24) ALLAH YOLUNDAKİ İMTİHAN DURUMLARINDA SABIR VE NAMAZ İLE ALLAH'TAN
YARDIM DİLEMEK
Sabır ve Namaz İle Allah'tan, Yardım İstemek
Şehitlik Hayatın Bir Uzantısıdır
Ayetteki Hayattan Maksat Nedir? Bu Ölümden Sonra Bir Hatıra Hayatı mıdır?
Bela, Hayatta Doğal Olmayan Bir Durum mudur?
Tabii Şartlarda Belanın Anlama
Bu Ayetlerin Bize Vahyettikleri Ahlaki Değerler Ruhi Bir Güçtür
Ruh Terbiyesinde Ahiret Şuurunun Rolü
Bela, Mü'min İçin Bir Gelişim Etkeni ve Sınamadır
Sabrın, Akidenin Ruhi Boyutuyla İlişkisi
25) ŞERİATTEN KESİTLER VE BAZI KÜFÜR VE SAPMA HALLERİNİN İNCELENMESİ
Gerçek Alimlerin Yanında Allah'ın Emanetidir
Küfür Fikri Bir Konum Değil Bir Sapmadır
26) HAKİKATİN ORTAYA ÇIKIŞIYLA BİRLİKTE KUR'AN-I KERİM İNSANA
Ayet, İnancı Günlük Hayatın Müfredatı İçersinde İzah Etmektedir
Ayetteki Davet İçin Yetiştirme Üslubu
Ayet Bir Düşünceyi Farzetmeyip O'na Giden Yolu Çizmektedir
Dinler İnsanın Cahilliğinden mi Kaynaklanmıştır?
Bu Düşüncenin Kapsamlı tahlili
27) İSLAM YOLUMUZU ÇİZİYOR VE ONDAN SAPMAK
KONUSUNDA UYARIYOR
Fikri Bağlılık Gönül Bağlılığına Götürür
Sevgi Bir Konumdur Soyut Sempatiden İbaret Değildir
Dünyanın Güçlüklerinin Zayıflığını Keşfe Çağn
İnançta Ataları Taklid, Şeytanın Planlanndandir
İslam'ın, Atalarını Taklid Eden Müslümanlar Karşısındaki Konumu
Kafirler Duyularını Tatil Ediyorlar
İyi Şeylere Çağrı ve Haramlardan Kaçındırma
Haram Şeylerin Dörde İndirgenmiş Olmasını Nasıl Anlıyoruz
Dînin Gerçeklerim Saklayanların ve Bunun Ticaretini Yapanların Cezası
29) ÎSLAM'DA ÎYİLÎK KAVRAMI ÇERÇEVESİNDE İSLAMİ ŞAHSİYETİN TEMEL UNSURLARI
30) EY AKIL SAHİPLERİ!.. SİZİN İÇİN KISASTA HAYAT VARDIR
Hıristiyanlık Hukukunda Af Kavramının Yeri
Yahudilik ve Hıristiyanlığı Aynı Yemde Birleştiren Görüş
İdamı Cezası ve Suçları Hafifletmedeki Rolü
Katilin İdamı Hükmü Etrafıadaki Şüpheler
Ayetin Ayrıntıları Üzerinde Bir İnceleme
Bu Ayetten, Çıkaracağımız Sonuç
Kur'an-ı Kerim'in Ramazan Ayında İnmesinin Anlamı Nedir?
Kulun Rabbi İle İlişkisinde Dua
Oruç ve Ramazan Ayında Cinsel İlişkilerin Sınırı
Aranızda Mallarınızı Haksızlıkla Yemeyin
Müslümanlar Soruyor Peygamber Cevaplıyor
Fitne Adanı Öldürmekten Daha Kötüdür
Cihad Bağlamında Savaşı Nasıl Anlıyoruz?
Kendi Ellerinizle Kendinizi Tehlikeye Atmayın
33) HACCIN UFUKLARINDA BİR GEZİNTİ
Arafat'ta ve Meş'ar-i Haram'da... .
İnsanların .Akın Ettiği Yerden Siz de Akm Edin...
34) İNSANIN DAVRANIŞLARI ÜZERİNE
Hayat Konumlarında İki İnsan Örneği Üzerine
Hepiniz Birlikte Selamete Girin
Şeytanın Adımlarını İzlemeyin!..
35) İNSANLAR BİR TEK ÜMMET İDÎ... SONRA İHTİLAF NASIL ÇIKTI?,.
İlahî Risaletler İnsanlar Arasında Her Hususta Hakem Konumundadır:
İhtilafın Temeli Azgınlık Olmuştur
Gerçeği İsteyenler Diyaloga Açık Olurlar
Cennete Gevşeklik ve Temennilerle Ulaşılamaz!..
Yakın Yardım ve Zafer Kavramına Bir Bakış
36) MÜSLÜMANLAR SORUYORLAR... PEYGAMBER (SAV) CEVAPLIYOR
Müslümanların Küfür Güçleri İle Mücadelesi Devamlıdır
37) YETİMLER... MÜŞRİKLERLE EVLİLİK İLİŞKİLERİ... VE HAYIZ...
38) YEMİNLER VE TALAKIN BAZI HÜKÜMLERİ
Ric'î Talak'ın Hükümlerinden...
Erkeklerin Kadınlar Üzerinde Bir Dereceleri de Vardır
İslam Şeriatinde Boşanmanın Yeri
Dönüş Hakla Niçin. Erkeğe Verilmiştir?
Boşanmış Eşlerin Anlaşıp Tekrar Evlenmelerine Engel Olmayın!»
Emzirme Donemi ve Emzirme Hukuku
İddetin Diğer Hükümlerinden...
40) İBRET İÇİN KUR'AN KISSALARI...
41) PEYGAMBERLERİN BİRBİRİNDEN ÜSTÜN KILINMASI. AYETE'L KÜRSİ
Peygamberlerin Birbirinden Üstün Kılınması, Hedeflerinin Ayrı Olduğunu
Göstermez
Peygamberler Arasındaki Üstünlük, Birlîklerîne-Beraberliklerine Aykırı
Değildir
Peygamberin Ümmetleri Nasıl Ayrılığa Düştüler?
Olumsuzluklara Karşı Umutsuzluklara Yer Yoktur
Özelliklerin Farklılığı Mücadeleyi Ve Meydana Okuyuşu Körüklemez
Size Verdiğimiz Rızıklardan Allah Yolunda Harcayın
Dinde Zorlama Yoktur Anlamı Ve Yorumu
Dinde Zorlama Meselesi Île İslam'daki Savaşın Konumu Nedir?
Bu Ayetin Işığı Altında İyiliği Yapma, Kötülüğü Engellemeyi Nasıl
Yorumlarız?
Tağutu İnkar Etmenin Îmanla İlgisi
42) ALLAH DÎRÎLTEN VE ÖLDÜRENDİR
Düşünce, Kıssanın Çizgisinde Canlandırılıyor
Hz. İbrahim Tağuta Meydan Okuyor
Vefat Edip Tekrar Hayata Dönen Adamın Kıssası
Hz. İbrahim Ölülerin Dirilişini Görmek İstiyor
Îman Île Kalbin Huzura Kavuşması Arasındaki Farkı Nasıl Anlarız?
43) MALLARIN ALLAH YOLUNDA HARCANMASI
Düşünce Ve Pratik Olarak Allah Yolunda Malların Harcanması
Allah Yolunda Harcamanın Bireysel Ve Toplumsal Değeri
Mallarını Allah Yolunda Harcayanların Durumu
Mükafatın, Yapılan İşin Hacmî Île İlgîsî
Var Mıdır?
Sadakalarınızı Başa Kakma Ve Onur Kırma Île Boşa Çıkarmayın
Kur'an Tabloyu Bîr Örnekle Açıklıyor
Kur'an İnfakın Sınırlarını Belikliyor
Fakat Bu İnfakı Hak Eden İnsanlar Kimlerdir?...
Bu Ayetlerden Anlaşılması Gereken Nedir?
Faîzîn Ahlakî Ve Sosyal Zararları
Faizin Haramlığı Île Îlgîlî Bîr Takım Düşünceler
Şeytan Tarafından Çarpılmış Kimse İfadesini Nasıl Anlarız?
Allah Alış-Verişî Helal, Faizî İse Haram Kılmıştır...
Allah Faîzi Eritir, Buna Karşılık
Sadakaları Artırır
45) BORÇ VE ÎLGİLÎ. UYGULAMALAR
Kur'an Malî Uygulamalara İlişkin Tesbîtler Beürliyor
İki Kadının Şahitliği Neden Bir Erkeğin Şahitliği Yerindedir
İnsanın Gizlediği Şeylerden Hesaba Çekilmesini. Nasıl Anlamalıyız?
Peygamber Ve Müminler Allah'tan Gönderilen Vahye İnanırlar
Burada Üzerinde Durulması Ve Açıklanması Gereken Birkaç Nokta Daha Vardır
Bu Ayetten Şunları Çıkarabiliriz
BismiIIahirrahnıanirrahira
«Ey iman edenler...
Sabır ve namazla (Allah'tan) yardım isteyin; muhakkak ki Allah, sabredenlerle
beraberdir. Allah yolunda öldürülenlere «ölüler» demeyin: Aksine onlar
diridirler ama siz (bunun) farkında değilsiniz. Andolsun sizi korku, açlık,
(mallar(ınız)dan, canlar(ınız)âan ve ürünler(iniz)den eksiltmek gibi şeylerle
imtihan edeceğiz; kendilerine bir bela eriştiğinde: «İnna Lillâhi ve İnnâ
İleyhi Raciûn - Biz Allah'a ait iz ve (sonunda) muhakkak O'na döneceğiz»
diyerek sabredenleri müjdele. İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep
onlaradır ve (doğru yolu bulup) hidayete erenler de onlardır».
(Bakara: 153-157)
[1]
Bu ayetlerin genel
içeriği ve üslubu, Müslüman insanın, hayatını etkisi altına alarak onu bir
kuşku ve sarsıntı dairesinde sarsıp sallayan çeşitli engeller, sorunlar ve
facialara karşı koyan gerçeğe ilişkin derin manaların hareketi içersindeki
derinliklerinde gizli olan imani birikimine yönelten, Kur'an'î bir yaklaşıma
işaret etmektedir. Bu gerçeğe sahip olan Müslüman insan, bütün bunların
karşısında, Allah'ın koymuş olduğu ilahi sünnetler (kanunlar) temeli üzerine kurulu
olan hayatın hikayesini, bilen kapsamlı ve kapasiteli bir iman duruşuyla
durur. Bu
hikayenin başından sonuna tamamı zorluk
ya da tamamı kolaylık değildir. Aksine bu hikaye kolaylık yolunda zorluklar,
zorlukların sonunda ve sonucunda kolaylıklardan ibarettir. İşte insan Allah'a
giden bu yolda bazı zorluklarla karşılaştığında veya hedeflere ulaşmak yolundaki
yükümlülükler ve bunların getirdiği sıkıntılar kendisine ağır geldiğinde, bu
yoldaki iradesini destekleyip güçlendirmesi ve ona bağlılık ve sarsılmazlık
ruhunu verebilmesi için, sarsılmaz bir konuma ve bağlı bir şahsiyete
ulaşabilmesi için sabırla Allah'tan yardım istemesi kaçınılmaz bîr
zorunluluktur. Yine aynı bağlamda, namaz ile Allah'tan yardım istemesi de aynı
kaçınılmazlıkla zorunludur. Çünkü namaz, kalbe hikmeti insanın hayatini yine
kendisi için maslahat (fayda-yarar) ve hikmet temeli üzerinde yükselten ve
rahmeti insanın ruhunu hoşnutluk, lütuf ve sıcak bir ilişki ile sarıp
sarmalayan, (her şeye gücü yeten) Kadîr, Hakim ve Rahim olan Allah'a yönelik
pencereleri açar. Böylece insanın başına gelecek imtihanlar, insanın kaldırmaya
gücü yetmeyeceği bir düzeyde ağır gelmez. Aksine insan başındaki imtihanla beraber
namaz ile alabildiğine bir uzay genişliği içersinde tecrübeleri ve ümit
ufukları ile yaşar. Sahip olduğu güç, bütün güçlükleri sarsacak ve bütün karşı
güçleri kahredecek bir düzeye gelir ve hayatı, bütün içersindekilerle kavrar.
İnsan, bütün bu güçlüklerin içinden, ruhunun sorunlar ve güçlükler ile
daralmadığı, engeller ve karşı saldırılar karşısında yenilmediği ve güçlükler
karşısında zayıf düşmediği bir uzay genişliğine çıkar. İradeyi hayat ile;
hareketi kuvvet ve iman ile dolduran patlama derecesinde canlı bir ümit
içersinde olur.
Böylece sabır gibi
ruhi değerler, namaz gibi ibadet amelleri faal güçlere dönüşür. İnsan üzerine,
düşman kuvvetleri saldırdığında, kendi dışındaki güçlerden yardım aldığı gibi,
zayıf noktalarını güçlendirmede bu faal
güçlerden
yardım alır. Sabır ve namaz, bazı kimselerin zannettiği gibi bir zayıflık ve
gerilik unsuru değildir. İnsanı dondurup geriletmez. Yine bazılarının
düşündüğü gibi, sabır insanı hareketten alıkoyan, onu yaşanan gerçeklerin
gereğini yapmak noktasında donduran bir şey değildir. Yine bazılarının
düşündüğü gibi namaz yumuşak başlı sofuca bir yokluğun içersine gömmez. İnsana
yaşanan gerçekler içersindeki hareketi noktasındaki rolünü ve sorumluluğunu
unutturmaz. Duyarlığını köreltip hayat yolundaki atılımlarını zayıflatmaz.
Bütün bu anlamları
ayetteki hitaptan, bütün kapasiteleri insanın emrine veren imanın canlı
İçeriğinden, insan hayatı için güç oluşturmak yolunda ahlaki değerlerin ve
pratik ilahi ilkelerin canlı tabiatına dikkat çekmek üzere Allah'tan sabır ve
namaz ile yardım istenmesine yönelik açık ilahi çağrıdan ilham alıyoruz. Fakat
insanlardan birçoğu, inandıkları değerlerde ve yapıp ettikleri amellerde
bulunan gizli, ruhi güçlerden gafil olabilmektedirler. Böylecede hayat,
çevrelerinden güçle dağılıp yit-tiğinde onu bir zeka kıvraklığı ile
toparlayabilecekleri halde, zayıflık hallerine teslim olabilmektedirler.
Allalıu Teala'nm ayeti
kerimeyi «Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir.» sözü ile bitirmesi,
Allah'ın sabredenleri engeller, karşı saldırılar, kötü haller ve zorlu
durumlarda tek başlarına bırakmayacağını, aksine onlara kendi ruhundan «iyi
ruhu» kendi gücünden «büyük kuvveti» rahmetinden de lütuf, hoşnutluk, sevgi ve
selameti (esenliği) bağışlamak üzere hep onlarla beraber olacağını tekid
etmek içindir.
[2]
«Allah yolunda
öldürülenlere «ölüler» demeyin: Aksine onlar diridirler ama siz (bunun)
farkında değilsiniz.»
Bu ayeti kerime,
nefsi; insan oğluna hayatı yitirmekle ifade olunan, ölüm karşısında katı bir
vahşet hisseti-ren, beşeri hislerden arındırmak noktasında varid olmuştur.
Çünkü bu hisler, Allah yolunda küfür, azgınlık ve sapmalara karşı, savaş
alanlarında cihad çağrısı karşısm-"da insanı olumsuz bir konuma
sürüklerler. Çünkü nefis hayatı sever, onun içersinde boylu boyunca uzanıp
yayılmak, hayatla bitişen bütün varlık imkanlarını yaşamak ve onu kaybetmesine
sebep olacak her şeyden uzaklaşmak eğilimindedir. İşte bu ayeti kerime, Allah
yolundr. öldürülen şehitler için hayatın bitip kaybolmadığına, bütün
gerçekliği ile devam edip uzandığına, fakat o hayatın insanların bu dünya
hayatında yaşadıkları ortam ve şartlardan tamamen başka ortam ve şartlarda
sürdüğüne, bunun için de bu dünya hayatını yaşayan insanların o hayatı his ve
idrak edemediklerine işaret etmektedir. Çünkü insan, öbür hayatın tabiatını kavrayıp
idrak edebileceği duyulara sahip değildir. Bu. ayet, bu konudaki diğer
ayetlerin siyakmdandır. Bu ayetlerde şöyle buyurulmak-tadır:
«Allah yolunda
öldürülenleri «ölüler» sayma: Aksine (onlar) Rableri katında rıziklandınlan
dirilerdir. Allah'ın kendilerine fazlından (bol nimetlerinden ikram olarak) verdiklerinden
sevinçlidirler. Arkalarından kendilerine henüz ulaşmamış olanlar için herhangi
bir korku olmadığının ve üzülecek olmadıklarının müjdesi ve Allah'ın
nimetinin, bolluğunun ve Allah'ın inananların ecrini zayi etmediğinin müjdesi
ile sevinç içersin-dedirler».
(Âl-i İmran: 169-171)
Bu ayetlerdeki
yaklaşım; hayatın bu yol ile dünya hayatında olduğundan daha üstün ve daha
geniş bir şekilde devam edeceği şuurunu hissettirerek, Allah yolunda cihadı
teşvik etmek yönündedir. Bakara Süresindeki ayet ile Al-i İmran Süresindeki
ayet arasında bazı değişiklikler olduğu düşünülebilir. Bakara Süresindeki
ayeti kerime, doğrudan hayatın kendisini ele almış ve hayatın tabiatını idrak
edememiş olanların çizdiği karanlık ölüm tablosunu aydınlık hayat tablosuyla
değiştirmiştir. Bu ayetin ele aldığı ayırım temelde ölüm ile hayat ayırımıdır.
Ayette, sanılan ölümün karşısına konulan hayatın ayrıntısına gidilmemiştir.
Çünkü bu noktada sorun karanlık ve aydınlık gibi doğrudan ve temelden ölüm ve
hayat sorunudur. Al-i İmran Süresindeki ayete gelince bu ayeti kerime,
münafıkların Allah yolunda cihada atılan Müslümanların, içlerine sokmaya
çalıştıkları korku ve tereddüt unsurlarına, savaşa katılmayanların dünya hayatının
nimet ve lezzetlerinden istifade edecekleri, buna karşılık savaşa atılanların
ölümün katı vahşetine sürüklendikleri ve bu nimetleri kaybedecekleri yolundaki
caydırıcı iddialarına karşı indirilmiştir. Bu nedenle Kur'an-ı Kerim, bu
ayeti kerimede Allah'ın yanında mücahitleri bekleyen hayatın ayrıntılarına
girmiş ve dünya hayatının nimet ve zevklerine karşılık, Allah'ın mücahitlere
vaadetti-ği hayatın bazı nimet ve zevklerine değinmiştir.
[3]
Bazı müfessirler, bu
hayatın ayrıntılarına girmeye çalışmışlardır. Bu müfess iri erden bir kısmı
ayette geçen ibareden maksadın bahsi geçen hayatın, dünyadaki uzantısı olduğu
itibariyle Allah yolunda Öldürülen insanın ardından (dünyada) güzel bir hatıra,
bir anı, bir iz bırakmasına işaret olduğu yolunda yorumlar yapmaya çalışmışlardır.
Böylelikle bazı şairlerin düşünüş tarzları üzere insanların kafa ve
düşüncelerinde insanın öldükten sonra ardından bıraktığı güzel bir anının, bir
izin, Ölen insanın hayatının dünyada baki kalan bir uzantısını temsil ettiği
şeklindeki mevcut düşünce tarzına paralel bir yaklaşım yolu tuttukları
düşüncesiyle hareket etmişlerdir. Nitekim, bu tip bir yoruma temel olan duygu
ve düşünceleri ortaya atan şairlerden biri şöyle diyor:
İnsanın kalbinin
atışları sayılır söylercesine: Hayatın kısa bir misafirlik olduğunu
kendisine... Öyle ise kendine ölümden sonra bir hatıra bırak; Çünkü ikinci bir
hayattır bu hatıralarda yaşamak...
Bu görüşün felsefesini
yaparken de bu ayetteki hitabın ahirete irnan eden mü'minlere yönelik olduğu,
hal böyle olunca da hayatın ölüm ile sona ereceği yolundaki bir düşünceyi red
üslubuyla gelecek bir haberin bir anlamı olmadığı, çünkü böyle bir şeyin
imanın gerçek mahiyeti ile bağdaşmayacağı dayanağından hareket etmişlerdir.
Bunun yanında söz konusu ayetin şehitlere özgü olduğunu halbuki ahiretteki
hayatın herkesi kapsayan bir mutlak gerçek olduğunu, hayatın imanın gerçek mahiyetiyle
bir uygunluk içersinde olmasının zorunlu olduğunu da ekleyerek ayetteki
hayattan maksadın, asırlar ve uzun zamanlar boyunca insanın ardından baki
kalacak bir güzel hatıradan, bir anıdan, bir izden başka bir şey olmadığını
ileri sürmüşlerdir.
[4]
Diğer bir kısım
müfessirler ise bu ayetteki maksadın, ölüm anı ile mahşer arasındaki «berzah
hayatı»na bir işaret olduğu görüşünü ileri sürmüşlerdir. Çünkü bu berzah
hayatının, öldükten sonra ahiret hayatında yeniden dirilmek inancı gibi
«zaruriyat-ı din'den dinin kaçınılmaz zorunluluklarından» olmamasından dolayı
Müslümanların bu hususta gafil davranmaları mümkündür. Gerçekten bugün bile
Müslümanlardan bu berzah hayatına inanmayanlar mevcuttur. Bu kimseler, ruhun
bedenden mü-cerred (soyutlanmış) olmadığına, buna binaen insanın varlığının
ölüm ve terkibin çözülmesi ile tamamen ortadan kalktığına, sonra Allah'ın onu
kıyamet gününde yargı için yeniden dirilttiğine inananlardandırlar.
[5]
Bu yaklaşımlar ve
açıklamalar karşısında biz, bu ayeti kerimenin hayatın tabiatı üzerinde
yoğunlaşmak bağlamında olmadığı, bu müfessirlerin tuttuğu yolda hareket
edemeyeceğimiz görüşündeyiz. Aksine bu ayeti kerime, ruhu ölümün karanlığı
karşısında hissettiği öldürücü (ezici) vahşet hislerinden arındırmak anlamında
olduğu görüşündeyiz. Ayeti kerime, insanın ruhunu bu caydırıcı hislerden
temizledikten sonra onu insanın içine sevinç, hoşnutluk ve güven yerleştiren
hayat şuurunu dolduracaktır. Bu yolda bir tutum izleyen Kur'an'î üslup,
kendine Özgü işleyişle, insanın sabır ve devam gücünü yenileyecektir.
Burada ayeti kerimede
geçen hayat hakkında yapılmış olan birinci yoruma, eleştirel bîr yaklaşım
getirmeyi yerinde buluyoruz. Şöyle ki; insanın ardından bıraktığı,
kendisinden sonra baki kalacak bir güzel hatıranın,
bir izin hayat olarak kabul edilmesi, insan ruhunun hissettiği ölüm duygusunu
kahredecek olan hayatın, gerçek anlamının tabiatı ile uygun düşmemektedir.
Aksine bu tarz bir hayat düşüncesi psikolojik temelli hayallerden bir hayal
türüdür. Ardından güzel bir anı, bir iz bırakmak ve isminin kendisinin
ölümünden sonra insanların dilinde dolaşacağı yolundaki motivler, insana dünya
hayatında bazı şeyleri yaptırabilir. Kendisini bazı şeylerden feragat etmeye
veya bazı güçlüklere katlanmaya kadar sürükleyebilir. Fakat bu hayali motiv,
insan ruhundan ölümün acısını ve yok olma hislerinin vahşetini silip süpürmeye
güç yetiremez. Aksine burada bütün olan bu gerçeğin Allah'a ve ahiret gününe
imandan gafil olanlar nezdindeki katılığını kovma üsluplarından bir üsluptur.
Bizi İslam'ın şer'i mirası içersinde insanın ölümünden sonra geriye bıraktığı
güzel bir hatıra ile anılmasının üzerine düşüldüğünü; böyle bir duyguya önem
verildiğini göremiyoruz. Ancak insanlara faydalı bir şeyler bırakan insanın
amelî hayatının devam edeceği, bunun da sadece sevabının devamına esas olduğu
noktasında haberler varid olmuştur. Şu hadisi şerifte olduğu gibi:
«Ademoğlu ölünce ameli
kesilir; ancak şu üç amel hariç: Kendisi için dua eden salih bir çocuk,
faydalanılacak bir ilim sayfası ve «sadakayı cariye - bir defada tüketilemeyip
yapanın veya yaptıranın ölümünden sonra da kullanılmaya ve faydala-nılmya devam
edilen sadaka».
O halde, buradaki
mesele de, baki kalacak güzel bir hatıra meselesi değildir. Aksine insanın
hayatında hayatının ameli bir uzantısı olarak uzanan ve hatıraya değil sevaba
esas olan salih amel meselesidir.
Yine bu yorum ayeti
kerimenin bitimindeki
«Fakat siz bunu idrak
edemezsiniz...»
sözüne de uygun
düşmemektedir. Çünkü güzel hatıra meselesi, arzettiğimiz gibi bilmedikleri ya
da hesabını kitabını yapmadıkları bir mesele değildir. Bu yorum aynı zamanda
ölümden sonra tamamen hakiki bir hayattan hem de ayrıntılarıyla haber veren
Al-i İmran Süresindeki ayetle de uyuşmamaktadır.
Ayeti kerimede geçen
ölümden sonraki hayatı «berzah hayatı» ile açıklayan diğer yoruma gelince
böyle bir yorumu da Al-i İmran Süresindeki ayetin siyakı ile uygunluk
içersinde göremiyoruz. Çünkü bu ayeti kerime, Allah'ın mü'min kullarına, bugün
yaşadıkları dünya hayatı karşılığında, ahiret yurdunda cennette vaadettiği bir
hayat türünden haber vermektedir. Meselenin böyle olmadığını farzettiğimiz
takdirde Al-i İmran süresindeki ayetin haber verdiği gerçeklerin zuhurunu
tasavvur edemeyiz. İlaveten ahiret hayatından bahisle «hayat» ibaresinin
geçtiği hitap bu hayatın gerçekliğine inanan mü' minleredir. Onların da bundan
gafil oldukları tasavvur edilemez. Bu bağlamda meselenin bir karşı inanç meselesi
olmadığım, aksine bunun başka açık bir şuura dönüştürülmesi istenen, bir karşı
içşuur meselesi olduğunu belirtmiştik. Doğrusunu da Allah bilir...
[6]
El-Mîzan tefsirinin
sahibi ayeti kerimenin ruhun bedenden soyutlanmasına delalet ettiğini, bunun
beden arkası bir iş olduğunu, bunun hükmünün de bedenin ve diğer cismi
bileşimlerinkinden ayrı olduğunu, bu ruhun beden ile birleşip ona şuur, irade
ve diğer idrak sıfatlarını kazandırdığını zikretmektedir[7].
Fakat biz bu istidlalde kendisiyle ittifak etmiyoruz. Çünkü ayeti kerime
şehitlerin ölümden sonraki hayatlarının temel ilkelerinden fazla haber
vermemektedir. Yine ayette ruhun hayatının baki kalıp bedenin ölümü ile
birlikte ölmediği ya da önceki bedeni benzer veya ayrı yeni bir beden içersinde
yeniden diriltileceğine dair bir delil yoktur. Ancak bir inancı isbata esas
olamayacak denli zayıf ve uzak bir işaret vardır.
Bu konuda bir yargıya
varmak veya irdeleme yapabilmek için, bu konunun başka ayetler ya da akli
deliller yoluyla başlı başına bir inceleme yapmamız gerekir. Bu incelemenin de
şimdi yeri değildir. Ancak Kur'an'ın konuya ilişkin diğer ayetlerinin
incelenmesi sırasında ya da kelam ve felsefe kitaplarında bu noktada kapsamlı
cevaplar aranabilir.
[8]
«Anâolsun sizi korku,
açlık, mallar(ınız)dan, canlar(ımz)-dan ve ürünîer(iniz)den eksiltmek gibi
şeylerle imtihan edeceğiz; kendilerine bir bela eriştiğinde: «İnnâlillahi ve
İnnâ jleyhi Raciûn - Biz Allah'a aitiz ve (sonunda) muhakkak O'na döneceğiz...»
diyerek sabredenleri, müjdele. İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep
onlaradır ve (doğru yolu bulup} hidayete erenler de onlardır».
Zor durumlar ve çetin
engeller karşısında Allah'ı unutturmayan imani ruh, her şeyiyle bütün hayatını
her şeyi görüp gözeten Allah'ın huzurunda yaşar. Allahu Teala, insanın
üzerinden geçen zararlar, musibetler, zorluk ve darlıklar içersinde insanı
yoklayıp imtihan eder. Kulunun bütün bu başına gelenleri nasıl karşıladığını,
sabır ile mi, telaş ve ümitsizlik ile rai, hoşnutluk ile mi, göğüs darlığı
ile mi karşıladığını, değişik şekilleriyle ve çeşitli yönlerden üzerine inen
imtihan sırrı mesabesindeki her bir belayı nasıl anlayıp değerlendirdiğini,
azap ve intikam olarak mı, yoksa Allah'ın doğru yolu üzerinde yürüyüp çalışan
birçok kimsenin de başına gelen evrensel nizamın cilvesi olan ilahi bir rahmet
olarak mı algıladığını görmek, kontrol edip sınamak ister. Allah'ın doğru
yolu' hayatın çeşitli alanlarında ortaya çıkan güçlüklerle doludur. İşte burada
insana engellere karşı sebap, bağlılık ve kararlılık gücü veren sabrın rolü
hakimdir. Sabra bu rolü oynama imkanını veren insan, engeller karşısında
sarsmaz sallanmaz, imani risaletçi ruhu ile yolun güllerle serili olmadığını
bilerek yaşayan gerçeklere açılır ve direnir. Bunun için dikenlerle çalışmanın
yolunu, derin yaraların ve şiddetli acıların dilini öğrenir. Açılan yaraların
kendisini ağlatmasına, şiddetli acıların bağırtmasına izin vermez. Aksine
dikenlere ve acılara rağmen İslam, risaletinin sevinci ile tebessüm etmeyi
öğretir kendine.
İşte Allahu Teala,
Muhammedi risalet noktasından hareket edip bütün dünyadaki küfür, kötülük ve
azgın- . lık güçlerine karşı duran, bütün dünyayı Allah'ın şeriatı üzere
değiştirmeye çalışan rnü'minlerden bunu istemiştir. Allahu Teala, onları
kendilerine erişen, mallarından, canlarından ve ürünlerinden bazı eksilmeler
gibi belaları köklerinden kopmuş olarak değil, köklü ve esaslı bîr şekilde,
birer imtihan olarak karşılamaya çağırmaktadır. Kötü olan her şeyi değiştirme
yolunda kendi iç kuvvetlerini; dayandıkları stratejilerini ve pratik konumlarını
ortaya koymalarını istemektedir. Bir grup insan bir engeli aşmaya
çalışırken, diğerleri onları bastırmaya, öldürmeye yerle bir etmeye,
yaş-kuru ayırmadan yakıp yıkmaya kalkacaklardır; bu tabiidir.Fakat gerçek şudur
ki, bu süreç çok kısadır.Bir fiili tepkiden ibarettir.Yeter ki engelleri aşmak
isteyenler sabredebilsin…İte bu noktada insanı direnmeye tahammüle ve
kararlılığa sürükleyen sabır kaçınılmazdır.Bu noktada batılın davasını havaya
savurmak ve zirveye ulaşıp nihai sonucu yakalamak için sabretmeli,
dayanmalıdır.
[9]
Bazılar soruyor:
Allahu Teala’nın bu ayeti kerimede ve diğer ayetlerde haber verdiği, kendi
zatına bağladığı insanların imanlarını ve O’nun doğru yolu üzerindeki
kararlılıklarını sınamak için bir test ve imtihan olarak tabir ettiği <bela>, doğrudan doğruya Allah’ın
dolaysız bir vergisi midir? Allah belayı
onu gerektirecek özel şartlar olmaksızın mı verir? Yani bu, Allah’ın insanlara
yüklediği diğer çeşitli işlerde, verdikleri imtihanda olduğu gibi, tamamen bir
imtihan mıdır?
Bu soruyu şöyle cevaplayabiliriz: Bütün karları ve
zararları, sevinçleri ve acıları doğuran bütün olayları ile hayat, Allah’ın
kainata koymuş olduğu tabii kanunlar ve sabepler yoluyla Allah’ın irade, kaza
ve kaderine bağlıdır.İnsanın bu dünya hayatı içersinde yapıp ettiği bütün
işlerden her birinin, insanın kişisel ve toplumsal hayatı düzeyinde olumlu ya
da olumsuz sonuçları vardır.İnsanın kendi kişisel faaliyetlerinden özel-genel ilişkilerine varıncaya kadar bütün
eylemleri bu kapsam dahilindedir.Böyle olunca da, insanın acı yayan şartlarda
yaşaması halinde acı çekmesi kaçınılmazdır.Yani açlık şartlarında acıkması,
hayatı korku dalgalarının sardığı hallerde korkuya kapılması kaçınılmazdır.
Çünkü sonuçlar başlangıçlardan ayrı ve uzak değildir .Aksine belli sonuçlar
belli başlangıçların meyveleridir...
[10]
Burada da şöyle bir
soru çıkıyor karşımıza: Öyle ise imtihanın anlamı nedir? İnsanın belli
durumları yaşaması, belli öncüllerin tabii sonuçları, insanın hayatta bulunmasının
ve yaşamasının tabii olayları ise, bu nasıl imtihandır?
Elcevap : Bütün mesele
insanın, hayattaki ilkeler ve risaletlerin hareketinin ifraz ettiği bu zorlu
tabii şartlar karşısındaki konumundadır. İşte bu insanın hayatındaki imtihan
sırrıdır. Acaba bu zorlu şartlar karşısındaki insanın konumu acıların,
zararların ve korkuların onun durgun sinirlerini harekete geçireceği aşamaya
geçecek midir?.. Sarsılmaz konumu bütün kararlılığı ile sarsıntı, sallantı ve
sapmalardan uzak mı kalacak? Yoksa... Sapık güçlere ve karşı engellere bağımlı
zaaf noktalarının sarsıntısı sonucu, risaletini ve ilkelerini kendisiyle
birlikte yerlere düşürecek kadar, bütün bunlar karşısında düşüp yitecek midir?
Yaşanan hayat gerçeği bütün tabii sebepleri ile insan için canlı bîr
imtihandır. Bununla insanın irade ve risaleti imtihana tabi tutulmaktadır.
«Sizi elbette...
imtihan edeceğiz...»
kelamından bela ve
imtihan anlamında şunu algılayabiliriz: İnsanın, hayat içersinde sahip olduğu
konum, kendisi için kişiliğini yoğunlaştırmak ve iradesini güçlendirmek
noktasında, bir deneyim değeri taşımaktadır. İmtihanın taşıdığı dünya ve ahiret
düzeyindeki sonuçların, işareti yoluyla insanın içinde bulunan güç unsurlarını
yakalamak söz konusudur insan için. Özellikle de bu imtihanın
tabiatının, insana düşüncesiz ve ruhsuz olarak taklidi
bir rol oynama imkanını veren, şekli bir imtihan değildir. Aksine bunun temelli
gerçekçi bir tabiata sahip bir gerçek imtihan olduğunu düşündüğümüzde, bunu
daha net tasavvur edebiliriz. İşte böylece bu imtihan sürecindeki deneyimlerin
sonuçları, insanın sahip olduğu insani güç unsurlarının yakalanmasından bu güç
unsurlarını, insanın çalışma stratejisi içersinde geliştirip, daha da güçlendirmeye
dönüşecektir.
Sonra ayeti kerime,
engeller karşısında konumları sarsılmayan, sabırlı kimselere yöneliyor ve
fazlaca ayrıntıya girmeden sabredenleri müjdeliyor. Arkasından sabredenlerin
konumlarına değiniyor ve durumlarını belirtiyor. Allah'a iman ile sabrı
birbirine bağlıyor. Bunu da bütün mahlukatm Allah'ın rnahlukatı, O'nun mülkü
ol-^duğuna imanın evrensel gerçeğine bağlıyor aynı zamanda. Bütün mahlukat
Allah'ın mülküdür. İnsan da Allah' m sahip olduğu bu mahlukatm bîr bölümünü
oluşturmaktadır. Bunu da bize Allah'ın işinden hiçbir şeye sahip olmadığımızı
hissettirircesine vurguluyor. Çünkü mülk bütünüyle Allah'ındır. Yarattıklarını
dilediği şekilde imtihan etmek tamamiyle O'nun hakkıdır. Mahlukata düşen ise
bütün bunlarda tamamen yarar ve iyilik olduğunu düşünüp bunun şuurunda
olmalarıdır. Çünkü O, kullarına ilişkin işleri hikmet ve rahmetiyle tedarik
eden, yönetip yönlendiren Hakîm ve Rahim olan Allah'tır.
Ayeti kerime bundan
sonra insanın ruhuna şu evrensel imani gerçeği işliyor: Kullar, sonunda
Allah'a dö-1 neceklerdir. Hayat bütünüyle son bulacak ve mülk tamamiyle
Allah'a dönecektir, İnsan bu ilahi gidiş karşısında herhangi bir güç türüne
sahip değildir. Evet... İnsan tamamen Allah'ın mülkü olunca, artık bu yolda
herhangi bir itirazın hiçbir anlamı yoktur. Hayat bütün açılarıyla bitip
Allah'a dönecek olduktan sonra, insan da O'nun hoşnutluk ve sevabını almak
üzere yine Allah'a dönecek olduktan sonra, alçalıp yerlere düşmesin,
tedirginlik ve ümitsizliğe kapılmanın ne anlamı vardır?...
O halde Allah'ın
iradesine karşı sabır, rıza ve kanaat kaçamlmaz bir zorunluluktur. Özellikle
de insanın Allah'ın huzuruna çıktığında orada kendisi için rahmet, bağışlanma
ve bol sevap bulabilmesi için...
İşte böyle... İnsani
bir gerçek olan şehitlik yolu ri-salet ve imanın değerinin kapsamlı idraki
üzerine kurulu bir sabır yoludur. Kurbanlık ve acılar ister. Fakat sonuçta
dünya ve ahirette hayır ve bereket verir. O hidayetin canlı yoludur. Yolcuların
sırtına şu güzel damgayı vurur: . .
nişte bunlar hidayete
erenlerdir...».
Kendilerine yüklenen
risalet aracılığıyla yolu bulanlar bunlardır. Gözleri ışıl-ışıl, canlı-canlı
yürürler bu yolda...
[11]
1 — Kur'an-ı
Kerim, insanın inandığı değerleri ruhi gücün renklerinden birer renk olarak
kabul etmektedir. İnsan, Önüne zaaf engelleri yığıldığında engellerin
karşısına birer karşı engel edasıyla bunları yığarak bunlardan yardım
alabilir. Bunun içindir ki Kur'an-ı Kerim insanı bütün ruhi ve fikri
özelliklerini inceden inceye bir irdeleme faaliyeti ile incelemeye
yöneltmektedir. Böylece diğer şer kuvvetlere karşı savaşında sahip olduğu gücün
anlamını bilecektir. Malum olduğu üzere bu şer kuvvetler, şehvetler ve
tamahlar gibi kendi nefsi içinde gizli olan karşı güçler ile hayat içersinde
mücadele alanında karşılaştığı açık dış
güçlerdir. Bundan sonra insan, güç gerçeğinin sadece insanların sahip olduğu,
silahlar, adamlar, mallar, mülkler, merkezler, üsler ve diğerleri gibi maddi
güçlerden oluşmadığını anlar. Aksine insanın kendi içinde hissedip inandığı
büyük ilkeler ve yüksek değerlerin temsil ettiği ruhi bir gücün bulunduğunu,
kendi içindeki zaaf noktalarından kendisini bu gücün koruyacağını idrak eder.
Bu gücün de, en azından saldırganların kendisine karşı kullandığı güçler gibi
etkin olduğunu, bundan dolayı olumsuzluklar ve zararlar ne kadar zorlu olursa
olsun sahip olduğu bu gizli kuvvetin kendisini doğru yolda kararlılığa
sürüklediğini hisseder ve bu idrakle yoluna devam eder.
[12]
2 — İslarni
akide temeli üzerine kurulu, Kur'an'î üslup, Ölümden sonraki ahiret hayatını
mü'minin kalbinde canlandırarak onun fikrini ve vicdanını, insanın hayatını
tehlikeye sokacak hareketlerden (meneden ölüm karanlığının yaydığı vahşet ve
korku hislerinden) arındırmak istemektedir. Böylece mü'min Allah yolunda cihad
hallerinde herhangi bir korku ya da, tedirginlik duymayacaktır. Bu üslup
üzerinde iki hedefi gerçekleştirmek yolunda önemle durmalıyız: Birincisi;
hislerin ayrıntılarıyla derinleştirilmesi yoluyla mü'minin içindeki inancın
geliştirilip güçlendirilmesi; ikincisi ise dünya sevgisi ve diğer dış güçlerin
insanın önüne yığdığı korku ve kuşku halleri marifetiyle insanın içinde
toplanan zaaf noktalarına gelip bu noktaları bastırıp kahretmektir. İşte bu
yaklaşım ışığında Kur'an'î üslup, ölümden sonraki ahiret hayatını, ayrıntılı
lezzet ve. nimetleri ile canlı bir şekilde inanan vicdanlara sunmakta ve
bununla dünya hayatı
hislerine karşı koymaktadır. Böylece ölümden kaçma eğilimini
kırarak insana daha iyi ve daha güzel bir hayatın şevkini yerleştirmektedir.
[13]
3 — Bela ve
musibetlere karşı meydan okuma ruhu, çeşitli güçlük ve zorlukları, acı ve azap
duyguları gibi her türlü olumsuz duygulardan uzak tabii hayatın canlı deneyimi
erindendir. Dolayısıyla bu ruha sahip olan insan bu güçlük ve zorluklar
karşısında yıpranıp helak olmak hissinden uzak olur. Bunlara karşı direnip
mücadele etmeyi, sahip olduğu güçleri geliştirici ve gücünün ne düzeyde
olduğunu smayıcı bir faaliyet olarak görür. İslami şahsiyetinin eğitilip
yetişmesi ve Allah Subhanehuya yakın mertebelere yükselmesi yolunda, büyük
sonuçlar almak uğrunda bir imtihan verdiğinin şuurunda olur. İşte bütün
alanlarda, küfür ve sapıklık güçlerine karşı Allah yolunda çalışanların
giriştiği savaşlarda, "bizim buna ihtiyacımız vardır. Çünkü bugünün
Müslümanları olarak bizler de İslami davetin başlarında ilk Müslümanların
karşılaştığı güçlüklerle karşılaşmak ve bütün bunlara karşı imtihan vermek
durumundayız. Önceki Müslümanların sabrettiği gibi biz de sabredeceğiz ki,
Önceki Müslümanların ve bütün semavi risaletlerin sahiplerinin aldığı yüksek
sonuçları alalım ve ulaştığı büyük hedeflere ulaşalım.
[14]
4 —
Zorluklar ve darlıklar karşısında
sabra çağrı, diğer çevrelerin değişik
üsluplarıyla yönelttikleri çağrılara benzemez. Çünkü bu sabır çağrısı olumlu ve
olumsuz sonuçlar karşısında zatî insani değerler üzerine kuruludur ve bu
çağrıyı yapan Kur'an-ı Kerim konuyu inanca, Allah'ın rızasına, sevgisine ve
rahmetine bağlamaktadır. Böylece insan, bulunduğu her durumda kendisini
dünyaya bağlayacak, kendini alçaltarak onun maddi ilişkilerine boyun
eğdirecek, kendisini İslam'ın hayat ve Allah ile bitişik İslami eğitim ve
gelişm üslubu üzerinde yoğunlaşmış ahlakiliğinden uzaklaştıracak bir maddileşmeden
uzak kalacaktır. İnsan, ahiret hayatı düzeyinde Allah'ın rızasına, affına ve
mağfiretine ulaştıracak olumlu sonuçlar elde ettikten sonra, dünya hayatı düzeyinde
karşılaşacağı, bütün olumsuz sonuçları altedebile-cek güce ulaşmış olacaktır.
Böylece de bütün durum ve şartlarda insani zaaf noktalarından hiçbirine
yakalanmadan, kendisini Allah'ın doğru yoluna bağlanmaya ve gereklerine
uymaya iten, canlı ve güçlü etkenleri yakalamış olacaktır.
[15]
Bismillahirrahmanirrahim
«Safa ile Merve
Allah'ın şiar (nişan)larındandır. Kim Beyt-(ıdlah)ı hacceder veya Umre yapaısa
onları (da) tavaf etmesinde kendisine (herhangi) bir günah yoktur. Kim de
kendiliğinden bir iyilik yaparsa (bilsin ki) Allah onun yaptığını bilir,
karşılığını verir.».
(Bakara: 158)
Safa ve Merve Mekkede
iki dağdır. Allahu Teala, hac farizasını yerine getirmek amacıyla hacca gidenler
ile ayni menasiki yerine getirerek umre yapmak amacıyla Beytullahı ziyaret
edenlere bu iki dağ arasında koşmayı farz kılmıştır. İslam şeriatinin başlangıç
döneminde Müslümanlar bunda bir sakınca, bir günah hissediyorlardı. Çünkü
böyle bir davranışta fikir ve eylemde tevhid akidesine bir muhalefet olduğunu
düşünüyorlardı. Çünkü bunların üzerlerine putlar dikiliydi. El-Ayâşi tefsirinde
varid olduğu üzere İmam es-Sadık (RA)'dan bazı arkadaşları şu haberi rivayet
ediyor: Şöyle diyor: İmam es-Sadık'tan Safa ile Merve arasında koşmanın farz mı
sünnet mi olduğunu sordum: «Farzdır» dedi. «Allah: Beytullahı hac veya umre
amacıyla ziyaret edenin onları da tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur.»
buyurmu-yor mu? dedim. Şöyle dedi: «Rasulullah (SAV), üzerlerindeki putların
kaldırılmasını şart koşmuştu... Ashabından "biri de bu işle uğraşmıştı...
Allah: «Safa ve Merve Allah'ın şiar (nişan)Iarındandır. Kim (Beyt(ullah)i hacceder
veya umre yaparsa onları da tavaf etmesinde kendisine (herhangi) bir günah yoktur.,.»
ayeti kerimesini indirdi. Yani putlar üzerinde olduğu halde...»
El-Kafî'nin sahibinin
İmanı es-Sadık (RA)'dan rivayet ettiği bir haberde de şu ibareler geçmektedir;
Müslümanlar, Safa ile
Merve arasında koşmanın müşriklerin icad ettiği bir şey olduğunu
zannediyorlardı. Bunun üzerine Allah: «Safa ve Merve Allah'ın şiar
(nişan)lanndandır. Kim Beyt(ullch)ı hacceder veya umre yaparsa onları da tavaf
etmeninde kendisine (herhangi) bir günah yoktur...»
ayetini indirdi.
Böylece sorunun, bu
farizanın şirk ve putçuîuk hayatının bir uzantısı olduğu itibariyle iman
çizgisinden uzak sayılmasıyla ilişkili olduğunu görüyoruz. İşte bu ayet,
meseleyi tevhid akidesi ve onun şeriati içersindeki tabii yerine oturtmak için
gelmiştir. Çünkü Müslümanların içlerinde ve düşüncelerinde ibadet Allah'a
ilişkin olduktan ve Allah'ın ve Rasulünün emrinden hareket ettikten sonra
putların orada bulunması vey-a bulunmaması ibadetlerine herhangi bir zarar
vermez. Tıpkı Ka'bede olduğu gibi... Müslümanlar Mekkeyi fethetmeden Önce de,
Beytullah-ül Haram oları Ka'be, müşriklerin içersine dikmiş oldukları putlar da
içinde bulunduğu halde Müslümanların tavaf yeri idi. Çünkü Müslümanlar,
tavaflarında ve ibadetlerinde bu putları hiç mi hiç hesaba katmaz, var
saymazlardı. Müşriklerin de bunları şiarlarından ve menasiklerinden saymaları
Müslümanların tavaf ve ibadetlerine herhangi bir zarar veremez. Çünkü hac
menasiki müşrik ve cahiliye hükümlerinden değildir. Bunlar hac ayetlerinde ve
buna ilişkin hadislerde değineceğimiz gibi İbrahim Peygamber eliyle ve
risaletiyle yetleştirilmiş ilahi şeriat hükümleridirler. İslam şeriatine
gelince, bu şeriat kendi tarihi döneminde bunları ikrar etmiş, ancak bunun
yanında daha önceden bulunmayan bazı hususları eklemiş ve müşriklerin bazı
ayrıntılar marifetiyle sonradan eklemiş oldukları bazı şirkçi unsurları da
temizlemiştir. Böylece «...Kendisine (herhangi) bir günah yoktur...»
ibaresinin serbest bırakmak anlamında bir ruhsat anlamı vermediğini, aksine
daha önce de değindiğimiz üzere zannedildiği gibi tevhid açısından bir
olumsuzluk olmadığını, bu bakımdan bir sakıncası bulunmadığını tekid anlamının
vurgulandığını açıklığa kavuşturmuş oluyoruz. Üzerlerine müşrikler tarafından
putlar dikilmiş olsa da onlar şirkin şiarları değildir. Aksine Allah'ın
şiarlarmdandır. Bunu kendilerine Allah'a ibadet etmek için bir yer ve O'na
yakınlaşmak için bir vesile olsun diye mü'minler için koymuştur. Allahu Teala
bu ayeti kerimede, Safa ve Mervenirt üzerlerinde putların bulunmasının
ibadete herhangi bir engel teşkil etmediğini, bunun tavaf edecek mü'minler için
herhangi bir günah vesilesi olamayacağını bildirmek istemiştir.
Sonra Allahu Teala,
ayeti kerimeyi, iyi işleri yaparak iyilik edenlere, yaptıkları iyiliği görerek
karşılığını vereceğini bildirerek bitirmişlerdir. Kendileri böyle bir hakkı
Allah'a yükleyemeseler de Allah, kendisi yolunda tavaf edenlere, itifaka
girenlere, Allah'ın huzurunda rükû ve secde edip ibadet edenlere, yaptıkları
bu iyiliklerin karşılığını vermeyi kendi zatına farz kılmıştır... Arkasından
kendilerine ibadetlerindeki maksat ve niyetlerinin, ibadet ederken Allah'ı mı,
yoksa O'ndan başkasım mı, kasdetmiş olduklarını derinliğine ve bütün kapsam ve
ayrıntılarıyla bildirdiğini vahyederek fermanını noktalamıştır.
Bu bildiri ile mü'minin
ruhunda, Allah'ın kendisi için yaptıklarının
karşılığını vereceği hissi ile iyilik yapma rağbeti artacak ve mü'minin
Allah'ın rızası için çokça iyilik yaparken, bu iyilikler de yapılan ameli boşa
çıkaracak hususlardan kaçınacaktır. Yaptığı iyiliğin Allah'ın rızası ve
mağfireti gibi olumlu sonuçlara bağlanması yolunda, gerekli dikkat ve titizliği
göstermeye çalışacaktır.
Bazıları ayetin fıkhi
yönünden hareketle, ayetin bu bölümünün kanuni bir yüküm olmaksızın insanın
kendiliğinden yaptığı amellerden bahsettiğini, bunun da farize kavramı ile
uygun düşmediğini düşünmüşlerdir. Bundan dolayı Müslümanların bazı fakihleri,
bunun müstehap olduğu, farz veya vacip olmadığı yolunda görüş beyan etmişlerdir.
Biz de diyoruz ki, bu konuda müstehaplık iddiasının bulunması, vacipliğin
nefyine (varlığının reddine) delil olamaz...
[16]
«.Gerçekten
indirdiğimiz belgeleri ve doğru yolu biz insanlara açıkladıktan sonra gizleyen
kimseler var ya, onlara hem Allah lanet eder hem de (bütün) lanet edenler lanet
eder... Ancak tevbe edip ıslah olup da (Rablerinin insanlara açıkladığı)
yerçeği açıklayanlar müstesna; işte onların tövbesini kabul ederim. Ben
tövbeleri daima kabul eden ve merhamet edenim»...
(Bakara: 159-160)
Bazı hadislerde,
haberlerde ve çeşitli tefsirlerde geçtiği üzere, Allah'ın indirdiği gerçeği
gizleyen bu kimselerden maksat Ehl-i kitap ve özellikle de bunlardan Yahudiler
olabilir. Ancak ayet, haklarında inenler veya kendilerinden bahisle zikredilen
örneklerle sınırlandırılamaz. Çünkü nüzul sebeplerine, ayetin indiği dönemdeki
canlı bir Örnek yoluyla belli bir düşüncenin işlenmesi olarak itibar edilir.
Böylece düşünce yaşanan canlı bir Örnek olarak, açık canlı bir sorunun
oluşturduğu, yaşanan gerçek hayat ortamında işlenmiş olacaktır. Bu düşünce
ışığında ayetin, eşyanın gerçeklerinin bilgisine, Allah'ın insanlara açıklamış
olduğu belgelerin ve hidayet yollarının ufuklarına sahip olan bütün insanlara
şamil kapsamlı bir temel ilkeyi ikrar etmek için varid olduğunu kabul edebiliriz.
Allah'ın insanlara açıkladığı gerçekler, ister daha önce İbrahim'e, Musa'ya,
İsa'ya ve diğer peygamberlere indirilen kitaplardan olsun, ister Allah'ın
insanlara gönderdiği son Kitap olan Kur'an-ı Kerim'den olsun cümlesi bu
kapsamdadır. Çünkü Allah katından bir bilgiye sahip olan insan, Allah'ın
huzurunda bunu insanlara açıklamakla mesuldür. İnsanlar, kendisinden, sahip
olduğu gerçeği açıklamasını isteseler de, gafil bulunup iltifat etmeyip
sormasalar da, bildiği gerçeği insanlardan gizleyip saklaması caiz değildir.
Çünkü bu, gerçeği saklamak ve ri-saleti gizlemektir. Böyle bir olumsuz tutum
insanların dalaleti ve doğru yoldan şaşmaları, cehalet ve şaşkınlık içersinde
kaybolmaları sonucuna götürür. Böyle bir tutum, insanların gözlerini ve
kalplerini hakikate açsınlar ve onlara dosdoğru ve apaçık bir metod üzere
hayatın yolunu çizsinler diye Peygamber gönderen, kitaplar indiren ilahi
sünnete de aykırıdır... Peygamberlerin Ömürleri sınırlı, semavi risaletler ve
kitapların ulaşım araçları da risaletlerin hareket ettiği belli şartlarla
bağımlı olunca, Peygamberlerin ve ri s aletlerinin tabilerine, Peygamberlerinin
taşıyıp aynı zincirin ard arda gelen halkaları misali tebliğ ettikleri emaneti
nesilden nesile taşımak düşecektir. Böylece halkalar bir tek zincir
oluşturacak şekilde uyumlu olarak birbirine bitişecek, hayatı aşama aşama
hareket ettirip yükseltecek kararlı bir program temeli üzerinde değişik
aşamaları üst üste bindirecektir. Eğer böyle bir sorumluluk olmasaydı, bütün risaletler
ilk
tabilerinin Ölümüyle birlikte ölerek
kaybolup gider, yeryüzüne tekrar çıkmak için hamasi bir ıslahatçının kendilerini
bir risalet olarak yeniden yüklenip diriltmesini beklerlerdi. Bundan dolayı
böyle önemli evrensel bir mesele, soracakların sorularına ve araştırmacıların
sıkıştırmalarına bağlanamaz. Çünkü insanlar uyuşturucu bir gaflete
dalabilirler... Veya düşüncelerini tabii akış ve yüceliş yolundan saptırıcı
kötü yönlendirmelere uğrayabilirler... Böylece soracakları sorulardan uzak
sorulara, uğraşacakları gündemlerden uzak gündemlere dalabilirler... Bundan
dolayı biz inanıyoruz ki, Allah'ı ve O'nun İslami şeriatını bilen insanların
sorumlulukları oldukça büyüktür... Bu büyük sorumluluğun oranı da sahip
oldukları ilmi bilgilere toplum hayatı içersindeki ilmi konumları ve Allah'a
davet yolunda kullanabilecekleri toplumsal güç ile doğrudan orantılıdır...
Özellikle de İslami düşüncenin ya da İslam şeriatinin Allah'ın düşmanları
tarafından Önüne sürülen tehlikelerle karşı karşıya bulunduğu durumlarda...
İslami gidişi engeleyip aksatacak bir tutum olan bilgisiz ve gafil kimselerden
Allah'ın onlara doğru yolu bulsunlar diye göndermiş olduğu gerçeği gizlemek
İslam'a ve Müslümanlara ihanet hükmündedir. Allah tarafından insanlara
açıklanan gerçeği gizleyenler ayeti kerimede geçen
«Onlara hem Allah
lanet eder hem de (bütün) lanet edenler lanet eder...»
alçaltın hükmüne
doğrudan mazh ardırlar. Ayrıca şu hadisi şerif de bu sorumluluğu te'kidle
ortaya koymaktadır:
«Bid'atler ortaya
çıktığında alime düşen de ilmini ortaya
koymasıdır»...
İkinci ayet, bunlardan
bu sapık yoldan geri dönüp, bu büyük yanlıştan pişman olup, Allah'a dönerek
tevbe
edenlere ilişkindir. Bu da yeniden
tebliğ, davet ve Allah' m indirdiği gerçekleri açıklamakla mümkündür. Ayeti
kerime, böyle bir dönüş yapanlara Allah'ın tevbe eden salih ve ıslahçı
kimselerin tevbelerini kabul edeceğini, ecirlerini yeni salih amelleri
üzerinden vereceğini, çünkü Allah'ın hiçbir tevbekan tevbenin kabulünden mahrum
bırakmayan ve hiç kimseyi —gazabım aşan ve her şeyi kapsayan— rahmetinden
alıkoymayan «Tevvab» olduğunu beyan etmektedir. İşte incelemek üzere üzerinde
durduğumuz bu iki ayeti kerime önemli bir İslami temel ilke üzerinde
durmaktadır: Bu ilke, bilgi sahibinin bir imtiyaz değil sorumluluk sahibi
olduğudur. Bu ilke, insanları bu sorumluluk altında ihlasla çalışmaya ve
Allah'ın gerçeğini diğer insanlara tebliğ ederek, hiçbir hakikati gizle-memeye
ve herhangi bir hakkı saklanıamaya, aksine kapsamlı bir davetle çıplak gerçeği
tüm açıklığıyla sergilemeye çağırmaktadır. Her şeyin en doğrusunu Allah
bilir...
[17]
«Ama (ayetlerimizi
inkar etmiş ve (Kâfir olarak ölmüş olanlara gelince, işte Allah'ın, meleklerin
ve tüm insanların laneti onların üzerlerinedir... Ebediyyen lanet içinde
kalırlar. Ne üzerlerinden (bir nebze) azap hafifletilir ne de onlara fırsat verilir»...
(Bakara: 161-162)
İslam nazarında küfür
herhangi bir delile dayanmaz. Aksine küfür, derin ve dingin bir düşüncenin ya
da güçlü bir akli delilin ortadan kaldırıp, hükmüne son vereceği, bir şek ve
şüphe durumuna dayanır. Bu yaklaşım ışığında ölünceye kadar küfür üzere kalan
kafirler, meseleyi iman gerçeğine
sürükleyecek bir araştırma ve inceleme konumundan karşılamak istemeyen, direnen
inatçılardan sayılırlar. Çünkü bu kimseler, hayatlarında iman-küfür meselesinin
önemini hissetmeyenlerdir...
Bundan başka bu'mesele
insanın kainat içersinde hayatı ve insanı yaratan Allah karşısındaki konumuna
ve O'nun doğru yolu üzerinde dosdoğru yürüyerek Allah'ın nimetlerine şükretmeye
ilişkin mühim meselelerdendir. İnsan hayatının önemsiz ayrıntılarından bir
ayrıntıya ilişkin meselelerden bir mesele değildir. Yine bir ferd olarak
insanın' ferdi hayatına ilişkin ferdi meselelerden bir mesele de değildir. Aksine
bu mesele, bir toplumu beş başı mamur bir toplum yapan veya yıkıp yerle bir
eden genel toplumsal meselelerden önemli bir meseledir. Öy-lekî, bu meseleyi
hafife almak insanların genel hayatını yani topyekün hayatı hafife almaktır. Bu
bağlamda, Allah'ı inkar edenler, kendi kişiliklerinde Allah'ın nimetlerine
karşı bir küfranı taşımakla ve imani meselelere karşı umursamaz yaklaşımları
ile, aslında hayat gerçeğine karşı, helak edici bir umursamaz tutum içersinde
bulunmaktadırlar. Bu noktadan hareketle, ayeti kerime küfredip de
küfürlerinden dönmeyenlerin ve kafir olarak ölenlerin durumlarını sergilemekte
ve bunların, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lanetleri ile karşı
karşıya olduklarım bildirerek bütün insanları uyarmaktadır. Çünkü küfür, Allah'ın
kudsiyetine ve hayatın ve insanın değerine karşı işlenen bir kötülüktür. Bunun
için ikinci ayeti kerime cezanın ilk ayetin içerdiği miktarda kalması ile
yetinmemekte, ateşte ebedi olarak kalacaklarım bildirmektedir. Bununla da
kalmayarak, ebedi olarak çekecekleri şiddetli azabın bir nebze olsun
hafifletilmeyeceğim, kendilerine özür beyan edebilecekleri, herhangi bir fırsatın
da verilmeyeceğini belirterek, küfürlerinin ve inatlarının bu kötü sonucunu
pekiştirmektedir. Çünkü cinayetlerinin büyüklüğü, adı geçen hafiflemelere ve
iyi muamelelere engel olacaktır. İşte bütün yaklaştırıp, yakınlaştırıcı
fırsatlara rağmen, imana yanaşmayanlara böyle kat kat lanet yağmak
durumundadır...
[18]
Bismill
ahirrahmanirrahim
«İlahınız bir tek
ilahtır: Ondan başka ilah yoktur. O Rahmandır, Rahimdir»...
(Bakara: 163)
Ayeti kerime ilahi
gerçeği bütün açıklık ve sadeliği ile ortaya koymaktadır. Kafa yorup, düşünceyi
zorlamaya, hiç mi hiç yer bırakmamıştır. Allah'ın birliği, aklı eren ve gözü
gören herkesin görüp idrak edebileceği açıklıktadır. Kainattaki nizamın
birliği, dirlik ve düzen içinde işleyişi, semavi risaletlerin birliği ve bir
tek kaide üzerine oturmuş olması, kainattaki dağılmış zayıf güçlerden herhangi
birinin ilahlık düzeyine yükselememesi, ilahi gücün düzeyine ulaşamaması...
işte bütün bunlar, düşünen bir zihin ve gören bir göz için Allah'ın birliğinin
açık ve net göstergeleridir.
Rahmetine gelince
insana sunduğu, nimetler, insanı bulunduğu bütün şart ve durumlarda görüp
gözetmesi ve yardım etmesi O'nun rahmetinin tezahürlerindendir. Allah'ın
rahmeti insanın hayatını ve ölümünü, uykusunu ve. uyanıklığını, yemesini ve
içmesini, giyimini ve zevklerini, özetle her halini kuşatmıştır. Bütün
mahlukatı yaratan Allah, insanı rahmet temeli üzerinde bina etmiştir. Böylece
insan da işin sonunda, bu büyük hedefe ulaşmak yolunda çalışıp çabalamak
durumundadır.
[19]
«Şüphesiz göklerin ve
yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde, insanların yararına olan
şeyleri denizde taşıyıp giden gemilerde Allah'ın gökten su indirip onunla yeryüzünü
ölümünden sonra dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve
yer ile gök arasında emre amade bekleyen bulutlan evirip çevirmesinde akled(ip
düşün)en bir topluluk için deliller vardır elbette.»...
(Bakara: 164)
Bu ayette akla bir
çağrı var: Allah yarattıklarının esrarını keşfederken, akim Allah'ın
keşfetmesi için kainatın ufuklarında dolaşıp hareket etmesi istenmektedir.
Ayeti kerime iman meselesinin bir akü ve fikir meselesi olduğunu, bunun mizaç
veya hissiyat meselesi olmadığını te' kid etmektedir. Zekaya hitap eden bir
işaretle de, insanların Allah'tan gaf il. olmalarının ve O'nun yolundan uzaklaşmalarının
akıl, bilgi ve imanın tabii ufuklarından ve araçlarından uzaklaşmakla tatil
edilerek gerçeğin bilgisine, ya da bilginin gerçeğine ulaşmak yolunda hareket
etmekten alıkonulmasından kaynaklandığını, hu olumsuz durumun karşı bir fikrin
gerçekliği veya etkili bir fikri gerçek gibi, insanın vicdanına ulaşmak
kabiliyeti ile herhangi bir ilişkisi olmadığını vurgulamaktadır... Bu ayetin
tefsirinde birkaç değerlendirmeye değinelim.
[20]
1 — Ayeti
kerimenin insanın önüne koydukları ve günlük hayat müfredatı içersindeki
görüntüler, ayetin insanı, günlük hayatın müfredatına yönelttiğini
göstermektedir. Ayeti kerimede geçen olaylarla insanın ilk bakışta gözünü alan
günlük hayat müfredatından bazı örnekler arasındaki bu karşılıklılık insana,
Allah'ı tanımanın yolunun, insanı yaşadığı gerçek hayattan uzaklaştırarak onu
çeşitli varsayımların ve çapraşık yöntemlerin keşmekeşinde kaybeden soyut
felsefi ufuklardan geçmediğini, bu yolun insanın tabii somut ortamından uzak
ufuklardan başlamadığını, aksine bütün çabanın insanın kendisini çevreleyen
tabii görüntülere ve yaşadığı tabii hayatın somut müfredatına idrak gözü ile
iltifat edip bakmasından ibaret olduğunu vahyetmektedir. İnsanın üzerinde
yükse-.len gökler, bu göklerde yer alan yıldızlar ve diğer gök cisimleri, güzel
sağlam ve dakik bir düzene boyun eğmek durumundadır. Bunlara idrak ile bakan
gözün sahibi, kendi hayatına kadar uzanan bu olaylarda ve bunların sonuçlarında,
bu olayların gerisinde yer alan her şeyi yerli yerinde tutan ve her birini
sebeplerine bağlayan hikmetli tabii kanunlarda, insanın üzerinde yaşadığı
yeryüzünde, bunun üzerinde var olan hayati unsurlarda ve derinliklerinde
gizlediği —hayatın devamına ve gelişimine katkıda bulunan— güç unsurlarında
bütün bunları yaratan büyük ve eşsiz yaratıcının kudret ve azametini görür.
İbretle bulup, insafla düşünen insan için, bütün bu varlık unsurlarına hakim
olan şaşmaz tabii dakik düzen de, bu yaratıcının birliğinin açık bir delilidir.
Gece ile gündüzün artarak ve eksilerek değişmesi, gemilerin denizlerde
seyretmelerine hükmeden tabii kanunlar, bu gemilerin taşıdığı —insanların
geçimlerinde kendilerine yararlı olan— şeyler, insanların içme sularını
sağlamaları ve yeryüzünde yeşeren bitkileri doyurması için gökten indirilen
sular, gökten yağan suların yeryüzünün çeşitli yerlerinde birikmesinden oluşan
göller, yerin derinliklerinde sakladığı yeraltı denizleri ve bunlardan
kaynaklanan pınarlar ve nehirler,
Allah'ın yeryüzüne yaydığı
renkleri, türleri, faydalan ve fonksiyonları değişik
hayvanlar, Allah tarafından evirilip çevirilip hareket ettirilen rüzgarlar ve
yerle gök arasında emre amade bekleyen bulutlar... Evet bütün bunlar, düşünen
insana hiç de fazla dibe dalmasına gerek bırakmadan kendi yaradanım
tanıtmaktadırlar.
Evet sanki ayeti
kerime bize şöyle demek istiyor: Gözlemlediğiniz ayetleri üzerinde size
verilmiş olan akılla düşünürseniz, Allah'ı keşfedip tanımanız imkanlarınız
dahilindedir ve bu şekilde Allah'a iman olan gerçekçi sonuca ulaşabilirsiniz.
Allah'ı düşünmek ve O'na ulaşmak için çok da aşkın çabalar sarfetmeniz
gerekmemektedir. O'nu tanımak için yeryüzünü baştan başa dolaşmayı kapsayan
uzun bir sefer düzenlemeniz veya denizlerin derinlerine inmeniz ya da uzayın
geniş ufuklarına yükselmeniz gerekmez. Aksine günlük hayatınız ile karşılıklı
gerçek bir ilişkiye girmeniz, bu günlük hayatın müfredatı üzerinde ona yani
hayata gerekli önemli vererek düşünmeniz yeterli olacaktır. Allah'ı bütün hikmeti,
rahmeti ve azameti ile keşfedip tanımanız için sizi saran çevreye ve başınızdan
geçen olaylara bakıp bunlar üzerinde düşünmeniz kâfi gelecektir. Çünkü
kendiniz ve sizi saran çevre üzerinde sürdüreceğiniz derin bir düşünce, tesadüfün
böyle girift ve dakik bir düzen yaratmasının mümkün olmadığı, kuru ve kör
kuvvetin malı, görüntüyü ve uzamı yaratamayacağı ve yokluğun karanhklarmdaki
ölümün hayatı var kılamayacağı, aksine bütün bunların var-1 olabilmesi için ne
kadar büyük olursa olsun, hiçbir kuvvetin aciz bırakamayacağı kudreti ile
yaratan hikmetli, güçlü, tanzim edici bir aklın kaçınılmaz olduğu sonucuna
götürecektir...
[21]
2 — Şüphesiz
bıı ayetten pratik bir yetiştirme üslubu alabiliriz. Bu yetiştirme üslubu
özetle şöyledir: Allah'a davet eden İslam davetçileri, insanları Allah'ı düşünmeye
çağırırken, bütün gündelik ayrıntıları ile onların genel günlük hayatlarından
hareket etmelidirler. Böylece onlara yaşadıkları bütün nimetlerde
seyrettikleri ve gözlemledikleri bütün hayat görüntülerinde hayatlarında
ilgilendikleri ve etkilendikleri bütün tabii ve hayati kanunlarda, Allah'ı
düşünme imkan ve fırsatını vermiş oluruz. Bu, canlılık, derinlik ve netlikle ve
bütün yapmacık felsefi faraziyelerden uzak olarak onların fikri ve ruhi
kanaatlerine ulaşmanın en ideal yoludur. Çünkü insan kendisini sarıp kuşatan
duyumsal şeylerle uğraşıp İlgilenmeyi, onları irdelemeyi ya da diğer bir
yaklaşımla' kendi hayatı ile yakınlaşmayı seve, seve ister.
Bu yöntemin değeri şu
iki düşüncede kendini gösterecektir:
Birincisi: Allah'ın
varlığını bizi sanp kuşatan bütün çevremize bağlarız. Böylece, geniş çevremiz
olan kainattaki her şey Allah'ın varlığına bir delil olur.
İkincisi: Biz Allah'ın
bizden uzak olduğunu düşünemeyiz. Daima Allah'ın ruhunun bizi saran sıcak
havasını hissederiz. Bunun sırrı şudur: Allah'ın varlığını insanın hislerinden,
zihninden ve yaşadığı hayat gerçeğinden uzak şeyler kanalıyla ispatlamaya
çalıştığınızda, sanki kendisine Allah'ın azametli, derin, mukaddes ve
kendisini her yanından gizlerin gizemlerin sarıp sarmaladığı her efsanevi
varlık gibi idrak edilmez ve hayatına yaklaşıp yakınlaşması imkansız bir
gerçek olduğunu, O'nu ancak karanlığa batmış ufuklardaki uzak, çok uzak
varlıkları hissettiği gibi
hissedebileceğini söylemiş olursunuz.
Fakat
Allah'ın varlığını onun günlük hayatının
müfredatına "bağlarsanız, Allah'ın varlığını hayatının bütün ayrıntılarında
yanında kendisi ile beraber hissedecektir. Yine böylece Allah'a imanın sadece
insanın vicdanında yaşayan soyut bir inanç olmadığını da idrak edecek,
Allah'ın günlük hayatı içersinde daima var, hazır ve nazır olduğunu
hissedecektir. İslam'ın hedeflediği iman da budur. İnandığımız üzere Allah'ın
varlığı, insanın zihninde soyut bir düşünce veya kalbinde donuk bir inanç
olarak kalmamalı aksine akılda bir düşünceye, şiarlarda bir duyuma, hayat ve
vicdanda bütün varlığını hissettiren görüp gözetici bir varlığa dönüşmelidir.
[22]
3 — Bu ayeti
kerime, İslam'ın gerçeğe ulaşma yolundaki daimi çabasında, insan için
gerçekleştirmek istediği fikri metod üzere açık seçik bir yolu temsil
etmektedir. Kur'an-ı Kerim'de kainatın sırları ve yaradılışın kanunlarının
tahlilleri ve ayrıntıları ile çokça karşılaşmayız. Düşünceyi ancak ve ancak
ortaya atılan fikir etrafında hareket ettiren telkinci bir üslup çıkmaz
karşımıza. Aksine, Kur'an ayetlerinin çoğunda onun insanı düşünmeye, aklını
çalıştırmaya, akli ve hissi güçlerini toparlamaya çağırdığını görürüz. Bu
Kur'an'î üslup üzere insan, bilginin tabii şartlarını, geniş ufuklarını ve
gerçek araçlarını açığa çıkaran sağlam bir yönde yürüyecek bu sağlam yönde onu
hayatın ayrıntılı gerçeklerini Öğrenip, kavramaya götürecektir. Bu yolla bu
gerçekleri yakalayan insan en güçlü delile sahip bir araştırma sonucuna ulaşacaktır.
İslam bu üslupla insanın düşüncesini bağımsızlık, özgürlük ve güven temelleri
üzerine kurarak, ona delil getirme, akü yürütme
ve keşfedip ortaya çıkarma güçlerini kazandırırken ona düşünce faaliyeti
sürecinde hareket edebileceği alanların dar sınırlarla sınırlı olmadığını,
aksine bu alanların bütün evrensel, insani ve hayati unsurları ile hayatın
bütün yönlerini kapsayacak denli geniş olduğunu da bildirmiş oluyor. Bu
Kur'an'î üslup içersinde insanın bu beş başı mamur İslami metod üzere nasıl
yürüyeceğini bilmekten başka yapacağı bir şey yoktur. Bu İslami metod, insanın
önüne bilginin sorumluluğunu, iman ve bağlılık ile yaşayan bir düşünce
şiarından başka bir şey de koymamaktadır.
[23]
4 — Dinler
tarihi üzerinde çalışan bazı araştırmacılar, dinlerin tarihini insan
varlığının başlangıç dönemine dayandırmaya çalışırken dinlerin kaynağını İlk
insanların kainattaki sebep-sonuç ilişkisi kanununu bilmemelerine
dayandırmaktadırlar. Her tabii olayın kendi tabii sebeplerine dayandığını
bilmeyen ilk insanın, bu cahilliğinin kendisini vehminde tabiat üstü bazı
görünmez güçler yaratmaya ittiğini ve bu güçleri kainatın var oluşunun derin
sebebi olduğunu düşündüğünü, sonunda da bu gizli güçleri bütün tabii olaylara
bir temel olarak kabul ettiğini İddia etmektedirler. Hülasa bu düşünceye göre;
Allah fikri, kainatın tabii sebeplerini bilmemekten kaynaklanmıştır. İnsanın
bugün ulaştığı keşifler ve bu keşifler kanalıyla eşyaya hükmeden tabii
kanunları öğrenmesi bu Allah fikrine olan ihtiyacı ortadan kaldırmıştır. Çünkü
insanoğlunun yaptığı evrensel keşifler ve elde ettiği bilgiler, insanın
zihnini meşgul eden ve onu tabiatın ardın-dakiler üzerine faraziyeler kurmaya
iten karanlık soruların çoğunu cevaplamıştır. Artık insanoğlu duyarak ve
yaşayarak,
gerçeği kavramaya ulaştıktan sonra,
duyulmaz kavranmaz gaybi cevaplara ihtiyaç yoktur...
[24]
Buna cevap olarak
fikri temelleri üç açıdan ele almak istiyoruz:
1 — Tarihi açıdan
2 — Allah'a imanın fikri temelleri açısından
3 — Kur'an'm iman meselesini inceîeyiş üslubu
açirsmdan...
Böylece bu üç açıdan
da değindiğimiz teorinin yanlışlığına ulaştığımızı göreceğiz.
1 — Tarihi
açıdan baktığımızda: Tevhid inancında temsil olunan Allah'ın birliği inancı
dinler tarihinin gösterdiği üzere putçuluktan öncedir. Diğer yandan tarihin
ilk devirlerinde insan kainatın sırlarının tamamım bilmiyor değildi. Aksine
gerek pratik tecrübeleri gerekse akli düşünceleri yoluyla ortaya çıkarmaya gücü
yettiği, kadarını biliyordu. Fakat bu durum onu Allah'a imandan alıkoymamış,
İman çizgisinden uzaklaştırmamıştı. Sonra insani bilginin geliştirdiği, felsefe
çağının parladığı, hayatın çeşitli alanlarına ilişkin insan düşüncesinin
ilerlemiş olduğu aşamaları değerlendirdiğimizde, iman meselesinin insan
düşüncesinin ilerlemesi ve bilginin gelişmesi ile birlikte daha da
ilerlediğini görüyoruz. Bundan da anlaşılıyor ki iman meselesi cehaletle değil
ilimle alakalı bir mesele; yani Allah'a iman insanın cahilliğinden değil
aksine bilgisinden kaynaklanmaktadır... Sonunda insanı gezegenlere ulaştıran
ilmi keşifler çağı geldiğinde, bu keşifleri yapanların veya düşünceleri bu
keşiflere katkıda bulunanların zihinlerinde Allah'a iman meselesi daha da
yoğunlaştı. İnsanın tecrübe alanının ve bilgi ufuklarının genişlemesi
düşüncesine iman kapısını kapamadı. Aksine en geniş ufuklara kadar açtı. Özetle
insanın cahilliğinin ilme dönüşmesi alimlerin gözünde imanın değerini,
düzeyini ve imkanlarım yükseltti. Çünkü bu müs-bet gelişim onlara canlı
deneyimler ve geniş düşünce yolunda yeni araçlar bahşetti.
2 — İmanın
fikri temelleri ile ilişkili olan ikinci açıdan bakacak olursak: Tabiatın
gerisinde tabiat üstü bir güç bulunduğunu söyleyen Allah inancına sahip insanların,
tabii olayların dayandığı bu tabii sebeplerin nihai (sonsuz) olmadığı,
önünde-sonunda derin bir sebebe dayanarak orada noktalandığı temeli üzerinde
oturan kesin akli delillerden hareket ettiğini mülahaza ederiz. Çünkü bu tabii
sebepler içersinde varlık ve yokluk imkanları karşı karşıya yarışmaktadırlar.
Bu imkanlardan herhangi biri kendi içersinde diğerine karşı kendisini (yani
varlığa karşı yokluğu veya yokluğa karşı varlığı) tercih edecek bir zattan
bir şahsiyetten yoksundurlar. Bu durumda da varoluşu yokluğa tercih ederek,
varlık lehine bir tercih yapacak bir dış otoriteye ihtiyaç olduğu açıktır.
İşte sebeplerin gelip sonunda kendisine dayandığı tercih ve irade sahibi
«Vacibül Vücud-Varlığı Zorunlu» olan dîye tabir ettiğimiz zattır. Bu
açıklamalar ışığında anlıyoruz ki, tabiatın) gerisinde var olan uluhiyete
inanan alimler, kainattaki sebepler kanunundan gafil, eşyanın dayandığı zahiri
sebeplerin tabiatını bilmiyor değildirler. Fakat onlar tabii olayların
gerisindeki kuvveti ararken akli çabaları ile öncül eşyaya sebep olma gücünü
veren ilk sebebi araştırmaya çalışmışlardır. Kendilerince de mesele yüzeysel
gözlemlerden, basit cahillik haletlerinden veya beşeri tepkilerden
kaynaklanmamıştır. Aksine derin fikri incelemelerden dakik zihni çalışmalardan
kaynaklanmıştır.
3 — Kur'an'm
iman meselesini işleyiş üslubu olan üçüncü açıdan baktığımızda: Kur'an-ı
Kerim'in tabii olaylardan bahsederken fiili Allah'a nisbet ettiğini, ancak
doğrudan doğruya insanın iradesi ile ilişkili olan fiillere ilişkin hususlarda
insanın rolünü de ihmal etmediğini de görüyoruz. Allahu Teala: «Sizi de sizin
yaptıklarınızı da Allah yarattı.» fermanında «yaratma» fiilini kendi kutsal
zatına isnad ettiği gibi aynı üslupla «yapma» fiilini bize isnad etmiştir.
Bizden sadır olan bîr işi bizzat yapan biziz. Bu nedenle fiilen bize isnad
(nisbet) edilmesi doğrudur. Bizini işlediğimiz bu «yapma» fiilinin «yaratma»
boyutunun Allah'a nisbet edilmesine gelince —ki, «Sizi de yaptıklarınızı da
Allah yarattı.» Duyurulmaktadır; bize hayatı, gücü ve yapılan işin gerek
duyduğu —el, ayak, dii gibi— edatları Allah vermiştir. Doğrudan doğruya
yaptığımız iş yönünde hareket eden iradeyi bize bağışlayan yine Allah'tır. Bu
şekilde Allah bize kendisinin eşyanın sebepler silsilesinde kendisine dayanıp
kendisinde noktalandığı derin nihai sebep olduğunu vahyetmektedir. Allahu
Teala'nın
«Attığında sen
atmadın, gerçekte Allah attı...»
sözünden algıladığımız
da budur. Bu fermanın sahibi Allah, insanın kendi fiilindeki bağımsızlığını,
her şeyin kendisinin yüce zatına dayandığı düzeyde sınıflamakta, fakat
insanın o fiili bizzat işlediğini reddetmemektedir. Böyle fiillerden,
kainattaki tabii olaylardan, hayatın ve insanın hareketinden bahseden Kur'an
ayetleri çok çeşitlidir. Fakat hepsi de, hem zahiri, hem ilahi sebepleri birlikte
ele alarak insana bilginin gerçek metodunu vahye-den, bize kainatın tabii
düzeninin temellerini vererek, bizi varlığının gaybi çerçevesinde Allah'a
bağlayan tek bir üslupla hareket etmektedirler...
Şimdi bu geniş
açıklamalar kanalıyla imam, insanın
kainatın
nizamının üzerine kurulmuş olduğu, tabii temelleri bilmemesine bağlayan
düşüncenin yanlışlığına ulaşabiliriz. Buradan itibaren, iman meselesinin,
insanı herhangi bir şeye bağlayan bir cahili korku meselesi olmadığı, aksine
meselenin tabii olayları, sorunları ve çeşitli meseleleri yeni bir soruya
ihtiyaç duymayan son soruya varıncaya kadar soran ve sorularına cevap arayan
bir düşünce yaklaşımıyla inceleyen bir düşünce meselesi olduğu gerçeğine
uzanabiliriz... Bunun için biz iman meselesinin kainattaki sebep-sonuç
ilişkisinden ayrılmadığını, ilmin gelişip ilerlemesinden uzak düşmediğini
ikrar etmek istiyoruz. Biz, her yeni ilmi keşifte, Allah'ın varlığına yeni bir
delil görüyoruz. Çünkü ilim, her yeni şeyi keşfettiğinde onun arkasında
kainatın diğer tabii olaylarına ilişkin bir hikmet, bir nizam ve bir kanun
açığa çıkmaktadır. Açığa çıkan bu kanun ve nizamlardaki birlik, bizi bunların
ilk sebebinin yani yaratıcısının birliğine götürüyor. Çünkü görünümleri ve
şekilleri değişik olsa da bütün kainata hükmeden temel kanunlarında
birleşmektedir.
Bu derste
incelediğimiz ayeti kerimelerin iman ve akide alanındaki düşünce metodumuzu
çizme yolunda, Önümüze yığdığı mülahazalar da bundan ibarettir...
[25]
Bismillahirralunsjnirrahim
İnsanî Örneklerde,
Hissi ve Ameli Sapma
«İnsanlardan kimileri,
Allah'tan başka şerikler (Allah'a ortak koşulan otoriteler) tutar, Allah'ı
sever gibi onları severler. İnananlar ise ençok Allah'ı severler. Zulmedenler,
azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın
azabının çetin olduğunu anlayacaklarını keşke bilselerdi!.. İşte tabi olunanlar
(kendilerine) tabi olanlardan uzak durdular; azabı gördüler ve aralarındaki
bağlar kesildi. Tabi olanlar şöyle dediler: «Ah... Keşke bir daha dünyaya
dönmemiz mümkün olsaydı da şimdi onların bizden uzak durdukları gibi, biz de onlardan
uzak dursaydık...». Böylece Allah, onlara yapmış oldukları bütün işleri
hasretler (pişmanlık ve üzüntüler) kaynağı olarak gösterecektir. Ve onlar ateşten çıkacak da değillerdir»...
(Bakara: 165-166-167)
Kur'an-ı Kerim bu
ayetlerde bize;' insanların yaşa-> dıkları gerçek hayattaki teorik ve pratik
sapma örneklerinden bir örnek sunmak üzere, yine insanların yaşamakta
oldukları gerçek hayattan hareket etmektedir. Bu zulmün taraflarının ve
tabilerinin temsil ettiği bir örnektir. İmamlardan rivayet olunan tefsirlerde
varid olduğu üzere bu kimseler, Allah'a iman ve Allah sevgisi ile efendilerinden
ve büyüklerinden olan zalimlere karşı besledikleri sevgiyi "bir araya
getirmektedirler. Tıpkı insanın bütün sıfat ve özelliklerde eşit olan iki ayrı
şahsiyeti sevmesinde olduğu gibi... Bu eğilim, Allah ile zulmün elebaşla-rı
arasında bir eşitlik canlandırmak durumundadır. Yalnız bu eşitlik ve bu sevgi
bir sempatiden ibaret olmayıp içinde yaşadıkları hayatın gerçeğinden pratik bir
temele dayanmaktadır. Çünkü ayetin anlattığı bu sevgi insanın hissi
yönelimlerinden kaynaklanan hissi bir sempati değildir. Ayete konu olan; bu
kimselerin gerçek hayatlarına hükmeden pratik olgulardır. Burada açıkça ortaya
çıkan bu sevgiden maksadın —tabiri caizse— pratiğe dayalı bir sevgi olduğudur.
Bu sevgi onların sevgi besledikleri zalimlerin, her gösterdiklerine ve her
istediklerine kayıtsız şartsız katılıp, uyup bağlanmalarında kendini
göstermektedir. Tıpkı insanın Allah'ı sevmesinin mutlak itaat ve bağlılık
anlamında olduğu gibi... İşte bu Allah'a ortak koşmanın bir pratik
uygulamasıdır. Çünkü böyle bir itaat Allah'tan başkasına yakışmaz. İnsan böyle
bir itaati aynı düzeyde Allah'tan başkasına sunduğunda bunun anlamı o itaat
edilen kimseyi Allah'a ortak yapmaktır. İşte bu gerçek bir şirktir. Yalnızca burada
ilahlar, İlah inancı düzeyinde değil, bu kimselerden elde edilen veya elde
edilebileceği düşünülen istekler, tamahlar ve menfaatlar doğrultusundaki şahsi
etkenler yoluyla itaat düzeyinde çoğaltılmıştır.
Bu durumu arzettikten
hemen sonra, Kur'an-ı Kerim bu insanlarla mü'minler arasında bir karşılaştırma
yapmakta ve:
«inananlar ise ençok
Allah'ı severler...»
hükmünü
vurgulamaktadır. Çünkü mü'minin Rabbi hakkındaki bilgisi, O'nun azametini
idraki O'nu bütün düşünceleri, şiarları ile, bütün aza ve alanları ile Allah'a
bağlanmaya yöneltir. Artık ne kadar büyük olursa olsun,
hiçbir güç O'nun yanında küçük bile olsa herhangi bir
alan işgal edemez. Artık O'nun ruhu Allah'la karşı karşıyadır. Allah'tan
başkası ile dostluğu ve muhabbeti yoktur. Allah'tan başkasına asla itaat
etmez. Çünkü tevhidin anlamı her şeyde ihlasla bir tek Allah'a teslimiyettir.
Allah sevgisinin nihai anlamı da budur. Allah sevgisini bu nihai anlam
içersinde işleyen Kur'an-ı Kerim, mü'min-lerin O'nun zatı hakkında derin
düşüncelere dalmadan bu sevgiyi yaşamalarım ve bunu vicdanlarında temsil etmelerini
istemektedir.
y Bunu nasıl anlayıp,
nasıl ikrar edeceğimize gelince... Bu bir yandan ayetin ruhundan, diğer yandan
İslam risa-letinin tabiatından ortaya çıkmaktadır. Ayeti kerimenin temelde tabi
olanlar île, tabi olunanlar meselesini, kıyamet günündeki karşılıklı konum ve
durumlarını işlediğini görüyoruz. Ayeti kerime bize, sevgi meselesinin temelinin
tabiiyyet yani bağlılık olduğunu, soyut bir sempati olmadığını bildirmektedir.
Tıpkı Allahu Teala'nın diğer bir ayette geçen şu fermanından anladığımız gibi:
«De ki, eğer Allah'ı
seviyorsanız bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı size
bağışlasın»...
' Açıkça görüldüğü
üzere ayeti kerime, Peygambere tabi olmayı sevginin belirti ve sonuçlarından
kabul etmiştir. Sevgiyi İslam risaletinin tabiatından anlamaya çalıştığımızda
da bunu, Allah'ın bizim için O'nunla olan ilişkimizin, huzurunda duruşumuzun
ve O'nun karşısında sorumluluğumuzu işleyişimizin ve O'nun doğru yoluna bağlanıp
bu yol üzerinde dosdoğru yürüyüşümüzün üslup ve stratejisini çizmesinden
anlıyoruz. İşte insanı Allah'ın mahlukatı ve sıfatları üzerinde düşünmeye
çağıran Kur' an'î yönelimi ve Allah'ın mahlukatı üzerinde düşünmeye
çağırırken, O'nun zatı hakkında düşünmekten alıkoyan haberleri hep bu izah
ışığında anlamak durumundayız.
Böylece biliriz ki,
Allah'ın mahlukatını bırakıp, zatı üzerinde düşünmek, insanı bir sonuca
ulaşmayan soyut düşüncelerin ve makul bir esasa götürmeyen olumsuz tahayyüllerin
karanlık çıkmazına sokar. Halbuki, O'nun mahlukatı üzerinde düşünmek,
yarattıklarını irdeleyip incelemek insanı, yaşayan canlı bir temel üzerine
oturmuş bir inanca götürür. Buna ilaveten, bu inancı makul bir çizgiye ve
nihayetinde Allah'a bağlanan müsbet tabii şiarlara, insanın yaşadığı hayati
şartlara ve nimetlere, gözlemlediği tabii görüntülere ve ayetlere bağlar. Öyle
ki, in-.san, O'nun yarattığı mahlukatm azamet ve sanatım idrak aracılığı ile
baktığı her şeyde, O'nu görür ve O'nunla duyar, O'nunla yaşar...
Bizi, Allah'ın Ahlakı
ile ahlaklanmaya çağıran haberler de bu yaklaşımla hareket etmiş olabilir.
Yani Allah'ı O'nun sıfatlarını hayatında bir yaşayışa, imana ve hayata
döndürecek şekilde sev... Böylece insan kendisini kendisinden ve Allah'ın huzurundaki
sorumluluğundan koparacak karanlık ufuklara bakmaktan kurtulacaktır.
Kur'an-ı Kerim,
müşriklerin Allah'tan başkasına karşı duydukları sapık sevgiyi, insan
ruhundaki köklerine İnerek incelemektedir. Bu köklerden biri de, bu sapık zalimlerin
dünyada mülk ve otorite sahibi olmalarının, kendilerine tabi olan bu
insanların içinde, bunların güçlü oldukları hissini canlandırın ası dır.
Böylece bunlara bakan-, lar bunların bütün işleri idare eden, kontrol edip gözeten
mutlak bir kuvvete sahip olduklarını tahayyül eder. Bunun üzerine ruhunda çoğu
hallerde sevgiye dönüşen bir hayranlık hissi yer yapar. Sonra bu sempati duyguları,
istediklerini yaparak, yasakladıklarından kaçınarak, onların rızalarına ulaşmak
yolunda, derin bir rağbet ve gayrete dönüşür. Bu ayeti kerime, onların
dünyadaki saltanat görüntülerinin perdeleyip örttüğü, zayıf tabiatlarını ve
gerçekteki güçsüzlüklerini ortaya koymaktadır. Bu zalimler, Allah'ın azabı ile
karşı karşıya geldiklerinde kendilerinin ve diğer insanların bir zamanlar
sahip oldukları kuvvetin herhangi bir kıymeti ve temeli olmadığını anlayacaklardır.
Dünyada büyük bir güç sahibi olduklarını zannedip aldandıkları halde, o gün
Allah'ın alçaltıcı azabı önünde ne kendilerine, ne de bir başkasına herhangi
bir fayda, ya da zarar verebilecek güçte olmadıklarını göreceklerdir. O an
mutlak gerçek, gözlerinin önünü dolduracaktır. Bu gerçek bütün gücün Allah'ın
olduğu gerçeğidir. Gücü dilediğine veren, dilediğinden alıkoyan, dilediği
şekilde yönlendiren ve durmasını dilediği sınırlarda durduran O'dur. İşte
böylece, alçak konumlarını kesin-leştiren azabı görünce Allah'ın kendisine
karşı direnenlerin, isyan ederek haddi aşanların, yoldan sapanların ve kafirlerin
karşısında azabının şiddetli olduğunu anlarlar. Sonra Allahu Teala bu ayette bize, bu
zalimlere uyan ve kendilerini koruduklarını hisseden, hayatın bütün zorluklarına
karşı sorumluluklarım üstlendiklerini zannederek aldanan insanları bekleyen
sonu anlatıyor. Bunu, kıyamet sahnelerini gözlerimizin önünde canlandırarak anlatıyor
bize. Bu kıyamet sahnelerinde dünyada kendilerine tabi olunan büyük
zalimlerin, ayırım yapmaksızın herkesi eşit tutan azabı gördüklerinde
vaadettikleri sorumluluktan kaçtıklarını, dünyada kendilerine aldanıp tabi
olan bu insanlarla herhangi bir ilişkileri olduğunu kabul etmediklerini,
aralarındaki menfaat ve grup yakınlığı temeline dayanan bütün bağların
koptuğunu görüyoruz. Çünkü bu bağlar, Allah'a dayanan güçlü bir temele oturmamış
ilişkilerdir. Allah'tan güçlü bir temele dayanmayan bütün bağlılıklar ise o,
gün kopmaya mahkumdur.
Dünyada kendilerine
tabi olunan zalimler, tabi olanlardan kaçarken, tabii olanlara gelince bunlar,
dünyada aldanıp kapıldıkları bütün bağlılıkları bir pişmanlık ve üzüntü kaynağı
olarak karşılayacaklardır. O gün artık bu
büyük hayal
kırıklığının ardından ruhi bir iç parçalanmasını andıran temenniler baş
gösterecektir:
«... Tabi olanlar
şöyle dediler: Ah... Keşke bir daha dünyaya dönmemiz mümkün olsaydı da, şimdi
onların bizden uzak durdukları gibi biz de onlardan uzak dursaydık...»
ifadesi bunu haber
vermektedir. Tabi oldukları zalimlere O1 gün kendilerinden kaçışlarının
karşılığı verilecek, yani kıyamet günü azabı görünce, kendilerinden kaçtıkları
gibi, onlardan kaçıp uzak durmak için, yeniden dünyaya dönmek isteyecekler
fakat bu istekleri havada kalacaktır. Dünyada zalimlere uyup, onlarla birlikte
zulüm dünyasının kuruluşuna katıldıklarını hatırladıkça:
«Böylece Allah, onlara
yapmış oldukları bütün işleri hasretler (pişmanlıklar ve üzüntüler) kaynağı olarak
gösterecektir...». Artık ateşe düşmüşlerdir. Pişmanlıkları fayda vermeyecektir...
«... Ve onlar ateşten çıkacak da değillerdir.»...
Ne mazeretler beyan
ederlerse etsinler, akılları başlarına geldiği kadar da gelse, yine ebedî
ateşten kurtulamayacaklardır. Çünkü bütün yapıp ettikleri üzerinden Allah'ın
onlar aleyhlerindeki delili tamam olmuştur...
Bu bölümdeki ayetlerin
vahyinden aldıklarımızı şu noktalarla ifade edebiliriz:
[26]
1 — Akideye
bağlılık, insanın fikri konumunu temsil eden fikri bağlılıkta temsil olunmaz.
Hayatın karşıt veya uyumlu insani ilişkiler karşısındaki hareketi içersinde
gönül bağlılığına ve fikir çizgisiyle
uyumlu ruhi
bağlılığa uzanır. Çünkü Müslüman insanın şahsiyetinde,
hissi ve fikri yönlerin birleşmesi, şahsiyet birliğini ifade eder. Bu iki yönün
birbirine muhalif ise, insanın doğru İslam çizgi üzerindeki istikameti
üzerinde, olumsuz etkiler bırakan bir . şahsiyet parçalanmasını meydana getirir.
[27]
2 — Kur'an'î
anlamı ile sevgi, soyut bir iç sempati ve bunun yalın sempatik görüntüleri ile
ifade edilemez. Kur'an'î anlamı ile sevgi, ancak bu sevgi çizgisi yönünde fiili
konumlara dönüşen bir gönülden bağlılıkta ifadesini bulabilir. Bu sevgi
çizgisine muhalif yönde ortaya çıkan fiili konumlar sevginin zayıflığına,
ciddiyet ve sadakat-tan uzak olduğuna delildir.
[28]
3 — Kur'an-ı
Kerim, insanı güçlü azgınların içlerinde gizli olan zaaf noktalarını
araştırarak bunların güçsüzlüklerini keşfetmeye çağırmaktadır. Kur'an-ı Kerim
bu çağrıyı yaparken, dünyanın güçlü görünen azgınlarının kıyamet günü Allah'ın
azap ve ikabınm karşısında düşecekleri güçsüzlük konumundan hareket
etmektedir.
[29]
4 — Ayetler,
dünya hayatında güçsüz düşen mü'min-lere hitap ederek İslam'daki sorumluluğun
kişiye özgülü-
günden bahsetmektedir. Her insan, kendi
yapıp ettiklerinin ve yapmayıp terkettiklerinin sorumluluğunu yüklenmek
durumundadır. Güçlülerin hakimiyet hislerinden kaynaklanan ve bunların dünyada
sahip oldukları mal, mülk ve mevki ve otoritelere dayanan baskıları, Allah'ın
kulları için çizmiş .olduğu Doğru yolundan sapmaktan ya-, na herhangi bir şer'i
sebep oluşturamaz. Yine Kur'an-ı Kerim, güçsüz mü'minlere bu güçlü azgınların
kendilerini dünya hayatının zorluk ve darlıklarına karşı koruyacakları
hissini yerleştirmek gibi yöntemleri; ilahi gerçekler karşısında hiçbir şey
ifade etmeyen, saptırma yöntemlerden olduğunu bildirir. Çünkü gerçekte bu
kimseler, kendi kendilerini korumak yolunda bile hiçbir şeye kadir değildirler.
O halde nasıl olur da, başkalarını Allah'ın azap ve gazabından koruyabilirler.
Allah'ın azabını karşılarında bulduklarında haklarındaki bu acı gerçek ortaya
çıkacak ve bütün bağlılık ve sorumluluklarından kaçacaklardır. O halde
Müslümanlar, yeryüzünde güçsüz de olsalar bu azgın güçlülerin Allah'ın hiçbir
şekilde razı olmadığı planlarını ve Allah'a isyan temeline dayanan projelerini
uygulayıp ayakta tutmaya katılmamalıdırlar. Yoksa kıyamet günü bu güçlüler
Allah'ın azabını görüp de kendilerinden yüz çevirdikleri vakit, ayetin gözler
önüne serdiği pişmanlık sahnesine düşecek ve:
«Ah... Keşke bir daha
dünyaya dönmemiz mümkün olsaydı da, bugün bizden yüz çevirip uzak durdukları
gibi, biz de onlardan yüz çevirip uzak dursaydık...»
diye
hatırlanacaklardır. İşte gözlerimizin önünde kıyamet sahnelerini canlandıran
bu ayetler insanı kıyamet günü bu düşük konuma düşmemek yolunda uyarmaya
çalışmaktadır. Ayetlerinin esrarını en iyi şekilde Allah
bilir...
[30]
Bisnâllahirrâfamanirrahinı
«Ey insanlar...
Yeryüzünde bulunan helal ve temiz şeylerden yeyin. Şeytanın adımlarını
izlemeyin. Çünkü O, sizin apaçık düşmammzdır. O size kötülük ve fuhuşu
(azgınlık ve çirkinlik yapmanızı), Allah hakkında bilmediğiniz şeyler söylemenizi
emreder».
(Bakara: 168-169)"
1 Bu iki ayette,
insanlara rahmet çağrısı içersinde, Allah'ın insanlar için hayat yollarını
daraltmak istemediğini, aksine kendilerine hayatta geniş ufuklar ve verimli kaynaklar
vermek istediğini hissettirmek isteyen, Rabbani bir nida vardır. Allah, insan
İçin yeryüzünü, bütün rızık kaynakları ve nimetleri ile yaratmış ve kendisini
helal, temiz rızıklardan ve saf, temiz, bol nimetlerden istifade etmekte
serbest bırakmıştır. Yeryüzündeki rızık kapılarının temizlerini yasaklamamış,
hayatını devanı ettirmek ve bedenini geliştirmek yolunda bunlardan istifade
etmesini uygun görmüştür. Bu arada onu şeytanın yanlış adımlarından
sakmdırmıştır. Çünkü şeytanın önerdiği şehvetlerden, lezzetlerden, zararlı
yiyecek ve içeceklerden insanın bedenine ve aklına zarar gelecek, bu zararlı
saldırılar karşısında hayatı bozguna uğrayacaktır. Şeytan bu bozgunculuk
unsurlarını, insana süsleyip, lezzetlendirerek hoş göstermeye çalışır. Bunların sıcaklığının
insan kalbine girmesi için elinden geleni yapar. Güzel göstermeye
çalıştığı kötülükleri "bir yandan süslerken,
diğer yandan da bu kötülüklerin zararlı bozguncu taraflarını örtmeye, gözden
kaçırmaya çalışır. İşte Kur'an~ı Kerim şeytanın insanoğlunun apaçık düşmanı
olduğunu vurgulayarak, insana onun gerçek kimliğini tanıyarak kendisine döktüğü
yollardan kaçınmasını telkin etmektedir.
Sonra ikinci ayette;
ilk ayette toplu olarak zikrettiği şeytanın adımlarından, planlarından
bazılarını Örnek olarak ayrmtılıyor ve bize üç örnek sayıyor: Şeytan insana,
bütün zararlı düşünce ve eylemlerin kendisinde ifadesini bulduğu kötülüğü
emrediyor. Eşyanın tabii sınırlarını aşan bütün yasak şeylerin kendisi ile
ifade edildiği fuhuşu (azgınlık ve çirkinliği) emrediyor. Bu yasak şeyler de
iki kısımdır: Kul ile Allah arasındaki kulluk ilişkisine dayanan yasaklar ve
insan ile toplum arasındaki ilişkiye dayanan yasaklar. Bu yasakların yükünü de
mali, toplumsal, siyasal, ekonomik ve ahlaki alanlardaki yasakları oluşturur.
Özellikle de ırz, hiyanet ve yalan konusundaki yasaklar bunların Özüdür. *
Üçüncü emrine gelince; bu kendi ahkam, akaid ve amelerini Allah'a nisbet
etmesine ilişkindir. Şeytan kendi ahkam ve akaidini, kendi kötü işlerini
mutlak ilahi gerçeklerden kaynaklanıyormuş gibi gösterir. Halbuki şeytanların
kendileri Allah'ın ilminden ve ahkamından uzaktırlar. Bu yönde gerçek bir
bilgiyi elde edebilme yoluna da sahip değillerdir. Kur'an-ı Kerim'in Müslüman
insanın hayat yolundaki yürüyüşünde böyle bir gerçeğin tehlikeliliğini
vurgulaması tabidir. Çünkü şeytan zekice çizdiği kendi şeytani yöntemleri ile
insanı nifak, yalan, hiyanet ve bozgunculuğa sürükler. Hak ile batılı birbirine
karıştırarak insanın önüne sürer ve onu sapma çizgisine yöneltmeye çalışır.
Hidayete giden yolu kendisine kapatarak, onu koyu karanlıkların derinlerinde
döndürüp dolaştırır. Kur'an-ı Kerim de bu yönteme karşı kendi Kur'an'î üslubu
ile, onun hakka muhalif müşrik inanç ve yöntemlerinin batıllığım delillerle
gözler önüne sermektedir. Burada Kur'an'î üslup:
«bilmeyenler»; «bir
bilgisi olmayan» ve «bir şey bilmeyen
kimseler»
tabirlerini kullanarak
müşriklerin vasıflarını ortaya koyuyor. Onların inandıkları ve insanları da
inanmaya çağırdıkları inanç ve düşüncelerinde delil ve burhandan hareket
etmediklerini bildiriyor. Kur'an'm üslubuna gelince o, gaflet havasından
kurtularak gerçeği en güzel yolla yakalamayı öngörür. İnsanları taassup
ortamına bağlayan ve anlaşma havasından çıkararak karşılıklı görüşüp tartışma
ruhiyetinden uzaklaştıran, inkar ve inat yaklaşımından uzak durmayı öngörür.
İşte Kur'an'm öğrenmemiz gereken üslubu budur. Bunun gereği olarak da karşı
fikirleri gerçek ve karşılıklı görüşme alanına sürükleme ihtiyacı
hissettiğimiz alanlarda kırıcı ve uzaklaştırıcı ağır kelimeler yerine hafif ve
yumuşak kelimeleri seçmek durumundayız...
[31]
«Onlara: «Allah'ın
indirdiğine uyun.» denildiğinde: «Bayır... Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz
(yol)a uyarız...» derler. Ya ataları bir şey akledememiş ve (doğru yolu bulup}
hidayete ulaşamamışlarsa»?...
(Bakara: 170)
» Bu düşünce yolunda
şeytanın planlarına uyan insanların sergilediği örneklerden bir örnektir. Bu
insanlar hayatta inandıkları ve uydukları şeylerde araştırma, inceleme ve
düşünme temeline dayalı fikri kanaatler konumundan hareket etmezler. Aksine
insanı örflerinde, âdetlerinde, düşüncelerinde ve kutsal saydığı değerlerde
mensup olduğu maziyi kutsamaya yönelten basit bir sempatiden ve şahsi tabüyyet
"bağlarından hareket ederler. Bu tarz, onlar için hem fikri kanaatlerinde
hem de ameli bağlılıklarında bir temeldir. Buna uyanı kabul ederken, buna
uymayan her şeyi reddederler. Hem de herhangi "bîr şekilde bu meseleler
üzerinde, mesele ne kadar ince ve önemli fikri meselelerden olursa olsun,
görüşüp konuşmayı tartışma ve İncelemeyi kabul etmeyecek bir düzeyde...
Peygamberlerden ve
diğer insanlardan bütün risalet ve davet sahipleri, Allah'a davet yolunda bu
tür bir gidişatla karşılaşmışlar, bu tarzı yıkmaya çalışmışlar ve oldukça
yorulmuşlardır. Çünkü böyle bir gidişat, insana düşünme pencerelerini kapar ve
onu içine kapanık, dikkatini çeşitli problemlere, düşünce ve ilkelere çekmeye
çalışan diğer insanlarla diyalog ya da herhangi bir ilişkiye girmekten uzak
bir insana döndürür. Toplumu da gelişen kanatlarıyla yükseklere uçmak ve
istikbale yönelmek yerine, düşmeksizin mazi tekerleğine bağlı geri kalmış bir
topluluk haline getirir. Onu hayatını geliştirmek ve gidişini bütün hayat
işlerinde en iyiye doğru çevirmek gibi, düşüncelerden uzaklaştırır. Ataların
ve dedele-.rin kutsal mirası adı altında toplumu fikri ve ameli yanlışlık ve
sapmalara götürür ve bu yanlışlık ve sapıklıkları da ataların mirası ismiyle
kutsallaştırır. İşte Kur'-an-ı Kerim, toplumsal ve insani meseleler ve düşünceler
karşısında böyle bir eğilime şiddetli bir savaş açmış, düşüncede ve eylemde
hissi baskılardan uzak, düşünce Özgürlüğü üzerine kurulu sabit bir fikri
temelden hareket etmeye çağırmıştır. Kendilerine bağlanıp yollarına tabi
oldukları bu ataların kişilik ve kimlikleri üzerinde, akli düzeyleri ve fiili
gidişatları üzerinde sıkı bir inceleme yapmaya çağırıyor Kur'an-ı Kerim...
Çünkü böyle bir inceleme sonunda, bu atalardan birçoğunun akıllarının bir şeye
basmadığı ve doğru bir yol üzere olmadıkları açığa çıkacaktır. Çünkü bu
atalar, hurafeler ve efsanelerle doldurulmuş burafeci bir akliyatın gölgesinde
yaşamışlardır. Hayatlarının bütün renk ve boyutlarını çizerken, ilimden
kültürden uzak bir cahillik içersinde bulunmuşlardır. Böyle olunca, tuttuğu
düşünceye ve hayatına saygısı olan bir insan, nasıl olur da hayatını böyle
kimselerin düşüncelerinin ve yaşayışlarının insaf ve merhametine
bırakabilir?..
Kur'an-ı Kerim, insan
için fikri kanaatlere ulaşmak yolundaki yöntemini belirlemek istemektedir. Bu
bağlamda atalara bağlılık meselesini ve bunun özgür düşünce üzerindeki
baskıcılığını da örnek vermektedir. Yine bu bağlamda bütün baskıcı ilişkiler bu
kapsama dahildir. Özgür düşünce üzerinde bir baskı unsuru oluşturan bu
düşünceler, ataların düşünceleri olduğu gibi insan ve insan toplulukları ile
çeşitli ilgi ve yakınlıkları bulunan diğer şahıs veya grupların düşünce ve modelleri
de olabilir. Bütün mesele, bu ilgi ve yakınlıkların şartlar, şahıslar ve
durum ne olursa olsun gerçeğe ulaşmak adına bir anlam ifade etmediğidir...
[32]
Bu alanda insanların
hayatlarmdaki dini yönelimleri üzerine bir soru gündeme geliyor: Malum olduğu
üzere insanların çoğunun bir dine bağlanması ve dindarlığı,
düşünce ve araştırma noktasından kaynaklanmamaktadır.
İnsanların çoğu babalarından ve dedelerinden miras kalan dini inançlara
bağlanmaktadırlar. Hem de herhangi bir araştırma ve inceleme yapmadan, bu dinin
ayrıntılarına girip inanılıp bağlanılacak haklı taraflarını ve ina-.
nılmamasi, bağlanılmaması gereken batıl ve yanlış taraflarını incelemeden...
Bu durum insana, iradesiz ve seçimsiz bir şahsiyet kazandırmaktadır. Bunun
yanında böyle bir dindarlık, düşünceye, hareket edip canlanma fırsatı
vermeyen, ortaya sorular ve problemler atacak tartışma ve araştırmalara meydan
vermek istemeyen, resmi kurumlara dönüşmüş bazı dini kurumlarca olumlu karşılanmakta
ve teşvik edilmektedir.
İşte bu noktada şöyle
bir soru ortaya çıkıyor: İnsanların bugünkü dini durumları ile Kur'an-ı
Ke-rim'in bu ayeti kerimede bahsettiği
insanların durumu arasında ne fark vardır?
Cevap : Kur'an'î
üslup, insanları tahmin ve ihtimale dayanan gayrı ilmi yollardan uzak
düşünceyi, inanca temel olarak kabul etmeye yöneltmektedir. Bu açıklama
ışığında inançta taklide dayalı yönelişler gerçeğe ulaşmak yolunda İslami
çizgiden sapma olarak kabul edilecektir. Bundan dolayı İslam, bu taklid
yolunun inançta hataya sürüklediği insanı, Allah huzurunda mazur gör- .
memektedir. Bunun yanında gerçeği yakalamak yolunda bütün çabasını sarfettiği
halde, kendi elinde olmayan ve şartların bir neticesi olarak gerçeğe ulaşamayanı
mazur görmektedir. Buna mukabil yine, kendisinin elinde olmayan dış şartların
etkileri sonucu taklidi yollarla gerçeğe ulaşan insanı da kabul etmektedir.
İnsanların hayatına girmek isteyen bir din, bu son durumda müsamahakâr ve
kabulkâr olacaktır elbette. Çünkü bu dinin yoluna girdikten sonra düşünme
fırsatına daha yakın olabilirler. İslami gerçek içersinde yaşamaları onlara
İslam'ı tanıma imkanları verebilir. Bu durumdaki insan, dışardan gelecek
olumsuz etkilerden de nisbeten korunmuş olur.
Şunu bilmeliyiz ki
İslam, delil ve burhan aramaksızın Allah'ın yoluna teslim olanları kabul
etmekle beraber taklidi inancı hiçbir şekilde teşvik etmez. Aksine şu iki
hedefi gerçekleştirmeye çalışır: Birincisi, insanı İslam'a açılmaktan ayıran
nefsi engelleri yıkmaktır. Bunu da insan ile İslam'daki dini şartlar arasında
bir sıcaklık ruhu oluşturmak yoluyla gerçekleştirmeye çalışır. Böylece bu
yolla insanı zorla inandırmaktan uzak bir sadelikle İslami kavramlarla
karşılaştırma imkanı bulur. İkincisi, fikri yetiştirme çizgisini içerden
çizmektir. Burada amaç, inancın derinleştirilmesidir. .Zaten içinde yaşayan
ve hayatına uzanan mevcut bir inanca kuvvet kazandırılarak düşünce sorumluluğu
ve hissiyat ciddiyeti yüklenecektir.
[33]
«Küfre saplanıp
kalanların durumu bağırıp çağırmaktan başka bir şey işitmeyen gibidir.
Sağırdırlar; dilsizdirelr; kördürler. Bu yüzden akledip anlaymnazlar».
(Bakara: 171)
Bu kafirler için bir
örnektir. Bu örnek, kendisine takdim edilen düşünce ve davet edildiği inanç
karşısında kafirin gerçek iç suretini keşfetmeyi hedeflemektedir. Bu kafirler
bir fikir ve inanç sorumluluğu taşımazlar. Düşünüp tartışmaları ve diğer
insanların görüşlerini ve bakış tarzlarını değerlendirip bu görüş ve
düşüncelerin tabiatını, özelliklerini ve ayrıntılarını anlamaya çalışmaları,
sonra bunların doğru mu, yanlış mı olduğunu düşünmeleri
gerektiğini düşünmezler. Zihinlerine ve kalplerine
musallat olmuş sapık düşüncelere "boyun eğmişlerdir. Bu sapma,
kişiliklerinin her yanını doldurmuştur. Sahip olduğu bu saptırıcı kanati
sarsacak herhangi bir soru işaretine müsamaha etmezler. Sapıklık üzere
olduklarım kesinkes önlerine koyacak, herhangi bir hak söze kulak asmazlar.
Bunun için hayatlarında hak, iyi ve hidayet sözlerinin yeri yoktur. Tıpkı
çobanların bağırıp çağırarak söylediklerinden bir şey anlamayan ve muhatap
olduğu sözün anlamı doğrultusunda bir tepki göstermeyen sürüler gibi
...Kur'an-ı Kerim bunların durumlarını çok açık bir şekilde anlatmakta,
duyularını tatil edip Allah'ın ayetlerine kapadıklarını bildirmektedir. Aynen
işitme gücünden yoksun kimseler- gibidirler. Kendilerine hitap eden ayetler ve
yöneltilen sorular karşısında dillerini kilitlemiş, konuşmaz kimseler
gibidirler. Allah'ın yaratmış olduğu mahiukatmdaki ayetlerine de gözlerini
kapamışlardır. Sanki kör gibidirler. Bütün bunların yanında akıllarını da
düşünceye tatil etmişlerdir. Duyma, bakma ve mantık yürütme gibi düşünce
araçlarını dondurmuşlardır. Hiç akletmez kimseler gibidirler...
Bu canlı örnekte
Kur'an'm küfür ve iman meselesinde takrir ve te'kid etmeye çalıştığı bir
düşünceyi müşahede ediyoruz. Bu fikrin de, insanın karşılaştığı "düşünce
sorunlarında ifadesini bulan düşünsel bir sorun olmadığı, aksine bunun imanın
zatına dayanan zati bir problem olduğudur. Yani problem, insanın kaygısını
taşıdığı düşünsel sorunlardan kaynaklanmamaktadır. Aksine insanın karşıt
herhangi bir şeye açılmasına imkan bırakmayan belli bir düşünce ve yaklaşım
tarzı içersinde yaşadığı ruhi düğümden kaynaklanmaktadır...
[34]
«Ey iman edenler.1..
Eğer yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız,' sîzi nzıklandırdîğımız şeylerin iyi
ve temiz olanlarından ye-yin ve Allah'a şükredin. O, size ancak ölü (hayvan
etini), kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkası adına boğazlanan (hay-van)ı
haram kılmıştır. Ama (açlıktan) zor durumda kalana —başkasının hakkına tecavüz
etmemek ve zaruret miktarını aşmamak şartı ile— herhangi bir günah yoktur.
Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir».
(Bakara: 172-173)
Bu ayetlerde
nıü'minlere bir nida vardır: Kendilerine rızık olarak verilen iyi ve temiz
şeylerin helal bazı şeylerin de haram kılındığına dair bir nidadır bu. Yine bu
nida ile bu nimetlere karşılık Allah'a şükretmeye çağrılmaktadırlar. Bütün
bunlar Allah'a imanın sonuçlarmdan-dır. Çünkü Allah'a inananlar, hayatta
Allah'ın kendilerini rızıklandırdığı iyi ve temiz şeyleri kabul ederler.
Bunlar, rızkın kaynağını idrak eden, hayattaki bolluk, lezzet ve mutluluğun
kaynağı olan bu nimetlere karşı şükretmenin gerekliliğini bilen ve imanlarının
derinliği ile Allah'a şükretmeye yönelen kimselerdir. Ameli şükrün, Allah'a
kulluğun, O'nun kulluk etmeye müstehak olduğuna ve insana ulaşan bütün
iyiliklerin kaynağı olduğuna, imanın somut bir göstergesi olduğunun
idrakindedirler.
Ayeti kerime, Allah'ın
insana bütün iyi ve temiz şeyleri serbest ettiğini, O'na inananların yemeye ve
zevk almaya alışageldikleri iyi ve temiz şeylerden hiçbirini yasaklamadığını
bildirmektedir. Onlara bütün bu iyi ve temiz şeylerden özgürce yeyip
içmelerini, bunların hepsinden faydalanmalarını, bu iyi ve temiz şeyleri kendi
nefislerine haram etmemelerini vahyetmektedir. Çünkü bunlar Allah'ın insanın
hayatını kurup yüceltmesini isteyerek verdiği rızıklardandır. Sonra haram olan
şeyleri saymakta ve bunları anılan dört şeye indirgemektedir. Bu yasaklamayı
yaparken de yasak konusu bu şeylerin insanın ruh ve bedenine zarar vereceği
gerçeğinden hareket etmektedir. Sağlık mütehassısları da ayette sayılan haramlardan
ilk üçünün yani «ölü hayvanın eti, kan ve domuz etinin» insanın beden sağlığını
bozan zararları olduğunu zikretmektedirler. Allah'tan başkası adına kesilen
hayvan olan dördüncü yasağa gelince bu insanın ruhi sağlığı ile ilgilidir.
İslam, insanın yalnız beden sağlığı ile değil, aynı zamanda ve önemle O'nun ruh
sağlığı ile de ilgilenir. Bu temel yaklaşımla hareket eden İslam, Allah'tan
başkası adına boğazlanan —Örneğin Allah'a ortak koşulan ve tapılan putlar
adına boğazlanan— hayvanı yemekte insanın ruh sağlığına zarar görmektedir. Çünkü
insan ruhen Allah'a bağlıdır. Bu bağlılık bütün hayatında olduğu gibi yediği
içtiği şeylerde de kendini gösterecektir. Kesilen hayvanın, insanın inanıp
bağlandığı ve rızkı kendisine O'nun verdiğine inandığı) Allah'ın adına kesilmiş
olmasında ruhi denge ile ilişkili, bir ruhi tatmin sözkonusudur. Yasaklanan bu
maddeleri yemek zorunda kalan insan ise İslam'ın kolaylaştırıcılık ve müsamahakârlığından
istifade edecektir. Yalnız bunun da be-. lirli sınırları vardır. Ayette anılan
bu sınırlar konusunda müfessirler değişik yaklaşımlarda bulunmuşlardır. Bu
sınırları belirleyen iki kelimenin delalet ettiği anlamlar konusunda ayn
görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısım müfessirler, bunun zaruret halini
aşmamak ve Ölmeyecek kadarını yemekle yetinmek olarak yorumlamışlardır. Zaruretlerin
hükmünün, kadrince olduğu genel kaidesinden hareket ederek bu sonuca
ulaşmışlardır. Diğer bazı müfessirler ise bu sınırı değişik zaruretler
arasında bir ayırım olarak yorumlamışlardır. Bunlara göre zaruret durumuna
düşmek iki çeşittir: Biri, tabii şartlar sonucu zaruret durumunad üşmek, diğeri
ise bir azınlık (bağy) ve düşmanlık (udvan) durumundan kaynaklanan zaruret durumudur.
Ayeti kerimede anılan sınırlama, bu iki zaruret durumundan kendi güttüğü bir
azgınlık veya düşmanlık sonucu değil de, tabii şartların zorluklarının insanın
başına getirdiği zaruret durumu için bir ruhsat niteliğindedir. Örneğin
hırsızın, zalimin, imama karşı ayaklanan insanın bu eylemlerinden dolayı düştüğü
zaruret durumu, kendisine haram olan bu eşyayı yeme ruhsatını vermez.
Birinci durumda bu
yasak şeyleri yemek bir günah getirmezken, ikinci durumda getirmektedir. Çünkü
bu-ikinci duruma yol açan öncüller gayrı meşrudur ve insan bu gayrı meşru
duruma kendi iradesi ile bulaşmıştır. Hayatı buna bağlı bile olsa bu insan
mazur sayılamaz. Burada ikinci görüş daha isabetli görülmektedir. İmamlarımızdan
nakledilen haberler de bu yöndedir.
Ayeti kerime Allah'ın
«Gafur - çok bağışlayan» ve «.Rahîm - çok merhamet
eden»
sıfatlarını anarak son
bulmaktadır. Bu da Allah'ın kulları ile olan ilişkisinin, bağışlama ve
merhamet etme temeline dayalı olduğuna delalet etmektedir. Tabii ya da gayrı
tabii şartlarda günah işlemek durumunda kalanlar, asiler ve itaatkarlar hepsi
nihayetinde Allah'ın mağfiret ve rahmetinin kapsammdadırlar. Çünkü O'nun
bağışlaması ve merhameti kapsamlıdır. O, çok bağışlayan «Gafur» ve çok merhamet
eden «Rahîm»dir.
[35]
Burada karşımıza
"bir soru çıkıyor: Yiyecekler konusunda özellikle de etler konusundaki
yasaklar, köpek, haşereler, yırtıcı hayvanlar ve diğerlerinde olduğu gibi oldukça
çok iken Enam. Süresindeki,
«De ki; Bana
vahyedilende yiyecek olarak insana ölü (hayvanın etin)âen, akan kandan, domuz
etinden —ki bu pistir— ve —sapıklık olarak— Allah'tan başkası adına boğazlanmış
olan (hayvan)dan başka yasaklanmış bir şey görmüyorum.»
(En'am: 146)
ayeti ile de tam bir
uygunluk arzeden bu ayeti kerimede haram olan yiyeceklerin böyle dört şeye
indirgenmesinin anlamı nedir?
Elcevap : Burada
mesele, izafi bir indirgemeye dayanmaktadır: Ehl-i kitabın Allah'ın şeriatinde
helal ve haram olan şeyler konusunda ortaya attıkları ve herhangi bir geçerli
delile dayanmaksızın ileri sürdükleri iddialar üzerine varid olmuştur. Bu iki
ayet, Allah'ın Rasulü Muhammed (SAV)'e vahyettiği helal ve haramdan Ehl-i
kitabın arzedildiği üzere ortaya attıkları tartışmalara konu olanlar hakkında
gerçeği izah bağlamında inmişlerdir. Bütün helal ve haramları sınırlayıp
açıklamak bağlanımda değil. Bundan dolayı, bu iki ayette dört haramın sayılması,
aralarında tartışma konusu olmamış diğer haramların bulunmasına mani değildir.
Bu cevap meseleyi ayetlerin nüzul ortamına değil de. Kur'an'm üslubuna
dayandırmaya çalışan müfessirlerm gittiği -yoldan daha üstündür diyebiliriz.
Yine de ayetlerin gerçeklerini en iyi Allah bilir.
[36]
«Şüphesiz ki Allah'ın
indirdiği Kitaptan bir şeyi gizleyip de onu az bir (dünyalık) değer ile
değiştirip satanlar var ya, işte onların yeyip karınlarında taşıdıkları ateşten
başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah onlarla (kendilerini muhatap alıp
da) konuşmaz, onları arındırıp temize çıkarmaz, onlara çok acıklı bir azap
vardır. İşte doğru yolun karşılığında sapıklığı ve günahlardan arınıp
temizlenme yerine azabı satın alanlar onlardır. Ateşe karşı ne de
dayanıklıdırlar bunlar... Bu azap Allah'ın Kitabının hak olarak
indirildiğinden (dolayı)dır. Bu Kitap hakkında ayrılığa düşenler elbeîteki
uzak bir ayrılık (derin bîr çıkmaz) içindedirler»...
(Bakara: 174-176)
Bu ayetlerde Ehl-i
kitaptan, Allah'ın indirdiği ayet leri, bu ayetlerde "belirttiği haberleri
helal ve haramları (geçen ayetlerin tefsirinde de değindiğimiz üzere) gizlemelerinden
ve kendi yanlarından hükümler koymalarından bahsedilmektedir. Kur'an-ı Kerim,
Allah'ın İndirdiği vahyi saklama, bu ve diğer yollarla ilahi gerçekleri gizleme
bu gerçekleri az bir dünyalık karşılığında değiştirip satarak din ticareti yapmak
ve cahillerin cahilliklerini sömüren kimselerin durumunu açıklamakta ve bu
işlere tevessül edenlerin acıklı bir sonuç ve acı verici bir azabı
hakettiklerini bildirmektedir. Çünkü bu kimseler, bu davranışlarıyla yalnız
kendilerine kötülük etmiş olmuyorlar. Aksine, bütün bir hayata ve tümden bütün
insanlara karşı hem de çok büyük bir kötülük etmiş oluyorlar. Çünkü Onların
sakladıkları ve az bir dünyalık karşılığında değiştirip, sattıkları bu
gerçekler, insanların hayatında bir fikir ve eylem olarak yayıldığı takdirde,
insanlar için iyilik ve illerlemenin kapıları açılacaktır. Açılan bu kapılar
hayatı gelişme ve parlaklığa sürükleyecek, onu içinde
yaşayan insanlar ile birlikte karanlıklardan aydınlığa çıkaracaktır.
Bu ayetlerde Allah'ın
vahyini gizleyerek onu tahrif-çi yollarla "basit dünyalık değerler
karşılığında satan insanlardan bahseden Kur'an-ı Kerim, bu tahrifçilik karşılığında
elde ettikleri dünyalıkların karınlarını ve içten içe bütün bedenlerini yakacak
bir ateşe dönüşeceğini, kıyamet günü aşağılık ve rezillik konumunda
olacaklarını, Allah'ın onları muhatap alıp konuşarak iltifat etmeyeceğini,
kapsamlı rahmetine ve hoşnutluğuna kavuşmak yolunda ruhlarını arındırmayacağım
ve onları acıklı bir azabm beklediğini haber vermektedir.
Allah doğru yoldan
saparak yanlış kâr-zarar hesapları yapanları uyarmakta; hidayet ve sapıklığı
iki karşıt çizgi olduğunu vurgulayarak, bu insanların kendilerini iyiye,
aydınlığa ve kurtuluşa götürecek doğru hidayet yolunu seçme imkanları varken,
yanlış bir kâr-zarar hesabı neticesinde bu imkanı kendilerini kötülüğe,
karanlığa ve zarara düşüren sapıklık yolunu tercih ettiklerini bildirerek,
bütün insanları uyarmaktadır. Çünkü bu insanlar azap unsurları ile bağışlanma
unsurları arasında bir tercih yapma meselesi ile karşı karşıya kalmışlardır. Az
bir dünyalık için Allah'ın sevgisini ve O'na itaati içeren bağışlanma unsurları
yerine, Allah'a isyanı ve onun gazabını içeren azap unsurlarını seçmiş, azabı
bağışlanmaya tercih etmişlerdir.
, Kur'an-ı Kerim sonra
bir hayret kipi ile, bunların kendilerini bekleyen bu acıklı azaba nasıl
dayanacaklarını sorarak, onları bekleyen azabm dayanılmaz şiddetinden haber
vermektedir.
Bakara Suresinin bu
bölümünün son ayeti şu anlamla sona eriyor: Bu insanların risaletlerin çizgilerinin
temsil ettiği hidayet karşısında içersinde
bocaladıkları sapıklığın sureti açıktır. Allah Subhanehu, Kitabı açık
bir
gerçekle indirmiştir.
İçersinde herhangi bir karışıklık yada ihtilaf yoktur. Hal böyle iken,
Allah'ın indirdiği bu kitabın kelimelerinde, anlamlarında ve kavramlarının kaynaklandığı
Kur'an'î gidişatın tabiatında ihtilafa düşüp, tartışma ve ayrılık çıkaran
kimseler, derin bir çıkmaz içindedirler. Bunlardan hiçbiri görüş ve düşünceleri
birbirine yaklaştıracak, onları bir kanalda toplayacak müs-bet etkenlere sahip
değil, aksine bunlardan, yaklaşamayacakları derecede uzaktırlar. Çünkü bu
kimselerin meselesi, nerede bulursa bulsun, (alacağı) gerçeği arayan bir
düşünce meselesi değildir. Aksine kendini çatışma ve ayrılıkların karanlığında
arayan tamahlar, şehvetler ve im-' tiyazlar meselesidir. Bu nedenle bunlar,
ancak uzaklaşmak için yaklaşır, yeniden çalkalanmak için durulurlar.
Meseleleri sabit bir durak, bir dayanak aramak değildir. Bunlar devamlı göçüp
yer değiştiren kum tepelerinin peşi sıra cehennemin derinliklerine doğru yol
almak durumundadırlar. İşte en büyük sapıklık, en derin çıkmaz ve apaçık
hüsran budur...
[37]
Bismülahirrafamaıürrahim
«İyilik, yüzlerinizi
doğu (veya) batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, Allah'a, ahiret
gününe, meleklere, kitaba ve Peygamberlere inanan, sevmekle beraber malı
yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, (darda kalıp da
kendisin-den) isteyen fakirlere, boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lara
veren; namazı kılan, zekatı veren, (söz verip) antlaşma yaptıklarında
sözlerini yerine getiren; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden
kimselerin yaptıklarıdır. İşte doğru olanlar ve Allah'tan sakınıp (Onun gazap
ve azabından) korunmuş olanlar da bunlardır...».
(Bakara: 177)
Bu ayetin nüzul sebebi
hakkında Mecma-ul Beyan' da yapılan açıklamada, kıble Ka'beye çevrilerek önceki
hükmün neshedümesi üzerine ortaya atılan
tartışmalar ve ileri-geri sözler üzerine Allahu Teala'nın bu ayeti ke-t
rimeyi indirdiği kaydedilmiştir. Öyîeki, Allah'a itaat ko-\ nusu namazda
yönelinen yöne indirgenmişti. Bu tartışmaları, anılan türden ileri geri
sözleri ortaya atanlar da çoğu Yahudiler ve Hıristiyanlardı. Bunun üzerine
Allahu Teala bu ayeti indirdi...
Bu duruma işaret eden
bu ayeti kerime ışığında, İs-lami şahsiyetin izlerini görüyoruz. Şahsi
gidişatta, insanlarla ilişkilerde ve hayattaki zorlu durumlarda fikir, iman
ve davranış temeline dayalı bir şahsiyet... Ayette bu
izler —lügat alimlerinin de belirttiği üzere— iyilik ve ihsan bakımından
genişlik anlamına gelen iyiliğin tabiatını sınırlayıp belirlemek yoluyla
işlenmektedir. Çünkü iyilik mü'rninin yanında, kendisine açılan düşünce ve tasavvur
ufukları ve kendisine kaynaklık eden pratik davranış alanları açısından
şahsiyetin sırrım temsil eder... Belki de bu ayetin içeriğinde içerdiği değer
iyiliğin sadece ameli yönden hareket eden dar anlamını aşmasında yatmaktadır.
Çünkü ayeti kerime, iyiliğin düşünce ve imana beşiklik eden fikri ve ruhi
yanından hareket ederek amelde «Hayır ve şer-iyi ve kötü» olduğu gibi düşüncede
de «İyi ve kötü»nün olduğunu açığa vurmaktadır. Çünkü amelde iyiliğin temeli
fikirde ve akidede (inançta) iyiliktir. Çünkü amele (yani davranışa) kalkışı ve
kalkış gücünü veren, onun içeriğini ve tabiatını sınırlayıp belirleyen fikir
ve inançtır. Bu nedenle Kur'an-ı Kerim, insanın şahsiyetini, fikri ve ameli
şiarlarını belirlemek yolunda hareket etmiştir. Amelden uzak bir iman ile
yetinmediği gibi imandan uzak bir amel ile de yetinmemiş, böyle amel konusunda
imandan uzak salt davranışsal bir değerlendirmeye gitmek yolundan uzak durmuştur.
Çünkü şahsiyet, iman ve amel ile olgunlaşıp ha-raket ederek iyiliğe kaynaklık
eder...
«İyilik, yüzlerinizi
doğu (veya) batı tarafına çevirmeniz değildir. ».
Çünkü iyilik yapan
kişinin problemi içerikten uzak bir şekil ile ilgili değildir. İmanın kökleri
üzerine kurulu derin bir imandan kaynaklanmayıp, yol ve amaç olarak imanın
hareketinden hareket etmedikten sonra hangi tarafa olursa olsun namazda
herhangi bir tarafa dönmenin hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü böyle köksüz bir
davranış
yüzeyde kalan ve derinlere ulaşamayan
duygulara dayalı bir davranıştır ve anlamsızdır. Bundan dolayı Kıblenin doğu
veya, batı yönüne çevrilmesi, üzerinde bu kadar tartışma^ yapmaya ve yapmacık
problemler çıkarmaya gerek duyulacak bir konu değildir. Çünkü bu, çok sayıdaki
özel ayrıntıları konusunda ibadetlere ilişkin diğer cüz'i hükümler gibi soyut
cüz'i bir hüküm olmaktan öte bir şey değildir. Tabii olan da mü'minlerîn
insanlar tarafından ister olumlu bulunsun, ister olumsuz karşılansın, ilahi
şer'i hükümlere boyun eğmeleri, az veya çok itiraz etmemeleridir. Çünkü onlar
bu şer'i hükümlerin kaynağı olan Allah'a iman ederek, bu mü'min sıfatını kazanmışlardır'
Eğer Allah'a inanıyorlarsa, O'nun hükümlerine de boyun eğmek durumundadırlar.
Burada asıl üzerinde
düşünülmesi gereken konu, Kıblenin o ya da bu yöne çevrilmesi değil, iyiliği
hayatın bütün alanlarını kapsayan bir konuna olarak yaşayan iyilik sahibi iyi
şahsiyetin iç yapısı üzerinde yoğunlaşan temeller (esas ve kavramlar)'dır.
Kur'an-ı Kerim, bu
ayeti kerimede bu temeller üzerinde durmakta ve bu temeller kanalıyla iyilik
sahibi şahsiyetin vasıflarına uzanarak, İslam'ın düşünceye, onu düşünen insan
kanalıyla iyiliğe, bu düşüncenin şekil ve içerik bakımından somutlaşmış canlı
örneği olan iyi insan kanalıyla baktığını bildirmektedir. Böylelikle ruhi
durum, teorinin uygulama gerçeğinden uzak teorik anlamı üzerinde
yoğunlaşmaktan alıkonulmuştur. Ayetteki şu tamamlayıcı kelimeler dikkatlerimizi
bu noktaya çekerek bu noktada kafa yormamızı istemektedir:
«Asıl iyilik, Allah'a,
ahiren gününe... inanan... Kimselerin yaptıklarıdır...».
» Akidenin genel temellerine inanmak kaçınılmazdır.
Bu da Allah'a, ahiret
gününe, meleklere, kitaba ve Peygamberlere inanıp İman etmektir. Çünkü bu
unsurlar, herhangi bir mü'min insanın bilmemesi ya da ihmal etmesi mümkün
olmayan dini gerçekleri temsil etmektedirler. Bütün semavi risaletler bunu
mutlak olarak ikrar etmişlerdir.
Ayeti Kerimenin ruhi
ve fikri iyiliği temel olarak kabul ettiği bu imanın, Müslüman insan için
İsîami şahsiyete uzanmak ve bu şahsiyet içersinde hareket etmeyi temsil
ettiğini anlamak için geniş bir tahlile ihtiyacımız yoktur. Çünkü Allah'a iman,
hayatın, kainatın kanunlarını belirlediği gibi insanın hayatını da çizen
hikmet sahibi, merhametli ve adil bir güçten kaynaklandığı hususunda derin
bir şuur ile bitişiktir. Bu şuurla insan, kendisinin varlığım, bedenini
yaratıp, aklını ve ruhunu geliştirip yetiştiren bu yaratıcı güç karşısındaki
sorumluluğunu hisseder. Her şeyde O'na olan mutlak ihtiyacı kanalıyla Allah
ile daimi bir kul-Rab ilişkisi hissi içersinde yaşar. Bu iman karşısında bütün
zaaf, kaybolma, boşluk, ümitsizlik, bağımsızlık ve dayanıksızlık unsurları
birer birer düşer gider. Çünkü bu iman, hareketli canlılığı ile insanın
hayatını bütün bu olumsuz kavramlara karşı, olumlu kavramlarla doldurur. İnsana
bütün varlık unsurlarının dayandığı kendi yaratıcısının rahmeti, hikmeti ve
mutlak gücü ile yönetip yönlendirdiği bir evrende yaşadığını hissettirir...
Bu noktada,
kendilerini kaybolma, boşluk ve daya-naksızlık hislerine boğan olumsuz
kavramları yaşayan mü'minlerin imanlarından gafil halde yaşadıklarını ve bu
olumsuz kavramlara beşiklik eden sapık çevrenin etkisi altında kaldıklarını
ikrar edebiliriz.
Ahiret gününe imana
gelince; bu iman, insanın içine bütün davranış ve sözlerinde —bunların sevap ya
da azaba mahkum oldukları temeli üzerinden— sorumluluk şuurumı yerleştirir.
İnsanın, hayatım en derin bir biçimde kavrayıp yakalayarak onu şahsi beğeni ve
arzulara dayalı başıboş bir yolculuk olarak kabul etmeyecek bir konuma
getirir. Bu konuma ulaşan insan, hayatı başından sonuna sorumluluğun hüküm
sürdüğü dosdoğru bir çizgi olarak görecek, bunun genel ve Özel sunuşlarının da
bu sorumluluğun hakimiyeti altında olduğunu idrak edecektir. Hayatını, bundan
sonra sevap ve azabın söz konusu olduğu bir ahiret hayatının varlığı şuuru
içersinde yaşayacaktır. Şu ayeti kerimenin ifade etmek istediği anlam da
budur: «Sizi boşu boşuna yarattığımızı ve tekrar bize dönmeyeceğinizi mi
sandınız?..-»
Meleklere, kitaba ve
Peygamberlere imana gelince... İman, bir yandan yaşanan pratik gerçekleri,
diğer yandan «Gayba-Maddi duyularla duyumlanamayana» ilişkin ruhi gerçekleri
temsil eder. Meleklerin temsil ettiği görünmez varlıklar İslami tasavvurun
temellerindendir. Allah'ın insanların hayatına ilişkin evrensel fonksiyonları
yüklediği görünmez varlıklar, varlığın ruhi anlamlarının da temsilcileridirler.
Kitaba iman ise, tek
ilahi risalete iman anlamındadır. Bu risalet, bütün Peygamberlik dönemlerinde
inen tek risalettir. Bu risalet genel tevhidi kavramları ile bir olan
kitap(lar) da indirilmiştir. Her asrın değişik ihtiyaçlarına ve çeşitli
problemlerine uygun olarak ayrıntıları değişse de anlam itibarı ile tek bir
kitaptır; Allah'ın kitabıdır.
Peygamberlere iman da,
Adem'den Muhammed (S.A. V.)'a kadar bütün Peygamberlere imandır. Yani uzun risalet
yolu boyunca ilahi hak gidişin birliğine imandır. Fikir ve hedef açısından
Peygamberler arasında herhangi bir ayrılık yoktur. Çünkü fkir tektir. O da bir
olan Allah'a iman ve ibadettir. Hedef de birdir: Sevdikleri ve sevmedikleri
konusunda Allah'ın rızasına erişmek, yalnız Onu razı etmek... Bütün
Peygamberlerin üzerinde yürüdüğü yol budur. Fakat bu yolun aşamaları değişiklik
gösterir. Her aşamanın kendi tabiatı ile uyumlu bir Peygamberi vardır. Her
durumda insanları Allah'a yönelten da-vetçinin bir rolü vardır.
Bundan dolayı İslam'ın
Peygamberler hakkındaki düşüncesi olgun bir düşüncedir. O, her bir Peygamberin
diğerinin rolünü tamamladığı, aksi bir yol izleyip birbirine karşı çıkmadığı
şuurundadır. Tıpkı büyük hedefe doğru giden aynı bir yoldaki birbirini takip
eden projelerde olduğu gibi... Günümüz dünyasında dinlerin birbirinden
ayrılması risaletiıı tarihî aşamalarını ve içinde bulunduğumuz risalet
aşamasını anlamak konusundaki bir yanlıştır. Çünkü amaç yolundaki bir aşama
bîzzatihi amaç olarak değerlendirilmiştir. İslam ise bütün ayetleri ile
risa-letlerin bu tevhidi gerçeğini somutlaştıran tek din olarak baki kalmıştır.
Çünkü İslam, bütün kitapları bünyesinde toplayan tek kitaba ve bütün
Peygamberlere beşiklik eden bir Peygamberliğe imana çağırmaktadır:
«O (Altah)'ın
resullerinden hiçbiri arasında bir ayırım yapmayız
Böylece İslami
şahsiyet, bu imanı tavır ile birlikte
herhangi bir semavi
kitap ve Peygamber karşısında tereddüt ve tedirginliğe düşmekten uzak
kalmaktadır. Çünkü O'na göre bütün semavi kitaplar Allah'ın vahyidir ve bütün
Peygamberler Allah'ın rasulüdür.
«Sevmekle beraber malı
yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, (darda kalıp da
kendisinden) isteyen (fakir) lere boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere
veren...»
Vermek İslami
şahsiyetin unsurlarından biri ve ameli iyiliğin canlı bir örneğidir. İnsan
mala malik olsa da İslam, mülkiyeti bir
görev ve sorumluluk olarak kabul eder, şahsi bir imtiyaz ve şeref olarak değil.
Bunun için vermeyi şahsiyetin sırrı yapmıştır. Çünkü insanın malını vermesi,
hayatın ve onun çeşitli problemleri, zor durumları ve büyük çıkışlar
karşısında kendini diğer insanlardan da sorumlu olduğu şuuruna ulaşması
demektir.
Ayeti Kerimede
«sevmekle beraber» ibaresi bu vermenin insan ruhundaki derinliğini pekiştirmek
içindir. Yine bu «Sevmekle beraber» ibaresindeki «sevgi» İM anlama
yorulmuştur.- Bazıları «Allah'ı sevmekle beraber» diye tefsir ederek bu sevgiyi
Allah'a atfederken diğer bazı müfessirler bu sevgiyi mala atfederek «malı çok
sevmekle beraber» şeklinde tefsir etmişlerdir. Burada her iki yorum yolunda
düşündüğümüzde de sonuç değişmez. Çünkü hu sevgiyi Allah'a atfeden yorum
kanalıyla yaklaşırsak: Allah için vermek şahsi dünyevi menfaatlerden uzak
olmayı ifade eder. Bu sevgiyi mala atfeden ve
«malı sevmekle
beraber»
diye yorumlayan
tefsirler kanalıyla yaklaşırsak da hu durum, yani çok sevmekle beraber malı
vermek, hu da kötülüğü emreden nefse karşı bir zafer yaklaşımını ifade eder
ki, bu davranış da şahsi dünyevi menfaatlerden uzaklık konumunu temsil eder.
Allah yolunda verilen
bu malı hakedenlere gelince bunlardan biri yakınlar (akrabalar)dır. Çünkü
Sılayı Rahm yani iyi akrabalık ilişkileri— insanın bu iyiliklerini fiili bir
üslupla ifade edip fiilen açığa vurmasını gerektirir. Bu da karşılıklı
ortaklaşa yardımlaşma anlamına gelen vermedir. İkincisi, doğrudan kefillerinin
Ölümünden sonra doğrudan doğruya insani toplumun kefaleti altına girmiş olan
yetimlerdir. Üçüncüsü, insani bir hayatın gerektirdiği insani fırsatları
bulamayan, güç bakımından ve fiilen bunları elde edemeyen miskinlerdir.
Dördüncüsü, kendi beldesinde zengin de olsa yolculuk sırasında, üzerinde
yolculuğunu tamamlayacağı malı bulunmayan yolda kalmışlardır. Beşincisi,
dilenciliği bir sanat ve meslek edinmemiş olup darda kalıp da ihtiyaç zorunluluğundan
dolayı mal isteyenlerdir. Altıncısı, köleliğin dayanılmaz boyunduruğu ve
baskısı altında kalmış olan kölelerdir. İslam ,ellerinde mal bulunanların bu
mallarından kölelikten uzak insani ve hukuki bir hürriyet içersinde insani
bir hayat yaşayabilmeleri için bu insanları kurtarmaları yolunda harcamalarını
istemiştir.
Bu gruplara muhtaç
oldukları malı vermek, toplumun kapsamlı tabii ve dengeli bir insani nizam
içersinde yaşaması yolunda insani ve İslami bir sorumluluktur.
«Namazı dosdoğru
kılan...»
buyuruluyor: Çünkü
namaz, insanın kalbini ve vicdanını Allah Subhanehuya açar, içine onu canlı
bir varlığa çeviren bütün temiz ruhi anlamları doldurur. Onu iyilik, temizlik
ve hak ilkeleri ile teçhiz eder, o insan da diğer insanlarla ve bütün bir
hayatla, insanlara ve hayata karşı olan sorumluluğunu idrak eden ve bu hisle
davranan bir insan olarak yaşar. Bütün bunlar da ancak insanın Allah'a
açılmasıyla gerçekleşecektir.
«Zekatı veren...»
Allah yolunda mal
vermeyi temsil eden Zekat, Allah'ın huzurunda ameli bir ibadettir. Burada
Allahu Tea-la'nm ayeti kerimede zekat vermeyi,
«Sevmekle beraber malı
vermek»
ten sonra
zikretmesi dikkatleri çekmektedir.
Bazı mü-
fessirler bunu
tafsilden (ayrıntıdan) sonra bir icmal (toparlama) olarak yorumlamışlardır.
Halbuki bunun tahsisten (özelleştirmeden) sonra bir umum (genelleştirme)
olduğu açıktır. Çünkü zekat yerleri önceki ibarede anılan yerlerden daha geniş
kapsamlıdır. Özellikle zekatı bütün şer'i vergiler olarak ele alırsak (örneğin
buna humusda dahildir); hatta bazı müfessirlerin görüşlerine göre zekat
hayattaki bütün hayır yollarını kapsayacak denli geniş kapsamlı genel bir
kavramdır.
«(Söz verip) antlaşma
yaptıklarında (sözlerini ifa edip) antlaşmalarını yerine getirenler...»
- Çünkü ahde vefa (söz
verdiğinde sözünü, antlaşma yaptığında antlaşmayı yerine getirmek), söz
sorumluluğunu temsil eder. Bu bir iç bağlılık ve doğruluk meselesidir. Özel ve
genel ilişkileri ile toplumun selametinin sırrıdır. Bu ahde vefa kavramı insanlar
arasındaki özel ilişkileri olduğu gibi toplum ve ümmet düzeyindeki genel ilişkileri
de kapsar. Bunun için tabii olarak mü'min ahde vefa edip bağlılıklarında da
ihlaslı (samimi) olmak durumundadır. Çünkü O, ahde vefayı ve bağlılıkta ihlası
imanın canlı görünümlerinden bir görünüm olarak kabul eder. Çünkü bu ilişkiler
kendisi ile diğer insanlar veya ümmet arasında Allah'ın huzurundaki bir
sözleşme ve antlaşmadır.
«Sıkıntı, hastalık ve
savaş zamanlarında sabredenler.»
Sıkıntı, darlık ve
fakirlik durumudur. Hastalık acıdır. Savaş ise mücadelenin zorlu şartlarını
temsil eder. Ayeti kerime bütün bu durumlarda sabretmeyi anmaktadır. Çünkü
sabır, bazı ayetlerde zikredildiği üzere
«Büyük bir iştir...».
İmam Ali (RA)'ın
hadisinde anıldığı üzere de sabır, imana göre vücudun başı mesabesindedir. O,
şahsiyetin engeller karşısında insanın hayat içersinde inancına ve
üzerinde yürüdüğü inanç ve ameli çizgiye karşı duran
engeller karşısında bağlılık ve sebatın temel unsurudur. Çünkü zaaf insanı
sapmaya kadar götürebilir,.
«işte doğru olanlar
bunlardır...»
Yani inançlarında,
sözlerinde, bağlılıklarında, hayattaki ilişkilerinde ve konumlarında sadık
olan doğru insanlar, bu anılan iyilik vasıflarına haiz olanlardır. Yaşanan
günün ve geleceğin meselelerinde ortaya koydukları tavırlarıyla,
destekledikleri ve protesto ettikleri ile fert, "toplum ve ümmet hayatında
çizdikleri uzun boylu stra-tejileriyle doğru olanlar bu kimselerdir. Çünkü iman
doğruluğun zirvesidir. Çünkü iman doğrudan hakka bağlıdır. Doğruluk da gerçeği
somutlaştırır... Bunun için bazı Ehlibeyt imamlarından rivayet edilen sözlerde
zikredildiği üzere:
Müzmin korkak
olabilir... Cimri olabilir... Fakat yalancı-olamaz-
Yine diğer bazı
haberlerde mü'nıini imtihan etmenin yolunun sözlerindeki doğruluğuna bakılması
olduğu zikredilmiştir. Bunun için bu sıfat gerçek îslami şahsiyetin temeli
olarak kabul edilmiştir.
«Allah'tan sakınıp
(Onun gazap ve azabından) korunmuş olanlar da bunlardır...»
Bunlar Allah'tan
korkup sakınanlardır. Bu Allah korkusu onların hayatlarında ameli bir çizgiye
ve tavra dönüşmüştür. Allah'ın kendilerine haram kılmış olduğu, haram mal,
haram yiyecek, haram içecek, haram oyun, haram ırz, haram ilişki ve diğer
bütün Allah'ın nehyettikle-ri haram sınırlarına dayandıklarında dururlar. Allah'ın
kendilerine ibadetlerinde muamelelerinde, evdeki, işteki, sosyal, siyasal ve
ekonomik-hayattaki ilişkilerinde emrettiklerini yapar, bütün bu yaptıklarında
da ihlaslı olup yalnız ve yalnız Allah'ın rızasını gözetirler. Şehvetlerine,
enaniyet (Benliklerine ve dünyevi tamahlarına teslim olup boyun eğmezler.
Allah'ın rızası içlerinde devamlı yaşayan canlı bir hedef olur.
İşte fikir ve amel
alanında iyinin ve iyiliğin bütününü temsil eden İslami şahsiyetin unsurları
ve iyi hayatın sabit temelleri bunlardır.
Duamızın sonucu:
Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun...
[38]
Bismîllahirrahmanirraîüm,
«Ey iman edenler! Size
(adam) öldürme (suçun)da kısas ya-zıl(ıp farz kılm)dı. Hüre hür, köleye köle,
kadına kadın... Ama kim (müslüman) kardeşi tarafından affedilirse, o takdirde
ma' ruf (belli sınırlar)a uyulması (diyeti istenmesi) ve (affedip de diyeti
isteyen tarafa affedilen tarafça) güzel bir (şekilde diyeti) ödeme gerekir. Bu
Rabbiniz tarafından bir (ağırlığı) hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra da kim
düşmanlık güderse artık onun için acıklı bir azap vardır... Ey akü sahipleri/
Kısasta sizin için hayat vardır: Böylece korunursunuz.»...
(Bakara: 178-179)
Kur'an-ı Kerim'in bu
bölümünde bir hüküm koymak olayıyla karşı karşıyayız. Kur'an-ı Kerim bu surenin
bu bölümünde, insanların genel hayatlarına ilişkin hükümleri koymaya
başlamıştır. Bu hükümler, insanların ceza hukukuna ilişkin durumları, kendi
nefislerine, Rablerine ve hayattaki diğer insanlara karşı işlem ve eylemlere
hükmeden çeşitli ilişkileri kapsamaktadır.
x Bu hükümlerden biri
de kısas hükmüdür. İnsanların hayatındaki büyük suçlardan kabul edilen adam
öldürme suçu konusunda, bu iki ayetin karşılık olarak koyduğu bir hükümdür bu.
Adam öldürme suçu hayattaki büyük suçlardan kabul edilmiştir. Çünkü bu suç,
hayata karşı bir düşmanlık ve saldırıyı temsil eder. Bundan dolayı bu suç
insani varlığın hayat içersindeki gidişine karşı büyük bir tehlike
oluşturmaktadır. Bu suça karşı koymak ve gereğince mücadele etmek ferdin ve
toplumun selametinin ko~ runması temeline dayanır. İslami görüş açısından bu
su~ çun kesin çözümü kısastır. Kısas maktulün sahipleri sahip olunan bir
haktır. Maktulün sahibi bu suça lık katili öldürebilir. Maktulün sahiplerine ödenecek
üıT diyet karşılığında bağışlayabilir;
Yine karşılıksız ol^rak da bağışlayabilir.
Dinler tarihi açısından
baktığımızda bu kısas hüKîn'sadece Muhanımed (SAV)'in dini olan İslam dinine
ait "ir hüküm değildir. Aksine bütün semavi dinlerde kar"sılan dini
bir hükümdür bu. Kur'an-ı Kerim, diğer ayetlerinde bu hükmün Tevratta da yer
alan hükümlerde olduğunu bildirmektedir:
«O (Tevratta) onlara:
Cana can, göze göz, buruna bUrun' kulağa kulak, dişe diş ve yara(lama)lara
(karşılıklı) kısas yaz(a~ rak farz kü)dık. Kim bunu bağışlar (kısas hakkından
vazger'~ sa kendisi için kefaret otur. Allah'ın indirdiği (hükümler) "e
hükmetmeyenler de zalimlerin ta kendileridirler».
(Maide: 45)
Kur'an-ı Kerim, bu
kısas düşüncesinin Adem'in odları Kabil ile Hâbil'in kıssasına dayandırmakla
da hu u" şüncenin tabii durumunu arz etmiştir:
« Bundan dolayı
Israiloğullarına yaz(arak fark kıl)dık Kim —bir cana karşılık olmaksızın) bir
can(a kıyıp bir aam> öldürürse bütün insanları Öldürmüş gibidir. Kim de bir
cart1 .Lıya ederse bütün insanları ihya etmiş gibidir»...
Bu ayetten anlıyoruz
ki, bu hükme hakim olaiî *e~ mel kaide, hayatı tehlike durumlarından uzak
tutmadır. İslam şeriatinde, insan hayatıyla oynamaya, ilke k yer yoktur. Bu
ilke bir ferdin hayatına karşı ş güderek girişilen bir saldırıyı bütün
insanların hay;ıtına karşı bir düşmanlık ve saldırı olarak kabul etmek yindedir. Çünkü herhangi bir fert ile bir
diğerini ya da bütün insanların hayatları arasında bir kutsallık ve değer
farkı yoktur. Bir ferdin hayatını korumak, bütün insanların hayatını korumakla
aynı mesabededir. Çünkü bir ferdi korumaya yönelik çabalar ilke olarak hayatın
kutsallığını temsil etmektedir. Çünkü bu büyük cinayet, bîr ferdin hayatına
tecavüz etmekle kalmayıp diğer insanların hayatlarına da uzanacaktır...
Bazı çevreler
Hıristiyanlığın kısası bir ilke olarak kabul etmediği, aksine buna karşılık af
ve hoşgörüyü hükme başladığı yolunda bir yanılgıya sürüklenmişlerdir. Bu
bağlamda Mesih Aleyhisselamın şöyle dediği rivayete edilmiştir:
«Sağ yanağına vurana sol
yanağım da döndür»...
Bazı müfessirler de
Hıristiyanlığın kısas yerine kesin bir fariza olarak diyeti farz kıldığını
nakletmişlerdir.
[39]
Fakat biz bu isnadın
pek dikkatli bir isnad olmadığı kanaatindeyiz. Çünkü Hıristiyanlıkta bahsi
edilen af ve hoşgörü suç ve suçlulara karşı davranışlar konusunda yegane kaide
olmak noktasından hareket etmemiştir. Hıristiyanlıktaki bu af ve hoşgörü
yaklaşımının kaynağı insanların sıkısıkıya sarıldığı maddi hukuki durumu hafifletmek
düşüncesidir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in bize anT lattığı üzere (Musa ve İsâ
(AS)'m gönderilmiş oldukları) İsrailoğulları öyle olumsuz bir durumdaydılar ki,
gerek özel ve gerekse genel ilişkilerinde ruhi manevi Ölçüt ve yaklaşımların
yeri yoktu. Hıristiyanlığın bu af ve hoşgörü yaklaşımı da bu durumu yumuşatıp,
İsrailoğullarmm hayatına ruhi' manevi değerleri sokmak amacından hareketle,
hukuken var olan kısas hakkından feragat ederek,
af ve hoşgörü ile davranmalarını istemiştir. Böyle olunca bu konuda
İslam'ın hükümleri ile Hıristiyanlıktaki hükümler arasında bir ayrılık
görülmemektedir. Çünkü ayette açıkça görüldüğü üzere bu af ve hoşgörü yaklaşımından
hareket eden İslam dini de, kısas tahakkuk ettiği halde Qıak sahiplerinin)
affetmelerini takvaya daha yakın kabul etmiştir: «Kim bunu bağışlar (kısas
hakkından vazgeçer)se kendisi için keffaret olur...»
[40]
Bazı İslam yazarları
Yahudiliğin maddeciliğe, buna karşılık
Hıristiyanlığın ruhi düşünceye daha yakın olduğunu ileri sürmüş ve bu yolda
bir tahlil yaparak İslam' m büyüklüğünü göstermek amacıyla İslam'ın ise bu İM
yaklaşımın ortasında bir yol izleyerek hükümler, kavramlar ve pratikler
bakımından madde ile ruh arasında dengeyi gerçekleştirdiğini ifade etmişlerdir.
Bu görüşün tartışmasını yapacak olursak: Bİz, semavi dinlerin değerlendirilmesi
konusunda böyle bir tahlil yaklaşımım kökünden reddediyoruz. Çünkü Kur'an-ı
Kerim, geçmiş semavi dinlerin hepsinin tek bir çizgi üzerinde yürüdüğünü
bildirmektedir. Kur'an'm bildirdiğine göre bütün semavi dinler hayatın, insanın
Allah ile olan ilişkisinden hareketle ruhi yanını, insanın diğer insanlarla
olan ilişkisinden hareketle de maddi yanını aynı denge yaklaşımı üzere
işlemişlerdir. Bu noktada biri diğerinden az ya da çok uzak değildir. Bu konuda
Al-lahu Teala'nm, davetinin başlangıcında îsrailoğullanna sunduğu açıklama
çerçevesinde Meryem Oğlu İsa'yı tanıtmak bağlamındaki şu ayeti kerimesi bize
yeterli açıklığı sağlamaktadır:
«Meryem Oğlu İsa
(kavmine hitaben) şöyle demişti: Ey İs-railoğıüları şüphe yok ki ben, size
Allah'ın, önümdeki Tevratı doğrulayan ve benden sonra gelecek Ahmed ismindeki
bir Ra~ sulu müjdeleyen rasulüyüm»...
(6/64)
Diğer bir ayette de
şöyle buyuruyor:
- «Önümdeki Tevratı
doğrulayan (bir rasul olarak) size (daha önce) haram kılınmış bazı şeyleri
helal kılmak için geldim ve size Rabbinizden bir ayet (delil, mucize) getirdim.
Allah'tan korkun da bana itaat edin».
(3/50)
Bu iki ayeti kerime,
Hıristiyanlığın, Tevratm şeriatının üzerinde, yürüdüğü çizgiyi neshetmek üzere
gelmediğini, aksine zamanın gösterdiği gelişmelere ve yeni yeni ortaya çıkan
değişik görünümlü problemlere paralel olarak getirdiği bazı —helal ve haram
türünden— istisnalarla birlikte genel olarak Tevratm şeriatını ikrar yaklaşımından
hareket ettiğini pekiştirmektedir.
Hayatın değeri
konusuna gelince bu, zamanın ve mekanın değiştirernej^eceği bir konudur. Bütün
zaman ve mekanlarda insan hayatı önemli ve değerlidir. İlahi şeriat her zaman
ve mekanda insan hayatının önemli ve değerli olduğu hissini derinleştirmeye
çalışmıştır.
tşte bu gerçekler
ışığında, Hıristiyanlığın diyetle yetindiği, kısasa geçmediği yolundaki
görüşlere ve bu görüşlerin dayandığı tahlillere katılamıyoruz. Çünkü meseleye
bir çözüm olarak diyet, hayatın kutsallığı ve hayata saygı ilkesini ikrar
yaklaşımı ile bağdaşmamaktadır. Bu bağlamda diyet ancak —İslam şeriatının de
hükme bağladığı gibi— af ve hoşgörü alanlarında kısasın bir alternatifi olabilir.
Yoksa her halükarda mutlak bir alternatif olamaz.
Yine bazı çevreler bu
kısas hükmünün, semavi dinlerden başka, Hamurâbi ve diğerlerinde olduğu gibi
diğer bazı halkların hukuklarında yani beşeri hukuklarda da bulunduğunu
söylemektedirler. Ancak biz bu beşeri şe-riatlerden birçoğunun semavi
risaletlerin uzantıları oldukları biliyoruz. Kur'an-ı Kerim'in bize
bildirdiğine göre de semavi risaletler, insanın meselelerini ve genel ve özel
problemlerini çözme yolunda, tarihi bakımdan beşeri şeriatlerden önce
gelirler.
[41]
Burada biz, tefsir
çalışması içersinde İslami yönüyle bir hukuk incelemesi yapmak istiyoruz. Bunun
için İslam şeriatinin pratik hayattaki uzantısından hareketle bu . şeriatin
hayata elverişliliğini inceleyeceğiz. Bunun için sosyal ilişkilerin ve
toplumsal oluşumların gelişimi ve buna paralel olarak ortaya çıkan yeni ceza
sistemleri karşısında bir alternatif olarak işlerliğini, bu değişim ve gelişmeler
karşısında zamanın gerisinde kalıp kalmadığım incelemek durumundayız.
Bu soruların cevabı
oldukça geniş ayrıntılara muhtaç görünüyor. Fakat biz, meseleyi temelden ele
alacak olursak,' hangi şer'i hükmü incelemeye kalkarsak kalkalım şu temel
noktadan hareket etmemiz kaçınılmazdır: Şüphesiz İslami hükümler bazılarının
—iddia ettikleri gibi— yeryüzünden uzak, gökte yaşayan değerler esasından
hareket etmemektedir... Çünkü İslam, insanların ulaşmak şöyle dursun,
yaklaşmaya bile güçlerinin yetmediği büyüleyici yüksek değerleri ve büyük
hedefleri ortaya atan idealist ütopyacı bir din değildir. O, soyut alanlar ve
soyutlamalarla değil sehvetleriyle, amaçlarıyla, karşıt unsurlarıyla canlı bir
hayatın somut gerçekleriyle ve somutlaştırmalarla uğraşır. O, insanoğluyla onun
beşeri özelliklerini bozmadan, göklere uzanmakla beraber ayaklarını yerden
kesmeden uğraşarak onu melekût alemine yaklaştırmak ve o alemi insanın
istifadesine sunmak ister. Yeryüzü gök olmadıktan ve insan da gökyüzünde değil
yeryüzünde yaşadıktan sonra, hükümlerin de göklere değil yeryüzüne ilişkin
olması kaçınılmazdır. Bundan dolayı da, insanı ruhi değerlere ulaştırmak
yolundaki canlı gerçekçi üslupları, yeryüzünün ve onun oluş ve oluşumlarının
maddi tabiatına uygun olmak zorundadır.
İşte şeriatı ve onun
hükümlerini anlamak çabasından dolayı, göz göze gelmek zorunda olduğumuz nokta
budur.
Bu gerçek ışığında
kısas hükmündeki suç ile mücadele yaklaşımını inceleyebiliriz. Önce açık bir
örnekle kısasın bulunmadığı bir toplum tasavvur edelim. Cinayetler almış
başını gidiyor ve bu toplumun düşünen kafaları, insan hayatının kutsallığı
düşüncesinden uzak olmadıkları halde katiller karşısında donup kalıyor ve
—sözde— aynı düşünceden hareketle katilleri koruyorlar. İdam cezalarını
kaldırmış bazı Avrupa toplumlarında olduğu gibi katili hapsetmekle yetiniyorlar.
Şimdi düşünüyoruz: Hayatlarını, huzur ve esenliklerim, düzenlerini korumak
amacında olan toplumlar, bunu idam cezasını kaldırarak mı yoksa böyle bir
cezayı uygulayarak mı gerçekleştirebilirler? Bu sorunun cevabı —bizce— ikinci
şıktadır. Yani katile karşı idam cezasının suçu önleyici bir temel olarak
kabul edilmesi ve böylece uygulanmasmdadır. Bu görüşü ispatlamak için de
soyut, fikri felsefelere dalmaya hacet yoktur. Bu konuda istatistiklere
müracaatla yetinmek bile yeterli ve yerinde olacaktır.
[42]
İdam cezasını
uygulayan ülkelerin, kendi toplumlarındaki suçlan yüzde yüze yakın
büyüklükteki bir oranda engellediklerini görüyoruz. Hem de kültürü ve nizamı
ile geri kalmış ülkelerden sayıldığı halde... İdam cezasını kaldırmış olan
ülkelerin ise —çağdaş genel Ölçülere
göre büyük medeni ilerlemeler katetmiş sayılmalarına
rağmen, suçlan
önleyemediklerine, bu ülkelerde cinayetlerin gün be gün arttığına, bütün suç
olaylarının ferdi ve toplumsal hayatlarının sosyal, siyasal ve ekonomik alanlarının
işgal ettiklerine şahid oluyoruz. Suçların yayıldığı bu ülkelerde,
vatandaşların can güvenlikleri sallantıdadır. Çünkü böyle bir toplumda
vatandaşlar değil, suçlular güvenlik içersindedirler. Amerika gibi modern çağdaş
bir ülkede bazı saatlerde insanların sokaklarda silahlı veya şiddetli özel
koruma tedbirleri altında olmaksızın dolaşamadıklarını görürken, Körfez
ülkeleri gibi —çağdaş genel ölçütlere göre— geri kalmış fakat idam cezasını
uygulayan ülkelerde büyük bir yüzde oranla güvenlik hissi içersinde
yaşadıklarına şahit oluyoruz.
Şimdi ileri medeniyet
seviyesinde —çağdaş ölçütlere göre— gelişmiş bütün sağlık mekanizmalarına,
toplumsal ve kültürel mekanizmalarına sahip bir toplumu bir tarafa koyalım,
ferdin herhangi bir garantiye ve toplumsal mekanizmaların koruyuculuğuna sahip
olmadığı —çağdaş ölçütlere göre— geri kalmış hatta ilkel bir toplumu da diğer
tarafa koyalım... Birinci toplum örneğinde idam cezasının bulunmadığını, ikinci
toplumda bu cezanın bulunup uygulandığım düşünelim. Birinci toplumda suçların
yayılıp hayatı bir kaosa döndürdüğünü, ikinci toplumda ise suçların ezici bir
oranla azaldığını, yayılamayıp etkisiz kaldığını görürüz. Bu durumun bize neyi
anlattığı apaçık ortadadır.
[43]
İnsan; hisleri,
şiarları, fikirleri ve iç çatışmaları ile aritmetik bir varlık değildir. Yine
çoğu hallerde seçim yapamayan acaip bir hayvan da değildir. Aksine insan, canlı
ve çeşitli alanlara uzanan amaç ve şehvetleriyle kendini ve alanlarını
daraltıp genişletebilen, yüzeyselleştirip
derinleştirebilen
dakik bir mahluktur. İnsan böyle olunca, hayat içersindeki seyrü seferinde
muhtaç olduğu şey nedir?
Bu insanın iki unsura
muhtaç olduğunu düşünüyoruz. Bunlar akü ve iradedir. Akıl için ilim, tecrübe ve
anlamlar (kavramlar ve değerler) zorunludur. Düşünceyi eyleme dönüştüren
irade için de, bir iç ve dış terbiye aynı kaçınılmazlıkla zorunludur. Toplumun
bu yolda büyük bir çabaya muhtaç olduğu da açıktır. Çünkü irade kişinin,
tahammül etmek durumunda bulunduğu bazı yoksunluklar ve karşılaşacağı darlık,
güçlük ve engellerle yakından ilişkilidir. Bunun için bu engellere karşı
çıkacak insanın uzun bir eğitimden geçmesi zorunludur. Bu eğitim ve teçhizat
da iç etkenlere dayanır.
[44]
Buna ilaveten, insanı
içindeki zaaf noktalarından koruyacak, diş etken de zorunludur. Çünkü insan
çatışma ve mücadele alanlarında iradesini hezimete uğratacak zaaf hallerine
teslim olabilir... Buradan hareketle mükafat ve ceza gibi bireysel ve toplumsal
dış etkenlere ihtiyaç olduğunu söyleyebiliriz. Yani insan, kendi içindeki zaaf
noktalarına yenildiği takdirde, toplumsal baskı mekanizmalarıyla karşı karşıya
kaldığında, bu mekanizmalar insanın sapmasına ve olumsuz neticelerine engel
olma yolunda etkin olacaklardır. Bu etkinlik hem dünyada toplum tarafından
uygulanacak cezalarla, hem de Allah'ın ahirette uygulayacağı cezalarla
sağlanmak durumundadır. Bu etkin donanıma olan ihtiyaç bakımından, gelişmiş
toplumlarla, gelişmemiş toplumlar arasında herhangi bir ayırım yapılamaz.
Çünkü bu alanda medeniyet ile gerilik birbirinden ayrılamaz. Hayatın tarzı ve
yöntemleri, bu iki ayrı toplum türü arasında değişiklik arzede-bilir. Fakat
sapma, suç ve zaaf her ikisinde de vardır. Ancak bu olumsuzlukların görünümleri
birbirinden farklı olabilir, tabiatları ve tehlikelilikleri değil. Öyleyse ceza
kaçınılmazdır. Fakat katili nasıl cezalandıracağız? Hapis ile mi? Dayak ile mi?
Yoksa İslam şeriatinde olduğu gibi Ölüm ile mi?
[45]
Bazı düşünürler, bu
cezanın insani olup.olmadığı kaygısıyla idam cezasının reddi çerçevesinde bazı
düşünceler ortaya atmışlardır. Bu düşünceleri şu noktalarda özetleyebiliriz:
1 —
Bunlardan bir kısmı, bir suçu buna
mukabil bir suçla karşılamanın bir
sorunu benzeri bir sorunla çözmenin
caiz olamayacağını söylüyorlar. Bu
düşürle-re göre eğer cinayet hayata kasıt noktasından hareket ediyorsa bu
şekildeki bir ceza da aynı noktadan hareket etmektedir. Çünkü biz böyle bir ceza
ile ikinci bir hayata kasdetmiş oluruz. Hayatın kutsallığı onun her konumda
korunmasını gerektirir.
2 — Kısas cezası, katilin de aynen öldürülmesi, suçlunun
üzerinde yapılacak sübjektif inceleme yaklaşımına uygun düşmemektedir. Çünkü
bu yaklaşımla suçlu, bu suçu sırf kendi iradesiyle işlememekte, aksine hayatını kuşatan iç ve dış etkenlere
yenilerek işlemektedir. Her-halükarda suç, suçlu için boyun eğilen bir durum
sayılır. Böyle olunca kanun koyucu tedbirlerini hastayı değil, hastalığı öldürmek, yani
suçluyu değil, suçu öldürmek yolunda seçip belirlemelidir. Bunun için de
suçluyu öldüren değil, onu hastalıktan kurtarıp toplumsal hizmete katılabilecek
sağlam bir unsura kavuşturacak yöntemler uygulanmalıdır.
3 — İslam'ın Rasul ve risaletinde hareket ettiği nokta
merhamet noktasıdır. Rasulullah (SAV) alemlere rahmet olarak gönderilmiştir.
Onun risaleti de rahmet ve merhamet kapılarından bir kapıdır. Bundan başka
Allah' m kendi nefsini öncelikle tavsif ettiği sıfatları Rahman ve Rahimdir.
İşte şeriatın derin insani anlamları ile tabir edilebilecek bu merhamet
kavramı, idam cezası ile bağdaşmaz. Aksine bu merhamete "uygun olan,
katilin Önüne af, hoşgörü ve hatadan dönme kapılarının açılması olacaktır.
[46]
Anılan bu noktalar, bu
konu üzerine ileri sürülen en parlak görüşlerdendir. Şimdi bu görüşleri birkaç
değerlendirme çerçevesinde tartışalım:
1— Bu
düşüncelerin çoğu, ferdi her şey olarak gören ve ferd planında boğulup kalan
kapitalist düşüncenin ferdiyetçi eğitiminin birer neticesidirler. Bu düşüncede
ferd yoplumun selamet ve gelişimi için esastır. Bundan dolayı hayatını korumak
zorunda olduğumuz bir vatandaş veya tedavi etmek zorunda olduğumuz bir hasta
ya da şefkatle yaklaşmak zorunda olduğumuz bir insan olarak katilin de selameti
üzerinde durmaktadırlar. Böylece ferdin toplum için arzettiği tehlike baki
kalacaktır.
2— İslam,
kavramlarında ve hükümlerinde canlı insan gerçeğini düşünmek konumundan
hareket eder. Bu yaklaşımla, ferdi kendi nefsinden bile korur. Aynı şekilde
toplumu da, kendisini oluşturan fertlerin şerrinden de korur. Ferde kendi özel
hayatında kendi nefsine karşı kötülük yapma izni vermediği gibi topluma da
ferde karşı düşmanlık ve saldırı hürriyetini vermez. Ancak İslam'ın ferde
verdiği saygınlık, toplumun selametini tehdit etmeyen alanlar içersinde kalır.
Çünkü toplumun ferd tarafından olumsuzluklara sokulduğu hallerde toplumun selameti
ferdin selametinden daha önemlidir. Bu bağlamda katilin işlediği suçtan dolayı
ölüm cezası ile cezalandırılması iki yönlü bir cezadır. Şöyle ki, bu ceza bir
yandan problemin kendi çerçevesi içersinde tutulması yani maktulün sahipleri
açısından davanın daha büyük bir alana yayılması imkanını taşıyan bîr patlamaya
yönelmesinin önlenmesi ile doğrudan ilişkilidir. Çünkü katilin öldürül-memesi
ile acıları içlerinde kalan maktulün sahipleri taşkınlıklara yönelebilirler.
Bunu da Allahu Teala'mn şu ayeti kerimedeki kelamından ilham alıyoruz:
«Mazlum olarak
öldürülenin velisine (sahibine) de güçlü bir yetki verdik ki öldürmede aşırı
gitmesin»...
Diğer yandan ise,
toplumun diğer fertlerine karşı cinayet suçunu işlemeyi düşünen insanların bu
suçu işlemekten caydırılması ile ilişkilidir. Çünkü böyle ağır bir ceza,
insanı bu suçu işlemeye kalkışmadan önce uzun uzadıya düşünmeye şevkedecektir.
Hatta buna ilke olarak, zalimleri cezalandırmak, yeryüzünü zalimlerden temizlemek
gibi üçüncü bir boyutu da ekleyebiliriz...
3— Toplumlar
kendilerini, yani varlık ve selametlerini tehlikelerden korumak yolunda
çeşitli önlemler alırlar. Bunun için de çeşitli neticelere katlanırlar. Toplumun
varlık ve selametine yönelik bir dış saldırının söz konusu olduğu savaş
zamanlarında çok sayıda insan kendini feda eder. Yani toplum bu uğurda çok
sayıda kurban verir. Toplumun selameti yalnız savaş zamanlarında değil barış
zamanlarında da önemlidir. Yoksa meseleyi ferdi düşünceye bırakırsak tabiatıyla
bu düşünce bir ferdin diğerleri için kendini feda etmesine katılmayacaktır.
Fakat bu alanda toplum açısından, ferdin toplumu için kendini feda etmesi ile,
toplumun onu kurban vermesi arasında bir fark yoktur. Bu olaydaki olumsuz yana
gelince, olumsuzluklar bütün hukuki hükümler için sö2 konusudur. Olumlulukları
olumsuzluklara üstün tutan her hukuk sistemi için böyle küçük olumsuzluklar
tabidir; Çünkü hiçbir sorunun halline yönelik hiçbir çözümde bazı küçük
olumsuzluklardan kaçınanlayız.
İslam bu meselede
açıkça şöyle düşünmektedir: Katilin idamı şüphesiz bize toplumdan birkaç ferd
kaybet-tîrebinr. Fakat bu bizim için bugünü ve geleceği ile adam öldürmeyi
düşünenleri ve bazıları tarafından öldürülmesi düşünülenleriyle bütün bir
toplumun bayatını korumaktadır. Böylece adalet açısından da sağlıklı bir dengeye
ulaşılmış olacaktır.
4 — Katili
öldürmenin İkinci bir cinayet olduğunu, katilin mahtulün hayatına kasdettıği
gibi, bu cezayı vermekle bizim de katilin bayatına kasdetmiş olacağımızı ileri
süren görüşe gelince, bu oldukça basit bir sebeple hatalıdır. Şöyle ki; katil
maktulün hayatına haksız yere kas-detmiştîr. Kısas konusuna esas olan da budur.
Yani kısasın uygulanabilmesi için katilin maktulü haksız yere öldürmüş olması
şarttır. Çünkü böyle haksız yere kastedilen bir hayat kutsaldır. Katilin
hayatına gelince bu azgın, zalim, saldırgan bir hayattır. Mesele sadece bir
aritmetik meselesi değildir. .İkisi de birer hayat olmakla beraber, maktulün
kutsal hayatının yanında katilin hayatı zalimdir, kutsal değildir. Buna bir
saptırıcı, diğeri mü' nün iki şair
arasında geçen bir diyalog yoluyla nakledilen şu olayı örnek verebiliriz: Hırsızın elinin kesilmesi ile hırsız
olmayanın elinin kesilmesi olaylarında ikisi de eldir. Fakat hırsızın eli
çaldığı çeyrek dinar nedeniyle hırsızlık haddi gereğince kesilirken, hırsız
olmayan birinin elini (haksız yere) kesen beşyüz dinar diyet ödemek durumundadır. İkisi de aritmetik olarak birer el olmakla
beraber, olayda açıkça görüldüğü üzere hırsızın elinin değeri çeyrek dinara
düşmüştür...
5 — Suça diğer ruhi hastalıklar gibi ruhi tedaviyi gerektiren bir. ruh hastalığı
olarak yaklaşan görüşe gelince, evvel bu görüş dakik (ince düşünülüp sık dokunulmuş) bir düşüncenin ürünü
değildir. Sonra —tabiri caizse— kısas hükmünün bu alanda kesin bir tedavi
olmasına da mani değildir...
Bu düşünce dakik
değildir dedik: Çünkü söz konusu suç her haliyle ruhi bir hastalığın sonucu
değildir. Belki saldın yönünde hareket eden anlık bir tepki ya da şuur
kaybının sonucudur. Yine —bu görüşün sahiplerinin tasavvur ettiği gibi—
saldıran insanın hayatı ve ruhu üzerinde olumsuz etkiler bırakan genel veya
özel ilişkilerin tahriki sonucu da olabilir. Fakat bütün bunlar ruh hastalığı
durumu değildir. Failde akıl ve irade mevcuttur.
Kısas hükmünün bu
alanda kesin bir tedavi olmasına mani değildir dedik: Burada esas, tedavi henüz
suça bulaşmamış insanların yani toplumun tedavisidir. (Yani suç bir hastalık
olabilir, öyle olduğuna biz de katılıyoruz. Fakat bu ancak toplum düzeyinde
tedavi edilebilir. Çev.) Modern ülkelerde suçlular, bilimsel ıslah tedbirleri
ile donatılmış hapishanelerde tutulmakla ıslah olmamakta, hapisten çıkar
çıkmaz tekrar suça dönebilmektedirler. Öyleyse bir kere suça (yani bu
hastalığa) bulaşmış olan bir insanı hapisle tedavi edememekteyiz. Toplumdan bir
veya birkaç suçlu çıktığına göre, bu hastalık toplumda da söz konusudur. O
lıalde en azından ve öncelikle toplumu tedavi edip bu hastalıktan kurtarmaya
çalışmalıyız. İşte bu halde suçluyu veya suçluları cezalandırarak, toplumdaki
suç eğilimindeki insanları tedavi ederek, onları ve toplumu suçtan uzak tutmak
durumundayız.
6 — Ameli ve
ruhi anlamıyla İslam'ın şiar edindiği rahmet (merhamet); şefkate dayanan bir
tepki anlamında değil, kapsamlı bir şekilde insanın maslahatının gerçekleştirilmesi
anlamındadır. Tıpkı bir tarafı maraza uğramış bir insanın hayatını ve beden
sağlığını korumak amacıyla marazlı uzvunun kesilmesinde olduğu gibi. Çünkü bu
operasyon, hasta insan için rahmet ve merhameti temsil eder. Meseleyi toplum
düzeyinde ele aldığımızda marazlı uzuv suçlu insandır. Bir uzvuna maraz isabet
etmiş olan insan hakkında merhamet onun beden sağlığına
ve hayatına yönelik olunca anlamlıdır. Yoksa marazlı
uzva yönelik olunca değil. Bunun gibi toplumun suç işlemiş olan bireyine
değil, geri kalan suçsuz kısmına ve toplumun hayatına merhamet etmek ve bunun
gereği olarak da toplumun marazlı uzvu mesabesindeki suçlu insana acımamak
gerekir.
Şeriat, hayata
romantik olarak değil gerçekçi olarak yaklaşır. Şu ayeti kerime bu kapsamlı
gerçeği açıklamak için gelmiştir:
«Ey akıl sahipleri!
Sizin için kısasta hayat vardır; Böylece korunursunuz»..-
Bu ayeti kerimede akıl
sahiplerine hitapla, aklı işletmeye davet vardır. Kur'an-ı Kerim bu ayet ile
akıl sahiplerini şeriatın hayatı nasıl koruduğunu düşünmeye çağırmaktadır...
Bu konuda genel olarak
söyleyeceklerimiz bundan ibarettir.
İşin tefsire ilişkin
yanına gelince, bunu iki noktada özetleyebiliriz:
[47]
1— Ayeti
kerime kısasın misilleme kaidesine dayandığını vurgulamıştır: Hüre hür, köleye
köle, kadına kadın... Saldırıya mislince bir saldırı, İslam'ın genel bir
kaidesidir. Herhangi bir şekilde sınıf ayrılığına dayanmamaktadır. Böyle bir
ayırım hesapta yoktur. Çünkü bir zengin, Öldürdüğü bir fakire karşılık
öldürülür, yine bir soylu bir avama, bir güçlü bir zayıfa karşılık öldürülür.
Fakat hürriyet, kölelik ve kadınlık hayatta kendine özgü özel hükümlere
tabidir. Yoksa bir erkek bir kadını Öldürdüğünde, öldürülen kadının sahipleri
diyetinin yarısını ödeyerek katil erkeği öldürebilirler. Kadın ile erkeğin
kısas ve diyet durumlarında
görülen bu karşılıklı
farklılık tamamen mali konulara dayanmaktadır. Yine
bir hür, bir köleyi öldürdüğünde şayet bu adam köle öldürmeyi adet edinmişse
(yani tekrarlı suçlarda) bu köleye
karşılık
öldürülebilir... Tabii kî şimdi biz burada bu hükümlerin fıkhi ayrıntılarını
yapmak durumunda değiliz. Fakat İslam şeriatının tabiatı açısından değinmek
durumunda kaldık. Yine bazı İslami içtihatlarda bu karşılıklı-, lığın,
andığımız gibi olmadığım ileri süren Müslümanlar da vardır. Bunlar meseleye bu
ayetin şu ayeti kerime ile neshedildiğini kabul yönünden yaklaşmaktadırlar:
«Onlara cana can...
yazdık.»
Çünkü bu ayeti kerime,
cana can demek suretiyle, hür ile köleyi kadın ile erkeği birbirinden
ayırmamıştır.
Fakat bu görüş
tartışmayı kabildir. İnşaallahu Tea-la bu ayetin tefsiri sırasında bu tartışmayı
da açacağız.
2— Ayeti
kerime kısas hükmünü koymakla beraber katile maktulün sahipleri tarafından
affedilme yolunu da yanvurgu ile açmış ve sınırlarını belirleyerek bu af olayını
somutlaştırmıştır. Diyet, maktulün sahiplerine hakkıyla ve güzel bir şekilde
ödenecektir. Aftan sonra kısas talebi yolunda geri dönmek yoktur. Çünkü kısas
af ile düşmüştür. Şayet maktulün sahibi aftan sonra intikam almak amacıyla
katili Öldürecek olursa, saldırgan bir katil sayılır ve dünyada ve ahirette
acıklı azabı hak eder.
Ayeti Kerime, af
hükmünün kısas hükmü ile aynı konumda olduğunu vurgulamakta ve bunun Allah
tarafından kulları için bir hafifletme ve rahmet olduğunu bildirmektedir.
Böylece bu konudaki hüküm, insanın esneklik ile davranma imkanına sahip
olmadığı dar bir açıya sıkıştırılmamış oluyor...
Bu iki ayetin tefsiri
üzerine işaret etmek istediğimiz noktalar bundan ibarettir. Hükümlerinin
gerçeklerini ve ayetlerinin sırlarım Allah daha iyi bilir. Dayanacağımız O'dur
ve O ne güzel vekildir...
[48]
Bismillahirralımanirrahim
«Sizden birinize Ölüm geldiğinde, eğer (geriye) mal bırak-mışsa, ana-babaya ve yakın (akraba)lara uygun bir tarzda (iyilik üzere) vasiyet etmek —Allah'tan sakınan (müttaki)ler üzerine bir hak (borç) olarak— üzerinize yazıl(arak farz ktlm)dı.
Vasiyeti işittikten sonra değiştiren olursa, bunun günahı onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz Allah her şeyi işiten (SemV) ve her şeyi bilen (Alîm)dir.
Kim de vasiyet edenin yanılacağından veya günaha gireceğinden korkup da (ilgililerin) aralarını düzeltirse, ona herhangi bir günah yoktur. Şüphesiz Allah 'bağışlayan (Gafur) ve merhamet eden (Rahîm)dir»...
(Bakara: 180-182)
Bu ayetler de, bu surenin içerdiği ve Medine'deki Müslüman toplumun beşeri ilişkilerinin tanzimi ile ilgili oîan ahkam ayetlerindendir. İlk ayetteki hüküm, vasiyetin ilke olarak ana-baba ve yakın (akraba)lara ilişkin olduğu bağlanımdadır. Allahu Teala, insandan, hayatta iken onlarla iyi akrabalık ilişkileri geliştirmesini İstediği gibi, ölümünden sonra da yakın "(akraba) T arın a karşı bir, sorumluluk şuuru içersinde bulunmasını istemiştir. İnsan bu bağlılık şuurunu da, geriye mal olarak bir şeyler-bırakmış ise bu malın belli bir kısmından onlara vasiyette bulunarak gösterecektir. Böylece bu tutum onun yakın (akraba)larma karşı taşıdığı kalbi yönelim ve yaklaşıma bir delil olacak; yüksek bir insanî tavırla mal vermek,
ilişkilerin ruhî yönüyle bağlantılı bir yakınlık ve bağlılık temeli oluşturacaktır. Vasiyeti mirastan ya da vasiyet ilişkisini miras ilişkisinden ayıran unsur da bu olsa gerektir. Çünkü miras ilişkisi, şer'î (kanundan doğan) bir durumdur; insanın iradesi ve hisleri bu.ilişkinin tabiatına ve işleyişine müdahale etmemektedir. Çünkü bu, şer'î bir hükümdür. Bu noktada insanın, kendi iradesiyle seçimde bulunması durumu yoktur. Kısaca bu, insanın boyun eğmesi gereken Allah'ın bir farzıdır. Fakat vasiyete gelince; bu, vasiyet edenin kendi irade ve düşüncesine dayanmaktadır. Dünyadan ve kendisinden sonra bu dünya hayatını sürdürecek olan yakınlarından ayrılmanın eşiğinde olan insan, yakınlarının kendisinin ölümünden sonraki durumlarını Üüşünerek onlar lehine vasiyet ettiği bir şeyler ile bazı maddi imkan ve fırsatlar vermeye çalışmaktadır. İşte bu, insanın kendisinden (veya kendinden davrandığı) bir şeydir... Ayet-i kerime de, bu iradeyi te-kid ederek güçlendirmek, vasiyeti uygulamakla mükellef olanların bu vasiyeti sonradan saptırma ve değiştirmeye yer vermeksizin dakik bir şekilde uygulamalarını üzerlerine farz kılmak ve bunu günah ve ceza yoluyla pekiştirmek için inmiştir.[49]
Bazı fakihler ve müfessirler bu ayeti kerimenin «Miras Ayeti» ile neshedildiğini kabul yoluna gitmişlerdir. Bu konuda şöyle denilmiştir:
«Miras, İslamın ilk dönemlerinde, sonradan belirlendiği şer'ı şekliyle sabit değildi. İlk dönemde mirasın tamamı Ölenin çocuklarına verilirdi. Ölenin ardından bıraktığı maldan ana-babasına 'verilen miktar, vasiyet yoluyla verilirdi».
Fakat bu görüş doğruyu yansıtmamaktadır. Çünkü «Miras' Ayeti»nin tertibinde vasiyet yoktur. Önceki ayetin içerdiği ilişkileri içermeyen, onun hükmüne rnünafi olmayan bir ayet nasıl olur da bu ayeti neshedip hükmünü üğâ edebilir?.. Bu bir yandan... Diğer yandan nesh olayında nâsih (nesneden) ayet, mensuh (neshedilen) ayetten sonra gelmelidir. Böyle bir durumun bu somut olayda var olduğu da kesinlik derecesinde sabit değildir. Çünkü buna delil olan haberler ehad (tek) yoldan rivayet edilmiş haberlerdir. Halbuki nesh hükmü kesin delili gerektirir... Şunu da ilave etmeliyiz ki, «Miras Ayeti» en azından yakın (akraba)lara vasiyeti neshedemez. Çünkü bu yakın (akraba)lar, çocuklarla beraber mirası paylaşmaktadırlar. Bundan dolayı da «Miras Ayeti»ndeki hüküm vasiyet hükmüne alternatif olamaz...
Bazı fakih ve müfessirler' ise bu ayetin Peygamber' den (SAV) rivayet edilen «Varise vasiyet yoktur.» hadisi ile neshedildiğini kabul yoluna gitmişlerdir. Fakat bu da, üstadımız es-Seyyid el-Hoî'nin «el-Beyan Fî Tefsiril Kur' an» isimli kitabında zikrettiği bazı yönlerden yetersiz bir görüştür:
1 — Evvelemirde rivayetin sıhhati (sağlıklılığı) sabit değildir. Buhari ve Müslim de bu rivayeti kabul etmemişlerdir. Tefsirül Meııar'da da bu haberin senedi (rivayet zinciri) aleyhinde sözler geçmektedir.
2 — Bu haber, Ehlibeyt'den (AS) gelen, varise vasiyetin caiz olduğuna delalet eden rivayetlerle çelişmektedir. Muhammed bin Müslim, Sahih'inde Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhîsselamdan) rivayetle şunu zikrediyor:
«.Kendisine, varise vasiyeti sordum, «.caizdir.» dedi ve ardından şu ayeti kerimeyi okudu: «... Eğer (geriye) mal bırakmışsa, ana-babaya ve yakın (akrobatlara uygun bir tarzda (iyilik üzere) vasiyet etmek, Allah'tan sakınan (müttaki)ler üzerine bir hak (borç) olarak üzerinize yazılarak farz kılm)dı.»
Aynı içerikte başka rivayetler de mevcuttur.
3 — Ayrıca bu rivayet, 'zikredilen diğer sahih rivayetlerle çelişkiden uzak olsa da hu ayetin neshine elverişli değildir. Çünkü bu rivayet, delalet ettiği hususlarda ayeti nihaî olarak nefyetmemektedir. Bu rivayet ancak ayetin muti aklığını takyid ederek (kayıtlandırarak), vasiyeti, herhangi bir maniden dolayı mirası hak edemeyen ana-baba ile kendilerine miras düşmeyen yakın (akraba) lara tahsis edebilir. Yine şayet bu rivayet ile ayet-i kerime arasında «ttîünâfât»m (birbirinin içeriğine dokunarak çakışan noktaları olurnsuzlama) var olduğu farzedil-se bile daha önce de değindiğimiz üzere «ehad» (tek kanalla gelen haber) —Müslümanların icmaı ile— Kur'an ayetinin neshine elverişli değildir[50].
Akla, ayetin zahirî ifadesine göre insana vasiyetin farz olması ile miras farizasının uyuşmadığı yolunda bir şey gelebilir. Çünkü vasiyetin önemi, vasiyet edenin, hayatta iken vasiyet edilebilecek yakınlarını görüp gözetmesi imkânının ölümden sonra elden gideceği itibariyle, insanın yakınlarına ölümden sonra da yardımda bulunmak şuuru temelinden kaynaklanmaktadır. Ancak bu değerlendirme, bir düşünce düzeyinde akla gelebilir, yoksa delil ve istidlal düzeyinde değil...
Bütün bu tartışmalı incelemeler ışığında insan bir nesh durumunu algılayabilir. Fakat bu, ayetin vasiyetin farz olduğuna delaleti yönünde olabilir. Bu da, Ehlibeyt' den (AS) rivayet edilen haberlerin delalet ettiği üzere, vasiyetin caiz olduğu yönünde değildir. Ayetin tefsirine ilişkin sözün başında da değindiğimiz gibi, vasiyetin rolü ve insanî medlulü, miras hükmünün rolünden ve medlulünden değişiktir. Buna şunu da ekleyelim ki, vasiyet unsurları miras unsurlarıyla her zaman çakışmaz. Ancak böyle bir durum bazı hallerde söz konusu olabilir; varisin, mirastan kendisine düşen payın, yetmeyeceği kadar bir korumaya muhtaç durumda olması gibi. Fakat her halükârda tasavvur düzeyindeki aksiyonlar, Kur'an-ı Kerim' deki herhangi bir yaklaşımı ikrar veya reddetmeye elverişli değildir. Çünkü Kur'an'î yaklaşımların incelenmesinde dakik tefsir müesseselerine dayanmak zorunluluğundayız. [51]
Bu tartışmalardan sonra ayet-i kerimenin ayrıntıları ve içeriği üzerinde ayrıntılı bir tefsir incelemesi yapmamız gerekiyor:
1 — «... yazıldı» :
«Yargıya esas olmak üzere, hükme bağlandı» anlamındadır. Bu da bazen bağlayıcılık ifade eder. Yani Kitap, sünnet veya icma'da ilgili hükmün hilafına bir delil bulunmadıkça bağlanılması zorunludur. Bir şeyin bir insana yazılması, hükmün içeriğini seçmeye dayalı şartlarla ilişkili olabilir. Tabii böyle şartlarla ilişkili olmayıp sözkonusu şartlardan uzak bir surette kendi başına da bulunabilir. O zaman olduğu gibi kabul edilir. Böyle olunca da bağlayıcı olabilir... Fakat Müslümanların icmaı ana-babaya ve yakın (akraba)lara vasiyetin farz olmadığı yolunda olunca bu icma hükmüne bağlanmamız kaçınılmaz bir zorunluluk olmaktadır.
2 — «Mal» :
Ayet-i kerimede «hayır» terimi ile ifade edilmiştir. Burada «hayır» terimi ile mal kinaye edilmiştir. Bu malın sınırları konusundaki rivayetler arasında ihtilaf vardır. Fakat bu rivayetler deki ortak nokta, her bir mirasçının hissesine düşecek mal miktarının —varislerin durumuna göre— çok olması yolundadır. Ali'den (AS) rivayet edilen bir haberde olduğu gibi:
Âli ölüm halindeki bir dostunun yanına gitmişti. Yediyüz ya da aîiıyüz dirhemi vardı. «Vasiyet etmeyeyim mi?» dedi. Ali: «Hayır... Çünkü Allahu Teala '... eğer (ardından) mal bırakırsa...' buyurmuştur. Senifıse öyle çok malın yok. Bunun için bütün malırçı mirasçılarına bırak.» dedi.
«Bil-Ma'ruf- uygun bir tarzda» :
Bu ifadenin zahir olan anlamı; vasiyet edenin, kendisine vasiyet edilenin ve mirasçıların içinde bulundukları durumun tabiatına uygun miktardır.
«Hak-borç» :
Sabit bir hak ve borç anlammadır. .
«Muttakilere» :
Allah'tan sakınanlar demektir. Çünkü takva (Allah korkusu), insanın içindeki iyilik güçlerini harekete geçirerek patlayıp coşan bir pınara dönüştürür. İnsanı Allah' m sevgisine ve rızasına ulaşmaya, gazap ve kızgınlığından uzaklaşmaya götürür; Bu da insanı, gerek vacip gerekse müstehap olsun Allah'ın sevdiği işleri yapmaya iter. Çünkü O'nun azabından kurtulmanın ve kendisine yaklaşmanın yolu budur.
3 — «Vasiyeti işittikten sonra değiştiren olursa, bunun günahı onu değiştirenlerin üzerinedir» :
Vasiyetin, fiilî hayatta uygulanmak suretiyle yerine getirilmesi, vasiyet edenin vasiyetini teslim ettiği (görevlendirdiği) kimsenin sorumluluğundadır. Allah Teala, sözkonusu kimsenin, vasiyeti vasiyet edenin ölümünden sonra değiştirip tahrif' etmesi karşısında azap vaadetmiş-tir. Çünkü vasiyet edenin Ölmüş olması, vasiyet sorumlusunun' kendisini rahat hissetmesine yolaçabilir. İnsanlar, başkalarının iradesini bir güç, bir basla olmadığı takdirde uygulamamaya eğilimlidirler. Bunun için Allah Teala böyle bir olumsuz bir tavra karşılık şiddetli bir azap koymak suretiyle vasiyetin uygulanmasından sorumlu kişiye doğruluktan sapmaması yolunda bir baskı unsuru oluşturarak işi sağlama bağlamak istemiştir.
«Şüphesiz Allah, her şeyi işiten (SemV) ve her şeyi bilen (Alîm)dir :
İnsanların yaptıkları veya yapmak istedikleri hiçbir şey, O'nun her şeyi kuşatıcı ilminden kaçamaz ve insanların gizledikleri her şeyi duyar...
Yine ayet-i kerimede, vasiyeti uygulamakla görevli olanın yapacağı değiştirme ve saptırmalardan dolayı vasiyet edenin _ herhangi bir sorumluluğu bulunmadığına dair de bir delalet (delil) bulunmaktadır. Çünkü bu konu, vasiyeti uygulayanın sorumluluğu cümlesindendir, ölenin değil...
4 — «Kim de vasiyet edenin yanılacağından veya günaha gireceğinden korkup da (ilgililerin) aralarım düzeltirse, ona herhangi bir günah yoktur. Şüphesiz Allah bağışlayan (Gafur) ve merhamet eden (Rahîm)dir» :
Herhalde bu ayetin tefsiri, vasiyet edenin ölümünden öncesi ile ilgili olacak şekildedir. Bu, vasiyet edenin zalimce bir tasarrufta bulunması ya da hak yoldan sapması durumunda sözkonusudur. Ayette geçen «cenef» birinci duruma, «ism» de ikinci duruma işaret etmektedir. Bu ikinci halde de zulüm kastı vardır. Burada vasiyeti uygulamakla görevlendirilen kimseye düşen, vasiyet eden ile onun ana-b ab asının ve yakın (akraba)l arının aralarım düzeltmek üzere olaya müdahale etmesidir. Bu amaçla müdahale eden kimse vasiyet edeni hatasından hakka döndürecektir. Nitekim vasî'nin, şahsi etkenlerin güdü-müyle, ardında kalan yakınlarından bazısına hiçbir şey birakmamacasma malını diğer bazı yakınlarına bırakması durumunda bu tür düşmanlık ve çatışmalara şahit olmaktayız...
Bu ayet-i kerime, tam tersi bîr tefsirle, vasiyet edenin ölümünden sonrasına ilişkin olacak şekilde de açıklanabilir. O takdirde bu vasiyetin vasiyet edenin ölümünden sonra değiştirilmemesi konusundaki yasağın bir istisnası olur. Yani vasiyeti uygulamakla görevli olan kim^ se, vasiyeti, vasiyet edenin ölümünden sonra batıldan (haksızlıktan) hakka döndürmek yolunda değiştirebilir. Vasiyeti değiştirmeye karşılık konulmuş olan günah, hak çizgisi üzerindeki bir vasiyeti değiştirmeye ilişkindir; haktan sapmış, haksız, zalimce ,bir vasiyeti değil...
Ayetin siyakına bakılacak olursa bu yaklaşımla hareket, ikinci tefsire daha uygun düşmektedir. Çünkü hu ayet-i kerime, vasiyetin vasiyet edenin ölümünden sonra değiştirilmesi hususundan bahseden ve böyle bir olumsuz tutumu cezai hükme bağlayan ayetten sonra gelmektedir. Vasiyet edenin ölümünden sonra vasiyeti uygulamakla görevli olan kimsenin" vasiyet üzerinde fiilen tasarruf yetkisi vardır, vasiyet edenin ölümünden önce ise herhangi bir fiili yetkisi yoktur.
Ayetin dikkatle incelenmesi bizi birinci tefsire götürecektir. Çünkü ayet-i kerime vasiyetin niteliğim belirlemek bağlamında varid olmuştur. Ayrıca vasiyet edeni, yaptığı vasiyette haksızlık ve zulüm çizgisine sapmamak yükümlülüğü altına sokmaktadır. İşte vasiyet eden kişi, böyle düşmanlık ve çatışmaları getirecek bir yaklaşımla hareket ettiğinde, vasiyeti uygulamakla görevli olan kimse, j'etki ve otorite konumundan değil ıslah konumundan hareket ederek, ıslah etmek üzere müdahale edecektir. Yetki ve otorite konumundan hareket etmemesi, bu konuda herhangi bir yetkisinin bulunmadığı söylenerek dışlanmaması içindir.
Vasiyeti uygulayacak olan kimsenin gerçekleştireceği bu müdahalede arkasında bulunan destekleyici güce gelince, bu kimse yaptırım gücünü, kendisinden gelecekte yerine getirmesi istenen bu önemli görevden alacaktır. Bu rol sözkonusu kişi için, konuya İlişkin —dışlanmasına mani— kuvvetli bir ilişkidir. Bu tefsir, Mecmau'l Beyân sahibinin zikrettiği üzere İmam el-Bakır ve İmam es-Sa-dık (AS)'dan rivayet edilmiştir. [52]
5 — Bu ayet-i kerimede geçen vasiyet ilkesinden anlıyoruz ki, İslam, Müslümanm diğer insanların —özellikle de yakın (akraba)larınm— durumlarına eğilmesini, onların kendisinin aralarında yaşadığı sıradaki ve ölümünden sonraki durumlarını düşünmesini, onlar için ölümünden sonra verilmek üzere geriye bıraktığı malından vasiyet ederek bu düşünceyi gerçek hayatta karşılığı bulunan filî bir duruma döndürmesini istemekte ve bunu bir sorumluluk hissi ile görev haline getirmektedir. Bu durumda da takva unsurlarından bir unsur mevcuttur. Çünkü İslam'da takva meselesi yalnızca ruhî kulluk ile değil, hayatta ve ölüm sonrasında insanın diğer —insan— kardeşi hakkında sorumluluk duygusu taşıması ile de ilgilidir. Bu da insanın derinlerindeki insani şuurun geli7 şirnini pekiştirecektir. [53]
«Ey iman edenler! Sizden öncekilere yazü(arak farz kılın)-dığı gibi —(Allah'tan korkup günahlardan) konmasınız (diye)— sizin üzerinize de sayılı günlerde oruç yazılarak farz kılın)âı. Sizden kim hasta veya seferde olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde (tutar). Oruca güçlükle dayananların bir yoksulu doyurarak fidye vermesi lazımdır. Bununla beraber kim gönül rızasıyla bir iyilik yaparsa bu kendisinin iyiliğinedir. Yine, bir bilseniz oruç tutmanız sizin için çok daha iyidir. Ramazan ayı; —insanlara yol gösterici, hidayeti ve doğru ile yanlışı bir birinden ayırdedip açıklayıcı olarak— Kur'an o ayda indirilmiştir. İçinizden kim o aya yetişirse oruç tutsun. Kim de hasta olur ya da seferde bulunursa, (tutamadığı günler) sayısınca başka günlerde tutsun. Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez- Sayıyı tamaml'ayasınız, sizi hidayet edip doğru yola ulaştırdığından dolayı Allah'ı tekbir (ederek Onun yüceliğini zikr)edesiniz ve bundan dolayı şükredesiniz».
(Bakara: 183-185)
Bu ayet-i kerimelerde, ibadete ilişkin yeni bir hüküm beyan edilmiştir. Diğer ibadetlerde olduğu gibi bu ibadet hükmü ile de Allah Teala, kullarından kendilerinin ruhî ve amelî yapılarını inşa etmek üzere kendisine ibadet etmelerini istemektedir. Allah Teala insanlara orucu —ve diğer bütün ibadetleri—; bu ibadetlerin amacından gafil olmalarını, ibadetlerin zâtı (şekil ve tabiatı ile kendisi) içerisine gömülüp kudsiyeti içerisinde kaybolmalarını ve bunun neticesinde de hayattan uzaklaşmalarını isteyerek yüklememiştir. Aksine bu ibadetleri, insanın Rabbi ile ilişkisini güçlendirmek, bu ilişkinin kulluk ve sorumluluk olduğunu pekiştirmek ve insana, her türlü-pislikten, kötülük ve gösterişten arı, her türlü zaaf, kaybolma ve sapmadan uzak kendi insani kişiliğini idrak ettirmek ve onu bu kişiliğe bağlamak; insanı, hayatını Allah' m sevdiği ve hoşnut olduğu suret üzere kuracak ruhi anlamlara yaklaştırmak için yüklemiştir. O, insanın hayat ile olan ilişkisini, Allah ile olan ilişkisine dayandırmıştır...
İşte bu çerçevede İslamî ibadetler, insanın İslamî şahsiyetini gerçekleştirmek ile ilişkisi olması itibariyle İslam'ın temel noktalarından kabul edilmişlerdir. İbadetlerin amacı ,insanın, düşünceleriyle, yapıp ettikleriyle, yapmayıp terk ettikleriyle, sürdürdüğü genel ve özel ilişkileriyle, hedefleyip ulaşmaya çalıştığı amaçlarıyla ve bu amaca ulaşmak yolunda kullandığı araçlarıyla İslamî şahsiyeti gerçekleştirmesi ve hayatı bu şahsiyetle yaşamasıdır.
İslam'ın ibadete ilişkin hükümlerinin çatısı çevresinde bir değerlendirme yapacak olursak: İslam, diğer insanlarla yardımlaşmak yolunda mal verme konusunu ele alırken ibadet noktasından hareket etmiş ve mal verme-'yi ibadet olarak kabul etmiştir. İbadeti hayatın içine yaymış ve helal kazanç yolunda çalışmayı da bir ibadet olarak değerlendirmiştir. İnsanı ve onun hayattaki yüksek değerlerini savunup korumayı ibadet bağlamında ele almış ve Allah'ın rızası için insanlığın ve onun yüksek değerlerini savunmak ve korumak uğrunda savaşmayı, yani cihadı ibadet olarak kabul etmiştir. Bütün bu amellerin yanında insanın içindeki halis niyete de bir yer ayırarak insanın özel ve genel günlük işlerinde Allah'ın rızasını düşünüp bunu kasdetmesini ibadet saymış ve bütün bu ibadetleri Allah'a yaklaşma vesilesi kılmıştır.
Elıl-i Beyt imamlannin rivayet ettiği hadislerde ve kendilerinden rivayet edilen haberlerde varid olduğu üzere oruç, İslam'ın üzerine bina edildiği ibadetlerden biri-_ dir. Allah Teala orucu geçmiş şeriatlerdeki mü'nünlere farz kıldığı gibi İslam'da da mü'minlere farz kılmıştır. Bizden önceki ümmetlere kendi şeriatlerinde farz kılınmış olan orucun tabiatı (ne surette olduğu )hakkında bu ayetlerde ayrıntılı açıklamalar "bulamıyoruz. Fakat Kur'an-ı Kerim'in değişik yerlerinde bu konuya ilişkin bazı açıklamalarla karşılaşıyoruz. Zekeriyya'nm (AS) kıssasında, «konuşmayı terkederek susmak»tan oruç olarak bahsedilmektedir:
«Dedi ki: Ayetin (alametin-delilin) İnsanlarla üç gün konuşmaman ancak 'işaret (ite ifade) etmendir».
İsa'nın (AS) annesi Meryem'in kıssasını anlatırken de:
{{İnsanlardan herhangi biri ile karşılaşırsan de ki: «.Ben Rahman (olan Allah)a bir oruç adadım. Bu nedenle bugün hiçbir insanla kesinlikle konuşmayacağım.»
buyurmaktadır. Yine bugün Hristiyanlar ve Yahudiler gibi geçmiş dinlerin mensupları arasında varolan bir oruç türü ile de karşılaşmaktayız. Bunlar senenin belli günlerinde et ve benzeri belirli yiyeceklerden kaçınmak suretiyle bir tür oruç tutmaktadırlar. Bazıları orucun bizim üzerimize farz kılındığı gibi bizden öncekilerin üzerine de farz kılınmış olmasının, bizim dinimizde ve bizden önceki ümmetlerin dinlerinde orucun aynı şekilde olduğuna işaret ettiğini tasavvur etmektedirler. Fakat böyle bir durum sabit değildir. Çünkü ayetteki teşbih, oruç hükmünün bizden Önceki şeriatlerde de mevcut olduğu konusundadır. Ayet-i kerimede bizden önceki ümmetlere de. farz kılınmış olduğu bildirilen bu orucun ayrıntılarına girilmemiştir...
Orucun farz kılındığını beyan eden ayeti kerime Allah Teaîa'nın: «konmasınız (diye)...» sözü ile noktalanmıştır. Bü, takvanın (Allah'tan korkup azabından, dolayısıyla da yasaklarından sakınmanın) orucun gayesi ya da bir neticesi olduğuna işaret içindir. Çünkü oruç insanın içinde bir şahsi iç kontrol oluşturur ve bu kontrol onun, alışmış olduğu birçok yiyecek, içecek ve diğer zevklerden uzak durmasında ifadesini bulur. İşte takvanın da temeli budur. İnsanın, devamlı Allah'ın huzurunda ve O' nun kontrolünde olduğu şuuruyla Allah'ın kendisinden istediklerini bütün zaaflarına rağmen yapıp yerine getirmesi ve istemediklerini de kendi arzularına rağmen yapmaması takvanın bir neticesi olduğu gibi, aynı zamanda takvaya götüren^ yol dur da...
Tanımını yaptığımız bu oruç aslında küçük oruçtur ve büyük oruca bir giriş, bir başlangıç mahiyetindedir. Asıl büyük oruç, hadis-i şeriften anlayacağımız gibi küçük oruçtan öte bir şeydir ve kapsamlıdır. Peygamber (SAV), tuttuğu orucun, kendisini Ramazan ayında da diğer aylarda da bütün haram davranışlardan alıkoyamadığı kimseler hakkında şöyle diyor:
«Nice oruç tutanlar vardır ki, tuttukları oruçtan kendileri için açlık ve susuzluktan başka bir şey yoktur»...
«Sayılı günler» :
Bu ifadeden maksadın, bir sonraki ayetin karinesi ile Ramazan ayı olduğu açıktır. Çünkü bu iki ayetin bütünlüğü açıkça ortadadır.
«Sizden kim hasta veya seferde olursa (tutamadığı günler) sayısında başka günlerde (tutar)» :
Hastaya Ramazan ayında oruç tutma zorunluluğu yoktur. Bundan maksadın da, oruç tutmanın zararlı olacağı hastalık hali olduğu açıktır. Çünkü mükellef için' böyle bir hastalık durumunda oruç tutmakta zorluk bulunduğu kabul edilmiştir. Bundan dolayı bu istisna (veya ruhsat-izin), orucun hastaya faydalı olduğu veya sağlığı üzerinde herhangi bir zararı etki bırakmadığı durumlara şamil değildir. Bu konuda birçok hadis varid olmuştur.
Sefere gelince, bu duruma ilişkin miktarlar sünnet-i şerif üzere sınırlandırılmıştır. Bu konuda çeşitli mezhepler arasında ve Ehl-i sünnet ile Şia mezhepleri arasında görüş ayrılıklarına neden olan değişik rivayetler nakledilmiştir. Bu görüşler de, aralarındaki ayrılıklar da fıkıh kitaplarına yansımıştır. Fakat burada işaret edilmesi kaçınılmaz olan bir husus vardır. Bu da, Ramazan ayında seferde iken oruç tutmamanın bir ruhsat mı, yoksa riayet edilmesi daha iyi olan bir azimet mi olduğudur. Aralarında Abdurrahman b. Avf, Ömer İbnü'l Hattâb, Abdullah b. Ömer, Ebu Hüreyre ve Urve b. Zübeyr'in de bulunduğu bir grup sahabe bunun bir azimet olduğunu kabul yoluna gitmişlerdir. Ehl-i beyt imamlarından rivayet olunan da budur. Allah Tealanm «(tutamadığı günler) sayısınca "başka günlerde (tutar)» sözünün geçtiği ayet-i kerimede bu durum zahirdir. Çünkü bu ayette Ramazan ayında oruç tutmanın hasta veya seferde olmayanlar için farz olduğu açıkça bellidir. Bu iki grubun farzı «başka güî3İer»dedir. Çünkü «"başka günlerin» geçtiği cümle gramer açısından azimet ve. farz biçiminde gelmiştir. Ehl-i sünnetin çoğunluğu ise bunun ruhsat olduğu görüşünü tercih etmişlerdir. Bu hükme varırken, ayetteki ifadenin gerisinde yeralan «hasta veya seferde olursa» şart cümlesinden sonra «ve bundan dolayı yer ise» diye bir şart fiili takdir etmiş, varsaymışlardır. Yani bu ayetin takdirî anlamının «Hasta veya seferde olup da bundan dolayı yer ise, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar.» olduğunu kabul etmişlerdir. Fakat hu ,iki cihetle zayıf bir tefsirdir. Önce sözkonusu bu takdirî tefsir, zahire (ayetin açık anlamına) aykırıdır. Bu zahire aykırı bir takdirî tefsire de delilsiz gidilemez. Ayette ise buna ilişkin herhangi bir delil yoktur. Sonra «bundan dolayı yer ise» şeklindeki bir takdirî yaklaşım da yine azimet hükmüne ulaşmaya mani değildir. Çünkü anılan iki durumda orucun yenilmesinden söze dilmesi, ancak bunun yasağa karşılık caiz olduğu anlamına gelir. Bağlayıcılığa karşılık bağlamamak anlamına gelmez.[54]
«Oruca güçlükle dayananların bir yoksulu doyurarak fidye vermesi lazımdır» :
Güçlükle dayanmak veya güçlükle yerine getirmek ayette: yutîku), bazı alimlerin de zikrettiği üzere bir işi yapmak için bütün gücünü sarfettiği halde işin yoğun bir çaba ve meşakkat (zorluk)la gerçekleşmesi demektir[55]. Fidye ise orucun mali karşılığıdır. Ayetin siyakı gereğince zahir olan, bunun, oruç tutmaya ancak yoğun bir çaba ve meşakkatle (güçbela) güç yetirebil eni erin durumu olduğudur. Bunlar ise, orucun kendilerini uğraştırdığı (ça-balamaya ve meşakkate soktuğu) şeyhi fani'lerdir. Bu gibiler Ramazan ayında otuç tutmakla da, bu orucu başka günlerde kaza etmekle de mükellef değildirler. Aksine bunlar sadece fidye ödemekle yetinebilirler. Bu hüküm. el-Ayâşî Tefsirinde İmam Muhammed el-Bakırdan rivayetle zikredilmektedir. Şöyle diyor: «Şeyh-i fani, oruç tuttuğunda çetin bir susuzluğa duçar olan kimsedir». Bazıları bu ifadenin oruç tutmak ile yeyip fidye vermek arasında bir tedcih ruhsatına delalet ettiği görüşünü ileri sürmüş ve bunun da sonradan Allah Teala'nm «İçinizden kim, o aya yetişirse oruç tutsun» buyruğu ile neshe-' dildiğini iddia etmişlerdir. Fakat bu görüş, ayetlerdeki farzın ve ayetlerin siyakının birliğine delalet eden ayetlerin incelenmesi ile reddedilmiştir. Bu incelemede ise salim bir kafadan ve saf duyulardan başka bir şeye yer yoktur.
«Bununla beraber kim gönül rızasıyla bir iyilik yaparsa, bu kendisinin iyiliğinedir» :
Bu iyilikten maksat fidyeyi çokça vermektir, bazı rivayetlerde geçtiği gibi... En üstün ikram yiyecektir, fakat el-Mîzân Tefsirinin sahibi bunu oruç olarak tefsir etmiştir. Yani: «Bununla beraber kim gönül rızasıyla bir iyilik yapar (oruç tutar)sa» şeklinde yorumlamıştır. Bu sonuca da, «gönül rızasıyla» kelimesini Allah'ın rızasına yorarak ulaşmıştır. Ama aslında bu, zahire aykırıdır. Çünkü «gönül rızasıyla» kelimesi insanın zorunlu olmaksızın yaptığı fiile ilişkindir. Oysa zorunlulukta baskı söz-konusudur. Halbuki .müstehaphkta ancak genişlik ve hafiflik sözkonusu olabilir.
«Yine, bir bilseniz, oruç tutmanız sizin için çok daha iyidir» :
Bu ifadeden anlaşılan, hitabın, oruç tutmanın ve oruçları kaza etmenin kendilerini çaba ve meşakkate duçar ettiği kimselere yönelik olduğudur. Bundan dolayı bu kimselerin oruç tutmayıp fidye ödemeleri mubahtır. Ayet-i kerimenin bu bölümü, bu kimselerin her ne kadar oruç tutmayıp fidye ödemeleri caiz ise de her halükârda oruç tutmanın kendileri için daha iyi olduğunu bildirmektedir. «Bilirseniz» tabiri ile de, daha iyi olduğu belirtilen oruç tutmanın, müsbet ruhî ve amelî sonuçlarının olduğuna işaret edilmiştir. Ayrıca bu konuda geniş ayrıntılara yer veren uzun (mutavval) tefsirlerde ar anılabilecek çeşitli başka görüşler de vardır. [56]
«Ramazan ayı ki —insanlara yol gösterici, hidayeti ve doğru ile yanlışı birbirinden ayırdedip açıklayıcı olarak— Kur'an o ayda indirilmiştir» :
Bu ayet-i kerimede geçen Kur'an'm Ramazan ayında indirildiğine dair Kur'an'î tekid ile Duhân ve Kadr Surelerinde bunun Kadir gecesi olarak belirginleştiril-mesinde bu ayın yüceliğinin, Kur'an'm bu ay içerisinde inmesinden kaynaklandığına İşaret vardır. Fakat Kur'an-ı Kerim'in bu ayda inmesinin tahlilinde görüş ayrılıkları sözkonusudur. Ayetteki ifadeden maksadın ilk vahiy olduğunu zikredenler olduğu gibi, Kur'an-ı Kerim'in Bey-tü'1-Mamûr'dan Levh-i Mahfuz'a indirilmesi olduğunu sözkonusu edenler de vardır. Hatta bunu, (Kitap mefhumunu anyamadığımız kapalı anlamlara sokarak) Kur'an' m önce bir defada Peygamberimiz Muhammed'in (SAV) kalbine indirildiği daha sonra tedricen tekrar indirildiği sekimde düşünenler de olmuştur. Bu ihtilafların sebebi de, diğer ayet-i kerimelerin Kur'an'm tedricen indirildiğini nassa bağlamasının yanı sıra bu ayetin ve anılan diğer ayetlerin zahirinin Kur'an'm bir defada indirildiği anlamını vermesidir. Kur'an'm tedricen indirildiğini nes-heden ayetlere gelince:
«İnkâr edenler: «Kw'an Ona topluca (bir defada) indiril-meli değil miydi?'» dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerle ştirmek için böyle (parça parça) indirdik ve tane tane ayırarak ağır ağır okuduk»...
(Furkân: 32) _
«O Kur'anı insanlara ağır ağır okuman için (öyle) okunacak parçalara ayırdık ve onu azar azar indirdik»...
(İsrâ: 106)
Tabii burada bu iktilafın ayrı bir yönü, yani başka bir ihtilaf konusu daha vardır. Şöyle ki, Kur'an-ı Kerim' in ilk ayetlerinin indirilişi ile «bi'set-risalet-pcygamber-lik» aynı yer ve zamanda vaki olmuştur. Bi'setin ise Re-ceb ayının yirrniyedisinde gerçekleştiği ve o gün ilk olarak «İkra» Suresinin ilk ayetinin nazil olduğu bilinmektedir:
«Yaratan Rabbinin ismyile oku.»
Şimdi bu olayla ayet-i kerime arasında nasıl bir uygunluk bulunabilecektir?
Kur'an ayetlerinden açıkça anlaşılan, Kur'an-ı Ke-rinı'in Ramazan ayında indirilmiş olduğudur. Yine Kur' an-ı Kerinı'in Ramazan,ayında indirildiğini bildiren ayetlerle Kadir gecesi indirildiğini bildiren ayetler arasında ve ilaveten Kur'an'm ağır ağır veya tedricen indirildiğini bildiren ayetler arasında herhangi bir fark, bir ayrılık göremiyoruz. Kur'an-ı Kerim'i, ancak Allah'ın ilminde mevcut olan gizli kapalı anlamlara da yükleyenleyiz. Bütün bunları, Kur'an'ı duyulara dayalı maddî bir tefsirle yorumlamak istediğimizden değil, bazı müfessîrlerin tuttuğu bu yolda herhangi bir delil bulunmadığından ve ileri sürdükleri görüşlerin ve akıl yürütme çabalarının tartışılmaya elverişli olmamasından dolayı söylüyoruz. Ayrıca böyle bir tutumda büyük bir fayda da görmemekteyiz...
Bu tartışmalar ışığında Kur'an'm zahirî ifadesi bi' setin Receb ayında olduğunu veya ilk inen ayetlerin «İkra» Suresinin ilk ayetleri olduğunu tayin eden rivayetlere olan güvenimizi sarsmaktadır. Bu nedenle ayetlerde geçen «Kur'an'm İndirilmesinden maksadın ilk ayetlerin indiriîişine dair olması mümkündür; «Kur'an» kelimesi, Kur'an'dan az veya çok bir bölüm için, bir sure veya bir ayet ya da Kur'an-ı Kerinı'in tamamı için kullanılabilmektedir. Yine şunu da belirtelim ki, tefsir yönünden bu kadarhk bir inceleme ve bu tür bir yaklaşım yeterli sayılır. Çünkü "bundan fazlası, yani geri kalan bütün iddialar, hatırı sayılır bir faydası olmayan tahmin ve te'vil kabüindendirler.
«İnsanlara yol gösterici, hidayeti ve doğru ile yanlışı —birbirinden ayırdedip— açıklayıcı olarak...» :
Bu ifade, Kur'an-ı Kerim'in insan hayatındaki değerini ve önemini göstermektedir. O, Allah'ın rızasına tabi olanları kendisi ile selamet yollarına ulaştıran ve onları karanlıklardan aydınlıklara çıkaran bir hidayettir. O, insanlara eşyanın tabiatına ilişkin gerçekleri ve incelikleri açıklayan, bütün şüpheleri giderip hak ile bâtılı (gerçek ile yalanı) birbirinden ayıran gerçek delillerin Kitabıdır... Bu tefsirin başında Kur'an'm hidayet edici olmasının anlamının, kendisi ile hidayete ulaşmalı: isteyenler için, hidayetin temelerine ve müesseselerine sahip olması olduğunu açıklamıştık. Yoksa Kur'an ile hidayete ulaşmamış olanların bulunmasını tartışma konusu yapmanın yeri yoktur. Esas olan, Kur'an'm (doğru yolu bulup) hidayete ulaşmak isteyenleri buna ulaştırma gücü ve kabiliyetidir. Yoksa isteyen istemeyen herkesi fiilen hidayete ulaştırması sözkonusu değildir...
«.İçinizden kim o aya yetişirse (o ay) oruç tutsun. Kim de hasta olur ya da seferde bulunursa, (tutamadığı günler) sayısınca başka günlerde (tutsun)» :
Bu, geçen ayetten anladığımız hükmün te'kididir. Fakat ifade bu kez daha açıktır. Bu ayette geçen «o aya yetişmek - (ayette) şahid olmak» ibaresi, seferde olmaya karşılık (kendi beldesinde) hazır olmak anlamını kasdet-inektedir. Bu ayet hükmünce de hasta ya da seferde olanlar için Ramazan ayı dışında diğer günlerde otuç tutmak zorunluluğu vardır. Bunların Ramazan ayında otuç tutmaları gerekmez. Seferdeki insanın orucunun ruhsat mı azimet mi olduğu konusu incelenirken bu konuya ilişkin açıklamalar geçmişti...
«Allah slzin^için kolaylık ister, güçlük istemez» :
Bu,, hasta ya da seferde olan kimsenin Ramazan ayında tutamadığı orucu kaza etmesi hükmünün hikmetine ilişkin bir açıklamadır. Allahu Teala bu hüküm kanalıyla, yapıp ettiklerinde ve yapmayıp terkettiklerinde insanın işlerini kolaylık temeli üzere kurmak istemiştir. Çün-AUah Teala, Peygamberini, kolaylaştırıcı ve müsamahakâr bir kanun olan şeriatla göndermiştir. Daha önce de değindiğimiz gibi bazıları ayetin bu noktasından seferde oruç tutmamanın azimet değil ruhsat olduğu hükmünü çıkarmaya çalışmışlardır. Fakat bunların bu konuda delilleri yoktur. Çünkü bu durumda olanlar için kolaylık; oruç yükümlülüğünü düşürmek şeklinde olabilir.
«Sayıyı tamamlayasınız» .-'
Ramazan ayında kaçırmış olduğunuz oruçları tutarak, üzerinize sayılı günler (bir ay) olarak farz olan orucu tamamlayasınız...
«Sizi-—hidayet edip— doğru yola ulaştırdığından dolayı Allah'ı tekbir (ederek O'nun büyüklüğünü zjkr) edesiniz» :
Müfessirler bunu bayram namazını kılanların getirdikleri tekbirler olarak tefsir etmişlerdir. (Ayetteki emrin oruç tutanların hepsine hatta bütün Müslümanlara yönelik olduğu açıktır. Fakat bütün Müslümanlar —-örneğin kadınlar ve diğer mazeretliler— bayram namazı kılmakla mükelef değildirler. Yine bayram namazı kılmakla mükellef olunmayan haller de vardır, Cuma namazı konusunda olduğu gibi. Bundan dolayı ayetteki «tekbir» emri sırf bayram namazında alman tekbirler olarak değil, namaz ve teşbih yoluyla «Allah'ı tekbir (ederek O' nun büyüklüğünü zikr)etmek ve O'nu yüceltmek» olarak alınabilir. Çev.)
«... ve bundan dolayı şükredesiniz...» :
Yani Allah'ın size, kendisine itaat ederek doğruluğun yollarına ve O'nun rızasına ulaşma fırsatını verdiği, (ve bu yolda size kolaylık isteyip zorluk istemeyerek işlerinizi kolaylaştırdığı için- Çev.) din ve dünya işlerinize yarayacak hükümleri size nimet olarak bahşettiği için O'na şükredesiniz. Evet bütün bunlar şükre müstehak nimetlerdendir. İnsanın dünya ve ahiret saadetini gerçekleştiren bu nimetlerden daha üstün ne olabilir?... [57]
«Kullarım sana benden sorarlarsa (söyle) : Ben onlara yakınım. Dua eden, hana dua ettiğinde duasına (çağrısına) karşılık veririm. O halde onlar da benim çağrıma karşılık versinler ve bana (gereğince) inansınlar ki doğru yolu bulalar».
(Bakara: 186)
Bundan önce geçen ayetler, insanın oruç tutmak ile hedeflediği takvaya ve Allah'ın kendisine verdiği itaat, riayet ve kolaylaştırma nimetlerinden dolayı Allah'a şükretmesi gereğine ilişkindi ve bu ayetler insanın kalbini Allah'a açan bir hava ile dolu idi. Şüphesiz bu hava insanı Allah'a yaklaştıracak, bu yakınlaşma da insanın hayatta önem verdiği birçok işlerinde O'nun lütfunu, sevgisini ve rızasını kazanması için bir vesile olacaktır. Bütün bunlar ,insanin içinde Halık'ı mahlukatma bağlayan ilişkinin tabiatı hakkında derin bir soru oluşturur. İşte bu ayet-i kerime, kuvveti ve azameti kullarına olan rahmetinden (merhametinden) hareket eden uluhiyete ilişkin bir takrirdir. Kuvveti ve azameti kullarına olan rahmet ve merhametinden hareket eden o uluhiyet, kullarının hayatlarının' çeşitli alanlarındaki bütün emellerine, projelerine, acılarına ve çatışmalarına yakındır. Vasıtasız ve şefaatçisiz olarak onların dualarını ve yakarışlarını dinler, yalvarış ve yakarışlarına karşılık verir. Çünkü kulların duaları sevgi, rahmet, af ve mağfiret için kalpten çıkıp doğrudan doğruya göğe yükselen kelimelerdir.
Bu ayet-i kerime, Allah'ın kullarına bir çağrısıdır. Allah, kullarını çağrısına karşılık vermeye ve dua etmeye çağırmaktadır. Çünkü bu duada ve çağrıya karşılık: vermede bütün kötülük ve darlıklardan kurtuluş vardır. İnsan bu ilişki içerisinde ihtiyacını ancak Allah'ın giderebileceğini, bu nedenle O'ndan başkasına kulluk etmemek durumunda olduğunu hisseder. Her darlığın çözümünün Allah'tan olduğunun, her kötülükten O'nunla kurtulacağının, dünya ve ahiretin —O'ndan başkasının değil— O'nun olduğunun, O'nun hayatın ve ölümün sahibi olduğunun bütün işlerin anahtarlarının O'nun elinde olduğunun şuuruna varır. Güvenlik ve istikrar şuurunun yolu da budur. Çünkü insan bu ilişki içerisinde darlığının ne kadar şiddetli olursa olsun her şeye gücü yeten, Kadir olan Allah'ın rahmeti içerisinde çözümlenebileceğini hisseder.
Ayet-i kerime aynı zamanda imana daveti de içermektedir. Yani bu ayet-i kerime bir imana çağrıdır aynı zamanda. Allah'a inanmak, insanın iman etmek için fazlaca düşünmeye,, incelemelere ve anlamlara dalmaya ihtiyaç duymayacağı açık bir gerçektir. Çünkü insan hayat işlerinden her işte ve varlık görünümlerinden her görünümünde O'nunla beraber yaşamaktadır. Dua ve imanın her ikisinde birden olgunlaşmaya, doğruya ulaşmaya ve Allah'a doğru ebedi bir yaklaşma vardır...
Bütün bunlardan sonra dua, insanın önem verdiği dünya ve ahiret işlerinin tümünde içinin derinliklerini, Allah'ın varlığını, hazır ve nazır oluşunu hissettirerek kıpırdatıp, sarsıp sallayan bir ibadettir. Dua, kelimelerin ve şekillerin insanın dışında belirlenip üzerine yüklenmediği bir ibadettir. O, insanın kendi duygularının, düşüncelerinin ,ihtiyaçlarının, acılarının, emellerinin ve kendi kelimelerinin affı ve sevgiyi arayan bir üslupla ortaya dökülmesidir. O, insanı Allah'tan koparan bütün ayırıp alıkoyucuları ortadan kaldıran ve insanın derinliklerinden kaynaklanıp doğrudan doğruya Rabbine uzanan sım-sıcak bir kendiliğinden ve doğrudan ilişkidir. Bu ilişki ancak kul-Rab veya mahluk-Hâhk ilişkisi ile temsil olunabilir. Bu ilişki ortamı, insanın mutlak olana açılma hissini yaşadığı bir ortamdır. İşte sadet, bütün saadet budur. Ruhun nura, sıcaklığa ve hayata boğulduğu erdem de bu-nunladır.
Dua, her işini kendiliğinden bir sevgi hissi içerisinde-Allah'in huzurunda yaptığı şuuruyla hareket eden ve bu şuurla yaşayan insanın ibadetidir. Bunun mahiyetini de ancak Allah'ın ihlaslı kulları kavrayabilir... [58]
«Size oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak helal kılındı. Onlar sizin İçin bir örtüdür, siz de onlar için bir örtüsünüz. Allah sizin kendinize yazık etmekte olduğunuzu bildi ve tövbenizi kabul edip sizi affetti. Artık şimdi onlara yaklaşın ve AlahVın sizin için yazmış olduğunu arayın. Fecrin- (şafağın) beyaz ipliği (gecenin) siyah ipliğinden ayırdedilinceye kadar yiyin için. Sonra gece (akşam) oluncaya kadar orucu tamamlayın. Mescitlet-âe ibadete çekilmiş iken kadınlarınıza yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın (yasak) sınırlarıdır; bunlara yaklaşmayın. AllaJı insanlara ayetlerini böyle açıklar ki, sakınıp korunsunlar».
(Bakara: 187)
Bu ayette oruç tutanlara cinsel, ilişkinin yasak olduğu vakitler sınırlandırılmaktadır. Bazı hadis ve haberlerde varid olduğu üzere bu ilişki, ilk dönem Müslümanla-rina Ramazan ayında gece gündüz yasaklanmıştı. Bu yasaklama kendilerine ağır geliyordu ve hatta bazı gençler gece gizlice böyle bir ilişkiye giriyor ve bunu saklıyorlardı. Bundan dolayı da içlerinde kendilerine yazık etmenin ve hiyanetin alçaltıcılığmı hissediyorlardı. İşte bu ayet-i kerimedeki helal kılma hükmü, üzerlerinden hali hazırdaki bu yükü kaldırmak ve tövbelerini kabul ederek, bundan önce yapmış oldukları günahları affetmek için indirilmiştir. Hatta ayet-i kerimede bu ilişkiye teşvik de söz konusudur. Bunun amacı da oruç tutanların içlerini —kendilerini baskı altına alan ve orucun takva üzere eğitim yolundaki ruhaniyetinden ve amelî üslubundan alıkoyan— bütün şehevî unsurlardan boşaltıp temizlemeleridir. Çünkü Allah Teala, takvanın insan hayatında onun beşerî tabiatını ve konumunu değiştirecek ve kendisine nefes alma ve bu tabiat ve konum yönünde açılma fırsatını vermeyecek baskılar ve zorlamalarla yürümesini istemekte; aksine bunun, Allah'ın helal kıldığı bazı şehvetlere açılmak suretiyle, haram kılınıp yasaklanmış olan diğer bazı şehvetlere kapanmak merkezli bir irade temeli üzerinde yürümesini istemektedir. Böylece yasaklar çizgisine bağlılık, hayatın gereği olarak bulunduğu davranışlarda insanın tabiatına yakın olmaktadır.
Bu açıklamalar ışığında (yalnızca) gündüz oruç tutmak pratik ve gerçekçi bir usuldür. Çünkü oruç ancak böylece insanın çeşitli ihtiyaçlarını tamamen dondurmamış, ona geceleyin her türlü ihtiyacını tatmin etme imkanı vermiş olur.
Ayetin «Onlar sizin için bir örtü, siz de onlar için bir örtüsünüz» cümlesi ise kadın ile erkeği birbirine bağlayan ilişkinin güçlülüğüne işaret etmektedir. Bu ilişkinin güçlülüğü de bu iki cinsten birinin diğeri yönünde duyduğu cinsel ihtiyacın tatmininden kaçınmasını ve karşı cinsten uzak durmasını güçleştirmekte ve bu yönde sar-fedilebilecek sabrı azaltmaktadır. Ayet-i kerimede cinsel ilişki «refcb» kelimesi ile kinaye yoluyla ifade edilmiştir. «Keşşâf»ta da bu nokta böylece işlenmektedir. Yine bu yasağın yatsı namazından sonrasına özgü olduğu ve bu yasağın yemek ve içmek için de geçerli olduğu yolunda haberler varid olmuştur. Bundan dolayı bu ayet-i kerime fecir (şafak) doğuncaya kadar yeyip içme ruhsatını da hükme bağlamıştır.
«Allah'ın sizin için yazmış olduğunu arayın...» :
Bundan maksadın «çocuk» olduğu açıktır. Çünkü şehevî arzuyu tatminin yanısıra, çoğunlukla cinsel ilişkinin amacının çocuk edinmek olduğu kabul edilmiştir. Burada neslin çoğaltılmasını teşvik de sözkonusudur.
«Beyaz iplik» ;
Fecrin ilk görünümü olan ve ufku yararak boylu boyuna uzanan beyaz aydınlık çizgidir. Sonra gitgide genişler.
«Siyah iplik» :
Fecrin beyaz aydınlık çizgisiyle birlikte boylu boyunca uzanan ve gecenin karanlığının _uzantısı olan siyah karanlık çizgidir. «el-Keşşâf»ta da böyle geçmektedir.
«Sonra gece (akşam) oluncaya kadar orucu tamamlayın» ;
Bu cümle orucun bitiş vaktini belirlemekte ve onun geceyi kapsamadığını bildirmektedir.
«Mescitlerde ibadete çekilmiş iken kadınlarınıza yaklaşmayın.» :
Bu, oruç tutulan Ramazan günlerinin gecelerinde kadınlara yaklaşma ve ilişki serbestisinin bir İstisnasıdır. Çünkü ister Ramazan ayında olsun ister diğer zamanlarda olsun mescitlerde ibadete çekilmiş (itikâfa girmiş) insanın böyle bir şey yapması caiz değildir. İtikâf, insanın kendini ibadet için mescide kapattığı ve bir zaruret olmaksızın çıkmadığı Özel bir ibadettir. Oruç tutmak ve (en az) üç gün ara vermeksizin devam etmek bu İbadetin şartların-dandır. Diğer hükümlerine gelince bunlara fıkıh kitaplarında gereğince ve yeterince yer verilmiştir.
«Bunlar Allah'ın (yasak) sınırlarıdır; bunlara yaklaşmayın... Allah insanlara ayetlerini böyle açıklar ki sakınıp korunsunlar...» :
Bu ayet-i kerimede, yukarıda yasaklanan şeylerin Allah'ın sınırları olduğuna bundan dolayı insanın bu sınırların yanında durmaması ,aykırı davranarak bunlara yaklaşmaması gerektiğine işaret edilmiştir. Allah'ın sınırlarından maksat, helal kıldıklarıyla ve yasakladıklarımla bütün koyduğu hükümler de olabilir. O zaman ayet-i kerime düşmemek için helal ile haram arasındaki ayırıcı engelin önünde durmayı kinaye etmiş olacaktır. Rivayet edilen bazı hadislerde ve haberlerde geçtiği gibi: «Yasaklar Allah'ın sınırlarıdır; sınırın yakınında dolaşan (başkasının bahçesinin kenarında hayvan otlatan çobanın koyunları gibi) her an içine girebilir»... Burada anlatılmak istenen gayet açıktır.
Allah'ın İnsanların aşmasını ve çiğnemesini istemediği sınırların neler olduğunu ve Allah'ın, iradesini nasıl uygulayıp yerine getireceğini iyice kavramaya çalışması insan için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Çünkü bu kavrayış onu, bütün özel ve genel hayatında O'na bağlanmaya, sıkı sıkıya sarılmaya ve şahsiyetini kendisine takva sıfatını veren şer'î temeller üzerine kurmaya götürecektir. Bizim İslamî şahsiyeti gerçekleştirmek yolunda yönelim ve eğitim alanlarında yakalamamız gereken unsur da budur. Yine insanın küçük büyük bütün hayat meselelerinde bunları bilgi ve uygulama olarak pekiştirmesi gerekmektedir. Çünkü genel kavramlara aşinalıkla yetinmek insanı kör bir karanlığa gömerek onu hak ile batıl ve İslam ile küfür arasındaki ayırıcı sınırların idrakinden uzaklaştırır. [59]
«Aranızda mallarınızı batıl (sebeplerle-haksızlık) ile yemeyin; mallarınızı, insanların mallarından bir kısmını zulmederek (haksızlıkla) yemek için hakiınler(in ö'nün)e atmayın».
(Bakara: 188)
Bu, Müslümanların toplumsal hayatlarını düzenlemek yolunda koyulmuş olan İslamî hükümlere eklenmiş yeni bir hükümdür. Ancak bu hüküm Müslümanların ara-larmdak imalı ilişkilerle ilgili bir' hükümdür.
İslam, ferdî mülkiyeti karara bağlamış ve her ferdin ancak Allah'ın kendisi için yaratıp kendisine vermiş olduğu pay üzerinden mülkiyet sahibi olduğunu kabul etmiştir. Bunun yanında onun için mülkiyet edinme ve sahip olma yollarını da özel şer'i yollarla düzenlemiştir, İnsanın bu mülkiyeti ve sahip olmayı bazı sebepler aracılığı ile gerçekleştirmesini helal, diğer bazı sebepler aracılığı ile gerçekleştirmesini haram kılmıştır. Bu bağlamda şeriatın ikrar etmediği bütün sebepleri, herhangi bir mülkiyet gerçekleştirmeyen ve herhangi bir tasarruf yetkisi bağışlamayan batıl (haksız-hak dışı-zalimce) sebepler olarak kabul etmiştir. Bu nedenle insanı, ne zor şartlar ve hangi ağır yükler altında olursa olsun bütün batıl ilişkilerden nıenetmiş, bu tür ilişkileri her halükârda yasaklamıştır.
Bu durum ayet-i kerimede «yemek» tabiri ile kinaye edilmiştir. Bunun nedeni, yemenin insanın varlığını sürdürmesi ve hayatını koruması yolundaki tabii ihtiyaçların başında gelmesidir. (Aynı nedenle bu tabir Türkçe' de de geçmektedir. Çev.).
«Birbirinizin malını» yerine, ayette «mallarınızı» tabirinin geçmesinde, malın topluma (İslam Ümmetine) ait olduğuna fakat Allah'ın bu toplumun fertlerinden her birine bu maldan özel bir pay verdiğine işaret vardır. Her ferdin kendi özel hissesi üzerinde diğerlerinin maslahatlarına karşı bir kötülük yapmamak suretiyle tasarruf yetkisi söz konusudur yalnızca. Özel mülkiyet ile toplumsal mülkiyet (ümmetin mülkiyeti )arasmdaki bu ilişki ise, her iki mülkiyet türünün foir diğerinin alanına olumsuz etkiler bırakacak surette tecavüz etmemesi gereği çerçevesinde bir rol ve fonksiyonu bulunduğuna işaret etmektedir.
Bu alanda bize düşen, bütün malî ilişkilerimizi Allah'ın serbest bıraktıklarıyla ve yasakla diki arıyla, hak ile batılı birbirinden ayıran şer'i yapı ile karşılaştırıp bu yapıya uygun bir surete sokmamızdır. Çünkü Müslüman, Allah'ın hükmünden uzak alanlarda hareket eden çeşitli batıl akımlara kapılmamak, zulmü ve zalimi ortadan kaldırmak yolunda zulme bulaşmayıp, İslam şeriati ile temsil olunan adalet konumundan hareket etmekle yükümlüdür.
Bu ayet-i kerime, mallara ilişkin bu sınırların uygulanması sırasında ortaya çıkan zalimce bir davranışa daha karşı çıkmaktadır. Bu davranış, insanların, mallarını batıl üzere kendi lehlerine hüküm .vermeleri için zalim hakimlere rüşvet olarak vermeleridir. Kur'an-ı Kerim bu durum karşısında insanları uyarmakta ve diğer insanların mallarından bir kısmını gayrı şer'î yollarla yemek için mallarını hakimlere vermemelerini emretmektedir. Bu ayet-i kerimede dolaylı yoldan hakimlerin dikkatini çeken bir husus da vardır. Bu da hakimlerin kendilerine bu şekilde uzatılan malları yememeleri yani, rüşvet almamalarıdır. Bu konuda Rasuluîlah'm (SAV) «rüşvet vereni de, alanı da, rüşvet konusunda aracılık edeni de lanetlediğini» bildiren pek çok hadis rivayet edilmiştir. Hatta bu hadislerin bazısında rüşvetin yüce Allah'a küfür, bazısında da şirk koşmak olduğu kaydedilmiştir.
Bu ayet-i kerimenin işaret ederek kapsadığı önemli bir husus daha vardır: Bu da insanların (şer'i bir hakka dayanmayan) batıl davaları savunması için avukat vekil etmeleri, zulmetmekten uzak ya da mazlum insanlar aleyhine kendilerine şeriatten bir çıkış yolu bulsunlar dîye avukatlara para vermeleri konusudur. Allah'ın haram kıldığı bazı şeyleri helal kılan medenî mahkemelere müracaat edenlerin durumu da bü kapsamdadır. Genellikle miras davalarında böyle bîr tutum izleyenler, Allah'ın şeriatinde kadınlar * erkeğin yarısı kadar pay alabildikleri için kadın ve erkeğe eşit pay veren medenî mahkemelere müracaat edenlerdir. Bütün bunlar bir yandan «mallan batıl (haksızlık) ile yemek, diğer yandan dolaylı da olsa malları hakimlere peşkeş çekmektir. Bu durumun avukatlara ilişkin tarafı ise,böyle bir durumda müvekkillerin kendilerine ücret Ödemeleri haram olması gibi avukatların alacakları. ücretin de haram, olduğudur. Çünkü bu, batıl ile batıldır. [60]
«Sana aylardan (hilallerden) soruyorlar. De ki: «Onlar, insanlar ve hac için vakit ölçüleridir». İyilik, evlere arka(taraj) lannâan girmek değildir. Asıl iyilik, Allah'tan kork(up Onun azabından sakın) anların iyiliğidir. Evlere kapılarından girin ve
Allah'tan korkun ki kurtuluşa eresiniz».
(Bakara: 189)
Bu ayette İslam'ın terbiye (eğitim ve yetiştirme) üsluplarından yeni bir üslupla karşı karşıyayız. Bu, insanların arzettikleri, kafalarında düşündükleri ve Öğrenmeye çalıştıkları meseleleri sorularla ifade ederek bu soruları cevaplama üslubudur. Allah Teala Peygamberden, insanların arzettikleri bütün meselelere ve sordukları bütün sorulara Önem vermesini istemiştir. Çünkü kendisine soru sormasalar da onlara bilgi yermesi, soru sorduklarında ise —tabiatıyla— : cevaplaması insanların Peygamber üzerindeki haklarındandır. Çünkü Allah O'nu, insanları (kötülüklerden temizleyip) arındırması, onlara Kitabı ve hikmeti Öğretmesi ve bilginin kapısını ardına kadar açması için göndermiştir.
Ayet-i kerimede sorulan sorunun mahiyeti hakkında görüş ayrılıkları vardır. Müfessirlerin çoğunluğu bu sorunun mahiyetinin ayın değişik halleri (evreleri) hakkında olduğu görüşünü seçmişlerdir. Çünkü ay küçük (ince) olarak çıkmakta, sonra büyümekte ve ardından tekrar küçülmekte (eski halini) almaktadır. İşte insanlar her insanın dikkatini çeken bu değişiklikteki sırrı anlamak istemişlerdir. Fakat Kur'an-ı Kerim'in cevabı soruya eşlik etmemiş, aksine başka bir yöne yönelmiştir. Cevapta bu değişikliğin faydalarından, bunun insanlara vakitlerini belirlediğinden ve özellikle de özel bir zaman olan hac konusunda vakit belirlemeye ilişkin olduğundan bahsedilmiştir. İnsanlarca önemli sayıldığından konuya özellikle bu yönde bir ağırlık vermiştir. Bunun yorumu üzerine, ayları soran insanların bir yandan astronomik bilgilerinin yetersizliği diğer yandan bu tür takvim tespit uğraşlarına hayatlarında yer vermemelerinden dolayı ayet-i kerimede konunun bu yönüyle ele alındığı ve hayattaki fayda ve hikmetlerinden bahsedildiği birçok mü-fessir tarafından ifade edilmiştir. Yine ayette geçen bu cevabın, kamerî takvimin şemsî takvimden değişik olmasından dolayı bu yöne intikal ettiği de nakledilmiştir. Çünkü kamerî takvim sadece aya bakıp durumu değerlendirmeye ihtiyaç gösterip bundan başka bir şey istememektedir. Halbuki şemsî takvim salt hesaba dayalıdır ve hu hesabı da hesap ehlinden başkası bilemez...
Bazı kimseler, bu görüşlere yönlendiren ve irşad eden zâtın her sorulan soruya cevap vermemesi gerektiğini, çünkü insanların bilmezlikle sordukları soruların bazısının yüksek bir düzeyde insanların hayatına ilişkin önemli sorular olmayacağını, bundan dolayı onları önemli meselelere, istifade edebilmeleri için sormaları gereken sorulara yöneltmesinin lazım geldiğini de eklemişlerdir.
Aynı yaklaşımla, «İyilik, evlere arka(taraf)lanndan girmek değildir. Asıl iyilik Allah'tan kork(up azabından sakınganların iyiliğidir. Evlere kapılarından girin ve Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz.» cümlesinin tefsirinde de, bu ifadenin, insanları meselelere geri planda kalan yönlerden değil esas giriş noktalarından yaklaşmaya çağrı olduğunu ev ve kapı misalinin de bundan kinaye olduğunu zikretmişlerdir. Bu müfessirler anılan yorumlarında şu rivayetten hareket etmişlerdir:
Muaz bin Cebel ve Sâlabe bin Ganem el-Ensari: Ya Ra-suluttah... Bu hilale ne oluyor?.. Önce ip gibi ince olarak çıkıyor, sonra artarak dolup belirleniyor, sonra yine çıktığı hale âönünceye kadar 'inceliyor. Devamlı bit halet üzere durmuyor?., demişlerdir. Bunun üzerine bu ayet-i Kerime indirildi...»
Aralarında Tefsirü'l Mizanın sahibinin de bulunduğu bazı müfessirler ise ayete konu olan sorunun ayın mahiyeti ve şeklinin değişmesine ilişkin olmadığı yoluna gitmişlerdir. Bu müfessirlere göre: Eğer soru aya ve şeklinin gösterdiği değişikliklere ilişkin olsaydı, ayette «Sana hilaller hakkında soruyorlar» yerine «Sana kamer hakkında soruyorlar» ibaresinin geçmesi daha münasip olurdu. Yine şayet soru hilalin hakikatine ve özel şekline ilişkin olsaydı, «Sana hilal hakkında soruyorlar» diye geçmesi daha münasip olurdu ve o zaman çoğul kip ile «hilaller» denmesinde bir maksat olmazdı. Burada «hilaller» diye çoğul kipinin kullanılmış olmasında, ayete konu olan sorunun ayın her çıkışında hilal şeklinde çıkmasının ve bu hilal şeklindeki çıkışlarıyla kameri ayları çizmesinin sebep ve faydası hakkında olduğuna delalet vardır. Bunun için de. «hilaller» olarak tabir edilmiştir. Çünkü kamerî ayların takvimini gerçekleştiren bu hilallerdir. Bundan dolayı da fayda yaklaşımı ile cevap verilmiştir[61].
Bununla ilgili yorumumuza gelince: Biz el-Mizân'm sahibi ile aynı görüşte değiliz. Çünkü kamer veya hilal hakkında' sorulacak soru tarzına uygun olmadığı iddiasıyla «hilaller» tabirinin çoğul kipi ile gelmiş olmasına dayanmaktadır. Biz ise böyle çoğul kipinde bir tabirin kullanılması için zaman içerisinde aynı olayın hep tekrar etmesinin yeterli olduğu görüşündeyiz. Çünkü dikkatleri çeken ,ayın ve kendisine ilişkin şekil değişikliklerinin devamlı bir şekilde tekrar tekrar ortaya çıkmasıdır. Bunun için de bu olaya ilişkin soru cümlesi bu tekrarları yansıtacak şekilde çoğul kipiyle yani «hilaller» olarak gelmiştir. Sorunun ayın görünümlerine ilişkin olması, hakikatine ya da mahiyetine ilişkin olmaması da bu durumu tekid etmektedir. Biz bu konuda kendisinin eleştirdiği diğer müfessirlerin görüşlerine daha yakınız. Çünkü soru şekli için münasip olan da, ayetin düşünceyi ilk anda saran anlamı da budur. Ayların birbirinden ayrılması ve Receb... Şaban diye çeşitlenip ardarda gelmesi, zorlu bir zihinsel durum olarak insanların dikkatini çekmemiştir. Çünkü bunlar hayattaki daimi ve alışılagelmiş bilinen değişkenlerdendir. Asıl dikkatleri çeken —rivayette de geçtiği üzere— ayın haletlerinin (evrelerinin) değişiklik göstermesidir... Cevabın niçin böyle şeyler üzerine verildiğine gelince; ayet-i kerime insanlara asıl önem verip ilgilenmeleri gereken şeyleri göstermek istemiştir. Vakitlerini Allah'ın kendileri için istediği şekilde düzenlemeleri, O'nun doğru yolunda düzenli merkezli bir suretle yürüyerek kendilerini Allah'ın yaratmış olduğu kevnî (evrensel) düzenlemeye uyarlamaları gibi... Ayetlerinin mutlak gerçeklerini ise ancak Allah bilir... [62]
«İyilik, evlere arka(taraf)lar.ından girmek değVdir. Asıl iyilik, Allah'tan kork(up Onun azabından sakınganların iyiliğidir. Evlere kapılarından girin ve Allah'tan korkun ki kurtuluşa ere-siniz»'
Bu ayet-i kerimenin esbab-ı nüzulü- üzerine es-Su-yutî «ed-Dümil Menşûr»unda bir rivayet naklederek şöyle diyor: «Cahiliye devrinde ibrama girdiklerinde Beyt'e arka(taraîm)dan giriyorlardı: Bunun üzerine Allah Tea-la bu ayeti indirdi» el-Keşşâf Tefsirinde varid olduğu üzere ise; Ensardan ,bir grup, ibrama girdiklerinde bunlardan hiçbiri herhangi bir avluya, eve ya da kulübeye kapılarından girmezlerdi. Şehirde veya köylerde kerpiç (topraktan mamul tuğla) evlerde oturanlar ya evlerinin arka tarafından bir delik delip oradan girer çıkarlardı ya da bir merdiven dayayıp yukarı çıkarak üstten evlerinin içine inerlerdi. Çadırlarda yaşayan Bedeviler ise çadırın arka tarafından girip çıkarlardı. Bunun üzerine indirilen bu ayet-i kerime ile onlara: «İyilik ,evlere kapılarından girmemekle kendinize eziyet etmeniz değildir. Asıl iyilik Allah'tan korkup O'nun yasaklarından sakınanların iyiliğidir.» denildi.
Ayetin bu bağlamda indiğini, rivayetlerin hakkını teslim ederek kabul etmeye herhangi bir mani göremiyoruz. Fakat sebeb-i nüzul, ayetin anlamını indiği olay ile smırlayamaz. Ancak genel yaklaşımda bir hareket noktası olabilir. Bundan dolayı bu ayetten şu düşünceyi çıkarabiliriz:
Hayatını iyinin ve iyiliğin yolunda yaşamak isteyen insan takvaya esas olan mühim ve temel meselelere bakmalıdır. Takva da insanı-Allah'ın emirlerine bağlanmaya, yasaklarından kaçınmaya ve O'nun sınırlarına tecavüz edilecek olduğunda durup sınırlara kesinlikle yaklaşmamaya götürür. Gerçek budur... Yoksa ihram halinde iken evlere arka taraflarından girmek gibi kendi kendinizi bağladığınız bu sınırlamadan vazgeçebilirsiniz. Kendinizin koymu solduğu bu sınırı aşıp bu yasağı çiğneyebilirsiniz. Çünkü bu size Allah'ın farz kıldığı bir iş değildir. Allah' m size yasakladiylarıyla ve farz kıldıklarıyla takvaya bağlanıp sımsıkı sarıldıktan sonra herhangi bir korku veya günah hissi duymadan evlere kapılarından girebilirsiniz.
Ancak ayet üzerinde iyice düşünmek bizi —bizce sabit olmayan— bu rivayetleri aşmaya götürmektedir. Çünkü «Evlere kapılarından girin» meselesinde zahir olan, bu sözün «evlere kapılarından girmeye» bir ruhsat konumunda varid olmadığıdır. Aksine bu söz, insanın hayatındaki bütün işlerde, sorduğu sorularda, söylediği sözlerde, yaptığı işlerde, ulaşmaya çalıştığı hedeflerde üzerinde yürüyeceği genel çizgiyi belirlemek konumunda varid olmuştur. Böylece ayet-i kerimenin ifade ettiği şey, insanın amelî (pratik) konumunun .kaynaklanıp —Allah' m iradesi üzere1— hareket etmesi gerektiği yerden hareket etmesini tekid olmaktadır. Çünkü Allah Teala hayattaki her şeye bir kapı (bir giriş) koymuştur, oradan girilir. Her gayeye (amaca) onun tabiatı ve gerçekleri ile bağdaşan belirli bir vesile (araç) koymuştur, onunla ulaşılır. Yine her düşüncenin bir ortamı (hevası-atmosferi) vardır, onun içerisinde hareket eder. Her hareketin bir kumandası vardır, onun marifetiyle hareket eder... Bu nedenle «evlere kapılarından girmek», takva çizgisi ile çakışmaktadır. Tıpkı «evlere arka taraflarımdan girme»nin, şer'ı olmayan noktalardan hareket etmekten kinaye olarak takva çizgisinden uzak olması gibi. Çünkü iyiliğin varlığı da yokluğu da buna göre, yani şer'î çizgiye göredir. ..
El-Berkî'nin «Kitabül Mehasin»inde İmam Ebu Cafer -Muhammed el-Bakır'dan (AS) «Evlere kollarından
girin» ayeti hakkında rivayet edilmiş olan şu söz de bu anlamı desteklemektedir: «Yani, İşlere önünden (başından zahirinden) girişmek; hangi iş olursa olsun». Tabii ki bu yaklaşımlar ve ulaştırdığı anılan tabirler düşünce ve uygulama esasına dayalıdır, tefsir tekniğine değil. Bununla beraber bu yaklaşım genel Kur'an'î içeriğe daha yakın kabul edilebilir. Davetin herhangi'bir alanında hareket etmeye kalktığımızda amelî hayata esas almamız gereken yaklaşım da budur. Yani ,bu yaklaşımla ve bizi fikrî ve amelî (pratiğe ilişkin) gerçeklerin, kişiliğin ve durumun tabiatına ortak olan etkenlerin incelenmesi kanalıyla gayeye götürecek ve asıl istenilene ulaştıracak üslupla hareket etmek durumundayız. Diğer bir deyişle, herhangi bir kültürel, siyasal, sosyal ya da askerî hareket içerisinde çalışmak durumunda olduğumuzda, meselelere kapılarından girip sonra o kapı marifetiyle çeşitli alanlarına nüfuz etmemiz gerekmektedir. Böylesi, başarıya daha elverişli ve her türlü başarısızlıklardan ve olumsuzluklardan daha uzaktır. Bu hayatî ve gerçekçi yaklaşım, düşünceden tutun araca, yönteme, liderliğe, hareketin başladığı ve icra edildiği alanın tabiatına, hareketi çevreleyen pratik şartlara, hareketin arkasına gizlendiği ar-kaplanlara varıncaya kadar her konu ve her husus için kaçınılmaz bir geçerliğe sahiptir.
İşte bizi her planın ve hareketin hesabını Allah'ın rızası esası üzerine yapmaya götüren takvanın yolu da, dünya ve ahiret kurtuluşunun yolu da budur... [63]
Bisittilîahirrahntanirrahiin
«Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın. Çünkü Allah, haksız yere saldıranları sevmez. Onları nerede yakalarsanız öldürün! Onların sizi çıkardıkları yerden sîz de onları çıkarın! Fitne (insanları Allah'ın doğru yolundan saptırmak), adam öldürmekten dalla kötüdür. Onlar sizinle savaşmadıkça onlarla Mescid-i Harattı'da savaşmayın. Fakat onlar sizinle (orada) savaşırlarsa, onları hemen (orada) öldürün, Kafirlerin cezası budur... Şayet onlar (küfürden veya sizinle savaşmaktan) vazgeçerlerse, şüphesiz Allah bağışlayan (Gafur) ve esirgeyen (Rahîm)dir. Fitne (insanları Allah'ın yolundan saptırma) olmasın ve din yalnız Allah'ın olsun diye onlarla savaşın. Eğer (küfürden veya sizinle savaşmaktan) vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur...»
(Bakara: 190-193)
Kur'an-ı Kerim bu ayet-i kerimelerde İslam'daki savaş hükmünün ilk aşamalarını işliyor ve bu hükmün İslam'ın ilk dönemlerinde dayandığı düşünceyi önümüze koyuyor. Müslümanlara karşı savaşa ve saldırıya başlayan taraf Kureyş olmuştu. Müslümanlar da tabii olarak bu saldırganların karşısında eli kolu bağlı olarak barışa, sevgiye, af ve bağışlamaya çağıramazdı. Çünkü bu yüksek ruhî ve ahlâkî kavramları, heva ve heveslerine uyarak tamahlarına, şehevî arzularına ve nefislerinin karanlığına boğulmuş, bu karanlık içerisinde kılıç sallayan saldırganlar anlamazlar. Bu nedenle onlarla iyi anladıkları dilden konuşmak kaçınılmazdır. Çünkü onlar kuvveti,. baskının ve hatta hakkın esası olarak kabul eden bir konumdadırlar. İslam da konumun tabiatına gerçeklik açısından bakan pratikçi bir. sistemdir. Bundan dolayı bu ayet-i kerimeler ile Müslümanlara kendileri ile savaşanlarla Allah yolunda savaşma iznini vermiştir. Fakat kendilerine, insanın iç durumuna hükmeden ruhî haletlere bağlı olarak bazen zayıflayıp bazen kuvvetlenen, kişisel dürtülere uyan şahsî intikam konumundan hareket etme izni vermemiştir .Aksine savaş çizgisini ancak Allah'ın yolu üzerinde izlemelerine izin vermiştir. Çünkü kendilerine karşı savaşanlar, insanları Allah'tan ve O'nun yolundan uzaklaştırmak ve O'rıa inanıp itaat edenlere karşı cephe almak esası üzere çalışmaktadırlar.
Yine Allah Teala Müslümanlardan haksız yere saldırmamalarını, aksine.hakkı ve hak taraftarlarını savunma ruhu içersinde karşı koymalarını istemiştir ki İslam bir alternatif güç olsun. Çünkü İslam'ın gücü hayatın devamı açısından bir tehlike ifade etmez. Aksine İslam bunun aksi bir konumdadır ve hayatı kurup yüceltmek yolundaki iyi projelere ve iyi çalışmalara eğilimli iyilikçi varlığını korumakla başlayarak insanın asil değerlerine yönelik tehlikeleri bertaraf etmeye çalışır.
Saldırıya ve savaşa ilk başlayanlar kafirlerdir. Bunun için amellerinin ve saldırganlıklarının sonuçlarına katlanacaklardır. Müslümanlar da bu azgın gücü yerle bir etmek ve hak konumundaki alternatif gücü oluşturmak yönünde harekete geçeceklerdir. Onları buldukları yerde yakalayacaklardır. Çünkü 'onları alçaltmanm, zayıflatmanın ve üstlerinde hakimiyet kurmanın yolu budur. Bunun için onlarla karşı karşıya geldikleri her alan şer'î bir harp alanıdır. Artık onlar için hiçbir yerde güven ve hiçbir sığmakta kurtuluş yoktur. Böylece nerede olurlarsa olsunlar kendilerine güvenlik hissini duymaya fırsat vermeyecek daimi bir korkuyu yaşayacaklardır. Bu, misliyle mukabele kanunudur. Onları kendilerini çıkarmış oldukları yerlerden de çıkaracaklardır. Çünkü onlar daha önce, Müslümanlara baskı uygulayıp onları Mekke'den uzaklaştırmışlardı. Bu yüzden Müslümanlar çeşitli hicretlerle yeryüzünün birbirinden uzak değişik bölgelerine dağılmışlardı. Şimdi de Müslümanların onlara daha Önce kendilerine yapmış olduklarını yapma hakları vardır. Ayrıca onların esas meseleleri Müslümanlarla savaşmak ve onları ülkelerinden çıkarmak değildi. Asıl meseleleri, tehditten işkenceye, muhasara (ambargo) d an ülkeden uzaklaştırmaya varıncaya kadar, ellerinden gelen bütün dayanılmaz baskıları uygulayarak bu baskılar altında Müslümanları dinlerinden uzaklaştırıp saptırmak idi. [64]
İslam'ın nazarında insanları dinden saptırmak adam öldürmekten daha kötüdür. Çünkü adam öldürmek bedensel bir cinayettir. Yani, insanın cismanî varlığını ortadan kaldırır. Onun ruhuna dokunamaz. Oysa insanları dinden saptırmak ruhî bir cinayettir. Doğrudan insanın ruhunu hedef alır ve onu ortadan kaldırır. Böyle bir suikast ile karşılaşan insan, ruhunu yitirir ve hayat için yararlı bir unsur olacak yerde zararlı bir unsura dönüşür. Bu cinayet ,insanın şahsî yanma, yani şahsiyetine ve bütün toplumun genel hayatına kasdetmek demektir. Bu esas üzere İslam bunu hayata karşı bir saldırı olarak kabul etmiştir. Çünkü bu tarz bir cinayet, Allah'ın insan için istediği hayatın taşıdığı bütün kapsamlı iyiliklere ve adalet üzere kurulu sevgiye, insanın karşılaştığı bütün meselelere olumlu yaklaşan tasavvura; problemlerden kaç-mayıp onları cesaretle karşılayan ve tarihe boyun eğme-yip onu sorumluluk hissi içersinde tartışıp inceleyen, taştan olsun insan olsun varlığı sınırlı olan mahluklara kulluk etmeyip, mahluklardan korkma yaklaşımına kapılmayıp Mutlak Yaratıcıya kulluğun sırrını temsil eden insan ruhuna karşı bir saldırıdır. Çünkü ancak O Mut-, lak Yaratıcıya kulluğun sırrını temsil eden insan, insanın şahsiyetini her şey karşısında hürriyet esası üzere gerçekleştiren dinin hoşgörülü ortamında gerçek yaşam hürriyetine kavuşur. Ancak bu şahsiyet insanı çevresindeki bütün güçlere kulluk tehlikesinden kurtarıp yalnız Allah'a kul edecek, hayatı sınıf eşitliği ve çeşitli ayırımlar düzeyini aşan adalet esası üzerine oturtacak, fırsatları hayatın gerektirdiği roller esası üzere dağıtacaktır. İşte bu şartlar altında İslam, insandan, bu hayat hürriyetine ve yalnız Allah'a kul olan bu hür şahsiyete karşı saldırıya geçenlerle savaşmasını istemiştir. İslam böyle bir karşı savaşı başkalarına saldırmak olarak görmemekte, aksine insanın içindeki hayatın insaniyetini öldürmek isteyenlere karşı insanı ve hayatı savunmak olarak kabul etmektedir. [65]
Mescid-i Haram'm Allah'ın katında kendine özgü büyük bir saygınlığı vardır. Çünkü Allah Teala O'nu, insan için yeryüzünün huzur kaidesi yapmıştır. Bundan dolayı Mescid-i Haram'da savaşmak —kaçınmak mümkün olduğu takdirde— haramdır. Orada hiç kimsenin ilk saldırıyı yapan olarak herhangi bir kimseyi öldürmesi caiz değildir. Fakat nefsî müdafaa mukaddes bir haktır. İnsanın bu «Emin Bölge» içersinde de kendisine saldıranlara kuvvetle karşı koymak hakkı vardır. Çünkü bu takdirde Mescid-i Haram saygınlığı ,kendilerini savunanlar tarafından değil, bundan önce saldırganlar tarafından çiğnenmiş olmaktadır. Bunun için Müslümanlar, kendilerini savunmak zorunda kaldıklarında Mescid-i Haram'da da olsa müşriklerle savaşmakta herhangi bir günah hissine kapılmamalıdırlar. Zira Mescid-i Haram'ı, O'nun yüksek ruhî değerlerini çiğneyerek içerisindeki güvenlik ortamını bozan azgın ve saldırgan güçlerden temizlemenin yolu budur. Sonunda Mescid-i Haram'm içinin iyilik, sevgi, takva ve güvenlik ile dolup donanması için onlarla savaşmak ve onları buradan uzaklaştırmak kaçınılmaz bir zorunluluktur. Böylece Mescid-i Haram, O'nun güvenlik yeri olduğu gerçeğine inanan risaletin gölgesinde bütün insanlar için bir güvenlik yeri olarak kalmaya devam edecektir.
Bundan önce Müslümanlar Kureyşle çatışmak durumunda kalıyorlardı, fakat böyle durumlarda Mescid-i Haram'm saygınlığından dolayı günah hissine kapılarak savaşmaktan çekmiyorlardı. Mecmaü'l Beyan'da İbni Ab-bas'tan rivayet edildiği üzere bu ayet-i kerime Hudeybi-ye antlaşması üzerine indirilmiştir. Şöyle ki; Rasulullah (SAV) ashabı ile birlikte umre yapmak isteğiyle yola çıkmışlardı. Bin dörtyüz kişilerdi. Hudeybiye'ye vardıklarında müşrikler önlerini kesti ve Beytü'l Haram'ı ziyaretten alıkoydular, Onlar da kurbanlarını Hudeybiye'de kestiler. Sonra müşrikler şu şartlarla anlaşmaya razı oldular: Peygamber (SAV) bu yıl geri dönecekti, gelecek yıl kendisine üç gün için Mekke'nin kapısını açacaklar ve Beytullah'ı tavaf edip her istediğini yapacak ve ardından hemen Medine'ye dönecekti. Ertesi yıl Peygamber (SAV) ve ashabı «kaza umresi» için hazırlıklarını yaptılar. Fakat müşriklerin kendilerini bırakmamalarından, Beytullah’ı ziyaretten alıkoymalarından ve kendilerine savaş açmalarından korkuyorlardı. Çünkü Rasulullah (SAV) onlarla hem Mescid-i Haram'da hem de «Haram Aylarda» savaşmayı kötü karşılıyordu. Bunun üzerine Allah Teala bu ayet-i kerimeyi indirdi.
İşte bu ayet aracılığıyla İslam'ın helal ve haram kıldığı şeyler konusundaki ve hüküm koymadaki pratik gerçekliğini anlıyoruz. Çünkü şahısların, yerlerin ve vakitlerin saygınlığı, kendi sınırları içerisinde kalın kendisinden daha büyük bir saygınlığa haiz şeylere zeval getirmediği müddetçe hükme esas 'alınır. Yoksa böyle bir zeval tehlikesi söz konusu olunca, daha büyük bir hürmeti haiz olan varlığın korunması uğrunda bıi saygınlıklar söz konusu edilemez. İşte İslam nazarında bu anılan saygın şeylerden daha (büyük bir hürmeti (saygınlığı) haiz olan varlık insandır. Bu nedenle Müslümanların bu daha büyük bir saygınlığı haiz olan varlık karşısında anılan diğer saygınlıkları çiğnemek hakları vardır. Çünkü İslamî kaide, maslahat konusunda güçlü tarafın zayıf tarafa üstün tutulmasını gerektirir. İşte bu kaideden hareketle, herhangi bir şer'î hükümde bazı işleri genel kaideden çıkaran istisnalara varılmaktadır.
Eğer böyle olmasaydı, azgın gruplara Müslümanlarla savaşmak yolunda bazı mekan ve zamanların saygınlığından yararlanma imkanı verilmiş olurdu. Böyle bir durumda bu azgın gruplar, Müslümanların zaman veya mekanın saygınlığından dolayı karşılık veremeyeceği durumlarda kendilerini güçlü hissederek Müslümanlara ve yerlerin ve zamanların saygınlığına saldırabilirlerdi. İşte ayet-i kerime bunu ifade ediyordu:
«... Onlar sizinle savaşmadıkça onlarla Mescid-i Haram'1 da savaşmayın. Fakat onlar sizinle (orada) savaşırlarsa, onları hemen (orada) Öldürün: Kafirlerin cezası budur...»
Müslümanların kendilerini savunmak konumunda Mescid-i Haram'da savaştıkları bu durum istisna olunca bunun kadrince takdir edilmesi (haksız yere aşırı gidilmemesi) kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bunun ölçüsü onların Müslümanlara saldırı durumlarıdır. Bunun için Allah Teala devam eden ayette «Şayet onlar vazgeçerlerse...» şartını getirmiştir. Vazgeçip bu mukaddes mekanda savaştan çekilirlerse, Müslümanlara bu saygın mekanda savaşmayı mubah kılan sebep ortadan kalktığından bu durumda savaşın durdurulması gerekir. «Şüphesiz Allah bağışlayan (Gafur) ve esirgeyen (Rahîm)dir». Tefsirü'l Mizan'da geçtiği üzere Allah'ın bağışlaması ve esirgemesi, hayat işlerinden herhangi bir işte Allah'ın istediği her-> hangi bir amelin caizliğinde esastır. [66]
Şirke ve müşriklere karşı savaş düşüncesi, küfrün İslam'a karşı savaş açması ve dinlerinden saptırmak amacıyla Müslümanlara baskı yaptığı güç ve müesseseleri yıkmak çerçevesinde bir meseledir. Çünkü küfür, bu güç ve müesseseleriyle dünyadaki bütün İslamî hareketlere karşı durmaktadır. İslam ile küfür arasındaki bu çatışma, şahıslar, kabileler veya düşman gruplar düzeyinde değildir. Bunun için bu mesele, çatışmayı dondurucu uzlaşma ya da anlaşma benzeri yumuşak yollarla halledilemez. Çünkü bu çatışma, Allah'ın, hayatın onun hak ve adaletten kaynaklanan sağlam kaidesi üzerine kurulmasını istediği ilahî risalet ile (düşmanlık, azgınlık ve sal-dırgamk ilkelerini şiar edinen) küfür çatışması düzeyindedir. Çünkü İslam'ın varlığı küfrün varlığını ortadan kaldırmaya yöneliktir. Bundan dolayı, mü'minleri dininden saptırma yolundaki baskılar olmasın, diri yalnız Allah'ın olsun ve yeryüzünde şeytana ve tağutlara ayak basacak bir yer kalmasın diye şirk ve müşriklerle savaşmak kaçınılmazdır. Çünkü mesele insanın maslahatı meselesidir. Bunun için insana; küfrün, zulmün ve saldırganlığın fikir ve konum hürriyeti adı altındaki egemenliğinden uzak, hak ve adalet üzerine kurulu bir hayattaki gerçek hürriyet kalsın diye îslamî-şer'î şartlar üe sınırlı bir cihad zorunludur. Biz cihad meselesinin insan iradesini baskı altına alan ve ona im.anî hakikate ulaşmak yolunda tartışma, görüşme ve soru sorma hürriyetini vermeyen bir otoritenin baskısı meselesi olmadığım; aksine bunun fikir hürriyetini değil, küfür hürriyetini kontrol altına alma ve bunun rolünü dondurma meselesi olduğunu biliyoruz. İslam bunu yaparken ,insana, olumlu görüşme yoluyla bir kaııate ulaşma imkanını verir. Fakat kafirler bu imkana karşı direnirlerse, yani olumlu görüşme yoluna gelmezlerse o zaman risaletçi hayatın, —otoritesini ortaya koyarak— kendi kendini tanıtmaya hakkı vardır. Cihadın şer'î şartları üzerine yaptığımız incelemeden, onun insanların inancını zorla değiştirmeyi hedeflemediğini, aksine diğer semavî dinlere mensup olan diğer insanların antlaşma ve zimmet şartlarını koruduktan sonra kendi inançları üzere kalmalarını teminata bağladığını görebiliriz. Aynı durum, İslam'ın maslahatının birlikte yaşamayı gerektirdiği rnü'min olmayan, yani herhangi bir semavî dine mensup olmayan gruplar için de geçerlidir.
Esas mesele, fitneyi güden kafir gücün ortadan kaldırılması kanalıyla fitnenin olmaması (Önlenmesi) ve dinin tamamiyle yalnız . Allah'ın olması meselesidir. Böylece yeryüzünde en üstün söz Allah'ın sözü olacak, küfrün kapsamlı bir otorite konumunda hiçbir sözü olmayacaktır. Bu da hayatı kendi çizgisine sokmak amacında olan her düşüncenin ve her dinin meselesidir...
«Eğer vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur...%
Ayet-i kerimenin noktalandığı bu ibare, Müslüman olmak ve küfür çizgisinden uzaklaşmak olarak tefsir edilmiştir. Çünkü Müslüman olduktan sonra diğer Müslümanların lehine olan onların da lehine, diğer Müslümanların aleyhlerine olan onların da aleyhinedir. Peygamber'den (SAV) rivayet edilen şu hadis-i şerif bu anlama işaret etmektedir:
{(.Allah bana İnsanlarla 'La İlahe İllallah - Âllat'tan Başka İlah Yoktur' deyinceye kadar savaşmamı emretti. Eğer vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur».
Bu açıklamalar ışığında anlaşılıyor ki, Müslüman olduktan sonra savaş ^sanlara" karşı azgınlık edip haksız yere saldiranlai'a mahsustur...
Ayrıca bu ayet-i kerimenin başka bir yönde de va-rid olması mümkündür. O da savaş yoluyla küfrün gücünü yerle bir edip dinin üstünlüğünü yerleştirip sağlamlaştırmaktır. Çünkü savaş, bu hedefi müşriklerin ve kafirlerin Müslümanlara karşı saldırganlıklarını sürdüremeyecekleri bir düzeyde gerçekleştirir. Bu da ya küfürden dönüp imana gelmeleri suretiyle olur ya da Müslümanların dinlerini yaşamak ve bu dine davet konusundaki hürriyetlerine saygı esası üzerine kurulu güvenlik unsurlarını düzenleyen antlaşmalar yoluyla.
Bu açıklama ışığında ayet-i kerimenin düşmanların küfürden vazgeçmeleri hususunda varid olmadığı, ancak zulüm ve saldırganlıktan vazgeçmelerini kapsadığı da görülebilir. Yalnız bu, İslam'ın hayattaki küfür varlığını ortadan kaldırmak yolunda cihada yol vermediği anlamında değildir. Aksine bu ifade ile kasdettiğimiz şey, ayetin anlamının (her zaman olabileceği gibi- çev.) görüşleri . anılan müfessirlerin zikrettiği anlamdan başka bir anlama da gelebileceğidir... [67]
«Haram ay haram aya karşılıktır. Haram(ay)ların hürmetleri karşılıklıdır. (O halde) Size saldıranlara size saldırdıkları gibi saldırın. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah, (azap ve gazabından) sakınanlarla beraberdir. Allah yolunda mallarınızı verin, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın, ihsan edin (iyiliği gereğince yapın). Şüphesiz Allah, ihsan edenleri sever»... (Bakara: 194-195)
Bundan önceki ayetler, Müslümanların, savaşmak suretiyle saygınlığını çiğneyerek günaha girmekten sakındıkları Mescid-i Haram'da savaş üzerine idi ve Allah Teala Müslümanların kendilerini savunma açısından Mes-cid-i Haram'da savaşı serbest kılmıştı. Bu ayetlerde de Müslümanların, saygınlığını çiğneyerek günaha girmekten sakındıkları ve bu nedenle savaşa girişmedikleri haram aylarda savaş işlenmektedir.
Allah Teala bu ayetleri indirerek, Müslümanlara misliyle mukabele esasına dayalı olarak savaş serbestisi vermiştir. Bu konuda insanın hiçbir şekilde seçme yetkisi yoktur. Çünkü mesele hem ümmet hem de İslam risaleti açısından bir ölüm kalım meselesidir. Eğer Kureyş bu haram ayın hürmetini çiğnemiş, insanın bu ay içersindeki huzur hakkına saygı göstermemişse, Müslümanların da bu hürmetli ayda onlara karşı saygınlığa riayet etmemek hakları olacaktır. Ayet-i Kerimede «Haram ay haram; aya karşılıktır» ifadesinin hemen ardından «Haram-(ay)lann hürmetleri karşılıklıdır» ifadesi ile bir kısas hükmü konulmuştur. Başkaları tarafından çiğnenen saygınlığına karşılık kısas yapmak her insanın hakkıdır. Bu da, saldırganların saygınlıklarını çiğnemek şeklinde misliyle mukabele olacaktır. Kur'an-ı Kerim de bu düşünceyi, saldırıya uğrayanın bunun misli bir saldırıyla karşılık vermeye hakkı olduğu, adalet çizgisinden şaşıp sınırı aşmaması gerektiği şeklinde açıklamaktadır. Arkasından da takvayı, Allah korkusunu emretmektedir. Emredilen bu takvanın gereği, Allah'ın koymuş olduğu sınırlara gelindiğinde durmak, adalet ile zulmü birbirinden ayıran bu sınır çizgisini aşıp adaletten zulme geçmemektir. Çünkü insan bu takva sayesinde bulunduğu bütün özel ve genel konumlarda daima Allah'ın huzurunda olmanın sorumluluğunu hisseder. Bu şuura sahip olan insan, lehine ve aleyhine olan bütün haklar karşısında duyarlı olur. Allah'ın kendisinden durmasını istediği yerde durur ,hareket etmesini istediği yerde hareket eder. Takva şuurunu yaşamayan insan ise ırkçılık ,intikam, tamah gibi insanı hakkından daha fazlasını almaya veya başkalarına haklarından daha azını vermeye teşvik eden nefsin iç çatışmaları karşısında yoldan sapabilir... Kur'an-ı Kerim, bunun hemen ardından mü'minlerin takva ile ulaştıkları konumu belirtiyor: Allah, Rablarından O'nu görmedikleri halde korkup sakınan, gizli açık, küçük büyük her işte O'nun gözetimi altında bulunduğu şuurunu yaşayan takva sahipleriyle beraberdir... [68]
Kur'an-ı Kerim daha sonra Allah yolunda savaş ve cihad alanına ilişkin başka bir temel konuya geçiyor: Bu yolda mal harcamak. Cihadın, Allah yolunda savaşanların ytiyecek, binek ve silah gibi ihtiyaçlarını karşılayacak kendine özgü gerekleri vardır. Bunun için can ile cihadın yanında mal ile cihad da zorunludur. Allah yolunda mal harcamak emrinin hemen ardından, insanın kendini kenr . di eliyle tehlikeye atmaması emri gelmiştir. Kendini tehlikeye atmak konusu ferdî planda da cemaat planında da geçerli bir olgudur. Tabii ki bu da Allah-tarafından kendini feda etmek ve şehid olmak gibi bir bağlayıcı emrin bulunmadığı durumlar için söz konusudur. Kendini kendi eliyle tehlikeye atmak, ferdin veya cemaatin, makul hazırlıklar veya gerçekleştirilmesi hikmetle planlanmış büyük hedefler olmaksızın düşmanlarla savaşa girişmesi-dir. Çünkü ferdî veya toplu halde intihar, bu durumu zorunlu kılan şer'î şartlar dışında Allah tarafından yasaklanmış bir haramdır ...Ehl-i heyt imamlarından rivayet edilen bazı haberlerde ayet-i kerimenin —tabiri caizse— malî intihar konusunda varid olduğuna işaret edilmiştir. Bu, insanın kendisine hiçbi rşey kalmayacak şekilde bütün malını Allah yolunda harcamasıdır. el-Kâfî Kitabında İmam Cafer es-Sadık'm (AS) Allah Teala'nm «Kendi elicisle kendinizi tehlikeye atmayın» emri hususunda şöyle dediği nakledilmektedir:
«Eğer bir kimse elindeki bütün malı Allah, yolunda harcarsa ihsan etmiş olmadığı gibi doğru yapmış da olmaz. Allah Teala 'Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın; ihsan edin (iyiliği gereğince yapın); şüphesiz Allah ihsan edenleri —yani iktisatlı olup orta yolu tutanları— sever' buyurmamış mıdır?..»
Bu haberin uygulama alanında varid olduğu, ayetin hükmünü sınırlamaya ilişkin olmadığı açıktır. Çünkü ayet-i kerime, ister hayata; karşı ister hayatın dönüp dolaşıp bizzat kendisine varan .tabii ihtiyaçlarına karşı olsun tehlikeye götüren her iş için mutlak bir hüküm ifade etmektedir. [69]
İhsan edin... Şüphesiz Allah ihsan edenleri sever... Bu, Kur'an-ı Kerirn'in birçok ayette tekid ettiği Kur'an'î ahlakî bir hükümdür. Bu hüküm, insanın gerek barış ve gerekse savaş hallerinde diğer insanlarla olan bütün ilişkiler içerisinde yaptığı işlerde ve davranışlarında ihsan ile hareket etmesini ifade eder. Diğer bir ayette de; «Şüphesiz Allah adalet ve ihsanı emretmektedir» anlamı varid olmuştur. İhsanın değerine gelince, bu, insanın içerisinde hayatın iyi yanma açıldığı amelî bağlılıkta ifadesini bulur. İhsan, insanın ruhunun ve şuurunun derinliklerinden kaynaklanan ve kendisini başkalarının taşıdıkları şiarlara ve yaşadıkları şartlara saygı ile yaklaşmaya, bu insanların zorluklarını —en azından— kolaylık alanından uzanarak paylaşmaya iten bir vergi ve müsamaha yaklaşımıdır. Bu yaklaşımla insan, hayat içersinde İsla-raî ahlakî bir çizgi üzerinde adalet ile ihsan arasında dosdoğru bir yol alır gider.
Kur'an-ı Kerim, bir önceki ayette takvayı emretmiş ve Allah'ın takva sahipleri ile beraber olduğunu zikretmişti. Bu ayette de aynı üslupla ihsanı emretmiş ve Allah'ın ihsan edenlerle beraber olduğunu bildirmiştir. İhsan da takva temeline dayalıdır. Allah takva sahipleriyle beraber olduğu gibi ihsan edenlerle de beraberdir. [70]
Bismillah
nrahnıaniırahim
«Allah için hacet ve umreyi tamamlayın. Eğer (düşman veya hastalık gibi) bir engelle çevrilmiş olursanış kolayınıza gelen kurbanı (gönderin) ve kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden hasta olan ya da başından bir rahatsızlığı bulunan kimse (bunun yerine) oruçtan, sadakadan veya kurbandan (biriyle) fidye (versin). Güvene kavuştuğunuzda, hacc(zamanın)a kadar umre ile faydalanmak isteyen, kolayına gelen kurbanı keser. Kurban (kesme imkamn)ı bulamayan üç gün hacda yedi gün de döndüğünüz zaman (olmak üzere) tam on gün oruç tutar. Bu, ailesi Mescid-i Haram(civarın)da oturmayanlar içindir... Allah'tan korkun ve Allah'ın cezasının çetin olduğunu bilin...
Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda haca üzerine alırsa bilsin ki hacda kadına yaklaşmak, günaha sapmak ve kavga etmek yoktur. Yaptığınız iyilikleri de Allah bilir... Bir de hazırlıklı olun, (ve bilin ki) en iyi hazırlık takvadır. Ey akıl sahipleri (yalnız.) benden korkun (emirlerimi yerine getirin ve yasaklarımdan sakının)... Rabbinizin lütuf ve ikramından (bir şeyler) aramanızda sizin için herhangi bir günah yoktur. Ara-jattan ayrılıp (Müzdelifeye) akın ettiğinizde Mefar-i Haram'da Allah'ı anın. O'nu —siz O'nun hidayetinden Önce yolunu şaşırmışlardan olduğunuz halde— size hidayet ettiği üzere anın. Sonra insanların akın akın döndüğü yerden siz de akın edin ve Allah'tan af dileyin; şüphesiz Allah bağışlayan ve merhamet edendir...
Hac ibadetlerinizi bitirdiğinizde (daha Önce), atalarınızı andığınız gibi hatta daha güçlü bir zikirle Allah'ı anın.
İnsanlardan kimi, 'Rabbimiz, bize dünyada ver.' der. Onun ahireUe bir payı yoktur. Onlardan kimi de( 'Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ver, bizi ateşin azabından koru!...11 der. İşte onlara kazandıklarından bir pay vardır. Allah, hesabı çabuk görendir.
Sayılı günlerde Allah'ı anın. Kim hemen İki gün İçinde (Minadan Mekke'ye) dönerse ona herhangi bir günah yoktur. Kim de geride kalırsa korunduğu .takdirde ona da herhangi bir günah yoktur. Allah'tan korkun ve bilin ki hepiniz O'nun huzuruna toplanacaksınız»...
(Bakara: 196-203)
Kur'an-ı Kerim bu ayetlerde haccm bazı hükümlerini işlemektedir. Hac, Allah'ın İbrahim'in (AS) risaletirı-den beri kullarına farz kılmış olduğu bir ibadettir. İbrahim Peygamber'den bu yana farz olan hac, cahiliye ehli arasında da bilinmekteydi. İslam ise bunu ikrar ederek bir karara bağlamış ve bazı menasiki eklemiştir. Haccm lugattaki anlamı, «kasdetmek»tir. Bundan maksat hacca ilişkin birtakım özel menasikin kastedilmesidir. Umreye gelince, bu, Beytü'l Haram'ın özel olarak ziyaret edilmesidir.
«Allah için hacet ve umreyi tamamlayın...'»
Hac veya umre niyetiyle ihrame girmek suretiyle hacca veya umreye başlamış olan insanın hacca niyet etmişse haccını, umreye niyet etmişse umresini tamamla-. ması zorunludur. Bu da kolay veya güç şartlar altında ifa edilmesi emrolunmuş gerekleri (farz ve vacipleri) yerine getirmekle gerçekleşir. Ayet-i kerimenin haccm ve umrenin Allafo için tamamlanmasını tekidle belirtmesi, hac
ve umrenin ,yalnız Allah'ın rızasının gözetilmesinin kaçınılmaz olduğu ibadetlerden olduğu anlamına gelmektedir, însan bu ibadet esnasında yapıp ettikleriyle, düşünceleriyle ve bütün kulluğu ile Allah'a yaklaşmak ihtiyacını hisseder. Belki de İslamî ibadetlerin yüksek değeri, bunların, insanı bayatın canlılığından uzak bırakan —sevgi ve korku içerisinde kaybolmuş— kişisel vicdanî haletler olmamasında, aksine kulun Rabbi ile olan ilişkisi,içerisinde hayatın en geniş ufuklarını karşılayan pratik bir çizgi olmasında yatmaktadır. Nitekim namazda, Fatiha Suresinin ifade ettiği anlamlar ve buna ilaveten Allah'ın huzurunda namaza duran kişinin kendi ruhî ve fikrî ihtiyacına göre seçtiği diğer bir sure veya ayetler topluluğu olan zammı sure'nin ifade ettiği anlamlarla karşı karşı-yayız. (Yani salt bir sevgi ve saygı gösterisi değil. Çev.). Yine İslam'ın, Allah'ı, mahlukatmm hayatına ilişkin Rab-lık, görüp gözeticiük ve rahmet gibi vasıflarıyla tasavvur edişi ile karşı karşiyayız. Kulun Rabbi ile ilişkisi ve O'na yönelişi ile karşı karşıyayiz. İşte namaz insanın varlığı içerisinde böyle canlanmakta ve onun vicdanında İs-lamî düşünce ve tasavvurları canlandırmaktadır. Böylece insan ruhî, fikrî ve amelî kapasitesi yoluyla bu Kur' an'î anlamları, hayat içersinde yaşayan canlı varlıklara dönüştürecektir.
Aynı şekilde hac konusuna yaklaştığımızda da birçok anlamı bünyesinde toplayan geniş kapsamlı bir ibadetle karşılaşıyoruz. Hac sırasındaki tavaf, (Safa ile Mer-ve arasında koşarak) sa'y etmek, Arafat'ta ve Müzdelife' de vakfe (durmak), Mina'da gecelemek, bütün bunları namazla karşılaştırabiliriz, yani çakıştırabiliriz. İnsan hac ibadetini ifa ederken de düşüncenin ve şuurun en derin haletlerini, en arı şiarlarını ve en yüksek derecelerini yaşar. İhrama gelince bunu da oruçla karşılaştırıp çakıştı-rabiliriz. Çünkü ihrama girmek de insana; şehvetlerine, zevk ve lezzetlerine, âdet ve alışkanlıklarına karşı kendi isteği ile bir bağlanma yüklemektedir. İnsanı zorlu bir eğitim aşamasına sokarak, onu; sabrı, dayanıklılığı, başkalarının şiarlarına saygıyı,- çevresini saran bütün saygın şeylere, hatta hayvanlara ve bitkilere karşı saygılı olmayı öğrenmeye, saçını tıraş etmekten, aynaya bakmaya varıncaya kadar her hareketini dikkatli bir kontrol altına almaya zorlamaktadır.,.. Cemreleri (şeytanı) taşlamaya gelince, Cemreler şeytanı temsil ettiği gibi onları taşlamak da şeytan ile savaşın pratik bir sembolünü temsil etmektedir. İşte böylece insan kendi nefsinde ruhî, fikrî ve amelî yapıyı gerçekleştirmek yolunda, içerisinde Allah ile diyalogu yaşadığı bir ibadet atmosferinde bir amelden diğerine koşar. Böyle olunca da ibadet insanı hayattan uzaklaştırmada ortak olmak gibi bir rol oynamaz. Bunun aksine ibadet insanı hayatın içine iter, onu yaşamaya zorlar. İnsanı, hayatı yaşarken maddeye —onun maddî sıfatlarını ihmal etmeden— anlam ve değer verme konumuna yükseltir...
İslam tabii ki ibadetin anlamını, farz edip hükme bağladığı şekillerle gerçekleştirmekle kalmaz, onu insanın Allah için yaptığı bütün iyi amelleri ibadet kılmaya kadar uzatır. Nitekim ilim Öğrenmeyi ,aile efradının ihtiyaçlarını temin yolunda çalışmayı, iffetini muhafaza etmeyi, bir mü'minin bir ihtiyacını karşılamayı veya bir darlığını gidermeyi, diğer malum ibadetler gibi, insanın onunla Allah'ın rızasını kazandığı birer ibadet olarak kabul eden çok sayıda hadis ve haber varid olmuştur. Bütün bu anılan açıklamalar ışığında «Allah için haccı ve umreyi tamamlayın» emrinde insanın, içerisinde hac ortamını —bu farizanın temsil ettiği yüksek ufuklara yükselecek düzeyde— yaşadığı ruhî yaklaşımın tamamlanma-
sına işaret edildiğini görüyoruz. İnsan bu atmosfer içerisinde olgun bir îslamî moralle hareket edecek, içerikten uzak bir şekille yetinmeyecektir. Çünkü salt şeklî bir tamamlama içerik ve gerçeklik bakımından eksik olacak ve yapılan ameli, Allah'a yaklaştırmayan ve O'nun yanında makbul olmayan boş bir işe döndürecektir. Çünkü Allah Teala, insanın bütün ruhu ve varlığı ile yöneldiği amellerden başkasını kabul etmez.
«Eğer (düşman veya hastalık gibi) bir engelle çevrilmiş olursanız kolayınıza gelen kurbanı (gönderin) ve kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin...»
Hac veya umre yapan kimsenin karşısına haccmı veya umresini tamamlamaktan alıkoyan bir engel çıktığında, haccı veya umreyi tamamladıktan sonra çıkması gereken ihramdan nasıl çıkacaktır?
Ayet-i kerime böyle bir durumda bulunan kimseye umre yapmak üzere ihram giymişse Mekke'ye, hac yapmak amacıyla ihram giymişse Mina'ya bir kurban göndermesini farz kılmıştır. Kurbanı gönderir, kurban yerine ulaştıktan sonra başını tıraş edebilir ve ihramdan çıkabilir. Bu, söz konusu engelin bir hastalık şeklinde olduğu durumda böyledir. Fakat söz konusu engel düşman olursa kurbanı bulunduğu yerde kesebilir. Müşrikler kendisinin umre yapmasını engelediklerinde Peygamber'in (SAV) Hudeybiye'de böyle yaptığı rivayet edilmiştir.
«içinizden hasta dan ya da başından bir rahatsızlığı bulunan kimse (bunun yerine) oruçtan, sadakadan veya kurbandan (biriyle) fidye (versin)...»
Bu hüküm, kurban yerine ulaşmadan önce başı tıraş etme yasağının istisnasıdır. İnsan hasta olur da saçının başında kalması kendisine zarar verecek olursa veya başında kendisine rahatsızlık veren haşerat vesaire bulunup kendisine rahatsızlık verirse üç gün oruç tutmak, altı miskini doyurmak ya da- bir koyun kesmek üzere başını tıraş edebilir.
«Güvene kavuştuğunuzda, hacc(zamanın)a kadaf umre ile faydalanmak isteyen, kolayına gelen kurbanı keser. Kurban(kes-me imkanın)ı bulamayan, üç gün hacda, yedi gün de döndüğünüz zaman (olmak üzere) tam on gün oruç tutar...»
Bu ayet-i kerime, hac ile umrenin bir farizada bir araya geldiği «Hacc-ı Temettu»a işaret etmektedir. Fakat bu durumdaki insan umre ihramından çıktıktan sonra hac için ihram giyinceye kadar ihramda haram olan şeylerden istifade edebilir. Bunun karşısında «Hacc-ı Ki-rân» ve «İfrâd» bulunmaktadır. Bunlarda umre yoktur. Ayet-i kerime kurban kesmenin gerekliliğinden bahisle «Hacc-ı Temettu»un hususiyetini belirtmiştir. Bu kurbanın önceki cümlede geçen engel durumu ile ilişkisi yoktur. Çünkü bu kurban, ayet-i kerimede «güvene kavuştuğunuzda» ibaresi ile ifade edildiği üzere engel durumu olmaksızın güvenlik halinde «Hacc-ı Temettu»da vacip kılınmıştır. Bu hac türünü diğer iki türden ayıran özellik de budur. Çünkü diğer iki hac türünde farizanın bir parçası olarak kurban kesmek zorunluluğu yoktur. «Hacc-ı Kırân»da kurban kesilse de bu kurban haccm vaciplerinden bir vacip değildir... Ayet-i kerime «Hacc-ı Temettü» da kurban kesmeye gücü yetmeyenlerin durumunu da hükme bağlamış ve hac zamanı ile döndükten sonrası arasında paylaştırılmış olarak on gün oruç tutulmasına hükmetmiştir.
«Bu, ailesi Mescid-i
Haram(civarın)da oturmayanlar içindir...»
Burada anılanlar ,evi Mescid-i Haram'dan oniki milden daha çok uzakta bulunanlardır. el-Mizân tefsirinin sahibinin de zikrettiği üzere burada hikmetli bir hafifletme ve kolaylaştırma vardır. Evi Mescidri Haram'dan cok uzakta bulunanlar eziyetten korunmak istenmiştir. Evi Mescid-i Haram civarında olmayan kimse «Hacc-ı Temettu»da umre yaptıktan sonra hac için tekrar «nü-kat»a gidip gelmez. Umreden sonra bazı şeylerden faydalanıp hacca başlar.
«Allah'tan korkun ve Allah'ın cezasının çetin, olduğunu bilin...»
Ayetin sonunun böyle şiddetli olmasının hikmeti Tef-sirü'l Mîzân'da geçtiği üzere haccm ibadetler arasındaki Özel durumundan dolayıdır. Hac İbrahim Aleyhisselam-dan bu yana var oları bir ibadettir. Zaten insanlar buna yabancı değillerdir. Farziyetine de menasikine de kalpleri ısınmıştır. Buna rağmen hacca karşı yanlış konumlara düşmek hoş görülebilir bir şey değildir. Ayetin sonu bu nedenle sert varid olmuştur [71].
üz, «Allah'ın cezasının çetin olduğunu bilin!» sertliğinin, ou iDarenm üst yanında emredilen «takva-Allalı korkusu» ile ilişkili olduğu kanaatindeyiz. Allah'tan korkun, yani bilin ki, Allah'ın cezası çetindir ...Bunun için hayatınızın her alanında O'nun çizmiş olduğu sınırlara riayet edin. Dur dediği yerde durun.
«Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda haccı üzerine dır-sa bilsin ki, hacda kadına yaklaşmak, günaha sapmak ve kavga etmek yoktur. Yaptığınız iyilikleri de Allah bilir. Bir de hazırlıklı olun; (ve bilin ki) en iyi hazırlık takvadır. Ey akıl sakipleri (yalnız) benden korkun (emirlerimi yerine getirin ve yasaklarımdan sakının)...»
Hac için ihrama girilmesi caiz olan aylar üç aydır: Şevval, Zilka'de ve Zilhiccefnin ilk on günü). Bu aylarda hacca niyet edip ihrama giren insan ihramın yasaklarına bağlı kalmak zorundadır. Bunların başında- ayette anılan şu üç şey gelir: Cinsi münasebetten kinaye edilen kadına yaklaşmak (refes), yalan söylemekle tefsir edilmiş olan günaha sapmak (füsûk), «Vallahi öyle değil ve vallahi böyle...» gibi yemin ve ısrar kelimeleri ile tefsir edilmiş olan çekişme (cidal). Bunlar insan hayatında eğitimin önemli unsarlanndandır.
Bu ayet-i kerime, insanın yaptığı iyi işlerin Allah'ın ilminden kaçmayacağım hatırlatarak son bulmuştur. Bu da amelerde ihlas, her iyiliği sırf Allah için yapmak ve başka kaygı gözetmemek şuurunu ve Allah'ın gözetim ve denetimi altında bulunduğumuz hissini pekiştirmek içindir. Allah'ın kadm-erkek her insanın yaptığı amelleri zayi edecek olmadığım hatırlatmaktadır. Bu şuur ve his, inşam Allah yolundaki çeşitli güçlük ve darlıklara O'nun sevap ve rızası karşılığında tehammül etmeye götürecektir.
«Bir de hazırlıklı olun; (ve bilin ki) en iyi hazırlık takva (Allah korkusu)dur...»
İnsana Ölümünden sonra kalacak olan budur. Allah' in huzuruna vardığında bunu Allah'ın yanında hazır bulur. «İnsandan geriye kalan iyilikler Rabbinin yanında sevap ve ümit bakımından en iyi şeylerdir...» Dünyada ve ahirette karşılaşılacak en iyi sonuç, iyi işlerin sonucudur. Allah'tan korkan insan daima O'nun gözetimi altında bulunduğu şuuru ile yaşar ve bu şuur içersinde yığdığı iyilikleri kuşanarak Allah'ın huzuruna varır.
«Ey akıl sahipleri... (yalnız) benden korkun...»
Emirlerimi yerine getirin ve yasaklarımdan sakının... Bu yüksek nidada insanı dünyada ve ahirette iyi olan şeylere çeken akl-ı selim şahit tutulmuştur. İnsanın aklı başmdalığı ve ayıklığı vurgulanmış, bunun takvaya götüren iyi sonuçlarına işaret edilmiştir.
«Rabbinizin lütuf ve ikramından (bir şeyler) aramanızda sizin için herhangi bir günah yoktur...»
Ehl-i beyt imamlarından rivayet edilen bazı haberlerde bu ifadenin, müminlere haccı eda ettikten sonra çeşitli "ticarî işlerle uğraşma ruhsatının açıklaması konusunda varid olduğu belirtilmiştir. Çünkü Müslümanlar bunda herhangi bir günah olabileceği hissinde idiler ve böyle bir günahı irtikap etmekten çekiniyor ve ticaretten kaçmıyorlardı. Ayet-i kerimede geçen «Sizin için herhangi bu- günah y&ktur» tabiri bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Günah tabirinin geçmesi Müslümanların bu kabilden bir şeyler hissettiklerini göstermektedir. Rızık aramaya çalışmak meselesi «Allah'ın lütuf ve ikramından (bir şeyler) aramak» ibaresi ile ifade edilmiştir. Bu, alışılmış Kur'an'î tabirlerdendir. Allah Teala'nm Cura'a Süresindeki ayet-i celilesinde de varid olduğu gibi:
«Namaz (kılınıp) bittikten sonra yeryüzüne dağdın ve Allah'ın lütuf ve ikramından (nasibinizi) arayın...»
Bu Kur'an'î tabirde rızik aramanın ibadetin ruhiye-tinden uzak bir şey olmadığına da işaret vardır. Çünkü rızık elde etme çabası Allah'ın lütuf ve ikramından (bir şeyler aramak, yani O'nun lütuf ve ikramına ulaşmaya çalışmak olarak ifade edilmiştir. Bunun yanında ibadet de. Allah'ın âfâkında hareket etmektir. Tıpkı rızık aramakta olduğu gibi. Daha önce de helal rızık aramayı insanı Allah'a yaklaştıran bir ibadet olarak kabul eden hadis ve haberlere değinmiştik. Bu hadis ve haberlerin bazılarında ise ibadetin yetmiş şubesi olduğu, bunların en efdali-nin de helal rızık aramak olduğu varid olmuştur. [72]
Arafattan ayrılıp (Müzdelifeye )akın ettiğinizde Meş'ar-i Haram'da Allah'ı anın. O'nu— siz O'nun hidayetinden önce yolunu şaşırmışlardan olduğunuz halde— size hidayet ettiği üzere anın...»
İnsanların güneşin zeval vaktinden guruba kadar ara-fatta huşu içersinde durmaları hac ameliyeler indendir. Bu huşu içerisindeki duruşta ibadetten, tefekkürden ve ruhun derinliklerine nüfuzdan çok büyük bir nasip vardır. Bu duruş hayatın Allah'ın huzurunda duruşudur. İnsan bu duruşta düşüncelerine ilham ve amellerinde istikamet alır. Allah'tan kendisine düşüncelerinde isabetlilik, yolunda doğruluk, işlerinde kolaylık, darlıklarına genişlik, arzu ve emellerine pratik gerçeklik bahşetmesini bekler. Bundan anladığımız şudur: Arafat'taki vakfe (duruş) bir aşamanın bitimi ile yeni bir aşamanın başlangıcı arasındaki duruştur. Tıpkı uzun <sefere çıkmış bir insanın karşılaştığı güçlükler ve sarfettiği çabalardan ve uygulanmış bazı proje aşamalarından sonra dinlenmesi, düşünmesi, katettiği mesafe ile önündeki katedeceği mesafelere bakıp hesaplarını gözden geçirdikten sonra yeniden, yeni bir yolculuğa başlıyormuş gibi yola koyulması için belli bir yerde yine belli bir müddet konaklaması gibi... Allah için hacceden insan bu yüksek konumu dua ve zikir ile tamamlayarak yaşadıktan sonra yola koyulacak ve bir müddet sonra başka bir yerde ikinci durak olan Meş'ar-i Ha-ram'da yeniden duracaktır. Bu duruş —İmamiye mezhebine göre— fecrin doğuşundan güneşin doğuşuna kadardır. Diğerlerine göre ise iki «tülu'-doğuş» arası kadardır. Bu, değişik bir zamanda değişik bir duruştur. İnsan bu duruşta, kendisini —daha önce yolunu şaşırmışlardan olduğu halde— hak yola hidayet eden Allah'ı anarak huşu ve şükran içerisinde bir zikir ortamını ve hidayetin ne büyük bir nimet olduğunun şuurunu yaşar. Hidayetin hoşnutluk, ruhaniyet ve güven ortamının, şüphe, tereddüt ve kayboluştan uzak olmanın yüceliğini hisseder. Allah'ın hidayetinin kendisini kötülük ve pisliklerden uzak temiz bir hayatın fezaî ortamına yöneltmesinin büyüklüğü üzerinde düşünür. Sevgiye, iyiliğe ve huzura yakınlığın mutluluğunu yaşar. Sonunda Allah'ın affına ve hoşnutluğuna ve cennetin güzelliğine ulaşmanın huzurunu yakalar. Bunun karşılığında sapıklığın insanın içindeki ve dışındaki, ferdî ve toplumsal hayattaki, dünyadaki ve ahiretteki olumsuz sonuçlarını karşılaştırmalı olarak gözlerinin Önünde canlandırır. Böylece Allah'ın kendisine bağışlamış olduğu hidayet nimeti karşısında derin bir şükür hissine kapılır. Bütün maddî nimetler karşısında hissedilecek bir ayrı değer ve öneme sahip olan bu hidayet nimetini kendisine bağışlayan Allah'a karşı minnet duygularmı yaşar. Sapıklık içerisindeki hayatı, somut bir şekilde hidayet içerisindeki hayatın somut gerçekleri ile karşılaştırır. Böylece hidayet nimetinin yüceliğini sadece soyut:ve düşünsel olarak değil, somut ve pratik olarak da kavrayıp idrakini pekiştirir. [73]
«.Sonra insanların akın akın döndüğü yerden siz de akın edin ve Allah'tan af dileyin; şüphesiz Allah, bağışlayan ve merhamet edendir...»
Rivayete göre Kureyş, Arafat'ta insanların akın akın döndüğü yerden dönmemekteydi. Çünkü Kureyşliler kendilerinde kendilerini diğer İnsanlardan ayırıcı bir büyüklük ve yükseklik olduğu hissine kapılmışlardı. İşte bu ayet-i kerime, kendilerini özellikle de Allah'ın insanları birbirinden ayıran bütün farkları ortadan kaldırmak istediği bu hac konumunda diğer insanlara karşı bir büyüklük ve yükseklik taslamaya iten bu sınıf çatışmalarını ortadan kaldırmak üzere İnmiştir. Böylelikle kendilerini Allah'ın huzurunda bir tek kimlik altında toplayan bu sıfatı, bir ve tek olan Allah'a kulluk sıfatını yaşayacaklardır. Çünkü bir tek Allah'a kul olduktan sonra insanı diğer kardeşlerinden ayıracak takvadan gayrı bir ayırımın hiçbir anlamı yoktur.
Ayet-i kerime, bundan sonra insanları kendilerinden sadır olması mümkün olan, imanın çizgi ve ruhiyetinden uzak çeşitli olumsuz davranışlarından tövbe etmeye, Allah'tan kendilerini bağışlamasını dilemeye çağırmakta ve kendilerine bunun karşılığında aradıkları bağışlama ve rahmeti, merhameti vaadetmektedir. Çünkü rahmet ve mağfiret Allah'ın zatî sıfatlarına andır. O, hu sıfatlarıyla kullarını rahmet ve rızasına ulaştırır. [74]
«Hac ibadetlerinizi bitirdiğinizde (daha önce) atalarınızı andığınız gibi, hatta daha güçlü bir zikirle Allah'ı anın. İnsanlardan kimi: 'Rabbimiz, bize dünyada ver!' der. O-nun ahirette bir payı yoktur... Onlardan kimi de: 'Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ver, bizi ateşin azabından koru!..' der. İşte onlara kazandıklarından bir pay vardır... Allah hesabı çabuk görendir...»
Rivayete göre, insanlar önceleri hac ibadetlerini bitirdikten sonra oturup sohbet ederlerdi. Sohbetleri atalarının konumlarına, geçirmiş oldukları dönemin şartlarına, ortaya koymuş oldukları kahramanlıklara, sahip oldukları bolluklara ve söylemiş oldukları sözlere kadar uzanırdı. Böylece hac esnasında yaşamış oldukları ruhî havadan uzaklaşmış olurlardı. Allah Subhanehu, insanlardan, haccı Allah'ın ismini anıp geçtikleri bir mevsim ya da münasebet yerine koyarak bundan sonra Allah'ı bırakmamalarını istemiştir. Çünkü haccm esas rolü kalbi devamlı bir ruhî yöneliş ile Allah'a açmaktır. Bunun için hacdan sonra Allah'ı bırakıp ondan başkaları ile oyalanmak Allah tarafından istenmeyen bir şeydir.
Bundan sonra ayet-i kerime, Allah'ı zikir ve dua ile anma bağlamında iki insan tipi çiziyor: Bunlardan biri Allah'a dua ederken hile sadece dünya hayatını ve onun şehvet ve lezzetlerini düşünür. Allah'tan sadece dünyalık ister. Ahireti ve ahiret hayatının gereklerini hiç mi hiç düşünmez. Allah'tan dünyayı ister ve kuru kuruya onunla yetinir. Bu insanın ahirette herhangi bir payı yoktur. Çünkü ahiret herhangi bir şekilde onun hesabında yer almamıştır. Onun için önemli olan bu dünya hayatıdır. Ahiretin herhangi bir önemi yoktur. Bunun için de Allah Teala onun hesabını ahirete ilişkin değerler olan sevap ve rıza ile görmez...
Diğeri ise dünya ile ahireti birleştirip birlikte ele alan dengeli îslamî çizgide bulunan Örnek insandır. Bu insan, dünyayı Allah'ın kendisinden temiz ve iyi bir hayat yaşayarak çalışıp çabalamasını istediği bir çalışma yeri, bir tarla olarak kabul eder. Hayatta iyi işler yapar, yararlı işlerle uğraşır, bunun yanında Allah'ın helal kılr -rmş olduğu şehvet ve lezzetlerden faydalanır. Bunun için de Allah'tan kendisine dünyada güzellik vermesini ister... Sonra ahiretin dönüp dolaşıp varacağı son durak olduğunu görür. Orada her insanın ya cennette ya da cehennemde hayat süreceğini bilir. Bunun için Allah'tan kendisine ahirette de güzellik vermesini ister. İşte bu insan örneği, Allah'a yakın olandır. Bundan dolayı da dünyadaki salih amelleri ile kazanmış olduğu güzellikten kendisine nasibi verilir. Böylece hem dünyada hem de ahirette Allah'ın büyük mükafatını karşısında bulur... Allah, hesabı çabuk görendir. O'nun hesabı süratlidir. Kullarının yapmış oldukları amellerinin sonucunda neyi hak ettiklerini bilir ve onlardan her birine iyi veya kötü karşılıklardan yaptıklarına karşlık olam adil bir hükümle verir... [75]
Yukarıda geçen duaya ilişkin iki ayetin çizdiği çerçeveden duanın eğitim boyutunu algılıyoruz. İnsanın fikrinde, vicdanında ve pratik hayatında yaşadığı bütün meseleleri duanın bu boyutu içerisinde görebiliriz. Öyle ki, insanın yaptığı dua onun hayattaki bütün konum ve hareketlerinin canlı bir sureti olmaktadır. Bu canlı suret içerisinde insan dünya işlerine eğildiği gibi ahiret işlerine de eğlir. İnsan bu dua ortamında kalbini Allah'a açar ve O'ndan dünya hayatının zarurî ihtiyaçlarım istediği gibi ahiret hayatına ilişkin ihtiyaçlarını da ister. Böylece insanın ahirete ilişkin hissiyatı da gelişir. Ahret hayatında kendisine verilecek güzelliğin de dünyadaki zarurî ihtiyaçlar kadar, hatta daha da önemli olduğu şuuru derinleşir... İşte Kur'an'î dualarda, Peygamber'in (SAV) dualarında ve O'nun Ehl-i beytinin imamlarının dualarında, özellikle de İmam Zeynelabidinin dualarında karşılaştığımız çarpıcı gerçek budur. Bu dualar dünyaya ve ahirete ilişkin bütün istekleri bu iki hayatın birlikteliğine ve ayrılmazlığına delil olacak şekilde bir araya toplamış ve birlikte ele almışlardır... Muvaffakiyete götüren ve dayanağımız olan Allah ne"'güzel vekildir...
«Sayılı günlerde Allah'ı anın. Kim hernen iki gün içinde (Mina'ddn Mekke'ye) dönerse ona herhangi bir günah yoktur. Kim de geride kalırsa korunduğu takdirde ona da herhangi bir günah yoktur. Allah'tan korkun ve bilin ki hepiniz Onun huzuruna toplanacaksınız...»
Sayılı günlerin, Zilhicce ayındaki «teşrik» günleri olduğu açıktır. Bunlar, Zilhicce ayının Mina'da geçirilmesi gereken onbirinci, onikinci ve onüçüncü günleridir. Acele edip iki günde (onikinci gün) dönmeye de, onüçüncü güne kalmaya da herhangi bir mani yoktur. Fakat bu hükmü koyan ibareden hemen sonra gelen takvaya (korunmaya) gelince; bu, İmam es-Sadık'tan ve İmam el-Ba-kır'dan rivayet edilmiş haberlerde de günahlardan bağışlanmaya esas olarak geçmektedir.
Bundan sonra ayet-i kerime tekrar mutlak bir ifadeyle takvaya davet etmiştir .Ayetteki «Allah'tan korkun ve bilin ki hepiniz O'nun huzuruna toplanacaksınız» ibaresi insanın hacda ve diğer bütün zaman ve mekanlarda hayatın her alanında Allah korkusu ile davranmasını ifade etmektedir. Bütün insanların Allah'ın huzuruna toplanacağı İfadesi de bunun te'kididir. Burada, insanların sonunda Allah'ın huzuruna toplanacakları ve bu âdil ve galip huzurda hayır ve şer bütün yaptıklarının karşılığını görecekleri gerçeğine dikkat çekilmiştir. Bu gerçeğin te' kidle vurgulanması da insanın kendi nefsinde ve bütün hayatında takva ruhunun gelişmesinde büyük bir etken olacaktır.
Anılan günlerde ve gecelerde Mina'da kalmaya gelince; bu insanın ruhunun derinliklerinde Allah'ın huzurunda bulunmanın yüksek ve etkin hislerini yaşadığı bir ruhî ve fikrî konum olarak kabul edilebilir. İnsan bu konumda ve bu ruhî ortam içersinde Allah'ı zikreder, tefekküre dalar, geçmiş dönemlerin ve içinde bulunduğu dönemin hesaplarını gözden geçirir. Bunların geleceğe olan uzantılarına kapılır. Hacda yapıp ettikleri üzerinde düşünür. Sonunda dünya ve ahiret hayatı düzeyinde yüksek im anî neticelerin tatmin ve güveni içerisinde vazifesini tamamlamış olarak döner...
Allah'a ihlasla kulluk edenlerin ecri ne büyüktür... [76]
BismilIahirrahmanirraMnı
«İnsanlardan öylesi var ki, dünya hayatına dair sözü hoşuna gider. Kalbinde olana (sözlerinde samimi olduğuna) da Allah'ı şahit tutar. Oysa o, hasımların (düşmanların )en yamanıdır. Dönüp gitti mi (veya iş başına geçti mi) de başlar yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli yok etmeye... Allalı da bozgunculuğu sevmez. Kendisine «Allah'tan kork!y> dendiğinde gururu kendisini günaha sürükler. Artık ona cehennem yetişir; ne kötü bir yataktır o... İnsanlardan öylesi de var ki, canını Allah'ın rızasını kazanmak karşılığında satar. Allah da kullar(ın)a çok şefkatlidir...»
(Bakara: 204-207)
Bu ayetlerde hak, doğruluk ve iman karşısında her zaman ve her yerde bulunan iki insan örneğini açıklayan "bir suret zikredilmiştir. Bunlardan biri; insanların iyiliğini, saflığını ve kendilerine hayat içerisinde aynı topluluk içinde birlikte, bir çatı altında yaşadıkları bütün insanların iyi, doğru ve temiz olduğunu vahyeden doğruyu istismar eden münafık insan Örneğidir. İnsanlar bu saflık ve doğrulukla bu münafık insanın tatlı sözlerine inanır, yumuşak üsluplarına aldanırlar. Yeminlerine güvenirler. Münafık insan da bu küllî inanç ve güveni istismar ederek kalbinin halis niyetlerle, kafasının insanların hayatını iyilik üzere inşa edecek, kendilerini hakkın ve saadetin yoluna yöneltecek iyi düşüncelerle dolu oldu- . ğunu bir izlenim olarak insanların içine yerleştirir. Kalbinde olana (sözünde samimi olduğuna) Allah'ı şahit tutarak, şahitliğin kutsiyetini ve yeminin _ azametini kullanarak insanları aldatmaya çalışır.
Kur'an-ı Kerim dikkatlerimizi bu insan tipinin ha-yatmm derinliklerine çekerek onun gerçek kimliğini açıklamakta ve «O düşmanların eaı yamanıdır» ifadesiyle bu insan tipinin Müslümanlara ve gerçeğe karşı olan düşmanlığını olanca açıklığıyla ortaya koymaktadır. Evet onun insanların bazı acı tecrübeleri yaşamadan bilemediği, farkına varamadığı fikrî ve ruhî konumu budur. O, hakkı ve doğruluğu temsil eden kelimelerin arkasına gizlediği kötü anlamlar ve şer kuvvetlerle peşinde olduğu rütbe, mal ve şehvetleri elde etmeye çalışan bir şer konumundadır. Bu sözlerden sonra dönüp gittiğinde veya iş başına geçtiğinde asıl azgın ve şerir yüzü açığa çıkar. Toplumdaki beşeri varlıkları ve servetleri yok etmeye çalışır. Ayette anıldığı ifade ile ekini ve nesli yok eder. İnsanların ahlakî siyasî, sosyal ve iktisadî gerçeklerini bozucu alanlarda faliyet gösterir. Böylece de Allah'ın yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayı kabul etmeyen sevgi ve rızasından uzak bir sapıklık içerisinde boğulur gider.
Kendisini eleştiren ve nasihat eden insanlarla karşılaştığında, bu insanlar kendisine gittiği yolun yanlışlığını açıklamak, kendisini aydınlatıp takva çizgisine yöneltmek istediklerinde ise gururu kendisini günaha sürükler. Nasihat ve eleştirilere kulak asmaksızm günahlı yoluna yapışır ve İşlediği günahlarla' gurur duyar. Gittikçe azar, kendisinin şüpheler ve eleştiriler düzeyinin üstünde olduğu yolunda aldatıcı yalancı izlenimler yayarak büyük-lenip böbürlenir. Ona bakarsanız, kendisi işin başındadır ve diğer insanlara hayattaki stratejik programları veren yüksek kaynak ve otorite kendisidir. Bundan dolayı hiçbir kimsenin kendisini eleştirmesi, ona yol göstermesi, programını ve gidişatını eleştirip aykırı programlar ve gidişatlar önermesi caiz değildir...
Ayet-i Kerime, (çok yalandan tanıdığımız -Çev.) bu insan tipini bekleyen sonu açıklayarak noktalanıyor. Onun yeri cehennemdir ve o, orada azapların en şiddetlisini tadacaktır. Kendi eliyle kendisine hazırladığı bu yatak ne kötü bir yataktır.
Müfessirler ayet-i kerimede geçen «ve izâ tevellâ» ibaresinin tefsirinde değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları bu ibareyi «geri dönüp tatb sözlerini sarfettiği
topluluktan uzaklaştığında» diye tefsir ederken, diğer bazı müfessirler aynı ibareyi «velayet-iş başına geçmek» olarak tefsir etmişlerdir. Yani ikinci görüşe göre, anılan insan tipi iş başına geçip insanlar üzerinde yönetici konumuna geldiğinde kötü yöneticilerin yaptığını yapar; .yeryüzünde bozgunculuk çıkarır. Kur'an-ı Kerim'de tabir edildiği üzere ekini ve nesli yok etmeye çalışır. el-Keşşâf tefsirinin sahibi de bu görüştedir. Bu iki tefsir de ayette geçen ibarenin mümkün anlamlarından olmakla beraber bu ikinci görüş gerçeğe daha yakın gözükmektedir. Çünkü azgınlık ,yeryüzünde fesâd çıkarmak ,ekini ve nesli yok etmek, kendini her türlü eleştiri ve nasihat düzeyinin üstünde görmek gibi ayette anılan insan tipine ilişkin sıfatlar ve davranışlar, daha ziyade bir yüksek mevki ve iktidar ile birlikte gerçeklik kazanabilirler... Ayetlerinin esrarını ise ancak Allah bilir...
Evet... Her zaman ve her yerde din, siyaset ve toplum alanlarında varlık gösteren münafık şahsiyetin temsil ettiği insan tipinin açık sureti budur. Bu, temsil ettiği bütün sapma, aldanma, aldatma ve işgal unsurları ile kendini ve çevresindeki insanları şeytana (Büyük Şeytana- Çev.) satan insan tipidir.
Bu münafık insan tipi karşısında ikinci bir insan tipi daha vardır. Bu ise kendisini Allah'a satan, O'nun rızası" karşılığında kendini Allah'a adayan insan tipidir. Bu insan tipi kendi nefsinde Allah'ın iradesinden ve bu ilahî iradeye itatten uzak herhangi bir özgürlük görmez. Bundan dolayı da bütün fikrî, ruhî ve bedenî güçlerini Allah'ın yolunda harcaması gerektiğine dair engin bir inanç ve bu inancı bilfiil destekleyen derin bir şuur içerisinde yaşar. Batıl metodlar ve hakka düşman engeller karşısında kendisinin herhangi bir mantık yürütme yetkisinin olmadığını, hayatın bütün alanlarında olduğu gibi batıl metodlar ve hakka düşman engeler karşısında da metod, tavır ve strateji belirleme yetkisinin tamamen Allah'ın iradesinde olduğunu bilir. İşte bu insan tipi, hayatın her alanında risaletlerini yaşayan, hayatlarını da bu risalet için yaşayan risaletçi insan Örneğidir. Bu insanlar hayatı doğru çizgi üzerinde ve yalnız risaletleri için yaşarlar. Aldatıcı hareketler karşısında bu doğru çizgiden herhangi bir sapma göstermezler. Hiçbir baskı unsuruna teslim olmazlar. Aksine bütün'engeller karşısında sarsılmaz sert bir konumda bulunarak, ahidlerine sadık olduklarına ve Allah yolunda kendilerini feda edercesine cihad ettiklerine Allah'ı şahit tutarlar. Allah yolunda kınayanların kınaması da kendilerine hiçbir surette engel olamaz.
«Allah kullarına çok şefkatlidir...»
Kendi rızaları ile ve iç huzuru içersinde ölümü göze alarak kendilerini Allah'a adayan bu insanları kabul eden ve onları rahmet ve rızasına boğacak büyük müs-bet karşılıklar veren, az amellerini çok sevapla değerlendiren O'dur.
el-Keşşâf tefsirinin sahibinin naklettiği üzere er-Ra-zî ,tefsirinde bu ayet-İ kerimenin nüzul sebebi hakkında yaptığı açıklamada bu ayetin nüzul sebebi hakkında üç rivayetin varid olduğunu, bunlardan birinin bu ayet-i kerimenin Ali b. Kbi Talip hakkında nazil olduğunu haber verdiğini belirtmiştir. Bu rivayete göre: Ali b. Ebi Talip, hicret gecesi Rasulullah'm (SAV) yatağmda yattığında Cebrail, Rasulullah'm (SAV) yatağında yatan Ali b. Ebi Talib'in baş tarafında Mikail de ayak ucunda durmuşlardı. Bu esnada Cebrail şöyle seslenmiştir:
«YaşaJ Yaşa! Senin gibisi var mı ya Ali! Allah meleklere karşı seninle Övünüyor.,.»
Gerçekten de İmam Ali'nin kişiliğinde övünmeye değer bir fikir, takva ve cesaretle karşı karşıyayız. O, bütün bu özellikleriyle hayatını her türlü kişisel yarar kaygısından uzak, İslam'ın ve Müslümanların hizmetinde sürdürmüş ve kendini bu yolda feda etmiştir... [77]
Bu ayetlerden
;ikaracağinnz sonuçlara gelince:
1 — Diğer insanlara, diğer Müslümanlara sözler ve görüntüler yoluyla değil, yaşadığımız realiteler yoluyla nasıl güven ve destek vereceğimizi öğrenmeliyiz. Sözler ve görüntüler yoluyla değil, yaşadığımız realiteler yoluyla dedik. Çünkü sözler ve kelimeler aldatabilir, görüntüler insanların ve hatta bizim gözlerimizi boyayabîlir. Fakat çetin deneyimler kanalından ulaşılan yaşanan canlı kavramlar ancak hak ve ihlas temelinden hareket eder ve bu canlı gerçeklikleriyle algılanmayı zorunlu kılarlar. Bu ayetlerde karşılıklı olarak sergilenen iki örnek yoluyla insana, hayatın birden çok cephesinin bulunduğu, belli" bir görüntünün çoğu hallerde kendi gerçeğini açıklamadığı vahye dilmektedir.
2 — Kur'an'm karşılaştırmalı olarak sergilediği bu iki örneği, yaşanan gerçek hayatın içerisindeki yerine oturtmalıyız. Bu iki örneği, yaşayan hayat gerçeği içerisinde ele aldıktan sonra, ayette kötü kimliği açıkça ortaya konulmuş olan birinci Örneği protesto etmeliyiz. Böylece insanlar bu kötü örneğin bozgunculuğundan, azgınlığından, saldırı ve sömürüsünden kurtarılmış ve korunmuş olacaktır... İkinci örneğe gelince, bu örnek insan tipine destek ve riayetle bağlanmalıyız. Böylece de bu iyi insan Örneği güçlenip kararlılık kazanacak ve bu yolla hayırlı ,ıslahçı ve sevgiye .insanlığa ve bağlılığa önem veren bir ümmet oluşacaktır.
3 — Kafamızda yeryüzünde bozgunculuk çıkarmanın, Kur'an'm tabiriyle ekini ve nesli yok etmenin olumsuz temellerini canlandırmalıyız. Bunun üzerine bütün olumsuz siyasal, sosyal .ekonomik ve askeri programlara karşı gerekli tavrı alıp, sadece Allah'ın rızasını gözeten insanın kendini Allah'a adamasında temsil olunan olumlu temelleri izleyenler durumunda olacağız. Böylece de hayattaki iki zıt yönden olumlu yönü canlandırıp takviye etmiş olacağız. Karşımıza çıkan şartlar ne kadar çetin olursa olsun, bizi saran sorunlar ne denli zorlu olursa olsun, bu müsbet tavrı kuşanmahyız. Çünkü Allah'ın sevdiği şeylere ve rızasına ulaşmamızı ve sevmediği şeylerden ve gazabından uzaklaşmamızı gerçekleştirecek olan budur. Sevgisizliğin karanlığı karşısında sevgiyi, olumsuzluğun zulmeti karşısında müsbetliği de hayat içerisindeki gerçek yerine bununla oturtabiliriz... [78]
«Ey iman edenler, hepiniz birlikte selamete girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır. Size apaçık deliller geldikten sonra yine (hak yoldan) kayarsanız bilin ki Allah daima üstündür ve hikmet sahibidir. Onlar (delil olarak) ancak buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin karşılarına gelmesini ve iş(lerin)in oracıkta bitirilmesini mi bekliyorlar?!., (tş bitmiştir)... Bütün işler (sonunda) Allah'a döndürülür...»
(Bakara: 208-210)
İlk iki ayet-i kerimede mü'minler, kendilerine hayatta, içerisinde ne ayrılık, ne çatışma ve ne de düşmanlığa yer olmayan vahdet-i sağlayıp koruyacak İslam'ın ilkeleri, yönelimleri, kavramları ve hükümleri temeli üzerine kurulu olan imanın selamet atmosferine girmeye ça-ğırılmaktadırlar. Ancak bu iki ayetten bu çağrıyı nasıl çıkarıyoruz?.. Şimdi bu iki ayetten bu çağrıyı ve bu çağrının içeriğini nasıl çıkardığımızı ayrıntılarıyla açıklamaya çalışalım...
İlk ayet-i kerimede geçen «es-Silm» kelimesi İM yönde tefsir edilmiştir. Müfessirlerin çoğunluğu bu kelimeyi «İslam» olarak tefsir ederken'bazı müfessirler de «sulh ya da çatışma ve ayrılığı bırakma» olarak tefsir etmişlerdir. Bu kelimelerin tefsiri üzerindeki görüş ayrılığına dayalı olarak aynı ayet-i kerimede geçen «Ey iman edenler...» ifadesinin anlamı üzerinde de görüş ayrılığı ortaya çıkmıştır. Çünkü «es-Silm» kelimesini anıldığı üzere «İslam» olarak yorumlayan birinci tefsir bir açıklık (beyaniyet) sorunu yaratmaktadır. Yani eğer bu «Ey imaa edenler...» ifadesiyle hitap edilenler mü'minler ise, nasıl olur da zaten mü'min olan bu kimselerden İslam'a girmeleri, yani Müslüman olmaları istenir?.. Nitekim bu yolda görüş beyan eden müfessirîerden bazıları «iman edenler» tabirini de, içinden değil de söz ile dıştan iman edenler ya da iman etmiş görünenler olarak tefsir etmeye ça-. lışmışlardır ki bu yaklaşımla ayetteki «iman edenler»den maksat «münafıklar» olmaktadır. Bu müfessirler böylece ayetteki çağrının İslam'a ve imana içten ve amelî olarak bağlanmaya yönelik olduğunu ileri sürmüşlerdir. Aynı yaklaşımla hareket eden müfessirlerden bazıları da «iman edenler» tabirini, «Ehl-i kitap» olarak yorumlamaya çalışmışlardır. Bu yorumla da «es-Silm», bunların yani Ehl-i kitabın İslam'a girmeleri anlamına getirilmeye çalışılmıştır. Fakat biz ayetin ruhunda bu yaklaşımla ve- • rilen iki anlamı da göremiyoruz. Ancak ayet-i kerimeyi incelediğimizde başlangıçta anılan iki temel yaklaşımdan İkincisini ayetin ruhuna daha yakın buluyoruz. Yani bizce ayetteki «es-Silm» kelimesini «sulh ya da çatışmayı ve ayrılığı .bırakmak» olarak tefsir eden müfessirlerin yaklaşımı ayetin ruhuna ve anlamına daha yakındır. Yine «iman edenler» tabirine ilişkin anılan iki yorumu da şu ayet-i kerimedeki açık anlam ışığında değerlendirmeyi yerinde buluyoruz:
nA'râb (Bedevi Araplar) iman ettik dediler. De ki: 'Siz iman etmiş olmadınız. Fakat... Ancak 'islâm olduk'' deyin. Çünkü henüz iman kalplerinize girmemiştir...»
Çünkü iman gönülden (içten-kalpten) olur. İslam ise, itat ederek barışa girmek ve savaşı bırakmaktır. Savaşı bırakmakla İslam oldunuz (korunup güvene girdiniz). Görüldüğü gibi ayetin açık anlamı, sözün uygulamaya uygun olduğu iman iradesidir. O halde şimdi biz bu ayette de pekiştirilmiş olan bu anlamı bunun aksine nasıl yorabiliriz?!.. Yine bu «iman edenler» tabirinin Ehl-i kitap olarak yorumlanması da Kur'an'î ıstılahla (terminoloji ile)
uygun düşmemektedir. Çünkü Kur'an'î ıstılah, «iman edenler» ifadesini «Ehl-i kitap» ve «müşrikler» ıstılahlarının karşısına koymuştur. Bu Kur'an'î ıstılah ayırımını şu ayet-i kerimede açıkça görebiliriz:
«îman edenler... Yahudiler... Sabitler... Hıristiyanlar...»
İşte bu açıklamalar ışığında «es-SÜm,» kelimesini İslam'a girmek, Müslüman olmak anlamlarına yormaya herhangi bir sebep göremiyoruz.
Şimdi karşı karşıya olduğumuz bu anlam atmosferinde «es-Silm» kelimesine verilen başlangıçta andığımız anlamlardan ikincisini bir kere daha pekîştirebiliriz. Çünkü ayrılık, çatışma ve çekişmelerden uzak bir toplumsal uyuşmayı ifade eden «es-Silm» kelimesinden bunu. anlıyoruz. Burada ayet-i kerime, her türlü ayrılık, çatışma ve çekişmelerden uzak olan toplumsal uyuşma ve birlik ortamına girmeye çağırmaktadır. Bu toplumsal uyuşma ve birlik ortamı, ümmetin, kendisini birbiri ile çatışan ayrılıkçı gruplar şeklinde dağıtan ve bu dağmılık içerisinde boğup kaybeden yanılgılardan uzak olarak üzerinde toplanıp bir araya geldiği tek çizgi ile aynı durumdadır. Tıpkı şu ayet-i kerimenin çizdiği tabloda görüldüğü gibi:
«Hepiniz Allah'ın ipine sımsıkı sarılın ve ayrılmayın...»
Kur'an ayetlerinden birçoğu, kendilerine Allah katından bir ilim gelmiş ve bu ilim geldikten sonra, buna rağmen kendi aralarında ayrılığa düşmüş sapmış ve saptırmış ümmetleri yoğun bir tekidle anlatmaktadır:
«Dinlerini parçalayıp ayırarak çeşitli tarafgir gruplar oluşturanlar hiçbir konuda o(Müslüma)nlarla bir değildirler...»
«Kendilerine (Allah katından gerçeğin) ilmi geldikten sonra azgınlığa kapılarak kendi aralarında ayrılıp ayrılığa düşenler gibi olmayın...»
ayetlerinde görüldüğü gibi... Kur'an-ı Kerîm'de bunun başka açık örnekleriyle de sık sık karşılaşıyoruz. Bu ayetler, birlik halinde olan tek ümmetin bireyleri arasında herhangi bir ayırım veya ayrılığın bulunmadığını tekid eden ruhanî çizgiyi açıkça ortaya koymaktadırlar.
Bu ayetlerde İsrailoğulları da canlı bir Örnek olarak verilmiştir. Çeşitli zât'çı ve hizipçi akımlara kapılmaktan kaynaklanan ayrılık ve çatışmanın onları nasıl dağıtıp yerle bir ettiği gözler Önüne serilmiştir. Böyle menfî örnekleri bütün canlılığıyla sergileyen Kur'an-ı Kerim, toplumun selametini korumaya önem vermiş, toplumu oluşturan fertlerin özel ve sosyal hayatlarının her alanında bu toplumsal selametin temelini oluşturan birlikteliği gerçekleştirecek ve muhafaza edecek yolda davranmalarım emretmiştir. İşte bizi genel Kur'an'î atmosferde «es-Silm» kelimesinden bu manayı anlamaya iten de bu Kur' an'î yaklaşımdır. Buna, bu anlamın Kur'an-ı Kerim'in başka ayetlerinde «es-Silm» kelimesinin kullanılışı ile uygunluğunu da eklersek tamamen bir fikrî tatmin durumuna ulaşabiliriz. Diğer ayetlerde «es-Silm» kelimesi şöyle geçmektedir:
«Eğer onlar 'silm'e-barışa' yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a dayan. Çünkü O, işiten ve bilendir...»
(Enfal: 61)
«Siz üstün (galip durumda) olduğunuz halde gevşeyip de 'silm-barış' istemeyin. Allah sizinle beraberdir. O sizin amellerinizi zayi etmeyecektir...»
(Muhammed: 35)
Bu açıklamalar kanalıyla ayet-i kerimede geçen «es-» kelimesinin, hayatta îslamî çizginin selamet ve derinliği için temel şart olan barış içerisinde yaşama ve birliktelik anlamına geldiğini daha iyi anlamak durumundayız- Bu anlam çerçevesinde mü'minlerin üzerine düsen görev, fikrî, toplumsal ve ekonomik bütün alanlarda birbirleriyle olan ilişkilerinde barış ve huzur ortamında yaşamaları, düşmanlık ve çekişmeye meydan vermemeleridir. Bu ayet-i kerimenin emri doğrultusunda mü'min-ler, düşmanlık ve çekişmelerin özellikle de tek din içerisinde mezhepçi ayrılıkların hayatlarına hakim olmasına fırsat vermemelidirler. Çünkü bu ayrılıklar İslam toplumunu parçalar, bu ayrılıklar sonucu oluşan grupların her biri diğerine karşı düşmanlık eder ve savaşan birer yıkıcı güç durumuna gelir. Bu da kaçınılmaz olarak dinin zayıflamasına yolaçar. Çünkü her bir dinî güç diğer dinî gücü vururken, her biri neticede güçlerin heder edilmesine, tümden ortadan kaldırılmasına veya etkisiz bırakılmasına ortak olmuş olur. Bütün bu ayrılıkların şahsî çıkarlar temeline dayandığı da gözden kaçırılmamalıdır. Bu temelden hareket eden ayrılıklar, elbette şahsî çıkarlara hizmet edecektir, ümmetin menfaat ve maslahatına değil...
«Silm»e yani barış ve birliğe yönelmek, tabiatıyla insanların hayatına hükmeden İslamî kavramlarla iç içe yaşamakla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bu sıkı bağlılık, İslam toplumunun bütün unsurlarını birbirine bağlayan, çizgilerini birbiriyle bir araya getiren ve bütün unsurlara, aynı noktada kesişip birleştiklerini his ve idrak ettiren fikrî temel kanalıyla gerçekleşmektedir. İşte bu bağlamda ayette geçen «Sihn'e girmek» ifadesinden, İslam'ın tek yolunda bir araya gelip birleşmeyi anlayabiliriz. Tabii ki bir kelime veya söz olarak değil, muvafakat ve birlik üzerine orijine olan kavramın bir neticesi olarak... Çünkü «es-Silm-Selamet, Muvafakat ve Birlik» güzel muamele ve içten yaklaşım temeli üzerine kuruludur ve sorun çıkarmaktan müşkilata sürüklemekten uzaklaşmak noktasından hareket eder. Kötü uygulamalar ve acı deneyimler, fırtınalar ve kasırgalar karşısında dayanıklılık gösteremeyecek kadar nazik ve tabir caizse alıngandır. İstenen ve aranan incelik sıfatının yanında nazikliğin bulunması tabiidir... İşte İslam, yaşayan canlı hayat içerisindeki silmin-selametin hikayesini böyle anlamaktadır... Bu anlam da yaşanan, pratik, canlı birlik noktasına doğru hareket eden fikir ve şuur birliği bağlamın d a dır. Ayet-i kerimenin «Ey imam edenler!..» diye başlaması da her halde bunu anlatmaktadır. Çünkü iman, mü'minlere kalkış noktasını,.yol ve hedef birliğini dikte etmek durumundadır. Böylece birlik, yakınlaşma ve bağlılığın derinlere varan köklerine bağlanacak ve karanlıklar içerisinde boğulup anlamını yitirmiş yüzeysel kelimelerin kucağında parçalanıp yok olmaktan uzaklaşacaktır. Bunun neticesinde de hayat her şeyiyle taze, zinde bir havaya ve onu çepeçevre saran fezaî bir nura kavuşacaktır... [79]
«... Şeytanın adımlarını izlemeyin...»
Çünkü şeytan, mü'mini eğleşi ve gaflet ortamına sokarak onu (sahip olmakla nıü'min sıfatını kazanmış olr duğu) imanının çizgisinden uzaklaştırır. Böylece mü'mi-nin imanı, hayatın canlılığından uzak bir şekilde kendi zâtının çerçevesi içerisinde durgunlaşır ve kuruyup gider. Şeytanın her adımı, yani insanoğlunun önüne döktüğü bütün yollar, onu sapma, küfür ve bozguna doğru sürükler. Şeytan bunu, insanın içine kötü vesveseler, şek ve şüphe çatışmalarını, sapma ve bozgun etkenlerini yerleştirerek gerçekleştirir. Böylece ona imanı idrakini kaybettirir. Bundan sonra o insan hakkı batıl, batılı da hak olarak görür olur. Eşyaya bakış terazisi değiştikten sonra ölçütleri çatışır, ölçüleri birbirini tutmaz... Her halde bu olumsuz sonuçlardan biri de şeytanın hilelerinin etkinliği sonucu mü'minin diğer nıü'min ile iman adına savaş-masıdır. Çünkü şeytan, mü'rnîne diğer mü'minle savaşmayı, o mü'minin tarafında gördüğü sapmalara ve sapıklıklara karşı Allah yolunda ve iman adına yapılan bir savaş olarak gösterir. Fakat o mü'min bir dikkat nazarıyla incelemeye dursa, diğer mü'min kardeşine karşı şahsî mizaç ve kişisel heva ve hevesler temeli üzerinden karşı çıkıp düşmanlık güttüğünü ve o mü'min kardeşinin bizzat kendisine karşı, yani iman adına bizzat iman edenlere karşı savaştığını bütün açıklığıyla keşfedecektir. Her halde bu vahim olgunun açık acıklı örneklerinden biri bütün varlığı ve acı gerçekliği ile karşı karşıya olduğumuz Müslümanlar arasında bulunan çeşitli konularda çatışma ve düşmanlığa sürükleyecek düzeyde olan mezhep ve hizip ayrılıklarıdır. Oysa şeytan, bu bela ile başbaşa kalan mü'minlere, bunun, hakkı savunma olduğunu vah-yetmekte ve kendisinin adımlarını izlemek gibi bir yanılgıya kapılanları bu yola gayet tabii bir şekilde sürüklemektedir. Hem de ortalık, kafirlerin bir yandan sömürgecilik gerçeklerinden, diğer yandan küfür gerçeğinden kaynaklanan cehennemi planları ile kaynarken... Tıpkı kendisi hak olduğu halde onunla batıl kastedilen veya batılın hizmetine koşulan kelimeler gibi...
Bütün bu açıklamalar ışığında, Allah Teala'nm, ayet-i kerimelerinde devamlı olarak şeytanla karşı karşıya olduğumuzda onun bütün planlarına karşı dikkatli olma ve ayık bulunma ilkesine riayet etmemizi te'kid ettiğini görüyoruz. Çünkü şeytan, insanın zihnine ve fikrine nüfuz etmek amacını gerçekleştirmek için en gizli yolları ve en dakik araçları kullanır. Hak ile batıl yolları arasında insana kendini kaybettirir. Böylece insan bu iki ayrı yol arasında yoldaki işaretleri karıştırır.
Bu, birçok ayet-i kerimede karşılaştığımız bir durumdur:
«... Kullanma (birbirlerine karşı) sözlerin en güzel olanını söylemelerini söyle... (Çünkü) şüphesiz şeytaız aralarına çatışma sokar... Gerçekten şeytan, insan, için apaçık bir düşmandır...»
(İsrâ: 53)
Bu ayet-i kerimede şeytanın insanların birbirlerine karşı sarfettikleri kelimelerin içerisine nüfuz ederek muhatabın zihninde bu kelimelerin en olumsuz anlamlarını canlandırmaya çalışmasına ve bu yolla muhatabın şahsî duyguları üzerinde kötü etkiler oluşturmasına, böylece insanlar arasına düşmanlık ve çatışma kıvılcımları atmasına dikkat çekilmekte ve şeytanın bu tür bir oyununa meydan vermemek için mü'minlerden, bir fikri ifade etmeye çalışırken birbirlerine karşı ve hatta diğer bütün insanlara karşı güzel -bir üslupla, kelimelerin en güzelini, çeşitli olumsuzluklardan uzak olanını seçmeleri ve Özenle seçtikleri bu kelimeleri yine güzellik bağlamında sar-fetmeleri emredilmekte ve bütün bunlar «şeytanın insan için apaçık bir düşman» olduğu gerçeğine dayandırılmaktadır.
Bu konuda diğer bir ayet-i kerime de (mealen) şöyledir:
«Şüphesiz şeytan, sizin düşmanınızdır. Bu nedenle onu (ancak) bir düşman olarak kabul'edin. O, kendisine uyan taraftarlarını ancak cehennem ehlinden olmaya çağırır...» (Fâîır: 6)
Kur'an ayetlerinde üzerinde ağırlıklı olarak durulan ve dikkat çekilen bu düşmanlıkta insanın, hayatın bütün alanlarında şeytanın fısıltı ve işaretleri karşısında karşı bir konum almasına ve aksi bir tutum göstermesine açık bir işaret görüyoruz. Ezelî düşmanlık konumundan hareket eden şeytan bu fısıltı ve işaret üsluplarıyla insanın içine şek, şüphe ve güvensizlik unsurlarını doldurur. Bunun için insan, kafasında toparladığı bir sözü veya davranışı sarfetmeden ve kendisine yöneltilen bir söze veya davranışa teslim olmadan önce, bu sözün veya davranışın zahirî ne kadar hak, doğruluk ve iyilik olsa da uzun uza-dıya düşünmelidir. Bu tefekkür aşaması sonunda, zahiri hak, doğruluk ve iyilik olan o söz veya davranışın iç yüzünün de halis mi yoksa sahte mi olduğu açığa çıkacaktır. Bunun üzerine de insan o söz veya davranışı, açığa çıkan sonuca göre red veya teyid edecektir.
Tefsire konu olan ayet-i kerimenin «Şeytaaım adım-îarmı izlemeyin» cümlesi de, insanı attığı her adımda, uygulamaya giriştiği her programda, özellikle de diğer insanları huzur ve selamete davet etmek gibi yüce bir uğ-raşm konu olduğu adımlarda sıkı bir inceleme ve tefekküre sevketmek üzere varid olmuştur. Çünkü şeytan, haddizatında yolun doğrusuna meyilli olan insanın huzur ve şeamet yolundaki projelerini tahrip etmek ve onu benlik, grupçuluk, particilik, ırkçılık ve diğer bölücü ve parçalayıcı rüzgârlarla karşı karşıya bırakmak için önüne bütün kötü yolları nasıl dökeceğini çok iyi bilir. Şeytanın adımlarını izleyerek onun insanoğlunun önüne ustalıkla döktüğü bu kötü yollara kapılan insanları şeytan, sözün başında da değindiğimiz gibi çeşitli isimler, renkler ve metodlar altında birbirinden uzak ve birbirine düşman partilere ve gruplara böler. İşte burada şeytanın adımları ile Rahmân'm adımlarını ya da şeytanın projeleri ile Rahmân'ın projelerini, şeytanın önümüze döktüğü kötülük yolları ile Rahman'ın önümüze koyduğu dosdoğru hak yolu birbirinden ayırdetmek, şeytanın gösterdiği hedeflerle Rahmân'm gösterdiği hedefleri birbirine karıştırmamak zorundayız. Bu konuda' daha önce geçen bir-ayet-i kerimenin tefsiri sırasında da bazı açıklamalar yapmıştık. ..
«Size apaçık deliller geldikten sonra yine ayağınız (kötülüğe) kayacak olursa şunu iyi biliniz ki Allah her şeye galip ve üstün olan (Azız) ve hikmet sahibi olan (Hakîm)dir...»
Ayet-i kerimede geçen «ayak kayması», şeytanın yoluna kapılmak ve onun adımlarını izlemek şeklinde olursa, bunun bilgisizlikten veya düşünce kapasitesinin darlığından kaynaklanmış olabileceği kabul edilmemekte ve böyle bir şey kesinlikle hoşgörü ile karşılanmamaktadır. Çünkü Allah Teala, gerek bağışladığı akıl ve gerekse gönderdiği ayetler ile apaçık delillerini göndermiştir. Artık hu açık delillerden sonra insanların ayakları (batıla) kayacak olursa kesin bir gerçekle karşı karşıya kalacaklardır: Allah Azizdir... Onlar kötü ameler de işleseler, yoldan da sapsalar, Allah'ın izzetinden (kahredici üstünlüğünden) hiçbir şey eksiltemezler. Allah Hakimdir... İşleri başıboşluk ve kargaşa ortamında başlarını alıp gitmeye terketmemiştir. "Aksine her şeyi belirleyip sınırlamış, sevap veya ceza olarak bir sonuca bağlamıştır. İnsanın ne yapıp ettikleri ve ne de yapmayıp terlettikleri bu ilahî sınırı aşamadığı gibi, O'nun eşyayı ve olayları bağlamış olduğu sonuçları da değiştiremez...
«Onlar (delil olarak) ancak buluttan gölgeler içinde Allah' in ve meleklerin karşılarına gelmesini ve iş(lerin)in oracıkta bitirilmesini mi bekliyorlar?!.. (îş bitmiştir)... Bütün isler (sonunda) Allah'a döndürülür...»
Ayakları kaymış olan bu kötü yolların sapıkları doğrulup doğru yola girmek için daha neyi bekliyorlar?!.. Allah'ın azabının oracıkta karşılarına çıkıp kendilerini yakalamasını mı?.. Doğru yolu gösteren açık deliller kendilerine ulaşmıştır..Eğer gerçekten delil istiyorlarsa, bu deliller kendilerini ikna edip kanaate ulaştıracak açık delillerdir. Yoksa daha ne istiyorlar?.. Allah'ın azabını mı?!.. Burada (yani ayet-i kerimede) azap, «Onlar buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin karşılarına gelmesini ve iş(lerin)in oracıkta bitirilmesini mi bekliyorlar?!..» ifadesi ile, kinaye yoluyla anlatılmak istenmiştir. Şöyle ki: Önceki ümmetlerin üzerine Allah'ın azabı gökten inen bir ateş veya azabın her türlüsünü temsil eden fırtınalar ve yıldırımlar şeklinde inerdi. (Kaldı ki, bugün de bu tür olaylar vakidir. Azabın değişik şekillerini barındıran fırtınalar ve yıldırımlardan gökten ateş(li taşlar) düşmesine, ekonomik, sosyal ve siyasal fırtınalara varıncaya kadar önceki ümmetlerin başına geldiği belirtilen bütün bu olaylar bugün de yaşanmaktadır. Bütün bunların Allah'ın azabı olmadığı söylenemediği gibi bu olaylar Allah'tan başkasına da havale edilemez. Çev.). Ayet-i kerimede «Allah'ın gelmesi» tabirine gelince, bununla Allah'ın emrinin ve iradesinin gelmesi veya Allah'ın kainatta daima hazır ve nazır olan varlığının gelmesi, yani karşılarına çıkması, kainattaki bir gerçeklikte o gerçekliğe ilişkin bir sıfatı ile tececlli etmesi murad edilmiş (anlatılmak istenmiş) olabilir... Çünkü Allah «Zâhir»dir. Bütün varlık (mevcudat) O'nun zatından kaynaklanmıştır.,. Meleklere gelince, bunlar Allah'ın emrinden çıkan azabı müstehaklarına ulaştıranlardır,
Ayet-i kerimede geçen şu cümlelerden Kur'an-ı Ke-rim'in onların içlerinde bir korku havası estirmek istediğini anlıyoruz:
«Şunu iyi biliniz ki Allah her şeye galip (kahredici) ve üstün olan (Azız) ve hikmet sahibi olan (Hakîm)dir...» «.Buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin (karşılarına) gelmesini ve iş(lerin)in oracıkta bitirilmesini mi bekliyorlar?!...» «Bütün işler (sonunda) Allah'a döndürülür...»
Çünkü bütün bu ifadeler Allah'ın Aziz (her şeye galip, kahredici bir üstünlüğe sahip) olduğunu pekiştirerek hatırlatmakta yine Allah'ın azabının gelmesini, Allah'ın bizzat gelmesi kinayesiyle anarak azabın şiddetini ve durumun vehametin iidraklere derin çizgilerle kazımaktadır... Dikkatle incelediğimizde böyle bir mecazî üslubun Kur'an-ı Kerim'in başka ayetlerinde ve buradakin-den daha belirgin bir şekilde kullanıldığını görüyoruz. Bu. mecazı üslup, diğer ayetlerde de burada olduğu gibi isim tamlamasında tamlananın (muzafın) düşürülmesi ve tamlayanın (muzafun ileyhin )tek başına bırakılıp öylece kullanılması şeklinde İşlenmiştir: Allah Teala'nm «Köye sor» ve «Rabbin. ve melekler saf saf geleceklerdir...» ayetlerinde olduğu gibi... Görüldüğü üzere «Köye sor» ifadesinde köy sanki taşıyla toprağıyla canlı cansız bütün varlık unsurlarıyla zikredilmiş gibidir. Halbuki bu mecazî anlatımda esas olan «köy haUa»dır. Fakat böyle bir mecazî anlatımda adeta köyün taşı-toprağı, canlı-cansız bütün unsurları şahit tutulmuş gibidir. Bu ifadeyle olaya şahit tutulan unsur büyütülüp derinleştirilmiştir. Yine «Rabbin ve melekler saf saf geleceklerdir...» ifadesi ile adeta Allah'ın, elinin altında saf saf meleklerle birlikte karşılarına çıkacağı gibi bir his uyandırılarak olayın ve-hamet ve azameti idrak ettirilmek istenmiş ve insanların kalplerinde bir ürperti, bir korku havası estirilmek istenmiştir. Aynı anlam, gerçek isimlerin kullanıldığı sıradan ifadelerle geçilmiş olsaydı, insanı, pratik hayatının her alan ve aşamasında bu ahiret inancını canlı olarak yaşamak yolunda bütün duygularıyla bu gerçeğe bağlayıcı bir etki oluşturmayabilirdi... Bundan dolayı bu ifadeler ancak bu amaca yönelik mecazî ifadelerdir. Yoksa Allah mekandan münezzehtir...
«İsraJloğullarına sor!.. Onlara kaç açık ayet (delü-mucize) verdik?.. Kim Allah'ın kendisine gelen nimetini değiştirirse bilsin ki, Allah cezası şiddetli olandır...»
(Bakara: 211)
Ayet-i kerimede anılan İsrailoğulları, Allah Teala1 nin kendilerine ayetlerini ve mucizelerle beraber peygamberlerini göndermiş olduğu İsrailoğullarımn önceki kuşakları olabileceği gibi sonraki kuşakları da olabilir. Önceki kuşaklar olarak alındığında, zikri geçen ayetler ve mucizeleriyle birlikte gelen peygamberler bizzat onlara gönderilmiştir. Sonraki kuşaklar olarak alındığında ise bunlar kendilerine ayetler ve peygamberler gönderilmiş olan Önceki kuşaklardan geriye kalanlardır. Yani aynı İsrailoğullarımn uzantısıdırlar ve öncekilerle aynı tecrübeleri yaşamak durumundadırlar.
İsrailoğullarımn tarihi, peygamberleriyle karşı karşıya yaşadıkları iman ve küfür problemleri ile hareketli ve kanlı tarihlerinde peygamberi gidişe karşı bütün yaptıkları ile insanlık önünde canlı bir örnektir. Bu ayet-i kerime de bu gerçeği göz önüne getirerek (Peygamber (SAV) aracılığı ile) insanlardan İsrailoğullarımn karşılarında duran kalıntılarına: «Allah'ın kendilerine göndermiş olduğu açık ayetlerde herhangi bir eksiklik var mı?» diye sormalarını istemektedir. Buradaki sormaktan maksat araştırmak ve öğrenmek değildir. Aksine bundan maksat bu soru aracılığı ile kesin gerçeğin ikrarı, rapor edilmesidir... Çünkü Allah Teala İsrailoğullarına açık delillerle beraber çok peygamber göndermiştir. Onlar ise bu peygamberleri ve beraberlerinde getirmiş oldukları açık ayetleri yalanlamış, büyüklük taslamışlardır. Bunun üzerine de Allah'ın cezasına çarpılmışlardır.
Sonra ayet-i kerime, insana hak yolunu aydınlatıp gösteren açık ayetlerin (delillerin) Allah'ın insanlara gönderdiği ve insanlardan ona müsbet karşılık vererek bağlanmalarını istediği nimeti olduğuna ve insanlarm Allah'ın kendilerine bir nimeti olan bu ayetleri sapık söz veya sapık eylemleri ile değiştirmemelerine dikkat çekmekte, arkasından. da bu gerçek delilleri batıl delillerle değiştirenleri Allah'ın şiddetli cezasının beklediğini vurgulamaktadır. Allah'ın merhametlilerin en merhametlisi olmakla beraber cezasının da cezaların en çetini olduğunu ve böyle bir sapıklığa başvuran insanların Allah'ın merhametine ; sığmamayacaklarını, çünkü Allah'ın rahmet ve merhametinin rahmet yerinde, azap ve cezasının da ceza yerinde olduğunu, yersiz merhamet ile yersiz cezanın Allah için muhal (imkansız) olduğunu hatırlatmaktadır.
Şunu da belirtelim ki bu ayet-i kerimede İsrailoğul-lannın ayetleri ve peygamberleri yal ani amal arıyla anılmalarında, böyle davranmakla şeytanın adımlarını izleyip onun yoluna kapılmış ve bu yolda inad etmiş olduklarına da bir işaret imkanı vardır....
«İnkar eden(kafir)lere dünya hayatı süslü gösterildi; onlar (da) mü'minlerîe alay eder (oldular),.. Oysa Allah'tan korkup O'nun azabından sakınan (mü">min)ler kıyamet gününde onlardan üstündürler... Allah dilediğine hesapsız nzık verir...»
(Bakara: 212)
Bu dünya hayatında mü'minlerîe kafirlerin konumları arasında açık bir ayrılık vardır. Şöyle ki; kafirler azmışlar ve gözlerine güzel görünen şehvet ve arzuları ile dünya hayatına kapılmışlardır. Ellerinde bulundurdukları dünya nimetleri ile bütün bir hayatın anahtarlarına sahip olduklarını ve güçle her şeye hükmettiklerini hissetmek gibi büyük bîr yanılgıya düşmüşlerdir. Böylece kalpleri kibir ile ve hayatî değerleri, ilkeleri ve Allah'a olan bağlılığı ile yaşayan diğer insanlara karşı yükseklik kompleksi ile dolmuştur. Sonrg. bu kompleks, mü'minlerîe, onların yaptıkları işlerle, söyledikleri sözlerle ve imanları hesabına güçlükleri göğüslemeleriyle ve kendilerini imanları uğruna feda etmeleriyle, hiçbir kimseden gelecek herhangi bir müsbet veya menfî karşılığa aldırmadan Allah yolunda harcadıkları çabalarla alay etmeye dönüşmüştür.
Bu duruma düşen kafirler, mü'minlerin yüklendikleri bütün bu yüklemlerin ahmaklık ve gaflet gösterileri olduğunu tahayyül ederler. Çünkü bunlar, Allah'ın verdiği karşılığın, yani «sevab»m ne olduğunu bilmediklerinden Allah yolunda kendini feda etmenin anlamım kav-rayamazlar... Belki de Kur'an-ı Kerim bu ayet-i kerimede kafirlerin büyüklük taslamaları ve yükseklik kompleksine girmeleri karşısında mü'minlerin kendileri ile kafirler arasındaki dünya nimetlerine ilişkin aşağılık yükseklik meselesinden etkilenmelerine imkan verebilecek psikolojik zaaf durumlarını da dikkate almıştır. Buna binaen Allah Teala, bu ayet-i kerimenin kapsamlı anlamı içerisinde, bu dünyadaki alçaklık yükseklik meselesinin önemli bir şey olmadığını, bunun hayatta gerçek bir değer ifade etmediğini, çünkü bunların kalıcı bir gerçek olmayıp geçici ve göreceli şeyler olduğunu, insanın bunlarla ne gerçek bir yüksekliğe ne de gerçek bir alçaklığa yükselip alçalamayacağını, bunun aksine asıl ve tek önemli şeyin Allah'ın mü'minlere bağışladığı ahiret hayatındaki yükseklik ve üstünlük olduğunu vahyetmektedir... Çünkü bu Allah'tandır. (Allah'ın bizim için seçip istediği ve verdiğidir. Çev.)- Allah'tan olan her şeyin ise tamamı katıksız iyi ve yücedir... İşte Allah Teala bu temelden hareketle mü'tninleri kıyamet gününde kafirlerden üstün konuma getirecektir. Günkü gerçek hayattaki bu gerçek üstün konum, onlara kendilerini en yüksek derecelere yükseltecek bütün büyük değerleri kazandıracaktır. Bunun için mü'minler zayıf düşmeyecek, güçlükler karşısında güçsüzlük hissine kapılmayacaklardır. Aksine mü' minler olarak kendilerine yaraşır şekilde Allah'ın kendileri için hazırladığı sevap ve karşılıkları düşüneceklerdir. Çünkü Allah dilediğine hesapsız rızık verir... Verdikleri ve vermedikleriyle .bütün işler O'nun elindedir ve O, inananların dostu ve sahibidir. [80]
Bismillahi rrahmanjrrahim
«İnsanlar (aslında) bir tek ümmet idi. Allah peygamberleri, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi ve onlarla beraber —anlaşmazlığa düştükleri hususlarda insanlar arasında hükmetmek üzere— içinde gerçekleri taşıyan Kitab'ı indirdi. Ancak kendilerine Kitap verilmiş olanlar, (hem de) kendilerine açık deliller geldikten sonra sırf birbirlerine karşı azgınlıklarından ötürü o(Kitap ve içinde taşıdığı gerçek hakkı)nda ihtilafa düştüler. Bunun üzerine Allah, kendi izniyle inananları, hakkında ihtilafa düşmüş oldukları gerçeğe hidayet etti... Allah, dilediğini doğru yola iletir...»
(Bakara: 213)
İnsanlar (aslında) taşıdıkları bütün düşüncelerle bir tek ümmet idiler. Kainat ve hayat hakkında ayrılığa düşecekleri çeşitli düşünceleri yoktu. Yaşayan hayatın sistem ve kanunları üzerine kendilerini çatışmaya sürükleyecek değişik kaygıları yoktu. Günlük hayatlarının gerekleri içerisinde özel bireysel problemlerini yaşayıp giderlerdi. Ancak toplum fertlerinin bazısının alıp diğer bazısının alamadığı şeyler üzerinde çatışır, herhangi bir grubun diğer bir grubun muvafakat etmediği bir tasarrufta bulunduğu durumlarda çekişirlerdi... Onları, aralarında ihtilafların çıkmasına, zulmün yayılmasına ve yaşayan pratiklerinin adalet çizgisinden uzaklaşmasına sürükleyen meseleye gelince...
İlahî risaletler, insanlar arasında çıkan problem ve ihtilafları çözmede yegane yol olarak müjdeleme ve uyarma üslubunu tutmuşlardır. İlahî risaletler bu üslupla hayatı ve onun gündelik meselelerini ilahî adaletten kararlı bir temele oturtmayı amaçlamışlardır. Bu amaçla hareket eden ilahîris al etler, insandan .hayatındaki problemlere getirdikleri çözümlerin kutsallığını ve pratik canlılığını idrak etmesini ve ikna olup boyun eğerek bu ilahî çözümlere mutlak bir teslimiyetle teslim olmasını isterler. Buna rağmen kendilerine —içinde gerçekleri taşıyan— Kitap verilmiş olan bazı insanlar, aralarında ihtilaf çıkmasına meydan vermemek ve olan ihtilafları da çözmek için gönderilmiş olan bu ilahî çözümlerden hoşnut ve mutmain olmamışlardır. Çünkü hu insanlar kendi şahsî hayatlarını bu ihtilaflar temeli üzerine kurmak ve bu ihtilaf hesapları Üzerinde sürdürmek azmindedirler. Bir tekini bırakmamacasma bütün ihtilafların çözülmesini adeta istememektedirler. Her şeyin karışık her hususun ihtilaflı olması bu insanların işlerine gelmektedir. Çünkü bütün işleri bu ihtilaf hesapları üzerine kurulmuştur. İşte bu insanlar, yaşadıkları bu ihtilafları, ortaya yığıp tozuttukları teviller, yorumlar ve aykırı uygulamalarla bizzat Kitab'ın kendisine de taşıma cüretini göstermişlerdir. Her bir grup diğerlerinin tuttuğundan ayrı bir tevil yolunu tutmuş, her bir grup diğerlerinin taassubuna kapıldığı yorumdan ayrı bir yorum üzerinde taasuba kapılmıştır. Yine bu insanlar arasındaki ihtilaflar, kültürlerin ve bakış açıları'nm değişikliğine paralel olarak değişiklik gösteren hakka (gerçeğe) ulaşma yollarını oluşturan içtihat-. lardaki ihtilafların aksine, birbirlerine karşı azgınlığın, kin ve düşmanlığın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Yani tamamen gayrı meşru sebeplere dayanan kriz ilişkilerinin tabii bir sonucu olarak... İşte böylece bu insanlar, ihtilaflarını uzatıp içerisinde derinleşmişler, böylelikle insanlık hayatım çatışma ve çekişme temeli üzerine kurulu bir düşmanlık alanına çevirmişlerdir.
Mü'minlere gelince... Bunlar, bu ihtilaflara kesinlikle teslim olmamış herhangi bir şekilde ihtilafa mey-1 etmemişi erdir. Aksine onlar, bütün güç ve çabalarıyla Allah'ın kendilerini hidayet ettiği gerçek ve doğru yol üzerindeki işaretler kanalıyla gerçeğin kendisini yakalamaya çalışmışlardır. O'nun yolunda yürümüş, O'na teslim, olmuş ve bütün azgınlık ve bozgunculuk gruplarım kendi sapıklıkları içerisinde kendi azgınlık ve bozgunculukları ile başbaşa bırakmışlardır. İşte Allah'ın insanlardan doğru $bla ulaştırmak istediğine hidayeti böyledir. O, insanlara gerek kendi içlerinde ve gerekse dış çevrelerinde bütün hidayet vesilelerini sunar, sonra onları inanç ve irade üzerine kaim olan kanatleri ile serbest bırakır. Artık dileyen Rabbine doğru bir yol tutarak hayatı boyunca hidayet çizgisi üzerinde yürür...
Bu ayet-i kerimeden- şu birkaç noktayı anlayabiliriz: [81]
(1) İlahî risaletler (yalnızca) ibadet şekillerini ve genel ahlak kurallarını öğretmek için indirilmemişlerdir. Bunun ve (dinin kul ile Rabbi arasında şahsî bir ilişki olduğunu, insanların toplumsal hayatı ile bir ilişkisinin bulunmadığını, dini değer ve yargıların topluma açılamayacağını ,büakis bunun ancak fert ile mescit çerçevesinde kalması ve bu vicdanî çerçeveyi aşmaması gerektiğini iddia eden) bazı görüşlerin aksine ilahî risaletler, toplumsal ve özel hayatta gerek bireysel ilişkiler, gerekse toplumsal, ekonomik ve siyasal ilişkilerde insanların birbirleriyle ihtilafa düştükleri hususlarda bu insanlar arasında «hakem» olsun diye indirilmişlerdir. Çünkü ayet-i kerimenin anlattığı fonksiyonun tabiatı, ilahî şeriatın ihtilafa müsait olan hayatın bütün yön ve alanlarını kapsamasını, ayrıca her problem için hayatın gerçekliğine paralel bir çözümün bulunmasını gerektirmektedir... [82]
(2) İnsanlar arasında ortaya çıkan ihtilaf, özellikle de dini alandaki ihtilaflar —çoğunlukla— içîihatl ardaki ihtilaflardan kaynaklanmamaktadır. Aksine bu ihtilaflar, insanların, içlerinde yaşayan ve onları bazı fikrî kavram-lardaki veya dinî sınırlardaki temel unsurları kendi şahsî çıkarları doğrultusunda saptırmalarından kaynaklanmaktadır. Yani burada ihtilaf sağlıklı bir mekanizma değil, marazı bir durum arzetmektedir... [83]
(3) Ayet-i kerime, gerçeği samimiyet konumundan karşılayanların ona ulaşmak yolunda bütün güçleriyle çaba sarfedeceklerini, diyalog ortamına açılacaklarını, karşıt bakış ve görüşleri de dinleyeceklerini, fikir incelemesinde söz konusu düşüncenin bütün olumlu ve olumsuz yanlarını kavrayabilmek için dikkatli bir şekilde derinlemesine irdeleyeceklerini, bunun için gerekli bütün gayretleri sarfedeceklerini ikrar etmektedir. Ayet-i kerimedeki şu ibarenin ifade ettiği gerçek budur:
{(Bunun üzerine Allah kendi izniyle, inananları, onların hakkında ihtilafa düşmüş oldukları gerçeğe hidayet etti...»
İmanm tabiatı, insana başkalarından miras aldığı düşünceleri, kendini düşünce ve anlam açısından yeniden değerlendirmek zahmetine sokmadan kabul edip sahiplenmek gibi bir fikri gevşekliğe teslim olmamayı farz kılmaktadır. Çünkü hakka iman, mü'min insanın onun temel kaidelerini, boyutlarını ve ufuklarını, sahip olduğu düşüncede ciddî olduğunu gösterircesine araştırma sorumluluğu taşıdığı takdirde bir kıymet kazanır. Bu imanı sahiplenen mü'min, bütün düşünce ve kanaatlerinde sorumluluk şuurundan hareket etmek durumundadır.
Hidayette Allah'ın iznine gelince; her halde bu, hidayetin sebep ve etkenler indeki ilahî sünnetlerdir. Yani insan bu sebep ve etkenlere yapışınca gerçeğe ulaşıp hidayete erer. Tıpkı her sebebin kendi sonucuna doğru bir yol alması gibi. Burada insanın seçme olayı bir problem oluşturmamaktadır. Çünkü insanın iradesi, yapısı ve bu sebep ve etkenlere yapışması da yine bu ilahî sünnetlerin hidayet alemindeki gerçekçi görünümlerinden biridir.
Bu açıklamalar ışığında şu düşünceyi kavrayabiliriz: insanlar arasındaki ihtilafın devamı, bu insanların hidayetin sebep ve etkenlerini yakalamaktan uzak düşmelerine, kendi inanç ve kanaatlerinde taassupçu bir konuma bağlanmalarına, gerçeğe ulaşmak yolunda diyalog ortamına açılmamalarına yolaçmıştır. İşte bu durum, insanın gerçek ile karşı karşıya gelmesine bir engel teşkil etmiştir. Çünkü gerçeğin delilleri ve alametleri vardır, insanın bu delillerle yüz yüze geldiğinde ya da gerçeği arama yolunda bu deliller ve alametlerle karşılaştığında onlara boyun eğmek zorunda kalması kaçınılmazdır. İnsan bunun araçlarını yitirmiş durumda bulunduğundan dolayı ona ulaşamayacağını ileri süremez. Aksine insan, bütün güç ve gayretini sarfederek gerçeğin bu delillerini ve alametlerini araştırmak ve diyalog alanlarına gir-, mek zorundadır. Buna karşılık olarak Allah Teala, Hidayetin tabii araçları marifetiyle hidayete doğru kendi çizgisinde yol alanların gerçeği yakalayıp hidayete ulaşmalarına kefil olmuştur.
«.Yoksa siz, sizden önce geçenlerinki gibi(hal)ler başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?- Onlara (da) yoksulluk ve sıkıntı öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki nihayet Peygamber ve O'nunla birlikte iman edenler: «Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?!..» der olmuşlardı. İyi bilin ki Allah'ın yardımı yakındır...»
(Bakara: 214) [84]
Bu ayet-i kerime, küfür ve sapıklığın önlerine dizdiği engellerin ezici baskılarını hisseden, bu engeller karşısında zaman zaman zayıf düşen veya ümitsizlik etkenlerinin altında kalan Allah yolunda çalışan kimselere yönelik davet ayeti erindendir. Ayet-i kerimenin içeriği, bu kabilden şeylerin ilahî davetin başlarındaki ve İslam' m şirke karşı giriştiği silahlı mücadele dönemindeki ilk Müslümanların da başına geldiğini vahyetmektedir. Her halde bu dönem Müslümanlarının bazılarında da zayıflık veya yakınma ortaya çıkmıştır. Belki de bunlardan bazıları, cenneti —insanı canını ve malını feda etmek gibi büyük külfetlere sokmayan cinsten— hafif ameller ve ibadetlerle elde edebilecekleri yolunda düşüncelere kapılmışlardı... Bu ayet-i kerime de bu türden yaklaşım ve eğilimlere karşı (meseleyi hayattaki iman gerçeği içerisinde kendi gerçek konumuna oturtan) kesin bir ifade olmuştur. Çünkü cennete temennilerle ulaşılamaz. Cennet, imanı bir gevşeklik içerisinde bulunup elde etmek için çalışılmadan cennet hayalleriyle elde edilemez. Çünkü cennete ancak, mü'min insanın azgın güçlere karşı koyduğu zorlu tavırlarla ulaşılabilir. İşte bu ayet-i kerime de Müslümanlara kendilerinden önceki ilahî risaletlerin davetçilerinin başlarına gelenlerden tarihî örnekler vermek yoluyla bu gerçek düşünceyi ifade etmek için indirilmiştir. Ayet-i kerimede anılan tarihî Örnekleri yaşayan Önceki dönemlerin mü'minleri de peygamberleri ile birlikte öylesine zorlu engelleri yaşamışlardır ki bu durum onları nefsî ve ruhî, belki de fikrî sarsıntılara sürüklemiştir. Onlara da öylesine yoksulluklar ve sıkıntılar dokunmuştur ki malları, canları ve bütün genel ve özel menfaatleri zarar görmüştür. Karşılarındaki küfür toplulukları anları zayıflatıp kahretmeye çalışmış, onların kanatlerini sarsıp konumlarını altüst etmek ve kendilerini imandan önceki aşağı durumlarına döndürmek amacıyla ruhlarını, düşüncelerini ve varlıklarını kahretmek yolunda bütün kahredici yöntemleri kullanmışlardır. Böylelikle mü'minler için büyük bir sarsıntı söz konusu olmuştur. Bunun üzerine iman edenler ve peygamberleri: «Allah'ın yardımj ne zaman gelecek?!..» diye sorar olmuşlardır... Şüphe yok ki Allah Teala bize kafir güçlere karşı yardım ve zafer vaadetmiştir. Bunun için bu soru, Allah'ın vaadinden şüphe haletinden kaynaklanmış değildir. Ancak bu vaadin yerine gelmesi konusunda acelecilik gösterme ve onu bekleyip yolunu gözetme haletinden kaynaklanmak durumundadır. Bu sorunun temelinde kesinlikle ümitsizlik yoktur. Belki benzeri bir psikolojik durum söz konusudur. Şöyle ki; küfür gelişmiş büyük bir güç konumundadır. İman tarafını temsil eden mü'minler ise gittikçe artan sıkıntılarla sürüp giden bir zaaf konumundadırlar. Gözle görünen şartlar ümit verici değildir... Ortada elle tutulur bir şey yoktur... Bu durumdaki mü'minlerin elinde kalan tek şey Allah'ın vaadettiği gay-bî kabilden bir yardım ve zaferdir... Bütün bu argümanlar kanalıyla anlıyoruz ki ayette anılan mü'minlerin duçar olduğu bu sarsıntı, kalplere korkutucu ve ürpertici olumsuz hisleri yığan gözle görülür şartların tabiatından kaynaklanmaktadır. Yoksa iman zayıflığından değil... Bundan dolayı da Allah Teala (ayet-i kerimede açıkça görüldüğü üzere) onları bu davranışları yüzünden kınamamış ve kadir ve kıymetlerini eksiltmemiştir. Aksine ayetten anladığımız kadarıyla onların kendilerini iç sarsıntılara sokan bu zorlu cihad konumunda bulunmalarından ve bu konumda sebat etmelerinden dolayı imanlarına değer vermiştir. Bunun için de onların yaptıkları davranışın sağlıklılığına ve cihadlarımn kıymetliliğine gösterilen bir delil misali olarak kendilerine «yakın bir yardım ve zafer» vaadetmiştir... [85]
Ayet-i kerimede, bahsi geçen «yakın yardim ve zafer»
'kavramı üzerinde birkaç inceleme yapmak gereğini duyabiliriz. Acaba bu «yalan yardım ve zafer» tam bir yardım ve tamamlanmış bir zafer midir? Yoksa mü'minlerin içinde bulundukları mevcut cari şartlar çerçevesinde bir yardım mıdır?.. Öncelikle şunu belirtelim ki bu ayet-i kerimenin kendisinden bu noktada dakik bir anlam çıkaranı ayabiliriz. Çünkü Peygamber ve mü'minlerin bekledikleri yardımın tabiatını tam alarak bilmemekteyiz. Peygamber ve mü'minlerin bekledikleri yardım, iman ve küfür kuvvetleri savaşı konusunda kafirlerin mü'minler önünde yenilmeleri sonucunu temin edecek bir kabiliyet yardımı mıdır? Yoksa kafirlere azap indirilip bu azap yoluyla kafirlerin yok edilmesi midir? Kesin olarak bilemiyoruz. Bununla beraber ikinci şık. gerçek anlama daha yakm olabilir. Çünkü bu ikinci durum, Allah'ı inkar eden, O'nun rasulerine karşı çıkıp risaletleri ile alay eden inkarcı kavimlerin halidir. Bu tutumları üzerine Allah sonunda onlara azap gönderir. Salih, Hûd, Lût, Şuayb ve diğer peygamberlerin kavimlerine yaptığı gibi... Böylelikle Allah'ın bu yardımı, kafirlerden intikam almak esasına dayanmaktadır. Allah'ın, kafirler tarafından yalanlanan peygamberlerine ve inananlara yardım babından kafirlere gönderdiği azap için «nasr yardim» kelimesinin kullanıldığına dair birçok örnek mevcuttur. Bu açıklamalar ışığında «yakın yardım» kavramındaki yardımın yakınlığından muradın zaman bakımından yakınlık olduğu da anlaşılmaktadır. (Çünkü mü'minlere, uzun bir bekleyişin ardından «Ne zaman?» sorusu dile getirilmiştir. Cevap olarak da «Yakındır» tabiri geçmiştir. Çev.).
Tabii bununla beraber bu yardımdan murad —birinci şıkta anılan— kafirlerin mü'minler önünde yenilmeleri sonucunu sağlayacak bir galibiyet yardımı da olabilir. Bu da yeni yeni iman safına geçen güçlerle mü'minlerin gücünün artırılması ya da kafirlerin bazı güçlerinin hezimete uğratılması veya daha başka şekillerde gerçekleşebilir. Bu minval üzere söz konusu yardımın tam bir yardım ve tamamlanmış bir zafer olması da zorunlu değildir. Çünkü mü'minlerin içinde bulundukları durum, ümitsizlik benzeri psikolojilerin hakimiyeti altındadır. Böyle bir durumda bu psikolojiyi yıkıp onları ümit yolunda dosdoğru ve dimdik tutacak bir yardım da mü'minler için yeterli olabilir. Belki de kendileri de bununla yetinmektedirler. O zaman bu yardımın sınırını da yardımı isteyenlerin içinde bulundukları durum ve hakim olan şartlar belirleyecektir diyebiliriz... Bu da mü'minle-rın içinde bulundukları aşama ile yakından alakalıdır.
İslamî çalışmanın hareketli, değişken konumlarında bulunurken beklediğimiz yardım adına bu ayetten çıkaracağımız anlam da bu olmalıdır. İçinde bulunduğumuz durum karşılaştığımız engeler ve yaşadığımız baskılar nedeniyle bizi ümitsizlik gibi psikolojilere sürükleyebilir. İşte o zaman Allah'ın vaadetmiş olduğu yardımı yine yalnızca Allah'tan isteyebiliriz. Bunun üzerine ufukta ümit şimşekleri çakar ve karanlık perdesini yarar geçer. Bu bazen ileriye dönük bazı yeni planlarla veya ileriye doğru atılan adımlarla olabileceği gibi bazı grupların küfür tarafım bırakıp imari tarafına geçmeleriyle de olabilir. Yine mü'minlerin bazı yeni konumlara ulaşmaları ve bu doğrultuda zaman, mekan, genel ve Özel şartlar bağlamında meydana gelecek müsbet değişiklikler şeklinde de olabilir. Hatta hareket içersindeki bazı kimseler bulundukları durumun yardım kavramından uzak olduğunu hissederken diğer bazıları fiilen ve gerçek olarak Allah'ın yardımı ile karşı karşıya bulunduklarını düşünebilirler. Çünkü Allah'ın yardımı ve zafer gerçeği, her bir aşamada bir diğer aşamaya yetişecek olgunluğu kazanabilir. Bu durumda yardım, içinde bulunduğumuz aşama ile yakından alakalı olarak değerlendirilmelidir. Bu ikinci grup, Allah'ın yardımının davet aşamasında başka, diğer aşamalarda daha başka olduğu görüşündedirler. Bu düşünceler ışığında anlaşılmaktadır ki, zafere doğru atılan her adım, yol ne kadar uzak olursa olsun zaferi yakınlaştırıcı bir yardımı da içinde taşımaktadır. Belki de doğruya en yakın yaklaşım, da budur... Şöyle ki ,ileriye doğru atılan her adım yeni bir yardımı temsil eder. Hareket içerisindeki insanları geleceğe ümitle yöneltir. Yeryüzünün tamamının Allah'ın mülkü olduğuna, onu da salih kullarından dilediğine verdiğine inanan insan için bu türden boyardım da mutlak yardım, olarak ifade edilebilir. «Bilin ki Allah'ın yardıma yakındır» fermanından anladığımız da budur.
Bu ayet-i kerime bağlamında bir nokta üzerinde daha uzunca durmak zorunluluğu hissedebiliriz. O da sabırdır. Ayet-i kerime önceki mü'minlerin yaşadıkları durumu nakletmekle, bize «Onlar nasıl sabrettiyse öylece sabretmemiş gerektiğini» öğretmeyi amaçlamaktadır. Bizden istenen onlar nasıl sabrettiyse sabretmemiz, onların davrandığı gibi davranmamız ve Allah'ın yardımının yakın olduğunun, er-geç geleceğinin şuurunu yaşamamızdır.
Bu ayet-i kerimeyi hayatımıza indirirken ilk İslam davetçilerinin karşılaştıkları yokluk ve darlıkları, kapıldıkları sarsıntıları hep gözümüzün önünde canlandırmalıyız. Bu noktada özellikle Ahzab Suresinde anlatılan şu durum çok açıktır: «Orada mü'minler bir imtihan verdiler ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsıldılar... (O zaman) münafıklar ve kalplerinde maraz bulunanlar: 'Allah'ın ve Rasulünün bize vaadettikleri, aldatmadan başka bir şey değil(miş)...' dediler». Fakat sonunda mü'minler bütün zaaf noktalarına rağmen —Allah'ın yardımı ile— zafere ulaştılar «Ve Rabbinin sözü doğruluk ve adaletle tamamlandı»... Önünde sonunda Allah'ın yardımı ile fetih geliverdi...
Bunun için bize düşen, devamlı olarak şu İslamî gerçeğin şuurunda olmamızdır: İman ile İslam, başlangıçlarından sonuçlarına kadar hayata hakim olan bir tek çiz- . giyi temsil ederler. Bu hakimiyet, yolun çeşitli aşamalarında yaşayan özellikler esası üzerine kaimdir. Bugünün mü'minleri ise gerek karşılaştıkları engeller, güçlükler ve yorgulnuklar, gerekse katlandıkları yokluklar ve sıkıntılar ve gerekse yöneldikleri hedefler bazında önceki mü' nıinlerin uzantısını temsil etmektedirler. Bu mü'minler de Önceki mü'minlerin çektikleri acıları çekmekte, onların cihad ettikleri alanlarda cihad etmekte, onların katlandıkları düzeyde baskılara katlanmaktadırlar. Bu mirası, geçmiş "bugüne, bugün de geleceğe, cihad, iman ve sabırla taşımaktadır. Hareket içerisindeki ruhî sarsıntı- ;| lan ifade eden ses de tektir: «Allah'ın yardımı ne zaman?..» Aynı şekilde bu sarsıntıyı durdurup çalkantıları durultacak, kalplere ümit ışığının aydınlığını dolduracak, böylece mü'minlerin gücünü yeniden diriltecek cevap da tektir: «İyi bilin ki Allah'ın yardımı yakındır...» [86]
Bismillahirrahmanirrahîm
«Sana ne infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Hayırdan her ne infak ettiyseniz (bütün bunlar) ana-baba, yakın(akraba)lar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Hayır olarak ne yaparsanız da şüphesiz Allah onu bilir...»
(Bakara: 215)
Müslümanlar, Peygamberle (SAV) bazı' vacipler ve haramların ayrıntıları hakkında kafalarını meşgul eden bazı problemleri soruyorlardı. Bu soruların çoğu —İbn-i Abbas'tan nakledildiği üzere— akideye, amele, veya herhangi bir mükelefiyete ilişkin olmayan hafif sorulardı. Halbuki onlar için öngörülen şuura göre sorunun fonksiyonu, insanın akidevî veya amelî hayatında karşı karşıya olduğu bir problemi çozmesidir. Buna göre ortada karşı karşıya olunan bir sorun yoksa, soru sormaya yönelmenin bir anlamı da yoktur. Çünkü böyle karşılıksız bir soru, yararsız bir yüke dönüşecek, anlamsız boş bir şey olacak ve hem soran hem de sorulan için ciddiyeti olmayan bir konuda boş yere vakit kaybetmeye götürecektir... Evet, böylece İslam'da sorudan beklenen fonksiyonun ne olduğunu anlıyoruz. Soru, uygulanmaya yönelik °lup dünya ve ahiret işlerine ilişkin hayat ve kainat meselelerinden insanın öğrenmesi gereken bir şeyi ifade etmelidir. Allah'ın insandan içersine dalmasını istemediği sorulardan bahseden Kur'an'î anlatımdan da bunu anlamaktayız. Çünkü böyle sorular, ne insanın sorumluluğuna ilişkin bilgilerle alakalıdırlar ne de insana hayatta .yeni bir şey kazandırırlar. Allah Teala'nın şu ayetlerde ifade ettiği gibi:
«Sana (kıyamet) saat(in)den soruyorlar: Gelip çatması ne zaman? diye... Sen nerede onun vaktini söylemek nerede?!.. Onun bilgisi Rabbine aittir. Sen ancak ondan korkacak olanları
uyarıcısın...»
(Naziât: 42-45)
Ayet-i kerimede de görüldüğü üzere Kur'an-ı Kerim kıyamet gününün ne zaman olacağı konusunda soru kapısını kesin bir'şekilde kapamıştır. Çünkü bu konudaki sorular ,akideye veya amele ilişkin herhangi bir fayda getirmeyecektir. Çünkü insana düşen, belli bir vakit beklentisinden uz.ak olarak (Allah karşısındaki sorumluluğu gereğince) kendini ona hazırlamaktır. Peygamberin görevi de kıyamet günü olacakları anlatmaktır, bazı ayetlerden anladığımıza göre kendisinin bile bilmeyebileceği vaktini değil...
«Sanki sen onu derinlemesine biliyormuşsun gibi sana soruyorlar... De ki: Onun bilgisi Rabbİmin katındadır. Ondan başka hiç kimse onun vaktine vâkıf değildir...» «Ey iman edenler... Açığa çıktığında sizin için iyi olmayacak şeyler hakkında soru sormayın...»
Rivayet edilen haberde ise:
«Aydınlanmak için sor; sorularla sıkmak için sorma»
emri varid olmuştur. Buna karşılık karşı tarafta ise karşımızda Allah Teala'nın:
«Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorun»
ayetini görüyoruz... Böylece anlıyoruz ki, İslam'da sorulan sorunun fonksiyonu .akideye ,amele ve hayata ilişkin bir bilgiye yöneltmesidir...
Peygamber (SAV) kendisine yöneltilen her soruya cevap verirdi .Müslümanların öğrenmek istedikleri hususlarda sordukları herhangi bir soru karşısında hiç mi hiç daraîmazdı. Çünkü O, temel misyonunun insanlara Kitab'ı, hikmeti ve hayatlarına ilişkin konularda bilmedikleri şeyleri öğretmek olduğunun şuurunda idi. Müslümanların kendisine yönelttikleri bütün sorulara cevap vermekle beraber taşıdığı risalet konumundan verdiği cevaplarda olabildiğince dakik davranırdı. Müslümanların sordukları sorulara karşılık olarak, sordukları sorunun metninden ve kasdettikleri içerikten uzak bile olsa onların gerçek ihtiyaçlarına münasip olan cevabı seçerdi. Çünkü O'nun fonksiyonu, bir soruya cevap verirken —bu cevap kanalıyla— soru sahibine esas sorması gereken hususu imâ etmek, insanlara, keyiflerine göre soru sormak yerine Öğrenmeleri gereken konularda soru sormalarını öğretmektir. İşte bu ayet-i kerimede, Allah' in Peygamberi'ne (SAV) söylettiği nebevi cevapta da bu olayla karşı karşıyayız. Müslümanların Peygamber'e (SAV) «ne infak edeceklerini» sormalarına karşılık Allah Teala, Peygamberi'ne (SAV) —sordukları soru üzere— neler tnfak edeceklerini söylemek yerine «yaptıkları hayırların verileceği yerleri, infakın ana-babaya, yakınfok-raba)lara, öksüzlere, yoksullara ve yolda kalmışlara yapılacağını» söylemesini bildirmiştir. İnsanların neler infak edecekleri konusunda ayrıntılara girmemiştir. Çünkü burada esas olan, nelerin verileceği hususunun çözümlenmesi gereken bir problem olmadığı, hayırlı ve yararlı olduktan sonra verilen her şeyin infak olduğudur. Esas mesele ise infakm kimlere yapılacağıdır. İnfak meselesinin sosyal problem boyutu da budur. Bu boyutta ele alman önemli iki unsur da yakınlık ve ihtiyaç unsurlarıdır. Bu iki unsurdan uzak olduktan sonra infakm da herhangi bir anlamı veya yaran yoktur. (Bu iki temel unsurdan uzak olan «verme»ler hediye kavramında ifadesini bulur. Hediye ise infaktan farklı bir olaydır. Yoksul olmayan bir dosta verilen eşya bu kabildendir. Çev.)- İnfakm hayır kabul edilmesi, verilen, eşyanın değil, hallettiği sorunun, ilişkin olduğu durumun ve yardımcı olduğu insanın tabiatı ile alakalıdır.
Sonra ayet-i kerime hayrı ve infakı teşvik edici bir üslupla hareket ederek şu ilahî gerçeği rapor etmektedir:
«Hayır olarak ne yaparsanız da şüphesiz Allah onu bilir...»
Yaptığımız bütün iyilikler Allah'ın yanında kesinlikle zayi olmayacaktır. Çünkü Allah, bizi hayra iten mo-tivlerimizden yaptığımız herhangi bir hayrm sonuçlarına varıncaya kadar bütün yaptıklarımızı bilir... [87]
«Size hoş gelmediği halde savaş üzerinize yazıl(arak farz küın)dı. Size bir şey hoşsuz geldiği halde o şey sizin hakkınızda hayırlı olabilir. Yine size bir şey hoş geldiği halde o şey sizin kımzda şerli olabilir. Allah bilir; siz bilmezsiniz...»
(Bakara: 216)
Mekke'de, İslamî devletin başlangıç döneminde Müslümanlara savaş farz kılınmadiğı gibi bu dönemde savaşmalarına izin de verilmemişti. Peygamberin (SAV) baskı ve işkence altında yaşayan rnü'minlere tavsiyesi sa- bir, hicret, tahammül ve fedakarlıkla özetleniyordu. Hatta mü'minîere işkence ve zor kullanma baskıları altında kendilerinden söylemeleri istenen «küfür sözlerini» söylemelerine bile izin verilmişti. Hakkında «...Ancak kalbi iman ile tatmin olmuş olduğu halde zorlanan kimse müstesna» ayet-i kerimesi inen Ammar'm başına gelen.olayda olduğu gibi... Amraar, kendisine uygulanan çetin işkenceler karşısında «küfür sözlerini» söylemiş, arkasm-bu ayet-i kerime inmiştir. Bu durum İslamî davetin ilk aşamasına mahsus idi. Allah Teala, dininin insanların hayatına bu şekilde girmesini murad etmişti belki de... İslamî davetin ilk aşamasında mü'minlerden istenen bu tutumun toplumun diğer grupları üzerinde çeşitli ilginç tesirleri olabileceği, bazılarının içlerinde soru işaretlerinin oluşmasına sebep olabileceği düşünülmüş olabilir. Yine İslamî davetin ilk aşamasında Kureyş kafirleri ile şiddete dayalı bir mücadeleye girişmek, güç dengesi açısından nıüsbet bir pratik olarak görülmemiş de olabilir. Yine bu tutum, İslamî davetin, sözünü dinleterek insanların içinde olumlu etkiler bırakabileceği sakin bir ortama olan ihtiyacından da kaynaklanmış olabilir. Nitekim kendini dinletmek için sükunete ihtiyacı olan her risa-îet diğer şiddet unsurlarından uzak durmak durumundadır. Binaen aleyh İslamî davetin büyüklüğü, insanların akıllarını muhatap almak üzere gelmiş olması ve güç kullanmak ve baskı uygulamak yerine kanaatlerini bu akıllara delil ve diyalog yoluyla yerleştirmeyi amaçlaması-dır. Bunun için İslamî davet bütün bu amaçları tekeffül edecek pratik araçları içeren üsluplara yönelmiştir. Bu banşçi ve hicretçi üslubun dayanağı da İslamî daveti bütün kulaklara ve kalplere ulaştırmayı amaçlayan bu yak- . laşıin olsa gerek. Çünkü İslamî davetin başladığı bu yer yani Mekke ,Arap Yarımadasının kültürel ve dinî başkentidir. Festival ve hac sezonu gibi kültürel ve dinî mevsimlerde kış ve yaz ticarî seferleri akabindeki ticarî sezonlarda burada büyük halk toplulukları toplanmaktadır. Bundan dolayı İslamî davetin, büyük hedefini gerçekleştirmek yolunda bu fırsatı değerlendirmek için buradaki varlığını mümkün olan en uzun zaman boyunca muhafaza etmesi de kaçınılmaz bir zorunluluktur. İslam, bu şekilde —bunu yapmadığı takdirde ulaşamayacağı— birçok Arap topluluğuna ulaşmıştır.
Belki de Peygamberin (SAV.) mü'minleri Kureyş'e karşı şiddete dayalı bir çatışmaya girişmekten menetmesinde öngördüğü başka bir nokta daha vardı. Şöyle ki, Peygamber (SAV), İslam'a yeni girmiş —ve güçsüz olan— Müslümanlara şakin bir ortam içerisinde yavaş yavaş güçlenme fırsatını .vermek istemiş de olabilir.
İşte, İslam, böylece, en derin güçlükleri, en geniş alanları ve en çetin şartları ile zorlu bir hayatı yaşamış, zoru başarmış bir ümmet yarattı. Sonra bu ümmet yeni İslam toplumunun temellerini gerçekleştirmek üzere Peygamber (SAV) ile birlikte Medine'ye hicret etti. İslam İçin hicret olayı ile birlikte yeni bir aşama başlamış oldu. İslam, Medine'ye hicretten sonra gelişmesine ve ilerlemesine engel olan güçlerin saldırılarına karşı misli ile karşılık verebilecek güce ulaşmak yolunda kendi öz gücünü oluşturdu. İşte daha önceleri yasak iken ayet-i kerimede, yazılarak farz kılındığı bildirilen savaş, bu yeni aşamanın kanunu oldu. Fakat bu defa da bu kanunun önüne çıkan bazı nefsî zorluklar baş gösterdi. Ayetin vah-yettiği üzere, barış içerisinde davet havasına alışmış bazı Müslümanlar savaşı hoş karşılamıyorlardı. Çünkü barış içerisinde davet hayatında savaşın getireceği kadar büyük tehlikelerle karşı karşıya kalmıyorlardı. Aksine sadece sabır ve imanla katlanmasını bildikleri bazı baskılarla karşı karşıya idiler. Ayetin içeriğinden bazılarının bu farz karşısında oflayıp pufladıklan veya en azından bundan kurtulmayı istedikleri anlaşılmaktadır. «Size Iıoş-suz geldiği halde» ibaresi bunu ifade ediyor. Çünkü bir defa savaşa girişmek demek, müşrik-kafîr engellemeler ve saldırılar devam ettiği müddetçe savaşı sürdürmek demekti. Ayrıca savaşın bir anlamı da bilerek ve isteyerek ölmek demekti. Bunun üzerine ayet-i kerime, devamında pratik bir insanî gerçeği işlemiş: İnsanın hoşuna giden her şeyde kendisi için hiç de büyük bir yararın bu-lunamayabiieceğini, yine hoşsuz karşıladığı her şeyde kendisi için hiç de bir zararın bulunmayabileceğini bildirmiştir. Burada ayetin vahyetmek istediği şey, psikolojik tepki haletlerinin hayatta yapılacak olumlu ya da olumsuz bir hareket için ölçü olamayacağı gerçeğidir. Çünkü psikolojik tepkiler derinden değil, yüzeyden hareket eder. Tıpkı insanın ansızın karşılaştığı bir etkiye karşı gösterdiği ani bir tepki olayında olduğu gibi. Bunun için insan, meseleleri, konumları, durumları ve eşyayı iyi inceleyerek onların gerçeklerine ulaşmalıdır ki, onların içinde saklı olan yararların ve zararların tabiatını öğrenebilsin ve böylelikle kendisini süratli ani psikolojik tepkilere teslim olmaktan uzaklaştıran kesin sonuçlara ulaşabilsin1. İnsan bunu kendi şahsî hayatı üzerinde tarihî bir inceleme yaparak çok açık ve net bir şekilde görebilir. Nice olumsuz bulduğu şeyler kendisini olumlu sonuçlara, yine nice olumlu gördüğü şeyler olumsuz sonuçlara götürmüş olabilir. Yoksa insanın hoşuna giden şey hak, hoşuna gitmeyen şey batıl değildir. Bu gerçeği böyle tarihî incelemelerle olduğu gibi imam gerçeklik sırrı aracılığı ile de ayan beyan görebiliriz. Şöyle ki, Allah eşyanın hakikatini en iyi bilendir. İnsana neyin zararlı olacağını neyin yararlı olacağını ve insanın maslahatı gereği onun için neye hükmedeceğini bilir. İnsan ise (birazdan bile daha) az bilgi sahibidir. Ona ilimden çok az bir şey verilmiştir. Bunun için bilmediği konularda direnir, şüpheye düşer ve tepk gösterir, İşte Kur'an-ı Kerim, bu üslupla hem tarihî hem de akidevî yold'aiı hareket ederek insanın problemlerini çözmekte ve onu gerek pratik hayatın gerçekleri ve gerekse iman gerçeği aracılığı ile ilahî mutlakİ-yete kanaat getirmeye sürüklemektedir...
Bu ayet-i kerimede de Kur'an-ı Kerim, kendine özgü üslubuyla insanların içlerinde oluşan istifhamları dikkate almış ve ayette geçen ifadeleri buna paralel bir gramer ve mukabil bir gramatik yapı oluşturacak şekilde sıralamıştır. Böylece ayet-i kerime bütün bu sorulara cevap olmuştur...
Allah yolunda çalışanlara gelince bunlar, tepkilerini kontrol altına almalı, olumlu veya olumsuz bir tavır almadan önce inanç ve tecrübe ikilisi ile birlikte hareket etmeli ve alacakları tavrı ince eleyip sıkı dokuyarak belirlemelidirler. Böyle ciddi tavırlarla oluşan bir İslamî şahsiyet, zorlu konumlar karşısında dağılmak yerine daha da pekişecek, psikolojik tepki haletleri karşısında sarsılmayacak, ani psikolojik tepkilerin etkisine kapılmayacak, boyutlarını ve nereye varacağım bilmediği yollara kovulmayacaktır. Aksine ister saldırı haletlerinde olsun ister sükunet haletlerinde, eşya ve olaylar karşısında durup düşünecek ve onları kendi konumundan dikkatle inceleyecektir. Böylece düşmanlar onu seyrini, hareket noktalarını, dinamik ve mekaniklerini belirleyernedi-ği çatışmalara sürükleyemeyeceklerdir. Yine arkadaşları da onu nasıl yürüyeceğini bilmediği yollara çekemeyecek-lerdir. Aksine o daima ilim ve iman üzerine kurulu somut ve kapsamlı incelemeler yoluyla kendisine uygun olan yolu seçecek ve o yolda yürüyecektir. [88]
«Sana haram ay ve inda savaşmak hakkında soruyorlar. De ki: Barom ay(lar)da savaş büyük bir günahtır. Ancak, Allah'ı inkar etmek (insanları) Allah'ın yolundan ve Mescid-i Haram' dan alıkoymak ve onun hakkını oradan sürüp çıkarmak Allah katında daha büyük bir günahtır. Fitne (dini veya insanları Allah'ın yolundan saptırmak) ise (adam) öldürmekten de dalıa büyük bir günahtır,.. Onlar şayet güçleri yetse sizi dininizden dön-dürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler. (Şunu iyi bilin ki) sizden kim dininden döner de kafir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa çıkmıştır. Onlar cehennem ateşi ehlidirler ve orada ebedi kalacaklardır... Ancak iman edenler, Allah yolunda hicret ve cihad edenler, Allah'ın rahmetini ümit edebilirler... Allah çok bağışlayan (Gafur) ve çok merhamet eden (Rahîm)dir...»
(Bakara: 217-218)
«Nüzul Sebepleri»nde varid olduğu üzere: Rasulul-lah (SAV), hicretten kısa bir süre sonra —Bedir Savaşından önce— Abdullah b. Cahş komutasında bir İslam müfrezesini Kureyş'in iktisadî ve askerî yönden en güçlülerini temsil eden bazı Kureyş kafilelerinin yolunu kesmek şeklinde bir güç gösterisinde bulunmak üzere ve bunu bir baskı aracı olarak kullanmak amacı ile Mekke yoluna göndermişti. Çünkü içinde yaşadıkları toplum, güç dengeleri noktasından hareket eden, güçlülerin kendi aralarında paktlar oluşturduğu ve bütün grupların en güçlü olana boyun eğdikleri .güçsüzlerin ise davetlerine karşı ilgisiz kaldıkları bir toplum idi.
Abdullah b.'Çalış komutasındaki bu seriyye ilk seriy-ye idi. Rasulullah (SAV), seriyyeye katılan Müslümanlara seriyyenin fonksiyonu konusunda bilgi vermeksizin komutan Abdullah b. Cahş'a tabi olmalarını emretmiş, onlara O'nun emrine uymalarını söylemişti. Belli bir yere ulaştıklarında Kureyş kafilesiyle karşılaştılar. Abdullah b. Cahş, komutasındaki Müslümanlardan savaşmalarını istedi. Bir kısmı emre uyarak savaşa giriştiler. Di-.ğer bir kısmı ise o sırada girilmekte olan haram aya hürmetle savaştan çekinip geri durdular. Savaş kızıştı her iki tarafta da hasar oldu. Medine'ye döndüklerinde Peygamber (SAV), onlara haram aylarda savaşa girişmekle hata ettiklerini söyledi. Çünkü bu gerçekten hata İdi. Bir yandan bir emri yerine getirirken diğer yandan bir yasağı çiğnediklerinin farkında olmamışlardı. Ayrıca haram ay girinceye kadar gecikecekleri de öngörülmemişti...
Öte yandan bu'olay Kureyş için parlak bir fırsat olmuştu. Bundan yararlanmasını bilen Kureyş, Arap kamuoyunda Müslümanların kendilerince de kutsal saydıkları birtakım mukaddesleri çiğnedikleri yolunda propaganda yapmaya başladı. Aynı yaygarayı Müslüman kamuoyunda koparmakta da başarılı olmuştur. Çünkü İslam, haram aylarda savaşın yasak olmasına karşı çıkmamış aksine ikrar etmişti. Çünkü bu, cahilî Arap toplumunda geçerli olan bir yasak olmakla beraber İslam bunu önceki ilahî şeriatlerin bir uzantısı olan dinî bir kanun olarak kabul etmişti. Evet bu yasak, Arapların —özellikle de kendisini İbrahim'in zürriyetinden kabul eden Kureyş' in— tazim edip büyük saygı gösterdikleri İhrahİrn Peygamberin risaletinin uzantılarından olan dinî âdetlerin çoğu gibi dinî bir örf idi.
Müslümanlar için ise içlerinden bir grubun çiğnedikleri bu hududun tabiatını anlayıp bilmek, bu çiğnemenin şimdiye kadar geçerli olan bu kanunun lağvedilmesi yolunda bir başlangıç olup olmadığını öğrenmek kaçınılmaz bir zorunluluk olmuştu. İslam bu sorulara cevap vermeliydi. Müslümanların imanlarını pekiştirmek ve Kureyş'in İslam'a karşı güttüğü teşhiri gri propaganda politikasını bloke etmek için hakikati açıklamalıydı. İşte Kur'an-ı Kerim de konuya ilişkin açıklamalarını içeren ayetlere bu soru ile başlamıştır:
«Sana haram ay ve onda savaşmak hakkında soruyorlar...»
Soru, içerisinde savaşmanın şer'î durumu açısından haram ay hakkında sorulmuştur. Yani haram aylarda savaşmak daha önce Arapların örfünde de olduğu gibi haram mıdır? Yoksa yeni bir yasama ile helal mi kılınmıştır? diye sorular ortaya atılmıştır. Cevap, haram aylarda savaşmanın büyük bir günah olduğunu pekiştirmektedir. Çünkü haram aylarda savaşmak Allah'ın mukaddesatından bir mukaddesin çiğnenmesidir. Oysa Allah Teala Ümmetin genel maslahatını gözeterek bu kutsallığın korunmasını ve zedelenmemesini istemiştir. Çünkü ümmetin çatışmalardan uzak bir ortamda huzur ve güven tecrübesini yaşaması için bir barış dönemine ihtiyacı vardır. Buna izafeten Kur'an-ı Kerim, haram aylarda savaşmanın «Allah'ın yolundan sapma, Allah'ı ve Mescid-i Haram'm kutsallığım inkar...» olduğunu bildirmiştir. Belki de bu Allah Teala'nm insanların hac şiarlarını sürdürmelerini istediği hac aylarına ve umre yapmalarını istediği Receb ayma bir işarettir. Allah Teaîa bu ayetlerle in-' sanların hac ve umre yoluyla elde edilecek ruhî ve toplumsal anlamları gerçekleştirmek için Mescid-i Haram'a ulaşma hürriyetini muhafaza etmelerini istemiştir. Bundan dolayı da bu aylarda savaşmak, Allah'ın yolundan sapmak ve Allah'a ve Mescid-i Haram'm kutsallığını inkar olmaktadır. Allah Teala, bazen amelî bir sapmayı da küfür olarak ifade etmiştir. Küfürle ifade, amelde temsil edilmeyen bir imanın küfür menzilinde olması itibariyledir. Allah Teala'nm has ile ilgili şu fermanında da varid olduğu gibi:
««Haccetmek, ona yol bakımından gücü yeten İnsanlar üzerinde Allah'ın hakkıdır; kim de (bundan yüz çevirip) kafir olursa (bilsin ki) Allah bütün alemlere karşı müstağni(muhtaç değil)
Namazı terk edenin «kafir» olduğunu bildiren haberler (hadisler) de bu anlamdan hareket etmişlerdir.Bundan sonra ayet-i kerime, haram aylarda savaşmak ile Kureyş'in yapmış olduğu «Mescid-i Haram'm ehlini (halkmı) oradan sürüp çıkarmak ve onları dinlerinden, saptırmak» gibi hareketleri karşılaştırmaya geçmektedir. Çünkü Müslümanların yaptığı, sehven yapılıvermiş bir hatadan ibarettir. Bunda- herhangi bir zamanın {haram ayların) kutsallığına karşı bir düşmanlık kastı yoktur. Halbuki Kureyş, Allah'a inanan mü'min insanların kutsallıklarına karşı düşmanlık gütmüş, Allah'ın dini konusunda Allah'a karşı savaşa girişmiş, mü'minleri O'nun yolundan saptırmaya çalışmış ve onları Allah'ın yolunda yürümekten alıkoymaya çalışmıştır. Bu veçhile ayet-i kerime, Kureyş'in bu yaptıklarının tehlikeliliğini açıklamakta ve bunun Müslümanların haram ayda işlemiş oldukları adam öldürme suçundan daha büyük bir günah olduğunu bildirmektedir. Çünkü bu, Allah'ın korunmasını ve saygı gösterilmesini istediği din hürriyetine ve insanın Allah yolunda hiçbir baskı ile karşılaşmadan yürüme hürriyetine karşı bir düşmanlık ve saldırıdır. Böylece bu davranış, dinin korumaya ve seviyesini yükseltmeye çalıştığı hayata karşı bir düşmanlık ve saldırı olmaktadır. Bu veçhile bu, haram aylarda savaş ile kıyas edilemez büyüklükte bir kötülüktür.Kaldı ki, Müslümanların yapmış oldukları bu saldırı —hali hazırda mevcut olmasa da— Kureyş tarafından güdülen düşmanlık ve saldırılara karşı yapılmış bir saldırıdır, saldırıyı başlatmak anlamına gelecek bir ilk saldırı değildir. Yani —o gün olmasa da— ilk kanı onlar dökmüşlerdir.
Sonra ayet-i kerime, hitabı Müslümanlara yönetmekte ve kendileri ile Kureyş kafirleri arasındaki mücadelenin tabiatını açıklamaktadır. Bu çatışmanın Araplar arasında geçen menfaat çatışmalarının sebep olduğu ka-
bile savaşları ve aşiret çekişmelerinden olmadığını, bu nedenle belli bir zaman aralığı ve belirli bir düzeyle sınırlı olmadığını, aksine bunun tevhid ile şirk arasında tarihin herhangi bir noktasında uzlaşması imkansız bir inanç savaşı olduğunu açıklamaktadır. Bunu Kureyş de böyle anlamaktadır; Müslümanların da bunu böyle anlayıp idrak etmesi gerekmektedir. Çünkü Kureyş de, diğer bütün şirk ve küfür güçleri de İslam'ı, Müslümanları veya içlerin deki inancı yok etmeden durmayacak ve dinienmeyeceklerdir. Ayet-i kerimenin şu bölümü de bunu açıkça ortaya koymaktadır:
«Onlar, şayet güçleri yetse sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler...»
Bunun için Allah yolunda savaşmak Müslümanlara farz kılınmış ve savaş alanı, müsait bütün zaman ve mekan düzeylerine açılmıştır. Müslümanların savaşıp savaşmamak konusunda seçme haklan da yoktur... Herhangi bir zaman veya mekanın kutsallığını çiğnemeye varacak olsa bile her yön, zaman ve mekanda savaşmak konusunda kaçınılmaz bir zorunlulukla yükümlüdürler. Çünkü din, hürriyeti yoluna konulmuş hiçbir engel karşısın- -da durup kabuğuna çekilemez.
Bundan sonra ayet-i kerime, küfür ve şirk güçlerinin uyguladığı yoğun baskılar karşısında zaaflarına yenilerek dinlerinden dönecek Müslümanlara yönelmekte ve imanın insanın dünya ve ahiret hayatındaki önemine dayanarak, dinden dönmenin tehlikeli boyutlarını ve sonuçlarını bildirmektedir: Allah'ın yolundan dönüp kafir olarak ölen insan Allah'ın hesabından düşecektir. Onun daha Önce işlemiş olduğu bütün ameller boşa çıkacaktır. Çünkü Allah'ın hesabında bütün ameller iman temeli üzerinden değerlendirilir. Bu temelden yoksun olduktansonra hiçbir iyi amelin değeri olmadığı gibi (bunun iyiliğinden bile bahsedilemez). Bunun için Allah'ın dininden dönmek insanın amellerini- dünyada ve ahirette boşa çıkarır've insanı cehennem ateşinde ebedi olarak kalmaya götürür. Nasıl İslam'a girmekle daha önceden yapılmış olan bütün kötülükler siliniyorsa, öylece dinden dönüp küfre girmekle de önceki bütün iyi ameller silinir gider. Çünkü İslam, amelleri hareket ettikleri temel konumundan ele alır, amelin bizzat kendisini hareket ettiği temelden uzak bir konum olarak'kabul etmez. Nitekim amele doğruluk ve sapma çizgisindeki olumlu veya olumsuz anlamını veren,, sözkonusu amelin hareket ettiği fikrî temeldir... Bu yöntem ve yaklaşımla hareket eden Kur'an-ı Kerim, bunuiı hemen arkasından küfür karşısındaki İslam konumunu vurgulamakta ve bu konumdaki insanların ve durumlarının bir değerlendirmesini yapmaktadır: Bu, Allah'a imanı, Allah yolunda hicret ve cihad konumunda yaşayan, hayatta attıkları adımları hareketlendiren hu sağlam iman temelinden hareket eden mü'minle-rîn hayat çizgisidir.. Allah'ın (iman ortamından uzak olan kafirlerin ulaşamayacağı) rahmetini ancak bu mü'minler ümit edebilirler. Bu mü'minler her ne kadar bazı söz ve eylemlerinde hataya düşmüş olsalar da bunlar, imanlarının derinliklerinde Allah'ın kendilerine merhamet edip acıyacağını, günahlarını bağışlayacağını ve kendilerini (ağaçları) altından ırmaklar akan cennetlere koyacağını ve hem de kendilerini orada ehedîleştireceğini ümit eder7 ler. Çünkü onlar şu ilahî hakikate kesin bir şekilde iman etmişlerdir:
«Şüphe yok ki Allah Gafur ve Rahîm'dir...»
Burada, bu iki ayet-i kerimeyi kavrama sürecinin sonunda, ilk Müslümanların hayatında olduğu gibi bizim
hayatımızda da önemli fikri unsurları içeren birkaç noktayı inceleyelim; [89]
1) Şüphesiz İslam, kutsal bir dinî gerçek olarak «barış zamanı» fikrini kabul etmiştir. Böylece insanların,, içinden çıkılmaz problemlerden ve savaşlardan uzak kalabilecekleri bir zaman aralığı olacaktır. Bu müsait zaman aralığında geçmişte yaşadıklarını ve yapıp ettiklerini; can, mal ve insanî ilişkilerin telefine götüren kin ve düşmanlık, temeli üzerine kurulu davranışlarını yeniden an duru bir ortamda gözden geçirme fırsatını bulacaklardır. Böylece savaş fırsatlarında yakalayamadıkları iyilik, güzellik ve sevgi unsurlarım barış zamanı fırsatlarında yakalayabilme imkanına kavuşacaklardır. Müslümanlar da (büyük İslamî dava bağlamında kesin sonuçlara ulaşmak yolunda yaşanan cari şartların bir gereği olarak savaşa devam etmek zorunda olmadıkları durumlardaki) harp-sulh ilişkilerinde bu kanuna uymak zorundadırlar... [90]
2) İslamî fıkhı düşüncenin Allah'ın ayetlerinden ve Rasulü'nün sünnetinden hareketle ikrar ettiği aklî temel, bize bir şeyi emreden bir şer'î hükümle, aynı şeyi mene-den diğer bir şer'î hükmün çatıştıkları ve ikisinin birden uygulanamadığı durumda fayda ve zarar hesapları yaparken diğerine göre daha önemli olan tarafı seçmemizi hükme bağlamıştır. Çünkü şer'î hüküm, insanın temel yararından hareket eder. Hükümlerin, ilişkin oldukları fayda ve zararlara tabi oldukları sabittir. Uygulamasında diğerine göre daha önemli bir yarar gördüğümüz hüküm uygulanacak olan hükümdür. Buna mukabil olan hüküm uygulanmaz. Bakara suresinin bundan önceki ayetlerinde Mescid-i Haram'da savaş konusu işlenmişti. Bu, mekanların kutsallığına ilişkin bir hüküm idi. Bu ayet-i kerimede ise —geçtiği üzere— haranı aylarda savaş konusu işlenmektedir. Bu da zamanların kutsallığına ilişkin bir hükümdür. İşte bu durumlarda bir ayın veya bir mekanın kutsallığının çiğnenmesi ile İslam'ın kendisinin kutsallığının çiğnenmesi karşı karşıya gelmişse, o halde İslam'ın yüksek kutsallığının yararına böyle kutsal bir ayın veya kutsal bir mekanın kutsallığını çiğnemek mümkündür. Hatta bazı hallerde bu ,vacip olur. Çünkü zamanların ve mekanların kutsallığı ve bu kutsallıkların çiğnenmemesi hükmü İslam şeriatinden bir cüz (parça)dır: Bu itibarla İslam'ın (yani küllün-bütünün) karşısında öncelikli olamaz. Bu durum İslam usul-ü fıkıh alimlerinin «iki hüküm arasında güçlük» diye tabir ettikleri durumdur. Bu durumda hükümler arasında bir ölçme ve değerlendirme yapmadan önce ilgili konumların ve problemlerin iyice tedrik edilmesi kaçınılmazdır. Çünkü mesele, şer'i hüküm temellerinin ve o,hükmün ilişkin olduğu pratiklerin anlaşılması ve kavranması konusunda derin bir yapıya ve incelemeye muhtaçtır ve bu itibarla tepkisel seri düşüncelere mahkum edilemez. [91]
3) Ayet-i kerime, Müslümanlara hayatta şu hakikatin şuurunda hareket etmelerini vahyetmektedir: Küfür ve şirk kuvvetleri sahip oldukları bütün araçlar ve güçlerle Müslümanları dinlerinden çıkarmayı amaçlamaktadırlar. Bu amacı gerçekleştirmek için de devamlı olarak Müslümanlara, karşı savaşı sürdürürler. Müslümanlar da dünyada ve ahirette kurtuluşlarının sağlam temelini, temsil eden imanlarını muhafaza etmek için bu kafir saldırılara karşı korunma ve savunma araçları hazırlamak zorundadırlar. Çünkü Kur'an'm çözmeye uğraştığı problem tarih içersinde kalacak sınırlı şartlara bağımlı tarihsel bir problem değildir. Aksine bu, küfür ile İslam, hak ile batıl var oldukça ve küfür güçleri bütün maddî ve manevî imkanlarıyla İslam'a karşı saldırılarını ve Müslümanları dinlerinden saptırma çabalarını gündelik müfredat programları şeklinde sürdürdükleri müddetçe devam eden ve devam edecek köklü bir meseledir. Müslümanlar küfür güçlerinin çeşitli kültürel, eğitimsel ve iletişimsel, siyasal, sosyal ve askerî araçlarla gerçekleştirdiği ve İslam ümmetinin yaşadığı günleri ve geleceği ile şerefini, yüceliğini, tabii kaynaklarını ve kültürlerini hedef alan bu gündelik saldırıların her türü ile hep karşılaşmışlardır ve karşılaşmaktadırlar. Müslümanlar da bu saldırılara karşı İslam'ın öngördüğü hazırlığı kuşanarak kendilerinin ve dinlerinin şeref ve yüceliğini kavramakla mükelleftirler. [92]
4) Değinmek zorunda olduğumuz diğer bir önemli nokta da iman-küfür meselesidir. İman ile küfür meselesi, bütün uzantılarıyla ve derinlikleriyle engin bir hayatın meselesidir. İnsanın bu hayatî ayırım noktasında müsamahakâr olması veya boş vermiş tavırlar takınması ya da iman çizgisinden uzak iyi işlere dayanması mümkün değildir. İyi ameller, imanı temeller konumundan uzak bir şekilde kendi varlıkları ile değerlendirilemezler. Çünkü böyle bir yaklaşım imana değer vermemek demektir. Bu yaklaşım —maazallah— insanı, bazı iyi işlerinden dolayı kafirleri bazı kötü işler yapan Müslümanlardan üstün tutmaya götürebilir. Halbuki ayetin de vahyettiği gibi bu, kesinlikle İslamî bir gidiş değildir... [93]
BismiIIahirrahmanirrahim
«Sana şarap ve kumar hakkında soruyorlar. De ki: Her ikisinde de insanlara (birtakım) faydalar olmakla beraber büyük günah vardır. Günahları da faydalarından daha büyüktür. Bir de sana (Allah yolunda) ne infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Afv'ı (helal ve güzel olan şeylerden ihtiyaçlarınızdan fazla olanını verin). Allah size ayetleri böyle açıklıyor ki, dünya ve ahirete ilişkin (işleri) düşünesiniz. Bir de sana yetimler halc-kında soruyorlar. De ki: Onlar(n durumlarını) düzeltip ıslah etmek iyidir. Eğer onlara karışır (bir arada yaşar, yer, içer, oturursanız) bilin ki onlar (da) sizin kardeşlerinizdirler ve Allah (düzeltip) ıslah edeni de (bozup) ifsad edeni de bilir. Allah di-leseydi sizi zora ve zahmete (de) duçar ederdi... Şüphesiz Allah (her şeye üstün olan) Azîz ve (her şeyi yerli yerince yapan) Hakîm'dir...»
(Bakara: 2İ9-220)
1) Bu iki ayet-i kerimede, Müslümanlar ile Peygamber (SAV) arasında bahsi geçen (insanların imtihan edildikleri) bazı şer'î hususlar ele alınmaktadır. Şarap ve kumar hakkında sorular sormuşlardır. Bu işler ise insanların o zamanki hayatlarında kök salıp yerleşmiş âdetlerdendir. Bu itibarla bunların birdenbire yasaklanması zorlu bir sosyal problem olacaktır. Hatta o dönemde şarabın yasaklanmasında insanlar için hayatî bir yarar bulunmadığını bile tahayyül ediyorlardı. Çünkü şarap içmek insanın hissettiği dertleri ve ağırlıkların birçoğunu hafifletiyor ve insanı üzüntülerinden ve içinde bulunduğu ke-tü durumun psikolojik baskısından uzaklaştırıyordu. İnsanlar içlerinde, acı gerçeklerden sıyrılıp acısız ve sorunsuz bir dünyaya dalma ihtiyacını hissediyorlardı. Tıpkı uyku hali gibi... Çünkü bu halde sinirler rahatlıyor, düşünce yavaşlayıp sakinleşiyor, yorulmuş beşerî güçler yenileniyordu. İşte insanlar tabii uyku halinin verdiği bu müsbet unsurları şarap içmekte de yakalamaya çalışıyorlardı.
Kur'an-ı Kerim ele —bu sorulara ilişkin1 cevabında— insanların bu tahayyül ve tasavvurlarım inkar etmemeye ve şer'î hükmün soğuk katılığını birdenbire yüzlerine çarpmamaya çalışmıştır. Bu yaklaşımla önce bunun olumlu yanlarının karşısındaki olumsuz yönlerini ortaya koymakla başlamıştır. Böylece onlara bu konular üzerinde arı duru bir kafa ile düşünme, eşyayı tasavvurlarında ve hakkında verdikleri yargılarda dengeyi yakalama fırsatını hazırlamıştır. Çünkü bilginin alışkanlıklar, menfaatler ve şehevî arzuların-baskısı altında düşebileceği sapmalardan uzak selamette tutulmasının en güçlü ve etkin yolu budur. Aynı minval üzere daha sonraki Maide suresinin doksanbirinci ayetinde şu ifadelere yer verilmiştir:
«Şeytan, şarap ve kumar ile ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah*ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister... Artık (bunlardan) vazgeçersiniz değil mi?...»
Kur'an-ı Kerim Jdu ifadelerle şarap ve kumarın genel ve Özel sosyal ve ruhi hayattaki olumsuz etkilerini önlerine koymuştur. Şarap aklı tatil eder. Böylece insan şarabın tesiri altında psikolojik şuuraltı patlamalarını ya-
şar ve şuursuzca hareket eder. Kumar da kaybeden tarafın şuurunda kazanana. karşı kin duyguları oluşturur. Çünkü kazanan taraf kaybedenin malını karşılıksız olarak elinden almıştır. Bu, meselenin bir yönü... Diğer yönüne gelince, şarap ve kumara müptela olmak insanı Allah'ın zikrinden {O'nu anmaktan) ve namazdan uzaklaştırır. Bunun için Kur'an-ı Kerim istinkâri bir soru ile insanlardan bu iki kötü alışkanlıktan el çekmelerini istemiş ve:
«Artık (bunlardan) vazgeçersiniz değil mi?»
buyrumuştur. Burada bu ifadelerle insanın herhangi "bir dış talimata gerek kalmaksızın kendisinin zararına olan şeyden kendi aklî yetileri ve beşerî güçleri kanalıyla kaçınmakta karar kılabileceğine de gizli bir işaret vardır... Bunun arkasından Kur'an-ı Kerim şarap ve kumarın olumlu yanlları ile olumsuz yanları arasında bir karşılaştırma ve oranlama yapmak istemiştir. Bu karşılaştırmayı yapmış ve bunların olumlu yanlarına karşılık olumsuz yanlarının daha çok olduğunu açıklamıştır. Bundan sonra da yasaklanma cihetinde olacak sonucu çıkarmayı, düşünen insan aklına bırakmıştır. Çünkü düşünen selim bir insan aklı, İnsan için aynı ehemmiyette olmayan bir menfaati elde etmek yolunda çok daha büyük oranda kendisine zarar veren bir fiili kabul etmeyecektir. Küçük bir keyif sağlayan. şarap ,insam toplum içersinde ve hatta kendi ailesi içinde aklını tamamen yitirmiş bir kısıtlı duruma sokmaktadır. Kumara gelince, bunda da, geçen ayet-i kerimede açıklanan çok tehlikeli toplumsal sapmalar olduğunu görüyoruz. İstediği servete kavuşmak yolunda işi gücü bir yana bırakıp kumara koyulan her bir insan ile toplum küçük veya büyük yararlı bir gücü kaybetmiş olmaktadır. Bireysel planda ise kumar oynayan
kişi kendi hayatını ve ailesinin hayatını batağa sürüklemiş olacaktır.
Bu karşılaştırma ile Kur'an-ı Kerim, her hüküm alanında yarar-zarar analizi yaptığım, yarar karşısında zarar oranını baskın çıkmadıkça herhangi bir şeyi yasaklamadığını da ortaya koymuştur. Bu, insanların alışkanlık haline getirmiş oldukları hususlarda da, alışkanlık edinmemiş oldukları diğer hususlarda, da böyledir. Çünkü İslam şeriatinde helallik ve haramlık insanların mizaçlarına, ve zevklerine değil, fayda ve zarar temeline dayanmaktadır. Sonuç olarak başlangıçta anılan Kur'an'î üslup doğrultusunda Kur'an-ı Kerim bu ayet-i kerimede (daha sonraki bir ayetle gelecek) kesin haramlık (yasaklama) hükmünü getirmekte acele etmemiş, işin Önünde sonunda bu sonuca gideceğini, düşünen insanın akl-ı selimine havale etmiş ve bu aşama için öngördüğü kesin bir etkiyi bırakmıştır...
2) Müslümanlar ikinci olarak yiyecek, giyecek ve sair mallardan neleri infak edeceklerini sormuşlardır. Bu soruya karşılık verilen cevapta bu konuda belirli bir şey bildirilmemiştir. Çünkü bu konuda yapılacak herhangi bir sınırlama, bir yandan toplumdaki fakirlik probleminin çözümü, diğer yandan mü'minîh ruhunun infak yönünde terbiyesi noktasında Allah katındaki uhrevî değer hesabında herhangi bir şey ifade etmeyecektir. Bu nedenle cevapta ihtiyaçtan fazlası anlamına gelen «afv» kelimesi ile yetmilmiştir. İnsana kendi zarurî ihtiyaçlarına ancak yetecek kadar olan maldan başkalarına infak etmeyi yük-lememiş, kendi temel ihtiyaçlarından artakalanından infak etmesini hükme bağlamıştır. AyeM kerimenin sonunda da insanları Allah'ın —üzerinde düşünüp doğru yola ulaşmaları için açıkladığı— ayetleri üzerinde düşünmeye davet etmiştir.
3) Müslümanlar bir de yetimler hakkında, onlarla
ilişkilerinin nasıl olacağı, onların malları, terbiye ve gözetimleri hakkında sorular sormuşlardır. Gerçekten yetimler Müslüman insanların dinî vicdanlarında esaslı bir problem oluşturuyorlardı. Çoğu Müslümanlar günaha girmek korkusuyla yetimlerle ilişkiye girmekten sakınıyorlardı. Kur'an-ı Kerim'in verdiği cevap, bu konudaki genel çizgiyi ve kapsamlı çerçeveyi belirlemiştir:
«De ki: Onları(n durumlarını) düzeltip ıslaJı etmek iyidir...»
Evet bu ayet-i kerime hükmü gereğince yetimlerin işlerini, onların dünya ve ahiret maslahatları açısından iyice incelemek kaçınılmaz bir zorunluluktur. Çünkü onlar toplumun yanında Allah'ın emanetidirler. Toplumun fertlerine düşen de tıpkı diğer emanetlerde olduğu gibi onların maslahatlarını gözetmektir. Hatta yetimler yönünden bu emanetin boyutları daha da derinlik kazanmakta-. dır. Çünkü kendi işlerini düzenlemekte gerekli tedbir ve imkanlardan uzak olan bir insanın dünya ve ahiret işlerini ıslah yolunda çalışmak kuvvetli bir iman ile birlikte ince bir dikkat ve titiz bir düşünceyi gerektirecektir.
Ayet-i kerime bundan sonra onlara karışıp birlikte yeyip ,içip, oturmayı gündeme getirmek suretiyle onlarla ilişkiye girmekten günaha girmek korkusuyla sakınan Müslümanları, onların da din kardeşleri olduğu şuuruyla onlarla ilişkiye girmeye teşvik etmiştir. Çünkü diğer Müslümanların onlarla ilişkiye girmekten sakınıp onları yalnız bırakmaları nefislerine ağır gelmekte, maneviyatlarını yıkmakta, hayatlarını düğümlemekte ve hayattaki tabii gelişimlerini yavaşlatmakta idi... Bu hususlar ve hu teşvik hükmü, Mecmaü'l Beyan'da da geçtiği üzere bize ulaşan hadis ve haberlerde de varid olmuştur. Ayet-i kerime, cevabını yetimlerin işlerini düzeltmek ve durumlarını ıslah meselesinde muhatap aldığı Müslümanların hislerini derinleştirmeye çalışarak noktalamış, Allah'ın insanların amellerini gözettiğini ve (düzeltip) ıslah edeni de (bozup) ifsad edeni de bildiğini ye herkesi —hayır veya şer— yaptığı amellerle hesaba çekeceğini bildirmiş, arkasından da Allah'ın koyduğu hükümlerle insanların huzur ve güvenini gerçekleştirmek istediğini, onları meşakkate sokmak istemediğini vurgulamıştır. Ayet-i kerimenin son noktası «Şüphesiz Allah Aziz ve Hakim'dir» kesinliği ile konulmuştur. Bu da Allah'ın istediğini istediği şekilde yapma kudretine 've bu isteğini insanların maslahatı yönünde gerçekleştirdiğine işarettir. [94]
«(Allah'a ortak koşan) Müşrik kadınlarla —onlar imana gelmedikçe— evlenmeyin. Çok hoşlansanız bile. Mü*miri bir cariye, müşrik bir (hür) kadından üstündür. Müşrik erkekleri de —imana gelmedikçe— (kadınlarınızla) evlendirmeyin. Çok hoşlansanız bile Mü'min bir köle de müşrik bir (hür) erkekten üstündür... O(Allah'a ortak koşa)nlar cehennem ateşine çağırırlar. Allah ise —izniyle— cennete ve mağfirete çağırır ve insanlara ayetlerini (böyle) açıklar ki öğüt alsınlar...»
(Bakara: 221)
Bu ayet-i kerimede mü'min erkeklerin müşrik kadınlarla, mü'min kadınların da müşrik erkeklerle evlendirilmelerinin haram olduğunu düzenleyen hükmün şer'î esası pekiştirilmektedir. Şüphesiz mü'minler ile müşriklerin iman bakımından durumları ve hayat tarzları birbirinden ayrıdır. Bu ayırım evlilik hayatına da yansımıştır. Çünkü evlilik, tasavvur ve hedef şuuru birliği üzerine dayalı bir sevgi ve rahmet temeli üzerine kurulu olmak durumundadır. Hal böyle iken mü'minler, Allah'ın cennete çağıran daveti yönünde, müşrikler ise cehennem ateşine giden yönde yürürler ve insanları buna çağırırlar. Böyle olunca mü'minler ile müşrikler arasında bir hayat tarzı - ayırımı söz konusu olmaktadır. O halde bu iki ayrı tarzın insanları arasında evlilik ilişkisinin zorunlu kıldığı inanç temeline dayalı samimiyet nasıl gerçekleşecektir?!.. Bu ayet-i kerimeden anlamamız gereken husus, ayetin, birbirlerini beğenip birbirlerinden hoşlanan insanların evlenmelerini yokuşa sürmediği, aksine insanı hissi stekleri ile pratik yararları arasında bir dengeye götürmeyi amaçladığıdır. Çünkü kani olmak gerekir ki, insanın temel dünya ve ahiret meselesi karşısında, kapılmış olduğu duygusal arzular pek de büyük bir şey ifade etmez.
Burada müşriklerden maksadın bizzat Allah'a ortak koşanlar olduğu açıktır. Yoksa bu hüküm, Allah'ın birliğini zedelemediği inancıyla İsa'nın Rablığım veya Allah' m «üçte biri» olduğunu söyleyen Ehİ-i kitabı kapsamaz. Çünkü Kur'an'î ıstılah, gerek ayrmtıladığı hükümlerinde ve gerekse ilgili ayetlerde kullandığı kelimelerde müşrikler île Ehl-î kitabı birbirinden ayırmıştır: Beyyine suresinin ilk ayetinde:
«Ehl-z Kitaptan ve müşriklerden hakkı (inkar edip) tanımayanlar, kendilerine 'açık delil' gelinceye kadar (bulundukları halden ayrılıp) açılacak değillerdi»
ve Bakara Suresinin yüzbeşinci ayetinde;
«Bhl-i Kitaptan ve müşriklerden hakkı (İnkar edip) tanımayanlar, size Rabbinizden herhangi bir hayır indirilmesini istemezler...»
şeklinde geçtiği gibi... Ayetlerde bu iki grubun aynı eylemle birlikte ayrı ayrı geçmeleri bu iki grup arasındaki ayırıma delildir. Bu açıklamalar ışığında ayet-i kerimenin Müslümanların Ehl-i .kitapla evlenmelerinin haram olduğuna delil olmadığı açıkça görülmektedir. Bu itibarla "böyle bir haramlığm olup olmadığını ve var ise smırrni başka kaynaklarda aramaktan başka çıkar yol yoktur. Müslüman bir kadının Ehl-i kitaptan bir erkekle evlenmesinin haram olduğu konusunda Müslümanlar ittifakla icnıa etmişlerdir. Müslüman bir erkeğin Ehl-i kitaptan bir kadınla evlenmesi konusunda ise bunu helal kabul edenler ile haram kabul edenler'arasında ihtilaî vardır. Bu konu bütün ayrıntıları ile meseleyi ayrıntılı olarak incelçmiş olan fıkıh kitaplarından öğrenilmelidir... [95]
«Sana hayız (kadınların aybaşı hali) hakkında soruyorlar. De ki: Eziyettir. Hayız halindeki kadınlardan uzak durun, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın, temizlendiklerinde de onlara Allah'ın size emrettiği üzere yaklaşın. İyi bilin ki, Allah tövbe edenleri ve temizlenenleri sever. Kadınlarınız sizin için tarlalardır. Tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın. Kendinizi önceden (güzel davranışlarla) hazırlayın. Allah'tan korkun ve O' nunla (huzurunda) karşılaşmak durumunda olduğunuzu bilin. (Ya Mühammed Müminleri müjdele!...»
(Bakara: 222-223)
Müslümanların hayız halindeki kadınlarla ilişkilerinde bir problem vardı. Hayız, kadının aym belli günlerinde periyodik olarak gördüğü kandır. O dönemde Arap toplumunda kadının bu : hayız döneminde necis (pis) bir insana dönüştüğü inancına dayanan yerleşmiş bazı kanaatler ve tasavvurlar vardı. Bundan dolayı da bu dönemdeki kadınlarla oturup kalkmaktan, yeyip içmekten kaçınırlardı. Böylece bu dönemdeki kadın .toplumdan uzak kalırdı. Bu durum da insanlar için bir güçlük ve sıkıntı kaynağı oluşturuyordu. İslam ise çeşitli hükümleriyle insanların hayatlarının bütününü en güzel şekilde düzenlemek için gelmişti. Müslümanlar da kadınların hayız haline ilişkin hu soruyu bu veçhile sormuşlardı. Kur'an-ı Kerim'in verdiği cevap meseleyi doğal yerine oturtacak kesinlikte idi: Bu halet insan vücudunun tabii haletlerinden bir halettir. Yalnız bu, kan gelmesinden dolayı eziyetli bir halettir ve bu eziyetin bazı biyolojik ve psikolojik boyutları da vardır. Bundan başka bir ayrılığı olmayan bu halin, kadının toplum içerisindeki genel konumuna herhangi bir olumsuz tesiri söz konusu değildir. Bu hal kadının vücudunu necis yapmadığı gibi onun kişiliğine de etki etmez. İnsanlar arasındaki ilişkilerden yalnızca cinsel ilişkiye manidir. Bu da ilgili mahalden kan gelmesinden ve —bazılarının dediği gibi— kadının vücuduna mikropların girme tehlikesinden dolayıdır. Ayrıca bunun bu dönemdeki rahatsız psikolojik duruma ilişkin başka yanları da vardır. Kur'an-ı Kerim bütün bu anlamların hepsini sıhhî ve manevî boyutlara işaret eden «ezâ-eziyet» kelimesinde toplamıştır. Bu temel üzerinden emr-i ilâhî, bu haletteki kadınlarla temizleninceye kadar cinsel ilişkiye girilmemesini hükme bağlamıştır. Bu temizlenmeyi de bazıları kanın kesilmesi, diğer bazıları da kan kesildikten sonra gusül yapılması olarak yorumlamışlardır. Temizlik gerçekleştikten sonra, Allah'ın emrettiği üzere bu kadınlara yaklaşmak mümkün olacaktır. «Allah'ın emrettiği üzere» ifadesi üzerinde de müfessir-ler ihtilaf etmişlerdir. Bazıları bunun cinsel birleşmenin tabii yerine işaret olduğu görüşünü ileri sürerken, diğer bazı müfessirler bunun «Allah'ın emrettiği yaklaşma şek-Hne» işaret olduğunu kabul etmişlerdir.
Ayet-i kerime günaha giren insanlar için tövbenin ve bütün insanlar için temizliğin zorunluluğuna işaretle sona ermiş ve Allah'ın, günahlarından dolayı tövbe edenleri ve temizlenenleri sevdiğini vurgulamıştır. Çünkü tövbe, Allah'ın rızasına muhtaçlık şuurunu temsil eder. -Temizlik de hayatı Allah'ın rızası üzere bedenî ve ruhî temizlikle yaşama arzusuna işarettir.
«Kadınlarınız sizin için tarlalardır. Tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın.»
Müfessirler ve fakihler'bu ayetin tefsirinde ihtilafa düşmüşlerdir. Bazıları kadın ile erkek arasında olabilecek aykırı (yani tabii ilişkinin dışında) )bir cinsel ilişkinin (ayet-i kerimede geçen «ennâ» kelimesini «nereden» şeklinde anla'mlandırmak suretiyle) mubah olduğunu kabul etmişlerdir. Bazıları da buna karşı çıkmış böyle aykırı bir ilişkiden menetmişlerdir. Bu rnubahhk iddiasına karşı çıkıp böyle aykırı bir ilişkiyi menedenler de karşı çıkış nedenlerinde ihtilaflıdırlar. Bunlardan bazıları ayette geçen «ennâ» kelimesini «ne zaman» şeklinde yorumlamışlardır. Bu «ne zaman isterseniz» ifadesinin de bir önceki ayette hayız döneminde cinsel ilişkinin yasaklanması olayı ile alakalı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Fakat., bazı lügat ehli ise hu «ennâ» kelimesinin «nereden» an- [ lamından başka bir anlama gelmediğini iddia etmektedirler. Mubahlık iddiasına karşı çıkanlardan diğer bazıları ise ayette geçen «tarla» kelimesine dayanmışlar ve bu «tarla» kelimesinin, mubahlığm tabii yere mahsus olduğuna delil olduğunu kabul etmişlerdir. Çünkü hu «tarla» kelimesinde ekim olayına bir işaret vardır. Bu da (tarla olarak kadın söz konusu olunca) çocuktur demişlerdir. Bu görüşü ileri süreni er, «ennâ» kelimesinin anlamı olan «nereden» kavramını da kadının tabii yerine istenilen yönden, yani ön veya arka taraftan yaklaşmak serbestisi ile yorumlamışlardır. Bu yaklaşıma ilişkin olarak, Yahudilerin erkeğin kadının önüne arka cihetten yaklaşınca çocuğun alatenli olacağı yolunda bir inançları olduğu ve Allah'ın da bu ayetle onları bu inançları konusunda yalanladığı rivayet edilmiştir. (İbn-i Abbas ve Cabir). Bazı fakihler de bu «tarla» kelimesinin «çocuk olacak yere» delil getirilmesine karşı çıkmışlar ve tarladan maksadın illa da çocuk olmayacağı, bunda başka anlamların bulunmasının da mümkün olduğunu söylemişlerdir. Görüldüğü gibi bu minval üzere ayeti yorumlayan rivayetler değişiklik arzetmiş, buna tabi olarak da fakihlerin bu konuya ilişkin ihtilaflı görüşleri ortaya çıkmıştır.
Sonuç olarak bu iki yaklaşım karşısında ayetin gerçek anlamına ilişkin elimizde kesin bir Kur'an'î delil yoktur. Bu iki ayet arasında delalet yönünden bir ilişki olduğu düşünüldüğü takdirde böyle bir aykırı ilişkinin me-nedilmiş olduğu, «ennâ» kelimesinin de zamanla ilişkili olarak «ne zaman» anlamına olduğu yolundaki görüş yakınlık kazanabilir. Çünkü ayette yer meselesi mevzuu bahis değildir. Tabii ki bu saydıklarımız ihtimallerden başka bir şey değildir. Yoksa bu konuda şer'î hükmün ne olduğunu Öğrenmek yolunda kesin bir sonuca ulaşmak için sünnete müracaat etmemiz ve hadislerin de sahihini zayıfını sıkı bir inceleme ile birbirinden ayırmamız kaçınılmaz bir zorunluluktur. Hükümlerinin hakikatini de en iyi Allah bilir...
«Kendinizi önceden (güzel davranışlarla) hazırlayın. Allah' tan korkun ve O'nunla (huzurunda) karşılaşmak durumunda olduğunuzu bilin. (Ya Muhammed) Müminleri müjdele/..»
Bu ibareler, Kur'an'î üslupla insanı uyarmakta ve onu, iman ,düşünce, kuvvet ve bağlılıkla Allah'a itaat et-nıeye, O'nun emirlerine uymaya ve yasaklarından kaçınmaya uyarıcı bir eda ile teşvik etmektedir. Geçen iki ayet-i kerime haramlardan ve helallerden bahsetmişti. Şimdi de Kur'an-ı Kerim bu ayetlerin sonunda insanı bu helaller ve haramlar karşısında insanın Allah katındaki derecesini yükseltecek Allah'tan korktuğunu somutlaştıracak en sağlam kulpa, yani iyi olana yapışmaya çağırmakta ve yapıp ettiği bütün iyilikler ve kötülükler üzerinden hesaba çekilmek üzere yakın bir zamanda Allah'ın huzurunda O'nun zatı üe karşı karşıya geleceklerini bildirerek uyarmaktadır.
Arkasından mü'minlere müjdelemiştir. Çünkü bunlar gerek inançları ve gerekse amelleri ile O'nun doğru yolunda yürüyenlerdir. Dünya ve ahiret saadetini yakalamış olanlar 'da bunlardır.
Bazıları, «Kendinizi Önceden ...... hazırlayın» ibaresini çacuk talep etmeye, salih çocuk istemeye, bazıları cinsel birleşme sırasında dua etmeye ,bazıları «bismillah» demeye, diğer bir kısmı iffetli kadınlarla evlenmeye yor-mişlardır. Kendini güzel davranışlarla cinsel birleşmeye hazırlamaya yoranlar da vardır. Salih evlat istemeye yoranlar şu hadisi zikretmişlerdir:
«Ademoğlu öldüğünde ameli kesilir. Ancak şu Üç şey hariç: Kendisine dua edecek salih bir çocuk, cari sadaka ve Ölümünden sonra faydalanılacak ilim...»
Fakat bizim ayetin içeriğinden anladığımız kadarıyla, anılan ibare bütün bu yorumlardan uzaktır. Ayetlerinin esrarını da Allah bilir... [96]
Bîsimülahirrahmanirrahim
«(Allah(m adın)ı, yemin (ettiğiniz iş)lerinize, (yani) iyilik etmenize, (kötülüklerden) korunmanıza ve insanların arasını düzeltmenize engel yapmayın. Allah (her şeyi işitenf Semi' ve (her şeyi bilen Alîm'dîr...»
(Bakara: 224)
Bu ayet-i kerimenin Abdullah b. Revâha hakkında indiği rivayet edilmiştir. Rivayete göre: Abdullah b. Revâha, damatlarının evine girmemeye, onunla konuşmamaya ve onunla hanımının arasını düzeltmemeye yemin etmişti. «Bu hususta yemin etmişim; yapmam benim için helal olmaz.» diyordu. Ayet-i kerime bunun üzerine inmiştir. Müfessirler «urdaten li eym,amkuın-yeminlerinîze engel» kelimesinin birkaç anlama geldiğini söylemişlerdir. Bunlardan biri: Eşya arasında engel ve perdedir. Bu anlam doğrultusunda ayet-i kerime'de yeminin insanın iyiliğe, (kötülüklerden) korunmaya ve insanların arasını düzeltmeye engel kabul edilmemesi emredilmiş oluyor. Diğer anlamı: İnsanın yeminine bağlı kalmanın güçlüğünün kendisini iyilik yapmaktan, (kötülüklerden) sakınmaktan ve insanların arasını düzeltmekten alıkoymaması istenmiştir. Bir diğer anlamı da: İnsanın hak/batıl her konuda Allah'ın adını anıp yemin etmemesinin, gereğidir. Ayet-i kerimenin içeriğinin bu üç anlamdan da uzak olmadığı görünmektedir. Yalnız üçüncü anlamda vurgulanan şey, çok yemin etmenin zaman zaman insanı iyilik, (kötülüklerden) korunmak ve insanların aralarını düzeltmek gibi iyi işlerden geri kalmaya götürebileceğidir. Yani insan anî bir psikolojik tepki halinde bu gibi iyi işleri yapmamaya yemin edebilir ve sonra yeri geldiğinde bu yeminini —iyilik etmek, kötülüklerden korunmak ve insanların arasını düzeltmek gibi, iyi işleri yapmaktan kaçınmak yolunda— bir sapmaya delil sayma yanlışına düşebilir. Yalnız şunu da belirtelim ki bütün bu anlamlar ayette, geçen ibarenin lafzı anlamı olmayıp, müfessirlerin yorumları sonucu ortaya çıkan tefsiri anlamlardır. Ayetlerinin gerçek anlamını da en iyi Allah bilir...
Bu ayet-i kerimeden yeminin İslam'daki rol -ve fonksiyonunu kavrayabiliriz: Yemin .insanın Allah'ı şahit ve pekiştirici bir unsur tutarak bîr şeyi yapmak ya da yapmamak konusunda bağlanmasıdır. Böylece yemin eden kimse daha sonra kendisinden, vermiş olduğu karardan dönmesinin istenmesi durumuna karşı iradesini ve konumunu Allah'ın isminin kutsallığı ile pekiştirmiş olmaktadır. Bununla birlikte insanların bazı psikolojik patlama haletlerinde yapmalarında kendileri için yarar olan şeyleri yapmamaya ya da yapmamaları gereken şeyleri yapmaya yemin ettikleri görülür. İşte ayet-î kerime bunu şiddetle reddetmektedir. Çünkü insanın Allah'ın ismi ile oynaması, onu ulu-orta kullanıp Allah'ın razı olmadığı hususlara delil yerine koyması kesinlikle caiz değildir. Böyle bir yeminin hiçbir kutsallığı yoktur. Çünkü Allah' m isminin kutsallığı ancak O'nun emirlerine ve yasaklarına uymak doğrultusunda geçerlidir. Allah insanı, kendisinin emir ve yasaklarına muhalif bir konumda yapmış olduğu yeminlerle bağlamamaktadır. Ebu Eyyub el-Hazzâz, Ebu Abdullah es-Sadık'tan (AS) rivayet ettiği bir haberde, «şöyle dediğini duydum» diyor:
«Ne doğru ne de yalan yere Allah'a yemin etmeyin. Çünkü Allah Subhanehu: 'Allah'ı yemin(ettiğiniz iş)lerinize engel yapmayın' buyuruyor...»
İshak b. Amir'in rivayet ettiği üzere Ebu Abdullah (Cafer es-Sadık), Allah Teala'nm «Allahfm adm)ı yemin ettiğiniz iş)îerinizle, (yani) iyilik etmenize, (kötülüklerden) korunmanıza ve insanların arasını düzeltmenize engel yapmayın» ayeti üzerine şöyle demiştir:
«İnsanların arasını düzeltmeye çağrıldığında 'Yapmamaya yeminliyim' deme.»
Fakihler de bir konuda yemin ettikten sonra bu yemine muhalif daha üstü nbir şey görüldüğünde yeminin bozulup «daha üstün olanın» yapılabileceğine fetva vermişlerdir.
Böylece İslam'da yeminin fonksiyonu açıkça anlaşılmış oluyor. Yemin, insanın bir ilahî emri yerine getirmek veya ilahî bir yasaktan uzak durması, kötü bir alışkanlıktan, imanında ve hayatında kendisine bir yararı olmayan dünya hallerinden bîr hale girmekten kaçınması yolunda etkin bir fonksiyona sahiptir. Böyle müsbet hallerde yemin, iradeyi destekleyip kuvvetlendiren ve geliştiren bir unsur fonksiyonunu gösterecektir. Bu hallerdeki yemin insanı iki taraftan bağlayarak iradesini güçlendirir. Biri, yemine bağlanan işin Allah'ın emir veya yasaklarına uygun olması ,diğeri de Allah'ın isminin kutsallığıdır. Böylece yemin .insanın dünya ve ahireti için faydalanabileceği baskı gücüne sahip bir terbiye unsuruna dönüşmektedir.
«Allah SemV ve Alîm'dir.»
Hayır/şer bütün sözlerinizi İşitir ve içinizde gizlediklerinizi bilir. Bu gerçeğin idrakinde olmak, insanı, Allah', m azabından uzaklaştıran ve rızasına yaklaştıran çizgiyi izlemeye zorlayacaktır...
«Allah sizi yeminlerinizdeki (kasıtsız) yanılma(lan)nızdan sorumlu tutmaz. Lakin kalplerinizin (bile bile) kazandıklarından sorumlu tutar. Allah (bağışlayan )Gafûr ve (hoşgörü sahibi) Halimedir...»
(Bakara: 225)
Yeminde (Kasıtsız) yanılma, insanların herhangi bir kimsenin zarar./ziyamna sebep olmaksızın alışkanlık üzere «Vallahi hayır» veya «Vallahi Öyle» gibi sözleri söylemeleridir. Ayet-i kerime insanın böyle yeminlerden sorumlu tutulmayacağını, çünkü Allah'ın insanları ancak kalplerindeki niyetlere ve kasıtlara göre sorumlu tutacağını bildirmektedir. Bu bağlamda niyetsiz bir amelin değeri olmadığı gibi, amelsiz bir niyetin de değeri yoktur. Bazıları bu ayet-i kerime üzerinde, Allah'ın insanı pratik bir eylem ya da söz ile ifade edilmese bile sadece kalbindeki niyetle sorumlu tutacağı gibi bir yanılgıya düşebilirler. Bu yaklaşımlarını «Ameller niyetlere göredir. Her İnsana niyet ettiği şey vardır» ve «Kıyamet günü insanlar niyetleri üzere haşrolunurlar» gibi hadis-i şeriflerle de pekiştirebilirler. Fakat aslında bu ayet-i kerime böyle bir anlam ifade etmemektedir. Çünkü bu ayet-i kerime, kalpten gelen bir niyetten ve içten gelen bir bağlılıktan kaynaklanmayan yanılma yemini ile kalbî bir bağlılık ve niyetle bağlantılı ciddi yemin arasında bir ayırım yapmak bağlamında varid .olmuştur. Yalnızca mutlak yemini incelemek bağlamında değil... Zikri geçen iki hadis-i şerife gelince bunlar, ameldeki (eylem ve sözdeki) sorumluluğun, bu eylem ve söze iten niyete paralel olarak değiştiğini bildirmek bağlanımdadırlar. Çünkü niyet, ameli kendi biçimi ile biçimlendirir ve kendi rengiyle renklendirir. Böylece yapılan bir amelin güzelliği ve çirkinliği bu ameli yaparkenki niyete göre değişir. Tıpkı yetimin dövülmesi konusunda zikredildiği gibi: Yetimi dövmenin helalliği ve haramhğı kasıt ve niyete göre değişir. Terbiye kastıyla dövülmesi helal olduğu gibi bazı hallerde vacip de olabilir. Fakat hırsla, intikam maksadıyla veya boş yere dövülmesi haramdır. Bu arada, Allah'ın insanı yeminlerdeki (kasıtsız) yanılmalardan sorumlu tutmaması, bizi boş yere sık sık yemin etmenin İslam şeriatinde kaçınılması gereken kötü adetlerden olduğunu söylemekten alıkoymamaktadır. Çünkü burada her halükârda Allah'ın ismini hafife almak ve O'nunla oyun oynamak tehlikesi sözkonusudur. [97]
«Kadınlara yaklaşmamaya yemin edenler için dört aylık bekleme (süresi) vardır. Eğer (bu süre içersinde) dönerlerse Allah (bağışlayan) Gafur ve (merhamet eden) Rahîm\dir. Yok eğer boşanmaya azmederlerse şüphesiz Allah (her şeyi işiten) SemV ve (herşeyi bilen) Alîm'dir...»
(Bakara: 226-227)
Kadınlara yaklaşmamaya yemin etmek baskı araçlarından bir araç olabilir. Ayet-i kerime bu şekilde yemin eden erkeğe dört aylık bir müddet vermiştir. Eğer bu müddet içerisinde yeminini bozup karısına dönerse Allah bu yeminini bozmasından dolayı kendisini affedecek ve bundan dolayı sorguya çekmeyecektir. Yok eğer boşanmaya karar verirse her şeyi işiten Allah, kadın ve erkeğin bu konuda üzerinde ittifak ettikleri şeyi işitir ve kalplerinde olanı da bilir. Erkeğin yeminini bozarak karısına dönmesi ile boşanma arasındaki bu ayırım, erkeği, anılan dört aylık müddet sonunda bu iki seçenekten birine —hatta müsbet bir yaklaşımla karısına,dönmeye— zorlamak-, tadır. Ayet-i kerime, karışma yaklaşmamaya yemin eden erkeğin yeminine bağlı kalarak karı-koca hayatını belirsiz bir şekilde dondurmasına müsaade etmemektedir. Ayetin ifade ettiği anlam budur. Kadınlara yaklaşmamak üzere yemin etmenin ayrıntılı hükümleri, sınırlan, sonuçları ve şartları için fıkıh kitaplarına müracaat edilmelidir. Fakat bizim bu ayet-i kerimenin açık anlamı çerçevesinde işaret etmek istediğimiz nokta şudur: Allah Teala, insandan, yapmış olduğu yeminin şer'î hükümlere zıt bir unsura veya başkalarına karşı psikolojik baskı ve onların şer'î hakîaraia karşı bir saldırı aracına dönüştüğü du-' rumlarda bu ^emininden dönmesini farz kılmıştır. Bu yaklaşımla bu ayet-i kerime, bundan önce geçen «Allah(m adm)ı yemin (ettiğiniz iş)lerinize: İyilik yapmanıza, (kötülüklerden) korunmanıza ve insanların arasını düzeltmenize engel yapmayın!..» anlamını ifade eden ayet-i kerimenin uygulamalı bir Örneğini oluşturmaktadır... [98]
«Boşanmış kadınlar, üç (hayız, veya temizlik) dönem(i) kendilerini bekle(yip gözeti)rler. Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa... (Bilsinler ki) Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri helal değildir. Kocaları (ise) bu arada (birbirleri ile barışarak aralarını) düzeltmek isterlerse, onları geri alma hakkına daha çok sahiptirler. Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Ancak erkeklerin kadınlar üzerinde bir dereceleri de vardır. Allah (her şeye galip olan) Azız ve Hakîm'dir...»
(Bakara: 228)
Bu ayet-i kerimede boşanmış kadınların bazı şer'î durumlarına ilişkin birkaç hüküm ve kavram geçmektedir. Bu hüküm ve kavramları birkaç noktada ele almamız da kaçınılmaz olacaktır:
1)Cinsel birleşmede bulunulmuş boşanmış kadınlar başka bir insanla evlenmeden Önce «iddet» beklemek zorundadırlar. «İddet», boşanmış kadının üç dönem bek-lemesidir. Üçüncü dönemden çıktıktan sonra yeniden evlenebilir. Ayet-i kerimede «kur» kelimesi ile ifade edilmiş olan bu dönem meselesi ihtilaflıdır. Bazıları bu dönemin hayız dönemi olduğunu, bunun için kadının üçüncü hayız dönemini beklemek zorunda olduğunu ileri sürmüşler ve buna Peygamber'in (SAV):
«Kur' günlerinde namazı bırak. Çünkü namaz hayız günlerinde terk edilir»
hadis-i şerifini şahit göstererek bu hadiste kur 'ile hayı-zın aynı anlamda kullanıldığına işaret etmişlerdir. Bazıları da bu kur'un temizlik dönemi olduğunu, boşanmış kadının üçüncü temizlik döneminin sonunda evlenmesinin helal olduğunu, yani üçüncü hayzm başında (bu hayızdan temizlenmeyi beklemeden) evlenmesinin caiz olduğunu söylemişlerdir. Zürâre'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
nRüheya er-Rd'y'in şöyle dediğini işittim: 'Kendi görüşüm-ce Allah'ın Kur'an'da zikrettiği kur'lar iki hayız dönemi arasındaki temiz dönemdir, hayız değil» Zürâre diyor ki; sonra Ebu Cafer (Muhammed el-Bakır)ın yanına gittim ve Rubeya' nın söylediklerini Ona anlattım, 'Yalan... Bu söylediği kendi görüşü değil. Bu görüş O^na Ali'den (AS) ulaşmıştır' dedi. Ben de, 'Allah iyiliğini versin... Ali böyle mi demişti?!..' dedim. 'Evet... Ali şöyle diyordu: Kur' temizlik dönemidir, bu dönemde kan kesilir1 dedi. Zürâre diyor ki, bunun üzerine: 'A ilah iyîligini versin... Bir erkek, karısını iki adil kişinin şahitliği ile temizlik döneminde ve cinsel ilişkide bulunmaksızın boşarsa?..' dedim, 'Kadın üçüncü hayıza girer girmez iddeti bitmiştir ve başka insanlarla evlenmesi helaldir' dedi. 'Iraklılar, Ali'den (AS), kadın üçüncü hayızdan temizlenmediği müddetçe kocasının kendisini geri almaya daha çok hakkı olduğunu söylediğini rivayet ediyorlar' dedim, 'Yalan' dedi.»
2) İddet dönemindeki kadının Allah'ın onun rahminde yaratmış olduğunu gizlemesi caiz değildir. Bu hükmün, çocuğun varlığının farkında olan kadın için olduğu açıktır. Ehl-i beyt imamlarından gelen bazı rivayetlerde «Allah'ın onların rahimlerinde yarattığını gizlemek» hükmünün hem çocuk hem de hayız kanı için olduğu bildirilmiştir. Bu âiilamlandırmanın daha kapsamlı olduğu da açıktır. îmani Cafer-i Sadık'tan rivayet edildiği üzere:
«Allah, üç şeyi kadınlara bırakmıştır: Hayız, temizlik ve hamilelik.»
Bu haber de yukarıdaki yaklaşımı desteklemektedir.
Kadınların, Allah'ın rahimlerinde yarattığını gizlemelerinin haramlığı şü şekilde tefsir edilmiştir: Bu gizleme, erkeği kadınına dönmekten alıkoyacaktır. Bu da kendisine zulümdür. Ayrıca cahiliye döneminde olduğu gibi çocuk başka bir erkeğe nisbet edilmiş olur ki bu da zulümdür.
Kur'an-ı Kerim, meseleyi Allah'a ve ahiret gününe imana bağlayarak bu şer'î hükme bağlı kalmayı imanı bir pekiştirme ile garantiye almıştır. Bu şekilde, imanın bağlılığı gerektirdiğine ve bu itibarla bağlılıksız imanın olamayacağına da işaret etmiştir...
3) Erkeğin, —bain (kan ile kocayı birbirinden
kesin olarak ayıran) talak durumları dışında— iddet döneminde yeni bir nikah
akdine gerek olmaksızın karısına dönme hakkı vardır. Kadmmsa bundan kaçınmaya hakkı yoktur. Ric'i (geri
dönülebilen) talakla boşanmış olan kadının iddet döneminde
erkeğinin karısı konumunda olduğunun sabit olduğu varid olmuştur. Bunun
için nafakası (kadının geçimi, kocasının üzerine) vaciptir. Kocası ile
arasındaki miras ilişkisi de, kocasından izinsiz dışarı çıkmasının haram olduğu
da ve bundan başka hükümler de sabittir. Bütün bu hükümler, ric'i talakla
boşanmanın karı-koca ilişkisinin belh" bir süre için dondurulması durumunda
olduğuna, bunun evlilik ilişkisinin tamamen ortadan kaldırılması anlamına
gelmediğine delalet etmektedirler. Ayet-i kerimede kocanın ıslah (barışıp
birbirleri İle aralarını düzeltmek) kastıyla karısını geri almaya daha çok
hakkı olduğu da kaydedilmiştir. Yalnız koca, kötülük ve baskı kasdiyla donmemelidir.
Fakat burada cevaz ile birlikte verilmiş bir teklif de vardır. Bu itibarla
iyilik kasdı bulunmadığı takdirde bile
dönebileceği sabittir. Fakat her
halükarda dönüş ıslah kasdiyla olmalıdır. Zarar vermek ve baskı kurmak
kasdzyla değil. Çünkü İslam şeriatinin hikmeti problemleri çözmek
temeli üzerine kuruludur, kördüğüm etmek değil...
[99]
4) «.Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Ancak erkeklerin kadınlar üzerinde bir dereceleri de vardır...»
Boşanmaya ilişkin bu bahsin bir yerinde bu Kur'an'î ifade, kadın ile erkek arasındaki ilişkiyi İslamî çerçeve içindeki yerine oturtmaktadır. Kadm ile erkek, sorumluluk çizgisinde aynı konumdadırlar. Allah'ın farzları, haramları ve çağırdığı çizgi ve eylemler konusunda bir insan olarak kadının kişiliğinde herhangi bir eksiklik yoktur. Kur'an'î nass'ta zina ve hırsızlık yapan kadın, zina ve hırsızlık yapan erkek gibidir. İkisine de aynı had'ler ve takibat uygulanır. Yine saliha bir kadın da salih bir erkek gibidir. Allah'ın ikisi için de aynı olarak hazırladığı sevabı alırlar. Erkeğin namazının, orucunun, doğruluğunun ve iffetinin karşılığı kadinmkinden fazla değildir. Kur'an-ı Kerim bunu açıkça nassetmiştir:
«.(Allah'a teslim olmuş) Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, îaatte devamlı olan erkekler ve itaatte devamlı olan kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, (Allah'a) saygılı erkekler ve saygılı kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah'ı çokça zikreden erkekler ve zikreden kadınlar... Allah bunlar için bağışlama ve büyük bir mükafat hazırlamıştır...»
(Ahzab: 35)
Bu ayet-i kerimeden ve diğer ayetlerden anlıyoruz ki, taraflar sorumluluklarının değerlendirilmesi konusunda
eşittirler. Aile sistemi içerisindeki müşterek sorumluluklarına gelince, bu sistem içerisinde her birine değişik roller verlmiştir. Bu rol ayrımında aile hukukunun temel ilkelerine dayalı olarak erkeğe şahsî ve malî konumundan kaynaklanan bir imtiyaz verilmiştir. Bu imtiyazı Kur' an-ı Kerim şu ayet-i kerime Üe açıklamaktadır:
«Allah'ın birbirinden, üstün kıldığından ve erkekler mallarından harcadıklarından (erkekler) kadınlar üzerinde (koruyucu ve yöneticidirler: Onun için iyi (saliha) kadınlar, itaatkârdırlar (ve) Allah'ın korumasına mukabil görünmeyen alanda da - (namuslarını) korurlar....»
Ayet-i kerime, erkeğin aile çerçevesindeki konumunu belirlemektedir. Erkek aile içinde idare, koruma ve kontrol anlamlarını ifade eden «kayyımlık» konumundadır .Fakat aile çerçevesi dışında ne kayyımlık, ne kontrol, ne de başka bir ayırım söz konusu değildir. Kadın (dişi) bir insan olarak İslam şeriatinin genel sınırları içerisinde gücü yettiği her şeyi yapmakta özgürdür. Bu bütün ilim ve amel alanları için böyledir. Yalnız adalet için gerekli olan ihtiyatın tabiatı gereği yargılama, şahitlik ve yönetim alanları istisnadır. Dakik bir inceleme ile bu is-tisnaci yaklaşımın yerindeliği de ayan beyan kavranacaktır. Çünkü insanların haklarının ve hukukî ilişkilerinin güvenliği bakımından güvenilir bir şahitliğe, dengeli bir yargıya, güçlü ve adil bir otoriteye ihtiyaç olduğu aşikardır...
Bu açıklamalar ışığında anlıyoruz ki, İslam şeriatinin genel çerçevesinde erkeğe verilen bu derece, kadının keramet ve insaniyeti hesabına erkeğe verilmiş bir imtiyaz değildir. Bu itibarla İslam şeriatinde kadın, baskı altında tutulan veya insanlık ölçütünde büyük bir şey ifade etmeyen ihmal edilmiş bir kemmiyet değildir... [100]
5) Bazı çevreler İslam şeriatindeki talak (boşanma) hükmüne karşı bazı itirazlar ileri sürmektedirler. Bunlara göre İslam, şeriatindeki talak hükmü, makul sebepler olmasa bile evlilik akdinin her an için feshedilebilmesine imkan vermekle evlilik ilişkisinin istikrarı açısından bir
olumsuzluk arzetmektedir. Bu hüküm özellikle kadın ve çocuklar için birçok sosyal problemlere neden olabilmektedir. Toplumbilim uzmanları da bunun sonuçlandırdığı zorlu problemleri sayıp dökmektedirler.
Fakat biz burada İslam şeriatindeki talak hükmünün eşyanın tabiatı ile ve evlilik ilişkisinin de görünümlerinden birini temsil ettiği beşerî Üişklerin tabiatı ile uyum içerisinde olduğunu . pekiştirerek vurgulamak istiyoruz. Çünkü evlilik ilişkisi de, iki veya daha çok insanı çeşitli sosyal, fikrî, duygusal ,ekonomik, dinî ve siyasal unsurların etkisi altında bir araya getiren diğer bütün beşerî ilişkiler gibi kuruluşu ve devamı tarafların yaşadığı ruhî ve hayatî şartlara bağlı bir beşerî ilişkidir. Her bir ilişkinin .devamlılığını tekeffül eden unsurların ortadan kalkması halinde tabii ve makul bir şekilde kalıp varlığını sürdürmesi çok zordur. Bu bağlamda maddî ilişkiye girmiş iki ortağın durumunu düşünelim: Birbirlerine güvenleri ortadan kalkmış olsun veya fikirlerinin ve mizaçlarının, ortaklığı gündelik sorun ve çekişmelere dönüştürecek düzeyde birbirinden ayrı olduğunu farketmiş olsunlar; bu durumda hayatın, aralarında iki tarafın da katlanamayacağı bir cehenneme dönüşmemesi için makul çözüm ortaklığın feshi olacaktır. Bir de özellikle evlilik ilişkisine baktığımızda bunun sevgi ve rahmet unsurları üzerine kurulu olduğunu görüyoruz. Bu Allah Teala'nm şu ayetinde ifade edilmiştir:
«O'nun ayetlerinden biri de, sîzin için kendinizden sükunete ereceğiniz eşler yaratması ve aranıza sevgi ve rahmet (merhamet) koymasıdır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için
(çok) ayetler (ibretler) vardır...»
(Rûm Suresi: 21)
Evet... Eşler arasındaki hayat bu temel üzere kaim olursa evlilik hayatının tabii bir şekilde devam etmesi mümkün olur. Bu devamlılık da ya eşler arasmda yardımlaşmaya veya taraflardan birinin diğeri yararına mizaç ve gidişatı ile fedakarlık etmesine dayanabilir. Fakat bu temel yıkılır da sevginin yerini düşmanlık, rahmet ve merhametin yerini katılık ve acımasızlık alacak olursa veya taraflardan biri veya ikisi aralarındaki uygunluk ve bağlılığın kaybolduğunu farkedecek olursa, o zaman önümüzde iki çözümden birine başvurmaktan başka yol yoktur: Birinci çözümde, taraflar bu ilişkiye devam ederler. Her biri diğerine katlanır; mizacını, zevkini ve hayat yolunu diğer eşe feda eder. Ancak bu pratik (uygulanabilir) bir çözüm değildir. Çünkü evlilik, insanın günlük hayatının bütün yanlarına karmaşık bir şekilde bağlı olan devamlı ilişkilerdendir. Bu itibarla insana nihayetsiz bir ruhî baskıya katlanmaya devam etmek gibi böylesine ağır bir yük yüklememiz tabii değildir. Bunun yanısıra bu durum uzun veya kısa bir zaman sonra patlamaya da götürebilir. Belki de bu çözümün güçlüğünün ve pratik uygulamaya elverişsizliğinin en açık delillerinden biri de talakı (boşamayı) yasaklayan çevrelerin bedensel ayrılığa sığınmalarında yatmaktadır. Çünkü bu çevreler de böyle bir evliliğin devam ettirilmesinin pratik olmadığının idrakindedirler. Fakat bu çevrelerin sığındıkları, evlilik ilişkisi devam ederken ayrı yaşama çözümü de insanları başka bir probleme sürüklemektedir: Taraflar için hiçbir şey ifade etmeyen bir bağlılık duygusu kendileri için ha-3'atı dayanılmaz bir cehenneme çevirecek veya çeşitli sapmalar göstermelerine sebep olacaktır. Ayrıca eşler bu bağlılık yüzünden, geçen başarısız evlilik deneyiminin yerine başarılı yeni bir deneyime girişemeyeceklerdir.
Bu durumda elimizde ikinci çözüm kalıyor. O da şudur: Ayrılırlar ve yeni bir evlilik deneyimine girişirler. Çünkü bu hayatî bir zarurettir. Bu da Allah'ın en sevmediği helaldir. Tıpkı hastalığı ortadan kaldırmak için yapılan cerrahi bir operasyon gibi. Bu düşünce ışığında ise mü'nıin insanın evlilik hayatını sürdürmesini sağlaya-.. cak bütün araçları incelemeden talak'a sığınmaması kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Bundan sonra talak, kadının da erkeğin de sorununun birlikte çözümlenmesidir. Çocuklara gelince, ana babalarının boşanması onların hayatlarında çok da büyük bir problem, oluşturmayacaktır. Çünkü çözülme durumuna gelmiş bir evlilik.ilişkisinin devam etmesi halinde ana baba arasında geçecek tartışma ve çekişmelerin çocuklar üzerindeki tesiri bundan daha kötü olacaktır. Bu durumda boşanma, sorunun büyük bir bölümünün halli ve olumsuzlukların çoğunun hafifletilmesi için zarurî bir çözüm olmaktadır. (Mısır'da yayınlanan kadın dergilerinden birinde Fransız psikiyatri uzmanlarından D. Berotelli'nüı şu sözlerini okumuştum: «Ana babası boşanmış bir çocuk için bu durum basit bir özürdür. Belki bunun neticesinde, olacağından az bir eğitim alır ve eksik bir nasihatle büyürler. Fakat çocuk için asıl kötü durum birbirinden nefret eden ana baba arasındaki çatışma ve çekişmelerdir. Hal böyle olunca boşanma çocuk için —çekişmeler içinde büyüyüp yetişmeye nazaran— kötü bir durum yaratmamaktadır. Aksine, başa gelmiş mevcut bir sorunu ortadan kaldırmaktadır. Çocuğun asü kaldıramayacağı ağır durum ,ana baba arasındaki çatışma ve çekişmeler-ler dolu bir hayatın içinde olmaktır. Çünkü çocuk, hayata gözlerini açtığı andan itibaren sıcaklığa, yakınlığa, istikrar ve güvene muhtaçtır. Bütün bunları da kendisine ana ile baba birlikte vereceklerdir...»).
Boşanmada çocuğun sorunu, ana-babası arasında tabiî bir sıcaklık ve yakınlığı yaşayamamasıdır. Fakat bu sıcaklık ve yakınlık çözülme durumuna gelmiş bir evlilik ortamında zaten mevcut değildir. Hatta belki de bu gereklerin tamamen aksi unsurlar mevcuttur ve bu aksi unsurlar çocuk üzerinde daha olumsuz etkiler bırakacaklardır. Belki de çocuk, ana babasının boşanmasından sonra bu evlilik ilişkisi içerisinde bulamadıklarını ve kaybettiklerinden de daha fazlasını evlilik ilişkisi dışında yakalayabilecektir.
Burada İslam şeriatinin bütün hükümlerine ilişkin esaslı bir gerçeğe de işaret etmek zorunluluğunu hissediyoruz: Olumlu ya da olumsuz her hüküm belli bir sorunun mutlak bir çözümü olmak durumunda değildir. Bu bağlamda bütün mesele olumsuzluklar ve olumluluklar arasında nisbî bir çözüm getirmek meselesidir. Yapılması emredilen bir işin yapılmasının, yine yapılmaması emredilen bir işin yapılmayıp terk edilmesinin olumlu yanları olumsuz yanlarından çoktur o kadar... Meselemize dönecek olursak, çözülme durumuna gelmiş bir evlilik ilişkisinde boşanma olumlu bir iş sayılmaktadır. Fakat —aynı zamanda— gerek eşler, gerek çocuklar ve gerekse genel olarak içinde yaşadıkları toplum açısından birtakım olumsuzluklardan da uzak değildir. [101]
6) İslam, talakı (boşama işlemini) niçin erkeğin eline vermiştir de onu tek başına kadının veya eşlerin ikisinin birden eline vermemiştir?
Cevap : İslam, evlilik hayatında sorumluluğu, mihri, kadının ve çocukların geçimini erkek eşe yüklemiştir. Evlilik ilişkisinin yıkılması durumunda erkek maddî ve manevî yönden kadmınkinden daha çok zarar görecektir. Mihri ve evlilik hayatındaki geçim masraflarını hiçbir karşılık olmadan o ödemiştir. Çocukların geçimlerini de o karşılamaktadır. Yeni evliliğinde de yeni bir evin kuruluş ve geçim masraflarını yüklenecektir. Kadın ise ne kocasına (ve çocuklarına) karşı, ne de —yeniden evlenecek olursa— bu yeni evlilikte hiçbir maddî sorumlulukla karşı karşıya değildir. Evet, evlilik hayatının vermiş olduğu' bazı fırsatların kaybolmasından dolayı bazı ekonomik problemlerle karşılaşabilir. Fakat bunları karşılayacak bazı yeni farsatlar bulabilir. Bu açıklamalar ışığında kadına aslî ve tabii bir yolla evlilik ilişkisine son verine hakkını veremeyiz. Çünkü evlilik hayatının sorumluluğunu bütün yönleriyle yüklenen kadın değildir. Bu bağlamda şunu da belirtelim ki İslam, başka bazı sebeplerle de karının boşama hakkını elde etmesinin Önünü tamamen kapamamıştır. Kadına evlilik akdi sırasında bazı fıkhı içtihatlara göre vekaleten, diğer bazı içtihatlara göre de asaleten kendi kendini boşama yetkisini eline alma ruhsatı verilmiştir. Yine diğer bazı durumlarda şer'î hakim boşanma işlemine müdahale edebilir. Erkek eşin, hem boşamayı ve hem de geçimini sağlamayı reddetmesi gibi bir durumda şer'î hakim kadını boşayabilir. Ayrıca bu konuda müştehitlerin değişik görüşler ileri sürdükleri başka durumlar da vardır. Ancak bunlar tefsiri değil fıkhı bir araştırmanın konusunu oluşturabilirler. [102]
7) Ric'i talak olarak isimlendirilen talaktan sonra kadının beklemek zorunda olduğu iddetteki hikmet nedir?
Fakihlerin açıklamalarına göre iddetteki hikmet ne-seblerin karışmamasıdır. İddet yoluyla —boşanan kadının— hamile olup olmadığı açığa çıkar. Böylece şüpheye yer kalmaz. Çünkü boşanmayı müteakiben kadının evlenmesi durumunda —şayet hamile ise— doğurduğu çocuğun birinci evliliğin mi ikinci evliliğin mi ürünü olduğu konusunda bir şüphe söz konusu olacaktır. Bu sorunun çözüm süresi altı aydır.
Bunda başka bir hikmet de vardır. İslam, iddet ile eşlere, karışık ortamlardan uzak arı duru bir kafa ile evlilik ilişkisinin olumlu ve olumsuz yanları üzerinde sakin, bir şekilde düşünme fırsatım vermiştir. Çünkü problemin ateşli ortamında yaşayan insan bu problemin gerçek tabiatını doğru bir şekilde kavrayamayabüir. Fakat (kısa bir müddet için de olsa) problemin ateşli ortamından ayrılıp uzaklaştığında sakin bîr düşünce de dengeli bir karara yardımcı olacak arı bir bakış ve net bir görüşe kavuşabilir.
Bu açıklamalar ışığında anlaşılıyor ki, ric'i talaktaki iddet, talak (boşanma) adı altında evlilik ilişkisinin belli bir müddet için dondurulması dır. Kanun koyucu, kadının bu iddet dönemi içersindeki nafaka (geçimlik) ve süknâ (barınma) hakkım erkeğe yüklemiştir. Bunun yanında erkeğe de mihir ve nikah gibi herhangi bir yeni anlaşmaya gerek olmaksızın eşine dönme hakkını vermiştir. Evlilik ilişkisinin talaktan önceki tabii durumuna dönmesi için erkeğin sadece herhangi bir yol veya üslupla eşine geri döndüğünü açıklaması yeterlidir. Yine kanun koyucu bu dönemde karı koca arasındaki miras ilişkisini de aynen doğal evlilik hayatında olduğu gibi sabit bırakmıştır. Eşlerden biri bu dönemde ölürse diğeri ona mirasçı olur. Bu da evlilik ilişkisi hukuken çözülmüş de olsa bu ilişkinin bazı kanunî hükümleri ile baki olduğunu te-kid eder nitelikte bir hükümdür.
Bazı çevreler iddetin hikmeti konusunda ilk olarak andığımız yaklaşıma karşı çıkabilirler. Çünkü —onlara göre— kadın için hamilelik imkanı olsun olmasın iddet farz kılınmıştır. Kadının veya erkeğin kısır olması veya . erkeğin gaip olması gibi hamilelik imkanını kesin olarak ortadan kaldıran durumlarda da iddet sabittir. Buna cevabımız şu şekilde olacaktır: Kanun koyucu, hükümleri koyarken eşyanın değişik tabiatlarından ve çeşitli sıfatlarından hareket eder. Genel şartları evrensel bir şe- . kilde dikkate alır. Bundan sonra bir şeyi emreder veya yasaklar. Bu bağlamda esas gayeye ulaşmak yolunda ihtiyatî tedbirler de mutlak bir gerçekliktir. Eşyanın çeşitli sıfatları ve tabiatları gereği bazı nadir hallerin vaki olması mümkündür. Kısır bir kadın, bilinmeyen bazı gelişmeler sonucu hamile kalabilir. Yine gaip erkek hiç kimsenin haberi olmadan bir gün karısına dönmüş olabilir. Bazı cüzî haletler hesabına da olsa burada kanun koyucu işi sağlama bağlamıştır. Bir de bunun yanında ikinci değerlendirmedeki hikmetler de söz konusudur. Bu hayatî hikmetler de göz ardı edilemez. Açıkça görüldüğü üzere bu ikinci değerlendirmedeki hikmet yaklaşımının kısırlık veya gaiplik gibi durumlarla da ilişkisi yoktur. [103]
8) Ric'i talakta eşine geri dönme hakkı neden yalnız erkeğe verilmiştir? Boşanmanın doğurduğu problem erkeğin değil de kadının problemi olduğu halde neden bu hak ikisi arasında paylaştırılmamıştır?
Cevap: Her halde bunun sırrı evlilik ilişkisinin —idare ve geçim bakımından— erkeğin sorumluluğunda olmasıdır. Talak da bundan dolayı erkeğin eline verilmiştir. Ric'i talakta eşine geri dönme hakkının erkeğe verilmesine gelince, —geçen açıklamalarımızda zikrettiğimiz üzere— ric'i talak evlilik hayatının hükmen dondu-rulmasıdır. Yoksa evlilik ilişkisinin nihaî olarak ortadan kaldırılması değildir. Bu itibarla geri dönüş, bazı (zorunlu) kanuni hükümleriyle devam eden evlilik hayatının bir uzantısıdır. Yeni bir evlilik ilişkisinin kurulması değildir. Bu durumda erkek, karısına döndükten sonra onu —cinsel ilişkiye girmeksizin— boşarsa ,bu boşama —yeni evlenenler için hükme esas olan —cinsel ilişkiye girmeksizin boşama hükmünde değildir. Çünkü bu geri dönüşten sonraki evlilik hayatı ric'i talaktan önceki tabii evlilik ilişkisinin devamıdır.
Ayrıca şunu da göz ardı etmemelyiz ki Kur'an-ı Kerim bu geri dönüş meselesini salt erkeğin mizaç ve zevkine de bırakmamıştır. Aksine bunu müşterek ıslah iradesine bağlamıştır. Bu da her iki tarafın haklarını ve sorumluluklarını yerine getirme esası üzerine kaimdir.
Yine her halükârda ric'i talakta geri dönüş hakkının erkeğin eline verilmesindeki mesele, talak (boşama) hakkının erkeğin eline verilmesindeki meselenin aynısıdır. Bu itibarla geri dönüş hakkının erkeğe verilmiş olması, bizzat talakın erkeğin eline verilmiş olması ile aynı yorum ve izaha tabidir. Hükümlerinin gerçeklerini de Allah, bilir... [104]
«Talat (boşama) iki keredir. Bundan sonra (kadını) ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermek (gerek)tir. Onlara vermiş olduklarınızdan bir şey geri almanız size helal değildir. Ancak (şayet) erkek ve kadın, Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından korkarlarsa başka. Eğer erkek ve kadının Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından korkarlarsa başka. Eğer erkek ve kadının Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından korkarsa-nız, kadının (ayrılmak için) verdiği fidyede ikisine de herhangi bir günah yoktur... Bunlar Allah'ın sınırlarıdır; sakın bunları çiğnemeyin. Kimler Allah'ın sınırlarını çiğner(ler)se işte onlar Zalimdirler... Eğer erkek (bu iki talaktan sonra) yine boşarsa artık bundan sonra kadın, başka bir koca ile evlenmeden kendisine helal olmaz. O (evlendiği adam) da kendisini boşarsa, Allah'ın sınırları içerisinde duracaklarına inandıkları takdirde tek-. rar birbirlerine dönmelerinde kendilerine bir günah yoktur. Bunlar, Allah'ın (kendini ve Rabbini) bilen bir toplum için açıklamakta olduğu sınırlandır...»
(Bakara: 229-230)
«Talat iki keredir»
Bu, erkeğin birtakım yeni işlemlere gerek olmaksızın boşanmış kadına geri dönme bakkma sahip olduğu talakın sınırıdır., Bunun için arkasından, «Bundan sonra (kadını) ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermek (gerek))tir» hükmü gelmiştir. Bu, erkeğin iddet müddeti içerisinde sahip olduğu seçme hakkıdır. Kur'an'î ifadede her iki tercih durumunda da erkeğin takınması gereken evlilik ilişkisinin gerektirdiği sıcak tavır ve davranışa işaret edilmiştir. Geri dönüp kadını tekrar almak durumunda bunun ruhiyeti, buna iten düşünceler ve dönüş üslubu iyilik üzere olmalıdır. Kesin bir ayrılma ve kadını kendi yoluna bırakma durumunda da bu ayrılık gerek sözlerde, gerek muamelede ve gerekse ortamda güzellik üzere olmalıdır. Öyle ki, bu durumda bile eşlerden her biri içlerinde Allah'ın insanlardan vasıflanmalarını istediği İslamî karakterlerin ruhiyetini hissetmelidirler.
«Onlara vermiş olduklarınızdan bir şey almanız size helal değildir.»
Erkek, gücünden yararlanarak kadının nıihir ve benzeri şer'î haklarını gasbedemez. Yine kadından boşanmaya karşılık gayrı meşru bir vesile ile herhangi bir şey alamaz.
«Ancak (şayet) erkek ve kadın, Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından korkarlarsa başka...»
Kadın, kocası ile. birlikte şer'î hükme bağlılık esası üzerine yaşamaya imkân olmadığını ve erkek de karısının kendisine karşı olan hoşnutsuzluk ve nefretine bakarak aynı duyguları hissederse, bu durumda kadının mihrinden vazgeçmesi veya erkeğin evlilik ilişkisinin çözülmesinden dolayı kaybedeceği maddî ve manevî değerlere karşılık olarak başka bir şeyler vermesi üzerine kadın ve erkek aralarında ayrılmak yolunda anlaşabilirler. Bu anlaşma da «bâîn —geri dönmeye imkan vermeyen— talak» yolunda bir anlaşmadır. Erkek, boşadıktan sonra artık geri dönemez. Fakat kadın iddet müddeti içerisinde kocasına geri dönebilir. Bu durumda kadın, iddet müddeti içerisinde kocasına geri döndüğü takdirde boşanmak için (fidye olarak) vermiş olduklarını geri alma hakkına sahiptir. Buna karşılık erkeğin de yeniden boşama hakkı vardır. Kadın iddet müddeti içerisinde verdiklerinde sabit olup geri dönmezse bundan sonra herhangi bir şer'î sebeple geri dönülmeyecek şekilde boşanmış olurlar. Fa-kihlerin «hiPî talak» dedikleri budur. İşte bu durumda erkeğin, kadının kendisine verdiklerini alması —herhangi bir günah söz konusu olmaksızın— caizdir. Çünkü hu durumda kâr-zarar dengesi üzerine kurulu bir ittifak söz konusudur. Allah Subhanehu ve Teala'nın şu ilahî ibare ile ifade ettiği gerçek de budur:
«Eğer erkek ve kadının Allah'ın sınırlarında durmayacaklarından korkarsanız, kadının (ayrılması için) verdiği fidyede ikisine de bir günah yoktur...»
Bu bağlamda ayette geçen «fidye», kadının, evliliğin kayıt altına almış olduğu özgürlüğünü elde etmek için verdiği karşılık anlamındadır.
Sonra Kur'an-ı Kerim, bu hükmün, Allah'ın mü'min-lerin Önünde durup çiğnememeleri gereken sınırlarından bir sınır olduğunu tekid etmektedir. Çünkü iman çizgisi-' ne bağlılığın anlamı budur. İnanan insan, Allah'ın kendisinden durmasını istediği yerde durur, hareket etmesini istediği yerde hareket eder.
«Bunlar Allah'ın sınırlarıdır, sakın bunları çiğnemeyin. Kimler Allah'ın sınıralrmı çiğner(ler)se işte onlar zalimlerdir...
Allah'ın sınırlarını çiğneyenler, başta kendi özel hayatlarına ilişkin hususlarda kendi kendilerine, diğer insanların hayatlarına ilişkin hususlarda da diğer insanlara zulmetmiş oluklar ...Allah Teala da gerek kendi nefislerine, gerekse diğer insanlara zulmedenlerin zulümlerinin cezasını hazırlamıştır...
Bu açıklamalar ışığında anlıyoruz ki erkek, birinci talakından sonra geri dönebilir. Bu halde evlilik ilişkisi Önceki tabii haline döner. İkinci defa boşadıktan sonra yine bu ikinci talakında da karısına geri dönebilir. Bu halde yine evlilik ilişkisi eski tabii haline döner. «Eğer» erkek bu iki talaktan sonra —iddet müddeti içerisinde— geri dönmeyip üçüncü defa «yine boşarsa» o zaman ne herhangi bir vesile ile, ne de yeni bir nikah akdiyle bir dada ondan başka bir koca ile evlenmeden o kadın kendisine helal olmaz»... Çünkü üçüncü talak ile o kadın kendisine haram olmuştur. Başka bir erkekle evlenmek de nikah ve cinsel ilişki ile tamamlanır. Çünkü hadis-i şerifte, «Kadın (evlendiği) erkeğin boşalmasını, erkek de kadının boşalmasını taddıktan sonra...» buyurulmuştur. Hadis-i şerifte geçen bu ibare ile, nikah akdi ile yetinüme-yip cinsel ilişkinin zevkini tadmak kinaye edilmiştir. «Eğer o (evlendiği adam.) da kendisini boşarsa» yeniden birbirlerine dönmeleri mümkündür.
«Allah'ın sınırları içersinde duracaklarına inaııdıkları takdirde tekrar birbirlerine dönmelerinde kendilerine bîr günah yoktur.»
Bu dönüş' de ayette işaret edildiği üzere Allah'ın sınırlarına riayette başarılı olacaklarına inandıkları takdirde mümkündür. Bu inanç da bir zannı galip olmalıdır.
«Bunlar Allah'ın (kendini ve Rabbini) bilen bir toplum için açıklamakta olduğu» boşanma ve geri dönme konusundaki «sınırlarıdır»...
Burada karşımıza şöyle bir soru çıkıyor:
İnsanın iradesi talak konusunda neden bu kadar kısıtlanmıştır? Talak niçin üçüncüsü ile sınırlandırılmış ve bundan sonra «başka bir koca ile evlenmeksizin» geri dönme imkanı verilmemiştir? İnsan, kadının —şer'î de olsa— başka bir erkekle evlenmesine nasıl katlanabilir?
Cevap : Allah Teala gerek şahsî ve gerekse toplumsal sebeplerle, boşanmayı helal kılmıştır. Bunun temelinde evlilik ilişkisinin insanî temeller üzerine kurulu olması amacı vardır. Bununla beraber Allah Teala, evlilik hayatının gündelik çatışma rüzgarlarının karşısında sallanıp sarsılmasını, eşlerin iki günde bir boşanıp ayrılmalarını, böylece evlilik hayatını bir faciaya dönüştürmelerini istememektedir. Bunun aksine evlilik hayatının insanlar için iyilik, bereket ve mutlulukla dolup taşmasını istemektedir. İşte bunun için boşanma meselesine bazı sınırlar getirmiştir. Bu sınırlar marifetiyle eşleri, boşanma sözkonusu olduğunda önünü sonunu iyi düşünmeye zorlamak istemiştir. Evlilik hayatının istikrarı ve insanî bir şekilde yaşanması için boşanma konusuna getirilmiş olan bu sınırlar insanın yararınadır... [105]
Bismülahirrahmanirrahim
«Kadınları boşattığınızda, bekleme sürelerinin sonuna ulaştılar mı, ya onları iyilikle tutun ya da iyilikle salıverin; onları haklarına tecavüz edip zarar vermek için (tut(up alıkoy)mayın. Kim bunu yaparsa kendine zulm(edip yazık)etmiş olur. Allah'ın ayetlerini eğlence yerine koymayın... Allah'ın size olan nimetini ve size Öğüt vermek için indirdiği Kitap ve hikmeti düşünün... Allah'tan korkun ve bilin kî, Allah her şeyi bilir...y>
(Bakara: 231)
Bu ayet-i kerimede, iddet dönemindeki karısına geri dönme hakkından kadına bir zarar verme aracı olarak yararlanmak durumunda olan kocalara bir hitap vardır. Çünkü bu erkek, karısı ile insanca bir evlilik hayatı yaşamak amacıyla geri dönmek istememektedir. Aksine kadına zarar vermeye çalışmakta, ona kin ve düşmanlık baskıları altında bir zindan hayatı yaşatmak istemektedir. Yine onu yeni bir hayatta kendi yolunda gitmekten ve başka bir eşle başka bir evlilik deneyimine girişmekten alıkoymak istemektedir. İçinde gizlediği kin ve düşmanlığı gizleyerek zalim duygularını gerçekleştirmek amacıyla geri dönmek tasarrufunu kullanmaktadır.
İşte Allah Teala bu
ayette, böyle bir şey yapmak durumunda olanlara sesleniyor ve bu kimselerin
Rabbine isyan dolayısıyla kendi kendilerine
zulm(ederek yazık) edenlerden
olduklarını bildiriyor. Çünkü böyle bir davranışta kötülük, Allah'ın
çizgisinden sapma ve O'nun ayetleri
ile alay etme sözkomısudur. Çünkü Allah'ın aye"t-. leriyle amelî olarak
alay etmekle sözlü olarak alay etmek arasında hiçbir fark yoktur.
Allah Teala, bundan sonra onlara kendilerine vermiş olduğu nimetlerini hatırlatmakta ve kendilerine —peygamberleri aracılığıyla— göndermiş olduğu, insanı karanlıklardan'uzaklaştırıp nura çıkaran yola ileten Ki-tab'ı ve insana açık bir görüş,* doğru bir anlayış ve eşyanın tabiatını kavrayış bağışlayan hikmeti üzerinde kapsamlı bir şekilde ve inceden inceye düşünmelerini emretmektedir. Bütün bu nimetlerde insanı takvaya (kötülüklerden korıflnmaya) ve olumsuzluklardan kurtuluşa götüren öğütler vardır.
Arkasından Allah'ın her şeyi bildiğini vurgulayarak insanlara, Allah'ın daimî bir gözetim ve kontrolünde oldukları şuurunu yerleştirmektedir. Çünkü gerçek şudur ki yerde ve gökte zerre miktarı bir şey Allah'ın ilminden kaçmaz. Bu ayet-i kerimede, insanın içinde bulunduğu durumu ve çözümünü, Allah'ın kendisine nimet olarak göndermiş olduğu Kitap ve hikmet ışığında genişçe ve inceden inceye düşünüp taşınmasına ve böylece karar yermesine de bir işaret olduğu açıktır... [106]
«Kadınları boşadığınızda ve bekleme sürelerinin sonuna ulaştıklarında, (karı-koca) kendi aralarında iyilik üzere anlaştıkları takdirde kendi kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın. Bu, Allah'a ve ahiret gününe inananlara verilen bir öğüttür:
Böylesi sizin için daha iyi ve daha temizdir. (Çünkü) Allah bilir, siz bilmezsiniz.-.»
(Bakara: 232)
Bu da, kadınlara baskı yapma imkanına sahip olan babalara, annelere, kardeşlere, amcalara, dayılara ve diğer ilgililere yönelik bşka bîr ilahî hitaptır. Allah Teala, çeşitli vesilelerle kadınların özel ve genel işlerine karışıp duran bu kimselerden, boşanmış kadınları iddet surelerini bitirdikten sonra karı koca kendi aralarında iyilik üzere ve güzellikle anlaştıkları takdirde kocaları ile tekrar nikahlanmaktan alıkoymamalarını istemektedir. Bu kimselerin üzerine farz olan, onların aralarına girip tekrar evlenmelerine engel olmamaları, aksine boşanmış kadınları bu konuda kendi hürriyetlerine bırakmalarıdır. Çünkü mesele onların kendi hayatlarına ve geleceklerine ilişkin kendi özel meseleleridir. Bu konuda istediklerini yapmak ve istemediklerini yapmamak onların hakkıdır. Bu, Allah'a ve ahiret gününe iman gerçeğinden hareketle Allah'tan ve kıyamet gününün hesabından korkanlara Allah tarafından bir öğütür. Böylesi, özelde kendileri için ve genelde de bütün toplum için daha temiz ve daha üstündür! Çünkü insanlara tabii haklarından yararlanma imkanlarının hazırlanması insanı ve toplumu geliştirirken, baskı ve tabii haklardan yararlanmaktan alıkoymak sapmalara götürür. Ayrıca insan Allah'ın öğütlerine, talimat ve yönlendirmelerine bağlı kalmak zorundadır. Çünkü O, insan için neyin-yararlı olduğunu insanın kendisinden daha iyi bilir. [107]
«Anneler, çocuklarını —emzirmeyi tamamlamak isteyenler için— tam iki yıl emzirirler. Onların —uygun tarzda— yiyeceği(ni) ve giyeceğini sağlamak) çocuğun babasına aittir. Hiçbir kimse (de) gücünün üzerinde (olan) bir şeyle yükümlü tutulmaz. Ne anne çocuğu yüzünden, ne de çocuğun ait olduğu baba yüzünden zarara sokulmasın. Varisin (mirasçının) üzerine de bunun aynısı düşer. Eğer (anne ile baba) müşavere edip anlaşarak ayırmak (çocuğu sütten kesmek) isterlerse kendilerine herhangi bir günah yoktur. Çocuklarınızı emzirtmek isterseniz —verdiğiniz (ücret)i uygun bir tarzda ödedikten sonra— size herhangi bir günah yoktur. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah,
(bütün) yaptıklarınızı görmektedir...»
(Bakara: 233)
Bu ayet-i kerime, gerek evlilik ilişkisinin devamı ve gerekse boşanm^ü İle (veya başka bir nedenle... Çev.) çözülmüş olması halinde çocukların emzirilmeleri konusunu ve bu konuya ilişkin sınırlan ve sorumlulukları belirlemektedir. Bu, özetle çocuğun bakımına ve ana-baba-çocuk ilişkilerine ilişkin bir hükümdür.
Ayet-i kerime, tabii emzirme süresini iki yıl olarak belirtmiştir. Çocuğun gücünün ve gelişiminin temellerini aldığı bu iki yılda ana ve babası beslenme konusunda üzerlerine düşeni yapmalıdırlar. Yalnız bu müddet, riayet edilmemesi caiz olmayan bir sınır değildir. Çünkü bunun helal olduğu sabittir. Bu sınırlama bazı şer'î haklarla ilişkilidir. Annenin ve babanın hakları, bir de emzirme dönemini takip eden «hadanet-kucak» hakkı gibi... Ayetteki «emzirmeyi tamamlamak için...» ibaresinde de bu sürenin tabii emzirme süresi olduğuna işaret
vardır.
Çocuk —maddî sorumluluk açısından— babanın çocuğudur. Çocuğun nesebi' ona aittir. Çocuğun terbiyesinden, bakımından ve her türlü kötülükten korunmasından sorumlu ilan da odur. Anneye gelince bazı başkasına devredilemez hayat gerekleri dışında onun hiçbir sorumluluğu yoktur. Bundan dolayı anne, çocuğun ihtiyaçlarından herhangi birini yerine getirmek isterse, emzirmeye .veya diğer işlere ilişkin hizmetleri karşılığında ücret olarak yiyecek ve giyecek istemek hakkına sahiptir. Ayette yiyecek ve giyecek tabirlerinin geçmesi, alman ücretle satm alınacak tabii ihtiyaçlar anlamında da olabilir. Yani yiyecek ve giye ekten maksat ücret olabilir. Bu hizmetlere karşılık olarak Ödenen meblağ, kadının ihtiyaçlarına ve sosyal konumuna uygun olacağı gibi ,erkeğin gücünün sınırını da aşmayacaktır. Çünkü ayette:
«Onların —uygun tarzda— yiyeceği(ni) ve giyeceği(ni sağlamak) çocuğun babasına aittir. Hiçbir kimse de gücünün üzerinde (olan) bir şeyle yükümlü tutulmaz...»
buyurulmaktadır. Bunun için erkeğin ve kadının durumu dikkate alınarak kimsenin zarar görmeyeceği bir dengeye ulaşılmalıdır.
«Ne anne çocuğu yüzünden ne de çocuğun ait olduğu baba çocuğu yüzünden zarara sokulmasın...»
Bu ibareden anlaşılan, taraflardan herhangi birinin çocuğu diğerine karşı bir baskı aracı olarak kullanma-masıdır. Fakat bu baskının yorumu üzerine çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Buna —erkek açısından— anne ile çocuğu birbirinden ayırması, —kadın açısından da— yine babasının çocuğunu görmesini engellemesi anlamı da verilmiştir. Çünkü bu da büyük bir eziyet olacaktır.
el-Ayâşî tefsirinde İmam Cafer-es-Sadık'tan (AS) ayetin tefsiri hususunda şunlar rivayet edilmektedir:
«Kadın, 'Çocuğumun üzerine (tekrar) hamile kalmaktan korkuyorum,..' diyerek kendisi ile cinsel ilişkiye girmek isteyen erkeğini engellerdi. Erkek de kadına: 'Çocuğuma (herhangi) bir zarar gelmesinden korkuyorum. Bu nedenle seninle cinsel iliş-yine girmeyeceğim' derdi. Allah Teala da kadının erkeği, erkeğin de kadını —çocuğu bir baskı unsuru yaparak— zora ve zarara sokmasını yasakladı...»
Tabiidir ki ayetlerin nüzul sebepleri uygulamaya ilişkindir. Sınırlamaya değil.
«Varisin (mirasçının) üzerine de bunun aynısı düşer...»
Müfessirler bu cümledeki «varis» hükmünden maksadın ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu konuda öyle çok söz söylemişlerdir ki, ayetin zahirinden anlaşılacak olan anlamların ortaya çıkmasını bile müşMlata sokmuşlardır. Malik ise —kendisinden nakledildiğine göre— bunu mensuh (neshedilmiş) ayetlerden saymıştır. Biz ise burada bu hüküm ile ilgili söylenmiş sözleri sayıp dökmek istemiyoruz. Ayetten özetle şunu anlıyoruz: Ayet-i kerimenin bu cümlesi (diğer) mirasçının çocuğun payından çocuğa ve annesine harcaması konusundaki sorumluluğunu işlemektedir. Yoksa varisin müstakil sorumluluğunu değil... Bu anlama el-Ayâşî tefsirinde Ehl-i beyt imamlarından rivayet edilen sözlerden yararlanarak ulaşıyoruz. İmam el-Bakır veya İmam es-Sadık'tan rivayet edildiği üzere bundan maksat, ilgili harcamalardır. Yani çocuğun babasının üzerine düşen harcamalar varisin de üzerine düşer. Yine İmam Cafer es-Sadık'tan rivayet edildiğine göre bu cümle:
«Varis de kadına baskı uygulayıp zarar vermemelidir. Annesini çocuğun yanına bırakmam dememelidir.»
anlamına da şamildir. Bu rivayetlerden anlaşıldığı üzere, varisin sorumluluğu çocukla ve onun malı ile olan ilişkisinden dolayıdır. Varisin bu sorumluluğu müstakil değildir.
«Eğer (ana ile baba) müşavere edip anlaşarak (çocuğu) sütten kesmek isterlerse kendilerine herhangi bir günah yoktur. Çocuklarınızı emzirtmek isterseniz —verdiğiniz(ücret)i uygun bir tarzda ödedikten sonra— size herhangi bir günah yoktur. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah (bütün) yaptıklarınızı görmektedir...»
«el-fisal-ayırmak» Sütten kesmektir. Karı koca, aralarında müşavere edip —çocuğun yararı üzere— anlaşarak iki yıllık tabii emzirme dönemi dolmadan çocuğu sütten kesebilirler. Anne, çocuğun tabii emzirme süresini tamamlamak üzere ücret hakkından vazgeçebilir. Yine daha çok ücret de isteyebilir. Buna karşılık erkek de anneye o zamana kadar ki emzirme hakkını ödedikten sonra çocuğunu başka bir kadının emzirmesini de isteyebilir. Çünkü kadın emzirmeyi reddettiği ya da makul sınırı asan bir ücret istediği takdirde hak erkeğindir. Baba çocuğunun yararını gördüğü yolda her türlü meşru tasarrufta bulunabilir...
Ayet-i kerime, takvaya çağırarak ve Allah'ın kullarının bütün yaptıklarını gördüğünü hatırlatarak sona ermektedir. [108]
«İçinizden ölenlerin geriye bıraktıkları eşleri, dört ay on (gün) kendilerini gözetleyerek beklerler. Bekleme sürelerinin sonuna, ulaştıklarında artık kendileri için uygun olanı yapmalarında size herhangi bir günah yoktur,,. Allah (bütün) yaptıklarınızdan haberdardır...»
(Bakara: 234)
Bu ayette, kocası ölen kadm için farz olan «vefat Id-deti» anlatılmaktadır. Kocası ölen kadm dört ay on gün iddet bekleyecektir. Bu dönemde —hadislerde varid olduğu üzere —erkekleri kendisine rağbet ettirecek her türlü ziynet görünümlerinden kaçınacaktır. İddet dönemi sona erdikten sonra hayatını yeniden Allah'ın emirleri ve yasakları doğrultusunda iyilik üzere düzenlemek yolunda yeni bir evlilik deneyimine girişebilir. Allah, insanların bütün yapıp ettiklerinden haberdardır...
Bu ayete ilişkin olarak fakihler birçok fıkhî görüşler ortaya atmışlardır. Bütün fakihler, hamile olmayan kadınlar hakkında bu ayetin hükmünün şamil olduğunda, yani hamile olmayan kadının kocasının ölümünden sonra dört ay on gün iddet beklemesi gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Hamile iken kocası ölen kadının durumuna gelince, Ehl-i sünnetin cumhur fukahası, «Hamile kadınların iddet sürelerinin sonu, taşıdıkları (ço-cukları)nı indirmeleridir...» ayet-i kerimesinden hareketle hamile kadının iddetinin doğumla sona erdiği yolunda ittifak etmişlerdir. İmamiyenin fakihleri ise, ölüm anından itibaren bu iki müddetten hangisi daha uzun ise, hamile iken kocası ölen kadının iddetinin bu uzun olan müddet olduğu yolunda ittifak etmişlerdir. İmamiye fakihleri de bu sonuca her iki ayetin emrini birlikte yerine getirmek, birini uygulayıp bir diğerini bırakmamak yaklaşımı ile ulaşmışlardır. Yani hamile kadın, kocası öldüğünde dört ay on günlük şerl iddet süresi sona ermeden doğum yaparsa, dört ay on günlük şer'î iddeti tamamlayacaktır. Doğum yapmadan önce dört ay on günlük şer'î iddet süresi sona erecek olursa bu durumda da doğumu bekleyecektir. Doğum yaptıktan sonra ise iddet süresi sona ermiş olacaktır. Ayrıca bu fıkhî meselenin ayrıntılarının fıkıh kitaplarından öğrenilmesi gerektiğini de hatırlatmak zorundayız...
İslam'ın kadına yüklediği iddetin bir hikmeti de ona psikolojik ve sosyal dengelerini gerçekleştirmek yolunda bir fırsat vermektir. İslam'dan Önce cahiliye toplumunda kadma. bir vesile ile daha uzun ve daha şiddetli baskılar uygularlardı. İslam ise bunu «iddet müddeti» hükmü ile düzenleyerek bir dengeye oturtmuştur.
«Seyhan (Buhari ve Müslim)», Hamid b. Nafi'den Zeyneb bt. Ümmü Seleme'nin şu rivayetini nakletmişler-dir:
«Annem Ümmü Seleme'nin şöyle dediğini işittim: Rasulul-lah'a (SAV) bîr kadın geldi ve 'Ya Rasulallah!.. Kızımın kocası vefat etti. Kendisinin de gözünde(ki bir rahatsızlıktaki şikayeti var. Gözlerine sürme çekelim mi?' dedi. Rasulullah (SA V); 'Hayır...' dedi. İki veya üç defa tekrar tekrar hep 'Hayır...' dedi ve arkasından şöyle buyurdu: '(tddet süresi) ancak dört ay on gündür... Cahiliye döneminde iken bir yıl sonra üstünüze başınıza, hayvan pisliği atılırdı'... Hamid diyor ki, Zey-neb'e: 'Bu üstünüze başınıza hayvan pisliği atılırdı...' ne demek? diye sordum. Zeyneb şöyle dedi: Kadın kocası vefat edince evin dibinde karanlık bir odaya kapanırdı. Elbiselerinin en kötüsünü giyer, üzerinden bir yıl geçmeyinceye kadar güzel koku sü~ rünmezdi. Sonra kendisine eşek, koyun veya kuş gibi bir hayvan verilirdi ve bu hayvanın derisine sürünürdü. Sonra dışarı çıktığında kendisine hayvan pisliği verilirdi. Onu da üstüne başına çalardı. Ancak bütün bunlardan sonra dilerse güzel ve temiz bir hayata dönebilirdi...»[109]
Kuteybe de diyor ki:
«Hicazlılara sordum, şunu zikrettiler: 'Cahiliyede iddetli kadın, vücuduna su değdirmez, tırnaklarını düzeltmez, scçmı tâ-raınazdı. Üzerinden bir yıl geçtikten sonra çok çirkin bir manzara ile dışarı çıkardı. Sonra (kötü kokulu) bir kuş alır onu önüne sürerdi'.[110]
Bütün bu cahiliye dönemi haberleri ve benzerleri karşısında İslam'ın, iddet ahkamını' koyarken kadının insaniyetini kaybettirmeden nasıl duygusal ve sosyal bir denge kurduğunu görüyoruz. İslam bu hükümleri ile kadına hem insanca yaşamak ve beşerî ilişkilerini makul ölçüler içerisinde./dilediği gibi sürdürmek imkanını vermiş hem de tabii bir bekleme müddetinden sonra her türlü zalim adetlerin baskısından uzak bir şekilde yeni bir evlilik deneyimine girme fırsatını vermiştir. Ölmüş kocasına vefa adı altında hayatının zindan edilmesine müsaade etmemiştir. Çünkü kocası ölmüştür. Ölen insan ise kendisinden sonra olanları duymaktan yoksundur. Kadın, İslam ahkamı çerçevesinde iddet süresini doldurduktan sonra herhangi bir utanma, sıkılma veya vicdan azabı duymadan evlenebilecektir:
«Bekleme sürelerinin sonuna ulaştıklarında, artık kendileri için uygun olanı yapmalarında size herhangi bir günah yoktur... Allah (bütün) yaptıklarınızdan haberdardır...»
Günümüzde de bazı toplumlarda çeşitli çevreler, kocası ölen kadının yeniden evlenmesini engellemeye çalışmaktadırlar. Bunları bu cahiliye adetinden Kur'an'm adil hükmüne döndürmek gerekmektedir. Yine kocasının ölümü ardından kadının kendine tabii hüzün etkisinin sınırlarını aşan zoraki eziyetler yüklemesi, örneğin yüzünü karalara boyaması, göğsüne vurması gibi davranışlar İslam'ın kabul etmediği kötü âdetlerdendir. Kadının insaniyetine de aykırıdır. [111]
«(İddetini bekleyen) kadınlara evlenme isteğinizi çıtlatmanızda (üstü kapalı biçimde arzetmenizde) veya içinizde (böyle bir isteği) tutmanızda size herhangi bir günah yoktur. (Çünkü) Allah sizin onları anacağınızı (aklınızdan geçireceğinizi) bilmektedir. Ancak sakın —onlara iyi sözler söylemek dışında— onlarla gizlice buluşmaya sözleşmeyin ve farz olan bekleme süresi sona ermeden nikah bağını bağlamaya kalkmayın ve bilin ki Allah, içinizde olanı bilir. O'ndan sakının... Ve yine bilin ki Allah Gafûr'dur, Halîm'dir...»
(Bakara: 235)
Bu ayet-i kerimede boşanmış kadının karşılaşacağı evlenme teklifleri karşısındaki şer'î konumu işlenmektedir. İnsan iddet dönemindeki bîr kadınla evlenmeyi düşünebilir. Bunu içinde tuttuğu gibi, ilgili kadına üstü ka- , palı bir biçimde arzedebilir de. Ayette bunda herhangi bir günah olmadığı açıkça belirtilmiştir. Yalnız bundan maksat hemen evlenmek değil, evliliğe bir ortam hazırlamaktır. Çünkü bu durumdaki bir kadınla evlenmeyi düşünen erkek bazı sakıncaları ortadan kaldırmak amacıyla henüz iddet süresi bitmeden kadına evlenme isteğini arzetnıekle bir hazırlık dönemine girmiş olacaktır. Örne- . ğin başka erkeklerin evlenme isteklerini kendisinden Önce arzetmeleri gibi "bir sakıncayı ortadan kaldırmak amacında olabilir. Yoksa kadının iddet süresi sona ermeden nikah yapılamayacağı açıktır. Fakat bu evlenme isteğini arz sırasında gizlice buluşmak üzere sözleşmek yoktur. Çünkü böyle sıcak ortamlar sapmaya götürebilir. Yalnız temiz duygularla iyi ve güzel sözler söylemek müstesnadır...
Ayet-i kerimenin sonunda, insanın içinde, Allah'ın daimî bir kontrol ve gözetiminde olduğu şuurunu pekiştirmek amacıyla «Bilin ki Allah içinizde olanı bilir» uyarısı gelmiştir.
Bunun arkasından Allah'ın Gafur ve Halım olduğu vurgulanmıştır. Bu ifadede, Allah'ın sınırlarını çiğneyerek hataya düşen insanın tövbe edip Allah'ın mağfiretine ve hilmine (kullarına yumuşak davranma sıfatma-hoşgörüsüne) sığınmasına bir işaret vardır. Hataya düşen kişinin bu yanlışından dönüp Allah'tan af dilediği takdirde Allah'ın onu affedeceğine işaret edilmiştir. Çünkü Allah, kulunun her nasılsa işlemiş olduğu bir günahın baskısı altında tedirgin bir halde yaşamasını istememektedir. Aksine onun bu günah düğümünün baskısından kurtulmasını, tövbe edip günahından temizlendiğinin şuurunu yaşamasını istemektedir. Allah kullarının hataya düşebileceğini bilmekte ve bağışlanma kapısını kapamamak-. tadır. Yine bir önceki cümlede geçtiği üzere insanın «evlenmeye ilişkin şeyleri» düşüneceğini, evlenme isteğini içinden geçireceğini veya bunu karşı tarafa arzetmek isteyeceğini bilmektedir. Bunun için kulunun eziklik duymamasını istemiş ve bunda herhangi bir günah olmadığını bildirmiştir. Ayetlerinin hakikatini en iyi Allah bilir... :
«Kadınları onlara henüz dokunmadan ya da onlar için herhangi bir mihir kesmeden boşarsanız, size herhangi bir günah yoktur. Ancak onları (bir miktar bir şeyden) faydalandırın.Eli geniş olan kendi gücü nisbetinde, eli dar olan da kendi kadrince uygun bir tarzda faydalandırmak (herkes gücüne göre bir şeyler vermeli)dir. Bu, ihsan (iyilik) edenlerin üzerinde bir haktır...»
(Bakara: 236)
Bazı çevreler, talakın cinsel birleşmeden önce olamayacağı, çünkü birleşme olmadan nikahın tamamlana-mayacağı veya nikah sırasında mihrin zikredilmemiş olmasının nikah akdinin gerçekleşmesine mani olduğu yolunda bazı asılsız yanılgılara kapılmışlardır. Bu ayet-i kerime indirilmiş ve nikah akdi ile gerçekleşen evlilik ilişkisinin bunlarla herhangi bir alakasının olmadığını bildirmiştir. Cinsel birleşmeye gelince, bu, nikah akdinin so-nuçlarındandır, tamamlayıcı unsurlarından değil. Mihir ise şarta bağlıdır. Bunun nikah akdinin sıhhati ile bir alakası yoktur. Nikah akdi mihirsiz de sahih olur. İşin malî tarafı evliliğin esası değil, bir sevgi ve dostluk işaretidir. Fakat bununla beraber Allah Teala ,insanın manevî bir karşılık olarak, boşadığı kadına haline göre, yaşadıkları çevreye uygun tarzda bir miktar mal vermeden evlilik ilişkisine son vermemesini istemiştir. Bu, Allah'ın ihsan yaklaşımından hareketle koymuş olduğu bir vaciptir ve cinsel birleşmeye girilmeden yapılan talaka ilişkindir. Eğer —bir mihir kesilmemiş olduğu halde—-birleşmeden sonra bir boşama vaki olmuşsa —fakihlerin zikretiği üzere— emsal mihrinin ödenmesi hükme bağlanmıştır.
«Eğer onları bir mihir kestiğiniz takdirde —henüz dokunmadan— boşarsanız, kestiğiniz(mihr)in yarısını (verin). Ancak ya onlar (bu yarım mihirden) vazgeçerlerse yahut nikah bağı elinde bulunan (erkek, diğer yarısından) vazgeçerse başka... Yine de sizin vazgeçmeniz takvaya daha yakındır. Birbirinize iyilik etmeyi unutmayın... Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızı görmektedir...»
(Bakara: 237)
Nikah akdi, kesilmiş bir mihir üzere olup talak da birleşmeden önce vaki olursa şer'î hüküm mihrin ikiye bölünmesi yolundadır. Erkek kadına kesmiş olduğu mihrin yarısını ödeyecektir. Kadın veya kadının bu işlerini gerek ana baba veya dede konumunda olmakla, gerekse kadının vekaleti ile yürüten kimse bu haktan vazgeçerse erkek bir şey ödemekten kurtulur. Bazıları, ayette geçen «nikah akdini elinde bulunduran ldmse»yi koca olarak yorumlamışlardır. Bu anlamla, erkek feragat ederek mihrin tamamutı.da verebilir.
Allah Teala, bu hükmün hemen ardından ihsan duygusu ve Allah'a yakm olma hesabı ile karşı tarafa, yüklenmekten vazgeçmeyi teşvik etmiş, ayetin devamında da bunu «Birbirinize iyilik etmeyi unutmayın...» emri ile pekiştirmiştir. Bunun bir amacı da boşanma olayından sonra insanların birbirleriyle kötü olmamalarıdır.
Bu öğütlerin ardından da ayetin sonunda onların Allah'ın devamlı bir kontrol ve gözetimi altında oldukları şuurunu pekiştirmek amacıyla Allah'ın, kullarının her türlü ilişkilerinde bütün yaptıklarını görmekte olduğu vurgulanmıştır. Allah her şeyi bilir... [112]
«Namazlara ve (özellikle) orta namaza dikkat edin ve —saygı ve bağlılık içinde dua ederek1— Allah için kıyam edin...-»
(Bakara: 238)
Bu ayet-i kerime genel olarak namazlara dikkat etmeye çağrıdır. Bu da, namazların vakitlerinde (ve dosdoğru) eda edilmesidir. Bir de Allah'a yakın olmak ve O' nun rahmetine gark olmak hesabındaki ehemmiyetine bir delalet olarak «orta namaz» pekiştirilmiştir.
Müfessirler arasında bu «orta namaz»ın tayini konusunda geniş bir ihtilaf çıkmıştır. Günün ortasında olması ve günün iki namazının (sabah ile ikindinin) arasında yer alması itibariyle bunun «Öğle namazı» olduğu söylenmiştir. Ehl-i beyt imamlarından rivayet edilen budur. Bunu Rasulullah'm (SAV) namazından rivayet etmişlerdir. (ed-Dürrü'l Mensur tefsirinde rivayet edildiği üzere) bir gıup ravi de Zeyd b. Sabit'ten rivayet etmişlerdir. Gece ile gündüzün ortasında veya iki gece namazı ile iki gündüz namazı arasında yer alması itibariyle bunun «sabah namazı» olduğu da söylenmiştir. Yine sabah, namazmda-ki sebepler itibariyle bunun «ikindi namazı» olduğu da söylenmiştir. Yine bunun «yatsı namazı» olduğu söylendiği gibi «akşam namazı» olduğu da söylenmiştir.
Bundan başka, Allah'ın, insanlar üzerinde önemle dursunlar diye Kadir gecesini gizlemiş olduğu gibi bu «orta namazı» da gizlediği söylenmiştir. Hatta bunun Cuma namazı olduğu da zikredilmiştir.
İhtilaf ihtilafı takip eder, rivayetlerde ihtilaf, içtihatlarda ihtilafı getirir...
Ayetin sonunda yer alan «kımut», lügatta kıyam halinde dua veya mutlak ibadet anlamındadır. İmam el-Ba-kır ve İmam es-Sadık'tan «burada bundan muradın namazda kıyam halinde dua etmek olduğu» rivayet edilmiştir.
«Eğer (bir tehlikeden) korkarsanız yaya veya (bir bineğe) binmiş olarak kılın. Güvene kavuştuğunuzda (ise) Allah'ı size —bilmediğiniz şeyleri— öğrettiği üzere anın...»
(Bakara: 239)
Ayet-i kerime, insanın hırsız veya yırtıcı hayvan veya daha başka bir şeyden korkması halinde yürüyerek veya bir binek üzerinde giderek namazı kılmasının caiz . olduğunu bildirmektedir. Bu durumdaki insan namazı işaretle de kılabilir. Bu «korku namazı»dır. Üç rekat olan akşam namazı hariç, kısaltılarak —seferde olduğu üzere— iki rekat olarak da kılınabilir. Korku unsurları kaybolup korku duygusu kalktıktan sonra Allah'ın öğrettiği üzere bütün vacipleri ile kılınacağı - da ayet-i kerimede vurgulanmıştır.
Bu iki ayetin, talak hükümleri ve evlilik hayatına ilişkin hükümler arasında ortaya çıkıvermesi dikkat çekici olabilir. Burada Allah'a kulluktan, O'nun emir ve yasaklarına daimî ,bir riayetten bakisle varid olmuş olabilir. Çünkü namaz, insanın Allah'a kulluğunun ve bağlılığının en bariz ifadesidir. Doğrusunu da Allah bilir... [113]
«İçinizden ölüp de geriye eşler bırakanlar, eşlerinin (evlerinden) çıkanlmaksızın bir yıla kadar geçimlerinin sağlanmasını vasiyet etsinler. Şayet kendileri çıkarlarsa, kendi haklarında uygun olanı yapmalarında sizin için herhangi bir günah yoktur. Allah her şeye üstün ve hikmet sahibidir...»
(Bakara: 240)
Cahiliye döneminde kadınlar ,kocalannın ölümünden sonra tam bir yıl evlerinde otururlardı. Bu ayet-i kerime de erkeklere —vasiyet yoluyla— arkalarında bıraktıkları kadınlarına yiyecek, giyecek, barınma ve diğer ihtiyaçlarını karşılamaları için bir şeyler bırakmalarını öğütlemek üzere inmiştir. Bu, herhangi bir güçlük çek-meksizin iddet sürelerini tamamlayabilmelerine yardımcı olmak içindir. Kendi iradeleri ile evlerinden çıktıktan sonra bu hakkı kaybederler.
Mecmau'l Beyan'da, alimlerin bu ayet-i kerimenin mirasa ilişkin «rub' ve sümün» ayeti ve iddet süresini dört ay on gün ile sınırlayan ayet-i kerime ile neshedilmiş olduğu hususunda ittifak etmiş oldukları zikredilmektedir.
Ebu Abdullah Cafer es-Sadık'tan (AS) rivayet edildiği üzere de: «Erkek öldüğünde kadınına bir yıl boyunca onun bıraktığı maldan harcanır sonra mirastan herhangi bir pay verilmeden evinden çıkarılırdı. Sonra «Rub' ve sümün» ayeti bunu neshetti ve kadına mirastaki kendi payından harcanır oldu...» (Rub' ve sümün ayeti, kocası vefat eden kadının kocasının bıraktığı mirastan —değişik mirasçılık şartlarına göre— alacağı dörtte birlik ve sekizde birlik payı hükme bağlayan miras ayetidir. Çev.)
«Boşanmış kadınların uygun tarzda (bir şeylerle) faydalandırılmaları (Allah'ın azabından korunan) muttakiler üzerinde bir haktır... Allah size ayetlerini böylece açıklıyor. Umulur ki (düşünür) akleâersiniz.»
(Bakara: 241-242)
Boşanmış kadınlara bir şeyler vermek her durumda vacip midir? Nikah akdinde mihrin kesilmiş olduğu durumda da, mihrin kesilmemiş olduğu durumda da bu gerekli midir? Yoksa bütün hallerde —ayetteki takva zikrinden dolayı— müstehap mıdır?
Bazıları bu ayetin mensuh olduğunu da söylemişlerdir. Fakat bizim anladığımıza göre bundan murad, kadının gerek mihirden, gerek nafakadan ve gerekse uygun tarzda (bir şeylerden) faydalandırmaktan sabit olan haklarıdır. Ayet-i kerime diğer ayetlerle ilişkilidir ve bunda başkaca özel bir maksat yoktur. Ayette takvanın zikredilmesine gelince bu da müstehaplığa delil olmayıp bütün haller için umumîdir.
Ayet-i kerime bu bölümü, Allah'ın, ayetlerini bizim." için akledip düşünelim diye açıkladığını vurgulayarak kapatmıştır. Bununla bizim hayatımızı doğru çizgi üzerinde akıl ve düşünce ile yürütmemiz hedeflenmiştir. Bu da getirdikleri kavramlar ve çözümler ile bütün ilahî risa-letlerin hedefidir...
Ayetlerinin hakikatini en iyi Allah bilir... [114]
Bisnüllahirrahmanirrahim
«Şu —binlerce kişi(lik kalabalıklar) halinde— ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi?!.. Allah da onlara: 'Ölün!,.' dedi; (öldüler...) Sonra onları diriltti. Şüphesiz Allah insanlara karşı ikram sahibidir. Fakat, insanların çoğu şükretmezler...»
(Bakara: 243)
Müfessirier bu ayet-i kerime hakkında geçmiş ümmetlerin kıssalarından (hikayelerinden) bir kıssa zikretmektedirler. Ravzatü'l Kâfî'de —zayıf bir sened ile— Ebu Abdullah İmam Cafer es-Sadık'tan ve babası Ebu Cafer İmam Muhammed el-Bâkır'dan (AS) rivayetle Allah Teala'nm,
«Şu —binlerce kişi(lik kalabalıklar) halinde—- ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi?!.. Allah da onlara: 'Ölün...'1 dedi; (öldüler...) Sonra onları diriltti...»
ayeti hakkında şöyle deniliyor:
«Bunlar Şam beldelerinden bir belde halkıdırlar. Yetmiş bin hane idile?: Sık sık veba salgınına maruz kalırlardı. Veba salgınını hissettiklerinde zenginler güçleri dolayısıyla şehri terke-derlerdi. Fakirler ise güçsüzlüklerinden Ötürü bir yere gidemez ve şehirde kalırlardı. Ölüm, şehirde kalanlardan çok insanı götürürken şehir dışına çıkanlarda nisheten daha az insanı götürürdü. Bunun üzerine dışarı çıkanlar: 'Eğer şehirde kalmış olsaydık çoğumuz ölürdük* derken, şehirde kalanlar ise: 'Dışarı çıkmış olsaydık çok azımız ölürdü' derlerdi. Sonunda aynı görüşte ittifak ettiler ve veba salgınını hissettiklerinde hepsi birden ölüm korkusuyla yurtlarını terk ederek başka beldelere akın ettiler. Sonra harap bir şehre rastladılar. O şehrin halkını da veba istila etmiş ve helak olmuşlardı. Şehre indiler... Yüklerini indirip rahatladıktan sonra Allah Teala: 'Hepiniz ölün!..' buyurdu ve o anda hepsi Öldüler. Sonra çürüdüler... Daha sonra süprülüp bir yere toplandılar. Bir zaman sonra îsrailoğullarının peygamberlerinden Hazakiel dedikleri bir peygamber oradan geçti. Kemikleri göründe ağladı ve: 'Ya Rabbi!.. Dilersen şu anda bunları —dahdÖnce öldürdüğün gibi— diriltirsin... Onlar da senin yeryüzünü imar ettiler... Kullarını doğurdular... Sana ibadet edenlerle birlikte ibadet ettiler...' diye Allah'a yalvardı. Allah da Ona: 'Bunu mu istiyorsun?' diye vahyetti. O da: 'Evet ya Rabbi!.. Onları dirilt...' dedi. Allah da Ona: 'Şöyle... şöyle... de' diye buyurdu. (Ebu Abdullah, Allah'ın Peygamberine söylemesini buyurduğu kelimelerin İsm-i A'zam olduğunu söylemiştir). Hazakiel bu sözleri söyleyince çürümüş kemiklerin birbirine doğru uçuştuklarını gördü. Dirilmişlerdi ve birbirlerine bakarak Allah'ı teşbih, tekbir ve tehlil ediyor (Sübhanallah... Allahu Ekber... Lâ îlâhe İllallah...» diyorlardı. Hazakiel bu olay karşısında şöyle dedi: 'Şehadet ederim ki, Allah her şeye kadîr'dir...»
Taberî tefsirinde, Suyûtî de ed-Dürrü'l Mensûr'unda —bazı ayrıntıları değişik olmakla beraber— bu rivayete benzer birçok rivayet zikretmişlerdir.
Bazı müfessirler ise bu ayetin misal olarak varid olduğunu iddia etmişlerdir. Bazıları da ayette geçen ölüm ve hayatı manevî bir anlama çekmişler, hayatı düşmanlara karşı güçlü ve şerefli olmak haline, ölümü de zillete ve baskı altında yaşamaya mecazen teşbih etmişlerdir.
Bu konuda varid olan haberleri İsrailiyattan sayıyoruz. Ne Kur'an'm tefsirinde ne de îslamî hakikatlerden bir hakikatin incelenmesinde bunlara dayanilamaz. Ayrıca .bu rivayetler üzerinde uzunca durup sıhhatini senedini incelemek de istemiyoruz. Çünkü böyle bir şey bizi ne bir konuda ilerletir, ne de herhangi bir şeyden geri bırakır. Biz yalnızca ayet-i kerimenin anlamını ve bize ne demek istediğini merak etmek durumundayız. Ayet-i kerimede bize ölüm korkusuyla yurtlarından çıkan bir topluluk anlatılmaktadır. Bu korkunun, sözkonusu topluluğu saran bir düşman rnı ,kendilerîni helak etmesinden . korktukları bir hastalık mı, yoksa başka bir şey mi olduğu belirtilmemiştir. Bir de ayetten anlaşıldığına göre Allah Teala onların bu kaçışlarından razı olmamıştır. Çünkü kaçış, problemi çözmeyecektir., ölümün insanı bekleyen çok sebepleri vardır. İnsan bu sebeplerden birinden kaçsa diğerine yakalanır... Kaçmalarından razı olmayan Allah adeta onlardan, her şeyin Allah'tan olduğuna iman çizgisinden hareketle probleme karşı koymalarını, direnmelerini istemiştir. Onlar ise kolay çözümü istemiş ve kaçmışlardır... Allah da —irade lisanı ile «Ölün...» diyerek— hepsini öldürmüştür. Böylece Allah onlara ölümün ve dirimin kendi elinde olduğunu öğretmiştir... Evet, ölüm insana hiç de düşünmediği bir yerden gelebilir. Yine ölümü gözü ile gördüğü halde ölüm ona dokunmayabilir... Sonra onları sahip olduğu kudretle di-riltmiştir. Çünkü O, ölümün ve dirimin sahibidir... Bu yeniden diriltme ile ibret almalarını istemiştir. Bundan sonra kendilerini ölüme yaklaştıran tehlikeler karşısında sorumlulukları kendilerini karşı koyup direnmeye çağırdığında ölümden kaçmamalarını; ölümün ve dirimin Allah'ın elinde olduğuna, O'nun verdiğini kimsenin engelleyemeyeceğine ve O'mm engelediğini kimsenin veremeyeceğine kesin inanan insanın sahip olduğu iman ile karşı koyup direnmelerini istemiştir... Şu ayet-i kerimeler de bu anlamı vahy etmekte din
«De ki: Evlerinizde dahi olsaydınız, yine üzerlerine öldü-rülme(leri) yazılmış olanlar mutlaka (vurulup) yatacağı yeri boylardı...» (Ali îmrân: 154)
«.Allah'ın —belirli bir süreye göre yazılmış— izni olmadan hiçbir kişi ölemez-.-» (Ali Îmrân: 145)
Ayette geçen ölüm ve dirilme kelimelerine mecazî anlamlar yükleyenlere karşı çıkmamakla beraber, biz bu kelimeleri zahir olan anlamlarından uzaklaştırmak istemiyoruz. Nice ayetlerin anlamlan kelimelerinin zahirinde olduğu gibi bâtınında da olabilir. Fakat bu ayet-i kerimenin gramatik yapısı, anlamının kelimelerinin zahirinde olduğunu göstermektedir.
Ayetin sonunda gelen:
«Şüphesiz Allah, insanlara karşı ikram sahibidir. Fakat, insanların çoğu şükretmezler...»
ifadesine gelince: Burada Allah'ın insanları çeşitli ölümcül tehlikelerden kurtardığına, birçok vakada ölümü gözleriyle görür gibi oldukları halde Öldürmediğine, her tehlikeden sonra onlara yeni bir hayat bağışladığına, buna karşılık kendisine şükretmeleri gerektiğine bir işaret vardır.
Allah Teala ,ayet-i kerimenin bu bölümünde, bize bahşettiği hayatı kendisinin bize olan bir nimeti olarak nitelemekle bizi bu nimete şükretmeye, O'nun vermiş olduğu hayatı yine O'nun yolunda ve O'nun çizgisinde sürdürmeye yöneltmektedir. [115]
Kur'an tefsirinde karşılaştığımız hikayeler, rivayetle gelen hikayelerdir. Bunların senedi sağlam olanı da vardır, zayıf olanı da. Yine gaybî olanı da vardır, maddî ve tabiî olanı da, makul olanı da vardır, makul olmayanı da. Kur'an tefsirinde, özellikle de tarihî olaylara işaret eden ayetlerin tefsirinde rivas^et yoluyla gelmiş bu hikayelerin Önemi büyüktür. Bunun için rivayet edilen bu hikayelerin senedi sağlam olanını zayıf olanından, gaybî olanını maddî ve tabiî olanından, makul olanını makul olmayanından ayırmak gerekmektedir. Bilindiği üzere özellikle bu tarihî hikayeler alanında İsrailiyat (Yahudi alimlerince İslamî literatüre sokulmuş hikayeler) çoktur. Yine bu rivayetlerden bazılarını iyice incelemek gerekirken bir kısmını incelemeye gerek bile yoktur. Fakat öyle rivayetler vardır ki ahkam ayetlerinde ifade edilen bir hükmün helalliğini veya haramlığmı belirlemek konusunda etkendirler. Bunların incelenmesinde ve değerlendirilmesinde yapılacak bir hata insanı Allah'ın helal kıldığını haram, haram kıldığını helal kılmaya götürebilir. Bu durumda kazanılacak günah, mütevatir hadislerle yasaklanan «Kur'm'ı re'y (şahsî görüş) ile tefsir etmek»ten daha büyük bir günar olacaktır.
Yine bazı rivayetlerle gelen hikayelerde gayb unsuru hakimdir. Bu rivayetler karşısında da İslamî şiarları gaybî varsayımlara bağlamak ile gayba imanı zedelemek tehlikeleri arasında kalabiliriz.
Bu açıklamalar ışığında hadis ve haberleri; senetlerini, muhtevalarını, sıhhatlerini, taşıdıkları düşünce ve üslupları, yaklaşımlarını tesbit etmeden tefsire esas alamayız.
«Allah yolunda savaşın... Bilin ki Allah Semî ve Alîm' dir...» (Bakara: 244)
Bu, mü'minlere yönelik bir nidadır. Bu İlahî nida ile mü'mini erden, Allah yolunda savaşmanın kendilerine yüklediği cihadı sorumluluklardan geri durmamaları, Ölümden korkmamaları, aksine ölümü ona meydan okurcasına karşılamaları istenmektedir. Çünkü kendilerine yüksek, Özgür ve güçlü bir hayatın yolunu açacak olan tavır budur... Bu emrin ardından ayet-i kerime, Allah'ın her şeyi işiten ve her şeyi bilen olduğunu ilan ederek O'nun insanların cihad ve savaş hakkında ileri-geri neler söylediklerini işittiğine, yapıp ettiklerini ve içlerinden geçirdiklerini bildiğine işaret etmiştir. Allah'ın bu ki, Semî ve Alîm sıfatı, O'nun kulları üzerindeki daimî kontrol ve gözetimini ifade etmektedir. Bu ifade ile insanın, bütün eylem, söz ve düşüncelerinde sorumluluklarına derin bir şuur ile bağlı olması istenmektedir.
«Verdiğini kat kat, çok fazlasıyla kendisine ödemesi için Allah'a güzel bir ödünç verecek kim var?!.. Allah kısar da, açar da... Hepiniz de (sonunda) O'na döndürüleceksiniz...»
(Bakara: 245)
Bu, ister barış durumunda, ister savaş durumunda olsun Allah yolunda infak etmeye (harcama yapmaya) bir çağrıdır. Çünkü her iki durumda da mü'minlerin harcayacakları mala ihtiyaç olacaktır. Allah Teala bu infak çağrısını yaparken bunun insan için malî bir zarar olmadığım, aksine göklerin ve yerin sahibine «karz-ı hasen»
akdiyle verilmiş, bir ödünç olduğunu, bütün bu zenginliklerin sahibinin kendisinin yolunda harcama yapanlara verdiklerinin karşılığını hem de kat kat fazlasıyla vereceğini açıklamıştır. Onlardan her durumda bu gerçeği hesaba katarak davranmalarını, Allah'ın, dilediğinde bol bol verdiğini, yine dilediğinde de kıstığım, her şeyin sahibinin Allah olduğunu, sonunda da yapıp ettiklerinin ve yapmayıp terkettiklerinin hesabım görüp karşılığını almak üzere yine O'na döndürüleceklerini bilmelerini istemiştir.
İmam Cafer es-Sadık'tan (AS) rivayet edildiği üzere:
«Kim bir iyilikle gelirse ona ondan daha iyisi verilir.» ayeti kerimesi indiğinde Rasulullah (SAV): «Allah'ım benim için arttır...» dedi. Allah Teala da: «Kim bir iyilikle gelirse ona on katı verilir...» ayet-i kerimesini indirdi. Rasulullah. (SAV): «Allah'ım daha da artır...» dedi. Sonra Allafı Teala: «Verdiğim kat kat, çok fazlasıyla kendisine ödemesi için Allah'a güzel bir ödünç verecek kim var?!..» ayet-i kerimesini indirdi. Rasulullah da (SAV): Allah'ın 'çoğu'nun, hesabı ve sonu olmadığını bildirdi.» [116]
«îsrailoğullarının Musa'dan sonraki ileri gelenlerini(n yaptıklarını) görmedin mi?!!.. Hani .peygamberlerimden birin)e: 'Bize bir hükümdar gönder de (onun komutasında) Allah yolunda savaşalım' demişlerdi. O da: 'Ya üzerinize savaş yazılarak farz kılın)ır da savaşmazsanız?'!'..' demişti. Onlar (ise): 'Yurtlarımızdan çıkarılmış, çoluk çocuğumuzdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde —Allah yolunda— neden savaşmayalım?/..' demişlerdi. Fakat savaş üzerlerine yazıl(arak farz kılınanca —içlerinden pek azı hariç— yüz çevirdiler. Allah zalimleri İyi bilir...
Peygamberleri onlara: 'Allah size hükümdar olarak Tâlûtu gönderdi' dedi. Onlar ise: 'Biz hükümdarlığa ondan daha layık olduğumuz halde ve ona, malca da geniş imkanlar verilmemişken bizim üzerimize nasıl hükümdar olur?' dediler. (Peygamberleri): 'Allah sizin üzerinize (hükümdar olarak) O'nu seçti, bilgice ve vücutça da gücünü arttırdı. Allah mülkünü dilediğine verir... Allah VasV ve Alîm'dîr' dedi.
Ve peygamberleri onlara: 'Onun hükümdarlığının alâmeti, —içinde Rabbinizden bir huzur ve Musa, ailesinin ve Kârûn ailesinin geriye bıraktıklarından kalanların bulunduğu— Meleklerin taşıdığı sandığın si%e gelmesidir... Eğer müminler iseniz bunda sizin için (Tâlût'ün hükümdarlığına) kesin bir alamet var-dır' dedi.
Tâlût, askerlerle (savaşa) çıktığında: 'Allah sizi bir nehir ile imtihan edecektir. Ondan içen benden değildir. İçmeyen bendendir. Ancak (yine de) sadece eliyle bir avuç alanlar müstesna...' dedi. Fakat içlerinden pek azı hariç hepsi ondan içtiler. Tâlût ve onunla beraber iman edenler nehri geçince (bir kısmı): 'Bugün bizim CâlûVa ve askerlerine karşı koyacak gücümüz yok..'' dediler. Sonunda Allah ile (O'nun huzurunda) karşı karşıya geleceklerine inananlar (ise): 'Nice az topluluklar —Allah' m izniyle— çok (büyük) topluluklara galip gelmişlerdir. Allah sabredenlerle beraberdir...' dediler.
Câlût ve askerleri ile karşılaştıklarında da: 'Rabbimİz... Üzerimize sabır dök... Ayaklarımızı sabit (sarsılmaz ve kaymaz) kıl ve bize (bu) kafir topluluğa karşı yardım et...' dediler.
Allah'ın izniyle onları hezimete uğrattılar. Dâvûd, Câlût'u öldürdü. Allah da O'na hükümdarlığı ve hikmeti verdi ve O'na dilediğini öğretti... Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla savmasaydı yeryüzü bozguna uğrardı... Fakat Allah (bütün) âlemlere karşı lütuf ve ikram sahibidir...
Bunlar, Allah'ın sana hakkıyla okuduğumuz ayetleridir. Sen de elbette gönderilen(Rasul)lerdensin...»
(Bakara: 146-152)
Bu da, insanın pratik hayatındaki bazı genel eğitim kavramlarının pekiştirilmesi amacıyla anlatılan Kur'an kıssalarından bir diğeridir. Müfessirler bu ayetlerle ilgili rivayetlerinde şahıslara, olaylara ve eşyaya ilişkin çok şeyler söylemişlerdir. Fakat biz bu Kur'an'î kıssanın incelenmesinde Kur'an'm kendi anlatımındaki üslubunu yeğleyerek bu Kur'an'î üslubun topluca anlattıklarını topluca ele almayı sadece ayrıntılarıyla anlattıklarının ayrıntılarına girmeyi uygun görüyoruz. Çünkü bu hikayede de olduğu gibi bütün Kur'an'î hikayelerde esas mesele, söz konusu hikayenin verdiği fikir, gösterdiği hedef ve ulaştırmak istediği mesajdır. Bundan dolayı bizim için kaçınılmaz zorunluluk, bu Kur'an'î hîkayelerde örnek insanı, örnek olayları ve davranışları yakalamaya çalışmak olacaktır.
Bu ayetlerde anlatılan hikaye, İsrailoğullarınm peygamberlerinden bir peygamberin kavmi ile arasında geçen olayların hikayesidir. Ayet-i kerimelerde bu peygamberin ismi zikredilmemiştir. Az önce andığımız minval üzere ayetlerde anılmamış olan bu isim bizim için de Önemli değildir...
Bu kavim, peygamberlerinden, kendisi ile birlikte Allah yolunda savaşmak için kendilerine savaşçı bir hükümdar göndermesini istemişlerdir, Bunlar Allah'ın askerleridirler ve başlarına bir kumandan bir lider aramaktadırlar. Peygamberleri ise kendisine yöneltilen bu talebin arkasında yatan niyetten şüphe etmiştir. Bundan dolayı onlara, Allah'ın üzerlerine savaşı farz kıldığı takdirde savaşa girişmeyeceklerinden korktuğunu bildirmiştir. Onlar ise verdikleri cevapta: Zalimlerin kendilerini yurtlarından çıkarıp çoluk çocuklarından uzaklaştırdığını, bundan dolayı bir yandan kişisel etkenlerle, diğer yandan inanca dayanan etkenlerle savaşacaklarını ilân etmişlerdir. Bunun üzerine imtihan başlar... Ayet-i kerimelerde açıkça görüldüğü üzere peygamberleri, Tâlût'u kendilerine hükümdar ve kumandan olarak tayin eder ve bu tayinin de kendi yanından değil gerçekte Allah tarafından olduğunu açıklar. Fakat bu insanlar, kendilerince bir hükümdar ve kumandanda bulunması gerektiğini düşündükleri vasıfları haiz olmadığını gördükleri bu kumandam kabul etmezler. Onlar üzerlerine hükümdar ve kumandan olacak kimsenin malda ve mülkte kendilerinden daha üstün olması gerektiği yamlgısmdadırlar. Bu bakımdan kendi içlerinde ondan çok daha geniş imkanlara sahip olanlar mevcuttur. Yine bu veçhile —kumandan isterken de— kendilerinden birinin kumandan seçileceğini öngörmektedirler.
Peygamber ise karşılarına geçmiş onlara malın mülkün hükümdarlık ve kumandanlıkta zannettikleri gibi belirleyici bir değeri olmadığını, çünkü kumandanlığın ancak savaşacak bir güce ye savaş planlarım çizecek bilgiye ihtiyaç gösterdiğini, bu iki özelliğin de Allah'ın ilimce ve vücutça gücünü arttırdığı bu insanda mevcut olduğunu, sonra en önemlisi, meselenin önünde sonunda hikmet konumundan hareket eden bir ilahî irade meselesi olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Yine onun hükümdarlık alametini izah etmeye çalışmıştır. O da içinde «huzur»un bulunduğu sandığın gelmesidir. îmanı Muhammed el-Ba-kır'dan rivayet edildiğine göre bu «huzur» iman'dır. Bir de bunun yanında Musa ve Harun ailesinin geriye bıraktığı ilim ve hikmet mirası yer almaktadır.
Sonra Peygamberin tayin ettiği Tâlût, askerleri ile birlikte savaşa çıkar. Bu andan itibaren kumandan ile askerleri arasındaki imtihan başlamıştır. Tâlût, askerlerine:
Allah'ın kendilerinin bağlılıklarını görmek için onları üzerinden geçecekleri bir nehir ile imtihan edeceğini ilan eder. Ne kadar çok susarlarsa susasmlar bu nehrin suyundan içmernelidirler. Ancak elleriyle bîr avuç alıp içenler müstesna... Bu imtihanda çoğu döküldüler. Azimleri gevşedi ve zaafa kapıldılar. Fakat içlerinden ihlash mü' minler önünde sonunda Allah'ın yardımıyla zafere ulaşacaklarına sarsılmaz bir inançla inandılar. Allah'da onları zafere ulaştırdı. Hikayenin özeti budur.
Hayatta Allah'a davet yolunda bu Kur'an'ı kıssadan çıkaracağımız yararlı hisselere gelince:
1) Zahir olduğu üzere İsrailoğullarımn risaletlerinde bu aşamada ve bundan önceki aşamalarda roller peygamberlik ile hükümdarlık ve kumandanlık arasında paylaştırılmıştır. Bu rol dağılımında peygambere: Yöneltip yönlendirme, talim ve terbiye, Allah'a davet ve idarî merkezlerin tayinini gözetme rolleri, Hükümdar ve kumandana ise savaşmak ve tayin edildiği yöneticilik işlerini sürdürmek (tabir caiz ise hükümeti yürütmek -Çev.) rolleri verilmiştir. Bundan dolayı ayetlerde zikri geçen bu kavim, peygamberlerinden savaşta kendilerine komuta etmesini istememiş, bunun yerine kendilerine savaş için bir hükümdar ve kumandan tayin etmesini istemişlerdir. Halbuki İslam'da büyük savaşlarda peygamber veya İmam bizzat ordunun başına geçerek savaşır.
2) Allah yolunda çalışanlar, savaş sloganları atanlara ve «başımıza bir komutan gelse topyekün savaşırız» diye hamasî nutuklar çekenlere karşı dikkatli olmak durumundadırlar. Çünkü böyle insanların birçoğu bu beklenen kumandanın gelmeyeceği düşüncesiyle ileri geri konuşabilirler ...Bunun için Allah yolunda çalışanlar bu iddialarla ortaya çıkan insanları deneyip ciddî olup olmadıklarını bunların şahsî etkenlerle mi böyle iddiaları ortaya attıklarını yoksa inanca dayanan kalbi güdülerle mi meydana çıktıklarım belirgin bir şekilde ortaya koymak du rumunda diri ar.
3) Zafer ve hezimet meselesi ,azlık veya çokluk ile alakalı değildir. Aksine bu mesele tamamiyle iman, teşkilat, program ve ilgili güç odaklarına yapışmak ile alâkalıdır. Çünkü teşkilatlı hıü'min bir azınlık ,imanmı teşkilatını ve programını yitirmiş kafir bir çoğunluğa karşı merkur inanan azınlığın şu ayette geçen şiarlarından hareketle kahredici bir zafer elde edebilirler:
«Nice az topluluklar —Allah'ın izniyle— çok (büyük) topluluklara galip gelmişlerdir. Allah sabredenlerle beraberdir...»
4) Bu ayetlerde anlatılan eçmiş bir kavmin hikayesi, kesinlikle bizim ibret almamız içindir. Yani bu, geçtiği yer ve tarihle smırlı bir tarihî hikaye değildir. Bu ayetlerde bizden hikayede karşılıklı olarak anlatılan iki İnsan örneğinden sağlam olanına yapışmamız istenmektedir.
5) Mücahit mü'min zayıf da olsa, çok büyük güçlere de sahip olsa Allah'tan yardım istemek ve O'na muhtaçlık şuurunu yaşamak konumundadır. Çünkü onun, elinde bulundurduğu maddî güçlerden çok, savaşın zorlu şartlarında sabra ve sebata ihtiyacı vardır. Zafer de önünde sonunda Allah'ın tarafmdadır. Bu itibarla, sahip olduğu güçler veya güçlü olduğu yolundaki hisleri kendisini Allah'ı unutturacak bir gurura kapılmak gibi bir yanlışa götürmeme!idir. Yina zayıflık hissi de onu^ Allah' m sonsuz gücüne bağlayıp ona dayanmaktan alıkoyma-malıdır. Savaşta mü'min ile kafir arasındaki fark, nıü'mi-nin gücünü yeryüzünden göklere uzanan ve hiçbir sınır tanımayan manevî, ruhî, ilahî; kuvvetten alması, kafirin ise gücünü yeryüzünden ve onun sınırlı maddî kuvvetlerinden almasıdır.
6) Ayette anılan «Allah'ın mülkü dilediğine vermesi»
yeryüzünde çeşitli çevrelerin ellerinde bulundurdukları otoritelerin meşruluğu anlamına gelmemektedir. Yoksa bu sultaların kafiri de vardır, zalimi de, sapığı da... Aksine bunun anlamı yerde ve gökte her şeyin Allah'ın dilemesiyle meydana geldiğini ve O'nun idaresinde olduğudur. Allah dilerse tekvini idaresi ile eşyayı ve olayları doğrudan doğruya yaratır, kainatı yarattığı gibi... Dilediğinde de onları kendi ilahî sünnetleri olan tabiî kanunlarla dolaylı olarak yaratır. Süregelen tabiat olayları, toplumsal olaylar ve tarihin seyrinde olduğu gibi... Hayatı ve olayları müsbet veya menfî yönlerde sürükleyen insan iradesi de Allah'ın kevnî kanuniarındandır ve O'nun küllî iradesinin hakimiyeti altında işler...
7) Ayet-i kerimenin te'kid ettiğine göre: İnsanların diğer insanlar veya topluluklar tarafından yurtlarından çıkarılması, mallarından mülklerinden ve çoluk çocuklarından uzaklaştırılması bu haksız eylemleri yapanlara karşı bir saldırı ve savaş sebebidir. Bu durumdaki insanın saldırmak ve savaşmak hakkı vardır. Bu itibarla böyle bir savaş meşrudur. Yani doğrudan imanlarına karşı bir saldırı bulunması şart değildir. Hem zaten daha önce geçen ayet-i kerimelerde bildirildiği üzere, bu insanlar yalnızca «Hatibimiz Allah'tır ve biz yalnız O'ııa kulluk ederiz...» demekten başka suçları olmadan yu'Harından çıkarılmış, mallarından mülklerinden, çoluk çocuklarından ve yakınlarından uzaklaştırılmışlardır...
8) «Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla savma-saydı yeryüzü bozguna uğrardı... Fakat Allah (bütün) âlemlere karşı lütuf ve ikram sahibidir...»
Ayet-i kerimenin bu cümlesinden şunu anlıyoruz: İnsanların yaşadıkları toplumsal hayatın hareketinde Allah'ın koyduğu tabiî ve fıtrî bir kanun vardır. Bütün insanlar sevdiği, istediği ve inandığı şeylere karşı müsbet; sevmediği, istemediği ,red ve inkar ettiği şeylere karşı da menfî bir eğilim taşırlar. Bu gerçek üzere hayatta karşıt fikirler, ve tavırlar oluşur ve bunlar hayat içerisinde yerlerini alırlar.
İşte Allah Teala bu ayette, hayatın onun üzerine kurulu olduğu ye üzerinde yürüdüğü bu tabiî kanuna, bunun insanların hayatındaki önemine ve hayatın ıslahatın-daki rolüne işaret etmekte, Allah'ın bu tabiî kanunu olmasaydı yeryüzünün bozguna uğramış olacağını bildirmekte ve bunun Allah'ın alemlere bir lütfü olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü insanlardan biri veya bir kısmı, büyük güçlere sahip olduklarında diğer insanlara onları kendi iradeleri altında toplamak yolunda baskı yaparlar. Diğer insanlar da buna karşı çıkmazlarsa bu baskıcı insanların baskıları nihaî bir şekilde artar ve yeryüzünü bozguna uğratır. Yeryüzünde hakka ve iyiliğe yer bırakmaz. Bunun için hayatın hak, iyilik ve adalet üzere kaim olmasını ve gelişip ilerlemesini isteyen Allah, bu tabiî kanunu marifetiyle kötülüğün iyilik üzerindeki, batılın bak üzerindeki ve zulmün adalet üzerindeki baskılarını insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile savarak kaldırmak ve yeryüzü halkına insanca yaşama fırsatını bağışlamak istemiştir. Bu da Allah'ın alemlere olan "bir lütfü ve ikramıdır...
Bu bölümdeki ayetler, Allah'ın, Rasulüne ve O'nun aracılığıyla bize gönderdiği ilahî mesajlar konumunda olan Allah'ın ayetlerine ve Muhammed'in (SAV) risaletine bir işaretle noktalanmıştır. Bununla Peygamberin risalet sorumluluğu hissinin derinleştirilmesi, mü'minlerden ise Allah'ın ayetlerine açılmaları ve O'nun Rasulüne bağlanmaları istenmektedir. Çünkü Peygamberin getirdiği mesajın asıl sahibi Allah olunca, Rasule itaat Allah'aitaat, O'na isyan Allah'a isyan olacaktır...
Velhamdü Lillahi
Rabbîl Alemin,..,
[117]
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.,.
"îşte şu peygamberler. Bunların bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan kimileri ile Allah konuştu, kimilerini de derecelerce yükseltti. Meryem oğlu İsa 'ya agk mucizeler verdik, O 'nu Ruhu 1 Kuds aracılığı ile destekledik. Eğer Allah Öyle âileseyâi, bu peygamberlerin arkasından gelen ümmetler kendilerine açık belgeler geldikten sonra birbirlerini Öldürmezlerdi. Fakat onlar anlaşmazlığa düştüler. Onlardan kimi de kafir oldu. Eğer Allah öyle düeseydi, onlar birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah neyi dilerse onu yapar."
(Bakara: 253) [118]
Ayet-i Kerime'den anlaşıldığına göre Yüce Allah peygamberlerin bazılarını üstün kılmıştır. Peygamberlerden sonra onların ümmetlerinin ayrılığa düştükleri ve birbirleriyle savaştıkları da ayetten anlaşılmaktadır... Bunu nasıl anlamamız gerekir?
1- Peygamberlerin birbirinden üstün tutulmaları: Kelimenin kendisözlük anlamından yola çıkılarak bir üstün kılınma olduğu akla gelebilir. Şu kadar var ki, ayetin anlamı üzerinde etraflıca düşündüğümüzde anlarız ki burada söz konusu edilen nitelik Yüce Allah'ın bir hikmete bağlı olarak bazı insanlara verip bazılarına vermediği kişisel yetenek ve özelliklerdir. Bunlar kişiye özel bir takım imtiyazlar verildiği anlamına gelmez. İsrailoğullarınm Kur'an-ı Kerim'de alemlere (el-aleme) üstün tutulduğundan söz
eden ayetlerinden anlaşılan da budur. Yani burada IsrailoğuIIan, kendilerine verilen nimetler açısından el-alame üstün kılınmışlardır. Kişisel değer olarak onların üstün kılındıkları söylenemez. îşte bu nedenledir ki, üstün kılınmalarına rağmen Kur'an-ı Kerim'in pekçok ayetlerinde onlara ilişkin eleştiriler, hatta lanetlemeler yer almış, onların özellikle bu yönleri üzerinde durulmuştur... Kur'an-ı Kerim, peygamberlerin birbirinden üstün kılınmalarını detay-landırmaya geçerken Yüce Allah'ın bazıları ile konuşmasından ve bazılarının derecelerini yükseltmekten sözetmektedir. Bu da ayeti doğru anladığımızı desteklemektedir. Dolayısıyla üstün kılma olayı her zaman insanın derece bakımından üstün kılındığı anlamına gelmeyebilir. Bu yaklaşımla biz "Kimilerini de derecelere yükseltti " cümlesinin az önce geçen üstün kılma kavramının bir tekrarı olduğu şeklindeki anlayışı doğru bulmamış oluyoruz. Çünkü bizim ifade etmeye çalıştığımız anlam, ayetin böyle bir anlama gelmediğini açıkça ortaya koymaktadır.
2- Genellikle tefsirciler şöyle bir yaklaşımda bulunmuşlardır: "Onlardan kimileri ile Allah konuştu" cümlesinde işaret edilmek istenen Peygamber Hz. Musa'dır. (Allah'ın selamı üzerine olsun) Nitekim Nisa suresinin 164. ayetinde: "Yüce Allah Musa ile direkt olarak konuştu" denilmektedir. "Kimilerini de derecelere yükseltti" cümlesi ile işaret edilmek istenen Peygamber de, Peygamberimiz Hz. Muhammed'tir. (salat ve selam üzerine olsun) Çünkü O'nun diğer tüm peygamberlerden üstün olduğu görüşü kesinlik kazanmış bir görüştür... Yine bu bilginlerin yaklaşımlarına göre Hz. İsa'nın (selam üzerine olsun) ayet-i kerimede açıkça belirtilmesi gösteriyor ki burada özellikle üç peygamberden söz edilmektedir. Bunlar hala takipçileri bulunan ve takipçilerinin ayrılığa düştükle ri, birbirleriyle savaştıkları peygamberlerdir... Fakat bu yaklaşımlar kesin delile dayandırılmamış görüşlerdir. Çünkü Allah'ın, kendisi ile konuştuğu başka peygamberlerin olması da mümkündür. Sonra bazı peygamberler diğer bazı peygamberlere derece yönünden bir üstünlük sahibi olabilirler... Ayet-i kerimede bütün peygamberlerin üstün kılınma derecesi açıkça geçmemektedir. Dolayısıyla bunu peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) için söz konusu etmek tutarlı olmayabilir.
Ayet-i kerimede özellikle Hz. îsa'nm adının geçmesi O'nun kişisel özelliklerinden birine dikkati çekmek ve böylece Allah'ın güç ve kuvvetini ortaya koymak içindir. Çünkü Hz. İsa'nın ismi bile Allah'ın bu kudretini hatırlatmaktadır. O'nun şahsında gösterilen peygamberlik sıfatı ile de Hz. isa'nın eliyle gerçekleşen belgelere, mucizelere işaret edilmek istenmektedir. Bu konuda insanların delil yönünden bağlanması amaçlanmaktadır. Hz. İsa'nın eliyle gerçekleşen bu mucizelerin ve O'hun sahip olduğu kişisel özelliklerin, O'nun benliğinde gizli olan ilahî bir soluktan, bir güçten değil de, Yüce Allah'ın O'nun kutsal Ruh ile desteklenmesinden kaynaklandığını ifade etmek içindir. "Kutsal Ruh" bazı tefsir bilginlerinin ifade ettiği gibi, melek Cebrail anlamına gelebileceği gibi Allah'ın lütfü anlamına da gelebilir. Bu lütuf, Allah'ın kullarına birşeyler ilham etmesi, onan yaptığı işlerde başarıya ulaştırması-, çeşitli yerlerde onları desteklemesidir... Bunlar Hz. îsa'nm en belirgin vasıflarıdır. Yüce Allah'ın belgelerle, kanıtlarla göndermiş olduğu diğer peygamberlerin bazıları da bu sıfatlan taşıyabilirler. Kur'an-ı Kerim'in sözünü ettiğine göre melekler hem onlara hem de başkalarına "Ruh "u getirmişlerdir. [119]
3- Tefsirciler, Kelam ve Hadis bilginleri "Allah 'in sözü" konusunda ciddi spekülasyonlara girmişlerdir. Çünkü burada "söz" kavramının normal anlamında kullanılması, yaratıcı olan Allah'ın özellikleri ile bağdaşmamaktadır. Dolayısıyla burada mecaze yakın başka bir anlamın sözkonusu olması gerekmektedir. Şu kadar var ki, işin aslına bakılırsa buradaki kavram gerçek anlamında kullanılmıştır. Yani burada soyut olan bir anlamın sözcüklerle ifade edilmesi sözkonusudur. Fakat sözü söyleyenin insandaki dil, ağız; ses telleri vs. gibi alışılagelen telaffuz vasıtalarını kullanması söz-konusu değildir. Nitekim Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de bu türden' konuşmaya ışık tutmaktadır: Kıyamet gününde ellerin konuşması böyledir: "O gün ağızlarım mühürleriz, elleri bize söyler, ayaklan yaptıklarına şahitlik eder." (Yasin 65). Bu yaklaşımın ışığında sözün Yüce Allah'a izafe edilişi, O'nun insanların kullandığı şekildeki sözcüklerle ifade edilen sesler yaratması ve bu sesleri peygambere veya başka birisine işittirmesi anlamına gelir. îşte bu nedenle Allah'ın konuşma sıfatı, Allah'ın zatının varlığına dayanan Allah'ın sıfatlanndandır, zatının aynısı olan ve varlığı ile varolan sıfatlarından değildir. Çünkü yüce Allah; insanı, yeryüzünü, gökleri ve diğer varlıkları yarattığı gibi sözü d'; yaratmaktadır. Ehl-i Beyt imamlarından gelen hadislerde bize aktarılan da budur. Müfid'in Emali'sinde Ebu Basilden gelen bir hadiste deniyor ki, Ebu Abdullah Cafer Sadık'tan işittim. Şöyle diyordu: "Yüce Allah 't hiç bir şey bilmezken, O, zatı ile kendisini biliyordu. O'nun kudretini anlayacak hiçbir şey yokken O, zatı ile Kadir (güç ve kudret sahibi) idi." O'na dedim ki: "Canım sana feda obun O, ezelden beri konuşan mıydı ?" Dedi ki: "söz sonradan olmuştur. Yüce Allah var iken başta konuşan değildi. Sözü, konuşmayı sonra yarattı..."
îhticac'ta Safvan îbn-i Yahya'dan gelen rivayette deniyorki, Muhaddis olan Ebu Kurra, İmam Rıza aleyhisselam'a: "Canım sana feda olsun; Allah'ın, Musa ile konuşmasından biraz söz edermisi-niz?" diye bir soru sormuştu. Dedi ki: "Allah bilir. O'nunla belki süryanice, belki îbranice diliyle konuşmuştur." Ebu Kurra elini ağzına atıp dilinden tutarak, "ben sana bu dilden söz ediyordum " dedi. Ebu'l Hasan: "Haşa! Allah 'tan kork! Sen neler söylüyorsun! Yüce Allah senin söylediğinden tamamen münezzehtir. Allah yarattıklarından birine benzemekten, onların konuştukları şekilde konuşmaktan tamamen uzaktır. Yüce Allah hiçbir şeye benzemez. O 'nun işleri ve sözleri hiç kimse-ninkine benzemez." karşılığını verdi. Ebu Kurra: "Peki nasıl konuşur? " diye sordu. Dedi ki: "Yaratıcı olan Allah'ın herhangi bir yaratıkla konuşması yaratıkların birbirleriyle konuşması gibi değildir. O, ağzın açılması, dilin depretilmesi ile söz söylemez. Yapmak istediği şeye 'ol' der... Hz. Musa'ya yönelik hitabındaki emirler ve yasaklar bir iç tereddüdü geçirme söz konusu olmadan O 'nun iradesiyle gerçekleşmiştir."[120]
Bu düşüncenin Özeti şudur: Söz, soyut bir anlamı, söyleyerek ifade etmektir. Eğer bu eylemde ifade vasıtaları ve araçlarının, an-lamin kendi yapısı üzerinde bir etkisi yoksa böyle bir kullanılış gerçek anlamdadır, mecaz anlamda değil... [121]
4- Gerçekten bu sözün asıl anlamı nedir? Sırf bir düşünceyi ortaya koymak mıdır? Yoksa başka bir düşünceye bir girişmidir? Burada akışın içinden anlaşıldığı kadarıyla doğru olan görüş ikincisidir... Çünkü burada asıl mesele, peygamberin zamanında yaşayan veyahut onlardan sonra gelen, peygamberlerle ilgili konularda: Peygamberlerin mesajları, onlara iman etmenin yolu veya bu yola iman etmenin tekeli konusunda ayrılığa düşmüş, birbirleriyle savaş halinde bulunmuş insanlann hayatında peygamberlik misyonunun oluşturduğu harekete dikkat çekmektir. Belki de burada ayet-i kerime bütün peygamberleri Allah'ın mesajı üzerinde buluşturmayı, onların peygamberlik misyonundan kaynaklanan şahsiyetlerinin sırrına dikkat çekmeyi Allah'ın onların bir kısmını bir kısmına üstün kılmasının onların buluşmasına, beraberliğine gölge düşürmeyeceği imajını kuvvetlendirmek istemektedir. Çünkü peygamberlerin bu birbirinden üstün olan yönleri, aralarında ayrılığa düşmelerini zorunlu kılmadığı gibi, onlardan sonrakilerin de bu ilkeye bağlı olarak ayrılığa düşmelerine yol açmaz. Onların bu üstün yönlerinin ana gerekçesi, içinde bulundukları şartların gerektirdiği özelliklerdir. Çevreleri açısından şahsiyetlerinin ve risalet misyonlarının, bu özellikleri taşımalarını zorunlu kılmasıdır. [122]
Bu ümmetler nasıl aynhğa düştüler? Nasıl birbirleriyle savaşır hale geldiler? Bu olaylar neden meydana geldi?
Yüce Allah kesin bir şekilde belirtiyor ki, alemlerin Rabbi bütün insanların ayrılıklarına ve savaşlarına engel olabilir, iman birliğinden oluşan egemen güç ile insanları tek bir safta birleştirebilir, îman sıfatını onların renkleri ve bedenlerinin diğer sıfatlan gibi normal bir sıfat kılabilirdi. Fakat Yüce Allah; evrene, kainata hükmeden bir takım yasalar belirlemeyi, sonuçlan sebeblere bağlamayı, buna bağlı olarak da insanın imana veya küfre doğru adımını atarken kendi iradesi ve seçimi ile hareket etmesini hikmetine daha uygun bulmuştur. Buna bağlı olarak küfrün sebebleri gerçekleştiğinde artık küfür kaçınılmaz olur. yine aynı şekilde sebebleri gerçekleştiğinde iman da kaçınılmaz olur. Bunun bir sonucu olarak kendi alanında normal şartlan gerçekleştiğinde elektrikli bir hava da sürtüşmelere ve savaşlara neden olacaktır... Allah'ın hayat için belirlemiş olduğu yasalara ve planlamalara uygun olarak tarih boyunca gerçekleşen hayatın yasası da budur... Fakat bu demek değildir ki, Yüce Allah yasama çerçevesinde bunu kabul ediyor veya böyle olmasını istiyor. Bu çerçevede Yüce Allah kişisel iradesi açısından insanın iradesinin iyiyi, daha güzeli seçmesi için yönlendiriyor ve yanlışa, kötüye düşmesini yasaklıyor... İşte Allah'ın dilediğini yapmasının anlamı budur. Böyle bir anlayış cebr, zorlama düşüncesinden kaynaklanmıyor, özgürlük ve seçim düşüncesinden uzaklaştırmıyor.
Denebilir ki; Cenab-ı AHah, insanı neden kötülüğü işleyebilecek güçte yarattı? Halbuki O, insanı kötülük işlemeyecek şekilde yaratabilirdi. Bu soruya cevap olarak diyebiliriz ki; Yüce Allah'ın insanı bu şekilde yaratmasının hikmeti, insanı özgür iradeye sahip bir şekilde yaratmasının hikmetinin aynıdır. İnsanın bir iradeye sahip olarak yaratılması insan veya varlık için zarardan çok fayda getirmektedir. O'nun için yararlıdır... Allah'ın yaptığı işte bu konuda hiç bir çirkinlik söz konusu değildir... Çünkü yüce AHah insana yollann ayrımında tercih etmesi gereken yolu güzel bir şekilde tamyamayacak, seçimini yapamayacak, kör bir kudret vermemiştir. Aksine ona hem iyiliği görebilecek hem de kötülüğü görebilecek gözü açık bir güç vermiştir. Sahip olduğu düşünce ile, Yüce Allah'ın insanlan gerçeğe, iyiliğe açık olan bilinçli iradeye yönlendirmek için gönderdiği peygamberlerinin mesajlan sayesinde etraflarındaki herşeyi anlayabilecek bir güç vermiştir. Olumsuz bir tercihte bulunduklan zaman Allah'ın cezasına, olumlu bir tercih yaptıklannda ise Allah'ın mükafatına kavuşacaklannın bilinciyle birlikte bir güç vermiştir. Bu nedenledir ki Kur'an-i Kerim pek çok ayetlerinde bu gerçeği dile getirmiştir: "Biz onlara zulmetmedik, onlar kendi kendilerine zulmettiler..."[123]
Buradan da anlaşılıyor ki, insan çalışma yolunda karşılaştığı • olumsuzlukların havasından etkilenerek umutsuzluğun pençesine düşmemelidir. Peygamberlerin gösterdiği çizgide Allah yoluna davet etmeye devam etmeli ve bu konudaki çalışmasını ısrarla sürdürmesidir. İnsan değişik dinler arasındaki dini ayrılıklarla veya tek bir dinin mensuplan arasında meydana gelen mezhep ayn-lıklarıyla veyahut da aynı mezhebe bağlı insanların kişisel veya başka nedenlerden kaynaklanan aynlıklarla karşılaştığında moralini bozup ümitsizliğe düşmemelidir. Bazı insanların düşüncenin temelinde kuşkuya düşebileceği bu noktalarda insan direnmesini bilmelidir... Çünkü hayatın, dinî veya dinî olmayan herhangi bir alanında bütün insanların kesin bir birliğe, beraberliğe kavuşmaları meselesi, eşyanın varlığı ve ana özellikleri ile ilgili konular da" Allah'ın öngördüğü, kainatın evrensel yasaları ile aynı değildir. Allah'ın kainattaki yasaları ile hayatın bu alandaki yasaları aynı değildir. Burada mesele farklıdır. Yani Allah, hayatı icabında ayrılıklara, sürtüşmelere ve savaşlara varabilecek bir ilkeye bağlı olarak yaratmıştır. Çünkü bu konuda farklı farklı iradelerin ve insanın seçimini etkileyen farklı etkenlerin faaliyette bulunmasına izin vermiştir...
Bu da gösteriyor ki, insanlar, kendilerinden Önceki peygamberlerin çalıştıkları gibi çalışmalıdırlar. İnsanlar, iradelerini kötü yolda değil de iyi yolda kullanmaları için en uygun şartlan oluşturmaya çalışmalıdırlar. Bu konuda faaliyet gösteren insanların özellikleri ve dereceleri aynı olsun olmasın fark etmez. Yeter ki aynı çizgide yürüsünler, aynı ideali ve amacı paylaşsınlar. Bu ideal ve amaç, yeryüzünde Allah'ın sözünü yüceltmektir. Çizgi ve hedef aynı olduktan sonra Özelliklerin farklılığına, deneyimlerin ve alternatiflerin çoğalmasına ve zenginleşmesine yolaçacaktır. Yeter ki insanlar samimiyet ve güvenle bütün bu deneyimleri müsbet bir Şekilde ele alsın, onları kullanmasını ve değerlendirmesini bilsinler. Allah yolunda çalışanlar bütün bu güçlerden nasıl yararlanacaklarını kavrayabilsinler. [124]
Ayetten çıkardığımız bir tesbit daha vardır ki, Yüce Allah bu ayette farklı Özelliklerden ve derecelerden söz ederken peygamberin kişisel yönü ile ilgili meselelerden, sürtüşmeye ve karşılıklı mücadeleye neden olabilecek hallerin hiçbirisinden söz etimyor ve onları ön plana çıkarmıyor. Peygamberlerin bu özelliklerini hayat realitesinden ve peygamberlerin peygamberlik hareketinden kaynaklanan, temel vasıflan olarak saymıştır.
îşte bu yaklaşımın ışığı altında kelam bilginlerinin ve başka alimlerin özellikle üzerinde durmaya çalıştığı kelami çabalara dönüp bir göz atmak gerekmektedir. Bu bilginler, "şu peygamber bu peygamberden, özellikle bizim peygamberimiz Hz. Muhammed (salat ve selam üzerine olsun) diğer peygamberlerden veya şu peygamber bütün peygamberlerden üstündür" diyorlar ve bu konuda kesin deliller ileri sürmeye çalışıyorlar. Bu meseleyi inanç sisteminin en canlı ve en köklü meselelerinden biri olarak ileri sürmeye çalışıyorlar. Bu hareketleriyle ayrılıkları tırmandırmaya ve sağlıklı olmayan birtakım yönelişlere, görüşlere taraftar olmaya neden oluyorlar... Sonra iş dönüp dolaşıyor o kişinin üstünlüğü kendisinin ayrılmaz bir sıfatı oluveriyor. Zamanla insan düşüncesinde dinî veya siyasî veya sosyal nitelikli bütün şahsiyetleri bu üstünlük anlayışının çerçevesinde ele alıyor. Böylece kendi kişisel arzusunu, üstünlük duygusunu tatmin etmeye çalışıyor. Çünkü her insan bağlı bulunduğu şahsiyetin en üstün şahsiyet olduğu bilincinin ve duygusunun etkisi altındadır. İnsanlar böyle bir anayışla psikolojik olarak rahatlarlar. Zamanla gelişen bu düşünce bu sefer bağlı bulunduğu şah-sm karşısında yer alan kişinin eksikliklerini, ayıplarını araştırmaya yönelir. Bu konuda malzeme olabilecek aktarımları, rivayetleri şer'î bir yolla sabit olmasa bile kabul etmeye başlar... Bu konudaki meselenin ne akide yönünden, ne de pratik yönünden uygulama üzerinde pratik bir değeri de olmayabilir... Nitekim bir peygamberi diğer bir peygamberden üstün görmeye çalışmaları veya Hz. Fa-tımatü'z-Zehra'yı (selam üzerine olsun) Hz. Meryem'den üstün görmeleri veya bunun tersini yapmaları bu türden pratikle, uygulama ile ilgileri olmayan meselleredir... Çünkü bu tür konulara dalan insanlar, din veya dünya açısından hiç bir yarar elde edemezler. Sadece düşünce açısından bir takım zorluklara, yorgunluklara katlanmış veya kişisel üstün gelme arzularını tatmin etmiş olurlar... Çünkü daha Önceki peygamberler, kendi peygamberliklerini en mükemmel şekilde, hiç bir eksikliğe kapı bırakmayacak biçimde bu konudaki görevlerini tam olarak yerine getirdikten sonra Rablerine yürümüşlerdir. Biz onların hepsine Allah'ın da bize emrettiği şekilde inanırız. Zaten Allah bizi onların şeriati ile ilgili özel bir yükümlülükle yükümlü tutmamıştır. Bununla beraber biz, peygamberimiz Hz. Muhammed'in (salat ve selam üzerine olsun) getirmiş olduğu îslam şeriatine bağlıyız ve onun üzerinde yürümekteyiz. Fakat Peygamberimizin üstün derecesinin, bu şeriatın getirilişinde diğer peygamberler de olduğu gibi hiçbir etkisi yoktur. Fakat yine de biz Yüce Allah'ın; O'nun yetenekleri, cihatı ve peygamberliğinin sürekliliği vasıtasıyla kendisine bahşettiği üstün dereceye inanırız.
Burada şu noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Biz düşünce ve. pratik ilgili meselelerdenasıl bir yol izleyeceğimizi Kur'an'dan Öğrenmek zorundayız. Detayına girilmesi gerekmeyen meseleleri nasıl öz olarak geçmemiz gerektiğini öğreneceğimiz gerektiği gibi, inanç sistemi ve uygulama açısından detaylı olarak ortaya konması gereken meseleleri detaylı biçimde açıklamayı da öğrenmeliyiz. [125]
"Ey müminler, ne ahş-verişin ne dostluğun ve ne de iltimasın sb'z-konusu olmadığı gün gelmeden Önce size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. Kafirler, zalimlerin ta kendileridirler."
(Bakara: 254)
Sonra bu ayet-i kerime mü'minlere bir çağrıda bulunuyor, imanlarının kendilerine yüklemiş olduğu düşüncenin hayatta ve pratik uygulama da görülebilmesi için, teori ile pratiğin uyum sağlayabilmesi için onlara bir yükümlülük veriyor. Allah'ın kendilerine verdiği nziklardan mahrum ve zayıf bırakılmış topluluklara yardım etmelerini, onların ihtiyaç duyduğu herşeyi kendilerine sağlamalarını*istiyor. "Size verdiğimiz nzıktan" ifadesi şöyle bir imaj da verebilir: însan kendi sahip olduğu malından harcama yapmıyor, Allah'ın kendisine vermiş olduğu maldan harcamada bulunuyor. Böylece insanın harcama yapıp yapmamada özgür olmadığı, aksine Allah'ın kendisine vermiş olduğu bu nzıktan kendisi için harcamada bulunduktan sonra arta kalanını başkaları için harcaması gerektiğini bildiriyor. Böylece o, Allah'ın malını Allah'ın kullan için harcamış oluyor."
Yüce Allah infak meselesini kıyamet günündeki haliyle insanın gözleri önüne seriyor. Burada insan, dünyada alışmış olduğu kurtuluş vasıtalanndan hiç birine sahip değildir. Orada insan alışveriş yapamıyor. Sahip olmadığı birşeyi, bir malını satarak parası ile alma imkanına sahip olmuyor... Bu dünyada insanlann kendi konumunu muhafaza etmek ve ihtiyaçlarını gidermek için vasıta kıldığı, kendisine sığındığı dostların dostluğuna da sahip bulunmuyor. Kendisini bekleyen azabın veya sonuçlarına katlanmak zorunda bulunduğu büyük felaketlerin engellenmesi için hiç kimseyi kendisine şefaatçi ve aracı kılamıyor. Çünkü kıyamet günü, bu tür vasıtalann hepsini iptal etmiştir. Sadece geçerli olan bir tek vasıtayı bırakmıştır. Bu vasıta da insanın kişisel amelleri ve işleridir. Bunlann da önünde ihtiyaç sahibini ve yoksullara yardımda bulunması, onlar için harcama yapması gelir... Bundan öte Allah'ın rahmetinden başka bir şey yoktur... Bundan sonra imanı bir inanç sistemi olarak uygulamayan ve inanç sisteminin öngördüğü eylemleri pratik hayatlarında yaşamayan kafirlere -bunlar aynı zamanda zalimlerdir- değinilmektedir. Çünkü onlar günah işlemekle kendi kendilerine zulmediyorlar. Böylece karşı çizginin doğruluğu birkere daha ortaya konmuş oluyor. Bu da mü'minlerin adil olarak davrandıklarını, düşüncede, duygularda ve hayatta adalet çizgisi üzerinde yürüdüklerini göstermektedir. [126]
"Allah, kendisinden başka ilah olmayan, diri, yaratıklarını gözetip yöneten, kendisini uyuklama ve uyku tutmayandır. Göklerde ve yeryüzünde ne varsa O 'nundur. tzni olmadıkça O 'nun katında kim şefaatçi
olabilir?
Onların önlerinde ve arkalarında bulunan ve olup biten herşeyi bilir. Onlar O'nun bilgisinin sadece dilediği kadarını kavrayabilirler. O'nun Kürsi'si (egemenliği) gökleri ve yeryüzünü kaplamıştır. Bunları koruyup gözetmek O 'na ağır gelmez. O yüce ve büyüktür."
(Bakara: 255)
îyaşî Tefsirinde îmam Cafer-i Sadık'tan gelen bir rivayette deniyor ki, Ebu Zer: "Ya Rasulullah Allah'ın sana gönderdiği vahyin en güzeli nedir?" diye;sordu. Rasulullah: "Ayete'l Kürsî" karşılığını verdi. Yedi kat gök ve yedi kat yer, Kürsî içinde bir sahraya ablan bir halkadan başka bir şey değildir. Arş'm Kürsi'ye oranla büyüklüğü, sahranın halkaya büyüklüğü gibidir. Bu anlamı ifade eden pekçok hadis Peygamberimiz Hz. Muhammed'den de rivayet edilmiştir. O'nun her vesile ile ve her gece okunmasını güzel gördüğü rivayet edilmiştir... Bu ayete bu kadar önem verilmesinin hikmeti belki de tevhidi net olarak ortaya koyması, insanın kendi vicdanında O'nun varlığını hissedecek düzeyde canlandırması-dır. Bu bilinç ile O'nun büyüklüğünü, otoritesini bütün eşyayı gerçek bir şekilde kuşatmasının insanın kişisel özel ve genel tüm işlerini koruduğunu ve kolladığını, herşeyde yegane kudret sahibi olduğunu, Allah'tan başka hiçbirşeyin bulunmadığını, çünkü bütün yaratıkların O'nun varlığının gölgesi olduğunu, Allah'ın ilmine oranla hiçbir ilmin bir değeri bulunmadığını, O'nun otoritesinin dışında başka hiçbir otoritenin düşünülmeyeceğini, O'nun insan için belirlemiş olduğu çizginin karışıklığa, şüpheye ve karanlığa inw «ormwpn anacık ve dosdoğru çizgi olduğunu, bilgi ve hayatını apaçık, bilinçli iman vasıtasıyla açanın, onları karanlıklardan aydınlığa çıkaranın Allah olduğunu ortaya koymaktadır. Bunun yanında kafirlerin Allah'ın dışında bağlandıkları, ibadet ettikleri ve yolunu izledikleri tağut tarafından, duyguları ve vicdanları yönünden rahatlıkla algılayabildikleri aydınlıktan uzaklaştırılarak küfrün kendi hayatlarının içine kadar taşıyıp getirdiği karanlıklara sürüklediğini, hayatla-rmdaki aydınlığı karanlığa çevirdiğini kendilerini Allah'tan alıkoymak için yollar, engeller duvarlar oluşturduğunu ortaya koymaktadır, îşte bu içeriği ile Ayet-el Kürsi, mü'min olan insanın duygularında net olan tevhidin ışıklarını, en güzel ve üstün özellikleri ile yerleştirmektedir. Allah'ın yolu ile tağutun yolu arasındaki ayma çizginin aynı zamanda aydınlık ile karanlık arasındaki ayına çizginin kendisi olduğunu göstermektedir... îşte ayet-i kerimenin kendisinden ve bölümlerinden anlamak istediğimiz ve açıklamak istediğimiz de budur.
"Allah kendisinden başka ilah bulunmayan tek ilahtır." Allah sözcüğü sadece Allah için kullanılan Özel bir isimdir. Bu isim başkalarına verilemez. Dolayısıyla bu kelime ile ilah kelimesi arasında fark vardır. Çünkü ilah kavramı ibadete, tapılmaya layık görülen her varlık için söylenebilen genel bir kelimedir. Dolayısıyla istisnası yapılabilmiş ve bundan "la ilahe illallah" sözü oluşturulmuştur. Bu söz tavhidin simgesi olmuştur. Çünkü ibadete, ibadet edilmeye layık olan tek kişinin zat-ı Mukaddes olduğunu göstermektedir. Eğer bu sözcük başka herhangi bir varlık için de kullanılsaydi, böyle bir sözü oluşturması mümkün olmazdı.
"Diri olandır" O, öyle bir hayat sahibidir ki ne önünde, ne de sonunda yokluk bulunmamaktadır. Çünkü O, önce ve sonra ilkesine, yani zamana boyun eğmemektedir. O, öncesi ve sonrası olmayan "Kadim" bir hayata sahiptir... İşte bu geniş kapsamlı hayat anlayışıyla insan, hayatı boyunca Allah ile sürekli bağlılığını sürdürme bilinci içinde yaşayabilir. Çünkü O, insanın hayatından ön-Ce vardır. O'na hayatın anlamını kazandıran O'dur. Hayatı boyunca onunla birlikte olan, kendisi yok olup gittikten sonra da var olacak olan yine O'dur. İnsan bu beraberliği ve bu köklü ilişkiyi başka hiçbir varlıkla bulma imkanına sahip değildir. Dolayısıyla insan sürekli olarak Allah'la ilgisini, bağını kökleştirmek, sürekli o'nun yardımına muhtaç olduğunu hissetmek konumundadır.
"O, koruyan ve gözetendir." Yani onların üzerinde duran onları gözetleyen, gücü ve kuvvetiyle onları sevk ve idare eden ve onları koruyandır. Nitekim başka bir ayette buna şöyle değinilmiştir: "Herkesin kazandığını görüp gözetene ortak koşulur mu?" (Ra'd 33). Birşeyin başında durmak, onu gözetlemek anlamına gelir. Oturmanın ve uyumanın karşıtıdır. İki anlam arasında bir ilgi bulunduğundan burada gözetleme, otoriteyi elinde bulundurma anlamında kullanılmıştır, fîu sıfat, Allah'ın bütün eşyaya egemen olduğunu ve onlardan haberdar olduğunu gösterir, idare etme, koruma -kollama anlamlarına gelir. Bu nitelikte bir koruma- kollama ve idarenin başka hiçbir varlık için mümkün olmadığını ortaya koymaktadır. Bu sıfattan anlaşılıyor ki, herşeyden Allah'a dönüş yapmak, Allah'a yönelmek zorunludur. Çünkü bütün varlıklar O'na muhtaçtır.
"Kendisini hiç bir uyuklama ve uyku tutmaz..." Ayet-i Kerime'de geçen "sinetun" kavramı uykudan Önceki uyuklamayı ifade eder. Uyku ise gözlerin ve kulakların fonksiyonlarını yitirmeye başladığı andan itibaren devreye girer... Böylece önündeki "Kayyum" kavramının anlamına daha derin boyutlar kazandırmaktadır. Bu Öyle bir kollama ve gözetlemedir ki, uyku veya uyuklamayla bir an dahi ihmal edilmez, duygulan ve organları hareketsiz hale getiren ve eşyayı bilinçli bir şekilde algılamaya aykırı düşen uyku ve uyuklamayla asla engellenemez... Hiç şüphesiz bu tür sıfatlar Allah'ın zatı için imkansızdır. Çünkü böyle şeyler sadece beden sahibi varlıklar için söz konusudur. Kutsal zatında cisim olmayan ve cisim olmaktan çok yüce olan Allah için bu tür şeylerin varlığı söz-konusu edilemez.
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O 'nundur." bütün eşyanın sahibi O'dur. O'nun mülkünün yanında başkasının hiç bir mülkü yoktur. Gerçek malik, gerçek sahip O'dur. Diğerlerine gelince onların sahip ve malik olmaları görecelidir. Allah'ın onlara sahip kılmasına bağlıdır. Allah onların ve sahip olduklarının sahibidir... Dolayısıyla Allah'ın onlar üzerindeki hakimiyeti ve koruyuculuğu eksiksizdir, sınırsızdır. Çünkü sahip ve malik olduğu bir şeyin başında olmakla mülk ve otoritenin altmda bulunmayan bir şeyin başında bulunmak arasında fark vardır, işte ayet-i kerimenin üzerinde durmak istediği de budur. Böylece insanın ve eşyanın Allah / tarafından idare edildiğine ve O'nun kontrolünde bulunduklarına dikkat çekilmiş, insanın duygulan bu noktada odaklanmaya çalışılmıştır... Böylece insan anlayacaktır ki, bütün varlıklann Allah ile ilişkisi mülkün sahibi ile ilişkisi gibidir. Bu mallar ve mülk insanın bilincinde değerini ve büyüklüğünü yitirirler. Çünkü onların da kendisi gibi Allah'ın kulu ve hakimiyeti altında olduğunun bilincine varmıştır. Bu anlayışla beraber insan herhangi bir varlığı Allah'a nasıl ortak koşabilir? Nitekim bir ayet-i kerimede deniyor ki, "Allah'ın dışında kendisini çağırdığınız varlıklar sizin gibi kullardır." (A'raf 194) "İzni olmadıkça O'nun katında kim şefaatçi olabilir." Ancak O'nun sözü ve iradesi geçerlidir. Hiç kimseyi zorunlu olan bir sonuçtan kurtaramaz. Kendi kişisel gücüne veya kendi özel konumuna dayanarak kimse kimseyi üstün, yüksek bir dereceye çıkaramaz.. Ancak O'nun izniyle bazı yakınlaşhrılmış kullan, Allah'ın dilemesi ile bir fonksiyona sahip olabilirler. İşte bu çerçevede biz şefaat ilkesini de kabullenebiliriz. Allah'ın dilemesi ile bu şefaatçiler bazı günahların bağışlanmasında veya bazı itaatkar insanların derecelerinin yükselmesinde Allah'ın izniyle bir yardımda bulunabilirler. İnsanların birbirlerine şefaat etmeleri ilkesi bu çerçevede tevhid ilkesi ile çelişmez.
Bu anlayışla şefaatçilerin sahip olduğu şefaat etme özellikleri ile nasıl bir konuma sahip olduklarını anlayabiliriz. Bunlann hepsi Allah'ın iradesi ve iznine bağlıdır. Günahlara ulaşan mağfiret ve bağışlanma Allah'tandır. Felaketzedelerin başından kaldınlan-musibet Allah'tandır. İtaatkar insanlara ulaşan sevap ve ödüllendirme yine Allah'tandır. Bunların hepsini şuna veya buna veren O'dur. Burada peygamber veya herhangi bir velinin fonksiyonu Allah'ın onlar vasıtasıyla diğer kullarını ödüllendirme isteğine bağlıdır... Bu nedenle onları vasıta olarak kabul etme açısından bile kulların bizzat peygambere veya veliye yönelmelerinin bir anlamı yoktur. Yöneliş sadece Allah'a olmalıdır. Ve onların şefaatlerinden yararlananlardan olmak için Allah'a yal varmalıdır. Çünkü onlar kendi başına şefaat etme yetkisine sahip değildirler. Ancak Allah'ın bildirmesi, izni ve öğretmesi ile böyle bir işe girişebilirler. Böylece insana Rabbini unutturacak derecede peygamberlerden ve velilerden bir takım taleplerde bulunmaktan, peygamberin veya velinin kendisine derin biçimde dalıp gitmekten, onlara takılmaktan kurtulmuş oluyoruz. Zira böyle yanlış bir anlayışla sağlıklı bir inanca ve sağlıklı bir şeriate bağlı olarak herşeyi yerli yerince koymak mümkün değildir.
"Onların önlerinde ve arkalarında bulunan ve olup biten her şeyi bilir." Her şey O'nun yanında hazırdır. Hiçbir şey O'nun bilgisi dışında değildir. Çünkü bütün varlıklar O'nun önünde meydandadır. Dolayısıyla insanın, gizli bir işini, saklı bir sırrını, örtbas ettiği bir yanlışını Allah'tan saklaması sözkonusu değildir. Çünkü gizlemek, saklamak ve örtbas etmek maddi engellerdir. Bunları eşyayı, eşyanın görülmesini ortaya çıkmasını engellemek içindir. Halbuki, göz kaymasını ve kalblerde gizli olana varıncaya kadar, her şeyi bilen Allah için bu tür şeyleri düşünmek mümkün değildir. Herhalde imanının hareketi ile insanın bilincinde derinleşen bu duyarlılık, insanı gizli suçlardan, kafalı günahlardan, harekete geçmek ve ortaya çıkmak eğiliminde bulunan kötü niyetlerden alıkoymaktadır...
"Onlar O'nun bilgisinin sadece dilediği kadarını kavrayabilirler."
îşte Allah'ın sınırsız olan ilmi budur. O'nun bilgisi sınırlı olan yaratıkların sınırlı olan ilmi ile kıyaslanamaz. Çünkü yaratıkların varlıkları sınırlıdır, ve onlar bu varlıklarını Allah'ın varlığından almaktadırlar. Onlann bilgileri de sınırlıdır. Bilgileri de Allah'ın bilgisine dayanmaktadır. Allah'ın kendisine açmış olduğu sahalarda, sebeblerini hazırladığı alanlarda onlar bu bilgiye açılır ve onu elde etmeye çalışırlar... Yaratıkların ve insanların gözle görülen ve görülmeyen dünyalarla ilgili Allah'ın ilminden ancak dilediği kadarını öğrenebilirler... Bu bilinçle, insan bilmediği, öğrenme imkanı bulmadığı binlerce, milyonlarca mesele karşısında küçülmekte, eriyip gitmektedir. Kendisini yaratan Allah'a karşı alçak gönüllü olmakta, Allah'ın kendisine öğrettiği niyazlarla O'na dönüş yapmakta ve yalvarmaktadır. "De ki; Allah'ım benim bilgimi artır..." (Taha 114)
"O'nun Kürsi'si (egemenliği) gökleri ve yeryüzünü kaplamıştır". Keşşafta şöyle deniyor:
Kürsi, üzerinde oturulan ve oturanın oturağından ve oturanın oturacağı yerden fazla bir tarafı bulunmayan nesnedir. "O'nun Kürsi'si... kaplamıştır" ayeti ile ilgili dört yaklaşım vardır: Birincisi; O'nun Kürsi'si genişliğinden ve büyüklüğünden dolayı göklerden ve yerden dar değildir. Bu, Allah'ın ululuğunu tasvir eden ve zihinde canlandıran bir ifadedir. Yoksa ortalıkta ne bir kürsi, ne oturuş, ne de oturan sözkonu-sudur. Nitekim başka bir ayette Yüce Allah buyuruyor ki: "Allah'ı gereği gibi bİlmediler, halbuki kıyamet günü yer tamamen O'nun ovucu içindedir. Göklerde sağ elinde durulmuştur..." (Zümer 67) Bu demek değildir ki Allah'ın avucu ve sağ elini kapatması vardır. Bunlar sadece Allah'ın, yüceliğini, büyüklüğünü ortaya koyan, insanın zihninde canlandıran, gözleri Önüne getiren ifadelerdir. Nitekim aynı ayetin içinde "Allah'ı gereği gibi bilemediler" ifadesi de yer almaktadır, ikincisi yani Allah'ın ilmi geniştir. Burada ilim Kürsi diye adlandırılmıştır. Çünkü bazen alimler kendi ilmi seviyelerine göre adlandırılırlar. Yani bulundukları seviyeye göre isim alırlar. Üçüncüsü, O'nun mülkü geniştir. Çünkü herşeyîn mülkü O'nun elindedir. Dördüncüsü, rivayete göre O, göklerin ve yerin dışında Arş'ın önünde bir Kürsi yaratmıştır. Bu Kürsi Arş'a aranla çok küçüktür.[127]
Herhalde burada Allah'ın sınırsız otoritesi, idaresi ve herşeyi gözetlemesi gözler önüne serilmektedir. Böylece "vesia" kavramı, "kuşatma" ve "koruma" anlamında kullanılmış ve ayetin bir sonraki bölümü ile uyum sağlamış olmaktadır. "Bunları koruyup gözetmek o 'na ağır gelmez." Yani o ikisini korumak O'nu yormaz. Buna göre özetle şöyle bir anlam ortaya çıkmaktadır: "Allah'ın mülki ve otoritesi, gökleri ve yeri kaplamıştır. Onlan idare eden, düzenleyen ve muhafaza eden O'dur. O, bunları yapmakla zorlanmaz ve yorulmaz. Çünkü Q, sınırsız güce sahiptir. O sınırsız güç ile herhangi bir durumda veya herhangi bir konumda yorulmanın ve zorlanmanın sözkbnusu edilmesi mümkün değildir.
"O yüce ve büyüktür" Öyle ki O'nun yaratıklarından hiçbiri O'na yaklaşamaz. Zira onların hiçbiri bu sınırsız yüceliğe ulaşma imkanına sahip değildir. Ne.kadar büyük ve görkemli olursa olsun her şey O'nun karşısında küçülür. Zira bütün varlıkların büyüklüğü Allah'ın yaratmasındaki büyüklüğün sırrından kaynaklanmaktadır. Ne kadar büyük olursa olsun her şey kesin olarak O'na muhtaçtır. Hz. Hüseyin'in oğlu İmam Ali Zeynel Abidin'in cuma ve bayram duasında dile getirdiği de budur, "her yücelik sahibi Senin huzurunda küçüktür. Her şeref sahibi de senin şerefinin yanında basit kalır, alçalır." [128]
"Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile sapıklık kesinlike- biribirinden ayrılmıştır. Kim tağutu (gayri meşru güç veiktidar sahiplerini redderek Allah 'a inanırsa, kopmaz, sarsılmaz sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi işiten, herşeyi bilendir."
(Bakara: 256)
"Dinde zorlama yoktur" Bu sözün anlamı nedir? Zorlamanın olmayacağını mı dile getirmektedir? Yani bu, iman edip etmemekte insana tam bir özgürlük verildiği anlamına mı gelmektedir? Yani şu anlamda mıdır: İman edip etmemek insanın kişisel bir problemidir. Bu konuda hiç bir sorumluluğu yoktur. Nasıl ki yiyip yememek insana helal kılmmışsa onu yapmakta veya yapmamakta herhangi bir zorunluluk ve sorumluluk sözkonusu değilse din de öyledir... Yoksa bu, insana bir seçim ve tercih imkanı mı vermektedir? Dindeki gerçekliği, küfürdeki sahtekarlığı, tutarsızlığı kesin deliller göstererek insana sunmak, yanlış bir tercih yaptığında bunun ahirette sorumluluk ve cezayı gerektireceğini vurgulamak, dinin sembolize ettiği gerçeği apaçık olarak görmesini, küfrün temsil ettiği bâtılı bütün çelişkileri ve tutarsızlığı ile ortaya koymak, kuşkuya ve tereddüde kapı bırakmamak mıdır? Çünkü düşünce ve vicdanın ölçüsünde kuşku ve tereddüt unsurlarının büyük bir değeri yoktur... Zira bu konuda karşıt olan olumsuz deliller bayağı zayıftır. Onaylayan deliller ise çok güçlüdür... Herhalde ayetin son kısmından anlaşılan da budur.
İkinci bir soru daha var... Burada anlatılan, ifade edilen mesele sırf bir haber verme midir? Yoksa bir hükmün, bir yasanın ifade edilişi midir?
Bir takım insanlar birinci olasılığı tercih edebilirler. Din meselesinin insanın kendi kişisel, öz düşüncesi ve kanaatiyle ilgili olduğunu, dolayısı ile zorlamanın kapsamına giremeyeceğini düşünebilirler. Yine bazı insanlar "Doğruluk ile sapıklık birbirinden kesinlikle ayrılmıştır" ifadesini bu görüşe dayanarak yorumlayabilirler. Zira bu anlayışın yaklaşımı şudur: Dinin delili küfre karşı zaten açık ve kesindir. Dolayısı ile hiç bir şekilde zorlamanın anlamı yoktur. Çünkü ona çağrıda bulunmanın, düşüncenin dini kanaatle ilgisi ve kişisel yapısı ile uyum sağladığı ortadadır.
Bazı insanlar ayetin bu bölümüne ilişkin olarak diyorlar ki, bu şer'i bir hükümdür, peygamberi, başkalarını dine sokmak noktasında zorlamamaya çağırmaktadır. Yapması gereken tek şeyin apaçık ve kesin delillerle hikmet ve güzel öğütle dine çağirmasıdır. Apaçık doğruluk ile apaçık sapıklığı onların gözleri önüne getirmesidir. Kendi iradeleri ile olumlu veya olumsuz tavır koymalarının dünya ve ahirette doğuracağı sorumluluğa ve sonuca katlanmaları için onları kendi hallerine bırakmasıdır... Bu görüşün taraftarları diyorlar ki: Hukuki açıdan bir zorunluluk ifade eden pek-çok hüküm bu ayetin ifadesi ve anlatım üslubu ile dile getirilmiştir. Nitekim Allah Teala buyuruyor ki, "hacda kadına yaklaşmak, küfürleşmek, kavga etmek ve her türlü günah işlemek yoktur." (Bakara 197)... Hadis-i şerifte de, "zarar vermek ve zarara uğramak da yoktur." buyrulmaktadır. Bu şekilde ifade edilen başla hükümler de vardır! Dolayısı ile buradaki olumsuzluklar hukukî ve yasal olumsuzluklardır. Bu görüş sahipleri, "doğruluk ve sapıklık kesinlikle birbirinden ayrılmıştır" cümlesini de düşüncelerine bir dayanak yapmaktadırlar. Bunlar diyorlar ki, dine hizmet edecek olan en güzel yol, apaçık ve net olarak dinin mesajını ulaştırmak ve ona çağrıda bulunmaktır. İnsanları Ö'nu kabul etmeye zorlamak değildir. Çünkü yüce Allah insanı yaratılışı olarak serbest yaratmıştır, istediğini yapabilecek bir kapasite ile yaratmıştır. Onun sorumluluk esasına göre tercihini yapmasını ve hayatını bu şekilde düzenlemesini istemiştir. Peygamberleri aracılığı ile göndermiş olduğu mesajlar ve dini ile de insanlar üzerinde hukuld açıdan bir baskı ve zorunluluk olunmasını engellemiştir... Böylece ayet-i kerimenin bir açıdan davet şekliyle ilgili, bir açıdan da peygamberin davet görevi ile ilgili olduğu ortaya çıkmaktadır. Birinci çizgide gerçek dinin asıl çehresini apaçık bir şekilde ortaya koymak ve burada kullanılması gereken üslup dile getirilirken, ikinci çizgide davetçi olan peygamber, mesajı ulaştırma, insanları ikna etme ve onlan düşünce özgürlüğü hareketine katmak için harekete geçmektedir. Bu ayet-i kerime bu çizgisiyle şu ayete paralel düşmektedir. "De ki, 'Bu Rabbinizin katından gönderilen gerçektir. Artık dileyen inansın, dileyen inkar etsin.' (Kehf29)... "Onlara hatırlat. Çünkü sen ancak bir hatırlatıcıstn. Onların başında zorba değilsin." (Gaşiye 21-22)... "Sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?" (Yunus 99). Herhalde bu yöneliş ayetin yorumu ile ilgili Kur'an'm bu atmosferi içinde birinci yönelişten daha doğrudur. Hatta bu yaklaşımı desteklemek bile mümkündür. Düşünce açısından din de zorlamanın olmayacağını haber vermek için bir ayet göndermek anlamsızdır. Zira bu tür konular apaçık konulardır. Özen göstermeye ve onlan açıklamaya bile gerek yoktur. [129]
Şöyle bir soru yöneltilebilir:
İslam'da savaşı nasıl anlamalıyız? Bu, dava için savaşmak değil midir? Müşrikleri İslam ile kılıç arasında tercihte serbest bırakmayı nasıl anlamalıyız? Bu, dinde bir zorlama değil midir? Eğer bu bir zorlama değilse o zaman zorlama ne demektir? Bu soruya şöyle cevap verilebilir. İslam'da savaş daha öncede belirttiğimiz gibi insanları dine girmeleri için zorlamayı amaçlamaz. Bu hareket, realiteye dayalı sebeplere ve gerekçelere bağlıdır. Toplumda pratik bir hayatı gerçekleştirmek için savunmaya veya korunmaya ilişkin bir takım amaçlar vardır. Dava için savaşmaya gelince, burada hedef, ülkeleri İslam'a girmeye zorlamak değildir. "Din Allah'ındır" ilkesine bağlı olarak tek tek her insana çağrıyı, mesajı ve davayı ulaştırmaktır. Bu dinin bütün insanlara ulaştırılması gerekir. Ta ki insanlar O'nun dilediği şekilde kendisine ibadet edebilsinler. Yine Yüce Allah kendi elçisini peygamberlik misyonu ile bütün insanlara göndermiştir. Dolayısıyla bütün insanların O'nu tanıması gerekir... Eğer İslam ile bu özgürlüğün arasına giren, engel olan birtakım güçler varsa peygamber bu engelleri barışçı veya barışçı olmayan değişik yollarla ortadan kaldırmak hakkına sahiptir... Bütün insanlara davetçiler aracılığı ile dava ulaştıktan ve yine ortaya koyduğu bütün deliller ve burhanlarla insanlara sunulduktan sonra îslam'a girmeyen insanlar iki kısma ayrılırlar. Birinci grup Ehl-i kitap olan gruptur. İslam bunlar için zimmetin şartlan çerçevesinde beraber yaşamayı teklif eder. Zimmet şartlan onların inançlarım, ibadetlerini kendi toplumlan çerçevesinde onlann bireysel işlerini özgür bir şekilde kullanmalarına müsaade eder, böylece onlar müslümanlarla birlikte onların himayesi altında yaşarlar. Onlan harbe ve savaşa götürmeden, bu konularda onlara sorumluluk yüklemeden müslüman onlann canlannı, mallarını ve namuslarını korurlar. Eğer onlar müslüman olmayı da, zimmetin şartlanni da kabul etmezlerse bu, İslam'a saya? açma ve ona karşı direnme anlamına gelir. İslam'da kendisine karşı savaş halinde bulunan ve otoritesine karşı gelen her güce karşı kendisini savunmak zorunda kalır... İkinci grup ise,müşrikler ve ateistlerdir. Müslümanlar bunlarla İslamî büyük bir maslahat çerçevesi içinde sözleşme yapabilirler. Fıkhı açıdan bu konuda onlann özel görüşlerine itibar edilir. Eğer bu konuda müslümanların bir maslahatı söz konusu değilse o zaman onlann müslüman olmaktan başka çaresi yoktur. Çünkü onlara bütün deliller sunulmuş bulunmaktadır. Ve İslam, şirki ve ateizmi saygı değer bir din kabul etmez. O, insanın ve hayatın maslahatına aykindır. Çünkü İslam tevhide dayalı çağnsı ile şirkin ve ateizmin bütün etkenlerini ortadan kaldırmak için gelmiştir. Dola-yısı ile karşılıklı saygı ilkesine bağlı olarak onlarla beraber yaşamaya izin vermenin bir anlamı yoktur. Zira onlarla beraber yaşamak kendi karşıtına hürriyet vermek demektir...[130]Bazı düşünürlere göre böyle bir uygulama İslam'ın onlar üzerindeki otoritesini pekiştirmek içindir. Onlan dine girmeye zorlamak için değil. Zira bu otoritenin onlarla diyalogu ve karşılıklı ilişkileri ancak bu şekilde gerçekleşebilmektedir. Çünkü müslüman olmak onların pratik olarak küfrü yaşamasına engel olmaktadır. İşte bunun içindir ki
Kur'an-ı Kerim bir inanç sistemi olarak içten teslim olmadan uygulama olarak Islamî otoriteye boyun eğme şeklindeki "İslam" ile, uygulama alanındaki İslam'ın yanında, kalp, yöneliş ve dil ile de îslafn olmayı ifade eden "iman" kavramlarını birbirinden ayırmıştır... İşte bu ilkeye bağlı olarak tslam, münafıkları müslüman olarak saymıştır. Halbuki Kur'an'm apaçık bildirdiğine göre Yüce Allah onlann yalan söylediğine tanıklık etmektedir. [131]
Bazılan diyebilirler ki, kuvvet ile değiştirmeyi zorunlu kılan İyiliği yaygınlaştırma ve kötülüğü engellemeyi ne ile açıklanz? Zira burada kalp ve dil ile değiştirme konumunda olmayanlar bizzat elleriyle müdahale ederek kötülüğü engelleyeceklerdir... Bu, bizzat zorlamanın kendisi değil midir?
Yine birtakım insanlar İslam'ın topluma uygulanması alanında izlenen bu yönteme saldmda bulunmakta ve insanın bütün işlerinde ve sözlerinde zorlama ve baskının her çeşidini yürürlükten kaldıran "dinde zorlama yoktur" düşüncesini ileri sürmektedir. Bu soruya cevap olarak deriz ki: İyiliği yaygınlaştırma ve kötülüğü engelleme, düzenin ferde ve topluma uygulanması kapsamına girer. Buna kanunun uygulanması da diyebiliriz. Kanunun insanlara, kendisine karşı gelmeye veya onu yürürlükten kaldırmaya izin vermesinin bir anlamı yoktur.., Bu tür itirazlan ileri süren insanların temelde şöyle bir inanca sahip olduklarını sanıyoruz. Bireyin kendisine özgü bir hürriyeti, özgürlüğü vardır. Onlar insanı; yemesinde, içmesinde, oynamasında ve başkalarına kötülüğü dokunmayan şehvetlerinde özgür irade sahibi olarak kabul ediyorlar. Yine insanm Allah'a ibadet edip etmemekte de özgür olduğu görüşündeler. Fakat İslam, birey için bu tür bir özgürlüğe inanmaz. İslam, ferdin özel hayatına hükmettiği gibi, onun genel hayatına da hükmeder. Bireyin işlerine müdahale eder. En özel konulara varıncaya kadar geniş bir sahaya yayılır. Buna bağlı olarak kanunun uygulanması da geniş bir sahaya yayılır. Onun bütün hareketlerini kontrol altına alır. İşte bu yaklaşımın ışığında diyebiliriz ki: İnsana tanınan özgürlük ve tercih hakkı bu alanda geçerli değildir. Az önce belirttiğimiz gibi, bu, yolların seçiminde kullanılması gereken bir tercihtir. İnsan neye inanıp neye inanmadığını bu tercih sayesinde belirler.
"Doğruluk ile sapıklık birbirinden kesinlikle ayrılmıştır." İslam, Allah'a imanı öngörmesi, emirleri ve yasaklan ile fıtrat dinidir. Yani insan, Allah'a iman ve İslam'a iman noktasında delile muhtaç değildir. Yeter ki düşünebilsin ve bu düşüncesinin neticesine dönebilsin Nitekim Kur'an-i Kerim1 de bir takım ayetler bu gerçeğe parmak basmaktadır: "Göklerin ve yerin yaratıcısı Allah 'in hakkında mı şüphe diyorsunuz." (İbrahim 10) Burada kullanılan ifade olumsuz bir sorudur. Yani burada dikkat çekilen konunun ne öz olarak, ne de detaylarında herhangi bir kuşku aramaya gerek yoktur... İnkar edenler veya kuşkulu bir atmosferde yaşayanlar ise gözlerini kapatmış bakmıyorlar, kulaklarını tıkamış dinlemiyorlar ve akıllarım dondurmuş düşünmüyorlar: "Onların kalpleri var-dır, fakat onlarla anlamazlar, gözleri vardır fakat onlarla görmezler, kulakları vardır fakat onlarla işitmezler. îşte onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha da sapık..." (A'raf 179) İslam'a göre iman ve küfür meselesi, insanın kalbini gerçeğe ve gözlerini hayata çevirmesi için gerekli olan bilgi, araç ve gereçleri kullanıp kullanmama meselesidir. Yoksa tahlile ve yorumlamaya ihtiyaç duyan karmaşık bir düşünce meselesi değildir. Bu durum, gözlerini kapatıp güneşi inkar etmeye benzer. Böyle bir hareket güneşin varlığında bir probleme neden olmaz. Bütün problem gerçeği görmeye yarayan yolun kullanılmaması ve insanın bünyesinde taşımış olduğu bu konudaki bilgi araç ve gereçlerini kullanmamasıdır. [132]
"Kim iağutu (gayri meşru güç ve otorite sahiplerini) reddederek Allah 'a inanırsa kopmaz sarsılmaz, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Hiç kuşkusuz Allah işitir, herşeyi bilir."
Allah'a iman ipi kuvvetlidir, sağlamdır, sağlam biçimde örülmüştür. İmanın kökleri de evrenin her tarafına dağılıp giden, her köşesine uzanan, hayatın derinliklerine kadar inen sağlam köklerdir. Allah'a iman eden kimse gerçekten kopmaz, sarsılmaz, çözülmez bir kulpa sarılmıştır. Çünkü o, bu durumda hiç bir zaaf veya çözülme yönü bulunmayan kuvvete yapışmış olur. Tağutu red ve inkar eden ise zaafın, bozgunculuğun ve yalnız kalışın bütün sebeplerini ortadan kaldırmış ve onlardan uzaklaşmış olur. Çünkü tağut, insani nitelikleri taşıyan güçten, enginlikten ve çok boyutlu oluştan ayrılmak, sapıklığa ve taşkınlığa yönelerek isyan etmeyi, azgınlaşmayı sembolize etmek demektir.
Bu, tağutu bütün boyutları ve bütün alanlarıyla reddetmeyi aşılayan bir çağrıdır, insanın hayatına etki eden, düşüncesine ve inanç sistemine, hakimiyetine, siyasetine ve toplumsal yapılanmalarına hükmeden, bütün boyutlarıyla onu hayatın dışına itmeyi ifade etmektedir. Tutarsız bir düşünceyi, sağlıklı bir temele oturmayan hüküm, otorite ve idareyi, boş temeller üzerine dayandırılan siyaseti, cehalete ve taşkınlığa dayalı güçleri kapsayacak genişliktedir. İslam'ın düşüncesinde bütün bunlar tağuti güçlerdir. Çünkü bu, gerçek düşünceye, gerçek hüküm, idare ve yönetime, gerçek siyasete, insanlığın hayattaki hareketlerine açık bulunan adalet destekli güce aykın düşmektedir. İşte O, bütün bu özellikleri ile Allah'a imana aykırıdır... Dolayısıyla her insan hayatta bir üçüncüsü bulunmayan iki tercih ile karşı karşıyadır. Tağuta iman: Bu, insanın küfür ve batıl çizgisine bağlı bulunduğunu ve neticede Allah'ı inkar edeceğini ifade eder. Allah'a iman: İnsanın bütün sorumluluklarıyla, bütün boyutları ve kapsamıyla hayattaki uygulamasında hak noktasından hareket etmesi anlamına gelir. Bu iman, derin anlamı ile Allah'ın dışındaki herşeyi reddetmeyi, Allah'ın belirlediğinin dışında bütün planlamaları, programlan ve güçleri ezip geçmeyi ifade eder. îman eden bir insanın kalbinde Allah sevgisi ile tağut sevgisi asla bir arada bulunamaz. İman eden bir insanın düşüncesinde Allah'ın direktifleri ile tağutun direktifleri kay-naşamaz. Yine mü'min bir insanın pratik hayatında ve uygulamasında hakkın çizgileri, adımlarıyla, batılın çizgileri ve adımlan birbiriyle banşmaz. Çünkü eğer insan, ciddiyetini ve sorumluluğunu takmmışsa ve gerçekten sorumluluğunu bilincinde bir insansa hayatında bu iki boyutu, iki ayn realiteyi bir arada banndıramaz ve her ikisinin de kendisine yüklediği görevleri yerine getiremez. [133]
"Allah mû'minlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kafirlerin doqîu ise tağuttur. Onları aydınlıktan çıkararak karanlığa sokar. Onlar, orada ebedi kalmak üzere cehennemliktirler."
Mü'min insanın hayatında iman neyi ifade eder? Onun hayatında Allah neyi temsil eder? Allah'a iman sırf insanı soyut düşüncelere bağlayan, soyut bir düşünce midir? Soyut düşüncelerle uğraşan ve realiteyi yorumlamaya çalışan felsefî düşünce türünden bir anlayış mıdır?... Biliyorum ki, felsefelerin bütün yorumlarından uzak bir şekilde hareketini sürdürür... Realite ileriye doğru hareket eder, felsefi anlayışlar ise onu anlamak için izinde dolaşırlar. Ona bir düşünce ve hayal şekli vermeye çalışırlar... Yoksa iman insan vicdanının derinliklerine kadar inen ve onun bütün bünyesini harekete geçiren bir düşünce midir? insanı baştan sona kadar egemenliği altında bulunduran, onun hayattaki seyir çizgisini, değiştiren dolayısıyla hayatını da değiştiren, onu kendi kalıbına sokan, kalıbı değiştirdiği için varacağı sonucu da değiştiren, insanın hayatında köklü bir değişiklik yapan bir düşünce midir?
Bu sorunun cevabı ikinci şlkta ortaya çıkmaktadır. Yani iman, felsefî bir düşünce değildir. Pratiğe yönelik bir düşüncedir. Artık bundan sonra insan, ölçülü olarak hareket eder. Dururken bir ölçüye göre durur. Artık o planlarım ve programlarım, Allah'ın bir yaratıcı, bir nzik verici olduğu ilkesine bağlı olarak düzenler; hayatının tüm uygulamalannda varlığın Rabbi, sahibi olarak Allah'ı kabul eder; Her şey O'ndandır. Ve yine herşey O'na dönecektir. İnsanın varlığı O'nun varlığının gölgesidir. İnsan her şeyinde O'ha muhtaçtır. Nasıl ki, Allah herşeyde insandan müstağni ise... Allah'a iman meselesi insanın varlığına bağlıdır. İki şey arasındaki organik bağ ne kadar köklü ve önemliyse insanın varlığı ile Allah'a imanın varlığı da o derece birbirine bağlıdır.
İşte insanın hayatında Allah'ın ifade ettiği anlam budur. Gönderdiği ayetlerle, belirlemiş olduğu yasalarla, götürmek istediği hedefler, onlann düşüncelerini de harekete geçirdiği aydınlatıcı kavramlarla... Kısaca, gösterdiği doğru yol ile aydınlığın ufkunu açan O'dur. Buna göre mü'min olan insan ürperti, hayret ve yokluk anlamlanın ciddi bir şekilde yaşamaz. Eşyayı, etrafım kuşatan varlıkları görmesine engel olan korku atmosferini hissetmez ve yaşamaz. Şüphe, kuşku ve tereddüt karanlıklannda debelenip durmaz. Sonuçta kendi hayatını da yaşanmaz hale sokacak psikolojik iç sıkıntılara, krizlere karşı komplekslere kapılmaz. Çünkü o imanı vasıtası ile eğriliği ve sapıklığı bulunmayan yolunu nasıl planlayacağını bilir. Etrafındaki eşyayı görüp anlaması için kendisini kuşatan aydınlığın bilincindedir. Aynı zamanda mahirane bir hikmete, üstün bir şefkate ve her şeye egemen olan bir kuvvete bağlı olarak bu evrenin hareket ettiğini hisseder. Her şeyin dizgininin bu kuvvetin elinde olduğunu, herşeyi bir hesaba göre düzenlediğini, yarattığını ve yine bir hesaba göre onlann yokedildiğini bilir. İşte bu anlayışla mü'min ve yaşadığı hayat, çeşitli akıntıların önüne bırakılmış bir odun parçası değildir. Mü'mine göre hayat, en güzel şekilde idare edilen, en güzel şekilde düzenlenen, binbir önderliğe bağlı olarak hareket eden bir gemi gibidir... Mü'minin bilincinde ölüm dahi bir karanlık ve bütün anlamlarıyla hayatın sonu demek değildir. Aksine o bir açılıştır. Yeni bir hayata kavuşmaktır. İnsan orada sorumluluklarının sonuçlan ile karşı karşıya gelecektir. Aynen dünyada sorumluluklarının sonuçlarına katlandığı gibi... Buna göre mü'min, dünyada apaydınlık bir görüş içinde yaşar. Yine apaçık görüş ile beraber ahirete göçer... îşte bu yaklaşımın ışığında Allah'ın, iman edeneri nasıl karanlıklardan aydınlığa çıkardığını anlıyoruz.
Allah'a inanmayanlara gelince hayatın her tarafından süzülüp gelen aydınlığa karşı gözlerini kapatan, bütün enerjileri ile dünyaya yönelen, gününü gün etmeye çalışan, şüphe ve tereddütlerin karanlığında boğulan kafirlere gelince. Onlar karanlıktan ka: ranlığa, problemden probleme sürüklenip duracaklardır. Kapalı olan yolda yolun problemlerine karşı duran, yollarını aydınlatacak bir düşünceleri bulunmayan... Ve bu nedenle korku ve.yoko-luş endişesi ile hayatın basitliği ve çelişkilerini gözleri ile göre göre yaşayan... Kendi arzularına, şehevi duygularına ve sarhoşluklarına uygun düşecek bir tercih ve eylemde bulunan... Böylece kendi acılarını orada boğmaya, unutmaya çalışan, kendi kuruntuları ile başbaşa kalarak gömülüp giden... Bütün arzular, istekler ve bunların tatmin edilmesi insan hayatının yegane sebebi ve hikmeti olarak kabul edilince makam ve mevki peşinde koşmak, en iyi konumu kendisi kapmak mücadelesi burada son safhaya ulaşmakta hiçbir kurala ve hiç bir ilkeye dayanmayan, bir yoldan başka bir yola geçmekte ve sürüp gitmektedir. Onlar, aydınlığa çıkaracak ve çevrelerini aydınlatacak ilkeye sahip olamamışlardır. Bu temel ilke Allah'a imandır... Onlar tağutla beraber yürümüşler, tağut ise zulmü, karanlığı, inkarı ve reddetmeyi temsil ettiğinden karanlıkların içine düşmüşlerdir. Küfrün, şirkin ve isyanın karanlığına... Sonuçta cezaları da cehennemdir. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Çünkü onlar önlerine açılan apaçık yolu bırakmış ve ondan sapmışlardır. Bu eylemlerin karşılığı olarak kafirerin ve inkarcıların cezasına çarptırılmışlardır... [134]
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla
Bu derste Yüce Allah'ın, hayatın içine sirayet ettiği varlıkların Allah tarafından diriltilmesi düşüncesinden söz edilecektir. Fakat burada kullanılan yöntem akli delillerle olayı isbat ilkesine dayanmıyor. Daha canlı, daha diriltici bir yöntem izleniyor. Kısaca canlandırılan bir olayla düşünce oluşturuluyor... Hz. İbrahim ile zamanın zalim hükümdarı arasında geçen bir konuşma ile mesele hallediliyor... Böylece düşünce hiçbir kuşku taşımayan bir realite olarak tasvir ediliyor. Tek Allah'a iman sistemi ile somutlaştınli-yor... Zalim hükümdar bu gerçeğin karşısında bir kaçış yolu bulamıyor. Tek çare olarak kavramlarla oynamayı, basit insanların harekete geçmeyen akıilarıyla dalga geçmeyi çıkar yol olarak görüyor.
Biz bu gerçeği şöyle bir kıssada görüyoruz. Bir bütün olarak ölüme mahkum edilmiş bir kasaba halkının önünde dehşete kapılmış bir insanın bütün düşünceleri ile bir takım sorular soruyor... Sonra O da ölüyor... Tekrar diriltilip dünyaya geliyor... Düşünce, O'nun yemden hayata dönen bünyesinde ve O'nun gözleri önünde canlandırılıyor... Gözleri Önünde bir araya getirilen merkebinin azalan ile tekrar nasıl bir hayat oluştuğu dile getiriliyor.
Sonra Hz. İbrahim, Allah'a ölüleri nasıl dirilttiğini soruyor... Yüce Allah O'nun dilediğini kabul ediyor. Ve Hz. İbrahim pratik hayatında ve harikulade bir deneyimle bu diriliş olayına tanık oluyor... Dinî düşüncenin gayb konulan ile ilgili olan bu üç kıssa, bu düşünceyi dikte edici bir üslupta ifade edilmiştir. Bu düşünce ve bilinç öyle bir dünüşce atmosferinde veriliyor ki, her yönüyle bir gariplik ifade etmektedir. Zaten böyle bir gariplik Allah'ın indirdiği Kur'an vahyinin gerçekliği önünde imanı daha da coşan bir insan için bu tür olaylar yabancı değildir ve onun imanının bir yönünü oluşturmaktadır. Çünkü Allah'a iman, hiçbir şeyin karşısında acizliğe düşmeyen bir kudreti ifade eder. înanç sisteminin temelle-rindenbirini oluşturan gayba iman, inancın yanında basit bir olaydır. Zira bu anlayış Allah'ın egemen olduğu ve aynı zamanda yaratıcısı bulunduğu varlığın, evrenin gerçeklerine uygun düşmektedir. Bu gerçekler/görünen dünyada serpiş tirildikleri gibi gayb alemine de serpiştirilmişlerdir... Bu anlayış Kur'an'ın insanı düşünce ve maneviyat alanında eğitmek için gündeme getirdiği bir olaydır. [135]
"Allah kendisine iktidar verdi diye ştmararak îbrahim ile Rabbi hakkında tartışmaya girişen adamı görmedin mil îbrahim: 'Benim Rabbİn dirilten ve öldürendir'-deyince adam, 'ben de diriltebilir ve öldürebilirim ' dedi. Bunun üzerine İbrahim 'Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de onu batıdan getir bakalım' deyince o kafir adam şaşırıp kaldı, söyleyecek söz bulamadı. Allah zalimleri hidayete erdirmez."
(Bakara: 258)
Hz. İbrahim kendi hayatında zalim iktidar sahiplerinin en zalimlerinden ve en azgınlarından biri ile mücadele etmiştir. Bu öyle azgın ve taşkın bir zalimdir ki, kendisinin ilah olduğu düşüncesine kapılmıştır. İnsanların Allah'ın dışında kendisine tapmaları gerektiğine inanmıştır. Kur'ân-ı Kerim bu zalim diktatörün ismini vermez. Fakat peygamberlerin dini kıssalarını anlatan tarih ona Nemrut adını verir. Bu isim az veya çok bizi ilgilendirmemektedir. Zira bu canlı örneklerle asıl üzerinde durulan konu netlik kazanmakta, ciddi tavırlar ve yol gösterici deneyimlerle temsil edilen asıl, gerçek önemini ortaya koymaktadır.
İşte Hz. îbrahim böyle bir zorbaya karşı koymuş ve onunla vüz yüze konuşmuştur. Çok ciddi ve güçlü ayrıca kesin bir tavırla karşısına çıkmıştır. Bu karşılaşmada ilahlık meselesinden söz etmiş ve ilahhğm bu zalim idarecide bulunmayan sınırsız güç ve kudretle ilgisini irdelemeye çalışmıştır. İlkin hayat ve ölüm düşüncesini ortaya atmış ve kendi Rabbi olan Allah'ın dirilten ve öldüren olduğunu söylemiştir. Bu diktatör ve zalim hükümdar kendi vatandaşlarının ve taraftarlarının basit akıllarını sömürebilme fırsatını kullanarak demagoji ve kavramlarla oynamaya dayanan üstün çıkma metodunu kullanarak Hz. İbrahim'e kendisinin de öldüren ve dirilten olduğunu söylemiştir. Zira ölüme mahkum edilmiş bir suçluyu serbest bırakabilir ve onun hayatını bağışlayabilir. Aynı şekilde onun ölümünü onaylar ve adam idam edilerek Öldü-rülebilir. İşte bu eylemi ile o, hayata ve ölüme sahip olduğunu iddia etmiştir... Demek ki o da dirilten ve öldüren ilahın sıfatlarına sahiptir. Dolayısı ile O'nun da ilah olmaya hakkı vardır!
Hz. İbrahim O'nun kendi diktasının, azgınlığının ve isyankarlığının büyüklüğünü ve apaçıklığını ortaya koymasına zemin hazırlayan bu altın fırsatı kullanmaya müsaade etmiyor. Allah'ın evrende yaratmış olduğu, evrenin değişmez olaylarından biri ile O'na meydan okumuş ve eğer gerçekten iktidar sahibi bir ilah olduğunu söylüyorsa bu olayı değiştirmesini istemiştir... Yüce Allah'ın, insanları doğu yönünden aydınlatsın diye yaratmış olduğu güneşle O'na meydan okumuş ve onun doğuş yönünü değiştirmesini ve onu batıdan getirmesini istemiştir. İnkar eden kafir diktatör bu birden sarsıveren delil karşısında hiç bir cevap verememiştir. Allah zalim topluluğa doğru yolu göstermez. Adalet çizgisinin kendisi olan Allah'ın çizgisinden sapan ve küfür çizgisini oluşturan zulüm çizgisi üzerinde yürüyen bir insan doğaî olarak eşyayı açık ve net olarak görme yeteneğini yitirecektir. Doğru yola ulaşmadan sapıklık içinde debelenip duracaktır. Allah onu sapıklığı ile başbaşa bırakacaktır. Çünkü daha önce O'na apaçık delili göstermesine, onun hidayetini istemesine ve boyun eğmesini dilemesine rağmen o bu belgelerle doğru yola gelmemiş ve bu delile boyun eğ-memiştir.
"Allah kendisine iktidar verdi diye" sözünden anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim'e bu şekilde konuşan diktatörün bu sözlerine ve söz konusu tavrına neden olan, iktidardır. Bu iddiasının ve bu azgınlığının temel nedeni, kendisini sahip konumunda görmesidir. Halbuki bu mülkü Allah O'na vermiştir. Allah buna benzer nimetlerle dünya hayatında kullarını denemek, sınamak için onlara bu fırsatı verir. Yüce Allah deneme için kullarına bu evrende eşyanın varlığına ve yokluğuna neden olari temel yasaları, doğal nedenleri kontrol imkanına kavuşturur..'. Allah'ın inşa ettiği, yarattığı ve geliştirdiği kuvvetin görüntülerine aldanarak kendisini bu güç ve kudrette görmüş ve hissetmiştir. Sanki böyle bir güce sahip olduğu zehabına kapılmıştır. Özellikle insan diğer insanların kendisine karşı eğildiklerini, küçüldüklerini gördüğünde O'nun karşısında zaaflarını ve ezikliklerini hissettiklerinde insanların bu boyun eğişleri ona bir ibadete dönüşür. Kulların kendi ilahlarına ibadet ettikleri şekilde kendisine ibadet ettiklerini gördüğünde kendisinin bu seviyede olduğu zehabına kapılır. Artık kişisel düşünceler onun bünyesinde toplanmaya başlar. Gözlerini kapatır, kalbine açılan bilincin pencerelerini örter... Bazen kendisini yan tanrı konumunda görür. Kendi kendisini artık çoğu durumlarda, çoğu halleriyle ilaha benzetmeye çalışır. Sonra bu iş daha da gelişerek diğer insanların bu özellikleri kabul etmelerine çağrıda bulunur. Daha önceleri pratikte bir uygulaması yok iken ve kabul edilecek derecede yükseğe çıkmamışken şimdi açıkça onlan kabul etmeye ve onlara iman etmeye başlar.
Belki de burada insana bir takım direktifler verilmek istenmektedir. Dünyada elde ettiği nimetlerle ne kadar tehlikeli boyutIara varan azgınlıklarda bulunduğuna işaret edilmiş olmaktadır. Mal, mülk ve makam insanın kendisine bakış açısını ve bu nimetlere bakış açısını zamanla değiştirebilir. Bu bakış açısı bir süre sonra onu normal sınırların dışına çıkarır ve onu zorbalığın, isyankarlığın içine sokar...
Doîayısı ile insanın sürekli olarak kendisini kontrol altına alması gerektiğini Allah'ın belirlediği sınırlar içinde durmasını, onları aşmaması için sürekli kendisini hesaba çekmesini aşılamaktadır. [136]
Bu diyalogdan anlıyoruz ki, tağutlar, çoğunlukla normal insanları aldatmakta, sahte birtakım oyunlarla onlara egemenlik kurmaktadırlar. İnançla ilgili konularda bu oyunlara başvurdukları gibi hayatın diğer alanlarına ilişkin konular da da bu tür oyunlara başvurmaktadırlar. Bize düşen, İbrahim peygamberin yöntemini kullanarak apaçık gerçeklerle onların karşısına çıkmaktır. Hiçkimseyi aldatmayacakları ve kendi lehlerine kullanabilecekleri bir sonuca ulaşamayacakları gerçeklerle onlara meydan okumaktır. Onların bu oyunlannı ve saptırmalarım bozmaktır.
Bu yola ulaşabilmemiz, bu yönteme hakim olabilmemiz için normal insanların kendisi ile aldatıldığı saptırıcı yöntemlerin neler olduğunu iyi bilmeli ve meydan okumanın gücünü ortaya koyan parlak yöntemleri onların iptali için kullanmalıyız. Böyle yapmalıyız ki, başka insanlar onu reddetmeye veya en azından onlara karşı direnmeye bile güç yetiremesinler. Allah yolunda çalışanların yapmaları gereken görevlerden biri de budur. Böylece onlar realiteye hükmeden yöntemlere ve onun adımlarını yönlendiren vasıtalara tam bir bilinç, dikkat, kapsamlılık ve açıklıkla karşı koyma imkanı bulacaklardır. [137]
"Ya da bütün yapılan temelleri üzerine yığılmış ıssız bir kasabaya uğrayan kimseyi görmedin mi? Acaba Allah, burayı Ölümden sonra nasıl diriltecek? dedi Bunun üzerine Allah onu öldürdü ve yüzyıl sonra tekrar diriltti We kadar süre ölü kaldın' dedi. adam, 'bir gün, ya da daha az bir süre kaldım' dedi Allah, 'hayır, yüzyıl süresince ölü kaldın, yiyeceğine ve suyuna bak, hiç bozulmamış. Eşeğine bak. İnsanlara ibret olasın diye seni böyle yaptık. Şu kemiklerine bak, onları nasıl birleştirip sonra üzerine et giydiriyoruz.' dedi.
Adam işin iç yüzünü iyice anlayınca, 'Allah'ın herşeyi yapabileceğini kesinlikle öğrendim' dedi "
Bu kıssa da, Kur'an kıssalarının gayb çerçevesine giren kıssa-lanndandır. Çünkü harikulade olaylardan sözetmektedir. Burada Kur'an'm ismini vermediği bir insandan söz edilmekte, O'nun kişisel özelliklerine değinilmemekte, onun ne bir peygamber, ne normal iman eden bir insan, ne de kuşku içinde bulunan bir kimse olduğu hakkında bilgi verilmemektedir... Zira bu konuların hepsi de kıssanın vermek istediği mesajın değerini artırmayacaktır. Çünkü kıssanın amacı bir insanın harikulade bir şekilde gözlemlediği ve bir deneyim olarak yaşadığı Allah'ın Ölüleri diriltme kudretini pekiştirmektedir. Bu konudaki kuşkuları bertaraf ermektir. Bu insan, ahaliden yoksun bir kasabanın harabesine uğramıştır. Orada hayatın varlığını gösteren hiçbir şeye rastlamamıştır. Orada Ölüm ve sessizliğin dışında birşey görmemiştir. Bu sırada aklında bir takım sorular şekillenmiş ve onun düşüncesini etkisi altına almaya başlamıştır... Nitekim her insan için bu tür haller sözkonusudur. Bu tür ilginç olaylarla, realitelerle karşılaşan insanlar isteyerek veya iste-meyerk hayretlerini ifade eden sorular sorarlar. Burada insan alışılmamış bile olsa imkansızlığı ispatlanmamış herhangi bir şeyin meydana gelmesinin imkan dahilinde bulunduğunu akli yönden kabul eder. Öte yandan insan, duyu organları ile algılayamadığı, görmediği, duymadığı, dokunmadığı şeylerin meydana gelme ihtimalini uzak bir ihtimal olarak görmeye alışmıştır. İşte insan bu iki ihtimal arasında sürekli bir çatışma ve sürtüşme olduğunu müşahede edince aklma değişik sorular gelmeye başlar... Öldükten sonra yüce Allah bu kasabayı nasıl diriltir?... Bu soruşturmaya rağmen o insan, İmanını artıran, duygularını tatmin etmeye çalışan bir mü'min mi, yoksa kuşku ve tereddüd içinde bulunan, kuşkusunu pekiştirecek veya onu sağlamlaştırmaya çalışacak bir kişi midir? Anladığımız kadan ile ayet-i kerime bu konuda olumlu veya olumsuz bir bilgi vermemektedir. Ne tür bir insan tipi olduğunu açıklamamaktadır. Çünkü kıssa, ana teması ile, bu insanın şu veya bu niteliklere sahip bir insan olması ile değişmemekte ve ondan fazla etkilenmemektedir... Bu nedenle bu konuda sözü uzatmaya gerek yoktur.
Sözkonusu kasabanın nasıl dirileceğini soran insana verilecek cevap, onun ölümün acısını tatmasını gerektiriyordu. Nitekim adam ölümün acısını tattı... Bu ölüm hali yüz sene devam etti. Sonra Allah O'nu tekrar diriltti. Onun yeniden diriltti, fakat O, olaydan hiçbirşey hatırlamıyordu. Sadece şu kadannı biliyor ve hissediyordu ki bir süre uyumuştu... Birgün veya bir günün bir bÖIü-mü... İşte adamın "ne kadar süre ölü kaldın?" sorusuna verdiği cevap da buydu. Adam, olay karşısında şaşırıp kalmış, dilini yutmuştu. Yüz sene Ölü olarak kaldığını öğrendiğinde hayretini ifade etmişti. Uzun bir ölümden sonra yeniden gelen hayat ile sorusunun gerçek cevabını görkemli bir şekilde almıştı... Ayet-i kerimede geçen "lem yetesenneh" kavramından da anlaşıldığı gibi kendi yiyeceğinin ve içeceğinin bozulmadığını gördüğünde gözleri dehşetten faltaşı gibi açılmıştı. Bu da Allah'ın görkemli kudretinin görüntülerinden biriydi. Birkaç gün veya birkaç saat içinde bozulacak olan yiyeceğin yüz sene boyunca taptaze olarak muhafaza edilişi ilahî kudretin bir tecellisi idi.
Sonra ölüm gerçeği bir daha onun iki gözü önünde gerçekleşiyordu. Şimdi yüz sene önceki bineği olan merkebine bakıyordu. O artık bir kemik yığınıydı. Fakat birden bu kemikler ekleniyor, birbirine bağlanıyor, ayağa kalkıyor ve Allah'ın kudreti ile üzerleri et ile örtüldüğünde hayat içlerine sirayet ediyordu... Artık mesele gözleri önünde alabildiğince açık bir şekilde ortaya çıkmıştı. Artık o kesin inanç düzeyinde biriman bilincine kavuşmuştu. Yaşadığı bu bilinci şu şekilde dile getirmişti: "Ben Allah'ın her şeye gücü yettiğini öğrendim."
Bazı tef sirciler bu konuyla ilgili birtakım tevillere, değişik yorumlamalara girmişlerdir. Çünkü Kur'an kıssalarmdaki gaybi varlıkların uzak bir ihtimal olduğu imajını veya melek ve benzeri varlıkların sembolle* şeklinde ifade edildiğini çıkarmışlardı. Biz bazı konularda büktür yorumla ilgili bir takım açıklamalarda bulunmuş ve bu yaklaşımdan söz etmiştik. Akide konusunda gayb ilkesini benimsemek onunla ilgili bütün konuları da kabul etmemizi ve onların bu ilkeye boyun eğdiklerini uzak görmemiz gerektiğini zorunlu kılar. Dolayısı ile bunları açık anlamına aykın şekilde yorumlamak doğru olmaz. Ancak zahir anlamının kastedilmediğini gösteren bir delilin bulunması istisnadır. Açıktır ki böyle bir ihtimali uzak görmek bu konuda delil olarak kabul edilemez. [138]
"Hani İbrahim Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster dedi. Allah, 'yoksa buna inanmıyor musun?' deyince, îbrahim, 'tabii inanıyorum. Fakat kalbim kesin kanaat getirsin diye bunu İstiyorum' dedi."
Bunun üzerine Allah O'na dedi ki, 'dört kuş al, bunları önüne koyup yakından incele, sonra kesip parçalarını birer dağın üzerine at, arkasından onları çağır, koşa koşa sana geleceklerdir.'
İyi bil ki, Allah üstün güçlüdür ve hikmet sahibidir." (Bakara: 260)
Bu kıssa, Hz. îbrahim'in hayatından söz eden Kur'an'in diyalogu ile ilgili kıssalardan biridir. Kur'an-ı Kerim Hz. İbrahim'in şahsiyetini bir insan ve bir peygamber olarak takdim ederken diyalog yoluyla gerçeği araştıran bir şahsiyet sunmaktadır. Hz. İbrahim, bazen kendisi ile, bazen insanlarla, bazen de Rabbı ile diyalog içinde gerçeği araştırmaktadır. Yaratıcının varlığı konusunda sağlıklı bir inanç sistemine ulaşmak için kendi kendisi ile, putlarla ilgili inanç sistemini onların kalbinden silmek için insanlarla ve doğru yolu göstermesi için Rabbı ile diyalog içinde bulunmaktadır... Bu ayet-i kerime Hz. İbrahim'in Rabbı ile diyaloglarından biridir... Burada Hz. İbrahim Rabbinden ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini istiyor. O, ölülerin nasıl dirildiğini normal haliyle görmek, gözleri ile müşahede etmek istiyor... O'na verilen cevap ise, önce kabul etmesini telkin ediyor: "Sen buna inanmıyor mu-sun?" Zira. bu tür bir soru bazen inanmayanlardan gelebilir. İnsanları imana götürecek bu konuda önderlik yapacak Hz. İbrahim'den nasıl böyle bir soru gelebilir? Hz. İbrahim'in bu soruya cevabı şöyle olmuş hır: O, kendisinin inandığım vurgulamış ve sorusunun inanmamaktan kaynaklanmadığını, kalbinin huzura kavuşması için, hayatta bunu bütün duygulan ile yaşamak için böyle bir talepte bulunduğunu dile getirmiştir. Zira bu tür duygular düşünceye dayalı kanaatlerle ede edilmez. Kişinin, iman etmesine neden olan aklî değerlendirmelerle bu bilince ulaşması mümkün değildir. Akıl ile elde edilmiş iman, kişisel iç telkinlerden, gelip geçici kuruntular çerçevesinde de olsa bir takım şeytanî telkinlerin etkisinden kurtulamaz... Bu nedenle ve insanın zihninde, aklında, düşüncesinde bir takım tahribat yapan kuruntuları kökten silip atmak amacı ile olayı bizzat gözleri ile görmek istiyor... Sonra yüce Allah, O'nun dileğini kabul ediyor. Ve bu isteğini bizzat kendi deneyimi ile gerçekleştireceğini bildiriyor. Bu amaçla dört tane kuş tutmasını, onları yanyana getirmesini veya onları karıştırmasını sonra onlan kesip doğramasını, birbirine karıştırılmış olan parçalarını dağların üzerine koyup dağıtmasını, sonra onları çağırmasını istiyor. Çağırdığında onların seri bir şekilde uçarak veya koşarak kendisine geleceklerini bildiriyor... Keşşafın müellifi diyor ki, "Allah'ın onları tuttuktan sonra, Önüne koyup yahndan incele diye emretmesinin anlamı nedir? diye sorulacak olursa derim ki, bunun anlamı onları iyice gör, şekillerini, renklerini Özelliklerini iyice öğren ki, bu kuşlar başkaları ile karışmasın; dirilip sana geldiklerinde onların başkaları ile karıştığını zannetmeyesin. Bu nedenle ayet-i kerimede 'hızh bir şekilde sana geleceklerdir' denilmişitr."[139]
"İyi bil ki Allah üstün, güçlüdür ve hikmet sahibidir." O'nun yaratıklarının herhangi birinin yokoluşu O'nun üstün gücünden hiçbir şeyi eksiltmez. Hayat ve diriltme kıssasından herşeyi yerli yerine koyan hikmet sahibidir. [140]
Hz. İbrahim'in kalp huzuruna kavuşmak için sorduğu soru ile ilgili olarak tefsir bilginleri uzun uzadıya tartışmalara girmişlerdir. Böyle bir sorunun onun peygamberlik makamı ile bağdaşmadığını ileri sürmüşlerdir. Çünkü peygamberlik makamı başkalarını kalp huzuruna kavuşturmak ve onlan tatmin etmek için vardır, kendisi için değil... Bazılarına göre bu soru, diriltme olayının nasıl meydana geldiği görmekle ilgili değil diriltmenin nasıl meydana geldiğiyle ilgilidir. Bunlara göre verilen cevap da bu çerçevenin dışına taşmamaktadır... Mesele, bu ilkeye bağımlı olarak kalmamış, orada düğümlenmemiş, bu düşünceyi açıklama esası üzerinde durulmuştur... Nitekim bazıları mürekkep nasıl yapılır diye sorduğunda denir ki, şunu şunu al, karıştır mürekkep olur... Onlar bu konuda olayı anlaşılır kılmak için ciddi boyutlara varan açıklamalar yaparlar... Aslında onların bu tür yaklaşımları ayetin açık anlamına aykırıdır. Çünkü ayet Hz. İbrahim'in apaçık olarak gözleri ile görmeyi talep ettiğini ifade etmektedir. Nitekim ayet-i kerimede geçen "erini" (bana göster), ve "ölüleri nasıl dirilttiğini..." kavramları da bunu göstermektedir. Böylece anlaşılıyor ki soru, dirilişin nasıl meydana geldiği ile ilgilidir. Bu tür yaklaşımlara neden olan başlıca etken herhalde şudur: Onlar peygamberin kendi mucizeleri konusunda hiçbir güce sahip olmadıkları ve bu konuda hiç bir güce sahip bulunmayan sözleriyle hayatın gerçekleşmesini uzak bir ihtimal olarak gördüklerinden dolayı böyle bir yaklaşıma taraftar olmaktadırlar... Fakat daha önce de belirttiğimiz gibi böyle bir yöneliş bir ilke olarak gayb konusunda herşeyi kabul etmememizi gerektirebilir. Halbuki inanç konusundaki bir ilke için böyle düşünülemez. Yani ilke varsa artık detayların hiçbir değeri yoktur... Çünkü biz bu konuda şöyle de sorabiliriz: Yüce Allah'ın kendi kurdretiyle ve sadece Hz. İbrahim'in bu çağrısıyla bu kuşlara hayat vermesini ve tekrar diriltmesini engelleyen ne var kî?... Bu düşünceyi savunanlar böyle bir yaklaşımı desteklemek için Kur'an'ın ifadelerini ve kavramlarını açık anlamları dışında başka anlamlara çekmek için hiçbir delile sahip değillerdir. Ve biz burada müfessir-lerin bu sorunun yorumu ile ilgili ileri sürdükleri bütün açıklamaları ve yorumlan verecek durumda değiliz. Burada özellikle belirtmek istediğimiz şudur ki, bu soru, düşünce açısından herhangi bir problem oluşturmamaktadır. Zira iman meselesi, aklî olan ve olmayan kaynaklardan oluşmuş bulunan fikrî kanaatle ilgilidir... Kalp huzuru ise kalbin rahata, sükunete kavuşması demektir. Kuruntular türünden bile olsa herhangi bir çelişkiye hedef olmaması, bir rahatsızlık duymamasıdır. İnsanın rahatlıkla duyabileceği, hissedebileceği, kavrayabileceği yollarla kalbini tatmin ermesi, içini rahatlatması için yaptığı çalışma demektir... Böyle bir çalışma imana aykın düşmez... Herbirimiz zaman zaman duygularımızın sınırlarına giren konularda inancımıza aykırı şeylerin zihnimize, aklımıza takıldığını yaşamışızdır. Fakat eğer biz inandığımız konuları duyu organlarımızla algılayabilecek şekilde görebilmiş, duyabilmişsek o zaman bu tür zihinsel çelişkiler bizi rahatsız etmeyecektir. Hz. İbrahim'in sorusunun da bu alanla ilgili olmasını engelleyen herhangi bir etken yoktur.
Ayetten özetle anlaşılması gereken nedir? Bu ayetten özetle anlaşılması gerekeni "el-Hivar fi'î Kur'an" adlı kitabımızda belirtmiştik.
"Hz. ibrahim'in Rabbı ile yaptığı bu diyalogda uygulama yöntemi açısından üstün bir peygamberlik deneyimi görüyoruz. O, burada Rabbinden kalbini huzura kavuşturacak mucizeyi kendisine göstermesini istemiştir. Tabiatta ölülerin nasıl diriîdi-ği eylemini müşahade etmek istemiştir... Buradan anlaşılıyor ki başkalarının yaptığı eylemleri reddetmek onlara birtakım düşünceler sunmak için pratik, uygulamalı yeni bir üslup ortaya çıkarmaktadır. Biz bu tür eylemleri yaparken şu gerçeği gözönün-de bulundurmak zorundayız: Bizim inanç sorunlarını ispat etmek için başkalarına sunduğumuz düşünceler onları düşünce açısından tatmin edebilir. Fakat onları manevî ve derin olan iman merhalesine ulaştıramayabilir. Onların kalplerini ve akıllarını birden rahatlatmayabilir, insanın manevî huzura kavuşması için düşünce ile bilinç birbiri ile kaynaşmalıdır. Ancak bu eylemden sonra insan huzur ve güvene kavuşur, düşüncesi ve ruhu ile büyük manevî bir huzur atmosferine girer,
Dolayısı ile biz onların bu tür isteklerini tamamen reddetmemeliyiz. Bunun içindir ki yüce Allah, peygamberleri Hz. ibrahim'in fikri açıdan elde ettiği imanından sonra kalp huzuruna ulaşmak için dilekte bulunmasını normal karşılıyor ve onun bu isteğini herhangi bir şekilde reddetmiyor. Açıktır ki biz başka insanlara, yüce Allah'ın,, peygamberine gösterdiği şekilde mucizeler gösteremeyiz. Şu kadar var ki onların hayatlarından aldığımız örneklerle düşüncelerimizi daha açık bir şekilde ortaya koyabilir ve bu hayattan alınan örneklerle onları imana yaklaştırabiliriz. Böylece onların her yaptıklarında, bütün uygulamalarında imanla beraber hareket ettiklerini, onunla sürekli bir ilişki içinde bulunduklarını hissetirebilelim. îman meselesini onların gözünde somutlaştırabilelim."[141]
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...
"Mallarım Allah yolunda harcayanların durumu, her başağı yüz taneli yedi başak veren bir tohum tanesine benzer. Allah dilediğine kat kat verir. Allah'ın lütfü geniştir. O herşeyi bilir.
Mallarını Allah yolunda harcadıktan sonra, sadakalarını başa kokmayanlar, onur kırma aracı olarak kullanmayanlar, sadakalarının müka-faatmi Allah katında alacaklardır. Onlar için korku ve üzülmek de söz konusu olmayacaktır.
Tatlı söz ve hoşgörü, peşinden başa kakma ve onur kırma gelen sadakadan daha iyidir. Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O halimdir.
Ey müminler, tıpkı Allah 'a ve ahiret gününe inanmadıkları halde başkalarına gösteriş olsun diye mallarım harcayanların yaptıkları gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve onur kırma aracı haline getirerek boşa çıkarmayın. Böylesi, sağanak halindeki bir, yağmura tutulunca, çırılçıplak kalan toprakla Örtülü bir kayaya benzer. Bunlar yaptıkları iyilikten hiçbir şey elde edemezler. Allah kafir topluluğu doğru yola iletmez.
Buna karşılık mallarını Allah 'in rızasını elde etmek ve gönüllerin-deki imanı pekiştirmek için harcayanların durumu da yüksekçe bir tepede bol yağmur olarak ürünlerini iki kat olarak veren ve bol yağmur görmediğinde de mutlaka çisinti gören verimli bir bahçe gibidir. Hiç kuşkusuz ne yaparsanız Allah onu bilir.
İçinizden bîri ister mi ki, altından ırmaklar akan bir hurma ve üzüm bağı olsun, bağda her türlü meyve ağacı bulunsunve hayli yaşlanmış olduğu halde bakıma muhtaç çocukları varken bu bağamızın esen bir sam yeline tutularak yanıp kül olsun. İşte Allah, düşünürsünüz diye size ayetlerini böyle açık açık anlatıyor"
(Bakara: 261-266) [142]
Malların Allah yolunda harcanması İslam anlayışında ve yasalarında önemli bir yere sahiptir. Zira bu eylemin insanın hayatında büyük bir önemi olduğu gibi Allah katında da büyük mükafatı vardır. Kur'an-ı Kerim'de bir çok surede geçen pek çok ayetler bu eylemin Önemini canlandırmış, onun boyutlarından ve sınırlarından söz etmiş ve insanları, manevî bir değere, İslam'ın f arzettiği ibadetlerden İslamî bir ibadete yöneldikleri gibi ona da yönelmeye çağırmıştır... Çünkü Yüce Allah ibadet anlayışını ve eylemini insanın birtakım hareketlerden, zikirlerden ve niyazlardan oluşan namazla sınırlandırmâmıştır. Aksine Allah yolunda malların harcanmasını da farz fcir ibadet olarak göstermiştir, insanların bu harcamaları namaz kıldıkları gibi onu da Allah'a yaklaşmak amacı ile yapmalarını önermiştir. Buna bağlı olarak humusu, zekatı ve sadakayı farz kılmıştır. Böylece ibadetin kapsamını genişlete genişlete hayatın tümünü kuşatacak boyutlara ulaştırmıştır. Artık hayat, Allah'ın dilediğini yapmak, yasaklarından kaçınmak şeklinde O'na boyun eğmekten, O'na ibadet etmekten ibaret hale gelmiştir. Hayatın bütününde insan O'na boyun eğer olmuştur.
Bu ayetlerde de malları Allah yolunda harcamanın ufukları açılmaktadır. Allah katındaki mükafatından söz edilmekte, onun değerinden sınırlarından ve yapısından söz edilmektedir. Ayetlerle bunun detayına inilmektedir. [143]
Herşeyden önce şu noktayı açıklığa kavuşturmak gerekir. Allah yolunda infakta bulunmanın hayatta insanın hareketini planlama açısından değeri nedir?... Bireysel bir değeri mi vardır? Yani infakta bulunan kimse böylece kendisini, iç duygularını rahatlatmış, şefkat ve merhametini dindirmiş, insanî, manevî bir anlamı bulunan eylemini gerçekleştirdiğinden dolayı Allah katındaki mükafatını almış, bir bütün olarak toplumun realitesi ile ilgili evrensel insanî bir durumla fazla ilgisi olmayan bir hareket mi işlemiştir?... Yoksa O, sosyal bir değer mî ifade eder?jnfakı ve harcaması ile toplumun özel ve genel ihtiyarlarına karşılık vererek toplumu korumuş mu olmaktadır?
Bu sorunun cevabı şudur: Yüce Allah'ın hayat için belirlediği İslam'ın yasaları hayatın sadece bir yönü ile sınırlı kalmaz, hayatın tamamını kuşatır, bütün yönlerini ilgilendirir. Çünkü hayat insanî akışı ile birbirinden kopuk yönlerden oluşmaz. Tüm boyudan ile bütün yönleri kompleks bir halde birbirine girmiştir ve dalga dalga halinde yayılan bir bağlılık ve bütünlük sözkonusudur. Bu nedenle bireysel ve manevî yönü toplumsal yönünden kopuk olarak düşünemeyiz. Çünkü insandaki sosyal ruhun gücü o insanın şahsiyeti için gerekli olan bireysel manevî değerde gizlidir. Ayrıca insanın toplumsal hayatında manevî etkenlerle ortaya konan samimi eylemlerin insan toplumunun gelişmesinde, ilerlemesinde ve huzura kavuşmasında büyük etkisi vardır... İşte bu fonksiyonun manevî, ruhî bir ibadet olan namazla gerçekleştirildiğini görüyoruz. Çünkü namaz, manevî ve kişisel bir boyuta sahiptir. Bu boyutuyla nefsin derinliklerinde, insanın benliğinde Allah'a kulluğun anlamını gerçekleştirir. Ayrıca ahlakî ve sosyal bir boyutu da vardır. Bu aynı zamanda insanı kötülüklerden ve cinsel aşırılıklardan uzaklaştırır. Bu eylemler aynı zamanda bireysel ve toplumsal hayatta sevdiği ve sevmediği her konuda Allah'ın iradesine bağlı olacağına, O'na karşı sorumluluğunu pratik olarak takınacağına somut bir örnektir.
Aynı şeyi oruç için de söyleyebiliriz. Oruçla insanın Allah'a kulluğu gerçekleştirilmek istenmektedir. Bu da takvaya dayalı, yapıcı, sağlam bir iradenin oluşturulmasını gerektirir. Aynı şekilde temiz duygularla insanî bir ruha sahip olmasını zorunlu kılar. Orucun harekete geçirdiği duygularla başka insanların hayatında yer alan zorlukların, açlığın ve susuzluğun ne demek olduğunu kavramasına vesile olur. O, ruhu ve bedeni ile açlığın, susuzluğun ve mahrumiyetin ne anlama geldiğim öğrenir. Böylece bireysel bir toplumsal değerler iç içe girer.
Buradan hareketle şöyle bir düşünceyi ileri sürebiliriz, islam'ın öngördüğü yasalar, ibadete ilişkin yasalar da dahil olmak üzere, hepsi temel de insanın tüm boyutlarım göz önünde bulundurmuştur. Ferdi ve toplumu, maddî ve manevî her alanda göz önünde bulundurmuştur. Çünkü İslami yasalar, inşam, parçalan birbirine bağlı bir bütün olarak kabul etmiştir. O'nun olumlu ve olumsuz bütün niteliklerini hesaba katmıştır... Bunun ışığında görüyoruz ki, malların Allah yolunda harcanması, yasamada bu çizginin en canlı örneğini oluşturmaktadır. Çünkü buradaki kıymet onun maddî olan hacmiyle temsil olunmaz. İnsanî ve îslamî kişiliğin gerçekleşmesi ile somutlaşır. însanda harcama ruhunu yerleştirmeye çalışır, insanın bütün duygulan ile bütünleşen bu ruh, insanın zor durumda kaldığı özel durumlarda onun pek çok büyük sıkıntılarını ve üzüntülerini giderir. Bireyin mahrumiyetin açılarıyla boğuştuğu sırada kurtulmasına vesile olur. Büyük felaketlerle karşılaşılan toplu facialarda toplumun kendi kendine yeterli olma; hayatî ve ekonomik istikrarın ana temellerinden yoksun kaldığı durumlarda, ümmetin bir bütün olarak güvenlik, ekonomik, siyasal ve maddî açılardan sarsıntıya uğradığı sıralarda, umumi musibet hallerinde insanın bütün insanî duygularını harekete geçirir... Buna benzer daha bir dizi müsbet yönleri bulunan infak, insan gücünü, istikrarını ve insanî onurunu kazandıran temel etkenlerle yakmdan ilgilidir... Bu nedenle infak, verme ruhu ile iki boyutlu olarak harekete geçirilmek istenmektedir: Kişisel ve manevî boyutu. Bu, insanın, kişiliğini; oluşturacak hareketlere ve etkenlere yönelmesini bireysel ve manevî bir değer olmaları nedeniyle insanın sağlıklı bir yapıya kavuşması için gerekli olan kişisel özelliklerle donanmasını öngörür... Sosyal boyutu ise toplum ve ümmet için istikrarın, güvenin ve kuvvetin etkenlerini, hammaddesini oluşturur...
Kur'an-i Kerim'in insanı eğitmede izlediği metod şudur ki; Kur'an, insanı toplumun sorunlarını kendi özel sorunları olarak değerlendiren, sosyal problemlerle ilgili sorumluluğunu yüklenen ve bu sorunların kendi özel sorunları olduğu bilincine varan birbüinç ve duyarlılığa kavuşturur. Böylece toplumun ve bireyin kişiliğini maddî ve manevî olarak insanî bir olgunluğa doğru ilerleyen bir eylem üzerinde kaynaştırır. Bunun içindir ki infakm ruhunda somutlaşan harcama anlayışı insanın bu kişiliğini gerçekleştirir... Buna göre miktar önemli değil, ilkeye bağlılık önemlidir. Gelecek ayet-i kerimelerden anlaşılan da budur. Bu ayetler, infakm ilkesi ve türünden söz ederek mükafatını dile getirirlerken, onun miktarından ve sayısından söz etmemişlerdir. İnfakın sevar binin sınırsız bir şekilde katlanmasından söz eden ayetler de Allah'ın sevabına, Allah'ın mükafatına ve O'nun rızasına neden olabilecek infakın türüne, çeşidine özellikle dikkat çekmektedirler.
înfakın değeri, bu ibadet, manevî ve toplumsal atmosferi ile ortaya konduktan sonra, onun, müslüman insanın yaşadığı bütün hayatında îslamî kavramları yaşama çizgisinde harekete geçiren birdinamik olması gerekmektedir. Zira İslamî kişiliğin eğitiminde amacı gerçekleştirecek, hedefe ulaştıracak, teorik ve pratik, maddî ve manevî olarak onu geliştirecek olan dinamizm de budur. Bu nedenle ayetler Allah'ın yolunu, çizgisini özellikle vurgulamışlardır. Çünkü bu yol ve O'nun çizgisi Allah'ın sevdiği, razı olduğu, insanın gerçekleştirip, diriltmesini istediği işleri, eylemleri, atmosferi ve amaçlan temsil etmektedir. Cihad için malın harcanması Allah yolunda bir harcamadır. Çünkü cihad Yüce Allah'ın kullarına farz kıldığı eylemlerden biridir. Allah'ın kullannın, kültürel, sosyal, dinî ve sağlık yönünden düzeylerini yükseltmek için harcamada bulunmak Allah yolunda bir harcamadır. Çünkü Yüce Allah, in-sanlann güçleri yettikleri kadar bütün enerjileri ile insanlara yardımcı olmalarını istemiştir. Dilenciye, yoksula ve düşkün insanlara yardım amacı ile harcamada bulunmak Allah yolunda bir harcamadır. Çünkü Yüce Allah güçsüz, yoksul ve düşkün insanların üzüntülerini, sıkıntılarını, gidermeyi istemiştir. Böylece Allah yolundaki harcama dalga dalga genişleyip gider. İnsanların dünya ve ahiret işlerinde yararlı olan, insanların ve ülkelerin yararına olan bütün eylemler, bütün hayır işleri bu kapsamda değerlendirilir.
Allah'ın çizgisinin özellikle vurgulanması insanın işlediği her eylemde insanî değer taşıyan düşünceyi temsil etmektedir. Amelin ve eylemin hangi çizgide ve ne amaçla gerçekleştiğini ifade etmektedir. Peygamberlerin çizgisindeki hareketten uzak bir eylem için söz konusu cieğildir... Buradan insanın yardım duygusunu temsil eden cömertlik ve eli açıklıktan söz eden hadisleri daha rahat anlayabiliriz. Bu hadislerde sosyal hayatın her alanı ile ilgili ihtiyaçlara değinilmektedir. Bu alandaki boşluklar doldurulmakta, ihtiyaçlar giderilmekte ve ihtiyaç sahiplerinin yardımına koşulması istenmektedir. Böylece aç olanlar doyurulmakta, çıplak olanlar giydirilmektedir. Buna benzer bir dizi soruna yoksul ve fakir olan insanların sorunlarına çözüm bulunmaktadır... İslam'da ve İslam'ın ölçülerine göre mutlak değerlerden söz edilemez. İnsanın hayatında yeralan her şey Islamî açıdan ve İslamî amaçlarla kullanıldığında bir değer ifade etmektedir.
Bu çerçevede anlıyoruz ki maddî, manevî ve kişisel ihtiyaçlar için veya bir kapsamlı bireysel tutkular için infakta bulunmak ticarî bir eyleme dönüşür. Burada insan kâr amacını güder, başkasına takdim ettiği bütün harcamaları için bir karşılık bekler. Vermiş olduğu şeylerin karşılığında ilahî ve manevî atmosfere giremez, oranın havasını teneffüs edemez. Böylece Allah'ın yolundan uzaklaşır. Çünkü O, insanların kendi rızasını elde etmeleri için, Allah'ın sevabını, mükafatını elde etmeleri için harcamada bulunmalarını istemektedir.
Madem ki malların harcanması Allah içindir, öyleyse kendisine yardımda bulunulan adamın başına kakmanın ve ona eziyet etmenin anlamı yoktur. Çünkü bu ancak kişisel menfaatler için harcamada bulunmanın bir özelliğidir. Kendi kişisel çıkarlarını gözetmek için harcamada bulunmanın sıfatıdır... Allah yoluna gelince, orada bütün işler Allah için yapılır. Kişinin onda hiçbir fonksiyonu bulunmaz. Onun tüm fonksiyonu ancak genel düşünce ve genel isimlerle, genel unvanlarla ilgili olabilir. Onun bu bağlamda bir etkisi sözkonusu değildir... Yani o, başkasının kendisi üzerinde bir hakkı olduğunun bilincindedir... Çünkü İslam'a göre herşey gibi mal da Allah'ın malıdır. İnsana malı veren de Allah'tır, ona emanet eden de. Kendisi için ve başkaları için ondan harcamada bulunmasını isteyen de. Artık burada harcama kişisel eylem olmaktan, böyle bir anlam taşımaktan çıkar. Bu konudaki harcama, mal sahibi adına malı verilmesi gereken yere ulaştırma vekaletini üstlenmeye dönüşür. Artık burada başa kakma problemi kökünden halledilmiş bulunmaktadır. Bu ayet-i kerimeler değişik yöntemlerle bu tür başa kakmaların, sadakanın ve harcamanın değerini ve mükafatını tamamen ortadan kaldırdığını dile getirmişlerdir. Onun bu harcamasını, sadakası ile insanların gönlünü almaktan öte başka hiçbir-şeyi hedeflemeyen gösterişçi kimsenin yardımlarına benzetmişlerdir. Çünkü her iki meslekte de sonuca bakıldığında durumun aynı olduğu görülür.
Ayet-i kerimeler bu anlamlan ve bu anlayışı nasıl tedavi etmiştir? Şimdi biz ayetlerin bölümleri üzerinde dururken bunlara teker teker değineceğiz. [144]
"Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağı yüz taneli yedi başak veren bir tohum tanesine benzer." Ayet-i Kerime Allah yolunda harcamada bulunmanın mükafatını, insanın hayatında gözlemlediği somut bir örnek vermek suretiyle açıklıyor. Bu örneğe göre Allah yolunda harcamada bulunmak, çiftçinin toprağa' ektiği bir tohum tanesine benzetilmektedir. Bu tohum tanesi yeşe-rip büyüdüğünde yedi başak vermekte ve her başakta yüz tane bulunmaktadır... Böylece insan, Allah yolunda harcadığı mallarının, Allah katında yediyüz katma kadar çıkabileceğini, bir iyiliğin ye-diyüz iyiliğe dönüşebileceğini kavramaktadır...
Bir işe teşvik açısından onun mükafatından söz etmek dinî bir yöntemdir. İnsanın fıtratından kaynaklanmaktadır. Zira fıtrat kendi çıkarını sever, kazanmak ister, hüsrana uğramak istemez. Allah onların bu kişisel arzularını değiştirmemiş ve onu insanın içinde bastırmamıştır. İnsana maddî olarak zarar veren yükümlülükler, görev ve sorumluluklar verirken ona bir başka pencere açmıştır. Burada insan clünya hayatında kaybettiği malının karşılığında Allah'ın huzurianda bir kazanç elde etmektedir. îşte bu yöneliş ile insan yine kişisel arzusunu gerçekleştirmiş olmakta ve kazancını sağlamaktadır. Allah'a ve ahiret gününe iman ve eylemiyle şeytanın telkinlerinden, vesveselerinden uzaklaşmaktadır. Çünkü şeytan, her fırsatta insanın önüne zarar etmek ihtimallerini ileri sürerek, onun Allah yolunda harcamada bulunmasına engel olmak istemektedir.
Bazı insanlar diyebilirler ki, dünyada hiçbir başakta yüz tane bulunmaz. Zira şu ana kadar tespit edilen en yüksek rakam birba-şakta seksen tanenin bulunduğudur. Öyleyse ayet-i kerimede söz-konusu edilen ve pratik eşine rastlanmayan bu vaadin gerçekleşebileceğini nasıl anlarız? Cevap: Birinci olarak bir şeyin görülmemesi onun yokluğu anlamına gelmez. Çünkü bizim rastlamadığımız bir yerde bu, tür bir başağın var olabileceğini engelleyen hiçbir neden yoktur. İkinci olarak; örnek verme yöntemi, örnek verilenin bütünü ile mevcut olmasını zorunlu kılmaz. Burada önemli olan, verilen Örnekte çizilen tablo ile düşünceyi anlaşılabilir hale sokmak ve rahat kavranmasını sağlamaktır. Örnek güzel kavrandığında işin realitesi de kavranacaktır. Çünkü burada önemli olan, Allah yolunda harcamanın ne denli büyük bir sevaba, mükafata neden olduğunu ortaya koymaktır. Bu öyle yüksek düzeyde bir mükafattır ki, insan bir realite olarak onu verilen örnekte rahat biçimde algılayabilmekte ve kavrayabilmektedir. [145]
Bazıları bu cezanın yapısından ve açıklamasından söz edilmesini isteyebilirler. Allah'ın bu şekilde mükafatı kat kat artırması sırf Allah'ın bir lütfü mudur, yoksa sevabın hacmini yapılan harcamanın hacmine yaklaştıran başka bir hikmet, bir sırmı vardır?
Bu soruya şu şekilde cevap verilebilir. Elbetteki bu, Allah'ın bir lütfudur. Fakat yapılan iyiliğin sonuçlarından da etkilenmektedir. Zira yapılan bir harcamanın değeri, bireyin, toplumun ve ümmetin problemlerine, sıkıntılarına ne ölçüde çözüm getirdiği ile doğru orantılıdır. Zira bu tür problemlerin çözüme kavuşturulma-ması hayatta yeni problemlere, daha dramatik olayların meydana gelmesine de yolaçabilir. Çünkü bir problem uzun boylu devam ettikçe o problemi yaşayan bireyin hayatını olumsuz yönde etkilemeye devam eder. Bu da hayattaki dengeyi büyük Ölçüde bozar, önemli gediklerin açılmasına yol açar. Dolayısıyla bu tür problemlerin zamanında çözüme kavuşturulması aynı zamanda birçok problemin ortaya çıkışını da engeller. Aynı şekilde olumlu yönde gelişmelere de neden olur. İnsanın hayatında ilerlemeye, gelişmeye ve yükselmeye yönelik yeni bir hareketin oluşmasına da ciddi katkılarda bulunur. Bu da gösteriyor ki maddî yönden bir harcama, bir verimlilik insanın mahrum ve yoksul bırakılmış maneviyatını kurtarır, onun önünde ruhî verimliliğin alanını genişletir. Onu verimli ve bereketli bir ortama sokar... Mükafatın derecelerini, mahrumiyetin türüne ve insanın güçleri ile özel ve genel hayatı üzerindeki etkisine bağlı olarak açıklayan pekçok hadisi de bu şekilde anlıyoruz... Buradan anlıyoruz ki sevabını hacmi, mükafatın büyüklüğü, bu harcamanın gerçekleştirdiği olumlu sonuçların hacmiyle doğru orantılı, olumsuz sonuçların gerçekleşmesi ile de ters orantılıdır. Yoksa bizzat harcanan şeyin kendi hacmi, azlığı-çokluğuyla ilgili değildir... İşte bu yaklaşımın ışığında ayetin sonraki bölümünü de rahatça anlayabiliriz: "Allah dilediğine kat kat ve-' rir." Harcamasının doğuracağı sonuçlara bağlı olarak, "Allah 'in lütfü geniştir. O, herşeyi bilir." Bu lütuf herhangi bir harcama ile sınırlı değildir. O, sizin birşeyi verirken ne niyet ve düşünceye sahip olduğunuzu bilmektedir, neden vermediğinizi de.
"Mallarını Allah yolunda harcadıktan sonra sadakalarım başa kokmayanlar, onur kırma aracı olarak kullanmayanlar, sadakalarının mükafatım Allah katında alacaklardır. Onla in üzerinde herhangi bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." Allah'ın huzurunda kendilerini harcamada bulunmakj^in sorumlu tutarak mallarını Allah yolunda harcayanlar ve Allah'ın kendilerine yüklemiş olduğu görevlerini yerine getirmelerini gerektiği bilincinde olanlar kendileri için harcamada bulundukları hiçbir insana üstünlük taslamaz ve yaptıkları iyilikleri onların başına kakmazlar. Çünkü o bir şahıs olarak infakta bulunduğu kimseyle bir ilişki içinde değildir. O, sadece zorunlu ve güzel olan görevlerinden birini yerine getirmiş olmakta, bu nedenle harcamaya kaynaklık etmektedir. Kendisi için harcama yapılan taraf da şahsî olarak herhangi bir konuma girmek durumunda değildir. O da sadece kendisi için belirlenmiş olan bir hakkı almış olmaktadır... Dolayısıyla infakta bulunanlar Allah'a saygıdan kaynaklanan bir ruh ile görevlerine devam etmek isterler. Yardımda bulundukları kimselerin duygularını rencide edecek herhangi bir sözün kendilerinden sadır olmasına izin verme-zer. Bunlar, Allah'ın insan için öngördüğü günlük hayatın programı içinde dosdoğru, pratik bir uygulama çizgisi üzerinde, yaşamasını istediği ruhî ve amelî, maddî ve manevî, teorik ve pratik değerleri yaşayanlardır. Evet bunlar AUah katında güven içinde olanlardır. Allah'a yakın bulunma ve O'nun rızasına kavuşmanın sevincini yaşayanlardır. Kıyamet gününde Allah'ın kendilerine sağlamış olduğu îütuflar ve nimetler içinde her yönü ile mükemmel bir hayatı yaşayacak olanlardır.
"Güzel söz ve hoşgörü, başa kakılan sadakadan daha iyidir. Allah 'in hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. O Halimdir." Sadaka verdikleri halde, sadakalarını yardımda bulundukları insana karşı psikolojik bir komplekse dönüştürenler ve bu kompleks ile yaptıkları harcamaları lekeleyenler, yardımda bulundukları insana karşı üstünlük pozisyonuna girenler, yardımda bulundukları insana sürekli olarak yoksulluk, fakirlik, mahrumluk halini hatırlatanlar, kendilerinin desteği ve yardımıyla o yaşadıkları hayatın korkunç felaketlerinden kurtulduklarını dile getirenler ve sözkonusu kişiyi bütün bunlar karşısında psikolojik açıdan ezenler... İşte Allah bunlara diyor ki, Öyle insanlar var ki kendi onurlan ve şerefleri ile aç kalmayı, onurlarının kırılması ile beraber karınlarının doymasına tercih ederler. Kendi onuru ve şerefiyle maddî yönden yoksulluk içinde yaşadığı bir hayatı izzet ve şerefinin ayak altına alındığı bir hayata tercih ederler. Yoksulluk içinde onurlu yaşamayı, bolluk içinde iz-zetsiz ve şerefsiz yaşamaya tercih ederler. Eğer siz bu insanlara yardım ederek, onurlarını, başa kakmak ve rahatsız etmek suretiyle kırmak istemiyorsanız onlara en azından şunu yapınız: Onlara güzel söz söyleyin, onurlu ilişkilerde bulunun, hoşgörülü olun. Çünkü bu, sizin onlara yardımda bulunup başlarına kakmanızdan daha iyidir. Allah sizden zengindir, başkalarına kötülük yapan, onları horlayan eylemlerinize, işlerinize ihtiyacı yoktur. "Halimdir " suçlu olanı hemen cezalandırmaz, doğru yola girdiğinde onu bağışlayabilir. [146]
"Ey müminler, tıpkı Allah 'a ve Ahiret gününe inanmadıkları halde başkalarına gösteriş olsun diye mallarını harcayanların yaptıkları gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve onur hrma ama haline getirerek boşa çıkarmayın." Burada düşünce ilahî bir çağrıya dönüşmektedir. Müminlerin içindeki iman duygularını harekete geçirerek başa kakmayı ve onur kırmayı onlara tanıtmaktadır. Bu tür hareketlerin, . imanın yapısıyla bağdaşmayacağım vurgulamaktadır. Çünkü mümin, imanın gereği olarak yaptığı işin manevî yönünü ve manasını korumak zorundadır. İman sıfatı kardeşinin onurunu korumayı, elde etmek istedikleri mükafata ulaşmak için sadakalarım boşa çıkarmaktan sakındirmayı esas alır. Çünkü imanla insanın içindeki gizli etkenlerin yapısı ortaya çıkar. Başa kakma olayı ise Allah yolunda çalışmak ve O'na yakın olmak çizgisinden tamamen uzaktır. Tıpkı gösteriş için infakta bulunup insanların övgüsünü ve nzasını elde etmek isteyen riyakar adamların yaptıkları gibi... Halbuki bu tür eylemler insanı Allah'a bağlayan güzel girişimlerden hayli uzşk bir vadide seyretmektedir.
Bu tür durumlarda Allah yolunda harcama, insanı Allah'a yakınlaştırıcı bir ortamda manevî bir yükseliş çizgisinde insanın ruhî ve manevî bir değer olarak yükselişindeki değerini yitirmektedir. Maddî bir çıkar çalışmasına dönmektedir. İnsanın, karşılığında - benzerini veya daha üstün bir karşılığını elde etmeyi amaçladığı bir çıkar çabasına dönmektedir. Veya başkalarına karşı içindeki kişisel kompleksini tatmin etme aracı olmaktadır. "Tıpkı Allah'a ve Ahiret gününe inanmadıktan halde başkalarına gösteriş olsun diye..." Yüce Allah, gösteriş yapan ve iyiliklerini başa kakan bu iyilik sahiplerini Allah'a ve Ahiret gününe inanmamakla nitelemektedir. Çünkü iman, sadece ifade edilen bir söz veya yapılan bir iş değildir. İman, bir tutum, birtavır, bir konumdur. Hareketini Allah'a imandan alır. Bu iman, insanın bünyesini manevî etkenlerle harekete geçirir. Allah'a yakın olma alanında geniş ufuklara açılması için onu adım atmaya zorlar, insanın iç derinliğinden kaynaklanan ihlas ve samimiyet ilkesine dayanmayan tatlı ve yumuşak sözlerin değeri yoktur. Allah'ın sevdiği ve razı olduğu dosdoğru çizgiden kaynaklanmayan, hayatın güvenini ve onurunu gerçekleştirecek ve onu yüce, büyük amaçlara doğru harekete getirecek bir hayatı gerçekleştirmeyi amaçlamayan küçük-büyük hiç bir eylemin, iş ve çalışmanın değeri yoktur... Böyle bir durumda insan kendi içinden gelen iman hareketinden yoksundur. Dolayısıyla onun eylemleri iman çağrısının bir yankısı olmaz. Çünkü bu hareketlerin temelinde dünyaya dayanmak sözkonusudur. Ahiret arzusu ve Allah'ın mükafatına kavuşma düşüncesiyle ortaya konan bir eylem yoktur.
"Böylesi, sağanak halindeki bir yağmura tutulunca, çırılçıplak kalan toprakla örtülü bir kayaya benzer. Bunlar yaptıkları iyilikten hiçbir şey elde edemezler. Allah, kafir topluluğu doğru yola iletmez." Yüce Allah bunlara bir Örnek vermektedir ki bu somut tabloyla onlar konuyu daha derin boyutlarıyla anlasınlar. Binbir çabayla ortaya konmuş olan çalışmalarının işin sonunda birden nasıl bütün müs-bet yönlerini yitirdiğini anlasınlar... Peki bu tabloyu zihnimizde nasıl canlandırabiliriz?.. Gözlerimizin Önüne sert bir kayayı getirelim, su onun üzerinden rahatlıkla akıp gitmektedir. Biz bu kayanın üzerine ince bir toprak seriyoruz, sonra bu toprağa tohum atıyoruz, onu korumaya ve ona hizmet etmeye çalışıyoruz. Nihayet tohum filizleniyor ve dallan havaya yükselmeye başlıyor... Biz de dışarıdan baktığımızda onun sürekli sabit ve kalıcı olduğunu sanıyoruz.,. Sonra birden bardaktan boşanırcasma bir yağmur başlıyor... Her tarafı sular kaplıyor. Ekini ayakta tutan toprak katmanı suyun akıntısına katılıp gidiyor. Onca çaba sarfetmesine rağmen ekini ekene hiçbir şey bırakmıyor. Ekin, tümü ile yok olup gidiyor. Çünkü ekin, toprakta derin bir köke sahip bulunmuyor. Zira üzerinde bulunduğu toprak dahi yerin derinliklerine kadar uzanmıyor, yalçın bir kayanın üzerinde duruyor. Ekinin ve suyun nüfuz edeceği bir derinliği bulunmayan sığ bir toprak katmanı... îşte bu örnek sapıklık çizgisinde yürüyen ve eylemleri için kendi içlerinde derin boyutlar açmayan, onlan sürekli ve kalıcı kılmayan, aksine yüzeysel etkenlere dayanmaya özen gösteren kafirlerin örneğidir.
Halbuki bu tür sığlık ancak basit etkenlerin tesirini karşılayabilir. Sadece şehevî duyguların çerçevesinde yaşayıp gider, imanın derinliğine ulaşamaz...
"Buna karşılık, mallarını Allah'ın rızasını elde etmek ve gönülle-rindeki imanı pekiştirmek için harcayanların durumu da, yüksekçe bir tepedeki bol yağmur alarak ürünlerini iki kat olarak veren ve bol yağmur görmediğinde de mutlaka çisinti gören verimli bir bahçe gibidir, Hİç kuşkusuz Allah her yaptığınızı görür." Buradaki tablo tamamen farklıdır. Bunlar mallarını Allah'ın kendilerinden razı olmasını diledikleri için harcayanlardır. Zira onlar imanî duygularının, pratik hareket ve uygulamalarının zorunlu bir sonucu olarak buna ihtiyaç olduğunu hissetmektedirler. Hayattaki tekamül çizgisine kavuşmak için bu eylem gereklidir. Bunlar mallarını dağıtırken kendi içlerinde değişmez v£ yapılarında farklılık göstermez bir şekilde yer eden köklü bir değerden hareket ederek harcamada bulunanlardır. Herhangi bir sarsıntı ve sallantı ile gelip-geçen, ortaya çıkıp-si-nen, geçici eylemler-basit adımlar değildir... Onların bu eylemini ve düşüncelerini somut bir şekilde ve açık olarak tablolaştıran örnek ise, yüksekçe bir tepe üzerinde bulunan verimli bir bahçedir. Yüksekçe bir yer, ekinin güven selameti için alçak bir yerden daha iyidir. Çünkü alçak yerler ekine zarar verebilecek bir takım şeylerin saldırılarına maruz kalabilir. Zira genellikle çöplükler, artıklar bu tür alçak yerlere, çukurlara doldurulur. Onlar da bunu kaldırır. Öte yandan yüksek yerler böyle değildir... Biz bu bahçeyi ve şu yüksekliğin koruma altına aldığı tepeyi ve köklerini yerin derinliklerine kadar salan ekinleri düşündüğümüzde artık orası için süreklilik, sağlamlık ve kalıcılık gözlerimizde canlanmaktadır... Bol yağmur geldiğinde orayı daha da geliştirir, canlandırır, ürünlerini bir kat daha artırır. Yağmur azaldığında ise çisinti ve nem alan, böylece harekete geçen, parlaman ve yavaş yavaş gelişen bir bahçe.,. Her iki halde de yeryüzünü yeşerten ürününü veren, bereket ve hayat dolu olan bir bahçe... Malını Allah yolunda harcayan insanın durumu da budur. Allah katındaki hayatında bu verimlilik devam ettiği gibi insanlığın hayatında da iyilik ve bereket devam edip gider. Ruh ve imandan kaynaklanan derin kökleriyle onun ki-şisel hayatında da bu eylem devam eder... Kur'an, insanın önüne bu iki ayn tabloyu sunmaktadır ki kişi ona göre bir eylemde bulunsun. Allah'ın kendisine bağışladığı akıl vasıtasıyla bu iki tablonun kalıcılığa, sürekliliğe ve kazanca en yakın olanını tercih etsin. Hem dünyada, hem ahirette daha fazla kâr getirenini seçsin. Bu ise Rab-bine ve hayattaki sağlam dosdoğru çizgisine tam bir şekilde güvenen insanın, malını Allah yolunda harcamasidır. Allah, insanın yaptığı herşeyi görmektedir. Hem gizli hem açık olarak yaptığı herşeyi... Çünkü O, gözlerin kaymasını ve gönüllerin gizlediğini çok iyi bilmektedir. [147]
"İçinizden biri ister mi ki altından ırmaklar akan bir hurma ve üzüm bağı olsun, bağda her türlü meyue ağacı bulunsun ancak hayli yaşlanmış olduğu halde ve bakıma da muhtaç çocukları varken bu bağ ansızın esen sam yeline tutularak yanıp kül olsun." Yüce Allah, infakın iyi, güzel, olumlu yönüne bizi bağlayacak kötü ve olumsuz yönünden bizi uzaklaştıracak bir tablo sunuyor... Çünkü bu yönün ve bu olumlu bağlılığın oluşturulmasına ciddî bir şekilde.ihtiyaç vardır, insanın, pratik hayatında Allah'a ve O'nun yüce yasalarına karşı takınması gereken tavnn bilincinde olması ve buna bağlı olarak pratik bir eyleme dönüştürdüğü herşeyin, varmak istediğimiz sonuçla köklü bir bağlantı içinde bulunması... îşte elimizde bütün çıplaklığı ile canlı bir tablo: Ömrünün son demlerini yaşayan, zayıf düştüğü için kendi geçimini çalışarak veya başka bir yolla kazanma gücünü yitiren, öte yönden küçük yaşta olmaları, hasta bulunmaları veya başka bir nedenle çalışmayacak bir durumda bulunan güçsüz çocukları da olan ihtiyar bir adamın durumunu düşünelim... Bu tablonun yanında, bu yaşı geçmiş ihtiyarın umut bağladığı, zihninde canlandırdığı bir tablo daha var: "Altından ırmaklar akan bir hurma ve üzüm bağı olsun, bağda her türlü meyve ağacı bulunsun." Bu öyle bir bahçedir ki, onun geçimini garanti ettiği gibi hayatını da gü--vence altına almaktadır. Kendisinin kişisel sorumlulukları ile çocuklarının sorumluluklarını yerine getirme gücünde olmadığı gibi, ilaveten hem kendi sorumluluklarını hem de babalarının sorumluluklarım yerine getirme gücünü kendilerinde görmeyen güçsüz çocuklarının da hayatlarını teminat altına almaktadır. Bu ihtiyar adamın hayatî öneme haiz beklentisinin ne kadar önemli olduğunu, ona karşı nasıl bir duyarlılık içinde olması gerektiğini, nasıl bir şuur ve bilinçle ona yöneleceğini düşünelim. Bu bahçe onun hayatında tüm ümitlerinin suya düştüğü bir anda ona ümit veriyor. Bütün ufuklarının kapandığı bir sırada aydınlığın kapılarını ona açıyor. Artık rahatlıyor, gözlerini kapatıyor ve bütünü ile gevşiyor, yan gelip yatıyor. Onun kaynaklarından akıp gelen bolluk ve bereket dalgalan, peşpeşe yetişip gelen meyveleri onun geleceğe ve hayata karşı zayıflayan duygularını kamçılıyor... Artık o, bütün sorumluluklarında ve problemlerinde herhangi bir üzüntü duymuyor hayatında... Çünkü bu bahçe onun tüm sorumluluklarım hafifletiyor, maddî problemlerini çözüme kavuşturuyor ve onun geçimindeki zorluklan bertaraf ediyor... Fakat birden tablo değişiyor. Birden bire kasırgalann taşıdığı ateş, her tarafı kasıp kavuruyor, bütün bu meyvalan harap ediyor, hurmalann ve üzümlerin hepsini yakıyor.'.. Bu yaşlı ve ihtiyar adam, güçsüz olan ço-cuklan ile birlikte sahnenin önünde duruyor. Artık onun duygula-nnı kalem ile anlatmaya çalışmak, söz ile dile getirmek mümkün müdür?.. Bu, gerçekten insanı yakıp kahreden bir umutsuzluk ' deryasıdır. İnsanın iç aleminde hayatın en ufak bir anlamını dahi bırakmadan silip süpürür... Gecenin karanlığında ortalığı kasıp-kavuran rüzgann önünde sürekli hareket içinde bulunan kum yığınları arasında korkunç bir yokoluşun tanımını içinde taşımaktadır.
Bu tablonun hemen yanıbaşmda yeni bir tablo daha çıkıyor. Bu, insanlara gösteriş için malını harcayan, gösterişçi insanın tablosu ile, harca-dığı mallan insanlann başına kakan ve onların onurunu kıran insanın tablosudur... Onlar bu eylemleri ile büyük sonuçlar elde edeceklerini, kurtuluşa ve Allah'a yakınlığa kavuşacaklarını sanıyorlar... Çünkü onlar çok şey harcamışlardır ve verdikleri şeyler gerçekten değerlidir. Bu da onlann akıbetini garanti altına almaktadır. Fakat onlar işin sonunda kesin bir hayal kırıkh-ğma, mutlak bir hüsrana uğrayacaklardır. İnsanın, önceki yaptıklarını yeni bir eylemle destekleme imkanından yoksun kaldığı, artık kesinlik kazanmış zorunlu akıbetinden asla kurtulamayacağı bir günde, onun tüm yaptıklan, fırtınalı bir günde şiddetli bir rüzgar tarafından havaya savrulan bir kül halini alacaktır.
"İşte böyle, düşünesiniz diye Allah size ayetlerini açtk bir şekilde anlatmaktadır." Bu, insanın, karşısında tüyleri ürpererek durduğu, sanatının üstünlüğüne hayran kaldığı bir sanat mucizesi değildir. Bereketi elde. etmek için ezberlenmesi gereken bir dua da değildir. İnsanın kendi hayatını ona göre düzenlemesi, Allah'ın sevdiği ve razı olduğu dosdoğru çizgi üzerinde yürümesi, dünya ve ahiret kurtuluşuna götürecek en güzel vasitalan, en iyi araçlan tercih etmesi için ibretle önünde durması, öğüt alıp düşünmesi içindir. İşte müminlerin hem yaptıklan işlerde hem de yapmadıkları işlerde esas aldıkları yol budur. [148]
"Ey müminler, kazandıklarınızın temiz ve kaliteli olanları ile sizin için kendiniz göz yummadan alamayacağınız, adi ve kalitesi bozuk şeyleri vermeye kalkışmayın. İyi bilin ki Allah 'in hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, övülmek O'na mahsustur.
Şeytan fakirlikle korkutarak size cimriliği, kötülük işlemeyi emreder. Oysa Allah size kmdi katında bağışlama ve bol nimet va 'd eder. Allah'ın lütfü geniştir, O herşeyi bilir.
O, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse ona çok hayırlı bir şey verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri düşünüp anlayabilirler.
Verdiğiniz her nafakayı, adadığınız her adağı kuşku yok ki Allah bilir. Zalimler için bir yardımcı yoktur.
Eğer sadakaları açıktan verirseniz bu güzeldir. Şayet onları kimse görmeden fakirlere verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Ve bu, bir kısım günahlarınızın silinmesine vesile olur. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
Onları doğru yola getirmek sana düşmez, ancak Allah dilediğini doğru yola iletir. Hayır amacı ile ne infak ederseniz bu kendiniz içindir. Zaten siz sırf Allah rızasını kazanmak için infak ederseniz. Yaptığınız her hayır amaçlı harcamanın karşılığı size eksiksiz olarak verilir, kesinlikle size haksızlık yapılmaz.
Kendilerini Allah yoluna adamış, bu yüzden yeryüzünde (dünyalık için) koşmaya fırsat bulamayan ve hayaları yüzünden, tanımayanlar tarafından varlıklı sanılan fakirlere yardım edin. Sen onları yüz ifadelerinden tanırsın. Yüzsüzlük edip hiç kimseden bir şey istemezler. Yaptığınız her hayır amaçlı harcamayı kuşku yok ki Allah bilir.
Mallarım gece-gündüz, gizli-açık Allah yolunda harcayanların mükafatı Allah katında verilecektir. Onlar korkmazlar ve üzülmezler de."
(Bakara: 267-274)
Bu, İslam düşüncesinden infakm detaylarına ilişkin başka bir değerlendirmedir. İnsanın harcadığı malın türü açısından ve bunların kime verileceği konusunda bir açıklamadır... Gizli ve açık harcama açısından bir değerlendirmedir. Bu tür işlerden söz edilmesi, müminlerin üzerinde yürümesi gereken doğru çizgiyi ortaya koymak içindir. Bu, yolun yapısını ve amaânı net olarak gözler önüne sermek içindir.
Bu ayetler bize bir insan tipini tasvir etmektedir. Bunlar kendi yaramaz mallarını infak etmeyi tercih ediyorlar. Eski olduğundan, tadı veya şekli güzel olmadığından veya herhangi başka bir nedenle başlarından savmak istedikleri, herhangi bir yolla kendisinden kurtulmak istedikleri mallarını infaka ayırıyorlar. Onlar bu mallan alabilecek kimseyi bulamasalar dahi zaten başlarından defetmek istemektedirler. Başkaları bu tür mallan kendilerine verecek olsa ancak gözlerini kapatarak belki kabul edebilirler... Allah, bu tür işlere teşebbüs eden insanlara diyor ki: Allah'a inanmanın gereği bu değildir. Zira bu şekilde harcamada bulunmak Allah sevgisi ve rızasından kaynaklanan manevî değerler ve el açıklığının Özü ile bağdaşmaz ve onu temsil edemez. Aksine, yaramaz mallardan infak adı altında kurtulmanın yollarından biridir. Değerlerle oynamak bu konuda kendini aldatmaktır. Kur'an-ı Kerim bu tür hareketlerin şeytanın aldatmaları ve saptırmaları sonucu ortaya çıktığını belirtmektedir. Şeytan, bu konuda insana fakirlik korkusu ile cimriliği aşılamaktadır. Kazandığı ve ektiği şeylerin en güzel gelirim, rızkının en temiz olanım bu yolda harcadığında yoksul düşeceğini aşılamaktadır. Allah'ın insanlann günahlarım bağışlayabileceğim, dünya ve ahirette ona bir takım Iütuflarda bulunacağını. Ödüller vereceğini hatırlatmaktadır... İnsan en iyi malını bırakıp, değersiz mallarım infak ederek şeytanın direktiflerine uymamalı, onu sevindirmemelidir. O'nun telkin ettiği cimrilik ve bencilliğe düşmemelidir. Allah'ın insandan zengin olduğu, emirlerini ve yasaklarım da kendisinin ancak yürürlüğe koyabileceğini hatırlatmasına kulak asmamahdır. Çünkü bu iyiliğin mükafatım alacak olan sadece kendisidir. Yoksa o, az da olsa Allah'ın mülküne herhangi bir katkıda bulunamaz. Allah'ın lütfü ve mülkü geniştir. O'nun herhangi bir rızkı daralmaz. Kuluna vermiş olduğu nzık ve eşya iyi işlerinin karşılığıdır... Onların kalplerinde gizlemiş olduğu herşeyi bilir. Allah'ın emrine bağlılık veya ona karşı gelmeye ilişkin yapmış olduğu bütün işleri bilmektedir.
Sonra insanın gözleri önüne hayattaki hikmetin yorumu getirilmektedir. Bu kavram, insanın amellerinin dakik ve ince ölçülere göre düzenlenmesini ve tüm işlerini, durumlarını eşyanın bu ölçüsü ile planlanmasını ifade etmektedir. Her şeyi yerli yerine koymaktadır. Vermesi gereken bir şeyi alıkoymamakta, alıkoyması gereken şeyi de vermemekte, hiçbir şeyi başka birşeyin yerine geçirmemektedir. Dengeli olunması gereken konularda artırma ve eksiltme açısından zerre kadar, artırma veya eksiltmeye gitmemektedir... Yüce Allah, hikmetin, dilediği kullarına verdiği büyük bir nimet olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü O, hayatta insanın sağlıklı bir dengeye ulaşmasını sağlamaktadır. Dolayısıyla insanın şahsiyetinde büyük bir değer ifade etmektedir. Makam ve mevkiden, mal, mülk ve güzellikten daha çok değerlidir. Çünkü bunların hepsini dufulması gereken yerde durduracak olan ve onlara yön vermesi gereken yine O'dur... Dolayısı ile kime hikmet verilmiş ise ona gerçekten bir iyilik verilmiştir, ilkesini kabul etmek tutarlı olacaktır. Çünkü dünya ve ahirette insana iyilik kapılarını açan, doğru yola iletip, yanlış yoldan uzaklaştıran O'dur... Aklı ba-Şinda olan insanın bütün bunları iyice değerlendirmesi ve O'nun direktiflerine göre hareket etmesi gerekir. Çünkü akıllı kişi odur ki, hayatında yaşamış olduğu anılan, deneyimleri, yolunu aydınlatmak için kullansın ve onu, amacına ulaştırmak için araç kabul etsin. Bu amaç da hiç şüphesiz Allah'ın rızası ve sevgisidir... Çünkü Allah, kulun harcamada bulunduğu bütün infaklannı bilmektedir. Kendisini Allah'a yakınlaştıracak olan ne gibi adaklar bulunduğunu da... Onun mükafatını da bu eylemlerine göre verecektir... . Allah'ın kendilerine vermiş olduğu malı belirlenen yerlere harcamayarak, cimrilik ve bencillikle Allah'a karşı gelerek kendi nefislerine zulmeden zalimlere gelince: Allah'ın kendileri için berillemiş olduğu haklan, fakirlere ve yoksullara vermeyerek yiyen zalimlere gelince... Evet bunlara gelince onlar için ne dünyada ne de ahirette bir yardımcı yoktur. Zira Yüce Allah, doğru yolundan sapan, hidayetinden uzaklaşan bu tür insanlara yardım etmez.
Allah yolunda verilen mallann gizli veya açık olarak verilmesi konusuna gelince, bu konuda herhangi bir engel yoktur. Yeter ki bu konuda açık olarak vermeyi gerektiren bir neden bulunsun, eğer açık olarak infakta bulunmak başkalarına da cesaret verecekse burada açıkça harcamada bulunmakta bir sakınca yoktur. Zira bazı insanlar arasında yapı itibariyle yanş anlayışı vardır. Bunlar kendileri gibi bazı insanların iyilik yaptığını görmedikçe iyi amellere koşmak akıllanna gelmez... Açıkça harcamada bulunmanın, veren-alan ve başkalan açısından başka nedenleri de olabilir. Mesela, yardım edilecek olan insan kendini gizleyen ve toplumda muhtaç konumda görülmesini istemeyen iffet ve onur sahiplerinden biri ise onlann onurların ve durumlannı muhafaza etmek için gizlice onlara ulaşmak gerekir. Onlara yardımda bulunurken, onlann bu kişisel durumlannı ve konumlannı muhafaza etmek gerekir... Gizli olarak yardımda bulunmak, yardımda bulunanın kişiliği açısından da yararlı olabilir. Onu bu açıdan eğitebilir. Çünkü bu şekilde bir davranış onun samimiyetini ve manevî değerlere olan derin yakınlığını ifade eder. Her türlü gösteriş şaibesinden uzak, başkalannm haberi dahi olmadan yapılan bu eylem onda bu duygulan canlandınr. Ayetin sonunda Yüce Allah tekrar gizli yardıma döner. Çünkü sadakada asıl olan budur. Sadaka, Allah'a yak-laştıncı bir ibadet olması nedeniyle ihlas ve samimiyeti de beraber taşımak zorundadır. İnsanın kişisel arzu ve isteklerinden tamamen uzak bir ortamda gerçekleşmelidir.
Burada ayet-i kerime peygambere yönelmektedir. Olabilir ki, etrafını kuşatan müminlerin tutumlanna, infakla ilgili emir ve yasaklar konusundaki çizgisinden sapmalanna bakıp aklında ve düşüncelerinde bir takım olumsuz kompleksler oluşabilir. Çünkü O, bütün işlerinde Allah'ın gösterdiği doğru yol üzere yürüyerek ve bu sisteme bağlanarak, imanlarının düzeylerine yükselmelerini müminlerden istiyordu. Yüce Allah, onun düşüncesinde meseleyi normal yerine oturtmayı diledi. Peygamberin görevi insanlara doğru yolun kapısını açmak, kurtuluş ortamı hazırlamaktır. Bu konudaki bütün yöntemleri kullandıktan sonra artık onun görevi sona erer. Onun dışındaki sebebler Allah'ın elçisinin iradesi ve ihtiyarı dışında kalır. Bunların olumlu veya olumsuz sonuçları artık doğru yoldan veya sapıklıktan yana tavır koymanın bir gereğidir... îşte onlann doğru yola iletilmelerinin Allah'a nisbet edilmesi bunun içindir. Zira eşyanın normal sebeblerinin doğrudan kullara nisbet edilmesinin de doğru olduğu anlaşılmaktadır... Daha sonra ayet mü'minlere yönelmekte, onları doğru yola çağırmakta ve bu yolda yürümelerini istemektedir. Onlara aşıladığı düşünce ile yapılan iyiliğin faydaları ve sonuçlarının onu işleyene ait olduğunu belirtiyor ve onlann hiçbirini Allah'a izafe etmiyor. Harcamada bulunduklarında Allah'ın nzasını elde etmek için harcama yapmalarını öngörüyor1. Çünkü infak, ancak bu şekilde insanı Allah'a ve Ahirete bağlayabilir. Ancak bu şekilde insan hem dünya hem de ahirete Rabbinin kendisi için hazırladığı karşılığı, hiç bir zulme haksızlığa ve eksiksizliğe yer vermeden hak etmiş olur. [149]
Allah'ın,, kendi yolunda harcanan malların, verilmesini istediği bu insanlar, her fırsatta ve bütün yollarla istemesini bilen, artık dilenmeyi kendileri için bir geçim vasıtası kılan insanlar mıdır?.. Böylece Allah'ın bu hükmünü, boş gezmeye, çalışmaktan vazgeçmeye, kolay kazanç yoluna oturup geçimini sağlamaya araç kılanlar mıdır?
Yoksa bunlar, elindeki tüm imkanlarını kullandıkları halde sonuçta bir kapı bulamayan, güçlerinin yetmediği noktalara, artık acizlik sınırlarına dayanan, geçemlerini teinin edemeyecek derece de sıkıntı içinde olmalarına rağmen kendi dünyalanna çekilen buna rağmen onurlan ve şerefleri el Vermediği için dilenmek amacı ile zenginlerin kapılarına dikilmeyen, bunu kendilerine yedirme-yen, yedikleri ve giydikleri ile durumlannın pek öyle acınacak bir halde olmadığını, kendilerini geçindirebilecek kadar bir zenginliğe sahip olduklan imajını vermeye çalışan insanlar mıdır? Ayet-i kerime bu sorulara cevap veriyor ve ikinci gurup insanı yardıma müstehak olarak görüyor. Çünkü Yüce Allah, çalışmaya gücü yeten insanlann kolay bir geçim yolu elde etmek için dilenmelerini istemiyor. Zira böyle bir anlayış toplumu başkalannm sırtından geçinen işsizler kümesi haline getirir. Halbuki İslam, bu tür bir davranışı benimsemez ve ona karşı koyar. însanlann alınterleri ve ellerinin emeği ile kendi ihtiyaçlarını gidermelerini ister... Fakat onurlu bir geçim vasıtasına sahip bulunmayan aciz ve düşkün kesimler ise... Bu kesime gelince, toplumun bütünü onlardan sorumludur. Onlara yardım etmek, işlerini görmek, maddî ve manevî düzeylerini yükseltmek ve toplumun boynunun borcudur. Sonra ayet-i kerime mallarını gizli ve açık olarak Allah yolunda harcayanları, Allah katında güvenle, O'nun nzası ve mükafatı ile sevinmeyle, müjdeliyor... Çünkü onlar daha dünya hayatında iken Allah'a bağlılık göstermişler ve topluma büyük hizmetler yapmışlardır. [150]
Bütün bunlardan sonra bu ayetlerden anlaşılması gereken nedir?
Bu ayetlerden anlaşıldığına göre insanî ölçüler içerisinde gerçekleştirilen infak, İslam'da gerçekten çok önemlidir. İnsanın başkalarıyla ilişkilerini geliştirir. İçinde iyi ve güzel duygulan harekete geçirir. İnsanın yardımlaşma çerçevesi içinde birbirlerinin temel ihtiyaçlanni karşılayarak onurlu bir hayat yaşamalan için gerekli olan haklara uyulmasını istemektedir. Başkasına muhtaç olma, yoksulluk ve mahrumiyetin baskısı karşısında insanlık şeref ve onurlarını özgür bir atmosfer içinde koruyarak onlan şerefli bir hayata alıştırır... İşte İslam'ın hayatta izlemiş olduğu çizgi de budur... Herkes hoşgörü içinde kendi insanî sorumluluklarını yüklenir, başkalarının insan olma sıfatlarına karşı sorumluluklarını yerine getirir. İşte hadis-i şerifte anlaşılan da budur: "Hiçbiriniz kendisi için sevdiği şeyi kardeşi için de sevmedikçe, hoşlanmadığı şeyi de onun için çirkin görmedikçe mümin olamaz..." Böylece düşünce, varolan güçle orantılı olarak geniş boyutlara yayılır. İnsanın sahip olduğu bir güce başkaları sahip değilse onlara karşı sorumluluğunu takınmak zorundadır, insan, onlara karşı sorumluluğunu yerine getirmek durumundadır. Bu konuda, zenginlik, deneyim, kuvvet ve bilgi ile ilgili her güç aynı ölçülere tabidir... İnsan, müslüman olması nedeniyle sahip bulunduğu gücü insanî şefkat ve merhamet duyguları çerçevesinde diğer insanlara takdim edecektir ki bu duygu Allah'ın insana verdiği belirgin güç noktasında devreye girsin. Bu güce sahip olan, başkalarına karşı sorumluluğunu takınacak ve onların elinden tutmaya çalışacaktır. Ve asla bir üstünlük duygusuna kapılmayacaktır. Bu üstünlük duygusunu kalbinden bile geçirmeyecektir. Çünkü buradaki mesele, Allah'ın mülkü ve bağışı ile ilgilidir. Nitekim insanın kendisi de Allah'ın mülkü ve bağışıdır. İnsan Allah'ın mülkünü kullarına vermekle kendisine bir üstünlük biçemez... İşte müslüman toplumda canlı ve diri enerjilerin, dinamiklerin bütün kıssası budur... Tam bir hoşgörü anlayışı ve hareketi içinde sorumluluğunu, insanlığını, nimetini ve imanını harekete geçiren her insan, bunu pratik hayatında gerçekleştirdiğinde aynı zamanda Allah'ın kendisinden istediği görevi de yerine getirmiş olacaktır. [151]
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...
"Faiz yiyenler şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar. Bu, onların alış-veriş de faiz gibidir iadelerinden dolayıdır. Oysa ahş-veriş helal, faiz ise haram kılınmıştır. Kim kendisine Rabbinden bir öğüt gelir-gelmez, faiz yemeye son verirse geçmişte aldığı faizler kendisinden geri alınmaz. Onun işi Allah 'a kalmıştır. Fakat kim tekrar faizlİ-ciğe dönerse, onlar, orada ebedi kalmak üzere cehennemliktirler. Allah faizi eritir. Buna karşılık sadakaları artırır. Allah (haramda ısrar eden) hiçbir günahkar kafiri sevmez.
Onlar ki inandılar, iyi işler yaptılar, namazı kıldılar ve zekatı verdiler. Rableri katında mükafatları kendilerine mutlaka verilecektir. Onlar için artık korku sözkonusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir.
Ey müminler Allah 'tan korkun ve eğer mümin iseniz henüz elinize geçmemiş faizi almaktan vazgeçin.
Eğer böyle yaparsanız Allah ve Rasulü'ne açılmış bir savaşla karşı karşıya olduğunuzu bilin. Eğer faizciliğe tevbe ederseniz ana sermaye sizin olur. Böylece ne haksızlık etmiş, ne de haksızlığa uğramış olursunuz.
Eğer borçlunuz darda ise eli genişleyinceye kadar ona mühlet tanıyın. Eğer bilirseniz, alacağınızı bağışlamanız sizin hesabınıza daha hayırlıdır.
Allah'a döneceğiniz ve sonra hiç kimseye haksızlık edilmeksizin, herkese kazancının eksiksiz olarak verileceği günden korkun."
(Bakara: 275-281) [152]
Bu ayet-i kerimelerde faizcinin kişiliğinde somutlaşan ve zihninde karışık bir anlayışa yol açan faizden söz edilmektedir. Faizr-cinin hayatındaki faizle Allah yolunda malını harcayan insanın hayatındaki sadaka karşılaştırılmakta ve Allah katındaki değerleri ortaya konmaktadır... Sonra bu realitenin değiştirilmesi ve bu halden kurtulunması için güzel öğütle bir çağrı yapılmaktadır. Hiç kimseye zulmetmeyen ve başkalarının da kendilerine zulmetmelerine razı olmayan, takva çizgisi üzerinde yürüyenlere Allah katındaki mükafatları hatırlatılmakta ve bu işe teşvik edilmektedir... Eğer bu güzel öğüt ve teşvike rağmen takva çizgisine gelmezler ve herşeyde adalet çizgisini gözeten Allah'a dönüş yapıp tevbe etmezlerse Allah'a ve Rasulüne karşı savaş açmanın sorumluluklarını üstlensinler. Yani onlar bu dünya hayatında şeriatın, ilahî sistemin adımlarına karşı direnmenin cezasına ve Allah'ın ahiretteki azabına hazırlansınlar. Orada Yüce Allah hiç kimseye zulmetmeden herkese yaptıklarının karşılığını verecektir. îşte faizden söz eden bu ayetlerden ana hatlarıyla anladığımız tablo budur. Bu ayetlerin indiği sıralarda müminlerden bazıları hala faizle ahş-ve-riş üzerinde bulunuyorlardı. Halbuki bu sırada Al-i İmran suresinde geçen bir takım ayetler faizin haram olduğunu bildirmişti: "Ey müminler sahn sürekli katlanan faizi yemeyiniz. Allah 'tan korkunuz ki, kurtuluşa erebilesiniz." (Al-i İmran 130)
Faize dayalı bu pratik uygulamanın faizin haramlığınm ortaya konmasına rağmen ondan sonra da devam etmesi, herhalde o zamanki Arap toplumunun, özellikle de faizci yahudilerin ekonomik baskısı ve hegemonyası altında bulunan Medine toplumunun ekonomik düzeninin yapısından kaynaklanıyordu. Tarih boyunca yahudiler nerede yaşamışlarsa faizci bir zihniyet ve ekonomik bir tekelciliğin somut örneği olmuşlardır. Dolayısıyla bu realiteyi değiştirebilmek sert bir üslupla ona karşı koymayı, eleştirip reddetmeyi gerektiriyordu. Ancak bu şekildeki bir tavır doğru çizgiden sapmayı önleyebilirdi... Faiz ayetlerinin Allah yolunda malların harcanması ile ilgili ayetlerin hemen arkasından yer alması şu hikmete mebni olabilir: Kur'an bu ayetlerle, iman duygularına ve bilincine uygun bir şekilde, şefkat ve merhametle iyiliğe yönelen, Allah yolundasadaka veren insanın yaşadığı tertemiz atmosferi canlandırmış, bu insanın bütün insanî niteliklerini ve özelliklerini takınarak yardıma, hidayete, kuvvete ve düzeltmeye ihtiyacı bulunan insanların hayatında güçlerinin yettiği kadar peşinde koşmalarını tasvir etmiştir... Belki sapık bir amtosferde yaşayan sapık insanlar bu atmosferden etkilenir, başka bir atmosfere girmek, kendi durumunu değiştirmek isteyebilir. Bu tablo karşısında ür-perebilir, yeni bir hamle ve duyarlılıkla meseleye yanaşabilir. Herhalde Kur'an'ın bu üslubu, hidayetin teorik ve pratik yolunu da göstermektedir. Sözle her iki örneği de karşılaştırmakta ve bunu pratik hayatta bir tutum ve hareket olarak da yanyana koymaktadır... Burada temsilî olarak gerçekleştirilen bir tiyatro sanatının kullanıldığını ve bu hareketle diğer insanlara karşı şefkat ve merhametle hareket eden, bolluk ve bereketle onlara elini uzatan insan tipi ile diğer insanlann acılarını paylaşmayan ve onların dramatik hallerini kazanç aracı olarak değerlendirmeye çalışan faizci, çirkin insan tipi canlandırılmaktadır.. Güzel, içaçıcı insan tipiyle şirkin ve tiksindirici insan tipi karşılaştırılmaktadır. Ve bu karşılaştırma bir eğitim atmosferi içinde gerçekleştirilmektedir. Biz bugün Kur'an-ı Kerim'in bu mesajını gelecek nesillerimize ulaştırmaya o kadar muhtacız ki!..
Burada biraz faiz üzerinde durmak gerekiyor.
Faiz nedir? Ahlakî ve sosyal zararları nelerdir? Faizi savunanların düşünceleri nelerdir?.. Daha sonra da bu ayet-i kerimelerin bölümlerini detaylı bir tefsir üslubu kullanarak incelemek gerekiyor. [153]
Faiz: Eşyayı artırmak,
fazlalaştırmaktır. Burada kasdedilmek istenen, cinsi ve miktarı aynı olan iki
şeyayı fazlasıyla satmaktır.' Veya birmalı kendisinden maddî bir fazlalıkla
borç almaktır. Mesela, on nesneyi onbeş nesne karşılığında borç almak gibi. Bu
fazlalık manevî ve hükmî fazlalık olabilir. On nesneyi on nesneye karşılık,
fakat bir yüzüğün boyanması veya elbisenin dikilmesi şartıyla borç almak gibi.
Bunların herbirinm fıkıh kitaplarında değişik hükümleri deyatlı olarak izah
edilmiştir. Burada onlara değinmeye gerek yok.
Ahlakî zararlarına gelince: Yüce Allah, insanın insan olarak kardeşleriyle, özellikle de iman kardeşleriyle kardeşçe yaşamasını istemiştir. Yani günlük hayatlarında karşılaştığı problemlerinde, ihtiyaç duyduğu hef ahanda ona güzel davranmak ve iyilik yapmak esastır. Onun acılarına, üzüntülerine, sıkıntılarına ortak olmalı, sözle, güler yüzle, hareketle ve uygulamayla onun bu sıkıntılarını hafifletmeye çalışmalıdır. Böylece insanın hayatı manevî boyutuna açılmalı, insanın insanî yönünü zenginleştirmeli, manevî düzeyini yükseltmelidir. Durumlar ve şartlar ne olursa olsun insanların birbirleriyle ilişkileri, herşeyde kâr esasını güden sömürüye dayalı soyut ticarî ilişkiler ve alış-verişlerden ibaret olmamalıdır... Tüm bu ilişkilerde Allah'ın hesabı gözetilmelidir? İnsan yaptığı herşeyde Allah'ın mükafatına ulaşabilmek için, Allah'ın rızasını esas almalı ve ona ulaşmaya çalışmalıdır. Başkalarının razı olup olmamasını esas almamalı, ondan uzaklaşmalıdır. İnsan ancak bu anlayışla fedakarlığı kazanç, maddî zararı kâr sayabilir,.. Biz Allah yolunda harcamada bulunuruz. Çünkü dünya ve ahiret-te bize karşılığını verecek olan Allah'tır. Yine bîz dünyevî kân gö-zardı edebiliriz. Çünkü Yüce Allah rahmet deryasında bize onun kat kat fazlasını vermektedir. îslam bu ruhu iki boyutta canlandırmıştır. Birincisi, karşılıksız vermeye yöneliktir. Burada, verilen şeye karşılık bizzat verilen şeyin geri iade edilmesi dahi olsun kesinlikle hiç karşılık beklenmez. Kişi bunu verirken Allah'ın mükafatını elde etmek amacı ile verir. însanlann katındaki manevî bir değere dahi ulaşmak istemez. İşte sırf Allah'a yakın olmak amacı ile ve başka hiçbir beklentiye dayanmayan harcama ve sadaka bunun bir örneğidir. Onun içindir ki bu da insanın Allah'a yakınlaşmak amacı ile yerine getirdiği ibadetlerden biri olarak kabul edilmiştir.
İkincisi yöneliş, borç verme yönelişidir. Bu da borç verilen malın sadece kendisinin geri gelmesi amacıyla verilmesidir. Zamanı geldiğinde kişinin verdiği malı geri vermek gerekir. îşte bu noktada maddî bir etken devreye girmektedir. İnsan, icabında çalıştırıp kazanç elde edebileceği malım manevî bir duygu ve duyarlılıkla başkasının hizmetine vermektedir. Verdiği mal bir süre sonra tekrar geri gelse de o, bu zaman içinde malını dondurmuş ve onun sağlayacağı kârından ve yararından, mahrum kalmıştır. îşte Kur'an-i Kerim ve hadislerde "karz-ı hasen" diye ifade edilen bu yardım çeşidinin Allah'a yakınlaştırıcı bir amel olarak kabul edilmesinin nedeni bu yönüdür... Çünkü böylece borç alan insan kendi problemini halletmekte, maddî sıkıntısını bu mal ile gidermiş olmaktadır. Dolayısı ile bu eylem de insani bir değer kazanmakta ve Allah'ın sevgisine ve rızasına ulaşnrıcı bir değer kazanmakta ve AHah'ın sevgisine ve rızasına ulaştmcı bir vasıta olarak kabul edilmektedir. Pek çok hadiselerde "karz-î hasen " den teşvik edici, cesaretlendirici bir üslupla söz edilmiştir. Hatta bu eylem bazı durumlarda sadakadan daha üstün tutulmuştur. Rivayetlere göre sadakanın biri ona katlanır, borç vermenin biri ise onsekize katlanır... Çünkü borç verebilmek faizdeki kazanç duygusundan ve düşüncesinden kurtulmayı ifade etmektedir. Kişi bununla ahiret yurdundaki kazancı tercih ettiğini ortaya koymaktadır. Bununla bazen kişisel olarak sadaka almayı uygun görmeyen, borçlanmakla bu ihtiyaçlanm gidermeyi daha onurlu bir hareket olarak gören borçluların, bu arzularını gerçekleştirdikleri için onlara sadaka vermekten daha iyi bir iş yapmış olurlar. Bir de borç verilen nesne sadaka ile halledilecek problemden daha büyük problemlere çözüm getirmiş olabilir. Yardım ve destek açısından daha olumlu bir neticeyi doğurmuş olabilir. Sonra borçlu olan da durumunu kurtarıp başkasına borç verecek duruma gelmiş olabilir. Böylece ilk kişinin borç verişi defalarca katlanmış olabilir. Geri gelen para .tekrar bir başkasına borç olarak verilebilir. Fakat sadaka böyle değildir. O sadece bir insanın problemim halleder, bir daha da geri gelmez. İslam, insanın bu her iki tür ile yardımseverlik duygusunu yaşamasını istemiştir. Fakat bu duyguları maddî herhangi bir çıkardan uzak bir sekide, manevî bir atmosferde, insanî ilişkiler ve duyguların yaşandığı bir atmosferde canlandırmayı Öngörmüştür... Bu tür duygular ise faize dayalı ilişkilerde gerçekleştirilemez. Faiz, borç verenin bilincinde, iç dünyasında sömürüyü, duyarsızlığı, başkalarının acıları ve problemleri ile sevinmeyi, maddî ve manevî krizlerin arttırılması için çalışmayı, böylece insanları kendisine muhtaç kılmayı kamçılar. Borç alan insan ise faizciye karşı bir kin duygusuyla dolar. Zira o, faizin kendi hayatında yaratmış olduğu problemleri yaşamaktadır. İçindeki bu kin duygusu giderek kahredici psikolojik bir komplekse dönüşür. Kendisine şefkat ve merhamet duygusu ile muamele etmeyen, aksine onun acılarının ve problemlerinin daha da çoğalması için çalışan insanların duyarsızlığını, zalimliğini ve haksızlığını daha ciddî boyutlarda görmeye başlar. Şuur altında bir yabancılık, hayatta manevî bir yalnızlık içinde yaşamaya başlar. [154]
Faizin ekonomik olumsuzluklarını birkaç noktada özetleyebiliriz:
1- Faiz verenin fazla olarak aldığı nesne hiçbir şeyin karşılığı değildir. Zira alış-veriş faizinde esas olan tür, çeşit ve miktarı aynı olmasına rağmen fazladan bir şey almaktır. Her iki taraf için bu fazlalık bir şeyin karşılığı değildir. Her birisinin verdiği ve aldığı mallara ek bir şeyin ilave edilmesini gerektiren bir durum yoktur. Özel bir fazlalığa meşruluk kazandıracak bir özellik sözkonusu değildir... Borç verme faizi de böyledir. Sadece "süre" sözkonusu edilen böyle değildir. İlerde sürenin de borç vermede fazlalığı ge-rektirici bir ilkeyi oluşturmadığını göreceğiz. Durum böyle olduğuna göre "fazlalık"', malı haksızlık ve saçma bir temele dayandırıp yemekten öte bir anlam ifade etmez. Çünkü kişi bu malı karşılığında hiçbir güç harcamadan, iş verim ve hizmet vermeden kazanmış olmaktadır.
2- Faiz; yoksul, ezilmiş, sömürülmüş kitlelerin daha da fakirleşmesine, ana paraya, kapitale sahip bulunan zenginlerin de daha fazla zenginleşmesine neden olmaktadır. Çünkü fakir olan insan ihtiyaç halinde borç almaya zorlandığında, böyle bir ortam içinde çalışmaya yöneldiğinde ihtiyaçları gittikçe katlandığı gibi, fai:' % artan paralannı da karşılamak, kazancının bir kısmını da borç sa hibine ayırmak zorunda kalmaktadır... Bu şekilde faizle gelen fazlalık onun temel ihtiyaçlarından bir kısmını kemirecektir. Zor durumda kaldığında tekrar borçlanarak, borcuna bir borç daha katacak, yeniden bir fazlalığa kapı açmak durumunda kalacaktır. Böylece kendi temel ihtiyaçlarını en alt düzeyde bile karşılama imkanı bulamayacaktır. Neticede faizcinin elinde bir oyuncak olup hor, hakir ve zayıf düşecektir. Bu da toplumun ilişkilerini zedeleyecek, kitleleri, devrime dönüşecek bir tutuma itecektir. Yaşı ve kuruyu beraber yakan bir devrime kapı aralayacaktır. Netikem bugün her yerde gözlemlenen de budur.
3- Faiz, bütün maddî servetlerin, zenginlik kaynaklarının insanların birkesiminin, yani büyük servet sahiplerinin elinde toplanmasına yol açan bir gelenektir. Bunlar toplunun ihtiyaçlarım sömürüyorlar. Ana malın karşılığı olarak kendilerine bir pay ayırıyorlar. Müstaz'af, sömürülmüş insanların ihtiyaçlarına rağmen kendi kapitallerini onların sırtlarında genişletiyor, geliştiriyorlar... Halbuki toplumda en verimli kesim de bu ezilen kesimdir... Bu durumda işçi, karşılıksız olarak kapitalistin yararına ter dökmüş, emek vermiş olmaktadır. Bu da toplumun en verimli enerjisini kendi yararına değil de, başkası yararına harcamayı zorunlu kılar... Ayrıca servet sahiplerinin toplumsal, siyasal ve ekonomik hayatın her tarafına egemen olmalarını kolaylaştırır. Daha özgür bir biçimde sömürme şartlarını geliştirmeleri için mevcut şartlan korumalarına, çalışmadan ve yorulmadan servetlerini ve kapitallerini artırma ve bunu böylece sürdürmelerine zemin hazırlar. Bu da milletlerin, tağutlar, zalimler, müstekbirler, bürokratlar ve teknokratlar tarafından sömürülmelerine yol açar. Müstaz'afların servetlerini yağmalayan ve onları tüketim aracı haline getiren, onurlarını ve şereflerini koruma yolunda temel ihtiyaçlarını karşılamak için sürekli tyiçimde borçlanmalarına yol açan bir düzenlemeye neden olur. İşte uluslararası tekellerin, kartellerin, sömürü ve stoka dayalı şirketlerin baskısı altında ezilen zayıf ulusların karşı karşıya bulundukları siyasal ve ekonomik problemlerin temeli . budur. el-Kaşif tefsirinin müellifi tarafından 1953 yılında Şam'da verilen bir konferansta ünlü iktisat uzmanı Prof. Şaht'm şöyle dediği aktarılmıştır: "Biz matematiksel hesablarla şöyle bir tahminde bulunabiliriz: Bir gün yeryüzündeki bütün mallar bir avuç faizcinin eline geçecektir. Çünkü faiz borç veren adam her zaman ve bütün girişimlerinde kazanmaktadır. Halbuki faizle borç alan adam hem kazanabilir hem de kaybedebilir. Bu nedenle bütün mallann İşin sonunda sürekli kazanamn elinde toplanması kaçınılmaz bir hal almaktadır. Bu teori kendi yolunda gerçekten ciddî bir şekilde ilerlemekte ve gerçekleşmeye doğru yol almaktadır. Çünkü bugün mallann büyük çoğunluğu birkaç bin kişinin elinde toplanmaktadır. Geriye kalan bütün mülk sahipleri bankalardan borç alan fabrika sahipleridir. İşçiler ve başkaları sadece bir icra mekanizmasıdır. Mal sahipleri için çalışmaktadırlar. Fakat onların meyvesini ve kaymağını, hatta ürününün bütününü bu Ur kaç bin kişi yemektedir." [155]
1- Borç vermede bir fazlalık verilmesi faiz veren adamın hakkıdır. Çünkü borçluya verilen mal ona çalışma ve kazanma imkanı sağlar. Nitekim ev sahibi de kiracıdan evinden istifade ettiği için bir ücret istemektedir, faizcinin de aldığı para aşağıyukan evde oturma karşılığında alman para gibidir. Yani bu fazlalık o yararlanmanın karşılığıdır. Böyle olunca faiz uygulaması nasıl olur da mallann esassız ve temelsiz bir şekilde yenilenmesi biçiminde anlaşılabilir, şeklinde bir soru akla gelebilir.
Bu anlayışa şu şekilde cevap verebiliriz: Evden yararlanma, ev ile varlığı ortada olan bir realitedir, bir gerçekliği vardır. Ev, nasıl sahibinin mülkü ise, bu evden yararlanma da o adamın mülküdür. Dolayısı ile o, bundan yararlandığı halde kasıtlı bir şekilde zarar vermediği sürece evin herhangi bir ihtiyacına karşı sorumlu olmaksızın sadece ondan yararlanma karşılığı bir ücret isteyebilir. Eğer kiraa evin herhangi bir tarafına kasıtlı ve bilerek değil de kendisini aşan bir takım nedenlerle zarar vermişse ev sahibi bu zararı kendisi karşılar. Borç almada ise, borç alan adam o borcun anaparasını, sorumluluğunu üstlenmiş bulunmaktadır. Faizci mal sahibi ise herhangi bir sorumluluk üs denmemiştir. Çünkü o, her halü- ' karda sürekli kazanmaktadır. Halbuki onu çalıştıran hem kazanabilir hem de kaybedebilir. Bu da gösteriyor ki burada mesele bir ücret karşılığında başkasının malından yararlanmak değildir. Aksine adam borç alarak sahip olduğu ve ödemesini üstlendiği, sorumluluğunu yüklendiği/ kendi malından yararlanmaktadır. Bu iki mesele arasında gerçekten çok büyük fark vardır...
2- Bir başka yaklaşım ise, riba uygulamasında ahnan fazlalığın aslında gerçek bir fazlalık olmadığı düşüncesidir. Bu düşüncede faiz, mal sahibinin zamanla ahm gücünü yitiren malının zarannı ödemek için alman bir takviye niteliğindedir. Hatta bazı durumlarda mal sahibinin zaran, aldığı paradan daha fazla olabilir. Bazı durumlarda ise kişinin malı yarıdan daha fazla olabilir. Bazı durumlarda ise kişinin malı yandan daha fazla değer kaybına uğrarken fazlalık olarak aldığı faiz ise yüzde beş veya daha fazla, ya da daha eksik olabilmektedir. Nitekim bozuk ekonomik sistemlerde bu tür hallere her zaman rastlanmaktadır, denilerek yine faiz uygulaması haklı temellere dayandırılmak istenmektedir.
Bu yaklaşıma da şöyle cevap verilebilir: Eğer mesele buna göre ayarlanıyorsa ekonomik değerin arttığı, dolayısıyla çalışmanın değerinin de arttığı durumlarda nasıl bir uygulama yapacağız. Bu durumda borç veren kişi parasının faizinden vazgeçecek midir? Yoksa azalsa da o kendi faizini isteyecek midir?... Böylece anlaşılıyor ki bu düşünce faiz sisteminin yapısı ile uyum sağlamaktadır. Çünkü faiz kanunu bu1 açıdan şartların değişmesiyle değişmeyecek sabit bir oran beli^İememekte ve bu tür bir oranı dikkate almamaktadır.
3- Bu konuda canlı pratik bir başka yaklaşım ise şöyle dile getirilmektedir: Bazı insanlar kazanç elde etmek amacıyla organik ve düşünceye ilişkin herhangi bir çalışma ve eylem ortaya koymadan mallarını çalıştırmak isterler. Ya kendileri çalışmaktan aciz oldukları için ya da kişisel özel şartlan el vermediği için... Bu durumda faize bulaşmadan bu istek ve arzu nasıl gerçekleştirilebilir? Buna şu da ilave edilebilir. Kazanç elde etmek sadece çalışmakla mümkün olmaz. Bunun için iki şart sözkonusudur. Birincisi kapital, ikincisi çalışmadır. Mal olmadan çalışmayı yapacak olan insan ticaret yapamaz. Fabrika sahibi de elde etmek istediği ürünleri elde edemez. Dolayısıyla kapitale bu sahada adalet ve dengeyi gerçekleştirdiği için bir pay vermek gerekir.
Bu soruya da cevap olarak deriz ki: İslam bu soruna da pratik bir çözüm yolu göstermiştir. Bu da kapital ile çalışmanın birleştirilmesi ve beraberce çalıştınlmasıdır. Buna îsîam literatüründe "mü-dar ebe" adı verilir. Yani mal sahibi ile çalışma sahibi arasında bir ortaklık... Herbiri kendi payına düşeni anlaşma gereği olarak ala-
cak, kârlannı paylaşacaklardır. Herhangi bir terslik halinde mal sahibi malının tamamını yitirebileceği gibi, işçide bütün çalışmasını yitirebilir... İşte bu şekilde kişi çalışmadan, kazanç amacıyla malını çalıştırabilir. Aynı şekilde güç sahibi de kapital olmadan kazanç amacıyla bunu kullanabilir. Zarar edildiği durumda herbiri harcamış olduklan açıdan zarara uğrarlar. Kar edildiğinde de herkes kendi gücüyle kâr etmiş olur. îşte İslam'ın anaparayı ve verimli gücü birleştirerek adalet ölçüsüne uygun bir şekilde gerçekleştirdiği pratik çözüm yolu budur.
4- Bazılan diyebilirler ki, faizin yasaklanması birey ve toplum açısından ekonomik krizlere, çıkmazlara, sakatlıklara neden olabilir. Çünkü faizin yasaklanması bankalann yok edilmesi, faiz esasına dayalı bulunan bütün ekonomik ilişkilerin ortadan kaldınî-ması demektir. Bu durumda böyle bir hükmü uygulamak realite ve pratik olarak mümkün olmayacak ve uygulama imkanı bulamayacaktır. Dolayısıyla bir takım olumsuzluklar ve zararlara yol açsa da pek çok olumlu yönlerine ve yararlanna bakılarak insanların yaran için bu şartlarda faiz uygulamasının devam etmesi gerekmektedir.
Buna da şu şekilde cevap verelim: İslam'ın tüm hükümleri ister haram, ister helal, ister olumlu, ister olumsuz olsun diğer Is-lamî hükümlerle birlikte bir bütün içinde uygulanmaya konmadığı müddetçe bir realite olarak anlaşılmaz ve insanın problemine ne denli geniş boyutlarla çözüm getirdiği görülmez. Çünkü İslam, insanlığın herhangi bir problemine karşı çözüm yolu gösterirken parçalan birbirine bağlı bir bütünlük arzeder. Ortaya koyduğu hukuk ve yasalanyla birbirine uygun özellikleri taşıyan eksiksiz bir vücut gibidir. İslam bu bütünlüğü ile uygulanmadan meseleye nasıl üstün bir çözüm getirdiği anlaşılamaz... İşte faizin yasaklanması konusunda düşündüğümüz şey de budur. Bu yasağın bütün olumlu ve olumsuz, müsbet ve menfî yönlerini faiz sistemini temel ilke olarak kabul eden kapitalist bir düzen içinde görmemiz ve bu şartlarda faizi kaldırmayı düşünmemiz mümkün değildir. Bütü ekonomik ilişkileri, olduğu gibi bırakarak böyle bir yasak koyma, nın aniamı yoktur. Zira biz bu yasağı sözkonusu realiteler eözö-nünde iken uygulamaktan söz etmiyoruz. Biz bütün sosyal, ekonomik ve siyasal ilkeleri ve kuralları ile düzenin değiştirilmesinden ve yeni bir uygulamaya geçilmesinden söz ediyoruz. İşte ancak böyle bir sistemde, İslam'ın mükemmel uygulandığı bir ortamda faizi yasaklama uygulamasının müsbet yararlarını görebiliriz.
Bu konuda başka bir soru daha ileri sürülebilir: Sizin bu görüşünüze göre faizin yasaklanması, devletin kurulmasına ve kapsamlı olan islam düzeninin gerçekleşmesine bağlı olduğundan is-lami olmayan bir düzenin faizi yasaklamakla herhangi bir ilgisi olmayacaktır. Nitekim marksist inanç sisteminde ve başka düzenlerden kaynaklanan'hukuk sistemlerinde olduğu gibi bu tür uygulamalar ancak bu düşünce kuralına bağlı bulunan mükemmel sistemin kurulmasından sonra sözkonusudur. Bireysel planda bunları uygulamanın anlamı yoktur. Zira bu bireysel uygulama insanın herhangi bir problemini çözmeyecektir, değil mi?
Buna da cevabımız şudur: İslam düzeninin bireysel ve toplumsal yasaları ile materyalist düzenlerin yasaları arasında çok önemli farklar vardır. Bir, kere İslam, insanın bireysel ve toplumsal kişiliğini, oluşturan ahlakî ve ruhanî manevî cihetlerinin esası üzerine kurar fakat onun diğer maddî yönlerini de ihmal etmez. Bu anlayışın ışığı altında görülüyor ki problemin kapsamlı çözümünün tamamı kişinin hayatındaki yaşama hareketine bağlı değildir. İnsanın kişiliğini oluşturan temel etkenler de vardır ki insan bununla kendini toplumun saptırıcı anlayışlarından, sapık akımlarından korur. Bu da fert açısından bireysel çerçevede sözkonusu uygulamaya ilişkin hukukî yasanın yürürlüğe girmesini sağlar. Toplumsal çerçevede böyle bir hareket gerçekleştirilmese de en azından bireysel planda gerçekleştirilebilir... Bunun içindir ki biz bunca zamana rağrnen İslam'ın hukukî yasalarının asırlardan beri îslamî darenin dışında varlığım sürdürdüklerini görüyoruz. Çünkü Isın müslüman insanı, maddî ve manevî değerleri ile İslam'ın esasları üzerine eğitmiştir, isterse gerçekleştirilen bu yapı cüz'î planda kalıp bütünü ile tamamlanmamış olsun, işte bu nedenledir ki müslüman günlük hayatında İslam'ın atmosferini ve manevî havasını teneffüs eder. Allah'a bağhhğıyîa O'na bağlı olmanın ruhaniyet havası içinde yaşar. Bunun için psikolojik ve uygulamadaki zorluklara katlanır. Zira o, hayatın amacı olarak emrettiklerine uymak, yasaklarından kaçınmak suretiyle Allah'ın rızasına ulaşmayı görür. İsterse bu, onun problemini kısmen çözüme kavuştursun, isterse hiç kavuşturmasın farketmez. Günlük hayatında, yemesinde, içmesinde, giyinmesinde ve ilişkelirinde veya insanlarla karşılıklı diyalogunda islam'ın temiz atmosferini teneffüs etmeye çalışır. Çünkü ona göre hayatın tamamı bir tek kelimede özetlenir: İnsanın Allah'ın iradesine bağlı olan, kendi iradesiyle yegane yaratıcı olan Allah'ın iradesini gerçekleştirmektir. İşte bu nedenledir ki kapitalist bir düzende yaşasalar bile faiz müslümanlara haramdır. Hatta bu uygulama müslümanlarm hayat ve pratiklerinde kompleks problemlere neden olabilir. Bu problemlere fıkhî birtakım çözümler de bulunabilir, insan onun atmosferine ve ahlakına bulaşmadan da faizin temin ettiği imkanlara ulaşabilir. Bunlara islam fıkhının diliyle "hile-i şer'iyye" adı verilir ki bunların amacı geçici durumlar için sözkonusu olan çıkmazlara, harama düşmeden, he-lala ulaşmanın yolunu göstermektir. Daha önce de belirttiğimiz gibi müslüman insan bütün bu zorluklara rağmen, özel ve genel her-şeyde Allah'ın nzasıni gerçekleştirmeyi amaçladığından yine de onları karşılarken mutlu ve bahtiyar olacaktır. Bundan sonra, karşı karşıya bulunduğu problemin önemini ve ciddiyetini kavradığı bir düalizmi yaşadığını bildiği için, bir taraftan şeirattan, Allah'ın yasalarından, diğer tarafta gayri meşru yasaların isteklerinden so-nımlu oldğunu bildiği için hayatı bir bütün olarak Allah'ın yasasına uydurmaya iletecek olan kapsamlı Islamî bir hükümetin kurulması için vargücü ile çalışacaktır.
Diğer düzenler ise insanı, ruhu veya ahlakî yönü bulunan bir varlık olarak ele almazlar. Sadece ve sadece onun maddî hayatına yönelir. Bu açıdan ona yaklaşırlar... Dolayısıyla sürekli olarak onun maddî ihtiyaçlarını düşünürler. Hatta onların bazıları insanın manevî ihtiyaçlarını da maddî ihtiyaçlarının bir bölümü olarak ele alırlar, bunlar toplumsal bir çözüme götürmediği müddetçe bireysel plandaki her türlü uygulamayı ve bu konudaki yasamaları hiç bir fayda sağlamayan, boş şeyler olarak değerlendirirler.
İslam, insanı hayatının her yönünde akidesinin boyasıyla boyanmasını ve hayatının hiç bir alanında bu yapısını unutmamasını ve ondan ayrılmamasını Öngördüğü için teorik ve pratik, manevî ve uygulama olarak ftep onun Islamî bir atmosferde yaşamasını Öngörür. Dolayısıyla' bu yapı cüz'î plandaki bağlılıklara bile manevî ve pratik bir boyut kazandırır. Uzun zamanda gerçekleştirilecek büyük işlere zemin hazırlamasını sağlar... Bu çerçeveye bağlı olarak şu gerçeği ifade edebiliriz: İslam ortaya çıktığı günden beri hayatta insanın günlük hareketlerinde ta günümüze kadar uygulama çizgisinden ve pratikten asla ayrılmamıştır. Bireysel ve toplumsal alanda durum değişikliği olsa da İslam sürekli olarak bu özelliğini korumuştur...
Kur'an'da faizin yasaklanması ile ilgili yoruma ilişkin söylemek istediklerimiz aşağı-yukan bunlardan ibarettir. Şimdi bu ayet-i kerimelerin detaylı yorumuna geçebiliriz.
"Faiz yiyenler ancak şeytan tarafından çarpılmış, kimseler gibi ayağa kalkarlar."
Ayet-i Kerimede geçen "habat" kavramı, doğru yolu bırakıp şaşkın bir şekilde dolaşmak anlamınadır. "Mess" kavramı ise deliliği ifade eder.
Bu teşbihi nasıl anlarız? Bu,:kıyamet gününde faiz yiyenlerin halini ortaya koyan bir söz müdür? Yani onlar kabirlerinden kalkarken sara'ya tutulmuş insan gibi mi kalkarlar? Nitekim İbn-i Abbas'tan rivayet edildiğine göre bu, o gün faiz yiyenlerin alameti olacaktır.
Yoksa bu, onların pratik uygulamadaki çarpıklıklarını mı ifade ediyor? onlann pratik uygulamalarında düzenli, dengeli bir yol izlemediklerini mi dile getirmektedir? Nitekim sara'ya tutulan insan da iş yaparken ve yürürken dengeli hareket edemez, hareketlerindeki çarpıklık rahatlıkla gözlenebilir.
Yoksa burada kafasında binbir türlü problem olduğundan doğru bir yol ve istikamet tutturamayan hummaya tutulmuş insanın haline teşbih mi yapılmaktadır? Çünkü o, bu çarpıklığıyla iyiyi kötüyü, kötüyü de iyi olarak görebilmektedir... Bu da onun pratik hayatında bir takım çelişkilere dönüşmektedir. Allah bilir ya doğru olanı da budur. Çünkü bu yaklaşım ayetin sonraki bölümü ile uyum sağlamaktadır. "Bu, onların alış-veriş de faiz gibidir demelerinden dolayıdır..." Çünkü ayetin bu bölümü bir önceki bölümünde yeralan teşbihteki halinin nedeni olarak gösterilmiştir. Onların önünde mesele karışmıştır. Faize karşı olumsuz bir tavır almaları gerekirken ona olumlu bir tavır koymuşlar ve alış-verişe karşı koydukları tavrı faizdekinden farklı görmemişlerdir. Alış-verişi de faiz gibi görmüşler, neden olarak da her ikisinin de kâr ve fazlalığa dayandığını göstermişler... Halbuki bu anlayış tutarlı değildir. Çünkü alış-veriş toplumda karşılıklı mal değişimini kolaylaştırır. İnsan çeşitli mallara ihtiyaç duyduğundan yanında fazla bulunan eşyasını başkasına verecek, karşılığında ihtiyacı olan şeyi alacaktır. Böylece her iki taraf da işini görmüş olacak ve herşey, ihtiyacı bulunan kimsenin yanına ulaşma imkanı bulacaktır. Böylece hayat güzelleşecek, gelişecek ve ilerleyecektir. Faize gelince, burada borç alan kesinlikle zarara uğramakta, herhangi bir sağlıklı nedene dayanmadan aldığı paranın yanında bir de fazladan para ödemektedir. Bu da haksız yere insanların malını yeme kapsamına girer. Sonra insanın hem bireysel hem de toplumsal çıkışlarına aykırı düşmektedir bu.
Bazı tefsir bilginleri diyorlar ki:
"Ayet-i kerimede geçen 'tahabbut' kavramı, asıl olan talî derecede değerlendirmekle de ortaya çıkabilir. Yani faizcilerin sözü gibi değildir. Mesele, onların sözünün tam tersinedir. Onlar alış-verişi faize kıyaslıyorlar. Çünkü insan, senin bana yasakladığın şey bana emrettiğin şey gibidir dediği zaman, bu, tutarlı bir yaklaşım olur. Fakat bana emrettiğin şey yasakladığın şey gibidir demek tutarlı olmaz. Zira birinci sözün anlamı şudur: Çünkü birinci sözde kişi, emredildiği şeyin asıl olduğunu, uyulması gereken bir özelliği bulunduğunu kabul etmekte, fakat kendisine yasaklanan şeyin de aynı onun gibi bir özelliğe sahip olduğunu iddia etmektedir. Yoksa onun sözü bu özelliğin iptali ve ihmali anlamına gelmez."[156]
Fakat bu yaklaşım ayetin açık sözlerinden rahatlıkla anlaşılmamaktadır. Yani "nabat" kavramını bu şekilde sınırlandırmamak durumundayız. Sözün gelişinden anlaşıldığına göre onlar faiz ile alış-veriş arasındaki hüküm ayrılığını kabul etmemektedirler. Birisinin helal, diğerinin haram sayılmasına karşı çıkmaktadırlar. Sanki onlar şöyle demek istiyorlar: "Sizin her zaman yaptığınız ve helal gördüğünüz alış-veriş sizin kendinize haram bildiğiniz ve bizim için yasak gördüğünüz faizden hiç de farklı değildir." Bu yaklaşım, ayetin arkasındaki bölümü desteklemektedir: "Oysa Allah altş-ve-rişi helal faizi ise haram kılmıştır." Bu da gösteriyor ki onlar kendilerine telkin edilen düşünceyi red ve inkar ediyorlar. İkisi arasında fark görmüyorlar, yoksa ifadenin özelliklerini sınırlamaya çalışmıyorlar. [157]
Bazı tefsir bilginleri ayetin bu bölümünü değişik açıdan ele alıp yorumlamışlardır... Buradan anlaşıldığına göre şeytanın do-kunmasıyla insana bir humma veya bir çeşit deilik hali gelmektedir. Genellikle halk kitleleri bu tür durumları cin çarpması olarak değerlendirirler... Acaba Kur'an-ı Kerim bu düşünceyi destekle-'yip pekiştirerek kesin dinî bir gerçek olarak mı saymaktadır? Bu, insanın hayatında görülen bir takım Kur'an'm değindiği olaylardan biri midir? Yoksa insanların hummanın sebeblerinden olduğuna inandıkları bir eylemi ifade esnasında teşbih için mi verilmektedir? Sanki burada Kur'an-ı Kerim, sözlerinde anlaşılan dü-ŞÜnceyi amaçlamış, bu sözlerin harfî/motamot anlamlarını bütünü ile kasdetmemiştir. Yani sanki burada, Arap dilinde kullanılan ve bir çeşit kinaye olarak kabul edilebilecek bir ifade tarzı kullanılmıştır. Yoksa bu iki ihtimalin dışında başka bir ihtimal mi vardır?
Bazı tefsir bilginleri ikinci görüşü Allah'ın adaletine daha uygun görmektedirler. Yani yüce Allah'ın, şeytanı kullarının veya mümin kullarının aklıyla oynayabilecek güçte yaratmış olmasının onun adaletine pek yakışmayacağını söylerler. Fakat Mizan tefsirinin müellifi bu görüşü reddetmektedir. Ve Yüce Allah'ın, kendi sözlerinde doğru olmayan boş ve tutarsız sözlere dayanmaktan münezzeh olduğunu belirtmektedir. Yüce Allah boş sözleri ancak onların tutarsazlığını açıklamak için dile getirir. Eğer şeytanın insanın aklına musallat kılınması adalete aykırı düşüyorsa insanın aklını giderek tabiat olaylarını ve doğal sebebleri onun aklına musallat etmek de adalete aykın olur. Çünkü her ikisi de işin sonunda Allah'a dayanacaktır, insanın iradesi ve tercihinden çıkmış olmalarına rağmen... Aklın giderilmesi adalete aykın düşmez. Çünkü bu hal insanın sorumluluğunu tümden kaldırır. Bu açıdan insanın bir problemi olmaz. Mizan'm müellifi daha sonra şu şekilde devam eder: "Aslında daliliğin şeytana âayandınlışı vasıtasız ve doğrudan doğruya değildir. Arada sinirlerin bozulması ve beyin hastalıkları gibi doğal sebebler arkasında şeytanın bulunduğu yakın sebeblerdir. Nitekim keramet çeşitleri de meleklere dayanır. Fakat bunlarla aralarında yine doğal sebebler yer alırlar. Bunun bir benzeri Yüce Allah 'in Eyyub hakkındaki şu sözünde gözükmektedir: 'Kulumuz Eyyub'u da an. O, Rabbine: Şeytan, bana bir yorgunluk ve azab dokundurdu diye seslenmiştir. " (Sa'd 41). Başka bir ayette diyor ki: Eyyub 'a da lütfettik. Rabbine: Bu dert bana dokundu. Sen merhametlilerin en merhametîisisin diye dua etmişti.' (Enbiya 83). Ayet-i kerimede geçen durr kavramı hastalık demektir. Bunun insanın bedeninde gözlenen doğal sebepleri vardır. Fakat O, doğal sebepleri bulunan hastalığı şeytana nisbet etmiştir." Daha sonra müellif sözlerini şu şekilde noktalar: "Kur'an'ın, olayları veya eylemleri Allah'a, ruha, melek veya şeytana nisbet etmesindeki üslub doğal sebepleri ortadan kaldıran doğrudan bir nisbet değildir. Burada fail olarak gösterilen sebebin boyunda etkilidir, eninde değil." [158]
Şu kadar var kî, biz inanıyoruz ki mesele, Menar Tefsirinin müellifi tarafındaki savunulduğu gibi Allah'ın adaleti ile ilgili değildir. Mizan'ın müellifinin değerlendirmelerine bu konuda katılıyoruz. Fakat bu demek değildir ki biz halk kitlelerinin inanç haline getirdiği ve ayete dayandırdığı düşünceyi kabul ediyor ve destekliyoruz... Burada aslında mesele, ayetin "şeytan" kavramı neyi ifade etmektedir? Burada sözü edilen şeytan, Kur'an'm yer yer kendisinden sözettiği ve Allah'ın dünyanın sonuna kadar kendisine imkan tanıdığı, insanın kötü duygularını ve isyan ruhunu körükleyen, yine Kur'an'm birçok yerde kendisine iblis adını verdiği gerçek şeytan mıdır, yoksa mecazî bir anlamı mı vardır? Deliliğe ve başka hastalıklara neden olan çeşitli gizli etkenleri mi ifade etmektedir? Bu etkenlerin her ikisi de gizli birer etkendir. Bazen insanın düşüncesini ve bilincini bazen de bedenin ve aklını etkisi altına alır... Eğer burada sözkonusu edilen şeytan mecazî anlamda kullanılmışsa bu sözü başka anlamlara çekmemizin delili ve işareti nedir?
Biz bu kavramın, mecaz anlamında kullanıldığını, gerçek anlamında kullanılmadığını daha uygun görüyoruz. Bunu da Kur'an-ı Kerim'de geçen şeytanın kişiliğine ve Allah'ın kendisine verdiği, insanın hayatı üzerindeki etkin fonksiyonuna ilişkin yaptığımız incelemeden çıkarıyoruz. Çünkü biz Kur'an-ı Kerim'in özellikle şu noktayı uyguladığını biliyoruz: Şeytanın baştan sona en büyük görevi insanların gözünde güzel göstermek suretiyle kötülüğe ilişkin telkinlerde bulunması, sapıklığın gerçekleştirilmesinde etkisi bulunan yöntemlerle sapıklığı gerçekleştirmeye çalışmasıdır. İnsanin eğilimini ve tercihini etkisi altına almaya gayret etmesidir. Fakat karşısında durulmayacak kadar bir baskı yapması, insanın çaresiz olarak onun otoritesine boyun eğmesi gerektiği noktasında Kur'an-ı Kerim birçok ayetinde böyle bir baskı ve otoriteyi reddetmektedir. "Benim halis kullarıma karış senin bir gücün yoktur. Ancak sana uyan azgınları azdırabilirsin sen." (Hicr 42)
"İş bitirildikten sonra şeytan onlara şöyle dedi: Allah size gerçeği vadetti. Ben de size söz verdim, ama sözümden caydım! Benim küfre zorlayacak bir gücüm yoktu... Sizi sadece küfür ve isyana çağırdım. Siz de benim çağrıma koştunuz, o halde beni yermeyin, kendinizi yerin! Ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Ben Öncedenbeni Allah'a ortak koşmanızı da tanımamıştım zaten." (İbrahim 22)
Ayetten anlaşıldığına göre şeytanın insan üzerinde normal vasıtaların dışında hiçbir otoritesi yoktur. Onun bu otoritesi insanın sorumluluğunun başlıca etkeni olan iradesini ve tercihini iptal etmez. Madem ki şeytanın insan üzerinde beden açısından bir etkisi yoktur, bir görüşten onun zıddı olan başka bir görüşe zorlayarm-yorsa, imandan küfre, iyilikten kötülüğe çeviremiyorsa nasıl olur da görülmeyen vasıtalarla insanın karşı koyamayacağı şekilde İnsanın aklını bütünü ile iptal edebilir. Mesele, konunun adaleti ve adaletsizliği ile ilgili değildir. Şeytanın insanın hayatındaki fonksiyonu ile ilgilidir. Bu, şeytanın yeryüzünde varlığı ve hikmetiyle açıklanabilir. Buradan da anlaşılıyor ki şeytanın insanın üzerinde bundan başka bir fonksiyonu yoktur. Bu konuda irdelenmesi gereken başka bir nokta daha vardır. O da Allah'ın insan ile şeytan arasında koyduğu mücadelenin atmosferi ile uygun düşmediği meselesidir. Allah bu iki varlık arasında bir mücadeleyi dilemiş, şeytanın Adem'e secde etmesini emretmekle ve O'mı yeryüzündeki halifesi kılmakla insanın onuruna ve üstünlüğüne işaret etmiştir. Bu da Allah'ın insana verdiği ve insanın en önemli Özelliğini oluşturan aklının Allah'ın rahmeti altında olması gerektiğini ifade eder. Çünkü eğer Allah onun aklını şeytanın baskısından korumayacak olursa şeytan insana karşı sahip olduğu gizli vasıtalarla onu dilediği gibi evirip çevirecek ve insanı kendi eli ile bir oyuncağa dönüştürecektir... Birtakım vesveselerle, gizli telkinlerle insanı saptıra-bümesine gelince, bu, insanın onurlu ve şerefli bir varlık olduğunu pekiştirir. O'na aykırı düşmez. Allah'ın insana güvendiğini gösterir. Çünkü Allah Onu akılla donatmış, kendisine peygamberler göndermiş, kitaplar ve ilahî mesajlar iletmiştir... Bu demektir ki insan, bu vasıtalari kullanarak şeytana karşı üstün gelebilecek ve icabında meleklerin derecelerinden üstün derecelere ulaşabilecektir. Nitekim bazı hadis-i şeriflerde bu konuda bir takım bilgiler verilmiştir... Bu kısa değerlendirmede şu kesin sonucu çıkarabiliriz. Burada kendisinden söz edilen şeytan'dan amaç iblis değildir. Nitekim Allah'ın Hz. Eyyub'dan hikaye ettiği olayda sözkonusu olan da iblis değildir. Bu ayetlerden anlaşıldığına göre sıkıntı ve hastalığın asıl nedeni şeytandır, demek istenmiyor. Yani o da doğal sebeplerden biri olarak kabul ediliyor. Sadece şeytan kavramı, hastalık vs. şeyler içinde kullanılmış oluyor... Bu konudaki delile gelince şeytanın bu sahada insan üzerinde hiçbir fonksiyonu ona sahip olmadığını ortaya koyan açıklamamızdır. Yine de Allah bilir. [159]
Tefsir açısından bir değerlendirme:
"Allah alış-verişi helal, faizi ise haram kılmıştır..." Ayet-i kerimede geçen "vav" harfi, cümlenin başında gelen ve Allah'ın daha Önce belirlediği bu hükmü açıklamak İçin midir, yoksa durumu bildiren bir "vav" mıdır? Bazı bilginler birinci görüşü tercih edebilirler. Zira hal cümlesi çerçevesine giren mazi fiilin başında "kad" edatının bulunması gerekir. Çünkü hal cümlesi, fiilin zamanında meydana gelir. Bu da gerektirir ki onların bu sözleri ve çelişkileri daha önce ve daha sonra sabit olduğu gibi şu anda da vardır... Fakat cümlenin akışı İçinde meseleye baktığımız zaman, cümlenin yeniden akışına uygun düşmektedir... Çünkü ayetin açık anlamından anlaşıldığına göre bu, onların alış-veriş ile faizi aynı görmeleri şeklindeki anlayışını reddetmekle ilgilidir. Fiil ile durum arasındaki zaman birliği meselesine gelince bu herhangi bir engel oluşturmuyor. Şöyle ki onların bu sözü her iki hükmün de tesbit edildiği zamanda sabittir. Bu da onların görüşlerini reddetmeyi pekiştirir. Onlar bu sözü, bu hükmün belirlediği sırada hemen söylemişlerdir. Çünkü onlar hüküm üzerinde hiç düşünmemişler, ikisi arasındaki farkın yapısını anlamaya çalışmışlardır, iman çizgisinde bu hükümle uyuşma yasası üzerine bir uyum sağlayamamışlardır. Çünkü burada sözkonusu edilenler çoğunlukla imanlarından sapıp faiz yiyen mü'minlerdir. Sonraki ayetten bu rahatlıkla anlaşılmaktadır. Mazi fiilin başına "kad" edatının getirilmesine gelince, bu, en doğru görüşe göre her zaman zorunlu değildir. İşin gerçeğini bilen Allah’tır.
"Kim kendisine Rdbbinden bir Öğüt gelir gelmez faiz yemeye son verirse geçmişte aldığı faizler kendisinden geri alınmaz. Onun işi Allah 'a kalmıştır. Fakat kimler tekrar faizciliğe dönerlerse onlar orada ebedî kalmak üzere cehennemliktirler."
İmam Muhammed Bakir'dan bu ayetin tefsiri ile ilgili olarak şöyle bir nakil yapılmıştır, Mecmau'I Beyan'da da yer alan bu nakil şöyledir: "Kim müslüman olur, İslam 'a kavuşur ve cahiliyeâe yapmış olduğu işlerinden tevbe ederse, Allah daha önce yaptıklarını bağışlar. Kim de haram kılındıktan sonra faiz yemeye dönüş yapar ve öğüt verildikten sonra altş-verişin de faiz gibi olduğunu söylerse onlar orada ebedi kalmak üzere cehennemliklerdir. Zira bu sözü ancak faizi helal sayan kafir birisi söyleyebilir..." "Onun işi Allah 'a kalmıştır " sözünden anlaşıldığına göre ayet, günahın bağışlanması ile ilgilidir. Zaten ayetin akışı içinde sözkonusu olan da hemen ardından kabul edilen tev-bedir. Bazen yüce Allah bağışlamadan bahsederken sözü kapalı söyler, açık olarak belirtmez. Böylece insan sürekli olarak Allah'ın bağışlanmasını dilemek durumunda kalır. Allah'ın mağfiretini sürekli talep eder... Bu ilkeye göre meseleye bakıldığında ayet, malı bağışlamaktan ve onu istemekten, asıl sahiplerine iade etmekten söz etmiş olmaktadır. Kendi işini Allah'a havale ederek günahının bağışlanmasını dilemekten bahsetmektedir. Çünkü Allah kullarının tevbesini kabul eder, onların günahlarını bağışlar ve tevbe edenleri sever. [160]
"Allah faizi eritir, buna karşılık sadakaları arttırır. Allah haramda ısrar eden hiç bir günahkar kafiri sevmez..." Ayet-i kerimede geçen "mahak" kavramı; eksiltmek, azaltmak demektir. "Riba" ise arttırmak anlamına gelir. Bu durumda buradaki azalmayı ve oradaki arttırmayı nasıl anlarız. Bu, faizin dünyadaki olumsuz sonuçlanna mı işaret etmektedir? Yani Allah, faizcinin planladığı ve arzu ettiği malının arttırılması maslahatına aykırı bir şekle mi dönüştürür? İşin sonunda faizin ekonomik, siyasal ve toplumsal sonuçlarıyla, kinleri, kıskançlıkları ve inkılapları körüklediği, faizcilerin kurduğu bütün planları altüst ettiği ve onların bütün kazançlarını silip süpürdüğü anlamına mı gelmektedir? Sadakaya gelince: o da sadaka verenin malını arttırmaktadır. Gelişmeye ve ilerlemeye elverişli, sevgi, saygı ve şefkat atmosferlerini mi oluşturmaktadır?
Yoksa burada sözkonusu edilen, Allah'ın faizciler için hazırladığı ceza ve azap mıdır? Onların dünya da elde ettiklerinin hepsinin bir anda kül olup savrulması mıdır? Bu, faizleriyle hiç bir iyilik yapmadıkları için ahirette sonsuz hüsrana uğramaları mıdır? Bunun yanında sadaka verenin, sadakanın iyi ve güzel sonuçlanna kavuşması Allah'ın on kat mükafat ve sevabına ulaşması mıdır? Yoksa başka bakış açılan mı vardır? Faizin meşruluğunu kabul etmeyen, onu bütünü ile pis ve haram sayan ve onurüa ilgili bütün uygulamaları gasp şeklinde değerlendiren, bunun yanında sadakayı malı bereketlendiren, temizleyen ve sahibinin mülkünü sağlam! aştıran bir faktör olarak gören şer'î hüküm müdür?.. Biz bu görüşlerden ikincisini daha uygun görüyoruz. Bu konuda delilimiz ise bazı hadislerdir: "Kadın ve erkek, hurmanın bir parçası dahi olsa sadaka olarak verdiğinde ben onu onun adına çoğaltırım, besler büyütürüm. Tıpkı herbirinizin malağını ve tayını besleyip büyütüğü gibi. Öyle ki onun bu sadakası kıyamet gününde Uhuâ Dağından daha büyük bir iyiliğe ulaşır." Ayet-i Kerime'yi faiz ve sadakanın hem dünya hem ahiretteki sonuçlanna yorumlamak da uzak bir ihtimal değildir. Allah her şeyi daha iyi bilendir.
"Allah haramda ısrar eden hiçbir günahkar kafiri sevmez." Anlaşılan odur ki bu ayette ifade edilen, onlann, diğer pek çok Kur'an ayetinin değindiği gibi imanın pratik eylem çizgisinden sapıp küfre bulaşmasıdır. Zaten imanın partiğinden uzaklaşmanın en doğal sonucu da budur. Çünkü imanın değeri amel ile ortaya çıkar, amel imandan uzaklaştığında pratik ve uygulama açısından küfür ile iman arasında hiçbir fark kalmaz. Allah en iyi bilendir.
"Onlar ki inandılar, iyi işler yaptılar, namazı kıldılar ve zekatı verdiler, Rableri katında mükafatları kendilerine mutlaka verilecektir. Onlar için artık korku sözkonusu değildir ve onlar hiç üzülmeyeceklerdir."
Bu, Kur'an'ın en belirgin üslubudur. İnsanın, üzerinde yürümesi gereken çizgiye gelmesi açısından Allah'ın şer'î hükmü genellikle bu sekide ifade edilir. Günah işlediği takdirde kendisini bekleyen cezanın, itaat ettiğinde ise karşılaşacağı sevabın boyutları gözlerinin önüne getirilir. İnsanı ahiretin havasına sokar, o iklimin havasını teneffüs etmeye yöneltir. Bu ayet-i kerimede Yüce Allah insana şu meseleyi açıklamak istemiştir: Faiz meselesi, iyi iş- . ler yapan, namaz kılan ve zekat veren müminin mütekamil kişiliğinde bütünden bir parçayı temsil eder. Böylece iman, insanın cezadan kurtulmasında ve mükafata kavuşmasında pratikten kop-mayan canlı, diri bir etken halinde canlandırılır.
"Ey müminler, Allah'tan korkun ve eğer inanıyorsanız, henüz elinize geçmemiş faizi almaktan vazgeçin..." Bu ayet ile mümin insanı baskısı altına alan atmosferin ağırlığı daha da ağırlaşıyor. Sapık bir toplumda ve kendisini kuşatan ekonomik düzenin etkisi altında kalıp imanını da unutarak, faizden kaynaklanan fazlalığı borçludan istemede ısrar etmeye başlaması gündenme giriyor. Ayet-i kerime insana durumuriu ve tutumunu bir tek söz ile Özetliyor: Faizi isteme konusunda, faizin geri kalan kısmını isteyip istememe hususu mümin olup olmama meselesidir.
"Eğer böyle yapmazsanız Allah ve Rasulü tarafından açılmış bir savaşla karşı karşıya olduğunuzu bilin." Çünkü yüce Allah insanın önemli yararlan ile ilgili bulunan meseleler ve pratik uygulaması ile toplumun güveni ve selameti açısından önemli olan meseleleri, maddî ve insanî ilişkiler çerçevesinde, ahlakî ve pratik boyutlarıyla çözüme kavuşturmayı esas alır. Konuyu böyle ciddî bir şekilde ele alır ki, insan bu konuda gevşek davranmasın ve kayıtsız kalmasın. Çünkü buradaki en ufak bir sapma sadece bireyi ilgilendirmez. Bütün insanların huzur ve güvenini tehlikeye sokar. Bu nedenledir ki hayatın sosyal düzenine karşı suç işleyen insanın Allah'a ve Resulüne karşı açılan şiddetli bir savaşla karşı karşıya olduğunu bilmesi gerekir. Bu da insanın sınırsız güç ve kuvvete sahip olan dehşet verici ilahî kudret karşısında ürpermesi, dehşete kapılması ve bu kuvvet karşısında acizliğini itiraf etmesini gerektirir. Bu, herşeyde kuvvetin temelini oluşturan ilahî kuvvet karşısında zayıf ve güçsüz insanın konumunu farketmesi, bütün kuvvetlerin ve değiştirme gücünün kendinde bulunduğu Allah'a karşı teslimiyetini takınması içindir... Ayet-i kerime, saptığı takdirde insanın ne denli bir felaketle karşı karşıya olduğunu da canlandırmaya çalışmaktadır. Büyük ve yüksek bir dağın dibinde duran bir insanın her taraftan üzerine yığılacak taşlarla kuşatılması; önünden arkasından, sağından ve solundan çepeçevre kuşatılmış, kaçma ve saklanma imkanı bulamayan kimsenin hali gibidir... Bu böyle bir korku ve dehşettir ki onu tasavvur etmek, zihinde canlandırmak bile mümkün değildir. İnsan ona nasıl karşı koyup durabilir?
"Eğer faizciliğe tevbe ederseniz, ana sermayeniz sizin olur. Böylece ne haksızlık etmiş ve ne de haksızlığa uğramış olursunuz." Böylece tekrar şefkatli, merhametli bir üsluba dönülüyor. İnsanın önünde dengeli bir çözümün yolu netleştiriliyor, bu çizgiye dönüş yapılması aşılanıyor. Buna göre onların önünde tevbe kapısı açıktır. Allah onların zarara uğramamasını, işledikleri günahın bir cezası olarak da bütün mallarını yitirmelerini istemiyor. Sadece insanlara zulmetmemelerini istiyor. Burada borçluya zulmedilmesi yasaklandığına göre Allah'ın, borç veren kimse tarafından borç alan kimseye zulmetmemesine müsade etmesi sözkonusu olamaz. Borçlunun borç aldığı malı sahibine geri vermemesine izin vermesi düşünülemez.
"Eğer borçlunuz darda ise eli genişleyinceye kadar ona zaman tanıyın. " Eğer borçlu sıkıntı içinde ise ve ana parayı anında borç sahibine geri iade edemiyorsa Yüce Allah bu durumda mümin insandan ona zaman tanımasını ve Allah'ın ona bir kolaylık sağlamasına kadar beklemesini istemektedir... Zira hem insanî, hem de pratik uygulama açısından adalet ve rahmetin izlemesi gereken yol budur... Eğer adalet, borçluya mal sahibinden aldığı borcu geri vermesini ve onu haksız yolda yememesini emrediyorsa, borç sahibine de borçlunun eli genişleyene kadar zaman tanınmasını, hayatın normal zarurî ihtiyaç mallarını satacak sekide veya kendisini malî yönden, onur ve şerefi açısından, ayrıca hayatı açısından zor şartlara sürükleyecek yeni bir borçlanmaya itecek şekilde sıkıştırmamasını öngörmektedir... Zira hukukta ve ilişkilerde adalet olgusu insanın normal gücü çerçevesinde işler, insanın gücünü aşan bir çerçevede işlemez. Zira böyle bir uygulama bütünü ile sıkıntı ve yine bütünü ile zorluk çıkarmaktadır. Yüce Allah buyuruyor ki: "O size dinde bir zorluk, bir güçlük dilemedi " (Hac 78) "Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez." (Bakara 185)
"Eğer bilirseniz alacağınızı bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır, " Sonra ayet-i kerime borç veren ve gücü yeten kimseye manevî bir telkinde bulunuyor. Burada insan, fedakarlığa ve bağışta bulunmaya teşvik ediliyor. Allah katında elde edeceği mükafatı, kazancı düşünmeye başlıyor. Allah katında elde edeceği mükafatı, kazancı düşünmeye başlıyor. Tahsil ettiği veya edemediği mallarıyla, elde ettiği kazancı veya zararı, yani maddî hesaplan bir kenara itiyor. Eğer borç alan kimsenin eli geniş değilse ve onu beklemesi de kendisinin hakkı ise Allah'ın hakkı da verdiği nimetlere şükredilmesidir. İyi amellerle Allah katında yüksek derecelere ulaşmaya çalışmasıdır. Borç verdiği bu mah Allah'ın rızasını elde etmek amacı ile sadaka vermesidir. Bu, kullarının sadakalarını kabul eden, günahlarını bağışlayan, dünya ve ahirette bolluk ve bereket veren Allah katında daha hayırlıdır. Eğer onlar kânn ve zararın Ölçülerini İyi biliyorlarsa, gafil insanlann düşünüp tercih ettiği basit ölçüleri esas almıyorlarsa, kalıcı, sürekli ve değişmez ölçüleri ilke olarak kabul ediyorlarsa en iyisi budur.
"Allah'a döneceğiniz ve sonra hiç kimseye haksızlık edilmeksizin herkese kazancının eksiksiz olarak verileceği günden korkun..." Burada çeşitli amaçları bulunan takvaya davet ediliyor. Allah'ın sevdiği ve sevmediği şeyleri Ölçü almayı, böylece o büyük günle ilgili derin bir düşünceyi insanın ruhuna yerleştirmeyi esas alıyor. Böylece insan bu geçici dünyada herşeyini arkada bırakarak, gittiği yoldan Allah'a dönüş yapıyor. İnsanlann birbirleriyle yanştığı, sürtüştüğü kin ve nefret duygulanyla dolup birbirleriyle savaştığı dünyada Allah'a dönüş yapıyor... Dünyada sadece İnsanın işlediği iyiliği kalıyor. Allah'ın ve insanın malından aldığı ve verdiği şeyler kalıyor. Allah'a itaati ve isyanı kalıyor... Burada insan beklenti;içinde duruyor... Herkes görevini bekliyor. Herkes nereye gideceğini öğrenmeye çalışıyor. Herkesin yaptığı kendisine soruluyor. Herkes ne yapmışsa onun karşılığını alıyor. Ne kadar az da olsa herşeyi eksiksiz olarak kendisine veriliyor. O gün adaletin günüdür. Adil cezanın günüdür. O günde şu söz ebedî ve değişmez bir ilkedir: "Bu gün asla zulüm yoktur!..." Bundan sonra insan bu dünyada kendi hayatında takva çizgisinden gitmek için neden geri kalıyor. Madem ki O, Allah'a iman ediyor ve ahiret gününe inanıyor, kendisini mutlu kılacak şeylere, ahirette derecelerini yükseltecek ve mutlulukla ilgili umutlannı gerçekleştirecek şeylere yönelmenin kendisine ait olduğunu biliyor. O halde dünyada bunları gerçekleştirmeyi düşündüğü gibi ahiretini de düşünmesi gerekiyor...
Mecmau'l Beyan'da belirtildiğine göre bu ayet, Peygambere indirilen son ayettir. Peygamber (Salat ve selam üzerine olsun) ondan sonra yirmi bir gün yaşamıştır... Eğer bu rivayet doğruysa ayet şu anlama gelir: Yüce Allah son olarak kullanna bir çağnda bulunuyor. Takva çizgisinde insanın bu hayatta yüklenmesi gereken bütün sorumlu luklannı Özetliyor. İnsan takva çizgisi ile Allah'a döneceği günü daha ciddî bir şekilde ve daha sürekli olarak düşünebilecek, burada işlediği iyiliğin karşılığında iyilik, kötülüğün karşısında da kötülük göreceğini daha net bir şekilde görebilecektir... Başka bir ayette de yüce Allah'ın belirttiği gibi takva hem bir çizgi hem de bir azıktır: "Yanınıza yol azığı alın, hiç şüphesiz en hayırlı azık takvadır. Ey akü sahipleri benden korkun..." (Bakara 197) [161]
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...
"Ey müminler, birbirinize belirli bir süre sonra ödenmek üzere borç verdiğiniz zaman bunu yazın. İçinizden biri bunu dürüst bir şekilde yazsın. Yazan kimse onu Allah 'in kendisine emrettiği gibi yazmayı ihmal etmesin. Bu hesabı yazıaya borçlu taraf yazdırsın. Ama Rabbi olan Allah'tan korksun da bu hesabi yazdırırken hiç bir şeyi eksik bırakmasın. Eğer borçlu taraf aptal, zayıf ya da nasıl yazdıracağını bilmeyen biri ise yazdırma işlemini onun yerine dürüst bir şekilde velisi yapsın.
Bu işleminize erkeklerinizden iki kişiyi şahit tutunuz, eğer iki erkek şahit bulunmaz ise onayladığınız bir erkek ile iki kadını şahit tutunuz, ta ki biri yanılınca Öbürü hatırlasın. Şahitler çağrıldıklarında gitmezlik etmesinler.
Borç küçük olsun büyük olsun onu vadesini belirterek yazmaktan üşenmeyiniz.
Bu, Allah katında en dürüstçe, şahitlik için en sağlam ve sizi şüpheden uzak tutacak en kolay yoldur.
Yalnız aranızda peşin bir alış-verİş olursa bu İşlemi yazıya geçirmemenizin bir sakıncası yoktur. Ahş-veriş yaparken de şahit tutun. Ne yazana ne de şahide zarar verilmesin. Eğer bunlara zarar verirseniz kendi hesabınıza fasık olmuş, günaha girmiş olursunuz. Allah'tan korkun. O size nasıl harek etedeceğinizi gösteriyor. Allah herşeyi bilir.
Eğer yolculukta olur da işlemlerinizi yazacak birini bulamazsanız, alınan rehinler yeterlidir. Eğer birbirinize güvenerek borç işlemi yapmış iseniz kendisine güvenilen kimse borcunu Ödesin. Rabbi olan Allah'tan korksun. Sakın şahitliği saklamayın, kim şahitliği saklı tutarsa onun kalbi günahkardır. Hiç kuşkusuz ne yaparsanız Allah onu bilir." (Bakara: 282-283) [162]
Buradaki iki ayette borç hükümleri ile ilgili bir takım îslamî yasalar yer almaktadır. Borç veren insanın elinde herhangi bir senedi ve belgesinin bulunmadığı durumlarda borçlunun borcunu inkar etmesine imkan vermeyecek şekilde borcun sağlıklı bir şekilde ispatı ve garantiye alınması istenmektedir... Yüce Allah borcun karışıklığa ve İnkara fırsat vermeyecek sağlam ve kesin bir şekilde yazılmasını dilemektedir. Borcu yazacak olan katibin borç yazmaya davet edildiğinde onu güzel şekilde yazmasını talep etmektedir. Bu konudaki şahitliğe teşvik etmekte, şahitliğe çağrıldıklarında şahitlik yapmaktan, bu sorumluluğu yerine getirmekten geri durmamalarını istemektedir. Bu şahitliği yerine getirmeye ve ifade vermeye çağrıldıklarında da ondan geri durmalarının caiz olmadığını hatırlatmaktadır... Daha sonra rahin bırakmak ile ilgili yasaya de^nmellte, özellikle yazma işinin gerçekleştirilmediği durumlara dikkat çekmektedir... Sonra müslümanlara karşılıklı güven esasına dayalı olarak ilişkilerini düzenlemeleri gerektiğini hatırlatmakta, bu karşılıklı güveni şahit tutma ve yazma işlemine ihtiyaç bırakmayacak kadar ilerletmeleri gerektiğini hatırlatmaktadır... Böylece görüyoruz ki bu iki ayeti kerime uygulamaya dayalı bir programa işaret etmekte ve insanları o programa yöneltmektedir. Yüce Allah bu program ile insanların malî ve ekonomik ilişkilerini düzenlemek, işin sonunda insanların ilişkilerine halel getirecek, onların arasındaki ilişkiler üzerinde olumsuz etkilerde bulunacak uygulamaları ve gelişmeleri önlemek istemektedir...
Fakat burada bütün bunlar niçin vardır...? Yüce Allah'ın yazmak, şahit tutmak ve rehin bırakmak ile ilgili hükümleri dikkatli ve detaylı olarak bu iki ayette açıklaması ilişkilerle ilgili olumsuz bir intiba bırakabilir. Müminlerin birbirlerine güvenleri konusundaki inançlarını ve kişisel düşüncelerini bir şüphe bulutuyla gölgeleyebilir. Eğer malî ilişkiler sağlam belgelere, ispat isteyen delillere ihtiyaç duyuyorsa müminlerin müminlere olan güveni nerede kalmaktadır. Mümin bir toplumun planlanması ve programîan-masındaki konumu nedir? Çünkü insan ancak kişiye tam güven duymadığı durumlarda sağlam biçimde yazılı belge ihtiyacı duyar.
Bu soruya şöyle cevap verilebilir: Şüphesiz ki İslam, müminin kardeşi olan mümine karşı iyi niyetli olmasını ister ve aralarındaki ilişkilere egemen olması gereken havanın da karşılıklı güven atmosferi içinde olmasını temenni eder... Fakat, bu durumu sürekli olarak sürdürmeyi, temel ilişki ve en güçlü bağ olarak bu bağların varlığını sürdürmelerini dilediği için, genelde bu bağların herhangi bir şekilde, istisnaî ve geçici sebeplere dayansa da bozulmasını istemez... Çünkü iman sahibi olmak, hata işlemeyi engelleyecek şekilde bir masumiyeti ifade etmez ki bu masumiyet olumsuz sapmaların karşısında maddî ve manevî teoride ve pratikte bir garanti anlamına gelsin... Aksine insan sürekli olarak zaaf noktalarını beraberinde taşır. İçinde, harekete geçen ve iradesini zayıflatan, Allah'ın emrettiği ve yasakladığı direktifleriyle belirlenen, Allah'ın çizgisinden sapmasına yol açan, böylece emanete hıyanet etmesini, gerçeği inkar etmesini, sorumluluğunu yerine getirmesini engelleyecek duygulara her zaman sahiptir. Onun zaaf noktalarını sapmaktan alıkoyacak, önüne zorluklar çıkaracak ve ona karşı kesin tavır koyacak uygulamaya ilişkin pratik baskı ve engeller konmadığında, önüne maddî engeller çıkarılmadığında insan emanete hıyanetin büyük bir suç olduğunu anlayamaz. Hakkı inkar etmesinin, sorumluluğu yüklenmekten kaçınmasının doğru olmadığını kabullenmez. Fakat önünden ve arkasından kendisini kuşatan apaçık delillerle ortaya konan, ispat edilen bir gerçek karşısında insan, suçunu itiraf etmekten başka çare bulamaz.
Burada özellikle üzerinde durulması gereken noktalardan biri de şudur ki; eğer güven, borçlu tarafından hıyanetin engellenmesini garanti ediyorsa borçlu vefat ettiğinde varislerinin hıyanet yapmalarını engelleyen sürekli bir garanti belgesi var mıdır? Çünkü biz borç verenin yazılı belge, şahit veya rehin gibi herhangi bir maddî senedi bulunmadığında bazı borçluların kendi borçlannı inkar ettiklerini görebildiğimiz gibi, borçluların bazı varisleri de borç konusundaki belgenin yetersizliği veya borç verenin borca ilişkin bilgisinden başka herhangi bir bilgiye sahip olmadığından dolayı borcun varlığını inkara kalkış tıklarını görebiliyoruz... Eğer ortada somut bir belge sözkonusu olsa onları böyle bir inkara kalkışmaktan alıkoyacaktır. Aynı şekilde borçluyu da hakkının inkar edilmesine kalkışılması gibi, nadir ve karmaşık durumlarda haksızlığa uğramaktan kurtaracak bir yol var mıdır?
İslam, insanın doğru yolda yürümesini garanti eden bir takım dış etkenlerin, dış önlemlerin olmasını öngörmektedir. Tabii ki bundan önce imandan;kaynaklanan ve hayatı etkisi altına alan iç etkenlere de yer vermektedir... Bunların hepsi de ilişkilerde sürekli olarak güveni pekiştirmek, icabında içteki iman ilkelerinin sarsıntıya uğradığı zaaf noktalarına karşı bu dış etkenleri ve ilişkileri geliştirmek içindir... Müslümanlara bütün hayatları boyunca içinde hareket etmeleri gereken güzel çizgi, ana hat budur. Buna benzer dış ilkeler kendilerinden istendiğinde şeytanın içlerine verdiği tereddütlerden yola çıkarak bu tür bir uygulamayı, onurlan, güven ve emanetleriyle çelişiyorrnuş gibi algılayıp değerlendirmeleri doğru değildir... Hatta yapılması gereken, toplumun sarsılma ve yıkılma kabul etmez sabit ilkeler üzerinde kurulması için böyle uygulamaya ilişkin bir garantiye taraftar olmalarıdır. Yasama konusunda İslam sahayı müslümanlara açık bırakmıştır. Onların üzerlerine kapıyı kapamamıştır. Bu yasaya ilişkin maddeleri tek tek uygulaması zorunlu olan bir görev niteliğinde farz kılınmıştır. Sadece onları hayatlarında, kendi isteklerine dayalı bir sistem olarak uygulamalarını istemiştir. Kendi hayatlannı değişmez bir ilkeye dayandıracak ve toplumun yaran ilkesine paralel bir şekilde yaşayacak bir nidama işlerlik kazandırmak istemiştir. Onlar pratik uygulamalarında herhangi bir komplekse kapılmadan bu düzeni yürürlüğe koymalıdırlar. Bunu uygulamak zorunda olduklan için değil, realiteye dayalı mahirane ve hakimane bir uygulama olduğu için kabul etmelidirler. Yine onlar kendi haklan ve mallarından emin olduklan, korkuya neden olabilecek herhangi bir gerekçe bulunmadığı durumlarda bu uygulamayı terkedebilirler. tşte yapıp yapmamakta serbest bırakıdıkları bu uygulama onların haklarını ve mallanın koruma hususunda özel bir mesele niteliğinde ortaya konmuş olmaktadır... Burada mesele ilke meselesidir. Toplumsal bir ilkeyi ve değeri ifade etmektedir. Öğüt verme ve yol gösterme niteliği taşıyan, yükümlülük getiren bir farz ve kaçınılmaz bir görev olarak değil, yani bunu yapıp yapmamak herhangi bir sevaba veya cezaya neden olmaz. Buradaki emir, yüce Allah'ın sevap ve ceza gerektiren, Allah'ın yükümlülük getiren ve bağlılığı şart koşan hükümlerinden değildir... Hükümlerinin gerçek mahiyetini en iyi bilen Allah'tır...
"Ey müminler, birbirinize belirli bir süre sonra ödenmek üzere borç verdiğiniz zaman bunu yazın. İçinizden biri bunu dürüst bir şekilde yazsın. " Yani burada yazıyı yazan, adaleti esas almalı ve meseleyi yanlış ve çarpık bir şekilde tespit etmemelidir. "Yazan kimse onu Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmayı ihmal etmesin..." Buda gösteriyor ki, İslam'da kültürlü olmak, kültürlüye bir sorumluluk getirir. İhtiyacı olanlara onu vermek zorundadır. Kişi bu kültürü pratik uygulamalarında kullanacak, ihtiyaç sahibi başkalarına sunmaktan geri durmayacaktır... Çünkü kültür, sorumluluktan uzak kişisel bir mesele değildir. Derin ve büyük sorumluluğu bulunan toplumsal bir meseledir. "Bu hesabı, yazıcıya borçlu taraf yazdırsın." Borç veren adama karşı ne gibi sorumluluklan ve taahhütleri bulunduğunu yazdırsın. "Ama Rabbi olan Allah'tan korksun da bu hesabı yazdırırken hiç bir şeyi eksik bırakmasın..." Çünkü takva insanın herhangi bir şeyi eksik vermesine ve yaptığı tespitleri noksan bırakmasına izin vermez. "Eğer borçlu taraf cahil, zayıf ya da nasıl yazdıracağını bilmeyen biri ise yazdırma işlemini onun yerine dürüst Ur şekilde velisi yapsın..." Çünkü bir insan eğer tasarrufları ve kabullenmeleri açısından şer'î bir sorumluluk sıfatına sahip değilse veya sorumluluk yetkisini kullanabilecek güçte değilse onun kendisine has bir velisi olması gerekir. Eğer bu insan çocuk veya deli ise velisi babası veya dedesidir. Başkalarının velisi ise şer'î hakimdir. Onun işlerini idare edecek, anlaşmalarını yapacak özel ve genel tüm ilişkilerini düzenleyecek olan bu şer'î hakimdir. "Bu işlerinize erkeklerinizden iki kişiyi şahit tutunuz." Cenab-ı Allah şahitlik sistemini hakkın ispatı için izlenecek.yollardan biri olarak kabul etmiştir. Çünkü adaleti gözetleyen iki şahit bir delil niteliğindedir. [163]
"Eğer iki erkek şahit bulunmaz ise bir erkek ile İH kadını şahit tutunuz. " Çünkü iki kadın, şahitlikte bir erkek yerindedir. Bunun ne-. deni ise Kur'an-ı Kerim'de belirtilmiştir: "Ta ki biri yanıhnca öbürü hatırlatsın." Buradaki asıl neden kadında bulunan duygusal yönün ağır basması olabilir. Kadınlar anne olmaları nedeniyle büyük sorumluluk ve ağır yükümlülük getiren aynı zamanda büyük önem taşıyan konularda duygusal davranabilirler. Aynı şekilde kadınlar tabiatı da bu tür ağır sorumlulukları üstlenmeye müsait değildir. Şefkat, merhamet, huzur ve duygusallık atmosferinde yetişen kadının duygusal atmosferlerde gerçeği dile getirmesi, hakikati haykırması bazen güçlük arzedebilir. Duygularına yenilebilir. Dolayısıyla tanıklıktaki adalet çizgisinden sapabilir, doğru yoldan ayrılabilir. Özellikle eğer şahitlik yapılan konu, lehinde veya aleyhinde şahitlik yapılanlar açısından dramatik bir yapı arzedi-yor, şefkat ve merhameti kamçılıyorsa durum hayli ciddiyet kazanır. Bu durumda duygusallık, kadını, aleyhinde şahitlik bulunan adamın yararını gözetmeye ve onu dramatik bir hükümle yüzleştirmekten uzaklaştırmaya yöneltebilir... Burada onun hatasını düzeltecek ve sorumluluğunu hatırlatacak ve hakimin özgür bir irade ile gerçeğe ulaşmasını sağlayacak başka bir kadına ihtiyaç vardır... Burada kadının onurunu hafife alan, onu basite indirgeyen bir durum sözkonusu değildir. Çünkü duygusallık kadının kişiliğinde herhangi bir değerin azalmasına neden olmamaktadır. Aksine o, büyük insanî bir değerdir. Sadece burada yüce Allah kadının herhangi bir şekilde sapmasına yol açacak iç ve dış etkenleri kontrol altına almayı dilemiştir... Allah'ın dilediği adaletin gerçekleştirilmesi için bu, yedek bir önlem esasına göre belirlenmiştir. Fert veya toplum düzeyinde her konuda ve her ortamda insanın ulaşması gereken adil uygulamanın aksatılmaması içindir bu önlem.
Bazı insanlar diyebilirler ki, kadının duygusallığının erkeğin duygusallığından daha fazla olduğunu kabul ederiz. Fakat bununla beraber biliyoruz ki bilinçli bir eğitim kadının bu duygusallık yönünü azaltıp onu dengeli bir çizgiye getirebilir. Aynı şekilde saptırıcı veya sağlıklı olmayan bir eğitim de erkeğin duygusallık yönünü arttırabilir ve onu saptıracak düzeye indirebilir. Onun aklî yönünü büyük ölçüde zayıflatabilir. Bu tür durumları nasıl değerlendireceğiz? Burada mesele aynı şekilde geçerli oluyor mu? Duygusal bir erkek saptığı zaman kendisine hatırlatacak başka bir erkeğe muhtaç kabul ediliyor mu? Yine dengeli bir duygusallığa sahip olan bir kadının şahitliği başka bir erkeğin şahitliği ile denk tutulabilir mi?... Yoksa bu konudaki yasama olduğu gibi mi devam eder? Erkek ne kadar zayıf, kadın ne kadar güçlü olsa da erkeğin fonksiyonu kadının forksiyonundan daha üstün kabul olmaya devam eder mi?
Bu soruya şöyle cevap verilebilir: Hayatın değişik boyutları ile ilgili pratik fonksiyonlarının belirlenmesine ilişkin yasamalar ve bu yasamaların kadın ve erkekle ilgili olanları bireyin kişisel özellikleri ile belirlenemez. Yasamanın sebeplerini ve keyfiyetlerini bireylerin özellikleri oluşturamaz. Zira kişiliğin bireysel özellikleri, eşyanın genel ilkelerine, temel kurallarına bağlı değildir. Bir tek insanda şartların değişmesiyle bu kişisel özellikler de farklılık gösterebilir. Pratik eylem platformunda kişisel hareket üzerinde şartların müsbet ve menfî etkileri bulunabilmektedir... Dolayısıyla teşri * niteliği taşıyan hukukî yasaların temel olarak türe ilişkin özelliklerinin esas alınması gerekir. Bu türe ilişkin özellikler insanın bünyesini ve yapısını belirler ve kişiliğini ona göre oluşturur. Ancak bu özellikler esas alındığında problemlere ve olaylara karşı genel hükümler ve ilkeler belirlenebilir. Bu yaklaşımın ışığında erkeğin ve kadının kişiliğinde yer alan türe ilişkin temel unsurları gözden geçirmemiz gerekecektir. Bu takdirde türün bünyesinde taşıdığı olumlu ve olumsuz yapıyı ve özellikleri gözlemlememiz icab edecektir. Adaletin gerçekleştirilmesi ve hükmün uygulanması konusunda, konunun bireysel kişiliği oluşturan özelliklerinden yararlanma gibi detaylarına daha sonra inmek gerekir... Bunun yanında bilinçli olan eğitimin olumlu yönde saptırıcı olan eğitimin de olumsuz yönde bir etki sahibi olduğu, insanın hayatında etkileyen veya etkilenen ikinci biryapı oluşturacağı konusuna gelinebilir. Fakat bunlar zaaf noktalarına karşı ve kimi durumlarda aksaklıklara karşı uyanık davranmamıza aykırı değildir. Dolayısıyla insanın kişiliğini oluşturan, türüne ilişkin çizgisiyle uyum sağlayan ve adaletin yerini bulmasına katkıda bulunan ihtiyat yönünü gözö-nünde bulundurmamıza aykırı düşmez.
Şuna da dikkat çekmek gerekir ki yasama konusunda sözko-nusu edilen meseleler, olumsuzlukların varlığı veya olumlu yönlerin bulunması gibi değerlendirmeler yüzde yüzlük tespitler değildir. Çünkü bütünü ile iyilik olan veya bütünü ile kötülük olan hiçbir şey yoktur. Bazı kötü şeylerle beraber iyi yönler bulunabileceği gibi, bazı iyi şeylerle beraber kötü şeyler de bulunabilir... Dolayısıyla bununla ilgili olan helal olma veya zorunlu bir görev olma meselesi o iş veya eylemdeki iyilik yönünün kötülük yönüne ağır basmasına bağlıdır. O eylem veya işin haram sayılması da bu şekilde belirlenir. Yani orada iş ve eylemin kötülük tarafı iyilik tarafına ağır basmıştır.,. Dolayısıyla her durumda olumsuzluklar kaçınılmazdır. Fakat bunlann dozajları farklıdır. Azlıkları çoklukları, etkinlikleri, zayıflıkları birbirinden değişiktir. İşte yasama esnasında onların bu yapılarına dikkat edilir ve bunlar esas alınır. Hükümlerinin gerçek mahiyetini en iyi bilen Allah'tır.
"Onayladığınız şahitlerden" Burada açıkça anlaşıldığına göre, b^ onun güvenilir olma haline nza gösterilmesidir. Bu da adaletle elde edilir. Nitekim adalet de şer'î çizgi üzerinde yürümeyi gerektirir. Kişinin doğru söylemesini, yalandan sakınmasını öngörür.
"Şahitler çağırıldıklarında gelmetnezlik etmesinler..." Çünkü şahitlik gerçeğe ulaşmak için insanların yüklenmesi gereken sorumluluktur. İnsanların bu eylemin değişmez kurallarına uymaları ve hayatlarını onun üzerine kurmaları gerekmektedir. Dolayısıyla bu eylemi yapmakla yükümlü tutulduklarında insanların onu yüklenmeleri gerekmektedir. Çünkü adaleti gerçekleştirmenin ve zulümle savaşmanın en iyi yolu budur... Eğer böyle bir eylem bulunmazsa delili ortaya koymanın dayanağı tesadüfe bırakılmış ve bağhyıcı bir esasa dayandırılmamış olur.
"Borç küçük de olsa onun vadesini belirterek yazmaktan üşenmeyiniz." Borcun gerçek ve apaçık ortaya konması gerekir. Ne kadar küçük olursa olsun böylece günü geldiğinde insanlar herhangi bir tartışmaya ve sürtüşmeye girmeden işin gerçek mahiyetini kavrayabilecektir.
"Bu, Allah katında en dürüstçe, şahitlik için en sağlam ve sizi şüpheden uzak tutacak en kestirme yoldur." Allah katında adalete en yakın iş ve şahitliğin gerçekleştirilmesi için en büyük mesele, hakkı tanımak için izlenecek ve sağlam yolun en güzel ifadesi, Allah'ın pratikte belirlemiş olduğu bu hukukî ve yasal çizgiye bağlılık göstermektir. Bütün bu uygulamalar, vadeli ahş-verişler ve malî uygulamalar içindir. Peşin alışverişlere gelince, bunlar ahş-veriş esnasında karşılıklı olarak birbirlerini memnun ettiklerinden, bu durumla illede yazmak gerekmez. Özel hallerin dışında, onları yazmamakta bir sakınca yoktur. Zira böyle bir zorunluluk getirmek pratik şekilde işlemesi gereken pazarın seyrini ağırlaştırabilir ve karşılıklı ilişkileri zorlaştırabilir. Allah Teala buyuruyor ki: "Yalnız aranızda peşin bir alış-veriş olursa bu işlemi yazıya geçirmemenizin sakıncası yoktur." Zira bunu yazmamanız herhangi bir zarara uğramanıza yol açmaz. "Karşılıklı alış-verişlerinizle de şahit tutun." Borç aldığınızda şahit tuttuğunuz gibi. Böylece saün aldığınız eşyaya sahipliğiniz belgelenmiş olur. "Ne yazana ne de şahide zarar verilmesin. Eğer onlara zarar verirseniz kendi hesabınıza fasık olmuş, günaha girmiş olursunuz." Çünkü adaletle hareket eden yazıcı ve şahit, Allah'ın insanların yararını gözeten emriyle hareket etmektedirler. Dolayısıyla eğer gerçek, herhangi bir tarafın arzusuna aykırı düşüyorsa suçu onlarda aramasın ve kimse onlara zarar vermesin. Kim böyle bir şey yapacak olursa Allah'ın üzerinde yürümemizi istediği çizgiden sapmış olur. Bu çizgiden sapmakla o, sapıklığın çirkefinde ayrılığa, çıkmaza ve yokoluşa doğru yol almaya başlar.
"Allah 'tan korkun." Çünkü Allah korkusu hem dünya, hem de ahiret kurtuluşunun temelidir. "O size nasıl hareket edeceğinizi gösteriyor. " Size marifetin kapılarını açan O'dur. Bilginin temel vasıtalarını hazırlamakla ilme ulaşmanızı sağlayan, gönderdiği peygamberler aracılığı ile sizi sağlıklı bilgiye ve net bir görüşe kavuşturan O'dur. Halbuki siz daha Önce hiçbir şey bilmiyordunuz. Size öğrettiklerine karşılık O'na şükredin. Size öğrettiği şeylerle bilgiye ulaşmanızı sağladığından ötürü O'na itaat edin...
"Eğer yolculukta olur da işlemlerinizi yapacak birini bulamazsanız, rehinler alınması yeterlidir." Çünkü rehin, yazılı belge ve şahit gibi borcun bir vesikasıdır. Bazı durumlarda böyle bir uygulamaya ihtiyaç duyulabilir. Okuma-yazma oranının düşük olduğu toplumlarda bu tür durumlarla karşılaşılabilir. Buradan anlıyoruz ki hüküm sadece bu duruma mahsus değildir. Aksine borcun rehinle vesikalandınlfnasım gerektiren bütün durumlar için. bir örnektir.
Bu durumlardan biri de borç verenin yazılı belge ve şahit mevcut olduğu halde delilleri ortaya koyarak mahkemeleşmeyi istememesidir. Bu durumda borç veren kimse rehin aldığı işin elinde somut bir eşya bulunacak, onun elinin altında bulunduracak, borçlu borcunu vermediği takdirde rehin aldığı şey ile borç verdiği parayı geri alabilme şansına sahip olacakbr... Borç ve rehin konusundaki hükümlerle ilgili detaylı konular fıkıh kitaplarında yer almaktadır dileyen onlara müracaat edebilir.
"Eğer birbirinize güvenerek borç vermiş iseniz, kendisine güvenilen kimse borcunu ödesin."
Buradan açıkça anlaşıldığına göre, hüküm borç verenin herhangi bir tereddüde kapılmadan borçluya güveninden dolayı borcun inkarı ve ödenmemesinden endişe etmediği haller içindir. Bu tür durumlarda insanın yazılı belgeyi ve şahitleri terketmesi caizdir. Çünkü Yüce Allah, kullarına karşılıklı kişisel güvenin kapılarını kapatmak istememektedir... Sonra borç verene karşı güven telkin eden ve kendisine güvenilen adama yöneliyor ve bu güveni sarsmaması, borcunu zamanında ödemesi, emanete riayet etmesi, sözleşmesine bağlı kalması için direktif veriyor. Ta ki böylece insanî alış-verişlerdeki sıcak ve canlı ilişkiler daha da güçlensin, bu güç ve kuvveti ile birlikte uygulama alanındaki sürekliliğini sürdürsün. Çünkü emanet duygusu, bu düşünceye ve realiteye dayalı bir boyut kazandırır. Emanetin dışındaki uygulamalar ise, bu alandaki ideal uygulamayı savsaklayabilir. Emanet, bu uygulamanın maddî hiç bir bağlayıcı ilke yokken kendi halinde işlemesini sağlar. Yüce Allah bu duyguyu takvaya bağlar. Böylece anlaşılıyor ki takva, insana maddî şeylerin yaptırdığını manevî ilişkilerde hiçbir maddî şart bulunmasa da yaptırır. "Rabbi olan Allah'tan korksun." Bunun ışığında islam eğitim hareketinin böyle bir özelliğe sahip olması gerektiğini söyleyebiliriz. Bu aynı zamanda bütünü ile ibadet niteliği taşıyan bir gerçekliktir. Ta ki böylece insanlar en ince detaylarına varıncaya kadar tüm uygulamalarında Allah'ı gözetlesinler. İbadetlerinin detaylarında O'nun gözetlemeleri gerektiği gibi. Bu da şer'î ve fikhî bütün yönleriyle bireyin ve toplu-. mun aynı bilinçle yetiştirilmesi gerektiğini ortaya koyar.
"Sakın şahitliği saklamayın." Çünkü gerçeği ortaya koymak, adaletin gerçekleştirilmesi için insanın en önemli sorumluluğudur. İnsanların problemlerinde adaletin bütün boyutlarıyla yürürlüğe girmesi için insanların yargı sistemi ile dayanışma içine gir- -mesi gerekir. Eğer insan kişisel kompleksinden kaynaklanan bir hareketinde şahitlik yapmaktan geri duracak olursa yargı sisteminin gerçeğe ulaşması ve kesin, iyi bir sonuca kavuşması bir ölçüde engellenmiş olur... Meselenin bu boyutuyla incelenmesi kalpteki imanla irtibatlıdır. İhsanın toplumun önemli ve ciddî meselelerine ilgi duymasını ve ohlan çözmek için uğraşmasını zorunlu kılar. İnsan böylece imanından kaynaklanan sorumluluğunu hayattaki pratik çalışmasının çizgisiyle ortaya koymuş olur. "Kim şahitliği saklı tutarsa onun kalbi günahkardır." Çünkü bu hareketin onun ilgi duyduğu şeylerin ve düşüncelerinin saptığını, bu konuya ilişkin Allah'ın sevdiği ve razı olduğu işlerden uzaklaştığını gösetrir. Çünkü müminin, müminlerin işleriyle uğraşması, adalet çizgisinden onlann toplumsal ve bireysel düzeylerini yükseltir.
"Hiç kuşkusuz ne yaparsanız Allah onu bilir." Dolayısıyla hiç kimse özrünün kabul edilmeyeceği alanla ilgili mazeret göstermeye kalkmasın, bildiği konularda şahitlik yapmaktan geri durmasın. Bu konudaki bilgisini inkar edip şahitliğini gizlemesin, şahitliğini açıklamasına engel olan şer'î şartların varlığını ileri sürmesin. Veya kesin bir sonuca ulaştıracak derecede konuyu net bir şekilde bilmediğini iddia etmesin. Çünkü Allah insanın gizli-açık yaptığı herşeyi bilmektedir. [164]
"Göklerdekilerin ve yerdekilerin hepsi Allah 'indir. îçinizdeHni açığa vursanız da, gizli tutsanız da Allah sizi onun yüzünden hesaba çeker.
Sonra dilediğini affeder, dilediğini de azaba çarptırır. Hiç şüphesiz Allah 'in herşeye gücü yeter."
Bu ayet-i kerimede insanın evrendeki doğal güçlere bakarak, bu konuda sürekli bilgi elde ederek yaratıcısına teslim olması teşvik edilmektedir. Burada, evrensel güçlere karşı kalbinde bir ürperti duymasına, orada yer alan doğal olaylara bakıp düşüncesi ve ruhu ile dehşete, hayrete kapılmasına işaret edilmektedir. Yine bu evrenin bir parçası olan kendi iç alemini, çeşitli enerjilerine yönelerek oradaki pek çok duyguyu ve hisleri ruhunda yerleştirmesini ve böylece Allah'a ibadete yönelmesini aşılamaya çalışmaktadır.
Bu ve benzeri ayetler bütün bu güçlerin, olayların ve enerjilerin arkasında gizli bulunan yaratıcı gücü incelemeyi önermekte, dolayısı ile göklerde ve yerde ne varsa hepsine sahip olan Allah'ı tanıyıp O'na yönelmesini insana bildirmektedir. Çünkü bunlann hepsini yoktan var eden ve onlara şekil veren Allah'tır. Bu da insanın bütün dehşeti, saygısı, kutsaması ve samimiyeti ile yüce Allah'a yönelme duygularını harekete geçirir... Böylece insan bu duygular ile özgürlüğe ve kesin bir güvene kavuşur. Çünkü insan bütün bu varlıkların ve olayların kendisi gibi Allah'a kulluk ettiklerini hissetmeye başlar. Ayrıca kendisinin onlardan daha da ilerde olduğunu, onların bu dünya hayatında kendi emrine amade edildiğini söyleyen dinî düşünce aracılığı ile daha üstün olduğunu öğrenir...
Fakat bu mesaj sadece bu duygularla dondurulmaz. İnsanı hayatındaki iç ve dış sorumlulukları ile yüzyüze getirir.
Çünkü insan bu evrenin akıllı ve sorumlu olan güçlerinden biridir. Allah onun bu gücünün irade ve seçim ilkesine dayalı yapısıyla, bu kapsamlı olan evrenin düzeni içine girmesini ve bir insan olarak bu evrenle birlikte Allah'a ibadet etmesini istemektedir. İşte bu bilinç insana çok derin bir hassasiyet kazandırır. Böylece o eylemlerin arka planlarında yer alan iş dinamizmini görmeye çalışır. Onların dış görünüşlerine, kabuklarına bakmakla yetinmez...
Böylece insan, kendisine sağlıklı bir yon seçmiş olur. Eylemlerin-deki şer'î yükümlülükleri karşısında sağlıklı bir düzene girer, isyana ve inada kalkıştığında Allah'a karşı sorumluluğunu takınır. îlk ve son hüküm yüce Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğini de cezalandırır. Kimse O'nun iradesine müdahele edip karışamaz. Bu konuda ve diğer konularda herşeye gücü yeten O'dur... Öyleyse insan da bu sınırsız güce ve kudrete sahip olan Allah'a teslim olmalı ve O'ndan mağfiret ve bağışlanma dilemelidir. [165]
Bu ayet-i kerime tefsir bilginleri arasında büyük tartışmalara neden olmuştur. Çürikü burada da belirtildiğine göre yüce Allah, içinde gizlediği ve'açığa çıkardığı herşeyi ile insanı hesaba çekmektedir. Halbuki çoğu kimseler diyorlar ki: "Allah'ın cezalandırmasında esas olan insanın yaptığı işlerdir, niyetleri değildir." Bu nedenledir ki bazı tefsir bilginleri ayetin, kalpten geçen herşeyden hesaba çekilmeyi ifade etmesi, ve insana gücünün yetmeyeceğini yüklemesi nedeniyle şu ayet-i kerimeyle nesh edildiğini söylemişlerdir: "Allah hiç kimseye kapasitesini aşacak şekilde bir yükümlülük yüklemez" (Bakara 286). Bazı tefsir bilginleri de bu ayetin, şahitliğin gizlenmesi ayeti ile ilgili olduğunu veya kafirlere mahsus olduğunu söylemişlerdir. Üçüncü bir grup da hesaba çekilmeyi haber verme şeklinde yorumlamışlardır, cezalandırma şeklinde değil. Mizan Tefsirinin müellifi ise diyor ki: "Ayet-i kerime, insanın açığa vursa da gizlese de içindeki şeylerinden hesaba çekileceğini göstermektedir. Gizlese de, açığa çıkarsa da onun cezalandırılacağına gelince, başka bir ifadeyle cezanın kişideki kesin iradeye bağlı olduğunu; pratik olan eyleme dönüşse de dönüşmesede, varılmak istenen hedefe varılsa da vanlmasa da durumun değişmeyeceğine ilişkin meseleye gelince, ayet bu meseleye değinmemektedir.".[166]Özetle belirtirsek, ayet-i kerime insanın içindekilerden bir ilke olarak hesaba çekileceğini belirtiyor, fakat bunun şartlarını belirtmiyor. Dolayısıyla başka bir ayetin hesaba çekilmeyi iş ve eylem bağlamasına aykırı düşmüyor... Bu görüş doğruya daha yakındır. Fakat açık olan şudur ki, bu ayetler insanların eylemlerinden hesaba çekilirken onları bu eyleme iten niyetlerinin türlerine göre hesaba çekileceklerini ortaya koymakla ilgilidir. Tabii ki bu, Kur'an'ın pekçok ayette hesabın bütünü ile amellere dayanacağına ilişkin belirttiği hükme aykırı düşmez. Nitekim meşhur bir hadiste buyruluyor ki: "Ameller ancak niyetlere göredir. Herkese niyetinin karşılığı vardır." Yine aykırı bilinen bir hadiste: "Kıyamet gününde insanlar niyetlerine göre haşrolunurlar" buyurulmaktadır. Ayetlerinin gerçek anlamlarını en iyi bilen Allah'tır. [167]
"Peygamber, kendisine Rabbi tarafından indirilen gerçeklere inandı, müminler de. Hepsi birlikte Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar. O'nun peygamberlerinden hiç birini diğerlerinden ayırmayız. Duyduk ve uyduk, günahlarımızı bağışlamanı dileriz. Ey Rabbimiz, dönüşümüz sanadır dediler. Allah hiç kimseye kapasitesini aşacak bir yükümlülük yüklemez. Herkesin işlediği iyilik kendi yararına, işlediği kötülük de kendi zararınadır. Ey Rabbimiz eğer unutacak ya da yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz bizden öncekilere yüklemiş olduğun gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü taşıtma, bizi affet, günahlarımızı bağışla, bize merhamet eyle. Sen bizim meulâmızsın. Kafirlere karşı bize yardım et."
(Bakara: 285-286)
Bu ayet-i kerimeler Medine'de Peygamber ve ashabından oluşan mümin toplumun üstün ve canlı bir tasvirini vermektedir. Bu toplumun düşüncelerini ve imanını, yüklendiği sorumluluğu, Allah'ın huzurunda duruşunda hissettiği duygulan, ibadetinin manevî havasını, ruhlannn saflığını ve huşu içindeki niyazlarını dile . getirmektedir. Burada insan, Yüce yaratıcı ve uluhiyet karşısında arı-duru ibadete durduğunda neyi yaşıyorsa, o bilince işaret edilmektedir. Bu bilinç insanı günahlardan arındırır. Bağışlanmayı, af-va uğramayı ve merhamet dilemeyi talep etmesini sağlar. Allah yolunda giriştiği savaşlarda güçsüzlüğünü idrak ederek başkasından değil yalnız Allah'tan güç ve yardım dilemesini sağlar. Yüce Allah kendisine ortak koşulan bütün sahte sıfatlardan münezzehtir.
Bu tasvir ile inanç meselelerinin en köklülerine işaret edilmektedir. Bunlar da akide; bilinç ve ameldir. Burada her insana veya mümin topluma ve inanç, bilinç ve amelin ilkelerini ve özelliklerini araştırma çağrısı yapılmaktadır. Nitekim bu ayette sözkonusu özelliklerin ve ilkelerin bir kısmına değinilmiştir, insanın, bütün maneviyatı ve araştırmalarıyla ona yönelmesi ve ayette sözkonusu edilen bu manevî atmosfere ulaşması istenmektedir... Şimdi ise... Bu konuların detaylarını nasıl inceleyebiliriz?
Yüce Allah, Peygamberin Allah tarafından kendisine gönderilen veya iman ettiğinden, müminlerin de Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiğinden, hiç bir peygamber arasında ayırım yapmadıklarından, bazılarına inanıp, bazılarını inkar etme gibi çifte standarda düşmediklerinden sözetmektedir. Çünkü bütün peygamberler tek olan bir çizgiyi, tek olan bir grubu temsil etmektedirler. Biri diğerini tamamlamakta, herbiri diğerini desteklemektedir. Her peygamber bir sonraki peygamberi müjdelemekte ve kendi taraftarlarını ona iman etmeye, kendisinden önceki peygamberin risalet misyonuna saygılı olmaya çağırmaktadır. Çünkü bütün peygamberlik.misyonları kendi bütünlüğü içinde hayata ve ahirete bakış açıları yönünden birbirleriyle çelişmez ve birbirerine aykırı düşmezler. Sadece eğer bir farklılık varsa, bu da aşamalardaki farklılıktır. Eşyanın zamana göre planlanması ve sınırlandırılması ile ilgilidir. Bir zamanlar için geçerli olan en yararlı uygulama başka bir zamanda daha değişik bir uygulama gerektirebilir. Bu da yeni bir maslahat için yeni bir hükmün belirlenmesini gerektirebilir. İşte İslam'ın, insanın diğer tüm peygamberlere ve risalet misyonlarına karşı saygılı olunmasına ilişkin müslü-man insanın yetiştirilmesinde izlediği metodun farklılığı burada ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bu insan düşüncesi, kalbi ve bilinciyle dinler tarihinin tümüne sahiplenir. Hayatın küçük-büyük bütün deneyimlerinde onun bütün direktiflerinden yararlanmaya çalışır... îşte bu nedenle Kur'an vahyi, diğer peygamberlerin kıssalarından söz eder. Böylece kalpleri huzura kavuşturur, ayakların yere, sağlam basmasını sağlar.
Bu tablo iman atmosferinden, uygulama atmosferine geçer... İşte aynı müminler şimdi imanlarının gerektirdiği bağlılık bilinci içerisinde hareket ediyorlar. Kur'an ayetlerinde Allah'ın bir vahyini veya sünnetinde peygamberin bir yasamasını duyduklarında, duyduk, işittik derler. İşittikleri gerçeği duymazlıktan gelmez, inkar etmezler ve bağlanıyoruz, itaat ediyoruz derler. İmanın kendi zihinlerinde yaşayan bir düşünce olması ile yetinmezler. Onu pratik hayatın bir çizgisi olarak kabul ederler. Orada hayatın tümduy-gulannı odaklaştınrlar. Ta ki, iman bir tavır, bir tutuma ve harekete dönüşsün de insan bilincinin derinliğinde gizlenen sırf psikolojik bir hale gelmesin... İman an-duru birşekilde Allah'a kulluk etmeyi gerektirir. İnsan böylece Yüce Allah'ın karşısında boyun eğer ve Rububiyetini itiraf eder. Ululuğunu pratik eylemiyle gösterir... "Seni tenzih ederiz ey Rabbimiz..." îman, aynı zamanda diriliş düşüncesine de canlılık kazandırır. Eninde sonuda insanın Allah'a döneceğini hissettirir. Böylece kul olma sıfatını takınan insan O'nun huzurunda sorumluluğunun sonuçlan ile karşılaşmayı ciddi bîr şekilde hesaplar.
Allah'ın huzurunda dua ve niyazda bulunma atmosferi tasvir edilirken tablo daha da parlaklaşıyor ve daha fazla aydınlanıyor.
Öyle ki, insanın vicdanınım ve kalbini etkisi altına alıyor. Böylece niyazlannı ve temennilerini Rabbine takdim etmeye yöneltiyor... Çünkü insan hata yapmaktan masum değildir. Herhangi bir arzunun, şehevî duygunun veya gafletin baskısı altında Allah'a karşı* hata yapabilir. Ardından bu hatanın ağırlığını gönlünde hisseder. Yine insan, unutmaktan berî değildir. Yaptığı ve yapmadığı pek-çok şeyden Allah'a karşı sorumluluğunu bazen unutabilir. İlahî yasanın pratik çizgisinden sapabilir. Bu da onu ağırlaştırır, yorar, içinde buhranlara yol açar... Tekrar Allah'a yönelir. Hata ve unutkanlık etkisi ile Rabbine karşı işledi .5i suçtan dolayı cezalandırılmamasını niyaz eder... Müslaman insan önceki peygamberliklerin tarihini yeniden günyüzüne çıkarır. Yüce Allah'ın kendi kullarına nasıl ağır yükler yüklediğini hatırlar, işte ayet-i kerimede geçen "İsr" kavramının anlamı da budur. Onlan işledikleri bir günahtan veya kendilerini saptıracak bir eylemden dolayı üzerlerine ağır bir yükün yüklenmesidir... Müslüman insan bu tür zor denemelerden geçirilmemesi için Allah'a yalvanr. Ta ki bu zorluk insanın günaha düşmesine, zayıf olan iradesiyle yenilmesine neden olmasın... O sırada yükümlülük tedricî bir şekilde gelişiyor ve büyüyordu... Resulullah'ın merfu bir hadiste bize haber verdiğine göre: Yüce Allah müslümanlardan hatayı ve unutkanlığı kaldırmakla onların dualarını kabul etmiştir. Ayrıca normal güçleriyle kaldıramayacakları şeylerle yükümlü tutulmalarını da, dinde kendilerine bir zorluk yüklemelerini de kaldırmıştır... Dua, bütün günahların bağışlanmasını, affedilmesini dileyen samimî bir istekle sona ermektedir... Kalplerinde kesin ve parlak olan herşey harekete geçmektedir... "Sen bizim mevîamızsın..." Müminlerin yardımcısı ve destekçisi Allah'tır Gönüllerini huzura kavuşturan ve onlan himayesi altına alan O'dur... Etrafını kuşatan düşman ordularına bakarlar ve küfür ve iman savaşında Allah'ın kendilerini desteklemesi gerektiği bilincine varırlar. Kendi zaaf noktalarının giderilmesi gerektiğine kanaat getirirler. O'na sığınırlar. Kafir olan topluluğa karşı kendilerine zafer verilmesini dilerler. Dinlerini savunmak ve Allah yolunda cihad etmek amacı ile onlara karşı giriştikleri mukaddes savaşta zaferi kendilerine nasip etmesini isterler... [168]
1) Peygamberin, Allah tarafından kendisine gönderilen vahye iman ettiği neden bu şekilde açıklanmıştır? Bu zaten apaçık bir realitedir. Peygamber oluşunun veya peygamberlik misyonunu taşımasının zorunlu şartıdır.
Bu soruya şu şekilde cevap verilebilir: Burada belki de peygamberlik misyonuna çağrıda bulunan davetçinin derin iman ilkesinden harekete geçtiği esasına dikkat çekilmiş olabilir. Bu da Peygamberin, çağırdığı bütün düşüncelerde, müjdelediği hayat realitelerinde net bir görüşe bağlı olarak hareket ettiğini ifade eder. Bu ise meseleye manevî boyut kazandırır. Allah tarafından kendisine verilen göreve ilave olarak, düşünce ve bilincinde meselenin kökleştiğini gösterir. Böyle bir bütünlük, davetçinin sözlerinde üslubunda ve düşüncesinde bir sıcaklık bir canlılık oluşturur. Tavır ve harekete de yeni bir ruh ve samimiyetle çarpan bir canlılık getirir. Böylece peygamberin davası, durum itibarı ile kişisel taran bulunmayan, kendine herhangi bir yükümlülük getirmeyen uzak bir sekide sırf başkalarına yükümlülük ve sorumluluk veren çağrılardan farklı olan bir daya olarak belirginleşir. Nitekim bazen davet-çiler davayı bir ustalık ve görev bilirler. Düşünce ve bilinç olarak onun gerçekliğini kişisel olarak hissetmez ve ona inanmazlar. İnsanları düşünceler ve sloganlarla harekete geçirdikleri halde, düşünce açısından kendileri davalarına inanıp gönül vermeyen da-vetçiler de böyledir. Birinci örnekteki insanlar görevlerini ve ma-heretlerini donuk bir eylem olarak ruhtan tamamen yoksun bir biçimde yerine getirirler. Zira onların sorumlulukları bunu gerektirir. Dolayısı ile onlar başkalarını çoğu zaman manevî yönden etkileyemezler. Zira onlar kendileri aracılığı ile başkalarının kalbinde parlayacak olan kutsal şuleyi yitirmiş olmaktadırlar... îkinci durumda ise sömürme veya ticarî çıkar yönleri ön plana çıkar. İnsan bu tür şeylerle diğerlerini harekete geçirmenin yolların arar. Kimse buna ciddî bir şekilde inanamaz. Çünkü onlar geneli ilgilendiren meselelerde maslahatın gerçek yönünü ortaya koyamaz ve insanları çıkarın dışında harekete geçirecek bir şey bulamazlar.
Yüce Allah, peygamberin kendi peygamberlik misyonuna inanan ilk kişi olduğunu bildirmek istiyor. Böylece bize diyor ki, "davetçi, başkasını kendi mesajına çağırmadan Önce kendi davasına köklü bir şekilde inanmalıdır. Ta ki iman çizgisinin başlangıcı; ruhu, düşüncesi ve hayatı ile kendisinin imanı noktasından başlasın..." Çünkü insanın söz ve eylem olarak izlemesi gereken en doğru, en gerçekçi yol budur... Bazı ayet-i kerimeler peygamberin özellikle bu yönüne parmak basmaktadırlar. Allah Teala buyuruyor ki; "O ki gerçeği getirdi ve onu kendisi tasdik etti." (Zümer 33) Kur'an-ı Kerim, eğitim metodunda peygamberin kişiliğini, sıfatlan ve uygulamadaki pratik adımlarıyla müminlere canlı bir Örnek olarak göstermiştir. Bazı şeylerin büyüklüğünü ve önemini ortaya koymak için özellikle bu örneği ileri sürmüştür. Peygambere hitab etmek suretiyle ümmete de hitap etmiştir.
2) Yüce Allah, müminlerin, hata ettiklerinde hatalarından dolayı veya unutup karşı geldiklerinden dolayı cezalandırılmamalarına ilişkin dualarından söz ediyor... Bu da unutma halinin bazen cezayı gerektireceği anlamına geliyor. Halbuki unutan insan yükümlülük sahibi değildir. Yükümlülük sahibi olmadığı halde cezalandırılması nasıl mümkün olabilir?
Cevap şudur: Bazen unutkanlık tabii veya iradeye bağlı olmayan hallerden kaynaklanır. Doğal olarak akıl bu durumlarda insanın cezalandırılmaması gerektiğine hükmeder. Aynı şekilde unutkanlık insanın kendi iradesinden de kaynaklanabilir. İnsan kendi şer'î hükümlülüklerini ihmal eder, onlara karşı vurdumduymaz bir tavır takınırsa bu onun unutkanlığa karşı önlem almadığını , gösterir... İşte buna benzer durumlarda insanın unutkanlığa zemin hazırlayacak ortamı tercih etmesi, unutkanlığı tercih etmesi anlamına gelebilir. Sonra Yüce Allah unutkanlığa zemin hazırlayacak nesnelerden kaçınmakla unutkanlığa karşı önlem alınmasını zorunlu kılmıştır... Dolayısı ile cezalandırılmayı istemenin, bu ortamdan sakınmanın zorunluluğunu kaldırmak anlamına geldiği söylenebilir. Metodoloji (usul) bilginleri meşhur olan "kalemin kaldırılması" hadisi üzerindeki tartışmalarında bu konuyu detaylarına kadar incelemişlerdir.
3) Müminler Allah'tan güçlerinin yetmeyeceği şeyi kendilerine yüklememesini nasıl istiyorlar?... Zira biz biliyoruz ki, gücü yetmeyenlere yükümlülük vermek çirkin bir şeydir. Çirkin bir şeyin Allah tarafından yapılması ise mümkün değildir... Allah'ın böyle bir şeyi onlara yüklemesi mümkün değildir ki onlar bunun kaldırılmasını istesinler.
Bu soruya şu karşılık verilmiştir: Burada kastedilen, normalde güç yetmeyen şeyler olabilir. Gerçekten gücü yetmediği şeyler değil. Bu da aşağı yukarı ağır sıkıntılar, büyük zorluklir anlamına gelir. Bu aynı zamanda gücü ve takati aşan Allah'ın azabı da olabibilr, yükümlülük değil. Allah herşeyi en iyi bilendir.
4) Yüce Allah bu ayet-i kerime'de parantez açarak Allah'ın adaletinden kaynaklanan ilahî gerçeği ortaya koymuştur... Bu ilahî gerçek de yüce Allah'ın insana ancak gücü ve imkanları oranında yükümlülük verdiği gerçeğidir. İşte frisan bu gücü çerçevesinde yükümlülük ve sorumluluk sahibidiıi Yaptığı iyilik ve sevap kendisinin, işlediği kötülük ve günahtan dolayı ceza da kendisinindir... Bu yaklaşımın ışığında görülüyor/ki müminlerin duası insanın mağfiret ihtiyacı hissettiği her alanayayilmaktadir. Veya yükümlülüğünün güç çerçevesi içinde kalmasını arzu ettiği her sahaya uzanmaktadır. [169]
5) Bakara suresinin akide, kıssa, yasama ve iman ile ilgili ayetlerinde üzerinde durduğu her şeyi bu ayet, akide, pratik ve maneviyat boyutları ile özetlemektedir. Mümin ve müslüman şahsiyetin bu şekilde ve bu ilkeye bağlı olarak yetiştirilmesi ve büyük hedefine do'ğru yönlendirilmesi gerektiği özetlenmektedir. Böylece surenin başı ve sonu bütünleşmektedir. Müminlerin sıfatlarını, karakterlerimi yapılarını ve eylemlerini ortaya koymaktadır. Dolayı-sı ile iman ve müminlerden sözetmek, ruhî ve düşünce olarak hayalde yaşar, ian soyut bir olay değildir. Bu kavramlar realitede hare-ete geçen canlı bir gerçekliktir. îman ve mümin, fertte ve toplum-biryaşam tar;n olarak, somut bir varlık olaark ortaya konmalı-Nitekim ı bu iideal1 örnek, Hz. Muhammed'in peygamberlik hale somuiMarjhnılmıştir. Peygamber ile beraber yaşayan veya sonra gvelıen 3 müminlerin kişiliklerinde de değişik tonlarda 'tlarda örnel k bir nesil canlandınlmıştır... İman ve mümin i hareketle , canlı bir realite olarak söz edilmesi, bu yolda . ra biri me saj sunabilir, Allah'a davet edenlerin realiteye 'r dolğru ltusunda hareket etmelerini, kendi kavramla-'"lar^a, Ö rneklere ve kurumlara dönüştürmelerini çağ1 vri amları ve çağrıyı, sırf sözlerle gerçekleşen ve Vete geçiren eylemlerle smırlandırmamalıdır... ?ğeı • i, hayatta bir inanç sistemi, bir bilinç ve pra-war ti t olarak somutlaştığı ölçüde ortaya konabİ- >cak pratik değeri ile ölçülebilir. En son ni- olan Allah'a hamdetmektir. [170]
[1] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/89
[2] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/89-91
[3] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/92-93
[4] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/93-94
[5] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/95
[6] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/95-97
[7] el-Mizanfi Tefsiril Kur'art: C. I, s. 355
[8] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/97-98
[9] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/98-100
[10] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/100-101
[11] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/101-103
[12] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/103-104
[13] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/104-105
[14] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi
Yayınları: 3/105
[15] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/105-106
[16] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/109-112
[17] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/112-115
[18] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/115-117
[19] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/121
[20] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/122
[21] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/122-124
[22] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/125-126
[23] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/126-127
[24] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/127-128
[25] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/128-131
[26] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/135-140.
[27] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/140-141.
[28] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/141.
[29] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/141.
[30] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/141-142.
[31] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/145-147.
[32] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/147-149.
[33] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/149-151.
[34] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/151-152.
[35] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/153-155.
[36] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/156
[37] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/157-159
[38] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/163-173
[39] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/177-179.
[40] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/179-180
[41] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/180-182
[42] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/182-183
[43] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/183-184
[44] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/184-185
[45] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/185-186
[46] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/186-187
[47] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/187-191
[48] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 3/191-192
[49] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/9-10
[50] El-Beyn Fi Tefsiril Kur'an: s. 317-318.
[51] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/10-13
[52] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/13-17
[53] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/17-18
[54] El-Mizan. Fî Tefsirü Kur'an C. II, s. 9
[55] El-Mizan Fî Tefsiri! Kur'an C. II, s. 9
[56] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/18-25
[57] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/25-29
[58] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/29-31
[59] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/32-35
[60] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/35-38
[61] El-Bizâl Fî Tefsiril Kur'an C. III, s. 57,
[62] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/38-41
[63] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/42-44
[64] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/47-49
[65] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/49-50
[66] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/50-53
[67] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/53-56
[68] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/56-57
[69] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/57-58
[70] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/59
[71] EI-Mizan Fi Tefsiril Kur'an: C. II, s. 79.
[72] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/63-72
[73] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/ 72-73
[74] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/74
[75] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/74-76
[76] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/76-78
[77] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/81-85
[78] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/85-86
[79] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/87-92
[80] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/92-102
[81] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/105-107
[82] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi
Yayınları: 4/107-108
[83] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/108
[84] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/108-110
[85] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/110-112
[86] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/112-116
[87] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/119-122
[88] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/122-126
[89] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/126-133
[90] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/133
[91] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/133-134
[92] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/134-135
[93] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/135-136
[94] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/139-144
[95] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/144-146
[96] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/146-150
[97] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/153-157
[98] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/157-158
[99] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/158-161
[100] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/161-163
[101] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/163-167
[102] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/167-168
[103] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/168-170
[104] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/170-171
[105] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/171-175
[106] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/179-180
[107] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/180-181
[108] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi
Yayınları: 4/181-185
[109] Tefsiril ül Menar: Eş-Şeyh. Muhammed. Reşid Rıza C.
II, s. 422-423.
[110] a.g.e.,
[111] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/185-189
[112] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/189-192
[113] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/192-194
[114] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/194-196
[115] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/199-203
[116] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/203-205
[117] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 4/205-212
[118] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/9
[119] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/9-11
[120] H-Mizan fî Tefsiri'l Kur'an, c. 2, sh. 341
[121] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/11-13
[122] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/13-14
[123] Bu anlamdaki ayetler için bkz. Bakara 57, Al-i îmran
117, A'raf 160, Tevbe 70, Yunus 44, NaH 33, 118, Ankebut 40, Rum 9 (çev.)
Muhammed Hüseyin
Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/14-15
[124] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/15-16
[125] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/16-18
[126] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/18-19
[127] Zemahşeri, Keşşaf, 1. 229
[128] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/20-26
[129] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/26-29
[130] Üstadın yaklaşımının bu konudaki yorumlardan birisi
olduğu unutulmamalı (Akademi)
[131] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/29-31
[132] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/31-32
[133] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/33-34
[134] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/34-36
[135] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/39-40
[136] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/40-43
[137] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/43
[138] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/44-46
[139] Zemahşeri, Keşşaf, 1. sh. 237 48
[140] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/46-48
[141] el-Hivar fi'1-Kur'an, s. 247
Muhammed Hüseyin
Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Yayınları: 5/48-50
[142] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/53
[143] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/54
[144] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/54-59
[145] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi
Yayınları: 5/59-61
[146] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/61-63
[147] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/63-67
[148] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/67-69
[149] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/69-74
[150] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/74-75
[151] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/75-76
[152] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/79
[153] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/80-81
[154] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/82-84
[155] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi
Yayınları: 5/84-86
[156] el-MİzanfiTefsiri'lKırfan,el, sh.415
[157] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/87-94
[158] el-Mizan RTefsiri'l Kur'an, c.l, sh. 412-413 96
[159] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/94-98
[160] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/98-100
[161] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/100-105
[162] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/109
[163] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/110-114
[164] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/144-120
[165] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/120-122
[166] el-Mizan R Tefsiril Rurtm, c. 2, sh. 437 122
[167] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/122-123
[168] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/123-127
[169] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/127-129
[170] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an,
Akademi Yayınları: 5/130