24) ALLAH YOLUNDAKİ İMTİHAN DURUMLARINDA SABIR VE NAMAZ İLE ALLAH'TAN YARDIM DİLEMEK   5

Sabır ve Namaz İle Allah'tan, Yardım İstemek. 5

Şehitlik Hayatın Bir Uzantısıdır 5

Ayetteki Hayattan Maksat Nedir? Bu Ölümden Sonra Bir Hatıra Hayatı mıdır?. 6

Berzah Hayatı 6

Bu Fikrin Münakaşası 7

Ayet ve Ruhun Soyutlanması 7

Bela, Bir Ders ve İmtihandır 7

Bela, Hayatta Doğal Olmayan Bir Durum mudur?. 8

Tabii Şartlarda Belanın Anlama. 8

Bu Ayetlerin Bize Vahyettikleri Ahlaki Değerler Ruhi Bir Güçtür 9

Ruh Terbiyesinde Ahiret Şuurunun Rolü. 9

Bela, Mü'min İçin Bir Gelişim Etkeni ve Sınamadır 10

Sabrın, Akidenin Ruhi Boyutuyla İlişkisi 10

25) ŞERİATTEN KESİTLER VE BAZI KÜFÜR VE SAPMA HALLERİNİN İNCELENMESİ 10

Gerçek Alimlerin Yanında Allah'ın Emanetidir 11

Küfür Fikri Bir Konum Değil Bir Sapmadır 12

26) HAKİKATİN ORTAYA ÇIKIŞIYLA BİRLİKTE KUR'AN-I KERİM İNSANA.. 13

FİKRİ METODUNU ÇİZİYOR.. 13

Ayeti Kerime Metod Çizgisinde. 13

Ayet, İnancı Günlük Hayatın Müfredatı İçersinde İzah Etmektedir 13

Ayetteki Davet İçin Yetiştirme Üslubu. 14

Ayet Bir Düşünceyi Farzetmeyip O'na Giden Yolu Çizmektedir 14

Dinler İnsanın Cahilliğinden mi Kaynaklanmıştır?. 15

Bu Düşüncenin Kapsamlı tahlili 15

27) İSLAM YOLUMUZU ÇİZİYOR VE ONDAN SAPMAK  KONUSUNDA UYARIYOR.. 16

Fikri Bağlılık Gönül Bağlılığına Götürür 18

Sevgi Bir Konumdur Soyut Sempatiden İbaret Değildir 18

Dünyanın Güçlüklerinin Zayıflığını Keşfe Çağn. 18

İslam'da Ferdi Sorumluluk. 18

28) ŞEYTANIN KÖTÜLÜK, AZGINLIK VE ATALARIN SAPIKLIKLARINI TAKLİD KONUSUNDAKİ PLANLARINDAN KAÇMAYA ÇAĞRI 18

İnançta Ataları Taklid, Şeytanın Planlanndandir 19

İslam'ın, Atalarını Taklid Eden Müslümanlar Karşısındaki Konumu. 20

Kafirler Duyularını Tatil Ediyorlar 20

İyi Şeylere Çağrı ve Haramlardan Kaçındırma. 21

Haram Şeylerin Dörde İndirgenmiş Olmasını Nasıl Anlıyoruz. 22

Dînin Gerçeklerim Saklayanların ve Bunun Ticaretini Yapanların Cezası 22

29) ÎSLAM'DA ÎYİLÎK  KAVRAMI  ÇERÇEVESİNDE İSLAMİ ŞAHSİYETİN TEMEL UNSURLARI 23

30) EY AKIL SAHİPLERİ!.. SİZİN İÇİN KISASTA HAYAT VARDIR.. 26

Hıristiyanlık Hukukunda Af Kavramının Yeri 27

Yahudilik ve Hıristiyanlığı Aynı Yemde Birleştiren Görüş. 27

Kısas Hükmünün Felsefesi 27

İdamı Cezası ve Suçları Hafifletmedeki Rolü. 28

İnsan Akıl ve İradedir 28

Dış Etkenler de Kaçınılmazdır 29

Katilin İdamı Hükmü Etrafıadaki Şüpheler 29

Bu Şüphelerin Tartışması 29

Kısasta Misilleme ve Tefsiri 31

31) VASİYET... ORUÇ... DUA…... 31

Bu Ayet Mensuh mudur?. 32

Ayetin Ayrıntıları Üzerinde Bir İnceleme. 32

Bu Ayetten, Çıkaracağımız Sonuç. 34

Oruç ve Bazı Hükümleri 34

Kur'an-ı Kerim'in Ramazan Ayında İnmesinin Anlamı Nedir?. 36

Kulun Rabbi İle İlişkisinde Dua. 37

Oruç ve Ramazan Ayında Cinsel İlişkilerin Sınırı 38

Aranızda Mallarınızı Haksızlıkla Yemeyin. 39

Müslümanlar Soruyor Peygamber Cevaplıyor 40

Evlere Kapılarından Girin. 41

32) ALLAH YOLUNDA SAVAŞIN... 42

Fitne Adanı Öldürmekten Daha Kötüdür 43

Mescid-i Haram'da Savaş. 43

Cihad Bağlamında Savaşı Nasıl Anlıyoruz?. 44

Haram Aylarda Savaş. 45

Kendi Ellerinizle Kendinizi Tehlikeye Atmayın. 45

İhsan : Ahlâkî Bir Kanun.... 46

33) HACCIN UFUKLARINDA BİR GEZİNTİ 46

Arafat'ta ve Meş'ar-i Haram'da...  . 49

İnsanların .Akın Ettiği Yerden Siz de Akm Edin... 49

İki İnsan Örneği ve Dua. 49

Duanın Eğitim Boyutu. 50

34) İNSANIN DAVRANIŞLARI ÜZERİNE. 51

Hayat Konumlarında İki İnsan Örneği Üzerine. 51

Bu İki Örnekten Ne Anlıyoruz?. 52

Hepiniz Birlikte Selamete Girin. 52

Şeytanın Adımlarını İzlemeyin!.. 54

35) İNSANLAR BİR TEK ÜMMET İDÎ... SONRA İHTİLAF NASIL ÇIKTI?,. 57

İlahî Risaletler İnsanlar Arasında Her Hususta Hakem Konumundadır: 58

İhtilafın Temeli Azgınlık Olmuştur 58

Gerçeği İsteyenler Diyaloga Açık Olurlar 58

Cennete Gevşeklik ve Temennilerle Ulaşılamaz!.. 59

Yakın Yardım ve Zafer Kavramına Bir Bakış. 59

36) MÜSLÜMANLAR SORUYORLAR... PEYGAMBER (SAV) CEVAPLIYOR.. 60

Savaş Nasıl Farz Kılındı?. 61

Haram Aylarda Savaş. 63

Barış Zamanı 65

İki Hüküm Arasında Güçlük. 65

Müslümanların Küfür Güçleri İle Mücadelesi Devamlıdır 65

İman - Küfür Meselesi 65

37) YETİMLER... MÜŞRİKLERLE EVLİLİK İLİŞKİLERİ... VE HAYIZ... 66

Müşriklerle Evlenmeyin!.. 67

Hayız Hakkında. 68

38) YEMİNLER VE TALAKIN BAZI HÜKÜMLERİ 69

Kadınlara Yaklaşmama Yemini 70

Ric'î Talak'ın Hükümlerinden... 71

Erkeklerin Kadınlar Üzerinde Bir Dereceleri de Vardır 72

İslam Şeriatinde Boşanmanın Yeri 72

Boşama Yetkisi 74

İddet'teki Hikmet Nedir?. 74

Dönüş Hakla Niçin. Erkeğe Verilmiştir?. 74

Talak İki Keredir 75

39) İDDET ORTAMINDA KADIN.. 76

Boşanmış Eşlerin Anlaşıp Tekrar Evlenmelerine Engel Olmayın!». 77

Emzirme Donemi ve Emzirme Hukuku. 77

Vefat İddeti 78

İddetin Diğer Hükümlerinden... 79

Namaz. 80

Tekrar Evlilik Hayatı…... 81

40) İBRET İÇİN KUR'AN KISSALARI... 81

Tefsirde Kur'an'î Yöntem.. 83

Tâlût ve Câlût 83

41) PEYGAMBERLERİN BİRBİRİNDEN ÜSTÜN KILINMASI. AYETE'L KÜRSİ 86

Peygamberlerin Birbirinden Üstün Kılınması, Hedeflerinin Ayrı Olduğunu Göstermez. 86

Allah'ın Sözü Ne Demektir?. 87

Peygamberler Arasındaki Üstünlük, Birlîklerîne-Beraberliklerine Aykırı Değildir 87

Peygamberin Ümmetleri Nasıl Ayrılığa Düştüler?. 87

Olumsuzluklara Karşı Umutsuzluklara Yer Yoktur 88

Özelliklerin Farklılığı Mücadeleyi Ve Meydana Okuyuşu Körüklemez. 88

Size Verdiğimiz Rızıklardan Allah Yolunda Harcayın. 89

Ayete'lkürsî 89

Dinde Zorlama Yoktur Anlamı Ve Yorumu. 92

Dinde Zorlama Meselesi Île İslam'daki Savaşın Konumu Nedir?. 93

Bu Ayetin Işığı Altında İyiliği Yapma, Kötülüğü Engellemeyi Nasıl Yorumlarız?. 93

Tağutu İnkar Etmenin Îmanla İlgisi 94

Allah İman Edenlerin Dostudur 94

42) ALLAH DÎRÎLTEN VE ÖLDÜRENDİR.. 95

Düşünce, Kıssanın Çizgisinde Canlandırılıyor 95

Hz. İbrahim Tağuta Meydan Okuyor 96

Bu Diyalogdan Ne Anlıyoruz?. 97

Vefat Edip Tekrar Hayata Dönen Adamın Kıssası 97

Hz. İbrahim Ölülerin Dirilişini Görmek İstiyor 98

Îman Île Kalbin Huzura Kavuşması Arasındaki Farkı Nasıl Anlarız?. 99

43) MALLARIN ALLAH YOLUNDA HARCANMASI 99

Düşünce Ve Pratik Olarak Allah Yolunda Malların Harcanması 100

Allah Yolunda Harcamanın Bireysel Ve Toplumsal Değeri 100

Mallarını Allah Yolunda Harcayanların Durumu. 102

Mükafatın, Yapılan İşin Hacmî Île İlgîsî  Var Mıdır?. 102

Sadakalarınızı Başa Kakma Ve Onur Kırma Île Boşa Çıkarmayın. 103

Kur'an Tabloyu Bîr Örnekle Açıklıyor 104

Kur'an İnfakın Sınırlarını Belikliyor 105

Fakat Bu İnfakı Hak Eden İnsanlar Kimlerdir?... 107

Bu Ayetlerden Anlaşılması Gereken Nedir?. 107

44) FAİZ YÎYENLER.. 108

Faiz Yiyenler 108

Faîzîn Ahlakî Ve Sosyal Zararları 109

Faizin Ekonomik Zararları 110

Faizin Haramlığı Île Îlgîlî Bîr Takım Düşünceler 110

Şeytan Tarafından Çarpılmış Kimse İfadesini Nasıl Anlarız?. 113

Allah Alış-Verişî Helal, Faizî İse Haram Kılmıştır... 114

Allah Faîzi Eritir,  Buna Karşılık Sadakaları Artırır 115

45) BORÇ VE ÎLGİLÎ. UYGULAMALAR.. 117

Kur'an Malî Uygulamalara İlişkin Tesbîtler Beürliyor 117

İki Kadının Şahitliği Neden Bir Erkeğin Şahitliği Yerindedir 119

Gökler Ve Yeryüzü Allah'ındır 121

İnsanın Gizlediği Şeylerden Hesaba Çekilmesini. Nasıl Anlamalıyız?. 121

Peygamber Ve Müminler Allah'tan Gönderilen Vahye İnanırlar 122

Burada Üzerinde Durulması Ve Açıklanması Gereken Birkaç Nokta Daha Vardır 123

Bu Ayetten Şunları Çıkarabiliriz. 124


24) ALLAH YOLUNDAKİ İMTİHAN DURUMLARINDA
SABIR VE NAMAZ İLE ALLAH'TAN YARDIM DİLEMEK

 

BismiIIahirrahnıanirrahira

«Ey iman edenler... Sabır ve namazla (Allah'tan) yardım isteyin; muhakkak ki Allah, sabredenlerle beraberdir. Allah yo­lunda öldürülenlere «ölüler» demeyin: Aksine onlar diridirler ama siz (bunun) farkında değilsiniz. Andolsun sizi korku, aç­lık, (mallar(ınız)dan, canlar(ınız)âan ve ürünler(iniz)den eksilt­mek gibi şeylerle imtihan edeceğiz; kendilerine bir bela erişti­ğinde: «İnna Lillâhi ve İnnâ İleyhi Raciûn - Biz Allah'a ait iz ve (sonunda) muhakkak O'na döneceğiz» diyerek sabredenleri müjdele. İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlara­dır ve (doğru yolu bulup) hidayete erenler de onlardır».

(Bakara: 153-157) [1]

 

Sabır ve Namaz İle Allah'tan, Yardım İstemek

 

Bu ayetlerin genel içeriği ve üslubu, Müslüman in­sanın, hayatını etkisi altına alarak onu bir kuşku ve sar­sıntı dairesinde sarsıp sallayan çeşitli engeller, sorunlar ve facialara karşı koyan gerçeğe ilişkin derin manaların hareketi içersindeki derinliklerinde gizli olan imani biri­kimine yönelten, Kur'an'î bir yaklaşıma işaret etmektedir. Bu gerçeğe sahip olan Müslüman insan, bütün bunların karşısında, Allah'ın koymuş olduğu ilahi sünnetler (ka­nunlar) temeli üzerine kurulu olan hayatın hikayesini, bi­len kapsamlı ve kapasiteli bir iman duruşuyla durur. Bu hikayenin başından sonuna tamamı zorluk ya da tama­mı kolaylık değildir. Aksine bu hikaye kolaylık yolunda zorluklar, zorlukların sonunda ve sonucunda kolaylıklar­dan ibarettir. İşte insan Allah'a giden bu yolda bazı zor­luklarla karşılaştığında veya hedeflere ulaşmak yolunda­ki yükümlülükler ve bunların getirdiği sıkıntılar kendisi­ne ağır geldiğinde, bu yoldaki iradesini destekleyip güç­lendirmesi ve ona bağlılık ve sarsılmazlık ruhunu vere­bilmesi için, sarsılmaz bir konuma ve bağlı bir şahsiyete ulaşabilmesi için sabırla Allah'tan yardım istemesi ka­çınılmaz bîr zorunluluktur. Yine aynı bağlamda, namaz ile Allah'tan yardım istemesi de aynı kaçınılmazlıkla zo­runludur. Çünkü namaz, kalbe hikmeti insanın hayatini yine kendisi için maslahat (fayda-yarar) ve hikmet te­meli üzerinde yükselten ve rahmeti insanın ruhunu hoş­nutluk, lütuf ve sıcak bir ilişki ile sarıp sarmalayan, (her şeye gücü yeten) Kadîr, Hakim ve Rahim olan Allah'a yönelik pencereleri açar. Böylece insanın başına gelecek imtihanlar, insanın kaldırmaya gücü yetmeyeceği bir dü­zeyde ağır gelmez. Aksine insan başındaki imtihanla be­raber namaz ile alabildiğine bir uzay genişliği içersinde tecrübeleri ve ümit ufukları ile yaşar. Sahip olduğu güç, bütün güçlükleri sarsacak ve bütün karşı güçleri kahre­decek bir düzeye gelir ve hayatı, bütün içersindekilerle kavrar. İnsan, bütün bu güçlüklerin içinden, ruhunun so­runlar ve güçlükler ile daralmadığı, engeller ve karşı sal­dırılar karşısında yenilmediği ve güçlükler karşısında za­yıf düşmediği bir uzay genişliğine çıkar. İradeyi hayat ile; hareketi kuvvet ve iman ile dolduran patlama dere­cesinde canlı bir ümit içersinde olur.

Böylece sabır gibi ruhi değerler, namaz gibi ibadet amelleri faal güçlere dönüşür. İnsan üzerine, düşman kuvvetleri saldırdığında, kendi dışındaki güçlerden yar­dım aldığı gibi, zayıf noktalarını güçlendirmede bu faal güçlerden yardım alır. Sabır ve namaz, bazı kimselerin zannettiği gibi bir zayıflık ve gerilik unsuru değildir. İn­sanı dondurup geriletmez. Yine bazılarının düşündüğü gi­bi, sabır insanı hareketten alıkoyan, onu yaşanan gerçek­lerin gereğini yapmak noktasında donduran bir şey değil­dir. Yine bazılarının düşündüğü gibi namaz yumuşak baş­lı sofuca bir yokluğun içersine gömmez. İnsana yaşanan gerçekler içersindeki hareketi noktasındaki rolünü ve so­rumluluğunu unutturmaz. Duyarlığını köreltip hayat yo­lundaki atılımlarını zayıflatmaz.

Bütün bu anlamları ayetteki hitaptan, bütün kapasi­teleri insanın emrine veren imanın canlı İçeriğinden, in­san hayatı için güç oluşturmak yolunda ahlaki değerlerin ve pratik ilahi ilkelerin canlı tabiatına dikkat çekmek üze­re Allah'tan sabır ve namaz ile yardım istenmesine yö­nelik açık ilahi çağrıdan ilham alıyoruz. Fakat insanlar­dan birçoğu, inandıkları değerlerde ve yapıp ettikleri amellerde bulunan gizli, ruhi güçlerden gafil olabilmekte­dirler. Böylecede hayat, çevrelerinden güçle dağılıp yit-tiğinde onu bir zeka kıvraklığı ile toparlayabilecekleri halde, zayıflık hallerine teslim olabilmektedirler.

Allalıu Teala'nm ayeti kerimeyi «Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir.» sözü ile bitirmesi, Allah'ın sabredenleri engeller, karşı saldırılar, kötü haller ve zor­lu durumlarda tek başlarına bırakmayacağını, aksine on­lara kendi ruhundan «iyi ruhu» kendi gücünden «büyük kuvveti» rahmetinden de lütuf, hoşnutluk, sevgi ve sela­meti (esenliği) bağışlamak üzere hep onlarla beraber ola­cağını tekid etmek içindir. [2]

 

Şehitlik Hayatın Bir Uzantısıdır

 

«Allah yolunda öldürülenlere «ölüler» demeyin: Aksine onlar diridirler ama siz (bunun) farkında değilsiniz.»

Bu ayeti kerime, nefsi; insan oğluna hayatı yitirmek­le ifade olunan, ölüm karşısında katı bir vahşet hisseti-ren, beşeri hislerden arındırmak noktasında varid olmuş­tur. Çünkü bu hisler, Allah yolunda küfür, azgınlık ve sapmalara karşı, savaş alanlarında cihad çağrısı karşısm-"da insanı olumsuz bir konuma sürüklerler. Çünkü nefis hayatı sever, onun içersinde boylu boyunca uzanıp yayıl­mak, hayatla bitişen bütün varlık imkanlarını yaşamak ve onu kaybetmesine sebep olacak her şeyden uzaklaş­mak eğilimindedir. İşte bu ayeti kerime, Allah yolundr. öldürülen şehitler için hayatın bitip kaybolmadığına, bü­tün gerçekliği ile devam edip uzandığına, fakat o hayatın insanların bu dünya hayatında yaşadıkları ortam ve şart­lardan tamamen başka ortam ve şartlarda sürdüğüne, bu­nun için de bu dünya hayatını yaşayan insanların o ha­yatı his ve idrak edemediklerine işaret etmektedir. Çün­kü insan, öbür hayatın tabiatını kavrayıp idrak edebilece­ği duyulara sahip değildir. Bu. ayet, bu konudaki diğer ayetlerin siyakmdandır. Bu ayetlerde şöyle buyurulmak-tadır:

«Allah yolunda öldürülenleri «ölüler» sayma: Aksine (on­lar) Rableri katında rıziklandınlan dirilerdir. Allah'ın kendile­rine fazlından (bol  nimetlerinden ikram olarak) verdiklerinden sevinçlidirler. Arkalarından kendilerine henüz ulaşmamış olan­lar için herhangi bir korku olmadığının ve üzülecek olmadıkla­rının müjdesi ve Allah'ın nimetinin, bolluğunun ve Allah'ın inananların ecrini zayi etmediğinin müjdesi ile sevinç içersin-dedirler».

(Âl-i İmran: 169-171)

Bu ayetlerdeki yaklaşım; hayatın bu yol ile dünya hayatında olduğundan daha üstün ve daha geniş bir şe­kilde devam edeceği şuurunu hissettirerek, Allah yolun­da cihadı teşvik etmek yönündedir. Bakara Süresindeki ayet ile Al-i İmran Süresindeki ayet arasında bazı deği­şiklikler olduğu düşünülebilir. Bakara Süresindeki ayeti kerime, doğrudan hayatın kendisini ele almış ve hayatın tabiatını idrak edememiş olanların çizdiği karanlık ölüm tablosunu aydınlık hayat tablosuyla değiştirmiştir. Bu ayetin ele aldığı ayırım temelde ölüm ile hayat ayırımıdır. Ayette, sanılan ölümün karşısına konulan hayatın ayrın­tısına gidilmemiştir. Çünkü bu noktada sorun karanlık ve aydınlık gibi doğrudan ve temelden ölüm ve hayat soru­nudur. Al-i İmran Süresindeki ayete gelince bu ayeti ke­rime, münafıkların Allah yolunda cihada atılan Müslü­manların, içlerine sokmaya çalıştıkları korku ve tered­düt unsurlarına, savaşa katılmayanların dünya hayatı­nın nimet ve lezzetlerinden istifade edecekleri, buna kar­şılık savaşa atılanların ölümün katı vahşetine sürüklen­dikleri ve bu nimetleri kaybedecekleri yolundaki caydırı­cı iddialarına karşı indirilmiştir. Bu nedenle Kur'an-ı Ke­rim, bu ayeti kerimede Allah'ın yanında mücahitleri bek­leyen hayatın ayrıntılarına girmiş ve dünya hayatının ni­met ve zevklerine karşılık, Allah'ın mücahitlere vaadetti-ği hayatın bazı nimet ve zevklerine değinmiştir. [3]

 

Ayetteki Hayattan Maksat Nedir? Bu Ölümden Sonra Bir Hatıra Hayatı mıdır?

 

Bazı müfessirler, bu hayatın ayrıntılarına girmeye çalışmışlardır. Bu müfess iri erden bir kısmı ayette geçen ibareden maksadın bahsi geçen hayatın, dünyadaki uzan­tısı olduğu itibariyle Allah yolunda Öldürülen insanın ardından (dünyada) güzel bir hatıra, bir anı, bir iz bırak­masına işaret olduğu yolunda yorumlar yapmaya çalış­mışlardır. Böylelikle bazı şairlerin düşünüş tarzları üzere insanların kafa ve düşüncelerinde insanın öldükten sonra ardından bıraktığı güzel bir anının, bir izin, Ölen insanın hayatının dünyada baki kalan bir uzantısını temsil ettiği şeklindeki mevcut düşünce tarzına paralel bir yaklaşım yolu tuttukları düşüncesiyle hareket etmişlerdir. Nitekim, bu tip bir yoruma temel olan duygu ve düşünceleri orta­ya atan şairlerden biri şöyle diyor:

İnsanın kalbinin atışları sayılır söylercesine: Hayatın kısa bir misafirlik olduğunu kendisine... Öyle ise kendine ölümden sonra bir hatıra bırak; Çünkü ikinci bir hayattır bu hatıralarda yaşamak...

Bu görüşün felsefesini yaparken de bu ayetteki hi­tabın ahirete irnan eden mü'minlere yönelik olduğu, hal böyle olunca da hayatın ölüm ile sona ereceği yolundaki bir düşünceyi red üslubuyla gelecek bir haberin bir an­lamı olmadığı, çünkü böyle bir şeyin imanın gerçek ma­hiyeti ile bağdaşmayacağı dayanağından hareket etmiş­lerdir. Bunun yanında söz konusu ayetin şehitlere özgü olduğunu halbuki ahiretteki hayatın herkesi kapsayan bir mutlak gerçek olduğunu, hayatın imanın gerçek ma­hiyetiyle bir uygunluk içersinde olmasının zorunlu oldu­ğunu da ekleyerek ayetteki hayattan maksadın, asırlar ve uzun zamanlar boyunca insanın ardından baki kalacak bir güzel hatıradan, bir anıdan, bir izden başka bir şey olmadığını ileri sürmüşlerdir. [4]

 

Berzah Hayatı

 

Diğer bir kısım müfessirler ise bu ayetteki maksa­dın, ölüm anı ile mahşer arasındaki «berzah hayatı»na bir işaret olduğu görüşünü ileri sürmüşlerdir. Çünkü bu ber­zah hayatının, öldükten sonra ahiret hayatında yeniden dirilmek inancı gibi «zaruriyat-ı din'den dinin kaçınılmaz zorunluluklarından» olmamasından dolayı Müslümanla­rın bu hususta gafil davranmaları mümkündür. Gerçek­ten bugün bile Müslümanlardan bu berzah hayatına inan­mayanlar mevcuttur. Bu kimseler, ruhun bedenden mü-cerred (soyutlanmış) olmadığına, buna binaen insanın varlığının ölüm ve terkibin çözülmesi ile tamamen orta­dan kalktığına, sonra Allah'ın onu kıyamet gününde yar­gı için yeniden dirilttiğine inananlardandırlar. [5]

 

Bu Fikrin Münakaşası                                   

 

Bu yaklaşımlar ve açıklamalar karşısında biz, bu aye­ti kerimenin hayatın tabiatı üzerinde yoğunlaşmak bağ­lamında olmadığı, bu müfessirlerin tuttuğu yolda hare­ket edemeyeceğimiz görüşündeyiz. Aksine bu ayeti keri­me, ruhu ölümün karanlığı karşısında hissettiği öldürü­cü (ezici) vahşet hislerinden arındırmak anlamında oldu­ğu görüşündeyiz. Ayeti kerime, insanın ruhunu bu caydı­rıcı hislerden temizledikten sonra onu insanın içine se­vinç, hoşnutluk ve güven yerleştiren hayat şuurunu dol­duracaktır. Bu yolda bir tutum izleyen Kur'an'î üslup, kendine Özgü işleyişle, insanın sabır ve devam gücünü ye­nileyecektir.

Burada ayeti kerimede geçen hayat hakkında yapıl­mış olan birinci yoruma, eleştirel bîr yaklaşım getirmeyi yerinde buluyoruz. Şöyle ki; insanın ardından bıraktığı, kendisinden sonra baki kalacak bir güzel hatıranın, bir izin hayat olarak kabul edilmesi, insan ruhunun hisset­tiği ölüm duygusunu kahredecek olan hayatın, gerçek an­lamının tabiatı ile uygun düşmemektedir. Aksine bu tarz bir hayat düşüncesi psikolojik temelli hayallerden bir ha­yal türüdür. Ardından güzel bir anı, bir iz bırakmak ve isminin kendisinin ölümünden sonra insanların dilinde dolaşacağı yolundaki motivler, insana dünya hayatında bazı şeyleri yaptırabilir. Kendisini bazı şeylerden feragat etmeye veya bazı güçlüklere katlanmaya kadar sürükle­yebilir. Fakat bu hayali motiv, insan ruhundan ölümün acısını ve yok olma hislerinin vahşetini silip süpürmeye güç yetiremez. Aksine burada bütün olan bu gerçeğin Al­lah'a ve ahiret gününe imandan gafil olanlar nezdindeki katılığını kovma üsluplarından bir üsluptur. Bizi İslam'ın şer'i mirası içersinde insanın ölümünden sonra geriye bı­raktığı güzel bir hatıra ile anılmasının üzerine düşüldü­ğünü; böyle bir duyguya önem verildiğini göremiyoruz. Ancak insanlara faydalı bir şeyler bırakan insanın amelî hayatının devam edeceği, bunun da sadece sevabının de­vamına esas olduğu noktasında haberler varid olmuştur. Şu hadisi şerifte olduğu gibi:

«Ademoğlu ölünce ameli kesilir; ancak şu üç amel hariç: Kendisi için dua eden salih bir çocuk, faydalanılacak bir ilim sayfası ve «sadakayı cariye - bir defada tüketilemeyip yapanın veya yaptıranın ölümünden sonra da kullanılmaya ve faydala-nılmya devam edilen sadaka».

O halde, buradaki mesele de, baki kalacak güzel bir hatıra meselesi değildir. Aksine insanın hayatında haya­tının ameli bir uzantısı olarak uzanan ve hatıraya değil sevaba esas olan salih amel meselesidir.

Yine bu yorum ayeti kerimenin bitimindeki

«Fakat siz bunu idrak edemezsiniz...»

sözüne de uygun düşmemektedir. Çünkü güzel hatıra me­selesi, arzettiğimiz gibi bilmedikleri ya da hesabını kita­bını yapmadıkları bir mesele değildir. Bu yorum aynı za­manda ölümden sonra tamamen hakiki bir hayattan hem de ayrıntılarıyla haber veren Al-i İmran Süresindeki ayetle de uyuşmamaktadır.

Ayeti kerimede geçen ölümden sonraki hayatı «ber­zah hayatı» ile açıklayan diğer yoruma gelince böyle bir yorumu da Al-i İmran Süresindeki ayetin siyakı ile uy­gunluk içersinde göremiyoruz. Çünkü bu ayeti kerime, Allah'ın mü'min kullarına, bugün yaşadıkları dünya ha­yatı karşılığında, ahiret yurdunda cennette vaadettiği bir hayat türünden haber vermektedir. Meselenin böyle ol­madığını farzettiğimiz takdirde Al-i İmran süresindeki ayetin haber verdiği gerçeklerin zuhurunu tasavvur ede­meyiz. İlaveten ahiret hayatından bahisle «hayat» ibare­sinin geçtiği hitap bu hayatın gerçekliğine inanan mü' minleredir. Onların da bundan gafil oldukları tasavvur edilemez. Bu bağlamda meselenin bir karşı inanç mese­lesi olmadığım, aksine bunun başka açık bir şuura dö­nüştürülmesi istenen, bir karşı içşuur meselesi olduğunu belirtmiştik. Doğrusunu da Allah bilir... [6]

 

Ayet ve Ruhun Soyutlanması

 

El-Mîzan tefsirinin sahibi ayeti kerimenin ruhun be­denden soyutlanmasına delalet ettiğini, bunun beden ar­kası bir iş olduğunu, bunun hükmünün de bedenin ve diğer cismi bileşimlerinkinden ayrı olduğunu, bu ruhun beden ile birleşip ona şuur, irade ve diğer idrak sıfatlarını kazandırdığını zikretmektedir[7]. Fakat biz bu istid­lalde kendisiyle ittifak etmiyoruz. Çünkü ayeti kerime şehitlerin ölümden sonraki hayatlarının temel ilkelerin­den fazla haber vermemektedir. Yine ayette ruhun ha­yatının baki kalıp bedenin ölümü ile birlikte ölmediği ya da önceki bedeni benzer veya ayrı yeni bir beden içer­sinde yeniden diriltileceğine dair bir delil yoktur. Ancak bir inancı isbata esas olamayacak denli zayıf ve uzak bir işaret vardır.

Bu konuda bir yargıya varmak veya irdeleme yapa­bilmek için, bu konunun başka ayetler ya da akli deliller yoluyla başlı başına bir inceleme yapmamız gerekir. Bu incelemenin de şimdi yeri değildir. Ancak Kur'an'ın ko­nuya ilişkin diğer ayetlerinin incelenmesi sırasında ya da kelam ve felsefe kitaplarında bu noktada kapsamlı ce­vaplar aranabilir. [8]

 

Bela, Bir Ders ve İmtihandır

 

«Anâolsun sizi korku, açlık, mallar(ınız)dan, canlar(ımz)-dan ve ürünîer(iniz)den eksiltmek gibi şeylerle imtihan edece­ğiz; kendilerine bir bela eriştiğinde: «İnnâlillahi ve İnnâ jleyhi Raciûn - Biz Allah'a aitiz ve (sonunda) muhakkak O'na döne­ceğiz...» diyerek sabredenleri, müjdele. İşte Rablerinden bağış­lamalar ve rahmet hep onlaradır ve (doğru yolu bulup} hida­yete erenler de onlardır».

Zor durumlar ve çetin engeller karşısında Allah'ı unutturmayan imani ruh, her şeyiyle bütün hayatını her şeyi görüp gözeten Allah'ın huzurunda yaşar. Allahu Teala, insanın üzerinden geçen zararlar, musibetler, zorluk ve darlıklar içersinde insanı yoklayıp imtihan eder. Kulunun bütün bu başına gelenleri nasıl karşıladığını, sa­bır ile mi, telaş ve ümitsizlik ile rai, hoşnutluk ile mi, gö­ğüs darlığı ile mi karşıladığını, değişik şekilleriyle ve çe­şitli yönlerden üzerine inen imtihan sırrı mesabesindeki her bir belayı nasıl anlayıp değerlendirdiğini, azap ve in­tikam olarak mı, yoksa Allah'ın doğru yolu üzerinde yü­rüyüp çalışan birçok kimsenin de başına gelen evrensel nizamın cilvesi olan ilahi bir rahmet olarak mı algıladı­ğını görmek, kontrol edip sınamak ister. Allah'ın doğru yolu' hayatın çeşitli alanlarında ortaya çıkan güçlüklerle doludur. İşte burada insana engellere karşı sebap, bağlı­lık ve kararlılık gücü veren sabrın rolü hakimdir. Sabra bu rolü oynama imkanını veren insan, engeller karşısın­da sarsmaz sallanmaz, imani risaletçi ruhu ile yolun gül­lerle serili olmadığını bilerek yaşayan gerçeklere açılır ve direnir. Bunun için dikenlerle çalışmanın yolunu, de­rin yaraların ve şiddetli acıların dilini öğrenir. Açılan ya­raların kendisini ağlatmasına, şiddetli acıların bağırtma­sına izin vermez. Aksine dikenlere ve acılara rağmen İs­lam, risaletinin sevinci ile tebessüm etmeyi öğretir ken­dine.

İşte Allahu Teala, Muhammedi risalet noktasından hareket edip bütün dünyadaki küfür, kötülük ve azgın- . lık güçlerine karşı duran, bütün dünyayı Allah'ın şeriatı üzere değiştirmeye çalışan rnü'minlerden bunu istemiştir. Allahu Teala, onları kendilerine erişen, mallarından, can­larından ve ürünlerinden bazı eksilmeler gibi belaları köklerinden kopmuş olarak değil, köklü ve esaslı bîr şe­kilde, birer imtihan olarak karşılamaya çağırmaktadır. Kö­tü olan her şeyi değiştirme yolunda kendi iç kuvvetlerini; dayandıkları stratejilerini ve pratik konumlarını ortaya koymalarını istemektedir. Bir grup insan bir engeli aş­maya çalışırken,    diğerleri onları    bastırmaya, öldürmeye yerle bir etmeye, yaş-kuru ayırmadan yakıp yıkmaya kalkacaklardır; bu tabiidir.Fakat gerçek şudur ki, bu süreç çok kısadır.Bir fiili tepkiden ibarettir.Yeter ki engelleri aşmak isteyenler sabredebilsin…İte bu noktada insanı direnmeye tahammüle ve kararlılığa sürükleyen sabır kaçınılmazdır.Bu noktada batılın davasını havaya savurmak ve zirveye ulaşıp nihai sonucu yakalamak için sabretmeli, dayanmalıdır. [9]

 

Bela, Hayatta Doğal Olmayan Bir Durum mudur?

 

Bazılar soruyor: Allahu Teala’nın bu ayeti kerimede ve diğer ayetlerde haber verdiği, kendi zatına bağladığı insanların imanlarını ve O’nun doğru yolu üzerindeki kararlılıklarını sınamak için bir test ve imtihan olarak tabir ettiği  <bela>, doğrudan doğruya Allah’ın dolaysız bir vergisi midir? Allah belayı  onu gerektirecek özel şartlar olmaksızın mı verir? Yani bu, Allah’ın insanlara yüklediği diğer çeşitli işlerde, verdikleri imtihanda olduğu gibi, tamamen bir imtihan mıdır?

Bu soruyu  şöyle cevaplayabiliriz: Bütün karları ve zararları, sevinçleri ve acıları doğuran bütün olayları ile hayat, Allah’ın kainata koymuş olduğu tabii kanunlar ve sabepler yoluyla Allah’ın irade, kaza ve kaderine bağlıdır.İnsanın bu dünya hayatı içersinde yapıp ettiği bütün işlerden her birinin, insanın kişisel ve toplumsal hayatı düzeyinde olumlu ya da olumsuz sonuçları vardır.İnsanın kendi kişisel faaliyetlerinden  özel-genel ilişkilerine varıncaya kadar bütün eylemleri bu kapsam dahilindedir.Böyle olunca da, insanın acı yayan şartlarda yaşaması halinde acı çekmesi kaçınılmazdır.Yani açlık şartlarında acıkması, hayatı korku dalgalarının sardığı hallerde korkuya kapılması kaçınılmazdır. Çünkü sonuçlar başlangıçlardan ayrı ve uzak değildir .Aksine belli sonuçlar belli başlangıçların meyveleridir... [10]

 

Tabii Şartlarda Belanın Anlama

 

Burada da şöyle bir soru çıkıyor karşımıza: Öyle ise imtihanın anlamı nedir? İnsanın belli durumları yaşama­sı, belli öncüllerin tabii sonuçları, insanın hayatta bulun­masının ve yaşamasının tabii olayları ise, bu nasıl im­tihandır?

Elcevap : Bütün mesele insanın, hayattaki ilkeler ve risaletlerin hareketinin ifraz ettiği bu zorlu tabii şartlar karşısındaki konumundadır. İşte bu insanın hayatındaki imtihan sırrıdır. Acaba bu zorlu şartlar karşısındaki in­sanın konumu acıların, zararların ve korkuların onun dur­gun sinirlerini harekete geçireceği aşamaya geçecek mi­dir?.. Sarsılmaz konumu bütün kararlılığı ile sarsıntı, sal­lantı ve sapmalardan uzak mı kalacak? Yoksa... Sapık güçlere ve karşı engellere bağımlı zaaf noktalarının sar­sıntısı sonucu, risaletini ve ilkelerini kendisiyle birlikte yerlere düşürecek kadar, bütün bunlar karşısında düşüp yitecek midir? Yaşanan hayat gerçeği bütün tabii sebep­leri ile insan için canlı bîr imtihandır. Bununla insanın irade ve risaleti imtihana tabi tutulmaktadır.

«Sizi elbette... imtihan edeceğiz...»

kelamından bela ve imtihan anlamında şunu algılayabili­riz: İnsanın, hayat içersinde sahip olduğu konum, kendisi için kişiliğini yoğunlaştırmak ve iradesini güçlendirmek noktasında, bir deneyim değeri taşımaktadır. İmtihanın taşıdığı dünya ve ahiret düzeyindeki sonuçların, işareti yoluyla insanın içinde bulunan güç unsurlarını yakala­mak söz konusudur insan için. Özellikle de bu imtihanın tabiatının, insana düşüncesiz ve ruhsuz olarak taklidi bir rol oynama imkanını veren, şekli bir imtihan değildir. Aksine bunun temelli gerçekçi bir tabiata sahip bir ger­çek imtihan olduğunu düşündüğümüzde, bunu daha net tasavvur edebiliriz. İşte böylece bu imtihan sürecindeki deneyimlerin sonuçları, insanın sahip olduğu insani güç unsurlarının yakalanmasından bu güç unsurlarını, insa­nın çalışma stratejisi içersinde geliştirip, daha da güçlen­dirmeye dönüşecektir.

Sonra ayeti kerime, engeller karşısında konumları sarsılmayan, sabırlı kimselere yöneliyor ve fazlaca ayrın­tıya girmeden sabredenleri müjdeliyor. Arkasından sab­redenlerin konumlarına değiniyor ve durumlarını belir­tiyor. Allah'a iman ile sabrı birbirine bağlıyor. Bunu da bütün mahlukatm Allah'ın rnahlukatı, O'nun mülkü ol-^duğuna imanın evrensel gerçeğine bağlıyor aynı zaman­da. Bütün mahlukat Allah'ın mülküdür. İnsan da Allah' m sahip olduğu bu mahlukatm bîr bölümünü oluşturmak­tadır. Bunu da bize Allah'ın işinden hiçbir şeye sahip ol­madığımızı hissettirircesine vurguluyor. Çünkü mülk bü­tünüyle Allah'ındır. Yarattıklarını dilediği şekilde imti­han etmek tamamiyle O'nun hakkıdır. Mahlukata düşen ise bütün bunlarda tamamen yarar ve iyilik olduğunu dü­şünüp bunun şuurunda olmalarıdır. Çünkü O, kullarına ilişkin işleri hikmet ve rahmetiyle tedarik eden, yönetip yönlendiren Hakîm ve Rahim olan Allah'tır.

Ayeti kerime bundan sonra insanın ruhuna şu ev­rensel imani gerçeği işliyor: Kullar, sonunda Allah'a dö-1 neceklerdir. Hayat bütünüyle son bulacak ve mülk tama­miyle Allah'a dönecektir, İnsan bu ilahi gidiş karşısında herhangi bir güç türüne sahip değildir. Evet... İnsan ta­mamen Allah'ın mülkü olunca, artık bu yolda herhangi bir itirazın hiçbir anlamı yoktur. Hayat bütün açılarıyla bitip Allah'a dönecek olduktan sonra, insan da O'nun hoşnutluk ve sevabını almak üzere yine Allah'a dönecek ol­duktan sonra, alçalıp yerlere düşmesin, tedirginlik ve ümitsizliğe kapılmanın ne anlamı vardır?...

O halde Allah'ın iradesine karşı sabır, rıza ve ka­naat kaçamlmaz bir zorunluluktur. Özellikle de insanın Allah'ın huzuruna çıktığında orada kendisi için rahmet, bağışlanma ve bol sevap bulabilmesi için...

İşte böyle... İnsani bir gerçek olan şehitlik yolu ri-salet ve imanın değerinin kapsamlı idraki üzerine kurulu bir sabır yoludur. Kurbanlık ve acılar ister. Fakat sonuç­ta dünya ve ahirette hayır ve bereket verir. O hidayetin canlı yoludur. Yolcuların sırtına şu güzel damgayı vu­rur: .    .

nişte bunlar hidayete erenlerdir...».

Kendilerine yüklenen risalet aracılığıyla yolu bulan­lar bunlardır. Gözleri ışıl-ışıl, canlı-canlı yürürler bu yol­da... [11]

 

Bu Ayetlerin Bize Vahyettikleri Ahlaki Değerler Ruhi Bir Güçtür

 

1 — Kur'an-ı Kerim, insanın inandığı değerleri ru­hi gücün renklerinden birer renk olarak kabul etmekte­dir. İnsan, Önüne zaaf engelleri yığıldığında engellerin karşısına birer karşı engel edasıyla bunları yığarak bun­lardan yardım alabilir. Bunun içindir ki Kur'an-ı Kerim insanı bütün ruhi ve fikri özelliklerini inceden inceye bir irdeleme faaliyeti ile incelemeye yöneltmektedir. Böyle­ce diğer şer kuvvetlere karşı savaşında sahip olduğu gü­cün anlamını bilecektir. Malum olduğu üzere bu şer kuv­vetler, şehvetler ve tamahlar gibi kendi nefsi içinde gizli olan karşı güçler ile hayat içersinde mücadele alanında karşılaştığı açık dış güçlerdir. Bundan sonra insan, güç gerçeğinin sadece insanların sahip olduğu, silahlar, adam­lar, mallar, mülkler, merkezler, üsler ve diğerleri gibi maddi güçlerden oluşmadığını anlar. Aksine insanın ken­di içinde hissedip inandığı büyük ilkeler ve yüksek de­ğerlerin temsil ettiği ruhi bir gücün bulunduğunu, kendi içindeki zaaf noktalarından kendisini bu gücün koruya­cağını idrak eder. Bu gücün de, en azından saldırganların kendisine karşı kullandığı güçler gibi etkin olduğunu, bundan dolayı olumsuzluklar ve zararlar ne kadar zorlu olursa olsun sahip olduğu bu gizli kuvvetin kendisini doğ­ru yolda kararlılığa sürüklediğini hisseder ve bu idrakle yoluna devam eder. [12]

 

Ruh Terbiyesinde Ahiret Şuurunun Rolü

 

2 — İslarni akide temeli üzerine kurulu, Kur'an'î üs­lup, Ölümden sonraki ahiret hayatını mü'minin kalbinde canlandırarak onun fikrini ve vicdanını, insanın hayatı­nı tehlikeye sokacak hareketlerden (meneden ölüm karan­lığının yaydığı vahşet ve korku hislerinden) arındırmak istemektedir. Böylece mü'min Allah yolunda cihad halle­rinde herhangi bir korku ya da, tedirginlik duymayacak­tır. Bu üslup üzerinde iki hedefi gerçekleştirmek yolunda önemle durmalıyız: Birincisi; hislerin ayrıntılarıyla de­rinleştirilmesi yoluyla mü'minin içindeki inancın geliş­tirilip güçlendirilmesi; ikincisi ise dünya sevgisi ve diğer dış güçlerin insanın önüne yığdığı korku ve kuşku hal­leri marifetiyle insanın içinde toplanan zaaf noktalarına gelip bu noktaları bastırıp kahretmektir. İşte bu yakla­şım ışığında Kur'an'î üslup, ölümden sonraki ahiret ha­yatını, ayrıntılı lezzet ve. nimetleri ile canlı bir şekilde inanan vicdanlara sunmakta ve bununla    dünya hayatı hislerine karşı koymaktadır. Böylece ölümden kaçma eği­limini kırarak insana daha iyi ve daha güzel bir hayatın şevkini yerleştirmektedir. [13]

 

Bela, Mü'min İçin Bir Gelişim Etkeni ve Sınamadır

 

3 — Bela ve musibetlere karşı meydan okuma ru­hu, çeşitli güçlük ve zorlukları, acı ve azap duyguları gibi her türlü olumsuz duygulardan uzak tabii hayatın canlı deneyimi erindendir. Dolayısıyla bu ruha sahip olan insan bu güçlük ve zorluklar karşısında yıpranıp helak olmak hissinden uzak olur. Bunlara karşı direnip mücadele et­meyi, sahip olduğu güçleri geliştirici ve gücünün ne dü­zeyde olduğunu smayıcı bir faaliyet olarak görür. İslami şahsiyetinin eğitilip yetişmesi ve Allah Subhanehuya ya­kın mertebelere yükselmesi yolunda, büyük sonuçlar al­mak uğrunda bir imtihan verdiğinin şuurunda olur. İşte bütün alanlarda, küfür ve sapıklık güçlerine karşı Allah yolunda çalışanların giriştiği savaşlarda, "bizim buna ih­tiyacımız vardır. Çünkü bugünün Müslümanları olarak bizler de İslami davetin başlarında ilk Müslümanların karşılaştığı güçlüklerle karşılaşmak ve bütün bunlara kar­şı imtihan vermek durumundayız. Önceki Müslümanların sabrettiği gibi biz de sabredeceğiz ki, Önceki Müslüman­ların ve bütün semavi risaletlerin sahiplerinin aldığı yük­sek sonuçları alalım ve ulaştığı büyük hedeflere ulaşalım. [14]

 

Sabrın, Akidenin Ruhi Boyutuyla İlişkisi

 

4 — Zorluklar ve  darlıklar karşısında sabra  çağrı, diğer çevrelerin değişik üsluplarıyla yönelttikleri çağrılara benzemez. Çünkü bu sabır çağrısı olumlu ve olum­suz sonuçlar karşısında zatî insani değerler üzerine ku­ruludur ve bu çağrıyı yapan Kur'an-ı Kerim konuyu inanca, Allah'ın rızasına, sevgisine ve rahmetine bağla­maktadır. Böylece insan, bulunduğu her durumda ken­disini dünyaya bağlayacak, kendini alçaltarak onun mad­di ilişkilerine boyun eğdirecek, kendisini İslam'ın hayat ve Allah ile bitişik İslami eğitim ve gelişm üslubu üze­rinde yoğunlaşmış ahlakiliğinden uzaklaştıracak bir mad­dileşmeden uzak kalacaktır. İnsan, ahiret hayatı düze­yinde Allah'ın rızasına, affına ve mağfiretine ulaştıracak olumlu sonuçlar elde ettikten sonra, dünya hayatı düze­yinde karşılaşacağı, bütün olumsuz sonuçları altedebile-cek güce ulaşmış olacaktır. Böylece de bütün durum ve şartlarda insani zaaf noktalarından hiçbirine yakalanma­dan, kendisini Allah'ın doğru yoluna bağlanmaya ve ge­reklerine uymaya iten, canlı ve güçlü etkenleri yakalamış olacaktır. [15]

 

25) ŞERİATTEN KESİTLER VE BAZI KÜFÜR VE SAPMA HALLERİNİN İNCELENMESİ

 

Bismillahirrahmanirrahim

«Safa ile Merve Allah'ın şiar (nişan)larındandır. Kim Beyt-(ıdlah)ı hacceder veya Umre yapaısa onları (da) tavaf etme­sinde kendisine (herhangi) bir günah yoktur. Kim de kendili­ğinden bir iyilik yaparsa (bilsin ki) Allah onun yaptığını bilir, karşılığını verir.».

(Bakara: 158)

Safa ve Merve Mekkede iki dağdır. Allahu Teala, hac farizasını yerine getirmek amacıyla hacca gidenler ile ayni menasiki yerine getirerek umre yapmak amacıyla Beytullahı ziyaret edenlere bu iki dağ arasında koşmayı farz kılmıştır. İslam şeriatinin başlangıç döneminde Müs­lümanlar bunda bir sakınca, bir günah hissediyorlardı. Çünkü böyle bir davranışta fikir ve eylemde tevhid aki­desine bir muhalefet olduğunu düşünüyorlardı. Çünkü bunların üzerlerine putlar dikiliydi. El-Ayâşi tefsirinde varid olduğu üzere İmam es-Sadık (RA)'dan bazı arka­daşları şu haberi rivayet ediyor: Şöyle diyor: İmam es-Sadık'tan Safa ile Merve arasında koşmanın farz mı sün­net mi olduğunu sordum: «Farzdır» dedi. «Allah: Bey­tullahı hac veya umre amacıyla ziyaret edenin onları da tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur.» buyurmu-yor mu? dedim. Şöyle dedi: «Rasulullah (SAV), üzerle­rindeki putların kaldırılmasını şart koşmuştu... Ashabından "biri de bu işle uğraşmıştı... Allah: «Safa ve Merve Allah'ın şiar (nişan)Iarındandır. Kim (Beyt(ullah)i hacce­der veya umre yaparsa onları da tavaf etmesinde kendi­sine (herhangi) bir günah yoktur.,.» ayeti kerimesini in­dirdi. Yani putlar üzerinde olduğu halde...»

El-Kafî'nin sahibinin İmanı es-Sadık (RA)'dan riva­yet ettiği bir haberde de şu ibareler geçmektedir;

Müslümanlar, Safa ile Merve arasında koşmanın müşrik­lerin icad ettiği bir şey olduğunu zannediyorlardı. Bunun üze­rine Allah: «Safa ve Merve Allah'ın şiar (nişan)lanndandır. Kim Beyt(ullch)ı hacceder veya umre yaparsa onları da tavaf etmeninde kendisine (herhangi) bir günah yoktur...»

ayetini indirdi.

Böylece sorunun, bu farizanın şirk ve putçuîuk ha­yatının bir uzantısı olduğu itibariyle iman çizgisinden uzak sayılmasıyla ilişkili olduğunu görüyoruz. İşte bu ayet, meseleyi tevhid akidesi ve onun şeriati içersindeki tabii yerine oturtmak için gelmiştir. Çünkü Müslümanla­rın içlerinde ve düşüncelerinde ibadet Allah'a ilişkin ol­duktan ve Allah'ın ve Rasulünün emrinden hareket et­tikten sonra putların orada bulunması vey-a bulunmama­sı ibadetlerine herhangi bir zarar vermez. Tıpkı Ka'bede olduğu gibi... Müslümanlar Mekkeyi fethetmeden Önce de, Beytullah-ül Haram oları Ka'be, müşriklerin içersine dikmiş oldukları putlar da içinde bulunduğu halde Müs­lümanların tavaf yeri idi. Çünkü Müslümanlar, tavafla­rında ve ibadetlerinde bu putları hiç mi hiç hesaba kat­maz, var saymazlardı. Müşriklerin de bunları şiarların­dan ve menasiklerinden saymaları Müslümanların tavaf ve ibadetlerine herhangi bir zarar veremez. Çünkü hac menasiki müşrik ve cahiliye hükümlerinden değildir. Bunlar hac ayetlerinde ve buna ilişkin hadislerde değineceğimiz gibi İbrahim Peygamber eliyle ve risaletiyle yetleştirilmiş ilahi şeriat hükümleridirler. İslam şeriatine gelince, bu şeriat kendi tarihi döneminde bunları ikrar etmiş, ancak bunun yanında daha önceden bulunmayan bazı hususları eklemiş ve müşriklerin bazı ayrıntılar ma­rifetiyle sonradan eklemiş oldukları bazı şirkçi unsurları da temizlemiştir. Böylece «...Kendisine (herhangi) bir gü­nah yoktur...» ibaresinin serbest bırakmak anlamında bir ruhsat anlamı vermediğini, aksine daha önce de de­ğindiğimiz üzere zannedildiği gibi tevhid açısından bir olumsuzluk olmadığını, bu bakımdan bir sakıncası bulun­madığını tekid anlamının vurgulandığını açıklığa kavuş­turmuş oluyoruz. Üzerlerine müşrikler tarafından putlar dikilmiş olsa da onlar şirkin şiarları değildir. Aksine Al­lah'ın şiarlarmdandır. Bunu kendilerine Allah'a ibadet etmek için bir yer ve O'na yakınlaşmak için bir vesile ol­sun diye mü'minler için koymuştur. Allahu Teala bu aye­ti kerimede, Safa ve Mervenirt üzerlerinde putların bu­lunmasının ibadete herhangi bir engel teşkil etmediğini, bunun tavaf edecek mü'minler için herhangi bir günah vesilesi olamayacağını bildirmek istemiştir.

Sonra Allahu Teala, ayeti kerimeyi, iyi işleri yapa­rak iyilik edenlere, yaptıkları iyiliği görerek karşılığını vereceğini bildirerek bitirmişlerdir. Kendileri böyle bir hakkı Allah'a yükleyemeseler de Allah, kendisi yolunda tavaf edenlere, itifaka girenlere, Allah'ın huzurunda rü­kû ve secde edip ibadet edenlere, yaptıkları bu iyiliklerin karşılığını vermeyi kendi zatına farz kılmıştır... Arka­sından kendilerine ibadetlerindeki maksat ve niyetleri­nin, ibadet ederken Allah'ı mı, yoksa O'ndan başkasım mı, kasdetmiş olduklarını derinliğine ve bütün kapsam ve ay­rıntılarıyla bildirdiğini vahyederek fermanını noktala­mıştır.

Bu bildiri ile mü'minin ruhunda, Allah'ın kendisi için yaptıklarının karşılığını vereceği hissi ile iyilik yapma rağbeti artacak ve mü'minin Allah'ın rızası için çokça iyi­lik yaparken, bu iyilikler de yapılan ameli boşa çıkaracak hususlardan kaçınacaktır. Yaptığı iyiliğin Allah'ın rızası ve mağfireti gibi olumlu sonuçlara bağlanması yolunda, gerekli dikkat ve titizliği göstermeye çalışacaktır.

Bazıları ayetin fıkhi yönünden hareketle, ayetin bu bölümünün kanuni bir yüküm olmaksızın insanın kendi­liğinden yaptığı amellerden bahsettiğini, bunun da farize kavramı ile uygun düşmediğini düşünmüşlerdir. Bundan dolayı Müslümanların bazı fakihleri, bunun müstehap ol­duğu, farz veya vacip olmadığı yolunda görüş beyan et­mişlerdir. Biz de diyoruz ki, bu konuda müstehaplık iddi­asının bulunması, vacipliğin nefyine (varlığının reddine) delil olamaz... [16]

 

Gerçek Alimlerin Yanında Allah'ın Emanetidir

 

«.Gerçekten indirdiğimiz belgeleri ve doğru yolu biz insan­lara açıkladıktan sonra gizleyen kimseler var ya, onlara hem Allah lanet eder hem de (bütün) lanet edenler lanet eder... An­cak tevbe edip ıslah olup da (Rablerinin insanlara açıkladığı) yerçeği açıklayanlar müstesna; işte onların tövbesini kabul ede­rim. Ben tövbeleri daima kabul eden ve merhamet edenim»...

(Bakara: 159-160)

Bazı hadislerde, haberlerde ve çeşitli tefsirlerde geç­tiği üzere, Allah'ın indirdiği gerçeği gizleyen bu kimse­lerden maksat Ehl-i kitap ve özellikle de bunlardan Ya­hudiler olabilir. Ancak ayet, haklarında inenler veya ken­dilerinden bahisle zikredilen örneklerle sınırlandırılamaz. Çünkü nüzul sebeplerine, ayetin indiği dönemdeki canlı bir Örnek yoluyla belli bir düşüncenin işlenmesi olarak itibar edilir. Böylece düşünce yaşanan canlı bir Örnek ola­rak, açık canlı bir sorunun oluşturduğu, yaşanan gerçek hayat ortamında işlenmiş olacaktır. Bu düşünce ışığında ayetin, eşyanın gerçeklerinin bilgisine, Allah'ın insanla­ra açıklamış olduğu belgelerin ve hidayet yollarının ufuk­larına sahip olan bütün insanlara şamil kapsamlı bir te­mel ilkeyi ikrar etmek için varid olduğunu kabul edebi­liriz. Allah'ın insanlara açıkladığı gerçekler, ister daha önce İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya ve diğer peygamberlere indirilen kitaplardan olsun, ister Allah'ın insanlara gön­derdiği son Kitap olan Kur'an-ı Kerim'den olsun cümlesi bu kapsamdadır. Çünkü Allah katından bir bilgiye sahip olan insan, Allah'ın huzurunda bunu insanlara açıkla­makla mesuldür. İnsanlar, kendisinden, sahip olduğu ger­çeği açıklamasını isteseler de, gafil bulunup iltifat etme­yip sormasalar da, bildiği gerçeği insanlardan gizleyip sak­laması caiz değildir. Çünkü bu, gerçeği saklamak ve ri-saleti gizlemektir. Böyle bir olumsuz tutum insanların dalaleti ve doğru yoldan şaşmaları, cehalet ve şaşkınlık içersinde kaybolmaları sonucuna götürür. Böyle bir tu­tum, insanların gözlerini ve kalplerini hakikate açsınlar ve onlara dosdoğru ve apaçık bir metod üzere hayatın yolunu çizsinler diye Peygamber gönderen, kitaplar indi­ren ilahi sünnete de aykırıdır... Peygamberlerin Ömürle­ri sınırlı, semavi risaletler ve kitapların ulaşım araçları da risaletlerin hareket ettiği belli şartlarla bağımlı olun­ca, Peygamberlerin ve ri s aletlerinin tabilerine, Peygam­berlerinin taşıyıp aynı zincirin ard arda gelen halkaları misali tebliğ ettikleri emaneti nesilden nesile taşımak dü­şecektir. Böylece halkalar bir tek zincir oluşturacak şe­kilde uyumlu olarak birbirine bitişecek, hayatı aşama aşa­ma hareket ettirip yükseltecek kararlı bir program te­meli üzerinde değişik aşamaları üst üste bindirecektir. Eğer böyle bir sorumluluk olmasaydı, bütün risaletler ilk tabilerinin Ölümüyle birlikte ölerek kaybolup gider, yer­yüzüne tekrar çıkmak için hamasi bir ıslahatçının kendi­lerini bir risalet olarak yeniden yüklenip diriltmesini bek­lerlerdi. Bundan dolayı böyle önemli evrensel bir mesele, soracakların sorularına ve araştırmacıların sıkıştırmaları­na bağlanamaz. Çünkü insanlar uyuşturucu bir gaflete dalabilirler... Veya düşüncelerini tabii akış ve yüceliş yolundan saptırıcı kötü yönlendirmelere uğrayabilirler... Böylece soracakları sorulardan uzak sorulara, uğraşacak­ları gündemlerden uzak gündemlere dalabilirler... Bun­dan dolayı biz inanıyoruz ki, Allah'ı ve O'nun İslami şeri­atını bilen insanların sorumlulukları oldukça büyüktür... Bu büyük sorumluluğun oranı da sahip oldukları ilmi bil­gilere toplum hayatı içersindeki ilmi konumları ve Al­lah'a davet yolunda kullanabilecekleri toplumsal güç ile doğrudan orantılıdır... Özellikle de İslami düşüncenin ya da İslam şeriatinin Allah'ın düşmanları tarafından Önüne sürülen tehlikelerle karşı karşıya bulunduğu durumlar­da... İslami gidişi engeleyip aksatacak bir tutum olan bil­gisiz ve gafil kimselerden Allah'ın onlara doğru yolu bul­sunlar diye göndermiş olduğu gerçeği gizlemek İslam'a ve Müslümanlara ihanet hükmündedir. Allah tarafından insanlara açıklanan gerçeği gizleyenler ayeti kerimede geçen

«Onlara hem Allah lanet eder hem de (bütün) lanet eden­ler lanet eder...»

alçaltın hükmüne doğrudan mazh ardırlar. Ayrıca şu ha­disi şerif de bu sorumluluğu te'kidle ortaya koymaktadır:

«Bid'atler ortaya çıktığında alime düşen de ilmini ortaya

koymasıdır»...

İkinci ayet, bunlardan bu sapık yoldan geri dönüp, bu büyük yanlıştan pişman olup, Allah'a dönerek tevbe edenlere ilişkindir. Bu da yeniden tebliğ, davet ve Allah' m indirdiği gerçekleri açıklamakla mümkündür. Ayeti kerime, böyle bir dönüş yapanlara Allah'ın tevbe eden salih ve ıslahçı kimselerin tevbelerini kabul edeceğini, ecirlerini yeni salih amelleri üzerinden vereceğini, çünkü Allah'ın hiçbir tevbekan tevbenin kabulünden mahrum bırakmayan ve hiç kimseyi —gazabım aşan ve her şeyi kapsayan— rahmetinden alıkoymayan «Tevvab» olduğu­nu beyan etmektedir. İşte incelemek üzere üzerinde dur­duğumuz bu iki ayeti kerime önemli bir İslami temel ilke üzerinde durmaktadır: Bu ilke, bilgi sahibinin bir imti­yaz değil sorumluluk sahibi olduğudur. Bu ilke, insanları bu sorumluluk altında ihlasla çalışmaya ve Allah'ın ger­çeğini diğer insanlara tebliğ ederek, hiçbir hakikati gizle-memeye ve herhangi bir hakkı saklanıamaya, aksine kap­samlı bir davetle çıplak gerçeği tüm açıklığıyla sergile­meye çağırmaktadır. Her şeyin en doğrusunu Allah bilir... [17]

 

Küfür Fikri Bir Konum Değil Bir Sapmadır

 

«Ama (ayetlerimizi inkar etmiş ve (Kâfir olarak ölmüş olanlara gelince, işte Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların la­neti onların üzerlerinedir... Ebediyyen lanet içinde kalırlar. Ne üzerlerinden (bir nebze) azap hafifletilir ne de onlara fırsat ve­rilir»...

(Bakara: 161-162)

İslam nazarında küfür herhangi bir delile dayanmaz. Aksine küfür, derin ve dingin bir düşüncenin ya da güçlü bir akli delilin ortadan kaldırıp, hükmüne son vereceği, bir şek ve şüphe durumuna dayanır. Bu yaklaşım ışığın­da ölünceye kadar küfür üzere kalan kafirler, meseleyi iman gerçeğine sürükleyecek bir araştırma ve inceleme konumundan karşılamak istemeyen, direnen inatçılardan sayılırlar. Çünkü bu kimseler, hayatlarında iman-küfür meselesinin önemini hissetmeyenlerdir...

Bundan başka bu'mesele insanın kainat içersinde ha­yatı ve insanı yaratan Allah karşısındaki konumuna ve O'nun doğru yolu üzerinde dosdoğru yürüyerek Allah'ın nimetlerine şükretmeye ilişkin mühim meselelerdendir. İnsan hayatının önemsiz ayrıntılarından bir ayrıntıya iliş­kin meselelerden bir mesele değildir. Yine bir ferd ola­rak insanın' ferdi hayatına ilişkin ferdi meselelerden bir mesele de değildir. Aksine bu mesele, bir toplumu beş başı mamur bir toplum yapan veya yıkıp yerle bir eden genel toplumsal meselelerden önemli bir meseledir. Öy-lekî, bu meseleyi hafife almak insanların genel hayatını yani topyekün hayatı hafife almaktır. Bu bağlamda, Al­lah'ı inkar edenler, kendi kişiliklerinde Allah'ın nimetleri­ne karşı bir küfranı taşımakla ve imani meselelere karşı umursamaz yaklaşımları ile, aslında hayat gerçeğine kar­şı, helak edici bir umursamaz tutum içersinde bulunmak­tadırlar. Bu noktadan hareketle, ayeti kerime küfredip de küfürlerinden dönmeyenlerin ve kafir olarak ölenlerin durumlarını sergilemekte ve bunların, Allah'ın, melekle­rin ve bütün insanların lanetleri ile karşı karşıya olduk­larım bildirerek bütün insanları uyarmaktadır. Çünkü küfür, Allah'ın kudsiyetine ve hayatın ve insanın değe­rine karşı işlenen bir kötülüktür. Bunun için ikinci ayeti kerime cezanın ilk ayetin içerdiği miktarda kalması ile yetinmemekte, ateşte ebedi olarak kalacaklarım bildir­mektedir. Bununla da kalmayarak, ebedi olarak çekecek­leri şiddetli azabın bir nebze olsun hafifletilmeyeceğim, kendilerine özür beyan edebilecekleri, herhangi bir fır­satın da verilmeyeceğini belirterek, küfürlerinin ve inat­larının bu kötü sonucunu pekiştirmektedir. Çünkü cinayetlerinin büyüklüğü, adı geçen hafiflemelere ve iyi mua­melelere engel olacaktır. İşte bütün yaklaştırıp, yakınlaş­tırıcı fırsatlara rağmen, imana yanaşmayanlara böyle kat kat lanet yağmak durumundadır... [18]

 

26) HAKİKATİN ORTAYA ÇIKIŞIYLA BİRLİKTE KUR'AN-I KERİM İNSANA

FİKRİ METODUNU ÇİZİYOR

 

Bismill ahirrahmanirrahim

«İlahınız bir tek ilahtır: Ondan başka ilah yoktur. O Rah­mandır, Rahimdir»...

(Bakara: 163)

Ayeti kerime ilahi gerçeği bütün açıklık ve sadeliği ile ortaya koymaktadır. Kafa yorup, düşünceyi zorlamaya, hiç mi hiç yer bırakmamıştır. Allah'ın birliği, aklı eren ve gözü gören herkesin görüp idrak edebileceği açıklık­tadır. Kainattaki nizamın birliği, dirlik ve düzen içinde işleyişi, semavi risaletlerin birliği ve bir tek kaide üzeri­ne oturmuş olması, kainattaki dağılmış zayıf güçlerden herhangi birinin ilahlık düzeyine yükselememesi, ilahi gücün düzeyine ulaşamaması... işte bütün bunlar, düşü­nen bir zihin ve gören bir göz için Allah'ın birliğinin açık ve net göstergeleridir.

Rahmetine gelince insana sunduğu, nimetler, insanı bulunduğu bütün şart ve durumlarda görüp gözetmesi ve yardım etmesi O'nun rahmetinin tezahürlerindendir. Al­lah'ın rahmeti insanın hayatını ve ölümünü, uykusunu ve. uyanıklığını, yemesini ve içmesini, giyimini ve zevkleri­ni, özetle her halini kuşatmıştır. Bütün mahlukatı yara­tan Allah, insanı rahmet temeli üzerinde bina etmiştir. Böylece insan da işin sonunda, bu büyük hedefe ulaşmak yolunda çalışıp çabalamak durumundadır. [19]

 

Ayeti Kerime Metod Çizgisinde

 

«Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündü­zün değişmesinde, insanların yararına olan şeyleri denizde ta­şıyıp giden gemilerde Allah'ın gökten su indirip onunla yer­yüzünü ölümünden sonra dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre amade bekleyen bulutlan evirip çevirmesinde akled(ip düşün)en bir topluluk için deliller vardır elbette.»...

(Bakara: 164)

Bu ayette akla bir çağrı var: Allah yarattıklarının es­rarını keşfederken, akim Allah'ın keşfetmesi için kainatın ufuklarında dolaşıp hareket etmesi istenmektedir. Ayeti kerime iman meselesinin bir akü ve fikir meselesi oldu­ğunu, bunun mizaç veya hissiyat meselesi olmadığını te' kid etmektedir. Zekaya hitap eden bir işaretle de, insan­ların Allah'tan gaf il. olmalarının ve O'nun yolundan uzak­laşmalarının akıl, bilgi ve imanın tabii ufuklarından ve araçlarından uzaklaşmakla tatil edilerek gerçeğin bilgisi­ne, ya da bilginin gerçeğine ulaşmak yolunda hareket et­mekten alıkonulmasından kaynaklandığını, hu olumsuz durumun karşı bir fikrin gerçekliği veya etkili bir fikri gerçek gibi, insanın vicdanına ulaşmak kabiliyeti ile her­hangi bir ilişkisi olmadığını vurgulamaktadır... Bu aye­tin tefsirinde birkaç değerlendirmeye değinelim. [20]

 

Ayet, İnancı Günlük Hayatın Müfredatı İçersinde İzah Etmektedir

 

1 — Ayeti kerimenin insanın önüne koydukları ve günlük hayat müfredatı içersindeki görüntüler, ayetin in­sanı, günlük hayatın müfredatına yönelttiğini göstermektedir. Ayeti kerimede geçen olaylarla insanın ilk bakışta gözünü alan günlük hayat müfredatından bazı örnekler arasındaki bu karşılıklılık insana, Allah'ı tanımanın yo­lunun, insanı yaşadığı gerçek hayattan uzaklaştırarak onu çeşitli varsayımların ve çapraşık yöntemlerin keşmeke­şinde kaybeden soyut felsefi ufuklardan geçmediğini, bu yolun insanın tabii somut ortamından uzak ufuklardan başlamadığını, aksine bütün çabanın insanın kendisini çevreleyen tabii görüntülere ve yaşadığı tabii hayatın so­mut müfredatına idrak gözü ile iltifat edip bakmasından ibaret olduğunu vahyetmektedir. İnsanın üzerinde yükse-.len gökler, bu göklerde yer alan yıldızlar ve diğer gök cisimleri, güzel sağlam ve dakik bir düzene boyun eğmek durumundadır. Bunlara idrak ile bakan gözün sahibi, ken­di hayatına kadar uzanan bu olaylarda ve bunların so­nuçlarında, bu olayların gerisinde yer alan her şeyi yerli yerinde tutan ve her birini sebeplerine bağlayan hik­metli tabii kanunlarda, insanın üzerinde yaşadığı yeryü­zünde, bunun üzerinde var olan hayati unsurlarda ve de­rinliklerinde gizlediği —hayatın devamına ve gelişimi­ne katkıda bulunan— güç unsurlarında bütün bunları ya­ratan büyük ve eşsiz yaratıcının kudret ve azametini gö­rür. İbretle bulup, insafla düşünen insan için, bütün bu varlık unsurlarına hakim olan şaşmaz tabii dakik düzen de, bu yaratıcının birliğinin açık bir delilidir. Gece ile gündüzün artarak ve eksilerek değişmesi, gemilerin de­nizlerde seyretmelerine hükmeden tabii kanunlar, bu ge­milerin taşıdığı —insanların geçimlerinde kendilerine ya­rarlı olan— şeyler, insanların içme sularını sağlamaları ve yeryüzünde yeşeren bitkileri doyurması için gökten indirilen sular, gökten yağan suların yeryüzünün çeşitli yerlerinde birikmesinden oluşan göller, yerin derinlikle­rinde sakladığı yeraltı denizleri ve bunlardan kaynakla­nan pınarlar ve nehirler,    Allah'ın yeryüzüne    yaydığı renkleri, türleri, faydalan ve fonksiyonları değişik hay­vanlar, Allah tarafından evirilip çevirilip hareket ettiri­len rüzgarlar ve yerle gök arasında emre amade bekle­yen bulutlar... Evet bütün bunlar, düşünen insana hiç de fazla dibe dalmasına gerek bırakmadan kendi yaradanım tanıtmaktadırlar.

Evet sanki ayeti kerime bize şöyle demek istiyor: Gözlemlediğiniz ayetleri üzerinde size verilmiş olan akıl­la düşünürseniz, Allah'ı keşfedip tanımanız imkanlarınız dahilindedir ve bu şekilde Allah'a iman olan gerçekçi so­nuca ulaşabilirsiniz. Allah'ı düşünmek ve O'na ulaşmak için çok da aşkın çabalar sarfetmeniz gerekmemektedir. O'nu tanımak için yeryüzünü baştan başa dolaşmayı kap­sayan uzun bir sefer düzenlemeniz veya denizlerin derin­lerine inmeniz ya da uzayın geniş ufuklarına yükselme­niz gerekmez. Aksine günlük hayatınız ile karşılıklı ger­çek bir ilişkiye girmeniz, bu günlük hayatın müfredatı üzerinde ona yani hayata gerekli önemli vererek düşün­meniz yeterli olacaktır. Allah'ı bütün hikmeti, rahmeti ve azameti ile keşfedip tanımanız için sizi saran çevreye ve başınızdan geçen olaylara bakıp bunlar üzerinde dü­şünmeniz kâfi gelecektir. Çünkü kendiniz ve sizi saran çevre üzerinde sürdüreceğiniz derin bir düşünce, tesa­düfün böyle girift ve dakik bir düzen yaratmasının müm­kün olmadığı, kuru ve kör kuvvetin malı, görüntüyü ve uzamı yaratamayacağı ve yokluğun karanhklarmdaki ölü­mün hayatı var kılamayacağı, aksine bütün bunların var-1 olabilmesi için ne kadar büyük olursa olsun, hiçbir kuv­vetin aciz bırakamayacağı kudreti ile yaratan hikmetli, güçlü, tanzim edici bir aklın kaçınılmaz olduğu sonucu­na götürecektir... [21]

 

Ayetteki Davet İçin Yetiştirme Üslubu

 

2 — Şüphesiz bıı ayetten pratik bir yetiştirme üslu­bu alabiliriz. Bu yetiştirme üslubu özetle şöyledir: Al­lah'a davet eden İslam davetçileri, insanları Allah'ı dü­şünmeye çağırırken, bütün gündelik ayrıntıları ile onla­rın genel günlük hayatlarından hareket etmelidirler. Böy­lece onlara yaşadıkları bütün nimetlerde seyrettikleri ve gözlemledikleri bütün hayat görüntülerinde hayatların­da ilgilendikleri ve etkilendikleri bütün tabii ve hayati kanunlarda, Allah'ı düşünme imkan ve fırsatını vermiş oluruz. Bu, canlılık, derinlik ve netlikle ve bütün yap­macık felsefi faraziyelerden uzak olarak onların fikri ve ruhi kanaatlerine ulaşmanın en ideal yoludur. Çünkü in­san kendisini sarıp kuşatan duyumsal şeylerle uğraşıp İlgilenmeyi, onları irdelemeyi ya da diğer bir yaklaşımla' kendi hayatı ile yakınlaşmayı seve, seve ister.

Bu yöntemin değeri şu iki düşüncede kendini göste­recektir:

Birincisi: Allah'ın varlığını bizi sanp kuşatan bütün çevremize bağlarız. Böylece, geniş çevremiz olan kainat­taki her şey Allah'ın varlığına bir delil olur.

İkincisi: Biz Allah'ın bizden uzak olduğunu düşüne­meyiz. Daima Allah'ın ruhunun bizi saran sıcak havasını hissederiz. Bunun sırrı şudur: Allah'ın varlığını insanın hislerinden, zihninden ve yaşadığı hayat gerçeğinden uzak şeyler kanalıyla ispatlamaya çalıştığınızda, sanki kendi­sine Allah'ın azametli, derin, mukaddes ve kendisini her yanından gizlerin gizemlerin sarıp sarmaladığı her efsa­nevi varlık gibi idrak edilmez ve hayatına yaklaşıp ya­kınlaşması imkansız bir gerçek olduğunu, O'nu ancak ka­ranlığa batmış ufuklardaki uzak, çok uzak varlıkları his­settiği  gibi hissedebileceğini  söylemiş  olursunuz.   Fakat Allah'ın varlığını onun günlük hayatının müfredatına "bağlarsanız, Allah'ın varlığını hayatının bütün ayrıntıla­rında yanında kendisi ile beraber hissedecektir. Yine böylece Allah'a imanın sadece insanın vicdanında yaşa­yan soyut bir inanç olmadığını da idrak edecek, Allah'ın günlük hayatı içersinde daima var, hazır ve nazır oldu­ğunu hissedecektir. İslam'ın hedeflediği iman da budur. İnandığımız üzere Allah'ın varlığı, insanın zihninde so­yut bir düşünce veya kalbinde donuk bir inanç olarak kalmamalı aksine akılda bir düşünceye, şiarlarda bir du­yuma, hayat ve vicdanda bütün varlığını hissettiren gö­rüp gözetici bir varlığa dönüşmelidir. [22]

 

Ayet Bir Düşünceyi Farzetmeyip O'na Giden Yolu Çizmektedir

 

3 — Bu ayeti kerime, İslam'ın gerçeğe ulaşma yolun­daki daimi çabasında, insan için gerçekleştirmek istediği fikri metod üzere açık seçik bir yolu temsil etmektedir. Kur'an-ı Kerim'de kainatın sırları ve yaradılışın kanun­larının tahlilleri ve ayrıntıları ile çokça karşılaşmayız. Düşünceyi ancak ve ancak ortaya atılan fikir etrafında hareket ettiren telkinci bir üslup çıkmaz karşımıza. Ak­sine, Kur'an ayetlerinin çoğunda onun insanı düşünme­ye, aklını çalıştırmaya, akli ve hissi güçlerini toparla­maya çağırdığını görürüz. Bu Kur'an'î üslup üzere insan, bilginin tabii şartlarını, geniş ufuklarını ve gerçek araçla­rını açığa çıkaran sağlam bir yönde yürüyecek bu sağlam yönde onu hayatın ayrıntılı gerçeklerini Öğrenip, kavra­maya götürecektir. Bu yolla bu gerçekleri yakalayan in­san en güçlü delile sahip bir araştırma sonucuna ulaşa­caktır. İslam bu üslupla insanın düşüncesini bağımsızlık, özgürlük ve güven temelleri üzerine kurarak, ona delil getirme, akü yürütme ve keşfedip ortaya çıkarma güçle­rini kazandırırken ona düşünce faaliyeti sürecinde hare­ket edebileceği alanların dar sınırlarla sınırlı olmadığını, aksine bu alanların bütün evrensel, insani ve hayati un­surları ile hayatın bütün yönlerini kapsayacak denli ge­niş olduğunu da bildirmiş oluyor. Bu Kur'an'î üslup içer­sinde insanın bu beş başı mamur İslami metod üzere na­sıl yürüyeceğini bilmekten başka yapacağı bir şey yok­tur. Bu İslami metod, insanın önüne bilginin sorumlulu­ğunu, iman ve bağlılık ile yaşayan bir düşünce şiarından başka bir şey de koymamaktadır. [23]

 

Dinler İnsanın Cahilliğinden mi Kaynaklanmıştır?

 

4 — Dinler tarihi üzerinde çalışan bazı araştırmacı­lar, dinlerin tarihini insan varlığının başlangıç dönemine dayandırmaya çalışırken dinlerin kaynağını İlk insanların kainattaki sebep-sonuç ilişkisi kanununu bilmemelerine dayandırmaktadırlar. Her tabii olayın kendi tabii sebep­lerine dayandığını bilmeyen ilk insanın, bu cahilliğinin kendisini vehminde tabiat üstü bazı görünmez güçler ya­ratmaya ittiğini ve bu güçleri kainatın var oluşunun de­rin sebebi olduğunu düşündüğünü, sonunda da bu gizli güçleri bütün tabii olaylara bir temel olarak kabul etti­ğini İddia etmektedirler. Hülasa bu düşünceye göre; Al­lah fikri, kainatın tabii sebeplerini bilmemekten kaynak­lanmıştır. İnsanın bugün ulaştığı keşifler ve bu keşifler kanalıyla eşyaya hükmeden tabii kanunları öğrenmesi bu Allah fikrine olan ihtiyacı ortadan kaldırmıştır. Çünkü insanoğlunun yaptığı evrensel keşifler ve elde ettiği bil­giler, insanın zihnini meşgul eden ve onu tabiatın ardın-dakiler üzerine faraziyeler kurmaya iten karanlık soru­ların çoğunu cevaplamıştır. Artık insanoğlu duyarak ve yaşayarak,  gerçeği kavramaya ulaştıktan sonra,  duyul­maz kavranmaz gaybi cevaplara ihtiyaç yoktur... [24]

 

Bu Düşüncenin Kapsamlı tahlili

 

Buna cevap olarak fikri temelleri üç açıdan ele al­mak istiyoruz:

1  Tarihi açıdan

2  Allah'a imanın fikri temelleri açısından

3  Kur'an'm iman meselesini inceîeyiş üslubu açirsmdan...

Böylece bu üç açıdan da değindiğimiz teorinin yan­lışlığına ulaştığımızı göreceğiz.

1 — Tarihi açıdan baktığımızda: Tevhid inancında temsil olunan Allah'ın birliği inancı dinler tarihinin gös­terdiği üzere putçuluktan öncedir. Diğer yandan tarihin ilk devirlerinde insan kainatın sırlarının tamamım bil­miyor değildi. Aksine gerek pratik tecrübeleri gerekse akli düşünceleri yoluyla ortaya çıkarmaya gücü yettiği, kadarını biliyordu. Fakat bu durum onu Allah'a imandan alıkoymamış, İman çizgisinden uzaklaştırmamıştı. Sonra insani bilginin geliştirdiği, felsefe çağının parladığı, ha­yatın çeşitli alanlarına ilişkin insan düşüncesinin ilerle­miş olduğu aşamaları değerlendirdiğimizde, iman mese­lesinin insan düşüncesinin ilerlemesi ve bilginin gelişme­si ile birlikte daha da ilerlediğini görüyoruz. Bundan da anlaşılıyor ki iman meselesi cehaletle değil ilimle alakalı bir mesele; yani Allah'a iman insanın cahilliğinden de­ğil aksine bilgisinden kaynaklanmaktadır... Sonunda in­sanı gezegenlere ulaştıran ilmi keşifler çağı geldiğinde, bu keşifleri yapanların veya düşünceleri bu keşiflere kat­kıda bulunanların zihinlerinde Allah'a iman meselesi daha da yoğunlaştı. İnsanın tecrübe alanının ve bilgi ufuk­larının genişlemesi düşüncesine iman kapısını kapamadı. Aksine en geniş ufuklara kadar açtı. Özetle insanın ca­hilliğinin ilme dönüşmesi alimlerin gözünde imanın de­ğerini, düzeyini ve imkanlarım yükseltti. Çünkü bu müs-bet gelişim onlara canlı deneyimler ve geniş düşünce yo­lunda yeni araçlar bahşetti.

2 — İmanın fikri temelleri ile ilişkili olan ikinci açı­dan bakacak olursak: Tabiatın gerisinde tabiat üstü bir güç bulunduğunu söyleyen Allah inancına sahip insan­ların, tabii olayların dayandığı bu tabii sebeplerin nihai (sonsuz) olmadığı, önünde-sonunda derin bir sebebe da­yanarak orada noktalandığı temeli üzerinde oturan kesin akli delillerden hareket ettiğini mülahaza ederiz. Çünkü bu tabii sebepler içersinde varlık ve yokluk imkanları karşı karşıya yarışmaktadırlar. Bu imkanlardan herhan­gi biri kendi içersinde diğerine karşı kendisini (yani var­lığa karşı yokluğu veya yokluğa karşı varlığı) tercih ede­cek bir zattan bir şahsiyetten yoksundurlar. Bu durumda da varoluşu yokluğa tercih ederek, varlık lehine bir ter­cih yapacak bir dış otoriteye ihtiyaç olduğu açıktır. İşte sebeplerin gelip sonunda kendisine dayandığı tercih ve irade sahibi «Vacibül Vücud-Varlığı Zorunlu» olan dîye tabir ettiğimiz zattır. Bu açıklamalar ışığında anlıyoruz ki, tabiatın) gerisinde var olan uluhiyete inanan alimler, kainattaki sebepler kanunundan gafil, eşyanın dayandı­ğı zahiri sebeplerin tabiatını bilmiyor değildirler. Fakat onlar tabii olayların gerisindeki kuvveti ararken akli ça­baları ile öncül eşyaya sebep olma gücünü veren ilk se­bebi araştırmaya çalışmışlardır. Kendilerince de mesele yüzeysel gözlemlerden, basit cahillik haletlerinden veya beşeri tepkilerden kaynaklanmamıştır. Aksine derin fik­ri incelemelerden dakik zihni çalışmalardan kaynaklan­mıştır.

3 — Kur'an'm iman meselesini işleyiş üslubu olan üçüncü açıdan baktığımızda: Kur'an-ı Kerim'in tabii olay­lardan bahsederken fiili Allah'a nisbet ettiğini, ancak doğrudan doğruya insanın iradesi ile ilişkili olan fiillere ilişkin hususlarda insanın rolünü de ihmal etmediğini de görüyoruz. Allahu Teala: «Sizi de sizin yaptıklarınızı da Allah yarattı.» fermanında «yaratma» fiilini kendi kut­sal zatına isnad ettiği gibi aynı üslupla «yapma» fiilini bi­ze isnad etmiştir. Bizden sadır olan bîr işi bizzat yapan biziz. Bu nedenle fiilen bize isnad (nisbet) edilmesi doğ­rudur. Bizini işlediğimiz bu «yapma» fiilinin «yaratma» boyutunun Allah'a nisbet edilmesine gelince —ki, «Sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı.» Duyurulmaktadır; bi­ze hayatı, gücü ve yapılan işin gerek duyduğu —el, ayak, dii gibi— edatları Allah vermiştir. Doğrudan doğruya yaptığımız iş yönünde hareket eden iradeyi bize bağış­layan yine Allah'tır. Bu şekilde Allah bize kendisinin eş­yanın sebepler silsilesinde kendisine dayanıp kendisinde noktalandığı derin nihai sebep olduğunu vahyetmektedir. Allahu Teala'nın

«Attığında sen atmadın, gerçekte Allah attı...»

sözünden algıladığımız da budur. Bu fermanın sahibi Al­lah, insanın kendi fiilindeki bağımsızlığını, her şeyin ken­disinin yüce zatına dayandığı düzeyde sınıflamakta, fa­kat insanın o fiili bizzat işlediğini reddetmemektedir. Böyle fiillerden, kainattaki tabii olaylardan, hayatın ve insanın hareketinden bahseden Kur'an ayetleri çok çeşit­lidir. Fakat hepsi de, hem zahiri, hem ilahi sebepleri bir­likte ele alarak insana bilginin gerçek metodunu vahye-den, bize kainatın tabii düzeninin temellerini vererek, bi­zi varlığının gaybi çerçevesinde Allah'a bağlayan tek bir üslupla hareket etmektedirler...

Şimdi bu geniş açıklamalar kanalıyla imam, insanın kainatın nizamının üzerine kurulmuş olduğu, tabii temel­leri bilmemesine bağlayan düşüncenin yanlışlığına ula­şabiliriz. Buradan itibaren, iman meselesinin, insanı her­hangi bir şeye bağlayan bir cahili korku meselesi olma­dığı, aksine meselenin tabii olayları, sorunları ve çeşitli meseleleri yeni bir soruya ihtiyaç duymayan son soruya varıncaya kadar soran ve sorularına cevap arayan bir dü­şünce yaklaşımıyla inceleyen bir düşünce meselesi oldu­ğu gerçeğine uzanabiliriz... Bunun için biz iman mesele­sinin kainattaki sebep-sonuç ilişkisinden ayrılmadığını, il­min gelişip ilerlemesinden uzak düşmediğini ikrar etmek istiyoruz. Biz, her yeni ilmi keşifte, Allah'ın varlığına yeni bir delil görüyoruz. Çünkü ilim, her yeni şeyi keş­fettiğinde onun arkasında kainatın diğer tabii olaylarına ilişkin bir hikmet, bir nizam ve bir kanun açığa çıkmak­tadır. Açığa çıkan bu kanun ve nizamlardaki birlik, bizi bunların ilk sebebinin yani yaratıcısının birliğine götürü­yor. Çünkü görünümleri ve şekilleri değişik olsa da bü­tün kainata hükmeden temel kanunlarında birleşmekte­dir.

Bu derste incelediğimiz ayeti kerimelerin iman ve akide alanındaki düşünce metodumuzu çizme yolunda, Önümüze yığdığı mülahazalar da bundan ibarettir... [25]

 

27) İSLAM YOLUMUZU ÇİZİYOR VE ONDAN SAPMAK  KONUSUNDA UYARIYOR

 

Bismillahirralunsjnirrahim

İnsanî Örneklerde, Hissi ve Ameli Sapma

«İnsanlardan kimileri, Allah'tan başka şerikler (Allah'a or­tak koşulan otoriteler) tutar, Allah'ı sever gibi onları severler. İnananlar ise ençok Allah'ı severler. Zulmedenler, azabı gör­dükleri zaman bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çetin olduğunu anlayacaklarını keşke bilselerdi!.. İşte tabi olunanlar (kendilerine) tabi olanlardan uzak durdular; aza­bı gördüler ve aralarındaki bağlar kesildi. Tabi olanlar şöyle dediler: «Ah... Keşke bir daha dünyaya dönmemiz mümkün olsaydı da şimdi onların bizden uzak durdukları gibi, biz de on­lardan uzak dursaydık...». Böylece Allah, onlara yapmış olduk­ları bütün işleri hasretler (pişmanlık ve üzüntüler) kaynağı ola­rak gösterecektir.  Ve onlar ateşten çıkacak da değillerdir»...

(Bakara: 165-166-167)

Kur'an-ı Kerim bu ayetlerde bize;' insanların yaşa-> dıkları gerçek hayattaki teorik ve pratik sapma örnekle­rinden bir örnek sunmak üzere, yine insanların yaşamak­ta oldukları gerçek hayattan hareket etmektedir. Bu zul­mün taraflarının ve tabilerinin temsil ettiği bir örnektir. İmamlardan rivayet olunan tefsirlerde varid olduğu üze­re bu kimseler, Allah'a iman ve Allah sevgisi ile efendi­lerinden ve büyüklerinden olan zalimlere karşı besledikleri sevgiyi "bir araya getirmektedirler. Tıpkı insanın bü­tün sıfat ve özelliklerde eşit olan iki ayrı şahsiyeti sevme­sinde olduğu gibi... Bu eğilim, Allah ile zulmün elebaşla-rı arasında bir eşitlik canlandırmak durumundadır. Yal­nız bu eşitlik ve bu sevgi bir sempatiden ibaret olmayıp içinde yaşadıkları hayatın gerçeğinden pratik bir teme­le dayanmaktadır. Çünkü ayetin anlattığı bu sevgi in­sanın hissi yönelimlerinden kaynaklanan hissi bir sem­pati değildir. Ayete konu olan; bu kimselerin gerçek ha­yatlarına hükmeden pratik olgulardır. Burada açıkça or­taya çıkan bu sevgiden maksadın —tabiri caizse— prati­ğe dayalı bir sevgi olduğudur. Bu sevgi onların sevgi bes­ledikleri zalimlerin, her gösterdiklerine ve her istedikle­rine kayıtsız şartsız katılıp, uyup bağlanmalarında ken­dini göstermektedir. Tıpkı insanın Allah'ı sevmesinin mut­lak itaat ve bağlılık anlamında olduğu gibi... İşte bu Al­lah'a ortak koşmanın bir pratik uygulamasıdır. Çünkü böyle bir itaat Allah'tan başkasına yakışmaz. İnsan böy­le bir itaati aynı düzeyde Allah'tan başkasına sunduğun­da bunun anlamı o itaat edilen kimseyi Allah'a ortak yap­maktır. İşte bu gerçek bir şirktir. Yalnızca burada ilahlar, İlah inancı düzeyinde değil, bu kimselerden elde edilen veya elde edilebileceği düşünülen istekler, tamahlar ve menfaatlar doğrultusundaki şahsi etkenler yoluyla itaat düzeyinde çoğaltılmıştır.

Bu durumu arzettikten hemen sonra, Kur'an-ı Ke­rim bu insanlarla mü'minler arasında bir karşılaştırma yapmakta ve:

«inananlar ise ençok Allah'ı severler...»

hükmünü vurgulamaktadır. Çünkü mü'minin Rabbi hak­kındaki bilgisi, O'nun azametini idraki O'nu bütün dü­şünceleri, şiarları ile, bütün aza ve alanları ile Allah'a bağlanmaya yöneltir. Artık ne kadar büyük olursa olsun, hiçbir güç O'nun yanında küçük bile olsa herhangi bir alan işgal edemez. Artık O'nun ruhu Allah'la karşı kar­şıyadır. Allah'tan başkası ile dostluğu ve muhabbeti yok­tur. Allah'tan başkasına asla itaat etmez. Çünkü tevhidin anlamı her şeyde ihlasla bir tek Allah'a teslimiyettir. Al­lah sevgisinin nihai anlamı da budur. Allah sevgisini bu nihai anlam içersinde işleyen Kur'an-ı Kerim, mü'min-lerin O'nun zatı hakkında derin düşüncelere dalmadan bu sevgiyi yaşamalarım ve bunu vicdanlarında temsil etme­lerini istemektedir.

y Bunu nasıl anlayıp, nasıl ikrar edeceğimize gelince... Bu bir yandan ayetin ruhundan, diğer yandan İslam risa-letinin tabiatından ortaya çıkmaktadır. Ayeti kerimenin temelde tabi olanlar île, tabi olunanlar meselesini, kıya­met günündeki karşılıklı konum ve durumlarını işlediği­ni görüyoruz. Ayeti kerime bize, sevgi meselesinin te­melinin tabiiyyet yani bağlılık olduğunu, soyut bir sem­pati olmadığını bildirmektedir. Tıpkı Allahu Teala'nın di­ğer bir ayette geçen şu fermanından anladığımız gibi:

«De ki, eğer Allah'ı seviyorsanız bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı size bağışlasın»...

' Açıkça görüldüğü üzere ayeti kerime, Peygambere ta­bi olmayı sevginin belirti ve sonuçlarından kabul etmiş­tir. Sevgiyi İslam risaletinin tabiatından anlamaya çalış­tığımızda da bunu, Allah'ın bizim için O'nunla olan iliş­kimizin, huzurunda duruşumuzun ve O'nun karşısında so­rumluluğumuzu işleyişimizin ve O'nun doğru yoluna bağ­lanıp bu yol üzerinde dosdoğru yürüyüşümüzün üslup ve stratejisini çizmesinden anlıyoruz. İşte insanı Allah'ın mahlukatı ve sıfatları üzerinde düşünmeye çağıran Kur' an'î yönelimi ve Allah'ın mahlukatı üzerinde düşünme­ye çağırırken, O'nun zatı hakkında düşünmekten alıkoyan haberleri hep bu izah ışığında anlamak    durumundayız.

Böylece biliriz ki, Allah'ın mahlukatını bırakıp, zatı üze­rinde düşünmek, insanı bir sonuca ulaşmayan soyut dü­şüncelerin ve makul bir esasa götürmeyen olumsuz ta­hayyüllerin karanlık çıkmazına sokar. Halbuki, O'nun mahlukatı üzerinde düşünmek, yarattıklarını irdeleyip in­celemek insanı, yaşayan canlı bir temel üzerine oturmuş bir inanca götürür. Buna ilaveten, bu inancı makul bir çizgiye ve nihayetinde Allah'a bağlanan müsbet tabii şiar­lara, insanın yaşadığı hayati şartlara ve nimetlere, göz­lemlediği tabii görüntülere ve ayetlere bağlar. Öyle ki, in-.san, O'nun yarattığı mahlukatm azamet ve sanatım id­rak aracılığı ile baktığı her şeyde, O'nu görür ve O'nunla duyar, O'nunla yaşar...

Bizi, Allah'ın Ahlakı ile ahlaklanmaya çağıran haber­ler de bu yaklaşımla hareket etmiş olabilir. Yani Allah'ı O'nun sıfatlarını hayatında bir yaşayışa, imana ve haya­ta döndürecek şekilde sev... Böylece insan kendisini ken­disinden ve Allah'ın huzurundaki sorumluluğundan ko­paracak karanlık ufuklara bakmaktan kurtulacaktır.

Kur'an-ı Kerim, müşriklerin Allah'tan başkasına kar­şı duydukları sapık sevgiyi, insan ruhundaki köklerine İnerek incelemektedir. Bu köklerden biri de, bu sapık za­limlerin dünyada mülk ve otorite sahibi olmalarının, ken­dilerine tabi olan bu insanların içinde, bunların güçlü ol­dukları hissini canlandırın ası dır. Böylece bunlara bakan-, lar bunların bütün işleri idare eden, kontrol edip göze­ten mutlak bir kuvvete sahip olduklarını tahayyül eder. Bunun üzerine ruhunda çoğu hallerde sevgiye dönüşen bir hayranlık hissi yer yapar. Sonra bu sempati duygu­ları, istediklerini yaparak, yasakladıklarından kaçınarak, onların rızalarına ulaşmak yolunda, derin bir rağbet ve gayrete dönüşür. Bu ayeti kerime, onların dünyadaki sal­tanat görüntülerinin perdeleyip örttüğü, zayıf tabiatlarını ve gerçekteki güçsüzlüklerini ortaya koymaktadır. Bu zalimler, Allah'ın azabı ile karşı karşıya geldiklerinde ken­dilerinin ve diğer insanların bir zamanlar sahip oldukları kuvvetin herhangi bir kıymeti ve temeli olmadığını an­layacaklardır. Dünyada büyük bir güç sahibi olduklarını zannedip aldandıkları halde, o gün Allah'ın alçaltıcı aza­bı önünde ne kendilerine, ne de bir başkasına herhangi bir fayda, ya da zarar verebilecek güçte olmadıklarını gö­receklerdir. O an mutlak gerçek, gözlerinin önünü doldu­racaktır. Bu gerçek bütün gücün Allah'ın olduğu gerçe­ğidir. Gücü dilediğine veren, dilediğinden alıkoyan, dile­diği şekilde yönlendiren ve durmasını dilediği sınırlarda durduran O'dur. İşte böylece, alçak konumlarını kesin-leştiren azabı görünce Allah'ın kendisine karşı direnenle­rin, isyan ederek haddi aşanların, yoldan sapanların ve kafirlerin karşısında azabının şiddetli olduğunu anlarlar.  Sonra Allahu Teala bu ayette bize, bu zalimlere uyan ve kendilerini koruduklarını hisseden, hayatın bütün zor­luklarına karşı sorumluluklarım üstlendiklerini zannede­rek aldanan insanları bekleyen sonu anlatıyor. Bunu, kı­yamet sahnelerini gözlerimizin önünde canlandırarak an­latıyor bize. Bu kıyamet sahnelerinde dünyada kendileri­ne tabi olunan büyük zalimlerin, ayırım yapmaksızın her­kesi eşit tutan azabı gördüklerinde vaadettikleri sorum­luluktan kaçtıklarını, dünyada kendilerine aldanıp tabi olan bu insanlarla herhangi bir ilişkileri olduğunu kabul etmediklerini, aralarındaki menfaat ve grup yakınlığı te­meline dayanan bütün bağların koptuğunu görüyoruz. Çünkü bu bağlar, Allah'a dayanan güçlü bir temele otur­mamış ilişkilerdir. Allah'tan güçlü bir temele dayanma­yan bütün bağlılıklar ise o, gün kopmaya mahkumdur.

Dünyada kendilerine tabi olunan zalimler, tabi olan­lardan kaçarken, tabii olanlara gelince bunlar, dünyada aldanıp kapıldıkları bütün bağlılıkları bir pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak karşılayacaklardır. O gün artık bu

büyük hayal kırıklığının ardından ruhi bir iç parçalan­masını andıran temenniler baş gösterecektir:

«... Tabi olanlar şöyle dediler: Ah... Keşke bir daha dün­yaya dönmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzak durdukları gibi biz de onlardan uzak dursaydık...»

ifadesi bunu haber vermektedir. Tabi oldukları zalimle­re O1 gün kendilerinden kaçışlarının karşılığı verilecek, yani kıyamet günü azabı görünce, kendilerinden kaçtık­ları gibi, onlardan kaçıp uzak durmak için, yeniden dün­yaya dönmek isteyecekler fakat bu istekleri havada ka­lacaktır. Dünyada zalimlere uyup, onlarla birlikte zulüm dünyasının kuruluşuna katıldıklarını hatırladıkça:

«Böylece Allah, onlara yapmış oldukları bütün işleri has­retler (pişmanlıklar ve üzüntüler) kaynağı olarak gösterecek­tir...». Artık ateşe düşmüşlerdir. Pişmanlıkları fayda vermeye­cektir... «... Ve onlar ateşten çıkacak da değillerdir.»...

Ne mazeretler beyan ederlerse etsinler, akılları baş­larına geldiği kadar da gelse, yine ebedî ateşten kurtula­mayacaklardır. Çünkü bütün yapıp ettikleri üzerinden Al­lah'ın onlar aleyhlerindeki delili tamam olmuştur...

Bu bölümdeki ayetlerin vahyinden aldıklarımızı şu noktalarla ifade edebiliriz: [26]

 

Fikri Bağlılık Gönül Bağlılığına Götürür

 

1 — Akideye bağlılık, insanın fikri konumunu tem­sil eden fikri bağlılıkta temsil olunmaz. Hayatın karşıt veya uyumlu insani ilişkiler karşısındaki hareketi içer­sinde gönül bağlılığına ve  fikir çizgisiyle uyumlu  ruhi bağlılığa uzanır. Çünkü Müslüman insanın şahsiyetinde, hissi ve fikri yönlerin birleşmesi, şahsiyet birliğini ifade eder. Bu iki yönün birbirine muhalif ise, insanın doğru İslam çizgi üzerindeki istikameti üzerinde, olumsuz et­kiler bırakan bir . şahsiyet parçalanmasını meydana ge­tirir. [27]

 

Sevgi Bir Konumdur Soyut Sempatiden İbaret Değildir

 

2 — Kur'an'î anlamı ile sevgi, soyut bir iç sempati ve bunun yalın sempatik görüntüleri ile ifade edilemez. Kur'an'î anlamı ile sevgi, ancak bu sevgi çizgisi yönünde fiili konumlara dönüşen bir gönülden bağlılıkta ifadesini bulabilir. Bu sevgi çizgisine muhalif yönde ortaya çıkan fiili konumlar sevginin zayıflığına, ciddiyet ve sadakat-tan uzak olduğuna delildir. [28]

 

Dünyanın Güçlüklerinin Zayıflığını Keşfe Çağn

 

3 — Kur'an-ı Kerim, insanı güçlü azgınların içlerin­de gizli olan zaaf noktalarını araştırarak bunların güç­süzlüklerini keşfetmeye çağırmaktadır. Kur'an-ı Kerim bu çağrıyı yaparken, dünyanın güçlü görünen azgınları­nın kıyamet günü Allah'ın azap ve ikabınm karşısında dü­şecekleri güçsüzlük konumundan hareket etmektedir. [29]

 

İslam'da Ferdi Sorumluluk

 

4 — Ayetler, dünya hayatında güçsüz düşen mü'min-lere hitap ederek İslam'daki sorumluluğun kişiye özgülü- günden bahsetmektedir. Her insan, kendi yapıp ettikleri­nin ve yapmayıp terkettiklerinin sorumluluğunu yüklen­mek durumundadır. Güçlülerin hakimiyet hislerinden kaynaklanan ve bunların dünyada sahip oldukları mal, mülk ve mevki ve otoritelere dayanan baskıları, Allah'ın kulları için çizmiş .olduğu Doğru yolundan sapmaktan ya-, na herhangi bir şer'i sebep oluşturamaz. Yine Kur'an-ı Kerim, güçsüz mü'minlere bu güçlü azgınların kendileri­ni dünya hayatının zorluk ve darlıklarına karşı koruya­cakları hissini yerleştirmek gibi yöntemleri; ilahi gerçek­ler karşısında hiçbir şey ifade etmeyen, saptırma yöntem­lerden olduğunu bildirir. Çünkü gerçekte bu kimseler, kendi kendilerini korumak yolunda bile hiçbir şeye kadir değildirler. O halde nasıl olur da, başkalarını Allah'ın azap ve gazabından koruyabilirler. Allah'ın azabını kar­şılarında bulduklarında haklarındaki bu acı gerçek orta­ya çıkacak ve bütün bağlılık ve sorumluluklarından kaça­caklardır. O halde Müslümanlar, yeryüzünde güçsüz de olsalar bu azgın güçlülerin Allah'ın hiçbir şekilde razı ol­madığı planlarını ve Allah'a isyan temeline dayanan pro­jelerini uygulayıp ayakta tutmaya katılmamalıdırlar. Yok­sa kıyamet günü bu güçlüler Allah'ın azabını görüp de kendilerinden yüz çevirdikleri vakit, ayetin gözler önü­ne serdiği pişmanlık sahnesine düşecek ve:

«Ah... Keşke bir daha dünyaya dönmemiz mümkün olsay­dı da, bugün bizden yüz çevirip uzak durdukları gibi, biz de onlardan yüz çevirip uzak dursaydık...»

diye hatırlanacaklardır. İşte gözlerimizin önünde kıya­met sahnelerini canlandıran bu ayetler insanı kıyamet günü bu düşük konuma düşmemek yolunda uyarmaya çalışmaktadır. Ayetlerinin esrarını en iyi şekilde Allah

bilir... [30]

 

28) ŞEYTANIN KÖTÜLÜK, AZGINLIK VE ATALARIN SAPIKLIKLARINI TAKLİD KONUSUNDAKİ PLANLARINDAN KAÇMAYA ÇAĞRI

 

Bisnâllahirrâfamanirrahinı

«Ey insanlar... Yeryüzünde bulunan helal ve temiz şey­lerden yeyin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü O, sizin apaçık düşmammzdır. O size kötülük ve fuhuşu (azgınlık ve çirkinlik yapmanızı), Allah hakkında bilmediğiniz şeyler söy­lemenizi emreder».

(Bakara:  168-169)"

1 Bu iki ayette, insanlara rahmet çağrısı içersinde, Al­lah'ın insanlar için hayat yollarını daraltmak istemediğini, aksine kendilerine hayatta geniş ufuklar ve verimli kay­naklar vermek istediğini hissettirmek isteyen, Rabbani bir nida vardır. Allah, insan İçin yeryüzünü, bütün rızık kaynakları ve nimetleri ile yaratmış ve kendisini helal, temiz rızıklardan ve saf, temiz, bol nimetlerden istifade etmekte serbest bırakmıştır. Yeryüzündeki rızık kapıla­rının temizlerini yasaklamamış, hayatını devanı ettirmek ve bedenini geliştirmek yolunda bunlardan istifade etme­sini uygun görmüştür. Bu arada onu şeytanın yanlış adım­larından sakmdırmıştır. Çünkü şeytanın önerdiği şehvet­lerden, lezzetlerden, zararlı yiyecek ve içeceklerden in­sanın bedenine ve aklına zarar gelecek, bu zararlı saldırı­lar karşısında hayatı bozguna uğrayacaktır. Şeytan bu bozgunculuk unsurlarını, insana süsleyip, lezzetlendirerek hoş  göstermeye çalışır. Bunların sıcaklığının insan kalbine girmesi için elinden geleni yapar. Güzel göstermeye çalıştığı kötülükleri "bir yandan süslerken, diğer yandan da bu kötülüklerin zararlı bozguncu taraflarını örtmeye, gözden kaçırmaya çalışır. İşte Kur'an~ı Kerim şeytanın insanoğlunun apaçık düşmanı olduğunu vurgulayarak, in­sana onun gerçek kimliğini tanıyarak kendisine döktü­ğü yollardan kaçınmasını telkin etmektedir.

Sonra ikinci ayette; ilk ayette toplu olarak zikretti­ği şeytanın adımlarından, planlarından bazılarını Örnek olarak ayrmtılıyor ve bize üç örnek sayıyor: Şeytan in­sana, bütün zararlı düşünce ve eylemlerin kendisinde ifa­desini bulduğu kötülüğü emrediyor. Eşyanın tabii sınır­larını aşan bütün yasak şeylerin kendisi ile ifade edildi­ği fuhuşu (azgınlık ve çirkinliği) emrediyor. Bu yasak şeyler de iki kısımdır: Kul ile Allah arasındaki kulluk ilişkisine dayanan yasaklar ve insan ile toplum arasın­daki ilişkiye dayanan yasaklar. Bu yasakların yükünü de mali, toplumsal, siyasal, ekonomik ve ahlaki alanlardaki yasakları oluşturur. Özellikle de ırz, hiyanet ve yalan konusundaki yasaklar bunların Özüdür. * Üçüncü emrine gelince; bu kendi ahkam, akaid ve amelerini Allah'a nisbet etmesine ilişkindir. Şeytan ken­di ahkam ve akaidini, kendi kötü işlerini mutlak ilahi gerçeklerden kaynaklanıyormuş gibi gösterir. Halbuki şeytanların kendileri Allah'ın ilminden ve ahkamından uzaktırlar. Bu yönde gerçek bir bilgiyi elde edebilme yo­luna da sahip değillerdir. Kur'an-ı Kerim'in Müslüman insanın hayat yolundaki yürüyüşünde böyle bir gerçeğin tehlikeliliğini vurgulaması tabidir. Çünkü şeytan zekice çizdiği kendi şeytani yöntemleri ile insanı nifak, yalan, hiyanet ve bozgunculuğa sürükler. Hak ile batılı birbi­rine karıştırarak insanın önüne sürer ve onu sapma çiz­gisine yöneltmeye çalışır. Hidayete giden yolu kendisi­ne kapatarak, onu koyu karanlıkların derinlerinde döndürüp dolaştırır. Kur'an-ı Kerim de bu yönteme karşı ken­di Kur'an'î üslubu ile, onun hakka muhalif müşrik inanç ve yöntemlerinin batıllığım delillerle gözler önüne ser­mektedir. Burada Kur'an'î üslup:

«bilmeyenler»; «bir bilgisi olmayan» ve «bir şey bilmeyen kimseler»

tabirlerini kullanarak müşriklerin vasıflarını ortaya ko­yuyor. Onların inandıkları ve insanları da inanmaya ça­ğırdıkları inanç ve düşüncelerinde delil ve burhandan ha­reket etmediklerini bildiriyor. Kur'an'm üslubuna gelin­ce o, gaflet havasından kurtularak gerçeği en güzel yol­la yakalamayı öngörür. İnsanları taassup ortamına bağ­layan ve anlaşma havasından çıkararak karşılıklı görü­şüp tartışma ruhiyetinden uzaklaştıran, inkar ve inat yak­laşımından uzak durmayı öngörür. İşte Kur'an'm öğren­memiz gereken üslubu budur. Bunun gereği olarak da karşı fikirleri gerçek ve karşılıklı görüşme alanına sü­rükleme ihtiyacı hissettiğimiz alanlarda kırıcı ve uzak­laştırıcı ağır kelimeler yerine hafif ve yumuşak kelimele­ri seçmek durumundayız... [31]

 

İnançta Ataları Taklid, Şeytanın Planlanndandir

 

«Onlara: «Allah'ın indirdiğine uyun.» denildiğinde: «Ba­yır... Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız...» derler. Ya ataları bir şey akledememiş ve (doğru yolu bulup} hidayete ulaşamamışlarsa»?...

(Bakara:  170)

» Bu düşünce yolunda şeytanın planlarına uyan insanların sergilediği örneklerden bir örnektir. Bu insanlar hayatta inandıkları ve uydukları şeylerde araştırma, in­celeme ve düşünme temeline dayalı fikri kanaatler ko­numundan hareket etmezler. Aksine insanı örflerinde, âdetlerinde, düşüncelerinde ve kutsal saydığı değerlerde mensup olduğu maziyi kutsamaya yönelten basit bir sem­patiden ve şahsi tabüyyet "bağlarından hareket ederler. Bu tarz, onlar için hem fikri kanaatlerinde hem de ameli bağlılıklarında bir temeldir. Buna uyanı kabul ederken, buna uymayan her şeyi reddederler. Hem de herhangi "bîr şekilde bu meseleler üzerinde, mesele ne kadar ince ve önemli fikri meselelerden olursa olsun, görüşüp konuş­mayı tartışma ve İncelemeyi kabul etmeyecek bir dü­zeyde...

Peygamberlerden ve diğer insanlardan bütün risalet ve davet sahipleri, Allah'a davet yolunda bu tür bir gi­dişatla karşılaşmışlar, bu tarzı yıkmaya çalışmışlar ve ol­dukça yorulmuşlardır. Çünkü böyle bir gidişat, insana düşünme pencerelerini kapar ve onu içine kapanık, dik­katini çeşitli problemlere, düşünce ve ilkelere çekmeye çalışan diğer insanlarla diyalog ya da herhangi bir ilişki­ye girmekten uzak bir insana döndürür. Toplumu da ge­lişen kanatlarıyla yükseklere uçmak ve istikbale yönel­mek yerine, düşmeksizin mazi tekerleğine bağlı geri kal­mış bir topluluk haline getirir. Onu hayatını geliştirmek ve gidişini bütün hayat işlerinde en iyiye doğru çevir­mek gibi, düşüncelerden uzaklaştırır. Ataların ve dedele-.rin kutsal mirası adı altında toplumu fikri ve ameli yan­lışlık ve sapmalara götürür ve bu yanlışlık ve sapıklık­ları da ataların mirası ismiyle kutsallaştırır. İşte Kur'-an-ı Kerim, toplumsal ve insani meseleler ve düşünce­ler karşısında böyle bir eğilime şiddetli bir savaş açmış, düşüncede ve eylemde hissi baskılardan uzak, düşünce Özgürlüğü üzerine kurulu sabit bir fikri temelden hareket etmeye çağırmıştır. Kendilerine bağlanıp yollarına tabi oldukları bu ataların kişilik ve kimlikleri üzerinde, akli düzeyleri ve fiili gidişatları üzerinde sıkı bir incele­me yapmaya çağırıyor Kur'an-ı Kerim... Çünkü böyle bir inceleme sonunda, bu atalardan birçoğunun akılları­nın bir şeye basmadığı ve doğru bir yol üzere olmadık­ları açığa çıkacaktır. Çünkü bu atalar, hurafeler ve efsa­nelerle doldurulmuş burafeci bir akliyatın gölgesinde ya­şamışlardır. Hayatlarının bütün renk ve boyutlarını çi­zerken, ilimden kültürden uzak bir cahillik içersinde bu­lunmuşlardır. Böyle olunca, tuttuğu düşünceye ve haya­tına saygısı olan bir insan, nasıl olur da hayatını böyle kimselerin düşüncelerinin ve yaşayışlarının insaf ve mer­hametine bırakabilir?..

Kur'an-ı Kerim, insan için fikri kanaatlere ulaşmak yolundaki yöntemini belirlemek istemektedir. Bu bağ­lamda atalara bağlılık meselesini ve bunun özgür düşün­ce üzerindeki baskıcılığını da örnek vermektedir. Yine bu bağlamda bütün baskıcı ilişkiler bu kapsama dahildir. Özgür düşünce üzerinde bir baskı unsuru oluşturan bu düşünceler, ataların düşünceleri olduğu gibi insan ve in­san toplulukları ile çeşitli ilgi ve yakınlıkları bulunan di­ğer şahıs veya grupların düşünce ve modelleri de olabi­lir. Bütün mesele, bu ilgi ve yakınlıkların şartlar, şahıs­lar ve durum ne olursa olsun gerçeğe ulaşmak adına bir anlam ifade etmediğidir... [32]

 

İslam'ın, Atalarını Taklid Eden Müslümanlar Karşısındaki Konumu

 

Bu alanda insanların hayatlarmdaki dini yönelimle­ri üzerine bir soru gündeme geliyor: Malum olduğu üze­re insanların çoğunun bir dine bağlanması ve dindarlığı, düşünce ve araştırma noktasından kaynaklanmamaktadır. İnsanların çoğu babalarından ve dedelerinden miras ka­lan dini inançlara bağlanmaktadırlar. Hem de herhangi bir araştırma ve inceleme yapmadan, bu dinin ayrıntıla­rına girip inanılıp bağlanılacak haklı taraflarını ve ina-. nılmamasi, bağlanılmaması gereken batıl ve yanlış ta­raflarını incelemeden... Bu durum insana, iradesiz ve se­çimsiz bir şahsiyet kazandırmaktadır. Bunun yanında böyle bir dindarlık, düşünceye, hareket edip canlanma fır­satı vermeyen, ortaya sorular ve problemler atacak tar­tışma ve araştırmalara meydan vermek istemeyen, resmi kurumlara dönüşmüş bazı dini kurumlarca olumlu kar­şılanmakta ve teşvik edilmektedir.

İşte bu noktada şöyle bir soru ortaya çıkıyor: İnsanların bugünkü dini durumları ile Kur'an-ı Ke-rim'in bu  ayeti kerimede bahsettiği insanların durumu arasında ne fark vardır?

Cevap : Kur'an'î üslup, insanları tahmin ve ihtimale dayanan gayrı ilmi yollardan uzak düşünceyi, inanca te­mel olarak kabul etmeye yöneltmektedir. Bu açıklama ışığında inançta taklide dayalı yönelişler gerçeğe ulaş­mak yolunda İslami çizgiden sapma olarak kabul edile­cektir. Bundan dolayı İslam, bu taklid yolunun inançta hataya sürüklediği insanı, Allah huzurunda mazur gör- . memektedir. Bunun yanında gerçeği yakalamak yolunda bütün çabasını sarfettiği halde, kendi elinde olmayan ve şartların bir neticesi olarak gerçeğe ulaşamayanı mazur görmektedir. Buna mukabil yine, kendisinin elinde olma­yan dış şartların etkileri sonucu taklidi yollarla gerçeğe ulaşan insanı da kabul etmektedir. İnsanların hayatına girmek isteyen bir din, bu son durumda müsamahakâr ve kabulkâr olacaktır elbette. Çünkü bu dinin yoluna girdik­ten sonra düşünme fırsatına daha yakın olabilirler. İsla­mi gerçek içersinde yaşamaları onlara İslam'ı tanıma imkanları verebilir. Bu durumdaki insan, dışardan gelecek olumsuz etkilerden de nisbeten korunmuş olur.

Şunu bilmeliyiz ki İslam, delil ve burhan aramaksı­zın Allah'ın yoluna teslim olanları kabul etmekle bera­ber taklidi inancı hiçbir şekilde teşvik etmez. Aksine şu iki hedefi gerçekleştirmeye çalışır: Birincisi, insanı İs­lam'a açılmaktan ayıran nefsi engelleri yıkmaktır. Bu­nu da insan ile İslam'daki dini şartlar arasında bir sı­caklık ruhu oluşturmak yoluyla gerçekleştirmeye çalışır. Böylece bu yolla insanı zorla inandırmaktan uzak bir sa­delikle İslami kavramlarla karşılaştırma imkanı bulur. İkincisi, fikri yetiştirme çizgisini içerden çizmektir. Bu­rada amaç, inancın derinleştirilmesidir. .Zaten içinde ya­şayan ve hayatına uzanan mevcut bir inanca kuvvet ka­zandırılarak düşünce sorumluluğu ve hissiyat ciddiyeti yüklenecektir. [33]

 

Kafirler Duyularını Tatil Ediyorlar

 

«Küfre saplanıp kalanların durumu bağırıp çağırmaktan başka bir şey işitmeyen gibidir. Sağırdırlar; dilsizdirelr; kördür­ler. Bu yüzden akledip anlaymnazlar».

(Bakara: 171)

Bu kafirler için bir örnektir. Bu örnek, kendisine tak­dim edilen düşünce ve davet edildiği inanç karşısında ka­firin gerçek iç suretini keşfetmeyi hedeflemektedir. Bu kafirler bir fikir ve inanç sorumluluğu taşımazlar. Düşü­nüp tartışmaları ve diğer insanların görüşlerini ve bakış tarzlarını değerlendirip bu görüş ve düşüncelerin tabiatı­nı, özelliklerini ve ayrıntılarını anlamaya çalışmaları, son­ra bunların doğru mu, yanlış mı olduğunu düşünmeleri gerektiğini düşünmezler. Zihinlerine ve kalplerine musal­lat olmuş sapık düşüncelere "boyun eğmişlerdir. Bu sap­ma, kişiliklerinin her yanını doldurmuştur. Sahip oldu­ğu bu saptırıcı kanati sarsacak herhangi bir soru işare­tine müsamaha etmezler. Sapıklık üzere olduklarım ke­sinkes önlerine koyacak, herhangi bir hak söze kulak as­mazlar. Bunun için hayatlarında hak, iyi ve hidayet söz­lerinin yeri yoktur. Tıpkı çobanların bağırıp çağırarak söylediklerinden bir şey anlamayan ve muhatap olduğu sözün anlamı doğrultusunda bir tepki göstermeyen sürü­ler gibi ...Kur'an-ı Kerim bunların durumlarını çok açık bir şekilde anlatmakta, duyularını tatil edip Allah'ın ayet­lerine kapadıklarını bildirmektedir. Aynen işitme gücün­den yoksun kimseler- gibidirler. Kendilerine hitap eden ayetler ve yöneltilen sorular karşısında dillerini kilitle­miş, konuşmaz kimseler gibidirler. Allah'ın yaratmış ol­duğu mahiukatmdaki ayetlerine de gözlerini kapamışlar­dır. Sanki kör gibidirler. Bütün bunların yanında akıl­larını da düşünceye tatil etmişlerdir. Duyma, bakma ve mantık yürütme gibi düşünce araçlarını dondurmuşlar­dır. Hiç akletmez kimseler gibidirler...

Bu canlı örnekte Kur'an'm küfür ve iman meselesin­de takrir ve te'kid etmeye çalıştığı bir düşünceyi müşa­hede ediyoruz. Bu fikrin de, insanın karşılaştığı "düşün­ce sorunlarında ifadesini bulan düşünsel bir sorun olma­dığı, aksine bunun imanın zatına dayanan zati bir prob­lem olduğudur. Yani problem, insanın kaygısını taşıdığı düşünsel sorunlardan kaynaklanmamaktadır. Aksine in­sanın karşıt herhangi bir şeye açılmasına imkan bırak­mayan belli bir düşünce ve yaklaşım tarzı içersinde ya­şadığı ruhi düğümden kaynaklanmaktadır... [34]

 

İyi Şeylere Çağrı ve Haramlardan Kaçındırma

 

«Ey iman edenler.1.. Eğer yalnız Allah'a kulluk ediyorsa­nız,' sîzi nzıklandırdîğımız şeylerin iyi ve temiz olanlarından ye-yin ve Allah'a şükredin. O, size ancak ölü (hayvan etini), kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkası adına boğazlanan (hay-van)ı haram kılmıştır. Ama (açlıktan) zor durumda kalana —başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret miktarını aşmamak şartı ile— herhangi bir günah yoktur. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir».

(Bakara:  172-173)

Bu ayetlerde nıü'minlere bir nida vardır: Kendileri­ne rızık olarak verilen iyi ve temiz şeylerin helal bazı şeylerin de haram kılındığına dair bir nidadır bu. Yine bu nida ile bu nimetlere karşılık Allah'a şükretmeye çağrıl­maktadırlar. Bütün bunlar Allah'a imanın sonuçlarmdan-dır. Çünkü Allah'a inananlar, hayatta Allah'ın kendilerini rızıklandırdığı iyi ve temiz şeyleri kabul ederler. Bunlar, rızkın kaynağını idrak eden, hayattaki bolluk, lezzet ve mutluluğun kaynağı olan bu nimetlere karşı şükretme­nin gerekliliğini bilen ve imanlarının derinliği ile Allah'a şükretmeye yönelen kimselerdir. Ameli şükrün, Allah'a kulluğun, O'nun kulluk etmeye müstehak olduğuna ve in­sana ulaşan bütün iyiliklerin kaynağı olduğuna, imanın somut bir göstergesi olduğunun idrakindedirler.

Ayeti kerime, Allah'ın insana bütün iyi ve temiz şey­leri serbest ettiğini, O'na inananların yemeye ve zevk al­maya alışageldikleri iyi ve temiz şeylerden hiçbirini ya­saklamadığını bildirmektedir. Onlara bütün bu iyi ve te­miz şeylerden özgürce yeyip içmelerini, bunların hepsin­den faydalanmalarını, bu iyi ve temiz şeyleri kendi nefis­lerine haram etmemelerini vahyetmektedir. Çünkü bun­lar Allah'ın insanın hayatını kurup yüceltmesini isteyerek verdiği rızıklardandır. Sonra haram olan şeyleri say­makta ve bunları anılan dört şeye indirgemektedir. Bu yasaklamayı yaparken de yasak konusu bu şeylerin in­sanın ruh ve bedenine zarar vereceği gerçeğinden hare­ket etmektedir. Sağlık mütehassısları da ayette sayılan haramlardan ilk üçünün yani «ölü hayvanın eti, kan ve domuz etinin» insanın beden sağlığını bozan zararları ol­duğunu zikretmektedirler. Allah'tan başkası adına kesi­len hayvan olan dördüncü yasağa gelince bu insanın ru­hi sağlığı ile ilgilidir. İslam, insanın yalnız beden sağlığı ile değil, aynı zamanda ve önemle O'nun ruh sağlığı ile de ilgilenir. Bu temel yaklaşımla hareket eden İslam, Al­lah'tan başkası adına boğazlanan —Örneğin Allah'a or­tak koşulan ve tapılan putlar adına boğazlanan— hayva­nı yemekte insanın ruh sağlığına zarar görmektedir. Çün­kü insan ruhen Allah'a bağlıdır. Bu bağlılık bütün haya­tında olduğu gibi yediği içtiği şeylerde de kendini gös­terecektir. Kesilen hayvanın, insanın inanıp bağlandığı ve rızkı kendisine O'nun verdiğine inandığı) Allah'ın adına kesilmiş olmasında ruhi denge ile ilişkili, bir ruhi tat­min sözkonusudur. Yasaklanan bu maddeleri yemek zo­runda kalan insan ise İslam'ın kolaylaştırıcılık ve müsa­mahakârlığından istifade edecektir. Yalnız bunun da be-. lirli sınırları vardır. Ayette anılan bu sınırlar konusun­da müfessirler değişik yaklaşımlarda bulunmuşlardır. Bu sınırları belirleyen iki kelimenin delalet ettiği anlamlar konusunda ayn görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısım mü­fessirler, bunun zaruret halini aşmamak ve Ölmeyecek ka­darını yemekle yetinmek olarak yorumlamışlardır. Zaru­retlerin hükmünün, kadrince olduğu genel kaidesinden hareket ederek bu sonuca ulaşmışlardır. Diğer bazı mü­fessirler ise bu sınırı değişik zaruretler arasında bir ayı­rım olarak yorumlamışlardır. Bunlara göre zaruret du­rumuna düşmek iki çeşittir: Biri, tabii şartlar sonucu zaruret durumunad üşmek, diğeri ise bir azınlık (bağy) ve düşmanlık (udvan) durumundan kaynaklanan zaruret du­rumudur. Ayeti kerimede anılan sınırlama, bu iki zaru­ret durumundan kendi güttüğü bir azgınlık veya düşman­lık sonucu değil de, tabii şartların zorluklarının insanın başına getirdiği zaruret durumu için bir ruhsat niteli­ğindedir. Örneğin hırsızın, zalimin, imama karşı ayakla­nan insanın bu eylemlerinden dolayı düştüğü zaruret du­rumu, kendisine haram olan bu eşyayı yeme ruhsatını vermez.

Birinci durumda bu yasak şeyleri yemek bir günah getirmezken, ikinci durumda getirmektedir. Çünkü bu-ikinci duruma yol açan öncüller gayrı meşrudur ve in­san bu gayrı meşru duruma kendi iradesi ile bulaşmış­tır. Hayatı buna bağlı bile olsa bu insan mazur sayılamaz. Burada ikinci görüş daha isabetli görülmektedir. İmam­larımızdan nakledilen haberler de bu yöndedir.

Ayeti kerime Allah'ın «Gafur - çok bağışlayan» ve «.Rahîm - çok merhamet eden»

sıfatlarını anarak son bulmaktadır. Bu da Allah'ın kulla­rı ile olan ilişkisinin, bağışlama ve merhamet etme teme­line dayalı olduğuna delalet etmektedir. Tabii ya da gay­rı tabii şartlarda günah işlemek durumunda kalanlar, asi­ler ve itaatkarlar hepsi nihayetinde Allah'ın mağfiret ve rahmetinin kapsammdadırlar. Çünkü O'nun bağışlaması ve merhameti kapsamlıdır. O, çok bağışlayan «Gafur» ve çok merhamet eden «Rahîm»dir. [35]

 

Haram Şeylerin Dörde İndirgenmiş Olmasını Nasıl Anlıyoruz

 

Burada karşımıza "bir soru çıkıyor: Yiyecekler konu­sunda özellikle de etler konusundaki yasaklar, köpek, ha­şereler, yırtıcı hayvanlar ve diğerlerinde olduğu gibi ol­dukça çok iken Enam. Süresindeki,

«De ki; Bana vahyedilende yiyecek olarak insana ölü (hay­vanın etin)âen, akan kandan, domuz etinden —ki bu pistir— ve —sapıklık olarak— Allah'tan başkası adına boğazlanmış olan (hayvan)dan başka yasaklanmış bir şey görmüyorum.»

(En'am:  146)

ayeti ile de tam bir uygunluk arzeden bu ayeti kerimede haram olan yiyeceklerin böyle dört şeye indirgenmesinin anlamı nedir?

Elcevap : Burada mesele, izafi bir indirgemeye da­yanmaktadır: Ehl-i kitabın Allah'ın şeriatinde helal ve haram olan şeyler konusunda ortaya attıkları ve herhan­gi bir geçerli delile dayanmaksızın ileri sürdükleri iddia­lar üzerine varid olmuştur. Bu iki ayet, Allah'ın Rasulü Muhammed (SAV)'e vahyettiği helal ve haramdan Ehl-i kitabın arzedildiği üzere ortaya attıkları tartışmalara ko­nu olanlar hakkında gerçeği izah bağlamında inmişlerdir. Bütün helal ve haramları sınırlayıp açıklamak bağlanım­da değil. Bundan dolayı, bu iki ayette dört haramın sa­yılması, aralarında tartışma konusu olmamış diğer ha­ramların bulunmasına mani değildir. Bu cevap meseleyi ayetlerin nüzul ortamına değil de. Kur'an'm üslubuna dayandırmaya çalışan müfessirlerm gittiği -yoldan daha üstündür diyebiliriz. Yine de ayetlerin gerçeklerini en iyi Allah bilir. [36]

 

Dînin Gerçeklerim Saklayanların ve Bunun Ticaretini Yapanların Cezası

 

«Şüphesiz ki Allah'ın indirdiği Kitaptan bir şeyi gizleyip de onu az bir (dünyalık) değer ile değiştirip satanlar var ya, işte onların yeyip karınlarında taşıdıkları ateşten başka bir şey de­ğildir. Kıyamet günü Allah onlarla (kendilerini muhatap alıp da) konuşmaz, onları arındırıp temize çıkarmaz, onlara çok acıklı bir azap vardır. İşte doğru yolun karşılığında sapıklığı ve günahlardan arınıp temizlenme yerine azabı satın alanlar on­lardır. Ateşe karşı ne de dayanıklıdırlar bunlar... Bu azap Al­lah'ın Kitabının hak olarak indirildiğinden (dolayı)dır. Bu Ki­tap hakkında ayrılığa düşenler elbeîteki uzak bir ayrılık (de­rin bîr çıkmaz) içindedirler»...

(Bakara: 174-176)

Bu ayetlerde Ehl-i kitaptan, Allah'ın indirdiği ayet leri, bu ayetlerde "belirttiği haberleri helal ve haramları (geçen ayetlerin tefsirinde de değindiğimiz üzere) gizle­melerinden ve kendi yanlarından hükümler koymaların­dan bahsedilmektedir. Kur'an-ı Kerim, Allah'ın İndirdiği vahyi saklama, bu ve diğer yollarla ilahi gerçekleri giz­leme bu gerçekleri az bir dünyalık karşılığında değiştirip satarak din ticareti yapmak ve cahillerin cahilliklerini sö­müren kimselerin durumunu açıklamakta ve bu işlere tevessül edenlerin acıklı bir sonuç ve acı verici bir azabı hakettiklerini bildirmektedir. Çünkü bu kimseler, bu dav­ranışlarıyla yalnız kendilerine kötülük etmiş olmuyorlar. Aksine, bütün bir hayata ve tümden bütün insanlara kar­şı hem de çok büyük bir kötülük etmiş oluyorlar. Çünkü Onların sakladıkları ve az bir dünyalık karşılığında de­ğiştirip, sattıkları bu gerçekler, insanların hayatında bir fikir ve eylem olarak yayıldığı takdirde, insanlar için iyi­lik ve illerlemenin kapıları açılacaktır. Açılan bu kapılar hayatı gelişme ve parlaklığa sürükleyecek, onu içinde yaşayan insanlar ile birlikte karanlıklardan aydınlığa çı­karacaktır.

Bu ayetlerde Allah'ın vahyini gizleyerek onu tahrif-çi yollarla "basit dünyalık değerler karşılığında satan in­sanlardan bahseden Kur'an-ı Kerim, bu tahrifçilik karşı­lığında elde ettikleri dünyalıkların karınlarını ve içten içe bütün bedenlerini yakacak bir ateşe dönüşeceğini, kı­yamet günü aşağılık ve rezillik konumunda olacaklarını, Allah'ın onları muhatap alıp konuşarak iltifat etmeye­ceğini, kapsamlı rahmetine ve hoşnutluğuna kavuşmak yolunda ruhlarını arındırmayacağım ve onları acıklı bir azabm beklediğini haber vermektedir.

Allah doğru yoldan saparak yanlış kâr-zarar hesap­ları yapanları uyarmakta; hidayet ve sapıklığı iki karşıt çizgi olduğunu vurgulayarak, bu insanların kendilerini iyiye, aydınlığa ve kurtuluşa götürecek doğru hidayet yo­lunu seçme imkanları varken, yanlış bir kâr-zarar hesa­bı neticesinde bu imkanı kendilerini kötülüğe, karanlığa ve zarara düşüren sapıklık yolunu tercih ettiklerini bil­direrek, bütün insanları uyarmaktadır. Çünkü bu insan­lar azap unsurları ile bağışlanma unsurları arasında bir tercih yapma meselesi ile karşı karşıya kalmışlardır. Az bir dünyalık için Allah'ın sevgisini ve O'na itaati içeren bağışlanma unsurları yerine, Allah'a isyanı ve onun ga­zabını içeren azap unsurlarını seçmiş, azabı bağışlanma­ya tercih etmişlerdir.

, Kur'an-ı Kerim sonra bir hayret kipi ile, bunların kendilerini bekleyen bu acıklı azaba nasıl dayanacakları­nı sorarak, onları bekleyen azabm dayanılmaz şiddetin­den haber vermektedir.

Bakara Suresinin bu bölümünün son ayeti şu anlam­la sona eriyor: Bu insanların risaletlerin çizgilerinin tem­sil ettiği hidayet karşısında içersinde    bocaladıkları sapıklığın sureti açıktır. Allah Subhanehu, Kitabı açık bir

gerçekle indirmiştir. İçersinde herhangi bir karışıklık ya­da ihtilaf yoktur. Hal böyle iken, Allah'ın indirdiği bu ki­tabın kelimelerinde, anlamlarında ve kavramlarının kay­naklandığı Kur'an'î gidişatın tabiatında ihtilafa düşüp, tartışma ve ayrılık çıkaran kimseler, derin bir çıkmaz içindedirler. Bunlardan hiçbiri görüş ve düşünceleri bir­birine yaklaştıracak, onları bir kanalda toplayacak müs-bet etkenlere sahip değil, aksine bunlardan, yaklaşama­yacakları derecede uzaktırlar. Çünkü bu kimselerin mese­lesi, nerede bulursa bulsun, (alacağı) gerçeği arayan bir düşünce meselesi değildir. Aksine kendini çatışma ve ay­rılıkların karanlığında arayan tamahlar, şehvetler ve im-' tiyazlar meselesidir. Bu nedenle bunlar, ancak uzaklaş­mak için yaklaşır, yeniden çalkalanmak için durulurlar. Meseleleri sabit bir durak, bir dayanak aramak değildir. Bunlar devamlı göçüp yer değiştiren kum tepelerinin pe­şi sıra cehennemin derinliklerine doğru yol almak duru­mundadırlar. İşte en büyük sapıklık, en derin çıkmaz ve apaçık hüsran budur... [37]

 

29) ÎSLAM'DA ÎYİLÎK  KAVRAMI  ÇERÇEVESİNDE İSLAMİ ŞAHSİYETİN TEMEL UNSURLARI

 

Bismülahirrafamaıürrahim

«İyilik, yüzlerinizi doğu (veya) batı tarafına çevirmeniz de­ğildir. Asıl iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve Peygamberlere inanan, sevmekle beraber malı yakınlarına, ye­timlere, yoksullara, yolda kalmışlara, (darda kalıp da kendisin-den) isteyen fakirlere, boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lara veren; namazı kılan, zekatı veren, (söz verip) antlaş­ma yaptıklarında sözlerini yerine getiren; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden kimselerin yaptıklarıdır. İşte doğ­ru olanlar ve Allah'tan sakınıp (Onun gazap ve azabından) ko­runmuş olanlar da bunlardır...».

(Bakara:  177)

Bu ayetin nüzul sebebi hakkında Mecma-ul Beyan' da yapılan açıklamada, kıble Ka'beye çevrilerek önceki hükmün neshedümesi üzerine ortaya atılan    tartışmalar ve ileri-geri sözler üzerine Allahu Teala'nın bu ayeti ke-t rimeyi indirdiği kaydedilmiştir. Öyîeki, Allah'a itaat ko-\ nusu namazda yönelinen yöne indirgenmişti. Bu tartış­maları, anılan türden ileri geri sözleri ortaya atanlar da çoğu Yahudiler ve Hıristiyanlardı. Bunun üzerine Allahu Teala bu ayeti indirdi...

Bu duruma işaret eden bu ayeti kerime ışığında, İs-lami şahsiyetin izlerini görüyoruz. Şahsi gidişatta, insan­larla ilişkilerde ve hayattaki zorlu durumlarda fikir, iman ve davranış temeline dayalı bir şahsiyet... Ayette bu iz­ler —lügat alimlerinin de belirttiği üzere— iyilik ve ih­san bakımından genişlik anlamına gelen iyiliğin tabiatı­nı sınırlayıp belirlemek yoluyla işlenmektedir. Çünkü iyi­lik mü'rninin yanında, kendisine açılan düşünce ve ta­savvur ufukları ve kendisine kaynaklık eden pratik dav­ranış alanları açısından şahsiyetin sırrım temsil eder... Belki de bu ayetin içeriğinde içerdiği değer iyiliğin sa­dece ameli yönden hareket eden dar anlamını aşmasında yatmaktadır. Çünkü ayeti kerime, iyiliğin düşünce ve imana beşiklik eden fikri ve ruhi yanından hareket ede­rek amelde «Hayır ve şer-iyi ve kötü» olduğu gibi dü­şüncede de «İyi ve kötü»nün olduğunu açığa vurmakta­dır. Çünkü amelde iyiliğin temeli fikirde ve akidede (inançta) iyiliktir. Çünkü amele (yani davranışa) kalkışı ve kalkış gücünü veren, onun içeriğini ve tabiatını sınır­layıp belirleyen fikir ve inançtır. Bu nedenle Kur'an-ı Kerim, insanın şahsiyetini, fikri ve ameli şiarlarını belir­lemek yolunda hareket etmiştir. Amelden uzak bir iman ile yetinmediği gibi imandan uzak bir amel ile de yetin­memiş, böyle amel konusunda imandan uzak salt davra­nışsal bir değerlendirmeye gitmek yolundan uzak dur­muştur. Çünkü şahsiyet, iman ve amel ile olgunlaşıp ha-raket ederek iyiliğe kaynaklık eder...

«İyilik, yüzlerinizi doğu (veya) batı tarafına çevirmeniz de­ğildir. ».

Çünkü iyilik yapan kişinin problemi içerikten uzak bir şekil ile ilgili değildir. İmanın kökleri üzerine kurulu derin bir imandan kaynaklanmayıp, yol ve amaç olarak imanın hareketinden hareket etmedikten sonra hangi ta­rafa olursa olsun namazda herhangi bir tarafa dönmenin hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü böyle köksüz bir davranış yüzeyde kalan ve derinlere ulaşamayan duygulara da­yalı bir davranıştır ve anlamsızdır. Bundan dolayı Kıb­lenin doğu veya, batı yönüne çevrilmesi, üzerinde bu ka­dar tartışma^ yapmaya ve yapmacık problemler çıkarma­ya gerek duyulacak bir konu değildir. Çünkü bu, çok sa­yıdaki özel ayrıntıları konusunda ibadetlere ilişkin diğer cüz'i hükümler gibi soyut cüz'i bir hüküm olmaktan öte bir şey değildir. Tabii olan da mü'minlerîn insanlar ta­rafından ister olumlu bulunsun, ister olumsuz karşılan­sın, ilahi şer'i hükümlere boyun eğmeleri, az veya çok itiraz etmemeleridir. Çünkü onlar bu şer'i hükümlerin kaynağı olan Allah'a iman ederek, bu mü'min sıfatını ka­zanmışlardır' Eğer Allah'a inanıyorlarsa, O'nun hüküm­lerine de boyun eğmek durumundadırlar.

Burada asıl üzerinde düşünülmesi gereken konu, Kıb­lenin o ya da bu yöne çevrilmesi değil, iyiliği hayatın bü­tün alanlarını kapsayan bir konuna olarak yaşayan iyilik sahibi iyi şahsiyetin iç yapısı üzerinde yoğunlaşan temel­ler (esas ve kavramlar)'dır.

Kur'an-ı Kerim, bu ayeti kerimede bu temeller üze­rinde durmakta ve bu temeller kanalıyla iyilik sahibi şahsiyetin vasıflarına uzanarak, İslam'ın düşünceye, onu düşünen insan kanalıyla iyiliğe, bu düşüncenin şekil ve içerik bakımından somutlaşmış canlı örneği olan iyi in­san kanalıyla baktığını bildirmektedir. Böylelikle ruhi durum, teorinin uygulama gerçeğinden uzak teorik an­lamı üzerinde yoğunlaşmaktan alıkonulmuştur. Ayetteki şu tamamlayıcı kelimeler dikkatlerimizi bu noktaya çe­kerek bu noktada kafa yormamızı istemektedir:

«Asıl iyilik, Allah'a, ahiren gününe... inanan... Kimsele­rin yaptıklarıdır...».

»   Akidenin genel temellerine inanmak    kaçınılmazdır.

Bu da Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve Pey­gamberlere inanıp İman etmektir. Çünkü bu unsurlar, herhangi bir mü'min insanın bilmemesi ya da ihmal et­mesi mümkün olmayan dini gerçekleri temsil etmektedir­ler. Bütün semavi risaletler bunu mutlak olarak ikrar et­mişlerdir.

Ayeti Kerimenin ruhi ve fikri iyiliği temel olarak kabul ettiği bu imanın, Müslüman insan için İsîami şah­siyete uzanmak ve bu şahsiyet içersinde hareket etmeyi temsil ettiğini anlamak için geniş bir tahlile ihtiyacımız yoktur. Çünkü Allah'a iman, hayatın, kainatın kanunları­nı belirlediği gibi insanın hayatını da çizen hikmet sahi­bi, merhametli ve adil bir güçten kaynaklandığı hususun­da derin bir şuur ile bitişiktir. Bu şuurla insan, kendisi­nin varlığım, bedenini yaratıp, aklını ve ruhunu gelişti­rip yetiştiren bu yaratıcı güç karşısındaki sorumluluğu­nu hisseder. Her şeyde O'na olan mutlak ihtiyacı kanalıy­la Allah ile daimi bir kul-Rab ilişkisi hissi içersinde ya­şar. Bu iman karşısında bütün zaaf, kaybolma, boşluk, ümitsizlik, bağımsızlık ve dayanıksızlık unsurları birer birer düşer gider. Çünkü bu iman, hareketli canlılığı ile insanın hayatını bütün bu olumsuz kavramlara karşı, olumlu kavramlarla doldurur. İnsana bütün varlık unsurlarının dayandığı kendi yaratıcısının rahmeti, hik­meti ve mutlak gücü ile yönetip yönlendirdiği bir evren­de yaşadığını hissettirir...

Bu noktada, kendilerini kaybolma, boşluk ve daya-naksızlık hislerine boğan olumsuz kavramları yaşayan mü'minlerin imanlarından gafil halde yaşadıklarını ve bu olumsuz kavramlara beşiklik eden sapık çevrenin etkisi altında kaldıklarını ikrar edebiliriz.

Ahiret gününe imana gelince; bu iman, insanın içine bütün davranış ve sözlerinde —bunların sevap ya da aza­ba mahkum oldukları temeli üzerinden— sorumluluk şuurumı yerleştirir. İnsanın, hayatım en derin bir biçimde kavrayıp yakalayarak onu şahsi beğeni ve arzulara da­yalı başıboş bir yolculuk olarak kabul etmeyecek bir ko­numa getirir. Bu konuma ulaşan insan, hayatı başından sonuna sorumluluğun hüküm sürdüğü dosdoğru bir çizgi olarak görecek, bunun genel ve Özel sunuşlarının da bu sorumluluğun hakimiyeti altında olduğunu idrak edecek­tir. Hayatını, bundan sonra sevap ve azabın söz konusu olduğu bir ahiret hayatının varlığı şuuru içersinde yaşa­yacaktır. Şu ayeti kerimenin ifade etmek istediği anlam da budur: «Sizi boşu boşuna yarattığımızı ve tekrar bize dönmeyeceğinizi mi sandınız?..-»

Meleklere, kitaba ve Peygamberlere imana gelince... İman, bir yandan yaşanan pratik gerçekleri, diğer yan­dan «Gayba-Maddi duyularla duyumlanamayana» ilişkin ruhi gerçekleri temsil eder. Meleklerin temsil ettiği gö­rünmez varlıklar İslami tasavvurun temellerindendir. Al­lah'ın insanların hayatına ilişkin evrensel fonksiyonları yüklediği görünmez varlıklar, varlığın ruhi anlamlarının da temsilcileridirler.

Kitaba iman ise, tek ilahi risalete iman anlamındadır. Bu risalet, bütün Peygamberlik dönemlerinde inen tek risalettir. Bu risalet genel tevhidi kavramları ile bir olan kitap(lar) da indirilmiştir. Her asrın değişik ihtiyaçlarına ve çeşitli problemlerine uygun olarak ayrıntıları değişse de anlam itibarı ile tek bir kitaptır; Allah'ın kitabıdır.

Peygamberlere iman da, Adem'den Muhammed (S.A. V.)'a kadar bütün Peygamberlere imandır. Yani uzun ri­salet yolu boyunca ilahi hak gidişin birliğine imandır. Fi­kir ve hedef açısından Peygamberler arasında herhangi bir ayrılık yoktur. Çünkü fkir tektir. O da bir olan Al­lah'a iman ve ibadettir. Hedef de birdir: Sevdikleri ve sevmedikleri konusunda Allah'ın rızasına erişmek, yalnız Onu razı etmek... Bütün Peygamberlerin üzerinde yürüdüğü yol budur. Fakat bu yolun aşamaları değişiklik gös­terir. Her aşamanın kendi tabiatı ile uyumlu bir Peygam­beri vardır. Her durumda insanları Allah'a yönelten da-vetçinin bir rolü vardır.

Bundan dolayı İslam'ın Peygamberler hakkındaki dü­şüncesi olgun bir düşüncedir. O, her bir Peygamberin di­ğerinin rolünü tamamladığı, aksi bir yol izleyip birbiri­ne karşı çıkmadığı şuurundadır. Tıpkı büyük hedefe doğ­ru giden aynı bir yoldaki birbirini takip eden projelerde olduğu gibi... Günümüz dünyasında dinlerin birbirinden ayrılması risaletiıı tarihî aşamalarını ve içinde bulundu­ğumuz risalet aşamasını anlamak konusundaki bir yanlış­tır. Çünkü amaç yolundaki bir aşama bîzzatihi amaç ola­rak değerlendirilmiştir. İslam ise bütün ayetleri ile risa-letlerin bu tevhidi gerçeğini somutlaştıran tek din olarak baki kalmıştır. Çünkü İslam, bütün kitapları bünyesinde toplayan tek kitaba ve bütün Peygamberlere beşiklik eden bir Peygamberliğe imana çağırmaktadır:

«O (Altah)'ın resullerinden hiçbiri arasında bir ayırım yap­mayız

Böylece İslami şahsiyet, bu imanı tavır ile birlikte

herhangi bir semavi kitap ve Peygamber karşısında te­reddüt ve tedirginliğe düşmekten uzak kalmaktadır. Çün­kü O'na göre bütün semavi kitaplar Allah'ın vahyidir ve bütün Peygamberler Allah'ın rasulüdür.

«Sevmekle beraber malı yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, (darda kalıp da kendisinden) isteyen (fakir) lere boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere veren...»

Vermek İslami şahsiyetin unsurlarından biri ve ame­li iyiliğin canlı bir örneğidir. İnsan mala malik olsa da İslam, mülkiyeti bir görev ve sorumluluk olarak kabul eder, şahsi bir imtiyaz ve şeref olarak değil. Bunun için vermeyi şahsiyetin sırrı yapmıştır. Çünkü insanın malını vermesi, hayatın ve onun çeşitli problemleri, zor durum­ları ve büyük çıkışlar karşısında kendini diğer insanlar­dan da sorumlu olduğu şuuruna ulaşması demektir.

Ayeti Kerimede «sevmekle beraber» ibaresi bu ver­menin insan ruhundaki derinliğini pekiştirmek içindir. Yine bu «Sevmekle beraber» ibaresindeki «sevgi» İM an­lama yorulmuştur.- Bazıları «Allah'ı sevmekle beraber» diye tefsir ederek bu sevgiyi Allah'a atfederken diğer ba­zı müfessirler bu sevgiyi mala atfederek «malı çok sev­mekle beraber» şeklinde tefsir etmişlerdir. Burada her iki yorum yolunda düşündüğümüzde de sonuç değişmez. Çün­kü hu sevgiyi Allah'a atfeden yorum kanalıyla yaklaşır­sak: Allah için vermek şahsi dünyevi menfaatlerden uzak olmayı ifade eder. Bu sevgiyi mala atfeden ve

«malı sevmekle beraber»

diye yorumlayan tefsirler kanalıyla yaklaşırsak da hu du­rum, yani çok sevmekle beraber malı vermek, hu da kö­tülüğü emreden nefse karşı bir zafer yaklaşımını ifade eder ki, bu davranış da şahsi dünyevi menfaatlerden uzaklık konumunu temsil eder.

Allah yolunda verilen bu malı hakedenlere gelince bunlardan biri yakınlar (akrabalar)dır. Çünkü Sılayı Rahm yani iyi akrabalık ilişkileri— insanın bu iyilikle­rini fiili bir üslupla ifade edip fiilen açığa vurmasını ge­rektirir. Bu da karşılıklı ortaklaşa yardımlaşma anlamına gelen vermedir. İkincisi, doğrudan kefillerinin Ölümün­den sonra doğrudan doğruya insani toplumun kefaleti al­tına girmiş olan yetimlerdir. Üçüncüsü, insani bir haya­tın gerektirdiği insani fırsatları bulamayan, güç bakımın­dan ve fiilen bunları elde edemeyen miskinlerdir. Dördüncüsü, kendi beldesinde zengin de olsa yolculuk sıra­sında, üzerinde yolculuğunu tamamlayacağı malı bulun­mayan yolda kalmışlardır. Beşincisi, dilenciliği bir sanat ve meslek edinmemiş olup darda kalıp da ihtiyaç zorun­luluğundan dolayı mal isteyenlerdir. Altıncısı, köleliğin dayanılmaz boyunduruğu ve baskısı altında kalmış olan kölelerdir. İslam ,ellerinde mal bulunanların bu malların­dan kölelikten uzak insani ve hukuki bir hürriyet içer­sinde insani bir hayat yaşayabilmeleri için bu insanları kurtarmaları yolunda harcamalarını istemiştir.

Bu gruplara muhtaç oldukları malı vermek, toplu­mun kapsamlı tabii ve dengeli bir insani nizam içersin­de yaşaması yolunda insani ve İslami bir sorumluluktur.

«Namazı dosdoğru kılan...»

buyuruluyor: Çünkü namaz, insanın kalbini ve vicdanı­nı Allah Subhanehuya açar, içine onu canlı bir varlığa çeviren bütün temiz ruhi anlamları doldurur. Onu iyilik, temizlik ve hak ilkeleri ile teçhiz eder, o insan da diğer insanlarla ve bütün bir hayatla, insanlara ve hayata kar­şı olan sorumluluğunu idrak eden ve bu hisle davranan bir insan olarak yaşar. Bütün bunlar da ancak insanın Allah'a açılmasıyla gerçekleşecektir.

«Zekatı veren...»

Allah yolunda mal vermeyi temsil eden Zekat, Al­lah'ın huzurunda ameli bir ibadettir. Burada Allahu Tea-la'nm ayeti kerimede zekat vermeyi,

«Sevmekle beraber malı vermek»

ten  sonra  zikretmesi  dikkatleri  çekmektedir.  Bazı mü-

fessirler bunu tafsilden (ayrıntıdan) sonra bir icmal (to­parlama) olarak yorumlamışlardır. Halbuki bunun tahsis­ten (özelleştirmeden) sonra bir umum (genelleştirme) olduğu açıktır. Çünkü zekat yerleri önceki ibarede anılan yerlerden daha geniş kapsamlıdır. Özellikle zekatı bütün şer'i vergiler olarak ele alırsak (örneğin buna humusda dahildir); hatta bazı müfessirlerin görüşlerine göre ze­kat hayattaki bütün hayır yollarını kapsayacak denli ge­niş kapsamlı genel bir kavramdır.

«(Söz verip) antlaşma yaptıklarında (sözlerini ifa edip) ant­laşmalarını yerine getirenler...»

- Çünkü ahde vefa (söz verdiğinde sözünü, antlaşma yaptığında antlaşmayı yerine getirmek), söz sorumluluğu­nu temsil eder. Bu bir iç bağlılık ve doğruluk meselesidir. Özel ve genel ilişkileri ile toplumun selametinin sırrıdır. Bu ahde vefa kavramı insanlar arasındaki özel ilişkileri olduğu gibi toplum ve ümmet düzeyindeki genel ilişki­leri de kapsar. Bunun için tabii olarak mü'min ahde vefa edip bağlılıklarında da ihlaslı (samimi) olmak durumun­dadır. Çünkü O, ahde vefayı ve bağlılıkta ihlası imanın canlı görünümlerinden bir görünüm olarak kabul eder. Çünkü bu ilişkiler kendisi ile diğer insanlar veya ümmet arasında Allah'ın huzurundaki bir sözleşme ve antlaşma­dır.

«Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler.»

Sıkıntı, darlık ve fakirlik durumudur. Hastalık acı­dır. Savaş ise mücadelenin zorlu şartlarını temsil eder. Ayeti kerime bütün bu durumlarda sabretmeyi anmak­tadır. Çünkü sabır, bazı ayetlerde zikredildiği üzere

«Büyük bir iştir...».

İmam Ali (RA)'ın hadisinde anıldığı üzere de sabır, imana göre vücudun başı mesabesindedir. O, şahsiyetin engeller karşısında insanın hayat içersinde inancına ve üzerinde yürüdüğü inanç ve ameli çizgiye karşı duran en­geller karşısında bağlılık ve sebatın temel unsurudur. Çünkü zaaf insanı sapmaya kadar götürebilir,.

«işte doğru olanlar bunlardır...»

Yani inançlarında, sözlerinde, bağlılıklarında, hayat­taki ilişkilerinde ve konumlarında sadık olan doğru in­sanlar, bu anılan iyilik vasıflarına haiz olanlardır. Yaşa­nan günün ve geleceğin meselelerinde ortaya koydukları tavırlarıyla, destekledikleri ve protesto ettikleri ile fert, "toplum ve ümmet hayatında çizdikleri uzun boylu stra-tejileriyle doğru olanlar bu kimselerdir. Çünkü iman doğ­ruluğun zirvesidir. Çünkü iman doğrudan hakka bağlıdır. Doğruluk da gerçeği somutlaştırır... Bunun için bazı Ehli­beyt imamlarından rivayet edilen sözlerde zikredildiği üzere:

Müzmin korkak olabilir...  Cimri olabilir...  Fakat yalancı-olamaz-

Yine diğer bazı haberlerde mü'nıini imtihan etme­nin yolunun sözlerindeki doğruluğuna bakılması olduğu zikredilmiştir. Bunun için bu sıfat gerçek îslami şahsiye­tin temeli olarak kabul edilmiştir.

«Allah'tan sakınıp (Onun gazap ve azabından) korunmuş olanlar da bunlardır...»

Bunlar Allah'tan korkup sakınanlardır. Bu Allah kor­kusu onların hayatlarında ameli bir çizgiye ve tavra dö­nüşmüştür. Allah'ın kendilerine haram kılmış olduğu, ha­ram mal, haram yiyecek, haram içecek, haram oyun, ha­ram ırz, haram ilişki ve diğer bütün Allah'ın nehyettikle-ri haram sınırlarına dayandıklarında dururlar. Allah'ın kendilerine ibadetlerinde muamelelerinde, evdeki, işteki, sosyal, siyasal ve ekonomik-hayattaki ilişkilerinde emrettiklerini yapar, bütün bu yaptıklarında da ihlaslı olup yalnız ve yalnız Allah'ın rızasını gözetirler. Şehvetlerine, enaniyet (Benliklerine ve dünyevi tamahlarına teslim olup boyun eğmezler. Allah'ın rızası içlerinde devamlı yaşayan canlı bir hedef olur.

İşte fikir ve amel alanında iyinin ve iyiliğin bütünü­nü temsil eden İslami şahsiyetin unsurları ve iyi hayatın sabit temelleri bunlardır.

Duamızın sonucu: Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun... [38]

 

30) EY AKIL SAHİPLERİ!.. SİZİN İÇİN KISASTA HAYAT VARDIR

 

Bismîllahirrahmanirraîüm,

«Ey iman edenler! Size (adam) öldürme (suçun)da kısas ya-zıl(ıp farz kılm)dı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın... Ama kim (müslüman) kardeşi tarafından affedilirse, o takdirde ma' ruf (belli sınırlar)a uyulması (diyeti istenmesi) ve (affedip de diyeti isteyen tarafa affedilen tarafça) güzel bir (şekilde diyeti) ödeme gerekir. Bu Rabbiniz tarafından bir (ağırlığı) hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra da kim düşmanlık güderse artık onun için acıklı bir azap vardır... Ey akü sahipleri/ Kısasta si­zin için hayat vardır: Böylece korunursunuz.»...

(Bakara: 178-179)

Kur'an-ı Kerim'in bu bölümünde bir hüküm koymak olayıyla karşı karşıyayız. Kur'an-ı Kerim bu surenin bu bölümünde, insanların genel hayatlarına ilişkin hükümle­ri koymaya başlamıştır. Bu hükümler, insanların ceza hu­kukuna ilişkin durumları, kendi nefislerine, Rablerine ve hayattaki diğer insanlara karşı işlem ve eylemlere hük­meden çeşitli ilişkileri kapsamaktadır.

x Bu hükümlerden biri de kısas hükmüdür. İnsanların hayatındaki büyük suçlardan kabul edilen adam öldürme suçu konusunda, bu iki ayetin karşılık olarak koyduğu bir hükümdür bu. Adam öldürme suçu hayattaki büyük suç­lardan kabul edilmiştir. Çünkü bu suç, hayata karşı bir düşmanlık ve saldırıyı temsil eder. Bundan dolayı bu suç insani varlığın hayat içersindeki gidişine karşı büyük bir tehlike oluşturmaktadır. Bu suça karşı koymak ve gereğince mücadele etmek ferdin ve toplumun selametinin ko~ runması temeline dayanır. İslami görüş açısından bu su~ çun kesin çözümü kısastır. Kısas maktulün sahipleri sahip olunan bir haktır. Maktulün sahibi bu suça lık katili öldürebilir. Maktulün sahiplerine ödenecek üıT diyet karşılığında bağışlayabilir;  Yine karşılıksız ol^rak da bağışlayabilir.

Dinler tarihi açısından baktığımızda bu kısas hüKîn'sadece Muhanımed (SAV)'in dini olan İslam dinine ait "ir hüküm değildir. Aksine bütün semavi dinlerde kar"sılan dini bir hükümdür bu. Kur'an-ı Kerim, diğer ayetlerinde bu hükmün Tevratta da yer alan hükümlerde olduğunu bildirmektedir:

«O (Tevratta) onlara: Cana can, göze göz, buruna bUrun' kulağa kulak, dişe diş ve yara(lama)lara (karşılıklı) kısas yaz(a~ rak farz kü)dık. Kim bunu bağışlar (kısas hakkından vazger'~ sa kendisi için kefaret otur. Allah'ın indirdiği (hükümler) "e hükmetmeyenler de zalimlerin ta kendileridirler».

(Maide: 45)

Kur'an-ı Kerim, bu kısas düşüncesinin Adem'in od­ları Kabil ile Hâbil'in kıssasına dayandırmakla da hu u" şüncenin tabii durumunu arz etmiştir:

« Bundan dolayı Israiloğullarına yaz(arak fark kıl)dık Kim —bir cana karşılık olmaksızın) bir can(a kıyıp bir aam> öldürürse bütün insanları Öldürmüş gibidir. Kim de bir cart1 .Lıya ederse bütün insanları ihya etmiş gibidir»...

Bu ayetten anlıyoruz ki, bu hükme hakim olaiî *e~ mel kaide, hayatı tehlike durumlarından uzak tutmadır. İslam şeriatinde, insan hayatıyla oynamaya, ilke k yer yoktur. Bu ilke bir ferdin hayatına karşı ş güderek girişilen bir saldırıyı bütün insanların hay;ıtına karşı bir düşmanlık ve saldırı olarak kabul etmek  yindedir. Çünkü herhangi bir fert ile bir diğerini ya da bütün insanların hayatları arasında bir kutsallık ve de­ğer farkı yoktur. Bir ferdin hayatını korumak, bütün in­sanların hayatını korumakla aynı mesabededir. Çünkü bir ferdi korumaya yönelik çabalar ilke olarak hayatın kutsallığını temsil etmektedir. Çünkü bu büyük cinayet, bîr ferdin hayatına tecavüz etmekle kalmayıp diğer insanların hayatlarına da uzanacaktır...

Bazı çevreler Hıristiyanlığın kısası bir ilke olarak kabul etmediği, aksine buna karşılık af ve hoşgörüyü hük­me başladığı yolunda bir yanılgıya sürüklenmişlerdir. Bu bağlamda Mesih Aleyhisselamın şöyle dediği rivayete edilmiştir:

«Sağ yanağına vurana sol yanağım da döndür»...

Bazı müfessirler de Hıristiyanlığın kısas yerine ke­sin bir fariza olarak diyeti farz kıldığını nakletmişlerdir. [39]

 

Hıristiyanlık Hukukunda Af Kavramının Yeri

 

Fakat biz bu isnadın pek dikkatli bir isnad olmadığı kanaatindeyiz. Çünkü Hıristiyanlıkta bahsi edilen af ve hoşgörü suç ve suçlulara karşı davranışlar konusunda ye­gane kaide olmak noktasından hareket etmemiştir. Hıris­tiyanlıktaki bu af ve hoşgörü yaklaşımının kaynağı in­sanların sıkısıkıya sarıldığı maddi hukuki durumu hafif­letmek düşüncesidir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in bize anT lattığı üzere (Musa ve İsâ (AS)'m gönderilmiş oldukları) İsrailoğulları öyle olumsuz bir durumdaydılar ki, gerek özel ve gerekse genel ilişkilerinde ruhi manevi Ölçüt ve yaklaşımların yeri yoktu. Hıristiyanlığın bu af ve hoşgö­rü yaklaşımı da bu durumu yumuşatıp, İsrailoğullarmm hayatına ruhi' manevi değerleri sokmak amacından hare­ketle, hukuken var olan kısas hakkından feragat ederek, af ve hoşgörü ile davranmalarını istemiştir. Böyle olun­ca bu konuda İslam'ın hükümleri ile Hıristiyanlıktaki hü­kümler arasında bir ayrılık görülmemektedir. Çünkü ayette açıkça görüldüğü üzere bu af ve hoşgörü yaklaşı­mından hareket eden İslam dini de, kısas tahakkuk etti­ği halde Qıak sahiplerinin) affetmelerini takvaya daha yakın kabul etmiştir: «Kim bunu bağışlar (kısas hakkın­dan vazgeçer)se kendisi için keffaret olur...» [40]

 

Yahudilik ve Hıristiyanlığı Aynı Yemde Birleştiren Görüş

 

Bazı İslam yazarları Yahudiliğin maddeciliğe, buna karşılık Hıristiyanlığın ruhi düşünceye daha yakın oldu­ğunu ileri sürmüş ve bu yolda bir tahlil yaparak İslam' m büyüklüğünü göstermek amacıyla İslam'ın ise bu İM yaklaşımın ortasında bir yol izleyerek hükümler, kav­ramlar ve pratikler bakımından madde ile ruh arasında dengeyi gerçekleştirdiğini ifade etmişlerdir. Bu görüşün tartışmasını yapacak olursak: Bİz, semavi dinlerin değerlendirilmesi konusunda böyle bir tahlil yaklaşımım kökünden reddediyoruz. Çün­kü Kur'an-ı Kerim, geçmiş semavi dinlerin hepsinin tek bir çizgi üzerinde yürüdüğünü bildirmektedir. Kur'an'm bildirdiğine göre bütün semavi dinler hayatın, insanın Al­lah ile olan ilişkisinden hareketle ruhi yanını, insanın di­ğer insanlarla olan ilişkisinden hareketle de maddi yanı­nı aynı denge yaklaşımı üzere işlemişlerdir. Bu noktada biri diğerinden az ya da çok uzak değildir. Bu konuda Al-lahu Teala'nm, davetinin başlangıcında îsrailoğullanna sunduğu açıklama çerçevesinde Meryem Oğlu İsa'yı ta­nıtmak bağlamındaki şu ayeti kerimesi bize yeterli açık­lığı sağlamaktadır:

«Meryem Oğlu İsa (kavmine hitaben) şöyle demişti: Ey İs-railoğıüları şüphe yok ki ben, size Allah'ın, önümdeki Tevratı doğrulayan ve benden sonra gelecek Ahmed ismindeki bir Ra~ sulu müjdeleyen rasulüyüm»... (6/64)

Diğer bir ayette de şöyle buyuruyor:

- «Önümdeki Tevratı doğrulayan (bir rasul olarak) size (da­ha önce) haram kılınmış bazı şeyleri helal kılmak için geldim ve size Rabbinizden bir ayet (delil, mucize) getirdim. Allah'tan korkun da bana itaat edin».                                          (3/50)

Bu iki ayeti kerime, Hıristiyanlığın, Tevratm şeriatı­nın üzerinde, yürüdüğü çizgiyi neshetmek üzere gelmedi­ğini, aksine zamanın gösterdiği gelişmelere ve yeni yeni ortaya çıkan değişik görünümlü problemlere paralel ola­rak getirdiği bazı —helal ve haram türünden— istisna­larla birlikte genel olarak Tevratm şeriatını ikrar yakla­şımından hareket ettiğini pekiştirmektedir.

Hayatın değeri konusuna gelince bu, zamanın ve me­kanın değiştirernej^eceği bir konudur. Bütün zaman ve mekanlarda insan hayatı önemli ve değerlidir. İlahi şe­riat her zaman ve mekanda insan hayatının önemli ve değerli olduğu hissini derinleştirmeye çalışmıştır.

tşte bu gerçekler ışığında, Hıristiyanlığın diyetle ye­tindiği, kısasa geçmediği yolundaki görüşlere ve bu gö­rüşlerin dayandığı tahlillere katılamıyoruz. Çünkü me­seleye bir çözüm olarak diyet, hayatın kutsallığı ve ha­yata saygı ilkesini ikrar yaklaşımı ile bağdaşmamaktadır. Bu bağlamda diyet ancak —İslam şeriatının de hükme bağladığı gibi— af ve hoşgörü alanlarında kısasın bir al­ternatifi olabilir. Yoksa her halükarda mutlak bir alter­natif olamaz.

Yine bazı çevreler bu kısas hükmünün, semavi din­lerden başka, Hamurâbi ve diğerlerinde olduğu gibi diğer bazı halkların hukuklarında yani beşeri hukuklarda da bulunduğunu söylemektedirler. Ancak biz bu beşeri şe-riatlerden birçoğunun semavi risaletlerin uzantıları ol­dukları biliyoruz. Kur'an-ı Kerim'in bize bildirdiğine gö­re de semavi risaletler, insanın meselelerini ve genel ve özel problemlerini çözme yolunda, tarihi bakımdan be­şeri şeriatlerden önce gelirler. [41]

 

Kısas Hükmünün Felsefesi

 

Burada biz, tefsir çalışması içersinde İslami yönüyle bir hukuk incelemesi yapmak istiyoruz. Bunun için İs­lam şeriatinin pratik hayattaki uzantısından hareketle bu . şeriatin hayata elverişliliğini inceleyeceğiz. Bunun için sosyal ilişkilerin ve toplumsal oluşumların gelişimi ve bu­na paralel olarak ortaya çıkan yeni ceza sistemleri kar­şısında bir alternatif olarak işlerliğini, bu değişim ve ge­lişmeler karşısında zamanın gerisinde kalıp kalmadığım incelemek durumundayız.

Bu soruların cevabı oldukça geniş ayrıntılara muh­taç görünüyor. Fakat biz, meseleyi temelden ele alacak olursak,' hangi şer'i hükmü incelemeye kalkarsak kalka­lım şu temel noktadan hareket etmemiz kaçınılmazdır: Şüphesiz İslami hükümler bazılarının —iddia ettikleri gi­bi— yeryüzünden uzak, gökte yaşayan değerler esasın­dan hareket etmemektedir... Çünkü İslam, insanların ulaşmak şöyle dursun, yaklaşmaya bile güçlerinin yetme­diği büyüleyici yüksek değerleri ve büyük hedefleri or­taya atan idealist ütopyacı bir din değildir. O, soyut alan­lar ve soyutlamalarla değil sehvetleriyle, amaçlarıyla, karşıt unsurlarıyla canlı bir hayatın somut gerçekleriyle ve somutlaştırmalarla uğraşır. O, insanoğluyla onun beşe­ri özelliklerini bozmadan, göklere uzanmakla beraber ayaklarını yerden kesmeden uğraşarak onu melekût ale­mine yaklaştırmak ve o alemi insanın istifadesine sunmak ister. Yeryüzü gök olmadıktan ve insan da gökyü­zünde değil yeryüzünde yaşadıktan sonra, hükümlerin de göklere değil yeryüzüne ilişkin olması kaçınılmazdır. Bun­dan dolayı da, insanı ruhi değerlere ulaştırmak yolunda­ki canlı gerçekçi üslupları, yeryüzünün ve onun oluş ve oluşumlarının maddi tabiatına uygun olmak zorundadır.

İşte şeriatı ve onun hükümlerini anlamak çabasın­dan dolayı, göz göze gelmek zorunda olduğumuz nokta budur.

Bu gerçek ışığında kısas hükmündeki suç ile müca­dele yaklaşımını inceleyebiliriz. Önce açık bir örnekle kısasın bulunmadığı bir toplum tasavvur edelim. Cinayet­ler almış başını gidiyor ve bu toplumun düşünen kafaları, insan hayatının kutsallığı düşüncesinden uzak olmadıkla­rı halde katiller karşısında donup kalıyor ve —sözde— aynı düşünceden hareketle katilleri koruyorlar. İdam ce­zalarını kaldırmış bazı Avrupa toplumlarında olduğu gi­bi katili hapsetmekle yetiniyorlar. Şimdi düşünüyoruz: Hayatlarını, huzur ve esenliklerim, düzenlerini korumak amacında olan toplumlar, bunu idam cezasını kaldırarak mı yoksa böyle bir cezayı uygulayarak mı gerçekleştire­bilirler? Bu sorunun cevabı —bizce— ikinci şıktadır. Ya­ni katile karşı idam cezasının suçu önleyici bir temel ola­rak kabul edilmesi ve böylece uygulanmasmdadır. Bu gö­rüşü ispatlamak için de soyut, fikri felsefelere dalmaya hacet yoktur. Bu konuda istatistiklere müracaatla yetin­mek bile yeterli ve yerinde olacaktır. [42]

 

İdamı Cezası ve Suçları Hafifletmedeki Rolü

 

İdam cezasını uygulayan ülkelerin, kendi toplumların­daki suçlan yüzde yüze yakın büyüklükteki bir oranda engellediklerini görüyoruz. Hem de kültürü ve nizamı ile geri kalmış ülkelerden sayıldığı halde... İdam cezası­nı kaldırmış olan ülkelerin ise —çağdaş  genel Ölçülere göre büyük medeni ilerlemeler katetmiş    sayılmalarına

rağmen, suçlan önleyemediklerine, bu ülkelerde cinayet­lerin gün be gün arttığına, bütün suç olaylarının ferdi ve toplumsal hayatlarının sosyal, siyasal ve ekonomik alan­larının işgal ettiklerine şahid oluyoruz. Suçların yayıldı­ğı bu ülkelerde, vatandaşların can güvenlikleri sallantı­dadır. Çünkü böyle bir toplumda vatandaşlar değil, suç­lular güvenlik içersindedirler. Amerika gibi modern çağ­daş bir ülkede bazı saatlerde insanların sokaklarda silahlı veya şiddetli özel koruma tedbirleri altında olmaksızın dolaşamadıklarını görürken, Körfez ülkeleri gibi —çağ­daş genel ölçütlere göre— geri kalmış fakat idam cezası­nı uygulayan ülkelerde büyük bir yüzde oranla güvenlik hissi içersinde yaşadıklarına şahit oluyoruz.

Şimdi ileri medeniyet seviyesinde —çağdaş ölçütle­re göre— gelişmiş bütün sağlık mekanizmalarına, toplum­sal ve kültürel mekanizmalarına sahip bir toplumu bir tarafa koyalım, ferdin herhangi bir garantiye ve toplum­sal mekanizmaların koruyuculuğuna sahip olmadığı —çağ­daş ölçütlere göre— geri kalmış hatta ilkel bir toplumu da diğer tarafa koyalım... Birinci toplum örneğinde idam cezasının bulunmadığını, ikinci toplumda bu cezanın bu­lunup uygulandığım düşünelim. Birinci toplumda suçların yayılıp hayatı bir kaosa döndürdüğünü, ikinci toplumda ise suçların ezici bir oranla azaldığını, yayılamayıp etki­siz kaldığını görürüz. Bu durumun bize neyi anlattığı apaçık ortadadır. [43]

 

İnsan Akıl ve İradedir

 

İnsan; hisleri, şiarları, fikirleri ve iç çatışmaları ile aritmetik bir varlık değildir. Yine çoğu hallerde seçim yapamayan acaip bir hayvan da değildir. Aksine insan, canlı ve çeşitli alanlara uzanan amaç ve şehvetleriyle ken­dini ve alanlarını daraltıp genişletebilen, yüzeyselleştirip derinleştirebilen dakik bir mahluktur. İnsan böyle olun­ca, hayat içersindeki seyrü seferinde muhtaç olduğu şey nedir?

Bu insanın iki unsura muhtaç olduğunu düşünüyoruz. Bunlar akü ve iradedir. Akıl için ilim, tecrübe ve anlam­lar (kavramlar ve değerler) zorunludur. Düşünceyi eyle­me dönüştüren irade için de, bir iç ve dış terbiye aynı kaçınılmazlıkla zorunludur. Toplumun bu yolda büyük bir çabaya muhtaç olduğu da açıktır. Çünkü irade kişinin, tahammül etmek durumunda bulunduğu bazı yoksunluk­lar ve karşılaşacağı darlık, güçlük ve engellerle yakından ilişkilidir. Bunun için bu engellere karşı çıkacak insanın uzun bir eğitimden geçmesi zorunludur. Bu eğitim ve teç­hizat da iç etkenlere dayanır. [44]

 

Dış Etkenler de Kaçınılmazdır

 

Buna ilaveten, insanı içindeki zaaf noktalarından ko­ruyacak, diş etken de zorunludur. Çünkü insan çatışma ve mücadele alanlarında iradesini hezimete uğratacak zaaf hallerine teslim olabilir... Buradan hareketle mükafat ve ceza gibi bireysel ve toplumsal dış etkenlere ihtiyaç ol­duğunu söyleyebiliriz. Yani insan, kendi içindeki zaaf noktalarına yenildiği takdirde, toplumsal baskı mekaniz­malarıyla karşı karşıya kaldığında, bu mekanizmalar in­sanın sapmasına ve olumsuz neticelerine engel olma yo­lunda etkin olacaklardır. Bu etkinlik hem dünyada top­lum tarafından uygulanacak cezalarla, hem de Allah'ın ahirette uygulayacağı cezalarla sağlanmak durumunda­dır. Bu etkin donanıma olan ihtiyaç bakımından, geliş­miş toplumlarla, gelişmemiş toplumlar arasında herhan­gi bir ayırım yapılamaz. Çünkü bu alanda medeniyet ile gerilik birbirinden ayrılamaz. Hayatın tarzı ve yöntem­leri, bu iki ayrı toplum türü arasında değişiklik arzede-bilir. Fakat sapma, suç ve zaaf her ikisinde de vardır. Ancak bu olumsuzlukların görünümleri birbirinden farklı olabilir, tabiatları ve tehlikelilikleri değil. Öyleyse ceza kaçınılmazdır. Fakat katili nasıl cezalandıracağız? Hapis ile mi? Dayak ile mi? Yoksa İslam şeriatinde olduğu gibi Ölüm ile mi? [45]

 

Katilin İdamı Hükmü Etrafıadaki Şüpheler

 

Bazı düşünürler, bu cezanın insani olup.olmadığı kay­gısıyla idam cezasının reddi çerçevesinde bazı düşünce­ler ortaya atmışlardır. Bu düşünceleri şu noktalarda özet­leyebiliriz:

1 — Bunlardan bir kısmı, bir suçu    buna mukabil bir suçla karşılamanın    bir sorunu benzeri   bir sorunla çözmenin caiz olamayacağını söylüyorlar.     Bu düşürle-re göre eğer cinayet hayata kasıt noktasından hareket edi­yorsa bu şekildeki bir ceza da aynı noktadan hareket et­mektedir. Çünkü biz böyle bir ceza ile ikinci bir hayata kasdetmiş oluruz. Hayatın kutsallığı onun her konumda korunmasını gerektirir.

2  Kısas cezası, katilin de aynen öldürülmesi, suç­lunun üzerinde yapılacak sübjektif inceleme yaklaşımı­na uygun düşmemektedir. Çünkü bu yaklaşımla suçlu, bu suçu sırf kendi iradesiyle işlememekte,    aksine hayatını kuşatan iç ve dış etkenlere yenilerek işlemektedir. Her-halükarda suç, suçlu için boyun eğilen bir durum sayılır. Böyle olunca kanun koyucu tedbirlerini    hastayı değil, hastalığı öldürmek, yani suçluyu değil, suçu öldürmek yo­lunda seçip belirlemelidir. Bunun için de suçluyu öldü­ren değil, onu hastalıktan kurtarıp toplumsal hizmete ka­tılabilecek sağlam bir unsura kavuşturacak yöntemler uy­gulanmalıdır.

3  İslam'ın Rasul ve risaletinde hareket ettiği nok­ta merhamet noktasıdır. Rasulullah (SAV) alemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Onun risaleti de rahmet ve merhamet kapılarından bir kapıdır. Bundan başka Allah' m kendi nefsini öncelikle tavsif ettiği sıfatları Rahman ve Rahimdir. İşte şeriatın derin insani anlamları ile ta­bir edilebilecek bu merhamet kavramı, idam cezası ile bağdaşmaz. Aksine bu merhamete "uygun olan, katilin Önü­ne af, hoşgörü ve hatadan dönme kapılarının açılması ola­caktır. [46]

 

Bu Şüphelerin Tartışması

 

Anılan bu noktalar, bu konu üzerine ileri sürülen en parlak görüşlerdendir. Şimdi bu görüşleri birkaç değer­lendirme çerçevesinde tartışalım:

1— Bu düşüncelerin çoğu, ferdi her şey olarak gö­ren ve ferd planında boğulup kalan kapitalist düşünce­nin ferdiyetçi eğitiminin birer neticesidirler. Bu düşün­cede ferd yoplumun selamet ve gelişimi için esastır. Bun­dan dolayı hayatını korumak zorunda olduğumuz bir va­tandaş veya tedavi etmek zorunda olduğumuz bir hasta ya da şefkatle yaklaşmak zorunda olduğumuz bir insan olarak katilin de selameti üzerinde durmaktadırlar. Böy­lece ferdin toplum için arzettiği tehlike baki kalacaktır.

2— İslam, kavramlarında ve hükümlerinde canlı in­san gerçeğini düşünmek konumundan hareket eder. Bu yaklaşımla, ferdi kendi nefsinden bile korur. Aynı şekil­de toplumu da, kendisini oluşturan fertlerin şerrinden de korur. Ferde kendi özel hayatında kendi nefsine karşı kö­tülük yapma izni vermediği gibi topluma da ferde karşı düşmanlık ve saldırı hürriyetini vermez. Ancak İslam'ın ferde verdiği saygınlık, toplumun selametini tehdit etme­yen alanlar içersinde kalır. Çünkü toplumun ferd tara­fından olumsuzluklara sokulduğu hallerde toplumun se­lameti ferdin selametinden daha önemlidir. Bu bağlamda katilin işlediği suçtan dolayı ölüm cezası ile cezalandırılması iki yönlü bir cezadır. Şöyle ki, bu ceza bir yandan problemin kendi çerçevesi içersinde tutulması yani mak­tulün sahipleri açısından davanın daha büyük bir alana yayılması imkanını taşıyan bîr patlamaya yönelmesinin önlenmesi ile doğrudan ilişkilidir. Çünkü katilin öldürül-memesi ile acıları içlerinde kalan maktulün sahipleri taş­kınlıklara yönelebilirler. Bunu da Allahu Teala'mn şu ayeti kerimedeki kelamından ilham alıyoruz:

«Mazlum olarak öldürülenin velisine (sahibine) de güçlü bir yetki verdik ki öldürmede aşırı gitmesin»...

Diğer yandan ise, toplumun diğer fertlerine karşı ci­nayet suçunu işlemeyi düşünen insanların bu suçu işle­mekten caydırılması ile ilişkilidir. Çünkü böyle ağır bir ceza, insanı bu suçu işlemeye kalkışmadan önce uzun uzadıya düşünmeye şevkedecektir. Hatta buna ilke ola­rak, zalimleri cezalandırmak, yeryüzünü zalimlerden te­mizlemek gibi üçüncü bir boyutu da ekleyebiliriz...

3— Toplumlar kendilerini, yani varlık ve selamet­lerini tehlikelerden korumak yolunda çeşitli önlemler alırlar. Bunun için de çeşitli neticelere katlanırlar. Top­lumun varlık ve selametine yönelik bir dış saldırının söz konusu olduğu savaş zamanlarında çok sayıda insan ken­dini feda eder. Yani toplum bu uğurda çok sayıda kur­ban verir. Toplumun selameti yalnız savaş zamanlarında değil barış zamanlarında da önemlidir. Yoksa meseleyi ferdi düşünceye bırakırsak tabiatıyla bu düşünce bir fer­din diğerleri için kendini feda etmesine katılmayacaktır. Fakat bu alanda toplum açısından, ferdin toplumu için kendini feda etmesi ile, toplumun onu kurban vermesi ara­sında bir fark yoktur. Bu olaydaki olumsuz yana gelince, olumsuzluklar bütün hukuki hükümler için sö2 konusu­dur. Olumlulukları olumsuzluklara üstün tutan her hu­kuk sistemi için böyle küçük olumsuzluklar tabidir; Çün­kü hiçbir sorunun halline yönelik hiçbir çözümde bazı kü­çük olumsuzluklardan kaçınanlayız.

İslam bu meselede açıkça şöyle düşünmektedir: Ka­tilin idamı şüphesiz bize toplumdan birkaç ferd kaybet-tîrebinr. Fakat bu bizim için bugünü ve geleceği ile adam öldürmeyi düşünenleri ve bazıları tarafından öldürülme­si düşünülenleriyle bütün bir toplumun bayatını koru­maktadır. Böylece adalet açısından da sağlıklı bir denge­ye ulaşılmış olacaktır.

4 — Katili öldürmenin İkinci bir cinayet olduğunu, katilin mahtulün hayatına kasdettıği gibi, bu cezayı ver­mekle bizim de katilin bayatına kasdetmiş olacağımızı ile­ri süren görüşe gelince, bu oldukça basit bir sebeple ha­talıdır. Şöyle ki; katil maktulün hayatına haksız yere kas-detmiştîr. Kısas konusuna esas olan da budur. Yani kısa­sın uygulanabilmesi için katilin maktulü haksız yere öl­dürmüş olması şarttır. Çünkü böyle haksız yere kastedi­len bir hayat kutsaldır. Katilin hayatına gelince bu az­gın, zalim, saldırgan bir hayattır. Mesele sadece bir arit­metik meselesi değildir. .İkisi de birer hayat olmakla be­raber, maktulün kutsal hayatının yanında katilin hayatı zalimdir, kutsal değildir. Buna bir saptırıcı,  diğeri mü' nün iki şair arasında geçen bir diyalog yoluyla nakledilen şu olayı örnek verebiliriz:  Hırsızın elinin kesilmesi ile hırsız olmayanın elinin kesilmesi olaylarında ikisi de el­dir. Fakat hırsızın eli çaldığı çeyrek dinar nedeniyle hır­sızlık haddi gereğince kesilirken, hırsız olmayan birinin elini (haksız yere) kesen beşyüz dinar diyet ödemek du­rumundadır.  İkisi de aritmetik olarak birer el olmakla beraber, olayda açıkça görüldüğü üzere hırsızın elinin de­ğeri çeyrek dinara düşmüştür...

5  Suça diğer ruhi hastalıklar gibi    ruhi tedaviyi gerektiren bir. ruh hastalığı olarak yaklaşan görüşe gelin­ce, evvel bu görüş dakik (ince düşünülüp   sık dokunul­muş) bir düşüncenin ürünü değildir. Sonra —tabiri caiz­se— kısas hükmünün bu alanda kesin bir tedavi olması­na da mani değildir...

Bu düşünce dakik değildir dedik: Çünkü söz konusu suç her haliyle ruhi bir hastalığın sonucu değildir. Bel­ki saldın yönünde hareket eden anlık bir tepki ya da şuur kaybının sonucudur. Yine —bu görüşün sahipleri­nin tasavvur ettiği gibi— saldıran insanın hayatı ve ru­hu üzerinde olumsuz etkiler bırakan genel veya özel iliş­kilerin tahriki sonucu da olabilir. Fakat bütün bunlar ruh hastalığı durumu değildir. Failde akıl ve irade mevcut­tur.

Kısas hükmünün bu alanda kesin bir tedavi olmasına mani değildir dedik: Burada esas, tedavi henüz suça bu­laşmamış insanların yani toplumun tedavisidir. (Yani suç bir hastalık olabilir, öyle olduğuna biz de katılıyo­ruz. Fakat bu ancak toplum düzeyinde tedavi edilebilir. Çev.) Modern ülkelerde suçlular, bilimsel ıslah tedbirleri ile donatılmış hapishanelerde tutulmakla ıslah olmamak­ta, hapisten çıkar çıkmaz tekrar suça dönebilmektedirler. Öyleyse bir kere suça (yani bu hastalığa) bulaşmış olan bir insanı hapisle tedavi edememekteyiz. Toplumdan bir veya birkaç suçlu çıktığına göre, bu hastalık toplumda da söz konusudur. O lıalde en azından ve öncelikle toplumu tedavi edip bu hastalıktan kurtarmaya çalışmalıyız. İşte bu halde suçluyu veya suçluları cezalandırarak, toplumda­ki suç eğilimindeki insanları tedavi ederek, onları ve top­lumu suçtan uzak tutmak durumundayız.

6 — Ameli ve ruhi anlamıyla İslam'ın şiar edindiği rahmet (merhamet); şefkate dayanan bir tepki anlamın­da değil, kapsamlı bir şekilde insanın maslahatının ger­çekleştirilmesi anlamındadır. Tıpkı bir tarafı maraza uğ­ramış bir insanın hayatını ve beden sağlığını korumak amacıyla marazlı uzvunun kesilmesinde olduğu gibi. Çün­kü bu operasyon, hasta insan için rahmet ve merhameti temsil eder. Meseleyi toplum düzeyinde ele aldığımızda marazlı uzuv suçlu insandır. Bir uzvuna maraz isabet et­miş olan insan hakkında merhamet onun beden sağlığına ve hayatına yönelik olunca anlamlıdır. Yoksa marazlı uz­va yönelik olunca değil. Bunun gibi toplumun suç işle­miş olan bireyine değil, geri kalan suçsuz kısmına ve top­lumun hayatına merhamet etmek ve bunun gereği olarak da toplumun marazlı uzvu mesabesindeki suçlu insana acımamak gerekir.

Şeriat, hayata romantik olarak değil gerçekçi olarak yaklaşır. Şu ayeti kerime bu kapsamlı gerçeği açıklamak için gelmiştir:

«Ey akıl sahipleri! Sizin için kısasta hayat vardır; Böyle­ce korunursunuz»..-

Bu ayeti kerimede akıl sahiplerine hitapla, aklı işlet­meye davet vardır. Kur'an-ı Kerim bu ayet ile akıl sa­hiplerini şeriatın hayatı nasıl koruduğunu düşünmeye ça­ğırmaktadır...

Bu konuda genel olarak söyleyeceklerimiz bundan ibarettir.

İşin tefsire ilişkin yanına gelince, bunu iki noktada özetleyebiliriz: [47]

 

Kısasta Misilleme ve Tefsiri

 

1— Ayeti kerime kısasın misilleme kaidesine da­yandığını vurgulamıştır: Hüre hür, köleye köle, kadına kadın... Saldırıya mislince bir saldırı, İslam'ın genel bir kaidesidir. Herhangi bir şekilde sınıf ayrılığına dayanma­maktadır. Böyle bir ayırım hesapta yoktur. Çünkü bir zengin, Öldürdüğü bir fakire karşılık öldürülür, yine bir soylu bir avama, bir güçlü bir zayıfa karşılık öldürülür. Fakat hürriyet, kölelik ve kadınlık hayatta kendine öz­gü özel hükümlere tabidir. Yoksa bir erkek bir kadını Öl­dürdüğünde, öldürülen kadının sahipleri diyetinin yarı­sını ödeyerek katil erkeği öldürebilirler. Kadın ile erke­ğin kısas ve diyet    durumlarında görülen    bu karşılıklı farklılık tamamen mali konulara dayanmaktadır. Yine bir hür, bir köleyi öldürdüğünde şayet bu adam köle öldür­meyi adet edinmişse (yani tekrarlı suçlarda) bu köleye karşılık öldürülebilir... Tabii kî şimdi biz burada bu hü­kümlerin fıkhi ayrıntılarını yapmak durumunda değiliz. Fakat İslam şeriatının tabiatı açısından değinmek duru­munda kaldık. Yine bazı İslami içtihatlarda bu karşılıklı-, lığın, andığımız gibi olmadığım ileri süren Müslümanlar da vardır. Bunlar meseleye bu ayetin şu ayeti kerime ile neshedildiğini kabul yönünden yaklaşmaktadırlar:

«Onlara cana can... yazdık.»

Çünkü bu ayeti kerime, cana can demek suretiyle, hür ile köleyi kadın ile erkeği birbirinden ayırmamıştır.

Fakat bu görüş tartışmayı kabildir. İnşaallahu Tea-la bu ayetin tefsiri sırasında bu tartışmayı da açacağız.

2— Ayeti kerime kısas hükmünü koymakla beraber katile maktulün sahipleri tarafından affedilme yolunu da yanvurgu ile açmış ve sınırlarını belirleyerek bu af ola­yını somutlaştırmıştır. Diyet, maktulün sahiplerine hak­kıyla ve güzel bir şekilde ödenecektir. Aftan sonra kısas talebi yolunda geri dönmek yoktur. Çünkü kısas af ile düşmüştür. Şayet maktulün sahibi aftan sonra intikam almak amacıyla katili Öldürecek olursa, saldırgan bir ka­til sayılır ve dünyada ve ahirette acıklı azabı hak eder.

Ayeti Kerime, af hükmünün kısas hükmü ile aynı ko­numda olduğunu vurgulamakta ve bunun Allah tarafın­dan kulları için bir hafifletme ve rahmet olduğunu bil­dirmektedir. Böylece bu konudaki hüküm, insanın esnek­lik ile davranma imkanına sahip olmadığı dar bir açıya sıkıştırılmamış oluyor...

Bu iki ayetin tefsiri üzerine işaret etmek istediğimiz noktalar bundan ibarettir. Hükümlerinin gerçeklerini ve ayetlerinin sırlarım Allah daha iyi bilir. Dayanacağımız O'dur ve O ne güzel vekildir... [48]

 

31) VASİYET... ORUÇ... DUA…

 

Bismillahirralımanirrahim

«Sizden birinize Ölüm geldiğinde, eğer (geriye) mal bırak-mışsa, ana-babaya ve yakın (akraba)lara uygun bir tarzda (iyi­lik üzere) vasiyet etmek —Allah'tan sakınan (müttaki)ler üze­rine bir hak (borç) olarak— üzerinize yazıl(arak farz ktlm)dı.

Vasiyeti işittikten sonra değiştiren olursa, bunun günahı onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz Allah her şeyi işiten (SemV) ve her şeyi bilen (Alîm)dir.

Kim de vasiyet edenin yanılacağından veya günaha girece­ğinden korkup da (ilgililerin) aralarını düzeltirse, ona herhangi bir günah yoktur. Şüphesiz Allah 'bağışlayan (Gafur) ve mer­hamet eden (Rahîm)dir»...

(Bakara: 180-182)

Bu ayetler de, bu surenin içerdiği ve Medine'deki Müslüman toplumun beşeri ilişkilerinin tanzimi ile ilgili oîan ahkam ayetlerindendir. İlk ayetteki hüküm, vasiye­tin ilke olarak ana-baba ve yakın (akraba)lara ilişkin ol­duğu bağlanımdadır. Allahu Teala, insandan, hayatta iken onlarla iyi akrabalık ilişkileri geliştirmesini İstediği gibi, ölümünden sonra da yakın "(akraba) T arın a karşı bir, sorumluluk şuuru içersinde bulunmasını istemiştir. İn­san bu bağlılık şuurunu da, geriye mal olarak bir şeyler-bırakmış ise bu malın belli bir kısmından onlara vasiyet­te bulunarak gösterecektir. Böylece bu tutum onun yakın (akraba)larma karşı taşıdığı kalbi yönelim ve yaklaşıma bir delil olacak; yüksek   bir insanî tavırla   mal vermek,

ilişkilerin ruhî yönüyle bağlantılı bir yakınlık ve bağlı­lık temeli oluşturacaktır. Vasiyeti mirastan ya da vasiyet ilişkisini miras ilişkisinden ayıran unsur da bu olsa gerektir. Çünkü miras ilişkisi, şer'î (kanundan doğan) bir durumdur; insanın iradesi ve hisleri bu.ilişkinin tabiatı­na ve işleyişine müdahale etmemektedir. Çünkü bu, şer'î bir hükümdür. Bu noktada insanın, kendi iradesiyle se­çimde bulunması durumu yoktur. Kısaca bu, insanın bo­yun eğmesi gereken Allah'ın bir farzıdır. Fakat vasiye­te gelince; bu, vasiyet edenin kendi irade ve düşüncesine dayanmaktadır. Dünyadan ve kendisinden sonra bu dün­ya hayatını sürdürecek olan yakınlarından ayrılmanın eşi­ğinde olan insan, yakınlarının kendisinin ölümünden son­raki durumlarını Üüşünerek onlar lehine vasiyet ettiği bir şeyler ile bazı maddi imkan ve fırsatlar vermeye çalış­maktadır. İşte bu, insanın kendisinden (veya kendinden davrandığı) bir şeydir... Ayet-i kerime de, bu iradeyi te-kid  ederek  güçlendirmek, vasiyeti uygulamakla mükel­lef olanların bu vasiyeti sonradan saptırma ve değiştir­meye yer vermeksizin dakik bir şekilde uygulamalarını üzerlerine farz kılmak ve bunu günah ve ceza yoluyla pe­kiştirmek için inmiştir.[49]

 

Bu Ayet Mensuh mudur?

 

Bazı fakihler ve müfessirler bu ayeti kerimenin «Mi­ras Ayeti» ile neshedildiğini kabul yoluna gitmişlerdir. Bu konuda şöyle denilmiştir:

«Miras, İslamın ilk dönemlerinde, sonradan belirlendiği şer'ı şekliyle sabit değildi. İlk dönemde mirasın tamamı Ölenin çocuklarına verilirdi. Ölenin ardından bıraktığı maldan ana-babasına 'verilen miktar, vasiyet yoluyla verilirdi».

Fakat bu görüş doğruyu yansıtmamaktadır. Çünkü «Miras' Ayeti»nin tertibinde vasiyet yoktur. Önceki aye­tin içerdiği ilişkileri içermeyen, onun hükmüne rnünafi olmayan bir ayet nasıl olur da bu ayeti neshedip hükmü­nü üğâ edebilir?.. Bu bir yandan... Diğer yandan nesh olayında nâsih (nesneden) ayet, mensuh (neshedilen) ayet­ten sonra gelmelidir. Böyle bir durumun bu somut olay­da var olduğu da kesinlik derecesinde sabit değildir. Çün­kü buna delil olan haberler ehad (tek) yoldan rivayet edilmiş haberlerdir. Halbuki nesh hükmü kesin delili ge­rektirir... Şunu da ilave etmeliyiz ki, «Miras Ayeti» en azından yakın (akraba)lara vasiyeti neshedemez. Çünkü bu yakın (akraba)lar, çocuklarla beraber mirası paylaş­maktadırlar. Bundan dolayı da «Miras Ayeti»ndeki hüküm vasiyet hükmüne alternatif olamaz...

Bazı fakih ve müfessirler' ise bu ayetin Peygamber' den (SAV) rivayet edilen «Varise vasiyet yoktur.» hadisi ile neshedildiğini kabul yoluna gitmişlerdir. Fakat bu da, üstadımız es-Seyyid el-Hoî'nin «el-Beyan Fî Tefsiril Kur' an» isimli kitabında zikrettiği bazı yönlerden yetersiz bir görüştür:

1  — Evvelemirde  rivayetin  sıhhati  (sağlıklılığı)   sa­bit değildir. Buhari ve Müslim de bu rivayeti kabul et­memişlerdir. Tefsirül Meııar'da da bu haberin senedi (ri­vayet zinciri) aleyhinde sözler geçmektedir.

2  — Bu haber, Ehlibeyt'den  (AS)  gelen, varise va­siyetin caiz olduğuna delalet eden rivayetlerle çelişmek­tedir.  Muhammed   bin   Müslim,   Sahih'inde   Ebu  Cafer (Muhammed Bakır aleyhîsselamdan)  rivayetle şunu zik­rediyor:

«.Kendisine, varise vasiyeti sordum, «.caizdir.» dedi ve ar­dından şu ayeti kerimeyi okudu: «... Eğer (geriye) mal bırakmışsa, ana-babaya ve yakın (akrobatlara uygun bir tarzda (iyi­lik üzere) vasiyet etmek, Allah'tan sakınan (müttaki)ler üzerine bir hak (borç) olarak üzerinize yazılarak farz kılm)dı.»

Aynı içerikte başka rivayetler de mevcuttur.

3 — Ayrıca bu rivayet, 'zikredilen diğer sahih riva­yetlerle çelişkiden uzak olsa da hu ayetin neshine elve­rişli değildir. Çünkü bu rivayet, delalet ettiği hususlarda ayeti nihaî olarak nefyetmemektedir. Bu rivayet ancak ayetin muti aklığını takyid ederek (kayıtlandırarak), va­siyeti, herhangi bir maniden dolayı mirası hak edemeyen ana-baba ile kendilerine miras düşmeyen yakın (akraba) lara tahsis edebilir. Yine şayet bu rivayet ile ayet-i ke­rime arasında «ttîünâfât»m (birbirinin içeriğine dokuna­rak çakışan noktaları olurnsuzlama) var olduğu farzedil-se bile daha önce de değindiğimiz üzere «ehad» (tek ka­nalla gelen haber) —Müslümanların icmaı ile— Kur'an ayetinin neshine elverişli değildir[50].

Akla, ayetin zahirî ifadesine göre insana vasiyetin farz olması ile miras farizasının uyuşmadığı yolunda bir şey gelebilir. Çünkü vasiyetin önemi, vasiyet edenin, ha­yatta iken vasiyet edilebilecek yakınlarını görüp gözet­mesi imkânının ölümden sonra elden gideceği itibariyle, insanın yakınlarına ölümden sonra da yardımda bulun­mak şuuru temelinden kaynaklanmaktadır. Ancak bu de­ğerlendirme, bir düşünce düzeyinde akla gelebilir, yok­sa delil ve istidlal düzeyinde değil...

Bütün bu tartışmalı incelemeler ışığında insan bir nesh durumunu algılayabilir. Fakat bu, ayetin vasiyetin farz olduğuna delaleti yönünde olabilir. Bu da, Ehlibeyt' den (AS)  rivayet edilen haberlerin delalet ettiği üzere, vasiyetin caiz olduğu yönünde değildir. Ayetin tefsirine ilişkin sözün başında da değindiğimiz gibi, vasiyetin rolü ve insanî medlulü, miras hükmünün rolünden ve medlu­lünden değişiktir. Buna şunu da ekleyelim ki, vasiyet un­surları miras unsurlarıyla her zaman çakışmaz. Ancak böyle bir durum bazı hallerde söz konusu olabilir; varisin, mirastan kendisine düşen payın, yetmeyeceği kadar bir korumaya muhtaç durumda olması gibi. Fakat her halü­kârda tasavvur düzeyindeki aksiyonlar, Kur'an-ı Kerim' deki herhangi bir yaklaşımı ikrar veya reddetmeye elve­rişli değildir. Çünkü Kur'an'î yaklaşımların incelenme­sinde dakik tefsir müesseselerine dayanmak zorunlulu­ğundayız. [51]

 

Ayetin Ayrıntıları Üzerinde Bir İnceleme

 

Bu tartışmalardan sonra ayet-i kerimenin ayrıntıla­rı ve içeriği üzerinde ayrıntılı bir tefsir incelemesi yap­mamız gerekiyor:

1 — «... yazıldı» :

«Yargıya esas olmak üzere, hükme bağlandı» anla­mındadır. Bu da bazen bağlayıcılık ifade eder. Yani Ki­tap, sünnet veya icma'da ilgili hükmün hilafına bir delil bulunmadıkça bağlanılması zorunludur. Bir şeyin bir in­sana yazılması, hükmün içeriğini seçmeye dayalı şart­larla ilişkili olabilir. Tabii böyle şartlarla ilişkili olmayıp sözkonusu şartlardan uzak bir surette kendi başına da bulunabilir. O zaman olduğu gibi kabul edilir. Böyle olun­ca da bağlayıcı olabilir... Fakat Müslümanların icmaı ana-babaya ve yakın (akraba)lara vasiyetin farz olmadığı yolunda olunca bu icma hükmüne bağlanmamız kaçınıl­maz bir zorunluluk olmaktadır.

2 — «Mal» :

Ayet-i kerimede «hayır» terimi ile ifade edilmiştir. Burada «hayır» terimi ile mal kinaye edilmiştir. Bu ma­lın sınırları konusundaki rivayetler arasında ihtilaf var­dır. Fakat bu rivayetler deki ortak nokta, her bir miras­çının hissesine düşecek mal miktarının —varislerin duru­muna göre— çok olması yolundadır. Ali'den (AS) riva­yet edilen bir haberde olduğu gibi:

Âli ölüm halindeki bir dostunun yanına gitmişti. Yediyüz ya da aîiıyüz dirhemi vardı. «Vasiyet etmeyeyim mi?» dedi. Ali: «Hayır... Çünkü Allahu Teala '... eğer (ardından) mal bı­rakırsa...' buyurmuştur. Senifıse öyle çok malın yok. Bunun için bütün malırçı mirasçılarına bırak.» dedi.

«Bil-Ma'ruf- uygun bir tarzda» :

Bu ifadenin zahir olan anlamı; vasiyet edenin, ken­disine vasiyet edilenin ve mirasçıların içinde bulunduk­ları durumun tabiatına uygun miktardır.

«Hak-borç» :

Sabit bir hak ve borç anlammadır.  .

«Muttakilere» :

Allah'tan sakınanlar demektir. Çünkü takva (Allah korkusu), insanın içindeki iyilik güçlerini harekete geçi­rerek patlayıp coşan bir pınara dönüştürür. İnsanı Allah' m sevgisine ve rızasına ulaşmaya, gazap ve kızgınlığın­dan uzaklaşmaya götürür; Bu da insanı, gerek vacip ge­rekse müstehap olsun Allah'ın sevdiği işleri yapmaya iter. Çünkü O'nun azabından kurtulmanın ve kendisine yak­laşmanın yolu budur.

3 — «Vasiyeti işittikten sonra değiştiren olursa, bunun gü­nahı onu değiştirenlerin üzerinedir» :

Vasiyetin, fiilî hayatta uygulanmak suretiyle yerine getirilmesi, vasiyet edenin vasiyetini teslim ettiği (gö­revlendirdiği) kimsenin sorumluluğundadır. Allah Teala, sözkonusu kimsenin, vasiyeti vasiyet edenin ölümünden sonra değiştirip tahrif' etmesi karşısında azap vaadetmiş-tir. Çünkü vasiyet edenin Ölmüş olması, vasiyet sorumlu­sunun' kendisini rahat hissetmesine yolaçabilir. İnsanlar, başkalarının iradesini bir güç, bir basla olmadığı takdirde uygulamamaya eğilimlidirler. Bunun için Allah Teala böyle bir olumsuz bir tavra karşılık şiddetli bir azap koy­mak suretiyle vasiyetin uygulanmasından sorumlu kişi­ye doğruluktan sapmaması yolunda bir baskı unsuru oluş­turarak işi sağlama bağlamak istemiştir.

«Şüphesiz Allah, her şeyi işiten (SemV) ve her şeyi bilen (Alîm)dir :

İnsanların yaptıkları veya yapmak istedikleri hiçbir şey, O'nun her şeyi kuşatıcı ilminden kaçamaz ve insan­ların gizledikleri her şeyi duyar...

Yine ayet-i kerimede, vasiyeti uygulamakla görevli olanın yapacağı değiştirme ve saptırmalardan dolayı va­siyet edenin _ herhangi bir sorumluluğu bulunmadığına dair de bir delalet (delil) bulunmaktadır. Çünkü bu konu, vasiyeti uygulayanın sorumluluğu cümlesindendir, ölenin değil...

4 — «Kim de vasiyet edenin yanılacağından veya günaha gireceğinden korkup da (ilgililerin) aralarım düzeltirse, ona her­hangi bir günah yoktur. Şüphesiz Allah bağışlayan (Gafur) ve merhamet eden (Rahîm)dir» :

Herhalde bu ayetin tefsiri, vasiyet edenin ölümünden öncesi ile ilgili olacak şekildedir. Bu, vasiyet edenin zalimce bir tasarrufta bulunması ya da hak yoldan sap­ması durumunda sözkonusudur. Ayette geçen «cenef» bi­rinci duruma, «ism» de ikinci duruma işaret etmektedir. Bu ikinci halde de zulüm kastı vardır. Burada vasiyeti uy­gulamakla görevlendirilen kimseye düşen, vasiyet eden ile onun ana-b ab asının ve yakın (akraba)l arının aralarım düzeltmek üzere olaya müdahale etmesidir. Bu amaçla müdahale eden kimse vasiyet edeni hatasından hakka döndürecektir. Nitekim vasî'nin, şahsi etkenlerin güdü-müyle, ardında kalan yakınlarından bazısına hiçbir şey birakmamacasma malını diğer bazı yakınlarına bırakması durumunda bu tür düşmanlık ve çatışmalara şahit olmak­tayız...

Bu ayet-i kerime, tam tersi bîr tefsirle, vasiyet ede­nin ölümünden sonrasına ilişkin olacak şekilde de açık­lanabilir. O takdirde bu vasiyetin vasiyet edenin ölümün­den sonra değiştirilmemesi konusundaki yasağın bir is­tisnası olur. Yani vasiyeti uygulamakla görevli olan kim^ se, vasiyeti, vasiyet edenin ölümünden sonra batıldan (haksızlıktan) hakka döndürmek yolunda değiştirebilir. Vasiyeti değiştirmeye karşılık konulmuş olan günah, hak çizgisi üzerindeki bir vasiyeti değiştirmeye ilişkindir; haktan sapmış, haksız, zalimce ,bir vasiyeti değil...

Ayetin siyakına bakılacak olursa bu yaklaşımla ha­reket, ikinci tefsire daha uygun düşmektedir. Çünkü hu ayet-i kerime, vasiyetin vasiyet edenin ölümünden sonra değiştirilmesi hususundan bahseden ve böyle bir olumsuz tutumu cezai hükme bağlayan ayetten sonra gelmekte­dir. Vasiyet edenin ölümünden sonra vasiyeti uygula­makla görevli olan kimsenin" vasiyet üzerinde fiilen tasar­ruf yetkisi vardır, vasiyet edenin ölümünden önce ise herhangi bir fiili yetkisi yoktur.

Ayetin dikkatle incelenmesi bizi birinci tefsire götürecektir. Çünkü ayet-i kerime vasiyetin niteliğim belirle­mek bağlamında varid olmuştur. Ayrıca vasiyet edeni, yaptığı vasiyette haksızlık ve zulüm çizgisine sapmamak yükümlülüğü altına sokmaktadır. İşte vasiyet eden kişi, böyle düşmanlık ve çatışmaları getirecek bir yaklaşımla hareket ettiğinde, vasiyeti uygulamakla görevli olan kim­se, j'etki ve otorite konumundan değil ıslah konumundan hareket ederek, ıslah etmek üzere müdahale edecektir. Yetki ve otorite konumundan hareket etmemesi, bu ko­nuda herhangi bir yetkisinin bulunmadığı söylenerek dış­lanmaması içindir.

Vasiyeti uygulayacak olan kimsenin gerçekleştireceği bu müdahalede arkasında bulunan destekleyici güce ge­lince, bu kimse yaptırım gücünü, kendisinden gelecekte yerine getirmesi istenen bu önemli görevden alacaktır. Bu rol sözkonusu kişi için, konuya İlişkin —dışlanmasına mani— kuvvetli bir ilişkidir. Bu tefsir, Mecmau'l Beyân sahibinin zikrettiği üzere İmam el-Bakır ve İmam es-Sa-dık (AS)'dan rivayet edilmiştir. [52]

 

Bu Ayetten, Çıkaracağımız Sonuç

 

5 — Bu ayet-i kerimede geçen vasiyet ilkesinden anlıyoruz ki, İslam, Müslümanm diğer insanların —özel­likle de yakın (akraba)larınm— durumlarına eğilmesini, onların kendisinin aralarında yaşadığı sıradaki ve ölü­münden sonraki durumlarını düşünmesini, onlar için ölü­münden sonra verilmek üzere geriye bıraktığı malından vasiyet ederek bu düşünceyi gerçek hayatta karşılığı bu­lunan filî bir duruma döndürmesini istemekte ve bunu bir sorumluluk hissi ile görev haline getirmektedir. Bu du­rumda da takva unsurlarından bir unsur mevcuttur. Çün­kü İslam'da takva meselesi yalnızca ruhî kulluk ile değil, hayatta ve ölüm sonrasında insanın diğer —insan— kardeşi hakkında sorumluluk duygusu taşıması ile de il­gilidir. Bu da insanın derinlerindeki insani şuurun geli7 şirnini pekiştirecektir. [53]

 

Oruç ve Bazı Hükümleri

 

«Ey iman edenler! Sizden öncekilere yazü(arak farz kılın)-dığı gibi —(Allah'tan korkup günahlardan) konmasınız (diye)— sizin üzerinize de sayılı günlerde oruç yazılarak farz kılın)âı. Sizden kim hasta veya seferde olursa tutamadığı günler sayısın­ca başka günlerde (tutar). Oruca güçlükle dayananların bir yok­sulu doyurarak fidye vermesi lazımdır. Bununla beraber kim gönül rızasıyla bir iyilik yaparsa bu kendisinin iyiliğinedir. Yine, bir bilseniz oruç tutmanız sizin için çok daha iyidir. Ra­mazan ayı; —insanlara yol gösterici, hidayeti ve doğru ile yan­lışı bir birinden ayırdedip açıklayıcı olarak— Kur'an o ayda in­dirilmiştir. İçinizden kim o aya yetişirse oruç tutsun. Kim de hasta olur ya da seferde bulunursa, (tutamadığı günler) sayısın­ca başka günlerde tutsun. Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez- Sayıyı tamaml'ayasınız, sizi hidayet edip doğru yola ulaştırdığından dolayı Allah'ı tekbir (ederek Onun yüceliğini zikr)edesiniz ve bundan dolayı şükredesiniz».

(Bakara: 183-185)

Bu ayet-i kerimelerde, ibadete ilişkin yeni bir hü­küm beyan edilmiştir. Diğer ibadetlerde olduğu gibi bu ibadet hükmü ile de Allah Teala, kullarından kendileri­nin ruhî ve amelî yapılarını inşa etmek üzere kendisine ibadet etmelerini istemektedir. Allah Teala insanlara oru­cu —ve diğer bütün ibadetleri—; bu ibadetlerin amacın­dan gafil olmalarını, ibadetlerin zâtı (şekil ve tabiatı ile kendisi) içerisine gömülüp kudsiyeti içerisinde kaybolmalarını ve bunun neticesinde de hayattan uzaklaşmalarını isteyerek yüklememiştir. Aksine bu ibadetleri, insanın Rabbi ile ilişkisini güçlendirmek, bu ilişkinin kulluk ve sorumluluk olduğunu pekiştirmek ve insana, her türlü-pis­likten, kötülük ve gösterişten arı, her türlü zaaf, kaybol­ma ve sapmadan uzak kendi insani kişiliğini idrak ettir­mek ve onu bu kişiliğe bağlamak; insanı, hayatını Allah' m sevdiği ve hoşnut olduğu suret üzere kuracak ruhi an­lamlara yaklaştırmak için yüklemiştir. O, insanın hayat ile olan ilişkisini, Allah ile olan ilişkisine dayandırmıştır...

İşte bu çerçevede İslamî ibadetler, insanın İslamî şahsiyetini gerçekleştirmek ile ilişkisi olması itibariyle İs­lam'ın temel noktalarından kabul edilmişlerdir. İbadet­lerin amacı ,insanın, düşünceleriyle, yapıp ettikleriyle, yapmayıp terk ettikleriyle, sürdürdüğü genel ve özel iliş­kileriyle, hedefleyip ulaşmaya çalıştığı amaçlarıyla ve bu amaca ulaşmak yolunda kullandığı araçlarıyla İslamî şah­siyeti gerçekleştirmesi ve hayatı bu şahsiyetle yaşama­sıdır.

İslam'ın ibadete ilişkin hükümlerinin çatısı çevresin­de bir değerlendirme yapacak olursak: İslam, diğer in­sanlarla yardımlaşmak yolunda mal verme konusunu ele alırken ibadet noktasından hareket etmiş ve mal verme-'yi ibadet olarak kabul etmiştir. İbadeti hayatın içine yay­mış ve helal kazanç yolunda çalışmayı da bir ibadet ola­rak değerlendirmiştir. İnsanı ve onun hayattaki yüksek değerlerini savunup korumayı ibadet bağlamında ele al­mış ve Allah'ın rızası için insanlığın ve onun yüksek de­ğerlerini savunmak ve korumak uğrunda savaşmayı, ya­ni cihadı ibadet olarak kabul etmiştir. Bütün bu amelle­rin yanında insanın içindeki halis niyete de bir yer ayı­rarak insanın özel ve genel günlük işlerinde Allah'ın rı­zasını düşünüp bunu kasdetmesini ibadet saymış ve bü­tün bu ibadetleri Allah'a yaklaşma vesilesi kılmıştır.

Elıl-i Beyt imamlannin rivayet ettiği hadislerde ve kendilerinden rivayet edilen haberlerde varid olduğu üze­re oruç, İslam'ın üzerine bina edildiği ibadetlerden biri-_ dir. Allah Teala orucu geçmiş şeriatlerdeki mü'nünlere farz kıldığı gibi İslam'da da mü'minlere farz kılmıştır. Bizden önceki ümmetlere kendi şeriatlerinde farz kılınmış olan orucun tabiatı (ne surette olduğu )hakkında bu ayet­lerde ayrıntılı açıklamalar "bulamıyoruz. Fakat Kur'an-ı Kerim'in değişik yerlerinde bu konuya ilişkin bazı açık­lamalarla karşılaşıyoruz. Zekeriyya'nm (AS) kıssasında, «konuşmayı terkederek susmak»tan oruç olarak bahse­dilmektedir:

«Dedi ki: Ayetin (alametin-delilin) İnsanlarla üç gün ko­nuşmaman ancak 'işaret (ite ifade) etmendir».

İsa'nın (AS) annesi Meryem'in kıssasını anlatırken de:

{{İnsanlardan herhangi biri ile karşılaşırsan de ki: «.Ben Rahman (olan Allah)a bir oruç adadım. Bu nedenle bugün hiç­bir insanla kesinlikle konuşmayacağım.»

buyurmaktadır. Yine bugün Hristiyanlar ve Yahudiler gi­bi geçmiş dinlerin mensupları arasında varolan bir oruç türü ile de karşılaşmaktayız. Bunlar senenin belli gün­lerinde et ve benzeri belirli yiyeceklerden kaçınmak su­retiyle bir tür oruç tutmaktadırlar. Bazıları orucun bi­zim üzerimize farz kılındığı gibi bizden öncekilerin üze­rine de farz kılınmış olmasının, bizim dinimizde ve biz­den önceki ümmetlerin dinlerinde orucun aynı şekilde ol­duğuna işaret ettiğini tasavvur etmektedirler. Fakat böy­le bir durum sabit değildir. Çünkü ayetteki teşbih, oruç hükmünün bizden Önceki şeriatlerde de mevcut olduğu konusundadır. Ayet-i kerimede bizden önceki ümmetlere de. farz kılınmış olduğu bildirilen bu orucun ayrıntıları­na girilmemiştir...

Orucun farz kılındığını beyan eden ayeti kerime Al­lah Teaîa'nın: «konmasınız (diye)...» sözü ile noktalan­mıştır. Bü, takvanın (Allah'tan korkup azabından, dola­yısıyla da yasaklarından sakınmanın)  orucun gayesi ya da bir neticesi olduğuna işaret içindir. Çünkü oruç insa­nın içinde bir şahsi   iç kontrol oluşturur ve   bu kontrol onun, alışmış olduğu birçok yiyecek, içecek ve diğer zevk­lerden uzak durmasında ifadesini bulur. İşte takvanın da temeli budur. İnsanın, devamlı Allah'ın huzurunda ve O' nun kontrolünde olduğu şuuruyla    Allah'ın kendisinden istediklerini bütün zaaflarına  rağmen yapıp yerine  ge­tirmesi ve istemediklerini de kendi    arzularına rağmen yapmaması takvanın bir neticesi olduğu gibi, aynı zaman­da takvaya götüren^ yol dur da...

Tanımını yaptığımız bu oruç aslında küçük oruçtur ve büyük oruca bir giriş, bir başlangıç mahiyetindedir. Asıl büyük oruç, hadis-i şeriften anlayacağımız gibi kü­çük oruçtan öte bir şeydir ve kapsamlıdır. Peygamber (SAV), tuttuğu orucun, kendisini Ramazan ayında da di­ğer aylarda da bütün haram davranışlardan alıkoyama­dığı kimseler hakkında şöyle diyor:

«Nice oruç tutanlar vardır ki, tuttukları oruçtan kendileri için açlık ve susuzluktan başka bir şey yoktur»...

«Sayılı günler» :

Bu ifadeden maksadın, bir sonraki ayetin karinesi ile Ramazan ayı olduğu açıktır. Çünkü bu iki ayetin bü­tünlüğü açıkça ortadadır.

«Sizden kim hasta veya seferde olursa (tutamadığı günler) sayısında başka günlerde (tutar)» :

Hastaya Ramazan ayında oruç tutma zorunluluğu yoktur. Bundan maksadın da, oruç tutmanın zararlı ola­cağı hastalık hali olduğu açıktır. Çünkü mükellef için' böyle bir hastalık durumunda oruç tutmakta zorluk bu­lunduğu kabul edilmiştir. Bundan dolayı bu istisna (ve­ya ruhsat-izin), orucun hastaya faydalı olduğu veya sağ­lığı üzerinde herhangi bir zararı etki bırakmadığı durum­lara şamil değildir. Bu konuda birçok hadis varid olmuş­tur.

Sefere gelince, bu duruma ilişkin miktarlar sünnet-i şerif üzere sınırlandırılmıştır. Bu konuda çeşitli mezhep­ler arasında ve Ehl-i sünnet ile Şia mezhepleri arasında görüş ayrılıklarına neden olan değişik rivayetler nakle­dilmiştir. Bu görüşler de, aralarındaki ayrılıklar da fıkıh kitaplarına yansımıştır. Fakat burada işaret edilmesi ka­çınılmaz olan bir husus vardır. Bu da, Ramazan ayında seferde iken oruç tutmamanın bir ruhsat mı, yoksa ria­yet edilmesi daha iyi olan bir azimet mi olduğudur. Ara­larında Abdurrahman b. Avf, Ömer İbnü'l Hattâb, Abdul­lah b. Ömer, Ebu Hüreyre ve Urve b. Zübeyr'in de bu­lunduğu bir grup sahabe bunun bir azimet olduğunu ka­bul yoluna gitmişlerdir. Ehl-i beyt imamlarından rivayet olunan da budur. Allah Tealanm    «(tutamadığı günler) sayısınca "başka günlerde (tutar)» sözünün geçtiği ayet-i kerimede bu durum zahirdir. Çünkü bu ayette Ramazan ayında oruç tutmanın hasta veya seferde olmayanlar için farz olduğu açıkça bellidir. Bu iki grubun farzı «başka güî3İer»dedir. Çünkü «"başka günlerin» geçtiği cümle gra­mer açısından azimet ve. farz biçiminde gelmiştir. Ehl-i sünnetin çoğunluğu ise bunun ruhsat olduğu  görüşünü tercih etmişlerdir. Bu hükme varırken, ayetteki ifadenin gerisinde yeralan «hasta veya seferde olursa» şart cümle­sinden sonra «ve bundan dolayı yer ise» diye bir şart fii­li takdir etmiş, varsaymışlardır. Yani bu ayetin takdirî anlamının «Hasta veya seferde olup da bundan dolayı yer ise, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar.» olduğunu kabul etmişlerdir. Fakat hu ,iki cihetle zayıf bir tefsirdir. Önce sözkonusu bu takdirî tefsir, zahire (ayetin açık anlamına) aykırıdır. Bu zahire aykırı bir tak­dirî tefsire de delilsiz gidilemez. Ayette ise buna ilişkin herhangi bir delil yoktur. Sonra «bundan dolayı yer ise» şeklindeki bir takdirî yaklaşım da yine azimet hükmü­ne ulaşmaya mani değildir. Çünkü anılan iki durumda orucun yenilmesinden söze dilmesi, ancak bunun yasağa karşılık caiz olduğu anlamına gelir. Bağlayıcılığa karşı­lık bağlamamak anlamına gelmez.[54]

«Oruca güçlükle dayananların bir yoksulu doyurarak fid­ye vermesi lazımdır» :

Güçlükle dayanmak veya güçlükle yerine getirmek ayette: yutîku), bazı alimlerin de zikrettiği üzere bir işi yapmak için bütün gücünü sarfettiği halde işin yoğun bir çaba ve meşakkat (zorluk)la gerçekleşmesi demektir[55]. Fidye ise orucun mali karşılığıdır. Ayetin siyakı gereğin­ce zahir olan, bunun, oruç tutmaya ancak yoğun bir ça­ba ve meşakkatle (güçbela) güç yetirebil eni erin durumu olduğudur. Bunlar ise, orucun kendilerini uğraştırdığı (ça-balamaya ve meşakkate soktuğu) şeyhi fani'lerdir. Bu gi­biler Ramazan ayında otuç tutmakla da, bu orucu başka günlerde kaza etmekle de mükellef değildirler. Aksine bunlar sadece fidye ödemekle yetinebilirler. Bu hüküm. el-Ayâşî Tefsirinde İmam Muhammed el-Bakırdan riva­yetle zikredilmektedir. Şöyle diyor: «Şeyh-i fani, oruç tut­tuğunda çetin bir susuzluğa duçar olan kimsedir». Bazı­ları bu ifadenin oruç tutmak ile yeyip fidye vermek arasında bir tedcih ruhsatına delalet ettiği görüşünü ileri sürmüş ve bunun da sonradan Allah Teala'nm «İçiniz­den kim, o aya yetişirse oruç tutsun» buyruğu ile neshe-' dildiğini iddia etmişlerdir. Fakat bu görüş, ayetlerdeki farzın ve ayetlerin siyakının birliğine delalet eden ayet­lerin incelenmesi ile reddedilmiştir. Bu incelemede ise salim bir kafadan ve saf duyulardan başka bir şeye yer yoktur.

«Bununla beraber kim gönül rızasıyla bir iyilik yaparsa, bu kendisinin iyiliğinedir» :

Bu iyilikten maksat fidyeyi çokça vermektir, bazı ri­vayetlerde geçtiği gibi... En üstün ikram yiyecektir, fa­kat el-Mîzân Tefsirinin sahibi bunu oruç olarak tefsir et­miştir. Yani: «Bununla beraber kim gönül rızasıyla bir iyilik yapar (oruç tutar)sa» şeklinde yorumlamıştır. Bu sonuca da, «gönül rızasıyla» kelimesini Allah'ın rızasına yorarak ulaşmıştır. Ama aslında bu, zahire aykırıdır. Çünkü «gönül rızasıyla» kelimesi insanın zorunlu olmak­sızın yaptığı fiile ilişkindir. Oysa zorunlulukta baskı söz-konusudur. Halbuki .müstehaphkta ancak genişlik ve ha­fiflik sözkonusu olabilir.

«Yine, bir bilseniz, oruç tutmanız sizin için çok daha iyi­dir» :

Bu ifadeden anlaşılan, hitabın, oruç tutmanın ve oruç­ları kaza etmenin kendilerini çaba ve meşakkate duçar et­tiği kimselere yönelik olduğudur. Bundan dolayı bu kim­selerin oruç tutmayıp fidye ödemeleri mubahtır. Ayet-i kerimenin bu bölümü, bu kimselerin her ne kadar oruç tutmayıp fidye ödemeleri caiz ise de her halükârda oruç tutmanın kendileri için daha iyi olduğunu bildirmekte­dir. «Bilirseniz» tabiri ile de, daha iyi olduğu belirtilen oruç tutmanın, müsbet ruhî ve amelî sonuçlarının olduğuna işaret edilmiştir. Ayrıca bu konuda geniş ayrıntı­lara yer veren uzun (mutavval) tefsirlerde ar anılabilecek çeşitli başka görüşler de vardır. [56]

 

Kur'an-ı Kerim'in Ramazan Ayında İnmesinin Anlamı Nedir?

 

«Ramazan ayı ki —insanlara yol gösterici, hidayeti ve doğ­ru ile yanlışı birbirinden ayırdedip açıklayıcı olarak— Kur'an o ayda indirilmiştir» :

Bu ayet-i kerimede geçen Kur'an'm Ramazan ayın­da indirildiğine dair Kur'an'î tekid ile Duhân ve Kadr Surelerinde bunun Kadir gecesi olarak belirginleştiril-mesinde bu ayın yüceliğinin, Kur'an'm bu ay içerisinde inmesinden kaynaklandığına İşaret vardır. Fakat Kur'an-ı Kerim'in bu ayda inmesinin tahlilinde görüş ayrılıkları sözkonusudur. Ayetteki ifadeden maksadın ilk vahiy ol­duğunu zikredenler olduğu gibi, Kur'an-ı Kerim'in Bey-tü'1-Mamûr'dan Levh-i Mahfuz'a indirilmesi olduğunu sözkonusu edenler de vardır. Hatta bunu, (Kitap mefhu­munu anyamadığımız kapalı anlamlara sokarak) Kur'an' m önce bir defada Peygamberimiz Muhammed'in (SAV) kalbine indirildiği daha sonra tedricen tekrar indirildiği sekimde düşünenler de olmuştur. Bu ihtilafların sebebi de, diğer ayet-i kerimelerin Kur'an'm tedricen indirildi­ğini nassa bağlamasının yanı sıra bu ayetin ve anılan di­ğer ayetlerin zahirinin Kur'an'm bir defada indirildiği an­lamını vermesidir. Kur'an'm tedricen indirildiğini nes-heden ayetlere gelince:

«İnkâr edenler: «Kw'an Ona topluca (bir defada) indiril-meli değil miydi?'» dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerle ştirmek için böyle (parça parça) indirdik ve tane tane ayırarak ağır ağır okuduk»...

(Furkân: 32) _

«O Kur'anı insanlara ağır ağır okuman için (öyle) okuna­cak parçalara ayırdık ve onu azar azar indirdik»...

(İsrâ:  106)

Tabii burada bu iktilafın ayrı bir yönü, yani başka bir ihtilaf konusu daha vardır. Şöyle ki, Kur'an-ı Kerim' in ilk ayetlerinin indirilişi ile «bi'set-risalet-pcygamber-lik» aynı yer ve zamanda vaki olmuştur. Bi'setin ise Re-ceb ayının yirrniyedisinde gerçekleştiği ve o gün ilk ola­rak «İkra» Suresinin ilk ayetinin nazil olduğu bilinmek­tedir:                   

«Yaratan Rabbinin ismyile oku.»

Şimdi bu olayla ayet-i kerime arasında nasıl bir uy­gunluk bulunabilecektir?

Kur'an ayetlerinden açıkça anlaşılan, Kur'an-ı Ke-rinı'in Ramazan ayında indirilmiş olduğudur. Yine Kur' an-ı Kerinı'in Ramazan,ayında indirildiğini bildiren ayet­lerle Kadir gecesi indirildiğini bildiren ayetler arasında ve ilaveten Kur'an'm ağır ağır veya tedricen indirildiği­ni bildiren ayetler arasında herhangi bir fark, bir ayrı­lık göremiyoruz. Kur'an-ı Kerim'i, ancak Allah'ın ilmin­de mevcut olan gizli kapalı anlamlara da yükleyenleyiz. Bütün bunları, Kur'an'ı duyulara dayalı maddî bir tef­sirle yorumlamak istediğimizden değil, bazı müfessîrlerin tuttuğu bu yolda herhangi bir delil bulunmadığından ve ileri sürdükleri görüşlerin ve akıl yürütme çabalarının tartışılmaya elverişli olmamasından dolayı söylüyoruz. Ayrıca böyle bir tutumda büyük bir fayda da görme­mekteyiz...

Bu tartışmalar ışığında Kur'an'm zahirî ifadesi bi' setin Receb ayında olduğunu veya ilk inen ayetlerin «İk­ra» Suresinin ilk ayetleri olduğunu tayin eden rivayet­lere olan güvenimizi sarsmaktadır. Bu nedenle ayetlerde geçen «Kur'an'm İndirilmesinden maksadın ilk ayet­lerin indiriîişine dair olması mümkündür; «Kur'an» ke­limesi, Kur'an'dan az veya çok bir bölüm için, bir sure veya bir ayet ya da Kur'an-ı Kerinı'in tamamı için kul­lanılabilmektedir. Yine şunu da belirtelim ki, tefsir yö­nünden bu kadarhk bir inceleme ve bu tür bir yaklaşım yeterli sayılır. Çünkü "bundan fazlası, yani geri kalan bü­tün iddialar, hatırı sayılır bir faydası olmayan tahmin ve te'vil kabüindendirler.

«İnsanlara yol gösterici, hidayeti ve doğru ile yanlışı —bir­birinden ayırdedip— açıklayıcı olarak...» :

Bu ifade, Kur'an-ı Kerim'in insan hayatındaki değe­rini ve önemini göstermektedir. O, Allah'ın rızasına tabi olanları kendisi ile selamet yollarına ulaştıran ve onları karanlıklardan aydınlıklara çıkaran bir hidayettir. O, in­sanlara eşyanın tabiatına ilişkin gerçekleri ve incelikleri açıklayan, bütün şüpheleri giderip hak ile bâtılı (gerçek ile yalanı) birbirinden ayıran gerçek delillerin Kitabıdır... Bu tefsirin başında Kur'an'm hidayet edici olmasının an­lamının, kendisi ile hidayete ulaşmalı: isteyenler için, hi­dayetin temelerine ve müesseselerine sahip olması oldu­ğunu açıklamıştık. Yoksa Kur'an ile hidayete ulaşmamış olanların bulunmasını tartışma konusu yapmanın yeri yoktur. Esas olan, Kur'an'm (doğru yolu bulup) hidayete ulaşmak isteyenleri buna ulaştırma gücü ve kabiliyeti­dir. Yoksa isteyen istemeyen herkesi fiilen hidayete ulaş­tırması sözkonusu değildir...

«.İçinizden kim o aya yetişirse (o ay) oruç tutsun. Kim de hasta olur ya da seferde bulunursa, (tutamadığı günler) sayısın­ca başka günlerde (tutsun)» :

Bu, geçen ayetten anladığımız hükmün te'kididir. Fakat ifade bu kez daha açıktır. Bu ayette geçen «o aya yetişmek - (ayette) şahid olmak» ibaresi, seferde olmaya karşılık (kendi beldesinde) hazır olmak anlamını kasdet-inektedir. Bu ayet hükmünce de hasta ya da seferde olan­lar için Ramazan ayı dışında diğer günlerde otuç tutmak zorunluluğu vardır. Bunların Ramazan ayında otuç tut­maları gerekmez. Seferdeki insanın orucunun ruhsat mı azimet mi olduğu konusu incelenirken bu konuya ilişkin açıklamalar geçmişti...

«Allah slzin^için kolaylık ister, güçlük istemez» :

Bu,, hasta ya da seferde olan kimsenin Ramazan ayın­da tutamadığı orucu kaza etmesi hükmünün hikmetine ilişkin bir açıklamadır. Allahu Teala bu hüküm kanalıy­la, yapıp ettiklerinde ve yapmayıp terkettiklerinde insa­nın işlerini kolaylık temeli üzere kurmak istemiştir. Çün-AUah Teala, Peygamberini, kolaylaştırıcı ve müsamaha­kâr bir kanun olan şeriatla göndermiştir. Daha önce de değindiğimiz gibi bazıları ayetin bu noktasından seferde oruç tutmamanın azimet değil ruhsat olduğu hükmünü çıkarmaya çalışmışlardır. Fakat bunların bu konuda de­lilleri yoktur. Çünkü bu durumda olanlar için kolaylık; oruç yükümlülüğünü düşürmek şeklinde olabilir.

«Sayıyı tamamlayasınız» .-'

Ramazan ayında kaçırmış olduğunuz oruçları tuta­rak, üzerinize sayılı günler (bir ay) olarak farz olan oru­cu tamamlayasınız...

«Sizi-—hidayet edip— doğru yola ulaştırdığından dolayı Al­lah'ı tekbir (ederek O'nun büyüklüğünü zjkr) edesiniz» :

Müfessirler bunu bayram namazını kılanların getir­dikleri tekbirler olarak tefsir etmişlerdir. (Ayetteki em­rin oruç tutanların hepsine hatta bütün Müslümanlara yö­nelik olduğu açıktır. Fakat bütün Müslümanlar —-örne­ğin kadınlar ve diğer mazeretliler— bayram namazı kıl­makla mükelef değildirler. Yine bayram namazı kılmak­la mükellef olunmayan haller de vardır, Cuma namazı konusunda olduğu gibi. Bundan dolayı ayetteki «tekbir» emri sırf bayram namazında alman tekbirler olarak de­ğil, namaz ve teşbih yoluyla «Allah'ı tekbir (ederek O' nun büyüklüğünü zikr)etmek ve O'nu yüceltmek» ola­rak alınabilir. Çev.)

«... ve bundan dolayı şükredesiniz...» :

Yani Allah'ın size, kendisine itaat ederek doğruluğun yollarına ve O'nun rızasına ulaşma fırsatını verdiği, (ve bu yolda size kolaylık isteyip zorluk istemeyerek işlerini­zi kolaylaştırdığı için- Çev.) din ve dünya işlerinize ya­rayacak hükümleri size nimet olarak bahşettiği için O'na şükredesiniz. Evet bütün bunlar şükre müstehak nimet­lerdendir. İnsanın dünya ve ahiret saadetini gerçekleş­tiren bu nimetlerden daha üstün ne olabilir?... [57]

 

Kulun Rabbi İle İlişkisinde Dua

 

«Kullarım sana benden sorarlarsa (söyle) : Ben onlara ya­kınım. Dua eden, hana dua ettiğinde duasına (çağrısına) karşı­lık veririm. O halde onlar da benim çağrıma karşılık versinler ve bana (gereğince) inansınlar ki doğru yolu bulalar».

(Bakara: 186)

Bundan önce geçen ayetler, insanın oruç tutmak ile hedeflediği takvaya ve Allah'ın kendisine verdiği itaat, riayet ve kolaylaştırma nimetlerinden dolayı Allah'a şük­retmesi gereğine ilişkindi ve bu ayetler insanın kalbini Allah'a açan bir hava ile dolu idi. Şüphesiz bu hava in­sanı Allah'a yaklaştıracak, bu yakınlaşma da insanın ha­yatta önem verdiği birçok işlerinde O'nun lütfunu, sev­gisini ve rızasını kazanması için bir vesile olacaktır. Bü­tün bunlar ,insanin içinde Halık'ı mahlukatma bağlayan ilişkinin tabiatı hakkında derin bir soru oluşturur. İşte bu ayet-i kerime, kuvveti ve azameti kullarına olan rah­metinden (merhametinden) hareket eden uluhiyete iliş­kin bir takrirdir. Kuvveti ve azameti kullarına olan rah­met ve merhametinden hareket eden o uluhiyet, kulları­nın hayatlarının' çeşitli  alanlarındaki  bütün  emellerine, projelerine,   acılarına ve  çatışmalarına  yakındır.  Vasıta­sız ve şefaatçisiz olarak onların dualarını ve yakarışları­nı dinler, yalvarış ve yakarışlarına karşılık verir. Çünkü kulların duaları sevgi, rahmet, af ve mağfiret için kalp­ten çıkıp doğrudan doğruya göğe yükselen kelimelerdir.

Bu ayet-i kerime, Allah'ın kullarına bir çağrısıdır. Allah, kullarını çağrısına karşılık vermeye ve dua etme­ye çağırmaktadır. Çünkü bu duada ve çağrıya karşılık: vermede bütün kötülük ve darlıklardan kurtuluş vardır. İnsan bu ilişki içerisinde ihtiyacını ancak Allah'ın gide­rebileceğini, bu nedenle O'ndan başkasına kulluk etme­mek durumunda olduğunu hisseder. Her darlığın çözümü­nün Allah'tan olduğunun, her kötülükten O'nunla kurtu­lacağının, dünya ve ahiretin —O'ndan başkasının değil— O'nun olduğunun, O'nun hayatın ve ölümün sahibi oldu­ğunun bütün işlerin anahtarlarının O'nun elinde olduğu­nun şuuruna varır. Güvenlik ve istikrar şuurunun yolu da budur. Çünkü insan bu ilişki içerisinde darlığının ne kadar şiddetli olursa olsun her şeye gücü yeten,  Kadir olan Allah'ın rahmeti içerisinde çözümlenebileceğini his­seder.

Ayet-i kerime aynı zamanda imana daveti de içermek­tedir. Yani bu ayet-i kerime bir imana çağrıdır aynı za­manda. Allah'a inanmak, insanın iman etmek için fazla­ca düşünmeye,, incelemelere ve anlamlara dalmaya ihti­yaç duymayacağı açık bir gerçektir. Çünkü insan hayat işlerinden her işte ve varlık görünümlerinden her görü­nümünde O'nunla beraber yaşamaktadır. Dua ve imanın her ikisinde birden olgunlaşmaya, doğruya ulaşmaya ve Allah'a doğru ebedi bir yaklaşma vardır...

Bütün  bunlardan  sonra   dua,  insanın  önem verdiği dünya ve ahiret işlerinin tümünde içinin derinliklerini, Allah'ın varlığını, hazır ve nazır oluşunu hissettirerek kı­pırdatıp,  sarsıp sallayan bir ibadettir.  Dua,  kelimelerin ve şekillerin insanın  dışında belirlenip üzerine yüklen­mediği bir ibadettir. O, insanın kendi duygularının, dü­şüncelerinin ,ihtiyaçlarının, acılarının, emellerinin ve ken­di kelimelerinin affı ve sevgiyi arayan bir üslupla orta­ya dökülmesidir. O, insanı Allah'tan koparan bütün ayırıp alıkoyucuları ortadan kaldıran ve insanın derinliklerin­den kaynaklanıp doğrudan doğruya Rabbine uzanan sım-sıcak bir kendiliğinden ve  doğrudan ilişkidir.  Bu ilişki ancak kul-Rab veya mahluk-Hâhk ilişkisi ile temsil olu­nabilir. Bu ilişki ortamı, insanın mutlak olana açılma his­sini yaşadığı bir ortamdır. İşte sadet, bütün saadet budur. Ruhun nura, sıcaklığa ve hayata boğulduğu erdem de bu-nunladır.

Dua, her işini kendiliğinden bir sevgi hissi içerisinde-Allah'in huzurunda yaptığı şuuruyla hareket eden ve bu şuurla yaşayan insanın ibadetidir. Bunun mahiyetini de ancak Allah'ın ihlaslı kulları kavrayabilir... [58]

 

 

Oruç ve Ramazan Ayında Cinsel İlişkilerin Sınırı

 

«Size oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak helal kılındı. On­lar sizin İçin bir örtüdür, siz de onlar için bir örtüsünüz. Allah sizin kendinize yazık etmekte olduğunuzu bildi ve tövbenizi ka­bul edip sizi affetti. Artık şimdi onlara yaklaşın ve AlahVın si­zin için yazmış olduğunu arayın. Fecrin- (şafağın) beyaz ipliği (gecenin) siyah ipliğinden ayırdedilinceye kadar yiyin için. Son­ra gece (akşam) oluncaya kadar orucu tamamlayın. Mescitlet-âe ibadete çekilmiş iken kadınlarınıza yaklaşmayın. Bunlar Al­lah'ın (yasak) sınırlarıdır; bunlara yaklaşmayın. AllaJı insanla­ra ayetlerini böyle açıklar ki, sakınıp korunsunlar».

(Bakara: 187)

Bu ayette oruç tutanlara cinsel, ilişkinin yasak oldu­ğu vakitler sınırlandırılmaktadır. Bazı hadis ve haberler­de varid olduğu üzere bu ilişki, ilk dönem Müslümanla-rina Ramazan ayında gece gündüz yasaklanmıştı. Bu ya­saklama kendilerine ağır geliyordu ve hatta bazı genç­ler gece gizlice böyle bir ilişkiye giriyor ve bunu saklı­yorlardı. Bundan dolayı da içlerinde kendilerine yazık et­menin ve hiyanetin alçaltıcılığmı hissediyorlardı. İşte bu ayet-i kerimedeki helal kılma hükmü, üzerlerinden hali hazırdaki bu yükü kaldırmak ve tövbelerini kabul ede­rek,  bundan  önce  yapmış  oldukları  günahları  affetmek için indirilmiştir. Hatta ayet-i kerimede bu ilişkiye teş­vik de söz konusudur. Bunun amacı da oruç tutanların iç­lerini —kendilerini baskı altına alan ve    orucun takva üzere eğitim yolundaki ruhaniyetinden ve amelî üslubun­dan alıkoyan— bütün şehevî unsurlardan boşaltıp temiz­lemeleridir. Çünkü Allah Teala, takvanın insan hayatın­da  onun beşerî  tabiatını  ve  konumunu  değiştirecek  ve kendisine nefes alma ve    bu tabiat ve    konum yönünde açılma fırsatını vermeyecek baskılar ve zorlamalarla yürümesini istemekte; aksine bunun, Allah'ın helal kıldı­ğı bazı şehvetlere açılmak suretiyle, haram kılınıp yasak­lanmış olan diğer bazı şehvetlere kapanmak merkezli bir irade temeli üzerinde yürümesini istemektedir. Böylece yasaklar çizgisine bağlılık, hayatın gereği olarak bulun­duğu davranışlarda insanın tabiatına yakın olmaktadır.

Bu açıklamalar ışığında (yalnızca) gündüz oruç tut­mak pratik ve gerçekçi bir usuldür. Çünkü oruç ancak böylece insanın çeşitli ihtiyaçlarını tamamen dondurma­mış, ona geceleyin her türlü ihtiyacını tatmin etme imka­nı vermiş olur.

Ayetin «Onlar sizin için bir örtü, siz de onlar için bir örtüsünüz» cümlesi ise kadın ile erkeği birbirine bağla­yan ilişkinin güçlülüğüne işaret etmektedir. Bu ilişkinin güçlülüğü de bu iki cinsten birinin diğeri yönünde duy­duğu cinsel ihtiyacın tatmininden kaçınmasını ve karşı cinsten uzak durmasını güçleştirmekte ve bu yönde sar-fedilebilecek sabrı azaltmaktadır. Ayet-i kerimede cinsel ilişki «refcb» kelimesi ile kinaye yoluyla ifade edilmiştir. «Keşşâf»ta da bu nokta böylece işlenmektedir. Yine bu yasağın yatsı namazından sonrasına özgü olduğu ve bu yasağın yemek ve içmek için de geçerli olduğu yolunda haberler varid olmuştur. Bundan dolayı bu ayet-i kerime fecir (şafak) doğuncaya kadar yeyip içme ruhsatını da hükme bağlamıştır.

«Allah'ın sizin için yazmış olduğunu arayın...» :

Bundan maksadın «çocuk» olduğu açıktır. Çünkü şe­hevî arzuyu tatminin yanısıra, çoğunlukla cinsel ilişkinin amacının çocuk edinmek olduğu kabul edilmiştir. Bura­da neslin çoğaltılmasını teşvik de sözkonusudur.

«Beyaz iplik» ;

Fecrin ilk görünümü olan ve ufku yararak boylu boyuna uzanan beyaz  aydınlık çizgidir.  Sonra gitgide  ge­nişler.

«Siyah iplik» :

Fecrin beyaz aydınlık çizgisiyle birlikte boylu bo­yunca uzanan ve gecenin karanlığının _uzantısı olan siyah karanlık çizgidir. «el-Keşşâf»ta da böyle geçmektedir.

«Sonra gece (akşam) oluncaya kadar orucu tamamlayın» ;

Bu cümle orucun bitiş vaktini belirlemekte ve onun geceyi kapsamadığını bildirmektedir.

«Mescitlerde ibadete çekilmiş iken kadınlarınıza yaklaşma­yın.» :

Bu, oruç tutulan Ramazan günlerinin gecelerinde ka­dınlara yaklaşma ve ilişki serbestisinin bir İstisnasıdır. Çünkü ister Ramazan ayında olsun ister diğer zamanlarda olsun mescitlerde ibadete çekilmiş (itikâfa girmiş) insanın böyle bir şey yapması caiz değildir. İtikâf, insanın kendi­ni ibadet için mescide kapattığı ve bir zaruret olmaksı­zın çıkmadığı Özel bir ibadettir. Oruç tutmak ve (en az) üç gün ara vermeksizin devam etmek bu İbadetin şartların-dandır. Diğer hükümlerine gelince bunlara fıkıh kitap­larında gereğince ve yeterince yer verilmiştir.

«Bunlar Allah'ın (yasak) sınırlarıdır; bunlara yaklaşmayın... Allah insanlara ayetlerini böyle açıklar ki sakınıp korunsun­lar...» :

Bu ayet-i kerimede, yukarıda yasaklanan şeylerin Allah'ın sınırları olduğuna bundan dolayı insanın bu sı­nırların yanında durmaması ,aykırı davranarak bunlara yaklaşmaması gerektiğine işaret edilmiştir. Allah'ın sınır­larından maksat, helal kıldıklarıyla ve yasakladıklarımla bütün koyduğu hükümler de olabilir. O zaman ayet-i kerime düşmemek için helal ile haram arasındaki ayırıcı engelin önünde durmayı kinaye etmiş olacaktır. Rivayet edilen bazı hadislerde ve haberlerde geçtiği gibi: «Yasaklar Allah'ın sınırlarıdır; sınırın yakınında dolaşan (başkasının bahçesinin kenarında hayvan otlatan çobanın koyunları gibi) her an içine girebilir»... Burada anlatıl­mak istenen gayet açıktır.

Allah'ın İnsanların aşmasını ve çiğnemesini isteme­diği sınırların neler olduğunu ve Allah'ın, iradesini nasıl uygulayıp yerine getireceğini iyice kavramaya çalışması insan için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Çünkü bu kav­rayış onu, bütün özel ve genel hayatında O'na bağlanma­ya, sıkı sıkıya sarılmaya ve şahsiyetini kendisine takva sıfatını veren şer'î temeller üzerine kurmaya götürecek­tir. Bizim İslamî şahsiyeti gerçekleştirmek yolunda yö­nelim ve eğitim alanlarında yakalamamız gereken unsur da budur. Yine insanın küçük büyük bütün hayat mese­lelerinde bunları bilgi ve uygulama olarak pekiştirmesi gerekmektedir. Çünkü genel kavramlara aşinalıkla yetin­mek insanı kör bir karanlığa gömerek onu hak ile batıl ve İslam ile küfür arasındaki ayırıcı sınırların idrakin­den uzaklaştırır. [59]

 

Aranızda Mallarınızı Haksızlıkla Yemeyin

 

«Aranızda mallarınızı batıl (sebeplerle-haksızlık) ile yemeyin; mallarınızı, insanların mallarından bir kısmını zulmederek (haksızlıkla) yemek için hakiınler(in ö'nün)e atmayın».

(Bakara: 188)

Bu, Müslümanların    toplumsal hayatlarını    düzenle­mek yolunda koyulmuş olan İslamî hükümlere eklenmiş yeni bir hükümdür. Ancak bu hüküm Müslümanların ara-larmdak imalı ilişkilerle ilgili bir' hükümdür.

İslam, ferdî mülkiyeti karara bağlamış ve her ferdin ancak Allah'ın kendisi için yaratıp kendisine vermiş ol­duğu pay üzerinden mülkiyet sahibi olduğunu kabul et­miştir. Bunun yanında onun için mülkiyet edinme ve sa­hip olma yollarını da özel şer'i yollarla düzenlemiştir, İn­sanın bu mülkiyeti ve sahip olmayı bazı sebepler aracılı­ğı ile gerçekleştirmesini helal, diğer bazı sebepler aracı­lığı ile gerçekleştirmesini haram kılmıştır. Bu bağlamda şeriatın ikrar etmediği bütün sebepleri, herhangi bir mül­kiyet gerçekleştirmeyen ve herhangi bir tasarruf yetkisi bağışlamayan batıl (haksız-hak dışı-zalimce) sebepler ola­rak kabul etmiştir. Bu nedenle insanı, ne zor şartlar ve hangi ağır yükler altında olursa olsun bütün batıl ilişki­lerden nıenetmiş, bu tür ilişkileri her halükârda yasakla­mıştır.

Bu durum ayet-i kerimede «yemek» tabiri ile kina­ye edilmiştir. Bunun nedeni, yemenin insanın varlığını sürdürmesi ve hayatını koruması yolundaki tabii ihtiyaç­ların başında gelmesidir. (Aynı nedenle bu tabir Türkçe' de de geçmektedir. Çev.).

«Birbirinizin malını» yerine, ayette «mallarınızı» ta­birinin geçmesinde, malın topluma (İslam Ümmetine) ait olduğuna fakat Allah'ın bu toplumun fertlerinden her bi­rine bu maldan özel bir pay verdiğine işaret vardır. Her ferdin kendi özel hissesi üzerinde diğerlerinin maslahat­larına karşı bir kötülük yapmamak suretiyle tasarruf yet­kisi söz konusudur yalnızca. Özel mülkiyet ile toplumsal mülkiyet (ümmetin mülkiyeti )arasmdaki bu ilişki ise, her iki mülkiyet türünün foir diğerinin alanına olumsuz etkiler bırakacak surette tecavüz etmemesi gereği çerçe­vesinde bir rol ve fonksiyonu bulunduğuna işaret etmek­tedir.

Bu alanda bize düşen, bütün malî ilişkilerimizi Al­lah'ın serbest bıraktıklarıyla ve yasakla diki arıyla, hak ile batılı birbirinden ayıran şer'i yapı ile karşılaştırıp bu ya­pıya uygun bir surete sokmamızdır. Çünkü Müslüman, Allah'ın hükmünden uzak alanlarda hareket eden çeşitli batıl akımlara kapılmamak, zulmü ve zalimi ortadan kal­dırmak yolunda zulme bulaşmayıp, İslam şeriati ile tem­sil olunan adalet konumundan hareket etmekle yüküm­lüdür.

Bu ayet-i kerime, mallara ilişkin bu sınırların uygu­lanması sırasında ortaya çıkan zalimce bir davranışa da­ha karşı çıkmaktadır. Bu davranış, insanların, mallarını batıl üzere kendi lehlerine hüküm .vermeleri için zalim hakimlere rüşvet olarak vermeleridir. Kur'an-ı Kerim bu durum karşısında insanları uyarmakta ve diğer insanla­rın mallarından bir kısmını gayrı şer'î yollarla yemek için mallarını hakimlere vermemelerini emretmektedir. Bu ayet-i kerimede dolaylı yoldan hakimlerin dikkatini çeken bir husus da vardır. Bu da hakimlerin kendilerine bu şekilde uzatılan malları yememeleri yani, rüşvet al­mamalarıdır. Bu konuda Rasuluîlah'm (SAV) «rüşvet ve­reni de, alanı da, rüşvet konusunda aracılık edeni de la­netlediğini» bildiren pek çok hadis rivayet edilmiştir. Hatta bu hadislerin bazısında rüşvetin yüce Allah'a kü­für, bazısında da şirk koşmak olduğu kaydedilmiştir.

Bu ayet-i kerimenin işaret ederek kapsadığı önemli bir husus daha vardır: Bu da insanların (şer'i bir hakka dayanmayan) batıl davaları savunması için avukat vekil etmeleri, zulmetmekten uzak ya da mazlum insanlar aley­hine kendilerine şeriatten bir çıkış yolu bulsunlar dîye avukatlara para vermeleri konusudur. Allah'ın haram kıl­dığı bazı şeyleri helal kılan medenî mahkemelere müra­caat edenlerin durumu da bü kapsamdadır. Genellikle mi­ras davalarında böyle bîr tutum izleyenler, Allah'ın şeriatinde kadınlar * erkeğin yarısı kadar pay alabildikleri için kadın ve erkeğe eşit pay veren medenî mahkemele­re müracaat edenlerdir. Bütün bunlar bir yandan «mal­lan batıl (haksızlık) ile yemek, diğer yandan dolaylı da olsa malları hakimlere peşkeş çekmektir. Bu durumun avukatlara ilişkin tarafı ise,böyle bir durumda müvek­killerin kendilerine ücret Ödemeleri haram olması gibi avukatların alacakları. ücretin de haram, olduğudur. Çün­kü bu, batıl ile batıldır. [60]

 

Müslümanlar Soruyor Peygamber Cevaplıyor

 

«Sana aylardan (hilallerden) soruyorlar. De ki: «Onlar, in­sanlar ve hac için vakit ölçüleridir». İyilik, evlere arka(taraj) lannâan girmek değildir. Asıl iyilik, Allah'tan kork(up Onun azabından sakın) anların iyiliğidir. Evlere kapılarından girin ve

Allah'tan korkun ki kurtuluşa eresiniz».

(Bakara:  189)

Bu ayette İslam'ın terbiye (eğitim ve yetiştirme) üs­luplarından yeni bir üslupla karşı karşıyayız. Bu, insan­ların arzettikleri, kafalarında düşündükleri ve Öğrenme­ye çalıştıkları meseleleri sorularla ifade ederek bu soru­ları cevaplama üslubudur. Allah Teala Peygamberden, insanların arzettikleri bütün meselelere ve sordukları bü­tün sorulara Önem vermesini istemiştir. Çünkü kendisi­ne soru sormasalar da onlara bilgi yermesi, soru sorduk­larında ise —tabiatıyla— : cevaplaması insanların Pey­gamber üzerindeki haklarındandır. Çünkü Allah O'nu, in­sanları (kötülüklerden temizleyip) arındırması, onlara Ki­tabı ve hikmeti Öğretmesi ve bilginin kapısını ardına ka­dar açması için göndermiştir.

Ayet-i kerimede sorulan sorunun mahiyeti hakkında görüş ayrılıkları vardır. Müfessirlerin çoğunluğu bu so­runun mahiyetinin ayın değişik halleri (evreleri) hak­kında olduğu görüşünü seçmişlerdir. Çünkü ay küçük (in­ce) olarak çıkmakta, sonra büyümekte ve ardından tek­rar küçülmekte (eski halini) almaktadır. İşte insanlar her insanın dikkatini çeken bu değişiklikteki sırrı anlamak istemişlerdir. Fakat Kur'an-ı Kerim'in cevabı soruya eş­lik etmemiş, aksine başka bir yöne yönelmiştir. Cevapta bu değişikliğin faydalarından, bunun insanlara vakitleri­ni belirlediğinden ve özellikle de özel bir zaman olan hac konusunda vakit belirlemeye ilişkin olduğundan bahse­dilmiştir. İnsanlarca önemli sayıldığından konuya özel­likle bu yönde bir ağırlık vermiştir. Bunun yorumu üze­rine, ayları soran insanların bir yandan astronomik bil­gilerinin yetersizliği diğer yandan bu tür takvim tespit uğraşlarına hayatlarında yer vermemelerinden dolayı ayet-i kerimede konunun bu yönüyle ele alındığı ve ha­yattaki fayda ve hikmetlerinden bahsedildiği birçok mü-fessir tarafından ifade edilmiştir. Yine ayette geçen bu cevabın, kamerî takvimin şemsî takvimden değişik olma­sından dolayı bu yöne intikal ettiği de nakledilmiştir. Çünkü kamerî takvim sadece aya bakıp durumu değer­lendirmeye ihtiyaç gösterip bundan başka bir şey isteme­mektedir. Halbuki şemsî takvim salt hesaba dayalıdır ve hu hesabı da hesap ehlinden başkası bilemez...

Bazı kimseler, bu görüşlere yönlendiren ve irşad eden zâtın her sorulan soruya cevap vermemesi gerekti­ğini, çünkü insanların bilmezlikle sordukları soruların bazısının yüksek bir düzeyde insanların hayatına ilişkin önemli sorular olmayacağını, bundan dolayı onları önem­li meselelere, istifade edebilmeleri için sormaları gere­ken sorulara yöneltmesinin lazım geldiğini de eklemiş­lerdir.

Aynı yaklaşımla, «İyilik, evlere arka(taraf)lanndan girmek değildir. Asıl iyilik Allah'tan kork(up azabından sakınganların iyiliğidir. Evlere kapılarından girin ve Al­lah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz.» cümlesinin tefsi­rinde de, bu ifadenin, insanları meselelere geri planda kalan yönlerden değil esas giriş noktalarından yaklaşma­ya çağrı olduğunu ev ve kapı misalinin de bundan kinaye olduğunu zikretmişlerdir. Bu müfessirler anılan yorum­larında şu rivayetten hareket etmişlerdir:

Muaz bin Cebel ve Sâlabe bin Ganem el-Ensari: Ya Ra-suluttah... Bu hilale ne oluyor?.. Önce ip gibi ince olarak çı­kıyor, sonra artarak dolup belirleniyor, sonra yine çıktığı hale âönünceye kadar 'inceliyor. Devamlı bit halet üzere durmu­yor?., demişlerdir. Bunun üzerine bu ayet-i Kerime indiril­di...»

Aralarında Tefsirü'l Mizanın sahibinin de bulundu­ğu bazı müfessirler ise ayete konu olan sorunun ayın ma­hiyeti ve şeklinin değişmesine ilişkin olmadığı yoluna git­mişlerdir. Bu müfessirlere göre: Eğer soru aya ve şekli­nin gösterdiği değişikliklere ilişkin olsaydı, ayette «Sana hilaller hakkında soruyorlar» yerine «Sana kamer hak­kında soruyorlar» ibaresinin geçmesi daha münasip olur­du. Yine şayet soru hilalin hakikatine ve özel şekline iliş­kin olsaydı, «Sana hilal hakkında soruyorlar» diye geç­mesi daha münasip olurdu ve o zaman çoğul kip ile «hi­laller» denmesinde bir maksat olmazdı. Burada «hilaller» diye çoğul kipinin kullanılmış olmasında, ayete konu olan sorunun ayın her çıkışında hilal şeklinde çıkmasının ve bu hilal şeklindeki çıkışlarıyla kameri ayları çizmesinin sebep ve faydası hakkında olduğuna delalet vardır. Bu­nun için de. «hilaller» olarak tabir edilmiştir. Çünkü kamerî ayların takvimini gerçekleştiren bu hilallerdir. Bun­dan dolayı da fayda yaklaşımı ile cevap verilmiştir[61].

Bununla ilgili yorumumuza gelince: Biz el-Mizân'm sahibi ile aynı görüşte değiliz. Çünkü kamer veya hilal hakkında' sorulacak soru  tarzına uygun  olmadığı  iddia­sıyla «hilaller» tabirinin çoğul kipi ile gelmiş olmasına dayanmaktadır.  Biz ise böyle  çoğul kipinde bir tabirin kullanılması için zaman içerisinde aynı olayın hep tek­rar etmesinin yeterli olduğu görüşündeyiz.  Çünkü  dik­katleri çeken ,ayın ve kendisine ilişkin şekil değişiklikle­rinin devamlı bir şekilde tekrar tekrar ortaya çıkmasıdır. Bunun için de bu olaya ilişkin soru cümlesi bu tekrarla­rı yansıtacak şekilde çoğul kipiyle yani «hilaller» olarak gelmiştir. Sorunun ayın görünümlerine ilişkin olması, ha­kikatine ya da mahiyetine ilişkin olmaması da bu duru­mu tekid etmektedir. Biz bu konuda kendisinin eleştir­diği diğer müfessirlerin görüşlerine daha yakınız. Çünkü soru şekli için münasip olan da, ayetin düşünceyi ilk an­da saran anlamı da budur. Ayların birbirinden ayrılması ve Receb... Şaban diye çeşitlenip ardarda gelmesi, zorlu bir zihinsel durum olarak insanların dikkatini çekmemiş­tir. Çünkü bunlar hayattaki daimi ve alışılagelmiş bilinen değişkenlerdendir. Asıl dikkatleri çeken    —rivayette de geçtiği üzere— ayın haletlerinin (evrelerinin)    değişiklik göstermesidir...   Cevabın niçin böyle  şeyler  üzerine  ve­rildiğine gelince; ayet-i kerime insanlara asıl önem verip ilgilenmeleri   gereken  şeyleri   göstermek  istemiştir.   Va­kitlerini Allah'ın kendileri için istediği şekilde düzenle­meleri,  O'nun  doğru yolunda  düzenli merkezli bir  su­retle yürüyerek kendilerini    Allah'ın yaratmış     olduğu kevnî (evrensel) düzenlemeye uyarlamaları gibi... Ayet­lerinin mutlak gerçeklerini ise ancak Allah bilir... [62]

 

Evlere Kapılarından Girin

 

«İyilik, evlere arka(taraf)lar.ından girmek değVdir. Asıl iyi­lik, Allah'tan kork(up Onun azabından sakınganların iyiliğidir. Evlere kapılarından girin ve Allah'tan korkun ki kurtuluşa ere-siniz»'

Bu ayet-i kerimenin esbab-ı nüzulü- üzerine es-Su-yutî «ed-Dümil Menşûr»unda bir rivayet naklederek şöy­le diyor: «Cahiliye devrinde ibrama girdiklerinde Beyt'e arka(taraîm)dan giriyorlardı: Bunun üzerine Allah Tea-la bu ayeti indirdi» el-Keşşâf Tefsirinde varid olduğu üze­re ise; Ensardan ,bir grup, ibrama girdiklerinde bunlar­dan hiçbiri herhangi bir avluya, eve ya da kulübeye ka­pılarından girmezlerdi. Şehirde veya köylerde kerpiç (topraktan mamul tuğla) evlerde oturanlar ya evlerinin arka tarafından bir delik delip oradan girer çıkarlardı ya da bir merdiven dayayıp yukarı çıkarak üstten evlerinin içine inerlerdi. Çadırlarda yaşayan Bedeviler ise çadırın arka tarafından girip çıkarlardı. Bunun üzerine indirilen bu ayet-i kerime ile onlara: «İyilik ,evlere kapılarından girmemekle kendinize eziyet etmeniz değildir. Asıl iyilik Allah'tan korkup O'nun yasaklarından sakınanların iyili­ğidir.» denildi.

Ayetin bu bağlamda indiğini, rivayetlerin hakkını teslim ederek kabul etmeye herhangi bir mani göremi­yoruz. Fakat sebeb-i nüzul, ayetin anlamını indiği olay ile smırlayamaz. Ancak genel yaklaşımda bir hareket nokta­sı olabilir. Bundan dolayı bu ayetten şu düşünceyi çıka­rabiliriz:

Hayatını iyinin ve iyiliğin yolunda yaşamak isteyen insan takvaya esas olan mühim ve temel meselelere bak­malıdır. Takva da insanı-Allah'ın emirlerine bağlanmaya, yasaklarından kaçınmaya ve     O'nun sınırlarına tecavüz edilecek olduğunda durup sınırlara kesinlikle yaklaşma­maya götürür. Gerçek budur... Yoksa ihram halinde iken evlere arka taraflarından girmek gibi kendi kendinizi bağ­ladığınız bu sınırlamadan vazgeçebilirsiniz. Kendinizin koymu solduğu bu sınırı aşıp bu yasağı çiğneyebilirsiniz. Çünkü bu size Allah'ın farz kıldığı bir iş değildir. Allah' m size yasakladiylarıyla ve farz kıldıklarıyla takvaya bağlanıp sımsıkı sarıldıktan sonra herhangi bir korku ve­ya günah hissi duymadan evlere kapılarından girebilir­siniz.

Ancak ayet üzerinde iyice düşünmek bizi —bizce sa­bit olmayan— bu rivayetleri aşmaya götürmektedir. Çün­kü «Evlere kapılarından girin» meselesinde zahir olan, bu sözün «evlere kapılarından girmeye» bir ruhsat ko­numunda varid olmadığıdır. Aksine bu söz, insanın ha­yatındaki bütün işlerde, sorduğu sorularda, söylediği söz­lerde, yaptığı işlerde, ulaşmaya çalıştığı hedeflerde üze­rinde yürüyeceği genel çizgiyi belirlemek konumunda va­rid olmuştur. Böylece ayet-i kerimenin ifade ettiği şey, insanın amelî (pratik) konumunun .kaynaklanıp —Allah' m iradesi üzere1— hareket etmesi gerektiği yerden hare­ket etmesini tekid olmaktadır. Çünkü Allah Teala hayat­taki her şeye bir kapı (bir giriş) koymuştur, oradan giri­lir. Her gayeye (amaca) onun tabiatı ve gerçekleri ile bağdaşan belirli bir vesile (araç) koymuştur, onunla ula­şılır. Yine her düşüncenin bir ortamı (hevası-atmosferi) vardır, onun içerisinde hareket eder. Her hareketin bir kumandası vardır, onun marifetiyle hareket eder... Bu nedenle «evlere kapılarından girmek», takva çizgisi ile ça­kışmaktadır. Tıpkı «evlere arka taraflarımdan girme»nin, şer'ı olmayan noktalardan hareket etmekten kinaye ola­rak takva çizgisinden uzak olması gibi. Çünkü iyiliğin varlığı da yokluğu da buna göre, yani şer'î çizgiye gö­redir. ..

El-Berkî'nin «Kitabül Mehasin»inde İmam Ebu Ca­fer -Muhammed el-Bakır'dan (AS)    «Evlere kollarından

girin» ayeti hakkında rivayet edilmiş olan şu söz de bu anlamı desteklemektedir: «Yani, İşlere önünden (başından zahirinden) girişmek; hangi iş olursa olsun». Tabii ki bu yaklaşımlar ve ulaştırdığı anılan tabirler düşünce ve uy­gulama esasına dayalıdır, tefsir tekniğine değil. Bununla beraber bu yaklaşım genel Kur'an'î içeriğe daha yakın kabul edilebilir. Davetin herhangi'bir alanında hareket etmeye kalktığımızda amelî hayata esas almamız gere­ken yaklaşım da budur. Yani ,bu yaklaşımla ve bizi fikrî ve amelî (pratiğe ilişkin) gerçeklerin, kişiliğin ve duru­mun tabiatına ortak olan etkenlerin incelenmesi kanalıy­la gayeye götürecek ve asıl istenilene ulaştıracak üslupla hareket etmek durumundayız. Diğer bir deyişle, herhan­gi bir kültürel, siyasal, sosyal ya da askerî hareket içe­risinde çalışmak durumunda olduğumuzda, meselelere kapılarından girip sonra o kapı marifetiyle çeşitli alanla­rına nüfuz etmemiz gerekmektedir. Böylesi, başarıya da­ha elverişli ve her türlü başarısızlıklardan ve olumsuz­luklardan daha uzaktır. Bu hayatî ve gerçekçi yaklaşım, düşünceden tutun araca, yönteme, liderliğe, hareketin başladığı ve icra edildiği alanın tabiatına, hareketi çev­releyen pratik şartlara, hareketin arkasına gizlendiği ar-kaplanlara varıncaya kadar her konu ve her husus için kaçınılmaz bir geçerliğe sahiptir.

İşte bizi her planın ve hareketin hesabını Allah'ın rı­zası esası üzerine yapmaya götüren takvanın yolu da, dünya ve ahiret kurtuluşunun yolu da budur... [63]

 

32) ALLAH YOLUNDA SAVAŞIN...

 

Bisittilîahirrahntanirrahiin

«Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın. Çünkü Allah, haksız yere saldıranları sevmez. Onları nerede yakalarsanız öldürün! Onların sizi çıkardıkları yerden sîz de onları çıkarın! Fitne (insanları Allah'ın doğru yo­lundan saptırmak), adam öldürmekten dalla kötüdür. Onlar si­zinle savaşmadıkça onlarla Mescid-i Harattı'da savaşmayın. Fa­kat onlar sizinle (orada) savaşırlarsa, onları hemen (orada) öl­dürün, Kafirlerin cezası budur... Şayet onlar (küfürden veya sizinle savaşmaktan) vazgeçerlerse, şüphesiz Allah bağışlayan (Gafur) ve esirgeyen (Rahîm)dir. Fitne (insanları Allah'ın yo­lundan saptırma) olmasın ve din yalnız Allah'ın olsun diye on­larla savaşın. Eğer (küfürden veya sizinle savaşmaktan) vazge­çerlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur...»

(Bakara: 190-193)

Kur'an-ı Kerim bu ayet-i kerimelerde İslam'daki sa­vaş hükmünün ilk aşamalarını işliyor ve bu hükmün İs­lam'ın ilk dönemlerinde dayandığı düşünceyi önümüze koyuyor. Müslümanlara karşı savaşa ve saldırıya başla­yan taraf Kureyş olmuştu. Müslümanlar da tabii olarak bu saldırganların karşısında eli kolu bağlı olarak barışa, sevgiye, af ve bağışlamaya çağıramazdı. Çünkü bu yük­sek ruhî ve ahlâkî kavramları, heva ve heveslerine uya­rak tamahlarına, şehevî arzularına ve nefislerinin karanlığına boğulmuş, bu karanlık içerisinde kılıç sallayan sal­dırganlar anlamazlar. Bu nedenle onlarla iyi anladıkları dilden konuşmak kaçınılmazdır. Çünkü onlar kuvveti,. baskının ve hatta hakkın esası olarak kabul eden bir ko­numdadırlar. İslam da konumun tabiatına gerçeklik açı­sından bakan pratikçi bir. sistemdir. Bundan dolayı bu ayet-i kerimeler ile Müslümanlara kendileri ile savaşan­larla Allah yolunda savaşma iznini vermiştir. Fakat ken­dilerine, insanın iç durumuna hükmeden ruhî haletlere bağlı olarak bazen zayıflayıp bazen kuvvetlenen, kişisel dürtülere uyan şahsî intikam konumundan hareket etme izni vermemiştir .Aksine savaş çizgisini ancak Allah'ın yolu üzerinde izlemelerine izin vermiştir. Çünkü kendi­lerine karşı savaşanlar, insanları Allah'tan ve O'nun yo­lundan uzaklaştırmak ve O'rıa inanıp itaat edenlere karşı cephe almak esası üzere çalışmaktadırlar.

Yine Allah Teala Müslümanlardan haksız yere sal­dırmamalarını, aksine.hakkı ve hak taraftarlarını savun­ma ruhu içersinde karşı koymalarını istemiştir ki İslam bir alternatif güç olsun. Çünkü İslam'ın gücü hayatın de­vamı açısından bir tehlike ifade etmez. Aksine İslam bu­nun aksi bir konumdadır ve hayatı kurup yüceltmek yo­lundaki iyi projelere ve iyi çalışmalara eğilimli iyilikçi varlığını korumakla başlayarak insanın asil değerlerine yönelik tehlikeleri bertaraf etmeye çalışır.

Saldırıya ve savaşa ilk başlayanlar kafirlerdir. Bu­nun için amellerinin ve saldırganlıklarının sonuçlarına katlanacaklardır. Müslümanlar da bu azgın gücü yerle bir etmek ve hak konumundaki alternatif gücü oluşturmak yönünde harekete geçeceklerdir. Onları buldukları yerde yakalayacaklardır. Çünkü 'onları alçaltmanm, zayıflatma­nın ve üstlerinde hakimiyet kurmanın yolu budur. Bu­nun için onlarla karşı karşıya geldikleri her alan şer'î bir harp alanıdır. Artık onlar için hiçbir yerde güven ve hiçbir sığmakta kurtuluş yoktur. Böylece nerede olurlarsa olsunlar kendilerine güvenlik hissini duymaya fırsat ver­meyecek daimi bir korkuyu yaşayacaklardır. Bu, misliy­le mukabele kanunudur. Onları kendilerini çıkarmış ol­dukları yerlerden de çıkaracaklardır. Çünkü onlar daha önce, Müslümanlara baskı uygulayıp onları Mekke'den uzaklaştırmışlardı. Bu yüzden Müslümanlar çeşitli hic­retlerle yeryüzünün birbirinden uzak değişik bölgelerine dağılmışlardı. Şimdi de Müslümanların onlara daha Ön­ce kendilerine yapmış olduklarını yapma hakları vardır. Ayrıca onların esas meseleleri Müslümanlarla savaşmak ve onları ülkelerinden çıkarmak değildi. Asıl meseleleri, tehditten işkenceye, muhasara (ambargo) d an ülkeden uzak­laştırmaya varıncaya kadar, ellerinden gelen bütün da­yanılmaz baskıları uygulayarak bu baskılar altında Müs­lümanları dinlerinden uzaklaştırıp saptırmak idi. [64]

 

Fitne Adanı Öldürmekten Daha Kötüdür

 

İslam'ın nazarında insanları dinden saptırmak adam öldürmekten daha kötüdür. Çünkü adam öldürmek be­densel bir cinayettir. Yani, insanın cismanî varlığını or­tadan kaldırır. Onun ruhuna dokunamaz. Oysa insanları dinden saptırmak ruhî bir cinayettir. Doğrudan insanın ruhunu hedef alır ve onu ortadan kaldırır. Böyle bir sui­kast ile karşılaşan insan, ruhunu yitirir ve hayat için ya­rarlı bir unsur olacak yerde zararlı bir unsura dönüşür. Bu cinayet ,insanın şahsî yanma, yani şahsiyetine ve bü­tün toplumun genel hayatına kasdetmek demektir. Bu esas üzere İslam bunu hayata karşı bir saldırı olarak ka­bul etmiştir. Çünkü bu tarz bir cinayet, Allah'ın insan için istediği hayatın taşıdığı bütün kapsamlı iyiliklere ve adalet üzere  kurulu  sevgiye,  insanın karşılaştığı bütün meselelere olumlu yaklaşan tasavvura; problemlerden kaç-mayıp onları cesaretle karşılayan ve tarihe boyun eğme-yip onu sorumluluk hissi içersinde tartışıp inceleyen, taş­tan olsun insan olsun varlığı sınırlı olan mahluklara kul­luk etmeyip, mahluklardan korkma yaklaşımına kapıl­mayıp Mutlak Yaratıcıya kulluğun sırrını temsil eden insan ruhuna karşı bir saldırıdır. Çünkü ancak O Mut-, lak Yaratıcıya kulluğun sırrını temsil eden insan, insanın şahsiyetini her şey karşısında hürriyet esası üzere ger­çekleştiren dinin hoşgörülü ortamında gerçek yaşam hür­riyetine kavuşur. Ancak bu şahsiyet insanı çevresindeki bütün güçlere kulluk tehlikesinden kurtarıp yalnız Al­lah'a kul edecek, hayatı sınıf eşitliği ve çeşitli ayırımlar düzeyini aşan adalet esası üzerine oturtacak, fırsatları hayatın gerektirdiği roller esası üzere dağıtacaktır. İşte bu şartlar altında İslam, insandan, bu hayat hürriyetine ve yalnız Allah'a kul olan bu hür şahsiyete karşı saldı­rıya geçenlerle savaşmasını istemiştir. İslam böyle bir karşı savaşı başkalarına saldırmak olarak görmemekte, aksine insanın içindeki hayatın insaniyetini öldürmek is­teyenlere karşı insanı ve hayatı savunmak olarak kabul etmektedir. [65]

 

Mescid-i Haram'da Savaş

 

Mescid-i Haram'm Allah'ın katında kendine özgü bü­yük bir saygınlığı vardır. Çünkü Allah Teala O'nu, insan için yeryüzünün huzur kaidesi yapmıştır. Bundan dolayı Mescid-i Haram'da savaşmak —kaçınmak mümkün ol­duğu takdirde— haramdır. Orada hiç kimsenin ilk saldı­rıyı yapan olarak herhangi bir kimseyi öldürmesi caiz değildir. Fakat nefsî müdafaa mukaddes bir haktır. İnsa­nın bu «Emin Bölge» içersinde de kendisine saldıranlara kuvvetle karşı koymak hakkı vardır. Çünkü bu takdirde Mescid-i Haram saygınlığı ,kendilerini savunanlar tara­fından değil, bundan önce saldırganlar tarafından çiğnen­miş olmaktadır. Bunun için Müslümanlar, kendilerini sa­vunmak zorunda kaldıklarında Mescid-i Haram'da da ol­sa müşriklerle savaşmakta herhangi bir günah hissine kapılmamalıdırlar. Zira Mescid-i Haram'ı, O'nun yüksek ruhî değerlerini çiğneyerek içerisindeki güvenlik orta­mını bozan azgın ve saldırgan güçlerden temizlemenin yo­lu budur. Sonunda Mescid-i Haram'm içinin iyilik, sevgi, takva ve güvenlik ile dolup donanması için onlarla sa­vaşmak ve onları buradan uzaklaştırmak kaçınılmaz bir zorunluluktur. Böylece Mescid-i Haram, O'nun güvenlik yeri olduğu gerçeğine inanan risaletin gölgesinde bütün insanlar için bir güvenlik yeri olarak kalmaya devam edecektir.

Bundan önce Müslümanlar Kureyşle çatışmak duru­munda kalıyorlardı, fakat böyle durumlarda Mescid-i Ha­ram'm saygınlığından dolayı günah hissine kapılarak sa­vaşmaktan çekmiyorlardı. Mecmaü'l Beyan'da İbni Ab-bas'tan rivayet edildiği üzere bu ayet-i kerime Hudeybi-ye antlaşması üzerine indirilmiştir. Şöyle ki; Rasulullah (SAV) ashabı ile birlikte umre yapmak isteğiyle yola çık­mışlardı. Bin dörtyüz kişilerdi. Hudeybiye'ye vardıkla­rında müşrikler önlerini kesti ve Beytü'l Haram'ı ziya­retten alıkoydular, Onlar da kurbanlarını Hudeybiye'de kestiler. Sonra müşrikler şu şartlarla anlaşmaya razı ol­dular: Peygamber (SAV) bu yıl geri dönecekti, gelecek yıl kendisine üç gün için Mekke'nin kapısını açacaklar ve Beytullah'ı tavaf edip her istediğini yapacak ve ardından hemen Medine'ye dönecekti. Ertesi yıl Peygamber (SAV) ve ashabı «kaza umresi» için hazırlıklarını yaptılar. Fa­kat müşriklerin kendilerini bırakmamalarından,  Beytullah’ı ziyaretten alıkoymalarından ve kendilerine savaş açmalarından korkuyorlardı. Çünkü Rasulullah (SAV) on­larla hem Mescid-i Haram'da hem de «Haram Aylarda» savaşmayı kötü karşılıyordu. Bunun üzerine Allah Teala bu ayet-i kerimeyi indirdi.

İşte bu ayet aracılığıyla İslam'ın helal ve haram kıl­dığı şeyler konusundaki ve hüküm koymadaki pratik ger­çekliğini anlıyoruz. Çünkü şahısların, yerlerin ve vakit­lerin saygınlığı, kendi sınırları içerisinde kalın kendisin­den daha büyük bir saygınlığa haiz şeylere zeval getir­mediği müddetçe hükme esas 'alınır. Yoksa böyle bir ze­val tehlikesi söz konusu olunca, daha büyük bir hürmeti haiz olan varlığın korunması uğrunda bıi saygınlıklar söz konusu edilemez. İşte İslam nazarında bu anılan saygın şeylerden daha (büyük bir hürmeti (saygınlığı) haiz olan varlık insandır. Bu nedenle Müslümanların bu daha büyük bir saygınlığı haiz olan varlık karşısında anılan diğer saygınlıkları çiğnemek hakları vardır. Çünkü İslamî kai­de, maslahat konusunda güçlü tarafın zayıf tarafa üstün tutulmasını gerektirir. İşte bu kaideden hareketle, her­hangi bir şer'î hükümde bazı işleri genel kaideden çıka­ran istisnalara varılmaktadır.

Eğer böyle olmasaydı, azgın gruplara Müslümanlarla savaşmak yolunda bazı mekan ve zamanların saygınlı­ğından yararlanma imkanı verilmiş olurdu. Böyle bir du­rumda bu azgın gruplar, Müslümanların zaman veya me­kanın saygınlığından dolayı karşılık veremeyeceği durum­larda kendilerini güçlü hissederek Müslümanlara ve yer­lerin ve zamanların saygınlığına saldırabilirlerdi. İşte ayet-i kerime bunu ifade ediyordu:

«... Onlar sizinle savaşmadıkça onlarla Mescid-i Haram'1 da savaşmayın. Fakat onlar sizinle (orada) savaşırlarsa, onları he­men (orada) Öldürün: Kafirlerin cezası budur...»

Müslümanların kendilerini savunmak konumunda Mescid-i Haram'da savaştıkları bu durum istisna olun­ca bunun kadrince takdir edilmesi (haksız yere aşırı gi­dilmemesi) kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bunun ölçüsü onların Müslümanlara saldırı durumlarıdır. Bunun için Allah Teala devam eden ayette «Şayet onlar vazgeçerler­se...» şartını getirmiştir. Vazgeçip bu mukaddes mekan­da savaştan çekilirlerse, Müslümanlara bu saygın mekan­da savaşmayı mubah kılan sebep ortadan kalktığından bu durumda savaşın durdurulması gerekir. «Şüphesiz Allah bağışlayan (Gafur) ve esirgeyen (Rahîm)dir». Tefsirü'l Mizan'da geçtiği üzere Allah'ın bağışlaması ve esirgemesi, hayat işlerinden herhangi bir işte Allah'ın istediği her-> hangi bir amelin caizliğinde esastır. [66]

 

Cihad Bağlamında Savaşı Nasıl Anlıyoruz?

 

Şirke ve müşriklere karşı savaş düşüncesi,    küfrün İslam'a karşı savaş açması ve dinlerinden saptırmak ama­cıyla Müslümanlara    baskı yaptığı güç ve    müesseseleri yıkmak çerçevesinde bir meseledir. Çünkü küfür, bu güç ve müesseseleriyle dünyadaki bütün    İslamî hareketlere karşı durmaktadır. İslam ile küfür arasındaki bu çatış­ma,  şahıslar,  kabileler veya düşman  gruplar düzeyinde değildir. Bunun için bu mesele, çatışmayı dondurucu uz­laşma ya da anlaşma benzeri yumuşak yollarla halledile­mez. Çünkü bu çatışma, Allah'ın, hayatın onun hak ve adaletten kaynaklanan sağlam kaidesi üzerine kurulma­sını istediği ilahî risalet ile (düşmanlık, azgınlık ve sal-dırgamk ilkelerini şiar edinen) küfür çatışması düzeyin­dedir.   Çünkü İslam'ın varlığı  küfrün varlığını  ortadan kaldırmaya yöneliktir. Bundan dolayı, mü'minleri dininden saptırma yolundaki baskılar olmasın, diri yalnız Al­lah'ın olsun ve  yeryüzünde  şeytana ve tağutlara ayak basacak bir yer kalmasın diye şirk ve müşriklerle savaşmak kaçınılmazdır. Çünkü mesele insanın maslahatı me­selesidir. Bunun için insana; küfrün, zulmün ve saldır­ganlığın fikir ve konum hürriyeti adı altındaki egemenli­ğinden uzak, hak ve adalet üzerine kurulu bir hayattaki gerçek hürriyet kalsın diye îslamî-şer'î şartlar üe sınırlı bir cihad zorunludur. Biz cihad meselesinin insan irade­sini baskı altına alan ve ona im.anî hakikate ulaşmak yo­lunda tartışma, görüşme ve soru sorma hürriyetini ver­meyen bir otoritenin baskısı meselesi olmadığım; aksine bunun fikir hürriyetini değil, küfür hürriyetini kontrol al­tına alma ve bunun rolünü dondurma meselesi olduğu­nu biliyoruz. İslam bunu yaparken ,insana, olumlu görüş­me yoluyla bir kaııate ulaşma imkanını verir. Fakat ka­firler bu imkana karşı direnirlerse, yani olumlu görüşme yoluna gelmezlerse o zaman risaletçi hayatın, —otorite­sini ortaya koyarak— kendi kendini tanıtmaya hakkı var­dır. Cihadın şer'î şartları üzerine yaptığımız incelemeden, onun insanların inancını zorla değiştirmeyi hedeflemedi­ğini, aksine diğer semavî dinlere mensup olan diğer in­sanların antlaşma ve zimmet şartlarını koruduktan sonra kendi inançları üzere kalmalarını    teminata bağladığını görebiliriz. Aynı durum, İslam'ın maslahatının birlikte ya­şamayı gerektirdiği rnü'min olmayan, yani herhangi bir semavî dine mensup olmayan gruplar için de geçerlidir.

Esas mesele, fitneyi güden kafir gücün ortadan kal­dırılması kanalıyla fitnenin olmaması (Önlenmesi) ve di­nin tamamiyle yalnız . Allah'ın olması meselesidir. Böy­lece yeryüzünde en üstün söz Allah'ın sözü olacak, küf­rün kapsamlı bir otorite konumunda hiçbir sözü olmaya­caktır. Bu da hayatı kendi çizgisine sokmak amacında olan her düşüncenin ve her dinin meselesidir...

«Eğer vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkasına düşman­lık yoktur...%

Ayet-i kerimenin noktalandığı bu ibare, Müslüman ol­mak ve küfür çizgisinden uzaklaşmak olarak tefsir edil­miştir. Çünkü Müslüman olduktan sonra diğer Müslüman­ların lehine olan onların da lehine, diğer Müslümanların aleyhlerine olan onların da aleyhinedir. Peygamber'den (SAV) rivayet edilen şu hadis-i şerif bu anlama işaret et­mektedir:

{(.Allah bana İnsanlarla 'La İlahe İllallah - Âllat'tan Başka İlah Yoktur' deyinceye kadar savaşmamı emretti. Eğer vazge­çerlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur».

Bu açıklamalar ışığında anlaşılıyor ki, Müslüman ol­duktan sonra savaş ^sanlara" karşı azgınlık edip haksız yere saldiranlai'a mahsustur...

Ayrıca bu ayet-i kerimenin başka bir yönde de va-rid olması mümkündür. O da savaş yoluyla küfrün gücü­nü yerle bir edip dinin üstünlüğünü yerleştirip sağlam­laştırmaktır. Çünkü savaş, bu hedefi müşriklerin ve ka­firlerin Müslümanlara karşı saldırganlıklarını sürdüreme­yecekleri bir düzeyde gerçekleştirir. Bu da ya küfürden dönüp imana gelmeleri suretiyle olur ya da Müslümanla­rın dinlerini yaşamak ve bu dine davet konusundaki hür­riyetlerine saygı esası üzerine kurulu güvenlik unsurları­nı düzenleyen antlaşmalar yoluyla.

Bu açıklama ışığında ayet-i kerimenin düşmanların küfürden vazgeçmeleri hususunda varid olmadığı, ancak zulüm ve saldırganlıktan vazgeçmelerini kapsadığı da gö­rülebilir. Yalnız bu, İslam'ın hayattaki küfür varlığını ortadan kaldırmak yolunda cihada yol vermediği anla­mında değildir. Aksine bu ifade ile kasdettiğimiz şey, ayetin anlamının (her zaman olabileceği gibi- çev.) görüş­leri . anılan müfessirlerin zikrettiği anlamdan başka bir anlama da gelebileceğidir... [67]

 

Haram Aylarda Savaş

 

«Haram ay haram aya karşılıktır. Haram(ay)ların hürmet­leri karşılıklıdır. (O halde) Size saldıranlara size saldırdıkları gi­bi saldırın. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah, (azap ve gaza­bından) sakınanlarla beraberdir. Allah yolunda mallarınızı ve­rin, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın, ihsan edin (iyiliği gereğince yapın). Şüphesiz Allah, ihsan edenleri sever»...  (Bakara: 194-195)

Bundan önceki ayetler, Müslümanların, savaşmak suretiyle saygınlığını çiğneyerek günaha girmekten sa­kındıkları Mescid-i Haram'da savaş üzerine idi ve Allah Teala Müslümanların kendilerini savunma açısından Mes-cid-i Haram'da savaşı serbest kılmıştı. Bu ayetlerde de Müslümanların, saygınlığını çiğneyerek günaha girmek­ten sakındıkları ve bu nedenle savaşa girişmedikleri ha­ram aylarda savaş işlenmektedir.

Allah Teala bu ayetleri indirerek, Müslümanlara mis­liyle mukabele esasına dayalı olarak savaş serbestisi ver­miştir. Bu konuda insanın hiçbir şekilde seçme yetkisi yoktur. Çünkü mesele hem ümmet hem de İslam risaleti açısından bir ölüm kalım meselesidir. Eğer Kureyş bu haram ayın hürmetini çiğnemiş, insanın bu ay içersin­deki huzur hakkına saygı göstermemişse, Müslümanların da bu hürmetli ayda onlara karşı saygınlığa riayet etme­mek hakları olacaktır. Ayet-i Kerimede «Haram ay ha­ram; aya karşılıktır» ifadesinin hemen ardından «Haram-(ay)lann hürmetleri karşılıklıdır»    ifadesi ile    bir kısas hükmü konulmuştur. Başkaları tarafından çiğnenen say­gınlığına karşılık kısas yapmak her insanın hakkıdır. Bu da, saldırganların saygınlıklarını çiğnemek şeklinde mis­liyle mukabele olacaktır. Kur'an-ı Kerim de bu düşün­ceyi, saldırıya uğrayanın bunun misli bir saldırıyla kar­şılık vermeye hakkı olduğu, adalet çizgisinden şaşıp sı­nırı aşmaması gerektiği şeklinde açıklamaktadır. Arka­sından da takvayı, Allah korkusunu emretmektedir. Em­redilen bu takvanın gereği, Allah'ın koymuş olduğu sı­nırlara gelindiğinde durmak, adalet ile zulmü birbirinden ayıran bu sınır çizgisini aşıp adaletten zulme geçmemek­tir. Çünkü insan bu takva sayesinde bulunduğu bütün özel ve genel konumlarda daima Allah'ın huzurunda ol­manın sorumluluğunu hisseder. Bu şuura sahip olan in­san, lehine ve aleyhine olan bütün haklar karşısında du­yarlı olur. Allah'ın kendisinden durmasını istediği yerde durur ,hareket etmesini istediği yerde hareket eder. Tak­va şuurunu yaşamayan insan ise ırkçılık ,intikam, tamah gibi insanı hakkından daha fazlasını almaya veya başka­larına haklarından daha azını vermeye teşvik eden nef­sin iç çatışmaları karşısında yoldan sapabilir... Kur'an-ı Kerim, bunun hemen ardından mü'minlerin takva ile ulaştıkları konumu belirtiyor: Allah, Rablarından O'nu görmedikleri halde korkup sakınan, gizli açık, küçük bü­yük her işte O'nun gözetimi altında bulunduğu şuurunu yaşayan takva sahipleriyle beraberdir... [68]

 

Kendi Ellerinizle Kendinizi Tehlikeye Atmayın

 

Kur'an-ı Kerim daha sonra Allah yolunda savaş ve cihad alanına ilişkin başka bir temel konuya geçiyor: Bu yolda mal harcamak. Cihadın, Allah yolunda savaşanların ytiyecek, binek ve silah    gibi ihtiyaçlarını    karşılayacak kendine özgü gerekleri vardır. Bunun için can ile cihadın yanında mal ile cihad da zorunludur. Allah yolunda mal harcamak emrinin hemen ardından, insanın kendini kenr . di eliyle tehlikeye atmaması emri gelmiştir. Kendini teh­likeye atmak konusu ferdî planda da cemaat planında da geçerli bir olgudur. Tabii ki bu da Allah-tarafından ken­dini feda etmek ve şehid olmak gibi bir bağlayıcı emrin bulunmadığı durumlar için söz konusudur. Kendini kendi eliyle tehlikeye atmak, ferdin veya cemaatin, makul ha­zırlıklar veya gerçekleştirilmesi hikmetle planlanmış bü­yük hedefler olmaksızın düşmanlarla savaşa girişmesi-dir. Çünkü ferdî veya toplu halde intihar, bu durumu zo­runlu kılan şer'î şartlar dışında Allah tarafından yasak­lanmış bir haramdır ...Ehl-i heyt imamlarından rivayet edilen bazı haberlerde ayet-i kerimenin —tabiri caizse— malî intihar konusunda varid olduğuna işaret edilmiştir. Bu, insanın kendisine hiçbi rşey kalmayacak şekilde bü­tün malını Allah yolunda harcamasıdır. el-Kâfî Kitabın­da İmam Cafer es-Sadık'm (AS) Allah Teala'nm «Kendi elicisle kendinizi tehlikeye atmayın» emri hususunda şöy­le dediği nakledilmektedir:

«Eğer bir kimse elindeki bütün malı Allah, yolunda harcar­sa ihsan etmiş olmadığı gibi doğru yapmış da olmaz. Allah Teala 'Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın; ihsan edin (iyiliği gereğince yapın); şüphesiz Allah ihsan edenleri —yani iktisatlı olup orta yolu tutanları— sever' buyurmamış mıdır?..»

Bu haberin uygulama alanında varid olduğu, ayetin hükmünü sınırlamaya ilişkin olmadığı açıktır. Çünkü ayet-i kerime, ister hayata; karşı ister hayatın dönüp do­laşıp bizzat kendisine varan .tabii ihtiyaçlarına karşı ol­sun tehlikeye götüren her iş için mutlak bir hüküm ifade etmektedir. [69]

 

İhsan : Ahlâkî Bir Kanun....

 

İhsan edin... Şüphesiz Allah ihsan edenleri sever... Bu, Kur'an-ı Kerirn'in birçok ayette tekid ettiği Kur'an'î ahlakî bir hükümdür. Bu hüküm, insanın gerek barış ve gerekse savaş hallerinde diğer insanlarla olan bütün iliş­kiler içerisinde yaptığı işlerde ve davranışlarında ihsan ile hareket etmesini ifade eder. Diğer bir ayette de; «Şüp­hesiz Allah adalet ve ihsanı emretmektedir» anlamı varid olmuştur. İhsanın değerine gelince, bu, insanın içerisin­de hayatın iyi yanma açıldığı amelî bağlılıkta ifadesini bulur. İhsan, insanın ruhunun ve şuurunun derinliklerin­den kaynaklanan ve kendisini başkalarının taşıdıkları şiarlara ve yaşadıkları şartlara saygı ile yaklaşmaya, bu insanların zorluklarını —en azından— kolaylık alanın­dan uzanarak paylaşmaya iten bir vergi ve müsamaha yaklaşımıdır. Bu yaklaşımla insan, hayat içersinde İsla-raî ahlakî bir çizgi üzerinde adalet ile ihsan arasında dos­doğru bir yol alır gider.

Kur'an-ı Kerim, bir önceki ayette takvayı emretmiş ve Allah'ın takva sahipleri ile beraber olduğunu zikret­mişti. Bu ayette de aynı üslupla ihsanı emretmiş ve Al­lah'ın ihsan edenlerle beraber olduğunu bildirmiştir. İh­san da takva temeline dayalıdır. Allah takva sahipleriyle beraber olduğu gibi ihsan edenlerle de beraberdir. [70]

 

33) HACCIN UFUKLARINDA BİR GEZİNTİ

 

Bismillah nrahnıaniırahim

«Allah için hacet ve umreyi tamamlayın. Eğer (düşman ve­ya hastalık gibi) bir engelle çevrilmiş olursanış kolayınıza ge­len kurbanı (gönderin) ve kurban yerine varıncaya kadar baş­larınızı tıraş etmeyin. İçinizden hasta olan ya da başından bir rahatsızlığı bulunan kimse (bunun yerine) oruçtan, sadakadan veya kurbandan (biriyle) fidye (versin). Güvene kavuştuğunuz­da, hacc(zamanın)a kadar umre ile faydalanmak isteyen, kola­yına gelen kurbanı keser. Kurban (kesme imkamn)ı bulamayan üç gün hacda yedi gün de döndüğünüz zaman (olmak üzere) tam on gün oruç tutar. Bu, ailesi Mescid-i Haram(civarın)da oturmayanlar içindir... Allah'tan korkun ve Allah'ın cezasının çetin olduğunu bilin...

Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda haca üzerine alır­sa bilsin ki hacda kadına yaklaşmak, günaha sapmak ve kavga etmek yoktur. Yaptığınız iyilikleri de Allah bilir... Bir de ha­zırlıklı olun, (ve bilin ki) en iyi hazırlık takvadır. Ey akıl sa­hipleri (yalnız.) benden korkun (emirlerimi yerine getirin ve ya­saklarımdan sakının)... Rabbinizin lütuf ve ikramından (bir şeyler) aramanızda sizin için herhangi bir günah yoktur. Ara-jattan ayrılıp (Müzdelifeye) akın ettiğinizde Mefar-i Haram'da Allah'ı anın. O'nu —siz O'nun hidayetinden Önce yolunu şa­şırmışlardan olduğunuz halde— size hidayet ettiği üzere anın. Sonra insanların akın akın döndüğü yerden siz de akın edin ve Allah'tan af dileyin; şüphesiz Allah bağışlayan ve merhamet edendir...

Hac ibadetlerinizi bitirdiğinizde (daha Önce), atalarınızı an­dığınız gibi hatta daha güçlü bir zikirle Allah'ı anın.

İnsanlardan kimi, 'Rabbimiz, bize dünyada ver.' der. Onun ahireUe bir payı yoktur. Onlardan kimi de( 'Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ver, bizi ateşin azabından koru!...11 der. İşte onlara kazandıklarından bir pay vardır. Allah, hesabı çabuk görendir.

Sayılı günlerde Allah'ı anın. Kim hemen İki gün İçinde (Minadan Mekke'ye) dönerse ona herhangi bir günah yoktur. Kim de geride kalırsa korunduğu .takdirde ona da herhangi bir günah yoktur. Allah'tan korkun ve bilin ki hepiniz O'nun hu­zuruna toplanacaksınız»...

(Bakara:  196-203)

Kur'an-ı Kerim bu ayetlerde haccm bazı hükümle­rini işlemektedir. Hac, Allah'ın İbrahim'in (AS) risaletirı-den beri kullarına farz kılmış olduğu bir ibadettir. İbra­him Peygamber'den bu yana farz olan hac, cahiliye ehli arasında da bilinmekteydi. İslam ise bunu ikrar ederek bir karara bağlamış ve bazı menasiki eklemiştir. Haccm lugattaki anlamı, «kasdetmek»tir. Bundan maksat hacca ilişkin birtakım özel menasikin kastedilmesidir. Umreye gelince, bu, Beytü'l Haram'ın özel olarak ziyaret edil­mesidir.

«Allah için hacet ve umreyi tamamlayın...'»

Hac veya umre niyetiyle ihrame girmek    suretiyle hacca veya umreye başlamış olan insanın hacca niyet et­mişse haccını, umreye niyet etmişse umresini tamamla-. ması zorunludur. Bu da kolay veya güç şartlar altında ifa edilmesi emrolunmuş gerekleri (farz ve vacipleri) yerine getirmekle gerçekleşir. Ayet-i kerimenin haccm ve um­renin Allafo için tamamlanmasını tekidle belirtmesi, hac

ve umrenin ,yalnız Allah'ın rızasının gözetilmesinin kaçı­nılmaz olduğu ibadetlerden olduğu anlamına gelmektedir, însan bu ibadet esnasında yapıp ettikleriyle, düşüncele­riyle ve bütün kulluğu ile Allah'a yaklaşmak ihtiyacını hisseder. Belki de İslamî ibadetlerin yüksek değeri, bun­ların, insanı bayatın canlılığından uzak bırakan —sevgi ve korku içerisinde kaybolmuş— kişisel vicdanî haletler olmamasında, aksine kulun Rabbi ile olan ilişkisi,içerisin­de hayatın en geniş ufuklarını karşılayan pratik bir çizgi olmasında yatmaktadır.  Nitekim namazda,  Fatiha Sure­sinin ifade ettiği anlamlar ve buna ilaveten Allah'ın hu­zurunda namaza duran kişinin kendi ruhî ve fikrî ihti­yacına göre seçtiği diğer bir sure veya ayetler topluluğu olan zammı sure'nin ifade ettiği anlamlarla karşı karşı-yayız. (Yani salt bir sevgi ve saygı gösterisi değil. Çev.). Yine İslam'ın, Allah'ı, mahlukatmm hayatına ilişkin Rab-lık,  görüp gözeticiük ve rahmet gibi vasıflarıyla tasav­vur edişi ile karşı karşiyayız. Kulun Rabbi ile ilişkisi ve O'na yönelişi ile karşı karşıyayiz. İşte namaz insanın var­lığı içerisinde böyle canlanmakta ve onun vicdanında İs-lamî düşünce ve tasavvurları canlandırmaktadır. Böyle­ce insan ruhî, fikrî ve amelî kapasitesi yoluyla bu Kur' an'î anlamları, hayat içersinde yaşayan canlı varlıklara dönüştürecektir.

Aynı şekilde hac konusuna yaklaştığımızda da bir­çok anlamı bünyesinde toplayan geniş kapsamlı bir iba­detle karşılaşıyoruz. Hac sırasındaki tavaf, (Safa ile Mer-ve arasında koşarak) sa'y etmek, Arafat'ta ve Müzdelife' de vakfe (durmak), Mina'da gecelemek, bütün bunları na­mazla karşılaştırabiliriz, yani çakıştırabiliriz. İnsan hac ibadetini ifa ederken de düşüncenin ve şuurun en derin haletlerini, en arı şiarlarını ve en yüksek derecelerini yaşar. İhrama gelince bunu da oruçla karşılaştırıp çakıştı-rabiliriz. Çünkü ihrama girmek de insana; şehvetlerine, zevk ve lezzetlerine, âdet ve alışkanlıklarına karşı kendi isteği ile bir bağlanma yüklemektedir.    İnsanı zorlu bir eğitim aşamasına sokarak, onu; sabrı, dayanıklılığı, baş­kalarının şiarlarına saygıyı,- çevresini saran bütün saygın şeylere, hatta hayvanlara ve bitkilere karşı  saygılı ol­mayı öğrenmeye, saçını tıraş etmekten,  aynaya bakma­ya varıncaya kadar her hareketini dikkatli bir kontrol altına  almaya  zorlamaktadır.,..   Cemreleri  (şeytanı)   taş­lamaya gelince, Cemreler şeytanı temsil ettiği gibi onları taşlamak da şeytan ile savaşın pratik bir sembolünü tem­sil etmektedir. İşte böylece insan kendi nefsinde ruhî, fik­rî ve amelî yapıyı gerçekleştirmek yolunda,     içerisinde Allah ile diyalogu yaşadığı bir ibadet    atmosferinde bir amelden diğerine koşar. Böyle olunca da ibadet insanı ha­yattan uzaklaştırmada ortak olmak gibi bir rol oynamaz. Bunun aksine ibadet insanı hayatın içine iter, onu yaşa­maya zorlar. İnsanı,    hayatı yaşarken maddeye    —onun maddî sıfatlarını ihmal etmeden— anlam ve değer ver­me konumuna yükseltir...

İslam tabii ki ibadetin anlamını, farz edip hükme bağladığı şekillerle gerçekleştirmekle kalmaz, onu insa­nın Allah için yaptığı bütün iyi amelleri ibadet kılmaya kadar uzatır. Nitekim ilim Öğrenmeyi ,aile efradının ihti­yaçlarını temin yolunda çalışmayı, iffetini muhafaza et­meyi, bir mü'minin bir ihtiyacını karşılamayı veya bir darlığını gidermeyi, diğer malum ibadetler gibi, insanın onunla Allah'ın rızasını kazandığı birer ibadet olarak ka­bul eden çok sayıda hadis ve haber varid olmuştur. Bü­tün bu anılan açıklamalar ışığında «Allah için haccı ve umreyi tamamlayın» emrinde insanın, içerisinde hac or­tamını —bu farizanın temsil ettiği yüksek ufuklara yük­selecek düzeyde— yaşadığı ruhî yaklaşımın tamamlanma-

sına işaret edildiğini görüyoruz. İnsan bu atmosfer içeri­sinde olgun bir îslamî moralle hareket edecek, içerikten uzak bir şekille yetinmeyecektir. Çünkü salt şeklî bir ta­mamlama içerik ve gerçeklik bakımından eksik olacak ve yapılan ameli, Allah'a yaklaştırmayan ve O'nun yanında makbul olmayan boş bir işe döndürecektir. Çünkü Allah Teala, insanın bütün ruhu ve varlığı ile yöneldiği amel­lerden başkasını kabul etmez.

«Eğer (düşman veya hastalık gibi) bir engelle çevrilmiş olur­sanız kolayınıza gelen kurbanı (gönderin) ve kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin...»

Hac veya umre yapan kimsenin karşısına haccmı ve­ya umresini tamamlamaktan alıkoyan bir engel çıktığın­da, haccı veya umreyi tamamladıktan sonra çıkması ge­reken ihramdan nasıl çıkacaktır?

Ayet-i kerime böyle bir durumda bulunan kimseye umre yapmak üzere ihram giymişse Mekke'ye, hac yap­mak amacıyla ihram giymişse Mina'ya bir kurban gön­dermesini farz kılmıştır. Kurbanı gönderir, kurban yeri­ne ulaştıktan sonra başını tıraş edebilir ve ihramdan çı­kabilir. Bu, söz konusu engelin bir hastalık şeklinde oldu­ğu durumda böyledir. Fakat söz konusu engel düşman olursa kurbanı bulunduğu yerde kesebilir. Müşrikler ken­disinin umre yapmasını engelediklerinde Peygamber'in (SAV) Hudeybiye'de böyle yaptığı rivayet edilmiştir.

«içinizden hasta dan ya da başından bir rahatsızlığı bulu­nan kimse (bunun yerine) oruçtan, sadakadan veya kurbandan (biriyle) fidye (versin)...»

Bu hüküm, kurban yerine ulaşmadan önce başı tıraş etme yasağının istisnasıdır. İnsan hasta olur da saçının başında kalması kendisine zarar verecek olursa veya başında kendisine rahatsızlık veren haşerat vesaire bulunup ken­disine rahatsızlık verirse üç gün oruç tutmak, altı mis­kini doyurmak ya da- bir koyun kesmek üzere başını tı­raş edebilir.

«Güvene kavuştuğunuzda, hacc(zamanın)a kadaf umre ile faydalanmak isteyen, kolayına gelen kurbanı keser. Kurban(kes-me imkanın)ı bulamayan, üç gün hacda, yedi gün de döndü­ğünüz zaman (olmak üzere) tam on gün oruç tutar...»

Bu ayet-i kerime, hac ile umrenin bir farizada bir araya geldiği «Hacc-ı Temettu»a işaret etmektedir. Fa­kat bu durumdaki insan umre ihramından çıktıktan son­ra hac için ihram giyinceye kadar ihramda haram olan şeylerden istifade edebilir. Bunun karşısında «Hacc-ı Ki-rân» ve «İfrâd» bulunmaktadır. Bunlarda umre yoktur. Ayet-i kerime kurban kesmenin gerekliliğinden bahisle «Hacc-ı Temettu»un hususiyetini belirtmiştir. Bu kurba­nın önceki cümlede geçen engel durumu ile ilişkisi yok­tur. Çünkü bu kurban, ayet-i kerimede «güvene kavuş­tuğunuzda» ibaresi ile ifade edildiği üzere engel durumu olmaksızın güvenlik halinde «Hacc-ı Temettu»da vacip kılınmıştır. Bu hac türünü diğer iki türden ayıran özellik de budur. Çünkü diğer iki hac türünde farizanın bir par­çası olarak kurban kesmek zorunluluğu yoktur. «Hacc-ı Kırân»da kurban kesilse de bu kurban haccm vaciplerin­den bir vacip değildir... Ayet-i kerime «Hacc-ı Temettü» da kurban kesmeye gücü yetmeyenlerin durumunu da hükme bağlamış ve hac zamanı ile döndükten sonrası ara­sında paylaştırılmış olarak on gün oruç tutulmasına hük­metmiştir.

«Bu, ailesi Mescid-i Haram(civarın)da oturmayanlar için­dir...»

Burada anılanlar ,evi Mescid-i Haram'dan oniki mil­den daha çok uzakta bulunanlardır. el-Mizân tefsirinin sahibinin de zikrettiği üzere burada hikmetli bir hafif­letme ve kolaylaştırma vardır. Evi Mescidri Haram'dan cok uzakta bulunanlar eziyetten korunmak istenmiştir. Evi Mescid-i Haram civarında olmayan kimse «Hacc-ı Temettu»da umre yaptıktan sonra hac için tekrar «nü-kat»a gidip gelmez. Umreden sonra bazı şeylerden fayda­lanıp hacca başlar.

«Allah'tan korkun  ve Allah'ın cezasının çetin, olduğunu bilin...»

Ayetin sonunun böyle şiddetli olmasının hikmeti Tef-sirü'l Mîzân'da geçtiği üzere haccm ibadetler arasındaki Özel durumundan dolayıdır. Hac İbrahim Aleyhisselam-dan bu yana var oları bir ibadettir. Zaten insanlar buna yabancı değillerdir. Farziyetine de menasikine de kalp­leri ısınmıştır. Buna rağmen hacca karşı yanlış konum­lara düşmek hoş görülebilir bir şey değildir. Ayetin sonu bu nedenle sert varid olmuştur [71].

üz, «Allah'ın cezasının çetin olduğunu bilin!» sertli­ğinin, ou iDarenm üst yanında emredilen «takva-Allalı korkusu» ile ilişkili olduğu kanaatindeyiz. Allah'tan kor­kun, yani bilin ki, Allah'ın cezası çetindir ...Bunun için hayatınızın her alanında O'nun çizmiş olduğu sınırlara riayet edin. Dur dediği yerde durun.

«Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda haccı üzerine dır-sa bilsin ki, hacda kadına yaklaşmak, günaha sapmak ve kav­ga etmek yoktur. Yaptığınız iyilikleri de Allah bilir. Bir de hazırlıklı olun; (ve bilin ki) en iyi hazırlık takvadır. Ey akıl sakipleri (yalnız) benden korkun (emirlerimi yerine getirin ve ya­saklarımdan sakının)...»

Hac için ihrama girilmesi caiz olan aylar üç aydır: Şevval, Zilka'de ve Zilhiccefnin ilk on günü). Bu aylarda hacca niyet edip ihrama giren insan ihramın yasaklarına bağlı kalmak zorundadır. Bunların başında- ayette anılan şu üç şey gelir: Cinsi münasebetten kinaye edilen kadına yaklaşmak (refes), yalan söylemekle tefsir edilmiş olan günaha sapmak (füsûk), «Vallahi öyle değil ve vallahi böyle...» gibi yemin ve ısrar kelimeleri ile tefsir edilmiş olan çekişme (cidal). Bunlar insan hayatında eğitimin önemli unsarlanndandır.

Bu ayet-i kerime, insanın yaptığı iyi işlerin Allah'ın ilminden kaçmayacağım hatırlatarak son bulmuştur. Bu da amelerde ihlas, her iyiliği sırf Allah için yapmak ve başka kaygı gözetmemek şuurunu ve Allah'ın gözetim ve denetimi altında bulunduğumuz hissini pekiştirmek için­dir. Allah'ın kadm-erkek her insanın yaptığı amelleri za­yi edecek olmadığım hatırlatmaktadır. Bu şuur ve his, in­şam Allah yolundaki çeşitli güçlük ve darlıklara O'nun sevap ve rızası karşılığında tehammül etmeye götüre­cektir.

«Bir de hazırlıklı olun; (ve bilin ki) en iyi hazırlık takva (Allah korkusu)dur...»

İnsana Ölümünden sonra kalacak olan budur. Allah' in huzuruna vardığında bunu Allah'ın yanında hazır bu­lur. «İnsandan geriye kalan iyilikler Rabbinin yanında sevap ve ümit bakımından en iyi şeylerdir...» Dünyada ve ahirette karşılaşılacak en iyi sonuç, iyi işlerin sonu­cudur. Allah'tan korkan insan daima O'nun gözetimi altında bulunduğu şuuru ile yaşar ve bu şuur içersinde yığ­dığı iyilikleri kuşanarak Allah'ın huzuruna varır.

«Ey akıl sahipleri...  (yalnız) benden korkun...»

Emirlerimi yerine getirin ve yasaklarımdan sakının... Bu yüksek nidada insanı dünyada ve ahirette iyi olan şeylere çeken akl-ı selim şahit tutulmuştur. İnsanın aklı başmdalığı ve ayıklığı vurgulanmış, bunun takvaya gö­türen iyi sonuçlarına işaret edilmiştir.

«Rabbinizin lütuf ve ikramından (bir şeyler) aramanızda sizin için herhangi bir günah yoktur...»

Ehl-i beyt imamlarından rivayet edilen bazı haber­lerde bu ifadenin, müminlere haccı eda ettikten sonra çe­şitli "ticarî işlerle uğraşma ruhsatının açıklaması konu­sunda varid olduğu belirtilmiştir. Çünkü Müslümanlar bunda herhangi bir günah olabileceği hissinde idiler ve böyle bir günahı irtikap etmekten çekiniyor ve ticaretten kaçmıyorlardı. Ayet-i kerimede geçen «Sizin için herhan­gi bu- günah y&ktur» tabiri bu durumu açıkça ortaya koy­maktadır. Günah tabirinin geçmesi Müslümanların bu ka­bilden bir şeyler hissettiklerini göstermektedir. Rızık ara­maya çalışmak meselesi «Allah'ın lütuf ve ikramından (bir şeyler) aramak» ibaresi ile ifade edilmiştir. Bu, alışıl­mış Kur'an'î tabirlerdendir. Allah Teala'nm Cura'a Sü­resindeki ayet-i celilesinde de varid olduğu gibi:

«Namaz (kılınıp) bittikten sonra yeryüzüne dağdın ve Al­lah'ın lütuf ve ikramından (nasibinizi) arayın...»

Bu Kur'an'î tabirde rızik aramanın ibadetin ruhiye-tinden uzak bir şey olmadığına da işaret vardır. Çünkü rızık elde etme çabası Allah'ın lütuf ve ikramından (bir şeyler aramak, yani O'nun lütuf ve ikramına ulaşmaya ça­lışmak olarak ifade edilmiştir. Bunun yanında ibadet de. Allah'ın âfâkında hareket etmektir. Tıpkı rızık aramakta olduğu gibi. Daha önce de helal rızık aramayı insanı Al­lah'a yaklaştıran bir ibadet olarak kabul eden hadis ve haberlere değinmiştik. Bu hadis ve haberlerin bazıların­da ise ibadetin yetmiş şubesi olduğu, bunların en efdali-nin de helal rızık aramak olduğu varid olmuştur. [72]

 

Arafat'ta ve Meş'ar-i Haram'da...  .

 

Arafattan ayrılıp (Müzdelifeye )akın ettiğinizde Meş'ar-i Haram'da Allah'ı anın. O'nu— siz O'nun hidayetinden önce yo­lunu şaşırmışlardan olduğunuz halde— size hidayet ettiği üzere anın...»

İnsanların güneşin zeval vaktinden guruba kadar ara-fatta huşu içersinde durmaları hac ameliyeler indendir. Bu huşu içerisindeki duruşta ibadetten, tefekkürden ve ru­hun derinliklerine nüfuzdan çok büyük bir nasip vardır. Bu duruş hayatın Allah'ın huzurunda duruşudur. İnsan bu duruşta düşüncelerine ilham ve amellerinde istikamet alır. Allah'tan kendisine düşüncelerinde isabetlilik, yo­lunda doğruluk, işlerinde kolaylık, darlıklarına genişlik, arzu ve emellerine pratik gerçeklik bahşetmesini bekler. Bundan anladığımız şudur: Arafat'taki vakfe (duruş) bir aşamanın bitimi ile yeni bir aşamanın başlangıcı arasın­daki duruştur. Tıpkı uzun <sefere çıkmış bir insanın kar­şılaştığı güçlükler ve sarfettiği çabalardan ve uygulan­mış bazı proje aşamalarından sonra dinlenmesi, düşünme­si, katettiği mesafe ile önündeki katedeceği mesafelere bakıp hesaplarını gözden geçirdikten sonra yeniden, yeni bir yolculuğa başlıyormuş gibi yola koyulması için belli bir yerde yine belli bir müddet konaklaması gibi... Allah için hacceden insan bu yüksek konumu dua ve zikir ile ta­mamlayarak yaşadıktan sonra yola koyulacak ve bir müd­det sonra başka bir yerde ikinci durak olan Meş'ar-i Ha-ram'da yeniden duracaktır. Bu duruş —İmamiye mezhe­bine göre— fecrin doğuşundan güneşin doğuşuna kadar­dır. Diğerlerine göre ise iki «tülu'-doğuş» arası kadardır. Bu, değişik bir zamanda değişik bir duruştur. İnsan bu duruşta, kendisini —daha önce yolunu şaşırmışlardan ol­duğu halde— hak yola hidayet eden Allah'ı anarak huşu ve şükran içerisinde bir zikir ortamını ve hidayetin ne büyük bir nimet    olduğunun şuurunu yaşar.    Hidayetin hoşnutluk, ruhaniyet ve güven ortamının, şüphe, tered­düt ve kayboluştan uzak olmanın yüceliğini hisseder. Al­lah'ın hidayetinin kendisini kötülük ve pisliklerden uzak temiz bir hayatın fezaî ortamına yöneltmesinin büyüklü­ğü üzerinde düşünür. Sevgiye, iyiliğe ve huzura yakın­lığın mutluluğunu yaşar. Sonunda Allah'ın affına ve hoş­nutluğuna  ve  cennetin güzelliğine ulaşmanın huzurunu yakalar.  Bunun karşılığında sapıklığın    insanın içindeki ve dışındaki, ferdî ve toplumsal hayattaki, dünyadaki ve ahiretteki olumsuz sonuçlarını karşılaştırmalı olarak göz­lerinin Önünde canlandırır. Böylece Allah'ın kendisine ba­ğışlamış olduğu hidayet nimeti karşısında derin bir şükür hissine kapılır.  Bütün maddî nimetler karşısında hisse­dilecek bir ayrı değer ve öneme sahip olan bu hidayet ni­metini kendisine bağışlayan Allah'a karşı minnet  duygularmı yaşar. Sapıklık içerisindeki hayatı, somut bir şe­kilde hidayet    içerisindeki hayatın    somut gerçekleri ile karşılaştırır. Böylece hidayet nimetinin yüceliğini sadece soyut:ve düşünsel olarak değil, somut ve pratik olarak da kavrayıp idrakini pekiştirir. [73]

 

İnsanların .Akın Ettiği Yerden Siz de Akm Edin...

 

«.Sonra insanların akın akın döndüğü yerden siz de akın edin ve Allah'tan af dileyin; şüphesiz Allah, bağışlayan ve mer­hamet edendir...»

Rivayete göre Kureyş, Arafat'ta insanların akın akın döndüğü yerden dönmemekteydi. Çünkü Kureyşliler ken­dilerinde kendilerini diğer İnsanlardan ayırıcı bir büyük­lük ve yükseklik olduğu hissine kapılmışlardı. İşte bu ayet-i kerime, kendilerini özellikle de Allah'ın insanları birbirinden ayıran bütün farkları ortadan kaldırmak is­tediği bu hac konumunda diğer insanlara karşı bir bü­yüklük ve yükseklik taslamaya iten bu sınıf çatışmaları­nı ortadan kaldırmak üzere İnmiştir. Böylelikle kendileri­ni Allah'ın huzurunda bir tek kimlik altında toplayan bu sıfatı, bir ve tek olan Allah'a kulluk sıfatını yaşayacak­lardır. Çünkü bir tek Allah'a kul olduktan sonra insanı diğer kardeşlerinden ayıracak takvadan gayrı bir ayırı­mın hiçbir anlamı yoktur.

Ayet-i kerime, bundan sonra insanları kendilerinden sadır olması mümkün olan, imanın çizgi ve ruhiyetinden uzak çeşitli olumsuz davranışlarından tövbe etmeye, Al­lah'tan kendilerini bağışlamasını dilemeye çağırmakta ve kendilerine bunun karşılığında aradıkları bağışlama ve rahmeti, merhameti vaadetmektedir. Çünkü rahmet ve mağfiret Allah'ın zatî sıfatlarına andır. O, hu sıfatlarıyla kullarını rahmet ve rızasına ulaştırır. [74]

 

İki İnsan Örneği ve Dua

 

«Hac ibadetlerinizi bitirdiğinizde (daha önce) atalarınızı an­dığınız gibi, hatta daha güçlü bir zikirle Allah'ı anın. İnsanlardan kimi: 'Rabbimiz, bize dünyada ver!' der. O-nun ahirette bir payı yoktur... Onlardan kimi de: 'Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ver, bizi ate­şin azabından koru!..' der. İşte onlara kazandıklarından bir pay vardır... Allah hesabı çabuk görendir...»

Rivayete göre, insanlar önceleri hac ibadetlerini bi­tirdikten sonra oturup sohbet ederlerdi. Sohbetleri ata­larının konumlarına, geçirmiş oldukları dönemin şartla­rına, ortaya koymuş oldukları kahramanlıklara, sahip ol­dukları bolluklara ve söylemiş oldukları sözlere kadar uzanırdı. Böylece hac esnasında yaşamış oldukları ruhî havadan uzaklaşmış olurlardı. Allah Subhanehu, insanlar­dan, haccı Allah'ın ismini anıp geçtikleri bir mevsim ya da münasebet yerine koyarak bundan sonra Allah'ı bı­rakmamalarını istemiştir. Çünkü haccm esas rolü kalbi devamlı bir ruhî yöneliş ile Allah'a açmaktır. Bunun için hacdan sonra Allah'ı bırakıp ondan başkaları ile oyalan­mak Allah tarafından istenmeyen bir şeydir.

Bundan sonra ayet-i kerime, Allah'ı zikir ve dua ile anma bağlamında iki insan tipi çiziyor: Bunlardan biri Allah'a dua ederken hile sadece dünya hayatını ve onun şehvet ve lezzetlerini düşünür. Allah'tan sadece dünya­lık ister. Ahireti ve ahiret hayatının gereklerini hiç mi hiç düşünmez. Allah'tan dünyayı ister ve kuru kuruya onunla yetinir. Bu insanın ahirette herhangi bir payı yoktur. Çünkü ahiret herhangi bir şekilde onun hesabın­da yer almamıştır. Onun için önemli olan bu dünya ha­yatıdır. Ahiretin herhangi bir önemi yoktur. Bunun için de Allah Teala onun hesabını ahirete ilişkin değerler olan sevap ve rıza ile görmez...

Diğeri ise dünya ile ahireti birleştirip birlikte ele alan dengeli îslamî çizgide bulunan Örnek insandır. Bu in­san,  dünyayı Allah'ın kendisinden temiz ve iyi bir hayat yaşayarak çalışıp çabalamasını istediği bir çalışma yeri, bir tarla olarak kabul eder. Hayatta iyi işler yapar, yararlı işlerle uğraşır, bunun yanında Allah'ın helal kılr -rmş olduğu şehvet ve lezzetlerden faydalanır. Bunun için de Allah'tan kendisine dünyada güzellik vermesini ister... Sonra ahiretin dönüp dolaşıp varacağı son durak olduğu­nu görür. Orada her insanın ya cennette ya da cehen­nemde hayat süreceğini bilir. Bunun için Allah'tan ken­disine ahirette de güzellik vermesini ister. İşte bu insan örneği, Allah'a yakın olandır. Bundan dolayı da dünya­daki salih amelleri ile kazanmış olduğu güzellikten ken­disine nasibi verilir. Böylece hem dünyada hem de ahi­rette Allah'ın büyük mükafatını karşısında bulur... Al­lah, hesabı çabuk görendir. O'nun hesabı süratlidir. Kul­larının yapmış oldukları amellerinin sonucunda neyi hak ettiklerini bilir ve onlardan her birine iyi veya kötü kar­şılıklardan yaptıklarına karşlık olam adil bir hükümle verir... [75]

 

Duanın Eğitim Boyutu

 

Yukarıda geçen duaya ilişkin iki ayetin çizdiği çer­çeveden duanın eğitim boyutunu algılıyoruz. İnsanın fikrinde, vicdanında ve pratik hayatında yaşadığı bütün meseleleri duanın bu boyutu içerisinde görebiliriz. Öyle ki, insanın yaptığı dua onun hayattaki bütün konum ve hareketlerinin canlı bir sureti olmaktadır. Bu canlı suret içerisinde insan dünya işlerine eğildiği gibi ahiret işleri­ne de eğlir. İnsan bu dua ortamında kalbini Allah'a açar ve O'ndan dünya hayatının zarurî ihtiyaçlarım istediği gibi ahiret hayatına ilişkin ihtiyaçlarını da ister. Böylece insanın ahirete ilişkin hissiyatı da gelişir. Ahret hayatın­da kendisine verilecek güzelliğin de dünyadaki zarurî ihtiyaçlar kadar, hatta daha da önemli olduğu şuuru derin­leşir... İşte Kur'an'î dualarda, Peygamber'in (SAV) dua­larında ve O'nun Ehl-i beytinin imamlarının dualarında, özellikle de İmam Zeynelabidinin dualarında karşılaştığı­mız çarpıcı gerçek budur. Bu dualar dünyaya ve ahirete ilişkin bütün istekleri bu iki hayatın birlikteliğine ve ay­rılmazlığına delil olacak şekilde bir araya toplamış ve birlikte ele almışlardır... Muvaffakiyete götüren ve da­yanağımız olan Allah ne"'güzel vekildir...

«Sayılı günlerde Allah'ı anın. Kim hernen iki gün içinde (Mina'ddn Mekke'ye) dönerse ona herhangi bir günah yoktur. Kim de geride kalırsa korunduğu takdirde ona da herhangi bir günah yoktur. Allah'tan korkun ve bilin ki hepiniz Onun hu­zuruna toplanacaksınız...»

Sayılı günlerin, Zilhicce ayındaki «teşrik» günleri olduğu açıktır. Bunlar, Zilhicce ayının Mina'da geçirilme­si gereken onbirinci, onikinci ve onüçüncü günleridir. Acele edip iki günde (onikinci gün) dönmeye de, onüçün­cü güne kalmaya da herhangi bir mani yoktur. Fakat bu hükmü koyan ibareden hemen sonra gelen takvaya (ko­runmaya) gelince; bu, İmam es-Sadık'tan ve İmam el-Ba-kır'dan rivayet edilmiş haberlerde de günahlardan bağış­lanmaya esas olarak geçmektedir.

Bundan sonra ayet-i kerime tekrar mutlak bir ifa­deyle takvaya davet etmiştir .Ayetteki «Allah'tan korkun ve bilin ki hepiniz O'nun huzuruna toplanacaksınız» iba­resi insanın hacda ve diğer bütün zaman ve mekanlarda hayatın her alanında Allah korkusu ile davranmasını ifa­de etmektedir. Bütün insanların Allah'ın huzuruna top­lanacağı İfadesi de bunun te'kididir. Burada, insanların so­nunda Allah'ın huzuruna toplanacakları ve bu âdil ve ga­lip huzurda hayır ve şer bütün yaptıklarının karşılığını görecekleri gerçeğine dikkat çekilmiştir. Bu gerçeğin te' kidle vurgulanması da insanın kendi nefsinde ve bütün hayatında takva ruhunun gelişmesinde büyük bir etken olacaktır.

Anılan günlerde ve gecelerde Mina'da kalmaya ge­lince; bu insanın ruhunun derinliklerinde Allah'ın hu­zurunda bulunmanın yüksek ve etkin hislerini yaşadığı bir ruhî ve fikrî konum olarak kabul edilebilir. İnsan bu konumda ve bu ruhî ortam içersinde Allah'ı zikreder, te­fekküre dalar, geçmiş dönemlerin ve içinde bulunduğu dönemin hesaplarını gözden geçirir. Bunların geleceğe olan uzantılarına kapılır. Hacda yapıp ettikleri üzerinde düşünür. Sonunda dünya ve ahiret hayatı düzeyinde yük­sek im anî neticelerin tatmin ve güveni içerisinde vazife­sini tamamlamış olarak döner...

Allah'a ihlasla kulluk edenlerin ecri ne büyüktür... [76]

 

34) İNSANIN DAVRANIŞLARI ÜZERİNE

 

BismilIahirrahmanirraMnı

 

Hayat Konumlarında İki İnsan Örneği Üzerine

 

«İnsanlardan öylesi var ki, dünya hayatına dair sözü ho­şuna gider. Kalbinde olana (sözlerinde samimi olduğuna) da Allah'ı şahit tutar. Oysa o, hasımların (düşmanların )en yama­nıdır. Dönüp gitti mi (veya iş başına geçti mi) de başlar yer­yüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli yok etmeye... Allalı da bozgunculuğu sevmez. Kendisine «Allah'tan kork!y> dendiğinde gururu kendisini günaha sürükler. Artık ona cehen­nem yetişir; ne kötü bir yataktır o... İnsanlardan öylesi de var ki, canını Allah'ın rızasını kazanmak karşılığında satar. Allah da kullar(ın)a çok şefkatlidir...»

(Bakara:   204-207)

Bu ayetlerde hak, doğruluk ve iman karşısında her zaman ve her yerde bulunan iki insan örneğini açıklayan "bir suret zikredilmiştir. Bunlardan biri; insanların iyili­ğini, saflığını ve kendilerine hayat içerisinde aynı toplu­luk içinde birlikte, bir çatı altında yaşadıkları bütün in­sanların iyi, doğru ve temiz olduğunu vahyeden doğruyu istismar eden münafık insan Örneğidir. İnsanlar bu saf­lık ve doğrulukla bu münafık insanın tatlı sözlerine ina­nır, yumuşak üsluplarına aldanırlar. Yeminlerine güve­nirler. Münafık insan da bu küllî inanç ve güveni istismar ederek kalbinin halis niyetlerle, kafasının insanların hayatını iyilik üzere inşa edecek, kendilerini hakkın ve saadetin yoluna yöneltecek iyi düşüncelerle dolu oldu- . ğunu bir izlenim olarak insanların içine yerleştirir. Kal­binde olana (sözünde samimi olduğuna) Allah'ı şahit tu­tarak, şahitliğin kutsiyetini ve yeminin _ azametini kulla­narak insanları aldatmaya çalışır.

Kur'an-ı Kerim dikkatlerimizi bu insan tipinin ha-yatmm derinliklerine çekerek onun gerçek kimliğini açık­lamakta ve «O düşmanların eaı yamanıdır» ifadesiyle bu insan tipinin Müslümanlara ve  gerçeğe karşı olan düş­manlığını  olanca  açıklığıyla  ortaya     koymaktadır.  Evet onun insanların bazı acı tecrübeleri yaşamadan bileme­diği, farkına varamadığı fikrî ve ruhî konumu budur. O, hakkı ve doğruluğu temsil eden kelimelerin arkasına giz­lediği kötü anlamlar ve şer kuvvetlerle peşinde  olduğu rütbe, mal ve şehvetleri elde etmeye çalışan bir şer ko­numundadır. Bu sözlerden sonra dönüp  gittiğinde veya iş başına geçtiğinde asıl azgın ve şerir yüzü açığa çıkar. Toplumdaki beşeri varlıkları ve servetleri yok etmeye ça­lışır. Ayette anıldığı ifade ile ekini ve nesli yok eder. İn­sanların ahlakî siyasî, sosyal ve iktisadî gerçeklerini bo­zucu alanlarda faliyet gösterir. Böylece de Allah'ın yer­yüzünde bozgunculuk çıkarmayı kabul etmeyen sevgi ve rızasından uzak bir sapıklık içerisinde boğulur gider.

Kendisini eleştiren ve nasihat eden insanlarla karşı­laştığında, bu insanlar kendisine gittiği yolun yanlışlığını açıklamak, kendisini aydınlatıp takva çizgisine yönelt­mek istediklerinde ise gururu kendisini günaha sürükler. Nasihat ve eleştirilere kulak asmaksızm günahlı yoluna yapışır ve İşlediği günahlarla' gurur duyar. Gittikçe azar, kendisinin şüpheler ve eleştiriler düzeyinin üstünde ol­duğu yolunda aldatıcı yalancı izlenimler yayarak büyük-lenip böbürlenir.  Ona bakarsanız, kendisi işin başındadır ve diğer insanlara hayattaki stratejik programları ve­ren yüksek kaynak ve otorite kendisidir. Bundan dolayı hiçbir kimsenin kendisini eleştirmesi, ona yol göstermesi, programını ve gidişatını eleştirip aykırı programlar ve gidişatlar önermesi caiz değildir...

Ayet-i Kerime, (çok yalandan tanıdığımız -Çev.) bu insan tipini bekleyen sonu açıklayarak noktalanıyor. Onun yeri cehennemdir ve o, orada azapların en şiddet­lisini tadacaktır. Kendi eliyle kendisine hazırladığı bu yatak ne kötü bir yataktır.

Müfessirler ayet-i kerimede geçen «ve izâ tevellâ» ibaresinin tefsirinde değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları bu ibareyi «geri dönüp tatb  sözlerini sarfettiği

topluluktan uzaklaştığında» diye tefsir ederken, diğer ba­zı müfessirler aynı ibareyi «velayet-iş başına geçmek» olarak tefsir etmişlerdir. Yani ikinci görüşe göre, anılan insan tipi iş başına geçip insanlar üzerinde yönetici konu­muna geldiğinde kötü yöneticilerin yaptığını yapar; .yer­yüzünde bozgunculuk çıkarır. Kur'an-ı Kerim'de tabir edildiği üzere ekini ve nesli yok etmeye çalışır. el-Keşşâf tefsirinin sahibi de bu görüştedir. Bu iki tefsir de ayette geçen ibarenin mümkün anlamlarından olmakla beraber bu ikinci görüş gerçeğe daha yakın gözükmektedir. Çün­kü azgınlık ,yeryüzünde fesâd çıkarmak ,ekini ve nesli yok etmek, kendini her türlü eleştiri ve nasihat düzeyi­nin üstünde görmek gibi ayette anılan insan tipine ilişkin sıfatlar ve davranışlar, daha ziyade bir yüksek mevki ve iktidar ile birlikte gerçeklik kazanabilirler... Ayetlerinin esrarını ise ancak Allah bilir...

Evet... Her zaman ve her yerde din, siyaset ve top­lum alanlarında varlık gösteren münafık şahsiyetin tem­sil ettiği insan tipinin açık sureti budur. Bu, temsil etti­ği bütün sapma, aldanma, aldatma ve işgal unsurları ile kendini ve çevresindeki insanları şeytana (Büyük Şeyta­na- Çev.) satan insan tipidir.

Bu münafık insan tipi karşısında ikinci bir insan tipi daha vardır. Bu ise kendisini Allah'a satan, O'nun rızası" karşılığında kendini Allah'a adayan insan tipidir. Bu in­san tipi kendi nefsinde Allah'ın iradesinden ve bu ilahî iradeye itatten uzak herhangi bir özgürlük görmez. Bun­dan dolayı da bütün fikrî, ruhî ve bedenî güçlerini Al­lah'ın yolunda harcaması gerektiğine dair engin bir inanç ve bu inancı bilfiil destekleyen derin bir şuur içerisinde yaşar. Batıl metodlar ve hakka düşman engeller karşısın­da kendisinin herhangi bir mantık yürütme yetkisinin ol­madığını, hayatın bütün alanlarında olduğu gibi batıl me­todlar ve hakka düşman engeler karşısında da metod, ta­vır ve strateji belirleme yetkisinin tamamen Allah'ın ira­desinde  olduğunu bilir.  İşte bu  insan tipi,  hayatın her alanında risaletlerini yaşayan, hayatlarını da bu risalet için yaşayan risaletçi insan Örneğidir. Bu insanlar hayatı doğru çizgi üzerinde ve yalnız risaletleri için yaşarlar. Al­datıcı hareketler karşısında bu doğru çizgiden herhangi bir sapma göstermezler. Hiçbir baskı unsuruna teslim ol­mazlar. Aksine bütün'engeller karşısında sarsılmaz sert bir konumda bulunarak, ahidlerine sadık olduklarına ve Allah yolunda kendilerini feda edercesine cihad ettikle­rine Allah'ı şahit tutarlar. Allah yolunda kınayanların kı­naması da kendilerine hiçbir surette engel olamaz.

«Allah kullarına çok şefkatlidir...»

Kendi rızaları ile ve iç huzuru içersinde ölümü gö­ze alarak kendilerini Allah'a adayan bu insanları kabul eden ve onları rahmet ve rızasına boğacak büyük müs-bet karşılıklar veren, az amellerini çok sevapla değerlen­diren O'dur.

el-Keşşâf tefsirinin sahibinin naklettiği üzere er-Ra-zî ,tefsirinde bu ayet-İ kerimenin nüzul sebebi hakkında yaptığı açıklamada bu ayetin nüzul sebebi hakkında üç rivayetin varid olduğunu, bunlardan birinin bu ayet-i ke­rimenin Ali b. Kbi Talip hakkında nazil olduğunu haber verdiğini belirtmiştir. Bu rivayete göre: Ali b. Ebi Talip, hicret gecesi Rasulullah'm (SAV) yatağmda yattığında Cebrail, Rasulullah'm (SAV) yatağında yatan Ali b. Ebi Talib'in baş tarafında Mikail de ayak ucunda durmuşlar­dı. Bu esnada Cebrail şöyle seslenmiştir:

«YaşaJ Yaşa! Senin gibisi var mı ya Ali! Allah meleklere karşı seninle Övünüyor.,.»

Gerçekten de İmam Ali'nin kişiliğinde övünmeye de­ğer bir fikir, takva ve cesaretle karşı karşıyayız. O, bü­tün bu özellikleriyle hayatını her türlü kişisel yarar kay­gısından uzak, İslam'ın ve Müslümanların hizmetinde sürdürmüş ve kendini bu yolda feda etmiştir... [77]

 

Bu İki Örnekten Ne Anlıyoruz?

 

Bu ayetlerden ;ikaracağinnz sonuçlara gelince:

1 — Diğer insanlara, diğer Müslümanlara sözler ve görüntüler yoluyla değil, yaşadığımız realiteler yoluyla nasıl güven ve destek vereceğimizi öğrenmeliyiz. Sözler ve görüntüler yoluyla değil, yaşadığımız realiteler yoluy­la dedik. Çünkü sözler ve kelimeler aldatabilir, görüntü­ler insanların ve hatta bizim gözlerimizi boyayabîlir. Fa­kat çetin deneyimler kanalından ulaşılan yaşanan canlı kavramlar ancak hak ve ihlas temelinden hareket eder ve bu canlı gerçeklikleriyle algılanmayı zorunlu kılarlar. Bu ayetlerde karşılıklı olarak sergilenen iki örnek yoluy­la insana, hayatın birden çok cephesinin bulunduğu, belli" bir görüntünün çoğu hallerde kendi gerçeğini açıklama­dığı vahye dilmektedir.

2 — Kur'an'm karşılaştırmalı olarak sergilediği bu iki örneği, yaşanan gerçek hayatın içerisindeki yerine oturtmalıyız. Bu iki örneği, yaşayan hayat gerçeği içerisin­de ele aldıktan sonra, ayette kötü kimliği açıkça ortaya konulmuş olan birinci Örneği protesto etmeliyiz. Böyle­ce insanlar bu kötü örneğin bozgunculuğundan, azgınlı­ğından, saldırı ve sömürüsünden kurtarılmış ve korun­muş olacaktır... İkinci örneğe gelince, bu örnek insan ti­pine destek ve riayetle bağlanmalıyız. Böylece de bu iyi insan Örneği güçlenip kararlılık kazanacak ve bu yolla hayırlı ,ıslahçı ve sevgiye .insanlığa ve bağlılığa önem ve­ren bir ümmet oluşacaktır.

3 — Kafamızda yeryüzünde bozgunculuk çıkarma­nın, Kur'an'm tabiriyle ekini ve nesli yok etmenin olum­suz temellerini canlandırmalıyız. Bunun üzerine bütün olumsuz siyasal, sosyal .ekonomik ve askeri programlara karşı gerekli tavrı alıp, sadece Allah'ın rızasını gözeten insanın kendini Allah'a adamasında temsil olunan olum­lu temelleri izleyenler durumunda olacağız. Böylece de hayattaki iki zıt yönden olumlu yönü canlandırıp takviye etmiş olacağız. Karşımıza çıkan şartlar ne kadar çetin olursa olsun, bizi saran sorunlar ne denli zorlu olursa ol­sun, bu müsbet tavrı kuşanmahyız. Çünkü Allah'ın sev­diği şeylere ve rızasına ulaşmamızı ve sevmediği şeyler­den ve gazabından uzaklaşmamızı gerçekleştirecek olan budur. Sevgisizliğin karanlığı karşısında sevgiyi, olum­suzluğun zulmeti karşısında müsbetliği de hayat içerisin­deki gerçek yerine bununla oturtabiliriz... [78]

 

Hepiniz Birlikte Selamete Girin

 

«Ey iman edenler, hepiniz birlikte selamete girin ve şey­tanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düş­mandır. Size apaçık deliller geldikten sonra yine (hak yoldan) kayarsanız bilin ki Allah daima üstündür ve hikmet sahibidir. Onlar (delil olarak) ancak buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin karşılarına gelmesini ve iş(lerin)in oracıkta bitiril­mesini mi bekliyorlar?!., (tş bitmiştir)... Bütün işler (sonunda) Allah'a döndürülür...»

(Bakara: 208-210)

İlk iki ayet-i kerimede mü'minler, kendilerine hayat­ta, içerisinde ne ayrılık, ne çatışma ve ne de düşmanlığa yer olmayan vahdet-i sağlayıp koruyacak İslam'ın ilke­leri, yönelimleri, kavramları ve hükümleri temeli üzeri­ne kurulu olan imanın selamet atmosferine girmeye ça-ğırılmaktadırlar. Ancak bu iki ayetten bu çağrıyı nasıl çıkarıyoruz?.. Şimdi bu iki ayetten bu çağrıyı ve bu çağ­rının içeriğini nasıl çıkardığımızı ayrıntılarıyla açıkla­maya çalışalım...

İlk ayet-i kerimede geçen «es-Silm» kelimesi İM yönde tefsir edilmiştir. Müfessirlerin çoğunluğu bu ke­limeyi «İslam» olarak tefsir ederken'bazı müfessirler de «sulh ya da çatışma ve ayrılığı bırakma» olarak tefsir et­mişlerdir. Bu kelimelerin tefsiri üzerindeki görüş ayrılı­ğına dayalı olarak aynı ayet-i kerimede geçen «Ey iman edenler...» ifadesinin anlamı üzerinde de görüş ayrılığı or­taya çıkmıştır. Çünkü «es-Silm» kelimesini anıldığı üze­re «İslam» olarak yorumlayan birinci tefsir bir açıklık (beyaniyet) sorunu yaratmaktadır. Yani eğer bu «Ey imaa edenler...» ifadesiyle hitap edilenler mü'minler ise, nasıl olur da zaten mü'min olan bu kimselerden İslam'a gir­meleri, yani Müslüman olmaları istenir?.. Nitekim bu yolda görüş beyan eden müfessirîerden bazıları «iman eden­ler» tabirini de, içinden değil de söz ile dıştan iman eden­ler ya da iman etmiş görünenler olarak tefsir etmeye ça-. lışmışlardır ki bu yaklaşımla ayetteki «iman edenler»den maksat «münafıklar» olmaktadır. Bu müfessirler böyle­ce ayetteki çağrının İslam'a ve imana içten ve amelî ola­rak bağlanmaya yönelik olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ay­nı yaklaşımla hareket eden müfessirlerden    bazıları da «iman edenler» tabirini, «Ehl-i kitap» olarak yorumlama­ya çalışmışlardır. Bu yorumla da «es-Silm», bunların ya­ni Ehl-i kitabın İslam'a girmeleri anlamına getirilmeye çalışılmıştır. Fakat biz ayetin ruhunda bu yaklaşımla ve- • rilen iki anlamı da göremiyoruz. Ancak ayet-i kerimeyi incelediğimizde başlangıçta anılan iki temel yaklaşımdan İkincisini ayetin ruhuna daha yakın buluyoruz. Yani biz­ce ayetteki «es-Silm» kelimesini «sulh ya da çatışmayı ve ayrılığı .bırakmak» olarak tefsir eden müfessirlerin yak­laşımı  ayetin ruhuna ve   anlamına  daha yakındır.  Yine «iman edenler» tabirine ilişkin anılan iki yorumu da şu ayet-i  kerimedeki  açık  anlam  ışığında  değerlendirmeyi yerinde buluyoruz:

nA'râb (Bedevi Araplar) iman ettik dediler. De ki: 'Siz iman etmiş olmadınız. Fakat... Ancak 'islâm olduk'' deyin. Çün­kü henüz iman kalplerinize girmemiştir...»

Çünkü iman gönülden (içten-kalpten) olur. İslam ise, itat ederek barışa girmek ve savaşı bırakmaktır. Savaşı bırakmakla İslam oldunuz (korunup güvene girdiniz). Gö­rüldüğü gibi ayetin açık anlamı, sözün uygulamaya uy­gun olduğu iman iradesidir. O halde şimdi biz bu ayette de pekiştirilmiş olan bu anlamı bunun aksine nasıl yora­biliriz?!.. Yine bu «iman edenler» tabirinin Ehl-i kitap olarak yorumlanması da Kur'an'î ıstılahla (terminoloji ile)

uygun düşmemektedir. Çünkü Kur'an'î ıstılah, «iman edenler» ifadesini «Ehl-i kitap» ve «müşrikler» ıstılahla­rının karşısına koymuştur. Bu Kur'an'î ıstılah ayırımını şu ayet-i kerimede açıkça görebiliriz:

«îman edenler... Yahudiler... Sabitler... Hıristiyanlar...»

İşte bu açıklamalar ışığında «es-SÜm,» kelimesini İs­lam'a girmek, Müslüman olmak anlamlarına yormaya herhangi bir sebep göremiyoruz.

Şimdi karşı karşıya olduğumuz bu anlam atmosfe­rinde «es-Silm» kelimesine verilen başlangıçta andığımız anlamlardan ikincisini bir kere daha pekîştirebiliriz. Çün­kü ayrılık, çatışma ve çekişmelerden uzak bir toplumsal uyuşmayı ifade eden «es-Silm» kelimesinden bunu. anlı­yoruz. Burada ayet-i kerime, her türlü ayrılık, çatışma ve çekişmelerden uzak olan toplumsal uyuşma ve birlik ortamına girmeye çağırmaktadır. Bu toplumsal uyuşma ve birlik ortamı, ümmetin, kendisini birbiri ile çatışan ayrı­lıkçı gruplar şeklinde dağıtan ve bu dağmılık içerisinde boğup kaybeden yanılgılardan uzak olarak üzerinde top­lanıp bir araya geldiği tek çizgi ile aynı durumdadır. Tıp­kı şu ayet-i kerimenin çizdiği tabloda görüldüğü gibi:

«Hepiniz Allah'ın ipine sımsıkı sarılın ve ayrılmayın...»

Kur'an ayetlerinden birçoğu, kendilerine Allah ka­tından bir ilim gelmiş ve bu ilim geldikten sonra, buna rağmen kendi aralarında ayrılığa düşmüş sapmış ve sap­tırmış ümmetleri yoğun bir tekidle anlatmaktadır:

«Dinlerini parçalayıp ayırarak çeşitli tarafgir gruplar oluş­turanlar hiçbir  konuda   o(Müslüma)nlarla   bir  değildirler...»

«Kendilerine (Allah katından gerçeğin) ilmi geldikten sonra azgınlığa kapılarak kendi aralarında ayrılıp ayrılığa düşenler gi­bi olmayın...»

ayetlerinde görüldüğü gibi... Kur'an-ı Kerîm'de bunun başka açık örnekleriyle de sık sık karşılaşıyoruz. Bu ayet­ler, birlik halinde olan tek ümmetin bireyleri arasında herhangi bir ayırım veya ayrılığın bulunmadığını tekid eden ruhanî çizgiyi açıkça ortaya koymaktadırlar.

Bu ayetlerde İsrailoğulları da canlı bir Örnek olarak verilmiştir. Çeşitli zât'çı ve hizipçi akımlara kapılmaktan kaynaklanan ayrılık ve çatışmanın onları nasıl dağıtıp yerle bir ettiği gözler Önüne serilmiştir. Böyle menfî ör­nekleri bütün canlılığıyla sergileyen Kur'an-ı Kerim, toplumun selametini korumaya önem vermiş, toplumu oluşturan fertlerin özel ve sosyal hayatlarının her alanın­da bu toplumsal selametin temelini oluşturan birlikteli­ği gerçekleştirecek ve muhafaza edecek yolda davranma­larım emretmiştir. İşte bizi genel Kur'an'î atmosferde «es-Silm» kelimesinden bu manayı anlamaya iten de bu Kur' an'î yaklaşımdır. Buna, bu anlamın Kur'an-ı Kerim'in başka ayetlerinde «es-Silm» kelimesinin kullanılışı ile uy­gunluğunu da eklersek tamamen bir fikrî tatmin duru­muna ulaşabiliriz. Diğer ayetlerde «es-Silm» kelimesi şöyle geçmektedir:

«Eğer onlar 'silm'e-barışa' yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a dayan. Çünkü O, işiten ve bilendir...»

(Enfal: 61)

«Siz üstün (galip durumda) olduğunuz halde gevşeyip de 'silm-barış' istemeyin. Allah sizinle beraberdir. O sizin amelle­rinizi zayi etmeyecektir...»

(Muhammed: 35)

Bu açıklamalar kanalıyla ayet-i kerimede geçen «es-» kelimesinin, hayatta îslamî çizginin selamet ve de­rinliği için temel şart olan barış içerisinde yaşama ve bir­liktelik anlamına geldiğini daha iyi anlamak durumun­dayız- Bu anlam çerçevesinde mü'minlerin üzerine dü­sen görev, fikrî, toplumsal ve ekonomik bütün alanlarda birbirleriyle olan ilişkilerinde barış ve huzur ortamında yaşamaları, düşmanlık ve çekişmeye meydan vermemele­ridir. Bu ayet-i kerimenin emri doğrultusunda mü'min-ler, düşmanlık ve çekişmelerin özellikle de tek din içeri­sinde mezhepçi ayrılıkların hayatlarına hakim olmasına fırsat vermemelidirler. Çünkü bu ayrılıklar İslam toplumunu parçalar, bu ayrılıklar sonucu oluşan grupların her biri diğerine karşı düşmanlık eder ve savaşan birer yı­kıcı güç durumuna gelir. Bu da kaçınılmaz olarak dinin zayıflamasına yolaçar. Çünkü her bir dinî güç diğer dinî gücü vururken, her biri neticede güçlerin heder edilme­sine, tümden ortadan kaldırılmasına veya etkisiz bırakıl­masına ortak olmuş olur. Bütün bu ayrılıkların şahsî çı­karlar temeline dayandığı da gözden kaçırılmamalıdır. Bu temelden hareket eden ayrılıklar, elbette şahsî çıkarlara hizmet edecektir, ümmetin menfaat ve maslahatına de­ğil...

«Silm»e yani barış ve birliğe yönelmek, tabiatıyla insanların hayatına hükmeden İslamî kavramlarla iç içe yaşamakla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bu sıkı bağlılık, İslam toplumunun bütün unsurlarını birbirine bağlayan, çizgi­lerini birbiriyle bir araya getiren ve bütün unsurlara, ay­nı noktada kesişip birleştiklerini his ve idrak ettiren fik­rî temel kanalıyla gerçekleşmektedir. İşte bu bağlamda ayette geçen «Sihn'e girmek» ifadesinden, İslam'ın tek yolunda bir araya gelip birleşmeyi anlayabiliriz. Tabii ki bir kelime veya söz olarak değil, muvafakat ve birlik üzerine orijine olan kavramın bir neticesi olarak... Çünkü «es-Silm-Selamet, Muvafakat ve Birlik» güzel mua­mele ve içten yaklaşım temeli üzerine kuruludur ve so­run çıkarmaktan müşkilata sürüklemekten uzaklaşmak noktasından hareket eder. Kötü uygulamalar ve acı dene­yimler, fırtınalar ve kasırgalar karşısında dayanıklılık gösteremeyecek kadar nazik ve tabir caizse alıngandır. İs­tenen ve aranan incelik sıfatının yanında nazikliğin bu­lunması tabiidir... İşte İslam, yaşayan canlı hayat içeri­sindeki silmin-selametin hikayesini böyle anlamaktadır... Bu anlam da yaşanan, pratik, canlı birlik noktasına doğ­ru hareket eden fikir ve şuur birliği bağlamın d a dır. Ayet-i kerimenin «Ey imam edenler!..» diye başlaması da her halde bunu anlatmaktadır. Çünkü iman, mü'minlere kalkış noktasını,.yol ve hedef birliğini dikte etmek duru­mundadır. Böylece birlik, yakınlaşma ve bağlılığın de­rinlere varan köklerine bağlanacak ve karanlıklar içeri­sinde boğulup anlamını yitirmiş yüzeysel kelimelerin ku­cağında parçalanıp yok olmaktan uzaklaşacaktır. Bunun neticesinde de hayat her şeyiyle taze, zinde bir havaya ve onu çepeçevre saran    fezaî bir nura kavuşacaktır... [79]

 

Şeytanın Adımlarını İzlemeyin!..

 

«... Şeytanın adımlarını izlemeyin...»

Çünkü şeytan, mü'mini eğleşi ve gaflet ortamına so­karak onu (sahip olmakla nıü'min sıfatını kazanmış olr duğu) imanının çizgisinden uzaklaştırır. Böylece mü'mi-nin imanı, hayatın canlılığından uzak bir şekilde kendi zâtının çerçevesi içerisinde durgunlaşır ve kuruyup gider. Şeytanın her adımı, yani insanoğlunun önüne döktüğü bü­tün yollar, onu sapma, küfür ve bozguna doğru sürükler. Şeytan bunu, insanın içine kötü vesveseler, şek ve şüphe çatışmalarını, sapma ve bozgun etkenlerini yerleştire­rek gerçekleştirir. Böylece ona imanı idrakini kaybetti­rir. Bundan sonra o insan hakkı batıl, batılı da hak ola­rak görür olur. Eşyaya bakış terazisi değiştikten sonra öl­çütleri çatışır, ölçüleri birbirini tutmaz... Her halde bu olumsuz sonuçlardan biri de şeytanın hilelerinin etkinli­ği sonucu mü'minin diğer nıü'min ile iman adına savaş-masıdır. Çünkü şeytan, mü'rnîne diğer mü'minle savaş­mayı, o mü'minin tarafında gördüğü sapmalara ve sapık­lıklara karşı Allah yolunda ve iman adına yapılan bir sa­vaş olarak gösterir. Fakat o mü'min bir dikkat nazarıyla incelemeye dursa, diğer mü'min kardeşine karşı şahsî mi­zaç ve kişisel heva ve hevesler temeli üzerinden karşı çı­kıp düşmanlık güttüğünü ve o mü'min kardeşinin bizzat kendisine karşı, yani iman adına bizzat iman edenlere karşı savaştığını bütün açıklığıyla keşfedecektir. Her hal­de bu vahim olgunun açık acıklı örneklerinden biri bü­tün varlığı ve acı gerçekliği ile karşı karşıya olduğumuz Müslümanlar arasında bulunan çeşitli konularda çatış­ma ve düşmanlığa sürükleyecek düzeyde olan mezhep ve hizip ayrılıklarıdır. Oysa şeytan, bu bela ile başbaşa ka­lan mü'minlere, bunun, hakkı savunma olduğunu vah-yetmekte ve kendisinin adımlarını izlemek gibi bir yanıl­gıya kapılanları bu yola gayet tabii bir şekilde sürükle­mektedir. Hem de ortalık, kafirlerin bir yandan sömür­gecilik gerçeklerinden, diğer yandan küfür gerçeğinden kaynaklanan cehennemi planları ile kaynarken... Tıpkı kendisi hak olduğu halde onunla batıl kastedilen veya ba­tılın hizmetine koşulan kelimeler gibi...

Bütün bu açıklamalar ışığında, Allah Teala'nm, ayet-i kerimelerinde devamlı olarak şeytanla karşı karşıya ol­duğumuzda onun bütün planlarına karşı dikkatli olma ve ayık bulunma ilkesine riayet etmemizi te'kid ettiğini gö­rüyoruz. Çünkü şeytan, insanın zihnine ve fikrine nüfuz etmek amacını gerçekleştirmek için en gizli yolları ve en dakik araçları kullanır. Hak ile batıl yolları arasında in­sana kendini kaybettirir. Böylece insan bu iki ayrı yol arasında yoldaki işaretleri karıştırır.

Bu, birçok ayet-i kerimede karşılaştığımız bir du­rumdur:

«... Kullanma (birbirlerine karşı) sözlerin en güzel olanını söylemelerini söyle... (Çünkü) şüphesiz şeytaız aralarına çatış­ma sokar... Gerçekten şeytan, insan, için apaçık bir düşman­dır...»

(İsrâ: 53)

Bu ayet-i kerimede şeytanın insanların birbirlerine karşı sarfettikleri kelimelerin içerisine nüfuz ederek mu­hatabın zihninde bu kelimelerin en olumsuz anlamlarını canlandırmaya çalışmasına ve bu yolla muhatabın şahsî duyguları üzerinde kötü etkiler oluşturmasına, böylece insanlar arasına düşmanlık ve çatışma kıvılcımları atma­sına dikkat çekilmekte ve şeytanın bu tür bir oyununa meydan vermemek için mü'minlerden, bir fikri ifade et­meye çalışırken birbirlerine karşı ve hatta diğer bütün insanlara karşı güzel -bir üslupla, kelimelerin en güzelini, çeşitli olumsuzluklardan uzak olanını seçmeleri ve Özen­le seçtikleri bu kelimeleri yine güzellik bağlamında sar-fetmeleri emredilmekte ve bütün bunlar «şeytanın insan için apaçık bir düşman» olduğu gerçeğine dayandırılmak­tadır.

Bu konuda diğer bir ayet-i kerime de (mealen) şöy­ledir:

«Şüphesiz şeytan, sizin düşmanınızdır. Bu nedenle onu (an­cak) bir düşman olarak kabul'edin. O, kendisine uyan taraftar­larını ancak cehennem ehlinden olmaya çağırır...» (Fâîır: 6)

Kur'an ayetlerinde üzerinde ağırlıklı olarak durulan ve dikkat çekilen bu düşmanlıkta insanın, hayatın bütün alanlarında şeytanın fısıltı ve işaretleri karşısında karşı bir konum almasına ve aksi bir tutum göstermesine açık bir işaret görüyoruz. Ezelî düşmanlık konumundan hare­ket eden şeytan bu fısıltı ve işaret üsluplarıyla insanın içine şek, şüphe ve güvensizlik unsurlarını doldurur. Bu­nun için insan, kafasında toparladığı bir sözü veya dav­ranışı sarfetmeden ve kendisine yöneltilen bir söze veya davranışa teslim olmadan önce, bu sözün veya davranışın zahirî ne kadar hak, doğruluk ve iyilik olsa da uzun uza-dıya düşünmelidir. Bu tefekkür aşaması sonunda, zahiri hak, doğruluk ve iyilik olan o söz veya davranışın iç yü­zünün de halis mi yoksa sahte mi olduğu açığa çıkacaktır. Bunun üzerine de insan o söz veya davranışı, açığa çıkan sonuca göre red veya teyid edecektir.

Tefsire konu olan ayet-i kerimenin «Şeytaaım adım-îarmı izlemeyin» cümlesi de, insanı attığı her adımda, uy­gulamaya giriştiği her programda, özellikle de diğer in­sanları huzur ve selamete davet etmek gibi yüce bir uğ-raşm konu olduğu adımlarda sıkı bir inceleme ve tefek­küre sevketmek üzere varid olmuştur. Çünkü şeytan, had­dizatında yolun doğrusuna meyilli olan insanın huzur ve şeamet yolundaki projelerini tahrip etmek ve onu ben­lik, grupçuluk, particilik, ırkçılık ve diğer bölücü ve par­çalayıcı rüzgârlarla karşı karşıya bırakmak için önüne bütün kötü yolları nasıl dökeceğini çok iyi bilir. Şeyta­nın adımlarını izleyerek onun insanoğlunun önüne usta­lıkla döktüğü bu kötü yollara kapılan insanları şeytan, sözün başında da değindiğimiz gibi çeşitli isimler, renk­ler ve metodlar altında birbirinden uzak ve birbirine düş­man partilere ve gruplara böler. İşte burada şeytanın adımları ile Rahmân'm adımlarını ya da şeytanın projele­ri ile Rahmân'ın projelerini, şeytanın önümüze döktüğü kötülük yolları ile Rahman'ın önümüze koyduğu dosdoğ­ru hak yolu birbirinden ayırdetmek, şeytanın gösterdiği hedeflerle Rahmân'm gösterdiği hedefleri birbirine ka­rıştırmamak zorundayız. Bu konuda' daha önce geçen bir-ayet-i kerimenin tefsiri sırasında da bazı açıklamalar yap­mıştık. ..

«Size apaçık deliller geldikten sonra yine ayağınız (kötü­lüğe) kayacak olursa şunu iyi biliniz ki Allah her şeye galip ve üstün olan (Azız) ve hikmet sahibi olan (Hakîm)dir...»

Ayet-i kerimede geçen «ayak kayması», şeytanın yo­luna kapılmak ve onun adımlarını izlemek şeklinde olur­sa, bunun bilgisizlikten veya düşünce kapasitesinin dar­lığından kaynaklanmış olabileceği kabul edilmemekte ve böyle bir şey kesinlikle hoşgörü ile karşılanmamaktadır. Çünkü Allah Teala, gerek bağışladığı akıl ve gerekse gönderdiği ayetler ile apaçık delillerini göndermiştir. Ar­tık hu açık delillerden sonra insanların ayakları (batıla) kayacak olursa kesin bir gerçekle karşı karşıya kalacak­lardır: Allah Azizdir... Onlar kötü ameler de işleseler, yol­dan da sapsalar, Allah'ın izzetinden (kahredici üstünlü­ğünden) hiçbir şey eksiltemezler. Allah Hakimdir... İşleri başıboşluk ve kargaşa ortamında başlarını alıp gitmeye terketmemiştir. "Aksine her şeyi belirleyip sınırlamış, se­vap veya ceza olarak bir sonuca bağlamıştır. İnsanın ne yapıp ettikleri ve ne de yapmayıp terlettikleri bu ilahî sınırı aşamadığı gibi, O'nun eşyayı ve olayları bağlamış olduğu sonuçları da değiştiremez...

«Onlar (delil olarak) ancak buluttan gölgeler içinde Allah' in ve meleklerin karşılarına gelmesini ve iş(lerin)in oracıkta bi­tirilmesini mi bekliyorlar?!.. (îş bitmiştir)... Bütün isler (sonun­da) Allah'a döndürülür...»

Ayakları kaymış olan bu kötü yolların sapıkları doğ­rulup doğru yola girmek için daha neyi bekliyorlar?!.. Al­lah'ın azabının oracıkta karşılarına çıkıp kendilerini ya­kalamasını mı?.. Doğru yolu gösteren açık deliller kendi­lerine ulaşmıştır..Eğer gerçekten delil istiyorlarsa, bu de­liller kendilerini ikna edip kanaate ulaştıracak açık de­lillerdir. Yoksa daha ne istiyorlar?.. Allah'ın azabını mı?!.. Burada (yani ayet-i kerimede) azap, «Onlar buluttan göl­geler içinde Allah'ın ve meleklerin karşılarına gelmesini ve iş(lerin)in oracıkta bitirilmesini mi bekliyorlar?!..» ifa­desi ile, kinaye yoluyla anlatılmak istenmiştir. Şöyle ki: Önceki ümmetlerin üzerine Allah'ın azabı    gökten inen bir ateş veya azabın her türlüsünü temsil eden fırtınalar ve yıldırımlar şeklinde inerdi. (Kaldı ki, bugün de bu tür olaylar vakidir. Azabın değişik şekillerini barındıran fır­tınalar ve yıldırımlardan gökten ateş(li taşlar) düşmesi­ne, ekonomik, sosyal ve siyasal fırtınalara varıncaya ka­dar  önceki   ümmetlerin  başına  geldiği  belirtilen  bütün bu olaylar bugün de yaşanmaktadır. Bütün bunların Al­lah'ın azabı olmadığı söylenemediği gibi bu olaylar Al­lah'tan başkasına da havale edilemez.  Çev.). Ayet-i ke­rimede «Allah'ın gelmesi» tabirine gelince, bununla Al­lah'ın emrinin ve iradesinin gelmesi veya Allah'ın kainat­ta daima hazır ve nazır olan varlığının gelmesi, yani kar­şılarına çıkması, kainattaki bir gerçeklikte o gerçekliğe ilişkin bir sıfatı ile tececlli etmesi murad edilmiş (anlatıl­mak istenmiş) olabilir... Çünkü Allah «Zâhir»dir. Bütün varlık (mevcudat) O'nun zatından kaynaklanmıştır.,. Me­leklere  gelince,  bunlar Allah'ın emrinden     çıkan  azabı müstehaklarına ulaştıranlardır,

Ayet-i kerimede geçen şu cümlelerden Kur'an-ı Ke-rim'in onların içlerinde bir korku havası estirmek istedi­ğini anlıyoruz:

«Şunu iyi biliniz ki Allah her şeye galip (kahredici) ve üs­tün olan (Azız) ve hikmet sahibi olan (Hakîm)dir...» «.Buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin (karşılarına) gelmesini ve iş(lerin)in oracıkta bitirilmesini mi bekliyorlar?!...» «Bütün iş­ler (sonunda) Allah'a döndürülür...»

Çünkü bütün bu ifadeler Allah'ın Aziz (her şeye ga­lip, kahredici bir üstünlüğe sahip) olduğunu    pekiştire­rek hatırlatmakta yine Allah'ın azabının gelmesini, Al­lah'ın bizzat gelmesi kinayesiyle anarak azabın şiddetini ve durumun vehametin iidraklere derin çizgilerle kazı­maktadır... Dikkatle incelediğimizde böyle bir mecazî üs­lubun Kur'an-ı Kerim'in başka ayetlerinde ve buradakin-den daha belirgin bir şekilde kullanıldığını görüyoruz. Bu. mecazı üslup, diğer ayetlerde de burada olduğu gibi isim tamlamasında tamlananın (muzafın) düşürülmesi ve tam­layanın (muzafun ileyhin )tek başına bırakılıp öylece kul­lanılması şeklinde İşlenmiştir: Allah Teala'nm «Köye sor» ve «Rabbin. ve melekler saf saf geleceklerdir...» ayetle­rinde olduğu gibi... Görüldüğü üzere «Köye sor» ifade­sinde köy sanki taşıyla toprağıyla canlı cansız bütün var­lık unsurlarıyla zikredilmiş  gibidir. Halbuki bu mecazî anlatımda esas olan «köy haUa»dır. Fakat böyle bir me­cazî anlatımda adeta köyün taşı-toprağı, canlı-cansız bü­tün unsurları şahit tutulmuş gibidir. Bu ifadeyle olaya şahit tutulan unsur büyütülüp derinleştirilmiştir.    Yine «Rabbin ve melekler saf saf geleceklerdir...»    ifadesi ile adeta Allah'ın, elinin altında saf saf meleklerle birlikte karşılarına çıkacağı gibi bir his uyandırılarak olayın ve-hamet ve azameti idrak ettirilmek istenmiş ve insanların kalplerinde bir ürperti, bir korku havası estirilmek is­tenmiştir. Aynı anlam, gerçek isimlerin kullanıldığı sıra­dan ifadelerle geçilmiş olsaydı, insanı,    pratik hayatının her alan ve aşamasında bu ahiret inancını canlı olarak yaşamak yolunda bütün duygularıyla bu gerçeğe bağlayıcı bir etki oluşturmayabilirdi... Bundan dolayı bu ifadeler ancak bu amaca yönelik mecazî ifadelerdir. Yoksa Allah mekandan münezzehtir...

«İsraJloğullarına sor!.. Onlara kaç açık ayet (delü-mucize) verdik?.. Kim Allah'ın kendisine gelen nimetini değiştirirse bil­sin ki, Allah cezası şiddetli olandır...»

(Bakara: 211)

Ayet-i kerimede anılan İsrailoğulları, Allah Teala1 nin kendilerine ayetlerini ve mucizelerle beraber pey­gamberlerini göndermiş olduğu İsrailoğullarımn önceki kuşakları olabileceği gibi sonraki kuşakları da olabilir. Önceki kuşaklar olarak alındığında, zikri geçen ayetler ve mucizeleriyle birlikte gelen peygamberler bizzat on­lara gönderilmiştir. Sonraki kuşaklar olarak alındığında ise bunlar kendilerine ayetler ve peygamberler gönderil­miş olan Önceki kuşaklardan geriye kalanlardır. Yani ay­nı İsrailoğullarımn uzantısıdırlar ve öncekilerle aynı tec­rübeleri yaşamak durumundadırlar.

İsrailoğullarımn tarihi, peygamberleriyle karşı karşı­ya yaşadıkları iman ve küfür problemleri ile hareketli ve kanlı tarihlerinde peygamberi gidişe karşı bütün yaptık­ları ile insanlık önünde canlı bir örnektir. Bu ayet-i ke­rime de bu gerçeği göz önüne getirerek (Peygamber (SAV) aracılığı ile) insanlardan İsrailoğullarımn karşılarında du­ran kalıntılarına: «Allah'ın kendilerine göndermiş oldu­ğu açık ayetlerde herhangi bir eksiklik var mı?» diye sormalarını istemektedir. Buradaki sormaktan maksat araştırmak ve öğrenmek değildir. Aksine bundan maksat bu soru aracılığı ile kesin gerçeğin ikrarı, rapor edilme­sidir... Çünkü Allah Teala İsrailoğullarına açık delillerle beraber çok peygamber göndermiştir. Onlar ise bu peygamberleri ve beraberlerinde getirmiş oldukları açık ayetleri yalanlamış, büyüklük taslamışlardır. Bunun üze­rine de Allah'ın cezasına çarpılmışlardır.

Sonra ayet-i kerime, insana hak yolunu aydınlatıp gösteren açık ayetlerin (delillerin) Allah'ın insanlara gön­derdiği ve insanlardan ona müsbet karşılık vererek bağ­lanmalarını istediği nimeti olduğuna ve insanlarm Al­lah'ın kendilerine bir nimeti olan bu ayetleri sapık söz veya sapık eylemleri ile değiştirmemelerine dikkat çek­mekte, arkasından. da bu gerçek delilleri batıl delillerle değiştirenleri Allah'ın şiddetli cezasının beklediğini vur­gulamaktadır. Allah'ın merhametlilerin en merhametlisi olmakla beraber cezasının da cezaların en çetini olduğu­nu ve böyle bir sapıklığa başvuran insanların Allah'ın merhametine ; sığmamayacaklarını, çünkü Allah'ın rah­met ve merhametinin rahmet yerinde, azap ve cezasının da ceza yerinde olduğunu, yersiz merhamet ile yersiz ce­zanın Allah için muhal (imkansız) olduğunu hatırlatmak­tadır.

Şunu da belirtelim ki bu ayet-i kerimede İsrailoğul-lannın ayetleri ve peygamberleri yal ani amal arıyla anıl­malarında, böyle davranmakla şeytanın adımlarını izle­yip onun yoluna kapılmış ve bu yolda inad etmiş oldukla­rına da bir işaret imkanı vardır....

«İnkar eden(kafir)lere dünya hayatı süslü gösterildi; onlar (da) mü'minlerîe alay eder (oldular),.. Oysa Allah'tan korkup O'nun azabından sakınan (mü">min)ler kıyamet gününde onlar­dan üstündürler... Allah dilediğine hesapsız nzık verir...»

(Bakara: 212)

Bu dünya hayatında mü'minlerîe kafirlerin konum­ları arasında açık bir ayrılık vardır. Şöyle ki; kafirler az­mışlar ve gözlerine güzel görünen şehvet ve arzuları ile dünya hayatına kapılmışlardır. Ellerinde bulundurdukla­rı dünya nimetleri ile bütün bir hayatın anahtarlarına sa­hip olduklarını ve güçle her şeye hükmettiklerini hisset­mek gibi büyük bîr yanılgıya düşmüşlerdir. Böylece kalpleri kibir ile ve hayatî değerleri, ilkeleri ve Allah'a olan bağlılığı ile yaşayan diğer insanlara karşı yükseklik kompleksi ile dolmuştur. Sonrg. bu kompleks, mü'minler­îe, onların yaptıkları işlerle, söyledikleri sözlerle ve iman­ları hesabına güçlükleri göğüslemeleriyle ve kendilerini imanları uğruna feda etmeleriyle, hiçbir kimseden gele­cek herhangi bir müsbet veya menfî karşılığa aldırma­dan Allah yolunda harcadıkları çabalarla alay etmeye dö­nüşmüştür.

Bu duruma düşen kafirler, mü'minlerin yüklendik­leri bütün bu yüklemlerin ahmaklık ve gaflet gösterileri olduğunu tahayyül ederler. Çünkü bunlar, Allah'ın ver­diği karşılığın, yani «sevab»m ne olduğunu bilmediklerin­den Allah yolunda kendini feda etmenin anlamım kav-rayamazlar... Belki de Kur'an-ı Kerim bu ayet-i kerime­de kafirlerin büyüklük taslamaları ve yükseklik komp­leksine girmeleri karşısında mü'minlerin kendileri ile ka­firler arasındaki dünya nimetlerine ilişkin aşağılık yük­seklik meselesinden etkilenmelerine imkan verebilecek psikolojik zaaf durumlarını da dikkate almıştır. Buna bi­naen Allah Teala, bu ayet-i kerimenin kapsamlı anlamı içerisinde, bu dünyadaki alçaklık yükseklik meselesinin önemli bir şey olmadığını, bunun hayatta gerçek bir de­ğer ifade etmediğini, çünkü bunların kalıcı bir gerçek ol­mayıp geçici ve göreceli şeyler olduğunu, insanın bun­larla ne gerçek bir yüksekliğe ne de gerçek bir alçaklığa yükselip alçalamayacağını, bunun aksine asıl ve tek önem­li şeyin Allah'ın mü'minlere bağışladığı ahiret hayatın­daki yükseklik ve üstünlük olduğunu vahyetmektedir... Çünkü bu Allah'tandır. (Allah'ın bizim için seçip istediği ve verdiğidir. Çev.)- Allah'tan olan her şeyin ise tamamı katıksız iyi ve yücedir... İşte Allah Teala bu temelden ha­reketle mü'tninleri kıyamet gününde kafirlerden üstün konuma getirecektir. Günkü gerçek hayattaki bu gerçek üstün konum, onlara kendilerini en yüksek derecelere yükseltecek bütün büyük değerleri kazandıracaktır. Bu­nun için mü'minler zayıf düşmeyecek, güçlükler karşı­sında güçsüzlük hissine kapılmayacaklardır. Aksine mü' minler olarak kendilerine yaraşır şekilde Allah'ın ken­dileri için hazırladığı sevap ve karşılıkları düşünecekler­dir. Çünkü Allah dilediğine hesapsız rızık verir... Ver­dikleri ve vermedikleriyle .bütün işler O'nun elindedir ve O, inananların dostu ve sahibidir. [80]

 

35) İNSANLAR BİR TEK ÜMMET İDÎ... SONRA İHTİLAF NASIL ÇIKTI?,.

 

Bismillahi rrahmanjrrahim

«İnsanlar (aslında) bir tek ümmet idi. Allah peygamberleri, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi ve onlarla beraber —anlaşmazlığa düştükleri hususlarda insanlar arasında hük­metmek üzere— içinde gerçekleri taşıyan Kitab'ı indirdi. An­cak kendilerine Kitap verilmiş olanlar, (hem de) kendilerine açık deliller geldikten sonra sırf birbirlerine karşı azgınlıkların­dan ötürü o(Kitap ve içinde taşıdığı gerçek hakkı)nda ihtilafa düştüler. Bunun üzerine Allah, kendi izniyle inananları, hak­kında ihtilafa düşmüş oldukları gerçeğe hidayet etti... Allah, dilediğini doğru yola iletir...»

(Bakara: 213)

İnsanlar (aslında) taşıdıkları bütün düşüncelerle bir tek ümmet idiler. Kainat ve hayat hakkında ayrılığa dü­şecekleri çeşitli düşünceleri yoktu. Yaşayan hayatın sis­tem ve kanunları üzerine kendilerini çatışmaya sürükle­yecek değişik kaygıları yoktu. Günlük hayatlarının ge­rekleri içerisinde özel bireysel problemlerini yaşayıp gi­derlerdi. Ancak toplum fertlerinin bazısının alıp diğer ba­zısının alamadığı şeyler üzerinde çatışır, herhangi bir grubun diğer bir grubun muvafakat etmediği bir tasar­rufta bulunduğu durumlarda çekişirlerdi... Onları, aralarında ihtilafların çıkmasına, zulmün yayılmasına ve yaşayan pratiklerinin adalet çizgisinden uzaklaşmasına sürükleyen meseleye gelince...

İlahî risaletler, insanlar arasında çıkan problem ve ihtilafları çözmede yegane yol olarak müjdeleme ve uyar­ma üslubunu tutmuşlardır. İlahî risaletler bu üslupla ha­yatı ve onun gündelik meselelerini ilahî adaletten karar­lı bir temele oturtmayı amaçlamışlardır. Bu amaçla hare­ket eden ilahîris al etler, insandan .hayatındaki problem­lere  getirdikleri  çözümlerin kutsallığını ve  pratik  can­lılığını idrak etmesini ve ikna olup boyun eğerek bu ila­hî çözümlere mutlak bir teslimiyetle teslim olmasını is­terler. Buna rağmen kendilerine —içinde gerçekleri taşı­yan— Kitap verilmiş olan bazı insanlar, aralarında ihti­laf çıkmasına meydan vermemek ve olan ihtilafları da çöz­mek için gönderilmiş olan bu ilahî çözümlerden hoşnut ve mutmain olmamışlardır. Çünkü hu insanlar kendi şah­sî hayatlarını bu ihtilaflar temeli üzerine kurmak ve bu ihtilaf hesapları Üzerinde sürdürmek azmindedirler.  Bir tekini bırakmamacasma bütün ihtilafların çözülmesini adeta istememektedirler. Her şeyin karışık her hususun ihtilaflı olması bu insanların işlerine gelmektedir. Çünkü bütün işleri bu ihtilaf hesapları üzerine kurulmuştur. İş­te bu insanlar, yaşadıkları bu ihtilafları, ortaya yığıp to­zuttukları teviller, yorumlar ve aykırı uygulamalarla biz­zat Kitab'ın kendisine de taşıma cüretini göstermişlerdir. Her bir grup diğerlerinin tuttuğundan ayrı bir tevil yolu­nu tutmuş, her bir grup diğerlerinin taassubuna kapıldığı yorumdan ayrı bir yorum üzerinde taasuba kapılmıştır. Yine bu insanlar arasındaki ihtilaflar, kültürlerin ve ba­kış açıları'nm değişikliğine paralel olarak değişiklik gös­teren hakka (gerçeğe) ulaşma yollarını oluşturan içtihat-. lardaki  ihtilafların  aksine,  birbirlerine  karşı  azgınlığın, kin ve düşmanlığın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Yani tamamen gayrı meşru sebeplere dayanan kriz ilişkilerinin tabii bir sonucu olarak... İşte böylece bu insan­lar, ihtilaflarını uzatıp içerisinde derinleşmişler, böyle­likle insanlık hayatım çatışma ve çekişme temeli üzerine kurulu bir düşmanlık alanına çevirmişlerdir.

Mü'minlere gelince... Bunlar, bu ihtilaflara kesin­likle teslim olmamış herhangi bir şekilde ihtilafa mey-1 etmemişi erdir. Aksine onlar, bütün güç ve çabalarıyla Allah'ın kendilerini hidayet ettiği gerçek ve doğru yol üzerindeki işaretler kanalıyla gerçeğin kendisini yakala­maya çalışmışlardır. O'nun yolunda yürümüş, O'na tes­lim, olmuş ve bütün azgınlık ve bozgunculuk gruplarım kendi sapıklıkları içerisinde kendi azgınlık ve bozguncu­lukları ile başbaşa bırakmışlardır. İşte Allah'ın insan­lardan doğru $bla ulaştırmak istediğine hidayeti böyle­dir. O, insanlara gerek kendi içlerinde ve gerekse dış çevrelerinde bütün hidayet vesilelerini sunar, sonra on­ları inanç ve irade üzerine kaim olan kanatleri ile serbest bırakır. Artık dileyen Rabbine doğru bir yol tutarak ha­yatı boyunca hidayet çizgisi üzerinde yürür...

Bu ayet-i kerimeden- şu birkaç noktayı anlayabiliriz: [81]

 

İlahî Risaletler İnsanlar Arasında Her Hususta Hakem Konumundadır:

 

(1) İlahî risaletler (yalnızca) ibadet şekillerini ve ge­nel ahlak kurallarını öğretmek için indirilmemişlerdir. Bunun ve (dinin kul ile Rabbi arasında şahsî bir ilişki ol­duğunu, insanların toplumsal hayatı ile bir ilişkisinin bu­lunmadığını, dini değer ve yargıların topluma açılamaya­cağını ,büakis bunun ancak fert ile mescit çerçevesinde kalması ve bu vicdanî çerçeveyi aşmaması gerektiğini id­dia eden) bazı görüşlerin aksine ilahî risaletler, toplumsal ve özel hayatta gerek bireysel ilişkiler, gerekse top­lumsal, ekonomik ve siyasal ilişkilerde insanların bir­birleriyle ihtilafa düştükleri hususlarda bu insanlar arasında «hakem» olsun diye indirilmişlerdir. Çünkü ayet-i kerimenin anlattığı fonksiyonun tabiatı, ilahî şe­riatın ihtilafa müsait olan hayatın bütün yön ve alanla­rını kapsamasını, ayrıca her problem için hayatın ger­çekliğine paralel bir çözümün bulunmasını gerektirmek­tedir... [82]

 

İhtilafın Temeli Azgınlık Olmuştur

 

(2) İnsanlar arasında ortaya çıkan ihtilaf, özellikle de dini alandaki ihtilaflar —çoğunlukla— içîihatl ardaki ih­tilaflardan kaynaklanmamaktadır. Aksine bu ihtilaflar, insanların, içlerinde yaşayan ve onları bazı fikrî kavram-lardaki veya dinî sınırlardaki temel unsurları kendi şah­sî çıkarları doğrultusunda saptırmalarından kaynaklan­maktadır. Yani burada ihtilaf sağlıklı bir mekanizma de­ğil, marazı bir durum arzetmektedir... [83]

 

Gerçeği İsteyenler Diyaloga Açık Olurlar

 

(3) Ayet-i kerime, gerçeği samimiyet konumundan karşılayanların ona ulaşmak yolunda bütün güçleriyle çaba sarfedeceklerini, diyalog ortamına açılacaklarını, kar­şıt bakış ve görüşleri de dinleyeceklerini, fikir inceleme­sinde söz konusu düşüncenin bütün olumlu ve olumsuz yanlarını kavrayabilmek için dikkatli bir şekilde derin­lemesine irdeleyeceklerini, bunun için gerekli bütün gay­retleri sarfedeceklerini ikrar etmektedir. Ayet-i kerime­deki şu ibarenin ifade ettiği gerçek budur:

{(Bunun üzerine Allah kendi izniyle, inananları, onların hakkında ihtilafa düşmüş oldukları gerçeğe hidayet etti...»

İmanm tabiatı, insana başkalarından miras aldığı dü­şünceleri, kendini düşünce ve anlam açısından yeniden değerlendirmek zahmetine sokmadan kabul edip sahiplen­mek gibi bir fikri gevşekliğe teslim olmamayı farz kıl­maktadır. Çünkü hakka iman, mü'min insanın onun te­mel kaidelerini, boyutlarını ve ufuklarını, sahip olduğu düşüncede ciddî olduğunu gösterircesine araştırma so­rumluluğu taşıdığı takdirde bir kıymet kazanır. Bu imanı sahiplenen mü'min, bütün düşünce ve kanaatlerinde so­rumluluk şuurundan hareket etmek durumundadır.

Hidayette Allah'ın iznine gelince; her halde bu, hi­dayetin sebep ve etkenler indeki ilahî sünnetlerdir. Yani insan bu sebep ve etkenlere yapışınca gerçeğe ulaşıp hi­dayete erer. Tıpkı her sebebin kendi sonucuna doğru bir yol alması gibi. Burada insanın seçme olayı bir problem oluşturmamaktadır. Çünkü insanın iradesi, yapısı ve bu sebep ve etkenlere yapışması da yine bu ilahî sünnetle­rin hidayet alemindeki gerçekçi görünümlerinden biridir.

Bu açıklamalar ışığında şu düşünceyi kavrayabiliriz: insanlar arasındaki ihtilafın devamı, bu insanların hida­yetin sebep ve etkenlerini yakalamaktan uzak düşmele­rine, kendi inanç ve kanaatlerinde taassupçu bir konu­ma bağlanmalarına, gerçeğe ulaşmak yolunda diyalog or­tamına açılmamalarına yolaçmıştır. İşte bu durum, insa­nın gerçek ile karşı karşıya gelmesine bir engel teşkil etmiştir. Çünkü gerçeğin delilleri ve alametleri vardır, insanın bu delillerle yüz yüze geldiğinde ya da gerçeği arama yolunda bu deliller ve alametlerle karşılaştığında onlara boyun eğmek zorunda kalması kaçınılmazdır. İn­san bunun araçlarını yitirmiş durumda bulunduğundan dolayı ona ulaşamayacağını ileri süremez. Aksine insan, bütün güç ve gayretini sarfederek gerçeğin bu delilleri­ni ve alametlerini araştırmak ve diyalog alanlarına gir-, mek zorundadır. Buna karşılık olarak Allah Teala, Hi­dayetin tabii araçları marifetiyle hidayete doğru kendi çizgisinde yol alanların gerçeği yakalayıp hidayete ulaş­malarına kefil olmuştur.

«.Yoksa siz, sizden önce geçenlerinki gibi(hal)ler başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?- Onlara (da) yok­sulluk ve sıkıntı öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki ni­hayet Peygamber ve O'nunla birlikte iman edenler: «Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?!..» der olmuşlardı. İyi bilin ki Al­lah'ın yardımı yakındır...»

(Bakara: 214) [84]

 

Cennete Gevşeklik ve Temennilerle Ulaşılamaz!..

 

Bu ayet-i kerime, küfür ve sapıklığın önlerine diz­diği engellerin ezici baskılarını hisseden, bu engeller karşısında zaman zaman zayıf düşen veya ümitsizlik et­kenlerinin altında kalan Allah yolunda çalışan kimselere yönelik davet ayeti erindendir. Ayet-i kerimenin içeriği, bu kabilden şeylerin ilahî davetin başlarındaki ve İslam' m şirke karşı giriştiği silahlı mücadele dönemindeki ilk Müslümanların da başına geldiğini vahyetmektedir. Her halde bu dönem Müslümanlarının bazılarında da zayıflık veya yakınma ortaya çıkmıştır. Belki de bunlardan bazı­ları, cenneti —insanı canını ve malını feda etmek gibi bü­yük külfetlere sokmayan cinsten— hafif ameller ve iba­detlerle elde edebilecekleri yolunda düşüncelere kapıl­mışlardı... Bu ayet-i kerime de bu türden yaklaşım ve eğilimlere karşı (meseleyi hayattaki iman gerçeği içeri­sinde kendi gerçek konumuna oturtan) kesin bir ifade ol­muştur. Çünkü cennete temennilerle ulaşılamaz. Cennet, imanı bir gevşeklik içerisinde bulunup elde etmek için çalışılmadan cennet hayalleriyle elde edilemez. Çünkü cennete ancak, mü'min insanın azgın güçlere karşı koy­duğu zorlu tavırlarla ulaşılabilir. İşte bu ayet-i kerime de Müslümanlara kendilerinden önceki ilahî risaletlerin davetçilerinin başlarına gelenlerden tarihî örnekler ver­mek yoluyla bu gerçek düşünceyi ifade etmek için indi­rilmiştir. Ayet-i kerimede anılan tarihî Örnekleri yaşa­yan Önceki dönemlerin mü'minleri de peygamberleri ile birlikte öylesine zorlu engelleri yaşamışlardır ki bu du­rum onları nefsî ve ruhî, belki de fikrî sarsıntılara sü­rüklemiştir. Onlara da öylesine yoksulluklar ve sıkıntı­lar dokunmuştur ki malları, canları ve bütün genel ve özel menfaatleri zarar görmüştür. Karşılarındaki küfür toplulukları anları zayıflatıp kahretmeye çalışmış, onla­rın kanatlerini sarsıp konumlarını altüst etmek ve ken­dilerini imandan önceki aşağı durumlarına döndürmek amacıyla ruhlarını, düşüncelerini ve varlıklarını kahret­mek yolunda bütün kahredici yöntemleri kullanmışlardır. Böylelikle mü'minler için büyük bir sarsıntı söz konusu olmuştur. Bunun üzerine iman edenler ve peygamberleri: «Allah'ın yardımj ne zaman gelecek?!..» diye sorar ol­muşlardır... Şüphe yok ki Allah Teala bize kafir güçle­re karşı yardım ve zafer vaadetmiştir. Bunun için bu so­ru, Allah'ın vaadinden şüphe haletinden kaynaklanmış değildir. Ancak bu vaadin yerine gelmesi konusunda ace­lecilik gösterme ve onu bekleyip yolunu gözetme haletin­den kaynaklanmak durumundadır. Bu sorunun temelinde kesinlikle ümitsizlik yoktur. Belki benzeri bir psikolojik durum söz konusudur. Şöyle ki; küfür gelişmiş büyük bir güç konumundadır. İman tarafını temsil eden mü'min­ler ise gittikçe artan sıkıntılarla sürüp giden bir zaaf ko­numundadırlar. Gözle görünen şartlar ümit verici değil­dir... Ortada elle tutulur bir şey yoktur... Bu durumdaki mü'minlerin elinde kalan tek şey Allah'ın vaadettiği gay-bî kabilden bir yardım ve zaferdir... Bütün bu argüman­lar kanalıyla anlıyoruz ki ayette anılan mü'minlerin du­çar olduğu bu sarsıntı, kalplere korkutucu ve ürpertici olumsuz hisleri yığan gözle görülür şartların tabiatından kaynaklanmaktadır. Yoksa iman zayıflığından değil... Bundan dolayı da Allah Teala (ayet-i kerimede açıkça görüldüğü üzere) onları bu davranışları yüzünden kına­mamış ve kadir ve kıymetlerini eksiltmemiştir. Aksine ayetten anladığımız kadarıyla onların kendilerini iç sar­sıntılara sokan bu zorlu cihad konumunda bulunmaların­dan ve bu konumda sebat etmelerinden dolayı imanları­na değer vermiştir. Bunun için de onların yaptıkları dav­ranışın sağlıklılığına ve cihadlarımn kıymetliliğine gös­terilen bir delil misali olarak kendilerine «yakın bir yar­dım ve zafer» vaadetmiştir... [85]

 

Yakın Yardım ve Zafer Kavramına Bir Bakış

 

Ayet-i kerimede, bahsi geçen «yakın yardim ve zafer»

'kavramı üzerinde birkaç inceleme yapmak gereğini du­yabiliriz. Acaba bu «yalan yardım ve zafer» tam bir yar­dım ve tamamlanmış bir zafer midir? Yoksa mü'minlerin içinde bulundukları mevcut cari şartlar çerçevesinde bir yardım mıdır?.. Öncelikle şunu belirtelim ki bu ayet-i ke­rimenin kendisinden bu noktada dakik bir anlam çıka­ranı ayabiliriz. Çünkü Peygamber ve mü'minlerin bekle­dikleri yardımın tabiatını tam alarak bilmemekteyiz. Peygamber ve mü'minlerin bekledikleri yardım, iman ve küfür kuvvetleri savaşı konusunda kafirlerin mü'minler önünde yenilmeleri sonucunu temin edecek bir kabiliyet yardımı mıdır? Yoksa kafirlere azap indirilip bu azap yo­luyla kafirlerin yok edilmesi midir? Kesin olarak bilemiyoruz. Bununla beraber ikinci şık. gerçek anlama daha yakm olabilir. Çünkü bu ikinci durum, Allah'ı inkar eden, O'nun rasulerine karşı çıkıp risaletleri ile alay eden in­karcı kavimlerin halidir. Bu tutumları üzerine Allah so­nunda onlara azap gönderir. Salih, Hûd, Lût, Şuayb ve diğer peygamberlerin kavimlerine yaptığı gibi... Böyle­likle Allah'ın bu yardımı, kafirlerden intikam almak esa­sına dayanmaktadır. Allah'ın, kafirler tarafından yalan­lanan peygamberlerine ve inananlara yardım babından kafirlere gönderdiği azap için «nasr yardim» kelimesinin kullanıldığına dair birçok örnek mevcuttur. Bu açıkla­malar ışığında «yakın yardım» kavramındaki yardımın yakınlığından muradın zaman bakımından yakınlık oldu­ğu da anlaşılmaktadır. (Çünkü mü'minlere, uzun bir bek­leyişin ardından «Ne zaman?» sorusu dile getirilmiştir. Cevap olarak da «Yakındır» tabiri geçmiştir. Çev.).

Tabii bununla beraber bu yardımdan murad —birin­ci şıkta anılan— kafirlerin mü'minler önünde yenilmeleri sonucunu sağlayacak bir galibiyet yardımı da olabilir. Bu da yeni yeni iman safına geçen güçlerle mü'minlerin gücünün artırılması ya da kafirlerin bazı güçlerinin he­zimete uğratılması veya daha başka şekillerde gerçekle­şebilir. Bu minval üzere söz konusu yardımın tam bir yardım ve tamamlanmış bir zafer olması da zorunlu de­ğildir. Çünkü mü'minlerin içinde bulundukları durum, ümitsizlik benzeri psikolojilerin hakimiyeti altındadır. Böyle bir durumda bu psikolojiyi yıkıp onları ümit yo­lunda dosdoğru ve dimdik tutacak bir yardım da mü'min­ler için yeterli olabilir. Belki de kendileri de bununla yetinmektedirler. O zaman bu yardımın sınırını da yar­dımı isteyenlerin içinde bulundukları durum ve hakim olan şartlar belirleyecektir diyebiliriz... Bu da mü'minle-rın içinde bulundukları aşama ile yakından alakalıdır.

İslamî çalışmanın hareketli,   değişken   konumlarında bulunurken beklediğimiz yardım adına bu ayetten çıkara­cağımız anlam da bu olmalıdır. İçinde bulunduğumuz du­rum karşılaştığımız engeler ve yaşadığımız baskılar ne­deniyle bizi ümitsizlik gibi psikolojilere sürükleyebilir. İşte o zaman Allah'ın vaadetmiş olduğu yardımı yine yal­nızca Allah'tan isteyebiliriz. Bunun üzerine ufukta ümit şimşekleri çakar ve karanlık perdesini yarar geçer. Bu bazen ileriye dönük bazı yeni planlarla veya ileriye doğ­ru atılan adımlarla olabileceği gibi bazı grupların küfür tarafım bırakıp imari tarafına geçmeleriyle de olabilir. Yine mü'minlerin bazı yeni konumlara ulaşmaları ve bu doğrultuda zaman, mekan, genel ve Özel şartlar bağla­mında meydana gelecek müsbet değişiklikler şeklinde de olabilir. Hatta hareket içersindeki bazı kimseler bulun­dukları durumun yardım kavramından uzak olduğunu his­sederken diğer bazıları fiilen ve gerçek olarak Allah'ın yardımı ile karşı karşıya bulunduklarını düşünebilirler. Çünkü Allah'ın yardımı ve zafer gerçeği, her bir aşama­da bir diğer aşamaya yetişecek olgunluğu kazanabilir. Bu durumda yardım, içinde bulunduğumuz aşama ile ya­kından alakalı olarak değerlendirilmelidir. Bu ikinci grup, Allah'ın yardımının davet aşamasında başka, diğer aşama­larda daha başka olduğu görüşündedirler. Bu düşünceler ışığında anlaşılmaktadır ki, zafere doğru atılan her adım, yol ne kadar uzak olursa olsun zaferi yakınlaştırıcı bir yardımı da içinde taşımaktadır. Belki de doğruya en ya­kın yaklaşım, da budur... Şöyle ki ,ileriye doğru atılan her adım yeni bir yardımı temsil eder. Hareket içerisin­deki insanları geleceğe ümitle yöneltir. Yeryüzünün ta­mamının Allah'ın mülkü olduğuna, onu da salih kulların­dan dilediğine verdiğine inanan insan için bu türden bo­yardım da mutlak yardım, olarak ifade edilebilir. «Bilin ki Allah'ın yardıma yakındır» fermanından anladığımız da budur.

Bu ayet-i kerime bağlamında bir nokta üzerinde da­ha uzunca durmak zorunluluğu hissedebiliriz. O da sa­bırdır. Ayet-i kerime önceki mü'minlerin yaşadıkları du­rumu nakletmekle, bize «Onlar nasıl sabrettiyse öylece sabretmemiş gerektiğini» öğretmeyi amaçlamaktadır. Biz­den istenen onlar nasıl sabrettiyse sabretmemiz, onların davrandığı gibi davranmamız ve Allah'ın yardımının ya­kın olduğunun, er-geç geleceğinin şuurunu yaşamamızdır.

Bu ayet-i kerimeyi hayatımıza indirirken ilk İslam davetçilerinin karşılaştıkları yokluk ve darlıkları, kapıl­dıkları sarsıntıları hep gözümüzün önünde canlandırmalı­yız. Bu noktada özellikle Ahzab Suresinde anlatılan şu durum çok açıktır: «Orada mü'minler bir imtihan verdi­ler ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsıldılar... (O zaman) mü­nafıklar ve kalplerinde maraz bulunanlar: 'Allah'ın ve Rasulünün bize vaadettikleri, aldatmadan başka bir şey değil(miş)...' dediler». Fakat sonunda mü'minler bütün zaaf noktalarına rağmen —Allah'ın yardımı ile— zafe­re ulaştılar «Ve Rabbinin sözü doğruluk ve adaletle ta­mamlandı»... Önünde sonunda Allah'ın yardımı ile fetih geliverdi...

Bunun için bize düşen, devamlı olarak şu İslamî ger­çeğin şuurunda olmamızdır: İman ile İslam, başlangıçla­rından sonuçlarına kadar hayata hakim olan bir tek çiz- . giyi temsil ederler. Bu hakimiyet, yolun çeşitli aşamala­rında yaşayan özellikler esası üzerine kaimdir. Bugünün mü'minleri ise gerek karşılaştıkları engeller, güçlükler ve yorgulnuklar, gerekse katlandıkları yokluklar ve sıkın­tılar ve gerekse yöneldikleri hedefler bazında önceki mü' nıinlerin uzantısını temsil etmektedirler. Bu mü'minler de Önceki mü'minlerin çektikleri acıları çekmekte, on­ların cihad ettikleri alanlarda cihad etmekte, onların kat­landıkları düzeyde baskılara katlanmaktadırlar. Bu mirası, geçmiş "bugüne, bugün de geleceğe, cihad, iman ve sabırla taşımaktadır. Hareket içerisindeki ruhî sarsıntı- ;| lan ifade eden ses de tektir: «Allah'ın yardımı ne za­man?..» Aynı şekilde bu sarsıntıyı durdurup çalkantıları durultacak, kalplere ümit ışığının aydınlığını doldura­cak, böylece mü'minlerin gücünü yeniden diriltecek ce­vap da tektir: «İyi bilin ki Allah'ın yardımı yakındır...» [86]

 

36) MÜSLÜMANLAR SORUYORLAR... PEYGAMBER (SAV) CEVAPLIYOR

 

Bismillahirrahmanirrahîm

«Sana ne infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Hayırdan her ne infak ettiyseniz (bütün bunlar) ana-baba, yakın(akraba)lar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Hayır olarak ne yaparsanız da şüphesiz Allah onu bilir...»

(Bakara: 215)

Müslümanlar, Peygamberle (SAV) bazı' vacipler ve haramların ayrıntıları hakkında kafalarını meşgul eden bazı problemleri soruyorlardı. Bu soruların çoğu —İbn-i Abbas'tan nakledildiği üzere— akideye, amele, veya her­hangi bir mükelefiyete ilişkin olmayan hafif sorulardı. Halbuki onlar için öngörülen şuura göre sorunun fonk­siyonu, insanın akidevî veya amelî hayatında karşı karşı­ya olduğu bir problemi çozmesidir. Buna göre ortada karşı karşıya olunan bir sorun yoksa, soru sormaya yö­nelmenin bir anlamı da yoktur. Çünkü böyle karşılıksız bir soru, yararsız bir yüke dönüşecek, anlamsız boş bir şey olacak ve hem soran hem de sorulan için ciddiyeti ol­mayan bir konuda boş yere vakit kaybetmeye götürecek­tir... Evet, böylece İslam'da sorudan beklenen fonksiyo­nun ne olduğunu anlıyoruz. Soru, uygulanmaya yönelik °lup dünya ve ahiret işlerine ilişkin hayat ve kainat me­selelerinden insanın öğrenmesi gereken bir şeyi ifade et­melidir. Allah'ın insandan içersine dalmasını istemediği sorulardan bahseden Kur'an'î anlatımdan da bunu anla­maktayız. Çünkü böyle sorular, ne insanın sorumluluğu­na ilişkin bilgilerle alakalıdırlar ne de insana hayatta .ye­ni bir şey kazandırırlar. Allah Teala'nın şu ayetlerde ifa­de ettiği gibi:

«Sana (kıyamet) saat(in)den soruyorlar: Gelip çatması ne zaman? diye... Sen nerede onun vaktini söylemek nerede?!.. Onun bilgisi Rabbine aittir. Sen ancak ondan korkacak olanları

uyarıcısın...»

(Naziât: 42-45)

Ayet-i kerimede de görüldüğü üzere Kur'an-ı Kerim kıyamet gününün ne zaman olacağı konusunda soru kapı­sını kesin bir'şekilde kapamıştır. Çünkü bu konudaki so­rular ,akideye veya amele ilişkin herhangi bir fayda ge­tirmeyecektir. Çünkü insana düşen, belli bir vakit bek­lentisinden uz.ak olarak (Allah karşısındaki sorumluluğu gereğince) kendini ona hazırlamaktır. Peygamberin göre­vi de kıyamet günü olacakları anlatmaktır, bazı ayetler­den anladığımıza göre kendisinin bile bilmeyebileceği vaktini değil...

«Sanki sen onu derinlemesine biliyormuşsun gibi sana so­ruyorlar... De ki: Onun bilgisi Rabbİmin katındadır. Ondan başka hiç kimse onun vaktine vâkıf değildir...» «Ey iman eden­ler... Açığa çıktığında sizin için iyi olmayacak şeyler hakkında soru sormayın...»

Rivayet edilen haberde ise:

«Aydınlanmak için sor; sorularla sıkmak için sorma»

emri varid olmuştur. Buna karşılık karşı tarafta ise kar­şımızda Allah Teala'nın:

«Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorun»

ayetini görüyoruz... Böylece anlıyoruz ki, İslam'da soru­lan sorunun fonksiyonu .akideye ,amele ve hayata ilişkin bir bilgiye yöneltmesidir...

Peygamber (SAV) kendisine yöneltilen    her soruya cevap verirdi   .Müslümanların  öğrenmek istedikleri hu­suslarda sordukları herhangi bir soru karşısında hiç mi hiç daraîmazdı.  Çünkü O, temel misyonunun    insanlara Kitab'ı, hikmeti ve hayatlarına ilişkin konularda bilme­dikleri şeyleri öğretmek olduğunun şuurunda idi. Müs­lümanların kendisine yönelttikleri bütün sorulara cevap vermekle  beraber  taşıdığı  risalet konumundan     verdiği cevaplarda olabildiğince dakik davranırdı. Müslümanla­rın sordukları sorulara karşılık olarak,  sordukları  soru­nun metninden ve  kasdettikleri içerikten  uzak bile  ol­sa onların gerçek ihtiyaçlarına münasip olan cevabı se­çerdi. Çünkü O'nun fonksiyonu, bir soruya cevap verir­ken —bu cevap kanalıyla— soru sahibine esas sorması gereken hususu imâ etmek, insanlara, keyiflerine göre so­ru  sormak  yerine  Öğrenmeleri  gereken  konularda   soru sormalarını öğretmektir. İşte bu ayet-i kerimede, Allah' in Peygamberi'ne (SAV) söylettiği nebevi cevapta da bu olayla    karşı    karşıyayız.    Müslümanların    Peygamber'e (SAV) «ne infak edeceklerini» sormalarına karşılık Allah Teala,  Peygamberi'ne  (SAV)  —sordukları   soru  üzere— neler tnfak edeceklerini söylemek yerine «yaptıkları ha­yırların verileceği yerleri, infakın ana-babaya, yakınfok-raba)lara, öksüzlere, yoksullara ve yolda kalmışlara ya­pılacağını» söylemesini bildirmiştir. İnsanların neler in­fak edecekleri konusunda ayrıntılara girmemiştir. Çünkü burada esas olan, nelerin verileceği hususunun çözümlen­mesi gereken bir problem olmadığı, hayırlı ve yararlı ol­duktan sonra verilen her şeyin infak olduğudur. Esas mesele ise infakm kimlere yapılacağıdır. İnfak meselesinin sosyal problem boyutu da budur. Bu boyutta ele alman önemli iki unsur da yakınlık ve ihtiyaç unsurlarıdır. Bu iki unsurdan uzak olduktan sonra infakm da herhangi bir anlamı veya yaran yoktur. (Bu iki temel unsurdan uzak olan «verme»ler hediye kavramında ifadesini bulur. He­diye ise infaktan farklı bir olaydır. Yoksul olmayan bir dosta verilen eşya bu kabildendir. Çev.)- İnfakm hayır ka­bul edilmesi, verilen, eşyanın değil, hallettiği sorunun, ilişkin olduğu durumun ve yardımcı olduğu insanın tabia­tı ile alakalıdır.

Sonra ayet-i kerime hayrı ve infakı teşvik edici bir üslupla hareket ederek şu ilahî gerçeği rapor etmektedir:

«Hayır olarak ne yaparsanız da şüphesiz Allah onu bilir...»

Yaptığımız bütün iyilikler Allah'ın yanında kesin­likle zayi olmayacaktır. Çünkü Allah, bizi hayra iten mo-tivlerimizden yaptığımız herhangi bir hayrm sonuçları­na varıncaya kadar bütün yaptıklarımızı bilir... [87]

 

Savaş Nasıl Farz Kılındı?

 

«Size hoş gelmediği halde savaş üzerinize yazıl(arak farz küın)dı. Size bir şey hoşsuz geldiği halde o şey sizin hakkınızda hayırlı olabilir. Yine size bir şey hoş geldiği halde o şey sizin kımzda şerli olabilir. Allah bilir; siz bilmezsiniz...»

(Bakara: 216)

Mekke'de, İslamî devletin başlangıç döneminde Müs­lümanlara savaş farz kılınmadiğı gibi bu dönemde savaş­malarına izin de verilmemişti. Peygamberin (SAV) bas­kı ve işkence altında yaşayan rnü'minlere tavsiyesi sa- bir, hicret, tahammül ve fedakarlıkla özetleniyordu. Hat­ta mü'minîere işkence ve zor kullanma baskıları altında kendilerinden söylemeleri istenen «küfür sözlerini» söy­lemelerine bile izin verilmişti. Hakkında «...Ancak kalbi iman ile tatmin olmuş olduğu halde zorlanan kimse müs­tesna» ayet-i kerimesi inen Ammar'm başına gelen.olay­da olduğu gibi... Amraar, kendisine uygulanan çetin iş­kenceler karşısında «küfür sözlerini»    söylemiş, arkasm-bu ayet-i kerime inmiştir. Bu durum İslamî davetin ilk aşamasına mahsus idi. Allah Teala, dininin insanların ha­yatına bu şekilde girmesini murad etmişti belki de... İs­lamî davetin ilk aşamasında     mü'minlerden istenen bu tutumun toplumun diğer grupları üzerinde çeşitli ilginç tesirleri olabileceği,  bazılarının içlerinde soru işaretleri­nin oluşmasına    sebep olabileceği düşünülmüş    olabilir. Yine İslamî davetin ilk aşamasında Kureyş kafirleri ile şiddete dayalı bir mücadeleye girişmek, güç dengesi açı­sından nıüsbet bir pratik olarak görülmemiş de olabilir. Yine bu tutum, İslamî davetin, sözünü dinleterek insan­ların içinde olumlu etkiler bırakabileceği sakin bir orta­ma olan ihtiyacından da kaynaklanmış olabilir.  Nitekim kendini dinletmek için sükunete ihtiyacı olan her risa-îet diğer şiddet unsurlarından uzak durmak durumunda­dır. Binaen aleyh İslamî davetin büyüklüğü, insanların akıllarını muhatap almak üzere gelmiş olması ve güç kul­lanmak ve baskı uygulamak yerine kanaatlerini bu akıl­lara delil ve diyalog yoluyla yerleştirmeyi amaçlaması-dır. Bunun için İslamî davet bütün bu amaçları tekeffül edecek pratik araçları  içeren üsluplara yönelmiştir.  Bu banşçi ve hicretçi üslubun dayanağı da İslamî daveti bü­tün kulaklara ve kalplere ulaştırmayı amaçlayan bu yak- . laşıin olsa gerek. Çünkü İslamî davetin başladığı bu yer yani Mekke ,Arap Yarımadasının kültürel ve dinî baş­kentidir. Festival ve hac sezonu gibi kültürel ve dinî mevsimlerde kış ve yaz ticarî seferleri akabindeki ticarî se­zonlarda burada büyük halk toplulukları toplanmaktadır. Bundan dolayı İslamî davetin, büyük hedefini gerçekleş­tirmek yolunda bu fırsatı değerlendirmek için buradaki varlığını mümkün olan en uzun zaman boyunca muhafaza etmesi de kaçınılmaz bir zorunluluktur. İslam, bu şekil­de —bunu yapmadığı takdirde ulaşamayacağı— birçok Arap topluluğuna ulaşmıştır.

Belki de Peygamberin (SAV.) mü'minleri Kureyş'e karşı şiddete dayalı bir çatışmaya girişmekten menetme­sinde öngördüğü başka bir nokta daha vardı. Şöyle ki, Peygamber (SAV), İslam'a yeni girmiş —ve güçsüz olan— Müslümanlara şakin bir ortam içerisinde yavaş yavaş güç­lenme fırsatını .vermek istemiş de olabilir.

İşte, İslam, böylece, en derin güçlükleri, en geniş alanları ve en çetin şartları ile zorlu bir hayatı yaşamış, zoru başarmış bir ümmet yarattı. Sonra bu ümmet yeni İslam toplumunun temellerini gerçekleştirmek üzere Pey­gamber (SAV) ile birlikte Medine'ye hicret etti. İslam İçin hicret olayı ile birlikte yeni bir aşama başlamış oldu. İs­lam, Medine'ye hicretten sonra gelişmesine ve ilerleme­sine engel olan güçlerin saldırılarına karşı misli ile kar­şılık verebilecek güce ulaşmak yolunda kendi öz gücü­nü oluşturdu. İşte daha önceleri yasak iken ayet-i keri­mede, yazılarak farz kılındığı bildirilen savaş, bu yeni aşamanın kanunu oldu. Fakat bu defa da bu kanunun önü­ne çıkan bazı nefsî zorluklar baş gösterdi. Ayetin vah-yettiği üzere, barış içerisinde davet havasına alışmış bazı Müslümanlar savaşı hoş karşılamıyorlardı. Çünkü barış içerisinde davet hayatında savaşın getireceği kadar bü­yük tehlikelerle karşı karşıya kalmıyorlardı. Aksine sa­dece sabır ve imanla katlanmasını bildikleri bazı baskı­larla karşı karşıya idiler. Ayetin içeriğinden bazılarının bu farz karşısında oflayıp pufladıklan veya en azından bundan kurtulmayı istedikleri anlaşılmaktadır. «Size Iıoş-suz geldiği halde» ibaresi bunu ifade ediyor. Çünkü bir defa savaşa girişmek demek, müşrik-kafîr engellemeler ve saldırılar devam ettiği müddetçe savaşı sürdürmek de­mekti. Ayrıca savaşın bir anlamı da bilerek ve isteyerek ölmek demekti. Bunun üzerine ayet-i kerime, devamın­da pratik bir insanî gerçeği işlemiş: İnsanın hoşuna gi­den her şeyde kendisi için hiç de büyük bir yararın bu-lunamayabiieceğini, yine hoşsuz karşıladığı her şeyde kendisi için hiç de bir zararın bulunmayabileceğini bildir­miştir. Burada ayetin vahyetmek istediği şey, psikolojik tepki haletlerinin hayatta yapılacak olumlu ya da olum­suz bir hareket için ölçü olamayacağı gerçeğidir. Çünkü psikolojik tepkiler derinden değil, yüzeyden hareket eder. Tıpkı insanın ansızın karşılaştığı bir etkiye karşı göster­diği ani bir tepki olayında olduğu gibi. Bunun için insan, meseleleri, konumları, durumları ve eşyayı iyi inceleye­rek onların gerçeklerine ulaşmalıdır ki, onların içinde saklı olan yararların ve zararların tabiatını öğrenebilsin ve böylelikle kendisini süratli ani psikolojik tepkilere teslim olmaktan uzaklaştıran kesin sonuçlara ulaşabilsin1. İnsan bunu kendi şahsî hayatı üzerinde tarihî bir ince­leme yaparak çok açık ve net bir şekilde görebilir. Nice olumsuz bulduğu şeyler kendisini olumlu sonuçlara, yine nice olumlu gördüğü şeyler olumsuz sonuçlara götürmüş olabilir. Yoksa insanın hoşuna giden şey hak, hoşuna git­meyen şey batıl değildir. Bu gerçeği böyle tarihî incele­melerle olduğu gibi imam gerçeklik sırrı aracılığı ile de ayan beyan görebiliriz. Şöyle ki, Allah eşyanın hakika­tini en iyi bilendir. İnsana neyin zararlı olacağını neyin yararlı olacağını ve insanın maslahatı gereği onun için neye hükmedeceğini bilir. İnsan ise (birazdan bile daha) az bilgi sahibidir. Ona ilimden çok az bir şey verilmiştir. Bunun için bilmediği konularda direnir, şüpheye düşer ve tepk gösterir, İşte Kur'an-ı Kerim, bu üslupla hem ta­rihî hem de akidevî yold'aiı hareket ederek insanın prob­lemlerini çözmekte ve onu gerek pratik hayatın gerçek­leri ve gerekse iman gerçeği aracılığı ile ilahî mutlakİ-yete kanaat getirmeye sürüklemektedir...

Bu ayet-i kerimede de Kur'an-ı Kerim, kendine öz­gü üslubuyla insanların içlerinde oluşan istifhamları dik­kate almış ve ayette geçen ifadeleri buna paralel bir gra­mer ve mukabil bir gramatik yapı oluşturacak şekilde sı­ralamıştır. Böylece ayet-i kerime bütün bu sorulara ce­vap olmuştur...

Allah yolunda çalışanlara gelince bunlar, tepkilerini kontrol altına almalı, olumlu veya olumsuz bir tavır al­madan önce inanç ve tecrübe ikilisi ile birlikte hareket et­meli ve alacakları tavrı ince eleyip sıkı dokuyarak be­lirlemelidirler. Böyle ciddi tavırlarla oluşan bir İslamî şahsiyet, zorlu konumlar karşısında dağılmak yerine da­ha da pekişecek, psikolojik tepki haletleri karşısında sar­sılmayacak, ani psikolojik tepkilerin etkisine kapılma­yacak, boyutlarını ve nereye varacağım bilmediği yolla­ra kovulmayacaktır. Aksine ister saldırı haletlerinde ol­sun ister sükunet haletlerinde, eşya ve olaylar karşısın­da durup düşünecek ve onları kendi konumundan dikkat­le inceleyecektir. Böylece düşmanlar onu seyrini, hare­ket noktalarını, dinamik ve mekaniklerini belirleyernedi-ği çatışmalara sürükleyemeyeceklerdir. Yine arkadaşları da onu nasıl yürüyeceğini bilmediği yollara çekemeyecek-lerdir. Aksine o daima ilim ve iman üzerine kurulu so­mut ve kapsamlı incelemeler yoluyla kendisine uygun olan yolu seçecek ve o yolda yürüyecektir. [88]

 

Haram Aylarda Savaş

 

«Sana haram ay ve inda savaşmak hakkında soruyorlar. De ki: Barom ay(lar)da savaş büyük bir günahtır. Ancak, Allah'ı inkar etmek (insanları) Allah'ın yolundan ve Mescid-i Haram' dan alıkoymak ve onun hakkını oradan sürüp çıkarmak Allah katında daha büyük bir günahtır. Fitne (dini veya insanları Al­lah'ın yolundan saptırmak) ise (adam) öldürmekten de dalıa bü­yük bir günahtır,.. Onlar şayet güçleri yetse sizi dininizden dön-dürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler. (Şunu iyi bi­lin ki) sizden kim dininden döner de kafir olarak ölürse, onla­rın yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa çıkmıştır. Onlar cehennem ateşi ehlidirler ve orada ebedi kalacaklardır... An­cak iman edenler, Allah yolunda hicret ve cihad edenler, Al­lah'ın rahmetini ümit edebilirler... Allah çok bağışlayan (Ga­fur) ve çok merhamet eden (Rahîm)dir...»

(Bakara: 217-218)

«Nüzul Sebepleri»nde varid olduğu üzere: Rasulul-lah (SAV), hicretten kısa bir süre sonra —Bedir Savaşın­dan önce— Abdullah b. Cahş komutasında bir İslam müf­rezesini Kureyş'in iktisadî ve askerî yönden en güçlüle­rini temsil eden bazı Kureyş kafilelerinin yolunu kesmek şeklinde bir güç gösterisinde bulunmak üzere ve bunu bir baskı aracı olarak kullanmak amacı ile Mekke yolu­na göndermişti. Çünkü içinde yaşadıkları toplum, güç dengeleri noktasından hareket eden, güçlülerin kendi ara­larında paktlar oluşturduğu ve bütün grupların en güçlü olana boyun eğdikleri .güçsüzlerin ise davetlerine karşı ilgisiz kaldıkları bir toplum idi.

Abdullah b.'Çalış komutasındaki bu seriyye ilk seriy-ye idi. Rasulullah (SAV), seriyyeye katılan Müslümanla­ra seriyyenin fonksiyonu konusunda bilgi vermeksizin komutan Abdullah b. Cahş'a tabi olmalarını emretmiş, onlara O'nun emrine uymalarını söylemişti. Belli bir ye­re ulaştıklarında Kureyş kafilesiyle karşılaştılar. Abdul­lah b. Cahş, komutasındaki Müslümanlardan savaşmalarını istedi. Bir kısmı emre uyarak savaşa giriştiler. Di-.ğer bir kısmı ise o sırada girilmekte olan haram aya hür­metle savaştan çekinip geri durdular. Savaş kızıştı her iki tarafta da hasar oldu. Medine'ye döndüklerinde Pey­gamber (SAV), onlara haram aylarda savaşa girişmekle hata ettiklerini söyledi. Çünkü bu gerçekten hata İdi. Bir yandan bir emri yerine getirirken diğer yandan bir yasa­ğı çiğnediklerinin farkında olmamışlardı. Ayrıca haram ay girinceye kadar gecikecekleri de öngörülmemişti...

Öte yandan bu'olay Kureyş için parlak bir fırsat ol­muştu.  Bundan yararlanmasını bilen Kureyş, Arap ka­muoyunda Müslümanların kendilerince de kutsal saydık­ları birtakım mukaddesleri çiğnedikleri yolunda propa­ganda yapmaya başladı. Aynı yaygarayı    Müslüman ka­muoyunda koparmakta da başarılı olmuştur.    Çünkü İs­lam, haram aylarda savaşın yasak olmasına karşı çıkma­mış aksine ikrar etmişti. Çünkü bu, cahilî Arap toplumun­da geçerli olan bir yasak olmakla beraber İslam bunu ön­ceki ilahî şeriatlerin bir uzantısı olan dinî bir kanun ola­rak kabul etmişti. Evet bu yasak, Arapların —özellikle de kendisini İbrahim'in zürriyetinden kabul eden Kureyş' in— tazim edip büyük saygı gösterdikleri İhrahİrn Pey­gamberin risaletinin uzantılarından olan     dinî âdetlerin çoğu gibi dinî bir örf idi.

Müslümanlar için ise içlerinden bir grubun çiğne­dikleri bu hududun tabiatını anlayıp bilmek, bu çiğne­menin şimdiye kadar geçerli olan bu kanunun lağvedil­mesi yolunda bir başlangıç olup olmadığını öğrenmek ka­çınılmaz bir zorunluluk olmuştu. İslam bu sorulara ce­vap vermeliydi. Müslümanların imanlarını pekiştirmek ve Kureyş'in İslam'a karşı güttüğü teşhiri gri propaganda politikasını bloke etmek için hakikati açıklamalıydı. İşte Kur'an-ı Kerim de konuya ilişkin açıklamalarını içeren ayetlere bu soru ile başlamıştır:

«Sana haram ay ve onda savaşmak hakkında soruyorlar...»

Soru, içerisinde savaşmanın şer'î durumu açısından haram ay hakkında sorulmuştur. Yani haram aylarda sa­vaşmak daha önce Arapların örfünde de olduğu gibi ha­ram mıdır? Yoksa yeni bir yasama ile helal mi kılınmış­tır? diye sorular ortaya atılmıştır. Cevap, haram aylarda savaşmanın büyük bir günah olduğunu pekiştirmektedir. Çünkü haram aylarda savaşmak Allah'ın mukaddesatın­dan bir mukaddesin    çiğnenmesidir. Oysa    Allah Teala Ümmetin genel maslahatını gözeterek bu kutsallığın ko­runmasını ve zedelenmemesini istemiştir. Çünkü ümme­tin çatışmalardan uzak bir ortamda huzur ve güven tec­rübesini yaşaması için bir barış dönemine ihtiyacı var­dır.  Buna  izafeten Kur'an-ı  Kerim,  haram  aylarda sa­vaşmanın «Allah'ın yolundan sapma, Allah'ı ve Mescid-i Haram'm kutsallığım inkar...» olduğunu bildirmiştir. Bel­ki de bu Allah Teala'nm insanların hac şiarlarını sürdür­melerini istediği hac aylarına ve umre yapmalarını iste­diği Receb ayma bir işarettir. Allah Teaîa bu ayetlerle in-' sanların hac ve umre yoluyla elde edilecek ruhî ve top­lumsal anlamları gerçekleştirmek için Mescid-i Haram'a ulaşma hürriyetini muhafaza etmelerini istemiştir. Bun­dan dolayı da bu aylarda savaşmak,    Allah'ın yolundan sapmak ve Allah'a ve Mescid-i Haram'm kutsallığını in­kar olmaktadır. Allah Teala, bazen amelî bir sapmayı da küfür olarak ifade etmiştir. Küfürle ifade, amelde temsil edilmeyen bir imanın küfür menzilinde olması itibariyle­dir. Allah Teala'nm has ile ilgili şu fermanında da varid olduğu gibi:

««Haccetmek, ona yol bakımından gücü yeten İnsanlar üze­rinde Allah'ın hakkıdır; kim de (bundan yüz çevirip) kafir olur­sa (bilsin ki) Allah bütün alemlere karşı müstağni(muhtaç değil)

Namazı terk edenin «kafir»  olduğunu bildiren ha­berler (hadisler) de bu anlamdan hareket etmişlerdir.Bundan sonra ayet-i kerime, haram aylarda savaş­mak ile Kureyş'in yapmış olduğu «Mescid-i Haram'm eh­lini (halkmı) oradan sürüp çıkarmak ve onları dinlerin­den, saptırmak» gibi hareketleri karşılaştırmaya geçmek­tedir. Çünkü Müslümanların yaptığı,    sehven yapılıver­miş bir hatadan ibarettir. Bunda- herhangi bir    zamanın {haram ayların) kutsallığına karşı bir düşmanlık kastı yok­tur. Halbuki Kureyş, Allah'a inanan mü'min insanların kutsallıklarına karşı düşmanlık gütmüş, Allah'ın dini ko­nusunda Allah'a karşı savaşa girişmiş, mü'minleri O'nun yolundan saptırmaya çalışmış ve onları Allah'ın yolunda yürümekten alıkoymaya çalışmıştır. Bu veçhile ayet-i ke­rime, Kureyş'in bu yaptıklarının tehlikeliliğini     açıkla­makta ve bunun Müslümanların haram ayda işlemiş ol­dukları adam öldürme suçundan daha büyük bir günah olduğunu bildirmektedir. Çünkü bu, Allah'ın korunması­nı ve saygı gösterilmesini istediği din hürriyetine ve in­sanın Allah yolunda hiçbir baskı ile karşılaşmadan yü­rüme hürriyetine karşı bir düşmanlık ve saldırıdır. Böy­lece bu davranış, dinin korumaya ve seviyesini yükselt­meye çalıştığı hayata karşı bir düşmanlık ve saldırı ol­maktadır. Bu veçhile bu, haram aylarda savaş ile kıyas edilemez büyüklükte bir kötülüktür.Kaldı ki, Müslü­manların yapmış oldukları bu saldırı —hali hazırda mev­cut olmasa da— Kureyş tarafından güdülen düşmanlık ve saldırılara karşı yapılmış bir saldırıdır, saldırıyı başlat­mak anlamına gelecek bir ilk saldırı değildir. Yani —o gün olmasa da— ilk kanı onlar dökmüşlerdir.

Sonra ayet-i kerime, hitabı Müslümanlara yönet­mekte ve kendileri ile Kureyş kafirleri arasındaki müca­delenin tabiatını açıklamaktadır. Bu çatışmanın Araplar arasında geçen menfaat çatışmalarının sebep olduğu ka-

bile savaşları ve aşiret çekişmelerinden olmadığını, bu nedenle belli bir zaman aralığı ve belirli bir düzeyle sı­nırlı olmadığını, aksine bunun tevhid ile şirk arasında ta­rihin herhangi bir noktasında uzlaşması imkansız bir inanç savaşı olduğunu açıklamaktadır. Bunu Kureyş de böyle anlamaktadır; Müslümanların da bunu böyle anla­yıp idrak etmesi gerekmektedir. Çünkü Kureyş de, di­ğer bütün şirk ve küfür güçleri de İslam'ı, Müslümanları veya içlerin deki inancı yok etmeden durmayacak ve dinienmeyeceklerdir. Ayet-i kerimenin şu bölümü de bu­nu açıkça ortaya koymaktadır:

«Onlar, şayet güçleri yetse sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler...»

Bunun için Allah yolunda savaşmak Müslümanlara farz kılınmış ve savaş alanı, müsait bütün zaman ve me­kan düzeylerine açılmıştır. Müslümanların savaşıp sa­vaşmamak konusunda seçme haklan da yoktur... Herhan­gi bir zaman veya mekanın kutsallığını çiğnemeye va­racak olsa bile her yön, zaman ve mekanda savaşmak ko­nusunda kaçınılmaz bir zorunlulukla yükümlüdürler. Çün­kü din, hürriyeti yoluna konulmuş hiçbir engel karşısın- -da durup kabuğuna çekilemez.

Bundan sonra ayet-i kerime, küfür ve şirk güçleri­nin uyguladığı yoğun baskılar karşısında zaaflarına yeni­lerek dinlerinden dönecek Müslümanlara yönelmekte ve imanın insanın dünya ve ahiret hayatındaki önemine da­yanarak, dinden dönmenin tehlikeli boyutlarını ve sonuç­larını bildirmektedir: Allah'ın yolundan dönüp kafir ola­rak ölen insan Allah'ın hesabından düşecektir. Onun da­ha Önce işlemiş olduğu bütün ameller boşa çıkacaktır. Çünkü Allah'ın hesabında bütün ameller iman temeli üzerinden değerlendirilir. Bu temelden yoksun olduktansonra hiçbir iyi amelin değeri olmadığı gibi (bunun iyili­ğinden bile bahsedilemez). Bunun için Allah'ın dininden dönmek insanın amellerini- dünyada ve ahirette boşa çı­karır've insanı cehennem ateşinde ebedi olarak kalmaya götürür.  Nasıl İslam'a girmekle  daha önceden yapılmış olan bütün kötülükler siliniyorsa, öylece    dinden dönüp küfre girmekle de önceki bütün iyi ameller silinir gider. Çünkü İslam, amelleri hareket ettikleri temel konumun­dan ele alır, amelin bizzat kendisini hareket ettiği temel­den uzak bir konum olarak'kabul etmez. Nitekim amele doğruluk ve sapma çizgisindeki olumlu veya olumsuz an­lamını veren,, sözkonusu amelin hareket ettiği fikrî te­meldir... Bu yöntem ve yaklaşımla hareket eden Kur'an-ı Kerim, bunuiı hemen arkasından küfür karşısındaki İs­lam konumunu vurgulamakta ve bu konumdaki insanla­rın ve durumlarının bir değerlendirmesini yapmaktadır: Bu, Allah'a imanı, Allah yolunda hicret ve cihad konu­munda yaşayan, hayatta attıkları adımları hareketlendi­ren hu sağlam iman temelinden hareket eden mü'minle-rîn hayat çizgisidir.. Allah'ın (iman ortamından uzak olan kafirlerin ulaşamayacağı) rahmetini ancak bu mü'minler ümit edebilirler. Bu mü'minler her ne kadar bazı söz ve eylemlerinde hataya düşmüş olsalar da bunlar, imanları­nın  derinliklerinde  Allah'ın kendilerine  merhamet  edip acıyacağını,    günahlarını   bağışlayacağını ve   kendilerini (ağaçları) altından ırmaklar akan cennetlere    koyacağını ve hem de kendilerini orada ehedîleştireceğini ümit eder7 ler. Çünkü onlar şu ilahî hakikate kesin bir şekilde iman etmişlerdir:

«Şüphe yok ki Allah Gafur ve Rahîm'dir...»

Burada, bu iki ayet-i kerimeyi kavrama sürecinin so­nunda, ilk Müslümanların hayatında olduğu gibi    bizim

hayatımızda da önemli fikri unsurları içeren birkaç nok­tayı inceleyelim; [89]

 

Barış Zamanı

 

1) Şüphesiz İslam, kutsal bir dinî gerçek olarak «ba­rış zamanı» fikrini kabul etmiştir. Böylece insanların,, içinden çıkılmaz problemlerden ve savaşlardan uzak ka­labilecekleri bir zaman aralığı olacaktır. Bu müsait za­man aralığında geçmişte yaşadıklarını ve yapıp ettikleri­ni; can, mal ve insanî ilişkilerin telefine götüren kin ve düşmanlık, temeli üzerine kurulu davranışlarını yeniden an duru bir ortamda gözden geçirme fırsatını bulacak­lardır. Böylece savaş fırsatlarında yakalayamadıkları iyi­lik, güzellik ve sevgi unsurlarım barış zamanı fırsatla­rında yakalayabilme imkanına kavuşacaklardır. Müslü­manlar da (büyük İslamî dava bağlamında kesin sonuçla­ra ulaşmak yolunda yaşanan cari şartların bir gereği ola­rak savaşa devam etmek zorunda olmadıkları durumlar­daki) harp-sulh ilişkilerinde bu kanuna uymak zorun­dadırlar... [90]

 

İki Hüküm Arasında Güçlük

 

2) İslamî fıkhı düşüncenin Allah'ın ayetlerinden ve Rasulü'nün sünnetinden hareketle ikrar ettiği aklî temel, bize bir şeyi emreden bir şer'î hükümle, aynı şeyi mene-den diğer bir şer'î hükmün çatıştıkları ve ikisinin birden uygulanamadığı durumda fayda ve zarar hesapları yapar­ken diğerine göre daha önemli olan tarafı seçmemizi hük­me bağlamıştır. Çünkü şer'î hüküm, insanın temel yara­rından hareket eder. Hükümlerin, ilişkin oldukları fayda ve zararlara tabi oldukları sabittir. Uygulamasında di­ğerine göre daha önemli bir yarar gördüğümüz hüküm uygulanacak olan hükümdür. Buna mukabil olan hüküm uygulanmaz. Bakara suresinin bundan önceki ayetlerin­de Mescid-i Haram'da savaş konusu işlenmişti. Bu, me­kanların kutsallığına ilişkin bir hüküm idi. Bu ayet-i ke­rimede ise —geçtiği üzere— haranı aylarda savaş konu­su işlenmektedir. Bu da zamanların kutsallığına ilişkin bir hükümdür. İşte bu durumlarda bir ayın veya bir mekanın kutsallığının  çiğnenmesi ile İslam'ın kendisinin kut­sallığının çiğnenmesi karşı karşıya gelmişse, o halde İs­lam'ın yüksek kutsallığının yararına böyle kutsal bir ayın veya kutsal bir mekanın kutsallığını çiğnemek mümkün­dür. Hatta bazı hallerde bu ,vacip olur. Çünkü zamanla­rın ve mekanların kutsallığı ve bu kutsallıkların çiğnen­memesi hükmü İslam şeriatinden bir cüz (parça)dır: Bu itibarla İslam'ın  (yani küllün-bütünün)  karşısında önce­likli olamaz. Bu durum    İslam usul-ü fıkıh    alimlerinin «iki hüküm arasında güçlük» diye tabir ettikleri durum­dur. Bu durumda hükümler arasında bir ölçme ve değer­lendirme yapmadan önce ilgili konumların ve problem­lerin iyice tedrik edilmesi kaçınılmazdır. Çünkü mesele, şer'i hüküm temellerinin ve o,hükmün ilişkin olduğu pra­tiklerin anlaşılması ve kavranması konusunda derin bir yapıya ve incelemeye muhtaçtır ve bu itibarla tepkisel seri düşüncelere mahkum edilemez. [91]

 

Müslümanların Küfür Güçleri İle Mücadelesi Devamlıdır

 

3) Ayet-i kerime, Müslümanlara hayatta şu hakika­tin şuurunda hareket etmelerini vahyetmektedir: Küfür ve şirk kuvvetleri sahip oldukları bütün araçlar ve güçlerle Müslümanları dinlerinden çıkarmayı amaçlamakta­dırlar. Bu amacı gerçekleştirmek için de devamlı olarak Müslümanlara, karşı savaşı sürdürürler. Müslümanlar da dünyada ve ahirette kurtuluşlarının sağlam temelini, tem­sil eden imanlarını muhafaza etmek için bu kafir saldı­rılara karşı korunma ve savunma araçları hazırlamak zorundadırlar. Çünkü Kur'an'm çözmeye uğraştığı prob­lem tarih içersinde kalacak sınırlı şartlara bağımlı tarih­sel bir problem değildir. Aksine bu, küfür ile İslam, hak ile batıl var oldukça ve küfür güçleri bütün maddî ve manevî imkanlarıyla İslam'a karşı saldırılarını ve Müs­lümanları dinlerinden saptırma çabalarını gündelik müf­redat programları şeklinde sürdürdükleri müddetçe de­vam eden ve devam edecek köklü bir meseledir. Müs­lümanlar küfür güçlerinin çeşitli kültürel, eğitimsel ve iletişimsel, siyasal, sosyal ve askerî araçlarla gerçekleştir­diği ve İslam ümmetinin yaşadığı günleri ve geleceği ile şerefini, yüceliğini, tabii kaynaklarını ve kültürlerini he­def alan bu gündelik saldırıların her türü ile hep karşı­laşmışlardır ve karşılaşmaktadırlar. Müslümanlar da bu saldırılara karşı İslam'ın öngördüğü hazırlığı kuşanarak kendilerinin ve dinlerinin şeref ve yüceliğini kavramak­la mükelleftirler. [92]

 

İman - Küfür Meselesi

 

4) Değinmek zorunda olduğumuz diğer bir önemli nokta da iman-küfür meselesidir. İman ile küfür mesele­si, bütün uzantılarıyla ve derinlikleriyle engin bir haya­tın meselesidir. İnsanın bu hayatî ayırım noktasında mü­samahakâr olması veya boş vermiş tavırlar takınması ya da iman çizgisinden uzak iyi işlere dayanması mümkün değildir.  İyi ameller,  imanı temeller konumundan uzak bir şekilde kendi varlıkları ile değerlendirilemezler. Çün­kü böyle bir yaklaşım imana değer vermemek demektir. Bu yaklaşım —maazallah— insanı, bazı iyi işlerinden do­layı kafirleri bazı kötü işler yapan Müslümanlardan üstün tutmaya götürebilir. Halbuki ayetin de vahyettiği gibi bu, kesinlikle İslamî bir gidiş değildir... [93]

 

37) YETİMLER... MÜŞRİKLERLE EVLİLİK İLİŞKİLERİ... VE HAYIZ...

 

BismiIIahirrahmanirrahim

«Sana şarap ve kumar hakkında soruyorlar. De ki: Her iki­sinde de insanlara (birtakım) faydalar olmakla beraber büyük günah vardır. Günahları da faydalarından daha büyüktür. Bir de sana (Allah yolunda) ne infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Afv'ı (helal ve güzel olan şeylerden ihtiyaçlarınızdan fazla olanını verin). Allah size ayetleri böyle açıklıyor ki, dünya ve ahirete ilişkin (işleri) düşünesiniz. Bir de sana yetimler halc-kında soruyorlar. De ki: Onlar(n durumlarını) düzeltip ıslah et­mek iyidir. Eğer onlara karışır (bir arada yaşar, yer, içer, otu­rursanız) bilin ki onlar (da) sizin kardeşlerinizdirler ve Allah (düzeltip) ıslah edeni de (bozup) ifsad edeni de bilir. Allah di-leseydi sizi zora ve zahmete (de) duçar ederdi... Şüphesiz Al­lah (her şeye üstün olan) Azîz ve (her şeyi yerli yerince yapan) Hakîm'dir...»

(Bakara: 2İ9-220)

1) Bu iki ayet-i kerimede, Müslümanlar ile Peygam­ber (SAV) arasında bahsi geçen (insanların imtihan edil­dikleri) bazı şer'î hususlar ele alınmaktadır. Şarap ve ku­mar hakkında sorular sormuşlardır. Bu işler ise insan­ların o zamanki hayatlarında kök salıp yerleşmiş âdetler­dendir. Bu itibarla bunların birdenbire yasaklanması zor­lu bir sosyal problem olacaktır. Hatta o dönemde şarabın yasaklanmasında insanlar için hayatî bir yarar bulunma­dığını bile tahayyül ediyorlardı. Çünkü şarap içmek in­sanın hissettiği dertleri ve ağırlıkların birçoğunu hafif­letiyor ve insanı üzüntülerinden ve içinde bulunduğu ke-tü durumun psikolojik baskısından uzaklaştırıyordu. İn­sanlar içlerinde, acı gerçeklerden sıyrılıp acısız ve sorun­suz bir dünyaya dalma ihtiyacını hissediyorlardı. Tıpkı uyku hali gibi... Çünkü bu halde sinirler rahatlıyor, dü­şünce yavaşlayıp sakinleşiyor, yorulmuş beşerî güçler ye­nileniyordu. İşte insanlar tabii uyku halinin verdiği bu müsbet unsurları şarap içmekte de yakalamaya çalışıyor­lardı.

Kur'an-ı Kerim ele —bu sorulara ilişkin1 cevabında— insanların bu tahayyül ve tasavvurlarım inkar etmemeye ve şer'î hükmün soğuk katılığını birdenbire yüzlerine çarpmamaya çalışmıştır. Bu yaklaşımla önce bunun olum­lu yanlarının karşısındaki olumsuz yönlerini ortaya koy­makla başlamıştır. Böylece onlara bu konular üzerinde arı duru bir kafa ile düşünme, eşyayı tasavvurlarında ve hakkında verdikleri yargılarda dengeyi yakalama fırsatı­nı hazırlamıştır. Çünkü bilginin alışkanlıklar, menfaatler ve şehevî arzuların-baskısı altında düşebileceği sapma­lardan uzak selamette tutulmasının en güçlü ve etkin yolu budur. Aynı minval üzere daha sonraki Maide suresinin doksanbirinci ayetinde  şu ifadelere yer verilmiştir:

«Şeytan, şarap ve kumar ile ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah*ı anmaktan ve namazdan alıkoymak is­ter... Artık (bunlardan) vazgeçersiniz değil mi?...»

Kur'an-ı Kerim Jdu ifadelerle şarap ve kumarın ge­nel ve Özel sosyal ve ruhi hayattaki olumsuz etkilerini önlerine koymuştur. Şarap aklı tatil eder. Böylece insan şarabın tesiri altında psikolojik şuuraltı patlamalarını ya-

şar ve şuursuzca hareket eder. Kumar da kaybeden ta­rafın şuurunda kazanana. karşı kin duyguları oluşturur. Çünkü kazanan taraf kaybedenin malını karşılıksız ola­rak elinden almıştır. Bu, meselenin bir yönü... Diğer yö­nüne gelince, şarap ve kumara müptela olmak insanı Al­lah'ın zikrinden {O'nu anmaktan) ve namazdan uzaklaş­tırır. Bunun için Kur'an-ı Kerim istinkâri bir soru ile insanlardan bu iki kötü alışkanlıktan el çekmelerini is­temiş ve:

«Artık (bunlardan) vazgeçersiniz değil mi?»

buyrumuştur. Burada bu ifadelerle insanın herhangi "bir dış talimata gerek kalmaksızın kendisinin zararına olan şeyden kendi aklî yetileri ve beşerî güçleri kanalıyla ka­çınmakta karar kılabileceğine de gizli bir işaret vardır... Bunun arkasından Kur'an-ı Kerim şarap ve kumarın olumlu yanlları ile olumsuz yanları arasında bir karşılaş­tırma ve oranlama yapmak istemiştir. Bu karşılaştırma­yı yapmış ve bunların olumlu yanlarına karşılık olumsuz yanlarının daha çok olduğunu açıklamıştır. Bundan son­ra da yasaklanma cihetinde olacak sonucu çıkarmayı, dü­şünen insan aklına bırakmıştır. Çünkü düşünen selim bir insan aklı, İnsan için aynı ehemmiyette olmayan bir men­faati elde etmek yolunda çok daha büyük oranda kendi­sine zarar veren bir fiili kabul etmeyecektir. Küçük bir keyif sağlayan. şarap ,insam toplum içersinde ve hatta kendi ailesi içinde aklını tamamen yitirmiş bir kısıtlı du­ruma sokmaktadır. Kumara gelince, bunda da, geçen ayet-i kerimede açıklanan çok tehlikeli toplumsal sap­malar olduğunu görüyoruz. İstediği servete kavuşmak yo­lunda işi gücü bir yana bırakıp kumara koyulan her bir insan ile toplum küçük veya büyük yararlı bir gücü kay­betmiş olmaktadır.  Bireysel planda ise kumar oynayan

kişi kendi hayatını ve ailesinin hayatını batağa sürükle­miş olacaktır.

Bu karşılaştırma ile Kur'an-ı Kerim, her hüküm ala­nında yarar-zarar analizi yaptığım, yarar karşısında za­rar oranını baskın çıkmadıkça herhangi bir şeyi yasak­lamadığını da ortaya koymuştur. Bu, insanların alışkanlık haline getirmiş oldukları hususlarda da, alışkanlık edin­memiş oldukları diğer hususlarda, da böyledir. Çünkü İs­lam şeriatinde helallik ve haramlık insanların mizaçları­na, ve zevklerine değil, fayda ve zarar temeline dayan­maktadır. Sonuç olarak başlangıçta anılan Kur'an'î üslup doğrultusunda Kur'an-ı Kerim bu ayet-i kerimede (daha sonraki bir  ayetle  gelecek)  kesin haramlık (yasaklama) hükmünü getirmekte acele etmemiş, işin Önünde sonun­da bu sonuca gideceğini, düşünen insanın akl-ı selimine havale etmiş ve bu aşama için öngördüğü kesin bir etki­yi bırakmıştır...

2) Müslümanlar ikinci olarak yiyecek, giyecek ve sair mallardan neleri infak edeceklerini sormuşlardır. Bu so­ruya karşılık verilen cevapta bu konuda belirli bir şey bildirilmemiştir. Çünkü   bu konuda yapılacak   herhangi bir sınırlama, bir yandan toplumdaki fakirlik probleminin çözümü, diğer yandan mü'minîh ruhunun infak yönünde terbiyesi noktasında Allah katındaki uhrevî değer hesa­bında herhangi bir şey ifade etmeyecektir. Bu nedenle cevapta ihtiyaçtan fazlası anlamına gelen «afv» kelimesi ile yetmilmiştir. İnsana kendi zarurî ihtiyaçlarına ancak yetecek kadar olan maldan başkalarına infak etmeyi yük-lememiş, kendi temel ihtiyaçlarından artakalanından in­fak  etmesini hükme bağlamıştır.  AyeM kerimenin so­nunda da insanları Allah'ın —üzerinde düşünüp doğru yola ulaşmaları için açıkladığı— ayetleri üzerinde düşün­meye davet etmiştir.

3) Müslümanlar bir de yetimler hakkında,    onlarla

ilişkilerinin nasıl olacağı, onların malları, terbiye ve gö­zetimleri hakkında sorular sormuşlardır. Gerçekten ye­timler Müslüman insanların dinî vicdanlarında esaslı bir problem oluşturuyorlardı. Çoğu Müslümanlar günaha gir­mek korkusuyla yetimlerle ilişkiye girmekten sakınıyor­lardı. Kur'an-ı Kerim'in verdiği cevap, bu konudaki ge­nel çizgiyi ve kapsamlı çerçeveyi belirlemiştir:

«De ki: Onları(n durumlarını) düzeltip ıslaJı etmek iyidir...»

Evet bu ayet-i kerime hükmü gereğince yetimlerin işlerini, onların dünya ve ahiret maslahatları açısından iyice incelemek kaçınılmaz bir zorunluluktur. Çünkü on­lar toplumun yanında Allah'ın emanetidirler. Toplumun fertlerine düşen de tıpkı diğer emanetlerde olduğu gibi onların maslahatlarını gözetmektir. Hatta yetimler yönün­den bu emanetin boyutları daha da derinlik kazanmakta-. dır. Çünkü kendi işlerini düzenlemekte gerekli tedbir ve imkanlardan uzak olan bir insanın dünya ve ahiret işle­rini ıslah yolunda çalışmak kuvvetli bir iman ile birlikte ince bir dikkat ve titiz bir düşünceyi gerektirecektir.

Ayet-i kerime bundan sonra onlara karışıp birlikte yeyip ,içip, oturmayı gündeme getirmek suretiyle onlar­la ilişkiye girmekten günaha girmek korkusuyla sakınan Müslümanları, onların da din kardeşleri olduğu şuuruyla onlarla ilişkiye girmeye teşvik etmiştir. Çünkü diğer Müs­lümanların onlarla ilişkiye girmekten sakınıp onları yal­nız bırakmaları nefislerine ağır gelmekte, maneviyatları­nı yıkmakta, hayatlarını düğümlemekte ve hayattaki ta­bii gelişimlerini yavaşlatmakta idi... Bu hususlar ve hu teşvik hükmü, Mecmaü'l Beyan'da da geçtiği üzere bize ulaşan hadis ve haberlerde de varid olmuştur. Ayet-i ke­rime, cevabını yetimlerin işlerini düzeltmek ve durum­larını ıslah meselesinde muhatap aldığı    Müslümanların hislerini derinleştirmeye çalışarak noktalamış, Allah'ın in­sanların amellerini gözettiğini ve (düzeltip) ıslah edeni de (bozup) ifsad edeni de bildiğini ye herkesi —hayır ve­ya şer— yaptığı amellerle hesaba çekeceğini bildirmiş, arkasından da Allah'ın koyduğu hükümlerle insanların huzur ve güvenini gerçekleştirmek istediğini, onları me­şakkate sokmak istemediğini vurgulamıştır. Ayet-i keri­menin son noktası «Şüphesiz Allah Aziz ve Hakim'dir» kesinliği ile konulmuştur. Bu da Allah'ın istediğini iste­diği şekilde yapma kudretine 've bu isteğini insanların maslahatı yönünde gerçekleştirdiğine işarettir. [94]

 

Müşriklerle Evlenmeyin!..

 

«(Allah'a ortak koşan) Müşrik kadınlarla —onlar imana gelmedikçe— evlenmeyin. Çok hoşlansanız bile. Mü*miri bir cariye, müşrik bir (hür) kadından üstündür. Müşrik erkekleri de —imana gelmedikçe— (kadınlarınızla) evlendirmeyin. Çok hoşlansanız bile Mü'min bir köle de müşrik bir (hür) erkekten üstündür... O(Allah'a ortak koşa)nlar cehennem ateşine çağı­rırlar. Allah ise —izniyle— cennete ve mağfirete çağırır ve in­sanlara ayetlerini (böyle) açıklar ki öğüt alsınlar...»

(Bakara: 221)

Bu ayet-i kerimede mü'min erkeklerin müşrik ka­dınlarla, mü'min kadınların da müşrik erkeklerle evlen­dirilmelerinin haram olduğunu düzenleyen hükmün şer'î esası pekiştirilmektedir. Şüphesiz mü'minler ile müşrik­lerin iman bakımından durumları ve hayat tarzları birbi­rinden ayrıdır. Bu ayırım evlilik hayatına da yansımıştır. Çünkü evlilik, tasavvur ve hedef şuuru birliği üzerine da­yalı bir sevgi ve rahmet temeli üzerine kurulu olmak du­rumundadır. Hal böyle iken mü'minler, Allah'ın cennete çağıran daveti yönünde, müşrikler ise cehennem ateşine giden yönde yürürler ve insanları buna çağırırlar. Böyle olunca mü'minler ile müşrikler arasında bir hayat tarzı - ayırımı söz konusu olmaktadır. O halde bu iki ayrı tar­zın insanları arasında evlilik ilişkisinin    zorunlu kıldığı inanç temeline dayalı samimiyet nasıl gerçekleşecektir?!.. Bu ayet-i kerimeden anlamamız gereken husus, aye­tin, birbirlerini beğenip birbirlerinden hoşlanan insanla­rın evlenmelerini yokuşa sürmediği, aksine insanı hissi stekleri ile pratik yararları arasında bir dengeye götür­meyi amaçladığıdır. Çünkü kani olmak gerekir ki, insanın temel dünya ve ahiret meselesi karşısında, kapılmış oldu­ğu duygusal arzular pek de büyük bir şey ifade etmez.

Burada müşriklerden maksadın bizzat Allah'a ortak koşanlar olduğu açıktır. Yoksa bu hüküm, Allah'ın birli­ğini zedelemediği inancıyla İsa'nın Rablığım veya Allah' m «üçte biri» olduğunu söyleyen Ehİ-i kitabı kapsamaz. Çünkü Kur'an'î ıstılah, gerek ayrmtıladığı hükümlerinde ve gerekse ilgili ayetlerde kullandığı kelimelerde müşrik­ler île Ehl-î kitabı birbirinden ayırmıştır: Beyyine sure­sinin ilk ayetinde:

«Ehl-z Kitaptan ve müşriklerden hakkı (inkar edip) tanıma­yanlar, kendilerine 'açık delil' gelinceye kadar (bulundukları halden ayrılıp) açılacak değillerdi»

ve Bakara Suresinin yüzbeşinci ayetinde;

«Bhl-i Kitaptan ve müşriklerden hakkı (İnkar edip) tanı­mayanlar, size Rabbinizden herhangi bir hayır indirilmesini is­temezler...»

şeklinde geçtiği gibi... Ayetlerde bu iki grubun aynı ey­lemle birlikte ayrı ayrı geçmeleri bu iki grup arasındaki ayırıma delildir. Bu açıklamalar ışığında ayet-i kerime­nin Müslümanların Ehl-i .kitapla evlenmelerinin haram ol­duğuna delil olmadığı açıkça görülmektedir. Bu itibarla "böyle bir haramlığm olup olmadığını ve var ise smırrni başka kaynaklarda aramaktan başka çıkar yol yoktur. Müslüman bir kadının Ehl-i kitaptan bir erkekle evlen­mesinin haram olduğu konusunda Müslümanlar ittifakla icnıa etmişlerdir. Müslüman bir erkeğin Ehl-i kitaptan bir kadınla evlenmesi konusunda ise bunu helal kabul edenler ile haram kabul edenler'arasında ihtilaî vardır. Bu konu bütün ayrıntıları ile meseleyi ayrıntılı olarak incelçmiş olan fıkıh kitaplarından öğrenilmelidir... [95]

 

Hayız Hakkında

 

«Sana hayız (kadınların aybaşı hali) hakkında soruyorlar. De ki: Eziyettir. Hayız halindeki kadınlardan uzak durun, te­mizleninceye kadar onlara yaklaşmayın, temizlendiklerinde de onlara Allah'ın size emrettiği üzere yaklaşın. İyi bilin ki, Allah tövbe edenleri ve temizlenenleri sever. Kadınlarınız sizin için tarlalardır. Tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın. Kendinizi ön­ceden (güzel davranışlarla) hazırlayın. Allah'tan korkun ve O' nunla (huzurunda) karşılaşmak durumunda olduğunuzu bilin. (Ya Mühammed Müminleri müjdele!...»

(Bakara: 222-223)

Müslümanların hayız halindeki kadınlarla ilişkilerin­de bir problem vardı. Hayız, kadının aym belli günlerin­de periyodik olarak gördüğü kandır. O dönemde Arap toplumunda kadının bu : hayız döneminde necis (pis) bir insana dönüştüğü inancına dayanan yerleşmiş bazı ka­naatler ve tasavvurlar vardı. Bundan dolayı da bu dönem­deki kadınlarla oturup kalkmaktan, yeyip içmekten kaçınırlardı. Böylece bu dönemdeki kadın .toplumdan uzak kalırdı. Bu durum da insanlar için bir güçlük ve sıkıntı kaynağı oluşturuyordu. İslam ise çeşitli hükümleriyle in­sanların hayatlarının bütününü en güzel şekilde düzen­lemek için gelmişti.    Müslümanlar da    kadınların hayız haline ilişkin hu soruyu bu veçhile sormuşlardı. Kur'an-ı Kerim'in verdiği cevap meseleyi doğal yerine   oturtacak kesinlikte idi: Bu halet insan vücudunun tabii haletlerin­den bir halettir. Yalnız bu, kan gelmesinden dolayı ezi­yetli bir halettir ve bu eziyetin bazı biyolojik ve psikolo­jik boyutları da vardır. Bundan başka bir ayrılığı olma­yan bu halin, kadının toplum içerisindeki genel konumu­na herhangi bir olumsuz tesiri söz konusu değildir. Bu hal kadının vücudunu necis yapmadığı gibi onun kişili­ğine de etki etmez. İnsanlar arasındaki ilişkilerden yal­nızca cinsel ilişkiye manidir. Bu da ilgili mahalden kan gelmesinden ve —bazılarının dediği gibi— kadının vücu­duna mikropların girme tehlikesinden dolayıdır. Ayrıca bunun bu dönemdeki rahatsız psikolojik duruma ilişkin başka yanları da vardır. Kur'an-ı Kerim bütün bu anlam­ların hepsini sıhhî ve manevî boyutlara işaret eden «ezâ-eziyet»   kelimesinde   toplamıştır.   Bu   temel   üzerinden emr-i ilâhî, bu haletteki kadınlarla temizleninceye kadar cinsel ilişkiye girilmemesini hükme bağlamıştır. Bu te­mizlenmeyi de bazıları kanın kesilmesi, diğer bazıları da kan kesildikten sonra gusül yapılması    olarak yorumla­mışlardır. Temizlik gerçekleştikten sonra, Allah'ın emret­tiği üzere    bu kadınlara yaklaşmak    mümkün olacaktır. «Allah'ın emrettiği üzere» ifadesi üzerinde de müfessir-ler ihtilaf etmişlerdir. Bazıları bunun cinsel  birleşmenin tabii yerine işaret olduğu görüşünü ileri sürerken, diğer bazı müfessirler bunun «Allah'ın emrettiği yaklaşma şek-Hne» işaret olduğunu kabul etmişlerdir.

Ayet-i kerime günaha  giren insanlar için tövbenin ve bütün insanlar için temizliğin zorunluluğuna işaretle sona ermiş ve Allah'ın, günahlarından dolayı tövbe eden­leri ve temizlenenleri sevdiğini vurgulamıştır. Çünkü tövbe, Allah'ın rızasına muhtaçlık şuurunu temsil eder. -Temizlik de hayatı Allah'ın rızası üzere bedenî ve ruhî te­mizlikle yaşama arzusuna işarettir.

«Kadınlarınız sizin için tarlalardır. Tarlanıza nasıl dilerse­niz öyle varın.»

Müfessirler ve fakihler'bu ayetin tefsirinde ihtilafa düşmüşlerdir. Bazıları kadın ile erkek arasında olabile­cek aykırı (yani tabii ilişkinin dışında) )bir cinsel ilişki­nin (ayet-i kerimede geçen «ennâ» kelimesini «nereden» şeklinde anla'mlandırmak suretiyle) mubah olduğunu ka­bul etmişlerdir. Bazıları da buna karşı çıkmış böyle aykı­rı bir ilişkiden menetmişlerdir.    Bu rnubahhk iddiasına karşı çıkıp böyle aykırı bir ilişkiyi menedenler de karşı çıkış nedenlerinde ihtilaflıdırlar. Bunlardan bazıları ayet­te geçen «ennâ» kelimesini «ne zaman» şeklinde yorumla­mışlardır. Bu «ne zaman isterseniz» ifadesinin de bir ön­ceki ayette hayız döneminde cinsel ilişkinin    yasaklan­ması olayı ile alakalı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Fakat., bazı lügat ehli ise hu «ennâ» kelimesinin «nereden» an- [ lamından başka bir  anlama  gelmediğini iddia etmekte­dirler. Mubahlık iddiasına karşı çıkanlardan diğer bazı­ları ise ayette geçen «tarla» kelimesine dayanmışlar ve bu «tarla» kelimesinin, mubahlığm tabii yere mahsus oldu­ğuna delil olduğunu kabul etmişlerdir. Çünkü hu «tarla» kelimesinde ekim olayına bir işaret vardır. Bu da (tarla olarak kadın söz konusu olunca) çocuktur demişlerdir. Bu görüşü ileri süreni er, «ennâ» kelimesinin anlamı olan «ne­reden» kavramını da kadının tabii yerine istenilen yön­den, yani ön veya arka taraftan yaklaşmak serbestisi ile yorumlamışlardır. Bu yaklaşıma ilişkin olarak, Yahudi­lerin erkeğin kadının önüne arka cihetten yaklaşınca ço­cuğun alatenli olacağı yolunda bir inançları olduğu ve Allah'ın da bu ayetle onları bu inançları konusunda ya­lanladığı rivayet edilmiştir. (İbn-i Abbas ve Cabir). Ba­zı fakihler de bu «tarla» kelimesinin «çocuk olacak yere» delil getirilmesine karşı çıkmışlar ve tarladan maksadın illa da çocuk olmayacağı, bunda başka anlamların bulun­masının da mümkün olduğunu söylemişlerdir. Görüldü­ğü gibi bu minval üzere ayeti yorumlayan rivayetler de­ğişiklik arzetmiş, buna tabi olarak da fakihlerin bu konu­ya ilişkin ihtilaflı görüşleri ortaya çıkmıştır.

Sonuç olarak bu iki yaklaşım karşısında ayetin ger­çek anlamına ilişkin elimizde kesin bir Kur'an'î delil yok­tur. Bu iki ayet arasında delalet yönünden bir ilişki ol­duğu düşünüldüğü takdirde böyle bir aykırı ilişkinin me-nedilmiş olduğu, «ennâ» kelimesinin de zamanla ilişkili olarak «ne zaman» anlamına olduğu yolundaki görüş ya­kınlık kazanabilir. Çünkü ayette yer meselesi mevzuu bahis değildir. Tabii ki bu saydıklarımız ihtimallerden başka bir şey değildir. Yoksa bu konuda şer'î hükmün ne olduğunu Öğrenmek yolunda kesin bir sonuca ulaşmak için sünnete müracaat etmemiz ve hadislerin de sahihini zayıfını sıkı bir inceleme ile birbirinden ayırmamız ka­çınılmaz bir zorunluluktur. Hükümlerinin hakikatini de en iyi Allah bilir...

«Kendinizi önceden (güzel davranışlarla) hazırlayın. Allah' tan korkun ve O'nunla (huzurunda) karşılaşmak durumunda olduğunuzu bilin. (Ya Muhammed) Müminleri müjdele/..»

Bu ibareler, Kur'an'î üslupla insanı uyarmakta ve onu, iman ,düşünce, kuvvet ve bağlılıkla Allah'a itaat et-nıeye, O'nun emirlerine uymaya ve yasaklarından kaçınmaya uyarıcı bir eda ile teşvik etmektedir. Geçen iki ayet-i kerime haramlardan ve helallerden bahsetmişti. Şimdi de Kur'an-ı Kerim bu ayetlerin sonunda insanı bu helaller ve haramlar karşısında insanın Allah katındaki derecesini yükseltecek Allah'tan korktuğunu somutlaş­tıracak en sağlam kulpa, yani iyi olana yapışmaya çağır­makta ve yapıp ettiği bütün iyilikler ve kötülükler üze­rinden hesaba çekilmek üzere yakın bir zamanda Allah'ın huzurunda O'nun zatı üe karşı karşıya geleceklerini bil­direrek uyarmaktadır.

Arkasından mü'minlere müjdelemiştir. Çünkü bun­lar gerek inançları ve gerekse amelleri ile O'nun doğru yolunda yürüyenlerdir. Dünya ve ahiret saadetini yaka­lamış olanlar 'da bunlardır.

Bazıları, «Kendinizi Önceden ...... hazırlayın» ibare­sini çacuk talep etmeye, salih çocuk istemeye, bazıları cinsel birleşme sırasında dua etmeye ,bazıları «bismillah» demeye, diğer bir kısmı iffetli kadınlarla evlenmeye yor-mişlardır. Kendini güzel davranışlarla cinsel birleşmeye hazırlamaya yoranlar da vardır. Salih evlat istemeye yo­ranlar şu hadisi zikretmişlerdir:

«Ademoğlu öldüğünde ameli kesilir. Ancak şu Üç şey ha­riç: Kendisine dua edecek salih bir çocuk, cari sadaka ve Ölü­münden sonra faydalanılacak ilim...»

Fakat bizim ayetin içeriğinden anladığımız kadarıy­la, anılan ibare bütün bu yorumlardan uzaktır. Ayetle­rinin esrarını da Allah bilir... [96]

 

38) YEMİNLER VE TALAKIN BAZI HÜKÜMLERİ

 

Bîsimülahirrahmanirrahim

«(Allah(m adın)ı, yemin (ettiğiniz iş)lerinize, (yani) iyilik etmenize, (kötülüklerden) korunmanıza ve insanların arasını düzeltmenize engel yapmayın. Allah (her şeyi işitenf Semi' ve (her şeyi bilen Alîm'dîr...»

(Bakara: 224)

Bu ayet-i kerimenin Abdullah b. Revâha hakkında indiği rivayet edilmiştir. Rivayete göre: Abdullah b. Re­vâha, damatlarının evine girmemeye, onunla konuşma­maya ve onunla hanımının arasını düzeltmemeye yemin etmişti. «Bu hususta yemin etmişim; yapmam benim için helal olmaz.» diyordu. Ayet-i kerime bunun üzerine in­miştir. Müfessirler «urdaten li eym,amkuın-yeminlerinîze engel» kelimesinin birkaç anlama geldiğini söylemişlerdir. Bunlardan biri: Eşya arasında engel ve perdedir. Bu an­lam doğrultusunda ayet-i kerime'de yeminin insanın iyi­liğe, (kötülüklerden) korunmaya ve insanların arasını dü­zeltmeye engel kabul edilmemesi emredilmiş oluyor. Di­ğer anlamı: İnsanın yeminine bağlı kalmanın güçlüğü­nün kendisini iyilik yapmaktan, (kötülüklerden) sakın­maktan ve insanların arasını düzeltmekten alıkoymaması istenmiştir. Bir diğer anlamı da: İnsanın hak/batıl her konuda Allah'ın adını anıp yemin etmemesinin, gereğidir. Ayet-i kerimenin içeriğinin bu üç anlamdan da uzak olmadığı görünmektedir. Yalnız üçüncü anlamda vurgula­nan şey, çok yemin etmenin zaman zaman insanı iyilik, (kötülüklerden) korunmak ve insanların aralarını düzelt­mek gibi iyi işlerden geri kalmaya götürebileceğidir. Ya­ni insan anî bir psikolojik tepki halinde bu gibi iyi işle­ri yapmamaya yemin edebilir ve sonra yeri geldiğinde bu yeminini —iyilik etmek, kötülüklerden korunmak ve insanların arasını düzeltmek gibi, iyi işleri yapmaktan kaçınmak yolunda— bir sapmaya delil sayma yanlışına düşebilir. Yalnız şunu da belirtelim ki bütün bu anlamlar ayette, geçen ibarenin lafzı anlamı olmayıp, müfessirlerin yorumları sonucu ortaya çıkan tefsiri anlamlardır. Ayet­lerinin gerçek anlamını da en iyi Allah bilir...

Bu ayet-i kerimeden yeminin İslam'daki rol -ve fonk­siyonunu kavrayabiliriz: Yemin .insanın Allah'ı şahit ve pekiştirici bir unsur tutarak bîr şeyi yapmak ya da yap­mamak konusunda bağlanmasıdır.    Böylece yemin eden kimse daha sonra kendisinden, vermiş olduğu karardan dönmesinin istenmesi durumuna karşı iradesini ve konu­munu Allah'ın isminin kutsallığı ile pekiştirmiş olmak­tadır. Bununla birlikte insanların bazı psikolojik patla­ma haletlerinde yapmalarında kendileri için yarar olan şeyleri yapmamaya ya da yapmamaları gereken    şeyleri yapmaya yemin ettikleri görülür. İşte ayet-î kerime bu­nu şiddetle reddetmektedir. Çünkü insanın Allah'ın ismi ile oynaması, onu ulu-orta kullanıp Allah'ın razı olmadığı hususlara delil yerine koyması kesinlikle    caiz değildir. Böyle bir yeminin hiçbir kutsallığı yoktur. Çünkü Allah' m isminin kutsallığı ancak O'nun emirlerine ve yasak­larına uymak doğrultusunda geçerlidir. Allah insanı, ken­disinin emir ve yasaklarına muhalif bir konumda yap­mış olduğu yeminlerle bağlamamaktadır. Ebu Eyyub el-Hazzâz,  Ebu  Abdullah  es-Sadık'tan  (AS)   rivayet  ettiği bir haberde, «şöyle dediğini duydum» diyor:

«Ne doğru ne de yalan yere Allah'a yemin etmeyin. Çün­kü Allah Subhanehu: 'Allah'ı yemin(ettiğiniz iş)lerinize engel yapmayın' buyuruyor...»

İshak b. Amir'in rivayet ettiği üzere Ebu Abdullah (Cafer es-Sadık), Allah Teala'nm «Allahfm adm)ı yemin ettiğiniz iş)îerinizle, (yani) iyilik etmenize, (kötülüklerden) korunmanıza ve insanların arasını düzeltmenize engel yapmayın» ayeti üzerine şöyle demiştir:

«İnsanların arasını düzeltmeye çağrıldığında 'Yapmamaya yeminliyim' deme.»

Fakihler de bir konuda yemin ettikten sonra bu ye­mine muhalif daha üstü nbir şey görüldüğünde yeminin bozulup «daha üstün olanın» yapılabileceğine fetva ver­mişlerdir.

Böylece İslam'da yeminin fonksiyonu açıkça anlaşıl­mış oluyor. Yemin, insanın bir ilahî emri yerine getir­mek veya ilahî bir yasaktan uzak durması, kötü bir alış­kanlıktan, imanında ve hayatında kendisine bir yararı ol­mayan dünya hallerinden bîr hale girmekten kaçınması yolunda etkin bir fonksiyona sahiptir. Böyle müsbet hal­lerde yemin, iradeyi destekleyip kuvvetlendiren ve geliş­tiren bir unsur fonksiyonunu gösterecektir. Bu hallerde­ki yemin insanı iki taraftan bağlayarak iradesini güçlen­dirir. Biri, yemine bağlanan işin Allah'ın emir veya ya­saklarına uygun olması ,diğeri de Allah'ın isminin kut­sallığıdır. Böylece yemin .insanın dünya ve ahireti için faydalanabileceği baskı gücüne sahip bir terbiye unsuru­na dönüşmektedir.

«Allah SemV ve Alîm'dir.»

Hayır/şer bütün sözlerinizi İşitir ve içinizde gizledik­lerinizi bilir. Bu gerçeğin idrakinde olmak, insanı, Allah', m azabından uzaklaştıran ve rızasına yaklaştıran çizgiyi izlemeye zorlayacaktır...

«Allah sizi yeminlerinizdeki (kasıtsız) yanılma(lan)nızdan sorumlu tutmaz. Lakin kalplerinizin (bile bile) kazandıkların­dan sorumlu tutar. Allah (bağışlayan )Gafûr ve (hoşgörü sahi­bi) Halimedir...»

(Bakara: 225)

Yeminde (Kasıtsız) yanılma, insanların herhangi bir kimsenin zarar./ziyamna sebep olmaksızın alışkanlık üze­re «Vallahi hayır» veya «Vallahi Öyle» gibi sözleri söyle­meleridir. Ayet-i kerime insanın böyle yeminlerden so­rumlu tutulmayacağını, çünkü Allah'ın    insanları ancak kalplerindeki niyetlere ve kasıtlara göre sorumlu tutaca­ğını bildirmektedir. Bu bağlamda niyetsiz bir amelin de­ğeri olmadığı gibi, amelsiz bir niyetin de değeri yoktur. Bazıları bu ayet-i kerime üzerinde, Allah'ın insanı pra­tik bir eylem ya da söz ile ifade edilmese bile sadece kal­bindeki niyetle sorumlu tutacağı gibi bir yanılgıya düşe­bilirler.    Bu yaklaşımlarını    «Ameller niyetlere göredir. Her İnsana niyet ettiği şey vardır» ve «Kıyamet günü in­sanlar niyetleri üzere haşrolunurlar»  gibi hadis-i şerif­lerle de pekiştirebilirler. Fakat aslında bu ayet-i kerime böyle bir anlam ifade etmemektedir. Çünkü bu ayet-i ke­rime, kalpten gelen bir niyetten ve içten gelen bir bağlı­lıktan kaynaklanmayan yanılma yemini ile kalbî bir bağ­lılık ve niyetle bağlantılı ciddi yemin arasında bir ayırım yapmak bağlamında varid .olmuştur. Yalnızca mutlak ye­mini incelemek bağlamında değil...  Zikri geçen iki ha­dis-i şerife gelince bunlar, ameldeki (eylem ve sözdeki) sorumluluğun, bu eylem ve söze iten niyete paralel olarak değiştiğini bildirmek bağlanımdadırlar. Çünkü niyet, ameli kendi biçimi ile biçimlendirir ve kendi rengiyle renklendirir. Böylece yapılan bir amelin güzelliği ve çir­kinliği bu ameli yaparkenki niyete göre değişir. Tıpkı yetimin dövülmesi konusunda zikredildiği gibi: Yetimi dövmenin helalliği ve haramhğı kasıt ve niyete göre de­ğişir. Terbiye kastıyla dövülmesi helal olduğu gibi bazı hallerde vacip de olabilir. Fakat hırsla, intikam maksa­dıyla veya boş yere dövülmesi haramdır. Bu arada, Al­lah'ın insanı yeminlerdeki (kasıtsız) yanılmalardan so­rumlu tutmaması, bizi boş yere sık sık yemin etmenin İs­lam şeriatinde kaçınılması gereken kötü adetlerden oldu­ğunu söylemekten alıkoymamaktadır. Çünkü burada her halükârda Allah'ın ismini hafife almak ve O'nunla oyun oynamak tehlikesi sözkonusudur. [97]

 

Kadınlara Yaklaşmama Yemini

 

«Kadınlara yaklaşmamaya yemin edenler için dört aylık bekleme (süresi) vardır. Eğer (bu süre içersinde) dönerlerse Al­lah (bağışlayan) Gafur ve (merhamet eden) Rahîm\dir. Yok eğer boşanmaya azmederlerse şüphesiz Allah (her şeyi işiten) SemV ve (herşeyi bilen) Alîm'dir...»

(Bakara: 226-227)

Kadınlara yaklaşmamaya yemin etmek baskı araç­larından bir araç olabilir. Ayet-i kerime bu şekilde yemin eden erkeğe dört aylık bir müddet vermiştir. Eğer bu müddet içerisinde yeminini bozup karısına dönerse Allah bu yeminini bozmasından dolayı kendisini affedecek ve bundan dolayı sorguya çekmeyecektir. Yok eğer boşan­maya karar verirse her şeyi işiten Allah, kadın ve erke­ğin bu konuda üzerinde ittifak ettikleri şeyi işitir ve kalp­lerinde olanı da bilir. Erkeğin yeminini bozarak karısına dönmesi ile boşanma arasındaki bu ayırım, erkeği, anılan dört aylık müddet sonunda bu iki seçenekten birine —hat­ta müsbet bir yaklaşımla karısına,dönmeye— zorlamak-, tadır. Ayet-i kerime, karışma yaklaşmamaya yemin eden erkeğin yeminine bağlı kalarak karı-koca hayatını belir­siz bir şekilde dondurmasına müsaade etmemektedir. Aye­tin ifade ettiği anlam budur. Kadınlara yaklaşmamak üze­re yemin etmenin ayrıntılı hükümleri, sınırlan, sonuçla­rı ve şartları için fıkıh kitaplarına müracaat edilmelidir. Fakat bizim bu ayet-i kerimenin açık anlamı çerçevesin­de işaret etmek istediğimiz nokta şudur: Allah Teala, in­sandan, yapmış olduğu yeminin şer'î hükümlere zıt bir unsura veya başkalarına karşı psikolojik baskı ve onla­rın şer'î hakîaraia karşı bir saldırı aracına dönüştüğü du-' rumlarda bu ^emininden dönmesini    farz kılmıştır. Bu yaklaşımla bu ayet-i kerime, bundan önce geçen «Allah(m adm)ı yemin (ettiğiniz iş)lerinize:  İyilik yapmanıza,  (kö­tülüklerden)  korunmanıza ve  insanların  arasını düzelt­menize engel yapmayın!..» anlamını ifade eden ayet-i ke­rimenin uygulamalı bir  Örneğini oluşturmaktadır... [98]

 

Ric'î Talak'ın Hükümlerinden...

 

«Boşanmış kadınlar, üç (hayız, veya temizlik) dönem(i) ken­dilerini bekle(yip gözeti)rler. Allah'a ve ahiret gününe inanı­yorlarsa... (Bilsinler ki) Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri helal değildir. Kocaları (ise) bu arada (birbirleri ile barışarak aralarını) düzeltmek isterlerse, onları geri alma hak­kına daha çok sahiptirler. Erkeklerin kadınlar üzerinde bulu­nan hakları gibi kadınların da erkekler üzerinde hakları var­dır. Ancak erkeklerin kadınlar üzerinde bir dereceleri de var­dır. Allah (her şeye galip olan) Azız ve Hakîm'dir...»

(Bakara: 228)

Bu ayet-i kerimede boşanmış kadınların bazı şer'î durumlarına ilişkin birkaç hüküm ve kavram geçmektedir. Bu hüküm ve kavramları birkaç noktada ele almamız da kaçınılmaz olacaktır:

1)Cinsel birleşmede bulunulmuş boşanmış kadın­lar başka bir insanla evlenmeden Önce «iddet» beklemek zorundadırlar. «İddet», boşanmış kadının üç dönem bek-lemesidir. Üçüncü dönemden çıktıktan sonra yeniden ev­lenebilir. Ayet-i kerimede «kur» kelimesi ile ifade edil­miş olan bu dönem meselesi ihtilaflıdır. Bazıları bu döne­min hayız dönemi olduğunu, bunun için kadının üçüncü hayız dönemini beklemek zorunda olduğunu ileri sür­müşler ve buna Peygamber'in (SAV):

«Kur' günlerinde namazı bırak. Çünkü namaz hayız gün­lerinde terk edilir»

hadis-i şerifini şahit göstererek bu hadiste kur 'ile hayı-zın aynı anlamda kullanıldığına işaret etmişlerdir. Bazı­ları da bu kur'un temizlik dönemi olduğunu, boşanmış ka­dının üçüncü temizlik döneminin sonunda evlenmesinin helal olduğunu, yani üçüncü hayzm başında (bu hayızdan temizlenmeyi beklemeden) evlenmesinin caiz olduğunu söylemişlerdir. Zürâre'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:

nRüheya er-Rd'y'in şöyle dediğini işittim: 'Kendi görüşüm-ce Allah'ın Kur'an'da zikrettiği kur'lar iki hayız dönemi ara­sındaki temiz dönemdir, hayız değil» Zürâre diyor ki; sonra Ebu Cafer (Muhammed el-Bakır)ın yanına gittim ve Rubeya' nın söylediklerini Ona anlattım, 'Yalan... Bu söylediği kendi görüşü değil. Bu görüş O^na Ali'den (AS) ulaşmıştır' dedi. Ben de, 'Allah iyiliğini versin... Ali böyle mi demişti?!..' dedim. 'Evet... Ali şöyle diyordu: Kur' temizlik dönemidir, bu dönem­de kan kesilir1 dedi. Zürâre diyor ki, bunun üzerine: 'A ilah iyîligini versin... Bir erkek, karısını iki adil kişinin şahitliği ile te­mizlik döneminde ve cinsel ilişkide bulunmaksızın boşarsa?..' dedim, 'Kadın üçüncü hayıza girer girmez iddeti bitmiştir ve başka insanlarla evlenmesi helaldir' dedi. 'Iraklılar, Ali'den (AS), kadın üçüncü hayızdan temizlenmediği müddetçe kocası­nın kendisini geri almaya daha çok hakkı olduğunu söylediğini rivayet ediyorlar' dedim, 'Yalan' dedi.»

2)  İddet dönemindeki kadının Allah'ın onun rahmin­de yaratmış olduğunu gizlemesi caiz  değildir.  Bu hük­mün, çocuğun varlığının farkında olan kadın için oldu­ğu açıktır. Ehl-i beyt imamlarından gelen bazı rivayet­lerde «Allah'ın onların rahimlerinde yarattığını gizlemek» hükmünün hem çocuk hem de hayız kanı için olduğu bil­dirilmiştir.  Bu âiilamlandırmanın daha kapsamlı olduğu da açıktır. îmani Cafer-i Sadık'tan rivayet edildiği üzere:

«Allah, üç şeyi kadınlara bırakmıştır: Hayız, temizlik ve hamilelik.»

Bu haber de yukarıdaki yaklaşımı desteklemektedir.

Kadınların, Allah'ın rahimlerinde yarattığını gizle­melerinin haramlığı şü şekilde tefsir edilmiştir: Bu gizle­me, erkeği kadınına dönmekten alıkoyacaktır. Bu da ken­disine zulümdür. Ayrıca cahiliye döneminde olduğu gibi çocuk başka bir erkeğe nisbet edilmiş olur ki bu da zu­lümdür.

Kur'an-ı Kerim, meseleyi Allah'a ve ahiret gününe imana bağlayarak bu şer'î hükme bağlı kalmayı imanı bir pekiştirme ile garantiye almıştır. Bu şekilde, imanın bağ­lılığı gerektirdiğine ve bu itibarla bağlılıksız imanın ola­mayacağına da işaret etmiştir...

3)  Erkeğin, —bain (kan ile kocayı birbirinden kesin olarak ayıran) talak durumları dışında— iddet döneminde yeni bir nikah akdine gerek olmaksızın karısına dön­me hakkı vardır.    Kadmmsa bundan    kaçınmaya hakkı yoktur. Ric'i (geri dönülebilen) talakla boşanmış olan ka­dının iddet  döneminde  erkeğinin karısı konumunda ol­duğunun sabit olduğu varid olmuştur. Bunun için nafa­kası (kadının geçimi, kocasının üzerine) vaciptir. Kocası ile arasındaki miras ilişkisi de, kocasından izinsiz dışarı çıkmasının haram olduğu da ve bundan başka hükümler de sabittir. Bütün bu hükümler, ric'i talakla boşanmanın karı-koca ilişkisinin belh" bir süre için dondurulması du­rumunda olduğuna, bunun evlilik ilişkisinin tamamen or­tadan kaldırılması anlamına gelmediğine delalet etmek­tedirler. Ayet-i kerimede kocanın ıslah (barışıp birbirle­ri İle aralarını düzeltmek) kastıyla karısını geri almaya daha çok hakkı olduğu da kaydedilmiştir. Yalnız koca, kö­tülük ve baskı kasdiyla donmemelidir. Fakat burada ce­vaz ile birlikte verilmiş bir teklif de vardır. Bu itibarla iyilik kasdı  bulunmadığı  takdirde bile  dönebileceği  sa­bittir. Fakat her halükarda dönüş ıslah kasdiyla olmalı­dır. Zarar vermek ve baskı kurmak kasdzyla değil. Çün­kü  İslam  şeriatinin hikmeti problemleri  çözmek  temeli üzerine kuruludur, kördüğüm etmek değil... [99]

 

Erkeklerin Kadınlar Üzerinde Bir Dereceleri de Vardır

 

4) «.Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi ka­dınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Ancak erkeklerin kadınlar üzerinde bir dereceleri de vardır...»

Boşanmaya ilişkin bu bahsin bir yerinde bu Kur'an'î ifade, kadın ile erkek arasındaki ilişkiyi İslamî çerçeve içindeki yerine oturtmaktadır. Kadm ile erkek, sorumluluk çizgisinde aynı konumdadırlar. Allah'ın farzları, ha­ramları ve çağırdığı çizgi ve eylemler konusunda bir in­san olarak kadının kişiliğinde herhangi bir eksiklik yok­tur. Kur'an'î nass'ta zina ve hırsızlık yapan kadın, zina ve hırsızlık yapan erkek gibidir. İkisine de aynı had'ler ve takibat uygulanır. Yine saliha bir kadın da salih bir erkek gibidir. Allah'ın ikisi için de aynı olarak hazırladı­ğı sevabı alırlar. Erkeğin namazının, orucunun, doğru­luğunun ve iffetinin karşılığı kadinmkinden fazla değil­dir. Kur'an-ı Kerim bunu açıkça nassetmiştir:

«.(Allah'a teslim olmuş) Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, îaatte devamlı olan erkekler ve itaatte devamlı olan kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, (Al­lah'a) saygılı erkekler ve saygılı kadınlar, sadaka veren erkek­ler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan ka­dınlar, Allah'ı çokça zikreden erkekler ve zikreden kadınlar... Allah bunlar için bağışlama ve büyük bir mükafat hazırlamış­tır...»

(Ahzab: 35)

Bu ayet-i kerimeden ve diğer ayetlerden anlıyoruz ki, taraflar sorumluluklarının   değerlendirilmesi   konusunda

eşittirler. Aile sistemi içerisindeki müşterek sorumluluk­larına gelince, bu sistem içerisinde her birine değişik rol­ler verlmiştir. Bu rol ayrımında aile hukukunun temel ilkelerine dayalı olarak erkeğe şahsî ve malî konumun­dan kaynaklanan bir imtiyaz verilmiştir. Bu imtiyazı Kur' an-ı Kerim şu ayet-i kerime Üe açıklamaktadır:

«Allah'ın birbirinden, üstün kıldığından ve erkekler malla­rından harcadıklarından (erkekler) kadınlar üzerinde (koruyucu ve yöneticidirler: Onun için iyi (saliha) kadınlar, itaatkârdır­lar (ve) Allah'ın korumasına mukabil görünmeyen alanda da -    (namuslarını) korurlar....»

Ayet-i kerime, erkeğin aile çerçevesindeki konumu­nu belirlemektedir. Erkek aile içinde idare, koruma ve kontrol anlamlarını ifade eden «kayyımlık» konumunda­dır .Fakat aile çerçevesi dışında ne kayyımlık, ne kontrol, ne de başka bir ayırım söz konusu değildir. Kadın (dişi) bir insan olarak İslam şeriatinin genel sınırları içerisin­de gücü yettiği her şeyi yapmakta özgürdür.    Bu bütün ilim ve amel alanları için böyledir. Yalnız adalet için ge­rekli olan ihtiyatın tabiatı gereği yargılama, şahitlik ve yönetim alanları istisnadır. Dakik bir inceleme ile bu is-tisnaci yaklaşımın yerindeliği de ayan beyan kavranacak­tır. Çünkü insanların haklarının ve    hukukî ilişkilerinin güvenliği bakımından güvenilir bir şahitliğe, dengeli bir yargıya, güçlü ve adil bir otoriteye ihtiyaç olduğu aşikar­dır...

Bu açıklamalar ışığında anlıyoruz ki, İslam şeriati­nin genel çerçevesinde erkeğe verilen bu derece, kadının keramet ve insaniyeti hesabına erkeğe verilmiş bir imti­yaz değildir. Bu itibarla İslam şeriatinde kadın, baskı al­tında tutulan veya insanlık ölçütünde büyük bir şey ifa­de etmeyen ihmal edilmiş bir kemmiyet değildir... [100]

 

İslam Şeriatinde Boşanmanın Yeri

 

5) Bazı çevreler İslam şeriatindeki talak (boşanma) hükmüne karşı bazı itirazlar ileri sürmektedirler. Bunla­ra göre İslam, şeriatindeki talak hükmü, makul sebepler olmasa bile evlilik akdinin her an için feshedilebilmesine imkan vermekle evlilik ilişkisinin istikrarı açısından bir

olumsuzluk arzetmektedir. Bu hüküm özellikle kadın ve çocuklar için birçok sosyal problemlere neden olabilmek­tedir. Toplumbilim uzmanları da bunun sonuçlandırdığı zorlu problemleri sayıp dökmektedirler.

Fakat biz burada İslam şeriatindeki talak hükmünün eşyanın tabiatı ile ve evlilik ilişkisinin de görünümlerin­den birini temsil ettiği beşerî Üişklerin   tabiatı ile uyum içerisinde olduğunu . pekiştirerek vurgulamak    istiyoruz. Çünkü evlilik ilişkisi de, iki veya daha çok insanı çeşitli sosyal, fikrî, duygusal ,ekonomik, dinî ve siyasal unsur­ların etkisi altında bir araya getiren diğer bütün beşerî ilişkiler gibi kuruluşu ve devamı tarafların yaşadığı ru­hî ve hayatî şartlara bağlı bir beşerî ilişkidir.    Her bir ilişkinin .devamlılığını tekeffül eden unsurların ortadan kalkması halinde tabii ve makul bir şekilde kalıp varlı­ğını sürdürmesi çok zordur. Bu bağlamda maddî ilişkiye girmiş iki ortağın durumunu düşünelim: Birbirlerine gü­venleri ortadan kalkmış olsun veya    fikirlerinin ve mi­zaçlarının,   ortaklığı gündelik sorun ve   çekişmelere dö­nüştürecek düzeyde birbirinden ayrı olduğunu farketmiş olsunlar; bu durumda hayatın, aralarında iki tarafın da katlanamayacağı bir cehenneme dönüşmemesi için makul çözüm ortaklığın feshi olacaktır. Bir de özellikle evlilik ilişkisine baktığımızda bunun sevgi ve rahmet unsurları üzerine kurulu olduğunu görüyoruz. Bu Allah Teala'nm şu ayetinde ifade edilmiştir:

«O'nun ayetlerinden biri de, sîzin için kendinizden sükune­te ereceğiniz eşler yaratması ve aranıza sevgi ve rahmet (mer­hamet) koymasıdır.  Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için

(çok) ayetler (ibretler) vardır...»

(Rûm Suresi: 21)

Evet... Eşler arasındaki hayat bu temel üzere kaim olursa evlilik hayatının tabii bir şekilde    devam etmesi mümkün olur. Bu devamlılık da ya eşler arasmda yardım­laşmaya veya taraflardan birinin diğeri yararına mizaç ve gidişatı ile fedakarlık etmesine dayanabilir. Fakat bu temel yıkılır da sevginin yerini düşmanlık,    rahmet ve merhametin yerini katılık ve acımasızlık alacak olursa ve­ya taraflardan biri veya ikisi aralarındaki uygunluk ve bağlılığın kaybolduğunu farkedecek olursa, o zaman önü­müzde iki çözümden birine başvurmaktan başka yol yok­tur: Birinci çözümde, taraflar bu ilişkiye devam ederler. Her biri diğerine katlanır; mizacını, zevkini ve hayat yo­lunu diğer eşe feda eder. Ancak bu pratik (uygulanabi­lir) bir çözüm değildir. Çünkü evlilik, insanın günlük ha­yatının bütün yanlarına karmaşık bir şekilde bağlı olan devamlı ilişkilerdendir. Bu itibarla insana nihayetsiz bir ruhî baskıya katlanmaya devam etmek gibi böylesine ağır bir yük yüklememiz tabii değildir. Bunun yanısıra bu du­rum uzun veya kısa bir zaman sonra patlamaya da götü­rebilir. Belki de bu çözümün güçlüğünün ve pratik uygu­lamaya elverişsizliğinin en açık delillerinden biri de ta­lakı (boşamayı) yasaklayan çevrelerin    bedensel ayrılığa sığınmalarında yatmaktadır. Çünkü bu çevreler de böy­le bir evliliğin devam ettirilmesinin    pratik olmadığının idrakindedirler. Fakat bu   çevrelerin sığındıkları,   evlilik ilişkisi devam ederken ayrı yaşama çözümü de insanları başka bir probleme sürüklemektedir: Taraflar için hiçbir şey ifade etmeyen bir bağlılık duygusu kendileri için ha-3'atı dayanılmaz bir cehenneme çevirecek veya çeşitli sap­malar göstermelerine sebep olacaktır.    Ayrıca eşler bu bağlılık yüzünden, geçen başarısız evlilik deneyiminin ye­rine başarılı yeni bir deneyime girişemeyeceklerdir.

Bu durumda elimizde ikinci çözüm kalıyor. O da şu­dur: Ayrılırlar ve yeni bir evlilik deneyimine girişirler. Çünkü bu hayatî bir zarurettir. Bu da Allah'ın en sevmediği helaldir. Tıpkı hastalığı ortadan    kaldırmak için yapılan cerrahi bir operasyon gibi. Bu düşünce ışığında ise mü'nıin insanın evlilik hayatını sürdürmesini sağlaya-.. cak bütün araçları incelemeden talak'a sığınmaması ka­çınılmaz bir zorunluluktur.

Bundan sonra talak, kadının da erkeğin de sorunu­nun birlikte çözümlenmesidir. Çocuklara gelince, ana ba­balarının boşanması onların hayatlarında çok da büyük bir problem, oluşturmayacaktır. Çünkü çözülme durumu­na gelmiş bir evlilik.ilişkisinin devam etmesi halinde ana baba arasında geçecek tartışma ve çekişmelerin çocuklar üzerindeki tesiri bundan daha kötü olacaktır. Bu durum­da boşanma, sorunun büyük bir bölümünün halli ve olum­suzlukların çoğunun hafifletilmesi için zarurî bir çözüm olmaktadır. (Mısır'da yayınlanan kadın dergilerinden bi­rinde Fransız psikiyatri uzmanlarından D. Berotelli'nüı şu sözlerini okumuştum: «Ana babası boşanmış bir çocuk için bu durum basit bir özürdür. Belki bunun neticesin­de, olacağından az bir eğitim alır ve eksik bir nasihatle büyürler. Fakat çocuk için asıl kötü durum birbirinden nefret eden ana baba arasındaki çatışma ve çekişmeler­dir. Hal böyle olunca boşanma çocuk için —çekişmeler içinde büyüyüp yetişmeye nazaran— kötü bir durum ya­ratmamaktadır. Aksine, başa gelmiş mevcut bir sorunu ortadan kaldırmaktadır. Çocuğun asü kaldıramayacağı ağır durum ,ana baba arasındaki çatışma ve çekişmeler-ler dolu bir hayatın içinde olmaktır. Çünkü çocuk, haya­ta gözlerini açtığı andan itibaren sıcaklığa, yakınlığa, is­tikrar ve güvene muhtaçtır. Bütün bunları da kendisine ana ile baba birlikte vereceklerdir...»).

Boşanmada çocuğun sorunu, ana-babası arasında tabiî bir sıcaklık ve yakınlığı yaşayamamasıdır. Fakat bu sı­caklık ve yakınlık çözülme durumuna gelmiş bir evlilik ortamında zaten mevcut değildir. Hatta belki de bu gereklerin tamamen aksi unsurlar mevcuttur ve bu aksi unsurlar çocuk üzerinde daha olumsuz etkiler bırakacak­lardır. Belki de çocuk, ana babasının boşanmasından son­ra bu evlilik ilişkisi içerisinde bulamadıklarını ve kay­bettiklerinden de daha fazlasını evlilik ilişkisi dışında ya­kalayabilecektir.

Burada İslam şeriatinin bütün hükümlerine ilişkin esaslı bir gerçeğe de işaret etmek zorunluluğunu hissedi­yoruz: Olumlu ya da olumsuz her hüküm belli bir soru­nun mutlak bir çözümü olmak durumunda değildir. Bu bağlamda bütün mesele olumsuzluklar ve olumluluklar arasında nisbî bir çözüm getirmek meselesidir. Yapılma­sı emredilen bir işin yapılmasının, yine yapılmaması em­redilen bir işin yapılmayıp terk edilmesinin olumlu yan­ları olumsuz yanlarından çoktur o kadar... Meselemize dönecek olursak, çözülme durumuna gelmiş bir evlilik ilişkisinde boşanma olumlu bir iş sayılmaktadır. Fakat —aynı zamanda— gerek eşler, gerek çocuklar ve gerek­se genel olarak içinde yaşadıkları toplum açısından bir­takım olumsuzluklardan da uzak değildir. [101]

 

Boşama Yetkisi

 

6) İslam, talakı (boşama işlemini) niçin erkeğin eline vermiştir de onu tek başına kadının veya eşlerin ikisinin birden eline vermemiştir?

Cevap : İslam, evlilik hayatında sorumluluğu, mihri, kadının ve çocukların geçimini erkek eşe yüklemiştir. Evlilik ilişkisinin yıkılması durumunda erkek maddî ve manevî yönden kadmınkinden daha çok zarar görecektir. Mihri ve evlilik hayatındaki geçim masraflarını hiçbir karşılık olmadan o ödemiştir. Çocukların geçimlerini de o karşılamaktadır. Yeni evliliğinde de yeni bir evin kuruluş ve geçim masraflarını yüklenecektir. Kadın ise ne ko­casına (ve çocuklarına) karşı, ne de —yeniden evlenecek olursa— bu yeni evlilikte hiçbir maddî sorumlulukla kar­şı karşıya değildir. Evet, evlilik hayatının vermiş olduğu' bazı fırsatların kaybolmasından dolayı bazı ekonomik problemlerle karşılaşabilir. Fakat bunları karşılayacak bazı yeni farsatlar bulabilir. Bu açıklamalar ışığında ka­dına aslî ve tabii bir yolla evlilik ilişkisine son verine hakkını veremeyiz. Çünkü evlilik hayatının sorumlulu­ğunu bütün yönleriyle yüklenen kadın değildir. Bu bağ­lamda şunu da belirtelim ki İslam, başka bazı sebepler­le de karının boşama hakkını elde etmesinin Önünü tama­men kapamamıştır. Kadına evlilik akdi sırasında bazı fık­hı içtihatlara göre vekaleten, diğer bazı içtihatlara göre de asaleten kendi kendini boşama yetkisini eline alma ruhsatı verilmiştir. Yine diğer bazı durumlarda şer'î ha­kim boşanma işlemine müdahale edebilir. Erkek eşin, hem boşamayı ve hem de geçimini sağlamayı reddetme­si gibi bir durumda şer'î hakim kadını boşayabilir. Ay­rıca bu konuda müştehitlerin değişik görüşler ileri sür­dükleri başka durumlar da vardır. Ancak bunlar tefsiri değil fıkhı bir araştırmanın konusunu oluşturabilirler. [102]

 

İddet'teki Hikmet Nedir?

 

7) Ric'i talak olarak isimlendirilen talaktan sonra ka­dının beklemek zorunda olduğu iddetteki hikmet nedir?

Fakihlerin açıklamalarına göre iddetteki hikmet ne-seblerin karışmamasıdır. İddet yoluyla —boşanan kadı­nın— hamile olup olmadığı açığa çıkar. Böylece şüphe­ye yer kalmaz. Çünkü boşanmayı müteakiben kadının ev­lenmesi durumunda —şayet hamile ise— doğurduğu ço­cuğun birinci evliliğin mi ikinci evliliğin mi ürünü olduğu konusunda bir şüphe söz konusu olacaktır. Bu soru­nun çözüm süresi altı aydır.

Bunda başka bir hikmet de vardır. İslam, iddet ile eşlere, karışık ortamlardan uzak arı duru bir kafa ile ev­lilik ilişkisinin olumlu ve olumsuz yanları üzerinde sa­kin, bir şekilde düşünme fırsatım vermiştir. Çünkü prob­lemin ateşli ortamında yaşayan insan bu problemin ger­çek tabiatını doğru bir şekilde kavrayamayabüir. Fakat (kısa bir müddet için de olsa) problemin ateşli ortamın­dan ayrılıp uzaklaştığında sakin bîr düşünce de dengeli bir karara yardımcı olacak arı bir bakış ve net bir görü­şe kavuşabilir.

Bu açıklamalar ışığında anlaşılıyor ki, ric'i talak­taki iddet, talak (boşanma) adı altında evlilik ilişkisinin belli bir müddet için dondurulması dır. Kanun koyucu, kadının bu iddet dönemi içersindeki nafaka (geçimlik) ve süknâ (barınma) hakkım erkeğe yüklemiştir. Bunun yanında erkeğe de mihir ve nikah gibi herhangi bir yeni anlaşmaya gerek olmaksızın eşine dönme hakkını ver­miştir. Evlilik ilişkisinin talaktan önceki tabii durumuna dönmesi için erkeğin sadece herhangi bir yol veya üslup­la eşine geri döndüğünü açıklaması yeterlidir. Yine kanun koyucu bu dönemde karı koca arasındaki miras ilişkisini de aynen doğal evlilik hayatında olduğu gibi sabit bırak­mıştır. Eşlerden biri bu dönemde ölürse diğeri ona mi­rasçı olur. Bu da evlilik ilişkisi hukuken çözülmüş de olsa bu ilişkinin bazı kanunî hükümleri ile baki olduğunu te-kid eder nitelikte bir hükümdür.

Bazı çevreler iddetin hikmeti konusunda ilk olarak andığımız yaklaşıma karşı çıkabilirler. Çünkü —onlara göre— kadın için hamilelik imkanı olsun olmasın iddet farz kılınmıştır. Kadının veya erkeğin kısır olması veya . erkeğin gaip olması gibi hamilelik imkanını kesin ola­rak ortadan kaldıran durumlarda da iddet sabittir. Buna cevabımız şu şekilde olacaktır: Kanun koyucu, hüküm­leri koyarken eşyanın değişik tabiatlarından ve çeşitli sı­fatlarından hareket eder. Genel şartları evrensel bir şe- . kilde dikkate alır. Bundan sonra bir şeyi emreder veya yasaklar. Bu bağlamda esas gayeye ulaşmak yolunda ih­tiyatî tedbirler de mutlak bir gerçekliktir. Eşyanın çeşitli sıfatları ve tabiatları gereği bazı nadir hallerin vaki ol­ması mümkündür. Kısır bir kadın, bilinmeyen bazı geliş­meler sonucu hamile kalabilir. Yine gaip erkek hiç kim­senin haberi olmadan bir gün karısına dönmüş olabilir. Bazı cüzî haletler hesabına da olsa burada kanun koyu­cu işi sağlama bağlamıştır. Bir de bunun yanında ikinci değerlendirmedeki hikmetler de söz konusudur. Bu hayatî hikmetler de göz ardı edilemez. Açıkça görüldüğü üzere bu ikinci değerlendirmedeki hikmet yaklaşımının kısır­lık veya gaiplik gibi durumlarla da ilişkisi yoktur. [103]

 

Dönüş Hakla Niçin. Erkeğe Verilmiştir?

 

8) Ric'i talakta eşine geri dönme hakkı neden yal­nız erkeğe verilmiştir? Boşanmanın doğurduğu problem erkeğin değil de kadının problemi olduğu halde neden bu hak ikisi arasında paylaştırılmamıştır?

Cevap: Her halde bunun sırrı evlilik ilişkisinin —idare ve geçim bakımından— erkeğin sorumluluğunda olmasıdır. Talak da bundan dolayı erkeğin eline veril­miştir. Ric'i talakta eşine geri dönme hakkının erkeğe ve­rilmesine gelince, —geçen açıklamalarımızda zikrettiği­miz üzere— ric'i talak evlilik hayatının hükmen dondu-rulmasıdır. Yoksa evlilik ilişkisinin nihaî olarak ortadan kaldırılması değildir. Bu itibarla geri dönüş, bazı (zorun­lu) kanuni hükümleriyle devam eden evlilik hayatının bir uzantısıdır. Yeni bir evlilik ilişkisinin kurulması değildir. Bu durumda erkek, karısına döndükten sonra onu —cinsel ilişkiye girmeksizin— boşarsa ,bu boşama —ye­ni evlenenler için hükme esas olan —cinsel ilişkiye gir­meksizin boşama hükmünde değildir. Çünkü bu geri dö­nüşten sonraki evlilik hayatı ric'i talaktan önceki tabii evlilik ilişkisinin devamıdır.

Ayrıca şunu da göz ardı etmemelyiz ki Kur'an-ı Ke­rim bu geri dönüş meselesini salt erkeğin mizaç ve zev­kine de bırakmamıştır. Aksine bunu müşterek ıslah ira­desine bağlamıştır. Bu da her iki tarafın haklarını ve so­rumluluklarını yerine getirme esası üzerine kaimdir.

Yine her halükârda ric'i talakta geri dönüş hakkının erkeğin eline verilmesindeki mesele, talak (boşama) hak­kının erkeğin eline verilmesindeki meselenin aynısıdır. Bu itibarla geri dönüş hakkının erkeğe verilmiş olması, bizzat talakın erkeğin eline verilmiş olması ile aynı yo­rum ve izaha tabidir. Hükümlerinin gerçeklerini de Al­lah, bilir... [104]

 

Talak İki Keredir

 

«Talat (boşama) iki keredir. Bundan sonra (kadını) ya iyi­likle tutmak ya da güzellikle salıvermek (gerek)tir. Onlara ver­miş olduklarınızdan bir şey geri almanız size helal değildir. An­cak (şayet) erkek ve kadın, Allah'ın sınırlarında duramayacak­larından korkarlarsa başka. Eğer erkek ve kadının Allah'ın sı­nırlarında duramayacaklarından korkarlarsa başka. Eğer erkek ve kadının Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından korkarsa-nız, kadının (ayrılmak için) verdiği fidyede ikisine de herhangi bir günah yoktur... Bunlar Allah'ın sınırlarıdır; sakın bunları çiğnemeyin. Kimler Allah'ın sınırlarını çiğner(ler)se işte onlar Zalimdirler... Eğer erkek (bu iki talaktan sonra) yine boşarsa artık bundan sonra kadın, başka bir koca ile evlenmeden ken­disine helal olmaz. O (evlendiği adam) da kendisini boşarsa, Al­lah'ın sınırları içerisinde duracaklarına inandıkları takdirde tek-. rar birbirlerine dönmelerinde kendilerine bir günah yoktur. Bunlar, Allah'ın (kendini ve Rabbini) bilen bir toplum için açıklamakta olduğu sınırlandır...»

(Bakara: 229-230)

«Talat iki keredir»

Bu, erkeğin birtakım yeni işlemlere gerek olmaksı­zın boşanmış kadına geri dönme bakkma sahip olduğu talakın sınırıdır., Bunun için arkasından, «Bundan sonra (kadını) ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermek (gerek))tir» hükmü gelmiştir. Bu, erkeğin iddet müdde­ti içerisinde sahip olduğu seçme hakkıdır. Kur'an'î ifade­de her iki tercih durumunda da erkeğin takınması ge­reken evlilik ilişkisinin gerektirdiği sıcak tavır ve dav­ranışa işaret edilmiştir. Geri dönüp kadını tekrar almak durumunda bunun ruhiyeti, buna iten düşünceler ve dö­nüş üslubu iyilik üzere olmalıdır. Kesin bir ayrılma ve kadını kendi yoluna bırakma durumunda da bu ayrılık gerek sözlerde, gerek muamelede ve gerekse ortamda gü­zellik üzere olmalıdır. Öyle ki, bu durumda bile eşlerden her biri içlerinde Allah'ın insanlardan vasıflanmalarını istediği İslamî karakterlerin ruhiyetini hissetmelidirler.

«Onlara vermiş olduklarınızdan bir şey almanız size helal değildir.»

Erkek, gücünden yararlanarak kadının nıihir ve ben­zeri şer'î haklarını gasbedemez. Yine kadından boşan­maya karşılık gayrı meşru bir vesile ile herhangi bir şey alamaz.

«Ancak (şayet) erkek ve kadın, Allah'ın sınırlarında dura­mayacaklarından korkarlarsa başka...»

Kadın, kocası ile. birlikte şer'î hükme bağlılık esası üzerine yaşamaya imkân olmadığını ve erkek de karısı­nın kendisine karşı olan hoşnutsuzluk ve nefretine ba­karak aynı duyguları hissederse, bu durumda kadının mihrinden vazgeçmesi veya erkeğin evlilik ilişkisinin çö­zülmesinden dolayı kaybedeceği maddî ve manevî de­ğerlere karşılık olarak başka bir şeyler vermesi üzerine kadın ve erkek aralarında ayrılmak yolunda anlaşabilirler. Bu anlaşma da «bâîn —geri dönmeye imkan vermeyen— talak» yolunda bir anlaşmadır. Erkek, boşadıktan sonra artık geri dönemez. Fakat kadın iddet müddeti içerisinde kocasına geri dönebilir. Bu durumda kadın, iddet müdde­ti içerisinde kocasına geri döndüğü takdirde boşanmak için (fidye olarak) vermiş olduklarını geri alma hakkına sahiptir. Buna karşılık erkeğin de yeniden boşama hakkı vardır. Kadın iddet müddeti içerisinde verdiklerinde sa­bit olup geri dönmezse bundan sonra herhangi bir şer'î sebeple geri dönülmeyecek şekilde boşanmış olurlar. Fa-kihlerin «hiPî talak» dedikleri budur. İşte bu durumda erkeğin, kadının kendisine verdiklerini alması —herhan­gi bir günah söz konusu olmaksızın— caizdir. Çünkü hu durumda kâr-zarar dengesi üzerine kurulu bir ittifak söz konusudur. Allah Subhanehu ve Teala'nın şu ilahî ibare ile ifade ettiği gerçek de budur:

«Eğer erkek ve kadının Allah'ın sınırlarında durmaya­caklarından korkarsanız, kadının (ayrılması için) verdiği fid­yede ikisine de bir günah yoktur...»

Bu bağlamda ayette geçen «fidye», kadının, evliliğin kayıt altına almış olduğu özgürlüğünü elde etmek için verdiği karşılık anlamındadır.

Sonra Kur'an-ı Kerim, bu hükmün, Allah'ın mü'min-lerin Önünde durup çiğnememeleri gereken sınırlarından bir sınır olduğunu tekid etmektedir. Çünkü iman çizgisi-' ne bağlılığın anlamı budur. İnanan insan, Allah'ın kendi­sinden durmasını istediği yerde durur, hareket etmesini istediği yerde hareket eder.

«Bunlar Allah'ın sınırlarıdır, sakın bunları çiğnemeyin. Kimler Allah'ın sınıralrmı çiğner(ler)se işte onlar zalimlerdir...

Allah'ın sınırlarını çiğneyenler, başta kendi özel ha­yatlarına ilişkin hususlarda kendi kendilerine, diğer in­sanların hayatlarına ilişkin hususlarda da diğer insanla­ra zulmetmiş oluklar ...Allah Teala da gerek kendi nefis­lerine, gerekse diğer insanlara zulmedenlerin zulümleri­nin cezasını hazırlamıştır...

Bu açıklamalar ışığında anlıyoruz ki erkek, birinci talakından sonra geri dönebilir. Bu halde evlilik ilişkisi Önceki tabii haline döner. İkinci defa boşadıktan sonra yi­ne bu ikinci talakında da karısına geri dönebilir. Bu hal­de yine evlilik ilişkisi eski tabii haline döner. «Eğer» er­kek bu iki talaktan sonra —iddet müddeti içerisinde— ge­ri dönmeyip üçüncü defa «yine boşarsa» o zaman ne her­hangi bir vesile ile, ne de yeni bir nikah akdiyle bir da­da ondan başka bir koca ile evlenmeden o kadın kendisi­ne helal olmaz»... Çünkü üçüncü talak ile o kadın ken­disine haram olmuştur. Başka bir erkekle evlenmek de nikah ve cinsel ilişki ile tamamlanır. Çünkü hadis-i şerif­te, «Kadın (evlendiği) erkeğin boşalmasını, erkek de kadı­nın boşalmasını taddıktan sonra...» buyurulmuştur. Ha­dis-i şerifte geçen bu ibare ile, nikah akdi ile yetinüme-yip cinsel ilişkinin zevkini tadmak kinaye edilmiştir. «Eğer o (evlendiği adam.) da kendisini boşarsa» yeniden birbirlerine dönmeleri mümkündür.

«Allah'ın sınırları içersinde duracaklarına inaııdıkları tak­dirde tekrar birbirlerine dönmelerinde kendilerine bîr günah yoktur.»

Bu dönüş' de ayette işaret edildiği üzere Allah'ın sı­nırlarına riayette başarılı olacaklarına inandıkları takdir­de mümkündür. Bu inanç da bir zannı galip olmalıdır.

«Bunlar Allah'ın (kendini ve Rabbini) bilen bir top­lum için açıklamakta olduğu» boşanma ve geri dönme ko­nusundaki «sınırlarıdır»...

Burada karşımıza şöyle bir soru çıkıyor:

İnsanın iradesi talak konusunda neden bu kadar kı­sıtlanmıştır? Talak niçin üçüncüsü ile sınırlandırılmış ve bundan sonra «başka bir koca ile evlenmeksizin» geri dön­me imkanı verilmemiştir? İnsan, kadının —şer'î de ol­sa— başka bir erkekle evlenmesine nasıl katlanabilir?

Cevap : Allah Teala gerek şahsî ve gerekse toplum­sal sebeplerle, boşanmayı helal kılmıştır. Bunun temelin­de evlilik ilişkisinin insanî temeller üzerine kurulu ol­ması amacı vardır. Bununla beraber Allah Teala, evlilik hayatının gündelik çatışma rüzgarlarının karşısında sal­lanıp sarsılmasını, eşlerin iki günde bir boşanıp ayrılma­larını, böylece evlilik hayatını bir faciaya dönüştürmele­rini istememektedir. Bunun aksine evlilik hayatının in­sanlar için iyilik, bereket ve mutlulukla dolup taşmasını istemektedir. İşte bunun için boşanma meselesine bazı sınırlar getirmiştir. Bu sınırlar marifetiyle eşleri, boşan­ma sözkonusu olduğunda önünü sonunu iyi düşünmeye zorlamak istemiştir. Evlilik hayatının istikrarı ve insanî bir şekilde yaşanması için boşanma konusuna getirilmiş olan bu sınırlar insanın yararınadır... [105]

 

39) İDDET ORTAMINDA KADIN

 

Bismülahirrahmanirrahim

«Kadınları boşattığınızda, bekleme sürelerinin sonuna ulaş­tılar mı, ya onları iyilikle tutun ya da iyilikle salıverin; onları haklarına tecavüz edip zarar vermek için (tut(up alıkoy)mayın. Kim bunu yaparsa kendine zulm(edip yazık)etmiş olur. Allah'ın ayetlerini eğlence yerine koymayın... Allah'ın size olan nime­tini ve size Öğüt vermek için indirdiği Kitap ve hikmeti düşü­nün... Allah'tan korkun ve bilin kî, Allah her şeyi bilir...y>

(Bakara: 231)

Bu ayet-i kerimede, iddet dönemindeki karısına geri dönme hakkından kadına bir zarar verme aracı olarak yararlanmak durumunda olan kocalara bir hitap vardır. Çünkü bu erkek, karısı ile insanca bir evlilik hayatı ya­şamak amacıyla geri dönmek istememektedir. Aksine ka­dına zarar vermeye çalışmakta, ona kin ve düşmanlık baskıları altında bir zindan hayatı yaşatmak istemekte­dir. Yine onu yeni bir hayatta kendi yolunda gitmekten ve başka bir eşle başka bir evlilik deneyimine girişmek­ten alıkoymak istemektedir. İçinde gizlediği kin ve düş­manlığı gizleyerek zalim duygularını gerçekleştirmek amacıyla geri dönmek tasarrufunu kullanmaktadır.

İşte Allah Teala bu ayette, böyle bir şey yapmak du­rumunda olanlara sesleniyor ve bu kimselerin Rabbine isyan dolayısıyla kendi kendilerine    zulm(ederek yazık) edenlerden olduklarını bildiriyor. Çünkü böyle bir dav­ranışta kötülük, Allah'ın çizgisinden sapma ve    O'nun ayetleri ile alay etme sözkomısudur. Çünkü Allah'ın aye"t-. leriyle amelî olarak alay etmekle sözlü olarak alay etmek arasında hiçbir fark yoktur.

Allah Teala, bundan sonra onlara kendilerine ver­miş olduğu nimetlerini hatırlatmakta ve kendilerine —peygamberleri aracılığıyla— göndermiş olduğu, insanı karanlıklardan'uzaklaştırıp nura çıkaran yola ileten Ki-tab'ı ve insana açık bir görüş,* doğru bir anlayış ve eşya­nın tabiatını kavrayış bağışlayan hikmeti üzerinde kap­samlı bir şekilde ve inceden inceye düşünmelerini em­retmektedir. Bütün bu nimetlerde insanı takvaya (kötü­lüklerden korıflnmaya) ve olumsuzluklardan kurtuluşa götüren öğütler vardır.

Arkasından Allah'ın her şeyi bildiğini vurgulayarak insanlara, Allah'ın daimî bir gözetim ve kontrolünde ol­dukları şuurunu yerleştirmektedir. Çünkü gerçek şudur ki yerde ve gökte zerre miktarı bir şey Allah'ın ilmin­den kaçmaz. Bu ayet-i kerimede, insanın içinde bulun­duğu durumu ve çözümünü, Allah'ın kendisine nimet ola­rak göndermiş olduğu Kitap ve hikmet ışığında genişçe ve inceden inceye düşünüp taşınmasına ve böylece karar yermesine de bir işaret olduğu açıktır... [106]

 

Boşanmış Eşlerin Anlaşıp Tekrar Evlenmelerine Engel Olmayın!»

 

«Kadınları boşadığınızda ve bekleme sürelerinin sonuna ulaştıklarında, (karı-koca) kendi aralarında iyilik üzere anlaş­tıkları takdirde kendi kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın. Bu, Allah'a ve ahiret  gününe  inananlara verilen bir öğüttür:

Böylesi sizin için daha iyi ve daha temizdir. (Çünkü) Allah bi­lir, siz bilmezsiniz.-.»

(Bakara: 232)

Bu da, kadınlara baskı yapma imkanına sahip olan babalara, annelere, kardeşlere, amcalara, dayılara ve diğer ilgililere yönelik bşka bîr ilahî hitaptır. Allah Teala, çe­şitli vesilelerle kadınların özel ve genel işlerine karışıp duran bu kimselerden, boşanmış kadınları iddet sureleri­ni bitirdikten sonra karı koca kendi aralarında iyilik üze­re ve güzellikle anlaştıkları takdirde kocaları ile tekrar nikahlanmaktan alıkoymamalarını istemektedir. Bu kim­selerin üzerine farz olan, onların aralarına girip tekrar evlenmelerine engel olmamaları, aksine boşanmış kadın­ları bu konuda kendi hürriyetlerine bırakmalarıdır. Çün­kü mesele onların kendi hayatlarına ve geleceklerine iliş­kin kendi özel meseleleridir. Bu konuda istediklerini yap­mak ve istemediklerini yapmamak onların hakkıdır. Bu, Allah'a ve ahiret gününe iman gerçeğinden hareketle Al­lah'tan ve kıyamet gününün hesabından korkanlara Al­lah tarafından bir öğütür. Böylesi, özelde kendileri için ve genelde de bütün toplum için daha temiz ve daha üs­tündür! Çünkü insanlara tabii haklarından yararlanma im­kanlarının hazırlanması insanı ve toplumu geliştirirken, baskı ve tabii haklardan yararlanmaktan alıkoymak sap­malara  götürür.  Ayrıca  insan Allah'ın  öğütlerine,   tali­mat ve yönlendirmelerine bağlı kalmak zorundadır. Çün­kü O, insan için neyin-yararlı olduğunu insanın kendisin­den daha iyi bilir. [107]

 

Emzirme Donemi ve Emzirme Hukuku

 

«Anneler, çocuklarını —emzirmeyi tamamlamak isteyenler için— tam iki yıl emzirirler. Onların —uygun tarzda— yiyeceği(ni) ve giyeceğini sağlamak) çocuğun babasına aittir. Hiçbir kimse (de) gücünün üzerinde (olan) bir şeyle yükümlü tutul­maz. Ne anne çocuğu yüzünden, ne de çocuğun ait olduğu baba yüzünden zarara sokulmasın. Varisin (mirasçının) üzerine de bunun aynısı düşer. Eğer (anne ile baba) müşavere edip an­laşarak ayırmak (çocuğu sütten kesmek) isterlerse kendilerine herhangi bir günah yoktur. Çocuklarınızı emzirtmek isterseniz —verdiğiniz (ücret)i uygun bir tarzda ödedikten sonra— size herhangi bir günah yoktur. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah,

(bütün) yaptıklarınızı görmektedir...»

(Bakara: 233)

Bu ayet-i kerime, gerek evlilik ilişkisinin devamı ve gerekse boşanm^ü İle (veya başka bir nedenle... Çev.) çö­zülmüş olması halinde çocukların emzirilmeleri konusu­nu ve bu konuya ilişkin sınırlan ve sorumlulukları be­lirlemektedir. Bu, özetle çocuğun bakımına ve ana-baba-çocuk ilişkilerine ilişkin bir hükümdür.

Ayet-i kerime, tabii emzirme süresini iki yıl olarak belirtmiştir. Çocuğun gücünün ve gelişiminin temelleri­ni aldığı bu iki yılda ana ve babası beslenme konusunda üzerlerine düşeni yapmalıdırlar. Yalnız bu müddet, ria­yet edilmemesi caiz olmayan bir sınır değildir. Çünkü bunun helal olduğu sabittir. Bu sınırlama bazı şer'î hak­larla ilişkilidir. Annenin ve babanın hakları, bir de em­zirme dönemini takip eden «hadanet-kucak» hakkı gi­bi... Ayetteki «emzirmeyi tamamlamak için...» ibaresin­de de bu sürenin tabii emzirme süresi olduğuna işaret

vardır.

Çocuk —maddî sorumluluk açısından— babanın ço­cuğudur. Çocuğun nesebi' ona aittir. Çocuğun terbiyesin­den, bakımından ve her türlü kötülükten korunmasın­dan sorumlu ilan da odur. Anneye gelince bazı başkasına devredilemez hayat gerekleri dışında onun hiçbir sorumluluğu yoktur. Bundan dolayı anne, çocuğun ihtiyaçların­dan herhangi birini yerine getirmek isterse, emzirmeye .veya diğer işlere ilişkin hizmetleri karşılığında ücret ola­rak yiyecek ve giyecek istemek hakkına sahiptir. Ayette yiyecek ve giyecek tabirlerinin geçmesi, alman ücretle satm alınacak tabii ihtiyaçlar anlamında da olabilir. Ya­ni yiyecek ve giye ekten maksat ücret olabilir. Bu hiz­metlere karşılık olarak Ödenen meblağ, kadının ihtiyaç­larına ve sosyal konumuna uygun olacağı gibi ,erkeğin gü­cünün sınırını da aşmayacaktır. Çünkü ayette:

«Onların —uygun tarzda— yiyeceği(ni) ve giyeceği(ni sağ­lamak) çocuğun babasına aittir. Hiçbir kimse de gücünün üze­rinde (olan) bir şeyle yükümlü tutulmaz...»

buyurulmaktadır. Bunun için erkeğin ve kadının durumu dikkate alınarak kimsenin zarar görmeyeceği bir denge­ye ulaşılmalıdır.

«Ne anne çocuğu yüzünden ne de çocuğun ait olduğu ba­ba çocuğu yüzünden zarara sokulmasın...»

Bu ibareden anlaşılan, taraflardan herhangi birinin çocuğu diğerine karşı bir baskı aracı olarak kullanma-masıdır. Fakat bu baskının yorumu üzerine çeşitli görüş­ler ileri sürülmüştür. Buna —erkek açısından— anne ile çocuğu birbirinden ayırması, —kadın açısından da— yi­ne babasının çocuğunu görmesini engellemesi anlamı da verilmiştir. Çünkü bu da büyük bir eziyet olacaktır.

el-Ayâşî tefsirinde İmam Cafer-es-Sadık'tan (AS) ayetin tefsiri hususunda şunlar rivayet edilmektedir:

«Kadın, 'Çocuğumun üzerine (tekrar) hamile kalmaktan korkuyorum,..' diyerek kendisi ile cinsel ilişkiye girmek isteyen erkeğini engellerdi. Erkek de kadına: 'Çocuğuma (herhangi) bir zarar gelmesinden korkuyorum. Bu nedenle seninle cinsel iliş-yine girmeyeceğim' derdi. Allah Teala da kadının erkeği, erke­ğin de kadını —çocuğu bir baskı unsuru yaparak— zora ve za­rara sokmasını yasakladı...»

Tabiidir ki ayetlerin    nüzul sebepleri    uygulamaya ilişkindir. Sınırlamaya değil.

«Varisin (mirasçının) üzerine de bunun aynısı düşer...»

Müfessirler bu cümledeki «varis» hükmünden mak­sadın ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu konu­da öyle çok söz söylemişlerdir ki, ayetin zahirinden anla­şılacak olan anlamların ortaya çıkmasını bile müşMlata sokmuşlardır. Malik ise —kendisinden nakledildiğine gö­re— bunu mensuh (neshedilmiş) ayetlerden saymıştır. Biz ise burada bu hüküm ile ilgili söylenmiş sözleri sayıp dökmek istemiyoruz. Ayetten özetle şunu anlıyoruz: Ayet-i kerimenin bu cümlesi (diğer) mirasçının çocuğun payından çocuğa ve annesine harcaması konusundaki so­rumluluğunu işlemektedir. Yoksa varisin müstakil so­rumluluğunu değil... Bu anlama el-Ayâşî tefsirinde Ehl-i beyt imamlarından rivayet edilen sözlerden yararlanarak ulaşıyoruz. İmam el-Bakır veya İmam es-Sadık'tan riva­yet edildiği üzere bundan maksat, ilgili harcamalardır. Yani çocuğun babasının üzerine düşen harcamalar vari­sin de üzerine düşer. Yine İmam Cafer es-Sadık'tan riva­yet edildiğine göre bu cümle:

«Varis de kadına baskı uygulayıp zarar vermemelidir. An­nesini çocuğun yanına bırakmam dememelidir.»

anlamına da şamildir. Bu rivayetlerden anlaşıldığı üzere, varisin sorumluluğu çocukla ve onun malı ile olan ilişki­sinden dolayıdır. Varisin bu sorumluluğu müstakil de­ğildir.

«Eğer (ana ile baba) müşavere edip anlaşarak (çocuğu) süt­ten kesmek isterlerse kendilerine herhangi bir günah yoktur. Çocuklarınızı emzirtmek isterseniz —verdiğiniz(ücret)i uygun bir tarzda ödedikten sonra— size herhangi bir günah yoktur. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah (bütün) yaptıklarınızı gör­mektedir...»

«el-fisal-ayırmak» Sütten kesmektir. Karı koca, ara­larında müşavere edip —çocuğun yararı üzere— anlaşa­rak iki yıllık tabii emzirme dönemi dolmadan çocuğu süt­ten kesebilirler. Anne, çocuğun tabii emzirme süresini tamamlamak üzere ücret hakkından vazgeçebilir. Yine daha çok ücret de isteyebilir. Buna karşılık erkek de an­neye o zamana kadar ki emzirme hakkını ödedikten son­ra çocuğunu başka bir kadının emzirmesini de isteyebilir. Çünkü kadın emzirmeyi reddettiği ya da makul sınırı asan bir ücret istediği takdirde hak erkeğindir. Baba ço­cuğunun yararını gördüğü yolda her türlü meşru tasar­rufta bulunabilir...

Ayet-i kerime, takvaya çağırarak ve Allah'ın kulla­rının bütün yaptıklarını gördüğünü hatırlatarak sona er­mektedir. [108]

 

Vefat İddeti

 

«İçinizden ölenlerin geriye bıraktıkları eşleri, dört ay on (gün) kendilerini gözetleyerek beklerler. Bekleme sürelerinin so­nuna, ulaştıklarında artık kendileri için uygun olanı yapmalarında size herhangi bir günah yoktur,,. Allah (bütün) yaptıkla­rınızdan haberdardır...»

(Bakara: 234)

Bu ayette, kocası ölen kadm için farz olan «vefat Id-deti» anlatılmaktadır. Kocası ölen kadm dört ay on gün iddet bekleyecektir. Bu dönemde —hadislerde varid ol­duğu üzere —erkekleri kendisine rağbet ettirecek her türlü ziynet görünümlerinden kaçınacaktır. İddet döne­mi sona erdikten sonra hayatını yeniden Allah'ın emir­leri ve yasakları doğrultusunda iyilik üzere düzenlemek yolunda yeni bir evlilik deneyimine girişebilir. Allah, in­sanların bütün yapıp ettiklerinden haberdardır...

Bu ayete ilişkin olarak fakihler birçok fıkhî görüş­ler ortaya atmışlardır. Bütün fakihler, hamile olmayan kadınlar hakkında bu ayetin hükmünün şamil olduğun­da, yani hamile olmayan kadının kocasının ölümünden sonra dört ay on gün iddet beklemesi gerektiği hususun­da ittifak etmişlerdir. Hamile iken kocası ölen kadının durumuna gelince, Ehl-i sünnetin cumhur fukahası, «Ha­mile kadınların iddet sürelerinin sonu, taşıdıkları (ço-cukları)nı indirmeleridir...» ayet-i kerimesinden hareket­le hamile kadının iddetinin doğumla sona erdiği yolun­da ittifak etmişlerdir. İmamiyenin fakihleri ise, ölüm anından itibaren bu iki müddetten hangisi daha uzun ise, hamile iken kocası ölen kadının iddetinin bu uzun olan müddet olduğu yolunda ittifak etmişlerdir. İmamiye fa­kihleri de bu sonuca her iki ayetin emrini birlikte yeri­ne getirmek, birini uygulayıp bir diğerini bırakmamak yaklaşımı ile ulaşmışlardır. Yani hamile kadın, kocası öl­düğünde dört ay on günlük şerl iddet süresi sona erme­den doğum yaparsa, dört ay on günlük şer'î iddeti ta­mamlayacaktır. Doğum yapmadan önce dört ay on gün­lük şer'î iddet süresi sona erecek olursa bu durumda da doğumu bekleyecektir. Doğum yaptıktan sonra ise iddet süresi sona ermiş olacaktır. Ayrıca bu fıkhî meselenin ay­rıntılarının fıkıh kitaplarından öğrenilmesi gerektiğini de hatırlatmak zorundayız...

İslam'ın kadına yüklediği iddetin bir hikmeti de ona psikolojik ve sosyal dengelerini gerçekleştirmek yolunda bir fırsat vermektir. İslam'dan Önce cahiliye toplumunda kadma. bir vesile ile daha uzun ve daha şiddetli baskılar uygularlardı. İslam ise bunu «iddet müddeti» hükmü ile düzenleyerek bir dengeye oturtmuştur.

«Seyhan (Buhari ve Müslim)», Hamid b. Nafi'den Zeyneb bt. Ümmü Seleme'nin şu rivayetini nakletmişler-dir:

«Annem Ümmü Seleme'nin şöyle dediğini işittim: Rasulul-lah'a (SAV) bîr kadın geldi ve 'Ya Rasulallah!.. Kızımın ko­cası vefat etti. Kendisinin de gözünde(ki bir rahatsızlıktaki şi­kayeti var. Gözlerine sürme çekelim mi?' dedi. Rasulullah (SA V); 'Hayır...' dedi. İki veya üç defa tekrar tekrar hep 'Ha­yır...' dedi ve arkasından şöyle buyurdu: '(tddet süresi) ancak dört ay on gündür... Cahiliye döneminde iken bir yıl sonra üs­tünüze başınıza, hayvan pisliği atılırdı'... Hamid diyor ki, Zey-neb'e: 'Bu üstünüze başınıza hayvan pisliği atılırdı...' ne demek? diye sordum. Zeyneb şöyle dedi: Kadın kocası vefat edince evin dibinde karanlık bir odaya kapanırdı. Elbiselerinin en kötüsü­nü giyer, üzerinden bir yıl geçmeyinceye kadar güzel koku sü~ rünmezdi. Sonra kendisine eşek, koyun veya kuş gibi bir hay­van verilirdi ve bu hayvanın derisine sürünürdü. Sonra dışarı çıktığında kendisine hayvan pisliği verilirdi. Onu da üstüne ba­şına çalardı. Ancak bütün bunlardan sonra dilerse güzel ve te­miz bir hayata dönebilirdi...»[109]

Kuteybe de diyor ki:

«Hicazlılara sordum, şunu zikrettiler: 'Cahiliyede iddetli kadın, vücuduna su değdirmez, tırnaklarını düzeltmez, scçmı tâ-raınazdı. Üzerinden bir yıl geçtikten sonra çok çirkin bir man­zara ile dışarı çıkardı. Sonra (kötü kokulu) bir kuş alır onu önüne sürerdi'.[110]

Bütün bu cahiliye dönemi haberleri ve benzerleri karşısında İslam'ın, iddet ahkamını' koyarken kadının in­saniyetini kaybettirmeden nasıl duygusal ve sosyal bir denge kurduğunu görüyoruz. İslam bu hükümleri ile ka­dına hem insanca yaşamak ve beşerî ilişkilerini makul ölçüler içerisinde./dilediği gibi sürdürmek imkanını ver­miş hem de tabii bir bekleme müddetinden sonra her türlü zalim adetlerin baskısından uzak bir şekilde yeni bir evlilik deneyimine girme fırsatını vermiştir. Ölmüş kocasına vefa adı altında hayatının zindan edilmesine mü­saade etmemiştir. Çünkü kocası ölmüştür. Ölen insan ise kendisinden sonra olanları duymaktan yoksundur. Kadın, İslam ahkamı çerçevesinde iddet süresini doldurduktan sonra herhangi bir utanma, sıkılma veya vicdan azabı duymadan evlenebilecektir:

«Bekleme sürelerinin sonuna ulaştıklarında, artık kendileri için uygun olanı yapmalarında size herhangi bir günah yok­tur... Allah (bütün) yaptıklarınızdan haberdardır...»

Günümüzde de bazı toplumlarda çeşitli çevreler, ko­cası ölen kadının yeniden evlenmesini engellemeye çalış­maktadırlar. Bunları bu cahiliye adetinden Kur'an'm adil hükmüne döndürmek gerekmektedir. Yine kocasının ölümü ardından kadının kendine tabii hüzün etkisinin sınır­larını aşan zoraki eziyetler yüklemesi, örneğin yüzünü karalara boyaması, göğsüne vurması gibi davranışlar İs­lam'ın kabul etmediği kötü âdetlerdendir. Kadının insa­niyetine de aykırıdır. [111]

 

İddetin Diğer Hükümlerinden...

 

«(İddetini bekleyen) kadınlara evlenme isteğinizi çıtlatma­nızda (üstü kapalı biçimde arzetmenizde) veya içinizde (böyle bir isteği) tutmanızda size herhangi bir günah yoktur. (Çünkü) Allah sizin onları anacağınızı (aklınızdan geçireceğinizi) bil­mektedir. Ancak sakın —onlara iyi sözler söylemek dışında— onlarla gizlice buluşmaya sözleşmeyin ve farz olan bekleme sü­resi sona ermeden nikah bağını bağlamaya kalkmayın ve bilin ki Allah, içinizde olanı bilir. O'ndan sakının... Ve yine bilin ki Allah Gafûr'dur, Halîm'dir...»

(Bakara: 235)

Bu ayet-i kerimede boşanmış kadının    karşılaşacağı evlenme teklifleri karşısındaki şer'î konumu işlenmekte­dir. İnsan iddet dönemindeki bîr kadınla evlenmeyi dü­şünebilir. Bunu içinde tuttuğu gibi, ilgili kadına üstü ka- , palı bir biçimde arzedebilir de. Ayette bunda herhangi bir günah olmadığı  açıkça belirtilmiştir.  Yalnız bundan maksat hemen evlenmek değil, evliliğe bir ortam hazır­lamaktır. Çünkü bu durumdaki bir kadınla evlenmeyi dü­şünen erkek bazı sakıncaları ortadan kaldırmak amacıy­la henüz iddet süresi bitmeden kadına evlenme isteğini arzetnıekle bir hazırlık dönemine girmiş olacaktır. Örne- . ğin başka erkeklerin evlenme isteklerini kendisinden Ön­ce arzetmeleri gibi "bir sakıncayı ortadan kaldırmak ama­cında olabilir. Yoksa kadının iddet süresi sona ermeden nikah yapılamayacağı açıktır. Fakat bu evlenme isteğini arz sırasında gizlice buluşmak üzere sözleşmek yoktur. Çünkü böyle sıcak ortamlar sapmaya götürebilir. Yalnız temiz duygularla iyi ve güzel sözler söylemek müstesna­dır...

Ayet-i kerimenin sonunda, insanın içinde, Allah'ın daimî bir kontrol ve gözetiminde olduğu şuurunu pekiş­tirmek amacıyla «Bilin ki Allah içinizde olanı bilir» uya­rısı gelmiştir.

Bunun arkasından Allah'ın Gafur ve Halım olduğu vurgulanmıştır. Bu ifadede, Allah'ın sınırlarını çiğneye­rek hataya düşen insanın tövbe edip Allah'ın mağfireti­ne ve hilmine (kullarına    yumuşak davranma    sıfatma-hoşgörüsüne)  sığınmasına bir işaret vardır. Hataya dü­şen kişinin bu yanlışından dönüp Allah'tan af dilediği tak­dirde Allah'ın  onu  affedeceğine  işaret  edilmiştir.   Çün­kü Allah, kulunun her nasılsa işlemiş olduğu bir güna­hın baskısı altında tedirgin bir halde yaşamasını isteme­mektedir. Aksine onun bu günah düğümünün baskısından kurtulmasını, tövbe edip günahından temizlendiğinin şuu­runu yaşamasını istemektedir. Allah kullarının hataya dü­şebileceğini bilmekte ve bağışlanma kapısını kapamamak-. tadır. Yine bir önceki cümlede geçtiği üzere insanın «ev­lenmeye ilişkin şeyleri»  düşüneceğini,  evlenme  isteğini içinden geçireceğini veya bunu karşı tarafa arzetmek is­teyeceğini bilmektedir. Bunun için kulunun eziklik duy­mamasını istemiş ve bunda herhangi bir günah olmadı­ğını bildirmiştir. Ayetlerinin hakikatini en iyi Allah bi­lir...                                :

«Kadınları onlara henüz dokunmadan ya da onlar için her­hangi bir mihir kesmeden boşarsanız, size herhangi bir günah yoktur. Ancak onları (bir miktar bir şeyden) faydalandırın.Eli geniş olan kendi gücü nisbetinde, eli dar olan da kendi kadrin­ce uygun bir tarzda faydalandırmak (herkes gücüne göre bir şeyler vermeli)dir. Bu, ihsan (iyilik) edenlerin üzerinde bir hak­tır...»

(Bakara: 236)

Bazı çevreler, talakın cinsel birleşmeden önce ola­mayacağı, çünkü birleşme olmadan nikahın tamamlana-mayacağı veya nikah sırasında mihrin zikredilmemiş ol­masının nikah akdinin gerçekleşmesine mani olduğu yo­lunda bazı asılsız yanılgılara kapılmışlardır. Bu ayet-i kerime indirilmiş ve nikah akdi ile gerçekleşen evlilik ilişkisinin bunlarla herhangi bir alakasının olmadığını bil­dirmiştir. Cinsel birleşmeye gelince, bu, nikah akdinin so-nuçlarındandır, tamamlayıcı unsurlarından değil. Mihir ise şarta bağlıdır. Bunun nikah akdinin sıhhati ile bir alakası yoktur. Nikah akdi mihirsiz de sahih olur. İşin malî tarafı evliliğin esası değil, bir sevgi ve dostluk işa­retidir. Fakat bununla beraber Allah Teala ,insanın ma­nevî bir karşılık olarak, boşadığı kadına haline göre, ya­şadıkları çevreye uygun tarzda bir miktar mal verme­den evlilik ilişkisine son vermemesini istemiştir. Bu, Al­lah'ın ihsan yaklaşımından hareketle koymuş olduğu bir vaciptir ve cinsel birleşmeye girilmeden yapılan talaka ilişkindir. Eğer —bir mihir kesilmemiş olduğu halde—-birleşmeden sonra bir boşama vaki olmuşsa —fakihlerin zikretiği üzere— emsal mihrinin ödenmesi hükme bağ­lanmıştır.

«Eğer onları bir mihir kestiğiniz takdirde —henüz dokun­madan— boşarsanız, kestiğiniz(mihr)in yarısını (verin). Ancak ya onlar (bu yarım mihirden) vazgeçerlerse yahut nikah bağı elinde bulunan (erkek, diğer yarısından) vazgeçerse başka... Yi­ne de sizin vazgeçmeniz takvaya daha yakındır. Birbirinize iyilik etmeyi unutmayın... Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızı gör­mektedir...»

(Bakara: 237)

Nikah akdi, kesilmiş bir mihir üzere olup talak da birleşmeden önce vaki olursa şer'î hüküm mihrin ikiye bölünmesi yolundadır. Erkek kadına kesmiş olduğu mih­rin yarısını ödeyecektir. Kadın veya kadının bu işlerini gerek ana baba veya dede konumunda olmakla, gerekse kadının vekaleti ile yürüten kimse bu haktan vazgeçer­se erkek bir şey ödemekten kurtulur. Bazıları, ayette ge­çen «nikah akdini elinde bulunduran ldmse»yi koca ola­rak yorumlamışlardır. Bu anlamla, erkek feragat ederek mihrin tamamutı.da verebilir.

Allah Teala, bu hükmün hemen ardından ihsan duy­gusu ve Allah'a yakm olma hesabı ile karşı tarafa, yük­lenmekten vazgeçmeyi teşvik etmiş, ayetin devamında da bunu «Birbirinize iyilik etmeyi unutmayın...» emri ile pekiştirmiştir. Bunun bir amacı da boşanma olayından sonra insanların birbirleriyle kötü olmamalarıdır.

Bu öğütlerin ardından da ayetin sonunda onların Al­lah'ın devamlı bir kontrol ve gözetimi altında oldukları şuurunu pekiştirmek amacıyla Allah'ın, kullarının her türlü ilişkilerinde bütün yaptıklarını görmekte olduğu vurgulanmıştır. Allah her şeyi bilir... [112]

 

Namaz.

 

«Namazlara ve (özellikle) orta namaza dikkat edin ve —say­gı ve bağlılık içinde dua ederek1— Allah için kıyam edin...-»

(Bakara: 238)

Bu ayet-i kerime genel olarak namazlara dikkat etmeye çağrıdır. Bu da, namazların vakitlerinde (ve dos­doğru) eda edilmesidir. Bir de Allah'a yakın olmak ve O' nun rahmetine gark olmak hesabındaki ehemmiyetine bir delalet olarak «orta namaz» pekiştirilmiştir.

Müfessirler arasında bu «orta namaz»ın tayini konu­sunda geniş bir ihtilaf çıkmıştır. Günün ortasında olması ve günün iki namazının (sabah ile ikindinin) arasında yer alması itibariyle bunun «Öğle namazı» olduğu söylenmiş­tir. Ehl-i beyt imamlarından rivayet edilen budur. Bu­nu Rasulullah'm (SAV) namazından rivayet etmişlerdir. (ed-Dürrü'l Mensur tefsirinde rivayet edildiği üzere) bir gıup ravi de Zeyd b. Sabit'ten rivayet etmişlerdir. Gece ile gündüzün ortasında veya iki gece namazı ile iki gün­düz namazı arasında yer alması itibariyle bunun «sabah namazı» olduğu da söylenmiştir. Yine sabah, namazmda-ki sebepler itibariyle bunun «ikindi namazı» olduğu da söylenmiştir. Yine bunun «yatsı namazı» olduğu söylen­diği gibi «akşam namazı» olduğu da söylenmiştir.

Bundan başka, Allah'ın, insanlar üzerinde önemle dursunlar diye Kadir gecesini gizlemiş olduğu gibi bu «orta namazı» da gizlediği söylenmiştir. Hatta bunun Cu­ma namazı olduğu da zikredilmiştir.

İhtilaf ihtilafı takip eder, rivayetlerde ihtilaf, içti­hatlarda ihtilafı getirir...

Ayetin sonunda yer alan «kımut», lügatta kıyam ha­linde dua veya mutlak ibadet anlamındadır. İmam el-Ba-kır ve İmam es-Sadık'tan «burada bundan muradın na­mazda kıyam halinde dua etmek olduğu» rivayet edilmiş­tir.

«Eğer (bir tehlikeden) korkarsanız yaya veya (bir bineğe) binmiş olarak kılın. Güvene kavuştuğunuzda (ise) Allah'ı size —bilmediğiniz şeyleri— öğrettiği üzere anın...»

(Bakara: 239)

Ayet-i kerime, insanın hırsız veya yırtıcı hayvan ve­ya daha başka bir şeyden korkması halinde yürüyerek veya bir binek üzerinde giderek namazı kılmasının caiz . olduğunu bildirmektedir. Bu durumdaki insan namazı işa­retle de kılabilir. Bu «korku namazı»dır. Üç rekat olan akşam namazı hariç, kısaltılarak —seferde olduğu üze­re— iki rekat olarak da kılınabilir. Korku unsurları kay­bolup korku duygusu kalktıktan sonra Allah'ın öğrettiği üzere bütün vacipleri ile kılınacağı - da ayet-i kerimede vurgulanmıştır.

Bu iki ayetin, talak hükümleri ve evlilik hayatına ilişkin hükümler arasında ortaya çıkıvermesi dikkat çe­kici olabilir. Burada Allah'a kulluktan, O'nun emir ve yasaklarına daimî ,bir riayetten bakisle varid olmuş ola­bilir. Çünkü namaz, insanın Allah'a kulluğunun ve bağlı­lığının en bariz ifadesidir. Doğrusunu da Allah bilir... [113]

 

Tekrar Evlilik Hayatı…

 

«İçinizden ölüp de geriye eşler bırakanlar, eşlerinin (evle­rinden) çıkanlmaksızın bir yıla kadar geçimlerinin sağlanmasını vasiyet etsinler. Şayet kendileri çıkarlarsa, kendi haklarında uy­gun olanı yapmalarında sizin için herhangi bir günah yoktur. Allah her şeye üstün ve hikmet sahibidir...»

(Bakara: 240)

Cahiliye döneminde kadınlar ,kocalannın ölümünden sonra tam bir yıl evlerinde otururlardı. Bu ayet-i keri­me de erkeklere —vasiyet yoluyla— arkalarında bırak­tıkları kadınlarına yiyecek, giyecek, barınma ve diğer ih­tiyaçlarını karşılamaları için bir şeyler bırakmalarını öğütlemek üzere inmiştir. Bu, herhangi bir güçlük çek-meksizin iddet sürelerini tamamlayabilmelerine yardımcı olmak içindir. Kendi iradeleri ile evlerinden çıktıktan sonra bu hakkı kaybederler.

Mecmau'l Beyan'da, alimlerin bu ayet-i kerimenin mirasa ilişkin «rub' ve sümün» ayeti ve iddet süresini dört ay on gün ile sınırlayan ayet-i kerime ile neshedilmiş ol­duğu hususunda ittifak etmiş oldukları zikredilmektedir.

Ebu Abdullah Cafer es-Sadık'tan (AS) rivayet edil­diği üzere de: «Erkek öldüğünde kadınına bir yıl boyun­ca onun bıraktığı maldan harcanır sonra mirastan herhan­gi bir pay verilmeden evinden çıkarılırdı. Sonra «Rub' ve sümün» ayeti bunu neshetti ve kadına mirastaki kendi payından harcanır oldu...» (Rub' ve sümün ayeti, kocası vefat eden kadının kocasının bıraktığı mirastan —deği­şik mirasçılık şartlarına göre— alacağı dörtte birlik ve sekizde birlik payı hükme bağlayan miras ayetidir. Çev.)

«Boşanmış kadınların uygun tarzda (bir şeylerle) faydalan­dırılmaları (Allah'ın azabından korunan) muttakiler üzerinde bir haktır... Allah size ayetlerini böylece açıklıyor. Umulur ki (düşünür) akleâersiniz.»

(Bakara: 241-242)

Boşanmış kadınlara bir şeyler vermek her durumda vacip midir? Nikah akdinde mihrin kesilmiş olduğu du­rumda da, mihrin kesilmemiş olduğu durumda da bu ge­rekli midir? Yoksa bütün hallerde —ayetteki takva zik­rinden dolayı— müstehap mıdır?

Bazıları bu ayetin mensuh olduğunu da söylemişler­dir. Fakat bizim anladığımıza göre bundan murad, kadı­nın gerek mihirden, gerek nafakadan ve gerekse uygun tarzda (bir şeylerden) faydalandırmaktan sabit olan hak­larıdır. Ayet-i kerime diğer ayetlerle ilişkilidir ve bun­da başkaca özel bir maksat yoktur. Ayette takvanın zikredilmesine gelince bu da müstehaplığa delil olmayıp bü­tün haller için umumîdir.

Ayet-i kerime bu bölümü, Allah'ın, ayetlerini bizim." için akledip düşünelim diye açıkladığını vurgulayarak ka­patmıştır. Bununla bizim hayatımızı doğru çizgi üzerinde akıl ve düşünce ile yürütmemiz hedeflenmiştir. Bu da getirdikleri kavramlar ve çözümler ile bütün ilahî risa-letlerin hedefidir...

Ayetlerinin hakikatini en iyi Allah bilir... [114]

 

40) İBRET İÇİN KUR'AN KISSALARI...

 

Bisnüllahirrahmanirrahim

«Şu —binlerce kişi(lik kalabalıklar) halinde— ölüm korku­suyla yurtlarından çıkanları görmedin mi?!.. Allah da onlara: 'Ölün!,.' dedi; (öldüler...) Sonra onları diriltti. Şüphesiz Allah insanlara karşı ikram sahibidir. Fakat, insanların çoğu şükret­mezler...»

(Bakara: 243)

Müfessirier bu ayet-i kerime hakkında geçmiş üm­metlerin kıssalarından (hikayelerinden) bir kıssa zikret­mektedirler. Ravzatü'l Kâfî'de —zayıf bir sened ile— Ebu Abdullah İmam Cafer es-Sadık'tan ve babası Ebu Cafer İmam Muhammed el-Bâkır'dan (AS) rivayetle Al­lah Teala'nm,

«Şu —binlerce kişi(lik kalabalıklar) halinde—- ölüm kor­kusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi?!.. Allah da onlara: 'Ölün...'1 dedi; (öldüler...) Sonra onları diriltti...»

ayeti hakkında şöyle deniliyor:

«Bunlar Şam beldelerinden bir belde halkıdırlar. Yetmiş bin hane idile?: Sık sık veba salgınına maruz kalırlardı. Veba sal­gınını hissettiklerinde zenginler güçleri dolayısıyla şehri terke-derlerdi. Fakirler ise güçsüzlüklerinden Ötürü bir yere gidemez ve şehirde kalırlardı. Ölüm, şehirde kalanlardan çok insanı gö­türürken şehir dışına çıkanlarda nisheten daha az insanı götü­rürdü. Bunun üzerine dışarı çıkanlar: 'Eğer şehirde kalmış ol­saydık çoğumuz ölürdük* derken, şehirde kalanlar ise: 'Dışarı çıkmış olsaydık çok azımız ölürdü' derlerdi. Sonunda aynı gö­rüşte ittifak ettiler ve veba salgınını hissettiklerinde hepsi bir­den ölüm korkusuyla yurtlarını terk ederek başka beldelere akın ettiler. Sonra harap bir şehre rastladılar. O şehrin halkını da veba istila etmiş ve helak olmuşlardı. Şehre indiler... Yüklerini indirip rahatladıktan sonra Allah Teala: 'Hepiniz ölün!..' bu­yurdu ve o anda hepsi Öldüler. Sonra çürüdüler... Daha sonra süprülüp bir yere toplandılar. Bir zaman sonra îsrailoğullarının peygamberlerinden Hazakiel dedikleri bir peygamber oradan geçti. Kemikleri göründe ağladı ve: 'Ya Rabbi!.. Dilersen şu anda bunları —dahdÖnce öldürdüğün gibi— diriltirsin... Onlar da senin yeryüzünü imar ettiler... Kullarını doğurdular... Sana ibadet edenlerle birlikte ibadet ettiler...' diye Allah'a yalvardı. Allah da Ona: 'Bunu mu istiyorsun?' diye vahyetti. O da: 'Evet ya Rabbi!.. Onları dirilt...' dedi. Allah da Ona: 'Şöyle... şöyle... de' diye buyurdu. (Ebu Abdullah, Allah'ın Peygamberine söy­lemesini buyurduğu kelimelerin İsm-i A'zam olduğunu söyle­miştir). Hazakiel bu sözleri söyleyince çürümüş kemiklerin bir­birine doğru uçuştuklarını gördü. Dirilmişlerdi ve birbirlerine bakarak Allah'ı teşbih, tekbir ve tehlil ediyor (Sübhanallah... Allahu Ekber... Lâ îlâhe İllallah...» diyorlardı. Hazakiel bu olay karşısında şöyle dedi: 'Şehadet ederim ki, Allah her şeye kadîr'dir...»

Taberî tefsirinde, Suyûtî de ed-Dürrü'l Mensûr'unda —bazı ayrıntıları değişik olmakla beraber— bu rivayete benzer birçok rivayet zikretmişlerdir.

Bazı müfessirler ise bu ayetin misal olarak varid ol­duğunu iddia etmişlerdir. Bazıları da ayette geçen ölüm ve hayatı manevî bir anlama çekmişler, hayatı düşmanlara karşı güçlü ve şerefli olmak haline, ölümü de zillete ve baskı altında yaşamaya mecazen teşbih etmişlerdir.

Bu konuda varid olan haberleri İsrailiyattan sayıyo­ruz. Ne Kur'an'm tefsirinde ne de îslamî hakikatlerden bir hakikatin incelenmesinde bunlara dayanilamaz. Ayrı­ca .bu rivayetler üzerinde uzunca durup sıhhatini senedi­ni incelemek de istemiyoruz.  Çünkü böyle bir şey bizi ne bir konuda ilerletir, ne de herhangi bir şeyden geri bırakır. Biz yalnızca ayet-i kerimenin anlamını ve bize ne demek istediğini merak etmek durumundayız. Ayet-i kerimede bize ölüm korkusuyla yurtlarından çıkan bir topluluk anlatılmaktadır.  Bu  korkunun,  sözkonusu top­luluğu saran bir düşman rnı ,kendilerîni helak etmesinden . korktukları bir hastalık mı, yoksa başka bir şey mi oldu­ğu belirtilmemiştir. Bir de ayetten anlaşıldığına göre Al­lah Teala onların bu kaçışlarından razı olmamıştır. Çün­kü kaçış, problemi çözmeyecektir.,  ölümün insanı bek­leyen çok sebepleri vardır. İnsan bu sebeplerden birin­den kaçsa diğerine yakalanır... Kaçmalarından razı olma­yan Allah adeta onlardan, her şeyin Allah'tan olduğuna iman çizgisinden hareketle probleme karşı koymalarını, direnmelerini istemiştir. Onlar ise kolay çözümü istemiş ve kaçmışlardır... Allah da —irade lisanı ile    «Ölün...» diyerek— hepsini öldürmüştür. Böylece Allah onlara ölü­mün ve   dirimin   kendi   elinde   olduğunu   öğretmiştir... Evet, ölüm insana hiç de düşünmediği bir yerden gele­bilir. Yine ölümü gözü ile gördüğü halde ölüm ona do­kunmayabilir...   Sonra onları  sahip olduğu kudretle di-riltmiştir. Çünkü O, ölümün ve dirimin sahibidir...  Bu yeniden diriltme ile ibret almalarını istemiştir. Bundan sonra kendilerini ölüme yaklaştıran tehlikeler karşısın­da sorumlulukları kendilerini karşı koyup direnmeye ça­ğırdığında ölümden kaçmamalarını;    ölümün ve dirimin Allah'ın elinde olduğuna, O'nun verdiğini kimsenin engelleyemeyeceğine ve O'mm engelediğini kimsenin vere­meyeceğine kesin inanan insanın sahip olduğu iman ile karşı koyup direnmelerini istemiştir... Şu ayet-i kerime­ler de bu anlamı vahy etmekte din

«De ki: Evlerinizde dahi olsaydınız, yine üzerlerine öldü-rülme(leri)  yazılmış olanlar mutlaka (vurulup)  yatacağı  yeri boylardı...»   (Ali îmrân: 154)

«.Allah'ın —belirli bir süreye göre yazılmış— izni olmadan hiçbir kişi ölemez-.-»   (Ali Îmrân: 145)

Ayette geçen ölüm ve dirilme kelimelerine mecazî anlamlar yükleyenlere karşı çıkmamakla beraber, biz bu kelimeleri zahir olan anlamlarından uzaklaştırmak iste­miyoruz. Nice ayetlerin anlamlan kelimelerinin zahirin­de olduğu gibi bâtınında da olabilir. Fakat bu ayet-i ke­rimenin gramatik yapısı, anlamının kelimelerinin zahi­rinde olduğunu göstermektedir.

Ayetin sonunda gelen:

«Şüphesiz Allah, insanlara karşı ikram sahibidir. Fakat, in­sanların çoğu şükretmezler...»

ifadesine gelince: Burada Allah'ın insanları çeşitli ölüm­cül tehlikelerden kurtardığına, birçok vakada ölümü göz­leriyle görür gibi oldukları halde Öldürmediğine, her tehlikeden sonra onlara yeni bir hayat bağışladığına, bu­na karşılık kendisine şükretmeleri gerektiğine bir işaret vardır.

Allah Teala ,ayet-i kerimenin bu bölümünde, bize bahşettiği hayatı kendisinin bize olan bir   nimeti olarak nitelemekle bizi bu nimete şükretmeye, O'nun vermiş olduğu hayatı yine O'nun yolunda ve O'nun çizgisinde sürdürmeye yöneltmektedir. [115]

 

Tefsirde Kur'an'î Yöntem

 

Kur'an tefsirinde karşılaştığımız hikayeler, rivayet­le gelen hikayelerdir. Bunların senedi sağlam olanı da vardır, zayıf olanı da. Yine gaybî olanı da vardır, maddî ve tabiî olanı da, makul olanı da vardır, makul olmaya­nı da. Kur'an tefsirinde, özellikle de tarihî olaylara işa­ret eden ayetlerin tefsirinde rivas^et yoluyla gelmiş bu hikayelerin Önemi büyüktür. Bunun için rivayet edilen bu hikayelerin senedi sağlam olanını zayıf olanından, gaybî olanını maddî ve tabiî olanından, makul olanını ma­kul olmayanından ayırmak gerekmektedir. Bilindiği üze­re özellikle bu tarihî hikayeler alanında İsrailiyat (Ya­hudi alimlerince İslamî literatüre sokulmuş hikayeler) çoktur. Yine bu rivayetlerden bazılarını iyice incelemek gerekirken bir kısmını incelemeye gerek bile yoktur. Fa­kat öyle rivayetler vardır ki ahkam ayetlerinde ifade edi­len bir hükmün helalliğini veya haramlığmı belirlemek konusunda etkendirler. Bunların incelenmesinde ve de­ğerlendirilmesinde yapılacak bir hata insanı Allah'ın he­lal kıldığını haram, haram kıldığını helal kılmaya götü­rebilir. Bu durumda kazanılacak günah, mütevatir ha­dislerle yasaklanan «Kur'm'ı re'y (şahsî görüş) ile tefsir etmek»ten daha büyük bir günar olacaktır.

Yine bazı rivayetlerle gelen hikayelerde gayb un­suru hakimdir. Bu rivayetler karşısında da İslamî şiarla­rı gaybî varsayımlara bağlamak ile gayba imanı zedele­mek tehlikeleri arasında kalabiliriz.

Bu açıklamalar ışığında hadis ve haberleri; senetlerini, muhtevalarını, sıhhatlerini, taşıdıkları düşünce ve üslupları, yaklaşımlarını tesbit etmeden tefsire esas ala­mayız.

«Allah yolunda savaşın... Bilin ki Allah Semî ve Alîm' dir...»   (Bakara: 244)

Bu, mü'minlere yönelik bir nidadır. Bu İlahî nida ile mü'mini erden, Allah yolunda savaşmanın kendilerine yüklediği cihadı sorumluluklardan geri durmamaları, Ölümden korkmamaları, aksine ölümü ona meydan okur­casına karşılamaları istenmektedir. Çünkü kendilerine yüksek, Özgür ve güçlü bir hayatın yolunu açacak olan tavır budur... Bu emrin ardından ayet-i kerime, Allah'ın her şeyi işiten ve her şeyi bilen olduğunu ilan ederek O'nun insanların cihad ve savaş hakkında ileri-geri neler söylediklerini işittiğine, yapıp ettiklerini ve içlerinden geçirdiklerini bildiğine işaret etmiştir. Allah'ın bu ki, Se­mî ve Alîm sıfatı, O'nun kulları üzerindeki daimî kont­rol ve gözetimini ifade etmektedir. Bu ifade ile insanın, bütün eylem, söz ve düşüncelerinde sorumluluklarına de­rin bir şuur ile bağlı olması istenmektedir.

«Verdiğini kat kat, çok fazlasıyla kendisine ödemesi için Allah'a güzel bir ödünç verecek kim var?!.. Allah kısar da, açar da... Hepiniz de (sonunda) O'na döndürüleceksiniz...»

(Bakara: 245)

Bu, ister barış durumunda, ister savaş durumunda olsun Allah yolunda infak etmeye (harcama yapmaya) bir çağrıdır. Çünkü her iki durumda da mü'minlerin har­cayacakları mala ihtiyaç olacaktır. Allah Teala bu infak çağrısını yaparken bunun insan için malî bir zarar olmadığım, aksine göklerin ve yerin sahibine «karz-ı hasen»

akdiyle verilmiş, bir ödünç olduğunu, bütün bu zenginlik­lerin sahibinin kendisinin yolunda harcama yapanlara verdiklerinin karşılığını hem de kat kat fazlasıyla vere­ceğini açıklamıştır. Onlardan her durumda bu gerçeği he­saba katarak davranmalarını, Allah'ın, dilediğinde bol bol verdiğini, yine dilediğinde de kıstığım, her şeyin sahi­binin Allah olduğunu, sonunda da yapıp ettiklerinin ve yapmayıp terkettiklerinin hesabım görüp karşılığını al­mak üzere yine O'na döndürüleceklerini bilmelerini iste­miştir.

İmam Cafer es-Sadık'tan (AS) rivayet edildiği üzere:

«Kim bir iyilikle gelirse ona ondan daha iyisi verilir.» ayeti kerimesi indiğinde Rasulullah (SAV): «Allah'ım benim için art­tır...» dedi. Allah Teala da: «Kim bir iyilikle gelirse ona on katı verilir...» ayet-i kerimesini indirdi. Rasulullah. (SAV): «Al­lah'ım daha da artır...» dedi. Sonra Allafı Teala: «Verdiğim kat kat, çok fazlasıyla kendisine ödemesi için Allah'a güzel bir ödünç verecek kim var?!..» ayet-i kerimesini indirdi. Rasulul­lah da (SAV): Allah'ın 'çoğu'nun, hesabı ve sonu olmadığını bildirdi.» [116]

 

Tâlût ve Câlût

 

«îsrailoğullarının Musa'dan sonraki ileri gelenlerini(n yap­tıklarını) görmedin mi?!!.. Hani .peygamberlerimden birin)e: 'Bize bir hükümdar gönder de (onun komutasında) Allah yo­lunda savaşalım' demişlerdi. O da: 'Ya üzerinize savaş yazıla­rak farz kılın)ır da savaşmazsanız?'!'..' demişti. Onlar (ise): 'Yurt­larımızdan çıkarılmış, çoluk çocuğumuzdan uzaklaştırılmış ol­duğumuz halde —Allah yolunda— neden savaşmayalım?/..' de­mişlerdi. Fakat savaş üzerlerine yazıl(arak farz kılınanca —içlerinden pek azı hariç— yüz çevirdiler. Allah zalimleri İyi bi­lir...

Peygamberleri onlara: 'Allah size hükümdar olarak Tâlûtu gönderdi' dedi. Onlar ise: 'Biz hükümdarlığa ondan daha layık olduğumuz halde ve ona, malca da geniş imkanlar verilmemiş­ken bizim üzerimize nasıl hükümdar olur?' dediler. (Peygam­berleri): 'Allah sizin üzerinize (hükümdar olarak) O'nu seçti, bilgice ve vücutça da gücünü arttırdı. Allah mülkünü dilediğine verir... Allah VasV ve Alîm'dîr' dedi.

Ve peygamberleri onlara: 'Onun hükümdarlığının alâmeti, —içinde Rabbinizden bir huzur ve Musa, ailesinin ve Kârûn aile­sinin geriye bıraktıklarından kalanların bulunduğu— Melekle­rin taşıdığı sandığın si%e gelmesidir... Eğer müminler iseniz bun­da sizin için (Tâlût'ün hükümdarlığına) kesin bir alamet var-dır' dedi.

Tâlût, askerlerle (savaşa) çıktığında: 'Allah sizi bir nehir ile imtihan edecektir. Ondan içen benden değildir. İçmeyen ben­dendir. Ancak (yine de) sadece eliyle bir avuç alanlar müstes­na...' dedi. Fakat içlerinden pek azı hariç hepsi ondan içtiler. Tâlût ve onunla beraber iman edenler nehri geçince (bir kısmı): 'Bugün bizim CâlûVa ve askerlerine karşı koyacak gücümüz yok..'' dediler. Sonunda Allah ile (O'nun huzurunda) karşı kar­şıya geleceklerine inananlar (ise): 'Nice az topluluklar —Allah' m izniyle— çok (büyük) topluluklara galip gelmişlerdir. Allah sabredenlerle beraberdir...' dediler.

Câlût ve askerleri ile karşılaştıklarında da: 'Rabbimİz... Üzerimize sabır dök... Ayaklarımızı sabit (sarsılmaz ve kay­maz) kıl ve bize (bu) kafir topluluğa karşı yardım et...' dediler.

Allah'ın izniyle onları hezimete uğrattılar. Dâvûd, Câlût'u öldürdü. Allah da O'na hükümdarlığı ve hikmeti verdi ve O'na dilediğini öğretti... Allah insanların bir kısmını diğer bir kıs­mıyla savmasaydı yeryüzü bozguna uğrardı... Fakat Allah (bü­tün) âlemlere karşı lütuf ve ikram sahibidir...

Bunlar, Allah'ın sana hakkıyla   okuduğumuz   ayetleridir. Sen de elbette gönderilen(Rasul)lerdensin...»

(Bakara: 146-152)

Bu da, insanın pratik hayatındaki bazı genel eğitim kavramlarının pekiştirilmesi amacıyla anlatılan Kur'an kıssalarından bir diğeridir. Müfessirler bu ayetlerle ilgili rivayetlerinde şahıslara, olaylara ve eşyaya ilişkin çok şeyler söylemişlerdir. Fakat biz bu Kur'an'î kıssanın in­celenmesinde Kur'an'm kendi anlatımındaki üslubunu yeğleyerek bu Kur'an'î üslubun topluca anlattıklarını top­luca ele almayı sadece ayrıntılarıyla anlattıklarının ay­rıntılarına girmeyi uygun görüyoruz. Çünkü bu hikayede de olduğu gibi bütün Kur'an'î hikayelerde esas mesele, söz konusu hikayenin verdiği fikir, gösterdiği hedef ve ulaştırmak istediği mesajdır. Bundan dolayı bizim için ka­çınılmaz zorunluluk, bu Kur'an'î hîkayelerde örnek insa­nı, örnek olayları ve davranışları yakalamaya çalışmak olacaktır.

Bu ayetlerde anlatılan hikaye, İsrailoğullarınm pey­gamberlerinden bir peygamberin kavmi ile arasında ge­çen olayların hikayesidir. Ayet-i kerimelerde bu peygam­berin ismi zikredilmemiştir. Az önce andığımız minval üzere ayetlerde anılmamış olan bu isim bizim için de Önemli değildir...

Bu kavim, peygamberlerinden, kendisi ile birlikte Allah yolunda savaşmak için kendilerine savaşçı bir hü­kümdar göndermesini istemişlerdir, Bunlar Allah'ın as­kerleridirler ve başlarına bir kumandan bir lider ara­maktadırlar. Peygamberleri ise kendisine yöneltilen bu talebin arkasında yatan niyetten şüphe etmiştir. Bundan dolayı onlara, Allah'ın üzerlerine savaşı farz kıldığı tak­dirde savaşa girişmeyeceklerinden korktuğunu bildirmiş­tir. Onlar ise verdikleri cevapta:    Zalimlerin kendilerini yurtlarından çıkarıp çoluk çocuklarından uzaklaştırdığı­nı, bundan dolayı bir yandan kişisel etkenlerle, diğer yandan inanca dayanan etkenlerle savaşacaklarını ilân et­mişlerdir. Bunun üzerine imtihan başlar... Ayet-i keri­melerde açıkça görüldüğü üzere peygamberleri, Tâlût'u kendilerine hükümdar ve kumandan olarak tayin eder ve bu tayinin de kendi yanından değil gerçekte Allah tarafından olduğunu açıklar. Fakat bu insanlar, kendile­rince bir hükümdar ve kumandanda bulunması gerektiği­ni düşündükleri vasıfları haiz olmadığını gördükleri bu kumandam kabul etmezler. Onlar üzerlerine hükümdar ve kumandan olacak kimsenin malda ve mülkte kendile­rinden daha üstün olması gerektiği yamlgısmdadırlar. Bu bakımdan kendi içlerinde ondan çok daha geniş imkanla­ra sahip olanlar mevcuttur. Yine bu veçhile —kuman­dan isterken de— kendilerinden birinin kumandan seçi­leceğini öngörmektedirler.

Peygamber ise karşılarına geçmiş onlara malın mül­kün hükümdarlık ve kumandanlıkta zannettikleri gibi belirleyici bir değeri olmadığını, çünkü kumandanlığın an­cak savaşacak bir güce ye savaş planlarım çizecek bilgiye ihtiyaç gösterdiğini, bu iki özelliğin de Allah'ın ilimce ve vücutça gücünü arttırdığı bu insanda mevcut olduğunu, sonra en önemlisi, meselenin önünde sonunda hikmet ko­numundan hareket eden bir ilahî irade meselesi olduğu­nu anlatmaya çalışmıştır. Yine onun hükümdarlık ala­metini izah etmeye çalışmıştır. O da içinde «huzur»un bulunduğu sandığın gelmesidir. îmanı Muhammed el-Ba-kır'dan rivayet edildiğine göre bu «huzur» iman'dır. Bir de bunun yanında Musa ve Harun ailesinin geriye bırak­tığı ilim ve hikmet mirası yer almaktadır.

Sonra Peygamberin tayin ettiği Tâlût, askerleri ile birlikte savaşa çıkar. Bu andan itibaren kumandan ile as­kerleri arasındaki imtihan başlamıştır. Tâlût, askerlerine:

Allah'ın kendilerinin bağlılıklarını görmek için onları üzerinden geçecekleri bir nehir ile imtihan edeceğini ilan eder. Ne kadar çok susarlarsa susasmlar bu nehrin su­yundan içmernelidirler. Ancak elleriyle bîr avuç alıp içen­ler müstesna... Bu imtihanda çoğu döküldüler. Azimle­ri gevşedi ve zaafa kapıldılar. Fakat içlerinden ihlash mü' minler önünde sonunda Allah'ın yardımıyla zafere ula­şacaklarına sarsılmaz bir inançla inandılar. Allah'da on­ları zafere ulaştırdı. Hikayenin özeti budur.

Hayatta Allah'a davet yolunda bu Kur'an'ı kıssadan çıkaracağımız yararlı hisselere gelince:

1) Zahir olduğu üzere İsrailoğullarımn risaletlerinde bu aşamada ve bundan önceki aşamalarda roller peygam­berlik ile hükümdarlık ve kumandanlık arasında paylaş­tırılmıştır. Bu rol dağılımında peygambere: Yöneltip yön­lendirme, talim ve terbiye, Allah'a davet ve idarî mer­kezlerin tayinini gözetme rolleri, Hükümdar ve kuman­dana ise   savaşmak ve tayin edildiği   yöneticilik işlerini sürdürmek (tabir caiz ise hükümeti yürütmek -Çev.) rol­leri verilmiştir. Bundan dolayı ayetlerde zikri geçen bu kavim, peygamberlerinden savaşta kendilerine komuta et­mesini istememiş, bunun yerine kendilerine    savaş için bir hükümdar ve kumandan tayin etmesini istemişlerdir. Halbuki   İslam'da   büyük   savaşlarda   peygamber   veya İmam bizzat ordunun başına geçerek savaşır.

2) Allah yolunda çalışanlar, savaş sloganları atanla­ra ve «başımıza bir komutan gelse topyekün savaşırız» diye hamasî nutuklar çekenlere karşı dikkatli olmak du­rumundadırlar. Çünkü böyle insanların birçoğu bu bek­lenen kumandanın gelmeyeceği  düşüncesiyle     ileri  geri konuşabilirler ...Bunun için Allah yolunda çalışanlar bu iddialarla ortaya çıkan insanları deneyip ciddî olup olma­dıklarını bunların şahsî etkenlerle mi böyle iddiaları or­taya attıklarını yoksa inanca dayanan kalbi güdülerle mi meydana çıktıklarım belirgin bir şekilde ortaya koymak du rumunda diri ar.

3)  Zafer ve hezimet meselesi ,azlık veya çokluk ile alakalı değildir. Aksine bu mesele tamamiyle iman, teş­kilat, program ve ilgili güç odaklarına yapışmak ile alâ­kalıdır. Çünkü teşkilatlı hıü'min bir azınlık ,imanmı teş­kilatını ve programını yitirmiş kafir bir çoğunluğa karşı merkur inanan azınlığın şu ayette geçen şiarlarından ha­reketle kahredici bir zafer elde edebilirler:

«Nice az topluluklar —Allah'ın izniyle— çok (büyük) top­luluklara galip gelmişlerdir. Allah sabredenlerle beraberdir...»

4) Bu ayetlerde anlatılan eçmiş bir kavmin hikaye­si, kesinlikle bizim ibret almamız içindir. Yani bu, geçti­ği yer ve tarihle smırlı   bir tarihî hikaye    değildir. Bu ayetlerde bizden hikayede karşılıklı olarak anlatılan iki İnsan örneğinden sağlam olanına yapışmamız istenmek­tedir.

5) Mücahit mü'min zayıf da olsa, çok büyük güçle­re de sahip olsa Allah'tan yardım istemek ve O'na muh­taçlık şuurunu    yaşamak konumundadır. Çünkü    onun, elinde bulundurduğu maddî güçlerden çok, savaşın zorlu şartlarında    sabra ve sebata    ihtiyacı vardır.    Zafer de önünde sonunda Allah'ın tarafmdadır. Bu itibarla, sahip olduğu güçler veya güçlü olduğu yolundaki hisleri ken­disini Allah'ı unutturacak bir gurura kapılmak gibi bir yanlışa götürmeme!idir. Yina zayıflık hissi de onu^ Allah' m sonsuz gücüne bağlayıp ona dayanmaktan alıkoyma-malıdır. Savaşta mü'min ile kafir arasındaki fark, nıü'mi-nin gücünü yeryüzünden göklere uzanan ve hiçbir sınır tanımayan manevî, ruhî, ilahî; kuvvetten alması, kafirin ise gücünü yeryüzünden ve onun sınırlı maddî kuvvetle­rinden almasıdır.

6)  Ayette anılan «Allah'ın mülkü dilediğine vermesi»

yeryüzünde çeşitli çevrelerin ellerinde bulundurdukları otoritelerin meşruluğu anlamına gelmemektedir. Yoksa bu sultaların kafiri de vardır, zalimi de, sapığı da... Ak­sine bunun anlamı yerde ve gökte her şeyin Allah'ın di­lemesiyle meydana geldiğini ve O'nun idaresinde oldu­ğudur. Allah dilerse tekvini idaresi ile eşyayı ve olayları doğrudan doğruya yaratır, kainatı yarattığı gibi... Diledi­ğinde de onları kendi ilahî sünnetleri olan tabiî kanunlar­la dolaylı olarak yaratır. Süregelen tabiat olayları, top­lumsal olaylar ve tarihin seyrinde olduğu gibi... Hayatı ve olayları müsbet veya menfî yönlerde sürükleyen in­san iradesi de Allah'ın kevnî kanuniarındandır ve O'nun küllî iradesinin hakimiyeti altında işler...

7) Ayet-i kerimenin te'kid ettiğine göre:    İnsanların diğer insanlar veya topluluklar tarafından yurtlarından çıkarılması, mallarından mülklerinden ve çoluk çocukla­rından uzaklaştırılması bu haksız  eylemleri     yapanlara karşı bir saldırı ve savaş sebebidir. Bu durumdaki insa­nın saldırmak ve savaşmak hakkı vardır. Bu itibarla böy­le bir savaş meşrudur.  Yani doğrudan imanlarına karşı bir saldırı bulunması şart değildir. Hem zaten daha ön­ce geçen ayet-i kerimelerde bildirildiği üzere, bu insan­lar yalnızca «Hatibimiz Allah'tır ve biz yalnız O'ııa kul­luk ederiz...» demekten başka suçları olmadan yu'Harın­dan çıkarılmış,  mallarından mülklerinden,  çoluk çocuk­larından ve yakınlarından uzaklaştırılmışlardır...

8) «Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla savma-saydı yeryüzü bozguna uğrardı... Fakat Allah (bütün) âlemlere karşı lütuf ve ikram sahibidir...»

Ayet-i kerimenin bu cümlesinden şunu anlıyoruz: İnsanların yaşadıkları toplumsal hayatın hareketinde Al­lah'ın koyduğu tabiî ve fıtrî bir kanun vardır. Bütün in­sanlar sevdiği, istediği ve inandığı şeylere karşı müsbet; sevmediği, istemediği ,red ve inkar ettiği şeylere karşı da menfî bir eğilim taşırlar. Bu gerçek üzere hayatta kar­şıt fikirler, ve tavırlar oluşur ve bunlar hayat içerisinde yerlerini alırlar.

İşte Allah Teala bu ayette, hayatın onun üzerine ku­rulu olduğu ye üzerinde yürüdüğü bu tabiî kanuna, bu­nun insanların hayatındaki önemine ve hayatın ıslahatın-daki rolüne işaret etmekte, Allah'ın bu tabiî kanunu ol­masaydı yeryüzünün bozguna uğramış olacağını bildir­mekte ve bunun Allah'ın alemlere bir lütfü olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü insanlardan biri veya bir kısmı, büyük güçlere sahip olduklarında diğer insanlara onla­rı kendi iradeleri altında toplamak yolunda baskı yapar­lar. Diğer insanlar da buna karşı çıkmazlarsa bu baskıcı insanların baskıları nihaî bir şekilde artar ve yeryüzünü bozguna uğratır. Yeryüzünde hakka ve iyiliğe yer bırak­maz. Bunun için hayatın hak, iyilik ve adalet üzere kaim olmasını ve gelişip ilerlemesini isteyen Allah, bu tabiî ka­nunu marifetiyle kötülüğün iyilik üzerindeki, batılın bak üzerindeki ve zulmün adalet üzerindeki baskılarını insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile savarak kaldır­mak ve yeryüzü halkına insanca yaşama fırsatını bağış­lamak istemiştir. Bu da Allah'ın alemlere olan "bir lütfü ve ikramıdır...

Bu bölümdeki ayetler, Allah'ın, Rasulüne ve O'nun aracılığıyla bize gönderdiği ilahî mesajlar konumunda olan Allah'ın ayetlerine ve Muhammed'in (SAV) risaletine bir işaretle noktalanmıştır. Bununla Peygamberin risalet so­rumluluğu hissinin derinleştirilmesi, mü'minlerden ise Allah'ın ayetlerine açılmaları ve O'nun Rasulüne bağ­lanmaları istenmektedir. Çünkü Peygamberin getirdiği mesajın asıl sahibi Allah olunca, Rasule itaat Allah'aitaat, O'na isyan Allah'a isyan olacaktır...

Velhamdü Lillahi Rabbîl Alemin,.., [117]

 

41) PEYGAMBERLERİN BİRBİRİNDEN ÜSTÜN KILINMASI. AYETE'L KÜRSİ

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.,.

"îşte şu peygamberler. Bunların bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan kimileri ile Allah konuştu, kimilerini de derecelerce yükseltti. Meryem oğlu İsa 'ya agk mucizeler verdik, O 'nu Ruhu 1 Kuds aracılığı ile destekledik. Eğer Allah Öyle âileseyâi, bu peygamberlerin ar­kasından gelen ümmetler kendilerine açık belgeler geldikten sonra birbir­lerini Öldürmezlerdi. Fakat onlar anlaşmazlığa düştüler. Onlardan kimi de kafir oldu. Eğer Allah öyle düeseydi, onlar birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah neyi dilerse onu yapar."

(Bakara: 253) [118]

 

Peygamberlerin Birbirinden Üstün Kılınması, Hedeflerinin Ayrı Olduğunu Göstermez

 

Ayet-i Kerime'den anlaşıldığına göre Yüce Allah peygamber­lerin bazılarını üstün kılmıştır. Peygamberlerden sonra onların ümmetlerinin ayrılığa düştükleri ve birbirleriyle savaştıkları da ayetten anlaşılmaktadır... Bunu nasıl anlamamız gerekir?

1- Peygamberlerin birbirinden üstün tutulmaları: Kelimenin kendisözlük anlamından yola çıkılarak bir üstün kılınma olduğu akla gelebilir. Şu kadar var ki, ayetin anlamı üzerinde etraflıca dü­şündüğümüzde anlarız ki burada söz konusu edilen nitelik Yüce Allah'ın bir hikmete bağlı olarak bazı insanlara verip bazılarına vermediği kişisel yetenek ve özelliklerdir. Bunlar kişiye özel bir ta­kım imtiyazlar verildiği anlamına gelmez. İsrailoğullarınm Kur'an-ı Kerim'de alemlere (el-aleme) üstün tutulduğundan söz

eden ayetlerinden anlaşılan da budur. Yani burada IsrailoğuIIan, kendilerine verilen nimetler açısından el-alame üstün kılınmışlar­dır. Kişisel değer olarak onların üstün kılındıkları söylenemez. îşte bu nedenledir ki, üstün kılınmalarına rağmen Kur'an-ı Kerim'in pekçok ayetlerinde onlara ilişkin eleştiriler, hatta lanetlemeler yer almış, onların özellikle bu yönleri üzerinde durulmuştur... Kur'an-ı Kerim, peygamberlerin birbirinden üstün kılınmalarını detay-landırmaya geçerken Yüce Allah'ın bazıları ile konuşmasından ve bazılarının derecelerini yükseltmekten sözetmektedir. Bu da ayeti doğru anladığımızı desteklemektedir. Dolayısıyla üstün kılma olayı her zaman insanın derece bakımından üstün kılındığı anla­mına gelmeyebilir. Bu yaklaşımla biz "Kimilerini de derecelere yük­seltti " cümlesinin az önce geçen üstün kılma kavramının bir tekra­rı olduğu şeklindeki anlayışı doğru bulmamış oluyoruz. Çünkü bi­zim ifade etmeye çalıştığımız anlam, ayetin böyle bir anlama gel­mediğini açıkça ortaya koymaktadır.

2- Genellikle tefsirciler şöyle bir yaklaşımda bulunmuşlardır: "Onlardan kimileri ile Allah konuştu" cümlesinde işaret edilmek is­tenen Peygamber Hz. Musa'dır. (Allah'ın selamı üzerine olsun) Ni­tekim Nisa suresinin 164. ayetinde: "Yüce Allah Musa ile direkt ola­rak konuştu" denilmektedir. "Kimilerini de derecelere yükseltti" cümlesi ile işaret edilmek istenen Peygamber de, Peygamberimiz Hz. Muhammed'tir. (salat ve selam üzerine olsun) Çünkü O'nun diğer tüm peygamberlerden üstün olduğu görüşü kesinlik kazan­mış bir görüştür... Yine bu bilginlerin yaklaşımlarına göre Hz. İsa'nın (selam üzerine olsun) ayet-i kerimede açıkça belirtilmesi gösteriyor ki burada özellikle üç peygamberden söz edilmektedir. Bunlar hala takipçileri bulunan ve takipçilerinin ayrılığa düştükle ri, birbirleriyle savaştıkları peygamberlerdir... Fakat bu yaklaşım­lar kesin delile dayandırılmamış görüşlerdir. Çünkü Allah'ın, ken­disi ile konuştuğu başka peygamberlerin olması da mümkündür. Sonra bazı peygamberler diğer bazı peygamberlere derece yönünden bir üstünlük sahibi olabilirler... Ayet-i kerimede bütün pey­gamberlerin üstün kılınma derecesi açıkça geçmemektedir. Dola­yısıyla bunu peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) için söz ko­nusu etmek tutarlı olmayabilir.

Ayet-i kerimede özellikle Hz. îsa'nm adının geçmesi O'nun ki­şisel özelliklerinden birine dikkati çekmek ve böylece Allah'ın güç ve kuvvetini ortaya koymak içindir. Çünkü Hz. İsa'nın ismi bile Allah'ın bu kudretini hatırlatmaktadır. O'nun şahsında gösterilen peygamberlik sıfatı ile de Hz. isa'nın eliyle gerçekleşen belgelere, mucizelere işaret edilmek istenmektedir. Bu konuda insanların de­lil yönünden bağlanması amaçlanmaktadır. Hz. İsa'nın eliyle ger­çekleşen bu mucizelerin ve O'hun sahip olduğu kişisel özelliklerin, O'nun benliğinde gizli olan ilahî bir soluktan, bir güçten değil de, Yüce Allah'ın O'nun kutsal Ruh ile desteklenmesinden kaynaklan­dığını ifade etmek içindir. "Kutsal Ruh" bazı tefsir bilginlerinin ifa­de ettiği gibi, melek Cebrail anlamına gelebileceği gibi Allah'ın lüt­fü anlamına da gelebilir. Bu lütuf, Allah'ın kullarına birşeyler il­ham etmesi, onan yaptığı işlerde başarıya ulaştırması-, çeşitli yer­lerde onları desteklemesidir... Bunlar Hz. îsa'nm en belirgin vasıf­larıdır. Yüce Allah'ın belgelerle, kanıtlarla göndermiş olduğu di­ğer peygamberlerin bazıları da bu sıfatlan taşıyabilirler. Kur'an-ı Kerim'in sözünü ettiğine göre melekler hem onlara hem de başka­larına "Ruh "u getirmişlerdir. [119]

 

Allah'ın Sözü Ne Demektir?

 

3- Tefsirciler, Kelam ve Hadis bilginleri "Allah 'in sözü" konu­sunda ciddi spekülasyonlara girmişlerdir. Çünkü burada "söz" kavramının normal anlamında kullanılması, yaratıcı olan Allah'ın özellikleri ile bağdaşmamaktadır. Dolayısıyla burada mecaze ya­kın başka bir anlamın sözkonusu olması gerekmektedir. Şu kadar var ki, işin aslına bakılırsa buradaki kavram gerçek anlamında kul­lanılmıştır. Yani burada soyut olan bir anlamın sözcüklerle ifade edilmesi sözkonusudur. Fakat sözü söyleyenin insandaki dil, ağız; ses telleri vs. gibi alışılagelen telaffuz vasıtalarını kullanması söz-konusu değildir. Nitekim Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de bu türden' konuşmaya ışık tutmaktadır: Kıyamet gününde ellerin konuşması böyledir: "O gün ağızlarım mühürleriz, elleri bize söyler, ayaklan yap­tıklarına şahitlik eder." (Yasin 65). Bu yaklaşımın ışığında sözün Yü­ce Allah'a izafe edilişi, O'nun insanların kullandığı şekildeki söz­cüklerle ifade edilen sesler yaratması ve bu sesleri peygambere ve­ya başka birisine işittirmesi anlamına gelir. îşte bu nedenle Al­lah'ın konuşma sıfatı, Allah'ın zatının varlığına dayanan Allah'ın sıfatlanndandır, zatının aynısı olan ve varlığı ile varolan sıfatların­dan değildir. Çünkü yüce Allah; insanı, yeryüzünü, gökleri ve di­ğer varlıkları yarattığı gibi sözü d'; yaratmaktadır. Ehl-i Beyt imamlarından gelen hadislerde bize aktarılan da budur. Müfid'in Emali'sinde Ebu Basilden gelen bir hadiste deniyor ki, Ebu Abdul­lah Cafer Sadık'tan işittim. Şöyle diyordu: "Yüce Allah 't hiç bir şey bilmezken, O, zatı ile kendisini biliyordu. O'nun kudretini anlayacak hiçbir şey yokken O, zatı ile Kadir (güç ve kudret sahibi) idi." O'na de­dim ki: "Canım sana feda obun O, ezelden beri konuşan mıydı ?" Dedi ki: "söz sonradan olmuştur. Yüce Allah var iken başta konuşan değildi. Sözü, konuşmayı sonra yarattı..."

îhticac'ta Safvan îbn-i Yahya'dan gelen rivayette deniyorki, Muhaddis olan Ebu Kurra, İmam Rıza aleyhisselam'a: "Canım sa­na feda olsun; Allah'ın, Musa ile konuşmasından biraz söz edermisi-niz?" diye bir soru sormuştu. Dedi ki: "Allah bilir. O'nunla belki süryanice, belki îbranice diliyle konuşmuştur." Ebu Kurra elini ağzına atıp dilinden tutarak, "ben sana bu dilden söz ediyordum " dedi. Ebu'l Hasan: "Haşa! Allah 'tan kork! Sen neler söylüyorsun! Yüce Allah se­nin söylediğinden tamamen münezzehtir. Allah yarattıklarından birine benzemekten, onların konuştukları şekilde konuşmaktan tamamen uzak­tır. Yüce Allah hiçbir şeye benzemez. O 'nun işleri ve sözleri hiç kimse-ninkine benzemez." karşılığını verdi. Ebu Kurra: "Peki nasıl konuşur? " diye sordu. Dedi ki: "Yaratıcı olan Allah'ın herhangi bir yara­tıkla konuşması yaratıkların birbirleriyle konuşması gibi değildir. O, ağ­zın açılması, dilin depretilmesi ile söz söylemez. Yapmak istediği şeye 'ol' der... Hz. Musa'ya yönelik hitabındaki emirler ve yasaklar bir iç te­reddüdü geçirme söz konusu olmadan O 'nun iradesiyle gerçekleşmiş­tir."[120]

Bu düşüncenin Özeti şudur: Söz, soyut bir anlamı, söyleyerek ifade etmektir. Eğer bu eylemde ifade vasıtaları ve araçlarının, an-lamin kendi yapısı üzerinde bir etkisi yoksa böyle bir kullanılış gerçek anlamdadır, mecaz anlamda değil... [121]

 

Peygamberler Arasındaki Üstünlük, Birlîklerîne-Beraberliklerine Aykırı Değildir

 

4- Gerçekten bu sözün asıl anlamı nedir? Sırf bir düşünceyi or­taya koymak mıdır? Yoksa başka bir düşünceye bir girişmidir? Bu­rada akışın içinden anlaşıldığı kadarıyla doğru olan görüş ikincisi­dir... Çünkü burada asıl mesele, peygamberin zamanında yaşayan veyahut onlardan sonra gelen, peygamberlerle ilgili konularda: Peygamberlerin mesajları, onlara iman etmenin yolu veya bu yola iman etmenin tekeli konusunda ayrılığa düşmüş, birbirleriyle sa­vaş halinde bulunmuş insanlann hayatında peygamberlik misyo­nunun oluşturduğu harekete dikkat çekmektir. Belki de burada ayet-i kerime bütün peygamberleri Allah'ın mesajı üzerinde bu­luşturmayı, onların peygamberlik misyonundan kaynaklanan şahsiyetlerinin sırrına dikkat çekmeyi Allah'ın onların bir kısmını bir kısmına üstün kılmasının onların buluşmasına, beraberliğine gölge düşürmeyeceği imajını kuvvetlendirmek istemektedir. Çünkü peygamberlerin bu birbirinden üstün olan yönleri, arala­rında ayrılığa düşmelerini zorunlu kılmadığı gibi, onlardan sonra­kilerin de bu ilkeye bağlı olarak ayrılığa düşmelerine yol açmaz. Onların bu üstün yönlerinin ana gerekçesi, içinde bulundukları şartların gerektirdiği özelliklerdir. Çevreleri açısından şahsiyetle­rinin ve risalet misyonlarının, bu özellikleri taşımalarını zorunlu kılmasıdır. [122]

 

Peygamberin Ümmetleri Nasıl Ayrılığa Düştüler?

 

Bu ümmetler nasıl aynhğa düştüler? Nasıl birbirleriyle sava­şır hale geldiler? Bu olaylar neden meydana geldi?

Yüce Allah kesin bir şekilde belirtiyor ki, alemlerin Rabbi bü­tün insanların ayrılıklarına ve savaşlarına engel olabilir, iman bir­liğinden oluşan egemen güç ile insanları tek bir safta birleştirebilir, îman sıfatını onların renkleri ve bedenlerinin diğer sıfatlan gibi normal bir sıfat kılabilirdi. Fakat Yüce Allah; evrene, kainata hük­meden bir takım yasalar belirlemeyi, sonuçlan sebeblere bağlama­yı, buna bağlı olarak da insanın imana veya küfre doğru adımını atarken kendi iradesi ve seçimi ile hareket etmesini hikmetine da­ha uygun bulmuştur. Buna bağlı olarak küfrün sebebleri gerçek­leştiğinde artık küfür kaçınılmaz olur. yine aynı şekilde sebebleri gerçekleştiğinde iman da kaçınılmaz olur. Bunun bir sonucu ola­rak kendi alanında normal şartlan gerçekleştiğinde elektrikli bir hava da sürtüşmelere ve savaşlara neden olacaktır... Allah'ın hayat için belirlemiş olduğu yasalara ve planlamalara uygun olarak tarih boyunca gerçekleşen hayatın yasası da budur... Fakat bu demek değildir ki, Yüce Allah yasama çerçevesinde bunu kabul ediyor ve­ya böyle olmasını istiyor. Bu çerçevede Yüce Allah kişisel iradesi açısından insanın iradesinin iyiyi, daha güzeli seçmesi için yönlen­diriyor ve yanlışa, kötüye düşmesini yasaklıyor... İşte Allah'ın di­lediğini yapmasının anlamı budur. Böyle bir anlayış cebr, zorlama düşüncesinden kaynaklanmıyor, özgürlük ve seçim düşüncesin­den uzaklaştırmıyor.

Denebilir ki; Cenab-ı AHah, insanı neden kötülüğü işleyebile­cek güçte yarattı? Halbuki O, insanı kötülük işlemeyecek şekilde yaratabilirdi. Bu soruya cevap olarak diyebiliriz ki; Yüce Allah'ın insanı bu şekilde yaratmasının hikmeti, insanı özgür iradeye sahip bir şekilde yaratmasının hikmetinin aynıdır. İnsanın bir iradeye sahip olarak yaratılması insan veya varlık için zarardan çok fayda getirmektedir. O'nun için yararlıdır... Allah'ın yaptığı işte bu ko­nuda hiç bir çirkinlik söz konusu değildir... Çünkü yüce AHah in­sana yollann ayrımında tercih etmesi gereken yolu güzel bir şekil­de tamyamayacak, seçimini yapamayacak, kör bir kudret verme­miştir. Aksine ona hem iyiliği görebilecek hem de kötülüğü göre­bilecek gözü açık bir güç vermiştir. Sahip olduğu düşünce ile, Yüce Allah'ın insanlan gerçeğe, iyiliğe açık olan bilinçli iradeye yönlen­dirmek için gönderdiği peygamberlerinin mesajlan sayesinde et­raflarındaki herşeyi anlayabilecek bir güç vermiştir. Olumsuz bir tercihte bulunduklan zaman Allah'ın cezasına, olumlu bir tercih yaptıklannda ise Allah'ın mükafatına kavuşacaklannın bilinciyle birlikte bir güç vermiştir. Bu nedenledir ki Kur'an-i Kerim pek çok ayetlerinde bu gerçeği dile getirmiştir: "Biz onlara zulmetmedik, on­lar kendi kendilerine zulmettiler..."[123]

 

Olumsuzluklara Karşı Umutsuzluklara Yer Yoktur

 

Buradan da anlaşılıyor ki, insan çalışma yolunda karşılaştığı • olumsuzlukların havasından etkilenerek umutsuzluğun pençesi­ne düşmemelidir. Peygamberlerin gösterdiği çizgide Allah yolu­na davet etmeye devam etmeli ve bu konudaki çalışmasını ısrarla sürdürmesidir. İnsan değişik dinler arasındaki dini ayrılıklarla ve­ya tek bir dinin mensuplan arasında meydana gelen mezhep ayn-lıklarıyla veyahut da aynı mezhebe bağlı insanların kişisel veya başka nedenlerden kaynaklanan aynlıklarla karşılaştığında mora­lini bozup ümitsizliğe düşmemelidir. Bazı insanların düşüncenin temelinde kuşkuya düşebileceği bu noktalarda insan direnmesini bilmelidir... Çünkü hayatın, dinî veya dinî olmayan herhangi bir alanında bütün insanların kesin bir birliğe, beraberliğe kavuşma­ları meselesi, eşyanın varlığı ve ana özellikleri ile ilgili konular da" Allah'ın öngördüğü, kainatın evrensel yasaları ile aynı değildir. Allah'ın kainattaki yasaları ile hayatın bu alandaki yasaları aynı değildir. Burada mesele farklıdır. Yani Allah, hayatı icabında ayrı­lıklara, sürtüşmelere ve savaşlara varabilecek bir ilkeye bağlı ola­rak yaratmıştır. Çünkü bu konuda farklı farklı iradelerin ve insa­nın seçimini etkileyen farklı etkenlerin faaliyette bulunmasına izin vermiştir...

Bu da gösteriyor ki, insanlar, kendilerinden Önceki peygam­berlerin çalıştıkları gibi çalışmalıdırlar. İnsanlar, iradelerini kötü yolda değil de iyi yolda kullanmaları için en uygun şartlan oluş­turmaya çalışmalıdırlar. Bu konuda faaliyet gösteren insanların özellikleri ve dereceleri aynı olsun olmasın fark etmez. Yeter ki ay­nı çizgide yürüsünler, aynı ideali ve amacı paylaşsınlar. Bu ideal ve amaç, yeryüzünde Allah'ın sözünü yüceltmektir. Çizgi ve hedef aynı olduktan sonra Özelliklerin farklılığına, deneyimlerin ve al­ternatiflerin çoğalmasına ve zenginleşmesine yolaçacaktır. Yeter ki insanlar samimiyet ve güvenle bütün bu deneyimleri müsbet bir Şekilde ele alsın, onları kullanmasını ve değerlendirmesini bilsin­ler. Allah yolunda çalışanlar bütün bu güçlerden nasıl yararlana­caklarını kavrayabilsinler. [124]

 

Özelliklerin Farklılığı Mücadeleyi Ve Meydana Okuyuşu Körüklemez

 

Ayetten çıkardığımız bir tesbit daha vardır ki, Yüce Allah bu ayette farklı Özelliklerden ve derecelerden söz ederken peygambe­rin kişisel yönü ile ilgili meselelerden, sürtüşmeye ve karşılıklı mücadeleye neden olabilecek hallerin hiçbirisinden söz etimyor ve onları ön plana çıkarmıyor. Peygamberlerin bu özelliklerini hayat realitesinden ve peygamberlerin peygamberlik hareketinden kay­naklanan, temel vasıflan olarak saymıştır.

îşte bu yaklaşımın ışığı altında kelam bilginlerinin ve başka alimlerin özellikle üzerinde durmaya çalıştığı kelami çabalara dö­nüp bir göz atmak gerekmektedir. Bu bilginler, "şu peygamber bu peygamberden, özellikle bizim peygamberimiz Hz. Muhammed (salat ve selam üzerine olsun) diğer peygamberlerden veya şu peygamber bütün peygamberlerden üstündür" diyorlar ve bu konuda kesin deliller ileri sürmeye çalışıyorlar. Bu meseleyi inanç sisteminin en canlı ve en köklü meselelerinden biri olarak ileri sürmeye çalışıyorlar. Bu hareketleriyle ayrılıkları tırmandırmaya ve sağlıklı olmayan birta­kım yönelişlere, görüşlere taraftar olmaya neden oluyorlar... Sonra iş dönüp dolaşıyor o kişinin üstünlüğü kendisinin ayrılmaz bir sı­fatı oluveriyor. Zamanla insan düşüncesinde dinî veya siyasî veya sosyal nitelikli bütün şahsiyetleri bu üstünlük anlayışının çerçeve­sinde ele alıyor. Böylece kendi kişisel arzusunu, üstünlük duygu­sunu tatmin etmeye çalışıyor. Çünkü her insan bağlı bulunduğu şahsiyetin en üstün şahsiyet olduğu bilincinin ve duygusunun et­kisi altındadır. İnsanlar böyle bir anayışla psikolojik olarak rahat­larlar. Zamanla gelişen bu düşünce bu sefer bağlı bulunduğu şah-sm karşısında yer alan kişinin eksikliklerini, ayıplarını araştırma­ya yönelir. Bu konuda malzeme olabilecek aktarımları, rivayetleri şer'î bir yolla sabit olmasa bile kabul etmeye başlar... Bu konudaki meselenin ne akide yönünden, ne de pratik yönünden uygulama üzerinde pratik bir değeri de olmayabilir... Nitekim bir peygambe­ri diğer bir peygamberden üstün görmeye çalışmaları veya Hz. Fa-tımatü'z-Zehra'yı (selam üzerine olsun) Hz. Meryem'den üstün görmeleri veya bunun tersini yapmaları bu türden pratikle, uygu­lama ile ilgileri olmayan meselleredir... Çünkü bu tür konulara da­lan insanlar, din veya dünya açısından hiç bir yarar elde edemez­ler. Sadece düşünce açısından bir takım zorluklara, yorgunluklara katlanmış veya kişisel üstün gelme arzularını tatmin etmiş olurlar... Çünkü daha Önceki peygamberler, kendi peygamberliklerini en mükemmel şekilde, hiç bir eksikliğe kapı bırakmayacak biçim­de bu konudaki görevlerini tam olarak yerine getirdikten sonra Rablerine yürümüşlerdir. Biz onların hepsine Allah'ın da bize em­rettiği şekilde inanırız. Zaten Allah bizi onların şeriati ile ilgili özel bir yükümlülükle yükümlü tutmamıştır. Bununla beraber biz, peygamberimiz Hz. Muhammed'in (salat ve selam üzerine olsun) getirmiş olduğu îslam şeriatine bağlıyız ve onun üzerinde yürü­mekteyiz. Fakat Peygamberimizin üstün derecesinin, bu şeriatın getirilişinde diğer peygamberler de olduğu gibi hiçbir etkisi yok­tur. Fakat yine de biz Yüce Allah'ın; O'nun yetenekleri, cihatı ve peygamberliğinin sürekliliği vasıtasıyla kendisine bahşettiği üs­tün dereceye inanırız.

Burada şu noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Biz düşünce ve. pratik ilgili meselelerdenasıl bir yol izleyeceğimizi Kur'an'dan Öğ­renmek zorundayız. Detayına girilmesi gerekmeyen meseleleri nasıl öz olarak geçmemiz gerektiğini öğreneceğimiz gerektiği gibi, inanç sistemi ve uygulama açısından detaylı olarak ortaya konma­sı gereken meseleleri detaylı biçimde açıklamayı da öğrenmeli­yiz. [125]

 

Size Verdiğimiz Rızıklardan Allah Yolunda Harcayın

 

"Ey müminler, ne ahş-verişin ne dostluğun ve ne de iltimasın sb'z-konusu olmadığı gün gelmeden Önce size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. Kafirler, zalimlerin ta kendileridirler."

(Bakara: 254)

Sonra bu ayet-i kerime mü'minlere bir çağrıda bulunuyor, imanlarının kendilerine yüklemiş olduğu düşüncenin hayatta ve pratik uygulama da görülebilmesi için, teori ile pratiğin uyum sağ­layabilmesi için onlara bir yükümlülük veriyor. Allah'ın kendileri­ne verdiği nziklardan mahrum ve zayıf bırakılmış topluluklara yardım etmelerini, onların ihtiyaç duyduğu herşeyi kendilerine sağlamalarını*istiyor. "Size verdiğimiz nzıktan" ifadesi şöyle bir imaj da verebilir: însan kendi sahip olduğu malından harcama yapmıyor, Allah'ın kendisine vermiş olduğu maldan harcamada bulunuyor. Böylece insanın harcama yapıp yapmamada özgür ol­madığı, aksine Allah'ın kendisine vermiş olduğu bu nzıktan ken­disi için harcamada bulunduktan sonra arta kalanını başkaları için harcaması gerektiğini bildiriyor. Böylece o, Allah'ın malını Al­lah'ın kullan için harcamış oluyor."

Yüce Allah infak meselesini kıyamet günündeki haliyle insa­nın gözleri önüne seriyor. Burada insan, dünyada alışmış olduğu kurtuluş vasıtalanndan hiç birine sahip değildir. Orada insan alış­veriş yapamıyor. Sahip olmadığı birşeyi, bir malını satarak parası ile alma imkanına sahip olmuyor... Bu dünyada insanlann kendi konumunu muhafaza etmek ve ihtiyaçlarını gidermek için vasıta kıldığı, kendisine sığındığı dostların dostluğuna da sahip bulun­muyor. Kendisini bekleyen azabın veya sonuçlarına katlanmak zorunda bulunduğu büyük felaketlerin engellenmesi için hiç kim­seyi kendisine şefaatçi ve aracı kılamıyor. Çünkü kıyamet günü, bu tür vasıtalann hepsini iptal etmiştir. Sadece geçerli olan bir tek vasıtayı bırakmıştır. Bu vasıta da insanın kişisel amelleri ve işleri­dir. Bunlann da önünde ihtiyaç sahibini ve yoksullara yardımda bulunması, onlar için harcama yapması gelir... Bundan öte Al­lah'ın rahmetinden başka bir şey yoktur... Bundan sonra imanı bir inanç sistemi olarak uygulamayan ve inanç sisteminin öngördüğü eylemleri pratik hayatlarında yaşamayan kafirlere -bunlar aynı za­manda zalimlerdir- değinilmektedir. Çünkü onlar günah işlemek­le kendi kendilerine zulmediyorlar. Böylece karşı çizginin doğru­luğu birkere daha ortaya konmuş oluyor. Bu da mü'minlerin adil olarak davrandıklarını, düşüncede, duygularda ve hayatta adalet çizgisi üzerinde yürüdüklerini göstermektedir. [126]

 

Ayete'lkürsî

 

"Allah, kendisinden başka ilah olmayan, diri, yaratıklarını gözetip yöneten, kendisini uyuklama ve uyku tutmayandır. Göklerde ve yeryü­zünde ne varsa O 'nundur. tzni olmadıkça O 'nun katında kim şefaatçi

olabilir?

Onların önlerinde ve arkalarında bulunan ve olup biten herşeyi bi­lir. Onlar O'nun bilgisinin sadece dilediği kadarını kavrayabilirler. O'nun Kürsi'si (egemenliği) gökleri ve yeryüzünü kaplamıştır. Bunları koruyup gözetmek O 'na ağır gelmez. O yüce ve büyüktür."

(Bakara: 255)

îyaşî Tefsirinde îmam Cafer-i Sadık'tan gelen bir rivayette de­niyor ki, Ebu Zer: "Ya Rasulullah Allah'ın sana gönderdiği vahyin en güzeli nedir?" diye;sordu. Rasulullah: "Ayete'l Kürsî" karşılığını verdi. Yedi kat gök ve yedi kat yer, Kürsî içinde bir sahraya ablan bir halkadan başka bir şey değildir. Arş'm Kürsi'ye oranla büyük­lüğü, sahranın halkaya büyüklüğü gibidir. Bu anlamı ifade eden pekçok hadis Peygamberimiz Hz. Muhammed'den de rivayet edilmiştir. O'nun her vesile ile ve her gece okunmasını güzel gör­düğü rivayet edilmiştir... Bu ayete bu kadar önem verilmesinin hikmeti belki de tevhidi net olarak ortaya koyması, insanın kendi vicdanında O'nun varlığını hissedecek düzeyde canlandırması-dır. Bu bilinç ile O'nun büyüklüğünü, otoritesini bütün eşyayı ger­çek bir şekilde kuşatmasının insanın kişisel özel ve genel tüm işle­rini koruduğunu ve kolladığını, herşeyde yegane kudret sahibi ol­duğunu, Allah'tan başka hiçbirşeyin bulunmadığını, çünkü bütün yaratıkların O'nun varlığının gölgesi olduğunu, Allah'ın ilmine oranla hiçbir ilmin bir değeri bulunmadığını, O'nun otoritesinin dışında başka hiçbir otoritenin düşünülmeyeceğini, O'nun insan için belirlemiş olduğu çizginin karışıklığa, şüpheye ve karanlığa inw «ormwpn anacık ve dosdoğru çizgi olduğunu, bilgi ve hayatını apaçık, bilinçli iman vasıtasıyla açanın, onları karanlıklardan aydınlığa çıkaranın Allah olduğunu ortaya koymaktadır. Bunun yanında kafirlerin Allah'ın dışında bağlandıkları, ibadet ettikleri ve yolunu izledikleri tağut tarafından, duyguları ve vicdanları yönünden rahatlıkla algılaya­bildikleri aydınlıktan uzaklaştırılarak küfrün kendi hayatlarının içine kadar taşıyıp getirdiği karanlıklara sürüklediğini, hayatla-rmdaki aydınlığı karanlığa çevirdiğini kendilerini Allah'tan alı­koymak için yollar, engeller duvarlar oluşturduğunu ortaya koy­maktadır, îşte bu içeriği ile Ayet-el Kürsi, mü'min olan insanın duygularında net olan tevhidin ışıklarını, en güzel ve üstün özel­likleri ile yerleştirmektedir. Allah'ın yolu ile tağutun yolu arasın­daki ayma çizginin aynı zamanda aydınlık ile karanlık arasındaki ayına çizginin kendisi olduğunu göstermektedir... îşte ayet-i keri­menin kendisinden ve bölümlerinden anlamak istediğimiz ve açıklamak istediğimiz de budur.

"Allah kendisinden başka ilah bulunmayan tek ilahtır." Allah söz­cüğü sadece Allah için kullanılan Özel bir isimdir. Bu isim başkala­rına verilemez. Dolayısıyla bu kelime ile ilah kelimesi arasında fark vardır. Çünkü ilah kavramı ibadete, tapılmaya layık görülen her varlık için söylenebilen genel bir kelimedir. Dolayısıyla istisna­sı yapılabilmiş ve bundan "la ilahe illallah" sözü oluşturulmuştur. Bu söz tavhidin simgesi olmuştur. Çünkü ibadete, ibadet edilmeye layık olan tek kişinin zat-ı Mukaddes olduğunu göstermektedir. Eğer bu sözcük başka herhangi bir varlık için de kullanılsaydi, böyle bir sözü oluşturması mümkün olmazdı.

"Diri olandır" O, öyle bir hayat sahibidir ki ne önünde, ne de sonunda yokluk bulunmamaktadır. Çünkü O, önce ve sonra ilke­sine, yani zamana boyun eğmemektedir. O, öncesi ve sonrası ol­mayan "Kadim" bir hayata sahiptir... İşte bu geniş kapsamlı hayat anlayışıyla insan, hayatı boyunca Allah ile sürekli bağlılığını sür­dürme bilinci içinde yaşayabilir. Çünkü O, insanın hayatından ön-Ce vardır. O'na hayatın anlamını kazandıran O'dur. Hayatı boyunca onunla birlikte olan, kendisi yok olup gittikten sonra da var ola­cak olan yine O'dur. İnsan bu beraberliği ve bu köklü ilişkiyi başka hiçbir varlıkla bulma imkanına sahip değildir. Dolayısıyla insan sürekli olarak Allah'la ilgisini, bağını kökleştirmek, sürekli o'nun yardımına muhtaç olduğunu hissetmek konumundadır.

"O, koruyan ve gözetendir." Yani onların üzerinde duran onları gözetleyen, gücü ve kuvvetiyle onları sevk ve idare eden ve onları koruyandır. Nitekim başka bir ayette buna şöyle değinilmiştir: "Herkesin kazandığını görüp gözetene ortak koşulur mu?" (Ra'd 33). Birşeyin başında durmak, onu gözetlemek anlamına gelir. Otur­manın ve uyumanın karşıtıdır. İki anlam arasında bir ilgi bulundu­ğundan burada gözetleme, otoriteyi elinde bulundurma anlamın­da kullanılmıştır, fîu sıfat, Allah'ın bütün eşyaya egemen olduğu­nu ve onlardan haberdar olduğunu gösterir, idare etme, koruma -kollama anlamlarına gelir. Bu nitelikte bir koruma- kollama ve ida­renin başka hiçbir varlık için mümkün olmadığını ortaya koymak­tadır. Bu sıfattan anlaşılıyor ki, herşeyden Allah'a dönüş yapmak, Allah'a yönelmek zorunludur. Çünkü bütün varlıklar O'na muh­taçtır.

"Kendisini hiç bir uyuklama ve uyku tutmaz..." Ayet-i Kerime'de geçen "sinetun" kavramı uykudan Önceki uyuklamayı ifade eder. Uyku ise gözlerin ve kulakların fonksiyonlarını yitirmeye başladı­ğı andan itibaren devreye girer... Böylece önündeki "Kayyum" kavramının anlamına daha derin boyutlar kazandırmaktadır. Bu Öyle bir kollama ve gözetlemedir ki, uyku veya uyuklamayla bir an dahi ihmal edilmez, duygulan ve organları hareketsiz hale getiren ve eşyayı bilinçli bir şekilde algılamaya aykırı düşen uyku ve uyuklamayla asla engellenemez... Hiç şüphesiz bu tür sıfatlar Al­lah'ın zatı için imkansızdır. Çünkü böyle şeyler sadece beden sahi­bi varlıklar için söz konusudur. Kutsal zatında cisim olmayan ve cisim olmaktan çok yüce olan Allah için bu tür şeylerin varlığı söz-konusu edilemez.

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O 'nundur." bütün eşyanın sa­hibi O'dur. O'nun mülkünün yanında başkasının hiç bir mülkü yoktur. Gerçek malik, gerçek sahip O'dur. Diğerlerine gelince on­ların sahip ve malik olmaları görecelidir. Allah'ın onlara sahip kıl­masına bağlıdır. Allah onların ve sahip olduklarının sahibidir... Dolayısıyla Allah'ın onlar üzerindeki hakimiyeti ve koruyuculu­ğu eksiksizdir, sınırsızdır. Çünkü sahip ve malik olduğu bir şeyin başında olmakla mülk ve otoritenin altmda bulunmayan bir şeyin başında bulunmak arasında fark vardır, işte ayet-i kerimenin üze­rinde durmak istediği de budur. Böylece insanın ve eşyanın Allah /  tarafından idare edildiğine ve O'nun kontrolünde bulunduklarına dikkat çekilmiş, insanın duygulan bu noktada odaklanmaya çalı­şılmıştır... Böylece insan anlayacaktır ki, bütün varlıklann Allah ile ilişkisi mülkün sahibi ile ilişkisi gibidir. Bu mallar ve mülk insanın bilincinde değerini ve büyüklüğünü yitirirler. Çünkü onların da kendisi gibi Allah'ın kulu ve hakimiyeti altında olduğunun bilinci­ne varmıştır. Bu anlayışla beraber insan herhangi bir varlığı Al­lah'a nasıl ortak koşabilir? Nitekim bir ayet-i kerimede deniyor ki, "Allah'ın dışında kendisini çağırdığınız varlıklar sizin gibi kullardır." (A'raf 194) "İzni olmadıkça O'nun katında kim şefaatçi olabilir." An­cak O'nun sözü ve iradesi geçerlidir. Hiç kimseyi zorunlu olan bir sonuçtan kurtaramaz. Kendi kişisel gücüne veya kendi özel konu­muna dayanarak kimse kimseyi üstün, yüksek bir dereceye çıkara­maz.. Ancak O'nun izniyle bazı yakınlaşhrılmış kullan, Allah'ın dilemesi ile bir fonksiyona sahip olabilirler. İşte bu çerçevede biz şefaat ilkesini de kabullenebiliriz. Allah'ın dilemesi ile bu şefaatçi­ler bazı günahların bağışlanmasında veya bazı itaatkar insanların derecelerinin yükselmesinde Allah'ın izniyle bir yardımda bulu­nabilirler. İnsanların birbirlerine şefaat etmeleri ilkesi bu çerçeve­de tevhid ilkesi ile çelişmez.

Bu anlayışla şefaatçilerin sahip olduğu şefaat etme özellikleri ile nasıl bir konuma sahip olduklarını anlayabiliriz. Bunlann hepsi Allah'ın iradesi ve iznine bağlıdır. Günahlara ulaşan mağfiret ve bağışlanma Allah'tandır. Felaketzedelerin başından kaldınlan-musibet Allah'tandır. İtaatkar insanlara ulaşan sevap ve ödüllen­dirme yine Allah'tandır. Bunların hepsini şuna veya buna veren O'dur. Burada peygamber veya herhangi bir velinin fonksiyonu Allah'ın onlar vasıtasıyla diğer kullarını ödüllendirme isteğine bağlıdır... Bu nedenle onları vasıta olarak kabul etme açısından bi­le kulların bizzat peygambere veya veliye yönelmelerinin bir anla­mı yoktur. Yöneliş sadece Allah'a olmalıdır. Ve onların şefaatlerin­den yararlananlardan olmak için Allah'a yal varmalıdır. Çünkü onlar kendi başına şefaat etme yetkisine sahip değildirler. Ancak Allah'ın bildirmesi, izni ve öğretmesi ile böyle bir işe girişebilirler. Böylece insana Rabbini unutturacak derecede peygamberlerden ve velilerden bir takım taleplerde bulunmaktan, peygamberin ve­ya velinin kendisine derin biçimde dalıp gitmekten, onlara takıl­maktan kurtulmuş oluyoruz. Zira böyle yanlış bir anlayışla sağlık­lı bir inanca ve sağlıklı bir şeriate bağlı olarak herşeyi yerli yerince koymak mümkün değildir.

"Onların önlerinde ve arkalarında bulunan ve olup biten her şeyi bilir." Her şey O'nun yanında hazırdır. Hiçbir şey O'nun bilgisi dı­şında değildir. Çünkü bütün varlıklar O'nun önünde meydanda­dır. Dolayısıyla insanın, gizli bir işini, saklı bir sırrını, örtbas ettiği bir yanlışını Allah'tan saklaması sözkonusu değildir. Çünkü gizle­mek, saklamak ve örtbas etmek maddi engellerdir. Bunları eşyayı, eşyanın görülmesini ortaya çıkmasını engellemek içindir. Halbu­ki, göz kaymasını ve kalblerde gizli olana varıncaya kadar, her şeyi bilen Allah için bu tür şeyleri düşünmek mümkün değildir. Her­halde imanının hareketi ile insanın bilincinde derinleşen bu duyar­lılık, insanı gizli suçlardan, kafalı günahlardan, harekete geçmek ve ortaya çıkmak eğiliminde bulunan kötü niyetlerden alıkoymak­tadır...

"Onlar O'nun bilgisinin sadece dilediği kadarını kavrayabilirler."

îşte Allah'ın sınırsız olan ilmi budur. O'nun bilgisi sınırlı olan yara­tıkların sınırlı olan ilmi ile kıyaslanamaz. Çünkü yaratıkların var­lıkları sınırlıdır, ve onlar bu varlıklarını Allah'ın varlığından al­maktadırlar. Onlann bilgileri de sınırlıdır. Bilgileri de Allah'ın bil­gisine dayanmaktadır. Allah'ın kendisine açmış olduğu sahalar­da, sebeblerini hazırladığı alanlarda onlar bu bilgiye açılır ve onu elde etmeye çalışırlar... Yaratıkların ve insanların gözle görülen ve görülmeyen dünyalarla ilgili Allah'ın ilminden ancak dilediği ka­darını öğrenebilirler... Bu bilinçle, insan bilmediği, öğrenme imka­nı bulmadığı binlerce, milyonlarca mesele karşısında küçülmekte, eriyip gitmektedir. Kendisini yaratan Allah'a karşı alçak gönüllü olmakta, Allah'ın kendisine öğrettiği niyazlarla O'na dönüş yap­makta ve yalvarmaktadır. "De ki; Allah'ım benim bilgimi artır..." (Taha 114)

"O'nun Kürsi'si (egemenliği) gökleri ve yeryüzünü kaplamıştır". Keşşafta şöyle deniyor:

Kürsi, üzerinde oturulan ve oturanın oturağından ve oturanın otu­racağı yerden fazla bir tarafı bulunmayan nesnedir. "O'nun Kürsi'si... kaplamıştır" ayeti ile ilgili dört yaklaşım vardır: Birincisi; O'nun Kür­si'si genişliğinden ve büyüklüğünden dolayı göklerden ve yerden dar değildir. Bu, Allah'ın ululuğunu tasvir eden ve zihinde canlandıran bir ifadedir. Yoksa ortalıkta ne bir kürsi, ne oturuş, ne de oturan sözkonu-sudur. Nitekim başka bir ayette Yüce Allah buyuruyor ki: "Allah'ı ge­reği gibi bİlmediler, halbuki kıyamet günü yer tamamen O'nun ovucu içindedir. Göklerde sağ elinde durulmuştur..." (Zümer 67) Bu demek değildir ki Allah'ın avucu ve sağ elini kapatması vardır. Bunlar sadece Allah'ın, yüceliğini, büyüklüğünü ortaya koyan, insanın zihninde can­landıran, gözleri Önüne getiren ifadelerdir. Nitekim aynı ayetin içinde "Allah'ı gereği gibi bilemediler" ifadesi de yer almaktadır, ikincisi ya­ni Allah'ın ilmi geniştir. Burada ilim Kürsi diye adlandırılmıştır. Çünkü bazen alimler kendi ilmi seviyelerine göre adlandırılırlar. Yani bulun­dukları seviyeye göre isim alırlar. Üçüncüsü, O'nun mülkü geniştir. Çünkü herşeyîn mülkü O'nun elindedir. Dördüncüsü, rivayete göre O, göklerin ve yerin dışında Arş'ın önünde bir Kürsi yaratmıştır. Bu Kürsi Arş'a aranla çok küçüktür.[127]

Herhalde burada Allah'ın sınırsız otoritesi, idaresi ve herşeyi gözetlemesi gözler önüne serilmektedir. Böylece "vesia" kavramı, "kuşatma" ve "koruma" anlamında kullanılmış ve ayetin bir son­raki bölümü ile uyum sağlamış olmaktadır. "Bunları koruyup gö­zetmek o 'na ağır gelmez." Yani o ikisini korumak O'nu yormaz. Bu­na göre özetle şöyle bir anlam ortaya çıkmaktadır: "Allah'ın mülki ve otoritesi, gökleri ve yeri kaplamıştır. Onlan idare eden, düzen­leyen ve muhafaza eden O'dur. O, bunları yapmakla zorlanmaz ve yorulmaz. Çünkü Q, sınırsız güce sahiptir. O sınırsız güç ile her­hangi bir durumda veya herhangi bir konumda yorulmanın ve zorlanmanın sözkbnusu edilmesi mümkün değildir.

"O yüce ve büyüktür" Öyle ki O'nun yaratıklarından hiçbiri O'na yaklaşamaz. Zira onların hiçbiri bu sınırsız yüceliğe ulaşma imkanına sahip değildir. Ne.kadar büyük ve görkemli olursa olsun her şey O'nun karşısında küçülür. Zira bütün varlıkların büyüklü­ğü Allah'ın yaratmasındaki büyüklüğün sırrından kaynaklan­maktadır. Ne kadar büyük olursa olsun her şey kesin olarak O'na muhtaçtır. Hz. Hüseyin'in oğlu İmam Ali Zeynel Abidin'in cuma ve bayram duasında dile getirdiği de budur, "her yücelik sahibi Se­nin huzurunda küçüktür. Her şeref sahibi de senin şerefinin yanında ba­sit kalır, alçalır." [128]

 

Dinde Zorlama Yoktur Anlamı Ve Yorumu

 

"Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile sapıklık kesinlike- biribirinden ayrılmıştır. Kim tağutu (gayri meşru güç veiktidar sahiplerini redderek Allah 'a inanırsa, kopmaz, sarsılmaz sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi işiten, herşeyi bilendir."

(Bakara: 256)

"Dinde zorlama yoktur" Bu sözün anlamı nedir? Zorlamanın olmayacağını mı dile getirmektedir? Yani bu, iman edip etmemek­te insana tam bir özgürlük verildiği anlamına mı gelmektedir? Ya­ni şu anlamda mıdır: İman edip etmemek insanın kişisel bir prob­lemidir. Bu konuda hiç bir sorumluluğu yoktur. Nasıl ki yiyip ye­memek insana helal kılmmışsa onu yapmakta veya yapmamakta herhangi bir zorunluluk ve sorumluluk sözkonusu değilse din de öyledir... Yoksa bu, insana bir seçim ve tercih imkanı mı vermekte­dir? Dindeki gerçekliği, küfürdeki sahtekarlığı, tutarsızlığı kesin deliller göstererek insana sunmak, yanlış bir tercih yaptığında bu­nun ahirette sorumluluk ve cezayı gerektireceğini vurgulamak, di­nin sembolize ettiği gerçeği apaçık olarak görmesini, küfrün temsil ettiği bâtılı bütün çelişkileri ve tutarsızlığı ile ortaya koymak, kuş­kuya ve tereddüde kapı bırakmamak mıdır? Çünkü düşünce ve vicdanın ölçüsünde kuşku ve tereddüt unsurlarının büyük bir de­ğeri yoktur... Zira bu konuda karşıt olan olumsuz deliller bayağı zayıftır. Onaylayan deliller ise çok güçlüdür... Herhalde ayetin son kısmından anlaşılan da budur.

İkinci bir soru daha var... Burada anlatılan, ifade edilen mesele sırf bir haber verme midir? Yoksa bir hükmün, bir yasanın ifade edilişi midir?

Bir takım insanlar birinci olasılığı tercih edebilirler. Din mese­lesinin insanın kendi kişisel, öz düşüncesi ve kanaatiyle ilgili oldu­ğunu, dolayısı ile zorlamanın kapsamına giremeyeceğini düşüne­bilirler. Yine bazı insanlar "Doğruluk ile sapıklık birbirinden kesinlik­le ayrılmıştır" ifadesini bu görüşe dayanarak yorumlayabilirler. Zira bu anlayışın yaklaşımı şudur: Dinin delili küfre karşı zaten açık ve kesindir. Dolayısı ile hiç bir şekilde zorlamanın anlamı yok­tur. Çünkü ona çağrıda bulunmanın, düşüncenin dini kanaatle il­gisi ve kişisel yapısı ile uyum sağladığı ortadadır.

Bazı insanlar ayetin bu bölümüne ilişkin olarak diyorlar ki, bu şer'i bir hükümdür, peygamberi, başkalarını dine sokmak noktasında zorlamamaya çağırmaktadır. Yapması gereken tek şeyin apaçık ve kesin delillerle hikmet ve güzel öğütle dine çağirmasıdır. Apaçık doğruluk ile apaçık sapıklığı onların gözleri önüne getir­mesidir. Kendi iradeleri ile olumlu veya olumsuz tavır koymaları­nın dünya ve ahirette doğuracağı sorumluluğa ve sonuca katlan­maları için onları kendi hallerine bırakmasıdır... Bu görüşün taraf­tarları diyorlar ki: Hukuki açıdan bir zorunluluk ifade eden pek-çok hüküm bu ayetin ifadesi ve anlatım üslubu ile dile getirilmiş­tir. Nitekim Allah Teala buyuruyor ki, "hacda kadına yaklaşmak, küfürleşmek, kavga etmek ve her türlü günah işlemek yoktur." (Bakara 197)... Hadis-i şerifte de, "zarar vermek ve zarara uğramak da yoktur." buyrulmaktadır. Bu şekilde ifade edilen başla hükümler de var­dır! Dolayısı ile buradaki olumsuzluklar hukukî ve yasal olumsuz­luklardır. Bu görüş sahipleri, "doğruluk ve sapıklık kesinlikle birbi­rinden ayrılmıştır" cümlesini de düşüncelerine bir dayanak yap­maktadırlar. Bunlar diyorlar ki, dine hizmet edecek olan en güzel yol, apaçık ve net olarak dinin mesajını ulaştırmak ve ona çağrıda bulunmaktır. İnsanları Ö'nu kabul etmeye zorlamak değildir. Çünkü yüce Allah insanı yaratılışı olarak serbest yaratmıştır, iste­diğini yapabilecek bir kapasite ile yaratmıştır. Onun sorumluluk esasına göre tercihini yapmasını ve hayatını bu şekilde düzenle­mesini istemiştir. Peygamberleri aracılığı ile göndermiş olduğu mesajlar ve dini ile de insanlar üzerinde hukuld açıdan bir baskı ve zorunluluk olunmasını engellemiştir... Böylece ayet-i kerimenin bir açıdan davet şekliyle ilgili, bir açıdan da peygamberin davet görevi ile ilgili olduğu ortaya çıkmaktadır. Birinci çizgide gerçek dinin asıl çehresini apaçık bir şekilde ortaya koymak ve burada kullanılması gereken üslup dile getirilirken, ikinci çizgide davetçi olan peygamber, mesajı ulaştırma, insanları ikna etme ve onlan düşünce özgürlüğü hareketine katmak için harekete geçmektedir. Bu ayet-i kerime bu çizgisiyle şu ayete paralel düşmektedir. "De ki, 'Bu Rabbinizin katından gönderilen gerçektir. Artık dileyen inansın, dileyen inkar etsin.' (Kehf29)... "Onlara hatırlat. Çünkü sen ancak bir hatırlatıcıstn. Onların başında zorba değilsin." (Gaşiye 21-22)... "Sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?" (Yunus 99). Herhalde bu yöneliş ayetin yorumu ile ilgili Kur'an'm bu atmosferi içinde birin­ci yönelişten daha doğrudur. Hatta bu yaklaşımı desteklemek bile mümkündür. Düşünce açısından din de zorlamanın olmayacağını haber vermek için bir ayet göndermek anlamsızdır. Zira bu tür ko­nular apaçık konulardır. Özen göstermeye ve onlan açıklamaya bile gerek yoktur. [129]

 

Dinde Zorlama Meselesi Île İslam'daki Savaşın Konumu Nedir?

 

Şöyle bir soru yöneltilebilir:

İslam'da savaşı nasıl anlamalıyız? Bu, dava için savaşmak de­ğil midir? Müşrikleri İslam ile kılıç arasında tercihte serbest bırak­mayı nasıl anlamalıyız? Bu, dinde bir zorlama değil midir? Eğer bu bir zorlama değilse o zaman zorlama ne demektir? Bu soruya şöyle cevap verilebilir. İslam'da savaş daha öncede belirttiğimiz gibi in­sanları dine girmeleri için zorlamayı amaçlamaz. Bu hareket, reali­teye dayalı sebeplere ve gerekçelere bağlıdır. Toplumda pratik bir hayatı gerçekleştirmek için savunmaya veya korunmaya ilişkin bir takım amaçlar vardır. Dava için savaşmaya gelince, burada hedef, ülkeleri İslam'a girmeye zorlamak değildir. "Din Allah'ındır" ilke­sine bağlı olarak tek tek her insana çağrıyı, mesajı ve davayı ulaştır­maktır. Bu dinin bütün insanlara ulaştırılması gerekir. Ta ki insan­lar O'nun dilediği şekilde kendisine ibadet edebilsinler. Yine Yüce Allah kendi elçisini peygamberlik misyonu ile bütün insanlara göndermiştir. Dolayısıyla bütün insanların O'nu tanıması gere­kir... Eğer İslam ile bu özgürlüğün arasına giren, engel olan birta­kım güçler varsa peygamber bu engelleri barışçı veya barışçı olma­yan değişik yollarla ortadan kaldırmak hakkına sahiptir... Bütün insanlara davetçiler aracılığı ile dava ulaştıktan ve yine ortaya koyduğu bütün deliller ve burhanlarla insanlara sunulduktan sonra îslam'a girmeyen insanlar iki kısma ayrılırlar. Birinci grup Ehl-i ki­tap olan gruptur. İslam bunlar için zimmetin şartlan çerçevesinde beraber yaşamayı teklif eder. Zimmet şartlan onların inançlarım, ibadetlerini kendi toplumlan çerçevesinde onlann bireysel işlerini özgür bir şekilde kullanmalarına müsaade eder, böylece onlar müslümanlarla birlikte onların himayesi altında yaşarlar. Onlan harbe ve savaşa götürmeden, bu konularda onlara sorumluluk yüklemeden müslüman onlann canlannı, mallarını ve namusları­nı korurlar. Eğer onlar müslüman olmayı da, zimmetin şartlanni da kabul etmezlerse bu, İslam'a saya? açma ve ona karşı direnme anlamına gelir. İslam'da kendisine karşı savaş halinde bulunan ve otoritesine karşı gelen her güce karşı kendisini savunmak zorunda kalır... İkinci grup ise,müşrikler ve ateistlerdir. Müslümanlar bun­larla İslamî büyük bir maslahat çerçevesi içinde sözleşme yapabi­lirler. Fıkhı açıdan bu konuda onlann özel görüşlerine itibar edilir. Eğer bu konuda müslümanların bir maslahatı söz konusu değilse o zaman onlann müslüman olmaktan başka çaresi yoktur. Çünkü onlara bütün deliller sunulmuş bulunmaktadır. Ve İslam, şirki ve ateizmi saygı değer bir din kabul etmez. O, insanın ve hayatın mas­lahatına aykindır. Çünkü İslam tevhide dayalı çağnsı ile şirkin ve ateizmin bütün etkenlerini ortadan kaldırmak için gelmiştir. Dola-yısı ile karşılıklı saygı ilkesine bağlı olarak onlarla beraber yaşama­ya izin vermenin bir anlamı yoktur. Zira onlarla beraber yaşamak kendi karşıtına hürriyet vermek demektir...[130]Bazı düşünürlere göre böyle bir uygulama İslam'ın onlar üzerindeki otoritesini pe­kiştirmek içindir. Onlan dine girmeye zorlamak için değil. Zira bu otoritenin onlarla diyalogu ve karşılıklı ilişkileri ancak bu şekilde gerçekleşebilmektedir. Çünkü müslüman olmak onların pratik olarak küfrü yaşamasına engel olmaktadır. İşte bunun içindir ki

Kur'an-ı Kerim bir inanç sistemi olarak içten teslim olmadan uygu­lama olarak Islamî otoriteye boyun eğme şeklindeki "İslam" ile, uygulama alanındaki İslam'ın yanında, kalp, yöneliş ve dil ile de îslafn olmayı ifade eden "iman" kavramlarını birbirinden ayır­mıştır... İşte bu ilkeye bağlı olarak tslam, münafıkları müslüman olarak saymıştır. Halbuki Kur'an'm apaçık bildirdiğine göre Yüce Allah onlann yalan söylediğine tanıklık etmektedir. [131]

 

Bu Ayetin Işığı Altında İyiliği Yapma, Kötülüğü Engellemeyi Nasıl Yorumlarız?

 

Bazılan diyebilirler ki, kuvvet ile değiştirmeyi zorunlu kılan İyiliği yaygınlaştırma ve kötülüğü engellemeyi ne ile açıklanz? Zi­ra burada kalp ve dil ile değiştirme konumunda olmayanlar bizzat elleriyle müdahale ederek kötülüğü engelleyeceklerdir... Bu, biz­zat zorlamanın kendisi değil midir?

Yine birtakım insanlar İslam'ın topluma uygulanması alanın­da izlenen bu yönteme saldmda bulunmakta ve insanın bütün işle­rinde ve sözlerinde zorlama ve baskının her çeşidini yürürlükten kaldıran "dinde zorlama yoktur" düşüncesini ileri sürmektedir. Bu soruya cevap olarak deriz ki: İyiliği yaygınlaştırma ve kötülüğü engelleme, düzenin ferde ve topluma uygulanması kapsamına gi­rer. Buna kanunun uygulanması da diyebiliriz. Kanunun insanla­ra, kendisine karşı gelmeye veya onu yürürlükten kaldırmaya izin vermesinin bir anlamı yoktur.., Bu tür itirazlan ileri süren insanla­rın temelde şöyle bir inanca sahip olduklarını sanıyoruz. Bireyin kendisine özgü bir hürriyeti, özgürlüğü vardır. Onlar insanı; ye­mesinde, içmesinde, oynamasında ve başkalarına kötülüğü do­kunmayan şehvetlerinde özgür irade sahibi olarak kabul ediyor­lar. Yine insanm Allah'a ibadet edip etmemekte de özgür olduğu görüşündeler. Fakat İslam, birey için bu tür bir özgürlüğe inan­maz. İslam, ferdin özel hayatına hükmettiği gibi, onun genel haya­tına da hükmeder. Bireyin işlerine müdahale eder. En özel konulara varıncaya kadar geniş bir sahaya yayılır. Buna bağlı olarak ka­nunun uygulanması da geniş bir sahaya yayılır. Onun bütün hare­ketlerini kontrol altına alır. İşte bu yaklaşımın ışığında diyebiliriz ki: İnsana tanınan özgürlük ve tercih hakkı bu alanda geçerli değil­dir. Az önce belirttiğimiz gibi, bu, yolların seçiminde kullanılması gereken bir tercihtir. İnsan neye inanıp neye inanmadığını bu ter­cih sayesinde belirler.

"Doğruluk ile sapıklık birbirinden kesinlikle ayrılmıştır." İslam, Allah'a imanı öngörmesi, emirleri ve yasaklan ile fıtrat dinidir. Yani insan, Allah'a iman ve İslam'a iman noktasında delile muhtaç değildir. Yeter ki düşünebilsin ve bu düşüncesinin netice­sine dönebilsin Nitekim Kur'an-i Kerim1 de bir takım ayetler bu gerçeğe parmak basmaktadır: "Göklerin ve yerin yaratıcısı Allah 'in hakkında mı şüphe diyorsunuz." (İbrahim 10) Burada kullanılan ifa­de olumsuz bir sorudur. Yani burada dikkat çekilen konunun ne öz olarak, ne de detaylarında herhangi bir kuşku aramaya gerek yoktur... İnkar edenler veya kuşkulu bir atmosferde yaşayanlar ise gözlerini kapatmış bakmıyorlar, kulaklarını tıkamış dinlemiyor­lar ve akıllarım dondurmuş düşünmüyorlar: "Onların kalpleri var-dır, fakat onlarla anlamazlar, gözleri vardır fakat onlarla görmezler, ku­lakları vardır fakat onlarla işitmezler. îşte onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha da sapık..." (A'raf 179) İslam'a göre iman ve küfür meselesi, in­sanın kalbini gerçeğe ve gözlerini hayata çevirmesi için gerekli olan bilgi, araç ve gereçleri kullanıp kullanmama meselesidir. Yok­sa tahlile ve yorumlamaya ihtiyaç duyan karmaşık bir düşünce meselesi değildir. Bu durum, gözlerini kapatıp güneşi inkar etme­ye benzer. Böyle bir hareket güneşin varlığında bir probleme ne­den olmaz. Bütün problem gerçeği görmeye yarayan yolun kulla­nılmaması ve insanın bünyesinde taşımış olduğu bu konudaki bil­gi araç ve gereçlerini kullanmamasıdır. [132]

 

Tağutu İnkar Etmenin Îmanla İlgisi

 

"Kim iağutu (gayri meşru güç ve otorite sahiplerini) reddederek Al­lah 'a inanırsa kopmaz sarsılmaz, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Hiç kuşkusuz Allah işitir, herşeyi bilir."

Allah'a iman ipi kuvvetlidir, sağlamdır, sağlam biçimde örül­müştür. İmanın kökleri de evrenin her tarafına dağılıp giden, her köşesine uzanan, hayatın derinliklerine kadar inen sağlam kökler­dir. Allah'a iman eden kimse gerçekten kopmaz, sarsılmaz, çözül­mez bir kulpa sarılmıştır. Çünkü o, bu durumda hiç bir zaaf veya çözülme yönü bulunmayan kuvvete yapışmış olur. Tağutu red ve inkar eden ise zaafın, bozgunculuğun ve yalnız kalışın bütün se­beplerini ortadan kaldırmış ve onlardan uzaklaşmış olur. Çünkü tağut, insani nitelikleri taşıyan güçten, enginlikten ve çok boyutlu oluştan ayrılmak, sapıklığa ve taşkınlığa yönelerek isyan etmeyi, azgınlaşmayı sembolize etmek demektir.

Bu, tağutu bütün boyutları ve bütün alanlarıyla reddetmeyi aşılayan bir çağrıdır, insanın hayatına etki eden, düşüncesine ve inanç sistemine, hakimiyetine, siyasetine ve toplumsal yapılan­malarına hükmeden, bütün boyutlarıyla onu hayatın dışına itmeyi ifade etmektedir. Tutarsız bir düşünceyi, sağlıklı bir temele otur­mayan hüküm, otorite ve idareyi, boş temeller üzerine dayandırı­lan siyaseti, cehalete ve taşkınlığa dayalı güçleri kapsayacak geniş­liktedir. İslam'ın düşüncesinde bütün bunlar tağuti güçlerdir. Çünkü bu, gerçek düşünceye, gerçek hüküm, idare ve yönetime, gerçek siyasete, insanlığın hayattaki hareketlerine açık bulunan adalet destekli güce aykın düşmektedir. İşte O, bütün bu özellikle­ri ile Allah'a imana aykırıdır... Dolayısıyla her insan hayatta bir üçüncüsü bulunmayan iki tercih ile karşı karşıyadır. Tağuta iman: Bu, insanın küfür ve batıl çizgisine bağlı bulunduğunu ve neticede Allah'ı inkar edeceğini ifade eder. Allah'a iman: İnsanın bütün so­rumluluklarıyla, bütün boyutları ve kapsamıyla hayattaki uygula­masında hak noktasından hareket etmesi anlamına gelir. Bu iman, derin anlamı ile Allah'ın dışındaki herşeyi reddetmeyi, Allah'ın belirlediğinin dışında bütün planlamaları, programlan ve güçleri ezip geçmeyi ifade eder. îman eden bir insanın kalbinde Allah sev­gisi ile tağut sevgisi asla bir arada bulunamaz. İman eden bir insa­nın düşüncesinde Allah'ın direktifleri ile tağutun direktifleri kay-naşamaz. Yine mü'min bir insanın pratik hayatında ve uygulama­sında hakkın çizgileri, adımlarıyla, batılın çizgileri ve adımlan bir­biriyle banşmaz. Çünkü eğer insan, ciddiyetini ve sorumluluğunu takmmışsa ve gerçekten sorumluluğunu bilincinde bir insansa ha­yatında bu iki boyutu, iki ayn realiteyi bir arada banndıramaz ve her ikisinin de kendisine yüklediği görevleri yerine getiremez. [133]

 

Allah İman Edenlerin Dostudur

 

"Allah mû'minlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çı­karır. Kafirlerin doqîu ise tağuttur. Onları aydınlıktan çıkararak karan­lığa sokar. Onlar, orada ebedi kalmak üzere cehennemliktirler."

Mü'min insanın hayatında iman neyi ifade eder? Onun haya­tında Allah neyi temsil eder? Allah'a iman sırf insanı soyut düşün­celere bağlayan, soyut bir düşünce midir? Soyut düşüncelerle uğ­raşan ve realiteyi yorumlamaya çalışan felsefî düşünce türünden bir anlayış mıdır?... Biliyorum ki, felsefelerin bütün yorumların­dan uzak bir şekilde hareketini sürdürür... Realite ileriye doğru hareket eder, felsefi anlayışlar ise onu anlamak için izinde dolaşır­lar. Ona bir düşünce ve hayal şekli vermeye çalışırlar... Yoksa iman insan vicdanının derinliklerine kadar inen ve onun bütün bünyesi­ni harekete geçiren bir düşünce midir? insanı baştan sona kadar egemenliği altında bulunduran, onun hayattaki seyir çizgisini, de­ğiştiren dolayısıyla hayatını da değiştiren, onu kendi kalıbına so­kan, kalıbı değiştirdiği için varacağı sonucu da değiştiren, insanın hayatında köklü bir değişiklik yapan bir düşünce midir?

Bu sorunun cevabı ikinci şlkta ortaya çıkmaktadır. Yani iman, felsefî bir düşünce değildir. Pratiğe yönelik bir düşüncedir. Artık bundan sonra insan, ölçülü olarak hareket eder. Dururken bir öl­çüye göre durur. Artık o planlarım ve programlarım, Allah'ın bir yaratıcı, bir nzik verici olduğu ilkesine bağlı olarak düzenler; ha­yatının tüm uygulamalannda varlığın Rabbi, sahibi olarak Allah'ı kabul eder; Her şey O'ndandır. Ve yine herşey O'na dönecektir. İn­sanın varlığı O'nun varlığının gölgesidir. İnsan her şeyinde O'ha muhtaçtır. Nasıl ki, Allah herşeyde insandan müstağni ise... Al­lah'a iman meselesi insanın varlığına bağlıdır. İki şey arasındaki organik bağ ne kadar köklü ve önemliyse insanın varlığı ile Allah'a imanın varlığı da o derece birbirine bağlıdır.

İşte insanın hayatında Allah'ın ifade ettiği anlam budur. Gön­derdiği ayetlerle, belirlemiş olduğu yasalarla, götürmek istediği hedefler, onlann düşüncelerini de harekete geçirdiği aydınlatıcı kavramlarla... Kısaca, gösterdiği doğru yol ile aydınlığın ufkunu açan O'dur. Buna göre mü'min olan insan ürperti, hayret ve yokluk anlamlanın ciddi bir şekilde yaşamaz. Eşyayı, etrafım kuşatan var­lıkları görmesine engel olan korku atmosferini hissetmez ve yaşa­maz. Şüphe, kuşku ve tereddüt karanlıklannda debelenip dur­maz. Sonuçta kendi hayatını da yaşanmaz hale sokacak psikolojik iç sıkıntılara, krizlere karşı komplekslere kapılmaz. Çünkü o imanı vasıtası ile eğriliği ve sapıklığı bulunmayan yolunu nasıl planlaya­cağını bilir. Etrafındaki eşyayı görüp anlaması için kendisini kuşa­tan aydınlığın bilincindedir. Aynı zamanda mahirane bir hikmete, üstün bir şefkate ve her şeye egemen olan bir kuvvete bağlı olarak bu evrenin hareket ettiğini hisseder. Her şeyin dizgininin bu kuv­vetin elinde olduğunu, herşeyi bir hesaba göre düzenlediğini, ya­rattığını ve yine bir hesaba göre onlann yokedildiğini bilir. İşte bu anlayışla mü'min ve yaşadığı hayat, çeşitli akıntıların önüne bıra­kılmış bir odun parçası değildir. Mü'mine göre hayat, en güzel şe­kilde idare edilen, en güzel şekilde düzenlenen, binbir önderliğe bağlı olarak hareket eden bir gemi gibidir... Mü'minin bilincinde ölüm dahi bir karanlık ve bütün anlamlarıyla hayatın sonu demek değildir. Aksine o bir açılıştır. Yeni bir hayata kavuşmaktır. İnsan orada sorumluluklarının sonuçlan ile karşı karşıya gelecektir. Ay­nen dünyada sorumluluklarının sonuçlarına katlandığı gibi... Bu­na göre mü'min, dünyada apaydınlık bir görüş içinde yaşar. Yine apaçık görüş ile beraber ahirete göçer... îşte bu yaklaşımın ışığında Allah'ın, iman edeneri nasıl karanlıklardan aydınlığa çıkardığını anlıyoruz.

Allah'a inanmayanlara gelince hayatın her tarafından süzü­lüp gelen aydınlığa karşı gözlerini kapatan, bütün enerjileri ile dünyaya yönelen, gününü gün etmeye çalışan, şüphe ve tereddüt­lerin karanlığında boğulan kafirlere gelince. Onlar karanlıktan ka: ranlığa, problemden probleme sürüklenip duracaklardır. Kapalı olan yolda yolun problemlerine karşı duran, yollarını aydınlata­cak bir düşünceleri bulunmayan... Ve bu nedenle korku ve.yoko-luş endişesi ile hayatın basitliği ve çelişkilerini gözleri ile göre göre yaşayan... Kendi arzularına, şehevi duygularına ve sarhoşlukları­na uygun düşecek bir tercih ve eylemde bulunan... Böylece kendi acılarını orada boğmaya, unutmaya çalışan, kendi kuruntuları ile başbaşa kalarak gömülüp giden... Bütün arzular, istekler ve bunla­rın tatmin edilmesi insan hayatının yegane sebebi ve hikmeti ola­rak kabul edilince makam ve mevki peşinde koşmak, en iyi konu­mu kendisi kapmak mücadelesi burada son safhaya ulaşmakta hiçbir kurala ve hiç bir ilkeye dayanmayan, bir yoldan başka bir yo­la geçmekte ve sürüp gitmektedir. Onlar, aydınlığa çıkaracak ve çevrelerini aydınlatacak ilkeye sahip olamamışlardır. Bu temel il­ke Allah'a imandır... Onlar tağutla beraber yürümüşler, tağut ise zulmü, karanlığı, inkarı ve reddetmeyi temsil ettiğinden karanlık­ların içine düşmüşlerdir. Küfrün, şirkin ve isyanın karanlığına... Sonuçta cezaları da cehennemdir. Orada ebedî olarak kalacaklar­dır. Çünkü onlar önlerine açılan apaçık yolu bırakmış ve ondan sapmışlardır. Bu eylemlerin karşılığı olarak kafirerin ve inkarcıla­rın cezasına çarptırılmışlardır... [134]

 

42) ALLAH DÎRÎLTEN VE ÖLDÜRENDİR

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

 

Düşünce, Kıssanın Çizgisinde Canlandırılıyor

 

Bu derste Yüce Allah'ın, hayatın içine sirayet ettiği varlıkların Allah tarafından diriltilmesi düşüncesinden söz edilecektir. Fakat burada kullanılan yöntem akli delillerle olayı isbat ilkesine dayan­mıyor. Daha canlı, daha diriltici bir yöntem izleniyor. Kısaca can­landırılan bir olayla düşünce oluşturuluyor... Hz. İbrahim ile za­manın zalim hükümdarı arasında geçen bir konuşma ile mesele hallediliyor... Böylece düşünce hiçbir kuşku taşımayan bir realite olarak tasvir ediliyor. Tek Allah'a iman sistemi ile somutlaştınli-yor... Zalim hükümdar bu gerçeğin karşısında bir kaçış yolu bula­mıyor. Tek çare olarak kavramlarla oynamayı, basit insanların ha­rekete geçmeyen akıilarıyla dalga geçmeyi çıkar yol olarak görü­yor.

Biz bu gerçeği şöyle bir kıssada görüyoruz. Bir bütün olarak ölüme mahkum edilmiş bir kasaba halkının önünde dehşete kapıl­mış bir insanın bütün düşünceleri ile bir takım sorular soruyor... Sonra O da ölüyor... Tekrar diriltilip dünyaya geliyor... Düşünce, O'nun yemden hayata dönen bünyesinde ve O'nun gözleri önünde canlandırılıyor... Gözleri Önünde bir araya getirilen merkebinin azalan ile tekrar nasıl bir hayat oluştuğu dile getiriliyor.

Sonra Hz. İbrahim, Allah'a ölüleri nasıl dirilttiğini soruyor... Yüce Allah O'nun dilediğini kabul ediyor. Ve Hz. İbrahim pratik hayatında ve harikulade bir deneyimle bu diriliş olayına tanık olu­yor... Dinî düşüncenin gayb konulan ile ilgili olan bu üç kıssa, bu düşünceyi dikte edici bir üslupta ifade edilmiştir. Bu düşünce ve bilinç öyle bir dünüşce atmosferinde veriliyor ki, her yönüyle bir gariplik ifade etmektedir. Zaten böyle bir gariplik Allah'ın indirdi­ği Kur'an vahyinin gerçekliği önünde imanı daha da coşan bir in­san için bu tür olaylar yabancı değildir ve onun imanının bir yönü­nü oluşturmaktadır. Çünkü Allah'a iman, hiçbir şeyin karşısında acizliğe düşmeyen bir kudreti ifade eder. înanç sisteminin temelle-rindenbirini oluşturan gayba iman, inancın yanında basit bir olay­dır. Zira bu anlayış Allah'ın egemen olduğu ve aynı zamanda yara­tıcısı bulunduğu varlığın, evrenin gerçeklerine uygun düşmekte­dir. Bu gerçekler/görünen dünyada serpiş tirildikleri gibi gayb ale­mine de serpiştirilmişlerdir... Bu anlayış Kur'an'ın insanı düşünce ve maneviyat alanında eğitmek için gündeme getirdiği bir olay­dır. [135]

 

Hz. İbrahim Tağuta Meydan Okuyor

 

"Allah kendisine iktidar verdi diye ştmararak îbrahim ile Rabbi hak­kında tartışmaya girişen adamı görmedin mil îbrahim: 'Benim Rabbİn dirilten ve öldürendir'-deyince adam, 'ben de diriltebilir ve öldürebili­rim ' dedi. Bunun üzerine İbrahim 'Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de onu batıdan getir bakalım' deyince o kafir adam şaşırıp kaldı, söyleye­cek söz bulamadı. Allah zalimleri hidayete erdirmez."

(Bakara: 258)

Hz. İbrahim kendi hayatında zalim iktidar sahiplerinin en za­limlerinden ve en azgınlarından biri ile mücadele etmiştir. Bu öyle azgın ve taşkın bir zalimdir ki, kendisinin ilah olduğu düşüncesine kapılmıştır. İnsanların Allah'ın dışında kendisine tapmaları ge­rektiğine inanmıştır. Kur'ân-ı Kerim bu zalim diktatörün ismini vermez. Fakat peygamberlerin dini kıssalarını anlatan tarih ona Nemrut adını verir. Bu isim az veya çok bizi ilgilendirmemektedir. Zira bu canlı örneklerle asıl üzerinde durulan konu netlik kazanmakta, ciddi tavırlar ve yol gösterici deneyimlerle temsil edilen asıl, gerçek önemini ortaya koymaktadır.

İşte Hz. îbrahim böyle bir zorbaya karşı koymuş ve onunla vüz yüze konuşmuştur. Çok ciddi ve güçlü ayrıca kesin bir tavırla karşısına çıkmıştır. Bu karşılaşmada ilahlık meselesinden söz et­miş ve ilahhğm bu zalim idarecide bulunmayan sınırsız güç ve kudretle ilgisini irdelemeye çalışmıştır. İlkin hayat ve ölüm düşün­cesini ortaya atmış ve kendi Rabbi olan Allah'ın dirilten ve öldüren olduğunu söylemiştir. Bu diktatör ve zalim hükümdar kendi va­tandaşlarının ve taraftarlarının basit akıllarını sömürebilme fırsa­tını kullanarak demagoji ve kavramlarla oynamaya dayanan üs­tün çıkma metodunu kullanarak Hz. İbrahim'e kendisinin de öl­düren ve dirilten olduğunu söylemiştir. Zira ölüme mahkum edil­miş bir suçluyu serbest bırakabilir ve onun hayatını bağışlayabilir. Aynı şekilde onun ölümünü onaylar ve adam idam edilerek Öldü-rülebilir. İşte bu eylemi ile o, hayata ve ölüme sahip olduğunu id­dia etmiştir... Demek ki o da dirilten ve öldüren ilahın sıfatlarına sahiptir. Dolayısı ile O'nun da ilah olmaya hakkı vardır!

Hz. İbrahim O'nun kendi diktasının, azgınlığının ve isyankar­lığının büyüklüğünü ve apaçıklığını ortaya koymasına zemin ha­zırlayan bu altın fırsatı kullanmaya müsaade etmiyor. Allah'ın ev­rende yaratmış olduğu, evrenin değişmez olaylarından biri ile O'na meydan okumuş ve eğer gerçekten iktidar sahibi bir ilah ol­duğunu söylüyorsa bu olayı değiştirmesini istemiştir... Yüce Al­lah'ın, insanları doğu yönünden aydınlatsın diye yaratmış olduğu güneşle O'na meydan okumuş ve onun doğuş yönünü değiştirme­sini ve onu batıdan getirmesini istemiştir. İnkar eden kafir diktatör bu birden sarsıveren delil karşısında hiç bir cevap verememiştir. Allah zalim topluluğa doğru yolu göstermez. Adalet çizgisinin kendisi olan Allah'ın çizgisinden sapan ve küfür çizgisini oluştu­ran zulüm çizgisi üzerinde yürüyen bir insan doğaî olarak eşyayı açık ve net olarak görme yeteneğini yitirecektir. Doğru yola ulaşmadan sapıklık içinde debelenip duracaktır. Allah onu sapıklığı ile başbaşa bırakacaktır. Çünkü daha önce O'na apaçık delili göster­mesine, onun hidayetini istemesine ve boyun eğmesini dilemesine rağmen o bu belgelerle doğru yola gelmemiş ve bu delile boyun eğ-memiştir.

"Allah kendisine iktidar verdi diye" sözünden anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim'e bu şekilde konuşan diktatörün bu sözlerine ve söz konu­su tavrına neden olan, iktidardır. Bu iddiasının ve bu azgınlığının temel nedeni, kendisini sahip konumunda görmesidir. Halbuki bu mülkü Allah O'na vermiştir. Allah buna benzer nimetlerle dünya hayatında kullarını denemek, sınamak için onlara bu fırsatı verir. Yüce Allah deneme için kullarına bu evrende eşyanın varlığına ve yokluğuna neden olari temel yasaları, doğal nedenleri kontrol im­kanına kavuşturur..'. Allah'ın inşa ettiği, yarattığı ve geliştirdiği kuvvetin görüntülerine aldanarak kendisini bu güç ve kudrette görmüş ve hissetmiştir. Sanki böyle bir güce sahip olduğu zehabı­na kapılmıştır. Özellikle insan diğer insanların kendisine karşı eğildiklerini, küçüldüklerini gördüğünde O'nun karşısında zaaf­larını ve ezikliklerini hissettiklerinde insanların bu boyun eğişleri ona bir ibadete dönüşür. Kulların kendi ilahlarına ibadet ettikleri şekilde kendisine ibadet ettiklerini gördüğünde kendisinin bu se­viyede olduğu zehabına kapılır. Artık kişisel düşünceler onun bünyesinde toplanmaya başlar. Gözlerini kapatır, kalbine açılan bilincin pencerelerini örter... Bazen kendisini yan tanrı konumun­da görür. Kendi kendisini artık çoğu durumlarda, çoğu halleriyle ilaha benzetmeye çalışır. Sonra bu iş daha da gelişerek diğer insan­ların bu özellikleri kabul etmelerine çağrıda bulunur. Daha öncele­ri pratikte bir uygulaması yok iken ve kabul edilecek derecede yükseğe çıkmamışken şimdi açıkça onlan kabul etmeye ve onlara iman etmeye başlar.

Belki de burada insana bir takım direktifler verilmek isten­mektedir. Dünyada elde ettiği nimetlerle ne kadar tehlikeli boyutIara varan azgınlıklarda bulunduğuna işaret edilmiş olmaktadır. Mal, mülk ve makam insanın kendisine bakış açısını ve bu nimetle­re bakış açısını zamanla değiştirebilir. Bu bakış açısı bir süre sonra onu normal sınırların dışına çıkarır ve onu zorbalığın, isyankarlı­ğın içine sokar...

Doîayısı ile insanın sürekli olarak kendisini kontrol altına al­ması gerektiğini Allah'ın belirlediği sınırlar içinde durmasını, on­ları aşmaması için sürekli kendisini hesaba çekmesini aşılamakta­dır. [136]

 

Bu Diyalogdan Ne Anlıyoruz?

 

Bu diyalogdan anlıyoruz ki, tağutlar, çoğunlukla normal in­sanları aldatmakta, sahte birtakım oyunlarla onlara egemenlik kurmaktadırlar. İnançla ilgili konularda bu oyunlara başvurduk­ları gibi hayatın diğer alanlarına ilişkin konular da da bu tür oyun­lara başvurmaktadırlar. Bize düşen, İbrahim peygamberin yönte­mini kullanarak apaçık gerçeklerle onların karşısına çıkmaktır. Hiçkimseyi aldatmayacakları ve kendi lehlerine kullanabilecekle­ri bir sonuca ulaşamayacakları gerçeklerle onlara meydan oku­maktır. Onların bu oyunlannı ve saptırmalarım bozmaktır.

Bu yola ulaşabilmemiz, bu yönteme hakim olabilmemiz için normal insanların kendisi ile aldatıldığı saptırıcı yöntemlerin neler olduğunu iyi bilmeli ve meydan okumanın gücünü ortaya koyan parlak yöntemleri onların iptali için kullanmalıyız. Böyle yapmalı­yız ki, başka insanlar onu reddetmeye veya en azından onlara kar­şı direnmeye bile güç yetiremesinler. Allah yolunda çalışanların yapmaları gereken görevlerden biri de budur. Böylece onlar reali­teye hükmeden yöntemlere ve onun adımlarını yönlendiren vası­talara tam bir bilinç, dikkat, kapsamlılık ve açıklıkla karşı koyma imkanı bulacaklardır. [137]

 

Vefat Edip Tekrar Hayata Dönen Adamın Kıssası

 

"Ya da bütün yapılan temelleri üzerine yığılmış ıssız bir kasabaya uğrayan kimseyi görmedin mi? Acaba Allah, burayı Ölümden sonra nasıl diriltecek? dedi Bunun üzerine Allah onu öldürdü ve yüzyıl sonra tek­rar diriltti We kadar süre ölü kaldın' dedi. adam, 'bir gün, ya da daha az bir süre kaldım' dedi Allah, 'hayır, yüzyıl süresince ölü kaldın, yiyeceği­ne ve suyuna bak, hiç bozulmamış. Eşeğine bak. İnsanlara ibret olasın di­ye seni böyle yaptık. Şu kemiklerine bak, onları nasıl birleştirip sonra üze­rine et giydiriyoruz.' dedi.

Adam işin iç yüzünü iyice anlayınca, 'Allah'ın herşeyi yapabilece­ğini kesinlikle öğrendim' dedi "

Bu kıssa da, Kur'an kıssalarının gayb çerçevesine giren kıssa-lanndandır. Çünkü harikulade olaylardan sözetmektedir. Burada Kur'an'm ismini vermediği bir insandan söz edilmekte, O'nun kişi­sel özelliklerine değinilmemekte, onun ne bir peygamber, ne nor­mal iman eden bir insan, ne de kuşku içinde bulunan bir kimse ol­duğu hakkında bilgi verilmemektedir... Zira bu konuların hepsi de kıssanın vermek istediği mesajın değerini artırmayacaktır. Çünkü kıssanın amacı bir insanın harikulade bir şekilde gözlemlediği ve bir deneyim olarak yaşadığı Allah'ın Ölüleri diriltme kudretini pe­kiştirmektedir. Bu konudaki kuşkuları bertaraf ermektir. Bu insan, ahaliden yoksun bir kasabanın harabesine uğramıştır. Orada ha­yatın varlığını gösteren hiçbir şeye rastlamamıştır. Orada Ölüm ve sessizliğin dışında birşey görmemiştir. Bu sırada aklında bir takım sorular şekillenmiş ve onun düşüncesini etkisi altına almaya başla­mıştır... Nitekim her insan için bu tür haller sözkonusudur. Bu tür ilginç olaylarla, realitelerle karşılaşan insanlar isteyerek veya iste-meyerk hayretlerini ifade eden sorular sorarlar. Burada insan alı­şılmamış bile olsa imkansızlığı ispatlanmamış herhangi bir şeyin meydana gelmesinin imkan dahilinde bulunduğunu akli yönden kabul eder. Öte yandan insan, duyu organları ile algılayamadığı, görmediği, duymadığı, dokunmadığı şeylerin meydana gelme ih­timalini uzak bir ihtimal olarak görmeye alışmıştır. İşte insan bu iki ihtimal arasında sürekli bir çatışma ve sürtüşme olduğunu mü­şahede edince aklma değişik sorular gelmeye başlar... Öldükten sonra yüce Allah bu kasabayı nasıl diriltir?... Bu soruşturmaya rağ­men o insan, İmanını artıran, duygularını tatmin etmeye çalışan bir mü'min mi, yoksa kuşku ve tereddüd içinde bulunan, kuşkusu­nu pekiştirecek veya onu sağlamlaştırmaya çalışacak bir kişi mi­dir? Anladığımız kadan ile ayet-i kerime bu konuda olumlu veya olumsuz bir bilgi vermemektedir. Ne tür bir insan tipi olduğunu açıklamamaktadır. Çünkü kıssa, ana teması ile, bu insanın şu veya bu niteliklere sahip bir insan olması ile değişmemekte ve ondan fazla etkilenmemektedir... Bu nedenle bu konuda sözü uzatmaya gerek yoktur.

Sözkonusu kasabanın nasıl dirileceğini soran insana verilecek cevap, onun ölümün acısını tatmasını gerektiriyordu. Nitekim adam ölümün acısını tattı... Bu ölüm hali yüz sene devam etti. Son­ra Allah O'nu tekrar diriltti. Onun yeniden diriltti, fakat O, olay­dan hiçbirşey hatırlamıyordu. Sadece şu kadannı biliyor ve hisse­diyordu ki bir süre uyumuştu... Birgün veya bir günün bir bÖIü-mü... İşte adamın "ne kadar süre ölü kaldın?" sorusuna verdiği ce­vap da buydu. Adam, olay karşısında şaşırıp kalmış, dilini yut­muştu. Yüz sene Ölü olarak kaldığını öğrendiğinde hayretini ifade etmişti. Uzun bir ölümden sonra yeniden gelen hayat ile sorusu­nun gerçek cevabını görkemli bir şekilde almıştı... Ayet-i kerimede geçen "lem yetesenneh" kavramından da anlaşıldığı gibi kendi yi­yeceğinin ve içeceğinin bozulmadığını gördüğünde gözleri deh­şetten faltaşı gibi açılmıştı. Bu da Allah'ın görkemli kudretinin gö­rüntülerinden biriydi. Birkaç gün veya birkaç saat içinde bozula­cak olan yiyeceğin yüz sene boyunca taptaze olarak muhafaza edi­lişi ilahî kudretin bir tecellisi idi.

Sonra ölüm gerçeği bir daha onun iki gözü önünde gerçekleşi­yordu. Şimdi yüz sene önceki bineği olan merkebine bakıyordu. O artık bir kemik yığınıydı. Fakat birden bu kemikler ekleniyor, bir­birine bağlanıyor, ayağa kalkıyor ve Allah'ın kudreti ile üzerleri et ile örtüldüğünde hayat içlerine sirayet ediyordu... Artık mesele gözleri önünde alabildiğince açık bir şekilde ortaya çıkmıştı. Artık o kesin inanç düzeyinde biriman bilincine kavuşmuştu. Yaşadığı bu bilinci şu şekilde dile getirmişti: "Ben Allah'ın her şeye gücü yetti­ğini öğrendim."

Bazı tef sirciler bu konuyla ilgili birtakım tevillere, değişik yo­rumlamalara girmişlerdir. Çünkü Kur'an kıssalarmdaki gaybi varlıkların uzak bir ihtimal olduğu imajını veya melek ve benzeri varlıkların sembolle* şeklinde ifade edildiğini çıkarmışlardı. Biz bazı konularda büktür yorumla ilgili bir takım açıklamalarda bu­lunmuş ve bu yaklaşımdan söz etmiştik. Akide konusunda gayb il­kesini benimsemek onunla ilgili bütün konuları da kabul etmemizi ve onların bu ilkeye boyun eğdiklerini uzak görmemiz gerektiğini zorunlu kılar. Dolayısı ile bunları açık anlamına aykın şekilde yo­rumlamak doğru olmaz. Ancak zahir anlamının kastedilmediğini gösteren bir delilin bulunması istisnadır. Açıktır ki böyle bir ihti­mali uzak görmek bu konuda delil olarak kabul edilemez. [138]

 

Hz. İbrahim Ölülerin Dirilişini Görmek İstiyor

 

"Hani İbrahim Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster dedi. Allah, 'yoksa buna inanmıyor musun?' deyince, îbrahim, 'tabii inanıyo­rum. Fakat kalbim kesin kanaat getirsin diye bunu İstiyorum' dedi."

Bunun üzerine Allah O'na dedi ki, 'dört kuş al, bunları önüne ko­yup yakından incele, sonra kesip parçalarını birer dağın üzerine at, arka­sından onları çağır, koşa koşa sana geleceklerdir.'

İyi bil ki, Allah üstün güçlüdür ve hikmet sahibidir."  (Bakara: 260)

Bu kıssa, Hz. îbrahim'in hayatından söz eden Kur'an'in diya­logu ile ilgili kıssalardan biridir. Kur'an-ı Kerim Hz. İbrahim'in şahsiyetini bir insan ve bir peygamber olarak takdim ederken di­yalog yoluyla gerçeği araştıran bir şahsiyet sunmaktadır. Hz. İbra­him, bazen kendisi ile, bazen insanlarla, bazen de Rabbı ile diyalog içinde gerçeği araştırmaktadır. Yaratıcının varlığı konusunda sağ­lıklı bir inanç sistemine ulaşmak için kendi kendisi ile, putlarla ilgi­li inanç sistemini onların kalbinden silmek için insanlarla ve doğru yolu göstermesi için Rabbı ile diyalog içinde bulunmaktadır... Bu ayet-i kerime Hz. İbrahim'in Rabbı ile diyaloglarından biridir... Burada Hz. İbrahim Rabbinden ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini istiyor. O, ölülerin nasıl dirildiğini normal haliyle görmek, gözleri ile müşahede etmek istiyor... O'na verilen cevap ise, önce kabul etmesini telkin ediyor: "Sen buna inanmıyor mu-sun?" Zira. bu tür bir soru bazen inanmayanlardan gelebilir. İn­sanları imana götürecek bu konuda önderlik yapacak Hz. İbra­him'den nasıl böyle bir soru gelebilir? Hz. İbrahim'in bu soruya ce­vabı şöyle olmuş hır: O, kendisinin inandığım vurgulamış ve soru­sunun inanmamaktan kaynaklanmadığını, kalbinin huzura ka­vuşması için, hayatta bunu bütün duygulan ile yaşamak için böyle bir talepte bulunduğunu dile getirmiştir. Zira bu tür duygular dü­şünceye dayalı kanaatlerle ede edilmez. Kişinin, iman etmesine neden olan aklî değerlendirmelerle bu bilince ulaşması mümkün değildir. Akıl ile elde edilmiş iman, kişisel iç telkinlerden, gelip ge­çici kuruntular çerçevesinde de olsa bir takım şeytanî telkinlerin etkisinden kurtulamaz... Bu nedenle ve insanın zihninde, aklında, düşüncesinde bir takım tahribat yapan kuruntuları kökten silip at­mak amacı ile olayı bizzat gözleri ile görmek istiyor... Sonra yüce Allah, O'nun dileğini kabul ediyor. Ve bu isteğini bizzat kendi de­neyimi ile gerçekleştireceğini bildiriyor. Bu amaçla dört tane kuş tutmasını, onları yanyana getirmesini veya onları karıştırmasını sonra onlan kesip doğramasını, birbirine karıştırılmış olan parçalarını dağların üzerine koyup dağıtmasını, sonra onları çağırması­nı istiyor. Çağırdığında onların seri bir şekilde uçarak veya koşa­rak kendisine geleceklerini bildiriyor... Keşşafın müellifi diyor ki, "Allah'ın onları tuttuktan sonra, Önüne koyup yahndan incele diye em­retmesinin anlamı nedir? diye sorulacak olursa derim ki, bunun anlamı onları iyice gör, şekillerini, renklerini Özelliklerini iyice öğren ki, bu kuş­lar başkaları ile karışmasın; dirilip sana geldiklerinde onların başkaları ile karıştığını zannetmeyesin. Bu nedenle ayet-i kerimede 'hızh bir şe­kilde sana geleceklerdir' denilmişitr."[139]

"İyi bil ki Allah üstün, güçlüdür ve hikmet sahibidir." O'nun yara­tıklarının herhangi birinin yokoluşu O'nun üstün gücünden hiçbir şeyi eksiltmez. Hayat ve diriltme kıssasından herşeyi yerli yerine koyan hikmet sahibidir. [140]

 

Îman Île Kalbin Huzura Kavuşması Arasındaki Farkı Nasıl Anlarız?

 

Hz. İbrahim'in kalp huzuruna kavuşmak için sorduğu soru ile ilgili olarak tefsir bilginleri uzun uzadıya tartışmalara girmişler­dir. Böyle bir sorunun onun peygamberlik makamı ile bağdaşma­dığını ileri sürmüşlerdir. Çünkü peygamberlik makamı başkaları­nı kalp huzuruna kavuşturmak ve onlan tatmin etmek için vardır, kendisi için değil... Bazılarına göre bu soru, diriltme olayının nasıl meydana geldiği görmekle ilgili değil diriltmenin nasıl meydana geldiğiyle ilgilidir. Bunlara göre verilen cevap da bu çerçevenin dı­şına taşmamaktadır... Mesele, bu ilkeye bağımlı olarak kalmamış, orada düğümlenmemiş, bu düşünceyi açıklama esası üzerinde du­rulmuştur... Nitekim bazıları mürekkep nasıl yapılır diye sordu­ğunda denir ki, şunu şunu al, karıştır mürekkep olur... Onlar bu konuda olayı anlaşılır kılmak için ciddi boyutlara varan açıklama­lar yaparlar... Aslında onların bu tür yaklaşımları ayetin açık anla­mına aykırıdır. Çünkü ayet Hz. İbrahim'in apaçık olarak gözleri ile görmeyi talep ettiğini ifade etmektedir. Nitekim ayet-i kerimede geçen "erini" (bana göster), ve "ölüleri nasıl dirilttiğini..." kavram­ları da bunu göstermektedir. Böylece anlaşılıyor ki soru, dirilişin nasıl meydana geldiği ile ilgilidir. Bu tür yaklaşımlara neden olan başlıca etken herhalde şudur: Onlar peygamberin kendi mucizele­ri konusunda hiçbir güce sahip olmadıkları ve bu konuda hiç bir güce sahip bulunmayan sözleriyle hayatın gerçekleşmesini uzak bir ihtimal olarak gördüklerinden dolayı böyle bir yaklaşıma taraf­tar olmaktadırlar... Fakat daha önce de belirttiğimiz gibi böyle bir yöneliş bir ilke olarak gayb konusunda herşeyi kabul etmememizi gerektirebilir. Halbuki inanç konusundaki bir ilke için böyle düşü­nülemez. Yani ilke varsa artık detayların hiçbir değeri yoktur... Çünkü biz bu konuda şöyle de sorabiliriz: Yüce Allah'ın kendi kurdretiyle ve sadece Hz. İbrahim'in bu çağrısıyla bu kuşlara ha­yat vermesini ve tekrar diriltmesini engelleyen ne var kî?... Bu dü­şünceyi savunanlar böyle bir yaklaşımı desteklemek için Kur'an'ın ifadelerini ve kavramlarını açık anlamları dışında başka anlamlara çekmek için hiçbir delile sahip değillerdir. Ve biz burada müfessir-lerin bu sorunun yorumu ile ilgili ileri sürdükleri bütün açıklama­ları ve yorumlan verecek durumda değiliz. Burada özellikle belirt­mek istediğimiz şudur ki, bu soru, düşünce açısından herhangi bir problem oluşturmamaktadır. Zira iman meselesi, aklî olan ve ol­mayan kaynaklardan oluşmuş bulunan fikrî kanaatle ilgilidir... Kalp huzuru ise kalbin rahata, sükunete kavuşması demektir. Ku­runtular türünden bile olsa herhangi bir çelişkiye hedef olmaması, bir rahatsızlık duymamasıdır. İnsanın rahatlıkla duyabileceği, his­sedebileceği, kavrayabileceği yollarla kalbini tatmin ermesi, içini rahatlatması için yaptığı çalışma demektir... Böyle bir çalışma ima­na aykın düşmez... Herbirimiz zaman zaman duygularımızın sı­nırlarına giren konularda inancımıza aykırı şeylerin zihnimize, ak­lımıza takıldığını yaşamışızdır. Fakat eğer biz inandığımız konula­rı duyu organlarımızla algılayabilecek şekilde görebilmiş, duyabilmişsek o zaman bu tür zihinsel çelişkiler bizi rahatsız etmeye­cektir. Hz. İbrahim'in sorusunun da bu alanla ilgili olmasını engel­leyen herhangi bir etken yoktur.

Ayetten özetle anlaşılması gereken nedir? Bu ayetten özetle anlaşılması gerekeni "el-Hivar fi'î Kur'an" adlı kitabımızda belirt­miştik.

"Hz. ibrahim'in Rabbı ile yaptığı bu diyalogda uygulama yöntemi açısından üstün bir peygamberlik deneyimi görüyoruz. O, burada Rabbinden kalbini huzura kavuşturacak mucizeyi kendisine göstermesini istemiştir. Tabiatta ölülerin nasıl diriîdi-ği eylemini müşahade etmek istemiştir... Buradan anlaşılıyor ki başkalarının yaptığı eylemleri reddetmek onlara birtakım dü­şünceler sunmak için pratik, uygulamalı yeni bir üslup ortaya çı­karmaktadır. Biz bu tür eylemleri yaparken şu gerçeği gözönün-de bulundurmak zorundayız: Bizim inanç sorunlarını ispat et­mek için başkalarına sunduğumuz düşünceler onları düşünce açısından tatmin edebilir. Fakat onları manevî ve derin olan iman merhalesine ulaştıramayabilir. Onların kalplerini ve akılla­rını birden rahatlatmayabilir, insanın manevî huzura kavuşması için düşünce ile bilinç birbiri ile kaynaşmalıdır. Ancak bu eylem­den sonra insan huzur ve güvene kavuşur, düşüncesi ve ruhu ile büyük manevî bir huzur atmosferine girer,

Dolayısı ile biz onların bu tür isteklerini tamamen reddet­memeliyiz. Bunun içindir ki yüce Allah, peygamberleri Hz. ibra­him'in fikri açıdan elde ettiği imanından sonra kalp huzuruna ulaşmak için dilekte bulunmasını normal karşılıyor ve onun bu isteğini herhangi bir şekilde reddetmiyor. Açıktır ki biz başka in­sanlara, yüce Allah'ın,, peygamberine gösterdiği şekilde muci­zeler gösteremeyiz. Şu kadar var ki onların hayatlarından aldığı­mız örneklerle düşüncelerimizi daha açık bir şekilde ortaya ko­yabilir ve bu hayattan alınan örneklerle onları imana yaklaştıra­biliriz. Böylece onların her yaptıklarında, bütün uygulamaların­da imanla beraber hareket ettiklerini, onunla sürekli bir ilişki içinde bulunduklarını hissetirebilelim. îman meselesini onların gözünde somutlaştırabilelim."[141]

 

43) MALLARIN ALLAH YOLUNDA HARCANMASI

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...

"Mallarım Allah yolunda harcayanların durumu, her başağı yüz taneli yedi başak veren bir tohum tanesine benzer. Allah dilediğine kat kat verir. Allah'ın lütfü geniştir. O herşeyi bilir.

Mallarını Allah yolunda harcadıktan sonra, sadakalarını başa kok­mayanlar, onur kırma aracı olarak kullanmayanlar, sadakalarının müka-faatmi Allah katında alacaklardır. Onlar için korku ve üzülmek de söz ko­nusu olmayacaktır.

Tatlı söz ve hoşgörü, peşinden başa kakma ve onur kırma gelen sada­kadan daha iyidir. Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O halimdir.

Ey müminler, tıpkı Allah 'a ve ahiret gününe inanmadıkları halde başkalarına gösteriş olsun diye mallarım harcayanların yaptıkları gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve onur kırma aracı haline getirerek boşa çı­karmayın. Böylesi, sağanak halindeki bir, yağmura tutulunca, çırılçıplak kalan toprakla Örtülü bir kayaya benzer. Bunlar yaptıkları iyilikten hiç­bir şey elde edemezler. Allah kafir topluluğu doğru yola iletmez.

Buna karşılık mallarını Allah 'in rızasını elde etmek ve gönüllerin-deki imanı pekiştirmek için harcayanların durumu da yüksekçe bir tepe­de bol yağmur olarak ürünlerini iki kat olarak veren ve bol yağmur gör­mediğinde de mutlaka çisinti gören verimli bir bahçe gibidir. Hiç kuşku­suz ne yaparsanız Allah onu bilir.

İçinizden bîri ister mi ki, altından ırmaklar akan bir hurma ve üzüm bağı olsun, bağda her türlü meyve ağacı bulunsunve hayli yaşlanmış ol­duğu halde bakıma muhtaç çocukları varken bu bağamızın esen bir sam yeline tutularak yanıp kül olsun. İşte Allah, düşünürsünüz diye size ayetlerini böyle açık açık anlatıyor"

(Bakara: 261-266) [142]

 

Düşünce Ve Pratik Olarak Allah Yolunda Malların Harcanması

 

Malların Allah yolunda harcanması İslam anlayışında ve ya­salarında önemli bir yere sahiptir. Zira bu eylemin insanın haya­tında büyük bir önemi olduğu gibi Allah katında da büyük müka­fatı vardır. Kur'an-ı Kerim'de bir çok surede geçen pek çok ayetler bu eylemin Önemini canlandırmış, onun boyutlarından ve sınırla­rından söz etmiş ve insanları, manevî bir değere, İslam'ın f arzettiği ibadetlerden İslamî bir ibadete yöneldikleri gibi ona da yönelmeye çağırmıştır... Çünkü Yüce Allah ibadet anlayışını ve eylemini insa­nın birtakım hareketlerden, zikirlerden ve niyazlardan oluşan na­mazla sınırlandırmâmıştır. Aksine Allah yolunda malların har­canmasını da farz fcir ibadet olarak göstermiştir, insanların bu har­camaları namaz kıldıkları gibi onu da Allah'a yaklaşmak amacı ile yapmalarını önermiştir. Buna bağlı olarak humusu, zekatı ve sada­kayı farz kılmıştır. Böylece ibadetin kapsamını genişlete genişlete hayatın tümünü kuşatacak boyutlara ulaştırmıştır. Artık hayat, Allah'ın dilediğini yapmak, yasaklarından kaçınmak şeklinde O'na boyun eğmekten, O'na ibadet etmekten ibaret hale gelmiştir. Hayatın bütününde insan O'na boyun eğer olmuştur.

Bu ayetlerde de malları Allah yolunda harcamanın ufukları açılmaktadır. Allah katındaki mükafatından söz edilmekte, onun değerinden sınırlarından ve yapısından söz edilmektedir. Ayet­lerle bunun detayına inilmektedir. [143]

 

Allah Yolunda Harcamanın Bireysel Ve Toplumsal Değeri

 

Herşeyden önce şu noktayı açıklığa kavuşturmak gerekir. Al­lah yolunda infakta bulunmanın hayatta insanın hareketini plan­lama açısından değeri nedir?... Bireysel bir değeri mi vardır? Yani infakta bulunan kimse böylece kendisini, iç duygularını rahatlat­mış, şefkat ve merhametini dindirmiş, insanî, manevî bir anlamı bulunan eylemini gerçekleştirdiğinden dolayı Allah katındaki mükafatını almış, bir bütün olarak toplumun realitesi ile ilgili ev­rensel insanî bir durumla fazla ilgisi olmayan bir hareket mi işle­miştir?... Yoksa O, sosyal bir değer mî ifade eder?jnfakı ve harca­ması ile toplumun özel ve genel ihtiyarlarına karşılık vererek top­lumu korumuş mu olmaktadır?

Bu sorunun cevabı şudur: Yüce Allah'ın hayat için belirlediği İslam'ın yasaları hayatın sadece bir yönü ile sınırlı kalmaz, hayatın tamamını kuşatır, bütün yönlerini ilgilendirir. Çünkü hayat insanî akışı ile birbirinden kopuk yönlerden oluşmaz. Tüm boyudan ile bütün yönleri kompleks bir halde birbirine girmiştir ve dalga dal­ga halinde yayılan bir bağlılık ve bütünlük sözkonusudur. Bu ne­denle bireysel ve manevî yönü toplumsal yönünden kopuk olarak düşünemeyiz. Çünkü insandaki sosyal ruhun gücü o insanın şah­siyeti için gerekli olan bireysel manevî değerde gizlidir. Ayrıca in­sanın toplumsal hayatında manevî etkenlerle ortaya konan sami­mi eylemlerin insan toplumunun gelişmesinde, ilerlemesinde ve huzura kavuşmasında büyük etkisi vardır... İşte bu fonksiyonun manevî, ruhî bir ibadet olan namazla gerçekleştirildiğini görüyo­ruz. Çünkü namaz, manevî ve kişisel bir boyuta sahiptir. Bu boyu­tuyla nefsin derinliklerinde, insanın benliğinde Allah'a kulluğun anlamını gerçekleştirir. Ayrıca ahlakî ve sosyal bir boyutu da var­dır. Bu aynı zamanda insanı kötülüklerden ve cinsel aşırılıklardan uzaklaştırır. Bu eylemler aynı zamanda bireysel ve toplumsal ha­yatta sevdiği ve sevmediği her konuda Allah'ın iradesine bağlı ola­cağına, O'na karşı sorumluluğunu pratik olarak takınacağına so­mut bir örnektir.

Aynı şeyi oruç için de söyleyebiliriz. Oruçla insanın Allah'a kulluğu gerçekleştirilmek istenmektedir. Bu da takvaya dayalı, ya­pıcı, sağlam bir iradenin oluşturulmasını gerektirir. Aynı şekilde temiz duygularla insanî bir ruha sahip olmasını zorunlu kılar. Orucun harekete geçirdiği duygularla başka insanların hayatında yer alan zorlukların, açlığın ve susuzluğun ne demek olduğunu kavramasına vesile olur. O, ruhu ve bedeni ile açlığın, susuzluğun ve mahrumiyetin ne anlama geldiğim öğrenir. Böylece bireysel bir toplumsal değerler iç içe girer.

Buradan hareketle şöyle bir düşünceyi ileri sürebiliriz, is­lam'ın öngördüğü yasalar, ibadete ilişkin yasalar da dahil olmak üzere, hepsi temel de insanın tüm boyutlarım göz önünde bulun­durmuştur. Ferdi ve toplumu, maddî ve manevî her alanda göz önünde bulundurmuştur. Çünkü İslami yasalar, inşam, parçalan birbirine bağlı bir bütün olarak kabul etmiştir. O'nun olumlu ve olumsuz bütün niteliklerini hesaba katmıştır... Bunun ışığında gö­rüyoruz ki, malların Allah yolunda harcanması, yasamada bu çiz­ginin en canlı örneğini oluşturmaktadır. Çünkü buradaki kıymet onun maddî olan hacmiyle temsil olunmaz. İnsanî ve îslamî kişili­ğin gerçekleşmesi ile somutlaşır. însanda harcama ruhunu yerleş­tirmeye çalışır, insanın bütün duygulan ile bütünleşen bu ruh, in­sanın zor durumda kaldığı özel durumlarda onun pek çok büyük sıkıntılarını ve üzüntülerini giderir. Bireyin mahrumiyetin açıla­rıyla boğuştuğu sırada kurtulmasına vesile olur. Büyük felaketler­le karşılaşılan toplu facialarda toplumun kendi kendine yeterli ol­ma; hayatî ve ekonomik istikrarın ana temellerinden yoksun kaldı­ğı durumlarda, ümmetin bir bütün olarak güvenlik, ekonomik, si­yasal ve maddî açılardan sarsıntıya uğradığı sıralarda, umumi musibet hallerinde insanın bütün insanî duygularını harekete ge­çirir... Buna benzer daha bir dizi müsbet yönleri bulunan infak, in­san gücünü, istikrarını ve insanî onurunu kazandıran temel etken­lerle yakmdan ilgilidir... Bu nedenle infak, verme ruhu ile iki bo­yutlu olarak harekete geçirilmek istenmektedir: Kişisel ve manevî boyutu. Bu, insanın, kişiliğini; oluşturacak hareketlere ve etkenlere yönelmesini bireysel ve manevî bir değer olmaları nedeniyle insa­nın sağlıklı bir yapıya kavuşması için gerekli olan kişisel özellikler­le donanmasını öngörür... Sosyal boyutu ise toplum ve ümmet için istikrarın, güvenin ve kuvvetin etkenlerini, hammaddesini oluştu­rur...

Kur'an-i Kerim'in insanı eğitmede izlediği metod şudur ki; Kur'an, insanı toplumun sorunlarını kendi özel sorunları olarak değerlendiren, sosyal problemlerle ilgili sorumluluğunu yükle­nen ve bu sorunların kendi özel sorunları olduğu bilincine varan birbüinç ve duyarlılığa kavuşturur. Böylece toplumun ve bireyin kişiliğini maddî ve manevî olarak insanî bir olgunluğa doğru iler­leyen bir eylem üzerinde kaynaştırır. Bunun içindir ki infakm ru­hunda somutlaşan harcama anlayışı insanın bu kişiliğini gerçek­leştirir... Buna göre miktar önemli değil, ilkeye bağlılık önemlidir. Gelecek ayet-i kerimelerden anlaşılan da budur. Bu ayetler, infa­km ilkesi ve türünden söz ederek mükafatını dile getirirlerken, onun miktarından ve sayısından söz etmemişlerdir. İnfakın sevar binin sınırsız bir şekilde katlanmasından söz eden ayetler de Al­lah'ın sevabına, Allah'ın mükafatına ve O'nun rızasına neden ola­bilecek infakın türüne, çeşidine özellikle dikkat çekmektedirler.

înfakın değeri, bu ibadet, manevî ve toplumsal atmosferi ile ortaya konduktan sonra, onun, müslüman insanın yaşadığı bütün hayatında îslamî kavramları yaşama çizgisinde harekete geçiren birdinamik olması gerekmektedir. Zira İslamî kişiliğin eğitiminde amacı gerçekleştirecek, hedefe ulaştıracak, teorik ve pratik, maddî ve manevî olarak onu geliştirecek olan dinamizm de budur. Bu ne­denle ayetler Allah'ın yolunu, çizgisini özellikle vurgulamışlardır. Çünkü bu yol ve O'nun çizgisi Allah'ın sevdiği, razı olduğu, insa­nın gerçekleştirip, diriltmesini istediği işleri, eylemleri, atmosferi ve amaçlan temsil etmektedir. Cihad için malın harcanması Allah yolunda bir harcamadır. Çünkü cihad Yüce Allah'ın kullarına farz kıldığı eylemlerden biridir. Allah'ın kullannın, kültürel, sosyal, dinî ve sağlık yönünden düzeylerini yükseltmek için harcamada bulunmak Allah yolunda bir harcamadır. Çünkü Yüce Allah, in-sanlann güçleri yettikleri kadar bütün enerjileri ile insanlara yardımcı olmalarını istemiştir. Dilenciye, yoksula ve düşkün insanla­ra yardım amacı ile harcamada bulunmak Allah yolunda bir har­camadır. Çünkü Yüce Allah güçsüz, yoksul ve düşkün insanların üzüntülerini, sıkıntılarını, gidermeyi istemiştir. Böylece Allah yo­lundaki harcama dalga dalga genişleyip gider. İnsanların dünya ve ahiret işlerinde yararlı olan, insanların ve ülkelerin yararına olan bütün eylemler, bütün hayır işleri bu kapsamda değerlendiri­lir.

Allah'ın çizgisinin özellikle vurgulanması insanın işlediği her eylemde insanî değer taşıyan düşünceyi temsil etmektedir. Ame­lin ve eylemin hangi çizgide ve ne amaçla gerçekleştiğini ifade et­mektedir. Peygamberlerin çizgisindeki hareketten uzak bir eylem için söz konusu cieğildir... Buradan insanın yardım duygusunu temsil eden cömertlik ve eli açıklıktan söz eden hadisleri daha ra­hat anlayabiliriz. Bu hadislerde sosyal hayatın her alanı ile ilgili ih­tiyaçlara değinilmektedir. Bu alandaki boşluklar doldurulmakta, ihtiyaçlar giderilmekte ve ihtiyaç sahiplerinin yardımına koşul­ması istenmektedir. Böylece aç olanlar doyurulmakta, çıplak olan­lar giydirilmektedir. Buna benzer bir dizi soruna yoksul ve fakir olan insanların sorunlarına çözüm bulunmaktadır... İslam'da ve İslam'ın ölçülerine göre mutlak değerlerden söz edilemez. İnsanın hayatında yeralan her şey Islamî açıdan ve İslamî amaçlarla kulla­nıldığında bir değer ifade etmektedir.

Bu çerçevede anlıyoruz ki maddî, manevî ve kişisel ihtiyaçlar için veya bir kapsamlı bireysel tutkular için infakta bulunmak ti­carî bir eyleme dönüşür. Burada insan kâr amacını güder, başkası­na takdim ettiği bütün harcamaları için bir karşılık bekler. Vermiş olduğu şeylerin karşılığında ilahî ve manevî atmosfere giremez, oranın havasını teneffüs edemez. Böylece Allah'ın yolundan uzak­laşır. Çünkü O, insanların kendi rızasını elde etmeleri için, Allah'ın sevabını, mükafatını elde etmeleri için harcamada bulunmalarını istemektedir.

Madem ki malların harcanması Allah içindir, öyleyse kendisi­ne yardımda bulunulan adamın başına kakmanın ve ona eziyet et­menin anlamı yoktur. Çünkü bu ancak kişisel menfaatler için har­camada bulunmanın bir özelliğidir. Kendi kişisel çıkarlarını gözet­mek için harcamada bulunmanın sıfatıdır... Allah yoluna gelince, orada bütün işler Allah için yapılır. Kişinin onda hiçbir fonksiyonu bulunmaz. Onun tüm fonksiyonu ancak genel düşünce ve genel isimlerle, genel unvanlarla ilgili olabilir. Onun bu bağlamda bir et­kisi sözkonusu değildir... Yani o, başkasının kendisi üzerinde bir hakkı olduğunun bilincindedir... Çünkü İslam'a göre herşey gibi mal da Allah'ın malıdır. İnsana malı veren de Allah'tır, ona emanet eden de. Kendisi için ve başkaları için ondan harcamada bulunma­sını isteyen de. Artık burada harcama kişisel eylem olmaktan, böy­le bir anlam taşımaktan çıkar. Bu konudaki harcama, mal sahibi adına malı verilmesi gereken yere ulaştırma vekaletini üstlenmeye dönüşür. Artık burada başa kakma problemi kökünden halledil­miş bulunmaktadır. Bu ayet-i kerimeler değişik yöntemlerle bu tür başa kakmaların, sadakanın ve harcamanın değerini ve mükafatını tamamen ortadan kaldırdığını dile getirmişlerdir. Onun bu harca­masını, sadakası ile insanların gönlünü almaktan öte başka hiçbir-şeyi hedeflemeyen gösterişçi kimsenin yardımlarına benzetmiş­lerdir. Çünkü her iki meslekte de sonuca bakıldığında durumun aynı olduğu görülür.

Ayet-i kerimeler bu anlamlan ve bu anlayışı nasıl tedavi et­miştir? Şimdi biz ayetlerin bölümleri üzerinde dururken bunlara teker teker değineceğiz. [144]

 

Mallarını Allah Yolunda Harcayanların Durumu

 

"Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağı yüz taneli yedi başak veren bir tohum tanesine benzer." Ayet-i Kerime Al­lah yolunda harcamada bulunmanın mükafatını, insanın hayatın­da gözlemlediği somut bir örnek vermek suretiyle açıklıyor. Bu ör­neğe göre Allah yolunda harcamada bulunmak, çiftçinin toprağa' ektiği bir tohum tanesine benzetilmektedir. Bu tohum tanesi yeşe-rip büyüdüğünde yedi başak vermekte ve her başakta yüz tane bu­lunmaktadır... Böylece insan, Allah yolunda harcadığı mallarının, Allah katında yediyüz katma kadar çıkabileceğini, bir iyiliğin ye-diyüz iyiliğe dönüşebileceğini kavramaktadır...

Bir işe teşvik açısından onun mükafatından söz etmek dinî bir yöntemdir. İnsanın fıtratından kaynaklanmaktadır. Zira fıtrat kendi çıkarını sever, kazanmak ister, hüsrana uğramak istemez. Allah onların bu kişisel arzularını değiştirmemiş ve onu insanın içinde bastırmamıştır. İnsana maddî olarak zarar veren yükümlü­lükler, görev ve sorumluluklar verirken ona bir başka pencere aç­mıştır. Burada insan clünya hayatında kaybettiği malının karşılı­ğında Allah'ın huzurianda bir kazanç elde etmektedir. îşte bu yö­neliş ile insan yine kişisel arzusunu gerçekleştirmiş olmakta ve ka­zancını sağlamaktadır. Allah'a ve ahiret gününe iman ve eylemiyle şeytanın telkinlerinden, vesveselerinden uzaklaşmaktadır. Çün­kü şeytan, her fırsatta insanın önüne zarar etmek ihtimallerini ileri sürerek, onun Allah yolunda harcamada bulunmasına engel ol­mak istemektedir.

Bazı insanlar diyebilirler ki, dünyada hiçbir başakta yüz tane bulunmaz. Zira şu ana kadar tespit edilen en yüksek rakam birba-şakta seksen tanenin bulunduğudur. Öyleyse ayet-i kerimede söz-konusu edilen ve pratik eşine rastlanmayan bu vaadin gerçekleşe­bileceğini nasıl anlarız? Cevap: Birinci olarak bir şeyin görülme­mesi onun yokluğu anlamına gelmez. Çünkü bizim rastlamadığı­mız bir yerde bu, tür bir başağın var olabileceğini engelleyen hiçbir neden yoktur. İkinci olarak; örnek verme yöntemi, örnek verilenin bütünü ile mevcut olmasını zorunlu kılmaz. Burada önemli olan, verilen Örnekte çizilen tablo ile düşünceyi anlaşılabilir hale sok­mak ve rahat kavranmasını sağlamaktır. Örnek güzel kavrandı­ğında işin realitesi de kavranacaktır. Çünkü burada önemli olan, Allah yolunda harcamanın ne denli büyük bir sevaba, mükafata neden olduğunu ortaya koymaktır. Bu öyle yüksek düzeyde bir mükafattır ki, insan bir realite olarak onu verilen örnekte rahat bi­çimde algılayabilmekte ve kavrayabilmektedir. [145]

 

Mükafatın, Yapılan İşin Hacmî Île İlgîsî  Var Mıdır?

 

Bazıları bu cezanın yapısından ve açıklamasından söz edilme­sini isteyebilirler. Allah'ın bu şekilde mükafatı kat kat artırması sırf Allah'ın bir lütfü mudur, yoksa sevabın hacmini yapılan harcama­nın hacmine yaklaştıran başka bir hikmet, bir sırmı vardır?

Bu soruya şu şekilde cevap verilebilir. Elbetteki bu, Allah'ın bir lütfudur. Fakat yapılan iyiliğin sonuçlarından da etkilenmekte­dir. Zira yapılan bir harcamanın değeri, bireyin, toplumun ve üm­metin problemlerine, sıkıntılarına ne ölçüde çözüm getirdiği ile doğru orantılıdır. Zira bu tür problemlerin çözüme kavuşturulma-ması hayatta yeni problemlere, daha dramatik olayların meydana gelmesine de yolaçabilir. Çünkü bir problem uzun boylu devam ettikçe o problemi yaşayan bireyin hayatını olumsuz yönde etkile­meye devam eder. Bu da hayattaki dengeyi büyük Ölçüde bozar, önemli gediklerin açılmasına yol açar. Dolayısıyla bu tür problem­lerin zamanında çözüme kavuşturulması aynı zamanda birçok problemin ortaya çıkışını da engeller. Aynı şekilde olumlu yönde gelişmelere de neden olur. İnsanın hayatında ilerlemeye, gelişme­ye ve yükselmeye yönelik yeni bir hareketin oluşmasına da ciddi katkılarda bulunur. Bu da gösteriyor ki maddî yönden bir harca­ma, bir verimlilik insanın mahrum ve yoksul bırakılmış maneviya­tını kurtarır, onun önünde ruhî verimliliğin alanını genişletir. Onu verimli ve bereketli bir ortama sokar... Mükafatın derecelerini, mahrumiyetin türüne ve insanın güçleri ile özel ve genel hayatı üzerindeki etkisine bağlı olarak açıklayan pekçok hadisi de bu şe­kilde anlıyoruz... Buradan anlıyoruz ki sevabını hacmi, mükafatın büyüklüğü, bu harcamanın gerçekleştirdiği olumlu sonuçların hacmiyle doğru orantılı, olumsuz sonuçların gerçekleşmesi ile de ters orantılıdır. Yoksa bizzat harcanan şeyin kendi hacmi, azlığı-çokluğuyla ilgili değildir... İşte bu yaklaşımın ışığında ayetin son­raki bölümünü de rahatça anlayabiliriz: "Allah dilediğine kat kat ve-' rir." Harcamasının doğuracağı sonuçlara bağlı olarak, "Allah 'in lütfü geniştir. O, herşeyi bilir." Bu lütuf herhangi bir harcama ile sı­nırlı değildir. O, sizin birşeyi verirken ne niyet ve düşünceye sahip olduğunuzu bilmektedir, neden vermediğinizi de.

"Mallarını Allah yolunda harcadıktan sonra sadakalarım başa kok­mayanlar, onur kırma aracı olarak kullanmayanlar, sadakalarının müka­fatım Allah katında alacaklardır. Onla in üzerinde herhangi bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." Allah'ın huzurunda kendilerini harcamada bulunmakj^in sorumlu tutarak mallarını Allah yolun­da harcayanlar ve Allah'ın kendilerine yüklemiş olduğu görevleri­ni yerine getirmelerini gerektiği bilincinde olanlar kendileri için harcamada bulundukları hiçbir insana üstünlük taslamaz ve yap­tıkları iyilikleri onların başına kakmazlar. Çünkü o bir şahıs olarak infakta bulunduğu kimseyle bir ilişki içinde değildir. O, sadece zo­runlu ve güzel olan görevlerinden birini yerine getirmiş olmakta, bu nedenle harcamaya kaynaklık etmektedir. Kendisi için harca­ma yapılan taraf da şahsî olarak herhangi bir konuma girmek du­rumunda değildir. O da sadece kendisi için belirlenmiş olan bir hakkı almış olmaktadır... Dolayısıyla infakta bulunanlar Allah'a saygıdan kaynaklanan bir ruh ile görevlerine devam etmek ister­ler. Yardımda bulundukları kimselerin duygularını rencide ede­cek herhangi bir sözün kendilerinden sadır olmasına izin verme-zer. Bunlar, Allah'ın insan için öngördüğü günlük hayatın progra­mı içinde dosdoğru, pratik bir uygulama çizgisi üzerinde, yaşama­sını istediği ruhî ve amelî, maddî ve manevî, teorik ve pratik değer­leri yaşayanlardır. Evet bunlar AUah katında güven içinde olanlar­dır. Allah'a yakın bulunma ve O'nun rızasına kavuşmanın sevinci­ni yaşayanlardır. Kıyamet gününde Allah'ın kendilerine sağlamış olduğu îütuflar ve nimetler içinde her yönü ile mükemmel bir ha­yatı yaşayacak olanlardır.

"Güzel söz ve hoşgörü, başa kakılan sadakadan daha iyidir. Allah 'in hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. O Halimdir." Sadaka verdikleri halde, sa­dakalarını yardımda bulundukları insana karşı psikolojik bir komplekse dönüştürenler ve bu kompleks ile yaptıkları harcama­ları lekeleyenler, yardımda bulundukları insana karşı üstünlük pozisyonuna girenler, yardımda bulundukları insana sürekli ola­rak yoksulluk, fakirlik, mahrumluk halini hatırlatanlar, kendileri­nin desteği ve yardımıyla o yaşadıkları hayatın korkunç felaketle­rinden kurtulduklarını dile getirenler ve sözkonusu kişiyi bütün bunlar karşısında psikolojik açıdan ezenler... İşte Allah bunlara di­yor ki, Öyle insanlar var ki kendi onurlan ve şerefleri ile aç kalma­yı, onurlarının kırılması ile beraber karınlarının doymasına tercih ederler. Kendi onuru ve şerefiyle maddî yönden yoksulluk içinde yaşadığı bir hayatı izzet ve şerefinin ayak altına alındığı bir hayata tercih ederler. Yoksulluk içinde onurlu yaşamayı, bolluk içinde iz-zetsiz ve şerefsiz yaşamaya tercih ederler. Eğer siz bu insanlara yardım ederek, onurlarını, başa kakmak ve rahatsız etmek suretiy­le kırmak istemiyorsanız onlara en azından şunu yapınız: Onlara güzel söz söyleyin, onurlu ilişkilerde bulunun, hoşgörülü olun. Çünkü bu, sizin onlara yardımda bulunup başlarına kakmanızdan daha iyidir. Allah sizden zengindir, başkalarına kötülük yapan, onları horlayan eylemlerinize, işlerinize ihtiyacı yoktur. "Halim­dir " suçlu olanı hemen cezalandırmaz, doğru yola girdiğinde onu bağışlayabilir. [146]

 

Sadakalarınızı Başa Kakma Ve Onur Kırma Île Boşa Çıkarmayın

 

"Ey müminler, tıpkı Allah 'a ve Ahiret gününe inanmadıkları halde başkalarına gösteriş olsun diye mallarını harcayanların yaptıkları gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve onur hrma ama haline getirerek boşa çıkarmayın." Burada düşünce ilahî bir çağrıya dönüşmektedir. Mü­minlerin içindeki iman duygularını harekete geçirerek başa kak­mayı ve onur kırmayı onlara tanıtmaktadır. Bu tür hareketlerin, . imanın yapısıyla bağdaşmayacağım vurgulamaktadır. Çünkü mümin, imanın gereği olarak yaptığı işin manevî yönünü ve ma­nasını korumak zorundadır. İman sıfatı kardeşinin onurunu koru­mayı, elde etmek istedikleri mükafata ulaşmak için sadakalarım boşa çıkarmaktan sakındirmayı esas alır. Çünkü imanla insanın içindeki gizli etkenlerin yapısı ortaya çıkar. Başa kakma olayı ise Allah yolunda çalışmak ve O'na yakın olmak çizgisinden tama­men uzaktır. Tıpkı gösteriş için infakta bulunup insanların övgü­sünü ve nzasını elde etmek isteyen riyakar adamların yaptıkları gibi... Halbuki bu tür eylemler insanı Allah'a bağlayan güzel giri­şimlerden hayli uzşk bir vadide seyretmektedir.

Bu tür durumlarda Allah yolunda harcama, insanı Allah'a ya­kınlaştırıcı bir ortamda manevî bir yükseliş çizgisinde insanın ruhî ve manevî bir değer olarak yükselişindeki değerini yitirmektedir. Maddî bir çıkar çalışmasına dönmektedir. İnsanın, karşılığında - benzerini veya daha üstün bir karşılığını elde etmeyi amaçladığı bir çıkar çabasına dönmektedir. Veya başkalarına karşı içindeki ki­şisel kompleksini tatmin etme aracı olmaktadır. "Tıpkı Allah'a ve Ahiret gününe inanmadıktan halde başkalarına gösteriş olsun diye..." Yüce Allah, gösteriş yapan ve iyiliklerini başa kakan bu iyilik sa­hiplerini Allah'a ve Ahiret gününe inanmamakla nitelemektedir. Çünkü iman, sadece ifade edilen bir söz veya yapılan bir iş değil­dir. İman, bir tutum, birtavır, bir konumdur. Hareketini Allah'a imandan alır. Bu iman, insanın bünyesini manevî etkenlerle hare­kete geçirir. Allah'a yakın olma alanında geniş ufuklara açılması için onu adım atmaya zorlar, insanın iç derinliğinden kaynaklanan ihlas ve samimiyet ilkesine dayanmayan tatlı ve yumuşak sözlerin değeri yoktur. Allah'ın sevdiği ve razı olduğu dosdoğru çizgiden kaynaklanmayan, hayatın güvenini ve onurunu gerçekleştirecek ve onu yüce, büyük amaçlara doğru harekete getirecek bir hayatı gerçekleştirmeyi amaçlamayan küçük-büyük hiç bir eylemin, iş ve çalışmanın değeri yoktur... Böyle bir durumda insan kendi içinden gelen iman hareketinden yoksundur. Dolayısıyla onun eylemleri iman çağrısının bir yankısı olmaz. Çünkü bu hareketlerin temelin­de dünyaya dayanmak sözkonusudur. Ahiret arzusu ve Allah'ın mükafatına kavuşma düşüncesiyle ortaya konan bir eylem yok­tur.

"Böylesi, sağanak halindeki bir yağmura tutulunca, çırılçıplak ka­lan toprakla örtülü bir kayaya benzer. Bunlar yaptıkları iyilikten hiçbir şey elde edemezler. Allah, kafir topluluğu doğru yola iletmez." Yüce Al­lah bunlara bir Örnek vermektedir ki bu somut tabloyla onlar ko­nuyu daha derin boyutlarıyla anlasınlar. Binbir çabayla ortaya konmuş olan çalışmalarının işin sonunda birden nasıl bütün müs-bet yönlerini yitirdiğini anlasınlar... Peki bu tabloyu zihnimizde nasıl canlandırabiliriz?.. Gözlerimizin Önüne sert bir kayayı getire­lim, su onun üzerinden rahatlıkla akıp gitmektedir. Biz bu kayanın üzerine ince bir toprak seriyoruz, sonra bu toprağa tohum atıyo­ruz, onu korumaya ve ona hizmet etmeye çalışıyoruz. Nihayet to­hum filizleniyor ve dallan havaya yükselmeye başlıyor... Biz de dı­şarıdan baktığımızda onun sürekli sabit ve kalıcı olduğunu sanı­yoruz.,. Sonra birden bardaktan boşanırcasma bir yağmur başlı­yor... Her tarafı sular kaplıyor. Ekini ayakta tutan toprak katmanı suyun akıntısına katılıp gidiyor. Onca çaba sarfetmesine rağmen ekini ekene hiçbir şey bırakmıyor. Ekin, tümü ile yok olup gidiyor. Çünkü ekin, toprakta derin bir köke sahip bulunmuyor. Zira üze­rinde bulunduğu toprak dahi yerin derinliklerine kadar uzanmı­yor, yalçın bir kayanın üzerinde duruyor. Ekinin ve suyun nüfuz edeceği bir derinliği bulunmayan sığ bir toprak katmanı... îşte bu örnek sapıklık çizgisinde yürüyen ve eylemleri için kendi içlerinde derin boyutlar açmayan, onlan sürekli ve kalıcı kılmayan, aksine yüzeysel etkenlere dayanmaya özen gösteren kafirlerin örneğidir.

Halbuki bu tür sığlık ancak basit etkenlerin tesirini karşılayabilir. Sadece şehevî duyguların çerçevesinde yaşayıp gider, imanın de­rinliğine ulaşamaz...

"Buna karşılık, mallarını Allah'ın rızasını elde etmek ve gönülle-rindeki imanı pekiştirmek için harcayanların durumu da, yüksekçe bir tepedeki bol yağmur alarak ürünlerini iki kat olarak veren ve bol yağmur görmediğinde de mutlaka çisinti gören verimli bir bahçe gibidir, Hİç kuş­kusuz Allah her yaptığınızı görür." Buradaki tablo tamamen farklı­dır. Bunlar mallarını Allah'ın kendilerinden razı olmasını diledik­leri için harcayanlardır. Zira onlar imanî duygularının, pratik ha­reket ve uygulamalarının zorunlu bir sonucu olarak buna ihtiyaç olduğunu hissetmektedirler. Hayattaki tekamül çizgisine kavuş­mak için bu eylem gereklidir. Bunlar mallarını dağıtırken kendi iç­lerinde değişmez v£ yapılarında farklılık göstermez bir şekilde yer eden köklü bir değerden hareket ederek harcamada bulunanlar­dır. Herhangi bir sarsıntı ve sallantı ile gelip-geçen, ortaya çıkıp-si-nen, geçici eylemler-basit adımlar değildir... Onların bu eylemini ve düşüncelerini somut bir şekilde ve açık olarak tablolaştıran ör­nek ise, yüksekçe bir tepe üzerinde bulunan verimli bir bahçedir. Yüksekçe bir yer, ekinin güven selameti için alçak bir yerden daha iyidir. Çünkü alçak yerler ekine zarar verebilecek bir takım şeyle­rin saldırılarına maruz kalabilir. Zira genellikle çöplükler, artıklar bu tür alçak yerlere, çukurlara doldurulur. Onlar da bunu kaldırır. Öte yandan yüksek yerler böyle değildir... Biz bu bahçeyi ve şu yüksekliğin koruma altına aldığı tepeyi ve köklerini yerin derin­liklerine kadar salan ekinleri düşündüğümüzde artık orası için sü­reklilik, sağlamlık ve kalıcılık gözlerimizde canlanmaktadır... Bol yağmur geldiğinde orayı daha da geliştirir, canlandırır, ürünlerini bir kat daha artırır. Yağmur azaldığında ise çisinti ve nem alan, böylece harekete geçen, parlaman ve yavaş yavaş gelişen bir bah­çe.,. Her iki halde de yeryüzünü yeşerten ürününü veren, bereket ve hayat dolu olan bir bahçe... Malını Allah yolunda harcayan insanın durumu da budur. Allah katındaki hayatında bu verimlilik de­vam ettiği gibi insanlığın hayatında da iyilik ve bereket devam edip gider. Ruh ve imandan kaynaklanan derin kökleriyle onun ki-şisel hayatında da bu eylem devam eder... Kur'an, insanın önüne bu iki ayn tabloyu sunmaktadır ki kişi ona göre bir eylemde bulun­sun. Allah'ın kendisine bağışladığı akıl vasıtasıyla bu iki tablonun kalıcılığa, sürekliliğe ve kazanca en yakın olanını tercih etsin. Hem dünyada, hem ahirette daha fazla kâr getirenini seçsin. Bu ise Rab-bine ve hayattaki sağlam dosdoğru çizgisine tam bir şekilde güve­nen insanın, malını Allah yolunda harcamasidır. Allah, insanın yaptığı herşeyi görmektedir. Hem gizli hem açık olarak yaptığı herşeyi... Çünkü O, gözlerin kaymasını ve gönüllerin gizlediğini çok iyi bilmektedir. [147]

 

Kur'an Tabloyu Bîr Örnekle Açıklıyor

 

"İçinizden biri ister mi ki altından ırmaklar akan bir hurma ve üzüm bağı olsun, bağda her türlü meyue ağacı bulunsun ancak hayli yaşlanmış olduğu halde ve bakıma da muhtaç çocukları varken bu bağ ansızın esen sam yeline tutularak yanıp kül olsun." Yüce Allah, infakın iyi, güzel, olumlu yönüne bizi bağlayacak kötü ve olumsuz yönünden bizi uzaklaştıracak bir tablo sunuyor... Çünkü bu yönün ve bu olumlu bağlılığın oluşturulmasına ciddî bir şekilde.ihtiyaç vardır, insanın, pratik hayatında Allah'a ve O'nun yüce yasalarına karşı takınması gereken tavnn bilincinde olması ve buna bağlı olarak pratik bir ey­leme dönüştürdüğü herşeyin, varmak istediğimiz sonuçla köklü bir bağlantı içinde bulunması... îşte elimizde bütün çıplaklığı ile canlı bir tablo: Ömrünün son demlerini yaşayan, zayıf düştüğü için kendi geçimini çalışarak veya başka bir yolla kazanma gücünü yitiren, öte yönden küçük yaşta olmaları, hasta bulunmaları veya başka bir nedenle çalışmayacak bir durumda bulunan güçsüz ço­cukları da olan ihtiyar bir adamın durumunu düşünelim... Bu tab­lonun yanında, bu yaşı geçmiş ihtiyarın umut bağladığı, zihninde canlandırdığı bir tablo daha var: "Altından ırmaklar akan bir hurma ve üzüm bağı olsun, bağda her türlü meyve ağacı bulunsun." Bu öyle bir bahçedir ki, onun geçimini garanti ettiği gibi hayatını da gü--vence altına almaktadır. Kendisinin kişisel sorumlulukları ile ço­cuklarının sorumluluklarını yerine getirme gücünde olmadığı gi­bi, ilaveten hem kendi sorumluluklarını hem de babalarının so­rumluluklarım yerine getirme gücünü kendilerinde görmeyen güçsüz çocuklarının da hayatlarını teminat altına almaktadır. Bu ihtiyar adamın hayatî öneme haiz beklentisinin ne kadar önemli olduğunu, ona karşı nasıl bir duyarlılık içinde olması gerektiğini, nasıl bir şuur ve bilinçle ona yöneleceğini düşünelim. Bu bahçe onun hayatında tüm ümitlerinin suya düştüğü bir anda ona ümit veriyor. Bütün ufuklarının kapandığı bir sırada aydınlığın kapıla­rını ona açıyor. Artık rahatlıyor, gözlerini kapatıyor ve bütünü ile gevşiyor, yan gelip yatıyor. Onun kaynaklarından akıp gelen bol­luk ve bereket dalgalan, peşpeşe yetişip gelen meyveleri onun ge­leceğe ve hayata karşı zayıflayan duygularını kamçılıyor... Artık o, bütün sorumluluklarında ve problemlerinde herhangi bir üzüntü duymuyor hayatında... Çünkü bu bahçe onun tüm sorumlulukla­rım hafifletiyor, maddî problemlerini çözüme kavuşturuyor ve onun geçimindeki zorluklan bertaraf ediyor... Fakat birden tablo değişiyor. Birden bire kasırgalann taşıdığı ateş, her tarafı kasıp ka­vuruyor, bütün bu meyvalan harap ediyor, hurmalann ve üzüm­lerin hepsini yakıyor.'.. Bu yaşlı ve ihtiyar adam, güçsüz olan ço-cuklan ile birlikte sahnenin önünde duruyor. Artık onun duygula-nnı kalem ile anlatmaya çalışmak, söz ile dile getirmek mümkün müdür?.. Bu, gerçekten insanı yakıp kahreden bir umutsuzluk '   deryasıdır. İnsanın iç aleminde hayatın en ufak bir anlamını dahi bırakmadan silip süpürür... Gecenin karanlığında ortalığı kasıp-kavuran rüzgann önünde sürekli hareket içinde bulunan kum yı­ğınları arasında korkunç bir yokoluşun tanımını içinde taşımakta­dır.

Bu tablonun hemen yanıbaşmda yeni bir tablo daha çıkıyor. Bu, insanlara gösteriş için malını harcayan, gösterişçi insanın tab­losu ile, harca-dığı mallan insanlann başına kakan ve onların onu­runu kıran insanın tablosudur... Onlar bu eylemleri ile büyük so­nuçlar elde edeceklerini, kurtuluşa ve Allah'a yakınlığa kavuşa­caklarını sanıyorlar... Çünkü onlar çok şey harcamışlardır ve ver­dikleri şeyler gerçekten değerlidir. Bu da onlann akıbetini garanti altına almaktadır. Fakat onlar işin sonunda kesin bir hayal kırıkh-ğma, mutlak bir hüsrana uğrayacaklardır. İnsanın, önceki yaptık­larını yeni bir eylemle destekleme imkanından yoksun kaldığı, ar­tık kesinlik kazanmış zorunlu akıbetinden asla kurtulamayacağı bir günde, onun tüm yaptıklan, fırtınalı bir günde şiddetli bir rüz­gar tarafından havaya savrulan bir kül halini alacaktır.

"İşte böyle, düşünesiniz diye Allah size ayetlerini açtk bir şekilde anlatmaktadır." Bu, insanın, karşısında tüyleri ürpererek durdu­ğu, sanatının üstünlüğüne hayran kaldığı bir sanat mucizesi değil­dir. Bereketi elde. etmek için ezberlenmesi gereken bir dua da de­ğildir. İnsanın kendi hayatını ona göre düzenlemesi, Allah'ın sev­diği ve razı olduğu dosdoğru çizgi üzerinde yürümesi, dünya ve ahiret kurtuluşuna götürecek en güzel vasitalan, en iyi araçlan ter­cih etmesi için ibretle önünde durması, öğüt alıp düşünmesi için­dir. İşte müminlerin hem yaptıklan işlerde hem de yapmadıkları işlerde esas aldıkları yol budur. [148]

 

Kur'an İnfakın Sınırlarını Belikliyor

 

"Ey müminler, kazandıklarınızın temiz ve kaliteli olanları ile sizin için kendiniz göz yummadan alamayacağınız, adi ve kalitesi bozuk şeyle­ri vermeye kalkışmayın. İyi bilin ki Allah 'in hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, övülmek O'na mahsustur.

Şeytan fakirlikle korkutarak size cimriliği, kötülük işlemeyi emre­der. Oysa Allah size kmdi katında bağışlama ve bol nimet va 'd eder. Al­lah'ın lütfü geniştir, O herşeyi bilir.

O, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse ona çok hayırlı bir şey verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri düşünüp anlayabi­lirler.

Verdiğiniz her nafakayı, adadığınız her adağı kuşku yok ki Allah bi­lir. Zalimler için bir yardımcı yoktur.

Eğer sadakaları açıktan verirseniz bu güzeldir. Şayet onları kimse görmeden fakirlere verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Ve bu, bir kı­sım günahlarınızın silinmesine vesile olur. Allah yaptıklarınızdan ha­berdardır.

Onları doğru yola getirmek sana düşmez, ancak Allah dilediğini doğru yola iletir. Hayır amacı ile ne infak ederseniz bu kendiniz içindir. Zaten siz sırf Allah rızasını kazanmak için infak ederseniz. Yaptığınız her hayır amaçlı harcamanın karşılığı size eksiksiz olarak verilir, kesin­likle size haksızlık yapılmaz.

Kendilerini Allah yoluna adamış, bu yüzden yeryüzünde (dünyalık için) koşmaya fırsat bulamayan ve hayaları yüzünden, tanımayanlar ta­rafından varlıklı sanılan fakirlere yardım edin. Sen onları yüz ifadelerin­den tanırsın. Yüzsüzlük edip hiç kimseden bir şey istemezler. Yaptığınız her hayır amaçlı harcamayı kuşku yok ki Allah bilir.

Mallarım gece-gündüz, gizli-açık Allah yolunda harcayanların mükafatı Allah katında verilecektir. Onlar korkmazlar ve üzülmezler de."

(Bakara: 267-274)

Bu, İslam düşüncesinden infakm detaylarına ilişkin başka bir değerlendirmedir. İnsanın harcadığı malın türü açısından ve bun­ların kime verileceği konusunda bir açıklamadır... Gizli ve açık harcama açısından bir değerlendirmedir. Bu tür işlerden söz edil­mesi, müminlerin üzerinde yürümesi gereken doğru çizgiyi orta­ya koymak içindir. Bu, yolun yapısını ve amaânı net olarak gözler önüne sermek içindir.

Bu ayetler bize bir insan tipini tasvir etmektedir. Bunlar kendi yaramaz mallarını infak etmeyi tercih ediyorlar. Eski olduğundan, tadı veya şekli güzel olmadığından veya herhangi başka bir ne­denle başlarından savmak istedikleri, herhangi bir yolla kendisin­den kurtulmak istedikleri mallarını infaka ayırıyorlar. Onlar bu mallan alabilecek kimseyi bulamasalar dahi zaten başlarından de­fetmek istemektedirler. Başkaları bu tür mallan kendilerine vere­cek olsa ancak gözlerini kapatarak belki kabul edebilirler... Allah, bu tür işlere teşebbüs eden insanlara diyor ki: Allah'a inanmanın gereği bu değildir. Zira bu şekilde harcamada bulunmak Allah sevgisi ve rızasından kaynaklanan manevî değerler ve el açıklığı­nın Özü ile bağdaşmaz ve onu temsil edemez. Aksine, yaramaz mallardan infak adı altında kurtulmanın yollarından biridir. De­ğerlerle oynamak bu konuda kendini aldatmaktır. Kur'an-ı Kerim bu tür hareketlerin şeytanın aldatmaları ve saptırmaları sonucu ortaya çıktığını belirtmektedir. Şeytan, bu konuda insana fakirlik korkusu ile cimriliği aşılamaktadır. Kazandığı ve ektiği şeylerin en güzel gelirim, rızkının en temiz olanım bu yolda harcadığında yoksul düşeceğini aşılamaktadır. Allah'ın insanlann günahlarım bağışlayabileceğim, dünya ve ahirette ona bir takım Iütuflarda bu­lunacağını. Ödüller vereceğini hatırlatmaktadır... İnsan en iyi malı­nı bırakıp, değersiz mallarım infak ederek şeytanın direktiflerine uymamalı, onu sevindirmemelidir. O'nun telkin ettiği cimrilik ve bencilliğe düşmemelidir. Allah'ın insandan zengin olduğu, emir­lerini ve yasaklarım da kendisinin ancak yürürlüğe koyabileceğini hatırlatmasına kulak asmamahdır. Çünkü bu iyiliğin mükafatım alacak olan sadece kendisidir. Yoksa o, az da olsa Allah'ın mülkü­ne herhangi bir katkıda bulunamaz. Allah'ın lütfü ve mülkü geniş­tir. O'nun herhangi bir rızkı daralmaz. Kuluna vermiş olduğu nzık ve eşya iyi işlerinin karşılığıdır... Onların kalplerinde gizlemiş ol­duğu herşeyi bilir. Allah'ın emrine bağlılık veya ona karşı gelmeye ilişkin yapmış olduğu bütün işleri bilmektedir.

Sonra insanın gözleri önüne hayattaki hikmetin yorumu geti­rilmektedir. Bu kavram, insanın amellerinin dakik ve ince ölçülere göre düzenlenmesini ve tüm işlerini, durumlarını eşyanın bu ölçüsü ile planlanmasını ifade etmektedir. Her şeyi yerli yerine koy­maktadır. Vermesi gereken bir şeyi alıkoymamakta, alıkoyması gereken şeyi de vermemekte, hiçbir şeyi başka birşeyin yerine geçirmemektedir. Dengeli olunması gereken konularda artırma ve eksiltme açısından zerre kadar, artırma veya eksiltmeye gitme­mektedir... Yüce Allah, hikmetin, dilediği kullarına verdiği büyük bir nimet olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü O, hayatta insanın sağlıklı bir dengeye ulaşmasını sağlamaktadır. Dolayısıyla insa­nın şahsiyetinde büyük bir değer ifade etmektedir. Makam ve mevkiden, mal, mülk ve güzellikten daha çok değerlidir. Çünkü bunların hepsini dufulması gereken yerde durduracak olan ve on­lara yön vermesi gereken yine O'dur... Dolayısı ile kime hikmet ve­rilmiş ise ona gerçekten bir iyilik verilmiştir, ilkesini kabul etmek tutarlı olacaktır. Çünkü dünya ve ahirette insana iyilik kapılarını açan, doğru yola iletip, yanlış yoldan uzaklaştıran O'dur... Aklı ba-Şinda olan insanın bütün bunları iyice değerlendirmesi ve O'nun direktiflerine göre hareket etmesi gerekir. Çünkü akıllı kişi odur ki, hayatında yaşamış olduğu anılan, deneyimleri, yolunu aydın­latmak için kullansın ve onu, amacına ulaştırmak için araç kabul etsin. Bu amaç da hiç şüphesiz Allah'ın rızası ve sevgisidir... Çün­kü Allah, kulun harcamada bulunduğu bütün infaklannı bilmek­tedir. Kendisini Allah'a yakınlaştıracak olan ne gibi adaklar bulun­duğunu da... Onun mükafatını da bu eylemlerine göre verecektir... . Allah'ın kendilerine vermiş olduğu malı belirlenen yerlere harca­mayarak, cimrilik ve bencillikle Allah'a karşı gelerek kendi nefisle­rine zulmeden zalimlere gelince: Allah'ın kendileri için berillemiş olduğu haklan, fakirlere ve yoksullara vermeyerek yiyen zalimle­re gelince... Evet bunlara gelince onlar için ne dünyada ne de ahi­rette bir yardımcı yoktur. Zira Yüce Allah, doğru yolundan sapan, hidayetinden uzaklaşan bu tür insanlara yardım etmez.

Allah yolunda verilen mallann gizli veya açık olarak verilmesi konusuna gelince, bu konuda herhangi bir engel yoktur. Yeter ki bu konuda açık olarak vermeyi gerektiren bir neden bulunsun, eğer açık olarak infakta bulunmak başkalarına da cesaret verecek­se burada açıkça harcamada bulunmakta bir sakınca yoktur. Zira bazı insanlar arasında yapı itibariyle yanş anlayışı vardır. Bunlar kendileri gibi bazı insanların iyilik yaptığını görmedikçe iyi amel­lere koşmak akıllanna gelmez... Açıkça harcamada bulunmanın, veren-alan ve başkalan açısından başka nedenleri de olabilir. Me­sela, yardım edilecek olan insan kendini gizleyen ve toplumda muhtaç konumda görülmesini istemeyen iffet ve onur sahiplerin­den biri ise onlann onurların ve durumlannı muhafaza etmek için gizlice onlara ulaşmak gerekir. Onlara yardımda bulunurken, on­lann bu kişisel durumlannı ve konumlannı muhafaza etmek gere­kir... Gizli olarak yardımda bulunmak, yardımda bulunanın kişili­ği açısından da yararlı olabilir. Onu bu açıdan eğitebilir. Çünkü bu şekilde bir davranış onun samimiyetini ve manevî değerlere olan derin yakınlığını ifade eder. Her türlü gösteriş şaibesinden uzak, başkalannm haberi dahi olmadan yapılan bu eylem onda bu duy­gulan canlandınr. Ayetin sonunda Yüce Allah tekrar gizli yardı­ma döner. Çünkü sadakada asıl olan budur. Sadaka, Allah'a yak-laştıncı bir ibadet olması nedeniyle ihlas ve samimiyeti de beraber taşımak zorundadır. İnsanın kişisel arzu ve isteklerinden tama­men uzak bir ortamda gerçekleşmelidir.

Burada ayet-i kerime peygambere yönelmektedir. Olabilir ki, etrafını kuşatan müminlerin tutumlanna, infakla ilgili emir ve ya­saklar konusundaki çizgisinden sapmalanna bakıp aklında ve dü­şüncelerinde bir takım olumsuz kompleksler oluşabilir. Çünkü O, bütün işlerinde Allah'ın gösterdiği doğru yol üzere yürüyerek ve bu sisteme bağlanarak, imanlarının düzeylerine yükselmelerini müminlerden istiyordu. Yüce Allah, onun düşüncesinde meseleyi normal yerine oturtmayı diledi. Peygamberin görevi insanlara doğru yolun kapısını açmak, kurtuluş ortamı hazırlamaktır. Bu konudaki bütün yöntemleri kullandıktan sonra artık onun görevi sona erer. Onun dışındaki sebebler Allah'ın elçisinin iradesi ve ih­tiyarı dışında kalır. Bunların olumlu veya olumsuz sonuçları artık doğru yoldan veya sapıklıktan yana tavır koymanın bir gereğidir... îşte onlann doğru yola iletilmelerinin Allah'a nisbet edilmesi bu­nun içindir. Zira eşyanın normal sebeblerinin doğrudan kullara nisbet edilmesinin de doğru olduğu anlaşılmaktadır... Daha sonra ayet mü'minlere yönelmekte, onları doğru yola çağırmakta ve bu yolda yürümelerini istemektedir. Onlara aşıladığı düşünce ile ya­pılan iyiliğin faydaları ve sonuçlarının onu işleyene ait olduğunu belirtiyor ve onlann hiçbirini Allah'a izafe etmiyor. Harcamada bulunduklarında Allah'ın nzasını elde etmek için harcama yap­malarını öngörüyor1. Çünkü infak, ancak bu şekilde insanı Allah'a ve Ahirete bağlayabilir. Ancak bu şekilde insan hem dünya hem de ahirete Rabbinin kendisi için hazırladığı karşılığı, hiç bir zulme haksızlığa ve eksiksizliğe yer vermeden hak etmiş olur. [149]

 

Fakat Bu İnfakı Hak Eden İnsanlar Kimlerdir?...

 

Allah'ın,, kendi yolunda harcanan malların, verilmesini istedi­ği bu insanlar, her fırsatta ve bütün yollarla istemesini bilen, artık dilenmeyi kendileri için bir geçim vasıtası kılan insanlar mıdır?.. Böylece Allah'ın bu hükmünü, boş gezmeye, çalışmaktan vazgeç­meye, kolay kazanç yoluna oturup geçimini sağlamaya araç kılan­lar mıdır?

Yoksa bunlar, elindeki tüm imkanlarını kullandıkları halde sonuçta bir kapı bulamayan, güçlerinin yetmediği noktalara, artık acizlik sınırlarına dayanan, geçemlerini teinin edemeyecek derece de sıkıntı içinde olmalarına rağmen kendi dünyalanna çekilen bu­na rağmen onurlan ve şerefleri el Vermediği için dilenmek amacı ile zenginlerin kapılarına dikilmeyen, bunu kendilerine yedirme-yen, yedikleri ve giydikleri ile durumlannın pek öyle acınacak bir halde olmadığını, kendilerini geçindirebilecek kadar bir zenginli­ğe sahip olduklan imajını vermeye çalışan insanlar mıdır? Ayet-i kerime bu sorulara cevap veriyor ve ikinci gurup insanı yardıma müstehak olarak görüyor. Çünkü Yüce Allah, çalışmaya gücü ye­ten insanlann kolay bir geçim yolu elde etmek için dilenmelerini istemiyor. Zira böyle bir anlayış toplumu başkalannm sırtından geçinen işsizler kümesi haline getirir. Halbuki İslam, bu tür bir davranışı benimsemez ve ona karşı koyar. însanlann alınterleri ve ellerinin emeği ile kendi ihtiyaçlarını gidermelerini ister... Fakat onurlu bir geçim vasıtasına sahip bulunmayan aciz ve düşkün ke­simler ise... Bu kesime gelince, toplumun bütünü onlardan sorum­ludur. Onlara yardım etmek, işlerini görmek, maddî ve manevî düzeylerini yükseltmek ve toplumun boynunun borcudur. Sonra ayet-i kerime mallarını gizli ve açık olarak Allah yolunda harca­yanları, Allah katında güvenle, O'nun nzası ve mükafatı ile sevin­meyle, müjdeliyor... Çünkü onlar daha dünya hayatında iken Al­lah'a bağlılık göstermişler ve topluma büyük hizmetler yapmışlar­dır. [150]

 

Bu Ayetlerden Anlaşılması Gereken Nedir?

 

Bütün bunlardan sonra bu ayetlerden anlaşılması gereken ne­dir?

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre insanî ölçüler içerisinde ger­çekleştirilen infak, İslam'da gerçekten çok önemlidir. İnsanın baş­kalarıyla ilişkilerini geliştirir. İçinde iyi ve güzel duygulan hareke­te geçirir. İnsanın yardımlaşma çerçevesi içinde birbirlerinin temel ihtiyaçlanni karşılayarak onurlu bir hayat yaşamalan için gerekli olan haklara uyulmasını istemektedir. Başkasına muhtaç olma, yoksulluk ve mahrumiyetin baskısı karşısında insanlık şeref ve onurlarını özgür bir atmosfer içinde koruyarak onlan şerefli bir hayata alıştırır... İşte İslam'ın hayatta izlemiş olduğu çizgi de bu­dur... Herkes hoşgörü içinde kendi insanî sorumluluklarını yükle­nir, başkalarının insan olma sıfatlarına karşı sorumluluklarını ye­rine getirir. İşte hadis-i şerifte anlaşılan da budur: "Hiçbiriniz ken­disi için sevdiği şeyi kardeşi için de sevmedikçe, hoşlanmadığı şeyi de onun için çirkin görmedikçe mümin olamaz..." Böylece düşünce, va­rolan güçle orantılı olarak geniş boyutlara yayılır. İnsanın sahip ol­duğu bir güce başkaları sahip değilse onlara karşı sorumluluğunu takınmak zorundadır, insan, onlara karşı sorumluluğunu yerine getirmek durumundadır. Bu konuda, zenginlik, deneyim, kuvvet ve bilgi ile ilgili her güç aynı ölçülere tabidir... İnsan, müslüman ol­ması nedeniyle sahip bulunduğu gücü insanî şefkat ve merhamet duyguları çerçevesinde diğer insanlara takdim edecektir ki bu duygu Allah'ın insana verdiği belirgin güç noktasında devreye girsin. Bu güce sahip olan, başkalarına karşı sorumluluğunu takı­nacak ve onların elinden tutmaya çalışacaktır. Ve asla bir üstünlük duygusuna kapılmayacaktır. Bu üstünlük duygusunu kalbinden bile geçirmeyecektir. Çünkü buradaki mesele, Allah'ın mülkü ve bağışı ile ilgilidir. Nitekim insanın kendisi de Allah'ın mülkü ve bağışıdır. İnsan Allah'ın mülkünü kullarına vermekle kendisine bir üstünlük biçemez... İşte müslüman toplumda canlı ve diri ener­jilerin, dinamiklerin bütün kıssası budur... Tam bir hoşgörü anla­yışı ve hareketi içinde sorumluluğunu, insanlığını, nimetini ve imanını harekete geçiren her insan, bunu pratik hayatında gerçek­leştirdiğinde aynı zamanda Allah'ın kendisinden istediği görevi de yerine getirmiş olacaktır. [151]

 

44) FAİZ YÎYENLER

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...

"Faiz yiyenler şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kal­karlar. Bu, onların alış-veriş de faiz gibidir iadelerinden dolayıdır. Oysa ahş-veriş helal, faiz ise haram kılınmıştır. Kim kendisine Rabbinden bir öğüt gelir-gelmez, faiz yemeye son verirse geçmişte aldığı faizler kendi­sinden geri alınmaz. Onun işi Allah 'a kalmıştır. Fakat kim tekrar faizlİ-ciğe dönerse, onlar, orada ebedi kalmak üzere cehennemliktirler. Allah fa­izi eritir. Buna karşılık sadakaları artırır. Allah (haramda ısrar eden) hiç­bir günahkar kafiri sevmez.

Onlar ki inandılar, iyi işler yaptılar, namazı kıldılar ve zekatı verdi­ler. Rableri katında mükafatları kendilerine mutlaka verilecektir. Onlar için artık korku sözkonusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir.

Ey müminler Allah 'tan korkun ve eğer mümin iseniz henüz elinize geçmemiş faizi almaktan vazgeçin.

Eğer böyle yaparsanız Allah ve Rasulü'ne açılmış bir savaşla karşı karşıya olduğunuzu bilin. Eğer faizciliğe tevbe ederseniz ana sermaye si­zin olur. Böylece ne haksızlık etmiş, ne de haksızlığa uğramış olursu­nuz.

Eğer borçlunuz darda ise eli genişleyinceye kadar ona mühlet tanı­yın. Eğer bilirseniz, alacağınızı bağışlamanız sizin hesabınıza daha ha­yırlıdır.

Allah'a döneceğiniz ve sonra hiç kimseye haksızlık edilmeksizin, herkese kazancının eksiksiz olarak verileceği günden korkun."

(Bakara: 275-281) [152]

 

Faiz Yiyenler

 

Bu ayet-i kerimelerde faizcinin kişiliğinde somutlaşan ve zih­ninde karışık bir anlayışa yol açan faizden söz edilmektedir. Faizr-cinin hayatındaki faizle Allah yolunda malını harcayan insanın hayatındaki sadaka karşılaştırılmakta ve Allah katındaki değerle­ri ortaya konmaktadır... Sonra bu realitenin değiştirilmesi ve bu halden kurtulunması için güzel öğütle bir çağrı yapılmaktadır. Hiç kimseye zulmetmeyen ve başkalarının da kendilerine zulmetme­lerine razı olmayan, takva çizgisi üzerinde yürüyenlere Allah ka­tındaki mükafatları hatırlatılmakta ve bu işe teşvik edilmektedir... Eğer bu güzel öğüt ve teşvike rağmen takva çizgisine gelmezler ve herşeyde adalet çizgisini gözeten Allah'a dönüş yapıp tevbe et­mezlerse Allah'a ve Rasulüne karşı savaş açmanın sorumlulukları­nı üstlensinler. Yani onlar bu dünya hayatında şeriatın, ilahî siste­min adımlarına karşı direnmenin cezasına ve Allah'ın ahiretteki azabına hazırlansınlar. Orada Yüce Allah hiç kimseye zulmetme­den herkese yaptıklarının karşılığını verecektir. îşte faizden söz eden bu ayetlerden ana hatlarıyla anladığımız tablo budur. Bu ayetlerin indiği sıralarda müminlerden bazıları hala faizle ahş-ve-riş üzerinde bulunuyorlardı. Halbuki bu sırada Al-i İmran suresin­de geçen bir takım ayetler faizin haram olduğunu bildirmişti: "Ey müminler sahn sürekli katlanan faizi yemeyiniz. Allah 'tan korkunuz ki, kurtuluşa erebilesiniz." (Al-i İmran 130)

Faize dayalı bu pratik uygulamanın faizin haramlığınm ortaya konmasına rağmen ondan sonra da devam etmesi, herhalde o za­manki Arap toplumunun, özellikle de faizci yahudilerin ekono­mik baskısı ve hegemonyası altında bulunan Medine toplumunun ekonomik düzeninin yapısından kaynaklanıyordu. Tarih boyun­ca yahudiler nerede yaşamışlarsa faizci bir zihniyet ve ekonomik bir tekelciliğin somut örneği olmuşlardır. Dolayısıyla bu realiteyi değiştirebilmek sert bir üslupla ona karşı koymayı, eleştirip red­detmeyi gerektiriyordu. Ancak bu şekildeki bir tavır doğru çizgiden sapmayı önleyebilirdi... Faiz ayetlerinin Allah yolunda malla­rın harcanması ile ilgili ayetlerin hemen arkasından yer alması şu hikmete mebni olabilir: Kur'an bu ayetlerle, iman duygularına ve bilincine uygun bir şekilde, şefkat ve merhametle iyiliğe yönelen, Allah yolundasadaka veren insanın yaşadığı tertemiz atmosferi canlandırmış, bu insanın bütün insanî niteliklerini ve özelliklerini takınarak yardıma, hidayete, kuvvete ve düzeltmeye ihtiyacı bu­lunan insanların hayatında güçlerinin yettiği kadar peşinde koş­malarını tasvir etmiştir... Belki sapık bir amtosferde yaşayan sapık insanlar bu atmosferden etkilenir, başka bir atmosfere girmek, kendi durumunu değiştirmek isteyebilir. Bu tablo karşısında ür-perebilir, yeni bir hamle ve duyarlılıkla meseleye yanaşabilir. Her­halde Kur'an'ın bu üslubu, hidayetin teorik ve pratik yolunu da göstermektedir. Sözle her iki örneği de karşılaştırmakta ve bunu pratik hayatta bir tutum ve hareket olarak da yanyana koymakta­dır... Burada temsilî olarak gerçekleştirilen bir tiyatro sanatının kullanıldığını ve bu hareketle diğer insanlara karşı şefkat ve mer­hametle hareket eden, bolluk ve bereketle onlara elini uzatan insan tipi ile diğer insanlann acılarını paylaşmayan ve onların dramatik hallerini kazanç aracı olarak değerlendirmeye çalışan faizci, çirkin insan tipi canlandırılmaktadır.. Güzel, içaçıcı insan tipiyle şirkin ve tiksindirici insan tipi karşılaştırılmaktadır. Ve bu karşılaştırma bir eğitim atmosferi içinde gerçekleştirilmektedir. Biz bugün Kur'an-ı Kerim'in bu mesajını gelecek nesillerimize ulaştırmaya o kadar muhtacız ki!..

Burada biraz faiz üzerinde durmak gerekiyor.

Faiz nedir? Ahlakî ve sosyal zararları nelerdir? Faizi savunan­ların düşünceleri nelerdir?.. Daha sonra da bu ayet-i kerimelerin bölümlerini detaylı bir tefsir üslubu kullanarak incelemek gereki­yor. [153]

 

Faîzîn Ahlakî Ve Sosyal Zararları

 

Faiz: Eşyayı artırmak, fazlalaştırmaktır. Burada kasdedilmek istenen, cinsi ve miktarı aynı olan iki şeyayı fazlasıyla satmaktır.' Veya birmalı kendisinden maddî bir fazlalıkla borç almaktır. Me­sela, on nesneyi onbeş nesne karşılığında borç almak gibi. Bu fazla­lık manevî ve hükmî fazlalık olabilir. On nesneyi on nesneye karşı­lık, fakat bir yüzüğün boyanması veya elbisenin dikilmesi şartıyla borç almak gibi. Bunların herbirinm fıkıh kitaplarında değişik hü­kümleri deyatlı olarak izah edilmiştir. Burada onlara değinmeye gerek yok.

Ahlakî zararlarına gelince: Yüce Allah, insanın insan olarak kardeşleriyle, özellikle de iman kardeşleriyle kardeşçe yaşamasını istemiştir. Yani günlük hayatlarında karşılaştığı problemlerinde, ihtiyaç duyduğu hef ahanda ona güzel davranmak ve iyilik yap­mak esastır. Onun acılarına, üzüntülerine, sıkıntılarına ortak ol­malı, sözle, güler yüzle, hareketle ve uygulamayla onun bu sıkıntı­larını hafifletmeye çalışmalıdır. Böylece insanın hayatı manevî bo­yutuna açılmalı, insanın insanî yönünü zenginleştirmeli, manevî düzeyini yükseltmelidir. Durumlar ve şartlar ne olursa olsun in­sanların birbirleriyle ilişkileri, herşeyde kâr esasını güden sömü­rüye dayalı soyut ticarî ilişkiler ve alış-verişlerden ibaret olmama­lıdır... Tüm bu ilişkilerde Allah'ın hesabı gözetilmelidir? İnsan yaptığı herşeyde Allah'ın mükafatına ulaşabilmek için, Allah'ın rı­zasını esas almalı ve ona ulaşmaya çalışmalıdır. Başkalarının razı olup olmamasını esas almamalı, ondan uzaklaşmalıdır. İnsan an­cak bu anlayışla fedakarlığı kazanç, maddî zararı kâr sayabilir,.. Biz Allah yolunda harcamada bulunuruz. Çünkü dünya ve ahiret-te bize karşılığını verecek olan Allah'tır. Yine bîz dünyevî kân gö-zardı edebiliriz. Çünkü Yüce Allah rahmet deryasında bize onun kat kat fazlasını vermektedir. îslam bu ruhu iki boyutta canlandır­mıştır. Birincisi, karşılıksız vermeye yöneliktir. Burada, verilen şe­ye karşılık bizzat verilen şeyin geri iade edilmesi dahi olsun kesinlikle hiç karşılık beklenmez. Kişi bunu verirken Allah'ın mükafatı­nı elde etmek amacı ile verir. însanlann katındaki manevî bir değe­re dahi ulaşmak istemez. İşte sırf Allah'a yakın olmak amacı ile ve başka hiçbir beklentiye dayanmayan harcama ve sadaka bunun bir örneğidir. Onun içindir ki bu da insanın Allah'a yakınlaşmak ama­cı ile yerine getirdiği ibadetlerden biri olarak kabul edilmiştir.

İkincisi yöneliş, borç verme yönelişidir. Bu da borç verilen ma­lın sadece kendisinin geri gelmesi amacıyla verilmesidir. Zamanı geldiğinde kişinin verdiği malı geri vermek gerekir. îşte bu nokta­da maddî bir etken devreye girmektedir. İnsan, icabında çalıştırıp kazanç elde edebileceği malım manevî bir duygu ve duyarlılıkla başkasının hizmetine vermektedir. Verdiği mal bir süre sonra tek­rar geri gelse de o, bu zaman içinde malını dondurmuş ve onun sağlayacağı kârından ve yararından, mahrum kalmıştır. îşte Kur'an-i Kerim ve hadislerde "karz-ı hasen" diye ifade edilen bu yardım çeşidinin Allah'a yakınlaştırıcı bir amel olarak kabul edil­mesinin nedeni bu yönüdür... Çünkü böylece borç alan insan ken­di problemini halletmekte, maddî sıkıntısını bu mal ile gidermiş olmaktadır. Dolayısı ile bu eylem de insani bir değer kazanmakta ve Allah'ın sevgisine ve rızasına ulaşnrıcı bir değer kazanmakta ve AHah'ın sevgisine ve rızasına ulaştmcı bir vasıta olarak kabul edil­mektedir. Pek çok hadiselerde "karz-î hasen " den teşvik edici, cesa­retlendirici bir üslupla söz edilmiştir. Hatta bu eylem bazı durum­larda sadakadan daha üstün tutulmuştur. Rivayetlere göre sada­kanın biri ona katlanır, borç vermenin biri ise onsekize katlanır... Çünkü borç verebilmek faizdeki kazanç duygusundan ve düşün­cesinden kurtulmayı ifade etmektedir. Kişi bununla ahiret yur­dundaki kazancı tercih ettiğini ortaya koymaktadır. Bununla ba­zen kişisel olarak sadaka almayı uygun görmeyen, borçlanmakla bu ihtiyaçlanm gidermeyi daha onurlu bir hareket olarak gören borçluların, bu arzularını gerçekleştirdikleri için onlara sadaka vermekten daha iyi bir iş yapmış olurlar. Bir de borç verilen nesne sadaka ile halledilecek problemden daha büyük problemlere çö­züm getirmiş olabilir. Yardım ve destek açısından daha olumlu bir neticeyi doğurmuş olabilir. Sonra borçlu olan da durumunu kurta­rıp başkasına borç verecek duruma gelmiş olabilir. Böylece ilk kişi­nin borç verişi defalarca katlanmış olabilir. Geri gelen para .tekrar bir başkasına borç olarak verilebilir. Fakat sadaka böyle değildir. O sadece bir insanın problemim halleder, bir daha da geri gelmez. İslam, insanın bu her iki tür ile yardımseverlik duygusunu ya­şamasını istemiştir. Fakat bu duyguları maddî herhangi bir çıkar­dan uzak bir sekide, manevî bir atmosferde, insanî ilişkiler ve duy­guların yaşandığı bir atmosferde canlandırmayı Öngörmüştür... Bu tür duygular ise faize dayalı ilişkilerde gerçekleştirilemez. Faiz, borç verenin bilincinde, iç dünyasında sömürüyü, duyarsızlığı, başkalarının acıları ve problemleri ile sevinmeyi, maddî ve manevî krizlerin arttırılması için çalışmayı, böylece insanları kendisine muhtaç kılmayı kamçılar. Borç alan insan ise faizciye karşı bir kin duygusuyla dolar. Zira o, faizin kendi hayatında yaratmış olduğu problemleri yaşamaktadır. İçindeki bu kin duygusu giderek kah­redici psikolojik bir komplekse dönüşür. Kendisine şefkat ve mer­hamet duygusu ile muamele etmeyen, aksine onun acılarının ve problemlerinin daha da çoğalması için çalışan insanların duyarsız­lığını, zalimliğini ve haksızlığını daha ciddî boyutlarda görmeye başlar. Şuur altında bir yabancılık, hayatta manevî bir yalnızlık içinde yaşamaya başlar. [154]

 

Faizin Ekonomik Zararları

 

Faizin ekonomik olumsuzluklarını birkaç noktada özetleyebi­liriz:

1- Faiz verenin fazla olarak aldığı nesne hiçbir şeyin karşılığı değildir. Zira alış-veriş faizinde esas olan tür, çeşit ve miktarı aynı olmasına rağmen fazladan bir şey almaktır. Her iki taraf için bu fazlalık bir şeyin karşılığı değildir. Her birisinin verdiği ve aldığı mallara ek bir şeyin ilave edilmesini gerektiren bir durum yoktur. Özel bir fazlalığa meşruluk kazandıracak bir özellik sözkonusu değildir... Borç verme faizi de böyledir. Sadece "süre" sözkonusu edilen böyle değildir. İlerde sürenin de borç vermede fazlalığı ge-rektirici bir ilkeyi oluşturmadığını göreceğiz. Durum böyle oldu­ğuna göre "fazlalık"', malı haksızlık ve saçma bir temele dayandı­rıp yemekten öte bir anlam ifade etmez. Çünkü kişi bu malı karşılı­ğında hiçbir güç harcamadan, iş verim ve hizmet vermeden kazan­mış olmaktadır.

2- Faiz; yoksul, ezilmiş, sömürülmüş kitlelerin daha da fakir­leşmesine, ana paraya, kapitale sahip bulunan zenginlerin de daha fazla zenginleşmesine neden olmaktadır. Çünkü fakir olan insan ihtiyaç halinde borç almaya zorlandığında, böyle bir ortam içinde çalışmaya yöneldiğinde ihtiyaçları gittikçe katlandığı gibi, fai:' % artan paralannı da karşılamak, kazancının bir kısmını da borç sa hibine ayırmak zorunda kalmaktadır... Bu şekilde faizle gelen faz­lalık onun temel ihtiyaçlarından bir kısmını kemirecektir. Zor du­rumda kaldığında tekrar borçlanarak, borcuna bir borç daha kata­cak, yeniden bir fazlalığa kapı açmak durumunda kalacaktır. Böy­lece kendi temel ihtiyaçlarını en alt düzeyde bile karşılama imkanı bulamayacaktır. Neticede faizcinin elinde bir oyuncak olup hor, hakir ve zayıf düşecektir. Bu da toplumun ilişkilerini zedeleyecek, kitleleri, devrime dönüşecek bir tutuma itecektir. Yaşı ve kuruyu beraber yakan bir devrime kapı aralayacaktır. Netikem bugün her yerde gözlemlenen de budur.

3- Faiz, bütün maddî servetlerin, zenginlik kaynaklarının in­sanların birkesiminin, yani büyük servet sahiplerinin elinde top­lanmasına yol açan bir gelenektir. Bunlar toplunun ihtiyaçlarım sömürüyorlar. Ana malın karşılığı olarak kendilerine bir pay ayırı­yorlar. Müstaz'af, sömürülmüş insanların ihtiyaçlarına rağmen kendi kapitallerini onların sırtlarında genişletiyor, geliştiriyorlar... Halbuki toplumda en verimli kesim de bu ezilen kesimdir... Bu durumda işçi, karşılıksız olarak kapitalistin yararına ter dök­müş, emek vermiş olmaktadır. Bu da toplumun en verimli enerjisi­ni kendi yararına değil de, başkası yararına harcamayı zorunlu kı­lar... Ayrıca servet sahiplerinin toplumsal, siyasal ve ekonomik ha­yatın her tarafına egemen olmalarını kolaylaştırır. Daha özgür bir biçimde sömürme şartlarını geliştirmeleri için mevcut şartlan ko­rumalarına, çalışmadan ve yorulmadan servetlerini ve kapitalleri­ni artırma ve bunu böylece sürdürmelerine zemin hazırlar. Bu da milletlerin, tağutlar, zalimler, müstekbirler, bürokratlar ve tek­nokratlar tarafından sömürülmelerine yol açar. Müstaz'afların servetlerini yağmalayan ve onları tüketim aracı haline getiren, onurlarını ve şereflerini koruma yolunda temel ihtiyaçlarını karşı­lamak için sürekli tyiçimde borçlanmalarına yol açan bir düzenle­meye neden olur. İşte uluslararası tekellerin, kartellerin, sömürü ve stoka dayalı şirketlerin baskısı altında ezilen zayıf ulusların kar­şı karşıya bulundukları siyasal ve ekonomik problemlerin temeli .  budur. el-Kaşif tefsirinin müellifi tarafından 1953 yılında Şam'da verilen bir konferansta ünlü iktisat uzmanı Prof. Şaht'm şöyle de­diği aktarılmıştır: "Biz matematiksel hesablarla şöyle bir tahminde bu­lunabiliriz: Bir gün yeryüzündeki bütün mallar bir avuç faizcinin eline geçecektir. Çünkü faiz borç veren adam her zaman ve bütün girişimlerin­de kazanmaktadır. Halbuki faizle borç alan adam hem kazanabilir hem de kaybedebilir. Bu nedenle bütün mallann İşin sonunda sürekli kazanamn elinde toplanması kaçınılmaz bir hal almaktadır. Bu teori kendi yolunda gerçekten ciddî bir şekilde ilerlemekte ve gerçekleşmeye doğru yol almak­tadır. Çünkü bugün mallann büyük çoğunluğu birkaç bin kişinin elinde toplanmaktadır. Geriye kalan bütün mülk sahipleri bankalardan borç alan fabrika sahipleridir. İşçiler ve başkaları sadece bir icra mekanizması­dır. Mal sahipleri için çalışmaktadırlar. Fakat onların meyvesini ve kay­mağını, hatta ürününün bütününü bu Ur kaç bin kişi yemektedir." [155]

 

Faizin Haramlığı Île Îlgîlî Bîr Takım Düşünceler

 

1- Borç vermede bir fazlalık verilmesi faiz veren adamın hak­kıdır. Çünkü borçluya verilen mal ona çalışma ve kazanma imkanı sağlar. Nitekim ev sahibi de kiracıdan evinden istifade ettiği için bir ücret istemektedir, faizcinin de aldığı para aşağıyukan evde oturma karşılığında alman para gibidir. Yani bu fazlalık o yarar­lanmanın karşılığıdır. Böyle olunca faiz uygulaması nasıl olur da mallann esassız ve temelsiz bir şekilde yenilenmesi biçiminde an­laşılabilir, şeklinde bir soru akla gelebilir.

Bu anlayışa şu şekilde cevap verebiliriz: Evden yararlanma, ev ile varlığı ortada olan bir realitedir, bir gerçekliği vardır. Ev, nasıl sahibinin mülkü ise, bu evden yararlanma da o adamın mülküdür. Dolayısı ile o, bundan yararlandığı halde kasıtlı bir şekilde zarar vermediği sürece evin herhangi bir ihtiyacına karşı sorumlu ol­maksızın sadece ondan yararlanma karşılığı bir ücret isteyebilir. Eğer kiraa evin herhangi bir tarafına kasıtlı ve bilerek değil de ken­disini aşan bir takım nedenlerle zarar vermişse ev sahibi bu zararı kendisi karşılar. Borç almada ise, borç alan adam o borcun anapa­rasını, sorumluluğunu üstlenmiş bulunmaktadır. Faizci mal sahi­bi ise herhangi bir sorumluluk üs denmemiştir. Çünkü o, her halü- ' karda sürekli kazanmaktadır. Halbuki onu çalıştıran hem kazana­bilir hem de kaybedebilir. Bu da gösteriyor ki burada mesele bir üc­ret karşılığında başkasının malından yararlanmak değildir. Aksi­ne adam borç alarak sahip olduğu ve ödemesini üstlendiği, sorum­luluğunu yüklendiği/ kendi malından yararlanmaktadır. Bu iki mesele arasında gerçekten çok büyük fark vardır...

2- Bir başka yaklaşım ise, riba uygulamasında ahnan fazlalığın aslında gerçek bir fazlalık olmadığı düşüncesidir. Bu düşüncede faiz, mal sahibinin zamanla ahm gücünü yitiren malının zarannı ödemek için alman bir takviye niteliğindedir. Hatta bazı durum­larda mal sahibinin zaran, aldığı paradan daha fazla olabilir. Bazı durumlarda ise kişinin malı yarıdan daha fazla olabilir. Bazı du­rumlarda ise kişinin malı yandan daha fazla değer kaybına uğrar­ken fazlalık olarak aldığı faiz ise yüzde beş veya daha fazla, ya da daha eksik olabilmektedir. Nitekim bozuk ekonomik sistemlerde bu tür hallere her zaman rastlanmaktadır, denilerek yine faiz uy­gulaması haklı temellere dayandırılmak istenmektedir.

Bu yaklaşıma da şöyle cevap verilebilir: Eğer mesele buna göre ayarlanıyorsa ekonomik değerin arttığı, dolayısıyla çalışmanın değerinin de arttığı durumlarda nasıl bir uygulama yapacağız. Bu durumda borç veren kişi parasının faizinden vazgeçecek midir? Yoksa azalsa da o kendi faizini isteyecek midir?... Böylece anlaşılı­yor ki bu düşünce faiz sisteminin yapısı ile uyum sağlamaktadır. Çünkü faiz kanunu bu1 açıdan şartların değişmesiyle değişmeye­cek sabit bir oran beli^İememekte ve bu tür bir oranı dikkate alma­maktadır.

3- Bu konuda canlı pratik bir başka yaklaşım ise şöyle dile geti­rilmektedir: Bazı insanlar kazanç elde etmek amacıyla organik ve düşünceye ilişkin herhangi bir çalışma ve eylem ortaya koymadan mallarını çalıştırmak isterler. Ya kendileri çalışmaktan aciz olduk­ları için ya da kişisel özel şartlan el vermediği için... Bu durumda faize bulaşmadan bu istek ve arzu nasıl gerçekleştirilebilir? Buna şu da ilave edilebilir. Kazanç elde etmek sadece çalışmakla müm­kün olmaz. Bunun için iki şart sözkonusudur. Birincisi kapital, ikincisi çalışmadır. Mal olmadan çalışmayı yapacak olan insan ti­caret yapamaz. Fabrika sahibi de elde etmek istediği ürünleri elde edemez. Dolayısıyla kapitale bu sahada adalet ve dengeyi gerçek­leştirdiği için bir pay vermek gerekir.

Bu soruya da cevap olarak deriz ki: İslam bu soruna da pratik bir çözüm yolu göstermiştir. Bu da kapital ile çalışmanın birleştiril­mesi ve beraberce çalıştınlmasıdır. Buna îsîam literatüründe "mü-dar ebe" adı verilir. Yani mal sahibi ile çalışma sahibi arasında bir ortaklık... Herbiri kendi payına düşeni anlaşma gereği olarak ala-

cak, kârlannı paylaşacaklardır. Herhangi bir terslik halinde mal sahibi malının tamamını yitirebileceği gibi, işçide bütün çalışması­nı yitirebilir... İşte bu şekilde kişi çalışmadan, kazanç amacıyla ma­lını çalıştırabilir. Aynı şekilde güç sahibi de kapital olmadan ka­zanç amacıyla bunu kullanabilir. Zarar edildiği durumda herbiri harcamış olduklan açıdan zarara uğrarlar. Kar edildiğinde de her­kes kendi gücüyle kâr etmiş olur. îşte İslam'ın anaparayı ve verimli gücü birleştirerek adalet ölçüsüne uygun bir şekilde gerçekleştir­diği pratik çözüm yolu budur.

4- Bazılan diyebilirler ki, faizin yasaklanması birey ve toplum açısından ekonomik krizlere, çıkmazlara, sakatlıklara neden ola­bilir. Çünkü faizin yasaklanması bankalann yok edilmesi, faiz esa­sına dayalı bulunan bütün ekonomik ilişkilerin ortadan kaldınî-ması demektir. Bu durumda böyle bir hükmü uygulamak realite ve pratik olarak mümkün olmayacak ve uygulama imkanı bula­mayacaktır. Dolayısıyla bir takım olumsuzluklar ve zararlara yol açsa da pek çok olumlu yönlerine ve yararlanna bakılarak insanla­rın yaran için bu şartlarda faiz uygulamasının devam etmesi ge­rekmektedir.

Buna da şu şekilde cevap verelim: İslam'ın tüm hükümleri is­ter haram, ister helal, ister olumlu, ister olumsuz olsun diğer Is-lamî hükümlerle birlikte bir bütün içinde uygulanmaya konmadı­ğı müddetçe bir realite olarak anlaşılmaz ve insanın problemine ne denli geniş boyutlarla çözüm getirdiği görülmez. Çünkü İslam, in­sanlığın herhangi bir problemine karşı çözüm yolu gösterirken parçalan birbirine bağlı bir bütünlük arzeder. Ortaya koyduğu hu­kuk ve yasalanyla birbirine uygun özellikleri taşıyan eksiksiz bir vücut gibidir. İslam bu bütünlüğü ile uygulanmadan meseleye na­sıl üstün bir çözüm getirdiği anlaşılamaz... İşte faizin yasaklanma­sı konusunda düşündüğümüz şey de budur. Bu yasağın bütün olumlu ve olumsuz, müsbet ve menfî yönlerini faiz sistemini temel ilke olarak kabul eden kapitalist bir düzen içinde görmemiz ve bu şartlarda faizi kaldırmayı düşünmemiz mümkün değildir. Bütü ekonomik ilişkileri, olduğu gibi bırakarak böyle bir yasak koyma, nın aniamı yoktur. Zira biz bu yasağı sözkonusu realiteler eözö-nünde iken uygulamaktan söz etmiyoruz. Biz bütün sosyal, eko­nomik ve siyasal ilkeleri ve kuralları ile düzenin değiştirilmesin­den ve yeni bir uygulamaya geçilmesinden söz ediyoruz. İşte an­cak böyle bir sistemde, İslam'ın mükemmel uygulandığı bir ortam­da faizi yasaklama uygulamasının müsbet yararlarını görebili­riz.

Bu konuda başka bir soru daha ileri sürülebilir: Sizin bu görü­şünüze göre faizin yasaklanması, devletin kurulmasına ve kap­samlı olan islam düzeninin gerçekleşmesine bağlı olduğundan is-lami olmayan bir düzenin faizi yasaklamakla herhangi bir ilgisi ol­mayacaktır. Nitekim marksist inanç sisteminde ve başka düzenler­den kaynaklanan'hukuk sistemlerinde olduğu gibi bu tür uygula­malar ancak bu düşünce kuralına bağlı bulunan mükemmel siste­min kurulmasından sonra sözkonusudur. Bireysel planda bunları uygulamanın anlamı yoktur. Zira bu bireysel uygulama insanın herhangi bir problemini çözmeyecektir, değil mi?

Buna da cevabımız şudur: İslam düzeninin bireysel ve top­lumsal yasaları ile materyalist düzenlerin yasaları arasında çok önemli farklar vardır. Bir, kere İslam, insanın bireysel ve toplumsal kişiliğini, oluşturan ahlakî ve ruhanî manevî cihetlerinin esası üze­rine kurar fakat onun diğer maddî yönlerini de ihmal etmez. Bu an­layışın ışığı altında görülüyor ki problemin kapsamlı çözümünün tamamı kişinin hayatındaki yaşama hareketine bağlı değildir. İn­sanın kişiliğini oluşturan temel etkenler de vardır ki insan bununla kendini toplumun saptırıcı anlayışlarından, sapık akımlarından korur. Bu da fert açısından bireysel çerçevede sözkonusu uygula­maya ilişkin hukukî yasanın yürürlüğe girmesini sağlar. Toplum­sal çerçevede böyle bir hareket gerçekleştirilmese de en azından bireysel planda gerçekleştirilebilir... Bunun içindir ki biz bunca zamana rağrnen İslam'ın hukukî yasalarının asırlardan beri îslamî darenin dışında varlığım sürdürdüklerini görüyoruz. Çünkü Is­ın müslüman insanı, maddî ve manevî değerleri ile İslam'ın esas­ları üzerine eğitmiştir, isterse gerçekleştirilen bu yapı cüz'î planda kalıp bütünü ile tamamlanmamış olsun, işte bu nedenledir ki müs­lüman günlük hayatında İslam'ın atmosferini ve manevî havasını teneffüs eder. Allah'a bağhhğıyîa O'na bağlı olmanın ruhaniyet ha­vası içinde yaşar. Bunun için psikolojik ve uygulamadaki zorlukla­ra katlanır. Zira o, hayatın amacı olarak emrettiklerine uymak, ya­saklarından kaçınmak suretiyle Allah'ın rızasına ulaşmayı görür. İsterse bu, onun problemini kısmen çözüme kavuştursun, isterse hiç kavuşturmasın farketmez. Günlük hayatında, yemesinde, iç­mesinde, giyinmesinde ve ilişkelirinde veya insanlarla karşılıklı diyalogunda islam'ın temiz atmosferini teneffüs etmeye çalışır. Çünkü ona göre hayatın tamamı bir tek kelimede özetlenir: İnsa­nın Allah'ın iradesine bağlı olan, kendi iradesiyle yegane yaratıcı olan Allah'ın iradesini gerçekleştirmektir. İşte bu nedenledir ki ka­pitalist bir düzende yaşasalar bile faiz müslümanlara haramdır. Hatta bu uygulama müslümanlarm hayat ve pratiklerinde komp­leks problemlere neden olabilir. Bu problemlere fıkhî birtakım çö­zümler de bulunabilir, insan onun atmosferine ve ahlakına bulaş­madan da faizin temin ettiği imkanlara ulaşabilir. Bunlara islam fıkhının diliyle "hile-i şer'iyye" adı verilir ki bunların amacı geçici durumlar için sözkonusu olan çıkmazlara, harama düşmeden, he-lala ulaşmanın yolunu göstermektir. Daha önce de belirttiğimiz gi­bi müslüman insan bütün bu zorluklara rağmen, özel ve genel her-şeyde Allah'ın nzasıni gerçekleştirmeyi amaçladığından yine de onları karşılarken mutlu ve bahtiyar olacaktır. Bundan sonra, karşı karşıya bulunduğu problemin önemini ve ciddiyetini kavradığı bir düalizmi yaşadığını bildiği için, bir taraftan şeirattan, Allah'ın yasalarından, diğer tarafta gayri meşru yasaların isteklerinden so-nımlu oldğunu bildiği için hayatı bir bütün olarak Allah'ın yasasına uydurmaya iletecek olan kapsamlı Islamî bir hükümetin kurul­ması için vargücü ile çalışacaktır.

Diğer düzenler ise insanı, ruhu veya ahlakî yönü bulunan bir varlık olarak ele almazlar. Sadece ve sadece onun maddî hayatına yönelir. Bu açıdan ona yaklaşırlar... Dolayısıyla sürekli olarak onun maddî ihtiyaçlarını düşünürler. Hatta onların bazıları insa­nın manevî ihtiyaçlarını da maddî ihtiyaçlarının bir bölümü olarak ele alırlar, bunlar toplumsal bir çözüme götürmediği müddetçe bi­reysel plandaki her türlü uygulamayı ve bu konudaki yasamaları hiç bir fayda sağlamayan, boş şeyler olarak değerlendirirler.

İslam, insanı hayatının her yönünde akidesinin boyasıyla bo­yanmasını ve hayatının hiç bir alanında bu yapısını unutmamasını ve ondan ayrılmamasını Öngördüğü için teorik ve pratik, manevî ve uygulama olarak ftep onun Islamî bir atmosferde yaşamasını Öngörür. Dolayısıyla' bu yapı cüz'î plandaki bağlılıklara bile ma­nevî ve pratik bir boyut kazandırır. Uzun zamanda gerçekleştirile­cek büyük işlere zemin hazırlamasını sağlar... Bu çerçeveye bağlı olarak şu gerçeği ifade edebiliriz: İslam ortaya çıktığı günden beri hayatta insanın günlük hareketlerinde ta günümüze kadar uygu­lama çizgisinden ve pratikten asla ayrılmamıştır. Bireysel ve top­lumsal alanda durum değişikliği olsa da İslam sürekli olarak bu özelliğini korumuştur...

Kur'an'da faizin yasaklanması ile ilgili yoruma ilişkin söyle­mek istediklerimiz aşağı-yukan bunlardan ibarettir. Şimdi bu ayet-i kerimelerin detaylı yorumuna geçebiliriz.

"Faiz yiyenler ancak şeytan tarafından çarpılmış, kimseler gibi aya­ğa kalkarlar."

Ayet-i Kerimede geçen "habat" kavramı, doğru yolu bırakıp şaşkın bir şekilde dolaşmak anlamınadır. "Mess" kavramı ise deli­liği ifade eder.

Bu teşbihi nasıl anlarız? Bu,:kıyamet gününde faiz yiyenlerin halini ortaya koyan bir söz müdür? Yani onlar kabirlerinden kal­karken sara'ya tutulmuş insan gibi mi kalkarlar? Nitekim İbn-i Abbas'tan rivayet edildiğine göre bu, o gün faiz yiyenlerin alameti olacaktır.

Yoksa bu, onların pratik uygulamadaki çarpıklıklarını mı ifa­de ediyor? onlann pratik uygulamalarında düzenli, dengeli bir yol izlemediklerini mi dile getirmektedir? Nitekim sara'ya tutulan in­san da iş yaparken ve yürürken dengeli hareket edemez, hareket­lerindeki çarpıklık rahatlıkla gözlenebilir.

Yoksa burada kafasında binbir türlü problem olduğundan doğru bir yol ve istikamet tutturamayan hummaya tutulmuş insa­nın haline teşbih mi yapılmaktadır? Çünkü o, bu çarpıklığıyla iyiyi kötüyü, kötüyü de iyi olarak görebilmektedir... Bu da onun pratik hayatında bir takım çelişkilere dönüşmektedir. Allah bilir ya doğ­ru olanı da budur. Çünkü bu yaklaşım ayetin sonraki bölümü ile uyum sağlamaktadır. "Bu, onların alış-veriş de faiz gibidir demelerin­den dolayıdır..." Çünkü ayetin bu bölümü bir önceki bölümünde yeralan teşbihteki halinin nedeni olarak gösterilmiştir. Onların önünde mesele karışmıştır. Faize karşı olumsuz bir tavır almaları gerekirken ona olumlu bir tavır koymuşlar ve alış-verişe karşı koy­dukları tavrı faizdekinden farklı görmemişlerdir. Alış-verişi de fa­iz gibi görmüşler, neden olarak da her ikisinin de kâr ve fazlalığa dayandığını göstermişler... Halbuki bu anlayış tutarlı değildir. Çünkü alış-veriş toplumda karşılıklı mal değişimini kolaylaştırır. İnsan çeşitli mallara ihtiyaç duyduğundan yanında fazla bulunan eşyasını başkasına verecek, karşılığında ihtiyacı olan şeyi alacak­tır. Böylece her iki taraf da işini görmüş olacak ve herşey, ihtiyacı bulunan kimsenin yanına ulaşma imkanı bulacaktır. Böylece hayat güzelleşecek, gelişecek ve ilerleyecektir. Faize gelince, burada borç alan kesinlikle zarara uğramakta, herhangi bir sağlıklı nedene da­yanmadan aldığı paranın yanında bir de fazladan para ödemekte­dir. Bu da haksız yere insanların malını yeme kapsamına girer. Sonra insanın hem bireysel hem de toplumsal çıkışlarına aykırı düşmektedir bu.

Bazı tefsir bilginleri diyorlar ki:

"Ayet-i kerimede geçen 'tahabbut' kavramı, asıl olan talî de­recede değerlendirmekle de ortaya çıkabilir. Yani faizcilerin sö­zü gibi değildir. Mesele, onların sözünün tam tersinedir. Onlar alış-verişi faize kıyaslıyorlar. Çünkü insan, senin bana yasakla­dığın şey bana emrettiğin şey gibidir dediği zaman, bu, tutarlı bir yaklaşım olur. Fakat bana emrettiğin şey yasakladığın şey gibi­dir demek tutarlı olmaz. Zira birinci sözün anlamı şudur: Çünkü birinci sözde kişi, emredildiği şeyin asıl olduğunu, uyulması ge­reken bir özelliği bulunduğunu kabul etmekte, fakat kendisine yasaklanan şeyin de aynı onun gibi bir özelliğe sahip olduğunu iddia etmektedir. Yoksa onun sözü bu özelliğin iptali ve ihmali anlamına gelmez."[156]

Fakat bu yaklaşım ayetin açık sözlerinden rahatlıkla anlaşıl­mamaktadır. Yani "nabat" kavramını bu şekilde sınırlandırma­mak durumundayız. Sözün gelişinden anlaşıldığına göre onlar fa­iz ile alış-veriş arasındaki hüküm ayrılığını kabul etmemektedir­ler. Birisinin helal, diğerinin haram sayılmasına karşı çıkmaktadır­lar. Sanki onlar şöyle demek istiyorlar: "Sizin her zaman yaptığınız ve helal gördüğünüz alış-veriş sizin kendinize haram bildiğiniz ve bizim için yasak gördüğünüz faizden hiç de farklı değildir." Bu yaklaşım, ayetin arkasındaki bölümü desteklemektedir: "Oysa Allah altş-ve-rişi helal faizi ise haram kılmıştır." Bu da gösteriyor ki onlar kendile­rine telkin edilen düşünceyi red ve inkar ediyorlar. İkisi arasında fark görmüyorlar, yoksa ifadenin özelliklerini sınırlamaya çalış­mıyorlar. [157]

 

Şeytan Tarafından Çarpılmış Kimse İfadesini Nasıl Anlarız?

 

Bazı tefsir bilginleri ayetin bu bölümünü değişik açıdan ele alıp yorumlamışlardır... Buradan anlaşıldığına göre şeytanın do-kunmasıyla insana bir humma veya bir çeşit deilik hali gelmektedir. Genellikle halk kitleleri bu tür durumları cin çarpması olarak değerlendirirler... Acaba Kur'an-ı Kerim bu düşünceyi destekle-'yip pekiştirerek kesin dinî bir gerçek olarak mı saymaktadır? Bu, insanın hayatında görülen bir takım Kur'an'm değindiği olaylar­dan biri midir? Yoksa insanların hummanın sebeblerinden oldu­ğuna inandıkları bir eylemi ifade esnasında teşbih için mi veril­mektedir? Sanki burada Kur'an-ı Kerim, sözlerinde anlaşılan dü-ŞÜnceyi amaçlamış, bu sözlerin harfî/motamot anlamlarını bütü­nü ile kasdetmemiştir. Yani sanki burada, Arap dilinde kullanılan ve bir çeşit kinaye olarak kabul edilebilecek bir ifade tarzı kullanıl­mıştır. Yoksa bu iki ihtimalin dışında başka bir ihtimal mi var­dır?

Bazı tefsir bilginleri ikinci görüşü Allah'ın adaletine daha uy­gun görmektedirler. Yani yüce Allah'ın, şeytanı kullarının veya mümin kullarının aklıyla oynayabilecek güçte yaratmış olmasının onun adaletine pek yakışmayacağını söylerler. Fakat Mizan tefsiri­nin müellifi bu görüşü reddetmektedir. Ve Yüce Allah'ın, kendi sözlerinde doğru olmayan boş ve tutarsız sözlere dayanmaktan münezzeh olduğunu belirtmektedir. Yüce Allah boş sözleri ancak onların tutarsazlığını açıklamak için dile getirir. Eğer şeytanın in­sanın aklına musallat kılınması adalete aykırı düşüyorsa insanın aklını giderek tabiat olaylarını ve doğal sebebleri onun aklına mu­sallat etmek de adalete aykın olur. Çünkü her ikisi de işin sonunda Allah'a dayanacaktır, insanın iradesi ve tercihinden çıkmış olma­larına rağmen... Aklın giderilmesi adalete aykın düşmez. Çünkü bu hal insanın sorumluluğunu tümden kaldırır. Bu açıdan insanın bir problemi olmaz. Mizan'm müellifi daha sonra şu şekilde de­vam eder: "Aslında daliliğin şeytana âayandınlışı vasıtasız ve doğru­dan doğruya değildir. Arada sinirlerin bozulması ve beyin hastalıkları gibi doğal sebebler arkasında şeytanın bulunduğu yakın sebeblerdir. Ni­tekim keramet çeşitleri de meleklere dayanır. Fakat bunlarla aralarında yine doğal sebebler yer alırlar. Bunun bir benzeri Yüce Allah 'in Eyyub hakkındaki şu sözünde gözükmektedir: 'Kulumuz Eyyub'u da an. O, Rabbine: Şeytan, bana bir yorgunluk ve azab dokundurdu diye seslen­miştir. " (Sa'd 41). Başka bir ayette diyor ki: Eyyub 'a da lütfettik. Rabbi­ne: Bu dert bana dokundu. Sen merhametlilerin en merhametîisisin diye dua etmişti.' (Enbiya 83). Ayet-i kerimede geçen durr kavramı hasta­lık demektir. Bunun insanın bedeninde gözlenen doğal sebepleri vardır. Fakat O, doğal sebepleri bulunan hastalığı şeytana nisbet etmiştir." Daha sonra müellif sözlerini şu şekilde noktalar: "Kur'an'ın, olayları veya eylemleri Allah'a, ruha, melek veya şeytana nisbet etmesindeki üslub doğal sebepleri ortadan kaldıran doğrudan bir nisbet değildir. Burada fail olarak gösterilen sebebin boyunda etkilidir, eninde değil." [158]

Şu kadar var kî, biz inanıyoruz ki mesele, Menar Tefsirinin müellifi tarafındaki savunulduğu gibi Allah'ın adaleti ile ilgili de­ğildir. Mizan'ın müellifinin değerlendirmelerine bu konuda katılı­yoruz. Fakat bu demek değildir ki biz halk kitlelerinin inanç haline getirdiği ve ayete dayandırdığı düşünceyi kabul ediyor ve destek­liyoruz... Burada aslında mesele, ayetin "şeytan" kavramı neyi ifa­de etmektedir? Burada sözü edilen şeytan, Kur'an'm yer yer kendi­sinden sözettiği ve Allah'ın dünyanın sonuna kadar kendisine im­kan tanıdığı, insanın kötü duygularını ve isyan ruhunu körükle­yen, yine Kur'an'm birçok yerde kendisine iblis adını verdiği ger­çek şeytan mıdır, yoksa mecazî bir anlamı mı vardır? Deliliğe ve başka hastalıklara neden olan çeşitli gizli etkenleri mi ifade etmek­tedir? Bu etkenlerin her ikisi de gizli birer etkendir. Bazen insanın düşüncesini ve bilincini bazen de bedenin ve aklını etkisi altına alır... Eğer burada sözkonusu edilen şeytan mecazî anlamda kulla­nılmışsa bu sözü başka anlamlara çekmemizin delili ve işareti ne­dir?

Biz bu kavramın, mecaz anlamında kullanıldığını, gerçek an­lamında kullanılmadığını daha uygun görüyoruz. Bunu da Kur'an-ı Kerim'de geçen şeytanın kişiliğine ve Allah'ın kendisine ver­diği, insanın hayatı üzerindeki etkin fonksiyonuna ilişkin yaptığı­mız incelemeden çıkarıyoruz. Çünkü biz Kur'an-ı Kerim'in özel­likle şu noktayı uyguladığını biliyoruz: Şeytanın baştan sona en büyük görevi insanların gözünde güzel göstermek suretiyle kötü­lüğe ilişkin telkinlerde bulunması, sapıklığın gerçekleştirilmesin­de etkisi bulunan yöntemlerle sapıklığı gerçekleştirmeye çalışma­sıdır. İnsanin eğilimini ve tercihini etkisi altına almaya gayret et­mesidir. Fakat karşısında durulmayacak kadar bir baskı yapması, insanın çaresiz olarak onun otoritesine boyun eğmesi gerektiği noktasında Kur'an-ı Kerim birçok ayetinde böyle bir baskı ve otori­teyi reddetmektedir. "Benim halis kullarıma karış senin bir gücün yoktur. Ancak sana uyan azgınları azdırabilirsin sen." (Hicr 42)

"İş bitirildikten sonra şeytan onlara şöyle dedi: Allah size gerçeği vadetti. Ben de size söz verdim, ama sözümden caydım! Benim küfre zor­layacak bir gücüm yoktu... Sizi sadece küfür ve isyana çağırdım. Siz de benim çağrıma koştunuz, o halde beni yermeyin, kendinizi yerin! Ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Ben Öncedenbeni Al­lah'a ortak koşmanızı da tanımamıştım zaten." (İbrahim 22)

Ayetten anlaşıldığına göre şeytanın insan üzerinde normal va­sıtaların dışında hiçbir otoritesi yoktur. Onun bu otoritesi insanın sorumluluğunun başlıca etkeni olan iradesini ve tercihini iptal et­mez. Madem ki şeytanın insan üzerinde beden açısından bir etkisi yoktur, bir görüşten onun zıddı olan başka bir görüşe zorlayarm-yorsa, imandan küfre, iyilikten kötülüğe çeviremiyorsa nasıl olur da görülmeyen vasıtalarla insanın karşı koyamayacağı şekilde İn­sanın aklını bütünü ile iptal edebilir. Mesele, konunun adaleti ve adaletsizliği ile ilgili değildir. Şeytanın insanın hayatındaki fonksi­yonu ile ilgilidir. Bu, şeytanın yeryüzünde varlığı ve hikmetiyle açıklanabilir. Buradan da anlaşılıyor ki şeytanın insanın üzerinde bundan başka bir fonksiyonu yoktur. Bu konuda irdelenmesi gere­ken başka bir nokta daha vardır. O da Allah'ın insan ile şeytan arasında koyduğu mücadelenin atmosferi ile uygun düşmediği mese­lesidir. Allah bu iki varlık arasında bir mücadeleyi dilemiş, şeyta­nın Adem'e secde etmesini emretmekle ve O'mı yeryüzündeki ha­lifesi kılmakla insanın onuruna ve üstünlüğüne işaret etmiştir. Bu da Allah'ın insana verdiği ve insanın en önemli Özelliğini oluştu­ran aklının Allah'ın rahmeti altında olması gerektiğini ifade eder. Çünkü eğer Allah onun aklını şeytanın baskısından korumayacak olursa şeytan insana karşı sahip olduğu gizli vasıtalarla onu dile­diği gibi evirip çevirecek ve insanı kendi eli ile bir oyuncağa dönüş­türecektir... Birtakım vesveselerle, gizli telkinlerle insanı saptıra-bümesine gelince, bu, insanın onurlu ve şerefli bir varlık olduğunu pekiştirir. O'na aykırı düşmez. Allah'ın insana güvendiğini göste­rir. Çünkü Allah Onu akılla donatmış, kendisine peygamberler göndermiş, kitaplar ve ilahî mesajlar iletmiştir... Bu demektir ki in­san, bu vasıtalari kullanarak şeytana karşı üstün gelebilecek ve ica­bında meleklerin derecelerinden üstün derecelere ulaşabilecektir. Nitekim bazı hadis-i şeriflerde bu konuda bir takım bilgiler veril­miştir... Bu kısa değerlendirmede şu kesin sonucu çıkarabiliriz. Burada kendisinden söz edilen şeytan'dan amaç iblis değildir. Ni­tekim Allah'ın Hz. Eyyub'dan hikaye ettiği olayda sözkonusu olan da iblis değildir. Bu ayetlerden anlaşıldığına göre sıkıntı ve hastalı­ğın asıl nedeni şeytandır, demek istenmiyor. Yani o da doğal se­beplerden biri olarak kabul ediliyor. Sadece şeytan kavramı, hasta­lık vs. şeyler içinde kullanılmış oluyor... Bu konudaki delile gelince şeytanın bu sahada insan üzerinde hiçbir fonksiyonu ona sahip ol­madığını ortaya koyan açıklamamızdır. Yine de Allah bilir. [159]

 

Allah Alış-Verişî Helal, Faizî İse Haram Kılmıştır...

 

Tefsir açısından bir değerlendirme:

"Allah alış-verişi helal, faizi ise haram kılmıştır..." Ayet-i kerime­de geçen "vav" harfi, cümlenin başında gelen ve Allah'ın daha Önce belirlediği bu hükmü açıklamak İçin midir, yoksa durumu bildi­ren bir "vav" mıdır? Bazı bilginler birinci görüşü tercih edebilirler. Zira hal cümlesi çerçevesine giren mazi fiilin başında "kad" edatı­nın bulunması gerekir. Çünkü hal cümlesi, fiilin zamanında mey­dana gelir. Bu da gerektirir ki onların bu sözleri ve çelişkileri daha önce ve daha sonra sabit olduğu gibi şu anda da vardır... Fakat cümlenin akışı İçinde meseleye baktığımız zaman, cümlenin yeni­den akışına uygun düşmektedir... Çünkü ayetin açık anlamından anlaşıldığına göre bu, onların alış-veriş ile faizi aynı görmeleri şek­lindeki anlayışını reddetmekle ilgilidir. Fiil ile durum arasındaki zaman birliği meselesine gelince bu herhangi bir engel oluşturmu­yor. Şöyle ki onların bu sözü her iki hükmün de tesbit edildiği za­manda sabittir. Bu da onların görüşlerini reddetmeyi pekiştirir. Onlar bu sözü, bu hükmün belirlediği sırada hemen söylemişler­dir. Çünkü onlar hüküm üzerinde hiç düşünmemişler, ikisi arasın­daki farkın yapısını anlamaya çalışmışlardır, iman çizgisinde bu hükümle uyuşma yasası üzerine bir uyum sağlayamamışlardır. Çünkü burada sözkonusu edilenler çoğunlukla imanlarından sa­pıp faiz yiyen mü'minlerdir. Sonraki ayetten bu rahatlıkla anlaşıl­maktadır. Mazi fiilin başına "kad" edatının getirilmesine gelince, bu, en doğru görüşe göre her zaman zorunlu değildir. İşin gerçeğini bilen Allah’tır.

"Kim kendisine Rdbbinden bir Öğüt gelir gelmez faiz yemeye son ve­rirse geçmişte aldığı faizler kendisinden geri alınmaz. Onun işi Allah 'a kalmıştır. Fakat kimler tekrar faizciliğe dönerlerse onlar orada ebedî kal­mak üzere cehennemliktirler."

İmam Muhammed Bakir'dan bu ayetin tefsiri ile ilgili olarak şöyle bir nakil yapılmıştır, Mecmau'I Beyan'da da yer alan bu nakil şöyledir: "Kim müslüman olur, İslam 'a kavuşur ve cahiliyeâe yapmış olduğu işlerinden tevbe ederse, Allah daha önce yaptıklarını bağışlar. Kim de haram kılındıktan sonra faiz yemeye dönüş yapar ve öğüt veril­dikten sonra altş-verişin de faiz gibi olduğunu söylerse onlar orada ebedi kalmak üzere cehennemliklerdir. Zira bu sözü ancak faizi helal sayan ka­fir birisi söyleyebilir..." "Onun işi Allah 'a kalmıştır " sözünden anla­şıldığına göre ayet, günahın bağışlanması ile ilgilidir. Zaten ayetin akışı içinde sözkonusu olan da hemen ardından kabul edilen tev-bedir. Bazen yüce Allah bağışlamadan bahsederken sözü kapalı söyler, açık olarak belirtmez. Böylece insan sürekli olarak Allah'ın bağışlanmasını dilemek durumunda kalır. Allah'ın mağfiretini sü­rekli talep eder... Bu ilkeye göre meseleye bakıldığında ayet, malı bağışlamaktan ve onu istemekten, asıl sahiplerine iade etmekten söz etmiş olmaktadır. Kendi işini Allah'a havale ederek günahının bağışlanmasını dilemekten bahsetmektedir. Çünkü Allah kulları­nın tevbesini kabul eder, onların günahlarını bağışlar ve tevbe edenleri sever. [160]

 

Allah Faîzi Eritir,  Buna Karşılık Sadakaları Artırır

 

"Allah faizi eritir, buna karşılık sadakaları arttırır. Allah haramda ısrar eden hiç bir günahkar kafiri sevmez..." Ayet-i kerimede geçen "mahak" kavramı; eksiltmek, azaltmak demektir. "Riba" ise art­tırmak anlamına gelir. Bu durumda buradaki azalmayı ve oradaki arttırmayı nasıl anlarız. Bu, faizin dünyadaki olumsuz sonuçlanna mı işaret etmektedir? Yani Allah, faizcinin planladığı ve arzu ettiği malının arttırılması maslahatına aykırı bir şekle mi dönüştürür? İşin sonunda faizin ekonomik, siyasal ve toplumsal sonuçlarıyla, kinleri, kıskançlıkları ve inkılapları körüklediği, faizcilerin kurdu­ğu bütün planları altüst ettiği ve onların bütün kazançlarını silip süpürdüğü anlamına mı gelmektedir? Sadakaya gelince: o da sa­daka verenin malını arttırmaktadır. Gelişmeye ve ilerlemeye elve­rişli, sevgi, saygı ve şefkat atmosferlerini mi oluşturmaktadır?

Yoksa burada sözkonusu edilen, Allah'ın faizciler için hazırla­dığı ceza ve azap mıdır? Onların dünya da elde ettiklerinin hepsi­nin bir anda kül olup savrulması mıdır? Bu, faizleriyle hiç bir iyilik yapmadıkları için ahirette sonsuz hüsrana uğramaları mıdır? Bu­nun yanında sadaka verenin, sadakanın iyi ve güzel sonuçlanna kavuşması Allah'ın on kat mükafat ve sevabına ulaşması mıdır? Yoksa başka bakış açılan mı vardır? Faizin meşruluğunu ka­bul etmeyen, onu bütünü ile pis ve haram sayan ve onurüa ilgili bü­tün uygulamaları gasp şeklinde değerlendiren, bunun yanında sa­dakayı malı bereketlendiren, temizleyen ve sahibinin mülkünü sağlam! aştıran bir faktör olarak gören şer'î hüküm müdür?.. Biz bu görüşlerden ikincisini daha uygun görüyoruz. Bu konuda delili­miz ise bazı hadislerdir: "Kadın ve erkek, hurmanın bir parçası dahi ol­sa sadaka olarak verdiğinde ben onu onun adına çoğaltırım, besler büyü­türüm. Tıpkı herbirinizin malağını ve tayını besleyip büyütüğü gibi. Öyle ki onun bu sadakası kıyamet gününde Uhuâ Dağından daha büyük bir iyiliğe ulaşır." Ayet-i Kerime'yi faiz ve sadakanın hem dünya hem ahiretteki sonuçlanna yorumlamak da uzak bir ihtimal değil­dir. Allah her şeyi daha iyi bilendir.

"Allah haramda ısrar eden hiçbir günahkar kafiri sevmez." Anlaşı­lan odur ki bu ayette ifade edilen, onlann, diğer pek çok Kur'an ayetinin değindiği gibi imanın pratik eylem çizgisinden sapıp küf­re bulaşmasıdır. Zaten imanın partiğinden uzaklaşmanın en doğal sonucu da budur. Çünkü imanın değeri amel ile ortaya çıkar, amel imandan uzaklaştığında pratik ve uygulama açısından küfür ile iman arasında hiçbir fark kalmaz. Allah en iyi bilendir.

"Onlar ki inandılar, iyi işler yaptılar, namazı kıldılar ve zekatı ver­diler, Rableri katında mükafatları kendilerine mutlaka verilecektir. On­lar için artık korku sözkonusu değildir ve onlar hiç üzülmeyecekler­dir."

Bu, Kur'an'ın en belirgin üslubudur. İnsanın, üzerinde yürü­mesi gereken çizgiye gelmesi açısından Allah'ın şer'î hükmü ge­nellikle bu sekide ifade edilir. Günah işlediği takdirde kendisini bekleyen cezanın, itaat ettiğinde ise karşılaşacağı sevabın boyutla­rı gözlerinin önüne getirilir. İnsanı ahiretin havasına sokar, o iklimin havasını teneffüs etmeye yöneltir. Bu ayet-i kerimede Yüce Allah insana şu meseleyi açıklamak istemiştir: Faiz meselesi, iyi iş- . ler yapan, namaz kılan ve zekat veren müminin mütekamil kişili­ğinde bütünden bir parçayı temsil eder. Böylece iman, insanın ce­zadan kurtulmasında ve mükafata kavuşmasında pratikten kop-mayan canlı, diri bir etken halinde canlandırılır.

"Ey müminler, Allah'tan korkun ve eğer inanıyorsanız, henüz eli­nize geçmemiş faizi almaktan vazgeçin..." Bu ayet ile mümin insanı baskısı altına alan atmosferin ağırlığı daha da ağırlaşıyor. Sapık bir toplumda ve kendisini kuşatan ekonomik düzenin etkisi altında kalıp imanını da unutarak, faizden kaynaklanan fazlalığı borçlu­dan istemede ısrar etmeye başlaması gündenme giriyor. Ayet-i ke­rime insana durumuriu ve tutumunu bir tek söz ile Özetliyor: Faizi isteme konusunda, faizin geri kalan kısmını isteyip istememe hu­susu mümin olup olmama meselesidir.

"Eğer böyle yapmazsanız Allah ve Rasulü tarafından açılmış bir sa­vaşla karşı karşıya olduğunuzu bilin."  Çünkü yüce Allah insanın önemli yararlan ile ilgili bulunan meseleler ve pratik uygulaması ile toplumun güveni ve selameti açısından önemli olan meseleleri, maddî ve insanî ilişkiler çerçevesinde, ahlakî ve pratik boyutlarıy­la çözüme kavuşturmayı esas alır. Konuyu böyle ciddî bir şekilde ele alır ki, insan bu konuda gevşek davranmasın ve kayıtsız kalma­sın. Çünkü buradaki en ufak bir sapma sadece bireyi ilgilendir­mez. Bütün insanların huzur ve güvenini tehlikeye sokar. Bu ne­denledir ki hayatın sosyal düzenine karşı suç işleyen insanın Al­lah'a ve Resulüne karşı açılan şiddetli bir savaşla karşı karşıya ol­duğunu bilmesi gerekir. Bu da insanın sınırsız güç ve kuvvete sa­hip olan dehşet verici ilahî kudret karşısında ürpermesi, dehşete kapılması ve bu kuvvet karşısında acizliğini itiraf etmesini gerekti­rir. Bu, herşeyde kuvvetin temelini oluşturan ilahî kuvvet karşısın­da zayıf ve güçsüz insanın konumunu farketmesi, bütün kuvvetle­rin ve değiştirme gücünün kendinde bulunduğu Allah'a karşı teslimiyetini takınması içindir... Ayet-i kerime, saptığı takdirde insa­nın ne denli bir felaketle karşı karşıya olduğunu da canlandırmaya çalışmaktadır. Büyük ve yüksek bir dağın dibinde duran bir insa­nın her taraftan üzerine yığılacak taşlarla kuşatılması; önünden ar­kasından, sağından ve solundan çepeçevre kuşatılmış, kaçma ve saklanma imkanı bulamayan kimsenin hali gibidir... Bu böyle bir korku ve dehşettir ki onu tasavvur etmek, zihinde canlandırmak bile mümkün değildir. İnsan ona nasıl karşı koyup durabilir?

"Eğer faizciliğe tevbe ederseniz, ana sermayeniz sizin olur. Böylece ne haksızlık etmiş ve ne de haksızlığa uğramış olursunuz." Böylece tek­rar şefkatli, merhametli bir üsluba dönülüyor. İnsanın önünde dengeli bir çözümün yolu netleştiriliyor, bu çizgiye dönüş yapıl­ması aşılanıyor. Buna göre onların önünde tevbe kapısı açıktır. Al­lah onların zarara uğramamasını, işledikleri günahın bir cezası olarak da bütün mallarını yitirmelerini istemiyor. Sadece insanlara zulmetmemelerini istiyor. Burada borçluya zulmedilmesi yasak­landığına göre Allah'ın, borç veren kimse tarafından borç alan kimseye zulmetmemesine müsade etmesi sözkonusu olamaz. Borçlunun borç aldığı malı sahibine geri vermemesine izin verme­si düşünülemez.

"Eğer borçlunuz darda ise eli genişleyinceye kadar ona zaman tanı­yın. " Eğer borçlu sıkıntı içinde ise ve ana parayı anında borç sahi­bine geri iade edemiyorsa Yüce Allah bu durumda mümin insan­dan ona zaman tanımasını ve Allah'ın ona bir kolaylık sağlamasına kadar beklemesini istemektedir... Zira hem insanî, hem de pratik uygulama açısından adalet ve rahmetin izlemesi gereken yol bu­dur... Eğer adalet, borçluya mal sahibinden aldığı borcu geri ver­mesini ve onu haksız yolda yememesini emrediyorsa, borç sahibi­ne de borçlunun eli genişleyene kadar zaman tanınmasını, hayatın normal zarurî ihtiyaç mallarını satacak sekide veya kendisini malî yönden, onur ve şerefi açısından, ayrıca hayatı açısından zor şart­lara sürükleyecek yeni bir borçlanmaya itecek şekilde sıkıştırmamasını öngörmektedir... Zira hukukta ve ilişkilerde adalet olgusu insanın normal gücü çerçevesinde işler, insanın gücünü aşan bir çerçevede işlemez. Zira böyle bir uygulama bütünü ile sıkıntı ve yine bütünü ile zorluk çıkarmaktadır. Yüce Allah buyuruyor ki: "O size dinde bir zorluk, bir güçlük dilemedi " (Hac 78) "Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez." (Bakara 185)

"Eğer bilirseniz alacağınızı bağışlamanız sizin için daha hayırlı­dır, " Sonra ayet-i kerime borç veren ve gücü yeten kimseye ma­nevî bir telkinde bulunuyor. Burada insan, fedakarlığa ve bağışta bulunmaya teşvik ediliyor. Allah katında elde edeceği mükafatı, kazancı düşünmeye başlıyor. Allah katında elde edeceği mükafatı, kazancı düşünmeye başlıyor. Tahsil ettiği veya edemediği malla­rıyla, elde ettiği kazancı veya zararı, yani maddî hesaplan bir ke­nara itiyor. Eğer borç alan kimsenin eli geniş değilse ve onu bekle­mesi de kendisinin hakkı ise Allah'ın hakkı da verdiği nimetlere şükredilmesidir. İyi amellerle Allah katında yüksek derecelere ulaşmaya çalışmasıdır. Borç verdiği bu mah Allah'ın rızasını elde etmek amacı ile sadaka vermesidir. Bu, kullarının sadakalarını ka­bul eden, günahlarını bağışlayan, dünya ve ahirette bolluk ve be­reket veren Allah katında daha hayırlıdır. Eğer onlar kânn ve zara­rın Ölçülerini İyi biliyorlarsa, gafil insanlann düşünüp tercih ettiği basit ölçüleri esas almıyorlarsa, kalıcı, sürekli ve değişmez ölçüleri ilke olarak kabul ediyorlarsa en iyisi budur.

"Allah'a döneceğiniz ve sonra hiç kimseye haksızlık edilmeksizin herkese kazancının eksiksiz olarak verileceği günden korkun..." Burada çeşitli amaçları bulunan takvaya davet ediliyor. Allah'ın sevdiği ve sevmediği şeyleri Ölçü almayı, böylece o büyük günle ilgili derin bir düşünceyi insanın ruhuna yerleştirmeyi esas alıyor. Böylece in­san bu geçici dünyada herşeyini arkada bırakarak, gittiği yoldan Allah'a dönüş yapıyor. İnsanlann birbirleriyle yanştığı, sürtüştü­ğü kin ve nefret duygulanyla dolup birbirleriyle savaştığı dünya­da Allah'a dönüş yapıyor... Dünyada sadece İnsanın işlediği iyiliği kalıyor. Allah'ın ve insanın malından aldığı ve verdiği şeyler kalı­yor. Allah'a itaati ve isyanı kalıyor... Burada insan beklenti;içinde duruyor... Herkes görevini bekliyor. Herkes nereye gideceğini öğ­renmeye çalışıyor. Herkesin yaptığı kendisine soruluyor. Herkes ne yapmışsa onun karşılığını alıyor. Ne kadar az da olsa herşeyi ek­siksiz olarak kendisine veriliyor. O gün adaletin günüdür. Adil ce­zanın günüdür. O günde şu söz ebedî ve değişmez bir ilkedir: "Bu gün asla zulüm yoktur!..." Bundan sonra insan bu dünyada kendi hayatında takva çizgisinden gitmek için neden geri kalıyor. Ma­dem ki O, Allah'a iman ediyor ve ahiret gününe inanıyor, kendisini mutlu kılacak şeylere, ahirette derecelerini yükseltecek ve mutlu­lukla ilgili umutlannı gerçekleştirecek şeylere yönelmenin kendi­sine ait olduğunu biliyor. O halde dünyada bunları gerçekleştir­meyi düşündüğü gibi ahiretini de düşünmesi gerekiyor...

Mecmau'l Beyan'da belirtildiğine göre bu ayet, Peygambere indirilen son ayettir. Peygamber (Salat ve selam üzerine olsun) on­dan sonra yirmi bir gün yaşamıştır... Eğer bu rivayet doğruysa ayet şu anlama gelir: Yüce Allah son olarak kullanna bir çağnda bulu­nuyor. Takva çizgisinde insanın bu hayatta yüklenmesi gereken bütün sorumlu luklannı Özetliyor. İnsan takva çizgisi ile Allah'a döneceği günü daha ciddî bir şekilde ve daha sürekli olarak düşü­nebilecek, burada işlediği iyiliğin karşılığında iyilik, kötülüğün karşısında da kötülük göreceğini daha net bir şekilde görebilecek­tir... Başka bir ayette de yüce Allah'ın belirttiği gibi takva hem bir çizgi hem de bir azıktır: "Yanınıza yol azığı alın, hiç şüphesiz en hayır­lı azık takvadır. Ey akü sahipleri benden korkun..." (Bakara 197) [161]

 

45) BORÇ VE ÎLGİLÎ. UYGULAMALAR

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...

"Ey müminler, birbirinize belirli bir süre sonra ödenmek üzere borç verdiğiniz zaman bunu yazın. İçinizden biri bunu dürüst bir şekilde yaz­sın. Yazan kimse onu Allah 'in kendisine emrettiği gibi yazmayı ihmal et­mesin. Bu hesabı yazıaya borçlu taraf yazdırsın. Ama Rabbi olan Al­lah'tan korksun da bu hesabi yazdırırken hiç bir şeyi eksik bırakmasın. Eğer borçlu taraf aptal, zayıf ya da nasıl yazdıracağını bilmeyen biri ise yazdırma işlemini onun yerine dürüst bir şekilde velisi yapsın.

Bu işleminize erkeklerinizden iki kişiyi şahit tutunuz, eğer iki erkek şahit bulunmaz ise onayladığınız bir erkek ile iki kadını şahit tutunuz, ta ki biri yanılınca Öbürü hatırlasın. Şahitler çağrıldıklarında gitmezlik et­mesinler.

Borç küçük olsun büyük olsun onu vadesini belirterek yazmaktan üşenmeyiniz.

Bu, Allah katında en dürüstçe, şahitlik için en sağlam ve sizi şüphe­den uzak tutacak en kolay yoldur.

Yalnız aranızda peşin bir alış-verİş olursa bu İşlemi yazıya geçirme­menizin bir sakıncası yoktur. Ahş-veriş yaparken de şahit tutun. Ne ya­zana ne de şahide zarar verilmesin. Eğer bunlara zarar verirseniz kendi hesabınıza fasık olmuş, günaha girmiş olursunuz. Allah'tan korkun. O size nasıl harek etedeceğinizi gösteriyor. Allah herşeyi bilir.

Eğer yolculukta olur da işlemlerinizi yazacak birini bulamazsanız, alınan rehinler yeterlidir. Eğer birbirinize güvenerek borç işlemi yapmış iseniz kendisine güvenilen kimse borcunu Ödesin. Rabbi olan Allah'tan korksun. Sakın şahitliği saklamayın, kim şahitliği saklı tutarsa onun kal­bi günahkardır. Hiç kuşkusuz ne yaparsanız Allah onu bilir."   (Bakara: 282-283) [162]

 

Kur'an Malî Uygulamalara İlişkin Tesbîtler Beürliyor

 

Buradaki iki ayette borç hükümleri ile ilgili bir takım îslamî yasalar yer almaktadır. Borç veren insanın elinde herhangi bir se­nedi ve belgesinin bulunmadığı durumlarda borçlunun borcunu inkar etmesine imkan vermeyecek şekilde borcun sağlıklı bir şekil­de ispatı ve garantiye alınması istenmektedir... Yüce Allah borcun karışıklığa ve İnkara fırsat vermeyecek sağlam ve kesin bir şekilde yazılmasını dilemektedir. Borcu yazacak olan katibin borç yazma­ya davet edildiğinde onu güzel şekilde yazmasını talep etmekte­dir. Bu konudaki şahitliğe teşvik etmekte, şahitliğe çağrıldıkların­da şahitlik yapmaktan, bu sorumluluğu yerine getirmekten geri durmamalarını istemektedir. Bu şahitliği yerine getirmeye ve ifa­de vermeye çağrıldıklarında da ondan geri durmalarının caiz ol­madığını hatırlatmaktadır... Daha sonra rahin bırakmak ile ilgili yasaya de^nmellte, özellikle yazma işinin gerçekleştirilmediği durumlara dikkat çekmektedir... Sonra müslümanlara karşılıklı güven esasına dayalı olarak ilişkilerini düzenlemeleri gerektiğini hatırlatmakta, bu karşılıklı güveni şahit tutma ve yazma işlemine ihtiyaç bırakmayacak kadar ilerletmeleri gerektiğini hatırlatmak­tadır... Böylece görüyoruz ki bu iki ayeti kerime uygulamaya daya­lı bir programa işaret etmekte ve insanları o programa yöneltmek­tedir. Yüce Allah bu program ile insanların malî ve ekonomik iliş­kilerini düzenlemek, işin sonunda insanların ilişkilerine halel geti­recek, onların arasındaki ilişkiler üzerinde olumsuz etkilerde bu­lunacak uygulamaları ve gelişmeleri önlemek istemektedir...

Fakat burada bütün bunlar niçin vardır...? Yüce Allah'ın yaz­mak, şahit tutmak ve rehin bırakmak ile ilgili hükümleri dikkatli ve detaylı olarak bu iki ayette açıklaması ilişkilerle ilgili olumsuz bir intiba bırakabilir. Müminlerin birbirlerine güvenleri konusun­daki inançlarını ve kişisel düşüncelerini bir şüphe bulutuyla göl­geleyebilir. Eğer malî ilişkiler sağlam belgelere, ispat isteyen delillere ihtiyaç duyuyorsa müminlerin müminlere olan güveni nerede kalmaktadır. Mümin bir toplumun planlanması ve programîan-masındaki konumu nedir? Çünkü insan ancak kişiye tam güven duymadığı durumlarda sağlam biçimde yazılı belge ihtiyacı du­yar.

Bu soruya şöyle cevap verilebilir: Şüphesiz ki İslam, müminin kardeşi olan mümine karşı iyi niyetli olmasını ister ve aralarındaki ilişkilere egemen olması gereken havanın da karşılıklı güven at­mosferi içinde olmasını temenni eder... Fakat, bu durumu sürekli olarak sürdürmeyi, temel ilişki ve en güçlü bağ olarak bu bağların varlığını sürdürmelerini dilediği için, genelde bu bağların herhan­gi bir şekilde, istisnaî ve geçici sebeplere dayansa da bozulmasını istemez... Çünkü iman sahibi olmak, hata işlemeyi engelleyecek şekilde bir masumiyeti ifade etmez ki bu masumiyet olumsuz sap­maların karşısında maddî ve manevî teoride ve pratikte bir garanti anlamına gelsin... Aksine insan sürekli olarak zaaf noktalarını be­raberinde taşır. İçinde, harekete geçen ve iradesini zayıflatan, Al­lah'ın emrettiği ve yasakladığı direktifleriyle belirlenen, Allah'ın çizgisinden sapmasına yol açan, böylece emanete hıyanet etmesi­ni, gerçeği inkar etmesini, sorumluluğunu yerine getirmesini en­gelleyecek duygulara her zaman sahiptir. Onun zaaf noktalarını sapmaktan alıkoyacak, önüne zorluklar çıkaracak ve ona karşı ke­sin tavır koyacak uygulamaya ilişkin pratik baskı ve engeller kon­madığında, önüne maddî engeller çıkarılmadığında insan emane­te hıyanetin büyük bir suç olduğunu anlayamaz. Hakkı inkar et­mesinin, sorumluluğu yüklenmekten kaçınmasının doğru olma­dığını kabullenmez. Fakat önünden ve arkasından kendisini kuşa­tan apaçık delillerle ortaya konan, ispat edilen bir gerçek karşısın­da insan, suçunu itiraf etmekten başka çare bulamaz.

Burada özellikle üzerinde durulması gereken noktalardan biri de şudur ki; eğer güven, borçlu tarafından hıyanetin engellenmesi­ni garanti ediyorsa borçlu vefat ettiğinde varislerinin hıyanet yapmalarını engelleyen sürekli bir garanti belgesi var mıdır? Çünkü biz borç verenin yazılı belge, şahit veya rehin gibi herhangi bir maddî senedi bulunmadığında bazı borçluların kendi borçlannı inkar ettiklerini görebildiğimiz gibi, borçluların bazı varisleri de borç konusundaki belgenin yetersizliği veya borç verenin borca ilişkin bilgisinden başka herhangi bir bilgiye sahip olmadığından dolayı borcun varlığını inkara kalkış tıklarını görebiliyoruz... Eğer ortada somut bir belge sözkonusu olsa onları böyle bir inkara kal­kışmaktan alıkoyacaktır. Aynı şekilde borçluyu da hakkının inkar edilmesine kalkışılması gibi, nadir ve karmaşık durumlarda hak­sızlığa uğramaktan kurtaracak bir yol var mıdır?

İslam, insanın doğru yolda yürümesini garanti eden bir takım dış etkenlerin, dış önlemlerin olmasını öngörmektedir. Tabii ki bundan önce imandan;kaynaklanan ve hayatı etkisi altına alan iç etkenlere de yer vermektedir... Bunların hepsi de ilişkilerde sürekli olarak güveni pekiştirmek, icabında içteki iman ilkelerinin sarsın­tıya uğradığı zaaf noktalarına karşı bu dış etkenleri ve ilişkileri ge­liştirmek içindir... Müslümanlara bütün hayatları boyunca içinde hareket etmeleri gereken güzel çizgi, ana hat budur. Buna benzer dış ilkeler kendilerinden istendiğinde şeytanın içlerine verdiği te­reddütlerden yola çıkarak bu tür bir uygulamayı, onurlan, güven ve emanetleriyle çelişiyorrnuş gibi algılayıp değerlendirmeleri doğru değildir... Hatta yapılması gereken, toplumun sarsılma ve yıkılma kabul etmez sabit ilkeler üzerinde kurulması için böyle uygulamaya ilişkin bir garantiye taraftar olmalarıdır. Yasama ko­nusunda İslam sahayı müslümanlara açık bırakmıştır. Onların üzerlerine kapıyı kapamamıştır. Bu yasaya ilişkin maddeleri tek tek uygulaması zorunlu olan bir görev niteliğinde farz kılınmıştır. Sadece onları hayatlarında, kendi isteklerine dayalı bir sistem ola­rak uygulamalarını istemiştir. Kendi hayatlannı değişmez bir ilke­ye dayandıracak ve toplumun yaran ilkesine paralel bir şekilde ya­şayacak bir nidama işlerlik kazandırmak istemiştir. Onlar pratik uygulamalarında herhangi bir komplekse kapılmadan bu düzeni yürürlüğe koymalıdırlar. Bunu uygulamak zorunda olduklan için değil, realiteye dayalı mahirane ve hakimane bir uygulama oldu­ğu için kabul etmelidirler. Yine onlar kendi haklan ve mallarından emin olduklan, korkuya neden olabilecek herhangi bir gerekçe bu­lunmadığı durumlarda bu uygulamayı terkedebilirler. tşte yapıp yapmamakta serbest bırakıdıkları bu uygulama onların haklarını ve mallanın koruma hususunda özel bir mesele niteliğinde ortaya konmuş olmaktadır... Burada mesele ilke meselesidir. Toplumsal bir ilkeyi ve değeri ifade etmektedir. Öğüt verme ve yol gösterme niteliği taşıyan, yükümlülük getiren bir farz ve kaçınılmaz bir gö­rev olarak değil, yani bunu yapıp yapmamak herhangi bir sevaba veya cezaya neden olmaz. Buradaki emir, yüce Allah'ın sevap ve ceza gerektiren, Allah'ın yükümlülük getiren ve bağlılığı şart ko­şan hükümlerinden değildir... Hükümlerinin gerçek mahiyetini en iyi bilen Allah'tır...

"Ey müminler, birbirinize belirli bir süre sonra ödenmek üzere borç verdiğiniz zaman bunu yazın. İçinizden biri bunu dürüst bir şekilde yaz­sın. " Yani burada yazıyı yazan, adaleti esas almalı ve meseleyi yanlış ve çarpık bir şekilde tespit etmemelidir. "Yazan kimse onu Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmayı ihmal etmesin..." Buda gös­teriyor ki, İslam'da kültürlü olmak, kültürlüye bir sorumluluk ge­tirir. İhtiyacı olanlara onu vermek zorundadır. Kişi bu kültürü pra­tik uygulamalarında kullanacak, ihtiyaç sahibi başkalarına sun­maktan geri durmayacaktır... Çünkü kültür, sorumluluktan uzak kişisel bir mesele değildir. Derin ve büyük sorumluluğu bulunan toplumsal bir meseledir. "Bu hesabı, yazıcıya borçlu taraf yazdırsın." Borç veren adama karşı ne gibi sorumluluklan ve taahhütleri bu­lunduğunu yazdırsın. "Ama Rabbi olan Allah'tan korksun da bu hesa­bı yazdırırken hiç bir şeyi eksik bırakmasın..." Çünkü takva insanın herhangi bir şeyi eksik vermesine ve yaptığı tespitleri noksan bı­rakmasına izin vermez. "Eğer borçlu taraf cahil, zayıf ya da nasıl yazdıracağını bilmeyen biri ise yazdırma işlemini onun yerine dürüst Ur şe­kilde velisi yapsın..." Çünkü bir insan eğer tasarrufları ve kabullen­meleri açısından şer'î bir sorumluluk sıfatına sahip değilse veya sorumluluk yetkisini kullanabilecek güçte değilse onun kendisine has bir velisi olması gerekir. Eğer bu insan çocuk veya deli ise velisi babası veya dedesidir. Başkalarının velisi ise şer'î hakimdir. Onun işlerini idare edecek, anlaşmalarını yapacak özel ve genel tüm iliş­kilerini düzenleyecek olan bu şer'î hakimdir. "Bu işlerinize erkekle­rinizden iki kişiyi şahit tutunuz." Cenab-ı Allah şahitlik sistemini hakkın ispatı için izlenecek.yollardan biri olarak kabul etmiştir. Çünkü adaleti gözetleyen iki şahit bir delil niteliğindedir. [163]

 

İki Kadının Şahitliği Neden Bir Erkeğin Şahitliği Yerindedir

 

"Eğer iki erkek şahit bulunmaz ise bir erkek ile İH kadını şahit tutu­nuz. " Çünkü iki kadın, şahitlikte bir erkek yerindedir. Bunun ne-. deni ise Kur'an-ı Kerim'de belirtilmiştir: "Ta ki biri yanıhnca öbürü hatırlatsın." Buradaki asıl neden kadında bulunan duygusal yö­nün ağır basması olabilir. Kadınlar anne olmaları nedeniyle büyük sorumluluk ve ağır yükümlülük getiren aynı zamanda büyük önem taşıyan konularda duygusal davranabilirler. Aynı şekilde kadınlar tabiatı da bu tür ağır sorumlulukları üstlenmeye müsait değildir. Şefkat, merhamet, huzur ve duygusallık atmosferinde yetişen kadının duygusal atmosferlerde gerçeği dile getirmesi, ha­kikati haykırması bazen güçlük arzedebilir. Duygularına yenilebi­lir. Dolayısıyla tanıklıktaki adalet çizgisinden sapabilir, doğru yol­dan ayrılabilir. Özellikle eğer şahitlik yapılan konu, lehinde veya aleyhinde şahitlik yapılanlar açısından dramatik bir yapı arzedi-yor, şefkat ve merhameti kamçılıyorsa durum hayli ciddiyet kaza­nır. Bu durumda duygusallık, kadını, aleyhinde şahitlik bulunan adamın yararını gözetmeye ve onu dramatik bir hükümle yüzleş­tirmekten uzaklaştırmaya yöneltebilir... Burada onun hatasını düzeltecek ve sorumluluğunu hatırlatacak ve hakimin özgür bir ira­de ile gerçeğe ulaşmasını sağlayacak başka bir kadına ihtiyaç var­dır... Burada kadının onurunu hafife alan, onu basite indirgeyen bir durum sözkonusu değildir. Çünkü duygusallık kadının kişili­ğinde herhangi bir değerin azalmasına neden olmamaktadır. Ak­sine o, büyük insanî bir değerdir. Sadece burada yüce Allah kadı­nın herhangi bir şekilde sapmasına yol açacak iç ve dış etkenleri kontrol altına almayı dilemiştir... Allah'ın dilediği adaletin gerçek­leştirilmesi için bu, yedek bir önlem esasına göre belirlenmiştir. Fert veya toplum düzeyinde her konuda ve her ortamda insanın ulaşması gereken adil uygulamanın aksatılmaması içindir bu ön­lem.

Bazı insanlar diyebilirler ki, kadının duygusallığının erkeğin duygusallığından daha fazla olduğunu kabul ederiz. Fakat bu­nunla beraber biliyoruz ki bilinçli bir eğitim kadının bu duygusal­lık yönünü azaltıp onu dengeli bir çizgiye getirebilir. Aynı şekilde saptırıcı veya sağlıklı olmayan bir eğitim de erkeğin duygusallık yönünü arttırabilir ve onu saptıracak düzeye indirebilir. Onun aklî yönünü büyük ölçüde zayıflatabilir. Bu tür durumları nasıl değer­lendireceğiz? Burada mesele aynı şekilde geçerli oluyor mu? Duy­gusal bir erkek saptığı zaman kendisine hatırlatacak başka bir er­keğe muhtaç kabul ediliyor mu? Yine dengeli bir duygusallığa sa­hip olan bir kadının şahitliği başka bir erkeğin şahitliği ile denk tu­tulabilir mi?... Yoksa bu konudaki yasama olduğu gibi mi devam eder? Erkek ne kadar zayıf, kadın ne kadar güçlü olsa da erkeğin fonksiyonu kadının forksiyonundan daha üstün kabul olmaya de­vam eder mi?

Bu soruya şöyle cevap verilebilir: Hayatın değişik boyutları ile ilgili pratik fonksiyonlarının belirlenmesine ilişkin yasamalar ve bu yasamaların kadın ve erkekle ilgili olanları bireyin kişisel özel­likleri ile belirlenemez. Yasamanın sebeplerini ve keyfiyetlerini bi­reylerin özellikleri oluşturamaz. Zira kişiliğin bireysel özellikleri, eşyanın genel ilkelerine, temel kurallarına bağlı değildir. Bir tek in­sanda şartların değişmesiyle bu kişisel özellikler de farklılık göste­rebilir. Pratik eylem platformunda kişisel hareket üzerinde şartla­rın müsbet ve menfî etkileri bulunabilmektedir... Dolayısıyla teşri * niteliği taşıyan hukukî yasaların temel olarak türe ilişkin özellikle­rinin esas alınması gerekir. Bu türe ilişkin özellikler insanın bünye­sini ve yapısını belirler ve kişiliğini ona göre oluşturur. Ancak bu özellikler esas alındığında problemlere ve olaylara karşı genel hü­kümler ve ilkeler belirlenebilir. Bu yaklaşımın ışığında erkeğin ve kadının kişiliğinde yer alan türe ilişkin temel unsurları gözden ge­çirmemiz gerekecektir. Bu takdirde türün bünyesinde taşıdığı olumlu ve olumsuz yapıyı ve özellikleri gözlemlememiz icab ede­cektir. Adaletin gerçekleştirilmesi ve hükmün uygulanması konu­sunda, konunun bireysel kişiliği oluşturan özelliklerinden yarar­lanma gibi detaylarına daha sonra inmek gerekir... Bunun yanında bilinçli olan eğitimin olumlu yönde saptırıcı olan eğitimin de olumsuz yönde bir etki sahibi olduğu, insanın hayatında etkileyen veya etkilenen ikinci biryapı oluşturacağı konusuna gelinebilir. Fakat bunlar zaaf noktalarına karşı ve kimi durumlarda aksaklık­lara karşı uyanık davranmamıza aykırı değildir. Dolayısıyla insa­nın kişiliğini oluşturan, türüne ilişkin çizgisiyle uyum sağlayan ve adaletin yerini bulmasına katkıda bulunan ihtiyat yönünü gözö-nünde bulundurmamıza aykırı düşmez.

Şuna da dikkat çekmek gerekir ki yasama konusunda sözko-nusu edilen meseleler, olumsuzlukların varlığı veya olumlu yön­lerin bulunması gibi değerlendirmeler yüzde yüzlük tespitler de­ğildir. Çünkü bütünü ile iyilik olan veya bütünü ile kötülük olan hiçbir şey yoktur. Bazı kötü şeylerle beraber iyi yönler bulunabile­ceği gibi, bazı iyi şeylerle beraber kötü şeyler de bulunabilir... Do­layısıyla bununla ilgili olan helal olma veya zorunlu bir görev ol­ma meselesi o iş veya eylemdeki iyilik yönünün kötülük yönüne ağır basmasına bağlıdır. O eylem veya işin haram sayılması da bu şekilde belirlenir. Yani orada iş ve eylemin kötülük tarafı iyilik ta­rafına ağır basmıştır.,. Dolayısıyla her durumda olumsuzluklar kaçınılmazdır. Fakat bunlann dozajları farklıdır. Azlıkları çokluk­ları, etkinlikleri, zayıflıkları birbirinden değişiktir. İşte yasama es­nasında onların bu yapılarına dikkat edilir ve bunlar esas alınır. Hükümlerinin gerçek mahiyetini en iyi bilen Allah'tır.

"Onayladığınız şahitlerden" Burada açıkça anlaşıldığına göre, b^ onun güvenilir olma haline nza gösterilmesidir. Bu da adaletle elde edilir. Nitekim adalet de şer'î çizgi üzerinde yürümeyi gerek­tirir. Kişinin doğru söylemesini, yalandan sakınmasını öngörür.

"Şahitler çağırıldıklarında gelmetnezlik etmesinler..." Çünkü şa­hitlik gerçeğe ulaşmak için insanların yüklenmesi gereken sorum­luluktur. İnsanların bu eylemin değişmez kurallarına uymaları ve hayatlarını onun üzerine kurmaları gerekmektedir. Dolayısıyla bu eylemi yapmakla yükümlü tutulduklarında insanların onu yüklenmeleri gerekmektedir. Çünkü adaleti gerçekleştirmenin ve zulümle savaşmanın en iyi yolu budur... Eğer böyle bir eylem bu­lunmazsa delili ortaya koymanın dayanağı tesadüfe bırakılmış ve bağhyıcı bir esasa dayandırılmamış olur.

"Borç küçük de olsa onun vadesini belirterek yazmaktan üşenmeyi­niz." Borcun gerçek ve apaçık ortaya konması gerekir. Ne kadar küçük olursa olsun böylece günü geldiğinde insanlar herhangi bir tartışmaya ve sürtüşmeye girmeden işin gerçek mahiyetini kavra­yabilecektir.

"Bu, Allah katında en dürüstçe, şahitlik için en sağlam ve sizi şüphe­den uzak tutacak en kestirme yoldur." Allah katında adalete en yakın iş ve şahitliğin gerçekleştirilmesi için en büyük mesele, hakkı tanı­mak için izlenecek ve sağlam yolun en güzel ifadesi, Allah'ın pra­tikte belirlemiş olduğu bu hukukî ve yasal çizgiye bağlılık göster­mektir. Bütün bu uygulamalar, vadeli ahş-verişler ve malî uygula­malar içindir. Peşin alışverişlere gelince, bunlar ahş-veriş esnasın­da karşılıklı olarak birbirlerini memnun ettiklerinden, bu durumla illede yazmak gerekmez. Özel hallerin dışında, onları yazmamak­ta bir sakınca yoktur. Zira böyle bir zorunluluk getirmek pratik şe­kilde işlemesi gereken pazarın seyrini ağırlaştırabilir ve karşılıklı ilişkileri zorlaştırabilir. Allah Teala buyuruyor ki: "Yalnız aranızda peşin bir alış-veriş olursa bu işlemi yazıya geçirmemenizin sakıncası yoktur." Zira bunu yazmamanız herhangi bir zarara uğramanıza yol açmaz. "Karşılıklı alış-verişlerinizle de şahit tutun." Borç aldığı­nızda şahit tuttuğunuz gibi. Böylece saün aldığınız eşyaya sahipli­ğiniz belgelenmiş olur. "Ne yazana ne de şahide zarar verilmesin. Eğer onlara zarar verirseniz kendi hesabınıza fasık olmuş, günaha girmiş olursunuz." Çünkü adaletle hareket eden yazıcı ve şahit, Allah'ın insanların yararını gözeten emriyle hareket etmektedirler. Dolayı­sıyla eğer gerçek, herhangi bir tarafın arzusuna aykırı düşüyorsa suçu onlarda aramasın ve kimse onlara zarar vermesin. Kim böyle bir şey yapacak olursa Allah'ın üzerinde yürümemizi istediği çiz­giden sapmış olur. Bu çizgiden sapmakla o, sapıklığın çirkefinde ayrılığa, çıkmaza ve yokoluşa doğru yol almaya başlar.

"Allah 'tan korkun." Çünkü Allah korkusu hem dünya, hem de ahiret kurtuluşunun temelidir. "O size nasıl hareket edeceğinizi gös­teriyor. " Size marifetin kapılarını açan O'dur. Bilginin temel vası­talarını hazırlamakla ilme ulaşmanızı sağlayan, gönderdiği pey­gamberler aracılığı ile sizi sağlıklı bilgiye ve net bir görüşe kavuş­turan O'dur. Halbuki siz daha Önce hiçbir şey bilmiyordunuz. Size öğrettiklerine karşılık O'na şükredin. Size öğrettiği şeylerle bilgiye ulaşmanızı sağladığından ötürü O'na itaat edin...

"Eğer yolculukta olur da işlemlerinizi yapacak birini bulamazsanız, rehinler alınması yeterlidir." Çünkü rehin, yazılı belge ve şahit gibi borcun bir vesikasıdır. Bazı durumlarda böyle bir uygulamaya ih­tiyaç duyulabilir. Okuma-yazma oranının düşük olduğu toplum­larda bu tür durumlarla karşılaşılabilir. Buradan anlıyoruz ki hü­küm sadece bu duruma mahsus değildir. Aksine borcun rehinle vesikalandınlfnasım gerektiren bütün durumlar için. bir örnektir.

Bu durumlardan biri de borç verenin yazılı belge ve şahit mevcut olduğu halde delilleri ortaya koyarak mahkemeleşmeyi isteme­mesidir. Bu durumda borç veren kimse rehin aldığı işin elinde so­mut bir eşya bulunacak, onun elinin altında bulunduracak, borçlu borcunu vermediği takdirde rehin aldığı şey ile borç verdiği parayı geri alabilme şansına sahip olacakbr... Borç ve rehin konusundaki hükümlerle ilgili detaylı konular fıkıh kitaplarında yer almaktadır dileyen onlara müracaat edebilir.

"Eğer birbirinize güvenerek borç vermiş iseniz, kendisine güvenilen kimse borcunu ödesin."

Buradan açıkça anlaşıldığına göre, hüküm borç verenin her­hangi bir tereddüde kapılmadan borçluya güveninden dolayı bor­cun inkarı ve ödenmemesinden endişe etmediği haller içindir. Bu tür durumlarda insanın yazılı belgeyi ve şahitleri terketmesi caiz­dir. Çünkü Yüce Allah, kullarına karşılıklı kişisel güvenin kapıları­nı kapatmak istememektedir... Sonra borç verene karşı güven tel­kin eden ve kendisine güvenilen adama yöneliyor ve bu güveni sarsmaması, borcunu zamanında ödemesi, emanete riayet etmesi, sözleşmesine bağlı kalması için direktif veriyor. Ta ki böylece in­sanî alış-verişlerdeki sıcak ve canlı ilişkiler daha da güçlensin, bu güç ve kuvveti ile birlikte uygulama alanındaki sürekliliğini sür­dürsün. Çünkü emanet duygusu, bu düşünceye ve realiteye dayalı bir boyut kazandırır. Emanetin dışındaki uygulamalar ise, bu alandaki ideal uygulamayı savsaklayabilir. Emanet, bu uygula­manın maddî hiç bir bağlayıcı ilke yokken kendi halinde işlemesi­ni sağlar. Yüce Allah bu duyguyu takvaya bağlar. Böylece anlaşılı­yor ki takva, insana maddî şeylerin yaptırdığını manevî ilişkilerde hiçbir maddî şart bulunmasa da yaptırır. "Rabbi olan Allah'tan korksun." Bunun ışığında islam eğitim hareketinin böyle bir özel­liğe sahip olması gerektiğini söyleyebiliriz. Bu aynı zamanda bü­tünü ile ibadet niteliği taşıyan bir gerçekliktir. Ta ki böylece insan­lar en ince detaylarına varıncaya kadar tüm uygulamalarında Allah'ı gözetlesinler. İbadetlerinin detaylarında O'nun gözetlemeleri gerektiği gibi. Bu da şer'î ve fikhî bütün yönleriyle bireyin ve toplu-. mun aynı bilinçle yetiştirilmesi gerektiğini ortaya koyar.

"Sakın şahitliği saklamayın." Çünkü gerçeği ortaya koymak, adaletin gerçekleştirilmesi için insanın en önemli sorumluluğu­dur. İnsanların problemlerinde adaletin bütün boyutlarıyla yürür­lüğe girmesi için insanların yargı sistemi ile dayanışma içine gir-   -mesi gerekir. Eğer insan kişisel kompleksinden kaynaklanan bir hareketinde şahitlik yapmaktan geri duracak olursa yargı sistemi­nin gerçeğe ulaşması ve kesin, iyi bir sonuca kavuşması bir ölçüde engellenmiş olur... Meselenin bu boyutuyla incelenmesi kalpteki imanla irtibatlıdır. İhsanın toplumun önemli ve ciddî meselelerine ilgi duymasını ve ohlan çözmek için uğraşmasını zorunlu kılar. İn­san böylece imanından kaynaklanan sorumluluğunu hayattaki pratik çalışmasının çizgisiyle ortaya koymuş olur. "Kim şahitliği saklı tutarsa onun kalbi günahkardır." Çünkü bu hareketin onun ilgi duyduğu şeylerin ve düşüncelerinin saptığını, bu konuya ilişkin Allah'ın sevdiği ve razı olduğu işlerden uzaklaştığını gösetrir. Çünkü müminin, müminlerin işleriyle uğraşması, adalet çizgisin­den onlann toplumsal ve bireysel düzeylerini yükseltir.

"Hiç kuşkusuz ne yaparsanız Allah onu bilir." Dolayısıyla hiç kimse özrünün kabul edilmeyeceği alanla ilgili mazeret gösterme­ye kalkmasın, bildiği konularda şahitlik yapmaktan geri durma­sın. Bu konudaki bilgisini inkar edip şahitliğini gizlemesin, şahitli­ğini açıklamasına engel olan şer'î şartların varlığını ileri sürmesin. Veya kesin bir sonuca ulaştıracak derecede konuyu net bir şekilde bilmediğini iddia etmesin. Çünkü Allah insanın gizli-açık yaptığı herşeyi bilmektedir. [164]

 

Gökler Ve Yeryüzü Allah'ındır

 

"Göklerdekilerin ve yerdekilerin hepsi Allah 'indir. îçinizdeHni açı­ğa vursanız da, gizli tutsanız da Allah sizi onun yüzünden hesaba çeker.

Sonra dilediğini affeder, dilediğini de azaba çarptırır. Hiç şüphesiz Al­lah 'in herşeye gücü yeter."

Bu ayet-i kerimede insanın evrendeki doğal güçlere bakarak, bu konuda sürekli bilgi elde ederek yaratıcısına teslim olması teş­vik edilmektedir. Burada, evrensel güçlere karşı kalbinde bir ür­perti duymasına, orada yer alan doğal olaylara bakıp düşüncesi ve ruhu ile dehşete, hayrete kapılmasına işaret edilmektedir. Yine bu evrenin bir parçası olan kendi iç alemini, çeşitli enerjilerine yönele­rek oradaki pek çok duyguyu ve hisleri ruhunda yerleştirmesini ve böylece Allah'a ibadete yönelmesini aşılamaya çalışmaktadır.

Bu ve benzeri ayetler bütün bu güçlerin, olayların ve enerjile­rin arkasında gizli bulunan yaratıcı gücü incelemeyi önermekte, dolayısı ile göklerde ve yerde ne varsa hepsine sahip olan Allah'ı tanıyıp O'na yönelmesini insana bildirmektedir. Çünkü bunlann hepsini yoktan var eden ve onlara şekil veren Allah'tır. Bu da insa­nın bütün dehşeti, saygısı, kutsaması ve samimiyeti ile yüce Al­lah'a yönelme duygularını harekete geçirir... Böylece insan bu duygular ile özgürlüğe ve kesin bir güvene kavuşur. Çünkü insan bütün bu varlıkların ve olayların kendisi gibi Allah'a kulluk ettik­lerini hissetmeye başlar. Ayrıca kendisinin onlardan daha da iler­de olduğunu, onların bu dünya hayatında kendi emrine amade edildiğini söyleyen dinî düşünce aracılığı ile daha üstün olduğunu öğrenir...

Fakat bu mesaj sadece bu duygularla dondurulmaz. İnsanı ha­yatındaki iç ve dış sorumlulukları ile yüzyüze getirir.

Çünkü insan bu evrenin akıllı ve sorumlu olan güçlerinden bi­ridir. Allah onun bu gücünün irade ve seçim ilkesine dayalı yapı­sıyla, bu kapsamlı olan evrenin düzeni içine girmesini ve bir insan olarak bu evrenle birlikte Allah'a ibadet etmesini istemektedir. İşte bu bilinç insana çok derin bir hassasiyet kazandırır. Böylece o ey­lemlerin arka planlarında yer alan iş dinamizmini görmeye çalışır. Onların dış görünüşlerine, kabuklarına bakmakla yetinmez...

Böylece insan, kendisine sağlıklı bir yon seçmiş olur. Eylemlerin-deki şer'î yükümlülükleri karşısında sağlıklı bir düzene girer, isya­na ve inada kalkıştığında Allah'a karşı sorumluluğunu takınır. îlk ve son hüküm yüce Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğini de cezalandırır. Kimse O'nun iradesine müdahele edip karışamaz. Bu konuda ve diğer konularda herşeye gücü yeten O'dur... Öyleyse insan da bu sınırsız güce ve kudrete sahip olan Allah'a teslim olma­lı ve O'ndan mağfiret ve bağışlanma dilemelidir. [165]

 

İnsanın Gizlediği Şeylerden Hesaba Çekilmesini. Nasıl Anlamalıyız?

 

Bu ayet-i kerime tefsir bilginleri arasında büyük tartışmalara neden olmuştur. Çürikü burada da belirtildiğine göre yüce Allah, içinde gizlediği ve'açığa çıkardığı herşeyi ile insanı hesaba çek­mektedir. Halbuki çoğu kimseler diyorlar ki: "Allah'ın cezalandır­masında esas olan insanın yaptığı işlerdir, niyetleri değildir." Bu ne­denledir ki bazı tefsir bilginleri ayetin, kalpten geçen herşeyden hesaba çekilmeyi ifade etmesi, ve insana gücünün yetmeyeceğini yüklemesi nedeniyle şu ayet-i kerimeyle nesh edildiğini söylemiş­lerdir: "Allah hiç kimseye kapasitesini aşacak şekilde bir yükümlülük yüklemez" (Bakara 286). Bazı tefsir bilginleri de bu ayetin, şahitli­ğin gizlenmesi ayeti ile ilgili olduğunu veya kafirlere mahsus ol­duğunu söylemişlerdir. Üçüncü bir grup da hesaba çekilmeyi ha­ber verme şeklinde yorumlamışlardır, cezalandırma şeklinde de­ğil. Mizan Tefsirinin müellifi ise diyor ki: "Ayet-i kerime, insanın açığa vursa da gizlese de içindeki şeylerinden hesaba çekileceğini göster­mektedir. Gizlese de, açığa çıkarsa da onun cezalandırılacağına gelince, başka bir ifadeyle cezanın kişideki kesin iradeye bağlı olduğunu; pratik olan eyleme dönüşse de dönüşmesede, varılmak istenen hedefe varılsa da vanlmasa da durumun değişmeyeceğine ilişkin meseleye gelince, ayet bu meseleye değinmemektedir.".[166]Özetle belirtirsek, ayet-i kerime insanın içindekilerden bir ilke olarak hesaba çekileceğini belirtiyor, fakat bunun şartlarını belirtmiyor. Dolayısıyla başka bir ayetin he­saba çekilmeyi iş ve eylem bağlamasına aykırı düşmüyor... Bu gö­rüş doğruya daha yakındır. Fakat açık olan şudur ki, bu ayetler in­sanların eylemlerinden hesaba çekilirken onları bu eyleme iten ni­yetlerinin türlerine göre hesaba çekileceklerini ortaya koymakla il­gilidir. Tabii ki bu, Kur'an'ın pekçok ayette hesabın bütünü ile amellere dayanacağına ilişkin belirttiği hükme aykırı düşmez. Ni­tekim meşhur bir hadiste buyruluyor ki: "Ameller ancak niyetlere göredir. Herkese niyetinin karşılığı vardır." Yine aykırı bilinen bir hadiste: "Kıyamet gününde insanlar niyetlerine göre haşrolunurlar" buyurulmaktadır. Ayetlerinin gerçek anlamlarını en iyi bilen Al­lah'tır. [167]

 

Peygamber Ve Müminler Allah'tan Gönderilen Vahye İnanırlar

 

"Peygamber, kendisine Rabbi tarafından indirilen gerçeklere inan­dı, müminler de. Hepsi birlikte Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar. O'nun peygamberlerinden hiç birini di­ğerlerinden ayırmayız. Duyduk ve uyduk, günahlarımızı bağışlamanı dileriz. Ey Rabbimiz, dönüşümüz sanadır dediler. Allah hiç kimseye ka­pasitesini aşacak bir yükümlülük yüklemez. Herkesin işlediği iyilik kendi yararına, işlediği kötülük de kendi zararınadır. Ey Rabbimiz eğer unuta­cak ya da yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz bizden ön­cekilere yüklemiş olduğun gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz, bi­ze gücümüzün yetmeyeceği yükü taşıtma, bizi affet, günahlarımızı ba­ğışla, bize merhamet eyle. Sen bizim meulâmızsın. Kafirlere karşı bize yardım et."

(Bakara: 285-286)

Bu ayet-i kerimeler Medine'de Peygamber ve ashabından olu­şan mümin toplumun üstün ve canlı bir tasvirini vermektedir. Bu toplumun düşüncelerini ve imanını, yüklendiği sorumluluğu, Allah'ın huzurunda duruşunda hissettiği duygulan, ibadetinin ma­nevî havasını, ruhlannn saflığını ve huşu içindeki niyazlarını dile . getirmektedir. Burada insan, Yüce yaratıcı ve uluhiyet karşısında arı-duru ibadete durduğunda neyi yaşıyorsa, o bilince işaret edil­mektedir. Bu bilinç insanı günahlardan arındırır. Bağışlanmayı, af-va uğramayı ve merhamet dilemeyi talep etmesini sağlar. Allah yolunda giriştiği savaşlarda güçsüzlüğünü idrak ederek başkasın­dan değil yalnız Allah'tan güç ve yardım dilemesini sağlar. Yüce Allah kendisine ortak koşulan bütün sahte sıfatlardan münezzeh­tir.

Bu tasvir ile inanç meselelerinin en köklülerine işaret edilmek­tedir. Bunlar da akide; bilinç ve ameldir. Burada her insana veya mümin topluma ve inanç, bilinç ve amelin ilkelerini ve özellikleri­ni araştırma çağrısı yapılmaktadır. Nitekim bu ayette sözkonusu özelliklerin ve ilkelerin bir kısmına değinilmiştir, insanın, bütün maneviyatı ve araştırmalarıyla ona yönelmesi ve ayette sözkonusu edilen bu manevî atmosfere ulaşması istenmektedir... Şimdi ise... Bu konuların detaylarını nasıl inceleyebiliriz?

Yüce Allah, Peygamberin Allah tarafından kendisine gönderi­len veya iman ettiğinden, müminlerin de Allah'a, meleklerine, ki­taplarına ve peygamberlerine iman ettiğinden, hiç bir peygamber arasında ayırım yapmadıklarından, bazılarına inanıp, bazılarını inkar etme gibi çifte standarda düşmediklerinden sözetmektedir. Çünkü bütün peygamberler tek olan bir çizgiyi, tek olan bir grubu temsil etmektedirler. Biri diğerini tamamlamakta, herbiri diğerini desteklemektedir. Her peygamber bir sonraki peygamberi müjde­lemekte ve kendi taraftarlarını ona iman etmeye, kendisinden ön­ceki peygamberin risalet misyonuna saygılı olmaya çağırmakta­dır. Çünkü bütün peygamberlik.misyonları kendi bütünlüğü için­de hayata ve ahirete bakış açıları yönünden birbirleriyle çelişmez ve birbirerine aykırı düşmezler. Sadece eğer bir farklılık varsa, bu da aşamalardaki farklılıktır. Eşyanın zamana göre planlanması ve sınırlandırılması ile ilgilidir. Bir zamanlar için geçerli olan en ya­rarlı uygulama başka bir zamanda daha değişik bir uygulama ge­rektirebilir. Bu da yeni bir maslahat için yeni bir hükmün belirlen­mesini gerektirebilir. İşte İslam'ın, insanın diğer tüm peygamber­lere ve risalet misyonlarına karşı saygılı olunmasına ilişkin müslü-man insanın yetiştirilmesinde izlediği metodun farklılığı burada ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bu insan düşüncesi, kalbi ve bilin­ciyle dinler tarihinin tümüne sahiplenir. Hayatın küçük-büyük bütün deneyimlerinde onun bütün direktiflerinden yararlanmaya çalışır... îşte bu nedenle Kur'an vahyi, diğer peygamberlerin kıssa­larından söz eder. Böylece kalpleri huzura kavuşturur, ayakların yere, sağlam basmasını sağlar.

Bu tablo iman atmosferinden, uygulama atmosferine geçer... İşte aynı müminler şimdi imanlarının gerektirdiği bağlılık bilinci içerisinde hareket ediyorlar. Kur'an ayetlerinde Allah'ın bir vahyi­ni veya sünnetinde peygamberin bir yasamasını duyduklarında, duyduk, işittik derler. İşittikleri gerçeği duymazlıktan gelmez, in­kar etmezler ve bağlanıyoruz, itaat ediyoruz derler. İmanın kendi zihinlerinde yaşayan bir düşünce olması ile yetinmezler. Onu pra­tik hayatın bir çizgisi olarak kabul ederler. Orada hayatın tümduy-gulannı odaklaştınrlar. Ta ki, iman bir tavır, bir tutuma ve hareke­te dönüşsün de insan bilincinin derinliğinde gizlenen sırf psikolo­jik bir hale gelmesin... İman an-duru birşekilde Allah'a kulluk et­meyi gerektirir. İnsan böylece Yüce Allah'ın karşısında boyun eğer ve Rububiyetini itiraf eder. Ululuğunu pratik eylemiyle gösterir... "Seni tenzih ederiz ey Rabbimiz..." îman, aynı zamanda diriliş dü­şüncesine de canlılık kazandırır. Eninde sonuda insanın Allah'a döneceğini hissettirir. Böylece kul olma sıfatını takınan insan O'nun huzurunda sorumluluğunun sonuçlan ile karşılaşmayı cid­di bîr şekilde hesaplar.

Allah'ın huzurunda dua ve niyazda bulunma atmosferi tasvir edilirken tablo daha da parlaklaşıyor ve daha fazla aydınlanıyor.

Öyle ki, insanın vicdanınım ve kalbini etkisi altına alıyor. Böylece niyazlannı ve temennilerini Rabbine takdim etmeye yöneltiyor... Çünkü insan hata yapmaktan masum değildir. Herhangi bir arzu­nun, şehevî duygunun veya gafletin baskısı altında Allah'a karşı* hata yapabilir. Ardından bu hatanın ağırlığını gönlünde hisseder. Yine insan, unutmaktan berî değildir. Yaptığı ve yapmadığı pek-çok şeyden Allah'a karşı sorumluluğunu bazen unutabilir. İlahî yasanın pratik çizgisinden sapabilir. Bu da onu ağırlaştırır, yorar, içinde buhranlara yol açar... Tekrar Allah'a yönelir. Hata ve unut­kanlık etkisi ile Rabbine karşı işledi .5i suçtan dolayı cezalandırıl­mamasını niyaz eder... Müslaman insan önceki peygamberliklerin tarihini yeniden günyüzüne çıkarır. Yüce Allah'ın kendi kullarına nasıl ağır yükler yüklediğini hatırlar, işte ayet-i kerimede geçen "İsr" kavramının anlamı da budur. Onlan işledikleri bir günahtan veya kendilerini saptıracak bir eylemden dolayı üzerlerine ağır bir yükün yüklenmesidir... Müslüman insan bu tür zor denemelerden geçirilmemesi için Allah'a yalvanr. Ta ki bu zorluk insanın günaha düşmesine, zayıf olan iradesiyle yenilmesine neden olmasın... O sırada yükümlülük tedricî bir şekilde gelişiyor ve büyüyordu... Resulullah'ın merfu bir hadiste bize haber verdiğine göre: Yüce Al­lah müslümanlardan hatayı ve unutkanlığı kaldırmakla onların dualarını kabul etmiştir. Ayrıca normal güçleriyle kaldıramaya­cakları şeylerle yükümlü tutulmalarını da, dinde kendilerine bir zorluk yüklemelerini de kaldırmıştır... Dua, bütün günahların ba­ğışlanmasını, affedilmesini dileyen samimî bir istekle sona ermek­tedir... Kalplerinde kesin ve parlak olan herşey harekete geçmekte­dir... "Sen bizim mevîamızsın..." Müminlerin yardımcısı ve destek­çisi Allah'tır Gönüllerini huzura kavuşturan ve onlan himayesi al­tına alan O'dur... Etrafını kuşatan düşman ordularına bakarlar ve küfür ve iman savaşında Allah'ın kendilerini desteklemesi gerekti­ği bilincine varırlar. Kendi zaaf noktalarının giderilmesi gerektiği­ne kanaat getirirler. O'na sığınırlar. Kafir olan topluluğa karşı kendilerine zafer verilmesini dilerler. Dinlerini savunmak ve Allah yolunda cihad etmek amacı ile onlara karşı giriştikleri mukaddes savaşta zaferi kendilerine nasip etmesini isterler... [168]

 

Burada Üzerinde Durulması Ve Açıklanması Gereken Birkaç Nokta Daha Vardır

 

1) Peygamberin, Allah tarafından kendisine gönderilen vahye iman ettiği neden bu şekilde açıklanmıştır? Bu zaten apaçık bir rea­litedir. Peygamber oluşunun veya peygamberlik misyonunu taşı­masının zorunlu şartıdır.

Bu soruya şu şekilde cevap verilebilir: Burada belki de pey­gamberlik misyonuna çağrıda bulunan davetçinin derin iman il­kesinden harekete geçtiği esasına dikkat çekilmiş olabilir. Bu da Peygamberin, çağırdığı bütün düşüncelerde, müjdelediği hayat realitelerinde net bir görüşe bağlı olarak hareket ettiğini ifade eder. Bu ise meseleye manevî boyut kazandırır. Allah tarafından kendi­sine verilen göreve ilave olarak, düşünce ve bilincinde meselenin kökleştiğini gösterir. Böyle bir bütünlük, davetçinin sözlerinde üs­lubunda ve düşüncesinde bir sıcaklık bir canlılık oluşturur. Tavır ve harekete de yeni bir ruh ve samimiyetle çarpan bir canlılık geti­rir. Böylece peygamberin davası, durum itibarı ile kişisel taran bu­lunmayan, kendine herhangi bir yükümlülük getirmeyen uzak bir sekide sırf başkalarına yükümlülük ve sorumluluk veren çağrılar­dan farklı olan bir daya olarak belirginleşir. Nitekim bazen davet-çiler davayı bir ustalık ve görev bilirler. Düşünce ve bilinç olarak onun gerçekliğini kişisel olarak hissetmez ve ona inanmazlar. İn­sanları düşünceler ve sloganlarla harekete geçirdikleri halde, dü­şünce açısından kendileri davalarına inanıp gönül vermeyen da-vetçiler de böyledir. Birinci örnekteki insanlar görevlerini ve ma-heretlerini donuk bir eylem olarak ruhtan tamamen yoksun bir bi­çimde yerine getirirler. Zira onların sorumlulukları bunu gerekti­rir. Dolayısı ile onlar başkalarını çoğu zaman manevî yönden etkileyemezler. Zira onlar kendileri aracılığı ile başkalarının kalbinde parlayacak olan kutsal şuleyi yitirmiş olmaktadırlar... îkinci du­rumda ise sömürme veya ticarî çıkar yönleri ön plana çıkar. İnsan bu tür şeylerle diğerlerini harekete geçirmenin yolların arar. Kimse buna ciddî bir şekilde inanamaz. Çünkü onlar geneli ilgilendi­ren meselelerde maslahatın gerçek yönünü ortaya koyamaz ve in­sanları çıkarın dışında harekete geçirecek bir şey bulamazlar.

Yüce Allah, peygamberin kendi peygamberlik misyonuna inanan ilk kişi olduğunu bildirmek istiyor. Böylece bize diyor ki, "davetçi, başkasını kendi mesajına çağırmadan Önce kendi davasına kök­lü bir şekilde inanmalıdır. Ta ki iman çizgisinin başlangıcı; ruhu, düşün­cesi ve hayatı ile kendisinin imanı noktasından başlasın..." Çünkü insa­nın söz ve eylem olarak izlemesi gereken en doğru, en gerçekçi yol budur... Bazı ayet-i kerimeler peygamberin özellikle bu yönüne parmak basmaktadırlar. Allah Teala buyuruyor ki; "O ki gerçeği getirdi ve onu kendisi tasdik etti." (Zümer 33) Kur'an-ı Kerim, eğitim metodunda peygamberin kişiliğini, sıfatlan ve uygulamadaki pratik adımlarıyla müminlere canlı bir Örnek olarak göstermiştir. Bazı şeylerin büyüklüğünü ve önemini ortaya koymak için özellik­le bu örneği ileri sürmüştür. Peygambere hitab etmek suretiyle ümmete de hitap etmiştir.

2) Yüce Allah, müminlerin, hata ettiklerinde hatalarından do­layı veya unutup karşı geldiklerinden dolayı cezalandırılmamala­rına ilişkin dualarından söz ediyor... Bu da unutma halinin bazen cezayı gerektireceği anlamına geliyor. Halbuki unutan insan yü­kümlülük sahibi değildir. Yükümlülük sahibi olmadığı halde ce­zalandırılması nasıl mümkün olabilir?

Cevap şudur: Bazen unutkanlık tabii veya iradeye bağlı olma­yan hallerden kaynaklanır. Doğal olarak akıl bu durumlarda insa­nın cezalandırılmaması gerektiğine hükmeder. Aynı şekilde unut­kanlık insanın kendi iradesinden de kaynaklanabilir. İnsan kendi şer'î hükümlülüklerini ihmal eder, onlara karşı vurdumduymaz bir tavır takınırsa bu onun unutkanlığa karşı önlem almadığını , gösterir... İşte buna benzer durumlarda insanın unutkanlığa ze­min hazırlayacak ortamı tercih etmesi, unutkanlığı tercih etmesi anlamına gelebilir. Sonra Yüce Allah unutkanlığa zemin hazırla­yacak nesnelerden kaçınmakla unutkanlığa karşı önlem alınması­nı zorunlu kılmıştır... Dolayısı ile cezalandırılmayı istemenin, bu ortamdan sakınmanın zorunluluğunu kaldırmak anlamına geldi­ği söylenebilir. Metodoloji (usul) bilginleri meşhur olan "kalemin kaldırılması" hadisi üzerindeki tartışmalarında bu konuyu detay­larına kadar incelemişlerdir.

3) Müminler Allah'tan güçlerinin yetmeyeceği şeyi kendileri­ne yüklememesini nasıl istiyorlar?... Zira biz biliyoruz ki, gücü yet­meyenlere yükümlülük vermek çirkin bir şeydir. Çirkin bir şeyin Allah tarafından yapılması ise mümkün değildir... Allah'ın böyle bir şeyi onlara yüklemesi mümkün değildir ki onlar bunun kaldı­rılmasını istesinler.

Bu soruya şu karşılık verilmiştir: Burada kastedilen, normalde güç yetmeyen şeyler olabilir. Gerçekten gücü yetmediği şeyler değil. Bu da aşağı yukarı ağır sıkıntılar, büyük zorluklir anlamına ge­lir. Bu aynı zamanda gücü ve takati aşan Allah'ın azabı da olabibilr, yükümlülük değil. Allah herşeyi en iyi bilendir.

4) Yüce Allah bu ayet-i kerime'de parantez açarak Allah'ın adaletinden kaynaklanan ilahî gerçeği ortaya koymuştur... Bu ilahî gerçek de yüce Allah'ın insana ancak gücü ve imkanları ora­nında yükümlülük verdiği gerçeğidir. İşte frisan bu gücü çerçeve­sinde yükümlülük ve sorumluluk sahibidiıi Yaptığı iyilik ve sevap kendisinin, işlediği kötülük ve günahtan dolayı ceza da kendisi­nindir... Bu yaklaşımın ışığında görülüyor/ki müminlerin duası in­sanın mağfiret ihtiyacı hissettiği her alanayayilmaktadir. Veya yü­kümlülüğünün güç çerçevesi içinde kalmasını arzu ettiği her saha­ya uzanmaktadır. [169]

 

Bu Ayetten Şunları Çıkarabiliriz

 

5) Bakara suresinin akide, kıssa, yasama ve iman ile ilgili ayet­lerinde üzerinde durduğu her şeyi bu ayet, akide, pratik ve mane­viyat boyutları ile özetlemektedir. Mümin ve müslüman şahsiye­tin bu şekilde ve bu ilkeye bağlı olarak yetiştirilmesi ve büyük he­define do'ğru yönlendirilmesi gerektiği özetlenmektedir. Böylece surenin başı ve sonu bütünleşmektedir. Müminlerin sıfatlarını, ka­rakterlerimi yapılarını ve eylemlerini ortaya koymaktadır. Dolayı-sı ile iman ve müminlerden sözetmek, ruhî ve düşünce olarak ha­yalde yaşar, ian soyut bir olay değildir. Bu kavramlar realitede hare-ete geçen canlı bir gerçekliktir. îman ve mümin, fertte ve toplum-biryaşam tar;n olarak, somut bir varlık olaark ortaya konmalı-Nitekim ı bu iideal1 örnek, Hz. Muhammed'in peygamberlik ha­le somuiMarjhnılmıştir. Peygamber ile beraber yaşayan veya sonra gvelıen 3 müminlerin kişiliklerinde de değişik tonlarda 'tlarda örnel k bir nesil canlandınlmıştır... İman ve mümin i hareketle , canlı bir realite olarak söz edilmesi, bu yolda . ra biri me saj sunabilir, Allah'a davet edenlerin realiteye 'r dolğru  ltusunda hareket etmelerini, kendi kavramla-'"lar^a, Ö   rneklere ve kurumlara dönüştürmelerini çağ1 vri   amları ve çağrıyı, sırf sözlerle gerçekleşen ve Vete     geçiren eylemlerle smırlandırmamalıdır... ?ğeı • i, hayatta bir inanç sistemi, bir bilinç ve pra-war ti   t olarak somutlaştığı ölçüde ortaya konabİ- >cak pratik değeri ile ölçülebilir. En son ni- olan Allah'a hamdetmektir. [170]

 

 



[1] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/89

[2] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/89-91

[3] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/92-93

[4] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/93-94

[5] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/95

[6] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/95-97

[7] el-Mizanfi Tefsiril Kur'art: C. I, s. 355

[8] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/97-98

[9] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/98-100

[10] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/100-101

[11] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/101-103

[12] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/103-104

[13] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/104-105

[14] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/105

[15] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/105-106

[16] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/109-112

[17] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/112-115

[18] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/115-117

[19] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/121

[20] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/122

[21] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/122-124

[22] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/125-126

[23] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/126-127

[24] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/127-128

[25] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/128-131

[26] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/135-140.

[27] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/140-141.

[28] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/141.

[29] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/141.

[30] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/141-142.

[31] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/145-147.

[32] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/147-149.

[33] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/149-151.

[34] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/151-152.

[35] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/153-155.

[36] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/156

[37] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/157-159

[38] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/163-173

[39] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/177-179.

[40] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/179-180

[41] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/180-182

[42] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/182-183

[43] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/183-184

[44] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/184-185

[45] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/185-186

[46] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/186-187

[47] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/187-191

[48] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 3/191-192

[49] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/9-10

[50] El-Beyn Fi Tefsiril Kur'an: s. 317-318.

[51] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/10-13

[52] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/13-17

[53] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/17-18

[54] El-Mizan. Fî Tefsirü Kur'an C. II, s. 9

[55] El-Mizan Fî Tefsiri! Kur'an C. II, s. 9

[56] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/18-25

[57] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/25-29

[58] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/29-31

[59] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/32-35

[60] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/35-38

[61] El-Bizâl Fî Tefsiril Kur'an C. III, s. 57,

[62] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/38-41

[63] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/42-44

[64] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/47-49

[65] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/49-50

[66] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/50-53

[67] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/53-56

[68] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/56-57

[69] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/57-58

[70] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/59

[71] EI-Mizan Fi Tefsiril Kur'an: C. II, s. 79.

[72] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/63-72

[73] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/ 72-73

[74] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/74

[75] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/74-76

[76] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/76-78

[77] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/81-85

[78] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/85-86

[79] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/87-92

[80] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/92-102

[81] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/105-107

[82] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/107-108

[83] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/108

[84] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/108-110

[85] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/110-112

[86] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/112-116

[87] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/119-122

[88] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/122-126

[89] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/126-133

[90] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/133

[91] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/133-134

[92] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/134-135

[93] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/135-136

[94] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/139-144

[95] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/144-146

[96] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/146-150

[97] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/153-157

[98] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/157-158

[99] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/158-161

[100] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/161-163

[101] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/163-167

[102] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/167-168

[103] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/168-170

[104] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/170-171

[105] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/171-175

[106] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/179-180

[107] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/180-181

[108] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/181-185

[109] Tefsiril ül Menar: Eş-Şeyh. Muhammed. Reşid Rıza C. II, s. 422-423.

[110] a.g.e.,

[111] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/185-189

[112] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/189-192

[113] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/192-194

[114] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/194-196

[115] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/199-203

[116] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/203-205

[117] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 4/205-212

[118] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/9

[119] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/9-11

[120] H-Mizan fî Tefsiri'l Kur'an, c. 2, sh. 341

[121] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/11-13

[122] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/13-14

[123] Bu anlamdaki ayetler için bkz. Bakara 57, Al-i îmran 117, A'raf 160, Tevbe 70, Yunus 44, NaH 33, 118, Ankebut 40, Rum 9 (çev.)

Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/14-15

[124] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/15-16

[125] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/16-18

[126] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/18-19

[127] Zemahşeri, Keşşaf, 1. 229

[128] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/20-26

[129] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/26-29

[130] Üstadın yaklaşımının bu konudaki yorumlardan birisi olduğu unutulmamalı (Akademi)

[131] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/29-31

[132] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/31-32

[133] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/33-34

[134] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/34-36

[135] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/39-40

[136] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/40-43

[137] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/43

[138] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/44-46

[139] Zemahşeri, Keşşaf, 1. sh. 237 48

[140] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/46-48

[141] el-Hivar fi'1-Kur'an, s. 247

Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/48-50

[142] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/53

[143] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/54

[144] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/54-59

[145] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/59-61

[146] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/61-63

[147] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/63-67

[148] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/67-69

[149] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/69-74

[150] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/74-75

[151] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/75-76

[152] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/79

[153] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/80-81

[154] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/82-84

[155] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/84-86

[156] el-MİzanfiTefsiri'lKırfan,el, sh.415

[157] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/87-94

[158] el-Mizan RTefsiri'l Kur'an, c.l, sh. 412-413 96

[159] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/94-98

[160] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/98-100

[161] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/100-105

[162] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/109

[163] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/110-114

[164] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/144-120

[165] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/120-122

[166] el-Mizan R Tefsiril Rurtm, c. 2, sh. 437 122

[167] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/122-123

[168] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/123-127

[169] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/127-129

[170] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/130