MİN VAHYİ’L-KUR’AN.. 4

1) KUR'AN O'NDA ŞÜPHE YOKTUR... MUTTAKİLER İÇİN BİR HİDAYETTİR.. 5

Bu Sure Neden «Bakara» (İnek) Suresi Diye Adlandırılmıştır?. 5

Kıssa... Ve İbret 6

Surenin Konuları İle Başbaşa. 6

Kur'an'da Bazı Surelerin Başlarında Yer Alan Harfler 7

Kur'an Bir Hidayet Kitabıdır. 8

Kur'an Sadece Muttakiler İçin mi Hidayettir?. 9

2) MUTTAKİLER SİMALARI... SIFATLARI... BİRİNCİ ÖRNEK.. 9

Gaybe İman Etmekten Amaç Nedir?. 9

Dînîn Hepsi mi Gaybtır?. 11

Namaz Kılarlar 12

Namaz İnanç Sistemine Dayanan Uygulamaının Bir Görüntüsüdür. 12

İnfak Kavramı ve Sahaları 12

Semavi Risaletlere İman Değişmez Bir Şarttır 13

Ahiret İnancının Fonksiyonu. 13

3) KAFİRLER... BAŞKA BÎR ÖRNEK CEBR ve İHTİYAR ÇERÇEVESİNDE HİDAYET ve KÜFÜR.. 14

Başka bir Örnek... Kafirler 14

Çağdaş Bir Hareket İçinde Bu iki Ayetin Konumu. 14

Cebr ve İhtiyar Açısından İki Ayetin Değerlendirilmesi 15

4) MÜNAFIKLAR...  ÜÇÜNCÜ TİP. 16

Münafıklar... Ümmetin En Tehlikeli Düşmanları 16

Kur'an Klavuzumuzdur 17

Tahlil Karşısında Bir Örnek. 17

5) NİFAK KESAT BİR TİCARET, KÖTÜ BİR SON... VE DAHA BÜYÜK OLAN ALLAH'IN GAZABI 21

Bu, Gerçeğe Dayanan Bir Tasvirdir... Gerçekten Alman. Örnek Bir Derstir 21

Ayetlerin Işığında Münafıkların Durumu. 23

Düşünme Çağrısı 24

6) KURAN’IN I'CAZI VE BOYUTLARI 25

Kur'an'î Meydan Okuyuşun Zirvesi 26

Üstün İfade Gücü, Kur'an'ın Meydası Okuyuşunun Kilit FJoktalanni Oluşturmaktadır 27

Kur'an'ın Meydan Okuyuşunda Başka İ'caz Yönleri Var mıdır?. 28

7) AHİRET MÜJDESİ KUR'AN'DA ÖRNEKLER. HER ŞEYİN BAŞINDA ALLAH'A İMAN.. 32

Ahiret Müjdesi 32

Kur'an'da Örnekler 33

Fasıklar Kimlerdir?. 34

Her Şeyden Önce Allah'a Îman. 35

8) YARADILIŞIN BAŞLANGICI 36

Kıssa. 37

9) İBLİS BAŞKALDIRDIĞINDA.. 42

İblis Küfre Girdi 42

Îblis'in Dramı Ve Temelsizliği 43

10) İLK GÜNAH... ÖRNEK BİR DERS. 44

İnsanın İlk Deneyimi 45

Hz. Adem'in Hatası ve Bunun Peygamberlerin İsmetiyle İlgisi 46

Tevbe ve İnsanın Hayatındaki Önemi 48

Adem’in Günahı - Feda Etme Akidesi Önünde. 48

Tefsirdeki Kavramlar 49

Bu Ayetlerden Çıkarılması Gereken Pratik Ders. 50

11) TARİHLERİ VE BUGÜNKÜ HALLERİYLE YAHUDİLER KUR’AN TERAZİSİNDE. 51

Allah'ı Hatırlayın ve O'na Verdiğiniz Sözde Durun. 52

İsrailoğulları, Aldatma ve Hakkı Gizleme Arasında. 54

Siz İnsanlara İyiliği Emredip, Kendinizi unutuyor musunuz?. 55

12) KUR'AN İSRAÎLOGULLARINA ÖĞÜT VERİYOR VE ONLARA ALLAH'I HATIRLATIYOR.. 56

Bu iki Ayet Pratiğimizi ne Ölçüde Etkileyebilir?. 58

Hatırlatma ve Uyarı 58

Ahirette Şefaat Var mıdır?. 59

Şefaat Dileme ile Şirk Arasında  Bir İlişki Var mıdır?. 60

13) PEŞPEŞE GELEN NİMETLER... VE TARİHE YÖN VEREN LÜTUFLAR.. 61

Liderliklerin, Olayın Arka Planını İncelemesi Gerekir 63

Kitabın Nimet Olduğu Pekiştiriliyor 63

Rabb'inize Tevbe Edin, Kendinizi Öldürün! 63

14) KUR'AN DAVET ZAMANINDA YAHUDİLERİN HEPSİNİ BİR KABUL EDEREK ATALARININ TARİHÎYLE ONLARA HİTAP EDER   65

Bu Ayetlerin Direktifleri Üzerine Bir Değerlendirme. 66

15) ALLAH'A GÖRE KURTULUŞ ÖLÇÜLERİ ÎSRAİLOĞULLARININ İNEK KISSASI 68

Bu Ayetlerin Kısa bir Değerlendirilişi 70

İsrailoğuliarı ve İnek Kesme Kıssası 70

16) ÎSRAİLOĞULLARI DONUKLAŞMA, TAHRİF VE NÎFAK AŞAMASINDA.. 72

Tarihin Bugüne Göre Değerlendirilmesi 73

Tahrif Aşaması 73

Kaypaklığa Dayalı Nifak Aşaması 74

Davetçiler Geçici İmtiyazlar Karşısında. 76

17) HUKUK METODU AÇISINDAN VERÎLEN GÖZÜN TEKRAR HATIRLATILMASI, 77

DURUM DEĞERLENDİRMESİNDE ONLARIN BU SÖZLEŞMENİN ŞARTLARINI ÇİĞNEDİKLERİNİN DİLE GETİRMESİ 77

18) KUR'AN-I KERÎM İSRAÎLOĞULLARININ RİSALET ÇİZGİSİNDEN SAPTIKLARINI ÇEŞİTLİ AÇILARDAN BELGELENDİRMEYİ SÜRDÜRÜYOR. 84

Büyünün Gerçekliği Var Mıdır?. 86

19) KUR'AN REALİTEYE DAYALI OLARAK MÜ'MİNLERİ BİLİNÇLENDİRMEYE BAŞLIYOR.. 88

Kafirlerin Müslümanlara Karşı Kompleksleri 89

Bu Ayetin peygamberlerin Masumiyeti ile ilgisi 91

Kur'an Ehl-i Kitabın Kıskançlığına Karşı Tavrını Belirliyor 93

20) KUR'AN, ÎSLAM DÜŞMANLARININ GELECEK MESELELERİNİ TEMENNİLERDEN UZAK.. 94

BİÇİMDE ORTAYA KOYAR.. 94

Yahudiler ve Hıristiyanlar Birbirlerine nasıl bakarlar 94

Allah'ın Camilerinde Allah'ın Adını Yasaklayandan Daha Zalim Kim Vardır?. 96

Doğu da, Batı da Allah'ındır 97

Allah Oğul Edendi Dediler 97

Kendi Dinlerine Uymadıkça Başkaları Senden Razı Olmazlar 100

21) BİR PEYGAMBER VE İMAM OLARAK İBRAHİM (A.S.)’İN KİŞİLİĞİ VE ONUN KİŞİLİĞİNDE İMAMETİN ANLAMI 102

Ayetin Tefsiri Ayrıntılarında İşe, Şu Birkaç Nokta Dikkatlerimizi Çekiyor; 103

Sorumluluk Yeterlik İmtihanından  Sonra Verilir 105

Zalimler Rehber Olamazlar 106

22) İBRAHİM İLE İSMAİL ALLAH KORKUSU TEMELİ ÜZERİNE MESCİDİ BİNA EDİYOR VE GERÇEK DİNİN STRATEJİK TEMELLERİNİ ATIYORLAR.. 106

Bu Ayetlerden İlham Alıp Öğrendiklerimize Gelince: Kuruluşların Yapısındaki Ruhi Hava. 108

Mü'minler Çocuklarının İmani Geleceğini Düşünüyorlar 108

Allah Yolundaki Davetçileri Yetiştirenlerin Sorumluluğu. 109

İbrahim İslam'ın Davetini Güdüyor 109

İslam Yahudiler ve Hıristiyanlara Karşı Mücadele Ediyor 110

23) KIBLENİN BEYTÜL-MAKDİS'DEN KA'BEYE ÇEVRİLİŞİ 112

Aşağılık İnsanlar Sorun Çıkarıyorlar 114

Kur'an Bu İnsanları Nasıl Aşağılık ve Ahmak Olarak Tasvir Etmiştir 115

Kafirlerle Savaşımızda Bu Yönteme Olan İhtiyacımız. 115

Allah'a Teslim Olmuş Ümmet Orta Ümmettir 115

İnsanlar üzerinde Şahitliği Nasü Anlıyoruz. 117

Kıble Hükmü Bir İmtihan ve Sınamadır 118

Şeriat Peygamberin. Arzusuna Cevap Veriyor 119

Allah'ı Zikretme ve O'na Şükretmenin Kapsamlı Anlamı 121

Bu Büyük Ders Önimde Bazı Önemli Noktalar 123


MİN VAHYİ’L-KUR’AN

 

Rahman ve Rahim Olan Allah'ın adıyla...

Tarih boyunca Kur'an ilimlerinin herbirini baz ala­rak Kur'an'm tefsirini yazma çalışmaları yapılmıştır. Dil-bilgisinden belagata, felsefeden psikolojiye, tasavvuftan sosyolojiye varıncaya kadar her alanda Kur'an'ın derinle­mesine incelemesi yapılmış bulunmaktadır. Bunun yanın­da herhangi bir bilim dalında ortaya atılan teorilere ve keşiflere dayanarak Kur'an'ı açıklamaya çalışan Kur'an'ı bu teori ve keşiflere adapte etmeye çaba sarfeden bir ke­sim de «Bilimsel Tefsir»le uğraşmaktadır. Öte yandan bir­takım çevreler Kur'an'ı Kerim'i sırlarla, nükte ve bilme­celerle dolup taşan bir kitap olarak göstermeye, insanlara bildirmek istediği her şeyi sembollerle açıklamaya daya­nan bir kitap şeklinde tasvir etmeye gayret etmektedirler. Yeni tefsirlere yeni kapılar açmak için sürekli olarak cid­di çalışmalar yapılmaktadır. Bunca tefsir türü ve çeşitleri yanında bizim bu kitabımız da bir Tefsir Kitabı mıdır? Ve bugün biz gerçekten yeni bir tefsire muhtaç mıyız?

İşin gerçeğini ifade etmemiz gerekirse, biz başta bu araştırmaları yeni bir tefsir çalışması amacı ile yazmadık. Bunlar imanli-kültürlü bir grup öğrenciye verilen Kur'an derslerinden ibaretti. Bu derslerden amacımız, İslami Di­riliş Hareketini sarsılması ve saptırılmasına asla izin ve­rilmemesi gereken değişmez kurallara dayandırmak için Kur'an'a dayalı bir diriliş hareketini yaratmaktı. Çünkü; biz Kur'an kültürünün, hem düşünce planında hem de pra­tik eylem sahasında yapılacak inkılapçı İslami çalışmaların temel ilkesini oluşturduğunun bilincindeydik. Zira Kur'an'ı Kerimin, akidevi İslami Dirilişte «önünden ve arkasından herhangi bir şaibenin ulaşamayacağı biricik kitabı[1] O temsil ettiğini biliyorduk. Buna bağlı olarak Yüce Allah, onu tahriften, ilave ve eksikliklerden koruyacağına dair güvence vermişti:

«Zikri (Kur'an'ı) biz indirdik biz! Ve onun bekçileri de biziz»[2]

Bu gerçeklerin ışığında Kur'an-ı Kerim'in, hayatın dü­şünce, hukuk ve eylem sahalarının hepsinde tertemiz, net İslam düşüncesinin hatasız biricik kaynağını oluşturduğu anlaşılmaktadır. İslami şahsiyetin, kendisine dayandığı temel kavramları belirleyen tek kaynak olduğu kesinleş­mektedir.

Biz bu sözlerimizle İslam Düşüncesi'nin ve İslam Hu-kuku'nun ikinci ana kaynağını oluşturan sünnetin değe­rini gözardı etmiyoruz. Çünkü «Hadis» Kur'an'm genel kavramlarının detaylı bir açıklaması niteliğindedir. Ha­dis, belirlenen ilkenin noktalama işaretleri niteliğindedir. Genel ilkelerin düşünce ve pratik olarak nasıl gerçekle­şeceğini gösteren bir açıklamadır. Bununla beraber Kur' an, «sened»i yönünden sünnetten farklı bir niteliğe sa­hiptir. Kur'an'm senedi bilimsel bir ispata ihtiyaç duy­maz1. Bilginler Kur'an'da yer alan bir hükmün doğruluğu­na kanaat getirmek için o hükmü aktaran ravilerin akide ve ahlak olarak sağlam kişilikli insanlar olmasını araştır­mak zorunda değildir. Çünkü Kur'an'm senedi kesindir. Bunun yanında Peygamberimizin şöyle söylediğini veya böyle yaptığını ispat eden hadisin senedi bu ölçüde sağ­lam ve kesin değildir. Bunun sağlam ve kesin olduğunun ispatlanması gerekir. Bu konuda bilginler diğer içtihadı konularda olduğu gibi ayrı ayrı görüşlere varabilirler. Bu nedenle Kur'an'm belirlediği ilkelere özellikle önem ver­mek ve onları özellikle vurgulamak, arıduru Kur'an dü­şüncesini oluşturacak ve uydurma hadislerin kalp para ni­teliğinde olduğunu anlamamızı kolaylaştıracaktır. Ehli Beyt imamlarından —selam onların üzerine olsun— sabit olan hadislerden yola çıkarak Kur'an'la bu hadislerin içe­riklerinin, Özlerinin sağlamasını yaptığımızda muhtevala­rının da bozuk ve yanlış olduğunu' görebilme olanağını el­de ederiz. İmamlardan gelen sabit hadislerde deniyor ki:

«Allah'ın Kitabına aykırı olanlar, dışlan yaldızlı asılsız .sözlerdir».

Ben bu dersleri pratik ve dinamik bir temele dayan­dırıp ,değerli İslami hayatımızı yaşayacağımız bir Kura'n atmosferini diriltmeye çalıştım. Çünkü Kur'an, sırf dilbil-gisindeki sözcüklerin bir araya getirilişi değildir ki, sözlük­teki sözcüklerin anlamı ile dondurulabilsin. Aksine Kur' aıı'i kavramlar manevi ve pratik bir atmosferde harekete geçen kavramlardır. Bu nedenle biz; Kur'an ayetlerim rea­litelerin atmosferinden uzak, sırf düşünceye yönelik edebi metinler gibi ele almıyoruz. Zira biz Kur'an'm doğru yola doğru harekete geçiren, bilgi veren, ilham eden, doğ­ru yolu gösterip ona doğru yönlendiren bir hayat olduğu­nu kavramış buluyoruz. Kur'an ayetleri, İslam Çağrısı Hareketi'nin atmosferinde indiği sırada bu hareketin zaaf noktalarını ve davanın aşamalarında ve realitenin karşı koyuşlarındaki üstünlüklerini gözetiyordu ki, onun zaaf noktalarım güçlendirecek, kuvveti yılgınlığın etkilerinden koruyacak, aşamaları hedeflerine doğru yönlendirecek, realitenin karşı kovuşlarını ısrarla göğüsleyecek ana ilke- ' ler, ciddi kaideler ortaya koysun. Böylece Kur'an ayetleri Risaletin atmosferinde sürekli bir hareket ortaya koyarak İslam toplumunun hareketi içinde yeni bir atmosfer ya­ratabiliyordu.

Kur'an üslubunu bu açıdan ele aldığımızda Kur'an'ı bir mesaj. ve davet kitabı olarak anlamamız gerektiğini görüyoruz. Böylece Risalet ve Davetin atmosferine gir­memiz mümkün olur. Ancak bu atmosferi; Risaletin hare­ketini, dinamiğini ve manevi havasını teneffüs ederek ilk müslümanların ulaştığı büyük hedefe ulaşılabilir. Bu bü­yük hedef, bilinçli ve Kur'an'î Şahsiyetin oluşmasıdır. Bu şahsiyeti Büyük Peygamber hayatında en doğru biçimde temsil etmiştir. Bu nedenle onun sözleri bir mesaj oldu­ğu gibi hayatı da pratik bir mesaj olmuştur. Onun haya­tında çağrının yanında örneklik ve önderlik de birbirine paralel olarak gitmiştir. "Yüce Allah buyuruyor ki:

<iAndolsun Allah'ın Elçisinde sizin için Allah'ı ve Ahİreti arzu eden ve Allah'ı çok anan kimseler için (uyulacak) en gü­zel bir örnek vardır»[3]

Kur'an'dan ilham alma girişiminde, Kur'an'm nüzul sebeplerine ilişkin araştırmamızda iki önemli noktaya dik­kat çekmemiz gerektiği kanaatma vardık:

Birincisi: Kur'an ayetleri, hakkında indikleri olaylara ye şahıslara özgü değildir. Onlarla dondurulamaz. Çünkü ayetin nüzul şartları olayın başlangıç noktasından öte bir anlam ifade etmez, düşüncenin ilk harekete geçtiği olay­dır. Bütün gelişmeleri sınırlama ve hepsini kapsamına al­maktan hayli uzaktır. Bu nedenle Kur'an ayetleri yer ve zamana paralel biçimde her alanda genişlemiş ve her ta­rafa uzamıştır. Ayetler, bu ilk örnek vasıtası ile düşün­ceye ve kavramlara en geniş anlamda kaynaklık edebil­miştir. İşte Kur'an ayetlerinin bu özel sebeplerle ve belli şartlarla dondurulmamış olması onların ilk müslüman nes­le verdiklerini bize de verme olanağı sağlamıştır. Kur'an, ilk müslüman neslin samimiyetine, bağlılığına, Özgür ira­delerine, onların sapıklıklara meydan okuyuşlarına, teo­rik ve pratik olarak özgürlüğü elde etmek için bütün güç­lerini kullanmalarına ışık tuttuğu gibi, bugün bizim küfre, şirke, zulme ve azgınlığa karşı koymamızda da bizimle be­raber yaşadığını, yaşaması gerektiğini rahatlıkla anlaya­biliriz. İşte ehli Beyt imamlarından (as) rivayet edilen söz­ler de bu anlamdadır:

«Kur'an; Ay'ın, Güneş'in, Gece'nin ve Gündüzün kendi yörüngelerinde' aktığı gibî akıp gider.»

İkincisi : Bazen ayetler belli bir düşünceyi içeren bir çerçevede hareket eder. Fakat başka bir biçimde aynı ayet başka bir anlam da taşıyabilir. Pratik sonuçların karakteri ve ayetlerin konu birliği, bu belli anlamın dışındaki anla­ma işaret edebilir. İşte Ehli Beyt imamlarından rivayet edilen birtakım hadislerde «Tevil» diye ifadesini bulan kavram da bu anlamdadır. Yani tevil, ayete sözlük ve dil­bilgisi kurallarına göre ortaya çıkan anlamın dışında ikin­ci bir anlam aramak değildir. Tevil, ayetin gerçek anlamı­nı bulmaya çalışmak, buradan hareketle başka anlamlara başvurmaktır. Şu ayet-i kerime'nin yorumu bu konuda örnek gösterilebilir.:

nKİm de onu diriltirse, sanki tüm insanları diriltmiştir»[4]

Kâfi'de isnadı ile Fudayl b. Yesar'dan rivayet edili­yor ki, Fudayl, Ebu Ca'fer'e (Muharomed Bakır):

«...”Kim de Onu diriltirse, sanki tüm insanları dîrilmiştir' ayetinin anlamını sormuştum şöyle dedi: Onu bir yangından veya boğulmaktan kurtarmaktır. Ben de: Onu sapıklıktan doğ­ru yola iletmek de kurtarmak değil midir? dedim. Bu, ayetin en üstün le'viîidir karşılığını verdi.»

Açıktır ki, burada en üstün tevilden amaç ayetin en derin, en engin boyutlu anlamıdır. Bu te'ville ayetin mesajı daha da kapsamlılık kazanıyor. Zira buna göre ha­yat, Allah ile irtibat kurulduğunda ve O'nun gösterdiği doğru yolda yüründüğünde anlam kazanmaktadır. Şuur­suzca, körü körüne sapıklıkla geçirilen bir hayatın her­hangi bir değeri yoktur.

Biz bu tefsir derslerinde Kur'an'ın köklü dinamik kav­ramlarını elde etmeye çalıştık. Amacımız hayatımızı Kur' an'ın çerçevesinde harekete geçirmektir. Yeni olarak kar­şılaştığımız meseleleri, problemleri ve yeni yapılanmaları

Kur'an'ın ışığında değerlendirmektir. Kur'an'ın anlamla­rını düşüncede daha derin ve daha engin boyutlarla kav­ramaktır.

Tefsire yönelik bu çalışmaların Tefsir'de yeni bir çı­ğır açma iddiası olmadığını belirtmek isteriz. Bu çalışma­da ele aldığımız, incelediğimiz, değerlendirdiğimiz her ko­nuda çoğunlukla nıüfessirlerin, muhakkiklerin bu konu-larla ilgili düşüncelerini veriyoruz. Bizim kendi çalişma-.nız ancak' birtakım sonuçları çıkarmak, değerlendirmeler yapmak ve çıkarımlarda bulunmaktan ibarettir. Çünkü bu çalışmalar, oturup yazılan bir kitap değildi. Değeri: Öğrencilerimize verdiğimiz derslerden meydana geliyor­du. Onlar bu dersleri yazıyorlardı. Sonra getirip bana gösteriyorlardı. Ben de zamanımın elverdiği ölçüde onla­rı seri biçimde gözden geçiriyor ve birtakım düzeltmeler yapıyordum. Bütün temennim, bu çalışmaların, Kur'an'ın sunuş ve üslûb güzelliğine, tefsirin çağdaş hayatımızdaki hareketliliğine ışık tutmasıdır. Zira İslam Çağrısı bu dö­nemde hayatın her alanında Kur'an'ı canlandırmak, yol­daki pratik eylemlerde ve varılmak istenen hedefte Kur' an'ı esas almak zorundadır. Bu çalışmalar «Kur'an'm il-hamîanndandır». Hayat Allah'a doğru yol aldığı ve insan­lık, kendisine gerçek mutluluğu gerçekleştirecek en yüce hedefe varmayı araştırdığı sürece, Kur'an ilham kaynağı olmaya devam edecektir. Bu yüce hedef, dünya ile ahireti, Ruh ile maddeyi, birey ile toplumu birbirine sımsıkı bağ­lamaktadır, îşte en geniş anlamı ile İslam da budur. Son sözümüz Alemlerin Rabbı olan Allah'a hamdetmektir. O bize yeter. O ne güzel yardımcıdır.

Muhammed Hüseyin Fadlullah Beyrut, 20 Recep 1399[5]

 

1) KUR'AN O'NDA ŞÜPHE YOKTUR... MUTTAKİLER İÇİN BİR HİDAYETTİR

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla... [6]

 

Bu Sure Neden «Bakara» (İnek) Suresi Diye Adlandırılmıştır?

 

Bu sure Bakara süresidir. Acaba neden bu adı al­mıştır?

Cevap :Kur'an sureleri çoğunlukla ya belirli bir kıs­sanın, ya özel bir ismin ya da surede kendisine dikkat çe­kilmek istenen Özel bir konunun adını alır. Mesela Al-i İmran suresi, Nisa Suresi, Kehf Suresi, İsra Suresi... gibi sureler başlıklarının sembolize ettiği konulan kapsamak­tadır... Bakara suresinin bu adı alması da Musa (a.s.) ile kavmi arasında geçen bir diyaloga yer veren kıssadan gel­mektedir. Nitekim bu kıssada Musa onlara şöyle demiştir:

«Yüce Allah, sizin bir inek kesmenizi istiyor...»[7]

 

Kıssa... Ve İbret

 

İsrail oğulları (yahudiler) arka arkaya sorular yağdırı­yorlar... Konuyu aydınlatmak için değil, hakaret, alay ve inad için. Sorular çoğaldıkça istenen inekte aranan şart­lar ve özellikler de artıyor. Öyle bir hale geliyor ki, mali külfeti hayli hüyük bir düzeye yükseliyor. Halbuki- onlar emrin belirsizliğinden hareketle herhangi bir İnek tutup kesebilir ve kendilerinden istenen şeyi yerine getirmiş olurlardı... Şartların ve özelliklerin gittikçe arttırılması, onların peygamberi ve yasayı hafife almalarının, onlarla alay etmelerinin hukuki bir cezası mesabesindeydi. Aslın­da iş bununla da bitmiyor. İsrailoğullarmm kıssalarından anlaşıldığına göre onlara hukuki açıdan haram kılman şey­lerin çcrğu onların kötü ahlaklarının ve yaşadıkları sapık­lıkların cezası niteliğindeydi.

Surede özellikle bu kıssaya dikkat çekilmesinin nede­ni, herhalde bu kıssanın Allah'tan gelen emirlere insan­ların kesin itaat etmeleri ve bilinçli bir şekilde onlara tes­lim olmaları gerektiğinin vurgulanması dır. Peygamberler tarafından insanlara ulaştırılan bu İlahi emirlere saygılı olunmasını, anlama ve uygulama olarak bu sorumlulu­ğun bilincine varılmasını telkin etmesidir. Sözcüğün an­lamları arasında ve kelimenin normal atmosferinde hiç­bir yeri olmayan ihtimallerin peşinde sürüklenmemeleri, kanunlar indirildikçe sapıklıklardan uzaklaşmaları gerek­tiğinin aşılanmaya çalışılmasıdır.

Herhalde bu kıssanın surenin içeriği ile ilgisi, bu su­renin, mü'mmlerin itirazh ve anlamsız irdelemelere gi­rişmeden emri kabul etmeleri ve bağlanmaları gereken pek çok hukuki hükümleri kapsamış olmasında gizlidir. Kıssanın hayatın temel faaliyetlerinin seyri ile ilişkisi ise, müslüman insanın ,direktiflerin açık ve belli olduğu, me­selenin tüm boyutları ile ortada olduğu durumlarda fazla soru sormaması, genel hükümleri ille de detaylara indir­meye   kalkışmaması   gerektiğinin   bildirilmesidir.   Çünkü bu durumlarda insan soru sormadan da edebilir ve göre­vin normal şeklini yerine getirebilir. Eğer gerçekten daha fazla açıklanmaya ihtiyaç duyulsaydı hükmü belirleyen Allah Teala bu açıklamayı yapabilirdi. Yapmadığına gö­re, demek ki açıkladığını ve açıklamadığını bir hikmete göre yapmaktadır.

Kıssanın ana fikri şudur: sorumluluk, yükümlülük konularında fazla detaylara inmeyi bırakmalıyız. Ancak, bize yüklenen görevin mahiyetini kavramadığımız durum­larda soru sorabiliriz. Bu durumlarda soru sormak mari­fet bilincinin sarsılmasını önler ve insanı, sorumluluk ge­tiren konuları daba sağlıklı ve güvenle ele almaya iter. [8]

 

Surenin Konuları İle Başbaşa

 

"Herhalde bu sure akide problemlerim en güzel bi­çimde ele alan suredir. Düşünce ve pratik alanlarla ilgili saldırılara karşı koymada, onlarla mücadele etmede önde gelen bir suredir. Peygamberler Tarihi boyunca Allah yo­luna yapılan çağrıyı,- küfür ve sapıklık güçlerinden gelen şiddetli saldırıyı ortaya koyan bir suredir. Bu mücadele ve çatışma örneği aynı zamanda iman ve küfür konuların­da insanların takındığı üç tavrı sergileyen insan tiplerin­de de görmek mümkündür. Birinci tip insanları mü'min-ler oluşturmaktadır. Bunlar imanı vicdanlarında yaşadık­ları gibi pratik hayatlarında da yaşayan kimselerdir. On­lar hiçbir korku, gizlilik ve döneklik göstermeden imanla­rına bağlılıklarını açıklayan kimselerdir, ikinci tip insan­ları kafirler meydana getirir. Bunlar Allah'a karşı gelen, pratik hayatlarında küfrü yaşayan ve ona açıkça sahiplenenlerdir. Üçüncü tip insanları münafıklar sembolize eder. Bunlar içleri de dışları da bir olmayan kimselerdir. İç dün­yalarında kafir oldukları halde dış görünüş olarak iman ettiklerini söyleyen tiplerdir. Bu sure onları detaylarına varıncaya kadar incelemiş ve sıfatlarını ortaya koymuş­tur ki, onları her zaman ve her yerde sıfatları ile tanıma imkanına kavuşalım.

Surenin ele aldığı konulardan biri de Hz. Adem'in ya­radılışıdır. Sure, Allah ile Melekler arasında bu konuya bağlı olarak gerçekleşen diyaloga yer veriyor. Sonra Al­lar ile İblis (şeytan) arasındaki diyaloga geçiyor. Yeryü­zünün hilafetini insana vermekle, Allah'ın kendisine ba­ğışladığı bilgi ve kudret sayesinde hayatın her alanına kendisine-özgü bir şekil verme imkanını elde etmekle me­leklerden daha üstün bir düzeye çıkabileceğini vurgulu­yor ve insanın değerini, onurunu açıklıyor ve bu düşün­ceyi canlı tutuyor... Sure daha sonra İsrailoğulları me­selesine giriyor, onların tarihlerinden, peygamberlere ve Risaletlere karşı takındıkları tavırlardan, bu konuda çı­kardıkları problemlerden söz ediyor. Ayrıca birtakım hu­kuki meseleleri ele alıyor. Evlilikten, boşanmadan, namaz­dan, oruçtan, haçtan, faizden, vasiyetlerden vesaireden bahsediyor.

Bunun ışığında diyebiliriz ki, bu süre Kur'an'm en zengin süresidir. Çünkü insanın iç alemini, düşünce, ta­rih ve Hukuk alanları ile ilgili kültürünü en diri, en sağ­lıklı, en canlı biçimde ortaya koymaktadır. Bu meselele­rin hepsini üstün Kur'an üslubuyla ele almaktadır.

Bu surenin bu kadar zengin konulara değinmiş olma­sı, surenin Medine'de indirilen surelerden oluşuna bağla­nabilir. Çünkü bu sırada yeni kurulan İslam toplumunun akide, düşünce ve hukuk alanlarındaki tüm ihtiyaçlarına karşılık veriliyordu. Böylece İslam toplumunun ana ilke­leri belirleniyor ye düşüncesi belli bir zemine oturuyor­du. Bu direktiflerle kendisine çekidüzen veren İslam top­lumu, Yahudilerin yöntemleri ile sembolize edilen dü­şünce ve hukuk planındaki saptırmalarla aldanmayacak düzeye geliyordu. İslam'ın, Yahudiler, puta tapıcılar ve münafıklarla giriştiği, mücadelede ayağının kayması önle­niyordu.. Bunun yanında İslam'ı, bir temele oturtan bi­nanın yapımı da hızla sürdürülüyordu. İşte Medine'de in­dirilen surelerin genel karakteri, İslam toplumunun oluş­turulması-yönündeki meselelerle ilgilidir. Mekke'de indi­rilen sureler ise akide binasını beslemeye daha ağırlık ver­mektedir. Çünkü önlerindeki problemin ana kaynağı odur... İşte bunlar Bakara suresinin ele aldığı konuların kısa bir özetidir. [9]

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.

«1 — Elim, Lam,- Mim

  2 — Doğru olduğu kuşkusuz olan bu kitap,   takva sahip­leri için hidayet kaynağıdır.» [10]

 

Kur'an'da Bazı Surelerin Başlarında Yer Alan Harfler

 

«Elim,   Lam,   Mim».   Bu  sözcükler  Kur'an'da  birçok surenin başında yer alan sözcüklerdir. Ve bunların klasik adı «Kur'an'daki huruf-ü mukattaa»dır... Müfessirler bun­ların anlamları ile ilgili değişik görüşler ileri sürmüşler­dir. Bunlardan birkaçına işaret edelim.

Birinci görüş : Bunlar dünyanın sonunu veya başka bazı Önemli olayları gösteren belli tarihlere işaret eden sırlar ve sembollerdir. Dünyanın sonu ve önemli olaylar «Ebced hesabına» göre ortaya çıkarılır. Ebced hesabında her harfe belli bir rakam verilmiştir. Bu harflerin kar­şılığı olan rakamlar, yapılan işlemler sonunda tarihi be­lirlenen olayı gösterir... Biz bu görüşe katılmıyoruz. Çün­kü Kur'an, olayları ve eşyayı anlatırken böyle zor bir yol kullanmaz. İnsanları, birbirleriyle çelişkiye düştükleri gizemli, bilmece ve muamma türü işlerle uğraştırmak için inmemiştir. Böyle bir çalışma, bilginin herhangi bir hede­fine götürmez. Kur'an'm, yolunu açmaya geldiği doğru yola iletmez.

İkinci görüş: Bu harfler ,peyganıberin —salat ve se­lam üzerine olsun— sözleridir. Peygamber, milletin dik­katini, onlara okumak istedikleri ayetlere çekmek için, bunları söylüyordu. Çünkü müşrikler, peygamber Kur'an okunduğunda gürültü, patırtı çıkarıyor ve başkalarının onu dinlemesini engellemeye çalışıyorlardı. Bu sözler on­ların alışmadığı sözler olduğundan dikkatlerini çekiyor­du. Zira bunlar onların kullandığı kelimelerden değildi. Belli bir - anlamları yoktu. Açık bir kapsamları da bulun­muyordu. İşte bu nedenle bu harfler onlar için de merak konusu oluyordu ve ardından gelen sözlere kulak verip anlamlarım öğrenmeye yöneliyorlardı... İşte böylece pey­gamberin, Allah'ın ayetlerini dinletme amacı da gerçekleş­miş oluyordu.

Biz bu görüşün, yerinde bir yaklaşım olduğunu ve müşriklerin Peygamber'e (s.a.s.) karşı körükledikleri düş­manca tavır ile bağdaştığını kabul etmiyor değiliz. Müş­riklerin böyle menfi bir propaganda yaptıkları bir realite idi. Nitekim Yüce Allah buyuruyor ki:

«Kafirler dediler ki: Bu Kur'an'ı dinlemeyin. Okunduğun­da gürültü çıkarın. Belki bu şekilde üstün çıkarsınız»[11]

Şu kadar var ki müşriklerin Mekke'deki konumu buy­du. Fakat bu anlamdaki ayetlerin yer aldığı surelerin çoğu Peygamber'e (s.a.v.) iniş sırası olarak Medenî bir yapı-arzetmektedir. Böyle bir atmosferin Medine'de söz konu­su olmadığını biliyoruz. Öyleyse bu harfleri bu şekilde yorumlamak doğru olmaz.

Üçüncü görüş : Yüce Allah Kur'an ile insanlara mey­dan okudu. Bu meydan okuyuşunu çeşitli yollarla serdet-ti. Bir tek suresini yapmaktan aciz kaldıkları bu Kur'an' in bilinmeyen harflerden değil, bildikleri harflerden oluş­tuğunu, Kur'an'm hammaddesinin .ellerinin altında oldu­ğunu, bildikleri çeşitli harflerden oluştuğunu bildirip eğer buna benzer bir Kur'an yapmaya güçleri yetiyorsa bunun ham maddesinin ellerinin altında bulunduğunu hatırlattı. Belki de hu, meydan okuyuşun en etkili olanıdır. Tama­men güzel geometrik bir şekilde yapılan bir binanın önü­ne getirilen ve ona: Sen. bunun bir benzerim yapabilir mi­sin? dercesine yüzyüze bir karşılaştırmadır bu. Sonra ila­ve ediyor: sen bu mühendislik düşüncesine sahip olsan ve bu sanatı çokça yapmış olsan da hu büyük eser karşısında acizliğini itiraf edecek ve bunun dayandığı sanatın meto­dunu bilmediğini itiraf etmek zorunda kalacaksın demeye getiriyor.

Bu yaklaşım, en doğruya daha fazla yaklaşan tefsir olabilir. Ehli Beyt'in imamlarından onbirinci imam, İmanı Hasan Askeriye (as) nisbet edilen tefsirde bu yorum ona maledilmiştir. Fakat bu Tefsirin ona nisbet edilişi doğru değildir. Çünkü ravileri sağlam değildir. Fakat Kur'an-ı Kerim'de bu harflerin geçtiği yerlerde bu yorum geçerli olabilir ve onun yapısıyla uyum sağlayabilir. Mesela bu surede insan, «Elim, Lanı, Mim. Doğru olduğunda kuşku olmayan bu kitap» ayetlerini okuduğunda anlar ki her şe­yi ile mükemmel olan bu kitap, bu harflerden yapılmış ve yazılmıştır. Eğer siz onunla boy ölçüşmek istiyorsanız işte harfler önünüzde, dilediğiniz gibi, bir tek sure de ol­sa bir benzerini yapınız.

Bu görüşü esas alan biri bazı Kur'an bölümlerinde bu harfler ile surenin muhtevası arasında bir ahenk bulama­yabilirler. Ya da yukarıda yaptığımız gibi bu noktaya dik­kat çeken bir şeye rastlamayabilir. Fakat burada Önemli olan bu tür durumlarda Tefsirin hareket halinde olduğu­nu bilmemizdir. Eğer gücümüz yeterse onu zevklerimize yaklaştırmaya çalışırız. Yoksa işi ehline havale etmemiz yeterli olur. Bu işin gerçek ilmini Allah'a havale ederiz. Müfessirlerin sağlıklı bir temele dayanmayan ihtimallere ölçüsüzce dalmalarına aldanmaz, sayfayı kapatırız, oîur biter.

«Şu kitaptır.» Burada «şu» yerine «hu» işaret zami­rinin kullanılması gerekirdi denebilir. Çünkü işaret za­mirleri ile yakını göstermek istenildiğinde «bu» kullanı­lır .«Şu» zamiri ise uzak şeyler için kullanılır..Burada Ki­tap, okuyana ve dinleyene yakındır. Dolayısıyla «hu» kul­lanılması daha uygundur. Fakat Kur'an'm kendisiyle in­dirildiği Arap dilinde yakın bir şeyi uzak bir şeyin zamiri ile göstermek mümkündür. Çok değerli oluşundan veya başka bir nedenle, yakında olan bir şey uzak zamiri ile gösterilebilir. O şeyin yakınlığı buna engel olmaz. Böy­lece, işaret edilen kavram daha ciddi bir konuma sokul­muş ve ona ulaşma düşüncesi daha netlik kazanmış olur.

«Şu kitap», burada «kitab»ın elif-lam takısı ile veril­mesi onun türünü göstermek içindir. «Şu kitap» demek, her yönü ile tam ve mükemmel kitap demektir. Buradaki ifade «işte adam şudur» veya «işte kahraman şudur» an­lamındadır. Yani bu ifade, onun adam olmada veya kahraman oluşunda mükemmel olduğunu gösterir. Sanki tü­rün tamamı onda canlandırılmıştır. Çünkü diğer fert­lerde bulunan olgunluğun tüm özellikleri onda bir araya gelmiştir. O, türün hepsini, üzerinde taşıdığı sıfatlar ve özelliklerle temsil edecek niteliğe sahiptir... Buna göre «işte şu kitaptır» ifadesi; mükemmel, yol gösteren, her asırda insana yol gösterecek büyük görevi taşıyacak tüm özellikleri üzerinde taşıyan kitap budur anlamına gelir. «Onda kuşku yoktur». Yani ondan kuşkuya kapılmak doğru olmaz. Bu cümlenin anlamı hiç kimse onda şüphe etmez değildir. Çünkü insanların çoğu O'nun etrafında kuşku ve tereddüt havası estirmeye çalışmışlardır. O'nun için «Bu, öncekilerin masallarıdır» demişlerdir. Başka yaf­talamalarda bulunanlar da olmuştur. Böyle yapanlar ya O'na karşı açılan kampanyaya kendini kaptırmış ve Kur' an'ııı apaçık karakterini anlayamamıştır veya insanın dü­şüncesini doğru yoldan saptıran çeşitli saptırma yöntem­lerine boyun eğmişlerdir. Bu öyle bir kitaptır ki, ayetle­rinde ve açıklamalarında kuşkuya yer veren ve kuşkuya kapı açan hiçbir unsur bulmak mümkün değildir. Kur'an' m özelliklerini inceleyen ve O'nun apaçık köklü mana­larını tedkik edenlerin ondan şüpheye kapılması yersiz­dir. İnsan bu özellikler ve anlamlar üzerinde düşünüp de­rinlemesine nüfuz ettiğinde, onları sağlıklı bircimde anla­dığında ondan asla kuşkuya kapılmaz. Önündeki şüphe', kuşku ve tereddüt havası dağılır sider. [12]

 

Kur'an Bir Hidayet Kitabıdır.

 

«Takva sahipleri  için hidayet  rehberidir».   İşte   hiç kimsenin kendisinden şüpheye düşmemesi gereken ve her şeyi. en mükemmel biçimde ortaya koyan kitabın üçüncü özelliği budur... O muttakiler için yol göstericidir... O bir hidayet kitabıdır. O'nun ası] görevi, fonksiyonu budur. O, yeryüzünde yapılan bilimsel çalışmalara, bilimsel ke­şiflere değinen, onlardan söz eden veya kendisine izafe edilen başka konulardan bahseden bir kitap değildir Onun fonksiyonu bu değildir. O, insan için bir hidayet rehberidir. İnsanı doğru yola, sıratı müstakime iletmek için gelmiştir. Bu temel niteliği ile beraber Kur'an'm yer yer evrenin bazı sırlarına, bazı tabiat olaylarına değin­mesinde bir sakınca olamaz. Fakat burada da bu konular sırf bilimsel açıdan ele alınmaz. Olayın hidayeti ilgilen­diren tarafı üzerinde durulur. Yöntem ve hedef olarak bi­lim değil, hidayet alınır. Kur'an Kimya, Fizik bilimlerini, Biyoloji ve Botanik bilimlerini derleyen bilimsel bir kitap değildir. Kur'an bir irşad, yönlendirme ve hidayet kita­bıdır. İnsanın her alanda hayatım nasıl düzenleyeceğini, nasıl yaşayacağını ve nasıl mücadele edeceğini  gösterir.

Kur'an insanın düşüncesini arı duru ve net bir biçim­de belirler. Bununla insanı İslam'ın başlangıç ve son ara­sındaki sürecine sokar. Nasıl hareket edeceğini, sabırla ve gönül huzuru ile sorumluluğunu nasıl yükleneceğini gösteren seri hükümlerle insanın  gidişatını ve hayatını bir program içine sokar.' İnsanı, kendisini iyi tanıyan bir hareketin İçine sokar. Çünkü bu hareket meseleyi açık bir biçimde gören ve hedefine doğru yol alan bir hareket­tir.

Kur'an hidayetinin en önemli değeri, onun kişisel alanda dondurulmamasıdır. Kur/an'm hidayeti insanın içe dönük aydınlanma ve temizlikle uğraşıp ona yol göster­mek ve yol göstericiliğini sırf içe yönelik aydınlanma alanı ile sınırlandırıp başkalarının hayatına katkıda bulun­mayan bir .hidayet değildir. Kur'an'm hidayeti kalpten baş­layıp hayata uzanan bir hidayettir. Kur'an'm hidayeti yer­yüzüne dağılan bolluk, bereket ve hayat getiren bir pınara benzer.

Kur'an hidayetinin karakteri ise" kendi türüne has özgün bir hidayettir. Akla yol göstermek için düşünce alanı ile sınırlı kalmaz. Aklın felsefe yapmasına, tahlilde bulunmasına, felsefe ve tahlil türünden düşünceler üret­mesine katkıda bulunmakla yetinmez, insanın tüm iç bo­yutlarına kadar inebilen, onları harekete geçiren bir hi­dayettir. Bu hidayet örneğinde kuru bir düşünce anlayı­şı yoktur. İnsanlar kendilerini, kendilerine dışardan em­poze edilen kuru düşünce kalıpları ile yüzyüze yaşadıkları bir konumda görmezler. Kendilerini, canlılıkla dolu hayat fışkıran bir hidayetle karşı karşıya görürler. Bu hidayet, insanın düşüncesinde, vicdanında, duygularında ve hisle­rinde kendisini gösterir. İnsan burada yüce Allah'ın kont­rolünde derinliklerden kaynaklanan bir nurla karşı kar­şıya olduğunu hisseder. Artık burada düşünmek, ibadete denk ve hayata yön veren bir eylemdir.

«Muttakiler»e gelince; bunlar, düşünce ve vicdanî uya­nıklıkla akılları doğru düşünceye açılan kimselerdir. On­ların vicdanlarında, kendilerini düşüncenin sağlam ilke­lerine bağlayan bir kanaat ve güven yaşamaktadır. On­ların ruhlarında Allah'la karşılaşma duygusu o kadar et­kili bir hal almıştır ki, onlar uykularında ve uyanık ol­duklarında Allah'ın kendileri ile beraber olduğunu hisset­mektedirler. Hayatın her alanında Allah'ın kontrolünü gözönünde bul. 'ndurmaktadırlar. Onların iç aleminde nes­neler bağımsızlığını ve varlığını kaybeder. Çünkü bunlar Allah'ın varlığının, kudretinin hikmetinin ve rahmetinin canlı görüntüleridir. Bunlar, hayatları sırat-ı müstakim üzerinde seyreden insanlardır. Onlar attıkları her adımı bilinçli, dengeli olarak atan, yolun bilincini tüm boyutları ve yönelişleriyle yaşayan kimselerdir. Yolun herhangi bir duygusallığı onları sapıklığa götürmez. Onların görevi sü­rekli olarak Allah yolundaki aydınlık üzere dosdoğru yol almaktadır. [13]

 

Kur'an Sadece Muttakiler İçin mi Hidayettir?

 

Şimdi burada daha önemli bir soruyla karşılaşıyoruz; Kur'an nasıl muttakiler için yol gösterici, hidayet rehberi olur da diğer tüm İnsanlar için olmaz? Kendi içlerinde hidayeti yaşayan mutakiler Kur'an'm kendilerine yol gös­termesi için bir hidayete muhtaç mıdırlar?

Cevap: Muttakiler akide ve hayata karşı düşünsel ve toplumsal sorumluluklarının bilincinde olan insanlardır. Bunlar düşünceyi ve derin muhakemeyi aşılayan fikrî tak­vaya sahip kimselerdir. Mücadele konularında karşılaştık­ları zor problemlerde ciddi bir tavır ortaya koyarak hida­yet isteyen kesimdir. Bu problemler karşısında vurdum-, duymaz ve düşünsel çözülme halini göstermeyen ciddi bir tutum takınırlar Aksine, fikirlerin çatışması ameliyesine girerler. Karşılaştıkları problemi düşünürler. Onu tartı­şırlar. Ya bilinçli olarak onu kabul eder veya reddederler.

Sonra mutakiler, samimiyet ve iman ile Allah'tan korkan ve onu seven kimselerdir Bu nedenle sorumluluk­larının bilincindedirler.  Onların   bu   sorumluluk   bilinci, çok geçmeden düşünce ve eylem alanında bir kontrola ve değerlendirmeye dönüşür. Bundan hemen sonra hidaye­tin temelini oluşturan sürekli bir eyleme girişirler. Böyle­ce onu düşünme ve tartışma konusu yapar belli bir sonu­ca bağlarlar.

Muttaki olmayan diğerlerine gelince bunlar ne ken­dilerine, ne Rablarma ne de hayatın tümüne karşı so­rumluluklarının bilincinde olmayan kimselerdir. Bunlar hayatı vurdumduymaz bir tavırla karşılarlar. Düşünceyi ve vicdanı yapan her şeyden kaçan, doğru yola ulaşmaya çalışmayan, hidayeti düşünmek istemeyen kimselerdir. Dolayısıyla, Kitab'm onları doğru yola iletmesi müm­kün değildir. Zira hidayete ulaşabilmek için, gayret sar-feden açık bir akla, sağlıklı bir vicdana ihtiyaç vardır. Fa­kat kitap onların kucaklarında çınlamaya devam eder. On­ların yeni uyanış hallerini bekleye durur. Onları bilinçli bir irade ile hidayete ulaştırmak, hidayete talib olmalarını sağlamak için çalışır. İmanla uzatılan Allah'ın geniş ufuk­larına ulaşmalarına yol açmaya çalışır. [14]

 

2) MUTTAKİLER SİMALARI... SIFATLARI... BİRİNCİ ÖRNEK

 

Rahman ve Rahim Olan Allah'ın, adıyla...

«Onlar görmediklerine inanırlar, Namaz kılarlar ve ken­dilerine verdiğimiz rızıktan başkalarına verirler. Yine onlar ge­rek sana ve gerekse senden önce indirilen kitaplara inanırlar ve ahiretten hiç kuşku duymazlar. İşte onlar Rablerinden ge­len hidayet yolundadırlar ve onlar kurtuluşa erenlerdir»[15]

Biz bu ayetlerde muttakilerin sıfatlarını görüyoruz. İmanlarını ve yaşantılarını gözlemiyoruz. Bunlar akide­nin temelini belirleyen niteliklerdir. Akide hareketinin hayattaki ana ilkelerini kapsamına almaktadır. Biz bura­da bu sıfatları; maddi ve manevi hayatımızdaki fonksi­yonları, anlamları ve yapıları ile incelemek istiyoruz. [16]

 

Gaybe İman Etmekten Amaç Nedir?

 

«Onlar ki, gaybe iman ederler» işte muttakilerin ilk sıfatı budur. Bu sözcüğün ,değişik alanlara ulaşan taraf­ları vardır. Öyleyse gaybe iman etmek ne demektir?

«Gaybe iman», duyguların doğrudan olarak ulaşama­dığı şeylere inanmaktır. Allah'a iman da gaybe iman konusurıa girer.. İnsan, Allah'ın eserleri ve yarattığı varlık­lar yolu ile Allah'a iman eder. Bu koca evrendeki eser­leriyle ona iman eder. Fakat O'nu görmek ve O'na do­kunmak mümkün değildir. Çünkü insanın vicdanı Allah' in varlığını bilimsel ve akli temellere dayanan kesin bir gerçek olarak görür. İşte bu eylemle, düşünce planındaki takva içte bir harekete dönüşür. Orada yakin'i harekete geçirir. İmana doğru sevk eder. Muttaki olmayanlar ise, gözlem ve deneyin dışında bir şeye inanmazlar. Bunların ötesinde kalan kurallara ,ilkelere nüfuz edemezler. Buna göre  ,düşünce alanında herhangi bir değeri olan şeyler, mutlak olarak gözleme  dayalı  değerlendirmelere boyun eğen şeylerdir. Önceden düşünce ve akli alanda herhangi bir yaklaşıma yer vermeyen düşüncelerdir. Zira gözleme iman etmek bazılarının dediği gibi insanın   tabii ölçüler elde etmesini sağlar. İşte bu ölçülerle hak ile batılı tesbit etmek mümkün olur. Zira başarı ve başarısızlık hallerin­de insanlar ,deneyin sonuçlarını görebilmektedir. Eğer ba­şarı elde edilirse ;hayat onunla beraber devam eder, deney tekrar edilerek başarının tüm boyutları ortaya çıkarılır. Eğer deney başarısız kalırsa,    deneyin sınırlarında belli merhalelerde durulur. Tekrar edilmez. Çünkü yanlış, de­neyin tekrar edilişi ile düzelmez..

Akli düşüncelere gelince... insan, sağlıklı bile olsa vicdana dayalı bir yöntemle hak ve batılın boyutlarını gö­remez. Çünkü bu konuda herhangi bir ölçümüz yoktur. İmanın sağlam temellere dayandırılmasını sağlayacak, dü­şünce ve değerlendirmeye boyun eğen gözle görünen şey­ler yoktur.. Herhalde bu, gözlemlerin akılcılara karşı ileri sürdüğü en önemli şüphelerden biridir. Akılcılar, bil­ginin gözlemden başka bir temeli olduğunu söylemekte­dir.

Fakat bu şüpheyi cevap niteliğinde bir değerlendir­meye tabi tuttuğumuzda tenkid karşısında sağlam çıkma­dığını görürüz.

Birinci olarak; Akla başvurmanın yanlış olduğuna dair ileri sürdükleri delil akli bir delildir. Sırf düşünceye ve değerlendirmeye dayanmaktadır-.. Çünkü onlar diyor­lar ki: Eğer bilginin kaynağı olarak gözlem ve deneyi al­mazsak doğru ve yanlışın sağlıklı bir ölçüsüne kavuşama-yız.. Bu da onlara bir soru yöneltmemize neden olmakta­dır: sizin bu yaklaşımınızın düşünce temeli sırf gözleme mi yoksa başka şeylere mi dayanıyor? Eğer sırf gözleme dayanmıyorsa, o zaman siz akli bir delili yine akli bir de­lille red etmeye çalışryorsunuz. Bu da deneyin dışında inancın, kanaatin, düşüncenin ve vicdanın bir ilke olarak bir delili bulunduğunu desteklemekte ve onu pekiştir­mektedir.

İkincisi: .Gözlem ve deney, akli yargılar olmadan ge­nel bilginin bir ilkesi olarak alınamaz. Çünkü deney sü­rekli biçimde belli yer ve zamana bağımlı, onlarla sınırlı­dır. Dolayısıyla deney ancak deneyin hacmi ölçüsünde sınırlı sonuçlar verebilir. Bu deneyin, çerçevesini aşan meydana gelmemiş diğer deneylere uzanan genel çerçeve­de herhangi bir açıklama getirmesi mümkün değildir.. Belli bir deney yapıp, belli bir sonuca ulaştıktan sonra aynı deneyi tekrar eder ve yine aynı sonucu alırsak ve bunu defalarca tekrar edersek yine de gözlem mantığı bu­rada benzer bir hüküm vermemize izin vermez. Çünkü gerçekleşmeyen deneyler hakkında herhangi bir hüküm vermek gözleme dayanmış olmaz. İkinci deneyin birinci deneyle çeliştiği durumlarda yanlışı tesbit etmek müm­kün olmaz. Çünkü bunların hepsi, belli şartlarla gerçekleşmiştir. Her biri, içinde yaşadığı zamanın şartlarına bo­yun eğer. Dolayısıyla her bir deney örneğinin kendi şart­larını aşacak nitelikte bir hüküm ortaya koyması bekle­nemez.

Yalnız   akli  mantıktır  ki,   deneyin  sonuçlarını  daha geniş boyutlara ulaştırır. Yer ve zamanın şartlarını aşa­cak niteliğe kavuşturur. Buna bir örnek vermek gerekir­se: Eğer biz hareketin bir milyon halini deneyden geçir­dikten sonra bilimsel bir kanunla,  mesela:  «Hareket ısı doğurur» kanunu ile karşı karşıya gelsek,  sırf akli hü­kümlerin temeline dayanmadan bu kanunu  genel-geçer, kapsamlı bilimsel bir kanun  diye niteleyenleyiz.  «Yani, caiz olanda ve caiz olmayanda, birbirine benzer şeylerin hükmü aynıdır» gibi bir kanuna dayanmamız zorunludur. «Özellikleri ve şartları aynı olan nesnelerin sonuçlan da aynı olur» demektir bu. «Bir, çoktan meydana gelmez.», «Bir ancak birden meydana gelir», «Bir şeyin hem ken­disi hem de karşıtı doğru olamaz». Evet işte buna benzer sağlıklı akli ilkelere dayanmadan deneyi kendi sahasının dışına doğru genelleştirmemiz mümkün olmaz.. Çünkü bi­rinci ilke deney altına alınmayan halleri de hesaba kat­mamızı garanti etmektedir. Bunlar deney altına girmemiş olsa da, onların, benzerleri gibi aynı sonuçlar vereceğini kestirebilme olanağı sağlamaktadır. İkinci ilke, sebep ay­nı olduğundan bir milyon hareketin sonucunun da aynı olacağını görmemizi sağlamaktadır. Bu. hareketin yapısı gereğidir. Herbirinin özelliklerinden uzak haldedir. Çün­kü bir tek sıcaklığın bir milyon sebepten doğmuş olması mümkün   değildir.   Üçüncü   ilke   doğrunun  kesin  olduğu yerde yanlışın da   varlığını   ortadan   kaldırıyor.   Çünkü doğrunun 'olduğu   yerde   yanlış   olma   ihtimali   birleşme imkanı olmayan iki zıt şeyi bir araya getirmeye vardırır..

Bunlar ışığında diyebiliriz ki: Sınırlı deneylerle genel hükümlere, düşüncelere varmamızı sağlayan şey deney­ler değil, akli kurallardır. Eğer bu akli ilkeler olmasaydı gözleme dayalı deneylerin bilimsel genel yasalarda ve ha­yatın genel ilkelerinde insanlara bilimsel ve fikri zengin­lik kazandırması beklenemezdi.

Burada üçüncü bir ilkeye daha işaret etmemizde ya­rar vardır. Apaçık akli ilkelerin doğru ve yanlışı belirle­mek için bir ölçü olduğunu kesin biçimde gösteren ör­neklerden biri de varlık ve yokluğun aynı zamanda, aynı yönde, tek bir çerçevede biraraya gelemeyeceğidir. Bu düşünce hiçbir kuşku götürmeyen ve hiçbir bilim dalının kendisinden müstağni olmadığı aklî-kesin delillerden bi­ridir. Bilimin hiçbir yöntemi, varılan doğru sonucun kar­şıtının da doğru olma olasılığı bulunduğu durumlarda cid­di bir sonuca ve öneme sahip olamaz. Çünkü mesele bu durumda hem doğru ve hem yanlış olma ihtimalini bera­berinde taşıyor demektir. Bu iki ihtimalin birini ortadan kaldırmak, ancak, hiçbir normal deneysel temele dayan­mayan bu akli kurala dayanmakla mümkün olabilir. / Özet olarak belirtirsek. Deney, doğru ve yanlışı tanı­manın biricik yolu değildir. Dolayısıyla bilgi de gözlemin sınırları ile dondurulamaz. Gözlemin yanında akıl da var­dır. Akıl yolu ile hem soyut düşünceler ve hem de deney­sel düşüncelerle insan bilginin kaynağı konusunda sağlam bir ilkeye ulaşmış olur.

Buradan hareketle, gözle görülmeyen birtakım güç­lerin, alemlerin ve nesnelerin varlığına inanan dini dü­şüncenin sağlıklı olduğunu çıkarabiliriz. Zira realiteler dünyasında bu nesnelerin varlığını gösteren rasyonel il­keler olduğunda kuşku yoktur. Ve bunlar değişmez akli delillerle desteklenmektedir... İşte Yüce Allah'ın varlığına iman da bunun gibidir. Çünkü onu gözlerimizle gör­mesek de, bütün imkanlarımızla onu gözlemi ey emesek bile etrafımızdaki her şey O'nun varlığını göstermektedir. Zira aklî ilkeye göre, var olan her şeyin başka sebeplere bo­yun eğmeyen bir sebebe dayanması gerekir. Bunu, baş­ka açıklama yöntemleri ile daha da aydınlatabiliriz. Evren de. görmediğimiz halde iman ettiğimiz bazı nesneler var­dır. Fakat biz pratik hayatımızda görmediğimiz bu nes­nelerin varlığım gösteren yeteri kadar ikna edici vasıtaya sahip bulunuyoruz. Bu- da ilkenin, —gözlemlenemeyen bir­takım şeylere inanma ilkesinin— sağlıklı ve bir realite olduğunu göstermektedir. Bunlar ileride gözle görme im­kanının varlığı veya yokluğu, konunun hükmünü değiştir­mez. Bu ise, gaybe imanın, gözlem ve deneyin bilginin kaynağı açısından biricik kaynak olmadığını, bunların ya­nında akim da bulunduğunu ortaya koyduğu; akim, göz­lemle beraber hareket ettiği ve böylece bilgi kaynağımızın hem gözlem ve hem de akıl olduğu, şeklinde özetlenebile­cek düşüncenin bir devamıdır. [17]

 

Dînîn Hepsi mi Gaybtır?

 

Şimdi burada gerçekten önemli bir noktaya değin­mek istiyoruz. O da, eğer din gaybe imana dayanıyorsa bu din yalnız gaybe iman üzerine kurulmuş anlamına ge­lir mi? İmanın kapsamında, şahısların değerlendirilme­sinde, toplumsal ve evrensel olayların, hadiselerin tahlilin­de temel ilke gaybe iman mıdır? Bazılarının söylediği ve­ya inandığı yahut yorumladığı gibi, tabii olayların hepsi veya çoğu, insan düşüncesinin ulaşmadığı gaybi yorumlara mı boyun eğmektedir! İnsan aklının bazı merhalele­rinde sağlık, hastalık, mağlubiyet, zafer, ekoiîomik ve si­yasal problemlerdeki geri kalışlarda veya pratik hayatın dışında kalan konularda ,tabii olayların nedenlerini, se­beplerini açıklamaya kalkıştığı durumlarda Allah'ın ev­rende belirlediği, evrenin ve hayatın düzenini kendisine bağladığı eşyadaki doğal nedenler ilkesini göz önünde bu­lundurmadan sadece Allah'a havale etmekle yetindiği yak­laşımlar gibi midir? Yoksa başka bir yorumu var mıdır? İşte bu anlayıştır ki bazı anormal mü'minleri, bilimin pek çok sonuçlarına karşı bu tür sonuçlarla bağdaşmaz kabul ettikleri zihinsel gayb ile çeliştiğinden olumsuz tavır al­malarına neden olmuştur. Onlardan bazıları daha aşırı giderek kainattaki olayların evrende geçerli olan doğal yasalara bağlı olarak gerçekleştiğine inanan insanları tek­fir etmektedirler. Zira onlar bunu, iman ile küfrün arası­nı ayıran bir ilke niteliğinde görmektedirler. Buna göre, sebeplerin gayb olduğuna inananlar iman tarafında, on­ların birer realite veya maddi olduğuna inananlar ise kü­für tarafında yer almış olur.

İşte bu atmosferde, bazı zaman dilimlerinde hayatın bütün alanlarını kuşatmak üzere Allah'ın evrene koydu­ğu doğal yasalar hiç açıklanmadan gaybi tarafın açıklan­ması öğütlerin o tarafa yöneltilmesi üzerinde durulmuş­tur. Bu anlayışta bütün doğal olaylar doğrudan Allah'a bağlanır. Belki de geçen asırlarda nıüslümanları ilerle­mekten geri bırakan, evrende egemen bulunan yasaları anlamak suretiyle evreni anlamaya yönelmesine engel olan sebeplerden biri de budur. Gaybi bir akla, gaybi duygulara sahip, geçmişi ve geleceği gaybi adımlarla araştıran gay­bi şahsiyetin oluşmasına katkıda bulunan nedenlerden "bi­ri de budur.     Geleceği  gaybi  araştırmalarla karşılayan, böylece kahinlere ,gaybten haber verenlere, insanların duyguları ve hisleriyle «fal açma» oyunları vasıtasıyla oy­nayanlara yol açan bir geleceğe yönelir. Biz, politika ile uğraşan çok kimselerin ve başka şeyleri meslek edinenle­rin politik ve duygusal geleceklerini Öğrenmeye önem ver­diklerini görmüşüzdür. Bunlar kendi geleceklerini gaybi bir yolla öğrenmek için cadılara ve kahinlere yönelirler, onlara başvururlar.

Biz gaybe iman hareketini, insanların özel ve tüzel bütün hayatlarım kapsayacak ölçüde geniş şekilde anla­mıyor ve gaybe böyle iman. etmiyoruz. Biz, bizi Allah'a bağlayan gaybe inanıyoruz. Bu, dar kapsamlı bîr gayb an­layışıdır. Bu nedenle biz İslam'ın ,gaybi anlayışı düşünce ve hayatın realitesinden uzaklaştırmak, gaybe iman an­layışını akide bölgesinde, insanın içinde yaşayan bir dün­yaya dönüştürmek için, gaybten haber verenleri, gaybten haber vermeyi, fala bakmayı, fala bakanları şiddetli bi­çimde eleştirdiğim görüyoruz. Bu gayb anlayışı ile insan maddenin kör dünyasında boğulmaz. Hayatın her alanın­da gözünü daha geniş, daha yüksek ufuklara diker. Sü­rekli Allah ile beraber olduğu bilincinde olur. Dar kap­samlı, sınırlı bir çerçevede donup kalmaz.

Biz, anlamadığımız çoğu konularda cesur bir biçim­de gaybe inanırız. Veya kendi anlayışımıza göre, gaybi bir tarafı da olabilecek doğal yasalara karşı geliriz. Çünkü biz biliyoruz ki, hayat sürekli olarak maddi yorumlara boyun eğmez. Zira herbirimizin hayatında rızık, sağlık ve başka alanlarda gaybi birtakım olaylar vardır. Bazı has­talıkların şifası bir peygamberi, bir veliyi veya bir duayı, ibadete ilişkin bir eylemi, içe dönük bir atmosferde Al­lah'a vasıta kılmakla elde edilebilir ve bu olay bilimsel psikolojik yorumla uyum sağlamayabilir.

Biz insanın manevi bir tarafı olduğunu, insanı göze­tip, hayatına etki ettiğini inkar etmiyoruz. Fakat İslami bir bakış açısı ile meseleye baktığımızda hayatta ilkenin şu olduğunu görürüz. Hayat, politik, sosyal ve ekonomik alanların hepsinde, gizli açık tüm meselelerinde .olayların­da Allah'ın evrende geçerli kıldığı doğal yasalara boyun eğer. Bu, Kur'an'm bir dizi ayetinde ve Allah'ın evrensel yasalardan söz eden açıklamalarında açıkça anlaşılan bir olgudur:

«Sizden öncekiler arasında da Allah'ın geçerli olan yasası buydu. Allah'ın yasası değiştirilemez»[18]

«Bu, Allah'ın öteden beri geçerli olan yasasıdır. Allah'ın yasasının değiştirildiğini, Allah'ın yasasının başkalaştığını göre­mezsin»[19]

Bu nedenle biz gaybe imanımızın yanında hayat ve doğada meydana gelen her olayın nedenlerini, sırlarını an­lamaya çalışabiliriz. Allah bizzat Kur'an-ı Kerim'de te­fekkür, düşünme, muhakeme ayetlerinde bizim evrene ve tarihe bakmamızı istemekte onların hepsini öğrenmemizi Öngörmektedir ki, bu yolla Allah'ın ululuğunu kavraya­lım. Buna bağlı olarak İslam düşüncesi, evrene, hayata ve düşünceye hükmedecek bilimsel kuralları araştırmaya cahşan, hayatı ve insanı inceleyen tüm bilimleri dengeli ve eksiksiz bir biçimde beslemeye çalışır. Bu bilimlerin hepsini realiteye yöneltir ki, onların tamamını insanın, hayatta Allah tarafından belirlenen temel görevine paralel düşecek biçimde yorumlasın. [20]

 

Namaz Kılarlar

 

Kur'an-ı Kerim «Allah'a iman» ile sembolize edilen gaybe iman konusundan söz eder ve onu pratik bir eyle­me bağlar. Böylece İslam'daki imanın sadece insanın dü­şüncesinde yer alan sırf aidi birtakım değişikliklere ne­den olan teorik bir iman olmadığı, bu imanın, insanın gön­lünde yer ederken hayatın pratik eylemleri sahasında da varlığını ortaya koyan bir iman olduğunu anlatmak ister. Bu nedenle imana, İslam'a dayalı şahsiyet, akidenin dü­şünce tarafına dayandığı gibi hayatın pratik eylemlerine de aynı şekilde dayanır. [21]

 

Namaz İnanç Sistemine Dayanan Uygulamaının Bir Görüntüsüdür.

 

Kur'an-ı Kerim, pratik eylem alanında iki örnek ver­miş bulunuyor. Birincisi: Akidenin pratik eylemlere dö­nüşmesi, imanın içten dışa doğru tezahürü olan namazdır. Namaz ile bütün arzularına kavuşur. Sürekli olarak Allah ile engin bir bağ içine girer. Hatta imanda tekamül gös­terme pratik bir eyleme, canlı bir ifadeye ihtiyaç duyabi­lir. Böylece insanın içindeki gizli duygular ve sözlerle, hareketlerle,   tutumlarla,   şuurlarla  kendisini  ifade  etme

olanağı elde eder. Böylece insanın gönlüne geniş ufuklar açılmış olur. Artık o, imana ilişkin tutumunu daha derin duygularla, düşünce yolu ile sağlamlaştırır, dış etkiler ve yönlendirmelerle değil. Bu, artık verimlilik dönemidir. Bîr. pınar gibi içten fışkırıp gelir. Başkasından öğrenme, başkasının verdiğini almak değildir. İşte buna namaz adı verilir. Burada söylenen her söz, yapılan her hareket bu manevi havaya uygundur, insanın Allah'a karşı hassasiye­tini harekete geçirmeye yöneliktir. Böylece insanın eyle­mi sevgiye, ibadete, doğruluğa dönüşür. İnsanın ruhu Al­lah tarafından kendisine bağışlanan değerli bir diriliş ile dirilir. Bu atmosferde kendisini kaybeder. Allah'ın huzu­runda duruşunun kendisine bağışladığı ruh ile hayattaki büyük görevine,  sorumluluğunun bilincine varır. Böyle­ce iman eylemine daha hazırlıklı hale gelir.- Yıpratıcı et­kenlere ve güçlerin saldırılarına karşı ona güçlü direnme imkanı verir.     Böylece kuvvetin ana kaynağından uzak düşmez. Dayandığı, varlığını ona borçlu olduğu, her alan­da ve her sahada kendisinin koruyucusu olan güçten ay­rılmaz. Böylece Allah'ın huzurunda tam bir bağlılığı ve sağlamlığı gerçekleştirme İmkanına kavuşur.

İkincisi: Allah'ın verdiği rızıktan fakirlere dağıtmak­tır. Ayeti kerime bunu şu şekilde ifade etmektedir:          :

«Onlara nzık olarak verdiklerimizden dağıtırlar.» [22]

 

İnfak Kavramı ve Sahaları

 

İşte bu, hayatla ilgili olan ikinci taraftır. Böylece in­san tam bir olgunluğa ulaşır. Bir taraftan Allah'a bağlanır, hayatta dip diri bir bilinç ile hareket eder. Bir taraf­tarı da hayata bağlanır. Yaşaması gerektiğini, Allah'ın kendisine rızık olarak verdiği nimetlerden dağıtması için yaşaması gerektiğim kavrar. Bunu yaparken de kendili­ğinden saptığını sanmaz. O, Allah yolunda dağıtmanın bir görev ve sorumluluk meselesi olduğunun bilincindedir. Burada onların düzeyleri daha da yükselir. Net bir biçim­de malı asıl kaynağı olan Allah'a nisbet ederler. Böylece infak eylemi, dağıttıkları şeylerin kendi özel malları ol­madığını, kendi özel mülkiyetlerinden tasarrufta bulun­madıklarını hatırlatarak onların bağış bencilliğini kırmak­tadır. Onların tüm yaptıkları Allah'ın verdiği rızıktan in­fak etmektir. Bu telkin, asıl verenin Allah olduğunu ha­tırlatmakla daha da geniş boyuta kavuşmaktadır. Böyle­ce insan, Allah'ın kendisine verdiği bütün rizıklardan so­rumlu olduğunu, onu dağıtması ve Allah yolunda verme­si gerektiğini, bu sorumluluktan kurtulması lazım geldi­ğini anlamaktadır. İnsan malını istediği biçimde, dilediği şekilde özgürce harcayamaz. Bu ayet ile desteklenen bir­takım hadislerden anlaşıldığına göre, aslında infak olayı malın boyutlarım bile aşmaktadır. Sorumluluk daha ge­nişlemekte ve insanın sahip olduğu, başkasının muhtaç olduğu her enerjiyi, her gücü kapsamına almaktadır. Bu ayetin uygulama sahasında İmam Ca'feri Sadık (as)'tan gelen bir hadiste deniyor ki: «Bizim onlara bağışladığımız ilimden dağıtırlar». Pek tabiidir ki İmam Sadık bu ayetin anlamını sırf ilim infakı ile sınırlamak istememiştir. Çün­kü ayetin sözlük anlamı daha geniştir. Ayrıca buna ben­zer pek çok Kur'an ayetlerinde infakm malla ilgili olduğu veya malın sahasını da aşan bir genişliğe sahip olduğu açıkça belirtilmektedir. Açıkça anlaşılıyor ki, imam, bu ayetten sadece malın infakmı anulayanlara ilmin infâkınında gerektiğini hatırlatmak istemiştir. Yani ilme sahip olan­lar, ilme muhtaç olan insanlardan ilimlerini saklamamak, ona ihtiyacı olanlara bu ilmi dağıtmak zorundadırlar. Bu aynı zamanda, ileri gelen imanlı şahsiyetlerin önemli özelliklerinden biridir ki Kur'an buna ışık tutmaktadır. Biz bu konuyu daha geniş alanlara çekebiliriz: Makam, şöhret, çalışma, deneyim, ve diğer konulardaki enerjiler ve güçler de böyledir. Bu tür imkanları ve nimetleri olan­lar onları sırf kendileri için saklamamak, aksine buna ih­tiyâcı olan insanlara dağıtmak durumundadırlar.

Bu ana düşünceyi özetlersek, mü'min, Allah'ın ken­disine verdiği maldan, bilgiden, çalışmadan, şöhretten Al­lah yolunda infak etmesi gerektiği bilincinde ve bunun so­rumluluğunu üstlenmiş bulunmaktadır. Her hangi bir alanla ilgili olan bu sorumluluk, arta kalan şeyi verme niteliğinde değil, bir görevi yerine getirme sorumluluğu­dur.

Bazıları kelimenin sözlük anlamını esas alarak bu yaklaşıma itiraz edebilirler. Halbuki kavramın sözlük an­lamı, dondurulmuş belli bir anlama girmez. Hayatın içi­ne doğru genişleyen ve hayatın her durumunu, her tutu­munu, her eşyasını kapsamına alabilecek engin bir kapa­siteye sahiptir. [23]

 

Semavi Risaletlere İman Değişmez Bir Şarttır

 

«Sana indirilene ve Senden önceki indirilene iman edenler»

İşte bu, muttakilerin dördüncü sıfatıdır. Bu sıfat, Hz. Muhammed'e indirilen vahye iman   etmeleridir.   Böylece imanlarında İslamm tüm kavramlarına, bütün hükümle­rine ve uygulamalarına paralel bir konuma düşerler: Ar­tık bundan sonra insan, hayatinin herhangi bir alanında başkasının düşüncelerine ve hukukuna yönelmez. Düşün­ce, hukuk' ve maneviyat olarak tamamıyla İslam'a yöne­lir. Hayatın her alanında bu düşünce, bu vicdan ve bu kanuna göre düzenlenen bir yaşam tarzını pratiğe aktar­maya çalışır.

Sonra... Tüm risaletlerin birliğine iman... Mü'minler, Senin risaletinin önceki risaletlerin bir devamı olduğuna inananlardır.

Bunların beşeri risaletler değil, Yüce Allah tarafın­dan vahyedilen risaîetler olduğuna inananlardır. Bu du­rumda biz müslünıan insanın, hıristiyanhk ve yahudilik gibi diğer risaletlere karşı psikolojik bir komplekse kapıl­madığını, onların temel ilkelerini red etmediğini görüyo­ruz. Onların da temelde gerçekten kutsal olduklarını ka­bul eder. Müslüman insan diğer dinlere ve mukaddesata da inanan kimsedir. Fakat geçmiş risaletlerle ilgili bu iman Allah'ın onlar için yaşamayı dilediği belirli zaman dilimiyle sınırlıdır. Çünkü İslam, kendisinden önceki tüm dinlerin birbirini tamamladıkları gibi kendisinin de diğer dinlerin tamamlayıcısı ve bir devamı olduğunu ifade et­mektedir. İsa'dan gelen rivayete gÖıe O, «Ben temel ya­sayı tamamlamak için gönderildim» buyurmuştur. Pey­gamberimiz de bu konuda şöyle demektedir. «Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.»

Bunların hepsinden anlıyoruz ki İslam; Hıristiyanlık. Yahudilik, İbrahim'in dini ve daha önceki peygamberle­rin dinlerindeki tüm ana özellikleri kendisinde toplamış­tır. Buna ilave olarak daha önceki risaletlerin, fonksiyon­larını icra etmelerinden sonra hayatta meydana gelen yeniliklerin doğurduğu tabii ihtiyaçlara karşılık verecek ye­ni özelliklere de sahiptir. Onun içindir ki, daha önce de dediğimiz gibi müslüman bu açıdan onlara karşı herhan-oi bir psikolojik komplekse kapılmaz. Aksine bu iki dinin saptırılmış olan inançlarına ve yasalarına karşı koyar. Ni­tekim Kur'an-ı Kerim pek çok yerde Tevrat'ın ve İncil'in Ehl-i kitap tarafından tahrif edildiğinden sözeder. Bura­dan şu sonucu çıkarabiliriz: Müslüman, diğer dinlere kar­şı çözülmesi imkansız bir grup taassubuna kapılmaz. Sa­dece İslam'ın ana ilkelerine bağlı kalır. Bununla beraber müslümanın hayatında pratik şartların veya sosyal bir et­kenin tesiri ile bir takım olumsuz tavırların sergilendiği­ni görüyoruz. Diğer dinlere karşı takınılan bu tavırlar, ifade etmeye çalıştığımız ilkeyi değiştiremez. Aslında bu olumsuzlukların kaynağı, müslümanlarm diğer dinlere ve mukaddesatlarına karşı tavrını ortaya koymaz. Öte yan­dan bu, sırf İslam'ın yaptığı bir değerlendirme değildir. Mesela yahudiler, hıristiyanhk ve İslamiyeti bir din ola­rak kabul etmezler. Hıristiyanlar da İslam'ı bir din ola­rak görmezler. İşte onların bize karşı dini açıdan bir kompleks içinde oldukları böylece ortaya çıkmaktadır. [24]

 

Ahiret İnancının Fonksiyonu

 

«Onlar aîûrete kesin inanırlar». Kesin inanç, itikad diye ifade olunur. Ahirete iman muttakilerin beşinci sıfa­tıdır. Takva esasına dayalı İslami şahsiyetin oluşturulma­sında bu sıfat, akidenin en güçlü ilkesini oluşturur. İler­deki ayetlerden anlaşılacağı gibi Allah'a ve Ahiret günü­ne iman gerçekten çok önemlidir. İnsan böylece sorumluluğunun bilincim büyük ölçüde elde eder. Çünkü bu an­layış hayatın bir hedefini gösterir. Hayatın, kendisini göz­lemlediğimiz, yaşadığımız "boyutlarını daha geniş boyut­lara, alanlara kavuşturur. Böylece insan, Allah'a ve Ahi-ret gününe iman temeli üzerinde kurulan yüce değerle­re daha engin bir şekilde bağlılık gösterir.

İnsanın içinde ve pratiğinde bu sıfatlar bir araya ge­lince Rabb'ı tarafından gösterilen doğru yol üzerinde yü­rüdüğünü düşündüğü ve yaptığı şeylerin doğru olduğuna dünya ve ahirette kurtuluşa ve başarıya doğru hareket et­tiğine gönül huzuru ile inanma imkanını elde eder. Bu ne­denle «Bunlar Rableri katından bir hidayet üzeredirler.» düsturuna mazhar olur. Bunlar Allah'a, vahye ve ahirete iman edenlerdir. Onlar doğru yol üzerinde yürümektedir­ler. Çünkü Allah'a iman, insanın önünde hayatın ufukla­rını açar. Risaletlere iman etmek ise O'nun hayatını bir programa bağlar. Ahirete imana gelince, bu da hayatın büyük bir hedefini gösterir. İnsan bu anlayışla o hedefe varmak için çalışma azmi ve imkanı elde eder.

İşte bunlar akidenin üç ana ilkesidir. Bunları akide­nin pratik tezahürleri olan iki eylem takip eder. Bunlar da insanı Allah'a bağlayan namaz ve insanı hayata bağ­layan unsur olarak Allah'ın verdiği rızıktan dağıtmadır.

«İşte bunlar kurtuluşa erenlerdir.» Çünkü başarı ve kurtuluş, insanın yolunun başlangıcını, sonunu ve aşama­larını iyi bilmesiyle sembolize olunur. İşte rnüslüman in­sanın akide noktasında hareket mantığı budur. Böylece anlıyoruz ki, takva imandan ayrı, imandan başka bir şey değildir, aksine takva, düşünce ve hayatı etkisi altına alan bir imandır. [25]

 

3) KAFİRLER... BAŞKA BÎR ÖRNEK CEBR ve İHTİYAR ÇERÇEVESİNDE HİDAYET ve KÜFÜR

 

Rahman ve Rahim alan Allah'ın adıyla

«Kafirlere gelince onları uyarsan da uyarmasan da farket-mez; Onlar iman etmezler. Allah Onların kalplerini ve kulak­larını mühürlemiştir. Onların gözlerinde perde vardır. Onları büyük bir azab beklemektedir.»[26]

 

Başka bir Örnek... Kafirler

 

Bu ikinci örnektir. İman ve küfür meselesinde deği­şik tutum takman İnsan tiplerinin ikincisidir. Bunlar kâ­firlerdir.

Açıktır ki ayet bu örneği kapsamlı tabiatıyla ele al­mamaktadır, yalnız İslam çağrısını başından beri karşı­sına alan, kalplerini; düşünüp değerlendirmek için, mu­hakeme ve münakaşa edip bir kanaat belirtmek için İs­lam'a açmayan, reddetmek bile olsa, bilinçli olarak red­detmeye yanaşmayan kimselerdir. Bunlar tutumunda ıs­rar eden, inatçı bir tavır takınanlardır. Ne kendisinin, ne de başkasının takınılan tavrın doğruluğu veya yanlışlığı konusunda herhangi bir düşünce deneyimine veya pratik bir diyaloga girmesine müsaade eftneyen bir kesimdir.

İşte teşvik' ve korkutmanın fayda vermediği kesim budur. Bunlar için uyarmak ile uyarmamak aynıdır. Çün­kü onlar Allah'ın ayetlerini dinlemeye çağrıldıkları şeyi düşünmeye hazır değillerdir. Basiretlerini kullanmaya, Allah'ın yüceliğini takdir etmelerini aşılamaya çalışan et­rafım kuşatmış koca kainatı ibretle incelemeye hazır de­ğillerdir.

Onun için kanaatin ve imanın vasıtalarına ulaşmaları "beklenemezdi.

Herhalde dava yolunda sürekli tecrübenin, kendi kendisine ve Rabb'ine karşı sorumluluğunun bilincinde olan insanların iman ve küfür konusunda daha olumlu tavır takınmaları normal birşeydir. Çünkü bu, dünya ve ahire-tin gidişatını temsil eden bir meseledir. Bu konudaki ta­vırları daha fazla düşünmelerine ve sorumluluklarına da­ha da düşkün olmalarına neden olmuştur. Çünkü Öbür ta­raftakiler gözlerinin evrendeki realiteleri görmesine mü­saade etmiyor, iman ve düşünce konularına kulak verip, değerlendirmelerine izin vermiyor, kalplerinin düşünme-, sme, tartışmasına ve muhakeme etmesine fırsat vermi­yorlar. Biz peygamberin, bu grubun hidayete gelmesi için bir çok defalar değişik vasıtalar ve yöntemler kullanarak çalıştığını, karşılaştığı nankörlük, inkar, psikolojik ve ma­nevi komplekslere rağmen bu çabasından geri durmadığı­nı biliyoruz. Peygamber İslam'ın ana ilkelerinden hare­ketle davet eylemini gerçekleştirmiş, bu yolda her çeşit meşru vasıtaya başvurmuş, insanın aklına, düşüncesine, bilincine ulaşmaya bu yolla iman etme kanaatini yerleş-yr   tîrmeye çaba sarfediyordu.

Fakat Peygamber'in bu çabası somut bir sonuç getir­meden zayi olup gitmiştir. Çünkü karşıdaki toplum tavır ve tutumlarını düşünceye ve imana değil, inada ve büyüklük taslamaya dayandırmıştır. Onun için ayet-i keri­me Peygamber'in onlara karşı konumunu belirlemeye gel­miştir. Artık Peygamber sonuçsuz kalacağını kesin bildiği bir davetle zamanını harcamamalı, bu alandaki enerji­sini ve çabasını başka bir tarafa aktarmalıdır. Davasını, önlünü bu mesaja açacak başka cemaatlere yönelmelidir. Kalplerini imana açan, gözlerini Sırat-ı Müstakime diken ve faydalı sözlere kulak veren başka topluluklara çağrı­da bulunmalıdır.

2. ayet bu düşünceyi daha somut bir biçimde ortaya koymak ve önceki ayetin hükmünü pekiştirmek için gel­miştir.-. Artık Allah onların kalplerini mühürlemiştir. Al­lah onların işitme organlarına da mühür vuurmuştur. Ar­tık onlar hiçbir yararlı sözü işitemezler, gözlerine gelin­ce, onların üzerinde görmeyi engelleyen bir perde vardır. Onlar bu halleriyle ahirette kendilerini bekleyen acıklı azataa müstehak olmuşlardır.

Burada üzerinde durulması gereken iki mesele var­dır. Yani bu ayet-i kerimeleri iki açıdan ele almalıyız : [27]

 

Çağdaş Bir Hareket İçinde Bu iki Ayetin Konumu

 

1. Çağdaş hayatımızda bu iki ayetin sahası ve önemi nedir? Başka bir ifadeyle Allah'a çağırmak, Allah'a davet etmek isteyen bir müslüman bu çağrıya meydan okuyan kafir güçlere karşı nasıl bir tutum izleyecektir?

Biz bugünkü küfrün durumu ve sapıklığının dünkü küfrün durumundan hiç de farklı olmadığına inanıyoruz. Küfrün genel karakteri, kafir toplulukların ana özellikleri değişmemiştir. Onların her zamanki hali, psikolojik bir kompleks içinde olmaları, küfür ve iman konusunda güvenli değişmez bir tutum, izlemelerine yol açacak ma­nevi   bir   bilgiyi   gözlemlemeleridir.  Onlar sürekli ola­rak inat,   büyüklük taslama ve sapıklıkta   ısrar et­mektedirler.    Zira onların hayatları, işlerine hükme­den psikolojik havanın etkisindedir  .Onlar hayatı,  kişi­sel menfaatler, arzular ve şehvetlerin mantığıyla değer­lendirirler. Onların doğru veya eğri hayatlarını planlayan bu olgulardır. Onlar Rablerine, kendilerine ve hayatla­rına karşı sorumluluklarından uzak bir hayata taliptirler. Bunlar   düşüncelerini   karakterlerine ve duygularına bo­yun eğdirenlerdir. Yollarını kendi karakterlerine bağımlı olarak çizenlerdir. Hayatla ilgili problemlerini duygusal olarak çözüme kavuşturanlardır. Bunlar iman ve küfür meselelerinde duygularını ve karakterlerini esas  alırlar. Bu konulan doğrudan doğruya incelemeye, muhakemeye yanaşmayan kimselerdir. Dolayısıyla iman-küfür mesele­sini ana konunun bir dalı olarak görür, dalın bir kökü ola­rak  görmezler.  Nitekim bugün  realite  de  odur.  Bugün aynı gruplar,politik, sosyal, ekonomik ve şehevi mesele­lerini de bu şekilde halletmektedirler. Özel ve genel tüm problemleri çözüme kavuşturmada bir takım akımlar ta­rafından iîeri sürülen hayat anlayışlarını akidevi tutum­lar olarak esas almakta ve ona göre vaziyet almaktadırlar. Buna göre müslüman insanın, içinde yaşadığı toplum-;, lan bilinçli bir şekilde incelemesi gerekir. Orada yaşayan'^ insanların verdiğimiz insan tiplerinden hangisine girdik-^ lerini belirlemesi gerekmektedir. Ondan sonra artık o in­sanlara karşı Kur'an'î bir tavır koymalıdır. Eğer karşı kar­şıya bulunduğu topluluklar düşünce ve eylem olarak inat­çı bir tutum takmıyorlarsa onlarla diyaloga geçmek, boşuna harcanan bir enerjidir. Eğer onlar düşünce yoluyla akide meselelerine, hatta hayatla ilgili konulara vakıf de­ğillerse, doğrudan bir diyaloga hazır değillerse müslüman, onlarla iman arasındaki engeli, psikolojik duvarı yıkmak için başka yollar aramalıdır. Ondan sonra, insan ve dü­şünce önündeki tüm engelleri yok ettikten sonra onlarla yeniden bir diyaloga girmeyi denemelidir. [28]

 

Cebr ve İhtiyar Açısından İki Ayetin Değerlendirilmesi

 

2. «Allah onlarım kalplerini mühürledi» fiilindeki ey­lemin Allah'a isnad edilişini nasıl açıklayabiliriz ve bu ayet, kendisine iman ettiğimiz zatın seçme Özgürlüğü düşüncesiyle nasıl bağdaşır? Bu ayet acaba kalbin küfür veya imana ve. bunların sonuçları olan itaat ve isyana mec­bur olduklarını iddia eden Cebr düşüncesini destekliyor

mu:

Cevap:, Bu ayetin yorumuyla ilgili olarak iki yakla­şım vardır:

1. Bu yaklaşıma göre, burada mesele mecazi bir teş­bih konumundadır. Zamahşerî, Keşşaf tefsirinde diyor ki: «Eğer desen ki mühürleme eylemi neden Allah'a isnad edildi, halbuki bir eylemin Allah'a isnad edilmesi, doğ­ruyu İcabul etmelerini, doğruya ulaşmanın yollarmı en­gellediğini gösterir ki, bu çirkin hir iştir ve Allah bu tür çirkin işlerden tamamen münezzehti!1. Çünkü O çirkin olan şeyleri çok iyi bilmekte ve buna ihtiyacı olmadığım bildirmektedir. Bizzat kendisi de bu konuda şu ayetleri in­dirmiştir :

'Beri kullara zuîmedici. değilim'[29]

'Biz Onlara zulmetmedik yalnız Onların kendileri zalim­lerdi'[30] «De ki Allah kötülükleri emretmez'i[31]

Buna benzer tenzihi ifadelere Kur'an'da çokça rast­lanır. Ben de derim ki bu, kalplerin bir sıfatıdır. Yani On­lara sanki mühür vurulmuştur. Bu mühürleme isinin Al­lah'a isnad edilmesi ise, bu sıfatın sağlamlığına ve iyice yer ettiğine, geçici değil kalıcı bir şey olduğuna dikkat çekmek içindir. Nitekim Arap edebiyatında 'falan adam şu karaktere sahipti' dendiği zaman o kişinin bu işte sebat ettiğini ifade etmiş oluruz. Bu cümleyi, yani Allah'ın on­ların kalplerini mühürleyişini şu şekilde de yorumlayabi­liriz: 'öldüğü zaman vadi onu alıp götürdü. Uzun süre kay­bolan ankakuşu onu alıp uçurdu'... Yani burada ne vadi­nin ne de ankanın O'nun ölümünde veya uzun süre kay­bolduğunda hiçbir fonksiyonu yoktur. Bu bir örnektir. Ölümü vadinin götürdüğü adamın ölümüne benzetilmiş^ uzun zaman kaboluşu da ânkanm uçurduğu kişiye benze­tilmiştir. İşte aynı bu cümlede olduğu gibi Onların kalp­lerinin hali de Allah'ın mühürlediği kalplerin haline ben­zetilmiştir. Onların kalpleri anlayışsızlıktan hayvanların kalplerine benzetilmiştir. Ya da gücü olduğu halde Allah' in mühürlediği kalbin haline benzetilmiştir. Bu bir şey anlamayan ve bir şey duymayan bir kalptir. Fakat Yüce

Allah'ın onların haktan uzak duruşunda, onu kabul etmek­ten geri kalmalarında hiçbir rolü yoktur. O böyle bir iş­ten tamamen münezzehtir.»

2. Yorum : Bu, Ehl'i Beyt imamları tarafından açık­lanan İslam düşüncesi temeline dayalı bir yaklaşımdır. Ehl-i Beyt imamları diyor ki: «Ne Cebr var ne serbest­lik ikisi arasında birşey». Bu anlayışa göre kulların ey-» lemleri kendilerine İzafe edilir. Çünkü kendi iradeleriy­le seçmekte ve onları gerçekleştirmektedirler. Fakat on­ların bu eylemleri bir taraftan da Allah'a izafe edilir. Çün­kü her şeyin başlıca sebebi Allah'tır. Kullarına o eylemi yapma gücünü veren veya bu gücü vermeyebilen de yine Allah'tır. Ellerindeki İmkanları ve etrafındaki imkanları onlara bahşeden, günah veya itaat yapmalarına izin veren, onların secim eylemine müdahale etmeyen Allah'tır.

Böylece fiilin Allah'a nisbet edilişi de doğru olmak­tadır. Zira eylemin gerçekleşmesinde O'nun da bir etkisi . vardır. Belki O'nun bu etkisi dolaylı yollarla gerçekleş­mektedir denebilir. Bu durumda Allah insanı belli bir ko­numda yaratmıştır. Eğer insan küfrü seçer ve bu konuda ısrar ederse Allah da O'nun kalbini kapatır, işitme* duyr-gularmı köreltir. Gözlerinin görmesini engeller, artık o bu haliyle imana ulaşamaz. Yani eylem insanın seçimiyle başhj'or ve bu seçimden sözkonusu sonuca varılıyor. Fa­kat sebep sonuç ilişkisi Allah'ın, insanın varlığı için koy­muş olduğu kanunlara boyun eğer, bu kanunlarda sonuç­lar daha önceki sebeplere bağlıdır.

Tabiidir ki böyle bir yaklaşım bizi ne cebr konumu­na- sokar, ne de seçme özgürlüğüne gölge düşürür. Çün­kü hu anlayış Allah'ın hayat ve insan için koyduğu tabii kanunlara bağımlı olarak irade hürriyetine gölge düşür­memektir, dolayısıyla çirkin şeylerin Allah'a izafe edilişi ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.

Eğer 'acaba Kur'an, pek çok insanı şüphelere, ku­runtulara sürükleyen, insanların bir cevap ve yorum pe­şinde sürüklenmelerine yol açan böyle bir yöntemi ne­den kullanmıştır?' denecek olursa, bunu gelecek yorumda izah edeceğiz. Bu yorumun özeti şudur, Kur'an-ı Kerim, çok tanrıcı şirk düşüncesine karşı tevhid düşüncesini kök­lü bir şekilde çözüme kavuşturmayı amaçlamıştır. Şirk düşüncesi/insanın hayatında, çeşitli ilahlara yönelerek in­sanları ya da evrendeki ay, güneş ve yıldızlar gibi bazı büyük gerçekleri veya cansız putları taştan veya maden­lerden yapılan heykelleri ilah konumunda görme temeli­ne dayanır. Şirk düşüncesi de böyle hayali sapık bir yak­laşıma "bağımlı kalır. İşte Kur'an-ı Kerim bu nedenle ev­rende bulunan her varlığın evrenin hareketinde veya in­sanın hayatı üzerinde hiçbir gücü ve fonksiyonu olmadı­ğını açıklamak istemiştir ki bu gücü, herşeyi yaratan ve her sebebin varedicisi olan yalnız Yüce Allah'a teslim etsin, gözlerimizle gördüğümüz tüm kuvvetlerin aslında tüm bu kuvvetlere kendisinin belirlediği, yürürlüğe koy­duğu yasalarla ve vasıtalarla hükmeden ona kuvvet veren tarafından yönlendirildiğini yerleştirsin.

Böylece işlerin Allah'a havale edilmesi, herşeyin ar­kasında, herşeyle beraber Allah'ın varlığının aşılanması esasına dayanır. Fakat bu, doğrudan Allah'ın varlığının aşılanması esasına dayanır. Fakat bu,.doğrudan bir ilke değildir. İnsanın seçme hakkını ve özgür iradesini elinden almaz. Çünkü burada önemli olan evrendeki herşeyde Al­lah'ın  gücünün  geniş  bir  çerçevede  muhafaza  edilmesi, varlıktaki görünümlere bu varlığının yansıtılmasıdır. Fa­kat bu, insanın bu genel çerçevede hareket eden bireysel oücünü elinden almaz, böylece Kur'an'm pratik olarak doğal sebepleri ortadan kaldırmadan hidayet ve sapıklığı, iyilik ve kötülüğü, rızık ve hayatı, hastalık ve sağlığı. . neden doğrudan değil de dolaylı olarak Allah'a izafe et­tiğini anlayabiliriz.

Herhalde bu yaklaşım Ayet-i Kerime'nin ifade tarzı­na da uygun düşen en sağlıklı yaklaşımdır.. [32]

 

4) MÜNAFIKLAR...  ÜÇÜNCÜ TİP

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...

«Kimi insanlar var ki; Allah'a ve Ahiret gününe inandık derler, ama aslırida inanmamışlardır. Bunlar Allah'ı ve mü' mirileri- aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatıyor­lar, ama bunun farkında değildirler. Onların kalplerinde has-talik vardır. Allah da bu hastalıklarını artırmıştır.. Yalancılık­ları yüzünden onları acı bir azab beklemektedir. Onlara 'yer­yüzünde bozgunculuk çıkarmayın' denildiği zaman, 'biz yapı­cı, düzeltici kimseleriz' derler. İyi bilesiniz ki Onlar bozgun^ cidarın ta kendileridir, fakat bunun farkında değildirler. On­lara 'halk nasıl iman etti ise siz de öyle iman edin denildiği zaman, 'biz hiç beyinsiz ayak takımı gibi iman eder miyiz?' derler. Asıl beyinsiz ayak takımı kendileridir. Ama bunu bil­miyorlar. Onlar mü'minîer ile karşılaştıkları zaman 'inandık', derler. Fakat şeytanları, elebaşları ile başbaşa kaldıkları za­man 'biz sizin yanındayız. Onlarla sadece alay ediyoruz' der­ler. Aslında Onlarla alay eden ve kendilerini azgınlıkları için­de debelenmeye bırakan Allah'tır»[33]

 

Münafıklar... Ümmetin En Tehlikeli Düşmanları

 

Bu, insanların iman ve küfür meselesi karşısında dü­şünme ve eylem planında takındıkları üçüncü tavırdır. Bunlar insanların üçüncü bir tipidir. İslam, ilk asrında bunlarla yüzyüze gelmiş veya onların pek çok hilelerine, saptırmalarına, oyunlarına ve kurnazlıklarına tanık olmuş­tur.

İslam toplumunun gerçekleştirdiği İslami hayatı ka­rıştırmak için başvurdukları içe ve dışa yönelik oyunla­rına, bu oyunlara ortak olduklarına şahit olmuştur.

Münafıklardan sözeden o ayetleri incelediğimizde on­ların kişiliğini, karakterlerini ortaya koyan ayetlerin ka­firlerden sözeden ayetlerden daha çok ve daha geniş kap­samlı olduğunu görürüz. Herhalde bunun sebebi de şu­dur: Küfür meselesi de iman meselesi gibidir. Bunların her ikisi de kesin birer çizgiyi ifade eder. Çünkü bunlar insanın hayatında akide ve hayat konusundaki tavrını net ve açık olarak ortaya koymaktadır. Artık burada realiteyi karşılamada herhangi bir kompleks sözkonusu olmadığı gibi onu dile getirmede de bir çarpıtma yoktur. Dolayı­sıyla rnü'nıinleri ve kafirleri hayattaki hareketlerinden tanımak kolaydır. Yeter ki iman ve" küfrün karakterini bilmiş olalım.

Münafıklara gelince; Onlar içlerinde gizledikleri tu­tum ile,'insanların önünde açığa vurdukları arasında bir sentez yapmaya çalışan kimselerdir. Yani bunlar çifte standartlı bir hayata sahiptirler. Dolayısıyla onları tanı­mak ve ortaya çıkarmak da karmaşık bir problemdir. On­ları tespit edebilmek için sözlerine ve eylemlerine dikkat etmek, Onların hayatlarında ortayaı çıkan korku etkenlerini tesbit etmek ve genel ve özel hayatlarını kontrol al­tında tutmakla ancak mümkün olabilir.

Belki de bu nedenle Kur'an-ı Kerim bu kompleks sa­hibi insan tipini ortaya koyarken daha fazla ayette onlara yer vermiştir. Böylece Onların insanlara yönelttikleri söz­lerindeki iki yüzlülük, kullandıkları sloganlar toplum ha­yatında takındıkları pratik tavırlar, hep ayetlerde yer al­mıştır, amaç insanların onları tanımalarını sağlamak, hem şimdi ve hem de ilerde onların zararlarından kurtulmalarını sağlamaktır. [34]

 

Kur'an Klavuzumuzdur

 

İnsanların bu tipini Kur'an-ı Kerim'in ayetlerimle okuduğumuz zaman normal hayatımızda, inıan-küfür me­selesindeki acı mücadelemizde bu tür insanları pratik ola­rak görme ihtiyacı duyarız. Zira Kur'an'ı okumanın de­ğeri ve Kur'an'ı dirilişin karakteri, Kur'an ayetlerini yal­nız-harf î ve tarihî olarak anlamakla gerçekleşemez. Onu pratik olarak da görmek gerekir. İnsanların gelecek ha­yatlarında Kur'an'ı bir ışık hareketini temsil eden çeşitli olaylarda, şekillerde, mücadelelerde ana meselelerin hep­sinde, tüm aşamalarda varlığını ve yaşantısını sürdüren gerçeği de görmek gerekir. Çünkü biz Kur'an'la beraber yaşamak istiyoruz. Çünkü Kur'an Yüce Allah'ın insanlar için belirlediği büyük hedefe doğru hayatı yönlendirirken bizimle beraber işte Kur'an okuyuşlarımıza ve Kur'an'ı anlayışımıza hükmetmesi gereken budur. Ancak böylece Kur'an bizim için tertemiz, berrak bir ayna olur. Orada kendimizi ve hayatımızı net biçimde   görebiliriz.   Onun, alemlere rahmet ve aydınlık olarak kabul ettiğimiz ayet­lerinde kendimizi görürüz. Nitekim Ehî-i Beyt imamla­rından gelen hadislerde bu noktaya işaret edilmiştir: On­lar bazı hadislerinde diyorlar ki, Kur'an; güneş, ay, Gece ve Gündüz gibi akıp gider... Hayat gün geçtikçe değiş­mektedir. Fakat gece ve gündüz aynen kalmakta hayatın hareketine hükmetmektedir. Evren de yenilenmekte, fa­kat güneş ve ay sürekli olarak aynı kalmakta hayatı ay­dınlık ışık ve nurlanyla aydınlatmaktadır.

Şimdi ayeti kerimeleri incelemeye geçebiliriz. [35]

 

Tahlil Karşısında Bir Örnek

 

«İnsanlardan öyleleri vardır ki Allah ve Ahiret gününe  inandık derler halbuki onlar inanmış değillerdir.»

Bu, münafıkların sıfatlarından biridir. Onlar insanla­ra karşı iman ettiklerini ilan eder ve bunun gereklerim yerine getirirler. Böylece insanlar onların sözlerine ka­nar, yaptıkları hareketlerle İslam'a bağlı olduklarını zan­neder. Onlar da insanların güvenlerini elde eder, hare­ketlerine güvenle bakar. Onlara karşı güvende olduklarını hissederler, bu da onların daha rahat hareket etmelerini, oyun ve saptırmalarını daha geniş alanlara yaymalarını, tam bir serbestlik içinde hareket etmelerini sağlar.

Bu tür tavırlar küfre dayalı ilkeleri kabul eden bazı insanlar tarafından da ortaya konabilir. Bunlar iman ve İslam şiarlarını sözlerinde birer slogan olarak kullanırlar. Fakat ana ilkelerini küfür ve inkar temeline dayandırır­lar. Artık bu dayanaklarının doğrudan veya dolaylı küfür olması arasında ciddi bir fark yoktur. Onlar imanlı top­lumun kendilerine güvenmesini sağlamak için bu tür slo­ganlar kullanır ve onların hayatlarına egemen olmaya çalışırlar.

«Allah'ı ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar. Fakat On­lar ancak kendilerini aldatıyorlar. Onlar inanmış değildirler.»

Yani onlar aldatmak isteyen adam gibi hareket eder­ler, gizli yollar deneyerek hedeflerine varmaya çalışırlar, aldatılan kimseye meseleyi çaktırmamak isterler. Kendi­lerini, olmadıkları bir halde gösterirler ki güven ve hu­zura kavuşsunlar. Bu nedenle iman ettiklerini, amaçları­nın iyi olduğunu söylerler. Fakat Onların çabalan boşa gider. Çünkü Onlar ancak kendilerini aldatırlar. Bu tür eğri yanlış yöntemlerle başarıya ulaşabileceklerini san-nıalarıyla aldanmış olurlar. Allah'ın göz açıp kapatmayı, kalplerden geçenleri bildiğine dikkat etmemekle aldan­mış olurlar. Allah'ın Onların içyüzünü mü'minlere bildi­rip sakınmalarını telkin edeceğini hesaba katmamakla al­danmış olurlar. İşte hu sapıklığı esas aldığında durumu, kendi arzu ve şehevi duygularını tatmin etmek için çaba sarfeden ve üzerinde bulunduğu yol, içinde gittikçe derin­leşen sapık insanın durumu gibidir. O'nun bu yönelişi iş­lerin gerçek yüzünü görmesine ve normal tutumlara yö­nelmesine yol vermez. Arkadaşlarıyla birlikte izledikleri yolun neden olduğu kötülüklerin sonuçlarını düşünmeden, yöneldikleri taraftan başarıya ulaşacaklarını sanarak yola koyulurlar. İşte kendilerinin mü'minler tarafından deşifre olunacağım bilmeyen münafıkların .durumu da budur. On-Jar kendi tavırlarının, perde arkasında gizli kalacağını zannederler. Fakat iman güneşi onların hem iç ve hem de dış  durumlarını apaçık  ortaya koyar,  farkında olmadan tüm oyunları deşifre olur.

«Kalplerinde hastalık vardır», burada nifak olayı açık­lanmakta, sebepleri tesbit edilmektedir. Buna göre nifak insanın içini kemiren psikolojik veya manevi bir, hastalık tır. Psikolojik bir komplekstir. Çünkü insan bir şeye ya iman eder, ya da iman etmez. Her iki durumda da durum nofcmaldir, sağlıklıdır. Tercihinin gereğini yaşayıp gider. Eğer iman etmişse iman çizgisini sürdürür. Hayatını ona göre düzenler. Eğer mü'nün değilse bu sefer küfür onun hayatına bir takım programlar yerleştirir. Bu program­ların imanla yakından uzaktan hiçbir ilgisi yoktur. Bu, içe dönük duygularda böyle olduğu gibi pratik adımlarda da böyledir. Fakat insanın iman etmeyi reddedip mü'min gi­bi amel işlemesi, hayatında normal bir tavır değildir. Çün­kü burada, tabii olan eylemi imanından ve düşüncesin­den kaynaklanmış olmalıdır, halbuki burada tam bir çe­lişki vardır.

Tabii olmayan herhangi bir hareketin insan hayatın­da bir hastalığın belirtisi olduğunu söylemek için ciddi bir ispata gerek yoktur. Artık bu hastalığın insanın bedenin­de olması ile ruhunda veya düşüncesinde olması arasında da bir fark yoktur. İşte bu nedenle Cenab-ı Allah nifakı , bir hastalık olarak saymıştır, bu insanın içindeki psikolo­jik bir kompleksi ifade eder. Çifte standartlı bir hayatın bir .şahsiyetin hareket ve  tavır olarak içten dışa doğru!g yansımasıdır.  Yani kişinin içi  dışına benzememekte  dişı/| da içiyle uyum sağlamamaktadır.

Bu kompleks veya hastalık insanın kendi arzuların­dan kaynaklanmayabilir de. Düşünceleriyle ve tutumla­rıyla toplumla çelişme durumunun doğurduğu, bir korku ve  endişeden   de  kaynaklanabilir.  İnsanın   Özel  hesaplarıııdan arzularından da kaynaklanabilir. Kişi, inancı doğ­rultusunda tavır koyduğu zaman çıkarının zedeleneceğini hesaplayarak farklı bir tavır içine girebilir. Hayatın her­hangi bir alanında insanın geçirdiği bir tereddütten bir hayret halinden de kaynaklanmış olabilir. İnsan endişeli olduğundan sağlıklı bir tercih olanağım kullanamayabilir. Kur'an ayetlerinden anlaşıldığına göre nifak kompleksi, İslam çağrısının başlangıcından bugüne dek İslam'ın rea-litesiyle beraber münafıkların hayatında pratik olarak ya- .. sanıp gelmiştir. «Allah da Onların hastalıklarını artırdı» İnsan, Allah'a izafe edilen bu arttırma eyleminin nede­nini soruşturabilir. Acaba Allah bu hastalığı doğrudan mı arttırmayı dilemiştir? Allah nasıl olur da bu münafıkla­rın içindeki nifakı artıkmak -ister. Çünkü Allah hem ni­fakı hem de münafıkları laneti emektedir.                          J

Bu sorunun cevabı şöyle olabilir, bu ifade tarzı Kur' an'da kullanılan diğer ifade tarzlarına aynen benzemekte­dir. Kur'an'da Allah'a izafe edilen diğer fiillerde olduğu gibi bu fiil de Allah'a izafe edilmiş bulunmaktadır. Bura­da fiilin Allah'a izafe edilişi eşyanın tabiatı gereği olarak Allah'ın belirlediği doğal yasalar açısındandır, yani bu fillin gerçekleşmesi için gereken şartları ve imkanı hazır­layan Yüce Allah'tır. Yani sebepleri sebep yapan ve eş­yaya hükmeden yasaları belirleyen Allah'tır. Fakat bu yaklaşım aynı fiilin.insana da izafe edilişine aykırı değil­dir. Çünkü kendi iradesiyle bu eylemi bizzat gerçekleş­tiren insanın kendisidir. Akıl ve fikir hareketinden yola çıkarak iradesini bu yönde kullanan insandır.

İşte bu yorumun ışığında ayetleri daha rahat anlıyo­ruz. Yani onların hayatlanndaki bu kompleks onların ira­desi ve seçimlerinin sonucu olmaktan öteye geçemez. Çaresiz bir hastalık olarak devam etmesinde iradelerinin ro­lü büyüktür. Onlar kendi iradelerini "bu yönde kullanmış, yaptıkları eylemleriyle o hastalıkların içte ve dışta daha da müzmin hale gelmesine neden olmuşlardır. Bu da has­talığın daha da artmasını ve alanım genişletmesini sağla­mıştır. Onların durumu, hastalığını ihmal edip zamanın­da tedavi etmeyen, buna rağmen hastalığının sebeplerini artırmaya çalışan adamın durumu gibidir. Tabii ki bu ada­mın bu tavrı hastalığını daha da artırmaktan başka işe ya­ramaz. B.u, Yüce Allah'ın evrende geçerli kıldığı doğal ya­saların gereğidir. Bunlar, sağlık ve hastalık konusunda . değişmez yasalardır. Hastalığın ve sağlığın bedensel ve~ j ya ruhsal olması arasında da bir fark yoktur.

«Bu yalancılıkları yüzünden onları acı İbir azap beklemektedir» Onlar yaşadıkları bu hayatın tüm sorumlu­luklarını yükleneceklerdir. Sözde, tavırda ve eylemde iş­ledikleri günahın, söyledikleri yalanın cezasını çekecek­lerdir. Kasıtlı ve ısrarlı işledikleri suçun cezasını çeke­ceklerdir. Olay ne kadar hastalık haline de gelmiş olsa herhangi bir eylemi meşru kılacak nitelikte değildir. Çün­kü hastalık baştan tercihe dayalıdır. Çünkü onlar böyle bir duruma gelmeyebilirlerdi. Şu anda da ondan vazgeç­me imkanlarını yitirmiş değillerdir. İstedikleri anda on­dan kurtulurlar.

«Onlara yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın denil­diği zaman biz yapıcı, düzeltici kimseleriz derler»

Bu  ayet-i kerime  münafıkların  İslami hayat içinde bir takım işler ve bazı sloganlar atarak iman çizgisini karaladıklarını ve bozgunculuk hareketine akidede, yaşan­tıda ve ilişkilerde zemin hazırladıklarını gösterebilir. Onların bu alandaki faaliyetleri bazen günah işlemekle ve insanları dolaylı yollarla imandan uzaklaştırmakla ger­çekleşiyordu. Nitekim İbni Abbas'tan böyle bir rivayet aktarılmaktadır. Ya da Onlar kafirlere bir takım eğilim­ler duymaktaydılar. Böylece İslam'ı horlamaya çalışıyor­lardı. Nitekim Ebu Ali de bu görüştedir. Ya da Dahhak'm belirttiği gibi dini ve Kitab'ı tahrif etmeye uğraşıyorlar­dı. 'Onların bu tavırları müfessirlerin belirttiği gibi daha başka şekillerle de gerçekleşmiş olabilir. Açık olan odur ki bu tür yorumlar Peygamber'den aktarılan dini bir hü­kümden gelmemektedir.

Sadece münafıklardan spzeden bazı ayetlerden yola çıkılarak onların Peygamber'e karşı nasıl bir tutum izle­dikleri belirtilmeye çalışılmaktadır. Onun için münafık­ların bu tür girişimlerini herhangi bir eylem grubu ile sınırlandırmak mümkün değildir. Onların yaptığı menfi çalışmanın genel olarak İslam düşüncesine ilişkin boyut­ları verilmeye çalışılmaktadır.

Bunun ışığında diyebiliriz ki, ayet-i kerime nifak ha­reketinin toplum içindeki bütün çalışmalarını, her alanla ilgili olumsuz tutumlarını kapsamına almaktadır. Onların-, bu faaliyetleri ilk etapta yapıcı nitelik arzetsei de hedefleri, etkenleri ve yöntemleri açısından bozgunculuğa iteni çalışmalardır. Münafıkların bu anlayışı ve faaliyetleri bu­gün pek çok kimsede görülen ve herhangi bir toplumda düzeltme ve yapıcı faaliyet adı altında yürürlüğe konan anarşik ve teröre yönelik akımlarda da gözlenebilmekte­dir. Bunlar toplumu kökünden söküp atmak ve realiteyi değiştirmek için anarşiyi ve zorbalığı meşru görmektedir­ler. Aynı şey; kötülük, çözülme, her türlü arzu ve istek­ler, Özgürlük çağrıları ve çalışmaları ile ortaya çıkıp top-1111111 bu tür eylemlere çağırmaya çalışan akımların, bu yaptıklarını; donukluğu yoketmek, insanın iradesini psi­kolojik komplekslerin etkisinden -kurtarmak ve özgürleş­tirmek, bireyin ve toplumun hareketlerinde bir takım ak­saklıklara neden olan psikolojik hastalıkları önlemek ama­cını taşıdıkları izahı ile gizlemeye çalışan çevreler için de geçerlidir. Bu hüküm, dekolte kıyafetleri ve belli bir amaç taşıyan çıplaklığı çeşitli bahanelerle topluma kabul ettir­meye çalışan kesimler için de geçerlidir. Onlar bu tür ça­lışmalarla insanı psikolojik açıdan sağlığa kavuşturduk­larını ve iç komplekslerden kurtardıklarını paravana ola- rak kullanırlar.

Giyinme özgürlüğü hareketinin psikolojik bazı tahlil­lerinde elbisenin mümkün olduğu kadar kısaltılmasının şu şekilde yorumlanması ilginçtir: Mesele sırf elbisenin kı­saltılması meselesi değildir. Sorun kadının düşüncesi ve yaşantısında, hayat hareketinde kadınisı içe dönük psiko­lojik eaıgellerim ortadan kaldırmaktır. Herhangi bir ör­tünme çeşidini kaldırdığımızda ya da elbiseyi biraz daha kısalttığımızda kadının psikolojik bir engelini, manevi bir kompleksini ortadan kaldırmış oluruz. Onlar, dahili çö­zülme meselesini dünyadaki özgürlük sorunuyla ilişkin  olarak ele almaktadır. Fakat bu değerlerin kendisine da­yandığı manevi, ahlaki ve sosyal ilkelere, dinin kendisine çağırdığı ve uyulmasını istediği yasalara ve ilkelere hiç yer vermemekte ve onları gözönünde bulundurmamak­tadırlar. İşte bu temel ilkeyi gözönünde bulundurduğu­muzda ayeti daha rahat anlayabiliriz. «Onlara yeryüzün­de bozgunculuk çıkarmayın denildiği zaman biz yapıcı, düzeltici kimseleriz derler». Halbuki biz onların bozgun­culuk yaptıklarını gözlerimizle görüyoruz, fakat bunlar Onun. felsefesini yapmaya çalışıyor, yapıcılık vasıflarını kendilerine yakıştırmak için yollar arıyorlar. Onlar dünyadaki geleneksel değerleri  değiştirmeyi amaçladıklarını   ileri sürerek kendilerine yapıcı, düzeltici payesini yakış­tırmaya çalışıyorlar.

Ayet-i Kerime kendi üslubuyla açıklıyor ki, Onlar bu iddialarında kesin bir görüşe sahip değillerdir. Fakat on­lar kendi arzularını gerçekleştirmeye çalışıyorlar, dolayı­sıyla sorunu gerçekçi bir anlamda çözüme kavuşturmak­la uğraşmıyorlar. Çünkü Onlar hayatta kesin, gerçekçi bir tavır takınmaya yanaşmıyorlar. Toplumun temel ilkele­rini yıpratmak ve yıkmak için dolambaçlı, gizli yollar arı­yorlar.

Böylece toplumun hu ana temellerinden kaynaklanan kapsamlı mesajı saptırmanın yollarını arıyorlar.

Kur'an-i Kerim bunların fikri realitesini deşifre et­mekle onların konumlarını kesin bir şekilde belirliyor ve yapıcılıkta ne kadar tutarlı (!) bir yol izlediklerini ortaya koyuyor. «İyi biliniz ki, Onlar bozguncuların ta kendi­leridir». Bireylerin ve toplumların hayatlarında hırakük-7 lan kötü etkiler, attıkları kötü sloganlar ve işledikleri çir­kin eylemlerle bozgunculuğu yaymaktadırlar. «Fakat bu­nun farkında değildirler». Çünkü Onlar değerlere ilişkin teiniz bir atmosferi de yaşamıyorlar. Dolayısıyla, böyle­sine işledikleri eylemlerin kötü sonuçlarını bilemiyorlar. Nesnelerin reel ölçülerine göre olayı değerlendiremiyorlar. Onlar, kendi arzularına ve şehvetlerine öyle delice­sine bağlanmışlardır ki her türlü ölçüyü kötü değerlere ulaşmak için, realiteyi değerlendirmek ve tahlil etmek \ için kullanıyorlar.

«Oîdasa halk nasıl iman ettiyse siz de öyle iman edin denildiği zaman biz hiç beyinsiz ayaktakımı gibi iman eder miyiz? derler». İşte bu, münafıkların en önemli karakter­lerinden biridir. Onlar kamuoyunu, büyüklük taslamakla,

onlara karşı üstünlük  iddiasında bulunmakla karşılaya­rak;  onları,   düşünce  seviyeleri,  iman yapıları  ve  hayat yolları açısından horgörürler. Çünkü onlar kendilerini dü­şünce ve akıl düzeyi olarak diğer insanların düzeyinin üs­tünde  farzederler.   Özellikle  tartışmalarını sağlayan   bir ,   kültüre sahip oldukları zaman bu iddiayı daha rahat bir --  şekilde  ileri  sürerler.  Tartışmaya  girerler olayları çö­zümlemeye, yorumlamaya ve değerlendirmeye   çalışmak için  dillerini  harekete  geçirirler.   Bilimsel  terminolojiye -   dayanarak ahkam keserler. Böylece sözleri biraz da bilim-V_sellik kazanmış. olur. Yine bazı çevreler, sosyal nitelikli / problemleri normal şartları içinde değil kendi anlayışları i çerçevesinde ele almakta ve bunların düşünce ile, inançla hiçbir ilgisi olmadığını düşünerek değerlendirmeye çalış­maktadırlar.  Bu  problemleri,  insanları Allah'a bağlayan ve  iman  etmeye  sevkeden  dinî ve  evrensel .gerçeklerle izah etmeye kalktığımız  zaman  da onlar,  «bu  yaklaşım bilimsel değildir»  deyip  işin   içinden   çıkmamaktadırlar. Bizim yaklaşımlarımızı halk kitlelerinin yaklaşımı olarak nitelemekte, onun basit bir düşünce, inanç olduğunu ileri sürmekte  ve  bu   yaklaşımların,  bilim  ve   felsefenin  uz­manları  tarafından  ileri  sürülen . düşünceler   olmadığını söylemektedirler.

Herhalde tertemiz insanın fıtratından rahatlıkla ve kolaylıkla coşup gelen imana çağrılan münafıkların kapıl­dıkları hava da bu türden bir hava idi. Yani onlar, ima­nın dayandığı ana ilkelerin sağlam düşüncelere dayanma­dığım, aksine rahat ve net bir şekille ortaya çıkan vicdani  bir düşünceye dayandığım ileri sürüp, «biz Iıöyle basit bir şekilde iman etmeyiz» diyorlardı. Çünkü bu, yaşam tar­zında ne tür ilkelere dayandıklarını bilmeyen halk kitle­lerinin imânıdır. Ayet-i Kerime onların, imanın aslım değil türünü reddettiklerini de gösterebilir. Çünkü bu- ayet­lerden anlaşıldığına göre onlar ilke olarak imam kabul et­tiklerini söylüyorlardı. Fakat Yüce Allah onların bu boş büyüklenmelerini ve yalancı böbürlenmelerim, üstünlük taslamalarını deşifre1 etmiş, onların tavırlarını, hareketlerini, konumlarını gözönünde bulundurarak düşünce ve ey­lem planındaki realiteleriyle diğer insanlardan daha çok kendilerinin beyinsiz olduğunu pekiştirmiştir.   «Asıl beyinsiz ayaktakımı kendileridir». Çünkü beyinsiz; zayıf ira­deli, cahil,  yararını ve zararını iyi bilemeyen kimsedir. İşte onların, cehalet ve düşünce zayıflığını somutlaştıran içteki küfre bağhlıklarıyla iman akidesinin sağlam ilke­leri arasında kesin bir tercih yapamamaları, onların be­yinsiz olduğunu pekiştirmektedir. Çünkü onların bu ey-, lemleri kendilerini hem dünyada, hem de ahirette fela­kete götüreceği halde onlar bunu kestirernemektedir. Özel­likle böyle çifte standartlı bir hayata yönelmeleri, içle­rindeki küfürlerin deşifre edilmesinden duydukları endi­şenin içlerinde sürekli bir rahatsızlığa neden olması ve münafık eylemleriyle bunu gizlemeye çalışmaları da be­yinsizliklerini ortaya koymaktadır. Onlar düşüncelerinde ve hareketlerinde  gerçekten beyinsizlik' yapmaktadırlar. «Ama bunu bilmiyorlar». Çünkü Onlar bilimin, marifetin geniş ufuklarına açılmıyorlar. İşlerin gerçek sonuçlarına varmak  istemiyorlar.  Bilimin  değerinin,   gerçeği yansıt­masında  olduğunu  idrak   edemiyorlar.   İşin  sonunda  bu bilimsel   verilen   sağlıklı   fıtrat   ve   vicdanın   sağduyusu ile bağdaşması  gerektiğini düşünemiyorlar.  Böyle olma yan delile dayalı bir sonucun vicdani bir temele dayan­mayacağını, marifet sahasında değerli bir gerçeği temsil etmeyeceğini idrak   edemiyorlar.   Böylece anlaşılıyor ki, fıtrî iman,  değişmez,  sağlıklı.bir temele  dayanan tertemiz inancı sembolize etmektedir. Öte yandan, fıtratla uzaktan yakından ilgisi olmayan inançların sağlıklı bir te­meli olamayacağını bilemiyorlar. Bu nedenle biz fıtrî imanı, berraklığı ve netliği ile imanı temsil ettiğinden dolayı saygı ile karşılıyoruz. Onlar tartışmanın ve bilim­sel mücadelenin yolunu bilmeseler de onların bu iman­ları saygı duyulmaya layıktır.

Burada ayetlerle ilgili şöj'le bir soru sorulabilir: «On­lara yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın denildiği zaman biz yapıcı, düzeltici kimseleriz derler iyi bilesiniz ki on-îar bozguncuların ta kendileridir, fakat bunun farkında değildirler» ayetinde neden «İyi bilesiniz ki Onlar boz­guncuların ta kendileridir, fakat bunun farkında değil­dirler» denilerek onların bu bozgunculuk sıfatına farkın­da olmadan sahip oldukları ifade edilmiş, arkasındaki ayette ise, «asıl beyinsiz ayak takımı kendileridir. Ama bunu bilmiyorlar» denilerek bu beyinsizliği bilmedikleri ifade edilmiştir? Neden bu sıfatların yeri değiştirilme­miştir? Ya da bu iki ayet aynı sözlerle neden ifade edil­memiştir?

Cevap: Herhalde bunlar arasındaki farkın şu olması gerektir; bozgunculuğun ortaya çıkarılması meselesi dü­şünceye dayalı bir problem değildir. Aksine bilince ve gözleme dayalı bir problemdir. Yani bunlar eziyet ve lez­zetin kaynaklarıyla karşılaştığı zaman bu acı ve lezzetin tamamından yararlanabilirler. Çünkü bozgunculuk, haya. ün genel ve özel konularında hayatın pratik seyrini boz­mak demektir. Bunun farkına yarabilmek için konuyu bilinçli bir şekilde kavramak yeterlidir. Fakat hisleri ve duyguları değişenler ve bozgunculuğun havasında boğu­lanlar ise onu tamamiyle farkedemezler. Bunlar bedenlerindeki duyarlılıklarını yitirmiş, duyu organları dondurulmus, insanın artık acıyı duymaması gibi bir konuma gelnıişlerdir.

° Beyinsizlik meselesine gelince: Bu, düşünce ve anla­yışla ilgili bir problemdir. Kişinin kârını zararını farket-inesine ilişkin bir olaydır. Karşılaştığı problemlerde, gir­miş olduğu ilişki ve uygulamalar da .ortaya çıkar.

Bunun deşifre edilebilmesi için bilimsel boyutlarda bir bilgiye ihtiyaç vardır. Ancak bu şekilde insanların hayatları, sağlıklı ölçülere göre harekete' geçebilir. Bu konudaki dengenin yapışım bilmeyenler ise tabii olarak tüm bunlara karşı konumlarını da tesbit edemeyebilirler.

«Onlar, nıü'minler ile karşılaştıkları zaman 'inandık' derler. Fakat şeytanları, elebaşlarıyla başbaşa kaldıkları gaman 'biz sizin yanınızdayız, onlarla sadece alay edi-yorus' derler». Onlar iman ettiklerini söylüyorlar rnü'min-ler gibi namaz kılıyor, oruç tutuyor ve diğer görevlerini yerine getiriyorlar ki toplumsal güvenlerini elde etsin­ler ve hedeflerine doğru yol alsınlar. Sonra şeytan ka­rakterli topluluklarına gidip gizlice onlarla buluşuyorlar, temel çizgilerinin onlarla beraber yürümek olduğunu per­de arkasından söylüyorlar, mü'minlerle beraber yaşama­larından doğacak kuşkuları bertaraf ediyorlar. Bu yaptık­larını temize çıkarmak için mü'mmlerle alay ettiklerini, Onların herşej^in dış görünüşünü kabul etmelerini, işin iç taraflarına nüfuz edemeyişlerini bir basitlik olarak de­ğerlendirip onları sömürdüklerini söylüyorlar. Bu halle­riyle mü'minlerin, düşmanlarının tuzaklarına kolaylıkla düşebileceklerini, düşmanların işlerini kolaylaştırdıklarını dostlarına anlatıyorlar.

Bu ayetlerin hükmü, politik olan ve olmayan bir ta­kım akımlarla irtibat içine girip onlara katılan, fakat aynı zamanda normal mü'minlerle karşılaştıklarında onları aldatmak, onların özel ve genel bayatlarına nüfuz etmek için kendilerinin mü'min olduğunu söyleyenler için de ge­çerlidir. Bunların, imanla ve mü'minlerin maslahatlany-la uzaktan yakından ilgisi bulunmuyor. Çirkin hedefle­rine varmak için böyle çifte standartlı bir tavır takmıyor­lardı. Fakat kendi Özel meclislerine gittiklerinde çirkin kahkahalar patlatıyor; mü'minlerle, mü'minlerin ibadet­leri ve sözleriyle eğlendiklerini, onlarla alay ettiklerini çeşitli şekillerde dile getiriyor, tiksindirici alaylara ve ha­karetlere başvuruyorlardı.

Kur'an-ı Kerim, İslam'ın ilk asırlarında yaşanan can­lı örnekleri önümüze getirmektedir. Böylece, içinde ya­şadığımız toplumların, içinde gözlerimizi açtığımız top­lumların yapısını kavramamızı sağlamaya çalışmaktadır. Bu örneklerle, toplum içinde başkasıyla ilişkiye geçtiği­mizde gevşek davranmamamızı, sürekli olarak onlara karşı uyanık hareket etmemiz gerektiğini hatırlatmakta­dır. Bu metoda göre biz insanlara karşı bilgiye dayanma­dan hüküm vermeyecek, fakat onları tam güven ve gö­nül huzuru ile tanımadan işlerimizi teslim etmeyeceğiz. Bu konuda, normal ilişkiler ile liderlik ilişkileri arasın­da herhangi bir fark yoktur. Toplumun gözüne girmek için yapılan çalışmaları -da bu ilkeye göre değerlendir­mek gerekir. Tüm bu alanlarda, ilişkilerde ve önderlik makamında sosyal hayatımıza girme çalışmalarında önem­li bir konumu bulunan, ciddi bir görevi bulunan bütün şahısların arka taraflarını, arkasındaki güçleri de gözö-nünde bulundurmak zorundayız. Onları harekete geçiren politika ve düşüncenin ana ilkelerini kavramak zorunda­yız. Biz, beraber yaşadığımız, bireylere karşı mücadele eden satılmış şahsiyetlere dönüşmek istemiyoruz. Biz realiteyi gerçek bir şekilde kavrayan ve buna göre konu­munu belirleyen ümmet olmak istiyoruz. Buna göre biz ancak başlarını ve sonlarını ortaya koyduğumuz bir yola Girebiliriz. Biz liderliğimizi ve eğer varsa sırlarımızı an-cak pratik olarak denemeden geçirdiğimiz, içe yönelik ya­pısını araştırdığımız ve iyi sonuçlara vardığımız şahsiyet­lere verebiliriz. Ta ki böylece kurumlarımız sağlıklı bir temele otursun, sarsıntıya uğramasın, tahrif edilmesin ve başkası tarafından sömürülmesin.

«Aslında onlarla alay eden Allah'tır.». Onlara, bu hi­lelerinin mü'minler tarafından yutulduğunu ve bu çifte standartlı kişiliklerinin deşifre edilmeyeceğini düşünme­lerini sağlayan Allah'tır. «Ve kendilerini azgınlıklar için­de debelenmeye bırakan Allah'tır.». Onları anında ceza­landırmayan, güvenle yollarına devam ettiklerini hisset­tiren, planlarında, hilelerinde tezgahlarında bu içe dönük şahsiyetleri ile dış tutumları arasında debelenip durma­larına, bu alanda güvenle çalışmalarına izin veren Allah' tır. Halbuki Onların bu tutumları gerçekten eğlencelidir. Gülünçtür. Hangi tutum, toplum içinde ürkek fare gibi hareket eden, herhangi bir hareketinden dolayı cezalan­dırılmaktan korkan, tesbit edilecek bir suçundan dolayı endişe eden münafıkların tutumundan daha alaya müsait, eğlence edinmeye elverişli olabilir. Sonra onun tutumu zaten iki yüzlüdür. Tavrının ortaya çıkmasından, olduğu gibi anlaşılmasından, sonuçlarının ortaya çıkmasından en-, dişe etmektedir...                '

Burada şöyle bir soru gelebilir; Ayet alay etme fiilini Allah'a izafe etmektedir. Halbuki bu O'nun yüce azame-tiyle bağdaşmayan bir eylemdir. Çünkü alay etmek bir Çeşit aldatmadır. Zira alay eden,  sözünü ciddi söylediği imajını verirken Öbür taraftan bir takım el, yüz hareke­tiyle alay ettiğini hissettirmeye çalışır.

Cevap: Burada ifade, başkasının sözlerini aktarmaya yöneliktir. Olduğu gibi anlaşılmaya müsait değildir. Ni­tekim şu ayet de bunun gibidir.

«Buna göre size saldırana, Size saldırdığı kadar, Siz de saldırın»[36]. Saldırıya bir benzeriyle karşılık vermek, saldırana karşı saldırmak demek değildir. Çünkü saldırı, kişinin haksız bir şekilde savaşa girmesidir. Burada ifade benzerliği, bu eylemin de diğer eyleme benzediğini ifa­de etmek içindir. Yani burada sert ve katı davranılacak ve insanlara acı tattırılacaktır. İstihza (alay) kavramında­ki mesele de bunun gibi olabilir. Çünkü alay sözcüğü hor­lamayı ve aldırmamayı ifade eder. Burada sanki Yüce Al­lah onların azgınlıklarım arttırmak suretiyle onlarla alay . etmiş olmaktadır. Nitekim bazı insanların dalga geçmek amacıyla saygı belirten ifade tarzı kullandıkları çokça gö^ inilmektedir.

Burada Yüce Allah'ın onların" azgınlıklarını arttıra­rak, bu azgınlık içinde debelenmelerini sağlaması ifade­sine takılmak mümkündür. Fakat bu ifade iki yönlüdür. Bir yönü olumlu, bir yönü olumsuzdur. Azgınlığını artır­mak, kişiyi çeşitli yöntemlerle bu işe daha derinlemesine i cesaretlendirmeyi ifade edebilir. Yani burada insan iste­mekte, ona doğru hareket etmekte ve bu yola girmiş ol- | maktadır.  Azgınlığı  artırmak kendisinin  daha  fazla zu­lümlere uğramasını engellemekle de gerçekleşebilir. Allah i onu bu eylemden alıkoymakla, onun bu yolda yürüme- s sini sağlayan gücünü elinden almakla da daha fazla zuline uğramaktan kurtarabilir. Herhalde ayetten amaçlanan da budur.  Çünkü Allah Onların bu eylemlerini sürdür- i melerini ölümle veya başka engelleme vasıtalarıyla engel- ' leyebilirdi. Fakat Allah onları engellememiş, onları ken­dileriyle başbaşa bırakmış,  realiteyi,  özgürlük ve seçim hakkım kendilerinin kullanmasına izin vermiştir. Bunun sonucu olarak onlar ellerinde bulunan   imkanları kulla­narak azgınlıklarını artırmışlar ve onun içinde debelenip gitmişlerdir... Fakat bu, insanın küfründe, imanında, sa-J pıkhğmda ve hidayetinde özgür olduğu şeklindeki inan­cımıza aykırı düşmez. [37]

 

5) NİFAK KESAT BİR TİCARET, KÖTÜ BİR SON... VE DAHA BÜYÜK OLAN ALLAH'IN GAZABI

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...

«Onlar hidayet karşılığında sapıklığı satın alan kimseler­dir. Bu yüzden yaptıkları ticaretten kazanç elde etmemişler ve hidayete ermemişlerdir. Onların durumu karanlıkta ateş yakan kimse gibidir. Ateş etrafını aydınlattığı zaman Allah onun ay­dınlığını gidererek, kendisini, hiçbir şey göremeyeceği koyu bir karanlıkta bırakır. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler bu yüzden geri dönmezler. Ya da Onların durumu koyu bulutlu, şimşekli ve gürültülü bîr gökyüzünün yağmuruna tutulmuş ölüm kor­kusu içinde yıldırımlara karşı parmaklarıyla kulaklarım tıka­yan kimselere benzer. Allah kafirleri çepeçevre kuşatır. Şimşek Onların görme yeteneğini nerede ise ahverecek. Çevrelerini aydınlatınca şimşeğin ışığı altında yürürler. Fakat üzerlerine karanlık çökünce oldukları yerde kala kalırlar. Allah dileseydi, Onların işitme ve görme yeteneklerini büsbütün giderirdi. Hiç kuşkusuz Allah her şeye gücü yetendir. Ey insanlar, sizi ve. sizden Öncekileri yaratmış olan Allah'a kulluk ediniz ki Allah' in azabından konmasınız. O ki, size yeri döşek, göğü tavan yaptı ve gökten su indirip onun aracılığı ile size rızık olarak topraktan çeşitli ürünler çıkardı. O halde O'na bile bile eşler koşmayınız»[38].

 

Bu, Gerçeğe Dayanan Bir Tasvirdir... Gerçekten Alman. Örnek Bir Derstir

 

Belki de bu ayet-i kerimeler daha önce onla­rın karakterlerini belirleyen ayetlerin ardından, on­ların yaptığı işlerin sonuçlarını, ortaya koymaktadır. Bu­nunla insana, onlardan uzaklaşması gerektiği, onların ha­yatta izlediği yola kapılrn amal arı, kötü sonuçlara neden olan böyle, bir hayata iltifat etmemeleri gerektiği bildiril­mek istenmiştir.           

Onlar, iki yüzlülüğe dayalı planlarında ve hayatla­rında sapıklığı satıh almışlar, yolun çirkeflerinde ve sü­rekli değişen çölün kumlarında gittikçe batmışlardır. Ora­da hedefe gidecek her türlü işareti kaybetmiş ve bütün planlarını yitirmişlerdir. Buna bağlı olarak, insanlara yo­lun başlangıcını ve sonunu hiçbir - eğriliği ve sapıklığı bu­lunmayan değişmez bir çizgide gösteren hidayeti de ter-ketmişlerdir.   .

Burada Kur'an-ı Kerim'in bu ayette ve başka ayet­lerinde kullandığı «Satın alma» kavramı üzerinde biraz durmak gerekir. Aj^etlerden anlaşıldığına göre «satın al­ma» insanın, hayatında işlediği iyilik ve kötülük sonuçla­rına dayanan her türlü eylemini kapsamaktadır. Yani in­sanın tüm yaptığı işler hayatta bir ticaret niteliğindedir. Özel ve genel yapısında kâr ve zarara elverişli birer eyr lenıdirler. İnsanın ortaya koyduğu her hareketin ifade ettiği her sözde, kâr ve zarar sözkonusudur. İnsan bazı ey­lemleriyle kendisini, gidişatını ve hayatını satın alabilir. Yeter ki bu eylemi iyi sonuçlar doğursun, hayatını ve gi­dişatım iyi tarafa şevketsin. Bu konuda maddi düzeyi ile manevi düzeyi arasında fark yoktur. Hatta insanın, canını ve malını karşılıksız olarak feda ettiği durumlar bile bu alana girer.

Çünkü burada eylem yine karşılıksız kalmaz. Fakat buradaki karşılık mü'minler için ahirette verilecektir ve onları genel olarak, psikolojik olarak rahatlatacaktır.

Bununla ilgili birtakım ayetleri burada örnek olarak vermeyi uygun görüyoruz.

«Allah, müminlerden mallarını ve canlarını cennet karşı­lığında satın, almıştır. Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, öl­dürülürler. Bu, Allah'ın üzerine bir boçtur. Gerek Tevrat'ta, gerek İncil'de, gerek Kur'an'da Allah'tan daha çok ahdini ye­rine getiren kim olabilir? O halde O'nunla yaptığınız bu alış­verişinizden ötürü sevinin. Gerçekten bu, büyük kurtuluş­tur»[39]

«Kimi insan da her iki benliğini Allah'ın rızasını kazanma­ya adar. Hiç kuşkusuz, Allah kullarına karşı çok şefkatli­dir»[40]

«Ey iman. edenler, size, sizi acı azabdan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi? Allah'a ve Resulüne inanırsınız, malla­rınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız- Eğer bilirse­niz, sizin için en iyisi budur. Böylece Allah sizin günahlarınızı bağışlar ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere, Adn cen­netlerinde hoş konutlara koyar. İşte büyük kurtuluş budur.»[41]

Böylece hayatın tamamı, tüm alanlarında ve tüm, mü­cadelelerinde ya Allah'la, ya da şeytan ile bir alışveriş - eylemine dönüşür. İnsan ne verirse mutlaka onun bir kar­şılığı vardır.. Eğer sonuçlar iyi ise, satıcı ve alıcının yara­rına ise bu alışveriş kâr getirir. Eğer bu her ikisinin de yararına değilse, alışveriş zarara neden olur. İşte bunun ışığında bu münafıkların ne tür bir ticaret yaptıklarını da­ha rahat anlayabiliriz. Onlar hem dünyada, hem de ahiret-te kendilerini zarara sokacak bir şeyi satın almış veya öy­le bir tutum takınmışlardır. Kendi elleriyle kendilerini sonsuz bir hayrete ve yıkılmışlığa itmişlerdir. Bunun kar­şılığında hem dünyada ve hem de ahirette kendilerine kuvvet, kurtuluş ve ruh sağlığı bahşedecek doğru yolu bırakmışlardır. Dolayısıyla yaptıkları ticaret umdukları kân kendilerine sağlayamayacaktır. Aynı zamanda onlar, yollarını da şaşırmışlar, "sürekli bir şaşkınlığa ve daimi bir karışıklığa müstehak olmuşlardır. Allah tarafından gönderilen manevi ışığın kaynaklarından sürekli olarak mü'minlerin kalplerine akan nuru ve aydınlığı engelleyen bir iç karanlığa, bunalıma düşmüşlerdir.

Allah'a davet yolunda çaba sarfeden mü'mirilerin Al­lah'a davet alanında Kur'an'm kullandığı bu yöntemi gü­zelce kavramaları gerekmektedir. Davetçiler dünya haya­tını, kâr ve zarar açısından yaptıkları hesaplara göre de­ğerlendiren insanlarla karşılaşacaklardır. Bu durumda onların, bu arzularını Allah'ın çizgisiyle uyum sağlayacak bir şekilde kanalize etmeleri ya da onları bu çizgiden uzaklaştırmaları sözkonusudur. Davetçiler sapıklığın olumsuzluklarını, hidayetin de dünya hayatındaki fonk­siyonunu ciddi bir şekilde incelemelidirler. Ondan sonra insanları ahiret yurdunun problemlerine yöneltmeli ve bu alanın da diğer alanlar gibi kâr ve zarar hesaplarına da­yanan bir hayat olduğunu kavratmahdırlar. Bunu söz ko­nusu hayatın kesin bir çizgisi şeklinde sunmalıdırlar. Nitekim Ceııab-ı Allah da birtakım ayet-i kerime'lerde bu kâr ve zarardan sözetmektedir:

«De ki: ziyana uğrayanlar kimlerdir? Kıyamet . günü hem kendilerini, hem de ailelerini ziyana sokanlardır. Dikkat edin, işte bu, apaçık bir ziyandın)[42]

«...' Ve inkar edenler cehenneme sürükleneceklerdir ki, Allah murdarı temizden ayıklasın ve bütün murdarları bir­biri üzere koyup yığsın da hepsini cehenneme atsın. İşte ziya­na uğrayanlar onlardır.»[43]

Cenab-ı Allah bize, ahiret kurtuluşu konusunda, bir kurtuluş kriteri olarak sözetmektedir. Şöyle ki:

«Herkes ölümü tadacaktır. Kıyamet günü mükajatlarınız size eksiksiz olarak verilecektir. Kim ki, hemen ateşin elinden kurtarılır da Cennet'e sokulursa, işte o kurtuluşa ermiştir. Dün­ya hayatı aldatıcı zevkten başka bir şey değildir.»[44]

«Allah, irianan erkeklere ve kadınlara altlarından ırmak­lar akan içinde ebedi kalacakları cennetler ve And cennet­lerinde güzel meskenler va'detmiştir. Allah'ın rızası ise daha büyüktür. İşte büyük kurtuluş budur.»[45].

Davetçinin Kur'an düşüncesinden hareketle insanlara ahiret kazancını ve ahirette hüsrana uğramayı canlı bir şekilde tasvir etmesi gerekir. İnsanlar bu tasvir karşısında. meselenin gerçekten en azından dünyanın kârı ve za ran kadar önemli olduğunu kavramalıdır, hatta ahiret kâr ve zararlarının daha önemli olduğunu idrak etmelidir Bu yöntem Kur'an'm hedefiyle ilgi kurma açısından her halde daha etkili bir yöntemdir. Davetçiler bu çalışma­larıyla insanları ahiret yurdunun havasına çekmeli dün­ya hayatının her alanında bu hayatı gözönünde bulundur­malarını sağlamalıdırlar. Böylece insanlar yaşam tarzla­rında ruhi tesirlerin atmosferine girecek Allah'ın yardı­mıyla dini coşkuları hayatlarında pratiğe aktarmaya çalı­şacaklardır. [46]

 

Ayetlerin Işığında Münafıkların Durumu

 

Daha sonra sure münafıkların tablolarını, şaşkınlık­larını, yıkılmışlıklarını ve umutlarının suya düşüşlerini tasvir etmeye geçmektedir. Onların iç dünyasını gözle gö­rülebilecek şekilde tasvir ettikten sonra, ikinci olarak bu alana yönelmektedir. Onların hayattaki realitelerini,- ya­şadıkları olayları izah ederek ve örnekler vererek açıkla­maya çalışmaktadır. Bu yöntem Kur'an'm çoğu zaman so­yut konuları açıklarken başvurduğu etkili bir yöntemdir. Bu örneklerle mesele daha net ve canlı bir şekilde orta­ya konulmaktadır. Kur'aıı soyut şeyleri açıklarken mad­di örneklerle meseleyi izah eder; göze, vicdana ve bilince etki edecek, onları sarsıp harekete geçirecek bir tasvir metodu kullanır. Böylece mesele insanın gönlünde daha elerin bir düşünceye dönüşmekte ve insanın vicdanına dahir bal almaktadır. Somut.örneklerle izah edil konunun daha net biçimde anlaşılmasını sağlamak1v   Çünkü somut şeyler insanın -hayatı üzerinde ma-i şeylerden daha fazla etkili olmakta ve onun benliği ..    rmcie daha derin tesir bırakmaktadır. O'nun içindir ki, tasgir yöntemi çocukların eğitiminde tercihe şayan bir &itim yöntemidir   Çünkü çocuklar, soyut şeyleri somut «evler örnek verilmeden anlayacak kapasitede değildirler. Çocuk,  gördüğü  ve  yaşadığı  örneklerle  o  soyut konuyu muhakeme ederek anlamaya çalışır. Örnek vermek sure­tiyle insanın zihnine ve ruhuna yerleştirilmek istenen dü­şünceye nakşedilmek istenen yakınlığıyla pratik bir sonu­ca da dönüşebilir. Kur'an-ı Kerim'in pratik hayatta ya­şanan gözle görülen örneklerle onların iç dünyasını orta­ya koymaya çalışmasının sırrı şudur; Cenab-ı Allah, hak batıl konusunda insanları bu tür sapık yönelişlerden uzak­laştırmak istemiştir.  Burada kullanılan .yöntemde olayın çirkinliği ve nefret edilecek yönleri,  olabildiğince  geniş Ölçüde somut örneklerle ortaya konmakta, bu  karanlık, boğucu ve katı atmosferden tiksindirilrneye çalışılmakta­dır.

Cenab-ı Allah münafıkların durumlarını tabiattan al­dığı iki somut örnekle tasvir etmiştir:

Birinci örnek, Yüce Allah'ın şu sözlerinde yer almak­tadır:

«.Onların durumu karanlıkta ateş yakan kimse gibidir. Ateş etrafını aydınlattığı zaman Allah Onun aydınlığını gidererek, kendisini, hiçbir şey göremeyeceği koyu bir karardığa bırakır. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler bu yüzden geri dönmezler.»

Kendini karanlık bir sahrada düşün. Orada hiçbir ay­dınlık parçası yoktur. Uzaktan şeffaf ve güzel mehtabıy-la kumların üzerine dökülen Ay ışığı, bir mehtab sözko-nusu değildir. Uzaktan coşup gelen karanlığın etrafını, yine uzaktan gelen beyaz aydınlığı ile parlatan, utangaç­lığı ve iti ah cubiy etiyle kucak açan yıldızlar da yoktur ki kişinin önündeki yolun hiç olmazsa bir kısmını aydınla­tabilsin. Senin Önünde karanlıklarla kuşatılmış karanlık­lardan başka bir şey yoktur... Sonra... Sen birdenbire bir ateş yakmayı basardın. Ve ateşinin alevleri havaya yük­seldi, etrafını, yolunu ve bulunduğun yeri aydınlattı. Son­ra bir rüzgâr ateşini söndürdü. Ortada kopan fırtına sonu­cu, yakmaya çalıştığın ateş birden kül oluverdi-. Hedefe yaklaşma amacıyla girişilen bu eylemin umutsuzluk ve perişanlıkla sona ermesiyle, insanın psikolojisi üzerinde ne kadar olumsuz etki bırakacağını düşün. Ümitsizlikten sonra bir aydınlığa kavuşan ve fakat bu aydınlığı acıma­sız bir şekilde söndürülen,adamın durumundan daha kö­tü durum ne olabilir? Adam aydınlığa muhtaç olduğu hal­de bu aydınlığı elinden alınmaktadır.

İşte bu;; kuşkudan, şaşkınlıktan başıboşluktan, dar-madağmıkhktan oluşan karanlıkların içinde yaşayan mü-nafıkm halidir. Onun durumu da küfrü, inkarı ve reddet­meyi yaşayan diğer insanların haline tıpa tıp benzemek­tedir. Sonra Allah'ın Peygamberi'ne indirdiği nur gelmiş Onlara yollarını göstermeye, hedeflerini belirlemeye, ken­dilerini şaşkınlıktan, darmadağınıklıktan ve başıboşluk­tan kurtarmaya çalışmıştır. Onlara gönül huzuru ve net­lik, kazandıracak bir görüş, doğru hedeflerini belirleyecek bir düşünce vermeye çalışmıştır. Onlar bununla iman ve itaat eylemine girebilir, karanlıklardan aydınlığa çıkabi­lirlerdi. Fakat onların içinde hastalığa dönüşen köklü bir kompleks olduğundan, bu aydınlık ile karşılaşmaları ve hidayete doğru yol almaları mümkün olmamıştır. Dola­yısıyla onlar çeşitli şeytani oyunlarla, yöntemlerle o komplekslerini süslemeye çalışan tavırlarını sürdürmüş­lerdir. Hem kafirlerden, hem de iman edenlerden yararla- ' narak, planladıkları sonuçlara varabileceklerini, katma ve katıştırma yöntemi ile kurtulabileceklerini telkin eden bir oyundur bu. Bu nedenle, Allah'ın nurunu tepkiyle kar­şıladıklarından dolayı Allah nurunu geri çekmiş ve onları yeniden karanlığa terketmiştir. Zira onlar, ne istediğini ve'ne yapmayı planladığını bilmeyen çılgın iradelerinin etkisinde kalmışlardır. Dolayısıyla tercihlerini aydınlığa kavuşmak için değil, karanlıkta kalmak için kullanmışlar­dır. Allah da onları yüz üstü bırakmış, kendi halleriyle başbaşa kalmalarını sağlamış ve onları, hiçbir şeyi göre­meyecekleri karanlıklara terketmiştir.

İkinci ayet onların bu sapık yönelişe neden kapıldık­larını açık bir biçimde ortaya koymaktadır ve onların Al-. Icih'm kendilerine verdiği vasıtaları kapsamlı bir bilgiye ulaşmak için kullanmadıklarını öğretmektedir. Onlar Al­lah'ın verdiği imkanları dondurmaya çalışmışlardır. Ce-nab-ı Allah onlara işitme organı bahşetmiş, böylece apa­çık gerçekleri ifade eden sözlere kulak vermelerini, içle­rinde işittikleri bu sözleri düşünmelerini, ölçüp tartmaları­nı istemiştir. Gerçek bir marifete kavuşabilmeleri için, bilmedikleri ve şüphe ettikleri her şeyi sorabilmeleri için onlara dil ve konuşma yeteneği vermiştir. Allah'ın her türlü sırlarla ve delillerle donattığı insanları, Allah'ın azametinin bilincine varmaya ve O'nun birliğine iman et­meye sevkeden evrensel ayetleri^görebilmeleri için onla­ra görme imkanı vermiştir. Cenab-ı Allah onlara tüm bu imkanları verirken onları bilgiye varmak için, marifete ulaşmak için kullanmalarını dilemiştir. Fakat onlar bu imkanlardan yararlanmamış ve bu imkanları bulunma­yanlarla aynı düzeye düşmüşlerdir. Zira insandaki duyu organlarının değeri, onları dondurmakla değil, onları ha­reketli bir şekilde kullanmakla ancak anlaşılabilir. İnsan­lara bilgi ve marifet bahşedecek, hayatı daha iyi anlamaya etki edecek, insanın kalbine düşünmek için yol açacak her türlü eylemle değerleri anlaşılacaktır. İşte bu organlarını bilgi yolunda kullanmayan ve onların doğal birer araç olduğunu düşünüp onları değerlendirmeyenlerin gerçeğe ve doğruya dönüş yapmaları asla mümkün değildir. [47]

 

Ya da Onların durumu koyu bulutlu şimşekli ve gürül­tülü bir gökyüzünün yağmuruna tutulmuş, ölüm korkusu için­de yıldıranlara karşı parmaklarıyla kulaklarını tıkayan kimse­ye benzer. Allah kafirleri çepeçevre kuşatandır. Şimşek-Onla­rın görme yeteneklerini nerede ise ahverecek. Çevrelerini ay­dınlatınca şimşeğin ışığı altında yürürler. Fakat üzerlerine ka­ranlık çökünce oldukları yerde kala kalırlar. Allah dileseydi, onların işitme ve görme yeteneklerim büsbütün giderirdi. Hiç kuşkusuz Allah'ın her şeye gücü yeter.»

Bazı tefsirciler bu örnekteki benzetmeyi, tabloda bu­lunan tüm boyutları kapsayacak biçimde yorumlanma çalışmışlardır. Onlar İslam'ı, İslam'daki doğru yolda yü­rüyenlerin yolunu aydınlatan ışığı, zifiri karanlıkların al­tında yürüyen insanlara yol gösteren şimşeğe benzetmiş­lerdir. Karanlıkları da insanları düşünce ve ruhsal açı­dan şaşkınlığa düşüren, küfrün ve sapıklığın şüphelerine benzetmişlerdir. Bunlar insanı karanlık yolun aşamalarında, şaşkın bırakan karanlıklardır. Buradaki gök gürültüsü tq yıldırım ise, Kur'an'm, doğru yoldan sapan ve saptı­ranları tehdit ettiği azap. ve korku ile uyarmaya benzetil­miştir-

Böylece teşbihte yer alan bütün unsurlar benzetilen­de de bulunacaktır. Dolayısıyla tablo bir benzetme olmak­tan çıkacak ve benzeten ile benzetilen arasında herhangi bir fark görülemeyecektir. Böyle bir söz, böyle bir yakla­şım ifade biçimlerinde bile ileri sürülebilir. Fakat bura­daki durumun genel havası, bu benzetmenin tüm. boyut­ları kuşatacak bir teşbihten uzak olduğuna işaret etmek­tedir. Çünkü burada problem, münafıkların iç durumunu, düşünce ve bilinçte içe dönük bir çifte standardı yaşadı­ğını yansıtmaktır. Münafığın kişiliği üzerindeki şaşkınlık ve korku halinin, tertemiz arı-duru ışıklarla kötülük işa­retleri arasında bir tercih yapamamasının yansıtılmasidır. Düşüncelerinin, iyilik düşünceleri ile kötülük düşünceleri arasında çelişkiye düştüğünü, onun işitme organında aza-bm tehditleri ile nimetin nağmelerinin birbirine karıştığı anlatılmaktadır. Bu tablo ile biz, münafıkm pratik haya­tında yaşadığı çifte standardın aslında onun düşüncesin­de ve bilincinde yer eden içteki çifte standarttan kaynak­landığım öğreniyoruz. Her halde benzetmenin bu çerçe­vede kalması, tablonun hareket ile sarsılması, hayat ile coşması bizce daha önemli bir gerçeğe parmak basmakta-tadır. Böyle bir anlayış, benzetmenin tüm boyutlarıyla gerçeğe uyduğunu ileri süren yaklaşımdan daha tabii bir düşüncedir. Ve insanın duygularını ve düşüncelerini ha­rekete geçirmesi açısından daha. uyumlu ve ahenkli bir yapı arzetmektedir.

Bu örneklerin herbiri münafıkm kişiliğini değişik açı- tasvir etmiş de olabilir. Buna göre birinci örnekte münafıkın durumu şöyle tasvir edilmektedir: Münafık ken­disine ruhu, kalbi ve düşünceyi aydınlatan nuru ile doğru I yolu gösteren çağrıyı reddetmekte, buna karşılık kalbini köreden,  gözlerini perdeleyen ve kulaklarını  sağır eden karanlıklarla dolu eğri yola doğru koşmaktadır.

İkinci örnekte münafıkın hali şöyle tasvir edilmek­tedir: Münafık dünya hayatında nifak atmosferinde ya­şamakta, karanlık ile aydınlık, şimşek ile gökgürültüsü arasında sarsıntılar geçiren tavırlar sergilemektedir. Böy­lece yıkıcı bir şaşkınlığa düşüvermekte, kalbini yiyip bi­tirmekte, ruhunu paramparça etmektedir. Şüphesiz ki Al­lah, ayetlerinin sırlarını daha iyi bilendir. [48]

 

Düşünme Çağrısı

 

«Ey insanlar, Sizi ve sizden öncekileri yaratmış olan Allah'a kulluk 'edin ki; Allah'ın azabından korunabilesiniz-  O ki size yeri döşek, göğü tavan yaptı ve gökten su indirip onun aracı-  \ lığı ile size rızık olarak topraktan çeşitli ürünler çıkardı.  O halde O'na bile bile eşler koşmayınız.» [49]

 

Surenin bu bölümünün başında küfür ve iman konu­sunda kesin bir tavır koymayı içeren bir çağrı vardır. İba­det ederek iman çizgisini korumaya, Tevhid ve Şirk dü­şüncesini açık delillerle incelemeye, hayat boyunca tev­hide taraftar olmaya yönelik bir davet vardır. Herhalde, biz bu düşünceyi birkaç noktada özetleyebiliriz:

1__Bu ayette Kur'an'm davet yöntemini öğreniyoruz.

Buradan anlaşıldığına göre Kur'an'm davet metodu; dü­şünce tarafı eylem tarafından ayrı bir düşünce yoluyla, meseleleri sırf düşünmekle imana çağrı değildir. Burada insan iki saha ile, düşünce sahası ve eylem aşamaları ile karsı karşıya değildir. Burada felsefi düşünce yöntemi kullanılmaz. Çünkü felsefi düşünce yönteminde, düşünce yönü ayrı ve eylem yönü ayrıdır. Aksine, imanla bera­ber Allah'la pratik bir bağlılığı sağlayan ibadet de hemen oündeme girer ve insanın psikolojik yapısı üzerinde Al­lah'a iman meselesinin kabul veya reddetmeyi gerektiren tartışma alanlarından, düşünce sorunlarından biri olma­dığını hissettirir. İman meselesinin vicdana dayalı prob­lemlerden biri olduğunu ortaya koyar. Yani burada insan, etrafım kuşatan evrensel delillerden, evrenin güzellikle­rinden yola çıkarak içinden coşup gelen bir duygu teme­line dayanan vicdani düşünce ile karşı karşıyadır. Artık o, yüce Allah'ın varlığını bilincinin, görüşünün ve bakışı­nın bütün enginliği ile hisseder konuma gelmiştir. Artık o, tereddütsüz veya durmaksızın boşu boşuna düşünme havasından ibadet atmosferine geçer.

2 — Ayetten anlaşıldığına göre Allah'a imana ve ona ibadete çağrı insanın hayatından ve bilincinden uzak fik­ri bir tavra boyun eğmez. Hayata ilişkin birtakım düşün­ce problemleri, hayatın gerçeklerinden biri olmalarıyla uyum sağlayan ve bundan öteye geçmeyen düşünce prob­lemleri gibi değildir. İnsanın bilinciyle hiçbir ilgisi ol­mayan felsefi çağrılar gibi değildir. Bu çağrı insanın ken­di varlığını ve kendisinden önceki İnsanların varlığını kav-ramasıyla ilgilidir. O'nun yaşam tarzı ile alakalıdır. înscn yeryüzünde dolaşarak bu çağrıya hayat problemlerini uydurmaya çalışır. Allah'ın ululuğunu, büyüklüğünü kav­rayabilmek için göğe açılır, yeryüzünü bolluk ve bereket tarlasına çeviren, insanın bu hayattaki imkanlarını bollaş­tırmak amacıyla rızkını çoğaltan bereketler indirir. İşte bu şekilde insan Allah'a ibadetinde hayatın her alanında kendisini kuşatan Allah'ın yüceliğini yerden fışkıran ni­metlerini gökten gönderilen hayır, bereket ve bolluğu da­ha rahat bir şekilde gözlemleyebilir. Bu anlayış onun iba­detini basit ve beyinsiz bir boyun eğişten uzaklaştırır. Onun ibadetini, Allah'ın azametinin bilincine varmaya, nimetlerini gözlemlemeye, O'nun bu güzel nimetlerini şükranla karşılamaya dönüştürür. Artık insanın Allah'la ilişkisi soyut düşüncelerden İbaret kalmaz, samimi duy­gulara dönüşür. İşte ayetin, ibadetin amacı olarak saydı­ğı takvayı insanlara kazandıran budur. Çünkü insan tak­va ile sorumlu bir imana, pratik hayatta gerçekleşen bir bağlılığa ulaşır. İçten bütün duygularıyla Allah'ın çizgisi­ne bağlı kalması ve onun gösterdiği yolu engin bir ruh ile izlemesi gerektiğini kavrar.

İşte Allah yoluna davette bulunan nıü'minleriıı kav­raması gereken noktalardan biri de budur. Onlar Kur'an' m davet atmosferini esas alarak pratik davet çağrılarında onu uygulamalıdırlar. Soyut felsefi tartışmalardan uzak bir yöntem kullanmak zorundadırlar. Çünkü felsefi hava insana kuvvetli bir fikir verebilir. Fakat bu insana içten bir iman hareketini gerçekleştirme ve bu hareketi haya­tın tüm boyutlarına varıncaya kadar engin bir şekilde uygulama imkanı veremez.

3— Bu ayet-i kerime'de yeryüzünün bir döşek, gök­yüzünün bir bina yapıldığı ifade edilmektedir. Bunlar in­ce bir nükteye işaret eden kapalı sözlerdir. Çünkü döşek kavramı insanın bu hayatta rahatını ifade eder. Yeryü­zü, Allah'ın burada belirlediği yasalarla insanın gerçek­ten rahat edeceği bir yerdir. İnsan yeryüzünde öyle rahat eder ki- onun bu rahatı, yorucu bir günün sonunda gelip döşeğine uzanan adamın rahatını hatırlatır. Bina kavramı ise kuvveti ve kenetleşmeyi ifade eder ki, göğün yeryü­zünde sabit direklere dayanmadığı halde düşmediğini gös­terir.

4 — Yeryüzünde Allah'ın   koyduğu   yasaları   öğren­mek, Allah'ın bağışladığı nimetleri  görüp  takdir  etmök, gökyüzünün kenetlenişini, insanlara hayır ve bereket ge­tirişini, evrenin dehşet verici büyüklüğü ile Allah'ın bü­yüklüğünü   kavramak  bizi  Allah'a   şirk,   ortak  koşmak-

. tan uzaklaştırır. Allah'ın yalnız başına her şeye gücü ye­ten tek varlık olması yönünden bütün varlıkların yaratı­cısı olduğunda hiçbir kuşkumuz kalmaz.- Bu konuda kesin bir kanaate ulaşmış oluruz.

5 — Bazı tefsirciler Yüce Allah'ın «Ta İd Allah'ın aza-feiiKİsn korunabilesiniz» cümlesinin yaradılışın amacı ol­duğunu    söylemişlerdir.    Yani   insanın   yaratılmasındaki amaç, onu takvaya ulaştırmaktır... Fakat biz ayet üzerin­de düşündüğümüzde bunun insanın yaratılış amacı değil, ibadetin yapılış  amacı  olduğunu  görüyoruz.  Bu  görüşü­müzü iki delil ile de pekiştirebiliriz.

a) Burada söz konusu olan, ibadetin emredilme sidir. Dolayısıyla  asıl olan ibadettir. Yaratma  ise Allah'ın  sı­fatlarından biri  olarak verilmiştir .ki  insan  O'na ibadet edişinde. Allah'a  karşı  sorumluluğunu kayrayabilsin.  Bu nedenle amacın, yaratılışa izafe edilmesi uygun düşmez.

b) Amacın, yapılan işin normal'sonucu olması gerekir. Fakat biz biliyoruz ki sırf yaratmanın amaçla ilgisi yoktur. Aksine onu gerçekleştiren, ibadetin kendisidir. Çünkü insan ancak ibadetle içindeki Allah bilincini, ona boyun eğmeyi geliştirebilir. Bu da onun Allah karşısın­daki sürekli sorumluluğunu kavramasına neden-olur. Sü­rekli olarak hak üzere yürümesi, bu uğurda pratik çaba sarfetmesi de onun bu hedefe gitmesini daha da kolalaştırır. [50]

 

6) KURAN’IN I'CAZI VE BOYUTLARI

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...

«Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'an'in doğ­ruluğundan şüpheli iseniz, haydi onunkilere benzer bir sure ortaya getiriniz- Ve davanızda sadık iseniz bu hususta Allah' in dışındaki şahitlerinizi de yardıma çağırınız- Eğer bunu ya­pamazsanız, —ki asla yapamayacaksınız— yakıtı insanîm- ile taşlar olan ve kafirler için hazırlanmış cehennem azabından korkunuz.»[51].

Bu ayetler müşriklerin peygambere yönelttikleri id­diaları, inkar ve kuşkuları karşılayan Kur'an ayetlerin-dendir. Kafirler, peygamber'in, kendilerine okuduğu ayet­lerde sunduğu açık delillere rağmen ilahi bir vahye nıaz-har olmadığını, elçilik gibi bir görevi bulunmadığını, bu işe kendi beşeri çabasıyla soyunduğunu iddia ediyorlardı. Kur'an'ın ,onları düşünceye sevkeden ve normal sonucu ile peygamberin Allah'ın elçisi olduğunu ispat edecek olan akli yöntemine itibar etmemişler, bu diyalog üzerine dü­şünüp onlara göre hareket etmeye, tavır koymaya yanaş­mamışlardır. Bu durumda Kur'an'm önünde, düşünceyi muhatab alan yumuşak hitap yerine, onları şiddetli bir şekilde  sarsacak bir meydan okuyuştan   başka seçenek kalmamıştır. Kur'an onların bu kuşkularını apaçık ortaya koymak, kendilerinin ve diğer insanların gözü önünde bu kuşkuların tüm gerekçelerini iptal etmek için; düşün­celeri, insan bilincini ve onurunu harekete geçiren mey­dan okuma yöntemine başvurmuştur. Kur'an getirdiği bu meydan okuyuşla, onların, karşı koymanın tüm malzeme­lerine sahip olmalarına rağmen, bu meydan okuyuşa kar­şılık verecek, birtakım ayetler yapabilecek güce sahip ol­madıklarını yüzlerine vurmuştur. Böyle elektrikli bir at­mosferde dahi, kendi kişisel güçlerini, kültür ve sa­natlarını en mükemmel anlamda kullansalar bile bu işin üstesinden gelemeyeceklerini yüzlerine haykırmıştır. [52]

 

Kur'an'î Meydan Okuyuşun Zirvesi

 

Bu ayet, ele aldığı konuda meydan okuyuşun zirvesi niteliğindedir. Bu öyle tahrik edici bir üslubtur ki, insa­nın tüm duygularını, tüm kuvvetlerini çeşitli şekillerde harekete geçirmektedir. Onların onur duygusunu engin bir şekilde etkilemektedir. Artık burada aldırmadan geçip gitmek ve bu iddiayı hâlâ ileri sürmek imkanı kalmamış­tır. Özellikle bireysel ve kabilevî düzeyde benaiıiyet (ben­lik) unsurunun egemen olduğu Arap toplumunda bu mey­dan okuyuş gerçekten etkili idi. Onlar dilden dile dolaşan şiirler ve konuşma örnekleriyle böbürleniyor, üstünlük taslıyor, bunu bir şeref vesilesi yapıyorlardı. Onlar bu ko­nuda etkili bir taassubun yetiştirdiği çevrelerdeydiler. İş­te buna rağmen Kur'an, onların Kur'an surelerine benzer bir sure yazıp getirmelerini istiyordu. Surenin konusu ne olursa olsun, uzunluğu kısalığı hiç önemli değildi. Onlar isterse en kısa sureyi, en basit kelimelerin kullanıldığı, konusu ve anlamıyla en kolay sureyi seçebileceklerdi.

Bu meydan okuyuş ilk etapta belli bir hacim sınırlan­dırılmadan bu Kur'an'm bir benzerini getirme düşünce­siyle başlamıştı. Cenab-ı Allah bu meydan okuyuşla il­gili bir surede şöyle diyordu:

«ki, And otsun eğer insanla- ve cinler şu Kur'an'm bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine O 'nun benzerini ge­tiremezler.  İsterse onlar bu konuda birbirlerine destek olup

beraber hareket etsinler»[53].

Bu düşünce daha sonra biraz daha gelişerek, meydan okuma eylemi biraz daha ileriye götürülmüş ve Kur'an'm bir benzeri değil de, Kur'an'dan on surenin uydurulup ge­tirilmesi istenmiştir. Surenin hacmi, kolaylığı ve düşün­celerindeki basitlik burada söz konusu edilmemiştir bile. Cenab-ı Allah şu ayette bu tehditi onlara yöneltmektedir:

«Yoksa 'onu uydurdu' mu diyorlar? De ki, öyleyse siz de onun benzeri on uydurulmuş sure getirin. Eğer doğru iseniz Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de (yardıma) çağırın. Eğer size cevap vermedilerse bilin ki (o) Allah'ın bilgisiyle indiril­miştir. Ve O'ndan başka ilah, yoktur. Nasıl, artık müslüman oldunuz mu?[54].

Böylece görüyoruz ki Allah, onlara, bu tür durum­larda ileri sürebilecekleri her çeşit mazeretlerin, özürle­rin Önünü kapatmaktadır. Artık onlar hayatın uğraşlarım ve yorgunluklarım mazeret olarak ileri süremeyecek­lerdir. Çünkü meydan okuyuş son haddine varmış bu­lunmaktadır.

Burada üzerinde durulması gereken bir nokta da şu­dur: ayet-i Kerime, onlardan surenin aynısını değil bir benzerini yapmalarını istemiştir. Artık onlar birtakım çevrelerin ileri sürdüğü gibi bu mesafenin icazla ilgili ol­madığını ileri süremeyecekler ve şöyle diyemeyecekler­dir: Her insanın üslubu, bu üsluba hükmeden ve onu yön­lendiren kişisel özelliklerinden dolayı diğer insanların üs­lubundan ayrılır. Çoğu zaman insan kendisi gibi bir yaza­rın üslubunu, sanat düzeyinden aciz kaldığı için değil, bu üsluba etki eden kişisel etkenlerin farklılığından ve ayrı­lığından dolayı tutturamaz. İşte bu nedenle Kur'an onla­rın bir surenin aynısını değil bir benzerini getirmelerini istemiştir. Çünkü bir benzerini getirmek sanat gücüne sa­hip olanlar için mümkündür. Sanat eserinin içinde gizli bulunan üstün ifade özelliklerine, özel ve genel tüm ince­liklerine ve sırlarına vakıf birisi onun düzeyinde bir sa­nat eseri meydana getirebilir. Böylece Kur'an-ı Kerim on­ların, sureyi oluşturan unsurların bir benzerini bir araya getirip ondan bir sanat eseri meydana getirmekten aciz olduklarını ortaya çıkarmış bulunmaktadır. Çünkü sure­nin taşıdığı özellikler yüksek düzeyli beşeri bir çaba, bir sanat meselesi değildir. Aksine ortada ilahi vahiy mese­lesi söz konusudur. İnsan bir beşer olarak onların sevi­yesine ulaşamaz, onların düzeyine yükselemez. Meydan okuyuş ayetinin ve onu izleyen ayetin içerdiği etki un­surları ise şunlardır: Ayet onlara, Allah dışında çağırdık­ları şahitlerini davet etmelerini, onların da gelip bit du­rumu görmelerini ya da daha yakın bir ifadeyle kendile­rine destek olmalarını istemiştir. Çünkü onlar bu şahitlerin korkunç bir güce sahip olduklarına inanıyorlardı. Böy­lece mesele sırf onların kişisel gücü düzeyini aşmakta, onları aşıp şahitlerin gücüne kadar yükselmektedir İd bu­radaki şahitlerin, Allah dışında İbadet edilen, Allah'a or­tak koşulan putlar olma ihtimali vardır. 'Onlar bu putla­rın Allah'ın gücüne yakın bir güce sahip olduklarını iddia ediyorlardı. Böylece Kur'an hem onların kişisel güçlerine ve hem. de Allah dışında ibadet ettikleri ortaklarının sa­hip olduğu güce meydan okumuş olmaktadır. İşte bu mey­dan okuyuşta ortaklarının ellerinde bulunan güçlerin if­lası, onlara yakıştırılan her türlü üstünlüğün yok edilişi­ni en etkili bir şekilde ortaya koymaktadır. Onların bu alanda ileri sürdüğü sözüm ona şüphelerinin hiçbir ge­rekçesi bulunmadığı net bir şekilde ortaya konmuş ol­maktadır ...Sonra Ayet-i Kerime onların şu anda böyle bir iddiaya kalkışamadıklao gibi ileride de asla bu sure­lerin bir benzerini getirme imkanını elde edemeyecekle­rini kesin bir şekilde pekiştirmektedir. Çünkü burada me­sele geçici veya sınırlı bir düzeye ilişkin değildir. İleride insan gücünün bu konuda gelişme göstermesi beklenemez. Aksine mesele insanın doğal gücüne gelip dayanmaktadır ki o, bu tabii gücü ile böyle bir işi asla başaramaz.

Sonra onların duyguları daha da kabartılarak bunun kendileri için bir deneyim olması gerektiği dile getiril­mektedir. Aslında onların böyle bir şeyi getirmeleri ıs­rarla istenmemiştir ki onların bu işi yapmamış olmaları bu konuda bir eksiklik sayılsın diye iddia edilmesin. Çün­kü ayetlerin sonunda böyle bir iddiayı ileri sürüp sonra da surelerin benzerlerini getiremedikleri halde bu işte ısrar ettikleri, imana dönüş yapmadıkları, inançlarının ve eylemlerinin sonunda, kendilerini/ kafirlere hazırlanmış bulunan ve yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennemden nasıl kurtaracakları vurgulanmaktadır. Hiç şüphesiz bu tasvir ateşin büyüklüğünü, alevlerinin ve sıcaklığının kız­gınlığım ifade eder. Öyle ki bu kızgınlık, taşlan bile ya­nıp tutuşan kor haline getirmektedir. Sonra kafirler ateş­teki taşlara benzetilerek onurlan ayak altına alınmakta­dır. Ayet onların yüreklerini dağlamaktadır. Böylece, meydan okuyuşa karşılık vermeleri gerektiği vurgulan­makta; fakat bu karşı koyma girişimlerinin eninde sonun­da hüsranla sona ereceği önceden bildirilmiş olmaktadır. [55]

 

Üstün İfade Gücü, Kur'an'ın Meydası Okuyuşunun Kilit FJoktalanni Oluşturmaktadır

 

Çoğu kimseler Kur'an'm i'caz ile sembolize edilen meydan okuyuş sırrının ne olduğunu somşturabilir.

Cevap : Sözdeki ifadenin sanat üstünlük ve ifade gü­cü açısından en üst düzeye ulaştığı beyan i'cazı, sözün tüm yönlerini kapsadığından ve insanın tüm duygularına hitabettiğinden, bu boyutların hiçbirini ihmal etmediğin­den dolayı değe£ kazanır. Beyan i'cazı; harf, hareket, üs-lub, hayat fışkıran öz itibarıyla tanı bir ahengin ve den­genin ifadesidir; etkileyici büyüsü, üstünlüğü, gücü ve netliği ortaya çıkar.

İşte Kur'an'm sözlerinde ve ayetlerindeld ölümsüz sır budur. Kur'an'm bu sırrı, hareketleriyle ortaya çıkar. İnsanın duygularına hitabiyle ruhunu kalbini, vicdanını etkisi altına alır. Onları en güzel şekilde doyurur. İnsanın hayatını yükseklere, yücelere ,temizliğe an bir düzeye çıkarır.   Onun   düşüncesinde   derin  ve   engin  boyutlarda etki bırakır. Apaydınlık mesajı ve üslub güzelliğiyle in­sanın benliğini büyüler.

İşte sözün ölümsüz sırrı budur. Çünkü o sürekli ve büyük bir hayattan sökün edip gelmektedir ki insana ve yeryüzüne, sürekli değişmekte olan hayatın sırrını bağış­lasın, ona-ölümden bir köprü yaparak sonsuz hayata ulaş­ma imkanı ve yolunu göstersin. Artık ölümü onun gözün­de basite indirsin, ölümün ötesine ulaştırsın onu. Çünkü ölüm, insanın kesif bedeninin hayatının sonunu yaşadığı zaman, karanlıkların yalnızlığında donup kaldığı zaman gizlenip gider. Aydınlığın dalga dalga yayıldığı canlılık­tan oraya yaklaşamaz. Tertemiz denizlerde ruhun saflığıy­la yüzüp gittiği güzel rüyalar gibi kalır. Artık orada insan her şeyi net olarak görür, kuşkuların her çeşidi, önünde dağılıp gider: İşte Kur'an'm sözlerinde dolaşıp duran; ru­hun derinliklerine sevgi, maneviyat, fikir ve hayat bahşe­den sır budur.

Biz burada Kur'an'm beyan i'cazmı »sanat yönünden tahlil edecek değiliz. Bu, belagat ve edebiyat bilimlerinin geniş sahasına girer, biz burada Kur'an'm somut bir ha­kikatini uygulamaya çalışıyoruz. Kur'an'm anlamlarında ve sırlarında mevcut olan tahlil veya tasvire değinmek istiyoruz. O'nun sözlerindeki ve ayetlerindeki gizli belagat sırlarına parmak basmak istiyoruz. Çünkü bunlar olma­dan insanın Kur'an'ı okuduğunda veya dinlediğinde orta­ya koyduğu manevi, düşünsel ve bilinç haline ulaşması mümkün değildir. Burada problem edebi güzellik için sa­nat Ölçüleri meselesi değildir. Aksine mesele harflerde, sözlerde anlamlarda ve üslubta yayılmış bulunan üstün, parlak ve etkili ruhtur. İnsan "Kur'an okuduğunda bu duyguların, bu  düşüncelerin ve bu ufukların ilahi  feyz ile insanın içine  dolduğunu hisseder fakat bunların bo­yutlarını kolay kolay tesbit edemez.

Herhalde burada önemli, çok önemli olan; kişinin. Kur'an okuması veya ona kulak vermesidir. Fakat bu ar-a-da kelimenin anlamını belirlemek için sözlük kitaplarına takılıp kalmaması onlarla meseleyi dondurmamasıdır. Ede­biyat ve belagat kitaplarının güzel havasına ve sanat öl­çülerine takılıp bu ufuklarda tıkanmamasıdır. Aslında Kur'an'm, sözlerin içinde ve onların arasında, önlerinde ve arkalarında yaşayan mesajı; bünyesini kuşatan anlam­larla, ışıklarla, renklerle, duygularla ve gölgelerle insa­nın kalbini başka bir dünyaya açan bir olgudur. Öyle ki insan böylece anlamı hisseder. Anlam insanın önünde ge­nişledikçe genişler. Öyle geniş bir düzeye ulaşır ki orada her kelime, her sözcük kendi nasibini alır. Artık bunlar sözlük kitaplarında dağılıp giden harflere dönüşmez. Ar­tık onlar hayatın tüm genişliğine dağılır. İnsana sonsuz sırrı aşılamaya çalışır. Onu bu vasıtayla üstün bir düzeye çıkarır. Ona ilahi lütuflarm yakınlığını hissettirir. Onun gizli fısıldaşmalafmda yakınlığını idrak ettirir.. Böylece sonsuz hayata doğru j^onelinmiş ve ona bir kapı açılmış olur.

îşie bizim, Kur'an'm ayetlerle ortaya koyduğu mey­dan okuyuşunun tabiatından anladığımız budur. Bu, risa-letin içinde doğup yaşadığı toplumda sırrın değerini orta­ya koyan söz ile gerçekleşen bir meydan okuyuştur. Biz böylece görüyoruz ki, risaletin önüne engellerin konduğu, birtakım iddialarla meydan okunduğu durumlarda onlara meydan okunması gerekir. Davayı yolundan alıkoyan ve onun, büyük hedeflerine doğru yol almasını engelleyen toplumlara gerçekten meydan  okunması ve bu nıe3rdan şevlerin aynı zamanda toplumun yapabileceği ey-ler cinsinden olması gerektiğini de anlıyoruz, insanlar

..v, ce kendi güçlerinin acizliğini anlayacak, risaletin - "-inde engel olmaktan vazgeçecek ve onunla beraber  an yoluna girecektir. Ya da mücadele meydanını terke-d ek ve alnında mağlubiyetin damgasını taşıyacaktır. Ta vj bu şekilde, her şeyden önce hareket noktasında düşün­cenin sağlamlığı esas alınsın, daha sonra hayattaki pra­tik kuvvete başvurulsun.

Bu yorumun ışığında Hz. Musa'nın mucizesinin ne­den büyüyü çıkmaza sokan, büyüye karşı üstünlüğünü ortaya koyan bir mucize olduğunu anlıyoruz. Hz. İsa'nın mucizesinin neden tıbbın büyüklüğüyle, üstünlüğüyle mü­cadele şeklinde gerçekleştiğini kavrayabiliyoruz. Bu öy­le bir i'cazdır kiT onun önünde tıbbın tüm yasaları ve il­keleri darmadağın olmakta, sönüp gitmektedir... İşte, meydan okuyuş bu şekilde devam eder gider. Fikirler meydan okumaktan geri çekilir. Bu sefer meydan gürül­tüye kalır. Fakat bu gürültüler de seslerini uzun süre ve devamlı olarak sürdüremezler. İnsan, ister istemez düşün­cenin uyanıklığına, vicdanın netleşmesine, ruhun aydın­lanmasına teslim olmak zorunda kalır. Burada artık bü-^ün. bulutlar dağılmış sesler kesilmiş durumdadır.

Bu demek değildir ki mucize olayı risaletin içinde başladığı ve içinde yaşadığı toplumun çerçevesiyle sınırlı­dır, başka toplumlara etki etmez. Yani mucizenin, pey­gamberin hayatında ve risalet hareketinde geçici bir olay olduğu anlamına gelmez.    Biz böyle demek istemiyoruz.

w mucizenin canlı bir zaruret olduğu kanısındayız. Mucize ile, risaletin Allah'la ilişkisi ortaya konmuş olur. Zira mucize hayatta alışılagelen tabiat yasalarına aykırı bir olaydır. Dolayısıyla o risaletin hareket noktasını, ana kaynağını temsil eder. Hayatın ona boyun eğmesi, ilkeleri ve yasalarına göre hareket etmesi, meşruluğunu kabul mesi, Allah'ın iradesi   olduğunu   vurgulaması   mucize bağlıdır. Bizim ifade etmek istediğimiz nokta, mucizen" şiddetli sarsıntıya benzeyen bir kuvvet olduğudur. Müc' ze dolayısıyla küfre dayalı güçler davanın cephesini boz maya, onun akış yönünü daha baştan değiştirmeye cesa ret edemezler. Böylece risalet zayıf bir noktadan, etrafını kapalılıkların kuşattığı, şüphelerin karıştığı bir noktadan başlamaktan kurtulur.

Davanın başlangıçta güçlü ve apaçık olması gerekir Zira davanın başlangıçtaki düşmanlarını zalim ve azgın güçler teşkil eder. Risalet, başlangıçta, davanın gelişmesi­ni ve yayılmasını, başkalarının dava ile diyaloga geçme­lerini engelleyen acımasız güçlerle karşı karşıyadır. On­lar davanın gündeme getirdiği meselelere ve iletmek İste­diği mesaja, diğer insanlarla konuşmasına tahammül ede­mezler. Bu da kuruntuların, şüphelerin ve saptırmaların sahasını genişletir. Davanın, yolunda geri kalmasına, çeh­resinin değişmesine yol açar. Nitekim aynı yöntemlere Firavun da Hz. Musa'ya karşı başvurmuştur. Musa'yı ha­fife almak ve onun değerini düşürmekle getirdiği mesa­jın etkisini kırmaya çalışmış, Musa'nın insanların düşün­celerine ve kanaatlerine ulaşmak için giriştiği her eylemin, yaptığı her çalışmanın karşısına dikilmiştir. İşte Musa' mu, onların uydurduğu sihirleri Asa mucizesiyle yok et­meye muvaffak olduğu da budur/İşte bu mucize gerçek­ten güçlü, sert bir sarsıntıya yol açmış, sihirbazların fıt­ratım harekete geçirmiş ve onların hiçbir şeyi bekleme­den secdeye varmasını sağlamıştır. Öyle ki firavun bunun Musa ile pnlar arasında tezgahlanan bir komplo olduğu­nu düşünmüş, ya da kavminin olayı böyle değerlendirmesi gerektiğini aşılamaya çalışmıştır. Firavun burada Mu-,      orılara sihri öğreten büyükleri olarak lanse etmeye lısmistır.. bütün peygamberlerin düşmanlarına t"  t-gt başvurdukları bir çaredir. Düşmanlarının risaletin -nüne koydukları büyük engelleri bertaraf etmek için on­lara mucize ile karşı koymuşlardır. Böylece mücadelenin volunda düşmanlarını içten sarsmayı denemişlerdir. On­lar dış görünüş olarak kendi inançlarına ağırlık verseler de bu mücadele yöntemiyle onları silkelemek istemişler­dir. [56]

 

Kur'an'ın Meydan Okuyuşunda Başka İ'caz Yönleri Var mıdır?

 

Müfessirlerin çoğu Kur'an'm i'caz yönünün sırf be­yan i'eazı olmadığını, bunun yanında bilimsel i'cazmm da mevcut olduğunu kaydetmektedirler. Çünkü Kur'an, in­diği sırada henüz insanlar tarafından keşfedilmemiş olan, uzun bir zaman sonra ortaya çıkan ya da Peygambere ve­ya peygamberin içinde yaşadığı topluma ulaşma ihtima­li bulunmayan Yunanlılar veya başka milletler tarafın­dan bilinen birtakım bilimsel konulara da ışık tutmakta­dır. Peygamberin içinde yaşadığı toplum cahili bir top­lumdu. Araştırmaya, derin bilgiye Önem vermiyordu. Ge­niş bilgi için yolculuğa önem. vermeyi aklına bile getir­miyordu. Onların tüm kültürleri ve önemli buldukları ko­nular herkesin ortak kültürü olan dar kapsamlı şiir ve nesir ile sınırlı idi. Düşünce boyuü/'ve genişliği açısmdsn dar anlamlı bir  sahaya yönelmişlerdi.  Muhammed'in (s.a.v.) de kendisini ulusundan farklı bir konuma getireo v kişisel bir kültürü yoktu. Çünkü O da diğer insanlar eîW kültürünü genişletebilecek imkanlara, vasıtalara sahip rip ğildi. Okuma yazma imkanından yoksundu, toplumda v çevresinde gördüğü düşünce ve marifet "sahiplerinden sü rekli ders alma onlarla düşüp kalkma olanağı yoktu     is te bu şekilde pek çok kimse bilimsel i'cazı Kur'an'uı mey­dan okuyuşlarından biri olarak ele almakta, buna ba&h olarak iki doğunun ve iki batının Rabbı'ndan veya doku­ların veya batıların Rabbı'ndan sözeden ayetlerin yeryü­zünün küre şeklinde oluşuna İşaret ettiğini söylemekte­dirler. Onlar diyorlar ki: Doğuların veya batıların çoklu­ğu ancak yeryüzünün küre şeklinde olduğunun kabul edil­mesiyle  doğru  şekilde anlaşılabilir.  Bu  durumda,  güneş bir tarafta doğarken Öbür tarafta batmış olacak, bir taraf­ta batarken öbür tarafta doğmuş olacaktır. Ya da bunun evrendeki  ikilik yasasıyla  anlaşıldığını   dile  getirmekte­dirler. Cenah-ı Allah buyuruyor ki:

«Herşeyden İki çift yarattık ki düşünüp öğüt elasınız.'»[57]

Bu bilginler buna benzer pek çok meseleyi örnek ve­rerek insanın bir süre sonra keşfettiği sırlara Kur'an'uı ışık tutuşunu bir mucize olarak değerlendirmektedirler.

Yine birçok bilginler Kur'an'm bu i'caz yönünün ya­nında bir de gaybi i'cazmm bulunduğunu belirtiyorlar. Onlar Kur'an'm ilerde meydana gelecek olayları haber verişini Kur'an'm i'cazma bir delil olarak gösteriyorlar. Yüce Allah'ın şu sözlerini bu ilkeye göre yorumluyorlar:

«Elif, Laftı, Mim. Rumlar yenildi. En yakın bir yerde. On-hu yenilgilerinden sonra tekrar gaUb geleceklerdir. Bir .kaç ? teinde. Onların bu yenilgilerinden önce de sonra da iş teme-yi     Allah'ın elindedir...»[58]

Tefsirciler bu ayetlerin nüzul sebepleriyle ilgili olarak diyorlar ki: İranlılar Bizanslıları yendiği zaman Müş-"kler mü'mini e re sataştılar. Çünkü Rumların müslüman-larla bir tek Allah'a İnanma noktasında iman ilkeleri açı­sından   birleştiklerini   görüyorlardı.   Ayet-i   Kerime   Bi­zanslıların ileride İranlılara karşı galip geleceğini bildir­mek üzere inmiş ve Kur'an'm haber verdiği bu olay Ayet-i Kerime'de belirtildiği gibi, birkaç sene içinde gerçekleş­mişti... Bu görüşün sahipleri bu konuya ilişkin başka ayet­leri de örnek olarak göstermektedirler.

Kur'an'm i'cazı sadedinde Kur'an'm nizamını ve üs­tün hukukunu da sözkonusu ediyorlar. Kur'an'm bu ni­zamı ve hukuku, onca gelişmelere ve hayati değişikliklere rağmen sürekliliğini ve sağlamlılığını ispat etmiş durum­dadır. İnsanın ve hayatın problemlerini çözmekte herhan­gi bir acizliğe düşmemiştir. Tam tersine İslam'ın sarsil-mazhği hukuk ile de ispatlanmış bulunmaktadır. İnsanın daha iyi bir geleceğe doğru gelişme göstermesine değiş­mez ilkeleriyle ışık tutmuş, bu gelişme esnasında herhan­gi bir değişikliğe ve tahrifata ihtiyaç duymamıştır.

Sonra i'caz konusunda o kadar çok söz edilmiştir ki msanlar nihayet sayı i'cazma ulaşmışlardır. Artık insan­lar Kuran-ı Kerim'de geçen sözcüklerin sayı uj'gunluğu ile ilgiü birtakım keşiflere girişmişlerdir. Buna bağlı ola-dünya ve ahiret kavramlarının Kur'an'da kaç yerde geçtiği tesbit edilmiş ve bu sayının 115 kere olduğu gö­rülmüştür. Değişik yerlerde geçmelerine rağmen "bu eşit­lik tesadüfi değildir denilmiştir. Aynı şekilde melek ve şeytan kavramları da incelenmiş ve bunun da eşit olduğu 88 kere geçtiği gözlenmiştir. Böylece bu konudaki örnek­ler çoğalıp gitmiş, Kur'an'daki pek çok kelimeler değişik yerlerde ve farklı biçimlerde kullanılmalarına rağmen aralarında bir uygunluk bir benzerlik olduğu tesbit edil­miştir.

Bütün bu yaklaşımlar üzerine yapacağımız değerlen­dirme şudur; Peygamberin doğruluğunu ve Kur'an'm ger­çekliğini ispat konusunda iki yöntem vardır:

Birinci Yöntem: Bu, karşılıklı diyaloga dayanan, in­sanın birbirine aykırı düşen düşüncelerini; araştırma, tar­tışma, muhakeme yoluyla harekete geçiren, olayı çeşitli boyutlarıyla ele alıp yeni bir düşünceye ulaşma yöntemi­dir. Kur'an'm çoğu zaman kullandığı yöntem budur. Ni­tekim, biz Kur'an'm, kafirlerin Peygamberin şahsına-, O' nuıı kişisel sıfatlarına yönelttikleri karalamalar ve Kur' an'a, Kur'an'uı Allah veya Peygamber ile ilgisine ait dü­şünceler konusunda onları sağlıklı bir diyalog ile gerçeğe ulaştırmak istediğini görüyoruz. Kur'an, kafirlerin, Pey­gamberin kişiliğini zedelemek, etkisini azaltmak amacıyla O'nun şahsı etrafında geliştirdikleri menfi propaganda ile O'nu şair büyücü, deli, vs. gibi sıfatlarla karalamaya ça­lıştıklarını bildirir. Kur'an'm bu usta yöntemi, yumuşak bir havada sözleri birbiri ardınca sıralamakta, ya yumu­şak bir öz ile ya da apaçık güçlü sözlerle insanları sorum­lu oldukları tutumla ilgili olarak derin ve iyi düşünmeye sevketmeyi denemektedir.

Davete muhatap olan ilk toplum Kur'an'ın etrafında bir dizi olumsuz düşünceyi körüklemeye çalışmıştır. Mesela onlar, «Kur'an'ı bir insan öğretmektedir» diyorlardı. tîU sözlerle, Peygamberin bazı zamanlarda kendisiyle be­raber oturduğu Mekke'de oturan Bizanslı bir köleye işa-ret edilmek isteniyordu. Cenab-ı Allah bu konuya ilişkin beyanatında buyurur ki:

«BİZ Onların, 'O'na ancak bir îman öğretiyor,' dediklerini biliyoruz- Haktan saparak ileri sürdükleri adamın dili yabancı­dır. Bu ise apaçık Arapça bir dildir»[59]

Yine onların iddialarından biri de şu idi: «Mulıammed okumrsı ve yazmasıyla bu kültürü bizzat kendisi elde et­miştir.» Buna ilişkin ayet şudur:

«Ey Muhammed, sen bundan önce bir kitap okumuyordun, elinle de onu yazmıyorsun. Eğer öyle olsaydı karşı çıkanlar kuş­kuya kapılırlardı»[60]

Kafirlerin ileri sürdüğü iddialardan biri de şuydu; «Onlar Kur'an'm kıssalarını Peygamberin daha öaıceleri yazmış olduğu önceki milletlerin efsaneleri olarak değer­lendirmişlerdir. Yüce Allah buyuruyor ki:

«Dediler ki öncekilerin masalları. Onları yazdırmış. Sabah akşam onlar kendisine okunuyor»[61].

Kur'an-ı Kerim, Kur'an'm ilahi kaynağını şu şekilde  göstermeye çalışmıştır:  Konularının farklılığına, ihdiriliş eyleminin zaman aralıklarıyla gerçekleşmesine rağmen tüm Kur'an ayetlerinin bir düşünce birliğini ortaya koy­duğuna dikkat edilmelidir. Yüce Allah buyuruyor ki:

«Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Eğer Allah'tan başkası tara­fından gönderilmiş olsaydı O'nda birbiriyle çelişen çok şeyler bulurlardı.»[62]

Kur'an-ı Kerim onları bir başka açıdan da düşünme­ye çağırmıştır. Onları Peygamber'in Peygamberlikten ön­ceki hayatını incelemeye davet etmiştir. O'nun bu hayatı­nın Kur'an'a davet ve çalışmadan ,insanlara mesaj iletmek­ten hayli uzak olduğunu hatırlatmıştır. O'nun önceki ha­yatıyla davetten sonraki hayatını karşılaştırmalarını iste­miştir. Kişinin kendisi için seçtiği ve hayatında yaşadığı, başkasının da hayatında yaşamasını istediği öyle bir dü­şüncesi olduğunda zaman zaman bunu dile getireceği ve onu mutlaka pratik eylemlerinde ortaya koyacağını ha­tırlatmıştır. Çünkü insan, düşüncesini ve ruhi şahsiyetini ne kadar gizlemeye çalışsa da tüm boyutlarıyla ve arzu­larıyla gizleyemez, düşüncesinden, iç dünyasından kendi­sini soyutlayamaz. Özellikle mesele İslam'ın mesajı ve geleceğe dönük haberler gibi hacimli olduğunda insa­nın pratik hayatında onun etkilerinden uzaklaşması daha çok zorlaşır. Yüce Allah buyuruyor ki:

«İşte sana da böyle katımızdan bir ruh vahyettik. Sen daha. önce Kitap nedir, îman nedir bilmezdin. Biz Onu bir nur yap­tık. Kullarımızdan dilediğimizi O'nunla hidayete doğru yola ile­tiyoruz. Ve şüphesiz ki sen, doğru yola götürüyor sun.»[63]

«De ki: Eğer Allah dileseydi O'nu size okumazdım ve O'nu size hic bildirmezdim. Ben ondan önce de aranızda bir ömür ho-yu kalmıştım. Düşünemiyor musunuz?»[64].

Biz Peygamberin, Peygamberliğinde samimi olduğu­nu ve Kur'an'm gerçekten onun eseri olmadığını kapsam­lı, bilimsel-rasyonel bir araştırmayla da ispatlayabiliriz. Peygamberin hayatını, yetişmesini, çevresini özel ve ge­nel ilişkilerini inceleyerek, O'nun gelecekteki şahsiyetini; oluşturmada katkısı olabilecek etkenleri inceleyerek bu konudaki olayları, çağrıları inceleyerek bunların hepsini Kur'an'm muhtevasıyla, Kur'an'm kapsadığı İslam şeria-tıyla, bu şeriatın içerdiği evrensel gerçeklerle, hayatın her alanı ilgili olarak ortaya koyduğu ilkelerle karşılaştı­rarak bir sonuca varabiliriz. Böyle bir etüt hiç kuşkusuz bizi şu kesin sonuca götürecektir: Kur'an şüphesiz Allah tarafından gönderilen bir kitaptır. Muhammed'in (s.a.v.) yazdığı bir kitap olmaktan çok uzaktır.

İkinci yöntem: Düşünce ve duygu olarak insanı sars­mayı esas alan meydan okuyuş yöntemidir. Bu yöntemle insan önünden, arkasından, sağından ve solundan şiddet, , korku ve dehşetle- sarsılır. Burada insanın tüm enerjisi, gücü, hem kendisinin ve hem de başkalarının gözü önün­de hafife alınır. Yüce kudret karşısında küçük düşürülür ki, aczini itiraf etsin. Mutlak kudret önünde mutlak ac­zinin bilincine varmak suretiyle bu kudretin risaletine ve şeriatına teslim olsun.

Bunun ışığında görüyoruz ki; Kur'an'm meydan oku­yuşu müşriklerin karşı koyabileceği  alanlarla ilgili  olarak gerçekleşmiştir. Bu da meydan okuyuşun beyanı i'cazla ilgili olmasını gerektirir. Kur'an'ın bilimsel, huku­kî ve gaybî i'caz yönlerine gelince, bunların herbiri birin­ci yöntemin çerçevesinde değerlendirilecek Kur'an'ın doğ­ruluğunu belgeleyen delillerdir. Bunların herbirisi yu­muşak diyalog esasına dayanır, meselenin rasyonel ve yu­muşak bir atmosferle ele alınıp incelenmesini gerektirir. Bunlar meydan okuyuş niteliğinde değildir. Çünkü mey­dan okuyuş onların bilmediği konularda, imkanlarına tam sahip olmadıkları alanlarda gerçekleşemez. Çünkü onlar bu durumda konuyla ilgili ihtisasları bulunmadığı veya başka mazeretlerle kendilerini haklı çıkarma yollarını bulabileceklerdir, yani boy ölçüşmeye kalkışmayacaklar­dır.

Denebilir ki, meydan okuyuş insanların tümüne yö­neltilmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla bütün insanlara ay­nı ölçüde ulaştırılması gerekmez mi? Tüm gruplarına ve farklı toplumlarına rağmen onların hepsini meydan oku­yuşun atmosferine tüm yönleriyle sokmuş olması gerek­mez mi?

Bu soruya şu şekilde cevap verilebilir:

1— Meydan okuyuşun, Kur'an'ın indiği asrı kapsa­mına almaması mümkün değildir. Aksine özellikle dave­tin, çağdaşı bulunan insanlara yönetilmesi gerekir. Çün­kü, meydan okuyuş sarsıntısı ile sarsılacak ve yeni dava­nın önünde silahına sarılacak olan keslrn budur. Bu mey­dan okuyuşun, varlığını ispat etmesi ve her alanda varlı­ğını sürdürmesi de mümkündür. Fakat bu meydan oku­yuşun tüm uzmanlık alanlarına yayılması zorunlu değil­dir. Birkaç alanda dahi olsa onları aciz bırakması bu risa-letin ilahi kaynaklı olduğunu ispat etmeye yeterlidir. Aym yaklaşımı diğer peygamberlerin mucizeleri için de söy­leyebiliriz.

2 — Biz bu meydan okuyuşun, mutlak anlamda «on sure veya bir sure getirme» şeklinde ifade edilmesine de­rin anlamlar veriyoruz. Sonra biz biliyoruz ki, Kur'an surelerinin bazıları, özellikle kısa sureler bilimsel, hukukî ve gaybî hiçbir meseleye değinmemektedir. Bu durumda, meydan okuyuşun bu alanları da kapsadığı nasıl söylene­bilir? Bir Kur'an getirmekle meydan okuyan ayete gelin­ce, bu ayetteki «Kur'an» kavramından amacın Kur'an-ı Kerim olduğu açık değildir. Hatta bu sözcüğün Kur'an-ı Kerim anlamında olmadığı açıktır. Çünkü bizzat bu ayet de Kur'an'ın bir parçasıdır. Sonra bu ayetin iniş zamanı peygamber döneminin sonları değildir. İlahi mesajın ile­tilmeye başlandığı sıralarda inmiştir. Nitekim daha son­raki meydan okuyuş merhaleleri de bunu göstermektedir. Bilginlerin görüşlerinden de destek alarak bu görüşü pe-kiştirebiliriz. Bilginlere göre Kur'an kavramı, hem bir ayet, hem bir sure ve hem de Kur'an-ı Kerim'in hepsi için kullanılır. Belki de burada amaçlanan, ayetlerinin çokluğu ve azlığına bakılmadan, Kur'an'ın özgün yapısı ve. nev'İ şahsına ait özellikleridir.

Sonra bilim1 ve gayb konularının, peygamberin şahsı, içinde yaşadığı toplumun karakteri ve asrının ulaştığı dü­şünce düzeyi açısından meydan okuyuşa konu olması pek mümkün değildir. Ele alman konuların niteliği, niceliği meselesine gelince, burada meydana okumaya müsait bir alan yoktur. Çünkü bu sonuçlara, özellikle bilimsel so­nuçlara ulaşmak ne önceki ve ne de şimdiki insanları aciz bırakmaz. İnsanlar, Peygamber asrında veya daha sonra­ki asırlarda Peygamberin toplumunun dışındaki bir top­lumda birtakım düşüncelere ulaşmış  olabilirler.  Kur'an'daki meydan okuyuş ayetleri bu konulara değinmez. Zira meydan okuyuşta önemli olan meydan okuyuşun bizzat Kur'an'dan kaynaklanmasıdır. Peygamberin şahsiyetin­den, bölgesel şartlarından ve toplumun düşünce aşama­sının yapısından uzak olmasıdır. Burada «gaybî i'caz» kar­şısına koyacağımız düşünmeye değer bir nokta vardır. Gayb ile ilgili ayetleri nüzul sebepleri ile açıklayan hadis­lerin çoğu zihni haberler yolu ile bize aktarılmıştır. Bun­lar kesinlik ifade etmez. Düşmanlar açısından kesin bir kanaat sağlanmaz. Bu da başkalarının kanaat getirmesine imkan bırakmaz. Çünkü onlar bu ayetleri bu yaklaşımla bağdaşmayan başka şekilde yorumlayabilirler. Buna ila­ve olarak, Kur'an-ı Kerim'i bilimsel teorilerle yorumla­maktan aşırı biçimde kaçınmak lazımdır. Biz şimdi Kur' an ilimlerini değil tefsirle ilgili bir konuyu ele aldığımız için bu kadarla yetinmek zorundayız.

Kur'an'm i'cazıyla ilgili açıklamaya şu noktayı da ila­ve etmek istiyoruz. Bizim değerli üstadımız muhakkik Hu-vaî'nin değerli kitabı olan «el-Beyan fi Tefsiril Kur'an»da değindiği konuya işaret edeceğiz. Üstad, Peygamberimi­zin mucizesi olan Kur'an ile diğer peygamberlerin muci­zeleri arasındaki farktan söz ederken diyor ki: «İslam'ın mucizesi olan Kur'an sonsuza dek geçerli olan bir muci­zedir. İslam'ın dışındaki dinlerin mucizeleri ise sonsuza dek geçerli değildir. Onların zamanı geçmiştir. Çünkü İs­lam sonsuza dek geçerli bir dindir, fakat diğer dinler böy­le değildir.» üstadın değerlendirmesi şöyledir: «Peygam­berliği tasdik etme ve O'na iman etmenin yolu Pey­gamberin, davESJiıi ispat için getirdiği mucize ile sınırlıdır. Daha önceki peygamberlerin Peygamberlik­leri İtendi zamanlarına ye toplumlarına bas oldu­ğundan hikmet gereği bu mucizelerin de kısa ömürlü ve sınırlı olmaları gerekli olmuştur. Çünkü bunlar, sınırlı bir­takım peygamberliklere şahit, tanık niteliğindedirler. Ba­zıları peygamberle beraber yaşıyor, mucizeleri görüyor ve artık onu kabul etmekten başka çareleri kalmıyordu. Sü-reîdi geçerli olan şeriata gelince, ogıuıı doğruluğuna ta­nıklık eden mucizenin, de sonsuza dek geçerli olması ge­rekiyordu. Zira mucize dar kapsamlı, kısa vadeli oldu­ğundan uzaktakiler göremeyecek ve uzakta kalanların onu tevatür yoluyla Öğrenmeleri de kesintiye uğrayabilecekti. Dolayısıyla bu Peygamberliğin doğruluğunu kesin bir şe­kilde öğrenme imkanları kalmayacaktı. Allah insaaıı iman etmekle mükellef tuttuğunda şartları yerinde olmayan bir yükümlülük yüklemiş olurdu. Yüce Allah ise şartlan ye­rinde olmayan yükümlülükler koymaktan münezzehtir. Bu durumda sürekli bir nübüvvet için sürekli bir mucize ge­rekiyordu.»[65]

***

Bu yaklaşıma ilişkin yorumumuz ise iki yönden ola­caktır:

1— Üstad efendimizin sözünü ettiği mesele sürek­lilik niteliğine haiz olabilir de olmayabilir de. Bu konu, tevatürün çerçevesine girebilir de girmeyebilir de. Bu, sü­rekli geçerli olan şeriat için böyle olduğu gibi yüzlerce sene boyunca süren uzun süreli fakat sınırlı şeriatlar için de geçerlidir. Çünkü her nesilde sürekli tevatüre ulaşmak kolay bir şey değildir. Beşyüz veya daha fazla sene süren Hz. İsa'nın risaletmde bir problem ortaya çıkmaktadır. Beşyüz sene boyunca bu şeriatı değiştirmeyen Yüce Allah, bu şeriatın, mucizesini müşahede ve tevatürle ispat etmeden insanları nasıl ona iman etmekle yükümlü tu­tabilir. Eğer beşyüz sene boyunca bu tevatürün gerçek­leşebileceği ileri sürülse, biz de bu sürenin daha fazla uzayabileceğini söyleyebiliriz.'

2 — Bizce Peygamberliği ispat etmenin akli yöntem­leri vardır. Risaletlerin getirdiği düşünceden muhakeme yoluyla Peygamberliği ispat edebiliriz. Bunu, meydan okuyuş niteliği taşıyan mucizeye başvuran Peygamber'in doğruluğunu ortaya koyan belgelere başvurarak yapabi­liriz. Herhalde Peygamber-tarihi insanların Peygamber'e ve Peygamberliğe imanında meydan okuyuşa dayalı mu­cizenin bir ilke olmadığını göstermektedir. Bu imana ne­den olan başka unsurlar da vardır. Geçici mucizeler, akli yaklaşımlar bulunmaktadır. Nitekim bunu Hz. Nuh'un ri-saletînde, kendi milletiyle ilgili risaleti sona erdiğinde tu­fan mucizesinde görüyoruz. Bundan çok sonra Hz. İbra­him'in ateşe atılarak oradan yanmadan çıkması mucizesi İbrahim'in risaîetinde geçici bir mucizedir. Buna benzer mucizeleri Kur'an'm söz ettiği diğer risaletlerde de gör­mek mümkündür. Kur'an bunları anlatırken, risaletleri-nin başlangıcında bir mucizenin varlığını sözknusu etme­mektedir. Biz Öyle inanıyoruz ki, Peygamberin kudsî şah­siyeti, kutsallığı, diğer tüm boyutları ve Peygamberlikte­ki engin merhameti insanların genel hayatına yöneltildi­ğinde, insanlar bunlarla yüzyüze geldiğinde, onlar Pey­gamberin ve Risaletin doğruluğuna kanaat getirecek ve ona ister istemez boyun eğmeyi gerçekleştireceklerdir.

Biz bu noktayı tartışma konusu yapmak istiyoruz. Böylece bilginlerin tefsirlerinde esas aldıkları kelam me­todunun çerçevesini aşmak istiyoruz. Peygamberin Pey­gamberliğini  ve  onun  meydan  okuyuşla  ilgili  mucizeye bağlanmasını, bu konuda akıl yolunun ihmal edilişini bir iman ilkesi olarak gören yaklaşımı aşmak istiyoruz.

Biz bu konulara ayetin tefsiri açısından değinmiş bu­lunuyoruz. Böylece Kur'an'm meydan okuyuş şeklini de öğrenmiş bulunuyoruz. Fakat Önümüzde duran i'cazm ana ilkelerine ve bu konuyla ilgili ileri sürülen iddialara hâlâ değinmiş değiliz. İnşallah "bu konuları da ilerdeki tefsir derslerimizde ele alıp inceleyeceğiz. [66]

 

7) AHİRET MÜJDESİ KUR'AN'DA ÖRNEKLER. HER ŞEYİN BAŞINDA ALLAH'A İMAN

 

Rahman ve Rahim Olan Allah'ın adıyla

«îman edip iyi ameller işleyenleri, ağaçları altında nehirler akan cennetler ile müjdele. Onlara rızık olarak her yeni meyve sunulduğunda 'Bu daha önce bize sunulan falanca meyvedir' derler, Onlara birbirinden ayırdedemeyecekleri rızıklar verilir. Hem onlara orada el değmemiş, tertemiz eşler verilecektir. On­lar orada ebedi olarak kalacaklardır, Allah bir sivrisineği ve (bi­yolojik açıdan) Onun daha üstünde olan bir canlıyı örnek ola­rak vermekten çekinmez. İman edenler onun Rableri tarafın­dan ortaya konmuş bir gerçek olduğunu bilirler. Kafirler ise 'Allah ne amaçla bu örneği gösterdi?' derler. Allah bu örnek ile bir çoklarını,sapıklığa düşürür ve bir çoklarım da hidayete er­dirir. Onunla sadece fasıkları sapıklığa düşürür. Onlar ki Al­lah'a vermiş oldukları sözü kesin bir ahid haline getirdikten sonra bozarlar, Allah'ın sürdürülmesini emretmiş olduğu ilişki­leri keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. İşte Onlar hüsrana uğrayanlardır. Allah'ı nasıl inkar edersiniz ki, sizleri ölü iken O diriltti. Sonra sizi öldürüp tekrar diriltecek, sonra da yine O'na dönecekiniz. O ki yeryüzünde bulunan bütün varlık­ları sizin için yarattı. Sonra, da göklere yönelerek onları yedi gök olarak düzenledi. O herşeyi bilir.» [67]

 

Ahiret Müjdesi

 

Kur'an-ı Kerim'in üslubu, kafirlerden, küfürlerinin ve azgınlıklarının cezası olarak onları bekleyen cehennem azabından söz ettiği her yerde, imanlarından ve yaptıkla­rı iyi işlerden dolayı mü'minleri bekleyen sevaptan, Al­lah'ın rızasından da bahseder. Bu ayet de Kur'an-ı Kerim' in bu genel üslubuna uymuştur. Ayet-i kerime, Peygam­beri, iyi işler yapan mü'minleri altlarından ırmaklar akan cennetlerle müjdlemeye çağırmakta ve cennetin meyve­lerini dünyanın meyvelerine benzetmektedir. Hatta onlar bu meyvelerin daha Önce dünyada gördükleri meyvele­rin aynısı ve bir devamı olduğunu düşünmektedirler. Çünkü, bu nimetler aynı birbirine benzemektedir. Sonra Cenab-ı Allah mü'minleri ahirette bekleyen somut nimet­lerden de söz etmektedir. Cenab-ı Allah onlara, el değme­miş eşler, kelimenin tam anlamıyla ruh ve bedenleri açı­sından tertemiz hanımlar va'detmiştir. Böylece Allah'ın nimetleri ve lütufları hiçbir kötülüğün ve yokluğun olma­dığı sonsuz hayatta onları çepeçevre kuşatmaktadır. Bu, Allah'ın rahmeti ve hoşnutluğu tarafından kuşatılmış bir sonsuzluktur.

Bazı insanlar bu sahada birtakım sorular ileri süre­rek diyorlar ki: «Allah'ın kullarnıa ahirette va'dettiği yi­yecek, içecek, cinsel ilişki vb. gihi zevkler somut nimet­lerle ne ölçüde uyum sağlayabilir?». Onlara göre bu konu­larla ilgili ayetler, soyut kavramları kavratmak için so­mut şeyleri örnek ^verme metodundan yararlanmakta ve onların sembolik şeyler olduğunu söylemektedir. Yani Kur'an'm bu soyut nimetlerden somut nimetler gibi söz . etmesi, insanların onu kavraması için kullanılan bir yön­temdir.  Çünkü  somut dünyada yaşayan insan soyut ve kavramsal dünyanın mahiyetini kavrayamaz. Bunu ancak içinde yaşadığı somut bir çerçevede ele alındığı zaman anlayabilir. Çünkü düşünce şekli somut gözlemlere bağ­lıdır. İnsanın vicdanında ve düşüncesinde canlandırılan tablolar temelde somut gözlemlere dayanır. Soyut şeyleri kavratabilmek için soyut şeyleri açıklamakta kullanılan vasıtalara dayanmak gerekir. Nitekim, çocukların eğiti­minde en pratik yöntem de budur. Çocukların eğitimi te­melde somut tablolara dayanır. Soyut şeyleri onların vic­danına yerleştirmek, onların bildiği somut şeyleri örnek vermekle ancak gerçekleştirilebilir.

Bu. insanları bu tür yorumlara sevkeden sebeplerin neler olduğunu bilemiyoruz. Belki onlar somut hayatın gerçekleriyle cennetin yapısının birbiriyle bağdaşmaya­cağı düşüncesinden hareket etmektedirler. Çünkü somut şeylerin cennette bulunması insanın bedenindeki birta­kım salgıların da varolmasını gerektirir ve bu, cennetin kutsallığıyla bağdaşmaz. Ya da onlar, cennet ve cehen­nem meselesinin manevi iki gerçekliğin birer sembolü ol­duğu, cennetin manevi yönden mutluluk ve hoşnutluğu; cehennemin ise korku, yorgunluk ve sıkıntıyı hissetmeyi temsil ettiği şeklindeki düşünceden yola çıkmaktadırlar. Fakat biz bu tür yaklaşımların sağlıklı olduğuna inanmı­yoruz. Çünkü birinci görüş, somut nimetlerden yararlan­manın ahiret yurdunun temsil ettiği ruhi olgunluğa aykı­rı bir davranış olduğunu ileri süren teoriden kaynaklan­mış olabilir. Çünkü bu düşünceye göre madde pisliği ve gerilemeyi, düşüklüğü temsil eder. Fakat bu düşünce İs-lami olmayan bir temele dayanmaktadır. Çünkü İslam maddeyi tabiatı itibariyle reddetmez. İslam'ın reddettiği anlayış, dünya lezzetlerine, dünya nimetlerine insanı. Al­lah'tan uzaklaştıracak,  onun belirlediği sınırlara tecavüz edecek, emirlerine karşı gelecek düzeyde dalmak ve ni­metlerin sahibini hatırlamamaktır. Hatta biz İslam'ın bu yaklaşımını başka ayet-i kerimelerden de rahatlıkla çıka­rabiliriz. Bu ayetlerde insan ahiretin somut nimetlerine yöneltilirken bile, yeryüzünde Allah'ın yasakladığı şeyler­den mahrum bırakıldığından, onlardan istifade etme­diğinden bu nimetlerin daha güzellerinin kendisine bah­şedileceği dile getirilmektedir. Bunun yanında Allah'ın muttaki kimselere va'dettiği manevi nimetler de takdir ile yadedilmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de buna iliş­kin pek çok örnekler vardır. «Allah'ın rızası ise daha bü­yüktür.»[68] ayeti bunlardan sadece birisidir. Yani İslam düşüncesinde insanın manevi düşüncesi ihmal edilmemiş, manevi nimetler basite indirgenmemiştir. Bunun yanında smî manevi konulara yönelmek suretiyle maddi nimetler ele ihmal edilmemiştir. Özellikle mükemmel İslamî şahsi­yetin yerleştirilmesi amacıyla yapılan insan eğitiminde manevi yöne ağırlık verilmiştir.

İkinci düşünceye gelince, herhalde bu düşüncenin ana ilkesi de şudur: Ahiret dünyası ruh, yani maneviyat dünyasıdır. Dolayısıyla madde dünyası olan bu dünyanın karşısında yer alır.. Yalnız biz bu düşüncenin İslamî lite­ratürde bir düşünce temeli olduğuna inanmıyoruz. Çünkü çeşitli şekilleriyle maddeden bütünüyle ayrılmakla sem­bolize edilen ruhi, manevi soyutlanma ve insanın be­denini ruhun bir zindanı olarak değerlendiren düşünce ile temsil olunan düşünce akımı, ilke olarak Yunan ve Hint felsefelerine dayanır. Kitap ve Sünnet'ten kaynakla­nan İslam düşüncesiyle hiçbir ilgisi yoktur. Bu düşünce­nin bazı müslüman filozofların kitaplarında yer alması, savunularak kabul ettirilmeye çalışılması ise kesinlikle İs­lam'ın temel kaynaklarına dayanmamaktadır. Tam tersi­ne daha önceki felsefelerin kültürlerinden beslenen kişi-' sel yaklaşımlara, düşüncelere, değerlendirmelere dayan­maktadır.

Biz İslam düşüncesinin kaynaklarında bu tür bir yak­laşıma izin veren birtakım işaretlerin, ipuçlarının bu­lunduğunu reddetmiyoruz. İnsanlar bu işaretlerden yola çıkarak uzaktan, da olsa bu düşünceye alt yapı malzemesi bulabilir. Fakat biz burada özellikle gerçekten ciddi bir önemi bulunan bir noktaya parmak basmak istiyoruz. İs­lam düşüncesini, yasası ve kavramlarıyla incelerken göz-önünde bulundurmamız gereken Önemli bir konuya de­ğinmek istiyoruz. Bu da Kur'an'm ana ilkelerinin, hepimi­zin boyun eğmesi gereken delil olduğudur. îslarnî haki­katleri ve kavramları belirleyecek olan budur. Onun dı­şında akıl ve nakilden onun zıddım apaçık ortaya koyan bir delil bulunmadığı müddetçe Kur'an'm apaçık hüküm­lerinden yan çizilemez. İşte bu ana ilkenin ışığında tüm batini düşünceleri reddediyoruz. Çünkü bunlar Kur'an ayetlerini, akim ve şeriatın ilkelerine dayanmayan, aksine felsefi yorumlar .veya sufilerin yanlış düşünceleri üzerina kurulan sembollerle, gizemli şeylerle açıklamaya çalış­maktadırlar.. [69]

 

Kur'an'da Örnekler

 

«Allah bir sivrisineği ve (biyolojik, açıdan) onun daha üs­tünde olan bir canlıyı örnek olarak vermekten çekinmez. İman edenler onun Rabbleri tarafından ortaya konmuş bîr gerçek olduğıımı bilirler. Kafirler ise 'Allah ne amaçla bu Örneği gös­terdi?' derler. Allah bu örnekler İle birçoklarını sapıklığa düşü­rür ve birçoklarını da hidayete erdirir. Onunla sadece fasıkları sapıklığa düşürür.»[70]

Bu ayetin nüzul sebepleriyle ilgili Ebu Salih'in İbn-i Abbas'tan aldığı rivayete göre, Cenab-ı Allah münafık­larla ilgili iki örnek verdiğiıde onlar: «Yüce Allah örnek vermekten münezzehtir, yücedir.» dediler. Bu iddiaları üzerine Bakara'mn 26. ayeti indi. Bilindiği gibi Cenab-ı Allah münafıkların durumunu birinci örnekte, karanlıkta ateş yakan kimselerin durumuna benzetmişti. İkinci ör­nekte ise, koyu bulutlu, şimşekli, gök gürültülü bir gök­yüzünün yağmuruna tutulmuş, ölüm korkusu içinde yıl­dırımlara karşı parmaklarıyla kulaklarını tıkayan kimse­lerin durumuna benzetmişti. (Bakara, 17-18, 19-20).

Atâ'nm yine İbn-i Abbas'tan aldığı rivayete göre o şöyle demiştir: Allah müşriklerin tanrılarından söz eder­ken «Sinek onlardan bir şey kapsa humi ondan kurtara­mazlar»[71] buyurmuş ve bu tanrıların tuzaklarına değine­rek onları örümcek ağına benzetmişti. Onlar ise, siz ger­çekten Allah'ın, Muhammed'e gönderdiği Kur'anda, si­nek ve örümcekten söz etmekle ne yapmak.istediğini bi­liyor musunuz? Allah bununla ne demek istemiştir diye itiraz etmişlerdi. Onun üzerine Yüce Allah bu ayeti gön­derdi.

Ayetin nüzul sebebi bu hadiste sözü edilen sebep ola­bileceği gibi başka bir sebep de olabilir. Çünkü biz nüzul ^sebepleriyle ilgili aktarmaların çoğuna güvenmiyor, onları sağlıklı görmüyoruz. Özellikle_jiyavetlerin birbiriyle "çeliştiği durumlarda bu güven daha da zayıflamaktadır.. Buradaki durum da rivayetlerin çeliştiği durumlardandır. Yalnız-ayet-i kerime insanların içinde harekete geçen psi­kolojik bir duruma işaret etmektedir. Yani insanların Al­lah'ın verdiği örneklerin küçüklüğüne, büyüklüğüne iliş­kin birtakım şüpheleri ve itirazları olduğuna ışık tutmak­tadır. Hatta insanların "bu durumda karşıt bir tavır takın­dıkları da çıkarılabilir. Onlar sözü söyleyenin büyüklüğü ile kendisinden sözedilen konunun hacmi arasındaki bağı tesbit edemediklerinden yanlış bir değerlendirmeye kur­ban olmuşlardır. İşte bu ayet-i kerime bu tür düşüncele­ri reddetmiş, küçük büyük herhangi bir şeyin Örnek ve­rilebileceğini ilke olarak belirlemiştir. Kur'an-1 Kerim ço­ğu surelerinde Kur'an'î bir üslub olarak bu yöntemi kulla­nır. Ve bunun hiçbir sakıncası olmadığını kesin ortaya koyar. Bunu Allah'ın şanına ve büyüklüğüne yakıştırma­mak ise Kur'an'm metodundan habersiz kimselerin boş kuruntusundan başka bir şey değildir. Zira, bu örneğin fonksiyonu, insanların yaşadıkları olaylar ve yaptıkları iş­lerle olayı anlamalarını kolaylaştırmaktır. İnsanları, ör­nekler vasıtasıyla gerçek yola iletebilecek düşünceye yak­laştırmak içindir. Bu konuda büyük ile küçük arasında herhangi bir fark gözetilemez. Zira burada sorun Örnek verenin sorunu değil, onun insanın hayatında ve düşün­celerinde harekete geçirdiği düşünceyle ilgilidir. Burada sözü söyleyen, konuyu aydınlatmak ve düşünceyi daha anlaşılır kılmak için her türlü vasıtayı rahatlıkla kullana­bilir.

Bu açıklamanın. ışığında denebilir ki, örnek verme yöntemi yeni bir yöntem değildir. Bu yöntem, insanlara hitab eden herkesin ikna etmek,  doğru yola iletmek ve onları yönlendirmek için çoğunlukla başvurduğu genel bir yöntemdir. Çünkü Örnek vasıtasıyla söz insanın gönlün­de daha sağlıklı bir temele oturur. Onları daha fazla so­rumluluk bilincine kavuşturur. Onun içindir ki mü'minler bu örnekleri iman ve itaat ile karşılayıp kabul ederler. Zira onlar sözün muhtevasını; özünü idrak ederler. İnsanı düşündürmeye ve muhakemeye itmek istediğini farke-derler. Dolayısıyla onlar, örneğin yapısını ve verimini et­kisiz kılmak için kuşkulandırın al ara başvurmazlar.

Kalpleri gerçeğe açılmayan ve hayatlarında sözün sorumluluğunu yaşamayan kafirlere gelince; onlar ör­nekteki gerçeğin kendisini anlamaya çalışmazlar. Aksine birtakım itirazlarla, soruşturmalarla sorumluluktan kaç­maya çalışırlar. İşin gerçek yüzünü öğrenmeye değil, şüp­helendirmeye, karalamaya, etkisiz kılmaya çalışırlar. İman esasına dayalı bir tavır koymaya yanaşmazlar. Konuyu soru şeklinde gündeme getirerek, Allah'ın bu örnekle ne­yi anlatmak istediğini anlamadıkları imajını verirler.

Bu soruşturmalarından da anlaşılıyor ki onlar örnek­lerin somuşlaştırdığı apaçık gerçeklerden kaçmak istiyor­lardı. Örnekle inançlarının, saptırmalarının, küfürlerinin ve nifaklarının net olarak ortaya konduğunu gördüklerin­de anlamazlıktan gelerek konuyu geçiştirmeye, anlamsız kılmaya çalışıyorlardı. Böylece risaletin temsil ettiği haki­katin meydan okuyuşu karşısında daha da uzağa kaçarak kafir ve sapık adımları ile sembolize edilen batıla, boş şeylere yöneliyorlardı... Nitekim aynı tavrı bugün apa­çık gerçekler karşısında direnmeye çalışan kafir cemaat­ların da sergilediğini görüyoruz. Onlar bu tavırlarında ciddiyetsiz sorularla ortaya çıkarak ciddi ve engin bir di­yalogdan uzak havalarda meseleyi tartışmaya çalışırlar.

Fakat Yüce Allah bu soruşturmayı kesin bir cevap ile red etmektedir. Ayet vasıtası ile bildirmektedir ki, ve­rilen örneğin fonksiyonu insanların gerçeği görmesi için apaçık delil getirmektir. Zira bu yöntem, düşündürme­nin, delil karşısında sarsılmanın en canlı yöntemidir. Mü' . minler, verilen örneği anlayış ile karşılarlar. Çünkü on­lar örneğin derinliklerine nüfuz ederler. Böylece onlara bilgi ve marifetin ufukları açılır. Onunla doğru yola ula­şırlar. Kafirler ise ondan kaçarlar. Onunla sapıklığa dü­şerler... Ayet-i kerime daha sonra bu örneklerle sapıklığa düşen bu insanları belirlemeye çalışır. Onları, gerçeğin sınırlarını aşan fasıklar olmakla niteler.

Allah'ın ayet-i kerimede insanlara verdiği örneğin pek çok insanı sapıklığa, yine pek çok insanı da doğru yo­la götürmesi meselesine ilişkin olarak, sapıklık ve doğru yolu ele alırsak diyebiliriz ki: Herhalde örnek ile delilin varlığı insanların küfür ve iman, doğruluk ve sapıklık meselelerinde kesin bir tavır takınmalarını belirlemiş ol­maktadır. Buradan anlaşılıyor ki, örneğe ve delile uyum sağlayanlar doğru yola kavuşur. Ondan tamamen uzak­laşanlar ise sapıklığa düşer. Nitekim atasözünde deniyor ki: Deney ve sınav ya insanları başarıya ulaştırır, ya da elenmelerine neden olur. Bununla beraber insanların de­ney ile elenmesi, onların, başarının ilkelerinden uzaklaş-" malarından kaynaklandığı gibi, bu ilkelere yaklaşmaları da onları başarıya ulaştırır. Yani burada her iki tavrın da sahibi kendisidir. Çünkü burada da orada da tavrın kaynağı o ilkedir. Böylece ayet-i kerime Cebriye düşün­cesinin yaklaşımından uzaklaşır. Çünkü Cebriye, sapıklığı doğrudan doğruya Allah'a bağlar. [72]

 

Fasıklar Kimlerdir?

 

«Onlar ki, Allah'a vermiş oldukları sözü kesin bir ahit ha­line getirdikten sonra bozarlar. AÛah'ın sürdüi'ülmesini emret­miş olduğu ilişkilerini keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çı­karırlar. İşte onlar hüsrana uğrayanlardır.» [73]

İşte bunlar, Allah'ın insanların anlayışına anlasınlar diye sunduğu fasıklann sıfatlarından birkaçıdır. İnsanlar fasıklığın insanın hayatına nasıl girdiğini ve toplumun te­melini oluşturan ana ilkeleri nasıl yıktığını böylece Öğ­renmiş olmaktadırlar. Toplumun ana ilkelerini oluşturan üç önemli özellik vardır:

1- Sözleşmelere   ve    antlaşmalara   bağlı   kalmak.. Çünkü "bu. toplumun bireyleri arasındaki güveni pekişti­rir ve onların  sosyal dayanışmalarım  daha  ileri  düzeye götürür.

2- Sosyal ve manevi bağları muhafaza etmek. Çün­kü bu, toplumun kümelerini birbirine bağlar ve onu par­çalanmaktan,   dağılmaktan  uzaklaştırarak,   birbiriyle  ke­netlenmiş tek bir güç haline getirir.

3- İnsanların hayatında meydana gelen bozukluk­ları düzeltmeye çalışma gayreti ve toplumun akidesinde, ahlakında  ve vicdanında  meydana  gelen  bozukluğu  en­gellemeye çalışmak ve onların yaygınlaşmasıyla mücade­le  etmek...   İşte  mü'min  hayatında  imanın  sırrı  budur. İman onların hayatlarını  yönlendirdiğinde "toplumun  bu ana ilkeleri güç kazanır ve  daha  da sağlamlaşir.  Onlar akidelerinde ve hayatlarında tüm görevlerinde ve antlaşmalarında Allah'ın ahdini korumaya çalışırlar. Allah'ın sürdürülmesini- emrettiği iman, akrabalık, komşuluk ve diğer ilişkileri sürdürürler. Yeryüzündeki bozgunculuğu düzeltmeye çalışırlar. Bozguncuların karşısında dururlar. Böylece iman ve fasikhk toplumun yıkılması ve kurul­masında önemli rol oynayan etkin iki unsur haline dönü­şür. Bunlar insanın bireysel hareketlerine hükmeden ki­şisel unsurlar olmaktan çıkar.

Tefsirciler, Allah'ın ahdinin ne olduğu konusunda yaptıkları açıklamalarda diyorlar ki: Allah'ın ahdi, Allah' m insanların akıllarına yerleştirdiği tevhid, adalet ve pey­gamberleri doğrulama delilleridir. Allah'ın ahdi, Allah'ın peygamberler aracılığıyla insanlara gönderdiği mesajdır. Ayrıca, insanların yapmalarını emrettiği ve yapmamaları­nı istediği konularla ilgili vasiyetidir, diyenler de olmuş­tur.^ Bazıları ise ayetin konusunu ehl-i kitap'la sınırlan­dırmaya yönelirler. Buna göre Allah'ın ahdi, Tevrat'ta Muhammed'e uyacaklarına dair aldığı sözdür. Kimileri de bu ayetin muhtevasını tüm bu yorumlardan uzak bi-biçim ele alarak Allah'ın ahdîni, Allah'ın onlar daha Adem'in bünyesinde zerre halinde iken onlardan aldığı söz ile açıklamaya çalışırlar. «Elest bezmi» diye bilinen bu sözleşme ile ayeti açıklamayı bazıları reddetmişlerdir. Çünkü Yüce Allah'ın, kullarının bilmediği, hatırlamadığı bir sözleşme ile onları sorumlu tutması caiz değildir ve bu onlar aleyhine delil de olamaz.

Fakat biz bu konudaki detaylara girmenin gereksiz olduğuna inanıyoruz. Çünkü biz ayetin özünden rahatlıkla anlıyoruz ki burada söz konusu olan, fasıklığın insanın kişisel hayatında meydana getirdiği tahribat ve olumsuz­luklardır. Detaylara inmeden de biz bu özü rahatlıkla ya­kalayabiliyoruz. Çünkü burada mesele imanın sonuçları ile küfrün sonuçları arasındaki farktır. Tabloyu uzaktan tas­vir eden genel verileri ortaya koymaktır. [74]

 

Her Şeyden Önce Allah'a Îman

 

«Allah'ı nasıl inkar edersiniz ki sizleri ölü iken O diriltil. Sonra sizi öldürüp tekrar diriltecek. Sonra da yine O'na döne­ceksiniz. »[75]

Surenin ana konusunu burada Allah inancı teşkil et­mektedir. Mü'minlerden, kafirlerden ve münafıklardan söz ederken surenin, ana teması budur.

Küfür her çeşit kötlüğün, bozukluğun ve sapmanın .temeli olduğundan Kur'an-ı Kerim küfür olayını hayret edilecek ve tiksinilecek bir olay olarak tasvir etmektedir. Burada düşünceye, muhakemeye bile hitap etmeye gerek yoktur. Mesele apaçıktır. Bu nedenle olumsuz bir soru ile konuyu ele alarak insana küfrü reddetmek için büyük bir çabaya gerek olmadığı imajını veren bir yöntem kul­lanmıştır. Sadece insanın yaradılış aşamalarım gözden ge­çirmek, hayatın hiçbir belirtisini üzerinde taşımayan ölü bir varlık iken hayatın ona parlak ve üstün bir eylemle nasıl geçtiğini düşünmek, onun gelişmesini, olgunlaşması­nı ve kemale erişini gözlemlemek, nasıl öldüğünü ve da­ha geniş bir hayata nasıl geçiş yaptığım muhakeme et­mek yeterlidir. Böylece insan yokluğun ta kendisi olan ölümün ötesinden tekrar bir hayata kavuşmaktadır. Çün­kü o, daha önce yokluktan var edilmiş ve hayata kavuşturulmuştur. Sonra o tekrar ölüme yönelecektir. Çünkü ölüm insanın yok oluşu değildir. Aksine hayatın aşamala­rından, köprülerinden birisidir. Ölümle hayat daha da güç kazanır. Hayat, her şeyin kendisine döndürüleceği Al­lah'ın izniyle ölüm sayesinde yenilenir ve sağlamlaşır.

İşte imanın insana bahşettiği kolay anlaşılacak dü-'şünce budur. Bu düşünce felsefi problemlerden ve karma­şık meselelerden uzak insan  vicdanı tarafından kolay an­laşılabilecek bir konudur. Kişi bizzat kendi kişiliğinden uzaklaşmadığı sürece bu düşünceyi anlamak için uzun tet­kiklere, araştırmalara, keskin anlayışa bile ihtiyaç duymaz. İşte bu vicdana dayalı düşünceden gerçek akide doğup gelişir1 ve olgunlaşır.                                    (

İnsanın gönlünde bu tavır, yaradılış ve yoktan var ediş üzerinde daha geniş boyutlara ulaşır. Yeryüzünün genişliğinde, göklerin ufuklarında üzerinde düşünülecek daha pek çok gerçeklerle karşılaşır. Böylece o hayatı da­ha geniş boyutlardan tanıma imkanını elde eder. Böyle­ce her şeyin yaratıcısı olan Allah'a iman konusunda daha engin bir tutum içine girer.

«O ki yeryüzünde bulunan bütün varlıkları sizin için ya­rattı. Sonra da göklere yönelerek onları yedi gök olarak düzen­ledi. O herşeyi bilir.»[76]

Ayet-i Kerime'de, yaradılışın büyüklüğünü insanın hayatından ve ihtiyaçlarından uzak tutmayan nimete dik­kat çekilmektedir. Çünkü burada yaratmayla beraber «si­zin, için» kavramı kullanılmıştır. Yani yeryüzünü, içinde yer alan bütün görünen, ve görünmeyen zenginlikleriyle onların hizmetine sunan Allah'tır. İnsan yaradılışın ka­rakteri üzerinde düşündüğünde bu yaratılan varlıklara ne kadar ihtiyacı olduğunu daha fırsat hissedecektir. Ayet-i Kerime'de, insanı yaratılışa ve onun üzerinde düşünmeye çağırmaktadır. İnsan, böylece Allah'a bağlanacak ve O' nün ne kadar büyük bir yaratıcı olduğunu idrak edebile­cektir. Kur'an'm bu parlak yöntemiyle, Allah'a iman ko­nusuna Kur'an'î bir işarette bulunulmuştur. Bu yöntemle, Allah'a iman insanın hayatındaki tüm olaylarda ve ihti­yaçlarda varlığını hissettiren canlı bir hareket niteliğini kazanmaktadır. Böylece hayat, kuru ve donuk akidevî araş­tırma yöntemlerinden uzaklaştırılmış, pratik hayatta de­ğeri olmayan soyut inançlarla iman arasındaki fark net­lik kazanmıştır.

Sıralama ve zaman ifade eden «sonra» kavramından yola çıkarak göğün yerden sonra yaratıldığını anlayabi­liriz. Bu sıralamanın gerçek bir hatırlatma olması da müm­kündür. Çünkü burada önemli olan zaman değil yaradılı­şın karakterini ortaya koymaktır.

Oturma anlamındaki «istiva»ya gelince, bu, Allah'ın bir cisim olmaktan münezzeh olduğu düşüncesiyle bağdaş­maz. Dolayısıyla kelimeyi, göklerin yaratılışı ve Allah'ın dilemesi konusunda bir istiare olarak değerlendirmek ge­rekir. Yani Allah'ın iradesi yeryüzünün yaradılışından sonra başka hiçbir şeye yönelmeden göğün yaratılışına yö­nelmiştir. «Gök» ise, yüksek olan üst taraf demektir. Ye­di gök kavramı ise pek çok Ayet-i Kerimeler'den edindi­ğimiz bilgilere rağmen mahiyeti bizce kapsamlı ve geniş şekilde anlaşılmayan bir olgudur. Bizim bu konudaki tüm bilgimiz dünya semasının yıldızlarla süslendirilmiş olma­sıdır. Bu da fezada mevcut olan yığmlarca yıldızın dünya semasının ufuklarında yeraldıkları   imajını   vermektedir.

Allah Teala buyurur ki: «biz yakın göğü bir zinetle, yıl­dızlarla süsledik»[77]. Bazı ayetlerde yer alan işaretlere göre bu semada bulunan varlıkların elinde yeryüzünün durumları ile ilgili bilgiler bulunmaktadır. Bunların da

. cin ve şeytan gibi bazı yaratıkları aldatmakta oldukları bu­radan birtakım bilgiler elde etmeye çalıştıkları dile geti­rilmektedir. Fakat Cenab-ı Allah onları ateş korlanyla bu bilgilerden mahrum bırakmakta, onları ya yakmakta veya buradan uzaklaştırmaktadır. Yüce Allah buyuruyor ki:

«Ve biz en yakın göğü lambalarla donattık ve onu koruma altına aldık. İşte bu, üstün güç sahibi, her şeyi bilen Allah'ın tak­diridir.»[78]

Yine buyuruyor ki:

«Ve onu her kovulmuş şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı eden olursa, onu da parlak bir ateş şulesi kovalar.»[79]

Cin suresinde de bu konuya değinilmiş ve şöyle de­nilmiştir:

«Ve biz onu dinlemeye mahsus olan oturma yerlerinde otu­rur haberler almaya çalışırdık, artık şimdi kim dinlemek istese, kendisini gözetleyen bir alev parçası bulur.»[80].

Gökte meleklerin varlığını ve onların yeryüzüne inişlerini bildiren pek çok açıklama Kur'an'da yer alır. Fakat bu ayetlerin hiçbirinde olayın detaylarına inilmez.

Bazı Kur'an ayetleri,  açık anlamlarıyla Ay ve Gü-,neş'in bu göklerden sayılmaması gerektiğini ifade etmek­tedir. Çünkü bu ayetlere göre Gökler, bu iki yıldızın ve diğer yıldızların bulunduğu yerdir. Allah Teala buyuru­yor ki:

«Görmediniz mi Allah nasıl yedi göğü birbiri üstünde ta­baka tabaka yarattı ve Ay'ı bunların içinde bir nur yaptı. Gü­neşi de bir lamba kıldı.»[81]

Biz bu sahada detaylara girmeye cesaret edemiyo­ruz. Zİra böyle bir giriş bizi düşünce karanlıklarına iter ve dolayısıyla bir bilgi ve zan bile ifade etmeyen zayıf pek çok hadislere basit şekilde teslim olmamıza neden olur. Hatta bu tür yaklaşımlar insanı, Kur'an bilgisini, gerçek açlığı gerçek bilgiyle doyurmayan bilgilerle kar­şılamaya iter. Bu da, insanı uydurmacıların kurmuş ol­duğu temelsiz bilgilerin tuzağına düşürür. Öyleyse biz Allah'ın bilmemizi zorunlu kılmadığı, kapalı ve gizli ta­raflarını açıklamadığı ve bilgisine ulaşabilmemiz için ge­reken imkanları hazırlamadığı konulara yönelmeyi bırak­malıyız;. İslam kültürünün, kabul etmesi ve red etmesi ge­reken konularda izlemesi gereken en sağlıklı yol da bu­dur. Buna bağlı olarak bilmek zorunda olmadığımız ko­nuların bilgisini zorlanarak elde etmeye mecbur değiliz. Kur'an-ı Kerim'in öz olarak değindiği konularda, peygam­berin Sünnet-i seniyesinin açıklamadığı konularda kesin bilgiye ulaşmamız mümkün değildir. Çünkü burada önemli olan Allah'ın geniş yaratıklarından yola çıkarak Allah' m kudretini kavramaktır. Herhalde biz bu nedenle Kur' an'm kapalı bıraktığı, Yüce Allah'ın bir hikmetten dolayı öz olarak açıkladığı konuları sömürmeye çalışan îsrailiy-yat olaylarına girmekten sakınmalıyız. Çünkü İsrailiyyat insanların, Müslümanların fazla olan enerjilerini har­camalarına sebep olmaktan ve kendi arzularım tatmin et­mekten Öte bir işe yaramaz. Bu İsrailiyyat vasıtasıyla nıüslümanlar akide ve hukuk alanındaki ana ilkelerden uzaklaşmış, hikayeye dayalı bir dünyanın içinde boğul­muşlardır. Zira insanın ruhu düşünce ve hukuk alanların­dan daha çok kıssaların detaylarına ilgi duyar. Onlara eği­limlidir. Bu İsrailiyyat dolayısıyla İslam düşüncesinin ta­rih, evren ve hayatla ilgili yaklaşımları ana ilkelerinden saptırılmış, temel kavramlarda kargaşalar çıkarılmıştır.

Bu bölüm Allah'ın şu sözleriyle sona ermektedir: «Aîlah Iıer şeyi bilendir». Böylece insana bütün bu ni­metlerin, yaratıkların ve her şeyin idaresinin Allah'ın il­minden kaynaklandığı kavratılmıştır. Allah'ın, bu bilgi­siyle takdirinde ve insanlara yüklediği yükümlülüklerde onların yararlarını gözettiği anlatılmıştır. Böylece insan­lar hayatın her alanında kesin bir güvene ve gönül huzu­runa kavuşmuş olurlar. [82]

 

8) YARADILIŞIN BAŞLANGICI

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

«Hani Rabbin meleklere 'ben yeryüzünde bir halife yara­tacağım' demişti de melekler, 'Ya Rabbi sen yeryüzünde kar-gasalık çıkaracak kanlar dökecek birim mi ycrato.coksm? Oysa biz seni Överek teşbih ediyor, takdis ediyoruz' dediler, Allah meleklere 'ben sizin bilmediklerinizi bilirim' dedi.

Allah Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra bütün nesne­leri meleklere göstererek, 'haydi eğer davanızda haklı iseniz bunların isimlerini bana söyleyin' dedi. Melekler 'Ya Rabbi, Sen yücesin, bizim Senin bize Öğrettiklerin dışında hiçbir bilgimiz yoktur, hiç şüphesiz Sen herşeyi bilirsin ve yaptığın yerindedir', dediler.

Allah Adem'e 'ey Adem bunlara o nesnelerin adlarını bil­dir' dedi. Adem, meleklere bütün nesnelerin isimlerini bildirin­ce Allah, Onlara: 'ben size göklerin ve yerin bütün gizliliklerini, ayrıca sizin bütün açığa vurduklarınızı ve içinizde sakladıkları­nızı bilirim dememiş miydim?' dedi.»[83]

Yüce Allah doğru söyler.

Bu ayetlerde insanın yaradılışı ele alınıyor. Bu yeni yaratık ve kendisine yüklenilen görev hakkında ve bütün yaratıkların değer sistemindeki konumuyla ilgili olarak

Allah ve Melekler arasında cereyan eden bir diyaloga yer veriliyor. Tabloyu ana hatlarıyla tasvir ettikten sonra bu kıssanın Önemli noktalarına bu derste değineceğiz. Düşü­nülmesi gereken bazı yönleri üzerinde duracağız.

Bu diyalogu rasyonel bir gerçek olarak nasıl anlıyo­ruz?

Biz bu ayetlerde Yüce Allah ile melekler arasında gerçekleşen bir diyalog okuyoruz. Allah meleklere yeryü­zünde bir halife yaratacağını bildiriyor. Melekler ise ko­nunun ilginçliğinden kaynaklanan bir soruyla hemen kar­şılık veriyorlar. Zira onlar bu halifenin kendisine yükle­nilen görevi yerine getiremeyeceğini anlıyorlar. Onun ha­yatta bozgunculuğa ve kanların dökülmesine neden ola­cağını ve yüklenmiş olduğu kutsal hilafet görevinin bu fonksiyon ile bağdaşmayacağım idrak ediyorlar. Çünkü hilafet, arındırılmış bir ruhu, Allah'a samimi ibadeti, O' nun emir ve yasaklarına bağlılığı ifade eder. Onlar bu sorularıyla beraber kendilerinin bu hilafet görevi için da­ha müsait olduklarını gündeme getiriyorlar. Kendi işlerin­de bu görevi samimiyetle yerine getirdikleri düşüncesine kapılıyorlar. Onlar hiçbir kötülük ve bozgunculuğa karış­madan Yüce Allah'ı överek teşbih ediyor veya O'nu tak­dis ediyorlardı. Onları bu düşünceye sevkeden yaklaşım, ayet-i kerirne'de de işaret edildiği gibi, bütün yaratıkların yaratılış amacının Allah'a kulluk olması ilkesine dayan­mış olabilir. Onlar o görevi en güzel şekilde yerine getir­dikleri için yeni bir yaratığa ihtiyaç olmadığı görüşün­dedirler. Yaratılışın amacıyla ilgili olarak Yüce Allah bu­yuruyor ki «Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım»[84]. Fakat Yüce Allah onlara tekrar bildiriyor ki, hilafet görevinin fonksiyonu hakkında­ki bilgileri sınırlıdır. Hilafetin fonksiyonu sırf överek teş­bih ve takdis etmek suretiyle ibadet etmekle sınırlı değil­dir. Hilafetin fonksiyonu bunların hepsini aşar. Allah'ın yasalarından ve nizamından kaynaklanan ustaca idare esa­sına göre evreni idare etmektir. İşte burada soru ile cevap arasındaki ilgi tesbit edilmiş olmaktadır. Daha sonra ilahi meydan okuyuş, onların düşüncesindeki hilafet anlayışını crenis boyutlara ulaştırıyor. Bu hilafete güçleri yetebile­cek varlıklar, melekle değil bu görev için hazırlanan in­san güçleridir. Çünkü Cenab-ı Allah her yaratığa fonksi-vonunu yerine getirecek ölçüde enerji güç ve yetenek vermiştir.. Bu yaklaşımla, hayvanların insanlara oranla da­ha güçlü şekilde yaratılışlarının nedenlerini kavrayabili­yoruz. Çünkü insanın fonksiyonu ve görevleri ayrı, hay-vanınkiler daha ayrıdır.

Cenab-ı Allah, meleklerden, kendileri ile bu yeni ya­ratık arasında düşünce açısından bir karşılaştırma yapma­larım istemektedir. Ta ki onlar bu şekilde, Allah'ın yük­lediği fonksiyonu yerine getirip getiremeyeceğini öğren­miş olsunlar. Allah yeryüzündeki tüm varlıklara olayla­ra ve sırlara neler bahşettiğini ve onları nasıl değerlendi­receğini insana öğretmiş bulunmaktadır. Fakat melekler bu konuda hiçbir şey bilmemektedirler. Çünkü sınırlı bir bilgi ile yaratılmışlardır. Bu bilgileri ile ancak Allah'ı överek teşbih edebilir, O'nu ibadetle kutsayabilir ve kendi özel şartlarında yaşayabilirler. Böylece Allah onlardan yeryüzündekileri tanımalarını istemekte ve önlerindeki cahilliği aydınlatmaya çalışmaktadır. Onlar ise bilgisiz­liklerini tam bir İtaat ve kutsama ile itiraf ediyorlar. Al­lah onların bu düşüncelerini daha da pekiştirmek amacıy­la Adem'den bildiklerini onlara Öğretmesini istiyor. Adem de  bunların  hepsini  onlara  öğretiyor.   Böylece  imandan kaynaklanan bilgi tamamlanıyor, deney yolu ile de ispat­lanmış oluyor ve bu bölüm, mutlak ilmi yalnız Allah'a ait olan, buna karşılık tüm yaratıklara da sınırlı bilgiyi ve­ren sürekli,  kapsamlı ilahi gerçekliği aşılamaya çalışan ayetle sona eriyor. Buna göre her yaratık bir görev için yaratılmıştır. Bu kez herkes   kendi   görevini   bilmelidir. Bilmediği zaman Allah'ın işlerine burnunu sokmamahdır. Allah'ın ona öğretmesini beklemelidir ya da hikmetini ve sırrını bilmese de her şeyin Allah'ın hikmetine göre mey­dana geldiğini kabul eden bîr huşu içinde hareket etme­lidir. [85]

 

Kıssa

 

İşte ayet-i kerime'nin kıssa çevresindeki tam anla--minin detaylı açıklaması budur.

Bu ayetlerde yer alan bazı noktalar üzerinde durma­mız gerekmektedir.

1- Bu diyalogun anlamı nedir? Bu, Allah ile me­lekler arasında meydana gelen gerçek bir kıssa mıdır? Yoksa Kur'an'm, bu düşünceyi diyalog yoluyla daha an­laşılır kılmak için başvurduğu yöntemlerden biri midir? Çünkü- diyalog yoluyla düşünceyi ifade etmek onu düz bir şekilde ifade etmekten daha etkilidir. Ayrıca diyalog yön­temi daha canlı, daha hareketlidir. Soru-cevap şeklinde, düşüncenin detayları çeşitli şahıslara dağıtıldığında olayı kavramak daha kolay olmaktadır. Normal anlatını biçi­minde ise düşünce düzenli bir sıralamaya göre seyretmekte  düşüncenin karakteri dışında normalin dışında bir ha­rekete yer vermemektedir.

Bu yöntem Kur'an'm ilk kullandığı yöntemlerden bi­ri değildir. Pek çok Kur'an ayetlerinde Allah ile cansız varlıklar, düşünemeyen ve konuşamayan yaratıklar ara­sındaki birtakım diyaloglardan söz edilmektedir. Gökle­rin ve yerin yaratılışında Cenab-ı Allah'ın onlara yönelttiği hitap şu şekilde anlatılmaktadır: «Sonra duman halinde buhımm göğe yöneldi. Ona ve yeryüzüne, 'isteyerek ve­ya istemeyerek gelişi' dedi. onlar da, 'isteyerek geldik' de­diler»[86] Burada yer ve göklerin, yaratılış sırasında Al­lah'ın iradesine boyun eğdikleri, Allah'ın onlar için belir­lediği ve onlara göre hareket edeceği doğal yasaları Allah' in iradesine ve hikmetine uygun bir biçimde kabul ettik­leri vurgulanmak istenmektedir.

Biz bu soruya cevap vermeden önce Kur'an'm zahir/ apaçık anlamları karşısındaki tavrımızı belirlemeliyiz. Biz böyle apaçık anlamlara karşı istediğimiz şekilde tavır ala­bilir miyiz? Onun gerçek anlamı ile bağdaşmayan yakla­şımlara sahiplenebilir miyiz?

Karşılıklı anlaşmanın en mantıklı yolu şudur: Sözün açık anlamları, onları olduğu gibi almamıza engel olan ak­li bir delil. bulunmadığı müddetçe esas alınmak zorunda­dır. İşte Kur'an'm kendi üslubunda kullandığı metot da budur. Kabul ettiğimiz ve reddettiğimiz konularda bu me­toda bağlı kalmamız gerekir. Eğer bir kıssada bize bir di­yalogdan söz ediliyor ve bu diyalogu kabul etmemiz için herhangi akli bir engel bulunmuyorsa onu kabul etmemiz ve onu, meydana gelen bir gerçek olarak değerlendirme­miz gerekmektedir. Eğer sözün açık anlamını kabul etmemize engel olan akli bir neden varsa o zaman sözü mecaz, kinaye ve istiare kurallarına göre bir temele oturtmak ve onu diğer nasslarla bağdaşacak bir şekilde yorumlamak gerekir. Allah'ın «yüzü»nden ve «el»inden. sözeden ayet­ler gibi:

«O'nun yüzü'nden başka her şey helak olacaktır.»[87]

«Yahudiler Allah'ın eli bağlıdır dediler. Kendi elleri bağ­landı ve söylediklerinden ötürü lanetlendiler. Hayır Allah'ın iki eli de açıktır. Dilediği gibi verir.»[88]

«Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bo­zarsa kendi aleyhine bozmuş olur.»[89]

Bu tür ayetler, olduğu gibi alındığında Allah'ın diğer cisimler gibi bir cisim olduğu imaj mı vermektedir. Allah' m cisim olmayacağı konusunda kesin akli delil bulundu­ğundan o ayetlerin istiare türünden birer açıklama oldu­ğunu kabul ediyoruz. Yani «yüz»den amaç Allah'ın ken­disidir. Allah'ın «el»i dendiğinde ise, O'nun kudreti ve verdiği nimetler bu kavramların yeraldığı cümlelere uy­gun düşmektedir. Şimdi yeni bir soruya geliyoruz. Bu il­kelere göre, incelediğimiz kıssanın konumu nedir.?

Bu soruyla problemin bir kısmı çözüme kavuşturul­muş olabilir.

Biz bu diyalogu rasyonel bir hakikat olarak nasıl ka­bul edebiliriz? Yüce Allah "bu halifeyi yaratmak istedi­ğinde meleklere danışmak mı istiyordu yoksa onlara haber vermek mi?.. Sorunun birinci şıkkını reddetmek gere-' kir. Çünkü danışmak, daha doğru bir görüşe varma çaba­sından kaynaklanır. Bu da beraberinde bir bilgi cahilliği o-etirir. Yüce Allah ise bu tür cahilliklerden tamamen münezzehtir. Eğer Yüce Allah bu diyalog vesilesiyle, yapmak istediğini meleklere haber vermek istiyorsa o- zaman me­leklerin buna itirazını nasıl açıklayacağız? Çünkü biz onların itiraz etmeyen kullar olduğunu Kur'an aracılığı ile öğrenmiş bulunuyoruz:

«Rahman çocuk edindi dediler; O bu tür şeylerden münez­zehtir. Hayır, Onlar (melekler) ikram edilmiş kullardır, O'ndcn önce söz söylemezler ve onlar O'nun emriyle hareket eder­ler.»[90]

Şimdi tekrar soruya dönüyor ve diyalogu nasıl yo­rumlayacağız diyoruz. Burada diyebiliriz ki mesele, ha­ber karşısında bir soru sormakla sınırlıdır. Bu soruyu ille de bir itiraz şeklinde yorumlamak gerekmez. Sonra ko­nunun akışı da buradaki sorunun itiraz şeklinde değil hikmetin sırrını kavrama ile ilgili olduğunu ^ortaya koy­maktadır. Yani onlar, böyle bir eylemi ilginç karşılamış ve korkuya kapılmışlardır, Nasıl olur da Allah yeryüzün­de kendisine halife olacak birisini yaratır ve o da kalkar hayatında bozgunculuk ve kan dökerek Allah'a karşı ge­lir... Yani burada mesele, tabiatıyla bir bilmece niteliğin­dedir. Dolayısıyla meselenin, meleklerin konunun aydın­lanması için ileri sürdükleri bir sorunun cevabı çerçeve­sinde değerlendirilmesi mümkündür. Aynı şekilde mese­lenin yapısından kaynaklanan bii"-soruya cevap da olabilir ki bu durumda sorunun gerçek diyalog havasıyla hiçbir ilgisi kalmaz... Ayrıca biz ikinci şıkkı da esas alabiliriz. Çünkü ayetler bütünü ile meselenin meydan okuyuşla il­gili olduğu imajını vermektedir. Burada iki yönden me­leklere meydan okunmaktadır. Bir taraftan bilgilerinin sı­nırlı oluşu dile getirilmekte, diğer taraftan da kendilerine yöneltilen soru ile acizlikleri ortaya çıkarılmaktadır. Adem'in bu soruya cevap verişiyle onların cahilliği daha da açıklık kazanmaktadır. Bu yaklaşım daha doğru ola­bilir. Çünkü Allah'ın yaratıkları ile ilgili diyalogu genel­likle onların sorumlulukları ve yükümlülüklerine ilişkin­dir. Yaratma işlerinde böyle bir diyaloga yer verilişine ise fazla bir anlam veremiyoruz. Tabii ki bu, sözü açık anlamına göre yorumlamanın önünde akli bir engel bulun­duğu anlamına gelmez. Özellikle fizik ötesi dünya île il­gili fazla bir bilgiye de sahip değiliz. Onların nasıl söz söylediklerini kendilerinin nasıl olduğunu Allah'la nasıl bir ilişkileri bulunduğunu sonra onların böyle bir diya­logu yaşayabilecekleri nasıl bir hayat içinde olduklarım da bilemiyoruz. Bu konuların hiçbirisinde kesin bir bilgi­ye ulaşmamız mümkün değildir. Çünkü bu konular ancak bize anlatıldığı şekilde öğrenilebilir. Zira bizi bu konular­da açık bir düşünceye ulaştıracak imkanlara ve vasıtalara sahip değiliz.

Biz bu konuyu, Kur'an'm sözkonusu düşünceyi açık­lamak için başvurduğu bir yöntem şeklinde yorumlama­yı uygun görüyoruz. Ancak bunu kesin iddia etmiyoruz. Çünkü bizim burada kaydettiğimiz yaklaşımlar kesinlik arzedebilecek veriler değildir. Hatta aktarılan birtakım hadisler birinci yaklaşımı desteklemektedir. Bize ulaşan hadisler bu niteliktedir.

Bu konuda işaret edilmesi gereken bir nokta da şudur. Burada mesele bir açıdan doğru söz ve yalanla da ilgilidir. Yani meydana gelmemiş bir diyalogla ilgili, söy­lenmemiş bir sözle ilgili olaylar, sözler nasıl hikaye edi­lebilir, haber verilebilir. Fakat biz, doğru söz ve yalandan sözeden araştırmalardan olan kinaye konularında ve baş-' ka yerlerde öğreniyoruz ki, doğru söz ve yalan ilke olarak hikaye edilmek istenen olaya boyun eğmektedir. Eğer sö­zü söyleyen, bir realiteyi haber vermeyi amaçlamışsa, eğer bu söz realiteye uygunsa doğru demek, uygun değilse ya­lan demek doğru olur. Fakat sözü söyleyen, anlattığı hi­kaye ile bîr realiteyi haber-vermeyi amaçlamaimşsa, aksi­ne onu başka bir şeyden haber vermeye vasıta kılmayı amaçlamışsa o zaman Önemli olan hikaye değil asıl ifade edilmek istenen diğer şeydir.

2- Allah'ın insana bahşettiği hilafet ne demektir? Bu ayetin sözünü ettiği hilafet nedir? Burada hilafetin iki anlamından söz edilebilir. Birincisi: Buradaki hilafet in-samn yaratılışından önceki varlıkların hilafetidir. Aktarı­lan birtakım hadislere göre insandan önce birtakım canlı yaratıklar vardı. Yeryüzünde bozgunculuk yaptılar ve kan­lar döktüler. Sonra onların soyu kesildi... İnsanlar, yer­yüzünde onların halifesi olarak yaratıldı. Bu varlıklara insan veya Adem sıfatını yakıştıran birtakım hadisler in­sanlığın babası olan Adem'den önce binlerce Adem'in var­lığından sözetmektedir.

ikincisi: Buradaki hilafet Allah'ın hilafetidir. Bununla ilgili bir dizi ayet vardır. Allah Teala buyuruyor ki:

«Ey Davut biz seni yeryüzünde senden öncekilerin yerine hükümdar yaptık insanlar arasında adaletle hükmet.»[91]

Yine buyuruyor ki:

«Sonra Onların ardından sizi yeryüzüne halifeler yaptık ki nasıl davranacağınızı görelim.»[92]

Buna göre Allah'ın hilafeti, Allah'ın iradesine göre yeryüzünü idare etmek, onun imarı ve gelişmesi İçin ça­lışmaktır. Herhalde ikinci görüş ayetlerin açık anlamları­na daha uygundur. Çünkü ayetlerin seyri gösteriyor ki, meleklerin bu soruyu sormaları, sırf onların bozgunculu­ğunu ve kanlar dökmelerini beğenmemeleri, aksine bu işe kendilerinin layık olduğunu dile getirmek istemele­riydi. Allah'ın onlara yönelik vahyi de bu yaratığın sahip olduğu, kendilerinin ise sahip olmadığı nitelikleri, özel­likleri açıklama çerçevesinde kalmıştır. Bu özellikler ken­dilerini değil insanı hilafet görevini yerine getirmeye eh­liyetli kılıyordu. Sanki burada problem halifenin yerine getirmek zorunda olduğu fonksiyonla ilgilidir. Daha Ön­ceki yaratıkların yerine geçecek yeni bir varlığı yaratma meselesinden ibaret değildir. Bu nedenle diyalog, özellik­le hilafetin yalnız insanda bulunan, diğer yaratıklarda bu­lunmayan rasyonel özelliklerinden bahsetmekle yola çık­makta ve bunu esas almaktadır. Eğer gerçekten mesele birinci yaklaşımda olduğu gibi ele alınmış olsaydı bu ay­rıntılara girmeye hiç de gerek olmazdı. Çünkü daha ön­ceki yaratıklara halife olmak kişisel bir üstünlüğe ihtiyaç duymayacağı gibi meleklerle ilgili bir üstünlüğe.de gerek duymazdı.

Biz ikinci yaklaşımı tercih etmekle başka varlıkların varlığına  ilişkin hadisleri  red etmiyoruz.   Çünkü  başka yaratıkların varlığı ve yokluğu açık olduğu gibi onun hi­lafetinin varlığı ve yokluğu ile ilgili değildir. Bu hadis­ler, pek çok yerde ileri sürülen ve meleklerin bu Kur'an'î diyaloglarında da sözkonusu edilen bir soruyu akla geti­rebilir. Bu soru da şudur: Melekler bu yaratığın yeryü­zünde bozgunculuk çıkaracağını ve kan dökeceğini önce­den bir deneyimleri olmadığı halde nereden biliyorlardı. Bu konuda pek çok cevap ileri sürülmüştür. Burada özel­likle insanların maddî Özellikleri ve insanın karakterini belirleyen faktörler üzerinde durulmuştur. İnsanın yer­yüzüne ait bir yaratık olması nedeniyle yeryüzünün tüm olumsuz unsurlarını üzerinde, taşıyacağı sınırlı ve maddi bir varlık olacağı hatırlatılmıştır. Fakat bu tür olumsuz yaklaşımlar konunun anlaşılmasına değil, daha da anlaşıl­maz bir hal almasına neden olur. Bazı cevaplar ise, daha önce yeryüzünde varolan fakat sonraları nesilleri kesilen birtakım varlıklardan sözetmekte ve meleklerin bu konu­da deneyimli olduklarını dile getirmektedir. Diğer bazı cevaplar da önceki iki cevapta yer alan somut bilgilere ve çıkarımlara değinmemekte, böyle bir diyalogun mey­dana gelebileceğinden sözetmektedir. Eğer burada ger­çek bir diyalog sözkonusu ise, tüm yönleriyle anlatılma­mış da olsa meydana gelmiş olabilir. Hatta diyalogun baş­ka boyutları da bulunabilir. Kur'an, kıssayı özet olarak vermeyi temel ilke olarak aldığında detaylara girmediğin­den, yalnız ana hedefle ilgili kısımlara değindiğinden kıs­sanın bu diğer boyutlarını vermemiş olabilir. Olabilir ki melekler Allah'ın yeryüzünde bir halife yaratacağını ha­ber vermesinden sonra onlar bu halifenin özelliklerinden, yapacaklarından ve fonksiyonlarından haberdar olmaya çalışmış, buna ilişkin sorular üzerine Cenab-ı Allah da in­sanın yeryüzünde ortaya koyacağı eylemlerden sözetmiş, onun, Allah'ın iradesiyle bağdaşmayan tavırlarda buluna­cağını yeryüzünde bozgunculuk yapma ve kan dökme gibi eylemlere girişeceğini haber vermiştir. . Bunun üzerine melekler olaya akıl erdiremimiş ve bunun hikmetini sor­muşlardır. Dolayısıyla meleklerin bu konudaki bilgisi Al­lah'ın kıssaya ilişkin bildirmesinden kaynaklanmış olmak­tadır. Biz bunu eşyanın tabiatına uygun bir etüt ilkesi olarak kabul ediyoruz. Fakat bu konuda aktarılan rivayet­ler senet yönünden sağlamlık kazandığında sorunun tef­siri ile ilgili olarak onları esas alırız. Çünkü bu durumda hadisler görüş ve zanlardan uzak ve tefsirin üstünde bir delil niteliğini arzedeceklerdir. Burada o hadislerin bir kısmına işaret etmekte herhangi bir sakınca yoktur. O hadislerden biri İyaşî'nin İmam-ı Cafer-i Sadıktan aldığı tefsirdir: «Eğer melekler daha önce yeryüzünde bozgun­culuk yapan ve ban döken birtakım varlıkları görmemiş olanlardı Cenab-ı Allah'a, 'sen orada bozgunculuk yapa­cak ve kan dökecek birini mi yaratıyorsun' diyemez ve geleceği bilemezlerdi.»

3 — Allah'ın yerine halife olmanın karakterini na­sıl anlamalıyız? Herhalde Allah'ın adına halife olmaktan maksat, idareye, korunmaya ve tedbire muhtaç olan yer­yüzündeki sosyal hayatı Allah'ın belirlediği ve insanlar için seçtiği sistemin ilkelerine göre idare etmektir. İşte bununla, Allah'ın insan için hazırladığı büyük görev ve fonksiyon ortaya çıkmaktadır. Allah'ın ona verdiği bilgi gücüyle o etrafını kuşatan bütün olayları ve varlıkları tanıyabilecek, Allah'ın kendisine bahşettiği akıl gücüyle iyilik ve kötülüğü, bozgunculuk ve düzeltmeyi kavraya­bilecek, karşılaştığı olayları birbiri ile karşılaştırarak on­lardan yeni düşünceler elde edecek, hayatın problemleri­ne ve meselelerine en sağlıklı çözümleri getirebilecektir.

Herhalde Yüce Allah'ın aşağıdaki ayet-i kerime'de ema-' net diye ifade ettiği insanın fonksiyonu da budur:

«Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk; O'nu  yük­lenmekten kaçındılar, O'nun sorumluluğundan  kaçtılar. 'O'nu . insan yüklendi. Çünkü o çok zalim, çok cahildir.»[93]

Kinaye şeklindeki bu tasvir herhalde insanın yük­lendiği görevin büyüklüğünü, bunca büyük yaratıklar kar­şısında yüklendiği sorumluluğun ciddiyetini simgelemek­tedir.

Adem'in hilafete liyakatinin belgelenmesi konusun­da ona tüm isimlerin öğretilmiş olmasına işaret edilmesin­den anlıyoruz ki bu konuda bilginin büyük bir fonksiyo­nu vardır. Ve insanın bu görevi üstlenmesinde Allah'ın diğer varlıklara değil yalnız insana bahşettiği güçlerin, enerjilerin de fonksiyonu meselenin temelini oluşturmak­tadır. İnsan ancak bu güçler^ve enerjilerle bilgiye ulaşa­bilir. Her alanda gelişecek bir hareket içinde bulunabilir. İnsan bu çabası ve kabiliyeti ile yeni yeni düşüncelere, yeni yeni deneyimlere ulaşacak ve onları yaratmanın ve yoktan varetmenin bir görüntüsü, bir tezahürü olarak yö­nelecektir.

İşte böylece insanın görevi ve sorumluluğu hayatın yapısı ile Allah'ın iradesi arasında bir ahenk oluşturacak, dolayısı ile bu güçlerini kötülük yolunda değil iyilik yo­lunda harcayacaktır. İşte insanı Allah katında yüksek dü­zeye çıkaran ve yaradılışları icabı sürekli iyilik yapan me­leklerden daha üstün bir konuma getiren de, Allah'ın ira­desiyle hayat arasında bir ahenk sağlamasıdır. İncen kendine düşen görevi hakkıyla yerine getirdiğinde melekler­den hiç de geri kalmayacaktır. Kendi sorumluluğunu, so­rumluluğu ile ilgili fonksiyonunu yerine getirmediğinde ise hayvanlardan daha aşağı bir dereceye düşecektir. Çün­kü hayvan şehevi arzularını tabii olarak yerine getirir ve ona bir sorumluluk ve günah yoktur. İnsan ise böyle de­ğildir.

İnsan'ın. sırrı; bilgisi, aklı ve iradesindedir. İşte insa­nı diğer varlıklardan ayıran ana ilke, onun bu karakteri­dir. Dünya hayatında işlerin dizginini eline almasına ve doğanın güçlerim hizmetinde kullanmasına imkan sağla­yan da, onu bu göreve layık kılan da budur. Pratik açısın­dan ise onun eylemi, değerini ve konumunu belirler. Yü­ce Allah'ın Kur"an'ın da indirdiklerine karşı takındığı tav­ra göre değer kazanır.

«Allah katında en değerli olanınız en çok korunanız-dır.»[94]

4 — Halife kimdir? Yalnız Adem midir? Yoksa tüm insanlar mıdır?

Ayet-i Kerime'den açıkça anlaşıldığına göre halife tüm insanlardır. Çünkü Adem belli bir zaman diliminde yaşayan bir şahsiyettir. O zaman diliminin sona ermesiy­le onun vazifesi de biter. Bu durumda o, hayatın tüm. yön­lerini kuşatan ve yeryüzünün tamamını kapsayan görevi­ni nasıl yerine getirecektir? Birincisi bu, ikinci olarak: melekler bu halifeyi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak ve kan dökmekle nitelendirmişlerdir. Bu sıfat ise Adem'e uygun düşmemektedir. Bu sıfat hayat sahnesinde ancak bazı.insan grupları için geçerli olabilmektedir.

Sonra hu «halife» kavramı birçok ayetlerde bazı pey-peygamberlere ve insanlara hitab edilirken de kullanılmış­tır. Biz buradan hareketle, Adem'e isimlerin Öğretilmesi olayı hakkında, bütün isimlerin birden Öğretilmediğini, isimleri aşamalı ve tedrici bir şekilde öğrenme imkanı ve­ren yeteneklerin ve hazırlıkların Öğretilmiş olduğunu söy­leyen düşüncenin doğru olduğunu söyleyebiliriz. Yani in­sanlar bilimsel gelişme pramidini aşamalı olarak çıkmış­lardır. Allah daha iyisini bilir.

Bazı insanlar diyorlar ki, birtakım ayetlerde Cenab-ı Allah mü'minleri halife olarak seçtiğini bildirmektedir. Nitekim Yüce Allah buyuruyor ki:

«Allah sizden inanıp iyi işler yapanlara vadetti. Onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldı ise onları da yeryüzünde hü­kümran kılacak ve kendileri için-seçip beğendiği dinlerini ken­dilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini tam bir güvene erdirecektir.»[95]

Bu durumda, halife tüm insanlardır nasıl denebilir ki?

Cevap: Biz Hz. Adem'in halife olarak belirlenmesi karşısında tüm insanların halife seçildiğini söylemiştik. Çünkü hilafet genel ve özel olmak üzere iki çeşittir. Ge­nel hilafet insanların diğer canlı varlıklara karşı yüklen­dikleri hilafettir. Genel olarak insanlar Allah'ın kendile­rine verdiği güçler ve özelliklerle bu görevi yerine geti­rirler. İnsanlar bunun vasıtasıyla Allah'ın dilediği şeyleri kullanabilirler veya bu yolla Allah'ın rızasını elde ede­bilirler.

Özel hilafete gelince, bu.doğrudan doğruya başkala­rına karşı hakimiyet ve otoriteyi kullanmaktır. İşte bu ayet-i kerime'nin değinmek istediği de budur. Yani buna göre Allah nıü'minlere yeryüzünde egemen olma ve bu otoriteyi pratik olarak kullanma imkanını vereceğini va-detmektedir. Nitekim bu imkanları daha önceki mü'min-lere de vermiştir. Dolayısıyla bu yaklaşım ayetin anla-, mıyla çelişmemektedir.

5 — Allah'ın Adem'e öğrettiği isimler nelerdi?

Ehli beyt imamlarından aktarılan hadisler yolu ile ve başka rivayet zincirleri ile aktarılan dini metinlerde yoğun bir şekilde anlatıldığına göre bu isimler akıllı ve akılsız evrensel varlıkların isimleri idi. Herhalde bu «ayet­lerde, ifadesini bulan ve açıklanmak istenen de budur. Bu yaklaşım aynı zamanda Allah'ın, insanı kendisi-için ha­zırladığı hilafet ile de uygun düşmektedir. Çünkü buna göre evrenin bütün ihtiyaçlarını ve alanlarını en güzel şekilde bilmeyi gerektirir.

İyaşî'nin tefsirinde Ehu'l Abbas'tan, Ebu Abdullah Cafer-i Sadık'tan gelen rivayetinde deniyor ki: «imama Cenab-ı Allah'ın; 'Adem'e isimlerin, hepsini öğretti' aye­tini sordum ve O'ııa ne öğretti dedim. Dedi ki: *O'na yer­leri, dağları, vadileri, pınarları öğretti'.»

Taberî Tefsirinde İbn-i Abbas'tan gelen rivayete gö­re, O şöyle demişti: «Yüce Allah Adem'e isimlerin hepsini öğretti. Bu isimler insanların birbirlerini kendisiyle tanı­dığı isimlerdir: İnsan, hayvan, yeryüzü, ova, deniz, dağ, eşek ve buna benzer millet isimleri..»

Bu isimleri, melekleri isimleri ve soyunun isimleri şeklinde yorumlayan ve diğer yaratıkların isimlerini dı-şarda bırakan bir yaklaşım da vardır. Taberi kendi tefsi­rinde 'bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü Yüce Allah «Sonra onları meleklere sundu» buyurmaktadır. Yani bunun­la Adem'e öğrettiği isimlerin kendisini kastetmiştir. Çün­kü Araplar «ha» ve «Mini» harflerinden oluşan «hüm» zamirini ancak insanlar ve melekler için kullanırlar. Hay­vanlar veya diğer yaratıklar söz konusu olduğunda ise, «ha» ve «elif»ten oluşan «hâ» veya «ha» ve «nun»dan olu­şan «hifjinne» zamirleri kullanılır... Yalnız hu yaklaşım, hilafetin karakteri ve yapısı ile bağdaşmaz. Özellikle ayet­ten, halifenin bizzat Adem'in kendisinin >değil, insanlık neslinin temsilcisi oluşuyla halife olduğunu anladığımızda bu yaklaşım hiç de tutarlı olmaz. Daha Önce, halifenin Adem'in salısı olmadığını, insanlık nesli olduğunu belirt­miştik. Bu durumda neslinin ve ıı:eİ2İ:İe:-ln adını bilmek, bu konuda ne ileri ve ne de geri bir adım atmaya yaramaz. Ayette sözü edilen isimleri ifade ederken akıllılar için kullanılan zamirin kullanılmasına gelince, adı geçen tefsirin sahibi de kabul ediyor ki, Araplar bazen akıllılar için kullanılan zamiri, hem akıllılara ve hem de akılsız­lara işaret ettiği durumlarda çoğunluk esasına göre kul­lanırlar. Kur'an-ı Kerim'de bu konuya ilişkin ayette de­niyor ki:

«Allah her canlıyı sudan yarattı. Onlardan kimi sürünerek, kimi iki ayak üstünde yürür. Kimi de dört ayak üzerinde.»[96]

Arapların genel ifade tarzı bizim belirttiğimiz nite­liktedir. Yalnız buna benzer durumlarda çoğunluğu, eğer doğru ise, tercihe şayan olmayan veya fasih olmayan bir ifade olarak değerlendirmeyiz. Çünkü bu az önce verdi­ğimiz ayette Kur'an'da kullanılmış' bir ifade tarzıdır ve bu da onun alışılagelen bir ifade tarzı olduğu imajını ver­mektedir. Herhalde İbn-i Abbas'm —kendisinden aktarı­lan rivayete göre— görüşü de bizim yaklaşımımızı destek­lemektedir. Çünkü, o, daha sonra yaşayan ve bilgileri ri­vayete dayanan çevrelerden daha iyi düzeyde Arap ede­biyatını bilmekteydi. Ayrıca onun bilgisi pratik realiteye ve bizzat işitmeye dayanıyordu.

6 — Tefsircilerin çoğu «ayrıca sizin bütün açığa vur­duklarınızı ve içinizde sakladıklarınızı bilirim» sözünü açıklamaktan çekinmişler, yalnızca «Ve içinizde sakladık­larınızı» sözünü açıklamaya çalışmışlardır. Gizledikleri şeyin ne olduğunu soruşturmuşlar ve bu konuda değişik yaklaşımlarda bulunmuşlardır. Bu yaklaşımlardan birine göre bu gizledikleri şey îblis'iıı içinde sakladığı kibir ve gururdu. Burada onlardan biri hepsinin yerine geçiril­mişti. Çünkü o da onlarla beraberdi. Bir yaklaşıma göre bu saklanan şey onların şu sözüydü: «Allah bizden daha bilgili ve daha değerli bir varlık yaratamaz»... Fakat biz bu her iki yorumun köklü delile dayandığını bilemiyoruz. Aksine —Allah bilir ya— bizim kanaatımıza göre burada mesele diğer pek çok ayetîerdeki gibidir. Nitekim pek çok ayetlerde konunun sonunda verilen Allah'ın sıfatları Kur'an'm her tarafında Allah'ın ululuğunu, büyüklüğünü ortaya koyma ilkesine dayanır. Bu yaklaşımın ışığında de­nebilir ki; Burada Allah'ın gaybı bildiğinden söz edilmesi, bu yeni yaratıkta geniş boyutları ile ortaya çıkan ve ge­niş biçimde açıklanan konuyla uyum sağlayabilir. Çünkü melekler bu yeni yaratığı gerçek mahiyeti ile tanıyabilmiş değillerdir. İşte bu esnada Allah'ın geniş ilmini hatırlat­mak elbetteki etkili olurdu. Allah'ın, insanın açık ve gizli her şeyini kuşattığının hatırlatılması, her yaptığı işte Al­lah'ın kendisini kontrol ettiği bilincinin verilmesi ona bir duyarlılık kazandıracak ve Allah'ın ululuğunu, yüceliğini daha engin biçimde kavramasını ve ona daha sıkı bağ­lanmasını sağlayacaktır... Bu konuda herhangi bir sözü belirleme zarureti olduğuna inanmıyoruz. Çünkü burada problem şahsi realiteden kaynaklanan bir mesele değildir. Önemli olan Yüce Allah'ın sıfatlarının köklü biçimde ve karakterlerine uygun olarak kavratılmasıdır.

7— Bu apaçık ayetler karşısında insan ilahi fazilet ve keremi sembolize eden bu diyalog ile kendi derece­sini ve düzeyini ve boynuna geçirilen sorumluluk duygu­sunu somut bir şekilde görmek isteyebilir.

Bu görme ve gözlemin temelde şu ilkeye dayanması gerekir. İnsanın Allah tarafından bağışlanan özellikleri, kendisi ile üstünlük taşlanacak bir onur, şeref aracı de­ğildir. Aksine bu Özellikler onun taşıdığı sorumluluk için kendisine verilmiştir. Bu sorumluluğu hakkı ile yerine getirmek onu yaygınlaştırmak ve onü Allah tarafından belirlenen ilkelere oturtmak için verilmiştir. İnsan ancak bu özellikleriyle yaradılışının amacına varabilir ve ken­disine  gösterilen hedefleri  gerçekleştirebilir.

Bu açıklamanın ışığında diyebiliriz ki, Allah'ın in­sana verdiği güç ve enerjiler ona emanet edilmiştir. Bu güç ve enerjileri etkisiz bırakmak ve dondurmak yetki­sine sahip değildir. Onları hayata yeni bir şey kazandır­mayan ve onu bir adım daha ileri götürmeyen boş şeyler­le uğraştıramaz. Aksine tüm bu yeteneklerini ve enerjisi­ni, etrafındaki hayatı istenen hedefe yöneltmek için har-camalıdır. İşte bu anlayışlar insanı bireysel ve kişisel duy­guların tutsağı olmaktan kurtarır. Artık insan yalnız ken­dini düşünen bir yaratık değildir: Çünkü o başkalarının varlığını da bilmekte ve duymaktadır. Sonra o insanlığa karşı sorumluluğunu idrak etmiş ve onları sapıklık ve yok oluştan kurtarma görevinin bilincine varmıştır. Artık onun için yalnız kendini düşünmek, düşüncesinde ve ey­leminde yalnız kendisine tapınmak ve diğer her şeyden uzaklaşmak alçaklığına yuvarlanamaz.

İnsanın, Allah'ın halifesi olduğu bilincine varması her-gün insanın hayatını yenileyen bir bilinçtir. O kendisine verilen bütün yetenekleri, gücü ve enerjiyi hergün ye­nilemek ve onları doğru yola çağırmak için, pratik eylem­lere dönüşmek amacıyla etkili, daha büyük güçlere dö­nüştürme çabası ve gayretindedir.

Allah yolunda çalışanların görevi de budur. Onlar insanın gönlünde ruhi bir eğitimin yöntemleri gibi git­tikçe derinleşmelidirler ki, hayatın her alanında sürekli faaliyet gösteren ve her sabah yeni bir enerjiyle, yeni bir ' sorumlulukla Allah'ın nuruyla aydınlanan geniş ufuklara açılmak için ortaya çıkan fonksiyonlar müslüman şahsiye­ti yetiştirmede sürekli mücadele edebilsinler.

Herhalde insanın her türlü zaaf duygularından ve dı­şından kendisine empoze edilen dış baskılardan tamamen uzak bir ortamda özgürlüğünün bilincine varması, özgür­lük bilincini en geniş boyutlarda idrak etmesi de budur. Çünkü insan bu bilinçle korkunç ve sürekli bir güce ka­vuşmakta, bu bilinci ile kainattaki her şeyin yaratıcısı olan Allah tarafından kendisine bağışlanan Önemli göre­vini yerine getirmek amacıyla bütün dünyaya egemen ol­ması gerektiğini anlamaktadır. Çünkü o Allah'tan des­tek almaktadır. Allah ise evrendeki her şeyin yaratıcısı olması nedeniyle evrendeki bütün kuvvetlerin yaratıcısı­dır... Öyleyse, görevini yerine getirmede azgın kuvvetiy­le insanlığını yok edecek herhangi bir güçten sözedilemez. Aksine o içindeki potansiyel gücü ile bütün dış güçlere karşı hakimiyet sağlayacak biricik kuvvetin sembolüdür. [97]

 

9) İBLİS BAŞKALDIRDIĞINDA

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...

«Hani biz meleklere Adem'e secde ediniz dedik de hemen secde ettiler, yalnız İblis reddetti. Kendini büyük gördü ve ka­firlerden oldu.»[98]

Bu, Yüce Allah'ın yeni olarak yarattığı insanı onur­landırmak, değerini ve üstünlüğünü ortaya" çıkarmak iste­diği ikinci durumdur. Bu nedenle meleklerin ona saygı, hürmet ve selamlama niyeti ile secde etmelerini istemiş­tir. İblis de bu sırada meleklerin arasında bulunuyordu. Ayet-i kerime'nin ifadesinden anlaşıldığına göre melek­lerden olmamasına rağmen o da Adem'e secde etmekle emredilmişti.

Melekler onurlandırılmış kullar olduklarından, Allah' tan Önce söz söyleyemediklerinden ve O'nun emrine göre hareket ettiklerinden bu ilahi emre boyun eğdiler. Her­hangi bir uyumsuzluk çıkarmadılar.. İblis'e gelince onun durumu başkaydı. Çünkü o, Allah'ın emirleri ve yasaklan karşısında bu manevi atmosferde yaşamıyordu. O, mese­leye kendi benliği ve kişisel görüşleri açısından bakıyor­du. Eğer emir ve yasaklar bunlara uygun olursa kabul ediyordu. Uygun düşmediğinde... Adem'e secde etmesi kişisel gururuna ve üstünlük taslamasına aykırı düştüğün­de, bu yeni yaratığa boyun eğmesi onun ırkî duygularına ters düştüğünde durum değişti. Pek çok Kur'an ayetinin belirttiği gibi, kıssasını geniş "biçimde ele aldığı gibi onun karşı çıkışı, red edişi, büyüklük taslayışı, itaate yanaşma-yışı hep ırk temeline dayanıyordu. [99]

 

İblis Küfre Girdi

 

Allah'ı doğrudan inkar etmeyen, ancak Allah'a karşı gelmeleri ile hayatlarının tamamını, küfrün bir tezahürü ve sonuçları haline getiren, böylece küfrün özünü hayat­larına esas alanlar gibi kafir oîdu. Kur'an'm pek çok aye­tinde amelî/uygulamaya dayalı küfür, aynı akide planın­daki küfür gibi lanetlenmiştir. Çünkü bunların her ikisi de normal sonuçları açısından aynı kapıya çıkar. Bu sonuç da Allah'a karşı gelme ve Allah'ın hayat için belirlediği doğru çizgiden uzaklaşmadır. İman ile iyi işleri birbirine bağlayan ayetlerden anlaşılıyor ki, küfrün tehlikesi Al­lah'ı, Elçilerini ve Ahiret gününü inkar etmekten çok, Al­lah'a ibadetten uzaklaşma ve Allah'ın belirlediği yasalara hukuka göre insanın hayatını düzenlemekten kaçınmada gözlenmektedir. İşte İbîis'i küfre sokan da bu harekettir. Bazı tefsirciler bu konuda bilimsel tenkid karşısında tu­tarlı olmayan başka yaklaşımlara başvurmuşlardır. Nite­kim. Tabersî'nin Mecma'ul Beyan'mda deniyor ki:

«Ve kafirlerden oldu...» sözüne gelince, bir yaklaşıma göre, tamamen kafir oîdu demektir. Bu yaklaşım bizim de görüşümüze uymaktadır. Başka bir yaklaşıma göre, Al­lah'ın  ilminde  kafirlerden  oldu.  Diğer  bir  görüşe  göre, «Boğulanlardan oldu...»[100] ayetinde olduğu gibi «kafir oldu» demektir. Bazı bilginler bu ayetten hareketle amel­lerin, imgndan olduğuna ileri sürmüşlerdir. Bunlar diyor­lar ki: «Eğer böyle olmasaydı, İblis Allah'a karşı gelme­sine rağmeaı Yüce Allah'ı tanıdığından mü'min olurdu.» Bu yaklaşım doğru değildir. Çünkü İblis'in kafir olduğu icms ile sabittir. Öyleyse onun asla imanı yoktur. Nite­kim puta secde eden birini gördüğümüzde onun kafir ol­duğunu biliriz. İsterse, bizzat secde küfür olmasın...» Mecma'm yazarı devam ediyor: Eğer denilse ki: Şimdi secdeyi terk eden kafir olmadığı halde neden Allah onun kafir olduğu-na hükmetti. Cevap olarak deriz kî: Çünkü secde etmemesi ile beraber başka şeyler de vardı. Onun secde etmemesine, AUaJı'ın çirkin bir işi emrettiğine inan­ması ve Allah'ın bu secdeyi emretmesinde bir hikmet ara­maması yol açmıştı. Sonra o ,büyüklük tasladığından ve Allah'ın, emrini red ettiğinden secde etmemişti. Şimdi de bu tür nedenlerle secdeyi red edeaüer kafir olur. Ayrıca o, Allah'ın elçisini hafife almış ve küçümsemişti. Bu ise ancak küfre inanan birisinin yapacağı iştir...

Yalnız biz bu konuda bu ve benzeri ayetlerin, karşı koyusun nedeni olarak tek bir şeyi gösterdiği kanısındayız. Bu da İblis'in, Adem'e karşı ırk temeline dayalı olarak üs­tünlük taslamasının doğal bir sonucudur. Yüce Allah İb­listen şunları naklediyor:

«.Ben O'ndan daha üstünüm. Beni ateşten yarattın. O'nu ise çamurdan yarattın.-»[101]

Yine buyuruyor ki:

«Şu benden üstün yaptığını gördün mü? Andoîsun eğer be­ni kıyamet gününe kadar ertelersen O'nun neslim pek azı hariç kökünden koparıp sürükleyeceğim, dedi»[102]

İşte bu yaklaşım onun temel düşüncesini oluşturmak­tadır. Bu ise dar kapsamlı bir günah değildir. Sadece Adem'in şahsı ile de ilgili kalmamaktadır. Düşünce ve ey­lem planında, akidenin her alanında Adem'in tüm neslini aldatmaya dönüşen bir eylemdir bu. Bu yaklaşımın ışığı altında denebilir ki: Burada bu karşı gelişi, küfrün ter­minolojik anlamı çerçevesine sokmak için zoraki yorum­lara gerek yoktur. Yoksa insanların pek çok eylemlerini, hareketlerini, hatalarını küfürle damgalamak mümkün olacaktır.

Bu tür konuşmaların akide ve amel alanında pratik bir etkisi olmayacaktır. Çünkü bu yaratık, insanoğluna Allah'tan ve Allah'ın şeriatından sapma ve uzaklaşma yol­larını güzel göstermekle küfrün ve fasıkhğm sembolü ha­line gelmiştir. Yalnız burada özetle açıklayıcı bir düşün­ceye varmak istiyoruz. Şöyle ki: Kur'an-ı Kerim'de kü­für kavramı, akide ile sınırlı bulunan gerçek anlamının yanısıra ,eylem planında gerçekleşen mecazi anlamında da kullanılmıştır. Herhalde bu ayet bizim kanaatimize göre küfrün ikinci anlamını destekler niteliktedir. Allah her şeyin daha iyisini bilir. [103]

 

Îblis'in Dramı Ve Temelsizliği

 

-Bazı filozoflar, İblis'e, imanı konusunda dramatik bir fonksiyon yüklemek istemişler ve onu tevhidinde samimi bir muvahhid, imanında engin bir mü'min şeklinde tasvir etmeye çalışmışlardır. Onlara göre İblis, yalnız Allah'a ibadet etmek konusundaki titizliği nedeniyle Adem'e sec­de, etmemiştir. Secdede Allah'a hiç kimseyi ortak kabul etmemiştir. İsterse bu ortaklık emri Allah'tan gelmiş ol­sun. Bu nedenle o, Allah'ı samimi olarak sevdiğinden ve ona imanından dolayı Allah'ın azabına uğramayı bile ka­bul etmiştir, demektedirler. Fakat filozofların bu yakla­şımları dini ve mantıkî yönden sağlıklı bir temele dayan­mamaktadır. Çünkü:

1 — İblis düşüncesi, canlı bir varlık olarak insanın gözlemlerine boyun eğmez ki onun deney alanına girsin ve deneyimlerimiz sonucu olayın detaylarına ilişkin de­ğerlendirmelerde bulunup birtakım görüşler ileri sürebi­lelim. Tanı tersine bu düşünce Allah'ın bize öğrettiği gaybten, peygamberlerine bildirdiği ve dolaylı olarak bi­ze ulaştırdığı gaybî konulardandır. Dolayısıyla biz bu ola­yın boyutlarım ve detaylarını ancak Allah'ın gönderdi­ği semavi kitaplardan öğrenebiliriz. Biraz önce ele aldığı­mız ayet-i kerime'de gördük ki, İblis'in Adem'e secde et­meye yanaşmamasmm nedeni Tevhid ve Allah sevgisin­den değil üstünlük t asi amasından dır. İleride Kur'an-ı Ke-rim'in İblis'ten söz eden ayetlerinde İblis'in kişiliğini de tanıyacağız ki o kindar bir kişiliğe sahiptir. Bu kinini din­dirmek, benliğini hürüyen bu kıskançlığını tatmin etmek amacıyla hiçbir kötülükten kaçınmamakta, kin beslediği şahsiyetin yanısıra onun nesline de düşmanlığını sürdür­mektedir. Bu nedenle o gönlündeki bu kötü niyeti gerçek­leştirmek amacıyla Allah'tan uzun bir ömür dilemektedir... Madem ki Kur'an İblis'i bize bu şekilde tanıtmaktadır, öyle ise biz ona muvahhid sıfatını nereden verebiliriz?  kendini Allah'ın yoluna adıyan bir muvahhid olduğunu, sevgisinin ve imanının netliğini korumak için canı­nı ateşe atacak kadar samimi olduğunu hangi bilgiye da­yanarak iddia edebiliriz?

Biz "böyle bir düşünceyi ancak ütopya peşinde koşan şairlerin gönüllerinde ve düşüncelerinde yaşayan bir ha­yal olarak görebiliriz. Onlar suç ve günah işleyen insan­lara destek çıkmakta, onların duygularını dramatik ifa­delerle dile getirerek suçun nedenlerini ve kötü sonuçla­rını unutturacak bir üslubla tasvir etmektedirler. Suçun neden olduğu kötülüklerin insanlara ve ülkelere getirdiği zararlardan hiç söz etmemektedirler. Nitekim bugün bazı hukukçular basit duygusal yaklaşımlarla katilin kısas il­kesine göre öldürülmesini reddetmekte ve insan hayatın­daki sağlıklı kanun koyma çizgisine aykırı hareket etmek­tedirler.

Ehl-i Beyt imamlarından aktarılan bazı hadislerde bu tablonun detaylarına ilişkin birtakım açıklamalar bulabi­liyoruz. Fakat onlar olayı başka açıdan ele almaktadırlar.

el-Bihar'm Kasas-il Enbiya kitabında İmam Cafer-i Sadık'tan şöyle bir rivayet aktarılmaktadır: «İblis Adem'e secde etmekle emrolunduğunda dedi ki: Allah'ım! Eğer Sen beni bu secdeden muaf tutarsan, şu ana kadar kim­senin sana bir benzerini yapmadığı şekilde ibadet edeceği­me şerefim üzerine yemin ederim. Yüce Allah buyurdu ki: Ben, dilediğim şekilde, emrettiğim gibi itaat edilmeyi severim.»[104]

Biz bu hadiste, az önce aktardığımız görüşün bazı bo­yutlarını görebiliriz. Fakat bu hadisin bakış açısı ile di­ğerlerinin bakış açısı bir değildir. Burada İblis'in kendi üstünlüğünü tatmin etmek için başvurduğu basit bir gîrisime yer verilmektedir. O Adem'e secde etmemek için yollar aramaktadır. Allah'ın kendisini bu secdeden muaf tutması için hiç kimsenin bir benzerini yapmadığı ibadeti Allah'a taviz olarak vermektedir. Fakat Allah'ın cevabı meseleyi sağlıklı konumuna sokmaktadır. Çünkü Allah'a ibadet meselesi insanın belli birtakım şekli amelleri ile sınırlandırılamaz. Aksine ibadet Allah'ın her dilediğine kesin boyun eğişi, O'nun istediğine tam bir bağlanışı ifa­de eder. Burada duygusal etkenlere ve kişisel arzulara asla yer yoktur. Bunun en açık görünümü de insanın Al­lah'ın iradesi önünde her türlü kişisel duygularından sıy­rılması ve onları bastırmasıdır.

2 — Secde meselesi herhangi bir şekilde Adem'e iba­det etmeyi ifade etmez ki Allah'a iman ve O'na ibadette ' Tevhid ilkesine aykırı düşsün. Yüce Allah kendisine or­tak koşmayı bağışlanmaz bir günah olarak gösterdikten sonra nasıl olur da kullarına kendisine şirk koşmayı em­redebilir. Bu secde olayı bir taraftan selam, ve saygıyı ifade etmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Yüce Allah' m bildirdiğine göre Yaluıp ve ailesi oğlu Yusuf'la karşı­laştığında ona secde etmişlerdi:

«Ana ve babasını tahtın üstüne çıkardı ve hepsi O'nun için secdeye kapandılar. Yusuf; babacığım dedi, işte bu -önceden gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi ve. bana iyilik yaptı...».[105]

Bu secde, öbür taraftan, Allah'ın emrine itaat etmek, O'nun yüceliğinin bir görünümü olarak O'nun yarattıkla­rına saygı  göstermek,  Allah'a itaatin kendisi  olduğunu göstermektedir. Bu yaklaşım konuya ilişkin ana ilkedir. İnsanın herhangi bir eylemini bir kişiye ibadet olarak saymak, eylemi gerçekleştirenin amaçladığı niyete göre değerlendirilir. Eğer bu secide bir insana veya puta bo­yun eğiş amacıyla yapılıyorsa, bu onlara ibadet sayılır. Eğer bu ibadetten amaç yalnız Allah'a boyun eğiş ve Al­lah'ın emrine bağlılık ise Allah'a ibadet olur, isterse her­hangi bir insana veya başka şeye yönelimniş olsun. İşte bu anlayışla Kabe'deki Hacer-i Esved-i/Siyahtaşı öpmek ona ibadet sayılmaz. Çünkü bu eylemin amacı, sırf onu ululamak değildir. Aksine Allah'ın, kutsamanın bir sembo­lü olarak saydığı ve ibadetin bir işareti olarak kabul et­tiği ilahi bir emri yerine getirmek anlamına gelir. Bu, Al­lah'ın bizim için belirlediği ibadet şekiller/indendir. Bun­lar ibadetin işaretleri sayılır. Biz onları değiştirme yetki­sine sahip değiliz. Onlar her ne kadar farklılık gösterse de yalnız Allah'a yöneliktir. Nitekim Ehl-i Beyt imamla­rından aktarılan bazı hadislerde bu anlam vurgulanmış bulunmaktadır.

Tuhafûl Ukûl kitabında İmam-ı Sadıktan aktarılan bir rivayete göre O şöyle demiştir: «Meleklerin Adem'e secde edişi Adem'e itaat ve Adem'e sevgilerinin bir teza­hürü olarak gerçekleşmişti.»[106]

Kasas-ül Enbiya'da Ebu Busayır'dan gelen rivayette deniliyor ki: «Ben Eîm Abdullah Cafer-i Sadık'a dedim ki: Melekler secde edip alnılaraıı yere koydular mı? İmara, evet dedi.. Yüce Allah'a saygılarından...»[107]

Hz. Ali'nin yahudilerle tartışmasını aktaran hadiste deniliyor ki: «Meleklerin O'na secde edişleri itaat secdesi değildi. Onlar Allah'ın dışında Adem'e ibadet amacıyla secde etmediler. Onların tüm yaptıkları Adem'in üstünlü­ğünü kabul etmek ve O'na şefkatlerini dile getirmekti.»[108]

 

10) İLK GÜNAH... ÖRNEK BİR DERS

 

Rahman, ve Rahim olan Allah'ın adıyla...

«Dedik ki: Ey Adem, sen ve eşin Cennet'e yerleşiniz, ora­nın yiyeceklerinden istediğinizi bol bol yiyiniz, Fakat şu ağaca yaklaşmayınız- Yoksa zalimlerden olursunuz.

Fakat şeytan onların ayaklarım oradan kaydırarak, kendi­lerini içinde bulundukları nimet yurdundan çıkardı. Biz de de­dik ki; Birbirinize düşman olarak oradan aşağı inin. Yeryüzü be­lirli bir süreye kadar size barınak ve geçim yeri olacaktır.

Derken Adem, Rabbinden bir takım kelimeler belleyerek aldı da Rabbi O'nu affetti. Hiç şüphesiz Ö, tövbelerin kabul edicisidİr ve merhametlidir.

Dedik ki: Hepiniz oradan aşağı inin tarafımdan size bir yol 1 gösterici geldiğinde kim benim hidayetime uyarsa onlar için korku yoktur, ve onlar artık hiç üzülmezler. Kafir olup ayetle­rimizi yalanlayanlar ise orada ebedi olarak kalıcı olmak üzere cehennemliktirler.»[109]

Bu bolüm Kur'an-ı Kerim'in, yaradılışın başlangıcın­dan, insanın fonksiyonu ve değerinden sözettiği son bö­lümüdür. Yüce Allah'ın insanın değerini, .üstünlüğünü ve önemini ortaya koymak için aktardığı diyalogun son bö­lümüdür. Önce Allah ile melekler, sonra da melekler ile Adem arasında gerçekleşen bu diyalog sayesinde melekler, Allah'ın meydan okuyuşu karşısında bilgisizliklerini öğ­renmişler ve Adem, onların öğreticisi konumuna gelmiş­tir. Bu diyalog ile Yüce Allah meleklere insanı neden ya­rattığını açıklamıştır ki insanın varlığına ve hilafetine ilişkin olumsuzlukların onun gerçekten önemli olan müs-bet taraflarına gölge düşüremeyeceğini öğrensinler. Çün­kü insanın karakteri ve yapısı yeryüzünde Allah adına halifelik yapmaya gerçekten müsaittir. Ve o, kişiliği ile bu göreve ehliyetlidir. İkinci bölümde İse insanın kutsan­ma sembolünden sözedilmiştir. Yüce Allah'ın meleklere Adem'e secde etmelerini istediği dile getirilmiştir. Halbu­ki melekler maneviyat ve Allah'a yakınlık açısından zir­veyi temsil etmektedir. İblis, üstünlük taslamasının ve gu­rurunun bir ifadesi olarak O'na secde etmeyince Allah kendisini cezalandırmış ve rahmetinden uzaklaştırmıştır. Bu bölümde ise Kur'an-1 Kerim insanın ilk sorumlu­luğunu tasvir etmektedir. Onun karakterinden kaynakla­nan bazı duygulara, zaman zaman nasıl aldandığma, al-danacağma işaret edilmiş ve deney karşısındaki mağlubi­yeti dile getirilmiştir. İblis'in onun bu duygularını sö-mürerek kendisini oyunlarla, tuzaklarla nasıl doğru çizgi­den saptırdığına değinilmiştir... Biz tefsirin bu halkasın­da ayeti kıssanın tabiatında ve normal şeklinde ele almak istiyoruz. Daha sonra bu ayetlerin detaylarına inecek ve bununla ilgili düşüncelere değineceğiz. [110]

 

İnsanın İlk Deneyimi

 

Yüce Allah Adem ve Havva'ya her şeyi helal kılmış ve onları cennete yerleştirmişti. Hiçbir smır ve yasak koymadan oradaki nimetlerden yararlanmalarını söylemişti. Cennet' meyvelerinin hepsinden istedikleri kadar yararla­nabiliyorlardı. Ve ayetlerin işaretlerinden anlaşıldığına göre Allah, cennette kalmalarının tek şartı olarak bir tek ağaçtan yararlanmamalarını istemişti. Biz burada detay­lara inip bu ağacın türünü belirlemeye, bazılarının ileri sürdüğü gibi onu elma ağacı, buğday veya manevi bir ağaç olarak yorumlamaya girmek istemiyoruz. Bu ağacın iyiyi ve kötüyü belirleme imkanı veren bilgi ağacı olduğunu söylemek de detaylara ilişkin bir yorumdur,. Çünkü bu tür sınırlamalar ve belirlemeler konunun karakterini de­ğiştirmez. Ayrıca bize hiçbir yararı da yoktur.

Bu onların varlık alemindeki ilk deneyimleri idi. De­neyimin yapışma uygun olarak da basit ve rahat bir de­neyimdi. Şeytan ise onları sürekli olarak gözetliyordu. İn­sanın sahip olduğu düşüncenin güç kazanması, ancak çe­şitli meydan okuyuşlarla karşılaşmaya ve acı deneyimler­den geçmeye bağlıydı. İnsan, ancak bu deneyimlerle, ha­yatın tek bir şekilde değil, değişik biçim ve şekillerde ol­duğunu anlayabilirdi. Bu yeni yaratılan iki varlığın al­datma, yalan, hile, tuzak ve oyuna gelme gibi bir şeyden, haberleri yoktu. Bu konuda bir deneyimleri olmamıştı. Her şeye saf, basit bir şekilde bakıyorlardı. Bütün söz­leri rahatlıkla kabul edebiliyorlardı. Çünkü onlar gibi ala-İade ve tertemiz, şahsiyetlerin karakteri, söylenen sözleri doğru olarak kabul etmekten ibaretti.

Şeytanın harekete geçmesi, kin, kıskançlık ve düş­manlığından ileri geliyordu. Öğüt veren melek kılığıyla onların yanma gitti. Onlara şunları söylemek için: Sizin bu ağaçtan yeme yasağına uymanız gerekmez. Aksine siz bu ağaçtan yemekle sonsuz bir zevke kavuşacak ve me­leklerle beraber olacaksınız... Bu sözler, onların gönlünde etki bırakıyordu. Çünkü öğüt ve iyi niyetle kamufle edilmişti. Onlar, niyetlerde aldatma, yöntemlerde iki yüz­lülük olabileceğini düşünememişlerdi. Onların tüm gördük­leri arı-duru ve tertemiz bir şekilde'hayata1 bakmak ve bunu gerçeğin ta kendisi olarak kabul etmekti. Bu işin Allah'a karşı geliş, O'nun iradesine isyan olacağını düşün­meden, şeytanın sözlerine bilinçsizce teslim oldular. Çün­kü şeytanın kullandığı yöntemlerde büyü tesiri vardı. Onlar tamamen büyülenmişlerdi. Sanki onlar ruhlar ale­minde, rüyada gibi yaşıyorlardı. Hayatın realitesinden, pratik gerçeklerinden uzaklaşmış zevke boğulmuşlardı.

Ve birinci deneyim karşısında mağlub düştüler. İblis ise insana ilk meydan okuyuşunda başarıya ulaştı. Onu zirvelerden aşağıya yuvarlattı, makamından düşürdü. Ta ki Allah'a karşı geliş eyleminde tek basma kalmasın. Şim­di o böbürleniyor ve keyifleniyordu. Çünkü Allah'ın onur­landırdığı yaratığın değerini düşürmeye, onu Allah'a kar­şı suç işlemeye teşvik etmiş ve onun Allah tarafından ce­zalandırılmasını başarmıştı... Nihayet Allah'ın emri onla­rın üçüne birden geldi... Adem'e Havva'ya ve İblis'e... Hepsinin toptan cennetten kovuluş emri... Artık onlar Al­lah'ın dilediği kadar yeryüzünde yaşayacaklar, Allah'ın yeryüzünde kendilerine hazırladığı çeşitli nimetlerden ve zevklerden yararlanacaklardı. Artık iki grubun arası açıl­mıştı. İnsan grubu ile şeytan grubu... Burada insanın da bilincine vardığı bir düşmanlık ruhu hakimdi. İnsan artık şeytanın kendisine doğru söylemeyeceğini, onunla samimi olmayacağını öğrenmişti. Çünkü şeytanın görevi insanı aldatmak, saptırmak ve Allah'ın emrinden uzaklaştırmak­tı: Bu nedenle yeryüzündeki yeni hayat, mücadelenin baş­langıcı sayılıyordu.

Yüce Allah, İblis'in, bu başarısının meyvelerini toplamasına fırsat vermedi. Adem'e vahiy ile bu hatasından dönebileceğini bildirdi ve O'na ideal olan yolu gösterdi. Ta ki bu şekilde dara düştüğünde, Allah île ilişkiye geç­mek istediğinde dönüş ve tevbe eylemiyle tekrar eski konumuna gelebilsin ve Allah ile ilişkilerinde bu vahiy esas olsun. Adem de Allah'ın bu iltifatına ve İlitfuna ya­pıştı. Allah'a dönüş yapıp önceki yoluna girdi. Allah'ın bağışı, rahmeti ve rızası ile Allah'ın himayesinde yoluna devam etmeye başladı. Böylece yeniden Allah adına hila­fet görevini üstlendi. Rabuinın huzuruna dönüş yapan bir kul olarak şefkatli, bağışlayıcı Rabbma yöneldi. Cennet­ten kovuluş eylemi Allah'ın emirlerinden sapmanın bir cezası değildi. Hatta "bundan amaç Allah'ın rahmetinden uzaklaşma ve ırak düşme de değildi. Aksine yeni bir pla­nın gereğiydi. İnsan artık Allah'ın kılavuzluğu temeline dayalı olarak yoluna devam edecekti Allah'ın ris al etinden öğrendiği direktiflere göre hareket edecekti. Yeryüzünde Allah adına yerine getirdiği hilafetin gereği olarak bu di­rektiflere bağlılık gösterecekti.

Artık cennet insanın hayattaki pratik eylemlerinde büyük bir hedef haline geldi. İlk günah nasıl onun cen­netten sürülmesine neden olduysa, Allah'a itaat da tek­rar oraya girmesine katkıda bulunacaktı. Çünkü cennetin kıymeti, Allah'ın rızasını, lütfunu ve rahmetini sembolize etmesinde gizli idi. Bu da günahkarların ondan uzaklaş­tırıldığını, itaat edenlerin ise ona yakın olduğunu ifade eder... İşte bu ayet-i kerimelerden anlaşılması gereken ana tema budur... Şimdi elimizde fikir ve eylem planında üzerinde durulması gereken, tetkik edilip değerlendirilme­si gereken birkaç nokta kalmaktadır. Sırası ile onlara da değinelim. [111]

 

Hz. Adem'in Hatası ve Bunun Peygamberlerin İsmetiyle İlgisi

 

Kıır'an'ın bazı ayetlerinden anladığımıza göre Hz. Adem bir peygamberdi.

«Allah Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran çilesini seçip alemlere üstün kıldı.»[112]

İmamiye mezhebinin çoğu alimleri, peygamberlerin peygamberlikten Önce de sonra da masum olduğu görü­şündedir. Peki biz bu durumda, bu görüşle Adem ve eşi­nin cennette Allah'ın emirlerine karşı geldiklerini bildi­ren ayetleri nasıl bağdaştırabiîeceğiz? Onlar bu soruya şu cevabı verirler: Günah'm iki sahası vardır. Birincisi, hukuki ve kanuni sahadır. Allah, yasa koyucu ve otorite sahibi olması hasebiyle kendisinden gelen emirlere karşı duranları Ahiret cezasıyla veya dünyadaki cezalandırma­larla tehdit eder. İkincisi, günahın irşadı sahasıdır. Bu­rada ise, Allah'ın emir ve yasaklarına karşı gelenleri bir öğütçü ve irşatçı olarak uyarmak sözkonusudur. Yani in­sanlara yararlı olan şeyler gösterilir, fakat kanuni açıdan, bu ilkeye bağlı olarak yürümeleri zorunlu kılınmaz. Al­lah'ın bu alanla ilgili emir ve yasakları bir doktorun emir ve yasakları gibidir. İnsan bu yasakları çiğnediğinde, bu emirleri yerine getirmediğinde, sakındırılan kişi zarara uğrar. Ya da elde etmesi istenen menfaatim elden kaçı­rır. Birinci saha ile ilgili yasaklara «mevlevî yasaklar» adı verilir. İkinci saha ile ilgili yasaklar ise «irşadı yasaMar» adını alır. Bu alimlere göre günahın ikinci kısımla ilgili olana ismet sıfatı ile çelişmez. Çünkü peygamber bu du­rumda Allah'ın gazabını gerektirecek bir isyanda bulun­mamıştır. Yalnız kendisine kötülük yapmış, Allah'ın na­sihat ve irşadını uygulamamıştır... Bizim de ayetten an­ladığımız budur. Çünkü açıkça görülüyor ki buradaki ya­sak irşadı bir yasaktır. Zira bu emre aykırı davranıldığm-da nimeti temsil eden cennet kaybedilmiş, fakat yasağı çiğneyen, Allah'ın azabına çarptırılmamıştır. Biz bu görüşü destekleyen bazı ipuçlarını bu ayette ve başka ayetlerde görebiliriz. Çünkü burada yasak, onların cennetteki tüm nimetlerden yararlanmalarım serbest bırakan, orada is­tedikleri gibi hareket etmelerini öngören mutlak özgürlük­ten sonra gelmektedir. Bu da yasağın bir öğüt niteliğinde olduğuna işaret edebilir. Bu yaklaşımı şu ayet-i kerime' de de görmek mümkündür:

«Dedik ki, ey Adem, bu senin ve eşinin düşmanıdır. Sekin sizi cennetten çıkarmasın, sonra kötülerden olursunuz.. Şimdi burada acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın ve sen burada su-samayacaksın. Kuşluk vaktinin sıcaklığından da etkilenmeye­ceksin. »[113]

Burada biz, cesaretlendirme türlerinden biri olarak, cennet nimetlerinin teşvik edildiğini ve bunun ilahi direk­tiflerle uyum sağladığını görüyoruz. Burada hukuki ve ka­nuni herhangi bir zorunluluk sözkonusu değildir. Burada mesele cezalandırma veya cezalandırmama değildir. Sa­dece cennette kalma veya kalmama sözkonusudur. Dola-yısı ile işlenen hatanın ismet düşüncesiyle yakından veya uzaktan herhangi bir çelişkisi bulunduğundan söz edile­mez.

Şöyle de denilebilir: Kur'an-ı Kerim'in pek çok açık anlamı bu düşünceyi desteklememektedir. Nitekim Yüce Allah buyuruyor ki:

«Âdem Rabbine karşı geldi ve yolunu şaşırdı.»[114]

«Derken Adem, Rabbinden bir takım kelimeler belleyerek aldı da Rabbi onu bağışladı. Hiç şüphesiz O îevbelerin kabul eâicİsidir. Ve merhametli olandır.» [115]

«Ey Rabbimiz biz kendimize zulmettik eğer bizi bağışlamaz ve acımazsan...»[116]

«Fakat şu ağaca yanaşmayınız, yoksa zalimlerden olursu­nuz.»[117]

Biz, günahın itaatin karşıtı olduğunu, sapıklığın da doğruluğun zıddı olduğunu biliyoruz. Tevbeniıı de ancak günah işlendiğinde sözkomısu olacağı bir gerçektir. İnsa­nın kendisini zalim diye nitelendirmesi de ancak Allah'a isyan etmesiyle açıklanabilir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bu tür ifadeler çoktur.

Bunlara-cevap olarak deriz ki masiyet/günah kavra­mı, sadece ceza gerektiren kanuni saha için kullanılmaz. Bu kavramı doktorun emirlerine karşı gelme türündeki ifadeler için de kullanabiliriz. Nitekim, ben doktorun em­rine karşı geldim sözü Arap literatüründe «isyan» masdarıyla ifade edilir. Yolunu şaşırmak ise, ifade edildiği gibi, doğru hareket etmenin zıddıdır. Yalnız, doğru hareket ba­zen insanın dünya ile ilgili veya şahsıyla ilgili menfaat­lerine yönelik olabilir. Hatta ahiretin yararı ile ilgili de ola­bilir... Tevbe kavramı da böyledir. Bu kavram hatadan dönüşü ifade eder. Bu hata dünya ile ilgili olabileceği gi­bi ahiretle de ilgili olabilir. Nitekim bazen falan adam zararlı işten tevbe etti denilebilmektedir. Halbuki o iş bu adama haram değildir.

«Zulüm» kavramına gelince, insan bazen kişisel ra­hatı sağlayabilecek güzel fırsatları kaçırmakla kendisine zulmetmiş olabilir. Kendini ahiret azabına çarptırmak da zulüm diye nitelendirilir. Fakat Allah'ın mağfiretini ve merhametini dilenmek, Allah'a karşı bir kötülük yaptığı düşüncesinden hareketle gerçekleşebilir. İnsan Allah'ın öğütlerine bağlanmamakla, yaratıcının kulluk hakkına ay­kırı davranmakla kendisini suçlayarak mağfiret taleb ede­bilir... İşte Hz. Adem'in ismeti konusunda ileri sürülen görüşler bunlardır. Başka bir açıdan bakılarak şöyle de denilebilir: Cennet nimet yurdudur. Yükümlülük ve so­rumluluk yurdu değildir. Buna cevaben şöyle denebilir: Bu tür nitelikler dünyadan sonraki vasıflardır. Bu nite­liklerin, yere inilmeden önce de var olup olmadığını ke­sin bilemeyiz. Bazıları da meseleye üçüncü bir açıdan yak­laşarak diyebilirler ki: Peygamberlikten önce bir peygam­berin herhangi bir günah işlemesinde bir sakınca yoktur. Özellikle onların makamlarına gölge düşürmeyen küçük günahları işlemelerinde. Zira bu tür küçük günahlar on­ların hayat hikayesinde bir utanç damgası niteliği taşı­maz. Onların peygamberlik atmosferi ile bağdaşmayan bü­yük günahlar hariç, diğer günahları işleyebilirler.

Bazıları Adem kıssasında Peygamberliğin oturaklı nitelikleri ile bağdaşmayan bir hava bulunduğunu ileri sü­rerek, ismet meselesini normal peygamberliğin sıfatların­dan biri olarak görmeye çalışmışlardır. Hz. Adem'e gelin­ce o normal bir peygamber değildi. Çünkü varlıkta insan­lığın ilk halkasını oluşturuyordu. Bu evrende yaşayacak olan insanların ilk temsilcisi idi. Ve insani sıfatları ile Al­lah'ın yeryüzündeki halifesi idi. O'nun canlı bir deneyim sahibi olması gerekiyordu. Birtakım aldatmalarla karşılaş-malıydı ki basit düşünceden kurtulsun. Bütün evrenin öğüt ve ilişkilerinde saf ve dosdoğru "bir bilinç ile hareket ettiğini sanmasın. Zira böyle bir basitlik, O'riu, aldanma­nın ve düşmanlığın pençesine düşürebilirdi. Çünkü O he­nüz hayatında aldatma ve düşmanlığın ne olduğunu kav­rayamamıştı. Bu nedenle Adem için bu mesele bir dene­yim, bir eğitim meselesiydi. O1 şimdi realite ile karşılaşı­yor, deneyim sahibi oluyordu. Benliğindeki zaafların far­kına varıyor, Şeytanın aldatma ve saptırma için başvur­duğu dolaylı yöntemleri öğreniyordu. Öğreniyordu ki, bun­dan böyle şeytana karşı daha bilinçli bir şekilde mücadele etsin ,yeni hazırlığı soyut bir düşünceden ibaret kalma­sın, yaşanan bir deneyime dayansın, şeytana itaat etmek­le ortaya çıkan günahın kötü sonuçlarını ve düşmanlığın ne anlama geldiğini Öğrensin. [118]

***

Burada bir soru sorulabilir. Şöyle ki:

Allah'ın meleklerle diyalogu şeklinde gerçekleşen Adem'in yaratılış kıssasından anlıyoruz ki Yüce Allah onu ta baştan cennette yaşaması için değil, yeryüzünde yaşaması için yaratmıştı. Peki biz, eğer isyan etmeseydi Cennet onun doğal yurdu olurdu, şeklinde bir imaj veren yorumu bu realiteyle nasıl bağdaştırabiliriz? Bu so­runun cevabı şöyle olabilir: Allah'ın bu emri ilahî bir eği­tini niteliğinde idî. Bununla, insanın bilincindeki cennet ve itaat düşüncelerini birbirine bağlamayı amaçlıyordu. Yani eğer insan cennete gitmek istiyorsa Allah'ın emir­lerine "bağlanmalıdır. Allah Adem'i sınadığında O'nun bu sınavı başaramayacağını biliyordu. Öyleyse O'nun yeryü­zü için yaratılması ve gerçekleşmeyecek olan bir şart ile cennette kalacağım bildirmesi arasında bir çelişki yok­tur.

Bu tabloyu metodoloji düşüncesi açısından da açıkla­yabiliriz. Emrin şekli üzerinde araştırma yapan usul bil­ginlerine göre açıklayabiliriz. Şöyle ki; Bir şeyin emrecli-liş nedeni çeşitli olabilir:

1- Bu işi emreden, o işin emredilen tarafından ya­pılmasını isteyebilir.

2- O emri veren, emredilenin samimiyetini ve itaa­tini sınamak için böyle bir emir verebilir veya imanının ve samimiyetinin gücünü ortaya çıkarmak isteyebilir. Bu­rada eylemin gerçekleştirilmesi ile ilgili herhangi bir amaç yoktur.  Nitekim Allah'ın  Hz.  İbrahim'e' oğlunu kurban etmesini emretmesi bu türden bir emirdir. Çünkü Allah O'nun oğlunu kurban etmesini istemiyordu. Bu nedenle eylem gerçekleşmeden bu emri geri aldı. Aksine İbrahim ve oğlunun baba oğul olarak Allah karşısındaki kesin tes­limiyetini ortaya çıkarmak istiyordu. Onları insanlara Ör­nek ve önder kılmayı diliyordu... Emrin nedeni başka bir şey de olabilir. İnsanı eğitmek amacını gütmüş olabilir, ta ki insan birtakım deneyimlere sahip olsun, ilerdeki ha­yatında daha uyanık ve deneyimli olarak hareket etsin. İşte Adem'in durumu da budur.

Biz bu yaklaşımda akli açıdan herhangi bir tutarsızlık olduğunu sanmıyoruz, aksine bu pek çok bilgelerin iş­lerinde, emir ve yasaklardaki yöntemlerinde bir realite olarak' görünmektedir.

Burada Allah'ın, Adem'i, imkanlarının ve reel şart­larının elvermediğini bile bile sorumlu tuttuğunu ileri sü­rerek itiraza kalkışmak doğru değildir. Şöyle ki:

1- Bir  şeyin yerine  getirilmeyeceğini  bilme,  ilke olarak yükümlülük getirmeye engel değildir. Çünkü bilgi, bilen için bilinmektedir. Fakat bilmeyen için onu bildiği söylenemez.

2- Buradaki yükümlülük eylemin gerçekleşmesini hedef   almamış,   tam  tersine  şimdiki  deneyimle  ilerdeki deneyimleri sağlamayı hedeflemiştir.

Bu yaklaşım ışığında diyebiliriz ki: Hz. Adem'in bu yükümlülüğü Hz. İbrahim'in kıssasmdaki yükümlülüğe benzemektedir. Yalnız burada iki konuda ters hareket edilmiştir. [119]

 

Tevbe ve İnsanın Hayatındaki Önemi

 

«Derken Adem, Rabbinden bir takım kelimeler belleyerek aldı da Rabbi onu bağışladı. Hiç şüphesiz O, tevbelerin kabul edicisidir ve merhametlidir.»[120]

Herhalde bu ayet de Adem'in bütün hareketlerinin eğitim ve uslandırma amacı taşıdığına işaret etmektedir ki, insan bunlarla ilerdeki hayatını nasıl yönlendireceğini öğrensin. Kendisinin nasıl yanlışlara düşeceğini ve Al­lah'tan uzağa düşeceğini bellesin. Bu ayet tevbe konusu­nu çözüme kavuşturmuş ve onu Allah'tan alman şeyler çerçevesinde ele almıştır. Bu da Adem'in fıtrî/doğal ola­rak onun hakkında Hiçbir şey bilmediğini ele vermekte­dir. Allah'ın vahyi ve ilhamı onun hatadan, yanlıştan na­sıl döneceğini ve onda ısrar etmemesi gerektiğini öğret­miştir. Kelimelerin tabiatına gelince, burada tefsirciler ay­rı görüşler ileri sürmüşlerdir. Fakat akla en uygun olanı Kur'an'm A'raf suresinde bize sözettiğidir:

«Dediler: Rabbimiz biz kendimize zulmettik eğer bizi ba­ğışlamaz ve bize acımazsan muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz-»[121]

Bu, yanlışın karakterini derin biçimde anlama ve bu yanlışın insanın kendisi ve hayatı ile ilgili ilişkilerini ve bu hatanın insanın, geleceği üzerindeki etkilerini ve yan­sımalarını derinden kavramayı ifade ediyor. Burada me­sele Allah'ın otoritesine dokunan ve O'na kötülük yapan bir ilişki ile ilgili değildir. Aksine insanın Allah'a karşı tutumu ile ilgilidir. Kendisini düzeltmekle, Allah'la ara­larındaki tutumu ve ilişkiyi düzelteceği ile ilgilidir. Buna göre günahın kendi yerinde kalması insan için hem dün­yada, hem de ahirette büyük bir hüsrandır/ziyandır. İşte bağışlanmayı ve merhameti dilemek, bu hüsranı kesin şe­kilde reddetmektir. İnsanın, Allah ile yakın ilgiden yok­sun olmasından'daha büyük hüsran olamaz... Çünkü insan bu hüsranla, insani karakterini muhafaza ederek doğru 3'ûlda yürüme imkanından yoksun kalır. [122]

 

Adem’in Günahı - Feda Etme Akidesi Önünde

 

Bizim Adem'in günahıyla ilgimiz nedir? İnsan onun günahını yüklenip bu günahı kanında ve canında sürekli yaşar mı? Bu anlayış şu anki hristiyanlıktan kaynakla­nan bir anlayıştır. Buna göre Hz, Adem'den beri bu gü­nah onun neslinin kaçınılmaz bir kaderidir. Günah ceza­yı gerektirdiğine  göre  günahtan temizlenmiş bir kurta­rıcıya ihtiyaç vardır.  Bu kurtarıcı insanlığı kurtarmalı, onun adına acıları ve azabı çekmelidir: «Böylece Yüce Al­lah rahmetini ortaya çıkardı. Ezeli kelimesini somutîaş-tii'dı ve bir bedene girdi. Bu kendini feda edenin temiz, kutsal ve eksikliklerden münezzeh olması gerekiyordu ki ilahi adaleîMi hakkını versin ve günahkârları kurtarsın. İşte Mesih Yefi«' hu görevi yerine getirdi ve kendini bizi kuî'tarnıaÎE için feda etti. İlahi adalet cezalandırılmamızı ve ölümümüzü gerektiriyordu. Fedai bizim yerimize ken­dini feda etti ve ilalıi adaletin baklanı ödedi.» [123]

Biz müslüınan olarak bu düşünce3ri kabul etmiyoruz. Çünkü  biz  Hz.  Adem'in  günahı  ile  bizim  günahlarımız arasında kişisel açıdan herhangi bir bağ olduğuna inan­mıyoruz. Burada meselenin tamamı şundan ibarettir: İn-' sanın yapısı doğal olarak günah işlemeye ve kendini is­yankarlıkla, ifade etmeye elverişli niteliktedir. Adem ken-   ' di karakterinin gereği olarak yaptıklarım yapar, onun de­neyimleri kendisi içindir. Bizim doğal şartlarımız da bizim içindir. Biz de bu şartlara göre yaptığımızı, yapacakları­mızı yaparız. Bizim onun günahıyla yakından veya uzak­tan hiçbir ilgimiz yoktur.

İslam düşüncesi günahı insan hayatında geçici bir hal olarak kabul eder. Bu halin kişisel çaba, düşünce ve mü­cadele ile önlenebileceğini kabul eder. Bunun yanında ahiretteki etkileri, sonuçları, azab ve ilahî öfke; Allah'a dönüş yapma, pişmanlık ve tevbe ile giderilebilir. îşte Kur'an-ı Kerim'in şu ayette ifade ettiği de budur:

«De ki ey nefislerine karşı aşırı giden küllerim, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışla;-: Çünkü o esirgeyen ve bağışlayandır.»[124]

Bununla insan tertemiz, teyaz bir sayfaya dönüşür. Apaydınlık bir düzeye çıkar. Üzerinde herhangi bir karan­lık ve siyah leke izi taşımaz. Kurtarıcının bizzat Allah olması bir tarafa, onun bundan sonra kurtarıcıya ne ihti­yacı olabilir. Artık onun ilahi adaletin hakkını vermesi için Yüce Allah'ın bir bedene girerek onun cezasını çek­mesine asla gerek kalmaz. Bu söz bizim ilah anlayışımıza, O'nun yüceliğine aykırı düşmektedir. Bunun akıl ve man­tık temeline dayalı sağlıklı bir izahı yoktur. Ayrıca Allah' m bir bedene girmesi de mümkün değildir, böyle inanç olmaz. O'nun bağışlamasını, bağışlayıcı oluşunu da, kendi hakkını bizzat maddi bir şekilde ortaya çıkarıp ödemesi şeklinde anlamak da j^anlıştır. Çünkü O, bütün yaratık­larına karşı cömertliği ve keremiyle bol bol ikramda bu­lunan cömert ve kerimdir. Sonra herhangi bir kişinin cezayı ve işkenceyi yüklenmesi ile insanlığın az çok, bü­yük küçük tüm günahlarının bağışlanması ne demektir? Bu nasıl bir hakkı-ödemektir. Böyle bir hak anlayışına akıl erdiremiyoruz.  Çünkü akla ve mantığa uygun olan aoğal düşünce, her insanın günahının sorumluluğunu ken­disinin yüklenmesidir. Onun meyvesini kendisinin topla-maşıdır. İşte Kur'an-ı Kerim'in ilke olarak "benimsetmeye çalıştığı da budur:

«Kendi günah yükünü taşıyan hiç kimse bir başkasının gü­nahını taşımaz.» [125]

O Buna bağlı olarak bu düşüncenin bir benzerine de değinmek yerinde olur. Başka insanların günahlarını bü­yük bir şahsiyetin üstlenerek bütün insanları cezadan kur­tarması düşüncesi İmam Hüseyin'in inkılabı ve şehid edi­lişi konusunda da değişik şekillerde gözlemlenmekte ve çeşitli şekillerde yaygınlık kazanmaktadır. Çünkü tarihi okuyan bazı insanları Hüseyin'in taraftarlarının günahı­nı ve hatalarını kurtarmak için kendisini feda ettiği dü­şüncesine kapılmaktadır. Günahları için Hüseyin'in ken­disini feda edişiyle ya da şehadetiyle onlara şefaat ede­rek dolaylı yoldan onları günahtan kurtaracağı anlayışına kapılmaktadırlar. Bu tür yaklaşımlar İslam düşüncesin­den ve Hz. Hüseyin'in hak ve adaleti gerçekleştirmek, hak­sızlık ve zulümleri kaldırmak, iyiliği yaygınlaştırmak, kö­tülüğü engellemek ilkesinden hareketle gerçekleştirdiği Hüseynî inkılabın İslami karakterinden tamamen uzaktır. Burada, başkasının günahı için kendini feda etme diye bir durum yoktur. Bu, kişinin kendisini Hakka ve Allah yo­luna feda etmesi, kurban etmesidir. [126]

 

Tefsirdeki Kavramlar

 

İşte Hz. Adem ve onun cennetten çıkarılışı ile ilgili olan genel konular bunlardır. Şimdi önümüzde tefsir kav­ramlarıyla ilgili birtakım işaretlere değinme işi kalmış bu­lunmaktadır.

«Cennet». Bu cennet, Allah'ın muttakileri müjdeledi­ği cennet midir, yoksa bu, vadedilen cennete benzeyen yeryüzü cennetlerinden biri midir? Biz, tefsircilerin giriş­tiği tartışmaya girmek istemiyoruz. Çünkü bu, tefsirin ana düşüncesiyle ilgili değildir. Yalnız, Kur'an ayetlerinin kendisinden söz ettiği cennetin muttakilere söz verilmiş cennet olma ihtimali daha kuvvet kazanmaktadır. İnsa­nın aklına şöyle bir yaklaşım gelebilir: Bu cennet ahiret cennetinden başkadır. Çünkü Allah'ın cenneti bütünüyle temizliği ifade eder. Düşüncede, pratikte ve genel hava­sında temizlik vardır. Orada sapmaya ^orada günah işle­meye yer yoktur... Fakat bizce bu düşünce sağlıklı değil­dir ve Adem'in girdiği cennetin ahiret cenneti olmasına aykırı değildir. Çünkü Hz. Adem meselesi bir deneyim ve eğitim amacını taşıyordu. Kendisinin ve neslinin yaşama­sı gereken iyi işler bu yöntemle gösterilmek isteniyordu. Dolayısıyla onun hareketi cennetin genel yapısını ve Al­lah'ın mükafat ve sürekli nimet yurdu olarak belirlediği cennetin karakterini değiştirmez.

«İniniz». Bu iniş gökten yere, yüksekten alçak yere bomut bir iniş midir yoksa derece, makam ve nimetle il­gili manevi bir iniş midir? Açık olan anlam bunun maddi bir iniş olduğudur. Ancak bunun tersi isbat edildiğinde onu kabul etmek gerekir. Yalnız şu ana kadar böyle bir isbatla karşılaşmış değiliz.

«Birbirinize düşman olarak». Bu deneyim, düşmanlığı kökleştirmiş, derinleştirmiş ve onun sınırlarını kesin biçimde aydınlığa kavuşturmuştur. Artık karıştırmaya, düzenbazlığa yer kalmamıştır. İnsanın yeryüzündeki yeni görevini kavraması gerekir. Kendisini cennetten çıkaran ve yeryüzüne indiren ve Allah'ın rahmetini ve bağışlamasını sembolize eden cennetten onu. yeniden uzaklaştır­mak isteyen, böylece Allah'ın Adem'e lütfuna ve ikramına. duyduğu kin ve kıskançlığını açığa vuran yeni düsmanın tüm oyunlarına, tezgahlarına karşı uyanık bulunmalı­dır.

«Yeryüzü belli bir süreye kadar size barınak ve ge­çim yeri olacaktır». Yeryüzü, Hz. Adem'in hayatında can­lı deneyimler yaşadığı yeri, yurduydu. Bütün duyguları­nı ve Allah'a karşı boyun eğiş ruhunu yeniden can­landıran bir sarsıntı geçirmesine neden olmuştu. Bu sar­sıntı onun önüne parlak ufuklar açmış ve Allah'a itaattan ve bağlılıktan uzaklaştığında bu parlak.ufuklardan mah­rum kalacağını idrak ettirmişti. Adem bu atmosferde Al­lah'ın hidayetiyle daha sağlıklı bir uyuma girecekti. Bu durumda tevbe insanın ubudiyet ve kulluk atmosferinde uyanık ve itaatkar bir uyanışa neden oluyordu. Böylece Adem yeryüzünde üstlendiği Allah'ın hilafeti görevini da­ha bilinçli, daha sağlıklı ve daha derin bir sorumluluk an­layışı İle yerine getirecekti. İblis'in aldatmak ve yoldan çı­karmak için başvurduğu oyunlara, tezgahlara karşı daha tedbirli hareket edebilecekti. Şeytanın insanı asıl göre­vinden "saptırmak için günahları kendisine şirin gösterdi­ğini idrak edecekti. Tevbe Adem'in ilk deneyiminde baş­vurduğu, yalnız ona ait bir durum değildi. İnsanların yol­dan saptığı, şeytanın oyununa geldiği her zaman kendini düzeltmek için başvuracağı genel bir yöntemdi. O ancak bununla tekrar. temizlenme atmosferine kapı açabilir ve orada yaşayabilirdi. Ancak onunla temizlenmenin geçerli olduğunu her alanda hissedebilirdi. Cenab-ı Allah tevbe-den söz eden bu Ayet-i Kerime'de kendisini tevbeleri ka­bul eden ve merhamet eden sıfatlarıyla nitelemektedir ki insan tevbe ilkesinin insan İçin ne kadar engin bir yol olduğunu ve Allah'la ilişkilerinde ne kadar önemli oldu­ğunu bilebilsin. Çünkü bu Allah'ın rahmeti ile ilgili sıfat­larından biridir ve hiçbir insanın hayatından ayrılması mümkün değildir. Bu nedenle Cenab-ı Allah bu sıfatı çok­luk ifade eden mübalağa sigasıyla vermektedir .Cenab-ı Allah insanı yaratmıştı ve onun arzularının zaman zaman kendisini Allah'ın razı olmadığı işlere götüreceğini bili­yordu. Bu nedenle ona her zaman kendisine dönüş yap­ması için kapılar bırakmıştır ki Allah'ın yolunda kendi­lerini düzeltsinler ve O'nun yasasına şeriatına dönüş ya­pabilsinler.

«Dedik ki; hepiniz oradan aşağı İnin. Tarafımdan size bir yol gösterici geldiğinde kim benim hidayetime uyarsa onlar için korku yoktur ve onlar artık hiç üzülmezler.» [127]

«Kafir olup ayetlerimizi yalanlayanlar ise orcdc ebedi ela-rak kalıcı olmak üzere cehennemliktirler.» [128]

Burada mesele bize indirgenmekte ve insanın takib edeceği yol Allah'ın gönderdiği hidayet ile başlamakta ve kullarına gösterdiği eylem esas alınmaktadır. Yani Allah insana görevini göstermekte ve gideceği yolu, varacağı hedefi belirlemektedir. Bu öyle bir hidayettir ki başlangıcı ve sonu seyir çizgisinde net olarak görünmektedir. Dü­şüncede, eylemde, vasıtada ,amaçta ve hayatın her alanın­da tanı bir hidayet, tanı bir doğru yol... Bunların hiçbiri­sinde bir karışıklık, bir kapalılık yoktur. Bu, Allah'ın lü­tuf lan ve ayetleri ile insanın ruhuna ve düşüncesine bah­şettiği bir nurdur ki görüş aydınlığı ile eylemlerinde tam bir Özgür iradeye dayanarak hareket etsin. Kuşku ve ka­palılık etkenleri karşısında iradesi donuklaşmasın. İnsanın ahirette varacağı son, yine insanın iradesine ve seçimine bağlı kalsın. Allah'ın apaçık delilinden sonra tercihlerine bırakılsın. İnsan eninde sonunda anlasın ki dünya hayatî, risaletler aracılığı ile sorumluluğu üstlenmek, yükümlülü­ğü yerine getirmektir. Ahiret yurdu ise yapılan işlerin, yerine getirilen sorumlulukların sonuçlarının alınacağı yerdir.

İşte Bakara suresinin detaylı olarak ele aldığı mesele­nin birkaç boyutu bunlardır. Bu kıssaya değinen diğer surelerde inşallah tekrar bu konuya döneceğiz. [129]

 

Bu Ayetlerden Çıkarılması Gereken Pratik Ders

 

Bu ayetlerden pratik hayatımız için elde ettiğimiz ürünlere gelince: Allah'ın," İblis'in Adem'e düşmanlığını esas alarak konuyu işlemesi bize gösteriyor ki, biz haya­tımızda İbliş'e ve ordularına karşı^süreldi^bir uyanıklık içinde olmalıyız. Düşüncede, sözde ve pratik adımlarımız­da şeytanın düşmanlığını derin bir şekilde kavr amaliyiz. Bu düşmanlığın hepsini arzularımızda ve onun arka pla­nındaki etkilerinde derin biçimde idrak etmeliyiz. Çünkü kötü etkenler bazan kaim perdeler arkasına gizlenebilir. insanın gönlünde yer alan glzli-saklı yüzeysel karakter­lerin arkasına saklanabilir. Bizi harekete geçiren nesne­lerin neler olduğuna bakmalıyız. Akide ve hayat açısından Farklı olduğumuz insanlara karşı nasıl hareket edeceği­mizi tesbit etmeliyiz. Yolun herhangi bir konağında veya çalışma planlarının herhangi birinde beraber olduğumuz muhalif insanlarla ilişkilerimizi tesbit etmeliyiz. Böylece düşünce ve eylemdeki bütün ilişkilerimizi zeki bir uya­nıklık ruhu ile incelemeliyiz. Bu eylemle insan, hareket esnasında herhangi bir kuşkunun ağma düşmez. Donukla-şıp kalmaz. Aksine nesnelerin ve arzuların arkasında gizli olan her çeşit olumsuzlukları araştırır. Çünkü bunların hepsinin arkasında gizli olan birtakım kötülükler buluna­bilir.

Biz düşmana karşı düşmanca tavır almayı, gerçek düş­manlığın bir realitesi olarak ele almalıyız. Kendi içimizde nefsimize hoş gelen gevşeklik hallerine teslim olmamalı­yız. Onlarla ilişkilerimizi dost, samimi "bir havaya sok-mamalıyız. Çünkü düşünce, ruh ve eylem planında bizden ayrı olduğunu hisseden ve bu ayrılığı yaşayan düşmanın düşünce ve eylem planında gücümüzü kırmak için hareke­te geçmesi beklenir, farkında olmadan, bilincine varma­dan bizi saptırmaya uğraşacağı kesindir. Bizi, hoşumuza giden basitliğe, allı-ballı sözlere ve sıcak ilişkilerin hava­sına teslim olmaya çağıracağı doğaldır. Bu havada bizi iyi niyete 3^Öneltmeye çalışacağı tabiidir. İşte biz bu duyarlı­lığı, düşünce ve bilinç farklılığını gözönünde bulundurma­lıyız. Düşünce ve eylem ilkelerinde değişmez, sabit bir yol izleyerek iman eylemimizde sebat etmeyi başarabiliriz. Atacağımız adımları hatalardan, duygularımızı çözülme­den, düşüncelerimizi sapmalardan koruyabiliriz. Özellikle islam düşmanlarının çoğaldığı ve aldatma yöntemlerinin zenginleştiği dönemlerde, İslam'ın şurada burada hayat­tan koparıldığı zamanlarda bu ilkeleri korumaya daha faz­la ihtiyaç vardır. İsiamî olmayan bir mesele için insanla­rın bir araya gelip oyunlar tezgahladığı sıralarda, buna daha fazla önem vermek gerekir. Küfrün değişik maske­lere bürünerek, çeşitli İslami kılıklara girerek tuzak kur­duğu bir günde bu uyanıklığa, bu farklılığa hayli ihtiyaç var.dır.

Yüce Allah insanın her adımda sürekli engin bir uya­nıklık içinde hareket etmesini, etrafındaki nesnelere ve insanlara karşı bilinçli deneyimler elde etmesini istemek­tedir. Amaçlarına doğru yol alırken net bir görüşe, özgür bir iradeye dayanmasını dilemektedir. Sağhklı-bilinçli dü­rüst bir bağlılık içinde Allah'ın rahmetine, himayesine varmasını talep etmektedir.

Ben bu dersleri pratik ve dinamik bir temele dayandırıp, değerli ^jfölami hayatımızı yaşayacağımız bir Kur'an atmosferini diriltmeye çalıştım. Çünkü Kur'an, sırf dilbilgisindeki sözcüklerin biraraya getirilişi değildir ki sözlükteki sözcüklerin anlamı ile dondurulabilsin. Aksine Kur'anî kavramlar manevî ve pratik bir atmosferde harekete geçen kavramlardır. Bu nedenle biz Kur'an ayetlerini, realitenin atmosferinden uzak, sırf düşünceye yönelik edebî metinler gibi ele almıyoruz. Zira biz Kur'an'ın, doğru yolu gösterip ona doğru yönlendiren bir hayat olduğunu kavramış bulunuyoruz. [130]

 

11) TARİHLERİ VE BUGÜNKÜ HALLERİYLE YAHUDİLER KUR’AN TERAZİSİNDE

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

«Ey îsrailoğulları, size bağışlamış olduğum nimetleri hatı­rlayın. Bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. Ve sotece benden korkun. Elinizdeki Tevrat'ı onaylayıcı olarak indirmiş olduğum Kur'an'a inanın; O'nu in­kar edenlerin ilki olmayın, ayetlerimi birkaç para karşılığında satmayın;yılnız benden çekinin. Bile bile batılı Hakk'ın üzeri­ne örtüp Hakk'ı bakışlardan gizlemeyin. Namazı kılın, zekâtı verin ve ruküa varanlarla birlikte siz de rukûa varın. Siz kitabı okuduğunuz halde insanlara (başkalarına) iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Bunun yanlış olduğunu düşüne­miyor musunuz1?»

(Bakara; 40-44)

Bu, surenin yeni bölümlerinden biridir. Yüce Allah bu ifa­delerle; peygamberimize ve peygamberlik misyonuna karşı Çıkan, Müslümanların akidelerini sarsmak, kanaatlarını altüst etmek için kervanı engellemeye çalışan, şeklini bozma­ya, Müslümamn zihniyetinde kuşkulara, endişelere yol açma­ya imkân arayan İsrailoğullarma (Yahudilere) hitap etmekte­dir... İşte bu atmosferde Kur'an-ı Kerim ehî-i kitabın bir kesimi­ni oluşturan ve İslâm'ın ortaya çıktığı bölgede büyük etkinliğe sahip olan Yahudilerle fikir mücadelesine girişmektedir...

İslâm'ın Yahudilerle diyaloga önem vermesinin başlıca iki Önemli amacı vardı:

Birincisi: İslâm dini ile diğer dinlerin ortak ilkelerini be­lirlemek. îsîâm,herkes tarafından kabul edilen ortak kurallar, ilkeler ve misaller aracılığı ile Yahudilerin ellerinde bulunan delilleri çürütmeyi ve bu vesile ilesahayı genişletmeyi, diya­logu apaçık, net ve pratik değeri olan ilkelere dayandırmayı, böylece diyalogu geliştirmenin uygun zeminlerine yol açmayı hadef alıyordu. Bu, madalyonun bir yüzüdür. Madalyonun ikinci yüzü ise, Allah'ın vahyi ve mesajı tarafından gönderilmeyen ve aslında Kitap'ta olmadığı halde Yahudiler tarafı­ndan Kitab'a sokulan asılsız saptırmaları düzeltmeyi amaçl­ıyordu.

İkincisi: Yahudilerin içinde yaşadığı gerçek ortamı net olarak ortaya koymak, yaşamlarından egemen olan pratikleri­ni gözler önüne sermek. Onların kusurlarını, ayıplarını, rezil­liklerini söz konusu etmek tavır ve hareketlerinde izledikleri kaypak yöntemleri açıklamak, insanları çağırdıkları çizgiye kendilerinin bile gelmediklerini, ondan saptıklarını ve sahip oldukları ahlakta, tutum ve hareketlerinde bu çizgiye uymadı­klarını açıklamak ve netice onları saf dışı etmektir.

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

Özellikle Yahudiler ve İsrailoğulları üzerinde durul­masının hikmeti nedir? Kur'an-ı Kerim diğer dinlerle diyalog­dan söz ederken neden her zaman Israiloğullarından işe başla­maktadır? Ehl-i Kitabın diğer bir kesimini oluşturan Hıristi-yanlara neden bu ölçüde yer vermemektedir?

Cevap daha önce işaret ettiğimiz olgu ile yakından ilgili­dir... Yani İslâm'ın Medine'de insanların hayatında bir güç ola­rak ortaya çıktığı günden itibaren Müslümanların karşısında yer alan Yahudilerin büyük kitleleri harekete geçiren dini bir gücü temsil etmeleri, özellikle onlara yönelmeyi gerektiriyor­du. Ehl-i Kitabın diğer kesimini oluşturan Hıristiyanlara ge­lince; bunlar vakıa olarak İslâm'ı cephe alma konusunda o ka­dar önemli ve etkili bir fonksiyona sahip değillerdi. Hatta İslâm'ın ilk dönemlerinde Hıristiyanların, olumlu yönden, İslâm'ın lehine aktif bir etkinlikleri olduğu bile söylenebilir. Çünkü ilk Müslümanlar zor durumda kaldıklarında Habeşis­tan'a hicret etmişlerdi. Habeşistan'ın Hıristiyan Kralı onları bağrına basmış ve korumuştu. Oraya hicret eden Müslüman­ların Hz. İsa ve annesi Meryem'e ilişkin Kur'an ayetlerini oku­malarına sevinmiş ve onlarla hemfikir olduğunu belirtmişti. Dolayısıyla aralarındaki sorunlar asgariye inmişti. Artık aralarındaki mesele, düşünceye ilişkin bir problemdi. Yani ge­riye sadece Hz. İsa'nın şahsiyeti ve Allah ile ilişkisi meseleleri­nin nasıl anlaşılacağı konulan kalmıştı. Buna bağlı olarak on­larla gerçekleştirilen ve oluşturulan diyalog bu düzeyde kaldı. Yani konunun bütün önemi düşünceye ilişkin bir konuda düğümleniyordu.

Burada özellikle dikkat çekilmesi gereken önemli nokta­lardan biri de, İslâm'ın Yahudilerle diyalogu ile müşriklerle di-yeloğu arasında tabiat ve önem farkının sözkonusu olduğudur. Yahudilerle detaylarına kadar irdelenen konuların hiçbiri, müşriklerle sözkonusu edilen konularla benzerlik arzetmez. Ve onlara paralel konulardan oluşmaz.

Belki de buradaki önemli farklardan biri, İslâm dininin, müşrikleri dini bir kuvvet olarak kabul etmemiş olmasından kaynaklanıyordu. Çünkü şirk, dini bir düşünce değildi. Aksine şirk dini, Tevhid yolunun tam karşı tarafında yer alıyordu. Bu nedenle İslâm dini ile şirk dini arasında evren, hayat, ilahî pey­gamberlik misyonlarından kaynaklanan tarihsel değerler, bu çağda hayattaki değer yargıları veya bireysel ve toplumsal ha­yata ilişkin yasalar ve hukuki değerler gibi genel konularda or­tak bir nokta yoktu. Beraber sahiplendikleri müşterek değerle­ri yoktu. Bu nedenle İslâm onlarla ortak bir mesele bulamıyor­du ki detaylara yönelik bir diyaloga girsin. Son çare olarak şir­ki, düşünce yönünden ele almayı esas almıştı. Onları, akıllarını kullanmaya ve düşünmeye davet etmişti. Allah'ın kendilerine bağışladığı bütün imkanları bunun için seferber etmelerini is­temişti. Düşüncenin ana maddesini oluşturan vasıtaları, yeni bir fikrin oluşturulmasında kullanılacak düşünme vasıta­larının tümünü en güzel şekilde harekete geçirmeyi hedef almıştı. Bunun ardından Kur'an onları karşısına alıyor; onlar­la düşünce, hareket ve metod konularını, problemlerini tartışıyordu. Onlarla bu problemleri çözmenin yollarını arıyor­du.

Yahudiler'e gelince, bunlar müşrikler gibi değildi. Ortada hem İslâm'ın hem de Yahudiliğin doğru kabul ettiği ve iman il­kelerinden saydığı ilahî peygamberlik olgusu (risalet) vardı ve her iki taraf ortak bir tarihe sahipti. Bu da sözkonusu tarihin çeşitli merhaleleri çevresinde birtakım tartışmalara girmeyi zorunlu kılıyordu. Doğru ile, doğrudan sapmış, yanlış yola gir­miş düşüncenin detaylarına inmeyi gerektiriyordu. Ortak bir zeminde kalabilmek ve birleştirici, teke indirgeyici bir hareket mantığına sahip olabilmek için akide, metod, yasama, (huku) ve şahsiyetler konusundaki ayrılıkların, farklılıkların kaldır­ılması, ortak bir noktaya gelinmesi zorunlu oluyordu. İşte bu konular iki grup arasında birtakım sürtüşmelere ve açmazlara yol açıyordu. Bir ölçüde hassas ve esnek olmayı icab ettiriyor­du. Onlarla diyaloga geçerken buluşma zeminlerinde onlara ulaşabilmek için gerekli titizliği esas almayı ve ehl-i kitaba açık olmayı zorunlu kılan şartlar sözkonusuydu.

Kur'an-ı Kerim bu bölümde Yahudilerden, onların hayat­larından, sosyal etkinliklerinden, işi düzeltmeye çalışan pey­gamberlere ve diğer insanlara karşı nasıl bir tavır ve tutum içi­ne girdiklerinden ve siyasal konumlarından sözetmektedir... Bu bölümde yer alan ayetler, yüzden fazladır. Çünkü bu sure Medine'de indirilen bir suredir ve bununla Müslümanların sis­temi oturtulmak istenmiştir. Medine'deki Müslümanların yaşam tarzları, düşüncede izleyecekleri yöntem ve metod, mücadelede esas alacakları ilkeler ve strateji burada belirtil­miştir, işte bu ilkeler, metodlar, yöntemler böylece her yerde ve her zamanda geçerli olan canlı birer örnek konumuna geçmiş ve örnek alınacak problemler, meseleler düzeyine yüksel­miştir.

Burada ayrıca Kur'an'm üslup üstünlüğüne de dikkat çek­memiz gerekir. Kur'an burada insanı en temel boyutları ile ele almakta, ruhi (manevî) ve fikri yapısını gözönünde bulundur­maktadır. Kur'an insanın hasmına karşı olan düşmanlık nok­tasını baz alarak saldırıya geçmemektedir. Ona karşı sert biçimde tavır koymamaktadır. Peygamberlik misyonuna (risa­let) ve peygamberlere karşı tarih boyunca izledikleri yola dik­kat çekmemektedir. Meseleyi, onların bu konularda ortaya koydukları kaypak tavırları esas alarak çözmeye çalışmamak­tadır. Hareket noktası olarak değişmez îslâmî ilkeyi temel al­maktadır. Bu İslâmi ilke, düşmanın pratiklerini ve düşmanca tavırlarım, tarihi süreci gözler önüne sererek ortaya çıkarmayı ve düşmanını bu süreç içinde yargılamayıesas almaktadır.

Bu noktada onların kökleri, insanoğlunun varolduğundan bu yana yer alan ilahî risaletlerin başlangıcına kadar uzan­maktadır. Bu aşamada yüce Allah büyük bir fazilet ve önemli bir nitelik olarak onlardan Nebiler Resuller gönderdiğini be­lirtmektedir. Fakat onlar bu sağlam ve dosdoğru çizginin değerini takdir edememiş ve kıymetini bilememişlerdir. Bu ni­mete karşı Allah'a şükretmemiş ve bu doğrultuda yol al­mamışlardır. Tam tersine karşı koymuş, bu çizgiden sapmış ve peygamberlerini haksız yere öldürmüşlerdir. Yeryüzünde boz­gunculuk çıkarmışlardır. Allah'ın kendilerine bahşettiği bu im­tiyazların, bu avantajların kendi özdeğerlerinden kaynak­landığını, bunlarla diğer uluslardan farklılık arzetti ki erini zannetmişlerdir. Kendilerini Allah'a en yakın ulus, Allah katı­nda seçilmiş ulus olarak görmüşlerdir... Kur'an bu tarihi yapıyı gözler önüne serdikten sonra hemen muhatap aldığı Yahudile­re yönelmektedir. Onların hatalarını, suçlarını cinayetlerini anlatmaktadır. İslâm çağrısına karşı geniş kapsamlı bir cephe açmalarını ve O'na düşmanlık etmelerini eleştirmektedir.

Biz bu uzun muhakemede gerçekten toleranslı bir ruhun varlığını görüyoruz. Bu müsemaha ruhu ile onlara yak­laşılmakta ve onlar gerçeğe davet edilmektedir. Bütün bir şef­kat ile kendilerine bir çağrı yöneltilmektedir. Bu yanlış hare­ketlerinden, tavırlarından vazgeçmeleri aşılanmaya çalışılmaktadır. Daha sağlıklı, daha doğru bir tutum izlemeye dönüş yapmaları telkin edilmektedir. Bütün bir yapıcılıkla, bütün bir şefkatle ve realiteye dayalı bir anlayışla Allah'tan korkmaları, kalplerim bu korkuya açmaları talep edilmekte­dir. Böylece anlatılmak istenmektedir ki, insan ne kadar Al­lah'tan uzaklaşsa da, O'nun doğru çizgisinden sapsa da Yüce Allah onu ihmal etmez, kendi arzu ve istekleriyle yüzüstü bırakmaz. Tam tersine sürekli onu korumaya devam eder. Onu kendisine çağırır ki, kalbi Hakka, ruhu Allah'a açılsın.

Biz burada bu ayetleri incelemeye çalışırken İsrailoğul-larının fonksiyonlarım, değişik boyutlara varan hareketlerini, tutum ve davranışlarını, kaypak olan yöntemlerini, döneklik­lerini ve derin psikolojik komplekslerini araştırmaya çalışacağız... Sonra, saldırılarla, zorluklarla dolu olan yaşama karşı, peygamberin sabrı; peygamberlik misyonunun gücü, de­rin anlayışı ve kavrayışı ile bu zorluklara nasü karşı koy­duğunu, bu kadri yüce peygamberin onlara karşı nasıl bir siya­set izlediğini göreceğiz. Böylece, hayatımızda izlediğimiz Allah -yoluna davette bu örnekten ilham almaya, ondan istifade etme­ye yöneleceğiz.[131]

 

Allah'ı Hatırlayın ve O'na Verdiğiniz Sözde Durun

 

«Ey îsrailoğulları, size bağışlamış olduğum nimetleri hatırlayın. Bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim ve sadece benden korkun»

(Bakara, 40)

Cenab-ı Allah onlara nimetlerini bu şekilde hatırlatmak istiyor. Onların bu nimetleri hatırlamalarını ve bu nemetlere karşı sorumluluklarının bilincine varmalarını talep ediyor. Onlar realite ve pratik eylem sahasında, Allah'a bağlılık göstermek suretiyle, nimete şükrettiklerinin ispatlamahd-ırlar. İlahî peygamberlik misyonunu; kabul etme, destekleme ve bağlılık gösterme ile karşılamalıdırlar…

«Nimetlerimi Hatırlayın»

ki peygamber Muhammed'e (salat ve selam üzerine olsun) karşı takındığınız inatçı tavrın şükredenlerin tutumu değil, ni­mete nankörlük edenlerin (kafirlerin) tutumu olduğunu öğre-nesiniz. Çünkü siz O'nun gerçekten Allah'ın elcisi olduğunu bi­liyorsunuz... Allah'ın İsrail oğullarına bahşettiği bu nimetler nelerdir, sorusuna gelince Bakara suresinin daha ilerideki ayetlerinde bu soruya cevap verilmektedir...

«Bana verdiğiniz sözü tutun,»

Ayetin bu cümlesi, Allah ile onlar arasında; kendisine hiç­bir şeyi ortak koşmamaları, insan için belirlediği çizgide uyum ve ahenk içinde hareket etmeleri, peygamberlerini doğrulayıp desteklemeleri konusunda bir antlaşma olduğunu ortaya koy­maktadır... Yalnız bu antlaşma Allah ile tsrailoğulları arası­nda onları diğer insanlardan farklı bir konuma geatiren sözko-nusu Özellikleriyle uyum sağlayacak biçimde özel bir antlaşma mıydı? Yoksa herkesle yapılan bir antlaşma mıydı?.. Bu konu açıklık kazanmamıştır. Açıkça anlaşıldığına göre mesele bun­dan geniş boyutlarda seyretmektedir. Biz îsrailoğulları ile özel bir antlaşma yapıldığına dair herhangi bir ipucuna rastlamıyo­ruz. Burada sözkonusu olan antlaşma, Yüce Allah'ın her yer ve zamandaki kullarından aldığı sözdür. İnsanları Allah'a ibadet etmeye çağıran fıtratları ve peygamberlerin risaletleri vası­tasıyla onlardan söz almıştır. Bunlara imân etmek, içerik ola­rak Allah'ın huzurunda eğilmeyi ve O'na bağlanmayı zorunlu kılar... Ayrıca Yüce Allah kendisi ile kulları arasında gerçek­leşen bu söz almaya ve kesin antlaşmaya, yüzden fazla ayette yer vermiştir. Burada özellikle İsrailoğullarından söz alı­nmasının ele alınma nedeni, kıssanın içerik olarak onlardan söz etmesi ve onların tarihlerini yönlendirmeye çalışmasıdır.

«Ben de size verdiğim sözü yerine getireyim.»

Yüce Allah, kullarına hayatın yollarını kolaylaştırmaya, hayattaki nimetleri ve güçleri (enerjileri) onların emrine vermeye, onları takva sahibi kullara söz verilen Adn Cennetlerine göndermeye söz vermiştir. Biz ayetin bu cümlesinden kesin bir düşünce ilkesi çıkarıyoruz... Eğer Yüce Allah kullarına ahiret-te cenneti, dünyada desteği, yardımı, korumayı, kollamayı ve bütün önemli, büyük işleri söz veriyorsa, bu, insanların O'na verdikleri söz karşılığın dadı r. Bu söz onlarla yaptığı ant­laşmanın ilkelerine bağlılıkla sınırlıdır. Yani onların İmân çiz­gisiyle ahenk ve uyum sağlamalarına, iyi işler (amel-i salih) yapmalarına bağlıdır. Bu sözü yerine getirmeden, antlaşmaya bağlı kalmadan, bunların gereği olan tavır ve hareket pratiğe aktarılmadana onların böyle bir hak İddia etmeleri söz konusu olamaz... Bu bağlamda bir noktaya değinmek gerekiyor: İnsan­lar Allah'a karşı hiçbir hak iddia edemezler. Çünkü onlar, Al­lah'ın yarattığı varlıklar ve O'nun malı, mülkü niteliğin dedir-ler. Onlar sadece Allah'ın vaadi, lütfü ve rahmetiyle bunca mükafatlara müstehak olurlar. Öyleyse bu, Allah'ın vaa-di'nden kaynaklanan bir hak olmaktadır ve bunun fazileti de bütünü ile O'na aittir.

«Ve sadece benden korkun.»

Eğer siz Allah'tan korktuğunuz halde insanların korkusu ve onlardan duyduğunuz endişe ile mal, şehvet (arzu, istek) ve nüfuz gibi elde etmiş olduğunuz olduğunuz imtiyazların eliniz­den kaçacağı korkusu eli sağlıklı olan çizgiden yan çiziyorsu­nuz, biliniz ki Allah'ın izni olmadan hiç kimse size zarar ver­mez. Öyleyse hem dünya işlerinde hem de ahiret işlerinde yaln­ız Allah'tan korkun. Çünkü dünyanın da, ahiretin de sahabi Al­lah'tır. Demek ki, otoritesinden ve cezasından korkulacak olan yalnızca O'dur. Burada cümlenin yüklemi, özel bir anlam ifade etmesi için öne alınmıştır. Nitekim:

«Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz»

(Fatiha 4)

...Ayetinin metninde de yüklem, bu amaçla öne alınmıştır...

«Sizin yanınızdaki (Tevrat'ı) doğrulayan bu Kur'an'a da iman ediniz»

Muhammed'e, risaletinde ve Kur'an'mda yer alan ve sizin yanınızdaki Tevrat'ı doğrulayan vahye, iman ediniz. Çünkü peygamberler öncekilerini yalanlamak için değil, onlan doğru­lamak, tasdik etmek, hayatın ilerlemişi, gelişmesi, yeni şeylere ihtiyaç duyması nedeniyle eksik kalan taraflarını tamamla­mak için gelirler.

«O'nu inkar edenlerin ilki olmayın»

Çünkü O'nu inkâr etmek, O'nun davasının ve risaletinin doğru olduğunu belgeleyen elinizin altındaki sağlam delillerle, sarsılmaz kanıtlarla asla bağdaşmaz.

Burada şöyle bir soru esorulabilir: Kureyş müşrikleri on­lardan daha Önce küfür ve inkâra kalkıştıkları halde ve Yahu­diler ve inkâr edenlerin ilki olmadıkları halde Yüce Allah ne­den

«O'nu inkâr edenlerin ilki olmayın» demektedir?

Cevap: Bu ifade tarzının mübalağa (abartma sanatı) türünden bir açıklama olması mümkündür. Yani burada on­ların herkesten önce O'na iman etmelerinin gerektiği pekiştiril­mek istenmiş olabilir. Herhalde burada esas ahnan nokta, müşriklerin bu sırada İslâm'a davetin pratik sahasında Ehl-i kitabın düzeyinde kuvvetli, etkili bir düşüncelerinin bulun­madığıdır. Yani bu konuda müşriklerden daha çok, ehl-i kitap söz ve yetki sahibiydi. Nüfuz onların elindeydi. îşte bu nedenle onların tutum ve tavırları diğerlerine oranla daha önemli ve etkili kabul edilmiştir. O'nun içindir ki, kendilerinden önceki­lerin inkâr etmeleri fazla önemli olmadığından^yok mesabesin, gösterilmiştir...

«Ayetlerimi bir kaç para karşılığında satmayın.»

Ayetin metninde geçen ve satın alma anlamına da gelen «Şİra» kavramı kavramı burada satmak anlamındadır.

«İnsanlardan öyleleri vardır ki, bilgisizce, insanları Allah yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için (masal, hikaye gibi) eğlence (türünden boş) sözleri alırlar»

(Lokman 6)

ayetinde geçen «şira» kavramı da satın alma anlamındadır. Burada denmek isteniyor ki, maddî ya da manevi imtiyazlar, menfaatler karşılığında Allah'ın gerçek ayetlerinden yüz çevir­meyiniz, başkalarından elde ettiğiniz menfaatler karşılığında Allah'ın gerçek ayetlerinden yüz çevirmeyiniz, başkalarından elde ettiğiniz menfaatler karşılığında onları terk etmeyiniz. Çünkü İslâm'a karşı savaşmak için aldığınız bu para, Allah'ın ayetlerine ve yasalarına bağhlıkla'elde edeceğiniz dünyevî ve uhrevı kazançların yanında bir hiç niteliğindedir...

«Yalnız benden çekinin.»

Yani benden başkasından korkmayın. Çünkü onlar size ne bir zarar ne de bir menfaat sağlama gücüne sahip değillerdir. Öyleyse yaptıklarınızda ve yapmadıklarınızda benden kork­mayı Ölçü olarak alınız. Çünkü dünya ve ahirette insanın seyri­ni, yaşamını yönlendirme gücüne sahip olan yalnızca benim kuvvetimdir... Takva kavramı, insanın iç duygularında yaşadığı geçici herhangi bir korku değildir. Gerçek takva; İn­sanın vicdanında ve kalbinde yer eden, onu Allah'ın emirlerine eksiksiz bir şekilde bağlayan, yasaklarından sakınmasına doğru yönlendiren bir iç dinamizmin adıdır. Bu durumda takva sahibi insanın önünde yasağı çiğneme kapısı açılsa da oraya girmeye yanaşmaz. Bunun tersine Allah'a bağlılık kapıları açılmışsa gerçek bir samimiyet ve tam bir İmanla oraya girer.

«Bile bile batılı hakkın üzerine örtüp, Hakkı bakışlardan gizlemeyin»[132]

 

İsrailoğulları, Aldatma ve Hakkı Gizleme Arasında

 

Yahudiler iki yöntemle islâm'a karşı koyuyorlardı: Birinci­si   aldatma ve kaypaklıkla meseleyi saptırma yöndemidîr. Bu yönteme göre onlar batılı hak iîe karıştırıyor, Hakkın gerçek çehresini gizlemeye, şüpheler yaymaya, iman ve yasama konu­larında birtakım kuşkular üretmeye çalışıyorlardı. Bu yöntem­le insanların gerçeği açık olarak görmelerine engel oluyorlar ve onların hak ve batıl arasında şaşırıp kalmalarını sağlamaya, ikisini birbirinden ayırmalarını Önlemeye çalışıyorlardı. Bugün yaşadığımız hayat şartlarında da birçok kimseler bu yöntemi kullanmaktadır. İslâm düşüncesine ve tabiatına bir takım tezgahlarla, oyunlarla kuşkular yerleştirmeye gayret et­mektedirler. İslâm'ın başarıya ve hayatta en büyük hedefine ulaşma imkanlarının yetersizliğini yaymaya çalışmaktadırlar. Özellikle Yahudiler bu yöntemi tarih boyunca kullandıkları gi­bi, bugün de geliştirilmiş metodlarla uygulamayı sürdürmekte­dirler... İkincisi yöntem, gerçeği, hakikati gizleme, saklama yöntemidir. Yahudiler bu sırada, peygamberimizin ilahî me­sajında gerçekten doğruluk bulunduğunu bildikleri, O'nu, ger­çek peygamberlerden biri olarak tanıdıkları, birçok bilgilerin ve eldeki verilerin de O'nun doğruluğunu pekiştirdiği halde bu bilgileri ve belgeleri insanlardan gizliyorlardı. Kıskançlıkları­ndan ve hiçbir temele dayanmayan azgınlıklarından dolayı İslâm'ın hayatta ilahi bir rjsalet olarak güçlenmesini, toplum­da gerçek konumuna oturmasını istemiyorlardı... Bu yöntem bugün kafirlerin ve ateistlerin bize karşı kullandığı bir savaş taktiğidir. Onlar, İslâm'ın reddedilen hiçbir ilkesinin, bir delile dayandırılarak bilinçli bir şekilde reddediîmediği imajını kırmak için, bildikleri tüm gerçek delilleri, gerçeğe aydınlık ge­tiren belgeleri tümden reddetmektedirler.

Ayetin anlamını açıklamak içitfburada iki önemli noktaya işaret etmek gerekir:

Birinci   nokta:   Hakkı   gizlemek   ile   hakkı   batıla karıştırmak arasındaki fark şudur: Öyle meseleler vardır ki, onların düşünce ve eylem alanındaki anlamlarını maskele­mek, onlarla oynamak mümkün değildir. Çünkü bu meseleler bu tür şeyleri kaldırmaz. İşte Yahudiler buna benzer konular­da insanlardan gerçeği gizleme taktiğine başvurmuşlardır. Böylece insanlar gerçeğin yüzünü tanıyanı ayacak ve ona bağlanamayacaklardır... Ayrıca bazı meseleler vardır ki ince noktalarına ve detaylarına inilmesine rağmen birtakım kapıh-lıkları ve gizli yönleri kalabilmektedir. Buna benzer durumlar­da ise Yahudiler, Hakk'ın yanında kendilerinden uydurdukları birtakım ilaveleri söz konusu ederek insanların dinlerini kar­maşık hale getiriyor ve bu vesile ile, istedikleri şekilde hak ve batılı karma bir biçinde onlara kabul ettiriyorlardı.

İkinci nokta: Kur'an-ı Kerim'in hakkı gizleme veya hak ile batılı karma hale gitirme noktasında İslâm Ümmetine değil de özellikle ehl-i kitaba hitap ettiğini söyleyebiliriz... Bunun yanında yine anlaşılıyor ki, İslâm Ümmeti Tevrat'ı okumak ve orada yer alan hükümleri düşünmekle hakkı tanımak batıldan kurtulmak durumundaydı. Ümmetin, böyle bir eylemi gerçek­leştirmesi isteniyordu... Fakat açıkça söylenebilecek odur ki bu sırada insanlar Tevrat'ı öğrenebilme, onu görüp hükümlerini inceleyebilme imkanlarına sahip değillerdi. Çünkü din adam­ları onu kendi tekellerinde bulunduruyor, kitlelerden gizliyor Kendilerinin açıklamayı istedikleri dışında hiçbir şeyi onlara göstermiyorlardi.

Ayrıca Tevrat elde edilse bile Arapça'ya çevrilmiş değildi ki insanlar yararlanabilsin, öyleyse Tevrat'ı öğrenmenin, O'nu anlamanın biricik yolu onu ehl-i kitap bilginlerinden öğren­mekti. Bu nedenle görüyoruz ki Kur'an-ı Kerim özellikle bu bil­ginlere yöneliyor ve Tevrat'ı insanlara göstermeleri, oradaki gerçekleri açığa çıkarmaları için kendilerine meydan okuyor.

«De ki eğer doğru söylüyorsanız Tevrat'ı getirin ve O'nu okuyun.»

Burada Önemli bir nokta daha vardır: Zekât vasıtasıyla in­sanlara fedakarlık ve bağış ruhu kazandırılınca insan cimri­liğin, bencilliğin veya mal sevgisinin neden olduğu nefsânî ar­zulara karşı başarı elde edebilir. Bu duyguları bastırabilir. Çünkü bu gibi duygular pekçok imanî hakikatleri inkâra, on­ları ciddiye almamaya götürür. Böylece zekât, insan için, biri bireysel (Psikolojik diğeri sosyal olmak üzere iki yararlı eylemi gerçekleştirmiş olur. Zekât vasıtasıyla insan, toplumdaki fa­kirlik problemlerinin çözümünde bir pay sahibi olduğundan ' mala aşırı derecede bağlılık ve düşkünlük göstermez. Mala kul olmaktan kurtulur. Böylece o, mülkiyet sahibi olmakla sosyal bir görevi yerine getirmenin mutluluğunu tadar, tnsan bu aşamaya geldiğinde, onu hakkı inkâra batılla menfaat elde et­mek amacıyla beraber yürümeye çağıran maîîn başkasından kurtularak özgür hareket etme imkânı elde eder.

Dolayasıyla fikrî ve eylem planında hak ile beraber olmaya, onunla uyum sağlamaya engel olan büyük bir sorundan kurtul­muş olur.

«Namazı kılın, zekâtı verin ve rûkua varanlarla birlikte siz de rûkua varın.»

Yani hiçbir karışıklığa, hiçbir sapıklığa ve hiçbir zaafa yer vermeyen açık ve güçlü bir duyguyla iman ediniz. Yani imanınız, sizi pasifliklerden uzaklaştıran ve aktif davranışlara yaklaştıran bir eyleme dönüşsün... Namazı, Allah'a açılma, O'nunla diyaloga girme, sağlıklı bir ilişki kurma şeklinde alg­ılayıp ikame ediniz. Böylece Allah'a bağlanın. Çünkü siz namazda her rûkua varışınızda, kendisini hatırladığınız her zi­kirde O'nunla sürekli bir bağ içinde oluyorsunuz... Zekâtı da Al­lah'ın mal dağıtımı çağrısına bir karşılık, bu bağış ruhunun İslâm çağrısı ile ahenginin bir delili olarak veriniz... Böylece mü'min insan, namazındaki imanıyla ruhsal bir harekete gir­miş olur. Manevi anlamlarla içice bir halde bulunan maddî yardımıyla insanın insanla ilgisini kurar. İnsanları birbirine

bağlar. Böylece insan ne sırf manevî değeri ne de maddî değeri temel almayan tam tersine mana ve maddeyi mükemmel bir bi­çimde kaynaştırarak almaya çalışan İslâm düşüncesine ka­vuşmuş olur. Bu düşünce aynı zamanda Allah'ın kudretinden, lütfundan ve rahmetinden kaynaklanan ve insanın yapısında da mevcut olan sıfatlarla tam bir ahenk içine girer.

Sonra ayet-i kerime onların rûküa varanlarla birlikte rûkua varmalarını istemektedir. Çünkü rüku, tam manasıyla Allah'a boyan eğişin somut bir şeklidir. Allah tarafından ya­ratılan bütün canh varlıklar aslında her durumda ve her za­man rüku halini yaşamak zorundadırlar. Ancak, böylece ha­yatın tamamı Allah'ın hizmetine ve iradesinin emrine girmiş olur. Buna bağlı olarak her insanın Allah'a rüku edenlerle be­raber rüku etmesi gerekmektedir. Kendisi bir tarafta, Allah'la beraber yürüyenler öbür tarafta, Allah'la beraber yürüyenler öbür tarafta yer almamalıdır. [133]

 

Siz İnsanlara İyiliği Emredip, Kendinizi unutuyor musunuz?

 

«Siz kitabı okuduğunuz halde insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Bunun yanlış olduğunu düşünmüyor musunuz?»

Bu ayet, Yahudilerin İslâm'ın ortaya çıkışı sırasındaki . pratiklerini ve dinin esasından sapmış olan tutumlarını irdele­mektedir. Onlar bu sırada kendilerini kitabın ve şeriatın ko­ruyucuları, hakk üzeride dürüst yürmenin davetçileri, insan­ları iyiliğe çağıranların Öncüleri olarak görüyorlardı. Bu, on­ların kendilerine biçmiş oldukları roldü. Görevlerini kendileri belirlemişlerdi... Ne var ki onlar bir yandan da ortaya koyduk­ları davranışlarla bu göerevlerine ihanet ediyorlardı. Sorumlu­luk konusunda kendilerini unutanların konumuna düşüyor-

lardı. Dünya ve ahiretin geleceği konusunda bir problemleri yoktu. Kaybetme endişelerini gönüllerinde taşımıyor, hayat­larında yaşamıyorlardı. Bunun yanısıra insanların dünya ve ahiret konusunda sürekli bir uyanıklık içinde olmaları gerek­tiğini vurguluyor ve bunu gündemde tutuyorlardı...

işte bu, insanın hareket mantelitesini kaybettiği, arzu ve isteklerinin tutarsızlığına teslim olduğu, hayatında bu direk­tiflere göre kendisine yön vermeye başladığı tutarsız bir yak­laşım, sahte bir yoldur. Zira akıllı olan insan eğer, insanların kendilerini kurtarmaları için çaba sarfediyor ve onları uyarma­ya çalışıyorsa bu arada kendi kurtuluşunu da düşünmek zorun­dadır. Aklın değeri, pratikte iyiyi ve kötüyü belirleyen farkları güzelce kavramada ve bu kavrayışa göre hayatım iyiye doğru yönlendirmede ortaya çıkar.

«Siz kitabı okuduğunuz halde»

cümlesinin onların kitapla olan ilgilerini belirtmek ve kitap sa­hibi olduklarını tasvir etmek için araya sıkıştırılan soyut bir cümlecik olduğunu sanmıyoruz. Burada onîara bir şeyler do­kundurulmak istenmektedir. Yani siz, daha derinden anla­mak, daha güzel kavramak ve daha güzel bir ahlakla hayatınızı yönlendirmek için Allah'ın ayetlerini okuyorsunuz. Onları tet­kik için var gücünüzü kullanıyorsunuz. Burada kalpleri hakkın haykırışı ve uyanıklığıyla en derinden sarsan, onları gafletten uyandıran vahiyle içli dışlı oldukları halde kendi içle­rinde derin bir gaflete dalmaları, bu ayetlerden habersizmiş gi­bi davranmaları eleştirilmekte ve tenkit edilmektedir.

«Bunun yanlış olduğunu düşünemiyor musunuz?» cümleciğinden anlaşıldığına göre, ayet onların bilinçlerini ve duygularını harekete geçirmek istemektedir. Yani bunların problemi bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir mesele değildir ki onları ilmin yollarını gösteren Öğütlerde bulunulsun. Burada mesele, insanın yöneldiği şeyde aklını dondurmacıdır. îyiyi ve kötüyü pratik hayatta birbirinden ayırabilecek yeteneğini bilinçli biçimde kullanmaya yanaşmamasıdır. İyiyi ve kötüyü pra­tik hayatta birbirinden ayırabilecek yeteneğini bilinçli biçimde kullanmaya yanaşmamasıdır. Burada şöyle bir soru sorulabi­lir:

Biz bu ayetten şunu mu anlıyoruz; pratik hayatın çeşitli yönlerinde, ilkelere bağlı bir hayata boyun eğecek kadar güçlü bir iradeye sahip olmayan insanın iyiliği yaygınlaştırmam ası, kötülüğü engellememesi gerekir ki insanlara iyiliği emrettiği halde kendisini unutanların sınıfına girmesin. Yani bu farzı, Allah'ın tüm emirlerini yerine getiren ve bütün yasaklarından sakınan, bu konuda kendisini koruyabilenler ancak yerine ge­tirebilir, bu görev sadece onlara farzdır.

Cevap: Buradaki ayet bu konuya ilişkin olarak inme­miştir. Özellikle sözkonusu edilen şudur; Allah'a davet yolun­da çalışan bütün insanların gönlünden bu çifte standartlı uygu­lamayı söküp atma bilincini sert ve uyarıcı bir üslupla ifade et­mektir. Yani mü'minin konumu ile davetçinin konunu arası­nda fark olmamalıdır ki söz ve hareket birliğine gidilebilsin. Çünkü böyle bir uygulama bir taraftan davetçinin, sözleri ve eylemleriyle insanlara Öğüt vermesi halinde çağrısının başarı­ya ulaşmasını vesile olabilir, bir yandan da düşünce ve imanın hedefe yönelişi sağlıklı bir konuma geldiğinde davetçinin şah­siyetini de kabul ettirecektir. İyiliği yaygınlaştırma ve kötülüğü engelleme meselesine gelince: Bu insanın yaygı­nlaştırmaya çalıştığı veya engellemeye uğraştığı şey ile bağı ol­mayan başka bir görevdir. Yani davette bulunmanın vücubiye-ti diğer şartların varlığına bağlı değildir. Dolayısıyla bu, sadece pratik olarak kendisini koruyan suçsuz kemselere farzdır, de­mek doğru değildir. Dolayısıyla bu, sadece pratik olarak kendi­sini koruyan suçsuz kimselere farzdır, demek dığru değildir. Çünkü insanın görevi, iman ve sapıklık savaşında iki yönlü bir mücadeleye ginşmesidir. Bu mücadelenin biri içe yöneliktir. Davetin merhalelerinde ondan sapmamak için, istikameti ta­kip etmek için verilen mücadelenin adı budur.

Diğer mücadele alanı ise dışa yöneliktir. Diğer mücadele başkalarının hayatındaki sapıklıkla savaşmak esastır. Bu yak­laşım ışığında, Cihad-ı Ekber (büyük cihad) nefis ile yapılan ci-had, Cihad-ı Asgar (küçük cihad) ise akide düşmanlarına karşı savaşla ortaya konan cihaddır. Bu her iki cihad da birer şer'î (hukuki) farz olarak yanyana ve paralel giderler. Çünkü silah­larıyla kafirlere karşı cihad eden Müslümanlar bir taraftan da davtleriyle küfre karşı cihad ettikleri halde masum (günahsız) değillerdir. Bazı durumlarda Allah'a isyan anlamındaki günahı işliyor ve dığru yoldan ayrılıyorlardı. Yalnız onlar uyandıkları ve hatırladıkları anda önceki doğru yollarına dönüş yapıyorlardı...

Düşünceayi özetlersek, ayet-i kerime, eylem konusundaki pasiflikle beraber davet alanındaki aktifliğin yanyana ol­masını doğru görmeme konusuyla ilgili değildir. O zaman ki re­aliteyi eleştirmek ve mahkum etmek amacını gütmektedir. Ta ki böylece sosyal hayattaki ahlâk düzeldiği gibi insanın pratik hayatı da doğru bir istikamete yönelsin. Davetçi, davayı bilinçli bir şekilde anladığı gibi onu sağlıklı bir şekilde uyguîayabilsin ki diğeri de davetçinin sapmasını paravana olarak kullanıp, sapmaları için bir mazeret biçiminde ileri sürmesinler ve bu ve­sileyle davete karşı savaşmaya yol bulamasınlar. Hamd Alem­lerin Rabbi Allah'a mahsustur. [134]

 

12) KUR'AN İSRAÎLOGULLARINA ÖĞÜT VERİYOR VE ONLARA ALLAH'I HATIRLATIYOR

 

Bahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

«Sabrederek ve namaz kılarak Allah'tan yardım dileyin. BİÇ şüphesiz bu, Allah'a saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir.» (Bakara, 45)

«Onlar ki, Rabbleri ile buluşacaklarını, kesinlikle O'nun huzuruna döneceklerini bilirler.» (Bakara, 46)

İnsan, yaşamı boyunca bazen şehevi duyguların baskısıyla karşılaşır. İçten bir duygu ve ateşe benzer bir hareketle nefsanî arzuların çağrısına boyun eğmesi ve Allah'ın mesajını kulak ardı etmesi özellikle istenir. Yanısıra insan bazı durumlarda mal mülk sevgisinin egemenliği altına girer ve bu sevgi, mal ve­ya makam elde etmek amacıla kişinin imanını ve iman ilkeleri­ni terk etmesini öngörür. Onu olumsuz yönde etkilemeye çalışan duyguların etki alanına girer... Ayrıca dış baskılar da insanın varlığını ve hayatım tehdit eder. Allah'ın çizgisinden uzak düşen saptırıcı etkenlere teslim olmaya zorlar... Tüm bun­ların hepsine insan hangi güçle ve nasıl karşı koyacaktır?

Bu iki ayet-i kerime insanın Allah'a imanını imanın eylem­leri vasıtasıyla harekete geçirmektedir. İnsanın, tehlike arze-den hayatın badirelerine karşı hakkın çizgisinden sapmaması­nı garanti altına almak istenmektedir. Bu çizgiyi korumanın teminatı sabır ve namazdır... Sabır, iradesinden ve imanından hareketle kişinin kendisine hakim olmasını, zaaflara kapılma­yan bir konuma gelmesini sağlayan bir eylemdir. Bu aynı za­manda İslâm ahlakının aktif karakterlerinden birisidir. İnsanın psikolojik açıdan güçlü ve dayanıklı olmasını sağlar, bedenin psikolojik ve harici zaafların etkisi altında ezilmesini ve yılgınlığa düşmesini önler. İnsan sabır ile imanın ve sorum­luluklarının bütün gereklerine bağlılık gösterir. Çünkü genel­likle sapma, kişinin kendi öz iradesine dayalı gücünü yitirme­sinden kaynaklanır. Nitekim hir hadis-i şerifte şöyle deniyor:

«iman açısından sabır, insanın bedenindeki baş konumdadır. Nasıl ki başı olmayan bir bedenden hayır beklene­mezce sabrın eşlik etmediği bir imanda da hayır yoktur.»

Namaz mü'minin Miracıdır. Namaz, mü'minin ruhu ile, vicdanı ile, kalbi ile ve fikri ile Rabbine yükselişidir. Dua ve ni­yazıyla bütün duygularıyla Allah'a açılması, O'nunla bu­luşmasıdır. Allah'ın rahmetiyle uzanıp gelen büyük manevi desteklerle teması geçmesi, kontak kurmasıdır. İnsanın kalbi Allah'a bağlanınca, ruhu da Allah'ın yüce ahlâkına açılır. Zaten insan dünya hayatında Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmakla görevlendirilmiştir. Ne zaman ki insan, Allah'a açılmayı ger­çekleştirir, bu geniş atmosferde yaşamaya başlarsa, küçük me­seleler onun gözünde önemini yitirir. İnsanların vicdanlarını ve hayatlarını normal şartlarda etkileyen hiçbir şey onun ha­yatı üzerindde etkili olamaz artık.

Bu yaklaşımın ışığı altında ayet-i kerimenin doğru çizgi­den sapan Yahudilere ve başkalarına yönelik persfetifîni göre­bilir, atmosferini tespit edebiliriz. Ayet-i Kerime onlara diyor ki: Sizin problaminiz iki ana temelde odaklaşmakta, iki zaaf noktasında düğümlenmektedir. Birker siz Allah'ı unutuyorsu­nuz. Duyguların, şehevi arzuların, dünyevî, şeytanî ve nefsanî, aldatıcı direktiflerin baskısı karşısında zaafa düşüyorsunuz. Güçsüz kalıyorsunuz... Allah'ı unuttuğunuzda doğrudan şey­tana teslim oluyorsunuz. Manevi atmosferi yitiriyor, hayatta büyük meselelerle uğraşmaya çağıran hayırları ve Allah'a açı­lmayı elinizden kaçırıyorsunuz. Bu durunda elinizdeki hayat sınırlı, küçük arzu ve isteklere dönüşmektedir. Bu küçük arzu ve istekler arka arkaya sıralanmakta, kin ve düşmanlığı körüklemekte, sürtüşme ve tartışmaya yol açmaktadır. İçe ve dışa yönelik baskı ve aldatıcı telkinler karşısında güçsüz düştüğünüzde değerlerinize sırtınızı dönüyorsunuz... öyleyse şeytanın oyunları, hileleri, aldatmaları, tezgâhlan ve telkinle­ri ile karşılaştığınızda, onların hücumuna uğradığınızda, sabı­rdan destek alınız. Sabrın yarddımıyla iradenizin güçlenmesi­ni sağlamaya çalışınız. İradenin güçlenmesiyle ayaklarınız yere sağlam basar. Bütün problemleriniz, ilkeleriniz ve ahlâkınız iman çizgisinde bir istikamet alır, her şey düzelir... Allah'ı unuttuğunuz zaman ise namazdan destek alınız. Bu destek ile ruhlarınızı Allah'a doğru yükseltirsinez. Rahmet atmosferinde yaşarsınız. Allah'ın lütufları ve nimetleri içinde yüzersiniz.

«Hiç şüphesiz bu, Allah'a saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir.»

Herhalde bundan amaç: Allah'a bağlanmanın özünü kav­rayamamış, Allah'ın Uluhiyeti ve Rububiyeti karşısında tam teslimiyet gösterememiş, bunu hayatlarından yaşayamamış insanlara namazın ağır geleceğidir. Zira bu durumda onların namazları ağır bir yük olmaya dönüşür. Manasını kavraya-mazlar. Onun ufuklarına yükselemezler. Şayet namazı yerine getirseler de donuk bir görev, boyunlarına vurulmuş bor borç gibi yyüzeysel olarak eda edebilirler. Kalpleri Allah'ı anmakla yumuşayan, Allah'ı anmaktan zevek alan ve Allah'ın zikri ile huzura kavuşan huşu sahiplerine gelince, bunlar kalplerindeki bütün bir sevgi, gönül huzuru ve tam bir açıklıkla namaza yöne­lirler. İçlerinde yer alan bütün ruhsal duygularla, dünyada ve ahirette kendilerini Allah'a doğru yönlendiren maneviyatla, düşüncelerinde ve yaptıkları işlerde, hareketlerde, dav­ranışlarda, Allah'a karşı sorumluluk duşgusunu harekete geçi­ren bir bilinçle, bütün bir vicdan ile namaza durular. İnsan­ların böyle bir eylemi gerçekleştirebilmeleri için elbetteki akide planında ahiret gününe imanı derin duygularla yaşamaları, hayatınakışnı imanın parlak ve üstün parlaklığıyla yönlendir­meleri gerekmektedir. İşte bu akide ve iman ile insan, pratikte hayatını gereği gibi yönlendirir. Bu inanç sistemiyle hayatını bütünleştirir.

«Rabbleri ile buluşacaklarını, kesinlikle O'nun huzuruna döneceklerini bilirler.»

Burada şöyle bir soru sorulabilir: Acaba burada sözün ge­lişi ve akışına daha uygun düşen ve aynı zamanda insanın daha net olarak meseleyi görmesini sağlayan, takvasını arttıran «yakîn» (kesin inanç) kavramı neden «zan» kavramıyla de­ğiştirildi?

Cevap(:Burada şöyle bir imaj verilmek istenmiş olabilir: Ahirete hazırlık yapmak, bu konuda bir zanna sahip olmak ye­terlidir. Kesinbir inancaü ihtiyaç yoktur bu konuda. Zira insan ihtimal halinde bile olsa bir zararı önlemek, zanla bile oîsa gele­ceği kestirilen bir tehlikenin önüne geçmek için tabii olarak ha­rekete geçer. Bu konuda dünya işleri ile ahiret işleri arasında fark yoktur. Herhalde ayet-i kerime, eşyada var olan koruyucu tabiatı insanın hayatında harekete geçirmeye çalışıyor. İhti­mal dahilindeki şeylere karşı önlem alma duygusunu geliştiri­yor. Bu ihtimaller karşısında vurdumduymaz, aldırmaz bir tu­tum içine girmemesini, sırf günübirlik, hazır şeylere yönelme­mesini, gelecekle ilgilenmesini, ihtimalleri gözönünde bulun­durmasını, sorumluluk hissine sahip olmasını aşılamaya Çalışıyor...

Ehl-i Beytin bir takım zındık adamlarla giriştiği diyalog­larda da bu temayı görmek mümkündür: Eğer, olaylar sizin de­diğiniz gibi değil de, bizim dediğimiz gibi gelişirse biz kazançlı çıkarız, siz ise hüsrana uğrarsınız. Yok eğer bizim dediğimiz gi­bi değil de, sizin dediğiniz gibi gelişirse, bizim herhangi bir kaybımız olmaz... Şair Ebu'1-Alâ el-Maarri bu gerçeği şu şekil­de dile getirmiştir:

Müneccimler ve doktorlar birlikte diyorlar ki: «Bedenler tekrar dirilmeyecektir» Onlara diyorum ki: «Eğersözünüz doğru ise ben ziyanda değilim. Ya sözüm doğru ise! O zaman vay halinize!»

Kur'an-ı Kerim bu. yöntemi pekçok ayette kullanmıştır. Mesela Mü'minlerden söz ederken onların Rabbîeriyle karşılaşmayı umduklarını ifade etmiştir:

«Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa iyi iş yapsın ve Rabbine (yaptığı) ibadete hiç kimseyi ortak etmesin.» (Kehf, 110)

Tabiidir ki bu metod meseleyi ihtimal çerçevesinde bırak­makla sınırlı değildir. Yani bu ihtimali gözönünde bulundura­rak pratik eyleme yönelmekten ibaret sayılmaz. Bu metoda bağlı olarak hareket edildiğinde insan bu ihtimal noktasından kalkarak yakîne (kesin inanca) doğru yol alır. Çünkü kalkış noktasından itibaren,insan vurdumduymazlıktan kurtulur Düşünce ve eylem planında kendisine düşen sorumluluğu üstlenmeye doğru yol alır. Pasif bir atmosferden aktif bir düzeye çıkar. [135]

 

Bu iki Ayet Pratiğimizi ne Ölçüde Etkileyebilir?

 

Bu her iki ayete tefsir açısından buna benzer yaklaşımlar­da bulunabiliriz? Peki çağdaş İslâmî çalışmalarda realitemizi bu ayetlere nasıl uydurabiliriz? Yaşadığımız hayatı, ne şekilde bu ayetlere paralel düşen bir konuma sokabiliriz? Her iki ayet­ten şu iki önemli noktayı tespit etmek mümkündür:

Birinci nokta:Birinci ayette ibadete değişik açılardan dikkat çekildiğini, hem namaz ve oruç gibi ibadetlerin hem de sabır benzeri ahlâki disiplinlerin, psikolojik unsurların Özellik­le pekiştirildiğini görüyoruz, ibadet ve ahlâk, Müslüman in­sanın şahsiyetinin oluşturulmasında kaçınılmaz iki ana unsur­dur. Bunlar olmadan insanî düşünce ve eylem planında sapıkl­ıktan, sapmanın atmosferlerinden kurtulmak mümkün olmaz. Çünkü ibadet ve ahlâka dayalı bir Islami şahsiyet oluşmadan pratik eylem sahasında insanın kendisini savunabilecek bir güç elde etmesi ve doğru yolda sürekli olarak yürümesine des­tek olacak bir dayanağa sahip olması beklenemez... Tebliğe yönelik çalışmalarımızda, eğitimle ilgili faaliyetlerimizde bu noktaya özellikle özellikle önem vermek zorundayız.

Sırf soyut düşünce kalıplarıyla yetinmemeliyiz. Düşünce planındaki çalışmalar çoğu zaman insanı teorik tartışma alan­larına çeker, fakat pratik eylem sahasında asla harekete geçir­mez. Bizimle aynı inancı ve iman ilkelerini paylaşmayan insan­lara karşı böyle teorik tartışma bazen yararlı olabilir... Çizgi­den sapan fakat henüz imandan sapmayan Mü'minlere gelince bunların eylem planında pratik olarak eğitimleri gerekir. Bu eğitim   yolu   ile onlar imanlarım kuvvetlendirebilir; yanlışlıklarını, hatalarını, zaaflarını, disiplin altına alabilir­ler. Bu konuda fıtri imanlarının gereğini yaşayan geleneksel Müminler ile, imanlarına geçici birtakım saptırcı unsurlar karışan Mü'minler arasında herhangi bir fark yoktur. Bunlara karşı izlenecek en güzel yöntem onları pratik (uygulamalı) bir eğitim sürecine sokmaktır. Bu yöntemle kendilerini Allah'a bağlayan sabır ve Huşu melekelerini (alışkanlıklarını) geliştir­mek ve derinleştirmek mümkün olacaktır. Bunlara imanın düşünce yönünü geliştirmeyi ve derinleştirmeyi amaçlayan düşünce konularını aşılamak, yani teorik yöntemi kullanmak ise çoğu zaman ters etki yapar. Böyle bir yöntemi izlemek kişinin imanında hesapta olmayan yeni problemlerin doğması­na yolaçacağı gibi ters etki de yapar. Böyle bir yöntemi izlemek kişinin imanında hesapta olmayan yeni problemlerin doğması­na, yeni meselelerin ortaya çıkmasına neden olur. Bu nedenle kişinin Allah'la irtibatım Allah'a bağlılığı sağlamlasın caya ka­dar beslemek lazımdır. Bu insanları herhangi bir şüphe ve düşünce sorunu ile karşılaştırmamak, çizgisini sarsmamak ge­rekir...

ikinci nokta:Ikinci ayet-i kerimeden anlıyoruz ki, uygu­lama konularına ilişkin meselelerde Ahireti hatırlatma temeli­ne dayanan bir vaaz, bir Öğüt yöntemine özellikle dikkat çekil­mektedir. İnsanın Allah'a döneceği hatırlatılıyor. Çünkü in­sanda soyut düşünceyle hiçbir ilgisi olmayan fakat duygularla ve tepkilerle sıkı ilişkisi bulunan bir bilinç (şuur) bölgesi vardır. İste bu bilinç, İslâm'ın hayatın bütün problemlerini çözdüğünü söylemekle, İslâm'ın bunların üstesinden geldiğini açıklamakla yetin mey ebilir. Bütün evrenin değişik alanlarını, yönlerini kapsayan felsefenin, düşüncenin yapısını açıklamak meseleyi halletmeyebilir. Bu bilinci, özellikle insanın Allah karşısındaki konumunun açıklanmışı, Kıyamet Günü'nde bütün hayatı boyunca işlediği iyi ve kötü hareketlerden, eylem­lerden kapsamlı ve detaylarına varıncaya kadar her şeyden he­saba çekileceğinin tasvir edilmesi gerekebilir... İşte bu böyle bir bilinç insanın nefsini manevi (ruhsal) yönden Allah'ın önünde eğilmeye sevk eder . Allah'a manevi yönden boyun eğmek ise, insanm dünya hayatında Yüce Allah'a yönelmesine ve O'na sa­mimi biçimde bağlanmasına vesile olur.

Kur'an'm davet alanında kullandığı yöntemleri geniş ve bi­linçli bir şekilde incelemek, Kur'an'ın bu yönteme ne ölçüde ağırlık verdiğini ve bu konuda ne kadar yoğunlaştığını görme­mize vesile olacaktır. Kur'an'ın davet yöntemi o kadar mükem­meldir ki, öğüt verme gerektiğinde Kur'an buderin, etkili yöntemi kullanmış, hem düyünce ve hem de duygu ahanmdaki her çeşit unsuru en güzel şekilde harekete geçirmiş ve yönlen­dirmiştir. Kur'an bu iki kanatlı yöntemi o kadar sık kullanmak­tadır ki, Onu Allah'a davet yolunun değişmez bir özelliği olarak görmek zorunda hissediyoruz kendimizi. Düşünce ve duygula­ra hitap, İslâm'a davet yolunun en belirgin kalıcı vasfıdır. [136]

 

Hatırlatma ve Uyarı

 

«Ey îsrailoğullan, size bağışladığım nimetleri ve sizi diğer canlı cansız varlıklara üstün kıldığımı hatırlayın.»

«Öyle bir günden korkun ki, o gün hiç kimse bir başkasının yerine bir şey ödeyemez, hiç kimseden aracılık kabul edilmez, hic kimseden fidye alınmaz, başkalarından yardım görmez.»

(Bakara, 47-48)

Bu ayet-i kerimeler şefkat ve merhamet coşan bir atmosfer ile başlamaktadır. Allah'ın kendilerine bahşettiği nimetlerini hatırlamaya davet etmektedir. Allah'ın kendilerine verdiği büyük İlahî mesajları (risaletler), hayat boyunca evrende ge­çerli olan bir düşünceyi, insanların duygularına , isteklerine ve acılarına karşı açık olan bir ruh ile tüm insanlara önder konu­muna getirilmelerini hatırlatmaktadır. Onlar insanların bütün ihtiyaçlarını gözönünde bulundurarak mükemmel bir şefkatle onları kucaklayarak tatlı bir şekilde bağrına basacak­lardır. Onların kalplerini Allah'a bağlayacaklar, hayatın ağır yükünü ve zorluklarını hafifletecekler, onları temiz bir hava ile, hareketli ve şefkat ile dolu bir atmosfere doğru harekete ge­çireceklerdir. Allah ile buluşma anındaki güzelliği, hayrı ve ha­kikati her zaman esas almalarını sağlayacaklardır. îşte bu, önderliğin ve liderliğin düşünce, sorumluluk ve örneklik ola­rak hayatında yaşadığı bir realitedir. Böylece Önderliği ellerin­de bulunduran Ümmet; faaliyet, hareket ve iman dolu bir ha­yat örneğini diğer insanların hayatına sunmak ve pratik olarak bunu onlara göstermek konumunda oduğunun bilincine var­maktır. İşte bu Ümmetin içinden seçilen peygamberler aynı za­manda insanların önderleri ve hidayet rehberleriydi.

Elbetteki Allah'ın nimetleri sadece bununla sınırlı değildi. Onların hayatlarının hepsini kuşatıyor ve dolduruyordu. Bu nimetler sayesinde hayatları hayır, bereket ve gönül huzuruy­la doluyordu. Firavunlardan ve azgınlardan oluşan zalimlerin hilelerinden, tuzaklarından kurtuluyorlardı. Bu yaklaşımın ışığında anlıyoruz ki, onların diğer insanlardan üstün kılınma­ları sınıfsal bir üstünlük değildi. Onlara ayrıca kişisel bir değer kazandırmıyordu. İnsanlara karşı üstünlük taslamalarına ve­ya bu zehaba kapılmalarına neden olsun diye verilmemişti. Bu üstünlük onların nimet yönünden üstün kılınmanydı. Yüce Al­lah onlara lütuflarını ve feyizlerini göndermiş, onları bu nimet­lere boğmuştu. Dolayısıyla onların daha fazla şükretmeleri, daha çok itaat edip bağlılık göstermeleri ve herkesten daha çok takva sahibi olmaları gerekiyordu. Herhalde bu nedenle Kur'an-ı Kerim birinci ayette Allah'ın onlara bahşettiği nimetleri hatariamahnnı, Allah'ın bu faziletini güzelce idrak etmele­rini istemiş, ardından ikici ayette onları Takvaya ve Ahiret Günü'nden korkmaya çağırmıştır. Her insanın kendi eylemi ve sorumluluğundan hesaba çekileceği, sınıfsal ve ailevi imtiyaz­lardan tamamen uzak olarak kendi varacağı yerle yüzyüze ge­leceği, sorumluluktan kurtulmak için her çeşit fidyenin orta­dan kaldırılacağı hesap verme gününden korkmalarını iste­mektedir... İşte bu noktada insan kendi insalığının bilincine varır, maddî ve manevi olarak insan olduğunun farkına varır. Allah ile karşılaşacağı günü düşünmekle biricik kurtuluş yolu­nun ruhî ve amelî olarak bilinci yaşamak olduğunu daha güzel anlar.Ayrıca bu ayette peygamberimiz (Salat ve Selam üzerine olsun) zamanında yaşadıkları halde risaletin karşısında yer alan Yahudilere de söz dokundurulmak istenmektedir... Bura­daki direktiflere göre, peygamberin çağdaşı olan Yahudiler, takvanın ve Allah'a bağlılığın biricik temsilcisi olması ve risa-letlerin çizgisinde Allah'ın son ve gerçek iradesini esas almasa nedeniyle yeni davetin çizgisiyle tam bir ahenk ve uyum sağla­malıdırlar. Bu çizgiden uzak düşmemeli ve onun karşısında yer almamalıdırlar. [137]

 

Ahirette Şefaat Var mıdır?

 

»Hiç kimseden aracılık kabul edilmez.» Bu ayetin «Hiç kimseden aracılık kabul edilmez.» cümlesi duraklamamıza neden olabilir. Çünkü bu ayet kıyamet gününde şefaatin varlığını ve etkisini kabul etmemektedir. Bu ise belli birtakım şartlar çerçevesinde şefaatin olabileceğini ifa­de eden diğer bazı ayetlerle, sabit ve herkezçe bilinen İslâm düşüncesi ile bağdaşmamakta ve onunla uyum sağlama­maktadır. Nitekim şefaatin varlığına şu ayetler delil olmak­tadırlar:

«Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat edemezler.»

(Enbiya 28)

«O gün Rahmanın izin verip sözünden hoşlandığı kimse­den başkasının şefaati fayda vermez?»

(Taha 109)

Şefaatin varlığını ortaya koyan hadisler de vardır. İslâm Ümmetinin, peygamberden geldiğini kabul ettiği bir hadiste peygamberimiz:

«Ben şefaatimi Ümmetinden büyük günah işleyenlere sak­ladım»

demektedir. Bizim ashabımızın -Allah onlardan razı olsun-peygamberimizden (Salat ve Selam üzerine olsun) aktardıkları rivayetlere göre o şöyle buyurmuştur:

«Kıyamet Günü benden şefaat etmem talep edilir, ben de şefaat ederim. Ali'den şefaat istenir, o da şefaat eder. Ehl-i Beyt'imden şefaat talep edilir, onlar da şefaat ederler. Mü'minlerin en az şefaat edeni, Cehennemi hak etmiş kırk kar­deşine şefaat eder.» (Mecmaul-Beyan Fi Tefsiril-Kur'an, I, 104. (Sayda Baskısı)

Yalnız biz ayetin bu cümlesini tahlil ederken meseleyi şey­le anlıyoruz: Bu ayet şefaat meselesini ilke olarak ele alma­maktadır. Burada söz konusu edilen şefaat, dünyadaki beşeri zihniyetin iptal edilmesi, kaldırılmasıdır. Yani dünyadaki zih­niyet ve yaklaşıma göre insan tamamen sorumluluktan kurtul­mak için bireysel bağlar ve kişisel umutlarla ahiretteki ha­yatını garanti altına almaya çalışmaktadır. Ahiret işlerini dünya işlerine benzetmektedir. Burada birisinin problemi ol­duğunda bir başkası onu halledebilmekte, veye araya vasıta koymakta. Veyahut da mali veya mali olmayan bir bedel karşılığında işini başkasına gördürmektedir. Bunlar genel bir kurala dayanmayan, kişisel seviyelerin durumlarına göre değişebilen çözüm yollarıdır. Bu tür hareketler ve girişimler kanun dışına çıkmaya neden olabilir. Eğer şefaat edecek olan kişiler şan, şöhret, makam ve mevki sahibi kimselerden oluşuyorsa orada kanun işlemez. İşte ayet, ahirette böyle bir şefaat anlayışını reddetmektedir.

İlke olarak şefaat meselesine gelince; bu şefaatin sözkonu-su atmosferle hiçbir ilgisi yoktur. Onun gerçekleştiği ortan bambaşkadır. Kur'an ve Sünnet'te yer alan pek çok ana ilke, şefaatin varlığını göstermekte ve sağlam bir zemine oturtmak­tadır. Konuyu bireylerin, makamların ve problemlerin tabiatı açısından çok farklı bir bağlamda ele almaktadır. Pek çok cahil insanın anladığı gibi, mesele, bireysel sevgiden kaynaklanan kişisel ilişkilerle hiç de ilgili değildir. Genellikle cahil insanlar bu yanlış anyışlarından dolayı peygamberlere ve velilere kişisel birtakım üstünlükler vererek adaklar, sadakalar ve benzeri şeylerle onlara yaklaşmaya çalışırlar. İnsanlar aynı mantıkla liderlere ve şöhret ve makam sahibi kimselere hediye­lerle ve yaltaklanmalarla yaklaşmaya çalışırlar ve onların şefaatlerini elde etmeye uğraşırlar. Peygamberlere ve velilere yakınlaşma ile liderlere ve makam sahiplerine yakınlaşma arasındaki tek fark, velilere ve peygamberlere karşı beslenen bu duygunun kutsallık bilinciyle beraber olmasıdır.

Fakat bu demek değildir ki, insanlar velilerden ve peygam­berlerden şefaat bekleyemezler ve kendilerine bu makamları veren, onları kendisine yakınlaştıran ve insanlara onların bu kendine yakınlığını açıklayan Allah'tan bunları kendilerine şefaatçi kılması için istekte bulunamazlar... Aynı şekilde bu yaklaşım Allah ile kulları arasına bir vasıta koyan düşünce ve anlayışla çakışmaz. Şu düşünce esasına paralel düşmez: «Biz Allah'la dorudan irtibat kuramayız. O'na yakın olma ve O'nun kudsiyetine yaklaşma sahasından uzak olduğumuzdan dolayı bu vasıtaları araya koyuyoruz ki, onlar, doğrudan ulaşamadığımız Allah'a bizi işin sonunda ulaştırsınlar» demek değilder.

Biz bu düşünceyi sahiplenirken insanlara doğrudan hitab eden Kur'an'ın metodunu esas alıyoruz. Herhangi bir vasıta kullanmadan, Allah'la irtibat kurmalarına çağrıda bulunul­masını düşüncemizin esası olarak kabul ediyoruz. Bizce Yüce Allah'ın insanlara yakın olduğunu onlara şah damarından da­ha yakın bulunduğunu ifade eden ayetlerle şefaat anlayışı ve ayetleri birbirlerriyle çelişmez. Allah'ın insanı doğrudan mu­hatap aldığını ve ona şah damarından daha yakın bulun­duğunu ifade eden ayetleri bu vesileyle aktaralım;

«Eğer kullarım sana benden sorarlarsa onlara de ki; ben kendilerine yakınım, bana dua edenin duasını, dua edince ka­bul ederim. O halde onlar da benim çağrıma karşılık vererek bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar.»

(Bakara, 186)

«Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz. (Çünkü) biz ona şah damarından daha yakınız.» (Kaf, 16)

Peygamberlerin veya peygamberlerin varislerinin Allah ile kulları arasında vasıta olduğundan söz eden hadislere gelin­ce; açık olan sağlıklı görüş odur ki, bu vasıta ve aracı olmadan amaç, onların peygamberliği getirmeleri ve Allah'tan aldıkları emirleri insanlara bildirmeleridir. O'nunla doğrudan ilişki kurmaları değildir. [138]

 

Şefaat Dileme ile Şirk Arasında  Bir İlişki Var mıdır?

 

öyle sanıyorum ki şefaat meselesi ye şefaat dileme, buzı îsîâm alimlerinin düşünce planında birtakım spekülasyonlara varacak ölçüde tartışmalara girmelerine neden olabilecek bir mesele değildir. Bu alimler şefaat konusunu Tevhid Akide-si'nin netliğine gölge düşüren bir mesele olarak değerlendirmiş ve bu anlayışı müşriklerin putlarıyla ilgilerine benzetmeye çalışmışlardır. Bu alimlere göre müşrikler de putlamyla ilişkilerini temize çıkarmaya çalışmışlardı. Nitekim Yüce Allih onlardan söz ederken şöyle buyuruyor:

«Biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyo­ruz.»                              .                                 (Zümer, 3)

Bununla ilgili yorumumuza gelince; burada mesele pey­gamberlere veya velilere yöneltilen bir ibadet meselesi değildir. Allah'ın onlara verdiği üstün derecenin bir atlama tahtası ola­rak kullanılmasıdır. Allah onlara birtakım yüksek dereceler vermiş ve onların bu yakınlığını onlara bahşettiği hakkı ile açı­klamıştır. Elbette ki onları bu şefaatleri, Allah'ın razı olduğunu bildikleri konularla sınırlı olacaktır. Buna göre şefaat meselesi tamamen onların Allah'ın güzel isimleri gibi tevessül konusu­na dönmektedir. Yani onların şefaat dilemesi Yüce Allah'tan bu şefaatin kendilerine ulaştığı kimselerden olmalarını dilemele­ridir. Onların bereketi ile günahlarının bağışlanmasını dileme­lerini, bu konudaki Allaha'ın iradesi esasına bağlı olarak iste­meleridir. Nitekim Yüce Allah da bazı eylemler veya bazı tavı­rlar ve psikolojik hallerden bizi bağışlamayı bir yasa olarak be­lirlemiştir.

Bizim kendisine çağırdığımız görüş, Tevhid'e Kur'an'ın tevdihi kavramlarının esasına göre bağlanmamız gerektiğidir. Tevhid'in bu ilkesini, Allah'ın bizden istediği ve şirk ile Tevhid'i birbirinden ayıran çizgiler üzerinde bu atmosferin berraklığını muhafaza etmeye çalışmamızdır. Şeriat'ın sınırlarından ve hükümlerinden uzak bir biçimde, bu konuya ilişkin red ve ka­bullerimizde, felsefi derinliğe dalmamaya sığınmamamızdır. (InşaAllah ileride şefaatla ilgili ayetler geldiğinde bu konuya tekrar döneceğiz ve orada konunun felsefî boyutlarını ortaya koymaya çalışacağı.)

Ayetin ana temasından anlaşıldığına göre mesele şudur: insan bu hayatında düşünmelidir ki kendisinin kurtuluşu bugünkü insanların uyguladığı değişik oyunlar, hileler, tezgâhlar, yaltaklanmalar, güzel görünmeler ve araya vasıta­lar koymakla gerçekleşemez. İnsanın kurtuluşu dünya hayatı­ndaki bu tür eylemlerle gerçekleşemez. İnsanın kurtuluşunun, ortaya koyduğu hareketlerle, uygulamaya dayalı çizgiyle yakın ilgisi vardır. İnsanın pratik olarak sorumluluk bilincine varması; kıyamet günündeki çetin hesabı düşünmesi ve ona göre bir hazırlık yapmasıyla alakalıdır. Öyleyse insanı kurta­racak olan unsur amelidir, Allah'ın rahmetiyle beraber, yalnız ameli. Bu da yaşadığımız pratik hayatla, sağlıklı, dürüst bir yol izlememizi ve bu istikametin esasına bağlı kalmamızı gerekti­rir. Samimi bir şekilde Allah'a dönmemizi, akidenin berraklığı ve hareketliliği içinde Allah'a kesin bir şekilde bağlanmamızı sağlar. [139]

 

13) PEŞPEŞE GELEN NİMETLER... VE TARİHE YÖN VEREN LÜTUFLAR

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

«Hani oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı bırakmak su­retiyle size çok ağır bir işkence çektiren Firavun hanedanından sizleri kurtarmıştık. Bu, sizin içiin Rabbinizden çok büyük bin imtihandı.»

(Bakara, 49)

Bu da Yüce Allah'ın îsrailoğullarma bahşettiği nimetlerin­den biriydi, onlar Firavun'un dikta ve zorba rejimi altında ezil­miş, yorgun ve bitkin düşmüşlerdi. Rejim, İsrailoğullanmn er­keklerini vahşi ve"barbarca da olsa her çeşit vasıta ile yıldırmış ve ürkütmüştü. İleride Firavun'un rejimine karşı bir güç oluşturmamaları ve karşı koymamaları için onların çocukları boğazlanarak öldürülmüşlerdi. Kız çocukları ise, kendilerine ve ulusuna hizmet ederler, ayak işlerini görürler dîye dokunul­mamış ve sağ bırakılmışlardı... Ayet-i kerimenin metninde ge­çen «Yestahyûne» kavramının iki anlamı vardır;

Birincisi: Bu kavram «hayat» sözcüğünden alınmıştır. Ya­ni Firavun'un rejimi kadınların sağ kalmalarını istemişti.

İkincisi: Bu kavram «haya» ve «istihya» (harekete geçir­me) sözcüğünden alınmıştır. Yani mecaz yönünden hayaları onları sağ bırakmalarına neden olmuştu. Zira utanma duygusu normalde insanın utanılacak bir şeyi yapmasına engel olur.

Bu konuya ilişkin bir dizi hadis de vardır. Yalnız bu rivayet­lere güvenmemiz doğru olmaz. Çünkü bu rivayetlerin bir kısmının, Kuran kıssalarının detaylarını açıklamaya çalışan Yahudi kültürünün nakilcilerine dayanmış olma ihtimali vardır. Biz bu tür rivayetleri «îsrailiyat» (Yahudi Mitolojisi) di­ye adlandırıyoruz.

...Yanlız bu tür rivayetlerin bazı durumlarda gerçeğe da­yanmış olmaları veya ondan bir parçaya ışık tutmuş olmaları da mümkündür... Her ne olursa olsun bu tür mitolojik bilgiler, Kur'an ayetlerinin kendisinden söz ettiği temiz havaya gölge düşürebilirler... Bizim için önemli olan kıssanın ana temasıdır, özüdür. Kur1 an kıssalarının asıl verimli tarafı burasıdır. Biz, tarihi olayların detaylarından söz etmiyoruz. Buna ihtiyacımız da yok. Bizim için önemli olan, bu tarihi olayların canlı ve hare­ketli olan ibret yönüdür. Bizi ilgilendiren, kıssanın bu yönleri­dir. Bu nedenle biz Kur'an ayetlerinin değindiği tarihi olaylara bu mitoloji ile ışık tutmak, onlan aydınlatmak ve aktarılan hi­kayelere teslim olmak istemeyiz. Tam tersine biz bu olayları; Kur'an'm ele aldığı, açıkladığı kadarını baz alarak değerlendir­mek, onların bu temiz havasını teneffüs etmek ve onları kendi konumlarında değerlendirmek zorundayız.

Bu hadislerin aktardığını ki saca şöyle özetleyebiliriz: Fira­vun, İsraiîoğullarından birinin eliyle öldürüleceğini rüyasında görmüştü. Kendi mantığına göre, gelecekteki bu olayı durdur­mak istemişti. Dolayısıyla onların tüm erkeklerini yok etmeyi düşünmüş ve tüm, erkek çocuklarının öldürülmesine karar ver­mişti. Erkek çocuklarının öldürülmesi Firavun'un taraftarları­nca da tepkiyle karşılanınca kararını erkek çocuklarını bir se­ne öldürmek, bir sene öldürmemek şeklinde değiştirmek zo­runda kalmıştı. Çünkü İsrailoğulları bu toplumun işçi sınıfını oluşturuyorlardı.

İsrailoğulîarının tüm erkeklerinin öldürülmesi onların işçilerini, kölelerini yitirmeleri ve kendilerinin çalışmak zo­runda kalmaları anlamına geliyordu... Hz. Musa'nın doğuşu ve annesinin O'nu denize bırakması da kıssanın bu detaylarının bîr ölçüde doğru olduğunu gösterebilir. Bu ayet-i kerime, İsrai­loğulîarının peygamberimizin (Saîat ve Selam üzerine olsun) zamanına kadar yaşayanlarına şunları hatırlatmak için gel­mişti: Yüce Allah, Hz. Musa'nın ve Risaletinin sayesinde tepe­nizde duran bu büyük felaketi, musibeti kaldırdı. Size kötülük ve sapıklık önderlerinin, azgınların, zalimlerin ve zorbaların öldürücü, yok edici dikta rejimlerinden tamamen uzak ve Özgür bir hayat nimetini bağışladı. Öyleyse neden Allah'ın bu nimet­lerine karşı şükretmiyorsunuz?

îsrail oğullarının bu durumlarını ve onlara verilen bu ni­meti, zalimlerin egemen sultası altında baskı, dikta ve zulümle idare edilen masum nesilleri, öldürülen, gelirleri ve ürünleri sömürülen, Özgürlükleri kısıtlanan hatta ellerinden alman, güçleri ve enerjileri etkinlik ve hareketten alıkonan her millet için sözkonusu edebiliriz... Bu durumdaki ulusları Allah, kendi eliyle hazırladığı dahili ve harici sebepler, şartlar, vasıtalar ve gelişmelerle bu ağır kabusun etkisinden kurtardığında, özgürlüğe kavuşmalarını kolaylaştırdığında onların, Allah'ın bu nimeti karşısında bilinçli müminlerin tutumlarını sergile­meleri gerekir. Allah'ın lütuflarına ve nimetlerine derinlemesi­ne nüfuz etmeleri Allah'ın bütün bu işleri nasıl doğrudan müdahalesiyle kolayca gerçekleştirdiğini görmeye çalışmaları lazımdır. Bundan böyle hayata yalnız zahiri (dış) sebepler açıs­ından değil, Yüce Allah'ın eşyadaki köklü, engin iradesine göre bakmalıdırlar. Çünkü onları derin bir bilinç ve geniş bir an­layışla sürekli olarak Allah'a bağlayacak olan bakış açısı bu­dur. Bu anlayış ve kavrayış ile onlar her neyi düşünürlerse Al­lah'ı onunla beraber görürler. Her neye yönelirlerse arka planı­nda Allah'ı bulurlar.

«Hani önünüze çıkan denizi yararak sizi boğulmaktan kurtarmış ve gözlerinizin önündü Firavun ailesini boğmuştu.»

(Bakara, 50)

Bu, Allah'ın onlara verdiği nimetlerin ikicisidir. Bi nimetin veriliş şekli mucize biçimde gerçekleşmiştir. Hz. Musa, göçleri­ne izin vermesi için eldeki vasıtaların hepsini kullanıp bunların hiçbir fayda sağlamadığını gördükten sonda îsrailoğullarmı bu zillet hayatından kurtarmak için göçetmeye karar vermiştir. Firavun kendi iradesine ve izin vermemesine rağmen îsrai-loğullannm göçettiklerini duyduğunda ordusuyla harekete ge­çerek onları takip etti ve göçlerine engel olmak istedi. Böyle bir hareketin kendisine hiçbir zorluk çıkarmayacağını, denizin on­ları ilerlemekten alıkoyacağını zanneden Firavun'un hesaba katmadığı bir güç daha vardı... İşte bu ortamda, birden İlahî otorite devreye girdi. Bir mucize ile İsrail oğullarını kurtardığı gibi Firavun'un buradaki tutumunu, üstünlüğünü, büyüklük taslayışım yerle bir etti. Nitekim daha önce de Asâ mucizesiyle onun kibrini ayaklar altına almıştı... îşte burada Yüce Allah Hz. Musa'ya ve kavmine denizi yardı, orada kendilerine kupku­ru bir yol açtı... Ve denizin karşı tarafina geçtiler. Kur'an-ı Ke­rim, ilerdeki ayetlerinde bu konuya değinecektir... Israiloğul-lannı izlemekte olan Firavun, onların denizde açılan bu kuru yoldan geçtiği gibi kendisinin de geçebileceğini zannetti. Atları denizdeki bu yola girince birden yolu iki taraftan kapatan su­ların altında kaldılar... İsrail oğul lan bu manzarayı tatlı bir şaşkınlık ve hayretle seyrettiler. Bu olay ile Firavun ve taraf­tarları bir kez daha zillete düştüler. Risaîet ve Resulün yolun­dan giden mûstaz'aflar ise bir onar daha kazandılar.

Burada meselenin ve vaziyetin mucize yolu ile halledilme­si, normaîvasıtaların etkisiz hale gelmeleri ve onların bu konu­da yetersiz kalmalarından dolayıdır. Risaletin durumunu, ta­raftarlarının vaziyetini mucize dışında hiçbir yolla kurtarma imkanının kalmamış olmasından kaynaklanmaktadır. Eğer Firavun'un onlara ulaşmaya gücü yetseydi hem Hz. Musa'yı hem O'nunla birlikte bulunan kavminin hepsini ezip geçip, yok ederdi. Böyle bir hareket ise, Yüce Allah'ın bu aşamada gerçek­leşmesini dilemediği bir şeydi. Çünkü artık iş doğrudan Allah'a meydan okuma durumuna gelmişti.Bütün peygamberliklerde ve her peygamber için her yer ve her zamanda geçerli mucizele­rin yasası budur. Yani mucize, artık hiçbir şekilde ve hiçbir yol­la kurtarılması mümkün olmayan durumlarda devreye girer. Peygamberlerin^ İmamların ve Velilerin hayatlarına ilişkin aktarılan bazı kıssalardan anlaşıldığı gibi yerle-yersiz meyda­na gelen günübirlik, bir olay değildir mucize. Çünkü Yüce Al-feh, hayatı yine kendisinin belirlediği evrendeki tabii (doğaya hükmeden) yasaların esasına göre kurmuştur. Bu nedenle çok Önemli bir olay söz konusu olmadığı sürece Yüce Allah evrenin bu tabiî yasalarını geçersiz kılmaz.

»Hani Musa ile kırk geceliğine sözleşmiştik de siz O'nun ar­kasından buzağıyı ilah edinerek zalimlerden olmuştunuz.»

«Sonra bu suçunuzun ardından belki şükredersiniz diye si­zi affettik.»

(Bakara, 51-52)

Yüce Allah bu ayetle İsrailoğullarının, kendilerine verilen nimetlere karşı nankörlük ettiklerini hatırlatmak istemekte­dir. Yüce Allah, onlann hayatını düzenleyen, işlerini ve ilişkile­rini belirleyen, onları sağlıklı bir ortamda değerlendiren, hik­met ve maslahat ilkelerine uygun biçimde geniş bir hayatın kapılarını açan kapsamlı bir Şeriatın (yasanın, hukukun) hi­mayesinde yeni bir hayata başlamalarını istemişti... îşte bu bağlamda Yüce Allah Musa'yı Mikat'a (söz verilen yere) çağırdı. Orada kırk gece boyunca ona Tevrat'ı indirecekti. Bu esnada beklenmedik ayrılık ortaya çıktı. Musa onlardan ayrılır ayrı­lmaz Risalet ve Resulü unuttukları gibi, Yüce Allah'ı da unut­tular ve Kur'an ileride yer yer değineceği uzun bir kıssada belir­tildiği üzere buzağıya taptılar. Allah'ın, kendilerine dünyaya kapsamlı bir Risaletin havarileri olarak açılıp bu Risaletin gölgesinde Öneli bir merkeze gelme çağrısına yanaşmadılar.

... Buna rağmen Yüce Allah onlara zulümler ile muamele etmedi. Bağışlan günahlarını. Düşüncelerini ve yaşantılarını düzeltmeleri ve dönüş yapmaları için geniş imkanlar tanıdı. Böylece kendisine dönüş yapmalarına ve pratik hayatta ni-metkerine şükretmelerine destek ve yardımcı olmak için onla­ra ruhî (manevî) ve nefsi (psikolojik, vicdanî) bir hava teneffüs etme zemini hazırladı.

Biz bu olayı dikkatli biçimde gözden geçirip inceleyerek di­yebiliriz ki, Musa'nın kavmi O'nun risaîetine iman ettiğinden, kendilerine fikir ve hareket sorumluluğu yükleyen Risaletin mesajını ve misyonunu kavradığından, anladığından dolayı O'na katılmamıştı, israil oğulları Hz. Musa ile birlikte harekete kalktıklarında bir tarafatan O'nun kavminden (ulusundan) ol-

dukları için bir taraftan da Firavun'un zulmünden kurtulmak istediklerinden dolayı O'nunla beraber olmuşlardı. İman meselesi ise bu iki ana amacı ve ilkeyi desteklemelerinin bir vasıtası olmaktan Öte bir anlam taşımıyordu onlar için, Onlar Hz. Mu­sa'nın Risaletine sırf bir bakikat olduğundan dolayı taraftar ol­mamışlardı. İşte bu nedenle herhangi bir dalgalanma, bir akım karşısında sarsıldılar. Basit duygusal hareketler karşısında direnemeyip saptılar. Hz. Musa gözlerinden kaybolduktan he­men sonra içinde bulundukları havadan uzağa düştüler.

Çünkü onlar Hz. Musa'nın güçlü şahsiyetinden, gücünden kaynaklanan etkisinden ve güzeli kabul etmeyi hissettiklerin­den dolayı O'na boyuneğiyor, bağlanıyorlardı. Onların bu ka­rakterde olduklarım gösteren delillerden biri de, Hz. Musa, Al­lah'ın Mikat'mda dönüş yaptıktan sonra Musa ile ilk karşılaşmalarında, anında dönüş yapmaları, günah işledikle­rinin derin bir şekilde bilincine varmalarıdır. [140]

 

Liderliklerin, Olayın Arka Planını İncelemesi Gerekir

 

İsrailoğullanmn bu olayından, Allah yolunda çalışanlara yeni bir ders çıkarabiliriz... Şöyle ki: İster davet konumunda, ister eylem ve hareket konumunda olsun Allah yolunda çalışan hiç kimse imanın tepkisel tezahürlerine aldanmamak, onlar­dan etkilenmemelidir. Kendilerine yardım edenlarin ve saf­larında yer alanların duramlarım incelemelidirler. Kendileri­ne taraftar olanların katılımlarına etki eden dahili etkenleri ve yolaylann arka planında yer alan etkenleri tespit etmelidirler. Onları bu önderliğe veya pratik eylem çizgisine, yahut kap­samlı düşünceye bağlanmaya iten sebepleri görmeye çalışmalıdırlar. Kitlelerin hareketten etkilenmeleri sırf liderin tabiatından kaynaklanmış olabilir. Liderin güçlü düşüncesin-

den, kişisel cazibesinden, ailevî, ulusal veya bölgesel karakte­rinden etkilendikleri için bağlanmaları mümkündür. Bağlılıkları meselenin duygusal atmosferinden de gelmiş olabi­lir. Belli birtakım hareketlere tepkisinden, bu harekete veya li­derliğe karşı olan birtakım hareketlere muhalif olduklarından dolayı onunla beraber hareket etmiş olabilirler...

Bu durumda onların harekete ve liderliğe bağlılıkları, içle­rindeki düğümü çözmeye veya bir öfkeyi boşaltmaya yöneliktir, bununla sınırlıdır. Kişiye etki eden faktörler siyasal ve sosyal konumlarla da ilgili olabilir. Bu durumda kişi veya topluluk kendi siyasal ve sosoyal konumuna kavuşmak için Allah'a da­vet yolunun uzun mesafesini sırf bu amaç için katetmeye karar verebilir. Hareketin içinde bu hedefe varmak için yer alabilir. Bunun yamsıra, kişinin veya topluluğun bütün bu etkenler­den, faktörlerden değil de, düşünceye ve hedefe gerçek bir iman çizgisinden kalkarak sahip çıkması mümkündür... Öyleyse Al­lah yolunda çalışanların bu etkenleri ve faktörleri güzelce gözden geçirmeleri, onları incelemeleri gerekir ki davaya katı­lan, hareket eden, dava içinde yer alan toplulukların hangi ko­numda olduklarını bilsinler. Çünkü bu konuda hasaplarm farklılığı, tavırların farklılığına neden olabilir. Ve topluluklar-daki bu zaafları beklenmedik bir anda deneyimler (denemeler, sınavlar) ortaya çıkarabilir.

«Hani doğru yola gelesiniz diye Musa'ya Kitab'ı ve Fm-kan'ı verdik.»                                                (Bakara, 53)

Yüce Allah, Kitab'ın ve Furkan'ın onlara gönderilmesini Allah'ın insanlara verdiği büyük nimetlerden biri olarak karşılarına çıkarmaktadır. Çünkü bu, hakka, gerçeğe ulaşmanın yoludur. Bu da doğru yola ulaşmanın yoludur. Bu da doğru yola ulaşmanın büyük ve Önemli bin nimet olduğuna dik­kat çekmektedir. İnsan için, hak ve büyük değerlerin değişmez ilkelerine dayanan bu ana ilkeler üzerine kurulan mutlu, bere­ketli, hayatın kapılarını açan, nimetten daha büyük bir nimet düşünülebilirini? însana güvenli bir yolu gösteren, hiçbir şey­den korkmayacağı bir zemine çağıran ve onun aydınlıkta yürümesini sağlayan bir nimetten büyük nimet ne olabilir ki? Bu şartlarda düşünmesini, bu şartlarda çalışmasını veya başkasıyla yardımlaşmasını sağlayan bir nimetten...

Öyle anlaşılıyor ki, Hak ile Batıl'ı birbirinden ayırmayı ifa­de eden «Furkan» kavaramı «Kitap» sözcüğünün açıklayıcı bir ilavesidir. Bu açıklayıcı bir ilavesidir. Bu açıklayıcı sıfat ile «Kitap»'ın fonksiyoner sıfatı izah edilmiş olmaktadır. [141]

 

Kitabın Nimet Olduğu Pekiştiriliyor

 

İslâmi yöneliş konusunda bu ayeti gözönünde bulundur­mamız gerekiyor. İslâmi bakış açısı, Allah yolunda davet eden­leri Allah'ın nimetlerinin tabiatı konusunda uyarmaktadır. İnsanlar, Allah'ın nimetlerini sırf somut nimetlerden ibaret görmesinler. Bu nimetler insanın kendi şehevî duygularını, lezzetlerini, kişisel ihtiraslarını tatmin ettiği nimetlerle sınırlı değildir. Davetçiler, insanın önüne fikriyle, pratik hayatın aşamalanyla, dünya ve ahirete yönelik istikbaliyle ilgili bütün nimetlere dikkatlerini çekerler. Hak ve Batıl'la ilgili manevî ve insanî büyük değerlerle alakalı olan bütün nimetlere dikkatle­rini yöneltirler. Bunlar insanın ruhî (manevî) ve sosyal düzeyi­ni yükseltirler. îlerde pek çok Kur'an ayetinde bu temanın sürekli işlendiğini göreceğiz. Manevî nimetler konusunda özel­likle manevî cihete, maddî nimetlerde ise özellikle maddî cihete ağırlık verilmiştir. Bu, îslâmi şahsiyetin oluşturulmasının karakteridir. İslâmi şahsiyette hem maddî hem manevî yön herhangi bir Dualizm'e ve kopukluğa meydan vermeden kay­naştırılır.

Eğitime yönelik bu îslâmi yönelişte önemli olan, herhalde Müslüman insana hayata Allah'ın Şeriat'ını (yasasını, hukukunu) hakim kılma ve yerleştirme yolunda yürürken karşılaşacağı zorluklara ve meydan okuyuşlara karşı gıpta ve mutluluk bilinci vermesidir. Çünkü, bu yolda karşılaşılan zor­lukların ve zahmetlerin, hayatın maddî ve manevî bütün alan­larında hak ve adalet ilkesine dayanan, bunları bir odak nok­tası olarak kabul eden yasamada (hukuk ve rejim) elde edilecek Allah'ın nimetleri yanında sözü bile edilemez. İnsan bu sistem sayesinde yolun pek çok olumsuz zorluklarından kurtulmuş olacaktır... [142]

 

Rabb'inize Tevbe Edin, Kendinizi Öldürün!

 

«Hani Musa Kavmine dedi ki: »Ey kavmim, sizler buzağıyı ilah edinmekle kendinize zulmettiniz. Gelin, yaratıcınıza tevbe edin ve nefislerinizi Öldürün. Yaratıcınız katında bu sizin için hayırlıdır. Allah da tevbenizi kabul etti. Hiç şüphesiz O, tevbe-leri kabul edendir ve merhametlidir.»

(Bakara, 54)

Hz. Musa, olayı cezasız olarak bırakmamıştır. Çünkü olay geçici ve basit bir mesele değildir. Yolu baştan sona alt üst eden ve onun seyir çizgisini değiştiren ciddi bir önem taşımaktadır. Bu konudaki herhangi bir gevşeklik, aldatıcı, şeytanî yöntem­lerle desteklenen her sapık insanın kullanabileceği bir oyuncak haline getirecektir meseleyi. Böyle bir tutum ise, mücadelenin herhangi bir alanında veya istenilen bir aşamasında karşıt güçlere kapı açacak ve onlara önemli bir koz verecektir. İşte bütün bu nedenlerden dolayı Hz. Musa onların bu günahın büyüklüğünü derin bir şekilde hissetmeleri için işi sıkı tutmak­ta, bunu kişinin kendisine zulmetmesi ve kötülük yapması ola­rak göstermektedir, insanı iman çizgisinden çevirip, küfür çiz­gisine götürmekle, onu hem dünyada hem de ahirette cezaya müstehak hale getirmekle ona en büyük zulmü yaptığını dile getirmektedir. Gerçekten de bu, zulmün en çirkin cesetlerin­den birisidir.

Ayetten de anlaşıldığı gibi burada izlenen metod onların tevbeye çağınlm al arıdır. Yalnız normal bir tevbe değil, yeni ve korkunç bir tevbe yoludur. Bu da onların kendilerini öldürme­leridir. Tefsircilerin anlayışına göre burada iki ihtimal vardır. Ya onların her birinin kendisini öldürmesi veya birisinin diğerine, kendisini öldürmesi için teslim olması gerçekleştiril­miştir. Tefsircilerin bu konuya ilişkin rivayetine göre Hz. Musa onlara iki saf halinde durmalarını emretmişti. Onlar da başlarını yıkamış, üstlerini başlarını temizlemiş, kefenlerini giymişlerdi. Onlar bu haldeyken Hz. Harun buzağıya tapma­yan 12.000 (oniki bin) kişilik bir ordu ile üzerlerine yürüdü. Herbirinin elinde keskin bacaklar vardı. Önlerine geleni öldürüyorlardı. Onlardan 70.000 (yetmiş bin) kişi öldürdükle­rinde Yüce Allah geriye kalanlarını bağışladı ve önce Öldürülenlerin onlara ibret olması için bu kadarını yeterli gördü.

Eğer biz ayeti açık anlamı ile alır ve öldürmeyi de sözlük anlamı ile kabul edersek bu ağır cezanın nedeni, onların davet ve tebliğ aşamasından; düzenleme, yasama, bireyi ve toplumu Yüce Allah'ın Hz. Musa'ya vahyettiği yeni dinin anlayışı esası­na göre yönlendirme aşamasına geçiş için başlatılan ulgula-manın daha başında peygamberliğe karşı çıkmaları ve O'na bo­yun eğmeye yanaşmayanların konumuna düşmeleridir. Hz. Musa'nın düşünce ve pratik konusunda herhangi bir boşluğa meydan vermeyen bir bütünlükle ortaya koyduğu yasamayı (hukuk ve rejim) ciddiye almamış olmalarıdır. Dolayasıyla bu konuda verilecek cezanın, suçun büyüklüğü ve önemiyle denk olması gerekiyordu. Yeni dinin topluma uygulama sürecine et­ki etmeye başlayan bu isyankâr karaktere ağır bir darbe in­dirilmesi zorunluydu. Ağır bir darbe indirilmeliydi ki, buna benzer bir kıpırdanışın veya hareketin Önü alınabilsin... Neti­cede iş tevbeye bağlanıyordu. Öyleyse bu zor yöntemden başkasına başvurulmasına imkân yoktu. Çünkü gafletten, ce­haletten geçici yönelişlerden kaynaklanan bir hata ile; azmaktan, isyankârlıktan, inkârdan kaynaklanan, üstelik yapılan eylemin ve ona ilişkin cezanın tamamının bilincinde olarak işlenen bir hata arasında elbette fark olacaktı. Özellikle Hz. Harun'un onlarla beraber olmasına ve bütün gücü ile bu eyleme engel olmaya çalışmasına rağmen gerçekleştirilen bilinçli bir eylem elbette cezasız kalamazdı.

Kelama bazı müfessirler bu cezanın, İlahî lütuf ile ilgisi ve İlahî lütfün anlamı ile ne Ölçüde bağdaştığı konusunda kelamî-felsefi bir tartışmaya girmişlerdir. Çünkü lütuf, gelecekle ilgili olur, geçmişle değil. Biz genellikle bu tür konulara girmek iste­miyoruz. Ve ayrıca meselenin ana kaynağında herhangi bir çıkmazın sozkonusu olduğunuda sanmıyoruz. Zira keîamcı tef-sircîlerin tartışdıkiarı konu Şer'i yükümlülük konusundaki lûtufla ilgilidir. Yani yükümlünün onunla itaatle yöneltildiği ve günahtan uzaklaştırıldığı Şer'i hükümlerden söz etmektedir onlar. Bu konularda Allah'ın Lûtfu, yükümlüyü zora koşmaya­cak, normalin üstüne çıkmayacak, gücünün yetebileceği bir düzeyde onîara kolay bir eylem yolu göstermesidir ve bu, gele­cekle ilgilidir tabii olarak. Buradaki problem ise işlenen bir günaha karşı gündeme giren bir suçtur. Bu ise Allah'ın hakkıdır. Allah kendi hakkını dilediği tarafta, dilediği şekilde kullanır. Biz, haksız yere adam öldüren katile kısasın uygulan­ması için kan sahibine teslim olmayı emretme ile. bu ayette yer alan emir arasında hiç bir fark görmüyoruz. Aynı şekilde ahiret cezası ile dünya ceszasi arasında da bu açıdan fark görmüyo­ruz. Dolayısıyla burada Allah'ın rahmetine, adaletine ve hik­metine aykırı ve O'nunla bağdaşmayan bir durum yoktur.

Bazılar bu ayette öldürmenin gerçek anlamda kul­lanılmadığını, canın çıkması manasına gelmediğini söyleyerek şöyle bir yaklaşımda bulunabilirler: Burada ölümden amaç, nefsin haram olan şehvetlerini, çirkin ve kötü sıfatlarım, günah olan yönlerini tamamıyla öldürmektir. îrfanî, ruhanî riyazat-larla uğraşan bazıları da «nefsin öldürülmesi»rden söz eder­ler. Fakat bununla tüm şehvetleri veya oradaki haram şehvetlere iten etkenleri kastederler. Bu yöntemin bir tevbe usulü ol­ması da bu görüşü pekişterebilir. Geçmiş olan günahları işle­diğine pişman olmak, gelecekte doğru yolu izleyeceğine kesin karar vermek, azmetmekle tevbe ettikten sonra bir süre daha yaşamanın zorunlu olduğunu gösterebilir. Yine bu kesim, «Tevvab» sıfatından sonra «Rahim» sıfatının gelişini de değerlendirerek, bu durumun «günahkâr» kavTami ile Rah-met-i îlahî'ye daha fazla uyum sağladığını, fakat bu durumun öldürülme emri ile bağdaşmadığını söyleyebilir.

Bu görüş üzerindeki yorumumuz, az önce işaret ettiğimiz doğrultuda olacaktır. Bunu da şöyle izah edebiliriz: Bizim takip ettiğimiz tefsir metodu; Kur'an'ın tefsirini yaparken kelimele­rin normaî yap.îsnnı ve konumlarına göre aldıkları anlamlan esas almak veya kelimenin etrafını kuşatan karinelerden (işaret, behrti, ipucu) hareket ederek zahir anlamını ölçü kabul etmektir. Ancak, Kur'an'ın bu zahir manasının zıddı, akıl veya nakil ile ispat edilirse o başka... Biz bu çevrelerin ileri sürdüğü delillerin burada zahiri anlamın dışında bir anlam için yeterli olduğuna inanmıyoruz. Çünkü burada tevbe ile, kısas gibi, kişinin kendisini ölüme terk etmesi de kastedilmiş olabilir. Bu eylemden sonra ille de yaşanması gereken bir hayatın varlığı şarttır denemez. Çünkü öldürme, evlinin zina etmesi ve daha başka Şer'ı cezalar tevbe ve temizleme için bir vasıta sayıl­ırlar... Rahmet konusuna gelince, bu, Yüce Allah'ın merhame­tinden, tevbeleri kabul etmesi ve tevbenin vasıtalarını geçersiz kılmayıp, kapısını insanın yüzüne çarpması şeklinde gerçek­leşen bir rahmet olabilir. [143]

 

14) KUR'AN DAVET ZAMANINDA YAHUDİLERİN HEPSİNİ BİR KABUL EDEREK ATALARININ TARİHÎYLE ONLARA HİTAP EDER

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

«Hani: 'Ey Musa, biz açıkça Allah'ı görmedikçe sana kesin­likle iman etmeyiz'dediniz de hemen arkasından bakıp durur­ken sizi yıldırım çarptı. Sonra şükredersiniz diye öldükten son­ra sizi yeniden dirilttik.»

(Bakara, 55 - 56)

Bu, Yüce Allah'ın îsrailoğullarımn karakteri haline gelmiş isyankârlık tabiatından söz eden bir açıklamasıdır. Allah'ın kendilerine vermiş olduğu nimetler, fıtratlarmdaki ve tabiat-tasi deliller, belgeler, peygamberlikler ve tüm bunlarda somut­laşan Allah'ın Rahmeti, büyüklüğü ve ululuğuna dair belgeler onları tatmin edememiş ve bunalımlarından, krizlerinden kur-taramamıştır. Tüm bunlara rağmen onlar karşı koymayı hedef alan isyankârlığı seçmişler, iman etmeyi hedef almadan, Mu­sa'ya:

«Biz Allah'ı apaçık olarak görmedikçe sana asla inanma-yacağzs>

demişlerdi. Yani Allah'ıe gözleri ile ve apaçık olarak görmeyi imanlarının şartı olarak ileri sürmüşlerdi. Yüce Allah'ın başka bir ayettfbize haber verdiği gibi Hz. Musa onların bü isteklerini kabul etmiş, onların bu sorunlarından yola çıkarak,

«Allah'ım kendini bana göster; sana bakayım.» demişti. Bunun üzerine Yüce Allah bir «Sayha» ile onların canını almış, bu Sayha'nm kendilerinin ölümlerine nasın ne­den olduğunu görmüşlerdi. Ardından Yüce Allah onları tekrar diriltmiş, Hz. Musa'nın, onları öldürmekle itham edilmemesini ve kavmiyle ilişkilerindeki problemlerine bir yeni problem da­ha ilave edilmemesini dilemişti. îşte onların tekrar dirilişleri Allah'ın kendilerine şükredenler diye bahşettiği yeni bir nime­tiydi. Fakat onlar buna rağmen şükretmemişlerdi.

«Üstünüze buluttan gölgelik çektik, size kudret helvası ile bıldırcın kuşu indirerek, bağışladığımız helal yiyeceklerden istediğinizi yeyin dedik. Ama onlar bize değil, kendilerine zul­mediyorlardı.»                               '                (Bakara, 57)

Ayet-i Kerimeden anlaşıldığına göre onlar çöldeki uzun yolculukları boyunca güneşin sıcaklığından yorgun ve bitkin düşmüşlerdi. Yüce Allah bir nimet olarak kendilerine gölge yapsın diye onlara bulutlar göndermişti. Yine bu yolculuk sırasında açlıktan yakınmışlar, Yüce Allah'da onlara -<menn»i göndermişti. Menn'in, ağacın üzerine düşen bir nimet olduğu ya da Yüce Allah'ın kendisine bahşettiği bütün nimetleri kap­sadığı ifade edilmiştir... Ayrıca Yüce Allah bıldırcına benzer ya da bıldırcının kendisi olan beyaz bir kuş olduğu ileri sürülen Selva'yı da göndermişti. Fakat onlar her şeye rağmen isyan­larında, zulümlerinde, azgınlıklarında diretmişler, şükretme-ye yanaşmamışlar ve dolayısıyla kendilerine kötülük etmişler­dir.

Çünkü onların bu durumları Allah'a hiçbir şekilde zarar veremezdi. Nitekim bütün itaat edenlerin itaatları Allah'a fay­da vermediği gibi O'na karşı koyanların günahları da asla ken­disine zarar vermez... İşte bu olgu Kur'an-ı Kerim'in insanların bilincine, düşüncesine, duygularına nakşetmek istediği önemli bir gerçektir. Allah'ın kullarına nakşetmek istediği önemli bir gerçektir. Allah'ın kullarına yüklediği yükümlülükler konu­sunda kulların nihaî güçlerini ortaya koymaktadır. Bu yükümlülükleri yapmak veya yapmamak, Yüce Allah'a değil kendilerine yönelik bir harekettir. Allah'ın onlara yüklediği görevler, insanları kendilerine yararlı olan şeylere yöneltmek, kendisine zararlı olan şeylerden uzatlaştırmak içindir. Do­layısıyla onları günah işlemeleri kendi kendilerine zulmetme­leridir. Allah'a değil...

»Hani şu kasabaya girin ve orada ne isterseniz bol bol yeyin; fakat kapıdan girerken secde ederek'bizi bağışla'deyin ki günahlarınızı affedelim. İyilik edenlere daha fazlasını vere­ceğiz dedik. Fakat zalimler kendilerine söylenen o sözü başka bir sözle değiştirdiler. Biz de yaptıkları bu kötülükten dolayı o zalimlere gökten ağır bir azap indirdik.»

(Bakara, 58-59)

...Yüce Allah onlara (Beytu'l Makdis'e (Kudüs) girin ve ora­da nereden istersinez bol bol Allah'ın nimetlerinden yeyin. Kapıdan girerken bu nimeti size verdiğinden dolayı Yüce Al­lah'a secde edin ve bizi bağışla, bize mağfiret eyle deyin...).diye emretmişti. Çünkü Yüce Allah böyle yapmanız halinde sizin günahlarınız bağışlayacak iyilik yapan ve iyiliğe taraftar olan Müslümanların iyiliğini, bereketini ve mağfiretini arttıra­caktır. Fakat buna rağmen karşı koyanlar ve tavırlarında dire­tenler, söylemeleri istenen sözü değiştirdiler. Hafife almaya ve dalga geçmeye çalıştılar. Bunun üzerine Yüce Allah günahkâr­lıklarından, isyankârlıklarından, azgınlıklarından ve zulümle­rinden dolayı onları cezalandırdı. Rivayete göre Allah'ın bu ce­zası Taun (veba) hastalığı idi. Onların ileri gelenlerinden ve büyüklerinden yirmidörtbin kişiyi bir anda yok etmişti.

«Hani Musa, kavmi için su istedi de kendisine, elindeki değneği şu taşa vur dedik. Bunun üzerine o taştan on iki taze pınar fışkırıuermişti. Her grubun hangi pınardan su içeceği be­lirlenmişti. Allah'ın size bağışladığı nimetten yiyin için ve yeryüzünde kargaşalık çıkarmayın dedik.»

(Bakara, 60)

...Ve Hz. Musa kavmi için su istemişti. Fakat orada suyun izine bile rastlanmısordu. Susuzluk hepsini fena sıkıştırmıştı. Hepsi büyük bir tehlike ile karşı karşıyaydı. Hz. Musa, Rabbine yöenelerek onlar için su dileğinde bulundu. Cenab-ı Allah O'nun isteğini bir mucize ile yerine getirdi. Ve Asa'sı ile taşa vurmasını emretti. Taşa vurunca tam on iki tane pınar fışkırıvermişti. Zira Israiloğulları on iki oymaktan oluşuyordu. Herbirisine özel su pınarları belirlenmesiyle ihtilaf, sürtüşme ve kalabalık önlenmişti. Ayrıca onlara yeryüzünde kargaşa çıkarmayın denmişti. Bu, aynı zamanda Allah'ın kendilerine vermiş olduğu nimetlere karşı pratik (realiteye dayalı, uygula­malı) bir şükür niteliğindeydi... Fakat onlar şükretmediler.

«Hani dediniz ki, Ya Musa, biz tek çeşit yemeğe artık daya­namayacağız. Rahbine dua et de yerin bitirdiği sebze ka­bağından,  sarmısağından,   mercimeğinden,  soğanından çıkarsın. Musa da; siz hayırlıyı daha değersizi ile mi değiştir-mek istiyorsunuz1? Öyleyse Mısır'a ininiz.. Orada ne isterseniz var dedi. Onlara alçaklık ve yoksulluk damgası vuruldu, Al­lah'ın gazabına uğradılar. Öyle oldu; çünkü Onlar Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar ve peygamberleri haksız yere Öldürüyorlardı. îsyana daldıkları, sının aştıkları için bu ceza­ya çarpıldılar.»                                              (Bakara, 61) Artık onların içine bıkma ve usanma duygusu yerleşmişti. Yediklerinde ve içtiklerinde Allah'ın kendilerine bahşettiği bu nimetlerle yetinmem ey e başlamışlardı. Mısır'da yedikleri çeşitli ve üstün yemekleri arzulamaya başlamışlardı. Mutlu, bolluk ve bereket içindeki hayatı yaşamaya yönelik istekleri -nedeniyle bu hayatın zorluklarına karşı sabretmeyi yitir­mişlerdi. Hz. Musa onların bu isteklerine karşı çıkarak şimdi yaşadıkları hayatın daha Önce yaşadıkları hayattan daha üstün olduğunu söylemişti.

Çünkü    bu hayat insanı saf ve manevi bir havaya götürüyordu. Onları bu atmosferde huzura kavuşturuyordu.

Onlar hangi mantıkla daha az değerli bir hayatı, çok değerli bir

hayata tercih ediyorlardı!.. Onların bu istekleri yerine getirildi

ve kendilerine:

«Mısır'a gidiniz, orada istediğiniz her çeşit yiyecek ve içecek bulursunuz

denmişti. Fakat onlar onurlu, şerefli hayatın üzerinde ku­rulduğu ana ilkeyi; Allah'a imam ve onun gösterdiği yolda yürümeyi yitirmişlerdi. Basit, maddî varlıkları ve değerleri on­ların hepsine tercih etmişlerdi. Şehevî duygularına ve zevklerine kapılmış, onlara  teslim olmuşlardı.

Sonuçta şehevî duyguların ve maddî zevklerin hepsine hükmeden güce boyun eğmeye kadar varmışlar, kendi benlikle­rini ve hayatlarım zalimlere, diktatörlere satmışlar, bu zalim­ler de onları zillete düşürmüş, canlarının istediği biçimde ken­dilerine boyun eğdirmiş, doyayısıyla yoksulluk ve alçaklık, damgasını yemişlerdi. Bu yoksulluk ve alçaklık, hayatı şehevî duygulan ve ihtirasları için yaşayan, bunları kendisine garanti eden bütün güçlere teslim olan her toplumun akibetidir. Kendi onurunu, şerefini ve ilkelerini korumak adına bile olsa\böyle bir teslimiyet ve bu tür bir yöneliş onları Allah'ın dosdoğru çizgi­sinden saptırır, Allah'ın öfkesine ve gazabına uğramalarına ne­den olur. Zira şehevî duygulara ve ihtiraslara bağımlı bir hayat, sonuçte toplumları inada ve sapıklığa dayanarak Allah'ın ayet­lerini inkâra sürükleyecek, Allah'ın peygamberleri ve onların ilahî misyonları kaşısında tsrailoğulları gibi olumsuz tavır takınmalarına neden olacaktır.

Nitekim onlar Allah'ın elçilerini haksız yere Öldürmüşler, Rablerine karşı gelmişler ve haksız yere insanlara zulmet­mişlerdi... Bu, aynı zamanda imanını ve hayatını kuşatan ma­nevi değerlerin bilincini yitiren her ulusun en doğal sonudur. Hayatlarını sağlam bir şekilde kuşatan, ruhlarına huzur veren ve sosyal yapısını kuvvet ve hayat ile uygar hale getiren bu - değerlerden yoksunlaşan her toplumun akibeti budur. [144]

 

Bu Ayetlerin Direktifleri Üzerine Bir Değerlendirme

 

Yüce Allah'ın Israiloğullanna bahşettiği nimetlerden ve onların bu nimetleri inkâr ve nankörlükle karşılamalarından söz eden bu ayetler birkaç açıdan dikkatimizi çekmektedir:

1-Yüce Allah bu ayet-i kerimelerle peygamberimiz Hz. Mu-harnmed'in çağdaşı bulunan Yahudilere hitap etmektedir. Halbuki ayetlerin ele aldığı konular Hz. Musa'nın çağdaşı bulunan Yahudileri ilgilendiren konulardır. Yüce Allah tarihteki bir topluluğu ilgilendiren bu meselelerde nasıl başka bir topluluğu muhatap alıyordu?

Cevap: peygamberimiz Hz. Muhammed döneminde yaşayan bu cemaat o ayetlerde sözü edilen cemaatın bi uzantis-ıyda. Anlayışlarında, inançlarında, kanaatlerinde, is­yankârlığında ve zalimliğinde onunla aynı paraleldeydi. Çünkü bunlar da öncekilerin Hz. Musa'ya karşı kullandığı her türlü oyuna, düzenbazlığa ve kaypaklığa taşabbüs etmiş, aynı yöntemleri peygamberimize karşı kullanmışlardı. İşte bu ger­çeğin ışığında böyle bir yaklaşımda bulunabiliriz: Herhangi bir tarih devresinin bir devamı olan bu tarihi kesitini esas alıp onu kabul eden her toplum, her topluluk, her grup, sözkonusu tari­hi yaşayan gruplarla ortak kabul edilir. Bu ilkeye bağlı olarak toplumumuzdaki herhangi bir grubu tarihte kendisi ile psiko­lojik, fikri ve amelî alanda ilgi kuran, onlarla sıkı bağlar içine giren mazisi ile irtibat kurarak değerlendirebilir ve bu toplu­luğa mazideki bütün yaşayan olumsuzlukları da gözönünde bulundurarak hitap edebiliriz. Zira, onların tarihte meydana gelen bu olaya rıza göstermeleri ve kendilerini ona nisbet etme­leri onların da aynı konumda olduğunu ve aynı yöneliş sahibi bulunduğunu ortaya koyar. Dolayısı ile diyebiliriz ki düşünce ve hareket bağlamında fikri ve manevî birlikteliklerde mazî, geleceğin temelini ve alt yapısını oluşturmaktadır.

2- Bu ayet-i kerimeler istekten, ihtiyaçtan ihtiyaca atlayan bir inat, kararsızlık ve düşünce çocukluğu yaşayan îsrailoğul-ları hakkında derli toplu, bir tablo sunmaktadır. Çünkü onlar bu kararsızlıklarını önleyebilecek manevî veya fikri bir zemine dayanmıyorlardı. Aksine onlar şehevî duygularına, ihtiras­larının ve arzularının direktiflerine göre hareket ediyorlardı. Bu nedenle mucize yoluyla dahi olsa gerçekleşen, yerine getiri­len isteklerini içlerindeki zaaf noktalarını genişletmek için kullanmaya çalışmışlardı. Bu mucizenin onlara yönelik yönlendirmelerini ve eğitici unsurlarım etkisiz hale getirmeye çabalamışlardır. Herhangi bir harekete ve kıpırdanışa neden olmasını dilememişlerdir.

3- Bu ve benzeri ayetler, Hz. Musa'nın (Selam üzerine ol­sun) en belirgin vasfı olan îlahî misyona dayalı manevî kuvveti hakkında bize açık bir fikir vermektedir. O, bu sataşmaların, isyankârlıkların, zalimliklerin, teori ve pratik alanında çocuk­luklarının hepsini engin bin gönül, kendisinden emin, güvenli bir risalet mantığı ve maharetiyle karşılıyordu. Nitekim Risa-leti güçlü mbir şekilde yüklenen tüm peygamberlerin tavan da bu olmuştur tarih boyunca. Bunların hepsi de isyankârlıkların, azgınlıkların her çeşidini kendi Risaletinden emin bir ruhla, yöntem, metod ve hedef konusundaki sorumluluklarıyla ahenk içine giren bir anlayışla ele almışlardır. Çünkü onlar, peygam­berin görevinin ve fonksiyonunun kendi mizacına (karakteri­ne) göre değil de risaletine göre yaşamaları gerektiğini kava-ramışlardır. Yine onlar, hidayete erdirmek için her türlü imkâ­nları bu alanda peşpeşe kullanmaları, davet ve eylem alanında onları denemeleri gerektiğini çok güzel idrak etmişlerdir.

İşte mesaj ulaştırma çalışmalarında ihtiyaç duyduğumuz konulardan bir de budur. Sataşmaları, saldırıları, izgınlıkları, yalancı ithamlar, sövmeleri, güzel biçimde engellemeleri ve benzeri karşı koy usları peygamberlerin ve peygamberliklerin karşılaştıkları buna benzer olayları nasıl değerlendireceğimizi bu noktadan kalkarak tespit edebiliriz.

...Tebliğ çalışmalarında özellikle risaletieri Allah'a güve­nen durulmuş sakin çizgi^iaî baz olarak almalıyız Kendi kişisel benliği ve konumundan değil, sürekli olarak risalet açısından hareket eden hatları^* izlemeliyiz

4- Yüce Allah îsrailoğuîîanna neden bu kadar geniş ve bol nimetler, lütuflar bağışlamış v£ onları bu kadar korumuş, gözetmiştir?

Cevap: Herhalde Hz. Musa'nın risaleti toplumsal düzeyde ortaya çıkan ilk risalet idi. Burada hem Risalet alanında, hem realiteler (Pratik hayat) alanında bir çalışma yapılmıştı. Biz öyle anlıyoruz ki, Hz. Nuh ve Hz. İbrahim (Selam üzerlerine ol­sun) peygamberlikleri gibi risaletlerde müminler, peygamber­lerin mücadelesinde onunla birlikte hareket ettiği önemli bir güç odağı şeklinde ortaya çıkmamışlardı. Bu risaletlerde mücadelenin tamamı, peygamber ile risaletin başlıca düşman­ları arasındaki mücadeleden ibaret gözüküyor. Peygamberin, düşmanlarına karşı nasıl bir yol izlediğine dikkatleri çekiyor­lar. Hz. Nuh'un risaleti çerçevesinede meseleye baktığımızda mü'minlerin fonksiyonu hiç göze çarpmamaktadır. Kafirlerin onları şu şekilde nitelediklerini görüyoruz.

«Bizim, gömüşleri en zayıf olanlarımız ve ayak takımım-izdir onlar.»

Ayrıca onların hiçbir eylemine de rastlamıyoruz. Bütün saldırılara tek başmaymış gibi yalnız Hz. Nuh karşılık veri­yor... Aynı şekilde Hz. İbrahim'in risaletini gözönünde bulun­durduğumuzda da durumun aynı olduğunu görüyoruz. Hz. İbrahim de tek başına kafirlere karşı koyuyor. Tek başına çağının Tağutlarına (zalim, azgın statükosuna) karşı duruyor. Burada meselenin tamamı akide planında ve iman ve küfür çerçevesinde yoğunlaşıyor. Kur'an-ı Kçrİîîl'İn bü her iki risalet hakkında bize aktardığı bilgi bu çerçeve ile sınırlıdır...

Hz. Musa'nın risaletini;gelince burada mesele daha farklı­dır. Burada akide meselesi iman-küfür mücadelesi olarak ele alınıyor. Aym şekilde meseleyi Firavun'un zulmü ve rejimin­den yorgun ve bitkin hale düşen bu ulusun en haklı bir .mücade­le ruhubîarak da ele alıyor. Böylece risalet iki alanda ve iki bo­yutlu olara gelişiyor: Küfre karşı iman mücadelesi boyutu, zul­me karşı adalet mücadelesi boyutu... İşte bu iki boyutu ile risa­let, halk nezdinde önemli bir tabana yerleşiyor, kitleleri hâkete geçiriyor. Ne var ki peygamberlik ve peygamberler vasıtasıyla baskı atmosferinden özgürlük atmosferine geçen bu kitle, peygamberliği kaldırabilecek seviyede değildir. Bu kitle risalet meselesini esas alarak değil, doğrudan hayatını ilgilendire problemleri esas alarak peygambere destek oluyordu... Bunu içindir ki risaletin, kendisine dayandığı kitleyi veya bu kitlenin bir kısmını koruması, kollaması gerekmektedir. Bu kitle, risa­letin özünü geniş ve sakin bir havada olabildiğince büyük bir Ölçüde kavraymyacaya, hayatını ve hedeflerini ona göre berle-yinceye kadar bu yeni atmosferin en katı ve en acımasız m'ey-dan okuyuşlarda bile rahmet ve koruma havasım muhafaza et­tiğini iyice kavramahdır. Her halde bu deneme başarıyla neti­celenmiştir. Çünkü biz, kitlenin içinden büyük bir kesiminin saptırılmış çizgiden doğru çizgiye geldiğini görüyoruz. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in ilerideki ayeti bundan söz etmektedir... Bu konudaki plan şöylece özetlenebilir! Risalet kendi kitlesini he­men yitirmek istemez. İnatlaşma ve karşı koyma durumları­nda bile onu sıkmak istemediğini hissettirmeye çalışır. Buna bağlı olarak kitlesine sürekli imkânlar tanır ki onu düşünce, maneviyat ye hayat alanında iman çizgisiyle kaynaştırsın.    *

5- Kur'an-ı Kerim neden özellikle îsrailoğulları üzerinde durmuş ve aşağı yukarı her suresinde onlarla ilgili bir takım işaretlerde bulunmuştur?

Cevap: İslâm dininin tahrif edilen daha Önceki semavi ri-saletlerîe ve doğru çizgiden sapmış olan kitlelerle mücadelesi basit bir mücadele değildir. Bunlarla yapılan mücadele iman çizgisinin ana kavaramları üzerinde geniş bir şekilde yayılmış ve bu çizgi üzerinde meydana gelen hareketlerin detaylarına kadar her tarafta gözlenebilen bir hesaplaşmayı esas almıştır. Bu mücadelenin önemli bir yanı da kendisine iman edilen ve peygamberleri tasdik edilen Allah'ın risaletine karşı Önemli bir tehlike oluşturmuş bulunmasıdır. Bu yaklaşımın ışığında de­nebilir ki: Allah'ın belirlediği gerçek çizgiden sapan bu kitlenin detaylarına varıncaya kadar tüm boyutlarıyla ortaya konması gerekiyordu. Çünkü İslâm'ın hereketini tehdit eden başlıca kuvvet bu kesimdi. Ayrıca bu açıklamalar sağlıklı ve doğru olan yaklaşımın hangi yollarla sapmaya hedef olduğunu da or­taya koymaktadır. Dolayasıyla burada sorun herhangi bir ulu­sun sahip olduğu değer ve konumla sınırlı değildir. Aksine me­sele, İlahî dinlerin tarihinde sapık yolda yürüyen ile doğru yol­da direnen ulusların hepsim ilgilendirmektedir.

Sonra bu kitlelerin taşıdığı düşyünçelerin, tahrif edilenle-riyle sağlıklı kalanları arasında bi ayırım için bu bilgiler önem taşımaktadır. Bu değerlendirmelerden anlaşıldığına göre İslâm, sözü edilen İlahî risaletlerin varlığını sürdüren pratik ve canlı bir örneğidir. Dolayısıyla bu risaletlerin etkinlikleri, tarihleri ve kapsamları İslâmi Hareket'in bu günkü ve gelecek­teki yapısı üzerinde önemli etkilere sahiptir.

Bu düşünceyi destekleyen unsurlardan biri de şudur: İslâm bu tarihi reddediyor, onu bir muhakemeye ve tenkide ta­bi tutuyor. Peki, İslâm onları yine de kutsal ve saygıdeğer ola­rak kabul eder ve onların bir kısmının yanlış olduğu görüşünü savunabilir mi? [145]

 

15) ALLAH'A GÖRE KURTULUŞ ÖLÇÜLERİ ÎSRAİLOĞULLARININ İNEK KISSASI

 

Rahman ve Rahim olan AUah'ın adıyla

«Müminler ile Yahudi, Hıristiyan ve Sabitler'den Allah'a ve Ahiret Gününe inanıp iyi ameller işleyenler, hiç şüphesiz Rabbleri katında mükafatlarını alacaklardır: Onlar için kor­ku yoktur, onlar artık hiç üzülmeyeceklerdir.»

(Bakara, 62)

Bu ayetteki "mana açıktır. Ayet: düşüncelerinde, akide ve hayatı dini açıdan değerlendirmelerinde farklı yaklaşımlarda bulunan bu dini grupların hepsinin bir tek şartla ahiretteki kurtuluşa kavuşacağım pekiştirmektedir. Sözkonusu edilen şart, hepsinin Allah'a ve Ahiret Günü ne iman etmeleri ve iyi işler (ameli salih) yapmalarıdır.Burada bir soru sorulabilir. Ayette sözü edilen yöneliş, Ahiretteki kurtuluş ve Allah'ın Rızası için İslâm'ın ıstılah anlamından ödün vermeyi ifade edi­yor. Çünkü bu şart yerine getirildikten sonra her grubun, çalışmasında belirgin ve mümeyyiz vasfım muhafaza etmesin­de bir sakınca olmayacağını pekiştirmektedir!..

Bazı müfessirler bu soruya cevap vermek için ayetin şu ayetle neshedildiğini söylemişlerdir:

«Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, o din ondan kabul edilmez ve ahirette hüsrana uğrayanlardan olur.»

(Al-i İmran, 85)

Fakat biz bu cevabı değerlendirmeden kabul etmemeliyiz, çünkü ayetin anlamı diğer ayetlerin manasıyla çelişmiyor ki ikinci ayet biricisini neshedebilsin. Zira ikinci ayetteki İslâm'ın anlamından İlahî risaletlerin hepsini kapsayan genel anlam­daki İslâm kastedildiği açıktır.

Nitekim ayetin önündeki ayetlerden hareketle burada Islâmm ıstılah anlamının kastedildiği rahatlıkla söylenebilir

«Allah katında geçerli olan din İslâm'dır.»

(Al-i İmran, 19)

İslâm'ı Hz. İbrahim'in dini olarak gösteren ayetler de buna delildir:

«Hani Rahbin ona teslim ol, buyurunca O, bin ben alemle­rin Rabbine teslim oldum dedi. İbrahim bu İlahî buyruğu oğul­larına tavsiye etti. Yakub da: Ey oğullarım, Allah sizin için bu dini seçti, mutlaka Müslüman olarak ölünüz dedi.»

(Bakara, 131-132)

«Sizini dininizi de babanız İbrahim'in dini (gibi geniş kap­samlı yaptı, daraltmadı). O, bu Kafandan Önce (ki kitaplarda) da bu Kuranda da size 'Müslümanlar' adını verdi.»

(Hacc, 78)

Yukarıdaki soruya şöyle cevap verilebilir: Ayet-i kerime bütün dinlerin esas kabul ettiği ana ilkelere değinmekte ve on­ları pekiştirmektedir. Dinin teori (düşünce) ve pratik (uygula­ma) çerçevesinde Allah'ın mükafatına ve rızasına kavuşmada ana ilkelere değinmektedir. Burada sözü edilenr ana ilkeler di­nin her alandaki ilkelerinin odağını oluşturmaktadır. Ayette, grupların yalnız kendisinin Ahiret Günü nde kurtulacağını id­dia etmelerinin yanında teori ve pratik olarak akideye kesin bi­çimde bağlanmamaları yadırganmakta, meseleyi bir akide ve amel işi olarak değil de, sırf isimler ve sloganlar şeklinde ele al­mak reddedilmektedir. Ayet-i kerime iç dinamiği olarak şu aye­tin kapsamına girer:

«Allah'ın vereceği mükafatı elde etmek, ne sizin ne Kitap Ehl-i'nin kuruntularına göre olmaz. Kim kötülük işlerse ce­zasını görür...»

(Nisa, 123)

Yukarıdaki ayet-i kerime meselenin bir yönünü aydınlat­maktadır. Meselenin her yönünün ele almadığından genel bir ilke kabul edilmesi doğru olmaz. Bu ilkeyi esas aldığımızda, Kur'an'daki pek çok ayetlerin bu ayetin ele aldığı konunun başka yönlerini acılığa kavuşturmalarına, O'nun anlamını tamamlamalarına hiçbir engel olmadığını görürüz. Mesele, ke­sinlik kazanan belgelerden ve apaçık delillerden sonra pey-gamber'e iman etmek Allah'a iman etmenin kapsamına gi­rer.

Çünkü peygamber'e iman etmemek imanın sağlam ilkele­rine halel getirir, onları sarsıntıya.uğratır. İşte bu açıdan sözkonusu ayet diğer ayetlerle uyum ve ahenk içine girmekte­dir. Diğer grupları eleştiren ve onları akide ve amel yönünden sapık sayan ayetler bu açıdan aynı temayı işlemiş olurlar. Düşünce ve eylem planında Yahudilerin ve Hıristiyanların doğru yoldan ayrılmış olmalarından sözeden ayetler onların bu temel yanlışlıklarından ve sapıklıklarından yola çıkarak onları eleştirirken sözünü ettiğimiz ayetin açılamadığı bazı noktalara ışık tutmaktadır.

Şöyle bir yaklışım da akla gelebilir: Peygambere iman, imanî anlamı ve akide açısından değeri ve yapısı ile Allah'a iman gibi değildir. Çünkü Allah'a iman, Allah'ı tanıma ve O'na ibadet etme, bizzat akidenin ana ilkelerinden olması nedeniyle kendi başına bir amaçtır. Peygamber'e iman ise böyle değerlen­dirilemez. Çünkü peygambere iman, peygamberin risaletine ve salih amellere ulaşmak için bir vasıtadır. Onun içindir ki, Kur'an-ı Kerim, peygambere imanı, imana davetin her alanı­nda değil, yalnız bu çerçevede olanlarına dikkat çekmekte, pe­kiştirmektedir. Bu bakış açısından hareketle, insanın ahirette kurtuluşunda ana ilke olarak peygambere imana neden dik-katçekilmediğini anlayabiliriz. Burada Allah'a iman ve Amel-i Salih'in kaydedilmesi yeterli görülmüştür. Çünkü bu iki ilke Allah'a ibedet çizgisinden yürümeyi, peygamberlerin risaletle-ri ile sabit olan yasalara ve hükümlere bağlı kalmayı zaten ifa­de etmektedirler. İslâm dininin, bütün ilahî siyasetler arası­nda bir ayrılık, farklılık görmediğini de gözönünde bulundur­duğumuzda bu düşünceyi daha geniş kapsamlı anlama imkânını elde ederiz. Çünkü İslâm diğer ilahî dinlerle ana ilke­lerde çakışmakta, yalnız detaylara ilişkin birtakım farklılıklar göstermektedir. Dolayısıyla bu dinlerden herhangi biriyle uyum sağlamak anlamına gelmektedir. Aynı şekilde bu dinle­rin herhangi birinde çizgiden sapmak diğerlerinde de çizgiden sapma anlamına gelmektedir. Böylece anlaşılıyor ki, «Alîah katında geçerli din İslâm'dır» ayetinin de dikkat çektiği gibi, bütün peygamberlikler bir ilkeden, bir tek kaynaktan gelmiş bulunmaktadırlar. Bütün Risaletlerde geçerli olan değişmez il­ke karşısında diğer bütün geçici sıfatlar zayıflamakta, sönük kalmakta ve değerden düşmektedir...

«Hani sizden kesin bir söz almış ve Tur Dağı'nı üstünüze çıkararak size verdiğimizi sağlam tutun ve içindekileri hatı­rlayın ki, takva sahiplerinden olasınız dedik. Bunun arkası­ndan verdiğiniz;sözden dönünüz. Eğer Allah'ın, üzerimizdeki fazlı ve merhameti olmasıydı kesinlikle hüsrana uğrayanlar­dan olurdunuz. İçinizde cumartesi yasağını çiğneyenleri bil­miş olmalısınız. Onlara aşağılık maymunlara dönün dedik. Bu cezayı, onu görenlere ve sonradan gelip işitenlere ibret ve takva sahiplerine öğüt yaptık.» (Bakara, 63-66) [146]

***

Bu ayetlerde yine israiloğullarına dönüş yapılmaktadır. Akidenin imanı ve amelî bağlılıklarına, gereklerine karşı pra­tik hayatlarında takındıkları korkunç tavırları Allah bu vesile -ile hatırlatmaktadır. Yüce Allah, Tevrat'ı indirdikten sonra on­lardan bir taahhüt, bir söz almıştı. Kendilerine gönderilen vah­yin sorumluluğunu üstlenmelerini, ona bağlılıkta ve davet et­mede bu mesaja sımsıkı sarılmalarını istemişti. Durum ve şart­lar ne olursa olsun, bunu unutmamalırını, sürekli onu hatırla­malarını talep etmişti. Çünkü Allah'ın emirlerine bağlılık, ya­saklarından kaçınma imkânı ve alışkanlığını sağlayan takva melekesini elde etmelerinin biricik yolu buydu. Ne var ki, onlar bütün bunlardan sonda yüz çevirmişler ve bu verilen söze bağlı kalmamışlardı. Onların bu tutum ve tavırları hayatları boyun­ca devam edebilir ve onları hem dünyada hem de ahirette hüsrana sürükleyebilirdi. Fakat, Yüce Allah kandi rahmeti, fa­zileti ve keremiyle onları son anda kurtardı. Dönüş yaptılar. Al­lah'a tevbe ettiler... Ayrıca Yüce Allah onlara cumartesi konu­sunda haddi aşan topluluğu da hatırlatmaktadır. Zamanında onların bağlılıklarını imtihan etmek için onları bu şekilde de­nemişti. Onlar ise bu yasakla oynaya çalışmışlar, balıkları av­lamak için birtakım oyunlara başvurmuşlardı. Cumartesi günü onları bir yerde toplayıp giriş çıkışlarını kapatmışlar, başka bir gün bu kapalı yerlerdeki balıkları avlamaya gel­mişlerdi. Böylece emre itaat ettikleri imajını verirken sonuçte emre karşı gelmiş ve onu çiğnemiş oluyorlardı. Onun sonucu olarak Yüce Allah, onları aşağılık maymunlar şekline sok­muştur. Onları çağdaşları bulunan toplumlara örnek olarak göstermiş ve onların bu akıbetlerinden ders ve ibret almalarını, kendilerinden sonra gelecek olar nesillere de bir mesaj olma­larını dilemiştir. Bu olaydan ve benzeri diğer olaylardan ders ve ibret alan muttaki, takva sahipleri için ise birer Öğüt vermiştir. İmam Muhamnıed Bakır ve İmam Cafer Sadık'tan gelen bir ha­diste onların şöyle dediği ifade edilmektedir:

«Onu görenlere ceza olsun diye» yani o dönemde yaşayan topluluklara ibret olsun diye.

«Sonradan gelenlere» yani bizlere. Bizler için bir öğüt olsun diye.

İyaşî, tefsirinde rivayet ediyor ki: îmam Cafer Sadık'a

«Allah'ın size verdiğine sımsıkı sarılın»

ayetini sordum. Buradaki sarılma; bedenlerin maddî kuvveti midir, yoksa kalplerin kuvveti midir? Dedi ki,

«Her ikisiyle beraber.»

Bu kuvvetin takati ise kararlılık, ciddiyet ve hiçbir şüpheye yer vermeyen kesin inançtır. Tur'a gelince, Mizan'da belirtil­diği gibi Yüce Allah'ın büyük kudretiyle onları korkutmak için başlarını kaldırdığı dağın adıdır. [147]

 

Bu Ayetlerin Kısa bir Değerlendirilişi

 

Bu ayetleri değerlendirirken birkaç önemli nokta dikkati­mizi çekmektedir:

Birincisi: Herhangi bir Ümmete kitabın gönderiliş Allah tarafından bir sözleşme olarak kabul edilir. Sanki onlar bu ki­tap ile Allah'a söz vermişlerdir. Yüce Allah onların bu kitaba ve muhtevasına bağlı kalmalarını istemiştir. Nitekim insan başkalarıyla yaptığı kişisel anlaşma ve sözleşmelere de bağlı kalmak zorundadır. Bu sözleşmenin Önemi ise sırf herhangi bir durumla ilgili değildir. Hayatın her olayını bütün gelişmelerini kapsamına alır. Çünkü kitap, kendi hükümlerine ve yasaları­na göre insanın hem düşüncesini ve hem de hareketlerini, teo­risini ve pratiğini düzenler. Bu nedenle kitabın hükümlerin­den herhangi birini çiğnemek, yapılan sözleşmeyi çiğnemek anlamına gelir. Burada Allah'a verilen sözden sonra Cumarte­si kıssasının hatırlatılmasında da, bir hükmü çiğnemekle, veri­len sözün bütünüyle çiğnenmiş olacağına dikkat çekilmiş ola­bilir.

İkincisi: Kitap ile muhatap oîan Ümmet, Allah'ın kitap ile kendilerine verdiği hükümlere sımsıkı sarjhlmalı, şehevî duy­guların insanı etkisi altına aldığı kişisel zaaflarına teslim ol­mamalıdır. Nefsanî uduygulardan hareketle kitabın ilkelerine ve hükümlerine bağhlktan vazgeçmemelidir, tç etkenlere karşı bu tavır ve tutumda direnirken, dış etkenlere karşı da dimdik ayakta durmalıdır. Kitaba bağlılık ona bir takım maddiî zarar­ları getirse de, sıkıntılara ve zorluklara katlanmasını gerektir-se de, bu konuda direnmelidir. îmanını menfaatlarına zarar gelmesine rağmen korumaya çalışmalıdır. Bu konuda güçlü ve dirayetli olmalıdır. Yüce Allah ile kulları arasında gerçekleşen taahhüt ve sözleşmeye kesin bağlı kalmalıdır. Burada şöyle bir yaklaşıma varabiliriz: Allah tarafından gönderilen vahyin ha­yatta güç ve kuvvet kazanabilmesi için çalışan insanların bu davanın beşeri alanda en kapsamlı hale gelmesi için daha fazla çaba sarfetmeleri gerekmektedir. Allah'a davet yolunda beşerî gücün oluşmasını sağlamaya çalışmak, ister istemez insanın içinde manevî bir kuvvete neden olur. İnsanların genel havası­ndan etkilenerek kişisel bilinçle çeşitli baskılara karşı koyma azmini oluşturur. Ayrıca mücadele alanında da ona bîr güç bahşeder Mü'minler imanlarının gücüyle ayaklanmaya kalkt­ıklarında Allah'ın düşmenlerını bir endişe kaplayacak, Allah'ın dostları olan mustaz'aflar (ezilmişler, mahrum bırakılmışlar) kendileri için bir destek bulacaklardır.

 Üçüncüsü: îman; insanın zorunlu veya haram olan işleri  yüzeysel bir şekilcilikle değil, fikrî, ruhî ve amelî boyutları ile derin bir itaat bilinci içinde karşılamasını zorunlu kılar. Düşünceyi şekilcilikle tasmaîamaya çalışmak itaate, realiteye dayalı hedefleri açısından, harfi manası ile bakmayı gerektirir. Bu da düşünceyi, düşünce adıyla oyuncak haline sokmaktadır, îşte bu nedenle Yüce Allah onları Cumartesi eylemini, verilen söze aykırı bir hareket saymıştır. Halbuki onlar emrin, harfi manasına karşı gelmemişlerdi. Çünkü onlardan istenen, Cu­martesi günü avlanmamalarıydı ve onlar bu emre normalde karşı çıkmamışlardı. O'nu aynen uygulamışlardı. Fakat onlar Cumartesi günündeki bu avlanmanın neticesini doğrudan ol­mayan bir yolla elde etmenin bir yolunu bulmuşlardı. îşte bu il­keye bağlı olarak onların hem dünya hem ahiret cezası gerçek­ten katı olmuştur. Çünkü emirlere ve yeseklere bu şekilde yak­laşmak itaatin muhtevasını boşaltır. Hüküm ve hükmü belirle­yen ile alay etmek ve onları hafife almak anlamına gelir. Böyle bir yaklaşım, mükellefe (yükümlüye) yasanın hedeflerini sapt-ırabileceği imajının verir. Bu durum ise yasayı belirleyen otoritenin, kanuna muhalefet halinde bile yükümlüye ceza uygula­mayacağı zehabına neden olur. [148]

 

İsrailoğuliarı ve İnek Kesme Kıssası

 

«Hani Musa, kavmine: "Allah 'a size bir sığır kemeyi emre­diyor" dedi de kavmi kendisine: "Bizimle alay mı ediyorsun" de­yince, O da onlara "cahillerden bir olmaktan Allah'a sığınırım" dedi.»

«Onlar: "Rabbine dua et de bize o sığırın nasıl olduğunu açıklasın" dediler. Musa da 'Rabbim, o sığır ne yaşlı ve ne de körpe olup bu ikisi arasında orta yaşlıdır diyor. Haydi emredi­leni yapın" dedi.

«Onlar: "Rabbine dua et de bize o sığırın rengini bildirsin" dediler. Musa da "Rabbim, o sığırı görenlerin gözüne hoş gele­cek parlak sarı renktedir, diyor" dedi.»

«Onlar: "Rabbine dua et de sığırı bize iyice tanımlasın. Biz sığırları birbirinden ayırdedemez olduk, Allah dilerse bu karışıklığın içinden çıkarız" dediler.»

«Musa: "Rabbim o, boyunduruğa koşulup toprak sürme­miş, toprak sulamada kullanmılmam.ış, özürsüz ve alacasız bir sığırdır, diyor" dedi. Bunun üzerine onlar: "İşte şimdi hakkı ile anlattın, diyerek" tanımlanan sığırı kestiler, neredeyse bu­nu yapamayacaklardı.»

«Hani bir adam öldürmüştünüz de bu suçu bir birinize at­maya kalkmıştınız. Oysa Allah gözlediğinizi ortaya çıkara­caktı.»

«Bu amaçla "kesilensığınn bir parçasını o öldürülen adamın cesedine değdirin" dedik. İşte Allah böylece ölüleri di­riltir ve düşünesiniz diye size ayetlerini gösterir»

(Bakara, 67- 73)

Bu ayteîerde îsrailoğullarının kıssaları içinde önemli yeri olan bir olaydan söz edilmektedir. Bu kıssa bir taraftan icaz yönü ile önemli bir yer tutmaktadır. Zaten kıssa, katili belli ol­mayan bir cinayet sonucunda Allah'ın ölüyü diriltmesi çerçeve­sinde gelişmiştir. Ayrıca İsrailoğuliarı toplumunu iç yüzü ile birlikte tanımamıza yardımcı olmuştur. Hz. Musa'nın onlara verdiği emirleri nasıl karşıladıklarını görmemize ışık tutmak­tadır. Buradan onların meseleyi basit, çözülecek açıdan değil de, kördüğüm haline gelene açıdan yanaşan kavgacı, gürültücü ve bozguncu bir karaktere sahip olduklarını görebiliyoruz'On­ların bu karaktere sahip olduklarını göerebiliyoruz.; Onların bu karakteri ise peygamberin fikir ve eylem, teori ve pratik alanı­ndaki önderlik görevini zorlaştırdığını öğreniyoruz. Çünkü her liderlik bir değildir. Kendilerine verilen emri detaylara ilişkin anlamsız sorularla karşılamayan, emir siğasının kapsamına girmeyen meseleleri bu sırada gündeme getirmeden uygulama­ya kalkan bir kitleyi idare etmek ve onlara liderlik yapmak başkadır, çoğunluğu verilen emrin küçük-büyük her tarafını araştıran, sorumluluklarının kapsamına girmese de onları ir­deleyen bir kitleye liderlik yapmak daha başkadır. İkinci tür bir tutum, hareketi engeller. En zor durumlarda, en karmaşık ko­nularda hezimete uğramasına neden olur. özellikle eğer, he­men kesin bir tavır isteniyorsa, acil bir hareket gerekiyorsa böyle kılı kırka yarmaya benzer irdeleyici bir tavır, hezimetin başlıca nedenidir.

Hz. Musa ile kavmi arasında geeçen diyalog üzerinde biraz durmamız gerekiyor ki, olaym rasyonel birtakım özelliklerini ortaya çıkarabilelim. Burada Hz. Musa, Allah'ın adı ile onları inek kesmelerini istemektedir. Onîar tartışma konusu ile ilgi­sini anlayamadıkları ve böyle anlamak istedikleri için Hz. Mu­sa'nın bu isteğini hayretle karşılamaktadırlar. Bunu hz. Mu­sa'nın kendileriyle alay etmesi, hafife alması şeklinde anla­maktadırlar. Böylece peygamberlik makamını ve peygamberin şahsiyetini manevî boyutları ile tanımadıklarını ortaya koymaktadırlar. Onlara peygamberin bu manevî şahsiyetiyle Al­lah'ın adını kullanarak onlarla alay edemeyeceğini, eğleneme-yeceğini böyle bir hareketin, bu makamda Allah'ın adını kötüye kullanma, O'nun adına yalan söyleme anlamına geleceğini an-lamamazlıktan gelmektedirler. Bir peygamberin hiçbir temele dayanmadan

«ÂHoh, size şöyle yapmanızı emrediyor» diyemeyeceğini kavramaya yan aşmam aktadırlar.

... Hz. Musa'nın cevabı bu kötü niyetli yaklaşıma denk düşecek ve ders olacak nitelikte gelmektedir. Acı gerçekleri dile getirmektedir. Hz. Musa böyle bir iş yapmaktan, cahillerden ol­maktan Allah'a sığınmaktadır. Onların yanlış anlayışlarına göre hareket etmek, böyle bir tavır takınmak Hz. Musa'yı nasıl yapacağı ve ne söyleyeceğini bilmeyen bir cahil konumuna so­kar. Peygamberliğin konumun, makamını ve hareket mantığını anlayamayan biri düzeyine indirir.

...Bundan sonra onlar tekrar önceki gürültülü, kargaşalı ve bozguncu tutumlarına dönüyorlar. Bu kez O'nu, bilinmeyen, açık olmayan bir emir vermekle suçlamaya çalışıyorlar. İneğin ne olduğunu soruşturma rollerine giriyorlar. Halbuki onlar, inek sözcüğü ne anlama geliyorsa bu sözcüğün gereğini yapabi­lirlerdi. Şimdi mesele başka bir tarafa yöneliyor. Sanki onları cezalandırıyor, meytian okuyuşa meydan okuyuşla cevap veri­yor. Şimdi aslında birinci emirde yer almayan birtakım sınırlandırmalar getirilerek emrin kapsamı daraltılıyor ve iş daha da zorlaşıyor... Bu inek ne çok yaşlı, ne de küçük denecek kadar gençtir. Bu iki yaş arasında orta bir yaştadır. Gücünün, kuvvetinin en fazla olduğu yaştadır. Yani mesele açıktır. Yeni bir soru sormaya gerek yoktur. Onlar kendilerine açıklandığı kadarıyla yetinebilirler. Detaylara yer verilmediğine göre on­lardan sorumlu olmaları sözkonusu değildir. Yüce Allah'ın değinmediği şeyleri onların da irdelememeleri en ideal olanıdır. Çünkü Yüce Allah, kullarını ancak açıkladığı şeylerden sorumlu tutar. Açıklama yapılmadan, bildiri sunulmadan kimsenin cezalandırılması sözkonusu değildir.

Ne var ki onlar bununla yetinmediler, ineğin özellikleri ile ilgili akıllarına ne geldiyse sormaya ve meseleyi habire irdeme-ye çalıştılar... Cevap da yine onların bu tavırlarına uygun düşecek şekilde geldi. Bu anlamsız soruların cezası olarak yükümlülüğün sınırını ve alanını daha da daralttı.

«O inek, Rabbinizin bildirdiğine göre, görenlere hoş gele­cek»

...Fakat onlar yine de soru sormaya döndüler. O ineği nasıl elde edeceklerini bilemiyorlardı. Çünkü ineklerin hepsi birbiri­ne benziyordu. Dolayısıyla sıfatları belirlenen kesilmesi gere­ken ineği elde etmeye güçleri yetmiyordu. Normalde onu rahat seçebilecekleri sıfatlarının verilmesini istediler. Burada onlar nihayet bu konuda fazla ileri gittiklerinin bilincine vardılar. Bu gereksiz ve peygamberlerine karşı takındıkları uygunsuz tavı­rda ısrar etmekle doğru olan çizgiden saptıklarını hissettiler. Bu halleriyle ayrıca sorumluluk duygularını da yitirmiş gibi bir konuma düştüklerini anladılar. Ve peygamberlerine işin so­nunda doğru yola gireceklerine ve bunun gereğini yapacak­larına söz verdiler.

«Allah dilerse bu karışıklığın içinden çıkarız, dediler.»

Şimdi gelen cevap bir kat daha sınırlı ve dar kap­samlıydı:

«O, boyunduruğa koşulup toprak sürmemiş» yani, yeri sürmek için çifte sulama işlerinde kullanılmamıştır.

«Toprak sulamada kullanılmamıştır.»

Ekinleri sulamak için sulama işlerinde kullanılmamıştır.

«Özürsüz ve alacasız bir inektir.»

Yani cildinin rengine leke düşürecek aykırı bir renk yok-r tur... Şimdi onlar meseleyi daha fazla irdelemk için yeni bir so­ru bulamadılar. Çaresiz olarak onu kesmek zorunda kaldılar. Çünkü ineği kesmemeleri (sözlerini tutmamaları) için ellerin­de tutunacak hiçbir dalları kalmadı.

«Neredeyse bu emri yapmayacaklardı.»

Çünkü onlar içlerinde itaat ve bağlılık duygusunu yaşamı­yorlardı.

Onların bu tutarsız tavırlarından hareketli iki önemli şeye dikkat çekebiliriz:

Birincisi:Onlar, emri yerine getirmemek ve ona bağlılık göstermemek için kendilerini temize çıkaracak bir delil, bir kulp, bir bahane arıyorlardı. Taktik olarak da peygamberin önüne detaylara ilişkin sorularla çıkmayı, konuyu tartışmaya dayalı münakaşa çerçevesinde ele almayı seçiyorlardı. Böylece konunun ruhaniyetini ve diriliğini yoketmeyi, ciddiyetini zede­lemeyi amaçlıyorlardı. Onlar kendi hesaplarına göre peygam­berin böyle bir tavır karşısında bu işten vazgeçeceğini, bu at­mosferin peygamberin psikolojik hali üzerinde bırakacağı et­kiyle bu emri İptal edeceğini düşünüyorlardı.

İkincisi: Hareket Önderleri fertlere yönelik normal yükümlülüklerde ve sorumluluklarda bundan pratik bir ders almalıdırlar. Çalışma hareketi içinde genel bir yeri olan ve pra­tik çalışmayla ilgili görevlendirmelerde bu tür şeylerle karşılıştıkl arında onlara karşı pratik bir ders olarak yumuşak, sakin, eğitici bir yol ve yönetim izlemelidirler. Eğer burada yükümlülük ve sorumluluk sınırları belli Şer'i bir hükümden kaynaklanmıyorsa onlara karşı esnek davranmalıdırlar. Aynı şekilde bu tür yükümlülüklerde görevlendirilen elemanlar da yükümlülüğü olduğu gibi kabul etmeli, anlamsız, değersiz ve ciddiyetsiz sorularla görevi, başlarından savmaya kalkma­malıdırlar. Zira bu tür sorular onları ileride hesapta olmayan ağır yükümlülüklerin ve sorumlulukların altına sokabilir... İşte peygamberimiz Hz. Muhammed'da gelen bir Hadis-i Şeriften anlaşılan da budur. Rivayete göre Rivayete göre Resu-lullah bir ara ashabına bir konuşma yapmış ve şöyle demişti:

«Yüce Allah Haccı farz kıldı.»

Bu arada Ukkaşe, bir rivayete göre de Suraka b. Malik ayağa kalkmış ve                '

«Ey Allah'ın Resulü her senede bir kere mi?» diye sormuştur. Peygamber ondan yüz çevirmiş ve şöyle ilave etmiştir.

«Yazıklar olsun sana, benim evet demeyeceğimden emin misin?- Allah 'a yemin ederim ki eğer evet deseydim, vacib olur­du. Eğer vacip olsaydı ona gücünüz yetmezdi. Eğer siz onu bıraksaydınız küfre düşersiniz. Size açıklamadığımı bana so­rarak açıklanmayın. Sizden önceki Ümmetleri ancak çok soru sormaları ve peygamberleriyle çelişkiye düşmeleri helak et­miştir. Size bir şeyi emrettiğimde gücünüz yettiği kadar onu yapmaya çalışın. Bir şeyi yasakladığımda ise ondan sakının.» [149]

 

16) ÎSRAİLOĞULLARI DONUKLAŞMA, TAHRİF VE NÎFAK AŞAMASINDA

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

«Bütün bu olaylardan sonra kalpleriniz yine katılaştı. Şimdi onlar taş gibi, hatta taştan bile daha katıdırlar. Çünkü Öyle taşlar var ki, içlerinden ırmaklar akar. Yine öyle taşlar vardır ki, çatlarlar da bağırlarından su fışkırır. Yine öyle taşlar var ki, Allah korkusu ile dağlardan yuvarlanıp aşağı inerler. Allah, yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.»

(Bakara, 74)

Bu ayette, İsrail oğulları tarihinin yeni bir aşamasından söz edilmektedir. Fakat burada sözkonusu edilen aşama önce­kilerinden cok farklıdır. Bundan önceki aşamalarda İsraiîoğuî-larmın geçici karşı koyuşlanndan, direnişlerinden söz ediliyor­du. Orada bir süre direndikten sonra tevbeye, dönüş yapmaya ve itaate yöneliyorlardı. Kargaşacı ve bozguncu karakterlerini sergiliyorlar, bir süre bunun etkisinde kaldıktan sonra yatışıyorlar, yumuşuyor ve doğru yola geliyorlardı.

Fakat bu yeni aşamada İsrail oğulları artık donuklaşma noktasına gelmiş bulunmaktadırlar. Akılları ve ruhları tama­men donmuştur artık. Akılları ve ruhları herhangi İlahî bir va­hiy ile, insanî bir düşünceyle, ruhanî bir bilinçle açılmayacak derecede kesin kapanmıştır. Artık gerçeğin, hakikatin yeri yoktur oralarda. Çünkü kapıların hepsi batılın üzerine kapatıl­mıştır. Orada rahmet de yoktur. Çünkü ufukların tamamı kir, düşmanlık, bencillik ve öfkeyle dolup taşmış, kendisinden başka herhangi bir gücün varlığını kabul edemez olmuştur. Artık onların şehevî arzularında ve ihtiraslarında düşünceye, muhakemeye, duygulara ve vicdana yer yoktur.

Kur'an-ı Kerim'in üslûbu onların şahsiyetlerini kuşatan katılığı tasvir ederken öyle yüce ve üstün bir ifade kullanıyor ki onların bu katılığını ifade etmek için örnek gösterilebilecek doğru dürüst bir taş bile bulunmadığını söylüyor. Önce konuya bu benzetme açısından bakılmış ve onların konumları gözler önüne serilmiştir. Çünkü benzetme sanatında, benzetme yönünün benzetenden çok benzetilende bulunması gerektiği açıktır. Nitekim «Zeyd, aslan gibidir» dediğimizde benzetme yönünü oluşturan «cesaret», Zeyd'den çok aslanda bulunmak­tadır. Yani bu benzetme ile Zeyd'in cesareti daha açık bir şekil­de ortaya konmuş ve açıklanmış olur. Bunlara gelince onların kalpleri taştan daha katıdır. Zira öyle taşlar vardır ki, çok değerli ürünler verir, nehirlerin kendisinden fışkırması için yanlıverir. Yeryüzüne bolluk ve bereketin yayılmasına neden olur. Yine öyle taşlar var ki, bir ırmak meydana getirecek kadar olmasa da etrafını, çevresini sulayacak küçük kaynakların on­dan fışkırdığnı görmek mümkündür.. Aynı şekilde Allah'ın korkusundan yuvarlanıp gelen taşlar da vardır...

Böylece bu taşların, doğal etkenlerin tesiriyle düşüşleri ve hareketleri tasvir ediliyor. Evrenin koca sistemi içinde taşların da Allah'ın yüce iradesine boyun eğdikleri dile getiriliyor. Yer ve göğün itaatmdan bütün ile diğer canlı ve cansız varlıkların secdelerinden ve teşbihlerinden söz eden ifadeler de bunu'gibi­dir...

îşte yaratılışları icabı olarak sert bir halde duran ve tüm boyutları ve şekilleriyle katılıklarını sürdüren taşların hikaye­si budur... Fakat, îsrailoğullarının durumları böyle değil. On­ların kalpleri rahmet ve berekete, ürün vermeye ve verimli ol­maya elverişli ve açık değildir. Onları haksız yere peygamber­leri katlediyorlar,^Öldürüyorlar, malları, bilgileri ve kuvvetleri ile mustaz'aflara (ezilmiş, mahrum bırakılmış kitlelere) karşı büyüklük taslıyorlar, cimrilik yapıyorlar, ruhî ve manevî yönden erdemli, bilinçli basiretli^ bir hayata yanaşmıyorlar. Kalpleri, ruhları ve akılları ile erdemli insanların teslim oluşları gibi, Yüce Allah'a teslim olmuyorlar. Herhalde bu aşama onlaım peygamberlerini yalanlamaları, onlara zulmet­meleri ve öldürmeleri aşamasıdır. Dinî tarihlerinin çehresini değiştirip mustaz'afları, din adına sömürmeye başladıkları aşamadır, Kur'an-ı Kerim onların bu tarihi aşamalarından da ileride söz edecektir. [150]

 

Tarihin Bugüne Göre Değerlendirilmesi

 

İsrailoğullanmn siyah ve kırmızı toz kaplamış katı.acı-maşız tablosundan hareketle diyebiliriz ki: Biz bugünkü pra­tiğimizi değerlendirirken bu canlı tabloları ve örnekleri asrımızın realitelerine uygulamaya çalışmalıyız. Mü'minlerin ve insanların hayatlarını doğru yola uygun bir biçimde düzen­lemek isteyen, bu yola davet eden ıslahatçıların, hak adalet ve Özgürlük isteyen kitlelerin ,toplumların ulusların karşısında yer alan, onlara işkenceler yapan, zulmeden kendilerine karşı sürgün, hapis, işkence ve Ölümün her çeşidine başvurmakta bir sakınca görmeyen tipleri iyi tanımaya çalışmalıyız. Mü'minle-re ve ıslahatçılara karşı çıkış nedenleri de sırf imtiyazlarından, ihtiraslarından, ıslahatçı ve inkılapçı çağrıları kendi lehlerine kullanamama endişesinden kaynaklanan çevreleri iyi tespit etmeliyiz. Bu konuda idarenin kilit noktalarını ellerinde bu­lunduran tağutî (zalim, adaletsiz bozguncu) iktidar grupları, toplumda zenginlik kaynaklarını ellerinde bulunduran ve bu servetten zayıf ve mahrum sınıfların yararlanın asm?! engel olan kesimleri ve nüfuz ve silah gücünü ellerinde bulunduran sapık ve kafir toplulukları birbirinden ayırmak mümkün değil­dir. Bunların herbirinin fonksiyonu ayrı olsa da temelde aynı mantaliteye dayandıklarından kuşku yoktur. Onların bütün şekilleri ve grupları ile ortaya koydukları uygulama Kur'an'ın takdim ettiği İsrail oğul lan örneğine benzemektedir.

Buna bağlı olarakjbiz Kur'an'ın bize açıkladığı Yahudi tari­hini sırf zamanı geçmiş tarihin bir kesiti olarak ele almamak zo­rundayız. Tarihin bu kesitinde gerçekleşen o olaylar her yerde ve her zaman karşımıza çıkabilecek acımasız insan tipinin canlı bir örneğini oluşturmaktadır. Tarihin bu tablosunu in­sanların zihnine ve bilincine yerleştirmenin yolu ise, Kur'an'ın kendisinden söz ettiği kesitte îsrailoğullarının karakterlerim güzel bir şekilde tesbit etmek, bu insanların kişiliklerinde ki et­kili rol oynayan kişisel ve uygulamada görülen özelliklerini iyi­ce incelemektir.

Sonra bu karakter ve özellikleri onların çağdaş Örneklerin­de aramak ve aralarında bir benzerlik kurmaktır. Onların tabi­atlarını, özelliklerini ve uygulamalarını, hareketlerini önceki­lerin ki ile karşılaştırmaktır. Böylece Kur'an'ın çizmek istediği tablo daha geniş çizgilerle, daha genel boyutlarla ortaya çıkar. rDar ve özel bir çerçeve de kalmaz. Kur'an'ın bu örneklerini bu, : şekilde değerlendirmediğimiz ve geneli eştirmediğim iz pek çok kimsenin düştüğü hatalara, yanlışlara plüşeriz. Bu tür insan­lar Kur'an tarafından tarihi örnekleri^ölurns'uz mantık ve ha­reketlerinden dolayı fena şekilde eleştirirken'.aym mantık ve hareketlere sahip olan bu günkü takipçilerini kutl ay abil m ek­tedirler. Halbu ki daha geniş çerçeveden bakıldığında tebrik edilen bu çağdaş izleyicilerin aslında Öncekilerin aynısı olduk-f- larını görmek hiçte zor değildir. Olaya tarihsel bir olay olarak bakıp, olayın asıl nedenleri, sebeplerini ve sonuçlarını sağlıklı biçimde tesbit edemediğimizden özden uzaklaşıyor, kalıplara, maskelere takılıyoruz. Onunla beraber ve onun karşısında yer almamızı gerektiren temel bilinci unutuyoruz. Sadece o tarihin şahıslarına takılıp kalıyoruz...

İşte Kur'an kıssalarının bizde harekete geçirici fonksiyonu budur. Böyle bir fonksiyon,ayetin zaman üstü bir hareketin motoru olmasını sağladığı gibi, onun canlı bir biçimde,geniş bo­yutlarda her yerde ve her zaman hayır, rahmet ve bereket kay-Lnağı olmasını garanti eder. [151]

 

Tahrif Aşaması

 

«Şimdi siz onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlar arasında öyle bir grup var ki, Allah'ın kelamını işitirler ve anlamına akılları yattıktan sonra onu bile bile değiştirirlerdi»  

(Bakara 75)

Bu ayet, peygamberimizin ve onunla birlikte olan mü1 min-lerin, Yahudileri İslâm'a davet ederken karşılaştıkları problemleri çözmeye yönelik Kur'an'ın bir direktifidir. Peygamberi­miz ve onunla birlikte olan mu minler, İslâm çağrısının çağdaşı bulunan Yahudilerin iman etmeleri için düşünce ve duygulara hitap etmenin bütün yollarını kullanarak, onların İslâm'a ka­zandırılmaları için çalışıyorlardı. Çünkü onlar Yahudilerin bir­takım sözlerinde ve genel tavırlarında imana gelmenin bazı işaretlerini görüyorlardı. Bu nedenle onların İslâm'a girmeleri için ellerinden gelen çabayı gösteriyorlardı. Çünkü Yahudiler Medine'de hem maddî ve hem de manevî yönden büyük bir gücün temsilcileriydi. Onların İslâm'a girmeleri İslâm'ın kısa zamanda güçlenmesine ve büyük adımlarla geniş sahalara yayılmasına neden olabilirdi.

Müslümanların büyük bir umut ile bu tarafa yönelmeleri îslâmî çalışmaların seyri üzerinde etkili, önemli tehlikelerin doğmasına neden oldu. Zira onlara yöneltilen düşünce ve eylem planındaki çabaların çoğu boşuna heba olup gidiyordu. Bu ça­balar daha yararlı olabilecek başka alanlara kaydırılabilir ve İslâm bundan daha fazla yararlanabilirdi. Zira realite gösteri­yor ki onların gerçekten iman etmeleri sözkonusu değilken he­sapta olmayan başka insanların iman etmeleri mümkündür. Müslümanların tek taraflı olarak bir kesime yönelmeleri onları ruhsal yönden zayıflatır. Onlara karşı gereken tedbiri elden kaçırmalarına neden olur. Halbuki bazı Yahudiîer'in İslâm'a girmeleri halinde bile bu denetim ruhunu yitirmemek gerek­mektedir. Onlar iman sıfatının kendilerine sağladığı avantaj­lardan hareketle İslâm'ı içten yıkmaya kalkabilir. Bu sıfatla el­de ettikleri özgürlük ortamından yararlanarak kendi emelleri­ni gerçekleştirmeye çalışabilirler. Ayrıca onların gerçek tavı­rlarını ve konumlarını iyi tesbit etmeden hareket etmek, îslâmî hareketin pratik seyrini yavaşlatabilir di. Onların İslâm ve Müslümanları yok etmek için gizliden tezgahladıkları plan ve oyunlara karşı gereken önlemlerin alınmamasına vesile olur-duBu yaklaşımın ışığında anlıyoruz ki tarihi gerçekleri tesbit ettikten sonra bugünkü realiteleri de tesbit etmek İslâm çağrısını ve İslâm toplumunu zayıflatma ve saptırma tehlikesi­ne karşı korumak için zorunludur. $İu bilinci iki maddede Özet­leyebiliriz:"-

1- Herhangi bir kimsenin bir düşünceyi kabul edebilmesi için değişmez bir şart bulunmaktadır. Bu da o kişinin sözkonu-su düşünceyi kabul etmeye veya ona inanmaya psikolojik açı­dan hazır olmasıdır. Böyle bir hazırlık, kişinin bilinmeyen ko­nu karşısında normal bir zihniyet ve tereddütlü ruhi bir tavır ile yönelmesini gerekli kılar. Ancak bu hal ile insan, değişik açı­dan diyalog eylemine girebilir. Bazı şeyleri kabul, bazılarını reddedebilir... Bu sözkonusu edilen Yahudiler ise her yeni şeye karşı düşüncelerinin tüm kapılarını kapatmışlardır. Çünkü onlar gerçeğe, hakikate, düşünce planında ulaşmak, pratikte ona bağlanmak amacıyla araştıran iman, ruhu ile yanaşma-maktadırlar. Tam tersine tüccar İcâfasiylatarete ediyorlar. Tercihlerinde maddî kazanç hesapları yapıyorlar. Bu fırsatı kaçırdıklarındajtekrar, amaçlarını gerçekleştirmek için, saptı­rmaya, tahrif yoluna başvuruyorlar. Onlar bu gerçeği ve Al­lah'ın ayetlerini Tevrat'ta görüp bildikleri halde, bu vesile ile hakikati apaçık görmelerine rağmen herhangi bir kazanç veya kişisel bir çıkar elde etmediklerini gördüklerinde, bu işten karlı çıkmalarının sözkonusu olmadığını anladıklarında ger: çeği tahrife kalkışmışlardır... Bu durumda onlar boğazlarına kadar sapıklık içine gömülmüşken ilahi mesaja kulak vermele­ri, düşünüp değerlendirmeye çalışmaları ve doğru yolu seçme­leri beklenemez. Bu yol onlara kapalıdır... [152]

 

Kaypaklığa Dayalı Nifak Aşaması

 

«Onlar mü'minler karşılaştıklarında 'inandık' derler. Fa­kat birbirleri ile başbaşya kaldıkları zaman 'Raboiniz katında aleyhinize delil olarak kullansınlar diye mi Allah'ın size açı­kladıklarını onlara anlatıyorsunuz? Bunun yanlış olduğuna aklınız ermiyor mu?' derler.» (Bakara, 76)

«Acaba onlar bilmiyorlar mı ki Allah onların gizli tuttuk­ları ve açığa vurdukları herşeyi bilir.»

(Bakara, 77)

2-Bazen Yahudilerden bir kesim, kişisel kazanç elde etmek veya islâm ve Müslümanlara karşı yıkıcı bir plan uygulamak için formalite icabı imana girebilir. Aynı hedefe varmak ve sözkonusu amacı gerçekleştirmek için Müslümanlara açılabi­lir, onlarla uzun diyaloglar sürdürerek Tevrat'tan peygamberi­mizin gerçek peygamber olduğunu gösteren bir takım delilleri ve belgeleri açıklayabilir. Böylece samimi bir Müslüman ol­duğu imajını verebilir... Sonra diğer arkadaşlarıyla başbaşa geldiğinde Müslümanlarla neler konuştuğunu, kendisinin on­lara ve onların kendisine neler söylediğini bir bir dostlarına an­latır. Gerçekleştirilmesi istenen plan doğrultusunda bu diya­logu değerlendirir. Burada Müslümanlarla diyalog içine giren kesim, diğerleri tarafından Müslümanlarla uzun boylu ilişki içinde bulunmalarından Tevrat'ın hükümlerini Müslümanlara deşifre ettiklerinden dolayı eleştirirler. Çünkü böyle bir açıkla­ma kıyamet gününde onları Allah'a karşı mahcup düşürecek ve Müslümanların sağlam bir temele dayandığını ortaya koya­caktır. İslâm'ın gerçek olduğunu kabul etmeleri Müslüman­ların lehine bir delil olacaktır. Hikmet ve akla aykırı da olsa on­lar bu tavırda direnirler. Fakat, Cenab-ı Allah onların bu basit düşüncelerini ve zayıf yaklaşımlarını eleştirir. Kıyamet gününde böyle bir delille karşılaşmak istememelerini mantıksızlık olarak değerlendirir. Çünkü onlar eğer Allah'a inanıyorlarsa bu imanları onlarının Allah'ın gizli açık herşeyi bildiği, gördüğü bilincine götürmesi gerekir. Dolayısıyla kendi aleyhlerine bir belgenin varolması onların bu gerçeği kabul edip etmemesine bağlı değildir. Onların bu hakikati itiraf et­melerine ihtiyaç yoktur. Çünkü onlar her şeyleri ile ortadadı­rlar.

«Onların içinde bir de ümmiler (okuma yazma bilmeyen­ler) vardır ki, bunlar kitabı bilmezler. Bütün bildikleri asılsız kuruntulardır.    Onlar    sırf   zanlara    (saplantılara) kapılmışlardır.»  (Bakara, 78)

' Bu ayette îslâm çağrısının çağdaşı olan ehl-i kitabın bazı kesimlerinden sö'zedilmektedir. Onların bir kısmı "ümmidir" ilimden hiçbir haberleri ve bilgileri yoktur. Kitaptan hiç haber­leri yoktur. Ondan bilgi elde etmeye güçleri yetmez. Onların bütün güçleri arzulardan, temennilerden ibarettir. Hem dünyada, hem ahirette kendilerinin diğer insanlardan üstün olduklarının bilincinde (!) olmalarıdır. Onlar, Allah'ın seçkin ulusu olduklarını düşünmektedirler. Fakat bu bilgileri hiç de kesin bir delile dayanmamaktadır. Bu konuda bütün dayanak­ları zandan ibarettir ve zan ise insanı gerçeğe, hakikate ulaştırma açısından hiçbir işe yaramaz.

»Kendi elleri ile kitabı yazdıktan sonra,karşılığında az bir paha elde etmek amacı ile -bu Allah katından geldi- diyenlerin vay haline! Ellerinin yazdığından ötürü vay başlarına gelecek­lere! (yine) kazandıkları paradan ötürü vay başlarına gelecek­lere.»                                                            

(Bakara, 79)

Bunlar, dini meslek haline getirenlerdir. Ayetlerini ve kav­ramlarını, hükümlerini, ilkelerini tahrif ederek dini satan­lardır. Dinin ticaretini yapanlardır. Bunlar Tevrat'ın gerçek mahiyetini bilgisiz, habersiz, cahil kitlelere kendilerinin düzdükleri yalanlar ve saçma tahrifatı sunmakta sonra da on­ları Allah'a izafe ederek şehevi duygularını, arzu ve isteklerini, amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Onlar suç ve günah sayılan işleri yaptıklarından ve haram olan mallan zim­metlerine geçirdiklerinden Allah'ın ilkelerini tahrif ettiklerin­den Allah onları lanete ve cezaya çarptıracaktır.

«Sayılı günlerden başka katiyyen bize azab dokunmayacak dediler. De ki: Allah'tan biı konuda söz mü aldınız ki Allah sözünden caymaz. Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?» (Bakara, 80)

Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, ne kadar suç işlerlerse işle­sinler asla cehennemde ebedi kalmaycaklanna inanıyorlar ve-öyle sanıyorlar. Bunu, diğer insanlara karşı kendilerine ve­rilmiş bir imtiyaz olarak kabul ediyorlar. Kendilerine bu ku-rahn istinası sayıyorlar. Ne var ki, yüce Allah onlara çetin bir konuda, çetin bir soru yöneltiyor: Onlar nereden bu düşünceye varmışlardır? Nasıl böyle bir güvene, gönül huzuruna, rahata kavuşmuşlardır? Onlarla Allah arasında bir taahhüt, bir sözleşme mi vardır? Eğer Allah'tan böyle bir söz almışlarsa ra-Jıat olabilirler, çünkü Allah sözünden dönmez. Yoksa onlar Al­lah'a yalan söz mü izafe ediyorlar? Allah adına bilmedikleri şeyleri mi O'na yakıştırıyorlar? İşte Kur'an'ın onlar hakkında insanların zihinlerine, beyinlerine, bilinçlerine yerleştirmek istediği de budur. Ayetin genel havası bunun böyle olduğunu gösterdiği gibi, sorunun hayret ifade edecek biçimde ve olum­suz kip ile verilmesi de buna delil olmaktadır.

«Hayır öyle bir şey yok, kim kötülük işler de günahı tarafı­ndan kuşatılırsa onlar ebedi olarak kalmak üzere cehennem­liktirler.

îman edip iyi amel işleyenler de orada ebedi olarak kalmak üzere cennetliktirler.» (Bakara, 81-82).

Bu iki ayette Kur'an-ı Kerim cennette veya cehennemde sonsuza dek kalmanın ilkesini açıklamaktadır. Burada her­hangi bir şahıs veya ulusun kayırılamsmdan, imtiyaz sahibi kılınmasından ya da zannedildiği gibi istisna edilmesinden söz edilemez. Ahirette, bugün dünyada var olan insan sınıfları, farklı tabakalar ve kesimler olmayacaktır. Çünkü dünya ha­yatında sınıfların, kesimlerin oluşması bir kısım insanların maddî veya manevi imtiyazlara sahip olmalarından kaynak­lanmaktadır. İnsanlar bu imtiyazları ile diğerlerinden farklı bir konuma gelmekte ve diğer insanlardan daha üstün bir değer kazanmaktadırlar. Ahirette ise hepsi Allah'ın huzurun­da eşit düzeydedirler. Kişisel yapıları açısından birinin diğerinden Allah ile daha fazla bir ilgisi, bir bağı söz konusu değildir. Çünkü onların hepsi Allah'ın kullarıdırlar. Sıfat yönünden de herhangi bir yakınlıkları bulunamaz. Çünkü bu, Allah'ın onlara bir bağışıdır.Öyleyse orada amelin dışında her­hangi bir şeyin fonksiyonundan sözedilemez. îlk ve son değer kişinin kendi amelidir. İnsanın Allah katındaki değerini

yükseltecek de odur.

Bu nedenle cennet ve cehennem meselesi insanın sürekli mükafat içinde kalması veya cezalandırılması onun'ameline bağlıdır. Sonsuz olarak cehennemde kalanlar ise, ruhi, mane­vi, fikri ve ameli açıdan kökten hataya düşenlerdir. Yani bu ha­ta onları her yönden çepeçevre kuşatmıştır. İnsanın bir anlık gafleti ve dikkatsizliği sonunda ortaya çıkan geçici bir hal değildir. Onlar önce inanıyorlar ^ sonra da inandıklarını düşünce, bilinç ve eylem olarak gerçekleştiriyor ve yaşıyor-lar.Gerçeğe karşı apaçık bilgilerine rağmen karşı koyanlar ve hakkı çiğneme cinayetini işleyenlerde onlardır. Hakkı net bir şekilde görmelerine rağmen ondan uzaklaşmakta ve karşı dur­makta ısrar edenler, onun özünden uzak bir şekilde sözlerinin tüccarlığını yapanlar, ayrıca ayetlerini tahrif edenler de kendi­leridir. Bunlar açık bir psikolojik hal ile Allah'a inanmaya yönelmeyenler, O'nun ismi karşısında ürpermeyenîer ve ayet­lerine boyun eğmeyenlerdir. Emirlerine ve yasaklarına karşı teslimiyetle hareket etmeyenlerdir. Allah'ın ayetleri emirleri ve yasaklarına karşı geçici bir düşünceye, asılsız bir kuruntuya karşı takındıkları tavrı takınanlar ve onlar üzerinde kısa süre de olsa durmayanlardır. İşte yeryüzünde bozgunculuk yapan, fesat çıkaran, haksızlık ederek işler çeviren, Allah'ın otoritesi­ni ve egemenliğini elinden almaya çalışan zalimlerin ta kendi­leridir. Onlar kendi güç ve makamlarına dayanarak kişisel büyüklüğe, böbürlenmeye kapılan, Allah'ın dışında kendilerini bir takım küçük ilahlar konumunda görenlerdir. Veya kendi el­leriyle taştan, tahtadan yapmış oldukları veya başka maden­lerden yaptıkları putları Allah'a ortak koşanlardır. Veya itaatleri ve boyun eğip bağlanışl arıyla yarattıkları etten ve kandan oluşan putları, yani zalim idarecileri, müstekbirleri Allah'a or­tak koşanlardır, insanlar bu azgın, zalim ve kendini beğenmiş idarecilere itaat etmekle onlara ilahlık ve efendilik makamını yakıştırmış olmaktadırlar. Eğer, insanları*! onlara itaat etme^ leri olmasa bunların adları dahi anılmaz?

İşte bu tür günahlar insanı temel çizgiden saptırır, ana he­definden uzaklaştırır. Ebedi cehennemlik yapar. İşte bu tür in­sanların sıfatlarıyla, günahı hiçbir şekilde terketmeyen, bütün güçleri, karalılıkları ve bağlılıkları ile onları işlemeye devam eden şu Yahudilerin sıfatları aynıdır. Tavırları her yönden ben­zerlik gösterir. Peygamberlere karşı çıkmaları, onları haksız yere öldürmeleri, Allah'ın sözlerini değiştirmeleri,yalanlan ve asılsız şeyleri ticaretlerinin sermayesi yapmaları gibi tavırları onların bu isyanlarının ve zulümlerinin psikolojik, ma-nevî,ruhî veya fikrî bir temeli bulunduğu göstermektedir. Veya onların Allah ile ilişkilerinin, hayatlarında ciddi bir yer tut­madığını, kendilerini itaate ve tevbeye götürecek kadar güçlü olmadığını ortaya koymaktadır. Peki nasıl oluyor da bu durum­da onlar kendilerinin ilahi bir imtiyaza sahip olduklarını ileri sürebiliyor ve sonsuza dek chennemde kalmayacaklarından emin oîabiliyorlar?;Sürekliolarak cennette kalanlara gelince, bunlar kendi işlerinde düşünce,bilinç ve ruhaniyet (manevî) olarak imanı yaşayanlardır. Onlar Allah'ın huzurunda Allah'ın varlığını duygularıyla hisseden mü'minler konumundadır. Ayrıca onlar bütün düşünceleriyle de Allah'a bağlıdırlar. Onlar kendilerini boyun eğmeye, ürpermeye ve eylemlerimden Allah'a teslim olmaya götüren sınırsız bir kulluğu, bir tapinniâyı en in­ce ve en derin noktasına varıncaya kadar hissedenler ve yaşayanlardır. Ne var ki bunlar da bazan hata edebilirler. Geçi­ci bir duygu ve dürtünün veya ani bir gafletin sonucu olarak em­re karşı gelebilirler. Onların tüm hataları gaflet, unutkanlık ve şeytanın telkinleri çerçevesinde ele alınabilir. Fakat bu günah­ların teşvikçisi, cesaret verici niteliğinde psikolojik veya fikri bir temeli yoktur. Nitekim onların ilk uyanış, hatırlatma veya vicdanın harekete geçmesi halinde hemen geriye dönüş yaptı­klarını görüyoruz. Ayrıca Cenab-ı Allah şu ayet-i Kerime de on­lardan söz etmektedir:

«Allah'tan korkanlar, kendilerine şeytandan, gelen bir ves­vese dokunduğu zaman Allah'ı hatırlarlar ve hemen gerçeği görürler.»

(Araf, 201)

Bunlar takva sahibi oîan cennetliklerdir. Cennetin manevi havasını kendi manevi havalarında, cennetliklerin ahlakını da kendi ahlaklarında daha yeryüzündeyken, cennete geçiş yap­madan önce yaşayanlardır. [153]

 

Davetçiler Geçici İmtiyazlar Karşısında

 

Allah yolunda diriliş hareketi ve davet hareketi için çalışanlar, İslâm'ın bu ana ilkesini ciddi bir şekilde ve apaçık olarak ortaya koymaları gerekir. Allah'a yakın veya uzak ol­manın ana ilkesinden şaşmamalıdırlar. Cennet ve cehennemi, insanlar arasında soylarını esas alarak dağıtanlara, geçici im­tiyazlara asla tolerans tanımamalı, onlara geçit vermemelidir­ler. Soyunun peygamberimize bağlı olmasının veya mezhebi bağlılıkları esas alarak; insanlara cennet ve cehennemi taksimi, etmek, onların pratik hayatlarına ruhi ve manevi arzu ve istek- C<i terinin gozönünde bulundurmadan ulu orta hüküm belirle­mekten uzak durmalıdırlar. Çünkü böyle bir anlayış Kur'an'ın ana ilkelerine aykırı düşer. Çünkü, Kur'an bireyin.doğru­luğunu ve yanlışlığını tesbit ederken böyle bir şeyin dogrti ol­madığını belirlemektedir. Eğer Kur'an meseleyi iman ve amel açısından değerlendiriyor ve meseleye öyle bakıyorsa bir nasıl v olur da ameli geriye, ikinci plana itebilir, yalmz-iman yönüne ^ ağırlık verebiliriz? Sonra gerçek imanı ortaya koymak için elimizde salih amelden başka ne gibi bir Ölçü vardır ki? Bazı insan­ların varlığını sandığı imanı duygulara gelince bunları da duy­guların eğitimi çerçevesinde ele almamız mümkündür. İnsanın mukaddes veya ruhani birtakım varlıklara karşı duyarlı ol­ması, insanın gençliğinde yaşadığı veya çevresinden öğrendiği akideyle ilgisi olmayan eğitsel duygulardır.'

Bazıları bu konudaki istisnalar meselesini uumumi-hususi (genel-özel) veya mutlak- mukayyet (smırh-sınırsız) kapsamı­nda değerlendirmeye çalışmışlardır. Nitekim islâm hukukçu­ları olan fakihler ve hukukun metodolojisiyle uğraşan usûl-cülerin genel olarak esas aldığı yola başvurmak istiyorlar. Bu­na göre insanlar, biri sınırlı diğeri sınırsız olan iki Şer'i hükümle karşılaştığında sınırsız olanı sınırlı olan hükümle değerlendirmeyi esas almışlardır. Böylece Kur'an'ın istisna­larını belirlemiş olmaktadırlar.

Biz, ilke olarak meselenin böyle değerlendirilmesinde her­hangi bir sakınca görmüyoruz. Çünkü bu dil kuralı Arab dili ve edebiyatında sağlıklı olan kesin kurallardan biri olarak kabul edilmiştir. Çünkü her konuşmacı kullandığı konuşma üslubun­da kuşkuya düştüğü durumlarda kendisine dönüş yapmak için hiçbir sınırla kayıtlı olmayan bazı kurallar belirleyebilir ve bu­nu kendisi için genel bir ilke olarak sayabilir. Ardından müsta­kil delillerle istisnalar kaydeder böylece önceki sınırsız hükmünü belli bir sınıra, belli bir konuma oturtmuş olur. Fakat bu uygulama genel prensiplerin tesbitinde geçerli olmayan bir metoddur. Yani ilkelerin anlamını tespit ederken genel olan bir hüküm sınırlandırılamaz. Usülcülerin belirttiğine göre bunlar genel ilkeler veya sınırlama ve belirlemeden muafa tutulan sınırsız ilkeler şeklinde alınır, özellikle bu tür konularda böyle bir ilkeden sözetmek geirçekten doğru olur, Çünkü burada ayetten kastedilen insanın basireti ve bilinciyle de uyum sağla­maktadır. İnsanlan Allah'a bağlayan ilişkinin karakterini, ta­biatını ortaya koymaktadır. Yani bu konuda kişisel herhangi bir etkinlik asla esas aalınamaz. Çünkü varolduğu zannedilen bütün imtiyazlarda insanlar Allah katında eşit düzüydedirler. Dolayısıyla tek farklılık imana dayalı amelden başka bir şey . değildir demek zorundayız.

Allah'a şirk koşmanın dışındaki günahların bağışlanıp bağışlanmayacağı meselesi ise burada konumuzun dışında yer almaktadır. Zira burada sozkonusu ettiğimiz nokta, hak etme ilkesi çerçevesinde yoğunlaşmaktadır, Bağışlayıp bağışlama­ma ise uygulamanın kapsamına girer. Allah, rahmeti ve fazile­tiyle cehenneme girmeyi veya orada sürekli kalmayı hakeden günahkarları bağışlayacağına sözvermiştir. Burada insanın Allah'ın rahmetine müstahak olabilmesi için birtakım eylemle­ri ve niyetleri taşımasının gerekli olduğunu hatırlatmakta ya­rar vardır.

Kısaca özetlersek: Mu minlerin Islâmî eğitiminde sevap ve cezada bu ölçüyü gözönünde bulundurmak ve kesin bir ilke ola­rak üzerinkde durmak zorunludur. Ta ki, Allah'ın nzısını elde etmek için O'na daha yakın olmak arzusuna kavuşmak için ha­yatlarında iman ve ameli daha geniş boyutlarda ve daha kap­samlı olarak pratiğe aktarsınlar, gerçekleştirsinler. Asılsız im­tiyazlara teslim olup ameli terketmesinler. Kendi zihinlerinde canlandırdıkları kurtuluş nedenlerine yaslanarak amelde her­hangi bir gevşekliğe başvurmasınlar. [154]

 

17) HUKUK METODU AÇISINDAN VERÎLEN GÖZÜN TEKRAR HATIRLATILMASI,

DURUM DEĞERLENDİRMESİNDE ONLARIN BU SÖZLEŞMENİN ŞARTLARINI ÇİĞNEDİKLERİNİN DİLE GETİRMESİ

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

»Hani biz İsrailoğullarından "Allah'tan başka bir şeye tap­mayınız, ana-babaya, akrabalara, yetimlere ve yoksullara iyi­lik ediniz, namazı kılınız, zekatı veriniz" diye söz almıştık. Fa­kat sonra küçük bir azınlık dışında bu sözünüzden döndünüz. Hala da bu dönekliği sürdürüyorsunuz. Hani birbirinizin kınını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan sürmeye­ceksiniz diye de sizden söz almıştık. Kendi tanıklığınızla bunu kabul etmiştiniz. Buna rağmen birbirinizi öldürüyor ve içiniz­den bazılarım yurtlarından sürüyor onlara karşı günah ve zulüm işlemek için aranızda işbirliği yapıyorsunuz. Onları sürgüne göndermeniz yasaklandığı halde sürgüne gönderiyor­sunuz, sonra size esir olarak geldikleri taktirde fidye vererek kendilerini kurtarıyorsunuz. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Oysa içinizden böyle yapanların cezası dünya hayatında perişanlıktan başka bir şey değildir. Onlar kıyamet günü de en ağır azaba çarptırılacak­lardır. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir. Bunlar ahiret karşılığında dünya hayatını satın almış kimselerdir. Bu yüzden onların ne azabı hafifletilecek ve ne de kendilerine yard­ım edilecektir.»

(Bakara, 83-86)

İsrailoğullarından söz eden bu bölümde Tevrat'taki tlahi yasanın ana ilkelerini oluşturan hükümlerin odağına, ana kay­nağına dönüş yapılmaktadır. Bütün yasaların kendisinden kaynaklandığı Tevhid ilkesine dayalı sosyal hayatın düzenlen­mesinden sözedilmektedir...

Sonra Allah'ın dilediği şekildeki bu tablo ile onların pratik uygulamalarında ve sosyal ilişkilerinde somutlaşan realite arasında bir karşılıştırma yapmaktadır, tşte bu karşılaştırma ile imanın gerekleri ve pratik uygulamaları arasında geniş kap­samlı bir bağ olduğunu görebiliyoruz.

Yüce Allah, onların kendisini birlemelirini ve kendisinden, başkasına ibadet etmemelerini, anne babalan, yakınları, ye: timleri ve yoksullarla ilişkilerinin apaçık bir güzel uygulama üzerinde olmasını, iyi ilişkilere dayanmasını istemiştir. Çünkü bu kesimler böyle güzel bir ilgi ve iyi muameleye muhtaçtırlar. Bunlar ya bizzat kendieleri bu tür bir uygulamaya muhtaçtı­rlar veya insan olmaları nedeniyle insanca bir muamele görme-

- leri gerektiğinden sözkonusu iyi ilişkilere ihtiyaç vardır... Son­ra onlara, normal hayatta basit diyaloglarında insanlara iyi da-varanmalanm, güzel şeyler söylemelerini emretmiştir. Zira güzel söz ve iyi daviranış insanı hayli etkiler, kalbini iyiliğe, sevgiye, samimiyete doğru yönlendirir. İnsanların akıllarını harekete geçirir. Onların taassubtan, inatçılıktan, büyüklük taslamaktan ve komplekslerden uzak bir şekilde düşünmeleri­ni sağlar. Böylece güzel söz kalbe ve akla gönderilen en güzel el­çidir, bu ilkeye bağlı olarak sosyal hayat, toplumsal ilişkiler karşılıklı anlayış, sevgi ve dayanışma ilkelerine dayanır,

, sağlam bir zemine oturur.

Bundan sonra mümin ruhların miracı olarak kabul edilen namaz kılmanın fonksiyonuna yer verilmektedir. İnsan her gün namaz ile geniş manevi ufuklara açılır. Artık bu atmosfere giren insanlar itaatin zorluklarına veya cihadın getirdiği sıkıntılara, büyük mahrumiyetlere katlanmaktan sıkılmazlar, daralmazlar, bunalmazlar. Onların hayata bağlılıkları amelin ve sorumluluğun bir sahasını oluşturmasından kaynaklan­maktadır. Zira bu şekilde Allah ile buluşmak insanın içini, gönlünü hayatın ciddiyetine ilişkin derin bir bilinçle doldurur. Yaratıcının gizli ve açık her olayda, her yaratığında büyük hik­metlerin sözkonusu olduğunu görmesini, olaylara ve gerçekle­re bu hikmetlere göre bakmasını garanti eder. İnsanın duyarlı ve bilinçli olarak evrenin yaratıcısı olan Allah'la buluşması, ha­yatında hak yolda, doğru bir istikamette yürümeyi büyük bir hedef olarak görmesini ve bu hedefe yürümesini sağlar.

Zekat ise, insana verme alışkanlığını kazandırır. Bağış, fe­ragat duygusunu geliştirir. Kişinin kendi kişisel ihtiyaçları, bireysel ihtirasları ve arzuları girdabında boğulmasını engeller. Allah'ın kendisine bağışladığı mal nimetini sırf kendi ihtiyaç­ları için kullanmasına mani olur. Ona diğer insanların acı­larını, ihtiyaçlarını arzularını paylaşma bilinci kazandırır. Başkalarının ihtiyaçlarına kulak verme duygusunu geliştirir. Artık onlar kendilerine verilen malın bir şeref, üstünlük ve im­tiyaz değil de bir görev ve sorumluluk olduğu bilincine varmışlardır. Kendilerinin ve başkalarının ihtiyaçlarını gider­me konusunda kendilerine yüklenen bir görev ve sorumluluk. Böylece zekat, sosyal içerikli bir ibadete dönüşmektedir. Diğer ibadetlerde şart olan Allah'a yaklaşma niyeti burada da geçerli­dir. Zekatın sağlıklı bir şekilde verilmesi için bu niyetin taşınmış olması şarttır. Nasıl ki namaz insanın Allah'ın yüce zatı karşısında boyun eğerek O'na yaklaşmak için bir ibadet ise, zekat da işte onun gibi bir ibadettir.

Bu ayatte yer alan hukukî hükümler demeti sona erdikten sonra muhakeme, muhasebe, karşılaştırma ve değerlendirme eylemi başlıyor. Kısa bir zaman diliminde durum değerlendir­mesi yapılıyor. Pratik hayatlarında yaşadıkları realitelere dik­kat çekiliyor. Biz bu hayatlarında onlarla karşılaştığımızda bunların hepsinden yüz çevirdiklerini görüyoruz. Samimi ve bi­linçli olarak iman eden az bir kesim dışında hepsi bu direktifler­den kaçıyor. Yalnız azınlıkta kalan bir grup iman çizgisinde di­reniyor. Düşüncelerin de, uygulamaya ilişkin eylemlerinde özel ve genel ilişkilerinde, hayatlarında bu çizginin istikame­tinden sapmıyor.

Verilen taahhüt ve yapılan sözleşmenin bu yönü aydı­nlatıldıktan sonra dahili (içe dönük, kendi aralarında geçerli olan) ilişkileriyle ilgili başka bir noktaya geçiliyor. Yüce Allah onların cana saygılı olmalarını, haddini aşarak, taşkınlık ve zulüm ederek onu öldürmemelerini istemiş ve insanın kendi evinde ve yurdunda kalması ile somutlaşan insan özgürlüğüne saygılı olmalarını, kimseyi haksız yere zorla ve zulümle yur­dundan sürgün etmeye kalkmamalarını söz almıştır... Özellikle insanın canına ve yurduna dokunulmam asının vurgulan­ması, bu iki sorunun odak alarak alınmasının sırrı ve başlıca nedeni herhalde onların insanın temel hak ve özgürlüklerinde iki ana ilke ile insan dilediği şeyi.seçmede, Allah'ın seçmesini dilediği tercihte bulunmasında hiçbir zulme uğramadan özgür bir hayat yaşaması garanti altına alındığı gibi, şartlar ne olur­sa olsun insanın kendi yurdunda, ve evinde kalması özgürlüğünü teminat altına alır... Bunun dışındaki hak ve özgürlükler, kısa bir değerlendirme ve düşünme ile rahat an­laşılacağı gibi bu iki ana hak ve Özgürlüğe bağlıdır. Onların bİT dalı durumundadır. Canab-ı Allah onların bu iki ana hak ve özgürlüğe ve birbirlerine karşı bu sözleşmeye bağlı kalmaları­na söz almıştı. Peki sonuç ne oldu?

Burada da durum birinci sözleşmenin anısı olmuştur. Bir­birlerinin canına kıymak onların yaşadıkları hayatın genel ka­rakteri ve değişmez vasfı haline gelmiştir. Üstün olma, kuvvet sahibi olma ve ele geçirme siyaseti onlarda geçer akçe, izlenen değişmez politika halini almıştır. Kendi zulümlerine, haksız­lıklarına adaletsizliklerine boyun eğmeyen, tahammül edeme­yen mustaz'afların (yoksul bırakılmış, ezilmişlerin) Özgürlüklerini kısıtlamaya başlamışlardır. Günahkârlık ve düşmanlıkla onları yurtlarından sürgün etmiş ve onları mem­leketlerinden kovmuşlardır. îşte burada onların genel ilişkile­rindeki çarpıklık, çifte standart arzeden tavır ve tutumlarında­ki eğrilik ortaya çıkmaktadır. Zalim ve azgın kuvvet sahibi olan kesim mustaz'afların Öldürülmelerini, yurtlarından sürgün edilmelerini normal karşıladıkları halde öte yandan insana saygı duydukları imajını veren bir hareketle ortaya çıktıkları­nı görüyoruz. Bir taraftan Öldürüyor, yurtlarından sürgün edi­yor öte taraftan bu zayıf düşürülmüşlerden bazıları düşmanın eline esir düştüğünde onları esaretten kurtarmak için fidye vermeye, onları özgürlüğe kavuşturmaya çalışıyorlar. Bu, dik­katleri çeken bir çifte standardı ifade etmektedir. Eğer onlar insanın canına, malına ve yurduna dokunulmayacağına inanı-

yorlarsa birinci uygulamalarının, yok eğer inanmıyorlarsa, ikinci uygulamalarının ne anlamı vardır?... Bu değişmez bir düşünce temeline dayanmayan asabiyet (ulusçuluk, kabileci-lik, bölgecilik) ve tarafgirlik gibi genel ilişkilerde insanın gösterdiği geçici tepkilerden ibarettir. Köklü temelleri olan bir tavır değildir. Bu nedenle Kur'an sözkonusu uygulamayı:

«Siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyor­sunuz?»

cümlesiyle mahkum ediyor. Çünkü kitaba bağlılık, kitabın il­kelerine, hükümlerine, yasalarına, kavramlarına bağlı kal­mayı zorunlu kılar. Bu olgu, düşüncenin hareketin ve eylemin değişmez kuralıdır.

Sonra Yüce Allah buna ilave ediyor:

«Böyle yapanın cezası dünya hayatında horlanmaktır.»

Zira böyle bir realite buna benzer bir uygulama zorunlu ola­rak toplumun binasının temelini oluşturan genel ilkelerin çiğnenmesine neden olacaktır.Toplum çözüldüğünde, dağıldığında varlığını ve dayanışmasını gerçekleştirmekten aciz kaldığında başka toplumların egemenliği, boyunduruğu altına girer. Bu da onun horlanmasına, alçalmasına, sürünme­sine neden olur. Ahirette ise onlar daha ağır bir cezaya çarptı­rılacaklardır. Zira onların hayatları ve pratik uygulamaları on­ların Allah'ın iradesine kafa tuttuğunu ve ona karşı azgınlık yaptığını göstermektedir... Çünkü onlar bu hareket ve tavırları ile Allah'ı hafife almakta ve O'na ibadet etme çizgisinden sapmış bulunmaktadırlar...Bu bölüm, hayatta buna benzer örneklerin hepsine hütmeden genel ilkeyi vermekle sona eri­yor. Buna göre onlar ahiret karşılığında dünya hayatını satın alanlardır. Onlar dünya hayatlarında ahireti Önemli bir şey olarak görmemişlerdir. O'na karşı zorumluluklarını ve yükümlülüklerini takınmamışlar, görevlerini yap­mamışlardır. Yeryüzüne önem vermişler, orada sonsuza dek kalacaklarmış gibi hareket etmişler, yeryüzünün, dünyanın ölçülerine, değerlerine, bağlanmışlar, zevkle, safaya, ihtirasa dalmışlar, azgınlık, düşmanlık v.s. gibi bayağı mücadele yöntemlerini benimsemişlerdir... Onlan bekleyen yalnızca ağır cezadır, şiddetli azaptır. Cezaları hafiflemeyecek ve Allah'ın dışında hiçbir dost ve destekçi de bulamayacaklardır.

Bu ayetlerden, olaylardan ve tavırlardan şimdiki ve gele­cekteki hayatımız için tesbit ettiğimiz pratik gerçekler ise şu şekilde özetlenebilir:

1- Her hukukun kendisine göre birbirine bağlı bir metodu vardır. Bu metotda her hükmün kendine göre belirlenmiş bir yeri vardır. Hukukun amacına ulaşması için bu hükümlerin bölünmeden ve birbirinden koparılmadan programın belirle­nen yerine konması gerekir. Sistem içinde bu hükümlerin her-biri zincirin birbirini tamamlayan halkaları gibidir, tslâm Şeriatının da kendisinden beklenen sonucu vermesi, Allah'ın dilediği amacını gerçekleştirebilmesi için meseleye köklü ve bir bütün olarak bağlanmak esastır. Bu bütünlük korunmadan, sistemin tamamına bağlılık gösterilmeden Allah'a itaatin ger­çekleşmesi mümkün değildir. Sistemin bütününden kopuk olan ibadetler ana ilkeden kopuk biçimde ele alındığında Yüce Allah'ın emir ve yasaklarıyla varılmasını istediği hedefe var­mak ve meseleyi bu boyutta kapsamlı olarak kavrayabilmek mümkün olmaz. Her halde, «Kimin namazı, onu fuhuştan ve yasaklanmış şeylerden alıkoymazsa kendisini Allah'tan uzaklaştırmaktan başka işe yaramaz.» hadisinden anlaşılan da budur.

Nechcü11-Belağa'da rivayet edilen bir hadiste ise şöyle den­mektedir:

«Nice oruç tutanlar vardır ki, oruçlarından açlık ve susuz­luktan başka kendilerine bir şey kalmaz. Nice namaz kılanlar vardır ki bu namazları onları yormak ve uykusuz barıkmaktan başka bir şey kazandırmaz. Aktı başında zeki insanların uyku­ları ve oruç tutmamaları ne güzeldir...»

Buradan anlıyoruz ki itaatin değeri emir ve yasağın nedefi-ni gerçekleştirdiği ölçülerle sınırlıdır. Artık burada, amacın, itaatin, kılmış şekliyle veya bazı görevler ve yasaklarla ilgili ol­ması arasında fark yoktur. Yani namaz ve oruçtaki amaç ile bel­li bir hedefi gerçekleştirmeyi amaçlayan görevler, yasaklar arasında amaç yönünden bir fark yoktur. Çünkü bunların her ikisi de insanın şahsiyetini bir tek ilkeye dayandırarak oluştur­mak istemektedir. Herhalde kendisinden söz ettiğimiz ayet bu düşünceyi destekleyen en sağlam delildrir. Zira insanın can ve yurt özgürlüğüne saygı gösterme, risaleti ve şeriatı Allah'a imandan kaynaklanan insan özgürlüğüne iman düşüncesin­den gelmiş olabilir. Dolayısıyla insanın bir taraftan bu özgürlüğe saygı duyması diğer yönden onu inkâra kalkışmasının bir manası yoktur. Zira sözkonusu büyük hede­fin hayatta gerçekleşebilmesi için bu tavırların hepsinde bir düzelme olması, belli bir hedefin gözetilmesi zorunludur. Bun­lar birbirine bağlı şeylerdir çünkü.

2- Buradan hareketle Avarupa'nın düşüncelerinden, ideo­lojik akımlarından, ilkelerinden etkilenen bazı Müslümanların düşüncelerini reddetmek mümkündür. Kapitalizmin,marksiz-min veya başka düşüncelerden kopye edilen bir takım düşünce­leri İslâm'a adepte etmeyi siyasal, sosyal ve ekonomik uygula­ma konularında onların birtakım düşüncelerini esas almayı öngören bu sentezci anlayışı mahkum edebiliriz.

Bu Müslümanların düşünceleri şu şekilde özetlenebilir. Onlar diyorlar ki: Biz, hayatla ilgili hükümlerin ve yasama­ların ruhî, manevî, ahlâkî ve psikolojik yönünü İslâm'dan alabi­liriz. Özellikle ibadet ve ahvali şahsiye, bireyi ilgiîendieren (ko­nular) ile ilgili konularda îslâm'ısf esas alabiliriz. Ekonomik ve siyasal düzenlemeye, sosyal planlamaya gelince bu konularda onîaf! esas almamız gerekir. Çünkü bu düşünceler realiteye dayalı etüdler tarafından belirlenen bilimsel kurallara dayan­maktadır. Bunlar gelişme ve ilerlemenin ortaya koyduğu genel hükümler, değişmez verilerdir. Onlar ayrıca İslâm'ın bu konu­larla ilgili yasamalarının ve hukukunun ihtiyacı karşılamaya­cağını iddia etmektedirler.

Bugünkü hayat şartlarını düzenleme ve planlama konu­sunda yetersiz kalacağını savunmaktadırlar. Fakat biz bu tür düşünce ve yaklaşımların Avrupa,karaşısmda yılgınlığa düşmüş, şaşırmış ve onunla övünmeyi bir alışkanlık haline ge­tirmiş bulunan akılcılığa mahkum olduğunu, bu aîcılığı hiçbir şekilde taklid etmekten vazgeçmediğini, hayatı da bu doğrul­tuda gelişene kadar programlamaya çalıştığını söyleyebiliriz. Aslında meseleye bu şekilde bakan Müslümanların, hukukun asıl kaynaklarına dayalı çalışmaları tarafından detaylandı-rılan İslâm'ın genel ilkelerini ciddi biçimde araştırmaları el­bette ki inandırıcı bir şey ortaya koyabilmeleri için zorunludur. Böyle bir araştırma onların toplum hayatını ileriye doğru yönlendirmek için düşünce ve kanun yönünden önlerine birçok imkanlar hazırlayacak ve onları görmedikleri ilkelerle yüzyüze getirecektir. İslâm hukukunun bu alanlara ilişkin çalışmalarını ve hükümlerini bir çırpıda reddetmek kolay değildir. İslâm'ın hakim, olduğu dönemlerdeki idâri, siyasi ve ekonomik sistemlerin ve kurumlan bugün mevcut olan sistem­lerle pratik anlamda bir uyum sağlayamayacağını ileri sürme­miz de yetmeyecektir. Çünkü îslâmî içtihat, yaşamda ve hu­kukta ortaya çıkan bu boşlukları değiştirebilme ve onları yeni­den düzenleyebilme imkanına sahiptir.

Müslüman, îslâmî bilinciyle İslâm'ın şu gerçeğini genel bir düşünce olarak kabul eder: Yüce Allah'ın hayatta görülen her olaya ilişkin Şer'i bir hükmü yardır. Onu bulmak isteyan bula­bilir, bulmak istemeyen ondan sakınır. Yine Müslümanların hayatlarının her alanında Şer'i bir boşluğun bulunmadığına kesin inanmaları vebu ilkeye göre hareket etmeleri esastır. Şu kadar var ki İslâm hukuku idare meakanizmasına rahat hareket edebilmesi için bir yetki sahası tanımıştır. Bu konulara ilişkin hükümler kasıtlı olarak belirlenmemiş ve bu yönlerde bazı yerler açık bırakılmıştır. Böylece idareciler kamuya ilişkin çalışmalarında ve bu sahalarla ilgili uygulamalarında bir ölçüde özgürce hareket edebilirler. Bu da Müslüman düşünürlerin görevini ağırlaştırmaktadır. Bu konu mütefek­kirleri insanların hayat şartları, yöntemleri ve şekilleriyle sos­yal, siyasal ve ekonomik konularda elde ettikleri yenilikleri Şer'i hükümler açısından inceleyip değerlendirmeye tabi tut­malarını zorunlu kılar. Böylece Müslüman insanın hayatta görülen genel gelişine hareketi karşısında hayret ve şaşkınlık içinde bocalaması önlenmiş olur. Bununla beraber biz bazı alanlara ilişkin değişik ve çelişkili düşünce metodları seçmeyi, diğer bazı konularda ise İslâm'ı esas almayı sağlıklı bir esas ola­rak görmüyoruz. Bu durumda biz Yüce Aellah'm Yahudilerden söz ederken dikkat çektiği gerçeğin kapsamına gireriz:

«Siz bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz.»

3- Yüce Allah, şeriatı kendisiyle kullar arasında gerçek­leşen bir taahhüt ve sözleşme olarak kabul etmektedir. Çünkü Şeriata bağlılık tamamıyle onun içeriğini kabul etmekle eş değerdedir. Nitekim normal ilişkilerde sözkonusu edilen sözleşmelerde de bu ilke geçerlidir. Şimdi anlaşılıyor kikarşı gelmek, inat etmek ve çizgiden sapmak, taahhüdü bozmak veri­len söze ihanet etmek kadar ağır bir suçtur. İşte böylece kişinin benliğinde kablo daha canlı bir halde sergilenmiş olur. Diğer türn ihanet şekillerinde olduğu gibi, kişinin kendi nefsini hor görmesine, hakir görmesine neden olur. İnsanların dini terbi­yesinde bu yönü özellikle çok kullanmamız bizim açımızdan ya­rarlı olabilir. Çünkü insan bazı şarntlarda kendisi için isyan eden sıfatını kabul edebilir fakat hain sıfatını asla kabullene­mez. Çünkü bu kelime insanın fıtratına ve vicdanına ağır gelen kötü çağrışımları da beraberinde getirir.

«Andolsun ki Musa'ya kitabı verdik arkasından ard arda çok sayıda peygamber gönderdik. Meryem oğlu îsa 'ya da açık deliller verdik ve kendisini kutsal Ruh ile destekledik.

Ne zaman herhangi bir peygamber size canınızın isteme­diği bir şey getirdi ise büyüklük kompleksine kapılarak kimini Öldürüp kimini yalanlamadınız mı?

Yahudiler 'kalplerimiz kılıflıdır' dediler. Hayır yalnız ka­fir olduklarından dolayı Allah onları lanetledi. Onların pek azı iman eder. Onlara Allah katından elleri altındaki Tevrat'ı onaylayan bir kitap (Kur'an) gelince -ki, daha önce kafirlere karşı zafer kazanmak istedikleri halde öteden beri bilip dur­dukları bu kitap kendilerine gelince- O'nu inkâr ettiler. Al­lah'ın laneti kafirlerin üzerinedir. Onlar, Allah'ın kendi bağışı olarak dilediği Uuluna vahiy indirmesini çekemeyerek O'nun indirdiği kitabı inkâr etmekle benliklerini ne kötü şey karşılığında sattılar da katmerli gazaba uğradılar! Kafirleri alçaltıcı bir azap beklemektedir. Onlara 'Allah'ın indirdiğine inanın' denildiği zaman; 'Biz sadece bize indirilene inanırız.' derler ve ellerindeki Tevrat'ı doğrulayıcı hak bir kitap olduğu halde Tevrat'tan başkasına inanmazlar. Onlara de ki 'Madem ki inanıyordunuz daha önce Allah'ın peygamberlerini ne diye öldürdünüz? Musa size mucizelerle geldi. Siz ise O'nun yok­luğunda buzağıya taptınız. Sizler işte öyle zalimlersiniz! Hani sizden kesin söz almıştık. Tur'u üzerinize kaldırarak 'Size ver­diğimizi kuvvetle tutun ve dinleyin' dedik. Onlar ise 'Dinledik ve karşı geldik' dediler. Kafirlikleri yüzünden buzağı sevgisi kalplerine iyice işledi. De ki, 'Eğer inanıyor idi iseniz imanınız size ne kötü şey emrediyor!' De ki, 'Eğer idda ettiğiniz gibi Allah katında ahiret yurdu başka hiç kimsenin değil de sırf sizin ise o halde iddianızda samimi iseniz ölümü temenni edin' Oysa on­lar kendi elleri ile işlemiş oldukları kötülüklerden dolayı Ölümü kesinlikle istemezler. Hiç şüphesiz Allah zalimleri bilir. Onları, insanların hayata en düşkünü, puta tapanlardan bile daha tutkunu olarak bulacaksın. Her biri ister ki bin yıl yaşatılsın. Oysa uzun yaşamak kendilerini azaptan kurtaracak değildir. Hiç şüphesiz, Allah onların yaptıklarını görüyor.»

(Bakara, 87-96)

Bu ayet-i keriemelerde Kur'an-ı Kerim îslâm çağarısımn çağdaşı bulunan Yahudilerin aleyhinde kullanılmak üzere îsrailoğullarmm tarihini aydınlatıyor. Çünkü Yahudiler on­ların tairihi ve pratik bir devamı sayılmaktadırlar. Bu nedenle Kur'an onların ruhî, manevî, fikrî ve amelî yapılarım bir realite olarak ortaya koymayı hedef alıyor. Bunun ışığında peşpeşe sıralanan ayet-i kerimeler onların oyunlarına, tezgâhlarına ışık tutuyor. Peygamberimizi nasıl bir tutumla karşıladıkları­na değiniyor. Halbuki aynı Yahudiler daha öenceleri Medine'de son zamanlarda gönderilecek bir peygamberin kendilerine des­tek olacağını, O'nun etrafında birleşep diğer insanlara üstün geleceklerini iddia ediyor ve bu son peygamberlikle övünüyor­lardı. Netice olarak beklenen peygamberlik geldiğinde daha önce sözü edilen realitelere aykın olarak Ona karşı çıkıyorlar, O'ena karşı savaş açanların ve O'nun ilerlemesine karşı koyan­ların ilkleri, öncüleri oluyorlar. Kur'an-ı Kerim akla hitaben yumuşak bir üslupla onların gerçek yüzlerini ortaya koyuyor, islâm'a karşı düşmanca tavır takınmalarının delillerini ve ge­rekçelerini bir bir tenkid ederek ortadan kaldırıyor.

«Andolsun ki Musa'ya kitabı verdik ve ardarda çok sayıda peygamber gönderdik. Meryemoğlu İsa'ya da açık deliller ver­dik ve kendisini Kutsal ruh ile destekledik. Ne zaman herhangi bir peygamber size canınızın istemediği bir şey getirdi ise büyüklük kompleksine kupılarak kimini öldürüp kimini ya­lanlamadınız mı?»

(Bakara, 87)

Onların peygamberlere karşı tavırları nedir? Kur'an-ı Ke­rim bu ayette onların tutumlarını ana hatlarıyla veriyor. Elin­de Allah'ın kitabı bulunan Hz. Musa'dan beri Allah'ın elçisi ola­rak gönderilen ve yanında risaletîni ve peygamberliğini ispat eden belgeler bulunan ayrıca kutsal ruh ile desteklenen Hz. İsa'ya varıncaya kadar gelip geçen peygamberliklere ve risalet-îere ne türden bir tavır koyduklarını anlatıyor. Buradan an­laşılıyor ki onların peygamberlere karşı takındıkları tavra hakim olan; onların şehvetlerini, ihtiraslarını arzu ve isteklerini ön plana çıkarmaları ve ona göre tavır koymalarıdır. Peygam­berler onların istedikleri şeyi gerçekleştiremediğinden ve on­ların zevklerine göre bir yol izlemediğinden güçlerine, malları­na ve makamlarına güvenerek onlara karşı üstünlük taslıyor. Ayrıca tarih boyunca risaletin kendileriyle beraber olduğunu ve semavî kitapların kendielerine gönderildiğini ileri sürerek onunla övünüyorlar. Onlar kendisine has rasyonel sebeplerden Ötürü öldürmeye güçlerinin yetmediği bazı peygamberleri ya­lanlayarak kendi>!hesaplarma göre herhangi bir gücü ve savun­ma imkanı bulunmayan diğer bazı peygamberleri de yalanla­yarak bu tavırlarını sergiliyorlar. Nitekim Hz. Şuayb'ın kavmi­ni güçlü ve dişli olarak gördükleri için peygamberin şahsına herhangi bir saldırıya yanaşmıyorlar fakat O.'nun davasını ya­lanlıyorlar. Kur'an-ı Kerim Yahudilerin peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'e karşı takındıkları tavrı onların tarihi bir boyutu olarak değerlendirmek istiyor. Bu ulusun peygamber­lere ve risaletlere karşı takındıkları tavrın bir devamı, bir görüntüsü olarak değerlendiriyor. Yani onların şahsiyetlerinin tarih boyunca bu yönde geliştiğini ortaya koyuyor «Kalplerimiz kapalıdır» dediler.

Yani sizin kendisine çağırdığınız düşünceleri, çağrıları ve ilkeleri anlamaya kapalıdır. îşte bu tavır tarih boyunca kendi­lerinden anlayış ve düşünme bekleyen, bunun için bir dizi ayet­ler, belgeler ve deliller ortaya koyan peygamberleri bu şekilde karşılamışlardır. Peygamberlerin bu tekliflerine karşı kendile­rinin çağrıldığı şeyi anlayamadıklarını, bunu kavrayabilmek için güçlerinin yetmediğini bir tepki olarak ileri sürmüşler. Me­selenin boyutlarını kavaramaları için gerekli olan zekaya, an­layışa kalplerinin sahip olmadığım savunmuşlardır. Belki de bu, onların diyalogu girmek istememelerinin, karşılıklı ko­nuşmaktan kaçınmalarının bir ifadesiydi. Peygamberi hafife almalarının ve onunla dalga geçmelerinin bir tezahürü de ola­bilir. Böylece peygamberi, ne yapacağını, nasıl bir tavır takına­cağını bilmeyen bir konuma sokmak istemeleriydi. Onlara karşı nasıl sesleneceğini kestiremez duruma sokmak dilemele­riydi. İşte Kur'an-ı Kerim bu nedenle onların tavırlarım sert ve katı bir şekilde ortaya koymuştur. Çünkü onlar sağlıklı bir ko­num ve tavır içine girip oradan hareket etmemektedirler.

«Hayır, yalnız kafir olduklarından dolayı Allah onları la­netledi.»

Yeni onların kalpleri diğer insanların kalpleri gibidir. Düşünme yetenekleri diğer insanların düşünceleri gibidir. Ra­hatlıkla gerçeği görebilirler ve gerecekle ilgili hükümleri anla­yabilirler. Kendilerine sunulan hakikati idrak edebilirler, di­yaloga ve karşılıklı konuşmaya girmek için güçleri eve imkan­ları vardır. Ne var ki onlar küfrü imana tercih ediyorlar. Bu ka­fir tutumlarını destekleyen bir delil bulamayınca da bu mantığa başvuruyorlar ki kendilerini temize çıkarsınlar. Zaten dilbilgisi yönünden lanetin anlamı da budur.

«Ne de az iman ediyorlar.» Çünkü onlar iman etmek istemiyorlar.

- Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'e gönderilen Kur'an bir dizi ayetlerinde akide, hüküm ve yasa olarak Tev­rat'ı doğruladığını belirtmiştir ki, bu onların aleyhine Allah'tan bir delil olsun. Çünkü, Tevrat insanlar arasında yayılmış değil­di ki peygamberimizi ondan nakil yapmak ve oradan öğren­mekle itham etsinler. Bu sırada Tevrat Yahudilerin tekelinde bulunuyordu ve Arabça olmayan bir dille yazılıydı. Yahudiler, peygamberimizin peygamberliğinden Önce 'zafer' bekliyor­lardı. Yani aralarındaki ayrılıklar ve problemler had safhaya vardığında ve diğerlerinin karşısında zayıf kaldıklarını hissettiklerinde Medine'de bulunan putperest kafirlere karşı fetih ve zafer arzularım dile getiriyorlardı: «Bu bölgelere gönderileceği vaadedilen peygamber ortaya çıktığında biz O'nunla beraber haereket edecek ve güçleneceğiz. O'nun des­teği ve yardımıyla sizi katledecek ve yok edeceğiz.» diyorlardı. İşte

»Onlara Allah katından elleri altındaki Tevrat'ı onayla­yan bir kitap (Kur'an) geldiğinde»   ,

ayet-i kerimesinde ifaedesini bulan da budur. Çünkü islâm'ın risaileti diğer risaletler gibi kendisinden önceki risaeletleri kökünden söküp atmak veya onları iptal etmek için gelme­miştir. Onları tamamlamak için gönderilmiştir. îşte bu neden­le Peygemberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'den gelen bir hadiste şöyle buyurulmâktadır:

«Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.»

Aynı şekilde Hz. Isa'dan:«Sen temel yasayı tamamlamak

için geldim.»

dediği rivayet edilmektedir. Onlar peygamber ve risalet ile ka­firlere karşı zafer kazanacaklarını söyleyip dururken

«öteden beri bilip durdukları bu kitap kendilerine gelince.> yani peygamberliğin ayetlerini duyduklarında, yasalarını öğrendiklerinde, onunla Tevrat arasında apaçık bir uyum ve ahenk olduğunu gördüklerinde, peygamberimizin konumunun ve çağirısının gerçekten doğru olduğuna kesin kanaat getirdik­lerinde

«O'nu inkâr ettiler.»

Azgınlıklarından, kinlerinden ve düşmanlıklarından ka­bul etmeye yanaşmadılar (Allah'ın laneti kafirlerin üzerindir). Çünkü onlar Allah'ın yolunu tanıdıktan sonra Allah'tan uzak­laştılar. Allah da onları kendisinden uzaklaştırdı.

«Onların satın aldıkları şey ne kötüdür.» 116

Burada «şira» kavramı şu ayette olduğu gibi satma anlamı­ndadır:

«İnsanların öyleleri vardır ki Allah'ın rızasını elde etmek amacıyla canlarını satıverirler. Allah kullarına merhamet edendir...»

«Onlar Allah'ın kendi bağışı olarak dilediği kuluna vahyi indirmesini çekemeyerek O'nun indirdiği kitabı inkar etmek­le...»

Yani onlar herhangi bir şüpheleri olduğundan dolayı veya gerçeği açık olarak görememe nedeniyle inkara kalkışmadılar. Aksine onların küfre düşüşleri düşmanlık, inat ve kinlerinden kaynaklanmıştır. Çünkü onlar İslâm'ın direktiflerinden ilkele­rinden peygamberin tavır ve hareketlerinden anladılar ki islâm kendilerine diğer Müslümanlardan farklı bir imtiyaz vermeyecektir. Dolayısıyla bu yeni dinde kendilerinin normal din mesuplarma döneceklerini anladılar. Bu durumda şu anda ellerinde bulundurdukları makamlardan, kendisinden istifade ettikleri imtiyazlardan yoksun bırakılacaklarını kestirdiler. Burada Kur'an-ı Kerim onları eleştirmek ve tutumlarını yer­mek için bir açıklamada bulunuyor. Onların kendi canlarını karşılıksız olarak sattıklarını, kazanç olarak kötülük ve kin­den başka bir şey elde etmediklerini belirtiyor. Burada onların sonuç olarak değerli bir şey elde etmediklerini belirtiyor. Bura­da onlar, katil bir bilince varmalarını ve işin sonunda kişinin kendisini yiyip bitirecek noktaya vardıracak bir komplekse kapılmasına neden oluyor. Kur'an-ı Kerim'den onların bu kin­lerinin kabiatıni da açıklıyor. Onlar Kur'an-ı Kerim'in kendile­rine inmesini istiyorlardı. Böylece tsrailoğullarına gönderilen peygamberlikler tarihi tamamlanacak, onlann mevkiler daha da yükselecek, imtiyazları had safhaya varacak ve etkinlikleri, güçleri daha da artacaktı.

«Gazap üstüne gazaba uğradılar.»

«Onların uğradığı birinci gazab Peygamberimiz Hz. Mu­hammed (s.a.v.)'den önce Hz. Musa'ya ve O'ndan sonra gönde­rilen peygamberlere karşı koymaları ve onlara isyan etmeleri­dir. İkinci gazab ise Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'e karşı koymalarıdır. Ahirette; «Kafirler için alçaltıcı bir azab vardır.»Bu diyalogda Kur'an-ı Kerim onların şahsiyetini çeşitli boyutlardan ele almakta ve bu noktalara açıklık getirmekte­dir.

«Onlara Allah'ın indirdiğine inanın denildiği zaman.»

İşte bu, Allah'ın size takdim ettiği kitabıdır. O'ana iman edin denildiğinde

«Biz sadece ;bize indirilene inanırız derler.»

Biz Allah'ın bize gönderdiği İlahî bir kitaba sahibiz. O'ndan başkasına ihtiyacımız yoktur. Çünkü o bizim dünya ve ahiret işlerimizde ihtiyaç duyduğumuz her şey için yeterlidir.

«Tevrat'tan başkasına inanmazlar.»

Bu, Allah tarafından gönderilen İncil ve Kur'an da olsa farketmez.

«Ellerindeki Tevrat'ı doğrulayıcı ve hak bir kitap da olsa.»

Halbuki kendi ellerindeki kitabı doğrulayan bir kitaba inanmaları kendi kitaplarına iman etmelerinin bir gereğidir. Eğer onlar Tevrat'a inanıyorlarsa Tevrat'ın direktiflerini ve hükümlerini dorulayan Kur'an'a inanmaları zorunludur.

İşte burada onların bütün durumları apaçık ortaya çıkıyor. Kur'an onlara şu şekilde yaklaşıyor; sîz Allah'ın size gönderdiği kitaba iman iddiasında gerçekten samimi misiniz? Siz orada yeralan her gerçeğe iman ediyor ve onu bir ilke olarak kabul ediyor musunuz? Yoksa bu, kendinizi temize çıkarmak için ileri sürdüğünüz sahte bir gerekçe midir? Siz şu iddianızda yalancısınız. Çünkü bir şeye iman eden eylem ve uygulama planı­nda onunla uyum içine girmek zorundadır. Ayrıca imanın ge­reği olan diğer peygamberlere saygıyı da hiçbir zaman ihmal et­memelidir. Halbuki siz bu şekilde yürümüyor, bu istikamette gitmiyorsunuz.

«Onlar de ki: Madem ki inainıyordunuz. Daha önce Al­lah'ın peygamberlerini niye öldürdünüz?»

4 Hz. Musa'dan sonra gönderilen, O'nun mesajını ileten ve insanları kitabı uygulamaya çağıran ve onun yolunun izcileri kabul edilen peygamberleri ne diye Öldürdünüz? Sizin bu pey­gamberlere karşı takındığınız inada dayalı tutumlarınızı da geçelim. Bizzat bu kitabı getiren Hz. Musa'ya karşı tavrınız neydi? O'nu nasıl karşıladınız?

! «Musa size muciezelerle geldi. Siz ise O'eanun yokluğunda buzağıaya taptınız. îşte siz öyle zalimlersiniz.»

Allah'tan başkasına ibadet etmekle kendinize zulmetmiş oldunuz. Halbuki daha Önce Hz. Musa bir ve tek olan Allah'a ibaedete sizi çağırmıştı. Kitabın gönderilişinden sonra,

«Hani sizden kesin söz almıştık ve Tur'u üzerinize kaldı­rmıştık.»

Tur, icaz yoluyla size gölgelik yapan üstünüze kaldırılmış dağın adıdır. Burada biz sizi kendinize ve insanlara karşı yüklenmeniz gereken sorumlulukları üstlenmeye çağırmıştır. Size verdiğimize sımsıkı sarılın. Tam bir kanaat, kesin bir inanç, asla zayıflamayan bir azim ile ona yapışınız.

«Ve dinleyin»

iman bilinci içinde bir dinleme. Pratik uyguidamada itaat için bir dinleme. Peki burada sizin cevabınız ne oldu?

«Onlar ise dinledik ve karşı geldik dediler.» v    Senin söylediğin her şeyi işittik fakat yaşadığımız hayatta, pratik realitelerde seninle uyum sağlamamız şu anda hazır ol­madığımız bir durumdur. Bizin şehevî arzularımızı, ihtiras­larımızı ve hayattaki konumumuzu, mevkimizi, makamımızı temin eden realiteyi, gelenek ve görenekleri, siyasal ve ekono­mik konularımızı değiştirmek istemiyoruz.

«Kafirlikleri yüzünden buzağı sevgisi kalblerine iyice işle­di.»

Hala buzağı sevgisi ve hatıraları onların vicdanlarında ve kalplerinde en mümtaz bir mevkiye sahip, ona duyulan iştiyak hala damarlarındaki kan gibi duygularına hakimiyetini sürdürmektedir, işte burada Kur'an kendi metoduna uygun bir şekilde onların Allah'ın indirdiklerine iman iddialarına acı bir şekilde ve alaylı bir ifade ile dile getirmektedir.

«De ki: "Eğer inanıyor idiyseniz imanınız size ne kötü şeyle­ri emrediyor."»

Eğer sizin imanınız peygamberleri öldürmeyi, buzağıya tapmayı, Hakkı ve gerçeği inkar etmeyi emrediyorsa böyle akıl ermez imanî bir yöneliş ne kötü bir yöneliştir. Çünkü emrettiği şey, onun anlamı ve özüyîe tamamen çelişki içindedir. Ne var ki işin gerçeği, onlar iman ediyor değillerdir. Çünkü imanın in­sanın ruhunu iyilikle dolduran, onun tüm enejilerini itaat, iba­det, hak ve adalet yolunda harcaması için harekete geçiren ter­temiz direktifleri, ilhamları vardır. Sonra Kur'an-ı Kerim on­ların «Allah'ın seçilmiş milleti» düşüncesine değiniyor. Yahu­diler bu düşünceyi bu düşünceyi köklü, dini bir geçek olarak görüyor, buradan hareketle kendilerini diğer insanlardan üstün ve değerli görüyor ve büyüklük taslıyorlar. Daha Önce­den ana hatlarıyla değindiği bu düşünceyi şimdi daha detaylı olarak tenkide ve değerlendirmeye tabi tutuyor.

«De ki; Eğer iddia ettiğiniz gibi Allah katında, Ahiret yur­du sırf sizin ise» yani orada hiçbir sorumluluğunuz ve hesaba çekilmeniz sözkonusu değil ise

«Bütün insanlardan ayrı olarak»

yani, büyük küçük bütün eylemlerinden hesaba çekilecek olan insanlardan..

«O halde iddianızda samimiyseniz ö'lüjnü temenni ediniz.»

Zira dini düşüncede mü'minîer için aiehiret yurdu hiçbir zorluğu bulunmayan bir nimettir. Hiç bir bedbahtlık yönü bu­lunmayan gerçek bir saaedettir. Hayatın en zirvesinde yer alan ideal bir hayattır. Çünkü orada insanın bütün idealleri gerçek­leşir. Hatta cennetten söz eden Hadis-i Şerifte belirtildiği gibi onların ideallerinin de ötesinde bir hayattır. Orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın aklına gelmeyen, insanın düşünemeyeceği nimetler vardır. Eğer sizin Allah katında gerçekten bu tür hayatınız varsa, Al­lah size bunu bahşetmişse hiçbir zorluk ve sıkıntıya katlanma­dan sizi o tarafa geçirecek olan ölümü temenni ediniz. Çünkü insan tabiî olarak daha üstün, düzeyli bir hayata geçiş yapmayı arzu eder.

«Oysa onlar kendi elleriyle işlemiş oldukları kötülüklerden dolayı ölümü kesinlikle istemezler.»

Onlar kıyamet gününde hesaba çekileceklerini, nice suçlar ve cinayetler işlediklerini biliyorlar. Bunu için en ağır ceza türleriyle karşılaşacaklarını kestirebiliyorlar. Tüm bunlardan sonra nasıl ölümü isteyebilirler,

«Onları insanların hayata em düşkünü, puta tapanlardan bile daha tutkunu olarak bulacaksın.»

Şu puta tapanlar ki dünya hayatını her şeyden ibaret sayı­yorlar, hayatın ta dini çıkarmak için onu son fırsatları olarak kabul ediyorlar. Onlar bile bu dünya hayatına Yahudiler kadar tutkun değillerdir.

«Her biri ister bin yıl yaşatılsın.»

Ta ki işlediği cinayetlerin cezasından, gölgesinden uzak dursun. Uyanıklığında ve uykusunda ağzının tadım kaçıran cezaya çarptırılma endişesinden kurtulsun. Ne var ki bin sene­lik bir ömür, evet bin senelik bir ömür bile onlara ne fayda sağlayabilecektir? Eninde sonunda onlar kesin olan hükme, değişmez sonuca boyun eğecek değiller midir?

«Oysa uzun yaşamak kendilerini azabtan kurtaracak değildir.»

Çünkü o kendi elleriyle kazandıklarının cezasını harfiyyen çekecektir. Bundan kurtulması asla düşünülemez.

 Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını görmektedir.» [155]

***

Surenin bu bölümünde yapacağımız tespite gelince; bunu da şöylece öezetîeyebiliriz: Yahudilerin bu taerihieni çağımızda yaşayan canlı örnekleriyle karşılaştırarak değerlen­dirmeliyiz. Allah yoluna davet eden Müslümanları yalancıl­ıkla, hapse atmakla ve bazı durumlarda öldürüp yok etmekle karşı koyan çevreler bü mantığın izcileridir. Onları İslâm'a karşı çıkışlarının başlıca nedeni, gerçek İslâm çağansmm te­mel ilkeleri ve ana hedeflerinin onların arzu ve istekleri, ihti­rasları ve imtiyazlanyla uyum sağlamamış olmasıdır. Bu in­sanlar İslâm'a karşı koyuşlarında daha önceki yöntemleri ve metodları kullanmaktadırlar. Öncekilerin geleneklerine bağlı kalmaktadırlar. Öncelikle İslâm'ın insanın bugünkü gelişmiş onurlu hayatını gerçekleştirme noktasında zayıf kalacağını, çağadaş hayatın gereği olarak siyasal, sosyal ve ekonomik bo­yutlarıyla hayatın tümünü kuşatacak ve onu sistemli bir şekil­de düzene sokacak bir yapısı almadığını iler sürmektedirler. Onlar bu bağlamda diyorlar ki, İslâm bu alanda yeni bir mantı­kla ve yeni bir metodla tekrar değerlendirilmelidir.

Bilinçli îslâmî hareket kendisine özgü metodunu izleyerek İslâm'ı kapsamlı, mükemmel ve everensel bir şekilde insan­ların idrakine sunduğunda İslâm nizamının bu alanların hiçbi­rinde pasif ve açık bir tarafının olmadığını ortaya koyduğunda aynı çevreler bu sefer zorla, baskı ile, inkar ve tepkilerle İslâm'ın önüne, davetçilerinin yoluna dikiliyorlar. Bunlar ge­çekten kendi ellerinde bulunan kitabı doğrulayan mesajı gel­diğinde, O'nun gerçek olduğunu gördüklerinde inkara kalkışan Yahudilere tıpatıp benzemektedir.

Yüce Allah'ın kendi kitabını dilediği kuluna indirmesini çe-akemeyip onu inkara kalkışan Yahudilerin tablosu bugün de karşımıza çıkmaktadır. Bugün de kendileri tarafından ortaya konmadığından dolayı İslâm'a iman etmeyen ve O'na uymayı kabul etmeyen insanlara rastlıyoruz. Onların İslâm'ı kabul et­meleri ancak kendilerinin istedikleri yoldan gelmesiyle mümkündür. Onlar İslâm'a başkalarının telkiniyle iman etme­ye hazır değillerdir. Bunlar benlik sahibi olan kimselerdir. Bu çağrıya iman etmeleri ancak dünyevî imtiyazlarını gerçek­leştirmeleri halinde sözkonusu olabilir...

Sonra Yahudilerin bu mantıkları başka alanlarda da varlığını sürdürmektedir. Bu tür insanlar İslâm'ın akidesine Çağrıldıkları halde anında bazen küfürle kamufle edilmiş ba­zen de îslâmî bir kılığa sokulmuş sapık düşüncelere, davetlere, çağrılara yelteniyorlar. Bunlar diyorlar ki: "Biz kendi ilkeleri­mize ve düşüncelerimize inanıyoruz." Fakat bu konuda kendi­lerini ciddi bir diyalogla mükellef tutmuyorlar. Kendilerine takdim edilen İslâmî düşünceleri ve hükümleri değerlendir­mek için ciddi bir çaba ortaya koymuyorlar. İslâm'ın gerçek­leştirmek istediği hedefleri en güzel bir surette ve en üstün bir yöntemle nasıl tahakkuk ettirdiğini bir türlü öğrenmek istemi­yorlar. İşte bu ana düşünce de Kur'an'ın kendisinden söz ettiği Yahudilerin yaklaşımından farksızdır.

«Onlara Allah'ın indirdiğine inanın denildiği zaman biz sadece bize indirilene inanırız derler ve ellerindeki Tevrat'ı doğrulayıcı hak bir hitap olduğu halde Tevrat'tan başkasına inanmazlar.»

Bunların konumlan ve şartları farkh da olsa, detaya ilişkin bakış açıları ayrı da olsa ana mantıklara aynıdır.

Kur'an'm tarihe ilişkin temasları canlı, hareketli örneklere dönüştürüldüğünde ancak bir değer kazanır. Tarihin bazı ke­sitlerinde donup kalan örneklerin fazla bir değeri olmayacağı açıktır. Bunlar hem şimdiye hem de derin istikbale iz düşüre­cek olaylardır. İman, küfür istikamet ve sapma alanlarındaki ilerlemelerin aşamalarında insanın karşı karşıya gelebileceği olgulardır, tşte okuyucunun görevi özellikle olayın misyonunu, espirisini yakalamaktır.

Okuyucuların/ve inceleme yapanların tarih aşamalarında­ki insanın Kur'an tarafından yapılan tasvirlerine takilmama-ları gerekmektedir. Onlar bu pencereden Kur'an tarafından tasvir edilen olaylardan haereketle geleceğin hareketini yönlendirmeye, kendi anlayışlarında ve başkalarının an­layışlarında Kur'an ayetlerine yeniden bir canlı|ık, bir hareket kazandırmaya çalışmalıdırlar. [156]

 

18) KUR'AN-I KERÎM İSRAÎLOĞULLARININ RİSALET ÇİZGİSİNDEN SAPTIKLARINI ÇEŞİTLİ AÇILARDAN BELGELENDİRMEYİ SÜRDÜRÜYOR.

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

«De ki, Kim Cebrail'e düşman olursa ki 0, Allah'ın izni ile Kur'an'ı, O'na inanmayanların elleri arasındaki Tevrat'ı onaylayıcı, müminlere yol gösterici ve müjde kaynağı olarak senin kalbine indirdi. Evet, kim Allah'a meleklerine, peygam­berlerine, Cebrail'e ve Mikail'e düşman olursa bilsin ki Allah da kafirlerin düşmanıdır.»

(Bakara, 97-98)

Deniliyor ki Yahudiler peygamberimiz Hz. Muhammed'e geldiğini iddia ettiği vahyin kim tarafından kendisine indiril­diğini sormuşlardı. Peygamberimiz de Cebrail (a.s.) getiriyor cevabını verince Onlar: "O bizim düşmammızdır. Biz O'ndan hoşlanmayız. Çünkü O ceza ve savaş meleğidir. Dolayısıyla O'nun getirdiği vahyi kabul etmemiz mümkün değildir. Eğer bu vahyi Mikail (a.s.) getirmiş olsaydı sana iman ederdik. Çünkü O kolaylık ve bereket meleğidir." tşte bu ayet onların bu çocuk­su yaklaşımını mahkum etmek için inmiştir. Çünkü Ceebrail (a.s.) onların düşmanı bile olsa Allah katından getirdiği vahiyle ne etkisi olabilir? O sadece vahyi ulaştıran bir vasıtadır. Ayrıca getirdiği vahiy daha önce ellerinde bulunan kitapları da doğru­layıcıdır. İçerik olarak doğru yolu göstermektedir. Kalplerini ve yüzlerini Allah'a teslim eden Müslümanlar için bir müjdedir. Yahudilerin bu mantığı kendisi için bir kazancı, mutluluğu ve kurtuluşu haber veren mektubu ona getiren adamı sevmediği için veya hoşlanılan biri olmadığı için reddeden insanın mantığı gibidir. Bu bayağı, çocuksu bir mantıktır. Düşünce te­mellerine dayanmaz, tutarsız birtakım tepkilere boyun eğer.

Sonra Cenab-ı Allah'a Cebrail ve Mikail'in de içinde bulun­duğu meleklere ve peygamberlere düşmanlık etmenin en pasif anlamıyla küfrü gerektireceğini vurgulamış, Allah'ın ilkeleri­ne bağlılığı reddetme konumuna getireceğini pekiştirmiştir. Yani böyle bir hareket imanın ilkelerine ters düşmenin yanıs-ıra Allah'ın öfkesi ve cezası ile somutlaşan Allah'ın onlara düşman olmasına neden olur. Allah'ın düşmanlığı meselesi pek. tabiî olarak öfkesine ve cezasına götürecektir. Peygamberleri­ne ve meleklerine düşmanlık ise Onlar'm çağırdıkları ya da yaymaya çalıştıkları şeyde kendilerini temsil etmedikleri, Al­lah'ın kendilerine verdiği direktiflere göre hareket ettiklerini, hayatlarında ve ilişkilerinde Allah'ın ilişkilerini ve yakınlığını esas aldıklarını göz önünde bulundurarak değerlendirirlerse daha rahat anlaşılır. Bu durumda onlara düşmanlık yalnız, Al­lah'a düşmanlık anlamına gelebilir.

«Biz sana Öyle gerçekler, açıklayıcı ayetler indirdik ki on­ları sadece fasıklar inkar eder. Onlar ne zaman bir ahit yapt­ılar ise onların aralarından bir grub onu bozup bir yana at­madı mı? Aslında onların çoğu inanmaz. Onlara Allah katı­ndan önlerindeki kitabı onaylayan bir peygamber gelince, ken­dilerine kitap verilenlerin bir grubu, Allah'ın kitabını hiç bil­miyorlarmış gibi arkalarına attılar.»

(Bakara, 99-101)

Bunlar çoğunlukla slogan halinde İslaha, iyiliğe, İlahî risa-letlere imana çağırırlar. Bunlar bugün de kendileri ile karşılaşabileceğimiz tiplerdir. Aynı zamanda çalışmanın gele­neksel yöntemini tenkit edenlerdir.

Bu ayetlerde o zamanki Yahudi toplumunun karakterine, kaypak ve tutarsız tavırlarına açıklık getirmek için tekrar dönüş yapmaktadır. Bunlar Allah katından indirildiğinde hiç­bir şüphe bulunmayan ve apaçık olarak gerçek oldukları ortada bulunan peygamberimize indirilen.Allah'ın aeyetlerini inkar ediyorlar. Bununla beraber biz onların aynı zamanda doğru yolda, Allah'ın çizgisinde yollarına devam ettikleri iddiasından vazgeçmediklerini görüyoruz. Onlar yaptıklarının anlamı­ndan habersizmiş gibi davranıyorlar. Çünkü Allah'ın bu apaçık ayetlerini inkar eden birinin iman çizgisinden sapan en azından bir fasık olmaktan kurtulamayacağı kesindir. Bura­dan da anlaşılıyor ki Kur'an'ın değerlendirmesine göre kafirlik ve fasıklık; hukukçuların (fakihlerin) belirttiği gibi birbirine karşı olan, birbirinden farklılık arzeden iki kavram değildir. Fakihlere göre fasıklık adaletli olmanın karşıtıdır. Fasıkhkla beraber kişi akidedeki iman ilkesini koruyabilir. Küfür ise imanın karşıtı olarak kabul edilmiştir. Bu konuda amel yönü gözönünde bul un durulmamıştır.

Sonra bu tablo pratik uygulama alanıyla tamamlanmıştır. Yahudiler diğer insanlara yaptıkları anlaşmalara bağlı kal­madıkları gibi peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) ile yaptıkları sözleşmeye de bağlı kalmamış ve onu bozmuşlardı. Sosyal ilişkilerde onların karakteri ve sürekli izledikleri yol bu: dur. Sonra Kur'an-ı Kerim onların bu tür hareketlerinin çoğun­luğu oluşturan kesim tarafından sergilendiğini ve bu tavı­rlarının nedeninin de imansızlık olduğunu belirtmektedir. Çünkü iman doğruya çağırır, doğru ise sözünde durmayı gerek­tirir.

Bu tablo düşüncenin uygulaması alanında da aydınlık ka­zanmaktadır. Ayet-i Kerime detaylara ilişkin birtakım açıkla­malarla buna da işaret etmiştir. Allah'ın elçisi ellerindeki Tev­rat'ı onaylayan Kur'an mesajıyla kendilerine geldiğinde on­ların bu çağrının doğruluğunun öğrenmeleri için Tevarat'a dönüp bakmaları ve ikisi arasında bir karşılaştırma yapmaları yeterliydi. Fakat onlar Allah'ın kitabı olan Tevrat'a sırtlarını döndüler. O'nunia amel etmediler. Çünkü bu, onların asabiyet­leri ve bincillikleriyle, kendilerini beğenmişlikleriyle bağdaşmıyordu. Onlar bunu bir gerçek olarak bildikleri halde onun gerçek olduğunu bilmiyorlarmış gibi davrandılar. Halbu­ki kendilerini ve çocuklarını tanıdıkları gibi gerçeği de biliyor­lardı, tşte bu, en büyük sapıklığın te kendisiydi. [157]

***

«Yahudiler Süleyman'ın hükümranlığı hakkında şeytan­ların uydurduğu şeylere uydular. Oysa Süleyman kafir olmadı, fakat insanlara büyücülük öğreten o şeytanlar kafir ol­dular. Babil'de yaşayan Hamt ve Marut adındaki iki meleği böyle birşey indirilmiş değildi. Oysa bu iki melek biz imtihan vesilesiyiz, sakın kafir olma demedikçe hiç kimseye bildiklerini öğretmiyorlardı. Fakat bunlar o iki melekten karı ile kocasının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Amma onlar Allah'ın izni olmadıkça bu büyü ile hiç kimseye zarar veremezler. Onlar ken­dilerine yararlı olacak olanı değil zararlı olanı öğreniyordı. Karşılığında benliklerini sattıkları'şeyin ne kadar fena ol­duğunu keşke bilselerdi!

Eğer onlar iman edip Allah'ın yasaklarından sakınsa-lardı, Allah katında elde edecekleri sevap daha hayırlı idi. Keşke bunu bilselerdi.»

(Bakara, 102-103)

«Bu da Yahudilerin insanların hayatına zarar veren sapık uygulamalarından, günlük işlerinden birisiydi. Onlar insanlar arasında zararlı olan şeyleri, aslı astarı bulunmayan inançları ve bozgunculuğu yaymaya çalışıyorlardı. Burada insanların gözlerini ve akıllarını yanıltmak için çeşitli tezgahlara başvur­maları, oyunlar ve düzenbazlıklarla gerçek olmayan şeyleri in­sanlara kabul ettirmeleri, gerçeğe dayanmayan şeyleri onlara aşılamalarıdır. İnsanları birbirinden ayırıp düşmen haline ge­tirmeleridir. İşte bu iki ayet tablonun sözü edilen bu yönüne ışık tutmak için gönderilmiştir. Bu vesileyle îslâm dininin ilke olarak büyüye karşı nasıl bir tavır takındığı da kısa bir değer­lendirmeyle ortaya konmuştur. Bir taraftan da Yahudilerin bu sapık anlayışları tashih ediîmeye çalışılmıştır. İslâm'ın bakış açısı; büyüyü şeytanların Hz. Süleyman'a izafe ettiği şeytanın uydurmalarından biri olarak değerlendirmiştir. Şeytanın bu konuda böyle kamufle edilmiş bir metod kullanması bir taraf­tan büyüye mukaddes sırlar imajı vermek ve ona peygamber­liğin kutsallığından bir takım telkinler aktarırken bir taraftan da Süleyman'ın mülkünü bir çeşit büyü mahsûlü olarak göster­me, onu anlaşılmaz, gizemli bir iktidar konumunda değerlendirme amacını güdüyordu. Böylece Süleyman peygamberin şahsiyetinde somutlaşan peygamberliğin ve iktidarının ma­nevî yönü gözardı edilmiş oluyordu. Bu bakış açısıyla Süley­man, Allah tarafından desteklenen bir peygamber şahsiyetin­den uzaklaştırılıyor, sihirbaz bir kral kişiliğine bürünmüş olu­yordu.

Kur'an-ı Kerim bu konuda kesin bir tavır takınmaktadır. Büyüyü küfrün boyutlarından biri olarak değerlendirmekte­dir. Eğer sihir, kişiyi mü'min veya kafir yapın küfür dairesinde­ki akide yönüyle ilgili değilse de kapsamı ve gerekleriyle insanı küfre yaklaştıran uygulama yönünden küfrün boyutlarından biridir. İşte bu nedenle Hz. Süleyman'ın onunla yakından veya uzaktan hiçbir ilgisi bulunamaz. Zira onun imani ve ruhanî de­recesi çok yüksek bir düzeydedir. Zira Hz. Süleyman (a.s.) ida­resi boyunca insanları diktayla idare etme ve onlarla istediği gi­bi oynama konumuna girmemiştir. Tam tersine O adil bir ida­reye Allah'a bağlı apaçık bir iman ilkesine dayanmıştır. Gerçek odur ki, büyüye küfrü karıştıranlar şeytanların kendileridir. İnsanları saptıran ve hayatlarını fesada verenler de onlardar. İnsanlara büyüyü Öğretmekle aralarındaki ayrılıkları, müna­kaşaları ve sürtüşmeleri körüklemişler ve bu vesileyle düşmanlık ve kin ateşini alevlendirmeye çalışmışlardır.

Konu devam ediyor. Bizi başka bir açıdan büyüyü ele alma­ya yöneltiyor. Babil'de yaşayan Harut ve Marut adındaki iki meleği verilen bilgiye dikkat çekiyor. Bunlar bilim, kültür ve zararını önleme amacıyla insanlara büyü öğretiyorlardı. He­men büyü yapmaya kalkmaları, büyüye teslim olmaları için değil... îşte bu nedenle kendilerinden büyü Öğrenen insanlara kendilerinin birer imtihan ve sınav olduklarını bildiriyorlar, zayıf düştüklerinden dolayı değil de güçleri ve bilgileri olduk­ları halde kimseye haksızlık yapmamaları, zarar vermemeleri, dine bağlılıklarını ve teslimiyetlerini sürdürmeleri için uyarıyorlardı.

Çünkü birşeye hakim olmak için gereken şartlan, kural­ları ve sahaya bilmediğimiz için onu yapmamak ile, o konuya ilişkin bütün ilimleri, oyunları ve tezgahları bildikten, onu hem iyiye hem de kötüye kullanma yolunu öğrendikten sonra ondan vazgeçmek arasında fark vardır. Fakat bir kısmı Yahudilerden oluşan insanlar genellikle sınavda başarılı olamazlar. Öğren­dikleri bilgileri insanlara zarar verme yolunda kullanırlar:

«Fakat bunlar o iki melekten kar ile kocasının arasını aça-cak şeyler öğreniyorlardı.»

öyle anlaşılıyor ki Yahudiler, bu amaç için kullanacakları bilgileri onlardan öğreniyorlardı. Eîbetteki bu bilgileri ve yöntemleri kesin bir şekilde sonuç vermeyebilirdi. Yüce Allah buyuruyor ki:

«Onlar Allah'ın izni olmaadıkça bu büyü ile hiç kimseye zarar veremezler.»

Genel olarak Allah'ın izni Yüce Allah'ın eşyanın özellikleri­ne yerleştirdiği tabiî sebepler ve şartlar için kullanılır. Bunlar insanın ve evrenin varoluş hareketinin dış görünüşünde katkı­sı olan yasalardır. Böylece anlaşılıyor ki, insan kendi kişisel gücü, elindeki imkanları, vasıtaları ile hedefine ulaşamaz. He­define ulaşabilmesi için her şeye gücü yeten Allah'ın iredesinin izni olması gerekir. Daha sonra Kur'an-ı Kerim manevî havala­ra temas eder. İnsanın helal ve haram sınırlarına yöneldiğinde vicdanını ve bilincini bu yolda kullandığında Allah'ı ve ahiret gününü düşünmesi gerektiğini hatırlatır. Allah'ın azabı ve ga­zabından sakınması, dünya ve ahiret hayatında bu hareketi­nin kendisine neler kaybettireceğini kavraması için bilinçili hareket etmesini ister. Bu şekilde insan, kendisini İlahî direk­tiflerin ufuklarından uzaklaştıran, onu yeryüzünün değerleri­ne bağlayan çirkin kişisel egoist etkenlerin baskısından kurta­ran bir atmorfere girer. Sapıklığı kendisine süslü gösteren dar kapsamlı sapık arzularını, ihtiraslarını tatmin etmek için günah işlemeyi ona basit gösteren ruhsal, psikolojik havadan kurtulur. Halbuki onlar büyüyü, büyünün zararlı vasıtalarını çok iyi biliyorlardı:

«Oysa onlar büyüyü satın alanın Ahirette hiçbir nasibi ola­mayacağını biliyorlardı.»

Onun ahirette hiçbir payı olamazdı.

«Keşke karşılığında benliklerini sattıkları şeyin ne kadar fena olduğunu bilselerdi.»

Çünkü bu çok değersiz, basit bir değer, ucuz bir değerlen­dirmedir. Onunla hiçbir kâr elde edemezler. Çünkü çok kısa sürecek dünya hayatında onu burada bırakıp gideceklerdir. Ahirete yöneldiklerinde ellerininin boş olduğunu anlayacak­lardır.

«Keşke bilselerdi.»

Ne var ki onlar bilemezler. Şehevî, nefsanî, duygusal bask­ılar onların düşüncelerine ve vicdanlarına egemen olduğun­dan, gaflet onları baskısı altına aldığından gerçeği bilemezler. Eğer onlar Allah'ın helal kıldıklarının ve haram saydıklarının sınırlarında dursalardı, Rablerinden kbrksalardı, mükafat Al­lah katında onları bekleyecekti. Keşke onlar Allah'ın rızası ve rahmetinin havasından kaynaklanan mükafatın değerini bil­selerdi! Ne var ki onlar bilmiyorlar.

îşte iki ayetin tasvir ettiği atmosfer budur. Tefsir biginleri aeyeti değişik açılardan açıklamışlardırlar. Öncelikle büyüye kapılan Yahudilerden sözetmişlerdir. Acaba bunlar Hz. Süley­man döneminde yaşayan Yahudiler mi yoksa başkaları mıdır? Sonra ayet-i kerimede geçen «tetlu» sözcüğü üzerinde dur­muşlardır. «Tetlu» okumak mı, yalan uydurmak mı, yoksa ila­ve yapmak mıdır?

«Süleyman'ın hükümdarlığı aleyhine.»

Bunu bizzat O hayatta iken mi yoksa bu hükümdarlığın ayakta olduğu sırada im böyle yapmışlardı?

«îki meleğe indirilen» cümlesi

«uydular» sözü ile mi yoksa

«insanlara büyüyü öğretiyorlardı»»

cümlesi ile mi ilişkilidir? İkinci ihtimalde meleklere indirilen şey büyüye ilave edilmiş olur. Hariıt ile Marut, iki melek mi, iki şeytan mı yoksa iki insan mıdır?.. Tefsir bilginleri bu konuların hepsini değişik açılardan incelemişler, araştırmışlardır. Ne var ki biz, ayetin bildirdiklerinden öte detaylı bir açıklamaya girişmenin yaraıflı olacağını sanmıyoruz. Bunlar yarar sağla­yacak konular ve bilgiler değildir. Çünkü burada Yahudilerin kimliğini veya meleklerin kimliğini araştırmak bizi fazla ilgi­lendirmez ve bize hiçbir yarar sağlamaz. Burada ayet-i kerime Yahudilerin karakterini, ahlakını ortaya koymaktadır. On­ların ahlâkını ve karakterinin tarihi ve çağdaş bir realite ola­rak ortaya koymaktadır. Artık bu Yahudilerin şu veya bu za­manda yaşayan Yahudiler olduğunu araştırmanın ne anlamı olabilir? İki meleğe gelince onlardan söz edilmesinin asıl nede­ni, onların iki hayır kaynığı veya en azından zararlı olmayan iki varlık olarak sayılmasıdır. Onların şahsiyetlerinin bu konuda herhangi bir fonksiyonları yoktur... Ayrıca soyut bir düşünce konusu olması hasebiyle bu meselenin meleklerin masumluğu, karakteri ve tabiatına ilişkin bazı yönleri vardır ve bunların Önemi olmadığını söyleyebiliriz.

«Tetlu» sözcüğüne gelince, konunun ele almış tarzından açıkça anlaşılan odur ki, yalancı ilave anlamına gelen bir kina­yedir. Zira bu konuda kuru bir okumanın hiçbir anlamı yoktur. Ayrıca burada «tetlu» kavarammm uymak olduğunu söylemek önündeki «ettebeü» sözcüğünün anlamı ile bağdaşmaz. «Ma unzile/indirilen» sözcüğüne gelince bu açık olarak «ma tet-lu/okudukları» sözcüğüne ilavedir. Zira ayetin tabiatıyla en güzel şekilde uyum sağlayan yaklaşım budur. Çünkü melekle­re indirilen nesne büyüden başka bir şey değildir ki aynı keli­meye ek ve ilave edildiği söylenebilsin. [158]

 

Büyünün Gerçekliği Var Mıdır?

 

Sihir (büyü) nedir? Gerçekliği ve etkisi var mıdır? Dayanağı oluşturan gerçek bir temelinden söz edilebilir mi?

Kur'an-ı Kerim'in pek çok ayetlerinden özellikle Hz. Mu­sa'nın sihirbazlara (büyücülere) giriştiği mücadeleden söz eden ayetlerinden hareketle insanların gözlerini ve duygularını al­datmaya dayalı bir oyun ve gözboyamadan ibaret olduğunu söyleyebiliriz Yüce Allah buyuruyor ki:

«İnsanların gözlerini boyadılar. Onları ürküttüler ve büyük bir sihir ortaya koydular.» (A'raf, 116)

Hz. Musa büyücülerle konuşmasında:

«Sizin ortaya koyduğunuz şey büyüdür. Yüce Allah onu darmadağın edecektir.»

(Yunus, 81)

demekle onların dayanacağı, sarılacağı gerçek bir temel ol­madığına işaret etmek istemiştir. Allah buyuruyor ki:

«Onlar ancak sihirbazın tuzağını, hilesini yaptılar. Büyücü ise nerede olursa olsun iflah olmaz.»

(Taha, 69)

Çünkü O'nun eylemi kesin bir sonuca götürmez. Aksine za-rara,.ziyana, hüsrana, kirli çamaşırların pazara çıkmasına se­bep olur... Büyücünün bu anlamını kafirlerin peygamberlere karşı koyuşlarında da görebiliriz. Bilindiği gibi inkarcılar, pey­gamberi büyücülük yapmakla itham ediyorlardı. Onların an­layışlarına göre peygamberler büyünün vasıtalarına sahip ol­dukları için insanlar onların çağrılarını Özgür bir irade ve serbest bir seçimle karşılayamamaktadırlar!

Büyücüleri ve büyücülüğü eleştiren büyücülerin dünya ve ahiretteki cezalarının ağırlığını dile getiren pek çok hadisler vardır. Hadislerde şöyle deniyor:

" «(Gaybtan haber veren) kahin de büyücü gibidir. Büyücü ise cehennemliktir.»

«Mü'minlerin büyücülük yapanları öldürülür. Kafirlerin büyücüleri ise Öldürülmez. Kafirlerin büyücüleri neden öldürülmez ey Allah'ın elçisi? Diye sorulduğunda şöyle karşılık verdi: Çünkü Allah'a ortak koşmak (şirk) büyücülükten daha ağır bir suçtur. Ayrıca şirk ve büyü birbiri­ne yakındır.»

Herhalde bunu hikmeti şudur: Büyü, tabiatı gereği önemli bir tehlikedir, imanları saçma şeylere bağlar. Kapalı, gizemli, mukaddes sırlar adı altında insanları eşyanın yapısı ve tabiatı konusunda gerçeklerden uzaklaştırır, saptırır ve saçma yak­laşımlara vesile olur. Ya da eşyanın özellikleri ile bağdaşmaya­rak ve Allah'ın birliği ve büyüklüğü ile uyum sağlamayacak birtakım inançlara eşyanın doğru olmayan bir takım etkileri olduğuna inanmaya sevkeder.

Biz büyüyü gerçek bir şey sayma konusunda ihtiyatlı ol­mayı, böyle bir görüşe hemen katılmamayı ileri sürerken duyu organları ile algılanmayan veya maddî olmayan varlıkların re­alitelere etki etmelerini saçma gören, pratik hayat konuları­nda duyu organları ile algılanmayan hiçbir şeye inanmayan düşünceden hareket etmiyoruz. Aksine bu konuda bildiğimiz kadarıyla vicdanî veya Şer'î bir delile sahip olmadığımızdan böyle bir yaklaşıma tarafatâr oluyoruz. Dolayısıyla bu konu bütün detayları delile ihtiyâç duyan ihtimal dahilindeki bir mesele olmaktadır

Mecmeu'l-Beyan tefsirinin müellifi bu konuya ilişkin ola­rak şöyle demektedir:

«Büyünün ne olduğu hakkında değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bazılar,, büyünün bir çeşit hayalî canlandırma sanatlardan bir sanat ol­duğunu söylemişlerdir. Yüce Allah büyüden kendisine sığınılmasını iste­miş ve kitabını ona karşı koruyucu, bir kalkan yapmış ve ona ilişkin olarak Felak Suresi'nİ indirmiştir. Bu görüş arkadaşlarımızdan (bizim mezheb alimlerimizden Ebu Abdullah) Şeyh Mufid'e aittir. Baz ilan, büyünün bir çeşit aldatma, olağanüstü olaylar ve üstünlükler olduğunu ve hiçbir ger­çekliği bulunmadığını fakat büyülenen kişinin onu bir gerçek sandığını söylemişlerdir. Bazıları, büyücünün insanı bir merkebe çevireceğini, şekil­den sekile sokabileceğini, olağanüstü bir şekilde bir hayvan yapabile­ceğini söylemişlerdir... Böyle bir şey caiz değildir. Bunu doğrulayan ve onaylayan biri peygamberlik gerçekliğini kavarayamaz ve anlayamaz. Peygamberlerin mucizelerinin de bu türden olaylar olmadığına kesin ka­naat getiremezler. Eğer büyücüler, efsuncular herhangi bir yarar veya za­rar vermeye güçleri yetseydi ve gayb kanunlarını bilselerdi o zaman pek. çok iktidarları devirir ve yeraltından hazineler çıkarırlardı. Yeryüzünün kral­larını hiçbir sıkıntıya katlanmadan veya zarara uğramadan öldürür, onlarır memleketlerini ellerine geçirirlerdi.Sürekli olarak onları en kötü haide en fazla oyun ve tezgâh peşinde koşan insanlar olarak gördüğümüze göre onların bu türden bir güce sahip olmadıklarını öğreniyoruz. Peygambere büyü yapıldığını ve bu halde yapmadığı şeyleri yaptığını bildiren haberlere gelince bunlar uydurma haberlerdir. Bunlar üzerinde durmaya değmez. Yüce Allah, kafirlerin sözlerini aktarırken şöyie buyuruyor:

«Sizler ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz.»

(Furkan,8)

Eğer büyünün peygamber üzerinde etkisi olsaydı o zaman kafirler bu sözlerinde gerçeği ifade etmiş olurlardı. Peygamberimiz O'nun sözünü ka­bul etmekten uzaklaştıran ve O'na noksan sıfatlar yakıştıran her çeşit yak­laşımdan uzaktır. Çünkü O, yüce Allah'ın insanlara karşı delilidir ve insan­ların en seçkinidir.»

Şimdi biz Şeyh Mufîd'in Felak Suresi'nin:

«Düğümlere üfüren cadıların şerrinden.»

(Felak,4)

ayetinin tefsiriyle ilgili olarak yaptığı açıklamaya şunları da ilave debilir: bu konularda Allah'a sığınma; insanın bazı du­rumlarda korku ve endişeye kapılması, psikolojik olan bu haîlerin etkisinden kurtulmasını sağlayan yöntemlerden biri olabi­lir. Zira insanlar genellikle bu tür şeylerin gerçek bir etkileri ol­duğuna inanırlar. İşte insanların bu tür yaklaşımlardan etki­lenmemeleri için Allah'a sığınmaları on lan -psikolojik olarak rahata kavuşturur. Uğursuzluk ve kuşkuların hareketlerin­den birtakım kötü şeyler çıkarma, fala bakma gibi psikolojik havanın estiği durularda bu tür hareketlerin, olayların, oyun­ların etkisinden kurtulmaya çalışmak da sözkonusudur. Bu durumlarda Allah'a sığınmayı aşılamaya çalışan hadisleri bu bağlamda ele almak onların bu psikolojik havanın etkisinden kurtulmayı amaçladıklarını söylemek de mümkündür. Yani burada böyle bir tedaviye gidilmesi, gerçekten korkulacak önemli bir olayınj' gerçek bir hastalığın varlığından dolayı değildir. Bu tedavi yöntemi atalar kültüründen kalan inanç­ların etkisiyle insanın psikolojik olarak değişik bir havaya gir­mesini Önlemeyi amaçlamaktadır. Böyle yaklaşım Allah'ın güzel isimleri ve ayetlerinin, kutsal sözlerin birtakım manevî etkileri ve olabileceğini kabul etmemize de neden olabilir. Bu tür müsbet etkileri yok saymamızı engelleyebilir. Çünkü pek çok hadislerde bu tür kutsal sözlerin Allah'ın isimleri ve ayetle­rinin bazı konularda etkileri ve faydalan olduğu haber veril­mektedir. Allah'ın vahyine dayalı dinlerde böyle bir yaklaşım ilginç olarak karşılanmaz. Çünkü Yüce Allah, eşyanın, varlı­kların, olayların tüm özelliklerini maddî ve manevî nitelikleri­ni, hususiyetlerini bilmektedir. İnsanlann eşyayı, varlıklan ve olayları böyle algılamalarını istemektedir.

"" Fakat bu konular herkese açık olan bir sahaya ilişkin me­seleler değildir. Ancak dini sahada bilinçli, bilgileri ve yetkin­likleri bulunan gerçek ile saçma ve uydurma olanı birbirinden ayırabilen, sahih hadislerle saçma hadisleri birbirinden ayırte-debilen bu konularda ancak sağlıklı bilgi veren sahih hadisleri, akla, mantığa ve eşyanın tabiatına aykırı olmayan haberleri esas alan bilginlerin görüşü esas alınabilir. Bu konularda çok az bilgiye sahip olan yarı ümmî insanların görüşlerine teslim olmamak gerekir. İnsanlann güvenlerine dayanarak hiçbir et­kinlikleri ve yetkinlikleri bulunmayan konularda rastgele yak­laşımlar ve görüşler ileri süren insanlan da bu konulardaki il­gilerinden yararlanarak peşinde sürükleyen cahillerin görüşle­rine kapılmamalıdır. Bu tür insanlar; görüşlerinin saçma ol­duğu, yanlışlıkları taşıdığı ortaya çıkınca değişik yöntemlerle insanlardan özür dilemesini de bilirler. Çünkü insanlar genel­likle olayları ve eşyayı kolay şekilde açıklayan yaklaşımlara meyyaldirler. Bu tür görüşleri onaylamayı severler. Çünkü bu­na benzer yaklaşımlar onlann kolay çözüm yollarına teslim ol­malarını sağlar. Eşyanın hakikatini tesbit etmek için katlan­maları gereken sorluklan bertaraf eder. Kolay ve basit yöntem­lerle olayları ve eşyayı izah eder. [159]

 

19) KUR'AN REALİTEYE DAYALI OLARAK MÜ'MİNLERİ BİLİNÇLENDİRMEYE BAŞLIYOR

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

«Ey iman edenler, "Râinâf bizi gözet, demeyin." "Umurna/ bize bak, deyin ve dinleyin." kafirler için acı bir azap vardır.»

(Bakara, 104)

A. Tefsir bilginlerinin nüzul sebepleri konusunda kaydettik­lerine göre bu ayet-i kerime birtakım kelimeleri dillerine dola­yan ve onları başka dillerdeki kelimelerle karıştırmaya çalışan çevrelere karşı Müslümanları uyarmak için gelmiştir. Bu tür kavramları İslâm düşmanları, İslâm'ın ve Müslümanların ken­di amaçları doğrultusunda İslâm'ı karalamak için kullanıyor­lardı. Ve bu konuda maske kullandıkları için herhangi bir ceza­ya çarptırılmaları da sözkonusu değildir. Çünkü onlar bu kav­ramları kullanırken diğer insanların kullandıkları anlamda onları kullandıklarını söylüyorlardı. İşte Medine'nin İlk dönemlerinde «Raina» kavramında sözkonusu oîan mesele de budur. Müslümanlar bu kavram İle peygambere sesleniyor ve peygamberin kendilerini dinlemesini istiyorlardı. Çünkü sözlükte bu kavram kullanıldığında «ona kulak verdim» an­lamına geliyordu. Fakat aynı kavramın Yahudilerce kullanılan başka bir anlamı vardı. Buna göre Raina kavramı, övme ve ek­sikliklerini, kusurlarını açığa vurma anlamına geliyordu. On­lar Raina kavramının «ruunetten» meydana geldiğini kabul ediyor ve bunun bir noksanlık, bir düşkünlük olduğunu ani-ıyorlardı. Mecmeu'l Beyan'da belirtildiği gibi İmam Bakır'dan gelen bir hadiste «raina» kavramının İbranicede sövme an­lamında geldiğini söylemiştir, Oniar 'raina'yı sövme anlamında kullanıyor, herhangi bir tepkiyle karşılaştıklarında ise biz de Müslümanların kastettikleri anlamı kastediyoruz, diyorlardı. Yüce Allah Müslümanların bu konuda Yahudilerin kendi kin­lerini bu yolla dile getirip kendilerini rahatlatmalarına mey­dan vermemelerini, alay etmeleri' için herhangi bir kapj bırak­mamalarını istedi. Bu nedenle 'raina'kavramı yerine «unîıir-na» kavramını kullanmalarını istedi. «Umurna» bize bak, bi­zim tarafa yönel veya buna yakın bir anlam ifade ediyordu.

İşte bu direktif her yerde ve her zaman Müslümanların kullandıkları sözlerde ve kavramlarda dikkatli olmaya, sözle­rini güzel seçmeye davet eden İslâm'ın bir prensibidir. İnsan­ların kendi anlayışlarında dar kapsamlı veya geniş kapsamlı olarak kullandıkları kavramları seçerken güzel seçim yapma­larını istemiştir. İnsanların bu anlayışları İslâm'ın bu kavara­ma yüklediği köklü anlamı karşılayabileceği gibi karşılayama­ması da sözkonusudur.

Müslümanlar bu kavramları kullanırken onların mümkün mertebe başkaları tarafından dillerine dolanmayacak olanları­nı seçemelidirler ki diğer insanlar onları çirkin, sapık veya ka­fir amaçlarla kullanmasınlar. İslâm'ın kavramlarını ve an­layışlarını cıvıklaştırmasınlar, kaypaklaştırmasmlar, İslâmî şahsiyeti bu kavramlarla rencide etmesinler, insanların sosyal hayatlarında kendilerine özgü belli birtakım boyutlar kaza­nan ve İslâm düşüncesiyle uyum sağlamayan birtakım kav­ramlar da bunun gibidir. Bu tür kavramların çağdaş olanlarına bir iki Örnek vererek meseleyi biraz daha aydınlatmak istiyo­ruz: Örneğin «Hürriyet» kayramı. Bu kavram şimdilerde öeyle yüklü, öyle çok şey ifâde etmektedir ki bu anlamların hepsini İslâm hukukunun belirlediği sınırlar kapsamında ele almak, kavramı İslâm'ın yasaları çerçevesinde ele almak pek mümkün değildir. Bu hürriyet ile insanın sözleri, ilişkileri, ey­lemleri ve hareketleri tamamen bağımsız kabul edilmektedir. Çünkü bu kavram kapitalist yönelişten kaynaklanan düşünce­lere dayanmaktadır. Kapitalist düşünceye göere birey bütün işlerinde geniş bir hürriyete sahiptir. Bu konuda ahlâkî ve in­sanî hiçbir bağ onu bağlamaz. Buna bağlı olarak fertler cinsel, ekonomik veya siyasal ilişkilerini belirlerken hiçbir ilke ve hüküm taenımazlar. Başkalarının hürriyetlerine gölge düşürmedikleri müddetçe he şeyi serbestçe yapabilirler. Hatta bu anlayış ferde İslâm'ın asla kabul etmediği intihar hürriyeti­ni bile verebilmektedir.

... Aynı şeyi 'Demokrasi' kavramı için de söyleyebiliriz. Bazı Müslümanlar demokrasiyi idarede, hukukta, kamu işlerinde, genel ilişkilerde baskı, dikta, bireycilik, egoizm ve zulüm reji­minin karşıtı olarak kullanmaktadırlar. Buradan hareketle ve birtakım özverilerde bulunarak, toleranslı bir yol isleyerek in­sanları başka bir şekilde yönlendirmeye çalışıyorlar. Şura ve müsamaha (tolerans) anlamlarını baz alarak «İslâm Demok­rasisi» diye bir kavram üretiyorlar. Bir kişinin alçakgönüllü olduğunu ifade etmek için «falan adam demokratik bir ahlâka sahiptir!» diyorlar. Halbuki deemokrasi kavraemı içerik açıs­ından, düşünce, hukuk ve iktisadi açıdan bu sınırların hepsini aşmakta, onlardan bambaşka bir anlam ifade etmektedir. Yani kavram temeleden farklı bir anlam taşımaktadır. Dolayısıyla biz bu kavramı kullanmakla karşımızdaki insanların bizim ifa­de etmek istediğimizden başka bir şey anlamalarına neden ol-maktaeyız. O zaman da hayatımızda ilginç, garip bir zihniyete yer vermek zorunda kalmaktayız. Yani demokrasi kavramının ifade ettiği idare ve hukuka yönelik demokratik anlayışla bağdaşmayan yasama, hukuk ve düşünce yaklaşımlarını, ka­bul etmeme noktasına gelmekteyiz, İşte bu nedenlerle biz bu tür kavramları, ifade tarzlarını hemen kabul etmeyi uygun görmüyoruz. İslâm'dan ve Müslümanlardan sözederken buna benzer kavramlar kullanmakla hiçbir yarar sağlanacağını, uy­gun bir ifade tarzını sergilediğimizi söyleyemeyiz. 'Hürriyet' ve 'Demokrasi' kavramlarını 'Sosyalizm' kavramını da ilave ede­biliriz. Çoğu kimseler fakirlik problamini ve malî hukuk ve ya­samaları çözüme kavuşturma çabalarında, çalışmalarında İslâm'dan sözederken bu kavramı kullanabilmektedir. Öyle ki bazı çevreler İslâm'a insancıl (Hümanist) adil bir karakter, güzel bir nitelik kazandırmak için İslâm'a Sosyalist bir din ni­teliği kazandırmaya çaba gösteriyorlar. Ne var ki bu kavram içerik açısından, hukuk ve pratik açıdan İslâm'la çelişen bir ni­teliğe sahiptir. Bu kavramın, yasana ve yürütmede, teori ve pratikte İslâm'la bağdaşması mümkün değildir. Çünkü Sosya­lizm, devleti üretim araçlarının biricik sahibi kabul etmekte ve mülkiyetin her çeşidini sınırlan dır abileceğini ana ilke olarak kabul etmektedir. Mülkiyetin kaynağını, vasıtalarını ve başka yönlerini çoğu zaman İslâm ile bağdaşmayacak biçimde düzen.-îemekte ve ayrı çözüm yollan göstermektedir.

Ayetten anladığımız mesele odur ki: Biz kavramları kul­lanırken dikkatli olmalıyız. Kelimelerimizi güzel seçmeliyiz. 'Bizim inandığımız bir içeriğe sahip olmayan kavramları amacımız doğrultusunda kullanmaya ihtiyaç duymamalıyız. Kullanılan bu kavram ister başka dillerde değişik bir anlama gelsin isterse bazı çevrelerde, bazı bölgelerde farklı bir anlam taşısın, isterse de değişik havalarda atmosferde kendine özgü bi nitelik, özel bir konum arzetsin farketmez. Bunların hepsin­den sakınmalı, onları kullanmaya yanaşmamahyız. Mesela 'Barış' kavramı veya 'Barış Havariliği' gibi kavramlar kendisi­ne özgü bizipsel, partisel bir anlam ifade etmektedir. Bu kav­ram ile insanlar birtakım ilkelere, prensiplere bağımlı olmayı kastetmektediler. insanlar bu kavramı kazanç ve partisel duy­guları sömürme amacıyla kullanmaktadırlar. Kavramın öz iti­barıyla ve sözlük anlamıyla böyle bir anlama gelmemiş olması burada fazla bir önem taşımaz. [160]

 

Kafirlerin Müslümanlara Karşı Kompleksleri

 

«Kitap ehlinden olan kafirler de, puta tapanlar da size Rabbinizden bir hayır indirilmesini istemezler, Oysa Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder, Allah büyük lütuf sahibidir.>>

(Bakara, 105)

Bu ayet-i kerimede Yüce Allah Müslümanların ehl-i kitap ve müşriklerden oluşan kafirlerin en ince duygularına inmele­rini istemektedir. Kafirleri onlara tanıtmak istemektedir. Al­lah bildiriyor ki: Bu kafirlerin anlayışlarında mesela kan ve düşmanlıkla karışarak kişisel bir kompleks halini almıştır. Onların bu kompleksten kurtulmaları çok zordur. Artık onlara göre İman-küfur meselesi akide ve hayatle ilgisi olan bir mesele değildir. Müslümanlara karşı onlarda gelişen psikolojik bir kompleks halini almıştır. Onlar Müslümanları karşılarında egemenlik, otorite ve üstünlük için mücadele eden diğer grublardan, cemaatlerden, kitlelerden biri olarak.ele almak­tadırlar.

Dolayısıyla Allah'tan kendilerine bir iyiliğin, bir hayrın, öe-zelHkle peygamberliğin inmesini isteyemezler, Ayet-i Kerime­nin metninde geçen 'hayır* kavaramı bazı tefsir rivayetlerinde 'peygamberlik' dieye yorumlanmıştır. Yalnız böyle bir yo­rumlamayı uygulama esasına dayalı tefsir olarak kabul edebi­liriz. Burada bireylerin en üstün olanlarını, en ileri olanlarını anlamı açıklamada esas almak sözkonusudur. Çünkü burada peygamberlik Allah'ın insanlara (özellikle Müslümanlara) bahşettiği nimetlerin en önemli olmasa da en Önemlilerinden bir olarak sayılacağında kuşku yoktur. Çünkü bu, insanın en yüce makamıdır. Bu makamdaki insan manevî bağı ve risalet görevi sayesinde Allah ile kullan arasındaki iletişimi en sağlam bağlılığı gerçekleştirmeye çalışır. Yine bu bağ ve ile­tişim sayesinde imanlı topluluk diğer insan topluluklarına karşı en güzel şahit olur. Onların hepsine örnek ve lider konu­muna gelir. Hayatın daha geniş sahalarında ise bu risalet ve Vahiy, insanlara hayrın, iyiliğin bütün kapılanm açar. İnsana hem dünya hem ahiret saadetini, mutluluğunu sağlayacak vasıtalann, kaynaklann ve sabaplerin hepsini yaratır. Pek ta­bi olarak kafirler kinlerinin, düşmanlıklarının ve kıskançl­ıklarının gereği olarak Müslümanların böyle bir konuma gel­melerini istemezler. Yalnız Cenab-ı Allah dilediği ve dilemediği şeylerde onların arzu ve isteklerine uymaz. Aksine O, işlerini ustalık ve şefkate dayalı olarak düzenler. Olaylarını, işlerini, yaptıklarını gerçeğe uygun olarak yapar. Dilediğine daha fazla merhamet eder. Rahmetiyle onu donatır. İman eden kullarım kendi lütfundan, kereminden mahrum etmez. Onlan unutmaz. Çünkü O, büyük fazilet ve kerem sahibidir.

''Eğer bu ayetten bugün ve yarın için alınması gereken bir ders, pratik hayatta bir ibret alınması gerektiğini söyleyecek olursak deriz ki: Bu ayet her yerde ve her zaman Müslüman­ların karşı karşıya kalacakları şartlara dikkat çekmektedir. Diğer dinlerin mensubu olan grublarla mücâdelelerinde veya inkarcı ateist kafirlerin ilkeleriyle savaşlarında karşı karşıya bulundukları realiteyi gözler önüne sermektedir. Dolayısıyla İslâm'ın ve Müslümanların karşısında yer>alan başka dinlere mensup olan kitlelerin ve ateist çevrelerin psikolojik durum­larını dikey olarak alabildiğine geniş boyutlarda incelemeye, tetkik etmeye tabi tutmalıyız. Onların bize karşı koyuşlarmda yaşadıkları manevî duygularım gizli ve açık olarak bize karşı ortaya koydukları eylemlerinde ne konumda olduklarını iyice tesbit etmemiz gerekir, onların İslâm'ın ilerlemesi, gelişmesi, hayatın geniş ve üstün ufuklarına uzanabilmesi karşısında ne türden planlar, programlar, oyunlar tezgâhladıklarını ortaya çıkarmak zorundayız. İşte bu tür çalışmalarla biz gerçekten so­mut sonuçlar elde ederiz. İslâm düşmanlarının İslâm'ın ve 'Müslümanların güçlenmesi karşısında ne kadar tedirgin ol­duklarını, kendilerini ne denli tehlikede gördüklerini anlamış olacağız. Zira İslâm'ın ve Müslümanların toplumda kabul görmesi, gelişmesi ve hayata egemen olması, başka dinlere mensup kitleleri ve ateistlerin toplumdaki fikri, siyasi ve me­denî alanlardaki konumlarım ve fonksiyonlarını genel olarak etkileyecek ve tüm bu alanlarda önemli yansıması olacaktır. Düşünce, siyaset ve medeniyet alanında ipler onların elinden çıkacaktır. Nitekim daha önce de peygamber döneminde müşriklerden ve ehl-i kitaptan oluşan o dönemin kafirleri, kişisel ve sınıfsal ayrıcalıklarından ve düşünce alanındaki ko­numlarından endişe ettikleri için peygamberimiz. Hz. Muham-med'in güçlenmesinden ve İslâm'ın gelişmesinden gerçekten korkuyorlardı.

îşte bu atmosferde biz kamufle edilmiş her çeşit yönteme karşı aktif bir bilinçle hareket etmek zorundayız. Bu nedenle düşman tarafından takdim edilen hütuflar, nezaketler, şefkat ve merhametler uygarlık, ilerleme, yayılma ve gelişme amaçlı eylemlere, hereketlere ve olaylara bilinçli olarak karşı koy­malıyız. Bu konuda sömürücülererin ve kafirlerin başkalarına karşı kullandıkları yöntemlerin hepsini tümden reddetmeliyiz. Zira onlar bu tür yöntemlerle milletin hayatına nüfuz eder, on­ları etkisi altına alır, manevî değerlerini içten yok eder. Onun maddî ve manevî tüm güç ve enerji kaynaklarına egemen olur­lar. Böylece milletleri, ümmetleri gelecekte yeni İslâmî bir me­deniyetin gerçekleştirilmesi için ortaya konulan uygarlık yo­lundaki bütün güçlerini zayıflatıp, yok etmektedirler. Uzak ta­rihte gerçekleştirilmiş olan insanlık medeniyetinin tekrar di­rilmesine yolaçan bütün güçleri ortadan kaldırmaktadırlar.

Burada gerçekten önemli olan bir noktaya özellikle dikkat çekmeden geçemeyeceğiz. Düşmanın bu tepkilerine, planlarına karşı temkinli hareket edelim derken, pasif anlamda çevremiz­deki dünya ile ilişkilerimizi koparmayı, ondan uzaklaşmayı kastetmiyoruz. Burada amacımız düşmanın etrafımızı kuşatan bütün yöntemlerine, taktiklerine ve hareketlerine karşı tam bir uyanıklık, bilinç ve kontrol ile, gözetim ile müca­deleyi esas alıyoruz. Onlara karşı gözlerimiz uyanık, keskin ve basiretli, ruhumuz bilinçli olacaktır. Biz dünyada yaşarken ba­sit bir düşünceyle, tutarsız bir hareket ile hayata karşı muame­leye girmeyeceğiz. Bu konudaki hayatımız çok yönlü ve kompîe bir yapı arzedecektir. Şu kadar var ki, biz böyle bir hayatı yaşarken Allah'ın himayesinde insana insanlığın gerçek an­lamını belletecek ve onun insanlığını gerçekleştirecek serbest bir ruh ve özgür bir irade ile hareket etmemizi engellemez. [161]

***

«Biz her hangi bir ayetin daha hayırlısını veya benzerini getirmedikçe onu ne yürürlükten kaldırır ne de unuttururuz. Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmiyor musun?»

(Bakara, 106)

Bu yetten anlaşılıyor ki neshin çeşitlerine ve şekillerine göre farklılık gösteren uygulamasına uygun olarak bir ayeti kaldırdığında veya söz olarak yahut hüküm olarak yok ettiğin­de veya unutturduğunda, insanların _ zihinlerindan çıkardığında insanlara hideyetsiz bırakmaz. Ona yeni bir hida­yet verir. Öncekinde var olan faydaları ve yararlan ve masla­hatları onun elinden kaçırmaz. Kaldırdığı veya unutturduğu şeyin daha hayırlısını onlara gönderir. Veyahut en azından onun bir benzerini getirir. Onlar için yararlı olan marifet kapı­larını açar. Onun her şeye gücü yeter.

îşte ayet-i kerimenin sözlerinden anlaşılan motamot an­lamı budur. Yalnız b;ünun ötesinde ne vardır? Burada sözkonu-su edilmesinin anlamı nedir?

Burada konu Yahudilerin o zamanki hayatlarında temel düşüncelerine değinmek, onların bu düşünce atmosferini aydı­nlatmak için ele alınmış olabilir. Onlar ilahî kitapların ve yasa­ların yeni bir kitap veya yeni bir yasa ile iptal edilmesini inkâr ediyorlardı. Hz. îsa'nın ve Hz. Muhammed'in ümmetleri tarafı­ndan ileri sürüldüğü gibi Hz. İsa'ya gönderilen kitabın ve Hz. Muhammed'e gönderilen kitap ve şeriatın önceki kitapların hükmünü kaldırdığı şeklindeki inancı kabul etmiyorlardı. Bu konuda ana ilke olarak hükümlerin iptalini mantıksız ve im­kansız görüyorlardı. Çünkü bu, Allah'a hikmetsizliğin izafe, edilmesidir. Konu değişmediği, aynı kaldığı halde hükmünün veye onunla ilgili ayetin değişmesi hikmete aykırıdır. Eğer önceleri o hüküm yararlı kabul edilip daha sonra bu yararının ortadan kalktığı ortaya çıkarsa ve buna bağlı olarak hükmün değişmesi gerektiği iddia edilirse bu durumda da Allah'a bilgi­sizlik cehalet izafe edilmiş olur. Bu ayet-i kerime Yahudilere ve Müslümanlara Allah'ın yasamayı aşamalar halinde belirleye­bileceğini, böyle bir aşamanın hukukta izlenmesinin mümkün olduğunu bildirdi. Cenab-ı Allah geçici bir zaman maslahatını esas alarak birtakım hükümler belirleyebilir. Fakat insanlara bu geçici maslahatı esas aldığını bildirmesi İnsanlar da onu sürekli geçerli olan hüküm şeklinde düşünebilirler.Daha sonra önceki maslahatın dönemi sona erer ki yeni maslahatın dönemi başlasın.Başka bir hükmün veya başka bir ayetin inmesine zemin hazırlasın.Maslahat itibariyle önceki hükmün bir benzeri veya daha üstün bir hükmün gönderilmesine ortam hazırlansın.Elbette ki bu hükümlerin başlangıcı ve sona erişi gerçekten her şeyi gözeten bir hikmetin kuralına bağlı olarak gerçekleşmektedir.

Ayet-i Kerime İslami çerçeveyi ilgilendiren bir konuya ilişkin olarak da düşünülebilir.Yani buradaki hükmün iptali Kur’an ayetlerini hem hükmün hem de tilavet olarak kaldırılması veya tilavetinin kaldırılıp hükmünün bırakılmasını veyahut da hükmünün kaldırılıp tilavetinin kaldırılmamasıdır.Bu konularla ilgili bilginlerin farklı görüşlei vardır.Bazı bilginlere göre Recm ayetleri tilavetleri kaldırılan, hükmü kaldırılmayan ayetlerdendir.Diğer bazı bilginlere göre Kur’an da hükmü kaldırılmış tilaveti kaldırılmamış bir takım ayetler bulunmaktadır.Bu durumda ayet buna benzer uygulamaların doğruluğunu ortaya koymuş olur.Ayetleri kaldırma ve indirmenin Allah’ın elinde olduğunu ayeti indirenin onun bi benzerini veya  daha üstününü indirmeye gücü yettiğini açıklamış olmaktadır.

Biz bilginler tarafından ileri sürülen hükümle beraber veya hükümden ayrı olarak tilavetin nesh edildiği şeklindeki görüşe katılmıyoruz.Zira böyle bir görüş Kur’an’ın tarif edildiğini veya bir şeylerin ondan alındığını, noksan bırakıldığını söylemeye götürür.Ayrıca bu tür iddialar sırf ahad haberlerle  bildirilmiştir.Ahad haberler ise uzman bilginlerin büyük çoğunluğuna göre neshi belirlemede delil olarak kabul edilemez.

Ayetin hükmünün kaldırılması konusuna gelince aslında bu mümkündür.Yalnız böyle bir olayın Kur’an’da gerçekleşip gerçekleşmediği bilginler arasında tartışmalıdır. Burası bu konunun detaylarına girmek için müsait değildir. Bu konular ge­nellikle tefsir konusu değil Kur'an ilimlerinin konusudur. Bu­rada dileyen, muhakkak İstad Seyyid Ebu'l-Kasrm Havva'nın El-Beyan fî Tefsiri'l-Kur'an kitabına bakabilir, istad gerçekten bu konunun hakkını vermiştir. [162]

 

Bu Ayetin peygamberlerin Masumiyeti ile ilgisi

 

Neshin ikici görüşte belirtildiği gibi Kur'an'la ilgili olması üzerinde kelamı bir tartışma ortaya çıkmıştır. Bazı bilginler böyle bir şeyin caiz olmadığını ileri sürmüşlerdir. Çünkü onla­ra göre böyle bir yaklaşım insanları peygamberlerden uzak­laştırır ve O'nun sözlerine güvenmemelerine neden olur. Çünkü onlar peygamberin tebliğ ettiği her şeyde nesh ihtimali­ni düşünebilirler. Bu durumda güvenin, kesin kanaatin yeri kalmaz. Bu görüş muhakkik Şeyh Ebu Cafer Muhammed b. Hasan et-Tusî'nin Tıbyan Tefsirinde esas aldığı görüştür. Mec-' meu'l-Beyan müellifi, Tusî'nin bu görüşte olduğunu aktarmak­tadır. Diğer bazı bilginler ise İslâm'da hükümlerin kaldır­ılmasını caiz görmüşlerdir. Bu da Muhakkiklerden bir grubun görüşüdür. Bu bilginler herhangi bir hikmetten dolayı unut­manın mümkün olabileceğini söylemişler ve görüşlerine şu ayeti delil olarak göstermişlerdir:

«Sana okutacağız ve sen Allah'ın dilediğinin dışında unut­mayacaksın.» (A'la, 6-7)

Yani Allah'ın unutmanı dilediği şeyler müstesna, bu konu, peygamberin ismetiyle ilgili meselelerden biridir. Onların teb­liğ etmekle ilgili konularda ayrıca tebliği ilgilendirmeyen ko­nularda veyahut da insanların hayatına koymuş oldukları, ya­saları kaldırmaları ve ilgili konularda onların hata yanlış ve unutmalarının sözkonusu olmadığıyla alakalıdır. Biz bu konu­lara girmek istemiyoruz. Zira bu konuların ayrıca değerlendirileceği alanlar vardır. Yalnız burada da biz, konuya ilişkin görüşümüzü belirtmekte yarar görüyoruz. Bizin anladığımız kadarıyla ayet bu konudan hayli uzak bir atmosferde seyret­mektedir. Çünkü ayet-i kerimede geçen unutma olayı bir kina­yedir. Yüce Allah bazı hükümleri dorudan olmayan bir şekilde ortadan kaldırır. Bazılarını da doğrudan bir şekilde ortadan kaldırır. Doğrudan kaldırması vahiy yoluyla bunu peygambere bildirmesidir. Bu nedenle Allah'ın peygambere unutturması peygamberin yanılma ve unutmadan masum olduğunu söyle­yenlerin görüşlerine göre bile sakıncalı değildir. Zira paygam-berin mazum oluşu şeriatın kapsamına giren ve normal olan hayatın genel ilkeleriyle ilgilidir. Yoksa ilahî iradenin hükmü bu yol ile kaldırılması ile ilgili değildir. Çünkü ilahî iradenin bu şekilde hükmü kaldırması risaletin bir parçası ve şeriatı açıkla­manın müsbet veya menfî yollarından biridir.

Bu ayetin unutmayı ifade eden bölümü başka bir kıraatine göre «nunsiuha» şeklinde okunmuştur. İnşa kavaramından gelen bu kelime belli bir süreye kadar erteleme ve geciktirme anlamına gelmektedir. Biz Böyle bir görüşü uzak bir ihtimal olarak değerlendirieyoruz. Çünkü burada konu, hükmün değişmesiyle ilgili olup ertelenmesiyle ilgili değildir. Burada sözkonusu olan birinci hükmün kökten kaldırılmasıdır. Doğru­sunu Allah bilir.

Bu ayet-i kerimede geçen *ayet' kavramının evrendeki ayetler olduğu, kainattaki olayları ifade ettiği veya peygamber­lere verilen İlahî mucizeler olduğu da akla gelebilir.Hatta bu anlam geleneğe ve nesh kavarımmın asıl bağlı bulunduğu ko­nuya, bu konunun anlamına daha yakın ve daha uygun düşebi­lir. Ayrıca ayet Allah'ın zatı ile ilgili olduğu gibi daha önce geçen hükmün anlamıyla da daha fazla ilgilidir. Ayet yine de Kur'an'dâki yerinde kalabilmektedir.Kur'an'da yeri ve konu­mu değişmemektedir. Ayetin sonunda yer alan Allah'ın kudreti ne dikkat çekilen bölümlerde tam bir uyum sağlanmaktadır.

Bu yaklaşımın ışığında denilebilir,ki yukarıda geçen ayet sözcüğünün anlamı Yüce Allah yarattığı ayetlerini veya pey­gamberlerini gönderdiği mucizelerini kaldırmaya, kainatta ve­ya peygamberlerin eliyle bu ayetlerin veya mucizelerin bir ben­zerini veya daha iyisini yaratma gücüne sahiptir. Bu yak­laşımla ayet, hükümlerin iptali havasından ve ıstılah anlamı­ndan tamamen uzaklaşmış olur. Yalnız ayette geçen 'nusiha' kavramı bu yorumla fazla bir uyum sağalamaz. Uzak birtakım yaklaşımlar dışında bu kavramı onunla bağadaştırmak mümkün olmaz. Ayetlerinin anlamını en güzel ve Allah'tır.

«Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin Allah'a ait ol­duğunu bilmiyor masun? Allah'tan başka hiçbir dostunuz ve destekçiniz yokturj.»

(Bakara, 107)

Bu ayet-i kerimede Kur'an-ı Kerim'in imanlı insanın gönlüne doldurmak istediği ruhî, imanî, manevî havayı daha da pekiştirmek için gelmiş olabilir. Nitekim daha önceki ayette: "Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmiyor musun?" denmişti. Ayet-i kerime insanı bu iman gerçeğini yaşamaya teşvik edi­yor. Etrafında meydana gelen olaylar yeri ve gökleri ve bun­ların içindeki olağanüstü olayları düşünmeye teşvik ediyor. Böylece bütün varlıkların Allah'a ait olduğunu görmesini sağlamaya çalışıyor. Yüce Allah'ın kullarını kendisine boyun eğmesini, O'na teslim olmalarını ve bütün işlerinde O'na dönmelerinden hoşlandığını anlaması için uyarıyor. O'na karşı gelmemeleri, kendileri ne kadar güçlü olursa olsun başka­larının da gücü ne kadar fazla olursa olsun O'nun yolundan ayrılmamaları gerektiğini aşılamaya çalışıyor. Zira onlar az sonra gerçekle yüsyüze geleceklerdir. Bu apaçık gerçek, Al­lah'ın dışında kendilerini koruyacak ve işlerini düzene koya--cak başka bir dostlarının olmadığı gerçeğidir. Zira bütün evre­ne hakim olan yalnızca Allah'tır. Bütün kuvvetlerin yaratıcısı Allah olduğundan, ne kadar ileri seviyede olursa olsun O'nun karşısında hiç bir kuvvetin duramayacağını Allah'ın dışında hiç bir kimsenin onlara destek olma imkanına sahip olamaya-

cağını telkin etmektedir. Bu, Kur'an'm üzerinden üzerinde düşünülmesi ve güzelce kavaranması gereken metodudur. Bu yol ile sürekli olarak Allah'ın azameti ve yüceliği telkin edilir. Allah'ın yüceliğini ifade eden bütün sıfatlar dolu dolu ifadelerle verilir ki Allah'ın azametini idrak etsin, Kur'an'da Allah'ın adının geçtiği her yerde Allah'ın yüceliğini kavramak için sürekli olarak insan düşünmeye, değerlendirmeye, muhakeme etmeye davet edilir. Ta ki insan böylece sürekli olarak manevî bir huzur atmosferinde yaşasın ve hiçbir durumda bu atmosfer­den uzak düşmesin. Olağanüstü taleplerde bulunmak küfrün tarihi bir bahanesidir. (Bakara, 108)

«Yoksa vaktiyle Musa'yı sorguya tuttukları gibi siz de mi peygamberinizi sorguya tutmak istiyorsunuz? Müminliği ka­firlik ile değiştirenler hiç kuşkusuz doğru yoldan sapmış olur­lar.»                                                             

Ayet-i kerimede geçen 'em' kavramı T^el1 anlamındadır. Ya­ni onların soru sordukları gibi siz de sormak istiyorsunuz. Ayet-i kerime gösteriyor ki Allah'ın elçisi Muhammed'in kavmi de Hz. Musa'nın kavmi gibi birtakım sorular sormuşlardı. Fakat ayet-i kerime Hz. Musa'nın kavmi tarafından sorulan bu soru­ları açıkça ifade etmemiştir. Burada sorulan soru onların apaçık olarak Allah'ı görmek istemeleri miydi? Kafirlerin ilah­ları gibi bir ilahın kendilerine de yapılmasını istemeleri miydi? Yüce Allah'ın kudreti dahilinde olan mucizelerin verilmesi miydi? Yoksa normal şartlarda gerçekleşmesi mümkün olma­yan bir istek miydi? Bu soruların hangisinin sorulduğu açıklan­mamıştır. Kur'ari-ı Kerim Hz. Musa'nın kavmi tarafından soru­lan bu sorulara başka yerlerde değinmektedir. Hz. Muham­med'in kavmi tarafından da bu tür sorular sorulmuş ve O'nu aciz bırakmak için birtakım isteklerde bulunmuşlardı. Biz bu konuda tefsir bilginlerinin açıklamaya çalıştığı detaylara gir­mek istemiyoruz. Çünkü bu konularda detaylara ilişkin taraf­ları açıklamaya girişmek onlardan ibret almamız ve onların üzerinde düşünmemiz açısından fazla bir Önem taşımamaktadır, öyleyse biz de Allah'ın anahatlarıyla verdiği kıssayı ana-hatlarıyla vermekle yetineceğiz. Kıssada bu soruya ve imanı küfürle değiştirme ilgisine değinilmektedir. Buradan da an­laşılıyor ki onların bu istekleri onları küfre yaklaştırmaya, iman çizgisinin dışına itmektedir. Biz burada Allah'ın bizden öğrenmemizi ve tanımamızı istediği kadarıyla ondan yararlan­malıyız. Bu ana ilkeler üzerine düşündüğümüzde peygambe­rin, kavminden ne kadar eza ve cefa çektiğini, onların peygam­bere karşı nasıl bir tutum izlediklerini kavrayabiliriz. Onlar peygambere karşı öyle katı ve kötüniyetli bir yol izlemişlerdir kipeygamberin kendi görevini yapmaesma bile tahammül ede­memişlerdir. Peygamberin insan hayatındaki fonksiyonu ve insan üzerindeki etkisini anlamayan, bilemeyen cahil insan­ların yanında O'nıin şahsiyetini rencide etmişler, Kendisine meydan okumuşlardır.

İşte biz bu ayet sayesinde peygamberimiz Hz. Muham-med'in (s.a.v.) içinde yaşadığı toplumu da, toplumun karakteri­ni de kavrayabiliyoruz. O'ndan Öenceki peygamberlerin de karşılarında yer alan toplumların yapılarını öğreniyoruz. Pey­gamberlerin bu toplumlara karşı ne kadar çaba sarfettiklerini görebiliyoruz. Onların düşünce seyrini, düşünce metodlarım düzeltmek ve doğrultmak, Onların düzeylerini yükseltmek için nasıl bir gayret gösterdiklerini anlıyoruz. Allah yolunda yürürken sorumluluğumuzun bilincine varıyoruz. Onların sabrettikleri yerde sabrediyoruz. Zorluklara katlandıkları yer­lerde zorluklara katlanıyoruz. Onların karşılaştıkları diren­me, taassub, alay ve hafife almalarla karşılaşıyoruz. Onların bu karşı eylemlerini bilinçli bir mantıkla ele alıyoruz. Toplu­mun düşünsel ve duygusal arka planını inceliyoruz. Onlara karşı koyarken bilinçli ve sağlıklı, sağlam delillerle, ustalıkla kullanılan sözlerle, yumuşak bir tavır ve tutumla hareket edi­yoruz. Kur'an'ın bu topluma karşı izlediği yolu takip ettiği me­todu izliyoruz, tşte bu metoda bağlı olarak ele aldığımız ayet-i kerime bu sorulan soran bir manteliteyi mahrum etmiyor. Onlarıenel geçer bir ilke ile yüzyüze getiriyor. Bu küllî kaide, in­sanların düşünce, teori, uygulama, pratik konularda genellikle doğru bir yola değil küfre doğru bir yola girdiklerini göstermek­tedir. İnsanlar gittikleri bu yolu çok iyi kavaramalıdrrlar. Bu yolda yürürken yolun bilincinde olmalıdırlar. Sürekli olarak küfre doğru adım atmak bu ilkeye göre, imanı küfürle değiştir­mektir. Halbuki insan, küfrü imanla değiştirmelidir. Bu terci­hini sağlıklı olarak yapmalıdır. îmanın ve küfrün insana ver­diklerini ve ona neler kazandırdıklarını iyice bellemelidir. Şim­di o doğru yoldan saptığını, zikzaklı yollara girdiğini, yolundan yalpalamaya başladığını anlamalıdır. Nereye gideceğini, nere­de duracağım çok iyi tesbit etmelidir. Sakat ve yanlış bir süreç içine girmemelidir. [163]

 

Kur'an Ehl-i Kitabın Kıskançlığına Karşı Tavrını Belirliyor

 

«Kitap ehlinin çoğu gerçeğin ne olduğunu kesinlikle Öğren­dikten sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi iman et­tikten sonra tekrar kafirliğe döndürmek istediler. Allah'ın emri gelinceye kadar onlara aldırış etmeyin, yaptıklarını hoş görün. Hiç kuşkusuz Allah her şeye kadirdir.»

(Bakara, 109)

Bu ayet bir tarafta pratik bilinçten bir taraftan da risalet metodundan, İslâm çağrısı hareketinin sağlıklı biçimde plan­lanmasından söz etmektedir. Müslümanların ehl-i kitapla ilişkileri bir konuma oturtulmalıdır. Yüce Allah Müslüman­ların şu gerçeği anlamalarını istemiştir: Ehl-i kitabın İslâm'a ve Müslümanlara karşı kovuşları düşünceden Kaynaklanan bir şüpheye dayanmamaktadır. Yani onlara burada yalnış ol­duğuna inandıkları bir çağrıyı reddetmiş olmuyorlar, yine ehl-i kitap bir tercih yapamayacak derecede şüphede olduklarından kabul veya redetmeye yanaşmama durumunda değiller. Aksi­ne onları bu tutuma sevkeden etken öldürücü nitelikteki ıskançlıklarıdır. Bunlar kendilerinin önceki konumlarını, ayrıcalıklarını korumak amacıyla böyle hareket ediyorlar. İslâm'ın mesajının güçlenmesi ve ilerleme kaydetmesi karşısında ipleri ellerinden kaçırmaktan korkuyorlar. Bu ne­denle Müslümanları tekrar şirke, küfre ve putperestliğe döndürmeyi gönülden istiyorlar. Kendisine iman ettiklerini id­dia ettikleri Tevhid akidesine aykırı da olsa onları inkâra döndürmeyi arzu ediyorlar. Güçleri yetse bunu yapacaklar, halbuki onlara eğer Tevhid akidesiyle uyum sağlamış olsalardı İslâm'ın çizgisi müşriklerin çizgisinden onlara daha yakın olurdu. îman ettikleri pek çok konuda İslâm'a paralel bir çizgi takip ederlerdi. Kur'an-ı Kerim bu konuda gerçeğin onlar ta­rafından bilindiğini, ye bu konuda hiçbir şüpheleri kalmadığını üzerine basa basa ifâde etmektedir. Bu gerçek ortaya çıktıktan sonra onların akideye ilişkin bütün karşıt delilleri çürütülmüş oluyordu.

Sonra Yüce Allah Müslümanların toleranslı davranma­larım, onları bağışlamalarını istemiştir. Bu, gücün hareketi sırasında izlenmesi gereken siyasal aşamaların pratik uygula­masıdır. Bu konuda izlenen planın gereğidir. Bütün barışçı yöntemler kullanıldıktan ve bunların hepsi çaresiz kaldıktan sonra ancak kuvvete başvurabilir. Kafirlere ve İslâm karşıtlarına karşı onların İslâm'a kazandırılmaları, iman çer­çevesine giermeleri için izlenmesi gereken barışçı "yollan usta­ca kullanmak gerekir. Onların kendi psikolojik mantıkları­ndan, tepkilerinden kalkmamalarını, ellerindeki güçlerini kul­lanarak hemen yok etmeye kalkışmamaları icab ettiğini onlara tanımak gerekir. Zira meselenin belli olan bir sının vardır. Oraya ulaşılması zorunludur. Allah'ın savaş emri gelinceye ka­dar ılımlı, toleranslı bir yol izlemek gerekir. Bu konuda müşrik­ler ile ehl-i kitaba karşı izlenecek yol arasında önemli bir fark yoktur. Allah'ın her şeye gücü yettiğinden gücü ve zalimliği ne kadar geniş kapsamlı olursa olsun hiç kimse Yüce Allah'ın elin­den kurtulamaz.

«Namazı kılın, zekatı verin, kendiniz için yapıp gönder­diğiniz her hayrı Allah'ın yanında bulursunuz. Allah yaptı­klarınızı görmektedir.»

(Bakara, 110)

Bu ayet-i kerimede Yüce Allah ehl-i kitaba toleranslı dav­ranmayı ve onları bağışlamayı emrettikten sonra Müslüman­ların namaz kılmalarını ve zekat vermelerini emretmiştir. On­lara ayrıca gerçek bir vaadde bulunmuştur. Dünya hayatında yaptıkları her iyiliğin karşılığını Allah katında göreceklerini haber vermiştir. Çünkü Allah onlann ne yaptıklarını çok iyi bil­mektedir. Onun ilminden ne yeryüzünde ne de gökyüzünde zer­re kadar bir şey asla gizlenemez, işte bu, Kur'an-a Kerim'in bütün alanlarda kullandığı eğitim metodudur. Yüce Allah emirlerini ve yasaklarını bildirirken bunu diğer başka yükümlülüklerle de destekler. Böylece mü'minin psikolojik yönünü imanın pratik şahsiyetini pekiştirir. İlerde Allah katı­nda kendisine vaad edilen sevaptan kendisine söz eder. Böylece kişinin psikolojik yapısıyla hayırlı işlere ruhî manevî güçleri açık olur. Böylece Allah'ın iradesini gerçekleştirmeye yönelir. Bilinçili bir şekilde Allah'a itaat konumuna geçer. Bu durumda Müslüman dahili ve harici zorlukları ve kompleksleri İslâmî bir ruhla karşılar, önceden sonuçları kestirmeye çalışır. Sarsı­lmaz, zayıflamaz, yıkılmaz. Bizce burada namaz kılmak ve ze­kat vermek ile toleranslı olma, bağışlama arasındaki ahengi görebilmek için fazla çaba sarfetmeye gerek yoktur. Çünkü bu namaz ve zekat ibadet penceresinden müminin kalbini Allah'a açar. İnsanlara da bağış penceresini açar. Hem buradan hem oradan kazançlı çıkar. Dahili ve manevî atmosferde nasıl affe­deceğini, nasıl bağışlayacağını, nasıl toleranslı davranacağını güzelce kavrar. Tüm bunları yaparken Yüce Allah'a yak­laşmayı esas alır. [164]

 

20) KUR'AN, ÎSLAM DÜŞMANLARININ GELECEK MESELELERİNİ TEMENNİLERDEN UZAK

BİÇİMDE ORTAYA KOYAR

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

«Onlar Yahudilerden ve Hıristiyanlardan başka hiç kimse cennete giremeyecek dediler. Bu onların hüsnü, kuruntularıdır. De ki "Eğer dediğiniz gibi ise delilinizi getirin. * Hayır öyle değil. Kim kendini Allah'a adar ve bunun yanında iyi ameller de işlerse Allah katında mutlaka mükafatlandırılır. Böyleleri için korku sözkonusu değildir. Onlar hiç üzülmeyeceklerdir.»

(Bakara, 111-112)

Bu, surenin yeni bir bölümüdür. Kur'an burada onlarla doğrudan olmayan bir diyaloga giriyor. Ya da peygambere on­larla böyle bir diyaloga girmeyi nehyediyor. Bu da etrafındaki eşyayı ve insanları, varlıkları tanımaları için Müslümanların bilinçlendirilmesi eyleminin bir bölümüdür. Müslümanların etrafını kuşatan cemaatlerin, grubların, toplulukların iç ae-lemîerini, içlerindeki dünyayı ortaya koymanın yöntemlerin­den biridir. Bu grubların, toplulukların kendilerinin ve diğer insan grablarmın geleceği, varacakları yer ve akibetleri konu­sunda ne türden tutarsız düşüncelere yaklaşımlara, değerlen­dirmelere, kuruntulara sahip olduklarını ortaya koyuyor. Bu konuda hiçbir sağlam temele dayanmadıklarını gözler Önüne, seriyor. Buna bağlı olarak onlar cennetin yalnız Yahudilere ve Hıristiyanlara mahsus olduğunu, onlara tapulu olduğunu id­dia ediyorlar. En azından öyle zannediyorlar. Ne var ki, bu Ya­hudilerin kendi haklarında Hıristiyanların da yeni kendi hak­larında ileri sürdükleri bir görüştür. Yalnız, Kur'an-ı Kerim on­ların bu kuruntularını hafife alan, eğitici bir yorumla karşılıyor... Bu, onların temennileri, kuruntularıdır. Her insan kendisi hakkında dilediği şeyi arzu etme,temenni etme konu­sunda tam bir özgürlüğe sahiptir. Zira kişisel temenni sahası, insanın kendi hayali kadar geniştir. Eğer onların bu sözlerinin kaynağı, temennileri, arzuları ise varsın istedikleri kadar bu konuda mutlak bir özgürlüğe sahip olsunlar. Yok eğer bu sözle­rinin kaynağı hayatının kendisi üzerine bina edildiği insan ha­yatının geleceğini programlayan, belirleyen akidenin gereği ise o zaman onlara Öğüt verme ve meydan okuma şeklinde bir karşılık vermek gerekir. O zaman, delilinizi getirin denir. İnsanın ahirette cennete veya cehenneme gideceğini belirleyen akıbetini tayin eden akidelerinin ilkelerini ortaya koymaları istenir. Eğer bu iddiada samimi ve doğru söylüyor iseniz böyle yapmanız gerekir. Zira doğruluk ispat ister. insanın aklî ve vic­danî kanaati ancak bu ispattan sonra hasıl olabilir. Halbuki bu topluluklar insanları ikna etmekten ve iddialarının ispatını yapmaktan yoksundurlar.

Sonra Kur'an-ı Kerim delil ve dayanağı oluşturan bu ilkele­ri belirlemeye başlıyor. Buna göre kıyamet gününde güven için­de olanlar, düşüncede, akidede ve ibadette yüzlerini Allah'a teslim edenlerdir. IJerhangi bir düşünce veya akideye taraftar olurken Allah'ın vahyini baz olarak alanlarıdır. Bu gerçekle bağdaşmayan düşünce ve inançlara yanaşmayanlardır, ibadet konusunda insanın Yüce Allah'a kulluğunu gerçek anlamda ortaya koyan ibadet şekillerinden başkasının kabul etmeyen­ler Allah'a ibadette hiç bir şeyi ortak koymayanlar ve O'ndan başkasına ibadet etmeyenlerdir. Güven içinde olarak bu insan­lar sözkonusu teslimiyetlerini, Müslümanlıkların sırf iç dünyalarında yaşamakla yetinmeyenlerdir. Kapalı, kuruntu­lara dayalı, sofiyane atmosferlere yakışan manevî, ruhî düşünceler, yaklaşımlara ve iç duygulanmalara sıkıştırma-yanlardır. Bu tslâm ve teslimiyetlerini pratik hayatlarında ha­yat için bir nimete dönüştürenlerdir. Bütün işlerinde ve çalışmalarında diğer insanlara güçlerinin yettiği kadar yardı­mcı olanlardır.

Ellerindeki imkanlarım kullanırken yaşadıkları düşünce­yi ortaya koyarken egoist ve bencil bir hayat sergilemeyen, bütün güçlerini, enerjilerini kullanırken başkalarının yararını gözetenlerdir. Onlar bu güçlerini, enerjileri, imkanlarını kul­lanırken İslâm'ı, teslimiyeti, insan hayatı ve kendileri için bir nimet olarak kabul ederler. Çünkü bu, Allah'ın onlara bağışı ve nimetidir. Onlara sorumluluklarının sınirîaraıı belirleyen durumdur. Öyleyse onların hayatlarında Allah'ın şefkatine da­yalı, pratikte Allah'a boyun eğmiş ve ona bağlanmış duaların, niyazların yükselmesi gerekir. îşte yalnız bu insanlar Allah katında ödüllendirileceklerdir. Rableri katında mükafatlan olanlar, işledikleri amellerin ve yaşadıkları imandan dolayı hiçbir endişeleri, korkuları ve üzüntüleri olmayanlar yalnız on­lardır. Şimdi cenneti kendi tekellerinde gören bu kesimler düşünce ve eylem alanında buna benzer temellere dayanıyorlar mı dayanmıyorlar mı? işte Kur'an-ı Kerim böyle etkileyici, duy-gulandırıcı, olumsuzluğunu ortaya koyucu sorularla 'neden?' diye kişiye yönelir. Onların iddialarını araştırır, insanlar ken­dilerine yöneltilen sorulara karşı hiçbir cevap bulamazlar. Bi­linçli olarak suçlu olduklarını, günahkâr olduklarını derin bir duygu ile hisseder... [165]

 

Yahudiler ve Hıristiyanlar Birbirlerine nasıl bakarlar

 

»Yahudiler... Hıristiyanlar hiçbir gerçeğe dayanmıyor' de­diler. Hıristiyanlar da: Yahudiler hiçbir gerçeğe dayanmıyor, dediler. Oysa hepsi de kitabı okuyorlar. Gerçeği bilmeyenler de onların dediğini söylemişlerdir. Kıyamet günü Allah, an­laşmazlığı düştütkleri konularda aralarında hüküm verir.»

(Bakara, 113)

Uyandırma ve tanıtma çalışması devam ediyor. Müslümanların karşılarında yer aelan düşmanların iç yapı­larını bilmeleri, onların kendi içlerinde nasıl bir yapı arzettikle-rini öğrenmeleri, gerektiği belirtiliyor, islâm'a karşı olanlar, Müslümanlarla mücadele edenler kendi aralarında birlik değillerdir. Aralarında bir birlik duygulaerı da yoktur. Birbir­lerine zık, aykırı haldedirler. Birbirlerinden nefret ediyorlar. Her bir grub yalnız kendi grubunu palamakla diğerlerini ise eleştirmekte ve dışlamaktadır. Kendisini diğerlerinden ayırmaktaedır. Düşünce, fikir, bilinç ve şuura ilişkin ayrıl­ıklar, farklılıklar onlar arasında manevî dahili birer engel oluşturur. Her bir grubu diğerinden ayıran bir duvar konumu­na girer. Artık bu şartlarda onları bir araya getiren bir vatan­dan söz edilemez. Etrafında bir araya gelecekleri ortak değerle­ri de yortur. Böylece her bir grub kendisini diğer grubîardan tecrit eder. Diğer grublarin niteliklerinden, sıfatlarında ve düşüncelerinden soyutlanır. Her biri .diğerinin saygı duyduğu, kutsadığı ve takdir ettiği değerleri ayak altına alır. Bu yönden Yahudiler, Hıristiyanlar ve ortak koşucular (müşrikler) arası­nda bir fark yoktur. Kur'an-ı Kerim onların hepsini "bilme­yenler" kategorisine katar. Onların küfürlerinin ve şirkleri­nin nedeni sürekli olarak bilgisizlik, temelli cahilliktir.

İşte bu şekilde Kur'an-i Kerim sözkonusu grublarin pratik hayatlarından yaşadıkları korkulu sarsıntılı realiteyi ortaya koyuyor. Tabi böylece Müslümanlar her gruba kendi başına nasıl karşı koyacaklarını öğrensinler. Onların bu ayrılıkları­ndan nasıl yararlanacaklarını fark etsinler. Mücadelenin aşamaları boyunca onların aralarındaki bu ayrılıkları ve farklılıkları göz önünde bulundurarak bir savaş stratejisi belir-lesinler ve bu merkezden hareketle onları birbir ele alsınlar. Diğer grublarma sahip oldukları güçlerinin pek o kadar fazla olmadığının bilincine varsınlar. Kendilerinin onlara oranla da­ha güçlü olduklarım hissetsinler. Buna bağlı olarak çokluğun neden olduğu korkuya, teslim olmasınlar. Çünkü karşıdaki güçlerin çokluğu aslında parçalanmış ve değilmiş bir çokluk­tur. İnsanın kalbine korku ve endişe verecek kenetlenmiş bir birlik değildir.Sonra Kur'an-ı Kerim'in bu eyeti konuya biraz daha açıklık getiren bir tabloya yer veriyor. Burada sözü edie-len grublarin hepsi bir araya gelmiş, Allah'ın huzurunda top­lanmış bulunmaktadır. Aralarında ayrılık, tartışma, sürtüşme ve düşmanlığa neden olan konular burada savunulmaktadır. Her biri kendisinin haklı olduğunu, diğerlerinin yanlış yaptığını ispat etmek için delillerini ortaya koymaktadır. On­ların bu yaklaşımlarını ve bu farklılıklarını çözüme kavuştura­cak, aralarındaki ihtilafları kaldıracak Yüce Allah'tır. Kıyamet gününde onların arasında hüküm verecek Allah'tır. Demek ki burada Önemli olan konumu belirlemek ve hüküm vermek değildir. Önemli olan onları uyarmak ve ilerideki durumlarını ortaya koymaktır. Varacakları yeri açık bir tabloyla gözlerinin önüne getirmektir. Bu tabloda müminler uzun boylu yolda ayaklarını nereye koyacaklarım, nasıl bir yol izleyeceklerini rahatlıkla görebiliyorlar.

«Hepsi de kitabı okuyorlar.»

cümlesinde onların eleştirildiğine işaret vardır. Onlar tek bir kitaba iman ettikleri, tek bir kitabı okudukları halde biri diğerini yalnış çıkaracak ve onu reddedecek hükümler ileri sürüyorlar. Halbuki samimiyetle kitaieba yönelebilirler, hep birlikte ayetlerini inceleyip kesin bir sonuca ulaşabilirler. Hem kendilerini hem de başkalarını bağlayabilecek kitabın ana hükmüne varabilirler... İşte bu nokta hepsinin kendisine iman ettiği Kur'an-ı okuyan Müslümanların gerçekten iyice kavra­maları gereken önemli bir noktadır. Kur'an-ı okuyup ima ettik­leri halde onun ayetleri üzerinde düşünmeden birbirini tekfir edenler, Kur'an'm atmosferinden uzaklaşmış, gerçeğe ulaşmak için çaba göstermeyen ayrılığı esas kabul eden kimselerdir. Halbuki onların meseleyi her türlü taassubtan ve kompleksten uzak bir şekilde ele almaları ve bu atmosferde kesin sonuçlara varmaları en ideal çözüm yoludur. Kitabı okuyup iman ettikleri halde taassup ve komplekslerle bir birlerine bakanlar ehl-i ki­tabın durumuna düşmüş olurlar. Çünkü bu halleriyle onların konumuyla ehl-i kitabın konumu arasında fark yoktur. Orada sözkonusu olan müsbet ve menfî sonuçların hepsi burada da sözkonusudur. Zira her iki halde de çerçeve aynıdır. Dolayısıyla hüküm de aynı olur. Bu ayetten çıkaracağımız sonuçlar ise şöyledir: Biz İslâmî hareket içinde çalışırken İslâm'a ve Müslümanlara karşı düşmanca tavır takman grublarin durumlarını iyice incelemeliyiz. Onlara hükmeden ana ilkeleri, temel ilişkileri, onlar arasındaki bağların,tabiatım iyice tesbit etmeliyiz. Onların her birinin diğerine nasıl baktığını öğren­meliyiz. Onlara karşı koyarken onların birbirine bakış açıları­ndan yararlanmalıyız. Hangi hareketle karşıt güçleri bir araya getireceğimiz yine hangi tutumlarla onları sarsacağımızı, dar­madağın hale getireceğimizi, güçlerini ye birliklerini dağıta­cağımızı iyice kavramalıyız... Böylece burada ayetin direktifle­rinden yola çıkarak kendimize dönmeli, Müslümanlar arası­ndaki teorik ve pratik ilişkileri gözden geçirmeliyiz. Çünkü Müslümanlarla bugün akide ve yasamanın çeşitli yönlerinde, alanlarında pek çok noktada birbiriyle çelişki içine girebilmek­tedirler. Onların düşmüş oldukları ayrılıklara Müslümanlar da düşebilmektedir. Ayrıca olumsuz bakış açılarına da sahip olabilmektedirler. Onlar da ehl-i kitap gibi kendi grublarına pay çıakarmakta, grub bilinciyle haereket edebilmekte, onları başkalarından ayıran cüzî basit farklılıkları köklü ayrılıklar gibi ele alabilmektedirler. Bu nedenle bir araya gelmeye daya-namamakta ve sonuçta bir arada buluşamamaktadırlar... Bu konularda yapacağımız tetkikler sonucunda onları bir araya getirecek ve birleştirecek ana ilkeleri, sağlam esasları ortaya çıkaracak aralarındaki ayrılıkları ve farklılıkları cüzî bir çer­çevede sımrlandırabileceğiz. Müslümanların olumsuz hakiş açılarını dar bir çerçevede sınırlan dırabilecek ve onların diğer grublardan kopmamasını ve onlardan uzaklaşmamasını başarabileceğiz. Onları daha geniş ufuklara ulaştıracak, Al­lah'ın himayesi altında müminlerin çizgisini koruyarak büyük hedefe doğru harekete geçirebileceğiz. [166]

 

Allah'ın Camilerinde Allah'ın Adını Yasaklayandan Daha Zalim Kim Vardır?

 

»Allah'ın mescitlerinde O'nun adının, anılmasını engel­leyen ve oraları yıkmaya çailışandan daha zailim kim olabilir?

Oysa oralara ancak korkulu bir saygı içinde girmeleri yakışık alır. Bunları, dünyada rezil olmak, ahirette debüyük bir azap beklemektedir.» (Bakara, 114)

Zulmün en çirkin şekillerinden bir de, Allah'ın camilerine ve orada bulunan mü'minlerin özgürlüklerine müdehale et­mektir. Müminlerin orada namaz kılmalarına, dua etmeleri­ne, Allah'ın adını anmalarına engeî olmak, bütün gücü ve gay­retiyle onların haram olmasına çalışmaktır. Böyle bir hareke­tin zulmün en çirkin şekillerinden biri olarak kabul edilmesi­nin nedeni, Allah'ın evlerine karşı haddini aşmak ve onların ibadetteki fonksiyonunu iptal etmekle ortaya çıkan Allah'a karşı bir saygısızlık ve O'nun kutsal mabedlerine bir saldın ni­teliği arzettiği gibi, insanın dokunulmazlığına da bir saldırı ol­masıdır. İnsanın ibadetlerinde ve ibadet niteliği taşıyan hare­ketlerinde özgürce hareket etmesine engel olmasıdır. Yüce Al­lah Müslümanların bu zulme ve zalimlere karşı sağlam durma­larını, unlara karşı kuvvet kullanmalarını istemiştir. Onların camilere girişlerini korku ve endişe içinde camiye girenlerinin dışında başka girişlerini yasaklamıştır. Yani onların güçlerini yok etmeyi, onları zayıf düşürmeyi, toplumda hareket ederken endişe ile hareket edecek konuma düşürülmelerini istemiştir. Artık orada onlardan biri camiye girdiğinde korku içinde, ürperti içinde camiye girmelidir. Sonra Yüce Aîlah onlara hem dünya hem de ahirette rezil olacaklarını bildirmekte ve onları böylece tehdit etmektedir. Zira hem dünya hem ahiretin tüm gücü Allah'ındır. Zalim ve azgın tasarrufları nedeniyle onların dünyada zillete, horlanmışlığa ve zaafa maruz kalacaklarım, ahirette ise Yüce Allah'ın zalimler için hazırladığı dehşet verici azaba çarptırılacaklanm haber vermiştir.

Bu ayet-i kerimde sözü edilenlerin kimler olduğu konusun­da tefsir bilginleri farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazılarına göre bunlar, Beyt'ul Makdis (Mescid-i Aksa)'e karşı savaşan ve onu harab etmeye çalışan Bizanslılardır. Onların bu tahrip çalışmaları Hz. Ömer dönemine kadar sürmüş, Yüce Allah,

Müslümanları onlara karşı muzaffer eylemiş ve onlar bundan böyle oraya ancak korku ve endişe içinde girebilmişlerdir. Bu -görüş îbn Abbas ve Mücahid'den de rivayet edilmiştir. Bazıları­na göre ise bunlar peygamberimizi Mekke'ye ve Mescid-i Ha-rarrt'a girmekten alıkoyan Kureyşlilerdir. IÇbu Abdullah Cafer-i Sadık'tan öyle bir görüş rivayet edilmiştir. BeThi Rummanî ve Cubaî'de bu görüştedir. Taberî kendi tefsirinde bu görüşe şöyle bir not düşmüştür: Kureyş kabilesi Mescid-İ Haram'ı tahrip et­meye çalışmamıştır. Sonra bu görüş aynı zamanda ehl-i kitabı yermekle ilgili bulunan daha önceki ayetlerin muhtevasıyla uyum sağlamadığı gibi birinci görüş önceki ayetlerin muhte­vasıyla da uyum sağlamaz. Fakat birinci görüş hem bununla hem de diğeriyle uyum sağlamaktadır... Şu kadar vara ki Mec-meu'l-Beyan'ın müellifinin şöyle dediğini görüşoruz: Camilerin harap edilmesinden maksat onların ibadet fonksiyonunun et­kisiz hale getirilmesi olabilir. Çünkü camilerin sebeb-i vücudu ve en önemli fonksiyonu budur. îşte biz aytin yorumunda özel­likle ayetin başında geçen Allah'ın adının anılmasının yasak edilişinde bu yaklaşımı esas almak istiyoruz. Yani meselenin özellikle bu atmosferde cereyan ettiğim ve burada sözkonusu olan zikrin camilerin misyonu olduğunu kabul ediyoruz. Nite­kim:

«Allah'ın camilerini ancak, Allah'a ve Ahiret gününe iman edenler onarabilirler.» (Tevbe, 18)

Ayetinin tefsirinde belirtildiğe göre burada onarmaktan maksat onların ibadet ile onarılmasıdır. Ahir zamanın haber­leriyle ilgili rivayetlerde yer alan birtakım sözlerde de bu yak­laşıma ışık tutulmaktadır. Bu habere göre, ahir zamanda yaşayan insanların sıfatlarından biri de camilerinin yapı yönünden onarılmış, hidayet yönünden harap edilmiş olmasıd­ır. Bu yaklaşımda sözkonuzu ifadenin bu anlama geldiğine ışık tutabilir.

Sonra denebilir ki, camilerin harap edilmesine çalışmak Kureyş'in Mekke'de yaşadığı pratik hayata doğrudan değinme­mektedir. Tam tersine onların İslâm'ı yok etmek ve yerle bir et­mek için O'na karşı verdikleri savaşlarda İslâm'ın gücünü zayı­flatmada göze çarpmaktadır. Bu yaklaşımı destekleyen nokta­lardan bir de burada cami kavramının tekil olarak değil de çoğul olarak "camiler" şeklinde verilmesidir. Halbuki Mescid-i Haram Mekke'de, Mescid-i Aksa da Kudüs'te birden fazla değil­dir. Buradan da anlaşılıyor ki ayet-i kerime belli bir olayı dar bir çerçeveyi esas almamakta, bunu bir Örnek olarak ortaya ko­yup genel olan düşünceye geçemektedir. Yani ayet-i kerime Ku­reyş'in mantığı ve yaklaşımıyla hareket eden herkesi kapsaya­cak niteliktedir. Mü'minlerin özgürlüğünü kısıtlayan ve cami­lerin harabeye dönüşmesi için çaba sarfeden herkes, ayetin kapsamı içinde değerlendirilmelidir.

Mecmeu'l-Beyan müellifi şöyle bir rivayete yer vermekte­dir: peygamber, Medine'ye hicret ettiğinde Kureyşliler pey­gamberin ashabı tarafından namazgah olarak kullanılan Mes-cidleri tahrip ettiler... Böylece Taberî'nin itirazına da cevap ve­rilmiş olunmaktadır. Fakat biz Taberî'nin yaklaşımını da dışlamıyoruz. Çünkü ayet-i kerime yürürlükte olan bir durum­dan söz etmektedir. Yani onlar Allah'ın adının anılmasını ya­saklayan ve camilerin harap edilmesi için uğraşan bir topluluk­tur. Müslümanların Medine'ye hicretinden sonra camileri tah­rip eden bir topluluk değil. Daha önceki ayetlerle bağdaştırılması ve uyumu meselesine gelince burada biz, Ta­berî'nin yaklaşımını esas almıyoruz. Yani bu ayetin özellikle ehl-i kitaptan söz ettiğini doğru bulmuyoruz, aksine burada hem onlar hem de onların dışındaki müşrikler, ayetin kapsamı­nda görülmelidir. Çünkü ayet-i kerimeler Müslümanları karşılarında yer alan grublara karşı uyarmak ve onların ko­numlarını belirlemek ile ilgili bir direktifi esas almış olabilirler. Nitekim önceki ayetler üzerinde yaptığımız değerlendirmede hem müşriklerden hem de Yahudilerden söz edildiğini belirt­miştik.

Yine ayetten anlıyoruz ki burada onların korku içinde ca­milere girişlerinin, ille de yaşanan bir realite olması zorunlu değildir. Ayetin tefsirinde böyle bir ilkeyi esas almak gerek­mez. Burada Önemli olan Müslümanların kafirleri korkutacak kadar bir güce ulaşmaları gerektiğidir. Müslümanların sosyal ve askeri merkezleri olan camilere geldiklerinde, oralara gir­diklerinde korku içinde girmeleridir. Kafirlerin camiye geliş amaçlarının İslâm'a girmek için olmasıyla başka amaçlar için gelişleri arasında bir fark yoktur. [167]

 

Doğu da, Batı da Allah'ındır

 

«Doğu da Batı da Allah 'indir. Ne tarafa dönerseniz Al-lah'ınyönü o tarafa dorudur. Şüphesiz Allah'ın kudreti herşeyi kapsar ve O her şeyi bilir.» (Bakara, 115)

Ayet-i kerime, Tevhide ilişkin bir gerçeği dile getirmekte­dir. Bu gerçek de şudur: Yüce Allah bir cisim değildir ki bir yer de değil de başka bir yerde bulunsun. Cisimler gibi belli bir yeri olsun. O, zaman ve mekan üstüdür. Her şeyin sahibi ve ya­ratıcısıdır. O'nun özel bir yeri ve yönü yoktur. Doğu da batı da O'nundur. Yüzünüzü hangi tarafa çevirirseniz Allah'ı karşınızda bulursunuz. Yarattığı eserleriyle O'nun kudretini müşahade edersiniz. Çünkü her yaratılan şey yaratıcısının azametini dile getirir. Çünkü Allah, mülkünde ve kudretinde herşeyi kuşatıcıdır. Kalplerinizin, ibadetlerde ve samimiyette ne tür bir yönelişe sahip olduğunu bilir.

îşte ayetin ana direktifi bu atmosferde hedefini bulmak­tadır. Yalnız bunun arka planında ve onun görünen sınırlarının gerisinde ne vardır.;

Bu ayet-i kerime insanların namazda yönelecekleri kıbleyi belirlemek için mi inmiştir? Nitekim îbn-i Abbas ayetin bu ko­nuda indiğini söylemiştir. Yine Ibn-i Abbas'tan gelen rivayette demliyor ki: Ayet, kıblenin Mescid-i Aksa'dan Kabe'ye çevril­mesini reddeden Yahudiler hakkında inmiştir. Ya da Ehl-i Beyt imamlarından rivayet edildiği gibi binek üzerinde kılman nafi­le namazlar hakkında inmiştir. Veya peygamberimiz Hz. Mu-hammed (s.a.v.) zamanında meydana gelen birolayda Cabir'in başına geldiği gibi kıblenin beîirlenmemesi veya şaşmlması halinde Müslümanların kıble olduğuna inanarak kıble olma­yan bir tarafa yöneiip namaz kılmalarına ilişkin olarak in­miştir.

Ayet-i kerimede onun herhangi bir namazla veya namazın bir durumuyla ilgili olduğunu gösteren bir delil yoktur. Fakat atmosfer olarak böyle bir şeyden söze edildiğini kestirmek mümkündür. Yani burada Müslümanlar arasında tartışmaya neden olan bir olay söz konusudur. Ayet-i kerime ayrılıkları kökten iptal eden bir açıklama ile meseleyi tabiî konumuna yer­leştirmiş ve tartışmalara son vermiştir. Buna göre Allah belli bir zamanda herhangi bir yöne yönelmemizi istemişse başka bir zaman daha başka bir tarafa yönelmemizi istemesi mümkündür. Çünkü birinci yöneliş belirlenirken orasi Allah'ın yeri olduğundan dolayı belirlenmemiştir, Allah'ın bildiği bir hikmetten dolayı oraya yönelmemiz emredilmiştir. Dolayısıyla başka bir hikmetten dolayı başka bir tarafa yönelmemize engel olacak bir neden yoktur. O ayetin belli bir namazla ilgili ol­duğunu belirleme meselesine gelince bu konu araştırmaya bağlı olarak tespit edilebilecek bir meseledir. Bu konudaki ayetleri ve rivayetleri birlikte ele alarak, Özel ve genel ilkeleri gözünün de bulundurarak, kıblenin hükmü konusunda yapıla­cak bir tetkik ve bu konudaki nasların karşılaştırılması netice­sinde belli bir sonuca varılabilir. Bu ise fikhî araştırmalarda de­taylarıyla ele alınacak bir konudur. Burada birkaç seri değini-de bulunmadan geçemeyeceğiz. Ayet-i kerime herhangi bir yer­de Allah'a yönelmenin mutlak anlamda caiz olduğunu ifade etmektedir. Allah'a yönelişin belli bir yönünün olmadığı her ko­nuda bu ayetin hükmü geçerlidir. Ancak, farz namazlar gibi belli bir yöne yönelmemiz tayin edilmişse orada bu özel hükme uymak gereklidir. Buna bağlı olarak nafile namazlar ve benzeri -ibadetler, aeyetin genel hükmü kapsamında kalır. Yine bu an­layışla ayetin nafile namazlarda veya şüpheli durumlarla ilgili olduğunu ve sırf onlarla sınırlı bulunduğunu ifade eden riva­yetleri de yorumlayabiliriz. Her ne olursa olsun bu yak­laşımların hepsi sözümüzün başında belirttiğimiz gibi ayetin Tevhid'e ilişkin genel bir ilkeyi dile getirdiği şeklindeki yak­laşımımızı iptal etmez. Hukukî ve amelî yükümlülüklerde bu tevhid ilkesinin esas alınmasını emrettiğine aykırı düşmez. [168]

 

Allah Oğul Edendi Dediler

 

«Onlar: "Allah oğul edindi" dediler. O, böyle bir şeyden münezzehtir. Göklerdeki ve yeryüzündeki varlıkların tümü O'anundur, hepsi O'na boyun eğmişlerdir. O, göeklerin ve yeryüzünün yoktan varedicisidir. O bir şeyin var olmasını dile­yince, ona sadece 'ol' der ve o da oluverir.» (Bakara, 116-117)

Bu iki ayette Yahudilerin Hıristiyanlara ve müşriklerin Allah'ın bazı yaratıklarıyla ilişkileri konusunda düştükleri yanlış düşüncelere, yanlış değerlendirmelere ışık tutulmakta, olay tartışıldıktan sonra tedavisine gidilmektedir. Kur'an-ı Ke­rim ilerdeki ayetlerde Yahudilerin Üzeyr'in Allah'ın oğlu ol­duğuna inandıklarını bildirmektedir. Hıristiyanların ise İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu bildirmektedir. Ayrıca müşrik­lerin de melekleri Allah'ın kızları olarak gördüklerini anlat­maktadır. Bu inançların temeli, herhalde onların bu yaratı­kların sıfatları konusunda yanlış değeri erdirmelere girmeleri ve onlara olduğundan fazla değer vermeleri, onları kutsama­larıdır. Bu yaratıkların yapmış oldukları bazı işleri başka­larının yapmayacağına inanmalarıdır. Veya onların yapabildiği şeyleri başkalarının yapamayacaklarına inanmalarıdır. Bu da onların bu yaratıkları diğerlerinden ayrı olarak görmele­rine, onlardaki gizemli sırların başka yaratıklarda olmadığına inanmalarına neden olmuştur. Eğer onlar varlık aleminde Al­lah'ın tek olduğuna inanmamış olsalardı. Uluhiyette onları Al­lah'ın ortakları olarak kabul eder ve böyle inanırlardı. Fakat onlar bu yaratıkları diğer varlıklardan daha fazla Allah'a yakın bir konuma getirmişler, Allah'a yakın bir dereceye çıkarmışlardır. İnsanın çocuğundan daha fazla bir yakını ola­mayacağına göre, Öyleyse bu yaratıkların Allah'ın oğlu olma­ları gerekiyordu. Allah'ın oğulları olmalıydılar ki, bu kadar ayr­ıcalıklı olmaları, Allah tarafından kendilerine bağışlanan bu imtiyazlara sahip olmaları anîaşılabilsin. İşte bu yaklaşım ve bu düşünce sözkonusu milletlerin tarihlerinde gittikçe kördüğüm haline gelmiş onlarda bir düşünce kompleksi mey­dana getirmiştir. Bazılarını ise yüzeysel bir düşünceye itmiştir.

Kur'an-ı Kerim bu düşünceyi basit bir şekilde ele almış ve tartışmıştır. Söze, Allah'ı kutsayarak, Allah'ı noksan sıfatlar­dan tenzih ederek başlamıştır. «Sübhaneh» yani O, bu tür ilişkilerden tamamen uzaktır. Çünkü bu tür şeyler ihtiyaç ifade eder. Atalar kültüründen peygamberlik kişisel bir arzunun karşılığı olarak ortaya çıkar. Yani kişinin içe dönük boşluğunun bilincine varması sonucunda meydana gelir. Sonra bu hedefe ulaşmak için zaman ve eylem açısından bir dizi mer­haleden geçemek gerekir. Böyle bir isteğin normal bir şekilde gerçekleşebilmesi için buna benzer hazırlıkların yapılması zo­runludur. Halbuki Allah'ın, varlıklarla ilişkisi birbirinden farklı değildir, hepsiyle ilişkisi aynıdır, Allah'ın varlıklarından bazılarına yakın bazılama uzak olması Allah için imkansızdır. Ve Allah böyle bir şeyden tamamen müenezzehtir... Sonra Kur'an-ı Kerim meseleyi bir de Tevhidi iman gerçeği açısından ele alır. Yüce Allah göklerin, yeryüzünün ve bu ikisinde yer alan bütün varlıkların sahibi iken neden bir çocuğa ihtiyaç duysun.

Çünkü eninde sonunda evlat edineceği varlıklar da kendi ya­ratıkları olacaktır. Bu yaratıkların her birisinin kendisine özgü özellikleri ve farklılıkları vardır. Fakat bunların hiçbirisi onları Allah'ın mülkünde olmaktan ve O'nun yaratıkları ol­maktan dışarı çıkarmaz. Sahip olma veya yaratma konusunda biri diğerinden daha ileri seviyede O'na yakın olamaz. Birisinin Allah'a nispeti diğerlerinden daha üst'düzeyde bulunamaz. Sonra Kur'an-ı Kerim, Allah'ın göklerin ve yerin yoktan var edicisi olduğunu belirtmiştir. O, tüm bu varlıkları, kendi değişmez iradesine göre yaratmıştık. Onları yaratırken her­hangi bir ihtiyaca dayanmamıştır. Kendi iradesiyle istenen şey arasında bir vasıta kullanmamıştır. Bir şeyi dilediğinde hemen onu yarae ti vermiştir;/

Tefsir bilginleri âyet-i kerimede geçen

«O bir şeyin var olmasını dileyince ona sadece 'ol* der ve o da oluverir.»

cümlesini anlamak için birtakım yaklaşımlar ileri sürmüşler­dir. Onlar öncelikle şu felsefî ilkeye dayalı soruya cevap aramışlardır. Yok olan şeye hitap edilemez. Öyleyse Yüce Al­lah, varolmadan önce bir şeye nasıl hitap eder ve önün var ol­masını nasıl isteyebilir? Tefsir bilginlerinden bir grub, bu ko­nuşmanın bir temsil niteliğinde olduğunu söylemişlerdir. Bir grub da bunun Allah ile melekler arasında bir sembol olduğunu ifade etmiştir. Yani böylece melekler yeni yarattığın sözkonusu olduğunu öğrenmişlerdir. Bazıları da yokluğun Allah tarafı­ndan bilindiğinden dolayı, varolan varlıklar konusunda ol­duğunu söylemişlerdir.

Bu tür meselelere dalınması bizce Kur'an'ın tüm kelimele­rinin motamot açıklanması girişiminden kaynaklandığını an­laşılıyor. Bu girişimle, kelime sözcük anlamına göre ele alı­nmakta. Belagat yönü gözönünde bulun durulmam aktadır. Halbuki Arab dilinde ifade lafzı belagat yönünden çok esnektir. Hakikat, mecaz ve kinaye gibi ifade tarzları vardır. Kur'an-ı Kerim'de olayları anlatırken, tabloları sunarken bu tür ifade tarzlarını kullanmaktadır. Zira meseleyi kolay ifade etmenin en güzel vasıtalarından biridir bunlar. Kur'an onlara hitap ederken değişik ifade tarzlarını zaman zaman kullanmıştır. Bu bağlamda Allahu Teâîâ buyuruyor ki:

«Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi ona ve arza 'isteyerek veya istemeyerek gelin' dedi. İsteyerek geldik, dedi­ler.» (Fussilet 11)

»Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklen­mekten kaçındılar, O'nun sorumluluğundan korktular; O'nu insan yüklendi, bununla beraber O'nun hakkını tam yerine ge­tirmedi, çünkü o, çok zalim ve çok cahildir.» (Ahzab, 72)

Bu ve benzeri ayetlere ilişkin yorumlarda biz zoraki yorum­lara girmek zorunda değiliz. Bu ayeti de aynı yaklaşımlarla izah etmeye ihtiyacımız yoktur. Burada açık olan şudur ki ayet-i kerime diyalog yoluyla meseleyi insanın anlayabileceği konu­ma getirmeye çalışmaktadır. Kolay anlaşılmasını sağlamak­tadır. [169]

***

«Bilmeyenler, Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir muci­ze gelmeliydi dediler. Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi söylemişlerdi. Kalbleri birbirine benzerdi. Kesin iman sai-hiplerine ayetleri apaçık göstermişizdir. Biz seni gerçeğin müjdecisi ve uyarıcısı olarak gönderdik. Sen cehennemlikler­den sorumlu değilsin.»

(Bakara, 118-119)

Tefsir bilginleri Kur'an'ın kendilerinden "bilmeyenler" diye sözettiği bu grubun kimliği ve karakteri hakkında da farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları onlar için Hıristiyanlardır demişler, bazıları Yahudiler olduklarını söylemişler. Bazılar da onlar Arab müşrikleridir demişlerdir. Son görüş İbn Abbas'ın görüşüdür. Herhalde en yakın olan görüş de odur. Da­ha Önceki ayette belittiğimiz gibi, Kur'an'ın kendisinden sözet-tiği kavrama en uygun düşen de budur.

. «Onlardan Öncekiler de onların dedikleri gibi söylemişler­di.»

«Ve eğer ortak koşanlardan biri eman dilayip yanına gel­mek isterse, onu yanına al ki Alah'ııi sözünü işitsin; sonra onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır. Böyle yap, çünkü onlar, bilmeyen bir topluluktur.» (Tevbe, 6)

Müşriklerin peygamberimizden bir takım mucizeler iste­melerini gözönünde bulundurarak zora koşma, aciz bırakma arzularının nasıl bilgisizlikten kaynaklandığını daha rahat an­layabiliriz. Bunlar peygamberimizi aciz bırakmak için mucize istiyorlardı. İşte bu isteklerin bir kısmı daha öncekiler tarafı­ndan ileri sürülmüştü. Onlar yüzyüze Allah'la konuşmak iste­mişlerdi. Daha önceki peygamberlerin kıssalarında sözkonusu edilen mucizelerden birini kendilerine de göstermesini talep etmişlerdi. Yüce Allah onların bu isteklerine şunları ilave et­mektedir: Onların bu istekleri yeni değildir. Onların tarihleri bu tür isteklerle doludur. Onlardın önceki Yahudiler, peygam­berleri Hz. Musa'ya;

«Bize Allah'ı apaçık olarak göster.»             (Bakara, 55)

demişlerdi. Buna benzer nice isteklerde bulunmuşlardı. Yüce Allah bundan sonra şunları ilave eder:

«Kesin iman sahiplerine ayetleri göstermişizdir.»

Böylece sözü şu noktaya getirmek istemiştir. Peygamberle­rin kendi ulusları ile problemleri her zaman şu olmuştur;

Onlar ilahî risalet konusunda kişisel bir kanaate, varmak, belli bir düşünce elde etmek istemiyorlar. Bir tutum ve tavır içi­ne girmiyorlar. Dolayısıyla onlar kendilerine takdim ayetleri, mucizeleri, beyyineleri, apaçık delilleri düşünmüyorlar. Sav­saklama, meşgul etme ve karşı koyma konusunda değişik arzu­lar, istekleri ileri sürüyorlar. Anlamsız biçimde daldan dala atl­ıyorlar. Çünkü peygamber, Yüce Allah'ın evrendeki yasalarını değiştirmek için gelmemiştir. Ancak evrendeki yasaları değiştirmek için gönderilen bir peygamber onların bu konudaki her isteğini yerine getirebilirdi. Böyle bir şey yapmak istese de kişisel gücüne dayanarak onu gerçekleştiremezdi. Yaptıkları ve yapmadıkları konusunda iş Allah'ın elindeydi. Yaptı­klarının hepsini bir hikmete bağlı olarak yapıyordu. Peygam­berin asıl görevi insanları doğru yola iletmek, uyarılar ve müjdelerle insanları uyarmak ve müjdelemektir. Onun görevi gerçeği, doğruyu göstermek, sonda bir müjdeci ve uyarıcı ola­rak bütün detayları ile gerçeğe yöneltmektir. İşte peygamberin görevi budur.

İşte peygamberin sorumluluğu da bundan ibarettir. Pey­gamber bu görevi ve sorumluluğu yerine getirdiğinde insanlar kabul ederse, peygamberin istediği ve arzu ettiği de budur za­ten. Yok eğer, insanlar peygamberin gösterdiği yoldan sapar, cennetin yerine cehennemi seçerlerse doğru yolu değil de sapıklığı tercih ederlerse peygamberin kusurundan kaynak­lanmamıştır. Onların kendi inatlarından yollarını belirlerken kötülük yolunu tercih etmelerinden kaynaklanmıştır.

Tefsir bilginleri bu ve benzeri ayetleri peygamberimize bi­rer teselli niteliğinde değerlendirmek istemişlerdir. Bu bağlamda Mecemau'l-Beyan'da deniyor ki:

Burada peygamberimize teselli verilmektedir. Çünkü bura­da peygambere: Sen yalnızca bir uyarıcı ve müjdecisin, cehen­nem ehlinden sorguya çekilecek değilsin. Kabul etmeleri için sen onfarı zorlayacak değilsin. Aşağıdaki aeyetler de bu bağlamda ele alınabilir:

«Bundan dolayı onlar için üzüntülere boğulmasın» (Fatır, 8)

«Onları doğru yola getirmek senin boynuna borç değil­dir. Allah dilediğini doğru yola İletir.»

"(Bakara, 272)

Biz ise bu görüşte değiliz. Bize göre bu ayetler peygamberi­mizin bir peygamber ve davetçi olarak yüklendiği    sorum­luluğun değişmez ilkesini belirlemektedirler. Davetin ihtiyari olan unsurlarım ortaya koymaktadır^' Düşünce, söz üsîub ve ge­nel atmosfer konusundaki yapısını, Özelliklerini belirtmekte­dir. Davetin yöntemlerini ve vasıtalarını açıklamaktadır. Pey­gamberin gücü ve ihtiyacı dışındaki konulara gelince bunlar O'nun sorumluluğunun kapsamına girmez. Bu konuda hiçbir üzüntüye korkuya ve endişeye yer yoktur. Çünkü bundan ötesi onların kişisel hayatlarını, psikolojik durumlarını ve rasyonel şartlarını ilgilendirir. Burada sorun, tepkilerle ilgili değil so­rumlulukların sınırları ile ilgilidir. Zira Yüce Allah, peygam­berlerini evreni normal olmayan bir yolla değiştirmeleri için göndermemiştir. Peygamberi değiştirme ve inkılap hareketin­de normal vasıtaları kullanması için görevlendirmiştir. Pey­gamber bu vasıtaların hepsine sahip olamaz. Ancak onlardan bazılarına  sahip olabilir. O, ancak gücü ölçüsünde sorumlu olur. Hatta yalnız bizim peygamberimize ve ondan önceki pey­gamberlere de mahsus değildir. Davetin hangi aşamasında olursa olsun Allah'a davet eden her davetçiyi kapsamına alır. Peygamberin   bütün   görevi   başkalarını   ikna   etmek, yürürlükteki realiteyi değiştirmek için vargücünü kullanması, bu hedefe varmayı gerçekleştirecek bütün vasıtaları ve yöntemleri kullanmasıdır. Bu görevi yaptığında sorumlu­luğunu yerine getirmiş olur. İşte realiteye, uygulamaya dayalı pratik yol da budur. Böylece insan, içini tabiî olmayan bütün tepkilerin dışına çekebilir. Normal olmayan gelişmelere kapı­lmaz. Böyle bir mantaliteye sahip olan biri mağlubiyet, yenilgi karşısında heyecana kapılmaz. Meseleleri soğukkanlılıkla ele alır. Hezimetin sonuçlan ve etkenleri karşısında ezilip gitmez. Realiteler dünyasında ayakta durur. Tekrar toparlanmak, he­zimeti zafere, mağlubiyeti kurtuluşa dönüştürecek yeni topar­lanma unsurlarını bir araya getirmeye çalışır, istikbale yönelik hareketinde ve pratik yönteminde gerçeğe dayalı olarak yaptığı etüdler, incelemeler sonucunda elde etti bilgilerle mey­dana gelen hezimetin nedenlerini tesbit eder, tekrar atağa geç­mek galibiyete varmak için çalışmaya koyulur. [170]

 

Kendi Dinlerine Uymadıkça Başkaları Senden Razı Olmazlar

 

«Sen onların kendi dinlerine uymadıkça ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar senden razı almazlar. Asıl doğru yol Allah'ın yo­ludur de Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uya­cak olsan andolsun ki Allah 'tan sana ne bir dost ne de yardımca olmaz.»

(Bakara, 120)

Ayetin nüzul sebeplerine ilişkin ilişkin tefsir bilginlerinin tesbitlerine göre, peygamberimiz onların İslâm'a gelmeleri için çalışıyordu. Onları razı etmeye gayret ediyordu. O'na denildi ki onları razı etmeyi bırak. Allah'ın sana emrettiği şekilde onlarla mücadele et. Başka bir konuda ise şöyle diyorlar: Yahudiler peygamberden barış istiyorlardı. Eğer kendileriyle barış yapar ve zaman tanırsa kendisine uyacaklarını söylediler. Yüce Allah onların bu tekliflerine katılmamasını istedi.

Biz öyle inanıyoruz ki -tefsir bilginlerinin bu türden yak­laşımları- ayeti ve kıssayı anlamak için ileri sürülen içtihadlar-dan biridir. Bu yaklaşıma göre Yüce Allah'ın peygamberine hi­tap ettiği, peygamberin diğer insanlarla ilişkilerini belirleyen ayetlerin tümünde peygamberi teselli etme, O'na moral verme sözkonusudur. Tefsir bilginleri tarafından ileri sürülen bu görüşün zorunlu olmadığı kanaatindeyin. Açık olan odur ki Yüce Allah, peygamberi vasıtasıyla Müslümanlara kendilerini kuşatan realiteyi görmelerini, etraflarını kuşatan olayları ve gelişmeleri kapsamlı ve bilinçli bir şekilde tanımlamalarını, bu bilgileri ve deneyimleriyle realitenin tehlikesinden sakınma­larını, kendilerini yok edecek gelişmelere karşı önlem alma­larını, apaçık net bir düşünceyle-yollarına devam etmelerini ani tepkilerden ve temelsiz kuruntulara kapılmamalarını dile­mektedir.

Peygamberin hitap için seçilmesinden sonra Yüce Allah'ın O'na kesin ve en sert üsluplarla hitap'etmesinde esas olanın şu olduğu da düşünülebilir: Bu mesele gerçekten çok Önemli ve çok tehlikeli meselelerden biridir. Öyle ki bu konu da peygam­berimiz Hz. Muhammed'in seviyesinde bile olsa hiç kimsenin gözyaşına bakılmaz, pnlann büyüklüğü ve üstünlükleri bura­da gerçeğin anlaşılmasına engel olamaz. Çünkü, şahısların, in­sanların büyüklüğü ve azizliği, Allah'ın dilediği ve dilemediği konularda Allah'a tam teslim olmaktan kaynaklanır, çizgiden saptıklarında ki -onlar çizgiden sapmazlar- büyüklükleri kay­bolur. Normal günahkâr şahıslar konumuna düşerler. Allah'ın dışında kendilerine bir dost ve yardımca bulamazlar.

Kur'an-ı kerim'de akicle esasına dayandırılan gerçek bir inancın ve bu inancın sapmadan uzaklaştırılma sın in önemini ortaya koyan meselelerde en belirgin ifade tarzı ve anlatım bi­çimi budur. Allah Teâlâ buyuruyor ki:

«Eğer şirk koşarsan senin yaptıkların boşa gider.»

(Zümer, 65)

«Eğer O, bazı laflar uydurup bize iftira etseydi, elbette O'ndan sağ elini alırdık. Sonra O'nun can damarını keserdik. Sizden hiç kimse buna engel olamazdı.»

 (Hakka, 44-47)

Bu ayet ise Allah yolunda çalışanların kafirlerle, münafıklarla ve fasıklarla ilişkilerini belirleme de en Önemli meselele­ri ele almaktadır. Allah yolunda çalışanlar tertemiz bir niyet ile îslâm düşmanlarının hidayete gelmelerini arzu edebilir ve on­ların doğruya yanaştıklarını sezebilirler. Onların Müslüman­lara karşı kullandıkları taktiklere aldanabilirler. Onların İslâm'ı temize çıkarmalarını, tepkiseîliklerine ve duygusallı­klarına kendilerini kaptı rabi lirler. Yolun aşamaları boyunca ortaya koydukları bir takım tavırlarla, ileri sürdükleri gönülden düşüncelerle gerçeğe yaklaştıkları imajım verebilir­ler. Hakka doğru yol aldıklarını hissettirebilirler. Onların bu durumları başka gelişmelere de neden olabilir. Onlardaki bu gelişmeleri gören Müslümanlar, onların doğruluğunu veya hoşnutsuzluğunu arzı ederek birtakım sözler ve tavırlarla on­ları razı etmeye çalışabilirler. Bu foağlı olarak bazı durumlarda, düşünce ve eylem planında, teori ve pratik konusunda onlara birtakım tavizler vermelerine neden olabilir.

Allah yolunda çalışan Müslümanların pek çoğu Allah düşmanları tarafından kurulan bu şeytanî oyuna gelebil­mişlerdir. Bu bağlı olarak İslâm düşmanları îslâmî akide, ve şeriat ve konumun selameti açısından onları birtakım tavizler vermeye zorlamış, onlardan bazı tavizler almaya muvaffak ol­muşlardır. Bu da normal Müslümanlar gözönünde onların ilke­lerinin meşru olduğu imajını vermiştir. Ayrıca İsîâm düşman­ları bu durumun tabiî ve rasyonel sonucu olarak onlardan yeni yeni tavizler istemişlerdir. Bunun sonucunda dinin düşman­larına ilerleme fırsatı verilmiş ve onlara şeriat; kullanma im­kanı verilmiştir. Müslümanlar da bu tavizlerin tabiî bir sonucu olarak teori ve pratik alanda düşünce ve eylem planlarında pek çok ararlara ve hüsrana üfjramıŞ*ardır. Artık Müslümamn akidesinde ve şeriatında birtakım taviilCT annesine rağmen Müslümanlığını koruyabileceği düşüncesi hakim hültmiştir. Bugün hala İslâm düşmanları pazarlık peşinde do­laşmakta pek çoğumuz da onları doğru yola getirmek için, on­ları razı etmeküçin bir dizi tavizler vermektedir. Sonra mesele Müslümanların düşünce, siyaset ve askeri planda aldıkları ye­nilgilerden kaynaklanan psikolojik hezimete dönüşmüştür. Şimdi artık biz, zayıf ve güçsüz insanların güçlülerin rızasını elde etmek, onların himayesini, bağışlarını ve hayattaki basit ihtiyaçlarını elde etmeye çalışan insanlar gibi îslâm düşman­larının rızasını elde etmeye çalışıyoruz. 

İşte Kur'an-ı Kerim'in peygamberimiz Hz, Muhammed'i kesin bir ifade ile sakındırdığı sonuç da budur... Ey Muham-med; sen yolunda yürürken onların hoşnutluğunu elde etmeyi hedef almamalısın. Çünkü burada mesele geçici, kişisel bir düşmanlık meselesi değildir ki sen bu düşmanlık halini, dostluk haline çevirmeye uğraşsın. Aksine burada mesele dinî meseledir. Bunlar kendilerinin hak, senin ise batıl üzerinde ûî-duğuna inanıyorlar. Senin onlara taviz vermen onların tavı­rlarında onlaıa destek verme anlamına gelir. Kendi akideleri üzerinde sebat etmelerine vesile olur. Onlar senin bir taviz ver­diğini gördüklerinde yeni yeni tavizler isteyeceklerdir. Böyle böyle seni en son tavize kadar götüreceklerdir. Ve en son taviz ise onların dinine girmendir. Onların sana güvenmelerinin tek yolu dinlerine girmendir. Sonra Cenab-ı Allah meseleyi ana il­kesinden ele alıp ortaya koymaktadır. Artık burada herhangi bir pazarlığa, şirin görünmeye veya taviz vermeye yer yoktur. Hak ve hidayet apaçık bir şekilde ilan edilmelidir. Başkalarına da Allah'ın yolundan başka yol olmadığı, Allah'ın hidayetinden başka hidsvetin bulunmadığı imajı verilmelidir. îşte izlenmesi gereken yol Alîah'm gösterdiği yoldur. Böylece insanlar bile­ceklerdir ki mesele ciddidir tavır kesindir. Burada herhangi bir geri dönüşe ve tavize yer yoktur. Özel ve ger.SÎ ilişkilerde ne k,t dar sürtüşmelere, düşmanlıkla ve ayrılıklara neden olursa olsun bunların değişmesi mümkün değildir. Kur'an'ın üslubu burada bir daha kesinleşmekte ve daha da netleşmektedir. Peygamber aracılığı ile tslâm ümmetine kesin bir ifade ile hi­tap etmektedir ki psikolojik zaaf noktalarına teslim oldukları­nda yoldan sapacaklarını ifade etmektedir.

«Eğer onların arzularına uyarsan» onların senin içinde harekete geçirdiği aldatıcı duygusal havaya kapılır, onların di­lediği şekilde hareket eder, onlarla beraber yürüsen «sana ilimden gelen gerçekten sonra» senin Hakk üzere, onların da batıl üzere olduklarını kesin öğrendikten sonrda onların arzu­larına uyarsan ,

»Allah tarafından ne bir dost ne de bir yardımcı bula­mazsın.»

İnsan Allah'ın yardımını, himayesini ve desteğini yitirdik­ten sonra Allah'a karşı kim ona yardım edebilir, bundan sonra kim onu koruyabilir?

»Kendilerine kitap verdiklerimiz onu gerçekten okurlar. İşte ona iman edenler de onlardır. Kim de onu inkar ederse, on­lar ziyana uğrayanlardır.»

(Bakara, 121)

Tefsir bilginleri burada farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu ve benzeri ayetler, de sözü edilenlerin kimler oldukları ko­nusunda birbirinden ayrı görüşleri esas almışlardır. Bazılarına göre bunlar Cafer îbn Ebi Taîib ile birlikte Habeşistan'a hicret edenlerdir. Bazılarına göre Abdullah bin selam ve benzeri gibi iman eden Yahudilerdir. Bir görüşe göre de bunlar Hz. Muham-med'in ashabıdır. Burada sözü edilen kitap da Kur'an'dır. Önceki iktgörüşte ise Meeemau'l-Beyan'da ifade edildiği gibi kitaptan eiHSCih Tevrat olduğu esas alınmıştır.

Ne var ki biz bu tür görüşlerin içtihadi yaklaşımlar ol­duğunu sanıyoruz. Onlar ayetin anlaşılması ve değerlendiril­mesinde îiaklî bilgilere değil, kişisel çıkarımlara ve değerlen­dirmelere dayanmaktadırlar, bu görüşleri irdelediğimizde on­ların bir nassa dayanmadığını görebiliyoruz. Öyle anlaşılıyor ki burada herhangi belli bir cemaat kastedilmiş değildir. Özel­likle bir grubun üzerinde durulmamıştır, aksine iman ve küfür konusunda genel ve temel sayılabilecek bir ilkeye dikkat çekilmistir. Bu ilke kitabı gerçekten okumaktır. Gerçek okuyuş düşünerek, muhakeme ederek değerlendirerek ve bilinçli bir analayışla hareket ederek gerçekleştirilen okuyuştur. Okuyuş esnasında kör taassubu değil de gerçeği ulaşmayı araştırmaktır. Çünkü Allah'ın ayetlerine açılmanın ve onların gerçeği gösteren delillerine, reddedilmez kesin hükümlerine ulaşmanın bu vesile ile imana ulaşmanın tek yolu budur.

Buradan anlıyoruz ki küfür, karşıt bir düşünce halinden kaynaklanmamaktadır, aksine aldırmamazlık ve vurdumduy­mazlıktan, bilinçli bir şekilde okumamaktan, sorumluluk bi­linciyle düşünmemekten kaynaklanmaktadır. Bu olumsuz sıfatlara sahip bir insan tassubu, inadı ve kabalığı esas alır. Bu nedenle uzaktan veya1 yakından gerçeğe açılmaya yanaşmaz... Kur'an-ı Kerim, kafirlerin hüsrana uğradıklarını ortaya koy­makla yetinmiş onların neden küfre düştüklerinden söz etme­miştir. Çünkü bu, imanın sebeplerinden söz ederken apaçık or­taya çıkmıştı. Dünya ve ahirette kurtuluş fırsatı elde etmek için bilinçli bir okuma çizgisinde seyretmenin zorunlu ol­duğunu böylece ortaya konmak istenmiştir. Yani küfürlerinin nedeni açıktır. Kitabı gerçek bir bilinçle okumuyorlar ve ge­reğini yapmıyorlardı.

«Ey îsrailoğulları, size verdiğim nimeti ve sizi alemlere üstün kılmış olduğumu hatırlayın ve şu günden sakının ki kimse kimsedan yana bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda verniez bir taraftan yardım da görmezler.

(Bakara, 122-123)

Bu iki ayet daha önce geçmişti ve biz orada bunların yoru­munu yapmıştık. Onların tekrar zikredilmesinde önceki soru­nun aynısı sebep olmuştur. AçıW olan odur ki Kur'an'm onlarla giriştiği bu konuşma, onlara Allah'a verdikleri sözü ve Allah'ın nimetlerini hatırlatmayı amaçlıyordu. Onca nimetlere karşı sorumluluklarını takınıp peygamberin çağrısına katılmaları ve İslâm yoluna girmeleri gerektiğini vurgulamakta, arka ar­kaya dizilen ayetler onlara verilen nimetlerin bir bir gözden ge­çirilişi onların doğru yoldan nasıl saptıklarının ortaya kon­masının niteliğindedir. Böylece onların gönülden sorumluluk­larının bilincine varmaları, hareketle dolu uzun tarihi gözleri­nin Önüne getirmeleri ve engin bir bilinç ile sorumluluklarını hatırlatmayı hedef alıyordu. Pek tabidir ki bu bölümün yukarı­daki ifadelerle sona ermiş olması onların bilincini harekete ge­çirmede ve bu hedefe doğru yönlendirmede önemli bir etken oluşturuyordu. Ayetlerinin gerçek anlamlarını en iyi bilene Yüce Allah'tır. [171]

 

21) BİR PEYGAMBER VE İMAM OLARAK İBRAHİM (A.S.)’İN KİŞİLİĞİ VE ONUN KİŞİLİĞİNDE İMAMETİN ANLAMI

 

Bismillahirrahmanirrahim

«Bir zaman Rabbi İbrahim'i birtakım, kelimelerle sınamış, bunları tamamlayınca da: «Ben seni insanlara iman (önder) yapacağım.» demişti, ibrahim: «Soyumdan da (imamlar yap) ya Rabbi!..» dedi. Rabbi de: «Ahdim zalimlere erişmez!-» bu­yurdu».

(Bakara: 124)

Bakara suresinin bu dersinde konu, risaletinde ve Beyt'ül-Harann yükseltmesinde İbrahim'in kişiliğinden bazı canlı yönleri çevreliyor ve buradan hareketle bazı detaylı şer'i sorunlara uzanıyor.

İbrahim'in Kur'an'in. tasvir ettiği kişiliğinde ruhu­nu doldurup, donatan ve hayatını hareketlendiren, ruhi melekelerden kişisel sıfatlara, ayırıcı bir tabiatla karşıla­şıyoruz. Yine bu ayırıcı tabiat, gerek oğlunu Allah yo­lunda kesip kurban etmesi olayında karşı karşıya kaldı­ğı imtihanda ve bahası karşısındaki konumunda, gerekse kavmine ve zamanının azgınlarına karşı verdiği mücade­lede olduğu gibi zorluk ve "bu zorluklara göğüs germenin zirvesinde yer alan, çetin şartlarda Allah'a mutlak teslim, oluşunda, temsil olunan risalete ve imana ilişkin konum­larında da kendini göstermektedir. O, bu ayırıcı tabiatı,

bu konumlardan herhangi birinde zayıflık, zorlanma ya da zorluk gösterişlerinden herhangi birini hissetmeden, yakınmadan kuşanmıştır. O, bu şerefli mücadeleyi önem­li görev ve bunun gerektirdiği sorumlulukla pekişip, bun­larla birlikte kuvvet ve ihlas içersinde aşk:, huzur ve ha­yat ile feyizlenip kabaran Allah'a olan o yüce imanın de­rinliklerini hedefleyen, bir ruhi yönelim ile sürdürmüş ve başa çıkarmıştır. Her söz ve konumda ayrılmamacısı-na kuşanmıştır bu teçhizatı. Öyle ki, onda zorluk, katılık ve tehlikeliliğin bütün şiddeti ile hakim olduğu konum­larda bile, bu imanı havadan herhangi bir uzaklaşma ve­ya herhangi bir şekilde Allah'tan gaflet göremezsiniz. Ak­sine buradan oraya, bütün yaratılış görünümlerinden var­lığın bütün "sırlarına varıncaya kadar, kalbin, ruhun, di­lin, fikrin, bilinç ve vicdanın derinliklerine nüfuz eden, Allah'a bağlı bir gözün varlığını yanında hisseden, de­vamlı bir huzurda bulunduğunun şuurundadır.

îşte her zaman ve mekanda çalışan, İslam davetçile-ri, O'nun şahsiyetinin karakterlerinden oluşan bu güzel havadan, risalete ilişkin manevi huzurdan, sis ve pus içer­sinde kaybolmuş sufî bir baygınlık değil, Allah'ın mut­lak varlığı içersine gömülmenin açıK ruhi huzurunu pey­gamberi bir davet örneğini, ilham alabilirler.

Kabul etmeliyiz ki, İbrahim Peygamberin kişiliği, iman, huzur ve safa ile dolup taşan peygamberi ruhi ya­pıların içersinde yegâne Örnek değildir. Fakat ne var ki, Kur'an, O'nun aynı şiar içersinde çeşitli alanlara yayılan, temiz ve yüce kişiliğinin değişik karakterlerini pekiştire­rek anlattığı gibi, hiçbir.Peygamberi anlatmamıştır. Böy­le olunca biz tefsirin gelişinden Kur'an'ın bu tanıtımıyla O'nun kendi nefsi, kavmi ve Rabbi ile olanrdiyaloğundaki ediyoruz. Böylece Kur'an'ın, O'nun hayat hikayescinden geniş bir alam söz konusu ettiğim görüyoruz. Yine bu­nun yanında büjtün söylediklerinden hareketle İbrahim'in kişisel özellikleri sergilenmek istenmiş de olmayabilir. Belki de bazı sözler, risalet üsluplarından bir üslupla iş­lenmiş ve İbrahim Peygamber ile Rabbi arasındaki bu diyalog yoluyla temelli bir düşünce olayı arzedilmek is­tenmiştir. Fakat, yine de şu veya bu üslupla söylenmiş, çeşitli kelimeler, ruha değişik ilhamlar vermek imkanın­dan uzak değillerdir. Çünkü kelimelerin ve üslupların; ard-arda dizilen kelimelerin lügat anlamlan veya üslup­ların edebi kuralları içersinde kaybolmayacak bir ruhla­rı vardır. Aksine bünyesinde değişik ilham ve anlamlan barındıran bu ruh, sözü söyleyen ve üslubu hareketlen­dirip ona kendi kıvraklığını, dikkat ve engebesini veren, ruhun derinliklerinden kaynaklanır.

Yine de İbrahim Peygamberin böyle ayırıcı vasıflar­la anılması, O'nun kendisinden sonraki peygamberlere karşı, nisbi babalık konumundan olmasından ve —İbra­him FeygamlUeruT^Kendi şahsı ve risaleti ile aynHığı— kendinden sonraki risaletlere ilişkin manevi babalık ko­numunda bulunmasından dolayı olabilir. Bu bağlamda, en belirgin iz de, bütün dinlerin tabileriniJâr yandan sıcak şiarları, diğer yandanTimani kudsiyeti ile pekişen kişilik ve şuuruna bağlayan semavi bağdır. Bundan başka, O'nun risaletinîn Kur'an-ı Kerim'iif 'nafâettiği ayrıntılarında, ri-saletlerin kavramlar ve hükümler açısından sınırlamala­ra götüren tarihsel dönemlerin gösterdikleri değişiklikler­le ilişkili olarak arzettikleri ayrıntılar hususunda diğer risaletlerle herhangi bir aynlık da göremiyoruz. Bu du­rumda O'nun bir yandan rişaletlerin, diğer yandan da pey­gamberlerin karşılaşıp kesiştikleri bir merkezi kavşals: olarak kabul edilmesi, dolayısıyla kişiliğinin pekiştirilmiş ifadelerle anılmasına bir neden olabilir. Bu itibarla O'nun risaleti diğer Peygamberlerin tabileri arasında zuhur ede­cek ihtilaf nokta*annda bir hakem olarak da, kabul edi­lebilir. Tıpkı O'nun kişiliğinin Peygamberlerin kişilikleri üzerine ortaya atılacak tartışmalarda muvahhid bir ör­nek teşkil edebileceği gibi...

Bütün bu açıklamalardan sonra, herhalükarda bütün konumları, üslupları (yöntemleri) ve kesin inancı ile o güzel İslami şahsiyeti kendi içimizde gerçekleştirmek yo­lunda, faydalanmak üzere bu büyük Peygamberin, bir  uzay genişliğindeki kişiliğinin derinlerine uzanmak ihti- yacıni şiddetle hissettiğimizi söyleyebîlrîz.  f^ Bir de bu ayette İbrahim Peygamberle, risalet ve  Önderliği yüklenmek için kullanacağı büyük güçlerden ne  kadarma sahip olduğunun açığa çıkması için sınama ve  imtihana tabi tutulan bir insan konumunda karşılaşıyo­ruz. Bununla beraber Kur'an-ı Kerim'in imtihan vesile­si olan «kelimeleri» topluca ve kapalı bir ifade ile zikret­tiğini, bu kelimeler; hakkında ayrıntılı açıklamalar yap­madığını görüyoruz. Bu kelimelerin tamamlandığım açık­ça belirtmekle beraber bunları İbrahim'in mi, Allah'ın mı, tamamladığım da izah etmemiştir. Çünkü ayetteki «ta­mamladı» fiili içersindeki gizli faili (özneyi) gösteren za­mirin, her iki zâta da raci olması muhtemeldir. Yine bu tamamlamanın nasıl olduğunu; İbrahim'in içinde ve fik­rinde mi, yoksa hayatın yaşayan gerçekleri arasındaki tatbikiyle mi, tamamlandığım açıklamamıştır. Çünkü ay­rıntıların değişmesi esas meseleyi değiştirmez. Çünkü Kur'an-ı Kerim burada ilahi bir imtihandan ve bir yeter­lik Ölçümünden bahsetmek istemiştir; pratik ayrıntılar­dan değil. Gerçekten bilmek ihtiyacında olduğumuz da meselenin bu boyutudur; Konuya ilişkin pratik ayrıntı­lara gelince, ancak İbrahim Peygamberin döneminde ya­şamış olan mü'minler bunları bilme ihtiyacını duyabilir. Çünkü böyle ayrıntılar onların hayattaki fikri ve ameli plân ve programlan ile ilgili olabilir. Onların peygamber­lerinin: kendilerini çağırdığı hüküm ve ilkeleri bilmeleri elbette gereklidir.

Yine bu ayeti kerimeden, İbrajıim Peygamberin keli­meleri tamamladığında ya da Allah'ın kendisi için bu ke­limeleri tamamladığında, meselenin tabiatını idrak edip kavradığını, bundan dolayı kalbinin mutmain olduğunu, ve imtihanı basan ile geçtiğini anlıyoruz. Çünkü Allah Teala'mn «Ben seni insanlara imam (önder) yapacağım!» ilahi, vaadi karşısında irkilip heyecana kapılmadığını, ye­ni bir mesuliyetle karşılaşmışcasma ani bir tepki göster­mediğini, sakin ve kararlı':bir eda ile bu ilahi vaadin ge­leceğine kafa yorduğunu; bunun zaman,, mekan ve ken­disinin şahsı ile sınırlı bir mesele süreci ile kısıtlı vaad­lerden mi, yoksa çağlar boyunca sürüp kendisinin zürri-yetini de uzamına alacak zaman, mekan ve- şahıslar ba­kımından geniş kapsamlı vaadlerden mi olduğu üzerinde düşündüğünü ve bu yönlü bir tepki ile «Soyumdan da (mı) ya Rabbi?!» diyerek kendisine nasip olan her iyi şe­yi zürriyeti için de isteyen ve bu kortuda güvenlik his­leri ile davranan insan tabiatının gerektirdiği üzere böy­le bir soru cümlesi ile dilektö bulunduğunu görüyoruz. Herhangi bir zaman ve mekanda yine herhangi, bir insa­na böyle bir vadin verilmesini nedenleyen risalet kura­lını sınırlandıran, kaygılardan, hareket eden cevap kesin­di. Çünkü mesele, kralların ve soylarının durumunda ol­duğu gibi, şahsa ilişkin şahinş ahi bir imtiyaz veya şahsi bir'ikram meselesi değildi. Aksine, bu bütün düşünce ve yaşayışları ile insanların hayatına; gerçekleştirilmesini is­tediği düzenlemeler ve tedbirlerle Allah'ın yeryüzünde­ki hilafetine, gönderdiği vahiy ve kurduğu ruhaniyet ile bir de tek olan Allah'a kulluğa ilişkin, bir risalet sorum-:-, lulüğu meselesi idi. Bunun, için bu risalet sorumluluğu^-, nu taşıyacak olan insanın istikamet, davet ve risaletin ge­nel çizgisi ile iç içe ruhi, fikri ve ameli bir yeterliğe sa­hip olması kaçınılmaz bir zorunluluktur. İşte bu vaad, Al- > lah'ın insanlık, adalet üzere, ayakta dursun diye kendi nefislerinde adalet çizgisi île iç içe yaşayan salih kullarına verdiği bir vaaddir. Allah'ın bu vaadi de kendilerinden üsttekilere .Allah'a, Rasulüne ve kendilerinden olan ulü-lemre -Çev.) isyan, kendilerinden alttakilere haksızlık et­mek suretiyle zulmeden, toplumda zulmü ve zulmeti ya-yayıp, bütün bu yaptıklarında kendi nefislerine de zulmet­miş olan zalimlere erişmeyecektir. Böylece Allahu Teala'nın «Vaadim zalimlere erişmez!»şeklindeki kapsamlı ce­vabı bütün risaletlere ve resullere ameli bir düstur ol­muştur. [172]

 

Ayetin Tefsiri Ayrıntılarında İşe, Şu Birkaç Nokta Dikkatlerimizi Çekiyor;

 

1 — Allah'ın kullarına yönelttiği emir ve yasaklar­la, bütün imtihanlar ile bilgi edinmek için yapılan bir sınama kastedilmemektedir. Çünkü Allah, kullarının dü­şeceği bütün durumları ve onlardan sadır olacak her şe­yi bilendir. Bundan dolayı bilgi edinmek için herhangi bir araca muhtaç değildir. Aksine böyle bir imtihandan istenen, leh veya aleyhine beşer nazarında da açık bir delil olması için Allah'ın zaten her^&yi kuşatan sınırsız ilmi ile bildiği durumun açığa çıkarılmasıdır. Allah, kul­larına yapacağı ikramları da bu açık delillere dayandır­mak istemektedir. O'nun İbrahim Peygambere uygula­dığı imtihan da bu kabildendir.

2 — Müfessirler, Kur'an'ın kapalı olarak bıraktığı kelimelerin anlamları hakkındaki rivayetlerin değişik ol­masına bağlı olarak, bu kelimelerin anlamlan üzerine de- . ğişik yorumlar ve görüşler ileri sürmüşlerdir. Ehlibeyt imamlarından biri olan İmam Caferi Sadık'tan rivayet olunan bazı haberlere göre: Allah, İbrahim Peygamberi oğlu İsmail'i Allah yolunda boğazlayarak, kurban etmesi hususunda, rüya yoluyla imtihan ettiğinde, İbrahim Pey­gamber bu imtihana boyun eğmiş, bu işi sonuna kadar götürmeye azmederek Allah'ın emrine tereddütsüz teslim olmuş ve emri uygulamaya geçmişti. Allah da azmetmek­le «kelimeleri» tamamlamış olan İbrahim'e Allah'ın em­rini yerine getirerek, sadakatini açığa vurmasında ifade-sini bulan bu iyi davranışa müsbet bir karşılık olarak: «Ben seni insanlara imam (önder) yapacağım.» demiş ve arkasından kendisine tertemiz «Hanif Dinini» indirmiş­tir. Bu haber, ayetin muhteva ve mefhumunun da ilham ettiği gibi, bizi imametin, peygamberlik konumu karşısın­daki tefsiri üzerinde düşünmeye sevkediyor. Çünkü, Al-lahu Teala'mn İbrahim Peygamberi Allah yolunda oğlu­nu boğazlaması konusunda imtihan etmesi olayı, İbrahim' in peygamberlikle yüklenmesinden sonra vaki olmuştur. Çünkü, Allah İsmail'i O'na Ömrünün son döneminde ver­miştir. Kur'm-ı Kerim'de ümitsizliğe düştükten sonra meleklerin kendisini İsmail ve kardeşi (îshak) ile müjde-leyişini naklederken olayı böyle anlatmaktadır. Bu nok­tada imametin, hu hadise ile bir noktada kesişip, bütünle­şen başka bir tefsiri ile karşı karşıyayız:

3 — İmametin iki anlamı vardır. Birincisi; kelime­nin lügat anlamının işaret ettiği anlamdır. Bu da söz ve eylemlerinde kendisine tabi olunan insan demektir. İkin­cisi îse; ümmetin işlerini yürüten, politikalarını belirle­yen, onları yönetip yönlendiren, canilerini terbiye edip amirlerini tayin eden, hak edenlere had'lerle öngörülen cezalan uygulayan, ümmete karşı tuzaklar kurup düşman­lık güden saldırganlara karşı savaşan ve bundan başka tam bir otoriteye ilişkin diğer bütün plan ve uygulamak­ları gerçekleştiren otorite sahibi insan anlamındadır. İma­met teriminin birinci anlamı ile bütün peygamberlerden herbirihin imam olduğu kaçınılmazdır. İkinci anlama ge­lince, her peygamberin imam olması gerekmez. Çünkü sadece canileri terbiye, düşmanlarla savaş, elini savunmak ve kafirlere karsı cihad etmekle memur da olabilir. İşte Allah Subhanehu, İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan ettiğinde, O da bunları tamamlayınca bu iyi sonuca müs-bet bir karşılık, bir mükafat olarak kendisini imam yap-,,nuştır. Mecma-ül Beyan'm sahibinin zikrettiği yorum, bu yöndedir.        v

Bu haberin, peygamberlik rolü ve hatta «ulülazm-azim sahibi» unvanını taşıyan Peygamberlerin rollerine ilişkin haberlerle de bir ilişkisi vardır. Yani aynı haber, Peygamberlerin rolünün yalnızca bir tebliğden ibaret mi olduğu, yoksa uygulamaya da mı, uzandığı konusunu gün­deme getiren haberlerle de ilişkilidir. Kur'an ayetlerini takip ederken aklımızdan geçeceği gibi, insanların haya­tındaki peygamberi rol, tebliğ ve uygulamayı birlikte kap­samaktadır. Çünkü peygamberliklerin görevi, alemi ye inşam düzen ve gidişatında Allah'ın istediği Surette değiş--tirmektir. Bu yaklaşımla, peygamberin doğrudan ya ela dolaylı bir yolla, bu değiştirme operasyonunun uygulayı­cı lideri olması gayet tabiidir. Çünkü O, taşıdığı ve de­ğiştirme operasyonuna, bir temel olarak tebliğ ettiği ri-salet yapısı dolayısı ile, bu değiştin^e operasyonunun ay­rıntılarına açık olan, o büyük yapıya sahip olan tek in­sandır.

Yine peygamberliklerin, insan hayatındaki rolünü anlatan Kur'an ayetlerini takip ettiğimizde, bu suret da­ha açık bir şekilde önümüze serilecektir. Bu da, birkaç ayetin mütalaası ile mümkündür:

«İnsanlar bir tek ümmet îdi. jâII&ı, Peygamberleri mü/de-leyiciler ve uyarıcılar olarak gönderdi ve onlarla beraber - ay-rthğa düştükleri hususlarda hükmetmek üzere - içinde gerçeği taşıyan kitabı indirdi...».

 (Bakara: 213)

«Andolsun biz, rasullerimizi açık delillerle gönderdik ve onlarla beraber, kitabı ve Ölçüyü indirdik ki, insanlar adaleti ayakta tutsunlar, adalet üzere ayakta dursunlar..»

(Hâdid: 25)

«Ey Davudi biz seni yeryüzünde halife yaptık. Sen de, in­sanlar, arasında, hak ile hükmet...'».

(Sâd: 26)

Bu ayetler ışığında, insanların adaleti ayakta tutma­ları, insanlar arasında hak ile hükmetmek ve gerçekler ışığında ayrılık ve anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak için ayrılığa düştükleri husurlarda, insanlar arasında hükmet­mek gibi fonksiyonların ameli bir hareket ve fiili bir uy­gulamadan uzak, soyut bir tebliğ ile gerçekleştirilemeye­ceği ve yine ayette; peygamberlik anlamında da anılan halifeliğin, pratik hayat içersinde ameli bir boyutunun da zorunlu olduğu, açık seçik göz önündedir.

îmam Kelimesinin. Kur'an'i Karşılığı:         .    .         .

4 — îmam kelimesinin Kur'an-ı Kerim'deM mülaha­zası, Ö'na Allahu Teala'mn peygamberleri anlatırken ve onları imamlar olarak vasfederken ki, peygamberlik anla­mı ile müradif bir anlam vermektedir. Öyle ki, bu anla­tımlarda iki kelime, risalet hareketinde bir görevi belirt­mek üzere tek vücut olmuştur sanki. Şu ayetlerde bu hu­susu ayan beyan görüyoruz:

«.Onları, emrimizle doğru yolu gösteren, imamlar (önder­ler) yaptık ve onlara hayırlı (iyi} işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekat vermeyi vakyettik. Onlar bize kulluk eden (insan)lar-

(Enbiya: 73) «Andolsun biz, Musa'ya kitabı vermiştik. Saktn Onun karşılaşmasından şüpheye düşme. O'nu îsrailoğullartna, doğru yo­lu gösterici bir hidayet rehberi yaptık.».  (Secde: 23)

«Sabrettikleri ve ayetlerimize kesin olarak inandıkları za­man, onların içinden, bizim emrimizle doğru yola ileten imam­lar yaptık.»    (Secde: 24)

Bundan, imamet kelimesinin söz ve eylemleri ile ön­derlik anlamının ifade edilmek istendiğini çıkarabiliriz. Bu anlam da, her iki ayette «bizim emrimizle doğru yola ileten» ibaresi ile imametin tebliğ boyutunu, ikinci ayet­te de «sabrettikleri zaman» ibaresi ile, zorluklara sebatla göğüs germek, sorumluluk ve fiili önderlik hususiyetleri­ni temsil eden, karizmatik önderlik şahsiyeti boyutunu kapsamaktadır.

Bu madde aynı zamanda, tefsirini yapmaya çalıştığı­mız ayetle bir bakıma çok yakın bir İlişki içersindedir. Çünkü, Allah'ın imtihanının hemen arkasından «insanla­ra imam yapma» olayını getirmektedir. Böylelikle de, ima­metin, peygamberliğin tabiatıile aynı çizgide ve iç içe ol­duğunu pekiştirmiş oluyor. Allahu Teala'nin «Onlara ha­yırlı (iyi) işler yapmayı ... vahye^tık» sözü ile buna vah­yin de katılması yine buna işarettir. Böylece imamet, hayattaki peygamberlik hareketi için bir vasıf olmakta­dır. Bu da, peygamberin sahip olduğu kişiliğin tabiatı do-ayısıyladır. Bu tabiat O'nu, kendi nefsinde bir önder rizmasma kavuşturmuştur. Sözlerinde ve eylemlerinde kendisine uyulmakla da, bu ilahi tevcihi insanlara ulaştı­racaktır. Diğer anlamı ile imamete gelince; ayette kelam ilminde anılan ayrıntıları ile istifade edebileceğimiz her­hangi bir temele rastlayamıyoruz. Fakat üçüncü maddede değindiğimiz gibi, Peygambere yüklenen görevin tabiatın­dan hareketle bu türden ayrıntılara da ulaşabiliriz. Burada İbrahim'e verilen imametin, geniş anlamı ile Pey­gamberliğe karşılık olduğu düşüncesini de pekiştirebili-riz. İbrahim'in «bu imtiyazın zürriyetjne de verilip ve­rilmeyeceği» yolundaki dua ile birlikte gelen sorusu, bi­ze bu düşünceyi pekiştirmede yardımcı olabilir. Çünkü, İbrahim'in bu sorusunda, Allah'ın kendisine bağışlamış ol­duğu, Peygamberlik nimetini kasdettiği açıktır. Bu açık­lığı da, Allah'ın «vaadinin zalimlere erişmeyeceği» yolun­daki cevabı getirmektedir. Çünkü bu vaad, tabirinin ge­nellikle Peygamberlik için kullanıldığını, bunun Allah'ın Rasul ve Peygamberlerine bir vadi olduğunu görüyoruz.

5 — Ehl-i beyt imamlarından, imamet aşamasının peygamberlik aşamasından daha sonra geldiğini, te'Md eden, bazı haberler de varid olmuştur. «el-Kâfî» kitabın­da Cabir'in İmam Ebu Cafer Muhammed Bakır'dan şu ha­beri rivayet ettiği kaydedilmiştir:

«Allahu Teala, İbrahim'i Peygamber edinmeden önce kul, rasul edinmeden önce Peygamber, halil (dost) edinmeden önce rasul, imam edinmeden önce halil edindi. İbrahim de bu dere­cenin gözündeki büyüklüğünden dolayı: «hürriyetimden de (mi) ya Rabbi?!..» dedi. Allahu Teala'da:

«Vaadim zalimlere erişmez!»

buyurdu.» Aynı haberi Zeyd eş-Şehnam da, îmam Caferi Sadık'tan rivayet etmiştir.

Sahih olduklarına kani olduktan sonra, bu haberler üzerinde daha çok düşünmek ihtiyacı hissedebiliriz. Ev­velemirde îju haberlerin, İbrahim Aleyhisselama verilen sıfatlar arasında, dereceli bir üstünlük sıralamasının mev­cut olduğu esasım işlediklerini düşünebiliriz. Ayrıca bundân İbrahim'in şahsında, şahsiyetin boyutlarının çeşitlen­mesi de kastedilmiş olabilir, Allah'ın, İbrahim'e vermiş ol­duğu lütuflar ve O'nun hayatındaki ruhi, anlamlara uzan­maktan kaynaklanan imtiyazlar da, bu kabilden olarak alınabilir. Bu düşünce ışığında, anılan; vasıflar arasında­ki dereceli üstünlüğün, bu vasıflardan bazısının gerçekleş­mesini, diğer bazısının varlığına dayandıran bir ilişkinin tabiatından hareket ettiği de düşünülebilir., Ayrıca, bu tür­den bir düşünüşte, bu olayın işleyişi için anılan aşamalar arasında herhangi bir zaman aralığının bulunması da, zo­runlu değildir. BelM de, İbrahim'in zihnindeki imametin azameti, kendisinin fiilen ulaşmış olduğu konumun, ne ka­dar da büyük bir konum olduğunu hissetmesinden kay­naklanmıştı. Çünkü Q, bütün sözlerinde ve eylemlerinde, kendisine tabii olunmak üzere insanlara imam kılınmış­tı. Çünkü artık O, insanların inandıkları değerlere doğru, kendisi aracılığı ile hareket ettikleri, temeli temsil eder olmuştu. Onun hayatı» hayatın ruhi değeri için nihai bir örnek oluvermişti artık.., Kendi içkideki anlamıyla ima­met de, Peygamberlikten bu çizgi ile ayrılıyordu. Çünkü peygamberlik, davet için vahiy ve rislet temeli üzerinde bir başlangıç noktası sayılırken; imamet, söz ve eylem­lerde tabi olunmak için sahip olduğu fikri, ruhi ve ameli güçler temeli üzerinde bir kaide olarak kabul edilir. Öy-leM, Peygamberlik Peygamber olan kişi için sanki dışar­dan gelen bir sıfattır. Fakat imamet, içindeki gizli anlam­lardan kaynaklanan ve kişinin kendisine bağlı, yani kişi­nin kendinden bir sıfattır.

Burada, İbrahim'in geçirdiği imtihanı, oğlu İsmail'i Allah yolunda boğazlaması olayı ile tefsir eden rivayet­lerin delalet ettiği bağlamda, İbrahim'in, Peygamberlik­ten sonra gelen imametinin anlamım çıkarmaya çalışır­ken, ihtimal verdiğimiz başka bir yaklaşım daha var. Bu da İbrahim'in imametinin, diğer Peygamberlerin ki gibi kendi zamanı île sınırlı olmadığı, aksine bunun diğer Pey­gamberlerin yaşadığı —İbrahim'den sonraki— taribi dö­nemlere de geçen bir imamet olduğudur. Hatta kendi­sinden sonra gelen şeriatlar bile İbrahim'i şeriatın tabia­tına dayalı bir tabiata sahip olmuşlardır. Bu durumu, şu ayeti kerimenin vahyinden gayet açık bir şekilde algıla­yabiliriz:

«Kendisinden sonra gelenler arasında O'na iyî bir yer ayır­dık, (ilerde gelecek nesiller); «.İbrahim'e selam olsun...» (diye­ceklerdi)... İşte biz güzel davrananları böyle mükafatlandırınız». (Sâffât: 108-109-110)

Özellikle bu düşünce ve yaklaşımla imamet, Pey­gamberin' hayatındaki canlı sıfat olarak, kabul edilmek­tedir. Çünkü, Peygamberlik ve risalet, Allah'ın ona yük­lediği görevden kaynaklanırken, imamet; kendisini yol gösteren bir rehber edinmek ve bu somutlaşmış imani te­melden kaynaklanmak isteyenler için, bir yol gösterici rehber ve somut bir imanî temel olarak görülmesi yö­nünden kaynaklanmaktadır! Böylece, bununla imametin nasıl olup da, hayattaki uygulamalı stratejilerinde görü­len güçleri ve melekeleri ile anılan bir Peygamber için, Peygamberlikten daha ileride geldiği, yani üstünlük de­recesi bakımından daha üstün olduğu açığa çıkmış olu­yor... Tabii ki, hükümlerinin ve ayetlerinin hakikatleri­ni Allah bilir. Bize düşen ise, bu hakikatlere bir nebze ok­sun yaklaşabilmek için, mümkün olan ihtimallere değin-; mekten başka bir şey değildir.

Bu ayetten ilham alıp öğrendiklerimize gelince, bur radan çıkaracağımız iki esaslı mesele vardır: [173]

 

Sorumluluk Yeterlik İmtihanından  Sonra Verilir

 

1— Şüphesiz sorumluluk bir yeterlik imtihanından ve sınanmadan geçmeden verilmez. Hele özellikle de bu sorumluluk, yaşadığı dönem ve geleceği ile bir ümmetin değiştirilmesi iddiasını taşıyan bir işe ilişkin ise, kesin­likle genel kanaatler veya şahsi değeniler ve öznel de­ğerler temeline dayandırılamaz.

Sözlerinde ve eylemlerinde kendisine tabi olunacak bir insana, böyle bir sorumluluk ihlas, hayatî gidişat, ta­vırlar, davranışlar ve ilişkiler alanlarındaki yeterliği tes-bit edilmeden önce verilemez... Çünkü liderlik demek, lider kişinin, insanların yöneldiği yönünü ve toplumun ha­reket ettiği temeli temsil etmesi demektir. Böyle önemli bir rolün ve sorumluluğun verilmesi de, uzunca bir im­tihandan ve sunmadan geçirilmeden nasıl mümkün ola­bilir?!..[174]

 

Zalimler Rehber Olamazlar

 

2 — Ümmetin işlerini yönetip* yönlendirenler, kendi hayatlarında zulüm sıfatından uzak bir düzeyde olmak zorunluluğundadırlar. Çünkü kendi hayatında zulmü ya­şayan bir insan, zulmü insanların hayatından kaldırma

t^savaşmda ondan uzak olamaz. Ehl-i beyt imamlarından, bu ayetle ilgili olarak gelen haberlere göre hilafet, bu ma­kama gelmeden önce bile ma'siyet ve küfür ile    kendi kendilerine zulmetmiş olanlar için    imkansızdır. Çünkü bu sorumluluk meselesi, şahsın içinde bulunduğu hal ile birlikte şahsiyetin derin tarihi ile sıkı sıkıya bağlantılıdır. , Şia kelam alimleri, kelma ve tefsir kitaplarında bu mesele çevresinde", çok şeyler sergilemişlerdir. Düşünen insanlar bu kaynaklara müracaat etsinler. Velhamdü Liİlahi Rabbil Alemin... [175]

 

22) İBRAHİM İLE İSMAİL ALLAH KORKUSU TEMELİ ÜZERİNE MESCİDİ BİNA EDİYOR VE GERÇEK DİNİN STRATEJİK TEMELLERİNİ ATIYORLAR

 

«Biz, Beyt'i (Allah'ın evi Ka'beyi) insanlar için sevap ka­zanılacak bir toplantı ve güven yeri yaptık. Siz de, ibrahim'in makamından bir namazgah edinin (orada namaz, kılın). Biz, İbrahim ve İsmail'e: «Tavaf edenler, itikafa girip, ibadete ka­pananlar, rükû ve secde edenler için Beyt'imizi temiz tutun.» diye emretmiştik. İbrahim de: «Ya Rabbi... Bu şehri güvenli bir şehir, yap ve halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları çeşitli ürünlerle rızıklandır.» demişti (Alemlerin Rabbi Allah da:) «Allah'ı ye ahiret gününü inkar edeni dahi az bir süre ge­çindirir, sonra cehennem azabına mecbur ederim. Orası sonun­da varılacak bir yer olarak ne kötü bir şeydir!» buyurdu.».

(Bakara: 125-126)

«İbrahim, İsmail île beraber Beyt'in temellerini yükselti-* yor ve: «Rabbimiz... Bizden kabul buyur. Şüphesiz sen işiten­sin, bilensin... Rabbimiz... Sizi sana testim olanlardan kıl. Nes­limizden de sana teslim olan bir ümmet çıkar.,Bize ibadet yer­lerimizi göster... Tevbelerimizi kabul buyur. Zira, tevbeleri ka­bul eden ve çok merhametli olan.ancak sensin. Rabbimiz... Onlara kendi içlerinden, kendilerine senin ayetlerini okuyacak, onlara kitabı ve hikmeti öğretecek, onları temizleyip (kötülük­lerden) arındıracak bir rasul gönder. Her şeye üstün gelen (Azîz) ve her şeyi yerli yerince yapan (Hakim) yalnız sensin.» dîye dua ediyorlardı».                                                        .

(Baikara: 127-128-129)

Kur'an-ı Kerim burada, dinî; tarihin bir yönüyle Pey­gamberliklerin hikayesi yanına ilişkin yeni bir hikaye ile yine İbrahim Peygamberi anlatıyor. Bu hikaye, İslam'ın geniş evrensel uzanımın İbrahim'in geleceğe uzanan şah­siyeti ile ilişkisini kuruyor bir bakıma. Bu, Allah'ın Beyt'i «Ka'betül-Haram»ın bina edilmesinin hikayesidir. Allah, bu Bey'in insanların ona yönelip 3>uklaşıp sevap kaza­nacakları, İçersinde kendilerini Allah'ın huzurunda bir­birlerine bağlayan bir ruhi birlik şuuru ile yaşayacakları, 'Allah'ın kulluğun içli hisleri ile ve bütün bunları yapar­ken duyacakları canlı bir imani düşüncenin ilhamı içer­sinde- tavaf edecekleri manevi bîr merkez olmasını iste­miştir. O Beyt'İ bu hislerle tavaf edenler bundan bütün hayatlarında da Allah'ın kelimeleri, O'nun ilkeleri ve kav­ramları çevresinde tavaf etmeleri gerektiğini ilham ala­caklar ve onun gölgesinde, —Allah'ın kendi şeriatlerin-de Peygamberlerine vahyettiği gibi— bu Beyt için ayırıcı bir tabiat olmasını istediği güvenliği hissedeceklerdir. Haddizatında meşru olan hallerde bile orada insanlara saldırmanın ve eziyet etmenin haram kılınması bu gü­venliği sağlayan temellerdendir. Ehli-beyt imamlarından rivayet olunan bazı haberlerde varid olduğu üzere, cina­yetin bizzat Mekkede işlenmiş olması müstesna, canilere hakettikleri had'ler bile Mekke'de uygulanmaz. Çünkü Allah, bu Beyti insanların kendilerini burada buluşmak­tan alıkoyacak herhangi bir korku veya tedirginlik his­setmeden toplanacakları bir barış ve güvenlik merkezi yapmak istemiştir. Bundan başka, peygamberi İbrahim' in bu Beyt'i bina etmek yolunda sarfettiği çabayı ve Rab-bine karşı gösterdiği derin samimiyeti mükafatlandırmak istemiş ve O'nun imanının anısını ölümsüzleştirmek, giz­lide ve açıkta Rabbîne karşı gösterdiği samimiyetini ve O'nun kendisinden istediklerini müsbet bir şekilde ger­çekleştirerek arzettiği icabetini takdir ve övgü ile selamlamak amacıyla insanlara İbrahim'in makamından bir na­maz, yeri edinip orada namaz kılmalarını ferman buyur­muştur. Bu kadarı da bütünüyle meselenin bir yönüdür... Bir başka yönden de insanların İbrahim'in bütün yüce ruhi anlamları kapsayan uzayımsı liderliğinin geniş uza­mında yaşamalarım, böylece güçlü bir ruhi etkilesin1 me~ kanizması içersinde namazlarının O'nun namazı ile, dua­larının O'nun duası, davetlerinin O'nun daveti, Allah'a yalvarıp yakarmalarının O'nun yakarışları ile, şeytanın hizbini lanetlemelerinin O'nun lanetleyişi ile imtizaç et­mesini murad etmiştir. Sonra Allah, İbrahim'e ve oğlu İsmail'e bu Beyt'i, onu tavaf eden, içersinde itifaka girip Allah'a ibadete kapılan, rükû ve secdeye kapanarak O'nun rızası için namaz kılan, aynı titizlikle maddi ve manevi pisliklerden arınmak maksadıyla onun manivi derinlik­lerine sığman insanların maddi ve manevi balamdan ter­temiz bir ruhi ortamda yaşayabilmeleri için, gerek içer­sine yerleştirilmesi muhtemel putçuluk ve şirk unsurla­rından, gerekse çeşitli pislik ve necaset unsurlarından, her türlü kirden uzak, tertemiz tutmalarını emretti.

İnsan, Allah'ın Beyt'inin bütün pisliklerinden temiz tutulmasını, Beyt'in bu esas üzere bina edilmesi, yapıl­dıktan sonra temiz tutulması değil de binanın bu vasıfla yapılması şeklinde anlayabilir. Zaman zaman böyle bir yanılgıya kapılarak aykırı düşünceler de ortaya atılmak­tadır. Çünkü ayetin zahirinden de anlaşıldığı üzere Bey-tullah'ı bina edenler. İbrahim ve İsmail'dir...

Daha sonra Kur'an-ı Kerim, İbrahim'in geleceğe yö­nelik düşüncelerini ya da düşüncelerinin geleceğe olan uzantılarını önümüze seriyor: İbrahim yaptığı bu işin Ka' be ile temsil olunan bir ruhani bina olarak kalmasını is­temiyor, aksine bu yapının İslam için beşeri bir merkez olacak geniş bir beldeye dönüşmesini istiyordu.. Bunun için O'nun, Allah'a bu yapının bulunduğu- yeri    güvenli bir belde yapması için dua ettiğini görüyoruz. Burası gü­venli bir belde olacak. Allah'a inananlar bu Beyt'in çev­resinde toplanacak, Allah'a itaat ve yalnız Ö'na ibadet etmek üzere bu güvenli merkezde bir araya geleceklerdi ve bunlarla başlayan hayat, bu merkezden güvenli bir in­sanî topluma uzanacaktı. Yine bu beldedeki insanların, kendilerine ne bir ürün ne de iyi hayat şartlarından her­hangi birini veremeyen bu kuru ortamda nasıl yaşaya­caklarını düşünüyor ve bunun üzerine Allah'a yönele­cek, bu belde halkından Allah'a inananları çeşitli ürün­lerle rızıkl andırması için yalvarıyor. Allah'ı ve ahireti inkar edenlere gelince, İbrahim onlara hiç mi hiç iltifat etmemiş, onlara önem verip ilgilenmek gereği duyma­mıştır. Çünkü onun ruhaniyetini bozmalarından ve fonk­siyonunu tatil etmelerinden korktuğundan dolayı onların bu Beyt'in çerçevesi dahilinde yaşamalarını bile istemi­yordu. Yine O, Allah'a ve O'nun nimetlerine karşı nan­körlük eden, O'nun nimetlerini inkar eden ve yeryüzün­de bozgunculuk çıkaran kafirlere değer ve önem vermek için herhangi bir temel, bir dayanak da bulamamıştı. Bu nedenle onları Allah'a bıraktı. Çünkü onları yaratan, bü­tün yaptıklarından ve içinde bulundukları durumlarından dolayı onlar hakkında hikmetin neyi gerektirdiğini en iyi bilen de O idi...

Ayetin bildirdiği üzere Allahu Teala, peygamberi İb­rahim'in duasına icabet ediyor. İbrahim'in duasında zik-retmemiş olduğu kafirlere değinmekle de O'na, dünya hayatının metamdan kafirlere istisna etmediğini vahyet-mek istiyor. Çünkü O'nun dünya hayatının gerekleri üze­re bağışladığı vergileri aynı dünya üzerinde yaşayan in­sanlardan belli bir kesime özgü değildir. Bunun için O, mü'minlere verdiği gibi kafirlere de verir. Çünkü dünya vergisi, sevap, müsbet bir karşılık ya da ikram düşünce­sinden kaynaklanmaz. Aksine bu vergi kafirler için bir imdat, mü'minler için ise bir imtihan vesilesi olma un­surundan kaynaklanmaktadır. Ancak ahiret yurduna ge­lince, Allah'ın rahmeti, lütfü ve rızasının yalnızca mü' mirilere Özgü olduğu yurt burasıdır. Kafirlerse orada an­cak cehennem azabına mecbur olmak için bulunurlar. Bu da onların küfür ve inkarlarına karşılık bîr ceza olarak ne kötü bir sonuçtur... Allahu Teala bu bağlamda mü' minlerden bahsetmemiştir. Çünkü İbrahim'in duası ye­rini bulmuştur...

Bu ayetlerle tarihi tablo gözlerimizin önünde somut­laşıyor ve sahne bütün kuvvet ve canlılığı ile açık seçik sergileniyor. Bakmasını ve kulak vermesini bilip esirge­mezsek, bu tarihi olayı bütün canlılığı ile görüp yine ta­rihi akışı içinde İzleyebiliriz: îşte, İbrahim ile oğlu İsmail karşımızda durmuş, olanca çaba ve dikkatlerini sarfede-rek büyük bir özenle Beytullahm temellerini yükselti­yorlar... Bu ortamda da tamamen herhangi bir ilahi iba­deti eda eder gibi coşkulu bir ibadet hissi duyuyor, bir kulluk çabası sarf e diyorlar. Allah yolunda huşu ile çalı­şanların edası ile kulaklarımızı çınlatan seslerim dinliyo­ruz. Tertemiz bir ruhiyetin derinliklerinden kaynayan coşkulu dualar kalbimizi arındırıyor adeta... Fecrin ışık tayfları gibi... Uzayda bir parıltı ile yükselen beyazlığı nûr, huzur, hayat, ruhaniyet ve bereket saçıyor karanlı­ğa. Bu, huşu içersindeki tatlı yakarışları ile kendini an­latıp tanıtan temiz mü'min ruhtur. Safa denizlerindeki hayatın bütün hareket ve canlılığı bu ruhun uzayında çimlenip filizlenir. Bundan başka bu dua, duaları bolluk ve genişlik hallerinden değil, Allah yolunda çalışma ko­numlarından kaynaklanan fonksiyonel mücahitlerin dua-sıdır. Bu dua ile birlikte Rablerine ruh, kalp ve şuur ha­reketleri ile dolu bir istikbal ikrarını da sunmanın derin duygularını hissetmektedirler. İkisi de hu amellerinin Al­lah'ın rızası ve kabulü karşısındaki durumunu merak etinektedirler yalnızca... Diğer insanların gözünde "bir ba­şarı göstermiş olmaları ya da içersinde yaşadıkları top­lum nezdinde kabul görmüş makbul insanlar olmaları on­lar için hiç mi hiç önemli değildir. Aksine onlar için asıl Önemli olan, Allah tarafından karşılaşacakları bir rıza ve kabul şuurunu yaşamalarıdır. Her işte de yegane gaye budur; bu olmalıdır. İkisi de ancak, Allah'tan yaptıkları bu çalışmayı, kendilerinden kabul buyurmasını istemek­tedirler. O Allah, ki Semî'dir; kullarınım isteklerini işiten ve bütün yaptıklarında ve yapmadıklarında kalplerinin • içinde olanı bilendir...

Sonra bu iş, kendi bağlamını da aşıyor, içinde bulun­dukları anı ve geleceği ile Allah yolundaki çalışma ve gayret hayatlarının bütün alanlarına uzanıyor ve Allah'a, kendilerini kalpleri, düşünceleri, dilleri ve bütün azalan ile Allah'a teslimiyeti (İslamı) yaşayan kimseler kılma­sı için yalvarıp yakarıyorlar ki, hayatları Allah'ın emir ve iradesinin somut bir resminden ibaret olsun. Yine da­ha sonra bununla da kalmayıp beklenti ve temennilerini züniyetlerine (nesillerine) de aktarıyorlar. Bu neslin is­tedikleri ve istemedikleri hususunda Allah Subhanehu-dan sapmasını istemiyorlar. Aksine Allah'a tam bir tes­lim oluşu yaşamasını ve bu nesilden hayatı tümüyle doğ­ruluk ve ihlas içersinde insanoğlunun kulluğunu Allah'a özgü kılmak ve bu kulluğu somutlaştırmak için hayatın bütün alanlarında yaşayan bir İslam'a döndürecek İslam ümmetinin doğmasını öngörüyor ve bunun böyle olması­nı istiyorlardı. Sonra bu evrensel duayı, Allah'tan ken­dilerine ibadet usullerini ve yerlerini Öğretmesini ve tev-belerini kabul edip, kendilerini bağışlamasını isteyerek bi­tiriyorlar. Çünkü tevbe ve tevbenin kabul edilmesi, ba­ğışlanma, Allah'ın rızasını, sevap ve rahmetini vahyeden manayı somutlaştırır. Bu cihetle herhalükarda işlenmiş bir günahtan sonra gelmesi zorunlu değildir.

Bundan sonra dua artık başka bir yöne yöneliyor. Şöyle ki hayat içinde insanın yaptıklarında ve yapmadık­larında Allah'ın iradesinin canlı bir sureti olmasını ger­çekleştirecek canlı ve hareketli bir anlamı, İslam için ger­çekleştirecek fikri ve ameli bir içerik mevcut olmadıktan sonra, ferdin Allah'a yönelmesi veya toplumun hayatını' Allah'a yöneltmesi yeterli olmayabilir. Bu fikri ve ameli içerik de insan için onun Allah ile yakınlığının derin, araç ve hedef açısından da açık olması için hayat içersin­deki hareketinin ayrıntılı, açık ve belirli çizgilerini ko­yan ve kainat içersindeki seyir ve gidişatına hükmeden büyük hedefleri gösteren ilahi risaletler yoluyla gerçek­leştirecektir. Bunda ne bir karışıklık, ne kopukluk, ne de herhangi bir sapma veya yanlışlık yoktur. Aksine doğ­ru yolda ve bütün irade ettiği hususlarda Allah'a açıl­mak noktasında bir açıklık ve netlik söz konusudur... Son duaları ise, Allah'ın bu beldede yaşayan bu ümmete ken­dilerinden bir resul gönderrnesidir. Kendi içlerinden olan bu resul, onların meselelerini, içinde bulundukları şart­ları, düşünce ve temennilerini, akli yapılarını ve man­tıklarını bilecek ve kendilerine Allah'ın ayetlerini akli yapılarına, mantıklarına ve düşüncelerine uygun bir üs­lupla okuyacak; onlara Allah'ın kendilerine indirdiği ki­tabı ve bu kitabın içerdiği hikmeti öğretecek; onları an­lamlı ve hikmetli konuşmalar^ Öğütleri ve hayatın akışı içersindeki yaşayış tarzı ile uyandırıp arındıracaktır. Böy­lece bu topluluk, kişisel çalışmalardan ve dar ufuklardan uzak olarak risaleti yüklenmek hususundaki sorumluluğu yaşayan bir irade ve kafa yapısına sahip bir ümmete dö­necektir. [176]

 

Bu Ayetlerden İlham Alıp Öğrendiklerimize Gelince: Kuruluşların Yapısındaki Ruhi Hava

 

1— İslanıi çalışma yapanların; müesseseleri kur­makla uğraşırken yaşamaları gereken ruhi hava, yapılan iş için bir ibadet, görev ve sorumluluk havası kalsın ve bu iş gerçekte bir araç olduğu halde amaç haline gelme­sin diye işin kendi tabiatının getirdiği zorunlukl arının ve maddi problemlerinin, kendilerini —insanın işin kendi­si için yapıldığı zât olan Alllah'a açıldığı— kapsamlı ruhi çizgi dahilinde kalmaktan alıkoymaması dır.

Birçok dini müessesede gördüğümüz gibi, kurucula­rı başlangıçta risaletçi düşünce noktasından hareket eder­ler. Sonra bu müessese ile iç içe geçerek Özdeşleşir mües­sesenin ilgi, ilişki ve bazı bağlayıcı maddi gereklerin ge­tirdiği maddi havası içersinde yaşar ve bu alanda hiçbir ruhi canlılığa sahip olmayan donuk ve kuru kişilere dö­nüşürler. Yine dar ferdi akılcılık, müesseselerinin tabiatı­na ve pratik işleyişlerine hükmetmek kasdıyla da işe baş­layabilir. Fakat çok geçmeden mizacın veya özel menfaa­tin gerektirdiği yönde kişisel veya tarafgir bir yön alır. îşte böyle bir ortam ve hava içersinde, bir müessese ile diğeri arasında bu müesseseleri yaşatan insanların kişi­sel menfaatleri veya şu ya da bu şahsın üzerinde yürü­dükleri çizgiler arasındaki çatışmalar doğrultusunda mü­cadeleler yaşanmaya başlanır. Böylece de dinî müessese­ler kin, nefret, tamahlar ve imtiyazlar üzerindeki kişisel iştahlanmalar ortamında sürüklenerek, dini çalışma yo­lunda korkunç tehlikelere dönüşürler. Çünkü artık bu hava içersinde strateîik yöntemler ve ilkeler dini değer­leri, dünyevi tamah ve zevkleri korumak yolunda kul­lanmak noktasından hareket eder olmuşlardır. Bunun sırrı da dini çalışma havasının Allah'tan uzaklaşıp kişi­selliğin ve keyfiliğin karanlığında boğulup kaybolmasında yatmaktadır. Yani İbrahim ve İsmail'in, Allah'ın evi «Beytül-Haram »ı bina ederkenki nurlu ruhiyetlerinde gördüğümüz hava ve hissiyatın aksine. [177]

 

Mü'minler Çocuklarının İmani Geleceğini Düşünüyorlar

 

2 — Bu ayetlerden anlaşılan, Allah yolunda çalışan mü'minlerin çocuklarının geleceği üzerine derin düşün­celere daldıklarıdır. Mü'minler, kendileri gibi çocukla­rının da Allah'a inanan, Müslüman toplumun ve İslam ümmetinin güçlü temelini gerçekleştirmek yolunda çalı­şan kimseler olmalarını istiyorlar her şeyden önce. Böy­lece terbiye, bu hava içersinde bu yönde pratik çalışma­ya ve stratejiye dönüşüyor. Böylece insanın, çocukları ile olan ilişkisi, kendileri için dünya ve ahiretteki ruhi ba­şarıdan uzak, dünyevi ve maddi başarıları düşünüp düş­leyen kişisel dünyevi romantizm noktasından değil, risa-îetçi hareket noktasından hareket eden risaletçi bir iliş­kiye dönüşüyor. İşte Allah yolundaki davetçilerde pırıl­tılarını görmek istediğimiz fakat çok kere göremediği­miz ilişki budur. Çoğu Müslümanlar, Allah yolunda ken­di çocuklar ile diğeri e rininki arasında bir ayırım göze­tiyor, onları Allah yolunda çalışmanın arz ettiği tehlike­lerden uzak ve güven içersinde görmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Fakat nedense aynı ihtimamı diğerle­ri için göstermiyorlar. Allah yolunda çalışmanın tehlike­lerini, bu yolda sahip olduğu her şeyi vermenin sıkıntısı­nı, hep başkalarının yaşamasını düşünüyorlar. Bu, dü­şünce, hissiyat ve çalışmada ikili yapı demektir. Bu ikili yapı, Allah yolunda çalışanlarda biri risaletten uzak ki­şisel bir bağlamdan, diğeri hayata hakim olan bütün ha­vanın risalet şiarları ile —ama diğer gençler eliyle olmak kaydıyla— değiştirilmesi bağlamından hareket eden iki ayrı kişilik oluşturur. Yani, ayetin bildirdiği İbrahim ve İsmail'in içersinde kendi nefisleri ve başkalarının ço­cukları için düşünüp düşlediklerini kendi çocukları için de düşündükleri kişilik birliğinin aksine... Çünkü onla­rın içlerindeki sorumluluk, tek bir noktadan yine tek bir hedefe doğru hareket etmekteydi... [178]

 

Allah Yolundaki Davetçileri Yetiştirenlerin Sorumluluğu

 

3 — Bu ayetler bize şunu da düşündürmektedir: İs-lami çalışmadan sorumlu olanlar, risaletçi sorumlulukları içersinde, toplum hayatında bulunan dinî sorumluluğun bilincinde olan sorumlu kişiler yoluyla insanlara İslami havayı yaşatmalıdırlar. Bu davetçiler de kendilerine yo­lun açık ve parlak izini kaybettirecek temel konularda birbirleri ile ayrılığa düşmeyen, yoldaki değişik işaret­ler ve günbegün yer değiştiren kum tepeleri arasında kaybolmayan ve insanları stratejik düşüncenin ayrıntılı temelleri üzerinde yönetip yönlendirme gücüne sahip ola­cak şekilde yetiştirilmelidirler.

İbrahim ile oğlu İsmail'in, Allah'tan kendi nesilleri­ne bir rasul göndermesini istedikleri son duaları da bize; toplumu kökünden değiştirmeyi hedefleyen bütün inkıla­bı işlerde risalete ve rasule olan ihtiyacı hissettirmekte­dir. Çünkü elde bir risalet olmadıktan sonra önderliğin hiçbir kıymeti yoktur. Yine yol ayrımları karşısında in­sanlara rehberlik edecek bir önderlik bulunmadıktan son­ra risaletin de bir kıymeti yoktur. Burada sözün sonun­da Peygamber (S.A.V.)'in bu ayeti yorumlayan bir hadi­si şerifini de zikretmek gereğini duyuyoruz:

«Ben, babam İbrahim'in davetiyim...» [179]

 

İbrahim İslam'ın Davetini Güdüyor

 

«Kendini aşağılayan (ahmak)tan başka kim İbrahim'in di­ninden yüz çevirir?!.. Andolsun ki biz Onu dünyada beğenip seçtik, ahireîte de O iyilerdendir. O, (bir zaman) Rabbi Ona: «Müslüman ol!» dediğinde hemen: «Alemlerin Rcbbıne teslim oldum.» dedi. İbrahim bunu kendi oğul(lar)ına da öğütledi. Ya'kup da (kendi oğullarına bunu öğütleyerek): «Oğullarım... Allah sizin için bu dini seçti. Bundan dolayı siz de ancak Müs­lüman olarak Ölün...» dedi. Yoksa siz, Yakub'a ölüm geldiği zaman orada mı idiniz?! O zaman Ya'kup oğullarına: «Benden sonra neye (kime) kulluk edeceksiniz?» demişti. Onlar da «Biz, senin ilahına, ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilahı olan tek ilaha kulluk ederiz. Biz Ona teslim olan (Müslüman)lanz.» de­diler. Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların (lehlerine veya aleyhlerine) kazandıkları kendilerinin, sizin (lehinize veya aley­hinize) kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından da sorulmazsınız»-[180]

 (Bakara: 130-134)

 

İbrahim'den başlayan ve tarih içersinde ard arda ge­len bütün risaletler bir tek risalettir. Bu arada gelen ri-saletler içersinde Lir risaletten diğerine herhangi bir ay­rılık gayrılık veya birbirlerini olumsuzlama yoktur. An­cak tek değişiklik İslam kelimesinin temsil ettiği birlik ve birleştiricilik bağlamındaki ayrıntıların çeşitliliğidir. Bundan dolayı İbrahim'den sonra gelmiş olan bütün se­mavi risaletler İbrahim'in aynı tek hedefe giden yolunda bir ileri proje sayılır. Çünkü hayat, bütün alanlarında, proje ve atılımlarında Allah'a boyun eğmek zorundadır. İnsanın da kalbi, fikri ve hayatı ile Allah'ın huzurunda eğilmesi ve her yönüyle kendini Allah'a teslim  etmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Çünkü Allah'ın kelamı kar­şısında söyleyebileceği bir sözü yoktur; Allah'ın şeriatı karşısında ileri süreceği makbul bir şeriati de yoktur. Bu Allah'a karşı mutlak boyuneğmişlik üzerinde odak­lanan katı bir iraaııi gerçektir; Çünkü bu, iradenin, kö­tülüğü emreden nefsin istedikleri üzerinde değil, Allah' m istedikleri üzerinde yoğunlaşmasında ifadesini bulur. Bu, Allah'ın sözünü ve onun risaletlerini karşılamak üze­re kesintisiz devamlı bir "bekleyiş yani bir «emre ârnâde oluş»tur. Yine geçen her bir kelimenin ve müddeti dolan her bir risaletin ardından herhangi bir şahsa imtiyaz dev­retmez. Hatta bu peygamberler ve risaletler için de böy­ledir. Çünkü (Müslüman olup) Allah'a teslim olmak, in­sanın bütün işlerinde Allah'a boyun eğerek hayat ile kar­şı karşıya gelmesini ifade eder. Bir mesele olarak bütün meselesi, risaletin Allah'ın risaleti, rasulün de Allah'ın rasulü olduğunu içine sindirmesidir. Bundan sonra risa-lete ve rasule inanacak ve bu kabul ve inancın üzerine yüklediği bütün söz ve fiillere boyun eğecektir... İşte bu düşünceler ışığında bütün dinlerin, imani bir teslim oluş içersinde Allah'a açılan insanın iç konumunu temsil eden «İbrahim Milleti-Dini» içersindeki esaslı temel üzerinde kesişmelerini anlayabiliyor ve bu çizgide İslam akidesin-deki bütün peygamberlere iman etmenin anlamını keşfe­diyoruz. Çünkü bütün Peygamberler, Allah katında tek gerçek din olan İslam'ın doğru çizgisi üzerindeki; tek inancı temsil etmektedirler. Herhalükarda risaletler bir olunca bu Peygamberlerden bir kısmına inanıp bir kısmı­nı inkar etmenin hiçbir anlamı yoktur.

Bu durum, İbrahim'in dininden yüz çeviren ya da onu reddeden insanı, kendini aşağılayan ahmak kimse diye tabir eden bu ayetler tarafından vahyedilen duru­mun ta kendisi olabilir. Çünkü İbrahim, davetinde ve ge­nel liderliğinde kendi kişisel yeterlik hissinden hareket eden kimseler gibi insanları davet ettiği hususlarda ken­di nefsini temsil etmemektedir. Aksine O, Allah'ın dün­yada insanlar arasından O'nun risaletini yüklensin ve in­sanları O'nun doğru yoluna ulaştırmak için onlara bu ri-saleti tebliğ etsin diye kendisini beğenip seçtiği insanı temsil etmektedir. Allah O'nu, Allah yolunda çalışması­na, cihadına ve her işte Allah'a gönülden teslim oluşu­na bir karşılık olarak ahirette de Allah'ın rızasına eren iyilerden, salih insanlardan kılmıştır. Bir zaman Rabbi Ona:

«Müslüman ol! Bütün yönleriyle hayatım Allah''a çevirip Ona teslim ol/..»

dediğinde, bir an bile tereddüt etmemiş, azmetmiş ve bu azminde herhangi bir yumuşaklık veya gevşeklik göster­memiş, bu konumun gerektireceği dünya şehvetlerinden mahrumiyet gibi şeyleri hiç mi hiç düşünmemişti. Aksine O, Rabbine güven dolu bir imanla:

«Alemlerin Rabbine teslim oldum...»

demişti. Yine bu teslim oluş feyzini yalnızca kendine al­makla kalmamış, bunu oğullarına da öğütlemiştir. Çün­kü İslam, Allah'ın insanlar için beğenip seçtiği ve kabul buyurduğu tek dindir. Böyle olunca onlar için İslam ile dirilip canlanıp yaşamak ve O'nun kelamını taşır bir hal­de ölmek kaçınılmaz bir zorunluktur. İbrahim'in torunu Ya'kup da O'nun kelamını hayatının sonuna kadar bir öğüt olarak taşımış, hayatının son anlarında da diğer in­sanların «vasiyet etmek» denince, akıllarına gelen mal, mülk ve dünya hayatının çeşitli iş ve uğraşlarını bir ta­rafa bırakıp, böyle basit şeylere hiç değer vermeden, Al­lah'a teslim oluş ile ifadesini bulan bu kulluk hayatı ile sıkı sıkıya bağlı olarak hayatlarını sürdürmeleri üzerin­de durmuştur yalnızca. Evet İbrahim'in torunu Ya'kup, hayatının son nefeslerini alıp verirken oğullarına:

«Benden sonra benim hayatım boyunca üzerinde yürüdü­ğüm yalnız bir olan Allah'a kulluk çizgisinde devam edecek mi­siniz? Yoksa ondan uzaklaşıp şirk ve sapıklık çizgisine mi sa­pacaksınız? Söyleyin!.. Benden sonra neye ya da kime kulluk edeceksiniz?.-»

- diye derin bir iç heyecanıyla sormuştu. Gözü arkada kal­madan rahat ve huzur içersinde ölmesini sağlayan cevap kendisinden sonra halis tevhid yolundaki risaletçi çizgi­de yürümeye devam edecekleri yolunda idi... Oğulları:

«Biz, senin ilahına, ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın da ilahı olan tek ilaha kulluk ederiz. Biz O'na teslim olan Müs-lümanlarız.»

demişlerdi... "Şüphesiz bu kulluk, İslam'ın bütün çalışma alanlarında, şahsiyetlerini belirleyen tek belirleyici olma­sı için, hayatı İslam çizgisine yerleştiren, bir olan Allah'a halis kulluktur. Bu ayetlerdeki tarihi anlatım insanlara şu nidayı yönelten ayetle sona eriyor:

1- «Bu anılan tarih, yapıp ettikleri, lehlerine ve aleyhlerine kazandıkları ile geçmiş ümmetlerin tarihidir. Sizler bunların azıyla çoğuyla yaptıklarının veya yapmadıklarının hiçbirinden sorumlu değilsiniz. Aksine, doğru çizgide dosdoğru yürümele­rinden sapık çizgilere sapmalarına yaşadıkları hayatın bütü­nünden sorumlu olanlar bizzat kendileridir. Size gelince, siz kendi bağımsız tarihinizden., yapıp etmenizle cenneti ya da ce­hennemi kazandığınız, amellerinizden sorumlusunuz- Size dü­şen, bu andığımız tarihi olaylara bakarak kendi sorumlu yolunuza yönelmeniz, bunlar üzerinde yapacağınız incelemelerden elde edeceğiniz sonuçlar yardımıyla, bu yol üzerinde kendi stra­tejilerinizi belirlemeniz ve bu evrensel tarihi olaylardan eşya­nın tabiatı, olayların, tavır, davranış ve tepkilerin sonuçları konusunda her alanda ibret olmanızdır...» [181]

 

İslam Yahudiler ve Hıristiyanlara Karşı Mücadele Ediyor

 

«Yahudi veya Hıristiyan olun ki, doğru yola ulaşasınız-» dediler. De ki: «Hayır!.. Biz dosdoğru İbrahim'in 'dinine (uya­rız)- O, Allah'a ortak koşan müşriklerden değildi.». Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yaıkup ve torunlar(ın)a indirilene, Musa ve İsa'ya verilene ve (diğer) Peygamberlere Rableri tarafından verilene inandık; onlar arasında bir ayırım yapmayız; biz Allah'a teslim olanlarız.» deyin. Eğer onlar da sizin inandığınız, gibi inanırlarsa doğru yola ulaşmış olurlar. Yok eğer yüz çevirip dönerlerse mutlaka anlaşmazlık ve ayrılık (çıkmaz) içersine düşerler. Onlara karşı Allah sana yeter. O, her şeyi işiten (Semî) ve her şeyi bilen (Alîm)dir. Allah'ın bo­yası (ile boyan)... Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kim olabilir?/.. Biz ancak Ona kulluk ederiz.».

«Onlara: «Allah bizim ve sizin Rabbiniz iken (hâla) Onun hakkında bizimle tartışıyor musunuz?.. Bizim yaptıklarımız bi­ze sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz O'na gönülden bağlanan­larız.» deyin... Yoksa siz İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kup ve to­runlarının) Yahudi ya da Hıristiyan olduklarını mı söylüyor­sunuz? De ki: «Siz mi daha iyi bilirsiniz yoksa Allah mı?!.. Al­lah tarafından bildiği bir şehadeti gizleyenden daha zalim kim olabilir?!.. Allah sizin yaptıklarınızdan gafil değildir...».

«Onlar bir ümmetti, gelip geçti... Onların (lehlerine veya aleyhlerine) kazandıkları kendilerinin, sizin (lehinize veya aley­hinize) kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından da sorulmazsınız-..»

(Bakara: 135-141)

Bakara suresinin bu bölümünde, Kur'an-ı Kerim, Al­lah'ın imanı ve ameli île hayatın üzerinde yürümesini is­tediği doğru çizgiyi belirlemeye ve pratik hayat içersin­de insanların üzerinde yürüdüğü diğer eyri ve sapık yol­ları gerçeklik aleminden kaldırıp yok etmeye kastediyor. Bu süreçte de dini, ancak belirli bir gruba açık olan bir kalbî yönelime ve dar ufuklara sıkıştırmak için kendi iç­lerine kapanan ve içine sıkıştıkları bu yapmacık çerçe­venin kapısını  da,  başkalarına  kapayan gruplara cevap vermeyi amaçlıyor.  Yahudiler hidayet yolunun Yahudi­lerden başkasına açık olmadığını, Hıristiyanlar da aynı yolun Hıristiyanlardan başkasına açık olmadığını söylü­yorlardı insanlara. Kur'an-ı Kerim'in cevabı ise hak yo­lun yani gerçek hidayet yolunun bu her iki grubun da sandığından daha geniş ve açık olduğu yolundadır.  Şa­yet Yahudiler ve Hıristiyanlar İbrahim'e ve O'nun dinine inanıyorlarsa (zaten) İbrahim'in dini, bütün doğru çizgi­lerin üzerinde karşılaşıp kesiştiği tek dindir. Çünkü O'nun dini, bütün risaletleri kapsayan ve bütün Peygamberlere beşiklik eden halis tevhid çizgisini ifade eder. Ne kimse­yi dışında bırakacak kadar dar, ne de herhangi bir grubu kapısından çevirecek kadar kapalı değildir. O, kendisine inanan mü'minlerin doğru yolu bulup, hidayete ulaştığı gerçek dindir.  Ondan yüzçevirenlere gelince, onlar, ha­yatın durulup bir karara varmasını, huzur ve güven içer­sinde  doğru yolda yürümesini  istemeyen,  aksine hiçbir iyi sonuca götürmeyen ayrılıkları, anlaşmazlıkları ve düş­manlıklar] ortaya atanlardır. Onlar, kötü hedeflere yönel­miş- şer amaçlarının sahipleridirler. Fakat bu karanlık yolda ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar, ne uzun boylu strate­jiler geliştirirlerse geliştirsinler, bu kötü hedeflere ulaşa­mayacak (Allah'ın nurunu söndüremeyeceklerdir). Çün­kü Allah dünyada ve ahirette onlara karşı kefil olmuş­tur. Peygamberine de onların düşmanlık ve kötülükleri­ne karşı kendisine yeteceğini vaadetmiştir. O Allah, on­ların söyledikleri bütün sözleri ve mü'mini erin önüne ser­dikleri sorunları işiten (Semî), onların gizli açık her şey­lerini bilen (AlîmJ'dir.

Kur'an-ı Kerim'in, bu ayetlerde onların durum ve gi­dişatlarım, İbrahim'in dini ile olan uygunlukları çerçeve­sinde bir karşılaştırma ile değerlendirdiğini görüyoruz. Çünkü Musa'nın ve İsa'nın risaletleri de bu yönde yürü­mekteydi. Böyle olunca eğer onlar İbrahim'in dininden bir sapma arzediyorlarsa, bağlandıklarım iddia ettikleri bu iki risaletin hidayetinden de sapmış bir yolda yürü­yorlar demektir.

Sonra söz, özelliğini hiçbir özelliğin, sıfatlarını hiç­bir sıfatın tutmadığı, ayrıcalığına hiçbir ayrıcalığın yak­laşamadığı, insanın dünyevi ve uhrevi düzeyini yüksel­ten yüce anlamların sarıp sarmaladığı İslam dinine dö­nüyor. Çünkü İslam, istikamet ve iman içersinde en ger­çek anlamları ve en açık ve belirgin çizgileri ile Allah Subhanehu'ya ibadet yolunu temsil etmektedir. Sonra on­ları kaçmaya çalıştıkları gerçekle karşılıyor. Bu, Allah' m belirli bir cemaatin veya belirli bir toplumun Allah': olmadığı, gerçeğidir. Bütün yaratılmışların hepsi, O'na kul olmalarında ve O'nun kendilerine Rabb olmasında Allah' m önünde eşittirler. Böyle olunca da kendilerini O'na bağ­layan ve bağlılıklarını pekiştiren Özel bir ilişkinin ve bu temele dayalı olarak sürdürdükleri iddiaların ve tartış­maların hiçbir anlamı yoktur. Bu anlamsızlığa dayana­rak, kendilerini «Allah'ın seçkin halkı» olarak tanıtmaları da Allah'a giden yolun kendilerinden geçmesi zorunlulu­ğu yolundaki hayalleri de anlamsızdır...

«O Allah bizim de Rabbimizdir sizin de Rabbinizdir.»

kesinliği de bu gerçeği ifade eder... Bu bağlamda anılan bu birinci gerçekten hareketle ikinci bir gerçeğe daha çıkılmaktadır. O da kul ile Rabbi arasındaki güçlü ilişki­nin üzerinde kurulduğu temelin (O'ııa inandıktan sonra) bu iman gereğinden olarak yapılan salih ameller olduğu gerçeğidir. Bu gerçek marifetiyle her insan Allah'a karşı kendi sorumluluğunu yüklenir. Hiç kimse de bir başkası­nın ameli sorumluluğuna katlanmaz. Bu bağlamda her­kesin ameli kendisine, sorumluluğu da yine kendisine ait­tir.

«Bizim amelimiz bize sizin ameliniz size...».

Bundan sonra ayeti kerime, niyet ve amelde Allah'a ihlas ile ayrıcalık kazanan şahsiyet için, bariz bir tabiat olarak Müslümanların bağlandıkları gerçek haklı konu­mu belirlemektedir.

Böylece söz, yeniden İbrahim'in şahsiyetine dönüyor. Yahudiler, sözleri ile veya tavır ve davranışları ile İbra­him'in Yahudi olduğunu iddia ediyorlar. Hıristiyanlar da yine sözleri ile veya tavır ve davranışları ile İbrahim'in Hıristiyan olduğunu iddia ediyorlar... Buna karşılık Kur' an-ı Kerim, inkarı bir soru cümlesi ile kesin durumu or­taya koyuyor. Bu eda ile

«Siz mi daha iyi bilirsiniz yoksa Allah mı?!..»

diye soruyor... Onlar da tabiatıyla Allah'a inandıklarını göz önünde tutarak Allah'ın daha iyi bildiğini ikrar et­mekten başka bir şey yapamayacaklardır. Bu diyalogdan hareketle de Allah'ın seksiz ve şüphesiz olarak İbrahim'in ne Yahudi ne  de  Hıristiyan olmadığını,   aksine  Müslüman bir Haııifî olduğunu, yine Yahudi ve Hıristiyan ol­madıktan başka Allah'a ortak koşan müşriklerden de ol­madığım bildirdiğini ortaya koyuyor. Arkasından da al­tından kalkılmaz güçlü hamlesini yapıyor: Bu sapık iddia­ların sahibi olan Yahudi ve Hıristiyanların kendilerinin bu gerçeği tamamiyle bildiklerini, fakat zulmün en şid­detli türlerinden olarak kabul edilen bir davranışa gi­rerek bu gerçeği gizlediklerini ve bu şehadeti itiraf et­mekten kaçındıklarını yüzlerine vuruyor. Çünkü onların bu davranışı Allah'a karşı direnmek, hakikate karşı bü­yük bir zulüm, insanlara ve hayata karşı düşmanlıktır. Sonra ayet tehdit edici bir eda ile Allah'ın onların bütün bu yaptıklarından gafil olmadığını, O'nun dünyada onlar üzerinde bir gözetleyici, ahirette de hâkim olduğunu vur­gulayarak sona eriyor.

Bundan sonra hitap, insanların hayatını kapsayan ta­rihin hareket ettiği temel düşünceyi arzetmek üzere yine Müslümanlara dönüyor ve tarihin, herhangi bir grubun sorumluluğunu diğer bir gruba, herhangi bir dönemin insanlarının sorumluluklarını diğer bir dönemin insanla­rına yüklemediğini; yine bir tarihi kavmin yaptıklarının cezasını diğer bir tarihi kavmin yüklenemeyeceğini, so­rumluluğun ancak yaşanan hayatın ve yapılıp edilen amellerin kaynaklandığı noktadan hareket edeceğini; ta­rihin de ancak nesillerin, medeniyetlerin tarihî seyirleri içersinde kendilerinin ve diğer nesillerin deneyimleri yar­dımıyla gerçek düşünceyi yaşamaları için dersleri ve ib­retleri nesilden nesile taşıyan bir hayat kitabı olduğunu bir defa daha vurguluyor.... [182]

 

23) KIBLENİN BEYTÜL-MAKDİS'DEN KA'BEYE ÇEVRİLİŞİ

 

Bismülahirrahmanirrahim,

«Aşağılık (ahmak) insanlar (bundan böyle Ka'beye yöne­len Müslümanlar için): «Onları (yönelmiş) oldukları kıblelerin­den geri döndüren nedir?» diyecekler. De ki: «Doğu da batı da Allah'ındır. O, dilediğini doğru yola iletir.»

«Böylece sizi orta ümmet yaptık ki, siz insanların üzerin­de şahit olasınız Peygamber de sizin üzerinizde şahit olsun. Biz ancak, Peygambere uyanları topukları üzerinde (kıvırarak) ge­riye dönenlerden ayıralım diye yönelmiş olduğun Ka'beyi kıble yaptık. Bu, Allah'ın yol gösterip hidayet ettiği kimselerden baş­kasına elbette ağır gelmiştir. Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanlara şefkatli (ve) merhametlidir.»

«Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu görü­yoruz. Elbette seni hoşlandığın kıbleye döndüreceğiz. Bundan böyle yüzünü Mescidi Haram tarafına çevir. Siz de nerede olur­sanız olun yüzlerinizi o (Mescidi Haramın) yön(ün)e çevirin. Kendilerine kitap verilenler (Ehlikitap) da (aslında) bunun Rab-leri tarafından bir gerçek olduğunu bilmektedirler. Allah da onların yaptıklarından gafil değildir.»

«Sen kitap verilenlere her türlü delili getirsen de, yine on­lar senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak de­ğilsin. Onlar (zaten) birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Sen­se, sana gelen ilimden sonra onların heva ve heveslerine (keyiflerine) uyacak olursan, o takdirde sen elbette zalimlerden olursun...»

«.Kendilerine kitap verdiklerimiz, O (gerçeği) çoluk-çocuk-larım (ismen ve şahsen) bildikleri gibi bilip tanırlar. Ama yine de onlardan bir grup bu gerçeği bile bile gizlerler. Bundan do­layı kesinlikle kuşkulanıp şüphelenenlerden olma.»

«Herkesin yöneldiği bir yönü vardır. O halde (onları bı­rakıp siz kendi yönünüzde) iyi işlerde yarışın. Siz nerede olur­sanız olun Allah sîzi bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye gücü yetendir.»

«Nereden (yola) çıkarsan çık, yüzünü Mescidi Harama doğru çevir. Elbette bu Rabbinden gelen gerçektir. Allah, yap­tıklarınızdan gafil değildir. Nereden (yola) çıkarsan çık yüzünü Mescidi Harama doğru çevir. Siz de nerede olursanız olun yü­zünüzü Ona doğru çevirin ki, insanların aleyhinize (kullanabi­lecekleri) herhangi bir delili olmasın. (Yine de herhalükarda haksızlık eden) zalimler hariç (tabii). Onlardan da korkup çe­kinmeyin. Benden korkun ve (Mescidi Harama doğru dönün ki) size olan nimetimi tamamlayayım ve böylece hidayete ulaş­mış olasınız.».

«Nitekim size yine kendi içinizden, size ayetlerimizi oku­yan, sizi temizleyip (kötülüklerden) arındıran, size Kitabı, hik­meti ve (nice) bilmediklerinizi öğreten bir Rasul gönderdik. O halde beni anın ki, ben de sizi anayım. Ve bana şükredin... Nankörlük etmeyin!..».

(Bakara: 142-152)

Kur'an-ı Kerim'in ikinci cüzünün başladığı bu bö­lümde Allah Subhanehu, Müslümanları Medine'de içer­sinde yaşadıkları yeni toplumda, gerek diğer grupların Rasulullah'tan sadır olan bazı yeni İslami yasama çıkışla­rı çerçevesinde ayaklarına dolamaya çalıştıkları pürüzle­re, gerekse bu yeni dönemde Müslümanların bizzat ken­dilerinin karşılaştıkları sorulara ve hayretlere götüren, hatta zaman zaman yeni oluşan Müslüman toplumun bir­lik, bütünlük ve bağlılığa etki eden; sarsıntı ve sallantı­lara meydan veren bazı genel şartlara karşı dayanıp di­renmek üzere yetiştirip hazırlamak istiyor.

Bu yaklaşımın önemi, şu değerlendirmede iyice açı­ğa çıkacaktır. Şöyle ki, kafir müdahaleler, Müslümanla­rın yeni yapılanmanın yapısal ve kültürel yalınlığını ve yeni toplumun ilk defa karşılaşılan yeni sorunları karşı­sındaki ruhi ve fikri saflığını yaşadıkları aşamalarda, bü­yük bir etki bırakmaktadır. Bu kafir müdahaleler, özel­likle de Müslümanların bu müdahaleci grupları Ehl-i ki­tap olarak Allah'ın hüküm ve ayetlerini içeren kapsamlı • bir bilgiye sahip oldukları inancı doğrultusunda yasana-gelmiş, toplumsal hayat hakkındaki genel bilgi ve kültür birikimine sahip oldukları düşüncesi ile güçlü olarak gör­dükleri ve bundan dolayı bu müdahaleci gruplar karşı­sında aşağılık kompleksi ve benzeri psikolojilere kapıl­dıkları bir dönemde, karşılaştıkları problemlere bakışla­rına çok daha büyük etkiler yapmakta, hatta karşı karşı­ya oldukları bu problemleri ayrımlamaiktan, incelemek­ten ve tartışmaktan aciz bir fikri kapasiteye sahip olduk­ları hissinin ürkeklik ve çekingenliğini yaşamalarına bi­le neden olmaktadır.

Bu ayetlerin çözmeye giriştiği probleme gelince bu problem, Müslüman toplumu da, bunun karşısındaki kafir toplumu da, bir hayli meşgul etmiştir. Çünkü bu hep­si için beklenmedik ani bir olay olmuştur. Çünkü Müslümanlar, İslami davetin başlarından beri ibadetlerinde Eh­li kitaptan olan Yahudilerin ve Hıristiyanların yöneldiği «Beyt-ül Makdis»e doğru yönelmekteydiler: Şimdi yeni yasama bu uygulanagelmiş durumu ortadan kaldırıp kıb­leyi Ka'beye döndürmeye gelmişti... Bu da Ehl-i kitabı ayağa kaldırmış, tozutmalarına neden olmuştu. Çünkü Ehli-kitaptan olan Yahudi ve Hıristiyanlar, Müslüman­ların «Beyt-ül Makdİs»e doğru namaz kılmalarında, ken­dilerine karşı bir tür ameli bağlılık bulunduğunu ve bu­nun hakkın kendilerinde olduğuna işaret ettiğini fısılda­yarak, bazı saf Müslümanları kandırıp, saptırma yolunda bir ümit ışığı görüyorlardı. Böyle olunca bu yeni yasama ile kitap ve Peygamberlik bağlamındaki asaletlerini ve ta­rihi konumlarını pekiştiren, fiili konumlarından bilinin ortadan kaldırılarak hesap hanelerine bir zarar kaydedil­diğini düşünüyorlardı.

Müslümanlara gelince, onlar, bu yeni düzenleme ile kendi içlerinde bir irkilme ve sarsıntıyı yaşıyorlardı. Çün­kü uzun zaman sürdürmüş oldukları önceki uygulama sı­rasında, alışılmadık yeni bir tarzla karşı karşıya idiler. Uzun zaman uygulamış oldukları eski düzenlemeyi ter-kedecek, yeni bir düzenlemeyi uygulayacaklardı. İşin ger­çeği hakkında bilgi sahibi olup, bu durumu kavramadıkça önceki uygulamayı adeta doğru yoldan bir sapma ola­rak değerlendireceklerdi. Çünkü doğrusu bundan gayri kıyamete kadar uyup uygulayacakları, bu yeni düzenle­me idi. Ayrıca böyle ayan beyan bir fiili değişikliğe, psi­kolojik olarak hazır da değillerdi. Bundan dolayı kendi­leri için bu bir büyük beklenmedik olay olmuştu. Bu ani-lik, Yahudilerin de bu değişiklik konusunda Müslüman­ların önüne yığıp, tozuttukları düşünce sorunları ile fiili bir psikolojik şoka neden olmuştu. Eğer Allah'ın hükmü Beytül Makdis'e yönelmek yolunda diiyse bu: bu yöne­lişin hak, diğerlerinin batıl olması demekti. Allah'ın aynı meseledeki hükmü, nasıl olur da değişerek başka bir yön alır da, hakka ve batıla olan bakışları birdenbire ters çe­virir, hakkı batıl batılı hak yapardı. Şimdi, maslahatlar eşyayı bağladıkça ve hükümler de maslahata bağlı olduk­ça böyle bir durumun, yaptığı bütün işlerde ve koyduğu bütün kanunlarda hikmetli (hakîm) olan Allah'a yakış­tırılıp dayandırılması nasıl mümkün olacaktı?.. Yahudi­lerin tozuttuğu bütün bu düşünce kargaşası içersinde Müslümanların yasama müessesesi, esasları, işleyişi ve ta­biatı konusunda bunlarla bu konuda tartışmaya ve mü­cadele etmeye imkan verecek bir bilgileri de yoktu. İşte böylece Müslümanlar, kuşku ve hayretten oluşan bir ha­vayı yaşamak durumundalardı. Bu gergin hava içersin­de, ileri geri söylentiler ve sataşmalarla karşı karşıya kal­mışlardı. Bu gergin hava artık öyle bir hal almıştı ki, du­rum toplumdaki İslami gidişi dahi tehdit eden, büyük bir ukdeye dönmüştü.

Kur'an ise bütün bunları gözetlemedeydi kuşkusuz. Durumun ihtiyaç gösterdiği bütün gerekli yöntemlerle (üsluplarla) kapsamlı bir savaşa girmeye karar vermiş­ti. Yasamanın tabiatına yönelik düşünce yöntemleriyle ol­sun, Müslümanların şiar ve hissiyatlarına hitap eden ro­mantik yöntemlerle olsun yine Müslümanların, Ehl-i kita­bın kendilerine karşı girişip sürdürdüğü entrika, ileri ge­ri kışkırtma ve saptırma faaliyetlerini kapsayan fiili poli­tikalarına karşı kullanacağı fiili yöntemlerle olsun, sür­dürecekti bu savaşı. Bundan başka, Allah'ın dünyayı gü­venli sahile çıkarmak liderliği yolunda ümmetin bulun­masını istediği konumu da belirleyecektir... Ayrıca bu mesele, Müslüman toplumu fikri, hissi ve fiili pürüz' ve karşı çıkışlara karşı yetiştirip, hazırlamak ve Müslüman­ları iman ve şeriat meseleleri üzerine içlerinde ayakla­nan soru işaretleri karşısında hayrette bırakmayacak, ak­sine kendilerine  fikri kanaatlerinin uyuşacağı,  inandıkları ve yaşadıkları hususlarda kendilerine hoşnutluk, gü­ven ve tatmin şuurunu bağışlayacak cevaplar yetiştirme­ye çalışacak olan, Kur'an'î çizgiyi pekiştirerek belirtmek için de Kur'an'î bir giriş olacaktır. Sonra bu sayede, bu ilahi şeriat İnsanların kafasında toparlanacak ve Allah'ın yasama ve diğer konularda değişiklik istediği bütün hu­suslarda, Allah'ın emir ve yasaklarından hareket eden sa­bit temeller kanalıyla Müslüman toplum, hayat içersin­de onun gereği üzere hareket edebilecek şekilde yetişti­rilip hazırlanmış olacaktır. Böylece bütün toplum, bu yol­la Allah iîe olan ilişkisinin tabiatına ve sınırlarına aşina olacak, ilaveten Müslüman ferdin Allah'ın kelamı karşı­sında kendisini direnme veya kuşkuya sürükleyecek her­hangi bir iradeye sahip olmadığını, aksine ayeti kerime­nin bildirdiği üzere Müslümana düşenin, ancak ve ancak her konuda mutlak bir teslimiyet olduğunu bilecektir.

«Allah ve Rasulü bir işte hüküm verdiği zaman, erlik mü'-min bir erkek ve kadının o işlerinde kendi isteklerine göre seç­me hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasulüne karşı gelirse apa­çık bir sapıklığa düşmüş olur.».

(Ahzâb: 36)

Allahu Teala bu bölümde bize, şu hususları zikret­mektedir: Söylenmesi mümkün olan kelimeler ve Müslü-manm bu kelimeler karşısında yaşaması gereken tasav­vurlar... Allah'ın hikmeti ve davetin tabii seyri üzerin­deki pratik neticeleri bağlamında bu şer'i değişikliğin ta­biatı... Bu değişiklik öncesinde Peygamberimiz Muham-med (S.A.V.)'in zihnini meşgul eden ruhi tasavvur ve kay­gılar... Ve Allahu Teala'nm bu ümmete, İslam şeriatini yüklemesi, Allah'ın huzurunda kendisinin insanlar üze­rinde şahit olması ve Rasulullah'm da kendisi üzerinde şahit olması gibi konularda hazırladığı büyük rol...

Bu çeşitli hava içersinde Kur'an-ı Kerim, Müslüman­ları üzerinde tereddütsüz yürüyecekleri, derecesi ne ka­dar düşük olursa olsun, diğer insanları kendi saflarına çekme kaygısıyla bile olsa, kesinlikle onu bırakıp başka­larının yollarına sapmayacakları asıl çizgiye sıkı sıkıya bağlamaya çalışıyor... Bunu da karşı toplumun fiili ha­yat gerçeklerini derinlemesine tahlil ederken, onların inançları karşısında Peygamberin ve Müslümanların ya­şadığı hayat gerçeğini onların gerçeği ile karşılaştırarak; Müslümanları Allah'a çeken ve O'na sıkı sıkıya bağlayan ilişkinin tabiatını inceleyerek ve bu bağlamda asıl ken­disinden korkmaları, çekinmeleri, kendisine sığınmaları ve rızasını aramaları gereken zâtın Allah olduğunu vur­gulayarak gerçekleştiriyor.

Sonra yine te'kitli hitap Müslümanlara dönüyor ve onlara konum ve şuur birliklerinin bir sembolü olacak şekilde bu şer'i hükme bağlamalarını te'kit ediyor. Çün­kü bu kendisine bağlanacakları ve yönelecekleri ruhi te­meli temsil etmektedir: Bu, ilk risaletçi dini tarihin ora­dan hareket ettiği ve son Muhammedi dönemde de bu ri­saletçi dini tarihin yine kendisinden hareket edeceği Bey-tullahtır...

Bu bölümdeki ayeti kerimeler karşısında yapacağı­mız geniş açıklama ve ayrıntılara bir giriş olmak üzere arzettiğimiz bazı düşünceler bundan ibarettir. [183]

 

Aşağılık İnsanlar Sorun Çıkarıyorlar

 

«Aşağılık (ahmak) insanlar (bundan böyle Ka'beye yöne­len Müslümanlar için): «Onları (yönelmiş) oldukları kıblelerin­den geri döndüren nedir?» diyecekler. De ki: «Doğu da batı da Allah'ındır. O, dilediğini doğru yola İletir».

Bu ayette Ehl-i Kitap'tan bir grup insanın anılan ye­ni şer'i düzenleme karşısında yaşadıkları, kendilerini or­taya inkarcı sorular atmaya iten, ruhi ve zihni haletin bir tasviri yapılmıştır. Bu Kur'an'î tasvirde onlara şer'i işlere düşünce kanalıyla ve şer'i meselelerin üzerinde ori­jine olduğu sabit merkezler temeli üzerinden karşı çık­ma imkanını veren bilgi ve kültürlerinin, genel olarak entelektüel düzeylerinin düşüklüğüne bir işaret söz ko­nusudur.

Ayeti kerime, kafirlerin karşı düşüncelerini aynen inkarı soru kipi ile zikretmiştir. Bu tarz, kendisine ön­gördüğü entrikaları çevirebilmek için kaygan bir zemin hazırlamak kastında olan karışıklık çıkarmayı amaçlayan kafir düşüncenin ifade tarzıdır. Bu tarzın sahibi, karşı düşünceyi mutlak bir itiraz cümlesi ile ifade etmez. Çün­kü böyle bir ifade kullanmakla karşısındakilere ve diğer insanlara bu ifadenin karşı bir konumun itirazcı bir yak­laşımı olduğu şüphesini peşinen kaptırmış olur. Bunun için değişik bir yola tevessül ederek bu karşı düşünce­yi bir sont şeklinde ifade eder. Böylece konuyu kesin bir bağlılık ve mutlak teslimiyeti gerektiren kutsiyet orta­mında çıkaran bir yöntemle. yapıcı bir sonuca ulaşmak üzere çeşitli tartışmaların yapılabildiği mutlakiyet sınır­ları dışındaki meselelerden herhangi bir mesele gibi ele alarak Müslümanların zihinlerini tamamen şüphe ve te­reddütlerle doldurmaya çalışacaktır.

Bugün de düşmanların şer'i hükümlere karşı bu hü­kümleri şüphe ve tereddütler konumuna sokmak ama­cıyla kullandıkları yöntemlerin çoğunda bu durumla kar­şı karşıya kalmaktayız. Bu yöntemde insanı ilahi şeria-tin derinlere uzanan arkaplanlanna dalmaktan uzak tu­tacak şekilde, yüzeysel taraflar üzerinde önemle duru­larak, bu tutum —Müslümanı Allah'a, mutlak teslimiyet ruhundan tedrici olarak uzaklaştıran— şüphe ve tered­düt haletlerine açılma yolunda bir başlangıç noktası ola­rak alınmaktadır.

Ayette anıldığı şekliyle Ehl-i Kitab'ın ortaya attığı böyle bir soru tarzında işin olumsuz yönü doğrudan göze çarpmama şansına sahiptir. Çünkü İslam, geleceğe ulaş­mak yolunda bir esas olarak şüpheyi inkar etmemektedir. Yine Müslümanların bazı şer'i hükümler karşısında or­taya atmış oldukları sorular da şiddetli red ya da sert tepkilerle karşılanmamıştır. Aksine inanç ve şeriatte fik­ri kanaatin sağlam bir temel üzerinde oluşması için ister mü'min olsun ister kafir olsun her insana —ona bir in­san olarak yaklaşarak— İnanca dayalı düşünce ve bu inanç ve düşüncenin de ayrıntıları ile karşılık vermeye ve insanoğlunun bütün sorunlarını bu üslupla cevapla­maya çalışmıştır.

Eğer bu durumu dikkatle incelersek, bu soru tarzının hareket ettiği olumsuz yaklaşımı farkeder ve bu olum­suzluğun duruma itiraza sevkeden bir karışıklık havası verilmesinde gizli olduğunu görürüz. Yine buna ilaveten, karışıklık havası içersinde gizlenen bu olumsuzluğun, inanç temelinin oluşumunu —kendisine neyin yaradığını ve neyin kendisinin tabiatını bozduğunu insanın kendi­sinden daha iyi bilen insanın yaratıcısından gelme olması itibariyle— şeriate fikri ve ameli bağlılık için bir hareket noktası olarak alan İslami şahsiyetin üzerinde yoğunlaş­tığı yetişme yönüne kasdettiğini de fark ederiz. Şeriat hususunda anılan bu esasa uygun olarak İslami düşünce, şer'i hükümleri arılamaya çalışan insana: «Bağlan... ge­reğince amel et... Sonra tartış ve sorular sor.,.» demek durumundadır.

Onlar, Müslümanları yönelmiş oldukları kıblelerin­den geri çeviren nedenin ne olduğunu sorarken, bu so­ru ile şüphe ve tereddütleri ortaya yığmayı amaçlarken, farkında olmadan genel olarak şu iki noktada yanılgıya düşüyorlar: Birincisi; Müslümanlarla sanki mesele Müs­lümanların kendilerince kararlaştırıp,    uygulamaya koy­dukları tartışmayı kabil beşeri bir meseleymiş gibi ko­nuşuyorlar. Halbuki olay beşeri değil, ilahi bir olaydır. İkincisi; sonraki şer'i hükmün tabiatı üzerinde düşürtme­ye kesinlikle yaklaşmıyorlar. Çünkü bu iki hükmün ta­biatı üzerinde bir düşünselerdİ, her iki hükmün de insan­ların ibadetlerinde yönelmeleri için yönlerden herhangi birini tayin etmek konusunda Allah'tan gelen birer emir olduğunu, bunun şu ya da bu yönün kendine özgü bir özel­liğinden kaynaklanmadığını, bu  esas  üzere,  bir yönden . diğerine dönülmesinin   emredilip veya   yasaklanmadığını ve bu gerçekler ışığında itiraz için herhangi bir imkan bulunmadığını görürlerdi... Çünkü Allah, doğunun da ba­tının da sahibidir. Ne bir yon O'na özgüdür ne de O her­hangi bir yöne özgü... Bizim yönelmemiz için doğuyu da tayin edebilir batıyı da... Bu durum, Allah'ın ibadet ve muamelatının düzenlenmesinde insan için koymuş oldu­ğu programın içeriğindendir.  Yine insan için koyulmuş olan programın gösterdiği değişiklikle,    aynı doğrultuda hikmet ve maslahatlardaki değişikliklerin de söz konu­su olması mümkündür. Belli bir program içersinde her­hangi bir yöne yönelmekte bir maslahat (yarar kaygısı) olabilir. Aynı zamanda başka bir program yönünden bu yönelişte herhangi bir yarar kaygısı olmayabilir, de. Me­selenin Özü, insanın üzerine düşen Allah'ın kendisi için iyilikten başka bir şey istemediğini, kendisine doğru yol üzerinde yürümekten başka bir  şey emretmediğini,  çe­şitli şer'i  düzenlemeler ve hükümlerle  de kendisini bu doğru yola ulaştırmak istediğini, bunun için  de Allah'a mutlak bir teslimiyetle bağlanması gerektiğini bilmesidir. [184]

 

Kur'an Bu İnsanları Nasıl Aşağılık ve Ahmak Olarak Tasvir Etmiştir

 

Kur'an-ı Kerim, anılan düşünceyi arzetmeye girişir­ken bir soru ve cevap takdim etmiştir. Bu soru ve cevap­la birlikte, onların iç oluşumlarının tabiatının bir sureti­ni vererek, bu düşüncenin düşünceye saygılı olmayı ge­rektirecek bir düşünce sorunu temelinden hareket etme­diğini, aksine bu insanların kendi sapık kişilik gerçekle­rinden kaynaklandığına ve bu sapık kişilik içersinde bun­ların bütün meselelere insanın işleri ölçüp muhakeme et­tiği sağlıklı ölçüyü kaybetmesi demek olan «sefihlik-aşa-ğılık-ahmaklık» konumundan herhangi bir saygı duyma­dan ve dolayısıyla saygıyı haketmeden yaklaştıklarına dikkat çekmektedir.

Bu konuda önümüze şöyle bir soru çıkabilir:

Karşı grupla olan diyalogda, bu gruba böyle bir aşa­ğılayıcı sıfatın verilmesi konumu, karşı fikir sahiplerine karşı psikolojik baskı ve sinir savaşı yüklenmesinden do­layı tartışmalardaki ilmi üslubun gerektirdiği «düşünce­ye saygı» konumundan uzaklaştırmış olmuyor mu?..

Cevap : Buradaki konum, sadece meseleye düşünce noktasından yaklaşmak konumu değildir. Aksine bu ko­num, tamamiyle bu insanları Müslümanları şüphelerle tedirgin edip sarsarak doğru yoldan uzaklaştırma yolun­da çizmiş oldukları program marifetiyle, Müslüman top­lumun hayatına müdahale etmekten uzaklaştırmak ko­numudur. Bu yolda Müslümanların içersinde yaşadıkları havayı bunların tozuttukları şüphe ve tereddütlerden te­mizlemek, Müslümanları da kasdettikleri sarsıntılardan korumak amacıyla, Müslümanların onlar hakkındaki say­gın yaklaşım ve bakışlarını bertaraf etmek için Müslü­manları onlardan fikri olarak uzaklaştırmadan önce psi­kolojik olarak uzaklaştırmayı, gerektirmektedir.  Gerçekten bu bağlamda, Müslüman cemaate şalisi etki düşünce­sini yanıltma yoluyla, tamamiyle fikrî alan içersinde, fgikri bir yaklaşım düşüncesine kaydırarak; hiçbir şekil­de düşünceye saygıyı gerektirmeyecek bir surette, böyle inkarcı temelli bir soruyu ortaya atan, bu insanların ta­biatını açıklayan Örnek bir tasvir ile karşı karşıyayız...

Kur'an'ın bu insanları, nasıl aşağılık olarak tasvir ve tavsif ettiğine gelince... Çünkü «sefih-aşağılık-ahmak» şahsiyeti akli doğruluk muhakeme dengesinin bulunma­yışında ifadesini bulur. Bu yoksunluk insanı düşünce, iliş­kiler ve işlemler noktasındaki fiili tasarruflarda doğru­luk ve ölçüden uzak kılar. Bu şüphesizdir ki, dünya ve ahirette insanı sonuç, güvenlik ve esenliğe götüren Al­lah'ın çizgisinden sapma, sapık çibgilerinden herhangi bi­rinde doğruluğu temsil edemez. Aksine ancak ve ancak insanın kendisine hayatının her alanında zarar verecek ve sonuçta hüsrana uğratacak olan (kıvırtkan) çizgiyi seç­me özgürlüğünü temsil eder... [185]

 

Kafirlerle Savaşımızda Bu Yönteme Olan İhtiyacımız

 

İslam'ın, Müslümanları aldatmak, doğru yoldan sap­tırıp uzaklaştırmak yolunda çalışan, şüpheleri ve tedir­ginlikleri yığıcı yöntemlerle, İslara'a karşı saldırıya yel­tenen, kafir ve sapık akımlarla savaşa giriştiği pratik ger­çeklik içersinde bu yönteme dayanma ihtiyacı hissedebi­liriz. Bu yöntemi uygularken aynen Kur'an-ı Kerim'in yöneldiği konuma yönelir, aynı yaklaşımla yaklaşırız: On­ların gerçek kimliklerini, kim olduklarını ayan beyan açı­ğa çıkaran canlı sıfatlarla tavsif ve tasvir ederiz. Böylece Müslümanlar da onlardan etkilenmekten, etkilerinde kal­maktan ve yöntemlerine boyun eğmekten uzak kalırlar.

Ancak bunu sağladıktan sonra kışkırtıcı ve baskıcı şah­si etkilerden uzak bir şekilde meseleye fikri yönden yak­laşabiliriz. Tabii ki bu yöntemi uygularken, sorunun kay­naklandığı ve şüphe, tedirginlik yaratına operasyonları­nın hareket ettiği, yaşanan pratik gerçeklerin tabiatını iyi incelemeliyiz ki; bunu davette ve fiili yaşayışta yük­sek İslami maslahat ile bağdaşmayan bir tarzda kullana­rak, hata yapmış olmayalım. [186]

 

Allah'a Teslim Olmuş Ümmet Orta Ümmettir

 

«Böylece sizi vasat (orta) bir Ümmet yaptık ki, siz insan­ların üzerinde şahit olasınız; Peygamber de sizin üzerinizde şa­hit olsun...yi.

Buayeti kerimede; Müslüman ümmetin «vasat» bir ümmet olduğundan, Allah'ın Müslümanları hayat içer­sinde bir önderlik konumuna getirmiş olduğundan, bu va­sat ümmetin insanlar üzerinde «şahit» olduğundan, Ra-sulullahm da insanlara «şahit» olan bu «vasat» ümmet üzerinde şahit olduğundan bahsedilmektedir. Peki bu va-satlık ve şahitlikten ne anlıyoruz ya da bunları nasıl an­layabiliriz?

Mecma-ul Beyan'da vasatın «adl-adalet-doğruluk» ol­duğu zikredilmektedir. Bunun «hayr-iyi» olduğu da söy­lenmiştir. Bu ikisinin de anlamı birdir. Çünkü «hayr-iyi» adalettir; adalet de «hayr-iyi»dir. Vasat kelimesinin, «ken­disinden, çevresine, mesafenin doğrulandığı merkezi yer» den alınmış olduğu söylendiği gibi; bunun doğru olma­dığı, aslında bu kelimenin ifrat ile tefritin arasını bul­maktan alındığı da söylenmiştir. Muerric: «İnsanlar ile peygamberleri arasında vasatlık anlamında» olduğunu söylerken, Züheyr: «Vasat, hükmüne bütün insanlığın boyun eğmek durumunda olduğu ümmettir.» demiştir, el-Ayn'm sahibi ise «Her şeyin vasatı, en doğrusu ve en üs­tünüdür.» demiştir...

Bazı Müfessirler de bu kelimenin tefsirinde kelime­nin lügat anlamından hareket etmişler ve «adl-adalet» ve «tevazün-denge» anlamında ele almışlardır. Bu tefsiri ya­pan müfessirler, kelimenin lügat anlamını İslam şeriati-nin, Hıristiyanların temsil ettiği «aşırı —hatta fanatik— ruhi yaklaşım» ile müşrikler ve Yahudilerin temsil etti-,ği fanatik maddeci yaklaşım «ruh ile madde arasında ada­let ve denge yaklaşımı» temeli üzerinde değerlendirerek, anılan adalet ve denge anlamlarına ulaşmışlardır. Çünkü İslam, bir boyutunu ruhtan, diğer boyutunu maddeden almaktadır. Böylece hayat; —Allah'ın onu yönettiği tabi­at üzere— ruh ile madde arasındaki adil dengenin bir neticesi olarak ve ferdin hayat içersindeki rolünü tama­men ortadan kaldıran, aşırı toplumsal yaklaşım ile toplu­mun hayat içersindeki rolünü tamamen ortadan kaldıran, mutlak bireyci yaklaşım arasındaki Ölçü ve dengede ifa­desini bulup temsil olunacaktır. Genel problemleri çerçe­vesinde toplumun hakkını inkar etmeden, ferde kendisi­nin gerçekleştireceği alanlarda sahip olduğu rolü, fer­din kendi tabii kişisel alamm ve bu alanlara ilişkin rol­lerini zedelemeden de, topluma kendisinin sorumlu oldu­ğu alanlarda, sahip olduğu rolünü teslim edecektir. Aynı minval üzere bu vasati çizgi, dünya ile ahiret arasındaki adil dengeye kadar uzanır... Bu evrensel denge gereğin­ce Müslüman, dünyaya, yaptıkları ve yapmadıkları ile Al­lah'ın şeriati üzerinde yürürken, ahiret alanına herhangi "bir kötülük bulaştırmadan "yönelecek ve onun temiz ni­metlerinden ve güzelliklerinden yararlanacaktır. Yine Al­lah'ın istediği temeller üzerinde dünya hayatını kurmak ve bu hayatı kuşanmak yükümlülüğünü gerçekleştirmesini engellemeyecek şekilde kendisini ahiretin imarına da kaptırabilir... Evet böylece çoğu müfessirler bu vasat keli­mesini hayatın çeşitli alanlarında İslam'ın sahip olduğu denge yaklaşımı ile anlamaya ve açıklamaya çalışmışlar­dır. İslam'ın gerçekleştirdiği bu denge duygusallık ile akılcılık, akli düşünce metodu ile deneyci metodlar, za-. man ile mekan vs... vs. arasındaki bütün adil dengeleri kapsamına alır...

Bu vasat olma vasfı ışığında İslam ümmeti, insanlar üzerindeki şahitlik rolünü yerine getirebilir. Çünkü O, di­ğer bütün çevrelerin kendisine dönmek durumunda ol­duğu denge noktasında mevzilenmiştir. Tıpkı Peygambe­rin İslam, ümmeti üzerinde şahit olması gibi. Çünkü O Peygamber de, ümmet fertlerinin durumlarının birer bi­rer ölçülüp, dengelendiği mükemmel örnek konumunda­dır. ..

el-Mîz.an. tefsirinin sahibi, ayetin bu tefsiri üzerine yaptığı yorumunda, bu anlamın kendi içinde doğru oldu­ğunu ve titiz bir anlamlandırmadan uzak bulunmadığını, ancak bu anlamın, ayetin lafzı ile uyum içersinde olma­dığını belirtiyor. Ümmetin vasat olması; bu sıfatla anıl­ması, iki tarafın kendisine döndüğü bir merkezi yüksek merci ve iki tarafın kendisi ile ölçüldüğü bir ölçü, bir te­razi olduğunu doğrular; onun her iki taraf üzerinde şa­hit olan veya iki tarafı da müşahade eden bir şahit oldu­ğunu değil... Çünkü —bu anlamıyla— vasattık ile şahit­lik arasında herhangi bir ilişki yoktur. Tabii ki bu durum­da, Rasulullah'm ümmet üzerinde şahit olmasına itiraz imkanı olmadığı da açıkça ortadadır. Çünkü Rasuluîlah' in ümmet üzerinde şahit olması bu ümmetin «vasat üm­met» olmasına dayalı değildir. Burada amaç ile mdksud arasında aranan ilişki aranamaz elbette[187].

Biz de bu değerlendirmede el-Miza'mn sahibi ile gö­rüş birliğindeyiz. Çünkü tefsir olayı, müfessirin kelime­yi içersinde yaşadığı ortam kanalı ile incelemesidir. Böy­lece ayetlerin kelimeleri ile ortamları arasındaki bağlı­lık gerçekleşecektir... Biz bu ayetlerin Müslümanlara, Allah'ın insanlığı İslam'da temsil olunan büyük hedefle­re sürükleme yolunda önderlik etme, hususunda hazır­lamış olduğu rolü kanalıyla, onların hayat içersindeki ko­numlarının asaletini vahyetmek noktasından hareket et­tiğini görüyoruz. Kendilerini hayat içersinde bu konum­dan hareket eden insanlar yapan unsur da —bunların so­rumlulukları kapsamına girdikleri düşüncesi itibariyle— düşüncelerinde ve eylemlerinde insanların üzerinde şahit-olmalarıdır. Tıpkı Rasulullahm kendilerine tebliğ ettiği ve kendilerini irşad ettiği hususlarda —onlara karşı ta­şıdığı risaletçi sorumluluk dolayısıyla— Müslümanlar üze­rinde bir şahit olmasında olduğu gibi... İşte bu bağlamda; vasatlık için çoğu müfessirlerin, İslam'ın hayat yaklaşımı noktasında anlattıkları fikrinden kanuni denge namına bir anlam çıkaramıyoruz. Çünkü mesele İslami sistemin Müslüman insanın şahsiyeti konusunda neler içerdiği me­selesi değil, aksine Müslümanlara kanunlaştırma ve fiili gidişat hususunda güven ve güvenilirliği sağlamak kay­gısıyla diğer insanlara teslimiyet yapmamaları gerektiği­ni ulaştırmak meselesidir. Çünkü onlar diğerlerine ken­di konumlarında tabi olmak durumunda değildirler. Aksi­ne meselenin gerçeği, kendilerinin tebliğ ve uygulamada önder risaleti ve Önder rolünü yüklenmiş olmaları itiba­riyle diğer insanların kendilerinin sorumluluk alanı kap­samına girdiğidir. Yine tıpkı Rasulullahm tebliğ ettiği ve hidayetine Önderlik ettiği hususlarda, Müslümanların ken­dilerine karşı önder' risaleti ve önder rolünü taşıması iti­bariyle kendilerine önder olması ve Müslümanların da O'nun sorumluluk alanının kapsamına girmeleri gibi.

Şüphesiz biz ayeti kerimeyi, ayetin içersinde varid olduğu genel ortam kanalıyla bu konumda tasavvur edi­yoruz. Ayette vasat kelimesi; şahitlik düşüncesinin kay­dına bir giriş olarak zikredilmekte ve el-Ayn'm sahibinin zikrettiği «Her şeyin vasatı, en doğrusu ve en üstünüdür.» düşüncesinden hareket edercesine, bu kelimenin anlamı­nın doğruluk ve üstünlük olduğunu vahyetmektedir. San­ki bu kelime ile istiare yoluyla Allah'ın, saptırıcıların sap­tırmaları ve şüphe sokanların şüphelendirmeleri karşı­sında haktan uzaklaşmasınlar diye, kendi yoluna hidayet buyurmuş olduğu Müslüman ümmet anılmak istenmekte ve bu arada da bu temel üzerinde Müslüman ümmetin güvenilirliği te'kitli olarak vurgulanmaktadır. Yine bu sıfatın «Allah'ın dilediğini doğru yola hidayet ettiğinin» bahsinden sonra vaki olması da buna bir işaret olabilir. Böylece, Allah'ın bu Müslüman ümmet için kendilerini böyle bir konuma yükselten bu hidayeti rnurad etmiş ol­duğuna da bir delil olacaktır. Yine Allah'ın huzurunda di­ğer insanlar üzerinde şahitlik etmenin tabiatı, şahitlik edenin üstün konumda olmasını gerektirir. Bu, hem ken­disine yüklenen büyük rolden, hem de diğer Peygamber­lerin, ümmetlerine karşı taşıdıkları durum benzeri bir durum ve gidişat üzere olmalarından dolayı böyle olma­lıdır. Bu da işaret ettiğimiz anlamı pekiştiren bir durum­dur. Bu durumu şu ayeti kerimelerde varid olan ilahi ger­çekler daha da pekiştirecek ve gereğince izah edecektir:

«Ey iman edenler! Rabbinize rükû edin, secde edin, kulluk edin ve iyi işler yapın ki kurtuluşa eresiniz- Allah uğrunda hak­kıyla cihad edin. O, sizi seçti ve size dinde aynen babanız İbra­him'in dininde de (olduğu gibi) herhangi bir güçlük bırakma­dı. O (Allah), bundan önce (ki kitaplarda) da bu (Kur'a)nda da size «Müslümanlar» adını verdi ki, Rasul(ultah) sizin üzeriniz­de şahit olsun; siz de insanlar üzerinde şahitler olasınız. O halde namazı kılın; zekatı verin ve Allah(m yolun)a sanlın; sahi­biniz O dur; (O), ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır».

(Hacc: 77-78)

Bu açıklamalar üzerine biz, Rasulullahın Müslüman­lar üzerinde şahit olmasını ve Müslümanların da diğer insanlar üzerinde şahit olmasını, Allah'ın onları seçmiş olması ve onların da doğru çizgiye sımsıkı sarılıp, ken^ dilerine hem kendileri hem de diğer insanlar için çalış­mak yolunda yüklenmiş olan rolü yerine getirmeleri (ger­çeklen) üzerinde değerlendiriyoruz. İslam'daki dengeye ilişkin anlatılanlara gelince bu bir gerçektir. Fakat bu ayeti kerimenin fikri içeriğinde bu yaklaşımla hareket ettıgı anlamına gelmez...

el-Mîzan tefsirinin sahibi «vasat» kelimesinin anla­mı hususunda* ümmetin vasat olmasının Rasulullah ile insanlar arasında bir aracı konumunda bulunması, de­mek olduğunu kaydetmiştir[188]. Biz ise buradaki vasatlık ile bunun kastedilmediğini, aksine -aşina olduğumuz an-amıyla- Allah'ın diğer insanlara karşı bu ümmeti yetiş­tirmiş olduğu üstün konumun kastedildiğini arzetmiştik Ayetlerinin gerçeklerini ise en iyi Allah bilir[189]

 

İnsanlar üzerinde Şahitliği Nasü Anlıyoruz

 

İnsanlar üzerinde şahitliğe gelince, bunun için çeşitli anlamlar sıralanmıştır. Bunlardan biri, islam ümmetinin dünyada _ve ahırette-hakka aykm düştükleri amellerinde insanlar üzerinde şahit olmalarıdır.

Peygamberler ve şahitler getirilir...»

ve yine

«Şahitler şahitlik ettiği gün...»

fermanlarında Duyurulduğu gibi... îbni Zeyd de: «Şahit­ler dörttür: Melekler, peygamberler, Muhammedi (SAV)' in ümmeti ve bir de

«O gün kendi dilleri, elleri ve ayakları kendileri aleyhin­de şahitlik eder.»

ayetinde buyurulduğu gibi «însanın kendi azalwı.»

demiştir.

Şahitliğin diğer bir anlamı, İslam ümmetinin insan­lara bir «hüccet-delil» olup kendilerine hakkı ve dini be­yan edip açıklamaları, Rasulullahm da İslam ümmeti üze­rinde kendilerine İslam risaletini icra eden bir şahit ol­masıdır. Burada şahidin «şahit», olarak isimlendirilmesi-nin nedeni ise şahidin «hakkı-gerçeği» beyan edip açık­lamasıdır. Bunun için şahitliğe «beyyine-gerçeği açıkla­yıcı delil» denmektedir.

Bu şahitliğin üçüncü bir anlamı da; İslam ümmeti­nin Peygamberler karşısında, onların kendilerini yalanla­yan ümmetler aleyhine şahitlik etmesi, yani paygamber-lerin tebliğlerini yaptıklarına ve ümmetlerinin kendileri­ni yalanlayıp davetlerine icabet etmediklerine dair şa­hitlik etmesidir. Böyle bir şahitlik de caizdir. Çünkü Ra-sulullah (S.A.V.), bunları İslam ümmetine bildirmiştir. Yani ümmeti Muhammed, Rasulullah (S.A.V.)'in bu bil­dirimine dayanarak anılan tarihi olaylara ayan beyan muttali olmuş sayılırlar... [190]

Biz bu anlamlardan, ilk anlama yakınlık duyuyoruz. Çünkü şahitlik ayetierindeki genel yaklaşım; insanlara kıyamet günü, dünya hayatında yapıp ettikleri konusun­da her yönden -bir şahitlikle karşı karşıya kalacaklarını bildirmektedir. Bu şahitlik gerek aşina oldukları türden Peygamberlerin ve diğer tebliğcilerin aleyhinde şahitlik etmesi, gerekse aşina olmadıkları türden Allah'ın, melek­lerin ve insanların kendi azalarının şahitlik etmesi şeklin­dedir. Bunun sebebi ve hikmeti de insanların bütün yapıp ettiklerinde ve yapmayıp terk ve ihmal ettiklerinde bir dikkat ve duyarlılık gereği duymalarının ve iç duyguları­nın kendilerine her yönden yöneltilmiş olan bir teftiş ve gözetim noktasında derinleşmesinin sağlanmasıdır... İn­san, şahitlerin kişiliklerinin değişik olması ile birlikte bu şahitlerden herhangi biri ile bir diğeri arasmda herhangi bir ayırım bulunduğunu düşünmesin diye de bütün şa­hitlik ayetleri, yani şahitliğe ilişkin ayetlerin hepsi aşa­ğıdaki ayetlerde gördüğümüz gibi bir tek siga üzere gel­mişlerdir:

«Her ümmetten (aleyhlerinde tanıklık edecek) bir şahit ve seni de bunların üzerine şahit getirdiğimiz zaman (halleri) nice olur?!..»

(Nisa: 41)

«Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz gün, artık kafirler ne* (konuşmaları için) izin verilir, ne de onların özür beyan et­meleri istenir...»

(Nahl:  84)

«(Kıyamet günü) Kitap ortaya koydu... Peygamberler ve şahitler getirildi...».

(Züm&r; 69)

«(Ya Rabbi!) Ben onlara: «Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.» diye senin bana emretmiş olduğundan başka bir şey söylemedim... Ben onların içinde olduğum sürece üzerlerinde (gözetleyicİ) bir şahit oldum. Beni vefat ettirin­ce de onların üzerlerinde gözetleyici sen oldun. Sen her şeyin üzerinde gözetleyici şahitsin...».

(Maide:  117)

Böylece meselenin Allah'ın huzurundaki kıyamet gü­nüne yöneldiğini, bu şekilde insanın gerek kontrolü ile, ve gerekse iman kanalı ile, varlığını tasavvur edeceği bü­tün yönlerden tam bir kontrol ve gözetim altına alınmış olduğunu bildirdiğini mülahaza ediyoruz.

Bunun ışığında da şahitliğin diğer iki anlamının ayet­lerin genel yaklaşımı ile tamamiyle bağdaşmadığını anlı­yoruz. Özellikle de diğer Peygamberlerin kendi ümmet­lerine karşı risaletlerini tebliğ ettiklerine dair bir şahit-• lige ihtiyaç duymaları düşüncesi, temeli üzerine kurulu olan üçüncü anlamın bu ayetlerin genel yaklaşımı ile bağ­daşmadığı görüşündeyiz. Çünkü kendi ümmetleri Pey­gamberlerinin risaletlerini tebliğ ettiğini inkar ettikleri taktirde asli bir şekilde şahitliğine başvurulan esaslı bir şahit olduğu kabul edilmekle beraber, Peygamberlerin kendilerinin böyle bir şahitliğe ihtiyaç duymalarının bir anlamı yoktur. Yani ümmetlerinin Allah'ın kendilerine güven ve doğrulukla icra edecekleri güveni ile yüklemiş olduğu sorumluluk alanları kapsamına dahil olmaları do­layısıyla, kendi şahitlikleri yargıya ve karara esas kabul edilen kimseler olarak ayrıca ümmetlerine karşı başka şahitlere ihtiyaç duymaları yolundaki bir düşüncenin hiç­bir anlamı yoktur.

Müfessirler bu şahitlik konusunda bir itirazda bulun­muşlardır. Ortaya attıkları itirazın özü, şahitliğin şahit için aleyhinde şahitlik ettiği zümreye karşı ayırıcı bir konumu gerektirdiği şeklindedir. Biz de biliyoruz ki, üm­met âsisi ve itaatkarı ile cahili ve alimi ile bütün beşeri unsurları kapsar. O halde nasıl olur da âsisiyle itaatkarıyla, cahiliyle alimiyle bütün "bunlar şahit olarak, şahit­lik konumunda bulunabilir? Elcevap: Kur'an'î üslup, küll' ün (bütünün) ba'21 (bütün.bir kısmını oluşturan parçala­rım) kapsadığı itibariyle çok kere ba'zdan «küll» sıfatı ile söz eder. Tıpkı İsrail oğul I arından küll sıfatı ile söz et­tiği gibi. Halbuki İsrailoğullarma ilişkin olarak zikrettiği sıfatlar bunlardan bir kısmının sıfatlarıdır. Binaenaleyh ümmeti Muhammedin insanlar üzerinde şahit olması da bu ümmet içersinde böyle büyük bir mevkîye uygun olan beşeri unsurlardan çok sayıda bulunması noktasından ha­reket etmektedir. Böyle diğer insanlar üzerinde şahitlik gibi büyük bir mevkiye uygun olanlar ise; İslam'ı hakkıy­la anlayan, onu hakkıyla idrak eden, onu hakkıyla yaşa­yıp sürdüren, bu yüce risaleti yüksek bir peygamberi ruh ile yüklenip taşıyan Allah'ın yoluna sıkı sıkıya bağlı olup, yapıp ettiklerinin ve yapmayıp terkettiklerinin tamamen farkında olan, Allah'ın emirlerine ve yasaklarına uyma hususunda Ondan gereğince korkup sakınan kapasiteli rnü'minler grubunu oluşturanlardır. Her zaman ve me­kanda mevcut olan, bu kapasiteli seçkinler grubu, temiz imamları, kapasiteli alimleri, iyi valileri, Allah yolunda canla "başla çalışan mücahitleri ile bu şahitliği Allah'ın huzuruna götürecek olanlardır. Çünkü bu güzel insan­lar, risalet ruhunu ve bunun kanalıyla da insanların ha­yatının bütününü kapsayan kapsamlı idraki yaşayanlar­dır. Tıpkı Rasulullahm yüklenip taşıdığı risalette ve üm­metin hayatını idrakinde olduğu gibi... [191]

 

Kıble Hükmü Bir İmtihan ve Sınamadır

 

«Biz, ancak Peygambere uyanları topukları üzerinde (kı­vırarak) geriye dönenlerden ayıralım diye, yönelmiş olduğun Kcfbeyi kıble yaptık. Bu, Allah'ın yol gösterip hidayet ettiği kimselerden başkasına elbette ağır gelmiştir. Allah sizin ima­nınızı zayi edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanalra şefkatli (ve) merhametlidir.».

Bu ayeti kerime ile, kıble hususundaki yeni hükme ilişkin konu devam etmektedir. Ayeti kerime ile İslami davetin başlarında, kıblenin uzun bir süre yönelinen yön­den başka bir yöne döndürülmesi gibi bir hüküm üze­rinde^ İslami tarzın hükümlerin çeşitliliğine hükmeden terbiyeci tabiatı üzerinde bir yoğunlaşmaya gidilmiştir. Allah'ın bu ümmete tayin ettiği kendilerine risaleti açık­lamakla yükümlü Rasulullah olması itibariyle hitap Pey­gamberedir. Ali ahu Teala, kendilerini şüphesiz ve itiraz­sız Allah'ın hükümlerine teslim olmak ile temsil olunan Allah'a mutlak itaat üzere yetiştirmek yolunda Müslü­manları imtihan etmek istemiştir. Bunun üzerine başlan­gıçta kendilerine «Beyt-ül Makdise» yönelmelerini emret­miş, sonra da İslami fikren, şuur bakımından ayrıca uy­gulama, uygulamada devamlılık ve mutlak itaat bakım­larından gereğince yaşayanlar açığa çıksın ve imanların­da bir .tereddüt yaşayan, İslam risaletine kabulü ya da reddi kabil herhangi bir beşeri düşünce imiş gibi bir yak­laşımla yaklaşan ve imanı Allah'a ve Rasulullaha şekli bir bağlılık olarak anlayan, hatta imtihanın zorlu nokta­larında imani mevki ve konumlarından gerisin geriye kü­für ve nifak konumlarına dönecek olan, kimselerden ay­rılsınlar diye, kendilerini bu yönde başka bir yöne çe­virmiştir.

Burada tefsreilerin ayeti kerimedeki

«ancak... bilelim diye...»

kelimesi çevresinde içersine daldıkları sorular yığınına uzunca dalmak istemiyoruz.  Çünkü şu bir gerçektir ki, Allah Subhanehu, kişilerin tabatmı bilmek için herhan­gi bir pratik araca muhtaç değildir... Bu tabir, ancak giz­li şeyleri —bilgiye temel oldukları itibariyle— açıklayıp açığa çıkaran araçlardan Allah'ın bunlar kanalı ile bilgisi­ni açığa vurmak istediğini anlatmak kastıyla söz eden Kur'an'î üslubun ifade biçimlerinden biridir. Bu da insan aleyhinde delil getirme olayının, Allah'ın insanları ancak kendilerinden açığa çıkan fiillerini ve sözlerini esas ala­rak yargılayıp cezalandıracağının istiare yoluyla anlatıl­masından başka bir şey değildir. Allahu Teala'nın şu sö­zü de bunu ifade etmektedir:

«Elif-Lâm-Mîm... İnsanlar bir tek «inandık» demeleriyle hiç sınanmadan (kendi hallerine) bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun kî biz onlardan öncekileri de sınadık. Allah elbette doğruları da yalancıları da bilecektir...»

(Ankebut:   1-2-3)

«Topukları üzerinde (kıvırarak) geriye dönenlerden...»

tabiri ile iman çizgisinden geri dönerek, beşeri tecrübe­nin önüne düşüp, içersini dolduran şüphelerle doğru çiz­giden sapanlar kinaye edilmektedir.

«Bu... elbette ağır gelmiştir» ibaresinin ise kıblenin Ka'beye döndürülmesi olayına işaret olduğu açıktır. Şöy­le ki; bu olay, Yahudilerin, Müslümanlara kötü niyetler­le fısıldadıkları olaya ilişkin teorilerin etkisinde Müslü­man toplumu fikri ve pratik bakımlardan sarsmış ve top­lum içersinde şeriatın bir değişim, sarsıntısı içinde oldu­ğu, değişik şartların ve "değişik durumların değiştireme- . diği sabit maslahat ve hikmet gibi güçlü bir temel üzeri­ne oturmuş olmadığı yolunda kötü hisler uyandırmıştır. Yahudiler, Müslümanlara «Beyt-ül Makdise» doğru yöne­lerek kıldıkları namazların zayi olduğunu, çünkü şimdiki kıblelerinin hak olması takdirinde bundan önceki namaz­larını gerçek kıbleden başka yöne doğru kılmış oldukla­rını fısıldayarak kalplerine vesvese sokmaya çalışıyor­lardı. O zamanki hallerini, bundan sonraki namazlarında, gerçek kıbleleri olan Ka'beye dönmeme haline benzeti­yorlardı... Fakat-Allah'ın yol gösterip hidayet ettiği ve kendilerine şeriatinin gerçek mahiyetini, (şeriatin haram kılarak yasakladıklarında ve helal kılarak serbest bırak­tıklarında) bazı şeylerde, şartlar ve durumların değişimi doğrultusunda maslahatın da değiştiği gibi, hikmet yak­laşımını bilen, Allah ile olan irtibatının tabiatını Öğret­tiği mü'min kimseler, bu konuda teslimiyet, mutlak itaat ve şeriatin hikmetli arkaplanlarma açık bir zihni kapa­site ile hareket etmişlerdir.

Bu olayda; imanın öz belirtilerinden olan namaz ile temsil olunan mü'minlerîn imanın zayi olması meselesi­ne gelince, Allah'ın hesabında böyle bir şey yoktur. Çün­kü onlar namazlarını dosdoğru ve mükemmel bir şekilde kılmışlardır. Namazın şartlarını yerine getirmiş olmak hu­susunda ise bu cihetten herhangi bir eksiklik yoktur. Çün­kü yeni şart, geçmiş ameller üzerinde geriye dönük her­hangi bir etki bırakmazlar. Aksine yeni şartın etkisi sa­dece gelecek namazlar üzerindedir. Allah'ın kullarına karşı olan şefkat ve merhametine yaraşan da budur. Çün­kü kullarına karşı şefkatli ve merhametli olan Allah, on­ların amellerim —şartları kamil olduktan sonra— kendi­leri için muhafaza eder ve onları bu amelleri üzerinden mükafatlandırır. [192]

 

Şeriat Peygamberin. Arzusuna Cevap Veriyor

 

«Biz, senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu görü­yoruz- Elbette seni hoşlandığın kıbleye döndüreceğiz-   Bundan böyle yüzünü Mescidi Haram tarafına çevir. Siz de nerede olur­sanız olun yüzlerinizi o (Mescidi Haram'in) yön(ün)e çevirin. Kendilerine kitap verilenler (Ehlihitap) da (aslında) bunun Rab-leri tarafından bir gerçek olduğunu bilmektedirler. Allah da on­ların yaptıklarından gafil değildir».

Ayeti kerimenin işaret ettiği ve rivayetlerin haber verdiği üzere Peygamber (S.A.V.), kıble konusunda psi­kolojik bir krizden şikayetçi idi. Yahudilerin bu konuda Müslümanlara uyguladıkları bir psikolojik baskı politi­kası ile karşı karşıya idi. Yahudiler, Müslümanların kıb­lelerinde kendilerine tabi olduklarını söylüyor ve Müs­lümanlara karşı üstünlük taslıyorlardı. Bu tutumları da Müslümanların psikolojisi üzerinde olumsuz bir etki bı­rakıyordu... Mesele Müslümanların namazlarında Bey-t-ül Makdise yönelmelerine yönelik bir karşı tepki me­selesi değildi. Aksine bu, o kutsal beldeden ve kutsal mes­cit olan Mescid-ül Haram'dan hareket eden ve İbrahim' in Ka'beyi ruhi bir hareket noktası olarak başladığı İsla-mi çizginin bir uzantısı olarak kabul edilen İslami risale-tin, ruhi havası ile uyum içersinde bulunan yeni bir kıb­leye ruhi bir yöneliş meselesi idi. Bu ruhî yönelimin şiar­ları, huşu' içersindeki bakışlarla kendini anlatmaya çalı­şan sessiz bir dua benzeri bir gizli yalvarış biçiminde yük­seliyordu. Vahye benzer bir şeyler bekleyen bir ruhani uğultu verir gibiydi. İşte bu yeni kıblenin verilişi; Allah' m bu yeni hüküm, kanalıyla insanların gerçekleştirmeleri­ni istediği, bazı ilahi maslahatlara ilaveten, bu nebevi yö­nelim ve - yakarışlara müsbet bir cevap olmuştur. Böylece Allah-u Teala, Peygamberini içersinde Ka'benin bulun­duğu Mescid-ül Haram'a döndürdü. Esbabı nüzul riva­yetlerinin naklettiği üzere o sırada Rasulullah (S.A.V.), Beni Salim. Mescidinde ve namazın üzerinde idi. Aynı ilahi vahiy, hemen ardından, bütün Müslümanları da nerede olurlarsa olsunlar, o Mescid-ül Haram'm yönüne dön­meye çağırdı. Böylece İslam risaletinin sahiplerinin önü­nü, hayatın ve ilahi şeriatın gerçeklerinden değil, inat, kibir ve yalan harmanından hareket eden Ehl-i kitabın yığdığı şüphe ve tereddüt çöplüğünden temizlemiş oldu. Aslında onlar da, bütünüyle İslam risaletinin inanç ve hü­kümleri ile üzerinde yürüdüğü çizginin, Rableri katından bir gerçek olduğunu biliyorlardı. Çok iyi bildikleri Tev­rat, bunu açıkça anlatıyordu. Fakat kendileri bunu insan­lardan gizliyorlardı. Bunu yaparken, Allah'ın kendilerin den ve kurdukları tuzaklardan gafil olduğunu zannedi­yorlardı. Fakat Allah, herhalükarda onlardan ve yapıp et­tiklerinden gafil değildir. O, kullarının bütün işlerine va­kıftır.

«Sen kitap verilenlere (Ehlikitaba) her türlü delili getirsen de, yine onlar senin kıblene uymazlar. Sen de, onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar (zaten) birbirlerinin kıblesine de uymaz­lar. Sense, sana gelen ilimden sonra onların heva ve hevesleri­ne (keyiflerine) uyacak olursan, o takdirde sen elbette zalim­lerden olursun...»

«Kendilerine kitap verdiklerimiz, o (gerçeği) çoluk çocuk­larım (ismen ve şahsen) bildikleri gibi bilip tanırlar. Ama yine de onlardan bir grup, bu gerçeği bile bile gizlerler. Gerçek Rabbinden gelendir. Bundan dolayı, kesinlikle kuşkulanıp, şüp­helenenlerden olma!..»

«Herkesin yöneldiği bir yönü vardır. O halde siz (onları bı­rakıp kendi yönünüzde) iyi işlerde yarışın. (Bilin ki,) siz nerede olursanız olun, Allah sizi bir araya getirir. Şüphesiz, Allah her şeye gücü yetendir.»...

Yani, ey Rasulüm! onlar senin risaletine açılmak is­temiyorlar. Bu yüzden hakka açılan bütün ruhi ve fikri menfezleri kapamışlardır. Bu nedenle onları senin bera­berinde olan hakka ikna etmek için, kendilerine sarfetti-ğin uğraş, istenilen neticeye ulaştırmayacak boşuna bir uğraştır. Çünkü mesele; kendilerine sunduğun deliller ya da bu delillerin azlığı çokluğu meselesi değildir. Aksine mesele; arkasında durdukları ve oradan çıkıp hayatın ger­çeğine açılmak istemedikleri kapalı kapı meselesidir. Sen onlara her türlü delili getirsen de onlar senin kıblene uy­mazlar. Tıpkı senin —inandığın gerçekten dolayı— on­ların kıblelerine'uyamayacağın gibi... Sonra mesele yine yalnızca senin yanında olan hakka karşı yumuşamayan bir inat meselesi de değildir. Aksine onların birbirleri ile olan ilişkilerine hükmeden konumları da aynı üslubu al­mıştır. Çünkü Yahudiler, nerede olurlarsa olsunlar Beyt-ül Makdis kayalığına yönelirken Hıristiyanlar, nerede olurlarsa olsunlar devamlı doğuya yönelmektedirler. Ya­ni onlar kendileri de birbirlerine uymamaktadırlar, her­kes kendi yönünde kendi yolunda...

Ayeti kerime sonunda, Müslümanların bu gibi konu­larda kanmaları mümkün olan çeşitli baskılara teslim ol­mak gibi. herhangi bir gevşekliğe karşı, tehditkâr bir üs­lup yaklaşımına giriyor. Bu son hitabın doğrudan Pey­gamber Muhammed (S.A.V.)'e yöneltilmesi de bu teh­ditkâr üslup yaklaşımının hiddet ve şiddetini açıkça belli etmektedir. Bu Kur'an'î üslup ile İslam ümmetine mese­lenin tehlike boyutu işaret edilmiş oluyor. Bu şüphe ve tereddütleri yığan güruhun düşünerek hareket etmedikle­rini, heva ve heveslerinden hareket ettiklerini bildiren Kur'an-ı Kerim, kendi üslubuyla; kendi konumunu ve di­ğerlerinin konumlarım açıkça gören bir görüşe sahip olan bir toplumun, bu diğer insanların heva ve heveslerine ka­pılıp teslim olmalarının imkansız bir şey olacağını vurgu­luyor. Böyle bir gidişin sonuçta; şahsa, davaya ve ümme­te zulmetmek gibi çelişkilere varacağı bunun ise; zalimlerin gidişatına paralel bir gidiş olduğunu, tehditkâr bir üslupla bildirerek uyarıyor...

Bundan sonra Kur'an-ı Kerim, yeniden Ehl-i kitab'm durumuna dönüyor ve bunların Peygamberi ve O'nun ri-saletini bilmemek durumunda olmadıklarım, Tevrat'ın kendilerine O Peygamberin vasıflarını iyi öğretmiş oldu­ğunu, kendilerinin de bu Kitabın Öğrettikleri kanalıyla Onu çoluk çocuklarım tanıdıkları gibi açıkça tanıyıp bil­diklerini, fakat buna rağmen, inat, direniş ve sapıklıkla­rının bir sonucu olarak Allah tarafından bildikleri bu ger­çeği gizlediklerini bildiriyor.

Ayeti Kerime; bunun Allah tarafından bir gerçek ol­duğunu, bu konuda herhangi bir şey veya şüpheye ve ba­tılın hak karşısında sürdürdüğü pürüz ve engeleme poli­tikaları karşısında bir an bile tereddüt edip, duraklamaya kesinlikle yer olmadığını vurgulayarak sona eriyor.

Kur'an-ı Kerim, bir sonraki ayette, meseleyi bütün sınırlan ile kesin bir şekilde ortaya koyuyor: Her insa­nın hayatında yüzünü döndüğü, tarafına yöneldiği bir yö­nü vardır. Batıl ehli, batılın sembol ve işaretlerine yöne­lir. Hak ehli, hakkın sembol ve işaretlerine yönelir. Her birinin kendi yönünde kendi amelleri vardır. İyilik ehli iyiliğe yönelim yaklaşımı içersinde hareket eder ve iyi­lik yolunda yarışırlar. Kötülük ehli ise; kötülükğe yöne­lim, yaklaşımı içersinde hareket eder ve kötülük yolun-yarışırlar. Sonra bu ayırıcı ve belirleyici ikilemin arka­sından Kur'an-ı Kerim, keskin ifadelerle mü'minlere ses­leniyor ve onlara her konumda ve her halde iyi işlerde yarışmalarını emrediyor. İyiyi ve iyiliği bilip idrak et­melerini ve bunu fikir, şuur ve eylem alanında yaşama­larını istiyor onlardan. Sonra da hepsinin sonunun Allah' m huzurunda toplanmak olduğunu, hiç kimsenin Allah'ın elinden kaçamayacağını ve O'nu hiçbir isteğin aciz bırakılacağını; ne kadar uzak ve ne kadar zorlu olursa ol­sun hepsini bir araya toplayacağını; çünkü O Allah'ın her şeye kadir olduğunu vurgulayarak, ayeti kerime'yi noktalıyor.

«Nereden (yola) çıkarsan çık! yüzünü Mescidi Haram''a doğru çevir. Elbette bu, Rahbinden gelen gerçektir. Allah, yap­tıklarınızdan gafil değildir.».

(Nereden (yola) çıkarsan çık yüzünü Mescidi Haram'a doğ­ru çevir. Siz de nerede olursanız olun yüzünüzü Ona doğru çe­virin ki, insanların aleyhinize (kullanabilecekleri) herhangi bir delili olmasın. (Yine de herhalükarda haksızlık eden) Zalimler hariç (tabii). Onlardan da korkup çekinmeyin. Benden korkun ve (Mescidi Haram'a doğru dönün ki) size olan nimetimi ta­mamlayayım ve (böylece) hidayete ulaşmış olasınız.»

«Nitekim size yine kendi içinizden, size ayetlerimizi oku­yan, sizi temizleyip (kötülüklerden) arındıran, size kitabı, hik­meti ve (nice) bilmediklerinizi öğreten bir Rasul gönderdik.»

«O halde beni anın ki ben de sizi anayım. Ve bana şükre­din... Nankörlük etmeyin»!..

Ayetler yeni hükümle ilgili olarak, Peygambere hi­tap ediyor. Yeniden bunun Rabbi katından bir gerçek ol­duğunu, Yahudiler ne tür baskılar uygularlarsa uygula­sınlar ve hangi saptırma yöntemlerine tevessül ederlerse etsinler, bu konuda herhangi bir tereddüde yer olmadığı­nı, Allah'ın yüklediği mükellefiyetler karşısında kulları­nın gerek itaat ve gerekse isyan yönünde bütün yapıp et­tiklerinden hiçbirinden gafil olmadığını tekrarla vurgu­luyor. Sonra hitap, aynı âmir kuvvetle ilk önce yeniden Peygambere, arkasından da Müslümanlara yöneliyor ve yeni sebep ve hikmetler sıralıyor: Önce,

«... ki, insanların aleyhinize (kullanabilecekleri) herhangi bir delili olmasın...»

diyor ve böylece ilk sebebe değiniyor. Bu ayetin tefsiri­ne ilişkin varid olan haberlerde, önceki semavi kitaplar­dan, son Peygamber (Muhammed S.A.V.)'in Ka'beye yö­nelerek namaz kılacağının zikredildiği rivayet edilmiştir. Bu nedenle —Beyt-ül Makdis'e doğru namaz kılınmasın­da olduğu gibi— Ka'beden başka bir yöne yönelmek, kı­saca Ka'beye yönelmemek, diğerlerinin Müslümanlar aleyhine kullanabilecekleri bir delil oluşturabilirdi. Çün­kü böyle bir durum, onların yani Müslümanların semavi kitaplarda geleceği vaadedilen ümmet olmadıklarını iddia etme yolunu açacaktı. Fakat yine de «Zalimler hariç» ifa­desi ile böyle bir delil ile anılan iddia yolunu tutabilecek insanlar güruhundan herhalükarda haksızlık eden, yani delilsiz, burhansız da olsa hakka karşı çıkabilecek tıynet­te olan zalimler istisna edilmiştir. Çünkü bu zalimler, ki­taplarından öğrenip bildikleri hakka teslim olmak iste­memekte ve daima gerçeğe ve mü'minlere karşı inat ve zulüm yolunda yürümektedirler. Allahu Teala bu tarihi bildirinin ardından mü'minlere hitaben:

«Ey iman edenler! Onlardan korkmayın, çekinmeyin.»

diyor. Çünkü onlar, ne evrensel İslami gidişi durdurma­ya güç yetirebilirler, ne de size herhangi bir hususta zer­re kadar zarar verebilirler... Bunun için aksine korku­nuzu ve çekinmenizi her şeye sahip olan ve her şeye gü­cü yeten Allah'a saklayın... Onlardan değil Allah'tan kor-' kun...

Sonra diğer sebep ve hikmetlere geçerek Allah'ın Müslümanlar üzerine tamamlamak istediği nimetini, ken­dileri için kemale erdirmek istediği hayatlarını ruhi ve maddi kararlılık, güvenlik ve    mutluluk temeli üzerine kuracak olan şeriatini zikrediyor. Bu da şeriatın tedricen gelişmesinin nimetin tedricen tamamlanması demek ol­duğuna delalet etmektedir. Öyle ki, sanki Allah bütün ni­metini bir defada vermek ve bütün hükümleri bir defa­da indirmek istememekte, her bir nimeti tekamül yönün­deki geniş yolda ardından gelecek olan yeni bir nimete hazırlık yapmak istemektedir...

«... Ve (böylece) hidayete ulaşmış olasınız...»

.sebepler ve hikmetler zincirinin ayette anılan son halka­sını -oluşturuyor. Yani, eğer Allah'ın size hükümlerini gönderdiği ve kavramlarını açıkladığı doğrultuda hidaye­tin sebeplerine yapışırsanız hidayete ulaşmış olursunuz.

Kur'an-ı Kerim bundan sonraki ayette Müslümanla­ra Allah'ın ayetlerini okuyarak, insanların- vicdanlarını ve hayatlarını kötülüklerden temizleyerek onlara Kitabı hikmeti ve dünya ve ahiret hayatının gerçeklerinden ni­ce bilmediklerini öğreterek, insanların seviyesini yükselt­mek için gelmiş olan, bu büyük Rasulün şahsında ve risa-letinde tam ve kapsamlı nimetin mükemmel bir sureti­ni veriyor.

Bakara Suresinin bu bölümü insanları O'nun huzu­rundaki sorumluluklarından dolayı kendilerini affı, mağ­fireti ve nimetleri ile anması için kalplerinde, dillerinde ve düşüncelerinde Allah'ı zikretmeye ve nimetlerini elle­rinden alarak cezalandırmaması için onlara verdiği ni­metlerinden dolayı şükretmeye, bu nimetlere karşı nan­körlük etmemeye çağırarak sona eriyor... [193]

 

Allah'ı Zikretme ve O'na Şükretmenin Kapsamlı Anlamı

 

Allah'ı zikir ve O'na şükretmeyi kelime anlamından ameli (pratik-eylemsel) bir konuma çıkarmak yolunda birçok hadis ve haber varid olmuştur. Allah'ı zikretmek; bu ameli konum içersinde insanın saptırıcı ruhi ve ameli baskılara karşı koyduğu, sarsıntı hallerinde ameli bir bağ­lılık ile temsil olunur. İnsan, Allah'ın bütün kainatı kont­rolünde tutan hazır ve nazırlığını zikretmek yoluyla O'nu derin bir hisle içinde de hisseder. Bu devamlı gözetim ve kontrol altında bulunma hissi, insanı, Allah'ın emir ve ya­saklarına bağlılığa iter, bozguncu ve saptırıcı akımlara kapılıp bu akımların arkasından gitmesine mani olur. Bir çok kanaldan rivayet edilmiş olan şu hadisi şerif bu du­rumu açıklamaktadır: Rasulullah (S.A.V.) bir gün asha­bının önüne çıktı ve onlara:

«Cennet bahçelerinde dolaşın.» dedi.

«Cennet bahçeleri de nedir?»

diye sordular. Şöyle buyurdu:

«Zikir meclisleridir. Yeyip içip beslenin, dolaşıp gezin ve Allah'ı zikredin. Allah'ın yanındaki yerini görmek isteyen de Allah'ın kendisinin yanındaki yerine baksın. Şüphesiz Allah, ku­la kulun kendinden verdiğince verir. Bilin ki, Melik'inizin ya­nında amellerinizin en hayırlısı, en temizi ve derecenizi yükselt­mek bakımından en yükseği ve güneşin üzerine doğduğu en üs­tün şey Allahu Teala'yı zikretmektir. O (Allah), kendinden ha­ber vererek: «Ben, beni zikredenin sohbet arkadaşıyım.» de­mektedir.

Allahu Teala; «Beni anın ki, ben de sizi nimetlerimi vererek anayım; beni ibadet ve itaat ile zikredin ki, ben de sizi nimetler, ihsan ve rıdvan (rıza-hoşnutluk) ile ana­yım» buyurmaktadır.

Hasan el-Bezzaz'dan rivayet edilen bir haberde Ha­san el-Bezzaz şöyle diyor: «Ebu Abdullah Cafer es-Sadık (RA) bana:

«Sana Allah'ın mahlukatına farz kıldığı en büyük yüküm­lülüğü söyleyeyim mi?» dedi. «Tabii» dedim. Şöyle, dedi: «İn­sanlara kendinden fazla yararlı olmak, Müslüman kardeşine yardımcı olmak ve her yerde Allah'ı zikretmektir. Dikkat et: «Sübhanellahi Velhamdülillahi Velâ-îlâhe İllallahu Vallahu Bk-ber» zikirden olmakla beraber, Allah'ı zikretmek budur demi­yorum; her yerde Allah'ı zikretmek demek, herhalükarda Onun emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmaktır...».

Tabii ki, zikrin ameli tarafına önem vermek, Sübha-naliah, Elhamdülillah, Lailahe İllallah ve —tevbe ede­rek— Estağfirullah diyerek dil ile zikretmekle temsil olu­nan diğer tarafı ihmal etmek ve hafif görmek anlamında değildir. Aksine bu lisan ile zikir ameli zikre bir giriş ola­bilir. Çünkü Allah'ın nimetlerini, ihsanlarını, büyüklük ve yüceliğini zikretmek, insanın içersinde Allah'a açık ferah bir ortam meydana getirir. Öyle ki; bu ferah orta­mı yaşayan insan, hayatının bütün işlerinde Allah'ı ve O'nun kontrol ve gözetimim hisseder. Böylece her işte O'na itaat konumunda bulunma zorunluğu, hislerine ula­şır... Bütün bu açıklamalar ışığında anlıyoruz ki, Allah1 m kulunu zikri ile kulun Allah'ı zikri arasındaki bu kar­şılıklılık, bize kulun nimet ve lütufları ile Allah'ın gö­zetimini haketmesinin onun Allah'ın emir ve yasakları karşısında gösterdiği ameli bağlılık ile şartlı olduğunu vahyeden İslami düşünceyi vermektedir. Allah'ın kulla­rına verdiği vaadi ile kulların Rableri huzurunda verdik­leri vaadde olduğu gibi:

«Siz bana verdiğiniz vaadi yerine getirin; ben de size ver­diğim vaadi yerine getireyim...».

Bu noktada şunu hissediyoruz: Mü'min kişinin içer­sindeki iman, kendi asaletini yakalamak, kendi esası üze­re bir kaideye oturmak, derinlerden hareket ederek af, açıklık ve kapsamlılığa kavuşmak için Allah ile derin bir ilişki ve bağlılığa muhtaçtır. Bu hedefe ulaşmak yolun­da ise çocuklardan gençlere ve yaşlılara varıncaya ka­dar bütün Müslümanlara İslamî şahsiyeti gerçekleştirme­yi amaçlayan îslami terbiye (eğitim) yöntemlerini ulaş-tırmalıyız. Öyle ki; Müslüman insan her gündelik çaba­sında Allah'ın zikrine açık bir kalple yaşasm. Bu da ya­şanan duruma göre yönlendirebilecek, kapasiteli yönlen­diriciler marifetiyle gerçekleştirilecek, fikri ve ameli derslerle olacaktır.

Şükre gelince... Allah'ın

«Bana şükredin... Nankörlük etmeyin...»

emri ile bu bölümdeki ayetleri noktaladığı ikinci çağrı­dır. Bu çağrı şükür kelimesine, dil ile şükretmeye bir çağ­rı değildir. Aksine bu devamlı şükür konumunda olmaya çağrıdır. Şükürden maksat Allah'ın emirlerine itaat et­mek ve O'na isyandan yasaklarını çiğnemekten sakınmak­tır. (Allah'a gereği ve layıkınca kulluk etmektir) Rasu-lullah (S.A.V.)'den Ebu Basir ve Ebu Cafer Muhammed el-Bakir (R.A.) kanalıyla rivayet edilen şu hadisi şerifin anlatmak istediği de budur:

«RasuluUah (S.A.V) Aişe'nin (gecesinde) evinde idi, Aişe: «Ya Rasulallah! Allah geçmiş ve gelecek bütün günahlarını ba­ğışlamış olduğu halde niçin (bu kadar) kendini yoruyorsun?'» dedi. RasuluUah (S.A.V): «Ya Aişe! Şükreden bir kul olmaya­yım mı?..»

buyurdu. Yine Ebu Cafer Muhammed el-Bakır rivayeti­ne şöyle devam ediyor:

«Rasuluîlah (S.A.V) ayak parmakları üzerinde kıyam edi­yordu... Bunun üzerine Allah Subhanehu (Tâhâ (Ya Muham-med)... Biz sana Kur'an'ı sıkıntıya giresin diye indirmedik...)}

ayetlerini indirdi.

İmam Cafer es-Sadık (RA)'m da şöyle dediği rivayet olunmuştur:

«Nimete şükür, yasaklardan sakınmaktır. Şükür —bunun yanında— insanın (Elhamdülillahi Rabbil Alemin - Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun...»

demesi ile tamamlanır. Yine İmam Cafer es-Sadıktan Ebu Basir kanalıyla şu haber rivayet edilmiştin Ebu Abdul­lah (RA)'a:

«Şükrün, kul onu yapınca şükretmiş olacağı belirli bir sınırı var mıdır?» dîye sordum. «Evet» dedi. «Nedir?» dedim. Şöyle dedi: «Allah'ın mal-mülk ve çoluk-çocuk gibi verdiği bütün ni­metlere hamdetmek ve Allah'ın mal olarak vermiş olduğu ni­metlerde —sadaka, zekat gibi— herhangi bir hak var İse bunu eda etmektir...»

İşte şükür kelimesi ile, şükür yaşamı birbirini böyle karşılamaktadır. Böylece kulun Allah ile olan ilişkisini taklidi kelimelere dönüşmekten ve bu düzeyde kalmak­tan koruyan İslami yetiştirme ve olgunlaştırma yöntemi kendini belli etmiş olmaktadır. Çünkü bu ilişki taklidi ke­limeler düzeyine düşünce kuruyup cansızlaşabilir. Fakat bunun'aksi bir durumda yani dile ile şükrün, şükür ha­yatı ile pekişmesi durumunda bu ilişkiye insanın söz ve eylemi erin deki yaşayışına ruhi temellerin canlı somutlu­ğunu taşıyan bir ruh girer.

Burada Allah'a şükretmenin insanın kendisine ge­nel ve özel hayatında bazı ikramlar sunan insanlara teşekkür etmesine kadar uzanan boyutlarına da işaret et­memiz yararlı ve yerinde olacaktır. Çünkü sundukları ik­ramlardan ve yardımlardan dolayı, insanlara teşekkür et­meyen kimse Allah'a şükretmez. İmam Ali İbnül Hü-seyn Zeynelabidin (RA), kendisinden rivayet edilen bir haberde şöyle diyor: Allah, bütün hazin (içli) kalpleri ve çok şükreden bütün kulları sever. Allah Tebareke ve Tea-la kıyamet günü kullarından bir kula: «Falan adama —şu ikramından dolayı— teşekkür ettin mi?» diye sorar. O da: «Hayır yalnızca sana şükrettim ya Rabbi...» deyince, Allahu Teala: «Ona teşekkür etmediysen dana da şükret-memişsindir...» buyurur. Sonra şöyle diyor İmam Ali İb­nül Hüseyn Zeynelabidin: «Allah'a en çok şükredeniniz insanlara en çok teşekkür edeninizdir...»

Bu İslami terbiye yaklaşımı içersinde sundukları ik­ramlardan ve yardımlardan dolayı insanlara teşekkür et­menin Allah'a şükürden sayılması insanları iyilik yapan­ları bu iyiliklerinden dolayı teşvik tedbirlerine çağıran İslami çizgiden hareket etmektedir. Çünkü iyi işleri ya­pan insan tabiatı gereği yaptığı iyiliklerin diğer İnsanla­rın kendisine karşı tutumlarına yansımasını ister. Çünkü insanlar bu yansımayı göstermezlerse iyilik yapanı ih­mal, yaptığı iyiliği de inkar etmiş olurlar. Bu durumda iyilik yapanları bu yönelimlerinden uzaklaştırma tehli­kesini getirebilir. İmam Ali (RA), oğlu Hasan (RA)'a yap­tığı vasiyetinde şöyle demiştir:

«îyiîîk yapan ile kötülük yapanı aynı terazide tutma. Çün­kü bunda iyilik sahiplerinin iyiliklerine gadretmek sozkonusu-dury>...

Burada yaptıkları iyiliklerden ve sundukları yardım­lardan dolayı insanlara teşekkür etmek, iyilik sahipleri­ni diğerlerinden ayırmak gibi böyle bir tutumun insanı her şeyde en içli sebebin Allah olduğunu kabul etmeye çağıran îslami ruhi yaklaşıma mani olmadığı da olabildi­ğince belirgindir. Kullar, Allah'ın sahip olup da kendile­rine verdiğinden başka hiçbir şeye sahip değildirler. Bu şekilde Allah —aynı zamanda— insanın Allah'ın nimet­lerine ulaşmak yolunda bir araç kıldığı vasıtanın rolün­den de gafil olmamasını istemektedir. İşte bunun için in­sanoğluna Rabbiııe şükrettiği gibi ana-babasma da teşek­kür etmesini, şükranlarım sunmasını emretmiştir:

«Bana ve anana-babana sonuna kadar şükret»...

Şükrün bu yönünün böyle tekitle vurgulanması insa­nın şükür hislerinin canlı tutulmasına yöneliktir. Çünkü insanın birlikte yaşadığı insanlardan gelen iyilik ve ik­ramlara kayıtsız kalması bunlara şükran hissiyle yaklaş­maması insandaki şükür hissinin kaybolduğunu gösterir. Şükür hissini kaybeden insanın ise Allah Subhanehuya şükretmesi de düşünülemez. [194]

 

Bu Büyük Ders Önimde Bazı Önemli Noktalar

 

Bu bölümü bitirirken temel düşünceleri mütalaa et­mek üzere birkaç nokta üzerinde duralım:

1 — İslami davetin ilk dönemlerinde Allah'ın düş­manları Müslümanların zayıf noktalarına hücum ederek, onları İslam'dan saptırmaya çalışmışlardır.

2 — İslam, kıblenin Kabe'ye doğru çevrilmesini em­reden yeni hükme ilişkin olarak anılan meselede, müda­haleci İslam düşmanlarının müdahalelerine köklü yakla­şım yöntemleriyle cevap vermiştir. Onların, Müslüman­ların içlerine sokmaya çalıştıkları, bu vesveselerin arka­sında gizlenen sapık fikri ve şahsi arkaplanîannı açığa çı­karan, çeşitli karşı yöntemler uygulamıştır.

3 — Bakara Suresinin bu bölümü tamamiyle bir bü­tündür. Bir yandan bu yeni şer'i hüküm bağlanımda şe­riatın ve onun hükümlerinin tabiatının bir tahlilini ver­mektedir.  Sonra da İslam ümmetine dönerek onları bu müdahalecilerin saptırma amaçlı vesveselerine gereğince karşılık vermeye çağırmakta ve bu ümmetin diğer üm­metler karşısındaki konumunu belirtmektedir. Bunlardan biri ve Özellikle mevzuu bahis olanı Yahudilerdir. Müs­lümanlardan bunlara karşı pasif değil, aktif bir konum­dan hareket etmelerini istemektedir. Sonra bu yeni hük­mü yeniden irdelemekte, onu ümmetin yetiştirilmesi ve Peygamber Muhammed (SAV)'in ruhi yönelimleri ile ala­kalandırmaktadır. Sonra Peygamber (SAV)'e Yahudilerin ve bulundukları konumun gerçek suretini tecrübeye yer bırakmayacak  bir  düzeyde   açıklayan   Kur'an'î  üsluplar, Müslümanları her türlü sallantı ve sarsıntıdan uzaklaştır­maktadır.

4 — Çağdaş İslaıni hareket de; İslam düşmanlarının, bazı durumlardaki İslami kanunlara ve Allah yolunda ça­lışanlara çalışmanın gereği üzere değişen durum ve şartla­ra bağlı olarak, uyguladıkları çeşitli değişken pratik yön­temlerine  karşı  uyguladıkları  birçok  yöntemlerle  karşı karşıyadır. İslaıni hareketin bugün karşı karşıya kaldığı yöntemler, zamanında    Yahudilerin    Peygamber (SAV)'e karşı uyguladıkları yöntemlere çok benzemektedir.

5 — Bize düşen, bu bölümü şüphe sokma, saptırma ve yalanlar yığma yöntemlerine karşı pratik İslami yön­temlerin bir örneği olarak iyice  incelemek, bundan ge­rekli dersi almak ve bunu bu alandaki başlıca yöntem ola­rak kabul etmektir. Bunu her iki dönemin (ilk ve son dö­nemin) şartlarım ve bu şartların gösterdiği değişiklikleri karşılaştırmalı olarak gözden geçirerek oldukça açık bir şekilde görebiliriz.

6 — Müslümanların bu büyük   mücadele karşısında yaşadıkları zorlu durumu çözme yöntemi üzerindeki in­celememiz, bizi; İslam'ın çalışma yönteminin canlılığı ve hareketçi   esnekliği  üzerinde  yoğunlaşmaya  götürür.  İs-lami yöntem öyle canlı ve esnek bir karaktere sahiptir ki, yaklaşım unsurlarından sadece bir unsur üzerinde dur-. maz. Bir tek hissi ya da akılcı halette kalıp donuklaşnıaz. Aksine sorunu çözmeye, müdahale ve engele karşı koy­maya yardımcı  olacak bütün unsurları  tamamlamak ve bütün akılcı ve hissi haletleri bir arada bulundurmak için, bir unsurdan diğer unsura, bir haletten diğer halete geç­meye çalışır. Bu açıklamalar ışığında İslami davet yön­temini veya İslami mücadele ve yaklaşım yöntemini tek boyutlu ve tek haletli beşeri bilimsel temellere indirge­meye  çalışan düşüncenin yanlışlığına    karar verebiliriz. Bu  düşünce çeşitli unsurları ele aldığında bile bir tek düşünceyi ya da sınırlı bir konuyu incelemeye bağlı un­surları ele alır. İnsanın iç durumuna ve onu içine alan dış  ortama etki etmekte bir geçiş noktası olacak temel problemlerle ilgilenmez. Halbuki insana    yaklaşmak, in­san üzerinde çalışmak soyut bir düşünceye yaklaşmak ve­ya soyut bir düşünce üzerinde çalışmaktan tamamen ay­rılır. Çünkü insan gerek duyuları ve hisleri, gerekse et-kilenimleri ile çeşitli ve değişken bir evrensel varlıktır. Bu durum da ona, bütün yönlerden ve bütün etkilenim noktalarından yaklaşmamızı gerektirmektedir.

7 — Bu bölümün tamamının genel tabiatı insanın bü­tün söz ve eylemlerinde sevabı ve cezası ile Allah kar­şısındaki konumunu ihmal edilmez canlılıkta hatırlatmak­tadır. Bu hatırlatma konuma ruhi bir hava vermektedir. İnsan bu hava içersinde meselenin soyut düşünsel hesap­lardan başka herhangi bir şeye yer vermeyen, soyut be­şeri bir mesele olarak telakki edildiği, soyut düşünce de­ğil imani sorumluluk noktasından hareket edecektir. [195]

 

 



[1] Fussîlet, 42

[2] Hicr, 9

[3] Ahzab, 21 10

[4] Maide, 32

[5] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/7-13

[6] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/17

[7] Bakara, 67

Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/17

[8] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/17-19

[9] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/19-21

[10] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/23

[11] Fussilet, 26

[12] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/23-27

[13] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/27-30

[14] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/30-31

[15] Bakara, 3-5

[16] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/35

[17] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/35-40

[18] Azhab, 38

[19] Ahzab 62, Fatır 43

[20] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/40-44

[21] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/44

[22] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/44-45

[23] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/45-47

[24] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/47-49

[25] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/49-50

[26] Bakara, 6-7

Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/53

[27] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/53-55

[28] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/55-57

[29] Kaf, 29

[30] Zuhruf 76

[31] A'raf 28

[32] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/57-61

[33] Bakara, 8-15

Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/65

[34] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/66-67

[35] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/67-68

[36] Bakara, 194 82

[37] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/68-83

[38] Bakara, 16-22

Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/87

[39] Tevbe, 111

[40] Bakara 207

[41] Saff 10-12

[42] Zümer 15

[43] Enfal 36-37

[44] Al-i İmran 185

[45] Tevbe 72'

[46] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/88-92

[47] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/92-96

[48] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/96-98

[49] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/98

[50] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/98-102

[51] Bakara 23-24

[52] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/105-106

[53] İsra 88 28

[54] Hud 13-14

[55] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/106-110

[56] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/110-115

[57] Zariyat, 49

[58] Rum, ı-4

[59] Nahl, 103

[60] Ankebut, 48

[61] Furkan,5

[62] Nisa, 82 120

[63] şura, 52 34

[64] Yunus, 34

[65] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/115-125

[66] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/125-127

[67] Bakara, 25-29

Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/131

[68] Tevbe, 72

[69] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/132-135

[70] Bakara 26

[71] Hacc, 73

[72] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/135-139

[73] Bakara, 27 140

[74] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/140-142

[75] Bakara 28 142

[76] Bakara 29

[77] Saffat, 6

[78] Fussilet, 12

[79] Hicr,  18

[80] Cin, 9

[81] Nuh,  15-16

[82] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/142-147

[83] Bakara, 3O-33

[84] Zarîyai 56

[85] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/151-154

[86] Fussilet, 11

[87] Kasas, 88

[88] Maide, 64

[89] Fetih, 10

[90] Enbiya, 26-27

[91] Sad, 26

[92] Yunus, 14 160

[93] Ahzab,   72

[94] Hucurat,   13

[95] Nur, 55

[96] Nur, 45

[97] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/154-170

[98] Bakara, 34

[99] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/173-174

[100] Hud, 43

[101] A'raf,   12

[102] İsra 62 176

[103] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/174-176

[104] El-Mizan Fi Tefsiri'l Kur'an C. 1, sh. 135-136 178

[105] Yusuf, 100

[106] El-Mizan Fî Tefsiri'l Kur'an C. 1, sh. 135-136

[107] a.g.e,, C. 1, sh. 135-136

[108] a.g.e., C. 1, sh. 135-136

Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/176-181

[109] Bakara, 35-39

[110] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/185-186

[111] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/186-189

[112] AI-i İmran, 33

[113] Ta Ha, 117-119

[114] Ta-Ha, 121

[115] Bakara, 37

[116] A'raf, 23

[117] Bakara, 35

[118] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/190-194

[119] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/194-196

[120] Bakara, 37 196

[121] A'raf, 23

[122] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/196-197

[123] Şeyh Cevad Belagî, el-Hüda ila Dini'l Mustafa, C.l, sh. 313 (Bazı Hristiyan yazarlardan naklen)

[124] Zümer,  53

[125] En'am,   164

[126] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/198-200

[127] Bakara, 38

[128] Bakara, 39

[129] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/201-204

[130] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 1/204-206

[131] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/9-14

[132] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/14-18

[133] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/19-22

[134] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/22-25

[135] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/29-33

[136] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/33-35

[137] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/35-37

[138] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/37-40

[139] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/40-42

[140] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/45-50

[141] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/50-52

[142] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/52-53

[143] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/53-56

[144] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/59-63

[145] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/63-68

[146] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/71-74

[147] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/74-76

[148] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/76-78

[149] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/78-83

[150] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/87-88

[151] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/89-90

[152] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/90-92

[153] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/92-98

[154] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/98-100

[155] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/103-122

[156] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/122-124

[157] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/

[158] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/127-135

[159] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/135-139

[160] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/143-146

[161] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/146-149

[162] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/149-152

[163] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/152-157

[164] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/157-159

[165] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/163-165

[166] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/165-168

[167] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/168-172

[168] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/172-174

[169] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/174-177

[170] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/177-181

[171] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 2/181-187

[172] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/9-14

[173] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/14-21

[174] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/22

[175] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/22

[176] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/25-31

[177] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/32-33

[178] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/33-34

[179] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/34

[180] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/35

[181] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/35-39

[182] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/39-43

[183] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/47-53

[184] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/53-56

[185] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/57-58

[186] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/58-59

[188] A.g.e., s. 326

[189] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/59-64

[190] Mecmaul Beyan, fi Tefsir-il Rur'an; C. 1, s. 334

[191] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/64-68

[192] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/68-71

[193] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/71-78

[194] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/78-84

[195] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/84-86