinde olmaları, küfür ve iman konusunda güvenli değişmez bir tutum, izlemelerine yol açacak manevi bir bilgiyi gözlemlemeleridir. Onlar sürekli olarak inat, büyüklük taslama ve sapıklıkta ısrar etmektedirler. Zira onların hayatları, işlerine hükmeden psikolojik havanın etkisindedir .Onlar hayatı, kişisel menfaatler, arzular ve şehvetlerin mantığıyla değerlendirirler. Onların doğru veya eğri hayatlarını planlayan bu olgulardır. Onlar Rablerine, kendilerine ve hayatlarına karşı sorumluluklarından uzak bir hayata taliptirler. Bunlar düşüncelerini karakterlerine ve duygularına boyun eğdirenlerdir. Yollarını kendi karakterlerine bağımlı olarak çizenlerdir. Hayatla ilgili problemlerini duygusal olarak çözüme kavuşturanlardır. Bunlar iman ve küfür meselelerinde duygularını ve karakterlerini esas alırlar. Bu konulan doğrudan doğruya incelemeye, muhakemeye yanaşmayan kimselerdir. Dolayısıyla iman-küfür meselesini ana konunun bir dalı olarak görür, dalın bir kökü olarak görmezler. Nitekim bugün realite de odur. Bugün aynı gruplar,politik, sosyal, ekonomik ve şehevi meselelerini de bu şekilde halletmektedirler. Özel ve genel tüm problemleri çözüme kavuşturmada bir takım akımlar tarafından iîeri sürülen hayat anlayışlarını akidevi tutumlar olarak esas almakta ve ona göre vaziyet almaktadırlar. Buna göre müslüman insanın, içinde yaşadığı toplum-;, lan bilinçli bir şekilde incelemesi gerekir. Orada yaşayan'^ insanların verdiğimiz insan tiplerinden hangisine girdik-^ lerini belirlemesi gerekmektedir. Ondan sonra artık o insanlara karşı Kur'an'î bir tavır koymalıdır. Eğer karşı karşıya bulunduğu topluluklar düşünce ve eylem olarak inatçı bir tutum takmıyorlarsa onlarla diyaloga geçmek, boşuna harcanan bir enerjidir. Eğer onlar düşünce yoluyla akide meselelerine, hatta hayatla ilgili konulara vakıf değillerse, doğrudan bir diyaloga hazır değillerse müslüman, onlarla iman arasındaki engeli, psikolojik duvarı yıkmak için başka yollar aramalıdır. Ondan sonra, insan ve düşünce önündeki tüm engelleri yok ettikten sonra onlarla yeniden bir diyaloga girmeyi denemelidir. [28]
2. «Allah onlarım kalplerini mühürledi» fiilindeki eylemin Allah'a isnad edilişini nasıl açıklayabiliriz ve bu ayet, kendisine iman ettiğimiz zatın seçme Özgürlüğü düşüncesiyle nasıl bağdaşır? Bu ayet acaba kalbin küfür veya imana ve. bunların sonuçları olan itaat ve isyana mecbur olduklarını iddia eden Cebr düşüncesini destekliyor
mu:
Cevap:, Bu ayetin yorumuyla ilgili olarak iki yaklaşım vardır:
1. Bu yaklaşıma göre, burada mesele mecazi bir teşbih konumundadır. Zamahşerî, Keşşaf tefsirinde diyor ki: «Eğer desen ki mühürleme eylemi neden Allah'a isnad edildi, halbuki bir eylemin Allah'a isnad edilmesi, doğruyu İcabul etmelerini, doğruya ulaşmanın yollarmı engellediğini gösterir ki, bu çirkin hir iştir ve Allah bu tür çirkin işlerden tamamen münezzehti!1. Çünkü O çirkin olan şeyleri çok iyi bilmekte ve buna ihtiyacı olmadığım bildirmektedir. Bizzat kendisi de bu konuda şu ayetleri indirmiştir :
'Beri kullara zuîmedici. değilim'[29]
'Biz Onlara zulmetmedik yalnız Onların kendileri zalimlerdi'[30] «De ki Allah kötülükleri emretmez'i[31]
Buna benzer tenzihi ifadelere Kur'an'da çokça rastlanır. Ben de derim ki bu, kalplerin bir sıfatıdır. Yani Onlara sanki mühür vurulmuştur. Bu mühürleme isinin Allah'a isnad edilmesi ise, bu sıfatın sağlamlığına ve iyice yer ettiğine, geçici değil kalıcı bir şey olduğuna dikkat çekmek içindir. Nitekim Arap edebiyatında 'falan adam şu karaktere sahipti' dendiği zaman o kişinin bu işte sebat ettiğini ifade etmiş oluruz. Bu cümleyi, yani Allah'ın onların kalplerini mühürleyişini şu şekilde de yorumlayabiliriz: 'öldüğü zaman vadi onu alıp götürdü. Uzun süre kaybolan ankakuşu onu alıp uçurdu'... Yani burada ne vadinin ne de ankanın O'nun ölümünde veya uzun süre kaybolduğunda hiçbir fonksiyonu yoktur. Bu bir örnektir. Ölümü vadinin götürdüğü adamın ölümüne benzetilmiş^ uzun zaman kaboluşu da ânkanm uçurduğu kişiye benzetilmiştir. İşte aynı bu cümlede olduğu gibi Onların kalplerinin hali de Allah'ın mühürlediği kalplerin haline benzetilmiştir. Onların kalpleri anlayışsızlıktan hayvanların kalplerine benzetilmiştir. Ya da gücü olduğu halde Allah' in mühürlediği kalbin haline benzetilmiştir. Bu bir şey anlamayan ve bir şey duymayan bir kalptir. Fakat Yüce
Allah'ın onların haktan uzak duruşunda, onu kabul etmekten geri kalmalarında hiçbir rolü yoktur. O böyle bir işten tamamen münezzehtir.»
2. Yorum : Bu, Ehl'i Beyt imamları tarafından açıklanan İslam düşüncesi temeline dayalı bir yaklaşımdır. Ehl-i Beyt imamları diyor ki: «Ne Cebr var ne serbestlik ikisi arasında birşey». Bu anlayışa göre kulların ey-» lemleri kendilerine İzafe edilir. Çünkü kendi iradeleriyle seçmekte ve onları gerçekleştirmektedirler. Fakat onların bu eylemleri bir taraftan da Allah'a izafe edilir. Çünkü her şeyin başlıca sebebi Allah'tır. Kullarına o eylemi yapma gücünü veren veya bu gücü vermeyebilen de yine Allah'tır. Ellerindeki İmkanları ve etrafındaki imkanları onlara bahşeden, günah veya itaat yapmalarına izin veren, onların secim eylemine müdahale etmeyen Allah'tır.
Böylece fiilin Allah'a nisbet edilişi de doğru olmaktadır. Zira eylemin gerçekleşmesinde O'nun da bir etkisi . vardır. Belki O'nun bu etkisi dolaylı yollarla gerçekleşmektedir denebilir. Bu durumda Allah insanı belli bir konumda yaratmıştır. Eğer insan küfrü seçer ve bu konuda ısrar ederse Allah da O'nun kalbini kapatır, işitme* duyr-gularmı köreltir. Gözlerinin görmesini engeller, artık o bu haliyle imana ulaşamaz. Yani eylem insanın seçimiyle başhj'or ve bu seçimden sözkonusu sonuca varılıyor. Fakat sebep sonuç ilişkisi Allah'ın, insanın varlığı için koymuş olduğu kanunlara boyun eğer, bu kanunlarda sonuçlar daha önceki sebeplere bağlıdır.
Tabiidir ki böyle bir yaklaşım bizi ne cebr konumuna- sokar, ne de seçme özgürlüğüne gölge düşürür. Çünkü hu anlayış Allah'ın hayat ve insan için koyduğu tabii kanunlara bağımlı olarak irade hürriyetine gölge düşürmemektir, dolayısıyla çirkin şeylerin Allah'a izafe edilişi ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.
Eğer 'acaba Kur'an, pek çok insanı şüphelere, kuruntulara sürükleyen, insanların bir cevap ve yorum peşinde sürüklenmelerine yol açan böyle bir yöntemi neden kullanmıştır?' denecek olursa, bunu gelecek yorumda izah edeceğiz. Bu yorumun özeti şudur, Kur'an-ı Kerim, çok tanrıcı şirk düşüncesine karşı tevhid düşüncesini köklü bir şekilde çözüme kavuşturmayı amaçlamıştır. Şirk düşüncesi/insanın hayatında, çeşitli ilahlara yönelerek insanları ya da evrendeki ay, güneş ve yıldızlar gibi bazı büyük gerçekleri veya cansız putları taştan veya madenlerden yapılan heykelleri ilah konumunda görme temeline dayanır. Şirk düşüncesi de böyle hayali sapık bir yaklaşıma "bağımlı kalır. İşte Kur'an-ı Kerim bu nedenle evrende bulunan her varlığın evrenin hareketinde veya insanın hayatı üzerinde hiçbir gücü ve fonksiyonu olmadığını açıklamak istemiştir ki bu gücü, herşeyi yaratan ve her sebebin varedicisi olan yalnız Yüce Allah'a teslim etsin, gözlerimizle gördüğümüz tüm kuvvetlerin aslında tüm bu kuvvetlere kendisinin belirlediği, yürürlüğe koyduğu yasalarla ve vasıtalarla hükmeden ona kuvvet veren tarafından yönlendirildiğini yerleştirsin.
Böylece işlerin Allah'a havale edilmesi, herşeyin arkasında, herşeyle beraber Allah'ın varlığının aşılanması esasına dayanır. Fakat bu, doğrudan Allah'ın varlığının aşılanması esasına dayanır. Fakat bu,.doğrudan bir ilke değildir. İnsanın seçme hakkını ve özgür iradesini elinden almaz. Çünkü burada önemli olan evrendeki herşeyde Allah'ın gücünün geniş bir çerçevede muhafaza edilmesi, varlıktaki görünümlere bu varlığının yansıtılmasıdır. Fakat bu, insanın bu genel çerçevede hareket eden bireysel oücünü elinden almaz, böylece Kur'an'm pratik olarak doğal sebepleri ortadan kaldırmadan hidayet ve sapıklığı, iyilik ve kötülüğü, rızık ve hayatı, hastalık ve sağlığı. . neden doğrudan değil de dolaylı olarak Allah'a izafe ettiğini anlayabiliriz.
Herhalde bu yaklaşım Ayet-i Kerime'nin ifade tarzına da uygun düşen en sağlıklı yaklaşımdır.. [32]
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...
«Kimi insanlar var ki; Allah'a ve Ahiret gününe inandık derler, ama aslırida inanmamışlardır. Bunlar Allah'ı ve mü' mirileri- aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatıyorlar, ama bunun farkında değildirler. Onların kalplerinde has-talik vardır. Allah da bu hastalıklarını artırmıştır.. Yalancılıkları yüzünden onları acı bir azab beklemektedir. Onlara 'yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın' denildiği zaman, 'biz yapıcı, düzeltici kimseleriz' derler. İyi bilesiniz ki Onlar bozgun^ cidarın ta kendileridir, fakat bunun farkında değildirler. Onlara 'halk nasıl iman etti ise siz de öyle iman edin denildiği zaman, 'biz hiç beyinsiz ayak takımı gibi iman eder miyiz?' derler. Asıl beyinsiz ayak takımı kendileridir. Ama bunu bilmiyorlar. Onlar mü'minîer ile karşılaştıkları zaman 'inandık', derler. Fakat şeytanları, elebaşları ile başbaşa kaldıkları zaman 'biz sizin yanındayız. Onlarla sadece alay ediyoruz' derler. Aslında Onlarla alay eden ve kendilerini azgınlıkları içinde debelenmeye bırakan Allah'tır»[33]
Bu, insanların iman ve küfür meselesi karşısında düşünme ve eylem planında takındıkları üçüncü tavırdır. Bunlar insanların üçüncü bir tipidir. İslam, ilk asrında bunlarla yüzyüze gelmiş veya onların pek çok hilelerine, saptırmalarına, oyunlarına ve kurnazlıklarına tanık olmuştur.
İslam toplumunun gerçekleştirdiği İslami hayatı karıştırmak için başvurdukları içe ve dışa yönelik oyunlarına, bu oyunlara ortak olduklarına şahit olmuştur.
Münafıklardan sözeden o ayetleri incelediğimizde onların kişiliğini, karakterlerini ortaya koyan ayetlerin kafirlerden sözeden ayetlerden daha çok ve daha geniş kapsamlı olduğunu görürüz. Herhalde bunun sebebi de şudur: Küfür meselesi de iman meselesi gibidir. Bunların her ikisi de kesin birer çizgiyi ifade eder. Çünkü bunlar insanın hayatında akide ve hayat konusundaki tavrını net ve açık olarak ortaya koymaktadır. Artık burada realiteyi karşılamada herhangi bir kompleks sözkonusu olmadığı gibi onu dile getirmede de bir çarpıtma yoktur. Dolayısıyla rnü'nıinleri ve kafirleri hayattaki hareketlerinden tanımak kolaydır. Yeter ki iman ve" küfrün karakterini bilmiş olalım.
Münafıklara gelince; Onlar içlerinde gizledikleri tutum ile,'insanların önünde açığa vurdukları arasında bir sentez yapmaya çalışan kimselerdir. Yani bunlar çifte standartlı bir hayata sahiptirler. Dolayısıyla onları tanımak ve ortaya çıkarmak da karmaşık bir problemdir. Onları tespit edebilmek için sözlerine ve eylemlerine dikkat etmek, Onların hayatlarında ortayaı çıkan korku etkenlerini tesbit etmek ve genel ve özel hayatlarını kontrol altında tutmakla ancak mümkün olabilir.
Belki de bu nedenle Kur'an-ı Kerim bu kompleks sahibi insan tipini ortaya koyarken daha fazla ayette onlara yer vermiştir. Böylece Onların insanlara yönelttikleri sözlerindeki iki yüzlülük, kullandıkları sloganlar toplum hayatında takındıkları pratik tavırlar, hep ayetlerde yer almıştır, amaç insanların onları tanımalarını sağlamak, hem şimdi ve hem de ilerde onların zararlarından kurtulmalarını sağlamaktır. [34]
İnsanların bu tipini Kur'an-ı Kerim'in ayetlerimle okuduğumuz zaman normal hayatımızda, inıan-küfür meselesindeki acı mücadelemizde bu tür insanları pratik olarak görme ihtiyacı duyarız. Zira Kur'an'ı okumanın değeri ve Kur'an'ı dirilişin karakteri, Kur'an ayetlerini yalnız-harf î ve tarihî olarak anlamakla gerçekleşemez. Onu pratik olarak da görmek gerekir. İnsanların gelecek hayatlarında Kur'an'ı bir ışık hareketini temsil eden çeşitli olaylarda, şekillerde, mücadelelerde ana meselelerin hepsinde, tüm aşamalarda varlığını ve yaşantısını sürdüren gerçeği de görmek gerekir. Çünkü biz Kur'an'la beraber yaşamak istiyoruz. Çünkü Kur'an Yüce Allah'ın insanlar için belirlediği büyük hedefe doğru hayatı yönlendirirken bizimle beraber işte Kur'an okuyuşlarımıza ve Kur'an'ı anlayışımıza hükmetmesi gereken budur. Ancak böylece Kur'an bizim için tertemiz, berrak bir ayna olur. Orada kendimizi ve hayatımızı net biçimde görebiliriz. Onun, alemlere rahmet ve aydınlık olarak kabul ettiğimiz ayetlerinde kendimizi görürüz. Nitekim Ehî-i Beyt imamlarından gelen hadislerde bu noktaya işaret edilmiştir: Onlar bazı hadislerinde diyorlar ki, Kur'an; güneş, ay, Gece ve Gündüz gibi akıp gider... Hayat gün geçtikçe değişmektedir. Fakat gece ve gündüz aynen kalmakta hayatın hareketine hükmetmektedir. Evren de yenilenmekte, fakat güneş ve ay sürekli olarak aynı kalmakta hayatı aydınlık ışık ve nurlanyla aydınlatmaktadır.
Şimdi ayeti kerimeleri incelemeye geçebiliriz. [35]
«İnsanlardan öyleleri vardır ki Allah ve Ahiret gününe inandık derler halbuki onlar inanmış değillerdir.»
Bu, münafıkların sıfatlarından biridir. Onlar insanlara karşı iman ettiklerini ilan eder ve bunun gereklerim yerine getirirler. Böylece insanlar onların sözlerine kanar, yaptıkları hareketlerle İslam'a bağlı olduklarını zanneder. Onlar da insanların güvenlerini elde eder, hareketlerine güvenle bakar. Onlara karşı güvende olduklarını hissederler, bu da onların daha rahat hareket etmelerini, oyun ve saptırmalarını daha geniş alanlara yaymalarını, tam bir serbestlik içinde hareket etmelerini sağlar.
Bu tür tavırlar küfre dayalı ilkeleri kabul eden bazı insanlar tarafından da ortaya konabilir. Bunlar iman ve İslam şiarlarını sözlerinde birer slogan olarak kullanırlar. Fakat ana ilkelerini küfür ve inkar temeline dayandırırlar. Artık bu dayanaklarının doğrudan veya dolaylı küfür olması arasında ciddi bir fark yoktur. Onlar imanlı toplumun kendilerine güvenmesini sağlamak için bu tür sloganlar kullanır ve onların hayatlarına egemen olmaya çalışırlar.
«Allah'ı ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar. Fakat Onlar ancak kendilerini aldatıyorlar. Onlar inanmış değildirler.»
Yani onlar aldatmak isteyen adam gibi hareket ederler, gizli yollar deneyerek hedeflerine varmaya çalışırlar, aldatılan kimseye meseleyi çaktırmamak isterler. Kendilerini, olmadıkları bir halde gösterirler ki güven ve huzura kavuşsunlar. Bu nedenle iman ettiklerini, amaçlarının iyi olduğunu söylerler. Fakat Onların çabalan boşa gider. Çünkü Onlar ancak kendilerini aldatırlar. Bu tür eğri yanlış yöntemlerle başarıya ulaşabileceklerini san-nıalarıyla aldanmış olurlar. Allah'ın göz açıp kapatmayı, kalplerden geçenleri bildiğine dikkat etmemekle aldanmış olurlar. Allah'ın Onların içyüzünü mü'minlere bildirip sakınmalarını telkin edeceğini hesaba katmamakla aldanmış olurlar. İşte hu sapıklığı esas aldığında durumu, kendi arzu ve şehevi duygularını tatmin etmek için çaba sarfeden ve üzerinde bulunduğu yol, içinde gittikçe derinleşen sapık insanın durumu gibidir. O'nun bu yönelişi işlerin gerçek yüzünü görmesine ve normal tutumlara yönelmesine yol vermez. Arkadaşlarıyla birlikte izledikleri yolun neden olduğu kötülüklerin sonuçlarını düşünmeden, yöneldikleri taraftan başarıya ulaşacaklarını sanarak yola koyulurlar. İşte kendilerinin mü'minler tarafından deşifre olunacağım bilmeyen münafıkların .durumu da budur. On-Jar kendi tavırlarının, perde arkasında gizli kalacağını zannederler. Fakat iman güneşi onların hem iç ve hem de dış durumlarını apaçık ortaya koyar, farkında olmadan tüm oyunları deşifre olur.
«Kalplerinde hastalık vardır», burada nifak olayı açıklanmakta, sebepleri tesbit edilmektedir. Buna göre nifak insanın içini kemiren psikolojik veya manevi bir, hastalık tır. Psikolojik bir komplekstir. Çünkü insan bir şeye ya iman eder, ya da iman etmez. Her iki durumda da durum nofcmaldir, sağlıklıdır. Tercihinin gereğini yaşayıp gider. Eğer iman etmişse iman çizgisini sürdürür. Hayatını ona göre düzenler. Eğer mü'nün değilse bu sefer küfür onun hayatına bir takım programlar yerleştirir. Bu programların imanla yakından uzaktan hiçbir ilgisi yoktur. Bu, içe dönük duygularda böyle olduğu gibi pratik adımlarda da böyledir. Fakat insanın iman etmeyi reddedip mü'min gibi amel işlemesi, hayatında normal bir tavır değildir. Çünkü burada, tabii olan eylemi imanından ve düşüncesinden kaynaklanmış olmalıdır, halbuki burada tam bir çelişki vardır.
Tabii olmayan herhangi bir hareketin insan hayatında bir hastalığın belirtisi olduğunu söylemek için ciddi bir ispata gerek yoktur. Artık bu hastalığın insanın bedeninde olması ile ruhunda veya düşüncesinde olması arasında da bir fark yoktur. İşte bu nedenle Cenab-ı Allah nifakı , bir hastalık olarak saymıştır, bu insanın içindeki psikolojik bir kompleksi ifade eder. Çifte standartlı bir hayatın bir .şahsiyetin hareket ve tavır olarak içten dışa doğru!g yansımasıdır. Yani kişinin içi dışına benzememekte dişı/| da içiyle uyum sağlamamaktadır.
Bu kompleks veya hastalık insanın kendi arzularından kaynaklanmayabilir de. Düşünceleriyle ve tutumlarıyla toplumla çelişme durumunun doğurduğu, bir korku ve endişeden de kaynaklanabilir. İnsanın Özel hesaplarıııdan arzularından da kaynaklanabilir. Kişi, inancı doğrultusunda tavır koyduğu zaman çıkarının zedeleneceğini hesaplayarak farklı bir tavır içine girebilir. Hayatın herhangi bir alanında insanın geçirdiği bir tereddütten bir hayret halinden de kaynaklanmış olabilir. İnsan endişeli olduğundan sağlıklı bir tercih olanağım kullanamayabilir. Kur'an ayetlerinden anlaşıldığına göre nifak kompleksi, İslam çağrısının başlangıcından bugüne dek İslam'ın rea-litesiyle beraber münafıkların hayatında pratik olarak ya- .. sanıp gelmiştir. «Allah da Onların hastalıklarını artırdı» İnsan, Allah'a izafe edilen bu arttırma eyleminin nedenini soruşturabilir. Acaba Allah bu hastalığı doğrudan mı arttırmayı dilemiştir? Allah nasıl olur da bu münafıkların içindeki nifakı artıkmak -ister. Çünkü Allah hem nifakı hem de münafıkları laneti emektedir. J
Bu sorunun cevabı şöyle olabilir, bu ifade tarzı Kur' an'da kullanılan diğer ifade tarzlarına aynen benzemektedir. Kur'an'da Allah'a izafe edilen diğer fiillerde olduğu gibi bu fiil de Allah'a izafe edilmiş bulunmaktadır. Burada fiilin Allah'a izafe edilişi eşyanın tabiatı gereği olarak Allah'ın belirlediği doğal yasalar açısındandır, yani bu fillin gerçekleşmesi için gereken şartları ve imkanı hazırlayan Yüce Allah'tır. Yani sebepleri sebep yapan ve eşyaya hükmeden yasaları belirleyen Allah'tır. Fakat bu yaklaşım aynı fiilin.insana da izafe edilişine aykırı değildir. Çünkü kendi iradesiyle bu eylemi bizzat gerçekleştiren insanın kendisidir. Akıl ve fikir hareketinden yola çıkarak iradesini bu yönde kullanan insandır.
İşte bu yorumun ışığında ayetleri daha rahat anlıyoruz. Yani onların hayatlanndaki bu kompleks onların iradesi ve seçimlerinin sonucu olmaktan öteye geçemez. Çaresiz bir hastalık olarak devam etmesinde iradelerinin rolü büyüktür. Onlar kendi iradelerini "bu yönde kullanmış, yaptıkları eylemleriyle o hastalıkların içte ve dışta daha da müzmin hale gelmesine neden olmuşlardır. Bu da hastalığın daha da artmasını ve alanım genişletmesini sağlamıştır. Onların durumu, hastalığını ihmal edip zamanında tedavi etmeyen, buna rağmen hastalığının sebeplerini artırmaya çalışan adamın durumu gibidir. Tabii ki bu adamın bu tavrı hastalığını daha da artırmaktan başka işe yaramaz. B.u, Yüce Allah'ın evrende geçerli kıldığı doğal yasaların gereğidir. Bunlar, sağlık ve hastalık konusunda . değişmez yasalardır. Hastalığın ve sağlığın bedensel ve~ j ya ruhsal olması arasında da bir fark yoktur.
«Bu yalancılıkları yüzünden onları acı İbir azap beklemektedir» Onlar yaşadıkları bu hayatın tüm sorumluluklarını yükleneceklerdir. Sözde, tavırda ve eylemde işledikleri günahın, söyledikleri yalanın cezasını çekeceklerdir. Kasıtlı ve ısrarlı işledikleri suçun cezasını çekeceklerdir. Olay ne kadar hastalık haline de gelmiş olsa herhangi bir eylemi meşru kılacak nitelikte değildir. Çünkü hastalık baştan tercihe dayalıdır. Çünkü onlar böyle bir duruma gelmeyebilirlerdi. Şu anda da ondan vazgeçme imkanlarını yitirmiş değillerdir. İstedikleri anda ondan kurtulurlar.
«Onlara yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın denildiği zaman biz yapıcı, düzeltici kimseleriz derler»
Bu ayet-i kerime münafıkların İslami hayat içinde bir takım işler ve bazı sloganlar atarak iman çizgisini karaladıklarını ve bozgunculuk hareketine akidede, yaşantıda ve ilişkilerde zemin hazırladıklarını gösterebilir. Onların bu alandaki faaliyetleri bazen günah işlemekle ve insanları dolaylı yollarla imandan uzaklaştırmakla gerçekleşiyordu. Nitekim İbni Abbas'tan böyle bir rivayet aktarılmaktadır. Ya da Onlar kafirlere bir takım eğilimler duymaktaydılar. Böylece İslam'ı horlamaya çalışıyorlardı. Nitekim Ebu Ali de bu görüştedir. Ya da Dahhak'm belirttiği gibi dini ve Kitab'ı tahrif etmeye uğraşıyorlardı. 'Onların bu tavırları müfessirlerin belirttiği gibi daha başka şekillerle de gerçekleşmiş olabilir. Açık olan odur ki bu tür yorumlar Peygamber'den aktarılan dini bir hükümden gelmemektedir.
Sadece münafıklardan spzeden bazı ayetlerden yola çıkılarak onların Peygamber'e karşı nasıl bir tutum izledikleri belirtilmeye çalışılmaktadır. Onun için münafıkların bu tür girişimlerini herhangi bir eylem grubu ile sınırlandırmak mümkün değildir. Onların yaptığı menfi çalışmanın genel olarak İslam düşüncesine ilişkin boyutları verilmeye çalışılmaktadır.
Bunun ışığında diyebiliriz ki, ayet-i kerime nifak hareketinin toplum içindeki bütün çalışmalarını, her alanla ilgili olumsuz tutumlarını kapsamına almaktadır. Onların-, bu faaliyetleri ilk etapta yapıcı nitelik arzetsei de hedefleri, etkenleri ve yöntemleri açısından bozgunculuğa iteni çalışmalardır. Münafıkların bu anlayışı ve faaliyetleri bugün pek çok kimsede görülen ve herhangi bir toplumda düzeltme ve yapıcı faaliyet adı altında yürürlüğe konan anarşik ve teröre yönelik akımlarda da gözlenebilmektedir. Bunlar toplumu kökünden söküp atmak ve realiteyi değiştirmek için anarşiyi ve zorbalığı meşru görmektedirler. Aynı şey; kötülük, çözülme, her türlü arzu ve istekler, Özgürlük çağrıları ve çalışmaları ile ortaya çıkıp top-1111111 bu tür eylemlere çağırmaya çalışan akımların, bu yaptıklarını; donukluğu yoketmek, insanın iradesini psikolojik komplekslerin etkisinden -kurtarmak ve özgürleştirmek, bireyin ve toplumun hareketlerinde bir takım aksaklıklara neden olan psikolojik hastalıkları önlemek amacını taşıdıkları izahı ile gizlemeye çalışan çevreler için de geçerlidir. Bu hüküm, dekolte kıyafetleri ve belli bir amaç taşıyan çıplaklığı çeşitli bahanelerle topluma kabul ettirmeye çalışan kesimler için de geçerlidir. Onlar bu tür çalışmalarla insanı psikolojik açıdan sağlığa kavuşturduklarını ve iç komplekslerden kurtardıklarını paravana ola- rak kullanırlar.
Giyinme özgürlüğü
hareketinin psikolojik bazı tahlillerinde elbisenin mümkün olduğu kadar
kısaltılmasının şu şekilde yorumlanması ilginçtir: Mesele sırf elbisenin kısaltılması
meselesi değildir. Sorun kadının düşüncesi ve yaşantısında, hayat hareketinde
kadınisı içe dönük psikolojik eaıgellerim ortadan kaldırmaktır. Herhangi bir
örtünme çeşidini kaldırdığımızda ya da elbiseyi biraz daha kısalttığımızda
kadının psikolojik bir engelini, manevi bir kompleksini ortadan kaldırmış
oluruz. Onlar, dahili çözülme meselesini dünyadaki özgürlük sorunuyla
ilişkin olarak ele almaktadır. Fakat bu
değerlerin kendisine dayandığı manevi, ahlaki ve sosyal ilkelere, dinin
kendisine çağırdığı ve uyulmasını istediği yasalara ve ilkelere hiç yer
vermemekte ve onları gözönünde bulundurmamaktadırlar. İşte bu temel ilkeyi
gözönünde bulundurduğumuzda ayeti daha rahat anlayabiliriz. «Onlara yeryüzünde
bozgunculuk çıkarmayın denildiği zaman biz yapıcı, düzeltici kimseleriz
derler». Halbuki biz onların bozgunculuk yaptıklarını gözlerimizle görüyoruz,
fakat bunlar Onun. felsefesini yapmaya çalışıyor, yapıcılık vasıflarını
kendilerine yakıştırmak için yollar arıyorlar. Onlar dünyadaki geleneksel
değerleri değiştirmeyi
amaçladıklarını ileri sürerek
kendilerine yapıcı, düzeltici payesini yakıştırmaya çalışıyorlar.
Ayet-i Kerime kendi üslubuyla açıklıyor ki, Onlar bu iddialarında kesin bir görüşe sahip değillerdir. Fakat onlar kendi arzularını gerçekleştirmeye çalışıyorlar, dolayısıyla sorunu gerçekçi bir anlamda çözüme kavuşturmakla uğraşmıyorlar. Çünkü Onlar hayatta kesin, gerçekçi bir tavır takınmaya yanaşmıyorlar. Toplumun temel ilkelerini yıpratmak ve yıkmak için dolambaçlı, gizli yollar arıyorlar.
Böylece toplumun hu ana temellerinden kaynaklanan kapsamlı mesajı saptırmanın yollarını arıyorlar.
Kur'an-i Kerim bunların fikri realitesini deşifre etmekle onların konumlarını kesin bir şekilde belirliyor ve yapıcılıkta ne kadar tutarlı (!) bir yol izlediklerini ortaya koyuyor. «İyi biliniz ki, Onlar bozguncuların ta kendileridir». Bireylerin ve toplumların hayatlarında hırakük-7 lan kötü etkiler, attıkları kötü sloganlar ve işledikleri çirkin eylemlerle bozgunculuğu yaymaktadırlar. «Fakat bunun farkında değildirler». Çünkü Onlar değerlere ilişkin teiniz bir atmosferi de yaşamıyorlar. Dolayısıyla, böylesine işledikleri eylemlerin kötü sonuçlarını bilemiyorlar. Nesnelerin reel ölçülerine göre olayı değerlendiremiyorlar. Onlar, kendi arzularına ve şehvetlerine öyle delicesine bağlanmışlardır ki her türlü ölçüyü kötü değerlere ulaşmak için, realiteyi değerlendirmek ve tahlil etmek \ için kullanıyorlar.
«Oîdasa halk nasıl iman ettiyse siz de öyle iman edin denildiği zaman biz hiç beyinsiz ayaktakımı gibi iman eder miyiz? derler». İşte bu, münafıkların en önemli karakterlerinden biridir. Onlar kamuoyunu, büyüklük taslamakla,
onlara karşı üstünlük iddiasında bulunmakla karşılayarak; onları, düşünce seviyeleri, iman yapıları ve hayat yolları açısından horgörürler. Çünkü onlar kendilerini düşünce ve akıl düzeyi olarak diğer insanların düzeyinin üstünde farzederler. Özellikle tartışmalarını sağlayan bir , kültüre sahip oldukları zaman bu iddiayı daha rahat bir -- şekilde ileri sürerler. Tartışmaya girerler olayları çözümlemeye, yorumlamaya ve değerlendirmeye çalışmak için dillerini harekete geçirirler. Bilimsel terminolojiye - dayanarak ahkam keserler. Böylece sözleri biraz da bilim-V_sellik kazanmış. olur. Yine bazı çevreler, sosyal nitelikli / problemleri normal şartları içinde değil kendi anlayışları i çerçevesinde ele almakta ve bunların düşünce ile, inançla hiçbir ilgisi olmadığını düşünerek değerlendirmeye çalışmaktadırlar. Bu problemleri, insanları Allah'a bağlayan ve iman etmeye sevkeden dinî ve evrensel .gerçeklerle izah etmeye kalktığımız zaman da onlar, «bu yaklaşım bilimsel değildir» deyip işin içinden çıkmamaktadırlar. Bizim yaklaşımlarımızı halk kitlelerinin yaklaşımı olarak nitelemekte, onun basit bir düşünce, inanç olduğunu ileri sürmekte ve bu yaklaşımların, bilim ve felsefenin uzmanları tarafından ileri sürülen . düşünceler olmadığını söylemektedirler.
Herhalde tertemiz insanın fıtratından rahatlıkla ve kolaylıkla coşup gelen imana çağrılan münafıkların kapıldıkları hava da bu türden bir hava idi. Yani onlar, imanın dayandığı ana ilkelerin sağlam düşüncelere dayanmadığım, aksine rahat ve net bir şekille ortaya çıkan vicdani bir düşünceye dayandığım ileri sürüp, «biz Iıöyle basit bir şekilde iman etmeyiz» diyorlardı. Çünkü bu, yaşam tarzında ne tür ilkelere dayandıklarını bilmeyen halk kitlelerinin imânıdır. Ayet-i Kerime onların, imanın aslım değil türünü reddettiklerini de gösterebilir. Çünkü bu- ayetlerden anlaşıldığına göre onlar ilke olarak imam kabul ettiklerini söylüyorlardı. Fakat Yüce Allah onların bu boş büyüklenmelerini ve yalancı böbürlenmelerim, üstünlük taslamalarını deşifre1 etmiş, onların tavırlarını, hareketlerini, konumlarını gözönünde bulundurarak düşünce ve eylem planındaki realiteleriyle diğer insanlardan daha çok kendilerinin beyinsiz olduğunu pekiştirmiştir. «Asıl beyinsiz ayaktakımı kendileridir». Çünkü beyinsiz; zayıf iradeli, cahil, yararını ve zararını iyi bilemeyen kimsedir. İşte onların, cehalet ve düşünce zayıflığını somutlaştıran içteki küfre bağhlıklarıyla iman akidesinin sağlam ilkeleri arasında kesin bir tercih yapamamaları, onların beyinsiz olduğunu pekiştirmektedir. Çünkü onların bu ey-, lemleri kendilerini hem dünyada, hem de ahirette felakete götüreceği halde onlar bunu kestirernemektedir. Özellikle böyle çifte standartlı bir hayata yönelmeleri, içlerindeki küfürlerin deşifre edilmesinden duydukları endişenin içlerinde sürekli bir rahatsızlığa neden olması ve münafık eylemleriyle bunu gizlemeye çalışmaları da beyinsizliklerini ortaya koymaktadır. Onlar düşüncelerinde ve hareketlerinde gerçekten beyinsizlik' yapmaktadırlar. «Ama bunu bilmiyorlar». Çünkü Onlar bilimin, marifetin geniş ufuklarına açılmıyorlar. İşlerin gerçek sonuçlarına varmak istemiyorlar. Bilimin değerinin, gerçeği yansıtmasında olduğunu idrak edemiyorlar. İşin sonunda bu bilimsel verilen sağlıklı fıtrat ve vicdanın sağduyusu ile bağdaşması gerektiğini düşünemiyorlar. Böyle olma yan delile dayalı bir sonucun vicdani bir temele dayanmayacağını, marifet sahasında değerli bir gerçeği temsil etmeyeceğini idrak edemiyorlar. Böylece anlaşılıyor ki, fıtrî iman, değişmez, sağlıklı.bir temele dayanan tertemiz inancı sembolize etmektedir. Öte yandan, fıtratla uzaktan yakından ilgisi olmayan inançların sağlıklı bir temeli olamayacağını bilemiyorlar. Bu nedenle biz fıtrî imanı, berraklığı ve netliği ile imanı temsil ettiğinden dolayı saygı ile karşılıyoruz. Onlar tartışmanın ve bilimsel mücadelenin yolunu bilmeseler de onların bu imanları saygı duyulmaya layıktır.
Burada ayetlerle ilgili şöj'le bir soru sorulabilir: «Onlara yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın denildiği zaman biz yapıcı, düzeltici kimseleriz derler iyi bilesiniz ki on-îar bozguncuların ta kendileridir, fakat bunun farkında değildirler» ayetinde neden «İyi bilesiniz ki Onlar bozguncuların ta kendileridir, fakat bunun farkında değildirler» denilerek onların bu bozgunculuk sıfatına farkında olmadan sahip oldukları ifade edilmiş, arkasındaki ayette ise, «asıl beyinsiz ayak takımı kendileridir. Ama bunu bilmiyorlar» denilerek bu beyinsizliği bilmedikleri ifade edilmiştir? Neden bu sıfatların yeri değiştirilmemiştir? Ya da bu iki ayet aynı sözlerle neden ifade edilmemiştir?
Cevap: Herhalde bunlar arasındaki farkın şu olması gerektir; bozgunculuğun ortaya çıkarılması meselesi düşünceye dayalı bir problem değildir. Aksine bilince ve gözleme dayalı bir problemdir. Yani bunlar eziyet ve lezzetin kaynaklarıyla karşılaştığı zaman bu acı ve lezzetin tamamından yararlanabilirler. Çünkü bozgunculuk, haya. ün genel ve özel konularında hayatın pratik seyrini bozmak demektir. Bunun farkına yarabilmek için konuyu bilinçli bir şekilde kavramak yeterlidir. Fakat hisleri ve duyguları değişenler ve bozgunculuğun havasında boğulanlar ise onu tamamiyle farkedemezler. Bunlar bedenlerindeki duyarlılıklarını yitirmiş, duyu organları dondurulmus, insanın artık acıyı duymaması gibi bir konuma gelnıişlerdir.
° Beyinsizlik meselesine gelince: Bu, düşünce ve anlayışla ilgili bir problemdir. Kişinin kârını zararını farket-inesine ilişkin bir olaydır. Karşılaştığı problemlerde, girmiş olduğu ilişki ve uygulamalar da .ortaya çıkar.
Bunun deşifre edilebilmesi için bilimsel boyutlarda bir bilgiye ihtiyaç vardır. Ancak bu şekilde insanların hayatları, sağlıklı ölçülere göre harekete' geçebilir. Bu konudaki dengenin yapışım bilmeyenler ise tabii olarak tüm bunlara karşı konumlarını da tesbit edemeyebilirler.
«Onlar, nıü'minler ile karşılaştıkları zaman 'inandık' derler. Fakat şeytanları, elebaşlarıyla başbaşa kaldıkları gaman 'biz sizin yanınızdayız, onlarla sadece alay edi-yorus' derler». Onlar iman ettiklerini söylüyorlar rnü'min-ler gibi namaz kılıyor, oruç tutuyor ve diğer görevlerini yerine getiriyorlar ki toplumsal güvenlerini elde etsinler ve hedeflerine doğru yol alsınlar. Sonra şeytan karakterli topluluklarına gidip gizlice onlarla buluşuyorlar, temel çizgilerinin onlarla beraber yürümek olduğunu perde arkasından söylüyorlar, mü'minlerle beraber yaşamalarından doğacak kuşkuları bertaraf ediyorlar. Bu yaptıklarını temize çıkarmak için mü'mmlerle alay ettiklerini, Onların herşej^in dış görünüşünü kabul etmelerini, işin iç taraflarına nüfuz edemeyişlerini bir basitlik olarak değerlendirip onları sömürdüklerini söylüyorlar. Bu halleriyle mü'minlerin, düşmanlarının tuzaklarına kolaylıkla düşebileceklerini, düşmanların işlerini kolaylaştırdıklarını dostlarına anlatıyorlar.
Bu ayetlerin hükmü, politik olan ve olmayan bir takım akımlarla irtibat içine girip onlara katılan, fakat aynı zamanda normal mü'minlerle karşılaştıklarında onları aldatmak, onların özel ve genel bayatlarına nüfuz etmek için kendilerinin mü'min olduğunu söyleyenler için de geçerlidir. Bunların, imanla ve mü'minlerin maslahatlany-la uzaktan yakından ilgisi bulunmuyor. Çirkin hedeflerine varmak için böyle çifte standartlı bir tavır takmıyorlardı. Fakat kendi Özel meclislerine gittiklerinde çirkin kahkahalar patlatıyor; mü'minlerle, mü'minlerin ibadetleri ve sözleriyle eğlendiklerini, onlarla alay ettiklerini çeşitli şekillerde dile getiriyor, tiksindirici alaylara ve hakaretlere başvuruyorlardı.
Kur'an-ı Kerim, İslam'ın ilk asırlarında yaşanan canlı örnekleri önümüze getirmektedir. Böylece, içinde yaşadığımız toplumların, içinde gözlerimizi açtığımız toplumların yapısını kavramamızı sağlamaya çalışmaktadır. Bu örneklerle, toplum içinde başkasıyla ilişkiye geçtiğimizde gevşek davranmamamızı, sürekli olarak onlara karşı uyanık hareket etmemiz gerektiğini hatırlatmaktadır. Bu metoda göre biz insanlara karşı bilgiye dayanmadan hüküm vermeyecek, fakat onları tam güven ve gönül huzuru ile tanımadan işlerimizi teslim etmeyeceğiz. Bu konuda, normal ilişkiler ile liderlik ilişkileri arasında herhangi bir fark yoktur. Toplumun gözüne girmek için yapılan çalışmaları -da bu ilkeye göre değerlendirmek gerekir. Tüm bu alanlarda, ilişkilerde ve önderlik makamında sosyal hayatımıza girme çalışmalarında önemli bir konumu bulunan, ciddi bir görevi bulunan bütün şahısların arka taraflarını, arkasındaki güçleri de gözö-nünde bulundurmak zorundayız. Onları harekete geçiren politika ve düşüncenin ana ilkelerini kavramak zorundayız. Biz, beraber yaşadığımız, bireylere karşı mücadele eden satılmış şahsiyetlere dönüşmek istemiyoruz. Biz realiteyi gerçek bir şekilde kavrayan ve buna göre konumunu belirleyen ümmet olmak istiyoruz. Buna göre biz ancak başlarını ve sonlarını ortaya koyduğumuz bir yola Girebiliriz. Biz liderliğimizi ve eğer varsa sırlarımızı an-cak pratik olarak denemeden geçirdiğimiz, içe yönelik yapısını araştırdığımız ve iyi sonuçlara vardığımız şahsiyetlere verebiliriz. Ta ki böylece kurumlarımız sağlıklı bir temele otursun, sarsıntıya uğramasın, tahrif edilmesin ve başkası tarafından sömürülmesin.
«Aslında onlarla alay eden Allah'tır.». Onlara, bu hilelerinin mü'minler tarafından yutulduğunu ve bu çifte standartlı kişiliklerinin deşifre edilmeyeceğini düşünmelerini sağlayan Allah'tır. «Ve kendilerini azgınlıklar içinde debelenmeye bırakan Allah'tır.». Onları anında cezalandırmayan, güvenle yollarına devam ettiklerini hissettiren, planlarında, hilelerinde tezgahlarında bu içe dönük şahsiyetleri ile dış tutumları arasında debelenip durmalarına, bu alanda güvenle çalışmalarına izin veren Allah' tır. Halbuki Onların bu tutumları gerçekten eğlencelidir. Gülünçtür. Hangi tutum, toplum içinde ürkek fare gibi hareket eden, herhangi bir hareketinden dolayı cezalandırılmaktan korkan, tesbit edilecek bir suçundan dolayı endişe eden münafıkların tutumundan daha alaya müsait, eğlence edinmeye elverişli olabilir. Sonra onun tutumu zaten iki yüzlüdür. Tavrının ortaya çıkmasından, olduğu gibi anlaşılmasından, sonuçlarının ortaya çıkmasından en-, dişe etmektedir... '
Burada şöyle bir soru gelebilir; Ayet alay etme fiilini Allah'a izafe etmektedir. Halbuki bu O'nun yüce azame-tiyle bağdaşmayan bir eylemdir. Çünkü alay etmek bir Çeşit aldatmadır. Zira alay eden, sözünü ciddi söylediği imajını verirken Öbür taraftan bir takım el, yüz hareketiyle alay ettiğini hissettirmeye çalışır.
Cevap: Burada ifade, başkasının sözlerini aktarmaya yöneliktir. Olduğu gibi anlaşılmaya müsait değildir. Nitekim şu ayet de bunun gibidir.
«Buna göre size saldırana, Size saldırdığı kadar, Siz de saldırın»[36]. Saldırıya bir benzeriyle karşılık vermek, saldırana karşı saldırmak demek değildir. Çünkü saldırı, kişinin haksız bir şekilde savaşa girmesidir. Burada ifade benzerliği, bu eylemin de diğer eyleme benzediğini ifade etmek içindir. Yani burada sert ve katı davranılacak ve insanlara acı tattırılacaktır. İstihza (alay) kavramındaki mesele de bunun gibi olabilir. Çünkü alay sözcüğü horlamayı ve aldırmamayı ifade eder. Burada sanki Yüce Allah onların azgınlıklarım arttırmak suretiyle onlarla alay . etmiş olmaktadır. Nitekim bazı insanların dalga geçmek amacıyla saygı belirten ifade tarzı kullandıkları çokça gö^ inilmektedir.
Burada Yüce Allah'ın onların" azgınlıklarını arttırarak, bu azgınlık içinde debelenmelerini sağlaması ifadesine takılmak mümkündür. Fakat bu ifade iki yönlüdür. Bir yönü olumlu, bir yönü olumsuzdur. Azgınlığını artırmak, kişiyi çeşitli yöntemlerle bu işe daha derinlemesine i cesaretlendirmeyi ifade edebilir. Yani burada insan istemekte, ona doğru hareket etmekte ve bu yola girmiş ol- | maktadır. Azgınlığı artırmak kendisinin daha fazla zulümlere uğramasını engellemekle de gerçekleşebilir. Allah i onu bu eylemden alıkoymakla, onun bu yolda yürüme- s sini sağlayan gücünü elinden almakla da daha fazla zuline uğramaktan kurtarabilir. Herhalde ayetten amaçlanan da budur. Çünkü Allah Onların bu eylemlerini sürdür- i melerini ölümle veya başka engelleme vasıtalarıyla engel- ' leyebilirdi. Fakat Allah onları engellememiş, onları kendileriyle başbaşa bırakmış, realiteyi, özgürlük ve seçim hakkım kendilerinin kullanmasına izin vermiştir. Bunun sonucu olarak onlar ellerinde bulunan imkanları kullanarak azgınlıklarını artırmışlar ve onun içinde debelenip gitmişlerdir... Fakat bu, insanın küfründe, imanında, sa-J pıkhğmda ve hidayetinde özgür olduğu şeklindeki inancımıza aykırı düşmez. [37]
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla...
«Onlar hidayet karşılığında sapıklığı satın alan kimselerdir. Bu yüzden yaptıkları ticaretten kazanç elde etmemişler ve hidayete ermemişlerdir. Onların durumu karanlıkta ateş yakan kimse gibidir. Ateş etrafını aydınlattığı zaman Allah onun aydınlığını gidererek, kendisini, hiçbir şey göremeyeceği koyu bir karanlıkta bırakır. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler bu yüzden geri dönmezler. Ya da Onların durumu koyu bulutlu, şimşekli ve gürültülü bîr gökyüzünün yağmuruna tutulmuş ölüm korkusu içinde yıldırımlara karşı parmaklarıyla kulaklarım tıkayan kimselere benzer. Allah kafirleri çepeçevre kuşatır. Şimşek Onların görme yeteneğini nerede ise ahverecek. Çevrelerini aydınlatınca şimşeğin ışığı altında yürürler. Fakat üzerlerine karanlık çökünce oldukları yerde kala kalırlar. Allah dileseydi, Onların işitme ve görme yeteneklerini büsbütün giderirdi. Hiç kuşkusuz Allah her şeye gücü yetendir. Ey insanlar, sizi ve. sizden Öncekileri yaratmış olan Allah'a kulluk ediniz ki Allah' in azabından konmasınız. O ki, size yeri döşek, göğü tavan yaptı ve gökten su indirip onun aracılığı ile size rızık olarak topraktan çeşitli ürünler çıkardı. O halde O'na bile bile eşler koşmayınız»[38].
Belki de bu ayet-i kerimeler daha önce onların karakterlerini belirleyen ayetlerin ardından, onların yaptığı işlerin sonuçlarını, ortaya koymaktadır. Bununla insana, onlardan uzaklaşması gerektiği, onların hayatta izlediği yola kapılrn amal arı, kötü sonuçlara neden olan böyle, bir hayata iltifat etmemeleri gerektiği bildirilmek istenmiştir.
Onlar, iki yüzlülüğe dayalı planlarında ve hayatlarında sapıklığı satıh almışlar, yolun çirkeflerinde ve sürekli değişen çölün kumlarında gittikçe batmışlardır. Orada hedefe gidecek her türlü işareti kaybetmiş ve bütün planlarını yitirmişlerdir. Buna bağlı olarak, insanlara yolun başlangıcını ve sonunu hiçbir - eğriliği ve sapıklığı bulunmayan değişmez bir çizgide gösteren hidayeti de ter-ketmişlerdir. .
Burada Kur'an-ı Kerim'in bu ayette ve başka ayetlerinde kullandığı «Satın alma» kavramı üzerinde biraz durmak gerekir. Aj^etlerden anlaşıldığına göre «satın alma» insanın, hayatında işlediği iyilik ve kötülük sonuçlarına dayanan her türlü eylemini kapsamaktadır. Yani insanın tüm yaptığı işler hayatta bir ticaret niteliğindedir. Özel ve genel yapısında kâr ve zarara elverişli birer eyr lenıdirler. İnsanın ortaya koyduğu her hareketin ifade ettiği her sözde, kâr ve zarar sözkonusudur. İnsan bazı eylemleriyle kendisini, gidişatını ve hayatını satın alabilir. Yeter ki bu eylemi iyi sonuçlar doğursun, hayatını ve gidişatım iyi tarafa şevketsin. Bu konuda maddi düzeyi ile manevi düzeyi arasında fark yoktur. Hatta insanın, canını ve malını karşılıksız olarak feda ettiği durumlar bile bu alana girer.
Çünkü burada eylem yine karşılıksız kalmaz. Fakat buradaki karşılık mü'minler için ahirette verilecektir ve onları genel olarak, psikolojik olarak rahatlatacaktır.
Bununla ilgili birtakım ayetleri burada örnek olarak vermeyi uygun görüyoruz.
«Allah, müminlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın, almıştır. Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, öldürülürler. Bu, Allah'ın üzerine bir boçtur. Gerek Tevrat'ta, gerek İncil'de, gerek Kur'an'da Allah'tan daha çok ahdini yerine getiren kim olabilir? O halde O'nunla yaptığınız bu alışverişinizden ötürü sevinin. Gerçekten bu, büyük kurtuluştur»[39]
«Kimi insan da her iki benliğini Allah'ın rızasını kazanmaya adar. Hiç kuşkusuz, Allah kullarına karşı çok şefkatlidir»[40]
«Ey iman. edenler, size, sizi acı azabdan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi? Allah'a ve Resulüne inanırsınız, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız- Eğer bilirseniz, sizin için en iyisi budur. Böylece Allah sizin günahlarınızı bağışlar ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerinde hoş konutlara koyar. İşte büyük kurtuluş budur.»[41]
Böylece hayatın tamamı, tüm alanlarında ve tüm, mücadelelerinde ya Allah'la, ya da şeytan ile bir alışveriş - eylemine dönüşür. İnsan ne verirse mutlaka onun bir karşılığı vardır.. Eğer sonuçlar iyi ise, satıcı ve alıcının yararına ise bu alışveriş kâr getirir. Eğer bu her ikisinin de yararına değilse, alışveriş zarara neden olur. İşte bunun ışığında bu münafıkların ne tür bir ticaret yaptıklarını daha rahat anlayabiliriz. Onlar hem dünyada, hem de ahiret-te kendilerini zarara sokacak bir şeyi satın almış veya öyle bir tutum takınmışlardır. Kendi elleriyle kendilerini sonsuz bir hayrete ve yıkılmışlığa itmişlerdir. Bunun karşılığında hem dünyada ve hem de ahirette kendilerine kuvvet, kurtuluş ve ruh sağlığı bahşedecek doğru yolu bırakmışlardır. Dolayısıyla yaptıkları ticaret umdukları kân kendilerine sağlayamayacaktır. Aynı zamanda onlar, yollarını da şaşırmışlar, "sürekli bir şaşkınlığa ve daimi bir karışıklığa müstehak olmuşlardır. Allah tarafından gönderilen manevi ışığın kaynaklarından sürekli olarak mü'minlerin kalplerine akan nuru ve aydınlığı engelleyen bir iç karanlığa, bunalıma düşmüşlerdir.
Allah'a davet yolunda çaba sarfeden mü'mirilerin Allah'a davet alanında Kur'an'm kullandığı bu yöntemi güzelce kavramaları gerekmektedir. Davetçiler dünya hayatını, kâr ve zarar açısından yaptıkları hesaplara göre değerlendiren insanlarla karşılaşacaklardır. Bu durumda onların, bu arzularını Allah'ın çizgisiyle uyum sağlayacak bir şekilde kanalize etmeleri ya da onları bu çizgiden uzaklaştırmaları sözkonusudur. Davetçiler sapıklığın olumsuzluklarını, hidayetin de dünya hayatındaki fonksiyonunu ciddi bir şekilde incelemelidirler. Ondan sonra insanları ahiret yurdunun problemlerine yöneltmeli ve bu alanın da diğer alanlar gibi kâr ve zarar hesaplarına dayanan bir hayat olduğunu kavratmahdırlar. Bunu söz konusu hayatın kesin bir çizgisi şeklinde sunmalıdırlar. Nitekim Ceııab-ı Allah da birtakım ayet-i kerime'lerde bu kâr ve zarardan sözetmektedir:
«De ki: ziyana uğrayanlar kimlerdir? Kıyamet . günü hem kendilerini, hem de ailelerini ziyana sokanlardır. Dikkat edin, işte bu, apaçık bir ziyandın)[42]
«...' Ve inkar edenler cehenneme sürükleneceklerdir ki, Allah murdarı temizden ayıklasın ve bütün murdarları birbiri üzere koyup yığsın da hepsini cehenneme atsın. İşte ziyana uğrayanlar onlardır.»[43]
Cenab-ı Allah bize, ahiret kurtuluşu konusunda, bir kurtuluş kriteri olarak sözetmektedir. Şöyle ki:
«Herkes ölümü tadacaktır. Kıyamet günü mükajatlarınız size eksiksiz olarak verilecektir. Kim ki, hemen ateşin elinden kurtarılır da Cennet'e sokulursa, işte o kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı aldatıcı zevkten başka bir şey değildir.»[44]
«Allah, irianan erkeklere ve kadınlara altlarından ırmaklar akan içinde ebedi kalacakları cennetler ve And cennetlerinde güzel meskenler va'detmiştir. Allah'ın rızası ise daha büyüktür. İşte büyük kurtuluş budur.»[45].
Davetçinin Kur'an düşüncesinden hareketle insanlara ahiret kazancını ve ahirette hüsrana uğramayı canlı bir şekilde tasvir etmesi gerekir. İnsanlar bu tasvir karşısında. meselenin gerçekten en azından dünyanın kârı ve za ran kadar önemli olduğunu kavramalıdır, hatta ahiret kâr ve zararlarının daha önemli olduğunu idrak etmelidir Bu yöntem Kur'an'm hedefiyle ilgi kurma açısından her halde daha etkili bir yöntemdir. Davetçiler bu çalışmalarıyla insanları ahiret yurdunun havasına çekmeli dünya hayatının her alanında bu hayatı gözönünde bulundurmalarını sağlamalıdırlar. Böylece insanlar yaşam tarzlarında ruhi tesirlerin atmosferine girecek Allah'ın yardımıyla dini coşkuları hayatlarında pratiğe aktarmaya çalışacaklardır. [46]
Daha sonra sure münafıkların tablolarını, şaşkınlıklarını, yıkılmışlıklarını ve umutlarının suya düşüşlerini tasvir etmeye geçmektedir. Onların iç dünyasını gözle görülebilecek şekilde tasvir ettikten sonra, ikinci olarak bu alana yönelmektedir. Onların hayattaki realitelerini,- yaşadıkları olayları izah ederek ve örnekler vererek açıklamaya çalışmaktadır. Bu yöntem Kur'an'm çoğu zaman soyut konuları açıklarken başvurduğu etkili bir yöntemdir. Bu örneklerle mesele daha net ve canlı bir şekilde ortaya konulmaktadır. Kur'aıı soyut şeyleri açıklarken maddi örneklerle meseleyi izah eder; göze, vicdana ve bilince etki edecek, onları sarsıp harekete geçirecek bir tasvir metodu kullanır. Böylece mesele insanın gönlünde daha elerin bir düşünceye dönüşmekte ve insanın vicdanına dahir bal almaktadır. Somut.örneklerle izah edil konunun daha net biçimde anlaşılmasını sağlamak1v Çünkü somut şeyler insanın -hayatı üzerinde ma-i şeylerden daha fazla etkili olmakta ve onun benliği .. rmcie daha derin tesir bırakmaktadır. O'nun içindir ki, tasgir yöntemi çocukların eğitiminde tercihe şayan bir &itim yöntemidir Çünkü çocuklar, soyut şeyleri somut «evler örnek verilmeden anlayacak kapasitede değildirler. Çocuk, gördüğü ve yaşadığı örneklerle o soyut konuyu muhakeme ederek anlamaya çalışır. Örnek vermek suretiyle insanın zihnine ve ruhuna yerleştirilmek istenen düşünceye nakşedilmek istenen yakınlığıyla pratik bir sonuca da dönüşebilir. Kur'an-ı Kerim'in pratik hayatta yaşanan gözle görülen örneklerle onların iç dünyasını ortaya koymaya çalışmasının sırrı şudur; Cenab-ı Allah, hak batıl konusunda insanları bu tür sapık yönelişlerden uzaklaştırmak istemiştir. Burada kullanılan .yöntemde olayın çirkinliği ve nefret edilecek yönleri, olabildiğince geniş Ölçüde somut örneklerle ortaya konmakta, bu karanlık, boğucu ve katı atmosferden tiksindirilrneye çalışılmaktadır.
Cenab-ı Allah münafıkların durumlarını tabiattan aldığı iki somut örnekle tasvir etmiştir:
Birinci örnek, Yüce Allah'ın şu sözlerinde yer almaktadır:
«.Onların durumu karanlıkta ateş yakan kimse gibidir. Ateş etrafını aydınlattığı zaman Allah Onun aydınlığını gidererek, kendisini, hiçbir şey göremeyeceği koyu bir karardığa bırakır. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler bu yüzden geri dönmezler.»
Kendini karanlık bir sahrada düşün. Orada hiçbir aydınlık parçası yoktur. Uzaktan şeffaf ve güzel mehtabıy-la kumların üzerine dökülen Ay ışığı, bir mehtab sözko-nusu değildir. Uzaktan coşup gelen karanlığın etrafını, yine uzaktan gelen beyaz aydınlığı ile parlatan, utangaçlığı ve iti ah cubiy etiyle kucak açan yıldızlar da yoktur ki kişinin önündeki yolun hiç olmazsa bir kısmını aydınlatabilsin. Senin Önünde karanlıklarla kuşatılmış karanlıklardan başka bir şey yoktur... Sonra... Sen birdenbire bir ateş yakmayı basardın. Ve ateşinin alevleri havaya yükseldi, etrafını, yolunu ve bulunduğun yeri aydınlattı. Sonra bir rüzgâr ateşini söndürdü. Ortada kopan fırtına sonucu, yakmaya çalıştığın ateş birden kül oluverdi-. Hedefe yaklaşma amacıyla girişilen bu eylemin umutsuzluk ve perişanlıkla sona ermesiyle, insanın psikolojisi üzerinde ne kadar olumsuz etki bırakacağını düşün. Ümitsizlikten sonra bir aydınlığa kavuşan ve fakat bu aydınlığı acımasız bir şekilde söndürülen,adamın durumundan daha kötü durum ne olabilir? Adam aydınlığa muhtaç olduğu halde bu aydınlığı elinden alınmaktadır.
İşte bu;; kuşkudan, şaşkınlıktan başıboşluktan, dar-madağmıkhktan oluşan karanlıkların içinde yaşayan mü-nafıkm halidir. Onun durumu da küfrü, inkarı ve reddetmeyi yaşayan diğer insanların haline tıpa tıp benzemektedir. Sonra Allah'ın Peygamberi'ne indirdiği nur gelmiş Onlara yollarını göstermeye, hedeflerini belirlemeye, kendilerini şaşkınlıktan, darmadağınıklıktan ve başıboşluktan kurtarmaya çalışmıştır. Onlara gönül huzuru ve netlik, kazandıracak bir görüş, doğru hedeflerini belirleyecek bir düşünce vermeye çalışmıştır. Onlar bununla iman ve itaat eylemine girebilir, karanlıklardan aydınlığa çıkabilirlerdi. Fakat onların içinde hastalığa dönüşen köklü bir kompleks olduğundan, bu aydınlık ile karşılaşmaları ve hidayete doğru yol almaları mümkün olmamıştır. Dolayısıyla onlar çeşitli şeytani oyunlarla, yöntemlerle o komplekslerini süslemeye çalışan tavırlarını sürdürmüşlerdir. Hem kafirlerden, hem de iman edenlerden yararla- ' narak, planladıkları sonuçlara varabileceklerini, katma ve katıştırma yöntemi ile kurtulabileceklerini telkin eden bir oyundur bu. Bu nedenle, Allah'ın nurunu tepkiyle karşıladıklarından dolayı Allah nurunu geri çekmiş ve onları yeniden karanlığa terketmiştir. Zira onlar, ne istediğini ve'ne yapmayı planladığını bilmeyen çılgın iradelerinin etkisinde kalmışlardır. Dolayısıyla tercihlerini aydınlığa kavuşmak için değil, karanlıkta kalmak için kullanmışlardır. Allah da onları yüz üstü bırakmış, kendi halleriyle başbaşa kalmalarını sağlamış ve onları, hiçbir şeyi göremeyecekleri karanlıklara terketmiştir.
İkinci ayet onların bu sapık yönelişe neden kapıldıklarını açık bir biçimde ortaya koymaktadır ve onların Al-. Icih'm kendilerine verdiği vasıtaları kapsamlı bir bilgiye ulaşmak için kullanmadıklarını öğretmektedir. Onlar Allah'ın verdiği imkanları dondurmaya çalışmışlardır. Ce-nab-ı Allah onlara işitme organı bahşetmiş, böylece apaçık gerçekleri ifade eden sözlere kulak vermelerini, içlerinde işittikleri bu sözleri düşünmelerini, ölçüp tartmalarını istemiştir. Gerçek bir marifete kavuşabilmeleri için, bilmedikleri ve şüphe ettikleri her şeyi sorabilmeleri için onlara dil ve konuşma yeteneği vermiştir. Allah'ın her türlü sırlarla ve delillerle donattığı insanları, Allah'ın azametinin bilincine varmaya ve O'nun birliğine iman etmeye sevkeden evrensel ayetleri^görebilmeleri için onlara görme imkanı vermiştir. Cenab-ı Allah onlara tüm bu imkanları verirken onları bilgiye varmak için, marifete ulaşmak için kullanmalarını dilemiştir. Fakat onlar bu imkanlardan yararlanmamış ve bu imkanları bulunmayanlarla aynı düzeye düşmüşlerdir. Zira insandaki duyu organlarının değeri, onları dondurmakla değil, onları hareketli bir şekilde kullanmakla ancak anlaşılabilir. İnsanlara bilgi ve marifet bahşedecek, hayatı daha iyi anlamaya etki edecek, insanın kalbine düşünmek için yol açacak her türlü eylemle değerleri anlaşılacaktır. İşte bu organlarını bilgi yolunda kullanmayan ve onların doğal birer araç olduğunu düşünüp onları değerlendirmeyenlerin gerçeğe ve doğruya dönüş yapmaları asla mümkün değildir. [47]
Ya da Onların durumu koyu bulutlu şimşekli ve gürültülü bir gökyüzünün yağmuruna tutulmuş, ölüm korkusu içinde yıldıranlara karşı parmaklarıyla kulaklarını tıkayan kimseye benzer. Allah kafirleri çepeçevre kuşatandır. Şimşek-Onların görme yeteneklerini nerede ise ahverecek. Çevrelerini aydınlatınca şimşeğin ışığı altında yürürler. Fakat üzerlerine karanlık çökünce oldukları yerde kala kalırlar. Allah dileseydi, onların işitme ve görme yeteneklerim büsbütün giderirdi. Hiç kuşkusuz Allah'ın her şeye gücü yeter.»
Bazı tefsirciler bu örnekteki benzetmeyi, tabloda bulunan tüm boyutları kapsayacak biçimde yorumlanma çalışmışlardır. Onlar İslam'ı, İslam'daki doğru yolda yürüyenlerin yolunu aydınlatan ışığı, zifiri karanlıkların altında yürüyen insanlara yol gösteren şimşeğe benzetmişlerdir. Karanlıkları da insanları düşünce ve ruhsal açıdan şaşkınlığa düşüren, küfrün ve sapıklığın şüphelerine benzetmişlerdir. Bunlar insanı karanlık yolun aşamalarında, şaşkın bırakan karanlıklardır. Buradaki gök gürültüsü tq yıldırım ise, Kur'an'm, doğru yoldan sapan ve saptıranları tehdit ettiği azap. ve korku ile uyarmaya benzetilmiştir-
Böylece teşbihte yer alan bütün unsurlar benzetilende de bulunacaktır. Dolayısıyla tablo bir benzetme olmaktan çıkacak ve benzeten ile benzetilen arasında herhangi bir fark görülemeyecektir. Böyle bir söz, böyle bir yaklaşım ifade biçimlerinde bile ileri sürülebilir. Fakat buradaki durumun genel havası, bu benzetmenin tüm. boyutları kuşatacak bir teşbihten uzak olduğuna işaret etmektedir. Çünkü burada problem, münafıkların iç durumunu, düşünce ve bilinçte içe dönük bir çifte standardı yaşadığını yansıtmaktır. Münafığın kişiliği üzerindeki şaşkınlık ve korku halinin, tertemiz arı-duru ışıklarla kötülük işaretleri arasında bir tercih yapamamasının yansıtılmasidır. Düşüncelerinin, iyilik düşünceleri ile kötülük düşünceleri arasında çelişkiye düştüğünü, onun işitme organında aza-bm tehditleri ile nimetin nağmelerinin birbirine karıştığı anlatılmaktadır. Bu tablo ile biz, münafıkm pratik hayatında yaşadığı çifte standardın aslında onun düşüncesinde ve bilincinde yer eden içteki çifte standarttan kaynaklandığım öğreniyoruz. Her halde benzetmenin bu çerçevede kalması, tablonun hareket ile sarsılması, hayat ile coşması bizce daha önemli bir gerçeğe parmak basmakta-tadır. Böyle bir anlayış, benzetmenin tüm boyutlarıyla gerçeğe uyduğunu ileri süren yaklaşımdan daha tabii bir düşüncedir. Ve insanın duygularını ve düşüncelerini harekete geçirmesi açısından daha. uyumlu ve ahenkli bir yapı arzetmektedir.
Bu örneklerin herbiri münafıkm kişiliğini değişik açı- tasvir etmiş de olabilir. Buna göre birinci örnekte münafıkın durumu şöyle tasvir edilmektedir: Münafık kendisine ruhu, kalbi ve düşünceyi aydınlatan nuru ile doğru I yolu gösteren çağrıyı reddetmekte, buna karşılık kalbini köreden, gözlerini perdeleyen ve kulaklarını sağır eden karanlıklarla dolu eğri yola doğru koşmaktadır.
İkinci örnekte münafıkın hali şöyle tasvir edilmektedir: Münafık dünya hayatında nifak atmosferinde yaşamakta, karanlık ile aydınlık, şimşek ile gökgürültüsü arasında sarsıntılar geçiren tavırlar sergilemektedir. Böylece yıkıcı bir şaşkınlığa düşüvermekte, kalbini yiyip bitirmekte, ruhunu paramparça etmektedir. Şüphesiz ki Allah, ayetlerinin sırlarını daha iyi bilendir. [48]
«Ey insanlar, Sizi ve sizden öncekileri yaratmış olan Allah'a kulluk 'edin ki; Allah'ın azabından korunabilesiniz- O ki size yeri döşek, göğü tavan yaptı ve gökten su indirip onun aracı- \ lığı ile size rızık olarak topraktan çeşitli ürünler çıkardı. O halde O'na bile bile eşler koşmayınız.» [49]
Surenin bu bölümünün başında küfür ve iman konusunda kesin bir tavır koymayı içeren bir çağrı vardır. İbadet ederek iman çizgisini korumaya, Tevhid ve Şirk düşüncesini açık delillerle incelemeye, hayat boyunca tevhide taraftar olmaya yönelik bir davet vardır. Herhalde, biz bu düşünceyi birkaç noktada özetleyebiliriz:
1__Bu ayette Kur'an'm davet yöntemini öğreniyoruz.
Buradan anlaşıldığına göre Kur'an'm davet metodu; düşünce tarafı eylem tarafından ayrı bir düşünce yoluyla, meseleleri sırf düşünmekle imana çağrı değildir. Burada insan iki saha ile, düşünce sahası ve eylem aşamaları ile karsı karşıya değildir. Burada felsefi düşünce yöntemi kullanılmaz. Çünkü felsefi düşünce yönteminde, düşünce yönü ayrı ve eylem yönü ayrıdır. Aksine, imanla beraber Allah'la pratik bir bağlılığı sağlayan ibadet de hemen oündeme girer ve insanın psikolojik yapısı üzerinde Allah'a iman meselesinin kabul veya reddetmeyi gerektiren tartışma alanlarından, düşünce sorunlarından biri olmadığını hissettirir. İman meselesinin vicdana dayalı problemlerden biri olduğunu ortaya koyar. Yani burada insan, etrafım kuşatan evrensel delillerden, evrenin güzelliklerinden yola çıkarak içinden coşup gelen bir duygu temeline dayanan vicdani düşünce ile karşı karşıyadır. Artık o, yüce Allah'ın varlığını bilincinin, görüşünün ve bakışının bütün enginliği ile hisseder konuma gelmiştir. Artık o, tereddütsüz veya durmaksızın boşu boşuna düşünme havasından ibadet atmosferine geçer.
2 — Ayetten anlaşıldığına göre Allah'a imana ve ona ibadete çağrı insanın hayatından ve bilincinden uzak fikri bir tavra boyun eğmez. Hayata ilişkin birtakım düşünce problemleri, hayatın gerçeklerinden biri olmalarıyla uyum sağlayan ve bundan öteye geçmeyen düşünce problemleri gibi değildir. İnsanın bilinciyle hiçbir ilgisi olmayan felsefi çağrılar gibi değildir. Bu çağrı insanın kendi varlığını ve kendisinden önceki İnsanların varlığını kav-ramasıyla ilgilidir. O'nun yaşam tarzı ile alakalıdır. înscn yeryüzünde dolaşarak bu çağrıya hayat problemlerini uydurmaya çalışır. Allah'ın ululuğunu, büyüklüğünü kavrayabilmek için göğe açılır, yeryüzünü bolluk ve bereket tarlasına çeviren, insanın bu hayattaki imkanlarını bollaştırmak amacıyla rızkını çoğaltan bereketler indirir. İşte bu şekilde insan Allah'a ibadetinde hayatın her alanında kendisini kuşatan Allah'ın yüceliğini yerden fışkıran nimetlerini gökten gönderilen hayır, bereket ve bolluğu daha rahat bir şekilde gözlemleyebilir. Bu anlayış onun ibadetini basit ve beyinsiz bir boyun eğişten uzaklaştırır. Onun ibadetini, Allah'ın azametinin bilincine varmaya, nimetlerini gözlemlemeye, O'nun bu güzel nimetlerini şükranla karşılamaya dönüştürür. Artık insanın Allah'la ilişkisi soyut düşüncelerden İbaret kalmaz, samimi duygulara dönüşür. İşte ayetin, ibadetin amacı olarak saydığı takvayı insanlara kazandıran budur. Çünkü insan takva ile sorumlu bir imana, pratik hayatta gerçekleşen bir bağlılığa ulaşır. İçten bütün duygularıyla Allah'ın çizgisine bağlı kalması ve onun gösterdiği yolu engin bir ruh ile izlemesi gerektiğini kavrar.
İşte Allah yoluna davette bulunan nıü'minleriıı kavraması gereken noktalardan biri de budur. Onlar Kur'an' m davet atmosferini esas alarak pratik davet çağrılarında onu uygulamalıdırlar. Soyut felsefi tartışmalardan uzak bir yöntem kullanmak zorundadırlar. Çünkü felsefi hava insana kuvvetli bir fikir verebilir. Fakat bu insana içten bir iman hareketini gerçekleştirme ve bu hareketi hayatın tüm boyutlarına varıncaya kadar engin bir şekilde uygulama imkanı veremez.
3— Bu ayet-i kerime'de yeryüzünün bir döşek, gökyüzünün bir bina yapıldığı ifade edilmektedir. Bunlar ince bir nükteye işaret eden kapalı sözlerdir. Çünkü döşek kavramı insanın bu hayatta rahatını ifade eder. Yeryüzü, Allah'ın burada belirlediği yasalarla insanın gerçekten rahat edeceği bir yerdir. İnsan yeryüzünde öyle rahat eder ki- onun bu rahatı, yorucu bir günün sonunda gelip döşeğine uzanan adamın rahatını hatırlatır. Bina kavramı ise kuvveti ve kenetleşmeyi ifade eder ki, göğün yeryüzünde sabit direklere dayanmadığı halde düşmediğini gösterir.
4 — Yeryüzünde Allah'ın koyduğu yasaları öğrenmek, Allah'ın bağışladığı nimetleri görüp takdir etmök, gökyüzünün kenetlenişini, insanlara hayır ve bereket getirişini, evrenin dehşet verici büyüklüğü ile Allah'ın büyüklüğünü kavramak bizi Allah'a şirk, ortak koşmak-
. tan uzaklaştırır. Allah'ın yalnız başına her şeye gücü yeten tek varlık olması yönünden bütün varlıkların yaratıcısı olduğunda hiçbir kuşkumuz kalmaz.- Bu konuda kesin bir kanaate ulaşmış oluruz.
5 — Bazı tefsirciler Yüce Allah'ın «Ta İd Allah'ın aza-feiiKİsn korunabilesiniz» cümlesinin yaradılışın amacı olduğunu söylemişlerdir. Yani insanın yaratılmasındaki amaç, onu takvaya ulaştırmaktır... Fakat biz ayet üzerinde düşündüğümüzde bunun insanın yaratılış amacı değil, ibadetin yapılış amacı olduğunu görüyoruz. Bu görüşümüzü iki delil ile de pekiştirebiliriz.
a) Burada söz konusu olan, ibadetin emredilme sidir. Dolayısıyla asıl olan ibadettir. Yaratma ise Allah'ın sıfatlarından biri olarak verilmiştir .ki insan O'na ibadet edişinde. Allah'a karşı sorumluluğunu kayrayabilsin. Bu nedenle amacın, yaratılışa izafe edilmesi uygun düşmez.
b) Amacın, yapılan işin normal'sonucu olması gerekir. Fakat biz biliyoruz ki sırf yaratmanın amaçla ilgisi yoktur. Aksine onu gerçekleştiren, ibadetin kendisidir. Çünkü insan ancak ibadetle içindeki Allah bilincini, ona boyun eğmeyi geliştirebilir. Bu da onun Allah karşısındaki sürekli sorumluluğunu kavramasına neden-olur. Sürekli olarak hak üzere yürümesi, bu uğurda pratik çaba sarfetmesi de onun bu hedefe gitmesini daha da kolalaştırır. [50]
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...
«Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'an'in doğruluğundan şüpheli iseniz, haydi onunkilere benzer bir sure ortaya getiriniz- Ve davanızda sadık iseniz bu hususta Allah' in dışındaki şahitlerinizi de yardıma çağırınız- Eğer bunu yapamazsanız, —ki asla yapamayacaksınız— yakıtı insanîm- ile taşlar olan ve kafirler için hazırlanmış cehennem azabından korkunuz.»[51].
Bu ayetler müşriklerin peygambere yönelttikleri iddiaları, inkar ve kuşkuları karşılayan Kur'an ayetlerin-dendir. Kafirler, peygamber'in, kendilerine okuduğu ayetlerde sunduğu açık delillere rağmen ilahi bir vahye nıaz-har olmadığını, elçilik gibi bir görevi bulunmadığını, bu işe kendi beşeri çabasıyla soyunduğunu iddia ediyorlardı. Kur'an'ın ,onları düşünceye sevkeden ve normal sonucu ile peygamberin Allah'ın elçisi olduğunu ispat edecek olan akli yöntemine itibar etmemişler, bu diyalog üzerine düşünüp onlara göre hareket etmeye, tavır koymaya yanaşmamışlardır. Bu durumda Kur'an'm önünde, düşünceyi muhatab alan yumuşak hitap yerine, onları şiddetli bir şekilde sarsacak bir meydan okuyuştan başka seçenek kalmamıştır. Kur'an onların bu kuşkularını apaçık ortaya koymak, kendilerinin ve diğer insanların gözü önünde bu kuşkuların tüm gerekçelerini iptal etmek için; düşünceleri, insan bilincini ve onurunu harekete geçiren meydan okuma yöntemine başvurmuştur. Kur'an getirdiği bu meydan okuyuşla, onların, karşı koymanın tüm malzemelerine sahip olmalarına rağmen, bu meydan okuyuşa karşılık verecek, birtakım ayetler yapabilecek güce sahip olmadıklarını yüzlerine vurmuştur. Böyle elektrikli bir atmosferde dahi, kendi kişisel güçlerini, kültür ve sanatlarını en mükemmel anlamda kullansalar bile bu işin üstesinden gelemeyeceklerini yüzlerine haykırmıştır. [52]
Bu ayet, ele aldığı konuda meydan okuyuşun zirvesi niteliğindedir. Bu öyle tahrik edici bir üslubtur ki, insanın tüm duygularını, tüm kuvvetlerini çeşitli şekillerde harekete geçirmektedir. Onların onur duygusunu engin bir şekilde etkilemektedir. Artık burada aldırmadan geçip gitmek ve bu iddiayı hâlâ ileri sürmek imkanı kalmamıştır. Özellikle bireysel ve kabilevî düzeyde benaiıiyet (benlik) unsurunun egemen olduğu Arap toplumunda bu meydan okuyuş gerçekten etkili idi. Onlar dilden dile dolaşan şiirler ve konuşma örnekleriyle böbürleniyor, üstünlük taslıyor, bunu bir şeref vesilesi yapıyorlardı. Onlar bu konuda etkili bir taassubun yetiştirdiği çevrelerdeydiler. İşte buna rağmen Kur'an, onların Kur'an surelerine benzer bir sure yazıp getirmelerini istiyordu. Surenin konusu ne olursa olsun, uzunluğu kısalığı hiç önemli değildi. Onlar isterse en kısa sureyi, en basit kelimelerin kullanıldığı, konusu ve anlamıyla en kolay sureyi seçebileceklerdi.
Bu meydan okuyuş ilk etapta belli bir hacim sınırlandırılmadan bu Kur'an'm bir benzerini getirme düşüncesiyle başlamıştı. Cenab-ı Allah bu meydan okuyuşla ilgili bir surede şöyle diyordu:
«ki, And otsun eğer insanla- ve cinler şu Kur'an'm bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine O 'nun benzerini getiremezler. İsterse onlar bu konuda birbirlerine destek olup
beraber hareket etsinler»[53].
Bu düşünce daha sonra biraz daha gelişerek, meydan okuma eylemi biraz daha ileriye götürülmüş ve Kur'an'm bir benzeri değil de, Kur'an'dan on surenin uydurulup getirilmesi istenmiştir. Surenin hacmi, kolaylığı ve düşüncelerindeki basitlik burada söz konusu edilmemiştir bile. Cenab-ı Allah şu ayette bu tehditi onlara yöneltmektedir:
«Yoksa 'onu uydurdu' mu diyorlar? De ki, öyleyse siz de onun benzeri on uydurulmuş sure getirin. Eğer doğru iseniz Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de (yardıma) çağırın. Eğer size cevap vermedilerse bilin ki (o) Allah'ın bilgisiyle indirilmiştir. Ve O'ndan başka ilah, yoktur. Nasıl, artık müslüman oldunuz mu?[54].
Böylece görüyoruz ki Allah, onlara, bu tür durumlarda ileri sürebilecekleri her çeşit mazeretlerin, özürlerin Önünü kapatmaktadır. Artık onlar hayatın uğraşlarım ve yorgunluklarım mazeret olarak ileri süremeyeceklerdir. Çünkü meydan okuyuş son haddine varmış bulunmaktadır.
Burada üzerinde durulması gereken bir nokta da şudur: ayet-i Kerime, onlardan surenin aynısını değil bir benzerini yapmalarını istemiştir. Artık onlar birtakım çevrelerin ileri sürdüğü gibi bu mesafenin icazla ilgili olmadığını ileri süremeyecekler ve şöyle diyemeyeceklerdir: Her insanın üslubu, bu üsluba hükmeden ve onu yönlendiren kişisel özelliklerinden dolayı diğer insanların üslubundan ayrılır. Çoğu zaman insan kendisi gibi bir yazarın üslubunu, sanat düzeyinden aciz kaldığı için değil, bu üsluba etki eden kişisel etkenlerin farklılığından ve ayrılığından dolayı tutturamaz. İşte bu nedenle Kur'an onların bir surenin aynısını değil bir benzerini getirmelerini istemiştir. Çünkü bir benzerini getirmek sanat gücüne sahip olanlar için mümkündür. Sanat eserinin içinde gizli bulunan üstün ifade özelliklerine, özel ve genel tüm inceliklerine ve sırlarına vakıf birisi onun düzeyinde bir sanat eseri meydana getirebilir. Böylece Kur'an-ı Kerim onların, sureyi oluşturan unsurların bir benzerini bir araya getirip ondan bir sanat eseri meydana getirmekten aciz olduklarını ortaya çıkarmış bulunmaktadır. Çünkü surenin taşıdığı özellikler yüksek düzeyli beşeri bir çaba, bir sanat meselesi değildir. Aksine ortada ilahi vahiy meselesi söz konusudur. İnsan bir beşer olarak onların seviyesine ulaşamaz, onların düzeyine yükselemez. Meydan okuyuş ayetinin ve onu izleyen ayetin içerdiği etki unsurları ise şunlardır: Ayet onlara, Allah dışında çağırdıkları şahitlerini davet etmelerini, onların da gelip bit durumu görmelerini ya da daha yakın bir ifadeyle kendilerine destek olmalarını istemiştir. Çünkü onlar bu şahitlerin korkunç bir güce sahip olduklarına inanıyorlardı. Böylece mesele sırf onların kişisel gücü düzeyini aşmakta, onları aşıp şahitlerin gücüne kadar yükselmektedir İd buradaki şahitlerin, Allah dışında İbadet edilen, Allah'a ortak koşulan putlar olma ihtimali vardır. 'Onlar bu putların Allah'ın gücüne yakın bir güce sahip olduklarını iddia ediyorlardı. Böylece Kur'an hem onların kişisel güçlerine ve hem. de Allah dışında ibadet ettikleri ortaklarının sahip olduğu güce meydan okumuş olmaktadır. İşte bu meydan okuyuşta ortaklarının ellerinde bulunan güçlerin iflası, onlara yakıştırılan her türlü üstünlüğün yok edilişini en etkili bir şekilde ortaya koymaktadır. Onların bu alanda ileri sürdüğü sözüm ona şüphelerinin hiçbir gerekçesi bulunmadığı net bir şekilde ortaya konmuş olmaktadır ...Sonra Ayet-i Kerime onların şu anda böyle bir iddiaya kalkışamadıklao gibi ileride de asla bu surelerin bir benzerini getirme imkanını elde edemeyeceklerini kesin bir şekilde pekiştirmektedir. Çünkü burada mesele geçici veya sınırlı bir düzeye ilişkin değildir. İleride insan gücünün bu konuda gelişme göstermesi beklenemez. Aksine mesele insanın doğal gücüne gelip dayanmaktadır ki o, bu tabii gücü ile böyle bir işi asla başaramaz.
Sonra onların duyguları daha da kabartılarak bunun kendileri için bir deneyim olması gerektiği dile getirilmektedir. Aslında onların böyle bir şeyi getirmeleri ısrarla istenmemiştir ki onların bu işi yapmamış olmaları bu konuda bir eksiklik sayılsın diye iddia edilmesin. Çünkü ayetlerin sonunda böyle bir iddiayı ileri sürüp sonra da surelerin benzerlerini getiremedikleri halde bu işte ısrar ettikleri, imana dönüş yapmadıkları, inançlarının ve eylemlerinin sonunda, kendilerini/ kafirlere hazırlanmış bulunan ve yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennemden nasıl kurtaracakları vurgulanmaktadır. Hiç şüphesiz bu tasvir ateşin büyüklüğünü, alevlerinin ve sıcaklığının kızgınlığım ifade eder. Öyle ki bu kızgınlık, taşlan bile yanıp tutuşan kor haline getirmektedir. Sonra kafirler ateşteki taşlara benzetilerek onurlan ayak altına alınmaktadır. Ayet onların yüreklerini dağlamaktadır. Böylece, meydan okuyuşa karşılık vermeleri gerektiği vurgulanmakta; fakat bu karşı koyma girişimlerinin eninde sonunda hüsranla sona ereceği önceden bildirilmiş olmaktadır. [55]
Çoğu kimseler Kur'an'm i'caz ile sembolize edilen meydan okuyuş sırrının ne olduğunu somşturabilir.
Cevap : Sözdeki ifadenin sanat üstünlük ve ifade gücü açısından en üst düzeye ulaştığı beyan i'cazı, sözün tüm yönlerini kapsadığından ve insanın tüm duygularına hitabettiğinden, bu boyutların hiçbirini ihmal etmediğinden dolayı değe£ kazanır. Beyan i'cazı; harf, hareket, üs-lub, hayat fışkıran öz itibarıyla tanı bir ahengin ve dengenin ifadesidir; etkileyici büyüsü, üstünlüğü, gücü ve netliği ortaya çıkar.
İşte Kur'an'm sözlerinde ve ayetlerindeld ölümsüz sır budur. Kur'an'm bu sırrı, hareketleriyle ortaya çıkar. İnsanın duygularına hitabiyle ruhunu kalbini, vicdanını etkisi altına alır. Onları en güzel şekilde doyurur. İnsanın hayatını yükseklere, yücelere ,temizliğe an bir düzeye çıkarır. Onun düşüncesinde derin ve engin boyutlarda etki bırakır. Apaydınlık mesajı ve üslub güzelliğiyle insanın benliğini büyüler.
İşte sözün ölümsüz sırrı budur. Çünkü o sürekli ve büyük bir hayattan sökün edip gelmektedir ki insana ve yeryüzüne, sürekli değişmekte olan hayatın sırrını bağışlasın, ona-ölümden bir köprü yaparak sonsuz hayata ulaşma imkanı ve yolunu göstersin. Artık ölümü onun gözünde basite indirsin, ölümün ötesine ulaştırsın onu. Çünkü ölüm, insanın kesif bedeninin hayatının sonunu yaşadığı zaman, karanlıkların yalnızlığında donup kaldığı zaman gizlenip gider. Aydınlığın dalga dalga yayıldığı canlılıktan oraya yaklaşamaz. Tertemiz denizlerde ruhun saflığıyla yüzüp gittiği güzel rüyalar gibi kalır. Artık orada insan her şeyi net olarak görür, kuşkuların her çeşidi, önünde dağılıp gider: İşte Kur'an'm sözlerinde dolaşıp duran; ruhun derinliklerine sevgi, maneviyat, fikir ve hayat bahşeden sır budur.
Biz burada Kur'an'm beyan i'cazmı »sanat yönünden tahlil edecek değiliz. Bu, belagat ve edebiyat bilimlerinin geniş sahasına girer, biz burada Kur'an'm somut bir hakikatini uygulamaya çalışıyoruz. Kur'an'm anlamlarında ve sırlarında mevcut olan tahlil veya tasvire değinmek istiyoruz. O'nun sözlerindeki ve ayetlerindeki gizli belagat sırlarına parmak basmak istiyoruz. Çünkü bunlar olmadan insanın Kur'an'ı okuduğunda veya dinlediğinde ortaya koyduğu manevi, düşünsel ve bilinç haline ulaşması mümkün değildir. Burada problem edebi güzellik için sanat Ölçüleri meselesi değildir. Aksine mesele harflerde, sözlerde anlamlarda ve üslubta yayılmış bulunan üstün, parlak ve etkili ruhtur. İnsan "Kur'an okuduğunda bu duyguların, bu düşüncelerin ve bu ufukların ilahi feyz ile insanın içine dolduğunu hisseder fakat bunların boyutlarını kolay kolay tesbit edemez.
Herhalde burada önemli, çok önemli olan; kişinin. Kur'an okuması veya ona kulak vermesidir. Fakat bu ar-a-da kelimenin anlamını belirlemek için sözlük kitaplarına takılıp kalmaması onlarla meseleyi dondurmamasıdır. Edebiyat ve belagat kitaplarının güzel havasına ve sanat ölçülerine takılıp bu ufuklarda tıkanmamasıdır. Aslında Kur'an'm, sözlerin içinde ve onların arasında, önlerinde ve arkalarında yaşayan mesajı; bünyesini kuşatan anlamlarla, ışıklarla, renklerle, duygularla ve gölgelerle insanın kalbini başka bir dünyaya açan bir olgudur. Öyle ki insan böylece anlamı hisseder. Anlam insanın önünde genişledikçe genişler. Öyle geniş bir düzeye ulaşır ki orada her kelime, her sözcük kendi nasibini alır. Artık bunlar sözlük kitaplarında dağılıp giden harflere dönüşmez. Artık onlar hayatın tüm genişliğine dağılır. İnsana sonsuz sırrı aşılamaya çalışır. Onu bu vasıtayla üstün bir düzeye çıkarır. Ona ilahi lütuflarm yakınlığını hissettirir. Onun gizli fısıldaşmalafmda yakınlığını idrak ettirir.. Böylece sonsuz hayata doğru j^onelinmiş ve ona bir kapı açılmış olur.
îşie bizim, Kur'an'm ayetlerle ortaya koyduğu meydan okuyuşunun tabiatından anladığımız budur. Bu, risa-letin içinde doğup yaşadığı toplumda sırrın değerini ortaya koyan söz ile gerçekleşen bir meydan okuyuştur. Biz böylece görüyoruz ki, risaletin önüne engellerin konduğu, birtakım iddialarla meydan okunduğu durumlarda onlara meydan okunması gerekir. Davayı yolundan alıkoyan ve onun, büyük hedeflerine doğru yol almasını engelleyen toplumlara gerçekten meydan okunması ve bu nıe3rdan şevlerin aynı zamanda toplumun yapabileceği ey-ler cinsinden olması gerektiğini de anlıyoruz, insanlar
..v, ce kendi güçlerinin acizliğini anlayacak, risaletin - "-inde engel olmaktan vazgeçecek ve onunla beraber an yoluna girecektir. Ya da mücadele meydanını terke-d ek ve alnında mağlubiyetin damgasını taşıyacaktır. Ta vj bu şekilde, her şeyden önce hareket noktasında düşüncenin sağlamlığı esas alınsın, daha sonra hayattaki pratik kuvvete başvurulsun.
Bu yorumun ışığında Hz. Musa'nın mucizesinin neden büyüyü çıkmaza sokan, büyüye karşı üstünlüğünü ortaya koyan bir mucize olduğunu anlıyoruz. Hz. İsa'nın mucizesinin neden tıbbın büyüklüğüyle, üstünlüğüyle mücadele şeklinde gerçekleştiğini kavrayabiliyoruz. Bu öyle bir i'cazdır kiT onun önünde tıbbın tüm yasaları ve ilkeleri darmadağın olmakta, sönüp gitmektedir... İşte, meydan okuyuş bu şekilde devam eder gider. Fikirler meydan okumaktan geri çekilir. Bu sefer meydan gürültüye kalır. Fakat bu gürültüler de seslerini uzun süre ve devamlı olarak sürdüremezler. İnsan, ister istemez düşüncenin uyanıklığına, vicdanın netleşmesine, ruhun aydınlanmasına teslim olmak zorunda kalır. Burada artık bü-^ün. bulutlar dağılmış sesler kesilmiş durumdadır.
Bu demek değildir ki mucize olayı risaletin içinde başladığı ve içinde yaşadığı toplumun çerçevesiyle sınırlıdır, başka toplumlara etki etmez. Yani mucizenin, peygamberin hayatında ve risalet hareketinde geçici bir olay olduğu anlamına gelmez. Biz böyle demek istemiyoruz.
w mucizenin canlı bir zaruret olduğu kanısındayız. Mucize ile, risaletin Allah'la ilişkisi ortaya konmuş olur. Zira mucize hayatta alışılagelen tabiat yasalarına aykırı bir olaydır. Dolayısıyla o risaletin hareket noktasını, ana kaynağını temsil eder. Hayatın ona boyun eğmesi, ilkeleri ve yasalarına göre hareket etmesi, meşruluğunu kabul mesi, Allah'ın iradesi olduğunu vurgulaması mucize bağlıdır. Bizim ifade etmek istediğimiz nokta, mucizen" şiddetli sarsıntıya benzeyen bir kuvvet olduğudur. Müc' ze dolayısıyla küfre dayalı güçler davanın cephesini boz maya, onun akış yönünü daha baştan değiştirmeye cesa ret edemezler. Böylece risalet zayıf bir noktadan, etrafını kapalılıkların kuşattığı, şüphelerin karıştığı bir noktadan başlamaktan kurtulur.
Davanın başlangıçta güçlü ve apaçık olması gerekir Zira davanın başlangıçtaki düşmanlarını zalim ve azgın güçler teşkil eder. Risalet, başlangıçta, davanın gelişmesini ve yayılmasını, başkalarının dava ile diyaloga geçmelerini engelleyen acımasız güçlerle karşı karşıyadır. Onlar davanın gündeme getirdiği meselelere ve iletmek İstediği mesaja, diğer insanlarla konuşmasına tahammül edemezler. Bu da kuruntuların, şüphelerin ve saptırmaların sahasını genişletir. Davanın, yolunda geri kalmasına, çehresinin değişmesine yol açar. Nitekim aynı yöntemlere Firavun da Hz. Musa'ya karşı başvurmuştur. Musa'yı hafife almak ve onun değerini düşürmekle getirdiği mesajın etkisini kırmaya çalışmış, Musa'nın insanların düşüncelerine ve kanaatlerine ulaşmak için giriştiği her eylemin, yaptığı her çalışmanın karşısına dikilmiştir. İşte Musa' mu, onların uydurduğu sihirleri Asa mucizesiyle yok etmeye muvaffak olduğu da budur/İşte bu mucize gerçekten güçlü, sert bir sarsıntıya yol açmış, sihirbazların fıtratım harekete geçirmiş ve onların hiçbir şeyi beklemeden secdeye varmasını sağlamıştır. Öyle ki firavun bunun Musa ile pnlar arasında tezgahlanan bir komplo olduğunu düşünmüş, ya da kavminin olayı böyle değerlendirmesi gerektiğini aşılamaya çalışmıştır. Firavun burada Mu-, orılara sihri öğreten büyükleri olarak lanse etmeye lısmistır.. bütün peygamberlerin düşmanlarına t" t-gt başvurdukları bir çaredir. Düşmanlarının risaletin -nüne koydukları büyük engelleri bertaraf etmek için onlara mucize ile karşı koymuşlardır. Böylece mücadelenin volunda düşmanlarını içten sarsmayı denemişlerdir. Onlar dış görünüş olarak kendi inançlarına ağırlık verseler de bu mücadele yöntemiyle onları silkelemek istemişlerdir. [56]
Müfessirlerin çoğu Kur'an'm i'caz yönünün sırf beyan i'eazı olmadığını, bunun yanında bilimsel i'cazmm da mevcut olduğunu kaydetmektedirler. Çünkü Kur'an, indiği sırada henüz insanlar tarafından keşfedilmemiş olan, uzun bir zaman sonra ortaya çıkan ya da Peygambere veya peygamberin içinde yaşadığı topluma ulaşma ihtimali bulunmayan Yunanlılar veya başka milletler tarafından bilinen birtakım bilimsel konulara da ışık tutmaktadır. Peygamberin içinde yaşadığı toplum cahili bir toplumdu. Araştırmaya, derin bilgiye Önem vermiyordu. Geniş bilgi için yolculuğa önem. vermeyi aklına bile getirmiyordu. Onların tüm kültürleri ve önemli buldukları konular herkesin ortak kültürü olan dar kapsamlı şiir ve nesir ile sınırlı idi. Düşünce boyuü/'ve genişliği açısmdsn dar anlamlı bir sahaya yönelmişlerdi. Muhammed'in (s.a.v.) de kendisini ulusundan farklı bir konuma getireo v kişisel bir kültürü yoktu. Çünkü O da diğer insanlar eîW kültürünü genişletebilecek imkanlara, vasıtalara sahip rip ğildi. Okuma yazma imkanından yoksundu, toplumda v çevresinde gördüğü düşünce ve marifet "sahiplerinden sü rekli ders alma onlarla düşüp kalkma olanağı yoktu is te bu şekilde pek çok kimse bilimsel i'cazı Kur'an'uı meydan okuyuşlarından biri olarak ele almakta, buna ba&h olarak iki doğunun ve iki batının Rabbı'ndan veya dokuların veya batıların Rabbı'ndan sözeden ayetlerin yeryüzünün küre şeklinde oluşuna İşaret ettiğini söylemektedirler. Onlar diyorlar ki: Doğuların veya batıların çokluğu ancak yeryüzünün küre şeklinde olduğunun kabul edilmesiyle doğru şekilde anlaşılabilir. Bu durumda, güneş bir tarafta doğarken Öbür tarafta batmış olacak, bir tarafta batarken öbür tarafta doğmuş olacaktır. Ya da bunun evrendeki ikilik yasasıyla anlaşıldığını dile getirmektedirler. Cenah-ı Allah buyuruyor ki:
«Herşeyden İki çift yarattık ki düşünüp öğüt elasınız.'»[57]
Bu bilginler buna benzer pek çok meseleyi örnek vererek insanın bir süre sonra keşfettiği sırlara Kur'an'uı ışık tutuşunu bir mucize olarak değerlendirmektedirler.
Yine birçok bilginler Kur'an'm bu i'caz yönünün yanında bir de gaybi i'cazmm bulunduğunu belirtiyorlar. Onlar Kur'an'm ilerde meydana gelecek olayları haber verişini Kur'an'm i'cazma bir delil olarak gösteriyorlar. Yüce Allah'ın şu sözlerini bu ilkeye göre yorumluyorlar:
«Elif, Laftı, Mim. Rumlar yenildi. En yakın bir yerde. On-hu yenilgilerinden sonra tekrar gaUb geleceklerdir. Bir .kaç ? teinde. Onların bu yenilgilerinden önce de sonra da iş teme-yi Allah'ın elindedir...»[58]
Tefsirciler bu ayetlerin nüzul sebepleriyle ilgili olarak diyorlar ki: İranlılar Bizanslıları yendiği zaman Müş-"kler mü'mini e re sataştılar. Çünkü Rumların müslüman-larla bir tek Allah'a İnanma noktasında iman ilkeleri açısından birleştiklerini görüyorlardı. Ayet-i Kerime Bizanslıların ileride İranlılara karşı galip geleceğini bildirmek üzere inmiş ve Kur'an'm haber verdiği bu olay Ayet-i Kerime'de belirtildiği gibi, birkaç sene içinde gerçekleşmişti... Bu görüşün sahipleri bu konuya ilişkin başka ayetleri de örnek olarak göstermektedirler.
Kur'an'm i'cazı sadedinde Kur'an'm nizamını ve üstün hukukunu da sözkonusu ediyorlar. Kur'an'm bu nizamı ve hukuku, onca gelişmelere ve hayati değişikliklere rağmen sürekliliğini ve sağlamlılığını ispat etmiş durumdadır. İnsanın ve hayatın problemlerini çözmekte herhangi bir acizliğe düşmemiştir. Tam tersine İslam'ın sarsil-mazhği hukuk ile de ispatlanmış bulunmaktadır. İnsanın daha iyi bir geleceğe doğru gelişme göstermesine değişmez ilkeleriyle ışık tutmuş, bu gelişme esnasında herhangi bir değişikliğe ve tahrifata ihtiyaç duymamıştır.
Sonra i'caz konusunda o kadar çok söz edilmiştir ki msanlar nihayet sayı i'cazma ulaşmışlardır. Artık insanlar Kuran-ı Kerim'de geçen sözcüklerin sayı uj'gunluğu ile ilgiü birtakım keşiflere girişmişlerdir. Buna bağlı ola-dünya ve ahiret kavramlarının Kur'an'da kaç yerde geçtiği tesbit edilmiş ve bu sayının 115 kere olduğu görülmüştür. Değişik yerlerde geçmelerine rağmen "bu eşitlik tesadüfi değildir denilmiştir. Aynı şekilde melek ve şeytan kavramları da incelenmiş ve bunun da eşit olduğu 88 kere geçtiği gözlenmiştir. Böylece bu konudaki örnekler çoğalıp gitmiş, Kur'an'daki pek çok kelimeler değişik yerlerde ve farklı biçimlerde kullanılmalarına rağmen aralarında bir uygunluk bir benzerlik olduğu tesbit edilmiştir.
Bütün bu yaklaşımlar üzerine yapacağımız değerlendirme şudur; Peygamberin doğruluğunu ve Kur'an'm gerçekliğini ispat konusunda iki yöntem vardır:
Birinci Yöntem: Bu, karşılıklı diyaloga dayanan, insanın birbirine aykırı düşen düşüncelerini; araştırma, tartışma, muhakeme yoluyla harekete geçiren, olayı çeşitli boyutlarıyla ele alıp yeni bir düşünceye ulaşma yöntemidir. Kur'an'm çoğu zaman kullandığı yöntem budur. Nitekim, biz Kur'an'm, kafirlerin Peygamberin şahsına-, O' nuıı kişisel sıfatlarına yönelttikleri karalamalar ve Kur' an'a, Kur'an'uı Allah veya Peygamber ile ilgisine ait düşünceler konusunda onları sağlıklı bir diyalog ile gerçeğe ulaştırmak istediğini görüyoruz. Kur'an, kafirlerin, Peygamberin kişiliğini zedelemek, etkisini azaltmak amacıyla O'nun şahsı etrafında geliştirdikleri menfi propaganda ile O'nu şair büyücü, deli, vs. gibi sıfatlarla karalamaya çalıştıklarını bildirir. Kur'an'm bu usta yöntemi, yumuşak bir havada sözleri birbiri ardınca sıralamakta, ya yumuşak bir öz ile ya da apaçık güçlü sözlerle insanları sorumlu oldukları tutumla ilgili olarak derin ve iyi düşünmeye sevketmeyi denemektedir.
Davete muhatap olan ilk toplum Kur'an'ın etrafında bir dizi olumsuz düşünceyi körüklemeye çalışmıştır. Mesela onlar, «Kur'an'ı bir insan öğretmektedir» diyorlardı. tîU sözlerle, Peygamberin bazı zamanlarda kendisiyle beraber oturduğu Mekke'de oturan Bizanslı bir köleye işa-ret edilmek isteniyordu. Cenab-ı Allah bu konuya ilişkin beyanatında buyurur ki:
«BİZ Onların, 'O'na ancak bir îman öğretiyor,' dediklerini biliyoruz- Haktan saparak ileri sürdükleri adamın dili yabancıdır. Bu ise apaçık Arapça bir dildir»[59]
Yine onların iddialarından biri de şu idi: «Mulıammed okumrsı ve yazmasıyla bu kültürü bizzat kendisi elde etmiştir.» Buna ilişkin ayet şudur:
«Ey Muhammed, sen bundan önce bir kitap okumuyordun, elinle de onu yazmıyorsun. Eğer öyle olsaydı karşı çıkanlar kuşkuya kapılırlardı»[60]
Kafirlerin ileri sürdüğü iddialardan biri de şuydu; «Onlar Kur'an'm kıssalarını Peygamberin daha öaıceleri yazmış olduğu önceki milletlerin efsaneleri olarak değerlendirmişlerdir. Yüce Allah buyuruyor ki:
«Dediler ki öncekilerin masalları. Onları yazdırmış. Sabah akşam onlar kendisine okunuyor»[61].
Kur'an-ı Kerim, Kur'an'm ilahi kaynağını şu şekilde göstermeye çalışmıştır: Konularının farklılığına, ihdiriliş eyleminin zaman aralıklarıyla gerçekleşmesine rağmen tüm Kur'an ayetlerinin bir düşünce birliğini ortaya koyduğuna dikkat edilmelidir. Yüce Allah buyuruyor ki:
«Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Eğer Allah'tan başkası tarafından gönderilmiş olsaydı O'nda birbiriyle çelişen çok şeyler bulurlardı.»[62]
Kur'an-ı Kerim onları bir başka açıdan da düşünmeye çağırmıştır. Onları Peygamber'in Peygamberlikten önceki hayatını incelemeye davet etmiştir. O'nun bu hayatının Kur'an'a davet ve çalışmadan ,insanlara mesaj iletmekten hayli uzak olduğunu hatırlatmıştır. O'nun önceki hayatıyla davetten sonraki hayatını karşılaştırmalarını istemiştir. Kişinin kendisi için seçtiği ve hayatında yaşadığı, başkasının da hayatında yaşamasını istediği öyle bir düşüncesi olduğunda zaman zaman bunu dile getireceği ve onu mutlaka pratik eylemlerinde ortaya koyacağını hatırlatmıştır. Çünkü insan, düşüncesini ve ruhi şahsiyetini ne kadar gizlemeye çalışsa da tüm boyutlarıyla ve arzularıyla gizleyemez, düşüncesinden, iç dünyasından kendisini soyutlayamaz. Özellikle mesele İslam'ın mesajı ve geleceğe dönük haberler gibi hacimli olduğunda insanın pratik hayatında onun etkilerinden uzaklaşması daha çok zorlaşır. Yüce Allah buyuruyor ki:
«İşte sana da böyle katımızdan bir ruh vahyettik. Sen daha. önce Kitap nedir, îman nedir bilmezdin. Biz Onu bir nur yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi O'nunla hidayete doğru yola iletiyoruz. Ve şüphesiz ki sen, doğru yola götürüyor sun.»[63]
«De ki: Eğer Allah dileseydi O'nu size okumazdım ve O'nu size hic bildirmezdim. Ben ondan önce de aranızda bir ömür ho-yu kalmıştım. Düşünemiyor musunuz?»[64].
Biz Peygamberin, Peygamberliğinde samimi olduğunu ve Kur'an'm gerçekten onun eseri olmadığını kapsamlı, bilimsel-rasyonel bir araştırmayla da ispatlayabiliriz. Peygamberin hayatını, yetişmesini, çevresini özel ve genel ilişkilerini inceleyerek, O'nun gelecekteki şahsiyetini; oluşturmada katkısı olabilecek etkenleri inceleyerek bu konudaki olayları, çağrıları inceleyerek bunların hepsini Kur'an'm muhtevasıyla, Kur'an'm kapsadığı İslam şeria-tıyla, bu şeriatın içerdiği evrensel gerçeklerle, hayatın her alanı ilgili olarak ortaya koyduğu ilkelerle karşılaştırarak bir sonuca varabiliriz. Böyle bir etüt hiç kuşkusuz bizi şu kesin sonuca götürecektir: Kur'an şüphesiz Allah tarafından gönderilen bir kitaptır. Muhammed'in (s.a.v.) yazdığı bir kitap olmaktan çok uzaktır.
İkinci yöntem: Düşünce ve duygu olarak insanı sarsmayı esas alan meydan okuyuş yöntemidir. Bu yöntemle insan önünden, arkasından, sağından ve solundan şiddet, , korku ve dehşetle- sarsılır. Burada insanın tüm enerjisi, gücü, hem kendisinin ve hem de başkalarının gözü önünde hafife alınır. Yüce kudret karşısında küçük düşürülür ki, aczini itiraf etsin. Mutlak kudret önünde mutlak aczinin bilincine varmak suretiyle bu kudretin risaletine ve şeriatına teslim olsun.
Bunun ışığında görüyoruz ki; Kur'an'm meydan okuyuşu müşriklerin karşı koyabileceği alanlarla ilgili olarak gerçekleşmiştir. Bu da meydan okuyuşun beyanı i'cazla ilgili olmasını gerektirir. Kur'an'ın bilimsel, hukukî ve gaybî i'caz yönlerine gelince, bunların herbiri birinci yöntemin çerçevesinde değerlendirilecek Kur'an'ın doğruluğunu belgeleyen delillerdir. Bunların herbirisi yumuşak diyalog esasına dayanır, meselenin rasyonel ve yumuşak bir atmosferle ele alınıp incelenmesini gerektirir. Bunlar meydan okuyuş niteliğinde değildir. Çünkü meydan okuyuş onların bilmediği konularda, imkanlarına tam sahip olmadıkları alanlarda gerçekleşemez. Çünkü onlar bu durumda konuyla ilgili ihtisasları bulunmadığı veya başka mazeretlerle kendilerini haklı çıkarma yollarını bulabileceklerdir, yani boy ölçüşmeye kalkışmayacaklardır.
Denebilir ki, meydan okuyuş insanların tümüne yöneltilmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla bütün insanlara aynı ölçüde ulaştırılması gerekmez mi? Tüm gruplarına ve farklı toplumlarına rağmen onların hepsini meydan okuyuşun atmosferine tüm yönleriyle sokmuş olması gerekmez mi?
Bu soruya şu şekilde cevap verilebilir:
1— Meydan okuyuşun, Kur'an'ın indiği asrı kapsamına almaması mümkün değildir. Aksine özellikle davetin, çağdaşı bulunan insanlara yönetilmesi gerekir. Çünkü, meydan okuyuş sarsıntısı ile sarsılacak ve yeni davanın önünde silahına sarılacak olan keslrn budur. Bu meydan okuyuşun, varlığını ispat etmesi ve her alanda varlığını sürdürmesi de mümkündür. Fakat bu meydan okuyuşun tüm uzmanlık alanlarına yayılması zorunlu değildir. Birkaç alanda dahi olsa onları aciz bırakması bu risa-letin ilahi kaynaklı olduğunu ispat etmeye yeterlidir. Aym yaklaşımı diğer peygamberlerin mucizeleri için de söyleyebiliriz.
2 — Biz bu meydan okuyuşun, mutlak anlamda «on sure veya bir sure getirme» şeklinde ifade edilmesine derin anlamlar veriyoruz. Sonra biz biliyoruz ki, Kur'an surelerinin bazıları, özellikle kısa sureler bilimsel, hukukî ve gaybî hiçbir meseleye değinmemektedir. Bu durumda, meydan okuyuşun bu alanları da kapsadığı nasıl söylenebilir? Bir Kur'an getirmekle meydan okuyan ayete gelince, bu ayetteki «Kur'an» kavramından amacın Kur'an-ı Kerim olduğu açık değildir. Hatta bu sözcüğün Kur'an-ı Kerim anlamında olmadığı açıktır. Çünkü bizzat bu ayet de Kur'an'ın bir parçasıdır. Sonra bu ayetin iniş zamanı peygamber döneminin sonları değildir. İlahi mesajın iletilmeye başlandığı sıralarda inmiştir. Nitekim daha sonraki meydan okuyuş merhaleleri de bunu göstermektedir. Bilginlerin görüşlerinden de destek alarak bu görüşü pe-kiştirebiliriz. Bilginlere göre Kur'an kavramı, hem bir ayet, hem bir sure ve hem de Kur'an-ı Kerim'in hepsi için kullanılır. Belki de burada amaçlanan, ayetlerinin çokluğu ve azlığına bakılmadan, Kur'an'ın özgün yapısı ve. nev'İ şahsına ait özellikleridir.
Sonra bilim1 ve gayb konularının, peygamberin şahsı, içinde yaşadığı toplumun karakteri ve asrının ulaştığı düşünce düzeyi açısından meydan okuyuşa konu olması pek mümkün değildir. Ele alman konuların niteliği, niceliği meselesine gelince, burada meydana okumaya müsait bir alan yoktur. Çünkü bu sonuçlara, özellikle bilimsel sonuçlara ulaşmak ne önceki ve ne de şimdiki insanları aciz bırakmaz. İnsanlar, Peygamber asrında veya daha sonraki asırlarda Peygamberin toplumunun dışındaki bir toplumda birtakım düşüncelere ulaşmış olabilirler. Kur'an'daki meydan okuyuş ayetleri bu konulara değinmez. Zira meydan okuyuşta önemli olan meydan okuyuşun bizzat Kur'an'dan kaynaklanmasıdır. Peygamberin şahsiyetinden, bölgesel şartlarından ve toplumun düşünce aşamasının yapısından uzak olmasıdır. Burada «gaybî i'caz» karşısına koyacağımız düşünmeye değer bir nokta vardır. Gayb ile ilgili ayetleri nüzul sebepleri ile açıklayan hadislerin çoğu zihni haberler yolu ile bize aktarılmıştır. Bunlar kesinlik ifade etmez. Düşmanlar açısından kesin bir kanaat sağlanmaz. Bu da başkalarının kanaat getirmesine imkan bırakmaz. Çünkü onlar bu ayetleri bu yaklaşımla bağdaşmayan başka şekilde yorumlayabilirler. Buna ilave olarak, Kur'an-ı Kerim'i bilimsel teorilerle yorumlamaktan aşırı biçimde kaçınmak lazımdır. Biz şimdi Kur' an ilimlerini değil tefsirle ilgili bir konuyu ele aldığımız için bu kadarla yetinmek zorundayız.
Kur'an'm i'cazıyla ilgili açıklamaya şu noktayı da ilave etmek istiyoruz. Bizim değerli üstadımız muhakkik Hu-vaî'nin değerli kitabı olan «el-Beyan fi Tefsiril Kur'an»da değindiği konuya işaret edeceğiz. Üstad, Peygamberimizin mucizesi olan Kur'an ile diğer peygamberlerin mucizeleri arasındaki farktan söz ederken diyor ki: «İslam'ın mucizesi olan Kur'an sonsuza dek geçerli olan bir mucizedir. İslam'ın dışındaki dinlerin mucizeleri ise sonsuza dek geçerli değildir. Onların zamanı geçmiştir. Çünkü İslam sonsuza dek geçerli bir dindir, fakat diğer dinler böyle değildir.» üstadın değerlendirmesi şöyledir: «Peygamberliği tasdik etme ve O'na iman etmenin yolu Peygamberin, davESJiıi ispat için getirdiği mucize ile sınırlıdır. Daha önceki peygamberlerin Peygamberlikleri İtendi zamanlarına ye toplumlarına bas olduğundan hikmet gereği bu mucizelerin de kısa ömürlü ve sınırlı olmaları gerekli olmuştur. Çünkü bunlar, sınırlı birtakım peygamberliklere şahit, tanık niteliğindedirler. Bazıları peygamberle beraber yaşıyor, mucizeleri görüyor ve artık onu kabul etmekten başka çareleri kalmıyordu. Sü-reîdi geçerli olan şeriata gelince, ogıuıı doğruluğuna tanıklık eden mucizenin, de sonsuza dek geçerli olması gerekiyordu. Zira mucize dar kapsamlı, kısa vadeli olduğundan uzaktakiler göremeyecek ve uzakta kalanların onu tevatür yoluyla Öğrenmeleri de kesintiye uğrayabilecekti. Dolayısıyla bu Peygamberliğin doğruluğunu kesin bir şekilde öğrenme imkanları kalmayacaktı. Allah insaaıı iman etmekle mükellef tuttuğunda şartları yerinde olmayan bir yükümlülük yüklemiş olurdu. Yüce Allah ise şartlan yerinde olmayan yükümlülükler koymaktan münezzehtir. Bu durumda sürekli bir nübüvvet için sürekli bir mucize gerekiyordu.»[65]
***
Bu yaklaşıma ilişkin yorumumuz ise iki yönden olacaktır:
1— Üstad efendimizin sözünü ettiği mesele süreklilik niteliğine haiz olabilir de olmayabilir de. Bu konu, tevatürün çerçevesine girebilir de girmeyebilir de. Bu, sürekli geçerli olan şeriat için böyle olduğu gibi yüzlerce sene boyunca süren uzun süreli fakat sınırlı şeriatlar için de geçerlidir. Çünkü her nesilde sürekli tevatüre ulaşmak kolay bir şey değildir. Beşyüz veya daha fazla sene süren Hz. İsa'nın risaletmde bir problem ortaya çıkmaktadır. Beşyüz sene boyunca bu şeriatı değiştirmeyen Yüce Allah, bu şeriatın, mucizesini müşahede ve tevatürle ispat etmeden insanları nasıl ona iman etmekle yükümlü tutabilir. Eğer beşyüz sene boyunca bu tevatürün gerçekleşebileceği ileri sürülse, biz de bu sürenin daha fazla uzayabileceğini söyleyebiliriz.'
2 — Bizce Peygamberliği ispat etmenin akli yöntemleri vardır. Risaletlerin getirdiği düşünceden muhakeme yoluyla Peygamberliği ispat edebiliriz. Bunu, meydan okuyuş niteliği taşıyan mucizeye başvuran Peygamber'in doğruluğunu ortaya koyan belgelere başvurarak yapabiliriz. Herhalde Peygamber-tarihi insanların Peygamber'e ve Peygamberliğe imanında meydan okuyuşa dayalı mucizenin bir ilke olmadığını göstermektedir. Bu imana neden olan başka unsurlar da vardır. Geçici mucizeler, akli yaklaşımlar bulunmaktadır. Nitekim bunu Hz. Nuh'un ri-saletînde, kendi milletiyle ilgili risaleti sona erdiğinde tufan mucizesinde görüyoruz. Bundan çok sonra Hz. İbrahim'in ateşe atılarak oradan yanmadan çıkması mucizesi İbrahim'in risaîetinde geçici bir mucizedir. Buna benzer mucizeleri Kur'an'm söz ettiği diğer risaletlerde de görmek mümkündür. Kur'an bunları anlatırken, risaletleri-nin başlangıcında bir mucizenin varlığını sözknusu etmemektedir. Biz Öyle inanıyoruz ki, Peygamberin kudsî şahsiyeti, kutsallığı, diğer tüm boyutları ve Peygamberlikteki engin merhameti insanların genel hayatına yöneltildiğinde, insanlar bunlarla yüzyüze geldiğinde, onlar Peygamberin ve Risaletin doğruluğuna kanaat getirecek ve ona ister istemez boyun eğmeyi gerçekleştireceklerdir.
Biz bu noktayı tartışma konusu yapmak istiyoruz. Böylece bilginlerin tefsirlerinde esas aldıkları kelam metodunun çerçevesini aşmak istiyoruz. Peygamberin Peygamberliğini ve onun meydan okuyuşla ilgili mucizeye bağlanmasını, bu konuda akıl yolunun ihmal edilişini bir iman ilkesi olarak gören yaklaşımı aşmak istiyoruz.
Biz bu konulara ayetin tefsiri açısından değinmiş bulunuyoruz. Böylece Kur'an'm meydan okuyuş şeklini de öğrenmiş bulunuyoruz. Fakat Önümüzde duran i'cazm ana ilkelerine ve bu konuyla ilgili ileri sürülen iddialara hâlâ değinmiş değiliz. İnşallah "bu konuları da ilerdeki tefsir derslerimizde ele alıp inceleyeceğiz. [66]
Rahman ve Rahim Olan Allah'ın adıyla
«îman edip iyi ameller işleyenleri, ağaçları altında nehirler akan cennetler ile müjdele. Onlara rızık olarak her yeni meyve sunulduğunda 'Bu daha önce bize sunulan falanca meyvedir' derler, Onlara birbirinden ayırdedemeyecekleri rızıklar verilir. Hem onlara orada el değmemiş, tertemiz eşler verilecektir. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır, Allah bir sivrisineği ve (biyolojik açıdan) Onun daha üstünde olan bir canlıyı örnek olarak vermekten çekinmez. İman edenler onun Rableri tarafından ortaya konmuş bir gerçek olduğunu bilirler. Kafirler ise 'Allah ne amaçla bu örneği gösterdi?' derler. Allah bu örnek ile bir çoklarını,sapıklığa düşürür ve bir çoklarım da hidayete erdirir. Onunla sadece fasıkları sapıklığa düşürür. Onlar ki Allah'a vermiş oldukları sözü kesin bir ahid haline getirdikten sonra bozarlar, Allah'ın sürdürülmesini emretmiş olduğu ilişkileri keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. İşte Onlar hüsrana uğrayanlardır. Allah'ı nasıl inkar edersiniz ki, sizleri ölü iken O diriltti. Sonra sizi öldürüp tekrar diriltecek, sonra da yine O'na dönecekiniz. O ki yeryüzünde bulunan bütün varlıkları sizin için yarattı. Sonra, da göklere yönelerek onları yedi gök olarak düzenledi. O herşeyi bilir.» [67]
Kur'an-ı Kerim'in üslubu, kafirlerden, küfürlerinin ve azgınlıklarının cezası olarak onları bekleyen cehennem azabından söz ettiği her yerde, imanlarından ve yaptıkları iyi işlerden dolayı mü'minleri bekleyen sevaptan, Allah'ın rızasından da bahseder. Bu ayet de Kur'an-ı Kerim' in bu genel üslubuna uymuştur. Ayet-i kerime, Peygamberi, iyi işler yapan mü'minleri altlarından ırmaklar akan cennetlerle müjdlemeye çağırmakta ve cennetin meyvelerini dünyanın meyvelerine benzetmektedir. Hatta onlar bu meyvelerin daha Önce dünyada gördükleri meyvelerin aynısı ve bir devamı olduğunu düşünmektedirler. Çünkü, bu nimetler aynı birbirine benzemektedir. Sonra Cenab-ı Allah mü'minleri ahirette bekleyen somut nimetlerden de söz etmektedir. Cenab-ı Allah onlara, el değmemiş eşler, kelimenin tam anlamıyla ruh ve bedenleri açısından tertemiz hanımlar va'detmiştir. Böylece Allah'ın nimetleri ve lütufları hiçbir kötülüğün ve yokluğun olmadığı sonsuz hayatta onları çepeçevre kuşatmaktadır. Bu, Allah'ın rahmeti ve hoşnutluğu tarafından kuşatılmış bir sonsuzluktur.
Bazı insanlar bu sahada birtakım sorular ileri sürerek diyorlar ki: «Allah'ın kullarnıa ahirette va'dettiği yiyecek, içecek, cinsel ilişki vb. gihi zevkler somut nimetlerle ne ölçüde uyum sağlayabilir?». Onlara göre bu konularla ilgili ayetler, soyut kavramları kavratmak için somut şeyleri örnek ^verme metodundan yararlanmakta ve onların sembolik şeyler olduğunu söylemektedir. Yani Kur'an'm bu soyut nimetlerden somut nimetler gibi söz . etmesi, insanların onu kavraması için kullanılan bir yöntemdir. Çünkü somut dünyada yaşayan insan soyut ve kavramsal dünyanın mahiyetini kavrayamaz. Bunu ancak içinde yaşadığı somut bir çerçevede ele alındığı zaman anlayabilir. Çünkü düşünce şekli somut gözlemlere bağlıdır. İnsanın vicdanında ve düşüncesinde canlandırılan tablolar temelde somut gözlemlere dayanır. Soyut şeyleri kavratabilmek için soyut şeyleri açıklamakta kullanılan vasıtalara dayanmak gerekir. Nitekim, çocukların eğitiminde en pratik yöntem de budur. Çocukların eğitimi temelde somut tablolara dayanır. Soyut şeyleri onların vicdanına yerleştirmek, onların bildiği somut şeyleri örnek vermekle ancak gerçekleştirilebilir.
Bu. insanları bu tür yorumlara sevkeden sebeplerin neler olduğunu bilemiyoruz. Belki onlar somut hayatın gerçekleriyle cennetin yapısının birbiriyle bağdaşmayacağı düşüncesinden hareket etmektedirler. Çünkü somut şeylerin cennette bulunması insanın bedenindeki birtakım salgıların da varolmasını gerektirir ve bu, cennetin kutsallığıyla bağdaşmaz. Ya da onlar, cennet ve cehennem meselesinin manevi iki gerçekliğin birer sembolü olduğu, cennetin manevi yönden mutluluk ve hoşnutluğu; cehennemin ise korku, yorgunluk ve sıkıntıyı hissetmeyi temsil ettiği şeklindeki düşünceden yola çıkmaktadırlar. Fakat biz bu tür yaklaşımların sağlıklı olduğuna inanmıyoruz. Çünkü birinci görüş, somut nimetlerden yararlanmanın ahiret yurdunun temsil ettiği ruhi olgunluğa aykırı bir davranış olduğunu ileri süren teoriden kaynaklanmış olabilir. Çünkü bu düşünceye göre madde pisliği ve gerilemeyi, düşüklüğü temsil eder. Fakat bu düşünce İs-lami olmayan bir temele dayanmaktadır. Çünkü İslam maddeyi tabiatı itibariyle reddetmez. İslam'ın reddettiği anlayış, dünya lezzetlerine, dünya nimetlerine insanı. Allah'tan uzaklaştıracak, onun belirlediği sınırlara tecavüz edecek, emirlerine karşı gelecek düzeyde dalmak ve nimetlerin sahibini hatırlamamaktır. Hatta biz İslam'ın bu yaklaşımını başka ayet-i kerimelerden de rahatlıkla çıkarabiliriz. Bu ayetlerde insan ahiretin somut nimetlerine yöneltilirken bile, yeryüzünde Allah'ın yasakladığı şeylerden mahrum bırakıldığından, onlardan istifade etmediğinden bu nimetlerin daha güzellerinin kendisine bahşedileceği dile getirilmektedir. Bunun yanında Allah'ın muttaki kimselere va'dettiği manevi nimetler de takdir ile yadedilmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de buna ilişkin pek çok örnekler vardır. «Allah'ın rızası ise daha büyüktür.»[68] ayeti bunlardan sadece birisidir. Yani İslam düşüncesinde insanın manevi düşüncesi ihmal edilmemiş, manevi nimetler basite indirgenmemiştir. Bunun yanında smî manevi konulara yönelmek suretiyle maddi nimetler ele ihmal edilmemiştir. Özellikle mükemmel İslamî şahsiyetin yerleştirilmesi amacıyla yapılan insan eğitiminde manevi yöne ağırlık verilmiştir.
İkinci düşünceye gelince, herhalde bu düşüncenin ana ilkesi de şudur: Ahiret dünyası ruh, yani maneviyat dünyasıdır. Dolayısıyla madde dünyası olan bu dünyanın karşısında yer alır.. Yalnız biz bu düşüncenin İslamî literatürde bir düşünce temeli olduğuna inanmıyoruz. Çünkü çeşitli şekilleriyle maddeden bütünüyle ayrılmakla sembolize edilen ruhi, manevi soyutlanma ve insanın bedenini ruhun bir zindanı olarak değerlendiren düşünce ile temsil olunan düşünce akımı, ilke olarak Yunan ve Hint felsefelerine dayanır. Kitap ve Sünnet'ten kaynaklanan İslam düşüncesiyle hiçbir ilgisi yoktur. Bu düşüncenin bazı müslüman filozofların kitaplarında yer alması, savunularak kabul ettirilmeye çalışılması ise kesinlikle İslam'ın temel kaynaklarına dayanmamaktadır. Tam tersine daha önceki felsefelerin kültürlerinden beslenen kişi-' sel yaklaşımlara, düşüncelere, değerlendirmelere dayanmaktadır.
Biz İslam düşüncesinin kaynaklarında bu tür bir yaklaşıma izin veren birtakım işaretlerin, ipuçlarının bulunduğunu reddetmiyoruz. İnsanlar bu işaretlerden yola çıkarak uzaktan, da olsa bu düşünceye alt yapı malzemesi bulabilir. Fakat biz burada özellikle gerçekten ciddi bir önemi bulunan bir noktaya parmak basmak istiyoruz. İslam düşüncesini, yasası ve kavramlarıyla incelerken göz-önünde bulundurmamız gereken Önemli bir konuya değinmek istiyoruz. Bu da Kur'an'm ana ilkelerinin, hepimizin boyun eğmesi gereken delil olduğudur. îslarnî hakikatleri ve kavramları belirleyecek olan budur. Onun dışında akıl ve nakilden onun zıddım apaçık ortaya koyan bir delil bulunmadığı müddetçe Kur'an'm apaçık hükümlerinden yan çizilemez. İşte bu ana ilkenin ışığında tüm batini düşünceleri reddediyoruz. Çünkü bunlar Kur'an ayetlerini, akim ve şeriatın ilkelerine dayanmayan, aksine felsefi yorumlar .veya sufilerin yanlış düşünceleri üzerina kurulan sembollerle, gizemli şeylerle açıklamaya çalışmaktadırlar.. [69]
«Allah bir sivrisineği ve (biyolojik, açıdan) onun daha üstünde olan bir canlıyı örnek olarak vermekten çekinmez. İman edenler onun Rabbleri tarafından ortaya konmuş bîr gerçek olduğıımı bilirler. Kafirler ise 'Allah ne amaçla bu Örneği gösterdi?' derler. Allah bu örnekler İle birçoklarını sapıklığa düşürür ve birçoklarını da hidayete erdirir. Onunla sadece fasıkları sapıklığa düşürür.»[70]
Bu ayetin nüzul sebepleriyle ilgili Ebu Salih'in İbn-i Abbas'tan aldığı rivayete göre, Cenab-ı Allah münafıklarla ilgili iki örnek verdiğiıde onlar: «Yüce Allah örnek vermekten münezzehtir, yücedir.» dediler. Bu iddiaları üzerine Bakara'mn 26. ayeti indi. Bilindiği gibi Cenab-ı Allah münafıkların durumunu birinci örnekte, karanlıkta ateş yakan kimselerin durumuna benzetmişti. İkinci örnekte ise, koyu bulutlu, şimşekli, gök gürültülü bir gökyüzünün yağmuruna tutulmuş, ölüm korkusu içinde yıldırımlara karşı parmaklarıyla kulaklarını tıkayan kimselerin durumuna benzetmişti. (Bakara, 17-18, 19-20).
Atâ'nm yine İbn-i Abbas'tan aldığı rivayete göre o şöyle demiştir: Allah müşriklerin tanrılarından söz ederken «Sinek onlardan bir şey kapsa humi ondan kurtaramazlar»[71] buyurmuş ve bu tanrıların tuzaklarına değinerek onları örümcek ağına benzetmişti. Onlar ise, siz gerçekten Allah'ın, Muhammed'e gönderdiği Kur'anda, sinek ve örümcekten söz etmekle ne yapmak.istediğini biliyor musunuz? Allah bununla ne demek istemiştir diye itiraz etmişlerdi. Onun üzerine Yüce Allah bu ayeti gönderdi.
Ayetin nüzul sebebi bu hadiste sözü edilen sebep olabileceği gibi başka bir sebep de olabilir. Çünkü biz nüzul ^sebepleriyle ilgili aktarmaların çoğuna güvenmiyor, onları sağlıklı görmüyoruz. Özellikle_jiyavetlerin birbiriyle "çeliştiği durumlarda bu güven daha da zayıflamaktadır.. Buradaki durum da rivayetlerin çeliştiği durumlardandır. Yalnız-ayet-i kerime insanların içinde harekete geçen psikolojik bir duruma işaret etmektedir. Yani insanların Allah'ın verdiği örneklerin küçüklüğüne, büyüklüğüne ilişkin birtakım şüpheleri ve itirazları olduğuna ışık tutmaktadır. Hatta insanların "bu durumda karşıt bir tavır takındıkları da çıkarılabilir. Onlar sözü söyleyenin büyüklüğü ile kendisinden sözedilen konunun hacmi arasındaki bağı tesbit edemediklerinden yanlış bir değerlendirmeye kurban olmuşlardır. İşte bu ayet-i kerime bu tür düşünceleri reddetmiş, küçük büyük herhangi bir şeyin Örnek verilebileceğini ilke olarak belirlemiştir. Kur'an-1 Kerim çoğu surelerinde Kur'an'î bir üslub olarak bu yöntemi kullanır. Ve bunun hiçbir sakıncası olmadığını kesin ortaya koyar. Bunu Allah'ın şanına ve büyüklüğüne yakıştırmamak ise Kur'an'm metodundan habersiz kimselerin boş kuruntusundan başka bir şey değildir. Zira, bu örneğin fonksiyonu, insanların yaşadıkları olaylar ve yaptıkları işlerle olayı anlamalarını kolaylaştırmaktır. İnsanları, örnekler vasıtasıyla gerçek yola iletebilecek düşünceye yaklaştırmak içindir. Bu konuda büyük ile küçük arasında herhangi bir fark gözetilemez. Zira burada sorun Örnek verenin sorunu değil, onun insanın hayatında ve düşüncelerinde harekete geçirdiği düşünceyle ilgilidir. Burada sözü söyleyen, konuyu aydınlatmak ve düşünceyi daha anlaşılır kılmak için her türlü vasıtayı rahatlıkla kullanabilir.
Bu açıklamanın. ışığında denebilir ki, örnek verme yöntemi yeni bir yöntem değildir. Bu yöntem, insanlara hitab eden herkesin ikna etmek, doğru yola iletmek ve onları yönlendirmek için çoğunlukla başvurduğu genel bir yöntemdir. Çünkü Örnek vasıtasıyla söz insanın gönlünde daha sağlıklı bir temele oturur. Onları daha fazla sorumluluk bilincine kavuşturur. Onun içindir ki mü'minler bu örnekleri iman ve itaat ile karşılayıp kabul ederler. Zira onlar sözün muhtevasını; özünü idrak ederler. İnsanı düşündürmeye ve muhakemeye itmek istediğini farke-derler. Dolayısıyla onlar, örneğin yapısını ve verimini etkisiz kılmak için kuşkulandırın al ara başvurmazlar.
Kalpleri gerçeğe açılmayan ve hayatlarında sözün sorumluluğunu yaşamayan kafirlere gelince; onlar örnekteki gerçeğin kendisini anlamaya çalışmazlar. Aksine birtakım itirazlarla, soruşturmalarla sorumluluktan kaçmaya çalışırlar. İşin gerçek yüzünü öğrenmeye değil, şüphelendirmeye, karalamaya, etkisiz kılmaya çalışırlar. İman esasına dayalı bir tavır koymaya yanaşmazlar. Konuyu soru şeklinde gündeme getirerek, Allah'ın bu örnekle neyi anlatmak istediğini anlamadıkları imajını verirler.
Bu soruşturmalarından da anlaşılıyor ki onlar örneklerin somuşlaştırdığı apaçık gerçeklerden kaçmak istiyorlardı. Örnekle inançlarının, saptırmalarının, küfürlerinin ve nifaklarının net olarak ortaya konduğunu gördüklerinde anlamazlıktan gelerek konuyu geçiştirmeye, anlamsız kılmaya çalışıyorlardı. Böylece risaletin temsil ettiği hakikatin meydan okuyuşu karşısında daha da uzağa kaçarak kafir ve sapık adımları ile sembolize edilen batıla, boş şeylere yöneliyorlardı... Nitekim aynı tavrı bugün apaçık gerçekler karşısında direnmeye çalışan kafir cemaatların da sergilediğini görüyoruz. Onlar bu tavırlarında ciddiyetsiz sorularla ortaya çıkarak ciddi ve engin bir diyalogdan uzak havalarda meseleyi tartışmaya çalışırlar.
Fakat Yüce Allah bu soruşturmayı kesin bir cevap ile red etmektedir. Ayet vasıtası ile bildirmektedir ki, verilen örneğin fonksiyonu insanların gerçeği görmesi için apaçık delil getirmektir. Zira bu yöntem, düşündürmenin, delil karşısında sarsılmanın en canlı yöntemidir. Mü' . minler, verilen örneği anlayış ile karşılarlar. Çünkü onlar örneğin derinliklerine nüfuz ederler. Böylece onlara bilgi ve marifetin ufukları açılır. Onunla doğru yola ulaşırlar. Kafirler ise ondan kaçarlar. Onunla sapıklığa düşerler... Ayet-i kerime daha sonra bu örneklerle sapıklığa düşen bu insanları belirlemeye çalışır. Onları, gerçeğin sınırlarını aşan fasıklar olmakla niteler.
Allah'ın ayet-i kerimede insanlara verdiği örneğin pek çok insanı sapıklığa, yine pek çok insanı da doğru yola götürmesi meselesine ilişkin olarak, sapıklık ve doğru yolu ele alırsak diyebiliriz ki: Herhalde örnek ile delilin varlığı insanların küfür ve iman, doğruluk ve sapıklık meselelerinde kesin bir tavır takınmalarını belirlemiş olmaktadır. Buradan anlaşılıyor ki, örneğe ve delile uyum sağlayanlar doğru yola kavuşur. Ondan tamamen uzaklaşanlar ise sapıklığa düşer. Nitekim atasözünde deniyor ki: Deney ve sınav ya insanları başarıya ulaştırır, ya da elenmelerine neden olur. Bununla beraber insanların deney ile elenmesi, onların, başarının ilkelerinden uzaklaş-" malarından kaynaklandığı gibi, bu ilkelere yaklaşmaları da onları başarıya ulaştırır. Yani burada her iki tavrın da sahibi kendisidir. Çünkü burada da orada da tavrın kaynağı o ilkedir. Böylece ayet-i kerime Cebriye düşüncesinin yaklaşımından uzaklaşır. Çünkü Cebriye, sapıklığı doğrudan doğruya Allah'a bağlar. [72]
«Onlar ki, Allah'a vermiş oldukları sözü kesin bir ahit haline getirdikten sonra bozarlar. AÛah'ın sürdüi'ülmesini emretmiş olduğu ilişkilerini keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. İşte onlar hüsrana uğrayanlardır.» [73]
İşte bunlar, Allah'ın insanların anlayışına anlasınlar diye sunduğu fasıklann sıfatlarından birkaçıdır. İnsanlar fasıklığın insanın hayatına nasıl girdiğini ve toplumun temelini oluşturan ana ilkeleri nasıl yıktığını böylece Öğrenmiş olmaktadırlar. Toplumun ana ilkelerini oluşturan üç önemli özellik vardır:
1- Sözleşmelere ve antlaşmalara bağlı kalmak.. Çünkü "bu. toplumun bireyleri arasındaki güveni pekiştirir ve onların sosyal dayanışmalarım daha ileri düzeye götürür.
2- Sosyal ve manevi bağları muhafaza etmek. Çünkü bu, toplumun kümelerini birbirine bağlar ve onu parçalanmaktan, dağılmaktan uzaklaştırarak, birbiriyle kenetlenmiş tek bir güç haline getirir.
3- İnsanların hayatında meydana gelen bozuklukları düzeltmeye çalışma gayreti ve toplumun akidesinde, ahlakında ve vicdanında meydana gelen bozukluğu engellemeye çalışmak ve onların yaygınlaşmasıyla mücadele etmek... İşte mü'min hayatında imanın sırrı budur. İman onların hayatlarını yönlendirdiğinde "toplumun bu ana ilkeleri güç kazanır ve daha da sağlamlaşir. Onlar akidelerinde ve hayatlarında tüm görevlerinde ve antlaşmalarında Allah'ın ahdini korumaya çalışırlar. Allah'ın sürdürülmesini- emrettiği iman, akrabalık, komşuluk ve diğer ilişkileri sürdürürler. Yeryüzündeki bozgunculuğu düzeltmeye çalışırlar. Bozguncuların karşısında dururlar. Böylece iman ve fasikhk toplumun yıkılması ve kurulmasında önemli rol oynayan etkin iki unsur haline dönüşür. Bunlar insanın bireysel hareketlerine hükmeden kişisel unsurlar olmaktan çıkar.
Tefsirciler, Allah'ın ahdinin ne olduğu konusunda yaptıkları açıklamalarda diyorlar ki: Allah'ın ahdi, Allah' m insanların akıllarına yerleştirdiği tevhid, adalet ve peygamberleri doğrulama delilleridir. Allah'ın ahdi, Allah'ın peygamberler aracılığıyla insanlara gönderdiği mesajdır. Ayrıca, insanların yapmalarını emrettiği ve yapmamalarını istediği konularla ilgili vasiyetidir, diyenler de olmuştur.^ Bazıları ise ayetin konusunu ehl-i kitap'la sınırlandırmaya yönelirler. Buna göre Allah'ın ahdi, Tevrat'ta Muhammed'e uyacaklarına dair aldığı sözdür. Kimileri de bu ayetin muhtevasını tüm bu yorumlardan uzak bi-biçim ele alarak Allah'ın ahdîni, Allah'ın onlar daha Adem'in bünyesinde zerre halinde iken onlardan aldığı söz ile açıklamaya çalışırlar. «Elest bezmi» diye bilinen bu sözleşme ile ayeti açıklamayı bazıları reddetmişlerdir. Çünkü Yüce Allah'ın, kullarının bilmediği, hatırlamadığı bir sözleşme ile onları sorumlu tutması caiz değildir ve bu onlar aleyhine delil de olamaz.
Fakat biz bu konudaki detaylara girmenin gereksiz olduğuna inanıyoruz. Çünkü biz ayetin özünden rahatlıkla anlıyoruz ki burada söz konusu olan, fasıklığın insanın kişisel hayatında meydana getirdiği tahribat ve olumsuzluklardır. Detaylara inmeden de biz bu özü rahatlıkla yakalayabiliyoruz. Çünkü burada mesele imanın sonuçları ile küfrün sonuçları arasındaki farktır. Tabloyu uzaktan tasvir eden genel verileri ortaya koymaktır. [74]
«Allah'ı nasıl inkar edersiniz ki sizleri ölü iken O diriltil. Sonra sizi öldürüp tekrar diriltecek. Sonra da yine O'na döneceksiniz. »[75]
Surenin ana konusunu burada Allah inancı teşkil etmektedir. Mü'minlerden, kafirlerden ve münafıklardan söz ederken surenin, ana teması budur.
Küfür her çeşit kötlüğün, bozukluğun ve sapmanın .temeli olduğundan Kur'an-ı Kerim küfür olayını hayret edilecek ve tiksinilecek bir olay olarak tasvir etmektedir. Burada düşünceye, muhakemeye bile hitap etmeye gerek yoktur. Mesele apaçıktır. Bu nedenle olumsuz bir soru ile konuyu ele alarak insana küfrü reddetmek için büyük bir çabaya gerek olmadığı imajını veren bir yöntem kullanmıştır. Sadece insanın yaradılış aşamalarım gözden geçirmek, hayatın hiçbir belirtisini üzerinde taşımayan ölü bir varlık iken hayatın ona parlak ve üstün bir eylemle nasıl geçtiğini düşünmek, onun gelişmesini, olgunlaşmasını ve kemale erişini gözlemlemek, nasıl öldüğünü ve daha geniş bir hayata nasıl geçiş yaptığım muhakeme etmek yeterlidir. Böylece insan yokluğun ta kendisi olan ölümün ötesinden tekrar bir hayata kavuşmaktadır. Çünkü o, daha önce yokluktan var edilmiş ve hayata kavuşturulmuştur. Sonra o tekrar ölüme yönelecektir. Çünkü ölüm insanın yok oluşu değildir. Aksine hayatın aşamalarından, köprülerinden birisidir. Ölümle hayat daha da güç kazanır. Hayat, her şeyin kendisine döndürüleceği Allah'ın izniyle ölüm sayesinde yenilenir ve sağlamlaşır.
İşte imanın insana bahşettiği kolay anlaşılacak dü-'şünce budur. Bu düşünce felsefi problemlerden ve karmaşık meselelerden uzak insan vicdanı tarafından kolay anlaşılabilecek bir konudur. Kişi bizzat kendi kişiliğinden uzaklaşmadığı sürece bu düşünceyi anlamak için uzun tetkiklere, araştırmalara, keskin anlayışa bile ihtiyaç duymaz. İşte bu vicdana dayalı düşünceden gerçek akide doğup gelişir1 ve olgunlaşır. (
İnsanın gönlünde bu tavır, yaradılış ve yoktan var ediş üzerinde daha geniş boyutlara ulaşır. Yeryüzünün genişliğinde, göklerin ufuklarında üzerinde düşünülecek daha pek çok gerçeklerle karşılaşır. Böylece o hayatı daha geniş boyutlardan tanıma imkanını elde eder. Böylece her şeyin yaratıcısı olan Allah'a iman konusunda daha engin bir tutum içine girer.
«O ki yeryüzünde bulunan bütün varlıkları sizin için yarattı. Sonra da göklere yönelerek onları yedi gök olarak düzenledi. O herşeyi bilir.»[76]
Ayet-i Kerime'de, yaradılışın büyüklüğünü insanın hayatından ve ihtiyaçlarından uzak tutmayan nimete dikkat çekilmektedir. Çünkü burada yaratmayla beraber «sizin, için» kavramı kullanılmıştır. Yani yeryüzünü, içinde yer alan bütün görünen, ve görünmeyen zenginlikleriyle onların hizmetine sunan Allah'tır. İnsan yaradılışın karakteri üzerinde düşündüğünde bu yaratılan varlıklara ne kadar ihtiyacı olduğunu daha fırsat hissedecektir. Ayet-i Kerime'de, insanı yaratılışa ve onun üzerinde düşünmeye çağırmaktadır. İnsan, böylece Allah'a bağlanacak ve O' nün ne kadar büyük bir yaratıcı olduğunu idrak edebilecektir. Kur'an'm bu parlak yöntemiyle, Allah'a iman konusuna Kur'an'î bir işarette bulunulmuştur. Bu yöntemle, Allah'a iman insanın hayatındaki tüm olaylarda ve ihtiyaçlarda varlığını hissettiren canlı bir hareket niteliğini kazanmaktadır. Böylece hayat, kuru ve donuk akidevî araştırma yöntemlerinden uzaklaştırılmış, pratik hayatta değeri olmayan soyut inançlarla iman arasındaki fark netlik kazanmıştır.
Sıralama ve zaman ifade eden «sonra» kavramından yola çıkarak göğün yerden sonra yaratıldığını anlayabiliriz. Bu sıralamanın gerçek bir hatırlatma olması da mümkündür. Çünkü burada önemli olan zaman değil yaradılışın karakterini ortaya koymaktır.
Oturma anlamındaki «istiva»ya gelince, bu, Allah'ın bir cisim olmaktan münezzeh olduğu düşüncesiyle bağdaşmaz. Dolayısıyla kelimeyi, göklerin yaratılışı ve Allah'ın dilemesi konusunda bir istiare olarak değerlendirmek gerekir. Yani Allah'ın iradesi yeryüzünün yaradılışından sonra başka hiçbir şeye yönelmeden göğün yaratılışına yönelmiştir. «Gök» ise, yüksek olan üst taraf demektir. Yedi gök kavramı ise pek çok Ayet-i Kerimeler'den edindiğimiz bilgilere rağmen mahiyeti bizce kapsamlı ve geniş şekilde anlaşılmayan bir olgudur. Bizim bu konudaki tüm bilgimiz dünya semasının yıldızlarla süslendirilmiş olmasıdır. Bu da fezada mevcut olan yığmlarca yıldızın dünya semasının ufuklarında yeraldıkları imajını vermektedir.
Allah Teala buyurur ki: «biz yakın göğü bir zinetle, yıldızlarla süsledik»[77]. Bazı ayetlerde yer alan işaretlere göre bu semada bulunan varlıkların elinde yeryüzünün durumları ile ilgili bilgiler bulunmaktadır. Bunların da
. cin ve şeytan gibi bazı yaratıkları aldatmakta oldukları buradan birtakım bilgiler elde etmeye çalıştıkları dile getirilmektedir. Fakat Cenab-ı Allah onları ateş korlanyla bu bilgilerden mahrum bırakmakta, onları ya yakmakta veya buradan uzaklaştırmaktadır. Yüce Allah buyuruyor ki:
«Ve biz en yakın göğü lambalarla donattık ve onu koruma altına aldık. İşte bu, üstün güç sahibi, her şeyi bilen Allah'ın takdiridir.»[78]
Yine buyuruyor ki:
«Ve onu her kovulmuş şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı eden olursa, onu da parlak bir ateş şulesi kovalar.»[79]
Cin suresinde de bu konuya değinilmiş ve şöyle denilmiştir:
«Ve biz onu dinlemeye mahsus olan oturma yerlerinde oturur haberler almaya çalışırdık, artık şimdi kim dinlemek istese, kendisini gözetleyen bir alev parçası bulur.»[80].
Gökte meleklerin varlığını ve onların yeryüzüne inişlerini bildiren pek çok açıklama Kur'an'da yer alır. Fakat bu ayetlerin hiçbirinde olayın detaylarına inilmez.
Bazı Kur'an ayetleri, açık anlamlarıyla Ay ve Gü-,neş'in bu göklerden sayılmaması gerektiğini ifade etmektedir. Çünkü bu ayetlere göre Gökler, bu iki yıldızın ve diğer yıldızların bulunduğu yerdir. Allah Teala buyuruyor ki:
«Görmediniz mi Allah nasıl yedi göğü birbiri üstünde tabaka tabaka yarattı ve Ay'ı bunların içinde bir nur yaptı. Güneşi de bir lamba kıldı.»[81]
Biz bu sahada detaylara girmeye cesaret edemiyoruz. Zİra böyle bir giriş bizi düşünce karanlıklarına iter ve dolayısıyla bir bilgi ve zan bile ifade etmeyen zayıf pek çok hadislere basit şekilde teslim olmamıza neden olur. Hatta bu tür yaklaşımlar insanı, Kur'an bilgisini, gerçek açlığı gerçek bilgiyle doyurmayan bilgilerle karşılamaya iter. Bu da, insanı uydurmacıların kurmuş olduğu temelsiz bilgilerin tuzağına düşürür. Öyleyse biz Allah'ın bilmemizi zorunlu kılmadığı, kapalı ve gizli taraflarını açıklamadığı ve bilgisine ulaşabilmemiz için gereken imkanları hazırlamadığı konulara yönelmeyi bırakmalıyız;. İslam kültürünün, kabul etmesi ve red etmesi gereken konularda izlemesi gereken en sağlıklı yol da budur. Buna bağlı olarak bilmek zorunda olmadığımız konuların bilgisini zorlanarak elde etmeye mecbur değiliz. Kur'an-ı Kerim'in öz olarak değindiği konularda, peygamberin Sünnet-i seniyesinin açıklamadığı konularda kesin bilgiye ulaşmamız mümkün değildir. Çünkü burada önemli olan Allah'ın geniş yaratıklarından yola çıkarak Allah' m kudretini kavramaktır. Herhalde biz bu nedenle Kur' an'm kapalı bıraktığı, Yüce Allah'ın bir hikmetten dolayı öz olarak açıkladığı konuları sömürmeye çalışan îsrailiy-yat olaylarına girmekten sakınmalıyız. Çünkü İsrailiyyat insanların, Müslümanların fazla olan enerjilerini harcamalarına sebep olmaktan ve kendi arzularım tatmin etmekten Öte bir işe yaramaz. Bu İsrailiyyat vasıtasıyla nıüslümanlar akide ve hukuk alanındaki ana ilkelerden uzaklaşmış, hikayeye dayalı bir dünyanın içinde boğulmuşlardır. Zira insanın ruhu düşünce ve hukuk alanlarından daha çok kıssaların detaylarına ilgi duyar. Onlara eğilimlidir. Bu İsrailiyyat dolayısıyla İslam düşüncesinin tarih, evren ve hayatla ilgili yaklaşımları ana ilkelerinden saptırılmış, temel kavramlarda kargaşalar çıkarılmıştır.
Bu bölüm Allah'ın şu sözleriyle sona ermektedir: «Aîlah Iıer şeyi bilendir». Böylece insana bütün bu nimetlerin, yaratıkların ve her şeyin idaresinin Allah'ın ilminden kaynaklandığı kavratılmıştır. Allah'ın, bu bilgisiyle takdirinde ve insanlara yüklediği yükümlülüklerde onların yararlarını gözettiği anlatılmıştır. Böylece insanlar hayatın her alanında kesin bir güvene ve gönül huzuruna kavuşmuş olurlar. [82]
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
«Hani Rabbin meleklere 'ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti de melekler, 'Ya Rabbi sen yeryüzünde kar-gasalık çıkaracak kanlar dökecek birim mi ycrato.coksm? Oysa biz seni Överek teşbih ediyor, takdis ediyoruz' dediler, Allah meleklere 'ben sizin bilmediklerinizi bilirim' dedi.
Allah Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra bütün nesneleri meleklere göstererek, 'haydi eğer davanızda haklı iseniz bunların isimlerini bana söyleyin' dedi. Melekler 'Ya Rabbi, Sen yücesin, bizim Senin bize Öğrettiklerin dışında hiçbir bilgimiz yoktur, hiç şüphesiz Sen herşeyi bilirsin ve yaptığın yerindedir', dediler.
Allah Adem'e 'ey Adem bunlara o nesnelerin adlarını bildir' dedi. Adem, meleklere bütün nesnelerin isimlerini bildirince Allah, Onlara: 'ben size göklerin ve yerin bütün gizliliklerini, ayrıca sizin bütün açığa vurduklarınızı ve içinizde sakladıklarınızı bilirim dememiş miydim?' dedi.»[83]
Yüce Allah doğru söyler.
Bu ayetlerde insanın yaradılışı ele alınıyor. Bu yeni yaratık ve kendisine yüklenilen görev hakkında ve bütün yaratıkların değer sistemindeki konumuyla ilgili olarak
Allah ve Melekler arasında cereyan eden bir diyaloga yer veriliyor. Tabloyu ana hatlarıyla tasvir ettikten sonra bu kıssanın Önemli noktalarına bu derste değineceğiz. Düşünülmesi gereken bazı yönleri üzerinde duracağız.
Bu diyalogu rasyonel bir gerçek olarak nasıl anlıyoruz?
Biz bu ayetlerde Yüce Allah ile melekler arasında gerçekleşen bir diyalog okuyoruz. Allah meleklere yeryüzünde bir halife yaratacağını bildiriyor. Melekler ise konunun ilginçliğinden kaynaklanan bir soruyla hemen karşılık veriyorlar. Zira onlar bu halifenin kendisine yüklenilen görevi yerine getiremeyeceğini anlıyorlar. Onun hayatta bozgunculuğa ve kanların dökülmesine neden olacağını ve yüklenmiş olduğu kutsal hilafet görevinin bu fonksiyon ile bağdaşmayacağım idrak ediyorlar. Çünkü hilafet, arındırılmış bir ruhu, Allah'a samimi ibadeti, O' nun emir ve yasaklarına bağlılığı ifade eder. Onlar bu sorularıyla beraber kendilerinin bu hilafet görevi için daha müsait olduklarını gündeme getiriyorlar. Kendi işlerinde bu görevi samimiyetle yerine getirdikleri düşüncesine kapılıyorlar. Onlar hiçbir kötülük ve bozgunculuğa karışmadan Yüce Allah'ı överek teşbih ediyor veya O'nu takdis ediyorlardı. Onları bu düşünceye sevkeden yaklaşım, ayet-i kerirne'de de işaret edildiği gibi, bütün yaratıkların yaratılış amacının Allah'a kulluk olması ilkesine dayanmış olabilir. Onlar o görevi en güzel şekilde yerine getirdikleri için yeni bir yaratığa ihtiyaç olmadığı görüşündedirler. Yaratılışın amacıyla ilgili olarak Yüce Allah buyuruyor ki «Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım»[84]. Fakat Yüce Allah onlara tekrar bildiriyor ki, hilafet görevinin fonksiyonu hakkındaki bilgileri sınırlıdır. Hilafetin fonksiyonu sırf överek teşbih ve takdis etmek suretiyle ibadet etmekle sınırlı değildir. Hilafetin fonksiyonu bunların hepsini aşar. Allah'ın yasalarından ve nizamından kaynaklanan ustaca idare esasına göre evreni idare etmektir. İşte burada soru ile cevap arasındaki ilgi tesbit edilmiş olmaktadır. Daha sonra ilahi meydan okuyuş, onların düşüncesindeki hilafet anlayışını crenis boyutlara ulaştırıyor. Bu hilafete güçleri yetebilecek varlıklar, melekle değil bu görev için hazırlanan insan güçleridir. Çünkü Cenab-ı Allah her yaratığa fonksi-vonunu yerine getirecek ölçüde enerji güç ve yetenek vermiştir.. Bu yaklaşımla, hayvanların insanlara oranla daha güçlü şekilde yaratılışlarının nedenlerini kavrayabiliyoruz. Çünkü insanın fonksiyonu ve görevleri ayrı, hay-vanınkiler daha ayrıdır.
Cenab-ı Allah, meleklerden, kendileri ile bu yeni yaratık arasında düşünce açısından bir karşılaştırma yapmalarım istemektedir. Ta ki onlar bu şekilde, Allah'ın yüklediği fonksiyonu yerine getirip getiremeyeceğini öğrenmiş olsunlar. Allah yeryüzündeki tüm varlıklara olaylara ve sırlara neler bahşettiğini ve onları nasıl değerlendireceğini insana öğretmiş bulunmaktadır. Fakat melekler bu konuda hiçbir şey bilmemektedirler. Çünkü sınırlı bir bilgi ile yaratılmışlardır. Bu bilgileri ile ancak Allah'ı överek teşbih edebilir, O'nu ibadetle kutsayabilir ve kendi özel şartlarında yaşayabilirler. Böylece Allah onlardan yeryüzündekileri tanımalarını istemekte ve önlerindeki cahilliği aydınlatmaya çalışmaktadır. Onlar ise bilgisizliklerini tam bir İtaat ve kutsama ile itiraf ediyorlar. Allah onların bu düşüncelerini daha da pekiştirmek amacıyla Adem'den bildiklerini onlara Öğretmesini istiyor. Adem de bunların hepsini onlara öğretiyor. Böylece imandan kaynaklanan bilgi tamamlanıyor, deney yolu ile de ispatlanmış oluyor ve bu bölüm, mutlak ilmi yalnız Allah'a ait olan, buna karşılık tüm yaratıklara da sınırlı bilgiyi veren sürekli, kapsamlı ilahi gerçekliği aşılamaya çalışan ayetle sona eriyor. Buna göre her yaratık bir görev için yaratılmıştır. Bu kez herkes kendi görevini bilmelidir. Bilmediği zaman Allah'ın işlerine burnunu sokmamahdır. Allah'ın ona öğretmesini beklemelidir ya da hikmetini ve sırrını bilmese de her şeyin Allah'ın hikmetine göre meydana geldiğini kabul eden bîr huşu içinde hareket etmelidir. [85]
İşte ayet-i kerime'nin kıssa çevresindeki tam anla--minin detaylı açıklaması budur.
Bu ayetlerde yer alan bazı noktalar üzerinde durmamız gerekmektedir.
1- Bu diyalogun anlamı nedir? Bu, Allah ile melekler arasında meydana gelen gerçek bir kıssa mıdır? Yoksa Kur'an'm, bu düşünceyi diyalog yoluyla daha anlaşılır kılmak için başvurduğu yöntemlerden biri midir? Çünkü- diyalog yoluyla düşünceyi ifade etmek onu düz bir şekilde ifade etmekten daha etkilidir. Ayrıca diyalog yöntemi daha canlı, daha hareketlidir. Soru-cevap şeklinde, düşüncenin detayları çeşitli şahıslara dağıtıldığında olayı kavramak daha kolay olmaktadır. Normal anlatını biçiminde ise düşünce düzenli bir sıralamaya göre seyretmekte düşüncenin karakteri dışında normalin dışında bir harekete yer vermemektedir.
Bu yöntem Kur'an'm ilk kullandığı yöntemlerden biri değildir. Pek çok Kur'an ayetlerinde Allah ile cansız varlıklar, düşünemeyen ve konuşamayan yaratıklar arasındaki birtakım diyaloglardan söz edilmektedir. Göklerin ve yerin yaratılışında Cenab-ı Allah'ın onlara yönelttiği hitap şu şekilde anlatılmaktadır: «Sonra duman halinde buhımm göğe yöneldi. Ona ve yeryüzüne, 'isteyerek veya istemeyerek gelişi' dedi. onlar da, 'isteyerek geldik' dediler»[86] Burada yer ve göklerin, yaratılış sırasında Allah'ın iradesine boyun eğdikleri, Allah'ın onlar için belirlediği ve onlara göre hareket edeceği doğal yasaları Allah' in iradesine ve hikmetine uygun bir biçimde kabul ettikleri vurgulanmak istenmektedir.
Biz bu soruya cevap vermeden önce Kur'an'm zahir/ apaçık anlamları karşısındaki tavrımızı belirlemeliyiz. Biz böyle apaçık anlamlara karşı istediğimiz şekilde tavır alabilir miyiz? Onun gerçek anlamı ile bağdaşmayan yaklaşımlara sahiplenebilir miyiz?
Karşılıklı anlaşmanın en mantıklı yolu şudur: Sözün açık anlamları, onları olduğu gibi almamıza engel olan akli bir delil. bulunmadığı müddetçe esas alınmak zorundadır. İşte Kur'an'm kendi üslubunda kullandığı metot da budur. Kabul ettiğimiz ve reddettiğimiz konularda bu metoda bağlı kalmamız gerekir. Eğer bir kıssada bize bir diyalogdan söz ediliyor ve bu diyalogu kabul etmemiz için herhangi akli bir engel bulunmuyorsa onu kabul etmemiz ve onu, meydana gelen bir gerçek olarak değerlendirmemiz gerekmektedir. Eğer sözün açık anlamını kabul etmemize engel olan akli bir neden varsa o zaman sözü mecaz, kinaye ve istiare kurallarına göre bir temele oturtmak ve onu diğer nasslarla bağdaşacak bir şekilde yorumlamak gerekir. Allah'ın «yüzü»nden ve «el»inden. sözeden ayetler gibi:
«O'nun yüzü'nden başka her şey helak olacaktır.»[87]
«Yahudiler Allah'ın eli bağlıdır dediler. Kendi elleri bağlandı ve söylediklerinden ötürü lanetlendiler. Hayır Allah'ın iki eli de açıktır. Dilediği gibi verir.»[88]
«Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur.»[89]
Bu tür ayetler, olduğu gibi alındığında Allah'ın diğer cisimler gibi bir cisim olduğu imaj mı vermektedir. Allah' m cisim olmayacağı konusunda kesin akli delil bulunduğundan o ayetlerin istiare türünden birer açıklama olduğunu kabul ediyoruz. Yani «yüz»den amaç Allah'ın kendisidir. Allah'ın «el»i dendiğinde ise, O'nun kudreti ve verdiği nimetler bu kavramların yeraldığı cümlelere uygun düşmektedir. Şimdi yeni bir soruya geliyoruz. Bu ilkelere göre, incelediğimiz kıssanın konumu nedir.?
Bu soruyla problemin bir kısmı çözüme kavuşturulmuş olabilir.
Biz bu diyalogu rasyonel bir hakikat olarak nasıl kabul edebiliriz? Yüce Allah "bu halifeyi yaratmak istediğinde meleklere danışmak mı istiyordu yoksa onlara haber vermek mi?.. Sorunun birinci şıkkını reddetmek gere-' kir. Çünkü danışmak, daha doğru bir görüşe varma çabasından kaynaklanır. Bu da beraberinde bir bilgi cahilliği o-etirir. Yüce Allah ise bu tür cahilliklerden tamamen münezzehtir. Eğer Yüce Allah bu diyalog vesilesiyle, yapmak istediğini meleklere haber vermek istiyorsa o- zaman meleklerin buna itirazını nasıl açıklayacağız? Çünkü biz onların itiraz etmeyen kullar olduğunu Kur'an aracılığı ile öğrenmiş bulunuyoruz:
«Rahman çocuk edindi dediler; O bu tür şeylerden münezzehtir. Hayır, Onlar (melekler) ikram edilmiş kullardır, O'ndcn önce söz söylemezler ve onlar O'nun emriyle hareket ederler.»[90]
Şimdi tekrar soruya dönüyor ve diyalogu nasıl yorumlayacağız diyoruz. Burada diyebiliriz ki mesele, haber karşısında bir soru sormakla sınırlıdır. Bu soruyu ille de bir itiraz şeklinde yorumlamak gerekmez. Sonra konunun akışı da buradaki sorunun itiraz şeklinde değil hikmetin sırrını kavrama ile ilgili olduğunu ^ortaya koymaktadır. Yani onlar, böyle bir eylemi ilginç karşılamış ve korkuya kapılmışlardır, Nasıl olur da Allah yeryüzünde kendisine halife olacak birisini yaratır ve o da kalkar hayatında bozgunculuk ve kan dökerek Allah'a karşı gelir... Yani burada mesele, tabiatıyla bir bilmece niteliğindedir. Dolayısıyla meselenin, meleklerin konunun aydınlanması için ileri sürdükleri bir sorunun cevabı çerçevesinde değerlendirilmesi mümkündür. Aynı şekilde meselenin yapısından kaynaklanan bii"-soruya cevap da olabilir ki bu durumda sorunun gerçek diyalog havasıyla hiçbir ilgisi kalmaz... Ayrıca biz ikinci şıkkı da esas alabiliriz. Çünkü ayetler bütünü ile meselenin meydan okuyuşla ilgili olduğu imajını vermektedir. Burada iki yönden meleklere meydan okunmaktadır. Bir taraftan bilgilerinin sınırlı oluşu dile getirilmekte, diğer taraftan da kendilerine yöneltilen soru ile acizlikleri ortaya çıkarılmaktadır. Adem'in bu soruya cevap verişiyle onların cahilliği daha da açıklık kazanmaktadır. Bu yaklaşım daha doğru olabilir. Çünkü Allah'ın yaratıkları ile ilgili diyalogu genellikle onların sorumlulukları ve yükümlülüklerine ilişkindir. Yaratma işlerinde böyle bir diyaloga yer verilişine ise fazla bir anlam veremiyoruz. Tabii ki bu, sözü açık anlamına göre yorumlamanın önünde akli bir engel bulunduğu anlamına gelmez. Özellikle fizik ötesi dünya île ilgili fazla bir bilgiye de sahip değiliz. Onların nasıl söz söylediklerini kendilerinin nasıl olduğunu Allah'la nasıl bir ilişkileri bulunduğunu sonra onların böyle bir diyalogu yaşayabilecekleri nasıl bir hayat içinde olduklarım da bilemiyoruz. Bu konuların hiçbirisinde kesin bir bilgiye ulaşmamız mümkün değildir. Çünkü bu konular ancak bize anlatıldığı şekilde öğrenilebilir. Zira bizi bu konularda açık bir düşünceye ulaştıracak imkanlara ve vasıtalara sahip değiliz.
Biz bu konuyu, Kur'an'm sözkonusu düşünceyi açıklamak için başvurduğu bir yöntem şeklinde yorumlamayı uygun görüyoruz. Ancak bunu kesin iddia etmiyoruz. Çünkü bizim burada kaydettiğimiz yaklaşımlar kesinlik arzedebilecek veriler değildir. Hatta aktarılan birtakım hadisler birinci yaklaşımı desteklemektedir. Bize ulaşan hadisler bu niteliktedir.
Bu konuda işaret edilmesi gereken bir nokta da şudur. Burada mesele bir açıdan doğru söz ve yalanla da ilgilidir. Yani meydana gelmemiş bir diyalogla ilgili, söylenmemiş bir sözle ilgili olaylar, sözler nasıl hikaye edilebilir, haber verilebilir. Fakat biz, doğru söz ve yalandan sözeden araştırmalardan olan kinaye konularında ve baş-' ka yerlerde öğreniyoruz ki, doğru söz ve yalan ilke olarak hikaye edilmek istenen olaya boyun eğmektedir. Eğer sözü söyleyen, bir realiteyi haber vermeyi amaçlamışsa, eğer bu söz realiteye uygunsa doğru demek, uygun değilse yalan demek doğru olur. Fakat sözü söyleyen, anlattığı hikaye ile bîr realiteyi haber-vermeyi amaçlamaimşsa, aksine onu başka bir şeyden haber vermeye vasıta kılmayı amaçlamışsa o zaman Önemli olan hikaye değil asıl ifade edilmek istenen diğer şeydir.
2- Allah'ın insana bahşettiği hilafet ne demektir? Bu ayetin sözünü ettiği hilafet nedir? Burada hilafetin iki anlamından söz edilebilir. Birincisi: Buradaki hilafet in-samn yaratılışından önceki varlıkların hilafetidir. Aktarılan birtakım hadislere göre insandan önce birtakım canlı yaratıklar vardı. Yeryüzünde bozgunculuk yaptılar ve kanlar döktüler. Sonra onların soyu kesildi... İnsanlar, yeryüzünde onların halifesi olarak yaratıldı. Bu varlıklara insan veya Adem sıfatını yakıştıran birtakım hadisler insanlığın babası olan Adem'den önce binlerce Adem'in varlığından sözetmektedir.
ikincisi: Buradaki hilafet Allah'ın hilafetidir. Bununla ilgili bir dizi ayet vardır. Allah Teala buyuruyor ki:
«Ey Davut biz seni yeryüzünde senden öncekilerin yerine hükümdar yaptık insanlar arasında adaletle hükmet.»[91]
Yine buyuruyor ki:
«Sonra Onların ardından sizi yeryüzüne halifeler yaptık ki nasıl davranacağınızı görelim.»[92]
Buna göre Allah'ın hilafeti, Allah'ın iradesine göre yeryüzünü idare etmek, onun imarı ve gelişmesi İçin çalışmaktır. Herhalde ikinci görüş ayetlerin açık anlamlarına daha uygundur. Çünkü ayetlerin seyri gösteriyor ki, meleklerin bu soruyu sormaları, sırf onların bozgunculuğunu ve kanlar dökmelerini beğenmemeleri, aksine bu işe kendilerinin layık olduğunu dile getirmek istemeleriydi. Allah'ın onlara yönelik vahyi de bu yaratığın sahip olduğu, kendilerinin ise sahip olmadığı nitelikleri, özellikleri açıklama çerçevesinde kalmıştır. Bu özellikler kendilerini değil insanı hilafet görevini yerine getirmeye ehliyetli kılıyordu. Sanki burada problem halifenin yerine getirmek zorunda olduğu fonksiyonla ilgilidir. Daha Önceki yaratıkların yerine geçecek yeni bir varlığı yaratma meselesinden ibaret değildir. Bu nedenle diyalog, özellikle hilafetin yalnız insanda bulunan, diğer yaratıklarda bulunmayan rasyonel özelliklerinden bahsetmekle yola çıkmakta ve bunu esas almaktadır. Eğer gerçekten mesele birinci yaklaşımda olduğu gibi ele alınmış olsaydı bu ayrıntılara girmeye hiç de gerek olmazdı. Çünkü daha önceki yaratıklara halife olmak kişisel bir üstünlüğe ihtiyaç duymayacağı gibi meleklerle ilgili bir üstünlüğe.de gerek duymazdı.
Biz ikinci yaklaşımı tercih etmekle başka varlıkların varlığına ilişkin hadisleri red etmiyoruz. Çünkü başka yaratıkların varlığı ve yokluğu açık olduğu gibi onun hilafetinin varlığı ve yokluğu ile ilgili değildir. Bu hadisler, pek çok yerde ileri sürülen ve meleklerin bu Kur'an'î diyaloglarında da sözkonusu edilen bir soruyu akla getirebilir. Bu soru da şudur: Melekler bu yaratığın yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağını ve kan dökeceğini önceden bir deneyimleri olmadığı halde nereden biliyorlardı. Bu konuda pek çok cevap ileri sürülmüştür. Burada özellikle insanların maddî Özellikleri ve insanın karakterini belirleyen faktörler üzerinde durulmuştur. İnsanın yeryüzüne ait bir yaratık olması nedeniyle yeryüzünün tüm olumsuz unsurlarını üzerinde, taşıyacağı sınırlı ve maddi bir varlık olacağı hatırlatılmıştır. Fakat bu tür olumsuz yaklaşımlar konunun anlaşılmasına değil, daha da anlaşılmaz bir hal almasına neden olur. Bazı cevaplar ise, daha önce yeryüzünde varolan fakat sonraları nesilleri kesilen birtakım varlıklardan sözetmekte ve meleklerin bu konuda deneyimli olduklarını dile getirmektedir. Diğer bazı cevaplar da önceki iki cevapta yer alan somut bilgilere ve çıkarımlara değinmemekte, böyle bir diyalogun meydana gelebileceğinden sözetmektedir. Eğer burada gerçek bir diyalog sözkonusu ise, tüm yönleriyle anlatılmamış da olsa meydana gelmiş olabilir. Hatta diyalogun başka boyutları da bulunabilir. Kur'an, kıssayı özet olarak vermeyi temel ilke olarak aldığında detaylara girmediğinden, yalnız ana hedefle ilgili kısımlara değindiğinden kıssanın bu diğer boyutlarını vermemiş olabilir. Olabilir ki melekler Allah'ın yeryüzünde bir halife yaratacağını haber vermesinden sonra onlar bu halifenin özelliklerinden, yapacaklarından ve fonksiyonlarından haberdar olmaya çalışmış, buna ilişkin sorular üzerine Cenab-ı Allah da insanın yeryüzünde ortaya koyacağı eylemlerden sözetmiş, onun, Allah'ın iradesiyle bağdaşmayan tavırlarda bulunacağını yeryüzünde bozgunculuk yapma ve kan dökme gibi eylemlere girişeceğini haber vermiştir. . Bunun üzerine melekler olaya akıl erdiremimiş ve bunun hikmetini sormuşlardır. Dolayısıyla meleklerin bu konudaki bilgisi Allah'ın kıssaya ilişkin bildirmesinden kaynaklanmış olmaktadır. Biz bunu eşyanın tabiatına uygun bir etüt ilkesi olarak kabul ediyoruz. Fakat bu konuda aktarılan rivayetler senet yönünden sağlamlık kazandığında sorunun tefsiri ile ilgili olarak onları esas alırız. Çünkü bu durumda hadisler görüş ve zanlardan uzak ve tefsirin üstünde bir delil niteliğini arzedeceklerdir. Burada o hadislerin bir kısmına işaret etmekte herhangi bir sakınca yoktur. O hadislerden biri İyaşî'nin İmam-ı Cafer-i Sadıktan aldığı tefsirdir: «Eğer melekler daha önce yeryüzünde bozgunculuk yapan ve ban döken birtakım varlıkları görmemiş olanlardı Cenab-ı Allah'a, 'sen orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birini mi yaratıyorsun' diyemez ve geleceği bilemezlerdi.»
3 — Allah'ın yerine halife olmanın karakterini nasıl anlamalıyız? Herhalde Allah'ın adına halife olmaktan maksat, idareye, korunmaya ve tedbire muhtaç olan yeryüzündeki sosyal hayatı Allah'ın belirlediği ve insanlar için seçtiği sistemin ilkelerine göre idare etmektir. İşte bununla, Allah'ın insan için hazırladığı büyük görev ve fonksiyon ortaya çıkmaktadır. Allah'ın ona verdiği bilgi gücüyle o etrafını kuşatan bütün olayları ve varlıkları tanıyabilecek, Allah'ın kendisine bahşettiği akıl gücüyle iyilik ve kötülüğü, bozgunculuk ve düzeltmeyi kavrayabilecek, karşılaştığı olayları birbiri ile karşılaştırarak onlardan yeni düşünceler elde edecek, hayatın problemlerine ve meselelerine en sağlıklı çözümleri getirebilecektir.
Herhalde Yüce Allah'ın aşağıdaki ayet-i kerime'de ema-' net diye ifade ettiği insanın fonksiyonu da budur:
«Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk; O'nu yüklenmekten kaçındılar, O'nun sorumluluğundan kaçtılar. 'O'nu . insan yüklendi. Çünkü o çok zalim, çok cahildir.»[93]
Kinaye şeklindeki bu tasvir herhalde insanın yüklendiği görevin büyüklüğünü, bunca büyük yaratıklar karşısında yüklendiği sorumluluğun ciddiyetini simgelemektedir.
Adem'in hilafete liyakatinin belgelenmesi konusunda ona tüm isimlerin öğretilmiş olmasına işaret edilmesinden anlıyoruz ki bu konuda bilginin büyük bir fonksiyonu vardır. Ve insanın bu görevi üstlenmesinde Allah'ın diğer varlıklara değil yalnız insana bahşettiği güçlerin, enerjilerin de fonksiyonu meselenin temelini oluşturmaktadır. İnsan ancak bu güçler^ve enerjilerle bilgiye ulaşabilir. Her alanda gelişecek bir hareket içinde bulunabilir. İnsan bu çabası ve kabiliyeti ile yeni yeni düşüncelere, yeni yeni deneyimlere ulaşacak ve onları yaratmanın ve yoktan varetmenin bir görüntüsü, bir tezahürü olarak yönelecektir.
İşte böylece insanın görevi ve sorumluluğu hayatın yapısı ile Allah'ın iradesi arasında bir ahenk oluşturacak, dolayısı ile bu güçlerini kötülük yolunda değil iyilik yolunda harcayacaktır. İşte insanı Allah katında yüksek düzeye çıkaran ve yaradılışları icabı sürekli iyilik yapan meleklerden daha üstün bir konuma getiren de, Allah'ın iradesiyle hayat arasında bir ahenk sağlamasıdır. İncen kendine düşen görevi hakkıyla yerine getirdiğinde meleklerden hiç de geri kalmayacaktır. Kendi sorumluluğunu, sorumluluğu ile ilgili fonksiyonunu yerine getirmediğinde ise hayvanlardan daha aşağı bir dereceye düşecektir. Çünkü hayvan şehevi arzularını tabii olarak yerine getirir ve ona bir sorumluluk ve günah yoktur. İnsan ise böyle değildir.
İnsan'ın. sırrı; bilgisi, aklı ve iradesindedir. İşte insanı diğer varlıklardan ayıran ana ilke, onun bu karakteridir. Dünya hayatında işlerin dizginini eline almasına ve doğanın güçlerim hizmetinde kullanmasına imkan sağlayan da, onu bu göreve layık kılan da budur. Pratik açısından ise onun eylemi, değerini ve konumunu belirler. Yüce Allah'ın Kur"an'ın da indirdiklerine karşı takındığı tavra göre değer kazanır.
«Allah katında en değerli olanınız en çok korunanız-dır.»[94]
4 — Halife kimdir? Yalnız Adem midir? Yoksa tüm insanlar mıdır?
Ayet-i Kerime'den açıkça anlaşıldığına göre halife tüm insanlardır. Çünkü Adem belli bir zaman diliminde yaşayan bir şahsiyettir. O zaman diliminin sona ermesiyle onun vazifesi de biter. Bu durumda o, hayatın tüm. yönlerini kuşatan ve yeryüzünün tamamını kapsayan görevini nasıl yerine getirecektir? Birincisi bu, ikinci olarak: melekler bu halifeyi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak ve kan dökmekle nitelendirmişlerdir. Bu sıfat ise Adem'e uygun düşmemektedir. Bu sıfat hayat sahnesinde ancak bazı.insan grupları için geçerli olabilmektedir.
Sonra hu «halife» kavramı birçok ayetlerde bazı pey-peygamberlere ve insanlara hitab edilirken de kullanılmıştır. Biz buradan hareketle, Adem'e isimlerin Öğretilmesi olayı hakkında, bütün isimlerin birden Öğretilmediğini, isimleri aşamalı ve tedrici bir şekilde öğrenme imkanı veren yeteneklerin ve hazırlıkların Öğretilmiş olduğunu söyleyen düşüncenin doğru olduğunu söyleyebiliriz. Yani insanlar bilimsel gelişme pramidini aşamalı olarak çıkmışlardır. Allah daha iyisini bilir.
Bazı insanlar diyorlar ki, birtakım ayetlerde Cenab-ı Allah mü'minleri halife olarak seçtiğini bildirmektedir. Nitekim Yüce Allah buyuruyor ki:
«Allah sizden inanıp iyi işler yapanlara vadetti. Onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldı ise onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için-seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini tam bir güvene erdirecektir.»[95]
Bu durumda, halife tüm insanlardır nasıl denebilir ki?
Cevap: Biz Hz. Adem'in halife olarak belirlenmesi karşısında tüm insanların halife seçildiğini söylemiştik. Çünkü hilafet genel ve özel olmak üzere iki çeşittir. Genel hilafet insanların diğer canlı varlıklara karşı yüklendikleri hilafettir. Genel olarak insanlar Allah'ın kendilerine verdiği güçler ve özelliklerle bu görevi yerine getirirler. İnsanlar bunun vasıtasıyla Allah'ın dilediği şeyleri kullanabilirler veya bu yolla Allah'ın rızasını elde edebilirler.
Özel hilafete gelince, bu.doğrudan doğruya başkalarına karşı hakimiyet ve otoriteyi kullanmaktır. İşte bu ayet-i kerime'nin değinmek istediği de budur. Yani buna göre Allah nıü'minlere yeryüzünde egemen olma ve bu otoriteyi pratik olarak kullanma imkanını vereceğini va-detmektedir. Nitekim bu imkanları daha önceki mü'min-lere de vermiştir. Dolayısıyla bu yaklaşım ayetin anla-, mıyla çelişmemektedir.
5 — Allah'ın Adem'e öğrettiği isimler nelerdi?
Ehli beyt imamlarından aktarılan hadisler yolu ile ve başka rivayet zincirleri ile aktarılan dini metinlerde yoğun bir şekilde anlatıldığına göre bu isimler akıllı ve akılsız evrensel varlıkların isimleri idi. Herhalde bu «ayetlerde, ifadesini bulan ve açıklanmak istenen de budur. Bu yaklaşım aynı zamanda Allah'ın, insanı kendisi-için hazırladığı hilafet ile de uygun düşmektedir. Çünkü buna göre evrenin bütün ihtiyaçlarını ve alanlarını en güzel şekilde bilmeyi gerektirir.
İyaşî'nin tefsirinde Ehu'l Abbas'tan, Ebu Abdullah Cafer-i Sadık'tan gelen rivayetinde deniyor ki: «imama Cenab-ı Allah'ın; 'Adem'e isimlerin, hepsini öğretti' ayetini sordum ve O'ııa ne öğretti dedim. Dedi ki: *O'na yerleri, dağları, vadileri, pınarları öğretti'.»
Taberî Tefsirinde İbn-i Abbas'tan gelen rivayete göre, O şöyle demişti: «Yüce Allah Adem'e isimlerin hepsini öğretti. Bu isimler insanların birbirlerini kendisiyle tanıdığı isimlerdir: İnsan, hayvan, yeryüzü, ova, deniz, dağ, eşek ve buna benzer millet isimleri..»
Bu isimleri, melekleri isimleri ve soyunun isimleri şeklinde yorumlayan ve diğer yaratıkların isimlerini dı-şarda bırakan bir yaklaşım da vardır. Taberi kendi tefsirinde 'bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü Yüce Allah «Sonra onları meleklere sundu» buyurmaktadır. Yani bununla Adem'e öğrettiği isimlerin kendisini kastetmiştir. Çünkü Araplar «ha» ve «Mini» harflerinden oluşan «hüm» zamirini ancak insanlar ve melekler için kullanırlar. Hayvanlar veya diğer yaratıklar söz konusu olduğunda ise, «ha» ve «elif»ten oluşan «hâ» veya «ha» ve «nun»dan oluşan «hifjinne» zamirleri kullanılır... Yalnız hu yaklaşım, hilafetin karakteri ve yapısı ile bağdaşmaz. Özellikle ayetten, halifenin bizzat Adem'in kendisinin >değil, insanlık neslinin temsilcisi oluşuyla halife olduğunu anladığımızda bu yaklaşım hiç de tutarlı olmaz. Daha Önce, halifenin Adem'in salısı olmadığını, insanlık nesli olduğunu belirtmiştik. Bu durumda neslinin ve ıı:eİ2İ:İe:-ln adını bilmek, bu konuda ne ileri ve ne de geri bir adım atmaya yaramaz. Ayette sözü edilen isimleri ifade ederken akıllılar için kullanılan zamirin kullanılmasına gelince, adı geçen tefsirin sahibi de kabul ediyor ki, Araplar bazen akıllılar için kullanılan zamiri, hem akıllılara ve hem de akılsızlara işaret ettiği durumlarda çoğunluk esasına göre kullanırlar. Kur'an-ı Kerim'de bu konuya ilişkin ayette deniyor ki:
«Allah her canlıyı sudan yarattı. Onlardan kimi sürünerek, kimi iki ayak üstünde yürür. Kimi de dört ayak üzerinde.»[96]
Arapların genel ifade tarzı bizim belirttiğimiz niteliktedir. Yalnız buna benzer durumlarda çoğunluğu, eğer doğru ise, tercihe şayan olmayan veya fasih olmayan bir ifade olarak değerlendirmeyiz. Çünkü bu az önce verdiğimiz ayette Kur'an'da kullanılmış' bir ifade tarzıdır ve bu da onun alışılagelen bir ifade tarzı olduğu imajını vermektedir. Herhalde İbn-i Abbas'm —kendisinden aktarılan rivayete göre— görüşü de bizim yaklaşımımızı desteklemektedir. Çünkü, o, daha sonra yaşayan ve bilgileri rivayete dayanan çevrelerden daha iyi düzeyde Arap edebiyatını bilmekteydi. Ayrıca onun bilgisi pratik realiteye ve bizzat işitmeye dayanıyordu.
6 — Tefsircilerin çoğu «ayrıca sizin bütün açığa vurduklarınızı ve içinizde sakladıklarınızı bilirim» sözünü açıklamaktan çekinmişler, yalnızca «Ve içinizde sakladıklarınızı» sözünü açıklamaya çalışmışlardır. Gizledikleri şeyin ne olduğunu soruşturmuşlar ve bu konuda değişik yaklaşımlarda bulunmuşlardır. Bu yaklaşımlardan birine göre bu gizledikleri şey îblis'iıı içinde sakladığı kibir ve gururdu. Burada onlardan biri hepsinin yerine geçirilmişti. Çünkü o da onlarla beraberdi. Bir yaklaşıma göre bu saklanan şey onların şu sözüydü: «Allah bizden daha bilgili ve daha değerli bir varlık yaratamaz»... Fakat biz bu her iki yorumun köklü delile dayandığını bilemiyoruz. Aksine —Allah bilir ya— bizim kanaatımıza göre burada mesele diğer pek çok ayetîerdeki gibidir. Nitekim pek çok ayetlerde konunun sonunda verilen Allah'ın sıfatları Kur'an'm her tarafında Allah'ın ululuğunu, büyüklüğünü ortaya koyma ilkesine dayanır. Bu yaklaşımın ışığında denebilir ki; Burada Allah'ın gaybı bildiğinden söz edilmesi, bu yeni yaratıkta geniş boyutları ile ortaya çıkan ve geniş biçimde açıklanan konuyla uyum sağlayabilir. Çünkü melekler bu yeni yaratığı gerçek mahiyeti ile tanıyabilmiş değillerdir. İşte bu esnada Allah'ın geniş ilmini hatırlatmak elbetteki etkili olurdu. Allah'ın, insanın açık ve gizli her şeyini kuşattığının hatırlatılması, her yaptığı işte Allah'ın kendisini kontrol ettiği bilincinin verilmesi ona bir duyarlılık kazandıracak ve Allah'ın ululuğunu, yüceliğini daha engin biçimde kavramasını ve ona daha sıkı bağlanmasını sağlayacaktır... Bu konuda herhangi bir sözü belirleme zarureti olduğuna inanmıyoruz. Çünkü burada problem şahsi realiteden kaynaklanan bir mesele değildir. Önemli olan Yüce Allah'ın sıfatlarının köklü biçimde ve karakterlerine uygun olarak kavratılmasıdır.
7— Bu apaçık ayetler karşısında insan ilahi fazilet ve keremi sembolize eden bu diyalog ile kendi derecesini ve düzeyini ve boynuna geçirilen sorumluluk duygusunu somut bir şekilde görmek isteyebilir.
Bu görme ve gözlemin temelde şu ilkeye dayanması gerekir. İnsanın Allah tarafından bağışlanan özellikleri, kendisi ile üstünlük taşlanacak bir onur, şeref aracı değildir. Aksine bu Özellikler onun taşıdığı sorumluluk için kendisine verilmiştir. Bu sorumluluğu hakkı ile yerine getirmek onu yaygınlaştırmak ve onü Allah tarafından belirlenen ilkelere oturtmak için verilmiştir. İnsan ancak bu özellikleriyle yaradılışının amacına varabilir ve kendisine gösterilen hedefleri gerçekleştirebilir.
Bu açıklamanın ışığında diyebiliriz ki, Allah'ın insana verdiği güç ve enerjiler ona emanet edilmiştir. Bu güç ve enerjileri etkisiz bırakmak ve dondurmak yetkisine sahip değildir. Onları hayata yeni bir şey kazandırmayan ve onu bir adım daha ileri götürmeyen boş şeylerle uğraştıramaz. Aksine tüm bu yeteneklerini ve enerjisini, etrafındaki hayatı istenen hedefe yöneltmek için har-camalıdır. İşte bu anlayışlar insanı bireysel ve kişisel duyguların tutsağı olmaktan kurtarır. Artık insan yalnız kendini düşünen bir yaratık değildir: Çünkü o başkalarının varlığını da bilmekte ve duymaktadır. Sonra o insanlığa karşı sorumluluğunu idrak etmiş ve onları sapıklık ve yok oluştan kurtarma görevinin bilincine varmıştır. Artık onun için yalnız kendini düşünmek, düşüncesinde ve eyleminde yalnız kendisine tapınmak ve diğer her şeyden uzaklaşmak alçaklığına yuvarlanamaz.
İnsanın, Allah'ın halifesi olduğu bilincine varması her-gün insanın hayatını yenileyen bir bilinçtir. O kendisine verilen bütün yetenekleri, gücü ve enerjiyi hergün yenilemek ve onları doğru yola çağırmak için, pratik eylemlere dönüşmek amacıyla etkili, daha büyük güçlere dönüştürme çabası ve gayretindedir.
Allah yolunda çalışanların görevi de budur. Onlar insanın gönlünde ruhi bir eğitimin yöntemleri gibi gittikçe derinleşmelidirler ki, hayatın her alanında sürekli faaliyet gösteren ve her sabah yeni bir enerjiyle, yeni bir ' sorumlulukla Allah'ın nuruyla aydınlanan geniş ufuklara açılmak için ortaya çıkan fonksiyonlar müslüman şahsiyeti yetiştirmede sürekli mücadele edebilsinler.
Herhalde insanın her türlü zaaf duygularından ve dışından kendisine empoze edilen dış baskılardan tamamen uzak bir ortamda özgürlüğünün bilincine varması, özgürlük bilincini en geniş boyutlarda idrak etmesi de budur. Çünkü insan bu bilinçle korkunç ve sürekli bir güce kavuşmakta, bu bilinci ile kainattaki her şeyin yaratıcısı olan Allah tarafından kendisine bağışlanan Önemli görevini yerine getirmek amacıyla bütün dünyaya egemen olması gerektiğini anlamaktadır. Çünkü o Allah'tan destek almaktadır. Allah ise evrendeki her şeyin yaratıcısı olması nedeniyle evrendeki bütün kuvvetlerin yaratıcısıdır... Öyleyse, görevini yerine getirmede azgın kuvvetiyle insanlığını yok edecek herhangi bir güçten sözedilemez. Aksine o içindeki potansiyel gücü ile bütün dış güçlere karşı hakimiyet sağlayacak biricik kuvvetin sembolüdür. [97]
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...
«Hani biz meleklere Adem'e secde ediniz dedik de hemen secde ettiler, yalnız İblis reddetti. Kendini büyük gördü ve kafirlerden oldu.»[98]
Bu, Yüce Allah'ın yeni olarak yarattığı insanı onurlandırmak, değerini ve üstünlüğünü ortaya" çıkarmak istediği ikinci durumdur. Bu nedenle meleklerin ona saygı, hürmet ve selamlama niyeti ile secde etmelerini istemiştir. İblis de bu sırada meleklerin arasında bulunuyordu. Ayet-i kerime'nin ifadesinden anlaşıldığına göre meleklerden olmamasına rağmen o da Adem'e secde etmekle emredilmişti.
Melekler onurlandırılmış kullar olduklarından, Allah' tan Önce söz söyleyemediklerinden ve O'nun emrine göre hareket ettiklerinden bu ilahi emre boyun eğdiler. Herhangi bir uyumsuzluk çıkarmadılar.. İblis'e gelince onun durumu başkaydı. Çünkü o, Allah'ın emirleri ve yasaklan karşısında bu manevi atmosferde yaşamıyordu. O, meseleye kendi benliği ve kişisel görüşleri açısından bakıyordu. Eğer emir ve yasaklar bunlara uygun olursa kabul ediyordu. Uygun düşmediğinde... Adem'e secde etmesi kişisel gururuna ve üstünlük taslamasına aykırı düştüğünde, bu yeni yaratığa boyun eğmesi onun ırkî duygularına ters düştüğünde durum değişti. Pek çok Kur'an ayetinin belirttiği gibi, kıssasını geniş "biçimde ele aldığı gibi onun karşı çıkışı, red edişi, büyüklük taslayışı, itaate yanaşma-yışı hep ırk temeline dayanıyordu. [99]
Allah'ı doğrudan inkar etmeyen, ancak Allah'a karşı gelmeleri ile hayatlarının tamamını, küfrün bir tezahürü ve sonuçları haline getiren, böylece küfrün özünü hayatlarına esas alanlar gibi kafir oîdu. Kur'an'm pek çok ayetinde amelî/uygulamaya dayalı küfür, aynı akide planındaki küfür gibi lanetlenmiştir. Çünkü bunların her ikisi de normal sonuçları açısından aynı kapıya çıkar. Bu sonuç da Allah'a karşı gelme ve Allah'ın hayat için belirlediği doğru çizgiden uzaklaşmadır. İman ile iyi işleri birbirine bağlayan ayetlerden anlaşılıyor ki, küfrün tehlikesi Allah'ı, Elçilerini ve Ahiret gününü inkar etmekten çok, Allah'a ibadetten uzaklaşma ve Allah'ın belirlediği yasalara hukuka göre insanın hayatını düzenlemekten kaçınmada gözlenmektedir. İşte İbîis'i küfre sokan da bu harekettir. Bazı tefsirciler bu konuda bilimsel tenkid karşısında tutarlı olmayan başka yaklaşımlara başvurmuşlardır. Nitekim. Tabersî'nin Mecma'ul Beyan'mda deniyor ki:
«Ve kafirlerden oldu...» sözüne gelince, bir yaklaşıma göre, tamamen kafir oîdu demektir. Bu yaklaşım bizim de görüşümüze uymaktadır. Başka bir yaklaşıma göre, Allah'ın ilminde kafirlerden oldu. Diğer bir görüşe göre, «Boğulanlardan oldu...»[100] ayetinde olduğu gibi «kafir oldu» demektir. Bazı bilginler bu ayetten hareketle amellerin, imgndan olduğuna ileri sürmüşlerdir. Bunlar diyorlar ki: «Eğer böyle olmasaydı, İblis Allah'a karşı gelmesine rağmeaı Yüce Allah'ı tanıdığından mü'min olurdu.» Bu yaklaşım doğru değildir. Çünkü İblis'in kafir olduğu icms ile sabittir. Öyleyse onun asla imanı yoktur. Nitekim puta secde eden birini gördüğümüzde onun kafir olduğunu biliriz. İsterse, bizzat secde küfür olmasın...» Mecma'm yazarı devam ediyor: Eğer denilse ki: Şimdi secdeyi terk eden kafir olmadığı halde neden Allah onun kafir olduğu-na hükmetti. Cevap olarak deriz kî: Çünkü secde etmemesi ile beraber başka şeyler de vardı. Onun secde etmemesine, AUaJı'ın çirkin bir işi emrettiğine inanması ve Allah'ın bu secdeyi emretmesinde bir hikmet aramaması yol açmıştı. Sonra o ,büyüklük tasladığından ve Allah'ın, emrini red ettiğinden secde etmemişti. Şimdi de bu tür nedenlerle secdeyi red edeaüer kafir olur. Ayrıca o, Allah'ın elçisini hafife almış ve küçümsemişti. Bu ise ancak küfre inanan birisinin yapacağı iştir...
Yalnız biz bu konuda bu ve benzeri ayetlerin, karşı koyusun nedeni olarak tek bir şeyi gösterdiği kanısındayız. Bu da İblis'in, Adem'e karşı ırk temeline dayalı olarak üstünlük taslamasının doğal bir sonucudur. Yüce Allah İblisten şunları naklediyor:
«.Ben O'ndan daha üstünüm. Beni ateşten yarattın. O'nu ise çamurdan yarattın.-»[101]
Yine buyuruyor ki:
«Şu benden üstün yaptığını gördün mü? Andoîsun eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen O'nun neslim pek azı hariç kökünden koparıp sürükleyeceğim, dedi»[102]
İşte bu yaklaşım onun temel düşüncesini oluşturmaktadır. Bu ise dar kapsamlı bir günah değildir. Sadece Adem'in şahsı ile de ilgili kalmamaktadır. Düşünce ve eylem planında, akidenin her alanında Adem'in tüm neslini aldatmaya dönüşen bir eylemdir bu. Bu yaklaşımın ışığı altında denebilir ki: Burada bu karşı gelişi, küfrün terminolojik anlamı çerçevesine sokmak için zoraki yorumlara gerek yoktur. Yoksa insanların pek çok eylemlerini, hareketlerini, hatalarını küfürle damgalamak mümkün olacaktır.
Bu tür konuşmaların akide ve amel alanında pratik bir etkisi olmayacaktır. Çünkü bu yaratık, insanoğluna Allah'tan ve Allah'ın şeriatından sapma ve uzaklaşma yollarını güzel göstermekle küfrün ve fasıkhğm sembolü haline gelmiştir. Yalnız burada özetle açıklayıcı bir düşünceye varmak istiyoruz. Şöyle ki: Kur'an-ı Kerim'de küfür kavramı, akide ile sınırlı bulunan gerçek anlamının yanısıra ,eylem planında gerçekleşen mecazi anlamında da kullanılmıştır. Herhalde bu ayet bizim kanaatimize göre küfrün ikinci anlamını destekler niteliktedir. Allah her şeyin daha iyisini bilir. [103]
-Bazı filozoflar, İblis'e, imanı konusunda dramatik bir fonksiyon yüklemek istemişler ve onu tevhidinde samimi bir muvahhid, imanında engin bir mü'min şeklinde tasvir etmeye çalışmışlardır. Onlara göre İblis, yalnız Allah'a ibadet etmek konusundaki titizliği nedeniyle Adem'e secde, etmemiştir. Secdede Allah'a hiç kimseyi ortak kabul etmemiştir. İsterse bu ortaklık emri Allah'tan gelmiş olsun. Bu nedenle o, Allah'ı samimi olarak sevdiğinden ve ona imanından dolayı Allah'ın azabına uğramayı bile kabul etmiştir, demektedirler. Fakat filozofların bu yaklaşımları dini ve mantıkî yönden sağlıklı bir temele dayanmamaktadır. Çünkü:
1 — İblis düşüncesi, canlı bir varlık olarak insanın gözlemlerine boyun eğmez ki onun deney alanına girsin ve deneyimlerimiz sonucu olayın detaylarına ilişkin değerlendirmelerde bulunup birtakım görüşler ileri sürebilelim. Tanı tersine bu düşünce Allah'ın bize öğrettiği gaybten, peygamberlerine bildirdiği ve dolaylı olarak bize ulaştırdığı gaybî konulardandır. Dolayısıyla biz bu olayın boyutlarım ve detaylarını ancak Allah'ın gönderdiği semavi kitaplardan öğrenebiliriz. Biraz önce ele aldığımız ayet-i kerime'de gördük ki, İblis'in Adem'e secde etmeye yanaşmamasmm nedeni Tevhid ve Allah sevgisinden değil üstünlük t asi amasından dır. İleride Kur'an-ı Ke-rim'in İblis'ten söz eden ayetlerinde İblis'in kişiliğini de tanıyacağız ki o kindar bir kişiliğe sahiptir. Bu kinini dindirmek, benliğini hürüyen bu kıskançlığını tatmin etmek amacıyla hiçbir kötülükten kaçınmamakta, kin beslediği şahsiyetin yanısıra onun nesline de düşmanlığını sürdürmektedir. Bu nedenle o gönlündeki bu kötü niyeti gerçekleştirmek amacıyla Allah'tan uzun bir ömür dilemektedir... Madem ki Kur'an İblis'i bize bu şekilde tanıtmaktadır, öyle ise biz ona muvahhid sıfatını nereden verebiliriz? kendini Allah'ın yoluna adıyan bir muvahhid olduğunu, sevgisinin ve imanının netliğini korumak için canını ateşe atacak kadar samimi olduğunu hangi bilgiye dayanarak iddia edebiliriz?
Biz "böyle bir düşünceyi ancak ütopya peşinde koşan şairlerin gönüllerinde ve düşüncelerinde yaşayan bir hayal olarak görebiliriz. Onlar suç ve günah işleyen insanlara destek çıkmakta, onların duygularını dramatik ifadelerle dile getirerek suçun nedenlerini ve kötü sonuçlarını unutturacak bir üslubla tasvir etmektedirler. Suçun neden olduğu kötülüklerin insanlara ve ülkelere getirdiği zararlardan hiç söz etmemektedirler. Nitekim bugün bazı hukukçular basit duygusal yaklaşımlarla katilin kısas ilkesine göre öldürülmesini reddetmekte ve insan hayatındaki sağlıklı kanun koyma çizgisine aykırı hareket etmektedirler.
Ehl-i Beyt imamlarından aktarılan bazı hadislerde bu tablonun detaylarına ilişkin birtakım açıklamalar bulabiliyoruz. Fakat onlar olayı başka açıdan ele almaktadırlar.
el-Bihar'm Kasas-il Enbiya kitabında İmam Cafer-i Sadık'tan şöyle bir rivayet aktarılmaktadır: «İblis Adem'e secde etmekle emrolunduğunda dedi ki: Allah'ım! Eğer Sen beni bu secdeden muaf tutarsan, şu ana kadar kimsenin sana bir benzerini yapmadığı şekilde ibadet edeceğime şerefim üzerine yemin ederim. Yüce Allah buyurdu ki: Ben, dilediğim şekilde, emrettiğim gibi itaat edilmeyi severim.»[104]
Biz bu hadiste, az önce aktardığımız görüşün bazı boyutlarını görebiliriz. Fakat bu hadisin bakış açısı ile diğerlerinin bakış açısı bir değildir. Burada İblis'in kendi üstünlüğünü tatmin etmek için başvurduğu basit bir gîrisime yer verilmektedir. O Adem'e secde etmemek için yollar aramaktadır. Allah'ın kendisini bu secdeden muaf tutması için hiç kimsenin bir benzerini yapmadığı ibadeti Allah'a taviz olarak vermektedir. Fakat Allah'ın cevabı meseleyi sağlıklı konumuna sokmaktadır. Çünkü Allah'a ibadet meselesi insanın belli birtakım şekli amelleri ile sınırlandırılamaz. Aksine ibadet Allah'ın her dilediğine kesin boyun eğişi, O'nun istediğine tam bir bağlanışı ifade eder. Burada duygusal etkenlere ve kişisel arzulara asla yer yoktur. Bunun en açık görünümü de insanın Allah'ın iradesi önünde her türlü kişisel duygularından sıyrılması ve onları bastırmasıdır.
2 — Secde meselesi herhangi bir şekilde Adem'e ibadet etmeyi ifade etmez ki Allah'a iman ve O'na ibadette ' Tevhid ilkesine aykırı düşsün. Yüce Allah kendisine ortak koşmayı bağışlanmaz bir günah olarak gösterdikten sonra nasıl olur da kullarına kendisine şirk koşmayı emredebilir. Bu secde olayı bir taraftan selam, ve saygıyı ifade etmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Yüce Allah' m bildirdiğine göre Yaluıp ve ailesi oğlu Yusuf'la karşılaştığında ona secde etmişlerdi:
«Ana ve babasını tahtın üstüne çıkardı ve hepsi O'nun için secdeye kapandılar. Yusuf; babacığım dedi, işte bu -önceden gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi ve. bana iyilik yaptı...».[105]
Bu secde, öbür taraftan, Allah'ın emrine itaat etmek, O'nun yüceliğinin bir görünümü olarak O'nun yarattıklarına saygı göstermek, Allah'a itaatin kendisi olduğunu göstermektedir. Bu yaklaşım konuya ilişkin ana ilkedir. İnsanın herhangi bir eylemini bir kişiye ibadet olarak saymak, eylemi gerçekleştirenin amaçladığı niyete göre değerlendirilir. Eğer bu secide bir insana veya puta boyun eğiş amacıyla yapılıyorsa, bu onlara ibadet sayılır. Eğer bu ibadetten amaç yalnız Allah'a boyun eğiş ve Allah'ın emrine bağlılık ise Allah'a ibadet olur, isterse herhangi bir insana veya başka şeye yönelimniş olsun. İşte bu anlayışla Kabe'deki Hacer-i Esved-i/Siyahtaşı öpmek ona ibadet sayılmaz. Çünkü bu eylemin amacı, sırf onu ululamak değildir. Aksine Allah'ın, kutsamanın bir sembolü olarak saydığı ve ibadetin bir işareti olarak kabul ettiği ilahi bir emri yerine getirmek anlamına gelir. Bu, Allah'ın bizim için belirlediği ibadet şekiller/indendir. Bunlar ibadetin işaretleri sayılır. Biz onları değiştirme yetkisine sahip değiliz. Onlar her ne kadar farklılık gösterse de yalnız Allah'a yöneliktir. Nitekim Ehl-i Beyt imamlarından aktarılan bazı hadislerde bu anlam vurgulanmış bulunmaktadır.
Tuhafûl Ukûl kitabında İmam-ı Sadıktan aktarılan bir rivayete göre O şöyle demiştir: «Meleklerin Adem'e secde edişi Adem'e itaat ve Adem'e sevgilerinin bir tezahürü olarak gerçekleşmişti.»[106]
Kasas-ül Enbiya'da Ebu Busayır'dan gelen rivayette deniliyor ki: «Ben Eîm Abdullah Cafer-i Sadık'a dedim ki: Melekler secde edip alnılaraıı yere koydular mı? İmara, evet dedi.. Yüce Allah'a saygılarından...»[107]
Hz. Ali'nin yahudilerle tartışmasını aktaran hadiste deniliyor ki: «Meleklerin O'na secde edişleri itaat secdesi değildi. Onlar Allah'ın dışında Adem'e ibadet amacıyla secde etmediler. Onların tüm yaptıkları Adem'in üstünlüğünü kabul etmek ve O'na şefkatlerini dile getirmekti.»[108]
Rahman, ve Rahim olan Allah'ın adıyla...
«Dedik ki: Ey Adem, sen ve eşin Cennet'e yerleşiniz, oranın yiyeceklerinden istediğinizi bol bol yiyiniz, Fakat şu ağaca yaklaşmayınız- Yoksa zalimlerden olursunuz.
Fakat şeytan onların ayaklarım oradan kaydırarak, kendilerini içinde bulundukları nimet yurdundan çıkardı. Biz de dedik ki; Birbirinize düşman olarak oradan aşağı inin. Yeryüzü belirli bir süreye kadar size barınak ve geçim yeri olacaktır.
Derken Adem, Rabbinden bir takım kelimeler belleyerek aldı da Rabbi O'nu affetti. Hiç şüphesiz Ö, tövbelerin kabul edicisidİr ve merhametlidir.
Dedik ki: Hepiniz oradan aşağı inin tarafımdan size bir yol 1 gösterici geldiğinde kim benim hidayetime uyarsa onlar için korku yoktur, ve onlar artık hiç üzülmezler. Kafir olup ayetlerimizi yalanlayanlar ise orada ebedi olarak kalıcı olmak üzere cehennemliktirler.»[109]
Bu bolüm Kur'an-ı Kerim'in, yaradılışın başlangıcından, insanın fonksiyonu ve değerinden sözettiği son bölümüdür. Yüce Allah'ın insanın değerini, .üstünlüğünü ve önemini ortaya koymak için aktardığı diyalogun son bölümüdür. Önce Allah ile melekler, sonra da melekler ile Adem arasında gerçekleşen bu diyalog sayesinde melekler, Allah'ın meydan okuyuşu karşısında bilgisizliklerini öğrenmişler ve Adem, onların öğreticisi konumuna gelmiştir. Bu diyalog ile Yüce Allah meleklere insanı neden yarattığını açıklamıştır ki insanın varlığına ve hilafetine ilişkin olumsuzlukların onun gerçekten önemli olan müs-bet taraflarına gölge düşüremeyeceğini öğrensinler. Çünkü insanın karakteri ve yapısı yeryüzünde Allah adına halifelik yapmaya gerçekten müsaittir. Ve o, kişiliği ile bu göreve ehliyetlidir. İkinci bölümde İse insanın kutsanma sembolünden sözedilmiştir. Yüce Allah'ın meleklere Adem'e secde etmelerini istediği dile getirilmiştir. Halbuki melekler maneviyat ve Allah'a yakınlık açısından zirveyi temsil etmektedir. İblis, üstünlük taslamasının ve gururunun bir ifadesi olarak O'na secde etmeyince Allah kendisini cezalandırmış ve rahmetinden uzaklaştırmıştır. Bu bölümde ise Kur'an-1 Kerim insanın ilk sorumluluğunu tasvir etmektedir. Onun karakterinden kaynaklanan bazı duygulara, zaman zaman nasıl aldandığma, al-danacağma işaret edilmiş ve deney karşısındaki mağlubiyeti dile getirilmiştir. İblis'in onun bu duygularını sö-mürerek kendisini oyunlarla, tuzaklarla nasıl doğru çizgiden saptırdığına değinilmiştir... Biz tefsirin bu halkasında ayeti kıssanın tabiatında ve normal şeklinde ele almak istiyoruz. Daha sonra bu ayetlerin detaylarına inecek ve bununla ilgili düşüncelere değineceğiz. [110]
Yüce Allah Adem ve Havva'ya her şeyi helal kılmış ve onları cennete yerleştirmişti. Hiçbir smır ve yasak koymadan oradaki nimetlerden yararlanmalarını söylemişti. Cennet' meyvelerinin hepsinden istedikleri kadar yararlanabiliyorlardı. Ve ayetlerin işaretlerinden anlaşıldığına göre Allah, cennette kalmalarının tek şartı olarak bir tek ağaçtan yararlanmamalarını istemişti. Biz burada detaylara inip bu ağacın türünü belirlemeye, bazılarının ileri sürdüğü gibi onu elma ağacı, buğday veya manevi bir ağaç olarak yorumlamaya girmek istemiyoruz. Bu ağacın iyiyi ve kötüyü belirleme imkanı veren bilgi ağacı olduğunu söylemek de detaylara ilişkin bir yorumdur,. Çünkü bu tür sınırlamalar ve belirlemeler konunun karakterini değiştirmez. Ayrıca bize hiçbir yararı da yoktur.
Bu onların varlık alemindeki ilk deneyimleri idi. Deneyimin yapışma uygun olarak da basit ve rahat bir deneyimdi. Şeytan ise onları sürekli olarak gözetliyordu. İnsanın sahip olduğu düşüncenin güç kazanması, ancak çeşitli meydan okuyuşlarla karşılaşmaya ve acı deneyimlerden geçmeye bağlıydı. İnsan, ancak bu deneyimlerle, hayatın tek bir şekilde değil, değişik biçim ve şekillerde olduğunu anlayabilirdi. Bu yeni yaratılan iki varlığın aldatma, yalan, hile, tuzak ve oyuna gelme gibi bir şeyden, haberleri yoktu. Bu konuda bir deneyimleri olmamıştı. Her şeye saf, basit bir şekilde bakıyorlardı. Bütün sözleri rahatlıkla kabul edebiliyorlardı. Çünkü onlar gibi ala-İade ve tertemiz, şahsiyetlerin karakteri, söylenen sözleri doğru olarak kabul etmekten ibaretti.
Şeytanın harekete geçmesi, kin, kıskançlık ve düşmanlığından ileri geliyordu. Öğüt veren melek kılığıyla onların yanma gitti. Onlara şunları söylemek için: Sizin bu ağaçtan yeme yasağına uymanız gerekmez. Aksine siz bu ağaçtan yemekle sonsuz bir zevke kavuşacak ve meleklerle beraber olacaksınız... Bu sözler, onların gönlünde etki bırakıyordu. Çünkü öğüt ve iyi niyetle kamufle edilmişti. Onlar, niyetlerde aldatma, yöntemlerde iki yüzlülük olabileceğini düşünememişlerdi. Onların tüm gördükleri arı-duru ve tertemiz bir şekilde'hayata1 bakmak ve bunu gerçeğin ta kendisi olarak kabul etmekti. Bu işin Allah'a karşı geliş, O'nun iradesine isyan olacağını düşünmeden, şeytanın sözlerine bilinçsizce teslim oldular. Çünkü şeytanın kullandığı yöntemlerde büyü tesiri vardı. Onlar tamamen büyülenmişlerdi. Sanki onlar ruhlar aleminde, rüyada gibi yaşıyorlardı. Hayatın realitesinden, pratik gerçeklerinden uzaklaşmış zevke boğulmuşlardı.
Ve birinci deneyim karşısında mağlub düştüler. İblis ise insana ilk meydan okuyuşunda başarıya ulaştı. Onu zirvelerden aşağıya yuvarlattı, makamından düşürdü. Ta ki Allah'a karşı geliş eyleminde tek basma kalmasın. Şimdi o böbürleniyor ve keyifleniyordu. Çünkü Allah'ın onurlandırdığı yaratığın değerini düşürmeye, onu Allah'a karşı suç işlemeye teşvik etmiş ve onun Allah tarafından cezalandırılmasını başarmıştı... Nihayet Allah'ın emri onların üçüne birden geldi... Adem'e Havva'ya ve İblis'e... Hepsinin toptan cennetten kovuluş emri... Artık onlar Allah'ın dilediği kadar yeryüzünde yaşayacaklar, Allah'ın yeryüzünde kendilerine hazırladığı çeşitli nimetlerden ve zevklerden yararlanacaklardı. Artık iki grubun arası açılmıştı. İnsan grubu ile şeytan grubu... Burada insanın da bilincine vardığı bir düşmanlık ruhu hakimdi. İnsan artık şeytanın kendisine doğru söylemeyeceğini, onunla samimi olmayacağını öğrenmişti. Çünkü şeytanın görevi insanı aldatmak, saptırmak ve Allah'ın emrinden uzaklaştırmaktı: Bu nedenle yeryüzündeki yeni hayat, mücadelenin başlangıcı sayılıyordu.
Yüce Allah, İblis'in, bu başarısının meyvelerini toplamasına fırsat vermedi. Adem'e vahiy ile bu hatasından dönebileceğini bildirdi ve O'na ideal olan yolu gösterdi. Ta ki bu şekilde dara düştüğünde, Allah île ilişkiye geçmek istediğinde dönüş ve tevbe eylemiyle tekrar eski konumuna gelebilsin ve Allah ile ilişkilerinde bu vahiy esas olsun. Adem de Allah'ın bu iltifatına ve İlitfuna yapıştı. Allah'a dönüş yapıp önceki yoluna girdi. Allah'ın bağışı, rahmeti ve rızası ile Allah'ın himayesinde yoluna devam etmeye başladı. Böylece yeniden Allah adına hilafet görevini üstlendi. Rabuinın huzuruna dönüş yapan bir kul olarak şefkatli, bağışlayıcı Rabbma yöneldi. Cennetten kovuluş eylemi Allah'ın emirlerinden sapmanın bir cezası değildi. Hatta "bundan amaç Allah'ın rahmetinden uzaklaşma ve ırak düşme de değildi. Aksine yeni bir planın gereğiydi. İnsan artık Allah'ın kılavuzluğu temeline dayalı olarak yoluna devam edecekti Allah'ın ris al etinden öğrendiği direktiflere göre hareket edecekti. Yeryüzünde Allah adına yerine getirdiği hilafetin gereği olarak bu direktiflere bağlılık gösterecekti.
Artık cennet insanın hayattaki pratik eylemlerinde büyük bir hedef haline geldi. İlk günah nasıl onun cennetten sürülmesine neden olduysa, Allah'a itaat da tekrar oraya girmesine katkıda bulunacaktı. Çünkü cennetin kıymeti, Allah'ın rızasını, lütfunu ve rahmetini sembolize etmesinde gizli idi. Bu da günahkarların ondan uzaklaştırıldığını, itaat edenlerin ise ona yakın olduğunu ifade eder... İşte bu ayet-i kerimelerden anlaşılması gereken ana tema budur... Şimdi elimizde fikir ve eylem planında üzerinde durulması gereken, tetkik edilip değerlendirilmesi gereken birkaç nokta kalmaktadır. Sırası ile onlara da değinelim. [111]
Kıır'an'ın bazı ayetlerinden anladığımıza göre Hz. Adem bir peygamberdi.
«Allah Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran çilesini seçip alemlere üstün kıldı.»[112]
İmamiye mezhebinin çoğu alimleri, peygamberlerin peygamberlikten Önce de sonra da masum olduğu görüşündedir. Peki biz bu durumda, bu görüşle Adem ve eşinin cennette Allah'ın emirlerine karşı geldiklerini bildiren ayetleri nasıl bağdaştırabiîeceğiz? Onlar bu soruya şu cevabı verirler: Günah'm iki sahası vardır. Birincisi, hukuki ve kanuni sahadır. Allah, yasa koyucu ve otorite sahibi olması hasebiyle kendisinden gelen emirlere karşı duranları Ahiret cezasıyla veya dünyadaki cezalandırmalarla tehdit eder. İkincisi, günahın irşadı sahasıdır. Burada ise, Allah'ın emir ve yasaklarına karşı gelenleri bir öğütçü ve irşatçı olarak uyarmak sözkonusudur. Yani insanlara yararlı olan şeyler gösterilir, fakat kanuni açıdan, bu ilkeye bağlı olarak yürümeleri zorunlu kılınmaz. Allah'ın bu alanla ilgili emir ve yasakları bir doktorun emir ve yasakları gibidir. İnsan bu yasakları çiğnediğinde, bu emirleri yerine getirmediğinde, sakındırılan kişi zarara uğrar. Ya da elde etmesi istenen menfaatim elden kaçırır. Birinci saha ile ilgili yasaklara «mevlevî yasaklar» adı verilir. İkinci saha ile ilgili yasaklar ise «irşadı yasaMar» adını alır. Bu alimlere göre günahın ikinci kısımla ilgili olana ismet sıfatı ile çelişmez. Çünkü peygamber bu durumda Allah'ın gazabını gerektirecek bir isyanda bulunmamıştır. Yalnız kendisine kötülük yapmış, Allah'ın nasihat ve irşadını uygulamamıştır... Bizim de ayetten anladığımız budur. Çünkü açıkça görülüyor ki buradaki yasak irşadı bir yasaktır. Zira bu emre aykırı davranıldığm-da nimeti temsil eden cennet kaybedilmiş, fakat yasağı çiğneyen, Allah'ın azabına çarptırılmamıştır. Biz bu görüşü destekleyen bazı ipuçlarını bu ayette ve başka ayetlerde görebiliriz. Çünkü burada yasak, onların cennetteki tüm nimetlerden yararlanmalarım serbest bırakan, orada istedikleri gibi hareket etmelerini öngören mutlak özgürlükten sonra gelmektedir. Bu da yasağın bir öğüt niteliğinde olduğuna işaret edebilir. Bu yaklaşımı şu ayet-i kerime' de de görmek mümkündür:
«Dedik ki, ey Adem, bu senin ve eşinin düşmanıdır. Sekin sizi cennetten çıkarmasın, sonra kötülerden olursunuz.. Şimdi burada acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın ve sen burada su-samayacaksın. Kuşluk vaktinin sıcaklığından da etkilenmeyeceksin. »[113]
Burada biz, cesaretlendirme türlerinden biri olarak, cennet nimetlerinin teşvik edildiğini ve bunun ilahi direktiflerle uyum sağladığını görüyoruz. Burada hukuki ve kanuni herhangi bir zorunluluk sözkonusu değildir. Burada mesele cezalandırma veya cezalandırmama değildir. Sadece cennette kalma veya kalmama sözkonusudur. Dola-yısı ile işlenen hatanın ismet düşüncesiyle yakından veya uzaktan herhangi bir çelişkisi bulunduğundan söz edilemez.
Şöyle de denilebilir: Kur'an-ı Kerim'in pek çok açık anlamı bu düşünceyi desteklememektedir. Nitekim Yüce Allah buyuruyor ki:
«Âdem Rabbine karşı geldi ve yolunu şaşırdı.»[114]
«Derken Adem, Rabbinden bir takım kelimeler belleyerek aldı da Rabbi onu bağışladı. Hiç şüphesiz O îevbelerin kabul eâicİsidir. Ve merhametli olandır.» [115]
«Ey Rabbimiz biz kendimize zulmettik eğer bizi bağışlamaz ve acımazsan...»[116]
«Fakat şu ağaca yanaşmayınız, yoksa zalimlerden olursunuz.»[117]
Biz, günahın itaatin karşıtı olduğunu, sapıklığın da doğruluğun zıddı olduğunu biliyoruz. Tevbeniıı de ancak günah işlendiğinde sözkomısu olacağı bir gerçektir. İnsanın kendisini zalim diye nitelendirmesi de ancak Allah'a isyan etmesiyle açıklanabilir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bu tür ifadeler çoktur.
Bunlara-cevap olarak deriz ki masiyet/günah kavramı, sadece ceza gerektiren kanuni saha için kullanılmaz. Bu kavramı doktorun emirlerine karşı gelme türündeki ifadeler için de kullanabiliriz. Nitekim, ben doktorun emrine karşı geldim sözü Arap literatüründe «isyan» masdarıyla ifade edilir. Yolunu şaşırmak ise, ifade edildiği gibi, doğru hareket etmenin zıddıdır. Yalnız, doğru hareket bazen insanın dünya ile ilgili veya şahsıyla ilgili menfaatlerine yönelik olabilir. Hatta ahiretin yararı ile ilgili de olabilir... Tevbe kavramı da böyledir. Bu kavram hatadan dönüşü ifade eder. Bu hata dünya ile ilgili olabileceği gibi ahiretle de ilgili olabilir. Nitekim bazen falan adam zararlı işten tevbe etti denilebilmektedir. Halbuki o iş bu adama haram değildir.
«Zulüm» kavramına gelince, insan bazen kişisel rahatı sağlayabilecek güzel fırsatları kaçırmakla kendisine zulmetmiş olabilir. Kendini ahiret azabına çarptırmak da zulüm diye nitelendirilir. Fakat Allah'ın mağfiretini ve merhametini dilenmek, Allah'a karşı bir kötülük yaptığı düşüncesinden hareketle gerçekleşebilir. İnsan Allah'ın öğütlerine bağlanmamakla, yaratıcının kulluk hakkına aykırı davranmakla kendisini suçlayarak mağfiret taleb edebilir... İşte Hz. Adem'in ismeti konusunda ileri sürülen görüşler bunlardır. Başka bir açıdan bakılarak şöyle de denilebilir: Cennet nimet yurdudur. Yükümlülük ve sorumluluk yurdu değildir. Buna cevaben şöyle denebilir: Bu tür nitelikler dünyadan sonraki vasıflardır. Bu niteliklerin, yere inilmeden önce de var olup olmadığını kesin bilemeyiz. Bazıları da meseleye üçüncü bir açıdan yaklaşarak diyebilirler ki: Peygamberlikten önce bir peygamberin herhangi bir günah işlemesinde bir sakınca yoktur. Özellikle onların makamlarına gölge düşürmeyen küçük günahları işlemelerinde. Zira bu tür küçük günahlar onların hayat hikayesinde bir utanç damgası niteliği taşımaz. Onların peygamberlik atmosferi ile bağdaşmayan büyük günahlar hariç, diğer günahları işleyebilirler.
Bazıları Adem kıssasında Peygamberliğin oturaklı nitelikleri ile bağdaşmayan bir hava bulunduğunu ileri sürerek, ismet meselesini normal peygamberliğin sıfatlarından biri olarak görmeye çalışmışlardır. Hz. Adem'e gelince o normal bir peygamber değildi. Çünkü varlıkta insanlığın ilk halkasını oluşturuyordu. Bu evrende yaşayacak olan insanların ilk temsilcisi idi. Ve insani sıfatları ile Allah'ın yeryüzündeki halifesi idi. O'nun canlı bir deneyim sahibi olması gerekiyordu. Birtakım aldatmalarla karşılaş-malıydı ki basit düşünceden kurtulsun. Bütün evrenin öğüt ve ilişkilerinde saf ve dosdoğru "bir bilinç ile hareket ettiğini sanmasın. Zira böyle bir basitlik, O'riu, aldanmanın ve düşmanlığın pençesine düşürebilirdi. Çünkü O henüz hayatında aldatma ve düşmanlığın ne olduğunu kavrayamamıştı. Bu nedenle Adem için bu mesele bir deneyim, bir eğitim meselesiydi. O1 şimdi realite ile karşılaşıyor, deneyim sahibi oluyordu. Benliğindeki zaafların farkına varıyor, Şeytanın aldatma ve saptırma için başvurduğu dolaylı yöntemleri öğreniyordu. Öğreniyordu ki, bundan böyle şeytana karşı daha bilinçli bir şekilde mücadele etsin ,yeni hazırlığı soyut bir düşünceden ibaret kalmasın, yaşanan bir deneyime dayansın, şeytana itaat etmekle ortaya çıkan günahın kötü sonuçlarını ve düşmanlığın ne anlama geldiğini Öğrensin. [118]
***
Burada bir soru sorulabilir. Şöyle ki:
Allah'ın meleklerle diyalogu şeklinde gerçekleşen Adem'in yaratılış kıssasından anlıyoruz ki Yüce Allah onu ta baştan cennette yaşaması için değil, yeryüzünde yaşaması için yaratmıştı. Peki biz, eğer isyan etmeseydi Cennet onun doğal yurdu olurdu, şeklinde bir imaj veren yorumu bu realiteyle nasıl bağdaştırabiliriz? Bu sorunun cevabı şöyle olabilir: Allah'ın bu emri ilahî bir eğitini niteliğinde idî. Bununla, insanın bilincindeki cennet ve itaat düşüncelerini birbirine bağlamayı amaçlıyordu. Yani eğer insan cennete gitmek istiyorsa Allah'ın emirlerine "bağlanmalıdır. Allah Adem'i sınadığında O'nun bu sınavı başaramayacağını biliyordu. Öyleyse O'nun yeryüzü için yaratılması ve gerçekleşmeyecek olan bir şart ile cennette kalacağım bildirmesi arasında bir çelişki yoktur.
Bu tabloyu metodoloji düşüncesi açısından da açıklayabiliriz. Emrin şekli üzerinde araştırma yapan usul bilginlerine göre açıklayabiliriz. Şöyle ki; Bir şeyin emrecli-liş nedeni çeşitli olabilir:
1- Bu işi emreden, o işin emredilen tarafından yapılmasını isteyebilir.
2- O emri veren, emredilenin samimiyetini ve itaatini sınamak için böyle bir emir verebilir veya imanının ve samimiyetinin gücünü ortaya çıkarmak isteyebilir. Burada eylemin gerçekleştirilmesi ile ilgili herhangi bir amaç yoktur. Nitekim Allah'ın Hz. İbrahim'e' oğlunu kurban etmesini emretmesi bu türden bir emirdir. Çünkü Allah O'nun oğlunu kurban etmesini istemiyordu. Bu nedenle eylem gerçekleşmeden bu emri geri aldı. Aksine İbrahim ve oğlunun baba oğul olarak Allah karşısındaki kesin teslimiyetini ortaya çıkarmak istiyordu. Onları insanlara Örnek ve önder kılmayı diliyordu... Emrin nedeni başka bir şey de olabilir. İnsanı eğitmek amacını gütmüş olabilir, ta ki insan birtakım deneyimlere sahip olsun, ilerdeki hayatında daha uyanık ve deneyimli olarak hareket etsin. İşte Adem'in durumu da budur.
Biz bu yaklaşımda akli açıdan herhangi bir tutarsızlık olduğunu sanmıyoruz, aksine bu pek çok bilgelerin işlerinde, emir ve yasaklardaki yöntemlerinde bir realite olarak' görünmektedir.
Burada Allah'ın, Adem'i, imkanlarının ve reel şartlarının elvermediğini bile bile sorumlu tuttuğunu ileri sürerek itiraza kalkışmak doğru değildir. Şöyle ki:
1- Bir şeyin yerine getirilmeyeceğini bilme, ilke olarak yükümlülük getirmeye engel değildir. Çünkü bilgi, bilen için bilinmektedir. Fakat bilmeyen için onu bildiği söylenemez.
2- Buradaki yükümlülük eylemin gerçekleşmesini hedef almamış, tam tersine şimdiki deneyimle ilerdeki deneyimleri sağlamayı hedeflemiştir.
Bu yaklaşım ışığında diyebiliriz ki: Hz. Adem'in bu yükümlülüğü Hz. İbrahim'in kıssasmdaki yükümlülüğe benzemektedir. Yalnız burada iki konuda ters hareket edilmiştir. [119]
«Derken Adem, Rabbinden bir takım kelimeler belleyerek aldı da Rabbi onu bağışladı. Hiç şüphesiz O, tevbelerin kabul edicisidir ve merhametlidir.»[120]
Herhalde bu ayet de Adem'in bütün hareketlerinin eğitim ve uslandırma amacı taşıdığına işaret etmektedir ki, insan bunlarla ilerdeki hayatını nasıl yönlendireceğini öğrensin. Kendisinin nasıl yanlışlara düşeceğini ve Allah'tan uzağa düşeceğini bellesin. Bu ayet tevbe konusunu çözüme kavuşturmuş ve onu Allah'tan alman şeyler çerçevesinde ele almıştır. Bu da Adem'in fıtrî/doğal olarak onun hakkında Hiçbir şey bilmediğini ele vermektedir. Allah'ın vahyi ve ilhamı onun hatadan, yanlıştan nasıl döneceğini ve onda ısrar etmemesi gerektiğini öğretmiştir. Kelimelerin tabiatına gelince, burada tefsirciler ayrı görüşler ileri sürmüşlerdir. Fakat akla en uygun olanı Kur'an'm A'raf suresinde bize sözettiğidir:
«Dediler: Rabbimiz biz kendimize zulmettik eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz-»[121]
Bu, yanlışın karakterini derin biçimde anlama ve bu yanlışın insanın kendisi ve hayatı ile ilgili ilişkilerini ve bu hatanın insanın, geleceği üzerindeki etkilerini ve yansımalarını derinden kavramayı ifade ediyor. Burada mesele Allah'ın otoritesine dokunan ve O'na kötülük yapan bir ilişki ile ilgili değildir. Aksine insanın Allah'a karşı tutumu ile ilgilidir. Kendisini düzeltmekle, Allah'la aralarındaki tutumu ve ilişkiyi düzelteceği ile ilgilidir. Buna göre günahın kendi yerinde kalması insan için hem dünyada, hem de ahirette büyük bir hüsrandır/ziyandır. İşte bağışlanmayı ve merhameti dilemek, bu hüsranı kesin şekilde reddetmektir. İnsanın, Allah ile yakın ilgiden yoksun olmasından'daha büyük hüsran olamaz... Çünkü insan bu hüsranla, insani karakterini muhafaza ederek doğru 3'ûlda yürüme imkanından yoksun kalır. [122]
Bizim Adem'in günahıyla ilgimiz nedir? İnsan onun günahını yüklenip bu günahı kanında ve canında sürekli yaşar mı? Bu anlayış şu anki hristiyanlıktan kaynaklanan bir anlayıştır. Buna göre Hz, Adem'den beri bu günah onun neslinin kaçınılmaz bir kaderidir. Günah cezayı gerektirdiğine göre günahtan temizlenmiş bir kurtarıcıya ihtiyaç vardır. Bu kurtarıcı insanlığı kurtarmalı, onun adına acıları ve azabı çekmelidir: «Böylece Yüce Allah rahmetini ortaya çıkardı. Ezeli kelimesini somutîaş-tii'dı ve bir bedene girdi. Bu kendini feda edenin temiz, kutsal ve eksikliklerden münezzeh olması gerekiyordu ki ilahi adaleîMi hakkını versin ve günahkârları kurtarsın. İşte Mesih Yefi«' hu görevi yerine getirdi ve kendini bizi kuî'tarnıaÎE için feda etti. İlahi adalet cezalandırılmamızı ve ölümümüzü gerektiriyordu. Fedai bizim yerimize kendini feda etti ve ilalıi adaletin baklanı ödedi.» [123]
Biz müslüınan olarak bu düşünce3ri kabul etmiyoruz. Çünkü biz Hz. Adem'in günahı ile bizim günahlarımız arasında kişisel açıdan herhangi bir bağ olduğuna inanmıyoruz. Burada meselenin tamamı şundan ibarettir: İn-' sanın yapısı doğal olarak günah işlemeye ve kendini isyankarlıkla, ifade etmeye elverişli niteliktedir. Adem ken- ' di karakterinin gereği olarak yaptıklarım yapar, onun deneyimleri kendisi içindir. Bizim doğal şartlarımız da bizim içindir. Biz de bu şartlara göre yaptığımızı, yapacaklarımızı yaparız. Bizim onun günahıyla yakından veya uzaktan hiçbir ilgimiz yoktur.
İslam düşüncesi günahı insan hayatında geçici bir hal olarak kabul eder. Bu halin kişisel çaba, düşünce ve mücadele ile önlenebileceğini kabul eder. Bunun yanında ahiretteki etkileri, sonuçları, azab ve ilahî öfke; Allah'a dönüş yapma, pişmanlık ve tevbe ile giderilebilir. îşte Kur'an-ı Kerim'in şu ayette ifade ettiği de budur:
«De ki ey nefislerine karşı aşırı giden küllerim, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışla;-: Çünkü o esirgeyen ve bağışlayandır.»[124]
Bununla insan tertemiz, teyaz bir sayfaya dönüşür. Apaydınlık bir düzeye çıkar. Üzerinde herhangi bir karanlık ve siyah leke izi taşımaz. Kurtarıcının bizzat Allah olması bir tarafa, onun bundan sonra kurtarıcıya ne ihtiyacı olabilir. Artık onun ilahi adaletin hakkını vermesi için Yüce Allah'ın bir bedene girerek onun cezasını çekmesine asla gerek kalmaz. Bu söz bizim ilah anlayışımıza, O'nun yüceliğine aykırı düşmektedir. Bunun akıl ve mantık temeline dayalı sağlıklı bir izahı yoktur. Ayrıca Allah' m bir bedene girmesi de mümkün değildir, böyle inanç olmaz. O'nun bağışlamasını, bağışlayıcı oluşunu da, kendi hakkını bizzat maddi bir şekilde ortaya çıkarıp ödemesi şeklinde anlamak da j^anlıştır. Çünkü O, bütün yaratıklarına karşı cömertliği ve keremiyle bol bol ikramda bulunan cömert ve kerimdir. Sonra herhangi bir kişinin cezayı ve işkenceyi yüklenmesi ile insanlığın az çok, büyük küçük tüm günahlarının bağışlanması ne demektir? Bu nasıl bir hakkı-ödemektir. Böyle bir hak anlayışına akıl erdiremiyoruz. Çünkü akla ve mantığa uygun olan aoğal düşünce, her insanın günahının sorumluluğunu kendisinin yüklenmesidir. Onun meyvesini kendisinin topla-maşıdır. İşte Kur'an-ı Kerim'in ilke olarak "benimsetmeye çalıştığı da budur:
«Kendi günah yükünü
taşıyan hiç kimse bir başkasının günahını taşımaz.»
[125]
O Buna bağlı olarak bu düşüncenin bir benzerine de değinmek yerinde olur. Başka insanların günahlarını büyük bir şahsiyetin üstlenerek bütün insanları cezadan kurtarması düşüncesi İmam Hüseyin'in inkılabı ve şehid edilişi konusunda da değişik şekillerde gözlemlenmekte ve çeşitli şekillerde yaygınlık kazanmaktadır. Çünkü tarihi okuyan bazı insanları Hüseyin'in taraftarlarının günahını ve hatalarını kurtarmak için kendisini feda ettiği düşüncesine kapılmaktadır. Günahları için Hüseyin'in kendisini feda edişiyle ya da şehadetiyle onlara şefaat ederek dolaylı yoldan onları günahtan kurtaracağı anlayışına kapılmaktadırlar. Bu tür yaklaşımlar İslam düşüncesinden ve Hz. Hüseyin'in hak ve adaleti gerçekleştirmek, haksızlık ve zulümleri kaldırmak, iyiliği yaygınlaştırmak, kötülüğü engellemek ilkesinden hareketle gerçekleştirdiği Hüseynî inkılabın İslami karakterinden tamamen uzaktır. Burada, başkasının günahı için kendini feda etme diye bir durum yoktur. Bu, kişinin kendisini Hakka ve Allah yoluna feda etmesi, kurban etmesidir. [126]
İşte Hz. Adem ve onun cennetten çıkarılışı ile ilgili olan genel konular bunlardır. Şimdi önümüzde tefsir kavramlarıyla ilgili birtakım işaretlere değinme işi kalmış bulunmaktadır.
«Cennet». Bu cennet, Allah'ın muttakileri müjdelediği cennet midir, yoksa bu, vadedilen cennete benzeyen yeryüzü cennetlerinden biri midir? Biz, tefsircilerin giriştiği tartışmaya girmek istemiyoruz. Çünkü bu, tefsirin ana düşüncesiyle ilgili değildir. Yalnız, Kur'an ayetlerinin kendisinden söz ettiği cennetin muttakilere söz verilmiş cennet olma ihtimali daha kuvvet kazanmaktadır. İnsanın aklına şöyle bir yaklaşım gelebilir: Bu cennet ahiret cennetinden başkadır. Çünkü Allah'ın cenneti bütünüyle temizliği ifade eder. Düşüncede, pratikte ve genel havasında temizlik vardır. Orada sapmaya ^orada günah işlemeye yer yoktur... Fakat bizce bu düşünce sağlıklı değildir ve Adem'in girdiği cennetin ahiret cenneti olmasına aykırı değildir. Çünkü Hz. Adem meselesi bir deneyim ve eğitim amacını taşıyordu. Kendisinin ve neslinin yaşaması gereken iyi işler bu yöntemle gösterilmek isteniyordu. Dolayısıyla onun hareketi cennetin genel yapısını ve Allah'ın mükafat ve sürekli nimet yurdu olarak belirlediği cennetin karakterini değiştirmez.
«İniniz». Bu iniş gökten yere, yüksekten alçak yere bomut bir iniş midir yoksa derece, makam ve nimetle ilgili manevi bir iniş midir? Açık olan anlam bunun maddi bir iniş olduğudur. Ancak bunun tersi isbat edildiğinde onu kabul etmek gerekir. Yalnız şu ana kadar böyle bir isbatla karşılaşmış değiliz.
«Birbirinize düşman olarak». Bu deneyim, düşmanlığı kökleştirmiş, derinleştirmiş ve onun sınırlarını kesin biçimde aydınlığa kavuşturmuştur. Artık karıştırmaya, düzenbazlığa yer kalmamıştır. İnsanın yeryüzündeki yeni görevini kavraması gerekir. Kendisini cennetten çıkaran ve yeryüzüne indiren ve Allah'ın rahmetini ve bağışlamasını sembolize eden cennetten onu. yeniden uzaklaştırmak isteyen, böylece Allah'ın Adem'e lütfuna ve ikramına. duyduğu kin ve kıskançlığını açığa vuran yeni düsmanın tüm oyunlarına, tezgahlarına karşı uyanık bulunmalıdır.
«Yeryüzü belli bir süreye kadar size barınak ve geçim yeri olacaktır». Yeryüzü, Hz. Adem'in hayatında canlı deneyimler yaşadığı yeri, yurduydu. Bütün duygularını ve Allah'a karşı boyun eğiş ruhunu yeniden canlandıran bir sarsıntı geçirmesine neden olmuştu. Bu sarsıntı onun önüne parlak ufuklar açmış ve Allah'a itaattan ve bağlılıktan uzaklaştığında bu parlak.ufuklardan mahrum kalacağını idrak ettirmişti. Adem bu atmosferde Allah'ın hidayetiyle daha sağlıklı bir uyuma girecekti. Bu durumda tevbe insanın ubudiyet ve kulluk atmosferinde uyanık ve itaatkar bir uyanışa neden oluyordu. Böylece Adem yeryüzünde üstlendiği Allah'ın hilafeti görevini daha bilinçli, daha sağlıklı ve daha derin bir sorumluluk anlayışı İle yerine getirecekti. İblis'in aldatmak ve yoldan çıkarmak için başvurduğu oyunlara, tezgahlara karşı daha tedbirli hareket edebilecekti. Şeytanın insanı asıl görevinden "saptırmak için günahları kendisine şirin gösterdiğini idrak edecekti. Tevbe Adem'in ilk deneyiminde başvurduğu, yalnız ona ait bir durum değildi. İnsanların yoldan saptığı, şeytanın oyununa geldiği her zaman kendini düzeltmek için başvuracağı genel bir yöntemdi. O ancak bununla tekrar. temizlenme atmosferine kapı açabilir ve orada yaşayabilirdi. Ancak onunla temizlenmenin geçerli olduğunu her alanda hissedebilirdi. Cenab-ı Allah tevbe-den söz eden bu Ayet-i Kerime'de kendisini tevbeleri kabul eden ve merhamet eden sıfatlarıyla nitelemektedir ki insan tevbe ilkesinin insan İçin ne kadar engin bir yol olduğunu ve Allah'la ilişkilerinde ne kadar önemli olduğunu bilebilsin. Çünkü bu Allah'ın rahmeti ile ilgili sıfatlarından biridir ve hiçbir insanın hayatından ayrılması mümkün değildir. Bu nedenle Cenab-ı Allah bu sıfatı çokluk ifade eden mübalağa sigasıyla vermektedir .Cenab-ı Allah insanı yaratmıştı ve onun arzularının zaman zaman kendisini Allah'ın razı olmadığı işlere götüreceğini biliyordu. Bu nedenle ona her zaman kendisine dönüş yapması için kapılar bırakmıştır ki Allah'ın yolunda kendilerini düzeltsinler ve O'nun yasasına şeriatına dönüş yapabilsinler.
«Dedik ki; hepiniz oradan aşağı İnin. Tarafımdan size bir yol gösterici geldiğinde kim benim hidayetime uyarsa onlar için korku yoktur ve onlar artık hiç üzülmezler.» [127]
«Kafir olup ayetlerimizi yalanlayanlar ise orcdc ebedi ela-rak kalıcı olmak üzere cehennemliktirler.» [128]
Burada mesele bize indirgenmekte ve insanın takib edeceği yol Allah'ın gönderdiği hidayet ile başlamakta ve kullarına gösterdiği eylem esas alınmaktadır. Yani Allah insana görevini göstermekte ve gideceği yolu, varacağı hedefi belirlemektedir. Bu öyle bir hidayettir ki başlangıcı ve sonu seyir çizgisinde net olarak görünmektedir. Düşüncede, eylemde, vasıtada ,amaçta ve hayatın her alanında tanı bir hidayet, tanı bir doğru yol... Bunların hiçbirisinde bir karışıklık, bir kapalılık yoktur. Bu, Allah'ın lütuf lan ve ayetleri ile insanın ruhuna ve düşüncesine bahşettiği bir nurdur ki görüş aydınlığı ile eylemlerinde tam bir Özgür iradeye dayanarak hareket etsin. Kuşku ve kapalılık etkenleri karşısında iradesi donuklaşmasın. İnsanın ahirette varacağı son, yine insanın iradesine ve seçimine bağlı kalsın. Allah'ın apaçık delilinden sonra tercihlerine bırakılsın. İnsan eninde sonunda anlasın ki dünya hayatî, risaletler aracılığı ile sorumluluğu üstlenmek, yükümlülüğü yerine getirmektir. Ahiret yurdu ise yapılan işlerin, yerine getirilen sorumlulukların sonuçlarının alınacağı yerdir.
İşte Bakara suresinin detaylı olarak ele aldığı meselenin birkaç boyutu bunlardır. Bu kıssaya değinen diğer surelerde inşallah tekrar bu konuya döneceğiz. [129]
Bu ayetlerden pratik hayatımız için elde ettiğimiz ürünlere gelince: Allah'ın," İblis'in Adem'e düşmanlığını esas alarak konuyu işlemesi bize gösteriyor ki, biz hayatımızda İbliş'e ve ordularına karşı^süreldi^bir uyanıklık içinde olmalıyız. Düşüncede, sözde ve pratik adımlarımızda şeytanın düşmanlığını derin bir şekilde kavr amaliyiz. Bu düşmanlığın hepsini arzularımızda ve onun arka planındaki etkilerinde derin biçimde idrak etmeliyiz. Çünkü kötü etkenler bazan kaim perdeler arkasına gizlenebilir. insanın gönlünde yer alan glzli-saklı yüzeysel karakterlerin arkasına saklanabilir. Bizi harekete geçiren nesnelerin neler olduğuna bakmalıyız. Akide ve hayat açısından Farklı olduğumuz insanlara karşı nasıl hareket edeceğimizi tesbit etmeliyiz. Yolun herhangi bir konağında veya çalışma planlarının herhangi birinde beraber olduğumuz muhalif insanlarla ilişkilerimizi tesbit etmeliyiz. Böylece düşünce ve eylemdeki bütün ilişkilerimizi zeki bir uyanıklık ruhu ile incelemeliyiz. Bu eylemle insan, hareket esnasında herhangi bir kuşkunun ağma düşmez. Donukla-şıp kalmaz. Aksine nesnelerin ve arzuların arkasında gizli olan her çeşit olumsuzlukları araştırır. Çünkü bunların hepsinin arkasında gizli olan birtakım kötülükler bulunabilir.
Biz düşmana karşı düşmanca tavır almayı, gerçek düşmanlığın bir realitesi olarak ele almalıyız. Kendi içimizde nefsimize hoş gelen gevşeklik hallerine teslim olmamalıyız. Onlarla ilişkilerimizi dost, samimi "bir havaya sok-mamalıyız. Çünkü düşünce, ruh ve eylem planında bizden ayrı olduğunu hisseden ve bu ayrılığı yaşayan düşmanın düşünce ve eylem planında gücümüzü kırmak için harekete geçmesi beklenir, farkında olmadan, bilincine varmadan bizi saptırmaya uğraşacağı kesindir. Bizi, hoşumuza giden basitliğe, allı-ballı sözlere ve sıcak ilişkilerin havasına teslim olmaya çağıracağı doğaldır. Bu havada bizi iyi niyete 3^Öneltmeye çalışacağı tabiidir. İşte biz bu duyarlılığı, düşünce ve bilinç farklılığını gözönünde bulundurmalıyız. Düşünce ve eylem ilkelerinde değişmez, sabit bir yol izleyerek iman eylemimizde sebat etmeyi başarabiliriz. Atacağımız adımları hatalardan, duygularımızı çözülmeden, düşüncelerimizi sapmalardan koruyabiliriz. Özellikle islam düşmanlarının çoğaldığı ve aldatma yöntemlerinin zenginleştiği dönemlerde, İslam'ın şurada burada hayattan koparıldığı zamanlarda bu ilkeleri korumaya daha fazla ihtiyaç vardır. İsiamî olmayan bir mesele için insanların bir araya gelip oyunlar tezgahladığı sıralarda, buna daha fazla önem vermek gerekir. Küfrün değişik maskelere bürünerek, çeşitli İslami kılıklara girerek tuzak kurduğu bir günde bu uyanıklığa, bu farklılığa hayli ihtiyaç var.dır.
Yüce Allah insanın her adımda sürekli engin bir uyanıklık içinde hareket etmesini, etrafındaki nesnelere ve insanlara karşı bilinçli deneyimler elde etmesini istemektedir. Amaçlarına doğru yol alırken net bir görüşe, özgür bir iradeye dayanmasını dilemektedir. Sağhklı-bilinçli dürüst bir bağlılık içinde Allah'ın rahmetine, himayesine varmasını talep etmektedir.
Ben bu dersleri pratik
ve dinamik bir temele dayandırıp, değerli ^jfölami hayatımızı yaşayacağımız bir
Kur'an atmosferini diriltmeye çalıştım. Çünkü Kur'an, sırf dilbilgisindeki
sözcüklerin biraraya getirilişi değildir ki sözlükteki sözcüklerin anlamı ile
dondurulabilsin. Aksine Kur'anî kavramlar manevî ve pratik bir atmosferde
harekete geçen kavramlardır. Bu nedenle biz Kur'an ayetlerini, realitenin
atmosferinden uzak, sırf düşünceye yönelik edebî metinler gibi ele almıyoruz.
Zira biz Kur'an'ın, doğru yolu gösterip ona doğru yönlendiren bir hayat
olduğunu kavramış bulunuyoruz.
[130]
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla
«Ey îsrailoğulları,
size bağışlamış olduğum nimetleri hatırlayın. Bana verdiğiniz sözü tutun ki,
ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. Ve sotece benden korkun. Elinizdeki
Tevrat'ı onaylayıcı olarak indirmiş olduğum Kur'an'a inanın; O'nu inkar
edenlerin ilki olmayın, ayetlerimi birkaç para karşılığında satmayın;yılnız
benden çekinin. Bile bile batılı Hakk'ın üzerine örtüp Hakk'ı bakışlardan
gizlemeyin. Namazı kılın, zekâtı verin ve ruküa varanlarla birlikte siz de
rukûa varın. Siz kitabı okuduğunuz halde insanlara (başkalarına) iyiliği
emredip kendinizi unutuyor musunuz? Bunun yanlış olduğunu düşünemiyor
musunuz1?»
(Bakara; 40-44)
Bu, surenin yeni
bölümlerinden biridir. Yüce Allah bu ifadelerle; peygamberimize ve
peygamberlik misyonuna karşı Çıkan, Müslümanların akidelerini sarsmak,
kanaatlarını altüst etmek için kervanı engellemeye çalışan, şeklini bozmaya,
Müslümamn zihniyetinde kuşkulara, endişelere yol açmaya imkân arayan
İsrailoğullarma (Yahudilere) hitap etmektedir... İşte bu atmosferde Kur'an-ı
Kerim ehî-i kitabın bir kesimini oluşturan ve İslâm'ın ortaya çıktığı bölgede
büyük etkinliğe sahip olan Yahudilerle fikir mücadelesine girişmektedir...
İslâm'ın Yahudilerle
diyaloga önem vermesinin başlıca iki Önemli amacı vardı:
Birincisi: İslâm dini
ile diğer dinlerin ortak ilkelerini belirlemek. îsîâm,herkes tarafından kabul
edilen ortak kurallar, ilkeler ve misaller aracılığı ile Yahudilerin ellerinde
bulunan delilleri çürütmeyi ve bu vesile ilesahayı genişletmeyi, diyalogu
apaçık, net ve pratik değeri olan ilkelere dayandırmayı, böylece diyalogu
geliştirmenin uygun zeminlerine yol açmayı hadef alıyordu. Bu, madalyonun bir
yüzüdür. Madalyonun ikinci yüzü ise, Allah'ın vahyi ve mesajı tarafından
gönderilmeyen ve aslında Kitap'ta olmadığı halde Yahudiler tarafından Kitab'a
sokulan asılsız saptırmaları düzeltmeyi amaçlıyordu.
İkincisi: Yahudilerin
içinde yaşadığı gerçek ortamı net olarak ortaya koymak, yaşamlarından egemen
olan pratiklerini gözler önüne sermek. Onların kusurlarını, ayıplarını, rezilliklerini
söz konusu etmek tavır ve hareketlerinde izledikleri kaypak yöntemleri
açıklamak, insanları çağırdıkları çizgiye kendilerinin bile gelmediklerini,
ondan saptıklarını ve sahip oldukları ahlakta, tutum ve hareketlerinde bu
çizgiye uymadıklarını açıklamak ve netice onları saf dışı etmektir.
Burada şöyle bir soru
sorulabilir:
Özellikle Yahudiler ve
İsrailoğulları üzerinde durulmasının hikmeti nedir? Kur'an-ı Kerim diğer
dinlerle diyalogdan söz ederken neden her zaman Israiloğullarından işe başlamaktadır?
Ehl-i Kitabın diğer bir kesimini oluşturan Hıristi-yanlara neden bu ölçüde yer
vermemektedir?
Cevap daha önce işaret
ettiğimiz olgu ile yakından ilgilidir... Yani İslâm'ın Medine'de insanların
hayatında bir güç olarak ortaya çıktığı günden itibaren Müslümanların
karşısında yer alan Yahudilerin büyük kitleleri harekete geçiren dini bir gücü
temsil etmeleri, özellikle onlara yönelmeyi gerektiriyordu. Ehl-i Kitabın
diğer kesimini oluşturan Hıristiyanlara gelince; bunlar vakıa olarak İslâm'ı
cephe alma konusunda o kadar önemli ve etkili bir fonksiyona sahip değillerdi.
Hatta İslâm'ın ilk dönemlerinde Hıristiyanların, olumlu yönden, İslâm'ın lehine
aktif bir etkinlikleri olduğu bile söylenebilir. Çünkü ilk Müslümanlar zor
durumda kaldıklarında Habeşistan'a hicret etmişlerdi. Habeşistan'ın Hıristiyan
Kralı onları bağrına basmış ve korumuştu. Oraya hicret eden Müslümanların Hz.
İsa ve annesi Meryem'e ilişkin Kur'an ayetlerini okumalarına sevinmiş ve
onlarla hemfikir olduğunu belirtmişti. Dolayısıyla aralarındaki sorunlar
asgariye inmişti. Artık aralarındaki mesele,
düşünceye ilişkin bir problemdi. Yani geriye sadece Hz. İsa'nın şahsiyeti ve
Allah ile ilişkisi meselelerinin nasıl anlaşılacağı konulan kalmıştı. Buna
bağlı olarak onlarla gerçekleştirilen ve oluşturulan diyalog bu düzeyde kaldı.
Yani konunun bütün önemi düşünceye ilişkin bir konuda düğümleniyordu.
Burada özellikle
dikkat çekilmesi gereken önemli noktalardan biri de, İslâm'ın Yahudilerle
diyalogu ile müşriklerle di-yeloğu arasında tabiat ve önem farkının sözkonusu
olduğudur. Yahudilerle detaylarına kadar irdelenen konuların hiçbiri,
müşriklerle sözkonusu edilen konularla benzerlik arzetmez. Ve onlara paralel
konulardan oluşmaz.
Belki de buradaki
önemli farklardan biri, İslâm dininin, müşrikleri dini bir kuvvet olarak kabul
etmemiş olmasından kaynaklanıyordu. Çünkü şirk, dini bir düşünce değildi.
Aksine şirk dini, Tevhid yolunun tam karşı tarafında yer alıyordu. Bu nedenle
İslâm dini ile şirk dini arasında evren, hayat, ilahî peygamberlik
misyonlarından kaynaklanan tarihsel değerler, bu çağda hayattaki değer
yargıları veya bireysel ve toplumsal hayata ilişkin yasalar ve hukuki değerler
gibi genel konularda ortak bir nokta yoktu. Beraber sahiplendikleri müşterek
değerleri yoktu. Bu nedenle İslâm onlarla ortak bir mesele bulamıyordu ki
detaylara yönelik bir diyaloga girsin. Son çare olarak şirki, düşünce yönünden
ele almayı esas almıştı. Onları, akıllarını kullanmaya ve düşünmeye davet
etmişti. Allah'ın kendilerine bağışladığı bütün imkanları bunun için seferber
etmelerini istemişti. Düşüncenin ana maddesini oluşturan vasıtaları, yeni bir
fikrin oluşturulmasında kullanılacak düşünme vasıtalarının tümünü en güzel
şekilde harekete geçirmeyi hedef almıştı. Bunun ardından Kur'an onları
karşısına alıyor; onlarla düşünce, hareket ve metod konularını, problemlerini
tartışıyordu. Onlarla bu problemleri çözmenin yollarını arıyordu.
Yahudiler'e gelince,
bunlar müşrikler gibi değildi. Ortada hem İslâm'ın hem de Yahudiliğin doğru
kabul ettiği ve iman ilkelerinden saydığı ilahî peygamberlik olgusu (risalet)
vardı ve her iki taraf ortak bir tarihe sahipti. Bu da sözkonusu tarihin
çeşitli merhaleleri çevresinde birtakım tartışmalara girmeyi zorunlu kılıyordu.
Doğru ile, doğrudan sapmış, yanlış yola girmiş düşüncenin detaylarına inmeyi
gerektiriyordu. Ortak bir zeminde kalabilmek ve birleştirici, teke indirgeyici
bir hareket mantığına sahip olabilmek için akide, metod, yasama, (huku) ve
şahsiyetler konusundaki ayrılıkların, farklılıkların kaldırılması, ortak bir
noktaya gelinmesi zorunlu oluyordu. İşte bu konular iki grup arasında birtakım
sürtüşmelere ve açmazlara yol açıyordu. Bir ölçüde hassas ve esnek olmayı icab
ettiriyordu. Onlarla diyaloga geçerken buluşma zeminlerinde onlara ulaşabilmek
için gerekli titizliği esas almayı ve ehl-i kitaba açık olmayı zorunlu kılan
şartlar sözkonusuydu.
Kur'an-ı Kerim bu
bölümde Yahudilerden, onların hayatlarından, sosyal etkinliklerinden, işi
düzeltmeye çalışan peygamberlere ve diğer insanlara karşı nasıl bir tavır ve
tutum içine girdiklerinden ve siyasal konumlarından sözetmektedir... Bu
bölümde yer alan ayetler, yüzden fazladır. Çünkü bu sure Medine'de indirilen
bir suredir ve bununla Müslümanların sistemi oturtulmak istenmiştir.
Medine'deki Müslümanların yaşam tarzları, düşüncede izleyecekleri yöntem ve
metod, mücadelede esas alacakları ilkeler ve strateji burada belirtilmiştir,
işte bu ilkeler, metodlar, yöntemler böylece her yerde ve her zamanda geçerli
olan canlı birer örnek konumuna geçmiş ve örnek alınacak problemler, meseleler
düzeyine yükselmiştir.
Burada ayrıca Kur'an'm
üslup üstünlüğüne de dikkat çekmemiz gerekir. Kur'an burada insanı en temel
boyutları ile ele almakta, ruhi (manevî) ve fikri yapısını gözönünde bulundurmaktadır.
Kur'an insanın hasmına karşı olan düşmanlık noktasını baz alarak saldırıya
geçmemektedir. Ona karşı sert biçimde tavır
koymamaktadır. Peygamberlik misyonuna (risalet) ve peygamberlere karşı tarih
boyunca izledikleri yola dikkat çekmemektedir. Meseleyi, onların bu konularda
ortaya koydukları kaypak tavırları esas alarak çözmeye çalışmamaktadır.
Hareket noktası olarak değişmez îslâmî ilkeyi temel almaktadır. Bu İslâmi
ilke, düşmanın pratiklerini ve düşmanca tavırlarım, tarihi süreci gözler önüne
sererek ortaya çıkarmayı ve düşmanını bu süreç içinde yargılamayıesas
almaktadır.
Bu noktada onların
kökleri, insanoğlunun varolduğundan bu yana yer alan ilahî risaletlerin
başlangıcına kadar uzanmaktadır. Bu aşamada yüce Allah büyük bir fazilet ve
önemli bir nitelik olarak onlardan Nebiler Resuller gönderdiğini belirtmektedir.
Fakat onlar bu sağlam ve dosdoğru çizginin değerini takdir edememiş ve kıymetini
bilememişlerdir. Bu nimete karşı Allah'a şükretmemiş ve bu doğrultuda yol almamışlardır.
Tam tersine karşı koymuş, bu çizgiden sapmış ve peygamberlerini haksız yere
öldürmüşlerdir. Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmışlardır. Allah'ın kendilerine
bahşettiği bu imtiyazların, bu avantajların kendi özdeğerlerinden kaynaklandığını,
bunlarla diğer uluslardan farklılık arzetti ki erini zannetmişlerdir.
Kendilerini Allah'a en yakın ulus, Allah katında seçilmiş ulus olarak
görmüşlerdir... Kur'an bu tarihi yapıyı gözler önüne serdikten sonra hemen
muhatap aldığı Yahudilere yönelmektedir. Onların hatalarını, suçlarını
cinayetlerini anlatmaktadır. İslâm çağrısına karşı geniş kapsamlı bir cephe
açmalarını ve O'na düşmanlık etmelerini eleştirmektedir.
Biz bu uzun muhakemede
gerçekten toleranslı bir ruhun varlığını görüyoruz. Bu müsemaha ruhu ile onlara
yaklaşılmakta ve onlar gerçeğe davet edilmektedir. Bütün bir şefkat ile
kendilerine bir çağrı yöneltilmektedir. Bu yanlış hareketlerinden,
tavırlarından vazgeçmeleri aşılanmaya çalışılmaktadır. Daha sağlıklı, daha
doğru bir tutum izlemeye dönüş yapmaları telkin edilmektedir. Bütün bir
yapıcılıkla, bütün bir şefkatle ve realiteye dayalı bir anlayışla Allah'tan
korkmaları, kalplerim bu korkuya açmaları talep edilmektedir.
Böylece anlatılmak istenmektedir ki, insan ne kadar Allah'tan uzaklaşsa da,
O'nun doğru çizgisinden sapsa da Yüce Allah onu ihmal etmez, kendi arzu ve
istekleriyle yüzüstü bırakmaz. Tam tersine sürekli onu korumaya devam eder. Onu
kendisine çağırır ki, kalbi Hakka, ruhu Allah'a açılsın.
Biz burada bu ayetleri
incelemeye çalışırken İsrailoğul-larının fonksiyonlarım, değişik boyutlara
varan hareketlerini, tutum ve davranışlarını, kaypak olan yöntemlerini,
dönekliklerini ve derin psikolojik komplekslerini araştırmaya çalışacağız...
Sonra, saldırılarla, zorluklarla dolu olan yaşama karşı, peygamberin sabrı;
peygamberlik misyonunun gücü, derin anlayışı ve kavrayışı ile bu zorluklara
nasü karşı koyduğunu, bu kadri yüce peygamberin onlara karşı nasıl bir siyaset
izlediğini göreceğiz. Böylece, hayatımızda izlediğimiz Allah -yoluna davette bu
örnekten ilham almaya, ondan istifade etmeye yöneleceğiz.[131]
«Ey îsrailoğulları,
size bağışlamış olduğum nimetleri hatırlayın. Bana verdiğiniz sözü tutun ki,
ben de size verdiğim sözü yerine getireyim ve sadece benden korkun»
(Bakara, 40)
Cenab-ı Allah onlara
nimetlerini bu şekilde hatırlatmak istiyor. Onların bu nimetleri
hatırlamalarını ve bu nemetlere karşı sorumluluklarının bilincine varmalarını
talep ediyor. Onlar realite ve pratik eylem sahasında, Allah'a bağlılık
göstermek suretiyle, nimete şükrettiklerinin ispatlamahd-ırlar. İlahî
peygamberlik misyonunu; kabul etme, destekleme ve bağlılık gösterme ile karşılamalıdırlar…
«Nimetlerimi
Hatırlayın»
ki peygamber
Muhammed'e (salat ve selam üzerine olsun) karşı takındığınız inatçı tavrın
şükredenlerin tutumu değil, nimete nankörlük edenlerin (kafirlerin) tutumu
olduğunu öğre-nesiniz. Çünkü siz O'nun gerçekten Allah'ın elcisi olduğunu biliyorsunuz...
Allah'ın İsrail oğullarına bahşettiği bu nimetler nelerdir, sorusuna gelince
Bakara suresinin daha ilerideki ayetlerinde bu soruya cevap verilmektedir...
«Bana verdiğiniz sözü
tutun,»
Ayetin bu cümlesi,
Allah ile onlar arasında; kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamaları, insan için
belirlediği çizgide uyum ve ahenk içinde hareket etmeleri, peygamberlerini
doğrulayıp desteklemeleri konusunda bir antlaşma olduğunu ortaya koymaktadır...
Yalnız bu antlaşma Allah ile tsrailoğulları arasında onları diğer insanlardan
farklı bir konuma geatiren sözko-nusu Özellikleriyle uyum sağlayacak biçimde
özel bir antlaşma mıydı? Yoksa herkesle yapılan bir antlaşma mıydı?.. Bu konu
açıklık kazanmamıştır. Açıkça anlaşıldığına göre mesele bundan geniş
boyutlarda seyretmektedir. Biz îsrailoğulları ile özel bir antlaşma yapıldığına
dair herhangi bir ipucuna rastlamıyoruz. Burada sözkonusu olan antlaşma, Yüce
Allah'ın her yer ve zamandaki kullarından aldığı sözdür. İnsanları Allah'a
ibadet etmeye çağıran fıtratları ve peygamberlerin risaletleri vasıtasıyla
onlardan söz almıştır. Bunlara imân etmek, içerik olarak Allah'ın huzurunda
eğilmeyi ve O'na bağlanmayı zorunlu kılar... Ayrıca Yüce Allah kendisi ile
kulları arasında gerçekleşen bu söz almaya ve kesin antlaşmaya, yüzden fazla
ayette yer vermiştir. Burada özellikle İsrailoğullarından söz alınmasının ele
alınma nedeni, kıssanın içerik olarak onlardan söz etmesi ve onların
tarihlerini yönlendirmeye çalışmasıdır.
«Ben de size verdiğim
sözü yerine getireyim.»
Yüce Allah, kullarına
hayatın yollarını kolaylaştırmaya, hayattaki nimetleri ve güçleri (enerjileri)
onların emrine vermeye, onları takva sahibi kullara söz verilen Adn
Cennetlerine göndermeye söz vermiştir. Biz ayetin bu cümlesinden kesin bir
düşünce ilkesi çıkarıyoruz... Eğer Yüce Allah kullarına ahiret-te cenneti,
dünyada desteği, yardımı, korumayı, kollamayı ve bütün önemli, büyük işleri söz
veriyorsa, bu, insanların O'na verdikleri söz karşılığın dadı r. Bu söz onlarla
yaptığı antlaşmanın ilkelerine bağlılıkla sınırlıdır. Yani onların İmân çizgisiyle
ahenk ve uyum sağlamalarına, iyi işler (amel-i salih) yapmalarına bağlıdır. Bu
sözü yerine getirmeden, antlaşmaya bağlı kalmadan, bunların gereği olan tavır
ve hareket pratiğe aktarılmadana onların böyle bir hak İddia etmeleri söz
konusu olamaz... Bu bağlamda bir noktaya değinmek gerekiyor: İnsanlar Allah'a
karşı hiçbir hak iddia edemezler. Çünkü onlar, Allah'ın yarattığı varlıklar ve
O'nun malı, mülkü niteliğin dedir-ler. Onlar sadece Allah'ın vaadi, lütfü ve
rahmetiyle bunca mükafatlara müstehak olurlar. Öyleyse bu, Allah'ın vaa-di'nden
kaynaklanan bir hak olmaktadır ve bunun fazileti de bütünü ile O'na aittir.
«Ve sadece benden
korkun.»
Eğer siz Allah'tan
korktuğunuz halde insanların korkusu ve onlardan duyduğunuz endişe ile mal,
şehvet (arzu, istek) ve nüfuz gibi elde etmiş olduğunuz olduğunuz imtiyazların
elinizden kaçacağı korkusu eli sağlıklı olan çizgiden yan çiziyorsunuz,
biliniz ki Allah'ın izni olmadan hiç kimse size zarar vermez. Öyleyse hem
dünya işlerinde hem de ahiret işlerinde yalnız Allah'tan korkun. Çünkü
dünyanın da, ahiretin de sahabi Allah'tır. Demek ki, otoritesinden ve
cezasından korkulacak olan yalnızca O'dur. Burada cümlenin yüklemi, özel bir
anlam ifade etmesi için öne alınmıştır. Nitekim:
«Yalnız sana ibadet
eder, yalnız senden yardım dileriz»
(Fatiha 4)
...Ayetinin metninde
de yüklem, bu amaçla öne alınmıştır...
«Sizin yanınızdaki
(Tevrat'ı) doğrulayan bu Kur'an'a da iman ediniz»
Muhammed'e,
risaletinde ve Kur'an'mda yer alan ve sizin yanınızdaki Tevrat'ı doğrulayan
vahye, iman ediniz. Çünkü peygamberler öncekilerini yalanlamak için değil,
onlan doğrulamak, tasdik etmek, hayatın ilerlemişi, gelişmesi, yeni şeylere
ihtiyaç duyması nedeniyle eksik kalan taraflarını tamamlamak için gelirler.
«O'nu inkar edenlerin
ilki olmayın»
Çünkü O'nu inkâr
etmek, O'nun davasının ve risaletinin doğru olduğunu belgeleyen elinizin
altındaki sağlam delillerle, sarsılmaz kanıtlarla asla bağdaşmaz.
Burada şöyle bir soru
esorulabilir: Kureyş müşrikleri onlardan daha Önce küfür ve inkâra
kalkıştıkları halde ve Yahudiler ve inkâr edenlerin ilki olmadıkları halde
Yüce Allah neden
«O'nu inkâr edenlerin
ilki olmayın» demektedir?
Cevap: Bu ifade
tarzının mübalağa (abartma sanatı) türünden bir açıklama olması mümkündür. Yani
burada onların herkesten önce O'na iman etmelerinin gerektiği pekiştirilmek
istenmiş olabilir. Herhalde burada esas ahnan nokta, müşriklerin bu sırada
İslâm'a davetin pratik sahasında Ehl-i kitabın düzeyinde kuvvetli, etkili bir
düşüncelerinin bulunmadığıdır. Yani bu konuda müşriklerden daha çok, ehl-i
kitap söz ve yetki sahibiydi. Nüfuz onların elindeydi. îşte bu nedenle onların
tutum ve tavırları diğerlerine oranla daha önemli ve etkili kabul edilmiştir.
O'nun içindir ki, kendilerinden öncekilerin inkâr etmeleri fazla önemli
olmadığından^yok mesabesin, gösterilmiştir...
«Ayetlerimi bir kaç
para karşılığında satmayın.»
Ayetin metninde geçen
ve satın alma anlamına da gelen «Şİra» kavramı kavramı burada satmak anlamındadır.
«İnsanlardan öyleleri
vardır ki, bilgisizce, insanları Allah yolundan saptırmak ve onunla alay etmek
için (masal, hikaye gibi) eğlence (türünden boş) sözleri alırlar»
(Lokman 6)
ayetinde geçen «şira»
kavramı da satın alma anlamındadır. Burada denmek isteniyor ki, maddî ya da
manevi imtiyazlar, menfaatler karşılığında Allah'ın gerçek ayetlerinden yüz
çevirmeyiniz, başkalarından elde ettiğiniz menfaatler karşılığında Allah'ın
gerçek ayetlerinden yüz çevirmeyiniz, başkalarından elde ettiğiniz menfaatler
karşılığında onları terk etmeyiniz. Çünkü İslâm'a karşı savaşmak için aldığınız
bu para, Allah'ın ayetlerine ve yasalarına bağhlıkla'elde edeceğiniz dünyevî ve
uhrevı kazançların yanında bir hiç niteliğindedir...
«Yalnız benden
çekinin.»
Yani benden başkasından
korkmayın. Çünkü onlar size ne bir zarar ne de bir menfaat sağlama gücüne sahip
değillerdir. Öyleyse yaptıklarınızda ve yapmadıklarınızda benden korkmayı Ölçü
olarak alınız. Çünkü dünya ve ahirette insanın seyrini, yaşamını yönlendirme
gücüne sahip olan yalnızca benim kuvvetimdir... Takva kavramı, insanın iç
duygularında yaşadığı geçici herhangi bir korku değildir. Gerçek takva; İnsanın
vicdanında ve kalbinde yer eden, onu Allah'ın emirlerine eksiksiz bir şekilde
bağlayan, yasaklarından sakınmasına doğru yönlendiren bir iç dinamizmin adıdır.
Bu durumda takva sahibi insanın önünde yasağı çiğneme kapısı açılsa da oraya
girmeye yanaşmaz. Bunun tersine Allah'a bağlılık kapıları açılmışsa gerçek bir
samimiyet ve tam bir İmanla oraya girer.
«Bile bile batılı
hakkın üzerine örtüp, Hakkı bakışlardan gizlemeyin»[132]
Yahudiler iki yöntemle
islâm'a karşı koyuyorlardı: Birincisi
aldatma ve kaypaklıkla meseleyi saptırma yöndemidîr. Bu yönteme göre
onlar batılı hak iîe karıştırıyor, Hakkın gerçek çehresini gizlemeye, şüpheler
yaymaya, iman ve yasama konularında birtakım kuşkular üretmeye çalışıyorlardı.
Bu yöntemle insanların gerçeği açık olarak görmelerine engel oluyorlar ve
onların hak ve batıl arasında şaşırıp kalmalarını sağlamaya, ikisini
birbirinden ayırmalarını Önlemeye çalışıyorlardı. Bugün yaşadığımız hayat
şartlarında da birçok kimseler bu yöntemi kullanmaktadır. İslâm düşüncesine ve
tabiatına bir takım tezgahlarla, oyunlarla kuşkular yerleştirmeye gayret etmektedirler.
İslâm'ın başarıya ve hayatta en büyük hedefine ulaşma imkanlarının
yetersizliğini yaymaya çalışmaktadırlar. Özellikle Yahudiler bu yöntemi tarih
boyunca kullandıkları gibi, bugün de geliştirilmiş metodlarla uygulamayı
sürdürmektedirler... İkincisi yöntem, gerçeği, hakikati gizleme, saklama
yöntemidir. Yahudiler bu sırada, peygamberimizin ilahî mesajında gerçekten
doğruluk bulunduğunu bildikleri, O'nu, gerçek peygamberlerden biri olarak
tanıdıkları, birçok bilgilerin ve eldeki verilerin de O'nun doğruluğunu
pekiştirdiği halde bu bilgileri ve belgeleri insanlardan gizliyorlardı.
Kıskançlıklarından ve hiçbir temele dayanmayan azgınlıklarından dolayı
İslâm'ın hayatta ilahi bir rjsalet olarak güçlenmesini, toplumda gerçek
konumuna oturmasını istemiyorlardı... Bu yöntem bugün kafirlerin ve ateistlerin
bize karşı kullandığı bir savaş taktiğidir. Onlar, İslâm'ın reddedilen hiçbir
ilkesinin, bir delile dayandırılarak bilinçli bir şekilde reddediîmediği
imajını kırmak için, bildikleri tüm gerçek delilleri, gerçeğe aydınlık getiren
belgeleri tümden reddetmektedirler.
Ayetin anlamını
açıklamak içitfburada iki önemli noktaya işaret etmek gerekir:
Birinci nokta:
Hakkı gizlemek ile
hakkı batıla
karıştırmak arasındaki fark şudur: Öyle meseleler
vardır ki, onların düşünce ve eylem alanındaki anlamlarını maskelemek, onlarla
oynamak mümkün değildir. Çünkü bu meseleler bu tür şeyleri kaldırmaz. İşte
Yahudiler buna benzer konularda insanlardan gerçeği gizleme taktiğine
başvurmuşlardır. Böylece insanlar gerçeğin yüzünü tanıyanı ayacak ve ona
bağlanamayacaklardır... Ayrıca bazı meseleler vardır ki ince noktalarına ve
detaylarına inilmesine rağmen birtakım kapıh-lıkları ve gizli yönleri
kalabilmektedir. Buna benzer durumlarda ise Yahudiler, Hakk'ın yanında
kendilerinden uydurdukları birtakım ilaveleri söz konusu ederek insanların
dinlerini karmaşık hale getiriyor ve bu vesile ile, istedikleri şekilde hak ve
batılı karma bir biçinde onlara kabul ettiriyorlardı.
İkinci nokta: Kur'an-ı
Kerim'in hakkı gizleme veya hak ile batılı karma hale gitirme noktasında İslâm
Ümmetine değil de özellikle ehl-i kitaba hitap ettiğini söyleyebiliriz... Bunun
yanında yine anlaşılıyor ki, İslâm Ümmeti Tevrat'ı okumak ve orada yer alan
hükümleri düşünmekle hakkı tanımak batıldan kurtulmak durumundaydı. Ümmetin,
böyle bir eylemi gerçekleştirmesi isteniyordu... Fakat açıkça söylenebilecek
odur ki bu sırada insanlar Tevrat'ı öğrenebilme, onu görüp hükümlerini
inceleyebilme imkanlarına sahip değillerdi. Çünkü din adamları onu kendi
tekellerinde bulunduruyor, kitlelerden gizliyor Kendilerinin açıklamayı
istedikleri dışında hiçbir şeyi onlara göstermiyorlardi.
Ayrıca Tevrat elde
edilse bile Arapça'ya çevrilmiş değildi ki insanlar yararlanabilsin, öyleyse
Tevrat'ı öğrenmenin, O'nu anlamanın biricik yolu onu ehl-i kitap bilginlerinden
öğrenmekti. Bu nedenle görüyoruz ki Kur'an-ı Kerim özellikle bu bilginlere
yöneliyor ve Tevrat'ı insanlara göstermeleri, oradaki gerçekleri açığa
çıkarmaları için kendilerine meydan okuyor.
«De ki eğer doğru
söylüyorsanız Tevrat'ı getirin ve O'nu okuyun.»
Burada Önemli bir
nokta daha vardır: Zekât vasıtasıyla insanlara fedakarlık ve bağış ruhu
kazandırılınca insan cimriliğin, bencilliğin veya mal sevgisinin neden olduğu
nefsânî arzulara karşı başarı elde edebilir. Bu duyguları bastırabilir. Çünkü
bu gibi duygular pekçok imanî hakikatleri inkâra, onları ciddiye almamaya
götürür. Böylece zekât, insan için, biri bireysel (Psikolojik diğeri sosyal
olmak üzere iki yararlı eylemi gerçekleştirmiş olur. Zekât vasıtasıyla insan,
toplumdaki fakirlik problemlerinin çözümünde bir pay sahibi olduğundan ' mala
aşırı derecede bağlılık ve düşkünlük göstermez. Mala kul olmaktan kurtulur.
Böylece o, mülkiyet sahibi olmakla sosyal bir görevi yerine getirmenin
mutluluğunu tadar, tnsan bu aşamaya geldiğinde, onu hakkı inkâra batılla
menfaat elde etmek amacıyla beraber yürümeye çağıran maîîn başkasından
kurtularak özgür hareket etme imkânı elde eder.
Dolayasıyla fikrî ve
eylem planında hak ile beraber olmaya, onunla uyum sağlamaya engel olan büyük
bir sorundan kurtulmuş olur.
«Namazı kılın, zekâtı
verin ve rûkua varanlarla birlikte siz de rûkua varın.»
Yani hiçbir
karışıklığa, hiçbir sapıklığa ve hiçbir zaafa yer vermeyen açık ve güçlü bir
duyguyla iman ediniz. Yani imanınız, sizi pasifliklerden uzaklaştıran ve aktif
davranışlara yaklaştıran bir eyleme dönüşsün... Namazı, Allah'a açılma, O'nunla
diyaloga girme, sağlıklı bir ilişki kurma şeklinde algılayıp ikame ediniz.
Böylece Allah'a bağlanın. Çünkü siz namazda her rûkua varışınızda, kendisini
hatırladığınız her zikirde O'nunla sürekli bir bağ içinde oluyorsunuz...
Zekâtı da Allah'ın mal dağıtımı çağrısına bir karşılık, bu bağış ruhunun İslâm
çağrısı ile ahenginin bir delili olarak veriniz... Böylece mü'min insan,
namazındaki imanıyla ruhsal bir harekete girmiş olur. Manevi anlamlarla içice
bir halde bulunan maddî yardımıyla insanın insanla ilgisini kurar. İnsanları
birbirine
bağlar. Böylece insan
ne sırf manevî değeri ne de maddî değeri temel almayan tam tersine mana ve
maddeyi mükemmel bir biçimde kaynaştırarak almaya çalışan İslâm düşüncesine kavuşmuş
olur. Bu düşünce aynı zamanda Allah'ın kudretinden, lütfundan ve rahmetinden
kaynaklanan ve insanın yapısında da mevcut olan sıfatlarla tam bir ahenk içine
girer.
Sonra ayet-i kerime
onların rûküa varanlarla birlikte rûkua varmalarını istemektedir. Çünkü rüku,
tam manasıyla Allah'a boyan eğişin somut bir şeklidir. Allah tarafından yaratılan
bütün canh varlıklar aslında her durumda ve her zaman rüku halini yaşamak
zorundadırlar. Ancak, böylece hayatın tamamı Allah'ın hizmetine ve iradesinin
emrine girmiş olur. Buna bağlı olarak her insanın Allah'a rüku edenlerle beraber
rüku etmesi gerekmektedir. Kendisi bir tarafta, Allah'la beraber yürüyenler
öbür tarafta, Allah'la beraber yürüyenler öbür tarafta yer almamalıdır.
[133]
«Siz kitabı okuduğunuz
halde insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Bunun yanlış
olduğunu düşünmüyor musunuz?»
Bu ayet, Yahudilerin
İslâm'ın ortaya çıkışı sırasındaki . pratiklerini ve dinin esasından sapmış
olan tutumlarını irdelemektedir. Onlar bu sırada kendilerini kitabın ve
şeriatın koruyucuları, hakk üzeride dürüst yürmenin davetçileri, insanları
iyiliğe çağıranların Öncüleri olarak görüyorlardı. Bu, onların kendilerine
biçmiş oldukları roldü. Görevlerini kendileri belirlemişlerdi... Ne var ki
onlar bir yandan da ortaya koydukları davranışlarla bu göerevlerine ihanet
ediyorlardı. Sorumluluk konusunda kendilerini unutanların konumuna düşüyor-
lardı. Dünya ve
ahiretin geleceği konusunda bir problemleri yoktu. Kaybetme endişelerini
gönüllerinde taşımıyor, hayatlarında yaşamıyorlardı. Bunun yanısıra insanların
dünya ve ahiret konusunda sürekli bir uyanıklık içinde olmaları gerektiğini
vurguluyor ve bunu gündemde tutuyorlardı...
işte bu, insanın
hareket mantelitesini kaybettiği, arzu ve isteklerinin tutarsızlığına teslim
olduğu, hayatında bu direktiflere göre kendisine yön vermeye başladığı
tutarsız bir yaklaşım, sahte bir yoldur. Zira akıllı olan insan eğer,
insanların kendilerini kurtarmaları için çaba sarfediyor ve onları uyarmaya
çalışıyorsa bu arada kendi kurtuluşunu da düşünmek zorundadır. Aklın değeri,
pratikte iyiyi ve kötüyü belirleyen farkları güzelce kavramada ve bu kavrayışa
göre hayatım iyiye doğru yönlendirmede ortaya çıkar.
«Siz kitabı okuduğunuz
halde»
cümlesinin onların
kitapla olan ilgilerini belirtmek ve kitap sahibi olduklarını tasvir etmek
için araya sıkıştırılan soyut bir cümlecik olduğunu sanmıyoruz. Burada onîara
bir şeyler dokundurulmak istenmektedir. Yani siz, daha derinden anlamak, daha
güzel kavramak ve daha güzel bir ahlakla hayatınızı yönlendirmek için Allah'ın
ayetlerini okuyorsunuz. Onları tetkik için var gücünüzü kullanıyorsunuz.
Burada kalpleri hakkın haykırışı ve uyanıklığıyla en derinden sarsan, onları
gafletten uyandıran vahiyle içli dışlı oldukları halde kendi içlerinde derin
bir gaflete dalmaları, bu ayetlerden habersizmiş gibi davranmaları
eleştirilmekte ve tenkit edilmektedir.
«Bunun yanlış olduğunu
düşünemiyor musunuz?» cümleciğinden anlaşıldığına göre, ayet onların
bilinçlerini ve duygularını harekete geçirmek istemektedir. Yani bunların
problemi bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir mesele değildir ki onları ilmin
yollarını gösteren Öğütlerde bulunulsun. Burada mesele, insanın yöneldiği şeyde
aklını dondurmacıdır. îyiyi ve kötüyü pratik hayatta birbirinden ayırabilecek
yeteneğini bilinçli biçimde kullanmaya yanaşmamasıdır. İyiyi ve kötüyü pratik
hayatta birbirinden ayırabilecek yeteneğini bilinçli biçimde kullanmaya
yanaşmamasıdır. Burada şöyle bir soru sorulabilir:
Biz bu ayetten şunu mu
anlıyoruz; pratik hayatın çeşitli yönlerinde, ilkelere bağlı bir hayata boyun
eğecek kadar güçlü bir iradeye sahip olmayan insanın iyiliği yaygınlaştırmam
ası, kötülüğü engellememesi gerekir ki insanlara iyiliği emrettiği halde
kendisini unutanların sınıfına girmesin. Yani bu farzı, Allah'ın tüm emirlerini
yerine getiren ve bütün yasaklarından sakınan, bu konuda kendisini
koruyabilenler ancak yerine getirebilir, bu görev sadece onlara farzdır.
Cevap: Buradaki ayet
bu konuya ilişkin olarak inmemiştir. Özellikle sözkonusu edilen şudur; Allah'a
davet yolunda çalışan bütün insanların gönlünden bu çifte standartlı uygulamayı
söküp atma bilincini sert ve uyarıcı bir üslupla ifade etmektir. Yani mü'minin
konumu ile davetçinin konunu arasında fark olmamalıdır ki söz ve hareket
birliğine gidilebilsin. Çünkü böyle bir uygulama bir taraftan davetçinin,
sözleri ve eylemleriyle insanlara Öğüt vermesi halinde çağrısının başarıya
ulaşmasını vesile olabilir, bir yandan da düşünce ve imanın hedefe yönelişi
sağlıklı bir konuma geldiğinde davetçinin şahsiyetini de kabul ettirecektir.
İyiliği yaygınlaştırma ve kötülüğü engelleme meselesine gelince: Bu insanın
yaygınlaştırmaya çalıştığı veya engellemeye uğraştığı şey ile bağı olmayan
başka bir görevdir. Yani davette bulunmanın vücubiye-ti diğer şartların
varlığına bağlı değildir. Dolayısıyla bu, sadece pratik olarak kendisini
koruyan suçsuz kemselere farzdır, demek doğru değildir. Dolayısıyla bu, sadece
pratik olarak kendisini koruyan suçsuz kimselere farzdır, demek dığru
değildir. Çünkü insanın görevi, iman ve sapıklık savaşında iki yönlü bir
mücadeleye ginşmesidir. Bu mücadelenin biri içe yöneliktir. Davetin
merhalelerinde ondan sapmamak için, istikameti takip etmek için verilen
mücadelenin adı budur.
Diğer mücadele alanı
ise dışa yöneliktir. Diğer mücadele başkalarının hayatındaki sapıklıkla
savaşmak esastır. Bu yaklaşım ışığında, Cihad-ı Ekber (büyük cihad) nefis ile
yapılan ci-had, Cihad-ı Asgar (küçük cihad) ise akide düşmanlarına karşı
savaşla ortaya konan cihaddır. Bu her iki cihad da birer şer'î (hukuki) farz
olarak yanyana ve paralel giderler. Çünkü silahlarıyla kafirlere karşı cihad
eden Müslümanlar bir taraftan da davtleriyle küfre karşı cihad ettikleri halde
masum (günahsız) değillerdir. Bazı durumlarda Allah'a isyan anlamındaki günahı
işliyor ve dığru yoldan ayrılıyorlardı. Yalnız onlar uyandıkları ve
hatırladıkları anda önceki doğru yollarına dönüş yapıyorlardı...
Düşünceayi özetlersek,
ayet-i kerime, eylem konusundaki pasiflikle beraber davet alanındaki aktifliğin
yanyana olmasını doğru görmeme konusuyla ilgili değildir. O zaman ki realiteyi
eleştirmek ve mahkum etmek amacını gütmektedir. Ta ki böylece sosyal hayattaki
ahlâk düzeldiği gibi insanın pratik hayatı da doğru bir istikamete yönelsin.
Davetçi, davayı bilinçli bir şekilde anladığı gibi onu sağlıklı bir şekilde
uyguîayabilsin ki diğeri de davetçinin sapmasını paravana olarak kullanıp,
sapmaları için bir mazeret biçiminde ileri sürmesinler ve bu vesileyle davete
karşı savaşmaya yol bulamasınlar. Hamd Alemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
[134]
Bahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla
«Sabrederek ve namaz
kılarak Allah'tan yardım dileyin. BİÇ şüphesiz bu, Allah'a saygı gösterenlerden
başkasına ağır gelir.» (Bakara, 45)
«Onlar ki, Rabbleri
ile buluşacaklarını, kesinlikle O'nun huzuruna döneceklerini bilirler.»
(Bakara, 46)
İnsan, yaşamı boyunca
bazen şehevi duyguların baskısıyla karşılaşır. İçten bir duygu ve ateşe benzer
bir hareketle nefsanî arzuların çağrısına boyun eğmesi ve Allah'ın mesajını
kulak ardı etmesi özellikle istenir. Yanısıra insan bazı durumlarda mal mülk
sevgisinin egemenliği altına girer ve bu sevgi, mal veya makam elde etmek
amacıla kişinin imanını ve iman ilkelerini terk etmesini öngörür. Onu olumsuz
yönde etkilemeye çalışan duyguların etki alanına girer... Ayrıca dış baskılar
da insanın varlığını ve hayatım tehdit eder. Allah'ın çizgisinden uzak düşen
saptırıcı etkenlere teslim olmaya zorlar... Tüm bunların hepsine insan hangi
güçle ve nasıl karşı koyacaktır?
Bu iki ayet-i kerime
insanın Allah'a imanını imanın eylemleri vasıtasıyla harekete geçirmektedir.
İnsanın, tehlike arze-den hayatın badirelerine karşı hakkın çizgisinden
sapmamasını garanti altına almak istenmektedir. Bu çizgiyi korumanın teminatı
sabır ve namazdır... Sabır, iradesinden ve imanından hareketle kişinin
kendisine hakim olmasını, zaaflara kapılmayan bir konuma gelmesini sağlayan
bir eylemdir. Bu aynı zamanda İslâm ahlakının aktif karakterlerinden
birisidir. İnsanın psikolojik açıdan güçlü ve dayanıklı olmasını sağlar,
bedenin psikolojik ve harici zaafların etkisi altında ezilmesini ve yılgınlığa
düşmesini önler. İnsan sabır ile imanın ve sorumluluklarının bütün gereklerine
bağlılık gösterir. Çünkü genellikle sapma, kişinin kendi öz iradesine dayalı
gücünü yitirmesinden kaynaklanır. Nitekim hir hadis-i şerifte şöyle deniyor:
«iman açısından sabır,
insanın bedenindeki baş konumdadır. Nasıl ki başı olmayan bir bedenden hayır
beklenemezce sabrın eşlik etmediği bir imanda da hayır yoktur.»
Namaz mü'minin
Miracıdır. Namaz, mü'minin ruhu ile, vicdanı ile, kalbi ile ve fikri ile Rabbine
yükselişidir. Dua ve niyazıyla bütün duygularıyla Allah'a açılması, O'nunla buluşmasıdır.
Allah'ın rahmetiyle uzanıp gelen büyük manevi desteklerle teması geçmesi,
kontak kurmasıdır. İnsanın kalbi Allah'a bağlanınca, ruhu da Allah'ın yüce
ahlâkına açılır. Zaten insan dünya hayatında Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmakla
görevlendirilmiştir. Ne zaman ki insan, Allah'a açılmayı gerçekleştirir, bu
geniş atmosferde yaşamaya başlarsa, küçük meseleler onun gözünde önemini
yitirir. İnsanların vicdanlarını ve hayatlarını normal şartlarda etkileyen
hiçbir şey onun hayatı üzerindde etkili olamaz artık.
Bu yaklaşımın ışığı
altında ayet-i kerimenin doğru çizgiden sapan Yahudilere ve başkalarına
yönelik persfetifîni görebilir, atmosferini tespit edebiliriz. Ayet-i Kerime
onlara diyor ki: Sizin problaminiz iki ana temelde odaklaşmakta, iki zaaf
noktasında düğümlenmektedir. Birker siz Allah'ı unutuyorsunuz. Duyguların,
şehevi arzuların, dünyevî, şeytanî ve nefsanî, aldatıcı direktiflerin baskısı
karşısında zaafa düşüyorsunuz. Güçsüz kalıyorsunuz... Allah'ı unuttuğunuzda
doğrudan şeytana teslim oluyorsunuz. Manevi atmosferi yitiriyor, hayatta büyük
meselelerle uğraşmaya çağıran hayırları ve Allah'a açılmayı elinizden
kaçırıyorsunuz. Bu durunda elinizdeki hayat sınırlı, küçük arzu ve isteklere
dönüşmektedir. Bu küçük arzu ve istekler arka arkaya sıralanmakta, kin ve
düşmanlığı körüklemekte, sürtüşme ve tartışmaya yol açmaktadır. İçe ve dışa
yönelik baskı ve aldatıcı telkinler karşısında güçsüz düştüğünüzde değerlerinize
sırtınızı dönüyorsunuz... öyleyse şeytanın oyunları, hileleri, aldatmaları,
tezgâhlan ve telkinleri ile karşılaştığınızda, onların hücumuna uğradığınızda,
sabırdan destek alınız. Sabrın yarddımıyla iradenizin güçlenmesini sağlamaya
çalışınız. İradenin güçlenmesiyle ayaklarınız yere sağlam basar. Bütün
problemleriniz, ilkeleriniz ve ahlâkınız iman çizgisinde bir istikamet alır,
her şey düzelir... Allah'ı unuttuğunuz zaman ise namazdan destek alınız. Bu
destek ile ruhlarınızı Allah'a doğru yükseltirsinez. Rahmet atmosferinde
yaşarsınız. Allah'ın lütufları ve nimetleri içinde yüzersiniz.
«Hiç şüphesiz bu,
Allah'a saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir.»
Herhalde bundan amaç:
Allah'a bağlanmanın özünü kavrayamamış, Allah'ın Uluhiyeti ve Rububiyeti karşısında
tam teslimiyet gösterememiş, bunu hayatlarından yaşayamamış insanlara namazın
ağır geleceğidir. Zira bu durumda onların namazları ağır bir yük olmaya
dönüşür. Manasını kavraya-mazlar. Onun ufuklarına yükselemezler. Şayet namazı
yerine getirseler de donuk bir görev, boyunlarına vurulmuş bor borç gibi
yyüzeysel olarak eda edebilirler. Kalpleri Allah'ı anmakla yumuşayan, Allah'ı
anmaktan zevek alan ve Allah'ın zikri ile huzura kavuşan huşu sahiplerine
gelince, bunlar kalplerindeki bütün bir sevgi, gönül huzuru ve tam bir
açıklıkla namaza yönelirler. İçlerinde yer alan bütün ruhsal duygularla,
dünyada ve ahirette kendilerini Allah'a doğru yönlendiren maneviyatla,
düşüncelerinde ve yaptıkları işlerde, hareketlerde, davranışlarda, Allah'a
karşı sorumluluk duşgusunu harekete geçiren bir bilinçle, bütün bir vicdan ile
namaza durular. İnsanların böyle bir eylemi gerçekleştirebilmeleri için
elbetteki akide planında ahiret gününe imanı derin duygularla yaşamaları,
hayatınakışnı imanın parlak ve üstün parlaklığıyla yönlendirmeleri
gerekmektedir. İşte bu akide ve iman ile insan, pratikte hayatını gereği gibi
yönlendirir. Bu inanç sistemiyle hayatını bütünleştirir.
«Rabbleri ile
buluşacaklarını, kesinlikle O'nun huzuruna döneceklerini bilirler.»
Burada şöyle bir soru
sorulabilir: Acaba burada sözün gelişi ve akışına daha uygun düşen ve aynı
zamanda insanın daha net olarak meseleyi
görmesini sağlayan, takvasını arttıran «yakîn» (kesin inanç) kavramı neden
«zan» kavramıyla değiştirildi?
Cevap(:Burada şöyle
bir imaj verilmek istenmiş olabilir: Ahirete hazırlık yapmak, bu konuda bir
zanna sahip olmak yeterlidir. Kesinbir inancaü ihtiyaç yoktur bu konuda. Zira
insan ihtimal halinde bile olsa bir zararı önlemek, zanla bile oîsa geleceği
kestirilen bir tehlikenin önüne geçmek için tabii olarak harekete geçer. Bu
konuda dünya işleri ile ahiret işleri arasında fark yoktur. Herhalde ayet-i
kerime, eşyada var olan koruyucu tabiatı insanın hayatında harekete geçirmeye
çalışıyor. İhtimal dahilindeki şeylere karşı önlem alma duygusunu geliştiriyor.
Bu ihtimaller karşısında vurdumduymaz, aldırmaz bir tutum içine girmemesini,
sırf günübirlik, hazır şeylere yönelmemesini, gelecekle ilgilenmesini,
ihtimalleri gözönünde bulundurmasını, sorumluluk hissine sahip olmasını aşılamaya
Çalışıyor...
Ehl-i Beytin bir takım
zındık adamlarla giriştiği diyaloglarda da bu temayı görmek mümkündür: Eğer,
olaylar sizin dediğiniz gibi değil de, bizim dediğimiz gibi gelişirse biz
kazançlı çıkarız, siz ise hüsrana uğrarsınız. Yok eğer bizim dediğimiz gibi
değil de, sizin dediğiniz gibi gelişirse, bizim herhangi bir kaybımız olmaz...
Şair Ebu'1-Alâ el-Maarri bu gerçeği şu şekilde dile getirmiştir:
Müneccimler ve
doktorlar birlikte diyorlar ki: «Bedenler tekrar dirilmeyecektir» Onlara
diyorum ki: «Eğersözünüz doğru ise ben ziyanda değilim. Ya sözüm doğru ise! O
zaman vay halinize!»
Kur'an-ı Kerim bu.
yöntemi pekçok ayette kullanmıştır. Mesela Mü'minlerden söz ederken onların
Rabbîeriyle karşılaşmayı umduklarını ifade etmiştir:
«Kim Rabbine kavuşmayı
arzu ediyorsa iyi iş yapsın ve Rabbine (yaptığı) ibadete hiç kimseyi ortak
etmesin.» (Kehf, 110)
Tabiidir ki bu metod
meseleyi ihtimal çerçevesinde bırakmakla sınırlı değildir. Yani bu ihtimali
gözönünde bulundurarak pratik eyleme yönelmekten ibaret sayılmaz. Bu metoda
bağlı olarak hareket edildiğinde insan bu ihtimal noktasından kalkarak yakîne
(kesin inanca) doğru yol alır. Çünkü kalkış noktasından itibaren,insan
vurdumduymazlıktan kurtulur Düşünce ve eylem planında kendisine düşen
sorumluluğu üstlenmeye doğru yol alır. Pasif bir atmosferden aktif bir düzeye
çıkar.
[135]
Bu her iki ayete
tefsir açısından buna benzer yaklaşımlarda bulunabiliriz? Peki çağdaş İslâmî
çalışmalarda realitemizi bu ayetlere nasıl uydurabiliriz? Yaşadığımız hayatı,
ne şekilde bu ayetlere paralel düşen bir konuma sokabiliriz? Her iki ayetten
şu iki önemli noktayı tespit etmek mümkündür:
Birinci nokta:Birinci
ayette ibadete değişik açılardan dikkat çekildiğini, hem namaz ve oruç gibi
ibadetlerin hem de sabır benzeri ahlâki disiplinlerin, psikolojik unsurların
Özellikle pekiştirildiğini görüyoruz, ibadet ve ahlâk, Müslüman insanın
şahsiyetinin oluşturulmasında kaçınılmaz iki ana unsurdur. Bunlar olmadan
insanî düşünce ve eylem planında sapıklıktan, sapmanın atmosferlerinden
kurtulmak mümkün olmaz. Çünkü ibadet ve ahlâka dayalı bir Islami şahsiyet
oluşmadan pratik eylem sahasında insanın kendisini savunabilecek bir güç elde
etmesi ve doğru yolda sürekli olarak yürümesine destek olacak bir dayanağa
sahip olması beklenemez... Tebliğe yönelik çalışmalarımızda, eğitimle ilgili
faaliyetlerimizde bu noktaya özellikle özellikle önem vermek zorundayız.
Sırf soyut düşünce
kalıplarıyla yetinmemeliyiz. Düşünce
planındaki
çalışmalar çoğu zaman insanı teorik tartışma alanlarına çeker, fakat pratik
eylem sahasında asla harekete geçirmez. Bizimle aynı inancı ve iman ilkelerini
paylaşmayan insanlara karşı böyle teorik tartışma bazen yararlı olabilir...
Çizgiden sapan fakat henüz imandan sapmayan Mü'minlere gelince bunların eylem
planında pratik olarak eğitimleri gerekir. Bu eğitim yolu
ile onlar imanlarım kuvvetlendirebilir; yanlışlıklarını, hatalarını,
zaaflarını, disiplin altına alabilirler. Bu konuda fıtri imanlarının gereğini
yaşayan geleneksel Müminler ile, imanlarına geçici birtakım saptırcı unsurlar
karışan Mü'minler arasında herhangi bir fark yoktur. Bunlara karşı izlenecek en
güzel yöntem onları pratik (uygulamalı) bir eğitim sürecine sokmaktır. Bu
yöntemle kendilerini Allah'a bağlayan sabır ve Huşu melekelerini
(alışkanlıklarını) geliştirmek ve derinleştirmek mümkün olacaktır. Bunlara
imanın düşünce yönünü geliştirmeyi ve derinleştirmeyi amaçlayan düşünce
konularını aşılamak, yani teorik yöntemi kullanmak ise çoğu zaman ters etki
yapar. Böyle bir yöntemi izlemek kişinin imanında hesapta olmayan yeni
problemlerin doğmasına yolaçacağı gibi ters etki de yapar. Böyle bir yöntemi
izlemek kişinin imanında hesapta olmayan yeni problemlerin doğmasına, yeni
meselelerin ortaya çıkmasına neden olur. Bu nedenle kişinin Allah'la irtibatım
Allah'a bağlılığı sağlamlasın caya kadar beslemek lazımdır. Bu insanları
herhangi bir şüphe ve düşünce sorunu ile karşılaştırmamak, çizgisini sarsmamak
gerekir...
ikinci nokta:Ikinci
ayet-i kerimeden anlıyoruz ki, uygulama konularına ilişkin meselelerde Ahireti
hatırlatma temeline dayanan bir vaaz, bir Öğüt yöntemine özellikle dikkat
çekilmektedir. İnsanın Allah'a döneceği hatırlatılıyor. Çünkü insanda soyut
düşünceyle hiçbir ilgisi olmayan fakat duygularla ve tepkilerle sıkı ilişkisi
bulunan bir bilinç (şuur) bölgesi vardır. İste bu bilinç, İslâm'ın hayatın
bütün problemlerini çözdüğünü söylemekle, İslâm'ın bunların üstesinden
geldiğini
açıklamakla yetin mey ebilir. Bütün
evrenin değişik alanlarını, yönlerini kapsayan felsefenin, düşüncenin yapısını
açıklamak meseleyi halletmeyebilir. Bu bilinci, özellikle insanın Allah
karşısındaki konumunun açıklanmışı, Kıyamet Günü'nde bütün hayatı boyunca
işlediği iyi ve kötü hareketlerden, eylemlerden kapsamlı ve detaylarına
varıncaya kadar her şeyden hesaba çekileceğinin tasvir edilmesi gerekebilir...
İşte bu böyle bir bilinç insanın nefsini manevi (ruhsal) yönden Allah'ın önünde
eğilmeye sevk eder . Allah'a manevi yönden boyun eğmek ise, insanm dünya
hayatında Yüce Allah'a yönelmesine ve O'na samimi biçimde bağlanmasına vesile
olur.
Kur'an'm davet
alanında kullandığı yöntemleri geniş ve bilinçli bir şekilde incelemek,
Kur'an'ın bu yönteme ne ölçüde ağırlık verdiğini ve bu konuda ne kadar
yoğunlaştığını görmemize vesile olacaktır. Kur'an'ın davet yöntemi o kadar
mükemmeldir ki, öğüt verme gerektiğinde Kur'an buderin, etkili yöntemi
kullanmış, hem düyünce ve hem de duygu ahanmdaki her çeşit unsuru en güzel
şekilde harekete geçirmiş ve yönlendirmiştir. Kur'an bu iki kanatlı yöntemi o
kadar sık kullanmaktadır ki, Onu Allah'a davet yolunun değişmez bir özelliği
olarak görmek zorunda hissediyoruz kendimizi. Düşünce ve duygulara hitap,
İslâm'a davet yolunun en belirgin kalıcı vasfıdır.
[136]
«Ey îsrailoğullan,
size bağışladığım nimetleri ve sizi diğer canlı cansız varlıklara üstün
kıldığımı hatırlayın.»
«Öyle bir günden
korkun ki, o gün hiç kimse bir başkasının yerine bir şey ödeyemez, hiç kimseden
aracılık kabul edilmez, hic kimseden fidye alınmaz, başkalarından yardım
görmez.»
(Bakara, 47-48)
Bu ayet-i kerimeler
şefkat ve merhamet coşan bir atmosfer ile başlamaktadır. Allah'ın kendilerine
bahşettiği nimetlerini hatırlamaya davet
etmektedir. Allah'ın kendilerine verdiği büyük İlahî mesajları (risaletler),
hayat boyunca evrende geçerli olan bir düşünceyi, insanların duygularına ,
isteklerine ve acılarına karşı açık olan bir ruh ile tüm insanlara önder konumuna
getirilmelerini hatırlatmaktadır. Onlar insanların bütün ihtiyaçlarını
gözönünde bulundurarak mükemmel bir şefkatle onları kucaklayarak tatlı bir
şekilde bağrına basacaklardır. Onların kalplerini Allah'a bağlayacaklar,
hayatın ağır yükünü ve zorluklarını hafifletecekler, onları temiz bir hava ile,
hareketli ve şefkat ile dolu bir atmosfere doğru harekete geçireceklerdir.
Allah ile buluşma anındaki güzelliği, hayrı ve hakikati her zaman esas
almalarını sağlayacaklardır. îşte bu, önderliğin ve liderliğin düşünce,
sorumluluk ve örneklik olarak hayatında yaşadığı bir realitedir. Böylece
Önderliği ellerinde bulunduran Ümmet; faaliyet, hareket ve iman dolu bir hayat
örneğini diğer insanların hayatına sunmak ve pratik olarak bunu onlara
göstermek konumunda oduğunun bilincine varmaktır. İşte bu Ümmetin içinden
seçilen peygamberler aynı zamanda insanların önderleri ve hidayet
rehberleriydi.
Elbetteki Allah'ın
nimetleri sadece bununla sınırlı değildi. Onların hayatlarının hepsini
kuşatıyor ve dolduruyordu. Bu nimetler sayesinde hayatları hayır, bereket ve
gönül huzuruyla doluyordu. Firavunlardan ve azgınlardan oluşan zalimlerin
hilelerinden, tuzaklarından kurtuluyorlardı. Bu yaklaşımın ışığında anlıyoruz
ki, onların diğer insanlardan üstün kılınmaları sınıfsal bir üstünlük değildi.
Onlara ayrıca kişisel bir değer kazandırmıyordu. İnsanlara karşı üstünlük
taslamalarına veya bu zehaba kapılmalarına neden olsun diye verilmemişti. Bu
üstünlük onların nimet yönünden üstün kılınmanydı. Yüce Allah onlara
lütuflarını ve feyizlerini göndermiş, onları bu nimetlere boğmuştu.
Dolayısıyla onların daha fazla şükretmeleri, daha çok itaat edip bağlılık
göstermeleri ve herkesten daha çok takva sahibi olmaları gerekiyordu. Herhalde
bu nedenle Kur'an-ı Kerim birinci ayette Allah'ın onlara bahşettiği nimetleri
hatariamahnnı, Allah'ın bu faziletini güzelce idrak etmelerini istemiş,
ardından ikici ayette onları Takvaya ve Ahiret Günü'nden korkmaya çağırmıştır.
Her insanın kendi eylemi ve sorumluluğundan hesaba çekileceği, sınıfsal ve
ailevi imtiyazlardan tamamen uzak olarak kendi varacağı yerle yüzyüze geleceği,
sorumluluktan kurtulmak için her çeşit fidyenin ortadan kaldırılacağı hesap
verme gününden korkmalarını istemektedir... İşte bu noktada insan kendi
insalığının bilincine varır, maddî ve manevi olarak insan olduğunun farkına
varır. Allah ile karşılaşacağı günü düşünmekle biricik kurtuluş yolunun ruhî
ve amelî olarak bilinci yaşamak olduğunu daha güzel anlar.Ayrıca bu ayette
peygamberimiz (Salat ve Selam üzerine olsun) zamanında yaşadıkları halde
risaletin karşısında yer alan Yahudilere de söz dokundurulmak istenmektedir...
Buradaki direktiflere göre, peygamberin çağdaşı olan Yahudiler, takvanın ve
Allah'a bağlılığın biricik temsilcisi olması ve risa-letlerin çizgisinde
Allah'ın son ve gerçek iradesini esas almasa nedeniyle yeni davetin çizgisiyle
tam bir ahenk ve uyum sağlamalıdırlar. Bu çizgiden uzak düşmemeli ve onun
karşısında yer almamalıdırlar.
[137]
»Hiç kimseden aracılık
kabul edilmez.» Bu ayetin «Hiç kimseden
aracılık kabul edilmez.» cümlesi duraklamamıza
neden olabilir. Çünkü bu ayet kıyamet gününde şefaatin varlığını ve etkisini
kabul etmemektedir. Bu ise belli birtakım şartlar çerçevesinde şefaatin
olabileceğini ifade eden diğer bazı ayetlerle, sabit ve herkezçe bilinen İslâm
düşüncesi ile bağdaşmamakta ve onunla uyum sağlamamaktadır. Nitekim şefaatin
varlığına şu ayetler delil olmaktadırlar:
«Allah'ın razı
olduğundan başkasına şefaat edemezler.»
(Enbiya 28)
«O gün Rahmanın izin
verip sözünden hoşlandığı kimseden başkasının şefaati fayda vermez?»
(Taha 109)
Şefaatin varlığını
ortaya koyan hadisler de vardır. İslâm Ümmetinin, peygamberden geldiğini kabul
ettiği bir hadiste peygamberimiz:
«Ben şefaatimi
Ümmetinden büyük günah işleyenlere sakladım»
demektedir. Bizim
ashabımızın -Allah onlardan razı olsun-peygamberimizden (Salat ve Selam üzerine
olsun) aktardıkları rivayetlere göre o şöyle buyurmuştur:
«Kıyamet Günü benden
şefaat etmem talep edilir, ben de şefaat ederim. Ali'den şefaat istenir, o da
şefaat eder. Ehl-i Beyt'imden şefaat talep edilir, onlar da şefaat ederler. Mü'minlerin
en az şefaat edeni, Cehennemi hak etmiş kırk kardeşine şefaat eder.»
(Mecmaul-Beyan Fi Tefsiril-Kur'an, I, 104. (Sayda Baskısı)
Yalnız biz ayetin bu
cümlesini tahlil ederken meseleyi şeyle anlıyoruz: Bu ayet şefaat meselesini
ilke olarak ele almamaktadır. Burada söz konusu edilen şefaat, dünyadaki
beşeri zihniyetin iptal edilmesi, kaldırılmasıdır. Yani dünyadaki zihniyet ve
yaklaşıma göre insan tamamen sorumluluktan kurtulmak için bireysel bağlar ve
kişisel umutlarla ahiretteki hayatını garanti altına almaya çalışmaktadır.
Ahiret işlerini dünya işlerine benzetmektedir. Burada birisinin problemi olduğunda
bir başkası onu halledebilmekte, veye araya vasıta koymakta. Veyahut da mali
veya mali olmayan bir bedel karşılığında işini başkasına gördürmektedir. Bunlar
genel bir kurala dayanmayan, kişisel seviyelerin durumlarına göre değişebilen
çözüm yollarıdır. Bu tür hareketler ve girişimler
kanun dışına çıkmaya neden olabilir. Eğer şefaat edecek olan kişiler
şan, şöhret, makam ve mevki sahibi kimselerden oluşuyorsa orada kanun işlemez.
İşte ayet, ahirette böyle bir şefaat anlayışını reddetmektedir.
İlke olarak şefaat
meselesine gelince; bu şefaatin sözkonu-su atmosferle hiçbir ilgisi yoktur.
Onun gerçekleştiği ortan bambaşkadır. Kur'an ve Sünnet'te yer alan pek çok ana
ilke, şefaatin varlığını göstermekte ve sağlam bir zemine oturtmaktadır.
Konuyu bireylerin, makamların ve problemlerin tabiatı açısından çok farklı bir
bağlamda ele almaktadır. Pek çok cahil insanın anladığı gibi, mesele, bireysel
sevgiden kaynaklanan kişisel ilişkilerle hiç de ilgili değildir. Genellikle
cahil insanlar bu yanlış anyışlarından dolayı peygamberlere ve velilere kişisel
birtakım üstünlükler vererek adaklar, sadakalar ve benzeri şeylerle onlara
yaklaşmaya çalışırlar. İnsanlar aynı mantıkla liderlere ve şöhret ve makam
sahibi kimselere hediyelerle ve yaltaklanmalarla yaklaşmaya çalışırlar ve
onların şefaatlerini elde etmeye uğraşırlar. Peygamberlere ve velilere
yakınlaşma ile liderlere ve makam sahiplerine yakınlaşma arasındaki tek fark,
velilere ve peygamberlere karşı beslenen bu duygunun kutsallık bilinciyle
beraber olmasıdır.
Fakat bu demek
değildir ki, insanlar velilerden ve peygamberlerden şefaat bekleyemezler ve
kendilerine bu makamları veren, onları kendisine yakınlaştıran ve insanlara
onların bu kendine yakınlığını açıklayan Allah'tan bunları kendilerine şefaatçi
kılması için istekte bulunamazlar... Aynı şekilde bu yaklaşım Allah ile kulları
arasına bir vasıta koyan düşünce ve anlayışla çakışmaz. Şu düşünce esasına paralel
düşmez: «Biz Allah'la dorudan irtibat kuramayız. O'na yakın olma ve O'nun
kudsiyetine yaklaşma sahasından uzak olduğumuzdan dolayı bu vasıtaları araya
koyuyoruz ki, onlar, doğrudan ulaşamadığımız Allah'a bizi işin sonunda
ulaştırsınlar» demek değilder.
Biz bu düşünceyi
sahiplenirken insanlara doğrudan hitab eden Kur'an'ın metodunu esas alıyoruz.
Herhangi bir vasıta kullanmadan, Allah'la irtibat kurmalarına çağrıda bulunulmasını
düşüncemizin esası olarak kabul ediyoruz. Bizce Yüce Allah'ın insanlara yakın
olduğunu onlara şah damarından daha yakın bulunduğunu ifade eden ayetlerle
şefaat anlayışı ve ayetleri birbirlerriyle çelişmez. Allah'ın insanı doğrudan
muhatap aldığını ve ona şah damarından daha yakın bulunduğunu ifade eden
ayetleri bu vesileyle aktaralım;
«Eğer kullarım sana
benden sorarlarsa onlara de ki; ben kendilerine yakınım, bana dua edenin
duasını, dua edince kabul ederim. O halde onlar da benim çağrıma karşılık
vererek bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar.»
(Bakara, 186)
«Andolsun insanı biz
yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz. (Çünkü) biz ona şah
damarından daha yakınız.» (Kaf, 16)
Peygamberlerin veya
peygamberlerin varislerinin Allah ile kulları arasında vasıta olduğundan söz
eden hadislere gelince; açık olan sağlıklı görüş odur ki, bu vasıta ve aracı
olmadan amaç, onların peygamberliği getirmeleri ve Allah'tan aldıkları emirleri
insanlara bildirmeleridir. O'nunla doğrudan ilişki kurmaları değildir.
[138]
öyle sanıyorum ki
şefaat meselesi ye şefaat dileme, buzı îsîâm alimlerinin düşünce planında
birtakım spekülasyonlara varacak ölçüde tartışmalara girmelerine neden
olabilecek bir
mesele değildir. Bu alimler şefaat
konusunu Tevhid Akide-si'nin netliğine gölge düşüren bir mesele olarak
değerlendirmiş ve bu anlayışı müşriklerin putlarıyla ilgilerine benzetmeye
çalışmışlardır. Bu alimlere göre müşrikler de putlamyla ilişkilerini temize
çıkarmaya çalışmışlardı. Nitekim Yüce Allih onlardan söz ederken şöyle
buyuruyor:
«Biz bunlara, sırf
bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.» . (Zümer, 3)
Bununla ilgili
yorumumuza gelince; burada mesele peygamberlere veya velilere yöneltilen bir
ibadet meselesi değildir. Allah'ın onlara verdiği üstün derecenin bir atlama
tahtası olarak kullanılmasıdır. Allah onlara birtakım yüksek dereceler vermiş
ve onların bu yakınlığını onlara bahşettiği hakkı ile açıklamıştır. Elbette ki
onları bu şefaatleri, Allah'ın razı olduğunu bildikleri konularla sınırlı
olacaktır. Buna göre şefaat meselesi tamamen onların Allah'ın güzel isimleri
gibi tevessül konusuna dönmektedir. Yani onların şefaat dilemesi Yüce
Allah'tan bu şefaatin kendilerine ulaştığı kimselerden olmalarını dilemeleridir.
Onların bereketi ile günahlarının bağışlanmasını dilemelerini, bu konudaki
Allaha'ın iradesi esasına bağlı olarak istemeleridir. Nitekim Yüce Allah da
bazı eylemler veya bazı tavırlar ve psikolojik hallerden bizi bağışlamayı bir
yasa olarak belirlemiştir.
Bizim kendisine
çağırdığımız görüş, Tevhid'e Kur'an'ın tevdihi kavramlarının esasına göre
bağlanmamız gerektiğidir. Tevhid'in bu ilkesini, Allah'ın bizden istediği ve
şirk ile Tevhid'i birbirinden ayıran çizgiler üzerinde bu atmosferin
berraklığını muhafaza etmeye çalışmamızdır. Şeriat'ın sınırlarından ve
hükümlerinden uzak bir biçimde, bu konuya ilişkin red ve kabullerimizde,
felsefi derinliğe dalmamaya sığınmamamızdır. (InşaAllah ileride şefaatla ilgili
ayetler geldiğinde bu konuya tekrar döneceğiz ve orada konunun felsefî
boyutlarını ortaya koymaya çalışacağı.)
Ayetin ana temasından
anlaşıldığına göre mesele şudur: insan bu hayatında düşünmelidir ki kendisinin
kurtuluşu bugünkü insanların uyguladığı değişik oyunlar, hileler, tezgâhlar,
yaltaklanmalar, güzel görünmeler ve araya vasıtalar koymakla gerçekleşemez.
İnsanın kurtuluşu dünya hayatındaki bu tür eylemlerle gerçekleşemez. İnsanın
kurtuluşunun, ortaya koyduğu hareketlerle, uygulamaya dayalı çizgiyle yakın
ilgisi vardır. İnsanın pratik olarak sorumluluk bilincine varması; kıyamet
günündeki çetin hesabı düşünmesi ve ona göre bir hazırlık yapmasıyla
alakalıdır. Öyleyse insanı kurtaracak olan unsur amelidir, Allah'ın rahmetiyle
beraber, yalnız ameli. Bu da yaşadığımız pratik hayatla, sağlıklı, dürüst bir
yol izlememizi ve bu istikametin esasına bağlı kalmamızı gerektirir. Samimi
bir şekilde Allah'a dönmemizi, akidenin berraklığı ve hareketliliği içinde
Allah'a kesin bir şekilde bağlanmamızı sağlar.
[139]
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla
«Hani oğullarınızı
boğazlayıp kadınlarınızı bırakmak suretiyle size çok ağır bir işkence çektiren
Firavun hanedanından sizleri kurtarmıştık. Bu, sizin içiin Rabbinizden çok
büyük bin imtihandı.»
(Bakara, 49)
Bu da Yüce Allah'ın
îsrailoğullarma bahşettiği nimetlerinden biriydi, onlar Firavun'un dikta ve
zorba rejimi altında ezilmiş, yorgun ve bitkin düşmüşlerdi. Rejim,
İsrailoğullanmn erkeklerini vahşi ve"barbarca da olsa her çeşit vasıta
ile yıldırmış ve ürkütmüştü. İleride Firavun'un rejimine karşı bir güç
oluşturmamaları ve karşı koymamaları için onların çocukları boğazlanarak
öldürülmüşlerdi. Kız çocukları ise, kendilerine ve ulusuna hizmet ederler, ayak
işlerini görürler dîye dokunulmamış ve sağ bırakılmışlardı... Ayet-i kerimenin
metninde geçen «Yestahyûne» kavramının iki anlamı vardır;
Birincisi: Bu kavram
«hayat» sözcüğünden alınmıştır. Yani Firavun'un rejimi kadınların sağ
kalmalarını istemişti.
İkincisi: Bu kavram
«haya» ve «istihya» (harekete geçirme) sözcüğünden alınmıştır. Yani mecaz
yönünden hayaları onları sağ bırakmalarına neden olmuştu. Zira utanma duygusu
normalde insanın utanılacak bir şeyi yapmasına engel olur.
Bu konuya ilişkin bir
dizi hadis de vardır. Yalnız bu rivayetlere güvenmemiz doğru olmaz. Çünkü bu
rivayetlerin bir kısmının, Kuran kıssalarının detaylarını açıklamaya çalışan
Yahudi kültürünün nakilcilerine dayanmış olma ihtimali vardır. Biz bu tür
rivayetleri «îsrailiyat» (Yahudi Mitolojisi) diye adlandırıyoruz.
...Yanlız bu tür
rivayetlerin bazı durumlarda gerçeğe dayanmış olmaları veya ondan bir parçaya
ışık tutmuş olmaları da mümkündür... Her ne olursa olsun bu tür mitolojik
bilgiler, Kur'an ayetlerinin kendisinden söz ettiği temiz havaya gölge
düşürebilirler... Bizim için önemli olan kıssanın ana
temasıdır, özüdür. Kur1 an kıssalarının asıl verimli tarafı burasıdır. Biz,
tarihi olayların detaylarından söz etmiyoruz. Buna ihtiyacımız da yok. Bizim
için önemli olan, bu tarihi olayların canlı ve hareketli olan ibret yönüdür.
Bizi ilgilendiren, kıssanın bu yönleridir. Bu nedenle biz Kur'an ayetlerinin
değindiği tarihi olaylara bu mitoloji ile ışık tutmak, onlan aydınlatmak ve
aktarılan hikayelere teslim olmak istemeyiz. Tam tersine biz bu olayları;
Kur'an'm ele aldığı, açıkladığı kadarını baz alarak değerlendirmek, onların bu
temiz havasını teneffüs etmek ve onları kendi konumlarında değerlendirmek
zorundayız.
Bu hadislerin
aktardığını ki saca şöyle özetleyebiliriz: Firavun, İsraiîoğullarından birinin
eliyle öldürüleceğini rüyasında görmüştü. Kendi mantığına göre, gelecekteki bu
olayı durdurmak istemişti. Dolayısıyla onların tüm erkeklerini yok etmeyi
düşünmüş ve tüm, erkek çocuklarının öldürülmesine karar vermişti. Erkek
çocuklarının öldürülmesi Firavun'un taraftarlarınca da tepkiyle karşılanınca
kararını erkek çocuklarını bir sene öldürmek, bir sene öldürmemek şeklinde
değiştirmek zorunda kalmıştı. Çünkü İsrailoğulları bu toplumun işçi sınıfını
oluşturuyorlardı.
İsrailoğulîarının tüm
erkeklerinin öldürülmesi onların işçilerini, kölelerini yitirmeleri ve
kendilerinin çalışmak zorunda kalmaları anlamına geliyordu... Hz. Musa'nın
doğuşu ve annesinin O'nu denize bırakması da kıssanın bu detaylarının bîr
ölçüde doğru olduğunu gösterebilir. Bu ayet-i kerime, İsrailoğulîarının
peygamberimizin (Saîat ve Selam üzerine olsun) zamanına kadar yaşayanlarına
şunları hatırlatmak için gelmişti: Yüce Allah, Hz. Musa'nın ve Risaletinin
sayesinde tepenizde duran bu büyük felaketi, musibeti kaldırdı. Size kötülük
ve sapıklık önderlerinin, azgınların, zalimlerin ve zorbaların öldürücü, yok
edici dikta rejimlerinden tamamen uzak ve Özgür bir hayat nimetini bağışladı.
Öyleyse neden Allah'ın bu nimetlerine karşı şükretmiyorsunuz?
îsrail oğullarının bu
durumlarını ve onlara verilen bu nimeti, zalimlerin egemen sultası altında
baskı, dikta ve zulümle idare edilen masum nesilleri, öldürülen, gelirleri ve
ürünleri sömürülen, Özgürlükleri kısıtlanan hatta ellerinden alman, güçleri ve
enerjileri etkinlik ve hareketten alıkonan her millet için sözkonusu
edebiliriz... Bu durumdaki ulusları Allah, kendi eliyle hazırladığı dahili ve
harici sebepler, şartlar, vasıtalar ve gelişmelerle bu ağır kabusun etkisinden
kurtardığında, özgürlüğe kavuşmalarını kolaylaştırdığında onların, Allah'ın bu
nimeti karşısında bilinçli müminlerin tutumlarını sergilemeleri gerekir.
Allah'ın lütuflarına ve nimetlerine derinlemesine nüfuz etmeleri Allah'ın
bütün bu işleri nasıl doğrudan müdahalesiyle kolayca gerçekleştirdiğini görmeye
çalışmaları lazımdır. Bundan böyle hayata yalnız zahiri (dış) sebepler açısından
değil, Yüce Allah'ın eşyadaki köklü, engin iradesine göre bakmalıdırlar. Çünkü
onları derin bir bilinç ve geniş bir anlayışla sürekli olarak Allah'a
bağlayacak olan bakış açısı budur. Bu anlayış ve kavrayış ile onlar her neyi
düşünürlerse Allah'ı onunla beraber görürler. Her neye yönelirlerse arka planında
Allah'ı bulurlar.
«Hani önünüze çıkan
denizi yararak sizi boğulmaktan kurtarmış ve gözlerinizin önündü Firavun
ailesini boğmuştu.»
(Bakara, 50)
Bu, Allah'ın onlara
verdiği nimetlerin ikicisidir. Bi nimetin veriliş şekli mucize biçimde
gerçekleşmiştir. Hz. Musa, göçlerine izin vermesi için eldeki vasıtaların
hepsini kullanıp bunların hiçbir fayda sağlamadığını gördükten sonda
îsrailoğullarmı bu zillet hayatından kurtarmak için göçetmeye karar vermiştir.
Firavun kendi iradesine ve izin vermemesine rağmen îsrai-loğullannm
göçettiklerini duyduğunda ordusuyla harekete geçerek onları takip etti ve
göçlerine engel olmak istedi. Böyle bir hareketin kendisine hiçbir zorluk
çıkarmayacağını, denizin onları ilerlemekten alıkoyacağını zanneden Firavun'un
hesaba katmadığı bir güç daha vardı... İşte bu ortamda, birden İlahî
otorite devreye girdi. Bir mucize ile İsrail
oğullarını kurtardığı gibi Firavun'un buradaki tutumunu, üstünlüğünü, büyüklük
taslayışım yerle bir etti. Nitekim daha önce de Asâ mucizesiyle onun kibrini
ayaklar altına almıştı... îşte burada Yüce Allah Hz. Musa'ya ve kavmine denizi
yardı, orada kendilerine kupkuru bir yol açtı... Ve denizin karşı tarafina
geçtiler. Kur'an-ı Kerim, ilerdeki ayetlerinde bu konuya değinecektir...
Israiloğul-lannı izlemekte olan Firavun, onların denizde açılan bu kuru yoldan
geçtiği gibi kendisinin de geçebileceğini zannetti. Atları denizdeki bu yola
girince birden yolu iki taraftan kapatan suların altında kaldılar... İsrail
oğul lan bu manzarayı tatlı bir şaşkınlık ve hayretle seyrettiler. Bu olay ile
Firavun ve taraftarları bir kez daha zillete düştüler. Risaîet ve Resulün
yolundan giden mûstaz'aflar ise bir onar daha kazandılar.
Burada meselenin ve
vaziyetin mucize yolu ile halledilmesi, normaîvasıtaların etkisiz hale
gelmeleri ve onların bu konuda yetersiz kalmalarından dolayıdır. Risaletin
durumunu, taraftarlarının vaziyetini mucize dışında hiçbir yolla kurtarma imkanının
kalmamış olmasından kaynaklanmaktadır. Eğer Firavun'un onlara ulaşmaya gücü
yetseydi hem Hz. Musa'yı hem O'nunla birlikte bulunan kavminin hepsini ezip
geçip, yok ederdi. Böyle bir hareket ise, Yüce Allah'ın bu aşamada gerçekleşmesini
dilemediği bir şeydi. Çünkü artık iş doğrudan Allah'a meydan okuma durumuna
gelmişti.Bütün peygamberliklerde ve her peygamber için her yer ve her zamanda
geçerli mucizelerin yasası budur. Yani mucize, artık hiçbir şekilde ve hiçbir
yolla kurtarılması mümkün olmayan durumlarda devreye girer. Peygamberlerin^
İmamların ve Velilerin hayatlarına ilişkin aktarılan bazı kıssalardan
anlaşıldığı gibi yerle-yersiz meydana gelen günübirlik, bir olay değildir
mucize. Çünkü Yüce Al-feh, hayatı yine kendisinin belirlediği evrendeki tabii
(doğaya hükmeden) yasaların esasına göre kurmuştur. Bu nedenle çok Önemli bir
olay söz konusu olmadığı sürece Yüce Allah evrenin bu tabiî yasalarını geçersiz
kılmaz.
»Hani Musa ile kırk
geceliğine sözleşmiştik de siz O'nun arkasından buzağıyı ilah edinerek
zalimlerden olmuştunuz.»
«Sonra bu suçunuzun
ardından belki şükredersiniz diye sizi affettik.»
(Bakara, 51-52)
Yüce Allah bu ayetle
İsrailoğullarının, kendilerine verilen nimetlere karşı nankörlük ettiklerini
hatırlatmak istemektedir. Yüce Allah, onlann hayatını düzenleyen, işlerini ve
ilişkilerini belirleyen, onları sağlıklı bir ortamda değerlendiren, hikmet ve
maslahat ilkelerine uygun biçimde geniş bir hayatın kapılarını açan kapsamlı
bir Şeriatın (yasanın, hukukun) himayesinde yeni bir hayata başlamalarını
istemişti... îşte bu bağlamda Yüce Allah Musa'yı Mikat'a (söz verilen yere)
çağırdı. Orada kırk gece boyunca ona Tevrat'ı indirecekti. Bu esnada
beklenmedik ayrılık ortaya çıktı. Musa onlardan ayrılır ayrılmaz Risalet ve
Resulü unuttukları gibi, Yüce Allah'ı da unuttular ve Kur'an ileride yer yer
değineceği uzun bir kıssada belirtildiği üzere buzağıya taptılar. Allah'ın,
kendilerine dünyaya kapsamlı bir Risaletin havarileri olarak açılıp bu
Risaletin gölgesinde Öneli bir merkeze gelme çağrısına yanaşmadılar.
... Buna rağmen Yüce
Allah onlara zulümler ile muamele etmedi. Bağışlan günahlarını. Düşüncelerini
ve yaşantılarını düzeltmeleri ve dönüş yapmaları için geniş imkanlar tanıdı.
Böylece kendisine dönüş yapmalarına ve pratik hayatta ni-metkerine
şükretmelerine destek ve yardımcı olmak için onlara ruhî (manevî) ve nefsi
(psikolojik, vicdanî) bir hava teneffüs etme zemini hazırladı.
Biz bu olayı dikkatli
biçimde gözden geçirip inceleyerek diyebiliriz ki, Musa'nın kavmi O'nun
risaîetine iman ettiğinden, kendilerine fikir ve hareket sorumluluğu yükleyen
Risaletin mesajını ve misyonunu kavradığından, anladığından dolayı O'na
katılmamıştı, israil oğulları Hz. Musa ile birlikte harekete kalktıklarında bir
tarafatan O'nun kavminden (ulusundan) ol-
dukları için bir
taraftan da Firavun'un zulmünden kurtulmak istediklerinden dolayı O'nunla
beraber olmuşlardı. İman meselesi ise bu iki ana amacı ve ilkeyi
desteklemelerinin bir vasıtası olmaktan Öte bir anlam taşımıyordu onlar için,
Onlar Hz. Musa'nın Risaletine sırf bir bakikat olduğundan dolayı taraftar olmamışlardı.
İşte bu nedenle herhangi bir dalgalanma, bir akım karşısında sarsıldılar. Basit
duygusal hareketler karşısında direnemeyip saptılar. Hz. Musa gözlerinden
kaybolduktan hemen sonra içinde bulundukları havadan uzağa düştüler.
Çünkü onlar Hz.
Musa'nın güçlü şahsiyetinden, gücünden kaynaklanan etkisinden ve güzeli kabul
etmeyi hissettiklerinden dolayı O'na boyuneğiyor, bağlanıyorlardı. Onların bu
karakterde olduklarım gösteren delillerden biri de, Hz. Musa, Allah'ın
Mikat'mda dönüş yaptıktan sonra Musa ile ilk karşılaşmalarında, anında dönüş
yapmaları, günah işlediklerinin derin bir şekilde bilincine varmalarıdır.
[140]
İsrailoğullanmn bu
olayından, Allah yolunda çalışanlara yeni bir ders çıkarabiliriz... Şöyle ki:
İster davet konumunda, ister eylem ve hareket konumunda olsun Allah yolunda
çalışan hiç kimse imanın tepkisel tezahürlerine aldanmamak, onlardan
etkilenmemelidir. Kendilerine yardım edenlarin ve saflarında yer alanların
duramlarım incelemelidirler. Kendilerine taraftar olanların katılımlarına etki
eden dahili etkenleri ve yolaylann arka planında yer alan etkenleri tespit
etmelidirler. Onları bu önderliğe veya pratik eylem çizgisine, yahut kapsamlı
düşünceye bağlanmaya iten sebepleri görmeye çalışmalıdırlar. Kitlelerin
hareketten etkilenmeleri sırf liderin tabiatından kaynaklanmış olabilir.
Liderin güçlü düşüncesin-
den, kişisel
cazibesinden, ailevî, ulusal veya bölgesel karakterinden etkilendikleri için
bağlanmaları mümkündür. Bağlılıkları meselenin duygusal atmosferinden de gelmiş
olabilir. Belli birtakım hareketlere tepkisinden, bu harekete veya liderliğe
karşı olan birtakım hareketlere muhalif olduklarından dolayı onunla beraber
hareket etmiş olabilirler...
Bu durumda onların
harekete ve liderliğe bağlılıkları, içlerindeki düğümü çözmeye veya bir öfkeyi
boşaltmaya yöneliktir, bununla sınırlıdır. Kişiye etki eden faktörler siyasal
ve sosyal konumlarla da ilgili olabilir. Bu durumda kişi veya topluluk kendi
siyasal ve sosoyal konumuna kavuşmak için Allah'a davet yolunun uzun
mesafesini sırf bu amaç için katetmeye karar verebilir. Hareketin içinde bu
hedefe varmak için yer alabilir. Bunun yamsıra, kişinin veya topluluğun bütün
bu etkenlerden, faktörlerden değil de, düşünceye ve hedefe gerçek bir iman
çizgisinden kalkarak sahip çıkması mümkündür... Öyleyse Allah yolunda
çalışanların bu etkenleri ve faktörleri güzelce gözden geçirmeleri, onları
incelemeleri gerekir ki davaya katılan, hareket eden, dava içinde yer alan
toplulukların hangi konumda olduklarını bilsinler. Çünkü bu konuda hasaplarm
farklılığı, tavırların farklılığına neden olabilir. Ve topluluklar-daki bu
zaafları beklenmedik bir anda deneyimler (denemeler, sınavlar) ortaya
çıkarabilir.
«Hani doğru yola
gelesiniz diye Musa'ya Kitab'ı ve Fm-kan'ı verdik.»
(Bakara, 53)
Yüce Allah, Kitab'ın
ve Furkan'ın onlara gönderilmesini Allah'ın insanlara verdiği büyük nimetlerden
biri olarak karşılarına çıkarmaktadır. Çünkü bu, hakka, gerçeğe ulaşmanın
yoludur. Bu da doğru yola ulaşmanın yoludur. Bu da doğru yola ulaşmanın büyük
ve Önemli bin nimet olduğuna dikkat çekmektedir. İnsan için, hak ve büyük
değerlerin değişmez ilkelerine dayanan bu ana ilkeler üzerine kurulan mutlu,
bereketli, hayatın kapılarını açan, nimetten daha büyük bir nimet
düşünülebilirini? însana güvenli bir yolu gösteren,
hiçbir şeyden korkmayacağı bir zemine çağıran ve onun aydınlıkta yürümesini
sağlayan bir nimetten büyük nimet ne olabilir ki? Bu şartlarda düşünmesini, bu
şartlarda çalışmasını veya başkasıyla yardımlaşmasını sağlayan bir nimetten...
Öyle anlaşılıyor ki,
Hak ile Batıl'ı birbirinden ayırmayı ifade eden «Furkan» kavaramı «Kitap»
sözcüğünün açıklayıcı bir ilavesidir. Bu açıklayıcı bir ilavesidir. Bu
açıklayıcı sıfat ile «Kitap»'ın fonksiyoner sıfatı izah edilmiş olmaktadır.
[141]
İslâmi yöneliş
konusunda bu ayeti gözönünde bulundurmamız gerekiyor. İslâmi bakış açısı,
Allah yolunda davet edenleri Allah'ın nimetlerinin tabiatı konusunda
uyarmaktadır. İnsanlar, Allah'ın nimetlerini sırf somut nimetlerden ibaret
görmesinler. Bu nimetler insanın kendi şehevî duygularını, lezzetlerini,
kişisel ihtiraslarını tatmin ettiği nimetlerle sınırlı değildir. Davetçiler,
insanın önüne fikriyle, pratik hayatın aşamalanyla, dünya ve ahirete yönelik
istikbaliyle ilgili bütün nimetlere dikkatlerini çekerler. Hak ve Batıl'la
ilgili manevî ve insanî büyük değerlerle alakalı olan bütün nimetlere dikkatlerini
yöneltirler. Bunlar insanın ruhî (manevî) ve sosyal düzeyini yükseltirler.
îlerde pek çok Kur'an ayetinde bu temanın sürekli işlendiğini göreceğiz. Manevî
nimetler konusunda özellikle manevî cihete, maddî nimetlerde ise özellikle
maddî cihete ağırlık verilmiştir. Bu, îslâmi şahsiyetin oluşturulmasının
karakteridir. İslâmi şahsiyette hem maddî hem manevî yön herhangi bir Dualizm'e
ve kopukluğa meydan vermeden kaynaştırılır.
Eğitime yönelik bu
îslâmi yönelişte önemli olan, herhalde Müslüman insana hayata Allah'ın
Şeriat'ını (yasasını, hukukunu) hakim kılma ve yerleştirme yolunda yürürken
karşılaşacağı zorluklara ve meydan okuyuşlara karşı gıpta ve mutluluk bilinci
vermesidir. Çünkü, bu yolda karşılaşılan zorlukların ve zahmetlerin, hayatın
maddî ve manevî bütün alanlarında hak ve adalet ilkesine dayanan, bunları bir
odak noktası olarak kabul eden yasamada (hukuk ve rejim) elde edilecek
Allah'ın nimetleri yanında sözü bile edilemez. İnsan bu sistem sayesinde yolun
pek çok olumsuz zorluklarından kurtulmuş olacaktır...
[142]
«Hani Musa Kavmine
dedi ki: »Ey kavmim, sizler buzağıyı ilah edinmekle kendinize zulmettiniz.
Gelin, yaratıcınıza tevbe edin ve nefislerinizi Öldürün. Yaratıcınız katında bu
sizin için hayırlıdır. Allah da tevbenizi kabul etti. Hiç şüphesiz O,
tevbe-leri kabul edendir ve merhametlidir.»
(Bakara, 54)
Hz. Musa, olayı
cezasız olarak bırakmamıştır. Çünkü olay geçici ve basit bir mesele değildir.
Yolu baştan sona alt üst eden ve onun seyir çizgisini değiştiren ciddi bir önem
taşımaktadır. Bu konudaki herhangi bir gevşeklik, aldatıcı, şeytanî yöntemlerle
desteklenen her sapık insanın kullanabileceği bir oyuncak haline getirecektir
meseleyi. Böyle bir tutum ise, mücadelenin herhangi bir alanında veya istenilen
bir aşamasında karşıt güçlere kapı açacak ve onlara önemli bir koz verecektir.
İşte bütün bu nedenlerden dolayı Hz. Musa onların bu günahın büyüklüğünü derin
bir şekilde hissetmeleri için işi sıkı tutmakta, bunu kişinin kendisine
zulmetmesi ve kötülük yapması olarak göstermektedir, insanı iman çizgisinden
çevirip, küfür çizgisine götürmekle, onu hem dünyada hem de ahirette cezaya
müstehak hale getirmekle ona en büyük zulmü yaptığını dile getirmektedir.
Gerçekten de bu, zulmün en çirkin cesetlerinden birisidir.
Ayetten de anlaşıldığı
gibi burada izlenen metod onların tevbeye çağınlm al arıdır. Yalnız normal bir
tevbe değil, yeni ve korkunç bir tevbe yoludur. Bu da onların kendilerini
öldürmeleridir. Tefsircilerin anlayışına göre burada iki ihtimal vardır. Ya
onların her birinin kendisini öldürmesi veya birisinin diğerine, kendisini
öldürmesi için teslim olması gerçekleştirilmiştir. Tefsircilerin bu konuya
ilişkin rivayetine göre Hz. Musa onlara iki saf halinde durmalarını emretmişti.
Onlar da başlarını yıkamış, üstlerini başlarını temizlemiş, kefenlerini
giymişlerdi. Onlar bu haldeyken Hz. Harun buzağıya tapmayan 12.000 (oniki bin)
kişilik bir ordu ile üzerlerine yürüdü. Herbirinin elinde keskin bacaklar
vardı. Önlerine geleni öldürüyorlardı. Onlardan 70.000 (yetmiş bin) kişi
öldürdüklerinde Yüce Allah geriye kalanlarını bağışladı ve önce Öldürülenlerin
onlara ibret olması için bu kadarını yeterli gördü.
Eğer biz ayeti açık
anlamı ile alır ve öldürmeyi de sözlük anlamı ile kabul edersek bu ağır cezanın
nedeni, onların davet ve tebliğ aşamasından; düzenleme, yasama, bireyi ve
toplumu Yüce Allah'ın Hz. Musa'ya vahyettiği yeni dinin anlayışı esasına göre
yönlendirme aşamasına geçiş için başlatılan ulgula-manın daha başında peygamberliğe
karşı çıkmaları ve O'na boyun eğmeye yanaşmayanların konumuna düşmeleridir.
Hz. Musa'nın düşünce ve pratik konusunda herhangi bir boşluğa meydan vermeyen
bir bütünlükle ortaya koyduğu yasamayı (hukuk ve rejim) ciddiye almamış olmalarıdır.
Dolayasıyla bu konuda verilecek cezanın, suçun büyüklüğü ve önemiyle denk
olması gerekiyordu. Yeni dinin topluma uygulama sürecine etki etmeye başlayan
bu isyankâr karaktere ağır bir darbe indirilmesi zorunluydu. Ağır bir darbe
indirilmeliydi ki, buna benzer bir kıpırdanışın veya hareketin Önü
alınabilsin... Neticede iş tevbeye bağlanıyordu. Öyleyse bu zor yöntemden
başkasına başvurulmasına imkân yoktu. Çünkü gafletten, cehaletten geçici
yönelişlerden kaynaklanan bir hata ile; azmaktan, isyankârlıktan, inkârdan
kaynaklanan, üstelik yapılan eylemin ve ona ilişkin cezanın tamamının
bilincinde olarak işlenen bir hata arasında elbette fark olacaktı. Özellikle
Hz. Harun'un onlarla beraber olmasına ve bütün gücü ile bu eyleme engel olmaya
çalışmasına rağmen gerçekleştirilen bilinçli bir eylem elbette cezasız
kalamazdı.
Kelama bazı
müfessirler bu cezanın, İlahî lütuf ile ilgisi ve İlahî lütfün anlamı ile ne
Ölçüde bağdaştığı konusunda kelamî-felsefi bir tartışmaya girmişlerdir. Çünkü
lütuf, gelecekle ilgili olur, geçmişle değil. Biz genellikle bu tür konulara
girmek istemiyoruz. Ve ayrıca meselenin ana kaynağında herhangi bir çıkmazın
sozkonusu olduğunuda sanmıyoruz. Zira keîamcı tef-sircîlerin tartışdıkiarı konu
Şer'i yükümlülük konusundaki lûtufla ilgilidir. Yani yükümlünün onunla itaatle
yöneltildiği ve günahtan uzaklaştırıldığı Şer'i hükümlerden söz etmektedir
onlar. Bu konularda Allah'ın Lûtfu, yükümlüyü zora koşmayacak, normalin üstüne
çıkmayacak, gücünün yetebileceği bir düzeyde onîara kolay bir eylem yolu
göstermesidir ve bu, gelecekle ilgilidir tabii olarak. Buradaki problem ise
işlenen bir günaha karşı gündeme giren bir suçtur. Bu ise Allah'ın hakkıdır.
Allah kendi hakkını dilediği tarafta, dilediği şekilde kullanır. Biz, haksız
yere adam öldüren katile kısasın uygulanması için kan sahibine teslim olmayı
emretme ile. bu ayette yer alan emir arasında hiç bir fark görmüyoruz. Aynı
şekilde ahiret cezası ile dünya ceszasi arasında da bu açıdan fark görmüyoruz.
Dolayısıyla burada Allah'ın rahmetine, adaletine ve hikmetine aykırı ve
O'nunla bağdaşmayan bir durum yoktur.
Bazılar bu ayette
öldürmenin gerçek anlamda kullanılmadığını, canın çıkması manasına gelmediğini
söyleyerek şöyle bir yaklaşımda bulunabilirler: Burada ölümden amaç, nefsin
haram olan şehvetlerini, çirkin ve kötü sıfatlarım, günah olan yönlerini
tamamıyla öldürmektir. îrfanî, ruhanî riyazat-larla uğraşan bazıları da «nefsin
öldürülmesi»rden söz ederler. Fakat bununla tüm şehvetleri veya oradaki haram
şehvetlere iten etkenleri kastederler. Bu yöntemin bir tevbe usulü olması da
bu görüşü pekişterebilir. Geçmiş olan günahları işlediğine pişman olmak,
gelecekte doğru yolu izleyeceğine kesin karar vermek, azmetmekle tevbe ettikten
sonra bir süre daha yaşamanın zorunlu olduğunu gösterebilir. Yine bu kesim,
«Tevvab» sıfatından sonra «Rahim» sıfatının gelişini de değerlendirerek, bu
durumun «günahkâr» kavTami ile Rah-met-i îlahî'ye daha fazla uyum sağladığını,
fakat bu durumun öldürülme emri ile bağdaşmadığını söyleyebilir.
Bu görüş üzerindeki
yorumumuz, az önce işaret ettiğimiz doğrultuda olacaktır. Bunu da şöyle izah
edebiliriz: Bizim takip ettiğimiz tefsir metodu; Kur'an'ın tefsirini yaparken
kelimelerin normaî yap.îsnnı ve konumlarına göre aldıkları anlamlan esas almak
veya kelimenin etrafını kuşatan karinelerden (işaret, behrti, ipucu) hareket
ederek zahir anlamını ölçü kabul etmektir. Ancak, Kur'an'ın bu zahir manasının
zıddı, akıl veya nakil ile ispat edilirse o başka... Biz bu çevrelerin ileri
sürdüğü delillerin burada zahiri anlamın dışında bir anlam için yeterli
olduğuna inanmıyoruz. Çünkü burada tevbe ile, kısas gibi, kişinin kendisini
ölüme terk etmesi de kastedilmiş olabilir. Bu eylemden sonra ille de yaşanması
gereken bir hayatın varlığı şarttır denemez. Çünkü öldürme, evlinin zina etmesi
ve daha başka Şer'ı cezalar tevbe ve temizleme için bir vasıta sayılırlar...
Rahmet konusuna gelince, bu, Yüce Allah'ın merhametinden, tevbeleri kabul
etmesi ve tevbenin vasıtalarını geçersiz kılmayıp, kapısını insanın yüzüne
çarpması şeklinde gerçekleşen bir rahmet olabilir.
[143]
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla
«Hani: 'Ey Musa, biz
açıkça Allah'ı görmedikçe sana kesinlikle iman etmeyiz'dediniz de hemen
arkasından bakıp dururken sizi yıldırım çarptı. Sonra şükredersiniz diye
öldükten sonra sizi yeniden dirilttik.»
(Bakara, 55 - 56)
Bu, Yüce Allah'ın
îsrailoğullarımn karakteri haline gelmiş isyankârlık tabiatından söz eden bir
açıklamasıdır. Allah'ın kendilerine vermiş olduğu nimetler, fıtratlarmdaki ve
tabiat-tasi deliller, belgeler, peygamberlikler ve tüm bunlarda somutlaşan
Allah'ın Rahmeti, büyüklüğü ve ululuğuna dair belgeler onları tatmin edememiş
ve bunalımlarından, krizlerinden kur-taramamıştır. Tüm bunlara rağmen onlar
karşı koymayı hedef alan isyankârlığı seçmişler, iman etmeyi hedef almadan, Musa'ya:
«Biz Allah'ı apaçık
olarak görmedikçe sana asla inanma-yacağzs>
demişlerdi. Yani
Allah'ıe gözleri ile ve apaçık olarak görmeyi imanlarının şartı olarak ileri
sürmüşlerdi. Yüce Allah'ın başka bir ayettfbize haber verdiği gibi Hz. Musa
onların bü isteklerini kabul etmiş, onların bu sorunlarından yola çıkarak,
«Allah'ım kendini bana
göster; sana bakayım.» demişti. Bunun üzerine Yüce Allah bir «Sayha» ile
onların canını almış, bu Sayha'nm kendilerinin ölümlerine nasın neden olduğunu
görmüşlerdi. Ardından Yüce Allah onları tekrar diriltmiş, Hz. Musa'nın, onları
öldürmekle itham edilmemesini ve kavmiyle ilişkilerindeki problemlerine bir yeni
problem daha ilave edilmemesini dilemişti. îşte onların tekrar dirilişleri
Allah'ın kendilerine şükredenler diye bahşettiği yeni bir nimetiydi. Fakat
onlar buna rağmen şükretmemişlerdi.
«Üstünüze buluttan
gölgelik çektik, size kudret helvası ile bıldırcın kuşu indirerek,
bağışladığımız helal yiyeceklerden
istediğinizi
yeyin dedik. Ama onlar bize değil, kendilerine zulmediyorlardı.» ' (Bakara, 57)
Ayet-i Kerimeden
anlaşıldığına göre onlar çöldeki uzun yolculukları boyunca güneşin
sıcaklığından yorgun ve bitkin düşmüşlerdi. Yüce Allah bir nimet olarak
kendilerine gölge yapsın diye onlara bulutlar göndermişti. Yine bu yolculuk
sırasında açlıktan yakınmışlar, Yüce Allah'da onlara -<menn»i göndermişti.
Menn'in, ağacın üzerine düşen bir nimet olduğu ya da Yüce Allah'ın kendisine
bahşettiği bütün nimetleri kapsadığı ifade edilmiştir... Ayrıca Yüce Allah
bıldırcına benzer ya da bıldırcının kendisi olan beyaz bir kuş olduğu ileri
sürülen Selva'yı da göndermişti. Fakat onlar her şeye rağmen isyanlarında,
zulümlerinde, azgınlıklarında diretmişler, şükretme-ye yanaşmamışlar ve
dolayısıyla kendilerine kötülük etmişlerdir.
Çünkü onların bu
durumları Allah'a hiçbir şekilde zarar veremezdi. Nitekim bütün itaat edenlerin
itaatları Allah'a fayda vermediği gibi O'na karşı koyanların günahları da asla
kendisine zarar vermez... İşte bu olgu Kur'an-ı Kerim'in insanların bilincine,
düşüncesine, duygularına nakşetmek istediği önemli bir gerçektir. Allah'ın
kullarına nakşetmek istediği önemli bir gerçektir. Allah'ın kullarına yüklediği
yükümlülükler konusunda kulların nihaî güçlerini ortaya koymaktadır. Bu
yükümlülükleri yapmak veya yapmamak, Yüce Allah'a değil kendilerine yönelik bir
harekettir. Allah'ın onlara yüklediği görevler, insanları kendilerine yararlı
olan şeylere yöneltmek, kendisine zararlı olan şeylerden uzatlaştırmak içindir.
Dolayısıyla onları günah işlemeleri kendi kendilerine zulmetmeleridir.
Allah'a değil...
»Hani şu kasabaya
girin ve orada ne isterseniz bol bol yeyin; fakat kapıdan girerken secde
ederek'bizi bağışla'deyin ki günahlarınızı affedelim. İyilik edenlere daha
fazlasını vereceğiz dedik. Fakat zalimler kendilerine söylenen o sözü başka
bir sözle değiştirdiler. Biz de yaptıkları bu
kötülükten dolayı o zalimlere gökten ağır bir azap indirdik.»
(Bakara, 58-59)
...Yüce Allah onlara
(Beytu'l Makdis'e (Kudüs) girin ve orada nereden istersinez bol bol Allah'ın
nimetlerinden yeyin. Kapıdan girerken bu nimeti size verdiğinden dolayı Yüce Allah'a
secde edin ve bizi bağışla, bize mağfiret eyle deyin...).diye emretmişti. Çünkü
Yüce Allah böyle yapmanız halinde sizin günahlarınız bağışlayacak iyilik yapan
ve iyiliğe taraftar olan Müslümanların iyiliğini, bereketini ve mağfiretini
arttıracaktır. Fakat buna rağmen karşı koyanlar ve tavırlarında diretenler,
söylemeleri istenen sözü değiştirdiler. Hafife almaya ve dalga geçmeye
çalıştılar. Bunun üzerine Yüce Allah günahkârlıklarından, isyankârlıklarından,
azgınlıklarından ve zulümlerinden dolayı onları cezalandırdı. Rivayete göre
Allah'ın bu cezası Taun (veba) hastalığı idi. Onların ileri gelenlerinden ve
büyüklerinden yirmidörtbin kişiyi bir anda yok etmişti.
«Hani Musa, kavmi için
su istedi de kendisine, elindeki değneği şu taşa vur dedik. Bunun üzerine o
taştan on iki taze pınar fışkırıuermişti. Her grubun hangi pınardan su içeceği
belirlenmişti. Allah'ın size bağışladığı nimetten yiyin için ve yeryüzünde
kargaşalık çıkarmayın dedik.»
(Bakara, 60)
...Ve Hz. Musa kavmi
için su istemişti. Fakat orada suyun izine bile rastlanmısordu. Susuzluk
hepsini fena sıkıştırmıştı. Hepsi büyük bir tehlike ile karşı karşıyaydı. Hz.
Musa, Rabbine yöenelerek onlar için su dileğinde bulundu. Cenab-ı Allah O'nun
isteğini bir mucize ile yerine getirdi. Ve Asa'sı ile taşa vurmasını emretti.
Taşa vurunca tam on iki tane pınar fışkırıvermişti. Zira Israiloğulları on iki
oymaktan oluşuyordu. Herbirisine özel su pınarları belirlenmesiyle ihtilaf,
sürtüşme ve kalabalık önlenmişti. Ayrıca onlara yeryüzünde kargaşa çıkarmayın
denmişti. Bu, aynı zamanda Allah'ın kendilerine
vermiş olduğu nimetlere karşı pratik (realiteye dayalı, uygulamalı)
bir şükür niteliğindeydi... Fakat onlar şükretmediler.
«Hani dediniz ki, Ya
Musa, biz tek çeşit yemeğe artık dayanamayacağız. Rahbine dua et de yerin bitirdiği
sebze kabağından, sarmısağından, mercimeğinden, soğanından çıkarsın. Musa da; siz hayırlıyı
daha değersizi ile mi değiştir-mek istiyorsunuz1? Öyleyse Mısır'a ininiz..
Orada ne isterseniz var dedi. Onlara alçaklık ve yoksulluk damgası vuruldu, Allah'ın
gazabına uğradılar. Öyle oldu; çünkü Onlar Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar
ve peygamberleri haksız yere Öldürüyorlardı. îsyana daldıkları, sının aştıkları
için bu cezaya çarpıldılar.»
(Bakara, 61) Artık onların içine bıkma ve usanma duygusu yerleşmişti.
Yediklerinde ve içtiklerinde Allah'ın kendilerine bahşettiği bu nimetlerle
yetinmem ey e başlamışlardı. Mısır'da yedikleri çeşitli ve üstün yemekleri
arzulamaya başlamışlardı. Mutlu, bolluk ve bereket içindeki hayatı yaşamaya
yönelik istekleri -nedeniyle bu hayatın zorluklarına karşı sabretmeyi yitirmişlerdi.
Hz. Musa onların bu isteklerine karşı çıkarak şimdi yaşadıkları hayatın daha
Önce yaşadıkları hayattan daha üstün olduğunu söylemişti.
Çünkü bu
hayat insanı saf ve manevi bir havaya
götürüyordu.
Onları bu atmosferde huzura kavuşturuyordu.
Onlar hangi mantıkla
daha az değerli bir hayatı, çok değerli bir
hayata tercih
ediyorlardı!.. Onların bu istekleri yerine getirildi
ve kendilerine:
«Mısır'a gidiniz,
orada istediğiniz her çeşit yiyecek ve içecek bulursunuz
denmişti. Fakat onlar
onurlu, şerefli hayatın üzerinde kurulduğu ana ilkeyi; Allah'a imam ve onun
gösterdiği yolda yürümeyi yitirmişlerdi. Basit, maddî varlıkları ve değerleri
onların hepsine tercih etmişlerdi. Şehevî duygularına ve zevklerine kapılmış,
onlara teslim olmuşlardı.
Sonuçta şehevî
duyguların ve maddî zevklerin hepsine hükmeden güce boyun eğmeye kadar
varmışlar, kendi benliklerini ve hayatlarım zalimlere, diktatörlere satmışlar,
bu zalimler de onları zillete düşürmüş, canlarının istediği biçimde kendilerine
boyun eğdirmiş, doyayısıyla yoksulluk ve alçaklık, damgasını yemişlerdi. Bu
yoksulluk ve alçaklık, hayatı şehevî duygulan ve ihtirasları için yaşayan,
bunları kendisine garanti eden bütün güçlere teslim olan her toplumun
akibetidir. Kendi onurunu, şerefini ve ilkelerini korumak adına bile olsa\böyle
bir teslimiyet ve bu tür bir yöneliş onları Allah'ın dosdoğru çizgisinden
saptırır, Allah'ın öfkesine ve gazabına uğramalarına neden olur. Zira şehevî
duygulara ve ihtiraslara bağımlı bir hayat, sonuçte toplumları inada ve
sapıklığa dayanarak Allah'ın ayetlerini inkâra sürükleyecek, Allah'ın
peygamberleri ve onların ilahî misyonları kaşısında tsrailoğulları gibi olumsuz
tavır takınmalarına neden olacaktır.
Nitekim onlar Allah'ın
elçilerini haksız yere Öldürmüşler, Rablerine karşı gelmişler ve haksız yere
insanlara zulmetmişlerdi... Bu, aynı zamanda imanını ve hayatını kuşatan manevi
değerlerin bilincini yitiren her ulusun en doğal sonudur. Hayatlarını sağlam
bir şekilde kuşatan, ruhlarına huzur veren ve sosyal yapısını kuvvet ve hayat
ile uygar hale getiren bu - değerlerden yoksunlaşan her toplumun akibeti budur.
[144]
Yüce Allah'ın
Israiloğullanna bahşettiği nimetlerden ve onların bu nimetleri inkâr ve
nankörlükle karşılamalarından söz eden bu ayetler birkaç açıdan dikkatimizi
çekmektedir:
1-Yüce Allah
bu ayet-i kerimelerle peygamberimiz Hz. Mu-harnmed'in çağdaşı bulunan Yahudilere
hitap etmektedir. Halbuki ayetlerin ele aldığı konular Hz. Musa'nın çağdaşı
bulunan Yahudileri ilgilendiren konulardır. Yüce Allah tarihteki bir topluluğu
ilgilendiren bu meselelerde nasıl başka bir topluluğu muhatap alıyordu?
Cevap: peygamberimiz
Hz. Muhammed döneminde yaşayan bu cemaat o ayetlerde sözü edilen cemaatın bi
uzantis-ıyda. Anlayışlarında, inançlarında, kanaatlerinde, isyankârlığında ve
zalimliğinde onunla aynı paraleldeydi. Çünkü bunlar da öncekilerin Hz. Musa'ya
karşı kullandığı her türlü oyuna, düzenbazlığa ve kaypaklığa taşabbüs etmiş,
aynı yöntemleri peygamberimize karşı kullanmışlardı. İşte bu gerçeğin ışığında
böyle bir yaklaşımda bulunabiliriz: Herhangi bir tarih devresinin bir devamı
olan bu tarihi kesitini esas alıp onu kabul eden her toplum, her topluluk, her
grup, sözkonusu tarihi yaşayan gruplarla ortak kabul edilir. Bu ilkeye bağlı
olarak toplumumuzdaki herhangi bir grubu tarihte kendisi ile psikolojik, fikri
ve amelî alanda ilgi kuran, onlarla sıkı bağlar içine giren mazisi ile irtibat
kurarak değerlendirebilir ve bu topluluğa mazideki bütün yaşayan
olumsuzlukları da gözönünde bulundurarak hitap edebiliriz. Zira, onların
tarihte meydana gelen bu olaya rıza göstermeleri ve kendilerini ona nisbet etmeleri
onların da aynı konumda olduğunu ve aynı yöneliş sahibi bulunduğunu ortaya
koyar. Dolayısı ile diyebiliriz ki düşünce ve hareket bağlamında fikri ve
manevî birlikteliklerde mazî, geleceğin temelini ve alt yapısını
oluşturmaktadır.
2- Bu ayet-i
kerimeler istekten, ihtiyaçtan ihtiyaca atlayan bir inat, kararsızlık ve
düşünce çocukluğu yaşayan îsrailoğul-ları hakkında derli toplu, bir tablo
sunmaktadır. Çünkü onlar bu kararsızlıklarını önleyebilecek manevî veya fikri
bir zemine dayanmıyorlardı. Aksine onlar şehevî duygularına, ihtiraslarının ve
arzularının direktiflerine göre hareket ediyorlardı. Bu nedenle mucize yoluyla
dahi olsa gerçekleşen, yerine getirilen isteklerini içlerindeki zaaf
noktalarını genişletmek için kullanmaya çalışmışlardı. Bu mucizenin onlara
yönelik
yönlendirmelerini ve eğitici unsurlarım
etkisiz hale getirmeye çabalamışlardır. Herhangi bir harekete ve kıpırdanışa
neden olmasını dilememişlerdir.
3- Bu ve
benzeri ayetler, Hz. Musa'nın (Selam üzerine olsun) en belirgin vasfı olan
îlahî misyona dayalı manevî kuvveti hakkında bize açık bir fikir vermektedir.
O, bu sataşmaların, isyankârlıkların, zalimliklerin, teori ve pratik alanında
çocukluklarının hepsini engin bin gönül, kendisinden emin, güvenli bir risalet
mantığı ve maharetiyle karşılıyordu. Nitekim Risa-leti güçlü mbir şekilde
yüklenen tüm peygamberlerin tavan da bu olmuştur tarih boyunca. Bunların hepsi
de isyankârlıkların, azgınlıkların her çeşidini kendi Risaletinden emin bir
ruhla, yöntem, metod ve hedef konusundaki sorumluluklarıyla ahenk içine giren
bir anlayışla ele almışlardır. Çünkü onlar, peygamberin görevinin ve
fonksiyonunun kendi mizacına (karakterine) göre değil de risaletine göre
yaşamaları gerektiğini kava-ramışlardır. Yine onlar, hidayete erdirmek için her
türlü imkânları bu alanda peşpeşe kullanmaları, davet ve eylem alanında onları
denemeleri gerektiğini çok güzel idrak etmişlerdir.
İşte mesaj ulaştırma
çalışmalarında ihtiyaç duyduğumuz konulardan bir de budur. Sataşmaları,
saldırıları, izgınlıkları, yalancı ithamlar, sövmeleri, güzel biçimde
engellemeleri ve benzeri karşı koy usları peygamberlerin ve peygamberliklerin
karşılaştıkları buna benzer olayları nasıl değerlendireceğimizi bu noktadan
kalkarak tespit edebiliriz.
...Tebliğ
çalışmalarında özellikle risaletieri Allah'a güvenen durulmuş sakin çizgi^iaî
baz olarak almalıyız Kendi kişisel benliği ve konumundan değil, sürekli olarak
risalet açısından hareket eden hatları^* izlemeliyiz
4- Yüce
Allah îsrailoğuîîanna neden bu kadar geniş ve bol nimetler, lütuflar bağışlamış
v£ onları bu kadar korumuş, gözetmiştir?
Cevap: Herhalde Hz.
Musa'nın risaleti toplumsal düzeyde ortaya çıkan ilk risalet idi. Burada hem
Risalet alanında, hem realiteler (Pratik hayat) alanında bir çalışma
yapılmıştı. Biz öyle anlıyoruz ki, Hz. Nuh ve Hz. İbrahim (Selam üzerlerine olsun)
peygamberlikleri gibi risaletlerde müminler, peygamberlerin mücadelesinde
onunla birlikte hareket ettiği önemli bir güç odağı şeklinde ortaya
çıkmamışlardı. Bu risaletlerde mücadelenin tamamı, peygamber ile risaletin
başlıca düşmanları arasındaki mücadeleden ibaret gözüküyor. Peygamberin,
düşmanlarına karşı nasıl bir yol izlediğine dikkatleri çekiyorlar. Hz. Nuh'un
risaleti çerçevesinede meseleye baktığımızda mü'minlerin fonksiyonu hiç göze
çarpmamaktadır. Kafirlerin onları şu şekilde nitelediklerini görüyoruz.
«Bizim, gömüşleri en
zayıf olanlarımız ve ayak takımım-izdir onlar.»
Ayrıca onların hiçbir
eylemine de rastlamıyoruz. Bütün saldırılara tek başmaymış gibi yalnız Hz. Nuh
karşılık veriyor... Aynı şekilde Hz. İbrahim'in risaletini gözönünde bulundurduğumuzda
da durumun aynı olduğunu görüyoruz. Hz. İbrahim de tek başına kafirlere karşı
koyuyor. Tek başına çağının Tağutlarına (zalim, azgın statükosuna) karşı
duruyor. Burada meselenin tamamı akide planında ve iman ve küfür çerçevesinde
yoğunlaşıyor. Kur'an-ı Kçrİîîl'İn bü her iki risalet hakkında bize aktardığı
bilgi bu çerçeve ile sınırlıdır...
Hz. Musa'nın
risaletini;gelince burada mesele daha farklıdır. Burada akide meselesi
iman-küfür mücadelesi olarak ele alınıyor. Aym şekilde meseleyi Firavun'un
zulmü ve rejiminden yorgun ve bitkin hale düşen bu ulusun en haklı bir .mücadele
ruhubîarak da ele alıyor. Böylece risalet iki alanda ve iki boyutlu olara
gelişiyor: Küfre karşı iman mücadelesi boyutu, zulme karşı adalet mücadelesi
boyutu... İşte bu iki boyutu ile risalet, halk nezdinde önemli bir tabana
yerleşiyor, kitleleri hâkete geçiriyor. Ne var ki peygamberlik ve peygamberler
vasıtasıyla baskı atmosferinden özgürlük atmosferine geçen bu kitle,
peygamberliği kaldırabilecek seviyede değildir. Bu kitle risalet meselesini
esas alarak değil, doğrudan hayatını ilgilendire problemleri esas alarak
peygambere destek oluyordu... Bunu içindir ki risaletin, kendisine dayandığı
kitleyi veya bu kitlenin bir kısmını koruması, kollaması gerekmektedir. Bu
kitle, risaletin özünü geniş ve sakin bir havada olabildiğince büyük bir
Ölçüde kavraymyacaya, hayatını ve hedeflerini ona göre berle-yinceye kadar bu
yeni atmosferin en katı ve en acımasız m'ey-dan okuyuşlarda bile rahmet ve
koruma havasım muhafaza ettiğini iyice kavramahdır. Her halde bu deneme
başarıyla neticelenmiştir. Çünkü biz, kitlenin içinden büyük bir kesiminin
saptırılmış çizgiden doğru çizgiye geldiğini görüyoruz. Nitekim Kur'an-ı
Kerim'in ilerideki ayeti bundan söz etmektedir... Bu konudaki plan şöylece
özetlenebilir! Risalet kendi kitlesini hemen yitirmek istemez. İnatlaşma ve
karşı koyma durumlarında bile onu sıkmak istemediğini hissettirmeye çalışır.
Buna bağlı olarak kitlesine sürekli imkânlar tanır ki onu düşünce, maneviyat ye
hayat alanında iman çizgisiyle kaynaştırsın.
*
5- Kur'an-ı
Kerim neden özellikle îsrailoğulları üzerinde durmuş ve aşağı yukarı her
suresinde onlarla ilgili bir takım işaretlerde bulunmuştur?
Cevap: İslâm dininin
tahrif edilen daha Önceki semavi ri-saletlerîe ve doğru çizgiden sapmış olan
kitlelerle mücadelesi basit bir mücadele değildir. Bunlarla yapılan mücadele
iman çizgisinin ana kavaramları üzerinde geniş bir şekilde yayılmış ve bu çizgi
üzerinde meydana gelen hareketlerin detaylarına kadar her tarafta gözlenebilen
bir hesaplaşmayı esas almıştır. Bu mücadelenin önemli bir yanı da kendisine
iman edilen ve peygamberleri tasdik edilen Allah'ın risaletine karşı Önemli bir
tehlike oluşturmuş bulunmasıdır. Bu yaklaşımın ışığında denebilir ki: Allah'ın
belirlediği gerçek çizgiden sapan bu kitlenin detaylarına varıncaya kadar tüm
boyutlarıyla ortaya konması gerekiyordu. Çünkü İslâm'ın hereketini tehdit eden
başlıca
kuvvet bu kesimdi. Ayrıca bu açıklamalar
sağlıklı ve doğru olan yaklaşımın hangi yollarla sapmaya hedef olduğunu da ortaya
koymaktadır. Dolayasıyla burada sorun herhangi bir ulusun sahip olduğu değer
ve konumla sınırlı değildir. Aksine mesele, İlahî dinlerin tarihinde sapık
yolda yürüyen ile doğru yolda direnen ulusların hepsim ilgilendirmektedir.
Sonra bu kitlelerin
taşıdığı düşyünçelerin, tahrif edilenle-riyle sağlıklı kalanları arasında bi
ayırım için bu bilgiler önem taşımaktadır. Bu değerlendirmelerden anlaşıldığına
göre İslâm, sözü edilen İlahî risaletlerin varlığını sürdüren pratik ve canlı
bir örneğidir. Dolayısıyla bu risaletlerin etkinlikleri, tarihleri ve
kapsamları İslâmi Hareket'in bu günkü ve gelecekteki yapısı üzerinde önemli
etkilere sahiptir.
Bu düşünceyi
destekleyen unsurlardan biri de şudur: İslâm bu tarihi reddediyor, onu bir
muhakemeye ve tenkide tabi tutuyor. Peki, İslâm onları yine de kutsal ve
saygıdeğer olarak kabul eder ve onların bir kısmının yanlış olduğu görüşünü
savunabilir mi?
[145]
Rahman ve Rahim olan
AUah'ın adıyla
«Müminler ile Yahudi,
Hıristiyan ve Sabitler'den Allah'a ve Ahiret Gününe inanıp iyi ameller
işleyenler, hiç şüphesiz Rabbleri katında mükafatlarını alacaklardır: Onlar
için korku yoktur, onlar artık hiç üzülmeyeceklerdir.»
(Bakara, 62)
Bu ayetteki "mana
açıktır. Ayet: düşüncelerinde, akide ve hayatı dini açıdan değerlendirmelerinde
farklı yaklaşımlarda bulunan bu dini grupların hepsinin bir tek şartla
ahiretteki kurtuluşa kavuşacağım pekiştirmektedir. Sözkonusu edilen şart, hepsinin
Allah'a ve Ahiret Günü ne iman etmeleri ve iyi işler (ameli salih)
yapmalarıdır.Burada bir soru sorulabilir. Ayette sözü edilen yöneliş,
Ahiretteki kurtuluş ve Allah'ın Rızası için İslâm'ın ıstılah anlamından ödün
vermeyi ifade ediyor. Çünkü bu şart yerine getirildikten sonra her grubun,
çalışmasında belirgin ve mümeyyiz vasfım muhafaza etmesinde bir sakınca
olmayacağını pekiştirmektedir!..
Bazı müfessirler bu
soruya cevap vermek için ayetin şu ayetle neshedildiğini söylemişlerdir:
«Kim İslâm'dan başka
bir din ararsa, o din ondan kabul edilmez ve ahirette hüsrana uğrayanlardan
olur.»
(Al-i İmran, 85)
Fakat biz bu cevabı
değerlendirmeden kabul etmemeliyiz, çünkü ayetin anlamı diğer ayetlerin
manasıyla çelişmiyor ki ikinci ayet biricisini neshedebilsin. Zira ikinci
ayetteki İslâm'ın anlamından İlahî risaletlerin hepsini kapsayan genel anlamdaki
İslâm kastedildiği açıktır.
Nitekim ayetin
önündeki ayetlerden hareketle burada Islâmm ıstılah anlamının kastedildiği
rahatlıkla söylenebilir
«Allah katında geçerli
olan din İslâm'dır.»
(Al-i İmran, 19)
İslâm'ı Hz. İbrahim'in
dini olarak gösteren ayetler de buna delildir:
«Hani Rahbin ona
teslim ol, buyurunca O, bin ben alemlerin Rabbine teslim oldum dedi. İbrahim
bu İlahî buyruğu oğullarına tavsiye etti. Yakub da: Ey oğullarım, Allah sizin
için bu dini seçti, mutlaka Müslüman olarak ölünüz dedi.»
(Bakara, 131-132)
«Sizini dininizi de
babanız İbrahim'in dini (gibi geniş kapsamlı yaptı, daraltmadı). O, bu
Kafandan Önce (ki kitaplarda) da bu Kuranda da size 'Müslümanlar' adını verdi.»
(Hacc, 78)
Yukarıdaki soruya
şöyle cevap verilebilir: Ayet-i kerime bütün dinlerin esas kabul ettiği ana
ilkelere değinmekte ve onları pekiştirmektedir. Dinin teori (düşünce) ve
pratik (uygulama) çerçevesinde Allah'ın mükafatına ve rızasına kavuşmada ana
ilkelere değinmektedir. Burada sözü edilenr ana ilkeler dinin her alandaki
ilkelerinin odağını oluşturmaktadır. Ayette, grupların yalnız kendisinin Ahiret
Günü nde kurtulacağını iddia etmelerinin yanında teori ve pratik olarak akideye
kesin biçimde bağlanmamaları yadırganmakta, meseleyi bir akide ve amel işi
olarak değil de, sırf isimler ve sloganlar şeklinde ele almak
reddedilmektedir. Ayet-i kerime iç dinamiği olarak şu ayetin kapsamına girer:
«Allah'ın vereceği
mükafatı elde etmek, ne sizin ne Kitap Ehl-i'nin kuruntularına göre olmaz. Kim
kötülük işlerse cezasını görür...»
(Nisa, 123)
Yukarıdaki ayet-i
kerime meselenin bir yönünü aydınlatmaktadır. Meselenin her yönünün ele
almadığından genel bir ilke kabul edilmesi doğru olmaz. Bu ilkeyi esas
aldığımızda, Kur'an'daki pek çok ayetlerin bu ayetin ele aldığı konunun başka
yönlerini acılığa kavuşturmalarına, O'nun anlamını tamamlamalarına hiçbir engel
olmadığını görürüz. Mesele, kesinlik kazanan belgelerden ve apaçık delillerden
sonra pey-gamber'e iman etmek Allah'a iman etmenin kapsamına girer.
Çünkü peygamber'e iman
etmemek imanın sağlam ilkelerine halel getirir, onları sarsıntıya.uğratır.
İşte bu açıdan sözkonusu ayet diğer ayetlerle uyum ve ahenk içine girmektedir.
Diğer grupları eleştiren ve onları akide ve amel yönünden sapık sayan ayetler
bu açıdan aynı temayı işlemiş olurlar. Düşünce ve eylem planında Yahudilerin ve
Hıristiyanların doğru yoldan ayrılmış olmalarından sözeden ayetler onların bu
temel yanlışlıklarından ve sapıklıklarından yola çıkarak onları eleştirirken
sözünü ettiğimiz ayetin açılamadığı bazı noktalara ışık tutmaktadır.
Şöyle bir yaklışım da
akla gelebilir: Peygambere iman, imanî anlamı ve akide açısından değeri ve
yapısı ile Allah'a iman gibi değildir. Çünkü Allah'a iman, Allah'ı tanıma ve
O'na ibadet etme, bizzat akidenin ana ilkelerinden olması nedeniyle kendi
başına bir amaçtır. Peygamber'e iman ise böyle değerlendirilemez. Çünkü
peygambere iman, peygamberin risaletine ve salih amellere ulaşmak için bir
vasıtadır. Onun içindir ki, Kur'an-ı Kerim, peygambere imanı, imana davetin her
alanında değil, yalnız bu çerçevede olanlarına dikkat çekmekte, pekiştirmektedir.
Bu bakış açısından hareketle, insanın ahirette kurtuluşunda ana ilke olarak
peygambere imana neden dik-katçekilmediğini anlayabiliriz. Burada Allah'a iman
ve Amel-i Salih'in kaydedilmesi yeterli görülmüştür. Çünkü bu iki ilke Allah'a
ibedet çizgisinden yürümeyi, peygamberlerin risaletle-ri ile sabit olan
yasalara ve hükümlere bağlı kalmayı zaten ifade etmektedirler. İslâm dininin,
bütün ilahî siyasetler arasında bir ayrılık, farklılık görmediğini de
gözönünde bulundurduğumuzda bu düşünceyi daha geniş kapsamlı anlama imkânını
elde ederiz. Çünkü İslâm diğer ilahî dinlerle ana ilkelerde çakışmakta, yalnız
detaylara ilişkin birtakım farklılıklar
göstermektedir.
Dolayısıyla bu dinlerden herhangi biriyle uyum sağlamak anlamına gelmektedir.
Aynı şekilde bu dinlerin herhangi birinde çizgiden sapmak diğerlerinde de
çizgiden sapma anlamına gelmektedir. Böylece anlaşılıyor ki, «Alîah katında
geçerli din İslâm'dır» ayetinin de dikkat çektiği gibi, bütün peygamberlikler
bir ilkeden, bir tek kaynaktan gelmiş bulunmaktadırlar. Bütün Risaletlerde
geçerli olan değişmez ilke karşısında diğer bütün geçici sıfatlar
zayıflamakta, sönük kalmakta ve değerden düşmektedir...
«Hani sizden kesin bir
söz almış ve Tur Dağı'nı üstünüze çıkararak size verdiğimizi sağlam tutun ve
içindekileri hatırlayın ki, takva sahiplerinden olasınız dedik. Bunun arkasından
verdiğiniz;sözden dönünüz. Eğer Allah'ın, üzerimizdeki fazlı ve merhameti
olmasıydı kesinlikle hüsrana uğrayanlardan olurdunuz. İçinizde cumartesi
yasağını çiğneyenleri bilmiş olmalısınız. Onlara aşağılık maymunlara dönün
dedik. Bu cezayı, onu görenlere ve sonradan gelip işitenlere ibret ve takva
sahiplerine öğüt yaptık.» (Bakara, 63-66)
[146]
***
Bu ayetlerde yine
israiloğullarına dönüş yapılmaktadır. Akidenin imanı ve amelî bağlılıklarına,
gereklerine karşı pratik hayatlarında takındıkları korkunç tavırları Allah bu
vesile -ile hatırlatmaktadır. Yüce Allah, Tevrat'ı indirdikten sonra onlardan
bir taahhüt, bir söz almıştı. Kendilerine gönderilen vahyin sorumluluğunu
üstlenmelerini, ona bağlılıkta ve davet etmede bu mesaja sımsıkı sarılmalarını
istemişti. Durum ve şartlar ne olursa olsun, bunu unutmamalırını, sürekli onu
hatırlamalarını talep etmişti. Çünkü Allah'ın emirlerine bağlılık, yasaklarından
kaçınma imkânı ve alışkanlığını sağlayan takva melekesini elde etmelerinin
biricik yolu buydu. Ne var ki, onlar bütün bunlardan sonda yüz çevirmişler ve
bu verilen söze bağlı kalmamışlardı.
Onların bu tutum ve tavırları hayatları boyunca devam edebilir ve onları hem
dünyada hem de ahirette hüsrana sürükleyebilirdi. Fakat, Yüce Allah kandi
rahmeti, fazileti ve keremiyle onları son anda kurtardı. Dönüş yaptılar. Allah'a
tevbe ettiler... Ayrıca Yüce Allah onlara cumartesi konusunda haddi aşan
topluluğu da hatırlatmaktadır. Zamanında onların bağlılıklarını imtihan etmek
için onları bu şekilde denemişti. Onlar ise bu yasakla oynaya çalışmışlar,
balıkları avlamak için birtakım oyunlara başvurmuşlardı. Cumartesi günü onları
bir yerde toplayıp giriş çıkışlarını kapatmışlar, başka bir gün bu kapalı
yerlerdeki balıkları avlamaya gelmişlerdi. Böylece emre itaat ettikleri imajını
verirken sonuçte emre karşı gelmiş ve onu çiğnemiş oluyorlardı. Onun sonucu
olarak Yüce Allah, onları aşağılık maymunlar şekline sokmuştur. Onları
çağdaşları bulunan toplumlara örnek olarak göstermiş ve onların bu
akıbetlerinden ders ve ibret almalarını, kendilerinden sonra gelecek olar
nesillere de bir mesaj olmalarını dilemiştir. Bu olaydan ve benzeri diğer
olaylardan ders ve ibret alan muttaki, takva sahipleri için ise birer Öğüt
vermiştir. İmam Muhamnıed Bakır ve İmam Cafer Sadık'tan gelen bir hadiste
onların şöyle dediği ifade edilmektedir:
«Onu görenlere ceza
olsun diye» yani o dönemde yaşayan topluluklara ibret olsun diye.
«Sonradan gelenlere»
yani bizlere. Bizler için bir öğüt olsun diye.
İyaşî, tefsirinde
rivayet ediyor ki: îmam Cafer Sadık'a
«Allah'ın size
verdiğine sımsıkı sarılın»
ayetini sordum.
Buradaki sarılma; bedenlerin maddî kuvveti midir, yoksa kalplerin kuvveti
midir? Dedi ki,
«Her ikisiyle
beraber.»
Bu kuvvetin takati ise
kararlılık, ciddiyet ve hiçbir şüpheye
yer
vermeyen kesin inançtır. Tur'a gelince, Mizan'da belirtildiği gibi Yüce
Allah'ın büyük kudretiyle onları korkutmak için başlarını kaldırdığı dağın
adıdır.
[147]
Bu ayetleri
değerlendirirken birkaç önemli nokta dikkatimizi çekmektedir:
Birincisi: Herhangi
bir Ümmete kitabın gönderiliş Allah tarafından bir sözleşme olarak kabul
edilir. Sanki onlar bu kitap ile Allah'a söz vermişlerdir. Yüce Allah onların
bu kitaba ve muhtevasına bağlı kalmalarını istemiştir. Nitekim insan
başkalarıyla yaptığı kişisel anlaşma ve sözleşmelere de bağlı kalmak
zorundadır. Bu sözleşmenin Önemi ise sırf herhangi bir durumla ilgili değildir.
Hayatın her olayını bütün gelişmelerini kapsamına alır. Çünkü kitap, kendi
hükümlerine ve yasalarına göre insanın hem düşüncesini ve hem de
hareketlerini, teorisini ve pratiğini düzenler. Bu nedenle kitabın hükümlerinden
herhangi birini çiğnemek, yapılan sözleşmeyi çiğnemek anlamına gelir. Burada
Allah'a verilen sözden sonra Cumartesi kıssasının hatırlatılmasında da, bir hükmü
çiğnemekle, verilen sözün bütünüyle çiğnenmiş olacağına dikkat çekilmiş olabilir.
İkincisi: Kitap ile
muhatap oîan Ümmet, Allah'ın kitap ile kendilerine verdiği hükümlere sımsıkı
sarjhlmalı, şehevî duyguların insanı etkisi altına aldığı kişisel zaaflarına
teslim olmamalıdır. Nefsanî uduygulardan hareketle kitabın ilkelerine ve
hükümlerine bağhlktan vazgeçmemelidir, tç etkenlere karşı bu tavır ve tutumda
direnirken, dış etkenlere karşı da dimdik ayakta durmalıdır. Kitaba bağlılık
ona bir takım maddiî zararları getirse de, sıkıntılara ve zorluklara
katlanmasını gerektir-se de, bu konuda direnmelidir. îmanını menfaatlarına
zarar
gelmesine rağmen korumaya çalışmalıdır.
Bu konuda güçlü ve dirayetli olmalıdır. Yüce Allah ile kulları arasında
gerçekleşen taahhüt ve sözleşmeye kesin bağlı kalmalıdır. Burada şöyle bir
yaklaşıma varabiliriz: Allah tarafından gönderilen vahyin hayatta güç ve
kuvvet kazanabilmesi için çalışan insanların bu davanın beşeri alanda en
kapsamlı hale gelmesi için daha fazla çaba sarfetmeleri gerekmektedir. Allah'a
davet yolunda beşerî gücün oluşmasını sağlamaya çalışmak, ister istemez insanın
içinde manevî bir kuvvete neden olur. İnsanların genel havasından etkilenerek
kişisel bilinçle çeşitli baskılara karşı koyma azmini oluşturur. Ayrıca
mücadele alanında da ona bîr güç bahşeder Mü'minler imanlarının gücüyle
ayaklanmaya kalktıklarında Allah'ın düşmenlerını bir endişe kaplayacak,
Allah'ın dostları olan mustaz'aflar (ezilmişler, mahrum bırakılmışlar)
kendileri için bir destek bulacaklardır.
Üçüncüsü: îman; insanın zorunlu veya haram
olan işleri yüzeysel bir şekilcilikle
değil, fikrî, ruhî ve amelî boyutları ile derin bir itaat bilinci içinde
karşılamasını zorunlu kılar. Düşünceyi şekilcilikle tasmaîamaya çalışmak
itaate, realiteye dayalı hedefleri açısından, harfi manası ile bakmayı
gerektirir. Bu da düşünceyi, düşünce adıyla oyuncak haline sokmaktadır, îşte bu
nedenle Yüce Allah onları Cumartesi eylemini, verilen söze aykırı bir hareket
saymıştır. Halbuki onlar emrin, harfi manasına karşı gelmemişlerdi. Çünkü
onlardan istenen, Cumartesi günü avlanmamalarıydı ve onlar bu emre normalde
karşı çıkmamışlardı. O'nu aynen uygulamışlardı. Fakat onlar Cumartesi günündeki
bu avlanmanın neticesini doğrudan olmayan bir yolla elde etmenin bir yolunu
bulmuşlardı. îşte bu ilkeye bağlı olarak onların hem dünya hem ahiret cezası
gerçekten katı olmuştur. Çünkü emirlere ve yeseklere bu şekilde yaklaşmak
itaatin muhtevasını boşaltır. Hüküm ve hükmü belirleyen ile alay etmek ve
onları hafife almak anlamına gelir. Böyle bir yaklaşım, mükellefe (yükümlüye)
yasanın hedeflerini sapt-ırabileceği imajının verir. Bu durum ise yasayı
belirleyen otoritenin, kanuna muhalefet halinde bile yükümlüye ceza uygulamayacağı
zehabına neden olur.
[148]
«Hani Musa, kavmine:
"Allah 'a size bir sığır kemeyi emrediyor" dedi de kavmi kendisine:
"Bizimle alay mı ediyorsun" deyince, O da onlara "cahillerden
bir olmaktan Allah'a sığınırım" dedi.»
«Onlar: "Rabbine
dua et de bize o sığırın nasıl olduğunu açıklasın" dediler. Musa da
'Rabbim, o sığır ne yaşlı ve ne de körpe olup bu ikisi arasında orta yaşlıdır
diyor. Haydi emredileni yapın" dedi.
«Onlar: "Rabbine
dua et de bize o sığırın rengini bildirsin" dediler. Musa da "Rabbim,
o sığırı görenlerin gözüne hoş gelecek parlak sarı renktedir, diyor"
dedi.»
«Onlar: "Rabbine
dua et de sığırı bize iyice tanımlasın. Biz sığırları birbirinden ayırdedemez
olduk, Allah dilerse bu karışıklığın içinden çıkarız" dediler.»
«Musa: "Rabbim o,
boyunduruğa koşulup toprak sürmemiş, toprak sulamada kullanmılmam.ış, özürsüz
ve alacasız bir sığırdır, diyor" dedi. Bunun üzerine onlar: "İşte
şimdi hakkı ile anlattın, diyerek" tanımlanan sığırı kestiler, neredeyse
bunu yapamayacaklardı.»
«Hani bir adam
öldürmüştünüz de bu suçu bir birinize atmaya kalkmıştınız. Oysa Allah
gözlediğinizi ortaya çıkaracaktı.»
«Bu amaçla
"kesilensığınn bir parçasını o öldürülen adamın cesedine değdirin"
dedik. İşte Allah böylece ölüleri diriltir ve düşünesiniz diye size ayetlerini
gösterir»
(Bakara, 67- 73)
Bu ayteîerde
îsrailoğullarının kıssaları içinde önemli yeri olan bir olaydan söz
edilmektedir. Bu kıssa bir taraftan icaz yönü ile önemli bir yer tutmaktadır.
Zaten kıssa, katili belli olmayan bir cinayet sonucunda Allah'ın ölüyü diriltmesi
çerçevesinde gelişmiştir. Ayrıca İsrailoğuliarı toplumunu iç yüzü ile birlikte
tanımamıza yardımcı olmuştur. Hz. Musa'nın onlara verdiği emirleri nasıl
karşıladıklarını görmemize ışık tutmaktadır. Buradan onların meseleyi basit,
çözülecek açıdan değil de, kördüğüm haline gelene açıdan yanaşan kavgacı,
gürültücü ve bozguncu bir karaktere sahip olduklarını görebiliyoruz'Onların bu
karaktere sahip olduklarını göerebiliyoruz.; Onların bu karakteri ise
peygamberin fikir ve eylem, teori ve pratik alanındaki önderlik görevini
zorlaştırdığını öğreniyoruz. Çünkü her liderlik bir değildir. Kendilerine
verilen emri detaylara ilişkin anlamsız sorularla karşılamayan, emir siğasının
kapsamına girmeyen meseleleri bu sırada gündeme getirmeden uygulamaya kalkan
bir kitleyi idare etmek ve onlara liderlik yapmak başkadır, çoğunluğu verilen
emrin küçük-büyük her tarafını araştıran, sorumluluklarının kapsamına girmese
de onları irdeleyen bir kitleye liderlik yapmak daha başkadır. İkinci tür bir
tutum, hareketi engeller. En zor durumlarda, en karmaşık konularda hezimete
uğramasına neden olur. özellikle eğer, hemen kesin bir tavır isteniyorsa, acil
bir hareket gerekiyorsa böyle kılı kırka yarmaya benzer irdeleyici bir tavır,
hezimetin başlıca nedenidir.
Hz. Musa ile kavmi
arasında geeçen diyalog üzerinde biraz durmamız gerekiyor ki, olaym rasyonel
birtakım özelliklerini ortaya çıkarabilelim. Burada Hz. Musa, Allah'ın adı ile
onları inek kesmelerini istemektedir. Onîar tartışma konusu ile ilgisini
anlayamadıkları ve böyle anlamak istedikleri için Hz. Musa'nın bu isteğini
hayretle karşılamaktadırlar. Bunu hz. Musa'nın kendileriyle alay etmesi,
hafife alması şeklinde anlamaktadırlar. Böylece peygamberlik makamını ve
peygamberin şahsiyetini manevî boyutları ile tanımadıklarını ortaya
koymaktadırlar. Onlara peygamberin bu manevî şahsiyetiyle Allah'ın adını
kullanarak onlarla alay edemeyeceğini, eğleneme-yeceğini böyle bir hareketin,
bu makamda Allah'ın adını kötüye kullanma, O'nun adına yalan söyleme anlamına
geleceğini an-lamamazlıktan gelmektedirler. Bir peygamberin hiçbir temele
dayanmadan
«ÂHoh, size şöyle
yapmanızı emrediyor» diyemeyeceğini kavramaya yan aşmam aktadırlar.
... Hz. Musa'nın
cevabı bu kötü niyetli yaklaşıma denk düşecek ve ders olacak nitelikte gelmektedir.
Acı gerçekleri dile getirmektedir. Hz. Musa böyle bir iş yapmaktan, cahillerden
olmaktan Allah'a sığınmaktadır. Onların yanlış anlayışlarına göre hareket
etmek, böyle bir tavır takınmak Hz. Musa'yı nasıl yapacağı ve ne söyleyeceğini
bilmeyen bir cahil konumuna sokar. Peygamberliğin konumun, makamını ve hareket
mantığını anlayamayan biri düzeyine indirir.
...Bundan sonra onlar
tekrar önceki gürültülü, kargaşalı ve bozguncu tutumlarına dönüyorlar. Bu kez
O'nu, bilinmeyen, açık olmayan bir emir vermekle suçlamaya çalışıyorlar. İneğin
ne olduğunu soruşturma rollerine giriyorlar. Halbuki onlar, inek sözcüğü ne
anlama geliyorsa bu sözcüğün gereğini yapabilirlerdi. Şimdi mesele başka bir
tarafa yöneliyor. Sanki onları cezalandırıyor, meytian okuyuşa meydan okuyuşla
cevap veriyor. Şimdi aslında birinci emirde yer almayan birtakım
sınırlandırmalar getirilerek emrin kapsamı daraltılıyor ve iş daha da
zorlaşıyor... Bu inek ne çok yaşlı, ne de küçük denecek kadar gençtir. Bu iki
yaş arasında orta bir yaştadır. Gücünün, kuvvetinin en fazla olduğu yaştadır.
Yani mesele açıktır. Yeni bir soru sormaya gerek yoktur. Onlar kendilerine
açıklandığı kadarıyla yetinebilirler. Detaylara yer verilmediğine göre onlardan
sorumlu olmaları sözkonusu değildir. Yüce Allah'ın değinmediği şeyleri onların
da irdelememeleri en ideal olanıdır. Çünkü Yüce Allah, kullarını ancak
açıkladığı şeylerden sorumlu tutar. Açıklama yapılmadan, bildiri sunulmadan
kimsenin cezalandırılması sözkonusu değildir.
Ne var ki onlar
bununla yetinmediler, ineğin özellikleri ile ilgili akıllarına ne geldiyse
sormaya ve meseleyi habire irdeme-ye çalıştılar... Cevap da yine onların bu
tavırlarına uygun düşecek şekilde geldi. Bu anlamsız soruların cezası olarak
yükümlülüğün sınırını ve alanını daha da daralttı.
«O inek, Rabbinizin
bildirdiğine göre, görenlere hoş gelecek»
...Fakat onlar yine de
soru sormaya döndüler. O ineği nasıl elde edeceklerini bilemiyorlardı. Çünkü
ineklerin hepsi birbirine benziyordu. Dolayısıyla sıfatları belirlenen
kesilmesi gereken ineği elde etmeye güçleri yetmiyordu. Normalde onu rahat
seçebilecekleri sıfatlarının verilmesini istediler. Burada onlar nihayet bu
konuda fazla ileri gittiklerinin bilincine vardılar. Bu gereksiz ve
peygamberlerine karşı takındıkları uygunsuz tavırda ısrar etmekle doğru olan
çizgiden saptıklarını hissettiler. Bu halleriyle ayrıca sorumluluk duygularını
da yitirmiş gibi bir konuma düştüklerini anladılar. Ve peygamberlerine işin sonunda
doğru yola gireceklerine ve bunun gereğini yapacaklarına söz verdiler.
«Allah dilerse bu
karışıklığın içinden çıkarız, dediler.»
Şimdi gelen cevap bir
kat daha sınırlı ve dar kapsamlıydı:
«O, boyunduruğa
koşulup toprak sürmemiş» yani, yeri sürmek için çifte sulama işlerinde
kullanılmamıştır.
«Toprak sulamada
kullanılmamıştır.»
Ekinleri sulamak için
sulama işlerinde kullanılmamıştır.
«Özürsüz ve alacasız
bir inektir.»
Yani cildinin rengine
leke düşürecek aykırı bir renk yok-r tur... Şimdi onlar meseleyi daha fazla
irdelemk için yeni bir soru bulamadılar. Çaresiz olarak onu kesmek zorunda
kaldılar. Çünkü ineği kesmemeleri (sözlerini tutmamaları) için ellerinde
tutunacak hiçbir dalları kalmadı.
«Neredeyse bu emri
yapmayacaklardı.»
Çünkü onlar içlerinde
itaat ve bağlılık duygusunu yaşamıyorlardı.
Onların bu tutarsız
tavırlarından hareketli iki önemli şeye dikkat çekebiliriz:
Birincisi:Onlar, emri
yerine getirmemek ve ona bağlılık göstermemek için kendilerini temize çıkaracak
bir delil, bir kulp, bir bahane arıyorlardı. Taktik olarak da peygamberin önüne
detaylara ilişkin sorularla çıkmayı, konuyu tartışmaya dayalı münakaşa
çerçevesinde ele almayı seçiyorlardı. Böylece konunun ruhaniyetini ve
diriliğini yoketmeyi, ciddiyetini zedelemeyi amaçlıyorlardı. Onlar kendi
hesaplarına göre peygamberin böyle bir tavır karşısında bu işten
vazgeçeceğini, bu atmosferin peygamberin psikolojik hali üzerinde bırakacağı
etkiyle bu emri İptal edeceğini düşünüyorlardı.
İkincisi: Hareket
Önderleri fertlere yönelik normal yükümlülüklerde ve sorumluluklarda bundan
pratik bir ders almalıdırlar. Çalışma hareketi içinde genel bir yeri olan ve
pratik çalışmayla ilgili görevlendirmelerde bu tür şeylerle karşılıştıkl
arında onlara karşı pratik bir ders olarak yumuşak, sakin, eğitici bir yol ve
yönetim izlemelidirler. Eğer burada yükümlülük ve sorumluluk sınırları belli
Şer'i bir hükümden kaynaklanmıyorsa onlara karşı esnek davranmalıdırlar. Aynı
şekilde bu tür yükümlülüklerde görevlendirilen elemanlar da yükümlülüğü olduğu
gibi kabul etmeli, anlamsız, değersiz ve ciddiyetsiz sorularla görevi, başlarından
savmaya kalkmamalıdırlar. Zira bu tür sorular onları ileride hesapta olmayan
ağır yükümlülüklerin ve sorumlulukların altına
sokabilir... İşte peygamberimiz Hz. Muhammed'da gelen bir Hadis-i Şeriften
anlaşılan da budur. Rivayete göre Rivayete göre Resu-lullah bir ara ashabına
bir konuşma yapmış ve şöyle demişti:
«Yüce Allah Haccı farz
kıldı.»
Bu arada Ukkaşe, bir
rivayete göre de Suraka b. Malik ayağa kalkmış ve '
«Ey Allah'ın Resulü
her senede bir kere mi?» diye sormuştur. Peygamber ondan yüz çevirmiş ve şöyle
ilave etmiştir.
«Yazıklar olsun sana,
benim evet demeyeceğimden emin misin?- Allah 'a yemin ederim ki eğer evet
deseydim, vacib olurdu. Eğer vacip olsaydı ona gücünüz yetmezdi. Eğer siz onu
bıraksaydınız küfre düşersiniz. Size açıklamadığımı bana sorarak açıklanmayın.
Sizden önceki Ümmetleri ancak çok soru sormaları ve peygamberleriyle çelişkiye
düşmeleri helak etmiştir. Size bir şeyi emrettiğimde gücünüz yettiği kadar onu
yapmaya çalışın. Bir şeyi yasakladığımda ise ondan sakının.»
[149]
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla
«Bütün bu olaylardan
sonra kalpleriniz yine katılaştı. Şimdi onlar taş gibi, hatta taştan bile daha
katıdırlar. Çünkü Öyle taşlar var ki, içlerinden ırmaklar akar. Yine öyle
taşlar vardır ki, çatlarlar da bağırlarından su fışkırır. Yine öyle taşlar var
ki, Allah korkusu ile dağlardan yuvarlanıp aşağı inerler. Allah,
yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.»
(Bakara, 74)
Bu ayette, İsrail
oğulları tarihinin yeni bir aşamasından söz edilmektedir. Fakat burada
sözkonusu edilen aşama öncekilerinden cok farklıdır. Bundan önceki aşamalarda
İsraiîoğuî-larmın geçici karşı koyuşlanndan, direnişlerinden söz ediliyordu.
Orada bir süre direndikten sonra tevbeye, dönüş yapmaya ve itaate
yöneliyorlardı. Kargaşacı ve bozguncu karakterlerini sergiliyorlar, bir süre
bunun etkisinde kaldıktan sonra yatışıyorlar, yumuşuyor ve doğru yola
geliyorlardı.
Fakat bu yeni aşamada
İsrail oğulları artık donuklaşma noktasına gelmiş bulunmaktadırlar. Akılları ve
ruhları tamamen donmuştur artık. Akılları ve ruhları herhangi İlahî bir vahiy
ile, insanî bir düşünceyle, ruhanî bir bilinçle açılmayacak derecede kesin
kapanmıştır. Artık gerçeğin, hakikatin yeri yoktur oralarda. Çünkü kapıların
hepsi batılın üzerine kapatılmıştır. Orada rahmet de yoktur. Çünkü ufukların
tamamı kir, düşmanlık, bencillik ve öfkeyle dolup taşmış, kendisinden başka
herhangi bir gücün varlığını kabul edemez olmuştur. Artık onların şehevî
arzularında ve ihtiraslarında düşünceye, muhakemeye, duygulara ve vicdana yer
yoktur.
Kur'an-ı Kerim'in
üslûbu onların şahsiyetlerini kuşatan katılığı tasvir ederken öyle yüce ve
üstün bir ifade kullanıyor ki onların bu katılığını ifade etmek için örnek
gösterilebilecek doğru dürüst bir taş bile bulunmadığını söylüyor. Önce konuya
bu benzetme açısından bakılmış ve onların konumları gözler önüne serilmiştir.
Çünkü benzetme sanatında, benzetme
yönünün
benzetenden çok benzetilende bulunması gerektiği açıktır. Nitekim «Zeyd, aslan
gibidir» dediğimizde benzetme yönünü oluşturan «cesaret», Zeyd'den çok aslanda
bulunmaktadır. Yani bu benzetme ile Zeyd'in cesareti daha açık bir şekilde
ortaya konmuş ve açıklanmış olur. Bunlara gelince onların kalpleri taştan daha
katıdır. Zira öyle taşlar vardır ki, çok değerli ürünler verir, nehirlerin
kendisinden fışkırması için yanlıverir. Yeryüzüne bolluk ve bereketin
yayılmasına neden olur. Yine öyle taşlar var ki, bir ırmak meydana getirecek
kadar olmasa da etrafını, çevresini sulayacak küçük kaynakların ondan
fışkırdığnı görmek mümkündür.. Aynı şekilde Allah'ın korkusundan yuvarlanıp
gelen taşlar da vardır...
Böylece bu taşların,
doğal etkenlerin tesiriyle düşüşleri ve hareketleri tasvir ediliyor. Evrenin
koca sistemi içinde taşların da Allah'ın yüce iradesine boyun eğdikleri dile
getiriliyor. Yer ve göğün itaatmdan bütün ile diğer canlı ve cansız varlıkların
secdelerinden ve teşbihlerinden söz eden ifadeler de bunu'gibidir...
îşte yaratılışları
icabı olarak sert bir halde duran ve tüm boyutları ve şekilleriyle
katılıklarını sürdüren taşların hikayesi budur... Fakat, îsrailoğullarının
durumları böyle değil. Onların kalpleri rahmet ve berekete, ürün vermeye ve
verimli olmaya elverişli ve açık değildir. Onları haksız yere peygamberleri
katlediyorlar,^Öldürüyorlar, malları, bilgileri ve kuvvetleri ile mustaz'aflara
(ezilmiş, mahrum bırakılmış kitlelere) karşı büyüklük taslıyorlar, cimrilik
yapıyorlar, ruhî ve manevî yönden erdemli, bilinçli basiretli^ bir hayata
yanaşmıyorlar. Kalpleri, ruhları ve akılları ile erdemli insanların teslim
oluşları gibi, Yüce Allah'a teslim olmuyorlar. Herhalde bu aşama onlaım
peygamberlerini yalanlamaları, onlara zulmetmeleri ve öldürmeleri aşamasıdır.
Dinî tarihlerinin çehresini değiştirip mustaz'afları, din adına sömürmeye
başladıkları aşamadır, Kur'an-ı Kerim onların bu tarihi aşamalarından da
ileride söz edecektir.
[150]
İsrailoğullanmn siyah
ve kırmızı toz kaplamış katı.acı-maşız tablosundan hareketle diyebiliriz ki:
Biz bugünkü pratiğimizi değerlendirirken bu canlı tabloları ve örnekleri
asrımızın realitelerine uygulamaya çalışmalıyız. Mü'minlerin ve insanların
hayatlarını doğru yola uygun bir biçimde düzenlemek isteyen, bu yola davet
eden ıslahatçıların, hak adalet ve Özgürlük isteyen kitlelerin ,toplumların
ulusların karşısında yer alan, onlara işkenceler yapan, zulmeden kendilerine
karşı sürgün, hapis, işkence ve Ölümün her çeşidine başvurmakta bir sakınca
görmeyen tipleri iyi tanımaya çalışmalıyız. Mü'minle-re ve ıslahatçılara karşı
çıkış nedenleri de sırf imtiyazlarından, ihtiraslarından, ıslahatçı ve
inkılapçı çağrıları kendi lehlerine kullanamama endişesinden kaynaklanan
çevreleri iyi tespit etmeliyiz. Bu konuda idarenin kilit noktalarını ellerinde
bulunduran tağutî (zalim, adaletsiz bozguncu) iktidar grupları, toplumda
zenginlik kaynaklarını ellerinde bulunduran ve bu servetten zayıf ve mahrum
sınıfların yararlanın asm?! engel olan kesimleri ve nüfuz ve silah gücünü
ellerinde bulunduran sapık ve kafir toplulukları birbirinden ayırmak mümkün
değildir. Bunların herbirinin fonksiyonu ayrı olsa da temelde aynı mantaliteye
dayandıklarından kuşku yoktur. Onların bütün şekilleri ve grupları ile ortaya
koydukları uygulama Kur'an'ın takdim ettiği İsrail oğul lan örneğine
benzemektedir.
Buna bağlı olarakjbiz
Kur'an'ın bize açıkladığı Yahudi tarihini sırf zamanı geçmiş tarihin bir
kesiti olarak ele almamak zorundayız. Tarihin bu kesitinde gerçekleşen o
olaylar her yerde ve her zaman karşımıza çıkabilecek acımasız insan tipinin
canlı bir örneğini oluşturmaktadır. Tarihin bu tablosunu insanların zihnine ve
bilincine yerleştirmenin yolu ise, Kur'an'ın kendisinden söz ettiği kesitte
îsrailoğullarının karakterlerim güzel bir şekilde tesbit etmek, bu insanların
kişiliklerinde ki etkili rol oynayan kişisel ve uygulamada görülen
özelliklerini iyice incelemektir.
Sonra bu karakter ve
özellikleri onların çağdaş Örneklerinde aramak ve aralarında bir benzerlik
kurmaktır. Onların tabiatlarını, özelliklerini ve uygulamalarını,
hareketlerini öncekilerin ki ile karşılaştırmaktır. Böylece Kur'an'ın çizmek
istediği tablo daha geniş çizgilerle, daha genel boyutlarla ortaya çıkar. rDar
ve özel bir çerçeve de kalmaz. Kur'an'ın bu örneklerini bu, : şekilde
değerlendirmediğimiz ve geneli eştirmediğim iz pek çok kimsenin düştüğü
hatalara, yanlışlara plüşeriz. Bu tür insanlar Kur'an tarafından tarihi
örnekleri^ölurns'uz mantık ve hareketlerinden dolayı fena şekilde
eleştirirken'.aym mantık ve hareketlere sahip olan bu günkü takipçilerini kutl
ay abil m ektedirler. Halbu ki daha geniş çerçeveden bakıldığında tebrik
edilen bu çağdaş izleyicilerin aslında Öncekilerin aynısı olduk-f- larını
görmek hiçte zor değildir. Olaya tarihsel bir olay olarak bakıp, olayın asıl
nedenleri, sebeplerini ve sonuçlarını sağlıklı biçimde tesbit edemediğimizden
özden uzaklaşıyor, kalıplara, maskelere takılıyoruz. Onunla beraber ve onun
karşısında yer almamızı gerektiren temel bilinci unutuyoruz. Sadece o tarihin
şahıslarına takılıp kalıyoruz...
İşte Kur'an
kıssalarının bizde harekete geçirici fonksiyonu budur. Böyle bir
fonksiyon,ayetin zaman üstü bir hareketin motoru olmasını sağladığı gibi, onun
canlı bir biçimde,geniş boyutlarda her yerde ve her zaman hayır, rahmet ve
bereket kay-Lnağı olmasını garanti eder.
[151]
«Şimdi siz onların
size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlar arasında öyle bir grup var ki,
Allah'ın kelamını işitirler ve anlamına akılları yattıktan sonra onu bile bile
değiştirirlerdi»
(Bakara 75)
Bu ayet,
peygamberimizin ve onunla birlikte olan mü1 min-lerin, Yahudileri İslâm'a davet
ederken karşılaştıkları problemleri çözmeye yönelik Kur'an'ın bir direktifidir.
Peygamberimiz ve onunla birlikte olan mu minler, İslâm çağrısının çağdaşı
bulunan Yahudilerin iman etmeleri için düşünce ve duygulara hitap etmenin bütün
yollarını kullanarak, onların İslâm'a kazandırılmaları için çalışıyorlardı.
Çünkü onlar Yahudilerin birtakım sözlerinde ve genel tavırlarında imana
gelmenin bazı işaretlerini görüyorlardı. Bu nedenle onların İslâm'a girmeleri
için ellerinden gelen çabayı gösteriyorlardı. Çünkü Yahudiler Medine'de hem
maddî ve hem de manevî yönden büyük bir gücün temsilcileriydi. Onların İslâm'a
girmeleri İslâm'ın kısa zamanda güçlenmesine ve büyük adımlarla geniş sahalara
yayılmasına neden olabilirdi.
Müslümanların büyük
bir umut ile bu tarafa yönelmeleri îslâmî çalışmaların seyri üzerinde etkili,
önemli tehlikelerin doğmasına neden oldu. Zira onlara yöneltilen düşünce ve
eylem planındaki çabaların çoğu boşuna heba olup gidiyordu. Bu çabalar daha
yararlı olabilecek başka alanlara kaydırılabilir ve İslâm bundan daha fazla
yararlanabilirdi. Zira realite gösteriyor ki onların gerçekten iman etmeleri
sözkonusu değilken hesapta olmayan başka insanların iman etmeleri mümkündür.
Müslümanların tek taraflı olarak bir kesime yönelmeleri onları ruhsal yönden
zayıflatır. Onlara karşı gereken tedbiri elden kaçırmalarına neden olur.
Halbuki bazı Yahudiîer'in İslâm'a girmeleri halinde bile bu denetim ruhunu
yitirmemek gerekmektedir. Onlar iman sıfatının kendilerine sağladığı avantajlardan
hareketle İslâm'ı içten yıkmaya kalkabilir. Bu sıfatla elde ettikleri özgürlük
ortamından yararlanarak kendi emellerini gerçekleştirmeye çalışabilirler.
Ayrıca onların gerçek tavırlarını ve konumlarını iyi tesbit etmeden hareket
etmek, îslâmî hareketin pratik seyrini yavaşlatabilir di. Onların İslâm ve
Müslümanları yok etmek için gizliden tezgahladıkları plan ve oyunlara karşı
gereken önlemlerin alınmamasına vesile olur-duBu yaklaşımın ışığında anlıyoruz
ki tarihi gerçekleri tesbit ettikten sonra bugünkü realiteleri de tesbit etmek
İslâm
çağrısını ve İslâm toplumunu zayıflatma
ve saptırma tehlikesine karşı korumak için zorunludur. $İu bilinci iki maddede
Özetleyebiliriz:"-
1- Herhangi
bir kimsenin bir düşünceyi kabul edebilmesi için değişmez bir şart
bulunmaktadır. Bu da o kişinin sözkonu-su düşünceyi kabul etmeye veya ona
inanmaya psikolojik açıdan hazır olmasıdır. Böyle bir hazırlık, kişinin
bilinmeyen konu karşısında normal bir zihniyet ve tereddütlü ruhi bir tavır
ile yönelmesini gerekli kılar. Ancak bu hal ile insan, değişik açıdan diyalog
eylemine girebilir. Bazı şeyleri kabul, bazılarını reddedebilir... Bu sözkonusu
edilen Yahudiler ise her yeni şeye karşı düşüncelerinin tüm kapılarını
kapatmışlardır. Çünkü onlar gerçeğe, hakikate, düşünce planında ulaşmak,
pratikte ona bağlanmak amacıyla araştıran iman, ruhu ile yanaşma-maktadırlar.
Tam tersine tüccar İcâfasiylatarete ediyorlar. Tercihlerinde maddî kazanç
hesapları yapıyorlar. Bu fırsatı kaçırdıklarındajtekrar, amaçlarını
gerçekleştirmek için, saptırmaya, tahrif yoluna başvuruyorlar. Onlar bu
gerçeği ve Allah'ın ayetlerini Tevrat'ta görüp bildikleri halde, bu vesile ile
hakikati apaçık görmelerine rağmen herhangi bir kazanç veya kişisel bir çıkar
elde etmediklerini gördüklerinde, bu işten karlı çıkmalarının sözkonusu
olmadığını anladıklarında ger: çeği tahrife kalkışmışlardır... Bu durumda onlar
boğazlarına kadar sapıklık içine gömülmüşken ilahi mesaja kulak vermeleri,
düşünüp değerlendirmeye çalışmaları ve doğru yolu seçmeleri beklenemez. Bu yol
onlara kapalıdır...
[152]
«Onlar mü'minler
karşılaştıklarında 'inandık' derler. Fakat birbirleri ile başbaşya kaldıkları
zaman 'Raboiniz katında aleyhinize delil olarak kullansınlar diye mi Allah'ın
size açıkladıklarını onlara anlatıyorsunuz? Bunun yanlış olduğuna aklınız
ermiyor mu?' derler.» (Bakara, 76)
«Acaba onlar
bilmiyorlar mı ki Allah onların gizli tuttukları ve açığa vurdukları herşeyi
bilir.»
(Bakara, 77)
2-Bazen
Yahudilerden bir kesim, kişisel kazanç elde etmek veya islâm ve Müslümanlara
karşı yıkıcı bir plan uygulamak için formalite icabı imana girebilir. Aynı
hedefe varmak ve sözkonusu amacı gerçekleştirmek için Müslümanlara açılabilir,
onlarla uzun diyaloglar sürdürerek Tevrat'tan peygamberimizin gerçek peygamber
olduğunu gösteren bir takım delilleri ve belgeleri açıklayabilir. Böylece
samimi bir Müslüman olduğu imajını verebilir... Sonra diğer arkadaşlarıyla
başbaşa geldiğinde Müslümanlarla neler konuştuğunu, kendisinin onlara ve
onların kendisine neler söylediğini bir bir dostlarına anlatır.
Gerçekleştirilmesi istenen plan doğrultusunda bu diyalogu değerlendirir.
Burada Müslümanlarla diyalog içine giren kesim, diğerleri tarafından
Müslümanlarla uzun boylu ilişki içinde bulunmalarından Tevrat'ın hükümlerini
Müslümanlara deşifre ettiklerinden dolayı eleştirirler. Çünkü böyle bir açıklama
kıyamet gününde onları Allah'a karşı mahcup düşürecek ve Müslümanların sağlam
bir temele dayandığını ortaya koyacaktır. İslâm'ın gerçek olduğunu kabul
etmeleri Müslümanların lehine bir delil olacaktır. Hikmet ve akla aykırı da
olsa onlar bu tavırda direnirler. Fakat, Cenab-ı Allah onların bu basit
düşüncelerini ve zayıf yaklaşımlarını eleştirir. Kıyamet gününde böyle bir
delille karşılaşmak istememelerini mantıksızlık olarak değerlendirir. Çünkü
onlar eğer Allah'a inanıyorlarsa bu imanları onlarının Allah'ın gizli açık
herşeyi bildiği, gördüğü bilincine götürmesi gerekir. Dolayısıyla kendi
aleyhlerine bir belgenin varolması onların bu gerçeği kabul edip etmemesine
bağlı değildir. Onların bu hakikati itiraf etmelerine ihtiyaç yoktur. Çünkü
onlar her şeyleri ile ortadadırlar.
«Onların içinde bir de
ümmiler (okuma yazma bilmeyenler) vardır ki, bunlar kitabı bilmezler. Bütün
bildikleri asılsız kuruntulardır. Onlar
sırf zanlara (saplantılara) kapılmışlardır.» (Bakara, 78)
' Bu ayette îslâm
çağrısının çağdaşı olan ehl-i kitabın bazı kesimlerinden sö'zedilmektedir.
Onların bir kısmı "ümmidir" ilimden hiçbir haberleri ve bilgileri
yoktur. Kitaptan hiç haberleri yoktur. Ondan bilgi elde etmeye güçleri yetmez.
Onların bütün güçleri arzulardan, temennilerden ibarettir. Hem dünyada, hem
ahirette kendilerinin diğer insanlardan üstün olduklarının bilincinde (!)
olmalarıdır. Onlar, Allah'ın seçkin ulusu olduklarını düşünmektedirler. Fakat
bu bilgileri hiç de kesin bir delile dayanmamaktadır. Bu konuda bütün dayanakları
zandan ibarettir ve zan ise insanı gerçeğe, hakikate ulaştırma açısından hiçbir
işe yaramaz.
»Kendi elleri ile
kitabı yazdıktan sonra,karşılığında az bir paha elde etmek amacı ile -bu Allah
katından geldi- diyenlerin vay haline! Ellerinin yazdığından ötürü vay
başlarına geleceklere! (yine) kazandıkları paradan ötürü vay başlarına geleceklere.»
(Bakara, 79)
Bunlar, dini meslek
haline getirenlerdir. Ayetlerini ve kavramlarını, hükümlerini, ilkelerini
tahrif ederek dini satanlardır. Dinin ticaretini yapanlardır. Bunlar Tevrat'ın
gerçek mahiyetini bilgisiz, habersiz, cahil kitlelere kendilerinin düzdükleri
yalanlar ve saçma tahrifatı sunmakta sonra da onları Allah'a izafe ederek
şehevi duygularını, arzu ve isteklerini, amaçlarını gerçekleştirmeye
çalışmaktadırlar. Onlar suç ve günah sayılan işleri yaptıklarından ve haram olan
mallan zimmetlerine geçirdiklerinden Allah'ın ilkelerini tahrif ettiklerinden
Allah onları lanete ve cezaya çarptıracaktır.
«Sayılı günlerden
başka katiyyen bize azab dokunmayacak dediler. De ki: Allah'tan biı konuda söz
mü aldınız ki Allah sözünden caymaz. Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi
mi söylüyorsunuz?»
(Bakara, 80)
Onlar ne yaparlarsa
yapsınlar, ne kadar suç işlerlerse işlesinler asla cehennemde ebedi
kalmaycaklanna inanıyorlar ve-öyle sanıyorlar. Bunu, diğer insanlara karşı
kendilerine verilmiş bir imtiyaz olarak kabul ediyorlar. Kendilerine bu
ku-rahn istinası sayıyorlar. Ne var ki, yüce Allah onlara çetin bir konuda,
çetin bir soru yöneltiyor: Onlar nereden bu düşünceye varmışlardır? Nasıl böyle
bir güvene, gönül huzuruna, rahata kavuşmuşlardır? Onlarla Allah arasında bir
taahhüt, bir sözleşme mi vardır? Eğer Allah'tan böyle bir söz almışlarsa
ra-Jıat olabilirler, çünkü Allah sözünden dönmez. Yoksa onlar Allah'a yalan
söz mü izafe ediyorlar? Allah adına bilmedikleri şeyleri mi O'na yakıştırıyorlar?
İşte Kur'an'ın onlar hakkında insanların zihinlerine, beyinlerine, bilinçlerine
yerleştirmek istediği de budur. Ayetin genel havası bunun böyle olduğunu
gösterdiği gibi, sorunun hayret ifade edecek biçimde ve olumsuz kip ile
verilmesi de buna delil olmaktadır.
«Hayır öyle bir şey
yok, kim kötülük işler de günahı tarafından kuşatılırsa onlar ebedi olarak
kalmak üzere cehennemliktirler.
îman edip iyi amel
işleyenler de orada ebedi olarak kalmak
üzere
cennetliktirler.» (Bakara, 81-82).
Bu iki ayette Kur'an-ı
Kerim cennette veya cehennemde sonsuza dek kalmanın ilkesini açıklamaktadır.
Burada herhangi bir şahıs veya ulusun kayırılamsmdan, imtiyaz sahibi
kılınmasından ya da zannedildiği gibi istisna edilmesinden söz edilemez.
Ahirette, bugün dünyada var olan insan sınıfları, farklı tabakalar ve kesimler
olmayacaktır. Çünkü dünya hayatında sınıfların, kesimlerin oluşması bir kısım
insanların maddî veya manevi imtiyazlara sahip olmalarından kaynaklanmaktadır.
İnsanlar bu imtiyazları ile diğerlerinden farklı bir konuma gelmekte ve diğer
insanlardan daha üstün bir değer kazanmaktadırlar. Ahirette ise hepsi Allah'ın
huzurunda eşit düzeydedirler. Kişisel yapıları açısından birinin
diğerinden Allah ile daha fazla bir ilgisi, bir bağı
söz konusu değildir. Çünkü onların hepsi Allah'ın kullarıdırlar. Sıfat yönünden
de herhangi bir yakınlıkları bulunamaz. Çünkü bu, Allah'ın onlara bir
bağışıdır.Öyleyse orada amelin dışında herhangi bir şeyin fonksiyonundan
sözedilemez. îlk ve son değer kişinin kendi amelidir. İnsanın Allah katındaki
değerini
yükseltecek de odur.
Bu nedenle cennet ve
cehennem meselesi insanın sürekli mükafat içinde kalması veya cezalandırılması
onun'ameline bağlıdır. Sonsuz olarak cehennemde kalanlar ise, ruhi, manevi,
fikri ve ameli açıdan kökten hataya düşenlerdir. Yani bu hata onları her
yönden çepeçevre kuşatmıştır. İnsanın bir anlık gafleti ve dikkatsizliği
sonunda ortaya çıkan geçici bir hal değildir. Onlar önce inanıyorlar ^ sonra da
inandıklarını düşünce, bilinç ve eylem olarak gerçekleştiriyor ve
yaşıyor-lar.Gerçeğe karşı apaçık bilgilerine rağmen karşı koyanlar ve hakkı
çiğneme cinayetini işleyenlerde onlardır. Hakkı net bir şekilde görmelerine
rağmen ondan uzaklaşmakta ve karşı durmakta ısrar edenler, onun özünden uzak
bir şekilde sözlerinin tüccarlığını yapanlar, ayrıca ayetlerini tahrif edenler
de kendileridir. Bunlar açık bir psikolojik hal ile Allah'a inanmaya
yönelmeyenler, O'nun ismi karşısında ürpermeyenîer ve ayetlerine boyun
eğmeyenlerdir. Emirlerine ve yasaklarına karşı teslimiyetle hareket
etmeyenlerdir. Allah'ın ayetleri emirleri ve yasaklarına karşı geçici bir
düşünceye, asılsız bir kuruntuya karşı takındıkları tavrı takınanlar ve onlar
üzerinde kısa süre de olsa durmayanlardır. İşte yeryüzünde bozgunculuk yapan, fesat
çıkaran, haksızlık ederek işler çeviren, Allah'ın otoritesini ve egemenliğini
elinden almaya çalışan zalimlerin ta kendileridir. Onlar kendi güç ve
makamlarına dayanarak kişisel büyüklüğe, böbürlenmeye kapılan, Allah'ın dışında
kendilerini bir takım küçük ilahlar konumunda görenlerdir. Veya kendi elleriyle
taştan, tahtadan yapmış oldukları veya başka madenlerden yaptıkları putları
Allah'a ortak koşanlardır. Veya itaatleri ve boyun eğip bağlanışl arıyla
yarattıkları etten ve kandan oluşan putları, yani zalim idarecileri,
müstekbirleri Allah'a ortak koşanlardır, insanlar bu azgın, zalim ve kendini
beğenmiş idarecilere itaat etmekle onlara ilahlık ve efendilik makamını
yakıştırmış olmaktadırlar. Eğer, insanları*! onlara itaat etme^ leri olmasa
bunların adları dahi anılmaz?
İşte bu tür günahlar
insanı temel çizgiden saptırır, ana hedefinden uzaklaştırır. Ebedi cehennemlik
yapar. İşte bu tür insanların sıfatlarıyla, günahı hiçbir şekilde terketmeyen,
bütün güçleri, karalılıkları ve bağlılıkları ile onları işlemeye devam eden şu
Yahudilerin sıfatları aynıdır. Tavırları her yönden benzerlik gösterir.
Peygamberlere karşı çıkmaları, onları haksız yere öldürmeleri, Allah'ın
sözlerini değiştirmeleri,yalanlan ve asılsız şeyleri ticaretlerinin sermayesi
yapmaları gibi tavırları onların bu isyanlarının ve zulümlerinin psikolojik,
ma-nevî,ruhî veya fikrî bir temeli bulunduğu göstermektedir. Veya onların Allah
ile ilişkilerinin, hayatlarında ciddi bir yer tutmadığını, kendilerini itaate
ve tevbeye götürecek kadar güçlü olmadığını ortaya koymaktadır. Peki nasıl
oluyor da bu durumda onlar kendilerinin ilahi bir imtiyaza sahip olduklarını
ileri sürebiliyor ve sonsuza dek chennemde kalmayacaklarından emin
oîabiliyorlar?;Sürekliolarak cennette kalanlara gelince, bunlar kendi işlerinde
düşünce,bilinç ve ruhaniyet (manevî) olarak imanı yaşayanlardır. Onlar Allah'ın
huzurunda Allah'ın varlığını duygularıyla hisseden mü'minler konumundadır.
Ayrıca onlar bütün düşünceleriyle de Allah'a bağlıdırlar. Onlar kendilerini
boyun eğmeye, ürpermeye ve eylemlerimden Allah'a teslim olmaya götüren sınırsız
bir kulluğu, bir tapinniâyı en ince ve en derin noktasına varıncaya kadar
hissedenler ve yaşayanlardır. Ne var ki bunlar da bazan hata edebilirler. Geçici
bir duygu ve dürtünün veya ani bir gafletin sonucu olarak emre karşı
gelebilirler. Onların tüm hataları gaflet, unutkanlık ve şeytanın telkinleri
çerçevesinde ele alınabilir. Fakat bu günahların teşvikçisi, cesaret verici
niteliğinde psikolojik veya fikri
bir
temeli yoktur. Nitekim onların ilk uyanış, hatırlatma veya vicdanın harekete
geçmesi halinde hemen geriye dönüş yaptıklarını görüyoruz. Ayrıca Cenab-ı
Allah şu ayet-i Kerime de onlardan söz etmektedir:
«Allah'tan korkanlar,
kendilerine şeytandan, gelen bir vesvese dokunduğu zaman Allah'ı hatırlarlar
ve hemen gerçeği görürler.»
(Araf, 201)
Bunlar takva sahibi
oîan cennetliklerdir. Cennetin manevi havasını kendi manevi havalarında,
cennetliklerin ahlakını da kendi ahlaklarında daha yeryüzündeyken, cennete
geçiş yapmadan önce yaşayanlardır.
[153]
Allah yolunda diriliş
hareketi ve davet hareketi için çalışanlar, İslâm'ın bu ana ilkesini ciddi bir
şekilde ve apaçık olarak ortaya koymaları gerekir. Allah'a yakın veya uzak olmanın
ana ilkesinden şaşmamalıdırlar. Cennet ve cehennemi, insanlar arasında
soylarını esas alarak dağıtanlara, geçici imtiyazlara asla tolerans
tanımamalı, onlara geçit vermemelidirler. Soyunun peygamberimize bağlı
olmasının veya mezhebi bağlılıkları esas alarak; insanlara cennet ve cehennemi
taksimi, etmek, onların pratik hayatlarına ruhi ve manevi arzu ve istek- C<i
terinin gozönünde bulundurmadan ulu orta hüküm belirlemekten uzak
durmalıdırlar. Çünkü böyle bir anlayış Kur'an'ın ana ilkelerine aykırı düşer.
Çünkü, Kur'an bireyin.doğruluğunu ve yanlışlığını tesbit ederken böyle bir
şeyin dogrti olmadığını belirlemektedir. Eğer Kur'an meseleyi iman ve amel
açısından değerlendiriyor ve meseleye öyle bakıyorsa bir nasıl v olur da ameli
geriye, ikinci plana itebilir, yalmz-iman yönüne ^ ağırlık verebiliriz? Sonra
gerçek imanı ortaya koymak için elimizde salih amelden başka ne gibi bir Ölçü
vardır ki? Bazı insanların varlığını sandığı imanı duygulara gelince bunları
da duyguların eğitimi çerçevesinde ele almamız mümkündür. İnsanın mukaddes
veya ruhani birtakım varlıklara karşı duyarlı olması, insanın gençliğinde
yaşadığı veya çevresinden öğrendiği akideyle ilgisi olmayan eğitsel
duygulardır.'
Bazıları bu konudaki
istisnalar meselesini uumumi-hususi (genel-özel) veya mutlak- mukayyet
(smırh-sınırsız) kapsamında değerlendirmeye çalışmışlardır. Nitekim islâm
hukukçuları olan fakihler ve hukukun metodolojisiyle uğraşan usûl-cülerin
genel olarak esas aldığı yola başvurmak istiyorlar. Buna göre insanlar, biri
sınırlı diğeri sınırsız olan iki Şer'i hükümle karşılaştığında sınırsız olanı
sınırlı olan hükümle değerlendirmeyi esas almışlardır. Böylece Kur'an'ın
istisnalarını belirlemiş olmaktadırlar.
Biz, ilke olarak
meselenin böyle değerlendirilmesinde herhangi bir sakınca görmüyoruz. Çünkü bu
dil kuralı Arab dili ve edebiyatında sağlıklı olan kesin kurallardan biri
olarak kabul edilmiştir. Çünkü her konuşmacı kullandığı konuşma üslubunda
kuşkuya düştüğü durumlarda kendisine dönüş yapmak için hiçbir sınırla kayıtlı
olmayan bazı kurallar belirleyebilir ve bunu kendisi için genel bir ilke
olarak sayabilir. Ardından müstakil delillerle istisnalar kaydeder böylece
önceki sınırsız hükmünü belli bir sınıra, belli bir konuma oturtmuş olur. Fakat
bu uygulama genel prensiplerin tesbitinde geçerli olmayan bir metoddur. Yani
ilkelerin anlamını tespit ederken genel olan bir hüküm sınırlandırılamaz.
Usülcülerin belirttiğine göre bunlar genel ilkeler veya sınırlama ve
belirlemeden muafa tutulan sınırsız ilkeler şeklinde alınır, özellikle bu tür
konularda böyle bir ilkeden sözetmek geirçekten doğru olur, Çünkü burada
ayetten kastedilen insanın basireti ve bilinciyle de uyum sağlamaktadır.
İnsanlan Allah'a bağlayan ilişkinin karakterini, tabiatını ortaya koymaktadır.
Yani bu konuda kişisel herhangi bir etkinlik asla esas aalınamaz. Çünkü
varolduğu zannedilen bütün imtiyazlarda
insanlar Allah katında eşit düzüydedirler. Dolayısıyla tek farklılık imana
dayalı amelden başka bir şey . değildir demek zorundayız.
Allah'a şirk koşmanın
dışındaki günahların bağışlanıp bağışlanmayacağı meselesi ise burada konumuzun
dışında yer almaktadır. Zira burada sozkonusu ettiğimiz nokta, hak etme ilkesi
çerçevesinde yoğunlaşmaktadır, Bağışlayıp bağışlamama ise uygulamanın
kapsamına girer. Allah, rahmeti ve faziletiyle cehenneme girmeyi veya orada
sürekli kalmayı hakeden günahkarları bağışlayacağına sözvermiştir. Burada
insanın Allah'ın rahmetine müstahak olabilmesi için birtakım eylemleri ve
niyetleri taşımasının gerekli olduğunu hatırlatmakta yarar vardır.
Kısaca özetlersek: Mu
minlerin Islâmî eğitiminde sevap ve cezada bu ölçüyü gözönünde bulundurmak ve
kesin bir ilke olarak üzerinkde durmak zorunludur. Ta ki, Allah'ın nzısını
elde etmek için O'na daha yakın olmak arzusuna kavuşmak için hayatlarında iman
ve ameli daha geniş boyutlarda ve daha kapsamlı olarak pratiğe aktarsınlar,
gerçekleştirsinler. Asılsız imtiyazlara teslim olup ameli terketmesinler.
Kendi zihinlerinde canlandırdıkları kurtuluş nedenlerine yaslanarak amelde herhangi
bir gevşekliğe başvurmasınlar.
[154]
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla
»Hani biz
İsrailoğullarından "Allah'tan başka bir şeye tapmayınız, ana-babaya,
akrabalara, yetimlere ve yoksullara iyilik ediniz, namazı kılınız, zekatı
veriniz" diye söz almıştık. Fakat sonra küçük bir azınlık dışında bu
sözünüzden döndünüz. Hala da bu dönekliği sürdürüyorsunuz. Hani birbirinizin
kınını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan sürmeyeceksiniz diye de
sizden söz almıştık. Kendi tanıklığınızla bunu kabul etmiştiniz. Buna rağmen
birbirinizi öldürüyor ve içinizden bazılarım yurtlarından sürüyor onlara karşı
günah ve zulüm işlemek için aranızda işbirliği yapıyorsunuz. Onları sürgüne
göndermeniz yasaklandığı halde sürgüne gönderiyorsunuz, sonra size esir olarak
geldikleri taktirde fidye vererek kendilerini kurtarıyorsunuz. Yoksa siz
kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Oysa içinizden
böyle yapanların cezası dünya hayatında perişanlıktan başka bir şey değildir.
Onlar kıyamet günü de en ağır azaba çarptırılacaklardır. Allah
yaptıklarınızdan habersiz değildir. Bunlar ahiret karşılığında dünya hayatını
satın almış kimselerdir. Bu yüzden onların ne azabı hafifletilecek ve ne de
kendilerine yardım edilecektir.»
(Bakara, 83-86)
İsrailoğullarından söz
eden bu bölümde Tevrat'taki tlahi yasanın ana ilkelerini oluşturan hükümlerin
odağına, ana kaynağına dönüş yapılmaktadır. Bütün yasaların kendisinden
kaynaklandığı Tevhid ilkesine dayalı sosyal hayatın düzenlenmesinden
sözedilmektedir...
Sonra Allah'ın
dilediği şekildeki bu tablo ile onların pratik uygulamalarında ve sosyal
ilişkilerinde somutlaşan realite arasında bir karşılıştırma yapmaktadır, tşte
bu karşılaştırma ile imanın gerekleri ve pratik uygulamaları arasında geniş kapsamlı
bir bağ olduğunu görebiliyoruz.
Yüce Allah, onların
kendisini birlemelirini ve kendisinden, başkasına ibadet etmemelerini, anne
babalan, yakınları, ye: timleri ve yoksullarla ilişkilerinin apaçık bir güzel
uygulama üzerinde olmasını, iyi ilişkilere dayanmasını istemiştir. Çünkü bu
kesimler böyle güzel bir ilgi ve iyi muameleye muhtaçtırlar. Bunlar ya bizzat
kendieleri bu tür bir uygulamaya muhtaçtırlar veya insan olmaları nedeniyle
insanca bir muamele görme-
- leri gerektiğinden
sözkonusu iyi ilişkilere ihtiyaç vardır... Sonra onlara, normal hayatta basit
diyaloglarında insanlara iyi da-varanmalanm, güzel şeyler söylemelerini
emretmiştir. Zira güzel söz ve iyi daviranış insanı hayli etkiler, kalbini
iyiliğe, sevgiye, samimiyete doğru yönlendirir. İnsanların akıllarını harekete
geçirir. Onların taassubtan, inatçılıktan, büyüklük taslamaktan ve
komplekslerden uzak bir şekilde düşünmelerini sağlar. Böylece güzel söz kalbe
ve akla gönderilen en güzel elçidir, bu ilkeye bağlı olarak sosyal hayat,
toplumsal ilişkiler karşılıklı anlayış, sevgi ve dayanışma ilkelerine dayanır,
, sağlam bir zemine
oturur.
Bundan sonra mümin
ruhların miracı olarak kabul edilen namaz kılmanın fonksiyonuna yer
verilmektedir. İnsan her gün namaz ile geniş manevi ufuklara açılır. Artık bu
atmosfere giren insanlar itaatin zorluklarına veya cihadın getirdiği
sıkıntılara, büyük mahrumiyetlere katlanmaktan sıkılmazlar, daralmazlar,
bunalmazlar. Onların hayata bağlılıkları amelin ve sorumluluğun bir sahasını
oluşturmasından kaynaklanmaktadır. Zira bu şekilde Allah ile buluşmak insanın
içini, gönlünü hayatın ciddiyetine ilişkin derin bir bilinçle doldurur.
Yaratıcının gizli ve açık her olayda, her yaratığında büyük hikmetlerin
sözkonusu olduğunu görmesini, olaylara ve gerçeklere bu hikmetlere göre
bakmasını garanti eder. İnsanın duyarlı ve bilinçli olarak evrenin yaratıcısı
olan Allah'la buluşması, hayatında hak yolda, doğru bir istikamette yürümeyi
büyük bir hedef olarak görmesini ve bu hedefe yürümesini sağlar.
Zekat ise, insana
verme alışkanlığını kazandırır. Bağış, feragat duygusunu geliştirir. Kişinin
kendi kişisel ihtiyaçları, bireysel ihtirasları ve arzuları girdabında boğulmasını
engeller. Allah'ın kendisine bağışladığı mal nimetini sırf kendi ihtiyaçları
için kullanmasına mani olur. Ona diğer insanların acılarını, ihtiyaçlarını
arzularını paylaşma bilinci kazandırır. Başkalarının ihtiyaçlarına kulak verme
duygusunu geliştirir. Artık onlar kendilerine verilen malın bir şeref, üstünlük
ve imtiyaz değil de bir görev ve sorumluluk olduğu bilincine varmışlardır.
Kendilerinin ve başkalarının ihtiyaçlarını giderme konusunda kendilerine
yüklenen bir görev ve sorumluluk. Böylece zekat, sosyal içerikli bir ibadete
dönüşmektedir. Diğer ibadetlerde şart olan Allah'a yaklaşma niyeti burada da
geçerlidir. Zekatın sağlıklı bir şekilde verilmesi için bu niyetin taşınmış
olması şarttır. Nasıl ki namaz insanın Allah'ın yüce zatı karşısında boyun
eğerek O'na yaklaşmak için bir ibadet ise, zekat da işte onun gibi bir
ibadettir.
Bu ayatte yer alan
hukukî hükümler demeti sona erdikten sonra muhakeme, muhasebe, karşılaştırma ve
değerlendirme eylemi başlıyor. Kısa bir zaman diliminde durum değerlendirmesi
yapılıyor. Pratik hayatlarında yaşadıkları realitelere dikkat çekiliyor. Biz
bu hayatlarında onlarla karşılaştığımızda bunların hepsinden yüz çevirdiklerini
görüyoruz. Samimi ve bilinçli olarak iman eden az bir kesim dışında hepsi bu
direktiflerden kaçıyor. Yalnız azınlıkta kalan bir grup iman çizgisinde direniyor.
Düşüncelerin de, uygulamaya ilişkin eylemlerinde özel ve genel ilişkilerinde,
hayatlarında bu çizginin istikametinden sapmıyor.
Verilen taahhüt ve
yapılan sözleşmenin bu yönü aydınlatıldıktan sonra dahili (içe dönük, kendi
aralarında geçerli olan) ilişkileriyle ilgili başka bir noktaya geçiliyor. Yüce
Allah onların cana saygılı olmalarını, haddini aşarak, taşkınlık ve zulüm
ederek onu öldürmemelerini istemiş ve insanın kendi evinde ve yurdunda kalması
ile somutlaşan insan özgürlüğüne saygılı olmalarını, kimseyi haksız yere zorla
ve zulümle yurdundan sürgün etmeye kalkmamalarını söz almıştır... Özellikle
insanın canına ve yurduna dokunulmam asının vurgulanması, bu iki sorunun odak
alarak alınmasının sırrı ve başlıca nedeni herhalde onların insanın temel hak
ve özgürlüklerinde iki ana ilke ile insan dilediği şeyi.seçmede, Allah'ın
seçmesini dilediği tercihte bulunmasında hiçbir zulme uğramadan özgür bir hayat
yaşaması garanti altına alındığı gibi, şartlar ne olursa olsun insanın kendi
yurdunda, ve evinde kalması özgürlüğünü teminat altına alır... Bunun dışındaki
hak ve özgürlükler, kısa bir değerlendirme ve düşünme ile rahat anlaşılacağı
gibi bu iki ana hak ve Özgürlüğe bağlıdır. Onların bİT dalı durumundadır.
Canab-ı Allah onların bu iki ana hak ve özgürlüğe ve birbirlerine karşı bu
sözleşmeye bağlı kalmalarına söz almıştı. Peki sonuç ne oldu?
Burada da durum
birinci sözleşmenin anısı olmuştur. Birbirlerinin canına kıymak onların
yaşadıkları hayatın genel karakteri ve değişmez vasfı haline gelmiştir. Üstün
olma, kuvvet sahibi olma ve ele geçirme siyaseti onlarda geçer akçe, izlenen
değişmez politika halini almıştır. Kendi zulümlerine, haksızlıklarına
adaletsizliklerine boyun eğmeyen, tahammül edemeyen mustaz'afların (yoksul
bırakılmış, ezilmişlerin) Özgürlüklerini kısıtlamaya başlamışlardır.
Günahkârlık ve düşmanlıkla onları yurtlarından sürgün etmiş ve onları memleketlerinden
kovmuşlardır. îşte burada onların genel ilişkilerindeki çarpıklık, çifte
standart arzeden tavır ve tutumlarındaki eğrilik ortaya çıkmaktadır. Zalim ve
azgın kuvvet sahibi olan kesim mustaz'afların Öldürülmelerini, yurtlarından
sürgün edilmelerini normal karşıladıkları halde öte yandan insana saygı duydukları
imajını veren bir hareketle ortaya çıktıklarını görüyoruz. Bir taraftan
Öldürüyor, yurtlarından sürgün ediyor öte taraftan bu zayıf düşürülmüşlerden
bazıları düşmanın eline esir düştüğünde onları esaretten kurtarmak için fidye
vermeye, onları özgürlüğe kavuşturmaya çalışıyorlar. Bu, dikkatleri çeken bir
çifte standardı ifade etmektedir. Eğer onlar insanın canına, malına ve yurduna
dokunulmayacağına inanı-
yorlarsa birinci
uygulamalarının, yok eğer inanmıyorlarsa, ikinci uygulamalarının ne anlamı
vardır?... Bu değişmez bir düşünce temeline dayanmayan asabiyet (ulusçuluk,
kabileci-lik, bölgecilik) ve tarafgirlik gibi genel ilişkilerde insanın
gösterdiği geçici tepkilerden ibarettir. Köklü temelleri olan bir tavır
değildir. Bu nedenle Kur'an sözkonusu uygulamayı:
«Siz kitabın bir
kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?»
cümlesiyle mahkum
ediyor. Çünkü kitaba bağlılık, kitabın ilkelerine, hükümlerine, yasalarına,
kavramlarına bağlı kalmayı zorunlu kılar. Bu olgu, düşüncenin hareketin ve eylemin
değişmez kuralıdır.
Sonra Yüce Allah buna
ilave ediyor:
«Böyle yapanın cezası
dünya hayatında horlanmaktır.»
Zira böyle bir realite
buna benzer bir uygulama zorunlu olarak toplumun binasının temelini oluşturan
genel ilkelerin çiğnenmesine neden olacaktır.Toplum çözüldüğünde, dağıldığında
varlığını ve dayanışmasını gerçekleştirmekten aciz kaldığında başka toplumların
egemenliği, boyunduruğu altına girer. Bu da onun horlanmasına, alçalmasına,
sürünmesine neden olur. Ahirette ise onlar daha ağır bir cezaya çarptırılacaklardır.
Zira onların hayatları ve pratik uygulamaları onların Allah'ın iradesine kafa
tuttuğunu ve ona karşı azgınlık yaptığını göstermektedir... Çünkü onlar bu
hareket ve tavırları ile Allah'ı hafife almakta ve O'na ibadet etme çizgisinden
sapmış bulunmaktadırlar...Bu bölüm, hayatta buna benzer örneklerin hepsine
hütmeden genel ilkeyi vermekle sona eriyor. Buna göre onlar ahiret
karşılığında dünya hayatını satın alanlardır. Onlar dünya hayatlarında ahireti
Önemli bir şey olarak görmemişlerdir. O'na karşı zorumluluklarını ve
yükümlülüklerini takınmamışlar, görevlerini yapmamışlardır. Yeryüzüne önem
vermişler, orada sonsuza dek kalacaklarmış gibi hareket etmişler, yeryüzünün,
dünyanın
ölçülerine, değerlerine, bağlanmışlar,
zevkle, safaya, ihtirasa dalmışlar, azgınlık, düşmanlık v.s. gibi bayağı
mücadele yöntemlerini benimsemişlerdir... Onlan bekleyen yalnızca ağır cezadır,
şiddetli azaptır. Cezaları hafiflemeyecek ve Allah'ın dışında hiçbir dost ve
destekçi de bulamayacaklardır.
Bu ayetlerden,
olaylardan ve tavırlardan şimdiki ve gelecekteki hayatımız için tesbit
ettiğimiz pratik gerçekler ise şu şekilde özetlenebilir:
1- Her
hukukun kendisine göre birbirine bağlı bir metodu vardır. Bu metotda her hükmün
kendine göre belirlenmiş bir yeri vardır. Hukukun amacına ulaşması için bu
hükümlerin bölünmeden ve birbirinden koparılmadan programın belirlenen yerine
konması gerekir. Sistem içinde bu hükümlerin her-biri zincirin birbirini
tamamlayan halkaları gibidir, tslâm Şeriatının da kendisinden beklenen sonucu
vermesi, Allah'ın dilediği amacını gerçekleştirebilmesi için meseleye köklü ve
bir bütün olarak bağlanmak esastır. Bu bütünlük korunmadan, sistemin tamamına
bağlılık gösterilmeden Allah'a itaatin gerçekleşmesi mümkün değildir. Sistemin
bütününden kopuk olan ibadetler ana ilkeden kopuk biçimde ele alındığında Yüce
Allah'ın emir ve yasaklarıyla varılmasını istediği hedefe varmak ve meseleyi
bu boyutta kapsamlı olarak kavrayabilmek mümkün olmaz. Her halde,
«Kimin namazı, onu fuhuştan ve yasaklanmış şeylerden
alıkoymazsa kendisini Allah'tan uzaklaştırmaktan başka işe yaramaz.» hadisinden
anlaşılan da budur.
Nechcü11-Belağa'da
rivayet edilen bir hadiste ise şöyle denmektedir:
«Nice oruç tutanlar
vardır ki, oruçlarından açlık ve susuzluktan başka kendilerine bir şey kalmaz.
Nice namaz kılanlar vardır ki bu namazları onları yormak ve uykusuz barıkmaktan
başka bir şey kazandırmaz. Aktı başında zeki
insanların uykuları ve oruç tutmamaları ne güzeldir...»
Buradan anlıyoruz ki
itaatin değeri emir ve yasağın nedefi-ni gerçekleştirdiği ölçülerle sınırlıdır.
Artık burada, amacın, itaatin, kılmış şekliyle veya bazı görevler ve yasaklarla
ilgili olması arasında fark yoktur. Yani namaz ve oruçtaki amaç ile belli bir
hedefi gerçekleştirmeyi amaçlayan görevler, yasaklar arasında amaç yönünden bir
fark yoktur. Çünkü bunların her ikisi de insanın şahsiyetini bir tek ilkeye
dayandırarak oluşturmak istemektedir. Herhalde kendisinden söz ettiğimiz ayet
bu düşünceyi destekleyen en sağlam delildrir. Zira insanın can ve yurt
özgürlüğüne saygı gösterme, risaleti ve şeriatı Allah'a imandan kaynaklanan
insan özgürlüğüne iman düşüncesinden gelmiş olabilir. Dolayısıyla insanın bir
taraftan bu özgürlüğe saygı duyması diğer yönden onu inkâra kalkışmasının bir
manası yoktur. Zira sözkonusu büyük hedefin hayatta gerçekleşebilmesi için bu
tavırların hepsinde bir düzelme olması, belli bir hedefin gözetilmesi
zorunludur. Bunlar birbirine bağlı şeylerdir çünkü.
2- Buradan hareketle
Avarupa'nın düşüncelerinden, ideolojik akımlarından, ilkelerinden etkilenen
bazı Müslümanların düşüncelerini reddetmek mümkündür. Kapitalizmin,marksiz-min
veya başka düşüncelerden kopye edilen bir takım düşünceleri İslâm'a adepte
etmeyi siyasal, sosyal ve ekonomik uygulama konularında onların birtakım
düşüncelerini esas almayı öngören bu sentezci anlayışı mahkum edebiliriz.
Bu Müslümanların
düşünceleri şu şekilde özetlenebilir. Onlar diyorlar ki: Biz, hayatla ilgili
hükümlerin ve yasamaların ruhî, manevî, ahlâkî ve psikolojik yönünü İslâm'dan
alabiliriz. Özellikle ibadet ve ahvali şahsiye, bireyi ilgiîendieren (konular)
ile ilgili konularda îslâm'ısf esas alabiliriz. Ekonomik ve siyasal
düzenlemeye, sosyal planlamaya gelince bu konularda onîaf! esas almamız
gerekir. Çünkü bu düşünceler realiteye dayalı etüdler tarafından belirlenen
bilimsel kurallara dayanmaktadır. Bunlar gelişme ve ilerlemenin ortaya koyduğu
genel hükümler, değişmez verilerdir. Onlar ayrıca İslâm'ın bu konularla ilgili
yasamalarının ve hukukunun ihtiyacı karşılamayacağını iddia etmektedirler.
Bugünkü hayat
şartlarını düzenleme ve planlama konusunda yetersiz kalacağını
savunmaktadırlar. Fakat biz bu tür düşünce ve yaklaşımların Avrupa,karaşısmda
yılgınlığa düşmüş, şaşırmış ve onunla övünmeyi bir alışkanlık haline getirmiş
bulunan akılcılığa mahkum olduğunu, bu aîcılığı hiçbir şekilde taklid etmekten
vazgeçmediğini, hayatı da bu doğrultuda gelişene kadar programlamaya
çalıştığını söyleyebiliriz. Aslında meseleye bu şekilde bakan Müslümanların,
hukukun asıl kaynaklarına dayalı çalışmaları tarafından detaylandı-rılan
İslâm'ın genel ilkelerini ciddi biçimde araştırmaları elbette ki inandırıcı
bir şey ortaya koyabilmeleri için zorunludur. Böyle bir araştırma onların
toplum hayatını ileriye doğru yönlendirmek için düşünce ve kanun yönünden
önlerine birçok imkanlar hazırlayacak ve onları görmedikleri ilkelerle yüzyüze
getirecektir. İslâm hukukunun bu alanlara ilişkin çalışmalarını ve hükümlerini
bir çırpıda reddetmek kolay değildir. İslâm'ın hakim, olduğu dönemlerdeki
idâri, siyasi ve ekonomik sistemlerin ve kurumlan bugün mevcut olan sistemlerle
pratik anlamda bir uyum sağlayamayacağını ileri sürmemiz de yetmeyecektir.
Çünkü îslâmî içtihat, yaşamda ve hukukta ortaya çıkan bu boşlukları
değiştirebilme ve onları yeniden düzenleyebilme imkanına sahiptir.
Müslüman, îslâmî
bilinciyle İslâm'ın şu gerçeğini genel bir düşünce olarak kabul eder: Yüce
Allah'ın hayatta görülen her olaya ilişkin Şer'i bir hükmü yardır. Onu bulmak
isteyan bulabilir, bulmak istemeyen ondan sakınır. Yine Müslümanların
hayatlarının her alanında Şer'i bir boşluğun bulunmadığına kesin inanmaları
vebu ilkeye göre hareket etmeleri esastır. Şu kadar var ki İslâm hukuku idare
meakanizmasına rahat hareket edebilmesi için bir yetki sahası tanımıştır. Bu
konulara ilişkin hükümler kasıtlı olarak belirlenmemiş ve bu yönlerde bazı
yerler açık bırakılmıştır. Böylece idareciler kamuya ilişkin çalışmalarında ve
bu sahalarla ilgili uygulamalarında bir ölçüde özgürce hareket edebilirler. Bu
da Müslüman düşünürlerin görevini ağırlaştırmaktadır. Bu konu mütefekkirleri
insanların hayat şartları, yöntemleri ve şekilleriyle sosyal, siyasal ve
ekonomik konularda elde ettikleri yenilikleri Şer'i hükümler açısından
inceleyip değerlendirmeye tabi tutmalarını zorunlu kılar. Böylece Müslüman
insanın hayatta görülen genel gelişine hareketi karşısında hayret ve şaşkınlık
içinde bocalaması önlenmiş olur. Bununla beraber biz bazı alanlara ilişkin
değişik ve çelişkili düşünce metodları seçmeyi, diğer bazı konularda ise
İslâm'ı esas almayı sağlıklı bir esas olarak görmüyoruz. Bu durumda biz Yüce
Aellah'm Yahudilerden söz ederken dikkat çektiği gerçeğin kapsamına gireriz:
«Siz bir kısmına
inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz.»
3- Yüce
Allah, şeriatı kendisiyle kullar arasında gerçekleşen bir taahhüt ve sözleşme
olarak kabul etmektedir. Çünkü Şeriata bağlılık tamamıyle onun içeriğini kabul
etmekle eş değerdedir. Nitekim normal ilişkilerde sözkonusu edilen
sözleşmelerde de bu ilke geçerlidir. Şimdi anlaşılıyor kikarşı gelmek, inat
etmek ve çizgiden sapmak, taahhüdü bozmak verilen söze ihanet etmek kadar ağır
bir suçtur. İşte böylece kişinin benliğinde kablo daha canlı bir halde
sergilenmiş olur. Diğer türn ihanet şekillerinde olduğu gibi, kişinin kendi
nefsini hor görmesine, hakir görmesine neden olur. İnsanların dini terbiyesinde
bu yönü özellikle çok kullanmamız bizim açımızdan yararlı olabilir. Çünkü
insan bazı şarntlarda kendisi için isyan eden sıfatını kabul edebilir fakat
hain sıfatını asla kabullenemez. Çünkü bu kelime insanın fıtratına ve
vicdanına ağır gelen kötü çağrışımları da beraberinde getirir.
«Andolsun ki Musa'ya
kitabı verdik arkasından ard arda çok sayıda peygamber gönderdik. Meryem oğlu
îsa 'ya da açık deliller verdik ve kendisini kutsal Ruh ile destekledik.
Ne zaman herhangi bir
peygamber size canınızın istemediği bir şey getirdi ise büyüklük kompleksine
kapılarak kimini Öldürüp kimini yalanlamadınız mı?
Yahudiler 'kalplerimiz
kılıflıdır' dediler. Hayır yalnız kafir olduklarından dolayı Allah onları
lanetledi. Onların pek azı iman eder. Onlara Allah katından elleri altındaki
Tevrat'ı onaylayan bir kitap (Kur'an) gelince -ki, daha önce kafirlere karşı
zafer kazanmak istedikleri halde öteden beri bilip durdukları bu kitap
kendilerine gelince- O'nu inkâr ettiler. Allah'ın laneti kafirlerin
üzerinedir. Onlar, Allah'ın kendi bağışı olarak dilediği Uuluna vahiy
indirmesini çekemeyerek O'nun indirdiği kitabı inkâr etmekle benliklerini ne
kötü şey karşılığında sattılar da katmerli gazaba uğradılar! Kafirleri
alçaltıcı bir azap beklemektedir. Onlara 'Allah'ın indirdiğine inanın'
denildiği zaman; 'Biz sadece bize indirilene inanırız.' derler ve ellerindeki
Tevrat'ı doğrulayıcı hak bir kitap olduğu halde Tevrat'tan başkasına
inanmazlar. Onlara de ki 'Madem ki inanıyordunuz daha önce Allah'ın
peygamberlerini ne diye öldürdünüz? Musa size mucizelerle geldi. Siz ise O'nun
yokluğunda buzağıya taptınız. Sizler işte öyle zalimlersiniz! Hani sizden
kesin söz almıştık. Tur'u üzerinize kaldırarak 'Size verdiğimizi kuvvetle
tutun ve dinleyin' dedik. Onlar ise 'Dinledik ve karşı geldik' dediler.
Kafirlikleri yüzünden buzağı sevgisi kalplerine iyice işledi. De ki, 'Eğer
inanıyor idi iseniz imanınız size ne kötü şey emrediyor!' De ki, 'Eğer idda
ettiğiniz gibi Allah katında ahiret yurdu başka hiç kimsenin değil de sırf
sizin ise o halde iddianızda samimi iseniz ölümü temenni edin' Oysa onlar
kendi elleri ile işlemiş oldukları kötülüklerden dolayı Ölümü kesinlikle
istemezler. Hiç şüphesiz Allah zalimleri bilir. Onları, insanların hayata en
düşkünü, puta tapanlardan bile daha tutkunu olarak bulacaksın. Her biri ister
ki bin yıl
yaşatılsın. Oysa uzun yaşamak kendilerini
azaptan kurtaracak değildir. Hiç şüphesiz, Allah onların yaptıklarını görüyor.»
(Bakara, 87-96)
Bu ayet-i keriemelerde
Kur'an-ı Kerim îslâm çağarısımn çağdaşı bulunan Yahudilerin aleyhinde
kullanılmak üzere îsrailoğullarmm tarihini aydınlatıyor. Çünkü Yahudiler onların
tairihi ve pratik bir devamı sayılmaktadırlar. Bu nedenle Kur'an onların ruhî,
manevî, fikrî ve amelî yapılarım bir realite olarak ortaya koymayı hedef
alıyor. Bunun ışığında peşpeşe sıralanan ayet-i kerimeler onların oyunlarına,
tezgâhlarına ışık tutuyor. Peygamberimizi nasıl bir tutumla karşıladıklarına
değiniyor. Halbuki aynı Yahudiler daha öenceleri Medine'de son zamanlarda
gönderilecek bir peygamberin kendilerine destek olacağını, O'nun etrafında
birleşep diğer insanlara üstün geleceklerini iddia ediyor ve bu son
peygamberlikle övünüyorlardı. Netice olarak beklenen peygamberlik geldiğinde
daha önce sözü edilen realitelere aykın olarak Ona karşı çıkıyorlar, O'ena
karşı savaş açanların ve O'nun ilerlemesine karşı koyanların ilkleri, öncüleri
oluyorlar. Kur'an-ı Kerim akla hitaben yumuşak bir üslupla onların gerçek
yüzlerini ortaya koyuyor, islâm'a karşı düşmanca tavır takınmalarının
delillerini ve gerekçelerini bir bir tenkid ederek ortadan kaldırıyor.
«Andolsun ki Musa'ya
kitabı verdik ve ardarda çok sayıda peygamber gönderdik. Meryemoğlu İsa'ya da
açık deliller verdik ve kendisini Kutsal ruh ile destekledik. Ne zaman
herhangi bir peygamber size canınızın istemediği bir şey getirdi ise büyüklük
kompleksine kupılarak kimini öldürüp kimini yalanlamadınız mı?»
(Bakara, 87)
Onların peygamberlere
karşı tavırları nedir? Kur'an-ı Kerim bu ayette onların tutumlarını ana hatlarıyla
veriyor. Elinde Allah'ın kitabı bulunan Hz. Musa'dan beri Allah'ın elçisi olarak
gönderilen ve yanında risaletîni ve peygamberliğini ispat
eden belgeler bulunan ayrıca kutsal ruh ile
desteklenen Hz. İsa'ya varıncaya kadar gelip geçen peygamberliklere ve
risalet-îere ne türden bir tavır koyduklarını anlatıyor. Buradan anlaşılıyor
ki onların peygamberlere karşı takındıkları tavra hakim olan; onların
şehvetlerini, ihtiraslarını arzu ve isteklerini ön plana çıkarmaları ve ona
göre tavır koymalarıdır. Peygamberler onların istedikleri şeyi
gerçekleştiremediğinden ve onların zevklerine göre bir yol izlemediğinden
güçlerine, mallarına ve makamlarına güvenerek onlara karşı üstünlük taslıyor.
Ayrıca tarih boyunca risaletin kendileriyle beraber olduğunu ve semavî
kitapların kendielerine gönderildiğini ileri sürerek onunla övünüyorlar. Onlar
kendisine has rasyonel sebeplerden Ötürü öldürmeye güçlerinin yetmediği bazı
peygamberleri yalanlayarak kendi>!hesaplarma göre herhangi bir gücü ve
savunma imkanı bulunmayan diğer bazı peygamberleri de yalanlayarak bu
tavırlarını sergiliyorlar. Nitekim Hz. Şuayb'ın kavmini güçlü ve dişli olarak
gördükleri için peygamberin şahsına herhangi bir saldırıya yanaşmıyorlar fakat
O.'nun davasını yalanlıyorlar. Kur'an-ı Kerim Yahudilerin peygamberimiz Hz.
Muhammed (s.a.v.)'e karşı takındıkları tavrı onların tarihi bir boyutu olarak
değerlendirmek istiyor. Bu ulusun peygamberlere ve risaletlere karşı
takındıkları tavrın bir devamı, bir görüntüsü olarak değerlendiriyor. Yani onların
şahsiyetlerinin tarih boyunca bu yönde geliştiğini ortaya koyuyor «Kalplerimiz
kapalıdır» dediler.
Yani sizin kendisine
çağırdığınız düşünceleri, çağrıları ve ilkeleri anlamaya kapalıdır. îşte bu
tavır tarih boyunca kendilerinden anlayış ve düşünme bekleyen, bunun için bir
dizi ayetler, belgeler ve deliller ortaya koyan peygamberleri bu şekilde
karşılamışlardır. Peygamberlerin bu tekliflerine karşı kendilerinin çağrıldığı
şeyi anlayamadıklarını, bunu kavrayabilmek için güçlerinin yetmediğini bir tepki
olarak ileri sürmüşler. Meselenin boyutlarını kavaramaları için gerekli olan
zekaya, anlayışa kalplerinin sahip olmadığım savunmuşlardır. Belki de
bu, onların diyalogu girmek istememelerinin,
karşılıklı konuşmaktan kaçınmalarının bir ifadesiydi. Peygamberi hafife
almalarının ve onunla dalga geçmelerinin bir tezahürü de olabilir. Böylece
peygamberi, ne yapacağını, nasıl bir tavır takınacağını bilmeyen bir konuma
sokmak istemeleriydi. Onlara karşı nasıl sesleneceğini kestiremez duruma sokmak
dilemeleriydi. İşte Kur'an-ı Kerim bu nedenle onların tavırlarım sert ve katı
bir şekilde ortaya koymuştur. Çünkü onlar sağlıklı bir konum ve tavır içine
girip oradan hareket etmemektedirler.
«Hayır, yalnız kafir
olduklarından dolayı Allah onları lanetledi.»
Yeni onların kalpleri
diğer insanların kalpleri gibidir. Düşünme yetenekleri diğer insanların
düşünceleri gibidir. Rahatlıkla gerçeği görebilirler ve gerecekle ilgili
hükümleri anlayabilirler. Kendilerine sunulan hakikati idrak edebilirler, diyaloga
ve karşılıklı konuşmaya girmek için güçleri eve imkanları vardır. Ne var ki
onlar küfrü imana tercih ediyorlar. Bu kafir tutumlarını destekleyen bir delil
bulamayınca da bu mantığa başvuruyorlar ki kendilerini temize çıkarsınlar.
Zaten dilbilgisi yönünden lanetin anlamı da budur.
«Ne de az iman
ediyorlar.» Çünkü onlar iman etmek istemiyorlar.
- Peygamberimiz Hz.
Muhammed (s.a.v.)'e gönderilen Kur'an bir dizi ayetlerinde akide, hüküm ve yasa
olarak Tevrat'ı doğruladığını belirtmiştir ki, bu onların aleyhine Allah'tan
bir delil olsun. Çünkü, Tevrat insanlar arasında yayılmış değildi ki
peygamberimizi ondan nakil yapmak ve oradan öğrenmekle itham etsinler. Bu
sırada Tevrat Yahudilerin tekelinde bulunuyordu ve Arabça olmayan bir dille
yazılıydı. Yahudiler, peygamberimizin peygamberliğinden Önce 'zafer' bekliyorlardı.
Yani aralarındaki ayrılıklar ve problemler had safhaya vardığında ve
diğerlerinin karşısında zayıf kaldıklarını
hissettiklerinde
Medine'de bulunan putperest kafirlere karşı fetih ve zafer arzularım dile
getiriyorlardı: «Bu bölgelere gönderileceği vaadedilen peygamber ortaya
çıktığında biz O'nunla beraber haereket edecek ve güçleneceğiz. O'nun desteği
ve yardımıyla sizi katledecek ve yok edeceğiz.» diyorlardı. İşte
»Onlara Allah katından
elleri altındaki Tevrat'ı onaylayan bir kitap (Kur'an) geldiğinde» ,
ayet-i kerimesinde
ifaedesini bulan da budur. Çünkü islâm'ın risaileti diğer risaletler gibi
kendisinden önceki risaeletleri kökünden söküp atmak veya onları iptal etmek
için gelmemiştir. Onları tamamlamak için gönderilmiştir. îşte bu nedenle
Peygemberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'den gelen bir hadiste şöyle
buyurulmâktadır:
«Ben güzel ahlakı
tamamlamak için gönderildim.»
Aynı şekilde Hz.
Isa'dan:«Sen temel yasayı tamamlamak
için geldim.»
dediği rivayet
edilmektedir. Onlar peygamber ve risalet ile kafirlere karşı zafer
kazanacaklarını söyleyip dururken
«öteden beri bilip
durdukları bu kitap kendilerine gelince.> yani peygamberliğin ayetlerini
duyduklarında, yasalarını öğrendiklerinde, onunla Tevrat arasında apaçık bir
uyum ve ahenk olduğunu gördüklerinde, peygamberimizin konumunun ve çağirısının
gerçekten doğru olduğuna kesin kanaat getirdiklerinde
«O'nu inkâr ettiler.»
Azgınlıklarından,
kinlerinden ve düşmanlıklarından kabul etmeye yanaşmadılar (Allah'ın laneti
kafirlerin üzerindir). Çünkü onlar Allah'ın yolunu tanıdıktan sonra Allah'tan
uzaklaştılar. Allah da onları kendisinden uzaklaştırdı.
«Onların satın
aldıkları şey ne kötüdür.» 116
Burada «şira» kavramı
şu ayette olduğu gibi satma anlamındadır:
«İnsanların öyleleri
vardır ki Allah'ın rızasını elde etmek amacıyla canlarını satıverirler. Allah
kullarına merhamet edendir...»
«Onlar Allah'ın kendi
bağışı olarak dilediği kuluna vahyi indirmesini çekemeyerek O'nun indirdiği
kitabı inkar etmekle...»
Yani onlar herhangi
bir şüpheleri olduğundan dolayı veya gerçeği açık olarak görememe nedeniyle
inkara kalkışmadılar. Aksine onların küfre düşüşleri düşmanlık, inat ve
kinlerinden kaynaklanmıştır. Çünkü onlar İslâm'ın direktiflerinden ilkelerinden
peygamberin tavır ve hareketlerinden anladılar ki islâm kendilerine diğer
Müslümanlardan farklı bir imtiyaz vermeyecektir. Dolayısıyla bu yeni dinde
kendilerinin normal din mesuplarma döneceklerini anladılar. Bu durumda şu anda
ellerinde bulundurdukları makamlardan, kendisinden istifade ettikleri
imtiyazlardan yoksun bırakılacaklarını kestirdiler. Burada Kur'an-ı Kerim
onları eleştirmek ve tutumlarını yermek için bir açıklamada bulunuyor. Onların
kendi canlarını karşılıksız olarak sattıklarını, kazanç olarak kötülük ve kinden
başka bir şey elde etmediklerini belirtiyor. Burada onların sonuç olarak
değerli bir şey elde etmediklerini belirtiyor. Burada onlar, katil bir bilince
varmalarını ve işin sonunda kişinin kendisini yiyip bitirecek noktaya
vardıracak bir komplekse kapılmasına neden oluyor. Kur'an-ı Kerim'den onların
bu kinlerinin kabiatıni da açıklıyor. Onlar Kur'an-ı Kerim'in kendilerine
inmesini istiyorlardı. Böylece tsrailoğullarına gönderilen peygamberlikler
tarihi tamamlanacak, onlann mevkiler daha da yükselecek, imtiyazları had
safhaya varacak ve etkinlikleri, güçleri daha da artacaktı.
«Gazap üstüne gazaba
uğradılar.»
«Onların uğradığı
birinci gazab Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'den önce Hz. Musa'ya ve
O'ndan sonra gönderilen peygamberlere karşı koymaları ve onlara isyan etmeleridir.
İkinci gazab ise Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'e karşı koymalarıdır.
Ahirette; «Kafirler için alçaltıcı bir azab vardır.»Bu diyalogda Kur'an-ı Kerim
onların şahsiyetini çeşitli boyutlardan ele almakta ve bu noktalara açıklık
getirmektedir.
«Onlara Allah'ın
indirdiğine inanın denildiği zaman.»
İşte bu, Allah'ın size
takdim ettiği kitabıdır. O'ana iman edin denildiğinde
«Biz sadece ;bize
indirilene inanırız derler.»
Biz Allah'ın bize
gönderdiği İlahî bir kitaba sahibiz. O'ndan başkasına ihtiyacımız yoktur. Çünkü
o bizim dünya ve ahiret işlerimizde ihtiyaç duyduğumuz her şey için yeterlidir.
«Tevrat'tan başkasına
inanmazlar.»
Bu, Allah tarafından
gönderilen İncil ve Kur'an da olsa farketmez.
«Ellerindeki Tevrat'ı
doğrulayıcı ve hak bir kitap da olsa.»
Halbuki kendi
ellerindeki kitabı doğrulayan bir kitaba inanmaları kendi kitaplarına iman
etmelerinin bir gereğidir. Eğer onlar Tevrat'a inanıyorlarsa Tevrat'ın
direktiflerini ve hükümlerini dorulayan Kur'an'a inanmaları zorunludur.
İşte burada onların
bütün durumları apaçık ortaya çıkıyor. Kur'an onlara şu şekilde yaklaşıyor; sîz
Allah'ın size gönderdiği kitaba iman iddiasında gerçekten samimi misiniz? Siz
orada yeralan her gerçeğe iman ediyor ve onu bir ilke olarak kabul ediyor
musunuz? Yoksa bu, kendinizi temize çıkarmak için ileri sürdüğünüz sahte bir
gerekçe midir? Siz şu iddianızda yalancısınız. Çünkü bir şeye iman eden eylem
ve uygulama planında onunla uyum içine girmek zorundadır. Ayrıca imanın gereği
olan diğer peygamberlere saygıyı da hiçbir zaman ihmal etmemelidir. Halbuki
siz bu şekilde yürümüyor, bu istikamette gitmiyorsunuz.
«Onlar de ki: Madem ki
inainıyordunuz. Daha önce Allah'ın peygamberlerini niye öldürdünüz?»
4 Hz. Musa'dan sonra
gönderilen, O'nun mesajını ileten ve insanları kitabı uygulamaya çağıran ve
onun yolunun izcileri kabul edilen peygamberleri ne diye Öldürdünüz? Sizin bu
peygamberlere karşı takındığınız inada dayalı tutumlarınızı da geçelim. Bizzat
bu kitabı getiren Hz. Musa'ya karşı tavrınız neydi? O'nu nasıl karşıladınız?
! «Musa size
muciezelerle geldi. Siz ise O'eanun yokluğunda buzağıaya taptınız. îşte siz
öyle zalimlersiniz.»
Allah'tan başkasına
ibadet etmekle kendinize zulmetmiş oldunuz. Halbuki daha Önce Hz. Musa bir ve
tek olan Allah'a ibaedete sizi çağırmıştı. Kitabın gönderilişinden sonra,
«Hani sizden kesin söz
almıştık ve Tur'u üzerinize kaldırmıştık.»
Tur, icaz yoluyla size
gölgelik yapan üstünüze kaldırılmış dağın adıdır. Burada biz sizi kendinize ve
insanlara karşı yüklenmeniz gereken sorumlulukları üstlenmeye çağırmıştır. Size
verdiğimize sımsıkı sarılın. Tam bir kanaat, kesin bir inanç, asla zayıflamayan
bir azim ile ona yapışınız.
«Ve dinleyin»
iman bilinci içinde
bir dinleme. Pratik uyguidamada itaat için bir dinleme. Peki burada sizin
cevabınız ne oldu?
«Onlar ise dinledik ve
karşı geldik dediler.» v Senin
söylediğin her şeyi işittik fakat yaşadığımız hayatta,
pratik realitelerde seninle uyum sağlamamız şu anda
hazır olmadığımız bir durumdur. Bizin şehevî arzularımızı, ihtiraslarımızı ve
hayattaki konumumuzu, mevkimizi, makamımızı temin eden realiteyi, gelenek ve
görenekleri, siyasal ve ekonomik konularımızı değiştirmek istemiyoruz.
«Kafirlikleri yüzünden
buzağı sevgisi kalblerine iyice işledi.»
Hala buzağı sevgisi ve
hatıraları onların vicdanlarında ve kalplerinde en mümtaz bir mevkiye sahip,
ona duyulan iştiyak hala damarlarındaki kan gibi duygularına hakimiyetini
sürdürmektedir, işte burada Kur'an kendi metoduna uygun bir şekilde onların
Allah'ın indirdiklerine iman iddialarına acı bir şekilde ve alaylı bir ifade
ile dile getirmektedir.
«De ki: "Eğer
inanıyor idiyseniz imanınız size ne kötü şeyleri emrediyor."»
Eğer sizin imanınız
peygamberleri öldürmeyi, buzağıya tapmayı, Hakkı ve gerçeği inkar etmeyi emrediyorsa
böyle akıl ermez imanî bir yöneliş ne kötü bir yöneliştir. Çünkü emrettiği şey,
onun anlamı ve özüyîe tamamen çelişki içindedir. Ne var ki işin gerçeği, onlar
iman ediyor değillerdir. Çünkü imanın insanın ruhunu iyilikle dolduran, onun
tüm enejilerini itaat, ibadet, hak ve adalet yolunda harcaması için harekete
geçiren tertemiz direktifleri, ilhamları vardır. Sonra Kur'an-ı Kerim onların
«Allah'ın seçilmiş milleti» düşüncesine değiniyor. Yahudiler bu düşünceyi bu
düşünceyi köklü, dini bir geçek olarak görüyor, buradan hareketle kendilerini
diğer insanlardan üstün ve değerli görüyor ve büyüklük taslıyorlar. Daha Önceden
ana hatlarıyla değindiği bu düşünceyi şimdi daha detaylı olarak tenkide ve
değerlendirmeye tabi tutuyor.
«De ki; Eğer iddia ettiğiniz
gibi Allah katında, Ahiret yurdu sırf sizin ise» yani orada hiçbir
sorumluluğunuz ve hesaba çekilmeniz
sözkonusu
değil ise
«Bütün insanlardan
ayrı olarak»
yani, büyük küçük
bütün eylemlerinden hesaba çekilecek olan insanlardan..
«O halde iddianızda
samimiyseniz ö'lüjnü temenni ediniz.»
Zira dini düşüncede
mü'minîer için aiehiret yurdu hiçbir zorluğu bulunmayan bir nimettir. Hiç bir
bedbahtlık yönü bulunmayan gerçek bir saaedettir. Hayatın en zirvesinde yer
alan ideal bir hayattır. Çünkü orada insanın bütün idealleri gerçekleşir.
Hatta cennetten söz eden Hadis-i Şerifte belirtildiği gibi onların ideallerinin
de ötesinde bir hayattır. Orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın
işitmediği ve hiçbir insanın aklına gelmeyen, insanın düşünemeyeceği nimetler
vardır. Eğer sizin Allah katında gerçekten bu tür hayatınız varsa, Allah size
bunu bahşetmişse hiçbir zorluk ve sıkıntıya katlanmadan sizi o tarafa
geçirecek olan ölümü temenni ediniz. Çünkü insan tabiî olarak daha üstün,
düzeyli bir hayata geçiş yapmayı arzu eder.
«Oysa onlar kendi
elleriyle işlemiş oldukları kötülüklerden dolayı ölümü kesinlikle istemezler.»
Onlar kıyamet gününde
hesaba çekileceklerini, nice suçlar ve cinayetler işlediklerini biliyorlar.
Bunu için en ağır ceza türleriyle karşılaşacaklarını kestirebiliyorlar. Tüm
bunlardan sonra nasıl ölümü isteyebilirler,
«Onları insanların
hayata em düşkünü, puta tapanlardan bile daha tutkunu olarak bulacaksın.»
Şu puta tapanlar ki
dünya hayatını her şeyden ibaret sayıyorlar, hayatın ta dini çıkarmak için onu
son fırsatları olarak kabul ediyorlar. Onlar bile bu dünya hayatına Yahudiler
kadar tutkun değillerdir.
«Her biri ister bin
yıl yaşatılsın.»
Ta ki işlediği
cinayetlerin cezasından, gölgesinden uzak dursun. Uyanıklığında ve uykusunda
ağzının tadım kaçıran cezaya çarptırılma endişesinden kurtulsun. Ne var ki bin
senelik bir ömür, evet bin senelik bir ömür bile onlara ne fayda
sağlayabilecektir? Eninde sonunda onlar kesin olan hükme, değişmez sonuca boyun
eğecek değiller midir?
«Oysa uzun yaşamak
kendilerini azabtan kurtaracak değildir.»
Çünkü o kendi
elleriyle kazandıklarının cezasını harfiyyen çekecektir. Bundan kurtulması asla
düşünülemez.
Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını görmektedir.» [155]
***
Surenin bu bölümünde
yapacağımız tespite gelince; bunu da şöylece öezetîeyebiliriz: Yahudilerin bu
taerihieni çağımızda yaşayan canlı örnekleriyle karşılaştırarak değerlendirmeliyiz.
Allah yoluna davet eden Müslümanları yalancılıkla, hapse atmakla ve bazı
durumlarda öldürüp yok etmekle karşı koyan çevreler bü mantığın izcileridir.
Onları İslâm'a karşı çıkışlarının başlıca nedeni, gerçek İslâm çağansmm temel
ilkeleri ve ana hedeflerinin onların arzu ve istekleri, ihtirasları ve
imtiyazlanyla uyum sağlamamış olmasıdır. Bu insanlar İslâm'a karşı koyuşlarında
daha önceki yöntemleri ve metodları kullanmaktadırlar. Öncekilerin
geleneklerine bağlı kalmaktadırlar. Öncelikle İslâm'ın insanın bugünkü gelişmiş
onurlu hayatını gerçekleştirme noktasında zayıf kalacağını, çağadaş hayatın
gereği olarak siyasal, sosyal ve ekonomik boyutlarıyla hayatın tümünü
kuşatacak ve onu sistemli bir şekilde düzene sokacak bir yapısı almadığını
iler sürmektedirler. Onlar bu bağlamda diyorlar ki, İslâm bu alanda yeni bir
mantıkla ve yeni bir metodla tekrar değerlendirilmelidir.
Bilinçli îslâmî
hareket kendisine özgü metodunu izleyerek İslâm'ı kapsamlı, mükemmel ve
everensel bir şekilde insanların idrakine sunduğunda İslâm nizamının bu
alanların hiçbirinde pasif ve açık bir tarafının olmadığını ortaya koyduğunda
aynı çevreler bu sefer zorla, baskı ile, inkar ve tepkilerle İslâm'ın önüne,
davetçilerinin yoluna dikiliyorlar. Bunlar geçekten kendi ellerinde bulunan
kitabı doğrulayan mesajı geldiğinde, O'nun gerçek olduğunu gördüklerinde
inkara kalkışan Yahudilere tıpatıp benzemektedir.
Yüce Allah'ın kendi
kitabını dilediği kuluna indirmesini çe-akemeyip onu inkara kalkışan
Yahudilerin tablosu bugün de karşımıza çıkmaktadır. Bugün de kendileri
tarafından ortaya konmadığından dolayı İslâm'a iman etmeyen ve O'na uymayı
kabul etmeyen insanlara rastlıyoruz. Onların İslâm'ı kabul etmeleri ancak
kendilerinin istedikleri yoldan gelmesiyle mümkündür. Onlar İslâm'a
başkalarının telkiniyle iman etmeye hazır değillerdir. Bunlar benlik sahibi
olan kimselerdir. Bu çağrıya iman etmeleri ancak dünyevî imtiyazlarını gerçekleştirmeleri
halinde sözkonusu olabilir...
Sonra Yahudilerin bu
mantıkları başka alanlarda da varlığını sürdürmektedir. Bu tür insanlar
İslâm'ın akidesine Çağrıldıkları halde anında bazen küfürle kamufle edilmiş bazen
de îslâmî bir kılığa sokulmuş sapık düşüncelere, davetlere, çağrılara
yelteniyorlar. Bunlar diyorlar ki: "Biz kendi ilkelerimize ve
düşüncelerimize inanıyoruz." Fakat bu konuda kendilerini ciddi bir
diyalogla mükellef tutmuyorlar. Kendilerine takdim edilen İslâmî düşünceleri ve
hükümleri değerlendirmek için ciddi bir çaba ortaya koymuyorlar. İslâm'ın
gerçekleştirmek istediği hedefleri en güzel bir surette ve en üstün bir
yöntemle nasıl tahakkuk ettirdiğini bir türlü öğrenmek istemiyorlar. İşte bu
ana düşünce de Kur'an'ın kendisinden söz ettiği Yahudilerin yaklaşımından
farksızdır.
«Onlara Allah'ın
indirdiğine inanın denildiği zaman biz
sadece
bize indirilene inanırız derler ve ellerindeki Tevrat'ı doğrulayıcı hak bir
hitap olduğu halde Tevrat'tan başkasına inanmazlar.»
Bunların konumlan ve
şartları farkh da olsa, detaya ilişkin bakış açıları ayrı da olsa ana
mantıklara aynıdır.
Kur'an'm tarihe
ilişkin temasları canlı, hareketli örneklere dönüştürüldüğünde ancak bir değer
kazanır. Tarihin bazı kesitlerinde donup kalan örneklerin fazla bir değeri
olmayacağı açıktır. Bunlar hem şimdiye hem de derin istikbale iz düşürecek
olaylardır. İman, küfür istikamet ve sapma alanlarındaki ilerlemelerin
aşamalarında insanın karşı karşıya gelebileceği olgulardır, tşte okuyucunun
görevi özellikle olayın misyonunu, espirisini yakalamaktır.
Okuyucuların/ve
inceleme yapanların tarih aşamalarındaki insanın Kur'an tarafından yapılan
tasvirlerine takilmama-ları gerekmektedir. Onlar bu pencereden Kur'an
tarafından tasvir edilen olaylardan haereketle geleceğin hareketini
yönlendirmeye, kendi anlayışlarında ve başkalarının anlayışlarında Kur'an
ayetlerine yeniden bir canlı|ık, bir hareket kazandırmaya çalışmalıdırlar.
[156]
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla
«De ki, Kim Cebrail'e
düşman olursa ki 0, Allah'ın izni ile Kur'an'ı, O'na inanmayanların elleri
arasındaki Tevrat'ı onaylayıcı, müminlere yol gösterici ve müjde kaynağı olarak
senin kalbine indirdi. Evet, kim Allah'a meleklerine, peygamberlerine,
Cebrail'e ve Mikail'e düşman olursa bilsin ki Allah da kafirlerin düşmanıdır.»
(Bakara, 97-98)
Deniliyor ki Yahudiler
peygamberimiz Hz. Muhammed'e geldiğini iddia ettiği vahyin kim tarafından
kendisine indirildiğini sormuşlardı. Peygamberimiz de Cebrail (a.s.) getiriyor
cevabını verince Onlar: "O bizim düşmammızdır. Biz O'ndan hoşlanmayız.
Çünkü O ceza ve savaş meleğidir. Dolayısıyla O'nun getirdiği vahyi kabul
etmemiz mümkün değildir. Eğer bu vahyi Mikail (a.s.) getirmiş olsaydı sana iman
ederdik. Çünkü O kolaylık ve bereket meleğidir." tşte bu ayet onların bu
çocuksu yaklaşımını mahkum etmek için inmiştir. Çünkü Ceebrail (a.s.) onların
düşmanı bile olsa Allah katından getirdiği vahiyle ne etkisi olabilir? O sadece
vahyi ulaştıran bir vasıtadır. Ayrıca getirdiği vahiy daha önce ellerinde
bulunan kitapları da doğrulayıcıdır. İçerik olarak doğru yolu göstermektedir.
Kalplerini ve yüzlerini Allah'a teslim eden Müslümanlar için bir müjdedir.
Yahudilerin bu mantığı kendisi için bir kazancı, mutluluğu ve kurtuluşu haber
veren mektubu ona getiren adamı sevmediği için veya hoşlanılan biri olmadığı
için reddeden insanın mantığı gibidir. Bu bayağı, çocuksu bir mantıktır.
Düşünce temellerine dayanmaz, tutarsız birtakım tepkilere boyun eğer.
Sonra Cenab-ı Allah'a
Cebrail ve Mikail'in de içinde bulunduğu meleklere ve peygamberlere düşmanlık
etmenin en pasif anlamıyla küfrü gerektireceğini vurgulamış, Allah'ın ilkelerine
bağlılığı reddetme konumuna getireceğini pekiştirmiştir. Yani böyle bir hareket
imanın ilkelerine ters düşmenin yanıs-ıra Allah'ın öfkesi ve cezası ile
somutlaşan Allah'ın onlara düşman olmasına neden
olur. Allah'ın düşmanlığı meselesi pek. tabiî olarak öfkesine ve cezasına
götürecektir. Peygamberlerine ve meleklerine düşmanlık ise Onlar'm
çağırdıkları ya da yaymaya çalıştıkları şeyde kendilerini temsil etmedikleri,
Allah'ın kendilerine verdiği direktiflere göre hareket ettiklerini,
hayatlarında ve ilişkilerinde Allah'ın ilişkilerini ve yakınlığını esas
aldıklarını göz önünde bulundurarak değerlendirirlerse daha rahat anlaşılır. Bu
durumda onlara düşmanlık yalnız, Allah'a düşmanlık anlamına gelebilir.
«Biz sana Öyle
gerçekler, açıklayıcı ayetler indirdik ki onları sadece fasıklar inkar eder.
Onlar ne zaman bir ahit yaptılar ise onların aralarından bir grub onu bozup
bir yana atmadı mı? Aslında onların çoğu inanmaz. Onlara Allah katından
önlerindeki kitabı onaylayan bir peygamber gelince, kendilerine kitap
verilenlerin bir grubu, Allah'ın kitabını hiç bilmiyorlarmış gibi arkalarına
attılar.»
(Bakara, 99-101)
Bunlar çoğunlukla
slogan halinde İslaha, iyiliğe, İlahî risa-letlere imana çağırırlar. Bunlar
bugün de kendileri ile karşılaşabileceğimiz tiplerdir. Aynı zamanda çalışmanın
geleneksel yöntemini tenkit edenlerdir.
Bu ayetlerde o zamanki
Yahudi toplumunun karakterine, kaypak ve tutarsız tavırlarına açıklık getirmek
için tekrar dönüş yapmaktadır. Bunlar Allah katından indirildiğinde hiçbir
şüphe bulunmayan ve apaçık olarak gerçek oldukları ortada bulunan
peygamberimize indirilen.Allah'ın aeyetlerini inkar ediyorlar. Bununla beraber
biz onların aynı zamanda doğru yolda, Allah'ın çizgisinde yollarına devam
ettikleri iddiasından vazgeçmediklerini görüyoruz. Onlar yaptıklarının anlamından
habersizmiş gibi davranıyorlar. Çünkü Allah'ın bu apaçık ayetlerini inkar eden
birinin iman çizgisinden sapan en azından bir fasık olmaktan kurtulamayacağı
kesindir. Buradan da anlaşılıyor ki Kur'an'ın değerlendirmesine göre kafirlik
ve fasıklık; hukukçuların (fakihlerin) belirttiği gibi
birbirine karşı olan, birbirinden farklılık arzeden iki kavram değildir.
Fakihlere göre fasıklık adaletli olmanın karşıtıdır. Fasıkhkla beraber kişi
akidedeki iman ilkesini koruyabilir. Küfür ise imanın karşıtı olarak kabul
edilmiştir. Bu konuda amel yönü gözönünde bul un durulmamıştır.
Sonra bu tablo pratik
uygulama alanıyla tamamlanmıştır. Yahudiler diğer insanlara yaptıkları
anlaşmalara bağlı kalmadıkları gibi peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) ile
yaptıkları sözleşmeye de bağlı kalmamış ve onu bozmuşlardı. Sosyal ilişkilerde
onların karakteri ve sürekli izledikleri yol bu: dur. Sonra Kur'an-ı Kerim
onların bu tür hareketlerinin çoğunluğu oluşturan kesim tarafından
sergilendiğini ve bu tavırlarının nedeninin de imansızlık olduğunu
belirtmektedir. Çünkü iman doğruya çağırır, doğru ise sözünde durmayı gerektirir.
Bu tablo düşüncenin
uygulaması alanında da aydınlık kazanmaktadır. Ayet-i Kerime detaylara ilişkin
birtakım açıklamalarla buna da işaret etmiştir. Allah'ın elçisi ellerindeki
Tevrat'ı onaylayan Kur'an mesajıyla kendilerine geldiğinde onların bu
çağrının doğruluğunun öğrenmeleri için Tevarat'a dönüp bakmaları ve ikisi
arasında bir karşılaştırma yapmaları yeterliydi. Fakat onlar Allah'ın kitabı
olan Tevrat'a sırtlarını döndüler. O'nunia amel etmediler. Çünkü bu, onların
asabiyetleri ve bincillikleriyle, kendilerini beğenmişlikleriyle
bağdaşmıyordu. Onlar bunu bir gerçek olarak bildikleri halde onun gerçek
olduğunu bilmiyorlarmış gibi davrandılar. Halbuki kendilerini ve çocuklarını
tanıdıkları gibi gerçeği de biliyorlardı, tşte bu, en büyük sapıklığın te
kendisiydi.
[157]
***
«Yahudiler Süleyman'ın
hükümranlığı hakkında şeytanların uydurduğu şeylere uydular. Oysa Süleyman
kafir olmadı, fakat insanlara büyücülük öğreten o şeytanlar kafir oldular.
Babil'de yaşayan Hamt ve Marut adındaki iki meleği böyle birşey indirilmiş
değildi. Oysa bu iki melek biz imtihan vesilesiyiz, sakın kafir olma demedikçe
hiç kimseye bildiklerini öğretmiyorlardı. Fakat bunlar o iki melekten karı ile
kocasının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Amma onlar Allah'ın izni
olmadıkça bu büyü ile hiç kimseye zarar veremezler. Onlar kendilerine yararlı
olacak olanı değil zararlı olanı öğreniyordı. Karşılığında benliklerini
sattıkları'şeyin ne kadar fena olduğunu keşke bilselerdi!
Eğer onlar iman edip
Allah'ın yasaklarından sakınsa-lardı, Allah katında elde edecekleri sevap daha
hayırlı idi. Keşke bunu bilselerdi.»
(Bakara, 102-103)
«Bu da Yahudilerin
insanların hayatına zarar veren sapık uygulamalarından, günlük işlerinden
birisiydi. Onlar insanlar arasında zararlı olan şeyleri, aslı astarı bulunmayan
inançları ve bozgunculuğu yaymaya çalışıyorlardı. Burada insanların gözlerini
ve akıllarını yanıltmak için çeşitli tezgahlara başvurmaları, oyunlar ve
düzenbazlıklarla gerçek olmayan şeyleri insanlara kabul ettirmeleri, gerçeğe
dayanmayan şeyleri onlara aşılamalarıdır. İnsanları birbirinden ayırıp düşmen
haline getirmeleridir. İşte bu iki ayet tablonun sözü edilen bu yönüne ışık
tutmak için gönderilmiştir. Bu vesileyle îslâm dininin ilke olarak büyüye karşı
nasıl bir tavır takındığı da kısa bir değerlendirmeyle ortaya konmuştur. Bir
taraftan da Yahudilerin bu sapık anlayışları tashih ediîmeye çalışılmıştır.
İslâm'ın bakış açısı; büyüyü şeytanların Hz. Süleyman'a izafe ettiği şeytanın
uydurmalarından biri olarak değerlendirmiştir. Şeytanın bu konuda böyle kamufle
edilmiş bir metod kullanması bir taraftan büyüye mukaddes sırlar imajı vermek
ve ona peygamberliğin kutsallığından bir takım telkinler aktarırken bir
taraftan da Süleyman'ın mülkünü bir çeşit büyü mahsûlü olarak gösterme, onu
anlaşılmaz, gizemli bir iktidar konumunda değerlendirme amacını güdüyordu.
Böylece Süleyman peygamberin şahsiyetinde somutlaşan peygamberliğin ve
iktidarının manevî yönü gözardı edilmiş oluyordu. Bu bakış açısıyla Süleyman,
Allah tarafından desteklenen bir peygamber şahsiyetinden uzaklaştırılıyor,
sihirbaz bir kral kişiliğine bürünmüş oluyordu.
Kur'an-ı Kerim bu
konuda kesin bir tavır takınmaktadır. Büyüyü küfrün boyutlarından biri olarak
değerlendirmektedir. Eğer sihir, kişiyi mü'min veya kafir yapın küfür
dairesindeki akide yönüyle ilgili değilse de kapsamı ve gerekleriyle insanı
küfre yaklaştıran uygulama yönünden küfrün boyutlarından biridir. İşte bu
nedenle Hz. Süleyman'ın onunla yakından veya uzaktan hiçbir ilgisi bulunamaz.
Zira onun imani ve ruhanî derecesi çok yüksek bir düzeydedir. Zira Hz.
Süleyman (a.s.) idaresi boyunca insanları diktayla idare etme ve onlarla
istediği gibi oynama konumuna girmemiştir. Tam tersine O adil bir idareye
Allah'a bağlı apaçık bir iman ilkesine dayanmıştır. Gerçek odur ki, büyüye
küfrü karıştıranlar şeytanların kendileridir. İnsanları saptıran ve hayatlarını
fesada verenler de onlardar. İnsanlara büyüyü Öğretmekle aralarındaki
ayrılıkları, münakaşaları ve sürtüşmeleri körüklemişler ve bu vesileyle
düşmanlık ve kin ateşini alevlendirmeye çalışmışlardır.
Konu devam ediyor.
Bizi başka bir açıdan büyüyü ele almaya yöneltiyor. Babil'de yaşayan Harut ve
Marut adındaki iki meleği verilen bilgiye dikkat çekiyor. Bunlar bilim, kültür
ve zararını önleme amacıyla insanlara büyü öğretiyorlardı. Hemen büyü yapmaya
kalkmaları, büyüye teslim olmaları için değil... îşte bu nedenle kendilerinden
büyü Öğrenen insanlara kendilerinin birer imtihan ve sınav olduklarını
bildiriyorlar, zayıf düştüklerinden dolayı değil de güçleri ve bilgileri oldukları
halde kimseye haksızlık yapmamaları, zarar vermemeleri, dine bağlılıklarını ve
teslimiyetlerini sürdürmeleri için uyarıyorlardı.
Çünkü birşeye hakim
olmak için gereken şartlan, kuralları ve sahaya bilmediğimiz için onu yapmamak
ile, o konuya ilişkin bütün ilimleri, oyunları ve tezgahları bildikten, onu hem
iyiye hem de kötüye kullanma yolunu öğrendikten sonra ondan vazgeçmek arasında
fark vardır. Fakat bir kısmı Yahudilerden oluşan insanlar genellikle sınavda
başarılı olamazlar. Öğrendikleri bilgileri insanlara zarar verme yolunda
kullanırlar:
«Fakat bunlar o iki
melekten kar ile kocasının arasını aça-cak şeyler öğreniyorlardı.»
öyle anlaşılıyor ki
Yahudiler, bu amaç için kullanacakları bilgileri onlardan öğreniyorlardı.
Eîbetteki bu bilgileri ve yöntemleri kesin bir şekilde sonuç vermeyebilirdi.
Yüce Allah buyuruyor ki:
«Onlar Allah'ın izni
olmaadıkça bu büyü ile hiç kimseye zarar veremezler.»
Genel olarak Allah'ın
izni Yüce Allah'ın eşyanın özelliklerine yerleştirdiği tabiî sebepler ve
şartlar için kullanılır. Bunlar insanın ve evrenin varoluş hareketinin dış
görünüşünde katkısı olan yasalardır. Böylece anlaşılıyor ki, insan kendi
kişisel gücü, elindeki imkanları, vasıtaları ile hedefine ulaşamaz. Hedefine
ulaşabilmesi için her şeye gücü yeten Allah'ın iredesinin izni olması gerekir.
Daha sonra Kur'an-ı Kerim manevî havalara temas eder. İnsanın helal ve haram
sınırlarına yöneldiğinde vicdanını ve bilincini bu yolda kullandığında Allah'ı
ve ahiret gününü düşünmesi gerektiğini hatırlatır. Allah'ın azabı ve gazabından
sakınması, dünya ve ahiret hayatında bu hareketinin kendisine neler
kaybettireceğini kavraması için bilinçili hareket etmesini ister. Bu şekilde
insan, kendisini İlahî direktiflerin ufuklarından uzaklaştıran, onu yeryüzünün
değerlerine bağlayan çirkin kişisel egoist etkenlerin baskısından kurtaran
bir atmorfere girer. Sapıklığı kendisine süslü gösteren dar kapsamlı sapık
arzularını, ihtiraslarını tatmin etmek için günah işlemeyi ona basit gösteren
ruhsal, psikolojik havadan kurtulur. Halbuki
onlar büyüyü, büyünün zararlı vasıtalarını çok iyi biliyorlardı:
«Oysa onlar büyüyü
satın alanın Ahirette hiçbir nasibi olamayacağını biliyorlardı.»
Onun ahirette hiçbir
payı olamazdı.
«Keşke karşılığında
benliklerini sattıkları şeyin ne kadar fena olduğunu bilselerdi.»
Çünkü bu çok değersiz,
basit bir değer, ucuz bir değerlendirmedir. Onunla hiçbir kâr elde edemezler. Çünkü
çok kısa sürecek dünya hayatında onu burada bırakıp gideceklerdir. Ahirete
yöneldiklerinde ellerininin boş olduğunu anlayacaklardır.
«Keşke bilselerdi.»
Ne var ki onlar
bilemezler. Şehevî, nefsanî, duygusal baskılar onların düşüncelerine ve
vicdanlarına egemen olduğundan, gaflet onları baskısı altına aldığından
gerçeği bilemezler. Eğer onlar Allah'ın helal kıldıklarının ve haram
saydıklarının sınırlarında dursalardı, Rablerinden kbrksalardı, mükafat Allah
katında onları bekleyecekti. Keşke onlar Allah'ın rızası ve rahmetinin
havasından kaynaklanan mükafatın değerini bilselerdi! Ne var ki onlar
bilmiyorlar.
îşte iki ayetin tasvir
ettiği atmosfer budur. Tefsir biginleri aeyeti değişik açılardan
açıklamışlardırlar. Öncelikle büyüye kapılan Yahudilerden sözetmişlerdir. Acaba
bunlar Hz. Süleyman döneminde yaşayan Yahudiler mi yoksa başkaları mıdır?
Sonra ayet-i kerimede geçen «tetlu» sözcüğü üzerinde durmuşlardır. «Tetlu»
okumak mı, yalan uydurmak mı, yoksa ilave yapmak mıdır?
«Süleyman'ın
hükümdarlığı aleyhine.»
Bunu bizzat O hayatta
iken mi yoksa bu hükümdarlığın ayakta olduğu sırada
im böyle yapmışlardı?
«îki meleğe indirilen»
cümlesi
«uydular» sözü ile mi
yoksa
«insanlara büyüyü
öğretiyorlardı»»
cümlesi ile mi
ilişkilidir? İkinci ihtimalde meleklere indirilen şey büyüye ilave edilmiş
olur. Hariıt ile Marut, iki melek mi, iki şeytan mı yoksa iki insan mıdır?..
Tefsir bilginleri bu konuların hepsini değişik açılardan incelemişler,
araştırmışlardır. Ne var ki biz, ayetin bildirdiklerinden öte detaylı bir
açıklamaya girişmenin yaraıflı olacağını sanmıyoruz. Bunlar yarar sağlayacak
konular ve bilgiler değildir. Çünkü burada Yahudilerin kimliğini veya
meleklerin kimliğini araştırmak bizi fazla ilgilendirmez ve bize hiçbir yarar
sağlamaz. Burada ayet-i kerime Yahudilerin karakterini, ahlakını ortaya
koymaktadır. Onların ahlâkını ve karakterinin tarihi ve çağdaş bir realite olarak
ortaya koymaktadır. Artık bu Yahudilerin şu veya bu zamanda yaşayan Yahudiler
olduğunu araştırmanın ne anlamı olabilir? İki meleğe gelince onlardan söz
edilmesinin asıl nedeni, onların iki hayır kaynığı veya en azından zararlı
olmayan iki varlık olarak sayılmasıdır. Onların şahsiyetlerinin bu konuda
herhangi bir fonksiyonları yoktur... Ayrıca soyut bir düşünce konusu olması hasebiyle
bu meselenin meleklerin masumluğu, karakteri ve tabiatına ilişkin bazı yönleri
vardır ve bunların Önemi olmadığını söyleyebiliriz.
«Tetlu» sözcüğüne
gelince, konunun ele almış tarzından açıkça anlaşılan odur ki, yalancı ilave
anlamına gelen bir kinayedir. Zira bu konuda kuru bir okumanın hiçbir anlamı
yoktur. Ayrıca burada «tetlu» kavarammm uymak olduğunu söylemek önündeki
«ettebeü» sözcüğünün anlamı ile bağdaşmaz. «Ma unzile/indirilen» sözcüğüne
gelince bu açık olarak «ma tet-lu/okudukları» sözcüğüne ilavedir. Zira ayetin
tabiatıyla en
güzel şekilde uyum sağlayan yaklaşım
budur. Çünkü meleklere indirilen nesne büyüden başka bir şey değildir ki aynı
kelimeye ek ve ilave edildiği söylenebilsin.
[158]
Sihir (büyü) nedir? Gerçekliği
ve etkisi var mıdır? Dayanağı oluşturan gerçek bir temelinden söz edilebilir
mi?
Kur'an-ı Kerim'in pek
çok ayetlerinden özellikle Hz. Musa'nın sihirbazlara (büyücülere) giriştiği
mücadeleden söz eden ayetlerinden hareketle insanların gözlerini ve duygularını
aldatmaya dayalı bir oyun ve gözboyamadan ibaret olduğunu söyleyebiliriz Yüce
Allah buyuruyor ki:
«İnsanların gözlerini
boyadılar. Onları ürküttüler ve büyük bir sihir ortaya koydular.» (A'raf, 116)
Hz. Musa büyücülerle
konuşmasında:
«Sizin ortaya
koyduğunuz şey büyüdür. Yüce Allah onu darmadağın edecektir.»
(Yunus, 81)
demekle onların
dayanacağı, sarılacağı gerçek bir temel olmadığına işaret etmek istemiştir.
Allah buyuruyor ki:
«Onlar ancak
sihirbazın tuzağını, hilesini yaptılar. Büyücü ise nerede olursa olsun iflah
olmaz.»
(Taha, 69)
Çünkü O'nun eylemi
kesin bir sonuca götürmez. Aksine za-rara,.ziyana, hüsrana, kirli çamaşırların
pazara çıkmasına sebep olur... Büyücünün bu anlamını kafirlerin peygamberlere
karşı koyuşlarında da görebiliriz. Bilindiği gibi inkarcılar, peygamberi
büyücülük yapmakla itham ediyorlardı. Onların anlayışlarına göre peygamberler
büyünün vasıtalarına sahip oldukları için insanlar onların çağrılarını Özgür
bir irade ve
serbest bir seçimle
karşılayamamaktadırlar!
Büyücüleri ve
büyücülüğü eleştiren büyücülerin dünya ve ahiretteki cezalarının ağırlığını
dile getiren pek çok hadisler vardır. Hadislerde şöyle deniyor:
" «(Gaybtan haber
veren) kahin de büyücü gibidir. Büyücü ise cehennemliktir.»
«Mü'minlerin büyücülük
yapanları öldürülür. Kafirlerin büyücüleri ise Öldürülmez. Kafirlerin
büyücüleri neden öldürülmez ey Allah'ın elçisi? Diye sorulduğunda şöyle
karşılık verdi: Çünkü Allah'a ortak koşmak (şirk) büyücülükten daha ağır bir
suçtur. Ayrıca şirk ve büyü birbirine yakındır.»
Herhalde bunu hikmeti
şudur: Büyü, tabiatı gereği önemli bir tehlikedir, imanları saçma şeylere
bağlar. Kapalı, gizemli, mukaddes sırlar adı altında insanları eşyanın yapısı
ve tabiatı konusunda gerçeklerden uzaklaştırır, saptırır ve saçma yaklaşımlara
vesile olur. Ya da eşyanın özellikleri ile bağdaşmayarak ve Allah'ın birliği
ve büyüklüğü ile uyum sağlamayacak birtakım inançlara eşyanın doğru olmayan bir
takım etkileri olduğuna inanmaya sevkeder.
Biz büyüyü gerçek bir
şey sayma konusunda ihtiyatlı olmayı, böyle bir görüşe hemen katılmamayı ileri
sürerken duyu organları ile algılanmayan veya maddî olmayan varlıkların realitelere
etki etmelerini saçma gören, pratik hayat konularında duyu organları ile
algılanmayan hiçbir şeye inanmayan düşünceden hareket etmiyoruz. Aksine bu
konuda bildiğimiz kadarıyla vicdanî veya Şer'î bir delile sahip olmadığımızdan
böyle bir yaklaşıma tarafatâr oluyoruz. Dolayısıyla bu konu bütün detayları
delile ihtiyâç duyan ihtimal dahilindeki bir mesele olmaktadır
Mecmeu'l-Beyan
tefsirinin müellifi bu konuya ilişkin olarak şöyle demektedir:
«Büyünün ne olduğu
hakkında değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bazılar,, büyünün bir çeşit hayalî
canlandırma sanatlardan bir sanat olduğunu söylemişlerdir. Yüce Allah büyüden
kendisine sığınılmasını istemiş ve kitabını ona karşı koruyucu, bir kalkan
yapmış ve ona ilişkin olarak Felak Suresi'nİ indirmiştir. Bu görüş
arkadaşlarımızdan (bizim mezheb alimlerimizden Ebu Abdullah) Şeyh Mufid'e
aittir. Baz ilan, büyünün bir çeşit aldatma, olağanüstü olaylar ve üstünlükler
olduğunu ve hiçbir gerçekliği bulunmadığını fakat büyülenen kişinin onu bir
gerçek sandığını söylemişlerdir. Bazıları, büyücünün insanı bir merkebe
çevireceğini, şekilden sekile sokabileceğini, olağanüstü bir şekilde bir
hayvan yapabileceğini söylemişlerdir... Böyle bir şey caiz değildir. Bunu
doğrulayan ve onaylayan biri peygamberlik gerçekliğini kavarayamaz ve
anlayamaz. Peygamberlerin mucizelerinin de bu türden olaylar olmadığına kesin
kanaat getiremezler. Eğer büyücüler, efsuncular herhangi bir yarar veya zarar
vermeye güçleri yetseydi ve gayb kanunlarını bilselerdi o zaman pek. çok
iktidarları devirir ve yeraltından hazineler çıkarırlardı. Yeryüzünün krallarını
hiçbir sıkıntıya katlanmadan veya zarara uğramadan öldürür, onlarır
memleketlerini ellerine geçirirlerdi.Sürekli olarak onları en kötü haide en
fazla oyun ve tezgâh peşinde koşan insanlar olarak gördüğümüze göre onların bu
türden bir güce sahip olmadıklarını öğreniyoruz. Peygambere büyü yapıldığını ve
bu halde yapmadığı şeyleri yaptığını bildiren haberlere gelince bunlar uydurma
haberlerdir. Bunlar üzerinde durmaya değmez. Yüce Allah, kafirlerin sözlerini
aktarırken şöyie buyuruyor:
«Sizler ancak
büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz.»
(Furkan,8)
Eğer büyünün peygamber
üzerinde etkisi olsaydı o zaman kafirler bu sözlerinde gerçeği ifade etmiş
olurlardı. Peygamberimiz O'nun sözünü kabul etmekten uzaklaştıran ve O'na
noksan sıfatlar yakıştıran her çeşit yaklaşımdan uzaktır. Çünkü O, yüce
Allah'ın insanlara karşı delilidir ve insanların en seçkinidir.»
Şimdi biz Şeyh
Mufîd'in Felak Suresi'nin:
«Düğümlere üfüren
cadıların şerrinden.»
(Felak,4)
ayetinin tefsiriyle
ilgili olarak yaptığı açıklamaya şunları da ilave debilir: bu konularda Allah'a
sığınma; insanın bazı durumlarda korku ve endişeye kapılması, psikolojik olan
bu haîlerin etkisinden kurtulmasını sağlayan yöntemlerden biri olabilir. Zira
insanlar genellikle bu tür şeylerin gerçek bir etkileri olduğuna inanırlar.
İşte insanların bu tür yaklaşımlardan etkilenmemeleri için Allah'a sığınmaları
on lan -psikolojik olarak rahata kavuşturur. Uğursuzluk ve kuşkuların
hareketlerinden birtakım kötü şeyler çıkarma, fala bakma gibi psikolojik
havanın estiği durularda bu tür hareketlerin, olayların, oyunların etkisinden
kurtulmaya çalışmak da sözkonusudur. Bu durumlarda Allah'a sığınmayı aşılamaya
çalışan hadisleri bu bağlamda ele almak onların bu psikolojik havanın
etkisinden kurtulmayı amaçladıklarını söylemek de mümkündür. Yani burada böyle
bir tedaviye gidilmesi, gerçekten korkulacak önemli bir olayınj' gerçek bir
hastalığın varlığından dolayı değildir. Bu tedavi yöntemi atalar kültüründen
kalan inançların etkisiyle insanın psikolojik olarak değişik bir havaya girmesini
Önlemeyi amaçlamaktadır. Böyle yaklaşım Allah'ın güzel isimleri ve ayetlerinin,
kutsal sözlerin birtakım manevî etkileri ve olabileceğini kabul etmemize de
neden olabilir. Bu tür müsbet etkileri yok saymamızı engelleyebilir. Çünkü pek
çok hadislerde bu tür kutsal sözlerin Allah'ın isimleri ve ayetlerinin bazı
konularda etkileri ve faydalan olduğu haber verilmektedir. Allah'ın vahyine
dayalı dinlerde böyle bir yaklaşım ilginç olarak karşılanmaz. Çünkü Yüce Allah,
eşyanın, varlıkların, olayların tüm özelliklerini maddî ve manevî niteliklerini,
hususiyetlerini bilmektedir. İnsanlann eşyayı, varlıklan ve olayları böyle
algılamalarını istemektedir.
"" Fakat bu
konular herkese açık olan bir sahaya ilişkin meseleler değildir. Ancak dini
sahada bilinçli, bilgileri ve yetkinlikleri bulunan gerçek ile saçma ve
uydurma olanı birbirinden ayırabilen, sahih hadislerle saçma hadisleri
birbirinden ayırte-debilen bu konularda ancak sağlıklı bilgi veren sahih
hadisleri, akla, mantığa ve eşyanın tabiatına aykırı olmayan haberleri esas
alan bilginlerin görüşü esas alınabilir. Bu konularda çok az bilgiye sahip olan
yarı ümmî insanların görüşlerine teslim
olmamak
gerekir. İnsanlann güvenlerine dayanarak hiçbir etkinlikleri ve yetkinlikleri
bulunmayan konularda rastgele yaklaşımlar ve görüşler ileri süren insanlan da
bu konulardaki ilgilerinden yararlanarak peşinde sürükleyen cahillerin görüşlerine
kapılmamalıdır. Bu tür insanlar; görüşlerinin saçma olduğu, yanlışlıkları
taşıdığı ortaya çıkınca değişik yöntemlerle insanlardan özür dilemesini de
bilirler. Çünkü insanlar genellikle olayları ve eşyayı kolay şekilde açıklayan
yaklaşımlara meyyaldirler. Bu tür görüşleri onaylamayı severler. Çünkü buna
benzer yaklaşımlar onlann kolay çözüm yollarına teslim olmalarını sağlar.
Eşyanın hakikatini tesbit etmek için katlanmaları gereken sorluklan bertaraf
eder. Kolay ve basit yöntemlerle olayları ve eşyayı izah eder.
[159]
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla
«Ey iman edenler,
"Râinâf bizi gözet, demeyin." "Umurna/ bize bak, deyin ve
dinleyin." kafirler için acı bir azap vardır.»
(Bakara, 104)
A. Tefsir
bilginlerinin nüzul sebepleri konusunda kaydettiklerine göre bu ayet-i kerime
birtakım kelimeleri dillerine dolayan ve onları başka dillerdeki kelimelerle
karıştırmaya çalışan çevrelere karşı Müslümanları uyarmak için gelmiştir. Bu
tür kavramları İslâm düşmanları, İslâm'ın ve Müslümanların kendi amaçları
doğrultusunda İslâm'ı karalamak için kullanıyorlardı. Ve bu konuda maske
kullandıkları için herhangi bir cezaya çarptırılmaları da sözkonusu değildir.
Çünkü onlar bu kavramları kullanırken diğer insanların kullandıkları anlamda
onları kullandıklarını söylüyorlardı. İşte Medine'nin İlk dönemlerinde «Raina»
kavramında sözkonusu oîan mesele de budur. Müslümanlar bu kavram İle peygambere
sesleniyor ve peygamberin kendilerini dinlemesini istiyorlardı. Çünkü sözlükte
bu kavram kullanıldığında «ona kulak verdim» anlamına geliyordu. Fakat aynı
kavramın Yahudilerce kullanılan başka bir anlamı vardı. Buna göre Raina
kavramı, övme ve eksikliklerini, kusurlarını açığa vurma anlamına geliyordu.
Onlar Raina kavramının «ruunetten» meydana geldiğini kabul ediyor ve bunun bir
noksanlık, bir düşkünlük olduğunu ani-ıyorlardı. Mecmeu'l Beyan'da belirtildiği
gibi İmam Bakır'dan gelen bir hadiste «raina» kavramının İbranicede sövme anlamında
geldiğini söylemiştir, Oniar 'raina'yı sövme anlamında kullanıyor, herhangi bir
tepkiyle karşılaştıklarında ise biz de Müslümanların kastettikleri anlamı
kastediyoruz, diyorlardı. Yüce Allah Müslümanların bu konuda Yahudilerin kendi
kinlerini bu yolla dile getirip kendilerini rahatlatmalarına meydan
vermemelerini, alay etmeleri' için herhangi bir kapj bırakmamalarını istedi.
Bu nedenle 'raina'kavramı yerine «unîıir-na» kavramını kullanmalarını istedi.
«Umurna» bize bak, bizim tarafa yönel veya buna yakın bir anlam ifade
ediyordu.
İşte bu direktif her
yerde ve her zaman Müslümanların kullandıkları sözlerde ve kavramlarda dikkatli
olmaya, sözlerini güzel seçmeye davet eden İslâm'ın bir prensibidir. İnsanların
kendi anlayışlarında dar kapsamlı veya geniş kapsamlı olarak kullandıkları
kavramları seçerken güzel seçim yapmalarını istemiştir. İnsanların bu
anlayışları İslâm'ın bu kavarama yüklediği köklü anlamı karşılayabileceği gibi
karşılayamaması da sözkonusudur.
Müslümanlar bu
kavramları kullanırken onların mümkün mertebe başkaları tarafından dillerine
dolanmayacak olanlarını seçemelidirler ki diğer insanlar onları çirkin, sapık
veya kafir amaçlarla kullanmasınlar. İslâm'ın kavramlarını ve anlayışlarını
cıvıklaştırmasınlar, kaypaklaştırmasmlar, İslâmî şahsiyeti bu kavramlarla
rencide etmesinler, insanların sosyal hayatlarında kendilerine özgü belli
birtakım boyutlar kazanan ve İslâm düşüncesiyle uyum sağlamayan birtakım kavramlar
da bunun gibidir. Bu tür kavramların çağdaş olanlarına bir iki Örnek vererek
meseleyi biraz daha aydınlatmak istiyoruz: Örneğin «Hürriyet» kayramı. Bu
kavram şimdilerde öeyle yüklü, öyle çok şey ifâde etmektedir ki bu anlamların
hepsini İslâm hukukunun belirlediği sınırlar kapsamında ele almak, kavramı
İslâm'ın yasaları çerçevesinde ele almak pek mümkün değildir. Bu hürriyet ile
insanın sözleri, ilişkileri, eylemleri ve hareketleri tamamen bağımsız kabul
edilmektedir. Çünkü bu kavram kapitalist yönelişten kaynaklanan düşüncelere
dayanmaktadır. Kapitalist düşünceye göere birey bütün işlerinde geniş bir
hürriyete sahiptir. Bu konuda ahlâkî ve insanî hiçbir bağ onu bağlamaz. Buna
bağlı olarak fertler cinsel, ekonomik veya siyasal ilişkilerini belirlerken
hiçbir ilke ve hüküm taenımazlar. Başkalarının hürriyetlerine gölge
düşürmedikleri müddetçe he şeyi serbestçe yapabilirler. Hatta bu anlayış ferde
İslâm'ın asla kabul etmediği intihar hürriyetini bile verebilmektedir.
... Aynı şeyi
'Demokrasi' kavramı için de söyleyebiliriz. Bazı Müslümanlar demokrasiyi
idarede, hukukta, kamu işlerinde, genel ilişkilerde baskı, dikta, bireycilik,
egoizm ve zulüm rejiminin karşıtı olarak kullanmaktadırlar. Buradan hareketle
ve birtakım özverilerde bulunarak, toleranslı bir yol isleyerek insanları
başka bir şekilde yönlendirmeye çalışıyorlar. Şura ve müsamaha (tolerans)
anlamlarını baz alarak «İslâm Demokrasisi» diye bir kavram üretiyorlar. Bir
kişinin alçakgönüllü olduğunu ifade etmek için «falan adam demokratik bir ahlâka
sahiptir!» diyorlar. Halbuki deemokrasi kavraemı içerik açısından, düşünce,
hukuk ve iktisadi açıdan bu sınırların hepsini aşmakta, onlardan bambaşka bir
anlam ifade etmektedir. Yani kavram temeleden farklı bir anlam taşımaktadır.
Dolayısıyla biz bu kavramı kullanmakla karşımızdaki insanların bizim ifade
etmek istediğimizden başka bir şey anlamalarına neden ol-maktaeyız. O zaman da
hayatımızda ilginç, garip bir zihniyete yer vermek zorunda kalmaktayız. Yani
demokrasi kavramının ifade ettiği idare ve hukuka yönelik demokratik anlayışla
bağdaşmayan yasama, hukuk ve düşünce yaklaşımlarını, kabul etmeme noktasına
gelmekteyiz, İşte bu nedenlerle biz bu tür kavramları, ifade tarzlarını hemen
kabul etmeyi uygun görmüyoruz. İslâm'dan ve Müslümanlardan sözederken buna
benzer kavramlar kullanmakla hiçbir yarar sağlanacağını, uygun bir ifade
tarzını sergilediğimizi söyleyemeyiz. 'Hürriyet' ve 'Demokrasi' kavramlarını
'Sosyalizm' kavramını da ilave edebiliriz. Çoğu kimseler fakirlik problamini
ve malî hukuk ve yasamaları çözüme kavuşturma çabalarında, çalışmalarında
İslâm'dan sözederken bu kavramı kullanabilmektedir. Öyle ki bazı çevreler
İslâm'a insancıl (Hümanist) adil bir karakter, güzel bir nitelik kazandırmak
için İslâm'a Sosyalist bir din niteliği kazandırmaya çaba gösteriyorlar. Ne
var ki bu kavram içerik açısından, hukuk ve pratik açıdan İslâm'la çelişen bir
niteliğe sahiptir. Bu kavramın, yasana ve yürütmede, teori ve pratikte
İslâm'la bağdaşması mümkün değildir. Çünkü Sosyalizm, devleti üretim araçlarının
biricik sahibi kabul etmekte ve mülkiyetin her çeşidini sınırlan dır
abileceğini ana ilke olarak kabul etmektedir.
Mülkiyetin kaynağını, vasıtalarını ve başka yönlerini çoğu zaman İslâm ile
bağdaşmayacak biçimde düzen.-îemekte ve ayrı çözüm yollan göstermektedir.
Ayetten anladığımız
mesele odur ki: Biz kavramları kullanırken dikkatli olmalıyız. Kelimelerimizi
güzel seçmeliyiz. 'Bizim inandığımız bir içeriğe sahip olmayan kavramları
amacımız doğrultusunda kullanmaya ihtiyaç duymamalıyız. Kullanılan bu kavram
ister başka dillerde değişik bir anlama gelsin isterse bazı çevrelerde, bazı
bölgelerde farklı bir anlam taşısın, isterse de değişik havalarda atmosferde
kendine özgü bi nitelik, özel bir konum arzetsin farketmez. Bunların hepsinden
sakınmalı, onları kullanmaya yanaşmamahyız. Mesela 'Barış' kavramı veya 'Barış
Havariliği' gibi kavramlar kendisine özgü bizipsel, partisel bir anlam ifade
etmektedir. Bu kavram ile insanlar birtakım ilkelere, prensiplere bağımlı
olmayı kastetmektediler. insanlar bu kavramı kazanç ve partisel duyguları
sömürme amacıyla kullanmaktadırlar. Kavramın öz itibarıyla ve sözlük anlamıyla
böyle bir anlama gelmemiş olması burada fazla bir önem taşımaz.
[160]
«Kitap ehlinden olan
kafirler de, puta tapanlar da size Rabbinizden bir hayır indirilmesini
istemezler, Oysa Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder, Allah büyük lütuf
sahibidir.>>
(Bakara, 105)
Bu ayet-i kerimede
Yüce Allah Müslümanların ehl-i kitap ve müşriklerden oluşan kafirlerin en ince
duygularına inmelerini istemektedir. Kafirleri onlara tanıtmak istemektedir.
Allah bildiriyor ki: Bu kafirlerin anlayışlarında mesela kan ve düşmanlıkla
karışarak kişisel bir kompleks halini almıştır. Onların bu kompleksten
kurtulmaları çok zordur. Artık onlara
göre
İman-küfur meselesi akide ve hayatle ilgisi olan bir mesele değildir.
Müslümanlara karşı onlarda gelişen psikolojik bir kompleks halini almıştır.
Onlar Müslümanları karşılarında egemenlik, otorite ve üstünlük için mücadele
eden diğer grublardan, cemaatlerden, kitlelerden biri olarak.ele almaktadırlar.
Dolayısıyla Allah'tan
kendilerine bir iyiliğin, bir hayrın, öe-zelHkle peygamberliğin inmesini
isteyemezler, Ayet-i Kerimenin metninde geçen 'hayır* kavaramı bazı tefsir
rivayetlerinde 'peygamberlik' dieye yorumlanmıştır. Yalnız böyle bir yorumlamayı
uygulama esasına dayalı tefsir olarak kabul edebiliriz. Burada bireylerin en
üstün olanlarını, en ileri olanlarını anlamı açıklamada esas almak
sözkonusudur. Çünkü burada peygamberlik Allah'ın insanlara (özellikle
Müslümanlara) bahşettiği nimetlerin en önemli olmasa da en Önemlilerinden bir
olarak sayılacağında kuşku yoktur. Çünkü bu, insanın en yüce makamıdır. Bu
makamdaki insan manevî bağı ve risalet görevi sayesinde Allah ile kullan arasındaki
iletişimi en sağlam bağlılığı gerçekleştirmeye çalışır. Yine bu bağ ve iletişim
sayesinde imanlı topluluk diğer insan topluluklarına karşı en güzel şahit olur.
Onların hepsine örnek ve lider konumuna gelir. Hayatın daha geniş sahalarında
ise bu risalet ve Vahiy, insanlara hayrın, iyiliğin bütün kapılanm açar. İnsana
hem dünya hem ahiret saadetini, mutluluğunu sağlayacak vasıtalann, kaynaklann
ve sabaplerin hepsini yaratır. Pek tabi olarak kafirler kinlerinin,
düşmanlıklarının ve kıskançlıklarının gereği olarak Müslümanların böyle bir
konuma gelmelerini istemezler. Yalnız Cenab-ı Allah dilediği ve dilemediği
şeylerde onların arzu ve isteklerine uymaz. Aksine O, işlerini ustalık ve
şefkate dayalı olarak düzenler. Olaylarını, işlerini, yaptıklarını gerçeğe
uygun olarak yapar. Dilediğine daha fazla merhamet eder. Rahmetiyle onu
donatır. İman eden kullarım kendi lütfundan, kereminden mahrum etmez. Onlan
unutmaz. Çünkü O, büyük fazilet ve kerem sahibidir.
''Eğer bu ayetten
bugün ve yarın için alınması gereken bir ders, pratik hayatta bir ibret
alınması gerektiğini söyleyecek olursak deriz ki: Bu ayet her yerde ve her
zaman Müslümanların karşı karşıya kalacakları şartlara dikkat çekmektedir.
Diğer dinlerin mensubu olan grublarla mücâdelelerinde veya inkarcı ateist
kafirlerin ilkeleriyle savaşlarında karşı karşıya bulundukları realiteyi gözler
önüne sermektedir. Dolayısıyla İslâm'ın ve Müslümanların karşısında yer>alan
başka dinlere mensup olan kitlelerin ve ateist çevrelerin psikolojik durumlarını
dikey olarak alabildiğine geniş boyutlarda incelemeye, tetkik etmeye tabi
tutmalıyız. Onların bize karşı koyuşlarmda yaşadıkları manevî duygularım gizli
ve açık olarak bize karşı ortaya koydukları eylemlerinde ne konumda olduklarını
iyice tesbit etmemiz gerekir, onların İslâm'ın ilerlemesi, gelişmesi, hayatın
geniş ve üstün ufuklarına uzanabilmesi karşısında ne türden planlar,
programlar, oyunlar tezgâhladıklarını ortaya çıkarmak zorundayız. İşte bu tür
çalışmalarla biz gerçekten somut sonuçlar elde ederiz. İslâm düşmanlarının
İslâm'ın ve 'Müslümanların güçlenmesi karşısında ne kadar tedirgin olduklarını,
kendilerini ne denli tehlikede gördüklerini anlamış olacağız. Zira İslâm'ın ve
Müslümanların toplumda kabul görmesi, gelişmesi ve hayata egemen olması, başka
dinlere mensup kitleleri ve ateistlerin toplumdaki fikri, siyasi ve medenî
alanlardaki konumlarım ve fonksiyonlarını genel olarak etkileyecek ve tüm bu
alanlarda önemli yansıması olacaktır. Düşünce, siyaset ve medeniyet alanında
ipler onların elinden çıkacaktır. Nitekim daha önce de peygamber döneminde
müşriklerden ve ehl-i kitaptan oluşan o dönemin kafirleri, kişisel ve sınıfsal
ayrıcalıklarından ve düşünce alanındaki konumlarından endişe ettikleri için
peygamberimiz. Hz. Muham-med'in güçlenmesinden ve İslâm'ın gelişmesinden
gerçekten korkuyorlardı.
îşte bu atmosferde biz
kamufle edilmiş her çeşit yönteme karşı aktif bir bilinçle hareket etmek
zorundayız. Bu nedenle düşman tarafından
takdim edilen hütuflar, nezaketler, şefkat ve merhametler uygarlık, ilerleme,
yayılma ve gelişme amaçlı eylemlere, hereketlere ve olaylara bilinçli olarak
karşı koymalıyız. Bu konuda sömürücülererin ve kafirlerin başkalarına karşı
kullandıkları yöntemlerin hepsini tümden reddetmeliyiz. Zira onlar bu tür
yöntemlerle milletin hayatına nüfuz eder, onları etkisi altına alır, manevî
değerlerini içten yok eder. Onun maddî ve manevî tüm güç ve enerji kaynaklarına
egemen olurlar. Böylece milletleri, ümmetleri gelecekte yeni İslâmî bir medeniyetin
gerçekleştirilmesi için ortaya konulan uygarlık yolundaki bütün güçlerini
zayıflatıp, yok etmektedirler. Uzak tarihte gerçekleştirilmiş olan insanlık
medeniyetinin tekrar dirilmesine yolaçan bütün güçleri ortadan
kaldırmaktadırlar.
Burada gerçekten
önemli olan bir noktaya özellikle dikkat çekmeden geçemeyeceğiz. Düşmanın bu
tepkilerine, planlarına karşı temkinli hareket edelim derken, pasif anlamda
çevremizdeki dünya ile ilişkilerimizi koparmayı, ondan uzaklaşmayı
kastetmiyoruz. Burada amacımız düşmanın etrafımızı kuşatan bütün yöntemlerine,
taktiklerine ve hareketlerine karşı tam bir uyanıklık, bilinç ve kontrol ile,
gözetim ile mücadeleyi esas alıyoruz. Onlara karşı gözlerimiz uyanık, keskin
ve basiretli, ruhumuz bilinçli olacaktır. Biz dünyada yaşarken basit bir
düşünceyle, tutarsız bir hareket ile hayata karşı muameleye girmeyeceğiz. Bu
konudaki hayatımız çok yönlü ve kompîe bir yapı arzedecektir. Şu kadar var ki,
biz böyle bir hayatı yaşarken Allah'ın himayesinde insana insanlığın gerçek anlamını
belletecek ve onun insanlığını gerçekleştirecek serbest bir ruh ve özgür bir
irade ile hareket etmemizi engellemez.
[161]
***
«Biz her hangi bir
ayetin daha hayırlısını veya benzerini getirmedikçe onu ne yürürlükten kaldırır
ne de unuttururuz. Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmiyor musun?»
(Bakara, 106)
Bu yetten anlaşılıyor
ki neshin çeşitlerine ve şekillerine göre farklılık gösteren uygulamasına uygun
olarak bir ayeti kaldırdığında veya söz olarak yahut hüküm olarak yok ettiğinde
veya unutturduğunda, insanların _ zihinlerindan çıkardığında insanlara
hideyetsiz bırakmaz. Ona yeni bir hidayet verir. Öncekinde var olan faydaları
ve yararlan ve maslahatları onun elinden kaçırmaz. Kaldırdığı veya unutturduğu
şeyin daha hayırlısını onlara gönderir. Veyahut en azından onun bir benzerini
getirir. Onlar için yararlı olan marifet kapılarını açar. Onun her şeye gücü
yeter.
îşte ayet-i kerimenin
sözlerinden anlaşılan motamot anlamı budur. Yalnız b;ünun ötesinde ne vardır?
Burada sözkonu-su edilmesinin anlamı nedir?
Burada konu
Yahudilerin o zamanki hayatlarında temel düşüncelerine değinmek, onların bu
düşünce atmosferini aydınlatmak için ele alınmış olabilir. Onlar ilahî
kitapların ve yasaların yeni bir kitap veya yeni bir yasa ile iptal edilmesini
inkâr ediyorlardı. Hz. îsa'nın ve Hz. Muhammed'in ümmetleri tarafından ileri
sürüldüğü gibi Hz. İsa'ya gönderilen kitabın ve Hz. Muhammed'e gönderilen kitap
ve şeriatın önceki kitapların hükmünü kaldırdığı şeklindeki inancı kabul
etmiyorlardı. Bu konuda ana ilke olarak hükümlerin iptalini mantıksız ve imkansız
görüyorlardı. Çünkü bu, Allah'a hikmetsizliğin izafe, edilmesidir. Konu
değişmediği, aynı kaldığı halde hükmünün veye onunla ilgili ayetin değişmesi
hikmete aykırıdır. Eğer önceleri o hüküm yararlı kabul edilip daha sonra bu
yararının ortadan kalktığı ortaya çıkarsa ve buna bağlı olarak hükmün değişmesi
gerektiği iddia edilirse bu durumda da Allah'a bilgisizlik cehalet izafe
edilmiş olur. Bu ayet-i kerime Yahudilere ve Müslümanlara Allah'ın yasamayı
aşamalar halinde belirleyebileceğini, böyle bir aşamanın hukukta izlenmesinin
mümkün olduğunu bildirdi. Cenab-ı Allah geçici bir zaman maslahatını esas
alarak birtakım hükümler belirleyebilir. Fakat insanlara bu geçici maslahatı
esas aldığını bildirmesi İnsanlar da onu sürekli geçerli olan hüküm şeklinde
düşünebilirler.Daha sonra önceki maslahatın dönemi sona erer ki yeni maslahatın
dönemi başlasın.Başka bir hükmün veya başka bir ayetin inmesine zemin
hazırlasın.Maslahat itibariyle önceki hükmün bir benzeri veya daha üstün bir
hükmün gönderilmesine ortam hazırlansın.Elbette ki bu hükümlerin başlangıcı ve
sona erişi gerçekten her şeyi gözeten bir hikmetin kuralına bağlı olarak
gerçekleşmektedir.
Ayet-i Kerime İslami
çerçeveyi ilgilendiren bir konuya ilişkin olarak da düşünülebilir.Yani buradaki
hükmün iptali Kur’an ayetlerini hem hükmün hem de tilavet olarak kaldırılması
veya tilavetinin kaldırılıp hükmünün bırakılmasını veyahut da hükmünün
kaldırılıp tilavetinin kaldırılmamasıdır.Bu konularla ilgili bilginlerin farklı
görüşlei vardır.Bazı bilginlere göre Recm ayetleri tilavetleri kaldırılan,
hükmü kaldırılmayan ayetlerdendir.Diğer bazı bilginlere göre Kur’an da hükmü
kaldırılmış tilaveti kaldırılmamış bir takım ayetler bulunmaktadır.Bu durumda
ayet buna benzer uygulamaların doğruluğunu ortaya koymuş olur.Ayetleri kaldırma
ve indirmenin Allah’ın elinde olduğunu ayeti indirenin onun bi benzerini
veya daha üstününü indirmeye gücü
yettiğini açıklamış olmaktadır.
Biz bilginler
tarafından ileri sürülen hükümle beraber veya hükümden ayrı olarak tilavetin
nesh edildiği şeklindeki görüşe katılmıyoruz.Zira böyle bir görüş Kur’an’ın
tarif edildiğini veya bir şeylerin ondan alındığını, noksan bırakıldığını
söylemeye götürür.Ayrıca bu tür iddialar sırf ahad haberlerle bildirilmiştir.Ahad haberler ise uzman
bilginlerin büyük çoğunluğuna göre neshi belirlemede delil olarak kabul
edilemez.
Ayetin hükmünün
kaldırılması konusuna gelince aslında bu mümkündür.Yalnız böyle bir olayın
Kur’an’da gerçekleşip gerçekleşmediği bilginler arasında tartışmalıdır. Burası
bu konunun detaylarına girmek için müsait değildir. Bu konular genellikle
tefsir konusu değil Kur'an ilimlerinin konusudur. Burada dileyen, muhakkak
İstad Seyyid Ebu'l-Kasrm Havva'nın El-Beyan fî Tefsiri'l-Kur'an kitabına
bakabilir, istad gerçekten bu konunun hakkını vermiştir.
[162]
Neshin ikici görüşte
belirtildiği gibi Kur'an'la ilgili olması üzerinde kelamı bir tartışma ortaya
çıkmıştır. Bazı bilginler böyle bir şeyin caiz olmadığını ileri sürmüşlerdir.
Çünkü onlara göre böyle bir yaklaşım insanları peygamberlerden uzaklaştırır
ve O'nun sözlerine güvenmemelerine neden olur. Çünkü onlar peygamberin tebliğ
ettiği her şeyde nesh ihtimalini düşünebilirler. Bu durumda güvenin, kesin
kanaatin yeri kalmaz. Bu görüş muhakkik Şeyh Ebu Cafer Muhammed b. Hasan
et-Tusî'nin Tıbyan Tefsirinde esas aldığı görüştür. Mec-' meu'l-Beyan müellifi,
Tusî'nin bu görüşte olduğunu aktarmaktadır. Diğer bazı bilginler ise İslâm'da
hükümlerin kaldırılmasını caiz görmüşlerdir. Bu da Muhakkiklerden bir grubun
görüşüdür. Bu bilginler herhangi bir hikmetten dolayı unutmanın mümkün
olabileceğini söylemişler ve görüşlerine şu ayeti delil olarak göstermişlerdir:
«Sana okutacağız ve
sen Allah'ın dilediğinin dışında unutmayacaksın.» (A'la, 6-7)
Yani Allah'ın unutmanı
dilediği şeyler müstesna, bu konu, peygamberin ismetiyle ilgili meselelerden
biridir. Onların tebliğ etmekle ilgili konularda ayrıca tebliği
ilgilendirmeyen konularda veyahut da insanların hayatına koymuş oldukları, yasaları
kaldırmaları ve ilgili konularda onların hata yanlış ve unutmalarının sözkonusu
olmadığıyla alakalıdır. Biz bu konulara girmek istemiyoruz. Zira bu konuların
ayrıca değerlendirileceği alanlar vardır. Yalnız burada da biz, konuya ilişkin
görüşümüzü belirtmekte yarar görüyoruz. Bizin anladığımız kadarıyla ayet bu
konudan hayli uzak bir atmosferde seyretmektedir. Çünkü ayet-i kerimede geçen
unutma olayı bir kinayedir. Yüce Allah bazı hükümleri dorudan olmayan bir
şekilde ortadan kaldırır. Bazılarını da doğrudan bir şekilde ortadan kaldırır.
Doğrudan kaldırması vahiy yoluyla bunu peygambere bildirmesidir. Bu nedenle
Allah'ın peygambere unutturması peygamberin yanılma ve unutmadan masum olduğunu
söyleyenlerin görüşlerine göre bile sakıncalı değildir. Zira paygam-berin
mazum oluşu şeriatın kapsamına giren ve normal olan hayatın genel ilkeleriyle
ilgilidir. Yoksa ilahî iradenin hükmü bu yol ile kaldırılması ile ilgili
değildir. Çünkü ilahî iradenin bu şekilde hükmü kaldırması risaletin bir
parçası ve şeriatı açıklamanın müsbet veya menfî yollarından biridir.
Bu ayetin unutmayı
ifade eden bölümü başka bir kıraatine göre «nunsiuha» şeklinde okunmuştur. İnşa
kavaramından gelen bu kelime belli bir süreye kadar erteleme ve geciktirme
anlamına gelmektedir. Biz Böyle bir görüşü uzak bir ihtimal olarak
değerlendirieyoruz. Çünkü burada konu, hükmün değişmesiyle ilgili olup
ertelenmesiyle ilgili değildir. Burada sözkonusu olan birinci hükmün kökten
kaldırılmasıdır. Doğrusunu Allah bilir.
Bu ayet-i kerimede
geçen *ayet' kavramının evrendeki ayetler olduğu, kainattaki olayları ifade
ettiği veya peygamberlere verilen İlahî mucizeler olduğu da akla
gelebilir.Hatta bu anlam geleneğe ve nesh kavarımmın asıl bağlı bulunduğu konuya,
bu konunun anlamına daha yakın ve daha uygun düşebilir. Ayrıca ayet Allah'ın
zatı ile ilgili olduğu gibi daha önce geçen hükmün anlamıyla da daha fazla
ilgilidir. Ayet yine de Kur'an'dâki yerinde kalabilmektedir.Kur'an'da yeri ve
konumu değişmemektedir. Ayetin sonunda yer alan Allah'ın kudreti ne dikkat
çekilen bölümlerde tam bir uyum sağlanmaktadır.
Bu yaklaşımın ışığında
denilebilir,ki yukarıda geçen ayet sözcüğünün anlamı Yüce Allah yarattığı
ayetlerini veya peygamberlerini gönderdiği mucizelerini kaldırmaya, kainatta
veya peygamberlerin eliyle bu ayetlerin veya mucizelerin bir benzerini veya
daha iyisini yaratma gücüne sahiptir. Bu yaklaşımla ayet, hükümlerin iptali
havasından ve ıstılah anlamından tamamen uzaklaşmış olur. Yalnız ayette geçen
'nusiha' kavramı bu yorumla fazla bir uyum sağalamaz. Uzak birtakım yaklaşımlar
dışında bu kavramı onunla bağadaştırmak mümkün olmaz. Ayetlerinin anlamını en
güzel ve Allah'tır.
«Göklerin ve
yeryüzünün egemenliğinin Allah'a ait olduğunu bilmiyor masun? Allah'tan başka
hiçbir dostunuz ve destekçiniz yokturj.»
(Bakara, 107)
Bu ayet-i kerimede
Kur'an-ı Kerim'in imanlı insanın gönlüne doldurmak istediği ruhî, imanî, manevî
havayı daha da pekiştirmek için gelmiş olabilir. Nitekim daha önceki ayette:
"Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmiyor musun?" denmişti. Ayet-i kerime
insanı bu iman gerçeğini yaşamaya teşvik ediyor. Etrafında meydana gelen
olaylar yeri ve gökleri ve bunların içindeki olağanüstü olayları düşünmeye
teşvik ediyor. Böylece bütün varlıkların Allah'a ait olduğunu görmesini
sağlamaya çalışıyor. Yüce Allah'ın kullarını kendisine boyun eğmesini, O'na
teslim olmalarını ve bütün işlerinde O'na dönmelerinden hoşlandığını anlaması
için uyarıyor. O'na karşı gelmemeleri, kendileri ne kadar güçlü olursa olsun
başkalarının da gücü ne kadar fazla olursa olsun O'nun yolundan ayrılmamaları
gerektiğini aşılamaya çalışıyor. Zira onlar az sonra gerçekle yüsyüze
geleceklerdir. Bu apaçık gerçek, Allah'ın dışında kendilerini koruyacak ve
işlerini düzene koya--cak başka bir dostlarının olmadığı gerçeğidir. Zira bütün
evrene hakim olan yalnızca Allah'tır. Bütün kuvvetlerin yaratıcısı Allah
olduğundan, ne kadar ileri seviyede olursa olsun O'nun karşısında hiç bir
kuvvetin duramayacağını Allah'ın dışında hiç bir kimsenin onlara destek olma
imkanına sahip olamaya-
cağını telkin etmektedir.
Bu, Kur'an'm üzerinden üzerinde düşünülmesi ve güzelce kavaranması gereken
metodudur. Bu yol ile sürekli olarak Allah'ın azameti ve yüceliği telkin
edilir. Allah'ın yüceliğini ifade eden bütün sıfatlar dolu dolu ifadelerle
verilir ki Allah'ın azametini idrak etsin, Kur'an'da Allah'ın adının geçtiği
her yerde Allah'ın yüceliğini kavramak için sürekli olarak insan düşünmeye,
değerlendirmeye, muhakeme etmeye davet edilir. Ta ki insan böylece sürekli
olarak manevî bir huzur atmosferinde yaşasın ve hiçbir durumda bu atmosferden
uzak düşmesin. Olağanüstü taleplerde bulunmak küfrün tarihi bir bahanesidir. (Bakara,
108)
«Yoksa vaktiyle
Musa'yı sorguya tuttukları gibi siz de mi peygamberinizi sorguya tutmak
istiyorsunuz? Müminliği kafirlik ile değiştirenler hiç kuşkusuz doğru yoldan
sapmış olurlar.»
Ayet-i kerimede geçen
'em' kavramı T^el1 anlamındadır. Yani onların soru sordukları gibi siz de
sormak istiyorsunuz. Ayet-i kerime gösteriyor ki Allah'ın elçisi Muhammed'in
kavmi de Hz. Musa'nın kavmi gibi birtakım sorular sormuşlardı. Fakat ayet-i
kerime Hz. Musa'nın kavmi tarafından sorulan bu soruları açıkça ifade
etmemiştir. Burada sorulan soru onların apaçık olarak Allah'ı görmek istemeleri
miydi? Kafirlerin ilahları gibi bir ilahın kendilerine de yapılmasını
istemeleri miydi? Yüce Allah'ın kudreti dahilinde olan mucizelerin verilmesi
miydi? Yoksa normal şartlarda gerçekleşmesi mümkün olmayan bir istek miydi? Bu
soruların hangisinin sorulduğu açıklanmamıştır. Kur'ari-ı Kerim Hz. Musa'nın
kavmi tarafından sorulan bu sorulara başka yerlerde değinmektedir. Hz. Muhammed'in
kavmi tarafından da bu tür sorular sorulmuş ve O'nu aciz bırakmak için birtakım
isteklerde bulunmuşlardı. Biz bu konuda tefsir bilginlerinin açıklamaya
çalıştığı detaylara girmek istemiyoruz. Çünkü bu konularda detaylara ilişkin
tarafları açıklamaya girişmek onlardan ibret almamız ve onların üzerinde
düşünmemiz açısından fazla bir Önem taşımamaktadır, öyleyse biz de Allah'ın anahatlarıyla
verdiği kıssayı ana-hatlarıyla vermekle yetineceğiz. Kıssada bu soruya ve imanı
küfürle değiştirme ilgisine değinilmektedir. Buradan da anlaşılıyor ki onların
bu istekleri onları küfre yaklaştırmaya, iman çizgisinin dışına itmektedir. Biz
burada Allah'ın bizden öğrenmemizi ve tanımamızı istediği kadarıyla ondan
yararlanmalıyız. Bu ana ilkeler üzerine düşündüğümüzde peygamberin, kavminden
ne kadar eza ve cefa çektiğini, onların peygambere karşı nasıl bir tutum
izlediklerini kavrayabiliriz. Onlar peygambere karşı öyle katı ve kötüniyetli
bir yol izlemişlerdir kipeygamberin kendi görevini yapmaesma bile tahammül edememişlerdir.
Peygamberin insan hayatındaki fonksiyonu ve insan üzerindeki etkisini
anlamayan, bilemeyen cahil insanların yanında O'nıin şahsiyetini rencide
etmişler, Kendisine meydan okumuşlardır.
İşte biz bu ayet
sayesinde peygamberimiz Hz. Muham-med'in (s.a.v.) içinde yaşadığı toplumu da,
toplumun karakterini de kavrayabiliyoruz. O'ndan Öenceki peygamberlerin de
karşılarında yer alan toplumların yapılarını öğreniyoruz. Peygamberlerin bu
toplumlara karşı ne kadar çaba sarfettiklerini görebiliyoruz. Onların düşünce
seyrini, düşünce metodlarım düzeltmek ve doğrultmak, Onların düzeylerini
yükseltmek için nasıl bir gayret gösterdiklerini anlıyoruz. Allah yolunda
yürürken sorumluluğumuzun bilincine varıyoruz. Onların sabrettikleri yerde
sabrediyoruz. Zorluklara katlandıkları yerlerde zorluklara katlanıyoruz.
Onların karşılaştıkları direnme, taassub, alay ve hafife almalarla
karşılaşıyoruz. Onların bu karşı eylemlerini bilinçli bir mantıkla ele
alıyoruz. Toplumun düşünsel ve duygusal arka planını inceliyoruz. Onlara karşı
koyarken bilinçli ve sağlıklı, sağlam delillerle, ustalıkla kullanılan
sözlerle, yumuşak bir tavır ve tutumla hareket ediyoruz. Kur'an'ın bu topluma
karşı izlediği yolu takip ettiği metodu izliyoruz, tşte bu metoda bağlı olarak
ele aldığımız ayet-i kerime bu sorulan soran bir manteliteyi mahrum etmiyor.
Onlarıenel geçer bir ilke ile yüzyüze getiriyor. Bu küllî kaide, insanların
düşünce, teori, uygulama, pratik konularda genellikle doğru bir yola değil
küfre doğru bir yola girdiklerini göstermektedir. İnsanlar gittikleri bu yolu
çok iyi kavaramalıdrrlar. Bu yolda yürürken yolun bilincinde olmalıdırlar.
Sürekli olarak küfre doğru adım atmak bu ilkeye göre, imanı küfürle değiştirmektir.
Halbuki insan, küfrü imanla değiştirmelidir. Bu tercihini sağlıklı olarak
yapmalıdır. îmanın ve küfrün insana verdiklerini ve ona neler
kazandırdıklarını iyice bellemelidir. Şimdi o doğru yoldan saptığını, zikzaklı
yollara girdiğini, yolundan yalpalamaya başladığını anlamalıdır. Nereye
gideceğini, nerede duracağım çok iyi tesbit etmelidir. Sakat ve yanlış bir
süreç içine girmemelidir.
[163]
«Kitap ehlinin çoğu
gerçeğin ne olduğunu kesinlikle Öğrendikten sonra sırf içlerindeki
kıskançlıktan ötürü sizi iman ettikten sonra tekrar kafirliğe döndürmek
istediler. Allah'ın emri gelinceye kadar onlara aldırış etmeyin, yaptıklarını
hoş görün. Hiç kuşkusuz Allah her şeye kadirdir.»
(Bakara, 109)
Bu ayet bir tarafta
pratik bilinçten bir taraftan da risalet metodundan, İslâm çağrısı hareketinin
sağlıklı biçimde planlanmasından söz etmektedir. Müslümanların ehl-i kitapla
ilişkileri bir konuma oturtulmalıdır. Yüce Allah Müslümanların şu gerçeği
anlamalarını istemiştir: Ehl-i kitabın İslâm'a ve Müslümanlara karşı kovuşları
düşünceden Kaynaklanan bir şüpheye dayanmamaktadır. Yani onlara burada yalnış
olduğuna inandıkları bir çağrıyı reddetmiş olmuyorlar, yine ehl-i kitap bir
tercih yapamayacak derecede şüphede olduklarından kabul veya redetmeye
yanaşmama durumunda değiller. Aksine onları bu tutuma sevkeden etken öldürücü
nitelikteki
ıskançlıklarıdır. Bunlar kendilerinin
önceki konumlarını, ayrıcalıklarını korumak amacıyla böyle hareket ediyorlar.
İslâm'ın mesajının güçlenmesi ve ilerleme kaydetmesi karşısında ipleri
ellerinden kaçırmaktan korkuyorlar. Bu nedenle Müslümanları tekrar şirke,
küfre ve putperestliğe döndürmeyi gönülden istiyorlar. Kendisine iman
ettiklerini iddia ettikleri Tevhid akidesine aykırı da olsa onları inkâra
döndürmeyi arzu ediyorlar. Güçleri yetse bunu yapacaklar, halbuki onlara eğer
Tevhid akidesiyle uyum sağlamış olsalardı İslâm'ın çizgisi müşriklerin
çizgisinden onlara daha yakın olurdu. îman ettikleri pek çok konuda İslâm'a
paralel bir çizgi takip ederlerdi. Kur'an-ı Kerim bu konuda gerçeğin onlar tarafından
bilindiğini, ye bu konuda hiçbir şüpheleri kalmadığını üzerine basa basa ifâde
etmektedir. Bu gerçek ortaya çıktıktan sonra onların akideye ilişkin bütün
karşıt delilleri çürütülmüş oluyordu.
Sonra Yüce Allah
Müslümanların toleranslı davranmalarım, onları bağışlamalarını istemiştir. Bu,
gücün hareketi sırasında izlenmesi gereken siyasal aşamaların pratik uygulamasıdır.
Bu konuda izlenen planın gereğidir. Bütün barışçı yöntemler kullanıldıktan ve
bunların hepsi çaresiz kaldıktan sonra ancak kuvvete başvurabilir. Kafirlere ve
İslâm karşıtlarına karşı onların İslâm'a kazandırılmaları, iman çerçevesine
giermeleri için izlenmesi gereken barışçı "yollan ustaca kullanmak
gerekir. Onların kendi psikolojik mantıklarından, tepkilerinden
kalkmamalarını, ellerindeki güçlerini kullanarak hemen yok etmeye
kalkışmamaları icab ettiğini onlara tanımak gerekir. Zira meselenin belli olan
bir sının vardır. Oraya ulaşılması zorunludur. Allah'ın savaş emri gelinceye kadar
ılımlı, toleranslı bir yol izlemek gerekir. Bu konuda müşrikler ile ehl-i
kitaba karşı izlenecek yol arasında önemli bir fark yoktur. Allah'ın her şeye
gücü yettiğinden gücü ve zalimliği ne kadar geniş kapsamlı olursa olsun hiç
kimse Yüce Allah'ın elinden kurtulamaz.
«Namazı kılın, zekatı
verin, kendiniz için yapıp gönderdiğiniz her hayrı Allah'ın yanında
bulursunuz. Allah yaptıklarınızı görmektedir.»
(Bakara, 110)
Bu ayet-i kerimede
Yüce Allah ehl-i kitaba toleranslı davranmayı ve onları bağışlamayı
emrettikten sonra Müslümanların namaz kılmalarını ve zekat vermelerini
emretmiştir. Onlara ayrıca gerçek bir vaadde bulunmuştur. Dünya hayatında
yaptıkları her iyiliğin karşılığını Allah katında göreceklerini haber
vermiştir. Çünkü Allah onlann ne yaptıklarını çok iyi bilmektedir. Onun
ilminden ne yeryüzünde ne de gökyüzünde zerre kadar bir şey asla gizlenemez,
işte bu, Kur'an-a Kerim'in bütün alanlarda kullandığı eğitim metodudur. Yüce
Allah emirlerini ve yasaklarını bildirirken bunu diğer başka yükümlülüklerle de
destekler. Böylece mü'minin psikolojik yönünü imanın pratik şahsiyetini
pekiştirir. İlerde Allah katında kendisine vaad edilen sevaptan kendisine söz
eder. Böylece kişinin psikolojik yapısıyla hayırlı işlere ruhî manevî güçleri
açık olur. Böylece Allah'ın iradesini gerçekleştirmeye yönelir. Bilinçili bir
şekilde Allah'a itaat konumuna geçer. Bu durumda Müslüman dahili ve harici
zorlukları ve kompleksleri İslâmî bir ruhla karşılar, önceden sonuçları
kestirmeye çalışır. Sarsılmaz, zayıflamaz, yıkılmaz. Bizce burada namaz kılmak
ve zekat vermek ile toleranslı olma, bağışlama arasındaki ahengi görebilmek
için fazla çaba sarfetmeye gerek yoktur. Çünkü bu namaz ve zekat ibadet
penceresinden müminin kalbini Allah'a açar. İnsanlara da bağış penceresini
açar. Hem buradan hem oradan kazançlı çıkar. Dahili ve manevî atmosferde nasıl
affedeceğini, nasıl bağışlayacağını, nasıl toleranslı davranacağını güzelce
kavrar. Tüm bunları yaparken Yüce Allah'a yaklaşmayı esas alır.
[164]
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla
«Onlar Yahudilerden ve
Hıristiyanlardan başka hiç kimse cennete giremeyecek dediler. Bu onların hüsnü,
kuruntularıdır. De ki "Eğer dediğiniz gibi ise delilinizi getirin. * Hayır
öyle değil. Kim kendini Allah'a adar ve bunun yanında iyi ameller de işlerse
Allah katında mutlaka mükafatlandırılır. Böyleleri için korku sözkonusu
değildir. Onlar hiç üzülmeyeceklerdir.»
(Bakara, 111-112)
Bu, surenin yeni bir
bölümüdür. Kur'an burada onlarla doğrudan olmayan bir diyaloga giriyor. Ya da
peygambere onlarla böyle bir diyaloga girmeyi nehyediyor. Bu da etrafındaki
eşyayı ve insanları, varlıkları tanımaları için Müslümanların
bilinçlendirilmesi eyleminin bir bölümüdür. Müslümanların etrafını kuşatan
cemaatlerin, grubların, toplulukların iç ae-lemîerini, içlerindeki dünyayı
ortaya koymanın yöntemlerinden biridir. Bu grubların, toplulukların
kendilerinin ve diğer insan grablarmın geleceği, varacakları yer ve akibetleri
konusunda ne türden tutarsız düşüncelere yaklaşımlara, değerlendirmelere,
kuruntulara sahip olduklarını ortaya koyuyor. Bu konuda hiçbir sağlam temele
dayanmadıklarını gözler Önüne, seriyor. Buna bağlı olarak onlar cennetin yalnız
Yahudilere ve Hıristiyanlara mahsus olduğunu, onlara tapulu olduğunu iddia
ediyorlar. En azından öyle zannediyorlar. Ne var ki, bu Yahudilerin kendi
haklarında Hıristiyanların da yeni kendi haklarında ileri sürdükleri bir
görüştür. Yalnız, Kur'an-ı Kerim onların bu kuruntularını hafife alan, eğitici
bir yorumla karşılıyor... Bu, onların temennileri, kuruntularıdır. Her insan
kendisi hakkında dilediği şeyi arzu etme,temenni etme konusunda tam bir
özgürlüğe sahiptir. Zira kişisel temenni sahası, insanın kendi hayali kadar
geniştir. Eğer onların bu sözlerinin kaynağı, temennileri, arzuları ise varsın
istedikleri kadar bu konuda mutlak bir özgürlüğe sahip olsunlar. Yok eğer bu
sözlerinin kaynağı hayatının kendisi üzerine bina edildiği insan hayatının
geleceğini programlayan, belirleyen akidenin gereği ise
o zaman onlara Öğüt verme ve meydan okuma şeklinde bir
karşılık vermek gerekir. O zaman, delilinizi getirin denir. İnsanın ahirette cennete
veya cehenneme gideceğini belirleyen akıbetini tayin eden akidelerinin
ilkelerini ortaya koymaları istenir. Eğer bu iddiada samimi ve doğru söylüyor
iseniz böyle yapmanız gerekir. Zira doğruluk ispat ister. insanın aklî ve vicdanî
kanaati ancak bu ispattan sonra hasıl olabilir. Halbuki bu topluluklar
insanları ikna etmekten ve iddialarının ispatını yapmaktan yoksundurlar.
Sonra Kur'an-ı Kerim
delil ve dayanağı oluşturan bu ilkeleri belirlemeye başlıyor. Buna göre
kıyamet gününde güven içinde olanlar, düşüncede, akidede ve ibadette yüzlerini
Allah'a teslim edenlerdir. IJerhangi bir düşünce veya akideye taraftar olurken
Allah'ın vahyini baz olarak alanlarıdır. Bu gerçekle bağdaşmayan düşünce ve
inançlara yanaşmayanlardır, ibadet konusunda insanın Yüce Allah'a kulluğunu
gerçek anlamda ortaya koyan ibadet şekillerinden başkasının kabul etmeyenler
Allah'a ibadette hiç bir şeyi ortak koymayanlar ve O'ndan başkasına ibadet
etmeyenlerdir. Güven içinde olarak bu insanlar sözkonusu teslimiyetlerini,
Müslümanlıkların sırf iç dünyalarında yaşamakla yetinmeyenlerdir. Kapalı,
kuruntulara dayalı, sofiyane atmosferlere yakışan manevî, ruhî düşünceler,
yaklaşımlara ve iç duygulanmalara sıkıştırma-yanlardır. Bu tslâm ve
teslimiyetlerini pratik hayatlarında hayat için bir nimete dönüştürenlerdir.
Bütün işlerinde ve çalışmalarında diğer insanlara güçlerinin yettiği kadar
yardımcı olanlardır.
Ellerindeki imkanlarım
kullanırken yaşadıkları düşünceyi ortaya koyarken egoist ve bencil bir hayat
sergilemeyen, bütün güçlerini, enerjilerini kullanırken başkalarının yararını
gözetenlerdir. Onlar bu güçlerini, enerjileri, imkanlarını kullanırken
İslâm'ı, teslimiyeti, insan hayatı ve kendileri için bir nimet olarak kabul
ederler. Çünkü bu, Allah'ın onlara bağışı ve nimetidir. Onlara
sorumluluklarının sınirîaraıı belirleyen
durumdur.
Öyleyse onların hayatlarında Allah'ın şefkatine dayalı, pratikte Allah'a boyun
eğmiş ve ona bağlanmış duaların, niyazların yükselmesi gerekir. îşte yalnız bu
insanlar Allah katında ödüllendirileceklerdir. Rableri katında mükafatlan
olanlar, işledikleri amellerin ve yaşadıkları imandan dolayı hiçbir endişeleri,
korkuları ve üzüntüleri olmayanlar yalnız onlardır. Şimdi cenneti kendi
tekellerinde gören bu kesimler düşünce ve eylem alanında buna benzer temellere
dayanıyorlar mı dayanmıyorlar mı? işte Kur'an-ı Kerim böyle etkileyici,
duy-gulandırıcı, olumsuzluğunu ortaya koyucu sorularla 'neden?' diye kişiye
yönelir. Onların iddialarını araştırır, insanlar kendilerine yöneltilen
sorulara karşı hiçbir cevap bulamazlar. Bilinçli olarak suçlu olduklarını,
günahkâr olduklarını derin bir duygu ile hisseder...
[165]
»Yahudiler...
Hıristiyanlar hiçbir gerçeğe dayanmıyor' dediler. Hıristiyanlar da: Yahudiler
hiçbir gerçeğe dayanmıyor, dediler. Oysa hepsi de kitabı okuyorlar. Gerçeği
bilmeyenler de onların dediğini söylemişlerdir. Kıyamet günü Allah, anlaşmazlığı
düştütkleri konularda aralarında hüküm verir.»
(Bakara, 113)
Uyandırma ve tanıtma
çalışması devam ediyor. Müslümanların karşılarında yer aelan düşmanların iç
yapılarını bilmeleri, onların kendi içlerinde nasıl bir yapı arzettikle-rini
öğrenmeleri, gerektiği belirtiliyor, islâm'a karşı olanlar, Müslümanlarla
mücadele edenler kendi aralarında birlik değillerdir. Aralarında bir birlik
duygulaerı da yoktur. Birbirlerine zık, aykırı haldedirler. Birbirlerinden
nefret ediyorlar. Her bir grub yalnız kendi grubunu palamakla diğerlerini ise
eleştirmekte ve dışlamaktadır. Kendisini diğerlerinden
ayırmaktaedır. Düşünce, fikir, bilinç ve şuura ilişkin ayrılıklar,
farklılıklar onlar arasında manevî dahili birer engel oluşturur. Her bir grubu
diğerinden ayıran bir duvar konumuna girer. Artık bu şartlarda onları bir
araya getiren bir vatandan söz edilemez. Etrafında bir araya gelecekleri ortak
değerleri de yortur. Böylece her bir grub kendisini diğer grubîardan tecrit
eder. Diğer grublarin niteliklerinden, sıfatlarında ve düşüncelerinden
soyutlanır. Her biri .diğerinin saygı duyduğu, kutsadığı ve takdir ettiği değerleri
ayak altına alır. Bu yönden Yahudiler, Hıristiyanlar ve ortak koşucular
(müşrikler) arasında bir fark yoktur. Kur'an-ı Kerim onların hepsini
"bilmeyenler" kategorisine katar. Onların küfürlerinin ve şirklerinin
nedeni sürekli olarak bilgisizlik, temelli cahilliktir.
İşte bu şekilde
Kur'an-i Kerim sözkonusu grublarin pratik hayatlarından yaşadıkları korkulu
sarsıntılı realiteyi ortaya koyuyor. Tabi böylece Müslümanlar her gruba kendi
başına nasıl karşı koyacaklarını öğrensinler. Onların bu ayrılıklarından nasıl
yararlanacaklarını fark etsinler. Mücadelenin aşamaları boyunca onların
aralarındaki bu ayrılıkları ve farklılıkları göz önünde bulundurarak bir savaş
stratejisi belir-lesinler ve bu merkezden hareketle onları birbir ele alsınlar.
Diğer grublarma sahip oldukları güçlerinin pek o kadar fazla olmadığının
bilincine varsınlar. Kendilerinin onlara oranla daha güçlü olduklarım
hissetsinler. Buna bağlı olarak çokluğun neden olduğu korkuya, teslim
olmasınlar. Çünkü karşıdaki güçlerin çokluğu aslında parçalanmış ve değilmiş
bir çokluktur. İnsanın kalbine korku ve endişe verecek kenetlenmiş bir birlik
değildir.Sonra Kur'an-ı Kerim'in bu eyeti konuya biraz daha açıklık getiren bir
tabloya yer veriyor. Burada sözü edie-len grublarin hepsi bir araya gelmiş,
Allah'ın huzurunda toplanmış bulunmaktadır. Aralarında ayrılık, tartışma,
sürtüşme ve düşmanlığa neden olan konular burada savunulmaktadır. Her biri
kendisinin haklı olduğunu, diğerlerinin yanlış
yaptığını ispat etmek için delillerini ortaya koymaktadır. Onların bu
yaklaşımlarını ve bu farklılıklarını çözüme kavuşturacak, aralarındaki
ihtilafları kaldıracak Yüce Allah'tır. Kıyamet gününde onların arasında hüküm
verecek Allah'tır. Demek ki burada Önemli olan konumu belirlemek ve hüküm
vermek değildir. Önemli olan onları uyarmak ve ilerideki durumlarını ortaya
koymaktır. Varacakları yeri açık bir tabloyla gözlerinin önüne getirmektir. Bu
tabloda müminler uzun boylu yolda ayaklarını nereye koyacaklarım, nasıl bir yol
izleyeceklerini rahatlıkla görebiliyorlar.
«Hepsi de kitabı
okuyorlar.»
cümlesinde onların
eleştirildiğine işaret vardır. Onlar tek bir kitaba iman ettikleri, tek bir
kitabı okudukları halde biri diğerini yalnış çıkaracak ve onu reddedecek
hükümler ileri sürüyorlar. Halbuki samimiyetle kitaieba yönelebilirler, hep
birlikte ayetlerini inceleyip kesin bir sonuca ulaşabilirler. Hem kendilerini
hem de başkalarını bağlayabilecek kitabın ana hükmüne varabilirler... İşte bu
nokta hepsinin kendisine iman ettiği Kur'an-ı okuyan Müslümanların gerçekten
iyice kavramaları gereken önemli bir noktadır. Kur'an-ı okuyup ima ettikleri
halde onun ayetleri üzerinde düşünmeden birbirini tekfir edenler, Kur'an'm
atmosferinden uzaklaşmış, gerçeğe ulaşmak için çaba göstermeyen ayrılığı esas
kabul eden kimselerdir. Halbuki onların meseleyi her türlü taassubtan ve
kompleksten uzak bir şekilde ele almaları ve bu atmosferde kesin sonuçlara
varmaları en ideal çözüm yoludur. Kitabı okuyup iman ettikleri halde taassup ve
komplekslerle bir birlerine bakanlar ehl-i kitabın durumuna düşmüş olurlar.
Çünkü bu halleriyle onların konumuyla ehl-i kitabın konumu arasında fark
yoktur. Orada sözkonusu olan müsbet ve menfî sonuçların hepsi burada da
sözkonusudur. Zira her iki halde de çerçeve aynıdır. Dolayısıyla hüküm de aynı
olur. Bu ayetten çıkaracağımız sonuçlar ise şöyledir: Biz İslâmî hareket içinde
çalışırken İslâm'a ve Müslümanlara karşı düşmanca tavır takman grublarin
durumlarını iyice incelemeliyiz. Onlara hükmeden ana ilkeleri, temel
ilişkileri, onlar arasındaki bağların,tabiatım iyice tesbit etmeliyiz. Onların
her birinin diğerine nasıl baktığını öğrenmeliyiz. Onlara karşı koyarken
onların birbirine bakış açılarından yararlanmalıyız. Hangi hareketle karşıt
güçleri bir araya getireceğimiz yine hangi tutumlarla onları sarsacağımızı, darmadağın
hale getireceğimizi, güçlerini ye birliklerini dağıtacağımızı iyice
kavramalıyız... Böylece burada ayetin direktiflerinden yola çıkarak kendimize
dönmeli, Müslümanlar arasındaki teorik ve pratik ilişkileri gözden
geçirmeliyiz. Çünkü Müslümanlarla bugün akide ve yasamanın çeşitli yönlerinde,
alanlarında pek çok noktada birbiriyle çelişki içine girebilmektedirler.
Onların düşmüş oldukları ayrılıklara Müslümanlar da düşebilmektedir. Ayrıca
olumsuz bakış açılarına da sahip olabilmektedirler. Onlar da ehl-i kitap gibi
kendi grublarına pay çıakarmakta, grub bilinciyle haereket edebilmekte, onları
başkalarından ayıran cüzî basit farklılıkları köklü ayrılıklar gibi ele
alabilmektedirler. Bu nedenle bir araya gelmeye daya-namamakta ve sonuçta bir
arada buluşamamaktadırlar... Bu konularda yapacağımız tetkikler sonucunda
onları bir araya getirecek ve birleştirecek ana ilkeleri, sağlam esasları
ortaya çıkaracak aralarındaki ayrılıkları ve farklılıkları cüzî bir çerçevede
sımrlandırabileceğiz. Müslümanların olumsuz hakiş açılarını dar bir çerçevede
sınırlan dırabilecek ve onların diğer grublardan kopmamasını ve onlardan
uzaklaşmamasını başarabileceğiz. Onları daha geniş ufuklara ulaştıracak, Allah'ın
himayesi altında müminlerin çizgisini koruyarak büyük hedefe doğru harekete
geçirebileceğiz.
[166]
»Allah'ın
mescitlerinde O'nun adının, anılmasını engelleyen ve oraları yıkmaya
çailışandan daha zailim kim olabilir?
Oysa oralara ancak
korkulu bir saygı içinde girmeleri yakışık alır. Bunları, dünyada rezil olmak,
ahirette debüyük bir azap beklemektedir.» (Bakara, 114)
Zulmün en çirkin
şekillerinden bir de, Allah'ın camilerine ve orada bulunan mü'minlerin
özgürlüklerine müdehale etmektir. Müminlerin orada namaz kılmalarına, dua
etmelerine, Allah'ın adını anmalarına engeî olmak, bütün gücü ve gayretiyle
onların haram olmasına çalışmaktır. Böyle bir hareketin zulmün en çirkin
şekillerinden biri olarak kabul edilmesinin nedeni, Allah'ın evlerine karşı
haddini aşmak ve onların ibadetteki fonksiyonunu iptal etmekle ortaya çıkan
Allah'a karşı bir saygısızlık ve O'nun kutsal mabedlerine bir saldın niteliği
arzettiği gibi, insanın dokunulmazlığına da bir saldırı olmasıdır. İnsanın ibadetlerinde
ve ibadet niteliği taşıyan hareketlerinde özgürce hareket etmesine engel
olmasıdır. Yüce Allah Müslümanların bu zulme ve zalimlere karşı sağlam durmalarını,
unlara karşı kuvvet kullanmalarını istemiştir. Onların camilere girişlerini
korku ve endişe içinde camiye girenlerinin dışında başka girişlerini
yasaklamıştır. Yani onların güçlerini yok etmeyi, onları zayıf düşürmeyi,
toplumda hareket ederken endişe ile hareket edecek konuma düşürülmelerini
istemiştir. Artık orada onlardan biri camiye girdiğinde korku içinde, ürperti
içinde camiye girmelidir. Sonra Yüce Aîlah onlara hem dünya hem de ahirette
rezil olacaklarını bildirmekte ve onları böylece tehdit etmektedir. Zira hem
dünya hem ahiretin tüm gücü Allah'ındır. Zalim ve azgın tasarrufları nedeniyle
onların dünyada zillete, horlanmışlığa ve zaafa maruz kalacaklarım, ahirette
ise Yüce Allah'ın zalimler için hazırladığı dehşet verici azaba
çarptırılacaklanm haber vermiştir.
Bu ayet-i kerimde sözü
edilenlerin kimler olduğu konusunda tefsir bilginleri farklı görüşler ileri
sürmüşlerdir. Bazılarına göre bunlar, Beyt'ul Makdis (Mescid-i Aksa)'e karşı
savaşan ve onu harab etmeye çalışan Bizanslılardır. Onların bu tahrip
çalışmaları Hz. Ömer dönemine kadar sürmüş, Yüce Allah,
Müslümanları onlara
karşı muzaffer eylemiş ve onlar bundan böyle oraya ancak korku ve endişe içinde
girebilmişlerdir. Bu -görüş îbn Abbas ve Mücahid'den de rivayet edilmiştir.
Bazılarına göre ise bunlar peygamberimizi Mekke'ye ve Mescid-i Ha-rarrt'a
girmekten alıkoyan Kureyşlilerdir. IÇbu Abdullah Cafer-i Sadık'tan öyle bir
görüş rivayet edilmiştir. BeThi Rummanî ve Cubaî'de bu görüştedir. Taberî kendi
tefsirinde bu görüşe şöyle bir not düşmüştür: Kureyş kabilesi Mescid-İ Haram'ı
tahrip etmeye çalışmamıştır. Sonra bu görüş aynı zamanda ehl-i kitabı yermekle
ilgili bulunan daha önceki ayetlerin muhtevasıyla uyum sağlamadığı gibi birinci
görüş önceki ayetlerin muhtevasıyla da uyum sağlamaz. Fakat birinci görüş hem
bununla hem de diğeriyle uyum sağlamaktadır... Şu kadar vara ki Mec-meu'l-Beyan'ın
müellifinin şöyle dediğini görüşoruz: Camilerin harap edilmesinden maksat
onların ibadet fonksiyonunun etkisiz hale getirilmesi olabilir. Çünkü
camilerin sebeb-i vücudu ve en önemli fonksiyonu budur. îşte biz aytin
yorumunda özellikle ayetin başında geçen Allah'ın adının anılmasının yasak
edilişinde bu yaklaşımı esas almak istiyoruz. Yani meselenin özellikle bu
atmosferde cereyan ettiğim ve burada sözkonusu olan zikrin camilerin misyonu
olduğunu kabul ediyoruz. Nitekim:
«Allah'ın camilerini
ancak, Allah'a ve Ahiret gününe iman edenler onarabilirler.»
(Tevbe, 18)
Ayetinin tefsirinde
belirtildiğe göre burada onarmaktan maksat onların ibadet ile onarılmasıdır.
Ahir zamanın haberleriyle ilgili rivayetlerde yer alan birtakım sözlerde de bu
yaklaşıma ışık tutulmaktadır. Bu habere göre, ahir zamanda yaşayan insanların
sıfatlarından biri de camilerinin yapı yönünden onarılmış, hidayet yönünden
harap edilmiş olmasıdır. Bu yaklaşımda sözkonuzu ifadenin bu anlama geldiğine
ışık tutabilir.
Sonra denebilir ki,
camilerin harap edilmesine çalışmak Kureyş'in Mekke'de yaşadığı pratik hayata
doğrudan değinmemektedir. Tam tersine onların İslâm'ı yok etmek ve yerle bir
etmek için O'na karşı verdikleri savaşlarda İslâm'ın gücünü zayıflatmada göze
çarpmaktadır. Bu yaklaşımı destekleyen noktalardan bir de burada cami
kavramının tekil olarak değil de çoğul olarak "camiler" şeklinde
verilmesidir. Halbuki Mescid-i Haram Mekke'de, Mescid-i Aksa da Kudüs'te birden
fazla değildir. Buradan da anlaşılıyor ki ayet-i kerime belli bir olayı dar
bir çerçeveyi esas almamakta, bunu bir Örnek olarak ortaya koyup genel olan
düşünceye geçemektedir. Yani ayet-i kerime Kureyş'in mantığı ve yaklaşımıyla
hareket eden herkesi kapsayacak niteliktedir. Mü'minlerin özgürlüğünü kısıtlayan
ve camilerin harabeye dönüşmesi için çaba sarfeden herkes, ayetin kapsamı
içinde değerlendirilmelidir.
Mecmeu'l-Beyan
müellifi şöyle bir rivayete yer vermektedir: peygamber, Medine'ye hicret
ettiğinde Kureyşliler peygamberin ashabı tarafından namazgah olarak kullanılan
Mes-cidleri tahrip ettiler... Böylece Taberî'nin itirazına da cevap verilmiş
olunmaktadır. Fakat biz Taberî'nin yaklaşımını da dışlamıyoruz. Çünkü ayet-i
kerime yürürlükte olan bir durumdan söz etmektedir. Yani onlar Allah'ın adının
anılmasını yasaklayan ve camilerin harap edilmesi için uğraşan bir topluluktur.
Müslümanların Medine'ye hicretinden sonra camileri tahrip eden bir topluluk
değil. Daha önceki ayetlerle bağdaştırılması ve uyumu meselesine gelince burada
biz, Taberî'nin yaklaşımını esas almıyoruz. Yani bu ayetin özellikle ehl-i
kitaptan söz ettiğini doğru bulmuyoruz, aksine burada hem onlar hem de onların
dışındaki müşrikler, ayetin kapsamında görülmelidir. Çünkü ayet-i kerimeler
Müslümanları karşılarında yer alan grublara karşı uyarmak ve onların konumlarını
belirlemek ile ilgili bir direktifi esas almış olabilirler. Nitekim önceki
ayetler üzerinde yaptığımız değerlendirmede hem müşriklerden hem de
Yahudilerden söz edildiğini belirtmiştik.
Yine ayetten anlıyoruz
ki burada onların korku içinde camilere girişlerinin, ille de yaşanan bir
realite olması zorunlu değildir. Ayetin tefsirinde böyle bir ilkeyi esas almak
gerekmez. Burada Önemli olan Müslümanların kafirleri korkutacak kadar bir güce
ulaşmaları gerektiğidir. Müslümanların sosyal ve askeri merkezleri olan
camilere geldiklerinde, oralara girdiklerinde korku içinde girmeleridir.
Kafirlerin camiye geliş amaçlarının İslâm'a girmek için olmasıyla başka amaçlar
için gelişleri arasında bir fark yoktur.
[167]
«Doğu da Batı da Allah
'indir. Ne tarafa dönerseniz Al-lah'ınyönü o tarafa dorudur. Şüphesiz Allah'ın
kudreti herşeyi kapsar ve O her şeyi bilir.»
(Bakara, 115)
Ayet-i kerime, Tevhide
ilişkin bir gerçeği dile getirmektedir. Bu gerçek de şudur: Yüce Allah bir
cisim değildir ki bir yer de değil de başka bir yerde bulunsun. Cisimler gibi
belli bir yeri olsun. O, zaman ve mekan üstüdür. Her şeyin sahibi ve yaratıcısıdır.
O'nun özel bir yeri ve yönü yoktur. Doğu da batı da O'nundur. Yüzünüzü hangi
tarafa çevirirseniz Allah'ı karşınızda bulursunuz. Yarattığı eserleriyle O'nun
kudretini müşahade edersiniz. Çünkü her yaratılan şey yaratıcısının azametini
dile getirir. Çünkü Allah, mülkünde ve kudretinde herşeyi kuşatıcıdır.
Kalplerinizin, ibadetlerde ve samimiyette ne tür bir yönelişe sahip olduğunu
bilir.
îşte ayetin ana
direktifi bu atmosferde hedefini bulmaktadır. Yalnız bunun arka planında ve
onun görünen sınırlarının gerisinde ne vardır.;
Bu ayet-i kerime
insanların namazda yönelecekleri kıbleyi belirlemek için mi inmiştir? Nitekim
îbn-i Abbas ayetin bu konuda indiğini söylemiştir. Yine Ibn-i Abbas'tan gelen
rivayette
demliyor ki: Ayet, kıblenin Mescid-i
Aksa'dan Kabe'ye çevrilmesini reddeden Yahudiler hakkında inmiştir. Ya da
Ehl-i Beyt imamlarından rivayet edildiği gibi binek üzerinde kılman nafile
namazlar hakkında inmiştir. Veya peygamberimiz Hz. Mu-hammed (s.a.v.) zamanında
meydana gelen birolayda Cabir'in başına geldiği gibi kıblenin beîirlenmemesi
veya şaşmlması halinde Müslümanların kıble olduğuna inanarak kıble olmayan bir
tarafa yöneiip namaz kılmalarına ilişkin olarak inmiştir.
Ayet-i kerimede onun
herhangi bir namazla veya namazın bir durumuyla ilgili olduğunu gösteren bir
delil yoktur. Fakat atmosfer olarak böyle bir şeyden söze edildiğini kestirmek
mümkündür. Yani burada Müslümanlar arasında tartışmaya neden olan bir olay söz
konusudur. Ayet-i kerime ayrılıkları kökten iptal eden bir açıklama ile
meseleyi tabiî konumuna yerleştirmiş ve tartışmalara son vermiştir. Buna göre
Allah belli bir zamanda herhangi bir yöne yönelmemizi istemişse başka bir zaman
daha başka bir tarafa yönelmemizi istemesi mümkündür. Çünkü birinci yöneliş
belirlenirken orasi Allah'ın yeri olduğundan dolayı belirlenmemiştir, Allah'ın
bildiği bir hikmetten dolayı oraya yönelmemiz emredilmiştir. Dolayısıyla başka
bir hikmetten dolayı başka bir tarafa yönelmemize engel olacak bir neden
yoktur. O ayetin belli bir namazla ilgili olduğunu belirleme meselesine
gelince bu konu araştırmaya bağlı olarak tespit edilebilecek bir meseledir. Bu
konudaki ayetleri ve rivayetleri birlikte ele alarak, Özel ve genel ilkeleri
gözünün de bulundurarak, kıblenin hükmü konusunda yapılacak bir tetkik ve bu
konudaki nasların karşılaştırılması neticesinde belli bir sonuca varılabilir.
Bu ise fikhî araştırmalarda detaylarıyla ele alınacak bir konudur. Burada
birkaç seri değini-de bulunmadan geçemeyeceğiz. Ayet-i kerime herhangi bir yerde
Allah'a yönelmenin mutlak anlamda caiz olduğunu ifade etmektedir. Allah'a
yönelişin belli bir yönünün olmadığı her konuda bu ayetin hükmü geçerlidir.
Ancak, farz namazlar gibi belli bir yöne
yönelmemiz tayin edilmişse orada bu özel hükme uymak gereklidir. Buna bağlı
olarak nafile namazlar ve benzeri -ibadetler, aeyetin genel hükmü kapsamında
kalır. Yine bu anlayışla ayetin nafile namazlarda veya şüpheli durumlarla
ilgili olduğunu ve sırf onlarla sınırlı bulunduğunu ifade eden rivayetleri de
yorumlayabiliriz. Her ne olursa olsun bu yaklaşımların hepsi sözümüzün başında
belirttiğimiz gibi ayetin Tevhid'e ilişkin genel bir ilkeyi dile getirdiği
şeklindeki yaklaşımımızı iptal etmez. Hukukî ve amelî yükümlülüklerde bu
tevhid ilkesinin esas alınmasını emrettiğine aykırı düşmez.
[168]
«Onlar: "Allah
oğul edindi" dediler. O, böyle bir şeyden münezzehtir. Göklerdeki ve
yeryüzündeki varlıkların tümü O'anundur, hepsi O'na boyun eğmişlerdir. O,
göeklerin ve yeryüzünün yoktan varedicisidir. O bir şeyin var olmasını dileyince,
ona sadece 'ol' der ve o da oluverir.»
(Bakara,
116-117)
Bu iki ayette
Yahudilerin Hıristiyanlara ve müşriklerin Allah'ın bazı yaratıklarıyla
ilişkileri konusunda düştükleri yanlış düşüncelere, yanlış değerlendirmelere
ışık tutulmakta, olay tartışıldıktan sonra tedavisine gidilmektedir. Kur'an-ı
Kerim ilerdeki ayetlerde Yahudilerin Üzeyr'in Allah'ın oğlu olduğuna
inandıklarını bildirmektedir. Hıristiyanların ise İsa'nın Allah'ın oğlu
olduğunu bildirmektedir. Ayrıca müşriklerin de melekleri Allah'ın kızları
olarak gördüklerini anlatmaktadır. Bu inançların temeli, herhalde onların bu
yaratıkların sıfatları konusunda yanlış değeri erdirmelere girmeleri ve onlara
olduğundan fazla değer vermeleri, onları kutsamalarıdır. Bu yaratıkların
yapmış oldukları bazı işleri başkalarının yapmayacağına inanmalarıdır. Veya
onların yapabildiği şeyleri başkalarının yapamayacaklarına inanmalarıdır. Bu da
onların bu yaratıkları diğerlerinden ayrı olarak görmelerine, onlardaki
gizemli sırların başka yaratıklarda olmadığına inanmalarına neden olmuştur.
Eğer onlar varlık aleminde Allah'ın tek olduğuna inanmamış olsalardı.
Uluhiyette onları Allah'ın ortakları olarak kabul eder ve böyle inanırlardı.
Fakat onlar bu yaratıkları diğer varlıklardan daha fazla Allah'a yakın bir
konuma getirmişler, Allah'a yakın bir dereceye çıkarmışlardır. İnsanın
çocuğundan daha fazla bir yakını olamayacağına göre, Öyleyse bu yaratıkların
Allah'ın oğlu olmaları gerekiyordu. Allah'ın oğulları olmalıydılar ki, bu
kadar ayrıcalıklı olmaları, Allah tarafından kendilerine bağışlanan bu
imtiyazlara sahip olmaları anîaşılabilsin. İşte bu yaklaşım ve bu düşünce
sözkonusu milletlerin tarihlerinde gittikçe kördüğüm haline gelmiş onlarda bir
düşünce kompleksi meydana getirmiştir. Bazılarını ise yüzeysel bir düşünceye
itmiştir.
Kur'an-ı Kerim bu
düşünceyi basit bir şekilde ele almış ve tartışmıştır. Söze, Allah'ı
kutsayarak, Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederek başlamıştır. «Sübhaneh»
yani O, bu tür ilişkilerden tamamen uzaktır. Çünkü bu tür şeyler ihtiyaç ifade
eder. Atalar kültüründen peygamberlik kişisel bir arzunun karşılığı olarak
ortaya çıkar. Yani kişinin içe dönük boşluğunun bilincine varması sonucunda
meydana gelir. Sonra bu hedefe ulaşmak için zaman ve eylem açısından bir dizi
merhaleden geçemek gerekir. Böyle bir isteğin normal bir şekilde gerçekleşebilmesi
için buna benzer hazırlıkların yapılması zorunludur. Halbuki Allah'ın,
varlıklarla ilişkisi birbirinden farklı değildir, hepsiyle ilişkisi aynıdır,
Allah'ın varlıklarından bazılarına yakın bazılama uzak olması Allah için
imkansızdır. Ve Allah böyle bir şeyden tamamen müenezzehtir... Sonra Kur'an-ı
Kerim meseleyi bir de Tevhidi iman gerçeği açısından ele alır. Yüce Allah
göklerin, yeryüzünün ve bu ikisinde yer alan bütün varlıkların sahibi iken
neden bir çocuğa ihtiyaç duysun.
Çünkü eninde sonunda
evlat edineceği varlıklar da kendi yaratıkları olacaktır. Bu yaratıkların her
birisinin kendisine özgü özellikleri ve farklılıkları vardır. Fakat bunların
hiçbirisi onları Allah'ın mülkünde olmaktan ve O'nun yaratıkları olmaktan
dışarı çıkarmaz. Sahip olma veya yaratma konusunda biri diğerinden daha ileri
seviyede O'na yakın olamaz. Birisinin Allah'a nispeti diğerlerinden daha
üst'düzeyde bulunamaz. Sonra Kur'an-ı Kerim, Allah'ın göklerin ve yerin yoktan
var edicisi olduğunu belirtmiştir. O, tüm bu varlıkları, kendi değişmez
iradesine göre yaratmıştık. Onları yaratırken herhangi bir ihtiyaca
dayanmamıştır. Kendi iradesiyle istenen şey arasında bir vasıta kullanmamıştır.
Bir şeyi dilediğinde hemen onu yarae ti vermiştir;/
Tefsir bilginleri
âyet-i kerimede geçen
«O bir şeyin var
olmasını dileyince ona sadece 'ol* der ve o da oluverir.»
cümlesini anlamak için
birtakım yaklaşımlar ileri sürmüşlerdir. Onlar öncelikle şu felsefî ilkeye
dayalı soruya cevap aramışlardır. Yok olan şeye hitap edilemez. Öyleyse Yüce Allah,
varolmadan önce bir şeye nasıl hitap eder ve önün var olmasını nasıl
isteyebilir? Tefsir bilginlerinden bir grub, bu konuşmanın bir temsil
niteliğinde olduğunu söylemişlerdir. Bir grub da bunun Allah ile melekler
arasında bir sembol olduğunu ifade etmiştir. Yani böylece melekler yeni
yarattığın sözkonusu olduğunu öğrenmişlerdir. Bazıları da yokluğun Allah tarafından
bilindiğinden dolayı, varolan varlıklar konusunda olduğunu söylemişlerdir.
Bu tür meselelere
dalınması bizce Kur'an'ın tüm kelimelerinin motamot açıklanması girişiminden
kaynaklandığını anlaşılıyor. Bu girişimle, kelime sözcük anlamına göre ele alınmakta.
Belagat yönü gözönünde bulun durulmam aktadır. Halbuki Arab dilinde ifade lafzı
belagat yönünden çok esnektir. Hakikat, mecaz ve kinaye gibi ifade tarzları
vardır. Kur'an-ı Kerim'de olayları
anlatırken, tabloları sunarken bu tür ifade tarzlarını kullanmaktadır. Zira
meseleyi kolay ifade etmenin en güzel vasıtalarından biridir bunlar. Kur'an
onlara hitap ederken değişik ifade tarzlarını zaman zaman kullanmıştır. Bu
bağlamda Allahu Teâîâ buyuruyor ki:
«Sonra duman halinde
bulunan göğe yöneldi ona ve arza 'isteyerek veya istemeyerek gelin' dedi.
İsteyerek geldik, dediler.» (Fussilet 11)
»Biz emaneti, göklere,
yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, O'nun sorumluluğundan
korktular; O'nu insan yüklendi, bununla beraber O'nun hakkını tam yerine getirmedi,
çünkü o, çok zalim ve çok cahildir.»
(Ahzab,
72)
Bu ve benzeri ayetlere
ilişkin yorumlarda biz zoraki yorumlara girmek zorunda değiliz. Bu ayeti de
aynı yaklaşımlarla izah etmeye ihtiyacımız yoktur. Burada açık olan şudur ki
ayet-i kerime diyalog yoluyla meseleyi insanın anlayabileceği konuma getirmeye
çalışmaktadır. Kolay anlaşılmasını sağlamaktadır.
[169]
***
«Bilmeyenler, Allah
bizimle konuşmalı ya da bize bir mucize gelmeliydi dediler. Onlardan öncekiler
de onların dedikleri gibi söylemişlerdi. Kalbleri birbirine benzerdi. Kesin
iman sai-hiplerine ayetleri apaçık göstermişizdir. Biz seni gerçeğin müjdecisi
ve uyarıcısı olarak gönderdik. Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin.»
(Bakara, 118-119)
Tefsir bilginleri
Kur'an'ın kendilerinden "bilmeyenler" diye sözettiği bu grubun
kimliği ve karakteri hakkında da farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları
onlar için Hıristiyanlardır demişler, bazıları
Yahudiler olduklarını söylemişler. Bazılar da onlar Arab müşrikleridir
demişlerdir. Son görüş İbn Abbas'ın görüşüdür. Herhalde en yakın olan görüş de
odur. Daha Önceki ayette belittiğimiz gibi, Kur'an'ın kendisinden sözet-tiği
kavrama en uygun düşen de budur.
. «Onlardan Öncekiler
de onların dedikleri gibi söylemişlerdi.»
«Ve eğer ortak
koşanlardan biri eman dilayip yanına gelmek isterse, onu yanına al ki Alah'ııi
sözünü işitsin; sonra onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır. Böyle yap,
çünkü onlar, bilmeyen bir topluluktur.»
(Tevbe,
6)
Müşriklerin
peygamberimizden bir takım mucizeler istemelerini gözönünde bulundurarak zora
koşma, aciz bırakma arzularının nasıl bilgisizlikten kaynaklandığını daha rahat
anlayabiliriz. Bunlar peygamberimizi aciz bırakmak için mucize istiyorlardı.
İşte bu isteklerin bir kısmı daha öncekiler tarafından ileri sürülmüştü. Onlar
yüzyüze Allah'la konuşmak istemişlerdi. Daha önceki peygamberlerin
kıssalarında sözkonusu edilen mucizelerden birini kendilerine de göstermesini
talep etmişlerdi. Yüce Allah onların bu isteklerine şunları ilave etmektedir:
Onların bu istekleri yeni değildir. Onların tarihleri bu tür isteklerle
doludur. Onlardın önceki Yahudiler, peygamberleri Hz. Musa'ya;
«Bize Allah'ı apaçık
olarak göster.» (Bakara, 55)
demişlerdi. Buna
benzer nice isteklerde bulunmuşlardı. Yüce Allah bundan sonra şunları ilave
eder:
«Kesin iman
sahiplerine ayetleri göstermişizdir.»
Böylece sözü şu
noktaya getirmek istemiştir. Peygamberlerin kendi ulusları ile problemleri her
zaman şu olmuştur;
Onlar ilahî risalet
konusunda kişisel bir kanaate, varmak,
belli
bir düşünce elde etmek istemiyorlar. Bir tutum ve tavır içine girmiyorlar.
Dolayısıyla onlar kendilerine takdim ayetleri, mucizeleri, beyyineleri, apaçık
delilleri düşünmüyorlar. Savsaklama, meşgul etme ve karşı koyma konusunda
değişik arzular, istekleri ileri sürüyorlar. Anlamsız biçimde daldan dala atlıyorlar.
Çünkü peygamber, Yüce Allah'ın evrendeki yasalarını değiştirmek için gelmemiştir.
Ancak evrendeki yasaları değiştirmek için gönderilen bir peygamber onların bu
konudaki her isteğini yerine getirebilirdi. Böyle bir şey yapmak istese de
kişisel gücüne dayanarak onu gerçekleştiremezdi. Yaptıkları ve yapmadıkları
konusunda iş Allah'ın elindeydi. Yaptıklarının hepsini bir hikmete bağlı
olarak yapıyordu. Peygamberin asıl görevi insanları doğru yola iletmek,
uyarılar ve müjdelerle insanları uyarmak ve müjdelemektir. Onun görevi gerçeği,
doğruyu göstermek, sonda bir müjdeci ve uyarıcı olarak bütün detayları ile
gerçeğe yöneltmektir. İşte peygamberin görevi budur.
İşte peygamberin
sorumluluğu da bundan ibarettir. Peygamber bu görevi ve sorumluluğu yerine
getirdiğinde insanlar kabul ederse, peygamberin istediği ve arzu ettiği de
budur zaten. Yok eğer, insanlar peygamberin gösterdiği yoldan sapar, cennetin
yerine cehennemi seçerlerse doğru yolu değil de sapıklığı tercih ederlerse
peygamberin kusurundan kaynaklanmamıştır. Onların kendi inatlarından yollarını
belirlerken kötülük yolunu tercih etmelerinden kaynaklanmıştır.
Tefsir bilginleri bu
ve benzeri ayetleri peygamberimize birer teselli niteliğinde değerlendirmek
istemişlerdir. Bu bağlamda Mecemau'l-Beyan'da deniyor ki:
Burada peygamberimize
teselli verilmektedir. Çünkü burada peygambere: Sen yalnızca bir uyarıcı ve
müjdecisin, cehennem ehlinden sorguya çekilecek değilsin. Kabul etmeleri için
sen onfarı zorlayacak değilsin. Aşağıdaki aeyetler de bu bağlamda ele
alınabilir:
«Bundan dolayı onlar
için üzüntülere boğulmasın» (Fatır, 8)
«Onları doğru yola
getirmek senin boynuna borç değildir. Allah dilediğini doğru yola İletir.»
"(Bakara, 272)
Biz ise bu görüşte
değiliz. Bize göre bu ayetler peygamberimizin bir peygamber ve davetçi olarak
yüklendiği sorumluluğun değişmez
ilkesini belirlemektedirler. Davetin ihtiyari olan unsurlarım ortaya
koymaktadır^' Düşünce, söz üsîub ve genel atmosfer konusundaki yapısını,
Özelliklerini belirtmektedir. Davetin yöntemlerini ve vasıtalarını
açıklamaktadır. Peygamberin gücü ve ihtiyacı dışındaki konulara gelince bunlar
O'nun sorumluluğunun kapsamına girmez. Bu konuda hiçbir üzüntüye korkuya ve
endişeye yer yoktur. Çünkü bundan ötesi onların kişisel hayatlarını, psikolojik
durumlarını ve rasyonel şartlarını ilgilendirir. Burada sorun, tepkilerle ilgili
değil sorumlulukların sınırları ile ilgilidir. Zira Yüce Allah, peygamberlerini
evreni normal olmayan bir yolla değiştirmeleri için göndermemiştir. Peygamberi
değiştirme ve inkılap hareketinde normal vasıtaları kullanması için
görevlendirmiştir. Peygamber bu vasıtaların hepsine sahip olamaz. Ancak
onlardan bazılarına sahip olabilir. O,
ancak gücü ölçüsünde sorumlu olur. Hatta yalnız bizim peygamberimize ve ondan
önceki peygamberlere de mahsus değildir. Davetin hangi aşamasında olursa olsun
Allah'a davet eden her davetçiyi kapsamına alır. Peygamberin bütün
görevi başkalarını ikna
etmek, yürürlükteki realiteyi değiştirmek için vargücünü kullanması, bu
hedefe varmayı gerçekleştirecek bütün vasıtaları ve yöntemleri kullanmasıdır.
Bu görevi yaptığında sorumluluğunu yerine getirmiş olur. İşte realiteye,
uygulamaya dayalı pratik yol da budur. Böylece insan, içini tabiî olmayan bütün
tepkilerin dışına çekebilir. Normal olmayan gelişmelere kapılmaz. Böyle bir
mantaliteye sahip olan biri mağlubiyet, yenilgi karşısında heyecana kapılmaz.
Meseleleri soğukkanlılıkla ele alır. Hezimetin
sonuçlan ve etkenleri karşısında ezilip gitmez. Realiteler dünyasında ayakta
durur. Tekrar toparlanmak, hezimeti zafere, mağlubiyeti kurtuluşa dönüştürecek
yeni toparlanma unsurlarını bir araya getirmeye çalışır, istikbale yönelik
hareketinde ve pratik yönteminde gerçeğe dayalı olarak yaptığı etüdler,
incelemeler sonucunda elde etti bilgilerle meydana gelen hezimetin nedenlerini
tesbit eder, tekrar atağa geçmek galibiyete varmak için çalışmaya koyulur.
[170]
«Sen onların kendi
dinlerine uymadıkça ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar senden razı almazlar. Asıl
doğru yol Allah'ın yoludur de Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına
uyacak olsan andolsun ki Allah 'tan sana ne bir dost ne de yardımca olmaz.»
(Bakara, 120)
Ayetin nüzul
sebeplerine ilişkin ilişkin tefsir bilginlerinin tesbitlerine göre,
peygamberimiz onların İslâm'a gelmeleri için çalışıyordu. Onları razı etmeye
gayret ediyordu. O'na denildi ki onları razı etmeyi bırak. Allah'ın sana
emrettiği şekilde onlarla mücadele et. Başka bir konuda ise şöyle diyorlar:
Yahudiler peygamberden barış istiyorlardı. Eğer kendileriyle barış yapar ve
zaman tanırsa kendisine uyacaklarını söylediler. Yüce Allah onların bu
tekliflerine katılmamasını istedi.
Biz öyle inanıyoruz ki
-tefsir bilginlerinin bu türden yaklaşımları- ayeti ve kıssayı anlamak için
ileri sürülen içtihadlar-dan biridir. Bu yaklaşıma göre Yüce Allah'ın
peygamberine hitap ettiği, peygamberin diğer insanlarla ilişkilerini
belirleyen ayetlerin tümünde peygamberi teselli etme, O'na moral verme
sözkonusudur. Tefsir bilginleri tarafından ileri sürülen bu
görüşün zorunlu olmadığı kanaatindeyin. Açık olan odur
ki Yüce Allah, peygamberi vasıtasıyla Müslümanlara kendilerini kuşatan
realiteyi görmelerini, etraflarını kuşatan olayları ve gelişmeleri kapsamlı ve
bilinçli bir şekilde tanımlamalarını, bu bilgileri ve deneyimleriyle realitenin
tehlikesinden sakınmalarını, kendilerini yok edecek gelişmelere karşı önlem
almalarını, apaçık net bir düşünceyle-yollarına devam etmelerini ani
tepkilerden ve temelsiz kuruntulara kapılmamalarını dilemektedir.
Peygamberin hitap için
seçilmesinden sonra Yüce Allah'ın O'na kesin ve en sert üsluplarla
hitap'etmesinde esas olanın şu olduğu da düşünülebilir: Bu mesele gerçekten çok
Önemli ve çok tehlikeli meselelerden biridir. Öyle ki bu konu da peygamberimiz
Hz. Muhammed'in seviyesinde bile olsa hiç kimsenin gözyaşına bakılmaz, pnlann
büyüklüğü ve üstünlükleri burada gerçeğin anlaşılmasına engel olamaz. Çünkü,
şahısların, insanların büyüklüğü ve azizliği, Allah'ın dilediği ve dilemediği
konularda Allah'a tam teslim olmaktan kaynaklanır, çizgiden saptıklarında ki
-onlar çizgiden sapmazlar- büyüklükleri kaybolur. Normal günahkâr şahıslar
konumuna düşerler. Allah'ın dışında kendilerine bir dost ve yardımca
bulamazlar.
Kur'an-ı kerim'de
akicle esasına dayandırılan gerçek bir inancın ve bu inancın sapmadan
uzaklaştırılma sın in önemini ortaya koyan meselelerde en belirgin ifade tarzı
ve anlatım biçimi budur. Allah Teâlâ buyuruyor ki:
«Eğer şirk koşarsan
senin yaptıkların boşa gider.»
(Zümer, 65)
«Eğer O, bazı laflar
uydurup bize iftira etseydi, elbette O'ndan sağ elini alırdık. Sonra O'nun can
damarını keserdik. Sizden hiç kimse buna engel olamazdı.»
(Hakka, 44-47)
Bu ayet ise Allah
yolunda çalışanların kafirlerle, münafıklarla ve fasıklarla ilişkilerini
belirleme de en Önemli meseleleri ele almaktadır. Allah yolunda çalışanlar
tertemiz bir niyet ile îslâm düşmanlarının hidayete gelmelerini arzu edebilir
ve onların doğruya yanaştıklarını sezebilirler. Onların Müslümanlara karşı
kullandıkları taktiklere aldanabilirler. Onların İslâm'ı temize çıkarmalarını,
tepkiseîliklerine ve duygusallıklarına kendilerini kaptı rabi lirler. Yolun
aşamaları boyunca ortaya koydukları bir takım tavırlarla, ileri sürdükleri
gönülden düşüncelerle gerçeğe yaklaştıkları imajım verebilirler. Hakka doğru
yol aldıklarını hissettirebilirler. Onların bu durumları başka gelişmelere de
neden olabilir. Onlardaki bu gelişmeleri gören Müslümanlar, onların doğruluğunu
veya hoşnutsuzluğunu arzı ederek birtakım sözler ve tavırlarla onları razı
etmeye çalışabilirler. Bu foağlı olarak bazı durumlarda, düşünce ve eylem planında,
teori ve pratik konusunda onlara birtakım tavizler vermelerine neden olabilir.
Allah yolunda çalışan
Müslümanların pek çoğu Allah düşmanları tarafından kurulan bu şeytanî oyuna
gelebilmişlerdir. Bu bağlı olarak İslâm düşmanları îslâmî akide, ve şeriat ve
konumun selameti açısından onları birtakım tavizler vermeye zorlamış, onlardan
bazı tavizler almaya muvaffak olmuşlardır. Bu da normal Müslümanlar gözönünde
onların ilkelerinin meşru olduğu imajını vermiştir. Ayrıca İsîâm düşmanları
bu durumun tabiî ve rasyonel sonucu olarak onlardan yeni yeni tavizler
istemişlerdir. Bunun sonucunda dinin düşmanlarına ilerleme fırsatı verilmiş ve
onlara şeriat; kullanma imkanı verilmiştir. Müslümanlar da bu tavizlerin tabiî
bir sonucu olarak teori ve pratik alanda düşünce ve eylem planlarında pek çok
ararlara ve hüsrana üfjramıŞ*ardır. Artık Müslümamn akidesinde ve şeriatında
birtakım taviilCT annesine rağmen Müslümanlığını koruyabileceği düşüncesi hakim
hültmiştir. Bugün hala İslâm düşmanları pazarlık peşinde dolaşmakta pek
çoğumuz da onları doğru yola getirmek için, onları razı etmeküçin bir dizi
tavizler vermektedir. Sonra mesele
Müslümanların
düşünce, siyaset ve askeri planda aldıkları yenilgilerden kaynaklanan
psikolojik hezimete dönüşmüştür. Şimdi artık biz, zayıf ve güçsüz insanların
güçlülerin rızasını elde etmek, onların himayesini, bağışlarını ve hayattaki
basit ihtiyaçlarını elde etmeye çalışan insanlar gibi îslâm düşmanlarının
rızasını elde etmeye çalışıyoruz.
İşte Kur'an-ı Kerim'in
peygamberimiz Hz, Muhammed'i kesin bir ifade ile sakındırdığı sonuç da budur...
Ey Muham-med; sen yolunda yürürken onların hoşnutluğunu elde etmeyi hedef
almamalısın. Çünkü burada mesele geçici, kişisel bir düşmanlık meselesi
değildir ki sen bu düşmanlık halini, dostluk haline çevirmeye uğraşsın. Aksine
burada mesele dinî meseledir. Bunlar kendilerinin hak, senin ise batıl üzerinde
ûî-duğuna inanıyorlar. Senin onlara taviz vermen onların tavırlarında onlaıa
destek verme anlamına gelir. Kendi akideleri üzerinde sebat etmelerine vesile
olur. Onlar senin bir taviz verdiğini gördüklerinde yeni yeni tavizler
isteyeceklerdir. Böyle böyle seni en son tavize kadar götüreceklerdir. Ve en
son taviz ise onların dinine girmendir. Onların sana güvenmelerinin tek yolu
dinlerine girmendir. Sonra Cenab-ı Allah meseleyi ana ilkesinden ele alıp
ortaya koymaktadır. Artık burada herhangi bir pazarlığa, şirin görünmeye veya
taviz vermeye yer yoktur. Hak ve hidayet apaçık bir şekilde ilan edilmelidir.
Başkalarına da Allah'ın yolundan başka yol olmadığı, Allah'ın hidayetinden
başka hidsvetin bulunmadığı imajı verilmelidir. îşte izlenmesi gereken yol
Alîah'm gösterdiği yoldur. Böylece insanlar bileceklerdir ki mesele ciddidir
tavır kesindir. Burada herhangi bir geri dönüşe ve tavize yer yoktur. Özel ve
ger.SÎ ilişkilerde ne k,t dar sürtüşmelere, düşmanlıkla ve ayrılıklara neden
olursa olsun bunların değişmesi mümkün değildir. Kur'an'ın üslubu burada bir
daha kesinleşmekte ve daha da netleşmektedir. Peygamber aracılığı ile tslâm
ümmetine kesin bir ifade ile hitap etmektedir ki psikolojik zaaf noktalarına
teslim olduklarında yoldan sapacaklarını ifade etmektedir.
«Eğer onların
arzularına uyarsan» onların senin içinde harekete geçirdiği aldatıcı duygusal
havaya kapılır, onların dilediği şekilde hareket eder, onlarla beraber yürüsen
«sana ilimden gelen gerçekten sonra» senin Hakk üzere, onların da batıl üzere
olduklarını kesin öğrendikten sonrda onların arzularına uyarsan ,
»Allah tarafından ne
bir dost ne de bir yardımcı bulamazsın.»
İnsan Allah'ın
yardımını, himayesini ve desteğini yitirdikten sonra Allah'a karşı kim ona
yardım edebilir, bundan sonra kim onu koruyabilir?
»Kendilerine kitap
verdiklerimiz onu gerçekten okurlar. İşte ona iman edenler de onlardır. Kim de
onu inkar ederse, onlar ziyana uğrayanlardır.»
(Bakara, 121)
Tefsir bilginleri
burada farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu ve benzeri ayetler, de sözü
edilenlerin kimler oldukları konusunda birbirinden ayrı görüşleri esas
almışlardır. Bazılarına göre bunlar Cafer îbn Ebi Taîib ile birlikte
Habeşistan'a hicret edenlerdir. Bazılarına göre Abdullah bin selam ve benzeri
gibi iman eden Yahudilerdir. Bir görüşe göre de bunlar Hz. Muham-med'in
ashabıdır. Burada sözü edilen kitap da Kur'an'dır. Önceki iktgörüşte ise
Meeemau'l-Beyan'da ifade edildiği gibi kitaptan eiHSCih Tevrat olduğu esas
alınmıştır.
Ne var ki biz bu tür
görüşlerin içtihadi yaklaşımlar olduğunu sanıyoruz. Onlar ayetin anlaşılması
ve değerlendirilmesinde îiaklî bilgilere değil, kişisel çıkarımlara ve
değerlendirmelere dayanmaktadırlar, bu görüşleri irdelediğimizde onların bir
nassa dayanmadığını görebiliyoruz. Öyle anlaşılıyor ki burada herhangi belli
bir cemaat kastedilmiş değildir. Özellikle bir grubun üzerinde durulmamıştır,
aksine iman ve küfür konusunda genel ve temel sayılabilecek bir ilkeye dikkat
çekilmistir. Bu ilke kitabı gerçekten okumaktır. Gerçek okuyuş düşünerek,
muhakeme ederek değerlendirerek ve bilinçli bir analayışla hareket ederek
gerçekleştirilen okuyuştur. Okuyuş esnasında kör taassubu değil de gerçeği
ulaşmayı araştırmaktır. Çünkü Allah'ın ayetlerine açılmanın ve onların gerçeği
gösteren delillerine, reddedilmez kesin hükümlerine ulaşmanın bu vesile ile
imana ulaşmanın tek yolu budur.
Buradan anlıyoruz ki
küfür, karşıt bir düşünce halinden kaynaklanmamaktadır, aksine aldırmamazlık ve
vurdumduymazlıktan, bilinçli bir şekilde okumamaktan, sorumluluk bilinciyle
düşünmemekten kaynaklanmaktadır. Bu olumsuz sıfatlara sahip bir insan tassubu,
inadı ve kabalığı esas alır. Bu nedenle uzaktan veya1 yakından gerçeğe açılmaya
yanaşmaz... Kur'an-ı Kerim, kafirlerin hüsrana uğradıklarını ortaya koymakla
yetinmiş onların neden küfre düştüklerinden söz etmemiştir. Çünkü bu, imanın
sebeplerinden söz ederken apaçık ortaya çıkmıştı. Dünya ve ahirette kurtuluş fırsatı
elde etmek için bilinçli bir okuma çizgisinde seyretmenin zorunlu olduğunu
böylece ortaya konmak istenmiştir. Yani küfürlerinin nedeni açıktır. Kitabı
gerçek bir bilinçle okumuyorlar ve gereğini yapmıyorlardı.
«Ey îsrailoğulları,
size verdiğim nimeti ve sizi alemlere üstün kılmış olduğumu hatırlayın ve şu
günden sakının ki kimse kimsedan yana bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul
edilmez, hiç kimseye şefaat fayda verniez bir taraftan yardım da görmezler.
(Bakara, 122-123)
Bu iki ayet daha önce
geçmişti ve biz orada bunların yorumunu yapmıştık. Onların tekrar
zikredilmesinde önceki sorunun aynısı sebep olmuştur. AçıW olan odur ki
Kur'an'm onlarla giriştiği bu konuşma, onlara Allah'a verdikleri sözü ve
Allah'ın nimetlerini hatırlatmayı amaçlıyordu. Onca nimetlere karşı
sorumluluklarını takınıp peygamberin çağrısına katılmaları
ve İslâm yoluna girmeleri gerektiğini vurgulamakta,
arka arkaya dizilen ayetler onlara verilen nimetlerin bir bir gözden geçirilişi
onların doğru yoldan nasıl saptıklarının ortaya konmasının niteliğindedir.
Böylece onların gönülden sorumluluklarının bilincine varmaları, hareketle dolu
uzun tarihi gözlerinin Önüne getirmeleri ve engin bir bilinç ile
sorumluluklarını hatırlatmayı hedef alıyordu. Pek tabidir ki bu bölümün yukarıdaki
ifadelerle sona ermiş olması onların bilincini harekete geçirmede ve bu hedefe
doğru yönlendirmede önemli bir etken oluşturuyordu. Ayetlerinin gerçek
anlamlarını en iyi bilene Yüce Allah'tır.
[171]
Bismillahirrahmanirrahim
«Bir zaman Rabbi
İbrahim'i birtakım, kelimelerle sınamış, bunları tamamlayınca da: «Ben seni
insanlara iman (önder) yapacağım.» demişti, ibrahim: «Soyumdan da (imamlar yap)
ya Rabbi!..» dedi. Rabbi de: «Ahdim zalimlere erişmez!-» buyurdu».
(Bakara: 124)
Bakara suresinin bu
dersinde konu, risaletinde ve Beyt'ül-Harann yükseltmesinde İbrahim'in
kişiliğinden bazı canlı yönleri çevreliyor ve buradan hareketle bazı detaylı
şer'i sorunlara uzanıyor.
İbrahim'in Kur'an'in.
tasvir ettiği kişiliğinde ruhunu doldurup, donatan ve hayatını
hareketlendiren, ruhi melekelerden kişisel sıfatlara, ayırıcı bir tabiatla
karşılaşıyoruz. Yine bu ayırıcı tabiat, gerek oğlunu Allah yolunda kesip
kurban etmesi olayında karşı karşıya kaldığı imtihanda ve bahası karşısındaki
konumunda, gerekse kavmine ve zamanının azgınlarına karşı verdiği mücadelede
olduğu gibi zorluk ve "bu zorluklara göğüs germenin zirvesinde yer alan,
çetin şartlarda Allah'a mutlak teslim, oluşunda, temsil olunan risalete ve
imana ilişkin konumlarında da kendini göstermektedir. O, bu ayırıcı tabiatı,
bu konumlardan
herhangi birinde zayıflık, zorlanma ya da zorluk gösterişlerinden herhangi
birini hissetmeden, yakınmadan kuşanmıştır. O, bu şerefli mücadeleyi önemli
görev ve bunun gerektirdiği sorumlulukla pekişip, bunlarla birlikte kuvvet ve
ihlas içersinde aşk:, huzur ve hayat ile feyizlenip kabaran Allah'a olan o
yüce imanın derinliklerini hedefleyen, bir ruhi yönelim ile sürdürmüş ve başa
çıkarmıştır. Her söz ve konumda ayrılmamacısı-na kuşanmıştır bu teçhizatı. Öyle
ki, onda zorluk, katılık ve tehlikeliliğin bütün şiddeti ile hakim olduğu konumlarda
bile, bu imanı havadan herhangi bir uzaklaşma veya herhangi bir şekilde
Allah'tan gaflet göremezsiniz. Aksine buradan oraya, bütün yaratılış
görünümlerinden varlığın bütün "sırlarına varıncaya kadar, kalbin, ruhun,
dilin, fikrin, bilinç ve vicdanın derinliklerine nüfuz eden, Allah'a bağlı bir
gözün varlığını yanında hisseden, devamlı bir huzurda bulunduğunun
şuurundadır.
îşte her zaman ve
mekanda çalışan, İslam davetçile-ri, O'nun şahsiyetinin karakterlerinden oluşan
bu güzel havadan, risalete ilişkin manevi huzurdan, sis ve pus içersinde
kaybolmuş sufî bir baygınlık değil, Allah'ın mutlak varlığı içersine
gömülmenin açıK ruhi huzurunu peygamberi bir davet örneğini, ilham
alabilirler.
Kabul etmeliyiz ki,
İbrahim Peygamberin kişiliği, iman, huzur ve safa ile dolup taşan peygamberi
ruhi yapıların içersinde yegâne Örnek değildir. Fakat ne var ki, Kur'an, O'nun
aynı şiar içersinde çeşitli alanlara yayılan, temiz ve yüce kişiliğinin değişik
karakterlerini pekiştirerek anlattığı gibi, hiçbir.Peygamberi anlatmamıştır.
Böyle olunca biz tefsirin gelişinden Kur'an'ın bu tanıtımıyla O'nun kendi
nefsi, kavmi ve Rabbi ile olanrdiyaloğundaki ediyoruz. Böylece Kur'an'ın, O'nun
hayat hikayescinden geniş bir alam söz konusu ettiğim görüyoruz. Yine bunun
yanında büjtün söylediklerinden hareketle İbrahim'in
kişisel özellikleri sergilenmek istenmiş de
olmayabilir. Belki de bazı sözler, risalet üsluplarından bir üslupla işlenmiş
ve İbrahim Peygamber ile Rabbi arasındaki bu diyalog yoluyla temelli bir
düşünce olayı arzedilmek istenmiştir. Fakat, yine de şu veya bu üslupla
söylenmiş, çeşitli kelimeler, ruha değişik ilhamlar vermek imkanından uzak
değillerdir. Çünkü kelimelerin ve üslupların; ard-arda dizilen kelimelerin
lügat anlamlan veya üslupların edebi kuralları içersinde kaybolmayacak bir
ruhları vardır. Aksine bünyesinde değişik ilham ve anlamlan barındıran bu ruh,
sözü söyleyen ve üslubu hareketlendirip ona kendi kıvraklığını, dikkat ve
engebesini veren, ruhun derinliklerinden kaynaklanır.
Yine de İbrahim
Peygamberin böyle ayırıcı vasıflarla anılması, O'nun kendisinden sonraki
peygamberlere karşı, nisbi babalık konumundan olmasından ve —İbrahim
FeygamlUeruT^Kendi şahsı ve risaleti ile aynHığı— kendinden sonraki risaletlere
ilişkin manevi babalık konumunda bulunmasından dolayı olabilir. Bu bağlamda,
en belirgin iz de, bütün dinlerin tabileriniJâr yandan sıcak şiarları, diğer
yandanTimani kudsiyeti ile pekişen kişilik ve şuuruna bağlayan semavi bağdır.
Bundan başka, O'nun risaletinîn Kur'an-ı Kerim'iif 'nafâettiği ayrıntılarında,
ri-saletlerin kavramlar ve hükümler açısından sınırlamalara götüren tarihsel
dönemlerin gösterdikleri değişikliklerle ilişkili olarak arzettikleri
ayrıntılar hususunda diğer risaletlerle herhangi bir aynlık da göremiyoruz. Bu
durumda O'nun bir yandan rişaletlerin, diğer yandan da peygamberlerin
karşılaşıp kesiştikleri bir merkezi kavşals: olarak kabul edilmesi, dolayısıyla
kişiliğinin pekiştirilmiş ifadelerle anılmasına bir neden olabilir. Bu itibarla
O'nun risaleti diğer Peygamberlerin tabileri arasında zuhur edecek ihtilaf
nokta*annda bir hakem olarak da, kabul edilebilir. Tıpkı O'nun kişiliğinin
Peygamberlerin kişilikleri üzerine ortaya
atılacak tartışmalarda muvahhid bir örnek teşkil edebileceği gibi...
Bütün bu
açıklamalardan sonra, herhalükarda bütün konumları, üslupları (yöntemleri) ve
kesin inancı ile o güzel İslami şahsiyeti kendi içimizde gerçekleştirmek yolunda,
faydalanmak üzere bu büyük Peygamberin, bir
uzay genişliğindeki kişiliğinin derinlerine uzanmak ihti- yacıni
şiddetle hissettiğimizi söyleyebîlrîz.
f^ Bir de bu ayette İbrahim Peygamberle, risalet ve Önderliği yüklenmek için kullanacağı büyük
güçlerden ne kadarma sahip olduğunun
açığa çıkması için sınama ve imtihana
tabi tutulan bir insan konumunda karşılaşıyoruz. Bununla beraber Kur'an-ı
Kerim'in imtihan vesilesi olan «kelimeleri» topluca ve kapalı bir ifade ile
zikrettiğini, bu kelimeler; hakkında ayrıntılı açıklamalar yapmadığını
görüyoruz. Bu kelimelerin tamamlandığım açıkça belirtmekle beraber bunları
İbrahim'in mi, Allah'ın mı, tamamladığım da izah etmemiştir. Çünkü ayetteki «tamamladı»
fiili içersindeki gizli faili (özneyi) gösteren zamirin, her iki zâta da raci
olması muhtemeldir. Yine bu tamamlamanın nasıl olduğunu; İbrahim'in içinde ve
fikrinde mi, yoksa hayatın yaşayan gerçekleri arasındaki tatbikiyle mi,
tamamlandığım açıklamamıştır. Çünkü ayrıntıların değişmesi esas meseleyi
değiştirmez. Çünkü Kur'an-ı Kerim burada ilahi bir imtihandan ve bir yeterlik
Ölçümünden bahsetmek istemiştir; pratik ayrıntılardan değil. Gerçekten bilmek
ihtiyacında olduğumuz da meselenin bu boyutudur; Konuya ilişkin pratik ayrıntılara
gelince, ancak İbrahim Peygamberin döneminde yaşamış olan mü'minler bunları
bilme ihtiyacını duyabilir. Çünkü böyle ayrıntılar onların hayattaki fikri ve
ameli plân ve programlan ile ilgili olabilir. Onların peygamberlerinin:
kendilerini çağırdığı hüküm ve ilkeleri bilmeleri elbette gereklidir.
Yine bu ayeti kerimeden,
İbrajıim Peygamberin kelimeleri tamamladığında ya da Allah'ın kendisi için bu
kelimeleri tamamladığında, meselenin tabiatını idrak edip kavradığını, bundan
dolayı kalbinin mutmain olduğunu, ve imtihanı basan ile geçtiğini anlıyoruz.
Çünkü Allah Teala'mn «Ben seni insanlara imam (önder) yapacağım!» ilahi, vaadi
karşısında irkilip heyecana kapılmadığını, yeni bir mesuliyetle
karşılaşmışcasma ani bir tepki göstermediğini, sakin ve kararlı':bir eda ile
bu ilahi vaadin geleceğine kafa yorduğunu; bunun zaman,, mekan ve kendisinin
şahsı ile sınırlı bir mesele süreci ile kısıtlı vaadlerden mi, yoksa çağlar
boyunca sürüp kendisinin zürri-yetini de uzamına alacak zaman, mekan ve-
şahıslar bakımından geniş kapsamlı vaadlerden mi olduğu üzerinde düşündüğünü
ve bu yönlü bir tepki ile «Soyumdan da (mı) ya Rabbi?!» diyerek kendisine nasip
olan her iyi şeyi zürriyeti için de isteyen ve bu kortuda güvenlik hisleri
ile davranan insan tabiatının gerektirdiği üzere böyle bir soru cümlesi ile
dilektö bulunduğunu görüyoruz. Herhangi bir zaman ve mekanda yine herhangi, bir
insana böyle bir vadin verilmesini nedenleyen risalet kuralını sınırlandıran,
kaygılardan, hareket eden cevap kesindi. Çünkü mesele, kralların ve soylarının
durumunda olduğu gibi, şahsa ilişkin şahinş ahi bir imtiyaz veya şahsi
bir'ikram meselesi değildi. Aksine, bu bütün düşünce ve yaşayışları ile
insanların hayatına; gerçekleştirilmesini istediği düzenlemeler ve tedbirlerle
Allah'ın yeryüzündeki hilafetine, gönderdiği vahiy ve kurduğu ruhaniyet ile
bir de tek olan Allah'a kulluğa ilişkin, bir risalet sorum-:-, lulüğu meselesi
idi. Bunun, için bu risalet sorumluluğu^-, nu taşıyacak olan insanın istikamet,
davet ve risaletin genel çizgisi ile iç içe ruhi, fikri ve ameli bir yeterliğe
sahip olması kaçınılmaz bir zorunluluktur. İşte bu vaad, Al- > lah'ın
insanlık, adalet üzere, ayakta dursun diye kendi nefislerinde adalet çizgisi
île iç içe yaşayan salih kullarına verdiği bir vaaddir. Allah'ın bu vaadi de
kendilerinden üsttekilere .Allah'a, Rasulüne ve kendilerinden olan ulü-lemre
-Çev.) isyan, kendilerinden alttakilere haksızlık etmek suretiyle zulmeden,
toplumda zulmü ve zulmeti ya-yayıp, bütün bu yaptıklarında kendi nefislerine de
zulmetmiş olan zalimlere erişmeyecektir. Böylece Allahu Teala'nın «Vaadim
zalimlere erişmez!»şeklindeki kapsamlı cevabı bütün risaletlere ve resullere
ameli bir düstur olmuştur.
[172]
1 —
Allah'ın
kullarına yönelttiği emir ve yasaklarla, bütün imtihanlar ile bilgi edinmek
için yapılan bir sınama kastedilmemektedir. Çünkü Allah, kullarının düşeceği
bütün durumları ve onlardan sadır olacak her şeyi bilendir. Bundan dolayı
bilgi edinmek için herhangi bir araca muhtaç değildir. Aksine böyle bir
imtihandan istenen, leh veya aleyhine beşer nazarında da açık bir delil olması
için Allah'ın zaten her^&yi kuşatan sınırsız ilmi ile bildiği durumun açığa
çıkarılmasıdır. Allah, kullarına yapacağı ikramları da bu açık delillere
dayandırmak istemektedir. O'nun İbrahim Peygambere uyguladığı imtihan da bu
kabildendir.
2 —
Müfessirler, Kur'an'ın kapalı olarak bıraktığı kelimelerin anlamları hakkındaki
rivayetlerin değişik olmasına bağlı olarak, bu kelimelerin anlamlan üzerine
de- . ğişik yorumlar ve görüşler ileri sürmüşlerdir. Ehlibeyt imamlarından biri
olan İmam Caferi Sadık'tan rivayet olunan bazı haberlere göre: Allah, İbrahim
Peygamberi oğlu İsmail'i Allah yolunda boğazlayarak, kurban etmesi
hususunda, rüya yoluyla imtihan ettiğinde, İbrahim Peygamber
bu imtihana boyun eğmiş, bu işi sonuna kadar götürmeye azmederek Allah'ın
emrine tereddütsüz teslim olmuş ve emri uygulamaya geçmişti. Allah da azmetmekle
«kelimeleri» tamamlamış olan İbrahim'e Allah'ın emrini yerine getirerek,
sadakatini açığa vurmasında ifade-sini bulan bu iyi davranışa müsbet bir
karşılık olarak: «Ben seni insanlara imam (önder) yapacağım.» demiş ve
arkasından kendisine tertemiz «Hanif Dinini» indirmiştir. Bu haber, ayetin
muhteva ve mefhumunun da ilham ettiği gibi, bizi imametin, peygamberlik konumu
karşısındaki tefsiri üzerinde düşünmeye sevkediyor. Çünkü, Al-lahu Teala'mn
İbrahim Peygamberi Allah yolunda oğlunu boğazlaması konusunda imtihan etmesi
olayı, İbrahim' in peygamberlikle yüklenmesinden sonra vaki olmuştur. Çünkü,
Allah İsmail'i O'na Ömrünün son döneminde vermiştir. Kur'm-ı Kerim'de
ümitsizliğe düştükten sonra meleklerin kendisini İsmail ve kardeşi (îshak) ile
müjde-leyişini naklederken olayı böyle anlatmaktadır. Bu noktada imametin, hu
hadise ile bir noktada kesişip, bütünleşen başka bir tefsiri ile karşı
karşıyayız:
3 — İmametin
iki anlamı vardır. Birincisi; kelimenin lügat anlamının işaret ettiği
anlamdır. Bu da söz ve eylemlerinde kendisine tabi olunan insan demektir. İkincisi
îse; ümmetin işlerini yürüten, politikalarını belirleyen, onları yönetip
yönlendiren, canilerini terbiye edip amirlerini tayin eden, hak edenlere
had'lerle öngörülen cezalan uygulayan, ümmete karşı tuzaklar kurup düşmanlık
güden saldırganlara karşı savaşan ve bundan başka tam bir otoriteye ilişkin
diğer bütün plan ve uygulamakları gerçekleştiren otorite sahibi insan
anlamındadır. İmamet teriminin birinci anlamı ile bütün peygamberlerden herbirihin
imam olduğu kaçınılmazdır. İkinci anlama gelince, her peygamberin imam olması
gerekmez. Çünkü sadece canileri terbiye, düşmanlarla savaş, elini savunmak ve
kafirlere karsı cihad etmekle memur da olabilir. İşte Allah Subhanehu,
İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan ettiğinde, O da bunları tamamlayınca bu
iyi sonuca müs-bet bir karşılık, bir mükafat olarak kendisini imam
yap-,,nuştır. Mecma-ül Beyan'm sahibinin zikrettiği yorum, bu yöndedir. v
Bu haberin,
peygamberlik rolü ve hatta «ulülazm-azim sahibi» unvanını taşıyan
Peygamberlerin rollerine ilişkin haberlerle de bir ilişkisi vardır. Yani aynı
haber, Peygamberlerin rolünün yalnızca bir tebliğden ibaret mi olduğu, yoksa
uygulamaya da mı, uzandığı konusunu gündeme getiren haberlerle de ilişkilidir.
Kur'an ayetlerini takip ederken aklımızdan geçeceği gibi, insanların hayatındaki
peygamberi rol, tebliğ ve uygulamayı birlikte kapsamaktadır. Çünkü
peygamberliklerin görevi, alemi ye inşam düzen ve gidişatında Allah'ın istediği
Surette değiş--tirmektir. Bu yaklaşımla, peygamberin doğrudan ya ela dolaylı
bir yolla, bu değiştirme operasyonunun uygulayıcı lideri olması gayet
tabiidir. Çünkü O, taşıdığı ve değiştirme operasyonuna, bir temel olarak
tebliğ ettiği ri-salet yapısı dolayısı ile, bu değiştin^e operasyonunun ayrıntılarına
açık olan, o büyük yapıya sahip olan tek insandır.
Yine
peygamberliklerin, insan hayatındaki rolünü anlatan Kur'an ayetlerini takip
ettiğimizde, bu suret daha açık bir şekilde önümüze serilecektir. Bu da,
birkaç ayetin mütalaası ile mümkündür:
«İnsanlar bir tek
ümmet îdi. jâII&ı, Peygamberleri mü/de-leyiciler ve uyarıcılar olarak
gönderdi ve onlarla beraber - ay-rthğa düştükleri hususlarda hükmetmek üzere -
içinde gerçeği taşıyan kitabı indirdi...».
(Bakara: 213)
«Andolsun biz,
rasullerimizi açık delillerle gönderdik ve onlarla beraber, kitabı ve Ölçüyü
indirdik ki, insanlar adaleti ayakta tutsunlar, adalet üzere ayakta
dursunlar..»
(Hâdid: 25)
«Ey Davudi biz seni
yeryüzünde halife yaptık. Sen de, insanlar, arasında, hak ile hükmet...'».
(Sâd: 26)
Bu ayetler ışığında,
insanların adaleti ayakta tutmaları, insanlar arasında hak ile hükmetmek ve
gerçekler ışığında ayrılık ve anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak için ayrılığa
düştükleri husurlarda, insanlar arasında hükmetmek gibi fonksiyonların ameli
bir hareket ve fiili bir uygulamadan uzak, soyut bir tebliğ ile
gerçekleştirilemeyeceği ve yine ayette; peygamberlik anlamında da anılan
halifeliğin, pratik hayat içersinde ameli bir boyutunun da zorunlu olduğu, açık
seçik göz önündedir.
îmam Kelimesinin.
Kur'an'i Karşılığı: . .
.
4 — îmam
kelimesinin Kur'an-ı Kerim'deM mülahazası, Ö'na Allahu Teala'mn peygamberleri
anlatırken ve onları imamlar olarak vasfederken ki, peygamberlik anlamı ile
müradif bir anlam vermektedir. Öyle ki, bu anlatımlarda iki kelime, risalet
hareketinde bir görevi belirtmek üzere tek vücut olmuştur sanki. Şu ayetlerde
bu hususu ayan beyan görüyoruz:
«.Onları, emrimizle
doğru yolu gösteren, imamlar (önderler) yaptık ve onlara hayırlı (iyi} işler
yapmayı, namaz kılmayı ve zekat vermeyi vakyettik. Onlar bize kulluk eden
(insan)lar-
(Enbiya: 73) «Andolsun
biz, Musa'ya kitabı vermiştik. Saktn Onun karşılaşmasından şüpheye düşme. O'nu
îsrailoğullartna, doğru yolu gösterici bir hidayet rehberi yaptık.».
(Secde: 23)
«Sabrettikleri ve
ayetlerimize kesin olarak inandıkları zaman, onların içinden, bizim emrimizle
doğru yola ileten imamlar yaptık.» (Secde: 24)
Bundan, imamet
kelimesinin söz ve eylemleri ile önderlik anlamının ifade edilmek istendiğini
çıkarabiliriz. Bu anlam da, her iki ayette «bizim emrimizle doğru yola ileten»
ibaresi ile imametin tebliğ boyutunu, ikinci ayette de «sabrettikleri zaman»
ibaresi ile, zorluklara sebatla göğüs germek, sorumluluk ve fiili önderlik
hususiyetlerini temsil eden, karizmatik önderlik şahsiyeti boyutunu
kapsamaktadır.
Bu madde aynı zamanda,
tefsirini yapmaya çalıştığımız ayetle bir bakıma çok yakın bir İlişki
içersindedir. Çünkü, Allah'ın imtihanının hemen arkasından «insanlara imam
yapma» olayını getirmektedir. Böylelikle de, imametin, peygamberliğin
tabiatıile aynı çizgide ve iç içe olduğunu pekiştirmiş oluyor. Allahu
Teala'nin «Onlara hayırlı (iyi) işler yapmayı ... vahye^tık» sözü ile buna vahyin
de katılması yine buna işarettir. Böylece imamet, hayattaki peygamberlik
hareketi için bir vasıf olmaktadır. Bu da, peygamberin sahip olduğu kişiliğin
tabiatı do-ayısıyladır. Bu tabiat O'nu, kendi nefsinde bir önder rizmasma
kavuşturmuştur. Sözlerinde ve eylemlerinde kendisine uyulmakla da, bu ilahi
tevcihi insanlara ulaştıracaktır. Diğer anlamı ile imamete gelince; ayette
kelam ilminde anılan ayrıntıları ile istifade edebileceğimiz herhangi bir
temele rastlayamıyoruz. Fakat üçüncü maddede değindiğimiz gibi, Peygambere
yüklenen görevin tabiatından hareketle bu türden ayrıntılara da ulaşabiliriz.
Burada İbrahim'e verilen imametin, geniş anlamı ile Peygamberliğe karşılık
olduğu düşüncesini de pekiştirebili-riz. İbrahim'in «bu imtiyazın zürriyetjne
de verilip verilmeyeceği» yolundaki dua ile birlikte gelen sorusu, bize bu
düşünceyi pekiştirmede yardımcı olabilir. Çünkü, İbrahim'in bu sorusunda,
Allah'ın kendisine bağışlamış olduğu, Peygamberlik nimetini kasdettiği
açıktır. Bu açıklığı da, Allah'ın «vaadinin zalimlere erişmeyeceği» yolundaki
cevabı getirmektedir. Çünkü bu vaad, tabirinin genellikle Peygamberlik için
kullanıldığını, bunun Allah'ın Rasul ve Peygamberlerine bir vadi olduğunu
görüyoruz.
5 — Ehl-i
beyt imamlarından, imamet aşamasının peygamberlik aşamasından daha sonra
geldiğini, te'Md eden, bazı haberler de varid olmuştur. «el-Kâfî» kitabında
Cabir'in İmam Ebu Cafer Muhammed Bakır'dan şu haberi rivayet ettiği
kaydedilmiştir:
«Allahu Teala,
İbrahim'i Peygamber edinmeden önce kul, rasul edinmeden önce Peygamber, halil
(dost) edinmeden önce rasul, imam edinmeden önce halil edindi. İbrahim de bu
derecenin gözündeki büyüklüğünden dolayı: «hürriyetimden de (mi) ya Rabbi?!..»
dedi. Allahu Teala'da:
«Vaadim zalimlere
erişmez!»
buyurdu.» Aynı haberi
Zeyd eş-Şehnam da, îmam Caferi Sadık'tan rivayet etmiştir.
Sahih olduklarına kani
olduktan sonra, bu haberler üzerinde daha çok düşünmek ihtiyacı hissedebiliriz.
Evvelemirde îju haberlerin, İbrahim Aleyhisselama verilen sıfatlar arasında,
dereceli bir üstünlük sıralamasının mevcut olduğu esasım işlediklerini
düşünebiliriz. Ayrıca bundân İbrahim'in şahsında, şahsiyetin boyutlarının
çeşitlenmesi de kastedilmiş olabilir, Allah'ın, İbrahim'e vermiş olduğu
lütuflar ve O'nun hayatındaki ruhi, anlamlara uzanmaktan kaynaklanan
imtiyazlar da, bu kabilden olarak alınabilir. Bu düşünce ışığında, anılan;
vasıflar arasındaki dereceli üstünlüğün, bu vasıflardan bazısının gerçekleşmesini,
diğer bazısının varlığına dayandıran bir ilişkinin tabiatından hareket ettiği
de düşünülebilir., Ayrıca, bu türden bir düşünüşte, bu olayın işleyişi için
anılan aşamalar arasında herhangi bir zaman aralığının bulunması da, zorunlu
değildir. BelM de, İbrahim'in zihnindeki imametin azameti, kendisinin fiilen
ulaşmış olduğu konumun, ne kadar da büyük bir konum olduğunu hissetmesinden
kaynaklanmıştı. Çünkü Q, bütün sözlerinde ve eylemlerinde, kendisine tabii
olunmak üzere insanlara imam kılınmıştı. Çünkü artık O, insanların inandıkları
değerlere doğru, kendisi aracılığı ile hareket ettikleri, temeli temsil eder
olmuştu. Onun hayatı» hayatın ruhi değeri için nihai bir örnek oluvermişti
artık.., Kendi içkideki anlamıyla imamet de, Peygamberlikten bu çizgi ile
ayrılıyordu. Çünkü peygamberlik, davet için vahiy ve rislet temeli üzerinde bir
başlangıç noktası sayılırken; imamet, söz ve eylemlerde tabi olunmak için
sahip olduğu fikri, ruhi ve ameli güçler temeli üzerinde bir kaide olarak kabul
edilir. Öy-leM, Peygamberlik Peygamber olan kişi için sanki dışardan gelen bir
sıfattır. Fakat imamet, içindeki gizli anlamlardan kaynaklanan ve kişinin
kendisine bağlı, yani kişinin kendinden bir sıfattır.
Burada, İbrahim'in
geçirdiği imtihanı, oğlu İsmail'i Allah yolunda boğazlaması olayı ile tefsir
eden rivayetlerin delalet ettiği bağlamda, İbrahim'in, Peygamberlikten sonra
gelen imametinin anlamım çıkarmaya çalışırken, ihtimal verdiğimiz başka bir
yaklaşım daha var. Bu da İbrahim'in imametinin, diğer Peygamberlerin ki gibi
kendi zamanı île sınırlı olmadığı, aksine bunun diğer
Peygamberlerin yaşadığı —İbrahim'den sonraki— taribi dönemlere de geçen bir
imamet olduğudur. Hatta kendisinden sonra gelen şeriatlar bile İbrahim'i
şeriatın tabiatına dayalı bir tabiata sahip olmuşlardır. Bu durumu, şu ayeti
kerimenin vahyinden gayet açık bir şekilde algılayabiliriz:
«Kendisinden sonra
gelenler arasında O'na iyî bir yer ayırdık, (ilerde gelecek nesiller);
«.İbrahim'e selam olsun...» (diyeceklerdi)... İşte biz güzel davrananları
böyle mükafatlandırınız». (Sâffât: 108-109-110)
Özellikle bu düşünce
ve yaklaşımla imamet, Peygamberin' hayatındaki canlı sıfat olarak, kabul
edilmektedir. Çünkü, Peygamberlik ve risalet, Allah'ın ona yüklediği görevden
kaynaklanırken, imamet; kendisini yol gösteren bir rehber edinmek ve bu
somutlaşmış imani temelden kaynaklanmak isteyenler için, bir yol gösterici
rehber ve somut bir imanî temel olarak görülmesi yönünden kaynaklanmaktadır!
Böylece, bununla imametin nasıl olup da, hayattaki uygulamalı stratejilerinde
görülen güçleri ve melekeleri ile anılan bir Peygamber için, Peygamberlikten
daha ileride geldiği, yani üstünlük derecesi bakımından daha üstün olduğu
açığa çıkmış oluyor... Tabii ki, hükümlerinin ve ayetlerinin hakikatlerini
Allah bilir. Bize düşen ise, bu hakikatlere bir nebze oksun yaklaşabilmek
için, mümkün olan ihtimallere değin-; mekten başka bir şey değildir.
Bu ayetten ilham alıp
öğrendiklerimize gelince, bur radan çıkaracağımız iki esaslı mesele vardır:
[173]
1— Şüphesiz
sorumluluk bir yeterlik imtihanından ve sınanmadan geçmeden verilmez. Hele
özellikle de bu sorumluluk, yaşadığı dönem ve geleceği ile bir ümmetin
değiştirilmesi iddiasını taşıyan bir işe ilişkin ise, kesinlikle genel
kanaatler veya şahsi değeniler ve öznel değerler temeline dayandırılamaz.
Sözlerinde ve
eylemlerinde kendisine tabi olunacak bir insana, böyle bir sorumluluk ihlas,
hayatî gidişat, tavırlar, davranışlar ve ilişkiler alanlarındaki yeterliği
tes-bit edilmeden önce verilemez... Çünkü liderlik demek, lider kişinin,
insanların yöneldiği yönünü ve toplumun hareket ettiği temeli temsil etmesi
demektir. Böyle önemli bir rolün ve sorumluluğun verilmesi de, uzunca bir imtihandan
ve sunmadan geçirilmeden nasıl mümkün olabilir?!..[174]
2 — Ümmetin
işlerini yönetip* yönlendirenler, kendi hayatlarında zulüm sıfatından uzak bir
düzeyde olmak zorunluluğundadırlar. Çünkü kendi hayatında zulmü yaşayan bir
insan, zulmü insanların hayatından kaldırma
t^savaşmda ondan uzak
olamaz. Ehl-i beyt imamlarından, bu ayetle ilgili olarak gelen haberlere göre
hilafet, bu makama gelmeden önce bile ma'siyet ve küfür ile kendi kendilerine zulmetmiş olanlar
için imkansızdır. Çünkü bu sorumluluk
meselesi, şahsın içinde bulunduğu hal ile birlikte şahsiyetin derin tarihi ile
sıkı sıkıya bağlantılıdır. , Şia kelam alimleri, kelma ve tefsir kitaplarında
bu mesele çevresinde", çok şeyler sergilemişlerdir. Düşünen insanlar bu
kaynaklara müracaat etsinler. Velhamdü Liİlahi Rabbil Alemin...
[175]
«Biz, Beyt'i (Allah'ın
evi Ka'beyi) insanlar için sevap kazanılacak bir toplantı ve güven yeri
yaptık. Siz de, ibrahim'in makamından bir namazgah edinin (orada namaz, kılın).
Biz, İbrahim ve İsmail'e: «Tavaf edenler, itikafa girip, ibadete kapananlar,
rükû ve secde edenler için Beyt'imizi temiz tutun.» diye emretmiştik. İbrahim
de: «Ya Rabbi... Bu şehri güvenli bir şehir, yap ve halkından Allah'a ve ahiret
gününe inananları çeşitli ürünlerle rızıklandır.» demişti (Alemlerin Rabbi
Allah da:) «Allah'ı ye ahiret gününü inkar edeni dahi az bir süre geçindirir,
sonra cehennem azabına mecbur ederim. Orası sonunda varılacak bir yer olarak
ne kötü bir şeydir!» buyurdu.».
(Bakara: 125-126)
«İbrahim, İsmail île
beraber Beyt'in temellerini yükselti-* yor ve: «Rabbimiz... Bizden kabul buyur.
Şüphesiz sen işitensin, bilensin... Rabbimiz... Sizi sana testim olanlardan
kıl. Neslimizden de sana teslim olan bir ümmet çıkar.,Bize ibadet yerlerimizi
göster... Tevbelerimizi kabul buyur. Zira, tevbeleri kabul eden ve çok
merhametli olan.ancak sensin. Rabbimiz... Onlara kendi içlerinden, kendilerine
senin ayetlerini okuyacak, onlara kitabı ve hikmeti öğretecek, onları
temizleyip (kötülüklerden) arındıracak bir rasul gönder. Her şeye üstün gelen
(Azîz) ve her şeyi yerli yerince yapan (Hakim) yalnız sensin.» dîye dua
ediyorlardı».
.
(Baikara: 127-128-129)
Kur'an-ı Kerim burada,
dinî; tarihin bir yönüyle Peygamberliklerin hikayesi yanına ilişkin yeni bir
hikaye ile yine İbrahim Peygamberi anlatıyor. Bu hikaye, İslam'ın geniş
evrensel uzanımın İbrahim'in geleceğe uzanan şahsiyeti ile ilişkisini kuruyor
bir bakıma. Bu, Allah'ın Beyt'i «Ka'betül-Haram»ın bina edilmesinin hikayesidir.
Allah, bu Bey'in insanların ona yönelip 3>uklaşıp sevap kazanacakları,
İçersinde kendilerini Allah'ın huzurunda birbirlerine bağlayan bir ruhi birlik
şuuru ile yaşayacakları, 'Allah'ın kulluğun içli hisleri ile ve bütün bunları
yaparken duyacakları canlı bir imani düşüncenin ilhamı içersinde- tavaf
edecekleri manevi bîr merkez olmasını istemiştir. O Beyt'İ bu hislerle tavaf
edenler bundan bütün hayatlarında da Allah'ın kelimeleri, O'nun ilkeleri ve kavramları
çevresinde tavaf etmeleri gerektiğini ilham alacaklar ve onun gölgesinde,
—Allah'ın kendi şeriatlerin-de Peygamberlerine vahyettiği gibi— bu Beyt için
ayırıcı bir tabiat olmasını istediği güvenliği hissedeceklerdir. Haddizatında
meşru olan hallerde bile orada insanlara saldırmanın ve eziyet etmenin haram
kılınması bu güvenliği sağlayan temellerdendir. Ehli-beyt imamlarından rivayet
olunan bazı haberlerde varid olduğu üzere, cinayetin bizzat Mekkede işlenmiş
olması müstesna, canilere hakettikleri had'ler bile Mekke'de uygulanmaz. Çünkü
Allah, bu Beyti insanların kendilerini burada buluşmaktan alıkoyacak herhangi
bir korku veya tedirginlik hissetmeden toplanacakları bir barış ve güvenlik
merkezi yapmak istemiştir. Bundan başka, peygamberi İbrahim' in bu Beyt'i bina
etmek yolunda sarfettiği çabayı ve Rab-bine karşı gösterdiği derin samimiyeti
mükafatlandırmak istemiş ve O'nun imanının anısını ölümsüzleştirmek, gizlide
ve açıkta Rabbîne karşı gösterdiği samimiyetini ve O'nun kendisinden
istediklerini müsbet bir şekilde gerçekleştirerek arzettiği icabetini takdir
ve övgü ile selamlamak amacıyla insanlara İbrahim'in makamından bir namaz,
yeri edinip orada namaz kılmalarını ferman buyurmuştur. Bu kadarı da bütünüyle
meselenin bir yönüdür... Bir başka yönden de insanların İbrahim'in bütün yüce
ruhi anlamları kapsayan uzayımsı liderliğinin geniş uzamında yaşamalarım,
böylece güçlü bir ruhi etkilesin1 me~ kanizması içersinde namazlarının O'nun
namazı ile, dualarının O'nun duası, davetlerinin O'nun daveti, Allah'a
yalvarıp yakarmalarının O'nun yakarışları ile, şeytanın hizbini
lanetlemelerinin O'nun lanetleyişi ile imtizaç etmesini murad etmiştir. Sonra
Allah, İbrahim'e ve oğlu İsmail'e bu Beyt'i, onu tavaf eden, içersinde itifaka
girip Allah'a ibadete kapılan, rükû ve secdeye kapanarak O'nun rızası için
namaz kılan, aynı titizlikle maddi ve manevi pisliklerden arınmak maksadıyla
onun manivi derinliklerine sığman insanların maddi ve manevi balamdan tertemiz
bir ruhi ortamda yaşayabilmeleri için, gerek içersine yerleştirilmesi muhtemel
putçuluk ve şirk unsurlarından, gerekse çeşitli pislik ve necaset
unsurlarından, her türlü kirden uzak, tertemiz tutmalarını emretti.
İnsan, Allah'ın
Beyt'inin bütün pisliklerinden temiz tutulmasını, Beyt'in bu esas üzere bina
edilmesi, yapıldıktan sonra temiz tutulması değil de binanın bu vasıfla
yapılması şeklinde anlayabilir. Zaman zaman böyle bir yanılgıya kapılarak
aykırı düşünceler de ortaya atılmaktadır. Çünkü ayetin zahirinden de
anlaşıldığı üzere Bey-tullah'ı bina edenler. İbrahim ve İsmail'dir...
Daha sonra Kur'an-ı
Kerim, İbrahim'in geleceğe yönelik düşüncelerini ya da düşüncelerinin geleceğe
olan uzantılarını önümüze seriyor: İbrahim yaptığı bu işin Ka' be ile temsil
olunan bir ruhani bina olarak kalmasını istemiyor, aksine bu yapının İslam
için beşeri bir merkez olacak geniş bir beldeye dönüşmesini istiyordu.. Bunun
için O'nun, Allah'a bu yapının bulunduğu- yeri güvenli
bir belde yapması için dua ettiğini görüyoruz. Burası güvenli bir
belde olacak. Allah'a inananlar bu Beyt'in çevresinde toplanacak, Allah'a
itaat ve yalnız Ö'na ibadet etmek üzere bu güvenli merkezde bir araya
geleceklerdi ve bunlarla başlayan hayat, bu merkezden güvenli bir insanî
topluma uzanacaktı. Yine bu beldedeki insanların, kendilerine ne bir ürün ne de
iyi hayat şartlarından herhangi birini veremeyen bu kuru ortamda nasıl yaşayacaklarını
düşünüyor ve bunun üzerine Allah'a yönelecek, bu belde halkından Allah'a
inananları çeşitli ürünlerle rızıkl andırması için yalvarıyor. Allah'ı ve
ahireti inkar edenlere gelince, İbrahim onlara hiç mi hiç iltifat etmemiş,
onlara önem verip ilgilenmek gereği duymamıştır. Çünkü onun ruhaniyetini
bozmalarından ve fonksiyonunu tatil etmelerinden korktuğundan dolayı onların
bu Beyt'in çerçevesi dahilinde yaşamalarını bile istemiyordu. Yine O, Allah'a
ve O'nun nimetlerine karşı nankörlük eden, O'nun nimetlerini inkar eden ve
yeryüzünde bozgunculuk çıkaran kafirlere değer ve önem vermek için herhangi
bir temel, bir dayanak da bulamamıştı. Bu nedenle onları Allah'a bıraktı. Çünkü
onları yaratan, bütün yaptıklarından ve içinde bulundukları durumlarından
dolayı onlar hakkında hikmetin neyi gerektirdiğini en iyi bilen de O idi...
Ayetin bildirdiği
üzere Allahu Teala, peygamberi İbrahim'in duasına icabet ediyor. İbrahim'in
duasında zik-retmemiş olduğu kafirlere değinmekle de O'na, dünya hayatının
metamdan kafirlere istisna etmediğini vahyet-mek istiyor. Çünkü O'nun dünya
hayatının gerekleri üzere bağışladığı vergileri aynı dünya üzerinde yaşayan insanlardan
belli bir kesime özgü değildir. Bunun için O, mü'minlere verdiği gibi kafirlere
de verir. Çünkü dünya vergisi, sevap, müsbet bir karşılık ya da ikram düşüncesinden
kaynaklanmaz. Aksine bu vergi kafirler için bir
imdat, mü'minler için ise bir imtihan vesilesi olma unsurundan
kaynaklanmaktadır. Ancak ahiret yurduna gelince, Allah'ın rahmeti, lütfü ve
rızasının yalnızca mü' mirilere Özgü olduğu yurt burasıdır. Kafirlerse orada ancak
cehennem azabına mecbur olmak için bulunurlar. Bu da onların küfür ve
inkarlarına karşılık bîr ceza olarak ne kötü bir sonuçtur... Allahu Teala bu
bağlamda mü' minlerden bahsetmemiştir. Çünkü İbrahim'in duası yerini
bulmuştur...
Bu ayetlerle tarihi
tablo gözlerimizin önünde somutlaşıyor ve sahne bütün kuvvet ve canlılığı ile
açık seçik sergileniyor. Bakmasını ve kulak vermesini bilip esirgemezsek, bu
tarihi olayı bütün canlılığı ile görüp yine tarihi akışı içinde İzleyebiliriz:
îşte, İbrahim ile oğlu İsmail karşımızda durmuş, olanca çaba ve dikkatlerini
sarfede-rek büyük bir özenle Beytullahm temellerini yükseltiyorlar... Bu
ortamda da tamamen herhangi bir ilahi ibadeti eda eder gibi coşkulu bir ibadet
hissi duyuyor, bir kulluk çabası sarf e diyorlar. Allah yolunda huşu ile çalışanların
edası ile kulaklarımızı çınlatan seslerim dinliyoruz. Tertemiz bir ruhiyetin
derinliklerinden kaynayan coşkulu dualar kalbimizi arındırıyor adeta... Fecrin
ışık tayfları gibi... Uzayda bir parıltı ile yükselen beyazlığı nûr, huzur,
hayat, ruhaniyet ve bereket saçıyor karanlığa. Bu, huşu içersindeki tatlı
yakarışları ile kendini anlatıp tanıtan temiz mü'min ruhtur. Safa
denizlerindeki hayatın bütün hareket ve canlılığı bu ruhun uzayında çimlenip
filizlenir. Bundan başka bu dua, duaları bolluk ve genişlik hallerinden değil,
Allah yolunda çalışma konumlarından kaynaklanan fonksiyonel mücahitlerin
dua-sıdır. Bu dua ile birlikte Rablerine ruh, kalp ve şuur hareketleri ile
dolu bir istikbal ikrarını da sunmanın derin duygularını hissetmektedirler.
İkisi de hu amellerinin Allah'ın rızası ve kabulü karşısındaki durumunu merak
etinektedirler yalnızca... Diğer insanların gözünde "bir başarı göstermiş
olmaları ya da içersinde yaşadıkları toplum nezdinde kabul görmüş makbul
insanlar olmaları onlar için hiç mi hiç önemli değildir. Aksine onlar için
asıl Önemli olan, Allah tarafından karşılaşacakları bir rıza ve kabul şuurunu
yaşamalarıdır. Her işte de yegane gaye budur; bu olmalıdır. İkisi de ancak,
Allah'tan yaptıkları bu çalışmayı, kendilerinden kabul buyurmasını istemektedirler.
O Allah, ki Semî'dir; kullarınım isteklerini işiten ve bütün yaptıklarında ve
yapmadıklarında kalplerinin • içinde olanı bilendir...
Sonra bu iş, kendi
bağlamını da aşıyor, içinde bulundukları anı ve geleceği ile Allah yolundaki
çalışma ve gayret hayatlarının bütün alanlarına uzanıyor ve Allah'a,
kendilerini kalpleri, düşünceleri, dilleri ve bütün azalan ile Allah'a
teslimiyeti (İslamı) yaşayan kimseler kılması için yalvarıp yakarıyorlar ki,
hayatları Allah'ın emir ve iradesinin somut bir resminden ibaret olsun. Yine daha
sonra bununla da kalmayıp beklenti ve temennilerini züniyetlerine (nesillerine)
de aktarıyorlar. Bu neslin istedikleri ve istemedikleri hususunda Allah
Subhanehu-dan sapmasını istemiyorlar. Aksine Allah'a tam bir teslim oluşu
yaşamasını ve bu nesilden hayatı tümüyle doğruluk ve ihlas içersinde
insanoğlunun kulluğunu Allah'a özgü kılmak ve bu kulluğu somutlaştırmak için
hayatın bütün alanlarında yaşayan bir İslam'a döndürecek İslam ümmetinin
doğmasını öngörüyor ve bunun böyle olmasını istiyorlardı. Sonra bu evrensel
duayı, Allah'tan kendilerine ibadet usullerini ve yerlerini Öğretmesini ve
tev-belerini kabul edip, kendilerini bağışlamasını isteyerek bitiriyorlar.
Çünkü tevbe ve tevbenin kabul edilmesi, bağışlanma, Allah'ın rızasını, sevap
ve rahmetini vahyeden manayı somutlaştırır. Bu cihetle herhalükarda işlenmiş
bir günahtan sonra gelmesi zorunlu değildir.
Bundan sonra dua artık
başka bir yöne yöneliyor. Şöyle ki hayat içinde insanın yaptıklarında ve
yapmadıklarında Allah'ın iradesinin canlı bir sureti olmasını gerçekleştirecek
canlı ve hareketli bir anlamı, İslam için gerçekleştirecek fikri ve ameli bir
içerik mevcut olmadıktan sonra, ferdin Allah'a yönelmesi veya toplumun
hayatını' Allah'a yöneltmesi yeterli olmayabilir. Bu fikri ve ameli içerik de
insan için onun Allah ile yakınlığının derin, araç ve hedef açısından da açık
olması için hayat içersindeki hareketinin ayrıntılı, açık ve belirli
çizgilerini koyan ve kainat içersindeki seyir ve gidişatına hükmeden büyük
hedefleri gösteren ilahi risaletler yoluyla gerçekleştirecektir. Bunda ne bir
karışıklık, ne kopukluk, ne de herhangi bir sapma veya yanlışlık yoktur. Aksine
doğru yolda ve bütün irade ettiği hususlarda Allah'a açılmak noktasında bir
açıklık ve netlik söz konusudur... Son duaları ise, Allah'ın bu beldede yaşayan
bu ümmete kendilerinden bir resul gönderrnesidir. Kendi içlerinden olan bu
resul, onların meselelerini, içinde bulundukları şartları, düşünce ve
temennilerini, akli yapılarını ve mantıklarını bilecek ve kendilerine Allah'ın
ayetlerini akli yapılarına, mantıklarına ve düşüncelerine uygun bir üslupla
okuyacak; onlara Allah'ın kendilerine indirdiği kitabı ve bu kitabın içerdiği
hikmeti öğretecek; onları anlamlı ve hikmetli konuşmalar^ Öğütleri ve hayatın
akışı içersindeki yaşayış tarzı ile uyandırıp arındıracaktır. Böylece bu
topluluk, kişisel çalışmalardan ve dar ufuklardan uzak olarak risaleti
yüklenmek hususundaki sorumluluğu yaşayan bir irade ve kafa yapısına sahip bir
ümmete dönecektir.
[176]
1— İslanıi
çalışma yapanların; müesseseleri kurmakla uğraşırken yaşamaları gereken ruhi
hava, yapılan iş için bir ibadet, görev ve sorumluluk havası kalsın ve bu iş
gerçekte bir araç olduğu halde amaç haline gelmesin diye işin kendi tabiatının
getirdiği zorunlukl arının ve maddi problemlerinin, kendilerini —insanın işin
kendisi için yapıldığı zât olan Alllah'a açıldığı— kapsamlı ruhi çizgi
dahilinde kalmaktan alıkoymaması dır.
Birçok dini müessesede
gördüğümüz gibi, kurucuları başlangıçta risaletçi düşünce noktasından hareket
ederler. Sonra bu müessese ile iç içe geçerek Özdeşleşir müessesenin ilgi,
ilişki ve bazı bağlayıcı maddi gereklerin getirdiği maddi havası içersinde
yaşar ve bu alanda hiçbir ruhi canlılığa sahip olmayan donuk ve kuru kişilere
dönüşürler. Yine dar ferdi akılcılık, müesseselerinin tabiatına ve pratik
işleyişlerine hükmetmek kasdıyla da işe başlayabilir. Fakat çok geçmeden
mizacın veya özel menfaatin gerektirdiği yönde kişisel veya tarafgir bir yön
alır. îşte böyle bir ortam ve hava içersinde, bir müessese ile diğeri arasında
bu müesseseleri yaşatan insanların kişisel menfaatleri veya şu ya da bu şahsın
üzerinde yürüdükleri çizgiler arasındaki çatışmalar doğrultusunda mücadeleler
yaşanmaya başlanır. Böylece de dinî müesseseler kin, nefret, tamahlar ve
imtiyazlar üzerindeki kişisel iştahlanmalar ortamında sürüklenerek, dini
çalışma yolunda korkunç tehlikelere dönüşürler. Çünkü artık bu hava içersinde
strateîik yöntemler ve ilkeler dini değerleri, dünyevi tamah ve zevkleri
korumak yolunda kullanmak noktasından hareket eder olmuşlardır. Bunun sırrı da
dini çalışma havasının Allah'tan uzaklaşıp kişiselliğin ve keyfiliğin
karanlığında boğulup kaybolmasında yatmaktadır. Yani İbrahim ve İsmail'in,
Allah'ın evi «Beytül-Haram »ı bina ederkenki nurlu ruhiyetlerinde gördüğümüz
hava ve hissiyatın aksine.
[177]
2 — Bu
ayetlerden anlaşılan, Allah yolunda çalışan mü'minlerin çocuklarının geleceği
üzerine derin düşüncelere daldıklarıdır. Mü'minler, kendileri gibi çocuklarının
da Allah'a inanan, Müslüman toplumun ve İslam ümmetinin güçlü temelini
gerçekleştirmek yolunda çalışan kimseler olmalarını istiyorlar her şeyden
önce. Böylece terbiye, bu hava içersinde bu yönde pratik çalışmaya ve
stratejiye dönüşüyor. Böylece insanın, çocukları ile olan ilişkisi, kendileri
için dünya ve ahiretteki ruhi başarıdan uzak, dünyevi ve maddi başarıları
düşünüp düşleyen kişisel dünyevi romantizm noktasından değil, risa-îetçi hareket
noktasından hareket eden risaletçi bir ilişkiye dönüşüyor. İşte Allah
yolundaki davetçilerde pırıltılarını görmek istediğimiz fakat çok kere
göremediğimiz ilişki budur. Çoğu Müslümanlar, Allah yolunda kendi çocuklar
ile diğeri e rininki arasında bir ayırım gözetiyor, onları Allah yolunda
çalışmanın arz ettiği tehlikelerden uzak ve güven içersinde görmek için
ellerinden geleni yapıyorlar. Fakat nedense aynı ihtimamı diğerleri için
göstermiyorlar. Allah yolunda çalışmanın tehlikelerini, bu yolda sahip olduğu
her şeyi vermenin sıkıntısını, hep başkalarının yaşamasını düşünüyorlar. Bu,
düşünce, hissiyat ve çalışmada ikili yapı demektir. Bu ikili yapı, Allah
yolunda çalışanlarda biri risaletten uzak kişisel bir bağlamdan, diğeri hayata
hakim olan bütün havanın risalet şiarları ile —ama diğer gençler eliyle olmak
kaydıyla— değiştirilmesi bağlamından hareket eden iki ayrı kişilik oluşturur.
Yani, ayetin bildirdiği İbrahim ve İsmail'in içersinde kendi nefisleri ve
başkalarının çocukları için düşünüp düşlediklerini kendi çocukları için de
düşündükleri kişilik birliğinin aksine... Çünkü onların içlerindeki
sorumluluk, tek bir noktadan yine tek bir hedefe doğru hareket etmekteydi...
[178]
3 — Bu ayetler
bize şunu da düşündürmektedir: İs-lami çalışmadan sorumlu olanlar, risaletçi
sorumlulukları içersinde, toplum hayatında bulunan dinî sorumluluğun bilincinde
olan sorumlu kişiler yoluyla insanlara İslami havayı yaşatmalıdırlar. Bu
davetçiler de kendilerine yolun açık ve parlak izini kaybettirecek temel
konularda birbirleri ile ayrılığa düşmeyen, yoldaki değişik işaretler ve
günbegün yer değiştiren kum tepeleri arasında kaybolmayan ve insanları
stratejik düşüncenin ayrıntılı temelleri üzerinde yönetip yönlendirme gücüne
sahip olacak şekilde yetiştirilmelidirler.
İbrahim ile oğlu
İsmail'in, Allah'tan kendi nesillerine bir rasul göndermesini istedikleri son
duaları da bize; toplumu kökünden değiştirmeyi hedefleyen bütün inkılabı
işlerde risalete ve rasule olan ihtiyacı hissettirmektedir. Çünkü elde bir
risalet olmadıktan sonra önderliğin hiçbir kıymeti yoktur. Yine yol ayrımları
karşısında insanlara rehberlik edecek bir önderlik bulunmadıktan sonra
risaletin de bir kıymeti yoktur. Burada sözün sonunda Peygamber (S.A.V.)'in bu
ayeti yorumlayan bir hadisi şerifini de zikretmek gereğini duyuyoruz:
«Ben, babam İbrahim'in
davetiyim...»
[179]
«Kendini aşağılayan
(ahmak)tan başka kim İbrahim'in dininden yüz çevirir?!.. Andolsun ki biz Onu
dünyada beğenip seçtik, ahireîte de O iyilerdendir. O, (bir zaman) Rabbi Ona:
«Müslüman ol!» dediğinde hemen: «Alemlerin Rcbbıne teslim oldum.» dedi. İbrahim
bunu kendi oğul(lar)ına da öğütledi. Ya'kup da (kendi oğullarına bunu
öğütleyerek): «Oğullarım... Allah sizin için bu dini seçti. Bundan dolayı siz
de ancak Müslüman olarak Ölün...» dedi. Yoksa siz, Yakub'a ölüm geldiği zaman
orada mı idiniz?! O zaman Ya'kup oğullarına: «Benden sonra neye (kime) kulluk
edeceksiniz?» demişti. Onlar da «Biz, senin ilahına, ataların İbrahim, İsmail
ve İshak'ın ilahı olan tek ilaha kulluk ederiz. Biz Ona teslim olan
(Müslüman)lanz.» dediler. Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların (lehlerine
veya aleyhlerine) kazandıkları kendilerinin, sizin (lehinize veya aleyhinize)
kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından da sorulmazsınız»-[180]
(Bakara: 130-134)
İbrahim'den başlayan
ve tarih içersinde ard arda gelen bütün risaletler bir tek risalettir. Bu
arada gelen ri-saletler içersinde Lir risaletten diğerine herhangi bir ayrılık
gayrılık veya birbirlerini olumsuzlama yoktur. Ancak tek değişiklik İslam
kelimesinin temsil ettiği birlik ve birleştiricilik bağlamındaki ayrıntıların
çeşitliliğidir. Bundan dolayı İbrahim'den sonra gelmiş olan bütün semavi risaletler
İbrahim'in aynı tek hedefe giden yolunda bir ileri proje sayılır. Çünkü hayat,
bütün alanlarında, proje ve atılımlarında Allah'a boyun eğmek zorundadır.
İnsanın da kalbi, fikri ve hayatı ile Allah'ın huzurunda eğilmesi ve her
yönüyle kendini Allah'a teslim etmesi
kaçınılmaz bir zorunluluktur. Çünkü Allah'ın kelamı
karşısında söyleyebileceği bir sözü yoktur; Allah'ın şeriatı karşısında ileri
süreceği makbul bir şeriati de yoktur. Bu Allah'a karşı mutlak boyuneğmişlik
üzerinde odaklanan katı bir iraaııi gerçektir; Çünkü bu, iradenin, kötülüğü
emreden nefsin istedikleri üzerinde değil, Allah' m istedikleri üzerinde
yoğunlaşmasında ifadesini bulur. Bu, Allah'ın sözünü ve onun risaletlerini
karşılamak üzere kesintisiz devamlı bir "bekleyiş yani bir «emre ârnâde
oluş»tur. Yine geçen her bir kelimenin ve müddeti dolan her bir risaletin
ardından herhangi bir şahsa imtiyaz devretmez. Hatta bu peygamberler ve
risaletler için de böyledir. Çünkü (Müslüman olup) Allah'a teslim olmak, insanın
bütün işlerinde Allah'a boyun eğerek hayat ile karşı karşıya gelmesini ifade
eder. Bir mesele olarak bütün meselesi, risaletin Allah'ın risaleti, rasulün de
Allah'ın rasulü olduğunu içine sindirmesidir. Bundan sonra risa-lete ve rasule
inanacak ve bu kabul ve inancın üzerine yüklediği bütün söz ve fiillere boyun
eğecektir... İşte bu düşünceler ışığında bütün dinlerin, imani bir teslim oluş
içersinde Allah'a açılan insanın iç konumunu temsil eden «İbrahim Milleti-Dini»
içersindeki esaslı temel üzerinde kesişmelerini anlayabiliyor ve bu çizgide
İslam akidesin-deki bütün peygamberlere iman etmenin anlamını keşfediyoruz.
Çünkü bütün Peygamberler, Allah katında tek gerçek din olan İslam'ın doğru
çizgisi üzerindeki; tek inancı temsil etmektedirler. Herhalükarda risaletler
bir olunca bu Peygamberlerden bir kısmına inanıp bir kısmını inkar etmenin
hiçbir anlamı yoktur.
Bu durum, İbrahim'in
dininden yüz çeviren ya da onu reddeden insanı, kendini aşağılayan ahmak kimse
diye tabir eden bu ayetler tarafından vahyedilen durumun ta kendisi olabilir.
Çünkü İbrahim, davetinde ve genel liderliğinde kendi kişisel yeterlik
hissinden hareket eden kimseler gibi
insanları davet ettiği hususlarda kendi nefsini temsil etmemektedir. Aksine O,
Allah'ın dünyada insanlar arasından O'nun risaletini yüklensin ve insanları
O'nun doğru yoluna ulaştırmak için onlara bu ri-saleti tebliğ etsin diye
kendisini beğenip seçtiği insanı temsil etmektedir. Allah O'nu, Allah yolunda
çalışmasına, cihadına ve her işte Allah'a gönülden teslim oluşuna bir karşılık
olarak ahirette de Allah'ın rızasına eren iyilerden, salih insanlardan
kılmıştır. Bir zaman Rabbi Ona:
«Müslüman ol! Bütün
yönleriyle hayatım Allah''a çevirip Ona teslim ol/..»
dediğinde, bir an bile
tereddüt etmemiş, azmetmiş ve bu azminde herhangi bir yumuşaklık veya gevşeklik
göstermemiş, bu konumun gerektireceği dünya şehvetlerinden mahrumiyet gibi
şeyleri hiç mi hiç düşünmemişti. Aksine O, Rabbine güven dolu bir imanla:
«Alemlerin Rabbine
teslim oldum...»
demişti. Yine bu
teslim oluş feyzini yalnızca kendine almakla kalmamış, bunu oğullarına da
öğütlemiştir. Çünkü İslam, Allah'ın insanlar için beğenip seçtiği ve kabul
buyurduğu tek dindir. Böyle olunca onlar için İslam ile dirilip canlanıp
yaşamak ve O'nun kelamını taşır bir halde ölmek kaçınılmaz bir zorunluktur.
İbrahim'in torunu Ya'kup da O'nun kelamını hayatının sonuna kadar bir öğüt
olarak taşımış, hayatının son anlarında da diğer insanların «vasiyet etmek»
denince, akıllarına gelen mal, mülk ve dünya hayatının çeşitli iş ve
uğraşlarını bir tarafa bırakıp, böyle basit şeylere hiç değer vermeden, Allah'a
teslim oluş ile ifadesini bulan bu kulluk hayatı ile
sıkı sıkıya bağlı olarak hayatlarını sürdürmeleri
üzerinde durmuştur yalnızca. Evet İbrahim'in torunu Ya'kup, hayatının son
nefeslerini alıp verirken oğullarına:
«Benden sonra benim
hayatım boyunca üzerinde yürüdüğüm yalnız bir olan Allah'a kulluk çizgisinde
devam edecek misiniz? Yoksa ondan uzaklaşıp şirk ve sapıklık çizgisine mi sapacaksınız?
Söyleyin!.. Benden sonra neye ya da kime kulluk edeceksiniz?.-»
- diye derin bir iç
heyecanıyla sormuştu. Gözü arkada kalmadan rahat ve huzur içersinde ölmesini
sağlayan cevap kendisinden sonra halis tevhid yolundaki risaletçi çizgide
yürümeye devam edecekleri yolunda idi... Oğulları:
«Biz, senin ilahına,
ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın da ilahı olan tek ilaha kulluk ederiz. Biz
O'na teslim olan Müs-lümanlarız.»
demişlerdi...
"Şüphesiz bu kulluk, İslam'ın bütün çalışma alanlarında, şahsiyetlerini
belirleyen tek belirleyici olması için, hayatı İslam çizgisine yerleştiren,
bir olan Allah'a halis kulluktur. Bu ayetlerdeki tarihi anlatım insanlara şu
nidayı yönelten ayetle sona eriyor:
1- «Bu
anılan tarih, yapıp ettikleri, lehlerine ve aleyhlerine kazandıkları ile geçmiş
ümmetlerin tarihidir. Sizler bunların azıyla çoğuyla yaptıklarının veya
yapmadıklarının hiçbirinden sorumlu değilsiniz. Aksine, doğru çizgide dosdoğru
yürümelerinden sapık çizgilere sapmalarına yaşadıkları hayatın bütününden
sorumlu olanlar bizzat kendileridir. Size gelince, siz kendi bağımsız
tarihinizden., yapıp etmenizle cenneti ya da cehennemi kazandığınız,
amellerinizden sorumlusunuz- Size düşen, bu andığımız tarihi olaylara bakarak
kendi sorumlu yolunuza yönelmeniz, bunlar üzerinde yapacağınız incelemelerden
elde edeceğiniz sonuçlar yardımıyla, bu yol üzerinde kendi stratejilerinizi
belirlemeniz ve bu evrensel tarihi olaylardan eşyanın tabiatı, olayların,
tavır, davranış ve tepkilerin sonuçları konusunda her alanda ibret
olmanızdır...»
[181]
«Yahudi veya
Hıristiyan olun ki, doğru yola ulaşasınız-» dediler. De ki: «Hayır!.. Biz
dosdoğru İbrahim'in 'dinine (uyarız)- O, Allah'a ortak koşan müşriklerden
değildi.». Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yaıkup ve
torunlar(ın)a indirilene, Musa ve İsa'ya verilene ve (diğer) Peygamberlere
Rableri tarafından verilene inandık; onlar arasında bir ayırım yapmayız; biz
Allah'a teslim olanlarız.» deyin. Eğer onlar da sizin inandığınız, gibi
inanırlarsa doğru yola ulaşmış olurlar. Yok eğer yüz çevirip dönerlerse mutlaka
anlaşmazlık ve ayrılık (çıkmaz) içersine düşerler. Onlara karşı Allah sana
yeter. O, her şeyi işiten (Semî) ve her şeyi bilen (Alîm)dir. Allah'ın boyası
(ile boyan)... Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kim olabilir?/.. Biz
ancak Ona kulluk ederiz.».
«Onlara: «Allah bizim
ve sizin Rabbiniz iken (hâla) Onun hakkında bizimle tartışıyor musunuz?.. Bizim
yaptıklarımız bize sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz O'na gönülden
bağlananlarız.» deyin... Yoksa siz İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kup ve torunlarının)
Yahudi ya da Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: «Siz mi daha iyi
bilirsiniz yoksa Allah mı?!.. Allah tarafından bildiği bir şehadeti
gizleyenden daha zalim kim olabilir?!.. Allah sizin yaptıklarınızdan gafil
değildir...».
«Onlar bir ümmetti,
gelip geçti... Onların (lehlerine veya
aleyhlerine)
kazandıkları kendilerinin, sizin (lehinize veya aleyhinize) kazandıklarınız
sizindir. Siz onların yaptıklarından da sorulmazsınız-..»
(Bakara: 135-141)
Bakara suresinin bu
bölümünde, Kur'an-ı Kerim, Allah'ın imanı ve ameli île hayatın üzerinde
yürümesini istediği doğru çizgiyi belirlemeye ve pratik hayat içersinde
insanların üzerinde yürüdüğü diğer eyri ve sapık yolları gerçeklik aleminden
kaldırıp yok etmeye kastediyor. Bu süreçte de dini, ancak belirli bir gruba
açık olan bir kalbî yönelime ve dar ufuklara sıkıştırmak için kendi içlerine
kapanan ve içine sıkıştıkları bu yapmacık çerçevenin kapısını da,
başkalarına kapayan gruplara
cevap vermeyi amaçlıyor. Yahudiler
hidayet yolunun Yahudilerden başkasına açık olmadığını, Hıristiyanlar da aynı
yolun Hıristiyanlardan başkasına açık olmadığını söylüyorlardı insanlara.
Kur'an-ı Kerim'in cevabı ise hak yolun yani gerçek hidayet yolunun bu her iki
grubun da sandığından daha geniş ve açık olduğu yolundadır. Şayet Yahudiler ve Hıristiyanlar İbrahim'e
ve O'nun dinine inanıyorlarsa (zaten) İbrahim'in dini, bütün doğru çizgilerin
üzerinde karşılaşıp kesiştiği tek dindir. Çünkü O'nun dini, bütün risaletleri
kapsayan ve bütün Peygamberlere beşiklik eden halis tevhid çizgisini ifade
eder. Ne kimseyi dışında bırakacak kadar dar, ne de herhangi bir grubu
kapısından çevirecek kadar kapalı değildir. O, kendisine inanan mü'minlerin
doğru yolu bulup, hidayete ulaştığı gerçek dindir. Ondan yüzçevirenlere gelince, onlar, hayatın
durulup bir karara varmasını, huzur ve güven içersinde doğru yolda yürümesini istemeyen,
aksine hiçbir iyi sonuca götürmeyen ayrılıkları, anlaşmazlıkları ve düşmanlıklar]
ortaya atanlardır. Onlar, kötü hedeflere yönelmiş- şer amaçlarının
sahipleridirler. Fakat bu karanlık yolda ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar, ne
uzun boylu stratejiler geliştirirlerse geliştirsinler, bu kötü hedeflere ulaşamayacak
(Allah'ın nurunu söndüremeyeceklerdir). Çünkü Allah dünyada ve ahirette onlara
karşı kefil olmuştur. Peygamberine de onların düşmanlık ve kötülüklerine
karşı kendisine yeteceğini vaadetmiştir. O Allah, onların söyledikleri bütün
sözleri ve mü'mini erin önüne serdikleri sorunları işiten (Semî), onların
gizli açık her şeylerini bilen (AlîmJ'dir.
Kur'an-ı Kerim'in, bu
ayetlerde onların durum ve gidişatlarım, İbrahim'in dini ile olan uygunlukları
çerçevesinde bir karşılaştırma ile değerlendirdiğini görüyoruz. Çünkü Musa'nın
ve İsa'nın risaletleri de bu yönde yürümekteydi. Böyle olunca eğer onlar
İbrahim'in dininden bir sapma arzediyorlarsa, bağlandıklarım iddia ettikleri bu
iki risaletin hidayetinden de sapmış bir yolda yürüyorlar demektir.
Sonra söz, özelliğini
hiçbir özelliğin, sıfatlarını hiçbir sıfatın tutmadığı, ayrıcalığına hiçbir
ayrıcalığın yaklaşamadığı, insanın dünyevi ve uhrevi düzeyini yükselten yüce
anlamların sarıp sarmaladığı İslam dinine dönüyor. Çünkü İslam, istikamet ve
iman içersinde en gerçek anlamları ve en açık ve belirgin çizgileri ile Allah
Subhanehu'ya ibadet yolunu temsil etmektedir. Sonra onları kaçmaya
çalıştıkları gerçekle karşılıyor. Bu, Allah' m belirli bir cemaatin veya
belirli bir toplumun Allah': olmadığı, gerçeğidir. Bütün yaratılmışların hepsi,
O'na kul olmalarında ve O'nun kendilerine Rabb olmasında Allah' m önünde
eşittirler. Böyle olunca da kendilerini O'na bağlayan ve bağlılıklarını
pekiştiren Özel bir ilişkinin ve bu temele dayalı olarak sürdürdükleri
iddiaların ve tartışmaların hiçbir anlamı yoktur. Bu anlamsızlığa dayanarak,
kendilerini «Allah'ın seçkin halkı» olarak tanıtmaları
da Allah'a giden yolun kendilerinden geçmesi zorunluluğu
yolundaki hayalleri de anlamsızdır...
«O Allah bizim de
Rabbimizdir sizin de Rabbinizdir.»
kesinliği de bu
gerçeği ifade eder... Bu bağlamda anılan bu birinci gerçekten hareketle ikinci
bir gerçeğe daha çıkılmaktadır. O da kul ile Rabbi arasındaki güçlü ilişkinin
üzerinde kurulduğu temelin (O'ııa inandıktan sonra) bu iman gereğinden olarak
yapılan salih ameller olduğu gerçeğidir. Bu gerçek marifetiyle her insan
Allah'a karşı kendi sorumluluğunu yüklenir. Hiç kimse de bir başkasının ameli
sorumluluğuna katlanmaz. Bu bağlamda herkesin ameli kendisine, sorumluluğu da
yine kendisine aittir.
«Bizim amelimiz bize
sizin ameliniz size...».
Bundan sonra ayeti
kerime, niyet ve amelde Allah'a ihlas ile ayrıcalık kazanan şahsiyet için,
bariz bir tabiat olarak Müslümanların bağlandıkları gerçek haklı konumu
belirlemektedir.
Böylece söz, yeniden
İbrahim'in şahsiyetine dönüyor. Yahudiler, sözleri ile veya tavır ve
davranışları ile İbrahim'in Yahudi olduğunu iddia ediyorlar. Hıristiyanlar da
yine sözleri ile veya tavır ve davranışları ile İbrahim'in Hıristiyan olduğunu
iddia ediyorlar... Buna karşılık Kur' an-ı Kerim, inkarı bir soru cümlesi ile
kesin durumu ortaya koyuyor. Bu eda ile
«Siz mi daha iyi
bilirsiniz yoksa Allah mı?!..»
diye soruyor... Onlar
da tabiatıyla Allah'a inandıklarını göz önünde tutarak Allah'ın daha iyi
bildiğini ikrar etmekten başka bir şey yapamayacaklardır. Bu diyalogdan
hareketle de Allah'ın seksiz ve şüphesiz olarak İbrahim'in ne Yahudi ne de
Hıristiyan olmadığını,
aksine Müslüman bir Haııifî
olduğunu, yine Yahudi ve Hıristiyan olmadıktan başka Allah'a ortak koşan
müşriklerden de olmadığım bildirdiğini ortaya koyuyor. Arkasından da altından
kalkılmaz güçlü hamlesini yapıyor: Bu sapık iddiaların sahibi olan Yahudi ve
Hıristiyanların kendilerinin bu gerçeği tamamiyle bildiklerini, fakat zulmün en
şiddetli türlerinden olarak kabul edilen bir davranışa girerek bu gerçeği
gizlediklerini ve bu şehadeti itiraf etmekten kaçındıklarını yüzlerine
vuruyor. Çünkü onların bu davranışı Allah'a karşı direnmek, hakikate karşı büyük
bir zulüm, insanlara ve hayata karşı düşmanlıktır. Sonra ayet tehdit edici bir
eda ile Allah'ın onların bütün bu yaptıklarından gafil olmadığını, O'nun
dünyada onlar üzerinde bir gözetleyici, ahirette de hâkim olduğunu vurgulayarak
sona eriyor.
Bundan sonra hitap,
insanların hayatını kapsayan tarihin hareket ettiği temel düşünceyi arzetmek
üzere yine Müslümanlara dönüyor ve tarihin, herhangi bir grubun sorumluluğunu
diğer bir gruba, herhangi bir dönemin insanlarının sorumluluklarını diğer bir
dönemin insanlarına yüklemediğini; yine bir tarihi kavmin yaptıklarının
cezasını diğer bir tarihi kavmin yüklenemeyeceğini, sorumluluğun ancak yaşanan
hayatın ve yapılıp edilen amellerin kaynaklandığı noktadan hareket edeceğini;
tarihin de ancak nesillerin, medeniyetlerin tarihî seyirleri içersinde
kendilerinin ve diğer nesillerin deneyimleri yardımıyla gerçek düşünceyi
yaşamaları için dersleri ve ibretleri nesilden nesile taşıyan bir hayat kitabı
olduğunu bir defa daha vurguluyor....
[182]
Bismülahirrahmanirrahim,
«Aşağılık (ahmak)
insanlar (bundan böyle Ka'beye yönelen Müslümanlar için): «Onları (yönelmiş)
oldukları kıblelerinden geri döndüren nedir?» diyecekler. De ki: «Doğu da batı
da Allah'ındır. O, dilediğini doğru yola iletir.»
«Böylece sizi orta
ümmet yaptık ki, siz insanların üzerinde şahit olasınız Peygamber de sizin
üzerinizde şahit olsun. Biz ancak, Peygambere uyanları topukları üzerinde
(kıvırarak) geriye dönenlerden ayıralım diye yönelmiş olduğun Ka'beyi kıble
yaptık. Bu, Allah'ın yol gösterip hidayet ettiği kimselerden başkasına elbette
ağır gelmiştir. Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir. Şüphesiz Allah,
insanlara şefkatli (ve) merhametlidir.»
«Biz senin yüzünün
göğe doğru çevrilip durduğunu görüyoruz. Elbette seni hoşlandığın kıbleye
döndüreceğiz. Bundan böyle yüzünü Mescidi Haram tarafına çevir. Siz de nerede
olursanız olun yüzlerinizi o (Mescidi Haramın) yön(ün)e çevirin. Kendilerine
kitap verilenler (Ehlikitap) da (aslında) bunun Rab-leri tarafından bir gerçek
olduğunu bilmektedirler. Allah da onların yaptıklarından gafil değildir.»
«Sen kitap verilenlere
her türlü delili getirsen de, yine onlar senin kıblene uymazlar. Sen de
onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar (zaten) birbirlerinin kıblesine de
uymazlar. Sense, sana gelen ilimden sonra onların heva ve heveslerine
(keyiflerine) uyacak olursan, o takdirde sen elbette zalimlerden olursun...»
«.Kendilerine kitap
verdiklerimiz, O (gerçeği) çoluk-çocuk-larım (ismen ve şahsen) bildikleri gibi
bilip tanırlar. Ama yine de onlardan bir grup bu gerçeği bile bile gizlerler.
Bundan dolayı kesinlikle kuşkulanıp şüphelenenlerden olma.»
«Herkesin yöneldiği
bir yönü vardır. O halde (onları bırakıp siz kendi yönünüzde) iyi işlerde
yarışın. Siz nerede olursanız olun Allah sîzi bir araya getirir. Şüphesiz
Allah her şeye gücü yetendir.»
«Nereden (yola)
çıkarsan çık, yüzünü Mescidi Harama doğru çevir. Elbette bu Rabbinden gelen
gerçektir. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir. Nereden (yola) çıkarsan çık
yüzünü Mescidi Harama doğru çevir. Siz de nerede olursanız olun yüzünüzü Ona
doğru çevirin ki, insanların aleyhinize (kullanabilecekleri) herhangi bir
delili olmasın. (Yine de herhalükarda haksızlık eden) zalimler hariç (tabii).
Onlardan da korkup çekinmeyin. Benden korkun ve (Mescidi Harama doğru dönün ki)
size olan nimetimi tamamlayayım ve böylece hidayete ulaşmış olasınız.».
«Nitekim size yine
kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi temizleyip (kötülüklerden)
arındıran, size Kitabı, hikmeti ve (nice) bilmediklerinizi öğreten bir Rasul
gönderdik. O halde beni anın ki, ben de sizi anayım. Ve bana şükredin...
Nankörlük etmeyin!..».
(Bakara: 142-152)
Kur'an-ı Kerim'in
ikinci cüzünün başladığı bu bölümde Allah Subhanehu, Müslümanları Medine'de
içersinde yaşadıkları yeni toplumda, gerek diğer grupların Rasulullah'tan
sadır olan bazı yeni İslami yasama çıkışları çerçevesinde ayaklarına dolamaya
çalıştıkları pürüzlere, gerekse bu yeni dönemde Müslümanların bizzat kendilerinin
karşılaştıkları sorulara ve hayretlere götüren, hatta zaman zaman yeni oluşan
Müslüman toplumun birlik, bütünlük ve bağlılığa etki eden; sarsıntı ve
sallantılara meydan veren bazı genel şartlara karşı dayanıp direnmek üzere
yetiştirip hazırlamak istiyor.
Bu yaklaşımın önemi,
şu değerlendirmede iyice açığa çıkacaktır. Şöyle ki, kafir müdahaleler,
Müslümanların yeni yapılanmanın yapısal ve kültürel yalınlığını ve yeni
toplumun ilk defa karşılaşılan yeni sorunları karşısındaki ruhi ve fikri
saflığını yaşadıkları aşamalarda, büyük bir etki bırakmaktadır. Bu kafir
müdahaleler, özellikle de Müslümanların bu müdahaleci grupları Ehl-i kitap
olarak Allah'ın hüküm ve ayetlerini içeren kapsamlı • bir bilgiye sahip
oldukları inancı doğrultusunda yasana-gelmiş, toplumsal hayat hakkındaki genel
bilgi ve kültür birikimine sahip oldukları düşüncesi ile güçlü olarak gördükleri
ve bundan dolayı bu müdahaleci gruplar karşısında aşağılık kompleksi ve
benzeri psikolojilere kapıldıkları bir dönemde, karşılaştıkları problemlere
bakışlarına çok daha büyük etkiler yapmakta, hatta karşı karşıya oldukları bu
problemleri ayrımlamaiktan, incelemekten ve tartışmaktan aciz bir fikri
kapasiteye sahip oldukları hissinin ürkeklik ve çekingenliğini yaşamalarına bile
neden olmaktadır.
Bu ayetlerin çözmeye
giriştiği probleme gelince bu problem, Müslüman toplumu da, bunun karşısındaki
kafir toplumu da, bir hayli meşgul etmiştir. Çünkü bu hepsi için beklenmedik
ani bir olay olmuştur. Çünkü Müslümanlar, İslami davetin başlarından beri
ibadetlerinde Ehli kitaptan olan Yahudilerin ve Hıristiyanların yöneldiği
«Beyt-ül Makdis»e doğru yönelmekteydiler: Şimdi yeni yasama bu uygulanagelmiş
durumu ortadan kaldırıp kıbleyi Ka'beye döndürmeye gelmişti... Bu da Ehl-i
kitabı ayağa kaldırmış, tozutmalarına neden olmuştu. Çünkü Ehli-kitaptan olan
Yahudi ve Hıristiyanlar, Müslümanların «Beyt-ül Makdİs»e doğru namaz
kılmalarında, kendilerine karşı bir tür ameli bağlılık bulunduğunu ve bunun
hakkın kendilerinde olduğuna işaret ettiğini fısıldayarak, bazı saf
Müslümanları kandırıp, saptırma yolunda bir ümit ışığı görüyorlardı. Böyle
olunca bu yeni yasama ile kitap ve Peygamberlik bağlamındaki asaletlerini ve tarihi
konumlarını pekiştiren, fiili konumlarından bilinin ortadan kaldırılarak hesap
hanelerine bir zarar kaydedildiğini düşünüyorlardı.
Müslümanlara gelince,
onlar, bu yeni düzenleme ile kendi içlerinde bir irkilme ve sarsıntıyı
yaşıyorlardı. Çünkü uzun zaman sürdürmüş oldukları önceki uygulama sırasında,
alışılmadık yeni bir tarzla karşı karşıya idiler. Uzun zaman uygulamış
oldukları eski düzenlemeyi ter-kedecek, yeni bir düzenlemeyi uygulayacaklardı.
İşin gerçeği hakkında bilgi sahibi olup, bu durumu kavramadıkça önceki
uygulamayı adeta doğru yoldan bir sapma olarak değerlendireceklerdi. Çünkü
doğrusu bundan gayri kıyamete kadar uyup uygulayacakları, bu yeni düzenleme
idi. Ayrıca böyle ayan beyan bir fiili değişikliğe, psikolojik olarak hazır da
değillerdi. Bundan dolayı kendileri için bu bir büyük beklenmedik olay
olmuştu. Bu ani-lik, Yahudilerin de bu değişiklik konusunda Müslümanların
önüne yığıp, tozuttukları düşünce sorunları ile fiili bir psikolojik şoka neden
olmuştu. Eğer Allah'ın hükmü Beytül Makdis'e yönelmek yolunda diiyse bu: bu
yönelişin hak, diğerlerinin batıl olması demekti. Allah'ın aynı
meseledeki hükmü, nasıl olur da değişerek başka bir
yön alır da, hakka ve batıla olan bakışları birdenbire ters çevirir, hakkı
batıl batılı hak yapardı. Şimdi, maslahatlar eşyayı bağladıkça ve hükümler de
maslahata bağlı oldukça böyle bir durumun, yaptığı bütün işlerde ve koyduğu
bütün kanunlarda hikmetli (hakîm) olan Allah'a yakıştırılıp dayandırılması
nasıl mümkün olacaktı?.. Yahudilerin tozuttuğu bütün bu düşünce kargaşası
içersinde Müslümanların yasama müessesesi, esasları, işleyişi ve tabiatı
konusunda bunlarla bu konuda tartışmaya ve mücadele etmeye imkan verecek bir
bilgileri de yoktu. İşte böylece Müslümanlar, kuşku ve hayretten oluşan bir havayı
yaşamak durumundalardı. Bu gergin hava içersinde, ileri geri söylentiler ve
sataşmalarla karşı karşıya kalmışlardı. Bu gergin hava artık öyle bir hal
almıştı ki, durum toplumdaki İslami gidişi dahi tehdit eden, büyük bir ukdeye
dönmüştü.
Kur'an ise bütün
bunları gözetlemedeydi kuşkusuz. Durumun ihtiyaç gösterdiği bütün gerekli
yöntemlerle (üsluplarla) kapsamlı bir savaşa girmeye karar vermişti. Yasamanın
tabiatına yönelik düşünce yöntemleriyle olsun, Müslümanların şiar ve
hissiyatlarına hitap eden romantik yöntemlerle olsun yine Müslümanların, Ehl-i
kitabın kendilerine karşı girişip sürdürdüğü entrika, ileri geri kışkırtma ve
saptırma faaliyetlerini kapsayan fiili politikalarına karşı kullanacağı fiili
yöntemlerle olsun, sürdürecekti bu savaşı. Bundan başka, Allah'ın dünyayı güvenli
sahile çıkarmak liderliği yolunda ümmetin bulunmasını istediği konumu da
belirleyecektir... Ayrıca bu mesele, Müslüman toplumu fikri, hissi ve fiili
pürüz' ve karşı çıkışlara karşı yetiştirip, hazırlamak ve Müslümanları iman ve
şeriat meseleleri üzerine içlerinde ayaklanan soru işaretleri karşısında
hayrette bırakmayacak, aksine kendilerine
fikri kanaatlerinin uyuşacağı,
inandıkları ve yaşadıkları hususlarda kendilerine hoşnutluk, güven ve
tatmin şuurunu bağışlayacak cevaplar yetiştirmeye çalışacak olan, Kur'an'î
çizgiyi pekiştirerek belirtmek için de Kur'an'î bir giriş olacaktır. Sonra bu
sayede, bu ilahi şeriat İnsanların kafasında toparlanacak ve Allah'ın yasama ve
diğer konularda değişiklik istediği bütün hususlarda, Allah'ın emir ve
yasaklarından hareket eden sabit temeller kanalıyla Müslüman toplum, hayat
içersinde onun gereği üzere hareket edebilecek şekilde yetiştirilip
hazırlanmış olacaktır. Böylece bütün toplum, bu yolla Allah iîe olan
ilişkisinin tabiatına ve sınırlarına aşina olacak, ilaveten Müslüman ferdin
Allah'ın kelamı karşısında kendisini direnme veya kuşkuya sürükleyecek herhangi
bir iradeye sahip olmadığını, aksine ayeti kerimenin bildirdiği üzere
Müslümana düşenin, ancak ve ancak her konuda mutlak bir teslimiyet olduğunu
bilecektir.
«Allah ve Rasulü bir
işte hüküm verdiği zaman, erlik mü'-min bir erkek ve kadının o işlerinde kendi
isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasulüne karşı gelirse apaçık
bir sapıklığa düşmüş olur.».
(Ahzâb: 36)
Allahu Teala bu
bölümde bize, şu hususları zikretmektedir: Söylenmesi mümkün olan kelimeler ve
Müslü-manm bu kelimeler karşısında yaşaması gereken tasavvurlar... Allah'ın
hikmeti ve davetin tabii seyri üzerindeki pratik neticeleri bağlamında bu
şer'i değişikliğin tabiatı... Bu değişiklik öncesinde Peygamberimiz Muham-med
(S.A.V.)'in zihnini meşgul eden ruhi tasavvur ve kaygılar... Ve Allahu
Teala'nm bu ümmete, İslam şeriatini yüklemesi, Allah'ın huzurunda kendisinin
insanlar üzerinde şahit olması ve Rasulullah'm da kendisi üzerinde şahit
olması gibi konularda hazırladığı büyük rol...
Bu çeşitli hava
içersinde Kur'an-ı Kerim, Müslümanları üzerinde tereddütsüz yürüyecekleri,
derecesi ne kadar düşük olursa olsun, diğer insanları kendi saflarına çekme
kaygısıyla bile olsa, kesinlikle onu bırakıp başkalarının yollarına
sapmayacakları asıl çizgiye sıkı sıkıya bağlamaya çalışıyor... Bunu da karşı
toplumun fiili hayat gerçeklerini derinlemesine tahlil ederken, onların
inançları karşısında Peygamberin ve Müslümanların yaşadığı hayat gerçeğini
onların gerçeği ile karşılaştırarak; Müslümanları Allah'a çeken ve O'na sıkı
sıkıya bağlayan ilişkinin tabiatını inceleyerek ve bu bağlamda asıl kendisinden
korkmaları, çekinmeleri, kendisine sığınmaları ve rızasını aramaları gereken
zâtın Allah olduğunu vurgulayarak gerçekleştiriyor.
Sonra yine te'kitli
hitap Müslümanlara dönüyor ve onlara konum ve şuur birliklerinin bir sembolü
olacak şekilde bu şer'i hükme bağlamalarını te'kit ediyor. Çünkü bu kendisine
bağlanacakları ve yönelecekleri ruhi temeli temsil etmektedir: Bu, ilk
risaletçi dini tarihin oradan hareket ettiği ve son Muhammedi dönemde de bu risaletçi
dini tarihin yine kendisinden hareket edeceği Bey-tullahtır...
Bu bölümdeki ayeti
kerimeler karşısında yapacağımız geniş açıklama ve ayrıntılara bir giriş olmak
üzere arzettiğimiz bazı düşünceler bundan ibarettir.
[183]
«Aşağılık (ahmak)
insanlar (bundan böyle Ka'beye yönelen Müslümanlar için): «Onları (yönelmiş)
oldukları kıblelerinden geri döndüren nedir?» diyecekler. De ki: «Doğu da batı
da Allah'ındır. O, dilediğini doğru yola İletir».
Bu ayette Ehl-i
Kitap'tan bir grup insanın anılan yeni şer'i düzenleme karşısında yaşadıkları,
kendilerini ortaya inkarcı sorular atmaya iten, ruhi ve zihni haletin bir
tasviri yapılmıştır. Bu Kur'an'î tasvirde onlara şer'i işlere düşünce kanalıyla
ve şer'i meselelerin üzerinde orijine olduğu sabit merkezler temeli üzerinden
karşı çıkma imkanını veren bilgi ve kültürlerinin, genel olarak entelektüel
düzeylerinin düşüklüğüne bir işaret söz konusudur.
Ayeti kerime,
kafirlerin karşı düşüncelerini aynen inkarı soru kipi ile zikretmiştir. Bu
tarz, kendisine öngördüğü entrikaları çevirebilmek için kaygan bir zemin
hazırlamak kastında olan karışıklık çıkarmayı amaçlayan kafir düşüncenin ifade
tarzıdır. Bu tarzın sahibi, karşı düşünceyi mutlak bir itiraz cümlesi ile ifade
etmez. Çünkü böyle bir ifade kullanmakla karşısındakilere ve diğer insanlara
bu ifadenin karşı bir konumun itirazcı bir yaklaşımı olduğu şüphesini peşinen
kaptırmış olur. Bunun için değişik bir yola tevessül ederek bu karşı düşünceyi
bir sont şeklinde ifade eder. Böylece konuyu kesin bir bağlılık ve mutlak
teslimiyeti gerektiren kutsiyet ortamında çıkaran bir yöntemle. yapıcı bir
sonuca ulaşmak üzere çeşitli tartışmaların yapılabildiği mutlakiyet sınırları
dışındaki meselelerden herhangi bir mesele gibi ele alarak Müslümanların
zihinlerini tamamen şüphe ve tereddütlerle doldurmaya çalışacaktır.
Bugün de düşmanların
şer'i hükümlere karşı bu hükümleri şüphe ve tereddütler konumuna sokmak amacıyla
kullandıkları yöntemlerin çoğunda bu durumla karşı karşıya kalmaktayız. Bu
yöntemde insanı ilahi şeria-tin derinlere uzanan arkaplanlanna dalmaktan uzak
tutacak şekilde, yüzeysel taraflar üzerinde önemle durularak, bu tutum
—Müslümanı Allah'a, mutlak teslimiyet
ruhundan
tedrici olarak uzaklaştıran— şüphe ve tereddüt haletlerine açılma yolunda bir
başlangıç noktası olarak alınmaktadır.
Ayette anıldığı
şekliyle Ehl-i Kitab'ın ortaya attığı böyle bir soru tarzında işin olumsuz yönü
doğrudan göze çarpmama şansına sahiptir. Çünkü İslam, geleceğe ulaşmak yolunda
bir esas olarak şüpheyi inkar etmemektedir. Yine Müslümanların bazı şer'i
hükümler karşısında ortaya atmış oldukları sorular da şiddetli red ya da sert
tepkilerle karşılanmamıştır. Aksine inanç ve şeriatte fikri kanaatin sağlam
bir temel üzerinde oluşması için ister mü'min olsun ister kafir olsun her
insana —ona bir insan olarak yaklaşarak— İnanca dayalı düşünce ve bu inanç ve
düşüncenin de ayrıntıları ile karşılık vermeye ve insanoğlunun bütün
sorunlarını bu üslupla cevaplamaya çalışmıştır.
Eğer bu durumu
dikkatle incelersek, bu soru tarzının hareket ettiği olumsuz yaklaşımı farkeder
ve bu olumsuzluğun duruma itiraza sevkeden bir karışıklık havası verilmesinde
gizli olduğunu görürüz. Yine buna ilaveten, karışıklık havası içersinde
gizlenen bu olumsuzluğun, inanç temelinin oluşumunu —kendisine neyin yaradığını
ve neyin kendisinin tabiatını bozduğunu insanın kendisinden daha iyi bilen
insanın yaratıcısından gelme olması itibariyle— şeriate fikri ve ameli bağlılık
için bir hareket noktası olarak alan İslami şahsiyetin üzerinde yoğunlaştığı
yetişme yönüne kasdettiğini de fark ederiz. Şeriat hususunda anılan bu esasa
uygun olarak İslami düşünce, şer'i hükümleri arılamaya çalışan insana:
«Bağlan... gereğince amel et... Sonra tartış ve sorular sor.,.» demek
durumundadır.
Onlar, Müslümanları
yönelmiş oldukları kıblelerinden geri çeviren nedenin ne olduğunu sorarken, bu
soru ile şüphe ve tereddütleri ortaya yığmayı amaçlarken,
farkında olmadan genel olarak şu iki noktada yanılgıya
düşüyorlar: Birincisi; Müslümanlarla sanki mesele Müslümanların kendilerince
kararlaştırıp, uygulamaya koydukları
tartışmayı kabil beşeri bir meseleymiş gibi konuşuyorlar. Halbuki olay beşeri
değil, ilahi bir olaydır. İkincisi; sonraki şer'i hükmün tabiatı üzerinde
düşürtmeye kesinlikle yaklaşmıyorlar. Çünkü bu iki hükmün tabiatı üzerinde
bir düşünselerdİ, her iki hükmün de insanların ibadetlerinde yönelmeleri için
yönlerden herhangi birini tayin etmek konusunda Allah'tan gelen birer emir
olduğunu, bunun şu ya da bu yönün kendine özgü bir özelliğinden
kaynaklanmadığını, bu esas üzere,
bir yönden . diğerine dönülmesinin
emredilip veya yasaklanmadığını
ve bu gerçekler ışığında itiraz için herhangi bir imkan bulunmadığını
görürlerdi... Çünkü Allah, doğunun da batının da sahibidir. Ne bir yon O'na
özgüdür ne de O herhangi bir yöne özgü... Bizim yönelmemiz için doğuyu da
tayin edebilir batıyı da... Bu durum, Allah'ın ibadet ve muamelatının
düzenlenmesinde insan için koymuş olduğu programın içeriğindendir. Yine insan için koyulmuş olan programın
gösterdiği değişiklikle, aynı
doğrultuda hikmet ve maslahatlardaki değişikliklerin de söz konusu olması
mümkündür. Belli bir program içersinde herhangi bir yöne yönelmekte bir
maslahat (yarar kaygısı) olabilir. Aynı zamanda başka bir program yönünden bu
yönelişte herhangi bir yarar kaygısı olmayabilir, de. Meselenin Özü, insanın
üzerine düşen Allah'ın kendisi için iyilikten başka bir şey istemediğini,
kendisine doğru yol üzerinde yürümekten başka bir şey emretmediğini, çeşitli şer'i düzenlemeler ve hükümlerle de kendisini bu doğru yola ulaştırmak
istediğini, bunun için de Allah'a mutlak
bir teslimiyetle bağlanması gerektiğini bilmesidir.
[184]
Kur'an-ı Kerim, anılan
düşünceyi arzetmeye girişirken bir soru ve cevap takdim etmiştir. Bu soru ve
cevapla birlikte, onların iç oluşumlarının tabiatının bir suretini vererek,
bu düşüncenin düşünceye saygılı olmayı gerektirecek bir düşünce sorunu
temelinden hareket etmediğini, aksine bu insanların kendi sapık kişilik
gerçeklerinden kaynaklandığına ve bu sapık kişilik içersinde bunların bütün
meselelere insanın işleri ölçüp muhakeme ettiği sağlıklı ölçüyü kaybetmesi
demek olan «sefihlik-aşa-ğılık-ahmaklık» konumundan herhangi bir saygı duymadan
ve dolayısıyla saygıyı haketmeden yaklaştıklarına dikkat çekmektedir.
Bu konuda önümüze
şöyle bir soru çıkabilir:
Karşı grupla olan
diyalogda, bu gruba böyle bir aşağılayıcı sıfatın verilmesi konumu, karşı
fikir sahiplerine karşı psikolojik baskı ve sinir savaşı yüklenmesinden dolayı
tartışmalardaki ilmi üslubun gerektirdiği «düşünceye saygı» konumundan
uzaklaştırmış olmuyor mu?..
Cevap : Buradaki
konum, sadece meseleye düşünce noktasından yaklaşmak konumu değildir. Aksine bu
konum, tamamiyle bu insanları Müslümanları şüphelerle tedirgin edip sarsarak
doğru yoldan uzaklaştırma yolunda çizmiş oldukları program marifetiyle,
Müslüman toplumun hayatına müdahale etmekten uzaklaştırmak konumudur. Bu
yolda Müslümanların içersinde yaşadıkları havayı bunların tozuttukları şüphe ve
tereddütlerden temizlemek, Müslümanları da kasdettikleri sarsıntılardan
korumak amacıyla, Müslümanların onlar hakkındaki saygın yaklaşım ve
bakışlarını bertaraf etmek için Müslümanları onlardan fikri olarak
uzaklaştırmadan önce psikolojik olarak uzaklaştırmayı, gerektirmektedir. Gerçekten bu bağlamda, Müslüman cemaate
şalisi etki düşüncesini yanıltma yoluyla, tamamiyle fikrî alan içersinde,
fgikri bir yaklaşım düşüncesine kaydırarak; hiçbir şekilde düşünceye saygıyı
gerektirmeyecek bir surette, böyle inkarcı temelli bir soruyu ortaya atan, bu
insanların tabiatını açıklayan Örnek bir tasvir ile karşı karşıyayız...
Kur'an'ın bu
insanları, nasıl aşağılık olarak tasvir ve tavsif ettiğine gelince... Çünkü
«sefih-aşağılık-ahmak» şahsiyeti akli doğruluk muhakeme dengesinin bulunmayışında
ifadesini bulur. Bu yoksunluk insanı düşünce, ilişkiler ve işlemler
noktasındaki fiili tasarruflarda doğruluk ve ölçüden uzak kılar. Bu
şüphesizdir ki, dünya ve ahirette insanı sonuç, güvenlik ve esenliğe götüren Allah'ın
çizgisinden sapma, sapık çibgilerinden herhangi birinde doğruluğu temsil
edemez. Aksine ancak ve ancak insanın kendisine hayatının her alanında zarar
verecek ve sonuçta hüsrana uğratacak olan (kıvırtkan) çizgiyi seçme
özgürlüğünü temsil eder...
[185]
İslam'ın, Müslümanları
aldatmak, doğru yoldan saptırıp uzaklaştırmak yolunda çalışan, şüpheleri ve
tedirginlikleri yığıcı yöntemlerle, İslara'a karşı saldırıya yeltenen, kafir
ve sapık akımlarla savaşa giriştiği pratik gerçeklik içersinde bu yönteme
dayanma ihtiyacı hissedebiliriz. Bu yöntemi uygularken aynen Kur'an-ı Kerim'in
yöneldiği konuma yönelir, aynı yaklaşımla yaklaşırız: Onların gerçek kimliklerini,
kim olduklarını ayan beyan açığa çıkaran canlı sıfatlarla tavsif ve tasvir
ederiz. Böylece Müslümanlar da onlardan etkilenmekten, etkilerinde kalmaktan
ve yöntemlerine boyun eğmekten uzak kalırlar.
Ancak bunu sağladıktan
sonra kışkırtıcı ve baskıcı şahsi etkilerden uzak bir şekilde meseleye fikri
yönden yaklaşabiliriz. Tabii ki bu yöntemi uygularken, sorunun kaynaklandığı
ve şüphe, tedirginlik yaratına operasyonlarının hareket ettiği, yaşanan pratik
gerçeklerin tabiatını iyi incelemeliyiz ki; bunu davette ve fiili yaşayışta yüksek
İslami maslahat ile bağdaşmayan bir tarzda kullanarak, hata yapmış olmayalım.
[186]
«Böylece sizi vasat
(orta) bir Ümmet yaptık ki, siz insanların üzerinde şahit olasınız; Peygamber
de sizin üzerinizde şahit olsun...yi.
Buayeti kerimede;
Müslüman ümmetin «vasat» bir ümmet olduğundan, Allah'ın Müslümanları hayat içersinde
bir önderlik konumuna getirmiş olduğundan, bu vasat ümmetin insanlar üzerinde
«şahit» olduğundan, Ra-sulullahm da insanlara «şahit» olan bu «vasat» ümmet
üzerinde şahit olduğundan bahsedilmektedir. Peki bu va-satlık ve şahitlikten ne
anlıyoruz ya da bunları nasıl anlayabiliriz?
Mecma-ul Beyan'da
vasatın «adl-adalet-doğruluk» olduğu zikredilmektedir. Bunun «hayr-iyi» olduğu
da söylenmiştir. Bu ikisinin de anlamı birdir. Çünkü «hayr-iyi» adalettir;
adalet de «hayr-iyi»dir. Vasat kelimesinin, «kendisinden, çevresine, mesafenin
doğrulandığı merkezi yer» den alınmış olduğu söylendiği gibi; bunun doğru olmadığı,
aslında bu kelimenin ifrat ile tefritin arasını bulmaktan alındığı da
söylenmiştir. Muerric: «İnsanlar ile peygamberleri arasında vasatlık anlamında»
olduğunu söylerken, Züheyr: «Vasat, hükmüne bütün insanlığın boyun eğmek
durumunda olduğu ümmettir.» demiştir, el-Ayn'm sahibi ise «Her şeyin vasatı, en
doğrusu ve en üstünüdür.» demiştir...
Bazı Müfessirler de bu
kelimenin tefsirinde kelimenin lügat anlamından hareket etmişler ve
«adl-adalet» ve «tevazün-denge» anlamında ele almışlardır. Bu tefsiri yapan
müfessirler, kelimenin lügat anlamını İslam şeriati-nin, Hıristiyanların temsil
ettiği «aşırı —hatta fanatik— ruhi yaklaşım» ile müşrikler ve Yahudilerin
temsil etti-,ği fanatik maddeci yaklaşım «ruh ile madde arasında adalet ve
denge yaklaşımı» temeli üzerinde değerlendirerek, anılan adalet ve denge
anlamlarına ulaşmışlardır. Çünkü İslam, bir boyutunu ruhtan, diğer boyutunu
maddeden almaktadır. Böylece hayat; —Allah'ın onu yönettiği tabiat üzere— ruh
ile madde arasındaki adil dengenin bir neticesi olarak ve ferdin hayat
içersindeki rolünü tamamen ortadan kaldıran, aşırı toplumsal yaklaşım ile
toplumun hayat içersindeki rolünü tamamen ortadan kaldıran, mutlak bireyci
yaklaşım arasındaki Ölçü ve dengede ifadesini bulup temsil olunacaktır. Genel
problemleri çerçevesinde toplumun hakkını inkar etmeden, ferde kendisinin
gerçekleştireceği alanlarda sahip olduğu rolü, ferdin kendi tabii kişisel
alamm ve bu alanlara ilişkin rollerini zedelemeden de, topluma kendisinin
sorumlu olduğu alanlarda, sahip olduğu rolünü teslim edecektir. Aynı minval
üzere bu vasati çizgi, dünya ile ahiret arasındaki adil dengeye kadar uzanır...
Bu evrensel denge gereğince Müslüman, dünyaya, yaptıkları ve yapmadıkları ile
Allah'ın şeriati üzerinde yürürken, ahiret alanına herhangi "bir kötülük
bulaştırmadan "yönelecek ve onun temiz nimetlerinden ve güzelliklerinden
yararlanacaktır. Yine Allah'ın istediği temeller üzerinde dünya hayatını
kurmak ve bu hayatı kuşanmak yükümlülüğünü gerçekleştirmesini engellemeyecek
şekilde kendisini ahiretin imarına da kaptırabilir... Evet böylece çoğu
müfessirler bu vasat kelimesini hayatın çeşitli alanlarında İslam'ın sahip
olduğu denge yaklaşımı ile anlamaya ve açıklamaya çalışmışlardır. İslam'ın
gerçekleştirdiği bu denge duygusallık ile akılcılık, akli düşünce metodu ile
deneyci metodlar, za-. man ile mekan vs... vs. arasındaki bütün adil dengeleri
kapsamına alır...
Bu vasat olma vasfı
ışığında İslam ümmeti, insanlar üzerindeki şahitlik rolünü yerine getirebilir.
Çünkü O, diğer bütün çevrelerin kendisine dönmek durumunda olduğu denge
noktasında mevzilenmiştir. Tıpkı Peygamberin İslam, ümmeti üzerinde şahit
olması gibi. Çünkü O Peygamber de, ümmet fertlerinin durumlarının birer birer
ölçülüp, dengelendiği mükemmel örnek konumundadır. ..
el-Mîz.an. tefsirinin
sahibi, ayetin bu tefsiri üzerine yaptığı yorumunda, bu anlamın kendi içinde
doğru olduğunu ve titiz bir anlamlandırmadan uzak bulunmadığını, ancak bu
anlamın, ayetin lafzı ile uyum içersinde olmadığını belirtiyor. Ümmetin vasat
olması; bu sıfatla anılması, iki tarafın kendisine döndüğü bir merkezi yüksek
merci ve iki tarafın kendisi ile ölçüldüğü bir ölçü, bir terazi olduğunu
doğrular; onun her iki taraf üzerinde şahit olan veya iki tarafı da müşahade
eden bir şahit olduğunu değil... Çünkü —bu anlamıyla— vasattık ile şahitlik
arasında herhangi bir ilişki yoktur. Tabii ki bu durumda, Rasulullah'm ümmet
üzerinde şahit olmasına itiraz imkanı olmadığı da açıkça ortadadır. Çünkü
Rasuluîlah' in ümmet üzerinde şahit olması bu ümmetin «vasat ümmet» olmasına
dayalı değildir. Burada amaç ile mdksud arasında aranan ilişki aranamaz elbette[187].
Biz de bu
değerlendirmede el-Miza'mn sahibi ile görüş birliğindeyiz. Çünkü tefsir olayı,
müfessirin kelimeyi içersinde yaşadığı ortam kanalı ile incelemesidir. Böylece
ayetlerin kelimeleri ile ortamları arasındaki bağlılık gerçekleşecektir... Biz
bu ayetlerin Müslümanlara, Allah'ın insanlığı İslam'da temsil olunan büyük
hedeflere sürükleme yolunda önderlik etme, hususunda hazırlamış olduğu rolü kanalıyla,
onların hayat içersindeki konumlarının asaletini vahyetmek noktasından hareket
ettiğini görüyoruz. Kendilerini hayat içersinde bu konumdan hareket eden
insanlar yapan unsur da —bunların sorumlulukları kapsamına girdikleri
düşüncesi itibariyle— düşüncelerinde ve eylemlerinde insanların üzerinde
şahit-olmalarıdır. Tıpkı Rasulullahm kendilerine tebliğ ettiği ve kendilerini
irşad ettiği hususlarda —onlara karşı taşıdığı risaletçi sorumluluk
dolayısıyla— Müslümanlar üzerinde bir şahit olmasında olduğu gibi... İşte bu
bağlamda; vasatlık için çoğu müfessirlerin, İslam'ın hayat yaklaşımı noktasında
anlattıkları fikrinden kanuni denge namına bir anlam çıkaramıyoruz. Çünkü
mesele İslami sistemin Müslüman insanın şahsiyeti konusunda neler içerdiği meselesi
değil, aksine Müslümanlara kanunlaştırma ve fiili gidişat hususunda güven ve
güvenilirliği sağlamak kaygısıyla diğer insanlara teslimiyet yapmamaları
gerektiğini ulaştırmak meselesidir. Çünkü onlar diğerlerine kendi
konumlarında tabi olmak durumunda değildirler. Aksine meselenin gerçeği,
kendilerinin tebliğ ve uygulamada önder risaleti ve Önder rolünü yüklenmiş
olmaları itibariyle diğer insanların kendilerinin sorumluluk alanı kapsamına
girdiğidir. Yine tıpkı Rasulullahm tebliğ ettiği ve hidayetine Önderlik ettiği
hususlarda, Müslümanların kendilerine karşı önder' risaleti ve önder rolünü
taşıması itibariyle kendilerine önder olması ve Müslümanların da O'nun
sorumluluk alanının kapsamına girmeleri gibi.
Şüphesiz biz ayeti
kerimeyi, ayetin içersinde varid olduğu genel ortam kanalıyla bu konumda
tasavvur ediyoruz. Ayette vasat kelimesi; şahitlik düşüncesinin kaydına bir
giriş olarak zikredilmekte ve el-Ayn'm sahibinin zikrettiği «Her şeyin vasatı,
en doğrusu ve en üstünüdür.» düşüncesinden hareket edercesine, bu kelimenin
anlamının doğruluk ve üstünlük olduğunu vahyetmektedir. Sanki bu kelime ile
istiare yoluyla Allah'ın, saptırıcıların saptırmaları ve şüphe sokanların
şüphelendirmeleri karşısında haktan uzaklaşmasınlar diye, kendi yoluna hidayet
buyurmuş olduğu Müslüman ümmet anılmak istenmekte ve bu arada da bu temel
üzerinde Müslüman ümmetin güvenilirliği te'kitli olarak vurgulanmaktadır. Yine
bu sıfatın «Allah'ın dilediğini doğru yola hidayet ettiğinin» bahsinden sonra
vaki olması da buna bir işaret olabilir. Böylece, Allah'ın bu Müslüman ümmet
için kendilerini böyle bir konuma yükselten bu hidayeti rnurad etmiş olduğuna
da bir delil olacaktır. Yine Allah'ın huzurunda diğer insanlar üzerinde
şahitlik etmenin tabiatı, şahitlik edenin üstün konumda olmasını gerektirir.
Bu, hem kendisine yüklenen büyük rolden, hem de diğer Peygamberlerin,
ümmetlerine karşı taşıdıkları durum benzeri bir durum ve gidişat üzere
olmalarından dolayı böyle olmalıdır. Bu da işaret ettiğimiz anlamı pekiştiren
bir durumdur. Bu durumu şu ayeti kerimelerde varid olan ilahi gerçekler daha
da pekiştirecek ve gereğince izah edecektir:
«Ey iman edenler!
Rabbinize rükû edin, secde edin, kulluk edin ve iyi işler yapın ki kurtuluşa
eresiniz- Allah uğrunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti ve size dinde aynen
babanız İbrahim'in dininde de (olduğu gibi) herhangi bir güçlük bırakmadı. O
(Allah), bundan önce (ki kitaplarda) da bu (Kur'a)nda da size «Müslümanlar»
adını verdi ki, Rasul(ultah) sizin üzerinizde şahit olsun; siz de insanlar
üzerinde şahitler olasınız. O halde namazı kılın; zekatı verin ve Allah(m
yolun)a sanlın; sahibiniz O dur; (O), ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır».
(Hacc: 77-78)
Bu açıklamalar üzerine
biz, Rasulullahın Müslümanlar üzerinde şahit olmasını ve Müslümanların da
diğer insanlar üzerinde şahit olmasını, Allah'ın onları seçmiş olması ve
onların da doğru çizgiye sımsıkı sarılıp, ken^ dilerine hem kendileri hem de
diğer insanlar için çalışmak yolunda yüklenmiş olan rolü yerine getirmeleri
(gerçeklen) üzerinde değerlendiriyoruz. İslam'daki dengeye ilişkin
anlatılanlara gelince bu bir gerçektir. Fakat bu ayeti kerimenin fikri
içeriğinde bu yaklaşımla hareket ettıgı anlamına gelmez...
el-Mîzan tefsirinin
sahibi «vasat» kelimesinin anlamı hususunda* ümmetin vasat olmasının
Rasulullah ile insanlar arasında bir aracı konumunda bulunması, demek olduğunu
kaydetmiştir[188]. Biz ise buradaki
vasatlık ile bunun kastedilmediğini, aksine -aşina olduğumuz an-amıyla-
Allah'ın diğer insanlara karşı bu ümmeti yetiştirmiş olduğu üstün konumun
kastedildiğini arzetmiştik Ayetlerinin gerçeklerini ise en iyi Allah bilir[189]
İnsanlar üzerinde
şahitliğe gelince, bunun için çeşitli anlamlar sıralanmıştır. Bunlardan biri,
islam ümmetinin dünyada _ve ahırette-hakka aykm düştükleri amellerinde insanlar
üzerinde şahit olmalarıdır.
Peygamberler ve
şahitler getirilir...»
ve yine
«Şahitler şahitlik
ettiği gün...»
fermanlarında
Duyurulduğu gibi... îbni Zeyd de: «Şahitler dörttür: Melekler, peygamberler,
Muhammedi (SAV)' in ümmeti ve bir de
«O gün kendi dilleri,
elleri ve ayakları kendileri aleyhinde şahitlik eder.»
ayetinde buyurulduğu
gibi «însanın kendi azalwı.»
demiştir.
Şahitliğin diğer bir
anlamı, İslam ümmetinin insanlara bir «hüccet-delil» olup kendilerine hakkı ve
dini beyan edip açıklamaları, Rasulullahm da İslam ümmeti üzerinde
kendilerine İslam risaletini icra eden bir şahit olmasıdır. Burada şahidin
«şahit», olarak isimlendirilmesi-nin nedeni ise şahidin «hakkı-gerçeği» beyan
edip açıklamasıdır. Bunun için şahitliğe «beyyine-gerçeği açıklayıcı delil»
denmektedir.
Bu şahitliğin üçüncü
bir anlamı da; İslam ümmetinin Peygamberler karşısında, onların kendilerini
yalanlayan ümmetler aleyhine şahitlik etmesi, yani paygamber-lerin
tebliğlerini yaptıklarına ve ümmetlerinin kendilerini yalanlayıp davetlerine
icabet etmediklerine dair şahitlik etmesidir. Böyle bir şahitlik de caizdir.
Çünkü Ra-sulullah (S.A.V.), bunları İslam ümmetine bildirmiştir. Yani ümmeti
Muhammed, Rasulullah (S.A.V.)'in bu bildirimine dayanarak anılan tarihi
olaylara ayan beyan muttali olmuş sayılırlar...
[190]
Biz bu anlamlardan,
ilk anlama yakınlık duyuyoruz. Çünkü şahitlik ayetierindeki genel yaklaşım;
insanlara kıyamet günü, dünya hayatında yapıp ettikleri konusunda her yönden
-bir şahitlikle karşı karşıya kalacaklarını bildirmektedir. Bu şahitlik gerek
aşina oldukları türden Peygamberlerin ve diğer tebliğcilerin aleyhinde şahitlik
etmesi, gerekse aşina olmadıkları türden Allah'ın, meleklerin ve insanların
kendi azalarının şahitlik etmesi şeklindedir. Bunun sebebi ve hikmeti de
insanların bütün yapıp ettiklerinde ve yapmayıp terk ve ihmal ettiklerinde bir
dikkat ve duyarlılık gereği duymalarının ve iç duygularının kendilerine her
yönden yöneltilmiş olan bir teftiş ve gözetim noktasında derinleşmesinin
sağlanmasıdır... İnsan, şahitlerin kişiliklerinin değişik olması ile birlikte
bu şahitlerden herhangi biri ile bir diğeri arasmda herhangi bir ayırım
bulunduğunu düşünmesin diye de bütün şahitlik ayetleri, yani şahitliğe ilişkin
ayetlerin hepsi aşağıdaki ayetlerde gördüğümüz gibi bir tek siga üzere gelmişlerdir:
«Her ümmetten
(aleyhlerinde tanıklık edecek) bir şahit ve seni de bunların üzerine şahit
getirdiğimiz zaman (halleri) nice olur?!..»
(Nisa: 41)
«Her ümmetten bir
şahit getirdiğimiz gün, artık kafirler ne* (konuşmaları için) izin verilir, ne
de onların özür beyan etmeleri istenir...»
(Nahl: 84)
«(Kıyamet günü) Kitap
ortaya koydu... Peygamberler ve şahitler getirildi...».
(Züm&r; 69)
«(Ya Rabbi!) Ben
onlara: «Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.» diye senin bana
emretmiş olduğundan başka bir şey söylemedim... Ben onların içinde olduğum
sürece üzerlerinde (gözetleyicİ) bir şahit oldum. Beni vefat ettirince de
onların üzerlerinde gözetleyici sen oldun. Sen her şeyin üzerinde gözetleyici
şahitsin...».
(Maide: 117)
Böylece meselenin
Allah'ın huzurundaki kıyamet gününe yöneldiğini, bu şekilde insanın gerek
kontrolü ile, ve gerekse iman kanalı ile, varlığını tasavvur edeceği bütün
yönlerden tam bir kontrol ve gözetim altına alınmış olduğunu bildirdiğini
mülahaza ediyoruz.
Bunun ışığında da
şahitliğin diğer iki anlamının ayetlerin genel yaklaşımı ile tamamiyle
bağdaşmadığını anlıyoruz. Özellikle de diğer Peygamberlerin kendi ümmetlerine
karşı risaletlerini tebliğ ettiklerine dair bir şahit-• lige ihtiyaç duymaları
düşüncesi, temeli üzerine kurulu olan üçüncü anlamın bu ayetlerin genel
yaklaşımı ile bağdaşmadığı görüşündeyiz. Çünkü kendi ümmetleri Peygamberlerinin
risaletlerini tebliğ ettiğini inkar ettikleri taktirde asli bir şekilde
şahitliğine başvurulan esaslı bir şahit olduğu kabul edilmekle beraber,
Peygamberlerin kendilerinin böyle bir şahitliğe ihtiyaç duymalarının bir anlamı
yoktur. Yani ümmetlerinin Allah'ın kendilerine güven ve doğrulukla icra
edecekleri güveni ile yüklemiş olduğu sorumluluk alanları kapsamına dahil
olmaları dolayısıyla, kendi şahitlikleri yargıya ve karara esas kabul edilen
kimseler olarak ayrıca ümmetlerine karşı başka şahitlere ihtiyaç duymaları
yolundaki bir düşüncenin hiçbir anlamı yoktur.
Müfessirler bu
şahitlik konusunda bir itirazda bulunmuşlardır. Ortaya attıkları itirazın özü,
şahitliğin şahit için aleyhinde şahitlik ettiği zümreye karşı ayırıcı bir
konumu gerektirdiği şeklindedir. Biz de biliyoruz ki, ümmet âsisi ve itaatkarı
ile cahili ve alimi ile bütün beşeri unsurları kapsar. O halde nasıl olur da
âsisiyle itaatkarıyla, cahiliyle alimiyle bütün "bunlar şahit olarak,
şahitlik konumunda bulunabilir? Elcevap: Kur'an'î üslup, küll' ün (bütünün)
ba'21 (bütün.bir kısmını oluşturan parçalarım) kapsadığı itibariyle çok kere
ba'zdan «küll» sıfatı ile söz eder. Tıpkı İsrail oğul I arından küll sıfatı ile
söz ettiği gibi. Halbuki İsrailoğullarma ilişkin olarak zikrettiği sıfatlar
bunlardan bir kısmının sıfatlarıdır. Binaenaleyh ümmeti Muhammedin insanlar
üzerinde şahit olması da bu ümmet içersinde böyle büyük bir mevkîye uygun olan
beşeri unsurlardan çok sayıda bulunması noktasından hareket etmektedir. Böyle
diğer insanlar üzerinde şahitlik gibi büyük bir mevkiye uygun olanlar ise;
İslam'ı hakkıyla anlayan, onu hakkıyla idrak eden, onu hakkıyla yaşayıp
sürdüren, bu yüce risaleti yüksek bir peygamberi ruh ile yüklenip taşıyan
Allah'ın yoluna sıkı sıkıya bağlı olup, yapıp ettiklerinin ve yapmayıp
terkettiklerinin tamamen farkında olan, Allah'ın emirlerine ve yasaklarına uyma
hususunda Ondan gereğince korkup sakınan kapasiteli rnü'minler grubunu
oluşturanlardır. Her zaman ve mekanda mevcut olan, bu kapasiteli seçkinler
grubu, temiz imamları, kapasiteli alimleri, iyi valileri, Allah yolunda canla
"başla çalışan mücahitleri ile bu şahitliği Allah'ın huzuruna götürecek
olanlardır. Çünkü bu güzel insanlar, risalet ruhunu ve bunun kanalıyla da
insanların hayatının bütününü kapsayan kapsamlı idraki yaşayanlardır. Tıpkı
Rasulullahm yüklenip taşıdığı risalette ve ümmetin hayatını idrakinde olduğu
gibi...
[191]
«Biz, ancak Peygambere
uyanları topukları üzerinde (kıvırarak) geriye dönenlerden ayıralım diye,
yönelmiş olduğun Kcfbeyi kıble yaptık. Bu, Allah'ın yol gösterip hidayet ettiği
kimselerden başkasına elbette ağır gelmiştir. Allah
sizin imanınızı zayi edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanalra şefkatli (ve)
merhametlidir.».
Bu ayeti kerime ile,
kıble hususundaki yeni hükme ilişkin konu devam etmektedir. Ayeti kerime ile
İslami davetin başlarında, kıblenin uzun bir süre yönelinen yönden başka bir
yöne döndürülmesi gibi bir hüküm üzerinde^ İslami tarzın hükümlerin
çeşitliliğine hükmeden terbiyeci tabiatı üzerinde bir yoğunlaşmaya gidilmiştir.
Allah'ın bu ümmete tayin ettiği kendilerine risaleti açıklamakla yükümlü
Rasulullah olması itibariyle hitap Peygamberedir. Ali ahu Teala, kendilerini
şüphesiz ve itirazsız Allah'ın hükümlerine teslim olmak ile temsil olunan
Allah'a mutlak itaat üzere yetiştirmek yolunda Müslümanları imtihan etmek
istemiştir. Bunun üzerine başlangıçta kendilerine «Beyt-ül Makdise»
yönelmelerini emretmiş, sonra da İslami fikren, şuur bakımından ayrıca uygulama,
uygulamada devamlılık ve mutlak itaat bakımlarından gereğince yaşayanlar açığa
çıksın ve imanlarında bir .tereddüt yaşayan, İslam risaletine kabulü ya da
reddi kabil herhangi bir beşeri düşünce imiş gibi bir yaklaşımla yaklaşan ve
imanı Allah'a ve Rasulullaha şekli bir bağlılık olarak anlayan, hatta imtihanın
zorlu noktalarında imani mevki ve konumlarından gerisin geriye küfür ve nifak
konumlarına dönecek olan, kimselerden ayrılsınlar diye, kendilerini bu yönde
başka bir yöne çevirmiştir.
Burada tefsreilerin
ayeti kerimedeki
«ancak... bilelim
diye...»
kelimesi çevresinde
içersine daldıkları sorular yığınına uzunca dalmak istemiyoruz. Çünkü şu bir gerçektir ki,
Allah Subhanehu, kişilerin tabatmı bilmek için herhangi
bir pratik araca muhtaç değildir... Bu tabir, ancak gizli şeyleri —bilgiye
temel oldukları itibariyle— açıklayıp açığa çıkaran araçlardan Allah'ın bunlar
kanalı ile bilgisini açığa vurmak istediğini anlatmak kastıyla söz eden
Kur'an'î üslubun ifade biçimlerinden biridir. Bu da insan aleyhinde delil
getirme olayının, Allah'ın insanları ancak kendilerinden açığa çıkan fiillerini
ve sözlerini esas alarak yargılayıp cezalandıracağının istiare yoluyla anlatılmasından
başka bir şey değildir. Allahu Teala'nın şu sözü de bunu ifade etmektedir:
«Elif-Lâm-Mîm...
İnsanlar bir tek «inandık» demeleriyle hiç sınanmadan (kendi hallerine)
bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun kî biz onlardan öncekileri de sınadık.
Allah elbette doğruları da yalancıları da bilecektir...»
(Ankebut: 1-2-3)
«Topukları üzerinde
(kıvırarak) geriye dönenlerden...»
tabiri ile iman
çizgisinden geri dönerek, beşeri tecrübenin önüne düşüp, içersini dolduran
şüphelerle doğru çizgiden sapanlar kinaye edilmektedir.
«Bu... elbette ağır
gelmiştir» ibaresinin ise kıblenin Ka'beye döndürülmesi olayına işaret olduğu
açıktır. Şöyle ki; bu olay, Yahudilerin, Müslümanlara kötü niyetlerle
fısıldadıkları olaya ilişkin teorilerin etkisinde Müslüman toplumu fikri ve
pratik bakımlardan sarsmış ve toplum içersinde şeriatın bir değişim,
sarsıntısı içinde olduğu, değişik şartların ve "değişik durumların
değiştireme- . diği sabit maslahat ve hikmet gibi güçlü bir temel üzerine
oturmuş olmadığı yolunda kötü hisler uyandırmıştır. Yahudiler, Müslümanlara
«Beyt-ül Makdise» doğru yönelerek kıldıkları namazların zayi olduğunu, çünkü şimdiki
kıblelerinin hak olması takdirinde bundan önceki namazlarını
gerçek kıbleden başka yöne doğru kılmış olduklarını fısıldayarak kalplerine
vesvese sokmaya çalışıyorlardı. O zamanki hallerini, bundan sonraki
namazlarında, gerçek kıbleleri olan Ka'beye dönmeme haline benzetiyorlardı...
Fakat-Allah'ın yol gösterip hidayet ettiği ve kendilerine şeriatinin gerçek
mahiyetini, (şeriatin haram kılarak yasakladıklarında ve helal kılarak serbest
bıraktıklarında) bazı şeylerde, şartlar ve durumların değişimi doğrultusunda
maslahatın da değiştiği gibi, hikmet yaklaşımını bilen, Allah ile olan
irtibatının tabiatını Öğrettiği mü'min kimseler, bu konuda teslimiyet, mutlak
itaat ve şeriatin hikmetli arkaplanlarma açık bir zihni kapasite ile hareket
etmişlerdir.
Bu olayda; imanın öz
belirtilerinden olan namaz ile temsil olunan mü'minlerîn imanın zayi olması
meselesine gelince, Allah'ın hesabında böyle bir şey yoktur. Çünkü onlar
namazlarını dosdoğru ve mükemmel bir şekilde kılmışlardır. Namazın şartlarını
yerine getirmiş olmak hususunda ise bu cihetten herhangi bir eksiklik yoktur.
Çünkü yeni şart, geçmiş ameller üzerinde geriye dönük herhangi bir etki
bırakmazlar. Aksine yeni şartın etkisi sadece gelecek namazlar üzerindedir.
Allah'ın kullarına karşı olan şefkat ve merhametine yaraşan da budur. Çünkü
kullarına karşı şefkatli ve merhametli olan Allah, onların amellerim —şartları
kamil olduktan sonra— kendileri için muhafaza eder ve onları bu amelleri
üzerinden mükafatlandırır.
[192]
«Biz, senin yüzünün
göğe doğru çevrilip durduğunu görüyoruz- Elbette seni hoşlandığın kıbleye
döndüreceğiz- Bundan
böyle yüzünü Mescidi Haram tarafına çevir. Siz de
nerede olursanız olun yüzlerinizi o (Mescidi Haram'in) yön(ün)e çevirin.
Kendilerine kitap verilenler (Ehlihitap) da (aslında) bunun Rab-leri tarafından
bir gerçek olduğunu bilmektedirler. Allah da onların yaptıklarından gafil
değildir».
Ayeti kerimenin işaret
ettiği ve rivayetlerin haber verdiği üzere Peygamber (S.A.V.), kıble konusunda
psikolojik bir krizden şikayetçi idi. Yahudilerin bu konuda Müslümanlara
uyguladıkları bir psikolojik baskı politikası ile karşı karşıya idi.
Yahudiler, Müslümanların kıblelerinde kendilerine tabi olduklarını söylüyor ve
Müslümanlara karşı üstünlük taslıyorlardı. Bu tutumları da Müslümanların
psikolojisi üzerinde olumsuz bir etki bırakıyordu... Mesele Müslümanların
namazlarında Bey-t-ül Makdise yönelmelerine yönelik bir karşı tepki meselesi
değildi. Aksine bu, o kutsal beldeden ve kutsal mescit olan Mescid-ül
Haram'dan hareket eden ve İbrahim' in Ka'beyi ruhi bir hareket noktası olarak
başladığı İsla-mi çizginin bir uzantısı olarak kabul edilen İslami risale-tin,
ruhi havası ile uyum içersinde bulunan yeni bir kıbleye ruhi bir yöneliş
meselesi idi. Bu ruhî yönelimin şiarları, huşu' içersindeki bakışlarla kendini
anlatmaya çalışan sessiz bir dua benzeri bir gizli yalvarış biçiminde yükseliyordu.
Vahye benzer bir şeyler bekleyen bir ruhani uğultu verir gibiydi. İşte bu yeni
kıblenin verilişi; Allah' m bu yeni hüküm, kanalıyla insanların
gerçekleştirmelerini istediği, bazı ilahi maslahatlara ilaveten, bu nebevi yönelim
ve - yakarışlara müsbet bir cevap olmuştur. Böylece Allah-u Teala, Peygamberini
içersinde Ka'benin bulunduğu Mescid-ül Haram'a döndürdü. Esbabı nüzul rivayetlerinin
naklettiği üzere o sırada Rasulullah (S.A.V.), Beni Salim. Mescidinde ve
namazın üzerinde idi. Aynı ilahi vahiy, hemen ardından, bütün Müslümanları da
nerede olurlarsa olsunlar, o Mescid-ül Haram'm yönüne dönmeye çağırdı. Böylece
İslam risaletinin sahiplerinin önünü, hayatın ve ilahi şeriatın gerçeklerinden
değil, inat, kibir ve yalan harmanından hareket eden Ehl-i kitabın yığdığı
şüphe ve tereddüt çöplüğünden temizlemiş oldu. Aslında onlar da, bütünüyle İslam
risaletinin inanç ve hükümleri ile üzerinde yürüdüğü çizginin, Rableri
katından bir gerçek olduğunu biliyorlardı. Çok iyi bildikleri Tevrat, bunu
açıkça anlatıyordu. Fakat kendileri bunu insanlardan gizliyorlardı. Bunu
yaparken, Allah'ın kendilerin den ve kurdukları tuzaklardan gafil olduğunu
zannediyorlardı. Fakat Allah, herhalükarda onlardan ve yapıp ettiklerinden
gafil değildir. O, kullarının bütün işlerine vakıftır.
«Sen kitap verilenlere
(Ehlikitaba) her türlü delili getirsen de, yine onlar senin kıblene uymazlar.
Sen de, onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar (zaten) birbirlerinin
kıblesine de uymazlar. Sense, sana gelen ilimden sonra onların heva ve
heveslerine (keyiflerine) uyacak olursan, o takdirde sen elbette zalimlerden
olursun...»
«Kendilerine kitap
verdiklerimiz, o (gerçeği) çoluk çocuklarım (ismen ve şahsen) bildikleri gibi
bilip tanırlar. Ama yine de onlardan bir grup, bu gerçeği bile bile gizlerler.
Gerçek Rabbinden gelendir. Bundan dolayı, kesinlikle kuşkulanıp, şüphelenenlerden
olma!..»
«Herkesin yöneldiği
bir yönü vardır. O halde siz (onları bırakıp kendi yönünüzde) iyi işlerde
yarışın. (Bilin ki,) siz nerede olursanız olun, Allah sizi bir araya getirir.
Şüphesiz, Allah her şeye gücü yetendir.»...
Yani, ey Rasulüm!
onlar senin risaletine açılmak istemiyorlar. Bu yüzden hakka açılan bütün ruhi
ve fikri
menfezleri kapamışlardır. Bu nedenle
onları senin beraberinde olan hakka ikna etmek için, kendilerine sarfetti-ğin
uğraş, istenilen neticeye ulaştırmayacak boşuna bir uğraştır. Çünkü mesele;
kendilerine sunduğun deliller ya da bu delillerin azlığı çokluğu meselesi
değildir. Aksine mesele; arkasında durdukları ve oradan çıkıp hayatın gerçeğine
açılmak istemedikleri kapalı kapı meselesidir. Sen onlara her türlü delili
getirsen de onlar senin kıblene uymazlar. Tıpkı senin —inandığın gerçekten
dolayı— onların kıblelerine'uyamayacağın gibi... Sonra mesele yine yalnızca
senin yanında olan hakka karşı yumuşamayan bir inat meselesi de değildir.
Aksine onların birbirleri ile olan ilişkilerine hükmeden konumları da aynı
üslubu almıştır. Çünkü Yahudiler, nerede olurlarsa olsunlar Beyt-ül Makdis
kayalığına yönelirken Hıristiyanlar, nerede olurlarsa olsunlar devamlı doğuya
yönelmektedirler. Yani onlar kendileri de birbirlerine uymamaktadırlar, herkes
kendi yönünde kendi yolunda...
Ayeti kerime sonunda,
Müslümanların bu gibi konularda kanmaları mümkün olan çeşitli baskılara teslim
olmak gibi. herhangi bir gevşekliğe karşı, tehditkâr bir üslup yaklaşımına
giriyor. Bu son hitabın doğrudan Peygamber Muhammed (S.A.V.)'e yöneltilmesi de
bu tehditkâr üslup yaklaşımının hiddet ve şiddetini açıkça belli etmektedir.
Bu Kur'an'î üslup ile İslam ümmetine meselenin tehlike boyutu işaret edilmiş
oluyor. Bu şüphe ve tereddütleri yığan güruhun düşünerek hareket etmediklerini,
heva ve heveslerinden hareket ettiklerini bildiren Kur'an-ı Kerim, kendi
üslubuyla; kendi konumunu ve diğerlerinin konumlarım açıkça gören bir görüşe
sahip olan bir toplumun, bu diğer insanların heva ve heveslerine kapılıp
teslim olmalarının imkansız bir şey olacağını vurguluyor. Böyle bir gidişin
sonuçta; şahsa, davaya ve ümmete zulmetmek gibi çelişkilere varacağı bunun
ise; zalimlerin gidişatına paralel bir gidiş olduğunu, tehditkâr bir üslupla
bildirerek uyarıyor...
Bundan sonra Kur'an-ı
Kerim, yeniden Ehl-i kitab'm durumuna dönüyor ve bunların Peygamberi ve O'nun
ri-saletini bilmemek durumunda olmadıklarım, Tevrat'ın kendilerine O
Peygamberin vasıflarını iyi öğretmiş olduğunu, kendilerinin de bu Kitabın
Öğrettikleri kanalıyla Onu çoluk çocuklarım tanıdıkları gibi açıkça tanıyıp bildiklerini,
fakat buna rağmen, inat, direniş ve sapıklıklarının bir sonucu olarak Allah
tarafından bildikleri bu gerçeği gizlediklerini bildiriyor.
Ayeti Kerime; bunun
Allah tarafından bir gerçek olduğunu, bu konuda herhangi bir şey veya şüpheye
ve batılın hak karşısında sürdürdüğü pürüz ve engeleme politikaları
karşısında bir an bile tereddüt edip, duraklamaya kesinlikle yer olmadığını
vurgulayarak sona eriyor.
Kur'an-ı Kerim, bir
sonraki ayette, meseleyi bütün sınırlan ile kesin bir şekilde ortaya koyuyor:
Her insanın hayatında yüzünü döndüğü, tarafına yöneldiği bir yönü vardır.
Batıl ehli, batılın sembol ve işaretlerine yönelir. Hak ehli, hakkın sembol ve
işaretlerine yönelir. Her birinin kendi yönünde kendi amelleri vardır. İyilik
ehli iyiliğe yönelim yaklaşımı içersinde hareket eder ve iyilik yolunda
yarışırlar. Kötülük ehli ise; kötülükğe yönelim, yaklaşımı içersinde hareket
eder ve kötülük yolun-yarışırlar. Sonra bu ayırıcı ve belirleyici ikilemin arkasından
Kur'an-ı Kerim, keskin ifadelerle mü'minlere sesleniyor ve onlara her konumda
ve her halde iyi işlerde yarışmalarını emrediyor. İyiyi ve iyiliği bilip idrak
etmelerini ve bunu fikir, şuur ve eylem alanında yaşamalarını istiyor
onlardan. Sonra da hepsinin sonunun Allah' m huzurunda toplanmak olduğunu, hiç
kimsenin Allah'ın elinden kaçamayacağını ve O'nu hiçbir isteğin aciz
bırakılacağını; ne kadar uzak ve ne kadar zorlu olursa olsun hepsini bir araya
toplayacağını; çünkü O Allah'ın her şeye kadir olduğunu vurgulayarak, ayeti
kerime'yi noktalıyor.
«Nereden (yola)
çıkarsan çık! yüzünü Mescidi Haram''a doğru çevir. Elbette bu, Rahbinden gelen
gerçektir. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.».
(Nereden (yola)
çıkarsan çık yüzünü Mescidi Haram'a doğru çevir. Siz de nerede olursanız olun
yüzünüzü Ona doğru çevirin ki, insanların aleyhinize (kullanabilecekleri)
herhangi bir delili olmasın. (Yine de herhalükarda haksızlık eden) Zalimler
hariç (tabii). Onlardan da korkup çekinmeyin. Benden korkun ve (Mescidi Haram'a
doğru dönün ki) size olan nimetimi tamamlayayım ve (böylece) hidayete ulaşmış
olasınız.»
«Nitekim size yine
kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi temizleyip (kötülüklerden)
arındıran, size kitabı, hikmeti ve (nice) bilmediklerinizi öğreten bir Rasul
gönderdik.»
«O halde beni anın ki
ben de sizi anayım. Ve bana şükredin... Nankörlük etmeyin»!..
Ayetler yeni hükümle
ilgili olarak, Peygambere hitap ediyor. Yeniden bunun Rabbi katından bir
gerçek olduğunu, Yahudiler ne tür baskılar uygularlarsa uygulasınlar ve hangi
saptırma yöntemlerine tevessül ederlerse etsinler, bu konuda herhangi bir
tereddüde yer olmadığını, Allah'ın yüklediği mükellefiyetler karşısında
kullarının gerek itaat ve gerekse isyan yönünde bütün yapıp ettiklerinden
hiçbirinden gafil olmadığını tekrarla vurguluyor. Sonra hitap, aynı âmir
kuvvetle ilk önce yeniden Peygambere, arkasından da Müslümanlara yöneliyor ve
yeni sebep ve hikmetler sıralıyor: Önce,
«... ki, insanların
aleyhinize (kullanabilecekleri) herhangi bir delili olmasın...»
diyor ve böylece ilk
sebebe değiniyor. Bu ayetin tefsirine ilişkin varid olan haberlerde, önceki
semavi kitaplardan, son Peygamber (Muhammed S.A.V.)'in Ka'beye yönelerek
namaz kılacağının zikredildiği rivayet edilmiştir. Bu nedenle —Beyt-ül Makdis'e
doğru namaz kılınmasında olduğu gibi— Ka'beden başka bir yöne yönelmek, kısaca
Ka'beye yönelmemek, diğerlerinin Müslümanlar aleyhine kullanabilecekleri bir
delil oluşturabilirdi. Çünkü böyle bir durum, onların yani Müslümanların
semavi kitaplarda geleceği vaadedilen ümmet olmadıklarını iddia etme yolunu
açacaktı. Fakat yine de «Zalimler hariç» ifadesi ile böyle bir delil ile
anılan iddia yolunu tutabilecek insanlar güruhundan herhalükarda haksızlık
eden, yani delilsiz, burhansız da olsa hakka karşı çıkabilecek tıynette olan
zalimler istisna edilmiştir. Çünkü bu zalimler, kitaplarından öğrenip
bildikleri hakka teslim olmak istememekte ve daima gerçeğe ve mü'minlere karşı
inat ve zulüm yolunda yürümektedirler. Allahu Teala bu tarihi bildirinin
ardından mü'minlere hitaben:
«Ey iman edenler!
Onlardan korkmayın, çekinmeyin.»
diyor. Çünkü onlar, ne
evrensel İslami gidişi durdurmaya güç yetirebilirler, ne de size herhangi bir
hususta zerre kadar zarar verebilirler... Bunun için aksine korkunuzu ve
çekinmenizi her şeye sahip olan ve her şeye gücü yeten Allah'a saklayın...
Onlardan değil Allah'tan kor-' kun...
Sonra diğer sebep ve
hikmetlere geçerek Allah'ın Müslümanlar üzerine tamamlamak istediği nimetini,
kendileri için kemale erdirmek istediği hayatlarını ruhi ve maddi kararlılık,
güvenlik ve mutluluk temeli üzerine
kuracak olan şeriatini zikrediyor. Bu da şeriatın
tedricen gelişmesinin nimetin tedricen tamamlanması demek olduğuna delalet
etmektedir. Öyle ki, sanki Allah bütün nimetini bir defada vermek ve bütün
hükümleri bir defada indirmek istememekte, her bir nimeti tekamül yönündeki
geniş yolda ardından gelecek olan yeni bir nimete hazırlık yapmak
istemektedir...
«... Ve (böylece)
hidayete ulaşmış olasınız...»
.sebepler ve hikmetler
zincirinin ayette anılan son halkasını -oluşturuyor. Yani, eğer Allah'ın size
hükümlerini gönderdiği ve kavramlarını açıkladığı doğrultuda hidayetin
sebeplerine yapışırsanız hidayete ulaşmış olursunuz.
Kur'an-ı Kerim bundan
sonraki ayette Müslümanlara Allah'ın ayetlerini okuyarak, insanların-
vicdanlarını ve hayatlarını kötülüklerden temizleyerek onlara Kitabı hikmeti ve
dünya ve ahiret hayatının gerçeklerinden nice bilmediklerini öğreterek,
insanların seviyesini yükseltmek için gelmiş olan, bu büyük Rasulün şahsında
ve risa-letinde tam ve kapsamlı nimetin mükemmel bir suretini veriyor.
Bakara Suresinin bu
bölümü insanları O'nun huzurundaki sorumluluklarından dolayı kendilerini affı,
mağfireti ve nimetleri ile anması için kalplerinde, dillerinde ve
düşüncelerinde Allah'ı zikretmeye ve nimetlerini ellerinden alarak
cezalandırmaması için onlara verdiği nimetlerinden dolayı şükretmeye, bu
nimetlere karşı nankörlük etmemeye çağırarak sona eriyor...
[193]
Allah'ı zikir ve O'na
şükretmeyi kelime anlamından ameli
(pratik-eylemsel) bir konuma çıkarmak yolunda birçok hadis ve haber varid
olmuştur. Allah'ı zikretmek; bu ameli konum içersinde insanın saptırıcı ruhi ve
ameli baskılara karşı koyduğu, sarsıntı hallerinde ameli bir bağlılık ile
temsil olunur. İnsan, Allah'ın bütün kainatı kontrolünde tutan hazır ve
nazırlığını zikretmek yoluyla O'nu derin bir hisle içinde de hisseder. Bu
devamlı gözetim ve kontrol altında bulunma hissi, insanı, Allah'ın emir ve yasaklarına
bağlılığa iter, bozguncu ve saptırıcı akımlara kapılıp bu akımların arkasından
gitmesine mani olur. Bir çok kanaldan rivayet edilmiş olan şu hadisi şerif bu
durumu açıklamaktadır: Rasulullah (S.A.V.) bir gün ashabının önüne çıktı ve
onlara:
«Cennet bahçelerinde
dolaşın.»
dedi.
«Cennet bahçeleri de
nedir?»
diye sordular. Şöyle
buyurdu:
«Zikir meclisleridir.
Yeyip içip beslenin, dolaşıp gezin ve Allah'ı zikredin. Allah'ın yanındaki
yerini görmek isteyen de Allah'ın kendisinin yanındaki yerine baksın. Şüphesiz
Allah, kula kulun kendinden verdiğince verir. Bilin ki, Melik'inizin yanında
amellerinizin en hayırlısı, en temizi ve derecenizi yükseltmek bakımından en
yükseği ve güneşin üzerine doğduğu en üstün şey Allahu Teala'yı zikretmektir.
O (Allah), kendinden haber vererek: «Ben, beni zikredenin sohbet arkadaşıyım.»
demektedir.
Allahu Teala; «Beni
anın ki, ben de sizi nimetlerimi vererek anayım; beni ibadet ve itaat ile
zikredin ki, ben de sizi nimetler, ihsan ve rıdvan (rıza-hoşnutluk) ile anayım»
buyurmaktadır.
Hasan el-Bezzaz'dan
rivayet edilen bir haberde Hasan el-Bezzaz şöyle diyor: «Ebu Abdullah Cafer
es-Sadık (RA) bana:
«Sana Allah'ın
mahlukatına farz kıldığı en büyük yükümlülüğü söyleyeyim mi?» dedi. «Tabii»
dedim. Şöyle, dedi: «İnsanlara kendinden fazla yararlı olmak, Müslüman
kardeşine yardımcı olmak ve her yerde Allah'ı zikretmektir. Dikkat et:
«Sübhanellahi Velhamdülillahi Velâ-îlâhe İllallahu Vallahu Bk-ber» zikirden
olmakla beraber, Allah'ı zikretmek budur demiyorum; her yerde Allah'ı
zikretmek demek, herhalükarda Onun emirlerine uymak ve yasaklarından
kaçınmaktır...».
Tabii ki, zikrin ameli
tarafına önem vermek, Sübha-naliah, Elhamdülillah, Lailahe İllallah ve —tevbe
ederek— Estağfirullah diyerek dil ile zikretmekle temsil olunan diğer tarafı
ihmal etmek ve hafif görmek anlamında değildir. Aksine bu lisan ile zikir ameli
zikre bir giriş olabilir. Çünkü Allah'ın nimetlerini, ihsanlarını, büyüklük ve
yüceliğini zikretmek, insanın içersinde Allah'a açık ferah bir ortam meydana
getirir. Öyle ki; bu ferah ortamı yaşayan insan, hayatının bütün işlerinde
Allah'ı ve O'nun kontrol ve gözetimim hisseder. Böylece her işte O'na itaat
konumunda bulunma zorunluğu, hislerine ulaşır... Bütün bu açıklamalar ışığında
anlıyoruz ki, Allah1 m kulunu zikri ile kulun Allah'ı zikri arasındaki bu karşılıklılık,
bize kulun nimet ve lütufları ile Allah'ın gözetimini haketmesinin onun
Allah'ın emir ve yasakları karşısında gösterdiği ameli bağlılık ile şartlı
olduğunu vahyeden İslami düşünceyi vermektedir. Allah'ın kullarına verdiği
vaadi ile kulların Rableri huzurunda verdikleri vaadde olduğu gibi:
«Siz bana verdiğiniz
vaadi yerine getirin; ben de size verdiğim vaadi yerine getireyim...».
Bu noktada şunu
hissediyoruz: Mü'min kişinin içersindeki iman, kendi asaletini yakalamak,
kendi esası üzere bir kaideye oturmak, derinlerden hareket ederek af, açıklık
ve kapsamlılığa kavuşmak için Allah ile derin bir ilişki ve bağlılığa
muhtaçtır. Bu hedefe ulaşmak yolunda ise çocuklardan gençlere ve yaşlılara
varıncaya kadar bütün Müslümanlara İslamî şahsiyeti gerçekleştirmeyi
amaçlayan îslami terbiye (eğitim) yöntemlerini ulaş-tırmalıyız. Öyle ki;
Müslüman insan her gündelik çabasında Allah'ın zikrine açık bir kalple yaşasm.
Bu da yaşanan duruma göre yönlendirebilecek, kapasiteli yönlendiriciler
marifetiyle gerçekleştirilecek, fikri ve ameli derslerle olacaktır.
Şükre gelince...
Allah'ın
«Bana şükredin...
Nankörlük etmeyin...»
emri ile bu bölümdeki
ayetleri noktaladığı ikinci çağrıdır. Bu çağrı şükür kelimesine, dil ile
şükretmeye bir çağrı değildir. Aksine bu devamlı şükür konumunda olmaya
çağrıdır. Şükürden maksat Allah'ın emirlerine itaat etmek ve O'na isyandan
yasaklarını çiğnemekten sakınmaktır. (Allah'a gereği ve layıkınca kulluk
etmektir) Rasu-lullah (S.A.V.)'den Ebu Basir ve Ebu Cafer Muhammed el-Bakir
(R.A.) kanalıyla rivayet edilen şu hadisi şerifin anlatmak istediği de budur:
«RasuluUah (S.A.V)
Aişe'nin (gecesinde) evinde idi, Aişe: «Ya Rasulallah! Allah geçmiş ve gelecek
bütün günahlarını bağışlamış olduğu halde niçin (bu kadar) kendini
yoruyorsun?'» dedi. RasuluUah (S.A.V): «Ya Aişe! Şükreden bir kul olmayayım
mı?..»
buyurdu. Yine Ebu
Cafer Muhammed el-Bakır rivayetine şöyle devam ediyor:
«Rasuluîlah (S.A.V)
ayak parmakları üzerinde kıyam ediyordu... Bunun üzerine Allah Subhanehu (Tâhâ
(Ya Muham-med)... Biz sana Kur'an'ı sıkıntıya giresin diye indirmedik...)}
ayetlerini indirdi.
İmam Cafer es-Sadık
(RA)'m da şöyle dediği rivayet olunmuştur:
«Nimete şükür,
yasaklardan sakınmaktır. Şükür —bunun yanında— insanın (Elhamdülillahi Rabbil
Alemin - Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun...»
demesi ile tamamlanır.
Yine İmam Cafer es-Sadıktan Ebu Basir kanalıyla şu haber rivayet edilmiştin Ebu
Abdullah (RA)'a:
«Şükrün, kul onu
yapınca şükretmiş olacağı belirli bir sınırı var mıdır?» dîye sordum. «Evet»
dedi. «Nedir?» dedim. Şöyle dedi: «Allah'ın mal-mülk ve çoluk-çocuk gibi
verdiği bütün nimetlere hamdetmek ve Allah'ın mal olarak vermiş olduğu nimetlerde
—sadaka, zekat gibi— herhangi bir hak var İse bunu eda etmektir...»
İşte şükür kelimesi
ile, şükür yaşamı birbirini böyle karşılamaktadır. Böylece kulun Allah ile olan
ilişkisini taklidi kelimelere dönüşmekten ve bu düzeyde kalmaktan koruyan
İslami yetiştirme ve olgunlaştırma yöntemi kendini belli etmiş olmaktadır.
Çünkü bu ilişki taklidi kelimeler düzeyine düşünce kuruyup cansızlaşabilir.
Fakat bunun'aksi bir durumda yani dile ile şükrün, şükür hayatı ile pekişmesi
durumunda bu ilişkiye insanın söz ve eylemi erin deki yaşayışına ruhi
temellerin canlı somutluğunu taşıyan bir ruh girer.
Burada Allah'a
şükretmenin insanın kendisine genel ve özel hayatında bazı ikramlar sunan
insanlara teşekkür etmesine kadar uzanan boyutlarına da işaret etmemiz yararlı
ve yerinde olacaktır. Çünkü sundukları ikramlardan ve yardımlardan dolayı,
insanlara teşekkür etmeyen kimse Allah'a şükretmez. İmam Ali İbnül Hü-seyn
Zeynelabidin (RA), kendisinden rivayet edilen bir haberde şöyle diyor: Allah,
bütün hazin (içli) kalpleri ve çok şükreden bütün kulları sever. Allah Tebareke
ve Tea-la kıyamet günü kullarından bir kula: «Falan adama —şu ikramından
dolayı— teşekkür ettin mi?» diye sorar. O da: «Hayır yalnızca sana şükrettim ya
Rabbi...» deyince, Allahu Teala: «Ona teşekkür etmediysen dana da
şükret-memişsindir...» buyurur. Sonra şöyle diyor İmam Ali İbnül Hüseyn
Zeynelabidin: «Allah'a en çok şükredeniniz insanlara en çok teşekkür
edeninizdir...»
Bu İslami terbiye
yaklaşımı içersinde sundukları ikramlardan ve yardımlardan dolayı insanlara
teşekkür etmenin Allah'a şükürden sayılması insanları iyilik yapanları bu
iyiliklerinden dolayı teşvik tedbirlerine çağıran İslami çizgiden hareket
etmektedir. Çünkü iyi işleri yapan insan tabiatı gereği yaptığı iyiliklerin
diğer İnsanların kendisine karşı tutumlarına yansımasını ister. Çünkü insanlar
bu yansımayı göstermezlerse iyilik yapanı ihmal, yaptığı iyiliği de inkar
etmiş olurlar. Bu durumda iyilik yapanları bu yönelimlerinden uzaklaştırma
tehlikesini getirebilir. İmam Ali (RA), oğlu Hasan (RA)'a yaptığı vasiyetinde
şöyle demiştir:
«îyiîîk yapan ile
kötülük yapanı aynı terazide tutma. Çünkü bunda iyilik sahiplerinin
iyiliklerine gadretmek sozkonusu-dury>...
Burada yaptıkları
iyiliklerden ve sundukları yardımlardan dolayı insanlara teşekkür etmek,
iyilik sahiplerini diğerlerinden ayırmak gibi böyle bir tutumun insanı
her şeyde en içli sebebin Allah olduğunu kabul etmeye
çağıran îslami ruhi yaklaşıma mani olmadığı da olabildiğince belirgindir.
Kullar, Allah'ın sahip olup da kendilerine verdiğinden başka hiçbir şeye sahip
değildirler. Bu şekilde Allah —aynı zamanda— insanın Allah'ın nimetlerine
ulaşmak yolunda bir araç kıldığı vasıtanın rolünden de gafil olmamasını
istemektedir. İşte bunun için insanoğluna Rabbiııe şükrettiği gibi ana-babasma
da teşekkür etmesini, şükranlarım sunmasını emretmiştir:
«Bana ve anana-babana
sonuna kadar şükret»...
Şükrün bu yönünün
böyle tekitle vurgulanması insanın şükür hislerinin canlı tutulmasına
yöneliktir. Çünkü insanın birlikte yaşadığı insanlardan gelen iyilik ve ikramlara
kayıtsız kalması bunlara şükran hissiyle yaklaşmaması insandaki şükür hissinin
kaybolduğunu gösterir. Şükür hissini kaybeden insanın ise Allah Subhanehuya
şükretmesi de düşünülemez.
[194]
Bu bölümü bitirirken
temel düşünceleri mütalaa etmek üzere birkaç nokta üzerinde duralım:
1 — İslami
davetin ilk dönemlerinde Allah'ın düşmanları Müslümanların zayıf noktalarına
hücum ederek, onları İslam'dan saptırmaya çalışmışlardır.
2 — İslam,
kıblenin Kabe'ye doğru çevrilmesini emreden yeni hükme ilişkin olarak anılan
meselede, müdahaleci İslam düşmanlarının müdahalelerine köklü yaklaşım
yöntemleriyle cevap vermiştir. Onların, Müslümanların içlerine sokmaya
çalıştıkları, bu vesveselerin arkasında gizlenen sapık fikri ve şahsi
arkaplanîannı açığa çıkaran, çeşitli karşı yöntemler uygulamıştır.
3 — Bakara
Suresinin bu bölümü tamamiyle bir bütündür. Bir yandan bu yeni şer'i hüküm
bağlanımda şeriatın ve onun hükümlerinin tabiatının bir tahlilini vermektedir. Sonra da İslam ümmetine dönerek onları bu
müdahalecilerin saptırma amaçlı vesveselerine gereğince karşılık vermeye
çağırmakta ve bu ümmetin diğer ümmetler karşısındaki konumunu belirtmektedir.
Bunlardan biri ve Özellikle mevzuu bahis olanı Yahudilerdir. Müslümanlardan
bunlara karşı pasif değil, aktif bir konumdan hareket etmelerini istemektedir.
Sonra bu yeni hükmü yeniden irdelemekte, onu ümmetin yetiştirilmesi ve
Peygamber Muhammed (SAV)'in ruhi yönelimleri ile alakalandırmaktadır. Sonra
Peygamber (SAV)'e Yahudilerin ve bulundukları konumun gerçek suretini tecrübeye
yer bırakmayacak bir düzeyde
açıklayan Kur'an'î üsluplar, Müslümanları her türlü sallantı ve
sarsıntıdan uzaklaştırmaktadır.
4 — Çağdaş
İslaıni hareket de; İslam düşmanlarının, bazı durumlardaki İslami kanunlara ve
Allah yolunda çalışanlara çalışmanın gereği üzere değişen durum ve şartlara
bağlı olarak, uyguladıkları çeşitli değişken pratik yöntemlerine karşı
uyguladıkları birçok yöntemlerle
karşı karşıyadır. İslaıni hareketin bugün karşı karşıya kaldığı
yöntemler, zamanında Yahudilerin Peygamber (SAV)'e karşı uyguladıkları
yöntemlere çok benzemektedir.
5 — Bize
düşen, bu bölümü şüphe sokma, saptırma ve yalanlar yığma yöntemlerine karşı
pratik İslami yöntemlerin bir örneği olarak iyice incelemek, bundan gerekli dersi almak ve
bunu bu alandaki başlıca yöntem olarak kabul etmektir. Bunu her iki dönemin
(ilk ve son dönemin) şartlarım ve bu şartların gösterdiği değişiklikleri
karşılaştırmalı olarak gözden geçirerek oldukça açık bir şekilde görebiliriz.
6 —
Müslümanların bu büyük mücadele
karşısında yaşadıkları zorlu durumu çözme yöntemi üzerindeki incelememiz,
bizi; İslam'ın çalışma yönteminin canlılığı ve hareketçi esnekliği
üzerinde yoğunlaşmaya götürür.
İs-lami yöntem öyle canlı ve esnek bir karaktere sahiptir ki, yaklaşım
unsurlarından sadece bir unsur üzerinde dur-. maz. Bir tek hissi ya da akılcı
halette kalıp donuklaşnıaz. Aksine sorunu çözmeye, müdahale ve engele karşı koymaya
yardımcı olacak bütün unsurları tamamlamak ve bütün akılcı ve hissi haletleri
bir arada bulundurmak için, bir unsurdan diğer unsura, bir haletten diğer
halete geçmeye çalışır. Bu açıklamalar ışığında İslami davet yöntemini veya
İslami mücadele ve yaklaşım yöntemini tek boyutlu ve tek haletli beşeri
bilimsel temellere indirgemeye çalışan
düşüncenin yanlışlığına karar
verebiliriz. Bu düşünce çeşitli
unsurları ele aldığında bile bir tek düşünceyi ya da sınırlı bir konuyu
incelemeye bağlı unsurları ele alır. İnsanın iç durumuna ve onu içine alan
dış ortama etki etmekte bir geçiş
noktası olacak temel problemlerle ilgilenmez. Halbuki insana yaklaşmak, insan üzerinde çalışmak soyut
bir düşünceye yaklaşmak veya soyut bir düşünce üzerinde çalışmaktan tamamen ayrılır.
Çünkü insan gerek duyuları ve hisleri, gerekse et-kilenimleri ile çeşitli ve
değişken bir evrensel varlıktır. Bu durum da ona, bütün yönlerden ve bütün
etkilenim noktalarından yaklaşmamızı gerektirmektedir.
7 — Bu
bölümün tamamının genel tabiatı insanın bütün söz ve eylemlerinde sevabı ve
cezası ile Allah karşısındaki konumunu ihmal edilmez canlılıkta hatırlatmaktadır.
Bu hatırlatma konuma ruhi bir hava vermektedir. İnsan bu hava içersinde
meselenin soyut düşünsel hesaplardan başka herhangi bir şeye yer vermeyen,
soyut beşeri bir mesele olarak telakki edildiği, soyut düşünce değil imani
sorumluluk noktasından hareket edecektir.
[195]
[1] Fussîlet, 42
[2] Hicr, 9
[3] Ahzab, 21 10
[4] Maide, 32
[5] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/7-13
[6] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/17
[7] Bakara, 67
Muhammed Hüseyin
Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/17
[8] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/17-19
[9] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/19-21
[10] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/23
[11] Fussilet, 26
[12] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/23-27
[13] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/27-30
[14] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/30-31
[15] Bakara, 3-5
[16] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/35
[17] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/35-40
[18] Azhab, 38
[19] Ahzab 62, Fatır 43
[20] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/40-44
[21] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/44
[22] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/44-45
[23] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/45-47
[24] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/47-49
[25] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi
Yayınları: 1/49-50
[26] Bakara, 6-7
Muhammed Hüseyin
Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/53
[27] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/53-55
[28] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/55-57
[29] Kaf, 29
[30] Zuhruf 76
[31] A'raf 28
[32] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/57-61
[33] Bakara, 8-15
Muhammed Hüseyin
Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/65
[34] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi
Yayınları: 1/66-67
[35] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/67-68
[36] Bakara, 194 82
[37] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/68-83
[38] Bakara, 16-22
Muhammed Hüseyin
Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/87
[39] Tevbe, 111
[40] Bakara 207
[41] Saff 10-12
[42] Zümer 15
[43] Enfal 36-37
[44] Al-i İmran 185
[45] Tevbe 72'
[46] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/88-92
[47] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/92-96
[48] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/96-98
[49] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/98
[50] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/98-102
[51] Bakara 23-24
[52] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/105-106
[53] İsra 88 28
[54] Hud 13-14
[55] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/106-110
[56] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/110-115
[57] Zariyat, 49
[58] Rum, ı-4
[59] Nahl, 103
[60] Ankebut, 48
[61] Furkan,5
[62] Nisa, 82 120
[63] şura, 52 34
[64] Yunus, 34
[65] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/115-125
[66] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/125-127
[67] Bakara, 25-29
Muhammed Hüseyin
Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/131
[68] Tevbe, 72
[69] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/132-135
[70] Bakara 26
[71] Hacc, 73
[72] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/135-139
[73] Bakara, 27 140
[74] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/140-142
[75] Bakara 28 142
[76] Bakara 29
[77] Saffat, 6
[78] Fussilet, 12
[79] Hicr, 18
[80] Cin, 9
[81] Nuh, 15-16
[82] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/142-147
[83] Bakara, 3O-33
[84] Zarîyai 56
[85] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/151-154
[86] Fussilet, 11
[87] Kasas, 88
[88] Maide, 64
[89] Fetih, 10
[90] Enbiya, 26-27
[91] Sad, 26
[92] Yunus, 14 160
[93] Ahzab, 72
[94] Hucurat, 13
[95] Nur, 55
[96] Nur, 45
[97] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/154-170
[98] Bakara, 34
[99] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/173-174
[100] Hud, 43
[101] A'raf, 12
[102] İsra 62 176
[103] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/174-176
[104] El-Mizan Fi Tefsiri'l Kur'an C. 1, sh. 135-136 178
[105] Yusuf, 100
[106] El-Mizan Fî Tefsiri'l Kur'an C. 1, sh. 135-136
[107] a.g.e,, C. 1, sh. 135-136
[108] a.g.e., C. 1, sh. 135-136
Muhammed Hüseyin
Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/176-181
[109] Bakara, 35-39
[110] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/185-186
[111] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/186-189
[112] AI-i İmran, 33
[113] Ta Ha, 117-119
[114] Ta-Ha, 121
[115] Bakara, 37
[116] A'raf, 23
[117] Bakara, 35
[118] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/190-194
[119] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/194-196
[120] Bakara, 37 196
[121] A'raf, 23
[122] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/196-197
[123] Şeyh Cevad Belagî, el-Hüda ila Dini'l Mustafa, C.l,
sh. 313 (Bazı Hristiyan yazarlardan naklen)
[124] Zümer, 53
[125] En'am, 164
[126] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/198-200
[127] Bakara, 38
[128] Bakara, 39
[129] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/201-204
[130] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 1/204-206
[131] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/9-14
[132] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/14-18
[133] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/19-22
[134] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/22-25
[135] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/29-33
[136] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/33-35
[137] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/35-37
[138] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/37-40
[139] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/40-42
[140] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/45-50
[141] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/50-52
[142] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/52-53
[143] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/53-56
[144] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/59-63
[145] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/63-68
[146] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/71-74
[147] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/74-76
[148] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/76-78
[149] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/78-83
[150] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/87-88
[151] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/89-90
[152] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/90-92
[153] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/92-98
[154] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/98-100
[155] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/103-122
[156] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/122-124
[157] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/
[158] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/127-135
[159] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/135-139
[160] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/143-146
[161] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/146-149
[162] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/149-152
[163] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/152-157
[164] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/157-159
[165] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/163-165
[166] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/165-168
[167] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/168-172
[168] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/172-174
[169] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/174-177
[170] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/177-181
[171] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 2/181-187
[172] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/9-14
[173] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/14-21
[174] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/22
[175] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/22
[176] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/25-31
[177] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/32-33
[178] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/33-34
[179] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/34
[180] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/35
[181] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/35-39
[182] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/39-43
[183] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/47-53
[184] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/53-56
[185] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/57-58
[186] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/58-59
[188] A.g.e., s. 326
[189] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/59-64
[190] Mecmaul Beyan, fi Tefsir-il Rur'an; C. 1, s. 334
[191] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/64-68
[192] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/68-71
[193] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/71-78
[194] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/78-84
[195] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/84-86